You are on page 1of 326

V YAYINLARI

Birinci Baskı: Nisan 1989

VERSOA.Ş.
Konur Sok. No. 13/7.
Kızılay ANKARA
·

Dizgi :VMS
Baskı : Feryal Matbaası
MEHMET ALI ACAO(°;ULLARI

ESKi YUNAN'DA
SİYASET FELSEFESİ
Artık yalnız anısıyla yetinmek
zorunda olduğum babam
CEVAT AGAOGULL ARl'na.

1.4.1988
öNSÖZ

Bu llitap, l.ö. VI. ile /.tJ. Ill. yüzyıllar arasında Eski Yunan 'dahi siyasal
düşünceleri, gelişimlerini de ortaya koyabilmek amacıyla, tarih dizinsel (llronolojik)
bir biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. Eski Yunan uygarlığının bütününün değil,
fakat belli bir tarihsel kesitinin ele alınması, kişisel bir tercihten çok, Batı Dünyası­
nın düşünsel temellerini oluşturacak olan özgün düşüncelerin bu dönemde üretilmiş
olmasından kaynaklanmak tadır. Ayrıca bu yüzyıllar, Eski Yunanliların siyasal ·ala­
nını oluşturan "polis"lerin (küçük devletlerin) yükseUşinden çöküşüne değin uza­
lıan süreci de kapsamaktadrr. Dolayısıyla burada ele alınıp incelenmeye çalışılan dü­
şünceler, çeşitli sosyo-ekonomik değişimler sonucunda geleneksel kabuğunu kırıp
her bakımdan büyük bir devingenlik içine giren, geUşim gösteren l'f! ardından -tarih­
teki her uygarlık gibi- kaçınılmaz sona uğrayan polisin siyasal sürecine ilişkin düşün­
celerdir.
Siyasetin, daha doğrusu polisin siyasetinin bir bölümünü oluşturan siyasal dü­
şünceleri inceleme konusu olarak ele almakla birlikte, kitabın başlığında "siyaset
felsefesi" kavramını kullanmayı yeğledim. Bunun nedeni, Eski Yunan'da ortaya ko­
nan siyasal düşüncelerin felsefed�n soyutlanmasının _olanaksız olması, bir başka de­
yişle bunların hepsinin felsefi bir boyut taşımasıdrr. öyle ki, her Yunanlı düşünür,
siyaset "-dolayısıyla iktidar- üzerindeki düşüncelerini felsefi bir söylem içine oturt­
muş, hatta siyaseti "bilimler bilimi" olan felsefenin inceleme konularından biri ola­
rak görmüştür. Acaba neden Yunanlılarr siyasete özerk bir alan tanımamış ve onu
salt pra tikler düzeyinde ele almamışlardrr? Neden siyasal sorunları kosmos (evren),
doğa, ahlak, toplum gibi genel sorunlar ile birlikte incelemiş ve (Aristoteles dışında)
hep olması gerekeni aramışlardır? Kanımca bunun yanıtı, büyük ölçüde, Yunanlıla­
rın felsefeyi yaratmış ve buradan hareketle soyut-kurgusal düşünüşü (siyaset de
dahil olmak 'üzere) insanın bütün ilgi alanlarında uygulamış. olmalarında yatmakta­
dır.
Felsefenin l.ö. VI. yüzyılda Eski Yunan'da doğduğu, bugün bilim adamlarının
(ve kadınlarının) büyük çoğunluğunca kabul edilmektedir. Bundan önceki yüzyıllar­
da ve diğer toplumlarda, çeşitli düşün yapıtları dinin, mitosların, pratik bilgilerin et­
kisi altıııda bulu.nduğundan, b unları felsefi olarak nitelendirmek olanaksızdır. Oysa
l.ö. Vl. yüzyılın Yunan kültüründeki gelişme sonucunda insan, dinsel - mitolojik
açıklamalarla, dogmalarla yetinmeyip, kendi aklı ile temel-evrensel sorunları yamtla­
maya girişmiş ve kendini pratik, teknik ilerleme kaygısından kurtarıp, bilgiye, bilgi­
ııin kendisi için yönelmiştir. Hemen hemen bütünüyle tasarımlara dayanan bu düşü·
ııüş, kuramsal bilimin, yani philosophia'nın (felsefenin) ta kendisidir. Yunanlı, do-

y
ğa, evren sorunlarının ardından insan, toplum, siyaset vb. konularını da bu soyut dü­
şünüş çerçevesi içinde irdelemiştir. Bu yüzden Eski Yunan siyasal düşünüşü, Hint,
Çin, Mısır, Babil gibi uygarlıklarda görülen dinsel ya da mitolojik öğelerle yoğrul­
muş siyasal düşünüşten farklı olarak, pratik siyasal konularla ilgilenme evresini aşıp,
bilimsel bir uğraşıh gerektirdiği si1asal genellemeler ile kuramlar ortaya koymuştur.
Bundan ötürü, Eski Yunan siyasal. düşüncelerini tam anlamıyla açıklığa kavuştura­
bilmek amacıyla, düşünürlerin ''genel felsefeleri"ne de yer vermeyi gerekli buldum
ve ayrıca genel felsefeler ile siyasal düşünceler arasında bağlantı kurmaya ya da dalıa
doğrusu var olan bağlantıları gözden kaçırmamaya çalıştım.
Genel olarak düşüncelerin, özellikle de konumuzu oluşturan Eski Yunan siya­
sal düşüncelerinin irdelenmesinde dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, bunların
kendiliklerinden belirmem�ş olup, temellerinde somut gerçeklerin yattığıdır. Marx'
ın deyişiyle "Filozoflar yerden mant.ar gibi bitmez; onlar çağlarının ve halklarının
ürünleridir." Gerçekten her filozof, her düşünür, yapıtlarını belli bir zaman ve me­
kan içinde vermiş ve bulunduğu ortamın sosyo-ekonomik ve siyasal koşullardan et­
kilenmiştir. Kısacası siyasal düşünce, hiçbir zaman toplumsal oluşumdan ayrı olma­
mış ve önemli bir ölçiide bu oluşumu yansıtmıştır. Bir düşünür hakkında "o çağının
ve toplumunun ilerisindedir ya da gerisindedir" şeklinde yapılan yakıştırmalar,
onun yine de çağının ue toplumunun somut koşullarının etkisinde kalarak düşünce­
lerini, kurumlarını oluşturmuş olduğu gerçeğini değiştiremezler. örneğin, Eski Yu­
nan 'da bir filozof köleliğin kaldırılmasını savunmuşsa, XX. yüzyıl insanının, tarihsel
gelişimi göz önünde bulundurarak onu çağının ilerisinde bir düşünür olarak nitelen­
dirmesi olasıdır. Fakat o çağda kölelik yaygın bir kurum olmasaydı ve filozof bun­
dan olumsuz bir biçimde etkilenmeseydi, böyle bir düşünceyi ortaya atabilir miydi?
Gtmümiizde hiçbir düşünür köleliğin kalkmasını savunmuyor ya da daha doğrusu
böyle bir savunma yapmanın gereksinimini duymuyorsa, bu, köleci üretim ilişkileri­
nin hemen hemen tümüyle ortadan kalkmış ue insan hakları düşüncesinin -en azın­
dan söylem düzeyinde- kendini dünyaya kabul ettirmiş.olmasından dolayıdır.
Ancak yukarıdaki bu satırlardan sosyo-i!konomik ue siyasal koşulların meka­
nik bir biçimde siyasal düşünceleri belirlediği sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü dü­
şüncenin belli bir görece özerkliği uardv. Her şeyden önce her siyasal düşünce, onu
yaratan insanın düşünüş·biçiminden, kişisel niteliklerinden, gerçeği kavrama yetene­
ğinden ue kendi zamanına kadar birikmiş düşüncelerin ·ışığında toplumun ilerideki.
olanaklarını kestirebilmesinden de etkilenir.
Unutulmamalıdır ki, Sokrates'in öğrencileri arasından tek bir Platon çıkabil­
miştir. Ayrıca düşüncenin, içinde yeşerdiği toplum üzerinde etkide bulunması da
söz konusudur; zaten herhangi bir düşüncenin oluşturulmasındaki amaç budur. Her
siyasal düşünce, var olan siyasal iktidarı, toplumsal düzeni doğrulayıp güçlendirmek
ya da tam tersi kötüleyip değiştir.mek amacıyla ortaya konulur. Hatta bir düşünür,
çağının ue toplumunun kurumlarını, göreneklerini, ahlakını aşabilir, ütopyalar
kurup somut temelleri olmayan yeni düşünce ufuklarına açılabilir. Tarihin her döne­
minde siyasal iktidarların bazı düşünceleri yasaklayıp düşünürleri (tıpkı Sokrates gi­
bi) ağır cezalara çarptırmaları ya da en azından bunlardan rahatsız olmaları, siyasal
düşüncelerin sosyo-ekonomik ve siyasal yapılar üzerindeki etkileyiciliğinin açık
birer kanıtıdırlar.
Demek ki, siyasal düşünceler ile sosyo-ekonomik ve siyasal koşullar arasında

VI
karşılıklı bir etkileşim bulunmaktadır. Bu yüzden bir siyasal düşünceyi bütünlüğü
içinde kavrayabilmek ve anlamlı bir biçimde açıklayabilmek için, onun içinde do­
_
ğup geliştiği toplumun sosyo-ekonorrük yapısını, siyasal sürecini, ahlak ve sanat de­
ğerlerini, dünya .görüşünü, kısacası "insanların karşılıklı eylemleri"nin tüm özellikle­
rini bilmek gerekir. Vstelik siyasal düşünceler ile bu çeşitli alanlar arasındaki ilişkile.­
rin açığa çıkarılmasıyla "ben-merkezcilik" (ethnocentrisme) tuzağı içine· düşmek­
ten, yani zaman ve mekanımız dışındaki bir düşünceyi kendi kültürel kalıplarımız
açısından değerlendirmekten kaçınılabilinir. Yoksa "polis"in ne olduğunu anlaya­
madan, bunun düşünce ortamı ile geçirdiği sosyo-ekonomik ve siyasal değişimleri
kavrayamadan Platon 'un düşüncelirini çözümlemeye kalkışıldığında, günümüz dü­
şünce kategorilerine uyan, ama o çağda hiçbir anlamı olmayan değerlendirmelere
ulaşılır. Platon 'un bazılarınca marksist anlamda komünistlikle suçla11ması ya da
övülmesi, bu yanılgının en tipik örneğidir.
Siyasal düşüncelerin bütünlükleri içinde ele alınıp irdelenmesi, onların somut
koşullarla· olan etkileşimlerinden başka, kendi aralarındaki ilişkilerin de ortaya ko­
nulmasına bağlıdır. Çünkü her düşünür, düşüncelerini belli bir kültür ortamındri)ue
kendinden önceki düşünürlerden -olumlu ya ela olumsuz bir biçimde- etkilenerek
oluşturur. örneğin, Eski Yunan felsefesi belli bir gelişim göstermiş ve bu düşün­
sel birikim sonucu olarak bir Platon, bir A ristoteles ortaya çıkabilmiştir. Soruna bu
şekilde yaklaşmak, gelişimci bir görüşü benimsemek oluyor. Fakat incelenen düşün­
celeri bir süreklilik içine oturtmaya olanak tanıyan gelişimci yaklaşıma mutlak bir
nitelik uerilm�melidir. Çünkü her düşünür, her düşünce akımı, kendinden öncekiler­
den bir kopuşu ifade eder. A ncak her kopuş, karşı çıktığı, aşmaya çalıştığı
düşüncelerden bazı öğeler içerir. Bu bakımdan bir düşüncenin kültürel ortamından
soyutlanması ve oluşumundaki düşünsel katkıların göz ardı edilmesi, onun yeterince
anlaşılamamasına ve yerli yerine oturtulamamasına neden olur.

* * *

Kitabımı, yukarıda belirttiğim bu unsurlar doğrultusunda kaleme almaya


özen gösterdim. Birinci Bölümü Eski Yunım'da sosyo-ekonomik ve siyasal gelişmele­
rin açıklanmasına ayırarak, siyasal düşüncelerin içinde doğup geliştikleri ortamı
anlaşılabilir kılmayı amaçladım. Ayrıca çeşitli bölüm lerde ele aldığım her siyasal dü­
şünce sisteminin somut koşullarla olan ilişkisini de ortaya koy maya çalıştım. ôyle
sanıyorum ki, düşünürleri, düşünce akımlarını tarih dizinsel bir sırayı izleyerek ince­
lemekle, Eski Yunan siyaset felsefesini bir bütün olarak kavrama ve düşünceler ara­
sındaki bağlantıları kurma olanağına kavuştum.
Çalışmamın ağırlık noktasını, dönemin önemli olan (ya da daha doğrusu çe­
şitli bilim adamlarınca önemli olarak kabul edilen) düşünürlerinin siyasal içerikli ya­
pıtlarının ya da "fragment"lerinin olanaklar çerçevesinde birincil elden kaynaklara
başvurarak yaptığım çözümlemeleri oluşturmaktadır. Dolayısıyla, nesnellik ya da
tarafsızlık güdeceğim diyerek bu yapıtların içerdikleri siyasal düşünceleri kuru kuru­
ya aktarmaya kalkışmadım. Tersine tarafsızlığın farklı, hatta karşıt yorumlara yer
vermekle daha iyi korunacağını düşündüm ve bu arada özgün olduklannı sandığım
kendi yorumlarımı (ya da benimsediğim yorum ları) savunmaktan geri kalmadım.
Böylece çözümleme-yorumlama yöntemi ile bir yanda siyasal düşüncelerin ardında

Vll
yatan gerçeklel'i, ideolojik amaçları açığa çıkarmayı, öte yandan bunların evrensel
boyutlarını yakala maya çalıştım. Bu uğraşımda ne denli başarıl' ya dıı başarısız ol­
duğumu merak etmiyorum desem, yalan olur herhalde!

* * *

Çalışmamın 1980 yılında n bu yana Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde gerek lisans,


gerek yüksek lisans düzeyinde üstlendiğim "Siyasal Düşünceler Tarihi" derslerinin
bir ürünü olduğunu belirtmeliyim. Zaten kita bımı dıı "Batı 'da Eski Yunan 'dan gü­
nümüze siyasal düşünceler tarihi" üzerine çok kapsamlı bir çalışmanuı ilk cildi ola­
rak tasarladım. Umut ederim ki, ikinci cildi çıkarabilmem için çok uzun bir sürenin
geçmesi gerekmez.
Bu çalışmamın oluşmasında Siyasal Bilgiler Fakültesi 'ndeki derslerim boyun­
ca sorularıyla, katkılarıyla Eski Yunan siyasal düşüncelerine farkl ı bakış açıları geti­
ren, bunlara yeni boyutlar kazandıııan öğrencilerime çok şeyler borçluyum. Yazdık­
ları mın (kendime ait saydığım birkaç yorum dışında) yeni şeyler olmadığının bilin­
cindeyim. ()zerinde çok tartışılmış, çok yazılmış bu konuda yepyeni fikirler ortaya
atmak olanaksızdı; ben, bu konuyu kendi görüşlerim, kendi tercihlerim doğrultu­
sunda ele a lıp işlemeye çalıştım. Bunu yaparken dipnotlarda ve kaynakçada adlarını
verdiğim kitaplardan ve özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde kısa bir süre de olsa
birlik te çalışma olanağını bulduğum Doç. Dr. A liieddin Şenel 'in yapıtlarında n bü­
yük ölçüde yararlandım. Bu yapıtlardan öğrendiklerim olmasaydı, herhalde kita bımı
yazmayı başaramazdım.
Burada aynca, siyasal düşünceler tarihi alanına ilgimi çeken ve Eski Yunan fi­
lozoflarının, özellikle de Platon 'un önemini kavramamı sağlayan Paris 1 Vniversite­
si 'ndeki dok tora tez yönetmenim merhum Prof. François Chiitelet 'yi anmak istiyo­
rum. Son olarak, yazdıklarımı büyük bir dikkatle okuyup benimle tartışan ue bu
aşamada düzeltebileceğim küçük hataları· bana gösteren Doç. Dr. tJmür Sezgin 'e çok
teşekkür ederim. Dolayısıyla çalışmamda bulunabilecek bütün büyük hataların, tu­
tarsızlıkların bana ait olduğunu vurgulamalıyım.
Bu kitabı,· beni rahatsız etmemek için özveride bulunarak yaz aylarında bü­
yük annelerinin yanında "tatil"e giden ve A nkara 'ya dönüşte yuvaya başlamayı- "ka­
bul eden" kızım Zeynep ile "bitir artık şunu" gibi yakınmalarıyla beni yüreklendi­
rip çalışmaları mın hızlanmasına neden olan eşim Meltem'e adıyorum.

Doç. Dr. Mehmet Ali AÖAOÖULLARI

A nkaro, Ocak 1 988

vııı
iÇiNDEKiLER

Önsöz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ·. . . . . . . . • . . . . • . . .. V

BiJLVM I
TOPLUMSAL YAPI VE SİYASAL GELİŞMELER . . . . . . . . . . • . .

A- Polis......... ; • . . .. .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . � . . . ... 1
B- Ekonomik Düzen ve Toplumsal Sınıflar. . . . . . . . . . . • . . . .. . 6
(..c.. Siyasal Gelişmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. .. ... 11
a/ Krallıktan Azınlık Yönetimine 11
b/ Yasa Kavramındaki Değişimler . . . . ... ... . . .... .... 14
c/ Solon'un Reformları . . . • . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . 16
d/ Tiranlıktan Demokrasiye . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
e/ Demokrasinin Evreleri . . . . . . . . . . . . • . . . . . . . . . • . .
. 23
f/ Savaşlar ve Polisin Sonu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • .. . . 27

BiJLVM il
DOGA FELSEFESİ DÜŞÜNÜRLERİ . . . . . . . . . . . . . . . . • . . 32. .
A- İyonya Felsefesi . . .. . .. . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35. .
a/ Thales . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35. .
b/ Anaksimandros . . .. . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36. .
c/ Anaksimenes . .. . ... ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37. .
d/ Herakleitos . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . • . . . . 38. .
B- Güney ltalya Felsefesi ...... , . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42• .

a/ Pythagorasçı Felsefe . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . . 42
b/ Elea Okulu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
C- Demokrasilerin Doğa Felsefecileri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
a/ Empedokles . . . . . . . . • . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
b/ Anaksagoras . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47
.

c/ Demokritos .. . .. . . . . . . . . . . . . . 49
. . . . . . . . . . . . . . • .

ıx
BOLUM lll
SOFİSTLER VE DEMOKRASi . . .. ..
. . . . . . . . . . . . • . . . . • . . 52
A- Sofist Düşünce • • • . • . . . ... .. ...
. . . . . . . . .. . • . . • • • . . 52
1 / Birinci Kuşak Sofistler . . .. ..
. • . . • . • . • • • . . . . . . . • . 57
2 / ikinci Kuşak Sofistler . • . . . . • . . • • . . . • • . . . . . • • • • • 66
B- Demokrasi Üzerine Düşünceler ..
. . . . . . . . • . • . • • • . • . • . . 76
1 / Demokrasiye Olumlu Yaklaşımlar � • . • • • . . . • . . • • • . • . 76
a- "Herodot Tarihi"nde Demokrasi : • . . . . • • • • . . . . • • 77
b- Perikle_s'in "Cenaze Töreni Söylevi" . .. . . . • . . . . • . . 78
c - Edebiyatta Sofistik-Demokratik Düşünceler . . . . . . . . . 82
2/ Demokrasiye Olumsuz Yaklaşımlar .. . . . . . . • . . . . . • . . 85
a- Aristophanes'in Komedyaları . . . • . • . . . . . . . . • . . • 85
b- Yaşlı Oligarkh'rn "Atinahların Anayasası" . . . . . . . . • . 87
c- Demokrasi Düşmanı Ksenephon . . . . . . • . . . . . . • . • 89
d- İsokrates'in Arayışları • . . . . • . • . . . . . . • • • • . . . • .
92

BOLVMIV
SiY ASETIN AHLAKLAŞTIRILMASI : SOKRATES . . . . . . • . • • .
95
A- Sokrates Sorunu • . • . . • • • • • •. • . . • . • • • . • . • • . . . . . . • • •
95
B- Yaşamı ve Kişiliği • • . • • • • • • • • . . • • • • • • • • • • • • . • . • . • • 97
C- Bilgi Kuramı • • • • • • . • • • . • . . • • . • • • • • • • • • . • • • • • . • 10 1

O- Ahlak Kuramı . • • . • . . • . . • • • • • . . • • . • • . • . • • • . . • . . 104


E- Toplumsal ve Siyasal Düşünceleri • . • • . • • • • • • . • • • • • • . . . 107


F- Sokrates'in Yargılanması ve Ölümü . . . • • • • • . • • • . • • • . • • . . 117


G- Küçük Soktatesçi Okullar • . . • . , . . . • • . . • . • . . • • • • . • . • 121
.

1 / Kyrene Okulu . . . . . . . . . . . . • . • . . • . . • . . • . • . • . . . 122


2/ Kynikler Okulu • • . . . • . • . . • • • • • . . • • . • • . . . . . . . 1 25
.

BOLVM V
POLİS iÇiN İDEAL ÇÖZÜMLER: PLATON . . • . . . • • • . . . . . • . 1 32

A- Yaşamı ve Yapıdan . . . . . . . . • . . . . . . • . . . . . . . • • • • • . , . 1 32.

B- idealar Felsefesi • • • • . . . • . . • • . • . . • • • • • . • • • • . . . • . • 1 37
.

1 / idealar Öğretisi . . . . • • • • • . . . . . • • • • • . • . • • • • • • • 1 38

2/ Bilgi Kuramı . • ; . . . . • • . . • • . • • . • . • • • • • • • • • • • . 142


3/ Ruhsal Yapı • . • • • . • • . . . • .. . . . . . • . • • . • . • • • . . . . 14 5

4/ Diyalektik ve Evrensel Söylem • . . . . • • • • . • • . • • . • . . 1 50


S/ Varlık Öğretisi . . • • • • . • . . • . . • . • • • . • • • . . . • • • . • 1 53

C- Devlet ve Yönetim Biçimleri . . . • . . • • . . • • . • • . • • . . . . . . 1 56


1 / Devletin Kökeni ve Dokusu , . • • . . • • • • . • • . . . • . • . . 1 57


2/ Yönetimlerin Dolaşımı . • • . . . . • • • • • . . . • . • . • . . , . . 1 60
a- Patriarşi . • . . . . • . . . . . . . . . . • · . . • • . . . • • • • • . 161
.

b- Monarşi ve Aristokrasi . • . • • . . • • . . . . • . . . . . . . . 161


c- Timokrasi • . . . . • . • . . • . . . . . . . . . . . • . . . . . . . 1 62
.

x
d- Oligarşi . . . . · . . . . . . . . 1 63
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

e- Demokrasi. . . . . . . . . . . 163
. . • . . . . . . . . . . . . . . . . . .

f- Tiranlık . . . . . .. . . .
. . . 167
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

D- ideal Devlet . . . . . . . . . . • . . . . 1 69
. . . . . . . • . . . . . . . . . . . . .

1 / İdeal Devletin Yapısı ve Toplumsal Düzeni , .. . .... 169 . . . . .

2/ Koruyucular Sınıfı '. . ... .. ..... . . . .. . . 1 75


. . . . . . . • • .

a- Koruyucuların Eğitimi . . 176


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

b- Koruyucuların Yaşamı . . 1 79
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

- - Ortak, yalın yaşam . 1 79


. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

- - Aile kurumunun kaldırılması 1 80 . . . . . • . . . . . . . . .

- - Kadın - çocuk ortaklığı 1 80 . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

- - Platon'un komünizmi 1 83 . . . . . • . . . . . . . . . . . . . .

3/ Filozof Devlet Adamı . . . . . 1 84


. • . . . . . . . . . . . • . . . . . . .

a- Filozofun Yetişmesi . . . 1 85
. . . . . . . • . . . . . . . . . . . . .

b- Filozofun Devletin Başına Geçmesi 1 86 . . . . . . . . . . . . . .

c- Filozofun Yönetimi ve Yasaları . 1 87 . . . . . . . . . . . . . . . .

4/ ideal Devletin Bozulması . . . 190


. . . . . . . . . . . . • . . . . . . . .

5/ ideal Devletin İdeolojik Boyutu 191 . . . . • . • • . . • . . . . . . . . •

E- Tarih Felsefesi . . . . . . . . • . . . .... 193


. . . . . . . . . . . . . . . . . .
-

1/ "Devlet Adamı"nda Tarih Felsefesi . 1 94 , . . • . . • . . . . . • • . •

2/ "Yasalar"da Tarih Felsefesi . 195


. . . . . • . . . . . • . . . . . • . . •

3/ Tarih Felsefesinin Kısa Bir Değerlendirmesi ·; 196 . . . . . . • . . . .

F- Tanrısal Kral . . . ...........


. . . • . .....
• • .. ........ 197
,

1 / Politika Bilimi . . . • • • . . • . 1 98
• • • • • . . . . . • . • • . . . . . . •

2/ Yasasız Yönetimin Meşruluğu '. ......... 199 . . . . . . • . . . .

3/ Yasalara Yöneliş . . • • • • . • • 20 1
• • • . . . • • . . • • . • . . . . • . .

G- ikinci En iyi Devlet • . • . • . . • . J 203


• • . • • . • • . . . . • . . . . . • • .

1 / Temel ilkeler . . . . • • .... ... .... 203


. . • • • . .
.
. . . . . . . . ,

2/ Coğrafi Konum ve Toplumsal Yapı 205 . . . . . • . . • • . . . . • • •

3/ Siyasal Yapı • • • . . • • • . • • ••210 . • . . • . • . . . • • • • . . • • . .

4/ Eğitim ve Din Sorunu . . . • . 213


. . . . . • . , . . . . . . . . . • . . .

5/ lkind En iyi Devletin ideolojik Boyutu 21 5 . . . . . . • . . . . • . .

BVLVM VI
POLiSi KURTARMA ÇABALAR! : ARISTOTELES . . . . . . . . . . . 219
A- Aristoteles'in Yaşamı � . • . • . . . . • , . . . • • . . . . • . . . . • • . . 220
B- Genel Felsefesi . . . . . . • • . . . . . • . • . . • • . . . . . . . . . . . • . . 222
1 / Mantık • . . . . . . . . . • . • . • • . . . . . . • • . . • . . . . . . . • • 223
2/ Metafizik . . . . . . • . . . . • • . . • . . . . . . . . . . . . . . • . . , 226
3/ Doğa Sorunu ve Evrensel Düzen . . . • . . . . . . . . . . . . . . . 231
4/ Ruhsal Yapı ve Ahlak Öğretisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 232


C- Siyasal Düşünceleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . .. 237
. • .

1 / Toplumsal-Siyasal Hayvan . . . . . . . . • . . • . . . . 238


. . . . . . .

2/ Platon'u Yıkma Uğra�ı . . . . • • . . . . . . . • . . • . 244


. . . . . • .

3/ Siyasal Yönetimler . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . • 246


. • . . . . .

a- Monarşi . • . . • . . • . . • . . . . . . . . • • . • . . 250
. . • • • • .

b- Tiranlık • • . • . • . . . . • . . • . . . . • • . . . . . 250
. • • • . . •

c- Aristokrasi . • . . . . • • . . • . . . . . . . • • . . . 25 1
. . . . • . •

d- Oligarşi • . . . . . . . . • • • . • . • . . . . . . .
; •
• . . 25 1
. . . . •

e- Demokrasi • . . . . . . . • . . . • • . . . . . . . . . . 252
. . . . . • .

f- Politeia . . . . . • . . . . • . . • . . . • . . .... . . . . . . .. . 25 3
4/ Devrimler Kuramı . . . . . . .. ; . . . . • . . . .. . . . . ... . . . 254
a- Devrimlerin Nedenleri • . • • . • • • . . . . . . . .. 254
• . . . • .

b- Devrimlerin Önlenmesi • . • . . . . • . • . • . . . 255


. . . . . . •

5/ Kurulabilir En İyi Yönetim • • . . • • . • • • • • . . . . 257


. . • • • • .

6/ ideal Devlet • • • • • . . . • . • • • • • . . • • • • . . . • • 260


• . • . . . .

7/ Aristoteles'in İdeolojisi . • • • . • • . • . • . . . . . . • i64


. . • . • • •

BOLVM Vll
POLİSİN ÇÖK ÜŞÜNDE SİYASAL DÜŞÜNÜŞ . . . . . . . . . . . . . • 267
A- Helenistek Felsefe . • . . . • . . . . • . . • . . • . . . . . . . • • . • . . . • 267
B- Epikuroscu Okul • . • . • . . . • • • • • • • • . . • . . . • . . . • . • • . • 270
1/ Epikuros'un ve Epikurosculuğun Yaşamı . . . . • • . . • . • . . 270
2/ Epikuros'un Felsefesi • . • • • • • • • . • . • • . • • • . . • • • • • . 272
a- Kanon (Mantık) . • • • • • • • • . . . • • • . • • . • • . • • • • . 272
b- Physeus (Fizik) • • . • • • • • • • • • . . • . . . . . . . . . . . . 274
c- Ethika (Ahlak) . . . . . . • • • . . • . . . . . . • . . • . . . • • • 276
3/ Epikuros'un Siyasal Düşünceleri . • . • . • . . . . • • . . . • . • . 278
C- Stoa Oku l u . ., • . . • . . • . • . . • . • . • • • • • . . . . . . . . . . • • . 284
1/ Eski Stoa Düşünürleri . . • . • • • • . • • • • . . . . • • • . . • • . . 284
2/ Stoacı Felsefe • . • . • • • • • . • • • • . • • • • . • • . • . . . • . • • 286
a- Mantık • • • • • • . . . . . • • • • • • • . • . . • • • . • . • • • . . 286
b- Fizik (Metafizik) . . . • • • • • • • . • • • • • . • . . • . • • • • 287
c- Ethika (Ahlak) , . • . • • • • • • • • • . . • . . . . . • • . • • . • 289
3/ Stoacılığın Siyasal Düşünceleri • . • • . . . . • . • . . . . . . . . . 292

ÖZEL AD DiZİNİ .. . . . ..... .... .. .. .. . . ... .. ..... . .... 297


KAYNAKÇA . . . . . . . . . . . . . .30 5
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . .

xıı
Trakya

ANTllC ÇAGDA YUNAN YARIMADASI VE BATI ANADOLU


BÖLÜM: 1

TOPLUMSAL YAPI VE SiYASAL GELlŞMELER

A- POLİS

Yüzyıllardır çeşitli dillerde çok az farklı biçimler· alarak kullanılagelmiş olan


politika sözcüğü, Yunanca bir sözcük olan polis'ten türemiştir. Birçok araştırmacı
�e bilim adamı tarafından kent devleti olarak adlandırılan polis, Yunan Yarımadası­
nı, Anadolu'nun Batı kıyılarını, Ege adalarını ve Güney italya ile Sicilya'yı kapsayan
Eski Yunan dünyasının en parlak döneminin toplumsal ve siyasal örgütleniş biçimi
olmu�
Polisin kısa tarihçesinin ,ve özelliklerinin incelenmesine geçmeden önce, bu
konuda çeşitli polemiklere yol açmış olan �ir noktanın aydınlatılması gerekmekte­
dir: Polisin tam anlamıyla bir kent devleti olarak yorumlanması, yanlış ya da en
azından ya�lış anlaşılmalara açık değerlendirmelere yol açarak polisin özgüllüğünün
göz ardı edilmesine neden olur. Her şeyden önce kent devletinin yalnızca Yunan'a
özgü bir kurum o!ınadığ,ı_nı belirtmek gerekir; değişik dönemlerde ve değişik
toplumlarda aynı örgütleniş biçiminin çeşitli örneklerine rastlanmaktadır. Fakat
kent devletleri, buralarda (örneğin Roma'da) geçici bir nitelik gösterirlerken, Yu­
nan'da "kalıcı" olmuşlar, ya da daha doğrusu "kalıcı olmayı amaç" edinmişlerdir.
Yunan polislerinin varlıklarını uzun süre sürdürebilmelerinde rol oynamış temel et­
menler olarak, polisin "yetkin siyasal toplum" mitosu ile donanmış-donatılmış ol­
ması ve polisleri kendi içinde eritecek merkezi bir siyasal iktidarın çeşitli koşullar
nedeniyle belirememiş olması gösterilebilinir. "Koşullar farklı olsaydı polislerin öm­
rü, diğer kent devletlerinkinden daha uzun olmayacaktı, dolayısıyla zaman etmenini
bir ölçüt olarak kabul edip polisi Yunan'ın ayırıcı özelliği imişcesine değerlendir­
mek yanlıştır" şeklindeki bir yargı, kanımızca tutarlı gözükmemektedir. Çünkü bir
kurumun, bir yapının özgül o . larak kabul edilen özü, büyük ölçüde çeşitli koşullar
tarafından belirlenir. Bu nedenle, polisin uzun süren varlığını şu ya da bu koşullara
bwçlu olması, onun özgüllüğünü ortadan kaldırıcı bir neden oluşturmaz.
Polis, tarihte görülen diğer kent devletlerinden, (ileride-değineceğimiz) sosyo­
ekonomik ve siyasal yapısı ve buna bağımlı olarak bağrında oluşan düşünce sistem-
feri ile de ayrılır. Örneğin, Halil Berktay'ın belirttiği gibi "daha önce Suriye ve F eni­
ke'nin elverişli doğ.ıl li manları üzeriride kurulan kıyı şehirlerinde (kent devletleri n­
de) ticaret ve bir tüccar sınıfı hatırı sayılır bir gelişme göstermiş, ancak aristokra ti k
kra llığı devirerek Mısır ve Mezopotamya tipi toplumsal yapıdan ve bu yapıya özgü
düşünce biçimlerinden ta mamen kopmayı başaramamıştı. "1 Oysa polis, gen elde bu
kopuşu gerçekleştirmekle kalmamış, bir benzeri yüzyıl lar sonra modern devletlerde
belirecek olan demokrasiye de beşi kli k yapmıştı. Üstelik Yunan dünyasının bu kü­
çük devl etlerinin, ç eşitli siyasal toplum modellerinden çok daha kapsayıcı bir nite­
lik göstererek Yunan insanının davranış ve düşünce kalıplarını belirlediği, siyasal ya­
şamı koşullandırdığı ve siyasal düşünüşe damgasın ı vurduğu göz önüne alındığında,
polis ile kent devleti kavramlarını birbirine karıştırmamak gerektiği ve Eski Yunan
i çin kent devleti yerine polis kavramın ın kullanılmasının daha yerinde olduğ u sonu­
cuna ulaşılır.2
Radikal sosyo-ekonomik gelişmelerin bir sonucu olan polis, uzun bir tarihsel
süreç içinde ortaya çıkmıştır. Eski Yunan, Girit'teki Minos Uyga.rlığı'nın ardından
gelen Mikenai ( ya da Mykene) Uygarlığı 'nın 1.ö. Xl l . yüzyılda yıkılmasıyla birlikte
tari h ç ilerin Karanlık Çağ ya da Orta Çağ diye adlandırdıkları bir dönem i çine girdi.
Homeros'un destanlarına3 konu edindiği Kahramanlık Çağı 'na son veren demir si­
lahlarla donanmış kuzeyli barbar Dor istilacıları, göçebe yaşamlarını terkedip topra­
ğa yerleşerek kabile ti pinde örgütlenmiş köyler kurdular. Dorların girmediği
bölgelerin ( örneğin Atina'nın bulunduğu Attika bölgesinin) halkları da, gerek tica­
retin hemen hemen tümüyle ortadan kalkmış o l masından, gerekse güven lik gereksi­
niminden dolayı, aynı yaşam ve yerleşim bi çimini benimsediler. Böylece Yunan
dünyasında, bir bakıma Ortaçağ'da Avrupa'nın yaşadığı feoda lizme benzer bir dü­
zen başladı.
Klanların (Yunancası gencıs) toprağa yerleşmesinden ortaya çıkan köylere
Eski Yunancanın Dor leh ç esinde kome·ya da koma, Attika lehç esinde ise demos ya
da deme adı veri liyordu. Kabi lelerin, klanların, bir ba şka deyişle bu köylerin birl eş­
mesi ile polis oluştu. Aristoteles, polisi klanların (gene) ve köylerin (komai) birliği
olarak tanımlar.4 Thukydides ise, polis sözcüğünü hem surlarla ç evrilmemiş köyler
topl uluğu, hem de surla çevrili k ent için kullanır.5 Genellikle kentler, güvenliklerini
sağlamak amacıyla savunmaya daha elveri şli olan tepelerde kuruldu ve aşağılara
doğru yayıldı. ilk dönemlerde polis sözcüğü, yaln ızca "yüksek kent" (ya da
tepedeki kent) için kullan ı l ıyordu; aşağı kente ise asty adı veriliyordu. Zama n la bu

1 Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, İ s tanbu l, Kaynak Yayınları, 1983, s. 1 8 2.


2 Örneğin, Kıvanç Erto p ile Çetin Yetkin (Soıyo Ekonomik Temelleriyle Siyasal Düşünce­
l er Tarihi 1, İstanbul, Say, 1985, s. 89-91 'de), polis il e kent devleti arasında bir fark gö­
zetmeyip "polisin yalnızca Yunan evrenine özgü bir kurum olm ad ığ nı" ileri sürmelerine
karşın, Yunan polisini "devlette n çok daha kapsamlı bir ku rulu ş " olarak değerlendirerek
onun özgüllüğünü kabul etmiş olmaktadırlar.
3 (
Homeros'un yazdığı ya da derl eyi p düzenlediği) bu destanlar, lliada ile Ody•eia"dır.
4 Aristoteles, Politika, lstanbul, Remzi Kitabevi, 1975, 1, 2, s. 9.
oö Thucydide, La G uerr e du Peloponnese (Peloponnesos Savaşı), Paris, Editions Gallim:ırd,
1964, I, 2·7.

2
ayrım ortadan kalktı ve polis, ilk önce tüm kenti, sonra da "devlet"i kapsayan bir
anlam kazandı. Bazı polislerde kullanılan akropolis sözcüğü, polisten farklı bir birimi
değil, polis içindeki belli bir alanı, temel tapınakların ve prytdneion 'un611 bulundu­
ğu en tepedeki alanı ifade ediyordu.6b
Herkesin gereksinmeşi���t:._ kurayla eşit paylara bölüşülen kabile yerleşim
merkezini. toprak sahibi soyluların yönettiği ve bağımlı köylerde yasayan yoksul
köyl�!e��n_çe��!ediği_ polise dönüştüren sürecin temelinde, meta değişiminin, bir
.baska deyişle ticaretin gelişmesi yatar. Para kullanımının ya ygınlaşması1 özellikle
i.ö. 600'den az sonra Aegina, Atina ve Korinthos gibi polislerde bakır ya da küçük
gümüş parçalar halinde bozukluk para çıkarılmaya başlanması, pazar için yapılan
üretime büyük hız verdi. Köylerin şefleri ve bunların aileleri, zamanla durumları_nı
pekiştirerek büyük toprakları ellerine geçirdiler. Alısverisin yapıldığı merkezi köy,
gerek şeflerin. gerek zanaatkarların ergeç köylerini terk ederek pazarın yanında ev
kurmaları sonucunda bir paur kasabasına dönüştü. Kendi kendilerine yeterli olma
özelliklerini yitiren köyler, kasabaya bağımlı bir konum içine girdiler. Buna karşılık
kırsal bölgeyi hükmü altına sokan kasaba, gelişerek, ilk önce kent, sonra da polis du­
rumuna geldi. Oluşan bu yeni siyasa! toplumda iktidar, klanla olan bağlarını kopar­
pn ve yoksul klan üyelerine karşı, ortak bir çıkarda birleşerek toprak sahibi soylu­
lara dönüşen şeflerin elinde toplandı.
i lk önce lyonya'da (Anadolu'nun Ege kıyılarını kapsayan bölge), ardından
Yunan Yarımadasının çeşitli yörelerinde ortaya çıkan yüzlerce polis, genelde, kö­
kenlerinde yatan kabilesel örgütleniş biçiminden tümüyle kopamadılar. Bu olgu,
bir dereceye kadar bu süreci erken bir dönemde yaşamış olan Atina gibi polislerde
çok açık bir biçimde gözükmektedir. Buralarda, kentleşmenin itici gücü toprak
sahiplerinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle soylular, polisi örgütlerken alışkın
oldukları kabilesel yaşama özgü belli özellikleri kullanma yoluna gitmişlerdi. Oysa
daha sonra kurulan polislerde, sınıf ilişkilerindeki değişi klik nedeniyh· iticı güç ro­
lünü, soylularla çatışma içinde olan tüccarlar ve zanaatkarlar üstlendi. Bu bakımdan
bu polislerin kabilesel yaşamla ya çok az bağları vardı ya da hiç bulunmuyordu.
Polislerin kuruluşuna i lişkin bu farklılık, Yunan siyasal terminolojisinin ilginç
bir yönünü açığa çıkartır. Atina'da arkhon sözcüğü, hem "klan şefi", hem de "yük·
sek devlet (polis) yöneticisinden biri" anlamına geliyordu. i l k anlam, eski kullanım­
dı; ikinci anlam ise, klan ve kabile şeflerinin toprak sahibi soylulara dönüşüp pôlisin

6a Polisin yaygın bir ö:telliği olan prytnneion, ocağında kutsal ateşin sürekli yandığı kent
(ya da daha doj;rusu devlet) konağıydı. Aristoteles (Atinabların Devleti, Ankara, Maarif
Matbaası, 1943, 3, s. 6'da), Solon öncesinde b ütün arkhon 'lann prytnneion'da oturduk·
larD'lı yazar. Sözcüğün kökeni bakımından p-ytaneion, prytaM\n ya da "başkan"m evi
demektir. Bir koloni kurulacak oldu mu, göç edecek kişiler yanlarma kutsal ateşten alır·
lar, gittikleri denizaşırı ülkede bununla yeni bir prytaneion (dolayısıyla yeni bir polis)
başlatırlardL Seçkin yabancılar, yabancı ülkelerden gelen elçiler, savaşta ya da çeşitli
alanlarda kazandıktan başarılarla halkın övgüsünü toplayan yurttaşlar bu yapıda ağırlanır­
lardı. Georgc T ho mson (Eski Yunan Toplumu Ostüne incelemeler, Tarihöncesi Ege, İs­
tanbul, Payel Yayn1c\'İ, Cilt il, 1985, s. 96'da),prytaneion'un, "ta gerilere götürii ldüğün·
de, uzun ama kesintisiz bir yolun sonunda ilk kamp ateşine vardığıru" belirtmektedir.
6b R.E. Wychcrlc:y, Antik Çağda Kentler Nasıl Kuru ldu ? , İstanbul, Arkeoloji ve Sanat Ya·
yınları, 1 986, s. 4.

3
yönetimini ellerine geçirmeleri sırasında birinci anlamın bağr ından çıkmış, ya da bir
· başka deyişle birinci anlamın üzerine inşa edil mişti. Demokratik devrimle birlikte,
bu görevlerin halkın denetimine girmesine karşın, bu ad ·korundu, yani yüksek dev­
let görevli lerine arkhon denilmeye devam edildi. Atina'dan daha sonra kurulan
polislerde ise, bu yöneticilere demiurgoi (topluluk için çalışanlar zanaatkarlar) =

adı veriliyordu. Bu yeni sözcük, sınıf güçleri dengesindeki değ işimi yansıtmaktay­
dı.7
Polis, genellikle bir, ender olarak da birkaç kent ile bunun ( bunların) çevresin­
deki kırsal bölgeyi kapsıyordu. Ülke ya da devlet anlamında değil de kent anlamın­
da polis, çeşitli tapınakları, devlet binaları, agora 'sı8, spor alanı (gymnasion), açık
hava tiyatrosu, vb. ile düzen li ve "kompleks" bir yapılanma görünümü veriyordu.
Fakat, gerek gelişmemiş, gerek olabildiğince gelişmeyi dışlamış polislerde bu tür
kentler olu şmamıştı1 Örneğin, Peloponnesos Savaşları sırasında Aitolia ve Akar­
nania'daki Yunanlılar hala surla çevrili olmayan, küçük yerleşim merkezlerinde otu­
ruyorlardı ve Sparta polisi bile bir dağınık köyler kümesi niteliği gösteriyordu. 9
Polislerin yüzölçümlerine ve nüfuslarına bakıldığında da aralarında büyük fark­
lılıkların bulunduğu görülmektedir. Çoğunluğun yüzölçümü lOOO km2 yi geçmiyor­
du. Messenia'yı topraklarına katıp Peloponne�os'un beşte ikisine sahip olan Sparta,
8400 km2 lik alanıyla Yunan dünyasının en büyük polisi konumundaydı. Bundan
sonra gelen polislerden Sicilya'daki Syraküsa 4700 km2, Atina 2650 km2, Argos
1400 km2, Korinthos 880 krri2 idi. Buna karşılık 1615 km2 lik Fokis bölgesinde
yirmi i ki polis bulunuyordu ve bir ada üzerinde kurulmuş olan Delos'un yüzölçümü
5 ,5 km2 yi geçmiyordu. Polislerin nüfuslarına ilişkin bilgilerin yeterli olduğu söyle­
nemez. Milet 'li mimar Hippodamos'un10 bir ideal olarak saptadığı 10.000 yurttaşa
sahip olan polis sayısı, ancak yirmiyi buluyordu. Genelde yurttaş sayısının toplam
nüfusun 1 /6 ile 1 /1 O arasında bir oranı o luşturduğu kabul edilirse, polislerin büyük
çoğunluğunun 50.000'den az bir nüfusu barındırdıkları sonucuna ulaşılır. Pelopon­
nesos Savaşı öncesinde, Yunan Yarımadasının iki önemli polisinden Atina'nın nüfu­
sunun 300 000. 350 000 dolaylarında, Sparta'nın ise 280 000 300 000 dolayların­

da olduğu � hmin edilmektedir .11


Polisler, kuruluş biçimlerine, yüzölçümlerine ve nüfuslarına ilişkin farklıl ıklar
göstermekle birlikte, özde aynı niteliklere sahiptirler. Daha önce belirttiğimiz gibi

7 Thomson, il, s. 91.


8 K abilesel örgütleniş döneminde halkın (siyasal) toplanma yeri anlamına gelen agora, da­
ha sonraları pazar alanı (çarşı) anlamında kullanılmıştD'. Herodotos'a göre Yunanlılann
agora'ya sahip obn aları, onları Penlerden dolay•ıyla diğer barbarlardan farklı kılan
önemli bir etmendir: "(Yunan'da) kentlerinin ona yerinde özel bir buluşma yeri•.••, sa·
tılan ve satın alınan şeyler için çarşılar vardır; Perslerde böyle ·.bir şey yoktur, çarşı bil·
mez.ler buna benzer birşeyleri yoktur.' 'HerodotTarihi, istanbul, .Remzi Kitabevi, 19
. 73
l· 153, s. 78. Agonı hakkında daha geniş bilgi için bakınız: Wycherley, s. 40,70.
9 Thucydide, 111-9-1, 1-10.
10 Hippodamos hakkında bkz: Aristoteles, Politika, 11-8.
1l Gustave Glotz, La Citc Grecque, Paris, La Renaissance du Llvre, 1928, s. 29-34; Ali·
eddin Şenel, Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Cstüne, Anka,ra, S BF Yayınları, 1970,
s. 260-261 ; Ertop - Yetkin, s. 91.

4
"kalıcı olma" amacını içinde taşıyan polis, devletten daha kapsamlı bir kuruluş ola­
rak tarihte yerini almıştır. Bir başka deyişle polis, yalnızca toplumsal ve siyasal bir
örgütleniş biçimi değil, aynı zamanda dinsel, askeri ve ekonomik bir bütündü. Yu­
nanlılar, bu örgütleniş biçimleriyle övünüp, polisi, uygarl ığ ı barbarlıktan ayıran
önemli bir ölçüt olarak algılıyorlardı. Onlara göre siyasal bir varlık olan insana uy­
gun düşen tek örgütleniş biçimi polisti. Herodotos, Tarih'inde, Yunan toplumu ile
Pers toplumu arasındaki büyük ayrımın bunların örgütleniş biçimlerinden (yani bi ­
�inin özgür polisler, diğerinin büyük bir imparatorluk şeklinde örgütlenmelerinden)
kaynaklandığını vurgulamakta ve Pers Savaşlarını, Y u nanla Doğu halkların ın, uygar­
lıkla barbarlığı n , özgürlükle köleliğin savaşı olarak yansıtmaktadır.
Uygarlığın si mgesi olan polisin kutsal bir niteliği vardı; o, Tanrıların Yunanlı­
lara bağı şladığı çok değerli bir armağan olarak kabul ediliyordu. Bu bakımdan, PO·
lis düzenini bozmak, Tanrı lara karşı gelmekle eş an lamlıydı. Üstelik Yunan insanı
için, polisin dı şında bir yaşam biçimi düşünmek bile olanaksızdı. Her Yunan lı ken­
dini, ilk önce !fır vurttaş (polites) olarak algıladığından, yaşamı polis gerçeği i l e ko­
şu llandırılm ıştı. Polisin dışında o hiçbir şeydi, daha doğrusu olsa olsa "konuşan bir
hayvan" yani bir köle ya da u ygar insana özgü haklardan yararlanamayan bir yaban­
cı (metoikos) olabilirdi. 12 B öylece polisi varlığının nedeni olarak gören kişinin dav­
ranışları, polisin esenli�inin sağlanmasına yöneliyordu. Bireysel mutluluğu polisin
esenlik ve düzen i çinde bulunmasına bağlayan yaygın inanç, bir polisin yurttaşları
arasında dayanışma duygusunu güçlendirici bir etmen olarak işlev görüyordu.
Polisin dinsel bir birim oluşunun kökeninde, klan şeflerinin kente dönüşecek
olan kasabaya geldiklerinde klan tapımlarını da _yanlarında sıetirmiş olmaları
yatmaktadır. Şeflerin klan farklılıklarından sıyrılıp ortak sınıf çıkarında birleştikleri
zaman, tapımlar onların ortak denetiminde devletin dinsel şenlikleri biçiminde yeni­
d en örgütlen d i ; amaç, yeni toplum düzenine bir kutsallık kazandırmaktı. Sonuçta
h er polis, kendine özgü Tanrıları, tapımları, tapınakları olan kutsal bir bütün duru­
muna geldi. Din, toplumsal. yaşamın bütün alanların ı kapsayan bir niteliğe sahipti;
öyle ki, bir yurttaş� tanıml;:a�n_!emel niteliklerden birisi, onun_polisin dinine sahip
olmasıydı. Dahası kişi, yurttaşlığa kabul edilirken içtiği antda, polisin Tanrılarının
tapını mına bağl ı kalacağını ve bunlar için savaşacağ ın ı belirtirdi. Her yurttaş, yaşa­
m ını polisine özgü Tanrıların koruması altında sürdürüyordu; yabancı ise, bu Tanrıla­
rın korumasından yoksun olan kişiydi. (Ancak burada, yanlış anlaşılmalara yol aç­
mamak için i l eride daha ayrıntılı bir biçimde değinilecek olan bir değişimi, yani ge­
lişen toplumsal koşullarla birlikte dinin etkisinin büyük ölçüde kırıldığını ve polisin
siyaseti dinden bağımsız kılarak en azından bu alanda lai k denebilecek bir düzeni
gerçekleş tirdiğini vurgulamak gerekir.)
Yunanlıların parçalanmışlığını ve polislerin varlıklarını sürdürebi lmelerini, Yu­
nan Yarımadasının coğrafi koşullarına bağlayan yaygın bir kanı vardır. Bu yakla­
şım, belli bir gerçeği ortaya koyuyorsa da, aralarında dağlar ya da diğer doğal en-

12 Eski Yurıarı'da (daha sonra Roma'da) polisin dışına a tılmak y:mi sürgüne yollanmak, he­
,

men hemen ölüm cezası kadar ağır bir-ccz-iya <jarptırılmak dcmektL

5
geller bulunmayan polislerin neden bir merkezi otorite altında birleşmediklerini (ya
da birleşemediklerini) açıklamada yetersiz kalmaktadır 1 3 Bu konuda Fustel de
.

Coulanges, inançların, özellikle de dinsel inançların önemine dikkati çeker. Ona gö­
re, polisler arasında aşılması dağlardan daha. güç olan bir engel vardır; bu, dindi; her
polisin diğerlerini yabancı olarak görmesine neden olan kendine özgü kuts.ıllığı,
Tanrıları, tapınımlarıydı.14 Gerek polisin yetkinliğine ilişkin inanç, gerekse bu din·
sel inançlar ( ki zamanla zayıflamışlardır) nedeniyle, polisler zaman zaman ortak bir
düşmanı püskürtmek ya da ortak bir çıkar elde etmek amacıyla, kendi aralarında
antlaşmalar yaparak geçici bağlaşmalar, gevşek federasyonlar kurmakla birl ikte,
tam anlamıyla siyasal bir birleşmeyi gerçekleştirememişlerdi. Polislerin aralarındaki
savaşlara bakıldığında, yenilgiye uğrayan bir polisin ilhak edilmeyip ya zorunlu bir
bağlaşık durumuna getirilmesi ya da halkının kıl ıçtan geçirilerek haritadan silinmesi
yoluna gidildiği görülmektedir.
Yunan dünyasında polislerin ilişkileri, barı ştan çok savaş üzerine kuruluydu.
Bu nedenle askeri bir birim olan polis, yurttaşlarını birer asker olarak yetiştiriyor­
du; Yunanlıların çok önem verdikleri spor etkinlikleri bile, askeri amaçlara yönelik
bir biçimde yapılıyordu. i.ö. 650 dolaylarında askerlik taktiklerindeki önemli bir
değişiklik, yani falan/5 düzeninin bulunması, polis içi disiplin ve dayanışma duy­
gusunu güçlendirici bir etki yaptı. Bu yoğun duygu, her yurttaşın, iiyesi olduğu ve
hizmet etmekten kişisel bir doyum bulabildiği polisinin ululuğundan ve görkemin­
den ateşli bir ortak kıvanca kapılmasının temelini oluşturdu. Böylece, Kahramanlık
Çağı'na özgü yarışmacı bireysel atılganlığın polisle ilgili ortak ilgi alanlarına aktarıl·
ması sonucunda kahraman rolünü birey değil, polis oynamaya başladı. 16 Polisler
arası savaşlardan merkezi bir devletin ortaya çıkamamasının bir nedeni de, içlerin­
den hiçbirinin bunu başarabilecek denli güçlü olmaması, buna karşılık hepsinin siv­
rilen bir polisi (en azından aralarında bağlaşmalar kurarak) engellemeye yetecek ka·
dar bir gücü ellerinde bulundurmalarıydı.

B- EKONOMİK DÜZEN VE TOPLUMSAL SINIFLAR

Yunan dünyası, i.ö. Vlll. yüzyıldan başlayarak ekonomik açıdan büyük bir
canlılık içine girdi. Dış ülkelerde yüksek bir değeri olan şarap ve zeytinyağının, ilk
once iyonya'da, bunun ardından Yunan Yarımadasının kıyı polislerinde dışsatım
amacıyla yoğun bir biçimde üretilmeye başlanması, denizaşırı ticarete büyük bir hız

13 İyonya'daki polislerin durumu, genellikle bunların ardında (yani Anadolu'da) güçlü dev·
letlerin bulunması ve bu nedenle polislerin karada geni�leyemeyip kıyılarda küçük alanlar
üzerinde tutunabilmeleri ile açıklanır. Bkz: Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi,
Ankara, SBF Yayınları, 1982, s. 136.
1-l Fustel de Coulanges, La Cite Antique, Paris, Hachette, s. '238-239.
15 Falanj, birleşmiş bir kitle durumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derinlcm�ine
sekiz suadan oluşturulan ve omuz omuza sava�an askerlerden kurulu piyade dü:.ıenidir.
16 \\'illiam il. McNcil, Dünya Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayırılan, 1985, s. 88-90.

6
kazandırdı. "Barbar" top lulu kların soyluları, ülkelerinde üretemedi kleri bu ürünleri
elde edebilmek için, bunlara karşılık büyük paralar ya da büyük miktarda tahıl ve
çeşitli hammaddeler vermekten ka ç ın madılar. Böylece bu güçlü şarap ve zeytinyağı
dışsatımı, bir yanda Yunan'a zenginli klerin akmasını sağl;ırken, öte yanda nüfusun
yerel tahıl üreti mi olanaklarının koyduğu sın ırların ötesinde artabilmesine neden
oldu. Fakat buna karşılık, bağ ve zeytin ağacı tanmında uzmanlaşan polisler, temel
gıda maddeleri bakım ından d ışa bağımlı bir konum i çine girdiler. Örneğin, İ .Ö. iV.
yüzyılda Atina'nın dışalım yaptığı tah ılın, Attika bölgesinde üretilenin dört katı ol­
duğu hesap lanmaktadır.
İ.Ö. VI. yüzyılda bozuk paranın kullanılmaya başlanmasıyla bir li kte, her alan­
da pazara yönelik bir üretim süreci içine girildi ve pazar ilişki leri toplumun en alt
katmanlarına kadar yayıldı . Toprak satışları ve vergilerden başka, her türlü malın
(dolayısıyla emeğin) karşılığı da parayla hesaplanır oldu. Buna koşut olarak, yap ım­
evleri ( i malathaneler) düzeyinde gerçekleştirilen endüstriyel üretim1 önemli bir artış
gösterdi. Henüz 1 .0. Vll I . yüzyılda şarap ve zeytinyağı dı şsatım ının yoğunlaşmasına
• • .

bağımlı olarak çömlek üretiminde, niceliksel ve niteliksel bir atılım gerçekleşm iş­
ti. ı 7 Bunun ardından, diğer zanaat da l larında da hızlı bir gelişme izlendi ; bünyesin­
de birçok işçiyi ve zanaatkarı toplayan yapımevleri, kitlesel bir biç imde pazar için
üretmeye koyuldular ve işbölümüne dayalı "fabrika sisteminin tohumlarını" attı­
lar .18
E konomik canlılık servet birikimine, bu da lüks tüketim maddelerine ve sanat
ürünlerine yönelik i lginin artmasına neden oldu. Bu durum ise, gelişmiş polislere ya­
bancı zanaatkarların, sanatçıların ve tüccarların akmasına yol açtı. Denizaşırı tica­
retin geli şmesinin bir diğer sonucu, her türlü işte çalıştırı lmak üzere çok sayıda kö­
lenin Yunan dünyasına sokulmasıydı. Köle ticareti, tüccar sınıfın ın yükseli şinde
önemli bir etken oldu. Üstelik, polislere getirilen . kölelerin gitgide daha fazla pazar
i çin üreti me sokulmaları, gene bu tüccar sınıfının denetiminde gerçekleşti ve bu sını­
fın güçlenmesinin bir başka kaynağını teşkil etti.19
Bu verilerin ışığında bir genelleme yapılarak,. i.ö. V. yüzyıl polis toplumunun
hu kuksal açıdan üç kesimden oluştuğu ileri sürülebilir; bunlar yurttaşlar, yabancılar
ve kölelerdir.
1. Yurttaşlar (politai): Yurttaşlar, polisin "yerli." halkın ı oluşturan ve belli
haklara sahip olan özgür kişilerdir. Polisin ilk dönemlerinde yurttaşl ık, toprak
(oikos)20 sahipliğiyle özdeşti. Daha sonra, silah kullanma hakkı olan her ergin er-

17 Sekizinci yüzyılda yaşamış olan ozan Hesiodos, Erga lı.ai hemcrai (İşler ve Günler) adlı
yapıtının 25. dizesinde "Çanakçı çanakçıya özenir, dülger dülgere" diyerek, bu zanaat
alanlarında rekabeti doğuracak denli bir yığılmanın olduğunu belirtmektedir. Bkz.:
Hesiodos Eseri ve Kaynaklan, Ankar.ı, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1977, s. 143.
Altıncı ve beşinci yüzyıllarda, Atina polisinde yüzden fazla çömlek yapuncısının bu-
l unduğu arkeologlar tarafından ortaya çıkarılmıştır.
18 Gordon Childe, Tarihte '.ileler Oldu, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1982,s. 135.
19 Berk tay, s. 186.
20 Bugün kullandığımız ekonomi sözcüğü, eski Yunanca kökenli olup, oikos ile nomos söz­
cüklerinin birleşmesinden oluşmu�tur.

7
kek ( 1 8 yaş), yurttaşlığa kabul edildi. Yine de yurttaşlar, toplam nüfus içinde bir
azınlık olarak kaldılar; örneğin nüfusu 350.000'e ulaşan demokratik Atina'da yurt­
taşların sayısı, 40 000 45 000 dolaylarındaydı. Buna karşılık, Dorların k.urduğu ve
·

aristokratik yapının inatla sürdürüldüğü polislerde, yurttaşlık, ilk fetihçi kabilelerin


üyeleri olan otuz yaşından büyük erkeklerin bir ayrıcalığı olarak düzenlendi. Yurt·
taşlığın bu şekilde uygulanması, yurttaş sayısını çok sınırladığı gibi, zamanla bu sa­
yının (özellikle savaşlar: yüzünden) çok azalmasına neden oldu. Sparta bunun tipik
bir örneğidir: Pers savaşları sırasında 8 000 olan Spartalı yurttaş sayısı, Peloponne­
sos Savaşları öncesinde 4 OOO'e kadar düştü; i.ö. 371 'de Leuktra savaşında topu to­
puna 2 000 dolayındaydı. l .ö. 242'de ise Sparta kralı Agis'in ancak 700 yurttaşı
bulunUVordu. 2 1
Yurttaşların oluşturduğu bu kesim, türdeş bir birim değildi; özellikle sosyo­
ekonomik gelişmeler sonucunda kendi iç inde çeşitli toplumsal sınıflara bölünmüştü.
Siyasal düzeyde" ise polis, oluşumu sırasında daha önceden var olan bir farklılaşmayı
da birlikte getirmişti : Eupatrid 'ler (iyi doğmuşlar) yani soylular, yönetim mekaniz·
masını ellerinde tutup diğerlerini bundan yoksun bırakmışlardı. Bir bakıma yurttaş­
lar, siyasal yaşama katılma hakkı olan "tam yurttaşlar" ve bu hakkı olmayan "ya­
rım yurttaşlar" olarak ikiye ayrılmışlardı. Toplumsal sınıfların çoğalıp kristalleş­
mesine yol açan gelişmeler, bu düzeye ters bir etki yapıp bu kesimin belli bir tür­
deşlik kazanmasını sağladılar. Bu olgu, tüm yurttışların siyasal haklardan yararlan­
malarıdır, ya da bir başka deyişle demokrasinin siyasal ayrıcalıkları ortadan kaldır­
masıdır.
Bununla birlikte Eski Yunan'da kadınlar, hiçbir zaman yurttaşlık statüsün«f
_
erişemediler. Yurttaslar,ın esleri ve kı�ları, genellikle toplumsal etkinliklerin dıŞ!nda
bırakılmışlar ve evlerinde kapalı bir ,Yaşam sürmek zorunda bırakılmıslardı. Yalnız­
ca Sparta'da kadınlar, yurttas sayılmamakla birlikte. belli bakımlardan yurttaşlara

benzer bir biçimde toplumsal yaşam içinde yer alıyorlardı; örneğin genç kızlar, er­
keklerle birlikte ve on lar gibi tümüyle çıplak olarak spor oyunlarına ve şenliklere ka­
tılıyorlardı. 22
2 Yabancılar__(�� tgi�gs 'lar) �- f>oli�te yerlel!!!ii..�!!11'!...Y�bAfl_Ç��r,. _özg!!f. qlma­
larına karsın. hiçbir yurt��h�f!�-��1_1'!�-�.!:ıjp_c!� illerdi. Toplam nüfusun onda birini
oluşturan bu kişiler, genel likle zanaat ve ticaret işleriyle uğraŞan varlıklı kimselerdi.
Özgürlükleri bağışlanan köleler de bu kesimin içinde yer alıyorlardı. Yurttaşlık, ki­
şiye çeşitli maddi çıkarlar sağlamasından ve çeşitli haklar içermesinden dolayı, me­
toikos'ların gözünde ulaşılmak istenen üstün bir toplumsal aşamayı ifade ediyordu.
Bu nedenle yerleşmiş yabancıların bazıları, evlilrk ya da evl lt edinme (hatta' rüşvet
verme) gibi yollarla kendilerini yurttaş kütüklerine yazc:lınabilmeyi başardılar. Fakat
demokratik gelişmeler sonucunda yurttaş nüfusunun, dolayısıyla da devlet harcama­
larının artması, polisleri bu konuda önlemler almaya zorladı. İ.Ö. 450 yılında Perik­
les Atina'sı, bir yasa ç ıkararak yurttaşlığa kabul edilmeyi, Atinalı bir babadan başka

21 Glotz, s. 33.
22 Jean Duche, Histoire du Monde, Paris, Flammarion, 1 9 58, Cilc 1, s. 276.

8
Atinalı bir anadan da doğmuş olma koşuluna bağladı. Yurttaşlık, artık, metoikos
ların hiçbir şekilde ele geçiremeyecekleri kalıtımsal bir ayrıcalık durumuna dönüştü.
Kapalı bir toplumsal yapısı olan Sparta'da metoikos kesimi yoktu. Buna karşı·
lık, Sparta kentinin dışındaki yörelerde, askerlik gereklerini yerine getiren, fakat
yurttaş olmayan özgür bir halk bulunuyordu. Perioikos (yani, çevredeki topraklarda
oturanlar) adı verilen bu halk, Sparta kentini kuran üç Dor kabilesinin dışında
kalan diğer fetihçi Dorların soyundan geliyordu.
3. KöleJ�!�.P.�!!_sl!_ç!incü
!__ü kesimini, hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan
köleler oluşturuyordu. Sayıları, ticaret ve endüstride büyük atılım göstermiş Atina
gibi polislerde, hızlı bir biçimde artmıştı. Bu konuda çeşitli araştırmacılar tarafın­
dan çok farklı rakamlar ileri sürülmüştür; ancak i .ö. V. yüzyıl Atina'sında klilclerin
toplam nüfusun üçte birini teşkil etmiş olmaları epey olası gözükmektedir.
Köle, Yunanlıların gözünde, üretim araçlarını kullanan, daha doğrusu kendisi
üretim aracı olan kişiydi. insan sayılmazdı; " hareket eden araç"tan, "satılıp değiş
tokuş edilen mal"dan ya da "konuşan hayvan "dan başka bir şey değildi. Zengin
polislerin yurttaşları, servetlerini kölelere yatırıp onların ürettikleri ile geçinmeye
başladılar. Bunuiı sonucunda, özellikle Atina'da, köleci üretim tarzı (daha sonrala­
rı Roma'da görülen boyutlarda olmamakla birlikte) hakim oldu. İ.Ö. V. yüzyılda
hala madenlerde, yapımevlerinde ve tarım alanlarında ücretli işçi ve zanaatkarlar
olarak çalışan yoksul yurttaşlarla metoikos'lar bulunuyordu. Fakat üretim, büyük öl­
çüde köle emeğine dayalıydı. Hatta polislik gibi bazı kamusal görevleri bile köleler
yerine getiriyordu.
Köleliğin doğurduğu sonuçlardan birisi, çelişkili _bk.. !Jkl!:!l!le ilk aşamada ge­
..

lişmesine katkıda bulunduğu endüstriyi daha sonraki evrelerde engellemis olmasıdır.


Bu durum, köleci üretimin yapısından kaynaklanmaktadır; çünkü. kölelerin ellerine
yaşamlarını sürdürmeye yetecek olandan öte pek az şey geçmesi ve buna bağlı ola­
rak kendi ürettiklerini satın alamamaları, iç pazar olanaklarının sınırlı kalmasına yol
açmıştı. 2 3 Bundan başka, kölelerin polisin maddi gereksinmelerini sağlamaları,
yurttaşların çeşitli kültürel etkinliklerle ve siyasetle uğraşabilmeleri için ge_����-� boş
zamanı yaratmıştı; böylece demokrasinin de gelişmesi��.!:!_y�ul! b!r���am_h�z ırlan­
mıili:., Kısacası, Avrupa'nın Rönesans'tan başlayarak göklere çıkaracağı Eski Yunan
uygarlığı, büyük ölçüde kölelerin sırtında kurulmuş bulunuyordu.
Kölelik, polis yaşamında ve düşünüşünde, siyasal bir olgu olarak değil, doğal
bir kurum olarak kabul görmüştü. Bu dönemde kölelerin durumunu düzeltmekten
yana olan düşünürlere rastlanırsa da, onları birer insan olarak algılayan, onların da
özgür olması gerektiğini savunan düşünür yok gibidir. Fakat, Yunan toplumlarında
polis düzeninin bir parçası olarak görülen kölelik kurumunun, en azından bu
düzenin yadsınıp kosmopolit bir dünya görüşüne bağlanılmadan. kaldırılmasını iste.­
menin olanaksız olduğunu vurgulamak gerekir.
Atina'dan farklı olan Sparta'da, çeşitli üretim alanla,r ında çalıştırılmak ÜLcre
dışarıdan getirilmiş bir köle kesimi bulunmuyordu. Çünkü Sparta'nın bu tiir kölelere

?3 Childe, s. 1 36 .

9
gereksinimi yoktu. Bunun nedeni, istilacı Dorların _yerli halk_ı_toprağa _ba_ğ!ayar� �·
_
onları fıwdal sistemdeki serfleri andıran bir çeşit �<?Rrak kölelerine diinüş��irmüş
olmalarıydı. Toprağı i şlemekle ve ürünlerinin büyük bir bölümünü SP..artalılara v�r_­
mekle yükümlü olan bu kişilere helot deniyordu . Özgür olmayan lıelot'ların, yaşam
hakkı da dahil olmak üıere hiçbir hakkı bulunmuyordu . Spartalılar, kendiİerinden
sayıca üstün helot'ları boyunduruk altında tuta bilmek için "mili tarist" bir düzen
kurmuşlar ve bunlar üzerinde katı bir baskı rejimi oluşturmuşlard ı.24

* *

Yu karıda sözünü ettiğimiz üretim alanındaki değ işim, toplumsal yapının da


değişmesine neden oldu. Kabile ve klan şefleri, şarap ve zeytinyağı üretiminden bü­
yük kazançlar sağlayıp gen i ş toprakları ellerinde toplayarak, polise hükmeden soylu
sınıfın ı oluşturdular. So ylular, eupatrid 'ler ( iyi doğmuş lar) , geomor'lar ( toprak bey­
leri) ya da hippeis'ler (atlılar) olarak adlandırılıyord u . At yetiştirmek ve savaşa süva­
ri olarak katılmak, ekonomik güce sahip olan soyl uların bir ayr ıcalığıydı. Savaş tak­
tiklerinin değişmesinden önceki dönemlerde, bu durum, soylulara büyük bir üstün­
lük sağlıyordu. Aı:istoteles, ilk oligarşilerin ortaya ç ıkışı ile atlılar sınıfı arasındaki
yakın ilişkiye d ikkati çekmektedir :
" i lk tür oligarşiye en uygun düşen ülkeler, hippasimes diye adlandırılan, yani
geniş otlakları nedeniyle at yetiştirmeye elverişli olan ülkelerdir. Bunlar, oligarş i nin
güçlü bir biçimde sürdürülmesini mümkün kılar. Çünkü bu gibi ülkelerde yaşayanla­
rın güvenliğini koruyup kollayanlar süvari lerdir; at yeti ştirmek ise ancak büyük top­
rakları olanların yapa bildiği bir şeydir." 2 5
Üstünlüklerini soyluluk ölçütünden çok zenginlikleri üzerine dayandıran
eupatrid 'ler, küçük köylüleri ezerek güçlerini pekiştirme yoluna gittiler. Maddi
olanaksızlıklarından dolayı tahıl tarımını sürdüren küçük çiftçiler, ürünlerinin pazar­
daki değişim değerinin yüksek olmaması nedeniyle borçlanmaya başladılar. Bağ ve
zeytinağacı tarı mında uzmanlaşmaya çalışan küçük çiftçiler de, bu değişikliği ger­
çekleştirebilmek için büyük borçlar alma k zorunda kaldılar. Yüksek faizli borçları
ipotekler, ipotekleri toprakların yitiril mesi izledi ; bir ba şka deyişle toprakları eupat­
rid 'lerin elinde toplandı. Köylüler, soyluların topraklarında çalışan ve ürün lerinin al­
tıda beşini onlara vermekle yükümlü olan bir çeşit ortakçı lara dönüştüler. Bunun ar­
dından "borç köleliği" olgusu belirdi. Toprakların ı yitirmiş olmalarından ötürü,
borçlarınin ya da yükümlülüklerinin karşılığın da çocu klarını, karılarını ve kendileri­
ni güvence olarak gösteren köylüler, ödeme yapamayınca aJacaklarınıı:ı köleleri oldu­
lar. Aristoteles, i.ö. Vll. yüzyılda Atina'nın yaşamış olduğu bu durumu şöyle .ınla­
tır:

24 Arif Müfit !\l:ınsel, E ge ve Yunan Tarih i, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yiiksck Ku­
rumu Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1 984, (4. baskı), s. 1 1 4-1 İ 5. Jacqucs Ellul, l listoirc
dcs l nstitutions, P.aris, PUF, 1 9 79, Cilt 1 -2, s. 60.
25 Politika, VI-i, s. 1 89 ; Aristotc, La Politique, Paris, Dcnoel-Gonthicr 1 9 77, 1 11-1 3, s. 1 64.

10
"O zamanın idare şekli bir oligarkhia olup fakirler, çocukları ve karıları ile
birli kte, zengin ler için köle gibi çalışıyorlardı. Bunlara pelates 'ler ya da hektemo­
ros'lar26 (altıda birciler) deniliyordu. Zenginlerin tarlalarını -bütün toprak az sayıda
kimselerin elinde toplanm ıştı- kaldırdı kları mahsulün yalnız altıda birini ken di leri
için alıkoy mak üzere ekip biçiyorlardı. Geri kalan altıda beşini kira ücreti olarak
tarla sahiplerine vermezlerse kendileri ve çocukları köle olarak satılıyorlardı. Çünkü
Solon'a varıncaya kadar borç lular alacakl ı lara kendi vücutların ı da rehin olarak gös­
termek zorunda id iler. "2 7
Soylu ların katı tutumu, zaman zaman ezilen kesimlerin başka ldırmalarına ve
hatta geçici de olsa i ktidarı ele geçirmelerine yol açtı. Örneğin, i .ö. 640 yılında Me­
gara'da yoksul köylü ler, Theagenes'in yönetiminde ayaklanmış ve kısa zamanda ikti­
darı alarak zengin topra k sahiplerinin mal ve mülkleri ne elkoymuşlardı.28a Fakat
soylu lara karşı gerçek anlamda muhalefeti ba şlatıp sürdürenler, kentte oturan çeşit·
li meslek sahipleri (demiurgoi) oldu. Ekonominin canlanmasıyla birlikte zengin leşip
büyüyen ortı sınıf ( bir anlamda burjuvazi ), özelli kle tüccarlarla zanaatkarlardan olu­
şuyordu. Bunların ne toprakları ne de atları vardı ; fakat hoplit {ağır piyade) olarak
silahlanma olanaklarına sahiptiler. Hoplit 'lerin gerek sayısal üstünlüklerinden, gerek­
se falanj düzeninde savaşmalarından ötürü süvari leri bozguna uğratabilecek bir güce
ulaşmaları, burjuvazinin toplumsal prestijinin artmasında önem li bir rol oynadı.
Demiurgoi ile eupatrid 'lerin ekonomi k ç ı karlarının birbiriyle uzlaşmasına kar­
şın, bu iki sınıf zaman zaman siyasal ve ideoloji k düzeyde kan l ı vuruşmalara varacak
bir çatışma içine girdi. Bu sınıf savaşlarında, burjuvazi, köylüler (georgoi) ile kentli
yoksul sınıfın desteğini almaya özen gösterdi. Bu a lt sınıf, büyük ölçüde kente
göçmüş yoksul köylülerin oluşturduğu kol emekçilerini kapsıyordu. Böylece polis­
lerin genelinde, yurttaşların kabaca dört toplumsal sınıfa bölünmüş oldukları ileri
sürülebilir:
1 . Büyük toprak sahibi soylular, yani eupatrid 'ler.
2. Ticaret ve zanaatlarla zenginleşen kentli orta sın ıf, yani demiurgoi.
3. Küçük toprakları olan yoksul köylüler, yan i georgoi.
4. Toprakları ve belli bir iş leri olmayan kentli emekçi ler, yani thetes'ler.
Bu sınıflar arasındaki çatışmalar, po lislerdeki siyasal yaşamı etkileyip çeşitli
rejim değişikliklerinin temel nedenlerini oluşturd uktan başka, Yunan siyasal düşü­
nüşünün gelişmesi nde ve büyük düşünce oku l larının ortaya ç ıkışında doğrudan etkili
oldular.

C-. SİYASAL GELİ ŞMELE R

a- Kr.ıllıktan Azınlık Yönetimine


Kahramanlık Çağı sonlarında, kra llar güç leri ni yitirmeye başladılar. Toprakla-

26 Pelates ve lıelıtemoros sözcükleri için bakınız: Thom so n , 11, s. 360-36 1 .


27 Atinalıların De\· leti, 2. ( Bu yapıtın İ ngilizcesi i ç i n bakınız: " T u e Athenian Constitution",
in The \Vorks of Aristotlc, Chicago , F.ncyclopaedia Brita n nica, cilt 2, 1 9 5 2 ) .
28:ı Hcrui Denis, E konomik Doktrinlrr Tarihi 1, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1 9 73, s. 1 6 .

11
rın az say ıdaki eupatrid 'lerin ellerinde toplanmasıyla birlikte bu sınıf iktidara ağ ırlı­
ğını koydu . i .ö . IX. yüzyılda İ yonya'da, daha sonraları da Yunan dünyasının çeşitli
polislerinde, krallık, ya önemsiz bir dinsel memurl uk görevine indirgendi ya da tü­
müyle ortadan ka ldırıldı. Bu genel değişimin dışında kalan tek bir po lis vard ı ; b u ,
çöküşüne d e k kra llık kurumunu korumuş olan Sparta 'yd ı .
Yunan dünyasında bir ayrıklık teşkil ede n Sp<ır,ta 'nıri toplums.ıl ve siyasal ku ­
rumlarının, İ .Ö. 1 X. yüzyılda efsanevi yasa ya pıcı Ly'kurgos tarafından ortaya kon­
duğu kabul ediliyordu . 28b Gerçekte bunla; , ufak tefek de ğ işiklikler geçirerek son
biçi mlerine i .ö. · v ı . yüzyılda kavuşmuşlardı. Sparta yönetiminin başında, başrahip­
lik ve başkomutanlık yetkilerini eşit bir biçimde ku llanan i ki kral bulunuyordu . İ ki
kra l ile birli kte altm ı ş yaşını doldurmuş yirmi sekiz soyludan oluşan gerusia, kabi­
lesel yaşamd;ın kaynaklanan önem ini yitirerek bir tür danışma meclisine dönlişmüş­
tü. Gerek kra llar. gerek gerusia, Sparta'da soylu aile gruplarının egemen olduğu bir
çağın kalıntılarıydı. Sparta anayasasının en önemli kurumu, otuz yaşını doldurm uş,
yani tam anlamıyla yurttaşlık haklarına kavuşmuş Sparta lı erkeklerden meydana
gelen apella adındaki halk meclisiydi. Geç mişteki savaş kurultayının dönüşüm geçir­
mesiyle ortaya çıktığı anlaşılan apella, gerusia üyeleriyle ephor'lar denen devlet de­
netçilerini seçer ve savaş, barış gibi önemli sorunlara i lişkin kararları alırdı. Çeşitli
devlet düzeylerinde hazırlanan yasa ve karar tasarı larının, yasallaşıp geçerli olabil­
meleri için apel/a tarafından kabul edil meleri gere kiyordu. Bir yargı kurumu olarak
kuru lmuş olan ephor'lar kuru lu, zamanla yönetimde önem li bir yer almış ve siyasal
bir güç durumuna gel mişti. Bir yıl lığına seçilmiş beş ephor'dan oluşan bu kurulun,
kra lı dava edip tutuklamaya varacak den li geniş yetkileri vardı. Kralı yargılama yet­
kisi ise, bu durumda ephor'ların da bturumuna katıldığı gerusia 'nın elindeydi.
Spartalılar (yani yurtta ş lar) arasında sağ lam bir dayan ışmanın sağlanabilmesi
amacıyla, yalnız siyasal eşitlik değil, ekonomik eşitlik de gerçekleştirilm işti. Satıl­
ması ya da bir başka yolla elden çıkarılması yasaklanmış topraklar, yurttaşlar ara­
sında eşit bir biçimde paylaştır ılmıştı. Küçük yaştan başlayarak kendilerine askeri
bir eğitim verilen Spartalılar, kışlalarda birlikte yaşıyor, birlikte yemek yiyorlardı.
Bu "asker-yurttaşlar", helot'ları çalıştırarak gereksinmelerini sağ ladıklarından dola­
yı, h içbir kazanç getirici işle uğraşmıyorlardı ; zaten kişisel olarak değerli madenlere
sahip olmaları yasaktı. Dahası, askerlikle bağdaşmadıkları kabul edilen sanat ve en­
tellektüel uğraşlar da terkedilmişti. Spartl, kapalı bir toplum görünümü veriyordu :
Toplumsal ve siyasal düzenin dış "bozucu" etki lerden korunması amacıyla, polise
giriş ve çıkışlar sıkı bir denetim altına alınmıştı. Bu nedenden dolayı, dış ticaret de
en az düzeye in dirgenmişti .
Sparta polisinin toplumsal yapısı göz önünde bulundurulduğunda, burada ki
siyasal rejimin "askeri bir aristo krasi " olarak adland ırıl ması olasıdır. Çünkü gittikçe
daha da küçülen bir azınlık ( Sparta lılar), konumunu gerek soyluluğuna gerek askeri
üstünlüğüne bağlayarak, kendisinden sayıca kat kat üstün (perioikos ile helot'lardan

28b Herodotos, "Lakedaimon'lulara göre Lykurgos bu yasayı, yeğeni Sparta Kralı Leobotes'
in valisi olarak bulunduğu G iiit' tcn getirmiş tir" diye yazar. Herodot Tarihi, 1-65.

12
oluşan) bir kitleye hükmediyordu. Krallık kurumunun var olması, kralların sıradan
birer devlet görevlisi olmalarından ötürü, aristokrasiye monarşik ya da daha doğrusu
"diarşik " bir özellik kazandırmıyordu. Buna karşılık, Sparta yönetim biçimi, yalnız·
c� yurttaşlar açısından değerlendirildiğinde, farklı bir yoruma açık bulunmaktadır.
Bütün yurttaşların apella'n ın doğal üyeleri olarak siyasal yaşama etkin bir biçimde
katılmaları nedeniyle, Sparta'nın demokratik, hatta belli ölçüde doğrudan demokra­
tik bir niteliğe sahip olduğu ileri sürülebilir. Ancak bunun, kendi aralarında ortakla­
şacı bir yaşam süren küçük bir azınlığın demokrasisi olduğu gözden ırak tutulmama­
lıdır.
Yunan dünyasının diğer önemli polisi Atina'da krallık, i .ö. V l l l . yüzyılın son­
larında yıkıldı . Atina polisini oluşturan dört Attika kabilesinin önde gelenleri (soy­
lular), son kral (basileus) Kodros'u devirip aristokratik bir yönetim kurdular. Böyle­
ce, bir zamanlar kralın danışmanlık görevini yürüten areopagus adındaki soylular ku­
rulu, hem yasama hem de yargı yetkilerini kendinde topladı. Yürütme işleri ise, soy­
lular arasından bir yıllığına seçilen üç arhhon'a (yani, yüksek devlet görevlisine) ve­
rildi. Bunlardan birincisine arkhon eponimus deniyordu ve yıllar, yurttaşlar arasın­
daki hukuk davalarına bakmakla görevli bu kişilerin adlarıyla anılıyordu. Arkhon
polemarkhos başkomutandı ve çeşitli .askerlik işleriyle uğraşıyordu. Başrahip olan
arkhon basileus, adından da anlaşılacağı üzere kralın din işlerine bakmakla görevli
yüksek devlet memuruna dönüşmüş biçimiydi. Daha sonraları arkhon'ların sayısı
9'a yükseltildi. 2 9
Atina'da olduğu gibi diğer birçok poliste de, küçük bir sayı (oligoi) yönetimi
ele geçirip iktidarını güçlendirip sürdürmeye uygun düşen kurumlar oluşturdu. Bu
nedenle Yunanlılar, genellikle bu tür rejimleri "en iyilerin yönetimi" anlamına gelen
aristokrasi olarak değil, fakat "azınlığın ya da küçük sayının yönetimi"ni ifade eden
oligarşi (oligarkhia) olarak adlandırmayı yeğlediler. Aristoteles'in de belirttiği üze­
re30 oligarşilerin hakim sınıfları, yapısal bakımdan çeşitli farklılıklar gösteriyordu.
Örneğin, Teselya ve Elis gibi ticari gelişmeden pay almayan ve kendi içlerine kapa­
nıp kırsal düzeni sürdüren polislerde, büyük toprak sahipleri egemenliklerini sürdür­
meyi başardılar. Oysa ekonomik açıdan hızlı bir biçimde gelişen ve toplumsal ya­
pıları karmaşıklaşan Megara, Lesbos, Miletos, Atina gibi polislerde servetin yalnız­
ca topraktan değil, taşınabilir mallardan da elde edilmeye başlaması üzerine oligar­
şiler plutokrasilere ( bir başka deyişle zenginliğin ya da zenginlerin yönetimine) dö­
nüşme eğilimi gösterdiler.
Atina'da siyasal iktidarı ellerinde bulunduran soylular, topraklarını genişletip,
servetlerini arttırdıkça, yoksul kitlelerin yoğunlaşan tepkisiyle karşılaşmaya başla­
dılar. Siyasal mekanizı:nanın dışında tutulan demiurgoi sınıfı da düzenden hoşnut
değildi. Servet ayrımlarının derinleşmesi ve sınıflar arasındaki uçurumun büyüme-

29. İlk aşamada, çeşitli hukuk sorunlanyla ilgilenmek üzere tlıesmotlıet ,ı.-rıeıı n· :ılrı kişiden
oluşan bir devlet görevi oluşturuldu. Bir yıl �Lire için seçile � bu altı th<!Smothet de za­
manla arkhon olarak adlandınldı ve böylece arkhon 1ann sayısı 9'a yı.ik.sclmiş oldu.
30 . Politika, iV. 5, 6 ve 8.

13
siyle birlikte toplumsal-siyasal çatışmalar daha keskin biçimler aldı. İ .Ö. 632'de
yôksul lialkın desteğini alarak bir darbe ile iktidarı ele geçirmeye kalkı şan Kylon'
un girişimi, soylu aileler tarafından güçlükle önlenebildi. Bunun sonucu olarak, du­
rumlarını güvenceye almak isteyen eupatrid 'ler, çeşitli yasal önlemlere başvurmak
zorunda kaldılar.

b- Yasa Kavramındaki Değişimler


Yunanlılar için yasa, polis düzenini diğer toplumların örgütleniş biçim lerin­
den ayıran önemli bir öğeydi. Polis ile özdeşleşmiş, kaynaşmış olan yasa, Yunanlı'
yı barbardan farklı kılmakta ve onun özgürlüğünü vurgulamaktaydı. Barbar toplum­
larda tek kişinin keyfi yönetimi söz konusu iken, Yunan dünyasının b1-1 küçük siya­
sal toplumlarında, yönetim biçimleri ne olursa olsun, çeşitli düzeydeki insan ilişki­
leri yasalar t.arafından belirleniyordu. Demek ki yasa, demokrasilere özgü değildi.
Herodot Tarihi'nde yasaya bağlı olduklarını söyleyenler, o dönemde demokrasiyle
yönetilen Atinalılar değil, fakat kendi rejimleri ne şekilde adlandırılırsa adlandırı l­
sın her zaman aristokratik ya da oligarşik yönetim lere arka çıkmış olan Spartalılar­
dır. Herodotos, Spartalı Demaratos'u Pers Kralı Kserkses karşısında şöyle konuştu­
rur:
"Llkedaimon'lular özgürdürler, evet, ama her noktada değil; onların
•••

da bir efendisi vardır, o da yasadır, senin adamların senden ne kadar çekinir­


lerse onlar da yasadan öyle çekinirler. Çekinmek olmasa bile yasanın buyru­
ğuna körü körüne boyun eğerler."31

Polisin düzenini belirleyen yasalar, ilk zamanlarda aristokratik içerikli .sözlü


yasalardı. Kökenleri bilinmeyen bu yasalara thesmoi deniyordu ve Yunanl ılar bun­
ları Tanrıların koyduğu kutsal kurallar olarak kabul ediyorlardı.3 2 Bu nedenle, ku­
şaktan kuşağa sözlü gelenekler şeklinde akt.arılan thesmoi'yun değiştirilmesi bile
düşünülemezdi. Ancak, değişen gereksirıimler karşısında yeni sözlü yasalar ortaya
çıkartılıyordu; bu durum, polislerin hukuksal yapılarının çelişkili kurallar içeren
çolc karmaşık bir biçim almasına neden oldu. Bu tanrısal, sonsuz yasaların soylular
tarafından yorumlanıp, uygulann:ıası ise, halkın hoşnutsuzluğunu daha da arttırdı.
Bunun üzerine, yargı kararlarında tutarlılığı sağlamak amacıyla yasalar, thes­
mothet'lerce düzenlenip yazılı duruma getirildi. Bu işlem, l .ö . V l l . yüzyılın ikinci
yarısında, ilk önce Sicilya'nın ve Güney İtalya'nın yeni koloni-polislerinde ardından
Yunan yarımadasında gerçekleştirildi.33 Yasaların herkesce bilinebilir olması sonu­
cunda, eupatrid 'ler thesmoi'yu keyiflerince yorumlayıp uygulama "haklarını" yitir­
diler. Fakat bu önlem, yoksul kitlelerin düzene karşı olan tepkilerini yatıştıramadı.
Üstelik, değişen toplumsal koşullar nedeniyle thesmoi, gerek zenginlerle yoksullar
arasındaki, gerekse de soylu ailelerin kendi aralarındaki çatışmaları önlemede ye-

31 Herodot Tarihi, VII-1 04.


32 Thes moi sözcüğü, Themis 'ten türetilmiş tir. Themüı, Yunan mitologyasında Zeus'un karı­
lanndan biri olan (töreleri ve ahlak kurallarını içeren) Adôllet tanrıçasıdır.
33 ·Glotz, s. 1 23-1 24.

14
tersi ı kalıyordu. Artık yeni yasaların , bir başka deyişle insan yapısı yasa ların
(nomoi) 34 ortaya çıkma zamanı gelmişti.
i .ö. 624'te Atina soylulJrının isteği üzerine Drakon çok ağır bir ceza yasası
hazırladı. Böylece belli bir alanda thesmoi'yun yerini nomoi alm ı ş oldu. Ancak,
Orakon'un yazı lı yasaları, siyasal yapılarda bir değişikl i k getirmedi; yönetim yine
soyluları n tekelindeydi ve hukuksal kararlar yine aynı mahkemeler tarafından verili­
yordu. Bununla birli kte Drakon'un bir "devri m"i başlattığı da öne sürülebilir. Her­
şeyden önce, geleneksel iktidarın sınırlarını belirleyen bir olgu ortaya çı ktı: İ nsan
yapısı yazılı yasalar. Yargıya ilişkin kararların yay ım lanması ilkesi getirildi ve kural­
ların herkes i çin geçerli olduğu açıkça belirtilerek toplumdaki özgür kişiler arasında
hu kuksal an lamda bir eşitliğe doğru ilk adım atıldı. Aynı zamanda, devlet otoritesi
ile bireyler arasında doğrudan bir ili şki kuruldu ve böylece birey, (ailenin, klanın,
kabilenin dışında ) hukuksal bir kişilik kazandı.
Yunan dünyasının yedi bilgesinden biri sayılan Solon35 , Drakon'la ba şlayan
huku ksal alandaki bu değişime yeni boyutlar kazandırdığı gibi siyasal yapıyı da ye­
niden düzenledi. Atina soyluları, kısa bir süre sonra Drakon yasalarının öngördüğü
ölüm cezalarıyla baskı ve şiddetin, Ôtizeni sağlamada ç ı kar yol olmad ıkların ı kavra­
d ı lar. Çünkü muhalefet, bu süre içindeki toplumsal gelişmeler sonucunda, da ha da
büyümüştü. Ekonomik düzeyde güçlenen orta sın ıf, siyasal iktidara ortak olmak
istiyor ve bu amacın ı gerçekleştirebilmek için alt sın ıflarla birleşme eğilimi gösteri­
yordu. Bunun üzerine eupatrid 'ler, bazı ayrıca l ıklarından vazgeçerek diğer sın ıflara
ödün verme politikasın ı benimsediler. Solon'a yeni yasalar hazırlatarak, kendileri
için tehlikeli olabilecek bu birleşmeyi engellemeyi ve sınıf çatışma ların ı yumuşat­
mayı düşünüyorlardı.
Solon ile birlikte nomoi, thesmoi'ya karş ı kesin bir yengi kazandı. Toplumun
çeşitli alanlarını düzenleyen yasaların bir insan e l i tarafından hazırlanması, yasan ı n
kutsal, mutlak, değişmez, sonsuz olma niteliğini ortadan kaldırdı. Yasanın m utlak
değil, fakat görel i bir değere sahip olduğu ka bul edildi. Solon, Epimenides'e yazdığı
bir_ mektupta, Atinalılara verdiği yasaların yetkin olmayıp en uygun oldu klarını be­
lirtmekte ve yasaları uygulayan yöneticilerin önemine dikkati çekmekteydi. 36
Tanrıların istencinden kaynaklandırılmayan yazılı yasa, temelinde bir toplumsal uz­
laşma, sözleşme ürünüydü ve bu nedenle gerekli görülen her durumda değişime aç ı k
b i r özelliğe sa h i p -bulunuyordu. Bu nunla birlikte, nomos 'un tümüyle kutsallıktan so ­
yutlanmış olduğunu (ya da b i r baş ka deyişle ta m anlam ıyla "laik" olduğunu) dü­
şünmemek gere kir. Çünkü Yunanlıların gözünde yasa koyucu bilgeler, tanrısal bir

34 insan yapısı yasa için kulıiınılan no mos (çoğulu nomoi) sözcüğü, ilk başlarda "bölüm" ya
d:ı "pay" anlamına geliyordu. Sözcüğün ilk kullanılışı göz önünde bulundurulduğunda,
Eski Yunan' da yasıı kavramının içinde "her kişinin hakkını, payını alması" düşüncesinin
yattığını ileri sürebiliriz.
35 Atinalı Solon ile birlikte yedi bilge olarak adlandırılan diğer düşünürler şunlarclır: I.i ndos'
lu Kleobulos, Sparta 'lı Khilon, Milet'li Thales, Leslms'lu Pittakos, Priene'li Bias ve Korin­
thos'lu Periandros.
36 Diogcne Laerce, Vie doctrines et sentences des philosophes illustres, Paris, r.amier­
Flammarion, 1 965, Cilt 1, s. 6 7 .

15
kişiliğe sahiptiler ve bunlar, bir bakıma, Zeus'un işlevini insanlar arasında gerçek­
leştiriyorlardı.
Belli bir kutsall ığı olan ya da daha doğrusu belli ölçüde laikleştirilmiş bir kut­
sallık i çeren yazılı yasalar, gerek çeşitli i ktidar i deolojileri, gerek (bazı Sofistler dı­
şında) farklı düşünürler tarafından yüceltildiler. Buna bağımlı olarak toplumda , po­
lisin can damarları o larak kabul edilen yasaların doğruyu, adaleti, iyiyi gözeterek
toplumun, dolayısıyla bireylerin gönencini ve mutluluğunu sağlayacaklarına il işkin
yaygın bir inanç oluştu. Genelde Yunan dünyasında hakim olan yasa anlayışı, i.ö.
iV. yüzyılda yaşam ı ş Atinalı ünlü söylevci ve devlet adamı Demosthenes'e yakıştırı­
lan aşağıdaki sözlerde açıkça dile getirilmektedir :

"Büyük ya da küçük bir poliste oturan bütün insanların yaşamı doğa ile
yasalar tarafından düzenlenir. Doğanın kuralsız olmasına ve kişiden kişiye de­
ğ işmesine karşılık, yasalar ortaktır, düzenlidir ve herkes için birdir ... Yasalar
güzeli , doğruyu, yararlıyı amaç edinirler. Aradı kları budur; bu, bir kez bu lun­
du mu herkes iç in geçerli ve eşit bir genel kurala dönüşür ; i şte yasa olarak ad­
landırılan budur. B u nedenden dolayı herkes ona uymalıdır. Üstelik her yasa,
tanrıların bir buluşu ve armağanı olmanın dışında, aynı zamanda bilge insanla­
rın koydukları bir kuraldır ve herkesin yaşamını ona göre uyarlaması gereken
polisin orta k sözleşmesidir."37

c- Solon'un Reformları
Çatışma iç inde ki tünı toplumsal sınıfların üzerinde anlaşarak l .ö. 594 'te
nomothet ( y asa koyucu) olarak atadıkları Solon, hazırladığı anayasa ve yasalarla
Atina 'da demokrasiye varacak olan siyasal birimin temel kurumlarını ortaya koydu.
Solon reformlarının getirdiği en önemli yenilik, yurttaşlık statüsünün sağlam temel­
ler üzerine oturtulmasıydı. il k olarak, özgür bir babadan olan hiç kimsenin köle du­
r umuna indirgenemeyeceği ilkesi getirildi. Bu, aynı zamanda borç köleliğinin de
kaldırılmasıydı. Bundan başka, haksızlığa uğrayan kişinin herkesçe korunabilmesi­
ne ve 1ıer kişinin bir memurun verdiği bir karar karşısında mahkemeye baş vurabil­
mesine ilişkin yasal önlemler alındı. Böylece Atina'da "habeas corpus " gerçekleş­
miş, yani kişilerin güven l iği güvence altına alınmış oluyordu.
Solon, Atina polisinin ekonomik kalkınmasını sağlamak amacıyla, bazı önlem­
ler alıp yeni düzenlemelere gitti. Toprakların küçük bir azınlık elinde toplanmasını
önlemek i çin, kişisel toprak mülkiyetine tavanda bir sınır getirdi. iç pazardaki özel·
likle temel gıda ürünlerinin fiyat artışını, tahıl dışsatımını yasaklayarak önlemeye
çalıştı. Yeni i ş alanlarının açılmasını . sağlamak için, zanaatkarlara kolaylıklar
gösterd i ve yabancı zanaatkarları gelip Atina'ya yerleşmeleri doğrultusunda yürek­
lendirdi.
Solon, reformlarıyla toplumsal yapıda büyük bir değişiklik gerçekleştirerek,
daha geniş k itlelerin siyasal yaşama katılmalarını sağladı. Yurttaşlar, soylu luk değil,

37 Aktaran Glotz, s. 163.

16
fakat servet ölçütüne göre dört sınıfa, daha doğrusu gelir dilimine ayrıldılar.38 Bu
sın ıflar , modern anlamdaki sınıf kavramına uymuyorlardı; yani, kişinin hangi sını­
fın üyesi olduğu, onun üretim ilişkileri içindeki yeri tarafından belirlenmiyordu. Üs­
telik bu sınıflar, yurttaşların huku ksal statülerini belirleyici bir nitelik taşıyorlardı;
bir başka deyişle, yurttaşların siyasal hakları ile askerlik ve "vergi" yükümlülükleri
bunların bu dört sınıftan hangisinin üyesi olduklarına bakılarak saptanıyordu.
Bu dört sınıf şunlardı:
1. Pentakosiomedimnos'lar, 500 medimnos ( kile) buğday ya da bunun
değerine eşit şarap veya zeytinyağı üreten, ya da ticaret, zanaat gibi yollarla bunun
değerinde yıllık gelirleri olan yurttaşlardı. "500 m ed imnos luklar anlamına ·gelen
' "

pentakosiomedimnos 1ar sınıfı, genelde büyük toprak sahiplerinden (yani eupatrid '
!erden) oluşuyordu.
2. Hippeis'ler, yani atlılar olarak adlandır ı lan bu sınıftaki yurttaşlar, en az
"300 medimnos 'lu k" bir gelire sahiptiler. Kentsoylu demiurgos 1ar bu sınıf içinde
önemli bir yer tutuyorlardı.
3 . Ze ugi tes ler, "200 medimnos luklar"dı Zeugos sözcüğünün bir çift öküzü
' ' .

bulunan kişi anlamına geldiği göz önünde bulundurulduğunda39, bunların büyük


çoğunluğunun küçük çiftçiler oldukları sonucuna ulaşılmaktadır.
4. Thetes ler "200 medimnos 1uklar dan daha az gelirleri olan yurttaşlardı.
' , "

Genelde emekçilerden oluşan bu sınıf, diğer üç sınıftan farklı olarak her türlü vergi­
den bağışık tutulmuştu.
Askerlik yapma görevi ( bir ba kıma ayrıcalığı), askeri açıdan kendilerini dona­
tabilecek ekonomik güce sahip olan ilk üç sınıfın yurttaşlarına tanınmıştı. İlk iki
sınıftakiler süvari, zeugites'ler ise hoplit olarak orduya katılıyorlardı. Askerlik
yapmayan thetes 'ler seçimlerde oy kullanabiliyorlar, fakat çeşitli devlet görevlerine
seçilebilme hakkından yoksun bulunuyorlardı. Diğer yurttaşlar ise, ait oldukları
sınıfın derecesine göre belli görevlere gelebiliyorlardı. Örneğin, arkhon ya da "hazi­
ne bakanı" (tamies) seçilebilmek için, birinci sın ıftan olmak zorunluydu.
Bu düzenleme, burjuvaziye ve soylulara, zenginliklerinden, dolayı, toplumda
önemli bir yer sağlıyordu. Fakat Solon yasalarına göre, yurttaşların siyasal yaşamda
belli yerlere gelebilmeleri, servetlerinden ya da soy bağlarından değil de, bunların
süvari olarak orduya katılmalarından, bir askeri donatmalarından, devlet harcamala­
rını üstlenmelerinden ve memurluk yapabilmek için boş zamanları olmalarından
kaynaklanıyordu. Bir başka deyişle, yurttaşlar arasındaki hiyerarşinin ya da daha
doğrusu siyasal ayrımın nedeni, kişilerin orduya ve yönetime farklı düzeylerde kat·
kıda bulunmalarıyldı. Yoksa, kol gücünden başka bir şeyi olmayan bir hamal ya da
bir kürekçi, seçilme hakkı dışında, büyük topraklara sahip bir soylu kadar yurttaş
olmuştu. Bu olgu, bir bakıma, demokrasiye doğru uzanan yolda ilk adımın atılma­
sıydı.

38 Aristotcles, Atinalıla.rın Devleti, 7'de, b u sınıflanclırmanın Solon'dan önce var olduğunu


ve Solon'un bu sın ıflandırmayı kullanarak yurttaşların hak ve Ci\ı.kvlerini yeniden düzen·
lediğini belirtir.
39 Thomson, 11, s. 362.

17
Ancak, bu yasaların siyasal hakları bu tür ölçütlere bağlamış olmasının ideolo­
jik bir işlevi vardı ; bu, yaratılan düzenin plutokratik niteliğinin göz ardı edilmesiydi .
Çünkü, süvari olabilmek ve yüksek memurluk görevlerini yürütebilmek için gerekli
paraya ve boş zamana sahip olanlar zenginlerdi. Solon, reformlarıyla hiçbir sınıfın
çıkarını gözetmediğini, yalnızca toplumsal uzlaşmayı amaçladığını şu sözlerle savu­
nuyordu:

" Halka yetecek kadar hak verdim ; ölçüyü ne dar tuttum , ne de bol. Gücü
ellerinde tutanlara, zenginlikleri ile göz kamaştıranlara yakışığından çok hiç­
bir şey almayın dedim. Her iki yanı da sağlam kalkanla korudum, haksız ola­
rak hiçbirine ötekini ezdirmedim ... İyi ya da kötü her yurttaş için dosdoğru
bir adalet sağlayan yasalar koydum ... Ben, döğüşen iki düşman dizisinin ara­
sında bir sınır taşı gibi dikildim, durdum."40

Fakat bu reformlar, halkın durumunu belli ölçüde düzeltmekle birlikte, üstün


konumlarını sürdüren soyluların yanında kentsoylu zenginlerin de güçlenmesine yol
açtılar. Sayıları eupatrid'lerden daha fazla olan burjuvalar (demiurgoi), servetlerini
büyülttükçe siyasal alandaki etkilerini de sürekli olarak arttırdılar ..
Solon'un hazırladığı anayasa eski kurumları korumakla yetinmeyip Atina'ya
yeni siyasal kurumlar kazandırdı. İ leride "demokratik devrim"in yeniden düzenleye­
ceği kurumlar şunlardı:
Halk Meclisi (ekklesia), dört sınıftan tüm yurttaşların katılabildiği, yasama
yetkisine ve devlet görevlilerini seçme hakkına sahip olan bir kurultaydı. Kuramda
böylesine güçlü görünen bu meclis, gerçekte önemsiz bir kurumdu. Meclisin çok ka­
labalık olmasından ötürü bütün sorunların burada görüşülüp karara bağlanması ola­
naksızdı. Bu nedenle, uygulamada, yüksek yönetici memurlar ve diğer meclisler, bu
dönem Atina'sının siyasal yaşamında daha ağırlıklı bir yere sahiptiler. Bununla bir­
likte, ekklesia, bütün yurttaşların az da olsa siyaset yapabilmelerine olanak tanıya­
rak, Atina toplumunun hızlı bir biçimde "politize" olmasında epey etkili oldu.4 1
Areopagus, görev sürelerini tamamlayan arkhon 'ların yaşam boyu üyesi olduk­
ları bir kuruldu . Aristoteles'in "yasaların bekçisi" olarak adlandırdığı bu kurul, soy­
luların tekelinde bulunuyordu. Areopagus'un temel görevi, devlet işlerini denetle­
mek ve anayasaya karşı suç işleyenleri yargılamaktı; ağır suçlu bulduğu kişi leri
yurttaşlıktan çıkarmak yetkisine de sahipti.
Dörtyüzler Meclisi (bule), halk meclisinin işlerini hafifletmek amacıyla kurul­
muştu. Bu nedenle, ekklesia'nın gündemini saptamak ve görüşeceği yasa ve karar
tasarılarını hazırlamak yetkisiyle donatılmıştı. Bule, her dört Attika kabilesinden ilk
üç sınıf üyesi yüzer kişinin seçilmesiyle oluşuyordu. Seçim bölgelerini soyluların et-

40 Aristoteles, A ti na lıların Devleti, 1 2.


41 "Poliste k.:ırı�ıklık çıkınca silah başına geçerek herhangi b ir yanı tutmayanlar, yurttaşlık
ve siyasal haklarını yitirecekler ve polisten kovulacaklardır." şeklinde bir yasa çıkartan
Solon'un da, yurttaşların siyasal yaşama olan ilgisizliklerini kırmak ve toplumu "ı>oliti·
ze" etmek amacını gütmüş olduğu anlaşılmaktadır. llkz. Atinalİların Devleti, 8.

18
kili oldukları kabilelerin meydana ı;:etirrnesinden dolay ı , soylular k ule 'de de ağırlığı
ellerinde bulunduruyorlardı.
Yüksek Yt>netici Memurlar, yürütme i ş lerine bakan dokuz arkhon'u, komu­
tan ları {strategos 'ları) ve maliye g i bi önemli i ş lerle i lgilenen diğer memurları içeri­
yord u . Her yıl seçimle iş başına gele� bu memurlar, görevlerinin karş ılığı olarak pa­
ra alm ıyorlardı . Bu yüzden b u görevlere, çalışıp para kazanmak gibi sorunları olma­
yan kimseler, yani büyük toprak sahibi soylu lar ve bir ö l ç üde kentsoy l u büyük zen­
ginler seçiliyordu. Zaten anayasada, .bu memurlukların büyük bölümünün yalnızca
birinci sın ıftaki yurttaşlara açık olduğu kesin bir dille belirti l m i şti.
Halk Mah kemeleri (Hetiaia) , demokratik bir n ite l i k taşıyorlardı. Otuz yaşını
do lduran her yurttaş, hangi sın ıftan o lursa olsu n , kura ile bir y ı l l ığ ına heliaia üyeli·
ğine seç ile b i l iyordu. 501 'e kadar u laşan kalaba l ı k jüri üyesi say ısına sahip bu mah­
kemeler, aristokratik areopagus i le arkhon 'ların gücünü yargı alan ında dengeleme i ş­
levini görüyorlard ı . Bunlar, bir anlamda yargıtay rolünü oyn uyorlardı ve verdikleri
kararlar kesi ndi.
Toplumsal soru n ları n , ekonomik ç ı kar çatışmaları n ı n kağıt üzerinde anayasal
düzenlemelerle ç özüme kavuşturulamayacağı gerçeğ i , Solon reformlarının sonuçla­
rında aç ıkça ortaya ç ıktı . Toplu msal h uzur sağlanamadı ve sınıf çatışmaları gittikçe
daha büyük boyutlar al maya başladı. Aristoteles'in a n latımıyla, "Atinalı lar durumla·
rından şikayetçi olmakta devam ediyorlardı : Birtakımı reformlar yüzünden yoksul
düştükleri i ç i n , borç ların kaldırılmasını hoşnutsuzluğunun baş nedeni olarak göste­
riyor, başka birtakımı değişiklik beklediklerinden çok daha gen i ş olduğu için, yeni
düzene kızıyorlardı. Bunlardan başka çekememezlik yüzünden birbirlerine düşman
olanlar da vardı . "42 Arkhon 'luk görevinin eupatrid 'lerin tekelinden kurtarılıp çiftçi­
lere (georgoi) ve zanaatkarlara(demiurgoi) açı lması da, yeterli bir önlem olmaktan
uzaktı.
Çatışma i ç inde olan üç siyasal "parti " ya da daha doğrusu resmi olmamakla
birlikte i ktidarı ele geçirmek amacıyla belli düzeyde örgütlen m iş üç siyasal güç var­
d ı . Bel l i bir toplumsal sınıfı temsil eden her birinin başında büyük bir aile bulunu­
yordu ve adlarını polisin üç ayrı bölgesinden a l ıyorlardı . Liderliğini P h i lais ai lesini.o
yaptığı Ped iak 'lar (ovada ç iftl ikleri olanlar), oligarşiye geri dönmeyi amaç layan soy­
luların partisiydi. Alkmeon oğu l larından Megakles'in önderliğinde örgütlenmiş olan
Parali'ler (deniz kıyısında oturanlar) partisi, burjuvazin i n ç ı karlarını temsil ediyor­
du. Peisistratos'un Diakri'ler {dağlı k bölgede yaşayanlar) partisi ise, yeterli toprağı
olmayan köylülere ve diğer yoksul yurttaşlara dayanıyordu. Bu üç partin i n bir uz·
laşmaya yanaşmayıp kendi görüş lerini toplumda egemen kılmaya çalışmaları sonu­
cunda, Atina tiranlık rej i m i i le tanıştı.

d- Tiranlıktan Demokrasiye

Yetenekli bir komutan olan Peisistratos, halkın desteğini alıp l.ö. 560'ta bir
darbe i le Atina'da iktidarı ele geçird i . Ayn ı dönemde, diğer birçok poliste de tiran-

42 İbid, 1 3. 19
lık rejim leri kurulmaktaydı. Thukydides, Eski Yunan'da tiranların ortaya ç ıkışını
zenginliğ in artmasına bağlamaktadır.43 Gerçekten ekonomik gelişme içindeki po·
!islerde, büyük servetler bir azınlığın elinde toplanıyor, buna karş ıtık geniş halk kit·
leleri bu gelişmenin dışında tutuluyorlardı . Bu durum, toplumdaki gelir yelpazesi­
nin daha da açılmasına, dolayısıyla kendilerini ezik hisseden yığınların düzene
kar ş ı daha büyük bir tepki göstermesine neden oluyordu. Sınıf çatışmalarının
keskin boyutlara ulaştığı böyle bir ortamda, zenginlere ve soylulara karşı halkın sa­
vunucusu rolünü üstlenen ih tiraslı kimselerin kişisel iktidarlarını kurmaları kolayla­
şıyordu.
Tiran (tirannos) sözcüğü, Doğu kökenlidir ve Yunancaya büyük bir olasılıkla
Lidya dilinden gelmiştir; Yunancadaki basileus sözcüğü gibi efendi , kral anlamını ta·
şıyordu. Fakat Yunanlılar, bu sözcüğü Doğulu despotları, zorbaları tanımlamak için
kullandılar. Böylece tiran sözcüğü, bir anlam değişikliği geçirdi y� da daha doğrusu
aşağı lay ıcı, kötüleyici bir anlam kazandı. Yunanlıların gözünde tiranın kraldan farkı,
mutlak bir iktidara sahip olması değil, fakat bunu yasal ve geleneksel olmayan yol­
lardan, örneğin bir darbe ile elde edip keyfi bir biçimde sürdürmesidir. Bu neden le,
polislerde kişisel iktidarlarını kuran kimseler, kendilerini tiran olarak adlandırmama­
ya özen gösterdiler. Fakat bu kişilerin resmi ve genel bir sıfatlarının bulunmayışı, si­
yasal karşıtlarının onları karalamak amacıyla tiran sözcüğünü kullanmalarını kolay­
laştırmıştı.
Peisistrato.s gibi kişilerin, yüzyıllardır birer tiran (zorba ), yönetimlerinin tiran­
lık (zorbalık) olarak nitelendirilmesini, o dönemin aristokratik tarihçilerine borçlu
olduğumuzu ileri sürebiliriz. Alieddin Şenel'in belirttiği gibi, tarih soylularca ya­
zıldığı için, aristokrasiden (ya da oligarşiden) demokrasiye geçişi kolaylaştıran,
halk tarafından benimsenip halkçı bir politika güden bu gibi yöneticilerin, tarih say­
falarına tiranlar olarak geçirilmeleri güç olmamıştır.44 Gerçekten , bir iki kez dev­
rilmekle birlikte 1 .ö. S40'ta kesin bir biçimde iktidarını kuran Peisistratos, Solon
anayasasına dokunmayıp yönetimini hukuksal bir çerçeve içine oturttu. Dışta barı·
şı kollayan, içeride ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve alt sın ıfların yaşam düzey­
lerini yü �selten bir siyaset izledi. Soyluların büyük çiftliklerine el koyup toprakları
yoksul, topra ksız yurttaşlara dağıttı. Peisistratos'un Solon'a yazdığı bir mektupta
da belirtmiş olduğu üzere, iktidarı döneminde her Atinalının gelirinin onda birini
devlet hazinesine bırakması zorunluluğu getirildi.45a Gerek bu vergilerden, gerek
Laurion'daki gümüş madeni gibi zengin madenlerden elde edilen gelirle kamusal ya­
pım işleri gerçekleştirildi ve ileride Atina demokrasisinin güç kaynağını oluşturacak
olan deniz filosu kuruldu. Böylece işsiz ve topraksız yurttaşlara sürekli iş ve gelir
sağlanm ış oluyordu. Tayfa olan yoksul köylüler, daha önceleri maddi olanaksızlık­
ları nedeniyle kente inemezlerken, bundan böyle gemiler limanda yattığı sürece Ati·
na'da bulunup yönetime katılma olanağına kavuşuyorlardı.
Aristoteles'in "Bütün işleri yasalara uyarak düzenleyen ... çok ateşli bir halkçı

43 Thu<:ydide, 1 - 1 3.
44 Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 1 46.
45a Diogene Laerce I, s. 63.

20
ve herkesin iyiliğine çalışan bir adam"45b olarak tanımladığı Peisistratos öldüğü za­
man , Atina, Yunan dünyasının önemli polislerinden biri durumuna gelmişti. Y öneti­
min Peisistratos'un oğulları Hippias i le Hipparkhos'a verilmesi, tiranlığın soyda n ge­
çen bir tür monarşiye dönüşmesi ve bir dynasteia 'n ın (i ktidar ailesi) oluşturul ması
yönünde atılmış ilk adım oluyordu. Fakat bunun arkası gelmedi. Hipparkhos'un
soylularca öldürülmesinin ardından Hippias'ın kurduğu baskıya dayalı keyfi yöne­
tim, yalnızca eupatrid1erin değil, fakat halktan kişilerin de tepkisini çekmeye ba ş ­
ladı. Başta Alkmeon oğulları olmak üzere soylu ailelerden oluşan muhalefet, i.ö.
5 1 0'da Sparta'nın yardımıyla Hippias'ı Atina'dan kovdu ve tiranl ığa son verdi.
Tiranlık rejiminin yıkı lmasıyla birlikte Atina'da iktidar çatışması yeniden
alevlendi. Hippias'ın devril mesinde baş rolü· oynamış olan Alkmeon oğul larından
Kleisthenes, üç yıl sonra l .ö. 507 'de halkın desteğini alarak i ktidarı ele geçirdi ve de­
mokratik reformlarını yürürlüğe koydu . Bu reform lar, aristokratik örgütleniş biçi­
mini tümüyle ortadan kaldırmak, tam anlamıyla düzenli bir siyasal yapı kurmak ve
tüm yurttaşların yönetime katılmasını sağlamak amacını güdüyordu.
K leisthenes'in getirdiği en önemli yenili k, polisin toplumsal ve siyasal yaşa­
mında soylulara etkili bir yer sağlayan eski kabile Ö(gütlenmesinin ortadan kaldırıl­
masıydı. Fakat kabilesel örgütleniş biçimi tümüyle terkedilmedi. Çünkü Kleisthenes
yurttaşları, soy üzerine kurulu dört kabile yerine coğrafi nitelikte örgütler olan on
kabileye (phyle) ayırdı46 • Kabileler arası rekabeti önlemek, özellikle bunların sınıf
çatışmalarını (daha önce pediak'lar, parali 'ler ve diakri'ler şeklinde ki) bölgesel fark­
l ılıklarla besleyip alevlendirmelerine izin vermemek amacıyla, on kabilenin saptan­
masında ilgin ç bir yöntem uygulandı: Polis, kent (asty) (yani Atina}, kıyı (parali)
ve i ç bölge (mesogeios) olmak üzere üç bölgeye, her bölge "üçte bir" anlamında
trittys denen on bölüme ayrıldı. Elde edilen otuz trittys, üçer üçer, biri kentten, di­
ğeri kıyıdan ve üçüncüsü i ç bölgeden olmak üzere kura çekilerek birleştirildi ve
on kabile oluşturuldu. Bu düzenleme ile, kabilelerin heterojen (heteros genos yani
karışık türden ) bir yapıya sahip olmaları, bir başka deyişle farklı bölgelerden ve kar·
şıt sın ıflardan gelen yurttaşlarca oluşturulmaları sağlanmış oluyordu.47
Kabileler, deme ya da demos adı verilen bucaklara ayrıldı. Sayılarının 1 74'e
ulaştığı sanılan deme'ler, yerel yönetim birimleriydi ve Atina siyasal toplumunun
temelini oluşturuyorlardı. Yurttaşlar bu deme 'lerin içinde örgütleniyorlardı ve her

45b Atinahlann Devleti, 16,


46 Halil Berktay'a göre, "vatandaş kitlesinin kabilesel birimlerde örgütlenmesi .•. , halk tara·
fından, topraklı aristokrasinin hakimiyeti döneminde işlemez hale gelmiş olan eski kabile
kurumlanrun canlandırılması olarak, yitirilmiş kabile toplumunun eşitlikçiliğinin geri .ıı-e­
tirilmesi olarak karş ılanıyordu. Oysa bu, büyük bir yarulsamadan (illusion) ibaretti. Yeni
toplumun biçimi ile özü çelişme halindeydi. Sözümona "kabilesel" olan yeni birim ler,
kanbağına ve ortak mülkiyete değil, yerelliğe (toprağa) ve özel mülkiyete dayalıyclılar."'
s. 1 9 1 .

47 . Kıvanç Ertop ve Çetin Yetkin (s. 1 18'de), haklı olarak, Kleisthenes'in her kabileyi iiç
bölgeyi de içerecek şekilde düzenlemesinin siyasal savaşuna son verm ekamacını güttüğü·
nü; oysa hunun bir yanılsamadan kaynaklandığım·; çünkü savaş ımın nedeni ni n bli l�esel
değil, sınıfsal olduğunu vurgulamaktadırlar.

21
deme'nin kendi i ş lerine bakan bir meclisi ve bir mahke mesi bulunuyordu. Yurttaş
listelerini düzen lemek, demarkhos denilen deme ba ş ka nlar ının yetki leri i ç i ndeydi.
Atina polisi yurtta ş lığın ın demelerde n kaynaklan.ın yurtta ş l ı k hakl.ırına ba ğ la n ması
neden iyle, yurttaş lar eski kabileleri n i n , klanlar ı n ın . ya da sülalelerin i n değil , fakat
iç inde oturdukları deme'lerin adın ı (soyadı olarak) taşımaya ba şlad ıl.ır. Yıırt�şl.ır
arası eşitliğin i l ke olarak kabul edilmesine karşın, Solon 'un sınıfs.ıl örgütleni ş bi çimi
olduğu gi b i korundu. Anca k , toplumun dört sınıfa bölünmüşlüğünün siyasal eşitlik
üzerindeki zedeleyici etkileri zamanla ortadan ka ldırıldı. Bundan böyle bu sın ıfsal
ayrım, yalnızca kamusal yükümlülüklerin ( öze lli kle vergi lerin) payl aşımında , üst sı ­
nıflara daha büyük soru m lu lu klar yükleyen bir ö l çüt işlevini görür oldu.
Solon reform larında kabilelerin oluşturduğu seçim bölgeleri , deme örgütleri
te mel al ınarak yeniden düzenlendi. Buna göre, deme ' ler ve bunlardan meydana ge­
len on kabile, Atina 'nın yeni seçim bölgeleri oldu lar. Areopagus 'un yapısına ve işle­
vine dokunmayan K leisthenes, bule 'n i n üye sayısını 400'ten SOO'e çıkard ı . Atin.ı
demokrasisinin "parlak" döneminde anayasa n ı n en önemli organı olarak ka bu l edi­
len bule'nin 500 sa n da lyesi, her ka bileye 50 üyel i k düşecek şekilde, büyük lüklerine
göre deme 'ler ara sında paylaştırılmı şt ı . Böylece bule, on kabileyi karşılayan e l l i şer
kişilik on gruptan oluşmuş o�uyordu. Bir y ı l görevde kalan üyeler, aday l ı klar ı n ı ko­
yan otuz yaş ı n ı a şkın deme yurttaşları (demotes) arasında kura çekil erek belirlen i ­
48
yordu. Beşyüz ler mec lisinin oturumları süre k l i olmadığı ndan ötürü, bütün yıl bo­
yunca i ş leri yürütecek sürekli bir kurula gereksin i m vard ı : Kle_isthenes ' i n onda l ı k
sistemine uygun olara k, bule'nin "kabile grupları", sırayla ve yılın o n da bir l i k süre­
49
since, prytanei.a adı a l tı n da bu meclisin y ö netim kurulu olarak görev yapıyorlardı.
Polis gücünü k u l lanmaya varacak den l i önemli yetkileri olan bu kurulun her gün
yeniden seçilen ve J?rytaneia epistates adını ta şıyan ba şkan ı , aynı zamanda bule ile
ekklesia 'nın da başkan ıydı. 50 Bule 'n i n birçoğunu prytaneia eliyle ku l landı ğ ı yetki­
leri, çok değişik alanları kapsıyord u : Ha l k meclisine sunulan yasa ve karar tasarıları
bule tarafı n da n hazırlanıyordu ; üstelik kendisi, ivedi durumlarda, çeşitli kararname­
ler ç ı kartıp bun ları hemen uygulama hakkına sahipti. Dışişleri, maliye, ka m usal har­
camalar, din, ordu ve özellikle donanma ile i lgili iş lere bakıyor ve bu alanlardaki
devlet görevlilerini denetliyordu. Yurttaş listeleri ya da devletten yardım a lacak
kişi lerin listeleri, ancak onun onay ı n da n sonra kes i n l i k kazanabiliyordu.

48 Kura yöntemi, Yunan demokıasisinde, seçimden daha demokratik olarak kabul ediliyor·
du. Oysa Homeros'ta da görüldüğü üzere, kura, demokrasi öncesinde de kullanılıyordu ve
kura ile seçilenin tannsal istenç tarafından belirlendiğine ilişkin inanç tan ötürü, bu yön­
temin dinsel bir anlamı bulunuyordu. Platon da :Somoi (Yasalar) adlı diyalogunda kuraya
aynı anla m ı yüklüyordu : "Din görevlileri için, tanrının kendisinin hoşuna gideni seçmesi
yoluna gidilecek ve hunun için kura çekimine ve tanrısal yazgıya başvurula.c aktır." Ocuv­
res Completes, Les lois, Paris, Lib rairie Gamier Freres, 1 946, kitap 6, i 5 9 c.
49 Prytaneion ile prytııneia'yı birbirine karıştırmamak gerekir. Bkz. Dipnot 6-a..
50 Po li sin arşivleri ile ha:ı:inesinin anahtarl:ınru ve devletin mühürünü taşıyan prytııneia epis­
tıı t es'in yalnızca bir gün görev ba�ınd:ı kalabilmesi ya da prytaneia üyelerinin bule yi yal­
'

nı:ı:ca 36 ya da 39 !liln yönetebilmeleri, Atinalıların d�nıokr.ısi :ınlayışuıılan kaynaklan·


maktadır; üs telik bu ariaya.sal düzenlemeler, etkili devlet' görevlilerinin tiranla�nıalarına
karşı birer iinlem olarak tasarlanıp benimsenmi�tir.

22
K leisthenes'in onda lık sistemi, çeşitli devlet memurlukları için de ku llanıldı.
Elıklesia tarafından birinci sınıftaki yurttaşlar arasından bir yıl lığına seçilen dokuz
arkhon'a bir de sekreter eklendi. Böy lece her kabile, arkh o n 'l u k kurulunda temsil
ed i l m i ş oluyordu. Aynı biçimde, her ka bileden birer ki şinin kura i le saptanması so­
nucu, Atina'da, on komutan (strategos) , on liman müdürü, on tapınak onar ıcısı, on
a ğ ı r l ı k ölçü leri denetleyicisi vb. oldu.
Yasama gücünü elinde bulunduran ve yürütmeyi denetimi altında tutan ekk­
lesia, daha önce olduğu gibi onsekiz yaşını doldurmuş bütün erkek yurttaşlara açık­
tı. K leisthenes, ekklesia 'yı ostrakismos uygulaması denilen bir yetkiyle daha donat­
tı. Buna göre halk meclisi, y ı lda bir kez "çanak ç ömlek mahkemesi"ne dönüşüyor­
du : Yurttaşlar, tiranlığa eğilimleri olduklarına i na ndı kları sivri kişilerin adlarını ça­
nak ç ömlek parçaları (ostrakon) üzer ine yazarak bir oylama yaparlard ı. Eğer bir
kişin i n adı altı bin yurttaş tarafından yaz ı l m ışsa, o kişi on y ı l l ık bir süre için Atina
polisinin dışına sürülürdü. İ lk olarak i .ö. 487'de tiran Peisistratos'un bir akrabasına
karşı kullan ılan ostrakismos, zamanla politikacıların halkı kı ş kırtarak siyasal ka rşıt·
ları n ı sürgüne yollayabilmek için başvurdukları iki yanı keskin bir silah durum una
5
dönüştü. 1

e- Demokrasinin Evreleri
Ha l kı n (demos) iktidarı, yönetimi anlamına gelen de mokrasi rejimi, yavaş ya­
vaş i ş ler lik kazanmaya ba ş ladığı ilk y ıllarında, dı şarıdan gelen büyük bir tehlikeyle
kar ş ı laştı. İ yonya polis leri nin ayaklanmasın ı bastıran Pers İ mparatorluğu, 1 .ö. 490
y ı l ın da Yunan yarımadasına saldırd ı . Pers tehli kesi karşıs ında iç çekişmelerini unu­
ta n Yunan polis leri , ö zellikle askeri açıdan bir dayanışma içine girdiler. İ lk Pers sal­
dırısı, falanj düzen iyle savaşan Atina ordusu tarafından Marathon'da geri püskürtül­
dü. Bu başarısızlıklarının ardından uzun bir hazır l ı k dönemi geçiren Persler, on yıl
sonra yeniden Yunan yarımadasına ayak bastı. Kral Kserkses'in komutasındaki bü­
yük Pers ordusu kar ş ıs ında, Thebai polisi .teslim oldu; Atina l ılar ise kenti terkedip
adalara ve Pelopon nesos'a doğru çekildiler. Persler, bir y ı l i çinde Atina ken tini iki
kez yakıp y ı kt ı lar. Fakat bu on y ı l l ı k hazırl ı k süresi içinde büyük bir donanma oluş­
turmuş olan Atinal ı lar, diğer polislerin de yardı m ıy la 1 .ö . 480'de Salamis koyunda
Pers deniz gücüne büyük bir darbe in dirdiler. Bir y ı l sonra, Sparta kra l ı Pausanias yö­
netimindeki birleş i k Yunan ordusu tarafından, P lataiai'da bozguna uğratılan Persler
Anado lu 'ya geri çekildiler. Bunun hemen ardından Yunan l ı lar bir baskın yaparak,
Anadolu'nun Sisam kar ş ısındaki M i kale burnunda kıyıya çeki l mi ş Pers donanmasını
yakıp tümüyle yok ettiler. Böylece üstünlüğü ellerine geçiren Yunanlı lar, karşı saldı­
rıya geçip Persleri Ege'den ve Akdeniz 'den söküp attılar ve İ yonya polislerine yeni­
den özgürlükleri n i kazandırdılar.
Pers savaşlarının Atina demokrasisi üzerinde, paradoksa l bir bi çimde "olumlu'

51 Orneğin, İ.0. 47 2'de Kimon, Themistokles'i ostrokismos'a çarptırttı; fakat kendisi de,
o nbir yıl sonra, Ephialtes'in yandaşlan tarafından aynı şekilde sürgüne yollandı. Yakın
arbdaşı Damon'un ostrokismos'tan kurtulmasını sağlayamayan Perikles, daha sonra İ.t1.
-ı -ı :n" �n önemli siyasal karş ıtı olan Thukydides'ten bu yolla kurtulmayı başardı.

23
ve "olumsuz" etkileri oldu; daha açıkçası, bu savaşlar, bir yanda ufak bir azınlığın
yönetimde etkili olmasına, öte yanda aşağı sınıfların da siyasal yaşama daha etkin
olarak katılmalarına yol açtılar. İ l k Pers saldırısından üç yıl sonra, anayasada bir
değişiklik yapılarak, ark h o n 'ların ekklesia tarafından seçilmesi yerine deme'lerce se­
çilen 500 kişi arasından kura ile saptanması yoluna gidildi. Bu düzenleme ile hippeis
sınıfına da açılan arkhon 'lu k, büyük ölçüde önemi yitirip yürütme kurulu olma ktan
çıktı. Buna bağlı olarak, eski arkhon 1ardan oluşan areopagus'a ikinci sınıftan yurt­
taşların da üye olabilm.elerinin yolu açılmış oluyordu.
Arkhon polemarkhos 'un askerlik işleriyle i lgilenen .sıradan bir memur stı tüsü­
ne indirgenmesi üzerine, kabilelerce seçilen on strategos'a büyük yetkiler. verilmeye
başlandı . Polisin güvenliğinin başat sorun olduğu bir ortamda, ordu komutanların ın
ön plana çıı<ması kaçınılmazdı; ya da daha doğrusu bu durum, halk tarafından ZO·
runlu olarak kabul edilip benimsendi. Ayrıca, ordunun tek elden yönetilmesi gereği,
strategos'lardan birinin başkomutan olarak görev yapması sonucunu doğurdu. Za �
mania başkomutan, (strategos a u tokrator), ekklesia tarafından kabile sistemine bağ­
lı kalınmaksızın yurttaşlar arasından seçilmeye başlandı. Sonuçta, diğer devlet gö­
revlilerinden farklı olarak her yıl art arda seçilme hakkına sahip olan başkomutan,
ya da birinci strategos, siyasal yaşamda da önemli bir yer kazandı. Gerek demokra­
tik, gerek aristokratik partinin önderleri, Atina politikasına yön verebilmek amacıy­
la kendilerini ekklesia tarafından başkomutan seçtirmek için uğraşmaya başladılar.
Örneğin, Perikles, Alkibiades gibi Atinalı devlet adamları, strategos'lu� yapmış kişi­
lerdi. Demek ki, genellikle kendilerine demagogos (yani, halk önderi) c:fenilen ve yö­
netimde ağırlıklı bir yere sahip olan kişilerin ortaya çıkıp Atina demokrasisi tarafın­
dan özümsenmelerinde, Pers savaşlarının önemli bir rolü olmuştu. Bunun ardından
gelen polisler arası savaşlar ise, bu olgunun daha da güçlenmesine, bir başka deyişle
yönetimin büyük ölçüde tek bir kişinin eline bırakılmasına neden oldu.
Pers savaşlarının ön plana çıkardığı bir diğer kurum, areopagus'tu. Aristote­
les'in belirttiği üzere, yönetimde bir panik olduğu sırada inisyatifi eline alarak Ati­
nalıların savaştan yengiyle çıkmalarını sağlayan areopagus, hukuksal bir düzenleme
(de jure) ile değil, fakat fiili bir durum (de facto) sonucu, Atina demokrasisinin et­
kili bir kurumu haline geldi.52 Ancak aristokratik dö nemin kalıntısı olan ve üyeleri­
nin çoğu soylulardan oluşan bu meclis, de facto konumunu uzun bir süre koruya­
madı. Üstelik i .ö. 462'de, demokrat partinin önderi Ephialtes'in ekklesiıı 'ya aldırdı­
ğı bir karar ile, areopagus'un elinden yönetimi denetleme, yasaları koruma ve bun­
larla ilgili davalara bakma gibi tüm önemli yetkileri alındı. Bu yetkiler, Halk meclisi,
Beşyüzler meclisi ve halk mah kemeleri arasında paylaştırıldı; areopagus'a ise, ancak

52 "Pers savaşlarından sonra Ateopagus meclisi yeniden güçlenmeye başlayar.Lk polisin yö­
netimini eline aldL Onun b u üstun du ru m a çıkması, bir kararla olmuş dei\ildi, Sa lamis
d eniz savaşına n eden olmasından ileri geliyordu. Strategos'lar güçlükler karş ısında ne ya·
pacaklannı şaş ırfp çağıncılar bağırtarak herkesin kentli canını kurtarmaya bakm;isıru bil­
dirdikleri zaman, Areopagu s, para bulup döğüşeceklere sekizer dr.ıkhme vererek gemi leri
gereken erlerle do ld urdu . Bu yüzden Atinahlar, onu n saygınlığı karş ısında boyun eğmek
zorunda kaldılar." Atinalıların Devleti , 23.

24
taammüden adam öldürme suçlarıyla ilgili davalara bakmayı da içeren dinsel nitelik­
li yetkiler bırakıldı.
Pers tehlikesi karşısında herkesin polisin korunm;ısına katkıda bulunması zo­
runluluğll, kısa süre içinde bütün yurttaşların siyasal haklara tümüyle sahip olmaları
sonucunu doğurdu.53 O zamana dek alt sın ıflara kapalı olan memurluklar, herkese
açık bir duruma getirilmeye başlandı. i .ö. 457'de zeugites'ler arkhon olma hakkını
elde ettiler. Daha sonra thetes'lerin de arhhon olmaları kabul edildi ve arkhon'ların
doğrudan doğruya kabileler içinde kura ile saptanması yöntemi benimsendi.
Pers savaşlarının yengiyle sonuçlanması ve bunun doğurduğu sonuçlar, Atina
halkının maddi durumunun düzelmesine ve demokrasinin sağlam bir biçimde yer­
leşmesine büyük katkıda bulundular. i .ö. 478'de Atina'nın önderliğinde örgütlenen
birçok Yunan polisi, Perslere karşı sürekli bir savaşı sürdürebilmek amacıyla, bir as­
keri bağlaşma yapıp Attik-Delos Deniz Birliği'ni kurdular. Her bağlaşık polis, gü­
cüne göre, Birlik'e gemi, asker ve para vermekle yükümlüydü. Her ne kadar ortak
donanma, ordu ve hazine, Atinalıların yönetiminde idiyse de, bağlaşık polislerin de­
legelerinden oluşan bir birlik meclisi, karar ve denetim organı olarak işlev görüyor­
du. Fakat zamanla, üye sayısı 300'ü bulan bu birlik, Atina'nın egemenliği altına gir­
di.
İlk aşamada, Delos adasında bulunan Birlik hazinesini kendi kentlerine taşı­
yan Atinalılar, ortak parayı, amacı dışında, Atina'nın süslenmesi ve kendi kazançla­
rının artırılması yolunda kullanmaya ba şladılar. Ardından Atina, bağlaşıklarını,
kendi para birimini ve ölçü sistemlerini kullanmaya zorladı ve onları kendisine haraç
ödeyen bağımlı polisler durumuna getirdi. Attik-Delos Deniz Birliği'ni saptırarak
emperyalist l:İ ir politika izlemeye koyulan Atina, ekonomisini büyük ölçüde yüzlerce
polisin sömürülmesi üzerine oturttu ve Birlik'ten ayrılmak isteyenlere karşı acımasız
bir şiddet kullanmaktan kaçınmadı. "Böylece Atina "halkı", bir anlamda yalnızca
son derece geniş ve kendi içinde çeşitli bir egemen sınıf durumundaydı. Bu ekono­
mik demokrasi görünümüne, pek öyle üretilen servetin adaletli bir biçimde bölüşül­
mesi yoluyla değil, sömürüden sağlanan kazançların bir kısmının Atina halkının fa.
kir kesimlerini yoksulluktan kurtarmak için harcanmasıyla varılmıştı."54
Ephialtes'in öldürülmesinden sonra i ktidar, genç yaşta politikada başarılı ola­
rak demokratik partinin önderi durumuna gelen Perikles'in eline geçti. Kleisthenes'
in yeğeni, dolayısıyla soylu Alkmeon oğulları ailesinin bir üyesi olan Perikles'in
döneminde, Aristoteles'in deyişiyle "devlet biçimi da ha halkçılaştı."5 5 Birçok
bilim adamının ve araştırmacının "Atina demokrasisinin altın çağı" olarak nitelen­
dirdikleri bu dönemde, emperyalist politikaya büyük bir ağırlık verilerek halkın ya­
şam koşullarının düzeltilmesine özen gösterildi. " E konomik demokrasi"yi gerçek­
leştiren zengin Atina, kültür ile sanat alanlarında da büyük bir atılım içine girdi ve
kısa sürede Yunan dünyasının en görkemli kenti durumuna geldi.

53 Theodore Gomperz, Les penscun de la Gri:ce, Paris, Payot, 1 9 28, s. 420.


54 Childe, s. 1 4 1.
5S Atinalılann Devleti, 27.

25
l.ö. 446'da iktidarını daha da güçlendirerek ölümüne dek 1 5 yıl art arda stra­
tegos autokıiltor seçilen Perikles, bütün yurttaşların siyasal yaşama daha etkin bir
biçimde katılmalarinı sağlamak amacıyla çeşitli önlemler aldı. Silahlarını kendileri
getirmeden gemilerde askerlik yapabilen yoksul yurttaşlar (thetes'ler), Atina'da
bulundu kları sürece ekklesia 'da ve heliaia 'da yer alarak Perikles'in izlediği politi­
kanın büyük destekçileri oldular. Siyasal hakların genişletilmesi doğrultusunda alı­
nan ve graphe para nomon denilen bir karar ile her yurttaşa temel yasaları koruma,
bir başka deyişle, bir yasa tasarısına (ve onu öneren kişiye) karşı anayasaya aykırı­
lık nedeniyle dava açma yetkisi tanındı. Böylece en basit bir yurttaş bile, daha ön­
celeri areopagus'un tekelinde bulunan bir siyasal hakka sahip oluyordu. Yoksul
yurttaşların maddi sorunlarından ötürü çeşitli devlet görevlerine talip olmalarındaki
isteksizliğini göz önünde bulunduran Perikles, siyasal katılımı daha yaygınlaştırmak
için devletin görevlilerine bir ücret (misthos) ödenmesi ilkesini getirdi.5 6 Onun dö­
neminde bule ile heliaia 'nın oturumlarına katılanlara bir ödenek verilmeye ve kura
ile iş başına gelen memurlara bir ücret ödenmeye başlandı. (Peloponnesos savaşla­
rından sonra, halk meclisinin oturumlarına katılanlar da misthos ekklesiastikos de­
nilen bir ödenek almaya hak kazandılar.)
Ekklesia 'da herkesin söz alıp konuşmaya, bir yasa taslağı sunmaya ve oylama­
nın gizli yapılmasını istemeye hakkı vardı. Zaten oturumlar da, meclis görevlisinin
"kim söz almak istiyor?" diye sormasıyla açılırdı. Böylece Perikles döneminde de­
mokrasi, Solon'un geliştirmiş olduğu isonomia 'y a (yasa önünde eşitlik) isegoria'yı
( konuşmada eşitlik) e klemiş oluyordu. Gerek tek tek yurttaşların, gerek bunların
toplamının (ekklesia) elinde bulunan yetkilere bakıldığında, Atina'da halkın ege­
men, rejimin ise doğrudan demokrasi olduğuna ilişkin bir kanı oluşabilir. Uzman­
lık gerektiren yüksek memurluklara yurttaşların bir kereye özgü olarak seçilmelerin­
den, diğerlerine ise kısa b ir süre için kura ile atanmalarından ötürü, yaşamı boyunca
.
hiç olmazsa bir kez bir devlet görevine getiri lmemiş Atinalı hemen hemen yok gibiy­
di. Herkesin eşit olarak siyasal iktidara katılması (isokratia), ilke olarak benimsen­
mişti. Ekklesia 'da toplanan halkın, devlet yQnetimini seçimd.en seçime değil, fakat
sürekli bir biçimde denetleme yetkisi vardı ; bir başka deyişle, yöneticiler, çeşitli
devlet mem urları, her an halk tarafından sorguya çekilip görevlerinden alınabil irler­
di.
Fakat gerçekte, ekklesia'nın Atina'nın siyasal yaşamındaki en önemli işlevi
ideolojikti : Varlığıyla halkın yönetime doğrudan katıldığına ilişkin bir inancın ya­
ratılıp sürdürülmesini sağlıyordu. Çünkü, daha önce de değindiğimiz gibi kendilerini
yüksek memurluklara (özellikle strategos autokrator görevine) seçtiren etkili kişi­
ler, meclisi kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirip yönetiyorlardı. lsegoria
hakkından yararlananlar da genellikle, bu kişiler ve partilerin önde gelenleri oluyor­
du. Dahası bütün sorunların, çok kalabalık bir meclis olan ekhlesia 'da görüşülüp bir
karara bağlanmasının olanaksız olmasından dolayı, bazı önemli sorunlar diğer si-

56 Aristotelt:s'e göre (ibid.), Pcıiklcs'in "ha kimlik için yurttaşlara ücret vermesi . • •, halkı ka­
zanmak i.,:in Kimon'un zenginliğine ve cömertliğine kaq ı cılınan bir önlemdi."

26
yasal kurumların yetki alanına bırakılmıştı. Özellikle, günümüz temsili demokrasile­
rinin meclisini andıran bule, çok güçlü ve etkili bir konuma sahipti. Glotz'a göre,
Kleon ve büyük bir olasılıkla Peri�les, 'bule 'ye hakim olarak yönetimi ellerinde bu­
lundurabilmişlerdi.57 Bu nedenle ekklesi.a 'yı iktidarı kullanma alanı değil, fakat hal·
kın siyasal eğitim yeri olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır.
Atina demokrasisinde devlet-bir�y ilişkisi, dolayısıyla bireysel özgürlük soru­
nu, çeşitli düşünür ve bilim adamlarınca farklı biçimlerde yorumlanıp değerlendiril·
miş, bu konuda bir görüş birliğine u laşılamamıştır. Glotz gibi düşünenler için, Atina
demokrasisi, bireysel özgürlüğü mutlak bir biçimde gerçekleştirmişti.58 Buna karşı·
tık, 1 9. yüzyıl siyasal-liberalizm akımının önde gelen düşünürlerinden Benjamin
Constant, kendi deyişiyle "eskiler ile modernlerin" özgürlük anlayışını karşılaştıra­
rak, Eski Yunan demokrasilerinin bireysel özgürlük anlayışından yoksun olduklarını
ileri sürüyordu.5 9 Aynı görüşü paylaşan Fustel de Coulanges, bu sorunun açıkl ığa
kavuşturulmasında polis gerçeğinin göz önünde bulundurulmasının gereğine dikkati
çekmektedir. Her ne kadar bireyler, daha doğrusu yurttaşlar, demokrasi ile siyasal
özgürlüğe kavuşmuş idiyseler de, kutsal bir otorite olarak ka bul edilen polis (ya da
devlet) karşısında hemen hemen hiçbir hakka sahip değillerdi. Özel yaşamları de­
netlemeye varacak denli kapsayıcı bir niteliği olan polisin çıkarları söz konusu oldu­
ğunda, bireyin en temel hakkı olan yaşam hakkı bile ortadan kalkabiliyordu. De·
mokrasilere özgü bir yöntem olan ostrakismos ile, hiçbir suç işlememiş kişiler çeşit·
li özgürlüklerinden ve haklarından yoksun bırakılabiliyorlardı 6 0 • Bununla birlikte,
demokrasilerin gittikçe daha radikal bir görünüm kazanması ve polisin bir çözülme
süreci i çine girmesi sonucunda, Yunan polislerinde sofist düşünürler tarafından açık­
ça dile getirilen bireysel özgürlük anlayışı ve-hatta bireycilik eğilimleri, toplumda gi·
derek yaygınlaşmaya başladılar.

f- Savaşlar ve Polisin Sonu


Demokratik partinin (ve önderi Perikles'in) yürüttüğü emperyalist poHtika,
Atina'ya büyük zenginli klerin akmasını sağlamasına karşın, bütün toplumsal sınıflar
tarafınd�n desteklenmiyordu. Oligarşi yanlısı soylular, iki temel nedenden dolayı bu
politikadan hoşnut değil lerdi :

57 Glotz, s. 1 92.
58 lbid,, s. 1 50-1 53.
59 "Eskilerin özgürlük olarak adlandırdıkları, toplu (kollektif) özgürlüktü; eskiler bu toplu
özgürlük ile bireyin toplumun otoritesine bütünüyle kul olmasının bağdaştığını kabul edi­
yorlardı. Es kilerde, kamusal işler açısından hemen hemen egemen olan birey, tüm ki�i­
.•

sel (özel) ilişkilerinde bir köleydi." Constant 'ın görüşleri için bkz: Fran çois Chitelet,
Oli\ier Duhamel, Evelyne Pisicr-Kouchner, Histoire des idees politiques, Paris, PUF,
1 982, s. 73-75, jean�Jacques Oıevalier, Histoire de la pensee politique, Paris, Payot,
1 9 8 3. s. 1 8.
60 Fustel de Coulanı:;es, s. 265-269. George Sabine'e göre (S iy asal Düşüncelt!r Tarihi, 1, An·
kara, Türk Siyasi İlimler Derneği Y ay ın lan, 1 9 6 9 , s. 1 3 - 1 4 ) "tn çok alışmış olduğumuz
kavramlara, özellikle bireysel haklara sahip vatandaş ile hukuk yoluyla onların haklarını
koruyan ve bunun için gerekli yükümlülükleri yerine getirmelerini sa� laya n devlet kavra·
mına orada rastlayamayız."

27
1 . Ekonomik neden: Ordunun ve donanmanın harcamaları, büyük ölçüde
soylular ve zenginler tarafından karşılanıyordu ; buna karşılık, bu yayılmacı politi­
kanın getirdiği maddi kazançla�, onların değil, halkın cebine giriyordu.
2. Siyasal neden: Bu emperyalist politika, Atina içinde, demokratik parti­
nin ve bunun dayandığı halk kesimlerinin siyasal açıdan daha da güçlenmelerine yol
açıyordu. Atina dışında ise, Perikles yönetimi, demokrasiyi bağlaşık polislere gere­
kirse zorla "ihraç" ederek, Yunan dünyasının her yerinde aristokratları iktidardan
uzaklaştırmaya yöneliyordu.
Atina'nın ekonomik ve siyasal genişlemesi, hemen hemen bütün polisleri te­
dirgin ediyordu. Ancak bu gidişe dur diyebilecek, bir bakıma Yunan dünyasının Ati·
na'nın egemenljği altında birleşmesini engelleyebilecek tek bir polis kalmıştı. Güçlü
·
bir kara ordusu buluna n Sparti Atina (dolayısıyla demokrasi) tehlikesini ortadan
kaldırmak amacıyla "Yunan'ın kurtarıcısı" rolüne büründü ve İ.Ö. 431 'de Attik-De­
los Deniz Birliği'ni· dağıtmayı reddeden Atina'ya karşı savaş açtı. Böylece, (Thuky­
dides'in tarihini yazmış olduğu) aralıklarla 27 yıl sürecek olan Peloponnesos Savaş­
l<ırı başlamış oldu. Sparta'nın yengisiyle son bulan bu savaşlar, Atina'nın çöküşünü
hızlandıran nedenlerden biriydi. fa_kat temel neden, bu savaşlar süresince Sparta'ya
ve diğer polislere de sıçrayan sınıf çatışmalarının (ve bunlardan kaynaklanan ikti­
dar mücadelelerinin) çok keskin ve kanlı biçimler almasıydı.
Peloponnesos Savaşları'nın ilk yılında Atina'da büyük bir veba salgını ortaya
çıktı;· Perikles de i .ö. 429'da bu hastalığa yakalanarak yaşamını yitirdi. Perikles'in
zamansız ölümü, Atina için. büyük bir şanssızlıktı. Aristoteles'in değerlendirmesiyle,
ondan sonra "devlet düzeni çok kötüleşti. .. Halk, yüksek soyluların ve kibarların
..•

kendilerini saymadıkları kişileri yönetici olarak seçmeye b�şladı."6 1 Artık, kitlele­


rin desteğini alarak iktidara gelenler, K leisthenes ya da Perikles gibi soylu kişiler de­
ğil, fakat burjuva (yani demiurgoi) sınıfından politikacılardı; örneğin, Kleon varlıklı
bir deri sanayicisiydi; Hiperbolos kandil, Kleophon ise müzik aleti yapımcısıydı . Ye­
tenekli bir komutan olan ve soylu bir aileden gelen Alki biades de, bu savaş yılları
sırasında demokratik partinin önderliğine yükselerek Atina politikasını belli süreler
içinde yönlendirmeyi başardı. Fakat akrabası Perikles'ten farklı olan Alkibiades,
hiçbir zaman bir "önder" olamadığı gibi, oportünist ve mutlak bireyci bir tutum
içinde olarak, gerekli gördüğünde Atina lıların düşmanı olan Sparta'lılar ve Persler ile
işbirliğine girmekten kaçınmadı ve koşulların el verdiği zaman Atina'ya geri dönüp
demokrasi kahramanlığı yapmaktan geri durmadı.
Aristoteles'e göre "Kleophon'dan sonra hiçbir şeyden ürkmeyen, o andaki çı­
karlardan ilerisini görmeksizin çokluğu kendilerini beğendirmek için ellerinden
geleni yapmakta birinci olan kimseler, halk öncülüğünde aralıksız olarak birbirlerini
izlediler."6 2 Böylece demagog sözcüğü, bir anlam değişikliğine uğrayarak günümüz.
deki anlamını, yani ha lkın duygularını kamçılayarak, gerçekdışı güzel sözler söyle·
yerek onu kazanmaya çalışan politikacı anlamını kazandı. Demogoglar, genellikle

61 Atinalıların Devleti, 28.


62 ihid.

28
varlıklı, iyi e·ğitim görmüş ve gözü yüksekte olan ki şilerdi. Fakat bunlar ,
demokratik sistemde . başar ılı olup ama ç larını gerçekleştirebilmek için en kolay yo­
lu se çiyorlardı; bir başka deyişle yönlendirici olacaklarına halka hoş görünmeye ça­
6 3 Bunun sonucunda ekklesia '
lışıp çoğunluğun görüşleri ni izlemeyi yeğliyorlardı.
n ı n ağırlığı daha da arttı . Fakat aynı zama�da halkın duyguları, tutkuları doğrultu­
sunda alınan karal"larda büyük tuttrsızlıklar görülmeye başlandı. Kitle psikolojisinin
önemli bir rol oynadığı ekklesia 'da halk ( ya da daha doğrusu çoğunluk), bir olay
karş ısında coşkuya kapılıp aldığı karardan hemen pişman oluyor ve olanak varsa
bunu değiştirmeye yöneliyord u . Thu kydides'in yapıtında bununla ilgili birçok
örnek bulmak mümkündür: Peloponne§os Savaşları ' n ın i l k y ı l larında, Peri kles'in suç­
lu bulunup görevinden alınması, ardından yeniden başkomutan seç i l mesi; İ .Ö. 427'
de Lesbos adasındaki Mytilena polisi ha lkının kılıçtan geçir i l mesine karar veri l mesi
sonra bundan vazgeçilmes i ; İ .Ö. 4 1 5 ' te ekklesia 'nın (Atina i ç i n büyük bir bozgunla
son u ç lanacak) Sicilya seferin in ba şına getirdiği Alkibiades'i birkaç ay so nra
64
mahkum etmesi vb. a
Bu dönemde Atina'da oligarşik ve demokratik darbeler birbirini izledi. Aris­
tokratların gözünde halkın yöne timi, çoğunluğun zorbalığından başka bir şey değil­
di; halk ise, aristokratlara kin beslemeyi sürdürüyordu. Çünkü demokrasi, çeşitli de­
ğişim ile gelişimler sonucunda, Kleistbenes'in, hatta Perikles'in demoi<rasisinden
çok farklı bir anlam kazanmış ya da daha doğrusu etimolojisine uygun "gerçek" an­
lamını almıştı. Artık demokrasi, toplumun çeşitli sınıflarının birlikte yönetime
katıldığı bir rejim değil, fakat "demos sın ıfın ın" kendi d ı ş ındaki soylular sınıfı üze­
rinde kurduğu ege menlik olarak görülüyordu. Bu anlamda demokrasi, yalnızca belli
64b
Onun b u niteliği, kendile­
sosyal kesi m lerin çikarını gözeten bir sınıf iktidarıydı.
rini, bilgili, erdemli olarak g�en soylulann (eupatrid) demokrasiden korkmaların�
ve onu yadsımalarına neden oluyordu. Bu d urum , demos ile soylular arasındaki eko­
nomik ve ideolojik çatışmaya bir de siyasal boyut kazandırarak, bu sınıfların karşı­
l ıklı olarak birbirlerine besledikleri düşmanca duyguları daha da körüklüyor.du. Öyle
ki polis içi ndeki bu karşılıklt düşmanlık, çoğu kez polisler arası düşman lıkta n da ha
ağır basıyordu. Atina ordusunun Sicilya'da yok olmasının ardından, oligarşi yandaş­
ları etkili olmaya başladılar. 1 ö. 41 J'te halkın duyguların ı n coşkusuyla hareket
.•

edip bir ta k ıp anlamsız ve tutarsız kararlar almasını engellemek için, 10 ki şilik bir
danışmanlar (probulos'lar) kurulu oluşturulara k e kklesia 'nın yetki alanını sınırlan­
dırma yoluna gidildi. iki yıl sonra gerçekleştirilen bir darbe i le oligarşik bir yönetim

63 jacqueline · de Romilly, Proble�es de la Democratie Grec:que, Paris, Hermann, 1 9 86,


s. 65 ve 1 53- 1 54. .
64a Thukydides, il, 6 � ; ili, 35-50; VI, 53 ve 6 1 . Bir başka örnek olarak, savaşın son yılların-
da (İ.0. 406'da) sinirleri çok gergin olan Atina halkuun donanmanın fırtınada büyük ka­
yıplar vermesi üzerine çileden çıkıp altı amirali yargılayıp idam ettirmesi ve ardından bu
kararından dolayı pişmanlık duymasını verebiliriz. Bkz. Manscl, s. 337
64b Macpherson'a göre "demokrasi, otjinal olarak sıradan insanla.r tarafından, plebler tara­
fından yönetim anlamındaydı. Bu da çoklukla bir smıf sorunuydu: En düşük ve en kala­
balık sınıf egemenliği anlamındaydı." Bakınız. C. B. �İacpherson, Demokrasinin Gerçek
Dünyası, Ankara, Birey ve Toplum, 1984, s. 9.

29
kuruldu: Siyasal haklar yalnızca en varlıklı olan 5000 yurttaşa tanındı ve yönetim
tümüyle yeniden kurulan dörtyüzler meclisinin elinde toplandı. Fakat yeniden de­
mokratların koruyuculuğunu üstlenen Alkibiades'in zorlamasıyla, yönetim ilk önce
ılımlı bir oligarşiye dönüştü, sonra bir kez daha radikal demokratların eline geçti.
Art arda gelen bu darbeler sırasında iktidara gelen gruplar, karşıtlarına yönelik bir
yıldırma ve terör politikası izlemeyi yeğlediler.· Siyasal sürgünlerin ve cinayetlerin
sistematik bir biçimde uygulanması, partiler arası bir uzlaşma ortamının sağlanabil·
mesi olasılığını tümüyle ortadan kaldırdı.
1 .ö. 404'te Peloponnesos Savaşları son buldu. Atina'yı Sparta ordusuna tes­
lim eden aristokratlar, bunun yardımıy la oligarşiyi geri getirdiler. Aralarında Platon'
un dayısı Kritias'ın da bulunduğu otuz oligark, iktidara hakim olup tarihte "otuzlar
tiranlığı" olarak bilinen bir rejim oluşturdu lar. Otuzlar, poliste büyük bir törer esti ­
rip yalnızca demokrat muhaliflerini değil, fakat ılımlı aristokratlar ile mal varlıkları­
na göz koydukları zenginleri de ortadan kaldırdı lar. 6 5 Fakat bu yönetim de
diğerleri gibi fazla uzun ömürlü olamadı ; 1 .ö. 403'te sürgündeki demokratlar bir or ·
du oluşturdular ve otuzlar tiranlığını devirip demokrasiyi yeniden kurdular. Bundan
sonra Atina, Yunan dünyasında kültürel egemenliğini sürdürmekle birlikte, önemli
bir askeri ve siyasal güç olmaktan ç ıktı. 66
Atina'da olduğu gibi, diğer polislerde de görülen bu iktidar mücadeleleri, bü·
tün Yunan dünyasını kapsayan bir tür iç sa vaşın siyasal düzeydeki görünümleriydi.
Bir polisde sınıf savaşını yitiren ya da yitirecek gibi olan sınıf, çareyi öteki polisler­
de iktidarda bulunan aynı ya da yandaş sınıflardan yardım istemekte buluyordu.
Bağlaşıklıklar ile düşmanlıklar, polisler arasında olmaktan çok, ayrı polislerdeki de­
mokrasi ya da oligarşi yandaşları arasında kuruluyordu. Bir bakıma, tüm Yunan
dünyası, birbirine diş bileyen iki düşman partiye bölünmüş durumdaydı. Dahası,
l .ö. 4. yüzyılda değişen koşullar (örneğin toprakların ve servetlerin giderek da ha az
sayıda kişinin elinde toplanması ve köle emeğinin artması sonucunda iç pazarın dur·
gunlaşması ve işsizlik oranın ın artması 6 7 , çeşitli nedenlerden ötürü dış pazar ola·
naklarının daralmasıyla birlikte dışalımı yapılan yiyecek maddelerinde bir kıtlığın

65 "Otuzlar polisde daha güçlü bir hakimiyete ulaşır ulaşmaz, yurttaşlar arasında hiçbir sı­
.••

nıf farkı gözetmeksizin, zenginlik, soyluluk ya da saygınlık bakımından önde gelen her­
k6i öldürdüler. Amaçları, belli nedenlerden ötürü korktukları kimseleri ortadan kaldır·
mak ve aynı anda bunların mallarına el koymaktı. Kısa bir sürede en az bin beşyüz kişiyi
öldürdüler." Atinalıların Devleti, 35.
66 Peloponnesos Savaşları, paradoksal bir biçimde bu savaşlardan yengiyle çıkan Sparta'nın
da çöküşünü hızlandırdı: Büyük insan gücü kaybına uğrayan Sparta, bu savaşlarla zorunlu
olarak dışa açılıp (gücünü aldığı) kapalı bir toplum olma özelliğini yitirdi. Bunun sonu·
cunda Lykuı:gos'un düzeni, dıştan geleQ. etkilere karşı kendini koruyamayıp bir yozlaşma
süreci içine girdi. i.ö. 3 71 'de Thebai'ye yenilen Sparta, üstünlüğünü yitirip Yunan'ın sı­
radan bir polisi durumuna geldi.
67 Gordon Childe'a göre (s. 1 54) "dördüncü yüzyılda aşırı çoğalan ve mülkl�rindcn edilmiş
kır nüfusu için, kendilerini Pers kralına ya da diğer "barbatlara' ' kiralık asker olarak sat·
mak ya da korsanlığa ve haydutluğa haşlamaktan başka çıkış kapı n yoktu." Ksenophon'
un An.abasis adlı yapıtı, Pers tahtını ele geçirmeye k�ıkışan bir prensin ordusuna paralı
ask.er olarak katılmış olan 1 0.000 Yunanlının öyktisüdiir.

30
başgöstermesi), sınıf çatışmalarının gittikçe daha yaygın lık kazanarak sürmesine ne­
den oldular. Sonuçta, polis içi ve polisler arası savaşlardan zayıflayan Yunanistan,
l .ö. 339'da Khaironeia savaşı ile Makedonya'nın egemenliği altına girdi.
1 1 1 . Aleksandros'un (Büyük İskender) ölümünden sonra Yunan polisleri, Make­
d onya Krallığı'na karşı zaman zaman ve belli süreler için özgür kalabildiler. A tina,
l .ö. 229'da Makedonya boyunduruğundan kurtulup özgürlüğüne yeniden kavuştu.
Bu durum 1.ö. 1 46 yılına dek sürdü. Bu tarihte Yunanistan'ı işgal eden Roma, bu
toprakları kendine bağladı ; ancak, Atina ile Sparta'ya bir ayrıcalık olarak özgür kent
(ciuitates liberare) statüsü verdi. Diğer polisler, bağımlı kentler (civitates stipendia ­
riae) durumuna geldiler. Hepsi içişlerinde özgürdü, fakat Atina ile Sparta'nın asker­
lik yapmak, vergi vernıek gibi yükümlülükleri yoktu. i .ö. 86'da Yunan ayaklanmasını
bastıran Rom�l ılar, polisin hukuksal ve siyasal varlığ ına son verip bunu tarih sayfa­
sından sildiler.

31
B ÖLÜM il

DOCA FELSEFESi DÜŞÜNÜRLERi

Nietzsche'nin "Başka ulusların ermişleri (azizleri) vard1r, Yunanlıların ise bil­


geleri vardır"68 diyerek belirtmiş olduğu üzere felsefe, felsefi düşünce, Yunan dün­
yasında ortaya çıktı. i .ö. 6. yüzyılda, ekonomik ve toplumsal gelişmelerle birlikte
düşün�e alanında bir "devrim" başladı. Aristokratik dünya görüşünü içeren mitolo­
jik düşünüş, beliren· yeni toplumsal olguları ve insan ilişkilerindeki değişimleri açık­
lamada yetersiz kaldı. Yükselen orta sınıf, olaylara kendi açısından yaklaşarak, tan­
rılara başvurma gereksinimi duymayan laik ve soyut bir söylem kurma uğraşı içine
girdi.
Birer düşsel yaratı olan mitoslar, yalnızca insanların doğa olayları ve yaşamın
gizleri karşısında korkularını yenip, bunları i mgeler yoluyla açıklamalarına yardım
etmekle kalmaz; aynı zamanda mitoslar, toplumsal yapıyı ve edimleri yansıtıp meş­
rulaştırma işlevini görürler. Durkheim'ın deyişiyle, "Tanrı lar, toplumun simgesel
anlatımından başka bir şey değillerdir."69 Eski Yuna�da, Kahramanlık Çağı ardın­
dan oluşan yeni yaşam bi çimi, tanrıların ölümlü modelleri olan savaşcı soylulara ve
bunların düzenlerine _son verdiği gibi, tanrılara olan gereksinimi de ortadan kaldırdı.
Böylece "Homerik tanrılar yeryüzündeki Olympos'u terkedip göklerde kaybolunca,
tanrıların terkettiği doğanın kapıları bilime açıldı.11 70 Aklı körleten dinsel inançları
ve mitolojik açıklamaları . bir kenara koyup rasyonel bir düşünce üretmeye koyulan
ilk filozoflar , polise özgü somut koşullar içinde ortaya çıktılar. Bir bakıma felsefe,
polisin bir ürünü olarak belirdi ve gelişti. 71
·
68 Friedrich Nietzsche, Yunanlılann Trajik Çağında Felsefe, İstanbul, Bilim, Felsefe, Sanat
Yayİnları, 1 985, s. 2 7 .
69 Emile Durkheim, Lcs formcs elementaires de la vie religieuse, Paris, PUF, 1 960, liv. 111,
chap. 4'ten aktaran Pierre Ansart, ldeologies, conflits et pouvoir, Paris, PUF, 1 97 7, s. 23.
70 Gordon Childe, s. 1 44.
71 Coplcston'a göre "erken Yunan felsefesi, doğal olarak bireylerin çalışması elmasına kar­
şın, ayru zamanda Kent'in de ürünü idi. " (On-Sokratik F ı; lscfe, Sokrates ve Dönemi, İs­
tanbul, İdea, 1 986 s. 1 0 ) François Chatclet'nin deyişiyle ise " felsefe, bir baklma, Site'
nin ve demokrasinin kızıdır." ( " L' ldeologie de la Cit� grecquc", in Histoire dcs ideolo­
gics, Paris, Hachcttc, Cilt 1 , 1 9 7 8, s. 1 76.).

32
Yunan dünyasının en erken gelişme göstermiş bölgesinin, yani ( başta Miletos
olmak ·üzere) İyonya polislerinin çocukları olan ilk f ilozof lar , toplumsal ve siyasal
sorunlarla doğrudan uğraşmayıp, kosmos'a (evren) ilişkin sorunlara yanıtlar arama
yolunda sistemli ç a balara giriştiler. Bunlar, doğal olayları açıklamada kurgusal (spe­
külatif) akıl yürütme yollarını kullandılar ve tanrıları tümüyle hesap dışı bırakmak
gibi yürekli bir adım atıp kosmos'un yönetici gücü o larak tanrıların yerine doğa
yasasını koymak gibi kökten .farklı bir tutum ta kındılar. Bununla birlikte, i.ö. 6.
yüzyılda İyonya'da doğan bu felsefi düşünüş, mitoslardan tümüyle arınmış değildi.
Çünkü mitolojik düşünceden felsefi düşünceye geçiş, bir kopuş biçiminde değil, fa.
kat bir süreç içinde gerçekleşmişti. B u nedenden ötürü, Chatelet'nin de açıkça vur­
gulamış olduğu üzere, "mitosun naipliğinden felsefi mantığın hükümdarlığına geçiş,
bir yanda mitosun bir mantığı olduğunu, öte yanda felsefi gerçekliğin içinde hala
"efsane" gücü bulunduğunu göst�rmektedir. "72 Buna en iyi kanıt, çeşitli araştırma·
cı ve bilim adamlarınca Eski Yunan felsefesinin, hatta yalnızca felsefenin en büyük
düşünürü olarak kabul edilen Platon ' un da mitosları kullanmış olmasıdır. Fakat daha
ileri.de göreceğimiz gibi, Platonik mitoslar, filozofun belli felsefi düşüncelerinin
(sıradan insanların da anlayabilmeleri için) simgesel anlatımlarından başka bir şey
değillerdir; ya da bir başka deyişle mitoslar, Platon'un felsefesini daha iyi aktarabil·
mek için kullandığı simgesel araçlardır. 73
Erken Yunan felsefesinin, bir bakıma Batı i le Ooğu ' nun buluşma yerini oluş­
turan iyonya 'da ortaya çıkması, bu felsefenin. Doğu bilgeliğinden kaynaklanmış
olup olmadığı, örneğin Babil'den ya da Mısır'dan ödünç alınmış olup olmadığı SO·
rusunu gündeme getirmiştir. Çeşitli bilim adamları, belli bir etkinin olduğunu kabul
etmekte, ancak bunun abartılmaması gerektiğini de belirtmektedirler. Örneğin,
Leon Robin, Yunanlıların Doğululardan, çözmeye yöneldikleri temel sorunları ve
tecrübelerinin birikiminden kaynaklanan araçları almış olduklarını, fakat onlardan
önemli bir noktada ayrıldıklarını vurgular: Yunanlı lar, Doğu 'ya özgü kılgısal (pratik)
hesaplamaları, kazanca yönelik faydacı eğilimleri ya da ayrıntılara önem veren görü­
şü aşarak, ilkeler arayıp ortaya koyan salt kurgusal bir düşünceye yükselmişlerdi,74
Bir ba şka deyişle, temelde kılgısal bir amaç gütmeden bilime yönelmişler ve felsefi
düşünceyi gerçekleştirmişlerdi.75 Bu görüşü benimseyen Copleston'a göre ise, "M ı­
sırlıların kılgısal bahçıvan-matematiğinin ve Babil yı ldız falcılarının gökbilimsel

72 François Oıatelet. "Du mythe a la pensee rationnelle"in Histoire de la philosophic, Pa·


ris, Hachette, cilt 1, 1 972, s. 22.
73 ' ' Platon, onlan (mitostan) tümüyle özgür bir ruh içinde yaratmıştır. O, söylencelerinin
(mitoslarının ) etkisi altında kalmamış; onlan kendi amaçlan için, diyalektik ve etik dü­
şünce amaçlanna göre yönlendirmiştir. Gerçek söylence, bu felsefi özgürlüğe sahip değil­
dir. Çünkü, onun i�inde yaşamakta olduğu imgeler, imge olarak bilinmezler. Onlar simge
olarak kabul edilmeyip birer gerçeklik sayılırlar." Ernst C-assirer, Devlet Efsanesi, İstan­
bul, Remzi Kitabevi, 1 984, s. 57-58.
74 LC on Robin, u pensee grecque et les origineı de l'esprit scientifique, Paris, La renais­
sance du livre, 1 9 32, s. 40.
75 Platon da Yunanlılar ile Doğulular arasındaki bu farkı şöyle dile getirmişti: " Bilim tut·
kusu da bizim ülke insanlannın özelliği sayılabilir. Fenikelilerle Mısırlılardaysa hemen
göze çarpan bir para tutkusu vardır. " Devlet, 435 e. . Platon, bu göriişünü Nomoi ( H7
b.-c) diyalogunda yinelemişti.

33
gözlemlerinin Yunanlıları etkilediğini ve onlara önsel gereç sağlad ığını kabul etsek
bile, bu durum hiç bir biçimde Yunan dehasının özgünlüğüne karşı bir önyargı ya­
ratmayacaktır. " 76
Üstelik, her ·ne kadar ilk bili msel adımlar M ısırlılar tarafından atı lmış idiyse
de, bunu sağlayanların boş zamanı bulunan rah i p ler olmasından ötürü, bu ilk adım­
lar aynı zamanda son adımlar da olmuştu. Çünkü ortaya konan bilimsel doktrinler,
rahip lerin elinde dogmalara ve değişmez dinse l i nançlara dönüşmüşlerdi. Oysa, bu
bilimsel birikimden yararlanan Yunanl ı larda bir rahipler sınıfı yoktu ; bu duru mda
bilimsel düşünce, kalıplar içine sokulmadan, karşılıklı çürütmeler, karşıt savlar,
eleştiriler şeklinde gelişip ilerleme olanağına kavuştu.
Daha önce belirttiği miz üzere, · i l k filozoflar, hemen hemen yalnızca doğa
olayları üzerinde kurgusal akıl yürütüp doktrinler geliştirdiler. Ancak bunların ilgi le­
rini yöneltmiş oldukları doğa, insan ve toplumdan kopuk soyut bir doğa deği ldi .
Güdülen amaç, kosmos'un ilkesini, düzenini ortaya koymak ve böylece i nsanın i ç i n ­
de bulunduğu yeryüzündeki düzeni (oluşumu, değişimi v e ölümü) açıklamaktı.
.
lyc:ıy<llı filozoflar, koıımos'l!n tanrısal v.ırhkların gelişigüzel istekleriyle değ i l , ki şi­
sel olmayan ve değişmez bir yasa tarafından yöneltildiği düşüncesine, büyük bir ola­
sılıkla polisten hareket ederek; bir başka deyişle polis düzenini doğaya uygulayarak
ulaştılar. Çünkü polisin bir kişisel istençle ya da istekle değ i l , yasayla düzenlendiği
bir gerçekti. Po'is yasaları gibi. görünmez soyutlamalar, insan davranışını yönelte­
biliyor ve davranışları belli bazı aşağı yukarı önceden bilinebilen hareketler içinde
sınırlayabiliyorsa, benzeri ya.salar da doğa dünyasını yönetiyor olamazlar mıydı? 77
Bu soruya olumlu bir yanıt getiren filozoflar, doğal olayların ardındaki temel ilke­
yi ya da ilkeleri, deneye ve- gözleme başvurmadan akıl yoluyla bulup ortaya koydu­
lar.
Böylece theogonia'dan (tanrıların doğuşunun anlatımından) kosmogonia 'ya
(evrenin doğuşunun açıklanmasına) geçilmesiyle birlikte, daha sonraki felsefe sis­
temlerinin oluşmasın ı olumlu ya da · olumsuz biçimde etkileyen temel düşünceler
üreti ldi. Çok çeşitli tanrılar yerine, tek bir üstün {aşkın) istenç düşüncesi geliştiril­
di ; bu birlik anlayışı, polyteizm 'den (çok tilnrıcıhktan) monoteizm'e (tek tanrıcı­
lığa) giden kapıyı aralamış· oluyordu. Madde sorununa ağırlık veri lerek, doğadaki
l;rutün' farklı maddelerin türdeş, tek bir maddeye indirgenilmesine çalışıldı. Buna ba­
ğımlı olarak, dünyanın kaostan çıkmayıp tek bir ana maddeden kaynaklandığına ve
ona geri döndüğüne i lişkin düşUnce ön plana çıktı. Organik yaşamın döngüselliğin­
den hareket edilerek, maddenin çeşitli değişimlerden, dönüşümlerden etkilenmedi­
ği, kesinlikle yok olmaz bir niteliğe sahip bulunduğu ve ancak görünüşte ortadan
kalktığı i leri sürüldü. Buna göre, nasıl kaynatılan su yok o lmayıp buharlaşıyorsa ya
da yakılan katı bir madde ardında duman ve kül bırakıyorsa, varlıktan ( maddeden)
var-olmayana geçişin olamayacağı i l ke olarak ortaya kondu. Bu i l k bilimsel adımları
diğerleri izledi ve A'&rupa (ya da Batı) düşüncesinin temelleri.oluşmaya başladı.

76 Coples ton, s. 1 2.
77 William H. l\.lcNeill, s. 93.

34
A- İYONYA FElSEFESI

İyonya doğa felsefesi , mitolojik düşünceden tümüyle arınamamış olmasına kar·


şın, maddeden hareket etmiş ve evrenin düzenini açıklayan ilkeleri doğal güçlerde
bulmuştur. Bu bakımdan, İ yonya ok� lu düşünürleri, maddeci (materyalist) felsefe.
nin kurucuları olarak kabul edilirler. Ancak, bu filozofların ilke olarak saptadı kları
maddeyi, doğanın duyularla elde edilen bilgisinden değil de, bir soyutlama biçimin­
de elde ettikleri göz önünde bulundurulduğunda, bunların "soyut maddeciler" ola·
rak adlandırılmaları olası görünmektedir. 78
İyonya düşünürlerinden ilk üçünün M iletos polisinden olmaları bir rastlantı
sonucu değildir. Çünkü eski bir Girit kolonisi olan Miletos, bu dönemde Yunan dün .
yasının her bakımdan en gelişmiş polisiydi. Doğu ile yakın il işkiler i çinde bulunan
Miletos'ta, sosyo-ekonomik gelişmelere koşut olarak beliren güçlü bir orta sınıf, si­
yasal iktidarı elde etmek amacıyla soylulara karşı amansız bir mücadeleye girmiş­
ti. 7 9 Geleneksel yaprtarın, değer yargılarının, dünya görüşünün parçalanıp yok olma­
ya yüz tuttuğu bu polis, mitolojiyi dışlayan felsefi düşüncenin ortaya çıkması için
epey elverişli bir ortam oluşturuyordu.
a- THAl.ES (1.0.? 625-545), Nietzsche'nin deyişiyle, "doğaya derinliğine
bakmayı ilk denemiş olan yaratıcı bir üstadd_ır."80 ilk filozof olarak kabul edilen
Miletos'lu Thales, büyük bir olasılıkla hiçbir şey yazmamış, fakat yine de kısa bir sü·
rede bilgeliğin ve felsefenin simgesi durumuna gelmiştir. Hakkında yazılmış çeşitli
öykülere bakıldığında, onun hem soyut, hem de gözleme dayanan bir düşünüşe sa­
hip olduğu anlaşılmaktadır. Herodotos, Thales'in Lidyalılar ile Medler arasındaki bir
savaşın sonunda görülen güneş tutulmasını önceden saptayıp Miletoslulara bildir­
miş olduğunu ileri sürer.81 Aristoteles'e göre Thales, felsefenin kendisini yoksul bı­
raktığı için faydasız olduğunu söyleyenlere karşı filozofların isterlerse kolay zengin
olacaklarını göstermek istemiş; bu a.maçla zeytin ürününün bol olacağ ını önceden
görerek zeytinyağı presleri üzerinde tekelcilik yapmış ve büyük bir servet kazan·
m ış. 82 Platon ise Thales'ten alaycı bir dille söz eder : Onun gökteki yıldızlara bakar·
ken önündeki kuyuyu göremeyip bunun içine düştüğünü yazar. ( Fakat aynı zaman­
da böyle bir durumun gerçek sorunlarla ilgilenen her filozofun başına gelebileceğini
ekler)83 Mısır'a gidip Mısırlı rahiplerden dersler almış olan Thales, ülkesinin toplum­
sal ve siyasal sorunlarıyla da ilgilenmiştir. Pers tehlikesine karşı İyonya polislerinin
savunmaya yönelik bir konfederasyon şeklinde birleşmelerini salık veri p bunu ger­
çekleştirmeye çalışmıştır.

78 Copleston, s. 1 9.
79 Bertrand Russcll, Bati Felsefesi Tarihi 1 (Antikçağ), Ankara, Bilgi Yaymevi, 1 9 72, s. 94-
95.
80 Niet:ı:sche, s. 36.
81 Herodot Tarihi, 1 , 7 4, s. 47.
82 Politika, 1, i l , s. 25.
83 Theaitetoı, 1 74 a-b. Ari!toteles ile Platon'un aktırdıkları bu öyküler, Diog�ne L.ai:"rce'de
de (1, s. 52-55) yer almaktadır.

35
"Hiçten hiç bir şey oluşmaz" ilkesini benimseyen Thales için, hosmos 'un,
dolayısıyla her şeyin arkhe'si ( ilkesi) sudur (hydor) . Her şey, yaşamın ilkesi olan su·
dan türeyip suya geri döner. Her canlı ve cansız nesnede su bulunduğundan dolayı,
bir bakıma her şey "tanrısallıkla" doludur ve dünya tümüyle "tanrısaldır". Üstelik
bir disk biçiminde olan dünya, su üzerinde yüzmektedir .
Thales'in kosmos'un i�kesini ve dünyanın içinde yüzdüğü maddeyi, su olarak
kabul ederken, mitolojik bir öğe olan Okeanos'tan esinlenmiş olduğu söylenebi­
lir.34 Ancak doğaya ilişkin bu açıklamaları, onun mitolojik ve teolojik (ya da din­
sel) bir görüşü benimsediği anlamına gelmez. Tam tersine Thales, her şeyi tek bir
maddeye, yani suya indirgeyerek, mitoloji k kutsal düzen kavramının içerdiği çoklu­
ğu ve çeşitli farklılıkları (örneğin, dolaylı bir biçi mde toplumsal düzeydeki "soy lu­
lar ve diğerleri" farklılığını) yadsıma ve böylece dünyanın özerkl iği ile türdeş liğini
vurgulama yoluna gitmi ştir. Bundan başka Thales, büyük bir olasıl ıkla, suyu sözcük
an lamında almamış, fakat onu "herşey birdir" düşüncesini dile getirmek için bir
met.afor (mecaz) olarak kullanmıştır. Bir başka deyişle, "var-olanın birliğini görmüş
ve onu söylemek için su'dan söz etmiştir."85
b- ANAKSiMANDROS ( 1 .ö. ?61 0-545), Thales'in öğrencisi ve Miletos
okulunun ikinci düşünürüdür. Bir yeryüzü haritasını çizen ilk kişi olarak kabul edi­
len Anaksimandros'un yazdığı Peri Physeos (Doğa Üstüne) adlı kitap, felsefe tarihi­
nin ilk yazılı yapıtı sayılmaktadır. Anaksimandros, hocası Thales'in doğacı görüş le­
rini benimsemesine karşın, temel noktalarda ondan ayrılmaktadır. Bu iki düşünür
arasındaki farklılık, hatta karşıtlık, felsefenin ne denli bir (bireysel) düşünce özgürlü­
ğü ortamı içinde oluşup geliştiğinin açık bir göstergesidir.
Duyularla doğadan algılanan bir maddenin (örneğin suyun), sınırsız bir niteli­
ğe sahip bulunamayacağından ve oluşu da yeterince açıklayamayacağından ötürü,
evrenin ilkesi olamayacağı görüşünden hareket eden Anaksimandros, buna "sınırsız,
belirsiz" anlamına gelen 'apeiron adını verir. Bu i l ke, sonsuz, sınırsız, yaratılmaıaıı ı ş,
dolayısıyla yokolmayacak, yani ölümsüz, kendiliğinden varolan ve sürekli eylem
içinde bulunan soyut bir maddedir. Kendi deyişiyle "O, ne sudur, ne de öğeler
denilen şeylerden biridir, ama on lardan ayrı ve sonsuz bir doğadır ki, bundan gökle­
rin ve onların içerisindeki dünyaların tümü doğarlar."86
Doğa olaylarının temelinde, özellikleri duyularla bir veri durumuna getirile­
meyen apeiron bulunmaktadır. Çünkü biyolojik bir yaklaşımı benimseyen Anaksi­
mandros, oluşumu apeiron'dan kaynaklanan (sıcak-soğuk, yaş-kuru, katı-yumuşak,
karanlık-aydınlık gibi) karşıtların birbirleri üzerinde yaptıkları etki ile açıklar. Dün­
yanın düzeni ise, bir kez oluştu mu, karşıtların döngüsel süreçler içinde denkleşti-

84 Okyanus sözcüğünün kökenini olufturan Okmnos, Yunan mitologyasında yeryüzü kabu­


ğunu çepeçevre saran tanrısal akıntıdır, ya da Hcsiodos'un değişiyle "derin anaforlu"
Oheanos, ilk tannlardan Gaia ( toprak) ile Urarıoa'u n (gökyüzü) çocukları olan oniki 1J.
tan'ın il kidir.
85 Nietzschc, s. 38.
86 Aktaran: Coplcston, s. 25 ve Jean Voilquin, Les pc;nseun grccs av.ınt Socrate, Paris,
Llbrairic Garnier Freres, 1 941, s. 33.

36 .
ril meleriyle, karşılıklı dönüşüm yoluyla sağlanır. Bu değişim-dönüşüm, Anaksi·
mandros'un kısa bir silindir olarak betimlediği dünyanın içinden ç ıktığı apeiron 'a
geri dönmesine dek böylece sürüp gider. Evren düzeyinde oluş ve yok.oluş, sürekli
bir akıştır, sonu olmayan bir süreçtir; dünyalar yok olur, yenileri kurulur. Anak·
simandros'a göre, apeiron 'dan ayrılma ve gene ona geri dönme, toplum ve ahlak
olaylarında bulunan doğruluk, adalet kuralını andırır. Her nesnenin zaman içinde
belli bir dönemi, belirli bir süreci vardır. Bu süreci dolduran varlık yokolur, yerine
yenisi gelir.
Evreni ve dünyaları apeiron 'dan oluşturan Anaksimandros, doğadaki çeşitli
ve karmaşık olayları, tek, yalın bir nedene bağlamış olmaktadır: Her şeyin başı ve
sonu apeiron 'dur; her varl ık ve bunlar.arasındaki ilişki ler (olaylar), daha önce de be·
lirttiğimiz gi bi, apeiron 'dan kaynaklanan karşıtların yine apeiron 'la ilişkili bir zo.
runlu luğa ya da bir yasaya göre düzenli ve dengeli bir biçimde birbirlerine dönüş­
meleridir. Bu bakımdan evren, değişik görünüşte varl ıklar, nesneler içermesine kar·
şılık, kendi bütünlüğü içinde uyumlu, düzenli, dengeli bir yapı niteliği taşır. İ şte bu
nedenle Anaksimandros, bu düzenli bütünü adlandırmak için "düzgün süstakısı"
de mek olan kosmos sözcüğünü kullanmıştl' ve büyük bir olasılıkla kosmos'a bu yeni
anlamını kazandıran kişi odur.
Değişim-dönüşüm düşüncesini bir başka biçimde canlı varlıkların oluşumunu
açıklamak için de kullanan Anaksimandros'a göre, yaşam suyun içinde belirmiş ve
buradan karaya taşm ıştı. İ nsan da diğd hayvanlar gibi, ilk önce balıktan türemiş,
sonra karada çevreye uyum göstererek çeşitli dönüşümler geçirmiş ve bugünkü biçi­
mini almıştı. Görüldüğü gibi Anaksimandros'un bu düşünceleri, yüzyıllarca sonra
Darwin'in ortaya attığı evrim kuramının ilk tohumlarını oluşturmaktadırlar.
c- ANAKSIMENES ( İ .Ö . ?588-525) ile Miletos okulu son bulur; bunun en
önemli nedeni, İ .Ö. 494 yılında Miletos polisinin Persler tarafından ele geçirilip yı­
kı imasıdır. Kendinden önce gelen her iki düşünürün de etkilerini taşıyan Anaksi·
m enes, evrenin ilkesinin (arkhe), Anaksimandros gibi, sonsuz, biçimsiz ve sı nırsız
olduğunu vurgulamış ve bu ilkeyi, Thales gibi, deney ve gözlem dünyasında bulmuş­
tur. Önsüz-sonsuz olan bu ilke de havadır (aer).
Havayı yaşamın ilkesi olarak gören Arıaksimenes, bu düzeyde insan ile doğa
arasında bir koşutluk kurar: "Tıpkı ruhumuzun, hava olduğu için, bizi bir arada tut .
ması (yani, bireyin bütünlüğünü sağlaması) gibi , s,>luk ve hava da bütün dünyay ı ku.
şatır."8 7 İnsanlara can veren aer, aynı zamanda dünyayı canlandıran "tanrısallık"tır,
kosmos'un yaşamını sağlayan "ruh"tur. Hava bütün evreni kuşatmıştır ve kosmos
büyük bir soluk alıp verme ritminde yaşamaktadır. Felsefe tarihinde "ruh" kavramı­
nı kullanan ilk bilge olarak kabul edilen Anaksimenes, maddeci-doğacı yaklaşımıyla
ruha (psykhe, pneuma) soyut bir anlam yüklemeyip, onu somut bir madde olan
hava ile özdeşleştirme yoluna �itmiştir.88

87 Aktaranlar: Copleston, s. 27 ; Rusıı ell, s. 99; Leon Robin, s. 54 ve Walther Kranz, Antik
Fdsere.Metinler ve Açıklamalar, İstanbul, Sosyal Yayınlar; 1984, s. 36.
88 Psykhe sözcüğü, hem ruh, hem soluk anlamına gelmektedir.

37
Anaksimenes'e göre, oluşumu ve doğa olayların ı belirleyen, havan ın-özünde
aynı kalmakla birlikte- kendi başına devinip yoğunlaşarak ya da gevşeyerek çeşitli
biçi mlere ·girmesidir. Yoğunlaşma sonucu katı nesne ler, gevşeme sonucu yumuşak
ve boşluktı yay ılan, dağılan nesneler olu şur. Örneğin, hava gevşeyince ateş duru­
muna gelir; yoğunlaşmasıyla ise sırasıyla yeli ve bulutu , ardı ndan suyu, toprağı ve
tışı oluşturur. Bu oluş ve değişim süreklidir. Dünyayı ise Anaksimenes, yuvarlak,
düz bir tepsi biçiminde düşünmüş ve onun yassı l ığ ın da n ötürü havada bir yaprak gibi
dolaştığını belirtmiştir.
d- HERAKLEİTOS ( İ .ö. ?540-480), bir İ yonya lı, da ha doğrusu İ yonya
bölgesinin önemli polisleri nden Ephesos'un ( Efes) bir yurttaşı olmasına karşın, bir­
çok bilim adamınca iyonya okulunun bir. temsi lcisi olarak benimsenmez. Bunun te­
mel nedeni , Herakleitos'un belli ölçüde maddeci-doğacı yaklaşı m ı beni msemekle
birlikte, Güney l talya-E lea felsefesinden olumlu ve olumsuz etki lenerek Mi letoslu
öncüllerinin çok ötesinde kapsamlı bir felsefe oluşturmuş ve yal nızca Platon'un de­
ğil, fakat modern çağların düşün adamlarının ve filo zoflar ının kendisine atıf yapa­
madan edemedikleri bir kuram ortaya atmış olmasıdır. N ietzsche'ye göre " Herak­
leitos'un evrene gereksinmesi olmadığı halde, evrenin her zaman doğruya, dolayısıy­
la ona gereksinm_esi olacaktır."8 9
Ephesos'taki sınıf çatı şmalarını yaşamı ş bir aristokrat olan Herakleitos, Mile­
toslu bilgelerden farklı olarak, doğa-kosmos sorunuyla ilgilenmekle yeti nmemiş,
toplumsal ve siyasal sorunlar üzerinde de düşünceler üretmiştir. Sınıfsal köken iyle
tutarlı olarak halk kitleleri n i d ış lamış ve yalnız yüksek düzeydeki aydın ve bi lgelere
(bir başka deyi şle küçük sayıdaki en "iyiler"e) seslenerek yazılarını anlaşılması güç
bir biçimde ortaya koymuştur. Bu nedenle, çağında \ıeterince anlaşı lamamış olan
Herakleitos'a "karanlık" ya da "bulanık" anlamına gelen o sko teinos lakabı takıl­
mıştır. "Düşüncelerini öğrendiğim k i şi ler iç inde bilgeliğin bütü n şeylerden ayrı ol­
duğu anlayışına varan bir kişiye rastlamadım"90 diyen Herakleitos, yapay bir alçak­
gönüllülüğe kaçmadan, kimsenin bilgisinden esin lenmediğini ve gerçek bilgenin yal­
nızca kendisi olduğunu açtkça haykırmıştır. Üstelik bununla da yeti nmeyip, ken­
dinden önce gelen çeşitli düşünürleri çok sert bir dille eleştirmiştir. Ona göre, "pek
çok şeyin öğrenil mesi anlamayı öğretmez, yoksa Hesiodos ve Pythagoras, Kseno­
phanes ve Hekataeos öğretirdi onu ... Pythagoras yalanların başıdır."
E phesos'un bu "karanlık ve gururlu bilgesi", ateşi (pyr) kos mos un ilkesi ola­ '

rak kabul etmiştir. Herakleitos'a göre ateş, içinde tüm karşıtların eri diğ i birli ktir.
Evrenin kökeni ve özü ateş olduğunda n do layı, evren, tükenmez, can lı bir ateştir,
bir başka deyişle sürekli bir yanma sürecidir: " Her şeyi kapsayan bu biricik düzen
(yani kosmos) , ne tanrılar, ne de insanlar tarafından yaratılm ıştır ; o hep -ölçülere
göre yanan ve ölçülere göre sönen- sonsuz can l ı bir ateştir ve bu ateş olarak kala-

89 Nietzsche, s. 56.
90 Herakleitos'un günümüze kalmış yazılarının toplandığı Pery Physeos adlı yapıtından ya­
pılan alıntılar için bakınız: Copleston, s.-1 1 -5 2 ; Kra nz s. 5 7-7 1 ; Voilquin, s. 5 1 -6 7; Com­
,

9 1 -1 1 0 ; Robin, s. 86-94; Russell, s. 1 1 5 -1 23 ; Emile Brchier, Histoire de la Phi­


perz , s.
losophie, Paris, Llbrairie F�lix Alcan, Cilt 1 , J 9 '.1 8, s. 54-60.

38
caktır." Evrende herşey, insanlar bile, için için yanmaktadır. Herakleitos, bu yanma
benzetmesiyle kosmos'da hiçbir şeyin durucu, ka lıcı olmadığını, her şeyin bir varo­
luş, değişim ve dönüşüm süreci içinde bulunduğunu vurgulamaktadır. Boyuna akan
bir süreç olan kosmos da belli bir zamanda ateş tarafından kemirilip yok edilecektir
ve sonra yine ateşten doğacaktır. Bu, böylece dönüşümlü bir biçimde sürüp gidecek­
tir.
Oluşumu, ateşten kaynaklandıran ya da daha doğrusu ateşin yukarıdan aşağı ­
ya ve aşağıdan yukarıya biçimindeki iki tür devinimiyle açıklayan Herakleitos, her
şeyin bir akış içinde olduğu görüşünü felsefesinin odak noktasına yerleştirmiştir.
Onun bu evrensel akış öğretisi, daha sonraki düşünürlerce, belki de onun hiç kullan­
madığı panta rei (her şey akar) sözü ile dile getirilmiştir. Miletos'lu filozofların kos­
mo s un ilkesini belirterek, evrende ve doğada değişmez bir düzen bulunduğunu ile­
'

ri sürmelerine karşılık, Herakleitos kosmos'da değişmeyen tek şeyin "değişme yasa­


sı" olduğunu söyler. Onun, sürekli yanan ateşi, ilke (arkhe) olarak kabul etmesinin
bir nedeni de budur.9 1 Herakleitos, doğadaki sürekli değişimi şu sözleriyle belirt­
miştir: "Aynı ırmağa iki kez giremeyiz ; çünkü durmadan yeni sular akar gelir üze­
rimize... Aynı ırmağa hem gireriz, hem giremeyiz; hem biziz, hem değiliz." Aynı ır­
mağa iki kez girilemez; çünkü i kinci girişte, sular akıp başka sular geldiğinden ötürü
ırmak değişmiştir, o artık başka bir ırmaktır. Üstelik insanda da bu süre içinde deği­
şiklik olmuştur, ikinci kez ırmağa giren bir başka insandır.
Kosmos'daki bu sürekli değişim, karşıtların birbirleriyle olan çatışmalarının
ürünüdür. Herakleitos'a göre her nesne, her olay, her düşünce, karşıtını içerir. Fakat
bu karşıtlar, kendi aralarında bir birlik oluştururlar ve bunu da sağlayan karşıtların
savaşıdır. Bu nedenle evrende "savaş (polemos) , her şeyin atası ve kralıdır." Daha
açrkça söylemek gerekirse, her şey, savaşın karşıtları uzlaştırmasından meydana gel­
miş olan uyumlardır, birimlerdir. 91 Bu açıdan bakıldığında "iyi ile kötü", "soğuk ile
sıcak" ya da "ölüm ile yaşam" aynı şeylerdir. Karşıt güçlerin savaşının yarattığı di­
yalektik süreç içinde beliren varlıklara bakıldığında bir çokluk kanısına kapılınır.
Oysa evrende çokluk, bir "görünüş"tür, bunun da kaynağı sürekli değişim ve dönü­
şümdür. Çünkü, "bütün nesneler bir'den (yani ateşten) türer" ve "bilgelik, tüm şey­
lerin bir olduğunu doğrulamaktır." Böylece türlülük içinde birlik ve birlik içinde ay­
rım, karşıtlık anlayışını düşünülebilir kıl�n Herakleitos, var-0lanın yok olamayacağı­
nı da ortaya koymuş olur. Bu durumda ölüm, özünde ateş olan nesnelerin birbirine
dönüşmes.i , birbirini oluşturmasıdır. Kısaca, ölüm, bir dağılma, bir yok olma değil,
yeni bir nesneyi doğurmaktır.93

91 Hcraklcitos'un Zerdüştçülük'ten etkilenerek ateşi ilke olarak benimsemiş olduğu da ile­


ri süriilmüş tür.
92 " Birleş tirilecek karşıtlar
olmasaydı birlik olmazdı İnsanlar değişmede olaıun kendisi ile
•••

nasıl bağdaştığını bilmezler. O, karşıt gerilimlerin uyumlu kılınışıdır, yayın ve lirinki gi­
bi" diyen Herakleitos, genellikle, Hegcl'e ondan da Marx'a gidecek olan diyalektik bakış
açısını ilk kullanan düşünür olarak değerlendirilir.
93 Herakleitos, birbirleriyle çatışan karşıtların ayıu anda birbirlerinin varoluşlarını da hazır­
ladıklarına ve yaşam ile ölümün ayıu şey olduğuna ilişkin görüşlerini, kendine özgü "bu-

39
Herakleitos, felsefesini ilk aşamada maddeci temeller üzerine kurmasma kar­
şın, sonra idealist olarak nitelendirilebilecek bir yaklaşım benimser. Çünkü Ephe­
sos'lu filozof, karşıtların birleşmesini ve değişim-dönüşümlerin ardındaki değişmez­
liği sağlayan i ç kin bir birlik olduğunu vurgular. Bu, kosmos'da egemen olan yasadır,
düzendir, sözdür; bir başka anlatımla, evrenin genel uyumunu (harmonia) sağlayan
evrensel akıldır. Herakleitos, bunu logos olarak adlandırır. Evrendeki her değişim ve
dönüşüm, logos'a göre, yani bu "tanrısal" aklın gösterdiği belli bir düzene , belli bir
yasaya göre olur. Herşeyi düzenleyen logos, bütün bireylerde ortaklaşadır. Herakle­
itos, kosmos'da, dünyada "tanrısal" bir aklın egemen olduğunu söylemekle, bir an­
lamda panteizme ( kamutanrıcı lık) yaklaşmakta, yani "Tanrı" ile dünyayı özdeşleş­
tirmekte ve aynı zamanda Stoacı felsefeye giden yolu açmaktadır. 9 4
Logos kavra mından hareket eden Herakleitos, aristokrati k ideo lojiye yeni bir
boyut kazandırmıştır. Aristokratların toplumdaki egemen konumlarını soy, kal ı tı m
bağıyla açıklayan mitoloji k düşünceye karşılık, Herakleitos bu egemen liği onların
akıl üstünlüğüne, bilgeliğine bağlar. Aklı ön plana ç ıkartan bu düşüncesin in temelin­
de, insanların logos 'a katılmalarının eşit bir bi çi mde olmadığına ilişkin varsayım
yatmaktadır: "Logos (insanların) hepsinde ortaklaşadır. Ortaklaşa olana uyulmalı­
dır; fakat logos'un ortaklaşa o lmasına karşın, çokluk kendine özgü düşünceleri var­
mış gibi yaşıyor ... Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşleşir, uzaklaş­
tırılınca da sönerlerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logos'tan pay
alır, ayrılırsa logos 'suz kalır." Demek ki, evrensel akıldan alınan paylar eşit değildir.
Toplumda küçük bir azınlık oluşturan en-iyiler (yani soylular), logos 'tan çok pay al­
mışlardır; az pay alanlar ya da hiç almayanlar ise çokluktur, bunlar halkı oluşturur­
lar.
Herakleitos'un, Ephesos'ta soylulara karşı başarılı bir savaş vermiş olan halka
karşı duyduğu nefret çok büyüktür. Bu nedenle kitleleri açıkça aşağılamaktan, nef­
reti ni keskin bir bi çimde dile getirmek.ten de ka çınmamıştır : "En-iyiler bir şeyi bü­
tün şeylere yeğ tutarlar: Ölümlü şeylerin verdiği sonsuz ünü; çokl uk ise sığır gibi iş­
kembesini doldurur... Yetkin bir kişi, benim için bin lerce kişiye bedeldir ... Aptal
insan, her söz (logos) karşısında hep şaşkın şaşkın bakınır ... Onların aklı ya da dü­
şü ncesi nedir ki, "çokların kötü, azların iyi" olduğunu bilmeyerek, halk ozanlarına
kanıyorlar ve yığını öğretmen ediniyorlar." Bundan başka Herakleitos, halkın
inançlarına da saldırmış, gere k popüler dinleri, gerekse Homeros, Hesiodos gibi halk
ozanlarını sert bir dille eleştirmiştir.
Her Yunanlı gibi, Ephesos'un bu sözünü esirgemez aristokratı için de yasaların
büyük bir önemi vardır. Çünkü ona göre, polisde, toplumda düzeni sağlayan yasalar,

!anık" anlatımıyla şöyle dile g!!tİrmiştir: "Ateş havanın ölümünü yaşar, hava ate�in ölü­
münü yaşar, su toprağın ölümünü, toprak da suyun ölümünü yaşar••• Suya dönüşmek ru·

hun ölümü, toprağa dönüşmek suyun ölümüdür••• t11ümsüf1 er, ölümlülerdir; ölüm lüler,
ölümsüzler<lir; çünkü bunlann yaşamı onların ölümü, onlann yaşamı da bunların ölüm ü-
��" .
94 Miletos'lu filozofların ilkeleri (arkhe) birer " tann" olar.ı.k değerlendirildi�inde, bunların
sistemlerinin de panteist ( kamutanncı) bir anlayış ı yansıttıkları siiylcnebilir.

40
logos'la bir ili şki i ç indedirler ya da daha doğrusu ondan kaynaklanmalıdırl.ır. Bu
bakımdan toplumsal yasalar, kendi deyi şiyle "yurttaşların surları için döğüşlir gibi
döğüşmeleri gereken yasa lar ", kitlelerin buluşu değil, tanrısal bir nitelik ta ş ıyan ev­
rensel yasanın uygulanı ş ıdır. Ancak, bunu, "bil mediğinin ardı ndan havlayan köpek"
gibi olan ha lk anlayamaz. Logos'u kavrayabilip onun düzenini pozitif yasalar yolu,Y­
la yeryüzünde gerçekleştirebilecek o lanlar ise çok küçük bir azınl ıktır. Böylece He­
rakleitos, kıt akıllı, boş inançlar taşıyan halkı, "Bir"i bilen, evrensel akla katılan bil ­
gelerin, en-iyilerin ( bir ba şka deyi şle aristokratları n ) yönetmesi gerektiği sonucuna
ulaşmaktadır. Üste lik, halkın, ancak zorla kendi iyiliği yolunda davranmaya yönel­
ti lebileceği düşüncesini de ta ş ı ma ktad ı r .9 5
Fakat Ephesos'da Pers istilasından sonra i ktidarı ele geçirenler , demokratik
güçler olm uştur. Bu durum karş ısında büyük dü ş kırıkl ığına uğrayan Herakleitos,
içinde yaşad ığı toplumdan uzak ka lmayı bir bi lgelik saymış ve polisin yönetimini
elinde bu lundurmaktansa "çocuklarla oynamak daha iyidir" demiştir. Demokrasiyi
benimseyen yurttaşlarına ise şöyle seslenmeyi yeğlemi ştir : " Ephesoslulara yakışan,
yeti şkin kişilerin hepsinin kendilerini asması ve polisi yeti şkin olmayanlara bırak­
masıdır; onlar ki en değerli adamları olan Hermodoros'u96 "içimizden hiçbiri en de­
ğerli olmasın, olursa da başka yerde ve başkaları yanında olsun ! " diyerek kapı
dışarı ettiler .. E ksik olmasın sizlerden zenginl i k, ey E phososlular, kötü olduğunu­
.

zun bel li o l ması i çi n ! "


Herakleitos, savaş, kahramanlı!<, yürekl ilik gi bi aristokratik değerleri yücelt­
mek iç!n büyük özen göstermiş9 7 ve bu amaçla ruh kavramına ba şvurmuştur. Ona
göre ruh , bir ateştir. Güç ve erkle dolu olan cesur ruhlar -yanmayı sürdürdüklerinden
ötürü- bedenleri "ölünce" logos'la (bir anlamda Tanrı ile) birleşirler. Yumuşak ruh­
lar ise yok olurlar, daha doğrusu suya dönüşürler. Herakleitos bu söylediklerine yü­
rekten inanmış olmalı ki , Diogenes Laertius'un aktardığına göre, bedenindeki suyu
boşaltmak için her tarafını gübreyle kaplatmış, bunun sonucunda bitkin düşüp öl­
müştür.98
Son u ç olarak, Herakleitos'un fe lsefesinin mutlak olarak hi çbir şeyi kabul et:
mediği söylenebi lir. Ne mutlak bir iyi, ne de mutlak bir kötü vard ır. Bu nedenle,
bu felsefenin mantığı içinde hiçbir şey kesin li kle yadsınamayacağı gibi, hi çbir şey
de kısıtlamalar getirilmeden benimsenemez. Düşüncelerinin göreceliği, bu aristokrat

95 Herakleitos, bu konudaki düşüncelerini metaforlar ( mecazlar) yoluyla açıkl am ıştır: "Iler


hayvan, dövülerek götürülür çayıra E şekler, altından çok saman ister."
•••

96 l lermodoros, Herakleitos'un arkadaşıdır ve Roma'da 12 Levha Yasalarını kaleme almış


alanlan etkilemiş olan bir hukuk bilginidir.
97 Herakleitos, savaşı, insanlar arasına dinamizmi, canlılığı getiren (dolayısıyla onları yücel­
ten) bir öğe olarak ele almış olabilir. Bu açıdan ele alındığında onun, yüzyıllar öncesin­
den '.'vlachiavelli' nin ve özellikle Proudhon'un ö ncüsü olduğu söylenebilir. Herakleitos'ıı n
savaş konusunda söylediklerinden bazıları şunlardır: " Savaş (polemos), bazılarının tanrı,
diğerlerinin insan, birilerinin köle, ötekilerin özgür olduklarını bildirir ... Savaşta düş en­
ler, tanrılar ve insanlar tarafından onurlandırılırlar ve •en büyük ölüler en büyük yaz�ya
sahip olurlar."
98 Diogene Lıerce, il, s. 1 64.

41
filozofu, tarihi daha gerçekçi bir biçimde algılamaya yöneltmekte, fak.at aynı za .
manda onun herhangi bir kurumu kesin olarak görmesini engellemektedir. Daha
açıkçası, her şeyin değiştiğini, değişmek zorunda olduğunu vurgulayan Hcraklei­
tos, sınıfsal ideolojisiyle bir çelişkiye dü-şmekte ve hiçbir toplumsal-siyasal kurumun
(dolayısıyla aristokratik yapıların) kalıcı olmadığı sonucuna u laşmaktadır.
Herakleitos'un felsefesinin bir başka som:.:: u da, kuşkuculuğa (şüpheciliğe)
yol açabilecek bir anlayışı kendi içinde barı ndırmasıdır. Daha doğrusu, bu olgu,
tüm İyonya felsefesi kuramlarının ortak özelliğidir. Bu kuramların ister istemez kuş­
kuculuğun tohumlarını taşımaları, onların dünyadaki herşeyi temel bir maddeye in­
dirgemeleri nden kaynaklanmaktadır. Çünkü her şey sudan (ya da havadan ya da
apeiron 'dan ya da ateşten) türeyip yeniden buna geri dönüyorsa, gerçek olan yalnız­
ca bu temel� maddedir; diğerleri birer görüntüdür, aldatıcı birer yanılsamadır.
Odunun ya da taşın gerçekte odun ya da taş olmadıkları, bunların özünde su olduk­
ları kabul edildiğinde, duyumlardan kaynaklanan bilgilerin gerçekliği üzerinde bir
kuşkuya düşülmesi kaçınılmaz olur ve kuşku yalnızca bu d�zeyde kalmayabilir.99

B- GüNEY İTALYA FELSEFESİ

i .ö. VI. yüzyılda, Güney İtalya'da Yunan göçmenlerinin kurduğu polislerde,


İyonya filozoflarının doğacı-maddeci görüşlerini yadsıyan ve idealist nitelikler taşı­
yan felsefeler geliştirilmiştir. Bu felsefeler, Pythagorasçılık ve Elea Okulu · olmak
üzere iki ayrı grupta toplanabilir.
a- PYTHAGORASÇI FELSEFE: Bu felsefeye adını veren PYTHAGORAS
0
(i .ö. ?580-500), bir din tarikatının kurucusudur. Bu bakımdan felsefesi, dinsel bir
nitelik taşır. Doğduğu Samos (Sisam) adasından Güney italya'daki Kroton polisine
göç etmiş olan Pythagoras, daha sonraları efsanevi bir kişilik k.aunmıştır. Günümü­
ze yazdıklarından (eğer yazmışsa) hiçbir şey kalmamıştır. Bu nedenle, düşünceleri­
ni, öğrencilerinin kaleme aldıklarından ve onun (ya da Pythagorasçıların) hakkında
yazılmış kitaplardan öğrenmekteyiz.
Pythagoras'ın kurduğu dinsel felsefe okulunun, büyük ölçüde, VI. yüzyıl orta­
larında Yunanistan'da yayılmaya başlayan popüler bir dinden, Orphik ;ı kültürden
esinlendiği ve doğunun gizemli dinlerinin etkilerini taşıdığı görülmektedir. Pythago­
rasçılık, gizemli bir niteliğe bürünerek, bakla yememek, beyaz horoza dokunmamak,
karanlıkta konuşmamak gibi olumsuz kurallar içeren kapalı bir din tarikatı biçimin­
de yayılmaya çalışmıştır. Günümüzde bu kuralların, gerçekte ilkel tabu kavramları­
na ilişkin oldukları ve hiçbir si mgesel anlam taşımadıkları kabul edilmektedir. ı o o
Hemen hemen her din gibi, Pythagorasçılık da ölümden sonra mutlu bir yaşam

99 Sofistler, kuşkuculuğun bir üst aşam;ısını oluşturacaklardır. Bu konuda l\facit Gökberk


(Fclsde Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 9 80, s. 26'da) "Herakleitos'un öğretisinden,
bir obje için salt doğru bir yargının olamayacağı mantıksal sonucu çıkanlabilir; nitekim
Sofistler bu sonucu çıkanp şüpheciliğ e varmışlardır." diy� yazar.
1 00 Brehier, s. 5 1 ; Russell, s. 1 04.

42
düşüncesini i ş lemiş ve bu dünyayı hor gören bir anlayışa sahip olmuştur.1 0 1
Matemati kçi olan Pythagoras, kosmos 'un i l kesinin (arkhe) sayılar olduğunu
söyleyerek İ yonya felsefesinin doğacı -maddeci anlay ışın ı yadsı mış ve idealist bir
dünya görüşünü benimsemiştir. Pythagorasçılığa göre, evren bir sayılar uyumudur
(harmonia) . Somut varlıklar olarak tasarlanan say�lar, dünyadaki her nesnenin, her
düşüncen in aslıdırlar, ilkeleridirler. Örneğin Bir sayısı tanrıdır, bir ba şka sayı ruhtur,
bir başkası adalettir, akıldır vb. Pythagorasçı bir bilge olan Phil olaos, bu konuda
şöyle yazmıştır : "Bütün tan ınan (bilinen) şeylerde sayı vardır muhakkak; çünkü bu
olmadan herhangi bir şeyi düşünceyle kavramak ya da tanımak olanak�ızdır. " 1 02
Sa y ı la r tek ile ç ift ya da sınırl ı ile sı nırsız diye i kiye ayrı l ır . Bu temel karşıtlık, ken­
dini, varlık türlerinde erkek-dişi, bir-çok, aydınlı k-karanlık, sağ -sol , iyi-kötü vb. ola­
ra k ikili karşı tL:ır biçim inde gösterir. Bu i kicili kçi (düalist) anlayış, bu düzeyde ka l ­
maz; karşıtlar bir uyuma, "çokluktı birlik" olan bir uyuma varırlar v e b u uyum
kozmik bir düzenin olduğunu güsterir.
Evrende sayılardan kaynaklanan bir düzenin bulunduğunu be lirten Pythago­
ras ç ı lar, bu düzeni yeryüzünde de egemen kı lmayı ama ç larlar. Toplumsal ·ve siyasal
gelişmelerin , demokrati k devri mlerin dünyadaki uyumu bozdukları görüşündedirler.
· Herkes her işe karışmaktadır. Oysa düzenin gerçekleşebi lmesi için, yetkin bir sayı
olan kare sayısının belirttiği adaleti n yerleşmesi, yani her kişinin yaradılışına uygun
yerlerde bulunması gerekir. Çünkü her i nsa n üç öğeden oluşmuştur: Akıl, ruh (yü­
reklilik) ve istek. Akıl, diğer iki öğeye göre daha üstündür. Fakat bazı insanlarda akıl,
baz ı larında ruh, çoğunluğu oluşturan diğerlerinde ise istek öğesi egemendir. Ö y ley­
se akıl öğesinin ağır bastığı kişi ler (yani bilgeler, daha doğrusu Pythagorasçı bilge­
ler) topluma egemen olup, ruh ve istek öğelerinin hakim olduğu insanları
y önetmelidirler.
Organizmacı toplum görüşüne ulaşan Pythagorasçılar, toplumun da üç bölüm­
den olu ştuğunu belirterek, her kişinin doğuştan yönlendirildiği toplumsal bölümün­
de ( sınıfında) kalıp, bunun gerektirdiği i ş lerle uğraş masını salık verirler. Akıllıların
iktidarda bulunmaları, yürekl ilerin savaş iş leriyle uğraşmalar ı , isteklere tutkun kişi­
leri n ise tüm toplumun gereksinmelerini karşılamaları şeklinde ki iş bölümüne dayalı
üçlü sınıflandırma, kendi deyişleriyle toplumda "eşitliği " sağlamanın ve düze.ni kur­
manın biricik yoludur. Gerçekte, tarika tların ın içinde kadın.erkek eşitliğini benim­
seyen ve ortak mülkiyete dayalı ortaklaşacı bir yaşayış.ı uygulayan Pythagorasçılar,
topl umsal düzeyde hiyerarşik, eşitsizlikçi bir model i savunmaktadırlar.
Pythagoras ve yandaşları, bu toplumsal görüşlerine reenkarnasyon (ruhların
göçü) öğretisiy le dinsel bir boyut kazandırmışlardır . 1 0 3 • Ruhun öl mezliğinden hare-

1 Ol Conford'a göre, "Py thagoras'ın esin verdiği bütün sistemler, bütün değerleri tanrının gö­
rünmez birliğine yöneltmişler ve görünür dünyayı yanlış, yarultıcı ve tanrısal ışığın pus ve
karanlıkları içinde kırılıp gölgelendiği bulanık bir aracı olacak kınamışlar, dolayısıyla baş­
ka b i r dünyanın adamı o l ara k yaşamışlardır. '' Aktaran: Russel l s . 1 0 5.
1 02 Kranz, s. 1 30 ; Picrre Thcil, Dünyamızı Kuranlar, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1 9 79, s. 1 1 2.
l 03 Reenkamasyon öğretisi, Pythagorasçılann b ir buluşu d�ğildir. Hcrodotos'a göre (II,
1 23) b u öğretiyi ilk ortaya koyanlar Mısırlılardır.

43
kefeden bu öğre tiye göre, ruhlar, yeryüzünde bir sınav vermektedirler. Ya şa mın tek
J macı, ruhu arındırmaktır ; bir ba şka deyişle sürekli doğmaktan kurtulmak için tan­
rısa l l ı ğa katılmaya çal ışarak genci Ruh'a dönme ktir. Beden kafesinde {m ezarında)
tu tuklu bulunan ruh, ö l çülü, erde mli bir yaşam s�rüp, akla-�e ruhsal değerlere önem
verdiği sürece daha i yi beden lere geçer; örneğ i n , sınıf değiştirerek toplumsal hiye­
rarşinin basamaklarını tırmanırcasına, bir tüccarın bedeninden bir askerinkine, ora­
dan da bir bilge kişinin bedenine yükselir. Son u ç ta , bu dünyadan kur tu lup "Tanr ı "
ya u laşır. Kötü sınav veren ruh lar ise, hayva n lar ı n , hatta bi tki l erin bedeninde tutuk­
1 04
lan ıp yeniden doğmak zorunda ka l ır lar.
Pythagorasçı bilgeler, bir ara Kroton 'da iktidarı ele geçirerek, toplumsal ve
siyasal görüşlerini uygulama olanağ ına kavu ş m u ş lardır. Fakat daha sonra ayaklanan
ha l k, kendi aralarında "eşi tlik ve orta k l ı k " ilkesini uygulayan Pythagorasçıların bir
çoğunu öldürüp d iğerleri n i kaçmaya zorlamı ştır. Pythagorasçı bi lgeler to plu luğu­
n un dağ ı l ması sonucunda, bunlar ın düşünceleri tüm Yunanistan'a yayılacaktır. Özel­
l i k. le Platon'un, Sokrates kana l ı y la , birçok Pythagorasçı düşünceyi benimsediği
görülecektir.
b- E LEA OKULU: Güney İ talya'nın E lea polisinde ortaya çıkan bu oku l ,
İ yonya felsefesi n i n , özel likle Herakleitos' un düşüncelerinin tam karşıt kutbu nda yer

a l maktadır. İ yonya'nın K o lophon polisinde doğup genç yaş larda Güney İ talya'ya
göç etmiş ve E lea'da ölmüş olan K S E N O P H A N E S ( 1 .ö. 569-477), bu okuldan s;ı.

yılmamakla birlikte, ortay.a koyduğu te'k Tanrı kavra m ı ile Elea felsefesini etki lemiş
olan bir düşünürdür. A n thropomorphe ( i n sa n b i çi ml i ) tanrı anlayışına kar şı açıkça
savaş açmış ve· bu nedenle tanrıları i n sa n lar gibi tasarlayıp, on lara insan lara özgü
özellikleri yüklemiş olan Homeros ile Hesiodos'a ağır eleştiriler yöneltmiştir. H�r
insan to pluluğunun, tanrı ları ken d i l erine ben zer bir biçimde algıladıklarını alayca
1 05
bir d i l le belirt m i ş ve bunun ne den l i sa ç ma olduğunu göstermeye çal ış m ıştır.
Ta nrı, Ksenophanes'in inancın a göre birdir ve küre biçimindedir. "Bir olan
Tanrı, ki tanrı lar ve insan lar arasında en u l u d ut, ne biçi mde, ne de düşüncede ölü m ­
lülere ben zer ." Ksenophanes'in "salt görme v e i ş i tme" olarak tanımladığı tek Tanrı,
1 06
öncesiz ve sonrasız olmanın dı ş ın da , devin i m sizdir de. Üstel i k kendisi devi nme­
yen Tanrı, her şeyi düşünceleri ile yönetme kte ve her şeye devinim ve yaşam sağla­
maktadır. Böylece Ksenophanes, bu tanrı ta sar ı m ı i le , tekta nrıcılığa (monotheisme)
doğr u bir adım atmakla kalma m ı ş , ard ı n da n gelen filozoflara { ne şekilde adlandır­
m ı ş olurlarsa olsunlar) " tanrısal m utlak Bir " anlayışını kal ıt o!arak bırakmıştır.

1 04 Ksenophon'a göre Pythagoras, köpeğini döven bir adama şöyle seslenmiş : "Dur, vurma
bu köpeğe, çünkü o nda do>"tlanmdan birinin ruhu var. Sesini duyunca tanıdım ben bu
ruhu." Diogene lıerce, il, s. 1 3 7.
1 05 " ... Habeş ler tanrılanru kendi leri gibi kara ve yassı burunlu ; Trakyalılar sarışın ve ma�i
gözlü diye düşünürler. Böyle olunca, e�er ök üzlerin ve atların ya da as lanların elleri olsay­
dı, ve elleri ile rt-sim yapabilseler ve insanb.nn yaptıkları gibi sanat çalışmaları üretebilse­
lcrdi, atlar tanrıların biçimlerini atb.r gibi, öküzler öküzler gibi çizecekler ve bedenlerini
kendi çqitli türlerinin imgeleri içinde yapacaklardı. Oysa, tannlar ne arslan biçiminde·
ıle zenciler gibidirler, ne de Y u na n heykelle rin de olduğu gibi insan kılığındadır·
dirlcr, ne
!ar." Aktaranlar: Gökberk, s. 27 ; Copleston, s.. 5 3 ; Voilquin, s. 45.
1 06 Tann'nın de,inimsizliği, onun salt ( mutlak) düzen oluşunu göstermektedir.

44
Ksenophanes'in öğrencisi olan PARMENİOES _(i.ö. ? 540- ?), Elea okulunun
kurucusu ve en önemli düşünürüdür. Elca'da devlet adamı, yasa koyucu olarak da rol
oynamış olan Parmenides, yapıtlarını şiirsel bir biçimde kaleme alm ıştır. Platon'u
derinden etkileyecek olan bilgi kuramı, biri Doğru ya da Gerçek (A letheia), öteki
Sanı (Doksa) olmak üzere iki temel kavram ·üzerine kuruludur. Duyularla elde edilen
bilgi, yani sanı, kişiyi yanılgılara, yanlışlara sürükler; çünkü bu, gerçek olmayan, ge­
lip geçici dünyanın bilgisidir. Oysa, doğru bilgi , yalnızca gerçek'e, yani var-olana
ilişkindir. Böylece Parmenides'in felsefesinin odak noktasını varlık sorunu oluştur­
makta ya da daha doğrusu felsefesi varlığın bilimi niteliğini kazanmaktadır.
Ger çek olan, Parmenides'e göre, var-alandır, Varlık'tır. Varlık, Bir'dir, doğma­
mış, yok olmayacak kendi içine kapalı bir birliktir, değişmez, bölünmez, devinim­
siz ve sürekli bir bütündür. Var-olmayanın var olduğunu söylemekle mantıksal bir
çelişkiye düşüldüğünü belirten Parmenides, Herakleitos'un felsefesini tümüyle yadsı­
yarak çokluğun, değişimin ve devinimin olanaksızlığını ortaya koyar. Ona göre,
nesnelerin sürekli bir değişim-devinim içinde olduğunu gösteren ve varlığın çok
değişik türlerinin bulunduğu sanısını uyandıran, duyulardır. Bir düşten daha gerçek
olmayan bu dünyadan deneyle, gözlemle elde edilen duyu algıları, bilginin yanl ış
kaynağıdır. Temelde yanılgının kaynağı, var olmayanı varsaymaktır.
"Ahmak, göze, sesleri çınlatan kulağa ya da dile inanma; yalnız düşüncenin
gücü ile incele!.. Yalnız var-olan vardır ve ancak o düşünülebilir."107 diye haykıran
Parmenides, gerçeğe ulaşmanın ancak salt düşünme ile, akıl ile olası olduğunu belir­
tir. Demek ki, deneyi bir yana bırakarak, yalnız akıl i lkelerine dayanıp Bir olan Var­
lık'ı düşünmek gerekir; gerçek bilgiye ulaşmanın kesin yolu da budur. Gerçeği kav­
ramak isteyen kişi, göze, kulağa, dile değil, akla (logos) bağlanmak zorundadır.
Böylece Parmenides'in felsefesi, duyu ile aklı ve bunların alanları olan fizik ile meta­
fiziği uzlaşmaz bir biçimde birbirinden ayırmaktadır.108 Dahası bu Varlık anlayışı,
toplumdaki tüm çelişkileri ve değişimleri felsefi planda yadsımış olur.
Varlık 'ı hocasının etkisinde kalarak küre biçiminde bir cisim olarak tasarlayan
Parmenides, öğretisinin mantığı i çinde ölümün de bir yanılgı olduğu sonucuna ulaş­
maktadır: Ölüm bir yokluk olduğuna göre, var-olanın ölmesi, yokluğa dönüşmesi
olanaksızdır. Parmenides, düşüncelerini varlık-yokluk karşıtlığı bağlantısı içinde
geliştirmesinden ve salt kavramlarla çalışmasından ötürü, Yunan diyalektik yönte­
minin babası olarak nitelendiril mektedir.
Bu diyalektik yöntemi başarıyla kullanmış olan düşünür Elealı ZENON'dur
(İ.ö. ?490-430). Zenon, hocası Parmenides'in Bir'in biricik gerçek varlık olduğu
öğretisini, çokluğu ve devinimi varsaymanın düşünülemeyeceğini, böyle bir düşün­
cenin çelişkilere yol açacağını, getirdiği çeşitli mantıksal kanıtlarla göstererek

1 07 Gökberk, s. 28 ; Ru�ell, s. 1 2 8 ; Nietzsche, s. 64.


1 08 Nietzsche'ye göre (s. 64), "·- Parmenides, bir yandan duyulan, öte yandan soyutlamalari
düşünmek yetisini, yani aklı, büsbütün ayn yetiler imiş gibi, birbirinden uzağa atmakla.
zekanın (intellekt'in) kendisini çürüttü ve çok yanlJJjlı olan, özellikle Platon' dan beri fel­
sefenin üzerine bir lanetlenme gibi çöken "zihin", " beden" ikiliğini kurmaya cesaret ver­
di."

45
desteklemeye çalışmıştır. 109 Parmenides'in bir diğer öğrencisi Sisam'lı (Samos'lu)
M E LİSSOS ise, hocasının Varlık öğretisini yinelemiş, fakat ondan farklı olarak var­
olanın sonlu değil, sonsuz olması gerektiğini ileri sürmüştür.

C- DEMOKRASİLERİN DOGA FELSEFEdLERİ

a- EMPEDOKLES ( i .ö. ?492-432), Sicilya adasının Akragas (Agrigentum)


polisinde doğmuştur. Aristokratik bir aileden gelmesine karşın, kendisine önerilen ·
krallığı reddetmiş ve demokratik kurumların, değerlerin yerleşmesine çalışmıştır.
Soyluların, zenginlerin lüks tutkularını eleştirip, basit ve gö_sterişsiz bir yaşam biçi­
mini savunmuş olan Empedokles, Akragas'da aristokrasiye özgü "Binler Konseyi"ni
kaldırmış ve onun yerine bir halk meclisi kurmuştur. Fakat daha sonraları, kendisi­
nin insanlara "doğru"yu getiren tanrısal bir kişi olduğunu ileri sürmeye başlamış ve
bu tanrısal görevini yerine getirebilmek amacıyla Güney 1 talya'da ve Yunan yarım­
.
adasında uzun geziler yapmıştır. Diogenes Lıertius'un aktardığı bir söylentiye göre,
ölümsüzlüğünü kanıtlamak ya da tanrısallığını göstermek için kendini Etna Yanar­
dağı'na atarak yaşamına son vermiştir.1 1 0 Buna karşılık, onun sürgüne gönderildiği
Peloponnesos'ta ölmüş olduğu da ileri sürülmüştür.
Düşüncelerini Peri Physeos (Doğa Üstüne) ve Katharmoi (Arınmalar) adlı ya­
pıtlarında şiirsel bir dille ortaya koyan Empedokles, bir bakıma, Parmenides ile He­
rakleitos'un felsefelerini uzlaştırma yoluna gitmiştir. Büyük ölçüde Parmenides'in
Varlık anlayışını benimsemiş, ancak bunu Birlik içinde değil de Çokluk içinde ele
almış, dahası devinim ile değişimin yadsınamayacağını belirtip bunları açıklamaya
çalışmıştır. Empedokles, kosmos'un ilkelerini, daha önce lyonyalı filozofların orta­
ya koydukları su, hava ve ateşe bir de toprağı ekleyip, dört tane olara k belirlemiş­
dir. Bunlar, bütün nesnelerin öğeleridir, kendi deyişiyle "her şeyin kökenleri"dir.
Aynı zamanda bu dört öğe, yani ateş, hava, toprak ve su, fiziksel dünyada görülen
dört temel niteliğin, yani sıcak, soğuk, kuru ve nemlinin taşıyıcısıdırlar. ı ı ı a
Bu dört maddesel öğe, Parmenides'in Varlık'ı gibi , öncesiz-sonrasızdır, değiş­
metler ve kendilerinde devinim yoktur. Fakat sürekli olan bu öğeler, en son madde­
sel parçacıklar biçiminde, ayrı oranlarda birbirleriyle karışarak, çeşitli varlık türle­
rini oluştururlar. Demek ki nesneler, öğelerin (ya da temel maddelerin) karışımı yo­
luyla varoluş durumuna geçerler ve bu karışımın dağılmasıyla yok olurlar. Öğelerin
kendileri devinimi içermediklerinden ötürü, bunları devindiren, birbirleriyle kaynaş­
tırıp çözen dışsal bir güç olmalıdır. Empedokles'e göre devinimin nedeni, Sevgi

1 09 Platon Parmcnidcs ( l 28 b.) adlı-diyaloğunda P3nnenides ile Zenon'un düşüncelerini açık­


ça anlat m ış ve Zenon'un (bugün yitik olan) kitabının Parmenid es'in usavunnalarının bir
savunusu olarak amaçlanmış olduğunu açıklamıştır.
1 1 0 Diogcne LaCrce, n, s. 1 49.
11 la Empedokles,'" mitolojik bir dil k u llanarak, b u 4 öğeyi tanrısallaştİrma yoluna da gitmiş­
tir: "Dört kökünü dinle sen önce bütün şeylerin : Parlayan Zeus (dteş), yaş;ım veren Hera
( toprak) , Hades (hava) ve ölümlü kaynaklan göz yaşlarıyla besleyen Nestis (su)." - W.
Kranz, s. 109 ve L. Robin, s. 1 22.

46
(Philotes) ve Nefret (Neikos) adını verdiği iki karşıt güçtür. Temel maddelerin kay­
naşmasını, birleşmesini sağlayan Sevgi 'dir; dağılma, dolayısıyla yok olma ise Nefret'
ten kayna klanır. Böy lece madde ile güç (yani maddeyi devindirip oluşu sağlayan ne­
de n ) , i lk o larak, E m pedokles'in kuramında iki ayrı i lke biçiminde ortaya çıkm ı ş­
lardır. Evren, bu iki karşıt gücün savaş alanıdır; sırayla, d öngüsel olarak birbirlerine
üstünlük sağlarlar. E mpedokles yaşadığı zaman ı , Nefret'in i lerleyip Sevgi 'nin gerile­
diği bir dönem o larak n i telendir miştir.
Pythagorasçı i na n ç ları olan E mpedokles, ruhların göçü öğretisini benimseyip
.sıvun muştur. Ona göre bedene can l ıl ığını veren ruhtur. B u bakımdan ölüm, ruhun
bir başka bedene geçmek i çin i ç inde bulunduğu bedenden ayrılmasıdır. Buna karşı­
lık ruh, "etten yap ı l m ı ş yabancı bir gömleğe geçince", bu yeni bedene can lılık verir.
Öyleyse ölüm ayrılma, can l ı l ı k birleşmedir; insanların ölüm ve doğum diye adlandır­
d ı k İ arı şey ger çekte yoktur.
E mpedokles, her şeyi dört temel maddeden türeterek duyumcu (sensüalist)
bir bilgi öğretisini de a ç ıkça ortaya koyan ilk düşünürdür. Duyuların önemini vur­
gu layan yazılarında, i nsa n ların evreni anlayamayacakların ı ya da bunu ancak bilgele­
ri n başarabi leceğin i i leri süren görüş lere karşılık, her insan ı n bu yeteneğe sahip
olduğu belirti lir. Çünkü kosmos gibi, insan da aynı dört öğeden oluşmu ştur; bu ne­
denle bütün insanlar, duyuları i le, evreni ve evrendeki olayları a nlarlar, kavrar­
lllb
lar. Bi lginin kaynağını duyumlara dayandıran Empedokles'in b u öğretisi, belli
bir ölçüde de olsa, herkesin evren hakkında bilgi sahibi olabileceğini ilert sürmesin­
den ötürü, insanların eşitliği düşüncesine ulaşmaktadır.

b- ANAKSAGORAS ( l .ö. ? 500 - 428), İyonya'nın K lazomenai polisinde


doğmuş ve kırk yaşlarında Atina'ya göç etmiştir. Otuz yıl kaldığı Atina'da Peri k­
les'in dostluğunu. kazanmış ve burada birçok öğrenci yetiştirerek, daha sonraları bu
polisin felsefe a lanında önemli bir atılım gerçekleştirip görkemli bir yere ulaşmasına
büyük katkıda bulunmuştur. Fakat Peloponnessos Savaşlarının hemen başında, do­
laylı bir biçimde Peri kles'e vurmak isteyen siyasal karşıtlarmca, dinsizlikle suçlan­
11
mıştır . 2 Bunun üzerine, büyük bir olasılıkla Peri kles'in yardımıyla, Atina'dan ka ç·
mış ve yaşamının son yıllarını Lampsakos 'ta { Lapseki) geçirmiştir.
Siyasete i lgi duymayıp bilgece bir yaşam sirmüş olan Anaksagoras'ın düşünce­
lerinde, döneminin kararsızlıklarının ve ciretli girişim lerinin yansıdığı görülmekte­
dir. "Şey lerin bütünü sürekli olaralç kendine eşittir.:" 1 1 3· diyen Anaksagoras, Empe­
dokles gibi, E lea felSefesindeki var-olanın {varhk'ın) değişmezliği il kesinden yola

lllb "Bizim içimizdeki toprakla toprağı, suyla suyu, havayla tanrısal havayı, ateş le yıkıcı
ateşi, sevgiyle sevgiyive nefretle acı veren nefreti tanırız." Aktaran: Voilquin, s. 1 1 6.
112 Platon'a göre Anaksagoras, AtinaWarın birer tanrı olarak gördükleri güneşin taştan, ayın
da topraktan olduğunu ileri sürdüğü için dinsizlikle suçlandınlmıştır. (Sok.rates'in Savun­
ması 26 d.) Aristophanes, Bulutlar adlı yapıtında, Anaksagoras' ın Zeuıı'u, tanrıları yad-·
sımaya varan gökbilime ilişkin düşüncelerini Sokrates'e söyletmiştir. ( Bulutlar, İstanbul,
Maarif Basımevi, 1 95 7, s. 20-24 ) .

113 Anaksagoras 'tan yapılan alıntılar i çin bakınız. Robin, s. 1 47-154; ·Voilquin, s. 1 29-1 42.
Gomperz, s. 245-263; Kranz, s. 1 43-1 5 1 ; Copleston; s. 79-8 6 ; Brehier, s. 70-73.

47
çıkar ve bu felsefeyi ço�luk ve devi nim i le uzlaştırır. Ona göre " Helenler varlığa
gelişi ve yok oluşu doğru olarak anlamamaktadırlar; çünkü hi ç bir nesne doğma?ığı
gi bi öl mez de, fakat hepsi var -otan şeylerin karışmasıyla oluşur ve bun ların ayr_ı lma­
sıyla dağ ı lır. Bu nedenle Helenler, doğuma (oluşuma} karışım, yok olmaya da ayrı­
şım deseler daha doğru olur." Buraya kadar Empedokles ile aynı düşünceleri payla­
şan Ana ksagoras, öğeleri n, yani var-olanların sayısı üzerinde ondan ayrılır: Doğadaki
çeşitl iliği ve olayları açıklamada dört öğenin yetersiz ka ldığını belirtip, temel ya da
kurucu maddelerin sonsuz sayıda olduklarını ileri sürer.
Anaksagoras'a göre bu temel maddeler (seprma 'lar), evrenin başlangıcında bir
arada, düzensiz bir yığın (kaos) olarak bulunuyorlardı . Sonra, belli aşamalarla bu
yığından ayrılan sperma'lar, sonsuz bölünebilir olmalarından ötürü, birbirleriyle
farklı oranlarda birleşerek çeşitli nesneleri ortaya ç ıkardılar. Nesnelerin nitelik bakı­
m ından sonsuz oluşu, kurucu öğelerin nicelik yönünden sonsuz oluşundan kaynak­
lanır. Duyularla kavranan nesnelerde bütün sperma'lardan parçacıklar vardır. Çünkü
"herşey, herşeyin i çindedir, bunlar ilk baş langıçta olduğu gibi birli ktedirler ... ne
bölünmüşlerdir ne de birbirlerinden bir balta ile kopar ılmışlardır, ne sıcak soğuktan
ve ne de soğuk sıcaktan." Bu birleşmede bir par çacık türü baskındır ve her nesne
kendisinde üstün b u l u nan sperma 'ya göre adlandırılır. ör neğin, bir nesnenin a lt ın
ya da taş ola b i lmesi, o nda altın ya da taş parçacıklarının birleşi k bulunduğu diğer
niteliksel parçacıklardan daha baskın olmalarına bağ l ı dır.
B u bakımdan doğada gözlemlenen nesnelerin niteliksel değişmesi, bileşim leri­
ne yeni kurucu öğelerin girmesi ya da birta kım öğelerin bu bileşimden ayrılması ve
bunlara bağımlı o larak belli bir sperma'nın . üstün lük kazanması demektir. Doğma,
ölme gibi o laylar, nesnelerin özünde bulunan sperma'ların yer değiştirmesidir. Böy­
lece, nesneler, birbirine dönüşüp, birbirini besler, tıpkı insanın yediği ot ya da mey­
vanın , onun bedeninde ete, kana, kemiğe, vb. dönüşmesi gib i . Bu dönüşüm sonsuz­
dur, çünkü var-olan vardır, yok olamaz.
Anaksagoras, kurucu öğelerin devin imi sorununu, felsefeye özgün katkısı ola­
rak kabul edilen Nous ( Zihin, An) kavramını ortaya atarak çözer. Kosmos 'daki bü­
tün devi n i m lerin nedeni olan Nous, "so ns uz ve öz-yöneti mlidir, hiçbir şey ile karış­
mamıştır, tersine ya lnız başınadır, kendi kendinedir." Temel maddelere benzeme­
yen bu yönetici güç, olayların d ı ş ında o larak, herşeyi be l li bir ereğe (telos) göre dü­
zenleyip yönlendirir. Anaksagoras, Noı.is'u canlı olan ve can l ı lık veren , özü bakımın­
dan çok ince, arınmış bir madde olarak tanımlar. Fakat Nous, aynı za manda, Kse­
n opha n es ' in
Tanrı'sını andıran tinsel bir güç olma niteliğine de sahiptir; çünkü bi ­
linçli ve istençli bir biçimde, kaos denen düzensiz y ı ğ ın ı düzene sokan, devi nd ire n ,
sperma'ları birleştirip ayıran, böylete de "oluş" eylemine olanak sağlayan odur. B u
bakımdan Nous, "Evrenin Ruhu" olarak belirmektedir.
E m pedokles'in duyumcu bilgi öğretisini be lli ölçüde ka bul eden Anaksago­
ras'a göre, bilmenin kaynağı duyulardır, daha doğrusu nesneleri tanımak, olayları
anlamak i çin ilk önce duyulara baş vurmak gerekir. Arcak duyuların bilgi değeri
sınırlıdır; bunlar yalnızca "görüntüleri " verdiklerinden dolayı, gerçeğin bir bütün

48
ofJrak kavrJnabilmesini sağlayamazlar. Bunu sağlayan, insanın özünde diğer varlık·
fardan çok daha fazla bulunJn Nous'tur; bu nedenle de insan, hayvanlar üzerinde
üstünlüğünü kurabilmiştir. ı ı 4
c - DDIOKRiTOS ( i .ö. ?460-370), Leukippos'un ortaya attığı maddeci
atomculuk öğretisinin en önemli düşünürüdür.· Büyük bir olasılıkla İyonya kökenli
olup Trakyaının Abdera polisin de yaşamıştır. "Hiç kimse benim kadar dolaşmamış·
tır, benim kadar fazla ülke görmemiştir"1 ı 5 diye yazan Demokritos, bilgilerini art·
tırmak için çeşitli uzun gezilere çıkmış, hatta bu gezilerden birinde uğradığı Atina'
da tanınmıdığını görerek epey şaşırmıştır. Protagoras'ın ve Sokrates'in çağdaşı olan
"Abderalı bilge'', polisinin siyasal yaşamından uzak kalmayı yeğlemiş, fakat çeşitli
ilgi alanlarının yanında insan ve toplum sorunlarıyla da uğraşıp bunlarla ilgili düşün­
celer ortaya koymuştur.
Demokritos, Elea felsefesinin Varlık kavramından hareket eder. Fakat var-ola­
nın birliği ve durgunluğuna karşı, var olmayanda, boşlukta (uzayda) 1 1 6 sayıca son­
suz olan ve devinen atomların bulunduğunu belirtir. Atom kavramı, eski Yunanca
bölüm anlamına gelen tomon sözcüğü ile olumsuzluk öneki a'dan oluşan a-tomon,
a-tomos 'tın türetilmiştir ve "daha ufak bölümlere ayrılmayan" anlamına gelmekte·
dir. Kosmos 'un temel maddeleri yani kurucu öğeleri olan atomların her biri, Parme­
nides'in Varlık'ı gibi, yaratılmamıştır, yok olmayacaktır ve kendi kendisine eşit ka- .
lır, bir başka deyişle hiçbir değişime uğramaz. Atomlar, katıdır, doludur, yapıla­
rında ·en ufak bir �oşluk bulunmaz; bu nedenle de her biri "varlık"tır. Aralarında
ses, renk, sıcaklık, soğukluk vb. gibi niteliksel farklılıklar yoktur, çünkü bu nitelik­
lere sahip değillerdir. Birbirlerinden yalnızca biçimleri ve büyüklükleri bakımından
ayrılırlar. (Ağır ya da hafif olmaları büyüklüklerine bağlıdır.) Boşluk maddesel ol·
madığından ötürü, belli bir yer kaplayan bu bölünmez maddesel parçacıklar sürekli
olarak onun içinde devinirler.
Deney dünyasında görülen oluşumun, değişimin, dönüşümün, kısacası bütün
doğa olaylarının kökeninde atomların sürekli devinimi yatmaktıdır. Demokritos,
atomların ·boşlu�ta yer değiştirmesi anlamına gelen bu devinimi açıklamak için,
Empedokles ile Anaksagoras'tan farklı olarak, devinimin motoru olacak dış bir güce
gereksinim duymaz. Miletos felsefesinin doğrultusunda kalarak, devinimi öncesiz.
sonrasız olarak değerlendirir. Ona göre, atomlM, kendi başlanna ve (boşlukta "alt"
ile "üst"ün olmamasından dolayı) her yöne doğru, büyüklüklerine (dolayısıyla ağır·
lıklarına) göre hızlı ya da yavaş bir biçimde devinirler. Bu devinim "kargaşası"
içinde, atomların mekanist bir biçimde, rastlantısal değil, zorunlu olarak birbirleri­
ne çarpıp basınç yapmaları, birleşip ayrılmaları sonucunda doğad;ıki çeşitli olaylar
ortaya çıkar. Bu zorunluluğun bazen bir düzen i çinde, bazen hiçbir yasaya indirgen.

114 Anaksagoras'a göre insanın üstünlüğünü kurması, büyük ölçüde ellerini kullanıp :ıraı,: ge­
reç yapabilmi� olmasına da bağlıdır. Bakınız : '.':ictzschc, s. 9 2 ve Goınperz, s. 256-257.
1 15 Demokri tos'_un yazı larından y a pılan alıntılar için bakınız: Rolı_in , s. 1 3 5 - 1 46 ; Gompcr:ı:,
s. 354-40 7 ; K�nz, s. 1 6 1 - 1 8 0 ; Copleston, s. 87-9 2 ; Brchier, s. 7 7-80; Russcll, s. 1 43- 1 54 ;
G ü kbcrk, s . 38-4 1 ; Voilquin, s . 1 5 1 -1 88. •

1 16 Dcınokritos, uzayın (boşluğun) bulundu)iunu söylemekle, var olmayanın \ar olıluij"unu


kabullenmiş ve böylece Parmenidcs'in bu önemli ilk esini yadsımış olmaktadır.

49
mcyecek şekilde gerçekleştiğ ini belirten Demokritos, Anaksagoras'ta görülen tele­
olojik (ereksel) ya klaşımı yadsımış ve bu nedenle Platon'un, kendisinden yapıtlar ı nı
yakmak istemeye varacak den li nefret etmesine yol açm ıştır. 1 1 7
Atomcu felsefe, Demokritos'u, bilgi edin mede duyulara ve bunların verilerine
güvenmemeye götürür. Ona göre, "bilginin iki şekli vardır, gerçek olanla karanlık­
yalancı olan. Görme, işi tme, koklama, tata lma, do kunma, karanlık olanlardır; öteki
(görünüşlerin ardındaki atomları gören akıl) ise gerçek olup bundan ayrılm ıştır."
Demek ki, duyular, her ne kadar tümüyle yararsız değil lerse de , insanın gerçeği ol­
duğu gibi bilmesini, kavra masın ı sağlayamazlar. Görüntülerin ardındaki gerçeklere
ulaşmak ancak akıl i le olur.
Bilgi öğretisi bakı mından Platon 'da n çok farklı düşünmeyen Demokritos, top­
lumsal sorunlara eğildiğinde, yine Ati nalı bu büyük filozofa ters ge lebilecek görüşler
ileri sürer. Çünkü bu konudaki görüşleri, be l li ölçüde de olsa, demokratik öğeleri ya
da daha doğrusu demokrasilere yatkın bazı fikir leri i ç ermektedir. Demokri tos, her
şeyden önce, aristokra ti k-karamsar "Altın Çağ" mitosuna karşı çıkıp, insan ların ge­
reksinmeleri doğrultusunda kendilerini ve toplumsal ilişki leri geliştirerek gittikçe
daha iyi yaşam koşullarına u laştıklarını vurgular.
" İ nsanlar düşüncesizliklerin i gizlemek i ç i n kendi lerin e bir yazgı heykeli yap­
m ışlardır" diye yazan Demokritos, yazgı cı d ünya görüşünü yadsıyarak, insanlık tari­
hinde belli evrelerin olduğunu i ler i sürer . Ona göre insan , kendinin bir küçük evren .

(mikros kosmos) olduğunu an layarak, yani bilin çlenerek, çeşitli yetilerini geliştir­
miş ve böylece ilkel bir yaşamdan uygarlığa doğru i lerlemiştir. Bu bağlamda devlet
( polis),· top lumda iyi bir yaşam bi ç im i n i ve düzeni sağlamaya yönelik yasal«rı ya p­
ması ve koruması amacıyla insanlar tarafından ortaya ç ıkart ılmı ş tır. Böylece
Demokritos, devleti bir amaç değil, fakat bir araç olarak benimseyen , bir başka de­
yi şle onu insanların iyiliği için ve insanlar tarafından oluşturu l m u ş yapay bir kurum
olarak gören demokratik anlayışı dile getirmiş olmaktadır.
Ancak Demokritos'un demokratlığın ı a bartmamak gerekir. Çünkü Abdera l ı
filozof, yazı larında, kitleler i n , yığınların doğrudan ve etkil i b i r biçimde yönetime
katıldık ları bir demos kra tos'u (demokrasiyi ) benimsemiş olarak gözükmez. Devle­
tin büyük önemini vurgulayıp, bunun yönetiminin herkesin eline bırakı lamayacağ ın ı
ve iyi, değer l i kişi lerin i ktidarda olmaları gerektiğini açıkça belirtir. " Her önüne ge­
lene değil, ancak denenmiş kimse lere ina n malıdır" diyen Demokritos'a göre " İ yi
güdülen bir devlet ( polis) en büyük destektir ve bunda herşey sa k l ıdır; bi..ı sağ kalır­
sa, her şey sağlam kal ır , bu bozulunca her şey yok olur ... Yaratılış hükmetmeyi üs­
tün olana ayırmıştır . D eğersizlerin hükmü altı n da bulunmak kötüdür. ( S iyasa l ik­
. . ..

tidar sahibi) kötü i ş ler için değil, iyi i ş ler görmek için seçilmiştir." İ ktidarı elinde
bulundurması gereken saygıdeğer kişi ( ya da kişiler), akıl il kelerine dayanan bir eği­
ti mden geçmiş, başarıl ı ve erdemli kişidir .
Demokritos'un ahlak öğretisi nde erdem (arethe) , kişinin bütün davranı şların­
da ölçülü (sophrosyne) olması demektir. Ancak ölçülü olan kişi, toplumsal ilişki le-

ll7 Diogene La erce, il, s. 1 8 ı .

50
ri nde ve toplum yönetiminde doğruluğu (adalet/ dikaiosyne) i l ke olara k benimseyip
uygu layabil ir. K i şisel mutluluğun da ölçü lülüğe bağ l ı ol duğ unu belirten Demokritos
eudaimonizm ( m utçuluk) olarak adlandırılan a h laksal (etik) görüşünü atomculuk
öğreti si nden yola ç ı karak a ç ı k lar. Ona göre ruh, çok i n c e ve yuvarlak olan ateş
atomlarından oluşur. Duygular ve istekler, bu ateş ato m lar ı n ı n devi n i m lerinden kay­
naklan ırlar. Eğer bu devinim durgun ve ölçülü ise insan da dingin bir r u ha sahip olup
mutlu luğa ulaşır.
Böylece Demokritos, mutlu olmay ı bir madde olarak ka bul ettiği ruha, daha
doğrusu ruhun iyi durumda ol masına (euthymia) bağlar. Bunun i çin insan, aklını
ku llanarak kendini tutkuların baskısında n , geçici ve gereksiz eği limlerin etkisinden
kurtarmalı ve düşünceleri i le davranışlarında ölçülü olmalıdır. Kendi deyişiyle "her
şey i ç in öl çülülük doğrudur, aşırılık ve azlık böyle değil dir . .. İ n sanlara yürek fera h ­
lığı, haz ölçü lülüğüyle ve yaşamdaki tam kararl ılık la gel ir : Eksiklik ve aş ırı bolluk
dönüp deği şmey i , ruhta büyük devinimler yaratmayı sever. Büyük aralıklar ara sında
gidip gelen ruhlarda sarsıntısızlık ve ruh dinginliği bulunmaz."1 1 8 Demek ki , önemli
olan ruhtur; bı.( dünyanın göreli olan maddesel iyiliklerine kanmamak gerekir. "İ n­
sanlara yakışan, ruhu bedenden çok hesaba katmaktır." Zaten ruhun yetkinliği, be­
deni de güçlü kılar. Demokritos'un ruhun yetkin liğini, olgunluğunu her şeyden üs­
tün tutan bu ahlak anlayışı, "bili msel maddecilik (yani fizik bilimleri maddeciliği)
ile etik maddecilik (yani toplum-insan bi limleri maddeciliği) arasında zor.u nlu bir
bağlantı bulunduğunu i leri süren -ve günümüzde hala yaygın o lan- önyargıyı başarı l ı
bir biçi mde çürütmüş" olması bak ımından büyük önem taşımaktadır. 1 1 9

1 18 Bu k onuda Al:ieddin Şenel'in (Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 1 5 8'de) getirdiği yoruma ka­
tılmadığımı belirtmeliyim. " Bu ilke (ölçülülük) topluma uygulanırsa, iyi toplumun aşırı
zenginliğin ve aşırı yoksulluğun bulunmadığı bir toplum olacağı sonucuna varılabilir ki,
Demokritos'un zamanında böyle toplumlar demokrasi ile yönetilen toplumlardır" diye
yazan Şenel. ölçülülük ile eski Yunan demokrasileri (ve Demokritos'un demokratlığı)
arasında bir bağlantı kurmaktadır. Oysa ölçülülük, Yunan demokrasilerinin bir özelliği de·
ğildir: (Her ne kadar, ileride göreceğimiz gibi Perikleı'in bu yönde görüşleri var ise de).
Bu dönemde, demokrasi karş ıtı düşünürlerin bu rejime yönelttikleri eleştirilerden biri de,
demokrasinin her türlü ölçülülükten yoksun oluşudur. Üstelik ölçülülük, yalıuzca demok­
ratik düşünürlerce değil, fakat Platon ve Aristoteleı gibi aris tokratik ve elitistçi düşünür­
lerce de önemli bir ilke olarak benimsenip savunulmuş tur. Bundan ba ş ka, Demokritos'un
ahlak sorunuyla ilgili görüşlerinden, ölçülülüğe dolayısıyla ruhsal dinginliğe herkesin de­
ğil, bir az"ınlık olan bilgelerin ulaşacağı sonucu çıkmaktadır. Bu da, Demokritos'un de­
mokratlığının abartılmaması gerektiğine ilişkin daha önce belirtmiş olduğum görüşü do�­
rular niteliktedir.
119 Gomperz, s. 407.

51
BÖLÜM 111

SOFİSTLER VE DEMOKRASi

A- SOFİST DÜŞÜNCE

Kosmos sorunuyla ilgilenen felsefelerin, sonu gelmez tartışmalara, çeşitli spe.


külasyonlara yol açmasından sonra, Eski Yunan düşüncesi, ilgi alanını değiştirerek
insan ve topluma ilişkin sorunlar üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Pers savaşlarının
ardından Atina'nın da etkisiyle yaygınlaşıp gelişen demokrasiler, kitlelerin daha et·
kin bir biçimde toplumsal ve siyasal yaşama katılmalarına yol açtı. Yunanlı ( yurt­
taş), bir yanda geleneksel kültürün değişmez olarak gösterdiği yapıların değiştiğini
gördükçe bunları açıklayacak yeni düşüncelere gereksinim duyuyor, öte yanda yeni
duruma ayak uydurabilmek, bunda bir rol oynayabilmek i çin bu konularda bilgi
sahibi olmak istiyordu.
Siyasal ve toplumsal koşulların değişiminden bütün toplumu (yani yurttaşla­
rı) ilgilendiren çeşitli sorunlar
.
kaynaklanıyordu. Bu sorunlar ise, demokrasinin getir-

d iği belli ölçüdeki düşünsel özgürlük ortamı içinde ele alınıp, çok coşkulu bir bi çim-
de tartışılıyordu. Siyasal alana ilişkin olarak uyanmış bulunan merak ve öğrenme
arzusu, bu alanla sınırlı kalmayıp insan yaşamının diğer alanlarına da yayıldı .
Siyasetin incelenmesinden ekonominin, eğitimin, sanatların ve ahlakın incelenmesi­
ne geçildi. Üstelik bununla da yetinilmedi : insan eyleminin kura llarının saptanabil ­
mesi için, b u kuralların kaynağının, bir başka deyişle devlet ile toplumun kökenle­
rinin araştırılıp ortaya konmasına çalışıldı. Bunun yanında, toplum hızlı bir laikleş­
me süreci içine girdi ve ilerlemeye olan inanç belirip yaygınlaştı. Kısacası demokra­
si, tım anlamıyla yerleşebilme k için gerekli olan kendine özgü bir kültür, bir dünya
görüşü (weltanschauung) oluşturma çabası içinde bulunuyordu.
Bu ortamda Sofistler, pratik ( kılgısal) yaşam sorunlarıyla ilgilenip, geleneksel­
aristokratik değer yargılarını sorgulayıp eleştiren ve büyük ölçüde demokratik i çe­
rikli görüşleri savunan ilk düşünürler olarak ortaya çı� tılar.1 Bunlar; toplumsal-si-

Sofistler üzeri ndek i bilgilerimiz, genellikle ıli�er dü�ünürlcrin, iiıdlikl·� de Platon"ın on­
lar hakkında y:ı:ı:dıkl:ırınılan k:ıynaklanınakcadır.

52
ya s.ıl y.ışamda bdşarılı olmak için zorunlu bir araç olarak gördük l eri bilgiye ya l nızca
pratik bir anlam yüklüyorlar, buna karşılık kuramsal bi lginin gereksiz olduğunu ve
yaşam bak ımından hiçbir yararı bulunmadığını ileri s ürüyorlardı . Bu nedenle Sofist­
lere göre felsefenin a ma c ı , insanı anlamak ; ona günlük davranışlarını yönlendirecek,
onur, ün kaza ndıracak ve yüksek görevler almasına yardımcı olabilecek bir olanak
sağlamaktı. B u nun da yolu retorikten , güzel söz söyleme sanatı ndan geçiyordu.
Yunanca "bilgi" anlamına gelen sophos (soplıia) sözcüğünden türeyen Sofist
{ya da Sofizm) kavramı, i l k üçü b ir bir i n e bağl ı dört anlama sahiptir:
1 - Bilgili kişi. Bu diişünürler, kendilerine Sofist adını uygun bularak ve bunu
be nimseyerek, sophistes, yani bilgili, bilen kişiler olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu
ba kımdan Sofistlerin, kendilerini diğer insanlardan üstün görmüş oldukları yargısına
varılabilinir. Üs teli k Sofist, bil gi ye pratik bir anlam rükİ ediğinden ötürü, kendini
yalnızca ansiklopedik bir bilgi birikimine sahip olarak göstermekle yetinmez, bun­
da n başka ç eş itl i sanat ve zanaat dallarının ceknik b i lgil er i n i elinde bulundurmak ve
bunları en i y i bir biçimde uygulamakla da övünür. Örneğin, Sofist Hippias, Platon'
i.ın Küçük Hippias adl ı diyalogunda, elinden her i ş ge ldiğ ini ve üzerindeki herşeyi
kendisinin yaptığ ı n ı ileri süren bir düşünür olarak belir mektedir. 2
2- Siyasal yaşam öğretmeni. i nsanın toplum i ç i ndeki yerine ve iyi bir
yurttaşın nasıl olması gerektiğine ilişkin soru n ların ka faları kurcaladı ğ ı demokratik
to plumlarda , Sofistler bu konularda bilgili o ldukları ve ''siyasal erde m i " öğretebi le­
cekleri savlarıyla ortaya çıkıp eğitim alanındaki boşluğu doldurmaya istekli oldul ar.
Çünkü farklı toplumsal kesimlerce, yeni siyasal koşu l lar içinde başarılı olabi l mek
i ç i n siyaset bilimi ya da sanatı öğrenimi almak zorunlu olarak görülüyordu. Böy lece,
Sofistlerin siyaset üzerinde, siyasal yaşamda nasıl da vra n ı l ması gerektiği hakkında
ücretli dersler vermeleri nedeniyle Sofist sözcüğü, siyaset öğretmeni anla m ına kavu ş ­
t u . Eski Yunan insanı i ç in erdemlerin en üstünü o l a n siyasal erdem, b i r erkeğin
{yurttaşın) " de vlet i ş lerini iyi çevirebil mesi, bunu yaparken de dostla rı na yarar l ı ol­
ması, düşman larına zarar vermesi, kend isini de her türlü zarardan koruyabil mesi" de­
mekti .3 Bu bakımdan, kendilerini siyaset erdemi öğretmeni olara k gören Sofistler,

2 Platon' un Küçük Hippias {368 b-e) adlı diyalogunda Sokrates, alaycı bir. dille, Hip.pias'a
�üylı! seslenmektedir: " Sen bütün bilgilerde insanların en ustasıs ın. Hatta bir defasın·
şi
•••

ıla, Agora'da, sa.naflann tezgahlan önünde gıpta edilecek çeşit çe t bilgilerini sayıp dö·
küyor, onlarla övünüyordun. Söylediklerini arumsıyorum. Bir gün, Olimpia'ya gelmişsin,
üzerinde kendi el işin o m y n l aa bir tek şey yokmuş. Bir defa, parmağındaki yüzüğü ·ki
hünerlerini sayıp dökmeye bununla başlıyordun- kendin yapmışsın, çünkü kuyumculuk
i
i1leri e l n d en gelirmiş; sonra, mühür yüzüğün, kaşağın ve yağ kabın, hepsi kendi dinin
i�lcriymiş. Ayakk:ıbılannı kendi elinde diktiğine, elbiseni, gömleğini kendin dokuduğuna
da herkesi inandırmak istiyordun. Gömleğinin belindeki kuşağı da kendin ördüğünü söy­
ü
l yord u n. •. Bütün bu bilı,>ileri :ıayıp dökerken şunu da söylüyordun: Bunl:ırda sen herkese
taş çıkarttımıışsın; sadece btinlarda mı, unutmadıysam, rithnde, müzik makam larında,
ılilbil�sinde, daha b irç ok şeyde de senden ustası yokmuş ... Sonuçt:ı. o gün, şimdi anımsa­
i
yamadıı<ırn daha b rçok bilgi ve sanatı da sayıp dökmüştün."
3 ı a
Platon, her s rad n Yunanlı yurttaşın benimseyehilccet:i bu tanımın Sofist dü�ünür C :ur·
brias'a ait olduğunu b dirtmekte ve onu Sofisrlt:rden ders almış soylu lıir T•:selyalı olan
'.\lenon'a süv letmek tedir (Men on 7 1 e).

53
bireye olduğu kadar polise de değeri öl çülemeyecek de n l i büyük hizmet verdikleri
kanısındaydılar .4"
3- Retorik ustası. Sofistlerin öğrencilerine, polisin siyasal yaşamında etki l i
olan bir .ıracı, yani güzel söz söylemeyi ve kalabalıklar karşısında düşüncelerini s.1 ·
vunma y ı öğretti klerinden dolayı "Sofistlik", retorik ile e ş a n l a m a gelmeye ba şl.ı­
dı.4b Sofistlerin bir ücret karşılığında verdikleri retori k eğitiminin, biri "biçimsel"
diğeri " i çerikse l " olmak üzere iki yönü bulunuy-0rdu . Çünkü retoriğe sahip olmak
i ç i n , yal n ızca güzel söz söyleme ara ç larını (güzel konuşma tekniğ ini) bilip kullan­
mak yeterli deği l d i ; aynı zamanda aklı kullanmayı b i l me k ve k.ı m usal yaşamın çe­
şitli a lan larında etkisini duyuran birçok görüş üzerinde bi lgi edinip, bunları kullan­
m a k .gere k iy ordu.
Retor i k , Atina gibi demokrati k pol islerde, siyasette ba şarı l ı ola bil mek, siyasal
karşı tları a l t edebi l m ek i ç i n , elde edilmesi gereken bir "sana t " olarak kabul edi l iy or­
d u . Ancak retorik, y:?:n ızca ekklesia 'da, halk toplantılarında ya da agora 'd.ıki tartış­
ma larda büyük önem taş ı m ıyordu; yüzlerce jüri üyesinin bulunduğu ha l k mahkeme­
lerinde d e güzel konuşma sanatına sahip ol iııa k , hak l ı ç ı kma şansını artt ırıcı bir et­
ken d i . Sofist Gorgias'a göre retori k sanatı, "gerçekten de en büyük i y i l i ktir ... Ba ş ·
k a ların ı y önetmek gücünü sağlar ... Mahkemelerde yargıçları, kurultayda üyeleri, halk
toplantısında ya da buna benzer siyasal toplantılarda yurttaşı kandırmak ( i kna et­
mek) için sözden büyük ne var? Sözün gücünü edindin mi, hekim de, beden eğitim ­
cisi de senin buyruğuna girer; zenginlikler top ladığ ı n ı söylediğin sarraf da o zengin­
likleri ken�i için değil, konuşmayı, kalabalığı kandırmayı bilen senin için toplamış­
tır ."5 Sofistler, bu sanatı hem satıyorlar, hem de kar ş ı larındaki ki şilerin düşüncele­
rini çürütmek için ıartışmalarında kullanıyorlardı.6

·la François Clııitelet, Platon, Paris, İdees/Gallimard, 1 9 76, s. 62.


4b Platon, Protagoras'a Sofisti '' insanları konuşmada usta kılma sanatının öğrı:tmenidir."
'jeklinde tarumlattırır {Protagoras 3 1 2 d).
5 Platon, Gorgias, 453 d-c!, Ancak, daha sonra yine ayn diyalogda Platon, Gorgial;'.ı retori·
�in diğer sanatlar gibi kendiliğinden kötülüğü (ya da iyiliği) içermedi�ini ve bunun kötü
kullanılmasından ötürü Sofistlerin suçlanamayacağını da söyletir: " ... bütün öteki yarış·
ma sanatlannda olduğu gibi, söylev sanaunda da dostu, düşmanı ayırmak gerekir .•• bu
sanat onlara iyi bir amaçla, ancak düşmanlara, kötülük edenlere karşı korunmak için kul­
lanılsın diye öğretilmiştir, durup dururken saldınn:ık i çin değil. Böyle yapmayanlar, el·
!erindeki silahı kirletmiş, güçlerini , ustalıklannı kötüye kullanmış olurlar. Ama biz, bun­
dan ö türü, suçu öğretmenlere de, o sanatlara da yükleyemeyiz, kötülük o sanatların ken·
dinde var diyemeyiz. Bence bu durumda suçlu olan, elindeki sanatı kötüye kullanandır."
(456 d-457 a).
6 Sofitlerin düşmanı olan komedya yazarı Aristophanes, Kuşlar adlı yapı tında kuşlar koro·
sunu ş öyle konuşturmaktaılır:
"Biz kuşlar neler gördük. neler!
r\tina'da bir yer var, acayip bir meydan
İnsanL:ır dilleriyle �eçinir bu meydanda,
Dil alırlar, dil satarlar,
Ona buna siiz atarlar, çamur aurlar.
f\;e Philippos'lar, ne Gorgias'lar, ne sözünü bilmezler!
Kc-: n<ii dillerini tutmasını bilmez,
Başkalarının dillerini keser yerler."
.-\ristop hanes, Kuşlar, İstanbul, R e mıi Kitahevi, 1 9 66, s. H·l.
5-J
4- Safsatacı kişi. Sofist sözcüğünün aşağı latıcı bir anlam kazanma�ına ve bu
şekilde tırihe geçmesine, Sokrates ile onun izindPn yürüyen öğre ncisi Platon neden
olmuşlardır. Platon, çeşitli diyaloglarında Sofistleri, gerçeği bil meyen, bilgel ik tas­
layan ve çoğu kez safsa ta lar i leri süren bilgiçler olarak nitelendirir. Örneğin, Sofist
adlı diyalogda Sofistin ç eşitli tanımları veril ir ve sonuçta onun sözde-bilgileri, gerçe­
ğin kopyasını dile getiren bir şarlatan olduğu belirtilir. 7 Bir başka diyalogda ise
Sofist Protagoras'tan ders almak isteyen Hippokrates'e "Tanrılar hakkı i çin, Yunan­
lıların karşısına bir Sofist olarak çıkmaya utanmayacak mısın?" diye soran Sokra­
tes'e, Hippokrates kızararak şu yanıtı verir, " Doğru konuşmak gerekirse, Zeus hak­
kı için, utanırım Sokrates." 8 Platon'un Sofistlere karşı açtığı karalama, küçük
düşürme "kampanyasına", bunların savunduğu yeni düşüncelerden rahatsız olan
Ksenophon 9 gibi dilş:.Jnürler i le Aristophanes gibi yazarlar da katılmışlardı.
Bu dönemde, Sofistlerin hakkında olumsuz yargı ların oluşmasında, Platon ile
düzen yanlısı aydınların yazdıklarından başka, diğer bazı nedenler de etki li olmuş­
tur. İ lk olarak, tutu � u (genellikle aristokratik) çevreler, _h erşeyi tartışma konusu ya­
pan bu yabancıların (metoikos) düşüncelerini oğullarına, polisin gençlerine aşı lama­
larından ve zengin demiurgoi'ya siyaseti öğretmelerinden h iç de hoşnut değil lerdi.
Bundan başka, doğanın gizlerini ortaya koymaya yönelik her çaba, geleneksel din­
sel düşüncenin düşmanl ığıyla karşılaşıyordu.1 0 Aynı şekilde, Sofistlerin ahlak ya da
hukuk alanlarında ortaya attıkları spekülasyonlar da tepki çekiyorlardı. Bir başka
neden, Yunanlıların yaşama, genellikle aristokratik bir anlam yüklemeleriydi. Bu
bakımdan, bilgilerin para karşı lığında başkal;u ına aktırılması, utanç verici olauk
kabul ediliyordu . 1 1 Üstelik, paral ı eğitimden yararlanabilecek olanakları olmayan,

7 Sofist diyalogunun baş konuşmacılarının bu konudaki söyleşileri � ö y led ir: " Yaooncı­
Böylece de, Sofistin sahip olduğu her şeyin bilgisinin, bir tür sözde-bilgi olduğu, gerçek
bilgi olmadığı, aynı zamanda ortaya çıkıyor�. Onun, gerçeğin bir kopyacısı olarak soy­
tarılar sınıfına ait olduğu henüz bütünüyle anlaşılmadı mı? Ya da, onun çelişme yoluyla
karşı koyabilir göründüğü bütün bu şeyler bakımından gerçek bir bilgiye sahip olup ol­
madığını henüz bilmiyor muyuz?
Tiıaıitetos, Ne denli güzel olurdu, ey yabancı! Am.a hayır, yukarda söylenenlere göre iyi­
ce anlaşılmış tır ki o, uğraşları şaka yapma olan sayısız insanlardan biridir.
Yabancı- O halde onu bir hokkabaz, bir şarlatan ve bir kopyacı olarak görmek gerekir.
Theı:ıitetos- Kuşkusuz."
(Sofüt 233 d ve 235 a)
8 Platon, Protagoraıı 3 1 2 a.
9 Sofistlerin öğrettiklerine karşı dikkatli olunmasını salık veren Kscnophon'a gö re, " Sofist­
ler, kendi kazançları uğruna aldatmak için konuşurlar ve yazarlar ve kimseye hiçbir ba­
kımdan yararlı olmazlar; çünkü onların arasında hiçbir bilge yoktur ve olmamış tır •.. So­
fistler, zengin gençleri avlarlar." ( De la Chasu� ' ' Avcılık Üzerine ", XIII, 9.) Xenoph on ,
Oeuvres Compl�tes, Paris, Gamier-Flammarion, 1 9 67 , Cilt 2, s. 426.
1O Sofist Protagoras da, Anaksagoras ya da daha sonra Sokrates gibi , tanrı-tarumazlıkb, :\ti­
na' ıun kutsal in°nçlarına karşı çıkmakla suçlandırılm ıştı ve kitapları agoro'da yakılmıştı.
1l Gorgi.as di yalo!,'ll nda (520 e) Sokrates'i " ..• bir kimseı-i iyi olması, ailesini, devletini iyi
yönetmesi için öğüt verme karşılığında para istemeyi herhs çirkin buluyor." diye ko­
nuş turan Platon, Kr.ıtylos ıliyalogunun iki yerinde (384- c ve �91 c) Sofist düşiinürlt:r
olan Prodikos ile Protagoras' ın para karşılığı ders vermelerinden çok alaycı biı· clille sijz
eder.

55
bu nedenle de gerek kamusa l gerek özel i ş lerin yürütülmesinde Yl'tcrli hilgiyc sahip
olamayıp ra kipleri n i n karşısında zayıf düşen ya da düş tiiklcrine inJnJn kişi ler de So­
fistlere diş bil iyorlardı. Demek ki, demokrasiyi destekleyen kitlelerin ( buradJ
sözünü ettiğimiz yoksul yurttaş ların), ki şi5el açıdan Sofistlerden dolayı kazanacJ k­
ları hiçbir şey o lmadığından başka, yitirebilecekleri ç o k şey vardı.
Bununla birlikte, Sofist düşüncenin ortaya ç ıkıp ge l işmesi ile A ti:-:a 'da demok­
r<ısinin sağlam bir biçimde yerleşmesi arasında sıkı bir bağ bulunuyordu. Her şey­
den önce, çoğu yabancı (metoikos) olan Sofistler, rahatlıkla düşünceleri n i yayıp
ders verebilecekleri ortamı Atina'da bu lmuşlar ve bu nedenle yaşa m larının büyük
bir bölümünü Yunan dünyasının kül.türel merkezi durumuna gelmiş olan bu poliste
geçirmiş lerdi. Fakat bu doğrudan bağ , Sofist düşünürlerin demokrasi kııraml;ırı
olu şturd ukları anlamına gelmez. Sofistlerde, bir demokrasi öğretisi kurma ya da de­
mokra tik düşüncelere bir sistematik kazand ırma yönünde bir uğraş bul unmaz. Bu
düşünürler, toplumun değer ve düşünce ka l ı plarına, bir başka deyişle aristo kra tik
kül türel yapı lara saldırıp, bunları y ıkmaya gir i ş m iş lerdir. Bu aç ıdan değerlendiri l di ­
ğ inde, Sofistlerin demokr:?si n i n b i r ürünü o ldukları a n la ş ılır: Demol-.rasinin yarattığı
özgürlük orta m ı içinde, yerleşik düşünsel normlara, dogmalara ters gelen görüşler
ortaya atabilm i ş lerdir.
Fakat aynı zamanda Sofistler, özellikle i l k dönemlerinde gerek top lumsal ko­
n umları ve i ş levleri nedeniyle, gerek savundukları düşüncelerle demokrasinin daha
sağlam temeller üzerine oturmasına katkıda bulu n m u ş lardır. A l.ieddin Şene l ' i n de­
y işiyle, paral ı pazar ekonomisi üzeri ne kurulu bir toplumun "serbest düşün emekçi­
leri" olan Sofistler, düşünceye esneklik ile değişen top lumsal gerçekliğe uyabilme
12
yeteneği kazandırmı ş lardır. Bilginin öğreti lebi leceği görüşiinden hareket ederek
siyasal erdemin aristokratlara özgü kal ıtıms.ı l bir n i te l i k olduğuna i l i ş ki n s.ıvları çü­
rütmüşler ve demokratlara kullanabilecekleri düşünsel araçları sunmuşlardır. Demek
ki, Sofistler i le demo krasi arasında karşılıklı bir etkileşim vard ı r ; ilk aşamada, birbir­
lerini destekleyip gelişmelerine katkıda bulunmuş lardır. Ancak daha sonra ları,
" i kinci kuşak" diyebileceğimiz Sofistler, -ileride göreceğimiz gi b i - bazı düşüncele­
ri aşırı boyutlara götürerek ve y ı kma eği limi nde oldukları eski ka n ı ların yerine ger­
çekten dayan ıklı herhangi bir şey getirmeyerek ya da yap ı c ı ol mayarak demokrasi­
n i n yozlaşmasında be l l i bir rol oynamışlardır.
Sofistler, bel l i ortak görüşleri savunan bir felsefe okulu ol uşturmazlar; birbir·
!erinden fark l ı , hatta karşıt görüşler ileri sürmüşlerd i . Çoğu, kendi i ç i n de düşünsel
bir tutar l ı l ığa bile ulaşamamıştı. Çünkü, para kar ş ı l ığ ı verd i kleri derslerle ya şa mla ­
r ı n ı kaza n maları, onları ister istemez öğrencilerine göre, bir başka deyişle bunların
isteklerini karşıla maya yönelik, düşünceler üretmeye yöne ltm işti. Üstelik, Sofistle .
rin kesin doğruları bulup, ortaya çıkarmak gibi bir a m.ıç ları da yoktu ; ' ' toplums;ıl
doğrular"ın n� den l i görece olduklarını göstermekle yetiniyorlJrdı. Bu nedenlerden
ötürü, bir Sofist öğretiden söz etmek olanaksız dır. Ancak bu düşünürlerin

1" !$ene!, Siyasal Dü�üncder Tarihi, s. 1 63-1 64-.

56
her birinin Sofist o l<ırak nitelendiril mesine yol açan ortak yönleri belirtmek gen�kir­
se, bu yönlerin b.ı şıııda mesleklerinin geldiği söylenebilir. Bundan başka , hiçbir
okula bağlı olmJksılın insanı konu alma ları da, bu düşünürlerin aynı ad altİnda top·
!anmalarının bir diğer nedenini oluşturmaktadır.
Sofist düşünceyi bir bütün şeklinde i nceleyebilmek için düşi.inürleri tek tek ele
;ılmayacağız. Buna karşılık, konuya açıkl ı k getirebilmek ve bu düşüncenin deği$inıi­
n i - gelişimini gösterebilmek amacıyla metodoloj i k bir ayrım yaparak Sofistleri iki
kuşak altında toplayacağız.
1 - Birinci Kuşak Sofistler : PROTAGORAS, P ROD İ KOS, GORGİAS ve H İ P ­
PİAS, b u kuşağın en önemli temsi lcileridir. Bu düşünürlerin, çeşitli tepkiler doğur­
ma kla birlikte, demokrasi yle özdeşleşmiş oldukları görülmektedir; türetti kleri dü­
şünceler genellikle demokrasiyi güçlendirici yöndedir. Birinci kuşak Sofistlerin te­
mel görüşleri altı noktada toplana bi l ir.
a/ İ nsanı düşüncenin odak nokta sına yerleştiren Sofizm, hüm.:ınist bir
anlayışa sahiptir. Fakat bu hümanizmin amacı , "insanı daha iyi bilmek, insanın sır­
rına inmek, insanın özünü ve varl ığını anlamak değildir; tüm erek, insan yaşamını
daha kolay ve daha çekici kılmak, hatta daha ba si t bir dille söylemek gerekirse, ye­
tenekli insanlara başarının sırlarını öğretmektir." Gözetilmesi gereken şey, biricik
değer olan insanın yararıdır. Bu bakımdan "Sofist düşüncesi, metafizik değ il, f.ık.:ıt
edebi-pedagojik işlemli bir hümanizma niteliğini taşır ." 13a
Sofistlerin hümanizma anlayışının temelinde, kosmos sorunu i le metafiziksel
sorunların ve bu sorunlar üzerinde düşünce üretmen in gereksizliğine ili.şkin bir kanı
yatmaktadır. Sofistlere göre·, kosmos 'la ve tanrı larla ilgilenmek boşunadır ; insan ak­
lı, bu tür sorunları ç özmeye yeterli değil dir. Boş spekülasyonlara yol açan bu konu ­
larla i lgilenmek yerine, gözler b u dünyaya çevrilmeli v e e n öne m li varlık olan insan
üzerine ve insan için düşünce üretil meli ve onu doğrudan i lgi lendiren sorunl;ıra çö­
züm bulmaya çalışılmal ı d ır. Perikles 'in dostu olarak uzun y ıllar Atina'da yaşamış
o lan Abdera 'lı Protagoras ( i .ö. ?480-4 1 0) , Sofistler'deki bu yaygın görüşü şöyle di ­
le getirir : "Tanrıların ne var oldu klarını ne var olmadıklarını ne de nası 1 olduklarını
söyleyebilirim: Sorunun karanlığı ve insah yaşa m ının kısalığı bunu bi l memizi en­
geller." 13b
Yaşamının son döneminde ta nrıta nımazlıkla suçlanm ı ş olan Protagoras'a, yu­
karıdaki bu sözlerinden ötürü, dinsiz da mgası vurulamaz. Üste lik, gerçekte, Prota­
goras'ın dinsel inançları y ıkmaya ya da en azından bunlar hakkında bir kuşku uyan­
dırmaya çalışmış olduğu da pek olası gözükmemektedir. Bunun en açık kanuı, So­
fistleri karalamak için her türlü " ma lzemeyi" kullanmış olan Platon'un, Protagoras'ı
din düşmanı olara k göstermediğinden öte, onun dine ol;;n saygısını açıkça belirtmiş
olmasıdır 14a Protagoras'ın günümüze ulaşabilmiş din konusundaki bu iki tümcesi ,

1 :la Boğos Zd.iyan. Hum;ınizm (İnsancdık) Düşünsel içlem \"C tarihsel k.ükl"nlcr, İs c.:ınhui,
-

İnkıl;lp \'e Aka l\.itahevl.:ri, 1 98:!, s. 45-46.


Dh Aktaranlar: Cople�con. s . 1 1 5 ; Gomperz, s. 49 :! ; Kranz, s. 1 94; Voil<[uiıı, s. l 96.
1 4;ı Ornci(in Plat<m , bir <.liyaloıı-ıırıda Protagora;;'ı ?0yle konuttunnakıadır: " İnsan, ıanns:ıl
payını alınca, ünce tanrı:;a l l ı�a olan yakınlığı nı:dcnirlc, bütun h:ırvanl.ır :u·:ıs ıncl:ı t:ınrıla-

57
tanrısal inanca değil, fakat tınrısal bi lgiye i lişkindir. Bir başka deyişle, burada, tın­
rı lara olan inanç değil, ta nrı ların bilinebil irliğine ilişkin anlayış eleştiril mektedir.
Protagor.ıs'ın, ileride göreceğimiz üzere, bilgiyi duyumlar üzerine kurmuş olduğ u­
göz önüne .ılındığında, bu iki tümcesinin, duyularla kavranamadıklarından dolayı
tanrılar hakkında bi limsel ya da akılcı! {rasyone l) bir bilgiye sahip oluna may.ıc.ığı
diişüncesini içerdiği anlaşılır. De mek ki , Sofistlerin babası sayılan bu düşünür, tan­
r: ların varlığını kesin bir biçimde yadsıyan ya da doğrulayan anlayışlara karşı insan
bilgisinin sınırlarını belirterek, bilimsel düşüncenin gelişimi ba llımından önemli bir
adımın atıl masında ön ayak olmuştur.
Büyük bir olasıl ıkla Sokrates'in dostu olan Keos'lu Prodikos14b, din konusun­
da , Protıgoras'a göre çok daha radikal görüşler ileri sürmüştür. Dinsel inan çların kö­
keninde fetişizm bulunduğunu saptayan Prodikm, tanrıların insan imge leminin bi­
rer yaratılan olduklarını ortaya koymuştur. Ona göre, insanlar, ilk önceleri tıpkı Mı­
sır 'daki Nil nehri gibi kendilerine yararlı olan doğa güçlerine tapınmışlar, daha son­
raları da değişik sanatların --yaratıcı larını, bir başka deyişle "uygar lığın kahramanla­
r ını" tanrılaştırmışlardı. Örneğin , tanrı Dionyso;, ş;ırabı bu lan ilk kişi olmalıydı.
Onun bu din görüşü, halkın tanrılara ilişki n inançlarına indirilmiş büyük bir darbe­
dir. Ancak, bu düşüncelerinden ötürü başı Atina lı yetkililerle derde girmiş olan Pro­
dikos, bir dinsiz deği ldir, kosmos'u dinsel bir i çerikten soyutlamaya kalkışmamış­
tır .15 Diğer Sofistler gibi o da , öğrencilerini boş inanç lardan ve metafiziksel korku­
lardan kurtarmayı ve insana özerkliğini kazandırmayı amaçlamıştır. Bu bakımdan,
ölüm korkusunun ne denli saçma bir şey olduğunu göstermek isteyen Prodikos, ö lü­
mün insanları ilgilendirmediği savını ortaya koymuştur. Bu sava göre ölüm, yaşadı­
ğ ım ız sürece bizim için yoktur; bizim i çin var olduğu an ise, artık biz onun için yo­
kuzdur. 1 6
b/ Sofizm , tümüyle konuşma tekniği üzerine kuruludur. Sofistlere göre bü­
yük bir bilgi birikimini gerektiren retorik , bilimlerin en üstünüdür. Konuşma sanatı
sayesinde her kişi, karşısındakini i kna ederek h.aklı olduğunu gösterebilir. "Hi çbir
zaman söz yokluğu çekmediğini " 1 7 belirten Leontinoi'li (Sicilya) Gorgias ( İ .Ö.
483-3 75), Platon'un kendi adı n ı taşıyan diyalogunda, iyi bir retori kçinin ikna gücü­
nü kullanarak her şeyi elde edeb ileceğ ini i leri sürmüştür. 18 Protagoras ise, "her şey
rm varlığına inanan tek tür oldu, onlar.ı. sunaklar ve heykelleı; dikti-." (Protagoras 322 a).
1 4b Platon'un Protagoru diyalogımda ( 3 4 1 a) Sokratcs, kendisinin Prodikos'un
- öğrencisi
olduğunu söyler.
15 Gomperz, s. 4 7 3.
16 Daha sonra ları Epikuros, ölüm üzerindeki b u savı benimseyip savunacaktır.
17 W . Kranz, s. 1 9 8.
18 Örneğin Pl a t o n , Gorgias' ı şö yle konuşturur: " Derim ki, bir söylevci ile bir hekim bir şeh­
re gitseler, oranın halk toplantısında, ya da başka bir toplantıda şehir hekimi seçilmek
için yarışa girsder, hekim hava alır, konuşmasıru bilen öteki ise, ist17se, hekim olarak
kendini seçtirir. Başka ıı�ra)larda Ja, söylevci, biriyle yarışa girdi mi, kendini seçtir me
pnsı onıla, lıcrhan�. birinden daha çoktur. Çünkü h l7 konuda dinleyenleri kandır.ırak
konuşmayı en iyi o bilir. İ ş le sliylev sanat!, böylesine gÜçlü bir sanat tır." (Gorgias 456
b<J.

58
üıerinde birbir i n i n karş ıtı olan i k i söy lem vardır.'' 1�a diyerek, s;ıvunulan bir savın
ne olduğ u n u n değ i l , fa kat nas ı l savunul duğunun öne m l i o l duğuna d i k ka ti çekmiş­
tir. Fakat aynı zamanda , d i d i ş me i le ciddi ta rtışmayı birbiri nden ayırara k , bi l g i l i
k i ş i n in retori k sanatın ı k u l lanarak kar ş ı sı n dakini yan l ı şlardan ar ı n d ırıp doğruya yö-·
n c l tmesi gerektiğ i n i de vurgu lamıştır : " D i dişmede muhatapla şaka edi lir, ona elden
gel diği kadar tuzaklar kuru lur ; fakat ciddi tartışmada ciddi o l mak ve muhatabı doğ­
ru yola yöneltmek gere k i r ; bu da ona kendi yanı lması veya eski alışkan l ı kları yü­
19b
zünden düştüğü ya n l ı ş ları göstermekle olur."
Söze böyles i ne büyük b i r güç yükleyen birinci kuşak Sofistler i çi n her şe­
y i n tartışı lması gerekir ve her şeyde tartı ş ı larak bir karara var ı l ma l ıdır; dolay ı sıyla
k imse, ba şkaların ın fi kirlerine tırtı şmadan boy u n eğmek zorunda değ i l d ir . Eğiti ­
m i n büyük önemi vardır. Çünkü ki ş i y i başarıya götüren konuşma sanatı, öğrenim
yoluyla kazan ı l ı r ; dahası bu sanat, ki şide doğal bir yetenek olarak bu l u nsa bi le, y i ne
de eğiti lmeye gereksi n i m i vard ı r . Protagoras'a göre "doğal yeteneklerin yan ında,
eğitim i l e öğre n i m de gerekl i d i r ; prati k olmadan kuram ı n , kuram ol madan da prati ­
ğ i n bir an lamı yoktur," 2 0 Retori k eğitim le e l de edi l di ğ inden ya da ge liştiril diğ i n ­
den dolayı, herkes buna sa h i p olabi l ir v e herkes düşüncelerini i y i savunabil diği süre­
ce d iğerlerine ben i m se te b i l ir . Sofistlerin bu görüşü, siyasal sorunların bütün yurtta ş ­
lar ı n katı lmasıyla , tartışmalar v e söylevler sonucu karara bağlandığı siyasal rej i m i ,
yani demokrasiyi doğrular yönded ir.
c/ Sofistler, kesi n , m utlak bir bilginin olamayacağını savunmuşlardır. Çünkü
on lara göre bilgi, duyu larla sağ lanan a lgı lardan doğan sanıdır (doksa) . Duy u ların a l ­
gıladığı nesneler süre k l i bir değ i ş i m -<l önüşüm ge çirdikleri gibi, k i ş i de be l l i , bel ir l i
bir d u r u m i ç i n de bulunmaz. Nesnelerin niteli kler i , kısa süre ler içindeki kar ş ı l ı k l ı e t ­
kilerden, üst üste gelen biriki m lerden doğarlar. Bir nesne, olduğu gibi kalmadığın­
dan ötürü, ancak başka nesnelerle o lan değişken i l i ş ki ler i ç i ndeki durum uy l a kavra­
nabilir. Bu da bir nesn e n i n ba ş ka bir nesneye göre olan durumunun bi l i n mesi de­
mektir. Demek ki bilg i , kesin değil görecedir. Gorgias, daha da ileri gidere k , evren­
sel de ğil, fakat kiş isel bir bilginin bile olamayaca ğ ı n ı ya da en azından kiş isel bilgi­
nin başkalarına aktarı la mayacağ ı n ı şöyle di le getirmiştir: "H i ç bir şey yoktur. Olsa
b i l e b i lemeyiz. B ilsek bile başkalarına bildiremey iz. " 2 1

1 9a G o m p erz, s . 505.
1 9b Platon, Theaitetos 1 6 7e-l 68a.
20 Gompı:rz, s . 485.
21 !\.tacit Gökberk, Gorgias'ın b u ü ç bölümden · o lu ş an savına ş u açıklamaları getirir: " 1 .
" Bir şey yoktur", çünkü olsaydı, b u ya olm u ş y a da öncesiz bir şey olurdu, b u şey, ne
v:ırolandan, ne de varolmayandan olmuş ol:ıbilir ; öncesiz olamaz, yo ksa sonsuz olurdu,
m ns u z olan ise hiç bir y er de yok ; n e kendisinde, ne ba ş ka bir şeyde , ne de hiç bir y.,rde
olabildiğine göre bir şey yoktur. 2. " Bir şey olsa ydı da bil e mezdi k" , çünkü varolaıun
bilı;i.si o ls a y dı, varolan düşüııülmü� olan olurdu, varolmayan da düşünülemezdi b il e ; o za­
man da ya nılm a olm.ızdı, birisi deniz ü zerinde :ıra.balarla bir savaş oldu dese bile, lıiiyle
saçma bir şey söylese bile. 3. " Bilseydik de. lı.ı�kal:ırına bild.iremezdik" , çtinkü lıilılirme
sözlerle o lur , söz ise varoland:ın b a ş ka bir şeydir. Bir ba�kasına b.ir renk tasarımutı ıı;.ı"l
bildircbjliriz? Çünkü kulak renkleri işitmez, Sc-sleri işitir ; birbirinden baş k.ı. ol:ın iki kişi-

59
Buna karş ılık Protagoras, insanın be l l i bir bilgiye ulaşabileceğini kabul etmiş­
tir. Ancak, onun bu konuda ortaya koyduğu " ... her şe y i n ölçüsü insandır, var olan
şeylerin varl ıklarının, var ol maya n şeylerin yokl u kların ın ölçüsüdür." 2 2 öner mesi ,
birb iri nden çok fJrJ.. l ı iki ayrı biçi mde yoru m lanmaya açık.� . Platon ' un yoru m u n u
be nimseyen lere göre, La ti n ce de ki ka r ş ı l ı ğ ı homo-ınensura (insa n-ölçü) olan bu "in­
o;;ı n , her şeyin ülç üsiidür" öner mes i n deki "insan" sözcüğü, bireyi ifade eder. Bu ba­
kı mda n , Protac:oras'ın lıomo-mcn.f üra ön er mesi , "şeyler bana nasıl görünüyorsa öy ­
le, sana hasıl görünüyor5a öyl e d ir . " 2 3 şeklindeki katı bir bire y ci l i k anlayı şını yansı­
tır. Bir başka anlatı mla, duyulardan ka yn akla nan b ilgi (doksa), ki ş id e n kişiye degi­
şir ; üstelik nesneler ( ya ni , bilginin �bjeleri) gibt kişinin (yani, bil�inin öznesinin) de
farJ.. l ı konumlar iç inde bulunması, kişinin bir nesne üzerinde diğer i nsan l ar la aynı
bi lgiye sa h i p o lamamasın dan ba şka, kendi i ç i n de de durağan bir bi lgiye varama mas ı
so nucunu doğurur. Objektif, evrensel bir gerçek olmadığından ötürü, her sanı doğ­
nıdur, hiç kimse yanlış bir şey d üşün e mez . 24
Ho mo-nıensura ö ne r me s i nin bu tür yorumlanmasıyla ortaya çıkan aşı,rı birey­
ci ve aşırı görece bilgi anlayışına, ikinci kuşak Sofistler ile Kyrcne okuluncb rastla­
nır.:,; Ama Protagoras'ın, Platon'un ileri sürdüğü gibi bu anlayışı benimsemiş olma­
sı, hiç de olası görünmemektedir. Çünkü bu bilgi anlayışı, sosyo-politik düzeyde, ki­
ş i n i n yalnızca ke n di sanılarına ve yargı larına güvenmesi gerektiğini göstererek, bireyi
kendi dışındaki " doğrular"ı kabul etmemeye, dolayısıyla her türlü düzeni
yadsımay.ı götürür. Oysa Prot!goras, ileriı:le göreceğimiz gibi , bir düzen adam ıdır ;
bu nedenle, bireye mutlak öi:gürlük vermeye varan bir bilgi anlayışını ortaya atmış
olamaz. Bundan başka, Protagoras, gerçeğin kişiden kişiye değiştiğini öne sürmüş
o lsaydı, tanrıların inananlara göre var olduklarını, inanmayanlara göre de var olma­
dıklarını söylemek zorunda kalırdı. Oysa bildiğimiz gibi o, böyle . bir yargıya
varmaktan kaçınmış ve onlar hakkında bir bilgiye ulaşılamayacağını yazmıştı.
Yukarıdaki kanıtlardan hareketle Platon'un yorumuna karşılık ikinci yorumu
getirenlere göre, Protagoras "insan her şeyin ölçüsüdür" deyişinde insan türünden
söz etmektedir. Ölçü o lan , insan türüdür ya da daha doğrusu insan doğasıdır. Bunun
.
anlamı, ger çeğ in yalnızca insan tarafından, insanın duyuları (ve ona özgü ak ı l ) ti.ra­
fından kavranabileceğidir. Duyularla algılanamayanlar (örneğin tanrılar), gerçek dı.
şıdırlar, bu nedenle de bilginin objesi olamazlar. Demek ki bu öne r mes iyle Protago­
ras , bilgiye u laşmada duyulara güvenmeyi salık vermekte ve duyumcu bilgi an la yı şı ­
n ı savunmaktadır.
Abdera'lı Sofıste göre, duyulardan ötürü bilgi görece bir nitelik taşımakla bir-

de aynı bir tasarım nasıl olabilir?" (Felsefe Tarih i, s. 43-44). Ayrıca bakınız: Jean-Paul
Oumont, L:ı philosophie antique, Paris, PUF, 1 9 74, s. 33-34.
'.! 2 Pl.ıton, Tht·aih:tos 1 5 2 a.
;!j İ bid. Platon, Kraty los diya.loııun<la ( 386a) "İ nsan' 'ın yerine. "kişi'\; koyup S,>kratcs'ı:
�unları söyletir: " Protagor;os, "Her şeyin ölçüsü kişidir" elerken şu savı �ııtuyordu: :-:es­
ndcr hana ıusıl gdiyorsa, giirünüyorsa ö y le, sana nasıl geliyorsa, giiriimiyorsa iiyle<lir."
'.?+ Tht•aitetos 1 6 6 d-e ve 1 6 7 a-b.
�5 ( ;,>nıpcr;l (:; . 'ilJ:!'dc), Pl.ıtoıı'ıın, Theaitetos rliyaloı::uncla, Prougoras adı altında l(crçc kıc
K > rene okulu kunıı'.IJ>U . \ris tippos'a sal<lırdığın'ı belirtir.

60
l ikte, göreciliğe b i re y s e l değil, fakJt to p l u m sa l bir J n lam yüklenmelidir. Çünkü her
san ı (dollsa) bJşk.ıl.ırına göre daha doğru deği lse de, dJha iyi o l J bi lir. Bir bJ şi.. ,1 de­
yişle, bir görüşiin gerçek ve bir ba şkasının yanlış o lmJsı de ği l am.ı b i r giiriişün lıir
,

ba şkasından d.lhJ s.ı ğ la m , d.ı ha yararlı ya da u y g u n olmasıdır söz kon usu ol.ırı . B i l ­
gili ki �i y .ı da b i lg e, i y i sJnı lJrı olan kişidir ve "devlette, kötü şey lerin yerine iyi şey­
lerin doğru görünmesini sağlar ... , yurttaşlar için kötü bir duru m yerine o n l .ı ra iyi
ola n , aynı zam.ında iyi gelen bir durumun ortaya ç ı kmasına neden o l ur . " 2 6 Biiylece
bireyin, mu tlJk bir doğru, bir gerçek olma dığı i ç i n , bi lgelerce (yani Sofistlerce)
yasal.ıra, il­
sa p ta n m ı ş iyi sa n ı lara, yarar l ı görüşlere, yani top l u m sa l düıeni sa ğ lJyan
kelere vb. uyması gerektiği sonucuna u laşılmakta dır . Öyle görünüyor ki Prota �or.lS,
a n ar şi (an-arkhe, her türlü erkin bulunmadığı bir "düzen") savunucusu o l mak şöy le
dursun, tümüyle otoriten in, devletin ve Perikles'in demokratik düzen inin yan ın dJ
yer a l ıyord u . Bu bağ lamda, onun Peri kles'in i steği üzerine İ talya 'da bir koloni po lis
olan Thurium ( ya da Thurioi) için bir anayasa hazı rlamış olduğu da güıden ırak tu­
tu lmama lıdır. Ayrıca , Pr o tagoras ın homo-mensura önermesi nin, ya zısız yasaları
'

(Pi ndaros) 2 7 ya da tanrıları ( Platon ) 2 8 her şeyi n öl çüsü o larak gösteren ari stokra tik
eği l i m li görüşlere karşı, (demokratik) bir tepki n i teliği tışıdı ğ ı n ı da belirtmek gere­
kir.
Birinci k u şak Sofistlerde düşünmenin i ş leyi ş i (logike), ya l n ı z tar t ı ş ma , tanıt­
lama ve çürütme te kniği bakım ından ele a l ı n m ı ştır. Bu nedenle, dilbilgisine büyük
önem ver i l mi ş tir. Prodikos eşanlamlı sözler, Hippias gra mer, Gorgias stil üzerinde
durmuşlJrdır. Gramer alan ında önemli çal ı ş malar gerçekleştirmiş olan Protagoras
ise, sözcüklerin doğru kullanımını araştırmış ve Yunan dilini düzeltmeyi a ma ç edi n ­
m iştir. Bilgiyi kuramsal b i r çerçeve içine oturtma y ı p , pratiğin, ya şamın buyruğuna
sokan Sofistler, kişi lere iyi sanılar aşılayıp onları p o l is i çi n yararl ı birer yurttaş
yapabilecekleri savından hareket etmi şlerdir.
d/ Çün kü Sofistlere göre, toplum bir in5an yapısıdır ve her insan (yurttaş)
top l u m u ilgilend!r�rı s-:-run lar hakkında fikir yürütebilir. Bir başka dey i ş le, siyaset
bilgisi ya da "siyasal erdem" bel li bir azınlığın ayrıca l ı ğ ı de.ği ldir ; fakat herkes bun­
dan pay a l m ı ştır, dolayısıyla herkes siyasal yaşa ma katılabi lir ve katı lmalıd ır.
Bu görüş, Protagoras'ın anlattığı bir mitos aracıl ı ğıy la ortaya konup açıkla­
ıiır . 2 9 Bu mitosun konusu kısaca şöyledir : Canlı lar yaratılıp yeryüzüne ç ıkartıl ma­
dan önce, o n ları donatma görevi iki kardeş ta nrıya , Prometheus i le Epi metheus'a

26 Theaitetos l 67c.
''
27 Pindaros'a giire "Her şeyin, ölümlülerle: ölümsüz l er in kralıdır yasa ( Platon, Gorgias -18.J.a).
Ayrıca bakınız: Alfıc:ddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 1 6 5 ve Eski Yu nanda Siya­
sal Düşünüş, Anka:ra, A.0. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1 9 68, s. 1 08 .
28 Tanrı, h c:r şeyin gerçek ölçüsüdür." Platon, Yasalar (Nomoi) 7 1 6 c.
" •••

29 Protagoras ' ın dinleyicilerine: bir mitos anlatması, onun mitııs lar.ı inandığı anlamına ){d·
mez. "Antik ,\plınlanma Çağı" olarak nitelendirilen bu düncmin çeşitli Jii� ürıiirlcri . baş·
tı Platon olmak üzere, düşüncelerini daha kolaylıkla <!ile �etirip a.çıklayabilmck :.ıma.:ıyla,
zaman ıamJ.n rnic"s 'ieklinde öykülere ve m:.ısall.ır.ı b.ı1vurmu'il:.ırdır. " 'Protaı.:or.ıs mito·
su" diye hi!iııı:r. bu n_ı i to,;, Platon'un Prota�oraoı .ıdlı ıliyaloı.:und:ı ( :120.:-:12:!•1) p:r :ılm:ık­
•.adır. ·

61
verilir. Ancak, "pek derin düşünceli olmayan " Epimetheus, güçleri bölüştürme işle­
mini yalnız başına yapmaya kalkar, ve gerek doğaya, gerek birbirlerine karşı koru­
nabilmeleri ama.c ıyla hayvanlara hız, güç, post, kanat, diş, tırnak vb. rnğıtır. Fakat
en sonunda sıra insan türüne geldiğinde, elinde h iç bir şey kalmadığını ve insanın
"çıplak, ayakkabısız, örtüsüz ve silahsız" bir şekilde kalakaldığını görür. Burada, in­
san dostu Prometheus çıkar sahneye ; insanla diğer canlı lar arasında bir denge kur­
mak ve onun varlığını sürdürebilmesini sağ lamak için, tanrı Hephaistos ile tanrıça
Athena'dan ateşle birlikte sanatlar (zanaatlar ) bilgisini çalar ve insana armağan eder.
Böylece insanlar, ellerindeki ateş ve zanaatlar bilgisi sayesinde daha iyi yaşam
koşul larına ul.ı_ş ırlar. Üstelik, kendilerini vahşi hayvanlardan koruyabilmek amacıy­
la bir araya gelip toplanırlar. Fakat yine de güvenceye kavuşamazlar ; çünkü siyaset
sanatına sahip ol ma d ık lar ı için, toplumsal bir dü�en olu�tura mayıp, bu kez birbir­
leri ni yok etmeye başlarlar. İ nsanlara yardım eden Prometheus'u ağır bir cezaya
çarptırmış olan Zeus, yeryüzünden si linip gitme tehlikesiyle karşı karşıya olan in­
san lara acır ve haber tanrısı "Hermes'e polislerde kural yerine geçmesi ve insanları
dostluk bağlarıyla birbirlerine bağlaması için doğruluk (ada let) ve utanmayı { bir
ba şka değişle, siyasal erdemi ya da siyaset sanatını) götürmesini " söyler. Hermes, bu
erdemi, belli sanatların zanaatların bilgisinin verilişi gibi bel li kimselere mi vere­
-

ceğini, yoksa tüm insanlara mı dağ ı ta cağ ı nı sor.ar. Zeus, onu herkese vermesini
söyleyip, böyle yapılmazsa polislerin ayakta duramayacağını, yani siyasal yaşamın
kurulamayacağını belirtir.
Bu mitosla veri lmek istenen ders çok açıktır . Protagoras'a göre, bir kimse her­
hangi bir sanatı (ya da zanaatı ) bilmediği için kınanamaz, fakat haksız, adaletsiz
davranışlarından ötürü yalnız kınanmakla kalmaz cezalandırılır da. Çünkü bir sana­
tın bi lgisi doğal yeteneği gerektirir ve bu, herkese verilmemiştir. Oysa , bütün insan­
lar siyasal erdemden pay aldıkları için, bunu öğrenip elde edebi lirler ve doğrulukla
davra nabilirler. Böyle yapmaları da gerekir; çünkü polisin, devleti n , dolayısıyla in­
sanlığın var lığı buna bağlıdır.30 Böylece, doğruluk ile utanma duygusundan bütün
insanların pay aldığının belirtilmesiyle, herkesin siyaset yaptığı, siyasal yaşama et­
kin bir biçimde katıldığı ve kimsenin siyasal bir ayrıcalığa sahip olmadığı siyasal
rejim, yani demokrasi doğrulanmış olur. Son uçta Protagoras, Atinalı ların "siyaset
alanında demircinin ve ayakkabıcının öğütlerini dinlemede haklı olduklarını ve erde­
min edinilip öğretildiğine inandıklar ını yeterince kanıtlamış olduğu nu''3 1 belirterek
demokrasinin i nsan için en uygun siyasal toplum biçimi olduğu anlayışına ulaşır.
Abdera'lı Sofist için, "aklı başında kimse, doğru olmayan ( doğru iş yapma­
yan) birini geçmiş bir şey olan suç için değil -olmuş olanın olmamas ını sağlayacak
gücü yoktur çünkü-, suçlunun bir daha suç i şlememesi ve cezasının öbürlerine ör­
nek olması için geleceği düşünerek cezalandırır."32 Cezanın suçu ön leme amacı güt-·

30 "... temeli doğruluk ve ölçülülük olan siyasal erdeme ilişkin bir sorun hakkında öğüt al­
mak söz konusu o lduğunda, herkesin fikrini söylemesini kabul. etmek haklıdır, çünkü
herkesin bu yurttaşlık erdeminde payı olması gerekir, bu olmazsa, polis de olmaz."
(Protagoras 322e-323a)
31 Protagoras 324 c-d.
32 fbid., 3 24 b.

62
mesi, siyasal erdemin öğretebilirliğinin -en a ç ı k kanıtıdır. İ ş te Sofistin temel görevi,
siyasal erdemi öğrenmeye yatkın ·olan insana bu erdemi öğretmek, onu eğitim le
doğruluğa yöneltmektir ve böylece o n u n i y i bir yurttaş o l mas ı nı sağl.ı m.ı k tır . De­
mek ki, demokrasi, her kişinin kendi yargılarına bağlanıp ka ldığı bir otorite (yetke)
boşluğu, bir başıbozukluk durumu değil, fakat bazı-kimselerin (Sofistlerin ve Perik­
les gibi bilge politi kacıların) eğitimciliği, iyiyi gösterici liği, ön de r l iğ i sa yesinde hal­
kın siyasete katıldığı bir düzendir. Çünkü "halk, bir kör gibi hiçbir şeyin farkına
varmaz ve tek bir ağızdan yöneticilerin kendisine söylediğini tekrarlar .ınc.ık." 3 3
Belli ölçüde entele ktüel elitizmi savunan ve Perikles'in görüş ler i n i yansıtan
Protagoras'a göre, her ne kadar demi rc i , ayakkabıcı gi bi sıradan ki şilerin polisle ilgili
konularda fi kirlerini açıklamaya hakları varsa da , bunları n siyaset yaparken do.� ru·
luk i çinde o lma l ar ı gere kir . Ancak, mutlak b i r ger çek olmadığından dolayı, biitün
siyasal toplumlar i çin ge çer li o labilecek evrensel bir doğruluk an lay ı ş ı da bulunmaz.
Protagoras'ın deyişiyle, " ... her polise doğru ve iyi ge l e n şey , polis bu in.ı n ç tı
bulundukça i y i ve do ğr u d ur. • . J 4 B u nedenle yurttaşlar, kendi top lumsal düzenlerin­
de neyin iyi ve doğru olduğunu ancak bi lge "yönet ici lerden '' öğrenebilirler. Bir baş­
ka dey işle, var olan yasalara, kurallara, i l ke lere uymakla, bunları özümsemekle siya­
sa l erdeme sa h ip olabilirler. Bunu ya p maya n lara karşı devletin hoşgörülü olması
beklenemez, ters i ne " uta n ma ve do ğ r u l u kta n payı ol mayan her insan, polis için bir
be l a olarak kabul edilip öldürülecektir. "35 Öyle görülüyor ki, Protagoras, bu düşün­
celeriyle kurulu düzeni (yani Perikles demokrasisi düzeni n i ) sa vunmakta ve tıpkı
J ea n J acques Rousseau gibi, kişinin kendi iyiliği ve özgürlüğü i ç i n düzene (devlete)
gönülden uyarak i y i bir yurttaş olmasını sa l ı k vermektedir.
"Protıgoras mitosu"nun içerdiği bir başka düşüncenin de "top l u m sözleşme­
si " olduğu i leri sürülebilir. İnsanların i l ke l durum ları üzer ine bir kitap yazmış oldu­
ğu bil inen Protagoras36 , büyük bir olasılıkla insanlığın belli evrelerden geçerek siya­
sal toplu m (polis) aşamasına ulaştığı inancın ı ta şı m ış o l mal ıdır. Mitosta da, be l l i bir
dönemde bütün insa n ların siyaset sanatına sa h ip o l maları, herkesin eşit olarak devle­
tin kuruluşuna katıldığı anlamına gelir. Çünkü polis, �ncak herkese doğruluk ile
utanmadan pay verilince ortaya çı kar ; bir ba ş ka deyi�le, onun var lığının zorunlu
koşu lu, siya sa l erdemin i n sa n lar arasında paylaştır ılmış olmasıdır. Demek ki, devlet,
siyaseti bilen kimselerin bil meyen leri yönetme istencinin değil, bütün insanların
kendi arz u larıyla yaptıkları "sözleşme"nin bir ürünüdür.
Devleti bir sözleşmeden �aynaklandıran ya da en azından onu yapay bir ku­
rum olarak a lgı layan Sofist düşünce, devleti bir araç o larak görmekte, insanı ise hü­
man ist a n layışına uygun o larak amaç konumuna yükseltmektedir. Protagoras'ın ya­
sa ların göreci liğine, bun ların ülkeden ülkeye değişi k l i k gösterdiğine il işkin görüşleri,
yasaların i n sa n ların yararı doğrultusunda ve bir toplumun ortak anlaşması sonucun­
da sapta n ıp ortaya konduklarını gös �rir. Bunun mantıksal uzantısı ise bizi , toplu-

33 lbid, 3 1 7 a
34 Thraitctos 1 67 c.
35 Protagoras 322 d.
36 Gomperz, s. 427 -428.

63
mun ve toplum sa l istencin deği ş mesiy le birli kte , yJsa l.ırın, toplunısJ I kurumların da
değişmek zorunda oldu kl.rn anl.ıyışına götürür. 3 7 Ben-Amitta y'nin be l irttiği üzere
Gorgias, bu konud.ı daha da ileri giderek, toplumsal kurumların ve yasaların, y.ı lnıL
toplumu değil, fakat bireyi de, bireysel davranışlJrı �e b ı.i davr:ını şların nedenlerini
de dikkate a l mak rnrunda o lduklarını savunmuştur . .ı .�
e/ Birinci kuşak Sofistlerde , Yunan lıların kardeş oldukları ve birleşmeleri
gerektiği düşüncelerinin ilk izleri görülür. Sofistler, yen i , o lağandışı fikirler türet­
mek le birlikte, toplumda hakim olan ya da ha kim o l ma yolunda yay ılma gösteren
görüşleri de dile getirm işlerdir. B un lardan biri de, Pers savaşlar ının körük lediğ i He­
len -Barbar ayrımı ve Helenlerin üstünlüğü görüşüdür. Üstelik Sofistler, ya lnızca bu­
nunla yetinmemişler ve Yunan l ı ların ortak kültürü anlayışından hareket ederek bü­
tün Yunan lıların tek bir "u lus" şeklinde birleşmeleri öğretisini ( panhelen iznı'i)
yaymaya çalışmışlard ı .
Sofistlerin pan helenizm a nlayışına ulaşma larınd.ı, biri "öLel" ya da "kişisel",
diğeri "genel" diyebi leceği miz birbirine bağlı iki nede n rol oynamıştır. Daha önce
de belirtmiş o lduğumuz üzere , Sofistler gezginci öğretmen lerdi ; gittikleri ve hatta
yerleşip uzun süre kald ıkları polislerde metoikos statüsünde bulunuyorlar ve yurt­
taşlık haklarından yararlanamıyorlardı. Bu durum, onları rahatsız ediyor ve ki şise l
çıkarlarına ters �üşüyordu. O y sa , panhelenizmin gerçekleşmesiyle bu tür özel so­
runları da kendiliğ inden ortadan kalkard ı. "Genel" .olarak adlandırabileceğimiz di­
ğer neden, Sofistleri n, sürdürdükleri bu yaşam sayesinde, polisler arası kısır çatışma­
ların üstünde kalabilmiş ve "polis u lusçuluğu"nu aşa bilmiş ol malarından kaynakla­
nır. Doğrudan doğruya bir polisin sözcülüğünü yapmayan Sofistler, bir Yunan iç
savaşına dönüşen polisler arası çatışmalar ı çok daha objektif ( nesnel) bir biçi mde
değerlendirerek, bu çatı.ş maların Yunan dünyasını zayıflatmaktan başka bir şeye
y o l açmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Buradan da panhelenizm anlayışına varmaları
hiç de zor o l mamıştır.
Yunan u lusçuluğu düşüncesini a çıkça savunmuş o lan Gorgias, Olympia Söy­
levi adlı yap ıtında, Yunan lıların kendi aralarındaki çatışmalara son verip uyuşmala­
rını ve "birbirlerinin polislerini değil, fakat barbarların ülkelerini fethetmeyi amaçla­
malarını" salık verir. Atinaldarın Cenaze Töreni Söylevi adlı yap ıtında, birleşm iş
Yunan lıların Perslere karşı kazandıkları zafer leri anımsattıktan sonra, düşüncelerini
"Barbarlara karşı kazan ı lan :zaferler övgü şarkı larını, Yunanl ı ların Yunanlılar üzerin­
de kazandıkları zaferler ise ağıtları gerektirir." diyerek özetler. 3 9
Halkiann Adları Üzerine ad l ı b i r k i ta p yazmış olan Hippias ise , büyük bir ola­
sı lı kla farklı halkların gelenek, görene k ve yasaları hakkında yaptığı ara ştırmalarının
bir sonucu olarak, panhelenizmi aşıp kosmopol itizme yaklaşmı ştır. E l is'li bu Sofist,
Platon'un bir diya logunda, ba ştı Sokratcs ve Protıgoras'ın bu lunduğu bir konuşmJ-

37 Proug oras'ta , b u değişken pozitif y-.ıs:ıb.rrlan lıa1ka -Zcus'un bütün insanlara y o l l.ıılı�ı
doğruluk ve u tanmanın ılcği� mcz, e\Tensel kurallar ( y:ı sa lar) olarak yorıım lanm:ısı y la-­
doğal hukuk kur:ımının ilk tohu mlarının da bulunduğu ikri sliriildıil ir .
38 Jacob Ben-Amittay, S iyasal Düşünceler farihi, _\n br:ı, Savaş Y'1yınları, l '.1 8 3, s . 59 .
39 Gonıperz, s. 523 v e Şenel, E s k i Y u na nda E � itlik .. . , s . 3'.:: 9 .

64
cılar topluluğuna şöyle seslenir : ''Burada bulunan hepinizi -yasa bakımından değil,
ama doğa bakımından- akrabalarım, yakınlar ım, yurttaşlarım olarak görüyorum.
Çünkü benzer, doğal olarak benzerin akrabasıdır; a ma insanların tiranı olan yasa,
doğayı bile zorlar sı k sık."40 Hippias'ın bu sözlerinde, physis (doğa) - nomos (ya­
sa) y.ı da doğal yasa - pozitif yasa ayrımı yapılarak, ilk tohumları Protagoras'ra bu­
lunan doğal hukuk öğretisi açıkça ortaya konmaktadır. 4 1 Buradan, genellikle doğa
ile uyum içinde bu lunmayan pozitif yasa ların, insanları bir tiran gibi zorlayarak on­
ların Helen-Barbar, özgür-köle ya da polites-metoikos gibi gerçek olmayan , yapay
kategori ler altında bölünmelerine yol açtıkları, oysa insanların doğal yasalar gere­
ğince gerçekte akraba, kardeş oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Buna göre, Hippi­
as'ın, doğal hukuk öğretisini - genelde i kinci kuşak Sofistlerden farklı olarak- eşit­
likçi bir biçimde ele alıp, bütün insa nların doğal yasaların hüküm sürdüğü bir dünya
devletinin yurtta ş ı olmaları gerektiği fi krini, yani kosmopolitizmi dolaylı bir şekil­
de de olsa savunmuş olduğu i leri siirülebi lir. 42
f/ Son .o larak, birinci kuşak Sofistlerde bireysel faydacılığın düşünsel temel­
lerinin ortaya atıldığı görülmektedir. Onlara göre, birey ile toplumun amacı ayrı ola­
maz : Polisde mevki ve güç peşinde koşan kişi, ''demokratik" sistemin gereklerini
yerine getiriyor, onun gelişmesine katkıda bulunuyor demektir. Siyasal alandaki bu
anlayı ş ekonomi'k olana uygulandığında, bu kez ekonomik libera lizmin temel ilke­
lerinden biri ortaya ç ıkar : Bu, kişinin yetenekleri ve bilgileri ölçüsünde kendi ç ıkarı­
nı gerçekleştirirken toplumsal gönen.cin ve gücün artmasına katkıda bulunduğ u ilke­
sidir. Aristokratik ideolojiye karşı emeği ve özenli çalışmayı yücelten Prodikos,
kişinin bir ülke tarafından onurlandırılmasını istiyorsa, çalışarak, bu uğurda ter dö­
kerek, bu ülkeye yararlı olması gerektiğini belirtir . Ona göre, zenginleşmek için top­
rağını ekip biçen ya da sürülerine özen gösteren kişi, aynı zamanda ülkesine de fa y­
dalı olmaktadır.43
Fakat bu öğretinin geçerli ya da daha doğrusu haklı olabil mesi için, bireylerle
toplumun amaçlarının bir uyum içinde bulunması ve polisin belli güce sahip ol ması
gereklidir. Ancak bu şekilde birey, toplumla, devletle karşı karşıya kalmadan, daha­
sı top lumun hizmetinde bulunarak, kişisel çıkarını gerçekleştirmiş olur. Yoksa, par-

40 Protagoras 337 c-d.


41 Hippias, bu a ynın ı Ksenophon'up Memorabilia ya da Fransızca.�ıyla Mcmorables ("Anı­
lar" , IV, 4) adl ı y apıtınd a da dile getirmektedir. Xenophon, Ocuvres completes, cilt 3,
s. 400-403.
42 Antak Hippias, Protagoraı di yalogu nda k i konuşmasını sürdürerek ş u nları da söyler: " Her
.
ş eyi n özünü bilen, Yunanlılann en bilgilil cri olan ve bu nedenle bilgeliğin prywneion'u
(yani merkez_i ) sayılan bu polisin (Atina'nın) en ünlü ve en zengin evinde toplanan bizle­
rin, bize yakışmayacak · da vranış larda bulunmamız, en bayağı insanlar p;ibi birbirimizle
anlaşamamamız utanç verid bir şey olur." ( 3 3 7 d-e) . Eğer bu sözler, Plato n' un ya.k.ıştır­
malan değil de, gerçekte Hip pias' ın düşüncelerini yansıtıyorlarsa, E lis ' li Sofıstin kosmo­
politizme yol açan insanların kardeşliği değil de, bilgelerin kardeşliği düşüncesini benim­
sediğini ve pozitif yasalann yarattığı bölünmeleri yadsımakla birlikte bilge olanlar ve ol­
mayanlar şeklinde bir ayrımı doğal görüp savu nduğ unu kabul etmek gere kir .
43 Prodikos, bu görüşlerini Ksenophon'un �lemorabilia'sında (ll, 1 ) a nlattıj:iı Herakles'in
bir öyküsü içinde dile getirir. Xfoophon, Oeuvres completes, cilt 3, s. 320-323.

65
çalanmış ve sal lantıda olan bir toplumda, bir başka deyişle , bireyin çıkarını toplum­
sa l çıkarlardan bağ ımsız görmesine, hattı bunları kişisel gelişmesin�-engelleyici ola­
rak değerlendirmesine yo l açan bir toplumsal çözülme durumunda, Sofistlerin bu
öğretisi, bireyci anarşizme düşünse l kaynak oluşturabilir. Bunun, ikinci kuşak So­
fistlerin elin de bu y önde yorumlanıp kullanı ldığı , genellikle kabul gören bir savdır.

1 1 . İkinci Kuşak Sofistler: ANT İ P HON, E UTHYDE MOS, KALL İ KLE S,


İ İ
KR T AS ve THRASYMAKH OS, bu kuşağın önde gelen temsitcfteridir.
Toplumsal-siyasal bozulmaların ve askeri yenilgilerin birbirini izlemesi sonu­
cunda, Atina'nın baş ına gelen bu kötülüklerden Sofistler sorumlu tutulmaya başlan­
dı . Ha lkın gözünde, kişisel çıkarları uğruna A tina' ya ihanet etmekten çekinmeyen
.
Alkibiades ya da Atina ' da terör estiren bir rejimin ba şını çeken Kritias, Sofist dü­
şüncelerin birer ür ünüy dül e r; bu düşünceleri siyasal yaşamda uygulayan kişilerin en
tipik örnekleriydiler. Ger çe kten , hiçbir kural tanımaz, aşırı bireyci görüşleri olan
ikinci kuşak Sofistlerin, kurulu düzenin, yani demokrasinin yozlaşmasında belli bir
etkiye sahip oldukları kabul edilebilir. Ancak onların, düşüncelerini geliştirirken
içinde bulundukları sosya l ve siyasal ortamdan etki lenmiş oldukları da göz ardı edil­
memel id ir. Çün kü toplumsal değerlerin yıkılıp yerine yenilerinin kona madığı bir
top lum, aşırı bireyci öğretilere yeşerebilecekleri uygun bir ortam sağlıyordu . İ kinci
kuşak Sofistlerin temel düşünceleri altı noktada toplanabilir.
a/ İ k inci kuşak Sofistler, Protagoras'tı görülen bilgi konusundaki görece­
liği en uç noktasına kadar götürürler. E uthydemos'un ' 'herşey, herkese , aynı za­
manda ve aynı şekilde ve her zaman için aittir."44 sözüyle anlatılmak istenen, her­
şeyin herkesçe hep doğru olduğudur. Sofist düşünüre göre, "en ufak bir şeyi bilen
kişi , herşeyi biliyor" demektir.45 Her kişinin düşüncesi, ken disine göre doğrudur,
gerçektir. Yanılgı diye bir şey yoktur, çünkü söylenen şey, düşünülen bir şey oldu­
ğundan var olan bir ş·eydir de: "Yanlış konuşulamayacağına göre, ya nlış düşünüle­
mez ... Bu bakımdan, kesinlikle yanlış k&tnı (doksa) da yoktiır."46
Bu aşırı görecelik anlayışı, yalnızca bilgi kuramıyla sınırlı kalmayıp ahlak ala­
n ını da kapsar. Çünkü "yanlış düşünmenin ve cahil olmanın olanaksızlığından ötürü,
bir yanlış ( kö tü ) davr.ımşta bulunmak da olası değildir ."47 ya da "herkes hep er­
d�li ve erdemsiz olunca, iyi ya da kötü kişi de olamaz. "48 Böylece, ahlaksal değer­
lerin göreceliği vurgulanarak, kişinin hiçbir şekilde kendini, toplumdaki değer ve
Doğr u ­
davranış kalıplarıyla sınırlandırmaması gerektiği düşüncesine ulaşı lmaktıdır:
Yanlış ya da İyi-Kötü'nün olmaması, kişiyi düşünce ve davranışlarında
tümüyle öz­
gür kılmaktadır. Toplumdaki "a hlak krizi"nden rahatsız olanlar için bunun temel
sorum luları, hiç bir otorite tanımayan ve geleneksel kurumları, inançları yadsıyan
Sofistlerdir. Aristophanes'e göre, Sofistlerin gençlere verdikleri eğitim , "utanç

44 Platon, Kratylos 386 d • .

45 Platon, Euthydemos 294 a \le 296 c.


46 İbid, 286 c-d.
·

47 İbid, 2 8 7 a.
48 Kratylos 386 d.

66
verici her şeyi doğru ( d ürüs t) , doğru olan her şeyi utanç verici olarak gösterir. "49
b/ Birinci kuşak Sofistlerdeki güzel söz söyleme sanatı (retorik) ile tar tışma
sanatı (diyale kti k), ikinci kuşak Sofistlerin elinde gitgide bir çeki şme, kavga tekniği
(eristik) durumuna dönüşür. Doğru, gerçe k diye bir şeyin · olmadığını savunan
Sofistler, bir tartışmadan haklı çıkabilmek için her türlü y.önteme daha doğrusu .
_
eristik 'e başvurarak, karşıdaki kişiyi alt etmenin gerektiği düşüncesiyle hareket
ederler. Böylece, söz cambazlığı yaparak ve karşıt fikir leri savunarak diğer
konuş mac ıla r ı şaşırtmak, mantıklı ön ermel er den saçma vargılar ç ı karmak, ne olur­
sa olsun diğerlerinin söylediklerini çürütmek önemli olur.
Platon, Euthydemos adlı diyalogunda eristiHn ne olduğunu , neyi amaçladı·
ğını a ç ı k ça ortaya koymuştur. Örneğin , bu diyalogun iki. Sofist kardeş i , Platon 'un
deyişiyle "sözlerle kavga etmede ve doğru kadar yanlış sözleri de çürütmede uzman­
laşmış" 50 olan Euthydemos ile Dionysodoros, tartışmada sözcüklerin a nlam la r ı üze·
rinde oynayarak, Sokrates'in ba basının bulunmadığı ya da bir diğer konuşmacı olan
Ktesippos'un babasının bir köpek olduğu5 1 gibi saçma sonuçlara varmadaki "usta­
lıklarını" göstermektedirler. Platon, devamla, eristik'in hi çbir şey öğretmeyen bir
oyun olduğunu belirtmiş ve Sofistlerin bunu kendi aralarında kullanmalarını alaycı
bir dille öğütlemiştir. Çünkü ona göre, Euthydemos i le Dionysodoros'un kullandık­
ları bu teknik, kendilerine benzeyen "çok az sayıdaki kişinin hoşuna gider ; diğer
insanların bunun hakkındaki düşünceleri ise onların -kendi düşüncelerinin çürütül­
düğünü görmekten çok, başkalarının düşüncelerini bu tür usavurmalarla çürütmüş
olmalarından dolayı- yüzlerinin kızarmasına yol a çar."sı
c/ Ahlaksal bakımdan mutlak bir değerin olmadığına ilişkin anlayış, din ala­
nına yansıtıldığında tanrıfarın yadsınmasına varır. Daha önce Protagoras, bilinemez­
c! l ik (agnosticisme) öğre ti si doğrultusunda tanrıların varlığı ya da yokluğu üzerine .

bilgi edinilemeyeceğini belirtmiş, Prodikos ise tanrılara inanmayı psikolojik olarak


açıklamaya çalışmıştı. Oysa "otuzlar tiranl ı ğ ı yönetiminde baş rolü oynamış ve
"

demokratlarca öldürülmüş olan Atinalı soylu Kri tias , Sisyphos adlı yapıtında, tanrı­
ların gerçekten var olmadıklarını, bunların bazı insanlar tarafından uydurulduklarını
i leri sürer.
A ti nalı Sofiste göre tanr�lar, yasaların yetersiz kaldığını gören akıllı devlet
adamlarının iktidarlarını sürdürmek, düzeni korumak için insanların içine saldıkları
bir korkudur. Bu kişiler, insanları tanrıların var olduğuna ve tanrıların gözünden
hiçbir şeyin kaçmadığına inandırarak, onların gizlice suç işlemelerini önlemeyi

49 Ali Süha Delilbaşı'n'ln çevirisi şöyledir: " ·- her ayıbı sana fazilet, her fazileti de ayıb

diye gösterirler." Bulutlar, İstanbul, Maarif Basımevi, 1 9 57 , s. 48) . Aris­


(Aristophanes,
tophanes, aynı yapıtında, Sofistlerden ders alan bir gencin, babasını dövmeye ve bunu
haklı görmeye varacak denli geleneksel ahlak kura.Ilannı yadsıyıp çiğnediğini de yazar.
50 Euthydenios 272 b. Aristophanes, Bulutlar komedyasırun kiş ilerinden biri olan Strepsia­
des'i, oğluna ders vermesini is tediği (ve Aristophanes'in bir Sofist olarak kabul ettiği)
Sokr.ıtes karşısında şöyle konuşturur: " Her haklı olan şeyi reddedebilmesi için ne gerek·
liy'ie, onu öğretmeyi unutma." (s. 42).
51 faıthydemos 297 d: 298 e.
52 ibid, 303 d.

67
amaç la m ı şlard ı . Kritias bu düşüncelerin i , ş i irsel bir biçimde şöyle ortaya koyar:
"Yasaların göz göre göre insan ları
Yapmaya b ırakmadıkları zorba l ı kları
Giz lice i ş lediklerinden bence,
İ l k olarak kurnaz düşünceli adamın biri
Tanrı k ork usunu insan lara buldu,
Yapar , düşünür, söylerlerse gizlice
Korkutacak bir şey bu lunsun diye.
Buradan " ta n rı l ı ğı " ortaya çıkardı .
Daimon vardır, parlar sonsuz yaşamla.
Ruhla işitir, görür, pek aşırı düşünür,
D i kkat eder dünyaya, tan rı ca yaratıl ı şıyla
İ şitir h er söyleneni insanlar arasmda,
Kaçmaz gözünden hep yapılan.
Sessizce bir kötü lük tasar larsan
Giz li kalmaz bu ta nrılardan."53
Bu dizelerde açıkça, tanrı ların� dolayısıyla dinin siyasal kaygılar nedeniyle
uyduruldukları ve bunların siyasal ara ç olarak kullanıldıkları fikrinin yattığı görül­
mektedir. Ayr ıca, soylu Kritias'ın bu düşünceleri, tanrıları yadsıyarak, paradoksal
bir biçimde, aristokratik ideolojinin temel taşlarından birini oluşturan yasa ların
kutsa l l ı ğ ı ve değişmezliği ilkesini ortadan kaldırmaktadır. Ancak burada, tam anla­
m ıy la bir paradoks olduğu söylenemez. Çünkü dönem değişmiş ve dem okrasi, bu
ilkenin ne denli boş bir şey olduğunu göstermişti. Soylular, üstünlük savlarını artık
top lumsal koşullara uymayan ve kitleler üzerinde etkili olamayan bu tür düşünceler­
le destekleyemeyeceklerinin ve bunun için yeni bir ideolojik söyleme gereksin i m
duyduklarının bilincindeydiler. İ şte Kritias ve diğer radikal Sofistler, geleneksel gö­
rüşleri çürüten ve düzenle bağdaşmayan yeni öğretiler ortaya atarak, bu söylemin
oluşmasına katkıda bulunacaklardır.
d/ İkinci kuşak Sofistlerde, kurumların, göreneklerin, değer lerin göreceliğin­
den hareket edilerek, polisin bir insan yapısı olduğu görüşü savunulup toplum söz­
leşmesi kura mına ulaşı l ır. Krİtias, Sisyphos ad l ı yapıtında bir "doğa durumu" be­
timlemesi yapar. Ona göre ş i ddetin ve vahşiliğin hüküm sürdüğü bu dönemde, in­
san lar hiçbir yasaya bağımlı değil lerdi ve yalnızca içgüdülerine.göre davranıyorl;ırdı.
Sonra , adaletin sağlanabil mesi için bir düzene gereksinimi olduklarını anladılar ve
yasaları yaparak toplum durumuna geçtiler. Kritias'ın bu düşüncelerinde to plum,
kutsa l ya da en azından doğal niteliğinden soyutlanmakta ve insanların gereksin­
melerinden kaynaklanan yapay bir kurum olarak bel irmektedir. Ancak bu toplum
anlayışı, top lumun oluşum aşamasına bütün insanların katıldığı, bir başka deyişle
onun bir sözleşmeyle belirlendiği anlamına ge lmez. Çünkü Kritias' ın deyiş i y l e , i l kel
dönemde "iyilerin ( yani soyluların ) ödüle kavuşamaması, kötülerin cezasını bu la ma ­
ması " 5 4 , toplums;ıf yaşama geçilmede itici motor i ş levi görmüştü. Bu bakımdan,

53 -Kranz, s. 205.
5.J. lbid, s. 204,

68
to p lumun soylu lar tarafından ve soyluların adalet anlayışı doğrultusunda kuru l muş
ol duğu anlaşılmaktadır. Zaten, eşitsizlikçi görüşlere sahip o l up bunları siyaset ala­
n ı n da uygulamış olan Kritias' ın, genelde iktidar ı n sın ırlan masına ve paylaşı lmasına·
yol a çan toplum sözleşmesi kuramını benimsemesi beklenemezd i . 5 5
B u n a karş ı l ı k Antiphon, bazı bölümleri (fragmentleri) günümüze ulaşabilmiş
bul unan Gerçek adlı iki ciltlik. yapıtında, top l u m sözleşmeci bir düşünür olarak
karş ım ıza çıkar. "Yasaların (nomoi) buyrukları dileğe göredirler." diyerek yasala­
rın göreceliğini vurgulayan Antiphon, toplumsal kurumların ve kuralların, yurttaş­
lar.ın ( hatta göreceğimiz üzere insan lar ın) anla�arak genel bir omma son ucunda sa p ­
tan m ı ş o l dukları n ı , " . . . yasaların buyrukları sözleşme ile kararlaştırılmadırlar ... "56
s özüyle dile getir ir. Burada, geleneğin boyunduruğ u n u kuran, doğa-üstünün otorite­
sin i zayıflatıp sarsan ve toplumsa l -siyasal kurumları insan amaçlarının ara çlar ı şek­
linde algı layan toplum sözleşmesi düşüncesin i n aç-ı k ça ortaya konduğu görül mek­
ted ir. Bunun doğal uzantısı ise, pozitif yasalar ı n herkes i ç in eşit bir biçimde düzen­
lenmesi gere kli liğine varır. Çünkü top lum, insanlar tarafından ve insanlar için, söz­
leşme yapı larak consensus te meli üzerine kurulmuş'tur ; bundan dolayı da herkes
ondan eşit yararlanmalıdır.
Antiphon bu görüştedir; fakat olması gereken i le olan arasında büyök bir kar­
şıtl ığın bulunduğunun da bilincindedir : İ nsanlar, doğal olarak eşit yaratılmış o l ma­
larına karşın , hatta ilk toplumu sözle şmeyle oluştur muş olmalarına karş ı n , daha
sonra ortaya çıkan sosyal ayrıcalık lar, sınıfsal far k l ı l ı klar nedeniyle, yapay bir bi­
ç i m de H elen-Barbar, soylu-avam vb . olarak bölünmüşlerdir. Pozitif yasalar ise, bu
bölünmüş lükleri yansıtmakta ve bun ların korunup sürdürülmesi işlevi n i görmektedir­
ler. Antiphon'un kendi deyişiyle, "soy l u ba ba ların çocu kları olanları sayıyor, onlar­
dan çekiniyoruz. İyi (soy lu) evden o lmayanları da saymıyor, on lardan çeki n miyo­
ruz. Bu halde birbirim ize barbarlık ediyoruz. Çünkü doğada hepimiz herşeyde aynı
olarak yara tılmış ızdır, Helen olsun, barbar olsun; bunu doğal olarak bütün insanlar
i ç i n aynı şekilde zorunlu olan şeyler gösteriyor ... Bu nları elde etmek herkes için
ay n ı şe k i lde o lana k l ı , bütün bun larda biz ne bir barbarı ne de bir Heleni d ı şarıda bı­
rakıyoruz. "5 7
Bu açıdan bakıldığında, doğal hukuk öğretisin i , Hippias gi bi, eşitlikçi · yönde
ku l landığı görülen Antiphon, Helen -Barbar ( dolayısıyla özgür-köle) ayrımını
Y.adsıyarak, kosmopolitizm fikrine kapıları açar ya da en azından ara lar : Bundan
başka Konkordia ( Uy u m ) adlı bir başka yapıtında, egoizmi, bireysel zayıflı klar ı ,
otorite boşluğunu (anarşiyi) keskin bir d i l le kınar v e toplumsal uyumun (consen­
sus'ün) önem i n i vurgulayıp eğitimin gücüne dikkati çeker. Gerek ka lıtımsal üstünlük
savlarına karşı çıkması, gere k bir Sofist ( yani para karşılığı ders veren bir kiş i ) ol­
ması nedeniyle eğitim in üzerinde önemle duran Antiphon, iyi bir i nsan (ve yurtta ş )

55 Toplum sözleşmesi kuramını siyasal iktidan daha da güçlendirmek, mutlak kılmak için
kullanabilmiş olan tek düşünür Thomas Hobbcs' tur.
56 Kcanz, s. 1 99 .
57 İbid., s. 1 99-200.

69
olmanın iyi bir eğitim almaya bağlı olduğunu i leri sürer : " İ nsanlar arasındaki şey­
lerin en başta gelen i , sandığıma göre eğitimdir ... Toprağa nasıl bir tohum atılırsa,
ona göre bir ürün beklemek gerekir. Genç bir bedene (ruha) ger çek eğitim tohumu
eki lirse, bu tohum bütün yaşam boyunca yaşar ve serp i l ir , ne yağmur, ne de
yağm ursuz l u k onu yok edemez . " 5 8
Antiphon doğrultusunda o l u p , insanların bölünmüşlüğü üzerine oturtulmuş
e ş i tsiılikçi yapıları eleştiren iki Sofist daha vardır : Lykophron ve Alkidamas. 59
Lykophron 'un "yasa lar , insanlara karş ı l ı k l ı o larak hakkı garan ti eder" sözü, genel­
l ikle bu düşünürün de toplum sözleşmesini be n i mse m i ş olduğu şeklinde yorumla­
nır. Bu yorumda, yasaların herkes için adil o l masından, yasaların, dolayısıyla da
top lumun, bir sözleşme ürünü oldu kları so n ucu çı karsanmaktadır . 6 0 Üstel i k, herke·
sin sözleşmeye taraf olmasından hareket edilerek, Lykophro n 'u n insanlar ı n , daha
doğrusu top lumun gerçek iiyeleri o lan yurtta ş lar ı n h u k u ksal eşitliğini savun muş ol­
duğu i leri sürü lmekted ir. Lykophro n 'un günümüze kalab i l m i ş bir başka par çası, bu
görüşü doğrular yöndedir : "Soy l u luğun par la klığı belirsizdir, ı;ı nuru ya lnızca söz­
cüklere daya n ır."6 1 Bu sözleriyle Lykophro n , soy l u l uğ u n boş bir şey olduğunu be­
lirtip, in�nların ( ya da yurttaşların) soy l u -avam şekl indeki bölünmelerine karşı
ç ıkmak ta dır .
"Tanrısallık bütün insanları özgür yap m ı ştır ; doğa kimseyi köle yaratmamış­
t ır . " 6 2
diyerek açıkça kölelik kurumuna sa l dıran ve o n un ortadan ka l kmasını iste­
yen tek Sofist düşünür, A lkidamas'tır. Onun bu sözleri, aynı zamanda, kölelik ku­
rumunun tanrılardan kaynaklandığına ve ba z ı insanların doğadan köle yaradılışlı
olduklarına ilişkin egemen inancı çürütme amacını gütmektedir. Bundan başka, bu
sözlerin ardında, genel bir eşitliğin hüküm sürdüğü bir "ilkel doğa durumu" düşün­
cesinin yattığı da görülmektedir. Bundan dolayı, Alkidamas'ın, tüm insan yapısı ku­
rumların üzerinde yer alan eşitlikçi bir doğal hukuk anlayışına sahip olduğu söyle­
nebilir.
İ lk bakışta, demokrasiyle uyuştuğu ve h atta onu daha özgürlükçü-eşitli kçi bir
yap ı lanmaya zorladığı görülen top l u m sözleşmesi (ve doğal hukuk) öğretisi, bireyci­
l iği ön plana çıkartan bir "doğa-yasa karşıtlığı" fikr i ne uzaııı a rak, kurulu siyasal dü­
zen (yani demokrasi ) için tehlikeli bir n i tel iğe bürünür.
e/ i kinci kuşak Sofistlerin yaydıkları en öne m li düşüncelerden biri, "doğa­
dan olan" ile "insanın koymuş olduğu" kurallar arasındaki karşıtlıktır, bir başka

58 ibid., s. 2 00 ve Gomperz, s . 480.


59 Aristoteles, bu iki S ofis tte n Retorik ( 1 406a) adlı yapıtınduöz eder. (The Workl of Ariı­
totlc, Cilt il, 9. 656-65 7 ) .
60 Alacddin Şenel, haklı olarak , bu yorumun bir kesinlik taşımadığını belirtir. Ona göre,
"yasaların karşılıklı hakkı g-.ı.ranti .etmesi, onların mutlaka sözleşme eseri olduğunu gös­
termez Öte taraftan yasalar hakkında düşünen Lykophron'un m utlaka devletin kurulu­
•.•

şu üzerine de düşünmüş olacağı söylenemez." (Eı;ki Yunanda Eşitlik . . . , s. 345).


öl Lykophron'dan alıntılar için bakınız : Kranz, s. 2 0 1 v e Ari�oteles, Politika, UI , 1 0
(s. 84).
62 Kranz, s. 201.

70
deyişle physis i le nomos'un uyuşmazlığı, hatta çatışmasıdır. Doğal hukuk öğretisi,
insan ın dışında ( üstünde) doğaya özgü yasaların bulunduğu varsayımı üzerine oluş­
turu lmuştur. Buradan, çıkarsama yoluyla şu sonuç lara varılır : Bilinse de bilin mese
de insan ları bağlayıcı olan tek yasa, doğal yasadır (physis) ; zorunlu olmasından
ötürü, kişinin yaln ızca ona uyması gerekir. Buna karşılık, Hippias'ın deyişiyle "in­
sanların tiranı olan" pozitif yasa (nomos) , -devlet bir sözleşme ürünü olsa da ol­
masa da- görece bir niteliğe sahiptir ve onu koyanların isteklerini yansıtmasından
dolayı da keyfiliği içerir. Üstelik bu keyfi lik, doğadan olanın gözardı edilmesiyle ,
doğaya karşı bir zorba lık biçimine de bürünür. Bunun en açık kanıtı, doğan ın bütün
insanları eşit yaratm ış, kimseyi köle yapmamış olmasına karşın, insanların her yer­
de, farklı pozitif yasaların hükmü altında, hep eşitliği dışlayan çeşitli bölünmeler
iç inde bulunmalarıdır. Bu nedenle, insan yapısı olup doğa ile bağdaşmayan devlet. in
yasaları, kişiyi bağlamaz lar .
Antiphon, Gerçek adlı yapıtında, physis-nomos karşıtlığını çok keskin bir
dille ortaya koyar : " ... Yasaların buyrukları dileğe göredirler, doğan ınkiler ise zo­
runlu durlar ..• Yasaya göre haklı olan şeylerin çoğu doğaya düşmanlık ( karşıtlık)
haliiıdedir."63 Bu karşıtlık öyle boyutlardadır ki , doğanın belirlediği insan orga n­
larının algılama gücü sınırları bile, yasalar tarafından yeniden düzenlenip saptanmak­
tadır. Örneğin, doğal olarak gözün neyi görüp göremeyeceği, dilin neyi söyleyip
söyleyemeyeceği ya da kulakların neyi duyup duyamayacağı bellidir; fakat devle�
tin yasaları bazı şeylerin görülüp, bazı şeylerin söylenmesini ya da duyulmasını ya­
saklayab1 1 mektedirler. Demek ki, ''yasaların bize yaptırmak istedikleri de, yasakla­
dı kları da, aynı şekilde doğaya dost ve uygun değillerdir. " Düşünceleri bile denetim
altına alan ".y asaların (insanlar için) yararlı olarak be lirttiği şeyler, (gerçekte) do­
ğanın kösteğidirler."
Doğa ile karş ıtlık içinde bulunan pozitif yasaların gerc;ek adaleti ifade etme­
dikleri ya da yansıtmadıkları açıkça bellidir. öyleyse, insanları sınırlayan, yaşamı
onlara zehir eden bu yasalara neden uyulmaktadır? Antihpon'a göre, insan lar pozitif
yasa lara uyuyorlarsa, cezalandırılmaktan korktukları içindir, yoksa bu insan yapısı
yasaların bir değeri olduğundan dolayı değil. Çünkü "yasaların buyruklarını çiğne­
yen kimse, bu iş kararlaştıranlar (yani yasaları ya.panlar, sürdürenler) i çin gizli kalır­
sa, utançtan ve cezadan kurtulur, gizli kalmazsa kurtulamaz." Oysa, doğal yasa lara
uymak istemeyen, bunları çiğneyen kişi, kimse tarafından görülmemiş olsa da, aynı
zamana, aynı cezaya uğrar. Doğal yasalar, gerçek, zorunlu yasalar oldukları için ki­
şi, bunlara uymalı, doğaya uygun bir yaşaıri sürmelidir; bunu gerçekleştirebilmesi
ise, yine insan yapısı olan ahlaksal kural ve değerlere kulak asmadan, gerektiğinde
devletin yasalarının dışına çıkmasına bağlıdır, fakat bunu yaparken dikkatli olması
gere kir: "Bir kimse tanıklar bulunduğu zaman yasaları yüksek tutar, yanında tanık­
lar ol madan yalnız bulunduğu zaman da doğanın buyruklarını yüksek tutarsa, ada­
leti kendisi i çin en yararlı bir biçimde kul lanmış olur."

63 Antiphon'un fragmentinden yapılan b u ve bundan soıiraki alıntılar için bakınız. Kraııs, s.


1 99.

71
Physis-nomos k ar ş ı t l ı ğ ı görüşü, doğanın insan lara ve evrene sinmiş bir ada let
nor m u olara k tasarlanmasıy la, to p lum sa l olanı "güçlen<lirici " yönde ge lişebilir. Üs­
tün b ir i l ken in mutlak bir normun (ahlaksal i çeri kli doğal y a saları n ) var l ığının ka ­
,

bul edilmesi i l e , çeşitli toplumsal k uruml ar ın ve yasaların burılJra uygun duruma ge­
tiri lerek insan ların, tek tek değil fakat topluca, gerçekten adil bir yaşama u la ş mala­
rı amaçlanıyor demektir. Bir başka deyişle, bütün insan lar için m utlak olan phy.üs '
i n görece bir nitelik taşıyan nomos 'a yansıması söz konusu edil mektedir. Devlet i n
bir sözleşme ürünü olması ise, insanların y i ne bir araya gelerek doğa ile pozitif yasa­
ları uzlaştırabilecekleri (dolayısıyla eşitlikçi b ir düzeni gerçekleştirebilecekler i ) an­
lamını içermektedir.
Buna karşılık ikinci kuşak Sofistler, yukarıda A n t i ph o n u n gör üşlerin de de
'

belirttiği üzere, genellikle "doğa "yı bencillik ya da ki şisel çıkar anlamında ele alır­
lar ve physis-nomos karşıtlığından hareketle bireyciliği aşırı boyutlara götürüp
kişiyi toplumun (devletin ) karşısına dikmeye dek varırlar. Protogoras gi bi düşünür­
lerden farklı olarak, insanı aynı türden birisi olarak değil, fakat doğa nın yarattığı bi­
rey , özgül tek kişi, tek insan olarak ele alan i ki nci kuşak Sofistlere göre, insan i ç i n
geçerli tek ilke, kişise l çı karıdır. Bu ise, yaln ızca doğaya boyun eğerek, doğanın
buyruklarını yüksek tutarak sağlanabilir. İ nsanın doğaya uyması gerektiği düşünce­
si, bireyin önündeki tüm sınırların yıkılmasına yöneliktir. S ünkü radikal Sofistlerde,
insan için doğal olan, her ne şekil de olursa olsun hazza, onura, erke ulaşma isteği
olarak ortaya çıkar. Bu isteği frenleyen, törpüleyen ya da sınırlandıran her şey,
doğa ile düşmanlık halinde bulunan, bu nedenle de yıkılması gereken bir engel ola­
rak görülür. Bunun sonucunda, "başka insanların yaptığı, bizi kısıtlayan kurumlara,
yasalara, görenekler� neden uyalım? Neden kişisel çıkarlarımızı ger çekleştirmek
için kendi kendimizin yasa koyucusu olmayalım?" gibi sorular gündeme gel ir. B u
tür soruların, (çağrıştırdıkları aşırı bireyci yanıtları ile) demokrasi gereği olan con­
sensus üzerinde yıkıcı etkileri olması kaçınılmazdır.
Böylece doğal yasa düşüncesi, bir yanda kosmopolitizme varan eşitlikçi eği­
lim lere destek olurken, öte yanda kişinin hiçbir .toplumsal değer tanımaksızın gücü
yettiğince herşeyi elde etmesini doğal olarak gören "en güçlünün hakkı" ilkesine
y ol açmaktadır.
f/ Doğa-yasa karşıtlığı ile aşırı bireycilik düşüncelerinin ardından, iktidarı
sa lt güce bağlayan "kuvvet kuramları " belirir: Kritias, Thrasymakhos, Kallikles gibi
Sofistlerin dile getirdikleri kuvvet kuramları, Atina'da radikal demokratlarca özellik­
le dış politika alanında uygulanmaya konur; zaten "güçlünün hakk ı " i l kesi, bu alan­
da emperyalizmi hem çağrı ştırmakta, hem doğrulamaktadır. Bundan başka,
üstünlük savlarını başka türlü savunamayacaklarını anlayan soylu lar da, bu kura mla­
ra dört elle sarılıp en güçlünün (ya da en güçlülerin) yönetmesi gerektiği düşüncesini
İŞiemeye koyulurlar. Güçlünün hakkı i l kesinin kuramsallaştırılması ile güdülen
amaç, yönetim biçimleri ne olursa olsun, iktidarı, iktidarı n uygulama larını ya da i k ­
ti darı ele geçirme yön temlerini meşru gösterecek düşünse-! bir temel ortaya koymak­
tır. Bu neden ledir ki, Eski Yuna n 'ın siyaset sahnesindeki karşıt güç ler, bu kuram ları
-gerektiğinde- birbirlerine karşı kullanabilmişlerdir.

72
Kritias, insanlar arasında hak, adalet, eşitlik gi bi ortak değerler bulunmadığını
ve , tanrı lar i le ta nrısal yasaların insanlar tarafından uydurulduklar ı n ı be lirterek, en
güçlünün hakkı i l kesine ulaşır. Ç ünkü insan davran ı şları i ç i n öl çüt olabilecek mutlak
bir değer (ya da değerler) bul ı..i nmadığından dolay ı , "k uvvet" başvurulabi le.ı:ek tek
i l ke olarak belir mekted ir. Buradan, kuvvetli olanın ( ya da olanlar ı n ) diğerlerine bo­
yun eğdir mesi n i n doğal olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu bakımdan Kritias'a göre·
hem fizi ksel hem akılsal gücü ka psayan ve eğitimle elde edilen "kuvvet", çatışmala­
ra, savaşlara so n . verebi lecek ve toplumda düzeni sağlayabilecek tek i l kedir. K ir itias,
bu kuvvet kuramını, ba ş ı n ı çektiği kısa ömürlü Otuzlar tira n l ı ğ ı rejim i döneminde
uygulama fırsatını b u l m u ş ve paradoksal bir b i ç imde kendin i n ve diğer ol igarkların
kuvvet yoluyla devr i l i p öldürü l me lerinde kuramının doğrulan ı ş ı n ı görmüştür.
Kha l kedon lu ( Kadıköylü) Thrasymakhos, Kiri tias 'tan fark l ı olarak en gü çlü­
nün hakkı i l kesini savunmamakla birlikte, siyasa l iktidarı kuvvete indirger. Daha
açı kçası, siyaset i l i ş ki l eri n i güç i l i ş kileri şeklinde ta n ı m layıp, gücün siyasal iktidarı
ele geçirmede ve sürdürmede tek i l ke olduğunu ortaya koyar. Buna göre, (yalnız
fiziksel gücü değil, fakat akl ı , yeteneği de içeren) güç ya da kuvvet kimin elindeyse,
iktidarda bul unan da odur ya da Thrasymakhos'un ken d i deyişiyle, "her toplumda
yönetme kim deyse güçlü odur. "64 Yönetim düzeninin tiran l ı k, demokrasi ya da
aristokrasi o l ması bu gerçeği değiştirmez.
Thrasymakhos'a göre siyaset alanında dinsel ve ahlaksal değerlere yer yoktur;
siyaset bunlara göre değerlendiri lemez, önemli olan başarıdır. Üstelik, iyi-kötü ya da
adalet-adaletsizlik g i b i kavram lara bir anlam yükleyen de, gü çlü olan, yani iktidarı
eli nde bulunduran kişidir. İ ktidar, adaletin ne olduğ u nu kendi çıkarları doğru l tu ­
sunda saptar v e ç ı kard ı ğ ı yasalarla yönetilenlerin adaleti b u şekilde anlamalarını
sa ğ lar :
"Her yönetim, yasa ları i şine geldiği gibi koyar ; demokrasi demokratik ya­
salar, tiranlık tiranca yasalar, diğerleri de kendilerine uygun yasalar koyarlar.
Bu y<J.saları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler i çin de adil
olduğunu söylerler; kendi i ş lerine gelenden ·ayrılanları da, yasaya, ada lete ay­
kırı diye cezalandırırlar. İ şte, dostum, benim dediğim budur: Her yerde bir
olan ada let, yönetenin i şi n e gelendir. G ü ç de yönetende olduğuna göre, akıl
yürütmesini b i len bir adam bundan şu sonuca var ır: Adalet güçlünün i şine ge­
lendir ... Gerçe kte adalet, gü çlünün, yönetenin işine yarayan ve güçsüzün, yö­
netilenin ise zararına i ş leyen bir şeydir. . Güçlü üstün olduğu için, yönetilen­
.

ler, güçlünün işine gelen i yaparlar, kendi mutl u l u klarını değ i l , onun mutlulu­
ğunu sağlarlar."65

Öyle görünüyor ki, K halkedonlu Sofist i ç i n yönetilenler i n siyasa l yükümlülü­


ğünü doğuran tek şey, onların d ı ş ı n daki güçtür, daha doğrusu yönetenleri n gücüdür.
Güçsüz o l maları ve ce za land ırı lmaktan korkmaları, yönetilenleri , yönetenlere boyun
_
eğmeye ve onların m ut l u luğunu sağlayacak herşeyi yapmaya yöneltmektedir.

64 D"vlet 338e. Thrasy makhos 'un ku\l\let kuramına ilişkin görüşleri, Plat on' un D"vlet
(Politeia) adlı diyalogunun birinci kitabında yer almaktadır.
65 Devlet 338e-339a, 343�.

73
Thrasymakhos, daha sonra, adalet ve adaletsizlik kavramlarını toplumda ka bul
gördükleri anlamlar içinde ele alıp, güçlü kişinin adil davranmayarak kendi çıkarını
gözetebileceğini ileri sürer. Çünkü, "adil adam, her işte, adil olmayanın karşısında
zararlı çıkar. "66 Bu aşırı bireyci anlayışa göre, kişi gücü doğrul tusunda top lumsal
yasaları, kuralları, görenekleri vb., kısaca ad�leti çiğnerse, kendisi için en yararlı ola­
nı. yapmış olur. Adaİetsizliği en uç noktasına kadar götüren kişi, toplumun tiranı,
efen disi konumuna yükselen kişidir :

"Adil olmayan, büyük kazançlar sağlayan adamdır ... Sonuna varan bir
adaletsizlik, tiranlık dediğimiz düzenin ta kendisi olur ... Yalnız kendi yurttaş­
ları değil, adaletsizlfği sonuna vardıran bu adamı bilen herkes, ona muradına
ermiş mutlu adam der. İ nsanlar, adaletsizliği, adaletsizlik yapmak korkusun­
dan değil, fakat adaletsizliğe uğramak korkusundan ayı plarlar ... Soruna varan
bir adaletsizlik, böylece özgür adama, doğruluktan daha çok yaraşır. Bu yüz­
den da ha güçlü, daha efendi olur ... Adaletsizliği sonuna kadar götürebilenler,
kentleri, halkları ellerine alabilenler en akıllı ve bilge kişilerdir."67

Yüzyıllar öncesinden Machiavelli'nin bir habercisi olarak beliren Thrasymak­


hos, bu düşünceleriyle, devlet ve yasaları güçlünün elinde bulunan birer araç konu­
muna indirgemekle kalmaz, dahası güçlü kişilerin güçleri oranında yasaları çiğne­
mek için bir an bile duraksamamalarını salık verir. Gücün, kişisel yararın övgüsünü
yapıp, yasaları, otoriteyi yadsımaya varan, bir bakıma anarşiyi çağrıştıran bu düşün­
celerin, demokrasi için ne denli" tehlikeli oldukları açıktır.
Kuvvet kuramını ilginç bir biçimde ortaya koyan ve güçlünün hakkı ilkesini
mantıksal sonuçlarına götürüp "üstün insan" düşüncesine u laşan, dolayısıyla bu açı­
dan Nietzsche'nin öncüsü sayılan Sofist düşünür, l<illlikles'tir.68 Doğal hukuk anla­
yışına sahip olan Kallikles, "doğa ile yasalar, genel olara k, birbirlerinden ayrı şey­
lerdir. "69 diyerek, düşüncelerini physis-nomos karşıtl ığı üzerine oturtur. Ona göre,
doğaya aykırı olan yasalar, (Thrasymakhos'tan farklı olarak) devleti elinde bulundu­
ran güçlülerce saptanmazlar; tersine "yasaları yapanlar, güçsüz kişiler ve çokluktur;
onların yasaları yapmaları, yasaları övmeleri ve yermeleri hep kendi lerine, kendi çı­
karlarına göredir. Onlar, kendilerinden fazla erke sahip olmasınlar diye, daha çok
erk elde edebilecek olan güçlü, yetenekli insanları kor.kutmak, kazanmaların ı önle­
mek i çin, başkalarından daha çok şey elde etmek istemenin çirkin ve haksız ol.du­
ğunu söylerler; bu amaç peşinde koşmaya haksızlık (adaletsizlik) adını verirler.

66 . fbid 343d.
67 lbid 344a·c, 348d.
68 Kallikles adına, yalnızca Platon'un Gorgiaa adlı diyalogunda rastlanmaktadır. Bunun dı­
şinda, bu adda bir Solistin ya da bir düşünürün yaşam� olduğuna ilişkin hiçbir bilgi yok·.
tur. Bu nedenle, bazı bilim adamlarınca, Kallikles'in Platon'un yarattığı kurgusal bir kişi­
lik olduğu ileri sürülmüştür. Kallikles diye biri yaşamamış olsa bile, Platon'un ona yükle­
diği dü�üncelcrin, dönemin Atina'sında, özellikle bazı $ofıstler ile genç aristokratların
çevresinde oldukça yaygın oldukları anlaıjılmaktadır.
69 Gorgiaı 482 d-e.

74
Kendileri ise, kanımca, daha kötü ve zayıf oldukfarinda n , diğerleriyle aynı (eşit) dü­
zeyde olabilmelerine sevinirler. Bundan dolayı, ortak düzeyi aşmaya ( yani, diğerle­
rinden daha fazla elde etmeye) yönelik her girişim, yasa tarafından çirkin ve haksız
olarak nitelendirilir ve işte buna haksızlık (adaletsizlik) adı veril ir. "70
Bu anlamda devlet, zayıfların kendilerini güçlülere karşı korumak, güçlüleri
yasalarla yozlaştırmak için kurdukları bir tuzaktır. Aslan yavrularının evcilleştiril­
meleri gibi, insanlar da küçük yaştan ele alınıp topluma ( çokluğa) köle kılınırlar.
Çünkü zayıfların yaptığı yasalar ve görenekler, kişiye belli düşünce ve davranış ka­
lıpları aşılayarak, neyin ahlaksal olduğunu bel irterek, onu diğerlerinin düzeyine in­
d iri_p gücünü ortaya koymasını ve gücünün gerektirdiği yere u laşmasını engeller. Bu
durum, doğaya, doğal yasaya aykırıdır. Doğal yasayı, "doğal hak", yani doğal ol.a ­
rak ya da doğaya göre haklı (doğru) olan şekl inde anlayan Ka llikles, bu konudaki
düşüncelerini şöyle dile getirir :

" ... Kanımca doğanın kendisi, iyinin kötüden, yeteneklinin yeteneksizden


daha çok şeye sahip olmasının haklı olduğunu açıkça kanıtlıyor. Birçok ör­
nekle ve yalnız hayvanlar arasında değil, insanlar arasında ve bütün polislerde
ve kavimlerde, haklı (doğru) olarak güçlünün zayıfa hükmetmesinin ve ondan
daha varlıklı olmasının kabul edildiğini gösteriyor. Böyle değilse, Kserkses
Hellas'a (Yunan'a) karşı ya da babası İskitlere karşı -ve daha böyle binlerce­
si- hangi hakla sefere çıkıyorlardı. Benim anladığıma göre bu kişiler, bu
şekilde davranmayı haklılığın gerçek doğasına, kuşkusuz bizim koymuş oldu­
ğumuz yasa lara değil de, doğa yasasına göre yapıyorlar."71

Kallikles, en güçlü olmanın aynı zamanda en iyi, en bilgili, en yiğit, en yete·


nekli vb. olmayı da içerdiğini belirtip, bir "üstün insan" düşüncesine ulaşır. Ona gÖ·
re doğa, güçlü kişiye, üstün insana iktidara sahip olma hakkını vermiştir. Öyle ki,·
üstün kimselerin, güçsüzlerin mallarını zorla ele geçirmeleri bile doğa yasasına uy­
gundur, daha doğrusu doğa . yasası gereğidir. ' 'Doğaya göre doğru olan, en iyinin ,
en bilgilinin, zayıfları buyruğuna alması, onlardan daha varlıklı olmasıdır ..• En iyi
ve en güçlü kişiler . . ., devlet işlerinde bilgili ve yürekli olanlardır. İ ktidarı hak eden­
ler (devletin başına geçmesi gerekenler), bunlardır. Doğruluk (adalet), yönetenlerin
yönetilenlerden daha varlıklı olmalarını gerektirir. ''72
Doğa (physis), güçlüye, üstün insana egemen olma hakkını verdiğine göre, ki­
şinin bu yolda ilerleyebilmesi için, kendini h içbir şeye bağımlı görmemesi gerekir.
Bir başka deyişle, güçlüler, doğaya uygun olarak tutkularını olabildiğince özgür bı­
rakmalı ve bütün özlemlerini gerçekleştirmeye çalışmalıdırlar. Bu kişilerin mutlu
olabilmeleri için ''adaletli" davranmamalar ı n ı, ·y ani insanların koyduğu kısıtlayıcı
yasalara (nomoi) uymamaların ı salık veren Kallikles'e göre, "bolluk içinde yaşama,
ölçü i le kural tanımadan dilediğini yapma, i nsanı erdeme ve mutluluğa götürür; geri

10 İbid 483 a-b.

11 itıid483 b-ıl
72 İbid 490 a , 491 c-d.
75
kalan bütün diğer şeyler, insanların doğaya ,aykırı anlaşma larından kaynaklanan bu
görün tüler, saçmcı.lık ve h i ç likten başka bir şey deği llerdir. .. Erdemlilik, tutkuları
dizginlememek, tersine onları her türlü yolla doyurarak büyüyebildi ki eri kadar bü·
yümeye bırakmaktır. " 73
Radikal ikinci kuşak Sofistlerde, öze llikle de K.ı l likles'in bu düşüncelerinde,
kişisel ç ı kar gerçeğin tek ölçütü yap ı larak ve bunun doğaya uygun luğu vurgulana­
rak, topl umun , , siyasal düzenin meşru luğunun yadsınmasına varıl ır. Siyasetin
ya lnızca iktidarı e le geçirme biçimi olarak anlaşılması, bu alandan her türlü ahlaksal
değerin dışlanması sonucunu doğurur. Yargılayıcı, sonucu bel irleyici tek i l kenin
kuvvet {güç) olmasından ötürü, karşı karşıya getirilen devlet de, birey de, duruma
göre haklı gözükebilir : Devlet daha güçlüyse {ki, Kalli kles devleti oluşturan güçsüz­
lerin birleşerek belli bir güç biri kimi sağladıklar ını kabul etmektedir), onun bireyle­
re hükmetmesi doğrudur, haklıdır. Fakat yeterince gü çlü bir ki şinin de devletin
yasa larına karşı çıkmas ı , kendi çıkarları doğrultusunda davranması ve bu yolda ken­
di başına buyruk yasalar koyması, onun hakkıdır, bu durum da birey açısından çloğ­
rudur.
Görüldüğü üzere , radikal Sofistlerin siyasal gerçekçi l i k adına ortaya koyduk­
ları bu tür düşünceler, demo krasiye destek o lmaktan çok uzaktır. Ancak, Platon
gibi demokrasi · düşmanı olan düşünürler, Sofistler arasında bir ayrım gözetmeksizin
hepsini demokratik düşün adamları olarak gösterip Sofist görüşleri eleştirerek, de ­
m okrasiyi karalama yoluna gitm i ş lerdir. 7 4 Bununla birlikte, bir ç o k Sofist düşün­
ce, demokrasiyle uyum gösterdiğ inden başka, bu yönetim biçimini benimsemiş çe­
şitli devlet adamı ve aydınlara düşünsel malzeme sağlamıştır.

B- DEMOKRASİ ÜZERiNE DÜŞÜNCELER

1. D emokrasiye Olumlu Yaklaşımlar

Bu dönemde, ( İ .Ö. V. Yüzyılda) demokratik olarak nitelendirilebi lecek düşü­


nürler, ( ki Sofistlerin büyük bir bölümü bunların arasındadır) aristokratik düşünüşe
ve değer kalıplarına saldırmakla yetindiklerinden dolayı, yapıcı bir çabaya girişme­
m i şlerdir. Demokrasinin nitelikleri parça parça işlenmiş, ancak bunu bir bütün biçi­
m inde e le a lıp kuramını oluşturan bir düşünür ç ıkmamıştır. Bununla birlikte, Thuk­
ydides'in Perikles'e söylettiği "Cenaze Töreni Söylevi" Atina'nın resmi ideolojisi­
nin, bir bakıma demokrasi kuramının en iyi yansıtıldığı metin olarak kabul edilmek­
tedir. Fakat bundan önce bir başka tarihçinin, Herodotos'un, demokrasiyi, gerek
olumlu gerek olumsuz yönlerini göz ardı etmeksizin, olabi ldiğ ince objektif bir bi­
çimde irdelemeye çalışmış o lduğu bil i n mektedir.

73 İhid 492 c-e.


7.J, Platon, yalnızca tek bir Sofist h akkında . iyi sözler kullanmıştır. Lyıiı adlı diyalogunda
(204a), Sokrates'in clostlanndan ve hayranlarından biri olarak tanıttığı Mikkos'u "de­
ğersiz aclam değilclir, hünerli bir Sofisttir" diyerek nitelendirir.

76
a- "Herodot Tarihi"nde Demokrasi

George Sa bine'in "Yunan ha lk düşüncesi n i n yönetim biçimleri hakkında ne


kadar i l eri fikirlere varmış olduğunu gösteren hayret verici bir belge " 7 5 olarak nite­
lendird iği Herodot Tarihi 'nin üçüncü kita b ında, .yönetimler sın ıflandırı larak daha
sonraları klasikleşecek olan "mona r ş i - ar istokrasi - demokrasi " ayrımı ortaya
atı lmakta ve bunlar ı n kar ş ı laştırmalı bir çözümle mesi {anal izi) yap ı l maktadır. 76
Hali karnassos ' lu { Bodrum) Herodotos ( İ .Ö. ?490-425), yap ıtının bu bölümünde,
kurgusa l öykücü tarih anlay ı ş ı n ı n bir örneğini vererek, yedi soylu Persli arasında
ge ç m i ş o lduğunu ileri sürdüğü bir tartı şmayı an latır. Bu tartışma, üÇ yönetim biçi­
m i n den hangisinin daha iyi olduğunun saptanması amac ını taşımaktadır. Bu öyküyü
kendi kafasında tasarlamış olan Herodotos' un Persl ilere söylettiği düşünceler, ger­
çekte İ .Ö. V. yüzy ı l Yunan dünyasında y önetimler üzerinde i leri �ürülen çeşitli
düşünceleri yansıtmaktadır . Bir başka de yişle Herodotos, Perslere malettiği bu tar­
tışmayı, h ı z l ı siyasal değişim .dönüşüm süre ç lerinden ge ç m i ş olmaları nedeniyle Y u ­
nan lı ların ( özellikle Atina l ı lar ı n ) büyük ilgi duydukları rejim tartışmalar ının bir
çeşit prototipi şeklinde ortaya koymaktadır.
Hali karnassoslu tarihçinin bu öyküsünde, bir devlet darbesi ardından yeni yö­
netim biçimini kararlaştırmak amacıyla toplanan Perslilerden Otanes demokrasiy i ,
Megabyzos oligarşiyi (ya d a aristokrasiy i ) , Darius monarşiyi savunur. Aynı zaman­
da her !Jiri, beğenisi dışında kalan di ğer iki rejimi karalayarak, kendi görüşünün
doğruluğunu kanıtla maya çalışır. Sonuçta, geri kalan dört Persl inin Darius'un gö­
rüşünü yeğlemeleri ile (tarihsel gerçeğe de uygun olarak) Pers ülkesi için tek ki şinin
ikti darı, yani monarşi benimsenir. B u sonu ç , Herodotos' un k i ş isel tercihi değil, ta ­
rihsel gerçeğin bir gereğidir.
"Monarşi, bir kimsenin herhangi bir soru m l u luk ya da de netim o l maksızın di­
lediğini yapmasına izi n verdiğine göre, sağlam bir ahlak sisteminin içine nasıl yerleş­
tiri lebilir .ki? Bu gibi bir yere yükselti len insanların en iyisi bile kötüleşir."· diyerek
monarşinin zorunlu olarak tiranl ığa yol açacağını vurgulayan Otanes, halk yöneti­
mine demokrasi (demokratia) sözcüğünü değil, fakat isonomia sözcüğünü ya kıştı­
rır. 77 Halk yönetiminin adların en güzeli olarak nitelendirilen isonomia ile anılması,
demokrasi nin "yasa önünde eşitlik" i lkesi üzerine kurulu bulunduğunu ortaya ko­
yar. Üstelik bu ilkenin demokrasiye özgü kılınması, diğer yönetim bi çimlerinin hu­
ku ksal eşitliği dış ladıkları, dolayısıyla keyfil iğ i içerdikleri a n la m ına gelir. Yasaların
üstün tutulmasından demokra sinin ikind öze l l i ği ortaya çıkar: Aşır ı lığa kaçmayan,
ölçülü bir y öneti m . Bunun ardından diğer öze l l ikler s ıral an ır Bunlar, yönetic i lerin
.

kura ile atanıp görevlerinden dolayı sorumluluk taşımaları, bütün sorunların açık
tartışmaya sunulması ve karar ların ha l k tarafından al ınmasıdır. Sözlerinin sonunda

75 Sabine, c.ilt l , s•. 1 8. .

76 Herodotos, Herodot Tarihi, 111, 80-82, � . 201 -203. Aynca. Mete Tunçay çevirisi: Batı'da
Siyalal INşüncclcr Tarihi !Seç.ilmiş Yazılar, Ankara, A.0. Siyasal Bilgiler Fakültesi Ya­
yınları, 1 969, s. 1 4
- .

77 Denvkrutia sözcüğünü, oligar�inin savu nusunu yapan Megabyzos kull:ınır.

77
"devlet, zaten halk demektir" yargısında bulunan Otanes, her iyiliğin halk yığınla­
rından kaynaklandığını belirtip demokrasinin tek "doğru" yönetim biçimi olduğu
fikrine ulaşır.
Otanes'in ardından, Megabyıos ile Darius, demokrasiyi eleştirmek amacıyla
şu savları ileri sürerler:
Demokraside iktidarın eline teslim edildiği halk, beceriksiz, bilgisiz ve so­
rumsuz bir yığındır.
Eğitimden yoksun olan halk, devlet işlerini alt üst eder. Anlık duyguların
ve tutkuların hükmü altında düşüncesizce ve bilinçsizce hareket edip, tıpkı kabarıp
sel olmuş bir nehir gibi önürıe çıkan her şeyi silip süpürür.
Halkın bu yapısı nedeniyle, demokrasi, yığınların tiranlığı olarak beli­
rir. üstelik bu tiranlık, tek bir kişinin tiranlığından çok daha dayanılmaz bir şeydir.
Demokrasi zorunlu olarak yolsuzluklara yol açar. Yöneticiler (devlet
görevlileri), kamuya hizmet verecekleri yerde kendi çıkarlarını gözetip birbirlerini
destekleyerek devleti (dolayısıyla halkı) soyarlar.
Görüldüğü gibi demokrasiye yöneltilen bu ele-ştiriler, cehaletin (eğitimsizliğin)
halkın yönetici bir niteliğe (ya da daha doğrusu, kendi kendini yönetme yeteneği­
ne) sahip olmasını engellediği fikri üzerine oturtulmuştur. Ayrıca, bu durumun do­
ğurduğu yönetim boşluğunun da, ister istemez, kamusal çıkarın göz ardı edi lmesi
sonucuna yol açacağı belirtilmiştir. Fakat Otanes'in büyük önem verdiği hukuksal
eşitlik ilkesini çürütmeye yönelik bir sav ortaya atılmamıştır.
Çeşitli u lusların ve halkların birbirlerinden farklı kurumlarını, yasalarını, gö­
reneklerini, inançlarını incelemiş ve böylece bu alanlarda bir evrensellikten ya da
bir mutlaklıktan söz edilemeyeceği görüşüne ulaşmış olan Herodotos, yapıtının yö­
_
netim biçimleri üzerindeki bu bölümünde kişisel tercihini açıklamaktan özenle ka­
çınmıştır. Zengin bir antropolojik bilgiye sahip olan bu tarihçinin, herhangi bir yö­
netim biçiminin iyiliğinin ya da kötülüğµnun göreli olarak eie alınması gerektiği bi­
lincine varmış olduğu kabul edilmelidir. Bununla birlikte, Herodot Tarihi'nin tümü
göz önünde bulundurulduğunda, yazarın demokrasiye daha yatkın olduğu görijl­
mektedir. Tiranlığa karşı kesin bir tutum takınan Herodotos, yapıtının bir başka
yerinde, demokrasinin bir diğer temel niteliğinin özgürlük olduğunu vurgulayıp,
efendi (ya da efendilerin) buyruğundan kurtulan halkların özgürlüğe (yani demok­
rasiye) kavuşarak yüceldiklerini ve büyük işler başardıklarını açıkça dile getirmiştir:
''Tiranlar yönetimindeki Atina, askerlik bakımından, komşu ulusların hiç birisine
üstün değildi ; tiranlardan kurtulunca çok öne geçti ; bu da şunu gösterir ki, bir efen­
dinin buyruğu altında, yurttaşlar istekli davranmazlar, çünkü bir efendi için çal ış­
maktadırlar; oysa özgür oldukları zaman, artık kendi öz çıkarları haline gelmiş olan
şeyi canla ba şla savunurlar .''78

b- Perikles'in "Cenaze Töreni Söylevi"


Atina'da demokrasi idealinin ne anlama geldiğ�ni açıklayan ve bu rejimi yücel-

78 Hcrodot Tarihi, V, 78, s. 3 1.8.

78
ten en derli toplu metin, Thukydides'in Peloponnesos Savaşı üzerine yazdığı tarih
ya pıtında yer alır. Bir demokrat olmamasına karşın, bilimsel ve nesnel (objektif)
tarihçiliğin gereğini yerine getiren Thukydides, Peri kles'in savaşın ilk yılı sonunda
( İ .Ö. 43 1 ' de) savaşta ölen Atinalıların cenaze töreninde yapmış olduğu söylevin
metnini sadakatla yapıtına yerleştirmiştir. "Cenaze Töreni Söylevi" olarak. bilinen
bu söylev, Atina demokrasisinin resmi ideolojisini çok açık bir biçimde yansıtmak­
tı.dır. 79
Peri kles'in söylevinde i l k olarak övgüsünü yaptığı Atina kurumların ın ve yasa­
lar ının özgüllüğü düş üncesi ni n işlenmiş olduğu görülür. Atina anayasası, diğer polis.
(erin yasalarından etkilenerek oluşturulmuş değildir. Perikles, bu görüşü şöyle dile
getirir: "Başka halkların (ulusların) yasalarına bakarak kurulmamış olan bir yönetim
biçimimiz var ; başkalar ına öykünmek şöyle dursun, biz kendimiz başkalarına örnek
oluyoruz." Atina'ya özgü bu yönetim biçiminin adı demokratia 'dır. " Bu ad ona,
birkaç kişiye değil de, bütün yurttaşlara dayandığı i çin veri lmiştir." Demek ki de­
mokrasinin temel özelliği, bütün yurttaşların ya da halkın egemenliği üzerine kuru l·
muş o l ma sıdır .
Bundan sonra, demokrasinin temelinde bulunan diğer i ki i lke, Yunanlıların
isonomia ve isegoria olara k adlandırdı kları eşitlik ile özgürlük ilkesi belirir. lsono­
mia, yani yasa önünde eşitlik ilkesi, ilk olarak hukuksal eşitliği, bir başka deyişle
kişilerin yurttaş olarak "sivil" yaşamlarında birbirlerine olan eşitliğini içerir: "Ya­
salar, kişisel işlerde herkese aynı hakkı vermektedirler." Fakat, hukuksal eşitliğin
gerçek bir biçimde işleyebilmesi ve buna bağı mlı olarak kişisel özgürlüğün bir anla·
mının olabilmesi, herkesin yöneticiler ile yazılı ve yazısız yasalara itaat etı:nesiyle
.
olasıdır. Yurttaşların, kamusal niteUk gösteren etkinli klerinde, po lisin çizdiği hu­
kuksal sınırların içinde kalmaları, ya$ii l lığı içeren demokrasinin gere klerinden biri­
dir. Peri kles'e göre, yasalara bağımlılık Atina'da tam anla mıyla gerçekleşmişti r :
" Ö zel yaşamımızda hepimiz dilediğimizi yapmamıza karşın, bütün yurttaşları ilgi­
lendiren işlerde çok sıkı davran ıp düzene uymaya özen gösteriyoruz; gerek polisin
başında bulunan yönetici lerin, gerekse yasaların, özellikle haksızlığa uğrayanları
korumak için konulmuş yazılı yasalar ile onları çiğneyen lere herkesin pek doğru ve
yerinde bulduğu kötü bir ad kazandıran yazısız yasaların buyruklarından dışarı çık·
maktan çok çekiniyoruz."
/sono mia 'nın diğer boyutu siyasal niteliklidir. Yasalar, bütün yurttaşlara, sos­
yo..ekonomik statüleri ne olursa olsun, eşit bir biçimde siyasal yaşa·ma katılma hakkı
vermektedir. Fakat bu siyasal eşitlik, liyaka t, yetenek üzerine kuruludur: "Devlet
işlerinde herkesin alabileceği yer, şu ya da bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yük­
'
sek yetenek i i e kazandığı üne göredir. Yurda iyiliği dokunabi lecek bir yurttlşın
onurlu bir yer kazanmasına da yoksulluğu, aşağı bir sınıftan oluşu engel de ğil dir."
Protagoras'ın bütün yurttaşların siyasal erdeme sahip olduklarına ilişkin varsayımı,
Perikles'e göre Atina demokrasisi tarafından doğrulan!ll ı ştır: "Bizde a'(nt;acbmlar

79 La Gue:re du Peloponneııe, il, 35-47. Türkçe çe..,i risi: Suat Baydur in �!ete Tuııçay,
Batı'da Siyasal.•. , s. 23-30.

79
hem kendi i ş lerine hem devlet i ş leri ne bakarlar; herkes ba şka baş ka mesleki i şlerle
uğraştıkları halde, bütün yurttaşlari i lgi lendiren sorunlardaki bilgi ve anlayışları
kıt değildir." Demek ki, hiçbjr yurtta ş , kol gücünden başka bir şeyi olmayan bir
emekçi bile, siyasetin dışına itilmiş değildir. Üste l i k siyasal ka tı l ı m , yurttaşlar bakı­
m ından, bir hak değil, bir ödevdir ele: " Yalnız biz Atina l ı lar, devlet iş lerine kar ı ş ­
mayan kişiye, kendi işi, gücü. i l e uğraşan sessiz b i r yurttaş değ i l , fa ka t hiçbir işe
yaramayan biri gözüyle bak ıyoruz. Hepimiz, kişisel bir biçimde , en azından oy kul­
lanarak ya da önerilerde bulunarak polisin yönetimine katılıyoruz." Bu ba k ı m da n ,
sürekli v e yerleşik bir yönetenler-yönetilenler ayrı m ı n da n söz edilemez. Herkesin
sırayla yönetimin bel li bir düzeyinde yer alması, Atina demokrasisinin temel özel l ik­
leri n den birini olu şturmaktadır.
Daha önce de belirttiğ imiz gi bi, Perikles'in ortaya koyduğu özgürlük anlayışı,
yasa lara saygı l ı olmayı içermektedir. Bir başka deyişle, bireysel özgürlük, Antiphon
ya da Kallikles'teki gibi polise, polisin yasalarına karşı deği l , fakat bunlarla bir l ikte
olu şur. (.Zaten Perikles, söylevi boyunca övgüsünü yaptığı pol isten · da ha yüce bir de­
ğer bulunmadığ ını belirtmekte ve polisi yücelterek yurttaşları da yücelttiğini vurgu­
lamaktadır.) Atina'da özgürlük, her şeyden önce, bütün yurttaşların eş it bir biçi m de
her konuda, özellikle devlet iş leri hakkında düşüncelerini açıklama özgürlüğüdür
(isegoria) . Atinalıların gerek devlet işlerinde, gerek günlük ilişki lerinde özgür bir dü­
şünüş i le davrandı klarını belirten Perikles'e göre, her yurttaş polisin ·yönetim ine ka­
tı lmakla kalmaz, aynı zamanda bunu kendi kişisel görüşleri doğrultusunda gerçek­
leştirir. Çün kü demokraside herkes için zorunlu kı lınan bir ideoloj i , bir devlet dokt­
rini yoktur. Demokrasi, Sparta'da bir erdem o larak kabul edilen yurttaş ların
suskunluğu üzerine değil, "çoksesliliği" üzerine kuruludur. Perikles siyasal kararla­
rın a l ı nmasında, farklı görüşleri n ortaya atılıp tartışılmasının ne de n l i önemli oldu­
ğunu açıkça dile getirmektedir : "Sözlerin işler (eylem) i çi n zararl ı olmadığını ve ya­
p ı lması gereken i ş lere girişmeden önce iyice bilmemenin çok kötü olduğunu düşün­
düğümjjzden, yap ı lacak şeyleri görüşüp tartıştıktan sonra bir karara bağlıyoruz."
Eşitlik ve özgürlük i l kelerine, yurttaşlar arasında karde ş l i k ya da dostluk il kesi
eklenir. "iyilik görerek değil, iyilik ederek dost kazanıyoruz .... Yalnız biz sağ layaca­
ğ ı mız yararı göz önünde tutarak deği l , fikir ve ruh soyluluğumuzun bir kanıtı olarak
hiç korkmadan başkalarına iy i l i k ediyoruz." diyen Perikles'e göre, Yunancada
philantropia sözcüğüyle ifade edilen dostluk ya da daha doğrusu insan sevgisi, kendi­
ni yaln ızca yurttaşlar arasındaki ilişki lerde değil, Atinalıların diğer polislerin yurt­
ta ş larına, metoikos'lara karşı olan tutumlarında da göstermektedir. Atina, açık bir
polistir ; kapıları n ı h i çbir yabancıya kapatmad ığı gibi, h i çbir yabancıyı da kovmuş
değildir.8° Kardeşlik, dostluk i lkesinin temel ta şlarından biri hoşgörüdür; çüı:t kü
herkese sevecenlikle yaklaşabi l me k için başkalarının farklılıklarını anlayışla karşı­
lamak, kabullenmek gerekir. Perikles, Ati na ' da hakim olan hoşgörüyü şu sözleriyle
a ç ı k lamaktadır: " ... Özgür düşünüş� günlük uğraşlarımızda da gösteriyor, birbiri m izi

80 Bu s0ylevden bir iki yıl sonri, bir yabancı olan Protagoras Atina'dan kaçarak yaşamım
zor kurtaracaktır.

80
eleştirmek için gözetlemiyoruz. İ çimizden biri gönlünün dil ediğ i bir şey yapmışsa
ona kızmadığımızdan başka, ona karşı olumsuz yaptırımlar getirmese de canını sıka·
cak kınayıcı davranışlar içine girmiyoruz. Özel ilişkilerimizde olduğu kadar kamu­
sal yaşamda da hoşgörülüyüz . . •"

Dostluk ilkesinin bir diğer temel t.a ş ı yardımlaşmadır; özellikle, yoksul kesi­
,

min durumunun düzeltilerek, ekonomik eşitsizlik yelpazesinin daraltı lmasıdır. Böy.


lece demokrasi, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda sosyal bir nitelik de kazanmak·
tadır. Atina'da yoksulluğun değil, fakat yoksulluktan kurtulmaya çalışmamanın
utanç verici olduğunu belirterek emeği yücelten Perikles, bu alanda demokratik
devlete önemli işlevler yüklemektedir. örneğin, savaşta ölenlerin arkalarında bırak­
tı klar ı çocuklarının bakımını po lis üstlenmektedir. Bu, polis düzeyinde bir sosyal
güvenlik sisteminin o lu şturul mu ş olduğunu gösterir.
Perikles'e göre, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri üzerine kurulu demokra·
si, Atina'yı güçlü ve görkemli bir polis durumuna getirmiştir. Hayran l ığa değer"
''

Atina'nın üstünlüğü, en açık bir biç imde yurttaşlarının yaşam rahatlığında, ko lay l ı­
gında ve maddi gönençlerinde ortaya çıkmak tad ır Aynı zamanda Atinalılar, aşırı­
.

ya kaçmadan güzel şeylerle (sanatla) ve bilimle uğraşmakta ve zenginliği büyük iş­


ler başarmak amacıyla kullanmaktadırlar. Bu nedenle, Atina demokras isi, kendine
özgü kurwrılarıyla, yasalarıyla, görenekleriyle ve yaşam biçimiyle, kısaca "her yö­
nüyle Yunan dünyasının okuludur (öğreticisidir)."
Demek ki Atina, Yunan'ın hegemon polisidir ve diğer polisler üzerindeki ÜS·
tünlüğünü askeri alanda da kanıtlamıştır. "Biz bütün denizleri ve karaları yürekliliği­
mizle yol vermeye zorladık" diyen Perikles'in, dı ş politikada, radikal Sofistlerin sa­
vunduğu güç (kuvvet) kuramını benimsediği göİ-ülmektedir. Ayrıca, Atina demok·
rasisinin emperyalist politikayla desteklendiğinin, gücünün büyük ölçüde bu politi·
kadan aldığmın bilincinde olan Perikles, söylevinde emperya l izm i doğrulamakta,
meşru kılmaktadır. Ona göre Atina'nın hegemon oluşu, izl enen emperyalist politi·
kayı haklı çıkarmaktadır : "Polisimiz büyük bir merkez olduğundan her yandan her.
şeyi buraya çekiyoruz; biz Attika'nın mallarından olduğu kadar diğer ülkelerin ye.
tiştirdiklerinden de, kendi mallarımızmış gibi faydalanıyoruz."
''Cenaze Töreni Söylevi"nde ortaya konan siyasal katılım ilkesini, bir başka
deyişle tüm yurttaşların siyasal yaşama katıldıklarına il işkin olan görüş ü yeniden
ele almak gerekir. Görmüş olduğumuz gibi Perikles, söy levinde, siyasetin bir uzman·
lık işi olmayıp herkesin politika ya p maya yetkin olduğunu ve hatta herkesin etkin
bir biçimde politika yapması gerektiğini belirtmektedir. Fakat bu değerlendir me ol·
duğu gibi kabul edilirse, (Peloponnesos Savaşları öncesi) Atina demokrasisi üzeri nde
yanlış bir yargıya varılır. Çünkü bu dönemde Atina'da gerçekten iktidarı el i nde bu­
lunduran halk değir, fakat bir azınlıktır. Siyasal hedefleri, programları saptayan ve
kararların bu doğrultuda çıkmasını sağlayan bir siyasal elit söz konusudur. Zaten
Perikles de, herkesin bir politikayı yargılayacak yetenekte olmasına karşın, ancak
birkaç kişinin bunu ortaya koyabi l diğ ini vurı;:ulayarak bu gerçeğe değinmektedir .

Thukydides'in kendisi de, yap ı tın ı n bir başka bölümünde, Perikles dönemindeki
Atina demokrasisinden söz ederken bu doğrultuc.Lı bir değerlendirmede bulunmak-

81
tadır : " K uramsa l olarak halk egemendi, fa kat gerçekte devlet, polisin birinci yurtta­
ş ı tarafın da n yönetiliyordu." 8 1 Demek ki, Atina demokrasisinde yur ttaş ın söz
hakkı, eleştiri hakkı vardır, seçme-seçilebilme hakkı vardır, ama yönetim de "profes­
yonel pol itikacılar"dan oluşan bir azın l ı k bulu nmaktadır. Peri kles'in otuz yıl
boyunca siyasal lid�rlik koltuğunda oturması, Atina 'daki demokratik rejimin bu n i ­
teliğini doğrular yöndedir.

c- Edebiyatta Sofistik Demokratik Düşünceler


-

Eurip ides (1.ö. 480406), döneminin Sofist düşünüşünün etkisinde ka l m ı ş


olan bir tragedia ( trajed i ) yazar ıdır. Oyunlarında Sofistlerin üzerinde durdukları top­
lumsa l-siyasal sorunları işlemiş ve bu düşünürlerin savundu kları çeşitli ve hatta
karşıt düşünceleri kahraman larına sahnede söylettirmi ştir. Bu nede n l e kendisine
"sahnenin filozofu ' ' ,yapıtlarına ise "düşüncelerin savaş meyda n ı " denmiştir. 8 2
Euripides'in oyunlarında, ilk olarak, aristokra tik ideolojinin temellerinden bi­
rini oluşturan kalıtım ilkesinin, bir başka deyişle . erdemin yalnızca soylu lara
(eupatrid) özgü olduğuna ve bunun kalıtımla geçtiğine ilişkin düşüncenin sorgulanıp
eleştirildiği görülür. Elektra'da bu konu üzerinde, şu görüşlere yer verilir : "(Soy lu­
luk) hep iyi bir belirti değildir. Birçok soyluda adi insan ruhu vardır ... Ben soylu bir
babanın oğlunun hiç işe yaramaz bir adam olduğunu ve sıra da n bir ana-babadan er­
demli (ahlaklı) çocuklar doğduğunu gördüm. Doğru yargıda bu lunmak için bundan
böyle hangi belirtmeyi seçmeli, zenginliği mi? Bu yönde verilecek yargı, kötü bir
yargı olacaktır ."83 Bu doğrultuda bir başka görüş, İphigeneia Aulis'de adlı tragedia­
da Truva seferi komutanı olan ağabeyi Aga me m non la bir tartışmaya giren Mene­
'

laos'un ağzından dile getirilir: "Ben bir şefi ya da bir komutanı, soyu nedeniyle bir
. ülkenin başına geçirmek fikrinin bütünüyle karşısındayım. Bir devletin ordusuna ku­
manda edebilmek için akıl gerekir. Buna sahip olan her adam baş ol maya layık­
tır�84
Böylece, gerek soyluluğun gerek zenginliğin ki şiyi ahlakl ı ve erde m l i kılmad ı­
ğı düşüncesini yansıtan Euripides, buradan hareket ederek Sofistler ve demokratlar­
ca savunulan eğitimin belirleyiciliği anlayışına yap ıt lar ı n da yer verir. Hekabe de '

oyunun kahramanı Hekabe'yi Kal ı tı m mt üstün yoksa eğitim mi? İyi bir eğitim ,
"

görevin ne olduğunu öğretiyor, bu muhakkak; bu iyice öğrenildikten sonra, iyilik


esas olmak üzere, kötü ayırdediliyor."8 5 diye konu şturur . Bir başka oyununda, eği ­
tim ile erdem arasındaki ilişkiyi çok daha a ç ı k bir biçimde vurgular: "iyi bir eğitim,
insanı, erdeme ulaştırmaya çok yardım eder."86
Doğal hukuk anlayışını benimseyen ve bunu eşitlik olarak algılayan Sofist

81 La Guerrc du PCloponne�, il, 6 5


82 Kranz, s. 214.
83 Euripides, Elektra (550-555 v e 3 7 0-3 7 5 ) , Ankara, t\lilli Eğitim Basımevi, 1 945.
84 Euripides, İphigcneia Auliı'de (370-3 7 5 ) , Ankara, l'vfilli E ğitim Basunevi, 1945.
85 E uripides, Hekabe (600-6o5), Ankara, !\.!illi Eğitim Basımevi, 1 943.
86 İphcgencia Aulis'de (560-565)

82
düşünce de Euripides'in oyunlarında yer alır. Demokrasinin getirdiği haklarla yetin­
meyip doğa l haklara dayanılması gerektiğine ilişkin bir fikir, Fenikeli Kadınlar' da
ortaya konur: "Dostları dostlara, kentleri kentlere, müttefikleri müttefi klere bağla­
yan eşitliktir. İ nsanı bağlayan doğa yasası eşitliktir. E şitlik insanlar için ölçüler
koymuştur... " 8 7 Helene oyununun kahramanı Helene'ye göre "Yeryüzü de gökyüzü
88
de ölümlüler arasında denk (eşit) olarak paylaştırılmıştır." Doğal eşitlik anlayışı­
n ın ulaştığı bir sonuç, yapay, keyfi bölünmüşlüklere ve bunlardan kaynaklanan ku­
rum lara, dolayısıyla kölelik kurumuna eleştirel bir biçimde yaklaşılmasıdır. Bunun
bir örneği, ion adlı oyunda görülebilir :

"Köleleri utandırarak tek şey vardır,


Ya lnızca adları.
Bunun dışında hiçbir köle
Özgürden kötü değildir,
Çünkü doğru bir ruh taşır. " 89

Euripides'in oyunlarında demokrasiye değinilen ve bu yönetim biçimi üzerin­


deki farklı görüşleri yansıtan çeşitli bölümler vardır. Özellikle, Perikles'in ölümün­
den birkaç yıl sonra yazdığı Yakancılar'da demokrasi yandaşı ve karşıtı görüşlerin
çatışması önemli bir yer tutar: Theba i tiranının temsilcisi , monarşinin övgüsünü ya­
pıp demokrasiye Herodotos Tarihi'ndeki Megabyzos'un kullandığı kan ıtları andıran
eleştiriler yöneltir. Kitleleri pohpoh layan demagogların rolüne dikkati · çektikten
sonra, demokrasinin ' halkın bilgisiz olmasından ve boş zamanı bulunmamasından
. ötürü işlerlik kazanamayacağını ileri sürer: "Doğru düşünemeye·n halk, nasıl olur da
polisi doğru yola yönlendirebilir? .. Zavallı bir çiftçi , eğitimden yoksun olmasa bile,
devlet işleriyle ilgilenmesi için gerekli boş zamana sahip olamaz." 90 Buna karşılık,
kişiliğinde Atina demokratik erdemini temsil eden oyunun kahramanı Theseus, ti­
ran ı devletin en kötü düşmanı olarak nitelendirip, yasalara herkesin uyduğu demok­
rasiyi şöyle tanımlar : "Burada bir tiran aramaya kalkışma; polis özgürdür, çünkü tek
bir kişi tarafından yönetilmez. Egemen olan halktır ; yöneticiler her .yıl sırayla işba­
şına gelirler. Zenginin özel ayrıcalıklar ı yoktur, çün kü yoksul da onunla eşit paya
sahiptir. " 91 Ardından Theseus, demokrasinin bir başka temel ilkesini, isegoria 'yı
ortaya koyar: "Özgürlüğün en açık anlatımı şu sözdedir: Her kim polise iyi bir öğüt
vermek istiyorsa, ilerlesin ve konuşsun. Herkes, kendi keyfine göre, ister konuşur,
ister susar. Yurttaşlar i ç in bundan daha güzel bir eşitlik olabilir mi?"92
E uripide!ö, görüldüğü gibi, demokrasiye daha yatkın olmakla birlikte, oyunla-

87 Euripides , Fenikeli Kadınlar (�36-512'den) aktaran Sabine, s . 22.


88 Euripides , Helene, Ankara, !\lilli Eğitim Basımevi, 1945,s. 75.

89 Euripides, lon (854-856'.dan) aktaran Sabine, s. 26.


90 Yakancdar (4 1 7 -422'den) aktaranjacquelinc de Ro mil ly, s. 49.
91 Yakarıcdar (404-106'dan) aktaran Oaude Mosse, Histoire deı docttineı politiquct en
Grecc, Paris, PUF, 1975, s. 39.
92 Aktaran !'.larccl Prelot·Georges Lescuyer, His toire des idecs politiqucs, Paris, Dalloz,
1 980, s. 39.

83
rında yansız bir tutum izleyerek, yukarıda Yakarıcılar'da bir örneğini gördüğümüz
demokrasi eleştirilerine ya da halkı aşağılayan el itist görüşlere de oyunlarında yer ve­
rir . Düşüncesiz halkın despot olduğu ve bu despotluğun güçlü kişileri, kra lları bile
boyunduruğu altına aldığı düşüncesine Hekabe'de rastlanır. Oyu nun kahramanı
Hekabe, hiç kimsenin özgür olmadığını haykırıp Agamemnon'un "yurttaşlar kala­
balığının kölesi " olduğunu, on lardan korktuğ unu belirtir .93 Aynı Aga memnon
iphigeneia Aulis'de de bu yargıyı "Biz halkın esiriyiz." diyerek kendisi dile getirir .
Aynı oyunda güçlü ve yürekli Akh i l leus, duygularına, tutkularına kapı larak düşün­
cesizce hareket eden halk tarafından linç edi l me teh l i kesi yaşar. Bunun üzerine,
K lytai mnestra, "Ha l k kütlesi , korkunç bir beladır" diyerek, soyluların halkı nasıl
gördüklerini açık bir biçimde ifade eder. 94
Tragedyalarında, tınrılar kar şısında insanın ne kadar küçük ve değersiz bir
varlık o lduğu konusunu iş leyen Sophokles, Sofistlerin karşısında yer almakla birlik­
te, kendini tümüyle Sofisti k -demokratik düşüncelerin etkisi dışında bırakabilmiş
değildir. Bunun tipi k bir örneğini Antigone adlı oyununda görmek mümkündür.
Sophokles, bu oyununda doğal (tanrısal) ada let ilkesinin üstünlüğünü savunmakla
yetinmez, aynı zamanda sınırlarını aşan otoritelere karşı yurttaşların direnme ha-k­
tarının olduğuna il işkin bir demokrasi i lkesin i de vurgular. Oyunun kahramanı An­
tigone, kardeşinin cenaze törenini yaparak yasalara karşı gelmekle suçlanınca, kral
Kreon'a şu yanıtı verir : "Evet, çünkü bu yasaları Zeus koymam ıştır; ne de toprak
altında ranr ı larla birli kte oturan Dike (Adalet ) , insan lar için bu tür yasalar saptamış­
tır. Ben ise senin, bir ölümlü insanın, yazılı olmayan, fakat değişmeyen kutsal yasa­
ları kendi kararlarında değiştirebileceği n i akl ı ma bile getirmedim. Bunlar dün ya da
bugün çıkmam ışlardır; hiçbir zaman yok olmazlar, nasıl ol uştuklarını da kimse
bilmez. Bir adamın otoritesine alçak ça saygı göstermek i çin bu kutsal yasalara karşı
çıkmak, tanrıların kızgınlığına yol açmaz m ı ? " 9 5
S o n olarak, b i r edebiyat yapıtı olmamakla birl ikte edebi yönü küçümsenme­
yecek bir tarih çalışması olan Thukydides'in "Pelopon nesos Savaşı"ndaki bir bölü­
me değinmek gerekir. Thukydides, yapıtının 5. kitabında, doğa yasasını güçlünün
hakkı şeklinde yorumlayan Thrasymakhos'un ve öze l likle Kall ikles'in bu görüşünü,
Atinalı lara savundurtur. l.ö. 41 6'da Spartı ' n ın bağlaşığı Melos'u kuşatan Atina or­
dusu, sorunu savaşmadan çözebilmek i ç i n polise elçi ler yol lar. Tanrısa l adaletten
söz eden Meloslu lara karşı, Atinali elçiler gücün toplumsal-siyasal ilişki lerde belirle­
yici tek i l ke olduğunu ş u sözleriyle açı kça ortaya koyarlar: Tanrılar hakkında var­
say ılan ve insan lar hakkında kesin l i kle bilinen şeylerden ötürü, gerek tanrıların gerek
insan ların, en güçlü oldukları zaman onları hemcinsleri üzerinde hüküm sürmeye iten
bir doğa yasasına zorunlu olarak uyduklarına inanıyoruz. Bu yasayı yapanlar biz ol­
madığımızdan başka, onu ilk uygulanlar da biz değiliz. Bu yasa, başkalarından bize

93 Hıkabc (865-870)
94 lphigcncla AulU'dc (450 ve 1 3'55-1 360)
95 Antigone 450-460 (Sophocle, Theatrc complet, Paris, Gamier-Flammarion, 1 964, s. 79)

84
aktarıldı ve biz ona uyuyoruz, tıpkı bizden sonra geleceklerin de ona uyacağı gibi.
Sizin de ya da diğer halkların da, bizimkine benzer bir güce sahip olduğunuzd.ı,
başka türlü davran mayacağ ınızı biliyoruz." 96 Thukydides'in aktardığı bu sözler,
demokrasiyle· yönetilen Atina halkının, dış ilişkilerinde, radikal Sofistlerin türetti k­
leri en anti -demokrati k düşünceyi benimse·miş olduğunu göstermektedir.

2- Demokrnsiye Olumsuz Yaklaşımlar

Genellikle bir teoriye dayanmadan pragmatik bir biçimde oluşturulan bir re­
jim iizerinde -başarılı olduğu sürece- olumlu ya da olumsuz düşüncelerin üretil me­
si, epey enderdir. Fakat kuru lu düzenin bir bocalama dönemi içine girip yozlaşmaya
yüz tutmasıyla birli kte, sorun lara teorik değil, pratik düzeyde· çözüm arayan ·rııji_m
yandaşlarına karşılık, rejim karşıtları eylemsel alandan ba şka düşünsel planda da
bir sa ldırıya girişere k , çeşitli eleştiriler ve karşıt modeller getirmeye başlarlar. Top­
lu mdaki yazar-çizer (entellektüel) kesimin çoğunlukla rejim karşıtı sın ıf(lar)ın için­
den ç ıkması , bu saldırıya gerek niteliksel, gerek niceliksel bir yoğunluk kazandırır.
İ şte Atina demokrasisi de bu tür bir süreci yaşamıştır. Peloponnesos Savaşları ve as­
keri yenilgiler, Atina'nın sosyo- ekonomik yapısında ciddi krizlere yolaçtılar.
Yenilgilerle birlikte emperyalist politikanı n da sona ermesi , büyük ölçüde dış sömü­
rü üzerine dayalı Atina de mokrasisinin parlaklığını yitirip güçsüzleşmesine neden ol·
du . Bunun sonucunda, bir yanda genel bir hoşnut:Suzluk baş gösterirken, öte yanda
aristokratların ve diğer demos düşmanlarının sesleri yükselmeye başladı.

a- Aristophanes'in Komedyaları

Soylu lar sınıfı nın yandaşı olarak Atina siyasal yaşamını çok yakından izlemiş
olan Aristophanes ( İ .Ö. ?445-380), komedya türünde yazdığı oyunlarında, demok­
ratik rejimin hem iş leyiş tarzına, hem de uyguladığı politikalara yönelik keski n eleş­
tiriler getirir. Alaycı bir biçimde dile getirdiği eleştirileri, bir sistematikten yoksun­
dur. Oyunları, belli konuları işleyen birer siyasal yergi niteliğindedirler ve demokra­
sinin çeşitli yönleri üzerindeki aristokratik düşünceleri dağınık bir biçimde sahnede
yansıtma işlevini görürler. Ancak, Aristopharıes'in yerdiği demokrasi, Perikles'in
ı lımlı ve düzenli demokrasisi değil, fakat Kleon, Hiperbolos, K leophon gibi dema­
gogların ya da Alkibiades gibi şımarık soyluların kendi çıkarlarını gözettikleri dü­
sensiz demokrasidir. Polisine büyük bir sevgiyle bağlı olan ve geçmişe özlem duyan
Aristophanes'in komedyalarıyla güttüğü amaç, kendi deyişiyle "Atina demokrasisi­
nin ne ç ıkmaz yollara girdiğini'' 9 7 göstererek, hal kta bir "ılım İ ı demokrasi -Oligarşi"
_
isteğini uyandırma ktır.
Bu çıkmaz yollardan biri , Atina'rı.ın güttüğü emperyalist politika ile bu politi-

96 La Guerre du Peloponnese, V, 105. (Cilt 2, s. 1 24).


97 Aristophancs, Kömürcüler (Akharriai'hlar) in Banş Oyunları, İstınbul, Hürriyet Yayınla­
n, 1 9 7 5 , s, 5 7 .

85
kan ın yol açtığı Peloponnesos Sava şlcırıd ır. Savaşın maddi yükünü çeken soy luların
ve zengin lerin sava ş karşıtı görüş lerini dile getiren Aristophanes, Kuşlar, Barış, Ak­
harnai'War ve Lysistr.ıta gibi oy unlarında demokrasinin saldırgan politikasını yerip ,
barı ş ı yüceltir. Barış sevgisini bütün top luma aşılamak isteyen Aristophanes, bu po­
liti ka yüzün den ya ln ızca üst sınıfların değil, fakat bütün hal kın savaş giderleri nede­
n iyle yoksu l laştığın ı ve devletin felakete sürüklendiğini belirtir. Lysistrata'da devlet
politikasına karşı çıkıp barış yapılmasını isteyen kadınlar, savaşçı erkeklere şöyle
seslenirler :

"Ata larınızdan kalan hazineyi harcayıp duruyor,


Yerine bir şey koymuyorsunuz,
Sizin yüzünüzden iflasa doğru gidiyoruz ."98

Bu politikanın sorumlu ları olan siyasal yöneticileri , demagogları eleştirilerinin


temel hedefi durumuna sokan Aristophanes, onları yolsuzlu kla, paraları kendi cep­
lerine atmakla ve böylece halkı yoksulluğa itmekle suçlar. 99 Öze l likle sald ırdığı kişi
Kleon'dur; onu çeşitli oyunlarında, halkı yıkıma sürükleyen, yalancı, düzenbaz, aşa­
ğılık bir kişi olarak gösterir.1 °° Fakat, ona göre Atina'nın başına gelen kötülüklerin
gerçek sorumlusu demokrasidir, ·ya da daha doğrusu demagogların yönetimi olan
bu rejim i ayakta tutan demos'tur. Atldar adlı oyununda buda la ve huysuz bir ihti ­
yar o larak simgeleştirdiği halk, bi lgisizdir, politikadan anlamaz, görüşleri n i çok ça­
buk değiştirir ve sağlıklı hiçbir karar alamaz. Bu nedenlerden ötürü aldatılmaya çok
yatkın olan halk, kendisin i pohpohlayan bir kimseye hemen teslim olur, her şeyi
onun elleri ne bırakır. Aristophanes, halk hakkındaki düşüncelerini şöyle dile getirir:

"Bil irim köylülerin ne kadar hoşlandığını


Kendilerini ve Atina 'yı bir şarlatanın
Doğru yan lış övmesinden .

98 Aristophanes, Lysistrata, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 9 66, s. 6 5 .


-
99 E şek Anlan'nda ( İstanbul, Remzi Kitabe vi, 1 966, s . 5 6 ) adı "Kleon'dan tiksinen" anla­
mına gelen Bdelykleon, demagoglardan ş öyle söz eder:
" Ben Atina için çalış ıyorum,
Halk uğruna sava!jıyorum, diyenler yok mu?
Onlara gidi yor paralar.
Çünkü se n bu güze l sözlere kanıp
Başa getiri yorsun anlan.
Bu adamlar öteki polislerden de
Ellişer torba altın koparıyorlar.
Ya bu parayı verirsiniz,
Ya da sizi yakar yıkanın, diyerek.
Sen ise kendi krallığının artıklarıyla
Zar zor geçinmektesin."
l 00 Aristophanes, oyunlannda devleti ve Kleon'u küçük düşürdüğü gerekçesiyle mahkemeye
verilmiş tir. Fakat, yine oyunlarında açıkça a la ya aldığı dımr:JS, onu suçsuz bulmuştur.
Bu olay, o dönem Atina'sında, düşünce özgürlüğünün ve hoşgörünün ulaş tığı Lıoyutları
göstermesi Lıakı mından e pey ilginçtir.

86
Alınan kim, satılan ki m , farkına bile varmazlar ...

" I şık saçan Atina" demeye görsün bir da l kavuk


..•

Her istediğini koparıverirdi sizlerden.' . ı o ı

Yukarıdaki bu dizelerden de anlaşıldığı üzere, Aristophanes için Atina'nın


temel sorunu, iktidarın teorik bakımdan demos'un ellerine terkedilmiş ol masından
kaynaklanmaktadır.
Bundan başka Aristophanes, Atina demokrasisinin önemli kurumlarını da
iğneleyici dilinin eleştirileri dış ında bırakmış değildir: Örneğin, Eşek Anları ko­
medya.s ı,, halk mahkemeleri ile yargıçları hedef alır. Ayrıca, toplumdaki değişim leri
tutucu bir ahlakçı anlayışıyla değerlendiren Aristophanes, geleneksel değerleri sar­
san Sofist düşüncelere karşı da kesin bir .tutum içindedir. Sofistleri aşağı lamak için,
on ların düşüncelerini abartmaktan ya da çok basit bir biçimde yorumlamaktan ka­
çı nmaz. Bulutlar'da , Sofistlerden h içbir insan yasasının mutlak bir değere sahip ol­
mad ığını öğrenen Pheidippides, dövdüğü ba basının kendisine "Fakat, hiçbir yerde
yasa, babaya karşı böyle davranılmasını ha klı görmez" demesine karşılık şu yanıtı
verir : "Bu yasayı ilk yapan insan, senin benim gibi bir insan değil miydi? Eski ada m ­
ları sözle ikna etmiyor muydu? Benim d e gelecekte, çocuklara babalarını dövebilme
hakkı veren bir yasa yapmam neden haklı olmasın ki? " 1 0 2

b- Yaşlı Oligarkh'm "Atinaldann Anayasası''

Demokrasiye keskin eleştiriler yönelten, fakat aynı zamanda belli açı lardan
bu rejimin ilk bilimsel çözümünü (analizini) gerçekleştiren yapıt, AtinaWann Ana­
yasası'dır. Küçük bir risale olan Atinalılann Anayasası; ilk önceleri Ksenophon'a
mal edilmiş, fakat daha sonra ona ait olmadığı ve Peloponnesos Savaşları sırasında
( i.Ö. 424 yılı dolaylarında) yazılmış olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu yüzden ger çek
kim liği bilinmeyen yazarına, düzmece-Ksenophon (Pseudo-Xenophon) ya da Yaşlı
Ol igarkh denilmektedir. 1 03
Demo krasiden nefret ettiğini saklamayan yazar, yapıtının hemen başında,
daha iyi bir sınıfın (yani, soyluların) bulunmasına karşın , aşağılık halkın refahını
(genliğini) gözeten bu rejimi övmeyeceğini belirtir. Fakat demokratik reji min kendi
mantığı içinde tutarlı olduğunun da bilincindedir : Demokrasi, bir yozlaşmışlık

1 Ol Kömürcüler, s . 43 v e 5 7 .
Atlılar adlı oyunda koro, ş öyle seslenir halka : " Eyda""5, n e güzd bir ege menliğ in var
senin ! Herkes senden bir tiranmışsın gibi korkar. Fakat sen, her istenilen yöne çekilebi­
lirsi n ; söylevcileri ağzı açık dinleyerek pohpohlanmayı ve kandmlmayı seversin.-" Ak­
taran, Jacqueline de Romilly, s. 80.
102 Aristophanes, Buhı tlar, s . 6 7 .
1 03 Kseno ph o n'a ait olmadığının bilinmesine karşın, bu küçük risale, bazı yayımcılık gerek­
çeleri nedeniyle Ksenophon'un yapıtlan arasında yer al maya devam etmektedir. Bakınız:
Xenophon, "La Republique des Athcniens" , in Oeuvres Completes, Paris, Gamier-Flam­
marion, 1 9 6 7 , Cil t 2, s. 4- 7 3-486.
Yapıtın Türkçesi için bakınız: " Yaşlı Olig:ırkh'ın Atinalıların Anayasası" in '.\!ete
Tunçay'ın derlediği Batı'da S iyasal Oü'jünceler Tarihi.Seçilmiş Yazılar, Cilt 1, s. 8-1 9.

87
örneği değildir ; değişen koşulların, örneğin halkın özgürlük isteğirıin, bir sonucu
olarak belirmiş ve varlığını sürdürebilmek için gerekli olan kurumları, politikaları or­
taya koyabilmiştir. Ya şlı Oligarkh, demokratik kurumların neler olduklarını belirt­
tikten sonra �u yargıya varır : " Bu gibi kurumlara dayanan bir devlet en iyi devlet
.. •

olmayacaktır; ama, demokrasi söz konusu olunca, bunlar onun korunmasını sağla­
ma. bakımından yerinde araçlardır." 1 04 Yapıtının bir başka bölümünde bu görüşünii
şu sözlerle yineler: "Atinalıların siyasal sistemini onaylamıyorum; fakat onlar
demokratik yönetim biçimi üzerinde anlaşmış olduklarına göre, bana öyle geliyor
ki , aç ıkladığım ilkeleri benimsemekle demokrasiyi korumak için doğru olan yolu
seçmişlerdir.''105 Düzmec-e-Ksenophon'un bu yargılarının, daha doğrusu demokrasi ­
yi objektif (nesnel) bir biçimde değerlendirip demokratik kurumların ve ilkelerin
halkın beklentilerini tam anlamıyla karşıladıklarına ilişkin getirdiği tanıtlamaların,
yapıtına özgün bir nitelik kazandırdığı söylenebil ir.
Atin:ıWann Anayasası'nın içerdiği demokrasi üzerindeki eleştirilerin hemen
hepsi, bu rejimin dayandığ ı ha lk tabakasının kötü, aşağılık bir niteliğe_ sahip olduğu
düşüncesinden kaynaklanır. "Onurlu bir insana yaraşan özenlilik, gözüpeklik ile en
az düzensizlik ve ada letsizlik, en iyilerin (yani soyluların) saflarında bulunur .' ' 1 06
Oysa, demokratik sistemin mantığına uygun olarak isonomia ile isegoria'nın uygu­
lanması, avam halktan kimselerin doğum ve nitelikçe üstün i nsanlardan daha fazla
erk elde etmesine ve onlardan daha çok pohpohlanmasına yol açmıştır. Devlet yö­
netiminin halka açılması büyük bir kötülüktür. Çünkü, "halkın arasında en çok bulu­
nan, bilgisizlik, düzensizlik' ve kötülüktür; halk, olanak yokluğunun neden olduğu
eğitimsizlik, bilgisizlik ve yoksul lu k yüzünden, aşağı lık davranışlara yönelir." 1 0 7
Üstelik halkın tutkusu, özgür olmak, efendi olmaktır. Bundan dolayı da, yasaların
iyi ya da kötü olması onu ilgilendirmez bile. Halkın bir başka kötü özelliği, kültür­
süz oluşu, dahası kültürden ve kültürlü insanlardan ( bir başka deyişle soylulardan)
nefret etmesidir : "Avam halk, zamanlarını beden eğitimi yapmak ve müzik (sanat)
kültürü edinmekle geçiren yurttaşlara engel olur; çünkü böyle bir eğitimin güzelliği­
ne inanmaz ve bu gibi şeyleri anlamanın kendi gücünün ötesinde olduğunun farkın­
dadır .'' 1 0 8
Ha lkı ilgilendiren en önemli şeyin "parayı cebe atmak" olduğunu belirten
Yaşlı Oligarkh, demokrasi ile bireyci.faydacı ideolojiyi özdeşleştirerek, demokra­
sinin kişisel kazanç tutkusunu, bencil liği körükleyip toplumsal-ahlaksal değerleri
çiğnediğini ve adaleti yozlaşt ırdığını ileri sürer. Ona göre, yasaların ya da tanrıla­
rın yerine paranın her şeyin ölçüsü olması, her işin rüşvetle yapılması sonucunu do­
ğurur. Devlet hazinesinden yapılan harcamalarda, bütün toplumun değil, fakat yal·
n ızca halk kesiminin çıkarı gözetilir. Genel olması gereken adalet ise, kişisel bir

l 04 Xenophon, s. 474 ve Tunçay, s. 1 0.


105 Xenophon, s. 483 v e Tunçay, s . 1 6-1 7.
l 06 Xenophon, s. 4 74 ve Tun çay, s. 9.
1 07 lbid.,
108 Xenophon, s. 4 7 5 -4 7 6 ve T u n ç ay , s. ı ı.

88
anlam kazanır. "Adalet, jüri üyeleri için kendi kişisel çıkarlarına dokunan bir ilgi
konusundan başka bir şey değildir."1 09
Demokrasiyi kölelere ve metoikos'lara sağladığı olağanüstü başıboşluk nede­
niyle de kınayan Yaşlı Oligarkh, Atina demokrasisi ile emperyalist politika arasında­
ki ilişkin'in , daha doğrusu demokrasinin büyük ölçüde dış sömürü üzerine dayandığı­
nın bilincindedir. Bu nedenle, bu politikayı onaylamamakla birlikte, bunu uygula­
yan demokratların kendi açı larından haklı olduklarını kabul eder. Kendi deyişiyle,
"her A tinalı bireyin bağlaşıklarının servetine el atırak onlara ancak yaşayacak ve
arazilerini ekecek, ama Atina'ya karşı i hanet niyetleri besleyemeyecek kadar bir
şey bırakmasında (demokrasinin varlığını sürdürmesi bakımından) büyük yarar var­
dır . " 1 ı o Yazar, yapıtın ın sonunda, demokrasinin -kendi içinde tutarlı bir rejim ol­
mas ı n dan ötürü- büyük değişiklikler yapılarak düzeltil mesinin olanaksız olduğunu
vurgular. Buna göre, demokrasiden hoşnut olmayan, fakat bunu büyük çapta
reform larla iyi bir yola sokabileceklerini; örneğin o l igarş ik bir demokrasiye dönüş-
,

türebileceklerini düşünen kişiler, büyük bir yanılgı i çindedirler. Demek ki, yapılacak
tek şey, radikal bir tutumla demokrasiyi kökünden yok etmektir ; ama bu rejimin
sağlam lığı ile onu destekleyen halk kitlelerinin gücü göz önüne alındığında bunu ger­
çekleştirmenin hiç de kolay olmadığı anlaşılır.

c- Demokıasi Düşmanı Ksıenophon

Atina demokrasisine karşı duyduğu nefreti, yalnızca çeşitli yapıtlarında dile


getirmekle kalmamış, bunu sürdüğü yaşamla da gözler önüne sermiş olan düşünür
Ksenophon'dur ( İ .ö. 426-355). u ı Varlıklı bir aileden gelen ve Sokrates'in öğren­
cilerinden olan 'Ksenophon, Perikles'in "Cenaze Töreni Söylevi"nde övdüğü demok­
rasiye özgü bütün niteliklerden tiksintiyle söz eder. Ona göre, demokrasiyle birlikte
Atina 'da yaşlılara saygı gösterilmemeye, beden eğitimine önem verilmemeye ve yö­
neticilere itaat edil memeye başlanmıştır. Toplumsal uyum (concordia) ortadan
kalkm ış ve en kötüsü, yurttaşların çeşitli hiziplere bölünmesi nedeniyle birlik yok
olmuştur. Yurttaşların bir dayan ışma içinde olacakları yerde birbirlerinin kuyuları­
nı kazmaları ve yalnız kişisel çıkarlarını gözetmeleri, toplumdaki kötülük eğilimle­
rini arttırmıştır. 1 1 2 Demokrasi, siyasal açıdan, yasaları hiçe sayan bir halk despot-

1 09 Xenophon, s. 476 ve Tunçay, s. 1 1. Aynca yazar, " kötü bir adamın adaletin elinden sıy­
rılma şansmın demokraside oligarşik bir devlettckinden daha çok olduğunu"da sözlerine
ekler.
1 10 fbid.
111 Maceracı bir kişiliği olan Atina'lı Ksenophon, İ.ö. 399'da, Perslere ve Spanal ılar.ı olan
yakınlığından dolayı vatan hainliğiyle (dolayısıyla demok13:si düşmanlığıyla) suçlanmış
ve sürgüne gönderil miştir. Bunun üzerine, Sparta Kralı Agesilaos'un hizmetine girmiş tir.
İ.ö. 396 yılında Sparta ordusunda yer alıp Atina'ya kaq ı savaşmıştır. Oğullan da Sparta'
da eğitilmişler ve Sparta ordusunda hizmet görmüşlerdir.
112 Ksenophon, Memorabilia, 111, 5 , 1 5-1 8 (Xe nophon, Oeuvres Complcteı, cilt 3, s. 358).

89
luğu ndan başk.ı bir şey deği ldir. 1 1 3 . Bu rejimde, kura sistemiyle yeteneksizlerin i ş
başına geldiği bir düzensizlik hüküm sürmektedir.
Ksenophon, böylesine kara lad ığı demokrasiye k.ırşı, kendi kafasına uygun
gelen yönetim modellerini ortaya koyar. Yozlaşmış Atina l ıların eski erdemlerine
kavuşabilmeleri iç in n e yapmaları gerektiğ i sorusuna, Ksenophon'un Sokrates'i şu
ya n ıtı getirir: "Atina l ı ların ata larının görene kleri doğrul tusunda eğitim görmeleri ve
bun l.ırı uygulamaları yeterl idir ; böylece atalar ı kadar iyi olacaklardır. Bir başka yol
ise, bugün üstün o lan hal k lara ö y künmeleri , onların davranış kura l larını beni mseme­
leridir. " 1 1 4 Ksenophon ' un önerdiği i l k yönetim biçimi, yurttaş sayı sını sınırlayan
ve ç oğunluğu siyasal haklardan yoksun bırakan oligarşidir. Ancak bu ol igarşinin b r �
despotluğa dönüşmemesi i ç i n yönetimden yalnızca to p lumun kötü öğeleri olan
thetes 'lerin d ı ş lanması gerek tiğini belirtir. Ksenopho n , bu düşüncelerin i , İ .Ö. 41 3
y ı l ı nda y uttta ş sayısın ı be şbin kişiyle s ı n ır layan ı l ı m l ı o lgarşinin önderlerinden olan
ve Aristoteles' in " A tina'nın gördüğü devlet adamların ın en iyilerinden biri" olarak
riitelendird iğ i 1 1 5 soylu Theramenes'e savundurtu r : "Ben her za man, polisi bir drah­
mi i ç i n satacak kölelerin ve yoksul ların yönetimde yer almalarıyla demokrasinin gü­
zel olabileceğine inanan kişileri n düşmanı oldu m ; ayrıca polisi birkaç kişinin tiran l ı ­
ğı a l tına sokmadan iyi b i r oligarşinin kuru lamayacağı n ı düşünen kişilerin fikirlerine
de hep karşı çıktım. Hoplit ya da atl ı olarak hizmet gören ki şi lerle uzlaşılmasını,
her zaman en iyi politika olarak kabul ettim ve bu düşüncemi hiç değiştirme­
dim.".1 1 6 Görüldüğü gibi b u oligarşi, orta sınıftaki yurttaşlara, yani h op lit 'l ere de
yönetimde yer veren ı l ı m l ı bir n i teliğe sahiptir. Ayrıca Ksenopho n , ataların anayasa­
sının en önem li kurum u olan ve soylu lardan oluşan Areopcıgus'u yüceltip onun eski
önemine ve saygınlığına kavuşturulmasın ı salık verir.
Ksenophon'un Atina için öngördüğü ikinci model, temellerini Lykurgos' u n
attığı kabul edilen Sparta 'nın yönetim biçimidir. Spamlıılann Anayasası adl ı yapıtı,
Sparta kurumları ve i l ke leri üzerine yazılmış bir övgüdür. Burada Sparta, düzenli ve
uy u m l u toplumsal yapısı ; basit ve yalın yaşam anlay ı ş ı ; ticareti dış layan ekonomisi;
d isiplin li, ahlaklı ve otoritelere karşı itaatkar yurttaşları, kısacası her yönüyle Ati­
na 'nın bir anti tezi olarak be lirir. Bununla birlikte, Ksenophon'un hayra n l ı kla sözü­
nü ettiğ i , Sparta yöneti m in in gerçek durumundan çok bunun ideal biçimidir.
Çün kü yapıtın 1 4. . bölümünde, Lykurgos'un yasalarından uzaklaşan Lakedemonya­
l ı ların yozlaştıklarını açıklamaktan ka ç ı nmaz.
Ksenophon, oligarşi ile Sparta aristokratik rejimi dış ında bir başka otoriter
yönetim b i ç i m i olan monarşiy i de savunur. Yuna n l ı ları n gözünde monarşi, genel lik­
le barbarlığın bir göstergesi olarak kabul görmekte ve tira n l ı kla özde şleştirilmek-

113 örneğin, Ellenika ( Helen Olaylan) I, 7, l 2'de halk meclisindeki b ir uygulamanın yasıya
aykırı olduğunu ileri süren bazı kişilere karşı, "kalabalık, h:ılkın hoşuna gi<len (kafasına
esen) bir şeyi yap masını e n ııell e m c ye kalkışmanın iğrenç bir tutum oldu ğunu haykır­
maya haşlar." (Xenophon, Oeunes Completes, Cilt 3 , s. 4.J,).
1 14 l\le morabilia, III, 5, 1 4 ( Xcnophon, Oeuvres Completes , Cilt 3, s. 3 5 7 )
1 15 Aristoteles, A tinalılann Devleti,s. 50.
116 E llcnika, II, 3, 48 ( Xenophon, Oeuvrcs Completc:s, cilt 3, s, 6 5 ) .

90
teydi. Fakat İ .Ö . iV. yüzy ı lda, Yunan dünyasın ı n içine düştüğü genel kargaşa orta­
m ı , bazı çevrelerce monarşi düşüncesinin yeniden gündeme getir i l mesine ve de mok­
rasiden hoşnut o l mayıp ol igarşiye geri dönme umutlar ı n ı yitirenlerin bu re jime bel
bağlamalarına yöl açmıştı. İ ş te bu dönemde, Atina soylularının güçsüzlüğünü göz­
lem leyen ve Sparta ' n ın yozlaşmas ı n ı yaşayan Ksenophon da bu düşünceyi çeşitli
yapıtlar ı n da i ş ler. Her şeyden önce, monarkı tirandan farkl ı kı lmaya özen gösterir;
bunun için getirdiği temel ö l çüt, yönetimdeki ki şinin yasalarla olan i lişkisidir: İ kti­
dar ı n ı h i çbir yasaya dayandırmayan tirana kar ş ı l ı k, monark, anayasaya sayg ı l ı bir
biçimde halkın ı yönetir. Örneğ i n , Sparta ' n ın en gü çlü kişisi olan kral Agesilaos, ay­
nı zamanda yasalara en bağı m l ı olan kişidir. Onun yasalara saygıda kusur etmemesi,
devletine yap tığı en büyük h izmettir. Çünkü, " her hangi bir yurttaş, kral ı n ı n
uyduğu yasalara nasıl itaat etmeyi reddedebilir ki?" 1 1 7 Gerçekte monark, b u tutu­
m uy la , y urtta ş larına örnek o l manın dışında, mutlak iktidar ı n ı meşru k ı l m ı ş da ol­
maktadır.
Bir toplumda ya da bir toplulukta bir ba ş ın ( şefi n ) bulunması gerektiğine yü­
rekten inanan ve i ktidarı tek kişinin ellerine bırakman ı n daha yerinde olduğunu dü­
şünen disiplin tutkunu Ksenophon'a göre, "krallar ve yöneticiler, ne bir asa ta şıyan­
lar, ne kalaba l ı k tarafından se çilenler, ne kura ile atananlar, ne de iktidarı şiddet ya
da hile y o l uy la ele geçiren lerdir ; bun lar yönetmesini bilen kişi lerdir. " 1 1 8 Demek ki
önem l i olan, i ktidarın nas ı l e l de edildi ğ i değil di r ; iktidar sahibin in gerçek anlamda
bir yönetici ya da. bir kral olabi l mesi için, iktidarı hak etmesi , bir başka deyişle top­
l u m daki en üstün ve yönetmeye en yetkin kişi olması gerekir. Çünkü " insanlar, ken­
di çıkarları konusunda kendilerinden daha bilgili olduğuna inandıkları kişiye gönül­
119
den boyun eğerler."
Yeteneğinin ve otoritesi n i n kendisine sağladığı üstü n lü kten ba şka, monark,
diğerlerinden öngörüsü ve çok ça lı şmasıyla da daha üstün bir düzeyde bul unur. Uy­
rukları üzerindeki hükmffnü, onları i kna ederek, on ları n onayı n ı kaz.anarak sürdürür.
Böylece ·Ksenophon, iktidar bakımından conconsus'ün önemine dikkati çekm i ş
o l u r . Ayrıca monar k ı n ı kam usal iyiliği gözetmekle yükümlü kılıp, onun ahlaksal
erdem lere sahip o lması gerektiğini de vurgular. Tirandan farkl ı olarak, "iyi bir kra l ,
ya lnız kişisel i ş lerini iyi b i r biçimde yürütmekle yeti nmeyi p , uyruklar ının mutlulu­
ğ u n u da sa ğ layan kra ldır. Çünkü bir kra l, kendisine özen göstersi n diye değ i l , fakat
20
onu seçenleri başarıya götürsün diye seç i l ir. " 1 B u n a göre Ksenophon'un monarkı,
m u tlak bir iktidara sahip olmakla bir l i kte, bilgisini ve aklını kullanarak iktidarına
keyfi bir nite l i k vermez. İ ktidar ı , adaletin sınır lar ı i çine yerleştirilmiş ve yönetilen­
ler i n hizmetine koşulm uştur. Ksenophon, çeşitli yapıtları nda ortaya koyduğu bu
düşünceleri y le , her yönüy le "aydın despot" olarak adlandır ı labilecek bir monark

1 17 Agesilaos, Vll, 2. (Xcnophon, Oe uvres Completes, c il t 1, s. 455) Kscnophon, özellikle


Hiı:ron adlı yapıtında kral ile tiran arasındaki ·farkları ortaya koyup, bir tiranın krala dö­
nüşmesi için nasıl davr.ınm:ısı gerektiğini açıklar.
1 1 8. l\lemorabilia, III, 9, 1 O ( Xcnophon, Oeuvres Completes, dit 3, s. 3 6 9 )
1 19 K }Toupaideia (Cyrope<lie) 1, 6. (Xenophon, Oeuvres Co mpletes Git 1 , s. , 60).
1 20 Memor-.ıbilia, ili, 3, 2-3. ( Xenophon, Oeu\Te• Complctes, cilt 3, s. 3 5 0).

91
portresi çizmektedir. Bundan ba şka, Prelot ile Lescuyer'nin de belirttiği gibi, bütün
gücünü kendi kişiliğ inden alan - ve askeri bir otoritesi bulunan bu monarkın
y önetim i , klasik anlamda bir monarşiden çok bir di ktatörlüğü andırmaktadır. 1 2 1

d- İsokrntes' in Arayışları

Atina'da bir retori k okulu kurmuş olan, Sofist Gorgias' ın öğrencisi ünlü söy­
levci İsokrates ( 1 .ö. 436-338), i lke ol.ırak demokrasiye karşı değil dir. Hatta i .ö.
380'de yazdığı Panegyrikos adlı siyasal incelemesinde, Peri kles'in "Cenaze Töreni
Söylevi"ndeki deyişlerini andıran sözlerle Atina'ya ve demokrasiye övgüler yağdı­
rır : " Polisimiz başka halkları, düşünce ve söz bakımından öylesine geride bıra km ı ştır
ki, onun öğrencileri diğerlerinin öğre� meni ol muşt.ur ... Biz halklara yardım ederiz;
zorbalığa karşı savaşırız; çoğunluğun aztn lığa boyun eğmesini, diğer yurttaşlardan
aşağı olmamakla birlikte servet olanaklMından yoksun kalmış kişilerin k(!mu�I gö­
revlerden dışlanmasını ve ... yurtuşların bir yasayla bütün siya sa l haklardan yoksun
bırakı lmasın ı , büyük bir kötülük sayarız . " ı 2 2
Fakat İ sokrates'in yücelttiği ve Atina 'da yeniden uygulanmaya konulmasını
istediği demokrasi, Solon'un ya da K leisthenes' in demokrasisidir, kendi deyişiyle
patrios politeia (ataların anayasası)dır. İ sokrates, demokrasinin zamanla aldığı
b i çi m den hoşnut değildir ; yozlaşmış olan bu rejimin, reformlar yo luyla eski
mükemmel günlerine geri döndürülerek düzeltilebileceğine inanmaktadır. Ona göre,
"bir zamanlar polisi yönetenler, yurttaşların, disiplinsizliği ( düzensizliği) demokra­
si, yasaları aşağıla mayı özgürlük, konuşmada ölçüsüzlüğü eşitlik ya da her istediği­
n_i yapma o lanağını mutluluk olarak kabul etmelerine neden olan bir anayasa değil,
fakat bu tür insanlardan nefret edip on ları cezalandırmasıyla yurttaşlarını daha bilge
kılan bir anayasa yapmışlardı."123 Demek ki, yukarıda sayılan tüm bu kötülükleri
i çeren yürürlükteki demokrasi, gerçekte anarşiden baş ka bir şe y değil dir. Anarşiden
k urtulabilmek için demokrasiden vazgeçmenin gerekmediği inancını ta şıyan l sokra­
tes, siyasal haklardan yararlanan yurttaş sayısının azaltılmasıyla rejimin düzeltilme­
sine doğru ilk adımın atı lmış olacağını ileri sürer. Patrios politeia 'da siya.sal haklar­
dan yararlananlar, atlı lar i le gelirlerini topraktan e l de edip askerl i k görevlerini hop­
lit olarak yerine getiren yurttaşlar değil ler miydi? Böylece lsokra,tes, etki n (aktif)
yurttaş-edilgin ( pasif) yurttaş ayrımını getirmiş o l ur. 1 24

121 Pre!ot v e Lescuyer, s . 5 1


122 _Aktaranlar: İbid., s. 39-40.
1 23 Areopagitika, 20. İsokrates. ayıu düşünceyi bir başka yapıtında da (Panatenaikos, 1 31 )
dile getirir: " Atinalılar, h er şeyi olunma bırakarak yöneten ve ba�ıbozukluğu özgürlük,
her istediğini yapma olanağını mutluluk olarak gören bir demokrasiyi değil, fakat tam
tersine bu tür kö tü faaliyetleri cezalandırıp en iyilerini çağrıştıran bir demokrasiyi kur­
muşlardı." Aktı.ran: jacqueline de Romilly, s. 1 83-1 85.
1 24 örneğin, 1 79 1 Fransız Anayasası, düşünür Sieyes'in görüşleri doğrultusunda, yurttaş lan
etkin ve edilgin olmak üzere ikiye ayırmışt ır. Edilgin yurtta.şiar, tümüyle siyasal yaşamın
dış ında tutulmuş lar, seçme hakkından bile yoksun bırakılmışlardır.

92
Bu ayrımın mantıksal uzantısı, aşırı {matematiksel) eşitlik ilkesinin terk edi­
lip, bunun yerine orantılı (geometrik) eşitlik i lkesinin uygulamaya konmasıdır.
"Bir polisin iyi bir biçimde düzenlenmesine katkıda bulunan en önemli şey ... , iyi­
lere ve kötülere aynı şeyleri veren eşitliğin atılması ve her kişiyi değerine göre onur­
lan·d ıran ya da cezalandıran eşitliğin kabul edilmesidir."1 2 5 Yurttaşların toplumda­
ki yerleri ni değerlerine ve yeteneklerine göre belirleyen liyakat ilkesi, kamusal g�­
revlerin dağılımında kura sistemine başvurulmasını reddeder. Seçim, en yetenekli
ki şilerin iş başına gelmesine yol açar; üstelik bu sistem, demokrasinin özüne daha
uygundur. Çünkü; " kurada hakim olan talihtir; bundan dolayı da yöneticilikler ko·
laylıkla oligarşi yandaşlarının eline geçer. Buna karşıl ık, en uygun olanları belirle­
6
yen halk, yürürlükteki anayasayı en çok seven kişileri seçmekte özgür olacaktır ." 1 2
Böy lece, doğrudan demokrasinin yerini temsili demokrasi almış olmaktadır. İsokra­
tes'in öngördüğü bir başka reform da, toplumda ahlaksal (moral) kalkınmayı sağla·
ya bi lecek tek kurum olan Areopagus 'a eski yetkilerinin ve saygınlığının geri verilme­
sidir. Sonuçta, patrios politeia adı altında or taya çı kan bu ılımlı demokrasi, halkın
kendi kendini yönetmediği, fakat kendisini yöneten, kamusal i şlerle özveriyle uğra·
şabilecek maddi olanaklara sahip, yetenekli, namuslu ve bilgili kişileri seçtiği ve de­
netlediği bir rejim olarak belirmektedir. İsokrates'in değerlendirmesiyle "en yete­
neklilere devlet işlerine bakma görevi veren, halka da bunlar üzerinde egemen bir
erk tanıyan bu demokrasi, en sağlam ve en doğru demokrasidir." 1 2 7
Hocası Gorgias'ın panhelenist fikirlerinden etkilenen lsokrates, Yunanlıların
şiyasal ya da en azından askeri düzeyde birleşebilmelerinin güçlü bir kişinin önder·
liğinde olabileceği düşünC(esinden hareket ederek, ılımlı demokrasi yanında monar­
ş iye de yer verir. Panegyrikos'u yazdığı dönemde, Yunan dünyasının düzene kavuş­
ması i çin zoruplu gördüğü Helen birliğinin, Atina'nın hegemonyası altında gerçek­
leşmesi gerektiğini savunur. Fakat daha sonra, Atina'nın bu görevi başaramayacağı­
nı görüp güçlü bir monark arayışı içine girer. Sparta Kralı Archidamus ile Syraküza
Kralı 1. Dionysios'a yaptığı çağrılar sonuçsuz kalır. Yaşamının son yıllarında, Pers­
lere karşı Anadolu'da bir kolonileştirme politikası güderek Yunan dünyasının
toplumsal krizlerine bir çözüm getirebilecek ve böylece Yunanlıları barışa ka vuştu ­
rabilecek bir monarkı, birçok ki şinin barbar olarak kabul ettiği M akedonya Kralı
il. Philippos'un kişiliğinde bulur. 1 2 8 Seçimin doğru olduğunu, il. Ph ilippos, Yu­
nanlıları birleştirerek kanıtlar; fakat bunu, i sokrates' in öngördüğü gibi bir uzlaşma
yoluyla ve bir federasyon biçiminde değil de, Yunan ordularını Khaironeia sava�ın­
da bozguna uğratıp polisleri boyunduruğu altına alarak gerçekleştirir.

1 25 Arcopagitika, 2 1 . Aktaran: De Romilly, s. 86.


1 26 Areopagitika, 23. Aktaran: De Romilly, s. 34-35.
127 Aktaran: De Romilly, s. 92.
1 28 İsokrates, il. Philippos;a �unları yazar : "�Iakedonya Krah, senin, Yunanlıl.ırın \elinime·
ti ve mümkün olduğunca çok sayıda harharın efendisi olman gerek t i ğ ini �'>� lüpı; ..;rn.
Eğer böyle davranırsan, Yunanlılara iyilik getirirsen, !l.takedonyahları tiran Jegil kr.ı l ula·
rak. yönetirsen ve diğer halkları harbar boyunduruğundan kıntarıp Yunan korumaı.ı .ıl·
tına sokarsan, bunların hepsi sana minnettar kalacaktır. " Ak taran: Jean�Jac:' ( u c:s Cho:\·al­
Jier, s_ 68.

93
İ sokrates, monarşi yanlısı yazılarında, bu reji min i�i öze lliğinden dolayı yeğ
lenmesi gerektiğini ileri sürer : ilk olarak, monarşide iktidarın kesintisiz bir biçi mde
el değişti'rmesi (yani, sürekli oluşu ) , polisin politikasının sürekliliğini sağlar. İ kinci
özelliği, iktidarın tek kişinin elinde toplanmış bu lunması, bir başka deyişle ''bir"
olmasıdır; böylece toplum "bir"lik iç inde tutulur ve düzensizliğe yol açan sorum­
lulukların dağıtılması sistemi ortadan kaldırılır. Ayrıca İ sokrates, Ksenophon gibi,
kralın tirandan farklılığını vurgu lamak amacıyla, yasa lara saygı lı olmayı monarşinin
önemli özelli klerinden biri olarak da ortaya koyar. Ancak bazı yazılarında, panhe­
len izmin gerçekleşebilmesi için monarkın hiçbir şeyle sın ırlandırı lmaması gerekti ­
ğini düşünerek, "kral ların istencinin ( iradesinin) en üstün yasalar olduklarını " söy­
lemekten ( ve böylece kendisiyle çelişkiye düşmekten) de ka c ınmaz_ 1 2 9

1 29 Aktara n : Claude Mosse, s. 8 1 . İ sokrates'in bu mutlak monarkı ile Platon'un Politikos'u­


nun kralı arasındaki benzerliği gözden kaçırmamak gere kir.

94
BÖLÜM i V

SİYASETİN AH LAK LAŞTIRILMASI:


SOKRATES

i. ö. 469-399 y ı l ları arasında yaşamış olan Atina l ı Sokrates, gene llikle Eski
Yunan düşün yaşamının en büyük adı ya da dafıa doğrusu en büyük bi lgesi olarak
kabu l edilir. Onun bu büyüklüğü, lıakkında yeterli ve sağlıklı bilgilerin bulunmadığı
düşüncelerinde n çok, yaşamı (ve ölümü) ile çevresinde yarattığı büyüleyici etkiden
. ve bu etkinin öğrencilerinin yazıları sonucunda zamanın sınır larını aşıp "ölümsüz"
bir. n itelik kazanmasından kayna klanmaktadır. "Nitekim kendisinden sonraki felse­
fe çığ ırlarının çoğu, bilge i dealinin cat\Jı örneğini lıep Sokrates'de bulmuşlardır." 1

A- Sokıates Sorunu

Sokrates 'in öğretisini saptamada karşılaşı lan en büyük sorun, onun yaşamı
boyunca konuşup tartışmayı yeğlemiş ve fı i çbir şey ·yazmam ı ş olmasıdır . Bu
bakımdan, düşünceleri, yöntem i , davra n ı şlar ı , Atina polisinin bir yurttaş ı olarak Sİ·
yasal tutumu, onunla ilgili kaynaklardan öğrenilmektedir. E l i mizdeki kaynakların
yetersiz o ldukları söylenemez. Bu kaynakların başlıcaları; Platon i le Ksenopfıon'un
"Sokratik yapıtları ", Aristophanes ' i n bazı kpmedyaları ve Aristoteles'iıı Metafizik ' i .
dir. Ancak, nicelik bakımı ndan yeter li olabilecek bu çeşitli kaynaklar, Sokrates'i
anlamamızı kolaylaştırmak şöyle dursun, dalıa da güçleştirmektedirler. Bunun te­
mel nedeni, yazarların onun fıakkında farklı, fıatta zaman .zaman karşıt şeyler yaz.
mış, bir an lamda birbirleriyle çelişen Sokrates portreteri çizmiş olmalarıdır. Aris­
tophanes'İll komedya larındaki Sokrates, yergi amacıyla ortaya kc;ınmuş bir karika·
türden başka bir şey değ ild ir. Fakat, fıer karikatürün be l l i bir ö l çüde de olsa gerçeği
yansıttığı göz önüne a l ınd ığında, Aristopha nes 'i n tan ı k l ı ğın ın bir ka l e mde silinip
atı lmasının ya n l ı ş bir tutum olacağı anlaşı l ır. Üstelik bu komedyalar, Sokra tes'in
sağlığ ında kaleme a l ı n m ı ş o l ma lar ı ba k ı mından da bir önem ta ş ı nıah.tadırlar.

l\lacit C ökberk, s. 5 ! .

95
Buna karşılık, öğrencileri Platon ile Ksenophon, Sokrates ile ilgili yapıtlarını
onun. ölümünden sonra yazmışlardır. Her ikisinin de amacı aynıdır: Büyüsüne kapı l­
dıkları öğretmenlerini sa vunmak, yüceltmek ve adını ölümsüz kılmak. Bu çabaların­
da başarıya ulaştıkları kesin. Fakat, yüceltt.ikleri kişi aynı Sokrates değildir. Gerek
Platon'un gerek Ksenophon 'un, anısına büyük sevgi ile bağlı oldukları bu kişi hak­
kında ne dereceye kadar ne. snel kaldıkları sorunu bir köşeye bırakılsa bile, Sokrates'
in kişiliğini ve düşüncelerini belirleyebilmek için hangisinin öğretmenini gerçeğe
daha uygun bir biçimde yansıtt ığını saptamak gerekir. Gerçek Sokrates, Platon'un
diyaloglarında beliren en üst düzeyden bir metafizikçi miydi, yoksa Ksenophon'un
Memorobilia, Apologia ve Symposion' undaki gündelik davranışlarla ilgilenen salt
bir ahlakçı m ıydı?2
Platon , Sophistes* ya da Nomoi (Yasalar) gibi son dönem diyaloglarının dışın­
da kalan tüm diyaloglarında Sokrates'e yer vermiş ve çoğunda onu baş konuşmacı
olarak kullanmıştır. Fakat bugün, gerçek Sokrates'in yalnızca, Platon'un kronolojik
( tarih dizinsel) olarak üç ya da dört bölüme ayrılan diyaloglarının ilk bölümünde, bir
başka deyişle "Sokratik" olarak adlandırılan erken diyaloglarında bulunduğuna
ilişkin ortak bir kanıya ulaşılmıştır. Buna göre, Platon, diyaloglarının geri kalan bü­
yük bölümünde, Sokrates'in konuşmalarına kendi öğretilerini koymuş, düşünceleri­
ni onun ağzından aktarmıştır. Bu diyaloglardaki Sokrates, yalnızca bir addır ya da
Platon'un imgelem gücünün yarattığı düşsel bir kişidir. Platon açısından sorun bir
Çözüme kavuşmuş gibi görünmektedir. Fakat, erken diyalogların Sokrates'in yön­
temini ve düşüncelerini yansıttıkları kabul edilse de, Platon 'un kendisini bu yapıtla­
rında tümüyle dışlamış olduğunu ileri sürmek pek tutarlı gözükmemektedir. Büyük
bir olasılıkla, kendine özgü düşüncelerini az da olsa, öğretmeninin sözleri arasına
sı•rpiştirmiştir. Bununla birlikte, ilk yapıtı sayılan Sokrate5'in Sawnmasa'nda Pla­
ton'un kendisine hiç yer vermeyip yalnızca öğretmeninin sözlerini aktarmaya ça­
lışmış olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Platon, Sokrates'i yargılayan mahke­
mede izleyici olarak bulunmuştur. Birkaç yıl sonra da, Sokrates'in kendisini savun•
mak için söylediği sözlerden anımsayabildiklerini derleyip edebi bir anlatımla ka­
leme almıştır. Sokrates'in Sawnmasa'nın mahkemede hazır bulunmuş olanlarca
okunmuş ve gerçeJdiği bakımından bir tepki görmemiş olması göz önüne alındığın­
da, bunun "Sokrates hakkındaki en sağlıklı tanık-yapıt olduğu ortaya çıkar. Ancak,
diğer ilk diyaloglar. hatta K.riton diyalogu için bile bu tür bir yargıya varmak ola­
naksız gözükmektedir.
Platon, on yıla yakın bir süre Sokrates'i izlemiş, tartışmalarına tanık olmuş
ve onunla ilgili anılarını üzerinden fazla bir zaman geçmeden, bir- Jnlamda sıcağı sı­
cağ ına kağıda di.ikmüştür. Oysa Ksenophon, tam anlamıyla Sokratık çevrenin bir
üyesi olmadığı gih ; , Sokrates'in ölümünden iki yıl önre A.tina'yı ter k.ermiş ve mah-
--- ----

2 Bu soruna hir ._ ,·,ziım getirmek amacıyla ortaya atılan savLırııı . ,. bun-lan L ı v m klanan
tartı ş maların i-- ı.>.ı hır iizeti için bakınız: Copleston, s. l '.?7 '. ı u . Uon H. -. ıl.m, l.ıı Pense"
Grecque , ,. ! 78-1 !i li , I..eon ·Robin, lı Pensee Hcllcniqu<·-0.cs nriginı·s :ı f.p icurı:-, Paris,
PUF., l 'lti 7 _ ' i- ; 1 < 7 ; B. Russell, s . 1 64-- 1 6 6 ; Roıı•:r 0 L..r.ıı ın i. La Philosophie , Paris,
Seghers, < .ilr l . "ıil:l.• �. 8 1 -8 8 .
Sokrates, d h • k ; »dunıden olu�an Sophiste�'in vainu.ca ıl i.. ; ı..i biilumundc n· r aiır.
96
kemede bulunamamıştır. Bu nedenle, Ksenophon'un başta Apologia olmak üzere
Sokrates hakkındaki yapıtlarını, büyük ölçüde kulaktan duyma bi lgilerine ya da
başkalarının ( örneğin Platon'un) yazılarına dayanarak kaleme almış olduğu ileri
sürülür. Ksenophon'un tanıklığına gölge düşüren bir başka nokta, Sokrates ile ilgili
anılarını artık bunların küllenmeye yüz tuttuğu geç bir tarihte ( i .ö. 370 dolayların·
da) yazıya dökmüş olmasıdır. Otuz - otuz beş yıl önce geçmiş olayları anımsamanın
güç olması bir yana, kişinin, bu zaman süreci içinde edindiği değer yargılarının ve
dünya görüşünün etkisi altında kalmaksızın bu olayları ve kişileri çarpıtmadan an­
latabilmesinin, başkalarına aktarabilmesinin hemen hemen olanaksız olduğu üzerin­
de genel bir görüş vardır. işte bundan dolayı, Ksen\:>phon'un Sokrates'i yanlış sun­
duğu ve hatta ona bir Sparta tipi yüklediği bile iddia edilir. Ayrıca, Sokrates'in fel­
sefi yönüne hemen hemen hiç değinmemiş olan Ksenophon, belki de onu savunmak
amacıyla toplumsal değerlere ve geleneklere saygılı "sıradan" ve "önemsiz" bir kişi
olarak betim lemeye çalışmışt�r. Birçok araştırmacıya göre, bu betim lemenin doğru
olarak kabul edilmesi durumunda, Sokrates'in belli çevrelerde yarattığı aşırı hayran­
lık i le düşmanlığı anlayabilmek o lanaksız olmaktadır.
Sokrates ile ilgili olarak bi l�ilerine başvurulabilecek bir başka düşünür Aristo­
teles'tir. Daha önce sözünü ettiğimiz tanıklardan farklı olarak Aristoteles, Sokrates'i
hiç görmemiş ve hatta Atina'ya onun ölümünden ancak otuz iki yıl sonra gelmişti.
Bu nedenle, Metafızik'te Sokrates'in felsefesine ilişkin yazdıkları, onun okuduğu ve
duyduklarından derlediği bilgileri içermektedir. Fakat yine bu nedenden ötürü, bi­
l imsel kaygılar taşıyan Aristoteles'in, belli bir zaman dilimi ötesinden baktığı Sokra­
tes'i tarafsız bir biçimde ele aldığı, dolayısıyla onun düşüncelerini gerçeğe sa.d ık ka­
larak aktarabildiği savı, birçok araştırmacı tarafından savunulmaktadır. Sonuçta,
Sokrates 'i açıklamada izlenecek en iyi yol, Aristoteles'in Metafızik'i ile Platon'un
Sokrates'in Savunması'nın tanıklıklarının olduğu gibi kabul edilmesi, Platon'un di­
ğer diyaloglarıyla Ksenophon'un yazılarının sağlıksız yönleri göz önünde tutularak
dikkatlice k'ullanılması ve Aristophanes'in komedya larından yalnızca Atina 'daki bel­
li çevrelerin Sokrates hakkındaki görüşlerini saptamak amacıyla yararlanılması ola·
rak görünmektedir.

8- Yaşanu ve Kişilifi

Sokrates, Atina yurttaşları mermer yontucusu Sophroniskus ile ebe Phenare­


te'nin oğulları olarak dünyaya geldi. 8i[ süre babası gibi yontucu olarak çalıştı; son­
ra bu işi bıraktı ve yaşamının sonuna de k para kazanmak için hiçbir uğraşta bulun­
madı. Çeşitli yazarlar, onun genç yaşlarında Anaksagoras'ıan, matematikçi Theodo­
ras'tan, fizikçi Arkhelao.s'tan ve hatta Sofist Prodikos'tan öğrenim gördüğünü ileri
sürerler. An cak bu konuda kesin bilgilere sahip değ!litdir. Bununla birlikte, Sokra­
tes'in çeşitli düşünürlerin yapıtlarını inceleyerek farklı olanları kapsayan geniş bir
bilgi birikimi edinmiş olmasını hiç kuşkusuz doğru olarak kabul edebiliriz. Ayrıca
Sokrates'in, -her ne kadar Platon ona fiziksel kurgularla (spekülasyonlarla) hiçbir

97
işi olmadığını söyletmiş ise de3 - ilk dönemlerinde doğa felsefelerine ilgi duyduğu
bilinen bir olgudur. Fakat daha sonraları, kosmos ile ilgili sorunların birbirlerine
karşıt i ç i boş kuramlara yol açtığı ve bunlarla hiçbir yere varılamadığı sonu cuna
ulaşan Sokrates, bu konularla ilgilenmeyi bırakmış ve felsefi uğraşını ahlak alanı
üzerinde yoğunlaştırmıştı. Aristoteles, Sokrates'in felsefeyi yeryüzüne indiren ilk
kişi o lduğunu söylerken bu gerçeği dile getiriyordu.
Sokra tes'in çirkin bir dış g örünüşe sahip olduğu üzerinde ortak bir görüş var­
dır. Alkibiades, onu dazlak kafalı, koca karınlı m itolojik yara tıklar olan Silenoslara
.
benzetir 4 Fakat Sokrates, eğri büğrü bir görünümü olmasına karşın, en zor fiziksel
.

koşullara kolaylıkla day anabilecek güçlü bir bedensel yapıya sahipti. Katıldığı
Potideia ya da Delion savaşlarında, herkese, bu özelliğini kanıtlamakla kalm amış,
dahası ne den l i yürekli, yiğit olduğunu da g östermişti. Potideia savaşında A l ki bia­
des'i ölümden kurtaran oydu. 5
İlginç davranışları , . ma ddi edin-çleri önemsemeyen tutumu, bitmez tükenmez
m erakı, önüne çıkan her kişiyle tartışması, kısacası sürdüğü yaşam biçimi, Sokrates'
in Atina halkının ilgisini çeken ta � mmış {popüler) bir kişi olmasına yol açmıştı . Bu­
nun en açık kanıtı, Aristophanes'in, Sokrates henüz' hayattayken, çeşitli komedya­
larında ondan .söz etmiş, h atta Bulutlar oyunuyla onu sahnede canlandırmış olması­
dır. 6 Eğer Sokrates -Ksenophon'un ileri sürdi!ğü gibi- sİradan bir kişi olmuş olsay­
dı, bu komedyalarda 'adının bile yer almaması gerekirdi. Yaz kış demeden çıplak
ayakl a dolaşan Sokrates, giyimine hiç önem vermez, hep aynı yırtık pırtık giysileri
giyerdi. Bu davranışı, onun yoksul olduğunu göstermez; üstelik, bazılarının ısrarla
üzer inde durmalarına karşın , Sokrates'in yaşamını yoksulluk içinde geçirdiği de
söylenemez. Çünkü askerliğini hoplit olarak yapmasİ ndan, l>nun kendisini ağır si­
lah larla donatabilec:ek kadar bir mal varlığına sahip bulunduğu (ya da en azından
yaşamının son yıllarında yoksulluğa düştüğü) anlaşılmaktadır. Sokrates'in bu tür
giysileri yeğlemesi, bedensel tutkulara egemen olarak fiziksel aşkı önemsememesi ya
da çok ender şarap içmesi ( içtiği zaman da çok içip hiç sarhoş olm aması), bildiği
doğrulardan şaşmaması, kişiliğinin çok önemli bir özelliğinden, felsefesiyle, ahlak
.anlayışıyla tam anlamıyla tutarlılık gösteren bir yaşam sürmüş olmasından kaynak­
lanıyordu. Bir başka deyişle, kişisel düzeyde teori ile prat iği kesin bir uyum içine
.
sokm ayı başarmıştı; öylesine ki, ilkelerinden, düşüncelerinden ödün vermemek ama­
cıyla ölüme gitmekten bile kaçınmamıştı. Bir insanın yapabileceği en yürekli davra­
nışla kanıt ladığı bu tutarlılığı, daha sonraları "ideal bilge tipi" için genellikle Sok­
rates 'e atıfta bu lunulmasında. etkili olan en önemli nedendir.
Toplu mdaki ahlaksal ç öküşe karşı koyan ve yitmeye yüz tutmuş olan polise
özgü değerleri yeniden canlandırmayı amaçlayan Sokrates, Sofistlerin tam karşı
kutbunda yer alır. Fakat Sokrates'in "Antik Aydı nlanma Çağı" olarak bilinen bu

3 Platon, Sokratcs'in Savunması, (Apologia) 1 9d.


4 Platon, Şölen (Symposion) 2 1 5 a-b
• .

5 Symposion, 220d-e.
6 Aristophanes, Bulutlar'·• İ.ö. 423 yılında sahneye koymuştur. Sokrates'ten söz ettiği di­
ğer komedyaları, Kuşlar (i.ö. 4 14) ile Kurbağalar'dır (İ.ö. 405).

98
dönemin düşünürleriyle mücadele etmiŞ o l ması, onun, "ki şinin aklını başkasının
kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanması ve toplumsal normlarla değerleri aklın
süzgecinden geçirip akılla eleştirip aydınlatmas ı " 7 olarak tanı m layabileceğimiz ay­
dınlanma akımına karşı gerici bir tepkiyi temsil ettiği şeklinde değerlendirilmesine
yo l açmamalıdır. Çünkü bu bakımdan, Sokrates ile Sofistler arasında tam bir uyum
bulunuyordu. Bundan başka, Sokrates'in Sofistlere benzemesine neden olan başka
yön ler de vardı: Onlar gibi, metafiziksel sorunlarla, doğa bilim leriyle ilgilenmiyor,
kısır kurgulara varan her türlü uğra ştan kaçınıyordu ; temel sorunsalın ı , insan, daha
doğrusu insanın mutluluğu oluşturuyordu ; halk dinine ve siyasal yönetim lere karşı
özgürlüğünü elden bırakmıyordu. Ayrıca bir dereceye kadar Sofizmin kuşkuculuğu
ile tartışma yöntemini de benimsemişti. Bu benzerlikler nereden kaynaklanıyordu?
Herşeyden önce, Sofizmin düşünce ortamında yetişmiş olan Sokrates'in bu akı m­
dan belli bir öl çüde de olsa olumlu olarak etki lenmemesi olanaksızdı. Genç liğinde
Prodikos'un derslerini izlediği tartışmalı ise de8 , Sofistlerin yapıtlarını okuyup in ­
celediği kesindir. Üstelik Sofistlerle yakın ilişki içindeydi ; savlarını çürütmek ama­
cıyla da olsa, onlarla tartışmaktan büyük haz a lıyordu. Kendi kendine üstlendiği
"görevi", Sofistlerin mesleğini andırıyordu ; sorunlara onlar gibi faydacı bir açıdan
yaklaşmayıp, bunların özünü kavramaya ve böylece çözmeye uğraşmasına karşın,
aynı amacı güdüyordu : İ nsanları aydınlatmak. Bunun · için, ister istemez Sofistleri
andırırcasına, insanlarla konuşuyor, onlarla tartışıyordu. Bir bakıma, yaptığı tek
"iş" buydu.
Bu nedenlerden ötürü Sokrates, döneminin yurttaşlarının büyük bir çoğun­
luğu tarafından Sofizmin en önde gelen sözcülerinden biri olarak değerlendirilmiş­
tir. Bu yanılgıya düşenlerin başında Aristophanes gelir. Bu ünlü komedya yazarı,
Bulutlar adlı oyununda, Sokrates'i , insanlara "kendisine para verildi mi, haklı hak­
sız bütün davaları söz ile kazanmayı ..• , her haklı olan şeyi reddedebilmeyi..., halkın
karşısında fikirlerini kolaylıkla kabul ettirebilmeyi öğreten" düzenbaz ve "tanrıla­
ra yerden değil de, bir sepet içinde dt olsa yukarıdan bakan" dinsiz bir Sofist olarak
gösterir.9 Oyununun bir başka yerinde, kendisinden ders almakla ne kazanacağını
soran Strepsiades karşısında Sokrates'e, "söz ebesi olacaksın, dili düdük olacaksın,
malın gözü olacaksın." ı o diye yanıt verdirir .1 1 Aristophanes, Bulutlar'ı ile Sokra­
tes'i gülünç duruma düşürmekten de öte, ağır bir biçimde karalamayı amaçlamıştır.
Fakat bu tutucu yazarın Sokrates ile kişisel bir sorunu yoktur. Sokrates'in Atina'da

7 İmmanuel Kant, " Aydaılanma Nedir? Sorusuna Yanıt" in Felsefe Yazılan, İstanbul, Yaz­
ko, 6. Kitap, 1 983, s. 1 39 ; Ernst Cassirer, La philosophie des LumiCreı, Paris, Agoı:a­
Fayard, 1986, s. 44; Macit Gökberk, s. 4 7.
8 Platori'un, Sofistlerin baş düşmanı · yaptığı Sokrates'i aynı zamanda Prodikos' un öğren­
cisi olaı:ak gösterm.esi (1\-fenon 96d, Kratylos 384c ve Protagoras 34la) , eğer alay etme
amacıyla kaleme alınmamışsa, �rçek bir olgunun dile getirilişi olarak kabul edilmelidir.
9 Aristophancs, Bulutlar, s. 7, 42 ve 24.
10 lbid, s. 1 5
11 Gerek. Platon, gerek KsenepJıon, Aristophanes'in Sok.rates'c .yönelttiği bu suçlamaların
ne kadar yersiz olduklanru göstermeye çalışmışlardır. Bakınız: Platon, Apologia 19b-c
ve Ksenophon, Symposion, VI, 6-10.

99
popüler bir kişi olması nda n yararlanmış ve onun kişi liğinde geleneksel değerleri yık­
maya yönelen Sofistleri aşağılamaya çal ışmıştır. Aristophanes 'in bu yanılgıya, bil ­
gisi z l iğ inde n , düşünceleri ayırt etmedeki yeteneksizliğinden dolayı düştüğü ileri sü­
rülerek ona bir tür "özür" bulunabilir. Fakat Sokrates'i biçimsel olarak da bir Sofist
yapıp, onun para kar ş ı lı ğ ı nda ders verdiğini söylemesi, bağışlanacak gibi değildir.
Çünkü burada söz konusu olan , bir yanılgı deği l , fakat bir iftiradır .
Sokrates, Sofistlerin tersi ne parayla ders verme yoluna gitmemiş, Atina sokak­
larında, meydanlarda ya da zengi n evlerdeki şölenlerde önüne çıkan her sın ıftan ki ­
şiyle konuşup tartışmış ve böylece ha l k ın saplanıp kaldığı önyargıların, yanlış ka­
,

nıların bilincine varmasına uğra şmı ştır. Bir okul oluşturmamasına karşın, bu uğra­
şında yalnız kalmamış, daha d oğrusu düşüncelerinden, kıvrak zekasından ya da tar­
tışma ustalığından haz alan çoğu aristokrat kökenli gençlerden oluşan bir grup çev­
resini sarmış ve onu izlemiştir. Bu hayranlarının arasında, Kriton gibi felsefeye yat­
kın olmamakla birlikte onun ki şiliğ in den etkilenmiş ve son anına kadar yanından
ayrılmamış olan lar vardı. Diğerleri, daha sonraları ortaya koydu kları düşünce ve ya­
zılarıyla Sokrates'in öğretisini sürdürme savında bulunmuş olan til mizleriydi (öğren­
cileriydi) . içlerinde Platon, Phaidon gibi çok genç yaşlarında Sokrates'i tanımış
olanların dışında kalanlar (örneğin, Eukleides, Antisthenes ya da Aristippos gibi­
ler), Sokrates'in öğrencisi olmadan önce ya 'da aynı zamanda başka felsefi çevrelerle
ili şki içinde bulunmuşlardı. Gerek bu olgu, gerekse tilmizlerin birbirlerinden çok
farklı, hatta karşıt görüşler ileri sürmüş olması, Sokrates'in öğretisinin dogmatik bir
n itelik taşımadığı gibi, değişik öğretilere yol açabilecek esnek bir yapıya sahip
o lduğunu da göstermektedir. Tilmizleri olmayan ve doğrudan doğruya Sokratik
çevrenin içinde yer almayan bir başka hayranlar grubu daha bulunuyordu. Gerçeği
bulamama gibi felsefi kaygılar ta şımayan ve kamusal yaşamda başarılı olmayı hedef­
leyen bu gençler, ı.aman zaman Sokrates'in çevresinde yer al ıyorlardı. Alkibiades,
Ksenophon ve Platon'un akrabaları Kritias ile Kharmides, bunların arasındaydı. Sok­
rates'e yakın olmakla güttükleri gerçek amaç, onun tartışmalarını, akıl yürütmeleri­
ni, çözümlemelerini izleyerek bunlardan pratik yaşamda kullanabilecekleri bilgiler
elde etmekti. Platon'un Alkibiades'e söylettiği gibi, bu kişiler paradoksal bir biçim­
de , hem Sokrates'e büyük bir sevgi ve hayranlık besliyorlar, hem de onun büyüsüne
kapılmaktan korkup kendilerini ona karşı korumak gereğini du y uyorlar d ı . 1 2
İ ktidar tutkunu bu gençler, Sokrates ile aralarına bir mesafe koymaya çal ış­
mışlardı; iktidardaki yetişkinler ise, bununla yetinmeyip Sokrates'i tümüyle ortadan
kaldırmayı tasarladılar. Bu kararlarında kendileri ni haklı görüyorlardı. Çünkü ken di -

12 Alkibiades, Sokrates'e olan duygularuıı şöyle dile getirir: " ... Onun için tıkıyorum ku­
laklarıı:nı sözlerine, Sirenlerden kendimi korur gibi, bucak bucak kaçıyorum, şuracıkta,
bu adamın ayak ucunda ömür boyu oturup kalmayayım diye Utandığım tek insan odur
••.

benim. Biliyorum çünkü, biliyorum ki, onun yap dediklerini yapmamak için haklı neden­
ler göstermek eljmden gelmiyor, gelmiyor ama, onun yanından uzaklaşır uzaklaşmaz ka­
labalıklardan alkış toplamak hevesine kapılıyorum. Bu yüzden kaçak bir köle gibi kaçı­
yorum ondan, her gördükçe de verdiğim sözlerden utanıyorum. İnsanlar arasından çekip
gitmesini .candan dilediğim bile oldu çoğu kez. Ama ba�ma böyle bir şey gelse, duyaca­
ğım acının bin beter olacağını da biliyorum." Platon, Symposion 2 1 6 a-c.

1 00
sinden kurtulmak istedikleri bu k i ş i , on ların gözünde, toplumun esen liğini tehli keye
atan Sofistlerin en be la lısıydı.

C- Bilgi Kur.ınu

Sokrates, Sofistlerin yalnızca yaşam biçim lerinin değ il, bilgi kuramlarının da
tam karşısında yer alır. Bu karşıtlık, i l k bakışta Sokrates' in kendini filozof (philo- ·

sophos) olarak adlandırmasında görülür. "Bilgi li kişiler", " bilgiye sahip kişiler "
oldukl arını ileri süren Sofi stlerden fa r k l ı olarak Sokrates, "bilgiyi seven k i ş i " anla­
mına gelen filozof adıyla yetinir. Ona göre, san ı lardan (doksa) hareket eden insan­
lar, bilgili old uklarını sanarak büyük bir yanılgıya düşmektedirler. Hi çbir şey bi l ­
m ediklerinden ba şka, bilgisiz oldu klarının bile bilincinde değil lerdir. Sa nılara sa p ­
lanıp gerçek bilgiy � (episteme) giden yolu kendi el leriyle kapamaktadırlar. Öne m l i
olan, daha doğrusu bilgiye u laşmada atıl ması gereken ilk adım, kişinin ilk önce ken­
d ini bilmesidir. Sokrates, bilginin bu ilk evresine ulaştığı, dolayısıyla diğer insan lar­
dan daha bilge olduğu inancındadır. Bunu yalancı bir a l çakgönüllülük kıl ıfı altına
gizlemeye ka lkışmaz, fakat ününün bilgeliğinden kaynaklandığını ve bu bilgeliğin
sa lt insanlara özgü bir bilgelik olduğunu aç ı k ça dile getirir.1 3
Sokrates' in bu yargıya varması ve ardından Atina'daki eğiti mcilik görevine
ba şlaması, savunmasında anlattığı Delphoi bi licisi olayına bağlıdır: 14 Bir gün De lp­
hoi 'daki bilici ya � tanrı sözcüsü, candan arkadaşı Khairephon'a Sokrates'ten daha
bilge bir kişi olmadığını açıklar. Ta nrı n ın yalan söyleyemeyeceğini bil mesine kar­
şın, bu sözün ardında yatan gerçeği bulabil mek amacıyla Sokrates, bir araştırmaya
girişip çeşitli meslekten kişileri sorgulayarak bunların bilgi derecesini ölçmeye ba ş­
lar. Sonuçta, konuştuğu politikacıların, ozanların, e l işçilerinin hiçbir şey bilmez­
ken bildiklerini sandıklarını görür ve bilgeliğinin bir şey bilmediğinin bil incinde ol­
masından kaynaklandığını anlar. Ona göre tanrı Apollon, Oelphoi 'daki sözcüsünün
aracılı ğ ıy la, "Ey insanlar! İ çinizde en bilge ki ş i , Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte
15
bir h i ç olduğunu bilendir . " demek istemi ştir. Böylece Sokrates, "gerek kendisi­
16
ni, gerek başkalarını incelemek, sınamak için tanrı tarafından görevlen dirildiği"
inancına kapılarak , kendisinin "yer yer dolaşıp, yurttaş olsun, yabancı olsun, bilge
sandığı kim i bulursa konuşup sorgulamak; bilge o l madıklarını anlayınca da, tanrının
1
savunuculuğunu yaparak bilge olmadıklarını on lara göstermek" 7 şeklinde tan ımla­
dığı bu tanrısal görevi yerine getirmeye koyulur. Buradan da Sokrates'in bilgeliği­
nin, içe dönük ve yalnızlığa yöne l i k Doğu bilgelik anlay ı şından çok farklı o larak ,
insanlığın hizmetine koşulan, bir ba şka dey i ş le toplumsal b i r etkinlik göstererek in­
sanları aydın latmayı amaç edinen bir bilge l i k olduğu anlaşılmaktadır.
Sokrates, bilgi dogmac ı larına ( özel likle Sofistlere) "Bir şey biliyorsa m , o da

13 Platon, Sokrates'in Savunması, 2 0 d.


14 İbid 2 0 e - 23 b.
15 lbid 2 3 b.
16 İbid 2 8 e .
17 İbid 2 3 b.

1 01
hiçbir şey bilmediğ imdir" deyi şiyle karşı ç ıkar. Bu, göreli bilgi anlayışına varan
Sofizm kuşkuculuğu değildir ; dahası bilinemezci lik (agnosticisme) felsefesinin bir
ifade ediliş biçimi olarak da yorumlanmamalıdır. Tersine Sokrates, bilginin görece
olmadığı ve koşul lara ya da kişi lere göre değiş meyen evrensel gerçekleri n, dolayı­
sıyla gerçek bir bilginin bulunduğu inancını tışır. Ona göre, bilgiye (episteme) ulaş­
mayı sağlayan aklın bir yasası vardır ve bunun araştırıl ması gerekir. Bunun için de
duyumlardan kaynaklanan algılardan değil, fakat soyut kavramlardan hareket edi l­
melidir. Kavramların yerli yerine oturtu lup doğrulu klar ı n ın sınanması ise, on ların
tanım lanması ile olasıdır.
Aristoteles, bilimin başlangıcında yer alan iki gelişmenin Sokrates'e yüklene­
bileceğin i belirtir ; bunlar, tümevarımcı usavurmalar ile evrensel tanımlardır.18 Ona
göre, "Sokrates, ahlaksal alanda evrenseli aramış ve düşünceyi tanımlar üzerine yo­
ğun laştıran ilk kişi olmuştu . . . Fakat Sokrates, evrensellerin ya da tanım ların ayrı
olarak varolduklarını düşünmüyordu ; bununla birlikte Platoncular, onlara (nesneler­
-
den ) ayrı varo luş verdi ler; bu, onların i dealar dedikleri türden bir şeydi . "19 Aristo­
teles'in bu sözlerinden de anlaşıldığı üzere, Sokrates i çi n gerçek ya da bilimsel bilgi ­
den, kısacası bilimden söz edilebi lmesi, tümevarımSill yöntemle 20 evrensel tanımla­
rın, bir başka deyişle tümel kavramların ortaya konulmasına bağlıdır. Çünkü, bilgi ­
nin objesi durağan, değişmez olandır; bu niteliğe sahip olan ise tikel değil, tümeldir.
Tikel tümele bağlıdır ve tikelin bilgisinden söz edilebilmesi i çin tikelin değişmeyen
tümel yönünü, yani özünü ortaya koymak gerekir. Kavramın (tümelin) kesin,
evrensel tanımı (horismos) verildiği zaman, nesnelerin özünü kavramak müm kün
olur. Böylece bir şeyin özünün ya da kavra mının, yani tek tek durumlarında, edi m­
lerinde ve ilintilerinde hep aynı olan yönünün bilinmesi ile, o şey üzerinde sallantılı
sanılar<lan kurtulunarak güvenilir, sağlam bilgiye ulaşı l ır. Örneğin, adalet anlayışı,
devletten devlete, topluluktan topluluğa hatta kişiden kişiye değişikl i k gösterir. Bu
bireysel örnekler - oldukları gibi kabul edildiğinde, Sofistlerin göreli bilgi öğretisini
doğru lamaya yönelik birbirleriyle çelişki l i bir dizi adalet tanımı elde edilir. Faka t
bunlar, tikelin bilgisi olduklarından ötürü, birer sanıdırlar (doksa) . Adaletin gerçek
bilgisi (episteme), onun özünün, tiimelinin bilgisidir ve buna tüm insanlar i�in geçer­
li olan evrensel bir adalet tanım ına erişi lerek u laşı lır. Üstelik bu evrensel tanım, dev­
letlerin ya da toplulukların adalet anlay ı ş larını yargılayacak evrensel ölçüttür ya da
daha doğrusu gerçeğin ta kendisidir.
Sokrates'in, tanımlamaları irdeleyerek tikelden tümele, bireyselden evrensele
varan bu bilgi öğretisiyle güttüğü amaç, Sofistlerin göreciliğinden kaynaklanan kav­
ram kargaşasına, değişken bilgi anlayışına, kısacası entel lektüel anarşizme son ver-

18 Aristoteles, Metaphysika, XIII, 1 078 b , 25-30 (The Works of Aristotle, Cilt 1 , s. 6 1 0 ) .


19 �ktaphysika, I, 9 87 b, 1 -5 ve XIII, 1 0 7 8 b, 30-35 (İbid, s. 505
ve s. 6 1 0 ) .

20 Her ne kadar Aristoteles, Sokrates'i tümevarım (ep:ıgoge) yönteminin bulucusu olarak


gösteriyorsa da, onun bir mantıkçının bakış açısından belirtik bir tümevarun kuramı
geliş tirmiş olduğu söylenemez. Sokrates'in tümevarımı, diyalog ( ya da diyalek tik ) ile tek
tek durumlar arasında bir karşılaştırma yapmayı ve böylece tikellerden tümele ulaşmayı
içeriyordu. Bakınız: Copleston, s. 1 36-1 3 7 ve Gökberk , s. 49.

1 02
mektir. Bununla birli kte, gerçeğin salt akıl i l e, usavurma ile elde edileceğine inanan
Sokrates, yine Sofistlerden farklı olarak, kavramların evrensel tanımlarını ke ndisi
vermez, yani çevresi ndeki kişi leri öğretim yoluyla bilgil i kı lmaya kalkışmaz. Zaten,
"bi ldiği tek şeyin h i çbir şeyi bilmediğ i " olduğunu söyleyen bu filozoftan başka
· türlü bir davra n ı ş da beklenemezdi. Platon'un Sokratik diya l oglar olarak bil inen er­
ken dönem diyaloglarının her biri, belli bir ahlaksal değerin ne olduğunun saptan­
ması ile ilgil idir : Euthyphron'da dindar l ığın , Kharmides'te öl çülülüğün, Lysis'te
dostluğun ya da Lakhes' te yürekli liğin tanımlanmasına ça l ı ş ı l ır. Fakat h i ç birinde
bir sonuca var ı la maz. Bu diyalogların da gösterdiği gibi , Sokrates, gerçeğ i , doğrula­
rı b i len birisi deği l d ir, insanlara verebi leceği hazır tanımları yoktur.
İ nsan ların en bilgesi kavramlarin evrensel tanımlarını veremediğine göre, epis­
teme ye nasıl ulaşıla bilin ir? Sokrates'i bilge kılan, episteme 'ye sahip olmas ı değil,
'

fakat bunu elde etmek i ç in izlen mesi gereken yolu bilmesidir. Ona göre, bilgi n i n ob­
jesi olan tümeller, insanın dışın da değil, içindedirler, ruh unda saklıdır lar. Bunları
bilmek, düşüncenin nesnel değeri durumunda olan akla dayanmaya, anlığa ( ente­
lekte) ba şvurmaya bağlıdır. Fakat bu da yeter li değildir; kişi, kendi başına, bilgiyi
bulunduğu yerden ç ıkartıp ona sahip olamaz. Episteme, kollektif bir uğraşı, bir l ikte
çalı şma ve ara ştırmayı gerektirir. Toplumdaki sözde bilgileri, yarım-yanlış ka n ı ları
yıkmak ve doğruya, episteme'ye ulaşmak için Sokrates 'in başvurduğu araştırma
yöntemi diyalogtur (ya da diyalektikti r ) . Bu yöntem, insanın aklını sözlerle güd ü m ­
leyerek o n u n r u h u n da sak lı bulunan doğruların, bilgilerin gün ışığına çıkmasını sağ­
lar.
Sokrates, b i ç im in i Sofistlerden aldığı di ya log lar ı n da (tartışmalarında) kura m ­
sa l olarak birbir i n i tamamlayan i k i teknik kullanır. Bunlardan i l k i alay (ironie) ,
diğeri doğurtmadır (maieutike). Alay, kamuoyundaki yerleşik kanılardan kaynak­
lanan tanımların çürütülmesiyle episteme'ye ulaşmada gerekli olan temizliğin yapı l­
masıdır ya da ki Şinin Sokrates gibi hiçbir şey bilmediğinin bilincine varmasıdır. Bu·
nu sağ layan, konuşmanın denetimini elinde bulundurarak · sorduğ u sorularla kar şı­
·sındakini y önlend iren S okrates'tir. Fil ozof, ilk önce, belli bir konuda bilgisizl iğini
ortaya atarak, konuştuğu ki şinin kendisini aydınlatmasını ister. Bilgisine güvenen
bu kişi , duraksamadan düşüncelerini a ç ıklar ve konunun odak noktasını oluşturan
kavramı tanım lar. Sokrates, inceden inceye alaylı bir dil kul lanarak, ileri sürülen dü­
şünceleri ve veri len tanım ya da tanımları sorgulayıp bun ların ne denli yetersiz ve tu­
tarsız o lduklarını gösterir. Örneğin, l.akhes'te yürekl i l iğin ne olduğunu bil meleri ge­
re ken ve bil diklerine inanan Lakhes ile N i kias, sorunun özüne inemeyip tek tek du­
rumları dile getir d iklerinde n ötürü, Sokrates'in soruları karşısında çelişkiye düşmek­
ten kaçınamazlar. Sonu çta , yüreklilik konusunda hi çbir şey bilmediklerini kabu l et­
mek zorunda kalırlar. Böylece, Sokrates, bilgisizliklerini yüzlerine vurara k, o n lara
büyük b i r i y i l ikte bulunur: Kendilerini t;ınımalarını sağJar.
Episteme'ye giden yolda birinci evre aşıl mıştır artık. Ki şisel sa plan t ı l a r ı nda n ,

ö nyarg ı larından, gelenekse l leşmiş kanılardan kurtulan ki ş i , anlığı i le kend i içine


bakma ve buradan doğru ları bulup çıkarmJ olanağına kavuşur. Fakat bunu başara - .
bilmek i ç i n yine fil ozofun yard ı m ına gereksinimi vardır. Fi lozof, diyalog yönte m ini

1 03
sürdürerek, karşısındakinin ruhunda uyur durumda bu lunan doğruları ortaya çıkar­
tıp bilinir kılar. Bir bakıma kişi, fi lozofun yönlendirici sorularının zorlamasıyla, bi­
reyselden evrensele doğru ilerleyerek yalnızca akıl ile kavranabilenin bilgisine, yani
tümelin bilgisine ulaşır. Sokrates, insanların i çindeki gerçeğin dışa ç ı kmasına yar­
dım ettiğ inde n dolayı, bu sa na t ın ı maie utike (doğum yardımcılığı, ebelik) olarak
adlandırır. 2 1 Menon adlı diyalogda bir köle ile yaptığı konuşma, maieutike'yi uygu­
layışının tip i k bir örneğini oluşturur. Burada Sokrates, okuma yazma bile bilmeyen
bir köleye sorular yönelterek ona bir ge om etr i problemi çözdürtür, bir başka de­
yişle onda saklı olan bu bilgiyi doğurtur. 22
Sokrates'iıı yardımıyla kişilerin kendi başlarına elde ettikleri doğrular, bütün
insanlar için geçerli olan evrensel doğrulardır. Demek ki , gerçek bilgi birdir ve ki şi
buna, yalnız aklını kullanıp kavramların doğru tani m ları n ı vererek ulaşabilir. Bunun
dışında bir bilgi arayışı içine girmek, kişiyi yanılgılara, toplumu bir kavram kargaşa­
sına götürmekten başka bir sonuç doğurmaz. Elde edilen bu gerçek bilgi, teorik bir
merakı gidermek için değildir ; bununla kurgusal (spekülatif) bir amaç güdülmez.
Gerçekte Sokrates, diyalog yöntemiyle kavramları sorgula-;ııp çeşitli tanı mlar
üzerinde tartışarak, insanların düşüncelerini aydınlatmaya ve böylece onların kendi­
lerini tanımalarını ve ortak değerlere ulaşmalarını sağlamaya çalışır. Çünkü ona gö.
re, ancak bu şekilde, insanlar doğru bir yaşam sürme olasılığına kavuşurlar; dolayı­
sıyla da erdem, toplumda egemen kılınır ve toplumsal düzen gerçekleşir. Bu bakım­
dan Sokrates'in bilgi öğretisi, pratik yaşamın sorunlarını çözmeye, iyi davranışın ne
olduğu sorusuna yanıt getirmeye yöneliktir. Filozofun episteme 'ye ulaşma isteği ,
ahlaksal kaygılarından ya da bir başka deyişle insanları ve toplumu ahlaklı kılma ar­
zusundan kaynaklanmaktadır.

D- Ahlak Kurama

Aristoteles'in de belirttiği gibi, Sokrates'in ba şlıca sorunsalı ahlaksaldır;


Metaphysika'da ondan " İ lgisi hiçbir zaman bütününde doğaya değil, ahlaksal so­
runlara y ö nelmiş olan Sokrates , karakter yetkinlikleri ile ilgileniyordu. "23 diye
.•••

söz ed�r . i nsanı kendisine konu edinmesinden ve pratik yaşamın sorunlarına yanıt
aramasından ötürü, çağdaşı birçok kişi tarafından bir Sofist olarak değerlendirilen

21 Sokrates� annesinin ebeliği il e kendi işlevi arasında b ir koşutlulı. kurarak maieutike adı­
nı verdiği sanatının kendisini değil, başkalarnu epiı;teme'ye ulaştB'maya yaradığını açık­
lar: "Benim doğurtma (maieulike) Sanatım-. kadınları değil, erkekleri doğurtur ve
doğum işlemi sırasında bedenlerle değil, ruhlarla ilgilenir._ Tanrı beni başkalanm doğurt­
maya zorluyor, fakat doğurmayı benim elimden almıştır. Bundan dolayı ben, hiç bilge
değilim ; benim diyebileceğim ve ruhumun ürünü sayabileceğim hiçbir buluş da göstere­
mem. Fakat benimle ilişki kuranlar, ilkönce hiçbir şey bilmiyor gibi görünürler. Oysa,
hepsi söyleşimuin süresi içinde ve Tanrİnın inayetiyle, başkaları gibi kendilerinin de far­
kına vardığı şaş ılacak bir ilerleme gösterirler. Bunwıla birlikte, benden hiçbir şey öğren­
medikleri de açıktır ; bu güzel düşünceler hazinesini yalıuzca kendi içlerinde bulurlar ve
onu ortaya çıkartırlar." Platon, Thcaitetoı, 1 50 b-J.
22 Platon, Menon, 82 b- 85 c.
23 Aristoteles, Metaphysika, I, 987 b, 1 -5 ve XIII. 1 0 78 b , 1 5-20 (fbid, s. 505.ve 6 1 0).

1 04
Sokrates, gerçekte, bilgi kura mında ol duğu gibi bu alanda da Sofistlerden çok fark ­
l ı düşünüyordu. Sofistler, faydac ıydı lar; yalnız kişisel yararı gözetiyorlar ve maddi
yaşamdaki başarıyı en büyük iyilik olarak kabul ediyorlard ı. Oysa Sokrates, salt bir
a h lakçıydı ve soruna bu açıdan yaklaşıyordu. Amacı, insanları (yurtta şlarını) ruhla­
rına özen gösterme leri için uyar ma k ve on ların ahlakça yetkin, erdemli olmalarını
sağlamaktı.
Sokrates, savunması sırasında, Delphoi tanrısı tarafından kendisine verildiğine
inandığı görevinin siyasal ya da (Sofistlerinki gibi) öğretse! bir nitelik taşımadığını,
fakat bunun tümüyle ahlaksal ya da daha doğrusu felsefi olduğunu açı kça di le geti­
rir. Atinalı lara, " ... son so luğuma değin , elimden geldiğ ince-felsefe ile uğraşmaktan,
sizleri buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım." 24 diye hay­
kırır. Kendi benzetmesiyle, bir atsineği gibi25 sürekl i olarak insanları dürtmesinin,
rahatsız etmesinin, karşısına çıka n her yaştan ve her u lustan ki şiyi sorgulayıp utan­
dırmasın ın, azarlamasının nedeni, insanların kendileri n i bilmeleri içindir. Actmasız
bir eleştirmendir Sokr.ıtes ; kişilerin onunla karşılaşıncaya kadar doğru olarak bil ­
dikleri her şeyi yıkıp yerle bir eder. Fakat, b u yıkım i ş lemi gereklidir; b u yapılma­
dan, büyük bir iyilik olan erdem inşa edilemez. Daha a ç ıkçası, insanın erdemli ola­
bilmesi, dış bir dürtmeyie kendini saplantılarından, önyargı larından arındırıp ruhu­
nun derinliklerine inmesine bağl ıdır. Dürtme ve �ı kma işlevini gören Sokrates, in­
sanlara büyük bir iyil i k yaptığının inancındadır. Bu inancını, yargı çlarına karşı
" ... benden baş ka hiç kimse şimdiye değin bundan daha büyük bir çaba, iyilik gös­
termemiştir kentinize." 2 6 diyerek ifade eder. Çünkü ereği, " ... sokaklarda dolaşarak
genç yaş l ı herkesi , bedene, paraya pula değil, her şeyden önce canın , ruhun eğitimi­
ne, yetkin liğine önem verilmesi gerektiğine inandırmaktır. " 2 7
Sokrates'in görevini yerine getirmek için sonu gel mez bir uğraş gerektiren zor
bir yol seçmesi ve bunu yaparken birçok kişinin nefretini üzerine çekmekten kaçın­
maması, onun erdem ile bilginin özdeşliğine ilişki n düşünceye sıkı sıkıya bağl ı olma­
sından kaynaklanır. Sokrates, yaşamın anıacı olan mutluluğa (eudaimonia) erdem
ile u laşılacağını �vunur. Erdemli olma k, iyi insan olmak demektir; bir başka deyiş­
le ahlaklılığın özü iyiyi bilip ona ulaşmaktır. iyilik, maddi zenginliklerin , maddi üs­
tünlüklerin elde edilmesiyle o luşmaz; bu, bir akı l, bilgelik sorunudur. Erdem ile bil­
ginin özdeş olması, bir yanda bilgiye ahlaksal bir değer yüklenmesi, öte yanda ahla­
kın entelektüel bir çerçeve içine oturtulması anlamına gelir.
Anlığı ile tümelin bilgisini (episteme'yi) elde eden, dolayısıyla doğru yargılar­
da bulunup neyin iyi neyin kötü olduğunu bilen kişi, aynı zamanda erdemli olan
kişidir. Doğru bilgi, insanı doğru eyleme, ahlaklı davranışlara vardırır. Episteme bir
olduğuna göre, erdem de birdir. Demek ki, erdemli ki şi, erdemin parçalarını da
bi lir; daha doğrusu, her bakımdan her konuda erde m l idir. Bu bakımdan, doğruyu

24 Platon, Sokrates'in Savunması, 29 d.


25 ibid, 30 e.
26 İbid, 30 a.
27 ibid, 30 a-b.

1 05
bilen bilge, her durumda zorunlu olarak doğru olanı yapar. Hiç kimse bile bile kötü­
lük işlemez, kötülük bilgi yoksunluğundan gelir. Hatta bi lgisiz bir kişi, iyilik yap­
mak, erdemli davranı şlarda bulu � mak istese bi le, bunu başaramaz.28 Böylece Sok­
rates, erdem ile bilginin özdeşliğini savunarak, iyiliğin ya da kötülüğün doğuştan
geldiğine ilişkin aristokratik inancı yadsımış olur. Ayrıca filozofun bu görüşüyle
güttüğü bir diğer amaç, ahlaksal değerlerin evrenselliğ ini, değ işmezliğini ka n ıtlaya­
rak , Sofizm göreciliğinin toplumda yarattığı değer kargaşasına son vermektir.
Sokrates'e göre erdem, ki şiyi doğrudan doğruya mutluluğa götürür. E l de edi­
len episteme 'nin yitiril mesi söz konusu olmadığından ötürü, bunun yol açtığı mut­
luluk geçici değil, kalıcıdır ; kişinin yaşamı boyunca sürer. Bundan dolayı, tensel do ­
yumların verdiği haz mutluluk olarak anlaşılmamal ıdır. Bilginin ( yani erdemin) kişi­
ye kazandırdığı ruh dingin liği ve sağl ığı, gerçek mutluluğun ta kendisidir. Ancak,
Sokrates bir Yunanlıdır, bir Atinalıdır ve Doğulu ya da Pythagorasçı bir bilgeden
fark l ı o larak mutluluğu, her türlü tensel zevki dı şlayan çilekeş ve tümüyle içe (ruha)
dönük bir yaşamda aramaz. Ona göre, bir bilgenin yaşamında, fiziksel güzelliklere ve
hazlara da yer vardır. Sokratesçi bilge, bunlara duyarlı olmakla bir likte, nefsine ha­
kim olarak kendin i maddenin çekiciliğ ine kaptırmaz. Tersine, insan doğasında bulu­
nan fiziksel güzelliklere ve maddesel hazlara olan eğilimleri, aklın egemenliği altına
sokar ve bunları anlığın (entelektin) hizmetine koşar.29 Demek ki Sokrates'in mut­
çuluk anlayışında, dış dünyanın verdiği hazlar, yadsınmay ıp, yalnızca aklın
süzgecinden ge çi ri lere k , ruhsal dingin liği bozmayacak, hatta buna katkıda buluna­
cak bir "biçim" almaktadırlar. Bir bakıma mutlu kişi, ruhunun önderliğinde i ç dün­
yasını bir uyum i ç ine sokan bilge ki şi olarak belirmektedir.
Sokrates'in erdem ile bilgiyi özdeşleştiren ahlak kuramından zorunlu olarak
ortaya çıkan bir başka sonuç, erdemin öğreni lebilir� öğretilebilir bir iyilik olduğu­
dur. "Bilgi Kuramı" bölümünde belirtildiği üzere, episteme insanların içlerindedir,
ruhlarındadır. Bu bakımdan "öğretme", diyalektik yöntemle kişinin aklını güdümle­
yerek onun i çindeki doğruları kavramasına, dolayısıyla erdemli olmasına yardım et-

28 Sokrates'in erdem-bilgi özdeşliğine ilişltin görüşleri için bakıruz: Ksenophon, l\kmora­


bilia, iV, 6, 7 ve 111, 9, 4-5 (Oeuvres' co mpl etes, Cilt 111, s. 408 ve s. 368) ; Aristoteles,
Ethika Nikomakheia, VI, 1 3, 1 1 44 b ve VII , 2, 1 1 45 b. (The Works of Aristotle, Qlt il;
s. 394-395 ve Aristote, E thique de Nicomaque, Paris, Flammarion, 1 986, s. 1 70 ve
s. 1 7 7 ) . Platon, Sokr.ı.tik diyaloglarında bu konuya değin mez. Daha sonraki di ya loglaruı­
da ise Sokr.ı.tes'e karşıt savlar savundurtur. örn e ğin , Sokrates, Protagoraıı 'ta erde min öğ­
re tile meyeceği düşüncesinden hareket etmesine karşın erdemin bilim old uğu sonucuna
ulaş ır ; buna karşılık Menon'da, erde min b ilgiyle özdeş o lm ayıp, tanrı ve rgisi olduğ unu
ileri sürer.
29 Platon'un S ymposion diyalogunda, düşüncenin aracılığıyla güzel beden sevgisinden güze­
lin özüne, yani i yiye nasıl u laş ılacağı anlatılmaktadır ( 2 1 0 a- 2 1 2 b). Yine aynı diyalogun
çeşitli yerlerinde ( 1 76, 2 1 4, 220), S ok r:ı tes' i n bedensel bir haz verici olan içkiye hiç de
duyarsız olmadığı, gerektiğinde bol bol i ç tiğ i , faka t m adde nin üzerinde aklın egemen l iğ i­
ni kurduğundan dol ayı hiçbir zamın sarhoş olmadığı belirtilir. Orneğin Alkihiades, Sok­
rates hakkında şunları söyler: " Bolluğa kavu ş unca da, yalnız o bilirdi i ç k ini n de, her şe·
yin de tadını çıkarmasını. İçltiye pek ö yle düşkün de;:!;il<li, ama zorladılar mı, herkesten
çok içerdi. İşin ş aşıl aca k ta ra fı da şu ki, hiç kimse Sokr.ıtes'i sarhoş görmemiş tir"
( 220 a) .

1 06
mek anlamını ta şır. Menon'da bir kö lenin bile bi lgiye kavuşabileceğinin gösteri l me­
si , herkesin erd emli olabileceğine i l işkin a ç ı k bir ka n ıttır. Böylece So krates, erde mi
{ay n ı zamanda mutluluğu) bir yandan soylul uğa bağlayan aristokratik savı, diğer
yandan zengin liğe bağlayan burjuva savını çürütmüş olur . Herkesin bi lgi l i k ı l ı nabile­
ceği düşüncesinden hareketle, tüm yurtta şların erde m l i olduğu, dolayısıyla bel l i bir
eşitliğin hüküm sürdüğü "yetki n " bir demokrasi anlayı ş ına ulaşılabilir. Fakat Sokra­
tes' i n , düşünces i n i , bu mantıksal uç noktasına kadar vardırıp vardıramadığı hakkın­
da kesin bir yarg ıya ulaşmak hiç de kolay gözükmemektedir. Bundan son�aki bö­
lümde değineceği m i z bu sorun üzer indeki tartışmalar bitmiş değildir, kan ımızca bi ­
teceği de yoktur.
Sokrates' in to plumsa l ve siyasal düşüncelerini incelemeye geçmeden önce,
onun bilgi kuramı ile ahlak kuramı arasında doğrudan bir bağ olduğu gibi ahlak ku­
ramı i le siyasa l sorun lara yakla ş ı m ı arasında da s ı kı bir i l i ş kinin bulunduğunu, daha
doğrusu ahlak anlayışının siyasal bir içerik ta şıdığı n ı belirtmek gerekir. Eski Yunan'
da ahlak i le siyaset, bir bakıma birbirleri n de n soyutlanamayacak bir bütün oluşturu­
yorlardı. Copleston'un deyişiyle, "hiç kuşkusuz bir Yunan kent devleti nin ( po l isin)
üyesinde törel (ahlaksa l) bir ilgin in po litik bir i lgiden bütünüyle ayrı lmış olmasını
beklemek doğru değildir , çünkü Yunanlı özsel olarak bir yurttaş idi, ve iyi ya şa m ı
kentin örgüsü i çersin d e götürme k zorundaydı. " 3 0 Bireyin yararını gözeten Sofist ah­
laka kar ş ı l ı k Sokrates'in ahlakı, tam anlamıyla top l u m sa l bir nitelik taşır ve genel
iyiliğin, polisin esenliğinin sağlanmasına yöneli ktir. F i lozof, ruhlarını aydın lattığı
insanları doğru düşün meye ve bi lgiye yönelterek, on ların birer bilgin değ i l , ama ger­
çek anlamda birer insan, yani birer yurttaş o lmalar ı n ı amaçlar . 3 1 Çünkü ona göre,
bireysel m utluluk to p lumsal mutluluktan ayrı düşünü lemez. Bu nedenle birey, her
şeyden önce bir parçası olduğu bütünün mutluluğunu gözetmeli ve polisine özen
göstermelidir. Sokrates'in insanlara "öğretmek" istediği erdemin ereği de budur.
Kendisi bu düşünceleri n i , savunması sırasında, insan lara yaptığı iyiliği, "herkese
kendini düşünmekten, kendi ç ı karlarının ardı nda koşmaktan önce erde m i , bilgeliği
araması gere ktiğini, devletin sırtından yarar lanmaya bakmazdan önce devlete bak­
ması gerektiğini benimsetmeye " 32 çal ı şm a k şeklinde ta n ımlayarak dile getir ir. K i şi ­
sel ç ıkarını toplumsal ç ı kardan ayrı düşünemeyen yurttaşlar yaratmayı amaçlayan
Sokrates'in ahlak kura m ı , öze l l i kle ikinci ku şak Sofistlerin yaydıkları aşırı bireyci
düşüncelerle mücadele edebilecek e n etkin ve rasyonel ( ussal ) silah olarak be l irmek­
tedir.

E- Toplumsal ve Siyasal Düşünceleri

·Sokrates'in siyasal beğenileri n i , terc i h lerini sapta yabi l mek i çin zorunlu olarak
yine Platon i le Kseno phon'un yapıtlarına başvurmak gerekir. Fakat bu düşünürler-

30 Copkston, s. 1 39.
31 Webcr, s . 5 1 .
32 Platon, Sokr.ıtcs'in Savunması, 36 c.

107
den ilki otoriter-totaliter bir sistemin düşünsel mimarı, diğ�ri ise Sparta hayra n ıdır.
Bu nedenle, bunların Sokrates'in siyasal görüşlerine il işkin yazılarında, ne derece
nesnel oldukları, öğretmenlerinin görüşlerine ne denli sadık kaldıklar ı, yani ken dile­
ri nden bir şeyler katmadıkları epey kuşkuludur. 33 Çiinkü gerek Platon'un gerek
Ksenophon'un bu konuda yazdıkları ke limesi kelimesine kabul edi l diğinde, karşı­
m ıza bilgi ve ahlak kuramlar ının Sokrates'iyle pe k uyuşmayan, hiyerarşik ve otori­
ter bir rejim yan lısı, demokrasi düş ma nı, hatta aristokrasinin sözcüsü bir Sokrates
çıkmaktıdır. Bu tür bir yorumu benimsemek, daha önce Sokrates hakkında yazdık­
larımızla bir çelişkiye düşmek olacaktır . Bundan dolayı , Platon ile Ksenophon'un
kişisel düşüncelerini doğrudan doğruya Sokrates'e yükleme yanılgısından ka ç ın mak
amacıyla, onların tanık l ıkları sorgusuz sualsiz doğru olara k ka bul edil meyip eleştirel
ve karşılaştırmalı bir yaklaşımla değerlendiri li p yorumlanacaktır.
Sokrates' in erdemin öğretilebilirliği ve öğren ilebilirliği savı, genellikle demok­
ratik içeri kli bir anlay ış olarak ka bul görür. 34 Fakat l(senophon 'un bu konuda yaz­
dı klarına gözü kapa lı bir biçimde inanılırsa, Sokrates'te görülen bu demokratik
yönelimin fazla abartılmaması gerektiği, hatta bunun yanıltıcı bir görünüm olduğu
sonucuna varı lır. Çünkü Memorabilia'nın çeşitli bölümlerinde, Sokrates, erdemi
yalnızca eğitime bağlamamakta, işin i çine kalıtımı da sokmaktadır. Örneğin, Kse­
nophon bu konuda şunları yazar :

"Sokrates, sık sık a şı k olduğunu söylerdi ; fakat onun beden güze lliğine
değil , doğuşten erdeme eğilimli ruhlara tutkun olduğu görülüyordu ... Doğa­
dan yetenekli olduklarına inanıp eğitimi hor görenlere karşı, en iyi doğal ye­
teneklerin en fazla eğitim görmeye gere ksinimleri olduğunu kanıtlardı . in­ ..

sanlar arasında bilimsel uğraşlara en yatkın ruha sahip olan en yetenekli kişi­
lerin, eğitim görüp ne yapmaları gerektiğini öğrenirlerse en iyi ve topluma en
yararlı kişiler olacaklarını, fakat eğitil mezlerse en kötü ve en zararlı kişilere
dönüşecekleri n i açıklardı."35

Bazı kişilerin doğuştan erdeme eğil imli oldukları savın ın ortaya kon ması ile
erdem-bilgi özdeşliği ilkesi eşitsizlikçi bir boyut kaza nır. Erdem yani bilgi, toplum­
sal hiyerarşiyi belirleyen temel ölçüt durumuna gelir. Çünkü doğal ( ya da ruhsal)
yapıları gereği erdeme yatkınlıkları bulunan insanlar, bu niteliklerini eğitim yoluyla
geliştirip pekiştirince diğerlerinden (yani, doğuştan erdeme eğilimli olmayanlardan

33 Daha önce de belirttiğimiz üzere, Plaıon'un Sokrates'in Savunnwu'nı üzerinde ku şkuya


düşülmemesi gereken tek kaynak olarak kabul ediyoruz.
34 Sokrates'in aristokratik yönetim yanlısı olduğu önyargıı;ıııa saplanıp kalan !azı yazarlar,
bu savı tam karşıt yönde yorumlama eğilimindedirler. (nneğin Jacob Ben-Amittay, şu
yargıda bulunmaktadır: " Sokrates düşüncesine göre, ahlaki değerlerin kazanılması da da­
hil bütün bu inançların gerçekleşmesi ancak c.�itim yoluyla olabilir. Böylece Sokr a tes ,
bu düşüncesiyle aristokra tik yönetim tarzını savunma noktasına ulaşmaktadır." (s. 60).
Ancak Ilen-Am ittay, so ylulann, üstünlük ya da iktidar savlarını, ne şekilde eğitim ilkesi
üzerine dayandırdıklarııu açıklamam:ık tadır.
35 Kscnephon, Memorabilia, IV, 1, 2-4 (İ bid, s. 383-384 ) .

1 08
ya da olsa da eğitim görmeyenlerden) daha üstün bir düzeye ulaşırlar. Böylece top­
lumsal bölünmüşlük, ekonomik ya da siyasal değil, anlıksal (entelektüel) bir temel
üzerine oturtulur. Üstelik, Platon ile Ksenophon'un çeşitli yapıtlarında çizdikleri
ka.laba lığı, halkı aşağılayan ve ancak küçük bir azınlığın kendini erdemli kı labilece­
ğini öngören Sokrates portresin i36 bu çerçeve içinde değerlendirdiğimizde karşı­
mıza entelektüel elitizm çıkar. Bu kuramın siyasal boyutunu, "yönetim, iyiyi kötü­
den, doğruyu yan lıştan ayırdedebilecek, dolayısıyla toplumu mutlu kılabi lecek er­
demli, bilge bir azın lığın elinde bu lunmalıdır" düşüncesi oluşturur.
Ksenophon'un yukarıda aktarılan erdem ile kalıtımın ilişkisi üzerindeki tınık­
lık sözlerinden hareket edip Platon'un ünlü "filozoflar yönetmelidir" düşüncesini
Sokrates'e yakıştıran bu yorum, pek tutarlı görünmemektedir. Herşeyden önce, er­
demin eğitimden önce doğal eğilimi gerektirdiği ve üstelik bunun bir azınlıkta bu­
lunduğu savının Sokrates!e özgü olduğu üzerinde kuşkuya düşmemek elde değildir.
Çünkü tanrısal bir ödevi olduğu inancını taşıyarak önüne çıkan her kişiyle konuşup
(yani onu eğitip) erdeme yöneltmeye çalışan Sokrates'in aynı zamanda Ksenophon'
un ileri sürdüğü gibi bu düşünceleri savunmuş olması olanaksızdır. (Olanaklı dersek,
So�rates'in tümüyle çelişkiler içinde bir insan olduğunu kabul etmek zorunda kalı­
rız.) Filozofun, bilgiye yani erdeme doğuştan yatkın bir. azınlığın bulunduğunu bile
bile, toplumdaki her düzeyden, her sınıftın kişiyle ilgilenmesini açıklamak mümkün.
değildir. Daha doğrusu bunun, Sisyphos'unki gibi hiçbir sonuç vermeyecek saçma
(abaurde) bir uğraş olduğunu söylemek gerekir .37 Oysa Sokrates, evrenin, varolu­
şun an lamsızlığın ı, alda aykırıl ığını vurgulayan absurde 'ü savunmak şöyle dursu n ,
tam tersine insan yaşamının akıl ile olan bağlantısını ortaya koymaya ve insanları
bu yönde bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Sokrates'in bilgiyi (erdemi) bir elitin ay­
rıcaltğı olarak görmediğine ilişkin bir başka kanı t ise, Menon'da bir köleye ruhunda ­
ki bilgisini doğurtturulması işlemidir. Bir kölenin bile bilgiye ulaşabileceğini kanıt­
layan Sokrates, nasıt el.itist olarak nitelendirilebilir ki? Böyle bir yargıya varabilmek
için, ya bu verileri görmemezlikten gelmek ya da çelişkileri peşinen kabu l etmek
gerekmektedir.

56 örneğin, Ksenophon'un Mcmorabilia'smda (111, 7, 6) halkı, ucuza satın aldıklarım paha­


lıya satmaktan başka bir şey düş ün me yen insanların oluşturduklannı be lirt en Sokrates,
Platon'un Kriton diyal ogunda şu düşüncderi ileri sürer: " M . ayak.takımının düşüncesine
neden bu kadar önem verelim? .•• Ç oğu nl uk ger ç ekte ne kötülük yapabilir ne de iy ilik ,
çünkü ne bir insanı bilge kılmak gelir elinden ne de akılsız ; yaptığı rastlantının sonucu­
dur.- Ço ğ\ınluk bizim için ne düşünecek diye kendimizi bu .kadar sıkıntıya sokmamak ;
doğru ve yanlış üstüne usta olan adamın, tek yargıcının diyeceğini önemsemek gerekir."
(44 c, 44 d ve 48 a).
37 Ywıan mitologyasırun kişilerinden biri olan Sis yphos, tanrılar tarafından cezaya çarpti­
nlmıştı. Cezası, büyük bir kayayı bir tepeye çıkarmaktı. Fakat her seferinde, Sisyphos'un
evire çevire tepeye çıkardığı kaya, tam hedefe yaklaşırken, ağırlığı ne deniyle elinden kur·
tulup ye niden aşağı yuvarlanmaktadır. Sisyphos, hiçbir zaman amacına ulaşamayacaktır.
Varol uşçu düşünür ve yazar Albert Ca m us'nün Le mythe de S isyp he (Sisyphos'un !\fi . .
tos u) adlı den e m t!Sin de de belirttiği gibi, Sisyphos' u n h u uğraşı bütünüyle saç m adır
(absurde), anlamsızdır. (Bakınız: Albert Camus, Le mythc; de Sisyphe, Paris, İ dees -Gal7
limard, l 97 5 ).

1 09
Bununla b ir l ik te, Sokrates'in insanları hi çbir şey bi l med i k ler ini bilemeyecek
den l i b i lg isiz olarak gördüğü kesin dir. Buradan yola çıkılarak şöyle ak ı l yürütülebi l i r :
So krates ile i l i ş kiye girip a n l ı k ( entelekt ) yoluyla i çlerindeki doğr ulara bakmaya ve
böy lece ken diler i n i b i lerek erde mli olmaya başlayanlar , ma ntıksal olarak diğer in­
sa n lardan daha iyidirler. Sokrates'in Atina'daki bütün insan larla tek tek i lgi lenecek
za man ı yoktur, da hası birçok kişi onu dinlemeyip önyarg ı lım na , ya n ı lgı larına, mad ­
desel tutkularına saplanıp kalmayı yeğler . 3 8 Bu durumda, toplu mda üstün bir ente­
lektüel düzeye sa hi p olan bir az ı n l ı k ortaya ç ı km ı ş olur. E n telektüalist Sokrates,
doğal o larak beğen isin i bu azın l ığa yöneltecek , ona ağırlık ta n ıyacak tır. Ancak bu
a ç ı dan ve biraz da zorlamayla Sokrates'te entelektüel elitizm i n izlerini bulmak ola­
sıdır. Hatta elitiz mden çok bir e lit teorisinin tohumlarından söz etmek daha doğru
o la b ilir . Çünkü bir azın lığ ın bilgi yönünden üstün bir konu mda bu lunması, onun
kişisel terci h i deği l, fakat büyük bir çoğ unl uğun henüz bilgili kılınamamış olmasının
zorunlu bir sonucudur. Yönetimi böyle bir azın l ığa vermek düşüncesi ise, entelektü­
alizminin gereği olarak belirmektedir. Daha açıkçası, yurttaşlık bilinci n i bilgiye
bağlayan Sokrates'in anlayışından, ister istemez, yönetim bilgili-erdemli kişilerin
elinde bulunmalıdır sonucu ç ıkmaktadır; çünkü ülkenin yönetimi yurttaşların işidir ,
tam anlamıyla yurttaş sıfatını hakkedenler ise bilgili-erdemli kişilerdir.
Bu konuda katılmadığımız bir başka ·yorum, Sokrates'teki bu "entelektüel
elitizm"in aristokratik savlara yeni bir temel kazandırma (bir başka deyişle, soylu­
ların toplumsa l-siyasal üstünlük savlarını dolay l ı bir biçimde bilgi -erdem ilkesiyle ye­
n iden formüle etme) işlevini görmüş olduğu şeklindeki yorumdur. Al aedd.in Şenel
gi b i bu yorumu benimseyenlerin genelJikle ileri sürdükleri i ki kanıt vardır. 39
1- Birincisi, "doğuştan erdeme eğilim" düşüncesinin aristokratik bir sav ol­
duğu kanıtıdır. B u kanıtı kullananlar, buradan hareket ederek, Sokrates'in soylula­
rın ideologu, "aristokratik hareketin dirilişinin temsi lcisi"40 olduğu yargısına varır­
lar. Her ne kadar kalıtım, ar istokrasinin kullandığı bir ölçüt ise de yalnızca ona özgü
değildir ve Sokrates'in bu düşüncesini yalnız soyluları düşünerek ortaya koymadığı
açıkça görülebilir. Sokrates'in kendini diğer insanlara göre daha bilge, dolayısıyla
erdeme doğuştan daha yatkın olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Fakat Herakleitos'un
tersine, Sokrates bir soylu değildir. Demek ki , kendisindeki bu doğuşta � niteliğin
soy-sop ile bir ilişkisi yoktur. Bu bakımdan, toplumsal kökeni ve kişiliği göz önüne
alındığında Sokrates!in kendisinin, halktan birinin soylulardan erdemce daha üstün
o labileceğini (ve olduğunu) gösteren a ç ık bir örnek olduğunu söylemek olasıdır.
Menon diyalogundaki köle de doğal bilimsel yetene klere sahiptir. Dahası, "doğuş­
tan erdeme eğilimlileri şevdiğ ini" söyleyen ve "en iyi doğal yeteneklere sahip olan­
ların en fazla eğitime gereksin im leri olduğunu" savunan Sokrates, çevresine yalnız­
ca soy lu gençleri toplamaz. Öğrencileri, yani doğuştan yetenekli olduklar ı n ı anlayıp

38 Belki Ksenophon'a göre, Sokrates'in erdeme doğuştan eğilimli olmayanlar şeklinde nite­
lendirdiği kişiler, episteme'yi aramak yerine durumlarından hoşnut olup doksa il e yeti­
nen bu tür insanlardır.
39 AJaeddin Şenel, Eski Yunan'da E ,itıik vç E şits_izlik Os tüne, s. 369-370.
40 İbid, s. 310.

110
eğittiği genç ler aras ında Antisthenes gibi soyu sopu bilinmeyen beş parasız gen çler
de vardır.
2- i kinci o lara k, erdemin eğiti m i le olan i l işkisi, aristokrasiye dolay l ı bir yol­
dan üstünlük sağlamanın bir kanıtı olarak gösterilir. E ğ itimin para ve boş za man ge­
rektirdiğinden, ancak bun lara sa h i p olan aristokrat çocukların eğitim görebilip "er­
demli yurttaş" statüsüne yükselebilecekleri be lirti lir. Bu vargı genelde doğru
olmakla birlikte, bizim konumuz a ç ısından önemli bir gerçeği göz ardı etmektedir:
Sokrates 'in eğ_itim ile kast�ttiğ i , baş düşmanları Sofistlerce yürütülen para l ı eğitim
değildir. Filozofa göre Sofistler, bilgi (yaıii erdem) vermezler, parayla ders alan öğ­
renci�eri nin kafalarını sa çma sapan fi kirlerle doldururlar. Sokratesçi eğiti m , Sofist­
lerin tersine, kişi lere nelere inanma lar ı gerektiğini göstermez. Sokrates'in entelek­
tüel otoritesi, kişileri dogmatik uy kularından sarsıp uyandırmakla, onları benlik
eleştirisi yapabilecek biçimde eğitmekle sınırlıdır. "Gerçekten ben kimsenin akı l
hocası, öğretmeni olmadım hiç "4 1 diyen ve bütün otoritesin i n ne kadar az bildiğini
bilmesinden kaynaklandığını vurgulayan So krates, daha önce de be l irttiğimiz gi bi
· bir çeşit yol göstericidir ; gerçeğe, erdeme ise öğrencinin kendisi ulaşır.
Öy le görülüyor ki, bir soylu o l mayan Sokrates'in, değişen sosyo-ekonomik ve
siyasa l koşu llar nedeniyle toplumdaki üstünlüklerini yitiren soylulara bu konumları­
nı yeniden kazandırmak gibi bir amacı yoktur. Soyluların yöneti mi anlamında bir
aristokrasiye geri dönüşü savunmaz. Bununla birli kte Sokrates, Atina'da uygulanan
demokrasi biçimi üzerinde olumlu düşünceler taşımaz. Her alanda bilginin önemini
vurgulayan filozof, entelektüalizmini siyasal düzeye il işkin düşüncelerinde de sürdü­
rür; bu yaklaşımı, onun Atina de mokrasisinin temel özelliklerini eleştirmesine
neden olur. So krates'e göre , her sanat ve zanaat gibi siyaset (devlet i şler i ) de bilgiyi,
uzmanlığı gerektirme ktedir. Bir gemide buyruklar veren, gemi sahibi değil, fakat de­
nizci lik bilgisi olan ve gemiyi yöneten kaptandır. Aynı şeki l de , bir hastalık duru­
m unda, hasta olan ki şi kendini tıp bilgisini edinmiŞ olan doktorun �i lerine bırakır,
tıpkı b ir atletin kendini geliştirebi l me k i ç in atletizm bilgisine sahip olan bir antrenö­
re boyun eğmesi gibi. Hatta kadın ların bile, dokuma gibi daha bilgili oldukları işler­
de erkekleri yönettikleri görülür.42 Demek ki, her mesleğe özgü olan iş, o mesleğin
nasıl yapılacağını bilen, bunun bilgisini öğrenmiş olan kfmseler tarafından yerine ge­
tirilir. Atina'da da bu böyledir , a ma bir tek ayrıklık ( istisna) vardır: Devlet işleri, po­
litika uzma n ı olan kişi lerin değ il, fakat bilgili olup olmadı klarına ba kılmaksızın kura
i l e saptanan ki ş i lerin ellerine teslim edilir.
Ksenophon'a göre Sokrates, bu durumu çok keskin bir dille eleştirir: ' ' Hi ç
kimsenin bir dümenciyi, bir dülgeri, b i r flüt çalıcısını y a da herhangi b i r za naatkarı
bakla ( kurası) ile seçmek istememesine karşın, devlet görevlilerinin ba kla ( kurası) ile
atanmaları bir del i li kti r ; ( çünkü) devleti yönetenlerin yaptıkları hatalar, bu kişilerin
hatalarından çok da ha büyük zararlara yol a çarlar. "43 Bu konuda Aristoteles ·de,

41 Platon, Sokrates'in Savunması, 33 a.


42 Ksenophon, Memorabilia, III, 9, 1 1 .
43 ibid, ı, 2 , 9.

�1
Sokrates'in şunları söylediğini yazar : "Kamu g0revlileri kura ile seçil memelidir; bu,
atletleri yarışmaya uygun kimseler arasından seçmek yerine kurayla seçmeye ya da
daha bilgili olanı değil de kurada kazananı seçmek zorundaymışcasına dümenciyi
gemi personeli arasından kurayla belirlemeye benzer."44 Dümenci lik sanatını bilme­
yen ve denizci lik bilgisinden yoksun olan bir . kişi hiçbir gemiye dümenci olarak
atan madığına göre, devlet i çin iyi olanı bi l meyen birinin devlet yöneticil iğine geti­
r i l mesi tümüyle akla, sağduyuya ay kırıdır. Politika en üstün ve en güÇ sanat oldu­
ğundan ve bütün toplumun yazgısını belirlediğinden dolayı, bilgisiz kişilerin kura ile
devlet y önetimine seçilmeleri, ülke için çok kötü sonu çl9r doğurur ve Atina'da do­
ğurduğu görülmektedir.
Sokrates'in bu düşünceleri, çeşitli düşünür ve bilim adamlarınca, onun siyasal
elitizrrıi benimsemiş bir demokrasi düşmanı olduğunu gösteren düşünceler olarak
yorumlanmıştır. A l aeddin Şene l 'e göre Sokrates, pol itikada bi lgi ve uzmanlığın
gereğinden söz ederek, demokratik "amatör politika" il kesine karşılık, oligarşinin
tezi olan "profesyonel politika" i lkesini gündeme getirir. 45a Gerçekten Sokrates'in
kendi döneminde Atina'da uygulanan demokrasiye karşı bir tutum içinde olduğ u
tartışılamaz. Fakat o, genel anlamda demokrasiyi45b mi yadsımaktadır, yoksa de­
mokrasinin yozlaşmış ya da daha doğrusu bir sınıf iktidar ına dönüşmüş bi çiminden
mi şikayetçidir? "Profesyonel politika" ilkesinin birinci durumu doğr uladığına iliş­
kin bir sav, doğru o larak kabul edilemez. Çünkü, Da hi ya da S.ırtori gibi günümüz
siyaset b il i mcilerinin demokrasiyi ha lkın kendi kendisini yönettiği değil de, kendisi­
ni yöneten azınlığı özgürce seçtiği ve denetlediği rejim şeklindeki tanımlamaları göz
önüne alındığında, bu ilkenin genel anlamda demokrasi ile çelişmediği, tersine
onunla uyum içinde olduğu görülmektedir.46 K uramsıl olarak, demokrasilerde
siyasal kararları alan ve izlenecek politikaları belirleyenler, küçük bir azınlığı oluştu­
ra n profesyonel politikacılardır. Böyle bir değerlendirmenin, temsili demokrasiler
için geçerli olduğu söylenebilir. Ancak doğrudan demokrasi olduğu kabul edilen
Atina demokrasisinde de durum pek farklı değildir, ya da en azından ilk dönemle­
rinde bu tür bir görünümle karşılaşılmaktadır. Sartori 'nin de belirttiği gibi, doğru­
dan demokrasi (ve kendi kendini yönetim) kavra mını sözcük anlamıyla alıp Atina
polisinde yönetenlerle yönetilenlerin aynı olduğunu varsaymaya kalkışmamak ge­
rekir.47 Halkın siyasal iktidarın kullanımına doğrudan ve sürekli bir bi çi mde katıl­
ması, burada da siyasal önderlerin, siyasal bir elitin oluş masına engel teşkil etmez.
Hattl Atina'nın altın çağında, bu tür bir siyasal " bölünmüşlüğün" doğrudan demok­
rasinin iyi işleyebilmesi için zorunlu görüldüğü de anlaşılmaktadır. Çünkü, daha

44 Aristoteles, Rhetorika, n, 20, 1 393 b. (İbid, Cilt il, s. 6 4 1 ).


45a Alaeddin Şene� Eski Yunan'da Eşitlik ve E ıitsizlik Cstii ne, s. 370-37 1 .
45b "Genel anlamda demokrasi" ile yuntaşlann hukuksal ve siyasal bakımdan birbirlerine
eşit olmalarını ve halk kitlelerinin belli ölçülerde devlet yönetimine katılıp özellik.le ikti­
darı denetleme i ş levini gönnelerini anlıyoruz.
46 Giovanni Sartori, De mokrasi Kuramı (Democratic Theory), Ankara, Siyasi lıimler Türk
Derneği, No: 2 3 ; Robcrt Dahi, Qui Gouverne? (Who Goyerns?), Paris, Armand Calin,
1971.
47 Sartori, s . 1 62 .

112
önce açıkladığımız gibi48 , Perikles'in kendisi bu o lguyu açıkça dile getirmiştir. Ona ·
göre, herkesin bir politikayı yargılayacak yetenekte o lmasına karşın ancak birkaç
kişi bunu ortaya koyabilir, ayrıca kişilerin devlet iş lerinde aldıkları yer yetenekleri­
nin ölçüsüne bağlıdır ( ve bağlı olmalı d ır . ) . Demek ki ,. Soı..rates'in s iy:ı sc t in içine bil­
gi ve uzmanlığı sokan görüşü, Perikles'in demokrasi anlayışına ters düşmemektedir.
Bu bakımdan, filozofun genel anlamda demokrasiye ya da Peloponncsos s.avaş l.ırına
kadar Atina'da uygulanan demokrasiye deği l , fakat bunun yozlaşmış biçimine karşı
cephe almış olduğu !leri sürülebilir. Bazı dü şün ür ler , daha da i leri giderek, Sokrates'
in aristokrasinin sözcülüğünü yapmak şöyle dursun , demokrasiyi benimsediğini sa ­

vunurlar. Örneğin Popper 'a göre, " So krate s , ömrünü geniş öl çüde de mokratik bir
yönetim biçimi altında geçirmişti ve iyi bir demokrat olarak za manının demokrat
önderlerinden kim i lerinin yeteneksizliğini ve bo ��'.ı �unu göıler önüne serm en i n ken­
di görevi olduğuna inanmıştı."49 François Chatelet, Sokrates'in, toplumda kan ıla­
rın çatışmasıyla doğru bir ahlaksal -siyasal ç i zgi n in be l irmesini amaçlamasından ötü­
rü, her düşünen Atinalı gibi ba şar ı lı demokrasinin öz lemini duyan birisi olarak
değerlendirilmesi gerektiği düşünce s in de dir . s o a Pau l janet ise, ar i s to krati k partiye
bağlı olmayan Sokrates'in aşırı demokrasiye kar ş ı ç ıkmış olmakla birlikte, Solon'
un anayasasına, yani ılımlı denokrasiye geri dönülmesini istemiş olduğunu ileri SÜ·
rer. SOb Sokrates'e göre demokrasi , çoğunluğun t ira n l ı ğ ı demek değ i ldir ; kendisini
yasaların üzerinde gören bir çoğunluğun aldığı kararlar, genellikle doğruluğu, acfa.
leti yansıtmazlar, dolayısıyla bunların demokratik bir nitelik ta$ıdıkları da söylene­
mez. Öyle anlaşılıyor ki Sokrates, eleştiriler yönelttiği bu rejimi demokrasi (Solon'
un ya eli K leistheıies'in demokrasisi) değil, fakat yığınların d e spo t i z mi olarak görü·
yordu.
Gerçekte, Sokrates'in bir ai-istokrasi ya da demokrasi yandaşı olduğu sonucu­
nu çıkaran bir değerlendirme, soruna yanlış açıdan yaklaşmış demektir. Çünkü bu
tür bir ya kla ş ı m, Sokrates'e bir militan kı l ıfı giydirmekte, onu döneminin siyasal
çatışmalarında bir taraf durumuna indirgemektedir. Oysa Co ple ston ' u n da değindi·
ği gibi, "o genelde parti politikası ile değil, fakat ah laksal yan ı içindeki politik ya­
şam ile i lgilen ir . " 5 1 Sokrates'in siyaset sorununa bakışı, -felsefesine uygun olarak­
(tikel) biçim lere değil, (evrensel) öze yöneliktir. 5 2 İ ktidarda bir azın lığın mı yoksa
bir çoğunluğun mu olacağının önemi yoktur; çünkü ahlaksal doğrular sayısal olarak
saptanmaz. Önemli .olan, iktidarda kim bulunursa bulunsun, ger ç e k te bilgi nin, erde­
min, adaletin, doğruluğun hüküm sürmesidir. Buna göre, polisin iyiliğini bilen ger·
çek yurtta şlar azinlıktaysa aristokrasi, (ya da oligarşi), ç oğu n luktay sa de mokrasi
yeğlenmelidir. Bununla birlikte Sokrates, bu tür insanların ne k.sdar fazla olurlarsa o

48 Bakıruz: sayfa 81-82.


-19 Kari Raim und Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Ankara, Türk Siyasi İlim ler Deme·
ği Yayınları, Cilt I, 1967 , s. 1 37-1 38.
50a François Ch:t telet, Platon, Paris, İdccs/Gallimard, 1 976, s. 84.
501ı P:ıuljanet, Histoire de la science poliliııuc, Paris, Librairie Felix .-\lcan, 1 9'.!-t-, s. 1 27.
51 Copleston, s. 1 39.
52 Hemen hemen her Yunanlıda oldui\u ı,.;.bi, Sokrates için de siyaset sorunu, <levlcı e ya da
daha doğrusu polise indirgenmektedir.

1 13
kadar daha iyi olacağı inancındadır. Örneğin , kendisine neden siyasal yönetime kişi­
sel olJrak doğrudan doğruya katılmadı ğ ı n ı soran Antipho n 'a "mümkün olduğunca
daha çok say ıda devlet. işlerini yürütmeye· yetenekli insan ye tiştirmek" için diye ya­
n ı t veri r . 5 3 Ayrıca Sokrates, yurttaşları n , özellikle politik yetene kleri olan yurtta ş-
1.ırın polisin iyiliği için siyasal ya şamda etkin bir rol oyn.ımaları gere ktiği düşünce­
sindedir. Yeri geldiğinde yöneticilere öğüt veren , devlet adamlarının ha talarını
düze l te n , fakat halk kitle leri kar şısında çeki ngen olan Kharmides'i bu tutumundan
dola y ı kınayıp ona "politikaya atılma k ta n kaçınıyorsun, oysa burada yer almak zo­
rundasın ; çünkü sen bir yurtta şsın." diye ses len ir.54
So krates' in yaşamına bak ıldığinda , onun çeşitli dönem lerde gerek demokrat­
larla, gerek . o l igarkhlarla başının derde girmiş olduğu görülür. Bu da, filozofun bir
parti ada m ı, herhangi bir rejim yandaşı o l madığın ı, hatta doğruluğuna inandığı ah­
la k sa l değer ve davra n ı ş ka l ıp larından siyasai düzeyde de ödün vermeye yana şmad ı ­
ğ ı n ı gösterir. İ .Ö. 406'da halkın, Arginusae deniz sava şını kazanan sekiz komutanı
ölüleri denizden toplamadıkları gerekçesiyle, yasalara aykırı olarak bir arada yargı ­
la y ı p tek bir oylamayla ölüme mahkum etti ği gün, Sokrates prytaneia üyesi dir.
( K se nophon'a göre, bu sıfatla o günkü mec l is ba şkanı yani prytaneiız epis/ıı tes 'tir. )
Kendisine yöneltilen tehditlere aldırış etmeksizin, yasal ol mayan h i çbir şey yapma­
yacağını b i l dirip tek başına .bu uygulamaya karşı çıkar. 55 Bu da vra n ı ş ı , yürekl i l iği­
n i n ve ahlaksal tu ıarlılı ğ ının bir ka n ıtıdır. So krates, 5avunmasında bu olaydan şöyle
söz eder : " ... o za man yasaya aykır ı bu davra n ışınıza karş ı koyan biricik üye be n ol­
m uş, oyumu sizden yana �uflanmam ıştım. Söylevciler beni suçlamaya, beni yargı
yerine göndermeye hazırdılar, sizler de bağırıp çağırmalar ı n ızla körüklüyord unuz
o n ları . Benim ödevimin cezaevi ya da ölüm korkusuyla sizin haksız, eğri kararlarını­
za boyun eğmek, sizden yana çıkmak değil, yasayla, doğrulukla sakıncayı sonuna
değin göze almaktır, demiştim."56
i .ö. 404'de o ligark h lar yönetimi ele geçirip Otuzlar Tiranlığını kurdukları za­
man, Sokrates, daha önce düşüncesiz halk yığınlarına karşı koyduğu gibi, bu soylu­
ların haksız, adaletsiz da vranışlarına karşı da direnir. Bu dönemden söz ederken
" . . . ölüme kıl kadar önem vermediğimi , tek önem verdiğ i m şeyin haksızlık etme­
mek, günah i ş lememek olduğunu ya lnız sözleri m l e değ i l , davran ışl;ırı mla da göster­
dim. " 5 7 diyen filozof, kendisini de suçlarına ortak etmeyi amaçlayan Otuzlar ın, öl­
dürmek istedikleri Leon'u Salamin 'den getirmesi için verdikleri buyruğa kar şı ko­
yar . 5 8 Ha tta daha da ileri giderek, kan dökücü bu azınl ık rejimini ulu orta eleştir­
mekten kaçınmaz; iktidardaki o l igarkhların kötü birer çoban oldukları n da n , kendi
sürü lerini azaltıp zayıflattıklarından söz eder. Bunun üzerine, Otuzların ba ş ı olan

53 Ksenophon, Me mora b il ia, 1, 7, 1 5 .


54 İb id , ııı, i, 2.
55 Kscnophon, Ellenika, I, 7, 1 5 ve Memorabil ia , I, 2, 1 8. Atina halkı, çok geçmeden, en iy i
sekiz stratl"gos'unu ölüme yo llamış olmaktan piş manlık Uuyar ve bu kez kendisini kış­
kırtıp aldatır.ık böyle bir kar.ır almaya yönlendiren politikacıları suçlamaya koyulur.
56 Platon, S okr.ı tes ' in Sa,-unınası, 32 b-c.
s7 itıid., 3 2 d.
58 İbid, v e Kseno p hon, 1\le morabilia, I V, 4 , 3.

114
eski "öğren cisi " Kritias ile Karikles, onu "Sokrates, ayağını denk al da sürüden bir
baş daha eksiltmek zorunda kalmaya l ı m " diyerek ölümle tehdit ederler ve gerek
gençlerle, gerek ha l k ta n kişilerle konuşmasını yasaklarlar . 5 9 Öyle görülüyor ki ,
Otuzlar Tira n l ı ğ ı çok geçmeden yıkı lmamış olsayd ı , belki de Sokra tes bu tutumunu
ya şa m ıyla ödeyecek ti .
Sokrates, Atina ' n ın siyasa l ortamından ve yaşadığı fark l ı yönetim bi çimleri n ­
d e n h o ş n u t deği ldir. Ona göre, artık gerçek anlamda pol itika bile yapı lmamaktadır
ve politi kacı olarak adlandırı labil ec.ı:k hiç kimse ka lmamış t ır . 6 0 Çünkii politika, po­
l isin iyiliğinin, to plumsal uyumun ve düzenin gözetil mesi demektir. Oysa, gerek de­
m okratlar, gerek o l igarkhlar, pol ise h iç a ldırış etmeksizin , kiş isel ya da sınıfsal ç ı ­
karları uğruna ka n l ı ik tidar çatışmaları i ç ine girerek Atina ' y ı kaos'un hüküm sürdü­
ğü bir savaş alanına çevirm i ş lerdir. B u durumda, polisin i y i l iğ in i amaç layarak siya­
sa l yaşamda etkin bir rol oyna maya kalkışman ı n , i ntihar et mek anlamına geleceği
açı ktır. Sokrates, savunmasında, siyaset ile uğraşma m ı ş o l masının nedenini şu söz­
leriyle aç ıklar: "Atinalı lar, ben ta gen ç l iğ i m den beri siyaset ile uğra şsaydı m , da ha
gen ç liğimde ölürdüm de, size de, kendime de h i çbir iyili kte b u l unamazdım ... Size
karşı ya da herhangi bir halk meclisine yiğitçe karşı koyan, devfetteki haks ı z l ı kları,
yolsuzlukları, eğrilikleri önlemek isteyen bir kimse can ı n ı kurtaramamıştır daha.
Doğr u l u k i ç in gerçekten savaşmak isteyen bir kişi, k ı sa bir zaman olsun yaşamak is­
teyen bir kişi, kamu yaşamına yanaşmayıp, şöyle bir kenara çeki l ip özel bir yaşam
''61
sürmelidir .
Filozof, militan anlamında, ne demokrat, n e d e aristokrattır; o , bir düzen ada­
m ıdır ve bu bakımdan bir "tutucu"dur. Savaşlar d ı ş ında Atina'dan bir kez bile ayrıl­
mayacak den l i yurdunu seven Sokrates'in uğrunda mücade l e verdiği tek siyasal
değer polisin kendisidir. Atina polisinin geçirdiği dönüşümü o l u msuz olarak değer­
lendiren ve bunun ardında yatan sosyo-ekono m i k koşu l ları görmeyip bu durumu
Sofistlerin bireyci, faydacı görüşlerinin yol açtığı a h la ksa l çöküşe bağlayan Sokra­
tes, polis i yeniden yüceltmeyi, polise özgü değerler-i ·, inançlar ı yeniden egemen k ı l ­
m a y ı kendisine amaç edinir. Diğer Y u na n düşünürlerinde olduğu gibi , o n a göre de
temel erek, i nsanın mutlu luğudur. Fakat bu erek, kendi başına bir şey ifade etmez,
daha doğrusu pol isten bağımsız olarak ele a l ınamaz. Birey ancak, düzen l i , uyu m lu ,
a daletli , doğru, i y i , kısaca mutlu bir poliste mut l u olabi l ir . B u ba k ı mdan, "bütün
Ş
parçalar ından üstündür" anlayı ından hareket eden Sokrates' i n , bireyi polisten (top­
l u m ile devletten) bağımsız ayrı bir değer olarak görmediğ i anlaşılmaktadır. B irey
polisin dışlnda bir hiçtir ve insanlığının olumlu yüklemleri ona polis tarafından
ver i l m i ştir.

59 Memorabilia, 1, 2, 29-37. Diogenes 1.aertius, Sokrates'in Otuzlar Tir:ınlığı dönemindeki


bu davranışlarından onun demokratik bir zihniyete sahip olduğu sonucunu ç ıkarmakta-
dır. (Diogene l.aerce, 1, s. 1 1 1 ) .
·

60 Platon, bu konuda kesin yargılara varıp Sokrates'i şöyle konuşturur: " Atina'da iyi biı:
..•

devlet adamının yetişmediği doğrudur Bugün Atinalılar içinde gerçek siyaset sanatım
..•

uygulayan bir benim sanıyorum, ya da birkaç kişiden biri benim; ben günümüzün tek si­
y:ısetçisiyim." (Gorgiaıı 5 1 6 d ve 521 d).
61 Platon, Sokrates'in Sawnması, 3 1 d 3 2 a.
-

115
Bi'ıy lece Sokrates, "bir ana da n , bir babadan ve bütün atalardan daha değer l i ,
daha saygıdeğer, daha kutsa1"62 olarak tanımladığı polis karşısında bireyi " boynu
kı ldan ince bir kul" durumuna indirger . Ona göre kişi, her şeyini, hatta bir insan
olarak varlığını sürdürebil mesini bile , polise borçludur; bu nede n le kölesi olduğu po­
lisin yasalarına, devletin buyruklarına itaat etmekle yükümlüdür. Diren me, ancak
eşitler ar.ısında söz konusu olduğunda n dolayı , dev_l etin her "buyruğ unu yerine
getirip ses çı karmadan dayak yemek ; zincirlenmek, yara lanmak ya da ölmek üzere
savaşa götürülmek gerektiğin i " bilmek ve bunlara boyun eğmek gerekir .63 i n sa n
hakları düşüncesine sa hip olmayan Sokrates, bireyi devletin boyunduruğu altına
sokar ve Yunanlıların yasa anlayışına uygun olarak devlet-birey ilişkisinin yasalar
aracı lığıyla belirlenip düzenlendiğini vurgular.
Sokrates'e göre polisin düzenli, iyi ol ması, dolayısıyla yurttaşlarının mutlu bir
y.ış.ım sürm eleri, ancak yasalara m ut lak bir biçimde boyun eğilmesi (ya da günümü­
zün b ir kavramıyla ifade etmek gerekirse, yasaların üzerinde consensus'ün oluşması)
ile olasıdır : "En iyi devlet yönetici leri, yurttaşlarını yasalara daha çok saygılı kıl ma­
yı başara n lardır; yurtta şları yasalara en fazla bağ l ı olan devlet, barışta en mutlu, sa ­
va ş ta en karş ı konulamaz olan devlettir. Zaten uyum (konkordia yani consensus) ,
polisler için en büyük iyiliktir ... Eğer yurttaşlar yasal.ıra sadık kal ırlarsa, devlet de
çok güçlü ve erinç içinde olur; fakat uyum oluşmazsa hi çbir devlet iyi bir bi ç i m de
yönetilemez."64 Sokrates'in sözünü etti ğ i yasalar, gene l l i kle polise i ç kin olan yasa­
lar, bir başka deyişle organik yasalar ile doğal ya da tanrısal olarak nitelendir i lebile­
cek yazısız yasalardır. Öze l likle filozof, "tanrıların yapıtları" dediği bu ikinci tür ya­
sa ların önemini vurgular ve bu noktada Sofist Antiphon'un doğal yasalara i lişkin dü­
şüncelerini çağrıştıran şu saptamada bulunur : "Tanrıların koyduğu yasalara karş ı
gelen lerin cezalandırılmaktan kaç ınabilmeleri kesin l i kle olanaksızdır; oysa i nsanları n
koyduğu yasaları çiğneyen bazı kiş i ler, y a saklanarak ya da şiddet kullanarak, ken­
dilerini cezadan kurtarırlar."65 Fakat bundan sonra Sokrates, Sofis,tlerden farklı
olarak, insan yapısı (pozitif) yasa lar adaletsiz bile olsalar, bunlara da boyun eği l m e­
sini salık verir .66 Çünkü böyle yap ı l mazsa, topl umsal uyuma (konkordiıı) dil.rbe i n -.
diri lmiş ve polise büyük kötülük yap ı l m ış olunur. Filozof, polisi kutsal organik bir

62 Plat o n, Kriton 51 a-b.


63 ibid, Sokrates'in bu söz lerin de , modem çağlarda belirecek olan siyaset bil iminin temel
bir bulgusunun, yani egemenliğin devlete içkin olduğu, dolayısıyla devletin yurt taşlarını
ülü mle bile sonu çlanabil ec ek yükümlülükler altına soktu�u düşüncesinin, ·İzlerini görmek
mümkündür. örneğin, gene llik le halk egemenliğinin düşün ba bası o larak kabul edilen
Jean Jacques Rousseau'nun egemen devlete iliş kin aşağıdaki saptaması, Sokrates'in polis
hakkındaki sözlerini çağnştırmaktadır: " ... hükümdar, · " devlet için çıkar yol senin öl­
mcndir" dediği zaman, yurttaş ölmek zorundadır. Çünkü yalnız..:a bu koşul gereği o za­
·mana. dek güvenlik i çin de ya1amış tır ve y a ş am ı yalıuz do�>anın bir nimeti değil, fakat
devletin koşullu bir armağanıdır." (Du Conırat Soda!, Paris, Editions Gamier Frcres,
l 954 , Kitap il, Bölüm 5, s. 256).
6-l Ksenophon, l\·lemorabilia, iV, 4, 1 5-1 6.
ti 5 İbid, i V , 4 , 2 1 .
66 İleride goreceğimiz gibi Sokrates, bu görüşüne yaşamı bO'ıı unca bağlı kalm ış ve y:ısala.ra
karşı ç ıkıp kaçmak yerine ölüme gitmeyi yeğlemiş tir.

1 16
varlık ve yeryüzündeki en büyük iyilik olarak gören anlayışıyla tutarlı olarak, top­
lumdaki adaletsizliklerle, ki>tülüklerle, eğriliklerle mücadele ederken polise bir za·
rar gelmemesine Ölen �österi l mesi gerektiğini bel irtir. Ona göre, gerçekte "egemen "
olan (ya da olması gereken) polisin kendisidir. Buradan, Sokrates'in yönetim biçim­
lerine neden önem vermediği daha iyi anlaşılır : Polis ya da devlet egemen olduğ u sü­
rece, daha doğrusu yöneticilerin bu egemenliğe boyun eğip organik yasalarla yazı­
sız yasalara uygun , doğru yasalar yaptıkları ve yurtta ş ları bunlara i taatkar kıldık­
ları sürece, yönetimdeki bu kişilerin azınlık ya da çoğunluk olması bir şeyi değiştir­
mez. Bir başka deyişle, yasaların üstünlüğünü sağlayıp polisin iyiliğini gözetenler
kim olurlarsa olsunlar -ister bir az ınlık, ister bir çoğun l uk-, onların devletin başın­
da bulunma ları gerekir.6 7
B ununla bir l ikte , polisi bir soyutlama olmaktan kurtarıp somut teme ller üzeri­
ne oturttuğumuzda ve iyi polisin yurttışlarını mutlu kılmasını teorik deği l de, pra­
tik-tarihsel bir çerçeve i ç inde ele aldığımızda, Sokrates'in (en iyilerin yönetimi anla­
mında) aristokrasiye eği lim li olduğu sonucuna varılabilir. ( Bazı öğrencilerinin ve
birçok düşünürün onu bu yönde yorumlamasının temel nedeni de kanımızca budur.)
Sokrates, polisi yeniden yüceltebilmek için giriştiği tek siyasal etkinliğin , polisin
iyiliğini gözetecek gerçek devlet adamları yetiştirmesi olduğunu söyler. Buradan
onun, ilk ba şlarda ister istemez bir azınlık olan bu kişilerin siyasal ik tidarı ele geçi­
rip polisi yönetmelerini istediği anlamı çıkar. Hatta bu gereklidir. Çünkü ancak o
zaman, siyasal düzen tam anlamıyla kurulup toplumsal uyum sağlanır; bu kişiler sa­
yesinde yurttaşlar yeniden polisi en üstün değer olarak benimseyip ona ve onun ya­
salarına sadakatle bağlanırlar. Demek ki, en azından ilk aşamada, "en iyilerin ya da
bilgelerin " aristokrasisi zorunlu yönetim biçimi o larak belirmektedir.68 Sokrates'in
devlete ilişkin düşüncelerinden böyle bir sonucun çıkması, büyük bir olasılıkla; de­
mokrat liderlerin ona karşı duydukları düşmanlığın daha da artmasına yol açmış ve
ölüme mahkum edilmesinde etkili olmuştur.

F- Sokıates'in Yargılanması ve Ölümü

Sokrates'in savunması sırasında kendisini suçlayanlar hakkındaki sözlerine ba­


kıldığında, onun Atina demokrasisi üzerinde doğru gözlemlerde bulunmuş olduğu
görülür. Filozofa göre, Atina'da yaşanan demokrasi, halkın kendi kendini yönettiği

67 Böyle olmazsa ne yapılacaktır? Sokrates, biraz önce değindiğimiz.gibi, mücadel yi kabul e


eder ; fakat devlet otoritesini zayıflatmamak amacıyla bunun bir direniş biçiını :ıl ma<la n
yine yasalara boyun eğilerek sürdürülmesi gerektiğini ileri sürer. Platon'un Kriton diya·
logun<la ( 5 1 b ) , hükiimet dev le ti birbirine karıştırarak, haksız yere üfkeknen polisin
ile
inandırılarak yatı�tırılmasını salık verir. Tabii asıl kalıcı çözüm, onun bilı.,<İ ve .Lhlak ku­
ramlarında da görüldü�ü gibi, yurtt:ışbrın "eğitilip " erdemli kılınmasıdır ; büyb:c iyiliC:c
y üne l in ec ek ve kötül ük l er kendiliğinden ortadan kalk:ıc:ıktır.
68 İ leride göre<.:cğimiz ı.,-ibi, Platon, öğretmeninin polisi yücelt'en görüşlerinden çıkan bu so·
nu<.:ubeninıscye.:ck •·e bunu pr.ıtik-t,uihse l çer.yevesinden soyutlayıp "idealizc" ederek
bilge bir a:.!ınhguı pinctirni <lü�üncesini siyaset fe lse fes inin odak noktasına ',rerl.:�tirec ck ·
tir.

1 17
hir rejim değ ildir . Ha lkın doğrudan yöneti m i sözde kalma k ta, gerçekte p o l i t i ka ,
Peri kles'in d e açı kça belirttiği g i b i , ufak b i r azınl ı k, yani "profesyonel politikac ı ­
lar " tarafından yönlendiri lmektedir. Demek k i , polisin çözülmesine y o l açan Ati­
ııa 'daki yoz laşmanın, bozulmanın ba ş l ıca sor u m l u ları, ki tle ler i istedikleri yöne çe­
kebilen, kamuoyunu güdümleyebilen bilgisiz to plumsal ve siyasal önderlerdir. Sok­
rates için bu durum ya lnızca demokrasiye özgü değ i l d i r ; bunun bir başka türünü
soy l u o ligarkhların kurd uğu Otuzlar Tira n l ı ğ ı döneminde de yaşa m ı ştır. Sokra­
tes eleştirilerini yan l ı ş hedefe doğr u l tmaz : Bi lgisiz halka deği l , fa kat halkı bilgisiz­
lik i ç inde tutan, bilgisizliği bilgi., yanl ışı doğru diye y utturan p o l i tikacı lara, oıa n la ­
ra , profesyonel söylevcilere, kısaca de mogogos 'lara sa ldırır.
"Herhangi bir kimse, inandığı herhangi bir şeye niçin i nandığını düşünmek
zorunda bırakılırsa, çoğu kez, ya inançları için h i ç bir neden gösteremeyeceğini ve ­
ya neden leri.nin herkesin önünde açıklanamayacağ ı n ı görecektir." 6 9 İ şte Sokrates,
)Üre k l i o larak Ati nalı ları bu gerçeği görmeye zorlar ve bunun i ç i n de to p l umun
önde gelenlerini sorgulamaya koy u l ur . D i yalektik yöntemiyle, demagogos'ların erk­
l erini sürdürmek i ç in kullandı kları dayanakları, bir ba ş ka deyi ş le erkleri n i n "bilgi­
sel" temellerini y ı karak bilgisi z l i kleri n i yüzlerine vurup açığa ç ı karır. F i l ozof, top­
l u m sa l statülerini ba şkalarını kand ırarak elde etm i ş olan bu · ki ş i l eri n dü şma n l ı ğ ı n ı
kazanmıştır artık. K e n d i dey i şiyle, " i l le d e saygı görmek, kendi lerini onur l u göster ­
mek isteyen kaba , korku n ç bir sürü adam vard ı r " ve bun ların "doğruyu söylemeye,
bir şey bil mezlerken bil iyor görünmek istemelerin i n açığa vuru lduğ u n u söy le meye
di lleri varmaz bir türlü."7 0
Sonuçta, demokrat önderler -tıpkı Otuzlar Tira n l ı ğ ı n ı n oligarkhları gibi - ,
kendilerini ve kurdukları düzeni bu teh l i keden korumak amac ı y la Sokrates'i şu ya
da bu şeki lde susturmayı tasarlarlar. Bunun üzeri n e i .ö. 399 y ı l ında, kamuoyunda
soy l u genç lerle fazla sıkı fıkı o lan bir Sofist olarak değer lendiri len Sokrates , "ge n ç ­
leri baştan ç ıkarmak, doğru y o l da n ayırmak , devletin tanrılarına inanmamak, b u n ­
ların yerine yen ilerin i koymakla " 7 1 suçlanıp yargılanmak üzere 500 ya da 501 ki ş i ­
l i k bir jüriden o luşan halk mahkemesine (heliaia) veri lir. Ona karş ı s u ç lamay ı hazır­
layan ü ç kişi to plumu yönlen d iren "se çkin ler koa l i syon u " n u yansıtmaktadır : Mele­
tos ozanları, Lycon söylevcileri ve Anytos politikacılar ile i ş adamlar ın ı temsil et­
m e ktedir ler . Atina 'da genel kan ı , Sokrates 'in duruşmayı beklemeksizin gönüllü ola­
rak sürgüne gideceği yönündedir ; fakat o , mahkemeye çıkıp savunmasını yapmayı
yeğler.

ti9 C.E.M.Joad, Dün)•anın Büyük Felsefeleri, İstanbul, Rem:ti Kitabevi, 1 9 85, s. 1 3.


70. Platon, Sokrates'in Savunması, 23 d-e.
71 İlıid. 24 b. DiogcnesLaertius'agöre Sokrates'e yöneltilen suçlama şiiyle ka leme alınmı�tı:
' 'Pittheus deme'sinden Meletos oğlu l\kletos, and i çerek, A!opecae denıe'sinrlen Soph­
roniskus o�lu Sokratcs 'i, devletin t.anıdıii;ı unrıları yadsımakla ve ye ni , bilinmeyen ıann­
lar getirmekle, aynca gençliği bozmakla suçlamak tadır. İ>tenilcn .:ez:ı, ülümdür." (Dioı;-c­
ne Lıcrce, l, s. 1 1 6) .

1 18
Sokrates, savunmasını yazılı olarak hazırlamaz 72 ; ayrıca Lysias'ın kendisine
önerdiği kural lara uygun bir söylev metnin i mahkemede o_kumayı da reddeder. 73
Kaleme almam ı ş olmakla birli kte daha önce uzun uzun düşünmüş, tasarlamış oldu­
ğu anlaşılan bir söylevle kendisini savunur. Pek hukuksal bir niteli k taşımayıp tü­
m üyle felsefi bir i çeriğe sahip olan söylevi boyunca, yargıçları yumuşatmaya, onlar­
dan aman dilemeye ka lkı şmaz, inandığı doğruları açı kça dile getirir. Yargıçlarına
hukuk dersi verircesine, "Onur bir yana , Atina lılar, yargıca yalvarıp yakararak kişi­
nin kendini bağışlatması doğru bir şey değildir; tersine, yargıcı aydınlatmak, inan­
dırmak gerekir. Çünkü yargıç doğruluğu bir bağış gibi vermek için değil, doğru ola­
rak karar vermek için bulunuyor orada. Görevi kendi dileğine uymak, gönlünü hoş
kılmak değil, yasalara güre yargılamaktır."74 diyen Sokrates, bütün yaşamı boyun­
ca içindeki daimonion'un ( tanrı sa l sesin) kendisini uyardığını ve doğruya yönelttiğ i­
ni belirtip, su çlamaları teker teker çürütür. Aynı zamanda filozof, siyasal neden lerle
yargı landığın ın, suçlayanların tek amacının kendisinin susturulması olduğunun da
bilincindedir. Bu yüzden, inanç larından en ufak bir ödün vermeye yanaşmaksız ın,
ölmek pahasına da o lsa ağzını kapatmayacağını ve insanları uyandırmak olan tanrı­
sal görevi ni sürdüreceğini haykırır : " ... bana : "Sokrates, Anytos'u dinlemeyerek salı­
vereceğiz seni, ancak bir koşulla , artık bundan böyle insanları sınamayacak, sorguya
çekmeyecek, filozofluk etmeyeceksin; bu koşulu yerine getirmezsen öleceksin"
desen iz; söylediğim giDi beni bu koşulla salıverirseniz, şöyle yanıtlarım sizi : "Atina­
l ı lar , saygı ve sevgim vardır sizlere, ama ben size değil, tanrıya boyun eğerim daha
çok, son soluğuma değin, elim den geldiğince felsefe ile uğraşmaktan , sizleri buna
yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım ... İster dinleyin ister din­
lemeyin Anytos'u, ister sa lıverin , ister salıvermeyin beni ; iyice bilin ki şunu, bir de"­
ğil b in kez ölmem ger�kse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu. "75
Sokrates'in suçlu bulunacağı daha önceden bellidir. Fakat karar, Sokrates'i
şaşırtacak den li, küçük bir oy (6 ya da 60 oy) farkı ile al ınır. Yargıçlar, Sokrates'in
kendisi için yeterince ağır bir ceza -gerçekte sürgün cezası- önererek ölümden kur­
tulacağ ını bildirirler. Bu karar üzeri ne Sokrates, bildiği, inandığı yoldan kesinlikle
ayrı lmayacağını bir kez daha açıklar : " "Sokrates! Sesini çıkarmaz, dilini tutarsan,
yaşayamaz mısın sürgünde, ha? " denecek be lki bana. İ şte i çinizden birtl kım ki mse­
lere an latılması en güç o lan asıl bu. Çünkü dediğinizi yapmanın tanrıyı dinlememek,
ona boyun eğmemek olacağını, onun için de dilimi tutmayacağımı söylersem inan­
mayacaksınız bana, eğlendiği m i , alay ettiğimi sanacaksınız; öte yandan bir i nsan

72 Ksenophon'a göre, Sokrates ile öğrencisi Hermogenc:s arasında şöyle bir konuşma ge çer:
" ' Savunmanda neler söyleyeceğini düşünmen gerekm iyor mu?" diyen Hermogcnes'i
Sokrates, "Görmüyor musun, bütün yaşamım boyunca savunmamı hazırlamaktan ba ş ka
ne yaptım ki?" diye yanıtladı. Onun, " Anlayamadım nasıl?" sorusu üzerine de, " H i çbir
haksızlık yapmadan yaşayara k ; kanımca h�, ki�in.in savunmas ını hazırlamasının en iyi
yoludur." eledi." (Ksenop hon, Apologia 3).
73 Dioı.:ene Laerce, I , s. 1 1 6- 1 1 7.
74 Platon. Sokrates'in Savunması, 3 5 b-c.
75 İbid 29 c-d ve 30 b-c.

119
için en büyük iyiliği n her gün erdem üstüne, sözünü ettiğim i işittiğiniz daha başka
konular listünde konuşmak, tartışmak olduğunu, kendimi ve başkalarını böylece
sınadığımı söylersem, sonra da sınav�ız bir yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini ek­
lersem gene inan mayacaksınız bana ."76 Filozof, bu a çıklamasıyla da yetinmeyip,
kendisine verilebilecek en uygun şeyin prytaneion 'da beslenmesi ödülü olacağını, fa­
kat muhakkak bir ceza saptaması gerekiyorsa, küçük bir para cezası ödemeyi önere­
bileceğini belirtir. Suçunu kabul etmediğinden başka mahkeme ile inceden inceye
alay etmesi, yargıçların tepkisini çeker ve bu kez ilk oylamadan daha büyük bir ço­
ğunlukla ölüme mahkum edilir.
Ölüm cezasın ın yerine getirilişi, dinsel nedenlerden ötürü, bir ay sonraya erte­
lenir. Bu sftre içinde dostları ve öğrenci leri, Sokrates'in kaçabilmesi için gereken her
şeyi hazırlarlar. Üstelik, tıpkı Anaksagoras'rn kaçışında olduğu gi bi, (gerçekte
gönüllü bir sürgün anlamına gelen) bu kaçışa göz y u m ulunacaktır. Fakat Sokrates,
kaçma tekl iflerini geri çevirir ve kendisini ikna etmeye gelen dostu Kriton'a bu ka ­
rarın ın dayandığı gerekçeleri a.ç ıklar. F ilozofa göre, ka çması , suçunu kabul etmesi,
yargıçların haklı , kendisinin haksız olduğunu göstermesi demektir. 77 Kötülüğe
kötülükle, eğriye eğrilikle karşılık vermenin doğru olmadığına yürekten inandığını
söyleyen Sokrates, ka çmakla devlete büyük kötülük yapacağı görüşündedir. Atina
yasaları ile zımni bir sözleşmesi vardır. Yasalar yararına iken onlardan yararlanmış­
tır, şimdi zararına oldukları zaman onlara uymaktan kaçınması, yurttaşlık anlayışı
ile (tam anlamıyla insanın yurttaş olarak var olmasından ötürü insanlık anlayışı ile)
bağdaşmamaktadır. Sokrates, bu konudaki düşüncelerini polisi ve yasaları konuştu­
rarak açıklama yoluna gider:
" ... tut ki tam kaçacağım ız sırada, yasalar ile polis karşımıza di kil ip bize şun­
ları soruyorlar : "Söyle bize Sokrates, ne yapmak istiyorsun? Bu giri�tiğin iş, biz ya­
sa ları ve polisi elinden geldiğince yıkmak değildir de nedir? Verilen hükümlerin hiç­
bir gücü kalmaz, kişiler onları etkisiz kılar, siler atarsa , sanır mısın ki bu devlet gene
sürebilir, yıkılıp gitmez? ..• Seninle an laşma mız bu muydu Sokrates? Polisin verdiği
hüküm ler ne olursa olsun, bunlara uymak zorunda değil miydin? ... Söyle bakal ım,
yok etmeye kalkıştığına göre neyle suç luyorsun bizi? Önce yaşamını bize borçlu
değil misin, baban annenle bizim yardımımızla evlenip doğurtmadı mı seni ? Söyle­
sene, aramızdaki yasa lardan evlenmeleri düzenleyenlere bir kusur bulabilir misin ? "
Böyle sorarlarsa ben : "Hayır." derim. "Ya çocukların yetiştirilmesini , senin de gör­
düğün eğitimi düzenleyen yasalar? Babana, sa.na müLik ve beden eğitimi öğretsin
diye buyuran yasalar kötü müydü?" "Hayır, iyi idi." derim ... "Biz dünyaya getirdik
seni, besledik, eğittik; diğer yurttaşlar gibi seni de elim izdeki bütün olanaklardan
yararlandırdık; her Atinalının, yurttaşlar arasına katılıp kamusal yaşamı ve biz,

76 İbid 37 e· 38 a.

77 1Iaklıl ı1-: ·h:ıksı.llık so ru nu yla ilgili olarak Kscn o p hon, Sokratcs il e öğrencisi Apollodoros
arasında şüy le bir konuşma geçtiğini aktarır: " Be n asıl senin haksız yere öldürülmcndcn
büyük ü.ı:üntü du y uyorum " diyen Apollodoros'a Sokr:ıtcs. onun ba ş ını okşayar.ık, " Be­
nim se•·ı.-i li :\pollodoros'um, benim haksız de.<;il dCl haklı yere iildiirüldüğümü mü giinnek
isterdin.'" y:uutını \·ermiş. (Apologia 28).

1 20
yasa ları öğrendikten sonra , hoşuna gi tmiyorsak, var ı n ı yoğ unu alıp di lediğin yere _
gitmekte özgür olduğunu bildirdik ... Ama i ç i n izden her kim nas ı l adalet dağıttığı­
m ı z ı ve po l isi nası l yönettiğimizi görüp burada kalırsa, onu buyruklarımıza i taat
etme yükümlü lüğünü üzer i ne a l m ı ş sayar ız ... ( Ka ç makla), zorlanmadan, aldatılma­
dan ve sık boğaz edi lmeden kabul ettiğin a n laşma ve yükümlülükleri çiğnemiş ol­
m uyor musun? Oysa, düşünmek için yetmi ş y ı lı n vardı , bizi beğenmiyor, anlaşma­
m ız ı doğru bulm uyor i d iysen, bu süre i ç i n de başka bir yere gidebi l irdi n . " "78
Böylece Sokrates, devletin esen l i ğ i , yasaların gücü uğruna can ı n ı feda etmekte
bir an bile duraksamaz. Mahkemenin verdiği ölüm cezasına uygun olarak, büyük bir
gönül rahatlığıyla ba ldıran zch irini i ç i p yaşamına son verir. 79 25 yüzyıl sonra .bile
hala ken disinden söz edi len bu büyük filozofun iktidardaki kişi lerin kışkırtması so­
n u cu halk mahkemesinde " de mokrati k" bir b i ç i m de çoğunluğun aldığı bir karar ile
ortadan kaldırılması, düşünce özgürlüğ�nE saygılı bir hoşgörü rej i m i olması gereken
demokrasinin Atina 'da ne den li yozlaştığını gösteren a ç ı k bir kanıttır.

G- Küçük Sokıatesçi Okullar .

Sokra tes ' in çevres i n de bulun muş, tartışma lar ı n ı din lemiş, dolayısıyla, "öğren­
cileri" olmuş olan çeşitli düşünürler, filozofun ölümünden sonra, kendi okullarını
kurmuşlardır. Bunların hepsi de öğretme nlerin in öğretisini sürdürdüklerini iddia et­
miş olmalarına karşın, büyük çoğun luğunun Sokrates ile olan bağları çok za yıftır ;
dahası kendi aralar ında da ortak felsefi düşünceler olu şturamayıp sürekli olarak bir­
birleriyle tartışıp çckişmiş lerdir. Bunun temel nedeni, Sokrates' i n dog matik bir öğ­
retiye sa h ip olmamasıd ı r ; ayrıca, düşünceleri n i h i çbir zaman ders verir gibi öğrenci­
lerine aktarmaya kalkışmamıştır . Bundan dolayı bu düşünürler, kendi anlayışlarına
uygun buldukları Sokrates'in öğretisi n in hatta ya şa m ın ı n be l l i bir yan ı n ı (ya da yan­
lar ın ı ) ele alıp onu kişisel görüşleri doğrultusunda i ş leyi p sistemleştirmiş lerdir. Üsc
tetik bunu yaparken, Sokrates'ten aldı klar ı n ı daha önceki felsefelerden (öze l l i k le
Sofiz mden) edinmiş oldukları düşünsel öğelerle de bağdaştırmaya ça l ı ş m ı şlardır.
Zamanla -felsefe tar i h i alanında-, Sokrates'ten kaynaklandıkları ka bu l edi ­
len o ku l lar arasında bir h i yerarşi kurulmu ştur : Platon 'un Akademia 'sı en üst sıraya
yerleştiri lirken , diğerleri "küçük Sokratesçi ( ya da Sokratik) o k u l lar" o larak adlan­
d ır ı l m ı ş lardır. Bu h i yerar şinin oluştur u l ması nda ( ok u l u n yeri, eğitiminin çeşitliliği,
maddi kaynakları , siyasal koşullar gibi80 ) çeşitli etmenlerin ya nında, Platori'un fel-

78 Platon, Kriton 5 0 a-b, 5 0 c -d , 5 1 c-d; 5 1 e , 5 2 e.


79 Platon, Phaidon diyalogunda Sokrates'in dostları ve öğrencileriyle birlikte �eçirdiği son
gününü ve ölümünü anlatmaktadır. Diogene Lıertius'a güre (Cilt I, s. 1 1 7 · 1 1 8) , Sokrates'
in ölümünün hemen ardından Atinalılar verdikleri ka raı;:dan pişmanlık duyup onu suçla·
yanlan yargılamaya koyulmuşlar. Melctos öl ü m c ezasına çarptırılırken di�erlcri sürgüne
yollanmış. Fakat Laertius'un bu görü�ünün gerçeği .y arısıt t ı i(ı söylt-neıncz. Çünkü Sokra­
tcs'in yakınlarına kır�ı duyulan düş manlığın epey bir siire daha sürclü,:;ü.
bilinmek tedir.
-
80 Lfon Robin, La pensce Grecqtic, s. 1 9{.

1 21
sefi dehası { ve Avrupd H ıristi yan düşüncesi üzer in deki da m ga s ı) da et ki l i olmuştur.
Ayrıca, Platon'un diğerlerine göre Sokrates'e da hd sadık olduğu gene l l i k l e kabul gö­
re n bir savdır : P la t o n Sokra tes'in entelekrüalizmini benimsemekle ka l mamış, onun
tii m e l k a vra ml a r anlay ışını "idealar kura m ı " -bi çim inde sistemleştirmiştir. Böylece,

Platon 'a çeşitli nedenlerden ötürü " büyü k Sokrates çi" sıfatı yakı ştırılın ca, diğerleri
küçük Sokratesçiler o lmak zorunda ka lmı şlardır. B u s ı n ıfla n d ır ma da , Platon 'un si ­
yasa l sorunlara y a k laş ı m bakımında n Sokrates'e daha yakın o l masının da rol oyna­
d ığı sö y l e neb il i r . Çünkü Platon, öğretmeninin gerek po lis a n la yı ş ı n ı ve devlet-birey
i lişk il er i üzerindeki görüşlerini, gerekse ah laksal çözülüşün öniine geçilerek pol isin
yeniden yetkin bir konuma getirilebi leceğine ilişkin düşüncelerini büyük ö l ç üde
pa yla ş ı p sürdürmi.iştür. Oysa küçük Sokratesçi ler, öze l l ikl e _ de K y n i klcr, polisten
hi çbir beklentileri o lmadığ ın ı -v urg ula ma k l a ka l mam ı şlar , dahası pol ise ve ona özgü
değerlere karş ı -y ı kıcı düsiinceler getirmiş lerdir.
Küçük Sokratesçi okulların dört ta ne olduğu üzerinde ortak bir görüş oluş­
muştur. İ lki E ukleides'in kurduğu Meg;ıra Ok ulu' d ur. Sokrates'in ölümünden sonra
Atinalı ların tep k is i n den korkup kaçan So k ra tes ya nda ş lar ı n ı a ğırla y an Eukleides,
öğretmen inin ahlak kura m ı ile E lea fe lsefesinin varlık öğret isin i birleştirme yoluna
gitmiştir. Ona göre, bir olan Varlık, İ yi 'dir, erdemdir ; Tanrı ya da Akıl (Nous) gibi
farkl ı ad lar ala bilir, fakat onun dışında gerçek o lan ba şka bir şey yoktur.81 Megara
Okulu, diyalektiğe de önem ver miş, ama Sokrates'ten farklı olarak önermeleri saç­
malığa indirgeyerek çürütme yol unu benimseyip eristik 'e sapmıştır. i kinci okulun
kurucusu Sokrates'in en ç ok sevdiği öğren c i ler in çle n E l is' li Phaidon 'dur. Phaidon'
un öğreti sinin, Menedemos adlı öğ renc is i tarafından kendi polisi olan Eretria'da
i leri götürülüp yaygınlaştır ı lmasından dolayı, bu okula Elis�retria Okulu den m i ş­
tir. Bu o kul, erdem ile bilginin "bir " l iği il kesini savunmuş ve diyalektiği Megara'
lı larınkine benzer bir biçim de ku l lan m ı ş t ır . Kyrene Okulu ve Kynikler Okulu
adlarıyla bilinen diğer iki okul, ilk iki sinden farklı olarak, ba şarılı olup belli bir
süre kendilerinden söz ettirebilmişler ve yeni felsefelerin oluşmasında cD kaynaklık
işlevi görmüşlerdir. Ayr_ıca bunlar, sa lt felsefe düzeyinde ka lmayıp, bizi doğrudan il­
gilendiren toplumsal ve siyasal so r u n larla i lgili düşünceler ortaya koymuşlardır. Do­
layısıyla, bu iki okulu biraz daha ayrıntılı bir bi çi mde incelemek gerekmektedir.

1- Kyrene Okulu

Kyrene Okulu'nun kurucusu Aristip pos'tur ( i .ö. 435-355) . Kuzey Afrika'da­


ki Kyrene po l is in den o lan A ris ti p po s, genç l iğin de Atina 'ya g itm i ş , ilk önce Sofist­
l er den dersler alm ış, ard ın dan Sokrates'in çevresine girmiştir. Varlıklı bir aileden ol­
ması ned eni yl e, maddi kaygı lardan uza k rahat bir yaşam sürmüş ve bundan büyü k
tat al m ıştır . Sürdüğü yaşam b i ç i mi , hazza öne m vermesine ve felsefesi ni bu yö nde
geliştirmesine neden o l m u ş tur. Aristippos, ba şl ıca ahlak sor u n l ar ıyla ilgilenip insan
için "mutluluğun, iy iliğin ne ol duğ unu, nasıl elde edile.ceğini" belirlemeye ça l ı şm ı ş ,
----- ----- ------

81 Diogene Lıerce, 1, s. 1-!2.

1 22
f.ı l...a t bunu yapar l... cn zoru n l u olarak topl u m sa l sorunlara i l işkin düşüncelerini de
a ç ığa ç ı karmış tır.82
Aristippos'un ahlak öğretis i n in temelinde bilgi kuramı bulunur. Matemati k
gibi k urgusal bilim lerin h i ç bir değeri b u l u n madığını ileri süren Aristippos'a göre,83
bilgi nin tek kaynağı duyulardır. Bunda n dolay ı , bilgi görelidir ve nesnelerin özünü
bi l mek o lanaksızdır. Çünkü d u yu larla nesnenin kendisine u laşamayız, nesne bize na­
s ı l görünüyorsa, o n u öyle alg ı larız, yoksa olduğu gibi değil. Örneğin, eal ağızda bir
tat l ı l ı k b ıra k ı r . Fakat ba l ı n özünün, gerçekte tatl ı olup o l madığı kon usunda kesin
bir yargıya vara may ız. Ba lın "tatlı o l u ş u " , bize gelen bir izlenimdir, tıt a l ma duyu­
suyla sağlanan bir duyu mdur. Bir başka dey işle, bu tatl ı l ığı kendi i ç i m izde duyarız.
H i ç bir nesneyi kend i m izin d ı ş ında algı layamamamız duyumlar ın ancak öznel
( sübjektif) bir anlamı bu lunduğunu gösterir. Kiş iden kişiye değişen bu öznel du­
yum lar, . davra n ı ş ları mızın te melini o l u ş turup bizim nelere yönelip nelerden sakın­
mamız gerek tiğini gösterirler. Çünkü, Aristippos i ç i n , duyum bir devi ni mdir ve devi­
n i m i n , yum uşa k , sert ve belirsiz o l ma k üzere üç türü v.ırdır. Yumuşak devi ni mler
haz , sert devinim ler ise acı verirler; insan doğal olarak hazzı ister, acıdan ka çınır.
Uyku ya da ölüm gibi belirsiz de vin i m l er ne haz, ne de acı verd i klerinden dolayı,
insan bun lara kar ş ı i lgisiz ka l ı r .
Böylece Aristippos, insan davra n ı şlar ı n ın . hazza yöne l diğini , ya şa m ı n ereği­
nin haz (hedone) olduğunu belirterek, haz c ı l ı k (hedonizm) öğretisini ort.aya koyar.
Kyrene okulu nun haz anlay ı ş ına göre, bu duygu d urağanl ığı i çermez, daha doğrusu
haz devnim i ç indedir, akıcıdır. Bir başka dey i ş le , haz bireyse ldir ve h issedildiği süre
i l e sınırlıdır ; bu bakımdan geçm i ş ya da gelecek bir hazdan söz edilemez. D uyu larla
bağ lantılı o larak yaşanan anda var o lan haz, yal n ız düşüncede olmay ı p beden ile
de i l i şkidedir. Bu bakım dan Aristippos, m u t l u luğu ruhsal d i ngi n l i k sağlayan erdem­
de bulup bedensel hazların a l daticı o l duklar ını i leri süren Sokrates ·ile ters düşmek­
tedir. Ona göre, hoş o lan her şey iyidir ve haz verir; kişi bu şeyden, utanıp sıkı l ma­
dan, eli nden ge ldiğince daha uzun bir süre ve da ha yoğun bir biçimde haz a l malı­
dır ; çünkü haz aldığı sürece m u t lu dur.
Ari sti ppos, yaşamın ta d ı n ı ç ı karmak, mutlu o l ma k için haz verici her şeyin
peşin den gidi lmesi n i savunmakla birlikte, i ç güdüler i n , tutkuların b� yu nduruğu a l ­
t ı n a giril memesi gere ktiğ i n i de belirtir . B u noktada, So kra tesçi b i r ö ğ e o l a n akıl o l ­
g u s u n u öğretisinin i ç ine sokar: Akıl yoluyla sağlanan bilgi, bütiinüyle pra t iğe, somut
olay lara yöneli ktir. B u prati k bi lgi (phronesis) sayesinde, ki şi hazzın nerede olduğu­
nu, nas ı l alınacağ ı n ı b i l ir ve ha·z seçiminde tutk u larını denetleyip geleceği göz önün­
de ruurak ardından acı veren hazlardan ka ç ın ır. Ayrıca k i ş i , dışa, dı ş sa l koşul lara

82 Çiinkü ahlaksal sorunlar, daha önceleri ele belirt ti.C: imi:ı: �bi hiçbir Yu na n l ı düşünürde,
toplumsal ve siyasal sorunlardan lı ü ti.ın üyle soyutlanmış bir bi\·imde de alınmazlar.
83 Ari.s totdcs, bu konuda şunları yazmaktadır: "-· Aristippns ı;bi bazı Sofist ler, matema­
tiği küçüınse mcktcydiler. Çünkü o nlara giirt:, dii";er. sanat larda, hatta diUgc-rlik ve ayakka­
bı.:ılık gibi .ılışıbı;clen el sanatl:ınn<la b ile sı.irckli olarak neden diye " Ja ha iyi"ye y::ı da
" daha kiitüyc" ba� vunılur; oysa ma t e ma t ik iyi ve kutüyü hiç hesa ba katmamaktadır."
(Metaphysika, III, 996 a, 30-3 5 ) .

1 23
84
karşı, haz veren şeylere kar ş ı kendini bağımsız kı lar ve i çsel özgürlüğe kavuşur.
Görüldüğü gibi mutluluğu akıl lıca bir biÇimde haz (hedorıe) a l mada bulan
Kyrene Okulu 'nun hedonizm 'i, bilgeyi davra n ı ş lar ı n ı bu yönde düzen leyip büyük
değer verdi ğ i yaşamdan tat a la n ki ş i olarak ta n ı m lar. Bilgelerin yaşamının sıradan
85
insanların kine göre daha değer li olduğunu söyleyen Aristippos, tıpkı Sofistler,
özel likle de Ka l li k les gibi, k i ş i n i n mutluluğa u la şmada kendisine sın ırlar getirmeme­
sini ve başkalarının koyduğu sın ırlara aldırış etmemesini sa l ı k verir. B i lge, her ne
kadar akl ı n ı kul lanarak kendine hakim olacaksa da, tutkular ı n ı , eğilimler i ni bastır­
maz ve hazzı e lde etmek, doyuma ula ş ma k i ç i n e l inden geleni yapar. "Böyle bir
kimse, her şeyin en iyi yönünden yararlanmayı b i l i r ; h i ç bir engel tanımadan nesne­
leri ve insanları kendisi i ç in kul lanır. "86 Özgürlüğünü ba şka lar ının özgürlüğünü ç i ğ ·
neycrek kullanan hedonist bilge, eylemler i n i n gelenek.göreneklerce sınırlandırılma­
sına, top lumsal kurallar ve yasalar tarafından baskı altında tutulmasına izin ver mez.
Doğal o larak insanlar arasında bir uzlaşma, a n laşma olama z ;8 7 çünkü duyular ı n ver­
diği izlenim ler özneldir ve her ki şi kendine özgü haz ara y ı ş ları i ç ine girer. ( Ta b i i ,
zaman zaman bu ha z arayışlarının birbir leri yle çatışma i ç i n e girmemesi de olanak­
sızdır.)
Polise özgü değer lerin ç özüldüğü, bireylerin kişisel çıkarlarını ön planda tuttu­
ğ u ve toplumsal farklılaşmanın keskin boyutlar aldığı bu ortamda, Aristippos'un
getirdiği çözüm, egoizme varan aşırı bireyci bir tutumla ya lnızca bireyin mutlulu­
ğunu sağlamaya yöneliktir. Kynikler gibi Aristippos da, bireyi toplumdan ve toplu­
m un gidişiriden bağ ı msız, özgür kılmayı amaçlar. Fakat bunu yaparken, Kynikler­
de n farklı o larak, toplumsal n i metlerden yüz çevr i l memesini, tersine bunlardan ola­
bildiğince yararlanılmasını ö ngörür. i y i olan hazzı engelleyen devİeti , toplumu, top­
lumsal kurumları, gelenekler i , görenekleri vb. kötü olarak nitelendirmesi, Aristip­
pos'u anarşizme yaklaştırır. Ancak onun anarşizmi, siyasal bir eylem p la n ı getirme­
diğ inden ba şka, var olan düzenin yadsınmasını da i çt!rmez. Kyrene Okulu'nun fel­
sefesi, bir bakıma "toplumdan ka çış" felsefosidir. Ya lnız bu ' ' ka çış", kişinin top­
l u m la bütün bağlar ını koparması o larak deği l , fakat yine toplumda olup onun dışın­
da, topluma yabancı (marginal) bir yaşam sürmesi biçim inde be lir mektedir.
Kendi kendine yeterl i olan hedonist bilgenin " bir po l isin ahlaksal desteğine
88
kesin li k le gereksi n i m i yoktur ; onun için yurt kendis i n i iyi hissettiği yer dir."
Bu
bakımdan, toplumsal ve siyasal örgütlen me biçimine karşı ilgisizdir, hoşlanmadığı
anda çekip bir başka yere gider, oradan oraya d o la ş ıp durur. Böylece, hep marginal

84 "Aristippos, tanı,n mış fahişe Lais ile olan ilişkisini kınayanlara ş unu söylem e yi gelenek
haline gelirmiş ti: " l.ais'e sahibim, fakat o bana de�il ; şunu da eklemeli}im ki, tutkuları
yenip onlar tarafından hükm edilmemek iyi bir �ey ise de, onları büıünüyle bastırmak
hiç de iyi değildir." Diogene faerce, 1, s . 1 30.
85 ibid, s. ı 29.
86 l\.facir Giikberk, s. 56.
87 Adcılık (nominalfam) öğretisinin tohumlarını ta ş ıyan Aristip pos'a giire, insanlar arasın­
da ' ·: :· .. '' nl:ın tek şey dildir, i:deninı lere izlenim ler öznel
vcrclikleri ortak arlİardır . .\nc.:ak,
oldukları için, ayru ad farklı izlenim leri belirtmektedir.
88 J ,f. Chevallier, s. 72.

1 24
kalmayı başilrıp özgürlüğünü en geniş ölçüde y.ış.ır. Kendisi de bu tür bir yaş.ı m sür­
müş olan Aristippos , . Sokrates ile bir komışımsında , ra hat ve olduğunca hoş bir ya­
şamı yeğlediğini, bu nedenle de iktidarda hiçbir zaman gözü olmadığını a ç ıklar.
Çünkü halk, yöneticilerine köleleriymiş gibi da vra nma ktadır. Oysa, iktidar ile kiilc­
likten geçmeyen bir orta yol vardır ve kendisi özgürlükten geçen bu mutluluk
yolunda ilerlemektedir. B una karşılık Sokrates'in, ister istemez bu y o l un da insan­
ların top lumundan geçtiğini ve burada çeşitli bağımlılık ilişkileri bulunduğunu söy­
lemesi üzerine, Aristippos şöyle yanıt verir : " ... ben, bu kötülüklerden sakınmak
i çin, kendimi hiçbir polisin i çine kapatmam ve her yerde bir yabancıyımdır." 119
Ksenophon 'un aktardığı bu konuşmadan, Kyrene'lilerin kendilerini hiçbir po­
lise bağ ımlı hissetmeyerek, kosmopolis fikrine u laştıkları ya da en azından
ken dilerini dünya yurtta ş ı (kosmopolites) olarak gördükleri sonucu çıkarılabilir. Ni­
tekim, Diogenes Laertius'a göre, Aristippos'un öğrencilerinden Theodoros "bilgenin
yurdu dünyadır" demiş ve kişinin bir polis i çin canını teh likeye atmasının delilik ol­
duğunu belirtmiştir.9° Kyrene'lilerin din konusunda da, tanrılar ı yadsımaya varan
radikal görüşler ortaya attıkları bilinmektedir. Theodoros'un lakabı "tanrıtanımaz"
dır. Bir başka hedonist, E uthemeros ise, gerçe kte tanrı ların var olma dığını ; bunla­
rın, kraiıarın, kahramanların, önemli insanların ölümlerinden sonra tanrılaştirı lmala­
r ı yl.ı yaratı ldıklarını ileri Slirmüştür.91
Kyrene Okulu, geliştirdiği hedonizm ile Epikurosçu felsefenin ortıya çıkma­
sında büyük rol oynamı ştır.

2- Kynikler Okulu

Kynikler Oku lu 'nun kurucusu , anası Trakyalı bir köle, babası yoksul bir Ati­
nah olan Antisthenes'tir ( i .ö. 444-368 ) ; okulun en önemli temsilcisi ise Atina'ya
göç etmiş olan Sinop'lu Diogenes'tir ( İ .ö. 41 1 -323). i l k önceleri Sofist Gorgias'ın
derslerini izlemiş, ardından Sokrates'in dostluğunu kazanmış olan Antisthenes, oku­
lunu Kynosargos d�nilen bir yerde kurmuştur. Bundan dolayı da okula, bu sözcük­
ten türetilerek, Kynik adı veril miştir. Bir b..l şka yoruma g'öre, Kynik .ıdı, eski Yu­
nanca'da köpek anlamına gelen kyon'd.ın çıkarılmıştır. Buna gerekçe olar.ı k da ,
okulun temsilcilerinin, özellikle Diogenes'ten başlayarak, köpeksi bir yaşam sür me­
leri ve ( veya) bir köpek kadar hır çın ve sa ldırgan olmaları nedeniyle ha lkın un lara
bu adı yakıştırmış o lması gösterilir.
Antisthenes, Sokrates 'in düşüncelerinden çok, onu n kişil iğinden ve ya �a m bi­
çiminden etkilenmiştir. Öğretisinin te me lini, nefse hakim olma (egkrateiıı ) , madde ­
sel zenginliklere kapılıııama, azla yetinme gibi Sokra tesçi yaşam ilkeleri olı ıştur­
maktadır. Antisthenes'e göre de, öğretmeninin söylediği gibi, insan i çin en büyiik
iy ilik erdemdir. Öğretilebilir o l,ın erde m, kişinin kendi kendine yeter li, dolayısıyla

89 Kscnophon, Memorabilia, I l, l, 8-1 :ı.


90 Diogene Lıcrce; I, s. 1 38.
91 Copleston, s . 1 5 8 ; Dio�eıw Lal'rcc, 1 . ' · 1 .lS - 1 :l9 : Hı< it ( ; , ; J,;b.,rk, s . 3 fi : \\',,!,er '· 'd .

1 25
özgür olmasın ı sa ğ layıp, yaşama anlam kazandırır. Onu elde etmek için, kurgusal
entele ktüel uğraşlar i ç ine girmeye, bilgiyle soyut, kura msal düzeyde uğraşmaya ge­
rek yoktur. Düşüncelerin i sıra �n insan lar ın anlayabileceği basit bir dille açı klayan
Antisthenes, erdemin sözlerde, öğretilerde değil, fa kat edim lerde, yani be l l i bir ya­
şam b i ç i m in de bulunduğunu belirtir. Kişinin kendini erdemli kı lması, çevresindeki
zengi n l i k lere, nesnelere, eği l i m lere ve güze l l i k, soy l u l u k ya da onur gibi toplumsal
değerlere kayıtsız kalarak, yalın, azla yetinen, bel l i ö l çüde çi lecil iğ i içeren bir ya­
şam sürmesi ile mümkündür. A ntisthenes'in övgüsünü yaptığı bu yoksul yaşa m ,
top l u m sa l bakımdan asalak b i r biçimde yaşamak anlamına gelmez. Antisthenes be­
densel uğraşlara, çal ı ş ıp didin meye büyük önem verirken, öğrencisi D iogenes örnek
olarak Herakles'i gösterir. 92 Bununla birli kte, gerek D iogenes, gerek ondan sonra
gelen Kynikler birer "asalak" gibi ya şamış lar, çalışmaktansa, dilenmeyi yeğlemiş­
lerdir. Bundan dolayı, çeşitli b i l i m ada mlar ı , Kynikleri Orta çağın dilenci keş i şlerine
benzetmektedirler. 93
"Zengin l ik yerine sadeliği yeğleyen insanlar, daha dürüst o l urlar, Çünkü insan
kendinde olanla ne kadar ç ok yetinirse, ba şkalarının o lan şeylerde o kadar az gözü
olur" diyen ve "gerçek zenginliğin ruhta bulunduğunu"94 be l irten Antisthenes, ki­
şinin bedeninden başka, ruhunu da eğitmesi, denetim altına alması gerektiği düşün­
cesindedir. Maddi zenginliklerin çekiciliğine kapılıp lüksün, bolluğun amaç edinil­
mesi, erdeme (iyiliğe} sırt çevrilerek kötülüğün seçilmesi demektir. Fakat en az bu­
nun kadar kötü olan başka bir şey daha vardır. Bu, duyguların, tutkuların tutsağı
olunması ve hazzın (özel likle de duyularla elde edilen hazzıiı) yaşamın ereği duru­
m una getirilmesidir. Kyrene Okulu'nun hedonizm'i, Kyniklerin ahlak anlayışı tara­
fından tam anlamıyla yadsınrnakta, daha doğrusu kötülenmektedir. Aristippos'a
karşılık Antisthenes, en büyük deliliğin haz arayışı içine girmek olduğunu ileri sü­
rer ve daha da ileri giderek, (tensel hazzın simgesi olan} ''Aphrodite karşıma çıksa,
onu kendi e l ler imle boğarım"95 demeye kadar vardırır hazcılık düşmanlığını.
Antisthenes, kurgusal ve kuramsal bilimleri küçümsemesine ve evrensel�n bil ­
gisi n in o lanaksıziığını savunmasına karşın96 , ahlak öğretisinde bi lgiye de yer verir,
daha doğrusu erdemin bilgiden bağımsız o l madığını açı klar. Bu bilgi, yaşama yöne­
lik, ahlaksal ereklere yararlı olan bilgidir. Kişi, bilginin yardlılTlıyla, erdemin özünü

92 Diogene Laerce, il, s. 3 3 ; Leon Robin, La peıuec grccque, s . 203 ; Breh ier, s . 273.
93 Chevallier, s. 72; Robin, ibid., s. 201 ; Sabine, Cilt 1, s. 1 32.
94 Ksenophon, Symposion, iv, 42 ve 3 4.
95 Chevallier, s. 70 ; Robin, ibid., s. 203.
96 Antisthenes'e göre bilmek, her şey bileşik olduğundan dolayı, parçalamak, bir nesneyi
son öğelerine değin ayırmak demektir. Ancak bu şekilde nesnelerin özü kavranabilir.
Çünkü Platon'un "idea" dediği evrenseller gerçek değildir, yalnız tikeller vardır. "Ben
kendiliğinden atı ( ya d a evrensel öz olan atı) değil, karşımdaki somut atı görüyorum ' '
diyen Antisthenes, Platon'un idealar kuramını eleştirerek, (evrc:nsel) kavr.ımlaruı nesne­
leri adlandırmak için oruya atılan sözcüklerden ba ş ka bir şey olm:ıdıkhı.rını açıklar. Bu
görü ş lerin den dolayı, ba;ı:ı!arınca adcılığın (nominalizmin) kurucusu sayılan Antisthencs,
kavramlar üzerinde çalış ılırak elde cdilc:n " bilimsel" bilginin yaşamla il!(isi bulunmadığı­
nı, uol;ıyısıyla hiçbir önemi o l madığı n ı ileri sürer.
Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız: Gökberk, s. 53 ; Robin , op. cit. , s. 201 -202.

1 26
anlayıp yaşamdaki etkisini, önemini kavrar. Bunun sonucunda da tam anlamıyla er­
demli bir yaşam sürüp mutluluğa (eudaimonia) ulaşır. Bu bakımdan, bilgi, erdem ve
mutluluk birbirleriyle yakından bağlantılıdırlar, hatta ayrılmaz bir bütünü oluştur­
maktadırlar.
Kynik ahlak öğretisi içinde mutluluk (eudaimonia), yaşamın ereğidir; en yüce
değerdir ve insan iyiliğinin ölçütüdür. Fakat mutluluğun toplumsal bir anlamı yok­
tur. Kyreneliler gibi bireyci olan Kynikler için de mutluluk, ancak bireysel düzeyde
söz konusudur. Birey iyiliğin , mutluluğun ne olduğunu, başkalarının ya da toplu­
m un saptadığı ahlaksal öl çülere göre değil, fakat kendi özüne göre kavrayıp be l irler.
Bireysel istencin başkalarının boyunduruğu altına sokulması, içsel (ya da ruhsa l)
özgür lüğün y itirilmesine ve mutluluğun ortadan ka lkmasına. neden olur. Bu ba kım­
dan mutluluk, zorunlu olarak özgürlüğü gerektirir.' n Kynikler, özgürlüğe daha çok
felsefi bir an lam yüklerler. Özgürlük, her şeyden önce, bireyin akl ını, istencini kul­
lanarak duygularını, tutkuların ı denetim altına alması, hatta onları büyük öl çüde
bastırma�• demektir. Duygusal eğilimlerin etkisinde kalan kişi gibi, dış gereksinim­
lerden kendini kurtaramayıp toplumdaki boş değerlerle dünya nimetlerinin çekicili­
ğine kapılmış olan kişi de özgür değildir. Çünkü zengin liğe, lükse, şan ve şerefe
önem veren bir ki m se , kendisini kibire, gurura, hırsa, korkuya vb. kaptırmaktan
kurtaramaz ve böylece duyguların ve tutkuların tutsağı durumuna düşer. Demek
ki, tam anlamıyla kendi kendine yeterli olan ve doğaya uygun bir yaşam süren kişi ,
özgürdir, mutludur, dolayısıyla bilgedir. Kynik bilgenin mutluluğu, hedonist bilge­
ninkinden farklı olarak, anlık ya da geçici değil, süreklidir, ruhsal dinginliği ifade
eder. Bilge kendisi dışında kalan her şeye ilgisiz olduğundan dolayı, mutluluğu hiç­
bir kimse, h i ç bir nesne ya da olay tarafından ne engellenebilir, ne de kesintiye uğra­
tılabilir.
Ky nik lerin bireysel mu.tluluğu amaç edinen ahlak öğretilerinin ardında, top­
lumsal sorun lara ilişkin görüşleri yatmaktadır. Kynikler, tıpkı Kyreneliler gibi, l.ö.
4. yüzyılda Yunan polislerindeki, özellikle Atina 'daki toplumsal, siyasal, kültürel
yoz la şmışlığın ve kargaşalığ ın karşısında umutsuzluğa kapılan ve yaşamını anlam­
landırmak i çin bir dayanak arayan bireye bir ''çıkış yolu" sunarlar. Önerdikleri bu
çıkış yolu, Aristippos'un "toplumdan kaçış" düşüncesinden çok daha radikal bir
kaç ıştır; top lumdaki her şeyin yadsınarak toplumsal yaşamdan çekilmeyi ve içine
kapa n mayı içermektedir. Sabine'in deyişiyle Kynikler, "öbür oku l ların hepsinden
daha açıkça şehir devletine ve onun temelindeki toplum sınıflarına karşı bir itirazi
dile · getirdiler; hayattan çekilmeleri de insanların genel olarak hayatın iyi tarafları
saydıkları şeyleri yadsımak, bütün sosyal ayrımları eşitlemek ve toplum uzlaşımla­
rının hoş taraflarından, ve hatta bazen edeplil ikten, vaz geçmekten ibarettir. "98
Kyn ikler, top lumdaki en alt tabaka lara, yoksul kesimlere seslenirler. Fakat
bun lara, top lums;ı l bir kurtu luş için ne bir eylem planı, ne bir toplum modeli

97 Ancak bedensel olarak özgür olmayan bir kişi, bir köle bile, istencini bağımsız kıldığı sü­
rece, her türlü kötülüğün dışında bulunup erdemli bir yaşam sürerek mutlu olabilir.
98 Sabine, cilt l, s. 1 3 2.

1 27
setirirler. Devrimci değ il lerdir ; ya ni, bir devri mle kur u l u düzeni deği ştirip, top lum­
sa l bozu k l u k l.m , kötülükler i , eşitsi L l i kleri ortadan ka ldırmayı ama.çlamazlar. Bireyci
bir a n lay ı ş la , kendiler i n i izleyip önerdikleri a hl a k öğretis i n i benimseyen ve uygu la­
yan bireylerin ( b ir başka dey i ş le , bi lge olan kiş ilerin) kendi lerini kurtaracaklar ını,
m utlu o la caklar ı n ı savunurlar . On lara göre bilge, topl u m u n bütün kur u m larını ve
değer leri n i hor .ı,ı·iirere k , to pl umsa l ve siyasal yaşama karı şmada n , her türlü kötü lük­
le, o lup biten i le ilgilenmeden , bir anlamda "deveku ş u pol itikası" izleyerek kendi
köşesine çek i l ip yaşama l ı d ır . Bu kötülüklerden bir tınes i , da ha önce de be l irttiğ i m i z
gibi, zengin l ik tir. Dolay ısıy la i y i olan, e l de edi l mesi gereken, zahmetle sürdürülen
yoksul bir yaşam d ır . A l aeddin Şenel ' in de açıkladığı gibi , "böyle bir hayat idea l i ,
a şağı ta bakaların ( özlemlerini deği l ) yaşamları nı i dea l i ze edişin ifadesidir . " 9 9 Ayrı­
ca, Kyni kleri n yaptıkları bu yoksu l l uk felsefesinin, kurulu düzen i çi n bir teh l i ke
olu şturmaktan çok , güçlenmesine ya da sürmes ine ka tkıda bulunmaya yöne l i k ide­
o lojik bir i şlev gördüğii de söylenebil ir. Ç ünkü zeng i n l iğin erdem ile bağdaşmaz l ı ­
ğından hareketle yoksu l l uğ u n övülmesi, ezilen sınıfların yoksu l l uklar ını gönül rahat­
l ı ğ ı y la yaşama lar ı n ı , ekono mik ve sosyal farkl ılaşmayı körükleyen siste m i benimse­
meseler bile, en a z ı ndan onu kabul etmelerini ya da ona katlan malar ını sağlar. Böy­
lece, yoksul sınıflar.ın düzene kar ş ı y ı k ı c ı bir eyleme kalkı şma lar ı engellenmiş
.
1
o l ur. 00
Kynik b i lge, toplumun dışında o lacaktır ; çünkü top l u m , bireylere birtakım sı­
n ırlama lar getirir, on ları bel l i davra n ı ş ve düşünce kal ı pları i ç i ne sokar ve böylece
mutluluğa y o l açan eylem leri ö n ler. Bundan dolayı, bireylerin kend i lerini toplum­
sal koşul lardan kurtarıp doğal o l mayan bütün kurumlardan uza klaşma l ar ı ve doğaya
uygun bir yaşam sürmeleri gerekir. Bu konu da , öğretmeni Antisthenes'in " kötülük­
lere kay ıtsız kalma" il kesiyle yetin meyen D iogenes, daha aşırı bir tu tumla, bir yan­
da çileciliğe sarı lır, öte yanda. uygarlığın ( da ha doğrusu po l is i n ) bütün değerlerine ve
kurumlarına sa ldırıp bunlar ı h ırpalamaya, zayıflatmaya ça l ı ş ır. Bir fı ç ı (ya da küp)
01
içinde yaşayan, Büyük İ skender'i "gölge etme ba şka ihsan istemem " 1 d i y e yanıt­
layan ve her türlü k ura l ı a ç ıkça çiğneyen D iogenes, yaşam tarzını ve eylemlerini in­
1 2
sa n lara bir örnek o larak sunar. Amacı, düzenin de ği ş mesidir. 0 Fakat bunun için,
kendisin in y o l gösteri c i l i ğ i sayesinde , bireylerin kendi başlarına servetin , ailenin , ev­
l i l i ğ i n , yurtta ş l ı ğ ın , soy luluğun, öğre n i m i n , onurun vb. şeylerin ne de n l i saçma ol­
d u klar ı n ı kavra y ı p onun gibi köpekçe bir yaşamı benimsemelerinin yeterli olacağı

99 �enel, Eski Yunan'da E şitlik_., s. 49 7.


1 00 :\ncak, genci olar.ık Kyniklerin iiğretisinin yöneldiği aşai!;ı sııuflardan, (bunların özlem­
leriııİ ve beklent ilerini dile getirememesi, toptan bir kurtuluşu önermemesi, clitisı �örü�­
ler i.;ermesi ı.:ilıi ) .,:eşitli nedenlerden dolayı ciddi bir destek gö rm e m i ş olduğunu belirt­
mek. .ı.:cre kir.
1 Ol Dioıı;cnc Lai:rcc, i l . s . 20.
l 02 Diogcncs'in lı.ıhası k.ılp para basan birisiymi�. Diogcne Lai:rce ( Il, s. j3'ıle), Diogenes'in.
apkı bahasının parayı dci!;iştirmesi gibi, görene kleri, kurallı.rı dc.C!iştirmeye çalış tığını ya­
zar. lkrtt:an.ı Russell'a göre ise Diogcncs'in "ya�antıdaki crei!;i, ha hası nı n yaptığını yap­

mak . pannın vli1.iinü c.le i!; i � t irmckti. fakat, çok Jaha �cniş ölçlicie. Dünyacla geçerli olan
paranın ,·uzııwı de!� iş tirect'kti." (Cilt 1, s. ·;;; l ) .

1 28
in.ıncındadır. Yunan dünyası uy ga rl ı ğ ı n ı n kJr ş ı sına hayvanların ve barbar u l usl a ­
r ın ya ş a m la r ı n ı \· ık.ıran
Oiogl'ncs, doğanın, d oğay.ı' u ygun yaşamın üvgüsünii yar.ır.
Bund.ın d ol a y ı Webt•r , D io�cnes 'i "Antik çağl.ırın R oussc.ı u 'su " olarak t.ınıml.ır . 1 0 J
S.ıhiııc ise, doğaya diinme öğretisinin n i h i l is t bir an l a m içerı.liğini be l irtir. 1 04 Ayrıo
Oi ogcnes , bu öğreti ile rad i k.ı l Sofistlerin doğa-yasa karşıtl ığı düşüncesini yen iden
gündeme ge tirmi� olur: Polisin ve pol ise özgü her şeyin yapay olup doğaya ters düş­
tüğünü ısrarla vunıulayarak bunları yadsıma y o l un.ı g i d e r ; b i r bakını.ı, ka r ş ı ç ı k ı ş l.1 -
r ı n ı bu yolla meşr u laştırır. Ona güre "gerçek yas.ıl.ır, büıün evreni yöneten (doğa l )
1 os
yas.ılardır."
O iogencs'in to p l u msa l fark l ıl a şmal a r ı , a yr ı ca l ı k l a r ı reddederek efendi -köle y a
d a yurttaş-ya bancı g i b i ay r ım l ar ı n sa çma lığını vurgulaması v e bu a ç ıdan ins.ı n l.ırın
eş i tl iğ i n i be n i m se m esi , kosmopolis d ü ş ü n ce sin e u laş masın.ı yol açar. Bu diişünce,
aynı zamanda dönemin pol isten h i çbir beklenti leri kalmayan çevrelerin siyasal iiz­
lenı lerini ve siyasal ge l i şmeleri de yansıtl'T'.a k tı d ır. 1 06 Kendisinin de bir dliııy.ı
yurttaşı (kosmopolitesı olduğunu söyleyen D iogenes 1 0 7 , yeryüzünün farklı polislere,
devletlere bö lünmes i n in doğaya uygun düşmediğini savunur. Fakat onun, kosmo­
polis düşüncesi ile bütün insanların mutlu, eşit olacağı bir dünya devleti ütopyasına
sa h ip .olduğu san ı l mamalıdır. Gerçekte D iogenes, bu düşüncesini felsefi bir düzey de ,
bilgelerin konumunu daha i y i açıklamak amacıyla kullanır. Ona göre bilge, bel l i bir
toplumun üyesi, belli sın ırlarla çevri l m i ş bir toprak parça�ı üzerinde yaşayan kişi
deği l , bütün yeryüzünün yurttaşıdır. Ahlaksal yönden kendine yeterli olma aşaması­
na gelm i ş bu kişi , pol ise gereksi nim duymaz, tersine kendisini polisin ötesine (üstü­
ne ) yerleştirir . Antisthenes'in değişiyle "bilge, yaşam ın ı ülkedeki yasalara değ i l , er­
deme göre düzenler." 1 08 Tek gerçek devlet, vatandaş l ı k koşulu bilge l i k, yasası er­
dem olan devlettir, bu devletin ise ne yeri, ne de örgütü vardır. Her yerdeki b i lge
kişilerin tüm ü bir tek toplu m u , ko�mopolis'i , meydiına getirirler . 1 °9
Üste l i k K ynikler, çok küçük bir azı n l ı ğı n bilgeliğe u laşacağı ve diğerlerinin
hangi sınıftan o lurlarsa o lsun lar ca h i l l i kten kurtulamayacağı inancındadırlar. Bu
yüzden, kitle lere, insanlara karşı hiç de o l u m l u bir yaklaşım içinde değillerdir. An­
tisthenes kitlelerin ahmak olduğ unu, yanılgı lar i ç i nde bulunduğunu, "Birçok kiş i
seni övüyor" diyen birine verdiği, " N için acaba , n e gibi bir hata yaptım ki? " 1 1 0 ya­
nıtı i le ortaya koyar. B u konuda Diogenes, öğretmeninden hiç de aşağı ka l maz:
Gündüzün eline fener alıp insa n aramaya ç ı kar ; "Hey, insan lar ! " diye ba ğ ırdığında

1 03 Wcl.ıcr, s. 54.
1 04 Sabine, s. 1 34.
1 05 Diogi:nc l...ıercc, i l , s. 33.
1 06 Bilindiği üzere, ilk ünce İ.0. 339'da Makedonya kralı Phil ippos, Yunan polis l.-rinin öz­
giirlügünc son verip onları bir Helen İmparatorlugu :ılıuıda birleştirmiş, arılımlan oi'.;lu
III • .-\lcksandros ( Büyük İskcndcr) i.n. 334-'tc .\sy:ı seferini başlatarak c•Tcnscl bir imp.ı­
raıorluk kurmaya ı;alışnııştır.
1 Oi' Diııı.ıcne Lıcn:e, fi, s . 30.
ı os İhi<l, i. ı o
1 09 Sabine, s. 1 3-t-,
l 1O Diu�cne l...ıcn:,,, il, .;_ <J.

1 29
çevresine toplananl.ırı "Ben insan ları çağ ırdım, p i s l i k leri değ i l " diyerek sop.ıy lJ
kovalar ; Olimpiyad oyunları dönüşünde , kalaba l ı ğ ı n olup olmad ığ ı n ı soran birine,
" E vet, kalabalık varı.l ı , fakat insanlar çok al d ı . " diye kar ş ı l ı k verir . 1 1 1 Böylece
Kynikler, polisteki her türl ü hiyerarşik sın ıfla n d ırmayı yadsımakla bir l i k te , kendileri
insanları bilgeler ·calı il ler şek lin de bir ayr ı m iç i n e sokarlar ve bu i ki kesim arasındaki
farkın birbirleriyle dostl uk ilişkileri kuramayacak denli büyük olduğunu ileri sürer­
ler .
Kitleleri hor gören . buna karş ılık kendilerini yücelten Kyni kleri n bir ·ba k ı ma
eliti st bir anlayışa sahip oldukları söylenebi l ir. 1 1 2 Fakat içi nde bulundukları toplu­
m u yönetmeyi değil, ondan tümüyle kurtulmayı a m açlarlar . Ayrıc;ı, ya l n ı zca kendi­
lerine özgü bir toplum ideali de çizerler. Kynik bilgelerin bu toplumu, yoksu l l u k
e şitliğinin hüküm sürdüğü, her şeyirı orta klaşa olduğu, _evliliğin , yönetim in bu lun­
madığı bir çeşit ilkel komünist top lumun çizgilerini t.ı şımaktadır . 1 1 3 Oiogenes, bil·
geler arasında her şey i n ortaklaşa olduğunu şöyle dile getirir: "Her şey ta nrı lara ait ·
tir; bilgeler ta nrıların dostudur ; dostlar arasında her şey ortaktır; öyleyse her şey
bi lgelere aittir." 1 1 4 Oiogenes'in öğrencisi Krates ise, Kyniklerin polisinde paraya da,
onura da yer olmadığını, bu nedenle de insanların birbirleriyle çatış mayacağ ını be·
lirtir.1 1 5
Kynikler, popüler din lerin tanrılarını reddederler, bunların insanların yarattık·
ları sözcükler o lduklarını ileri sürerler. Bu bakımdan bilgenin, bun lara tapınması,
adaklar sunması, dinsel görevleri yerine getirmesi, söz konusu bile edi lemez.
Gerçekte tek bir tanrı vardır. Doğa bütününden ayrı olmayan bu tanrıya, erdemli bir
yaşam sürmekle, bilgeliğin gereklerini yerine getirmekle saygı gösterilebilir.
Kynik felsefe, varlığını Roma döneminde de sürdürmüştür; fakat etkisi, i .ö.
i l i . yüzyıldan baş layarak giderek azal mıştır. Bunun nedeni, yeni koşullara daha iyi
uyan kendisinden çok daha güçlü bir felsefe okuluna, Stoacılığa, öğretmen-öğren­
ci ilişkisi biçim inde doğrudan doğruya kaynaklık etmiş olmasıdır. Stoa Okulu'nun
kurucusu Zenon, Krates'in öğrencisidir.

* * *

Gerek Kyrene Okulu, gerek Kynikler O kulu, Sokrates ile Sofistlerin belli dü­
şüncelerinin bir tür "sentez"ini gerçekleştirerek, felsefelerinde bireyi mutlu kılmayı

lll lbid, s. l 8 ve s. 29.


il 2 Kyniklcrin kitleleri hor gören tutumları elitist olmalarından kaynaklan ıyor ise de,
insanları aşağılamak, saldırgan bir köpek gibi onları rahatsız etmek şeklindeki ravranı� ­
lan, ayni' zamanda, ki�ileri uyandırmak, bilinçlendirmek için uyguladıkları yöntemdir.
l 13 Kyniklerin, ortakla1acı bir sistemi içinde bulun<lukları toplum için de iinermi� olabfü�
cekleri, çeşitli bilim adamlarını:a ileri sürülmüştür. Emile Brehier'c göre (s. 277), eğer
Kyniklcr ortak mülkiyet ya da kadın ortaklıgı fikrini savunmuş iseler, bununl.a Platon'un
tersine, toplumsal bağları �ü�·lendirmek değil, faka t daha da zayıflatmak ve böylece bilge·

ye daha özgür bir ortam hazırlamak amaı:mı gütmüş lerdir.


114 Diogene, Laerce, il, s. 20 ve s. :n.
ı ıs İbid., s. 39.

1 30
Jnıaç ed i n m i ş lerd i . B ireysel m u t lu luğa ulaşmadı , birbirlerinden çok farklı yol lar
önerm iş olmaklJ birlikte, öne m l i bir konuda birleş mekteydi ler: Her i kisi de yolla­
rını polisten geçirmemişlerd i ; ha tta yalnız geçirmemekle kal mamı şlar , pol isi ve ona
özgü değerleri yerle bir e tmeye koy u l m u ş lardı . Kurtu lu ş u n ancak bireysel düzeyde
mümkiiıı olduğ u ve bireyin ken di değerin in bil incine varabil mesi için toplumun ve
devletin etkisi n den kurtul u p bun lara kar şı tümüyle özgür o l ması gerektiği düşüncesi­
ni i ş l e m i ş ler ve böylece polise bir darbe de kendileri indirerek onun çöküşünü hız­
landırma yoluna gitmişlerdi . B u n lara kar ş ı , polis düzen i i çinde top l u ni sa l daya n ı ş ­
manın, gönül birliğ i n i n , u y u m u n (konkordia) özlem i n i çekenlerin tepki göster me­
meleri olanaksızdı. Bu tepki, düşünsel düzeyde, Sokrates'in Sofistlere karşı koyması
g i b i , Kyrene liler ile Kyn ikleri n körükledi ğ i bireyci düşüncelerin polis üzerindeki yı­
kıcı etki lerini Jıa ltmaya, devletin savunmasını üstlen ip yi tmeye yüz tutan itibarını
yeniden kazandırmaya ve birey i ( yurt ta ş ı ) baş ta ah lak ol mak üzere her bak ı m da n
polise bağ ı n ı l ı kı lmaya çalışmak şekl i n de be lirecektir . B u misyonu üstlenecek olan­
lar ise, ö g reti lerini bir sistem içine oturtm u ş olan Yuna n felsefesinin iki büyük düşü­
nürü, P laton ile öğrencisi Aristoteles'tir.

131
B Ö L Ü M V

PO L İS lÇiN İDEAL ÇöZOMLE R :

PLATON

Platon, Sokrates' in polise i l i ş kin düşüncelerini benimsemiş ve bunları kendi


görüşleri doğru ltusu n da yorumlay ıp sistemleştirerek siyasal elitizmi doruk noktası ­
n a u laştır m ı ş olan Atina 'nın e n büyük filozofudur. Peloponessos savaşlarının 4. yı ­
lında dünyaya gelen Platon, savaşın şiddeti n i , sınıf çatış ma larını, parti mücade lele­
r i n i , Otuzlar Tira n l ı ğ ı ' n ı n terörünü, demokrasin. in hoşgörüsüzlüğünü yaşamış, Yunan
polislerin in çözülüşünü göz lemlemiştir. Kısacası, Atina'daki "Aydın lanma Çağı"n­
dan sonra gelen kar ı ş ı k l ı k döneminin düşünürüdür. Bu bakımdan Platon'un, polisi,
Atina'yı kurtaraca k, çatışman ın o l mayacağı , bozulmaya karşı diren ç l i bir düzen
kurma çabası, bu konu üzerinde çalı şması, onun Atina ' n ın i .ö. i V. yüzyı l filozofu
o l masının sonucudur denirse fazla a bartı l m ış olunmaz. Platon, insanın genel sor un­
ları dışında kendi top l u m una özgü sorunları bir çözüme kavuşturmaya uğraşm ıştır.
Fakat bunu yaparken, o l u şturduğu siyasal kuram ve felsefe, tari h sel boyutlarını aşa­
rak Batı kültürünü ve bu kültür i ç i n deki farkl ı , hatta karşıt fikirleri günümüze değ i n
etkileyegel miştir.

A- YAŞA1\ll VE YAPITLARI

Platon , i .ö. 427 y ı l ın da Atina'da ( be l ki de Pire körfezi ndeki Aigi na adasında)


doğ muştur. Ailesi Atina 'nın en eski, en soy lu (eupatrid) ailelerinden bir isidir.
Küçük ya ş tı yitirdiği babası Ariston, Atina polisini n son kra l ı Kodros'un soyunda n ­
d ı r . Plato n , Kodr o s.' u n soyunun tanrı Poseidon'a değin uzandığını be l irtmektedir.
BurJda ıı on u n , soy u n u bir tanrıya dayand ırarak geleneksel aristokrati k tu tumu sür­
lliırnıı.iş olduğu anla ş ı lmaktadır. Anne tarafından dedesi, ünlü yasakoyucu Solon'un
y a k ı n arkada şı ( belki de akrabas ı ) olan Dropides'tir. Dayıları Kritias ile Khar mides,
O t u ı l ar Tiranlığı 'nın önderlerin dendi. Annesi Peri ktione 'nin sonradan evlendi ğ i soy­
lu P y r i l a rnpes ise P e r i k l e s ' i n dostlarından biriyd i . Bur1dan dol.lyı , Platon ' u n i ki
er ke k v e bir h. ı ı karde ş i y l e birlikte aristokratik bir çevrede yeti ş m i ş olmasına kar ş ı n

1 32
Jile i ç i n de Perik les ç i demokrasinin geleneklerine uygun bir eğitim J l m ı ş olJbilccegi
i leri süri i lınüştlir. 1
IJ iogcnes L.ıenius'tın i)ğrendiğimiLc göre, PIJton ' u n Jsıl Jdı, bliyül\bJ b.ısın ııı­
ki �ib i , Aristokles' tir. PIJton .ıdı, onJ , göğsünün y.ı d.ı o muzlar ı n ın geniŞliğinden do­
IJy ı beden eği rinı i üğretmeni tJrafındJn takı l mış, filozof da b u n u beni mseyip y.ı şJ­
nıı boy unca k u l l.ı n m ı ş t ır. 2 Epey yd k ı ş ı k l ı olan P l.ı ton , n i celikli ve çok yönlü bir eği­
tim giirmüitür ; gen ç l i ğ i n de ba şarılı bir sporc u l u k döne mi ge çi rmi ş , Jynı za mJn da
edebiyatla da ilgilenip güze l şiir ler ya Lmıştır. Y i ne bu y ı l la r da , felsefeye i lg i duym.ı ­
y.ı b a ş l a m ış ve çeş itli filozofların, Sofistlerin derslerini izlemeye koy ulmuştur. Aris­
toteles, onun bu a landaki ilk öğretmen inin Herakleitosçu Kratylos olduğunu bil­
dirrnck tcdir. 3 Yirm i y a şın da Sokra tes'i ta n ı yıp onun yakın çevres ine giren Platon ,
bu büylik fi lozofun etkisine k.ıp ılmış ve şi i r ler i n i yJ k ı p da ha yoğun bir bi çimde fe l­
scii sorun l.ırla uğraşmaya ba şlamışt ı r . i .ö. 399' da Sokr.ıtes' in demokrat liderler tJ­
nfınd.ı n ö l iime ma hkum ed i l me si n e dek, se k i z yıl boyunca onun ya n ı n da n ayrılnı.ı­
m ı ş , e n sadık ve en dikkatli öğrencilerinden biri olm uştur. K iş i liğine, kıvrak zekası­
na , davra n ı ş larına duyduğu hayran l ıktan ba şka, ahlak ile siya sete i l i ş k i n dü ş ün c e l e­
rinde ve b i lgiyi toplumsa l bozuklukları, karga şaları orta da n kaldıracak tek değer
ol.ırak yücelten i y im ser öğretisinde kendi kafasını kurcalayan baz ı sorunların yan ı t­
larını bula b i l m i ş o lması da , hiç kuşkusuz, Plato n ' u n öğretmenini sonuna l\ddar sü­
rekli iılemiş olmasında belirleyici o lmu ş tur .4 "Ta n ıdığı insanların en müke m mel i ,
en b i lge v e e n doğrusu olduğunu" söyled i ğ i 5 Sokrates'e kar ş ı duyduğu derin sev�i
ve saygı , hemen hemen bütün yapıtlarında ortaya ç ı kmakta dır.6
Platon , Sokra tes' i tan ır tanıma z kendini bütünüyle felsefeye ada mam ı ştır.
Yirmili yaşları boyunca, zaman zaman politikaya a t ı l mayı düşünmüş, fakat �u iste ­
ğini ger ç e k l e ş tire b i l ece ği orta mı bir türlü bula mamıştır. Gerek Otuzlar Ti ran l ığ ı '
n ı n terörü, gerek de m okrasi n i n öğretmen i n i ölüme yollayan tutumu, Platon'uıı bu
iki re j i m de de bir rol alrrıasını engellemiştir. Ayrıca, yaşadığı tiu siyasal ol ayl ar .
dah.ı sonraları, ne bir az ı n l ığ ı n , ne de ki t l e ler in despotluğ u na yol aç mayacak dü­
zen l i , dura ğa n bir rejim a ra y ı şı içine girmesinde ve b un u düşü nsel olarak
kurmasında etkili o l muş lardır . Platon, bu olayları ve b u n lar hakkı ndaki düşünceleri ­
n i şöy le a n latmakta d ır ;

Cop l csrnn , Plato, İstanbul, İı.lea, 1 985, s. 7-8.


'.! Dio�cne Laiin:e, 1, s. 1 64.
:; "Pl.ırorı. hı:nii<: gcnçlii:;inde Kratylos'un dostu olduğundan ,.., lıiitiin duyusal �eylerin <Ü·
rckli lıir ;ı.kış iı;iıııle olduklarına ve l>ilimin k onusu olam;ı.y:ıc:ıkl:ırırıa ili�kin I I<-r, k lcit.>-;'
un ;.:•irıişkri ııi y akında n hilıliğindcn, daha sonrn bu ii�rctiye sadık ka ldı." .\risıutt-ks,
\let.ıphy<ika, 1. !)87, 30-35.
·f .\n c ı k , l'l.ııon Sukralcs' iıı son :.:ününde, ö lüm anında, ):uıında hul u rıa nı:ımL� t ı:r. K.:ıııbi
hunun nccknini h asrahğı olarak �iJstcrmı.=krc. ayrıcı .\ristİ1J p•>S1 u n da ,\iı.,ri.ııa'y:.ı j.,r:İ tınİ"l ı ıl·
m:ı>!nıl:ııı ılo la y ı ciğrdıncnı ile b irl ik t e ol.ınıaılı Quıı lıelirtmt"ktcılir (l'haiı.lon 'ı') lı-cl .
:; l'lı.ıiı.lon, 1 1 8 :L
ıi Dio::c:rıı" 1 -.cniu>';ı �iire (1, s. · ı 7 5 ) , h ir ı.,oiin kcnı.lisint.'l·ski fi10,11flar cj l ı i ıi n l ü -;i>zl• ·r hın·
k ıp h ırak.uı.ly,LLat.ltııı soranlara, "ilk i)m.:e hir ...ı ı i bır..1'... ına.k ;.zcrckir. unhi 'i• ı/.lc:r h ı l n ı ı n . �r ­
. t m d;ı n kcnılili�iı ıdcıı ı.:clir" ı l iy eıı Pl.ıton, hakkında yazdı·�ı "ii nlii " i .deıi " ' ilı: Su"-r:ıtn i ı ı
b ır :.ı k t ı�ı .ıdm u n u lul maılan �ai!lar boyu sı..i rüp .'-!İ tn11:..;fnde l'n •)nt' ın li rolü ı ı \ l\r.l m ı � ı �r.

1 3 .3
"Gençliğimde, ben de birçok-genç gibi düşünüyor d u m . Kendi kendime davra­
nab i leceğim [tam anlam ıyla. yurtta ş ola.bi leceğim ] gün gelin ce, hemen poli ıik.ıy.ı
atı lmaya karar verdi m . Ancak , karş ı m da bulduğum devlet işlerinin durumu �ö� lcy ­
d i : Var olan y öneti m her yönden saldırıya uğra m ı ş , bir darbe yap ı l m ış ve d l i bir
y urttaş yeni düzenin ba ş ına geçmişti. Bunlardan on biri kentte , on u da Peira ic us'
da [Pire'de] agora 'nın ve kentlerin yönetim iyle ilgili görevler a l m ı ş t ı ; fa ka t en üstün
otorite m u tlak iktidara sahip olan o tuzların e l indeyd i . B u n ların çoğu ya a"-ra ha nı ,
ya da dostumdu; uygun bir görev vermek üzere beni hemen yan ların.ı çağırdıl.ır.
Genç ya ş ı m düşünülecek olursa , hiç de aşırı ol mayan birta k ı m düşler kuruyordum.
Bunların, polisi eğri l i k yolundan doğru luk yoluna getirerek yöneteceklerini s.ı n ıyor,
ne yapacaklar ını merakla bekliyordum. Oysa çok ge ç meden , bu insan l.:ır 1 11 , eski dü­
Le ni sanki bir .ıltın çağ im iş gibi arattıklarını gördüm. Birçok zorba l ıklarında n h.ı ş­
ka , zamanı n ı n en doğru adamı o lduğunu çe"-in nıedeıı söy leyebilece.� i m , y.ı'l l ı do s ­

tLını Sokrates'e de sa ldırdı lar ... Sokra tes onlara boyun eğmedi ; cinayet lerine ort.ı"­

o lmaktansa, en kötü teh likelere göğüs germey i yeğledi. Ben de , bu tür şiddet hare­
ketleri i le en az bun lar kadar önemli daha başka zor ba lıklar Lar ş ı s ı nda nefret duy­
d u m ve b u dönemin iğrenç liklerinden uzaklaştım. K ısa süre sonr.ı , Otu L I Jr i le bir l i k ­
t e y önetim leri de ortadan kalktı. Polis i ş lerinde yer a l ma isteği n i , biraz da h.ı zayıf
o l ma k la bir l ikte, y ine duymaya başladım ... Bu dönemde iktidara. gelen ler çok y u ­
m uşak davrandılar. Fakat, nas ı l o ldu b i l me m , güç lü kimseler, gene o Sokr.:ııes'i ,
dostumuzu, kesi n likle haketmediği iğrenç bir suçlamay la mahkemeye sürek ledi ler. . .
ö ldürdüler. Bu düzensi z l i k leri, politikaya y ö n veren kimseleri gördükçe, yasa l.ırı ve
görenekleri inceledikçe, yaşım da ilerledikçe, devlet iş lerini iyi yönetmenin-çok gü ç
olduğunu an lıyordum ... Polis i m iz art ı k atalarımızın gelenek ve göreneklerine göre
y öneltilm iyordu .•. Üstel i k , yasalar ve ahlak öylesine bozu l m u ş , kötüliik de öyle h ız­
la ilerlemeye baş lamıştı ki , önceleri kamusal i y i l i k için ç.ıl ı şmay ı candan isteyen
ben, bu durum kar ş ısında her şeyin akıntıya kap ı l d ı ğ ı n ı görmüş ve sonu çta şa şkı na
d ö n müştüm." 7
Siyasetin içine girmek istemesi , fakat za ma n ı nda ki siyasal y önetim lerle bağ­
daşamadığından bunu yapamaması, Platon'un kesin b ir çözüme kavuştura madığı
ikilem idir. Bir yandan politikaya yönelirke n , öte yandan p o l i ti kadan uza klaşmak
şe kli n de beliren bu ikilem, yaşa m ı n ı n daha sonraki evrelerinde de k.ırşısına ç ı kmış,
ayrıca yapıtlarına da yansımış tır. Genelde pratij( politikayla uğ raş maktan vazgeçen
P la to n , ç a l ı ş malar ı n ı felsefe ve si yasa l kuram üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Sokra tes'in ölümü üzerine gerek Atina 'dan soğuduğu, gerek demokratların da­
ha yaygın bir sa ldırıya k.ı l k ışrnalarından kor ktuğu i ç i n diğer Sokratesçi lerlc bir li k ­
te Megara' ya sığınmı ştır. B urada E ukleides 'in dersler i n i izle miş. B ir iki y ı l sonra
A t ina'ya geri dönüp atlı o l.ırak askerli"- görevi n i yapmış ve büyük bir ol.ısıl ıkla Sp.ır­
tı 'n ı rı Atina üzerindeki }'·en�is i y l e son bulan Korin thos savaş ına kat ı l m ı ştır. Bu ndan
sonra, İ .ö. 390 y ı l ın.ı doğru b iiyük bir geziye ç ı km ı ş tır. Bu yo lcul uğ u sıra s ınd.ı Pl.1-
ton ' u n nereleri dol.ıştı ğ ı kesin olarak bilin memektedir. Bir olası lıkl.ı , M ısır'.:ı uğra-

1 34
mış ve M ısır'ın dininden, yasalarından, töre leri nden, a skerlerin hJll,.wn a�·rı bir s ın ıf
oluşturduğu düzeninden etki lenmiştir. Bu gez inin yapı lmış olduğunu >.lvun.ın l.ır ,
buna gere kçe ol.ıra k , Pl.ıton'un y.ıpıtları nd.ı M ısır etkisinin iz lerinin sıkça bu lun­
uuğunu göster mektedir ler . F.ık.ıt kendisi, bu geziden hiç siiz e tmemektedir ve Mı­
s ı r iizcrindeki bilgilerini, diğer birçok Yunanlı filozof gibi, çeşitli k.ıynakl.1rda11 el­

de etmiş olabilir; bu bu bakımdan Platon'un ,\tısır'ı ziyaret ecmiş o l ması, çok kuş­
kulu görünmektedir . Ayrıca bazı yorumcu lar, filozofun An.ıdo lu 'ya hatta Hindis­
ta n '.ı kadar gittiğini ileri sürmektedirler; ama , bu savlar ı doğrul ayan en uf.ık bir k.ı­
nıt yoktur. Herkesin üzerinde anlaşamadığı bir başka gezi de, matematikçi Theo­
doros ile dostluk kurduğu söylenen Kyrene gezisidir.
Platon' un gerçekten yapmış olduğu bil inen deniz aşırı gezi leri , Güney İ talya
i le Sicilya'daki S�-ra kuza. ziyaretleridir. Güney İ talya'ya Atina 'da tanımış olduğ u
Py tlıagorasç ıların çalışmalarını yerinde ve yakı ndan gör mek i çin gitm iştir. Düşün­
celeri nde, Pythagorasçılığın izleri çok açık bir biçi mde görünmektedir. Bu gezisi
sırasında Taranta'ya uğramış ve bu kentte devlet otoritesini bi lim ve felsefe üzerine
kurmu ş o lan filozof devlet adamı Arkyt.ıs ile tanışmıştır. Platon'un T.ıranta'da ge­
ç irdiği günlerin, i leride yazacağı yapıtlarının üzerindeki etkilerini tahmin etmek hiç
de gü ç değildir.
Platon'un Sicilya'ya i.ö. 388/7, 367/6 ve 361 yıllarında yapmış olduğu üç
yo lcu luğu vardır. VII Mektup' ta anlattığı bu gezilerin ilkini, Syrakuza'da demokra­
siyi y ıkıp tiranlığı kuran 1. Dionysios'un çağrısı üzerine yapmıştır. Bu tarihte, Yu­
nan dünyasında belli bir üne kavuşmuş o lan 40 yaşındaki Platon, bu çağrı ile eline,
kafasındaki bilgeler yönetimini gerçekleştirmek yolunda tarihsel bir fırsat geçtiği
um uduna kap ı lm ıştır. Fakat, -gerek aralarındaki düşünsel anlaşmazlıklar, gerek ti­
ranın genç yeğeni Dion .ile kurduğu yakın dostl uk nedeniyle- 1. Dionysios ile arası
a ç ı l m ı ş ve bir Sparta gemisiy le Yuna n istan 'a yollanmıştır. Sparta l ı gemiciler onu,
b u tarihlerde Atina ile savaş i çinde olan Aigina adasına çıkartmışlardı; b urada Pla­
ton'u bekleyen sonuç, bir savaş tutsağı olarak öldürülmek ya da en azından bir köle
o larak satı l ma ktı. Bu teh likeden, tanıdığı Kyrenel i bir bilge olan Annikeris' in kendi­
sini sa tın alıp özgürlüğünü bağışlamasıyla kurtulmuştur. 8
Atina ' ya dönen P laton, İ .Ö. 387 yılında Akademia adı yla bi l inen okulunu
kurmuştur. Okulun bu adı almasına gerekçe o larak, onun, kentin biraz dı şında bu­
lunan ve Atina 'nın eski savaş kahraman larından birinin adını ta şıyan Heros Ak.ıde­
mos bahçesinde kuru lmuş olduğu gösteri lmektedir. 9 Copleston'un da belirttiğ i
üzere, " Akademia'ya hakl ı olarak ilk Avrupa üniversitesi adı verilebilir, çünkü çal ı ş­
malar geleneksel felsefe ile sınırl ı değildi ve matematik, gökbil im ve fiziksel bil i m ler
gibi gen iş bir ikincil bi lim ler alan ına yay ı l ıyordu. " 1 0 Platon, saptadığı eğitim prog­
ramıyla, Akademia'yı her şeyden önce felsefeye tutkun gerçek devlet adamları ye­
tiştirecek bir okul olarak tasarlamıştı. O da , Sokrates gibi, yaşadığı olay lardan son ra
doğrudan doğruya siyasal yaşamda yer almaktansa, D ion gibi iktidara yakın olan,

il Diogcnc L:ıercc, I, 5. l 69.


9 İbid, 5. ı 65.
1O Plato, 5 . 1 0-l l .
1 35
dolay ısıy lJ bir gün il<.tidarı ele geçirme ş.ınsı bulun.ın gençlere kendi düşüııcelt:r ini
.ı ş ı l.ı y.ıra k dol.ıylı bir biçimde po l i ti ka y.ıpmay ı , bir ha �kJ de y i ş l e ge!enekscl yiine ·
t i m leri n aşılm.ısı v e bilginin egemen 1<.ılın mas ı i ç i n gere k l i o !.t n iııs.ı n unsurunu lı.llır-
1.ım.ıyı yeğlemişti. Platon, k ır k yıl boyunca :\ k.ıdemi.ı 'yı yi)nctnı i ş \"C ç .ıl ı�ın.ıl.ırıııı

sürdürüp dersler vermiştir. K urduğu okulun u rn n b i r ümrü ol muş, İ .S . 529'da Bi ·


l'.l n s İ m p.ır.ıtoru 1. J ustin ianos'un buyruğuyl.ı k.ıpa t ı l ınc.ıy.ı de ğ i n v.ırlı.� ını �Ür ·
dürmüştür.
Pl.ıton, Ak.ıdemi.ı y ı ll.ı r ı döneminde, büyük u m u t l.ır besledi �i ve !.ıs.1 r ladı,Q ı
yönetim biçimini uygulam.1ya koya bi l ece ğ i n e inandığı D ion '.ı y.ırdı m etmek .ım.ı­
c ı y la Syr.ıkuza 'ya iki kez daha g i t mi şt i r . Faka t b u y o l c u l u kl .ır d.ın d.1 - i l ki ı,:i b i ­
olumiu h i ç b ir Ş ey ç ı kiıı .ı dı�ında n ba şka , P l a to n , her seferinde ı.ıüç dur u m l.ır t!.ı ka l ı p
kendini Lor l u kla kurtarabilm iştir. İ .Ö . 36 7 y ı l ı n da ki i k inci S v r.ı k u z.ı �· o l c u l u � u n u ,
D i ım ' u n kendisi n i , tira ıi olan gı:nç i l . D i om sios'un e ğ i t i l i p düşiiııreler iııe 1-.nrn d ı ·
r ı l.ı bi lcceğ ine i k n.ı etmesi üze r i n e y.ı p tı . G e n ç tir.ı n , b u
i k i l iden k ı s.ı süre i ı; iııde
r.ı ha tsıL o l d u ; yeri n de gözü o l du ğ u na ina nd ı.ğ ı Dion ' u sürgüne yol l.ıdı , P l .ıto n ' u ıı
ise anca k bir y ı l sonra Atina 'ya dönmesine i z i n verdi . Bununla lıirl ikte, Pl.ıton , 36 1 '
de , Dion i le i l . Dionysios'u uzlaştırabileceğini düşünerek, i lerlemiş yaşına kaqın,
Syrakuza 'ya üçüncü bir yolculuğa ka l k ı ş m a k u n ka çınma dı. Yine başar ısız o ld u , üs­
telik bu kez canını Taranta kralı Arkytas' ın yard ı mıyla k u rta ra bildi .
Syrakuza'ya dönüp i ktidar savaşı veren D i o n ' u n i.ö. 353 y ı l ı n da öldiiriilınesi,
Pla ton 'un düşündeki yönetim biçiminin gerçe k leştiğini bir gün görcbi lcce�ine ili ş­
k i n u mutlarının sona ermesine neden olmuştur. Son yı l larını bir düş kırıklığ ı i ç i n de
ya�ayan , fa kat çalışmaların ı aksatmad.ın sürdüren Plato n , i .ö. 347 yı l ında -ı\l.ı J... e ­
donya 'n ın Y u na n polislerine savaş açtığı sıra da - r\tina'da öl müştür.
Akademia'da verdiği ve agropha dogmata ( y a zı sı z dogmal.Jr) dl• ne n dersleri­
n i n öğrencileri tarafından kaleme alı n m ı ş met i n lerinden elim izde hi çbir şey bulun­
mamasına karşın, yazdığı yapıtların hepsi günümüze u laşabil m i ş tir. Geçmi ş te Pl.ı­
ton'.ı mal edilmiş olan 13 mektuptan, bugün �·a ln ızca 7. s i ile 8. sinin onun e l i n de n
çıkmış olduğu kabul edilmektedir. Aynı şek i lde, Sokr:ıtes'in Savunması (..\pol1J�İ:ı l
d ı ş ı n da d iyalog b i ç i m i n de yaz d ı ğ ı yap ı t l .m n gerçekten Platon'.ı
ait ol.ml.mıı, '..ı lJJ
•inceleri i leri sürül düğ ü gibi 35 d eğ i l , fa ka t 27 tane olduğu üzerinde bir .� örüş birliğ i ­
n e varı l mıştır. Diyalogları, yaz ı l ı ş sırasına gör e , tarih d i z i n s e l ( kronolojik) .1 ı;ıdan ,
dürt döneme ayrı lır lar. Bunlar, gençlik döne m i , geç i ş dönemi, olguııluJ... dö n e m i
i le ya şlılık dönemidir. ı 1 Diyaloglarının büyük bir çoğünluğ unda , baş ı.. oıı u ş ma rı

11 < :cn �·lik diinemi diyaloıı:brı:


.-\polo�ia, Kriton. EıJthyphron. İon. 1 .a � h ,:�. Ly.,i:;. Kh;ırınidcs, rr,>r. ı�n r:ls. Pn l i ­
ı.:ia I.
!';q; İ � cliincmi di� .tlol{brı:
f;or.ı.:i.ı., '.\lc-ııon, E11ıhyılc nıos. Kü ı;iık Hi(J;·;.ı,, llı.i�·ıil,. J !i p pi:ı;, Kr.ıt\ I•», \ k nd.><··
1\1)').

01).:!ııılıık dôncıni diy;tl<1dan:


S v mposioıı, l'haidun, l'haiılrıh, l'oli ı ı:i.1 i l - \: .
\".ı � lıl ıl tl. >ıwmi c l i� .ıf,ıüırı:
·ı ıu�ailc:to<rri, P·trıncnuk;, :-;,,pİlhıtcs. r .. tit ::.-.. . � .. !'h ıldı1 1i, l i ın .t�ı ''"• Kr::ıa ... .\ • 'll!•'İ.

1 J (ı
Sokra tes'tir. Faka t y,1 ş l ı lık d ii n c mi diyaloglarından Soplıistcs, Politikos, Tiııı:ıios
i le Kriti:ıs'd,1 , Sokratcs yer a l makla b ir l i k t e , .1r t ı k ön o l.ı n d.ı değ ildir; d i y.1 l og l ar ı
yönlendirenler ba ş ka konu şmacıl.ırdır. Son di y.ılogu o l ,111 Nomoi' tL1 ise Soı..r .ı tes yer
bile .ı l nıa ı ; o n u n diQcr d i y a l oı; lar c'.a iistlendiği yön lendirici i ş l e vi , bu kez - Soph i stes
i le Politikos'd.ı o lduğu gib i - "yabancı" d i y e aJl.ındırı lan komışnıacı yerine getirmek­
tedir.
Diyalogları incelendiğ inde, P l a to n ' u n düşünceler i n i siire k l i ol.ırak .ı;c l i ş tirdiğ i ,
ye n i dii1.enle meler; de ğ i ş i k li k le r ya p tı ğ ı , s o r u n l ara fa rkl ı ı ç ı l.ırda n yak l a ş ııı.ıy.ı Ç J ·
lıştığ ı , kısaca öğretisini dondurarak onu b i r dogma biçim inde ortaya koy 111,1 d ı ğı gö­
rülmektedir . B i r baş ka dey i ş l e , Pla ton h i ç bir ı.ı m.ın t.1111.ı mlannıış, incdi ı..i e i şlen ­
miş ve b i riri l m iş felsefi b i r s i s te m y.ıy ı m l.:ı m a m ı ş tır ; o n u n dü şü n ce l eri yen i sonı n L:ır
olarak ge l i ş meyi sürdi,ir m ü ş , ir delen ecek başka giiçlükler, öğ r et is ini n v u r g u Lı ı ıac.ık
ya da i ş lenecek. yeni ya n ları, get i r i l e c e k be l l i dcği ş i k l i '., ler kafa s ı n ı do l d ur m u ş tur . 1 �
" S o krate sç i (ya da Sokrati k) dönem"' o l a r ak da bi l i n en
gen ç l i k .d önemi di y.1io�l.mn­
da, P lacon , öğretmen inin göriişlerin i yansıtmış, sorunları S o k r.ı te s'ç i diya l e kt ik çer - .
çeve iç inde ortaya koy muştur. Da ha sonra Sukr.ı tesçi ya k l a ş ım da n uzakla ş.111 Pla­
ton, 2. ve 3. dönemlerinde " İ dea lar felsefesi '" diye adlandırılan kendine özgü öğreti­
yi geliştirmeye koyulmuştur. Aynı za ma ndı , diyaloglarda ki Sokrates, gerçek kiş i l i ­
ğ inden soyutlanmış v e Platon'un kendi düşüncelerini o n u n ağzından aktar d ı � ı dü ş ­
sel bir kişiye dönüşmüştür. Platon, son döneminde, öğretisinin yol açtığı sorunları
irdelemiş, diyalektiğine yeni bir biçim kazandırmış ve siyasal düşüncelerini büyük
ölçüde korumakla birlikte, devlet sorununu farklı bir açıdan ele alıp incelemiştir.
Platon, siyasal a lana ilişki n düşünce lerin i diyaloglarından çoğunun i çi ne ser­
p iştirmiştir; fakat bunların önemli bir yere sahip olduğu ya da daha doğrusu siyasal
sorunların başat konu olarak işlendiği üç diyalogu vardır. Bunlar sırasıyla, Politeia ·

(Devlet), Politikos ( Devlet Adamı ) ve Nomoi'dur ( Yasalar ) . Platon'un siyasal düşün·


celerinin incelenmesine geçmeden önce, bu düşüncelerin te mel inde yatan fe lsefeye,
ya ni felsefe tarihinde Platon'un idea lizmin kurucusu sayı lmasına neden olan İ dealar
felsefe�i ne değinmek gerekir.

B- İDEA L\R F E LSEFESİ

Platon'un siyasal düşünceleri ile idea lar felsefesi arasında doğrudan bir bağ
vardır. Ona göre, toplumsa l ve siyasal sorunların çözüme kavu'lturuldbilnıesi, yaşa­
mın felsefeye dayandır ı lmasıyla, bir başka deyiŞle gerçek bilimin, yani pratiklerin,
olguların, nesnelerin alcİa tmacasından kurtul muş ve akılla e l de edi l e n sa l t teorik
bilimin her al.ında egeml' n olmasıyla mümkündür. Demek k i , insan ve toplum so­
ru nlar ına, bunların dar ç er ç e ve ler i içi nde, bireysel dÜzeydc deği l , fakat doğruyu
yanllşun ayıran tek ölçüt akl ın ündcrliğinde ilerleyerek evrensel düzeyde ya n ı t

C;iiriilılii�ü ii.�cre. Politcia ıliyaloı.;unıın I. K.iıah ıııııı ı:•:nı,:lik d·inl'miııı!c, di.C: er ki ı a plarıııın
ise olgunluk ıliincınindc ya.f.ı! dıi!ı kab<ıl cı.iilıncktcd°ir.
1 :! C.ıplesıoıı, Plato, �- '.!.J..

'1 3 7
getirilebi l ir . So l..r Jtes'in iyinıserliğini büyü!.. ölçüde paylJşan ve bilgi .erdem özdeşliği
5.ıvırıı be n im se ye n Platon, to plumsa l o larak, iyi, doğ ru , adil bir yaşam bi çimine u la­
�ılabilcceği inan cındadır. Bunun için yapılacak iş, (felsefi an lamda) Varlık'ı, yani
( mutlak olarak) İ y i 'y i , Doğru 'yu kavramak ve y.1şanıı buna göre düzenlemektir.
Çünkü İ y i , gerçeğin dı ş ında o lamaz; g öre li olan, deği şme, boLUl ma, yok olma süreci
i ç i n de bu lunan, gerçek değildir ; dolay ısıyla bu koşul larda İ y i 'den de söz edilemez ;
demek ki İ y i gerçekti r , ger ç ek ise var olandır , yani Varl ık' tır. Böylece mutluluk
,

aray ı ş ı i ç inde olan insanın biitün c n t elek tiie l uğraşı, V.:ırlıl... ' ın, ya ni evrensel özlerin
ya da Platon'un deyi şiyle ideaların, aranıp bulunması na. yönelik olmaktadır. Bun lara
cri şi lmedikçe, gerç eğe u laşı lmadı kça, bireysel mutl uluğu elde etmek, daha doğrusu
bunun zorunlu koşu l u olan , karga şan ın, çatı şman ı n , bozu l manın olmadığı, adaletin ,
doğruluğun hiiküm siird i iğ ü bir topl u msal -siyasal düzene k.wu şmak o lanaksızdı r: Bu
b.ıkımdan tek ç özüm, bilim haline getiri lecek olan siyasetin , a rnpiriznıden kurtar ılıp
oluşum-deği şinı den etk i lenmeyecek evrensel değerlere bağlanmasıdır. 1 3 Bunu da
yapabilecek o l.rn , bilime, yani gerçeğin ( var o lanların, idea ların) bilgisine sa h ip o lan
bi lgedir, filozoftur.
Görüldüğü üzere, P la ton'un bilgelerin yönetim i düşüncesi üzerine kurulu
devlet kuramı ile i dealizm ( ya da özlerin gerçekçiliği) şekli nde adlandırılan felsefesi ,
birbirlerine sıkı sıkıya bağl ıdırlar. Hangisi nin ötekini etkilediği tartışmasına girmek­
sizin bun ların ayrı lmaz bir bütün oluşturduklarını kabul edip Platon'a böyle yaklaş­
mJ.k, kanımca, daha tutar l ı görün mektedir. Çünkü P laton, çeşitli düşünceleri ni bir­
birlerinden kopuk bir biçimde ortaya koy mamış, bun ları kendi içine kapa l ı bir sis­
tem içine oturtmuştur. Bunun la birlikte, Platon'un sisteminin açı klığa kavuşturula­
bil mesi ve düşüncelerinin arasındaki bağlantıların dı ha kolaylıkla görülebilmesi için,
metodolojik bir ayrıma gidil mesi zorunludur. Bu nedenle, idealar felsefesi,
konumuzu ilgilendirdiği ölçüde (yani siyasal düşünceleriyle olan bağ lantısı
doğrultusunda) ve ana çizgileri yle ayrı bir ba şlık altında ele alınmaktadır.

1- İdeabr Öğretisi

Platon, idealara ilişkin düşüncelerini derli toplu bir bi çimde tek bir yapıtta
toplamamıştır. Bunun nedenini kendisi şöy le 3ç1kl ar : "Benim bu sorunlar üzerinde
yazıl mış bir yap ıtım yoktur, büyük bir o lasıl ıkla olmayacaktır da ; çünkü bun lar, öte­
ki bilimler gibi söz ka lı bına soku lamaz. Bu soruhlarla anca k uzun uzun uğra ş ı l ması,
sürekli olarak onları düşünüp onlarla birli kte yaşanması sonucunda, gerçek, ruhta
sı çrayan bir kıvılcım gibi parlar ve sonra kendiliğinde n gelişir." 1 4 Bu bakı mdan,
idealar öğretisinin, çeşitli diyaloglarına dağıttığı bu konudaki düşüncelerinin derle­
n ip toplan masıyla kur u l ması mümkün o l ma ktadır. Ayrıca bu ya pılırken, öğretisinin
zama n iç i nde geçir diği değ i şi m ol.ırak n itelendi r i l mese bi le- ge l işi m in göz önünde
-

tutu l ması gerekmektedir.

l :ı .Je;ı.n Touchard, Histoire dcs idces politiques, Paris, P U F, 1 9 7 8 , Cilt 1, s. 30.


1 -l vıı. :llcktup, 3-l 1 c-d.

1 38
Ge r ç e .� i n, b i l i m i n ,deği şmez liği gere ktird i ğ i düşüncesinden yol.ı ç ıkan Pl.ıton,
Sokr.ıtes g i b i , duyu l.ırla algılanan ti kel nesnelerin değil, fak.ıt tümel k.ıvra mların bi ­
l i msel Jra ş t ır maya konu olabileceklerini ka bu l eder. On.ı güre, neyin doğru, güze l ,

i y i v e yarar l ı o lduğu ke s i n bir b i ç i m de bi l i ne b i l i r . B u n u n i ç i n i s e , evrensel k.ı vr.ı ın la­


rın bil i m i o l u ş t u r u l m a l ı d ı r . K i şi yaşamını bu k.ıvr.ı mlara göre y ön l e n d i reb i l i r ve
yönlendirmesi de gerekir. Duyumculuğun tuz.ı .� ına· yak.ılan ıldığı z.ı m a n , duyumlar
gerçek san ı l ır . Oysa duyular, tikele y ö ne l i k oldukla r ı n da n ötürü, hem gerçek i l e il iş-
1..i i ç in de de ğ i l d i r , hem de ki şinin gerçeğe ulaşmasın ı enge llerler. Ne gör me, n e de
işitm e , i n sa n ı herh.ıngi bir gerçeğe götürmez ; üstelik ruh (ak ı l ) , beden in ka tkısı yla,
bir sorunu incelemeye kalkıştığı zarn.ın köi n l i kle onun tarafından ya n ı lgıy.ı siirü lde­
n ir . 1 5 Bundan dolay ı, insa n , duyui.ırd.ı n , ti kelden uzaklaşıp, tiimele, evrensel k.ıv­

ra m l.ır.ı yöne l me l i ui r .

B ura y .ı kadar S o k ra te s i n izinden yürüyen P l a ton , bu noktada öğret men inde n


'

ilyrı lara k , fe lsefeye büyük kiitkısı olan ide.ılar öğretisini oluş turmaya koyulur. Sok­
rates için tlime l ler, z i h in sel olarak ortaya konan düşüncelerden, kilvra rn lard.ı n başka
bir şey değ i ldir. Buna karşılık P bton , tümel k.ıvr.ı m lar ın ger çek l iği ifade etti ğ i n i ,
bu nların d u y u nesnel lerinden daha gerçek, daha doğrusu yalnı zc.ı buntarın gerçek
olduğunu i leri sürer. Duyumculuğun yadsıdığı bu "ger çeklere " , kavr.ım lar ı m ızın bu
"objeleri ne", P laton idea lar adını ya kış tırır_ Aristoteles bu konuda şunları yazmak­
tadır : "Platon [ Sokrates'in tümel lere ilişkin] öğretisini benim sedi_ Fakat ilk eğitim i
onu, bu tüm elin , duyusal şeylerden ayrı bir düzene ait gerçekliklerin i çi n de bulun­
ması gerektiği düşüncesine götürdii. Gerçekten o, ortak tan ı m ın bireysel duyusal
nesnelerin herhangi birinde, hiç olmazsa on ların süre kli değişim içi nde olan larında,
bu lunmasının o lanaksız o lduğunu düşünme kteydi . Bu düşüncelerden hareketle P la­
ton , bu tür gerçeklere idealar adını verdi . " 1 6
İ nsan zihninin yara tılan olmayan idealar, biz i m dışımızdadırlar ve duyusa l
nesnelerden ayrı olarak evrensel gerçekliğe sahiptirler. On ların gerçekliğ i , yalnız
kendi yapı lar ı gereğidir, yoksa başka nesnelerle ·alan bağlantılarından kaynaklan­
maz. Platon'a göre, "nesnelerin bize görece, bize bağlı olmayan , ken dileri nin değiş­
mez b i r varlı kları oldukları açıktır. Nesneler imgelememizin dileğince orada n oraya
süreklenmez ler , doğalar ına uygun olarak ve yaratılı şları gereğince kendilerine özgü
bir varlıkları olur.''1 7 İ şte her nesnenin özünü oluşturan bu varlik, idea dır ( ya da

eidos'durl . N esne , ister doğa l , ister yapay olsu n , ger çek değildir ; çünkü bir madde­
dir ve bu nedenle değişmey i , bozulmayı ve yok o l may ı i çerir. Buna karşı lık,
nesneye özünü veren , nesnenin o şeki lde a lgı lan masın ı sağ layan idea, sonsuz ve de­
ğişmezdir, dolayısıyla gerçe ktir. Örneğin , çevrem izdeki atl.ırın ya da masa lar ın ger­
çeklikle b ir ilgisi yoktur ; ger çek olan at ideasıdır , masa ideJsıdır. Her at ölür, hatta
bir gün bütün a tlar yeryüzünden sil inebil ir, fa kat at idea sı hep var olacaktır. Bir nes­

nenin a t özelliğ ine sahip olması, at olar.ık göriinmcsi, on un diğer atlar gibi, a t idea sı-

1 :; Ph.ıidon ii 5 J.
ı ı; '.\kup h v,ika, 1, ') ;) 7 b, 5-1 0.
1 7 Kr:ıtylos 3 8 1) e.

1 39
rı.ı k.m l d ı ğ ı n ı , .ı t iJe.ısı mJ.ın pay .ıldığını göster ir. Bir bakım.ı nesneler, idc.ıl.ırın lıi -
.
rer yarısı m.ı:;ı , b irer k\.) py.ı sıc.l ır . 1 8
"Aynı .ıdı ver d i {i i nı i l de�işik nesneleri hep birden i ç in e .ı l.rn bir ide.ı,bir eidos
( y.ıııi .ıdı sayısınc.ı i dc,ı n ı n bulundıığıırı u ,
b i ç i m ) " 1 ·> \'J r d ı r di yen P l.ı ton , t ür . ve c i n ;;
lh.·r c i n s .ıdın ııı bir i tl i:a y ı y.ınsıttığıııı, b i r ideayı karşı l.ıdığını bel ir tir . Ancak idc.ıl.ı r ,
y .ı l n ızca duyusa l nesnel ere özgü de ğ i l l e rdi r ; güze l l i k , doğru l u k , C $ i tl i k g i b i soyut
� .w r a nı ları n , nesnelere yiiklemlenen n i te l i kleri n de ideal.ırı b ul un u r .
20 Örneğin,
l ı ı v ııl.ır ı m ı ı l a bir n esn e n i n a � ır o l d u ğ u yargısına varabilir i z . Oysa her nesne, bir baş-
• ı,:öre a.� ır, bir d i � er i n e göre hafift i r ; o n d a k i b u n i t e li k l er gö rec edi r . Bu ba k ı nı ­
1 ı ı .ı

· ' ' · b ı ı nesn enin a.� ı r o l a r a k a l.� ı l.ıııabi l mcsi , kc n d i l iği n tlc n .ı ğ ır ı n , m u t l ak a ğ ır l ı ğ ı n

·:.ı rlı:� ı n ı gerektirir. K ısa cası, a ğ ı r l ı k ideası vardır ve bu i dea n ı n SÖ! konusu nesnetle
·

b u l u ııına s ı ya d,1 yansı ması son u c u nd a , bizde bu n e sn e y e i l i ş k i n olarak bir a ğ ı r l ı k


duy unı u o l u ş u r. N e s n e l o l.ın a ğ ır l ı k göreced ir, ge l i p geçicidir ; h e r ba kı m da n , h e r z.ı­
n ı .ı n , herkes i ç i n a ğ ır o l ,ı n , katı$ı f.. sız b u l un.ın ve maddesel o l maya n , .ığırl ı k idea s ı ­
dır. Bu, bas i t b i r kavram y a d a ki şisel bir b i lgi deği l , fa kat sonsuı b i r gerÇektir.
İ deaların nesnelerden ayrı o l ma ları ve o l u ş u n d ı şında bulunm.ı ları nedeniyle
birbirlerine karşıt iki evren belirir : Du -r: u larla algılanan nesneler evreni ve akılla kav­
ranan idealar evren i . Gerçek olan i dealar evrenidir. Bunun gölgesi , yansıması olan ve
i ç inde ideaların sayısız bozuk kopyalarını bar ındıran nesneler evreni ise yaşadığımız
yeryüzüdür ve ger çek değildir. Burada, b i r yanlış anlaşılmaya yol açmamak için ide­
alar evreni kavramını a ç ık l ığa kavuşturmak gerekir. Her ne kad.ır Platon, gökyüzü­
nün ya da uzayın yu karısını ideaların yeri o larak gösteriyorsa da 2 1 , bu yukarı gök­
yüzü fizi ksel evrende deği ldir, fizik-ötesi bir anlam ta ş ımaktadır. A lfred Weber'e gö­
re, " ideaların yer i , ideaların doğasına uygundur, yani idea ldir, akılla kavrana ndır, bi.r
başka deyişle ideanın kend isidir." 2 2 Aşkın olan idealar, bir başka dünyada bulun·
mazlar; daha doğrusu, onlar tensel olmayan özler oldukları i ç i n fiziksel ( maddesel)
bir yerde o lamazlar. Copleston, P laton 'un , ideaların özsel gerçekliğini, bağımsız l ığ ı­
nı anlatmak için ister istemez uzaysal terminolojiyi ku l lanmak zorunda kaldı.� ını
bel irtir. "Aşk ı n l ı k , b u bağlamda, ideaların duyulur t i ke l ler ile birl ikte değişmiyor ve
yok ol muyor o l maları anlam ına gelir. " 2 3 Ayrıca P laton, idealar evreni-nesneler evre- .

18 Plat•.ın, idı:.ıl:ır i i � rcıisini i� lcıJiği ilk diyalogl:ırın<h, duyusal nesneler ile ic lm l .ır ar:ısındaki
ilişkiyi " pay a l ma " , "katılma'' ve "bulunma" kavramlarıyla açıklar. Buna göre, nesnenin
belli bir şey o l m ası, nesnenin i deaya katılması ya da i deanın nesnede bulunması demektir
Daha sonraki diyaloglarda bu ilişki, bir yansılama ol ur. İdealar artık nesnelerin ilk örnek·
!eridir, nesneler i se b unla rın yansı ları, k opyaları. resim leridir.
19 DL-vlet, 59 ti a.
20 Daha Joi:,-ru'iu, Pbıon, ilk iiııcderi, yani Srmpo�ion, Phaidon, Phaidros ı:ibi rliyalo){ların­
cl:ı, yalnız<.1 :ı h l:ı k �e estecik i.;crcn id e:ılar:ı yer • ı:rir. Bu n:ı gi.ire, ı..oü zdin ideası �ardır. çir·
kinin id ... ası \·oktıır. l·:ıkac ı!aha �onr:ı. doğa sorununu i-ıin io.;iııe kaıuu:a, olu�·p>kolu�
'iin:dndck i ·.l•ıy ııs.ıl dünyanın (dc, �;ıııırı) tem•·l b i � i m lerini yine <l ı ı n ı l.ır üstü ı.:erç..kf.,rdc,
� a ni iılc:atıro.!.ı b u lur. lli.ivlccc. cln:�al ve yap:ıy her n c-s ne i�·in, ılıi�üniikn hiitıin k:ı,nınl.ıt
İ•.:iıı idc·al :ır •.ı l . f . , ;:- u n ıı k:ıhııl .cckr.
:! 1 l'h.ıidro' '.? l i :ı-<·.
l� \\"<:her. �. ı.) :t
:! :� Cnplt. � t ı • n . Pl a t o , �. h l .

1 40
ni ayrımıyla, duyul.ırla dlgılanan evrenin değersiz ve zamanl.ı yok olup gidecek bir
gölgeden başka bir şey ol ın.ıd ığını a ç ı klayıp, bedenden, m.ıddi şeylerden, bunl.ırın
yarattığı duygu lardan ve tutkulardan kaç ı n mak gerektiğini vurgulam ı ş olur.
Plato n ' un idc.ılJr i le idealar evren inin varlığını k.ı n ı t lam.ık için çeşitli yapı t la ­
rında kullandığı yön te m he men hemen hep a y n ı dır. İ l k olar.ık, \il i . '!ck tup' und.ı
( 342 a-343 b) sözünü ettiği da ire örneğini ele a l.ı l ı m. Ycryü1iinde, resmi
çizi len son­
ra sil inen , torna ile yapılan sonra bozulan vb. daire bi ç i m i nde birçok nesne vardır.
Bir.birlerinden far klı o lan bu nesnelerin "daireliklcr i " ka l ıcı değ i l d ir . Demek ki , bun­
ların dışında değişmeyen, yetkin tek bir daire vardır ve b u, oluş i ç inde olamayacağına
göre, akılla kavranan .ı şkın bir yerdedjr. Aynı şekil de, bu dünyada sayısız üçgen y.1
da a t var dır, fakat bun ların h i çbiri yetkin değ i l dir. İ n san , çevresindeki daire lere, üç­
genlere, atlara bakar.:rk, kafasında bun ların gerçek, değ i şmez, ölümsüı, madd� se l
o l mayan b i ç im leri n i ca n landırır, yari i. düşüncesinde bu nes nel eri n idea l ;ır ı n ı ıı tasa­
r ı mlar ı belirir. Yeryüzündeh.i kopyalara, boLUk örneklere bakı larak bu nların ide.ı l.ı­
r ı n ı n anı msan ması , i nsa nın ( daha i ler i de görece ğ imiz g i b i , ruhunun) maddeler evre­
n i ne gelmeden önce, bir başka yerde ( i dealar evreninde) ideaları tan ı m ı ş olduğunu
gösterir.
Eşitlik 24 ya da ( P laton'un kullanmayı en çok ·sevdiği) güzellik 25 gibi kavram­
ların da bu yeryüzünde yetkin bir biçi m i ne rastla ma k .mümkün değildir. D uyular ı ­
mızla, bizde, i k i ta ş parçasının e ş i t o ld�kları kanısı uyanabilir. Fakat yine duyular,
bazen bunların kendi . aralarinda ya da bir başka ta ş parçasına göre eşit olmadıkları
hissini verebilirler. Buradan çıka n sonuç, hi çbir nesnen i n k,endi i çi nde mutlak eşi tli ·
ği barındırmadığıdır. Güzellik de böyledir; örneğin bir heykel ya da bir insan bir
başkasına göre güzel görünebilir, bir başkasına göre ise değil. Üstelik, duyularımızın
bize güzel olarak gösterd iği her şey, bozulmaya, yok o l maya, ö l meye mahkumdur.
Oysa, insanların bazı nesneleri güze l olarak n i telendirmelerini sağlayan mutlak, yet·
kin bir güzellik vardır. "Bir güzellik ki , kend i n i bir yü�le , e l l e ayakla, bedene baglı
h i ç bir şey le göstermeyecek, ne bir söz olacak, ne bir b ilgi, bir c�nt ıda, be l l i bir var ­
lıkta bulunmayacak, ne canlıda, ne yerde, ne gökte, h i ç bir yerde, kendi var, kendin·
den var, kendisiyle hep bir örnek. Bütün güze l l i kler ondan pay alır; kendisi onlar ı n
parlay ı p sönmeleriyle ne artar, n e eksi l ir , ne d e b i r değişi kl iğe uğrar." 2 6 İ ş te, bu
dünyada benzer şeylerin bize anımsattığı yetkin eşi tlik ile yetki n güzellik, duyusal
evrende o lmadıklarına göre, ruhumuzun onları fizik · ötesi ( metafiziksel) bir evren­
de, idealar evreninde görmüş olması gerekir.
Platon' un idea lar öğretisi, daha önceki felsefelerin iz leri n i taşımaktadır. Onun
ideayı bir, yal ı n , bölünmez, değişmez, ölmez, öncesiz-sonrasız, kendi kendine eşit
olarak nitelendirmesinde Elea Okulu 'nun ( Parmenides'in) Var l ı k kura m ının etkisi
a ç ı kça �örülmektedir. Buna karşılık, duyusal dünyadaki nesneler, Hera klei tos'un
her şeyin bir akış süreci iç inde olduğunu gösteren a ç ı k lam.isındaki gibi , sürek l i bir

24 Phaidon, H a · 7 5 c.
25 Symposion 207 a . 2 1 2 b; Phaidon 1 00 c-e; Phaidros 2 3 7 a - '.?38 c ve 250 lı · 252 c.

26 Sympnsion 2 1 1 a h.·

1 41
biçimde olu şnıakca, değişme kte ve yok o l mJ!-.tadırlJr. PIJto n , idea l Jr evreni ile nes­
ne ler evren i arasııı daki karş ıtlıktJn, bir başka deyişle değ i ş meyenin deği şen iizerin­
deki ü stii nl iiğ ii fikrinden hJreket ederek, ger ç e k bilginin ne o lduğunu , nJsıl elde edi ­
l e b i l e ceğ i n i arJştırmayJ koy u l ur. Onun i ki a y r ı dunyJ düşüncesine dayanan
metJfİ liği ile bilgi kuramı birbirlerini tamam lamaktadırlar.

2- Bilgi Kur.uru

Platon, Protagoras'ın duyuları n ve duyusal algı ların göreci li klcrine ilişki n


İnJncını ben i mser, fakat göreciliğin c\·rensel bir n i te l i k ta ş ı d ı ğ ı nı kabul e t me z Ona
.

g ö re gelip geçici, değişken nesneler üzerinde duyu lar i le elde edilen algı lar, gerçek
,

bilgi değildir ; bir başka dey i ş l e , duyusal nesneler, mutlak, kesin, evrensel o l m as ı ge­
re ken b i l i msel bilgi n in o bjeleri o lamazlar. P IJton, Sofistlerin d uyumcu bilgi anl.ıyı Ş ı­
rı ı çürüterek, kend i bilgi kura m ı n ı ortaya koya b i l mek i çi n gereken temizliği ger çek­
leştirir. Theaitetos diyalogunda , ProtJgoras'un " İ nsan ·her şey in ölçüsüdür" söziin­
den hareket e d i p ona mal ettiği san ının bi lgi olduğu sa v ı na, sırasıyla, aşağıdJki ş u
a l t ı e leş ti r iyi y öne l tir : 2 7
a/ Eğer b i lg i, Protagoras'ın i leri sürdüğü gibi, algı ise, onun "İ nsan her şeyin
öl çüsüdür " sö zün ü n hiç bir anlamı kalmaz. Ç ünkü i nsandan başka diğer hay va nlar da
algı sah i bidirler.
b/ Bir kimser:ı in a lg ı lar ı na dayanarak düşündüğü şeyler doğru oluyorsa, hiç­
bir insan bir başkasından daha bilgili olamaz. Herkes kendi bilgeliğinin öl çüsü oldu­
ğuna göre, Protagoras'ın ( Sofistlerin) kendini diğer insanlardan daha bilge görüp baş­
kaları nı eğitmeye kalkışmasını ve bunun i ç i n para a lmasını doğrulamak olanaksız­
dır.
c/ Protagoras' ın görme ile bi lgiyi özdeş tutan yargısı kabul edilirse, kişinin
daha önce görüp bilgi edindiği bir şeyi gözlerini kapadığı anda -onu anı msasa bile­
artık bilmiyor olması gerekir. Oysa b i lg i , böylesine kazanı lıp yi tirilemez. Bir şeyi
öğrenen biri, o şeyi bilmeden anımsayamaz ; görmeyip yaln ızca anı msadığı zaman
bile, o şeyi biliyor demektir. Öyleyse, bilgi i le algının aynı oldukları iddia edilemez.
d/ " İ nsan her şeyin ölçüsüdür" sözü, h i ç kimsenin başka birinin cahil oldu­
ğunu, yanlış düşündüğünü ileri süremeyeceği sonucuna varır. Fakat insanlar, değil
ba şka l ar ı n ı n kendileri n in bile, bazı durumlar karşısında bi lgisiz olduklarını kabul
edip, daha bilgili sandıkları kişilere başvururlar. Demek ki, in5anların sanılarında
daima doğrunun bulunduğu söylenemez.'
e/ Platon, yukarıdaki eleştirisinin mantığını daha da i leri götürerek Prota­
goras 'ın öğretisinin tam anlamıyla bir çıkmazın içine düştüğünü gösterir: İnsanların
sanılar ında yalnız doğrunun değil, ya n l ı şın cl.ı bul unduğuna, insanların ger çe k ol­
mayan bir şeyi gerçek diye görebildik lerine göre, Pr o tagor as' ın öğretisini yanlış ola­
rak d eğer le nd ire n kişiler, " ( bireyse l an lamda) insa n her şeyin ölçüsüdiir" anlayı ş ı na
uygun olarak, gerçeği görmektedirler. Çünkü Prota goras bu söziinü yadsımJmak
,

'2 7 Theaitetos 1 6 1 c - 1 79 b .

1 42
i ç i n bu kişileri n sa nılJrı n ın doğru o l d uğunu k.Jbul ctmcldc kendi öğretisinin yan l ı ş
olduğunu itiraf etmiş olacJktır. O.ıha doğrusu, kendisiyle J y n ı düşüncede ol mayJn­
IJrın yJrgılar ı n ı kabu l etse de etmese de sonuç deği şmeyecek, hircyscl insJn algıs ı ­
28
nı, sa n ısın ı bilgi ile bir t u ta n ö� retisi kend i l iğ i nden y ı k ı l.ı.c.ıktır. a
f/ Son olar.ık, Protagoras'ın duyumcu bilgi anlayışı, bir şey iizeri nde gerçeı... ­
te b i lgi l i o lan ın değil , fakat onu şu ya da bu şeki lde Jlgı layan ki şinin onun bi lgisine
s;ıhip olduğunu ka bul eder. Örneğin , , hastalığı bilen hastadır, yoksa doktor değ i l .
Öyleyse, doktora ne gerek vardır ki? Gelecek bakımından bu öğreti da ha da s..1çm.ı
bir sonuca yol açar : Hasta ile doktor h a s tal ı ğı n geleceği .hakkında karşıt görüşlere
sa h ipseler, h er ikisinin de yargısının doğru olarak mı kabul edi l mesi gerekir?
Algı bilgi o lacaksa, algı layan, h isseden herkesin bi lge ol ması gereki r ; da has ı,
bir şey üzerinde değişik duygulara sahip o lan ins.ınların hepsi, zıtl ıkl.ırına k.Jrşın
onu b i l i yor l ar demektir. B u şekilde, kesi n , durağan bilgi ler ol uşamaz, bir başka de­
yi şle bilim olamaz. Çünkü nesneler g i b i duygular da sürekli bir değ i ş i m i çi ndedir :
Kişiden kişiye değişiklik gösterdikleri nden başka, tek bir kişi ay nı nesne üzerinde,
farklı zamanlarda ve durumlarda, değişik , hatta karşıt duyguların etkisinde ka l.ıbi ­
lir.
Böylece Platon, nesneler evreninde duyularla elde edilen "bilginin" gerçek o l ­
madığını ortaya koyar ve bunu sanı (doksa) olarak adlandırır. Gerçek bilgi (episte­
me), sürekli bir oluş, akış süreci içinde olan duy usal ve bireysel nesnelerin değil , ka­
lıcı, durağan, evrensel gerçeklerin üzerine k uru ludur. Episteme, deği-şmeyenlerin,
yan i ideaların bilgisidir, ruhun akıl yoluyla idealar evreninden kavradığı bilgidir.
Epistenıe - doksa ayrı mı, idealar evreni - nesneler evreni ayrımını karşı lamaktadır;
her evren belli bir bi lgi türünün konusudur; daha doğrusu, bilgi idealar evreninden,
doksa ise nesneler evren inden elde edilmektedir. 28 b Bununla birlikte Platon, bazı
diyaloglarında, kişinin nesneler evreninde de faydalı olan bir tür "alt-bilgiye" sahip
olabileceğini kabul eder. Buna, Symposion'da (202 a) "doğru düşünme'; Menon'da
(97 c) 1'doğru sanı" adı verir. B una göre, bu alandaki sıralama, "(yanlış) ;anı · doğru
sanı - bilgi" şeklinde o luşur.
Platon , bilgi sorununu Devlet diyalogunda yeniden ele alır ve bu kez bilgisiz­
lik�en bilgiye gidişte dört farklı aşama öngörür.29 Bunlar ın ilk i kisi doksa, diğer iki ­
si episteme düzeyindedir. Bu dört düşünüş biçimi en alttan en üste doğru şöyle sıra­
lanırlar:

28a Da.ha ö n c e "Sofist Düşü nce" alt bölümünde de �ördüıi;iimüz gibi, Protıgoras'ın " İnsan her
şeyin ölçüsüdür" sözünde ka.stettiği '' insan" b ir ey sel insan değil, fakat bir tiir olan insan­
dır. Bununla birlikte, radikal Sofistler, bilgiyi b ir ey s el insarun alıtısına haj(bın ışlardır. Pla­
ton, Sofis tlerin "babası" sayılan Protagoras'ı kendisine hedef se çerek Sofrı: m in Lıilgi an­
layı�ıru tek bir darb ey le yıkmayı a ma�·bmaktadır.
28b " Kavramlar soyutla mayla, akıl yürüterek oluş turulur. Dol:ıyısıyla akıl doğrunun k.1.yna.1\ ı,
duyum yanll;itn kaynağıdır. Duyum bize d uyu dünyasını, bel ir l i ncsnekrin dünyasını ve­
rir ki, hu, yanlış bir dünyadır. Sahiden gerçek olan bir tek evrenseller \"ardır ve biz hun­
ları akıl yoluyla biliriz. D u y um b i z e görunü1ü veri r ; akıl bize gerçekliği verir." \\'. T.
Stace, Hegcl (!zerine, A nkara , V. Yayınları, 1 9 86, s. :ıo.
'.!9 Devl.-t 509 d - 51 1 "·

1 43
a- Eilwsia (ta h min y.ı d.ı boş düşünce): Duyus.ıl şcy ll·rin gi>lgd cri n i , yan�ı­
lar ını ve bu tür gt>rüntülcrini gerçek sa y ma durumu.
b- Pistis ( i nan ç ) : Duyusal şeylerin kendilerini, yani can l ı var l ı kları, bitkileri
ve ins.ının yaptığı bütün nesneleri gerçek sayma durumu.
c- Dianoia (anlak ya da çıkarsaına l ı usavurm.ı ) : Bir m.ıtenı.ıti kçi gibi , bir iin­
ccki aşamanın nesnelerini birer yansı ol.ırak ele .ılıp, on ları v.ırsa y ıml,\r ol.ırak kulla­
nıp, bir vargıya doğru .ıkıl yürütme duru mu. Daha aç ıkçası, bur.ı d.1 bilgi n i n objesi
idealardır, faka t -bir sonraki a şamadan fark l ı ol.ırak- görünen biçim lerden hareket
edi lere k, o n ların görünmeyen biç imlerinin, yani idealar ı nın bilgisine ulaşılmaktadır
ve idealar bir bütün olarak. kavranamamaktadır.
d- Noesis (arı akıl ya da kavra y ı ş ) : Görülen , duyulan h i çbir şeye baş vurma·
dan, tam an lamıyla soyut usavurma yoluyla il kelere, idea lara i lerleme durumu. Bu­
rada, en üstün idea n ı n bilgisi elde edil mekte, dolayısıyla idea lar bir bütlin oljrak kav­
ranmaktadır.
·
Platop, bu "bilgiler" hiyerarşi sini Devlet'in yedinci kitabının ba şındaki ünlü
Mağara benzetmesi ile örnekleyip açıklar. 30 Bi lgi sor ununu daha a n laşı lır kı labil·
mek için bu benzetmeden kisaca söz etmek gerekir_ Platon, diyalogim diğer konuş­
macılarından aydı n lığa doğru bir açılışı olan bir yera ltı mağarası tasarlamalar ı n ı is·
ter. İ çindekilerle birlikte bu mağara . nesneler evren ini, mağaran ı n dışı ise, idealar
evrenini simgelemektedir. Mağarada çocukluktan beri kımıldayamayacak bir biç i m de
ayakLırından, boyunlarından zincire vuru l mu ş mahkumlar vardır. Onların arkas ında
yüksek bir yerde bir ateş yanmaktadır. Ateş ile mahkumların arasında di md i k bir
yol i le bu yo l boyunca bir insanı gizleyebilecek yükseklikte bir duvar bulunmakta­
dır. Elleriyle başları nın üzerin de insana, hayvana benzeyen kukla lar, heykel ler taşı­
yan insan lar bu yolda gidip gel me kte ve kendi araları n da konuşmaktadırlar. Bu nes­
nelerin gölgeleri mah k u mların önlerindeki duvara yansımakta ve mahk u m lar ya l nız­
ca bunları görebilmektedirler.
Mahkumlar, karşılarındaki gölgeleri gerçek, duydukları konuşmaları da bun­
ların sesi sandıklarından dolayı, eikasia durum unda bulunmaktadırlar. Çevrelerinde­
ki nesneleri göremeyip, gölgeleriyle yetinen ve bulundukları durumdan hoşnut olan
bu mahkumlar , fiziksel dünyayı olduğu gibi değil de, kendi tutkufarının ve önyargı·
larının doğrultusunda çarpıtarak ve kendi kafalarında imgeler kurarak algılayan in·
sanların çoğunluğunu temsil etmektedirler. Mahkumlar da n birisi kurtul u p, ilk önce
a teşe ( ki görülür güneşi simgelemektedir), s9nra çevresine bakınca, gölgelerin gerçek
olmadığını anlar, fakat bu kez de kuklalar ı , heykel leri gerçek olarak kabul eder. B u
.mahkum, pistis durumuna yükselmiştir; ancak, henüz kendini nesneler evreninin
çekiciliği nden kurtara mamış birçok insan gibidir.
Zincirlerini kırmış olmasına karşın, mağarada kalmayı yeğleyen mah k u m u n
elinden tutulup, zorla, dik ve sarp yokuşu ç ı k ması v e g ü n ışığına ulaşması sağlanır;
bu,kişinin çok güç bir biçi mde idealar evrenine yüksel mesidir. Mağarının . k.ıran l ığın­
dan çıkan mah kumun görebildiği i l k şeyler, i l k önce dışarıdaki i nsanların , nesnele-

-- - - - -----

30 İbid. :il 4' a- 5 ııı c1.

1 44
rin (yani ideaların) gölgeleri, yansıları, ardından da kendileri olur. Bu durum, dia·
noia�dır. Daha sonra mahkum, gözlerini yukarı kaldırıp, (en üstün idea yı , " İ yi"yi
simgeleyen) güneşe bakar ve gerçekleri, b�mun ı şığı altında, bütünüyle kavrar. Bu
aşamayı gerçekleştiren mahkum, noesis durumunda olan çok küçük bir azınlığı kar·
şılamaktadır, bir başka deyişle, o, filozofun ta kendisidir. Gerçekte, bilginin bu en
üst düzeyine ulaşmak, zorlu bir eğitimi ve buna bağımlı olarak diyalektiğe hakim ol·
mayı gerektirmektedir. 3 1
Platon, bilgi kuramı ile, her türlü bilginin gözlemden, deneyden, dış dünyadan
elde edildiği görüşünü savunan ampirizme (olguculuğa) karşılık, doğru bilginin akıl­
dan ç ıkarı ldığını belirterek aklın üstünlüğü ilkesini ortaya koyar. Ayrıca, episteme
arayışının, salt entelektüel bir uğraş olmayıp toplumun, devletin iyiliğinisağlamaya
yönelik bulunduğunu vurgular. Çünkü polisin gerçek iyiliğinin anlaşılıp gerçekleş·
tirilebilmesi, ancak ruha özen gösteren küçük bir azınl ığın kendini mağaradan, yani
yeryüzündeki yanılgıların, önyargıların, Sofist kandırmacaları n etkisinden kurtarıp,
sonsuz ve m utlak gerçekler ile değerleri görmesi ve bunları uygulamaya koyması ile
olasıdır.

3- Ruhsal Yapı

Platon'un bilgi kuramında, episteme'nin ideaların bilgisi olduğu açıkça ortaya


konur. Fakat burada, bilginin elde edilmesiyle ilgili olarak bir sorun belirir: i dea na­
sıl hem kendiliğinden, hem de insan için var olabilir? Nesneler evreninde bulunan
insan, idealar evrenindeki gerçeklere nasıl ulaşabilir? Platon bu sorunu, "ruh" kav­
ramından yararlanarak ve "ruhun ölmezliği" ilkesini benimseyerek çözer. (Biraz­
dan, ruhun doğasına, yapısına ilişkin düşüncelerini inceleyeceğimiz için, şimdilik
onun insanı beden ve ruhtan olı..İşmuş bir canlı3 2 , ruhu ise insanın ölümsüz dolayı­
sıyla tanrısal bölümü33 olarak gördüğünü söylemekle yetinelim.) Platon'a göre, idea
kendin i ruha, yani insanın tanrısal yanına gösterir. İdealar öğretisi, her öznede, insan
ile kavranılır olan arasında bağlantı kurulmasını sağlayan bir ilkenin bulunduğu var­
sayımı üzerine kurufudur; bu ilke, ruhtur. Ruh olmasaydı, idealar yine var olacaklar­
dı, fakat yetkinlikleri insan tarafından hi çbir zaman bilinemeyecekti. Ruh "kendili·
ğiriden " değil, "bizim için" ideaların i lkesidir; çünkü ideaları, kendi varl ığının koşu­
lu olarak bulur.34
Pythagorasçı öğretinin . etkilerini taşıyan bir ruhçuluk anlayışından hareket
eden Platon, ruhu gerçek .bilgiye u laşmanın temeli o larak ele alır ve ruh ile idealar

31 "İyi" ideası, diyalektik v e eğitimin


·
devletteki önemine ilişkin sorunlar daha sonraki bö·
lümlerde ele aluıacaktD'.
32 Phaidros, 246 c.
33 " Ruh, bütünüyl'e bedenden ayndır ve b u yaşamda da içimizden her kişiyi temsil eden,
ruhtan başka bir ş ey değildir ; - bizde gerç�k olan ve gerçekten ölümsüz olan varlığın adı
ruhtur." Nomoi ( Yasalar) 959 a-b.
3 4. François Chatelet, Platon, s. 1 60.. l 6 l.

1 45
arasındaki i lişkiyi bir mitos ya rdımı ile a ç ı k lar. 35 Phaidros di yal og unda yer ;ılan bu
mi tos kısaca şöyledir :36 Ruhun gı daları olan idealar gökyüzünün üstünde bulunurlar.
Gökyüzünde y ukarıya doğru bir açıklık vardır ve b u a ç , kl ıktan geçen ruh lar idea ları
gö rürler . Tanrıların ve insanları n ruhları , iki at ta ra fı ndan çeki len ve bir arabacısı bu­
lunan kanatlı arabalara benzerler. Tanrıların atlarının her ikisinin de iyi ol ması na
karşılık, insan ruhları nın atlarından heyaz olanı iyi, yağı z oianı kötüdür. Bu yüzden ,
tanrısal ruhlar ideaları sürek li olarak seyrederler; oysa insansal ruhlar onları belli ara­
lıklarla ve yarım yamalak görebil ir ler. Üsteli k , arabay ı hep a şağ ı l Jra sürüklemeye ça­
lışan ve arabacının ideaları iyi görmesini engel leyen kötü at, ç ırpınışl.m sonucunda
arabanın kanatlarını kay betmesine neden olur. Kanat la r ı n ı yitiren ruh, yeryüzüne
düşer ve bir beden in i çine girer. Bu doğ uştur, ya da ruh ile bedenden kurulu ve
"ölümlü" denen i nsanın oluşudur.
Doğuş, unutkanlığı da birlik te getirir. Fakat kesin bir unutma sôz konusu ol­
mad ığından, ruh dünyada ideaların bozuk kopyalarını görünce anı msamaya baş l ar.
AnımSılma (anamnesis) bi lme sürecinin başlangı c ıdır . Demek ki, birbirl erine kar şıt
iki evrende bulunan insan i le i dealar arasındaki bağlantı, bedenden ayrı o larak idea­
ları gören ve yeryüzünde bun lari anımsayan ölümsüz ruh tarafı ndan kurulmaktadır.
jnsanın duyusal bilgiyi, dohsa 'yı terkedip, kavranan gerçeklere yönelmesin in nedeni
ru hunun bunları dünya dışı yaşamında görmüş ol masıdır. Böylece ruhun ölmezliği
\f�rsayımı, episteme'nin elde edil mesinin gerekli koşulu olarak belirmektedir:
" ... İ nsanın ruhu ölmez , bazan yaşamdan uzaklaşır (ki buna ölüm denir), ba­
zan yeniden yaşama döner, ama h içbir zaman yok olmaz... Böy lece, birçok kez ye­
niden doğan ölmez ruh , yeryüzünde ve Hades'te [öbür dünyada] her şeyi görmilş ol­
duğundan, öğrenmediği h i ç bir şey kalmaz. Öyleyse o nun, erdem ile ba şka şeyler
frzerinde önceden edindiği bilgilerin anıları nı saklamış olması şaşı lacak bir şey değil­
dir. Doğanın her yanı birbirine bağlı olduğu i çin, ruh da her şeyi öğrenmiş oldu­
ğundan, bir tek �eyi an ımsamakla (ki insanların öğrenme dedikleri budur) insan ,
eğer araştırmalarında direngen ve yürekl iyse, bütün öteki şeyleri bulur. Çünkü araş­
tırma ve öğrenme, belirsiz anımsa madan (ana mnesis) başka bir şey deği ldir. "37
Platon, anımsama öğretisinin değerini kanıtlamak için, Menon 'da bir köleye
-Sokrates'in sorularının yönlendirmesiyle- güç bir geometri problemini çözdürtür38

35 Platon, çeşitli diyaloglarında, dü�üncelerini daha i y i açıklayabilmek i çi n zaman za m an


simgesel bir anlatım yolunu se çmiş ve böylece, gerek var olan bazı mitoslardın (sö ylen­
cderden) yararlanmış, gerek kendisi yeni m it o slar yaratmıştır. Fakat bundan d ol ayı,
onun mitolojik bir düşünceye sahip olduğu san.ılmamalıdır, çünkü Platon mitoslara hi çbir
;ı:aman bir gerçdtlik yüklem emi ştir. Andre Cresson'a göre, "P laton'un kendisi de mitosla­
rını, gerçeğin ifadesi olarak de�il, fakat telkin etm eye yönelik düşüncelerin çok us ta ca
dile getiriliş bi çi m l eri olarak görmüştür." (Platon-Sa vie, son Oeuwe, sa ph ilosophie, Pa- '
ris, PUF, 1 9 4 1 , s. 48). Emst Cıssircr'e göre ise, " Platon onlan tümüyle özgür bir ruh
içinde yaratmıştır. O, söylencelerinin etkisi alnnda kalmamış; onları kendi amaçları için,
diyalektik ve etik düşünce amaçlarına göre yönkndirmi�tir." ( Devlet E fsanesi, İsta n b ul,
Remzi Kitabevi, 1984, s . 5 7 .) .
36 Phaidros 2 4 6 a- 254.e.
:n l\lcnon, 81 b-d.
38 İbid, 82 b - 86 a.

1 46 '
Bir kişinin bilmediğini sandığı bir şeyi bulması, onun bu şeyin bilgisini önceki bir
. yaşamda elde etmiş olması demektir. Bu öğretinin , mitolojik öğe lerindcn soyutlan·
masıyla, ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır. Rogcr Car.l tini'ye göre, anımsama öğ­
retisinin gerçekte ortaya koyduğu düşiince, "ins.ın .ınlağının, deneye hağımlı kal·
maksızın ve hemen hemen kalıtımsal olarak, öğrenmenin bütün koşullarına kendili­
ğinden sahip olduğudur. Anımsama, Sokratik " kendini bil"in epistemoloji k ( bilgi.
kuramsal) anlatım biçimidir.' '39 Fakat anımsamayı, dah.ı önce gördüğümüz bilgi ku­
ramı çerçevesinde değerlendirdiğimizde, bunun bilgiye yükselişteki bir ara aşamayı
temsil ettiği ve kesinlikle neosis durumunu içermediği anlaşılır. Ruhun bu dünyada
gördüklerinden anımsadıkları, ancak ideaların sal lantı lı tasarımlarıdır. Bilim bunların
üzerine kurulamaz. Gerçek bilgi, ideaların sallantılı tasarım larının değil, ideaların
kendilerinin bilgisidir ve nesneler evreninde değil, idealar evreninde elde edilir. Bu­
nunla birlikte , anımsamanın bütünüyle hor görüldüğü sanıl mamalıdır. Çünkü, ri.Jh
ölümsüz o lduğu ve anımsayabildiği içindir ki, insan ( daha doğrusu filozof) ideaların
va r olduklarını bilip bunl.ara ulaşmaya çalışır ve diyalektik ile idealar evrenine yük­
selir.
Bu yükselişi gerçekleştiren yine ruhtur. B unun nasıl olduğunu incelemeye
geçmeden önce, Platon'un ruh anlayışını ele almak gerekir. Nesne ( madde)-idea ay­
rımı, insanda beden-ruh ayrımını çağrışt\!rır. �::'!ton'a göre, nasıl idea nesneden üstün
ise, ölümsüz olması nedeniyle tanrısal bir nitelik taşıyan ruh da maddesel olan
bedenden üstündür ve onu yönetmesi gerekir: "Ruh ile beden birlikte olduklarında,
doğa, bedene köleliği ve boyun eğmeyi, ruha efendiliği ve yönetmeyi verir... tanrı­
sal olan, doğal olarak, buyurmak ve yönetmek i çin, buna karşılık ölümlü olan, itaat
etmek ve köle olmak için yaratılmışlardır."40 Bedenin iyiliği ruha bağlıdır. "Beden
ne kadar mükemmel olursa olsun, ruhu iyi kılamaz; buna karşılık, erdemi ile,
bedene alabildiğince iyiliği veren ruhtur. " 41 Bununla birlikte Platon, ruh üzerine
beden tarafından bir etkinin uygulanabileceğini yadsımaz, aralarında belli bir karşı·
lıkli etkileşimin bulunduğunu kabul eder. Yeryüzünde ruh, kabuğunun içindeki bir
istiridye gibidiı:42 , kabuğunun {bedeninin) durumunun onu etkilememesi olanaksız­
dır. Kötü fiziksel eğitim ile kötü bedensel alışkanlıklar, giderek, ruhun köleleşmesi-

39 Roger Qıratini, La philosophie, Parlıı. Seghen, 1 983, ·cilt 1, s. 1 l 6. Ayrıca arıı m7W!Sis'in
yanlış anlaşılmaması gerektiğini belirten Takiyettin Mengüşoğlu'na göre de, " bu bilgi
başka bir dünyada yaşanmış bir dunımun anımsanması değildir; henüz bilinmeyen, nı·
hwı derinliğinde bulunan bir bilginin, aktiv bilgi alanına çıkarılmasıdır." (Felsefeye Girit,
istanbul, Remzi Kitabevi, 1 983, s. 78). Vehbi Hacıkadiroğlu ise, anımsam a olgusunu "gü­
nümüz diline çevirirsek, Platon'u .;, kavramların bilgisinin doğuştan olduğunu öne sürdü­
ğünü kabul edebiliriz" diye yazar. ("Tümelleriıı Gerçekliği Üzerine", Felsefe Tartışmala·.
rı, 1 . Kitap, 1 987, s. 77.).
40 Phaidon 80a.
Platon, bu düşüncesini Nomoi'de (726a) şöyle dile getirmektedir: " Sahip olduğumuz iy i­
liklerin içinde ruh, tırnnllll'dan sonııı. en fazla tıınr�allık tjlŞıyan ve bizi doğrudan ilgil en­
direndir. Hepimizde iki bölüm vardır; daha güçlü ve yetkin olanı, efendice yönetir, aşağı
ve daha.az iyi olanı ise bir köle gibi itaat eder."
41 Devlet, 403 d.
42 Phaidros 250 c •.

1 47
ne bile yol açacak sonuçlar doğururlar.4 3 Bu bakımdan ruh , sürekl i olarak bedenine
özen göstermek zorundadır.
Platon, devinmeden devindirme özell iğine44 sahip olan ruhun katışıksız, bile­
şi msiz olduğunu söylemesine45 karşın, onun üç bölümden ya da parçadan oluş tu­
ğunu da belirtir. Parçalı doğası nedeniyle ruh, i ki evrenle birden, hem kavranılan
dünya, hem görülen dünya ile bağlantı içindedir.46 Bir başka dey işle, ruh, bir yanda
yeryüzüne ilişkin tutkuları içerir, öte yanda bu tutkuları denetleyerek insanın idea-'
lar evrenine yönel mesin i sağlar. Bir bakıma, iki evren arasında "aracı" konumunda
bulunan ruhun bölüm leri şunlardır :47
a- İştıhsal bölüm ya da maddi istek : Bedeni saran iç tepilerin, arzuların, tut­
kuların doğrultusundaki· bu ruhsal bölüm midede bul unur. O, yaln ızca sever, acıkır,
susar, doymak ve haz almak, doyuma ulaşmak ister.
b- Akılsal (ussal) bölüm : insanın tanrısal yönünü oluşturan bu ruhsal bölüm,
doğası gereği akılla kavranılabilen ile ilişkidedir. Kafada bu lunan akı lsal bölümün
günlük işlevi maddi istekleri denetim altında tutmaktır, son u( ereği ise idealara ula­
şıp onları seyretmektir ; bu bakımdan ona "ruhun gözü" denebi l ir.
c- Yürekli b ölü m ya da soylu istek: Bedenin etkisi alt ındaki iştahsa! bölüm
ile idealara tutkun akılsal bölüm arasında olan ve ikisini birbirine bağlayan bu ruhsal
bölüm yürekte bulunur. Ruhun kızan, coşan tarafı olan bu son bölüm , en üstün idea­
nın, yan i İ yilik 'in düzenini bil memesine karşın onu hissedip arzular.
Ruhun ölümsüzlüğünün bütünü mü kapsadığı, yoksa yalnız akı lsal bölümün mü
bu özelliği taş ıdığı, açık bir biçiı:nde ortaya konmuş deği ldir.48 Daha önce gördü­
ğümüz Phaidros diyalogundaki "kanatli araba mitosu", ruh un bu üç bölümünü sim­
gelemektedir. Arabacı, ruhun akılsal bölümünü temsil eder; iş levi, kötü atı gemleyip
düzene sokmak ve iyi atı doğru yolda sürmektir. Ruh un iştahsa! bölümü olan yağız
kötü at, kendi başına buyruk davrandığından arabayı devirebilecek, yoldan çıkara­
bilecek sürekli bir tehlikedir. Beyaz iyi at, ruhun yürekli bölümünü karş ılar; bil me­
mesine karşın iyiliği arzulamakta, arabanın düzeninin, birliğinin kor unmasında ara­
bacıya yardı mcı olmaktadır.
Ruhun ü ç bölüme ayrılmasından, her insanda bu bölüm lerden yalnızca birinin
üstün bir konumda o lduğu sonucu çıkarılır. Bu bakımdan insan ların eşitliğinden söz
edi lemez; ruhun üç ayrı bölü.müne uygun düşen üç çeşit insan vardır ve herkes . idea­
lara, gerçek bilgiye ulaşamaz. Nasıl ruhun bedene, maddeye hükmetmesi gerekiyor­
sa49, ruhtaki akılsal bölümün de diğer iki bölümü yönetmesi gerekmektedir. Fakat

43 Tımaios 86 a · 90 e•
.J,4 Phaidros 245 c - 246 a. R uh un bu özelliği, onun ölümsüzlüğünün bir kanıtıdır.

45 Phaidon 78 b - 80 e. Ruhun bu özelliği, onun ölümsüzlüğünün bir kanı tıdır.


46 Victor Goldschmidt, Platonismc et pense e contemparaine, Paris, �lontai�ne, 1 9 7 0, s . 88 .
.J, 7 Devlet 439 d - 444 e ; Timaios 69 c - 71 d.
-1,8 Timaios' ta ruhun yalnızca akılsal bölümü nün ölümsüz olduğu bı:lirtilın c::k tedir. 'Iluna
karşılık, Phaidon ile Devfet'te ruhun bütününün ölümsüzlüğe sahip olduğu anlaşılmak ta·
dır•
.J, � ğ
Platon, yalnızca ' "ruh"tan s ö z et ti i zaman, bunu ruhun ak ı l sa l biilümü anlam ında kul­
Lınmakta ya da akıl ile ruhu özdeşleş tirmektedir.

1 48
bu çok enderdir. Öyleyse ideaları kavrayabilenler, ruhlarında akılsal bölümün ağır
bastığı kişilerdir ve bunlar çok küçük bir azınlığı oluştururlar. Bu a k ı l l ı kişi ler, ru­
hun üç bölümünü gereken hiyerarşik düzene sokarak episteme'ye varırlar. Platon,
farklı diyaloglarında, gerçek bilgiye ulaşmak i çin iki ayrı. yol öngöriir. Bunl.ırdan il­
ki sevgi, diğeri akıl yoludur.

1- Sevgi, aşk (eros) yolu : Platon , Phaidros'ta ve özellikle Symposion'da,


ölümlü ile ölümsü z , insan ile idea, arasındaki bağın eros tarafından kurulduğunu
açıklar. Ona göre , idealar evrenindeki en üstün i dea olan Güzel, �n parlak idea
olması neden iyle, yeryüLüne çok ışıltılı bir bi çimde yansır ve ruhu kendine çeker.
Çünkü duyusal dünyaya düşmüş olan ruh, mutlak güzelin, gerçeğin sevgisiyle dop·
doludur ve ona ulaşamamanın acıs ı n ı çekmektedir. Bundari dolayı, çevresinde on·a
Güzel' i anımsatan ışıltılı nesnel giizelliklere, güzel delikanl ılara, güzel beden lere yö­
nelir ve on lara sevgi besler. İ dea ların özle mini duy;m filozofun ruhu, bu düzeyle ye­
tinmez; güzel bir insanın sevgisi ona Güzel'i anımsatır ve böylece eros 'u aklıyla yö­
netip yönlendirerek idealara yükselir. "Demek ki insan, bir delikanlı sevgisiyle dün·
ya gerçeklerinin üstüne çı ktı mı, mutlak güzelliği görmeye başlar. O zaman artık,
neredeyse sevginin yüce sınırlarına ermiş demektir. "50
Eros (ya d a Platonik a ş k ) , akıllı ruhun Güzel'e yönelmesini sağlayarak insanı
ölümsüz kılar. Çünkü Güzeli gören, yani gerçek bilgiyi elde eden insan, erdemli iş­
ler yapar ve böylece ardında sürekli bir ad, bir yapıt bırakır. Eros yoluyla episteme '
ye u laşma, birdenbire bir "aydınlanma" i le olmaz, fakat süre k l i akl ı n kullanı l masıy­
la aşama aşama gerçekleşir. Platon, bu süreci şöyle açıklar: "Bu dünyanın güzellik­
lerinden başlayacaksın, hiç durmadan basamak basamak Güzel'e yükseleceksin, bir
güzel bedenden ikisine, ikisinden bütün güzel bedenlere, sonra güzel bedenlerden
güzel işlere, güzel i ş lerden güzel bilgilere, güzel bilgilerden de sonunda bir tek bilgi·
ye varacaksın. Bu bilgi de o tek başına var olan mutlak güzelliğe varmaktan, ger.çek
güzelin özünii tanımaktan başka bir şey değildir." 5 1 "Kanatlı araba" mitosu kullanı·
larak, eros yol una şu simgesel açıklama getirilebi lir : Arabacı (akı l), beyaz iyi atı
(soylu istek) sevgi ile c9şturur, güçlendirir ve harekete geçirir; böylece kötü atın
( maddi istek) zayıf direnmelerine aldırmaksızın arabayl rahatça sürüp, ideaları doya­
sıya seyreder..

2- Salt :ıkıl yolu ya da entelektüel uygulama: Platon, felsefesini geliştirdik­


çe birinci yolu tet+:eder ve özellikle Phaidon ile Devlet diyaloglarında ideaların yal­
n ız akıl ile kavranabileceğini savunur. Art ı k gerçeklere vardıran yol, nesneler evre­
ninin güzelliklerine yönelmek ve bunların yarattığı eros'u kullanmak değil, ruhun
elden geldiğince bunlardan uzaklaşarak kendisine, kendi salt düşüncesine dönmesi­
dir, bir bakım.ı kendi i çin kapanmasıdır. ÇÜnkü "ruh, hi çbir şekilde, ne görme ile
işitme duyularından , ne de bir hazdan ya da acıdan kaynaklanabilecek bir rahatsız­
lık duymadığı, tersine bedenini dışlayıp her türlü [dünyasal] uğraşı boşlayarak

50 Symposioıı, 2 1 1 h.
51 lbid 2 1 1 c.

1 49
mümkiin olduğuncJ kendi' içine döndüğü z.aman, daha iyi .ıkıl yürütür ve gerçeğe
ulaşmayı .ırzu eder. .. n Macit Gi>kberk'e göre "estetik yerine şimdi matemati k geç­
miştir. Matematik, ruhu duyulur olandan uzaklaştırıp ona salt düşünme yeteneğini
kJzandıran bilimdir."5 3 Fakat, daha · önce gördüğümüz gibi matematik de yeterli
değildir; çünkü matematik tümüyle duyusal olandan soyutlanmış değildir. Düşünce­
yi hiç bir şeye başvurmaksızın noesis durumuna getirmek gerekir; .ıncak o zaman
idealar bir bütün ofarak kavranır ve tam anlamıyla gerçek bilgiye ulaşı lır.' Bu ikinci
yolun simgesel açıklaması şöyle yapılabi liF : Güçlenen, erki artan araba cı {akı l), her
i ki atı birden hükmü altın.ı alıp onları tümüyle kendisine bağımlı kılar ve arabayı
idea ları n hepsi ni seyredebileceği bir biçi mde sürer.
Görüldüğü üzere, ruhun akılsal bölümünün belli bir üstünlüğe sahip ol ması ye­
terli değil dir ; ayrıca diğer iki bölümün de onun hükmü altına girmesi zorunludur.
Her "akıl l ı " insanın ruhunu bu biçimde düzenleyebilmesi olanaksızdır. Bunu başa­
ran kişi, filozoftur ve filozof olmak için belli bir yöntemi bilmek ya da daha doğrusu
diyalektik biliminin doruğuna ulaşma k gerekir.

4- Diyalektik ve Evrensel Söylem

Platon' da, temelde iki çeşit diyalektik olduğ u görülür.

·a/ Sokrates'ten aldığı tartışma yöntemi: Sokrates'in diyalektiği Sofistlerden


kaynaklanmasına karşın onları a şar. E lea l ı Zenon'da olduğu gibi olumsuz değil, fa­
kat olumlu bir diyalogdur. Karşısındakinin fikirlerini çürütmekle yetinmeyip ona
gerçeği, doğruyu bulmasında yardı mcı o lur. Çünkü filozof, kesin yanıtlar getirmez;
yanılgıları gözler önüne serip doğru düşünce yol unu açar . örneğin, kon u şmacılar,
Lakhes'te yüreklil iğin, Kharmides'te bilge liğin birbirinden farklı çeşitli tanım ların ı
verirler. Sokrates, hepsin in yarılış olduğunu gösterir ve diyaloglar kesin, doyurucu
bir tanıma ulaşamadan sona ererler. Plaİ:on'un ilk diyaloglarındaki Sokrates, gerçeği
aramaktadır. Fakat daha sonra, öze l likle Devlet'te gerçeği kesin likle bilen bir ki şi
olarak belirir; hatta bu diyalogda, Sokrates'in gerçeği araması bi le alaycı ( ironik) bir
dille anl.ıtılır.
Platon'ün birinci diyalektiği söylem düzeyinde bulunur: Filozof, karşısında ki
kişinin fikirlerini çürütüp onu kendi düzeyine indirir. Her şeyi bildiğin i sanan kişi,
hiçbir şey bilmediğinin bilincine varır. Bundan sonrak� evrede her ikisi de, tutkula­
rından, saplantıların da n arındıkları için yan ı lgılarında diretmeyip kendi kişisel
görüşlerini ileri sürmezler. Tartışmalarındaki çelişki diyalektik bir bi çim a lır ve artık ·
kendilerin in "sözüm ona gerçek lerini" değil, fakat evrensel süylemin (yani, tüm söy­
lemlerin yargılayıcısı ulan, gerçeği, ideaları bilen söylemin) gerçeklerini dile getirir­
ler, yani Gerçek'e ulaş_ırlar. Gerçek söz söyleme s� n.ıtı olan diyalektik, ruhun arı n ­
dırılması ve sözlerle akılsal biilümün hare kete· geçirilip ( ki logos sözcüğü h e m ak ıl,

52 l'haidon, 65c.
5 .'3 G iiklwrk, s. 67-68.

1 50
he m de söylem a n lamını içermektedir) idea lara doğru güdü m lenmesidir. 54 BunlJr.ı
varılması, e,fisl e nıe 'yi dile getiren evrensel söylemin yeryüzünde belirmesi demektir.
Bir başka dey işle, idealar bizim d ı ş ı m i z da ki gerçekler ol dukları i ç i n , diyalekt i k ,
ideaların ken dilerini b i z e ka bul ettirmeleri v e b i z i m sözleri miz ara cıl ığıyla kendileri­
n i ortaya koy malarıdır. Bu bakımdan, diyalektik ara ştırmanın başarısı, konuş m,1c ı ­
ların kendi ki şili klerini aşamalı bir biçi mde s i l melerine bağlıd ı r . 55

b- Platon'a özgü diyale k tik : Nesneler evren i -idea lar evreni çel i ş ki sinin salt
akıl yolu (noesis) ile a ş ı larak _Gerçek'e, Var l ı k ' ı n bilgisine u laşı l mas ı d ır Bu diyalek­
.

tik, yükselen, o l u m l u ve ussal (rasyonalist) bir diyalekti ktir. Bununla insan, ak ı l la


kavranan evrene, yan i idealar evren ine güçlükle yükselir ve burada iyinin özünü, en
üstün idea olan İyi'yi edilgin bir biçi mde hayran l ı kla seyreder. Bu akılsal yükselişi
diğer bilimler gerçekleştiremez. Çünkü "geometri ve ben zerleri gibi bi l i mler, gerçek
varlığın bir yan ını yakalarlar sadece . 5 6 Onların edindiği varlık bilgisi, bir düşe ben­
zer:. Varlığı bütün aydınlığdçinde göre mezler . . . Ya lnız diyalektik yöntem, varsayı m ­
l<lrı birer birer atara k , i l kenin ta kendisine yükselir v e sonuçlarını sağlam b i r b i ç i m ­
de ortaya koyar. Y a l n ı z o , ru h u n gözünü, gömülü o l d u ğ u dünyanın çamurundan
kurtarır ve onu, say dığımız b i l i m leri kul lanarak, en yüce düzeye yükseltir. " 5 7
" B il imlerin doruğu, tacı " 5 8 olan d i yalektik i l e İyi'yi, Varlık'ı seyretme aşa­
masına varan insan, "bütünün i l kesine yükselmi ş' . s 9 demektir. Bütün i l e birlikte par­
çaları da görür. "Çeşitli bilimlerin hem birbirleriyle, hem gerçek . varlıkla olan ilişki­
leri n i gen i ş bir görüşle kavrar ."60 Evrensel ve gerçek söyleme sahiptir artık. Kısacası
diyalektik, insanı tüm arayışları n ı n sonuna u laştırır: " İ nsan, diyalektik ile duyular ı n
h i ç birine ba ş vurmadan, y a l n ı z a k ı l kullanarak her şeyin özüne varmayı v e i y i n i n
özüne varmadıkça durmamayı denediği zaman, görülen dünyanın da sonuna varır,
kavranan dünyanın da . " 6
1
Platon'un diyalektiğ i , yükselen bir diyalektik o l masına karşın, yine de bir
inişi i çermektedir. İ yi'ye, Varl ık'a ulaşı ldı ktan sonra, buradan içine h i ç duyum ka-

54 '' (Sokratesçi diy alektiği kullananlar) , dü şünmeksizin konuştuğu halde bir ş ey üzerine
doğru yargılar verdiğini sanan birine, o sarsıcı s oruJanıu sorarlar. Konu şma sanatı gücüy­
le hem uzlaştırıp hem k;ı.rşı kar�ıya getirdikleri o kişinin düşüncelerindeki boş luğu gör­
mek onlar için güç d eğildir. Böylelik le, bu düşüncelerin birbirkriyle çeliştiğini göster­
meyi başarırlar. Gerçi o ki � i l er, bu ndan do la yı kendi kendilerine çok kızarlar ama, diğer­
lerine karşı pek uysal olurlar ; böylece, o kocaman ve katı kuruntulanndan kendilerini
anndırırlar •• Ruhun kendis ine sun ulan bilgi hazinelerinden yararlanması i çi n, bildiğini
sanc l ı �ı şeyleri çürüterek onun ken d i ,kendisinden utanmasıni sağlamak ; böylece öğren­
meye engel olan boş kuruntuları ı)n<lan uzaklaştırıp onu anştırmak ve onu gerçekte bil­
diği .şeyleri bildiğine inandırmak gerekir. " Soph istes 230 b-d.
55 Goldschmidt, s. -42.
56 Daha önce de belirttiğimiz gibi bu, dianoia durumudur.
57 Devlet, ·5 3 3 b -d.
58 İb i d 534 e.
,

59 İ bid 5 1 1 b.
,

60 İbid., 5 3 7 c.
61 İbid, 5 3 2 a.

1 51
rıştırılmamış düşünüş ile daha aşağıya yönelip diğer idealar: tek tek kavranır. Bir
başka deyişle, ideaların bütününe, "Bir"liğine yüksel inmekte, ardından idealar ı n
çokluğuna inilmektedir. · Bir diğer i n i ş ise, ruhun gözünün (akl ın) yeryüzüne geri
dönmesidir. Zaten filozof, bu inişi yapa bildiğinden dolayı, idealar evreninde
gözlemlediği düzeni yeryüzünde kurarak (filozof kral olarak) , iki evren arasındaki
çelişkiyi kaldırır. Onun, bir çeşit senteze ulaştığı söylenebilir; çünkü idealar evre­
n inde bulunan devleti ( idea l devleti) yeryüzünde gerçekleştirir.
Platon , Deulet diyalogunda son biçimini aldığı kabul edilen diyalektiğine bir
kesinlik kazandıramamıştır:
Devlet'te bir ara, Platon'a özgü diyalektik ile Sokratesçi diyalektik birbi­
rine karışmı ştır. Hatta Platon, diyalektiğin otuz yaşından sonra öğretilmesi gerekti·­
ği, yoksa "gençlerin onu birbirlerinin tersini söylemekte kullanacakları" 6 2 şeklin­
deki açıklamalarıyla diyalektiği retoriğe, daha doğrusu eristik sanatına indirgemiş
olur.
Diyalektik tanımı yetersizdir. Diyalektik öğrenimine, müzik, matematik,
geom·e tri, astronomi vb. gibi bilimler öğrenildikten sonra otuz yaşında başlanacak
ve bu , beş yıl sürecektir. Ancak bu öğrenimin ne olduğu, nasıl diyalektikçi oluna­
cağı, tam anlamıyla açıklanmamıştır. Georges Rodier'ye göre, "Platon, kendisi di­
yalektik kavramına epey erken ulaşmasına ve bunu sonuna kadar korumasına karşın
diyalektiğini gerçekleştirecek araçlar üzerinde kuşkuya düşmüştür. Belki de diya­
lektiğini, kendisini doyuracak ve sonul olarak kabul edebilecek bir biçimde, gerçek­
leştirmeyi hiçbir zaman başaramamıştır. " 6 3
Plafon 'un Devlet'ten sonra yeniden diyalektik sorununa eğilmek gereksi­
nimi duyması, oluşturduğu diyalektikten tatmin olmayıp bir arayı şın i çine girdiği­
ni gösterir. örneğin, Pamıenides, Sophistes ya da Polit.ikos diyaloglarında, Platon,
nesneler evreni ile idealar evreni arasındaki diyalektiği aşarak, ideaların kendi ara­
larındaki ilişkilerinin, devinimlerinin içindeki diyalektiği araştırmış ve dikhotomia
·
denen yöntemi (yan i , evrensel kavramların kapsamlarını ikiye böle böle yapı lan ç ö­
zümleme y öntemini) kullanmıştır.

* * *

Platon'un iki çeşit diyalektiğini inceledikten sonra, şimdi diyalektiğin ortaya


çıkardığı e vrensel söylemin toplumsal işlevine değinmek gerekir. Evrensel söylem,
gerçek söylemdir; çünkü bu dünyadan çok daha önemli şeyleri, yani Varlık (en üs­
tün idea, İ yi, Evrensel Akıl, Tanrı vb.) ile ideaları dile getirir. Filozofun söylemi, ak­
lın .s özüdür ve gerçekleri belirtmektedir. işte bu söylem, evrensel liğini diğer insan­
lara kabul ettirerek toplumdaki çelişkili kan ılara ve bunlardan kaynaklanan çatış­
malara son verecek tek çözüm yoludur.

62 İbid, 539 b.
63 Georges Rodier, E tudes de philosophie grecquc, Paris, Vrin, 1 9 26, s. 6 4' ten ak taran P:tul
Foulquie, La d ialeclique, Paris, PUF, l 976, s. 2 1 -22.

1 52
Platon'a göre, kamuoyu, bilmek için nesneler üzerinde fikir yürütmenin ve
doğruya ulaşmak için ise yargılarına güven menin yeterli olduğu ka nısı ndadır. ( So­
fistlerin öğretisi doğru ltusunda) Gördüğü, söylediği her şeyi gerçek sanar, ampiriz­
min (olguculuğun ) yan ılgılarına kapılır ve doğruları arayacağı yerde kendisini he­
men tensel doyuma ulaştıracak şeylere inanır. Onun ger çek dediği, ger çeğin ufak
tefek gölge şeklinde ki parçaları n ı bir karanlığın içinden farkederek kurduğu bir
düştür. Ruhlarına değil, bedenlerine özen gösteren insanlar duygularının, tutkuları­
nın, önyargıl.ırı nın tutsakları oldukları için toplum, çatışmaya, şiddete sürüklenir.
Çün kü "en büyük kötülük olan kendini sevme duygusuna", egoizme, kapılan insan-_
lar, yalnızca kişisel çıkarların ı gözeterek, hiçbir şey bilmemelerine karşın her konu­
da düşünce ler ileri sürerek64 , toplumda birbirleriyle uyaşmayan, karşıt kanıların
olu ş masına yol açarlar. Her .kişinin kendi kan ısının doğru olduğu inancını ta şıması
ve başkaların ın, kendisininki gibi, öznel olan kanıları nı reddetmesi nedeniyle, insan­
ların aras ındaki "özgür" tartışmayı noktalayacak tek bir şey vardır, o da şiddettir.
Böylece Platon , demokrasinin özgürlüğü değil , fakat şiddeti doğurduğunu ve Kallik­
les'leri haklı çıkardığını savunur. Çözüm, fi lozofun yönetimi ele geçirmesidir. Çün­
kü filozof, top lumda episteme'yi egemen kılar ve böylece kamuoyunu içine düştüğü
yanılgılarından kurtarıp bilinçlendirir. Onun elindeki evrensel söylem (felsefe), ka­
n ılan yargı layarak, bir denek taşı gibi neyin doğru, neyin yan l ı ş olduğunu belirleye­
rek, top lumsal düzenin, toplumsal uyumun kurulmasını sağlar. 6 5

5- Varlık Öğretisi

Platon'un Varlık öğretisi·, gerek Parmenides'in gerek Herakleitos'un düşünce­


lerinin yadsınmasını içerir. Varolan ne Parmenides'in dediği gibi tektir, durgundur,
ne de Herakleitos'un savunduğu gibi çeşitliliği i çeren kaynayan bir çel işkiden oluş­
mu ştur. Platon'a göre, "filozof, ne bir ya da çok kavram kabul ederek bütün'ü din­
ginlik olarak açıklayanlarla uzlaşır, ne de varolan'a kaç ın ılmaz bir devinimi verenle­
rin en küçük bir sesini bile din lemek bağışında bulunur ; tersine o, dingin olanla
. •.

devinenin tümüne, yani varolan'a ve bütün'e her iki özelliği katmak zorunda ka -.
lır."66 Varolan, bir düzenlemeyle meydana gelmiştir ve dinginlik ile devinim onun
biçimleri dir. Dinginlik olmazsa kabul edilen evrensel söylem, bilim düşünülemez; fa­
kat devinimi, çeşitliliği de eklemek gerekir, yoksa yaşam eksik kalır. Ayrı lık ve çe­
şitlilik, bu dünyada karı şıklık anlamına gelmelerine karşın, ideaları kapsayınca dü­
zenleyici bir d ina mizmi belirtirler.
Devinimden bir başka devinim doğar. Hiçbir şeyden etkilenmeyip ken diliğin­
den devinen bir i lke vardır. Bu ruhtur, yani maddedeki devini mden önce var olan ve
onu devindiren ilkedir. Tüm evren (kosmos) devinim içinde olduğundan, bütün devi­
nimlerin bağımlı olduğu özgül bir ruh, evrenin ruhu vardır. Bu ruha, Varlık (en
üstün idea) adını verebilir iz. Nesnelerin "nedenleri" olan ve kendi aralarında { kar

64 Nomoi, 7 3 1 d.- 732 b ,


65 Fr.ınçois C h .i tclet, Platon, s. 1 31:1-1 39.
66 Sophiste9, 249 c - <l.

1 53
ide.ı sı i le soğuk ideası arasındaki gibi) olumlu ya da ( kJr i deası ile sıcak ideası arasın- .
dak igibi) ol umsuz ilişki ler iç inde bulunan idea lar, tı pkı bozuk kopyaları gibi, hiye­
rarşik b ir b içim de sıralanmı ş lardır. Bu sıralan manın en üstünde bul unan İ yi ideası ya
da Varl ı k, idealar sisteminin ilkesidir, onun düze nleyicisidir. İ yi, kendini açıkça
ortaya koymadığından ötürü, ondan söz edebilmek i çin simgeler kullanmak gerekir.
Platon l yi'yi, ışığı ile doğanın nesnelerini herkese görüncbtıir kılan ve böylece bir
anlamda onların değerlerin in ve güzelliklerinin kaynağı .olan güneşe benzetir: " İ yi'
nin kendine benzer olarak yarattığı şey güneştir. Görünen dünyada, göz ve görünen
nesneler i çin güneş neyse, kavranan dünyada da İ yi, düşünce ve diişünülen şeyler
[idealar] i çin odur�" 6 7 Anlıksal bir yükselişin doruğu olarak sunulan İ yi ( Nous ya
da Symposion 'daki Güzel), güneş gibi , özle.,ri ( i deaları) c� nlandırır, on lara akı llılık,
kavranabilirlilik verip uyumu ve düzeni sağlar, onları ruhun gözüyle görülebilecek
bir biçimde saydam yapar. O, idealar sistemine gerçekliğini ve anlamını kazandıran
Varlık'tır. Platon'un deyişiyle,

"Bilgi nesneleri [idealar] üzerine ger çeğin ı şığını yayan, kafaya da bilme
gücünü veren İ yi ideasıdır. Bilinen şeyler olarak kavranan ger çeğin ve bilim in
kaynağı odur. Ama, bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsUnlar, şuna inan
ki, İ yi ideası onlardan ayrı, onların çok üstündedir. Görünen dünyada ışığın ve
gözün güneşle yakınlığı olduğunu düşünmek doğru, ama onları güneş saymak
yanlış olduğ.u gibt, ka\lfanan dünyada da bilim ve gerçeği İ yi' nin benzeri say­
mak doğru, ama onları İ yi'nin ta kendisi saymak yanlı ştır. İ yi'nin yeri el bette
ikisin in de üstünde, çok yükseklerdedir... Güneş, görünen nesnelere, yalnız
görülme özel liğini sağlamakla kalmaz, kendisi. oluş ol madan onları oluşturur,
büyütür, besler Aynı şekilde, ka�ranan şeyler kavranabilme özelliklerini İ yi'
...

den aldıklarından başka , varlıklarını ve özlerini de ona borçludurlar. Böyle ol­


makla birlikte, İ yi, hiç de bir öz deği ldir, ondan çok daha üstlin, çok daha
güçlü bir şeydir." 68

Platon'un Timaios diyalogunda dünyayı olu şturduğunu söylediği Demiu171os


( tanrısal ustabaşı), Tanrı'yı ifade eder� Fakat o', yoktan var eden yaratıcı bit Tanrı
değildir; daha önce var olan maddeyi ele almış ve onu idealar sistemine bakarak, İ yi
ideasına göre biçimlendirerek düzenlemiştir. Demiurgos 'un,. bu tanrısal aklın, kos­
mos 'u o l uşturmasında, hem akıl (ereksel neden), hem de zorunluluk ( mekanist ne­
den) birlikte etki li olmuştur. Demiurgos ( Tanrı) ile İ yi ideası arasındaki ilişki üzerin­
de, çeşitli düşünürlerce, çok çeşitli yorumlar getir ilmiştir. Fakat genellikle, Tanrı ile
İ yi'nin özdeş oldukları kabul edilir. 69 Platon'da İ yi' den farklı bir Tanr ı'nın varlığını
kabul etmeyen bu yor !l m, Varl ı k öğretisini bir teoloji (dinbi lim) değil , bir kosmolo-

67 Devlet, 508 b-c.


68 lbid, 508 e- 509 b.
69 Chacelet, Platon, s. 1 89-190; Copleston, Plato, s. 1 5 8- 1 68 ; Robin, La pensce grecque,
s. ·232-2 3 4 ; Weber, s. 6 2-64.

1 54
ji (evrenbilim) olarak değerlendirmekte ve idealar felsefesinin bütünlüğünii koruyup
bu felsefenin ahlaksal, siyasal düşünceleri i le olan ba ğlantısında bir kopukluğun or­
taya çıkmasını engellemektedir.
Varlık'ın Tanrı, İyi, Güzel, Evrensel Akıl ile özdeş olması, yalnızca kosmos'un
bir düzeni bulunduğun u göstermekle kalmaz, ayrıca i nsanda da bu düzene karşılık
düşen bir düzenlemenin yapılabileceğini, iyi, doğru bir davranı ş biçiminin buluna­
bileceğini ortaya koyar. İ nsan, bu düzeni anlayarak, kendisini tanır (Sokrates'in de­
yişiyle, kendisini bilir), duyu ların etkisinden kurtulur, ruhunu ve davranı şlarını Var­
lı k'a, İ y i 'ye göre ayarlar. Erdemli, dolayısıyla mutlu olmak, İyi'ye, İyi'nin bilgisine
ulaşmayı, bilge olmayı gerektirir; bu, bir bakıma insanın Tanrı gibi olması demektir.
Yeryüzünde kötülük hüküm sürdüğü için, "buradan mümkün olduğu kadar çabuk.
yukarıya [idealar evrenine] kaçmaya çal ışılmalıdır. Fakat bu ka ç ı ' , ·elden geldiğin­
ce Tanrı' ya benzeme kle olabilir ; Tanrı'ya benzemek ise anlığın y.ıı dımı i le adaletli
ve doğru olmak deme ktir."70 Bununla birlikte, insan ın gerçekten iyi, mutlu bir ya­
şam sürmesi için, bütünüyle, kendi i çine kapanması ve bu ölümlü yaşamdan, madde­
se l dünyadan elini eteğini çekmesi gerekmez. Hem Kyreneli lerin, hem Kyniklerin
ahlak öğretisini yadsıyan Platon, İyi'ye katılan bir insanın ( bi lgenin) hazlara kapı l­
madığı gibi, on ları tümüyle yadsımadığın ı da belirtir. İyi bir yaşam, hoş duyguları n ·
ve anlı.ksal etkinliklerin uygun bir oranda karı ştırı l masıyla düzenlenir. 71
Kosmos'un tanrısal akıl tarafın.dan biçimlendirilmesi, bir başka deyişle bu
dünyan ın Akıl, İyi ile ilişki si bulunması, yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal
d üzeyde de düzenin kurulabileceği, mutluluğun sağlanabileceği anlamına gelir.
Önem li olan, idealara , İyi 'ye ulaşıp bu düzeni yeryüzünde kurmaktır. İdealardan ha­
reket edilerek, bu dünyada da, bu çel işki ler içinde de düzenli, doğru bir yaşam sür­
me olasılığının bulunduğ unu ve modelinden kopya edilmiş bir uyumun gerçekleşe­
bileceğini açıklayan Platon, Sokrates gibi, ahlaksal sorunlarla siyasal sorunlar arasın­
da en küçük bir ayrım gözetmez. Birey i çin bir a hlakın ve polis için bir başkasının
var olduğu düşüncesini kabul etmez. İyi olduğuna, tanrısal bir düzen olduğ una göre,
bundan pay alınarak iyi bir topl umsal yaşam bi çi m i , iyi bir devlet düzeni kurulabi­
lir , hatta kurulması gerekir. Çür.ıkü " İ yi o lan nesnel olarak iyidir ve insanlar istediği
için değil de, iyi olduğu için gerçekleştirilmelidir. Başka deyişle irade işin içi ne an­
cak d olaylı o larak girmektedir, insanların neyi istedikleri iyiyi ne dereceye kadar bil ­
diklerine bağlıdır, ama hi çbir şey yalnız insanlar istiyorlar diye iyi olmaz."72 Öy­
leyse lyi'yi yeryüzü� e indirebilecek ve böylece. insanları mutlu kılabilecek olan in­
san , Varlık'ı ve ona i çkin olan mutlak, evrensel değerleri bi len kişidir. O, ruhu (aklı)
ile i dealar evren ine, bedeni ile nesneler evrenine ait olan, bir bakıma iki �vren arasın­
da bağlantı kurulmasını sağlayan tanrısal ki şidir, filozoftur.
--- --·----

70 Theaitetos, 1 7 6 b .
Aynca, ' ' tınrılar, doi;"T u olmaya çalışan, elinden geldiği kadar iyi olarak tannlara yaklaş­
m:ık isteyen bir ada m ı yiiz üstü bırakmazlar." Devlet, 6 1 3 a.

71 Philcbos, 6 1 a - 6 '.! c.
72 Sabine, s , 3 7.

1 55
C- DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMLERİ

Platon 'un felsefesi , temelde insan sorunuyla ilgilidir, i n sa n ı n mutl u l uğunun


araştır ı l masına ve bunun koşul ları nın sa pun rrıa sına yöneliktir. Bu sor un, ahlaksal ve
psikoloj i k o l maktan çok, si yasal içerikli dir. Daha doğrusu , b u alanların birbirinden
ayrı l ması olanakslzdır. İ nsa� ı n polisten soyutlanamayacağını kabul eden Platon'a
göre, b irey i n ruhsal yapısından ve eylemlerinden doğan sorunlar ile toplu msa l -siya·
sal düzen in { ya da düzensizliğin) sorunlar ı n ı ayrı bir bi çimde düşünmemek _ge rekir.
Birey in ruhu top l u msa l - doğa ile bağl ı d ı r ; aralarında bir koşutluk bulu nur, tıpkı in­
sa n ruhunda küçük harflerle yazılmış olan metn i n aynısının topl umsal-siyasal düzey­
de de yaz ı l ı olarak bulunmas ı gibi.73 Cassirer'e göre, " Platon 'un bireysel ruhla dev­
let ruhu arasında b u l m u ş olduğu koşutl u k , kesinl ikle bir söz sanatı ya da basit bir
benzetme değildir. O, Platon ' u n çeşit l i l i ğ i birleştirme, ruhları mızın , istek ve tutku­
larımız.ın , siyasal ve to plumsal yaşamımızırt . . kaos 'u n u { kargaşas ı n ı ) bir kosmos'a,
yani düzen ve uyuma kavuşturma konusundaki temel eği l iminin anlatı mıdır."74
B ireyin mutlu o l ması, i çsel düzen i n i sağlamasına ve ruhu n da birl iği , dinginliği
ol uşturmasına bağ l ı dır. Fakat bunun i ç in , ilk önce devletin akı lsal i l kelere ( idealara)
göre düzenlen mesi ve böylece adaleti n , b ir l i ğin, uyumun genel düzeyde kurul ması
gerekmektedir. Çünkü Plato n ' un , her ne kadar Aristoteles'in zoon politikan (siyasal
hay va n } dey imini ku l la n ma m ı şsa da, insanı bu ş e ki l de değerlendirdiği görülmekte­
dir. Gerçek anlamda insan, bir siyasal b ir i mi n üyesidir, polisin yurtta ş ı d ır. İyi bir
insan iyi bir yurttaş demektir; iyi bir y urttaş ise ancak iyi bir devletin i çi n de var
olabil ir. Bu bakımdan, biri özel, diğeri kamusal o l mak üzere birbirinden kopuk iki
a landan, iki yaşam düzeyinden söz edi lemez. Eğer kamusal yaşam kötü ve yozlaş­
mışsa, öze l yaşam gel i ş i p ereğine ulaşa maz. Bir ba ş ka dey i ş le, bozul muş bir polis,
en iyi, en soy l u r u h ların bile bozulmasına, baştan ç ıkmasına neden olur :
"Bitki lerde, bütün can l ı larda, her tohumun, her fidanın yaşama gücü ne kadar
büyük olursa, ken dine uygun besini, mevsimi, yeri bulamayınca göreceği zarar da o
ölçüde büyük o l u r ; çünkü, kötünün iyiye zararı , iyi ol mayana zararından daha çok­
tur ... En güzel değer lerle yüklü ruhlar, kötü bir eğitime düşerlerse, kötünün kötüsü ·
o lurlar . . . F i l ozof yarad ı l ışı, ken dine uygun eğitimi bulursa, gelişe gelişe bütün er-·
demlere u la ş ır. Yok eğer bu tohum kötü bir toprağa ekilir de orada kök salar, bü­
yürse, vermeyeceği kötülük kal maz. " 7 5
" Devletin kötülükler i n i n yalnız top l u m un düzeni n i deği l , tek tek insanları da
bozmasına"76 kar ş ı l ı k, Devlet'in 8. kita b ında aç ıklandığı üzere, yozlaşmış ruh lar da
siyasal boz ul mayı be lirlemede ö nemli bir rol oynarlar. Demek ki, bireyin kurtu luşu­
na ve siyasal soru nların yan ıtlarına b ir l ikte ulaşıla b i l ir. Bunları birbirlerinden ayrı
bir b i ç i mde ç özüme kavuşturmak olanaksızdır.

73 Devlet 368 d.
74 Ernst Cassircr, s. sey.
75 Devlet -19 1 el - 492 a.
76 ihid, H9 a.

1 56
Bundan dolayı, Platon; adaletsizliği ortadan kal dırmak ve kişideki tanrısal
yönü aç ığa çıkarmak için yap ılacak ilk şeyin, en kolay görünen düzensiz liğin (yani
toplumsa l -siyasal düzensizliğin) özgül koşu llarının, bi çi mlerinin · ve boyutlarının
incelenmesi o lduğunu bildirir. Doğruluğun ne ol duğu toplumsal düzeyde daha ko­
laylıkla saptan ır; buradan da doğruluk birey lere aş ı lanır. İ nsanların ah laksal yaşam­
ların ı" değiştir men in t� k yolu , doğru siyasal düzeni bulmaktır. Fakat Platon'un, bu­
lun masının felsefenin görevi olduğunu belirttiği ideal devletinin incelenmesine geç­
meden önce, onu genel olarak siyasal toplumun doğasına, kökenine ve farklı biçi m­
lerine ili şki n düşüncelerini ele almak gerekir.

1- Devletin Kökeni ve Dokusu

Platon, toplumu yapay bir kurum olarak gören ve onu bir tür sözleşmeden tü­
reten Sofistlere ya da Kyniklere karşılık, toplumun ( polisin) d�ğal bir niteliğe sahip
olduğun u savunur. Ona göre, insanlarda toplu msal yaşama doğru bir eğilim vardır;
hiç kimsenin kendi kendine yeterli olamaması, ister istemez i nsanları bir arada yaşa­
maya yöneltir : "Bir insan, bir e ksiği için bir başkasına baş vurur, başka bir eksiği
için de bir başkasına. Böylece birçok e ksikler birçok insanın bir araya toplanmasına
. yol açar . Hepsi yardımlaşarak bir birliktelik içi 11de yaşarlar. İ şte bu yaşam biçim ine
polis [toplum düzeni] deriz." 77 Toplum, insanların gereksinimlednin bir sonucu ol­
ması nedeniyle, yalnızca bu anlamda, doğal bir kurum olarak belirir. 78 Fakat toplu­
mun gel iş mesi, farklı biçimler alması, insanların isten çlerine ve çeşitli koşul ların et­
kisine bağlıdır.
Top lumun köken inde i nsanların çeşitli şeyler için birbirlerine gereksinim
duymalarını n bulunması, toplumun iş bölümü üzerine kurulduğunu göstermektedir.
Toplum, her şeyden önce ekonomik bir birim dir ve insanlar ı n birbirleriyle alış veriş
yaparak daha rahat bir yaşam sürmelerini sağlar. İ ş bölümü ilkesi doğrultusunda,
toplumda çeşitli meslekler ortaya çıkar. Platon, en fazla gereksiı:ıim duyulan mes­
leklerden baş layarak, kurulan bu toplu mda "kiminin çiftçi, ki minin duvarcı, kimi­
nin dokumacı, kundura cı"79 vb. olacağ ını belirtir. Bu ilk meslekler başkalarının ,
bun lar da diğerlerinin zi ncirleme biçiminde doğmalarına yol açarlar. Böylece dül­
ger, çi lingir gibi za naatkarlar ile çobanlar, sığ ırtmaçlar belirir. Topl umun diğer po­
lislerle alış-veriş ilişkisine girip dış ticarete açılmasıyla birlikte, tüccarlar ile gemici­
ler devreye girerler; ken tte ise perakende satıcılar ortaya çıkar. Artık para ekonomi­
sine geçilmiştir. Son olarak, "pek kafaları iş lemeyip de, beden işlerinde çal ışan in-

11 İbid, 3 6 9 c.

78 Iion Robin ( La pensee hellenique, s. 1 9 3 ) , Platon' un, doğal toplum kavramının sınırla·
nnı, Aristotcles'e göre , dah a iyi belirlediğini yazar. Platon'da toplum un maddesel öi{esi
( yani fiziksel, hiyolojik , ekonomik ko}ullan) ile biçimsel öğesinin (yani, bu ko�ulları
erdeme yöndebilmek amacıyla ku ll:ınan ak l ın) birbi{inden nasıl ayrılıp düzenlendikleri
dıha açık<;a görülmek tedir.
79 Dcvkt, 369 d.

1 57
sa n l.ır" 8 0 , i ş çiler, bu toplumun meslek yapısını tama mlarlar.
Platon , işbölümü ile herkesin bel li bir iş alan ında uzmanlaş.ıc.ığ m ı , bunun da
toplum3 birçok ekonomik yarar getireceğini savunur. İ ş yaşamının rasyonel bir bi­
çimde düzenlen mesi sayesinde, üret i m artar; mallar daha iyi , _daha güzel bir bi ç i mde
üreti lir; iş daha kolay yap ıl dığı için zamandan tasarruf edi lir; iş ler zamanında yapı­
l ı p bitirilir. Fakat Plato n, i ş b Ölümü i l kesi ile ekonomik ol maktan çok, ahlaksal-top­
lumsal bir amaç gütmektedir. " İ nsa n ların yaradı lıştan birbir leri ne bcnzemediklerine,
kiminin şu işe, kiminin bu işe daha yatkın olduğuna " 8 1 göre, herkesi n bel l i bir i ş
yap masını sal ı k veren Plato n , böylelikle, toplumda dayan ışman ın, bir l iğin daha ko­
lay sağlanacağı inancındadır. Ona göre, herkesin kendi doğal eği l imine, yeteneğine
uygun tek bir iş yapması sonucunda, insanların birbirlerine gereksinim leri artır, bu
da karşılıklı yükümlülüklerin doğmasına yol açar. Bu tür bağ ı m l ı l ık ilişki l eri nin
_
o lu ş ması ise, top lumsal birliğin sağ lam temeller üzerine oturtulmasını sağlar. Bu dü­
şüncelerine ideal devleti n top l umsal yapısının betimlemesinde yer veren Platon, öyle
görülüyor ki , Durkheim'den çok önceleri, işbölümünün toplumda "organik daya n ı ş ­
ma"ya neden o.lduğunu kavramı ş tı . 8 2
Platon, toru n lu gereksinim leri karşı layacak meslekleri içeren toplumun oluşu­
munu ta mamladıktan sonra, diyalogun kon uşmacı larından Glaukon'a " bu toplum­
daki i nsanların domuz gibi yaşayacakları" şeklinde bir eleştiri getirtip, Sokrates'e
toplumun daha sonraki gelişim aşamalarından sözedebilmesi i çi n yolu açar.83 Bu­
raya kadar çi z i l mi ş olan polis, henüz boz ulmamış, sa ğlıklı, gerçek toplumdur. Bun­
da n sonra, Glaukon 'un isteği doğrultusunda ortaya çıkan polis ise, artık bozulm u ş ,
· illetli bir toplumdur; ç_ünkü her türlü lükse yönelik üretim yapan zanaatkarlar ile
"renk ve ç izgi lerle çalışan reısi m ustaları, çalgıcı lar, şairler, oyuncular"84 gibi sanat-.
�tları i çer mektedi r. Platon'a göre, gerçek ya da ideal devlete en yakın olan polis, ya­
.im bir yaşam düzeyi n de bulunan ilkel toplum bi çi midir. Bir toplumun yozfaşmışlı­
ğının derecesi , onun sanat ile olan ilişkisinden anlaşılır; sanat ile ne kadar iç içeyse,
o d en l i yQzlaşmış demektir. 8 5 Sırf bu nedenle de olsa Platon 'un, döneminde Yunan
dünyasının sa.nat merkezi durumuna gelmiş olan (demokratik) Atina hakkında
olumlu düşünceler beslemesi beklenemezdi .
Lüks yaşamın daha çok kazanma tutkusunu körüklediği bu yozlaşmış top­
lum, nüfusun da artması ile bir orduya gereksinim duyar. Çünkii bu topluni gibi

80 lbid, 371 d-c.


Platon'uninsanlan, "kafası · çalışanlar ve çalışmayanlar" şeklindeki aynını, ideal devlet
·'
modelinde çok daha açık olarak işlenmiştir.
81 Devlet 370 b .
82 Durkheim'io., "mekanik dayanışma"· ile "organik dayanışmaya'' ilişkin düşünceleri için
bakınız: Emile Durkh dm, De la division du tra,..uı social, Paris, PUF, 1 9 7 3 ; Nurettin Şa­
zi Kösemihal, Durkhaim Sosyolojisi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 9 7 1 .
83 Devlet gibi olgunluk dönemindeki ya da yaşWık dönemindeki diyaloglaruun baş kon uş ­
mac ıs ı Sokrates'in Platon'un ta ke ndis i oldu�unu bir k"z daha anımsatalım.
84 Devlet 3 7 3 b-c.
85 ·pıaton'un sanata il işk in 'bu ı..l üşünceleri, · yüzyıllar so'nra j ean-Jacques Rouss�-au'rıun Dis- ·

cours sur les scieıı-ces ı:t les arts ( Bilimler ve Sana t lar Czcrinc Süylev) adlı yapı tında çok
ela ha k aps a mlı bir biçim <Je işlenmiştir.

1 58
diğer polislerde de ortaya çıkan yeni toprak gereksinimi i l e kazanç hırsı, sa va şl arın ·
patlak vermesine neden olur. '.'Savaş, poliste gerek bireysel, gerek kamusal kötülük­
lerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğar"86
diyen Platon, ek onomik faktörlerin önemini kavra m ı ş g0rünmektedir. Ona göre,
y urt ta ş lar ı n ya da p o lislerin ekonomik ç ı karları birbirleriyle ç e l i ştiği zaman, polis
içi ya da poli sler arası savaş ka ç ı n ı l maz o l ur.87 İ leride göreceğimiz gibi, Pla to n ,
ideal devletini kurarken bu olguyu göz önünde b u l unduracak ve gereken ön lem l er i
alacaktır. Bu ge l i ş me ( ya da yozlaşma) düzeyine ulaşan ve şu ya da bu nedenle sa­
vaşmak zoru n l u luğunu duyan pol iste yen i bir meslek bel irir : Askerl i k . Yönetimleri
ne olursa olsun Sparta d ı ş ı nda ki diğer Yunan p o l islerinde uygulanmış ve demokrasi
i le daha da gü ç len ip dcmokrati.k bir niteli k kazanmış olan "_y ur tta şlar ordusu" ya da
"amatör ordÜ" a n lay ı ş ı yerine Platon, işbölümü i lkesine uygun olarak, ' ' profesy on el
ordu" an l ay ı ş ın ı getirir. Bunun gerekçeleri hazırdır: Diğer sa natlar gibi askerlik de,
uz ma n la ş may ı gere ktirir, üste l i k bazı k i şi ler doğal olarak bu işe yatkındırlar. Polis­
teki en üstün meslek, bütün top l u m un yazgısını elinde tutmasından ötürü de v le t yö­
neti ci l iğ i dir. Platon, devlet yönetiminin bu i şte u z manlaş mış, bilgi l i ki şi lerin, "pro­
fesyonel poli tikacı ların" eline bırakılması gere kti ğ i n i , yine bu gerekçelere d.lyandı­
ss
rır.
Platon, siyasal toplumun parçalarını bu şekilde belirledikten sonra, ona doğal­
lık yükleyen düşüncesini daha da ileriye götürerek devleti ( p o l is i ) can l ı bir varl ığa, bir
organizmaya benzetir: "Toplum, tek bir insandan daha büyük bir şeydir " 8 9 , büyük
bir insan gibidir. " Devlet, sağlam bir bedene benzer. "90 Devletin bir organizmaya,
bir bedene benzetil mesi, onun -Thrasymakhos'un savunduğu görüşün tersine- bi­
reyler arasındaki gü ç i l işkilerine i ndirgenemeyeceğini ortaya ko y ar. 91 Buna göre
devlet, kendini oluşturan bireylerden farklı bir varl ıktır, yaşayan bir bütündür. Bir
organizma olarak parçalara bölünmesi söz konusu olamaz; çünkü bölünürse yaşamı­
nı yitirir. Gücü, parçalarının ( bk.,e ylerin · ya da bireylerden oluşan meslek grupları ­
nın) güçlerinin toplamına eşit değildir, bunun çok üstündedir. Ayrıca devletin, bir
beden gibi sağlıklı bir biçimde ·varlığını sürdürebil mesi i çi n, organlarının iyi durum­
da olmaları ve bi rbir ler iy le uyumlu bir i ş bir l iğ i i çinde bulunmaları gerekir. En kü­
çük organın rahatsızlığ ının bile organizmayı olumsuz yönde etkilemesinden ötürü,
beden kendi i yiliğini düşünerek, bütün par ça la r ı n a özen göster ir ve onların da i y i l iğ i­
n i sağlar.
Platon, bu düşüncelerini Sokrates'e söyletti rir : "Devlet [ p o l is ] , hemen hemen
tek bir insan gibi değil midir? Örneğin, bir insan parmağından yaralansa, canı ve

86 Devlet 3 7 3 e.

87 "Bir polisteki hizipleşmelerin ve ·çatışmalann temd nedenlerinden biri_., yurttışların


kendi kişisel çıkarları dışında başka bir şeyle ilgilenmelerini engelleyen zen�inlik tutku·
sudur." Nomoi (Yasalar) , 8.'H lı<.
88 Bu sonın, Platon'un demokrasi üzerindeki djjşüıiceleri incdenirken yeniden ele alınacık-
tır.

89 Devlet 368 c.
90 lbid, 464 b .
91 Alexandre Passcrin d ' Entr�ves, La notion d e l'Etat, Paris, Sirey, 1 969, s. 22.

1 59
beden i on ları yöneten başla birlikte bu yaranın acısını duymaz, parçanın derdi bütü­
nün derdi olmaz mı? İ nsanın parmağının ağrıması bu demek değil midir? Ne kadar
küçük bir parçamız olsa, onun derdiyle dertli , onun . keyfiyle keyifli ol muyor mu­
yuz? O iyi olunca, i yileştik demiyor muyuz? . .. Onun için de tek bir insana
benzeyen devlet, en iyi yönetilen devlettir diyebi liriz. Böyle bir devlette de yurtta ş ­
ların başına iyi kötü ne gelirse gelsin, devlet bunu kendi başına gelmiş sayacak,
onunla sevinecek, onunla dertlenecektir.' ' 92
Platon, bu organ ik devlet kavramından, devletin bir bütün olduğu ve varlığı­
nın bütünlüğünün sürdürülmesine bağlı bul unduğu sonucunu çıkarır. İ şbölümü ilke­
sinin de belirttiği gibi toplu mda farklı sınıflar, meslek grupları vardır; bunlar devle­
tin organları olarak görev yaparlar ve hepsi başın yönetimi altı ndadırlar, bir. bakıma
onun buyrukları n ı uygulayan zorun lu araçlardır. Organların başa boyun eğmeler i ,
b i r zorlamayla ya d a bir sözleşmeyle sağlanmaz; b u durum organizma olmanın bir
gereğidir. Böylece Platon� toplumun bölünmüşlüğüne ve yöneten -yönetilen il işki sine
bir tür doğallık kazandirmaktadır. Ayrıca organik devlet kuramı, devletin bir amaç
olarak görülmesine de yol açar. Çünkü parçalar ( bireyler) bütünüyle devlete bağım­
lıdırlar ve bu bağımlılıktan dolayı bir varlı k ve anlam kazanırlar. 93
Baş da dahil ol mak üzere organların görevlerini gerektiği biçi mde yerine getir­
memeleri, i şbölürnüne uygun davran mamaları, bedenin sağlığını yitirmesine, bir baş­
ka dey işle devletin bozulmasına neden olur. Platon, siyasal toplumda görülen Qozul ­
maları, yeryüzünde kurulmuş olan yönetim b i çim lerini tek tek ele alarak inceler.

2- Yönetimlerin Dolaşınu

Platon 'a göre doğru luğu, adaleti i çeren gerçek devlet, felsefenin gösterdiği
gerçekler ışığında, episteme'ye, politika b i l i m ine göre kurul muş ve bu şeki l de yöne­
ti len devlettir. Fakat bu devlet, şimdiye değin h i çbir yerde gerçekleşmiş değildir.
Bu yüzden Platon; yeryüzündeki bütün yöneti m b i çi m lerinin kötü olduğu inancında­
d ır. Vll. Mektup'unda, Atina siyasal yaşamının kendisinde yarattığı düşk ırıklığını
vurgu ladıktan sonra, bu konudaki görüşleri ni şöyle dile getirir: "Sonunda, şimdi ki
bütün devletlerin kötü yönetildiğini anladım; çünkü bunların yasalarının, uygun ko­
şu llar altı n da mükemmel olarak yeniden düzenlenmezlerse, iyileşmelerine hemen
hemen o lanak yoktur. Böylece dayanı l maz bir biçimde, gerçek felsefeyi övmeye yö­
ne ldim ve devletler ile bireylerin yaşamlarında doğruluğun ancak felsefenin yardı m ı
i l e bulunabileceğini 'açıkladı m. Demek . ki , insan lığın kötülüklerden kurtulabi l mesi
i çin, tam ve gerçek filozofların iktidarı ele alması ya da tanrısal bir lutuf ile devlet­
lerin başında ola n ların gerçekten felsefe yapmaya başlamaları gerekmektedir. "94

92 Devlet 462 c-e.


93 "Eflatun (Platon)'da bireyin amaç değil, araç durumunda olması organizmacı giirüşe uy­
gun. OrganizmaL-ı görüşe göre birey organizmanın bit selülünclen ba�ka bir şey değil. Bi­
reyin bir selül gibi önceclen saptanmış bir görevi var ; o saclecc bu görc\"i yerine get irmekle
yükümlü.'' Murat Sart�:ı, Siyasi Düşünce Tarihi, İstanbul, Ccrçek' Y:ı yıncvi, 19 77, s. 1 8.
94 VII. Mektup, 326 a-b.

1 60
Bir devletin iyi ya da kötü olması, bir anayasa sorunu değildir. Bilimden yok­
sun olan her yönetim biçimi kötüdür. 95 Bundan dolayı, görülen bütün yönetim bi·
çimleri " meşru değildir, hatta var oldukları bile söylenemez; bunlar ya lnızca gerçek
y'i)netime birer öykünmedir ."96 Hepsi de şiddeti içermekte ya da doğurm.ıktıdır.
İ çlerinden her birinin kendine özgü kusurları, zararları vardır ve yozlaşıp yok olma·
sİna neden olan eksik , kötü yönleri bulunur. Platon, çeşitli yönetim biçim lerine iliş·
kin düşüncelerini .Devlet {Po l i tea i ) , Devlet Adanu { Politikos) ve Y:ısalar { Nomoi ) ad·
l ı diyaloglarında ortaya koyar. Bu bakımdan, bu konunun incelenmesinde her üç di·
yalogdan da yararlanılacak ve yönetim biçimleri Devlet 'te belirtilen sıraya, yani
bunların "iyilikten kötülüğe , mutluluktan mutsuzluğa doğru giden sıra lanmaları­
na' ' g 7 göre ele alınacaklardır.

a/ PATRİARŞİ: Plato n ' un Nomoi'de sözünü ettiği patriarşi, insan l ı k tarihi­


nin i l k yönetim biçimidir. Zenginlik tutkusu n u n henüz orta ya çıkmadığı , çeşitli
zanaatları ve sanatları bil meyen insanların yalın, dolayı sıyla erdemli bir yaşam sür·
dükleri ve yazılı yasalara gereksinim duyulmadığı bir dönemin ürünü olması nedeniy­
le, patriarşiden sonraki toplumsal aşamaya geçildiğinde, artık buna geri dönmek
olanaksız o lur. Daha doğrusu patriarşinin yeniden belirmesi için, büyük bir doğal
afetin olması ve insanlığın "doğal durum" içine düşmesi, yani "uygarl ığın" yok ol­
ması gerekir. Toplumsal nitelikleri bakımında n Devlet'teki i l kel toplum modeolini an­
dıran patriarşi, babanın yönetimidir; bir ba şka deyişle, iktidarın aile şefinin, klan
şefinin elinde olmasıdır. Ancak küçük bir toplumsa l birimde geçerli olan patriarşi·
de "ne bir meclis, ·ne de yasalar vardır ... Gelenekler ile ataların yasaları dışında
başka davranış kuralları bulunmaz . .• Otoritesini babası ile anasından almış olan en
yaşlı yönetir; çevresinde civcivler gibrtoplanan d iğerleri, ona itaat edip babanın ya­
saları altında yaşarlar. "98 Platon 'a göre bu yönetim biçimi, içerdiği yüksek ahlaksal
düzey bakımından, ideal devlete en çok benzeyen yönetimdir. Patriarşi, insanlığın
geli şmesi, nüfusun artarak ailelerin ya da klanların birleşmesi sonucunda zorunlu
o larak.ortadan kalkar.

b/ MONARŞİ ve ARİSTOKRASİ : Ailelerin farklı geleneklere, göreneklere,


beğeni lere sahip olmalarından ötürü, birleştikleri zama n bütün toplum i çin geçerli
olacak kurallara gereksinim duyulur ve böylece yasalar yapılır. Bu yeni toplumda,
yönetim tek bir aile şefine verilirse, tekin y önetimi olan monarşi kurulmuş olur.
Aile şeflerinin birlikte yönetime sahip o l maları durumunda ise ortaya çıkan rejim,
aristokrasidir, yani en iyileri n . yönetimidir. Platon, Homeros gibi tekin ya da azınlı­
ğ ın çokluğu yönetmesinin daha iyi, daha etkin olduğu n u belirterek bu iki yönetim
biçimini onayladığını gösterir. Üstelik ideal devleti, yönetimde bir ya da birkaç ta-

95 "Yönetim biçimleri arasında bir aynm yapılırken, yönetimin bir azınlığın ya da çoğunlu­
ğun, zenginlerin Y.a da yoksulların elinde bulunmasına, itaataı gönüllü ya da zoraki olma­
sına değil, fakat bilimin bulunup bulunmadığına bakılmalıdır." Politikos 29 2 c.
96 İbid, 293 d.
97 Devlet 510 b.
91 Nomoi 680 b , 680 a, 6 8 0 d-e.
161
ne filowfun b u l u n masına göre, biçimsel o larak ya monarşiyi ya da aristokrasiyi
a n dıracaktır.
Ayrıca Plato n , Politikos' t:a , görülen yönetim leri yasalara bağ l ı olup olmadık­
larına göre değer lendirip sınıflandırdığında 9 9 , monar şiyi ( tekin yasalı yönetimini )
bunların i ç indeki en i y i yönetim biçimi olarak nitelend irir. Bunun nedeni, tekin yö­
neti m inin daha etk i l i o l masıdır·; yasalara uygun bir yönetim gösteren tek ki ş i , top:
l umda "doğruluğu" yani, gerçek, mutlak o l mayan doğruluğu ya da Doğruluk idea­
linin kopyası o lan doğruluğu daha i y i sağlar. Aristokrasi, iyilik bakımından ikinci sı­
rada yer a l ır. Çünkü yasalara saygılı bir azınlık, "doğrul uğ u " gözetmede, tek kişi ka­
1 00
dar ol masa bile, çoğunluğa göre daha etk i l i bir biçimde yönetir. Bu her iki yöne·
tim biçim i de gerçek politika sanatından yoksun d ur ; fakat az da olsa bir tiir "bilge­
l iğe'' ( daha doğrusu, doğru sa n ıya) sahiptirler.

c/ TİMOKRASİ: P la.t on, yalnızca Devlet' te 1 0 1 ele aldığı timokrasinin. ideal


devletin boz u l masından sonra ortaya ç ıkt:ğını belirtir. Fakat monarşi ya da aristok­
rasinin ardından da bu y önetim biçiminin geleceği söylenebi l ir. Bi lgeliğin önemsen­
mey ip onura, şan, şöhrete ağırlık verilmesi ve o nursever askerler in iktidarı ele geçir­
meleriyle birlikte, Sparta modeline benzeyen timokrasi kurulmuş olur. Yalnızca
savaşı düşünen ve askerlik değerlerine önem veren bu insanlar, halkı boyunduruk al­
tına alıp kendi lerinin u şaği yaparlar. Diğer sınıfları hor gördüklerinden dolayı kendi
aralarında topluca yaşarlar. İ ktidar çıplak bir şiddet üzerine kuruludur ve yönetilen­
lerin itaat etmeleri güç kullanılarak sağlan ır. Çünkü politikayı bil meyen, yalnız
askerlikten anlayan bu insanların devletin başına gel meleri , ister istemez bu sonucu
dogurur. Timokrasi, kendi i ç i n de, zenginlik h ırsı o lan bozu l ma tohumunu taşır. Ge­
rek timokratlar, gerek bunların oğulları , daha fazla mal elde etmek ve yükselmek
tutkusuna kapılırlar. Böylece onur i hmal edilip paraya, zenginliğe daha çok önem
verilir. Bu da t imokrasinin sonunu hazırlar.
Görüldüğü gibi Platon, "içinde ve özündeki değer bozuktur" dediği timokra­
si ( ya da Sparta modeli ) hak kında pek de .olumlu düşünceler beslememektedir.
Her ne kadar Sparta modelini Atina demokrasisine yeğlemiş ve ideal devletini oluş­
tururken bazı Sparta k uru mlarından yararlanmış ise de , onun , Ksenophon gibi, bir
Sparta hayra nı o ld uğunu ileri sürmek o lanaksızdır. Böyle bir yargıya varıl ması , Pla­
ton 'un felsefesin i n , amacının, ideal devletinin, kesinlikle anlaşıl mamış olduğunu
gösterir. İ deal devlette bulunan Sparta kurumlar ına apayrı bir anlam verip çok farklı

99 Politikos'ta yönetim biçim leri en iyiden en kötüye doğru şöyle sıralanırlar :


1- Monarşi (tekin yasalı yönetimi)
2- Aristokrasi (azınlığın yasalı yönetimi)
3- Yasalı demokrasi { çoğunluğun ya.salı yönetim i)
4- Yasasız demokrasi ( çoğunluğun yasasız yönetimi)
5- • Olig-.ı.rşi (a:.!ınlığın y:ısasız yönetimi)
6- Tiranlık ( tekin yasasız yönetimi)
1 00 Politikos 303 a-b.
101 Devlet 547 <:· 5 50 c.

1 62
bir ereğe yönelten Pl.ıton'.ı göre, Sparta yönetimi, bilgeliği dı şlaması ve şiddeti i çer­
mesi nedeniyle doğrulugun çok uzağındadır. Dedet'ten sonra.ki diyaloglarında d.ı
Sparta eleştirileriyle karşı laşılır. Örneğin Platon, Nomoi'de, Spartalı konuşmacı
Klinias'a eğitim sistemlerinin kötü olduğunu söyleyip "Sizin devletiniz askeri bir
kamptan başka bir şey değil ; gençleriniz kentlerde oturacakları yerde, taylar gibi
sürüler halinde kırlarda otluyorlar." ı o2 diyerek Sparta "ya i lişkin düşüm:e_lcrini açık­
lar.

d/ OLİGARŞİ: Toplu mda zenginl i k ve zenginler baş tacı olunca onurun ye­
rini para alır. Bunun son ucu olarak yeni yasalar yapı l ı r ve bel li bir gelir düzeyi ik ti­
darın öl çüsü o lur. Timokrasinin yerine' geçen "oligar ş i , ge l i r üstünlüğüne d.ı y .ın.ı n ,

ze nginler i n yürüttüğü, yoksu l lar ı n h i ç karışma d ı ğ ı bir devlet düzenidir." ı o J Ge mile­


ri yürütecek tcaptanların en zenginler arasından seç i l mesi gibi, devlet yönetiminin en
zenginlerin eline bırakılması, oligarşinin baştan bozuk ol duğunu gösterir. Üstelik
oligarkhlar, yalnız po litikayla i lgilenmeyip diğer i şleri de kendilerinde toplarlar,
hem tarım, hem alışveriş, hem savaş yaparlar. Bu yüzden, kişisel çıkarından başka
bir şey düşünmeyen bir oligarkh, ' 'peteğin içinde doğup da bütün kovanı derde so­
kan yabanarısı gibi, kendi evinin ve devletin baş belasıdır ." 1 04 Baştaki ler, halkı si­
lahlandırmaya korktuklarından ve cimrilikleri yüzünden, kolay kolay savaşa girişe­
mezler, çünkü sayıları çok azdır. Uygulanan politika i l e zengin-yoksul ayrımı büyük
boyutlara u laşır ; kitleler, dilenciliğe, haydutluğa iti l irler. E konomik eşitsizliklerin
ve sınıf çelişki lerinin keskinleşmesi yanında yönetici grubun birliği de parçalanır.
Oligarşinin, mantığı doğrultusunda, aşırı harcamalara göz yumması, bazı zenginlerin
ve soyluların yoksullaşmasına neden olur. Böylece, bedenlerini ve kafalarını çalıştır­
mayan eğlenceye dal mış bir avuç o ligarkha karşı, büyük v.e kararlı bir muhalefet do­
ğup geli şir.
Platon, paranın gücüne, şiddetine dayanan ve şiddetle yıkılacak olan oligarşi­
yi, Devlet 'te, demokrasinin üzerine yerleştirir. Fakat daha sonraki diyaloglar ında bu
görüşünü terkeder. Hem Politikos' ta ı o s , hem Nomoi 'de1 06 , (yasalı ve yasasız) de­
mokrasinin oligarşiden daha iyi olduğunu savunur. Getirdiği gerekçe, çoğunluğun
yönetimin in, hem tekin , he·m azınlığın yönetim inden daha güçsüz, daha etkisiz ol­
masıdır. Çünkü güç, birçok kişi arasında bölünmüştür . Bu nedenle, demokrasi (yasa­
sız b i le olsa), azın lığın yasasız yönetimi olan oligarşi kadar büyük kötülükler yapa­
maz; dolayısıyla demokrasinin her i ki biçimi de oligar şiye yeğlenmelidir.

e/ DEMOKRASİ : Atina'da ve Yunan polislerinin bir çoğunda uygulanması,


bir anlamda dönemin "güncel rejimi" olması nedeniyle, Platon'un üzerinde en çok
durduğu ve böylece kötülüklerin i gözler önüne sermeye çalıştıgı yönetim bi çimi de-

1 02 Nomoi 666 e.
1 03 Devlet 550 <l.
l O·t İ bid, 552 c.
1 05 Politikos 303 a-b.
1 06 Nomoi 7 1 0 e.
1 63
mo krasi dir. Platon , c.lemokrasiye yönelttiği e leştirileri, genellikle teorik bir çerçeve
i çi nde, bazan da doğrudan doğruya Atina' daki uygulan ış ın.ı yönelik bir bi çi mde or­
taya' koyar.
Demokrasi, ol igarşinin yol a çtığı ve zaman zaman yabancı pol islerin de karı ş­
tığı " i ç savaşu, yoksu l ların zenginleri yenmeleri i l e kurulur. Zenginlerin ki m i ölc.lü­
rüllir, kinı i yurt dışına sürülür. Geri ka lan yur t ta ş la r po l isi ve devlet iş lerini eşit ko­
şu l l ar l a paylaşırlar ... Bu düzen görünüşte düzenlerin en güzel idir. Türlü renklerle bo­
yan mış bir kaftan gibi, değiş i k insan ları bir araya toplayan bu devlet de göze hoş
gelebilir. Alaca b u laca şeylerden hoş la na n çoc uk l ar l a kadın lar gibi , birçok ki mse de
en güzel devfet budur diyebilir. " 1 0 7 A ncak demokrasi nin, çok kısa bir süre içinde
(Politikos't.a belirtilen) yasasız bir nitel iğe bürüniip özgürlükler i olabil diğince başı
boş b ırakması ndan do layı , belli bir a nayas a y ı i çer diği b ile söyl enemez O, bir diizen­
.

ler panayırıdır, herkes istediği düzeni seçip ona göre davra nır. B u bakımdan demok­
rasi , bir düLen değil, fakat kargaşa (kaos) orta mıdır.
Yasalı ile yasasız demokrasi biçimleri a rasında pek bir fark gözetmeyen , hatta
sırf metodolojik neden lerden ötürü böyle bir ayrım ya p t ığı n ı belirten 1 0 8 Platon'a
göre, demokrasinin en bel irgin kötülüklerinden b iri siyasal yapıya il işkin olanıdır.
Demokrasi lerde yurttaşlar, yetenekli olup o l madıklarına, politika sanatını bilip bil­
mediklerine bakılmaksızın, seçimle ve çoğu kez kurayla devletin başına getirilirler.
Bu durum, gemicilikten ya da hekimlikten h iç anlamayan cahil kişilerden, zanaat­
karlardan bir gemiyi yürütmesini ya da bir hastayı iyi leştir mesin i be'<lemek kadar
saçmadır . 1 0 9 Üstelik vereceği zarar daha da büyüktür. Çünkü cah il kaptan ile cahi l
heki m, birkaç kişinin yaşamı ile oynarlar; oysa demokraside devleti yönetenler bü­
tün polisin, yurttaşların hepsinin yaşamını tehli keye atarlar. Ekk lesia, bu rejimde
egemen cılarak görünmektedir, fakat o da poli si yönetmekten acizdir. Sokrates, Ati­
na halk meclisinde önüne gelen herkesin büyük bir bi lgiyi gerektiren devlet i ş leri
hakkında fikir yürütmesinden şöyle söz eder :

" Bütün öbür Yunanl ılar gibi ben de, Atinalı ların akı l l ı kimseler oldukları­
na ina n ırı m; oysa ehklesia toplantılarında söz konusu bir inşaatsa mimarlara,
gemi yapımıysa gemi yapımcılarına başvurd uklarını, öğretilir ve öğreni l ir her
şey için de aynı şekilde davrandıklarını görüyorum. Fakat meslekten ol mayan
biri öğüt vermeye kalkıştı mı, ne kadar güzel, zengin, soylu ol ursa olsun, iyi
karşılanmak bir yana, bu öğüt verici tersine . . . alaya alınır, ıslıklanır ... Buna
k arş ıl ı k, polisin yönetim iyle ilgili bir konu aç ıldı mı, ister dülger olsun, ister
demirci, ayakkabıcı, tüccar, gemi sah i b i ; ister zengin o lsun ister yoksul, ister
soylu, herkesin düşüncesini söylemek i ç i n ayağa kalktığı görülür ve bu konuda
hiçbir yerde öğrenim görmedikleri, h içbir öğretmenden ders almadıkları hal­
de, kimse önceki lere yapıldığı gibi öğü t vermeye ka l kıştıkları için suçlamaz
onları." 1 1 0

l 07 Unlet 55 7 a-c.
1 08 Politil.os 29 2 a ve 302 d-e.
1 09 Politikos 297 e - 299 c.
l 1O Pro tagor:ıs 3 1 9 l>d.

1 64
HJ l k, herkesin po litika yapmasın.ı i z in vermekte, �anki devlet gemisine doğru
k ı lavu Lluk yapmak i ç i n hiçbir özel bi lgiye gerek yokm u ş gibi davranmaktadır. K i şisel
çıkarlarından bJşka birşey düşünmeyen Sofi zm ile yoğrulmuş tutk u l u kişi ler ise, i kti­
d..ırı ele ge çirme çab.ı.sındadırlar. Platon, b unlJrı gemi kapta n l ığını bilmeyen denizcile­
re, halkı da gemi sah i b ine benzetir : " ...Gemici ler, gemiyi sen daha iyi kull.ınırsın, 0en
daha i y i " ku llJnırım diye birbirine girm işler , fakat h i ç biri ka p tan lığın ne olduğunu
bi lme z , bu sanatı ne zaman, kimden öğrendiğini söyleyemez. Üstelik bu sanJtın öğ­
renilecek bir yanı o l madığın ı, vardır d i yen o l ursa , ağzın ı, burnunu dağıtacağını söy­
leyecek kadar ileri giJer. Bu ge miciler, ge m i sa h i b i n i n çevresini sar m ı şlar, dümeni
bana ver diye yalvarıp yakar ı yorlar. Her biri bir başka ağızdan sık ıştırıyor onu." 1 1 ı
Böylece Plato n , demokrasi n i n , halkı pohpoh layarak kandıran de mogogos'lar doğur­
d u ,ğ ıın u vurgulJr. Bu h.ılk önderleri , hatta ekonomik gelişmeye önem veren Perikles
g i bi demokrat devlet adamları , gerçekte polise iyi l i k deği l kötülük yapmaktadırlar :
" . . . yurttaşları yedir i p i ç irenler, onların bütün isteklerini yerine getirenler övülüy o r ;
ha l k on lar i ç i n , kenti büyülttüler di�·or, fakat devletin b u yaş l ı devlet adamları yü­
zünden i ç i n i ç in işleyip büyüyen bir yara durumuna geldigini göf müyor. Çünkü on­
lar, kenti li manlarla, tersanelerle, surlarla, vergilerle, daha başka şeylerle öylesine
1 12
doldurdular ki, doğruluk ve ölçülülük i ç i n yer bırakm a dılar." Platon, demokrasi­
n i n izlediği dış politikayı da eleştirir. " E mperya l izm" ile demokrasi arasındaki iliş­
kinin b i lincindedir ; bu nedenle Atina demokrasisinin diğer Yunan pol islerine yöne­
lik sava ş ç ı , yayıl macı tutumunu ·"Yunanl ılar bir soydandır, akraba sayılırlar ... Yu­
nanlı oldukları için, Yunan ülkesini yağma etmeyecekler, evler ini yJkmayacaklar ... ,
113
zamanımız.da Yunan l ı ların birbirine ettiğini yal nız yabancılara karşı yapmalı."
1 14
diyerek rı:ıah kum eder.
Platon'a göre, cah i l halkın kendi seç tiği yeteneksiz pol itikacı larca yönetildi­
ğ i çok kötü bir rejim olan demokraside, h i çbir erdeme, h i çbir doğrul uğa yer yok­
tur. Her şeyden önce, adaletten söz etmek o lanaksızdır. Bu yönetiın,-soy, sop, ser­
115
vet, eğ itim vb. fark l ı l ı k larına bakmaksız ı n bütün yurttaş lara eşit haklar sağlar.
Oysa bu tiir bir hak dağıtımı, eşitsizl iğe yol açar, adaleti ortadan kaldırır. Çünkü
Platon, aynı adı taşımakla birlikte taban tabana zıt iki tür eşitlik olduğunu savunur.
"Sayısa l eşitlik" olarak adlandırıla n i l k i , h i çbir ayrıca l ı k gözetil meksizin herkese ay·
nı şeylerin dağıtıl ması ve devlet görevlilerinin kurayla sa ptan masıdır. Gerçek eşitli k ,
daha büyüğe daha fazla, daha kü çüğe daha a z veren "ora n l ı eşitlik"tir. Buna göre,
her k i şi erdemiyle, eğ iti m i y le, yeteneğiyle orantılı olan bir pay al ır; eşit değerde
ormayanl..ır arasında eşitsiz bir paylaştırma yapılır. Adalet, ancak oranlı eşitliğin

l1l Devlet 488 a-c.

l l2. Gorgias 5 1 8 d-e. ,\�·nca Sokratcs, Pcriklcs hakkında �u yargıda bu lunur: " Bt'n, halka para
veren ilk devlet adamı olarak Pt:riklcs'in .\tinalılan para ve ı;:evezdik tutkusuna kapt ırıp

tembel \'c korkak cttigini d11y<lum." (5 1 5 c.).


l l :J Dc\ict .J, 70 c - 47 l b.
l l .J, Platcın' u n bu ılü)üncclcrinde, " Yu na n ıılusçulu�u"nun tohum l:ırııuıı bulunduğu ><iykrıc·
bilir.
ll5 Dnkt 5 5 8 c.

165
uygulJndığı yerde vardır. 1 1 6 Pl.ıton'un b ı ı eşitlik .ı n layışı nda n ç ı kan son u ç , eşit ol­
mayanlara e ş i t d.ı vran dı ğ ı n da n i>rneğin oylam.ıd.ı herkese tek uy l ı.ı k k ı verdiğinden
,

y.ı d.ı bütün yurtta şların siyasal görevlere gel e b i l mel e r i ne ol.ınak tan ı masında n ötürü,
demokrasinin adaletsiz bir yönetim o l d u ğu d ur. 1 1 7
Bilgiyi, adaleti dışlayJn dem o kras i de , herkes ba şıbozuk bir biçimde istedi�i
gibi davran ır. Demokraside "canın is te me zse kimsenin buyruğ u n u d i n le mezs i n . . Ya ­ .

salar sana komuta n l ı k , yargıçlık yetki lerini vermemiş olsa da, komuta n l ı k, yargı ç l ı k
edcbilirsin. " 1 1 8 diyen P laton, bu y öne t i mi n otorite boşl uğu y.ırattığııı ı , yasalara
saygısızlığı körüklediğini vurgular. Artık herhangi bir hiyerarşi� düzen leme ka l maz,
i ş böliimü ilkesi de tümüyle geçerlil iğini yi tirir. Ahlak değerlerine a l dır ı ş bile edi l ­
mez ; daha doğrusu bunlar a l t üst olurlar: " Kötü görüş ler sa•aşı k.ıza n m ı ştır;
namusu, dürüstliiğü b udalalık sayar, kapı dışarı ederler. Ölçülü olmayı, korka k l ı k
sayarlar. Bir siirü b oş isteklerin akışına kapı lıp, hovarda lığa değer verirler. Ken di n i
tutmada kabalık, bayağılık görürler ... Saygısızlık nezaket olur, karg.ı şa l ık özgürl ük,
israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik." 1 1 9
Demokrasinin içerdiği yozlaşmışlık, özgürlüklerin sınırs:z bir b i ç i m de k u l la­
nıl masında açıkça görülür. Özgürlüğün her bakımdan dolup taştığı, aşırı boyutlara
ulaştığı demokratik toplumda, "atlar, eşekler bile öyle serbest, öyle mağrur yürü­
meye a lışırlar ki, yollarından kaç maya na çarpar geçerler . .. Yurttaşlar o hale geli.r ki,
bir yerde baskıya benzer en ufak bir şey gördüler mi, kızar, ayaklanır; yazı lmış ya­
zılmamış bütün yasaları hiçe sayar, sözcüğün tam anlamıyla başına buyruk ka l mak
isterler." 120a Bu durum, bireyci eği limlerin körüklenerek toplumsal birliğin, uyu­
m un (konkordia'nın) yok o l ması dem.ektir. Siyasal düzeydeki hizipleşmeler, parti
çekişmeleri de, parçalanmanın onarı l maz bir hale gelmesinde etki l i ·olurlar. Her
kafadan ayrı bir ses çıkması, hiç kimsenin gerçek bilgelerin sözlerine ku lak asmama­
sı, ister istemez şiddeti çağrıştıracaktır . 1 20b
" Bu doymak bilmeyen, başka değerleri küçümseyen özgürlük isteği, demokra­
sinin değişmesine ve zorbalık yolunu tutmasına � eden olur." 1 2 1 Sınıf çatı şma ları­
nın yoğunlaşması, acımasız bir niteliğe bürünmesi, toplumu bir iç savaşa sürükler ve
demokrasi tiranlığı doğurur.

116 Nomoi 7 5 7 a-c.


117 Alaeddin Şend'e göre (Eski Yunanda Eşitlik s. 425'te),
..• , " .•.eşi tli k ilkesi, Atina top­
lumunun demokratik yöne tim i sayesinde, kafalara o kadar köklü bir biçimde yerleşmiş­
tir ki, " Plato n , " bu kutsallaştırılmış ilke kar ş ıs ına yekten çıkıp, eşitsizliği savunma cesa­
retini kendinde b ulamam ak ta dır_ E ş itsizlik ilkesini, zamanlarında bu kadar yaygın b ir
kabul görüp, bu kadar o l u m l u bif anlam kazanmış olan "eşitlik" kılıfı i�"indc sunma yo­
luna gitmektedir."
118 Devlet 557 e.
119 İbid, 560 d-e.
l 20a İbid, 5 6 3 d-e.
l 20b Leslie Ll pson, bu konuda şu yorumu :-:ctirir:"( Platon'un) clüşüncesinc )(iire, bir ılemokrasi­
dc b irl i ği n koşulları, daha sistemin bağlı olduğ'u il k e l er ıaufından dış lanmaktarlır. Bunla­
rın merkezinde özgürlük (elcutheria) ilkesi yer almakudır... Bütün bu özı;ürlükler yüLün­
den, her türlü ki � il.ik ve Oııılan sonra, yiinctimin nitdi;:{i in­
yaşam biçi mleri l(clişcccktir.
sanların rloHasından kaynaklandığına Kiire, siyaset de aynı ?.Hlıklan yaıısıtac:ık ttr." {De­
mokratik Uygarlık, Ankara, Tiirkiye İ ş Bankası Kültür Yayınları, 1 9 8-+, s. '.!'.l.).
l�1 Devlet 5 6 2 c.

1 66
f/ TİRANLIK: Her aşırılığın ardından her zaman sert bir tepki gelir " ı 2 2
"

anlayışında olan P laton'a göre, halka hoşnut görünmek isteyen yönetenlerin kışkırt­
masıyla toplumda bir zengin lik düşmanlığı başgösterir. Bunun üzerine zenginler,
kendilerini koruyabilmek için, yeniden oligarşiyi kurrnı uğraşı içine girerler. Yöne­
ticilerin zengi nlerle yeterince savaşa madığı kanısına kapılan ve daha çok şey iste·
yen halk, kendisine borçların bağı şlanacağ ı, toprakları n yeniden dağıtı lacağı gibi
bol bol umutlar veren birini tutup başa geçirir. Bu ki şi , iktidarını sürdürebil mek için
yurtta ş lar ın kimini sürer, kimini öldürtür, halkı köleleştirir, kısacası bir tirana dönü­
şür. Demek ki, "aşırı ve düzensiz özgürlük, halka köleligin en ağırını, en acısını,
efendileri n en belalısın ı getirir ... Aşırı özgürlüğün tepkisi, insanda da , toplumda da
aşırı bir kölel ikten başka bir şey olmaz. " 1 2 3
Tiran , halkı boyunduruk altında · tutmak ve dik kafalı insan ları ölüme yolla­
mak için s ii rek l i savaş yapar. Kendini korumak amacıyla yabır ncılardan ve azat etti ­
ği kölelerden bir bekçiler ordusu kurar. Yurttaşlar i ş ten ba ş kaldırmasın, kendine
karşı ayaklanmasınlar diye, onları ağır vergilerle ezip yoksul laştırır. Tam anlamıyla
şiddet üzerine i.;urulmuş olan bu iktidar, polisin hep korku i çinde yaşa ması na neden
olur. Tiranlı kta, "halk·, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, özgürlüğe kavuşmak
isterken eli sopalİ kölelerin kulluğuna düşmüştür. " 1 24

* * *

Platon , h içbir yasa tan ımayan,· zorba ve keyfi bir yönetim biçimi olan tiran­
lıktan sonra hangi yönetimin gelec;eğini açıkça belirtememiştir. Bununla birlikte,
tiranlığın yasalara saygıl ı iyi bir azınlık tarafından yıkılacağı ve yönetimin bunların
ya da içlerinden birinin eline geçeceği ileri sürülebilir. Hatta, tiranlığın ardından, yö­
netimin bir ya da b i rka ç filozofta bulunduğu ( bi çimsel olarak "monarşik" ya da
''aristokratik " ) ideal devletin kurulacağını varsaymak mümkündür. Örneğin, Platon'
un, Syrakuza gezilerini, tiran 1 . Dionysios ile il. Dionysios'a felsefe öğretip onları
"filozof-kral"a dönüştürme amacıyla yaptığı bilinmektedir. Ayrıca P laton, Nomoi'
de, en kolay biç imde ideal devlete dönüştürülebilecek yönetimin tiranlık olduğunu
açıklar: "Yasa koyucu için en rahat yasa yapılabilecek devlet.. ., gen ç, cesur, a k ı ll ı,
çabuk öğrenmeye yetenekli, erdemin bütün parçalarını taşıyan bir tira nın yönettiği
devlettir ... Bu tiran, doğal yeteneklerini ölçülülük i le yoğurursa, olabil diğince h ızlı
ve iyi bir bi çimde, devletin hep mutlu kalması için gereken düzeni sağlar. " 1 ı s. Ti­
ran lık tın monarşiye ya da aristokrasiye (ya da ideal devlete) geçil diği ka bul edilirse,
\lÖnetimlerin dolaşımı yeniden başlıyor demektir.

ı 22 ihid, 563 e.
1 23 İhid, 5 69 c ve 564 a.
Dostoyev,ki' nin Cinler adlı romanının kahramanl.:ınndan Şigalcfin yargısı lıuıırlaıı pek
farkl ı ckğildiı-: " S ınırsız özgürlükten hareket ederek, sınırları olmayan cks p,ıtizme v;ırıyu­
rum." Dom:iicvsk i , Lcs Possedes, Paris, Gallimard- Folio, 1 9 74, Cilt II, s. 1 03.

l :H Unlc:t 569 lı.


1 25 Nonıoi i 09 e - 7 1 0 b.

1 67
Platon, Devlet diyalogunda, görülen yönetim biçim lerinin en iyiden en kiitüyc
doğru sanki tarihsel bir sıraya göre art arda dizil diklerini göstererek, Sofistlerin iki
temel düşüncesini birden çürütme amac ı n ı gütmektedir. İlk olarak, gidişin hep daha
kötüye doğru olduğunu açı klayarak Protagoras' taki i lerlemeye olan inancı boşa ç ı ·
kartır. Ardından, Sofizmin evrensel görecilik anlayı şına saldırır. Yeryliıündcki bütün
devlet biçimleri n in bozulma, çürüme, yok o l ma yasasına bağ ım l ı olduklar ı n ı ve h i ç ­
birin in mutlak i y i l i ğ i içinde barı n d ırmadığını belirtere k , hep aynı kalan, ,ger çek,
doğru devletin bunların, yani nesneler e vren inin dışınd.ı aranması gere ktiğ i ni ortaya
koyar. Bu ba kımdan Platon'u "gerici" o larak n itelendir mek ya da onun " gözlerinin
geçm işe dönük" olduğunu ileri sürmek, ona büyük haksızl ık yJ.pmak olur. Her ne
kadar insan l ı k tari hinin başında yer alan ilkel topluma bir "altın çağ" niteliği yük­
lüyorsa da, amacı buna geri dönmek değildir; üstelik, tıpkı J . J . Roussea u gibi "do­
ğal to plum durumuna" geri dönülemeyeceğinin bili ncindedir. Gerçekleştir mek iste·
diği ideal devleti, tarihsel bir olgu değildir, ne ge çmişte, ne de gelecekted i r ; o, zama­
n ı n d ı ş ı n dadır. Filozofun yapacağı iş, onu bul unduğu zam.an d ı ş ı yerden a l ı p , za ma­
nın i çine yerleştirmektir. Bunun yönetimlerin döngüsünün "başı nda " ( örneğin mo­
r · ·şide) ya da "sonunda" (örneğin tiran l ı kta) gerçekle ştir i l mesi bir şey değiştir­
mez .
Platon'un yönetimlerin dolaşımı üzerindeki incelemesi, siyasal to;>lumun bo­
zu lmasın ı belirleyen birbiriyle bağlantı l ı dört etkenin bulundugunu ortaya koyar.
Bunlardan i l ki , toplumdaki i ç birliğin, uyumun (konk ordia 'nın) ortadan ka lkması­
d ır. İ kincisi, işbolümü i lkesine uyulmaması, dolayısıyla hiyerarşik düzenin zedelen­
mesi ya da yıkılmasıdır. Ekonomik temellerin önemini kavra m ı ş ve sınıf sa vaşları
olgusunun bilincine varmış olan Platon, .üçüncü etken olarak, maddi ya da ekono­
mik karşıt çıkarları n körüklediği sosyal çatışmaların patlak vermesini gösterir. Bu
çat ı ş malar bir iç savaşa yol açtıkları zaman, artı k devletin ayakta kalması hemen
hemen olanaksızlaşır. Bu nedenle, " bütün savaşlar servete sa h ip olunması neden iyle
patlak verir " 1 26 diyen Platon'a göre, toplumda aşırı zengin lik ile aşırı yoksulluğun
yan yana bulunması, e n büyük kötülüktür. Dördüncü etken, en öne m l i o lanıdır;
hatta bunun bir devlet biçiminin bozulup yok ol ması i ç i n gerekl i koşul olduğ u da
söylenebilir . Bu etken, ahlaksal yozlaşma ile birli kte yönetenlerin iç bir l iğinin y ı k ı l ­
ması, bunların içten bozulmalarıdır. "Her türlü siyasal düzen deği şikl iği ba ş takiler­
den kayna k lanır, bunların arası na ayrı l ı k girmesinden doğar. Yönetenler arasında
7
tam bir b ir lik varsa, sayıları ne kadar az da olsa, onları sarsmak olanaksızdır . " 1 2
Onlar sarsı l madığı sürece devlet de bozulmaz. Böylece Platon , elitist an lay ı ş ına uy­
gun oiarak, siyasal-ahlaksal alan ile sosyo-ekonomik alan aras ındaki i l i şki de, belirle·
yiciliğ i birincisine vermektedir.
Platon, ideal devletini oluştururke n , yeryüzündeki devlet biçimleri hakkında­
ki gÖzlemlerinden, incelemelerinden hareket etmi ştir. Devletini bozu l man ı n d ı ş ında
t u ta b i l mek i ç i n , yu karıda saydığımız bozu l mayı belirleyen etkenleri ondan uzak

l 26 Phaidon 66 c.
l 27 Devlet 5'15 d.

1 68
tutmaya çal ışmış ve ideal devletin kurumlarını bunu sağlayabileceklerine i nandığı
biçimlerde düzen lemiştir.

D- İDEA L DEVUT

Fran çois Chatelet'nin de belirttiği gibi Platon, i ki cephede birden mücadele


verir, biri demokratik "hakim ideolojiye", diğeri radikal Sofistlerin şiddetine karşı.
Çünkü Platon'a göre , yalnızca uzlaşmacı yasa ilkesi ile donanmış olan demokrasi
ideolojisi, polise egemen bir güç sağlamaktan yoksu ndur ve bu nedenle ölçüsü:ı: arzu­
ların başarıya ulaşmasına, yani ada letsizliğe, ahlaksızl ığa ve korkuya yol açmakta-'
dır. Radikal Sofistlerin öğretisi ise, etkisizlik içine gömülmektedir; çünkü toplumsal
yaşamın consensus'ü gerektirdiğini, ne biçi mde ol ursa olsun bir düzene gereksinim
duyduğunu kavrayamamı ştır. Bu yüzden "devlet" (politeia) zorunludur. 1 2 8 İnsanla·
rın mutluluğu sağlanacaksa, yeryüzi.inde doğru bir yaşam gerçekleştirilecekse, insa­
n ın onsuz yapamadığı pol is, deği5IT'eyi, göreciliği dışlayan evrensel değerler üzerine
kurulmalıdır ve otoritesini herkese kabul ettirecek bir meşruluğu içermelidir. Pla·
ton, gerçeklerin ( ideaların ) var oldukları için, böyle bir polisin o lası olduğunu belir­
tir ; bu polis ideal devlettir. Meşruluğu, felsefenin ürünü olmasından, yani Aklın il­
kelerine göre düzen len miş olmasından kayna klanır.
Gerçekte Platon 'un kendi kişisel tercih i olan ideal devlet, var oian bütün dev­
let biçimlerinin karşıt modelidir. O, polisin çözülüşüne, değerlerinin yıkıl masına,
çeşitli yönetimlerin bütün somut yetersizliklerine karşı önerilmiş bir devlet tasarı·
mıdir. Kendisinden tüm bu sorunları çözmesi beklenen ideal devlet, za manın ve me­
kanı n dışındadır (u-topos) ; bu yönüyle bir ütopyadır. Platon, ütopyasıni Devlet adlı
diyalogunda ortaya koymuştur.

1- İdeal Devletin Yapısı ve Toplu msal Düzeni

Devlet birbirlerine gereksinim duyan insa n ların işböliimü yapmaları sonucun­


da ortaya çı ktığından ötürü, ideal devlet, siyasal örgütlenmeye içkin doğallığı, yan i
işbö lümünü korumaya, bunun bozulmasını ön lemeye yönelik bir biÇi mde düzenle­
nir. Platon, "koyduğumuz yasa doğaya uygun ol duğuna göre, hiç de olmayacak,
gerçekleşmeyecek bir şey değildir; asıl doğaya aykırı olan, bugün yürürlükte olan
düzendir. " 1 2 9 diyerek, ideal devletinin doğaya ( d.ıha doğrusu, doğayı, hosmos'u dü­
zenleyen Akıl' a) uygun olduğunu vurgular. Burada herkes, doğuştan eğil imli, yete­
nekli olduğu tek hir işi yapmakta, kendi işinde uzm,mlaşmaktadır. Böylece Platon,
işbölümü ilkesinden hareket edip üç temel iş ya da meslek olduğunu belirterek,

1 28 François Ch:i tdet, " L"i<koloı:ie <le la cite ı;rcc'(ue' 0 , Histoirc des i<lcologies, ôlt l, s. 1 77
1 :!9 ·oe,kt -l56 c.

" İıkal t>edct" b<iliiıııüııdc Platon'<l:ın rap_! ı<!ıınız bütün :ılmtıl:ı.l"". Oc\·l.-t diyaloı:uııa ait
ol<luklaruıd:ı.n dolayı, bundan sonra bu alıntılar için dipnot· kullanılm:ı.y:ı.c:ı.k, fakat metin
içinde bunLlrın diy:ı.loıı-daki �·erlerinin nu m aralar ı bir :ı y r:ı ç içine alınarak gösterilecektir.

1 69
sınıfl ı bir toplum yapısına ulaş ır: Üre tim, kor um.ı ve yönetim işlerinin bel irlediği üç
ayrı sınıf buiunmakt.ıdır. Bunlar, topl umu pa rçalamak şöyle dursun, aralarınd.ıki
b.ığı mlılık ilişkileri nedeniyle, "orga nik" hir daya nı şma yaratarak top l u msa l birl i­
ğin daha sağlam bir biçimde kurulmasın ı sağlarlar.
Toplumun sınıflı bir yapıya sahip ol mas ı , adaleti n ( doğru luğun) gerçek leşme­
si demektir. İ yi devlette dört erdem bulunur: Bilgelik, yiğitlik, iilçiilülük ve doğru­
luk. '.'Doğaya uygun olarak kurulmuş bir devlet, a k ı l l ı o l masını kendini yöneten kü­
çük bir to pluluğun bilgisine borçludur. B i lgelik diyebi leceğ imiz bilgi de budur"
( 419 a ) diyen Platon'a göre bi lgel ik, yöneticilere (filozoflara) özgüdür. Yiğitlik, ko­
ruyucu ların (askerlerin) erde midir. Ölçülülüktcn üreticilerin pay alması gerekiyorsa
da , gerçekte bu erdem, bütün toplumu kapsar, daha açıkçası fi lozoflar ın yönetimi
a l tında bütün yurttaşlar ( yan i koruyu cu lar ile üreticiler) arasında tam bir düzenin
kuru l masından oluşur. Doğr uluk (ada le_t ) . ilk üç erdemi tamamlayan, yaşatan genel
bir erdemdir. Bir devletin doğru olabil mesi için, yurttı şlar ın, sınıfların kendi l erine
özgü yerde kalmaları gcre� ir. Platon, doğrul uğa ili şkin düşüncelerini çok aç ık bir bi ­
çimde sergiler: "Herkesin kendi işine b_a kması, ba ş ka larınınki ne karışmaması doğru
bir şeydir ... Kendi i şimizi istenilen biçimde yapmak; i şte doğru luk bu olabi lir...
Doğruluk, bize ait o lanları elimizde bulun durmak ve kendi i şimizi görmektir. .. Her
üç sın ıftaki insanların kendi işlerinde kal ı p ya l nız kendi işleriyle uğraşması doğru­
luktur. Bir devleti doğru kılan da budur. " ( 433 a-b, 434 a, 434 c.)
Demek ki , doğru bir devlette, bir birinden ayrı işle vler gören üç ayrı sınıf var­
dır ve bunlar h iyerarşik bir biçimde düzen lenmiş lerdir. Platon'un deyişiyle, "için­
deki üç sın ıfta n her biri kendi işini gördüğü zaman ve bu üç sı nıfın karş ılıklı durum­
ları ve erdemlerinden ötürü de devlet ölçülü, yiğit ve bi lge olduğu zaman, ona doğru
devlet denir." ( 435 b) Doğruluğun yok o l ması, yani sın ıfların birbirinin işine karı ş­
ması, görevlerini değiştirmesi en büyük kötülüktür, çünkü bu durum devletin yıkı­
mına yol açar: doğuştan zanaatkar o lan ya da başka bir işle kazanç sağlayan
"..•

kimse, sonradan parası, ili şki leri, gücü ve bunun gibi ba şka şeylerle böbürlenir de sa­
vaşçılar arasına yükselmeye kalkışırsa, ya da sava ş ç ı lardan biri, hiç de yetenekl i
olmadan devletin baş ındaki lere katı l mak isterse, böylece b unlar da ara ç larını ve ay­
rıcalıklarını değiş tokuş ederlerse, ya da bir ada m bütün bu işleri bir arada yapacak
olursa, bu kargaşal ığın devleti yıkacağ ından şüphe edilemez." ( 434 b).
Platon 'un, egoizmi ( bencil liği) doğ uran bireyci l iği 1 3 0 ortadan ka ldırip uyum­
lu bir birliği sağlayacağına inandığı bu sistemde insan lar, gereken . bel li bir işi yapan
kişi ler olarak yer alırlar, top lu msal öı,ıemleri de yaptıkları işin değerine hağl ıdır.
Bundan dolayı bireyin · sahip o lduğu şey, herşeyden önce kendisine bir i ş yapmak
hakkını veren bir statüdür; devletin ona sağladığı özgürlük de , iiLgür istencine göre
davran mak özgürlüğünden çok, yapması gerekeni yapabi l mek özgürlüğüdür. 1 3 1

1 30 Kari Raimund Poppcr'c göre, " Platon' un ve çoğu Platoncub.cın, •.• iizgcci bir bireycil i�n
var olamayacağını dü�ünmelcri ilginçtir. Platon' a giirc, ya ortaklaşacı olunur y a da
bencil; bu diişünüşte, her türlü iizı:ccilik ort:ıklaşacılıkla •·e her tü rlü bireycilik de bencil­
likle ö:<dc�lq tirilmiş tir." (Açık Toplu m ve Düşmanlan, .\nkara, Türk Siya..< i İlimler Der­
neği Yayınlan, 1 967, Cilt 1, s. l 08.).
1. � l Sabine, s. · H.

170
Öy leyse, günümüzdeki an layış doğrul tusunda, insan hak larında n söl edilemcl. O.ıha
doğrusu , ideal devlette bireylere tan ınan haklar insana içkin değ ildir, insanlar bun­
ları ken d i i ç lerinde bulmazlar. Bu bak ı m dan özel bir anlam taş ı mayan haklar, birey·
lerin yaptık ları hilıııct ya da .� örevlere bağ l ı dı rlar. Bir organi zmaya benzeyen tıu
devlette, b.irey ler, s ın ıflar, beden in par çaları gibidir; kendi ç ı karlarını değil, fakat
bedenin, bütünün ç ı karı n ı gözetirler, gözetmekle yüküm liidürler. Parçaların bu tür
bir yükümlülük a ltına girmeyi ka bul etmeler i n in nede n i , yaşa m larını sürdürebilmek,
hem de iyi, sağ l ı k l ı bir biçi mde sürdürebilmek i çindir. Organ ları tam anlamıyla gö­
revlerini yerine getirdiğ i ve böylece devletin yetki n , mutlu olduğu süre içi nde ,
birey ler de, ki şisel olarak mutlu olurlar.
Fakat bu orga n izmac ı devlet anlay ı ş ı n ı terkedip, soruna, Platon'un ruh ile
devlet arasında kurd u.ğ u bağlantı ( daha doğr us u top l u msa l yap ı y ı r u h un i zdüşümü
biçi minde düzenlemesi ) açısından ya kla ş ı l d ığı nda, i deal devletin bireyl eri mutlu
k ı l d ığını ileri sürmek epey güçleşir. Platon, devlette ü ç sını fı n · b u l u n masını ruhun
bölüm lerin den lı;ıreket ederek açıklar ya da bu ş e ki lde doğrulamaya çal ış ır. Ruhun
üç ayrı bölümden oluştuğunu, bölümlerden birinin diğer i kisine üstün olduğ unu ve
bu üstün bölümün kişiden kiş iye değiştiğini daha önce görmüştük. K işinin ruhunda
hangi yan Jğır basıyorsa, kara kteri , doğal yapısı da ona göre o i uşur. Platon, Devlet'
in dokuzuncu �itabında ( 580 d- 581 c ) , ruh u n üç ayrı bölümüne uyg u n düşen üç tip
karakterin, üç çeşit insanın bulunduğun u ortaya koyar. Birbirlerine benzeyen, ayn ı
ruhsal yapıya sahip o lan insanlar, aynı sınıfın i çi n dedirler. Ü ç çeşit i nsan olduğ una
göre, ü ç ayrı sınıf vardır. Ayrıca, ölçülülük en alt sın ıfın erdem i olarak ele alındığı
ta kd irde, her sınıfa özgü ü ç farklı erdemin bulunduğ u da a n la ş ı l ır. Platon'un bu psi­
kolojik açıklaması bir şema ile gösterilebi l ir :

Ruhsal bölümler İnsan Çeşitleri Sın ıflar Erdemler

1. Akıl B i lgesever insan Y öneticile.r Bilgel i k


2. Soylu istek Ünsever insan Koruyucu lar Yiğitlik
3. Maddi istek Parasever insan Üretici ler Ölçülülü k

B i r devlette o l ması gereken i l k ü ç erdem r u h u n ü ç ayrı bölümüne uygun diişü­


yorsa, doğruluk (adalet) bunları iyi bir b i çimde düzene sok m u ş o lan ruhun ta ken ­
disidir. Aynı şeki l de, her sosyal sın ıf ruhun bir bölümünü, polis de ruhun bütiinünü
temsil eder. B u nedenden dolayı, ideal devlette, yurttaş ların hepsini n ya da en ;ızın ­
da n büyük b i r bölü münün mutlu luğa erişmeleri olanaksız görünmektedir. Çünkü
mutluluk ruhun bii lümlcri nin uy u m l u birliği olarak ta n ımlandığına göre, yetkin bir
kon uma u laşıp mutl u luğu elde e den , yalnı Lca kendi parçal;ırı arasında gereken düze­
ni kurmuş olan idea l devlettir. Buna karş ı l ı k sınıf la r ı n her bir i , gerçe kleştiril mesi is ­
tenen birl iğin yalnız bir tek öğesine sah i ptirler ; diğerlerinden yoksun ol maları mut­
lu luğa u laşma lar ı n ı engel ler. 1 3 2 Bireyler yetki n bütünün par çalarıdır, hatta bütünün

1 3'.? Roger 1.ahroussc, lnlroclucıion a la philosophie politi4uc, P:ıris, l\l:ırccl Ri\-ierc et Cie,
1 9 59, s. 'i 7 -58.

171
kendin i yetkin kılabilmesi için kull.ındığı .ıra ç lardır. Görüldüğli üzere, devleti am.ıç,
bireyi .ıra ç yapan anlayış aç ıkça karşımıza ç ı kmış oluyor. Bununla birlikte , yöneti­
ciler 51nıfının akla (dolayısıyla diğer i ki erdeme) sahip olup kendi içi nde.doğruluğu
gerçekleştirdiğ inden ötürü, mutlu olduğu ileri sürülebi l ir. Öyleyse, çok az sayıda
yetkin insandan (yurttaştan) o luşan bu sınıf , tam anlamıyla bir e littir. Burada da,
elitizm a n layışına varmış bulunuyoruz. 1 3 3 A ncak, y önetici filozofların, siyasal-pra­
tik görevlerin den ötürü (y.ıni, yen iden nesneler evren ine indikleri için), s.ılt teori k
dlizeyde kalamayıp (yani, sürekli olarak ideaları seyredemeyip), yetki nliklerini do­
rukta tutamadıklarını ve bu neden le dolu dolu bir mutluluğa varamadı klarını da be­
lirtmek gerekir.
Platon, ideal devlette şu ya da bu sın ıfın diğerlerine göre daha mutlu bir du­
ruma getiri ldiği şeklindeki eleştiriye şu yanıtı verir : " Yasaların kaygısı bir sınıfa öte­
ki lerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, y urttaşları ya inandırarak, ya zorlaya­
rak birleştirmek, her birine toplum içi nde görebileceği hizmet payı nı a l dırmak, böy­
lece bütün toplumu birden mutlu luğa götürmektir. Devlet seçkin yurttaşlar yetiştir­
meye uğraşıyorsa , bu onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmaları için değ il,
devlet düzen in i sağlamlaştırmaya yardım e t meleri içindir." (51 9 e- 520 a)
Platon 'un, siste minin doğru luğun u göstermeye, yönelik bu sözlerinde, insanla-.
rın değil, fakat her şeyden önce toplumun, bütünün m utluluğunun amaçlandığı vur­
gu lanmaktad ır. B ireylerin bu bütüne katı larak onun m utluluğundan bir pay aldı kları
varsayı l maktadır. Daha doğrusu bireyin mutluluğu, kendisine düşen görevi yapmak­
tan ve bu sayede kargaşadan uzak yaşamaktan IJiı,şka bir ;inlama gel memektedir.
Bundan baş ka , psikolojik açı klama göz önünde bul undurulduğunda, P laton'un bu
yan ıtının amaçladığının tam tersi bir sonuca vardığı görülür : Bireyin belli bir top­
lumsal konumda, sın ıfta bulunarak mutlu o-iması , bu konumunun ruhunun ağır ba­
san bölümüne uygun düştüğünü gösterir. Ruhsal bölümler h iyerarşik bir bi çi mde sı­
r.ı landıgı için de, toplu mda farklı mutl uluk düzeyleri belirir. Buna göre, ruhunda
bilgel iği en üste yerleştiren kişi (yönetici-fi lozof), gerçek hazları tattığından ötürü
diğer insan lardan daha fa zla mutlu olur. En düşük mutluluk düzeyinde bulunanlar
ise, kazanca, bedensel hazlara yönelen, maddi istekleri oran insanla r, yani üreticiler­
dir. 1 34
"Bizim kuracağımız devlette, kunduracı kunduracıdır. Kunduracılıktan baş ka
bir d e kaptan lık yapmaz. Çiftçi, çiftçidir, çiftçilikten başka b i r d e yargıçlık etmez.
Asker askerdir, askerlik ederken alım satı mla da uğraşmaz." (397 e) diyen Platon,
gerektiğinde zor kullan ılarak yurttaşların bu siste mi kabul etmelerinin sağlanacağını

1 33 Touchard, s. 33-34.
1 3 -1 " �· bilgrliği, ruh üstünlü.�üne ermeyen, beden ha.darıru doyurmakla kalanlar, öyle görülü­
yor ki, alc,:ai;<a düşüp soimı orta düzeye kadar ç ıkar, ömürleri boyunca bu ikisi ar.ısında
mekik dokurlar. Bu sının aşamazlar bir türlü. !.erçek yt.ik.seğe ne gözlerini kaldırmış, ne
de g:itmiş lerılir ona doğru. İçleri hiçbir zamJ.Iı varlık ile dolmamış, sa!i;larn, yalın bir haz
tadamamış lardır_. Fakat ruh, var f(li ct.iyle bilg-di·� :: bağlanır ve içindeki parçalardan hiç­
b iri ona başk:.ıldırma.yıp, her biri k_e ndi g;;rc vinin sınırları içinde ka lırsa, o zam:ın doi;>ru·
luğu u ygular ve tadabilcce�ri en ıniikcınmel, en gerçek hazlar o lan kendine üzgü hazları
tadar. " Devlet 586 a-e.

1 72
açıklamakla birlikte, düzenin varlığının ancak genel bir rıza yaratılarak sürdürülebi­
leceği inancındadır. İ deal devletin, bozuk yönetimler,gibi, şiddetin i çine düşmemesi ·
ve böylece varlığını tehlikeye atmaması için, yurttaşların sistemin doğruluğuna
inandırıl ma ları , ikna edil meleri gerekmektedir. İ deal devletin gerçek, doğru olduğu­
nu bilenler, yalnızca idealara ulaşmış olan filozoflardır. Ruhlar ında soylu isteğin ya
da maddi isteğin hüküm sürdüğü diğer iki sınıfın yurttaşlarının bunu kendi başlarına
kavramaları olanaksızdır. Bu nedenle, bu iki sınıfa sistemi benimsetmek, filozof
yöneticilerin görevidir. Filozoflar bu görevlerini yerine getirirken iki farkl ı yöntem
kullanırlar; daha ileride göreceğimiz birincisi, koruyuculara yönelik çok yoğun ve
uzun süreli bir eğitim programının uygulanmasıdır; ikincisi ise, her iki sınıfa yönelik
ve ilk bakışta ahlak kurallarıyla bağdaşmad ığı görülen "ideolojik" bir yalanın orta­
ya konmasıdır.
Platon , toplumun yararını gözeten yöneticilerin, consensus'ü sağlayabi lmek
için, ''meşruluğun " , " doğruluğun " dışına çıkabileceklerini, hatta çıkma ları gerek­
tiğini savunur. Devletin, yurttaşların iyiliği söz konusu olduğunda, yalanlara baş
vurulmaktan kaçın ılmamalıdır. Bunlar yararlı yalanlardır 1 35 • Bu nedenle bu yalanla­
rın, gayrı-meşru, ahlak dışı, kötü" vb. olarak değerlendirilmemeleri gerekir; tersine
bunlar, iyiliği, doğruluğu amaçlamaktadırlar. 1 3 6 Böylece Platon, yurttaşlara sınıflı
toplum yapısını benimsetme amacını güden "üç cevher yalanı"nı ya da "metaller
mitosu"nu ortaya ıltar; ( 41 4 c 41 5 d) Bu mitosu şöyle özetleyebi.liriz : Bütün yurt­
.

taşlar aynı topraktan doğdukları için kardeştirler. Fakat onları yaratan Tanrı, hep­
sini bir tutmamış, her birinin mayasına üç ayrı cevherde_n birini katmıştır. Bunun
sonucunda, doğalarındaki cevherin belirlediği, ayrı işleri yapan ü ç farkl ı sınıf belir­
m iştir:
1 - Altın cevherliler: Toplumun önderleri (yöneticiler)
2- Gümüş cevherliler: Yardımcılar (koruyucular)
3- Demir ya da tunç cevherliler : Çiftçiler ve işçi ler (üreticiler)
Bu üç sınıflı sistem, sürekli olarak kendini yeniden üretir. Çünkü aynı cevhere
sahip o lan insanlardan doğan çocuklarda , genellikle bu cevher bulunur. Çok ender
o larak bir uyumsuzluk ortaya çıktığında, yöneticiler gereken düzenlemeyi yapı p
sistemin bundan etkilenmemesini s;ığlarlar.
Platon'a göre, yönetilenler bu mitosa, bu "yararlı yalana" inandırı larak düzen
·

daha kolaylıkla sürdürülür, süreklilik güvence altına alınır. Ancak bu yalana, özelli�
le de mitosun i çerdiği farklı metallerden oluşan insanların birbirleriyle karışmaması

1 35 "Düşmanlarımıza yalan söylersek ya da dost bildiklerimizin çılgınlıkla, bunaklıkla kötü


bir ş.ey yapmalarına r:ngel olmak için yalana, bir ilaç, bir çare diye başvurursak, yararlı
olur_. Masallarda da ne olduğunu bilmediğimiz bir eski gerçc�. bize en uygun gelen bi­
çime sokmakla, yalaru yararlı kılmış · oluruz. Gerçekten ayTlbna yetkisi yalnız devleti
.•

yönet<-�'llerde olmalıdu. Bunlar, devletin yararına, düşmanlarına ya da yurttaşlarına ya­


lan söyleyebilirler." Devlet 382 c-d ve 389 b.
1 36 Burada, yüzyıllar sonra l\lachiavelli'de en açık anlatımını bulacak olan, iyi bir ereğe var­
mak için, ahlaka ay kın da olsa, her türlü aracın kullanılmasının meşru olduğunu savunan
anlayı� ile karşılaşıyoruz.

1 73
ilkesine, i l k önce y öneten lerin i nanması gerekir. 1 3 7 Çünkü devletin bozul masın ı be­
lir l ey e n temel etken yönetenlerin iç birliğinin y ı k ı l ması olduğ uncb n , öne m le üzerin­
de durulması gereken şey, bu birliğ i sağlam tutmaktır. Yönetici -filozoflar, bu yala­
na, " mayasında demir ya da tu nç katı şık olanların önderlik edeceği gün polisin yok
o lacağına " (41 5 c) i nandıkları zaman, devlete daha çok bağlanırlar ve kendi arala­
rında sağlam bir birlik olu ştururlar.
Platon, üç sınıfın varl ığına i lişkin bu m itoloj i k a çı k laması i le, sınıf far k l ı l ıkla­
rına kalıtımsal bir temel kazandırır. (Gerek meta l ler mitosu, gerek soya i lişkin diğer
düşünceleri nedeniyle, P laton 'un ı r k ç ı bir kuram geliştirmiş olduğu çeşitli bi l i m
adam larınca i leri sürül müştür.1 3 8 ) Fakat ka l ıtım, soya çekim, mutlak değildir. Genel
olarak altından altın, demirden demir ce vher l i çocuklar doğarsa da, ara sıra karı ş ma­
lar olup altından tun ç, demirden gümüş vb. cevher li çocuklar dünyaya gelebilir. Bu
durumda, sınıflar arasında bir geçişken liğe izin veri l ir, daha doğrusu bu çoc u kl ar
cevherlerine uygun sınıfa yerleştirilirler: "( Yönetici) kendi çocukları tunçla ya da
demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp, hamurlarına uygun işlere koyacak onla­
rı ; ç iftçi ya da işçi yapacak. Çiftçi ve işçi çocukları arasından mayaları altın ve gü­
m üş le katı şık doğanlar olursa, onları gözetecek, ki mini önderliğe, kim ini koruyucu­
luğa yükseltecek." (41 5 b-c).
Fakat bu geçişlere bakarak Platon'un, gerçek bir di key toplumsal devinimi sa­
vunduğu sanılmamalıdır. Her şeyden önce, eğitimin yalnızca üst sınıflara tınınmış
olmasından ötürü, bir üretic i çocuğunun altın ya da gümüşle katışık bir mayaya
sahip olduğunun anlaşılması çok zordur. Platon, ait sınıftaki yetenekli çocukların
saptanmasına ilişkin bir mekanizma öngörmüş deği ldir. Bu durumda geçişken l iğin,
büyük ölçüde, tek yönde, yani yukarıdan a şağıya doğru i şlediği varsayılabilir. As­
lında, sınıflar arası bu tür geçişlerin kabul edi l mesi, düzen in sürekliliğinin daha iyi
korunması i çindir ; bir bakıma geçişkenlik, toplumun güvenl i k sübabı gibi çalışır ve
ideolojik bir işlev görür. İ lk olarak, eğitim eşitsizliğine karşın, a şağı cb.n yukarıya
doğru bir geçişin düzenlendiğini kabul edelim. Bu durumda yetenekli, akıllı çocuk­
ların saptanıp üst sınıflara yerleştirilmesi, bu sınıfların yeni üyelerle beslenip cb.ha
güçlenmesine yönelik bir amaç ta şır. Ayrıca yöneticiler, bu yetenekli çocukları
kendi i çlerine alarak, onların ileride yönetime karş ı olası bir baş kaldırıda bulunma­
larını, üreticileri bili n ç lendirerek düzen için bir tehlike oluşturmalarını önlerler. Yu­
karı dan aşağıya geç i ş iş lemi ise, yöneticilerin bir ayıklama yaparak güçlerini zayıfla­
taqk ve sınıfsal iç birliği bozabi lecek yeteneksiz, zayıf öğelerden kendilerini kur­
tarmaları anlamına gel ir. Son olarak, sınıflar arası bu geçi şkenlik, herkesin doğal ya­
p ısına, yeteneğine uygun sınıfta bulunduğuna i lişki n inancı sürekl i besleyerek, ki ş i ­
lerin b u yalanı, dolayısıyla b u düzeni benimseyip özümsemelerine yard ı mcı olur.
Kesin çizgilerle birbirinden ayrı lmış üç sınıfl ı bu toplumch gerçek eşitliğin
(oranlı eşitliğ i n ) tam anlamıyla uygulandığını vurgulayan Platon, idea l devletin ko-

1 37 Aslında bu durum, kendiliğinden gerçekleşir. Çünkü bir tpplumcla hakim ideolojiye ilk
inananlar onu "üretenlerdir", ya da hakim sınıfın üyeleri<lir.
1 38 Popper, s. 87-90 ; AJ;ieddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara, Bilim ve Sanat Ya­
yınları, 1 9 84, s. 5 2-5 5.

1 74
n u munun ve genel özelliklerinin bel irlenmesinin önem ta ş ıdığını belirtir. Çünkü, he­
men hemen bütün ütopyacı düşünürler gibi Platon da, ba zı özelliklerin saptanması­
nın devletin korunup sürdürülebi lmesi i ç i n gerekli olduğu düşüncesindedir. Bu özel­
l i k ler şöyle sıralanabilir:
Coğrafi bakımdan, "devletin sı nırı ne çok geni ş olac.ık, ne de çok dar.
İ kisi ortasında yeterince sınırlı bir bütün olarak kalacak." (423 c) Sınırları çizi len
bu de.vlet, bir polistir. Yayılmacı bir pol i t i ka izlemeye, geniş lemeye kalkış mayacak­
tır; yoksa, bütünlüğünü, birliğini bozar.
Ü l kenin nüfusu belli bir sınır i çi nde tutulmal ı, bir başka deyi ş le polisin
besleyebileceği kadar o l ma lıdır.
Toplu mda zengin liğe de, yoksulluğa da yer yoktur. Çiinkü her ikisi de
i n sa n da fark l ı o l ma arzusu yaratarak, devletin siirekliliğini teh l i keye sokarlar. " Zen­
ginlik", insanı keyfe, tembelliğe, deği şme isteğine götürür; yoksul luk deği ş me iste­
ğ iyle ka l maz, üstelik i nsanı küçül tür, i ş i n i aksatır." (422 a)
"Devleti n bekçileri, .•• kurulmuş düzene aykırı h i çbir yenil iğe meydan
vermeyecekler. " (424 b) Çünkü bozulmaya karşı koyup sürekliliği sağla manı n en
etk i n yolları n da n birisi, devletin sınırlarından i çeriye yeni l ikler sokmamak ve i çeri­
de her şey i kal ıplaştırıp dondurmaktır.
D ı şa karşı mümkün olduğunca kapal ı olm.ı, ekonomik alanda a utarkeia
sistem ine yol a çar_ Buna göre, devlet kendi kendine yeterli olmalı ve d ı ş ticareti en
az düzeye indirgemelidir.
P�aton, y u karıda saydığımız bu özell iklerin ilk aşamada ger.çekleşmemiş olsa­
lar bile devleti n yaşamı n ı tehlikeye sokacak den l i önemli olmadıklarını bel irtir. Dev­
let i ç in yaşamsal önem taşıyan konu, koruyucu lardır, bunlara gereken eğit i m ve öğ­
reti m i n verilmesidir. Ç ünkü " koyurucuların kafası i y i bir eğitimle aydın lanırsa, bun­
lar b u tür sorunları kolaylıkla çözerler" (423 e) ve böylece devletin uyumunu, birli­
ğini, sürekl i l i ğ i n i tehd i t edebi lecek bütün teh l i keleri ortadan kaldırırlar.

2- Koruyucular Sınıfı

Platon, yapıtının büyük bir bölümünü devletin birl iği n i , düzenini sağlayan
koruyuculara ayırmıştır. Önemse mediği halka, yani üreti c ilere, hemen hemen h i ç
yer - vermemiş, yal n ı'zca birkaç yerde kısaca değinmekle yeti n miştir. Onlardan söz
ettiğinde, haklarında h i ç de olumlu düşünceler bes lemediğ ini çok açık bir dil le or­

tıya koyar: "Ya l n ız �teri, ayaklarıyla çal ışabilen işçi leri sen.ce neden hor görürüz
az çok? Ş u n da n başka ne olabilir bunun sebebi : Bu işçilerde en iyi yan o kadar
zayıftır ki , i çi n deki hayvanları dizgin leyemez, tersine, ba ş eğer onlara, küçülüp
ayaklarına düş mekten başka şey yapamaz. " ( 590 c) Topl umun maddi gereks i n i m le­
rini sağlamakla yükümlü olan bu sınıf, her bakımdan koruyucular sınıfının karşıt
kutbunda yer alır. Üreticiler eğitim görmezler, buna gerek yoktur; çiinkü on lar
- P laton'a göre-, eğitim ite . düzelemeyecek kadar kötü bir doğal yapıya sahiptirler.
Yurtta ştırlar, fa kat h i çbir siyasal hakları yoktur, kamusa l yaşamı ilgilendiren hiç­
bir etkinlikte bulu n mazlar. "Devlet ya �.ı mının bu bölümünde yalnızca seyirci duru-

1 75
13
mundadırlar." 9 Robin 'in deyişiyle, " b u halk kitlesinin tek i şlevi hizmet görmek,
tek erdemi itaat etmektir." 1 4 0
Platon'un koruyucu lara verdiği büyük önem, onun, yöneticilerin bozulması­
nın zorunlu olarak devleti de bozacağı inancından kaynaklanır. Koruyucular, doğ­
rudan doğruya devlet yönetiminde bulunmazlar; fakat yönetici-filozoflar bunların
i ç inden ç ı karlar, daha doğrusu gereken bütün sınavları geçen her koruyucu el li ya­
şından sonra filozof olur. Devlet işlerinin yürütülmesinde yöneticilerin yardımcıları
o lan koruyucular, bir çeşit "mesleki ordu" oluş tururlar. Platon buna gerekçe ola­
ra k, uzmanlaşma ilkesini gösterip yalnız savaşla uğra şanların bu işi daha iyi yapa­
bilecekleri n i ileri sürer. Ancak, bu düzenlemenin ardında, ha l kın eline silah vermeme
düşüncesi de yatmaktadır. Demek ki bu toplu mdaki elit (ya da üst tabaka ), küçük
bir az ı n l ı k olan koruyucular i le bunların içinden çıkan birkaç .filozofu içermekte­
dir. İ dea l devletin temelini oluşturan bı.i eli te de büyük özen gö �terilmesi, Platon'un
sisteminin mantığı gereğid ir. Koruyucular ile yönetic i lerin bireycilikten , benci l l i k­
ten, kişisel çıkarcıl ıktan, tutku lardan kurtarılması, uyumlu bir bütün olarak davra n­
malarının ve devleti en yüce değer olarak görmelerinin sağlanması, kısaca bu insanla·
rın iyi yurt ta ş lar, gerçek devlet ada mları ya p ı l ması sayesinde ideal devlet ayakta ka­
labilir ( b ir bakıma gerçekleşebilir). Platon bunun i ç i n iki yol öngörür: Eğ itim ile
koruyucularda gerekli özellikleri gel iştirmek ve bunların ya şa m larını be l l i bir bi çim.
de düzen leyerek kötü lüklere kapıl malar ını engellemek.

al Koruyuculann Eğitimi

Koruyucu olmayı belirleyen ilk koşul, doğuştın belli niteliklere sahip olmak·
tır. Meta ller mitosuna göre, mayalarında gümüş ve altın bulurıanlar koruyucu olur.
"Yurdu koruyacak a da m, yaradılışı bak ı mından filozof (yani öğrenme merak l ıs ı ) ,
a zgın, çevik v e güçlü olacak." ( 3 76 c) Fakat kal ıt ı m yeterl i değildir, uzun ve zor bir
141
eğiti m de gerek lidir.
Eğitilecek çocuklar, doğuş tan üstün olanlardır; yoksa veri lecek eğitimi ala·
maz, koruyucu olamazlar. " E ğer doğuştan bel ledik lerini u nutmayacak, yorgun l uk
ı .edir b i l meyecek, işin her türlüsünü sevecek değil lerse, bunca beden ve kafa çalış­
malarına katlanmaya razı olamazlar ... Felsefe ile onun öz evlatları uğra şmal ıdır':
( 535 c) Üste lik, doğuştan bozuk olanla ol mayan ayırt edil meyip herkese eğitim
vermeye ka l kışıl ırsa, devletin yaşamı tehlikeye girer: "Bedenleri ve kafaları düzgün
insan ları al ır, onları bunca çetin çalışmalardan geçirirsek, doğruluğun bize bir diye­
ceği kalmaz. Devleti de, anayasayı da korumuş ol uruz. Ama kötü yarad ı l ı ş l ı insanla­
rı yetiştir irsek bunun tersi o l ur. Felsefeyi şimdikinden de daha gülünç bir duruma

1 39 Sa b in e , s. 49.
140 R o b in , La pen!l'e grecque, s. 242.
141 Platon'un eğitime büyük önem vermiş olmasından dolayı, b!!zı düşünürler Devlet'in asıl
konusunun eğitim olduğunu ileri sürmüşlerdir. ömeğin j.J . Rousseau, E mile'in başında,
Devlet 'in şimd.iye kadar eğitim konusunda yazılmış en iyi :vapıt olduğunu b elirtir.

1 76
düşürürüz." (536 b) Yürekli, akıllı çocuklar, sıkı bir eğitimden geçirilmezlerse, top­
luma faydalı olmak şöyle dursun, ona büyük zararlar verirler. Halkın bekçi köpek­
leri olucakları yerde, hepsi birer kurda dönüşür ve hem birbirlerine, hem yurttaşla­
rına karşı hoyrat davranırlar. Demek ki, üstün yaradılışlı insanlar için eğitim her ba­
kımdan gereklidir.
Platon'un eğitim anlayışı, totaliter ve otoriter bir nitelik taşır. Platon, eğer
yasaların bir anlamı olacaksa, bunların yalnızca daha önceden örgütlenmiş toplum·
sal birimlerin düzenlenmesiyle ilgilenmeyip, kişinin tüm yaşamını {özel yaşamını
da) denetlemesi gerektiğini bir ilke olarak kabul etmişti. İşte kişilerin, özel bir ya­
şamın var olabileceğini bile düşleyemeyecek biçimde koşullandırılmaları eğitim ile
sağlanır. Platon i çin, iyi yurttaşın, "kamusal insan" ın yaratılması, Atina'daki eğitim
biçiminin tam karşıtını gerçekleştirmekle mümkündür. Bir başka deyişle eğitim,
bireysel değil, kamusal düzeyde yürütülmeli, yalnızca toplumun yaşamına yönelik
olmalı ve bütünün iyiliğini gözetmelidir. Burada Sparta'nın etkisi görülmektedir. An­
cak, Sabine'in de haklı olarak belirttiği gibi, bu etki abartılmamalıdır. Çünkü ideal
devlette koruyuculara verilen eğitim, gerek felsefe ağırlıklı bir içeriği olması, gerek
ahlaklı, akıllı, ölçülü insanlar yetiştirmeyi amaçlaması bakımından, Sparta modelin­
den ayrılır; bu yönüyle Atina'nın eğitim anlayışına daha yakın görünmektedir.142
Bununla birlikte, Platon'un önerdiği devlet tarafından verilen ve tek tip olan
bu eğitim, insanları belli bir kalıba sokmaya yönelik güdümlü, "ideolojik" bir eği­
timdir. "Her işte önemli olan başlangıçtır. Hele iş, genç ve körpe ki mseleri yetiştir·
mek olunca; çünkü insanlar bu çağda yatkın olurlar, hangi kalıba sokulmak istenir­
se o kalıba girebilirler." (377 a-b) diyen Platon, . eğitim programını bir dizi "sansür"

ile başlatır. Bu yasaklar dört noktada toplanabilir:


1 - Homeros, Hesiodos, Euripides ve Aiskhilos gibi yazarların, Eski Yunan'da
olduğu gibi günümüzde de büyük edebiyat yapıtları olarak kabul edilen, şiirleri, mi­
tosları, tragedyaları yasaklanmalıdır. Bu yasaklamanın gerekçesi olarak, yapıtların
şu kötülükleri içerdiği belirtilir :
Tanrıların insanlar gibi tutkulu, şehvet düşkünü varlıklar biçiminde göste-
rilmeleri .
Bu şekilde betimlenen tanrıların insanlar i çin kötü örnek olmaları.
İnsanların başına gelen belalardan tanrıların sorumlu tutulması.
Gerçekten çok uzak olan bu benzetmeci şiirlerin, masatların, yansımanın
(doksa 'nın) yansımaları olmaları.
Benzetmeci ozanların insandaki kötü; tutkulu yanı güçlendirip aklı yıp-
ratmaları.

1 42 Sabine'e göre, "Platon'un eğitilmiş kişinin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncdi,
S partalının değil, Atinalının düşüncesini temsil etmektedir. Devletlerin tek kurtuluş yo­
lunu yetiştirilmiş zekaların çalıştırılmasında gören bir felsefecinirı başka bir sonuca vaz­
ması mümkün değildi." (s. 57). Protagoras'ın (Protagoras 325 e 326 c'de) Atina'ya özgü
-

olduğunu belirttiği çocukların müzik ile beden eğitimini uyuınlu bir biçimde abnaların,a
ilişkin anlayışın '' Devlet'de de benimsenmiş olması, Sabine'in bu yargısını doğrular yön·
dedir.

1 77
Platon ' un bu yapıtları yasaklaması, bu tür edebiyat ürünleri veren ozanları
dışarıya sürmesi ve devletin kapılarını onlara kapaması, Şiire değer vermediğinden
değil, tlm tersine sanatın büyük gücünü bildiğindendir.143 "Devlet kurucusuna
düşen iş, ozanların masallarının ne yolda olacağını bilmek ve bu yoldan ayrılmaları·
na göz yummamaktır" (379 a) diyen Platon, sanatı estetik bir olgu değil, toplumsal
ahlakı gerçekleştirmeye yarayan bir araç olarak ele alır. 144 Buradan hareket ederek
de, iyi şiirlerin, mitosların devlet için yararlı olduğunu, bunlardan yararlanılacağını
ye ozanların sürekli göz altında tutularak bu nların istenilen biçimde yapıtlar
vermeJerinin sağlanacağını belirtir.
2- Müzik alanında tek düzeye inilerek çeşitlilik önlenmelidir. Çünkü her tür­
lü çeşitlilik düzensizliğe yol açar. Ya lnızca ölçülülük aşılayan iki makam öğretilecek
ve i nsa nları yumuşatan İonia· ya da Lydia makamları gibi makamlara devlette yer
verilmeyecektir.
3- A ynı nedenden ötürü, diğer sanatlar da denetl en me li ve onların kötü huy­
ları, ölçüsüzlükleri , bayağılık ile çirkinliği gi>.stermeleri yasaklanmal ıdır.
4- Çocuk oyunları · sıkı bir düzene so kul ma l ı ve kuralları katı bir biçimde
sapta nmalıdır. Çünkü çocuklar, düzene, kurallara uymaya alıştırılırlarsa, büyüdükle­
ri zaman, yasalara, büyüklere sa ygı l ı , geleneklere uyan ve yönetime itaat eden i yi bi ­
rer y urttaş olurlar.
Yasakların ve nedenlerin ortaya konmasından sonra, eğitimin içeriği ile evre­
leri nin açıklanmasına ge ç ili r . Çocuklar, ana-babanın etkisinden bir an önce arındırıl­
mak için , çok küçük yaşta öğrenim görmeye ba ş lar lar. Toplu
bir biçimde ya pı lan
bu eğitimde cinsiyet ayrımı gözetilmez. Platon, kız ve erkek çocukların a ynı eğ i ti m
sürecinden geçirilmelerini iste yerek , dönemi n deki h ak i m ideol oji ye ters düşen bir
.
düş ünceyi, kadın-erkek eşitliği düşüncesini benimser. Çocuklar ilk önce, müzik ve
beden eğitiminden geçirilirler. Ya lnız bedenini g�li ştir meye uğraşan kişi, sert, ka­
ba olur. Müzik ise, insanı yumuşatarak gereğinden çok yumuşaklık, gevşeklik doğu­
rur. Bu iki eğitim birlikte, aynı anda verilerek, birbirleriyle uzlaştırılarak, koruyucu­
ların hem akillı, hem de yiğit olmaları sağlanır; "onlarda coşkun bir yürekle bilim
sevgisinin doğmasına'.. (41 1 e) yol açılır. Eğer koruyucular, müzik bilgisi almadan
yalnız bedenlerini . geli ştirip fiii ksel bakımdan güçlenmeyi amaçlasalardı, son u çta

1 43 Fatma Paksüt, Platon ve Platon Soması, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayuıları,
1 9 82, s. 468� Aynca Platon'un kendisinin de bir ozan olduğu görülmektedir. Hans Reic·
.henbach'a göre, ' ' Platon'un yaratbğı şiirdir ; diyalogları dünya edebiyatının baştaa ya­
pıtları sayılsa yeridir Platon'un felsefesi şaire dönüşen bir rdozofun felsefesidir." ( Bi­
••

limsel Felsefenin Doğuşu, istanbul, Remzi Kitabevi, 1981, s. 26.).


144 Cassirer'e göre, "Platon'İı bir şiir düşmanı olarak düşünemeyeceğimiz ortadadır. O, fel­
sefe tarihindeki en büyük ozandır-. (Devlet'te) o, artık. bir birey olarak konuşmamakta,
ve kişisel eğilimlerinin kendisini etkilemesine izin vermemektedir. Daha çok sanatın top­
lumsal ve .eğitsel yi:iİılerini değerlendirip yargılayan bir yasa koyucu olarak konuşup dü­
şünmı:k tedir." (s. 7 7 ) Demek ki, Platon'da "iyi sanat-kötü sanat" şeklinde bir ayrun bu­
lunmak.tadır. Bu bakımdan Platon, sanatın gelişmesi ile toplumun yozlaşması arasında bir
koşutluk blılunduğunu ileri sürdüğü zaman (bakııuz sayfa 1 58), kötü sana ttan, yani �-an·
sım:ının yansıması olan ve yaln.ıZca estetik bir amaç güden bireyci sanattan söz etmekte­
dir.

1 78
"köpekten kurda dönüşerek" (41 6 a) topll!m için büyük bir tehl ike oluşturabilir­
lerdi. 1 4 5 Müzik bu sertliği dengeler ve doğasındaki gevşeklik ile sertlik eğilim lerini
ölçülü bir biçimde düzenleyen koruyucu, "gerçek bir düzen ustası" (41 2 a) olarak
ortaya çıkar. Bu eğitime bedenleri ve ruh ları iyi olan koruyucu çocukları kabul edi­
lir. Gereken ölçülere sahip olmayan çocukların, metaller mitosunda ortaya konan
mek.ı.nizm.ı. uyarınca, üreticiler sınıfına indirildikleri anlaşıl maktadır. Amaç, koru­
yucular sınıfının her bakımdan güzel ve sağlıklı bir soy olarak varl ığını sürdürmesi­
dir.
Çocukların savaşa götürülmesi eğitimin bir parçasıdır; böylece geleceğin ko­
ruyucuları, savaşı izleyerek savaş sanatı üzerinde doğru bilgiler elde ederler. Eğitim ,
yirmi .y aşı na değin çeşitli bilgilerin dağınık, karmaşık bir biçimde v�rilmesiyle sür­
dürülür. Bundan sonra bilimler bir sıraya konur ve on yıl boyunca matematik, geo­
metri, astronomi ve armoni öğretilir. Gen ç ler, bu bilimlerin gerçekte ne anlama gel­
diklerini ve bunların Varlık ile olan ilişki lerini kavrarlar. Bütün bu süre boyunca,
koruyucular, sürekli olarak, çeşitli koşullar içinde, zor işlerde, savaşlarda sınanırlar,
bir dizi denemeden geÇirilirl.er : "Nasıl genç tayları gürültü patırtı içinden geçirip ür­
kek olup olmadıklarına bakarlarsa, biz de onları korkunç durumlarla karşılaştırmalı
ya da tersine, insanı �ürükleyen hazlar içine salıvermeli, altını ateşte sınar gibi sına·
malıyız. Bakalım, bütün bu durumlarda büyülenecek mi? Yoksa dayanıp ta m bir ko­
ruyucu olduğunu gösterecek, aldığı eğitime uyup ölçülü ve düzenli kalmasını, kısı­
ca hem kendisi, hem de devlet için en yararlı olmasını bilecek mi? " (41 3 d-e). Bu
denemelerden baş3rıyla çıkanlar, ödevlerini unutmayanlar, aldanmayanlar, öğreni·
me devam ederler. Otuz yaşında yine bir sınavdan geçirilirler ve başarı l ı olanlar, bi·
timlerin doruğu olan di yalektik eğiti m i almaya hak kazanırlar. Filozofluğa g;den
yolun yarısı aşılmıştır artık.

b/ Koruyucu ların Yaşamı

Koruyucularda olması gereken bazı temel nitelikler şunlardır: Yiğit ve akıllı


olmak; ölümden korkmamak; içkide ve yemekte kendini dizginlemek; parayı, maddi
zenginlikleri önemsememek; halka iyi davranmak; devletin iyiliğini gözetmek. Ayrı·
ca Platon, koruyuculardan sevgi konusunda kendilerini denetlemelerini, gülmeye
düşkün olmamala�ını, ağlaşıp sızlaşmamalar ını da ister (388 d-e) Böylece, bu insan­
ların tutkulardan, duygulardan olabildiğince arındırılmaları gerektiğini savunmakta­
dır. Bu niteliklerin geliştiri lip sürdürülmesinde eğitim den başka yaşam biçiminin de
etkili olduğunu düşünen Platon, koruyucuların yaşamlarını, en ufak '\Yrıntıyı bile
gözden kaçırmamaya özen göstererek, bir düzenleme içine oturtur.

Ortak, yalın yaşam : Zenginlik tutkusunun ve servetin devlet üzerinde yı·


kıcı etki yaptığına inanan Platon, bu kötülüğü ortadan kaldırmak için, elit sınıf için-

1 45 Bu düşüncelerinden, Platon'un, S parta l ılann helot'lara ve periokos'lara ' karşı olan tu­
.
tumlarını onaylamadığı sonucu çıkarılabilir.

1 79
de (yani koruyucular ile filozoflar arasında) parayı, serveti yok etmekten başka bir
çare bulamaz. Demek ki, koruyucuların yaşamlarının ilk belirgin özelliği, "hiç biri­
nin mal mülk edinmemesi, kimsenin öz malının bulunmaması, her şeyin herkesin
.•.

olmasıdır." (41 6 d ve 543 b) Bir ba.şka deyişle, özel mülkiyet son bulur, onun yeri­
ni ortak mülkiyet alır. Yoksa, "toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacak
yerde kendileri de mal sahibi ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zor­
ba efendisi olurlar. Ömirleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa
düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlardan "çok içerideki düşmanlardan korkarlar.
Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler." ( 41 7 b)
Bundan dolayı para da ortadan kaldırılır. Koruyucular, altın , güm�ş gibi
değerli madenlere sahip değillerdir. Görevleri içte düzeni, dışta güvenliği sağlamak
olduğundan herhangi bir üretim işiyle uğraşmazlar, ticaret yapmazlar. Koruyucular,
askerler gibi, ortak evlerde (kışlalarda) hep bir arada yaşarlar, birlikte yemek yiyip
uyurlar. "Yiyecekleri de ölçülü ve yiğit savaşçılara yaraşan cinstendir" (41 6 d) Tıp­
kı tek bir aile gibi olan koruyucular, yalın bir yaşam sürdüklerinden ötürü, gerekli
gereksinimlerini, yaptıkları bekçilik görevine karşılık, üreticilerin onlara verdikleri
-bir yıllık yiyeceklerinden ne çok, ne de az olan- mallar i1e karşılarlar. (41 6 e ve
543 b) .Platon'un koruyuculara (dolayısıyla filozoflara) yakıştırdığı bu ortaklaşacı
yaşam biçimi i çin, Sparta modelinden ve Pythagorasçı "bilgeler arası eşitlik" ilke­
sinden eslnlendiği çeşitli yazarlarca dile getirilmiştir.146
Koruyuculara m::ıl edinmeyi, altın, gümüş bul�ndurmayı yasaklamakla bu in_.
sanları mutsuz kıldığı şeklindeki eleŞtiriY'!, Platon, bir kez daha, amacının "koruyu­
culara en büyük mutluluğu değil, bütün polisi göz önünde tutup herkesin mutlulu­
ğunu sağlamak" (421 b) olduğunu söyleyerek karşı lık verir. Ona göre,. "içlerinde
Tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında ve gümüş­
te gözü o l��" (416 e). Bu nedenle, gerçek zenginliği ruhlarında barındıran ve bil­
geliğe yönelen koruyucuların, değer vermedikleri bir şeyin yokluğu ·İle nıutsuz ol­
dukları söz konusu bile edilemez .

Aile kurumunun kaldırılması: Platon, aileyi, bireyciliği körüklediği, kişi­


sel tutkuları artırdığı ve olağan ya da hayvansal şeylere bir kutsallık tanıdığı için or­
tadan kaldırır. Bunun sonucunda, ailelerin yok ol masına karşın, bir bakıma bütün
koruyucular sınıfını kapsayan tek bir büyük aile belirir; koruyucular birbirlerine ay­
nı ailenin üyeleriymiş gibi stkı sıkıya bağlanırlar. Bu, koruyucular sınıfının iç birliği­
nin güçlenme$İ demektir. Dahası, kişisel tutkuların yok olmasıyla birlikte, daha
önce aileye karşr duyulan sevgi bütün koruyuculara yönelik bir biçim alır ve kişi, ar­
tık bütüne özen gösterip kendini olduğu gibi topluma adar.

Kadın-çocuk ortakbğı: Aile kurumunun kaldırılmasının yol açtığı sonuç,


"kadın-çocuk ortaklığı", yani kadın-erkek eşitliği ile çocukların "toplumsallaştırıl-

1 46 Chevallier, s . 46 ; Sabine, s . 5 3 ; Şenel, E ski Yunanda Eşitlik ..• , s. 396 ;Janet, s . 1 36.

1 80
ması"dır. Platon, dönemindeki kadın-erkek iliş_kisi üzerindeki önyargıları yıkarak 147
"koruyucuların kadınlarla birlikte aynı işleri görmeleri gerektiğini" (454 e) i leri sü­
rer. Kadın ile erkek arasında yaradılış bakımından bir fark olduğunu kabul etmekle
birlikte, bu farkın "sadece kadının doğurması, erkeğin de tohum salmasından başka
bir şey olmadığını" (454 d) savunur. Her ne kadar "cinslerinin zayJflığı göz önünde
tutularak, ka_d ıhlara erkeklerden daha kolay işler verilecekse de" (457 b}, bu, kadın­
ların ikinci sınıf koruyucular oldukları, koruyuculuk görevini tam anlamıyla yerine
getiremeyecekleri demek değildir. Tersine , "barışta olsun, savaşta olsun kadınlar da
devleti koruyacaklar, dişi köpekler gibi onlar da erkekleriyte birlikte ava gidecekler ,
.. birlikte savaşacaklar ve her şeyi elden geldiği kadar eksiksiz, artıksız bölüşecek­
.

ler." (466 d-e) Hatta kadın koruyucular da, filozofl uk düzeyine yükselip devleti yö­
netebileceklerdir. Cinsiyet farkına bak ı l maksızın koruyucuların birlikte yaşa maları,
kadın-erkek arasında sürekli ili şkilerin, aile niteliği gösteren bağlantı kurulamayaca·
ğı anlamır:ıa gelir. Bundan dolayı, "çocuklar da ortak olacak; bı!.ba oğl"unu, oğul ba­
basını bi lmeyecektir. " ( 457 d} Çocuklar doğar doğmaz yuvaya ·yerleşti�ilecekler ve
analarının babalarının kim olduğunu bilmeden burada bakılıp .büyütüleceklerdir.
Görüldüğü üzere Platon, her ne kadar "ortak" sözcüğünü. kullanmışsa da, ge­
tirmek istediği sistem, Alaeddir1 Şenel'in belirttiği gibi bu sözcüğün bugünkü dilde
ve monogamik aile düzeninin kalıplaştırdığı kafalarda çağnştırılan148, kadınların
erkekler tarafından birer arzu araci olarak ortık bir biçimde kullanılmaları değildir.
Tam tersine, Platon, kadın-erkek ilişkilerinin kurumsallaşmasını, bir başka deyişle
aile düzeyine dönüşmesini engelleyerek, kadını özgür kılar; erkeğin be>Yunduruğuı:ı­
dan kurtulan kadın, onunla eşit haklara (ve özellikle görevlere) sahip olur. Gerçekte
Platon'un "kadın ortaklığı" olarak adlandırdığı bu olgu, kadın ve erkek koruyucula­
rın her bakımdan birbirlerine eşit oldukları ve cinsel i lişki .açısından erkekler için
kadın larda, kadınlar için de erkeklerde ortaklığın bulunduğu bir düzeni ifade
.etmektedir.
Bununla birlikte, kadının özgür olup olmaması Platon'un temel sorunsalı de­
ğildir. Kadını erkekle eşit, özgür kılması, sisteminin gereğİdi.r; bu, amacının gerçek­
leşebilmesi için zorunlu bir koşuldur. Platon' un "kadın-çocuk ortaklığı" ile güttüğü
asıl amaç, koruyucular arasındaki bağları güçlendirip birliği tam anlamıyla sağla­
mak, bir bakıma onları "bir" yapmaktır. "Bir devlet için en büyük kötülük bölünme,
bir iken birçok olma; en büyük iyilik de bütün ka lma, tek olmadır." (462 a) düşün­
cesini sık sık yineleyen Platon"'a göre, aile ile bundan kaynaklanan özel kişilere du­
yulan sevgi, servet düşkünlüğünden daha sinsi .bir kişisel çıkar kollama biçi midir ve
bu nedenle de koruyucuların devlete bağlılıklarını zayıflatıcı bir rol 0ynar. Ayrıca,
çocukların özel evlerde yetiştirilmesi . de, devletin haklı olarak be klediği gönül
bütünlüğü ile toplumsal dayanı ş mayı hazırlamak şöyle dursun, bunlar üzerinde yı kı­
cı bir etki yaratmak olur. Sonuçta, kişilerin aileler şeklinde bölünüp ayrı ayrı şeyle-

1 47 Sparta ile Girit' te, kız ile erkek. çocukları birlikte eğitim görüyorlarsa da, bir kadın-erkek
eşitliğinden ya da ciı azından bunu çağrıştıran bazı uygulamalardan söz· etmek ol:ınaks.ız­
dır.
1 48 Şenel, Eski Yunanda E şitl ik _., s. 400--!0 l .

1 81
re " benim" , "benim değil", " bana yabancı" demeleri, aralarında çıkar çatışmaları­
nın doğmasına ve birliğin parçalanarak .devletin yok olmasına neden olur. Oysa, Pla�
ton'un ideal devleti için öngördüğü bu uygulama ile "koruyuculardan hi çbiri, iş ar­
kadaşlarına yabancı gözüyle bakmayacak, ... kime rastlasa, onu kardeşi , kız karde­
şi, babası, anası, oğlu, kızı, dedesi, atası, akrabası sanacak Her biri bir başka şeye
..•

değil, her biri aynı şeye "benim" diyecek. Teker teker kazandıkları şeyi biri kendi
evine, öbürü kendi evine götiirmeyecek. Ayrı ayrı kadın ve çocuklarla ayrı ayrı se­
vinç ve üzüntüleri olmayacak. Çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün olduğu
kadar bir olacak. Bedenlerinden başka her şeyleri ortak olunca da, _devletin pa<ça­
lan masına neden olmayacaklardır." (463 c ve 464 d)
Platon 'un, kad ın ile erkek koruyucuların birbirleriyle istedikleri gibi cinsel
ilişkide bulunacaklarını kabul ederek ortaya koyduğu "seks özgürlüğü" de, devletin
birliği amacına h i:zmet etmektedir. Her ütopyada, merkezkaç bir tutku olup toplu­
mun bütünlüğünü ve dolayısıyla düzeni bozabilecek aşkın, cinsel sevgini n "düzenle­
nil mesi" eğilimi bul.unur. Ütopyacıların bir kısmı bunun üzerinde mutlak bir dene­
tim kurarlarken, diğerleri tam bir seks özgürlüğü tan ıyarak aşl<.ın, cinselliğin tutku­
ya dönüşmesini engellerıer.149a i şte, cinsel sevginin gerçek sevgi olmadığını ve bu­
n un kadar "azgın bir haz tanımadığını" (403 a) belirten Platon da, "kadın ortaklı­
ğı"nı kurup cinsel ilişkileri bir tutku, bir Saplantı bi çimi almayacak şekilde özgür
bırakarak, aşk yüzünden bir yanda kıskançlıkların, parçalanmaların, çatışmaların
doğmasını, öte yanda özel bağlılıkların belirerek devlete duyulan sevginin aza lması­
nı önlemeyi amaçlamaktadır.
Platon, seks özgürlüğünü tanımakla birlikte, çocuk yapmaya yönelik çiftleş­
melerin oluruna bırakılmamasını ve kimin kimden çocuk doğuracağının devlet tara­
fından saptanmasını ister. En iyi cinsten av köpeklerinin ya da kuşların soylarını
sürdürebi lmek i çin nasıl çiftleşmelerine özen gösteriliyorsa, koruyucular için de ay­
nı yol izlenmelidir ( 458 e- 459 c) Metal ler mitosundaki gibi burada da ırkçılık ola­
rak nitelendirilebilecek görüşler öne süren Platon'a göre, "her iki cinsin de en iyile­
rinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin de­
ğil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sijrünün soyu bozulmasın. Bunun için
baş vurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli, yoksa koruyucular arasında
çatışmalar olabilir�" (459 d-e). Bu çarelerden ilki, yöneticilerin yine '.'.yararlı yalan­
lar" ve h ileli kuralarla çiftleşmeleri düzenlemeleri, diğeri ise savaşta kahramanlık
göstermiş yiğit, yetenekli kişilere ödül olarak birçok kad ından çocuk yapma hakkı­
nın verilmesidir. ı49b Soyun korunmasına yönelik bir başka önlem de , insanların
gürbüzlük çağı (kadınlar için 20-40, .erkekler için 25-55 yaşları arasındaki dönem) dı·

1 49a Mehmet Ali Ağaoğullan, "Klasik Ütopyalar: özgürlükten Despotizme", A.0. Basın-Ya­
}'"ln Yüksekokulu Yılbk 1 983-1985, Sayı VIII, 19 86, s. 39.
1 49b Nail Beze! (Yeryüzü Cennetleri Kurmak-DtopyalaJ", İstanbul, Say, 1 98�. s. 1 8 ' de ) , Dev·
lct'de "koruyucular arasında yaşam ortaklığı ilke ob.rak benimsendiği, bireyciliğin top­
lum mutluluğunu zedeleyeceği düşünüldüğü halde, savaşta başarı gösteren koruyuculann
bireyse l ob.rak ödüllendirildiğini" belirtir. Ona göre l\u, bir çelişkidir. Çünkü, "ortakJık
ilkesi bir tür bireysellikle çiğnenmektedir."

1 82
şında çocu k ' yapmalarının yasaklanması ve kusurlu doğan çocukların ölüme terk­
edilmesidir.

Platon'un komünizmi: Platon'un koruyucular (ve filozoflar) sınıfı için ön­


gördüğü ÖLel mülkiyeti ve aileyi yadsıyan ortaklaşacı yaşam bi�imi, birçok bilim
adamı tarafından " komünist" sıfatı ile nitelendirilme ktedir. Bu nitelendirmenin ide­
olojik bir amaç taşımadığını, salt bir adlandırma kaygısıyla ortaya konup kullanıldı­
ğını belirtmek gerekir. Ancak bazı yazarlar, buradan hareket ederek, Platon'un bu
düşünceleri ile marksizm, modern komünizm ya da 1 91 7 Devri mi ile Rusya'da kuru­
lan düzen arası nda bir bağlantı kurmayı ve birinden (genel likle Platon'dan) yola çı­
kıp diğerini kötüle mey:i bir yöntem olarak benimsemişlerdir. ı so Genelli kle ideolojik
bir düşünüş düzeyinde bulunduklarından dolayı, Platon'un komünizmi ile modern
komünizm ar;:ısındaki içerik bakımından olan ayrılıkları ve bunların guttükleri amaç­
ların birb irleri nin tam tersi olduklarını ya görememişler, ya da görmek istememişler­
dir.
· Her şeyden önce Platon, bazı düşünürlerin ileri sürdüklerinin tersine, komünist
düzenlemelerini bütün toplumu değil, fa kat yalnızca koruyucular smıfını kapsaya­
cak şekilde ortaya koyar. ı s ı Bu bakımdan, ideal devlette, modern komü�izmde ol­
duğu gibi, sosyal sınıflar ortadan kaldırılmış değildir. Hatta Platon'un bu düzenle­
meleri, üreticilere özel mülkiyeti tanıyıp, koruyuculara tanımayarak, sınıf ayrımını
daha da pekiştirir.
Ayrıca burada, modern komünizmin temel ilkelerinden biri olan üretim araç­
.
larının da toplumsallaştırılmaları söz konusu değildir. Şenel'in deyişi yle, ortak mül­
kiyet düzeni, modern komünizmdeki gibi emekçiler, üreticiler arasında değil, üret­
meden tüketen bir sınıfın üyeleri arasındadır. Yani hem üretim, hem tüketim komü­
nizmi değil, yalnızca tüketim komünizmidir. 1 5 2 Üstelik k·oruyucular doğal gereksi·
nimleri doyurmanın ötesindeki dünya nimetlerinden mümkün olduğunca uzak
durup azla yetindikleri için, ideal devletin komünizmi, bolluğu paylaşmayı amaçla­
yan modern komünizmi deği l, fakat daha çok ilkel toplumlarda ya da ilk Hıristiyan
toplulukları nda görülen yalın ortaklaşacı yaşamı, sefaletin paylaşıldığı komünizmi ·
andırmaktadır. Platon'un komünizmi ile modern komünizmin bağdaşmadığı bir baş-

1 50 örneğin, Berttand Russell, The Practice and Theory of Bolshcvism, 1 920; Warner Fite,
Thc: Platonic Legc:nd, 1 9 34, ( Bakııuz : Goldschmidt, s. 1 3� 1 40 ) ; tabii ki Kari Rainıund
Popper, The Open Society an.d lts Enc:mics. 1 9 45 (Açık Toplum ve Düşmanlan) ; hatta
Herbert Marcuse, Soviet l\larxism A Critical A�lysis, 1 9 5 8 (Le marxisme sovietique,
Paris, GaUimard, 1968, s. 1 8 1-1 82 ve 301 ).
1 51 örneği n , Max Beer'e göre, " Platon komünizmi bütün Yunanlılar için istiyordu. öyle ol­
masaydı, iki k i tab ında da o günkü ekonomik, politik ve ahlaki düzensizliklerden. eleştirici
bir şekilde söz et mes in in hiçbir anlamı kalmazdı." (Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin
Tarihi, İstanbu� I lüsnütabiat l\.fatbaası, 1 9 65, Kitap I, s. 6 1 ) . Oysa, Platon. Devlet'teki
çeşitli bölümlerde ve özellik l e "Poliste yaşayanlar :uasında yalnız koruyucular için altına
gümüşe dokunmak, onu ku llanmak••• yasaktır" ( 4 1 7 a).sözü ile, bu yaşam biçimini yal­
nızca koruyucular için tasarladığını açıkça ifade eder.
1 52 Şenel, Eski Y unanda Eşitlik�., s. 405.

1 83
ka nokta ise, ideal devletin y urttaşları eşitlemediğinden başka, toplumda kölelere
de yer vermiş olmasıdır. ' 5 3
Gerçekte, koruyucular sınıfında aile ile özel mülkiyetin kaldırılmasının ekono­
mik değil, fakat ahlaksal·-siyasal bir . amacı vardır. P•aton, yöneticileri mülkiyet, aile
_
gibi endişelerden kurtararak, onların tüm çabalarını devlet yönetimi üzerinde top­
lamaları amacını gütmektedir. 1 54 Niyeti, servet eşitsizliklerini, bireyler arasında
haksız,lık yarattığı için - ortadan kaldırmak değildir. Aile ile özel mülkiyetin yok edil­
mesi ve eşitliğin sağlanması , koruyucular arasında birliği, tekdüzeliği kurmak ve bu
elit sınıfı , bireyciliğin, maddi çıkarcılığın getireceği ahlaksal bozukluklardan koru­
mak i çindir. Kısacası, "Platon, yönetimi servetleri eşitleştirmek için kullanmaz,
servetleri yönetime yaptığı kötü etkilerin önüne geçmek için eşitleştirir." 1 55
Böylece, komünist bir yaşam süren koruyucular, ekonomik eşitsizliklerin ya­
ratacağı bölünmelere düşmezler, birlik i çinde güçlü olurlar; halkı soymaya kalkış­
maz, parayla kandırılmazlar. Yöneticilerin yozlaşmasına engel olmak, devletin bo­
zulmasını önlemek demektir. Oysa üreticiler sınıfı düzeyinde, aile kurumu varlığını
sürdürdüğü gibi, mal-mülk de edinilmektedir. Bu yaşam biçimi, üreticileri sürekli bir
kışkançlık, rekabet ve çıkar çatışması i çinde tutmaktadır. Bunun sonucunda da,
kendi içinde parçalanmış olan bu sınıf, sayıca az fakat güçlü bir birliğe sahip olan
koruyucular ( ve filozoflar) tarafından kolayca yönetilmektedir. Bir bakıma "böl,
yönet" yöntemini benimsemiş olan Platon, komünist düzenlemeyle güttüğü bu ama­
cı, "koruyucular arasında anlaşmazlık olmayınca, halkın da ne onlarla, ne de kendi
i çinde çatışmasından korkulmaz" (465 c) diyerek dile getirir.

3- Flozm Devlet Adamı •

Platon, bir yanda ideal devlet tasarımını çizerken, öte yanda zaman zaman
bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, bir başka deyişle ütopya olup olmadığını
sorar ( 450 d, 472 e,·502 c). Dahası, gerçekleşme olasılığı varsa, nasıl gerçekleşecek­
tir? Platon bu sorulara vereceği yanıtı çok önceden hazırlamıştır'. Hatta, buraya de­
ğin tasarladığı bütün düzenlemeleri, kafasındaki bu yanıtı açıkça ortaya koymak, bu
yanıtta gösteri len ç;ırenin gerçek devletin kurulabilmesi için zorunlu, tek çare oldu­
ğunu kanıtlamak amacıyla anlatmıştır. Platon, yanıtını vermeye, ideal devletin ger­
çekleştirilmesinin zorluğunun bilincinc;le olduğunu söylemekle başlar. Fakat kurul-

1 53 Platon, ideal devletinin tasanmmı çizerken, tıpkı üreticiler gibi önemsiz gördüğü kölele­
rin yaşamlann ı d3 düzenleme zahmetine kendisini sokmamıştır. Bu durum, baz:ı yazar­
ların ideal devlette kölelik kurumunun kaldırılmış olduğunu öne sürmelerine yol açinış­
tır. Oysa Platon, genel olarak kölelik kurumunu kabul etmekle kalmaz, Devlet'in en az

iki yerinde (431 b ve 433 d'de) kuracağı devlet'de kölelerin de bulunacağını en ufuk bir
kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde açıklar. Afşar Tımuçin, (Gerçekçi Düşüncenin
Kaynaklan, lstanbul; De Yaymevi, 1 984, s. 245'de) Platon'un devletinin, komünist dev­
let ideolojisinin tersine, kölelik üzerine kurulmuş bir devle,t olduğunu vurgular.
1 5-l Çetin Yetkin, Kaba Kuvvet Felsefesi, Doğuşu ve Gelişimi, Ankara, Toplum Yayınları.
1 9 69, s. 1 9.
155 Sabine, s. 53.

1 84
ması çok zor olsa da, bu devlet, bir ütopya, hiçbir zaman gerçekleŞemeyecek bir
düş ürünü değildir. Sorun siyasal niteliklidir; bu nedenle de ç_özürn yönetim düze-
,
yinde aranmalıdır. Siyasal alanın toplumsal yapı üzerinde belirleyiciliği olduğuna
göre, siyasal erkin felsefeye gönül vermiş gerçek devlet adamlarının, yani filozofla­
rın eline verilmesiyle, sorun kendiliğinden çözüme kavuşmuş olur:
"Filozoflar bu [yeryüzündeki] devletlerde kral, ya da şimdi kral, önder dedik­
lerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece ay_nı insanda devlet gücüyle akıl gücü
birleşmedikçe, ... bence bu devletlerin başı dertten kurtulamaz, insanoğlu da bunu
yapmadıkça tasarladığımız devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğamaz, kavuşamaz
gün ışığına Gerçek filozoflar devletin başına gelmiş ya da gelecek olurlarsa bizim­
•..

kine benzer bir devlet kurulmuş, kuruluyor ya da kurulacak, felsefe Tanrısı orada
hüküm sürecek, diyebiliriz ... Bizim devletimiz ve anayasamız sadece birer düş değil­
dir ... Onu gerçekleştirmek ne türlü zor da olsa olağandır. Ama dediğimiz gibi, dev­
letin başına bir ya da birkaç filozofun gelmesi koşuluyla. " (473 d-e, 499 d, 540 d.)
Nihayet, Platon' un ünlü önerisi ortaya çıkmış bulunuyor: Gerçek devlet idea­
lar evreninden indirilir, felsefe ile kurulur; öyleyse, ya krallar filozof olacak ya da
filozoflar kral.

a/ Filozofun Yetişmesi

Çeşitli eğitim ve sınav aşamalarını geçip otuz yaşına varan seçkin koruyucu­
lar arasında bir seçme daha yapılır ve aralarında "diyalektiğe en elverişli, bilimlerde,
savaşta ve yasaların istediği bütün işlerde en sağlam olduğu anlaşılanlar" (537 d),
öğrenimlerini sürdürmek için ayrılırlar. Çok küçük bir azınlık olan bi.ı kişiler, beş yıl
boyunca diyalektik öğrenimi görürler; böylece bunların içinde, ruhlarında gerçek
bilim sevgisi taşıyanlar ve buna ulaşabilenler saptanır. 1 5 6 Otuz beş yaşındaki bu ki­
şiler, diyalektik öğrenimini başarıyla tamamlamış ve duyulara baş vurmaksızın yal·
nız akıl gücüyle idealara yükselmiş olmalarına karşın, yine de tam anlamıyla filozof
olmuş sayılmazlar.
Filozof adayları, idealar evreninden alınıp yeniden mağaraya, nesneler evreni­
ne indirilirler. On beş yıl boyunca çeşitli işlerde, görevlerde sınanırlar; onları dört
bir yana çeken çağrılara dayanıp dayanmadıkları denenir. Sonuçta, Platon'un deyi­
şiyle, "elli yaşında sağ kalan, her türlü iş ve bilimlerde, her bakımdan başkalarını
aşanları, varılacak son yere iteceksin. Ruhlarının gözünü açıp her şeyi aydınlatan
gerçek varlığın ta kendisine bakmaya zorlayacaksın. İ yi'nin kendini gördükten son­
ra, onu örnek tutup, toplumu, insanları ve kendilerini düzene sokacaklardır." (540a)
Bütün bu aşamaları geçip gerçek filozof olanlar, ancak birkaç kişidir. Platon, kadın­
erkek eşitliği ve ortaklığı ilkesi doğrultusunda, kadınların da filozof olacaklarım bir

1 56 "Gerçek bilim sevgisi olan, gerçekten var olanil erişmeye Çabalar; görünüşte var.olan sa­
yısız birçok şey üstünde durmadan ve hiç yılmadan yalmz gerçeğin ardına düşer. Sevgisi
gevşemeden, ruhunun özleri kavramaya yarayan yanı ite, her şeyin o yanla bir yaradılış­
ta olan özünü arar. Gerçek varlığa böylece yaklaştı mı, onunla birleşir, öz düşünceyi ve
doğruyu yaratır ; bilginin, gerçek yaşamın, gerçek yiyeceğin tadına varır." Devlet 490 a.b

1 85
kez daha açıklar. ( 540 c) Filozoflar, yaşamlarının geri kalan bölümünde, felsefe ile
uğraşırlar ve kendileri gibi İ yi'ye tutkun y urttaşlar yetiştirm� amacıyla eğit imci
olarak görev yaparlar. Fakat sıraları geldiğinde, politikaya girip devletin yöneti m in i
e l lerinde bul undururlar. Filoıofların y a hepsi y a d a birkaç tanesi birlikte yönetirler,
ya da tek bir filozof-kral o lacak şekilde birbiri ardı sıra devletin ba şında bulunur lar.

b/ Filozofun Devletin Başına Geçmesi

Burada Platon'un ikilemiyle karşılaş ılır: Filozof, kendi köşesine çeki lip felse­
fe yapmalı ve böylece yalnız kendi mutlu luğunu mu gözetme lidir, yoksa bu dünya
işleriyle i lgi lenip politikaya atılmalı ve diğer insanları da kurtarmaya çalışmalı mı­
dır? İdealar evren ine, İ yi'ye yükse l mi ş olan filozof nesneler evrenine i n meli midir?
İ n mesi ne derece doğru olur? Platon, yaşamı boyunca kafasını kurca lamış olan bu
soruları, filozofu birbiri nden çok fark l ı iki ayrı ortam içi nde (yani, birinde bozuk
devlet, diğer inde ideal devlet içinde) ele alarak yan ıtlamaya ça l ı ş ır.
Yeryüzündeki devletlerde yaşayan filozoflar, (daha doğrusu, bütün devletler
kötü olduğundan ve ideal devlet henüz gerçekleşemediğinden ötürü, bu dünyadaki
bütün filo zoflar ) , çok zor durumdadırlar. Kötü devi.et en iyi ruhlar üzerinde bile bo­
zucu bir etki yaptığına göre, bir filozofun yozlaş madan, bi�elik doğas ı n ı yitirme- ·
den , varlığını sürdüre bilmesi, kısaeası hala fil a°zof kalabilmesi çok. güçtür. Kişinin,
kendini kötülüklerin ve bunlardan kaynak lanan bozulman ın dışında tutabi l mesinin
tek yolu, poli tikaya bulaşmayıp kendi köşesine çeki l mesidir. Bu nedenle filozof,
"azgın hayvanlar arasına düşüp de onlarla işbirliği etmek istemeyen biri gibi, tek ba­
ş ı na bu azgın sürüye kar şı kafa tutamayacağ ı n ı , ne devlete, ne dostlarına, ne de ken­
dine yararı dokun madan ölüp gideceğini görür, görünce de bunu, kimsenin işine ka­
rışmayıp rahatına bakar ... Çevresinde olup biten yolsuzluklar, haksızlıklar ortasında
temiz ka lmakla ken dini mutlu sayar. Güzel umutlara bağlanıp, iç rahatlığıyla
yaşamdan çıkar gider." (496 d-e)
Platon, bu görüşleri ile, Kyniklerin savunduğu, bilgenin yaşamdan uzak kal­
ması şeklindeki "içe kapanma"· i lkesi n i benimsemiş gibi görünmektedir. Ancak söz­
lerini burada noktalamaz. Hemen ard ından, bu tür bir yaşam sürmekle, filozofun
büyük bir kazan ç elde etmediğini açı klar. Çünkü filozof, "kendine uygun bir devle­
te kavuşmadan yeryüzünden gitmiş olur. O na rastlarsa, hem kendisi daha yükselir,
tıem de kendisiyle birlikte toplumu kurtarır." (497 a) Böylece Platon, fi lozofa, idea­
ları edilgin bir biçimde seyretmekle yetinmemesini ve yeryüzünde siyasal etki nli kler­
de bulunarak insanları doğru yola yönlendirmesini sa lık verir. Filozofa, edilgin tutu­
mundan ötürü , hak vermiyor değildir : " İ y i ' ye yükselmiş olarıların, insan işlerini ele
al maya iste kli olmamaları, hep o yüksek yerlerde ka l maya can atmaları, hiç de şaşı­
lacak şey değildir." (51 7 c) İ yi'yi, gerçekleri görmü ş , olan birinin, kötülükleri, ka­
ran l ı k ları, kopyaları kabul etmesi olanaksızdır. Üstelik fil ozof, -tıpkı mağara ben­
zetmesindeki, zincirlerinden kurtulup güneş ı şığına çı kan , sonra yeniden mağaraya
inip diğerlerine d ı şarıda gördüklerini anlatan ve onları kurtarmaya kalkışan mah·

1 86
kum gibi-, gerçek bilgiyi aşılamaya giri şirse, doksa'ya saplanıp kalm ış insanlar ta­
rafından hor görülür, aşağılanır, hatta öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya ka lır
(ve Sokrates gibi öldürülebilir de.) Bununla birlikte Platon, filozofun, bilgeliğe öz­
gü bu bencilliği yenmesi gerektiği düşüncesindedir. Ona göre gerçek bilge, yalnız
kendini düşünen değil, fakat tüm toplumun mutluluğunu amaçlayan ki şidir. Dola­
yısıy la filozof, bütün tehlikelere göğüs gererek, büyük bir özveride bulunarak, insan­
ların arasına inmeli ve onlara doğruyu, gerçek siyasal düzeni göstermelidir. Zaten
filozof etkin bir tutum içine girmezse, ideal devletin gerçekleşmesi hiçbir zaman
mümkün olamaz. Demek ki , filozof, ya doğrudan doğruya politikaya girip siyasal
iktidarı ele geçirecektir ya da politik etkinliğini dolaylı bir yoldan yürütüp kralları
ve kral olabilecek gençleri eğitecek ve onları filozof yapacaktır. 1 5 7
İdea l . devletteki filozofların yönetici olmalarında, doğal olarak bu tür sor.un­
larla karşılaşı lmaz. M ekanizma işlemekte ve felsefe. üzerine kurulan devlet, filozof­
ları bu görev i çin hazırlayıp yetiştirmektedir. Aldı kları eğitim sayesinde felsefeyi
devlet i ş leriyle uztıştırmasını öğrenen ve devletin iyiliğini amaç edinen bu filozof­
lar, sıraları gelince idealardan ayrılıp yeryüzüne inmesini bilirler. Platon'a göre, filo­
zofların devlet işlerine karı şmak istememeleri, yönetimin onların ellerine bırakılma­
sının gerekliliğini gösteren a ç ık bir kanıttır. Çünkü, "bir devlette başa geçenler,
başa geçmeyi en az isteyenler oldu mu, orada dirliğin de, düzenin de en iyisi o l u­
şur." (520 d) Görülen devletlerdeki politikacılar, tutkularını, hırslarını doyurmak ,
kendilerine maddi kazanç, şan, şeref sağlamak için iktidarı elde etmek isterler ve bu
yüzden sürekli olarak birbirleriyle çatı şırlar. Oysa filozoflar, bu küçük hesapların,
değersiz şeylerin çok üstüne çıkmışlardır. Demek ki , filozofların devletin başında
bulunmalarının gerekHliğini ortaya koyan asıl neden, bu insanların tutkulara kapıl­
madan akla göre yönetmeleri ve bütünün çıkarını gözeterek yurttaşların hepsini
mutlu kılmalarıdır. Ayrı ca , ölümü önemsemedikleri için de, devlet uğruna her türlü
özveride bulunabilecek insanlar olmalarıdır.

el Filozofun Yönetimi ve Yasalan

Platon'a göre, yetkin bir irısan olan fi lozof, ideal devleti kurmadan ve bunun
yasaları n ı saptamadan önce, insanların bu düzeni benimseyebi lecek temizlikte olma­
larına özen göstermelidir. Çünkü filozofun kuracağı devlet, bir reformu değil, fakat
radikal ( köktenci) bir değişimi içermektedir. Bu bakımdan filozof, tıpkı bir ressam
gibi, önce .tuvali temizlemekle işe başlar, ardından bu temiz tuvalin üzerinde yapıtı­
nı yaratır. Platon, bu "tabula rasa " (kazınmış, temizlenmiş levha) yaklaşımını şöyle
dile getirir: "Filozoflar, bugünkü yasa koyuculara benzemeyerek, ister bir tek insanı,
ister bütün bir devleti ele aldıkları zaman, yasaları çizmeden önce, insanın da, devle­
tin de temiz o l masını isterler, temiz değilse, kendileri temizlerler ... Bu temizliği yap­
tıktan sonra,· kuracakları düzenin taslağını çizerler... Ardından, doğruluğun, güzel-

1 57 Syrakuza gezilc-inden ve Akademia'cla v�diği derslerinden dolayı, Platon'un bu ikinci


yolu seçtiği söylenebilir.

1 87
liğin, ölçülülüğün ve bu tür erdemlerin özüne bakarak yapıtlarını tamamlamaya çalı·
şırlar." ( 501 a-b) Kari Popper'in belirttiği gibi, Platon' un aksayan toplum sistemini
toptan kazımak isteğinde, estetikçi bir anlayış yatmaktadır. Eski bir giysiye yama
yapmaktansa onu atıp yenisini giymeyi yeğleyen bir insan gibi, filozof da eski top·
luma ve bunun insanlarına hiç aldırış etmez, onları bir kalemde silip atmaktan ka·
"
çınmaz. 1 5·8 Çünkü o, bir sahatçıdır ve tek amacı aklındaki güzelliğe somut bir biçim
vermektir.
Böylece P laton, siyasal iktidarı ele geçirmiş olan filozofuna aklındaki devlet
modelin i, yani devlet ideasını gerçekleştirebilmesi için her yolu açar. 1 5 9 Ne de olsa
amaç, ideal devletin aracılığıyla İ yi'nin, Güzel'in, Adalet'in yeryü-züne indirilmesi­
dir. Sonuçta, kullandığı araçların doğruluğuna yürekten inanan filozof, geçmişle
tüm bağlantıları ortadan kaldırır ve eski yasaların, geleneklerin, göreneklerin etkisin­
den kurtulmaları olanaksız olan on yaşından büyükleri polisin dışına sürerek, devleti
isten ilen kalıba sokulabilen çocuklar üzerine kurar (541 a). Öyle görülüyor ki, bu
uygulama, herhangi bir yasal dayanaktan yoksundur ve kaba gücün, şiddetin kulla­
nıl masını gerektirmiştir. İ deal devletin gerçekleştirilmesi sürecindeki "tabula rasa�'
aşamasından başlayarak, filozof, hiçbir şeyle bağımlı olmayan üstün bir erk ile do­
natılmıştır; o, bir bakıma, mutlak egemef'! olarak belirmektedir.
Bu durumda filozof-yasa ilişkisini ve yasanın ne anlama geldiğini saptamak ge­
rekir. Platon , bunu yapabilmek ve bu kon udaki görüşlerinin doğruluğunu kanıtlaya­
bilmek için, ilk önce var olanı çürütme yoluna gider. Bir başka deyişle, döneminin
yasa koyucularını ve yasa anlayışını eleştirip kötülemekle işe koyulur. Ona göre gö­
rülen bütün devletlerde, yasaların her tür sorunu çözeceğine, her şeyin üstesinden
geleceğine ilişkiıi yanlış bir kanı yerleşmiştir. Bundan dolayı, yasalar ile toplumu
kötülüklerden arındıracaklarını sanan yasa koyucular, bir şeyi düzeltirken yeni kö­
tülüklerin ortaya çıkmasına neden olurlar ; böylece, "sonunda en iyisini bulacağız
diye; bir sürü yasalar yapıp bunları değiştirmekle ömür geçirirler." (426 e ve 425 e)
Oysa, sözlü, yazılı kuralların ve yasaların, bir devleti iyiliğe yöneltmesi, yurttaşları
doğru, ahlaklı kılması olanaksızdır. Yasalar, ister demokrasideki gibi uzlaşmaya da­
yalı olsun, ister tir.anlıktı.ki gibi tek bir kişinin iradesinden kaynaklansın, her iki du­
rumda da görülen bu yönetim biçi mlerine içkin kötülüğü yansıtır. Bozuk devletlere
iyi yasalar verilmeye kalkışılsa bile, gereken toplumsal koşullar yaratılmadığından,
eğitim yoluyla ahlaksal değişim gerçekleştirilmediğiıiden, bir bakıma bir "kültür
devrimi" yapılmadığından dolayı, bu yasalar yaşayamaz, uygulanmaya konulamaz,
kısa sürede hük,9msüz kalırlar. Örneğin, hangi Yunan polisi, kadın·erkek eşitliği ya
da mal ortaklığı ilkelerini, yasa biçimine sokulmuş olsalar bile, uygulamaya koyabi­
lir ki?
Reformculuğu bütünüyle yadsıyan Platon, bu nedenle, filozofun elini kolunu
bu tür yasalarla bağlamaz,· onun boşu boşuna bozuk devleti düzelteceğim diye re -

158 Popper, s. 1 7 6- 1 7 7 .
1 59 Robin, (La.pensee grecque, s. 243'de), filozofun iktidara gelmesini bir devlet darbesi ola·
rak nitelendirir.

1 88
forma yönelik yasalarla uğraşmas111 1 istemez: "Gerçek bir yasa koyucu, bu tür yasa­
larla, kurallarla zamanını 'ı'itirmez. Düzenlemek istediği devlet, ister iyi olsun, ister
kötü. Kötüyse, yasalar gereksizdir, çünkü hiçbir etkililikleri olamaz; iyiyse, bu yasa­
ların bir bölümünü kim olsa koyar, diğer bölümü ise kurulmuş o lan toplumşal düze­
nin kendiliğinden ortaya çıkar." (427 a) Görüldüğü üzere, ideal devlet, anayasa dij.
zeyinde, yasaların yardımı ile kurulmaz; o,- çok geniş kapsam l ı bir eylemin sonm U·
dur. Platon'un felsMesinin mantığı içinde bu durum, Akıl'ın eyleme geçirilmesi
(hatta geçmesi) de·mektir. Dolayısıyla filozoflar, yönetme haklarını herhangi bir ya­
sadan değil, fa kat bilgilerinden, bilime ve evrensel söyleme sahip olmalarından al­
maktadırlar.
Plato n ' un açıklamaya çalıştığımız bu düşüncelerinden ötürü, Sabine, Che­
vallier gibi bazı yazarlar, ideal devlette hukuğa yer veril mediği ya da hukuğun dış·
!andığı görüşünde birleşmektedirler. 1 6 ° Fakat bu sav, ka n ı mızca, "ideal devlet­
yasa" sorununa belli bir açıdan yaklaşmış o lduğu için sorunun ancak bir bölümünü
açıklığa çıkarabilmektedir. 1 6 1 Yukarıda gösterdiğimiz gibi, ideal devletin kuruluş
aşamasında, hukuğun ihmal edildiği, yasalara yer verilmediği, kesin , yadsınılamaz
bir gerçektir. Ancak bu, ideal devletin hukuk dışı bir yapıya sahip olduğu, .yasalarla
yönetilmediği anlamına gelmez. Sabine, bu konudak_i yargısını kanı tlamak için hu­
kuğun kesin bir tanımını verir: " H u kuk uylaş1 mlar s ın ıfına girer, alışkanlıklarla or­
taya çıkar; o, yavaş yavaş, örnekten örneğe artan bir tecrübenin ürünüdür." 1 62 Ar­
dından, Platon'un bu tanıma karşı çıktığını, dolayısıyla hukuğu dışladığını ileri sü­
rer. Doğru, Platon bu tanıma karşı . çıkar; fakat karşı çıktığı, yadsıdığı, hukuğun
kendisi değil, bu tanımda beliren hukuk anlayışıdır; tıpkı devletin kendisini değil,
görülen devletlerdeki devlet anlayışını yadsıdığı gibi. Platon'a göre, devletin, siyase·
tin, dolayısıyla hukuğun, bilimi , bHimsel bir kuramı vardır. Bunları, pratik yaşamın
birikimleriyle, uzlaşımlarıyla, deney ve te crü be ler iyle oluşturup yürütmeye çalış·
makla hiçbir yere varılamaz, daha doğrusu ancak şiddete, kötülüklere, bozulmalara
ulaşılır. Zaten, uzlaşmacı, deneysel hukuk anlayışına saplanıp kal�ığı ve bu .tür yasa·
tarın üstünlüğü ile onlara bağımlılığı temel ilke olarak benimsediği içindir ki, Yunan
dünyasında pelis� bir çözülme içine girmiştir ve yok o l ma teh li kesiyle karşı karşıya­
dır.
Döneminin hukuk anlaytşını çok sert bir dille eleştirmiş olan Platon, idea l
devletinde yasalara yer vermemezlik etmez. ·K uruluş aşamasında yasal uygulamalar
yoktur, çünkü henüz yasalar ortaya çıkmamıştır. Devlet kurulduktan, düzen on ya­
şından küçük _ çocuklar üzerinde işler duruma geldikten sonra , yasalar belirmeye
başlar ve devlet bu yasalara göre yönetilir. İdeal devlette yasaları n bulunmadı_ğ ını

1 60 Oıevallier, s. 51 ; Sabine, s. 58.61.


161 Ayrıc a, Cassirer'in (s. 79'da) bu görüşle taban tabana zı t olan ve _Platon' u (ideal deylet­
teki sınıflara orantılı eşitliğe göre belli haklöt" vermesi nedeniy le) yasal devlet ya da
hukuk devleti düşününün kurucusu ve ilk sawnucusu saY-m nvına da kuşkuyla bakmak
gerekir. Bu savı, Platon'un yukarıda açıklaıjığımız düşüncdcri ile bağdaŞtın'nak olanak­
sız görünmektedir.
1 62 Sabine, s. 60.

1 89
varsaymak, Platon'un felsefesine gözleri kapamak demektir. Her şeyin bir ideası ol­
duğuna göre, devletin bir öğesi olan yasanın da bir ideası vardır. Gerçek devlet yer­
yüzünde gerçekleştirildiğinde, onunla birlikte ya da hemen _ onun ardından gerçek
( idea l) yasa da bu dünyaya indirilir. Üstelik Platon, Devlet' i n çeşitli bölümlerinde
ideal devletin yasalarından söz etmektedir.
Bir kısmı filozof yasa koyucu tarafından saptanan, diğer bölümü kendi l iğin­
den ortaya ç ı kan ideal yasalar, herkesi kendilerine bağımlı kı larlar. 1 6 3 Bu konuda
filozof yöneticilerin de bir ayrıcalığı yoktur. Bu olguyu Platon açıkça dile getirir:
"Devlet adamlarımız [filozoflar] ile yardımcılarını [koruyucuları] adlanna layık ki şi­
ler sayıyorum. Yard ı mcılar, verilen buyrukları yerine getirmeye hazır o lacaklar; dev­
,
letin baş ı n dakiler ise, yasalara uyarak ya da kendilerine verdiğimiz yetki ler ölçüsün­
de yasaların özüne uygun kurallar koyar.ak yöneteceklerdir." (458 c) Bu nokta da ,
filozofun m u , yoksa yasaların mı egemen olduğ u şeklinde yan lış bir sorunun ortaya
atılmaması gerekir. Çünkü her ikisi de aynı ka pıya çıkar. Filozofun her sfü;ü, her
uygulaması, Akıl'ın kendini dışarıya vurmasıdır; ideal yasaların da bundan başka bir
anlamı yoktur. Filozofun yasalara uyması, gerçekte kendisine, yani ruhunun akı lsal
ı
yönüne- uyması demektir 64 , ki zaten filozof bunu yapan ki şidir.
Yasa ların a macı, Devlet'te sıkça yinelendiği üzere, birtakım yurttaşlara öteki ­
lerden üstün bir mutluluk sağlamak değildir. Platon'a göre ideal devletin yasalarının
temel üç işlevi olduğu söylenebilir. Bunlar,
yurttaşları ya inandırarak, ya zorlayarak birleştirmek,
her yurttışa toplum içinde göreceği işi belirtmek
ve bütün toplumu mutluluğa götürmektir.
Bu yasalar, Akıl' ın, evrensel söylemin yeryüzündeki ifade biçi mleri olmaların­
dan ötürü, meşrudurlar. Otoriteleri evrenseldir ve değerleri mutlaktır. Gerçeği elin­
de bulunduran ve bu yüzden "tanrısal bir varl ık" (497 c) olan filozofun yaptığı, uy­
guladığı yasalar h içbir zaman değişmez. Çünkü onlar idealdir ve zaten kurulan ideal
devlet, öz olarak, değişmeyi, bozulmayı dı şlamakta, durağanlığı, sürekliliği
i çermektedir.

4- İdeal Devletin Bozulması

ideal devlet, idealar evrenindeki gerçek devlete bakılarak yapılmıştır. Fakat


nesneler evren inde bulunur, bir bakıma devlet ideasının (özünün) kendisini maddede
göstermesidir. Bu yüzden, değişme, bozulma yasasından ideal devlet de kendini kur­
taramaz, e ninde sonunda yozlaşıp yok olacaktır. Her doğan şey çürümek zorunda­
çlır; sonsuz o lan, yaln ızca ideadır, çünkü o , doğmamıştır, öncesiz-sonrasızdır.
Kalıtım sorununa büyük önem veren Platon i çin bozulma süreci, yöneticilerin,
soyların ya da daha doğrusu sınıf ayrımının düzenini koruyan "zifaf sayısını" za-

1 63 Bu bakımdan, Sabine'in (lbid.), Devlet diyalogunda Yunan polislerine özgü yasaya l:Jil­
ğımlılık ilkesinin yıkıldığına ilişkin savı hiç de tutarlı değildir.
1 64 Bu mantığı çok iyi kavramış olanJJ. Rousscau için de, (egemen ) halk yasalara uymakla.
kendisine uymuş olmaktadır.

1 90
mania unutmaları, önemsememeleri sonucunda baş lar. Plaıon; bu say ı n ın tam ola­
rak ne olduğunu açıklamaz. Pop per'e göre bunun nedeni, fi lozofun gücünü pekiştir­
mektir. Çünkü filozofu diğer insan lardan üstün kılan, sahip olduğu bilgidir ve tabii
bu arada !'zifaf sayısı" bilgisidir. Bu bakımdan,. bu sayıyı yalnı zca yönetici filozofun
bildiğini ve kendinden sonra gelen yöneticiye aktırdığını varsaymak gerekir. 1 ıi 5
"Zifaf say ısı"nın unutulmasıyla birlikte yönetici ler, çiftleşmeleri denetleye­
mez duruma gelirler ve bunun sonucunda uygun ol mayan zamanlarda yapı lmış ço­
cuklar doğmaya başlar. Doğuştan kötü olan bu çocukların büyüyüp devletin başına
geçmeleri ile ideal devletin de sonu gelir. Çünkü "bun ların arasından ç ıkacak koru­
yucular, yöneticiler ne Hesiodos soylar ı n ı ayırt edecekler, ne de altın, gümüş, demir
soylarını. Demir gümüşe karışacak, tunç altına ve bundan öyle bir hak�ızl ı k, öy­
le bir densizlik, düzensizlik doğacak ki, karışma olan her yerde insanlar
birbirine girecek, birbirine diş bi leyecek." { 546 e . 547 a) Devleti yok olmaya götü·
ren temel nedenler ortaya çıkmı ştır artı k: Soyların birbirirıe �rışmas ı ; hiyerarşinin,
işbölümünün bozulması ve en önemlisi yöneticilerin i çbirliğ inin yıkı lması. Çatışma­
lardan, dalaş malardan sonra felsefeye, akla değil, fakat yalnızca bedene, fiziksel gü­
ce önem veren yozlaşmış koruyucular yönetimi ele geçirirler ve eskiden dostları,
besleyicileri olarak gördükleri y urttaşları boyunduruk altına alıp uşakları yaparlar.
Böylece ide.al devletin yerine, onura dayanan timokrasi kurulmuş olur {Demek ki,
daha önce görmüş olduğumuz yönetimlerin dolaşımı yeniden başlamaktadır.)
ideal devletin bozulması, zorun l u olarak şu soruyu çağrı ştırır: ideal devlet
bozulacağına, hatta belki de kurulamayacağına göre, ideaların, ideal devletin insan
için ne gibi bir anlamı olabilir ki? Devlet'in 9. kitabının sonunda '' .•• konuşmaları­
mızda yaşayan devlet ••. , çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir devlet olduğunu
san mıyorum." diyen Glaukon'a, Sokrates, şunları söyler: "Ama isteyen için gökte
bir örneği bulunabilir, ona bakar ve ruh unu ona göre bir düzene sokar. Böyle bir
devlet ister bir yere kurulmuş, ister daha kurul�mış olsun, onun yapacağı yalnız
bu devletin yasalarına uymaktır, ba şkalar ının yasalarına değil." {592 b) Platon'a gö­
re, siyasal düzen idealara uygun ol masa da, bireysel düzen uygun olabilir; insan ın hiç
olmazsa bunu gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü kişi , bireysel davranış lar-mı ideal .dev­
letin yasa larına, yükümlerine göre düzenleyerek iç düzenini, ruh unu yüceltir ve
bütün kötülüklerin arasında ahlaklı kalıp iyi, mutlu bir insan olur. Felsefe, bireysel
doğruluğun (adaletin ) hem kuramını, hem eylemini öğretir. Sonuçta insan, yalnız
bu yeryüzünde değil, öteki dünyada da r.u hun doğasına uygun olan bir doyuma,
mutlu luğa kavuşur.

S- İdeal Devletin ideolojik Boyutu

Platon'un, ideal devlet modelini kurarak, dönemindeki sın ıflardan nernangı


birine, özellikle de soylulara {arisfokratlara), dolaylı bir biçi m de üstünlük sağlamayı

1 65 Poppcr, s. 1 63-1 64.

1 91
amaçladığını ileri sürmek pek tutarlı gözükmemektedir. 1 6 6 Platon'a göre sorun,
toplumsal düzeni, durağanlığı sağlamaktır. Polisin bozulan özgün ve geleneksel ya­
pısını yaşatmak, ancak ona yepyeni bir biçim kazandırmak ve bunu mutlak değerler
doğrultusunda düzenlemekle mümkün olur. Bunun için ise, yeni bir ilkeyi, "aklın
üstünlüğü" ilkesini mutlak bir biçimde toplumda hakim kılmak gerekir. Devlet sınıf­
sal ya da kişisel çıkarlar ya da uzlaşmalar üzerine değil, fakat akı l (felsefe) üzerine
kurulduğu zaman düzen sağlanır ve bozulmanın önüne geçi lir; daha doğrusu bo­
zulma, olabildiğince geciktirilir.
Platon, ideal devletini oluştyrurken eski toplumun sınıfsal yapısını yok eder
(yani tuvali temizler) ve yarı-kast biçimi denebilecek yeni bir sınıflandırmaya gider.
Koruyucular sınıfı, dönemin soylular (aristokratlar) sınıfının bir izdüşümü olarak ka­
bul edilemez. Evet, koruyucular toplumun en iyileridir (aristos) , bu anlamda onlara
"aristokrat'' sözcüğü yakıştırılabilir, fakat en iyi olmalarını kalıtımsal yeteneklerin­
den çok, geçirdikleri uzun ve sıkı eğitime borçludurlar. İdeal devlette sınıflar arası
- geçişkenlik ilkesinin uygulanması, ender de olsa koruyucuların içine akıllı üretici
çocuklarının alınması ya da yeteneksiz koruyucu çocuklarının alt sınıfa indirilmesi,
soyluluk - anlayışıyla bağdaşmamaktadır.1 6 7 Toplumda üst konumlara ulaşmada
kullanılan ölçüt, soy-sop ya da aile bağı değil (ki zaten aile kurumu da yok edil­
miştir), fakat akıldır, kişinin felsefeye olan yatkınlık derecesidir, eğitilme yeteneği­
dir.
Üstelik, Eski Yunan'daki ya da günümüzdeki ölçüler içinde, koruyucuların
iktidarda olduğunu, toplumdaki hakim yönetici sınıfı oluşturduğunu söylemek de
epey güçtür. Gerçekten siyasal iktidarı elinde bulunduranlar koruyucular değildir.
Bunların içinden gelen bir ya da birkaç filozof devletin başında bulunur. Yönetim
babadan oğula geçmediğinden dolayı, bu rejimi soyluların yönetimi anlamıncla_ aris­
tokrasi olarak adlandırmak olanaksızdır. Koruyucuların içinde bulunduğu konum,
soyluların tersine, onlara hiçbir maddi çıkar ya da ayrıcalık sağlamaz. Hatta koru­
yucular, tam anlamıyla devletin hizmetine koşulmuşlardır ve yaşamlarını güç, ağır
ko$ullar alunda sürdürmektedirler. 1 611 Olsa olsa, belki kendilerini diğer insan_lardan
üstün gören bir duyguya kapılarak, manevi bir doyuma ulaşmaktadırlar. Fakat bu
bile olanaksız görünüyor. Çünkü bu insanlar, mümkün olduğunca (filozoflar kesin-

1 66 Hele, Platon'u halkm yanma yerlc ttirip, onun demokrasi yandaşı, savunucu oldu ğunu or·
ıaya atan biı: savuı, değil kabul e�mesi, tartışılması bil e gereksizdir. Platon'a ilitkin
buraya değin yazdaklanmızm heP-'i, bu görüşümüzü doğrulamakta dır. Bu yüzden, "(Pla­
ton'un) gerçekte demokrasiden yana olduğu bellidir" (s. 479) diyen F:itma Paksüt'ün bu
yargısına nasd varabildiğini aıı lamak. hemen hemen olanaksızdır.
167 Daha önce de bdirttiğimiz gibi, bu geçişkenliğin toplumsal dikey devinime yönelik bir
işlerliği bulunmadığı ve temd kuıalm koruyucular sınıfmın kendisini sürekli bir biçimde
yeniden üret mesi·olduğu, doğrudur. Fa ka t bu olgu, koruyucuların bir soylular sınıfı oluş­
turdukları şeklinde yorumlanmamalıdır. Günümüzdeki, toplumsal dikey devinimin bulun­
duğu ileri sürülen "liberal" toplumlarda bile, çeşitli mekanizmalar ile sınıflar ken4Uerini
büyük ölçüde yeniden üretmektedirler.
1 68 " Devlet se çkin yurtıaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa. bu onların keyiflerince yaşayıp, dile­
dikle rini yapmalan için değil, devlet düzenini sa ğlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir."
Devlet 520 a.

1 92
likle) duygulardan, tutkulardan arındırıl mışlardır.1 6 9 Bu ba k ı m da n koruyucuların
,

yaşam biçimi, dünya görüşü, aristokratların değer yargılarıyla uyuş mamaktadır.


·
Mutlulukları, devlete gereğince ve her türlü özveride bulunarak hizmet ·etmeleridir.
Koruyucular-devlet il iş ki si, devletin a ma ç , insanın araç oluşunun ·en açık tasarımı­
dır.
Burada gözden ka çırılmaması gereken nokta, ideal devletin teor ik düzeyde bu­
lunduğudur. Kendis ini oluşturan insanlardan, sı n ıflar dan bağımsız bir varlığa sahip
olan bu devlet a n lay ı ş ı , somut temellerden yoksundur. Bu anlamda Platon'un dev­
leti bir ütopyadır, "yetkinlik adına, İ ktidar'ı Bilgi'ye ve toplumsal örgütlenişi birleş­
tirici Düzen '.in gereklerine boyun eğdiren rasyonalist ütopyanın en tipik modeli­
d ir. " 1 70 Bu devleti muhakkak adlandırmak gerekiyorsa, iktidarı liyakata, bilgiye
bağlamasından ötürü, aristokrasi sözcüğünü bir köşeye bırakıp, "meritokrasi" ya da
''phi lokrasi" sözcüklerini kullan mak daha yerinde olur. 1 7 1
Gerçekte ideal devlet, biçimsel olarak ne şeki lde adlandırılırsa adlandırı lsin,
onun teme.1 özelliği otoriter ve totaliter bir niteliğe sahip olmasıdır. Platon, ideal
devl etin otoritesini bilgiye, bilime dayandırara k devletin ( özü gereği mutlak olan)
egemenliğini meşrulaştırma yoluıia gider. " Her şeye kadir olan" devlet, gerekli gör­
düğü her durumda, yetkinliğini korumak amacıyla "i çleri yaradılıştan kötü olan in­
sanları öldürmek" ( 409 e ) gibi, kaba giice, şiddete başvurur. 1 72 Fakat bu, onun dev­
let olma özelliğidir ve bu nedenle ideal devletin salt kaba güce dayandığı söylene­
mez. Tersine consensus'ün öneminin bi lincinde olan Platon, devletin yurttaşlarını
·ikna etmesini, onaylarını kazanmasını salık vermektedir. Fakat bu ikna etme, ger­
çekte ideolojik bir koşullandırmadan, insanlarda bireyselliğin, hatta kişiliğin yok
edilmesinden başka bir şey değildir. Bu anlamda, ideal devlet, sürekli olarak bir tür
şiddeti ( "ideolojik şiddeti" ya da Bourdie u- ile Passeron'un deyişiyle "simgesel şi d­
1 73 )
deti" , i çermektedir. Platon'a göre, devlet ya yetkindir, ya kötüdür; ü çüncü bir
durum yoktur. Devletin yetkin olması ise, bireylerin "bir" yapılmasına, ya ni devle·
tin her alanı denetleyerek, her şeyi kapsayarak, hiç ki mseye en küçük bir özel ya­
şam hakkı tanımamasına ve bütün �ireyleri bütünün içinde eritmesine bağlıdır. i şte
ideal devlet budur.

E- TARIH FELSEFESi

Plaron'un tarih felsefesi olaylarla beslenir. Ancak olayları oldukları gibi al-

· 1 69 Tutkuların, hazların, acıların, yalnızca çocuklarda, kölelerde, üreticilerde ve kadınlarda


(herhalde üretici kadınlarında) bulunduğu anla�ıhnaktadır (431 b-c).
1 70. F. Chitelet, O. Duhamel, E. Pisier-Kouchner, lfistoire des idees politiques, Paris, PUF,
1 982, s. 1 0.
1 71 Bilge bir aı:mliğın, sınıflar, sosyal gruplar üstü yönetimi düşüncesi, Saint-Simon'da n baş·
!ayarak birçok düşünürü etkileyecek ve günümüzdeki "teknokrat devlet" ya d:ı "teknok­
rasi" anlayışına ulaşacaktır.
1 72 örneğin, Çetin Yetkin (s. 22'de) devlet ile özdeşleş�diği koruyucular sııufının üstünlü­
ğünün kaba güce dayandığım ileri sürmektedir.
1 73 Pierre Bourdieu, jean..Claude Passeron, La reproduction, Paris Minuit, 1 970, s. 18.

·1 93
maz, onlara belli anlamlar yükler. Platon, tarih felsefesini, bir yanda Sofistlerin,
Kyrenelilerin düşÜncesini {yani insan davranışının anlamını her ki şinin bundan aldı­
ğı hazza indirgeyen düşünceyi ), öte yanda kafalan çapraşık ve ahlak dışı gelenekler­
le dolduran mitosları, masalları yık�riak için oluşturmuştur. i nsan oluşumunun
modelini soyut b ir biçimde yeniden kurarak, çağdaşlarına bozulmanın nedenlerini,
mekan izmasını göstermeyi ve bozulmanın çekiciliğine karşı direnebilmenin yol larını
öğretmeyi aRıaçlamıştır. 1 74 Platon, tarihsel modelini iki ayrı biçimde sunar. Birin­
cisi, daha önce gördüğümüz Devlet diyalogundaki bir devletin geçirdiği tarihsel evre­
lere (yöneti mlerin dolaşımına) ilişkin modeldir. Burada, oluşumun bozulmayı içer­
diğ in i ve buna aklın egemen kılınması ile karşı çıkılabileceğini ortaya koyar. Oluşu­
mun ne olduğunu, insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını ise, Politikos (Devlet
Adamı) ile Nomoi { Ya� lar) adlı diyaloglarında birbirlerinden biraz farklı olarak ele
aldığı "evrensel tarih" modeli ile açıklar.

1- "Devlet Adanu"nda Tarih Felsefesi

Bu diyalogdaki evrensel tarihin mitolojik bir yönü vardır. Platon' un, diyalo­
gun konuşmacılarından "yabancı"ya anlattırdığı mitosa göre, kosmos, belli süreler
içinde, hazan Tanrı tarafından yönetilmekte, bazen kendi gidişine bırakılmaktadır.
Dünyayı döndüren ta n r ı Kronos, dünyanın devinim lerinin zaman dilimi dolunca bu
işi b ırakır ve dünya kendi kendine tersine,geriye dönmeye başlar. Dünya aynı biçi m­
de kalamamıştır, "çünkü bu durum, yalnızca tanrısal varhklara özgüdür." 1 75 Bunun­
la birlikte, ters de olsa kendi başına devinimini sürdürtir; çünkü canlıdır ve düzenle­
yici Tanrı tarafından akılla donatılmıştır. Bu nedenle de tanrısal devinim inden en
az ayrılan ters çevrimsel devinim içinde kalır. Dünya, kendi başına ta ma m ladığı her
devirden sonra b iraz daha yaşlanıp bozulur. Dünyan ın doğası bozulmayı içermekte­
d ir; o, bir nesnedir, maddedir ve bu yüzden bozulman ın dışında kalamaz. Gittikçe
bozularak yok olma aşamasına doğru ilerleyen dünyanın bu gidişine son vermek is­
teyen Tanrı, yeniden yönetimi eline alır. Dünyayı tanrısal yöne doğru çevirerek,
ona yeniden bozul mazlık ve ölümsüzlük aşılar.
Dünyayı Kronos'un döndürdüğü dönemde, bozulma diye bir şeyin olmamasın­
da n ötürü, insanlar da yaşlanmazlar. Ya şa m , içinde bulunduğumuz dönemdeki yö­
nün tersine doğru ilerler; i nsanlar gençleşmeye, çocuklaşmaya başlar ve ardından
yok olurlar. Doğum, ölülerin yeniden topraktan ç ıkmasıdır. Bir çeşit "altın çağ"
dır söz konusu olan: Hayvanfar vahşi değildir; ağaçlar, bitkiler kendiliğinden top­
raktan çıktıkları için insanların beslenme sorunları yoktur, bu uğurda çalışıp didin­
meleri gerekmemektedir. i nsanları ikincil tanrılar yönettiğinden, ne devlet vardır,
ne de savaş; dirlik, düzen hüküm sürmektedir. Dahası, l<adınlara, çocuklara 5ahip çı­
kılması diye bir şey olmadığından, aile de bulunmaz. Platon'a göre, bu insan lar
mutluydular, hatta "sahip oldukları boş zamanı bilimi gel iştirmekte kullanm ışlarsa

1H Chi telct, Platon, s. 22 7 .


l 75 Politikos 2 69 d.

1 94
6
kesinlikle şimdikilerden çok daha mutluydular. " 1 7
Bu durum hep böyle sürmez. Tanrı yönetimi bıraktığında dünya, ilk önce iki
yöne doğru bir sarkaç gibi sallanır, sonra d urulur ve düzenli çevrimsel devinimine
başlar. Önceleri, Tanrının yönettiği dönemi anımsayarak, düzenleyicisinin buyruk­
larını yerine getirerek, kendi kendini yönettiği için görece bir iyilik vardır. Fakat
gittikçe bu buyrukların gereklerinden uzaklaşır. Bu kaçınılmazdır, çünkü dünya bir
nesnedir ve nesneden (maddeden) her türlü bozukluk ve adaletsizlik kaynaklanır.
Buyruklar unutuldukça kötülük iyiliğe üstün gelir, hayvanlar vahşileşir, toprak ken­
diliğinden h içbir şey vermez olur ve insan soyunu kendi i çinde ü re tmek zorunda ka­
lır. Zayıf ve sefil bir duruma düşen insanlar, kendilerini tehlikelerden korumak ve
yaşamlar ı n ı sürdürmek amacıyla sanatları, zanaatları öğrenmeye ve örgütlenmeye
koyul urlar. Böylece devletin ortaya çıkmasıyla birlikte, insanları artık T;:ınrı değil,
fakat başka insanlar Y.önetmeye başlar. İ nsanlık varlığını koruyabilmiş olmasına
karşın, kendini bozulmadan, kargaşadan (kaos) , savaşlardan kurtaramaz ve hep da­
ha kötüye doğru ilerler ya da daha doğrusu geri ler. (Sonunda Tanrı, yeniden yöneti­
mi eline alana değin bu böyle sürecektir.)
Platon, bu mitosuyla tarihin döngüsel bir çizgi izlediğini belirtir. Tarih, birbi­
rini izleyen biri bozulma diğeri düzelme (daha doğrusu, yetkinlik) olmak üzere iki
dönemi kapsar. Demek ki, insan, bunların dışında bir başka seçeneğin olmadığını
anlamalıdır. Ayrıca Platon, tanrısal olanla insansal olanın, düzenleyici tanrısal akıl
ile düzensizliğe giden maddenin karşıtlığını vurgular ve böylece kunuluşa giden
yolu göstermiş olur.

2- "Yasalar"da Tarih Felsefesi

Platon, bu diyalogunda, Devlet Adamı'nda uzun bir betimlemesini yaptığı


mutlu Kronos dönemine kısaca değinir ve buradan yine aynı son ucu çıkarır: "Eğer
bir devlet, bir Tanrı · değil de, bir insan tarafından yöneti liyorsa, kötülüklerden ve
güçlük lerden kurtulamaz. Bütün olanaklarımızla, gerek siyasal, gerek özel yaşamı­
m ızda, Kronos dönemindeki yaşama öykünmemiz ve bize dağıtılmış akla yasa adını
vererek evlerimizi ve polislerimizi yönetmek için ruhumuzun ölümsüz bölümüne uy­
mamız gerekir. " 1 7 7
Yasalar'da özgül bir biçimde işlenmiş olan oluşum, Kronos u n yönetimi '

bırakt1ğı ve insanın kendi başına kaldığı tarihsel dönemi ya da Şenel'in deyimiyle


"historik dilimi" 1 7 8 kapsar. Platon, (Tanrısız) insanlık tarihinin başlangıcından yola
çıkıp, değişimleri, çeşitİi tarihsel evreleri anlatır. Ona göre, ilk dönem, tufan gibi
büyük bir doğal afetten sonraki d urumu andırır. Yalnızca dağlarda yaşayan bir avuç
çoban hayatta kalmıştır ve bunlarla birlikte, yeryüzünde ilkel bir dönem başlar. Bu
insanlar, (dikiş dışında) sanatları, zanaatları , maden işlemeyi bilmediklerinden baş­
ka, kentlilerin tutkularından, kötülüklerinden de yoksundurlar. Anlaşmazlıklar,

176 ibid 272 c.


1 71 Nomoi 7 l 3 e - 7 1 4 a.

1 78 Şenel, Eski Yunanda Eşitlik . .. , s. 384.

1 95
çatışmalar, savaşlar ortadan kalkmıştır. Çünkü basit bir v.aşam süren bu insanlar
birbirlerinden u·zaktırlar; yalnızlıktan ötürü de birbirlerine sevgiyle yaklaşırlar.
Ayrıca, herkese bol bol yetecek kadar yiyecek, giyecek, barınak ve araç vardır.
Kimsenin gözü bir başkasının malında değildir. Üstelik, yoksulluk ve zenginlik ol­
madığından dolayı, sosyal farklı laşmalar, sınıflaşmalar görülmez; böylece insanlar
kötülük lerden korunmuş .olurlar . Çünkü, "ne· zeMginlik, ne de yoksulluğun olduğu
bir toplumda, genellikle çok sayg1n bir ahlak hüküm sürer; şiddet, adaletsizlik, kıs­
kançlık burada ortaya çıkamaz. Gerek b u nedenden, gerekse saf kişiler olduklar ın­
dan ötürü bu insanların hepsi erdemlidir ." 1 79 Böylece Platon, devlete, yasalara ge­
rek duymayan ve görenekler, ge(enekler ile düzenin süreklil iğini sağlayan bu ilkel
insanlardan ve bunların yaşam biçim lerinden övgüyle söz eder. 1 8 0
Fakat b u düz.en çeşitli değişimlerin-gelişim lerin zorlamasıyla değişir. Daha
büyük toplumsal birimler oluşur ve birliğ i kurup sürdürmek için politika ve devlet
ortaya çıkar. Bundan sonra Platon, Troya (Truva) Savaşından sonraki tarihsel dö­
ne me geçip, bazı yönetimlerin tarihini çizer, bunların nasıl doğup geliştiklerini ve
neden yok old uklarını anlatır. Bunu yaparken, ikinci en iyi devlet mQdelinin daya­
�cağı ( ılı mlıl ık, ölçülülük, bilgelik gibi) temel ilkeleri tarihin içinden çıkarıp daha
somut bir biçimde tanıtmış olur. Örneğin, Troya Savaşından sonra kurulan üç Dor
polisinden ikisi, Argos ile Messenia, krallarının bilgeliğin dışına ç ıkıp ölçülü davran­
mamalarından ve ''yasaların kendilerine verdiğinden daha fazlasını elde etmek iste­
melerinden" dolayı yok olmuştur ııu . Buna karşılık üçüncü polis olan Sparta, ikti­
darı çeşitli kişiler arasında paylaştıran ılımlı bir yönetimi benimsemiş olması saye­
sinde, varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Pers monarşisi ile Atina demokrasisinin yoz­
laşıp bozulmalarının nedeni ise, her ikisinin de dayandıkları ilkelerde ölçülü kala­
mamış olmalarıdır� "Monarşi otoriteyi, demokrasi özgürlüğü aşırı boyutlara götür­
düğü zaman ... , buMun sonuçları hi Ç birisi için iy i olmaz." 1 8 2

3- Tarih Felsefesinin Kısa Bir Değerlendirmesi

Siyasal toplum öncesi tarihsel dönem, Devlet Adamı ile Yasalar'da çok farklı
bir biçimde dile getiri lmiştir. Devlet Adamı diyalogunda insar;lar, güçsüz, zavallı ,
sefil bir durumdadır. Oysa Yasalar'da, görece bir bolluğun, barışın, düzenin hüküm
sürdüğü görülür. i nsanlar sanatları, zanaatları bilmemelerine karşın sıkıntı
çekmezler, hatta büyük ölçüde bu nedenden ötürü erdem!i bir yaşam sürerler, Bu
iki diyalog arasındaki çelişki, Platon'un tarihsel anlatılarıyla ulaşmak istediği soniit­
lar ın farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
Devlet Adamı diyalogunda, bir yarİda Tanrı ( dolayısıyla Akıl) tarafından ter­
kedilmiş insanın zavallılığı,. öte yan.da tanrısal yönetim ile insansal yönetim arasın-

1 79 Nomoi 679 b-c.


1 80 Bu ilkel .toplwnun yönetim biçimi, "Yönetimlerin Dolaşımı" bölüınüncle ele alÜıa n pat·
riarşidii".
1 81 Nomoi 691 a.
1 82 l bid, 7 0 1 e.

1 96
daki karş ıtl ı k vurgulanmaktadır. Platon, bu görüşlerinden hareket ederek, yeryü·
zündeki kötülüğü en az düzeye indirgemenin mümkün olduğ l! ve bunun i çin yöneten
insanın tanrısal bir yanı olması gerektiği sonucuna varır. Her yönetim aynı şey değ il­
dir, yönetici ler arasında büyük farklar vardir : Gerçel ( tanrısal) kral i le tiranı birbirin­
'den ayırt etmek gerekir.
Yasalar diyalogunda uygarlığın bozmadığı i l kel bir toplul uğun mut l u l uğu, er­
demli yaşamı betimlen mekted ir. Uygarl ıkla birlikte bu yaşam yok o l ur ve ona geri
dön_me olası lığı ortadan kalkar. (Tabii tarihsel dönüşün tamamlanıp yeni bir doğal
afetin patlak verişine kadar. ) Bundan sonra kurulan çeşitli devletler, erdemli davra­
namayıp kötülüklerin belirmesine neden o lurlar; dolayısıyla insanla_rın, bozul maya
yönelen bu yönetim biçim lerinden bir · beklentileri o l ması yersizdir. Öyl eyse bu du­
rumda yapı lacak iş, insanları yenid,en mutlu kılabi lecek, koşul lara en uygun olan en
iyi yönetim biçimiı:ıi gerçekleştirmektir. Böylece Platon, ikinci en i y i devl etine
giden yolu açmı Ş olur ve ardından bunun tasar ımını çizmeye koyu lur. ·
Platon 'un üç diyalogunun içerdiği tarih felsefesi "trajik" bir niteliğe sahip­
tir. 1 8 3 Çünkü yeryüzündeki her şey boz u l u p yok o lmaya mah kumdur. Maddesel
yön ( yan i, insanli!rın, istekleri, tutkuları ve ç ıkarları doğrultusunda düşünüp davra­
narak adaletsizlik ve mutsuzluk yaratmalar ı ) , eninde sonunda ve zor unlu olarak ta n ­
rısalı alt eder. Başlangıçtaki "altın çağ " , "Kronas'un döne mi", "i l kel yaşa m", (dön­
gü tamamlanıncaya değin) geri gelmez ve bozulmaya karşı konula maz . Ancak bu ta­
r i h felsefesi, yine de bir umut ışığı verir: Düzensizliğe, bozulmaya karşın
I
insan,
gerek siyasa l yaşamı, gerek özel ya�amını düzenleyerek belli bir mutl u l uğa ulaşab i -
l i r , yeter ki aklını ku llansın, ruhu nun ölümsüz bölümüne uysun.

F- TANRISAL KRAL

Platon'un, Politikos (Devlet Adamı) adlı diyalogunu Devlet'ten aşağı yukarı


on beş y ı l sonra, İ .Ö. 365-360 yıl ları arasında yazdığı kabul edi lmektedir. Platon,
bu diyalogunu bir üçlünün ikinci yapıtı olarak tasarlamıştır. Ancak Sophistes ve
Politikos'tan sonra gelmesi gereken Philosophos'u 'hiç bir zaman kaleme a l mamı ştır.
Politikos'un birbiriyle iç i çe geçmiş iki konusu vardır : Diyalektik ve siyaset. Çünkü
Platon, b u diyalogunda, Akademia ' da ki öğrencilerine diyalektik araştırmanın bir
m odelini sun makta ve bunu gerçek devlet adamının ya da tanrısal kral ı n tanımını
vererek yapmaktadır. Bizi doğrudan doğruya i lgilendiren bu ikinci konuyu ele al­
dığımızda, Politikos'un Devlet'in (Politeia) bir tür uzantısı o l duğu görülür; hatta
Devlet 'teki sav, burada en uç noktasına kadar götürül mektedir. 1 8 4 Bununla birlikte,
Platon, yalnızca bu sava bağlan ma mış, bunun dış ına çıkmayı da bilmiştir. Çünkü bu
kez, kendine özgü radikal siyasal düşüncelerinin yanında ı l ı m l ı o larak nitelendir i len
ve Nomoi (Yasalar) diyalogunu haber "'.eren görüşlere de yer vermi ştir. Bu yönüyle
Politikos, farklı devlet modelleri i çeren iki diyalogun arasında yer almakta ve bir
ba k ı ma bunları birbirine bağlama işlevi görmektedir.

183 Chatelet. Pb.ton. s. 2 36.


1 84 Chevallier, s. 5 2.

1 97
1- Politika Bilimi

Platon, krallık bilimi olara k adlandırdığı pol iti ka bilimini ve buna sahip olan
gerçek devlet adamını tanımlayabil mek i çin çeş itli benzetmeler kullanır. İ lk olarak.,
aile i le devlet arasında bir koşutluk kurup, kral ı, bütün ev halkının iyiliğini gözete­
rek ai lesini yöneten bir ai le reisine benzetir. Böylece, yurttaşları kendi kendi lerini
yönetemeyen ve kesinlikle babaya bağımlı olan çocuk lar gibi göstererek, krala mut­
lak bir erk tanıma yolunda ilk adımı atar. Platon'a göre, kuramsa l bir bi lim olan
" krallık bilimi, mimarlık gibi cansız nesneler deği l, canlı varlıklar üzerinde otorite­
sini yürütür. " (261 c ) 1 8 5 Dik hotomia yönteminin kullan ı lması ile bu canlıların in­
sanlar oldukları saptanır . 1 86 Sonuçta, krallık ya da devlet sanatı denen bilimin in­
sanları yönetmek ve yön lendirmek olduğu ortaya çıkar.
Bu bakımdan kral, bir çobanı andırır; çünkü insan sürüsünü yönetmektedir.
Fakat kral ile çoban arasında önemli bir fark vardır. Çobanın otoritesi tamdır, hiç
kimse sürünün yönetimini onunla paylaşmaya kalkışmaz. Oysa kralın karş ısında,
devlet yönetimi hakkında hiç bilgileri ol mamasına karşın, o:ıunla boy öl çüşmeye
yeltenen, otoritesi üzerinde hak iddia eden bir sürü insan bulunur. Çeşitli meslekten
olan bu insan ların iddialarının yersizliğini göstermek i çin, devlet sanatının sürünün
yetiştirilmesi ile beslenmesinden çok, bakımını i çerdiği vurgulanmalı ve insan çoba­
nına " besleyen" yerine "gözeten " anlamı veren bir ad takılmalıdır. (276 c) Platon,
devlet sanatı i le diğer sanatlar arasındaki farkı daha iyi ortaya koyabilmek için, bu
kez dokumacılık benzetmesine başvurur: Dokumacılık başlı başına bir sanattır. Fa­
kat yünü tarayan, eğip büken insanlar ile iğne, mekik gibi araçları yapanlar, bu
sanatta bir payları bulunduğunu ileri sürerler. Oysa bunların sanatları yardımcı birer
sanattır ve "çözgü i le atkıyı, çaprazlamak sanatı olan dokumacılığa" (283 b) yal­
nızca dokuma ustası sahiptir. Aynı şekilde, devlet adamı da, askerlik, yargıçlık gibi
devlet yönetimine ilişkin sanatları yerine getirenlerin üzerinde yer alır, onların
saptadığı hedefler doğrultusunda yönetimin uyt.İ mlu bir biçimde çalışmasını sağlar.
Gerçek krallık biliminin kendisi iş görmez, fakat iş gören bilimleri yönetir. Poliste
hangi işin, ne zaman, nasıl yapılacağını saptar ve diğerleri onun buyruklarını uygula­
maya koyarlar. Kısaca, "bütün bilimleri yöneten ve her şeyi yetkin bir biçimde bir
araya getirip dokuyacak yasaları ve devletin çıkarlarını gözeten bu bilim, toplum
üzerindeki erkini belirleyen siyasal sözcüğü ile adlandırılmalıdır." ( 305 e.)
Devletin gerçek, doğru bir yönetime kavuşabil mesi için, devletin başındakile­
rin bilimlerin en üstünü olan politika bilimine sah ip ol maları gerekir. Bir başka de­
yişle, yönetimin tek ölçütü bilimdir. Dolayısıyla, "yönetimler arasında biricik doğru
yönetim, yalancı değil, gerçek bilime sahip başların b ulunduğu yönetimdir. Başla­
rın, yasalara uygun ya da yasası z, uyruklarının gönül rızasıyla ya da zorla yönetme-

1 85 Bu b ölümde Politikos'tan. yapılan alınt ılar i çin dipnot kullarulma yacak ve alıntının diya­
logundaki yeri bir ayraç içinde gösterilecektir.
1 86 Diogenes Laertius ' a göre (JI, s. 2 l ' de ) , '' Platon' un insaıu iki ayaklı tüysüz bir hayvan ola­
rak tanımlaması ve dinleyenlerin de bunu orıa yhıma.sı üzerin e ( Kynik) Diogencs, okuluna
tüyleri yolunmu� bir horoz götümıü� ve " İşte, Ph1ton'a ı;:iire insan budur" demiş."

1 98
leri, yoksul ya da zengin ol maları . .. hesaba katı l maz." (293 c) Elitist düşüncelerini
sürdüren Platon, bu bil i m i n yığında, kitlelerde h i ç bir zaman bul unamayacağını ileri
sürer. "Bir poliste , kalabalığın b u b i l i m i elde etmeye yetenekli olmadığını" (292 e)
ya da "ne olursa olsunlar büyük say ıdaki i nsan ların hi çbir za man bu bilime sah i p
ola mayaca klarını ve devleti akıll ıca y önetemeyeceklerini" ( 297 b ) söyleyerek,
Protagoras' ın bütün insa nların siyasal erdemden pay aldı klarına i l işkin düşünces i n i
yadsır v e demokrasi y i mahkum eder. O n a göre, devlet b i l i m i , çok küçük b i r azın l ı k­
ta, hatt.a yaln ızca tek bir kişide bulunur. Bundan dolayı , yönetme hakkı böy le bir
insa na a itt.ir. Onun yönetimi diğerleriyle kıyaslandığında, "insanlar arasında bir tan·
rı gibidir." (303 b) Bu tanrısal kra l, Devlet'tekl idea lar evrenine yükselmiş ve İyi
i le aydınlanmış olan fi lozof kral ı n ta kendisidir.

2- Yasasız Yönetimin Meş ruluğu

Pla ton , gerçeği, iyiyi yaln ızca o n u n b i ldiği n i söylediği krala mutlak bir erk ta­
nır. Tanrısal kral ( ya da kral lar) , devletin i y i l i ğ i n i gözettiğ inden ötürü, gerek li gör­
düğü her tiirlü yön teme baş vurabi l ir ve yaptığ ı her şey meşrudur. P laton'a göre,
devlet b i l i m ine sahip olan "yöneticilerin, ister devleti temizlemek ve sağlığını koru­
mak i ç i n bazı insanları öldürtmesi ya da sürmesi, ister devleti küçültmek için kovan­
dan oğul salar gibi dı şarıya kollar [ ko l o n i ler] çıkarması ya da devleti büyütmek i çi n
yabancı ları i çeri sokması v e y e n i yurttaşlar edi n mesi gereksin, on lar devleti bi l i m ve
doğrulukla korudukça, kendileri de e l den geldiği kadar iyi kaldıkça, böyle bir yö­
neti m, gözümüzde biri cik gerçek yöneti m olaca ktır. " (293 d-e) Diğerleri meşru de­
ğ i l d ir, hatta bunların var oldukları bile söylenemez. Çünkü bunlar, iyi ya da kötü
öykünmelerden başka bir şey değildir.
Bir yöneti min meşru o l u p o l madığının, kullandığı araçlara değil , bilimsel ni­
teliğine ve gözettiği amaca bakılarak a n la ş ı labileceğini savunan Platon, yasasız
yönetim in meşruluğu düşünces i n i ortaya atır. Bu bakı mdan Politikos, Devlet'ten
daha ileri gider: Devlet b i l i m i n e sah i p olan k i ş i yalnızca yasaları yapmaz; fakat
onun, halkın onayına başvurmadan, rızasını a l madan yasaları değiştirme ve hatta
yasa lara aykırı b i le o lsa kend i i sten c i n i zor kul lanarak egemen kılma hakkı vardır.
Çün kü, "her ne kadar yasa lar ın bir noktaya kadar kral i şi olduğu a pa ç ıksa da, ideal
olan, gücü yasalara değil, fakat bilge bir krala vermektir." (294 a) Platon' u n con­
sensus'e h i ç yer vermeyen bu düşüncesi, gerek dönem i nin yaygın yasa a n layışı, ge­
rek Sokrates ' i n Kriton'da savunduğu görüşler i l e tam bir karşıtlık i çi ndedir. Bunun
b i l i ncinde o lan Platon, diyalogunun gen ç Sokrates' ine "yasasız yöneti m den söz edil­
diğini duy mak çok acı bir şey" (293 e) şeklinde bir itiraz dile getirir ve ardından
baş konuşmacısı ola n "yabancı "ya, kra l ı yasalar ın üzerine ç ıkartmasının gerek çele­
rini a ç ı klattırır.
Yasaları n en büyük eksi k l i ğ i , genel o l malarında yatar. Bu durum, bi lge kra lın
yasaları i ç i n de geçerlidir. Çünkü o da, bütünü gözetert!k genel likle çoğunluğa uy­
gun düşen yasaları toptııi bir b i ç i mde yapar. B u ned.,nle h i çbir yasa, herkes i çi n en
i y i ve en doğru o lanı aynı za manda bir bütün o larak kapsayamaz. " Çünkü insan larla

1 99
onların eylemleri arasındaki ayrılık, sonra insansal hiçbir şeyin hiçbir zaman olduğu
yerde durmaması, hiçbir bilime, herhangi bir konu üzerinde, her' zaman ve her du­
rum için doğru, mutlak bir kural koymak olanağını vermez." (294 a-b) Yasaların
mutlak bir niteliği bulunmadığından ve değişen koşul ları n gerisinde kalmalarından
ötürü, mutlak olmayanın mutlak kalana uyması gibi, hukuk da bilime (ve bilimi elin­
de tutın krala) boyun eğmek, onun hükmü altına girmek zorundadır. Yoksa krala
kendi yaptığı yasaların dışına çıkmama yasağı getirmek, kralın elini kolunu
bağlayarak bilime göre yönetmesini engellemek anlamına gelir. Kendini yasalarla sı­
nırlayan bir yönetimin, ortıya çıkan yeni sorunlara bir çözüm getirmesi olanaksız­
dır. Bu durum, tıp hakkında kitap yazacak kadar bilgisi olan bir hekimden, o ki taba
uygun tedavi yöntemleri uygulamasını, ona göre reçeteler yazmasını istemek kadar
saçmadır. Gerçek devlet adamları, bir hekim gibi, kendi koydukları kurallarla, yasa­
larla ellerinin bağlanmasını kabul edemezler. Onlar, "tıpkı bir dümencinin, hep gemi
ile gemidekilerin iyiliğini gözeterek, bir yasa koymak şöyle dursun, tam tersine ken­
di sanatını yasa tanıyarak, kendisiyle birlikte yolcuları da kurtarması gibi, bu ilkeye
göre davranıp sanatlarına yasadan üstün bir güç vererek, doğru yönetimi gerçek­
leştirmelidirler." (297 a)
Sabine'in belirttiği üzere, kanıtlarıyla ortaya konan bu düşünce, Platon'dan
günümüze kadar, despotluğu haklı çıkarmak i çin öne sürülegelmiş olan düşünce­
dir.187 Tanrısal kral ya da filozof kralda somutlaşmış olan Akıi mutlak bir bi�imde
hüküm sürdüğü zaman, artık yasalara gerek yoktur. ıeaa Kişilere en küçük bir birey­
sel özgürlük alanı tanımayan ve kendilerini i lgilendiren sorunlar üzerinde söz hakkı
vermeyen Platon, yasaları devre dışı bırakan düşüncesini zorlamayı haklı göstermeye
vardıracak denli uzatır. Daha güzeli, daha doğruyu, daha iyiyi amaçlayan kralın, ya­
saları d�ğiştirirken, yeni yasalar koyarken ya da yasalarla çatışan buyruklar verir­
ken, halkı ikna etmesine, bunun i çin çabalamasına hiç gerek yoktur. i şlerini en kısa
ve en çabuk yoldan yerine. getirebilmesi için zora, şiddete başvurması gerekiyorsa,
bunu yapmak için bir an bile duraksamamalıdır. Onun uyruklarını zorlaması, bir he­
kimin hastalığı iyileştirmek amacıyla, hastanın ikna olmasını beklemeden onun be­
deninin şurasını ya da burasını kesmesine, yakmasına, ona acı veren bir tedavi uygu­
lamasına benzer. Bu yüzden, kralın uyrukları üzerinde kaba güç, şiddet kullanması,
kesinlikle haksızlık, kötülük olarak değerlendirilmemelidir. Akıl ve bilim yolundan
giderek hiç yanılgıya düşmeksizin, devletin üyeleri arasında tam bir adalet kurmaya,
.
onları korumaya ve daha iyi kılmaya çalışan bir kra lın her şeyi yapabilmesi doğru­
dur.
Bu her şeyin yapılması içinde, Platon'un. Devlet'te büyük önem verdiği yurt­
tışların eğitiminin sağlanması ve soyun iyiliğinin gözetilmesi de vardır. Yine müm­
kün olduğunca birbirine benzeyen tek düzey ya da Herbert Marcuse'nin deyişiyle
"tek boyutlu" insanlar 188b yaratmak amacını taşıyan Platon, kralın, bir dokuma us-
1 87 Sabine, s. 69.
1 88a jcah Rouvier, Lcs grandcs idces politiques des origines a J.J. Rousseau, Paris, Bordas,
1 9 7 3, '· 89 • •
1 88b Bakuuz: Hcrbert Marcuse,. L'homme unidimensiormel, Paris, �linuit, 1 968.

200
tası gibi, işe yarar öğelerle yapıtını gerçekleştirmesini ve diğer kötü öğeleri bunun
dışında bırakmasını salık verir. "Krallık bilimi, ... erdeme yönelen nitelikleri eğitim-.
le almaları olanaksız o lan, tersine, kötü bir doğal yapının taşkanlığı ile tanrıtanımaz­
lık,. şiddet ve haksızlığa sürüklenen karakterler varsa, bunları, öldürerek, sürgüne yol­
layarak ya da yasadışı eden cezalar vererek, dışarıya atar." ( 309 a) Dokunan kumaş­
ta yer al_maları uygun olan iki ayrı karakter vardır. Tanrısal kral, evlenmeleri düzen·
leyerek, kimin kiminle evleneceğini saptayarak, ölçülü ve enerjik karakterlere, ruh­
sal yapılara �hip olan insanları birbiriyle birleştirir, kaynaştırır'; böylece toplumda
farklı eğilimli insanların bulunmasını engelleyip, olası bir bölünmenin önüne geçmiş
olur.
Platon, tanrısal bir halkın olamayacağı, fakat insanları birleştirerek bir bütün
içinde eritip mutlu kılabilecek tanrısal bir kralın bulunabileceği i�ancındadır. Bu,.
Dion ya da bir başka öğrencisi olacak ve politika bilimi sayesinde, ger çek, yetkin
devleti gerçekleştirecektir. Çünkü, "kralın siyasal etkinliği, enerjik ve ölçülü karak-
terde insanları ele alarak; her iki yaşamı anlaşma ve dostlukla bir arada topladığı ve
birleştirdiği, böylece kumaşların en güzelini, mükemmelini meydana getirdiği, her
poliste köle ve efendi, bütün halkı bu kumaşın içinde dürdüğü, hepsini birden me­
kiğinde dokuduğu ve polise, durup dinlenmeden, bütün mutluluğu sağlayarak onu
buyrukları ve yönetimi altında bulundurduğu zaman, devlet sanatının dokuduğu
kumaş, hiç aksamadan sona ermiş, bu sanat amacına ulaşmış" (31 1 b-c) demektir.

3- Yasalara Yöneliş

Platon, kralına h içbir sınır getirmemesine karşın, sorunun bir başka yönünün
bulunduğunun, çizdiği tanrısal kral portresinin yürürlükte olan pratik gerçeklerle
hiç bağdaşmadığının farkındadır. ·Bu nedenle tam bir dönüş yaparak, "ideal yasasız­
lıktan zorunlu yasallığa yönelir. " 1 89 Gerçek yaşamda, böylesine büyük bir erk ile
donanmış yönetimdeki tek kişinin , keyfince davrandığı, canının istediğine saldırdı·
ğı, istediğini öldürdüğü görülmektedir. Öyleyse, kral ile tiran arasındaki ayrımın or­
taya konması gerekir : Tiran kendi yönetimini onaylamayan uyruklarını zorla yöne­
tir, oysa gerçek kralda- yönetimini uyruklarına onaylatma geleneği vardır (276 e).
Bu iki tutumu. birbiriyle bağdaştırmak olanaksızdır. Fakat Platon her ikisinden de
vazgeçmez. Bir yanda yalnızca iyiliği amaçlayan gerçek devlet adamının zor kullan­
masını doğru bulurken, öte yanda kendini Yunanlıların açıkça zora dayanan dev­
letlere karşı duydukları nefretten büsbütün kurtaramayarak 1 90 , tiranın yönetimini
kınar, tiranlığın en kötü y önetim biçimi olduğunu savunur. Ayrıca, bilgisiz ve tut­
kulu bir kişinin gerçek devlet adamına öykünerek yasasız yönetmeye ka lkışmasının ,
bir başka deyişle tiranlaşmasının , bir devletin başına gelebilecek en büyük felaket
olduğunu da i leri sürer.
Böylece Platon, sorunun ikinci yönüne, yani yönetimin gerçek devlette değil

1 89 Chcvallier, s. 53.
190 Sabine, s. 70.

201
de, bunun kopyaları olan devletlerde nasıl yürütülmesi gerektiği sorununa eğilir.
Bu . konudaki düşüncesini, " ... mademki gerçekte [olgusal düzeyde), denildiği gibi,
polislerde arı kovan ından çıkar gibi, doğuştan üstün bir ruh ve bedende bir kra l ye­
ti şmiyor, öyleyse, en doğru devletin izinden giderek yasalar yazmak i çin bir arada
toplanmak zorundayız.'' (301 e) diyerek ortaya atar. Görülen devletlerin hepsi kötü­
dür, bilgisizliklerinden dolayı yok olmuşlardır ve yok olup gideceklerdir. Fakat en
iyiye, yetkine henüz u laşıla madığına, gerçek devlet ger çekleşemediğine göre, bu
durumda yapılacak en akıllı iş, sözde devletlerin olabi ldiğince gerçek devletin düze­
nine öykünmelerini sağlamak ve uzun y ı l ların bir birikimi olarak belirmiş olan yasa­
lara mutlak itaat edil mesini zorunlu .kılmaktır. Bu devletlerin, belki bir süre de olsa,
yaşamlarını sürdürmeleri , başta yöneticiler o lnı.ık üzere yurttaşlarının hepsinin "ya­
zı l ı yasalar ile ata larının geleneklerine karşı bir şey yapmaktan sakınmalarına"
( 301 a) bağlıdır. Böylece, ideal devletinin dışında ki bozuk devletler i çin yasanın
egemenliği ilkesini kabul eden P laton 1 9 1 , bu ilkenin işlerlik kazanabil mesi amacıyla,
yasaları ç iğ neyenlerin ölüme ve i şkencelere çarptırılmasını bi le salı k verir.
Bununla birli kte Platon 'un, bilimin yerine yasaların egemenliğini istemeye is­
temeye, büyük bir kırgınlıkla razı olduğu görülmektedir. Çünkü bunu kabul
etmekle, kendisini bir çıkmaza soktuğunun bilincindedir. Uzlaşmaya dayal ı yasalara
mutlak bir güç tanımak, " her türlü araştırmanın yasaklanıp sanatların yok edilmesi "
( 299 e), ''gerçeği yazılmış yazılardan başka bir yerde arayan [Sokrates gibi] kişile­
rin ... mahkemelerde süründürülüp ... , en ağır i şkencelerle cezalandırılması" ( 299 b-c),
kısaca Platon'un bütün u mudu olan filozofların yetişmesinin engellenmesi demektir.
Bu durum, ideal devletin, gerçekten bir ütopyaya, yani hiçbir za man gerçekleşeme­
yecek bir düşe dönüşmesi sonucunu doğurur. İ deal devletinde kendi görüşlerinin dı­
şındakilere yaşam hakkı tanımayan, fakat paradoksal bir biçimde aynı tutumu be­
nimseyen devletleri ağır bir dille kınayan Platon, sözde yönetimlerin yol açtığı çık­
mazdan kurtu labilmek için, yine de b.ir kapı aralamayı ihmal etmez. Böyle bir
toplumda, "gerçek devlet ada mına öykünmek a macıyla yasaların buyruğuna aykırı
davranan ... sanatında bilge bir kişinin, yaptıklarının öykünme ol mayıp bütün ger­
çekl iği yle gerçeğin ta kendisi olacağını" ( 300 d-e) belirterek, dolaylı bir biçim de
bi lgelerin yasaları çiğ nemesine izin verdiğini açıklar.
Fakat y ine de, ideal devlet-bozuk devlet ikilemi ortadan kalkmış değildir.
i dea l devlete ulaşamayan insanın karşısında yalnızca bozuk devletler vardır ve bun­
ların yas.l lı ya da yasasız ol maları temelde büyük bir şey değiştirmez. Burada, Pla­
ton'un devlet kuramının, amaçladığının tım tersi bir sonuca yol açması tehlikesi be­
lir mektedir. Bu sonuç, ideal devletin kurul maması durumunda, bozu k devlette yaşa­
mak, onun kurallarına boyun eğmek istemeyen insana, Kyniklerin polisi toptan
yadsıyan göruşlerinin daha çekici gelme b l.ısılığıdır. Polise eski gücünü kazandırayım
derken , ideal devletinin gerçekleşeme mesi nedeniyle,- -dolaylı da olsa- kura mıyla

l9l Daha önce de gördüğümüz gibi, bozuk devletler içinde �en iyiden en kötüye do,ij'ru) , ger·
çek devlete iyi öykünenler, monarşi, aristokrasi ve yasalı demokrasidir; kötü öykünenler
ise, yasasız ılemokr.ısi, oligarşi ve tiranlıktır.

202
polisin çöküşüne katkıda bulunur bir duruma gelen Platon, bu ikilemi aşmak zorun­
daydı. Bunu, Nomoi'de, ideal devlet ile bozuk devlet arasında yer afan ve yasallık ile
bilgeliği bir pota i çinde eritmeyi başaran "somut koşul lara uygun '' ikinci en iyi dev­
let modelini ortaya koyarak başaracaktır.

G- İKİNCİ EN İYİ DEVLET

Platon, yaşlılık döneminde, artık tanrılardan değil de, insanlardan söz etmeye
karar verir. Politikos'ta tanrısal bir halktan umudunu kesmiş görünmekte, ayrıca
ta nrısal bir kralın da öyle kolay kolay ortaya ç ıkmadı,ğ ı düşüncesini ta şımaktaydı.
İşte bu düşüncelerinin uzantısı, sıradan insanlara uygun düşen ve onlara bel li bir
mutluluk sağlayabilen ikinci en iyi devlet tasarı mı olarak bel irir. Platon, son yapıtı
olan Nomoi'yi (Yasalar'ı), ideal devletinden sonra gelen ve birçok yönüyle ona ben­
zeyen bu ikinci devlet modelinin çok ayrıntılı bir betimlemesine ayırır.1 92 Böylece
insanlar, ya ideal devlet, ya bozuk devlet şeklinde dile getirilen "yalancı" bir seçe­
nek karşısında kalmaktan kurtu lmaktadırlar ; yeter ki somut koşulların elverdiği bu
iki nci en iyi devleti gerçekleştirebilsinler.

1 - Temel İlkeler

Diyalogun adından da anlaşıldığı iizere, Politikos'ta ta nrısal kralın bulunmadı­


ğı devletler i çin gönülsüzce kabul edilen yasaların ege menliği il kesi, burada, ikinci
en iyi devletin temeline yerleştirilir. Bir baş ka deyişle, filozofların ya da tanrısal
kra lların· yerini yasalar alır. Sab ine'in bel irttiğ i gibi, yasalara üstünlük tanınması, her
şeyden önce bir inanç sorunudur. 1 93 Platon, buna i lişkin görüşünü şöyle dile geti­
rir :
"Bizim gibi bütün canlı yaratıkların, Tanrılar tarafından, ya eğlence amacıyla
ya da bi lmediğimiz bir başka ciddi nedenle yaratılmış olduğunu varsayalım; ancak
şunu biliyoruz ki, içimizdeki [acı-haz ya da korku .güven gibi) eği limler, birbirlerine
zıt halatlar ya da dizgin ler gibi, bizi karşıt yönlere çekerler; işte, erdem ile kötülük
arası ndaki ayrım buradadır. Çünkü akıl, bize, her durumda bu dizginlerden yalnızca
b irini izlememizi ve diğerlerinin çekimine karşı koy mamızı söyler. Bu, adına de�le­
tin ortık yasası denen, aklın altından ve kutsal olan dizginidir ... Bu yetkin dizgin ile,
yani yasalar ile her zaman işbirliği yapmamız gereklidir ; çünkü, yetkin olmakla bir­
li kte şiddetten uzak ve yumuşak olan yasa, a ltın dizginin diğerlerini alt edebilmesi
için kendisine yardım edecek h izmetkarlara gereksinim duyar." (644 d-645 a) 1 94

192 Platon, Nomoi'nin 5 . kitabında, bir üçüncü devlet modeli tasarladığını v e "tanrı isterse,
bunun p lanını da tamamlayacağını" ( 7 39 e) belirtir. Ama, öyle görülüyor ki, tanrı bunu

istememiştir! Bu nedenle, Nomoi'nin bitirilememiş bir diyalog oldu.ğu kabul edilmekte­


dir.
193 Sabine, s. 7 l .
194 B u bölümde Nomoi' den yapılan alıntılar için dipnot kullarıı. lrnayacak v e alıntının diya·
logdaki yeri bir ayraç içinde gösterilecektir.

203
Görüldüğü üzere, hukuğun üstünlüğünün kabul edilmesi, yasanın rasyonel bir
nitelik taşıdığına duyulan inançtan kaynaklanır. "Aklın yargısı , devletin ortak kara­
rına dönüştüğü zaman yasa adını alır" { 644 d) diyen Platon, yasayı, bir bakıma,
Akıl'ın "temsi lcisi " konumuna yükseltir. Burada 'sözü edilen yasa lar, bozuk devlet·
lerde görülen uzlaşmacı yasalar değildir. Bun lar, ideal ya da gerçek devletin idea l ya­
salarının yeryüzüne indirilmiş biçimleri olmamakla birl ikte (ki böyle olsaydı, karşı·
mızdaki devlet, ikinci en iyi o lan değil, fakat ideal, yetkin devlet olurdu.), Politikos'
taki anlatımla, ideal yasalarin gerçeğe yörı.e len yetkin öykünmeleri olarak görülebi­
lir . 1 95 Böylece Platon, yeryüzünde hiç bir i�sanın tanrı olmadığı zaman, ortak iyili­
ğin kişişel çıkarlara, egoist eğilimlere üstün gelebi lmesi için, akıl yürütülerek ortaya
çıkartılan yasalara mutlak itaat edi l mesinden başka bir çıkar yol olmadığını aç ıkça
ortaya koymuş olur. 1 96 Ona göre, "yasanın yönetenlere bağımlı olduğ u ve hiçbir
otoritesinin bulunmadığı bir devlet, yok olmanın eşiğindedir; buna karşılık, yasanın
efendi, yöneticilerin ise yasaı:ıın kölesi o'lduğu bir devlet, ta nrı ların bağışlaya(?ileceği
her türlü iyiliğe sahip olarak varlığını sürdürür." ( 71 5 d) Bu bakı mdan iyi insan, "ya­
salara itaati her şeyin üstünde tutan ve bütün yaşamı boyunca onun sadık bir
hizmetkarı olan yurttaştır." { 729 e) Nomoi, içerdiği bu düşüncelerle, iki bin yı l ön·
cesinden j.J . Rousseau'nun Toplum Sözle şmesi 'ni (Du Contrat Social) haber verir
gibidir.
İkinci en iyi devletin yasaları, her ne kadar rasyonel bir niteliğe sahiplerse de,
Devlet'in tersine, doğrudan doğruya teorik aklın ürünleri değil lerdir. Çünkü Platon,
"hiçbir yasanın tam anlamıyla bir insanın yapıtı olmadığı" { 709 a) kanısındadır.
"Gerçekçi" bir yaklaşımla, yazgının yol açtığı savaş, salgın hasta lık ya da kuraklık
gibi olayların, belli yasaların yapılmasını zorunlu kıldığını açıklar. Ayrıca yaşalar,
ülkenin coğrafi yapısına da bağıml ıdırlar. Su durumu ya da toprağının verimi fark­
lı 6tan ülkelerde, aynı yasaların uygulanması olanaksızdır. Aynı şekilde, "yasaların
ülken in iklimine ters düşmemeleri gerekir. " 1 9 7 { 750 d) Demek ki, iyi bir yasa koyu­
cu, bir ülkeye yasalarını verirken, aklın ışığında hareket etmekle birli kte, çeşitli fak­
törleri de göz önünde bulundurmak zorundadır. İ kinci en iyi devlet de bu genel ku­
ral ın dışında değil dir .
Yasanın doğası durağan lığı içermelidir. M ısır' da olduğu gibi değişme eğilimi­
ni yok eden ve kendileri de bin lerce yıl değişmeden hep aynı kaİan yasaların varl ığı,
düzenin sürekliliğinin en açık belirtisidir. Fakat bu durum, hukuk sisteminin kendi
dışında değişen koşul lara ayak uyduramayacak denli katı ol ması gerektiği anlamına
gelmez. Bütünün iyiİiğini gözeten ve top l umda birliğin, uyumun sağlanmasını amaç­
layan yasa koyucu, tıpkı tablosunu da ha güzel leştirmek için zaman zaman ona yani.
fırça darbeleri vuran bir ressam gibi , devlete uygun düşmeyen yasaları kaldırıp yeni­
lerini yapma hakkına'sahiptir ( 746 b-c). Ama, amaç hep aynıdır: Değişmezliğe, sü­
rekliliğe u laşmak.

195 Politikos 300 d-e,


1 96 Rouvier, s. 9 1 .
197 Platon'un bu düşünı;eleri, daha sonraları öğrencisi Aİistoteles tarafından geliştirilecek ve
Nomoi'nin yeterince iyi bilinmem esi nedeniyle Aristoteles, birçok ya.zar tarafmdan, " i k­
lim kuramı"nın yaratıcısı ob.rak nitelendirilecektir:

204
Yukarıda söylediklerimizden anlaşıldığı üzere, iki nci en iy! de vleti n yasaları­
nı halk değil , fakat bilge bir yasa koyucu ( ki, burada Platon'un ta kendisi) belirler.
Yığınlara, kitlelere olan güvensizliğini sürdüren Platon, bir tiyatro yapıtının güzel
olup olmadıgına bile (Atina'da olduğu gibi), halkın karar vermesine karşı çıkar. Bil­
gisiz halkın zevksiztiğinin ozanları bozup kötü yola yönlendirmesini önlemek için,
hangi yapıtların oynayacağını yine yasa koyucunun saptamasını ister (659 a-
660a) Yasa _ koyucu, her alanda, yasalar, kurallar koymakla birlikte, yurttaşların
bu n ları kabul etmesi için onları zorlamaya, güç kullanmaya kalkışmaz. Salt zorla­
mayı içeren bir tutumun ti ra n l ı ğa özgü olduğunu belirten Platon , ikinci en iyi devle­
tin yasa l ar ı n ın iki bölümden oluştuğunu açıklar. Güç öğesini içinde taşıyan vasanın
kendisi, korkutma, . caydırma işlevi görür. Yasanın giriş bölümü ise, ikna etmeye,
.
inandır maya yöneliktir { 722 e . 723 b). Böylece yurttaşlarin gönüllü olarak yasalara
uymaları sağlandığı gibi, consensus de gerçekleştirilmiş olur. ,
Bu devlette en üstün erdem, yasalara uygun davranarak devlete karşı saygılı ol­
mak ve onun yasa l güçlerine kendini bağlamak anlamına gelen, ılımlılık ya da kendi
kendine hakiı:n olma erdemidir. Bu konuda, Platon'un ruha ilişkin düşünceleri gün­
deme gelir: "Bir insanın sahip olduğu tüm şeyler içinde, tanrılardan sonra, en tanrı­
sal olan ve en büyük gerçeklik payı ile kendisine ait bulunan şey, ruhudur." ( 726 a )
Bu nedenie ruha özen gösterilmeli, yüceltilmelidir; zaten insanın mutluluğu da buna
bağlıdır. Ruhu iyi kılmak i çin, aşırı özgürlükten şiddetten ka çınıp ölçülü, ılımlı bir
yol t utmak gerekir. Bu da ancak, yasa koy1Jcunun kötü ve ayıp saydığı şeylerden ka­
ç ınmak ve iyi olarak gösterdiği şeylere ba ğ la n ma k ile olasıdır. Demek ki, ikinci en
iyi devlet, kendisi için ılımlılığı amaç edinerek, ya sa ların egemenliği ilkesi sayesinde
yurttaşlarını ılımlı, ölçülü kılan ve böylece onların m ut luluğ u n u sağlayan bir devlet
olarak belirir.

2- Coğrafi Konum w Topluımal Yapı

Platon, tasarladığı e n iyi devletin, amaçlarına ulaşabilmesi için, coğrafi


ikinci
konumunu ve toplumsal' yapısını Devlet'tekinden çok daha ayrıntılı bir biçimde be­
lirler. Bu -devlet modelini, diyalogda, Girit adasında kurulması düşünillen bir koloni­
polis iç in önerir. Böyle bir senaryoya başvur�sının nedeni, eski bir polisin yeni bir
düzeni benimsemesinde ortaya çıkabilecek güçlüklerden kendini kurtarmak ve yeni
bir poliste her şeye sıfırmn başlayarak kafasındaki düzeni daha rahat bir biçimde
kurmak istemesidir.
Platon, kenti bir çember biçimi alacak şekilde bir tepenin üstüne oturtur.
Amaç , hem güvenliğin, hem de temizliğin daha iyi sağlan�sıdır. Ardından, Atina
kentinde görülen iki özelliğe kesinlikle karşıt düşen bir düzenlemeye ·gidilir. İlki,
kenti� surlarla çevrilmemesidir. Çünkü surların arkasına saklanma alışk.lı11ığı kaza­
nan bir polisin yurttaşları, korkak ve alçak olurlar. Bununla birlikte, eğer kent sur­
lar o l madan korunamayacak bir konum içindeyse, o zaman, çemberin en ucundaki
e vl er birbirine bitişik yapılarak, bunların bir tür sur işlevi görmeleri sağlanmalıdır,

205
Bu bağlamda Platon'un " tek bir ev biçiminde olan kentin çok hoş bir görünüm ve­
receği" { 779 b) şeklindeki sözleri, onun birli k, bütünlük düşüncesini kentin imar
plan ına bile yansıttığını göstermektedir. Kentin ikinci özelliği, denizden 1 2-1 4 km.
içeride kurulu olmasıdır. Çünkü kentin deniz kıyısında bulunmasının, birçok sakın­
cası vardır. Bunların başında, deniz aşırı yoğun dış ticaretin getirdiği bozucu etkiler
sayılabilir. Bir diğer sakınca, polisin bir deniz filosuna sahip ol ması nedeniyle, bir
yanda kitlelerin gücünün artarak yönetimin demokrasiye kayması, öte yanda karada
savaşmayıp gemileriyle denize kaçmayı yeğleyen korkak yurttaşların yetişmesidir.
Bu bakımdan ikinci en iyi devlet, ılımlı ve dayanıklı bir halka sahip olabilmek için,
kendi kendine yeten fakat zenginliğe yol açabilecek denli pek verimli olmayan bir
toprak üzerine kuru lmalı ve ekonomisini büyük ölçüde tarıma dayamalıdır. Ayrıca
Platon, devletini olabildiğince tecrit etme amacını güderek, yakınlarında bir başka
kentin bulunmadığını da belirtir. ( 704 c).
Kenti ülkenin ortasında bulunan bu devlet, diğer Yunan polisleri gibi, türdeş
bir toplumsal yapıya sahip değildir ve üç sosyal katmandan oluşmuştur. Bunlar
yurttaşlar, yabancılar ve kölelerdir. İ kinci en iyi devlet, ideal devlette yadsınan,
fakat Yunan insanının sıkı sıkıya bağlı olduğu iki toplumsal kuruma yer verir. Bir
başka dey işle Platon, ikinci modelinin insanlarca benimsenebilmesini sağlamak ama­
cıyla ideal devletin komünizminden vazgeçmek ve aile ile özel mülkiyeti tanımak zo­
runda kalır. Fakat bu kurumları, Yunan dünyasında yürürlükte bulunan biçimleri
içinde ele almaz ve onlara yeni bir düzenleme getirerek ideal devletinden fazla uzak.
!aşmamaya özen gösterir. Devletin yeterince güçlü olabil mesi i çin belli bir nüfusa
sahip olması gerekir. Platon, bunun için kesin bir rakam ortaya atar: Devlette 5040
yurttaş (ya da aile) olacaktır ve düzenin sürmesi için bu sayının hiçbir zaman değiş·
memesine çalışılacaktır.1 9 8
Platon, "..•eğer bir toplumda, aile yönetimi gerektiği gibi düzenlenmemişse,
yasaların durağanlığının sağlanabileceğini düşünmek boşunadır." ( 790 b) diyerek,
aile kurumuna büyük önem verdiğini açıklar. Bunun nedeni, geleneksel aile yapısı·
nın, toplumda kötülükleri doğuran ve besleyen bir doğaya sahip olmasıdır. Öyleyse
bu kurum ortadan kaldırılamadığına göre, yurttaşlar üzerinde yıkıcı, bozucu etkiler­
de bulunmasını önlemek için, aileyi düzene sokacak çok katı kura l ların getirilmesi
ve onun çok sıkı bir deneti m altında tutulması gerekir. Böylece, tek eşli sürekli bir­
leşmeler evliliğin yasal biçimi olarak kabul edilir ve bunun
. dışındaki her türlü ilişki
(ve özellikle Eski Yunan'da çok yaygın olan eşcinsel ilişkiler- 836 a-e) yaSr1klanır.
"Kadının doğası erkeğinkine göre daha erdemsiz olduğundan ve onda kötülüğe cfa.
ha çok eğilim bulunduğundan, ... devletin mutluluğu için ... , erkeklere buyrulan
her şey kadınlar için de geçerli kılınır." ( 781 b) Bu nedenle, Devlet'teki kadın-er­
kek eşitliği tam anlamıyla uygulanmarnakla birlikte, kadın, karan lığından, kendi
köşesinden çıkarılıp ortak sofralara oturtulur, erkeklerle aynı eğitimi görür ve siya-

l 98 Platon'un yurttaş sayısını 5 040 olarak saptımasındal<l amacı, bu sayının l l dışında l'
den l 2'ye kadar bütün sayılara bölünebilmesinden ötürü, toplum u, yurttaşları, çeşitli
amaçlarla kolayca eşit bölümlere ayırabilmektir.

206
sal yaşama katılmamasına karşın, askerlik de dahil olmak üzere çeşitli kamusal gö­
revlerde bulunur. Cinselliğin bir tutkuya dönüşmesinden ve kadın ile erkek arasında
tutkulu aşk bağlarının oluşmasından korkmaya devam eden Platon, cinsel hazzı
"frenlemesi gereken bir hastalık" ( 783 a) olarak nitelendirerek, evlenmelerin dev­
let tarafınd.ln saptanmasını ister. Bunlar, karşıt doğaya, niteliklere sahip insanların
birleştirilerek ılımlı bir soyun elde edil mesine yöneliktirler. Kızların 1 6 ile 20, er­
keklerin 3 0 ile 35 yaşları arasında, yasa koyucunun (ya da yasa koruyucuların) be­
lirlediği birisi ile evlenmesi zorunludur. Ailenin kaç çocuk (genellikle biri kız diğeri
erkek, iki çocuk) yapacaklarına yine devlet karar verir. "Çocuklar ana-babadan çok
devlete aittirler." ( 804 d) Görüldüğü üzere, Devlet'te olduğu gibi, Nomoi'de de bi·
reye özel yaşam hakkı tanınmamakta, insanın kiminle evleneceğini, boş zamanında
ne yapacağ ını bile, devlet, koyduğu kurallar, yasalar ve aldığı kararlar ile
belirlemektedir. Platon, bu anlayışını, ,en küçük bir kuşkuya yer vermeyecek biçim­
de açıkça dile getirmi ştir: "Bir devlete yasalar vermek isteyen bir kişi, yalnızca
yurttaşların kamusal ve toplu msal yaşamlarını düzene koymayı amaçlıyor ve özel
yaşamı yasanın dışında bırakıp, herkesin günlerini istediği şekilde geçirmelerine izin
veriyor ve her şeyin kurallara bağımlı kılınmasını gerekli görmüyorsa , büyük bir.•.

yanılgı içinde bulunuyor demektir." ( 780 a) .


Pfaton'un özel mülkiyete olan yaklaşımı, aile kurumunu ele alışından pek
farklı değildir. Toprak, yurttaşlar arasında eşit 5040 parçaya bölünerek dağıtılır.
Fakat burada, tam anlamıyla bir özel mülkiyetten söz etmek olanaksızdır. Çünkü
d.lğıtılan bu topraklar, kişilerin istedikleri gibi kullanabilecekleri özel malı değildir;
"her kişi, kendine düşen toprak parçasını polisin ortak mülkü gibi görmelidir."
( 740 a) Bu nedenle yurttaşlara, topraklarını kamunun yararına işleme yükümlülüğü
getirilir. Üstelik topraklar satılamaz, bölünemez ve miras olarak evli o.lan erkek
çocuğa, yoksa toprağı olmayan en yakın erkek akrabaya geçer. 5040 toprak par­
çasının yurttaş sayısına tam denk düşmesini sağlamak amacıyla, her ailenin biri er·
kek, diğeri kız olmak üzere iki çocuk yapması yasaya bağlanmıştır. 1 99 (930 d) Tüm
önlemlere karşın nüfus düşecek olursa, dışarıdan göçmen getirilir; bunun tersi ger .
çekleşip yurttaş ( dolayısıyla aile) sayısı 5040'ın üzerine ç ıkarsa, bu kez bu artık nü­
fus koloni kurmak üzere dışarıya yollanır.
Polisi toprağın değeri bakımından eşit oniki bölgeye ayıran Platon, yurttaşla­
ra dağıtılan 5040 toprağın mümkün olduğunca birbirlerine eşit olabilmesi için, her
toprak parçasının iki bölümden oluşmasını ister. Buna göre ülkedeki topraklar, mer­
kezde ve merkezden uzak i le verimli ve verimsiz şeklinde sınıflandırılır ve her
yurttaşın iki bölümden oluşan toprak parçasının bu dört özelliği de içermesine
özen gösterilir .. (745 c-d) Ayrıca, her ailenin biri merkezde, yani kentte, diğeri çev­
rede, yani kırsal bölgede olmak üzere i ki evi vardır. Platon'un bu önerisi, bir yanda
yurttaşlar arasında eşitliği, öte yanda toplumsal birliği, dayanışmayı sağlamaya

199 Ancak Platon, çok ayrıntılı birceza yasası hazırl3II\1 ş olmakla birlikte, yasaıun getirdiği
birkız ve bir erkek çocuk yapma yükümlülüğüne uymayan aildere ne gibi bir ceza venle­
ceğini sapı.amaya kalkışmamıştır!

207
yöneliktir. Çünkü herkesin, hem merkeLde, hem merkezin dışında bir evi ile topra­
ğının bulunması, poliste kent ile kır dras,nda kesin bir ayrımın oluşmasını ve dolayı­
sıyld olası bir sın ıfsa l çatı şmanın patlak vermesini önlemiş olur. Bundan başka, her­
kesin sın ırda ya da sınıra yakın yerlerde malı-mülkü olması, yurtta şların, kendi ki şi-
sel çıkarları doğrultusunda hareket etseler bile, yine de dış bir düşmana kar şı tek
bir beden gibi birlikte karşı koymalarına neden olur. Bu durum, onlarda dayanışma
d uygusunu güçlendirir ve devletin dıştan gelen bir darbe ile yı kılma olds ı lığını orta­
dan k,,ı l dırır.
Ta şınmaz mallar üzerindeki · mlilkiyetin eşitleştirilmesinin tek amacı,
yurttaşlar arasında birliğin, uyumun sağlanmasıdır. Platon, Devlet'te olduğu gibi
Nomoi'de de, servet tutkusunun özel ve ka musal çatışmaları besled iği , insanları
yozlaştırdığı düşüncesindedir. (831 b - 832 a) Bir toplumda ;ı şırı zenginl iğin · ve aşırı
yoksulluğun bir arada bulunmasının sınıf savaşlarına yol açacağına ve bunun da po­
lisi yıkıma götüreceğine inanan Platon'a göre, "aynı anda hem fa zla zengi n, hem er­
demli olmak olanaksızdır. " ( 742 e ) Bu nedenle, aşırı servet eşitsizliğine fırsat ver­
memek ve i nsanlarda zenginleşme tutkusunu yok etmek için, toprak eşitliği yanın­
da, yurttaşlara altın, gümüş gibi değer li mı denlere sahip olma hakkı tanınmaz. Ay­
rıca bunların, tarı m, zanaat, ticaret gibi aşağılatıcı herhangi üretici bir işle uğraşma­
ları yasaktır; gelirlerini, üzerinde kölelerin çalıştığı topraklarından sağlarlar. Ülke sı­
nırları içinde geçerli olan paranın ise dışarıda hiçbir .değeri yoktur.
Fakat yurttaşlar, eşit topraklara sahip olmalarına ve ortak sofra larda yiyip iç­
melerine karşın türdeş bir bütün oluşturmazlar. Platon, devlet mekan izmasında eşit­
liği sağlamak için eşitsiz bir düzen lemeye, dağıtmaya gidil mesi gerektiğini belirtir.
( 744 b ) Çünkü koloniye katılan kişiler ( yani, yurttaşlar), Devlet'in on ya şından kü­
çük çocukları gibi, her bakımdan birbirlerinin eşiti değillerdir. Daha önceden sahip
oldukları farklı şeyleri, değerleri de birlikte getirmişlerdir. Bu yüzden devlet kuru­
lurken herkese hak ettiği kadar ( bir başka deyişle, kendisinin ve ailesinin erdemine,
gücüne, yeteneğine, fiziksel güzelliğ ine, yoksull uğ una ve zenginliği nasıl kul landığı­
na göre) bir servet verilir. Demek ki , taşınır mülk üzerine kurulan servet, tüm bu de·
ğerleri kapsayan bir ölçüt durumuna gelir200 ve oranlı eşitliğin uygulanmasıyla ada­
let gerçekleşir.
Böylece Platon, Solon'un Atina'claki uygulamasını andırır bir biçi mde, ikinci
en iyi devletinin yurttaşları�ı zenginliklerine göre dört sın ıfa ayırır:
ı . Toprağının geliri ile toprağının gelir değerinin 3 katı serveti olan lar.
2- Topra ğının geliri ile toprağının gelir değerinin 2 katı serveti olanlar.
3- Toprağ ının geliri ile toprağının gelir değeri kadar serveti olanlar.
4- Yaln ızca toprağınin geliri olanlar.
Platon'a göre, bir devlette, "en büyük kötülük'' (629 d ) , "en ciddi has talık"
(744 d ) o lan başkaldır l� ın, iç savaşın patlak vermemesi için, aş ırı zengin ile aşırı
yoksulun bu lunmaması zorunlu bir koşuldur. Bu bakımdan, · servet yelpa zesinin

·200 Bundan <lolayı Platon, .-ileride göreccğimİ7. gihi- zengin sınıflara siyasal yaşamda daha
ii ne ın li ve etkin bir rol verecektir.

208
genişleyip eşitsizliğin büyük boyutl.1r.ı ul.ı şnı.ı m.ısı gen�ı.. i r; bu d.ı , � ın ı fl.ı r ın sınırla­
r ın ın s.ıptannıasıyla, elde edik.bilecek servete bir tab.ın i lt• hir r.ı v.ı ıı ın �etirilnıesiyle
sağl.ınır. En zengi n . sınıftaki y ur t tı ş l .ı r ın gel irleri , en .ıl"t s ı n ı ft.ıkilt•riıı ge l ir l er i n i n an­
cak dör t kar ı o la b i l i r . Eğer bir y urtt.ı ş, bu sınırı aşarsa, fazl.1 k.ıı..ıncın ın tiinıünü po­
lise bırakmak zorundadır. Bunun dışında, P l a to n, "yoksuı ı..c n ıcngin, zen g i n ken
yoksul . olunabileceğine göre herkes �ervctine uygun sınıfa geçer" ( 7-t...ı c) diyerek,
sınıflar arasında alttan üste y.ı d.ı üstten alta doğru dikey hir geçişin bulunduğunu
kabul eder. Fakat bu geçişin gerçekte işleyebilmesi, t•pcy ı.. u şkulu görünmektedir.
Çünkii bütün yurttaşlar, gelirlerini, birbfrlerine eşit ol.ın topr.ıı.. l .ırınd.m sağlamakta­
dırlar. Bir başka yoldan zenginli(.. elde etmeleri yasakl;ındığın.1 göre, bunların mal
varlı klarının he r h an g i b ir deği ş i me uğra ması olanaks ızdı r. Her aile, devletin kuruluş
aşamasında kendisine verilen S'Crveti -çok öne m l i bir değişi (.. lik o l m .ı d ı ğ ı sürece­
olduğ u gibi koruyacaktır. Zaten l�u durum, Pl<ıton 'un özlemle dile getirdiği polisin
siirek lili ğ i n in en öneıı:ıli güvenceleri nden birisidir. Öyle görülüyor (..i P la ton, dikey
sosyal devinim ilkesini (tıpkı Devlet'te olduğu gibi ) bir güvenlik supabı olarak orta­
ya koymuştur : Aşağı sınıfların çalışarak yukarılara tırm.ınabilmeleri inanc ını taşı­
maları (ve hatta zaman zaman bunu güçlendirecek bir iki örneğin yaratılması), on­
ların sistemi kolaylıkla kabul etmelerine, giderek özümsemelerine yol açmaktadır.
Sonuçta, Platon, yurttaşlara özel mülkiyet edinme hakkı tanımakla birlikte,
mal mülkün kullanımına ve miktarına ilişkin yukarıda gördüğümüz çeşitli sınırlama­
ları getirerek, Sa bine'.in deyişiyle bu hakkı "kuşa çevirir.11•2 01 Ayrıca yurttaşlar,
dört servet sınıfına ayrılmış olmalarına karşın, aynı işbölümü kategorisi içinde yer
alırlar. Bunların hepsi, gençliklerinde askerlik yaparlar, be!li bir yaştan sonra da
bilimlerle uğraşıp devlet işleriyle ilgilenirler. Bu bakımdan Nomoi'deki yurttaşlar
katmanı, üretmeden tüketen ve askeri bir niteliğe sahip olan Devlet' teki koruyucu­
lar sınıfını andırmaktadır. 2 0 2 Platon, ideal devleti i çi n öngördüğü işbölümü ilkesini
burada da uygular. Ancak bu kez, işbölümünü yalnızca yurttaşları değil , fakat pol i­
sin bütün nüfusunu kapsayacak bir biçfmde düzenler. Ekonomiyi yürütenler, üretimi
gerçekleştirenler, yurttaşlar değildir. Daha doğrusu yurttaşlık, yaşamını kazanmak
i çi n çalışmak zorunda olmayan yeterince zengin bir azınlığın ayrıcalığı olarak belir�
mek te ve üretenlerin ( özellikle kölelerin) üretmeyenler . tarafından sömürülmesi çok
açık bir biçimde ortaya konmaktadır. Dolayısıyla ikinci en iyi devlet, "açıkça .eko­
nomik ayrıcalık ilkesine dayanmaktadır."2 0 3
.
Yurttaşların altında metoikos'lar (yabancılar) bulunur. Atina'da zanaatlar ve
ticaretin gelişimi ile demokrasinin ortaya çıkışı arasındaki koşutluğun bilincinde
olan Platon , bu meslekleri sürekli olarak aşağılar, fakat onlardan tümüyle de vaz gı:­
çemez. Çünkü bir devlette, ins.ınları erdemsiz kılan bu tür işlerin de yapılması ge­
rekmektedir. Platon çözüm yolunu, bu meslekleri, yurttaşlarına yasaklayıp, · lıuLuİ-

:!O 1 Sah ine, s. 77.


202 Rubin'e giirc (La pcnsee grcccıuc, s. 282"k), yurttaşların hepsi askerlik yaptıklarından
iitürü, burada bir savag·dar (ya da kuruyuc ul:ır) grubuoclan değil, fakat ulus.ıl bir ordu·
dan sii:ı: c t ııı ck ı;crekir.
203 S.ılıinc, .._ 78.

209
nıaları dunımunda devlete zararları dokunmayacak olan " nıctoikos'Lır ı n e lleri ne
bırakmakta b4lur. ( 9 1 9 c ) ÖL�ür olan bu kişilerin hi çbir si yasa l hakkı yoktur, eko­
nomik ve sosyal ha klar ı da sınırlıdır. Bunlar poliste en fazla y i r m i y ı l ka labi l irler ;
fakat aralarında devlete büyük yararları dokunmuş olanl ar ı n ot ur ma siircleri u zat ı ·
.

lab ilir, hatta bunlara yaşamlarının so n una kadar oturma hakkı verilebilir. ( 850 a-c)
Toplumdaki en alt sosyal katmanı köleler oluşturur. Bu insanlar, hiçbir hakları ol­
mayan ve yurttaşların toprak larını ekip bi çmenin dışında çeşitli işlerde çalışan
emekçilerdir. " Her yurttaşın kendisine bütün uğraşlarında yard ı m edecek kadar kö­
le ye· sahip olması gere k t iğ i n i " ( 778 a) vurgulayan Platon, bu insan ların köleliğe ka t­
lan mala r ı , bir aya k lanmaya ka lkışma maları i çin, aynı ülkeden ge le n ya da aynı dili
konuşan kölelerin bir araya toplanmamalarına ve bunlara adil bir bi çimde da vran ı l ·
m as ın a özen gösteril mesini sa l ık verir. Fak.at bu davranış, kölelerin öz gü r kişiler g ib i
görü l mesine yol açmamalıdır. Tersine, kölelerin toplumdaki yerlerinin üstüne ç ı k ı p
. küsta h laşmalarını önlemek amacıyla, gerektiği her durumda bunlara en ağır cezalar
veri l me l i dir. ( 7 77 c-e )

3- Siyasal Yapı

Platon, ikinci en iyi devletinin Msyal yapısını düzenlerken orta bir yol izlemiş­
tir ; a ile, özel mül kiyet gibi toplumsal kurumları kabul etmiş, fakat aldığı çeşitli ön­
lemlerle bunların polisin birliğini, uyumunu bozacak aşırı boyutlara ulaşmalarını
engellemiştir. Bu ılımlılığa., ölçulülüğe yöneliş, siyasal yapıda da kendini gösterir.
P laton'a göre her siya.sal to p lum, yönetenler-yönetilenler ilişkisi üzerine kuruludur.
Bu nedenle, çöz.üme kavuşturul ması gereken ilk siyasal sorun, kurulacak bu koloni
poliste kimlerin yönetici olacağıdır. Bunun için Platon, çeşitli yönetme savlarını ele
al ıp incelemeye koyulur. Hayvanları bir başka hayvanın değil de insan ın güttüğüne
ve insanları da tanrıların yönetmediğine göre, dikkat edilmesi gereken temel ilke,
yönetici insanın (ya da insanların) sıradan birisi olmamasıdır. Geçmişteki çeşitli
devletlere ba kıldığın da , bunların yok olmasına, baştakilerin erdemsizliğinin ve _bilgi­
sizliğinin neden o lduğu görülmektedir. Bundan dolayı, cah il ki şilerin eline iktidarı
vermekten kaçınmak gerekir. Bazı Sofistlerin ortaya attıkları "güçlünün zayıfı yö­
netmesi" ilkesi de kesinlikle reddedilmelidir. Çünkü gücüyle iktidara gelen kişi ler,
ya$aları kendi çıkarları doğrultusunda yaptık larından dolayı, diğerlerine yönetimde
h içbir pay ver mezler; bu durum, toplumu düzensizliğe sürükler. Yasaları n yurttaş­
ların gözünde h içbir otoritesi bulunmaması, devletin yıkım ına yol açar ( 71 5 a-b).
Kabul edilebilir yönetme savlarının başında, ana babanın çocukları yönet mesi
.�elir. D i ğer l eri , s ır as ıy la, soy l u ların soylu olmayanları, yaşlıları n gençleri ve
efendilerin köleleri yönetmesidir. Platon'un yeğlediği yönetme savı ya da "doğal",
"gerçek" olarak görc:lüğü iktidar isteği, bilgenin cahil üzerindeki hakkına dayanır . "
Buna göre, cahil itaat eder ve bilge yönlendirip yönetir (690 b ) ; fakat bu tür bir y ö­
neti m y a l n ızca ideal devlete öz gü dür. Ayrıca son olarak halkı hoşnut tutmak, ona
yönet i m de ö n e ms i z de olsa bir yer ayırmak için "kurada ka zanan l.mıı yiinctıncsi"
savı da Platon tarafı ndan kabul görür. Bu yönetme istek lerinin ba z ı la r ı , diğerleri ile

210
bağdaşmadıkl:ırından ötürü, çatışmalar ortaya çıkar, toplum kargaşaya (kaos) sü­
rüklenir. Bunun önüne geçmek isteyen Platon, ikinci en iyi devleti için, bu istekleri
bağdaştırabilecek, bir potada eritebilecek ve böylece· yasal.arın üstünlüğünü sağlaya­
bilecek bir yönetim biçimi ortaya koymayı amaçlar. Sabine'e göre, Platon' un ger­
çekten yapmak istediği şey, "yüzeysel-olarak ortalamanın üstünde bir yeteneğin işa­
retleri sayılabilecek olan yaşlılığa, iyi aileden gelmeye ya da ser.vete biraz üstünlük
tanıyarak bilgelik idealine yaklaşmak, ama bu arada demokrasi uğruna. da kütlelere
bazı ödünle � vermekten ibarettir."204
Platon'un karşıt eğilimleri dengeleı:nek, çatışan istekleri uzlaştırmak amacıyla
tasarladığı yönetim biçimi, karma anayasa modelinin tarihte bilinen ilk kuramsal ör­
neğidir. Platon, ilk önce öl çülü, dengeli yönetim anlay ı şını doğrulamak içi n ,
'!Şırılıkların h e r zaman kötülüklere yol açtığın ı savunur: · � ö l çüyü kaçırarak, ... bir
gemiye fazla yelken takılır, bir bedene fazla yiyecek verilir, bir ruha fazla otorite
· tanın ırsa, bunun sonucunda gemi devrilir, yiyecek fazlalığı kısa sürede has tı l ı klara
neden olur ve faLla otorite küstahfığın kardeşi o lan adaletsizliği doğurur." (691 c).
Demek ki, devletin adaletl i , doğru kıl ı n ması, siyasal iktidarın çeşitli güçler, sınıflar
arasında paylaştırılarak yasaların egemen yapılması na ve özgürlük ile otoritenin bir
uyum içine sokulmasına bağlıdır. Gerek halkın özgürlüğünü en uç noktasına kadar
kısıtlayan sınırsız kişisel iktidar ( Pers devleti örneği}, gerek aşırı boyutlara ulaşan
halk denetimi (Atina devleti örneği), ·polisin birliğini, düzenini yok eder. Dengesiz,
Ş
kötü durumlara düşülmemesi için, ki isel yönetimin otoritesi ile halk yönetiminin
sağladığı özgürlüğün uzlaştırılmasına çalışılmalıdır. Platon, ikinci en iyi devleti için
tüm yurttaşların belli ölçülerde siyasal yaşama ka tıldıkları ·bu tür bir yönetim biçimi
öngördüğünü açıklar ve bunun monarşi ile demokrasi karışımı olduğunu belirtir.
(692 d ve 756 e) Karma anayasaya sahip bu devlette, yasalar, özleri gereği, poliste
ölçülü özgürlük ile otoriteyi, bilgeliği, ılımlılığı, birliği, adaleti sağlayacak doğrultu­
da olurlar.
Platon, ikinci en iyi devleti için çeşitli siyasal kurumlar öngörür. Bunların ba­
şında Yasa Koruyuçular Kurulu g_elir. Platon'a göre, birbirlerini iyi tanımayan, ge­
rekli eğitimi görmemiş olan koloni insanları, iyi bir seçim yapamazlar ; üstelik yasa­
ları da kendi istekleriyle kabul etmeleri cdanaksızdır. Bu yüzden ilk yasa koruyucu­
lar, Girit'in en önemli polisi olan Konossos'un yurttaşlarının da seçime katılmasıyla
. belirlenirler. Daha sonra gelen . kuşak, iyi bir eğitim görüp yasafarı benimsediğinden
· ötürü, yasa koruyucuları kendi seçme hakkınoı kavuşur. Eski Yunan'da aristokratik

biryöntem olan oya başvurularak yapılan bu seçim, üç aşamalı bir biçimde gerçek­
leştirilir: Silah taşıma hakkına sahip bütün yurttaşlar, oylarıyla .�lk önce üç yüz aday
saptarlar, ardından bun,arın iki yüzünü elerler ve· en sonunda geri kalan yüz aday ara- .
sından otl.. ;w yedi yasa koruyucuyu seçerler. Elli ile yetmiş yaşları arasında olmal.ırı
gereken bu ı<:şilerin görevi, yasalara uyulup uyulmadığını ve yurttaşların servet, do­
layısıyla sınıf durumlarını denetlemektir. ( 754 d)
Platon, Yunan polislerinde artık gelenekselleşmiş bir kurum olan Halk Mccli-

204 İbid, s. 75.

21 1
sine anayas·asında yer verir _ve bunun bütün yurt ta .Ş iara .ı ç ı k o kluğunu vurgular. Arı ­
cak bu mecliste , zengin y urtta şların ağırl ı k l ı bir biçi mde bulu nmalar ı n ı sağlaya b i l ­
m e k a macı y l a , i l k i k i sın ıftan o la n lar ı n o tu r u m lara ka t ı l ma larını zoru n l u tutır; ka­
tılm ayan lar para cezasına çarptır ı l ı r l ar . Buna karşı l ı k , ü çüncü ve dördüncü sınıflar ı n .
(görece) yoksul y urttaşlarına böyle bir zoru nl u l u)< getir i l memiş tir ( 764 d ) .
Halk Meclisinden daha ünem ı'i o lan b i r k u r u m , Senato y a d a 360'1ar Konsey i ­
dir. Platon, senatörlerin se çimi siste m i n i n hem monarş i k , h e m demokratik öğeler
ta ş ı d ığ ı n ı belirtir. " E ş i t o l mayan insan lar arasında ki eşitlik eşi tsizlik durumuna dö­
nüşür" ( 7 5 7 a) diyen Platon, buna engel o l ma k için sınıflar arasın da ki orantıyı kor u­
yacak bir yöntem önerir : Senatörleri be l irlemek için bütün y urttaşlar arasında genci
b ir se çim yapı l maz ; her sın ıftan 1 80'er kişi seçi l ir, sonra bunların içinden 90'ı kura
ile senatörlüğe atan ır. Her sınıf nüfusuna bak ı l m;ıksızın 90 ki ş i i le Senatoda te msil
edildiğine göre, bu yöntem sayesi nde sa yı ları ai. olan zengin y urttaşların oyları a ğ ır­
lık kaza n m ı ş ol maktadır. Ayrıca Platon , oy verme aşaması i ç in ilginç. bir uygulama
daha getir ir : İ l k iki. sınıfta k i zengin yurtta ş ların, her sı nıfı n i çinde ayrı ayrı yapı lan
seç i m lerde oy ve rmeleri zoru n l u dur. Oysa, üçüncü sın ıfı temsil eden senatörlerin
seçimine dördüncü sın ıftaki y urtta şların ve dördüncü sınıfı temsil eden senatör l erin
se çimine de üçüncü ile dördüncü sın ıflardaki yurtta şların katı l ması zoru n l u değ i l dir.
Böylece a lt sınıflar için den çıkan senatörler, daha çok üst sınıf yurttaşların k u l lan­
d ı kları oylarla se ç i l m i ş o l urlar. "Senatör lere kendi özel iş leriyle i l gi lenmeleri ve aile
sorunlarıyla uğraşmaları için zaman bırakmak gere ktiğ inden" ( 758 b) ötürü, Senato
30'ar kişilik on iki kurula ayrıl ır. Her kurul, y ı l da bir a y, devlet işlerine bakan bir
çeşit yönetim kurulu g i b i çalışır.
Memurluklar, · tüm sınıflara eşit olarak açık değildir. Tapınakların ekonomi
uzman ları, kent bekçileri ya da pazar denetleyicileri gibi öne m l i memurlar, ilk iki
s ı n ıfın y urttaşları arasından Ha l k Mecl isi tarafın da n se çili rler. Önemsiz me m url ukla­
ra alt sınıftaki lerin seç i l ebildiği gibi, bu tür görevlere getiri lecek kişiler bütün yurt­
taşlar arasından kura ile de saptana bilir. Bütün memurların üzerinde bul unan ve e l l i
i l e yetmiş b e ş yaşları arasında " tanrısa l n itelikli" (945 c) on iki yurttaştan oluşa n
b i r Denetçiler K u r u l u vardır. Uzun b i r se ç i m sonucu i ş başına gelen bu yüksek de­
netç i lerden her biri, bir bakan gibi devlet i ş leri n i n be l l i bir alanıyla i lgilenir ve bura­
da işlerin iyi yürütülüp yürütü lmediğini süre kli olarak İLier; gere kli gördüğü za man
denet i m i a ltında bulunan memurları, yöneticil�ri yargı lama hakkına sahiptir.
ikinci en iyi devlette bütün y urttaşlar siyasal yaşama kat ı l ıyorlarsa da, siyasal
kurumlar üst sınıflara ağır l ı k tanıyacak bir bi çi mde düzenlen miş tir. Platon, ki tlele­
No mo i de sürdürür. " Kalabalık, sağlıklı, doğru ka­
re, yönelik olumsuz düşünceler i n i '

rarlar alma yeteneğine sahip değildir" (758 b) diyen PIJto n ' u n gözünde, Ha lk Mec­
lisinin devlet yöneti m ine i l i şkin öne m l i bir rolü ol madığı kesindir. Hatta Platon 360
kişilik Senato ' y u bile .çok ka labal ık bul ur ve onu on iki kurula bölmesine bir diğer
gerekçe olarak da bu düşüncesini i leri sürer. Bu bakımdan, siyasa l kurumların çıpla­
n küçüldükçe, yetkileri de artmaktadır. Halk Mecl isi, her şeyden önce, bütii!ı �· urt­
t.ı ş l.ıra yönetime katı l d ı k ları d u ygusunu a ş ı layan ve böylece conseıısus'ün sağ l.ııı nıa ·
sında etkili olan " ideoloj i k " bir kuru mdur. Senatörlerin ya da önemsiz memurlukla-

21 2
rın seçiminde kura yönteminin kullanılması ise, alt sınıflara bir sus payı verme am.1-
cını gütrnektedir. Platon, bu konudaki gerçek düşüncesini hiçbir kuşkuya yer ver­
meyecek biçimde dile getirir : " Ka laba l ığın kızmasını önl�mek için, kura çekimin­
den kaynaklanan eşitlik anlayışına başvurmak zorunda kaldık." ( 757 e) Siy.ısa !
iktidar hiyerarşisinin en üstünde yer a lan Yasa Koruyucular Kurulu ile Deneıçiler
Kurulunun, yalnızca birinci sınıftaki (ve belki bir ölçüde ikinci sınıftaki) yurttaŞl.ır­
dan oluştuğu anlaşılmaktadır. Demek ki, servet sınıflarının yönetimdeki payları eşit
bir biçimde dağıtılmamıştır ( ya da Platon'a göre bu paylar, oranl ı eşitliğe göre dü­
zenlenmiştir) ve her y urttaşın siyasal yapıda alabileceği yer sınıfına göre belirlen­
mektedir.
Bununla birlikte, anayasal düzeyde hi çbir kuruma, diğerlerinin üzerinde mut·
lak bir erk tanınmamı ştır; siyasal kurumlar arasında belli bir denge-fren sistemi
bulunmaktadır. Bu durum, yasaların egemenliğinin en büyük güvencesidir. Fakat
Pbton, Nomoi'nin son kitabında yepyeni bir kurumdan söz ederek, her şeyi alt list
eder; ayakta ne karma anayasa kalır, ne de yasaların egemenliği. Platon'un tan yeri
ağırırken toplandığı için "Gece Konseyi" ( 968a) adını verdiği bu kurum, doğrudan
doğruya anayasa düzeni ile kararlar alan ve devlet ile yasaların sürekliliğini sağlayan
organdır. Bu konseyi oluşturan kişilerin üstün bir eğitim görmeleri, din ile felsefeyi
çok iyi bilmeleri, çeşitli bilimleri toplumsal erdemlerle uzlaştırmaları, .kısacası tan­
rısal kişiler olmaları gerekir. Platon , konseyin, bu tür üyelere sıhip olabilmesi için,
en yaşlı on yasa koruyucudan, üstün din adamlarından, eğitim yöneticisinden, er­
dem ödülü almış yurttaşlardan ve her birinin yanında getirdiği 30-40 y.ışları arasın­
da erdemli gençlerden kurulu olduğunu açıklar. (951 e ve 961 a)
İ kinci en iyi devletin en önemli siyasal kurumu olan Gece Konseyi , tek bir
amaç güder. Bu amaç, erdemdir ve erdemin parçaları olan adaletin, ılımlılığın, yü- ·
rekliliğin ve ölçülülüğün sağlanıp sürdürülmesidir. "Devleti korumak i çin bir çapa
gibi ortaya atılmış olan ve gerekli erklerle donanmış bulunan" (961 c) bu konsey,
.,:
devleti doğru yolda tutan, yanlış . yönlere sapmasını engelleyen polisin ruhudur, ak­
lıd ır. Yasaların dışında ve üzerinde olmakla birlikte, ona devletin bütün kurumlarını
,
denetlemek ve yönetmek hakkı tanınmıştır. Şimdiye kadar çizilen anayasa taslağı
ile bağdaşmadığı görülen ve egemenliği el inde t utan Gece Konseyi, Devlet'in filozof
krallarını andırmakta ve ikinci en iyi devleti ideal devlete yaklaştırmaktadır.

4- Eğitim ve Din Sorunu

Oevlet'te olduğu gibi Nomoi'de de toplu msal ve siyasal düzenin pekiştirilmesi


ve yurttaşların devlet sistemini özümsemeleri, eğitim yoluyla sağlanır. "Çocuk doğ­
duktan sonra onu bir balmumu gibi biçimlendirmeli" ( 789 e) diyen Platon, yurtt.ış­
larııı belli eğitim aşamalarından . geçirilerek istenilen kal ı ba sokul.1hilccd.. leri
in.ıncını sürdürmektedir. Bu yüzden, Nomoi 'n in yedinci kitabını oldui{u gibi bu
konuya ayırır ve çok ayrıntılı bir eğitim progra m ı çizer.
E ğitim, tek mcrketı.len devlet eliyle yürütiilür ve bütPn çocuklarin yetenekleri
doğruıru�uııda devle-tin kendileri i ç i n öngördüğü eğitimi almaları zor un l u d u r . Art ı k

2"1 3
devletin tümü bir eğitim kurumu olmadığından ötürü, bir eğitim örgütü ile eğitim ci ­
.
ler kadrosu oluştur u l muştur. Bun lar maaşlı memurlardır ve bunların üzerinde devlet
yönetiminde önemli bir yeri olan eğitim yöneticisi (ya da bakanı) bu lunur. Platon,
.
'

yurttaşların sağlıklı olabilme leri için eğitimin ana karnındayken baş lamasını, bir
'
başka deyişle hamile kadın ların çeşitli bedensel al ıştır malar yapmalarını zorunlu tu­
tar ve Devlet'teki sansürcü anlayışını burada da sürdürür. Her şeyden önce, çocuk
oy unlarının kesin bir biçi mde saptan masına ve bunların herhangi bir deği şime uğra­
tıl nıamasına özen gösteri İ me li dir. Çünkü "Çocuklar, oyunlarında bazı de.� işiklikler
y a parlarsa, büyüdük lerinde kendilerinden önceki yurttaşlardan farkl ı ol urlar, başka
bir yaşam biçimi arzu lay ıp, başka yasalara, gelenek ve göreneklere sahip ol mak is­
terler ; .. . bu d uru m , bir devlet için en büyük kötülüktür." ( 798 c) Demek ki , üç ya­
şı nda başlayan bu eğitimin temel amacı, kurulu düzeni olduğu gibi kabul eden ve
her türlü değişiklikteıı kaçınan insanlar yetiŞtirmektir. Yurttaş ların kafalarından de­
ğ i şiklik isteğini sökiip atmak ve böylece devletin sürekliliğini güvence altına almak
için, müzik, dans ya da edebiyat alanlarında da hiçbir yeniliğe yer veril mez. Platon,
ozanlara duyduğu güvensizliği sürdürerek, bunların çok sıkı· bir denetim altında tu­
t u l malarını salık verir. Fakat Devlet'ten farkl ı olarak, pol isinin kapı larını yabancı
ozanlara, tragedya yazarlarına kapatmayıp, bunların uygun görülen yapıtlarının ka­
bul edilebileceğini belirtir. {8 1 7 a-d)
Yurttaşların ölçülü insanlar o l maları için müzik ile beden eğitimi bir arada ve­
rilir. Kız çocukları da eğitim görür; fakat bunlar erkek çocukların gördüğü eğitimin
aynısını almazlar. K ız ile erkek çocuklar altı yaşında birbirlerinden ayrılırlar ve cin­
siyetlerine uygun bir eğitim programı izlerler. ( 794 c) Fakat bu, kızların savaş eğiti­
m inden bağışık tutuldukları anlamına gelmemektedir; erkekler kadar ol masa bile
kızlar da savaşma sanatını öğrenirler. 205 Eğitimin son aşaması, matema�ik, geomet­
ri ve astronomi öğreni mini kapsar. Platon, herkesin bu bilimleri derinlemesine
öğrenmeye yetenekli olmadığını belirtip, halka genel bir bilgi verilmekle yetinilece­
ğini, buna karşılık (geleceğin Gece Konseyi üyeleri olacak) küçük bir azınlığa felse­
fe ve teoloji de dahi l o l mak üzere bütün bilimlerin kapsamlı bir biçimde öğretilece­
ğini açıklayarak, sonuçta eğitim alanına eşitsizliği soka.r-
İ kinci en iy i devlette yurttaşların siyasal yaşamın dışında tutulamaması ve
büyük çoğunluğun kendi içlerinde aklı haki m kılmalarını sağlayacak eğitimi al ma­
ya . yetenekli o l maması, Platon' un toplumsal birliği, uyumu sağlayabil mek için yasa­
ların dışında bir başka güce daha gereksinim duymasına neden olur. Bu güç, dindir.
Bazı yazarların da belirttiği gibi , belkr ilerleyen yaşı dolayısıyla dine büyük bir

205 Platon'un, tıpkı De11let'tcki gibi Nomoi'dc de kadın-erkek tüm yurttı�ları asker yapm ası­
mn ne<leni, sürekli savaş için<le bulunan Yunan düny:ısın<la, bir polisin ancak askeri bir
toplum olar.ık ayakta kalabileceğine olan inancından kaynaklanmak tadır. F.ıkat onun
askeri toplum anb.y ı ş ı, saldırganlığ'.ı, yayılmacılıi:,..a, sa11a��·ılığa kapalıdır•. lkr iki devlet
modelinde de yurt taşlar, sava�ınayı yalnızca de11leti korumak, sal<lırg-.ı nları püskürtmek
i\·in i i ğrenirlcr. Çünkü, Platon'a göre, "en l>üyük iyilik barıştır... İyi bir devlet a<la m ı,
sava�ı barışı amaçlayarak <lüzcnlemdidir, y oks a banşı �avaşı ı.:iizünürnlc bulund ur.ırak
ckği l'' ( 628 ıl-e ) .

2 1 -t
önem veren Platon 2 06 , Nomoi'nin onuncu ki ta b ı n ı bu konuya ayırıp, dine kar ş ı iş­
lenmiş s uç la r ı kaps.ıyan ayrıntılı bir ceza hukuku h a z ırl a r .

D i n , devletin denetimi a ltındı olduğu11 dan dolay ı , her türlü i>zel dinsel eylem­
leryasa k tır Tapın malar, yalnızca kamus.ıl ta pınak l ar da ve y e tk i l i din adamlarının
.

yönetimi altında yapılır. P l .ı to n u n böyle bir uygulamaya gitmesinin nedeni , bir y.ın­
'

da hurafe lerin, hoş inançların yayılmasını ü n l e me k istemesi, öte ya n da özel din lerin
yurttaşların devlete ol.ın bağ l ı l ıklarını azaltacağına inanmasıdır. Ayrıca Platon, din
ile ahla k arasında doğrudan bir bağ kurarak , devletin kendisini korumak amacıyla,
kesinlikle ahlak d ı şı eğil imler taşıyan dinsizleri, imansızları kovuşturmc!Sını sa l ı k ve­
rir. Ona göre Uç çeşit dinsizlik vardır. Bunlar, tanrıların var olduğuna inanmamak,
ta nrıların insan i ş lerine karışmadığını düşünmek ve tanrıları n adaklarla, dualarla
kandırılacağı inancını taşımaktır. ( 885 ·b) Artık öğret men i Sokra tes'in dinsizlikle
su çlanıp ölüme m.ıhkum edilmesini unutmuş görünen Pla ton, dinsel ho şgörüsüz(i.i.
ğünü büyük boyut lara ulaştırarak, dinsizlerin, devletin dinsel anlayı şına ve dog mala­
rına ters düşen kişilerin ölüme kadar vara n çeşitli cezalara çarptırılmalarını ister.
İ deolojik bir işlevi bulunan din, yurttaşların a k l ı na değil, duygularına se s l e n ­

mektedir. Gerekt iğinde engizisyonu andıran yöntemlerle y urttaşların dinsel duygu­


larını güç le ndirme kte bir sakınca görmeyen Platon, iman ortaklığı sayesinde top­
lumsa l birl iğin çok daha sağlam bir temel üzerine oturacağı düşüncesindedir. Roger.
Labrousse'a göre Platon, ideal devletinin yerine gerçek bir polis kurmaya
kalkışınca, ister istemez bu durumun içine düşmüştür. İki nci en iyi devletini bir
bütün olarak ortaya çıkarabilme k için, aklı dinlemeye yeteıre k leri olmayan insanla­
rın duygularına seslenmek zorunda kalmış ve böylece dine sarı lmıştır.207 Üstel ik,
gerek bütün y urtta şların dinsel kurallara bağı mlı olduğu, gerekse polisin e n üstünde
yer alan Gece Konseyinin dinsel bir n iteliğinin bulunduğu göz önüne alındığında,
8
ikinci en iyi devletin bir tür teokrasiye dönüştüğü görülmektedir. 2 0 Ç ünkü bu kon­
seyin üyeleri, her ne kadar filozof iseler de, bel li bir bölümü doğrudan doğruya din
adamıdır ve hepsi teo lojiye ( d inbilimine) sah iptir. Platon, devletin korunması görevi­
ni üstlenecek bu ki ş i l eri n, ta nrıların varlığını ve gücünü gösteren kanıtları bil meleri ,
dinsel konu larda derin bilgilere sahip olmaları ve tanrısal kişilikleri bu lunmaları ge­
re k ti ği ni açıkça di l e getirmektedir ( 966 c-d). Böylece, Nomoi'de diyalektiğin yeri­
ne teoloji geçmekte ve tanrısall ığın {dolayısıyla di nin) değ i ş mezliği, din ile bezen­
miş devletin süre k l i l iğ i için en büyük güvence olmaktadır.

5- İkinci En İyi Devletin İdeolojik Boyutu

Bazi Platon yorumcuları, Platon'un Nomoi diyaloguyla, otuz yıl <in ce ya zd ığ ı


Devlet diyalogunun içerdiği görüşlere sırt çevirdiği ni ileri sürerler . 2 09 Bu yo r u m c u ­

lara göre, tarihsel gerçek ve başarısız Syrakuz.ı deneyler i , Platon'a sosya l , siyasal ve

206 Che\·allicr , 5. 6 2 ; Sabine, s. 80.


207 Labroussı::, s. 63
208 Chev:ıllicr, s. fi0-62, Lahrousse, s. 63, Touclıard, s. 36,

209 l.:ıl.orııussc, s. IİO; Rouvicr, s. 9 0 ; Şenel, Eski Yunanda E:tiı.lil _ ., s. 4 1 4.

21 5
psikolojik ver ilen: ters düşen hir · kuramda, bir ütopyada ısrar etmemes i n i iiğrı:t­
nıiştir. Büylcce so mut ko şull.ırın da gözününe alınmasın ı n zoruiılu olduğunu kav­
rayan Platon, d.ıh.ı gerçekçi , daha b i l i msel olmu ştur. Oysa, bu iki yap ı t .ır.ıs ınd.ı
gözlemlenen f.ırkl ı l ı k l.ır , Plato n ' u n bu za man süresi i ç i nde değişerek daha "gerçek­
çi" o l masından deği l , fJ ka r her iki d i yalogun ayrı a ma ç lar doğrul tusunda kaleme
.ı l ı n m ı ş o l masınd.ın k.:ıyıuklaııır. Devlet 'te idealar boyutunda buluna n yetki n dev­
letin yeryüziine i n Jiril ıncsi amaçlanır. Nomoi ise , tümüyle bu yeryüzüne a i t bir kolo­
n i polisin kuru l u ş uyla ilgilidir. Üste l i k , güttükleri amaçta far k l ı la şmal.ır ı n.ı karşın
her iki d iyalog da ayn ı konuyu içerir : K u l la n ı l.ın ara çlar ve üzerinde çal ı ş ılan mad­
den in doğası göz önünde bulundurularak devletin iyil iğini oluşturan düze n i n ve bir­
210
l iğin sağlanması.
Platon , Noınoi'de, Devlet'te beti mlediği y önetim b i ç i m i n i çürütmeye ya da
yadsı maya kalkış maz, tersine bunun kendisi i ç i n hala ula ş ı l mas ı gere ken ideal devlet ·
ol duğunu vurg u lar : " E n iyisi, "dostlar arası nd.ı gerçe kten herşey orta:kt.ır" özdey i ­
ş i n i uygulamaya koyan devlettir, anayasadır. Eğer bir gün, herhangi bir yerde,
kad ı n ların, çocuklar ı n ve bütün mal ların orta k l ı ğ ı kurulursa; her türlü olanakla ya­
şamdan özel miilk iyet denen şey kal dırılırsa; gözler, kulaklar, el ler gi bi doğa n ı n in­
sa n lara ayrı ayrı verdiği şeyler bile elden gel d i ğ ince ve bel li bir biçimde ortak k ı l ı ­
n ırsa ; böylece bütün y urttaşlar, a y n ı şeyleri görüp i ş i tti kleri n i , ay n ı şeki l de davran­
d ı k lar ı n ı düşünüp, topluca a'y n ı şöyleri över ya da yererler ve ay n ı nedenlerden ötürü
se vinir ya da üzülürlerse ; ve n ihayet yasalar, gerçekleşebilecek en yetkin bir l iğ i dev­
lette o luştururlarsa ; i şte o zaman, h i ç bir ki mse, erde min en üst derecesine ulaşabil­
mek için, bu devletten daha doğru ve daha iyi kurallar koyamayacak demektir."
( 739 b-d) Fakat Plato n , bu sözlerinin hemen ardında n , kadınlar i l e çocuklar da o l ­
m a k üzere her şey in ortak olduğu bu p o l iste, ancak ta nr ı lar ı n y a da onlar ı n çocukla­
rının ( yani, tanrısal insanların ) oturabi leceğini a ç ı klar. Bu nedenle, kendi aralarında
evleri ve toprakları bile paylaşamayan, be l l i görenekler i le yasalar i çi nde büyütülmüş
insan lardan ideal devlette yaşamalarım istem e k ve bunu gerçekleştirmek olanaksız­
dır.
İ şte sorun, burada yatmaktadır: ideal devlet kurulam ıyorsa, (fakat bu, ideal
devlet h i ç bir zaman kurulamaz demek değ i ld ir . ) , yapı lacak tek şey, ona en çok ben­
zeyen modeli, ikinci en iyi devleti kurmaktır. Devlet'te kul lan ı lan madde, bozul ma­
m ı ş insandır, bir başka deyişle kal ı pla ş m ı ş gelenek -Ve görenek lere, sosyal-kültürel
yapılara, bel l i yaşam biçimlerine bağlı o l mayan tertemiz çocuklardır. Bu yüzden,
yozlaşmamış bu insanlar ( ç ocuklar), ken dilerine verilen yasaları kolay l ı kla ka bu l et­
tik lerinden başka, aldık ları eğitim sayesinde i çlerindeki tanrısal yönü açığa ç ı kartır­
.
lar . İ deal devlet, ta bula ro sa yapıldıktan, yani levha kaz ı n ı p te mizlendikte n sonra
kurul ur. Oysa Nomoi'de böylesine köktenc i (rad i ka l ) bir ta b u la rosa işlemi yoktur.
Her ne kadar yasalar · ken mada'n önce; ilk i ş olarak bozuk ki şiler i n ayıklanması ya-

:?! O Ch1 tdl'l, Platon, s. 22:l-22-!.

21 6
pıls.ı da 2 1 1 , bu koloni polisi olu şturanlar bo zul muş insanlardır, geldikleri yörelerin
yasa lar.mı; göreneklerini, değer kal ıplarını vb. özümsemişlerdir. Nomoi diyalogunun
amacı, tutku larının, öny.ugılarının tutsağı olan yozlaşmış insan ın, Yun.an dünyası­
nın bozulmu�luk ortamında, nasıl ve ne biçimde yüceltilebileceği sorununa b ir çö­
züm getirmek tir. Bir ba kıma P laton, bu yapıtıyla yöneti mi e le geçirme olasılığı
bul unan öğrencilerine uygu layabilecekleri bir devlet modeli sunmaktadır,
Nomoi'nin devlet modeli, Devlet'tekinden dah<ı basit değildir. İ ki nci en iyi
devlette de hiçbir şey şansa, yaıgıya bırakılmamıştır. Burada da herşey, en ufak
ayrıntısına değin düşüniilüp tasarliınmış ve ka psa m lı bir ütopya yarat ı lm ı � tır. 1:-btta,
Ray mond R uyer'e göre, ''koloni için ortaya konan anayasa, ... birçok bakımdan,
Devlet'in kurumlarından daha üt opi k ti r . 2 1 2 Gerçekten P laton, sana tçı olarak nite·
"

lend irdiği yasa koyucunun (ki , her ütopyacı bir sana tçıdır) tasarı mının birbirine
bağ l ı parçalarını bir bütünsellik içinde yerine getirmesi gerektiğini belirtmekte
( 746c) ve kendisi dr bir yas.1 koyucu olarak koloni pol isi kağıt üzerinde kurar ken ,
çe ş i t l i yönetic ilerin se ç i m inden evliJiklerin dii zenlemesine, bir hayvanı zehirleyen
ki şiye veri lecek cezadan faizin yasa klanmasına kadar her şeyi bir bütün şeklinde or­
tlya koy maktıdır.
İ kinci en iyi devlet modeli ile yürürlükteki siyasal rejimlere, özellikle de d�­
m o k rasi ye bir ödün veri l mez. Nomoi'de bütün yurttaŞlar, belli ölçülerde siyasal ya­
şama katılırlar; hatta bazı yoksul ve yeteneksiz kişiler devlet görev lerin de n uzakta
tutuldukları için şikayet etmesinler, düzene karşı çıkmasınlar diye, bazı önemsiz
memurluklara Atina'da olduğu gibi kura ile atamalar yapılır. Bu uygulama, Platon'
un demokrat görüşlere yaklaştığını göstermez; o, hala aşağıladığı halktan, kitleler·
d e n çekin meye devam etmektedir. İ kinci en iyi devtette, siyasal iktidar bölünmüş ve
otoritenin tek b ir sınıfın e lin e geçmesi önlenmiştir. Parçaların birbirlerini dengele­
y i p frenlediği bir siyasal düzenleme, çatışmaları, devrimleri önlemenin en iyi çare­
sidir. Bu yüzden, gerek Aristoteles, gerek Romalı düşünürler ( ve tabii çok sonraları
Aquin umlu Thomas, Locke, Montesquieu vb. ) , karma anayasa modeline büyük
önem vereceklerdir. Nomoi'nin .böyle bir düzen le me getirmesine karşın, zengin lerin
yönetim deki ağırlı klarına bakıldığında, bu devletin ı lımlı bir oligarşiye benzediğini
ileri sürmek müm kündür. 2 1 3 Bununla birlikte, iki nci en iyi devlet, kuruluş aşama­
sında servetlerin belli erdemlere göre dağ ı t ı l mı ş ve bir anlamda zenginlik ile erdem­
li li.ğ in özdeşleşmiş olmasından ötürü, aristokratik bir nitelik de g�stermektedir. Fa­
kat d iya l og un son sayfalarında beliren Gece Konseyi göz önünde bulundurulduğun­
da, bu kez karş ı nıı ı a "philokrasi-teokrasi" karışımı bir yönetim biçimi çıkmaktadır.

21 1 Platon, bu ayıkl.ıma işleminde üç yiintemiıı bulunduğunu belirtm ek t ed ir·: Öldürmek,


sürmek ve ko loni kurdurmak bahanesiyle dışarıya yollamak ( 7 3 5 d- 7 3 6 a). Fakat bu,
yeni kurulan !.ir poli.� olJuf:: u ndan iitiirü, hur,. cJa ü�'üncü yöntemin k ullanılması süz ko n u­
su olamaz. Dernek ki yasa koy,uc-u, ikinci en iyi devleti oluş turmadan ünce, dii(crlerini

hozahilccck ulan l.ii tıi yaraılılı � lı insanları ya iildürccı:k, ya da gchlikkri yere geri yo lla­
yacaktır.
2·1 2 Ray ınoıı<l Ruycr, LTıı�pit· et lcs u lopies, Paris, Pt..:F, 1 950, s. l '.i..ı- 1 35 .
'.2 1 3 Chı:vallicr, s. 60 ; l'laton, Ouı:vres completcs-Les Lois, Paris, Lihrairie Carnier Frl>res,

1 9 ·Hi'da E. C :haınl.ıry'ııiıı " lıı ıroduc.:tion" u ( Giri ş'i ), s. X L V I.

21 7
Gerçekte Pl.ıton, herh.ıngi bir sosyal sını_fın sözcüsü değildir. "Bize verilmiş akla
yasa adını tıkarak evlerimizi ve polislerimizi yönetmek için ruhumuzun ölümsüz bö- ··
lümüne uymamız gere kir." ( 71 4 a) diyen · Platon, yin·c akla �ıygun, yani bozu lmaya
dirençli olduğuna ve düzen ile birliği sürdürebileceğine h1andığı bir devlet tasarısı
çizmiştir. Her ne kadar döneminin polislerindeki uygulamaların . izlerini taşıyorsa
da, Platon'un gerek Devlet'te, gerek Nomoi'de, devleti irdeleyişi ge ncide devletin
doğası iizerine dayMldığından , her iki modeli de evrensel bir nitelik taşımaktadır.
Copleston'un deyişiyle Platon, iki diyalogunda da, felsefi bir devlet kuramının te­
mellerini atmı ştır.21 4
İ kinci en iyi devlet varlığın.ı sürdürebil mek için, her ütopya gibi elinden geldi­
ğince dışarıya kapalı o l maya öz�n göstermektedir. Kendisini ( i deal devletten sonra)
en iyi devlet biçimi olarak algılamakta ve bu düşünceyi sürekli olarak yurttaşlarına
aşılamaya çalışmak ta d ır; öyle ki, herhangi bR-- görevle dışarıya gönderilen kırk yaşın
üzerindeki yurttışlar, döndüklerinde, gençl ere diğer ül kelerin siyasal kurumlarının
kötü olduklarını öğretmek zorundadırlar. (951 a) Platon, Gece Konseyinin altındaki
yönetim odaklarını çeşitli güçler arasında dağıtmış, sınıflara paylaştırmış olmakla
birlikte, y ine Devlet diyalogunda olduğ u gibi "her yerde hazır ve nazır" bir devlet
oluşturmuştur. Bu, kişilere özel yaşamlarında bile en ufak bir özgürlük, bağımsızlık
a lanı tanımayan totlliter bir devlettir. ';Bireyin, ancak kendini bütünün içinde erit­
tiği, yaşamını kurulu düzene uygun kıldığı sürece bir değeri vardır. Her birey, eğiti­
mi, evliliği, dini ya da görevleri bakımından, en küçük bir davranışında bile devlete
bağımlıdır."2 1 5 Platon'a göre devlet, "insanlarin bütün ilişkilerinde üzüntülerini, se­
vinçlerini, sevgiye yönelik eğili mlerini gözetip denetlemeli ve [yönlendirmek için]
onları yasalar yoluyla kınamalı ya da onurlandırmalıdır Çeşitli durumlarda, her­ ..•

kesin yeteneğine göre neyin güzel, neyin çirkin olduğunu tanımlayı p öğretmesi ge­
rekir_" (632 a) i kinci en iyi devlette, insanlar önderlerinin sözünden dışarıya çıka­
mayacak biçimde koşullandırıl makta ve özgürce, tek başlarına davranamayacak,
h�tta düşünemeyecek bir konuma indirgenmektedirler : "En önemli olan şey, ister
kadın, ister erkek, h i ç kimsenin önderin otoritesinin dışında kalmaması, kendi ba­
şına davranma alışkanlığın ı kazanmamasıdır; .savaştl olduğu gibi barışta da, herkes,
gözünü önderine d ikip sadakatle onun ardından gitmeli ve en küçük şeylerde bile
ona boğun eğmelidir. __ Hiç kimse, kendi girişkenl iğiyle herhangi birşey yapmaya
alışmamalı ve d iğerleri olmadan hiçbir şeyi unımaya ya da öğrenmeye kalkışma ma­
lıdır ... Bütün insanlarda ve evdi hayvanlarda bağı msızca davranma ruhunu yok et­
mek gerekir." (94� a-d) Platon, devleti yüceltmek a mac ıyla bazı sınıfları , bazı in­
sanları değil, fakat bütün insanları küçiiltmekten ka çınmamakta dır. Bununla birlikte,
yalnız belli insan ların ( Devlet'te koruyucular ile fi lozofların, Nomoi'de yurttaşların)
bir ölçüde mutlu olabilecek lerini kabul edip, diğer insanları bu mutluluğu· sağlayan
birer araç durumuna getirmektedir.

'.!1 4- Coplcston, Plato, s . 1 55.


215 Raynıond Trııusson, Voy:ıgcs :ıux p:ı}·s ık n u llc part, Bruxcllcs, Edi tioııs_ ıfc l' Fnivcr,i l f
ık Brn .x dlcs, 1 97 5 , s . :l!i. l'aul .Jan<:t'yc ıı•ir" ( < . 1 6 -l), " Dnlet, yurtıaş l.ır ın muti.ık e fen­
disidir. ' '

218
B ö L Ü 'l Vl

POLİSİ KURTA R ,IA ÇABALARI:

ARISTOTELES

Yunan dünyas ı n ı n Platon' dan sonraki en önemli düşünürü olan Aristoteles,


öğretmeninden farklı olarak büyük bir filozof değil, fakat bir felsefecidir; döne­
m inin bütün bilim alanlarıyla ilgilenmiş o lan büyük bir bilgindir. 1 Sa lt akıl yürütme­
nin yanında, olgu lara büyük önem vermiş ve gözlem, deney ve araştırmaya dayanan
bir yaklaşımı benimseyerek b u lguların ı sistemat ik bir biçi mde derleyip düzenlemiş­
tir:. Mantık, fizik, metafi zi k , 41h lak, si'yaset g i bi çeşitli bilgi alan ları üzerindeki araş­
tırma ve çal ı şmalar ı n ı ayrı ayrı kitaplarda toplam ı ş ve büNn bilimleri sınıflandır ı p
b i r sistemin i ç i n e oturtmuştur. Aristote lesçi l i k , tam a n la mıyla bir özgünlük {oriji­
nall ik) ta ş ı mamakla ve belli ölçüde se çmec i (eclectique) bir nitelik göstermekle bir­
li kte, bu yönüyle, yani ansiklopedik bir bilgiler bütünü o l ması ve insa n ı ilgi lendiren
çeşitli sorunlara kımdi i ç i n de tutarlı yanıtlar getirmesi nedeniyle, yüzyıllar boyunca
Batı kültürünü ve düşün yapıs ı n ı etkisi altında tutmt1ştur. Kilise arac ı l ığıyla dogma­
laştırılmış o la n Aristotelesç iliğin olumsuz etki leri, ancak Rena�nce ( Yen iden Do­
ğuş hareketi) i le kır ı l maya b� şlana b i l miştir. 2
Aristoteles, her ne kadar gözlemden, deneyden ·yola ç ıkan görgücü (empiriste)
bir düşünür ise de, Platon'un bir öğrencisidir ve bu yüzden kendi n i tümüyle Platon'
un idea l i z m inden kurtara b i l miş değildir. Hatta, felsefesinin her s.ıyfasında Platoncu
öğretinin izlerini görmek mümkündür. Gerek fe lsefes inin ana kavram ları, gerekse dü­
şüncesinin birinci planda yöne ldiği, sor u n lar, a ç ı k olarak, Plato n felsefesinden gel­
mektedirler. 3 Bu bakımdan, bazı yorumcuların yaptığı gibi Platon ile Aristoteles'i ·

karşı kar şıya getir mek ve Aristotes' in fe lsefesinin öğretmeninkini çürüttüğünü ya da


aştığ ını i leri sürmek h i ç de tutarlJ görün memektedir. Aristoteles' in, Platon'un ku­
ra mlarını kendi anla yışı doğrultusunda geliştir meye, düzeltmeye ça l ı şmış olmasın-

Giikbcrk, s. 7 6 ; Robin, La pc:nsce grecquc, s• .3 70.

'.! Kamıı-.ı n Biı-.uıd, İlk Çağ l'clsefcsi Tarihi, .\nkıı.ra, A.O. İlahiyat Fakültı:si Yayınlar�
l 9 5 8 , s. 69 ;J oseph illorc:ıu, Aristole et so n cco k, P:ıris, PUF, 1 98 5, s. 2_89-293.
:ı _ C ; ük bcrk, s. 7 6 ; Sah ine, s. 83.

219
dan ötürü, iki düşünürün felsefelerinin birhirlerini hiitiinlcdikleri söylenebilir. 4 Fakat
bu ilişkide, ağırlığın Platon'da olduğunu da hclirtmek gerekir. Çünkü Aristoteles,
belki kendini özgün gösterebilmek amacıyla öğretmenine karşı ço� ağır eleştiriler
yöneltmiş olmasına karşın, onun açtığı yoldan i lerlemiş, büyük ölçüde onun düşün­
celerini izlemiştir.
Bu olgu, -bizi doğrudan doğruya_ ilgilend iren - Aristoteles'in siyasete ilişkin
düşüncelerinde çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Aristoteles, bu konuda
Platon'un özellikle Noınoi'de ortaya koymuş olduğu görüşlerinden pek farkl � bir
şeyler söylememiş ve .hatta ütopyacıl ığın çekiciliğine kapılarak bir ideal devlet tasa­
rımı çizmeye kalkışmıştır. Bununla birlikte, görgücü! yaklaşımı doğrultusunda, siya­
seti yalnızca olması gerekeni saptamaya çal ışan değil, fakat daha çok olanları ince­
leyen, siyasal olguları açıklamaya, anlamaya yönelen bir bilim olarak da görmüştür .
Gözlemlerinden hareket ederek, gerçek yönetim biçim leri üzerinde durmuş ve bun-
1.m n sürmesine ya da yıkılmasına neden olan faktörleri belirlemeye çal ışmıştır; kı­
sacası siyaseti statik değil, dinamik bir açıdan irdelemiştir. Fakat bunu yaparken bi­
le, ayrıntılara ilişkin getirdiği yenilikler dışında, hemen hemen yalnızca Platon'un
önemsemeyip kısaca değindiği bazı düşüncelerini tekrarlamakla, daha doğrusu bun­
ları geliştirip derinleştirmekle yetinmiştir. Bunun temel nedeni, Aristoteles'in bir
yanda döneminin siyasal değişimlerini görememiş ya da bunların önemini kavraya­
mamış, öte yanda Platon'un başat sorunsalı olan polisin i.yiliği ve yüceltilmesi dü­
şüncesini olduğu gibi benimsemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Aristoteles'in siyasal düşüncelerinin incelenmesine ve çözümlermesine geçme­
den öne&, bu düşpnceleri etkih!yen kaynakları saptayabilmek amacıyla, ilk önce ya­
şamından söz etmek, ardından ''genel felsefesi" adı altında topladığımız belli başlı
bilgi alanları üzerindeki görüşlerini, öğretilerin i , çok kısa ve yüzeysel bir biçimde de
olsa, özetlemek gerekmektedir.

A- ARİSTOTE LES 'İN YAŞAMI

Diogenes Laertius'un "Platon 'un tilmizleri içinde en ünlüsü" olduğunu söyle­


diği Aristoteles 5 , i .ö . 384 yıl ında Selanik yakınlarındaki bir Yunan koloni polisi
olan Stageiros'ta (ya da Stageira 'da) doğdu. O dönem Yunanistan'ına birçok ünlü
hekim yetiştirmiş olan saygın "ir aileden geldiği söylenir. Ba�ası, Makedonya kralı
i l . A myntas'ın özel hekimlerinden biri olan Nikhomakhos'tur. Babasının Aristoteles
küçük yaştayken ölmüş olmasından ötürü, ( bazı bilim adamlarının ileri sürdükleri
gibi) gözlemlere, deneylere dayanan ilk bilgilerini babasından edinmiş olduğu savı
pek tutarlı görünmemektedir. 6 Bununla birlikte, doktorluğu meslek edinmiş bir
aileden gelmiş olması, onu daha sonraları doğa bilimlerine ve görgücülüğe (e mpiri­
cisme) ilgi duymaya yöneltmiş olabilir. Ama kanımızca, bu ko � ud.ı daha ba şka bir
şey söylemeye gerek yoktur, yoksa �ereğinden fazla spcl.. ülasyon (kurgu) yapılmış
olunur.

4 Cop(.,ston, Aristotdcs, İstanbul, İılca, l 98fı, s. 1 9 .


5 Dioı:cııc Lat•rcc, 1, �. 229.
fi l\Ioreau, s, 4; Robiıı, L.ı p.-nsl-c grcc•tul.", '· '.! 118 ;. llr<'hiı:r, s. 1 6 8.
220
1 7- 1 8 ya şlarında Atina 'ya giden Aristotcles , burada büyük ün yapmış olan
Platon'un Akademia's ına girmiştir. B u di>nemde P la to n, diklıoto mia yöntemi ol.ırak
bi linen ikinci diyalektiği ile uğraşmakta ve öğretisine gittikçe daha dinsel l.ıir nite­
lik kazandırmakuydı. Bunların daha sonraları, Aristoteles' in sınıflandır ıcı yakl.ışımı
i le metafizikse l görüşleri üzerindeki etki leri açıkça ortaya çıkacaktır. Ayrıca görgücii
Aristoteles, öğretmenin in idealar felsefesinde n ve akla dayanan bilgi anlayışında n da
epey etkilenecek tir. Akademi;:ı 'daki ilk yıllarınd.ı öğrencilik yapmış, dah.ı sonr.ı öğ ­
retmen olup burad.ı dersler vermiş olan Aristoteles, yirmi yıl boyunca P hı ton'un ya­
nından hiç ayrılniamış tır.7 Bu siire içi ndcJ Atin.ı y.urttaşı olmadığ ından ütürü, ya ş.ı ­
mını bir metoihos olarak sürdürmüştür. Platon'un İ.Ö. 347'deki öliimünden sonra ,
umduğu Akademia başkanlığına getirilmemesiyle düş kırıklığına uğrayan Aristo­
teles8 , yakın arkadaşı Atreus k ralı Hcrmeias'ın bul unduğu Assos'a ( Behramköy) git­
miş ve b ir süre sonra kra lın yeğeniyle evlenmiştir. Burada ka ldığı üç yıl boyu nca
ı..c ndi bağ ı msız görüşlerini gcli�tirmeyc ba ş lam ı şt ır .
Lesbos adasında geçirdiği bir-iki y ıldan sonra, İ.Ö. 343'tc ününü duy.rn Make­
donya kra l ı i l . Philippos, Aristoteles ' i oğlu Aleksandros' � n ( İskender) eğitimiyle
görevlendirmiştir . 9 Aristoteles, yaklaşık üç yıl Aleks.ındros'a öğretmenlik yapar :
i .ö. 3 40 ' da öğrencisinin yönetimde ve orduda görev alması üzerine , Makedonya sa ­
ra y ında ki bu işi son bulur ve i l . Phi l i ppos ' un yardımıyla yeniden kurul muş olan
kenti Stageiro s'a geri döner. Öğretmen ile i .ö . 336'da l l l. Aleksandros adı altında
tahta çıkan öğren c is i n i n ilişkisi , daha sonra mektuplaşmalarla sürmüş, Aleksandros
Asya seferi boyunca adamlarına toplattığı bitkileri, madenleri ve çeşitli bil gil er i öğ ­
retmenine yollamıştır. Aristoteles, Aleksandros'a Yunan kültürü sevgisini aş ıla ması ­
na karşın, öğrenc isi ni n siyasal görüş l eri ni etk ile y eme mi ştir . B u na kar ş ılı k, Alek­
sandros'un polisi aşan i m parat or l uk kurmaya yönelik görüşleri ve· uygulamaları, öğ­
retmeninin üzerinde etk li olamadığından başka, Yunanlılar ile " ba r barl ar ın " eşitliği
düşüncesine dayanan ha lkları ka yna ştırma politikası da Aristoteles'in onayını kaza­
namamıştır.
Aleksandros'un Makedonya kralı olmasının hemen ardından Atina 'ya geri dö­
nen Aristo teles, i .ö. 335 yılında kendi bilim ve felsefe yöntemiy le öğretim yapan,
so nra l ar ı felsefe tarihinde Lykeion adıyla ün salan okul unu kurar. ıo A p o l lo n

Lykeois adını tı şıyan bir eğitim alanınd.a açılan bu okul, Platon'un kavramlara da­
yal ı düşünme yöntemiyle çalışan Akademia'sına karşıt bir anlayışı benimser. Aris­
toteles'in derslerini, Platon gibi oturarak değil de, öğrencileriyle birlikte gezinerek
vermesi , tartışmaları bu şekilde yönetmesi. nedeniyle, okuluna, "gezinen' ' an lam ı na .

1 · Dj ogencs Lacrtius'a göre ise Aristotelcs, Akademia'yı henüz Platon hayattayken terket­
miş ve !> u n u n üzerine Platon, " Aı:ıasına çifte · a tan bir tay gibi tepti beni :\ristotcles."
. ( Dioı;ene Laerce,
demi �ti r 1, s. 229).
8 Akademia'y:ı, Aristoteles'in anla�amadığı Platon' un yeğeni Speusippos bı�kaıı olmuştur.
9 ll. Philippos'un :l.Iaked onya'ya çağırmak i �·in Ar isto te les e yazdığı mektupta �u satırl;ırın
'
lıulundui:u ileri sürülür: '' O � lum Ald.samlros' un senin zamanında doı:tma:ıına izin verdik­
leri i ç in taıınlal"'d şükürler olsun. Çünkü senin eğitimin le, ı:ıhtımın la�·ık bir ıııir.ı s �·ısı ola­
(ağııu umuyorum.'' '.\!. İlin ..-c E. Scı:-.ıl, İnsan Nasıl İnsan Oldu, İstınbu� Yeni Dün ya Ya­
yınları, 1 9 8 5 , s. 1 7 6.
lO C:erc k Ba t ı dilleri, gerek Türk �cdcki lise sötcüğii, :\r istntcks ' i n okuhııı ıııı adı olan
Lykt:iun' tlan �elınektcdir.

Zll
ge l en Peripatos adı da verilmiştir. Okulun benimsediği terriel yöntem, gözl e m ve
den eydi Burada felsefe dışı nda, onun ilgi alanı içine sokularak, matematikten
.

psikolojiye, astronomiden botaniğe kadar dönemin bütün bilimleri okutulur ve çe­


şitli sorunlar hakkında daha önce yaşamış bi lgelerin i leri sürdükleri görüşler ort.ıya
konup tartışılarak ve k.ıpsa m lı araştırmalar yapılarak bunların doğru yanıtlaFı nın
bulun ulmasına çalışılırdı. Okulunun başında hiç aralıksız on iki yıl bulunan Aris­
toteles, bu süre i çinde, dersler vermiş, araştırm.ılar yönetmiş ve çeşitli ders notları
ile kitaplar yazmıştır. Lykeion, Platon'un Akademia'sı gibi, Bizans İ m paratoru j us­
tinianos'un büyruğuyla kapatılıncaya değin varlığını sürdürmüştür.
İ .Ö. 323'te 1 1 1. A l eksan dros un ölümü üzerine Atina, bağ ıms ızlığına kavuşmak
'

amacıyla Makedonya'ya baş kaldırır. Makedonya yanlısı olarak tanına n Aristoteles,


dinsizlik1e suçlanarak mahkemeye verilir. Yaşamının Sokrates' inkinc benzer bir bi­
çimde sona ermesini istemeyen Aristoteles, Euboea (Eğriboz) adasındaki Khalkis ·

polisine kaçar. Bir yıl sonra i .ö. 322'de 62 yaşındayken hastalanıp ölür.
Aristoteles, yaşamı boyunca çok çeşitli kon ularda> çok say rda yapıt vermiş·­
tir. 1 1 Bunların bir bölümü, büyük bir okuyucu kitlesine ulaşabilmek için edebi bir
d ild e yazılmış ve yayımlanmış yapıtlardır; diğer bölümü ise, Lykeion'daki öğrenci­
ler i ç i n kaleme abnmış ve bu nedenle biçemsel bir ka ygı taşımayan eğitsel çalışma­
l ardır Birinci bölümde yer a lan yapıtlarının hemen hemen tümü yok olup gitmiştir.
.

Buf1"1 karşılık, öğrencileri için yazdıklarının önemli ·bir kısmı elimizde bulunmakta­
dır. Bu yapıtları şun lar dır : Mantık konusunda yazdığı altı kitaptan oluşan Organon
(Alet) Meiaphysika (M etafizik), Physika ( D oğa ) , Peri Ta Zoa Historia ( Canlıların
,

Tarihi Üzerine), Peri Psykhe (Ruh Üzerine), ahlak ko n us u n u işlediği Ethika Niko­
makheia ( N ikomakhos Etiği), Rhetorika ( Retorik) ve Poetika ( Ya z ı n ) dır. S iyasete
ilişkin yapıtlarından günümüze kadar gelebilmiş olanları ise, Politika ile 1 58 de vletin
anaymsının in ce le mesi n de n yalnızca birisi olan ve a n cak 1 891 'de bulunan Politeia
Athenaion'd.ur (A tina l ı lar ın Devleti ) .

B- GENEL FELSEFESİ

"Doğal olarak bütün insanlar bi lmek isterler.'' 1 2 diyen Aristoteles, tıpkı Sok­
rates ya da Platon gi b i, Sofistlerin görece bilgi a n la yışı n ı yadsıyarak, gerçek bilginin
( bilimin) olduğu düşüncesinden yola çıkar. Ona göre bilim ler üçe ayrı lmaktadır: Bi ­
len öznenin {örneğin, bir yontucunun, mimarın ya da herha n gi bir zanaatkarın) ken­
di dışındaki yapıtını meydana çıkarması (poiesis), bir başka deyişle doğanın kulla­
nıl mas ı ve üretim amacını güden "poetik" bilimler; öznenin eylemini (praxis) yön­
lendirmeyi amaçlayan politika ya da ahlak g i b i "pratik " -bilimler; ger çeği n kurgusar
araştırılması ile . saf, arı bilgiye yönelen bir b i l gi y i sırf bilme a macıyla isteyen mate­
matik ya da metafizik gibi "teorik" bilimler. Bu alanlarda herhangi bir bilim üzerin­
de çalışmaya kalkışmadan önce sağlam bir düşünme y ön temine gereksinim olduğunu

ll Yapıtlarının bir listesi i ç in bakınız: Diogcnc Llierce, I, s. 236-238.


12 Metaphysika, 1, 980 a, 2 1 .

222
diişünen Aristoteles, bilimsel düşüncenin kura l larını biitün ayrın tılar ıyla saptamaya
çalışmıştır . Bu yöndeki çalışmalarını bir sistem şeklinde işleyip geliştirmiş olma ­
sından ötiirü, Aristoteles daha sonraları mantığın kurucusu olarak kabul edilmiş­
tir . 1 3

1 - Mantık

Aristoteles'e göre mantık (logihe) , özdeşleştir miş olduğu felsefe ile bilime
ulaşmayı sağlayan, bir başka deyişle bil imsel araştırmayı olanaklı kılan bir teknik­
tir, bir yöntemdir. Bu nedenden ötürü, bu konuda· yazdıkları Organon (Alet ya da
daha do.ğrusu Düşünme Aracı) adı altında toplanmıştır. Bu ça l ışmalar ında Aristote­
les, deneyle akılcılığı ba ğda ştırmaya, yarii Platon'un savunduğu aklın üstünlüğü
inancı nı deneyle yeniden dengeleyip uzlaştırmaya çal işır. Ancak bunu yaparken,
duyuları bir kalemde silip atan ve bilgiyi başka bir evrende arayan Platoncu öğreti·
_
ye karşı ç ı kıp, " bilgi anlayı şını gerçekçi bir temele oturtur, yaşadığımız dünyJ yı,
bu dünyayı tek bilgi alan ı olarak belirler. " 1 4 Bilgi edinmede duyulara bel l i bir önem
veren, fa kat bunların yeterli olmad ığını belirten Aristoteles, i l k önce Platon'dan
yola ç ı karak gerçek bilginin evrensel ve zorunlu ol duğunu ileri sürer. Buna göre, ger­
çek varl ı k tümeldir ve tümelin bilgisi de kavramdır. Fakat hemen ardından Aristote­
les, Platon 'dan . çeğin bi lgisi
. ayrılmaya yönelir. Öğretmeninin, ideaları (tümel leri) �er .

yerine, gerçeğin kendisi o lara k kabul etmiş o lmasinda n dola yı bir ya n ılgı içine düş-
tüğünü belirtir ve bu dünyayı aşan bir bilgiler ya da gerçeklikler evreni olma d ığ ı n ı ·
savunur. Aristoteles'e göre, Platon'un idealar öğretisi, tümel ile tikel, öz ile ·görüniiş
ya da varlık ile oluş arasında inandırıcı b ir bağlantı kuramamı�, bun.farı birbirinden
kopar ıp a yı rmıştır Sorun, bu bağlantıyı, tümel ile tikel ara sında k i doğru il işkiyi
.

kavrayabilecek şekilde kurmakıır. Aristoteles, bunu n için çözüm yolunu, form ya da


biçim adını verdiği ideayı yeryüzüne indirmekte bulur; başka bir deyişl e , idealar
dünyasinı duyular dünyasının içine sokar. Böylece ( m eta fi zi ğ i n i incelerken daha ay­
rıntılı bir biçimde göreceğimiz g ib i ) töz adı n ı verd iği görünen nesneler, bu dünya­
,

daki varlıklar, tikel ile tümeli, idea ile maddeyi birlikte içermektedirler. Bund.ın
dolayı Aristoteles' in , evrenseli , yani tümeli gerçek bi lginin nesnesi ( objesi) olara k
gören epistemolojisinin ( bilgik uramı n ı n ) idealist, varlığı maddeler dünyas,na indiren
'
ontolojisi nin ( varl ı kb i l im in in ) ise gerçekçi olduğu söylen ebilir : 1 5
Doğru düşünmenin içeriği ile değil, biçimi ile ilgilendi ğinden ötürü formel ya
da biçimsel olarak adlandırılan mantığıııın temelinde önermelere ilişkin öğretisi
bul unur. Çünkü Aristoteles'e göre bilgi, ancak önermelerle kurulur. Her önermede
bir özne ile bir yüklem vardır ve bir öner menin doğrul uğuna, yüklemin özneye ait
olup olmad ığının sorgulanması i le ulaşılır. Demek ki, bir tartı şman ı n sonucu, "B,
A ya aittir" ya da "B, A'ya ait değildir" şe klinde ortaya konur. B u şeki ldeki veriler,
'

13 Brehier, s. l 7 1 s. 1 -10- 1 4 1 ; ( : iikbcrk, s. 76- 7 7 .


; Cuatini,
1 ,1 ,\f�.ır Tiınuçin, Arinotdc� •·...ısefcsi, İst.anhul, · Ka ,-r.ırn \'a �/ınl.ıp, l 9 76, s. -l l.

ı ı; :1.lorcaıı, s. 3 7-38.

223
A ile B ' n i n k.ıvraml.ır ol duğu önermeler d i r . B u n la r gene l l i k l e, "A, B ' d i r " y.1 d.ı
"A, B değildir." b i ç i m i n de ifade e d i l ir ler.
Aristoteles, önermeleri iç in Pl.ıton 'un dillhoto mia yönteminden y.ı rar l .ı n ı r , fa­

kat ondan far h. l ı ol.ır .ı k kavra m la r ı na · birer ad ve r i r ı 6 : Ne o l d u ğ u araş t ır ı la n ilznc,


tür 'd ü r ; örncnin .ı it olduğu genci s ı n ıfa cins d e n ir ; ÖLneyi i ç i n de bulund u.� u sınıf­
ta ki d i ğ er tiirlrrden .ı y ıran şey ise özgül aynm o l a ra k a dlandır ı l ır. B una göre , bir
önerme şu b i ç i m i .ı l ı r:

ÖZNE ( A) Y ÜK L E M ( B ) ılir.
( tür) ( cins + özgül .ıyr ı m )

B ur.ıya k.ıd.ır söyledik l er i m i zi bir ö r n e kle .ı ç ı k laya l ı m : Pl.ıto n ' u n " i ns a n , iki
ayaklı ve tüysüz b ir h.ıyva n d ı r . " ta n ı m ı n ı ele a l d ı ğ ı m ı zd.ı, " i nsan" , türdür, özned ir
(A); "ha�· va n " , cinsi, " i ki aya k l ı l ı k i le tüysüz l ü k " , ö zg ü l a yr ı m ı ifade ederler ; b u i k i ­
s i birl i k te y ü k l e m i ( B ) oluş tururlar. Demek k i , "A, B'dir . " ş e k l i ndeki b i r önerme,
A'nın ta n ı m ı n ı ver mektedir. F.ıkat özneye, c i ns ile özgül a yr ı m d ı ş ında başka n ite­
likler de yüklenebilir; Bunlar özellik ile ilinek ' t i r (a ccideıı t) ; öze l l i k , özün zorunlu
vargısıdır ve yalnız ona ait olandır; il i n e k ise y a l n ı z ona ait _olmayandır. Örneğin,
insanın anlığa (entele!<t) sahip olması, onun özsel nitel iğidir. Buna ka r ş ı l ık, b i r in ­
sanın beyaz ya da siyah olması, saçının b u l unup bul unmaması, onun ilineksel nite­
liğ idir.
Özne ile yüklem (A ile B ) , önermen i n kavra m ları d ı r ; bunlar yalnızca birer ba­
sit sözcük değil, düşüncenin nesneleridir. Kavra m ların alabilecekleri anlamlara, Aris­
toteles kategori (kategoria) adını verir. Organon 'un birinci kitabı olan Kategoriai'de,
nesne için on kategori bulunduğunu ortaya koyar. Bu kategoriler şunlardır:
1 - Töz (insan ya da at)
2- Nicelik ( ik i kulaç, üç kulaç uzun l u k )
3 - N iteli k ( beyaz ya d a d ilbilimcisi)
4- İ lişki ya da görelik ( ç ift, yarı m, daha b ü y ü k )
5- Yer ( Ly keion'cia, pazar yer i n de )
6 - Zaman ( dün, geçeiı y ı l )
7- Durum ya d a konum (yatıyor, oturuyor)
8- İ y e l i k (ayakkabılı, silahlı� mızra k l ı )
9 - Edim y a da etkin ( kesiyor, yakıyor)
1 0- Edilim ya da edilgin ( kesilmiş, ya n m ı ş )
Bu ka tegori l er i çinde , yalnızca töz ö z n eye i l i ş k i ndir ; diğer l er i a ncak yükl�m
otabilirler. Öyleyse, "bu at beyazdır" de n d i ğ i za ma n yüklemin bir nitelik olduğu,
" bu at yatıyor" denildiğinde io;e yüklemin bir d ur u m o l d uğ u anl a ş ı l ır . Bir önerme­
nin açık olabil mesi için, yiiklemin cins, t ü r , özgü l a y r ı m , öze l l i k ve i l i n e k arasından
h a ngisi old uğunu ve hangi kategoriye ait b u l u n d u ğ u n u b i l m e k gerekir. Böylece, ger­
çeğe u la ş ı l masa bile, rasyonel ( a k ı l c ı! ) bir b i ç i m de ta r t ı ş ma y ı olan.ı k l ı kılan ara çl.ır

16 Organon-Tnpika, 1, •l, 5 , 6.

224
l'lde e d i l m i ş o l unur. 1 7

Bu ı-..ı tegori lcr, düşün meh i n formlJr ı , dii � ii nc e n i n sözler le di le ı:etir i l i ş b i ç i m ­


ler i ol mJl.ı r ı n dJ n bJ şkJ , var l ı ğ ı n d.1 fornı l m dır ; çiinkli nJsıl sözler düşünc e n i n
si mgeleri ise, düşünce ler d e vJ r o l J ıı ı n yans ı lar ı d ı r , benzer leridir; çlinkli ·düşüncenin
doğru ol ması demek, va rolana uygun olması dc ınektir . 1 8 Bir baş k.ı de yi şle, bu o n
l,.J tcgo r i , gerçek l i ğ i n temel Ö Le l l ikleri d ir . B u n l a r ı n karsanıında olmadan, gerçekten
var l ı k ta ş ıyan h i ç bir şey dlişüniile nıez ; y a n i bir töz ol.ın varola n , bir yerde, bir za­
ınanda b u l u n malı ve bir n iceliğe, bir n i t e l i ğe, bir duruma vb. sah i p o l ma l ıdır. Ken d i ­
lerine çeşitli Ö l e i l ikler yükle n i l en tözler , her t e k t e k varolanlardır, bireysel ins.111 y.1
da bireysel at gibi tikel lerdir. Tlinı e l ( gen e l ola r.1 k insa n ya da .ıt) ise, hep tekil özne
i ç i n denen bir yükle nıd i r , tırkı " S o kra tes bir i nsa ndır'' önermesinde olduğıı gibi.
İ şte bilg i n i n a macı , .� enelden özel i , tünı c ! d c n t i kel i ç ı karma k tır. Ayrıca bilginin bi ­
l i mse l olab i l mesi i ç i n , ort.ıya ko yduğu olgunun nede n i n i bilmel i , daha doğrusu "ti­
kel i genelden ya da koş u lluyu nede n i n den ç ı kar malıdı r " ; öyle ki hem üzerine olgu­

nun daya n makta o lduğu neden i , hem de o lgu i l e neden i aras ındaki zor u n l u bağ ıntı­
yı kavrama l ı d ır . 1 9 Aristote les'in deyi ş i y le , "anca k üzerine o lgunun dayandığı nede­

n i , başka birinin değ i l , ama o olgunun nedeni olarak bildiğimiz za man ve dahası,
olgunun olduğundan ba şka türlü olama yacağ ı n ı b i l d i ğ i m i z zaman bi l i m se l bilgiye
0
sa hibizdir. " 2
Fakat Aristoteles, koşu llu olan lar ı n , ya n i "duyu lara daha ya kın olan nesnele­
r i n , insan i ç i n önsel ve daha iyi b i l i n i yor " 2 1 oldu klar ı n ı a ç ı k layarak, bir bilinenden
bir b i l i n meyene geç i l mesi, bir b i l i n meye n i n bir bil inen yardı mıyla b i l i n ir kılın ması
demek o lan bilgi edin men in iki y o l u b u l u n d u ğ u n u kabul eder. Bunlar tümevarı m ile
tiimdengel i mdir. Tümeva r ı m, zi h i nsel bir eylemd i r ; bu eylemiyle zihin, somutun ala­
n ı ndan soyutun alanına geçer. Böylece, tek tek nesnelerin ( t i kel lerin) bilgisi nden ev­
rensel ( ya da tümel-genel) bilgiye u la ş ı l ır. D e me k ki tümevarı m, gözle m le ne b i l ir nes­
nelerin ve o lg u ların dün yası n da n ka vra mlara ve evrensel bilgiye doğru bir zihinsel
yükseli ştir. 22 Aristoteles, gözlem ve deneye dayanan bir tıilimsel araştırma yöntemi
o lan tümevarı m iizer i n de pek d u r ma m ı ş t ı r .
Gerçek bilgi , kavram olarak akıl i le kavra nan tü mel i n bi lgisinden ( bir türün
or ta k öze l l i k leri n in bi lgisinden ) duyularla a lgı lana n tikelin bi lgisini ç ı karmakla
sa ğ lanır. Tümdcnge lim adı n ı alan bu z i h i nsel i ş lem, soyuttan somuta doğru bir gi­
di ştir. Bu i şlemi Aristolelcs, " i ç i nde be l l i şeylerin belirtilmesiyle ve bunların böyle
o l masıyla, bel irti l m i ş olandan başka bir şeyin zoru n l u. olarak Ç ıktığı söylem" 2 3
şekli n de ta n ı mladığı tas ı m (syllogisnıos) y a da daha doğrusu tümdengelimsel tı s ı m
b i ç i m inde e l e a l ır. B i r tası m üç öğeden ol u ş ur : Bliyük önerme, küçük önerme, vargı

1i Cara tini, s. 1 -13.


lS l;iikbcrk, s. 78.
19 Coplcston, Aristotdes, s. 26.
20 Organon-Analytika Postcriora , I, i 1 lı , l 0-1 :3.
21 lbid, 1 , 72a, 1 -3.
'" ° Tiınu<;in, Arisıotclcs t'dscfcsi, s. 7 6 ; Robin, Lı pc nscc ı:;rccquc, s. 306.'
� :J Organon-Analy tika Priora, 1 , 2-+b, 1 9-20.

225
ya dJ sonuç . Tası mda, kiiçük önerme aracılığıyla büyük önermeden rnr unlıı bir so­
n u ç çıkarılır. Aristoteles'in en ünlii tasımı şudur:

Bütün insa nlar ö liinılüdiir.


Sokrates insandır.
( Demek ki) Sokrates ölümlüdür.

Aristoteles, tasım ile usavurman ın aracını bul muştur; bir uslanıan ı n değeri,
bunun içeriğine değil, biçimine bakılarak öl çülebil ir. Falı.at bu bi çimsel mantık,
yalnızca bir önermeden bir başka önermeye geçil mesini sağlar ; ilk iki önerme ( ya
da iki öncül) doğruysa, zorunlu olarak sonucun da doğru olduğunu gösterir; bir baş­
ka deyişle, tasımııı geçerli olabilmesi, öncüllerinin doğru ol masına bağlıdır. Ancak
tısını, öncüllerinin doğru olup ol madıklarını kendi başına sına ma ol.ınağınd.ın yok­
sundur. Bun unla birlikte, bir tısımın öncül leri, bir ba şka tasınıın sonuç ları iseler,
zorunlu anlamda doğrudurl_ar. Tasımlanan öncüllerini başka tasımların sonuçlarıyla
sağlama yöntemi, sonunda tanıtlanamayan öncüllere gel ir dayanır. Hiçbir tasımın
sonuçları olmayan bu öncüller, i l kelerdir, temel doğrulardır. Temel doğrular, mantı­
ğ ın dışındaki yollardan, örneğin bunları tanımlar, belitler (axiomes) , varsayı mlar
şeklinde ortaya koyan bilgenin istenciyle ya da deneyle, tümevarım sürcciıyle .elde
edilirler.
Aristoteles, her ne kadar temel doğrulara ulaşmada duyuların işin içine girdi­
ği gözlem ve deneye yer veriyorsa da, son uç olarak "bilimsel bilginin duyularla elde
edilmesin in o lanaksız olduğunu"24 belirtmektedir. Çünkü duyum, zorunlu olarak
bireyseli (tikel i ) ilgilendirir, oysa bilim evrensel bilgiye dayan ır. Bilimsel bilgi tike­
lin değil, tümelin bilgisidir ve buna akıl (ya da anlıksal sezgi) yoluy la varı lır. Grote,
Aristotle adlı yapıtında, "Aristoteles'e yan ılgıdan tümüyle arınmış bir Nous'a ya da
Akıl 'a inanmak öğretisi, Platon 'dan miras kalmıştır" demektedir. 25

2- Metafizik

Dış dünya deneylerinden giderek elde edilen bilgiler, uygulamadaki değerleri


ne olursa o lsun, metafiziğin alanında elde edilen bi lgiler kadar değerli değildir. En
değerli bilgi, en temel ve en kapsamlı bilgidir; bu tür bi lgilere de ancak metafiziğin
alanında ulaşmak mümkündür. Çünkü gerçek bi lgi varl ığın bilgisidir ve metafizi k ya
da Aristoteles'in dey işiyle ilk felsefe26 , "varlık ol mak bakım ından varlığı ve ona özü

24 Organon-Analytika Posteriora, 1, 87 b, 2 7.
25 Aktaran: Popper, Açık Toplum ve Düşmanlan, Cilt II, s. l 1, dipnot 32.
26 .\ristotcles, b u konuda yazdığı yap ı ta " İ lk felsefe" (Protl! philosophia) :ıdıru verir. fakat
ılaha sonra , Aristotcles'in y azd ıkla n hir araya to planır k e n hu yapıt, P h ysika ' d a n sonraya
konulduğu için ı\letaphysika adını almış Vt: içerii\i de metafizik ol.ırak adlandırılmış tır.
Fakat konusu da, Ph ysika'd.an daha yüksı:k bir soyutlama derceesi İ <;crdi�indcn ve liLik­
>d ol!(uların ötesindeki ilk ilkeler ve iizlcrle ilgilcncliğindcn iitiirü, metafizik.
adına uy�un
dü�mı:ktc<lir.

226
�ereği a i t olan ana n i t e l i k leri inceleyen bil inıdir." 2 7 Bir başka deyişle nıeta fİlikçi,
v.u l ı ğ ı n dış giirünümünü, tikel ( b ireysel) yi)ıı lerini değil, varl ı .� ın ken disini ve on un
varlık olarak özsel yükle mlerini irdeler, l,.ısacası varlığın özünli (oıısicı, csscntia) kav­
rar.
Aristoteles , gürüngülerin ( fenomenlerin), değişen çokluğun ar d ı nda . bulunan
ka l ı c ı var l ı ğ ın yani gerçeğin ara ş t ır ı l ması olan metafiziğ i n i ortaya koymadan önce,
kendinden önceki bi lgeleri n , özellikle de Platon'un, felsefeleri ni ele ştirmekle i şe baş­
lar. Platon'da gerçek (evrensel yani idea ) , nesnelerden ayrıdır ve bir başka boyutta
bulun ur. Aristoteles, biiyük öl çüde P l a to n ' un Parmenides diya logunda ortaya koy­
d uğu özeleştirilerin den yararlaııarak ve form olarak adlandırdığı ideaların nesnelerin
d ı ş ı n da değ i l , fakat i ç i n d e b u l u n d u1'1arını göstermeye çalışa rak öğretmen inin kura­
m ı n ı çürlitn)eye y önelir. Ona göre, idealar aşkın olduklarından ötlirü, nesnelerin ne­
deni o lamazlar; yan i , nesne.lcr on ların öykünmeleri, kopyaları ol.ırak ortaya çıka­
mazlar. İ dealar , nesnelerden soy utlan m ı ş o l du klarından somutu aç ıkla maktan yok­
Ayrıca idealar, d urağa n ve evrensel ol­
sundurla r ; yoksa ken d i leri duy u l ur o l urlar.
duklarına göre, nesnelerin değişim ve devinimini anla şılır duruma getirmek için ku l ­
la nılamazlar. Çünkü e ğer nesneler ideaların kopyaları iseler, onların da d u ra ğa n ol­
maları gerekmektedir. Üst e li k "üçüncü insan" uslamlaması n da göster i l d i ğ i üzere, in­
,

sa. n ideası i le somut insan arasındaki i lişkiyi kurabilmek i çin bu her ikisini de i çeren
bir üçüncü inSdna ( ya da daha mutlak bir insan ideasına) gereksinim vardır ve bu
böyle sürüp gider. Demek ki, Platon'un ideası evrensel değil, bireysel nesne olmak­
tadır. 28 Aristoteles'in bu eleştirileri, formun (ideanın) nesneden ayrılamayacağı sa­
vına y o l açar. Böy lece Aristoteles, kavranan i le algı lanan aras ındaki iki liği ortadan
kaldırır ve gerçeği, evrenseli somut varlıklar dünyasına indirir.
Ari stoteles'e göre varlık, y.mi doğan ve ölen her duyusal töz, iki öğeden, mad­
de ile formdan oluşur. Tümellik i l e tikelliğin b irarada somut nesnede var o lu şl a rı
da, bu iki kavramla, yani madde (hyle) ve form (eidos) ile açıklanır. Çünkü tümel
(form) , ken di başına var olamaz, bağ ı ms ı z varlık taş ıyamaz. T ü me l le r ya da Platon'
un deyişi yle idealar, gerçektirler, ancak zorunlu olarak nesnelerde var l ı k kazan ır­
lar. Demek ki, tek tek insanlar ya da at lar d ı ş ı nda, bir insan ya da at özü b u l u n maz.
Form nesnenin i ç i n de yer a l ı r ve onun yürütücü i l kes i d ir . Madde, biçimsiz ve devi­
n i msi zdir ; ona b i ç i m in i verip devinim ka zand ıran formdur. Form ise te k ba ş ı na
boştur, onun içini dolduran maddedir. "Aristoteles, böylece, Platon'un yan l ı ş ola­
rak "tözleştir miş" olduğu ideaları ma dde dünyasına geri getirir: İdea lar , duyulur
şeylerin biçi mleri [formları] haline gelirier, bu biçi mler duyulur şeylerde somut ve
bireysel durumda bu lun rna k ta dır." 2 9
Madde i le form, birbirlerinden bağımsız olarak bu lunamazlar; bun lar anca k ,
diiŞünccde soyutlama o larak ayrılabil irler. T ö z (substantia), form ka za n m ı ş madde-

27 l\lctaphy�ika, ı v. 1 00 3 a, 2 1 -22.
28 :\ristotdcs' in l'latorı'un ickaLır kuramııuıı ı:lqtirilcri Ye bu clcş tirilcriıı clqtiri>İ i c.:in ha·
k ını:ı:: Brchicr,s. 1 89 - 1 !H·; Coplcston, '· -t-0-52 ; :\lorca 11, s. 29-32 ;.J can lkrnh.ırdt, " .\ris·
totc " , Histoirc de la philosophie, l'aris, l ladıcttc, 1 9 72, Git l , s. l -t- 7-1 5-l.
'.!9 Timuc,:in, AristCJtclcs F elsefesi, s. H--t-8.

227
dir. Nerede bir nesne, bir madde va r sa , onun for mu da vardır ve bu dunımuylJ dJ
bir tözdür. Çünkü s;ılt madde diye bir şey düşünülemez ya clJ olsa o l sa bu soyut bir
olası l ı k tır. Form tözün tümel yönünii, madde ise tikel y önünü verir. İ k i öğeden biri
eksik o lursa, var l ı k yok demektir. Ancak burada iki kura l dışı vJr d ı r : Gerek Tanrı,
gerek i nsan ı n ta nrısal ya n ı olan akıl, sai r formdur. İ şte metJfi z i k , düşünsel soyutla­
ma ile, a n l ı k sa l sezgi -i le, tikele ba kı l;:ırJk, bun un içindeki evrensel i n , vJrl ı ğ ı n özünün
( b ir an la mda , for m u n u n ) kavra n ı l mas ının bili midir.
Madde ile form arasındaki i l i şki, Aristoteles ' in oluşumu, değişim i a ç ı k layJn
gizi l l i k ( po t.a ıısiyel) - edi msell i k (aktüel) i l işkisine koşuttur. Bir ba k ı ma madde gi zi l ,
form edimsel dir. Ma n t ı k sa l olarak edimsel (energeia), gizi l e (dyna mis) önseldir ; çün­
kü edimse l l i k ere k tir, uğruna gizilliğin varo l d uğu ya da kaza n ı l d ı ğ ı şeydir. 3 0 Daha
açı kçası, giz i l , herhangi bir şeyin i ç inde henüz kendini a ç ığa varmadan bul unan bir
gel işim eği l i m i , bir o la b i l i r l i k tir; edimsel ise, bu eğ i l i m i n , olabi l ir ' iğin yer i ne gelme­
si, gerçekle ş mesidir. Örneğin meşe tohumu gizi l l i k , meşe ağacı edi mselliktir . Fakat
bu i l i şki göreced ir : Meşe, tohuma göre edimsel iken , masaya göre gizildir. Buna gö­
re, her töz, her varl ı k için, gizi lden edimsel liğe doğru yükseliŞ dizileri vardır. Daha
doğrusu, bell i ölçüde fo rm, yani edimse l l i k kazanmış olan her madde, bu görece gi­
zi l-edimsel dönüşümü i ç i n de, giderek daha edimsel b i çi m ler ka za n maya, daha ileri
ve yetkin b ir forma u laşmaya yönelir.
Deği şim, formda meydana gelir ve maddede kendini" gösterir. Değ i ş i min bel­
l i bir düzeni, bel l i z orunlu lukları vardır. Çünkü değ i ş i m bir şeyin yerine ba şka bir
şey i n geçmesi deği l , ama bir şeyin bir durumdan bir başka duruma geçmesidir.
Aristoteles'e göre, bir cinsten (ve türden) başka bir cinse (ve türe) doğru değişim
olamaz31 ; örneğin bir meşe tohumundan ancak bir meşe ağacı beklenebil ir, yoksa
bir at y a da b ir gül değil. 3 2 Değişimin temelde i ki türü vardır. İ l ki, nesnenin değişen
n i teliklerinin onun özdeşliğini bozmadığı, yani old uğu nesne ol mas ı n ı etki lemediği
" ilineksel" değ i ş i mdir. Diğeri, nesneyi bir başka nesneye dönüştüren "özse l " deği­
ş i m dir. Örneğin, bir masa n ın renginin değiştir i l mesi onu masa o l ma k ta n ç ıkarmaz­
ken, masa n ı n yanması so nunda geride kalan artı k masa değil , küldür. Asl ında bu
i k inci değişim türü, tam anlamıyla bir değişim deği ldir; bir şeyin yok o l ması ve bir
ba şka şey in meydana gelmesidir. Fakat oluşum ve yok oluş, bireysel düzeydedir.
Bir insan öldüğünde, insan olarak yok ol ur, cesede dönüşür. Bununla bir l i k te, yok
olan, t ı p k ı yanmış masa gibi, bireysel insand ır ; oysa masa özü ya da insan özü (ya da
insan türü) var l ı ğ ı n ı sürdürür. İ nsanın özü, birbiri ard ı n dan gelen diğer insan larda hep
aynı kalır. Aristoteles'in dedi ğ i gibi, Sokrates i le Ka l lias, maddeleri bak ı m ından bir­
birlerinden fa rklı, formları a ç ısından birbirler i n in ayn ısı dırlar 3 3 ; metafi zikçinin ir­
delediği de varl ı ğ ı n bu ka l ı c ı özüdür, formudur.
Gizilden edimsele doğru yönelen deği şimi, o l u ş u m u anlayabilmek için, bu
oluşumu etkileyen nedenleri (yani, bu oluşumun ger çekleşmesi i ç i n gere k l i bütiin

30 Coplcston, Arislotclcs, s. 63-64.


31 1 00.
Ti m u çin, Aristolclcs Fclscfrsi, s .
32 Arislotclcs'in bu anlayışı Oaıwind evrim kuramının ta m kar�ıl kuthuncla yer almak t:ıdır.
33 Mctaphysika, Vll, 1 0 3-! a, 5-8.

228
koşul ları kapsayan nedenleri) ortaya koymak gere-kir. Aristott!lcs diirt tür neden
ok luğunu b e l i rti r. Bu nedenler birbirine almaşık o L ı rak düşünlile mez, her o l uşum- .
da d ü r dü b irden etkindir :
l/ Maddesel neden : N esn en in bir oluşumu, bir de ğ i 5 i m i ı ı l .ı b i l mesi i ç i n söz
,

konusu nesnenin maddi varlığı olması gerekir. Maddesel neden, nesneye dönüşen
maudedir. Örneğin, bronzdan İ:ıir at yontusu yapı ldığında, bronz, yontunun madde­
��l n e d en i n i oluşturur.
2/ E tke n (etkileyici) neden: Bir değişimin o labi l mes i , b u değişimi sağlayan
bir etkin l i ğ in ol masına bağlıdır. Etken neden, olguyu ya da e y l em i yaratan varl ıktır.
Ort.:ıy.ı çıkan sonuç, onlın neden olduğudur, onun aracılığıyl,1 meydana gelir. Ör­
neğin, yontuyu �1apan yontucu etken nedendir.
3/ Biçimsel ( formel) neden : Bir değişimin olabi l mesi i ç i n , bu değ i ş i m i belir­
leyen bi r örneğ i n o l ması, bir başka deyişle, değişimin kendisine göre gerçekleştiril ­
d i ğ i b ir biçimin olması gerekir. Biçimsel neden , ortaya ç ı ka n son u c u n kavramıdır,
soyut olarak tümell iğidir. Örneğin, yontucunun zihnindeki at tasarımı, kavramı ya
da ideası , biçimsel nedendir. Bu at kavram ı ya da formu, maddede gerçekleşir, yani
bronzdan bir at yontusu ortaya çıkar.
4/ Ereksel neden : Her oluşumun, değişimin kendisine yöneldiği amaçtır;
bitmiş, ta mamlanmış sonuçtur. Yapılanın yapılış amacıdır, ereğidir. Örneğin, yon­
tucunun yontusunu para kazanma amacıyliı° yapması ve böylece bronzdan bir at
yontusu meydana getirmesi, ereksel nedendir.
Genellikle, birinci nedenin dışındaki diğer üç nedetı bir bütün oluştururlar.
Sanat ( yapaylık) alanında, örneğin yontucunun kafasındaki at kavra mı, he m onu
harekete geçirir, etkin kılar, hem de onun gerçekleştirmeye yöneldiği erek olarak
belirir. Aynı durum doğal olan ·için de geçerlidir: Bir insan yaratmak söz konusu ol­
duğunda , döl ile gerçekleştirilen kavram ( i dea) insandır, onu bir insan gerçekleştirir
ve bu işlemin ereği insanı yeniden üretmektir. Her iki durumda da kavram (form ya ,
da idea), ayn ı zamanda biçimsel, etken ve ereksel nedendir. 34
Evren sürekli biçim değiştiren, yeni biçim kazanan, böy lece be l li bir ereğe gö­
re devinen canl ı ve cansız maddeden oluşur. ·Maddenin neden lerle yönetilen bu dur­
mak bil meyen devinimi nasıl başlamıştır? Bu soruyla birlikte Aristoteles'in metafizi­
ği b ir teolojiye ( dinbilime ya da tanrıbilime) dönüşür. Çünkü ona göre, bir nesne
başka bir nesnenin itisiyle devinir ; bir başka deyişle, herhangi bir varl ığın devinme­
sine yol açan devinen bir başka varlık bulunur. Bu devinimler zincirini başlatan bir
ilk n eden o l malıdır, yoksa devinimler ( değişimler, oluşumlar, bozulmalar, yok oluş­
lar ) , açıklanamaz. Devinimi başlatan bu ilk neden i n kenuisi devin me z ; d urağan ol­
nı J k z or u n dadır, yoksa ilk devindirici olamaz. Devi n menıesine k.ı r ş ı n , evrene i l k iti­
yi vererek onu devinim durumuna geçiren ilk neden Tanr ı ' d ır.
Tanrı, salt form ve tam yetkinliktir ; Platon'un İ y i ideas ı l)a benzer, yani önce­
siı ->onrasu, d e ğ i ş m e z , durağa n, kendi başına, geri ka l a n bütün ş e y l e r d e n ayrı, ci­
s i m s i ı ve b ir d i r ; ama yine de bütün o l u ş u m u n nede n i d ir. �1JddesEI ol mad ı ğ ı n da n

:q \\.ı: lı .-r, >. 7 9 -$0.

229
ötürü, herhangi bir tensel eylemi yerin�· ge tiremez. Onun etki n l iği s.ılt ti ıı sc ldi r ,
dolayısıyl.ı .ı n l ı ks.ı l d ı r ; bir ba şka dey i şle, Ta nr ı n ın etk inliği bir düşünce etk i n l ig i ­
dir. B u yüzden Aristoteles, Tanrıyı " clü-şiiııcerı i rı düşüncesi" (ııeosi.� ııoescos) o l ar.ı k
tJ n ı m lar. 3 5 Demek k i Tanrı, y a l n ı z c a kend i s i n i düşünmektedir. E vreni ise, o n u n
ken disini özlemesiyle etki ler v e a n ca k bir özley iş konusu ol ın.1 s ı dolayısıyl.ı T.ı nr ı ,
her türlü devin im in nedenidir. Daha_ a ç ı k çası T.ınrı, evrene, her nesneye , yetk i n liğe
y.mi yetkin lik olan ken d isine dönme e reğ i n i ( telos 'u n u ) yerl e ş t ir m i ş t ir . Bu b.ık ı m ·
darı, evrendeki bütün geli ş im Ta nrıy.ı yönel iktir; her var l ı k içi ndeki bu erekten dola­
yı, yetkin bi çi m lerin e u laşmaya çalı şır, bu amaçla devinir. İ şte de vinim , bu telvs '
tan meydana ge l i r . 01.ıylar ise, olayları meydana geti re n var l ı kl;ır ın i ç lerindeki telos
tar.ıfında n lı.ırekete geç iri l me leri d ir . Ö y leyse , olayları doğru bir biçi mde k.ı vr.ıya b i l ­
ınek i çin, maddesel nedenlere değ i l , fa ka t ereksel ( teleolojik) nedenlere h.ıkm.ık ge­
rek ir. A_n cak , varlıklar o l u ş u m i ç i n dey ken onların ereklerini görme k ol.ııı.ıksıl(l ır.
Dolayısıyla herhangi bir var lık, ereğine , ye t k i n biçim ine u l aş t ı ğ ı z.ı m ,m , onun
iç inde taşıdığı ereği gö rme k müm kün olur. Demek k i , o la y la r ı , değişim leri a n l.ı ya­
b i l mek i ç in varlı kların formların ı, özler ini kavra mak gere kir.
Varl ı k lar ereklerine göre devin d ik l erimlen ötürü, Ar i s t ote les, nesn e leri onların
formları ya da özleri ile özdeş leştirmektedir. Nesneler, eği l i m l i o l d u k l a r ı son du­
rumlarının yani özlerinin toh u mlarını ta ş ı maktad ırlar. Örneği n bir çınar toh u m u­
n u n ereği , yetişkin bir çınar ağacı ol maktır. Bu telos 'u bilirsek , bu toh u m u n ge l i ş ­
me aşamalarını, yetkin leşme yönündeki devini mlerinin ne derece sağl ıklı olup o l ma­
dıkları n ı kavrayabi l iriz. Eğer söz konusu toh u m , yetişkin bir ç ı nar ol mada n öl müşse
ya da cılız kal mışsa, çeş i tli raslantısa l -m.ı d desel neden lerin { kurakl ı k , fırtına vb.)
öze gidişi etkilediği, sonul ereğe ulaşma yı. engel lediği ortaya ç ı kar. Bunun dışında
her türlü devinim ya da değişim, nesnenin i ç inde kapa l ı olarak buluna n öney l i m in
{ ki , gerçekte öze içkindir) b ir_ bölümünün gerçekleşmesi ya da ken dini ortay.ı koy­
ması demektir. Devinimin telos 'unda istenen b ir amaç ol ursa, ereksel neden ay n ı za ­

manda iyidir. Buradan, iyilerin {öze l l i kle i y i o lan Tanrının) devi n i m in başlangıcında
ol mak.la bir l ikte, devi n i m in sonunda da bazı iyilerin bulunabi lecek leri sonucu ç ı kar.
Bir bakıma, iyi olduğu kabul edilen ve Pl.ıton'da durgun olan idea ( form), b,ı şlan­
g ı çta değil de, sonda yer al mak ta d ır. Bu teleolojisi y üzünden Aristotelcs.. ı l ı m lı bir
i y i mserliği benimser; oysa iyinin yal n ızca başlangı çta olduğunu k.ab u l eden Pl.ıton,
bu anlamda kötümser bir düşünürdür. 3 6
Alieddin Şenel'e göre " Aristoteles'in düşüncesinde hem e re k se l he m mad di
neden kavra mına yer vermesin i n , doğru bilgi n i n tümdengelinı l e tlireti l nıesine k.ır­
ş ı l ı k bili msel ara ştırmanın tümevarıma do.�ru gitmes i g e re kt i ğ i n i düşün nıcsiniıı,
onun felsefesinin iki odak l ı bir fe ls e fe ol nıas ı ııa yol açtığı s öy l e ne b i l ir . " Bir ba şk,1
dey işle Aristotelcs, hem bili msel hem de nıet.ıfizi ksel ( ideolojik ) bir fe l s e fe .ırılayı­
şına sah iptir. 3 7 Bu iki od.ıkt.ın a ğ ı r bJsa n ı i se, nıeıafi Liksel olanıdır.

:ı:; '.\lctaphysib, XII, 1 OH b, '.\·!.


:ıı; l'ııpper, ' il t 11, s. !i .
:17 )end, (Siy;ısal Dü�ünc.·lı-r Tarihi, s. '.! ! :.! ' dl') ! . . ı <!c::;erlc ııdirmni..-le, .\rİSl• >l ı·ln ' i rı. ı n aılde-

230
3 - Doğa Sorunu ve fa.Te nsel Düzen

Aristo tel es' i n doğa iiğreti si, felsefesinin diğer alanları gibi nıct.ı fiziğe d.ıyanır.

S.ı l t ın.ıdde i le sa l t form ( Tanrı ) arasında y�r alan bütün var l ı kl.ır , devi n i m bak ı ının­
d.ı ıı hem e t h. i n , hem e d i l g i n dirler ve b u n ları n bütiinüne Aristotelcs, plıysis ( doğa ya
d.ı �vrcıı) adını verir. Ona göre , "doğa, i çi n de i l ineksel değil, özsel olar<lk bul unan
nesnenin devin i m i i le durağanlığının i l kesi ya da nedenidir. " J8 Doğ.ı d.ı lıerşey, zo­
runlu yasal.ırla birbirine bağla n m ı ş, be:ir : en ı ı ıi ştir; bu ba h., mıtn o. bi; düzendir
Ows 1110 s) .
Aristotel es, teleolojisine uygun olarak evreni bir hiyerarşi içinde .1 lgı lar. Sal t
fo r m o la rı Ta nr ı ya u laşma yolunda ki varl ı k lar, b i r hiyerarşik dlilcn i ç i nde bu l u n ur­
lar. Aristoteles, evreni gökyüzü (ayüstü dünyası) ve yeryüzü (ay.ıltı dünyası) o l mak

iizere ikiye ayırır. Gökyüzü, o l u ş u mun ve bozul man ın olrnauığı yerdir. . Burada
Tanrıdan sonra gelen göksel yarlıklar, yani yıldı zlar, gezegen ler var d ı r ; bun lar mad­
desel bir nitelik taşı makla· birlikte, o l u ş tukları madde either (es'ır) olduğu için, her
türlü değişimin, oluşum ile bozulma n ı n d ı ş ındadırlar. 39 Gezegenler, hem can l ı , hem
de öliimsüzdür; insanüstü bir akılla donat ı lmış olduklarında n ötürii mutlu ve yetkin
yaşamın en görkem l i örnekleridir. Bu göksel var l ı k lar, Tanrı gibi durağan değ i l dir;
ancak devi n im leri, devinim tlirleri içi nde en yetki n olan , yani ba şladığı yere geri
dönen daire biçimli devinim lerdir. Bir bak ı ma, Tanrıdan sonra evrenin ikincil tanrı­
ları olan bu var l ı k ların, daha a şağı olan yeryüzündeki yaşa m üzerinde, bunu bel li
ereklere göre y önelte n , etkileri vardır. "Aristoteles'·in bu düşüncesi, Yeni platoncu ve
ortaçağ astro lojisinin (gökyüzündeki o laylarla i nsan hayatı arasında bir i lginin oldu­
ğ u inancının) kökü ol muştur ." 40
Yeryüzü, n itel i k bakı mından daha aşağı durumda o lan varlıkların bul unduğu
alandır. D ünya, devinmeyen, durağan b ir küredir ve evrenin merkezinde bul unur. 41
Değişimin, o lu şumun, bozul manın varolduğu yeryüzünde, can lı lar için ölüm
kaçın ı l maz bir sonu çtur. Bunların can attık ları ölümsüzlük, sonsuzluk, anca k üreme
yoluyla gerçe kleşir; yan i , can l ı varlık, ardı nda aynen ken dine benzeyen bir başka
canl ı bıra karak ölümsüzlüğe ul.ış ır. 42 Demek ki, daha önce de belirttiği miz gi b i , bi­
reyler gelip geçerler, buna kar ş ı l ı k cinsler, türler sürerler.
Yetki nliklerin bulunmadığı bu dünyadaki devi n im , "düz devinim"dir, y ukar ı ­
dan aşağıya v e aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşir. Aristoteles, burada (teleoloj i k

ye, macldcsel nedene yd verm esi ile tümevarım yiinteminin kullanılıııasııun fe lsefesinin
"lıilimscl" yönünü, üze, ereksel nedene (\·e tınrıya) ai{ırlık tınım:ısı ile tiim<lcnı;eliın yiin­
tcınini kullanmasının ise felsefesinin " metafiziksel" ya <la "ideolojik" y i ı niinü olu� turdu­
.l; unu ileri siirmrktedir.
38 Ph ysika, I I , 1 9 2 l ı , 2 1 -'.! :ı.
::9 '.\ktaphysika, VIII, l lH2 b , 4-6.
ıo c :i ı k lıc:rk, s . 8 5 .
-� 1 ,\ ristutd<'s'in dünyayı dur.ıj:;:ııı bir k ü re o Lırak evre n in ıııcrkcLİne ycrl<' � lir . . ıı lııı dlİ.)İin­
ccsi, Kilisenin clkisi y k lıiitüıı Ortac;ağda c:g-cmcn ol:ıcak ve aııc.ık 1\.,,1'..,rnik ile: < ;:ılilco
ı ;,ıl ilci' niıı ı,:iiriişleriyk sars ılın"Y" lı'1�layacaktır .
.\ � '.\lorc:ı.u, s . 1 43.

231
görüşüne uygun olarak) duyumsal nesnelerin ve türlerin be l l i ye r l eri olduğun u bel ir­
terek " doğal yerler" kura mı n ı ortayJ koya r_ Oıl.l göre, yery ü z ün de ki v.1r'l ı k l.mrı te­
melinde ( E mpedo kl es ' te olduğu gibi) topra k , su, hava ve ateş olnıJk iiıere dört ii.� e
bulu n u r . Her öğenin kendine göre doğal bir devi n i m do.ğrul tusu ve evmı içi nde do­
ğJI b ir yeri vard ır. Bu dört öğe n i n diiz, çizgisel devinme türünü belirlryen neden, on­
ların doğal yerleridir_ Örneğ i n , hava i l e a teş hafif o l d u k l arı i çin nıerh.ezı..len uzaklaş­
mJ egilinıi ta şırlar; b u nedenle aşağıdan y u karıya ya da odaktan çevreye do.�ru
de vini r ler. Oysa diger ikis i , toprak i le su, yukarıı..l a n a şağıya ya da çevreden odağa
doğru bir devinim gösterirler, yani ta ş ı n , toprağrn, suyun bu l undu.� u yere d üş er ler .
Anca k bir öğe, yak r n ı n cLı bu l u na n bir b;ı şkasından e t ki lendiği, onunla çar p ı ş t ı.�ı
zaman doğal devi nim doğrultusundan sapar, doğal y e r i n den u z ak la ş ır.
Aristoteles, yeryüzündeki yetk i n ol mayan varlıkların bir hiyerarşik düzen için­
.
de bulundu klarını belirtir. Hiyerarşinin en a l tında cansız varl ıklar yer a l ırlar ; bun­
lar bir ruha sahip değ i l lerdir. Ruhları o lan can l ı var l ı klar ise, aşağıda n yııkarıya doğ ­
r u ü ç aşama iç inde sırala n ırlar:
al Bitkisel uarlıklar: Can hlar arası n da en alt sırada bulunan b u varlı kla rda
yalnızca bitkisel ya da besinsel ruh bulun ur. Bu ruh tüm canl ılarda vardır ve doğma­
yı, üremeyi, büyümeyi, beslen meyi, ölmeyi i çerir.

bl Hayuansal ı·arlılllar: Devinme gücü ile yüklü o lan bu var l ıl.. l ar, bitkisel ruh­
tan başka, duyusal algıları ve acı, istek, sevgi gibi duyguları i çeren hayvansa l ruha sa­
h ip tirlı;r.

el insansal uarlıklar: Can l ı lar dün yasın ı n en üstünde bul unan insanlar, diğer
ilk iki ruhun yan ı sıra bir de yaln ızca ken dilerine özgü olan akılsa l ruha sa h i ptirler.
Akılsal ruh, insanın tanrısal yanıdır, yo k o l maz. Oysa ölümle birl ikte, bitkisel ruh ile
hayvansal ruh yok olup giderler. Bu h iyerarşik düzende her varl ı k dünyas ının konu­
mu, bir başka varl ı k dünyasına göre belirlenir. Örneğin , bir hayvan, insan için bir
ara ç , bitki için bir amaçtır.

4- Ruhsal Yapı ve Ahlak Öğretisi

Aristoteles'e göre insan, ruh ve beden o l mak üzere iki ayrı öğeden kurulu bir
var l ı ktır. Beden ma.dde, ruh ise o n u biçimle nd iren , ona "insan' ' ni teliği kazand ıran
formdur. Beden ile ruh arasın dJki ilişki , gizillik ile edimsellik Jrasındaki i l iş l..i gibi­
dir. Bu n eden le yaşamın il kesi olan ruh amaç, beden a ra ç konumun dadır. Bedenin
ereği (telos 'u) niteliğinde olan ruh, onJ devi n m e yeteneğini verir, onu be lli bir erC'ğe
doğru yönlendirir. Ruhun gücü o l ma k s ı z ı n , bede n i n kendi liğinden bir ey leme ka l­
kı şması, bir i ş başarması olası değil ı..l ir. B una kar ş ı l ı k, ruh da , l;ıir şey i c.ın landırma­
sıy la, bir aracın işlevi ya d a bir o r gani z m a n ı n e d i m s e l l i ğ i o l nıa s ı v l .1 b i r t.:l'rçek lik ka.­

z,rn ınaktadır_ B ed e n o ı nı:u SJ , r u h e d i msel _d e.� i l , J n c J h. gi ı i l o l.ır.ık vJ r d ı r . B u bJ l.. ı m ­

dan , kesmek bir b,1lta i ç i n neyse, r u h da beden i çi n odur: Eğer b 1 l t ı c.m l r bir vJrl ı k
. .

olsa y d ı , kesme i ş levi o n u n r u h u olurdu. Ba lta o l m a da n kesmek nıüııı h.iin o l madığı

132
bedenden a';TI ol.ırJk ye r i n e gct ircnıcz. 4 3 Biiy ll'Ce Aristotl'll'S,
g i b i , ruh d.ı i şl e v l er i n i
P l .ı t o n ' da giirüleıı ruh -beden ayrı l ı ,Q ıııı orta cfJ.n k.ıldırır, ru h la bedeni bir tiiLiiıı iki
ayrı öğesi o l .ı r a k ele alır. Beden ar t ı k ruhun mezarı de ğildir. Tersine, bc dl'll ile b i r ­
le ş m i ş o l nı J k n ı h u ı ı i y rl i ğ i i ç i n d ir , çün k ü o y e t i l e r i n i ancak bu ş e kil d e ı ı ygu l J y .ı b i ­

l i r .H

Ruhun bütlinlüi!ü i l kesini kaimi eden Ari stote l es , insan ruhunun far k l ı parç.ı-
1.ırdJn oluşmadığını, fa kat akılsal, lı.ı y va nsal ve bitkisel olmak üzere üç .1yrı i şkve
sa h i p bul unduğunu belirtir. hangisi egemen ko n u m d.ı ys.ı , in s.ın da
Bu iiç i ş levden
onJ göre bir k i ş i l i k kazanır. ba şka deyişle, her insan psikolojisinde egemen ol.ın
B ir
r u lıs.ıl i şleve göre b i r d a v ra n ı ş i ç i n e girN. B ö yle ce Aristoteles'te ruh un üç işll'vi nin
o l nı.ısırıdan yola ç ı k ı l.ıra k, in s a n l a r ı n eşit ol madığı ve üç çeşit insanın bıılunduğu
s o n u c u n a u la ş ı l ı r . Ari stotelcs' in açı kça d i ll' ge t i r n ıl' nıi ş olmasına kırşın , oıı un ( dalı,ı
i l e r i d e görecc ğ i m i l ) id eal devletindeki sırııflJr göz öniinde bulundurul tluğurı d.l , a ğ ı r
basa n b i tkisel i ş levin h:ölelcre, hayvansa l işlevin metoi/rns ' lara , y.ı ıı i tiicc.:ırl.ıra, z.:ı ı ıa­
ath:arl.ıra ve .ı k ılsa.I i�levin de y u rtw ş lara uygun düştüğü söylenebilir.
Aristoteles'e göre, insan ruhunun en belirgin özel l iği akıl (nous) ile do n.ı t ı l nı ı ş
o l ması, anlığa sahip bulunmasıd ır. A n l ı k , etkin ve edi lgin olarak ikiye ayrıl ır. Edilgin
arı l ık, bir tabula rasa, yani üzerinde hiçbir ş e y yazı l ı o l mayan düz bir levh;ı o larak
bel irir. İ nsan doğuştan h i çbir d üşü n c eye sa h i p ol madığı ndan ötürü, düşünceleri ile
k.ıvramları, duyularını kul lanara k dış d u ny ada yaptığı deneylerinden, gözlem lerin­
den sağl.ır. Bu bak ı mdan edilgin a n l ı k , ken di ba şına i ş lemez, bedendeki d uy u larla
sağlanan ver i l e r i derleyi p toplar, o n ları belli bir biçi me sokar. B una karş ı l ık, kendi
kendini yöneten etkin an l ı k, duyulara gereksinim duymadığından baş ka, dençylcrle
e lde edilen bilgileri evren se l leştirir, imgelemleri n es ne l eri nden soy utlar ve böylece
evrensel b ilgilere, bil ime ulaş ır. E d i lgin anl ık, duyulara bağ ı m l ı o l d uğ u n dan dolayı,
beden in yazgısını paylaşır, y a n i ölümlüdür. Bireysel bir niteliği vardır; her edilgin
a n l ı k , bir kişide ortaya çıkar ve o n un l a bir likte yok olur. Oysa etkin anl ı k, tü m üyle
madde d ış ı o ld uğu için, öncesiz-sonrasızdır. Ölümsüz o lan b u a n l ı k, insa n ı n ta n rısa l
yönünü o l u şturur.
İ nsan ruhunda nous'un va rl ı ğ ı , insanın hayvan i l e Tan r ı arasında bir var l ık o l ­
masına neden o l u r İ nsan , d uyu l a r ı y l.ı hayvana, a k l ıyla da Tanrıya yakındır. Bu çift
.

n i teliği, onun ah laksal var l ı k o l ma şek lindeki özgünlüğünü o luşturur. Hayvansal ve


a n l ı h:sal ilkelerin b ir arada bul u n madığı yerde ahlaktan söz etmek olan.ıksııdır. Hay­
v.ı n, arı l ı ktan yoksun o lduğu i çi n a h l a k sa l bir var l ı k de ği l dir . Ay n ı şe k i l de Tanrının
da a lı la "- la bir ilişkisi yoktur ; çiirıkii o , salt düşüncedir. Demek ki, ah laks;ıl nitelik,
insanın a y ı r ıc ı öze l l i ğ i d i r . 4 5
A r i s t o t e l l' s, a h l a k öğretisini Ethika Nikomakheia (Ni­
koıııaklıos E tiği) a dl ı y.ı p ı t ı n t.la ortaya koy.ır.
Ari stotc ks' i n .1h l.ı k a n l a y ı ş ı n ı n tcnıc l i ndl' " iyi", " i y i l i k " s o r u n u y.ı t.l r . fclc­
olojik yakla � ı nıını hu alanda da s ü r d ü re n Aristotelcs, yapı tına "her s.ııı.ıt ve he r

,"'
.. \h·ha, s. 9 1 .
H (\ıpk-; wn, '· H 7-S ıl ; T i m !H, İ n, . \ r i s t o ld <"s F.-lst"fni, s. 11 l.
; ,-, \\·· ·l "'l', ' - 'l:l-9 !.

23l
arJ � t ı r ına, her ey l e m ve her seçi m , herhangi bir iy i yi .ı nı.ı ç l ıyor gör(in mektı_:dir. B u
� [i z de n iyi, haklı b ir b i ç i m de , tüm şeylerin her k o ş u ldJ .ı nı.ı çl.ı d ı kl ar ı b i r şey ola­
�J k ta n ı m l.ınııı J k tJ d ı r . " .ır, sözleri yle baş lar. On.ı i:iire, çe � i t l i s..ı ııa tları n, tck n i l..l e­
rin, eylemlerin ke n d i ler i n e özgü erek leri var d ı r ; her biri lıc l l i bir iyil i.�e y önel i r. F.ı­
kat bu erekler, daha üstü n bir ereğe a l tgüdüm lüdürler. Örneğ i n , siivari atları i ç i n diz­
gin ler ve ge mler yapma k bel l i b ir zanaat ın ereğ i d i r ; .ı nıa bu, aynı ıa mancla sa va ş sa­
n a t ı n ı n da h a g e n i ş ve Jaha ka ps.ı ml ı ereğ ine ba .4 l ı d ı r . A y n ı şeki l de, savaş san .ı t ı n ııı
ereği o ları yengi ya da e k o n o m i b i l i m in i n ereği ol.111 zeng i n l i k , daha üstün bir erek ,
yani siyaset b i l i m i n i n g ü ttüğü polisin i y i l i ğ i ereği i çi n isten ir. B u a l tgüdüm lü erekler,
bir üst e re ğin ara cı k o n u m u n da d ır lar. İ ş te, b ir ara ç duru ımı n.ı indirgen meyen , yal ­

nıLca kendi uğruna istenen ve diğer tüm ereklerin y a d .ı i y i l i k l e r i n ona u l a ş ı la b i l ­


mesi i ç i n e lde e d i l mesine ça l ı ş ı l a n b ir en so n erek, y.m i en son iy i , en-iyi iyi va rdır.
İ n sa n ı n en üstün iy i l i ği , ulaşmak isted iği ereğ i , m u t l u l u k tur (e ııdainıonia) . A h l a t-. ,
hu sorunla ilgi.Je nir, m u tl u l ı'ı ğ u n ne o l d u ğ u n u , nası l e l de e d i l eceğini a ç ı k l a maya ça­
lışır.
Mutl u l uğun insanın amacı olduğu görüşiinii d i ğer Yunan filozoflarıyla payla­
şan Aristoteles, ampirik yaklaşımına uygun olarak, .ıhlağ ın kendinde doğru eylem
ile değil, fakat insan ın iyiliğine yararl ı olan eylem ile uğraştığını bel irtir. Ona göre,
insanın iyi l iğinin ya da amacının elde e d i l mes ine y ara r l ı olan şey, insa n ı n payına
"doğru" bir eylem olur; onun gerçek iyisine eri ş mesini engelleyen eylem ise, "yan­
lış"tır. Bu bakı m da n ahlak, metafizikten ya da ma t e ma ti k ten far klı olarak kesin bil­
gi ler i çermez; tersine, olas ı l ı k ların, olası b ilgilerin alanıdır. Tek tek görüşlerden yola
çıkarak, i lkeler, bütiin insan lar için gerekli kural lar ortaya koyar. Bu neden le, sıra­
dan kişilerin olasılıklar alanında söz sahibi olamayacaklarını göz önünde bulund uran
Afşar Timuçin , Aristoteles'te ahlak alanının ancak i.i5tün ki şilerin, bilgelerin görijşle­
riyle kuru l masının m üm kün olduğu sonucuna u l a ş ı r.4 7 Emile Brehier ise, insanlara
yalnızca isteme.t eri ya da kaçın maları gereken şeyler üzerinde doğru görüşler
verme kle yeti n mey ip, on ların bu şekilde davran maların ı da sağlamaya çal ı şan ah la­
ğın gerçekte aristo kratik bir eğilim o l d uğ u n u vurgu lar.48 Çünkü -Aristoteles'in
yap ı t ı n ı n son sayfa l a r ı n da a ç ı k ça dile ge tirdiği iizere- a h l aksal siiy l e m le r i n s ır a d an
kişi ler, k i tleler üzerinde bir etkisi olması ve b u nl a r ı erdeme yöneltmesi beklenemez.
Ahlak, yal n ızca " soy l u " kişileri , yetenekli gen çleri iyi düşün meye ve doğru, erde m­
l i eylem ler yap maya doğru uyarır, on lardaki b u e ğ i l i m i gii ç lendir ir. Diğer insanlar
i ç i n ise a l ı ş ka n l ı k ile ceza l a n d ı r ma kor kusu yeterli o l u r ; zaten yasaların temel i ş levi
de b u d u r . 4 9
M u tl u l u k insa n ı n i y i l i ği , e r e ğ i o l masına kar ş ı n , h e r irıs.ı n mutl uluğa u l a şa maz.
Her şey d en ünce, insa n l ar m u t l u luğa çok far k l ı a n l a m lar verir ler, fa r k l ı ta nı mlar ge­
ti rirler. İ n sa n i ç i n m u t l u l u ğ u n ne o l d u ğ u n u sa p ta ya b i l m e k i ç i n iyilik sorununa geri

-t ıi E thika :\ikomakhda, l, 1 O � H "• 1 . 3.


-�7 Tinıuc,; n, .\ri>to ldn Fcls.,frsi, < . l l ıi.
-ııı Brelıin, � . '.! :; •ı- � rn.
!9 E llı ib :"\ i k o nıaklı.-i", X, 1 1 i � l lı.
dön mek gerc kır: Her şeyin , her vJrl ı ğın iy il iğ i, kendine öz,1;ü i şlevini ya da etkin li­
,

ğini yerine .� etirmesidir ; bu, özünlin ortayJ konmJsıdır. İ nsan ın özü, ya n i onu diğer
vJr l ı k lJnbn ay ıran yJnı, ,l k ıldır. Demek ki , i ıısanJ özgü olan, a k l ı n etki n l iğidir ya da
akıl i l e uyum i ç i n deki etk i n l i k tir. Her var l ı k kendi özünü ortJya koyup ge l i ştirerek
iyiliğ ine u laştığına göre , insan yaln ızca a k l ı n ı n etki n liği ile mutlu olabil ir. Bundan
dolay ı , ruh lJrı nda bitkisel-lıayvansJI iş levlerin ağır bastığı, kendi lerine erek olarak
yiyip i çmeyi ya da zengin liği, onuru seçen ki�i ler gerçekten mutlu .o lamazlar. Öy­
leyse, bazı insan lar ahlak plan ında yetkin leşmeye çalışırlarken, diğerleri kesinlikle
çok a l t bir düzeyde, bitki -hayvan dlizeyinde kal ırlar. B u düşünceler iyle Aristoteles,
sın ıfsal farkJ ı la ş mayı, ah lak (dolayısıy la mutl u l u k) bak ı m ı n dan ortaya koy duğu ay­
r ı m la dJ pe k i ş tirmiş o lur .

M u tl u luğu "en.leme uygun olan ruhun etkin liği" olarak tan ı mlaya n ve bunun
bütün bir ya şamı kapsa ması gerek tiğini vurg u layan Aristoteles;o , kişinin erdem ile
mutlu olacağ ı n ı , iyiye u laşaca ğ ı n ı belirtir. İ nsan ın erdemli bir yaşam sürdüre b i l mesi,
her bakımda n uyumlu bir duru mda bulunmas ına, yan i hem ruhsal, hem bedensel
a çıdan yetkin. o l masına bağlıdır. Çünkü erdem, doğal değildir, doğlıştan ortaya ç ık­
maz, faka t istençle kazanılan b ir yatk ı n l ı k, bir a l ı ş ka n l ı ktır. İ n sa n da erdemli olan
her şey , onun istençli seçiminden kaynaklanır. Ayrıca insan ın erdem l i olabi l mesi
i çin, doğrunun ne olduğunu kuramsal olarak bilmesi yeterli değ ildir ; ayrıca çeşitli
koşu l lar i ç inde insan doğasına neyin gerçekten uygun düştüğünü görmesi ve bu
yönde bir davra n ı ş ta bulunması gerekir. B ir başka deyişle, art arda erdemli
davran ış larda bulunu larak erdemli bir kişi o lu nabi l i n ir. 5 1
Demek k i erdem, yalnız bilgi edinmek le, erek o lan "iyi''n i n ne olduğunu bil­
mekle kaza nıl maz. Burada Aristoteles;in ahlak a n layı şının Sokratesçi çizgiden ayrıl­
dığı görül mektedir. Erdem ile bilgeliğin özde ş l iği görüşünü ben i msemeyen Aristote­
les'e göre insan, iyinin, doğrunun ne olduğunu bilmesine kar ş ı n , kötüyü, yanlışı
seçebil ir. Erde me u laşmak için bi lgeliğe sahip o l manın dı ş ında, kişinin istencini
eğitmesi , olgunlaş tırmaya çal ı ş ması, kendin i eylemleriyle dengeli bir duruma getir­
mesi gerekir. Dengeli d urum ise, bütün a şırı l ı klardan ka çmak, çelişk i l i davran ı şlar­
da n , karşıt düşüncelerden sak ı n mak, "orta yol"u ya da " doğru orta"yı bulmaktır.
Birçok Yunan fi lozofu gibi ı l ı m l ı l ığı, ölçülülüğü yüce l ten Aristoteles, iki aşırı ucun,
iki kötülüğün ortasındaki doğru yolun tutturulmasını erdem olarak belirler. Örne­
ğin, yüre k l i lik, del ice atı lgan l ı k ile korka k l ı ğ ı n ; cömertl i k savurga n l ı k ile cimriliğin;
adalet, haksızlık yapma ile haksızl ı ğa katlan ma n ın arasında b u l u nan doğru or ta ­
dır. 5 2 Bu erdemlerden dostl uk ile acla letin üzerinde öne mle dura n Aristoteles, yine
a mpir ik (görgü!) bak ı ş açısıy la, doğru or ta n ı n matem.ı tiksel bir bi çi mde be l irlene­
meyccc.� i n i , bunun gürece bir nitelik ta şıdığın ı açı kç:ı dile getirir. Bir eylem iç i n
doğru ort.r n ı n ne olduğunun sa pta nabi lmesi i ç i n , gerek kendisinden böy le b i r tu­
tum bekle nen ki ş i nin durumunun, gerekse bunun i çi n de b u lu nduğu koşulların .� öz

.-.o İ hid, ı, ı O'J� a. 1 ı;.ı s .


,; ı İ hid, ı ı . ı ı o,; lı, :; . 1 2 .
5'.! İ bid, il, l l 1J7 a , 'D- 1 l 07 iı, 1 6.

23 $
oııüııdc bu l u n d u r u l m.ısı zoru n l udur. Ör neğ i n , bir gün için on mina 5 3 etin fazla, i ki
ı n ina etin .ız olduğu göriişüııdcıı y o l .ı çıkıl.ır.ı k, biitün atletler için a ltı mi11a etin

do�ru ort.ı o l duğu soıı u c uıı.ı v.ır ı l nuy.ıcaktır. Çünkü bu mikt:ır, atletizme yeni b.ış­
lamış birisi için fazla, Mil on gibi güçlü bir atlet i çi n ise azdır. 54 Bu b.ı kı md.ın doğru
or ta , her d u r u mda, sağgö rü 'f.l Ja doğru görüş i le belirlenmelidir.
.

İ nsana özgü olan .ıklın biri eylem, tutum (etlıos) , diğeri düşünme (diaııoia)
ol.ırı i k i ayrı özelliği, iki ayrı davra n ış ı v.ı r d ı r . Erdem .ıkl ııı etkinliğ iyle bağlantı l ı ol­
d u � u n da n ötürü, burad.ın iki erdem türü ortaya çıkar: Ethik erde mler ile d ia noe tlı il�
.

erdemler. Daha ö n ce görmiiş olduğumuz yiireklilik, cömertl ik, adalet, dostluk, iilçü­
llilük vb. ola n e thih erdemler, özyapıyla i lgilidirler ve alışkanl ıkla elde edilirler. Bi­
linçle , düşüncey le ilgili olan diaııoe tlıilı erdemler ise, uzun süren bir isten ç eği timiy­
le kaıatı ı l ırlar. Bu erd emlerin Ölünü, kura m sa l aklın "iyi" ve "güıel"e uygun davr.ın­
ması oluşturur. Bunların i çinde en iistün olan erde m, kişinin kendi iç dünyası i çi n ­
d e kapalı olarak i şleyen bilgel i ktir (sophia) .
Bu iki tür erdeme koşut olan iki ayrı yaşam biçimi vardır. İ lki , ilk il keleri ve
i
şeyler n su nul neden ini kavrayan anlığın ya da kuramsal (teorik) bilgel iğin erde mi­
n i n uygulandığı kendi kendine yeterli, "içe dönük" yaşam biçim idir. " Felsefi" olarak
da adlan dırılab ilecek böyle bir yaşam, kiş iye en yetki n mutluluğu sağlar. Ancak , in­
sanlar için bu mutluluğu elde etmek, elde edi nce de onu sürdürmek çok zordur ;
ç ün kü o, t:ınrısal doğanın bir ayrıcalığıdır. Fakat insan, bu nedenle karamsarl ı ğa
düşmemelidir ; kend isinde ki tanrısal yönü, yan i aklını yetki nleştirmeye ve böy lece
en üstün gerçeklerin seyrine yönelik bir yaşam sürmeye çal ışmal ıdır. Aristote'les'in
deyişiyle, " bize , insan olduğumuz bahanesiyle yalnızca insansal şeylerle ilgilenme­
mizi ve ölümlüyüz diye ölümsüz şeylerden vazgeçmemizi öğütleyen kişilere kulak
asmamalıyız. Fakat, mümkün o lduğunca kendimizi ölümsüz kılmalı ve bizdeki en iyi
bölüme [ kuramsal akla] uygun bir yaşa m siirebiimek için elimizden geleni yap malı­
yıl s s . . .

Kendi kendine yeterli bi lgece yaşamın ardından, eylem adamının yaşam


b i ç i m i olan pratik ( kılgısal) yaşam gelir. Bu yaşamdaki eylem ler, etkinlikler arasın­
da b ir hiyerarşi bulunur. Örneğin, kendini kamusal iyil iğe adayan yurttaşın etkin­
liği ya da polisin savun ması için sava şan askerin etkinliği, zenginleşmek amacıyla
ç a l ı şan tüccarın etkin l iğ inden daha üstündür. Aristoteles, bilge ile devlet adamını
birbir inden ayırmasına ve birincin i n erdemini daha üstün olarak bel irlemesine kar·
ş ı n , K y n i k lerden farklı olarak bi lge ile polisi karşı karşıya get irmez. Ters ine,
bi lgen in felsefi b ir YJŞJm sürebilmesi için, polisin kendisine sağlayacağı olanak l.ıra
�ere k > i n i m i u lduguııu belirtir. Ayrıca, Politika adlı yapı tında, ideal bir devletin , üye­
ler i n i n en üstlin m u tl u l u ğ un u amaçlJdığın dan ötiirü, bu mutluluğa ulaşabilen bilge­
ler y e t i ş tird iğini de vurgular ; çünkü insanlık, aynı zamanda pol isin de ereği olan
du��a sııı ı n yetk i n l iğine, .ıııcJk felsefi y.1şJını seçen bu ki şiler sayesinde ul.ışabilmck-

�ı . l \lina, L.ki \' ı ı ı ıaıı'ın lıir a.:;ırlık hirirniılir.


j -} f. 1 hika :\'ikoınaklıcia , i l . l 1 ı ııi ;ı. :i:I- 1 1 llG lı, 5 .
ii i tıid . \: , ı ı ı ı ı,, :ıo- 3 � .

236
tcd ir. 56 Böylece Aristoteles, Platon gibi , bilgeyi pol isin i çi ne yerleştirir, fakat öğ­
retmeninden farklı olarak polisin yöneti m i n i bi lgenin e l lerine bır.ıkm.ız. Bunun te­
mel nedeni, bilgenin kuramsal bil.ı.: ilcre, me ta fi zi ğ e y ö n e l me s in e felsefi bir yaşam
,

sürmesine k.ırşılık, siyasetin pra tik bir bilim o l ma s ıdı r.


Siyaset ya da politika, biltiin durumlar i ç i n muti.ık geç er lil i ğ i olan çözüm ler
getirmez . Çünkü politik bilgiler, (yalnızca özlere u yg u lana n ) teor i k ara ştırmalardan
kaynaklan maz ; bunlar bir yandı deneyle, gözlemle, öte yanda bu alandaki yetkili
kiş i lerin, yani siyasal bi lgelerin göriişlerinin derlenip toplanmasıyla eld� edil irler.
Bura dan hareket edilerek de, bütün yurtta şlarının mutluluğunu sağlayan en iyi
yönetim biçim inin ne olduğu ortaya konabi lir. Aristotelcs, E thika N i komakheia '

nın son sayfasında ,. siyaset biliminde izlen mesi gereken y o l u bel irtir 'v e Politika' da
işleyeceği konuları açıklar: " İ lk önce, biLden önceki lt.'rin doyurucu bir biçimde, fa­
kat dağ111 1 k ve eksik olanak· söylediklerini ta m.ımlamaya çalışacağız; ardından
çeş itli anayasaları toplayaca gız ; sonra, genel olarak devletlere ve özel olarak farklı
yönetim biçimlerine uygun olan ya da olmayan koşullar ile devletlerin yönetim le­
rinin iyi ya da kötü olmalarına yol açan nedenleri saptayacağız. Bu incelemeleri miz,
bizim, en iyi yönetim ile buna üstünlüğünü sağlayan kurumları, yasaları ve görenek­
leri belirlememizi olanaklı kılacaklardır."5 1

C- SİY ASAL DÜŞÜNCELERİ

Günümüzde, AristQteles'in siyaset sorununa i lişkin görüşlerini içeren iki yapıtı


bulunmaktadır. Bunlardan ilki, 1 58 anayasa incelemesinden yalnızca biri olan
AtinaWarın Devleti dir . Atina polisinin yaşamış olduğu belli başlı siyasal olayları ve
'

anayasal değişiklikleri anlatan bu yapıttan , kitabımızın-başındaki "Siyasal Gelişme:


ler" alt bölümünde yararlanılmış ve böylece Aristoteles'in bu konudaki yargıları
dolay lı bir biçi mde ortaya konmuştur. Burada ele alıp inceleyeceğimiz diğer yapıtı,
Politika'dır. Aristote les' in büyük siyasal çalışması olarak kabul edilen Politika, ya­
yı mlanmak amacıyla kaleme alınmış , bütünlüğü olan bir yapıt değildir. Büyiik bir
olasılı kla, Aristoteles'in çok farklı dönemlerde ya zdığı birkaç ders notunun, el yaz­
ması metninin, ölümünden sonra yapılmış olan bir derlemesidir. 5 8 Aristoteles'in bu
yapıtını bugünkü biçimde düzenlememiş ve yazdıklarını bir bütün oluşturacak şekil­
de yeniden gözden geçirmemiş ol ması nedeniyle, Politika'da gereksiz tekrarlar, tu­
tarsı zlık lar ve çelişkiler bulunmaktadır .. Bu durum, gerek yapıtın içerdiği düşünce­
lerin i ılen mesin i , gerekse Aristoteles'in siyasal tercihlerinin belirlenmesini güçleştir·
mc ktedir . Bunun yol açtığı bir başka sonuç da, Politika 'yı oluşturan sekiz kitabın
farklı yay ı mcılar tarafından deği şik biçi mlerde dizilmiş olmasıdır. 5 9

j fj Politika, V II , 3 ( l\ !cte Tunı;ay çevirisi, İsranlıul, Remzi Kitabevi, 1 97 !i , s . 200-202).


37 Ethika Nikomakhl'İa, X, 1 1 8 1 lı, 1 5-2 5.
38 Chcvallier, s. 7 'ı ; Rohin, La ıwnscc grccquc, s . :1 2 1 -322 ; Sahine, s. 8-!-86 : l'relot ve Lcs­
c ııycr, s. 83.
59 Bu ç:ılışmamızda kullandığımız Politika'nın Bcnjamin Jowett (The Works of Aristotle)
tarafından yapılan ingifö�ce çevirisi ile :\lck Tunçay tarahncl:ın ycı.pılan Tiirk(e �·c,·irisirı·

23 7
Aristoteles, siyasal <lüşünceleri ni Pl.ıton'un tersi ne, spe!.;iil.ıs�;on lara ( kurgula­
ra) değil, fal.;at gene l l i !.; le gözleml ere, somut araştırma lar.ı ve kırşılaştırma l.ıra da­
yandırmış tır. İ zlediği bu yöntem, onu hocasında n ayıra n en önemli fark olarak gös­
teri lir. Fakat Aristoteles, yalnızca, bugünkü anla mda bilimsel olarak nitelendirilebi­
lecek bu yöntemi kullanmış deği l dir. Politika, iki eksen iizerine kuruludur; bir ba ş­
ka deyişle, Aristoteles, burada birbirinden farklı, hatta birbirine Karşıt olan iki yak­
laşım kullanmıştır: Bir ya nda gözlem ve deneylerden yola ç ı karak gerçe k yö ne tim ­
lerin mekanizmasını siyaseti ahlaktan soyutlayacak denli bi limsel bir biçimde incele­
miş, öte yanda felsefi yaklaşıma ağır lık vererek bir ideal de v l e t tasarısı çizmi ştir.
Üs te l ik , gerçekte kişisel beğenileri , terc ihl er i olan varsa y ı m lar ı ıı ı , yan i saplan tılarını
hiç de bilimsel olmayan yollarla kanıtlamaya ça l ı şmış ve i şin içinden ç ı kamadığı
her durumda "doğal " etiketine baş vurmaktan kaçınmamışt ır. Bu nedenle, Aristo­
teles' in ideolojik yönü Platon'unkinden h i ç de aşağı ka lmaz. Ayrıca ulaştığı son u ç ­
lar, bulgular göz önünde tutu lduğunda, Ar is totel es' i n um anlamıyla Platon'un
(özellikle Nomoi'deki Platon'un) olumlu ya da ol u ms u z etkisi al tında kalmış oldu­
ğu görülür. Büyük ölçüde bu neden le, yani özgün düşüncelere sahip olduğunu göster­
mek i çin, Aristoteles, Politika'n ın bazı bölümlerinde, öğretmeninin yapıtlarını çar­
pıtmış ve onu şırf karalamak amacıyla eleştirmeye çalışmıştır. Aristoteles'in Platon'
a yönelttiği eleştirilerin değerini tartışmadan önce, onun genel olara k toplum ile
devlete ilişkin düşüncelerini incelemek gerekir.

1- TopluınW-Siyasal Hayvan

Aristoteles, siyaset sorununun aç ıklığa kavuşturulabilmesi için, ilk önce bu­


nun temelinde yatan toplumun ele alınması, topl umun doğasının belirlenmesi ge­
rektiği kanısındadır. Ona göre toplum, bireylerden oluşur; çünkü insan, doğuştan
bir "zoon politikon"dur, yani toplumsal-siyasal bir hayvandır. ( 1 , 2, s. 9) 60 Bunun
i l k anlamı, insanın kendi kendine yeterli olmadığı ve ya şamak için benzerlerine ge­
reksinim duyduğudur. Toplum dışında varl ığını tek başına sürdlirebi lecek bir insan
olamaz; bu olsa olsa ya bir hayvandır ya da bir tanrı. Bu bakı mdan insanın tek başı ­
na mutluluğa ulaşması olanaksızdır. İ nsanı mutlu kılacak olan aklın, anlığın eylemi,
ancak bir topluluk içinde gerçekleştirilen eylemdir.
İnsanın doğası gereği toplumsal bir yaratık olmasından ötürü, toplum da do­
ğa ldır ; bir baş ka deyi şle yapay değildir, örneğin herhangi bir sö z leş menin ürünü ola­
rak ortaya çıkmamıştır. İ nsan larda ortak olarak bulunan topl umsa l laşma içgüdüsü-

de, ki taplar aynı sır.ıyı i:demck tedirler. Bu ru karşılık, ba şvurdu�unıuz :\larcd Prelot'nun
Fransızca c,:eviris i (Aristote, La politique, Paris, Dcnoel-Gonthier, 1 9 7 7 ) , çok farklı b ir
düzenkmeyle, yalruzc:ı. dört kitaptan ve beş ek bölümden oluş !n:ıkt:ıdır.
60 p
Bu b üliimcle Politika'dan y a ılan alıntılar için ayrıca dipnot verilmeyecek ve a lı nt ı lar ın
yapıt taki yerleri -kitap, bö lüm ve sayfa olarak- bir ayraç _i�·indc !!Üstcrilccc:ktir. Bunlar,
Mete Turn;ay ' uı TLirk�·c çevirisine gönderme yapmaktadır. . .\lmt ıbrda !{encllik l c Tu n�·ay'
ın �·cvi.risiııc sadık kalınmış, fakat �erekli gi;rülcn yerl erd e İn�lit.cc n· Fransızca c,:c ,·irilcr..
claya.ııılarak tarafı mızdan bazı dt:�i � ik l ik lcr yapılmış tır.

238
nün y o l açtığı toplum, belli gl'lişim aşamalarından geçerek son d urumunu .ılır,
yetkin niteliğini kazanır. Toplumun bel li yasalara göre düzl'nlennıesi, belli koşullar­
la yönetilmesi, ''devlet" c..le nen daha üstün, karm.ı şık birimi oluşturur. Yetkin dev­
let, tiiın insan topluluklarının ereği olan devlet ise, polistir. Aristotcles, tclcoloji k
görüşünü sürdürerek, devletin amacın ı Politika'nın hemen ba şında şöy ll' aç ıklar:
"Kendi gözlemlerimiz, bize, her devletin iyi bir a maçla kurulmuş bir topluluk ol­
duğunu söyler. ' 'İyi" diyorum, çünkü bütün insanlar eylemlerinde iyi saydıkları şeyi
elde etmeye çalış ırlar, gerçekten. Öyleyse, bütün topl ufuklar şu ya da bu iyi şeyi
a m aç l ad ı k l arın a göre, toplulukların en üstünü ve hepsini ka psayanı da, en yüksek
iyi'yi amaç edinecektir . Bu topluluğa, devlet ya da siyasal toplum denir." ( 1, 1 , s. 7)
Daha önce de görmüş olduğumuz üzere, insan için en üstün iyilik m'utlul uk­
tur. M utluluk ise, yetkinliği, bir ba şka deyişle kendi kendine yeterli olmay ı (a ıılar­
keia) gerektirir. Oysa doğa, birey olarak insanı ·bu yetiden yoksun kılmıştır. Bu ne­
denle, insanı n , iyi bir yaşam sürebilmesi, mutlu olabil mesi için, özünü, gerçek doğa­
sını gerçekleştirebileceği Rendi kendine yeterl i bir birim olan devletin, daha doğru­
su polisin içinde bulunması, doğal b ir zorunluluktur. Nasıl meşe palamutunun bü­
yüyüp meşe ağacı olması doğal ise, insan doğasın ı n yetkin biçimine devlet içi nde
varması da, o denli doğa ld ır.6 1 Bu bakımdan, "insanların birbirlerinin yardım m ı .

aramaya gerek duymadıkları zaman bile, birlikte yaşamak için doğal bir istekleri
vardır." ( i l i, 6, s. 79) Ç ünkü devlet, insanın kendine özgü yetilerini ge liş tir eb i leceği
tek ortam olarak, gerek topluma, gerek bireylere iyi, mutl u bir yaşam sağlamayı
amaçlar. Aristoteles'in deyişiyle, "devletin amn;ı, yalnızca yaşamayı o la nak l ı kıl:
mak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı, ... iyi bir yaşamı kurmaktır... İyi yaşam de­
mek, mutlu ve soylu yaşamaktır. Öyleyse, devlet denen siyasal toplum, yalnızca bir
arada yaşamak için değil, soylu [erdemli] eylemlerde bu lunabil mek içindir." ( 1 1 1 , 9,
s. 83-85)62
Devlet, kendisini oluşturan parçalardan , yani bireylerden, ailelerden, kurum­
lardan bağımsız bir bütündür, doğanın yarattığı canlı bir varl ıktır. Aristoteles'e gö­
re, de vletin hem doğal, hem de bireyden önce olduğu apaçı ktır. Çünkü, nasıl bir
"

parça bedenden ayrıldığı zaman tümüyle kendine yeterl i o lmazsa, birey de tıpkı öte­
ki parçalar gibi bütünle ;tynı ilişki içindedir." ( 1, 2, s. 1.0) Böylece Aristoteles, top­
lumu bir canlıya, bir bedene benzeterek "organizmacı toplum" görüşüne ulaşır - ve
toplumsal parçaların , sınıfların, tıpkı bir bedenin elleri, ayakları gibi , farklı işlevlere
sahip ol maları gerektiği düşüncesini ortaya koyar. Devlet, bireylerden, ailelerden
oluşması nedeniyle zaman bakımından onlardan sonra gelmesine karşın, öz bakı­
mından, doğaca onlardan öncedir ; tıpkı meşenin palamuttan önce olması gibi. Bi-

61 Chevallier, s. 7 7 ; Sabine, s. 1 1 5 - 1 1 6..


G2 Devletin insanı y e t k i n kılması bakımından· doğal olmasına karşın, ( tıpkı me�c fidaıımm
iyi bir toprai:;ra ekilip sulanması gihi) onun ı:dişıncsi i�·in <le gerek fiziksel, ı:crck ba�ka
tiirlü koşull:ır h"'rek li<lir. İ � tc burada siyaset hilinıi y:ı da san1tı <lc\•rcyc girer ve tlcdt'l
İ<jİn en iyi olanı, e n. i y i koşullan saptamaya \·al ı�ır. Bu nedenle siyaset, konusu µ-cr<·;:!i ula·
� ıl:ılıilc.:ck iyiliklerin en üstüniinü, y;ıni insanların ıııutlului!uııu,ama,· cd iıı<lii(iıukn i>liı.-ii.
en yüksek bilimdir, en yük sek sanattır.

239
reyler, Jileler, to pluluklar, devlette ereklerine, dolJyısıy l.1 cloğJ larına ulJştıklJrı
i ç i n , devletin önceliği vardır. Demek k i bi re y i n b i l i n ç l i ki şiliği, to plumsa l -siy.lsa i
kunı mlJrın neden i deği l , fakat ürlinlidlir.eı .ı Bir ba şka de y i ş le i n sa n , polisin bir üyesi,
yan i bir yurttaş (polites) olara k kişiliğini ııeliştirir doğas ını gerçek leştirebil ir.
İ nsanda to plumsa l yaşama doğru doğal bir e.ğ i l i nıin bu lunmas ının neden i ,
o n u n Jkla sahip bir yaratı k olarak ada leti, hukuk lizerin� kurulu bir toplumu, kısaca
siyas.1 1 yaşa mı arzulamasıdır. Bu a ma çlJ i n sa n do ğad.r n d i l i , a n f J m f ı kon u ş ma
,

yetisi n i almı ştır. Kon u şma sayesinde, insan lar arasında toplumsal-siyasal il işkilerin
kurul ması müm kün olmuştur.64 Çünkü ya l n ılca dil, yararlı ve zararl ı olan ın, doğru
ve yan lışın bildiril mesini olanaklı kı lar. Öyleyse, " insa n la öteki hayva n lar aras ında ki
gerçek ayrı l ı k , yalnız insan ların iy i ile kÖtii'yü, doğru i le yanlış\ haklı ile haksız'ı
sezebilmeleridir." (1, 2, s . 1 0) İ ş te insanlar, bu konu larda ortak bir görüşü paylaşa­
bil dik leri, değerlere ortak anlamlar yükleyebildikleri içindir ki, aileyi ve bumın öte­
sin de d e polisi meydana getirebilmişlerdir. Bunda n dolayı , Platon' da olduğu g i b i
Aristoteles'de de, ahlak i l e siyasetin -en azından i lke olara k - birbirlerinden ayrıl­
maları söz konusu deği ldir : Devlet, ah laksal var l ı k lar olan insanlardan kurulud ur ve
( daha önce görmüş olduğumuz üzere} bunların erdemli, mutl u bir yaşam sürmelerini
kendine a maç edinmi ştir. Bu yönüyle devlet, ahlaksal bir organ izmadır, dolay ısıyla
bilin ç le donatı l mı ştır.
Bununla birlikte, Aristoteles'in bu konuda kesin bi r yargıya varmış old uğu
söylenemez. Çün kü Aristoteles, özel yaşam i le ka musal yaşamın aynı erdemi i çerip
i çermediği ya da iyi insanın erdemi i le yurtt.ışın erde m i n i n aynı olup o l madığı soru­
n una, karşıt iki yanıt getirir. Bir yanda, " insan ların, ister bireyler olarak ister bir
devlet olar.ık hareket etsinler, amaçlarının aynı olduğu a pa ç ık b u l unduğuna, en iyi
adamla en iyi anayasanın da aynı ayırıcı [ahlaksal} özelli kleri ta şıdığına" (Vll, 1 5,
s. 224) dikkati çeker. Öte yanda, "iyi bir adamı iyi kılan i y i l iğe sahip o l madan da
iyi ve ciddi bir yurttaş olu na b ileceğin i " ( 1 1 1 , 4, s. 74) belirtir. İ l k bakışta, burada
bir çelişki olduğu görülmektedir. Fakat gerçekte, birinci durum ideal devletle, ikin­
ci durum ise genel olarak devletle ilgilidir. Aristoteles, sosyoloj i k yaklaşımına uygun
olarak ah laksal bir göreciliği kabul eder: Farklı anayasalarda ki y urttaşların erdemi­
nin aynı o l ması olanaksızdır. Buna karşılık, iyi bir i nsanın erdemi, koşullara ba ğ ı m l ı
değ i ldir, yalnızca t e k bir anayasaya, en yetkin olanına u ygun düşer. B u bak ımda n ,
ideal poliste ah laksal i l e siyasal erdem arasında bir çelişki söz konusu olamaz. An­
cak bu durum, b u devlette bile ah laksal açıdan h i ç bir göreciliğin bul unmadığı an la­
m ına gelmez. Daha sonra göreceğimiz üze re , ideal devlette (her ne kadar ahlaksal
tutum -ethos- değişmez ise de) yurttaşları n fark l ı iş levleri olmas ından ötürü, farklı
siyasal erdemler ortaya çık maktadır. 65
Yeniden genel o l;ıra k devleti e le aldığı mızda, bunu oluşturan öğelerin e n ufa­
ğ ın ın birey, birey in içinde yer aldığı en küçük birimin ise aile olduğu görülür. Ai le,

63 IabrouSse, s. 7 l .
li -l- Gcrard :\lairct, Le• doctrincs du ııou•·oir, l'aris, İdC'ı:s-Calliınarcl, 1 y.; ıı , s . -!!:!.
65 Rogcr Labrousse' u ıı (s. 73) ela bclirttii:;i üzere, yüııctimde bulunan yurtta�ın crclcmiııin,
yiinetilcn yurttaşınkindcn daha üstün ve daha ye t ki n olması zorunl udur.

240
insanların günlük gereksinimlerini karşılamaya yeterli bir birimdir; fakat bunun üte·
sindeki gereksinimleri karşılayamaz. İ şte bu yüzden günli.ik gereksinimlerin ötesinde
bir amacın gerçekleştirilmesi için, ailelerin birleşmesiyle köy oluşur. Küylcrin bir
araya gelmesiyle de yetkin toplum biçimi olan devlete ( polise) geçi lir. Devletin te­
melinde yatan ailenin, aile yönetiminin incelenmesine büyük önem veren Aristote·
les, ailede üç çeşit "hükmetme-boyun eğme" ilişkisi saptayıp, bunların üç yönetme
türüne karşılık düştüğünü vurgulayarak, toplumun yönetenler - yönetilenler şeklin·
de bölünmesinin doğal"olduğu savına ulaşır.66
Eiitsizlikçi . bir yapıya sahip olan ailenin içerdiği üç ilişkiden ilki, baba ile
çocuklar arasındaki ilişkidir. Aklı yaşa bağladığı görülen Aristoteles, yaşlı (erkek)
kişilerin, çocukları ve hatta yetişkinleri yönetmesini savunur. Babanın, düşünme ye�
tisi henüz gelişmemiş ya da yeterli düzeye ulaşamamış çocukları üzerindeki otorite­
si, kralın yönetimine benzemektedir. Ailedeki karı-koca ilişki leri de hiyerarşik bir
bi çimde düzenlenmiştir. Aristoteles, dönemindeki yaygın kanıyı benimseyerek, er­
keğin kadından daha üstün olduğunu belirtir; bir anlamda erkek amaç, kadın araç- ·

tır. Kadın özgürdür, hatta bazı konularda hak süjesi (öznesi) olabilir, fakat aklını
işletemez. Bu nedenle· kendisi üzerinde "bir devlet adamının siyasal yönetimi" ( 1, 1 2
s. 26) gibi bir yönetim kuran kocasına boyun eğmelidir. Bu bağlamda, kadın-erkek

eşitsizliğinin doğallığını kanıtlamaya çalışan Aristoteles, bilimselliğin tümüyle dı­


şındadır. Doğadan bulup çıkardığı ( kadının beden ısısının erkeğinkinden düşük ya
da dişlerinin erkeğinkilerden az olması gibi)67 "kanıtlar", doğanın gözleminde ne
derece ideolojik önyargıların bulunabileceğini, "doğa"nın ya da "bilim"in nasıl bir
ideolojinin h izmetine koşulabileceğini çok açık bir biçimde ortaya koyarlar.
Aynı ideolojik görüş, ailenin kurucu ôğelerinden biri olan efendi-köle ilişkile­
rinde de görülür. Efendinin köle üzerindeki yönetiminin tiranca (despotik) bir nite­
lik taşıdığını belirten Aristoteles, Politika'nın 1. kitabının önemli bir bölümünü köle­
lik sorununun incelenmesine ayırmasına karşın, bu konuda ileri sürdüğü düşünceleri ­
ni tutarlı bir biçimde sunamaz: İ lk olarak, köl elik kurumunu savunmak için köleli�
ğin doğal bir kurum olduğunu göstermeye çalışır ve bu amaçla yine hi çbir bi­
limsel temeli olmayan kanıtlara başvurur. Ona göre, "zihinle beden ya da insanla
hayvan arasındaki kadar geniş bir ayrılık olan her yerde, işleri bedenlerinin kulla­
nımından ibaret kalan ve kendilerinden daha iyi birşey beklenemeyecek olanlar, do­
ğadan köledir." (1, S, s. 1 4) Ruhun düşünme yetisi kendisinde hiç bulunmadığından
( ! , 3, s. 28) ötürü, kölenin bir başkasına (efendisine) bağlı olması ve onun bedensel
gereksinimlerini gidermesi doğaldır. Bu anlamda, köle ile evcil hayvan arasında bir
fark yoktur. Bununla birlikte Aristoteles, kölenin bir insan (ama, en düşÜk düzeyde
bir insan) olması nedeniyle, akıldan tümüyle yoksun bulunmadığını, daha doğrusu
"akil yürütme yetisinden anlayacak kadar pay alan, ama ona sahip olacak kadar pay

6fi '' Birinin l:ıuyrıık vermesi, bir baş kasınİn ise itaat etmesi olgusuna ilkece ka111 konamaz;
,
bu hem zorunlu hem de faydalıdır. Bütün varl ıkl ar henüz doğdukları anda, birilerinin
yöiıctmek, di�erlcrinin yünetilmdt için yaratılmı� olmal:ırı riedeniyle hirl:ıirlerinden ay·
nlırlar (1, 5, s. 1 3).
."

67 �eııel, Eski Yunanda Eşitlik""• s. 441-443.

24 1
almayan bir kimse" ( 1 , 5, s. 1 4} olduğunu kabul etmek zorunda kJlır. Bu yüzden
köle de ahlaksal bir varl ı kt ır ; ancak erdemi, efendisine i taat ederek ona en iyi şekil­
de hizmet etmektir_
Aristoteles, köleliğin, doğallık savı ile doğrulanmasının mutlak bir nitelik ta­
şımadığının, dolayısıyla hiç de inandırıcı olmadığının bilincindedir. Bu nedenle, ba­
zı kölelerin özgür insan bedenine sahip olduklarını, buna karşılık bazı özgür insanla­
rın ise köle ruhlu ki şiler olduklarını açıklamak zorunl uluğu duyar. Böylece, kal ıtı­
m ın köleliği belirleyen kesin b ir ilke olmadığını kabul eden Aristoteles, bir başka
kölelik türü olduğunu belirterek bu kuruma yeni bir temel kazandırmaya girişir.
"Yasa lardan ya da uylaşımlardan ileri geldiğ ini " ( 1, 6, s. 1 5} söylediği bu ikinci kö­
lelik biçimi, büyük ölçüde bazı Sofistlerde görülen güç lün ün hakkı" düşüncesine
"

dayanmaktadır. Doğal ' kişilikleri gereği Yunanl ıların özgür, barbarların köle ruhlu
.
oldukların ı savunan. ( 1 1 1 , 1 4, s . 97) -ve bu nedenle İ skender'in Yunanl ılar ile Asya
halklarını kaynaştırina politikasına karşı ç ıkan- Aristoteles, köle ruhlu uluslara kar­
şı açılan savaşlarda tutsak edilen kişilerin köle yapılmasın ın yasal ve haklı olduğunu
açıklar ( 1 , 8, s. 1 9) .
Kavrayış yetisi olması bakımından hayvandan ayrılan köle, efendisinin mal ı­
dır, efendisinin mutluluğa, yetkinliğe ulaşmak için kullandığı bir araçtır. Aristote­
les, kölelerin konumlarını daha kolay kabul edebilmelerini sağlamak için, bu kişi­
lere çok katı davranılmamasını salık verir ve bunun hem efendinin, hem kölenin
yararına olacağını bildirir. İdeal devlet betimlemesinde ise daha da ileri giderek, "bü­
tün kölelere, ileride bir gün ödül olarak özgürlüklerine kavuşabilecekleri umudu"
( V l l , 1 0, s. 2 1 4) verilmesini öğütler. 6 8 Bu anlayışın doğal k ölelik öğretisiyle bağ­
daşmadığı açıktır. Gerçekt� kölelik kurumu ne doğadan, ne de uylaşımdan kaynak­
lanmaktadır; bunun nedeni ekonomiktir. Aristoteles'in aşağıdaki sözleri, bu gerçeği
ortaya koymakta ve getirdiği kanıtların ideolojik i çerikli olduğunu açığa çıkarmak­
tadır : " Dokuma tezgahının mekiği kendiliğinden gidip gelse, lirin mızra�ı kendili­
ğinden çalsaydı, o zaman ne yapımcıların işçiye gereksinmesi olurdu, ne de efendi­
lerin köleye." ( 1, 4, s. 1 2)
Aristoteles'e göre , köleler olduğundan dolayı, yurtta şların bedeni bozucu, ru­
hu alçaltıcı işlerle uğraşmamaları mümkün olmuştur. Savaş zamanı askerlik yapan
yurttaşlar, kölelerin onlara sağladığı boş zaman sayesinde, barış döneminde felsefe
ve siyasetle ilgilenirler ve böylece özgür kişiler olarak doğalarını gerÇekleştirebilir­
ler. 6 9 Devlet yurttaşların toplamı olduğundan ötürü, yurttaşın tanımlanması büyük

68 Aristotelcs, vasiyrtnamesinde, birçok kölesinin \'e bunların yetişkin yaşa gelen çocuk­
larının özgür kılınmasını istemiştir. (Diog�ne Llierc e, 1, s: 233-l?34).
69 J•·an-Jacques Rousseau, Toplum Sözlcşmesi'ndc (kitap lfl, Bö lüm 1 5 ) ; Eski Yunan'daki
yurttışlann özgürlüğünün kölelik kurumunun varlığına baKlı olduğun u açıklar: " E�ki
Y unan'da halk, yapması gereken i.ş leri kendisi yapar, .sürekli meydanda toplanırdı. .. Kc·
sinlikle aç gözlü de�ildi, işlerini kölelere. gördürürdü, en büyük sorunu ö:r.!(ii rlüğüydü. ..
Ya. demek ö;ı:ı,.\irlük :ıncak kölelik sayesinde korunabiliyor, öyle mi? Be lki. İki aşın uç
birlqir."

242
önem k.ıı.ınır. "Yurtt.ış , yargıya ve otoriteye k.uılan, yani ya s.ı l, si yas.ıl ve yünetscl
görevler .ıl.ın y.ı d.ı .ılm.ıy.ı hak kazanan kişidir." ( 1 1 1, l, s. 70-71 ) Yur tta ş l.ı r ın bir­
leşmesiyle olu �.ın devlet ( polis), bu anlamda bir birliktir. Ancak bu birliğin , bütün
yur ttaşları tek boyuta indirgeyen mutlak bir nitelik almaması gerekir : "Besbelli, aill'­
de oldu.� u gibi, devlette de bir miktar birlik olması gerekir, fakat bu muti.ık bir top­
tan birlik deği ldir. Öyle bir nokta gelir ki, birliğin artmasının sonucunda ı.levlet , ya
biisbütün orta dan kalkar, ya da yok oluşuna i ki adım kalan aşağı bir siyasal toplum
lorıtınıuna iner; bu durum, tıpkı müzikte uyumun bir tek sese ya da rit m in tek bir
vuruşa indirgenmesi gibidir. " ( i l, 5, s. 39) Y urt ta şlar, birbirlerinden ne kad.ır ayrı
ol ursa olsunlar, oluşturdukları anayasanın güven liğini hedeflerler. Bundan dol.ıyı,
hepsinde "hem yönetme, hem yönetilme bi lgi ve yeteneğinin olması gerekir." (111 ,
5, s. 76) Demek ki yurttaşın iyiliği, özgürlerin özgürler tarafınd;ın yönetilmesidir.
Aristoteles, bedeniyle çalışanla'r ın, zanaat ve ticaretle uğraşanların, bu bilgi ve ye­
teneğe sahip olamayacakları için, yurttaş yapı l mamalarını s.ı l ık verir. Erdemini ge­
liştirebilecek boş zamanı olan bir kişi (yurttaş) i le yaşamını para kazanmaya harca­
yan bir tüccar eşit değildir. Oysa, "bir devletin yönetimi, özgür ve eşit insanlar üze­
rinde bir yönetimdir." ( 1, 7, s. 1 6) De"1ek ki, siyaset yapan, siyasal yaşama katılan
insan, tam anlamıyla özgür o lan insandır. 70
Aristoteles, devleti ayakta tutan "orta direğin " ( 1 , 2, s. 1 0) adalet olduğu dü­
şüncesindedir. Bu yüzden, "devlette amaçlanan iyilik adalettir, buysa bütün toplulu­
ğun iyiliği için olandır" ( 1 1 1 , 1 2, s. 91 ) yargısında buh.ınur. Devlet, yalnızca .ıdaletin
gerçekleşmesini sağ layan bir araç değil, aynı zamanda onun canlı bir örneğidir. Bu
bakımdan adalet, devlete içkindir ve siyasal yaşama etkin bir biçimde katıl.ın birey
tarafından ortaya konur. 71 Ethika Nikomakheia'nın 5. kitabında ele aldr�ı ahlak
anlayışını burada. da sürdüren Aristoteles, adaletin, her şeyden iince, kişist'I özellik­
lere ve yeteneklere göre, her kişiye hakkettiğinin verilmesi olduğunu .ıçıklar. Bir
başka deyişle, eşit olanlar arasında eşitlik ve eşit olmayanlar arasında da eşitsizlik,
adalettir. Görüldiiğü üzere Aristoteles, Platon'un Nomoi'de ortaya koyduğu iki tür
eşitlik �nlayışını tümüyle benimser. Büyüklük ya da nicelik bakımından eşit ve aynı
olanı "sayısal eşit", değerce eşit olanı da "oranlı eşit" olarak adlandırır. (V, 1 ,
s. 1 42.1 43)
Bir devlette adaletin gerçekleşmesi, haklıyı - haksızı belirleyen ve aklın ifade­
si olan yasanın egemen kılınıp ona uyulmasına bağlıdır. Aristoteles, hukuk devleti
anlayişını getirerek, yasanın egemen olmasını, yurttaşlardan herhangi birinin ege-

,\ yrıca J.J. Rousseau, yine aynı y ap ıtın da (kitaı> 1, bil lüm 2), Arisıotclcs'in doğal

külclik iiğrctisini, onun sonucu neden olarak :ıldııi;ııu söyleyerek c;üriitiir: ",\ristotcks
haklıydı, ama so n uc u neden olarak kabul ediyordu. K<;lelik içiııclc doj\an her in san ın kii·
lelik i.;in dünyaya ı.:cldii:i, kesin bir .ı:er ç ck t ir... E ıi;er d o iia da n küldcr varsa, hu, onların
doğaya aykın olarak küle yarılmış olınalırından dolayıdır. İİk ki i lc lcri kük yaı ıaıı bha
gfü; sc:, onlan kiilcliktc ıutaıı korkaklıkları ohnu) tur. "
Bakını:t: J c:ın-Jacııucs Rousscau, Du conlrat 'ocial, Paris, E di t i o ns C:ırrıi.·r hrrcs, .
1 95-1. s. 303 ve s: 2 37 ( Ved�t Günyol'un Türkçe ÇC\irisi: Toplum Siizleşmesi, İsı;ınbu�
Adam Yayınlan, 1 982, s. 1 1 1 ve s. i li). .
70 Aristoıelcs'c giirc s iyasal katılım, Yunanlılar i l e l;ıarbarları lıirhiriııdcn ayıran iincınli bir
ülçiit olarak bclirmc:ktc:dir.
71 rasscrin d' Entrevı.-s, s. 203.
241
men ol masına yeğ tutar. Çünkü, "Yasa ' n ı n egemen o l mas ı n ı isteyen, ba şka h i ç bir
şeyin değil, yalnız Tanrı 'nın ve A k ı l ' ın egemen ol mas ı n ı istiyor demektir; bir insanın
ege men liğini isteyense, bir vahşi hayvanı i ş i n i ç ine sokm aktadır; çün kii insanların tut­
k u la r ı b ir va hşi hayvan gib idir ve gü çlü duygular y öneticiler ile insan ların en iyi lerini
b i le yoldan ç ı karır. Yasada, tutkuları o l mayan a k ı l b ulunur." ( 1 1 1 , 1 6, s . 1 03)
Öyleyse, yasa da tıpkı polis '_g i b i doğa l d ır. Fakat po zi t if yasa lar, farklı devl etlere
göre farklı b i ç im ler al ırlar. Bu ba kımda n , kötii bir devlette iyi , adalete uygun yasa la­
r ı n o l ması olana ksı z d ır ; buna kar ş ı l ı k iyi b ir devletteki yasalar, zorunlu olarak iyi dir­
ler. Üstelik iyi bir devlette, devlet adamının a kl ı , y önettiği topl umun yasalarında di­
le gelen a k ı lda n ba ğ ı msız olamaz. Bununla birlikte Aristoteles, Politikos'un Platon'
unu a n ı msatır bir b i ç i mde ve y � karıda söyled i k leriyle çelişkiy e düşmekten çeki n ­
meksizin, iyilik ve yetenek bakımından s o n derece üstün o lan ( y a n i ta nrısal nitel i k­
l l·ri buluna n ) kişi lerin yasalarla bağ ı m l ı o l madık ları n ı vurgu lar. ( 1 1 1 , 1 3, s. 94) Buna
ba ğ ı m l ı o larak da, yine Platon'u andırırcasına, her kişinin kendisine düşen iş leri ye­
r i ne getirecek u ygunlukta olmas ı ri ı ve a k l ı n bedeni yönettiği gibi, topl umda da akı l ! �
b i lge kişi lerin t u tk ulara bağlı insan ları yönetmesini savun ur. ( 1 , 5, s. 1 3; 1 1 1, 4, s . 75)

2- Platon'u Yıkma Uğraşı

Aristoteles, gerek Alaeddin Şene l ' i n belirttiği gibi Plato n 'un düşünceleri etki­
si alt ında kal maktan bunalmış olduğundan 7 2 , gerek siyasal düşüncelerinin özgünlü­
ğünü "kanıtlamak" istediğinden; öğretmen i n i n siyasal düşünceler i n i eleştir meye gi­
rişir. Böylece ondan ne kadar far k l ı düşündüğünü, onu kopya etmediğini göstermek
ister gibidir. Aristoteles, eleştiri lerini yönelttiği Devlet i le Nomoi diyalogları aras ı n­
da k i öne mli farkları ve bu iki yapıtın da birer "idea l devlet" taslağı içerdiğin i , dola­
yısıyla kurgusa l n itel i k ler taşıdığını görmezlikten gelir. B u d i yalogları bir bütün ola­
rak ele a l ı p çözüml eyeceği yerde, bunların orta ya koymuş oldukları bazı düşüncele­
_
ri, bazı kuru msal projeleri bütünden soyutlayıp, dönemi ndeki koşullar doğr ul tusun­
da değerlendirip yargılar. Kısacası, Sabine' i n deyi şiyle, eleştirileri gen i ş çapta ayrın­
tılarla ilgi l i dir ve her yerde şaşkı nl ı k yaratacak den l i yan l ı ştır. 73
Aristoteles ilk önce, Platon'un Devlet'te ( koruyucu lar sınıfı i ç i n ) a i leyi kal­
dırmas ı n ı ve kad ın -çoc u k ortakl ı ğı getirmesini şi ddetle eleştirir. Z.a manındaki he­
men hemen bütün k urumları doğal olara k kab u l etme e ği l im inde olan Aristoteles'e
göre, a i le de doğal bir k urumdur ve devletin teme l ini o l uşturur. Bu yüzden, kad ı n ­
lar i l e çocukların ortaklaşa tutulduğu yerde, kimse çocuk lara önem vermez ve in­
şanlar arasındaki akraba l ı k i l i şkiler i yok olacağından dost l uk bağları da zay ıflar. Yö­
neticiler arası nda güçlü bir dostluğun b u l u n ma ması ve bu nedenle dayanışma duy­
gusu n u n köre l mesi sonucunda, devletin varlığını sürdürmesi hemen hemen olanak­
sızla$ır. Oysa b i l in diği üzere, Platon , aile k urumunu y ı karak koruyucular sınıfını tek
bir a l ie yapma k ta ve böylece koruyucu lar arasındaki dost l uğu, daya n ışmayı, k ısaca

7 '!. Şcnd, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 2 1 7.


7 �) S;ıbinc, s. � 7.

244
birliği güçlendir meyi a maçl.ı ıyıakta yd ı. Ayrıca Aristoteles, Pl.ıton' ı ı , koruyucular
ile üreticiler arasındaki çocuk aktarımının nasıl olacağın ı yeterince a ç ı kla ma m ı ş ol­
makla da eleştirir. B u doğrudur. Fakat Platon un s ı n ıfl ar arası geçi şkenliğe ideo­
' , .

lojik bir i şlev yüklediğ inden ötiirü, bu sorun u bil� bile kar.in l ı kt.ı bırakmayı yeğle­
diği aııla ş ı l m.ıktıdır.
Aristoteles, Devlet 'e ilişkin e n önemli eleştirilerini ortak mül ki yet konusu
üzerinde yoğunlaştırır: Kad ı n ve çocukların ortak mülki yeti gibi mal ların, toprak­
ların da orta k mülkiyeti doğal değ i ld ir. Doğal olan bencil liktir ; her kişi bireysel
olarak sa h iplen mek ister ve sa h ip lendiği öl çüde mül kiyeti altında b u l una n şeyle
i lgilenir . Oysa, "sahiplerin sayısı çoğaldı kça, ma l-mülke göster ilen i lgi az.ı l ır. İ n ­
sa n lar , ken d i lerinin olan şeylere ortaklaşa sah ip oluna n şey l er den da h.ı ç o k özen
gösterirler ; k.ııııu mülkiyetini a nca k kişisel olarak etki lendi k leri (onda n bir şeyl er
bekledikleri) öl çüde kol larlar. Öteki nedenler bir yana, ona bir başkas ı n ı n bakmak­
ta olduğunu düşün mek, savsak lamalarına yol a ç.ır. " ( 1 1 , 3, s. 34) Bireysel mülkiyet
içgüdüsünün körletilmesi ve özel mülki yetin yok edilmesi , ( Pl.ıton'un düşündüğünün
tersine) toplumsal dayanışmaya yarar l ı olmadığından başka, k ıskanç l ıklar ı n , ç.ıtış­
m alar ı n doğmasına neden o l ur. Bazılarının çok, bazılarının az çalışmasına karşın ,
herkesin eşit yarartanmasından dolayı hoşnutsuzluklar belirir. 74 Bunda n ba şka,
"arkadaşlara, ta n ıd ıklara ver mek , yardım etmek, yabancıların s ı k ın t ılarını hafiflet­
mek çok b üyük bir hazdır ve i ş t e bunu da, ancak kendi malı-mülkü olan biri yapabi­
li r ( 1 1, 5, s. 38) diyen Ar i st o teles, ortak mü l k i y e t in kişiyi böyle bir hazdan, böyle
"

bir doyumdan yoksun bıra ktığını belirtir. Dahası, her şeyin ortak olduğu bir top­
lumda, cinsel tutkuda kendi kendini t utma ile kendi ma lından cömertlik olan iki
erdemin ortadan kalkacağı için de hayıflanır. Oysa, bir g özle mci olan Aristoteles,
erdemlerin, değerlerin, kurumların, toplumdan topluma deği şi k l i k gösterdiğ inin
bilincindedir. Öyleyse, özel mülkiyetin bulunmadığı, para ekonomisinin olmadığı
bir toplu mda, cömertlik diye bir erdemin hiçbir anlamı olamayacağını acab.i neden
kendisine so rm amıştı r ?
Aristoteles, m ü l k i ye te ortaklaşa sahip olmanın i çi n d e ta şıdığ ı güçlükler den
söz ettikten sonra, ken di mü l k iyet anlayışını getir ir: "Mülkiyet bir noktaya kadar
ortaklaşa tutulmalı, a ma genel ilke özel sah i p l i k olmalıdır .. . Herkesin ken di mülki­
yeti vardır; o, bunların bir bölümünü kendi ya k ın çevresine (ev ha l k ı na) açar, bir
bölümünü de başkalarıy la ortaklaşa kullanır." ( i l, 5, s. 37) Bu, ortak yarar için kul­
lan ı la n özel m ülkiye tti r Aristoteles'in kendine özgü bir· düşünce olarak sunduğu bu
.

mül kiyet a n lay ı ş ı , P laton'un Nomoi'de b e nimsedi ğ i mülkiyet biçiminden pek de


farklı deği l dir. Ayrıca yine Nomoi'de o l d u ğ u gibi, Aristoteles, (aristokra tik olarak
nitelendiri lebilecek bir yaklaş ı mla) tek onurl u 1enginliğin topraktan elde edildiğini
belirtip ticaretten kaza nılan serveti k ınar ve tefec iliği kötüler. Ticaretin ya yg ı n la ş ·
nıasından kaynaklanan ekonomi k gelişmenin ahlaksai bozukluklara yol a ç tığına im -

7 -l llu dc�tiri d e tutarlı d c i;rildir. Çünkü koruyucular, ortak ıııiilkiyettı-n q i t yar.ırlııuyor·


tırs:ı tfa, b u tür i�lcrde kendileri çalış mazlar. Dol:ı.yısıyl:ı, aı:ılarind.ı lıu tür sorunların •;ık­
ın ası_. olanaksız: J!:iirüntn<.:ktcdir.

245
n.ın Aristotclcs, iiretimin y.ılnız tarıma ve h.ıyv.ıncıl ığ.ı d.ıy.ılı o l du ğ u "dog.ı l d;on o ­
miye" geri dönülmesini sa l ı k verir. 75 B u sistemde yüriitii len, geçimi s.ı ğ l .ım.ıy.ı ve
doğal gereksi n i m leri k.ırşıl.ı nıay.ı yönelik ekonomik değişimi (oil:onomi) öwr; huna
k.ırşılık, kar a macı güden ve sümürüyü i ç ere n p.ır.ıya d.ıy.ı l ı di ğ er drnnomik dc�i 1 i ­
m i (kre matistik) y e re r ( 1 , 8-1 O)
Aristotelcs, Platon'un ortak mülkiyet ve k.ıdın-çocuk ort.ıkl ı.�ı ile .ı�ırı birl i�i
.ım.ıçl.ıdığmı söy ley ip, birliğin artmasının kötü son u ç lar vereceğini ileri sürer. Ona
göre, Devlet'te Sokrates'in koyduğu " D e vle tin ol.ıbi·ldiğ ince birlik ol ma s ı , en iyisi­
dir" kuralı, doğru .-değ ildir. Devletin birli ğ i , far k l ı i n sa nların daya n ı ş ması ii zerine
kurulabil ir. "Çünkü, devlet ya l n ızca in sa n l ardan o l u ş m.ı_z , a yr ı ayrı i nsa n l.ırda n mey­
da n a gelir; hepsi b ir biri n i n aynı olan i n s.ı nla rl a bir devl et yapılamaz." ( i l , 2, s. 32)
Fakat, da h a sonra Aristoteles, kurulabilecek e n iyi d e v l et i n benzer k i ş i l erden o l uş·
ması gerakti ğ i ııi a ç ı k l a y ara k , savunduğu bu ilk görii ş le çelişkiye diişııı ü ş o l ur. Aris­
toteles'iıı getir d i ğ i b ir başka eleştiri de, Plato n ' u n i nsan ların a h l.ıksa l ya p ı l ar ı n ı el-.o­
nomik önlemlerle düzeltmeye ka lk ı ş mış ol masına i l i şki ndir. Bu konu da ki kendi ;.( Ö ·
rüşünü, "mülkiyetten çok insanların isteklerini eşit leştirmek gerekir, b u '> s a ancak
yasalara uygun yeterli bir eğitimle sağlanabilir" ( i l , 7, s . 46) diyerek dile gt'tirir. Oy­
sa Platon'un eğitime ne denli büyük bir önem verdiğini tartış maya bile gerek yok­
tur. Aristote les, öğretmeninin "yönetimlerin döngüsü kuramına" değ indiği bölüm­
de (V, 1 2, s. 1 76-1 77) ise, bu kuramın güttüğü amacın olgusal bir tarih ar a şt ı r ması
değil, psikolojik bir i nceleme olduğunun hiç de farkında görünmez ve bu yüzden
eleştirilerinin h i ç b iri hedefine ulaşamaz.
Son olara k, i lle de Platon'un siyasal düşüncelerini çürütmek isteyerı Aristote·
les, Devlet'i ve Nomoi'yi çarpıtmaya ve bazı şeyleri anlamamış görünmeye k.ıd.ır
varır. örneğ i n , Devlet'teki "çiftçi lerle zanaatkarları n yönetimde hiçbir payları ol­
mayacalC: mı? Bunlar silah taşıyacaklar mı , taşimayacaklar mı?" { i l , 6, s . ..J1 ) gibi
yanıtları diyalogun i çinde bulunan gereksiz sor ular sorar. Nomoi ile i lgi li ol.ırak ise
Platon'un "doğumların ve çocukların sayısı n ı sınırlamadığı, . . . en iyi anayasanın
demokrasi ile tiran lı ktan birleştirilmesi gerektiğini be l ir tt iğ i , ... mec l i s üyesi ol ma ve
devlet görevlilerin in seçiminde oy verme yükümlülüğünün ya l n ız ve y a l n ız zengin
yurtta şlara veril mesi ni kabul ettiği" ( i l , 6, s. 41 -45) g i bi h i çbir ger çeğe u ym a y a n
s.ı p ta m.Jlarda b u l unur. Bütün bu eleştirilerine ka r ş ı n , Aristoteles, gerek ideal devlet
betimle·mesinde, gerek ortaya koyduğu bazı "gerçek çi" bulgularında, Pl.ıton'dan
yararlanmak. zorunda kalmıştır.

3- Siyasal Yönetimler

Aristotclcs, Pl.ıtoıı ' un benimsediği tek bir devlet ide<lli g örüş ün ii kJ bul etmez.
Çiinkü devle ti. o l u "j turan insanlar her yerde a y nı deği llerdir , ayn ı erdeme �J h i rı o l nu -
1.m ol,ma ksı zdır; ,ı y rıca a nayasaların o l u ş umuııcl.ı bel irleyici e tkileri o l.ın psi!.. o l o j i !.. ,
ekonomik , çevrc�cl , vb. !.. o ş u l lar, bir devletten bir başk.ı devlete bii�ük fJrl-. 1 ı l r!.. 1.ır

1-Uı
gösterirler. Varolan devletlere bakıldığı zaman, çeşitli nedenlerden ötürü, insanların
farklı anayasaları benimsedikleri, farklı yönetim ler kurdu1'1.ırı görüliir. Bu ba kım­
d.ın, h i ç bir yönetim biçiminin tüm toplumlar için " i y i " y a da "kötü" olduğu söyle­
nemez. Her halka uygun düşen bir yönetim biçi mi vardır: "Bir halk, üstün iyilikteki
bir kra l l ı !..; ailesin i devletin önderleri diye doğal olarak kabul edecek türden bir halk­
s.ı , o halka krallık yönetimi uygundur. Bir halk, siyasal görevler için gerekli yetenek

ve erdeme sah i p buluQmakla kendileri önder olan özgür kimselerce yönetilebil irse, o
halka aristokratik yönetim uygundur. Politeia (yurttaş-yönetimi) i çi n ise , ha lkın
biraz savaş yeteneği olmalı ve mali bakımda n varl ıklı olanlara, bir l i y a k a t temel ine
göre, devlet görevlerini dağıtan bir yasa uyarınca, sırayla yönetebilmeli ve yönetile­
bilmelid ir. " ( i l i , 1 7, s. 1 05)
Demek ki, siyaset bi limci ya da devlet adamı, mutlak olarak en iyi devletin ne
olduğunu bi lse de, köktenci (radikal) tutumun büyüsüne kendini ka ptırmadan ger­
çekçi bir yaklaşımla , gözlerini ilk önce varolan devletlere çevirip onlara yardım et­
meye çalışmal ı, hangi anayasanın hangi halka uygun olduğunu araştırmalıdır. "Ge­
rekli olan, halkın kabul -edeceği, sonra da sahip olduğu şeylerden ve içinde bulun­
duğu durumdan hareketle işletebileceğine inanacağı bir yönetim sistemi getirmek­
tir. Çünkü, varolan bir anayasayı düzelterek ayaklarının üstüne dikmek, yepyeni bir
anayasa yaratmaktan daha kolay değildir." ( i V, 1 , s. 1 1 0) B u gi;irüşleriyle reformcu
bir çizgide bulunduğunu kanıtlayan Aristoteles, bu düzeltme işleminin (reform la­
rııı) gereğince yerine getirilebilmesi için, anayasa çeşitleri üzerinde derin bir bilgiye
sahip olunmasının zorunlu olduğunu açıkça vurgular. Ancak anayasaların sa yısının
_ ve birbirlerinden farkların ın bilinmesi ile, her ülkeye hangi anayasa çeşidinin uygun
olduğu saptanabilir ve buna uyan yasalar yapılabilir. Bu bağlamda, kuramsal soyut­
lamalardan da kaçın ılması gerektiği ortaya çıkar. Örneğin, "aynı yasaların bütün
ol igarşi ler ve bütün demokrasiler için iyi olması olanaksızdır, çünkü gerek oligarşi­
nin ve gerek demo krasinin her birinin birden çok biçimi vardır. " ( i V, 1, s. 1 1 0)
Deği şik yönetim bi çimlerinin olması, halkların birbirine benzemeyen psikolo­
jik-siyasal eğil imlerinin yanında, insan topluluklarının farklı mutluluk arayışı içinde
bulun maları na da bağlıdır : "Ayrı ayrı insan grupları, mutluluklar ını ayrı ayrı yol lar
ve ayrı ara ç larla ararlar; onun i çin, yaşamlarının ya da anayasalarının ayrı ayrı ol­
masın da şaş ı lacak bir yan yoktur." ( V l l , 8, s. 209) Bundan başka, ekono mik düzen,
daha doğrusu servetin yurttaşlar, sın ıflar arasında dağıtı lma yöntemi de, anayasanın
alacağı biçimi belirlemede önemli bir rol oynar. Örneğin, zenginliklerin orantılı bir
bi ç i m de eşi tlenmesine doğru gidiliyorsa, yönetim ister istemez demokrasiye doğ r u
yönelecektir. Siyasa l yapıyı belirleyen bir başka öğe, i kl imdi r Aristotcles'e göre, so­ .

ğ u k ü lke i n sJ nla r ı olJn A vr.u pa l ı lar, yürekli fakat beceri ve akıl ba k ı m ı nd.ın ge r i ol­
du klar ı n da n do lay ı , özgiir ya şar l ar, ama iyi , sürekli yönetim ler ku ra ma z l ar BunJ .

ka r � ı l ı k sıcJ k bölgelerde y .ı ş ay J n Asya l ı lar, zeki ve yaratıcıdırlar, fakat yürekl i de­


ğilkrdir ve istençleri eksi ktir ; bu yiizden hep köle ve uyruk o l.ırak k.ılırl.ır. 76 ( Bir

i li .\ris ı ı ıtck, ' i n ik lim kur.ı m � doğ;ıl kiiklik üğrctisiyk <;ı:li�rııc l.. t cdir. Bıı ;·,gn·tiyc l(i lrc,
la·yiıı �tiı.kri kıt nl;ın .hTupalılarııı kdlc, Leki AsyalıLırııı ise iizh'Ür olnulan .!(crckirkcn.
il.. l i11 1 1.. u r:ı m ı bıı ı ı u ı ı tam tt·rsini ileri slirmcktc<lir.

247
b.ışka dey işle, bu kimselere tira n l ı k rejimi uygun düşer . ) l l ı ma n ülkede , yan i "doğru
orta iklim" de oturan Yunan l ı lar, hem zeki hem yürekli o l d u kları i ç i n , e n iyi siya�.ıl
k ur u m lara sah i ptirler ve özgür bir yaşam sürerler. 7 7 Yunanl ı ların diğer bütün ha ll.. lar,
ırkl.ır üzerindeki mutla k üstün lüğüne yürekten ina n m ı ş o l an Aristoteles, bu göriişiinü
"Yunanl ılar tek bir anay<;ts.ı a l tı n da birleşse, butün öteki ü l kelere egemen ol.ıbilecck
yetenektedirler" ( Vl l , 7, s. 207) şe kii nde "d ile getirir.
Anayasayı " her devlette b u lunan erklerin da ğ ı l ı m ı n ın, egemen liğin yerinin ve

siyasal toplu m u n gerçek'.leştirmey i ama ç ladığı hedefin belirlen mesi i ç i n beni msen i ­
l e n diizenleniş b i ç i m i " ( i V, 1 , s . 1 1 O) olarak ta nı mlaya n Aristoteles, bütün anay.ıs.ı­
larda üç öğe n i n ya da ü ç erkin .b ulunduğunu belirtir. Bu parçaların de ğ i ş i k şekil ler­
de düzenlen meleri i l e farklı a nayasa lar ortaya ç ı kar ; ya da daha doğrusu, farklı ana­
yasa larda bu parçalar farklı biçi mlerde diizenlenmiş lerdir. Dahası, bunlar iyi, u y u m ­
l u b i r düzene so k u l m u ş larsa, devlet d e -yönetim b i ç i m i ne o l ursa o lsun- iyi bir d u ­
rumda demektir. Aristoteles, a nayasa n ın ü ç öğesinin neler o l d u k larını şöyle açıklar:
"Öğelerin birincisi, soru n ları to p l u ca görüşüp düşün medir, ya ni devlet diizey i n de
önem taşıyan her şey i n tartı ş ı l masıdır; i k i nc isi, ol uşturul muş bütün görevler y.1 da
otoriteleri içerir ve ayrıea bun lar ı n sayıları, n ite l i k leri, yetki ler i n i n sın ırb.rı ve se ç i l ­
m e y öntemleri ile d e i lgilidir; ü çüncüsü, yargı düzenidir." ( i V, 1 4, s. 1 32-1 33) Bun­
lara, bugünkü dilde, yasa ma , y�rütme ve yargı -erkleri d i yoruz. Savaş ve bar ışa k.:ırar
ver me ; bağlaşmalar yapma ve bozma ; yasalar koyma ve ka l d ırma; ölüm, sürgün ve
mallara el koy ma cezaları verme ve görevli leri seç i p denetleme yetki leriyle dona t ı l ­
mış o lan yasama erki ( y a da mec l is), e n üstün güçtür, anayasa n ı n egemen öğesidir.
Yürütmenin görevler i , belli konularda görüşme, kara r· a ı ma ve en ön.e mlisi olan buy­
ru klar vermedir. Yargı konusuna daha kısaca değinen Aristoteles, siyasal davalara
dogru dürüst bakılmadığı takdirde, "a nayasalarda devr i mci de ğişi k l i k l erin başgös­
termesi olası l ı ğ ı n ı n " (1 V, 16, s. 1 40) ortaya çı kacağı n ı i ler i sürer. Aristoteles, her
devlette, a yrı yetkilerle donatılmış üç ayrı ikti dar ala n ı bul unduğunu a ç ıklamış ol­
makla bir l i k te , -Jean Touchar d ' ı n da be l irttiği gibi78 - erklerin birbirler i n i denge­
ley i p fren ledik leri bir "erkler ayrımı" düşüncesine kes i n l i k l e sah i p de ğildir. 79 Üç
erk i birbirleri nden ayırt etmesindeki amacı, devlet b i ç i m ler i n i i ncelemek ve bun l.ır
arası n da k i a nayasal-siyasal farklı l ı k ları daha a ç ık bir şeki lde ortaya koy ma k tır.

77 İklim kuramının genellik.le Aristoteles'e özgü olduğu k ab u l edilir. Fakat iklimkr ve h<il ı.;e-­
ler ile halkların nitelikleri arasında ilişkiler kuran görüş lerin Eski Yun:ı.n'da ep ey y_aygın
oldu ğu anlaşılmak tadır. örneğin, ünlü hek i m Hip pokrates ile onun izinden yürüyenlt-rin
y azdıklarının toplandığı C.Orpus Hippocratiu m adlı yapıtın Peri Aeron adlı biilümtinde bu
tür göıiiş lere yer verilmektedir. ( Bkz. Walther Kranz, s. 1 84-1 85) Aristotcks'in iklim ku­
ramını orta ya koyarken, gerek bu ve buna benzer yaLılardan, qerekse ii�rclın en i nin ılü­
ş üncelerindcn esinlenmiş olması çok olası göıii lüyor. Çiinkü, Nomoi diya lo g u nu n \'. ki t a­
bının sonunda, "Yasalar ülkenin iklimine zıt cliişnıcnıdidir" diyerek, y:ıs1-iklim ilişkisinin
ünc.;mine ılikkati çekmiş u lan Platon'un, b u konuyu :\kadcnıia' ılaki ck r; krind,. ı:k ,ılıp
derinlemesine in c elem iş oldu�u akla U}�un qcl m ck tcılir.
78 Touchard, s. {2.
79 ' ' Erkkr aynını kur:ımı"nın belirmesini ı.;ürmck i�·in 1.ockc' u, <iz ellikk ılı: \lontcsquicu'
y·ü b eklemek ı.;erck ir.

248
Aristoteles, y öne�imleri ( .111ay.1 sJl;ırı) sınıflandırı rken , ilk önce adalet i l kesi n i ,
hukuk kurall.ırına uyup uymama i l kesini or t:ıya koy,ı r. Ancak bununla yetin mez ve
( bir .ınlamda birinciyle özdeş leşen ) bir ikinc i i l k:eye d.1 lı.ı başvu rur : Yönetimin am,1-
cı. Böylece ilk sınıflandırm.ı, yönetimlerin " d oğ r u " ve " ya n l ı ş " şeklinde i kiye ayrıl­
malar ıyla oluşur: "Ortak iyiliği am.ı çl.ıy.ın an.ıy.ıs.ıl.ırı n , m u t la k ada lete uygun ol­
.
m akla doğru oldukları açı ktır; y a l n ı z yönetici lerin iyiliğini amaçlayan larsa yan l ı ş­
tır. On ların hepsi doğru olandan sap nıa l.ır d ı r . " ( 1 1 1 , 6, s. 80) Bundan sonra Aristo­
teles, ikinci bir sı nıflandırma yapmJk için, i k t i da r ı el inde bulunduran kişi lerin sayı­
sını ölçüt olarak � ullanır. Böylece yönetim bi çi mler i , teki n , azınl ığın ve .çoğunlu­
ğun yöneti m i olnı.ık üzere üçe ayrıl ır. B ura dan hareketle de, ilk üçü doğru, diğer
iiçü s.ıpma, yani yan l ı ş ol.ın altı yöneti m bi çimi ortaya çıkar. Doğru yönetim ler
şuıılJrdır:
1 - Ortak iyiliği amaç b.yan tekin y iinetimi : Monarşi
2- O r ta k i y i l i ğ i. a maç laya n azın l ı ğ ın yöneti mi : Aristokrasi
3- O r ta k iyil iği a ma çlayan çoğ u n l u ğ u n yönet i m i : Pol iteia.
Bu yönetim ler in sapmaları oları y.ı n l ı ş yöneti mler . ş unlardır:
4- Tekin ç ıkarını a ma çlayan tekin yönet i m i : T.i ran l ı k
5- Zenginlerin çıkarını amaçlayan azı n l ığın yönetim i : Ol igarşi
6- Yoksul ların ç ıkarını amaçlayan çoğ u n l u ğ u n yönetim i : Demokrasi.
Göriildiiğii üzere Aristoteles'in bu altılı sınıflandırması, Platon'un Politikos' ta
ortaya koyduğu sınıflandırmanın hemen hemen aynısıdır. Aralarındaki birka ç kü­
çük farkın ilki, Aristoteles'in Platon 'da bulu nmayan bir yönetim biçi m ine, poli te ia'
ya, yer vermiş .olmasıdır. Gerçekte polite ia, demokrasi ile ol igarşi karış ımı bir yöne­
tim biçimi olup " ı l ı m l ı demokrasi" olarak ka bul edi lebilir� Aristoteles' i n demokrasi
d iye nitelendirdiği rejim ise, Platon 'daki "yasas ız demokrasi "yi ya da "aş ırı demok­
rasi "yi karşıla makta d ır. Bunda n başka Aristoteles, s ı n ıfland ırmasında, yönetenlerin
ekonomik güce sahip olup o l ma malarını da bir ölçüt olarak kullanır: "Özgür yoksu l
kimseler egemen ol unca anayasa demokrasi dir , . zengin ki mse ler egemen ol unca
oligarşidir. '' ( i V, 4, s. 1 1 4) Buna göre, oligarşide zengin ler bir çoğ unluk, demokrasi ­
de de yoksul lar b ir azınlık olabil irler. Bununla birlikte Ari � toteles, b u ekonomik öl­
çütün genell ikle sayı ölçütüyle uyuştuğun u kabul eder. Hemen hemen her zaman,
yoksullar çoğunluğu, zengin ler de azınlığı oluştururlar. Son o larak Aristoteles, orta­
ya koyduğu bu altı yönetim biçiminin, ger çek yönetim leri inceleyip çözüm lemeye
yarayan soyut, yalın i l k örnekler ya da ( Ma x Weber 'ci anlamda) " i dea l -tipler" ol­
dukların ı belir tip, somut olarak çok daha büyük say ı da yönetim biçim leriyle karşı­
la şıldığını vurgular. Daha doğrusu, soyutlama düzey iyle yetinmeyip, gözleme clıya­
nıldığ.ında ve çeşitli koşul lar göz önünde b u l u n d u r u l d uğ unda her ya l ın yönetim i n
y a d a ideal-tipin kendi i çinde b i rka ç J l t b ö l ü m e .ıyrıldrğı ,g örül ür. Gözlemci Aristo­

teles, somut yöneti m leri çeşi tli y ön leriyle e l e a l ı p i n c e ler ve bunu yap.ırken za man
zaman siyaseti ahlaktan soyutla maya varacık den l i nesnel { objckt.if) bir y,1klaşımı
benimser.
Bu durum, onun J. h l.ıksal yargılara lı iç y e r vernıcdiği ya d.ı ki şisel h'rc i l ı iıı iıı

2-l9
b u l un nı,ıdığı a n l. u-ııı n.1 gel mez. Daha önce gördüğümüz gibi, yönetim leri "iyi" ve
" h: ii tii" olarak il-iye ayırmı ştır. Ayrıca .ıristokrasi i le monarşinin on beğendiği re­
j i m ler o ld uğu J ç ı l-. tır. F.1 f..a t Aristoteles, bir siyaset b i l i mcinin görevi nin, ki şise l de­
gcr yargılarına göre kötü ol.ın bir yönetim i b i l e olduğu gibi ele alarak ve koşu l ları
değerlendirerek, onun i çi n en i y i olanı b u l mak olduğunun bilincindedir. Bu yüzden,
en kötü rej i m olarak gördii.� ü tiranlığın, kendisini sürdürebil mesi için hangi yöntem­
lrri k u l lanması gerektiğini açı klamaktan ka çın maz. Şimdi, Aristoteles'in bu konu­
da ki görü şlerini, ayrıntıya gir meden ve yönetimleri sırasıyla tek tek ele alarak, orta­
ya koyalım.

af �fonarşi (kı-.ıllık) : Aristoteles, E thika Nikomakheia'da, yasalara uyan ve


biitiin toplumun ç ıkar ı n ı gözeten monarş i n i n en iyi yönetim biçimi olduğu n u söy­
lcr. 80 Bu rej i m in tarihsel olarak ortaya ç ı k ışını, i l k dönemlerde erde m l i insanları n
.ız sayıda o l ması n da n ötlirü iyi a damlar ı n kral olarak atanmalarına bağlayan Aristo­
teles, bel li ölçülerde yasa l l ığı içeren dört tür monarşinin bulunduğunu belirtir. 111
Bun lardan başka , mutlak monarşi (pa m basi/e ia ) olarak nitelendirilebi lecek bir
beşinci tür daha vard ır. Aristoteles'e göre, erdem ve yetenekçe ileri bir ki şinin, yasa ­
ların üsüine çıkarak ve hiç bir şeyle bağımlı b u l u n mayarak egemen o l up ülkeyi yö­
netmesi haklı ve adildir. "Bir ki msenin her şeyde birden üstünlüğü çok ileriyse, böy­
le b ir adamın öldlirii l mesi, sürü lmesi, ostrak ismos'a uğratı lması ya da sırasında yöne­
tilmesi yanlış olur. Çünkü, her ne kadar parça doğa l olarak bütünden büyük olamaz­
sa da, b u çok üstün kişinin durumu b u i l kenin dışında kalır. fBu kişi, bütünün par­
çası değildir.] Bunun i ç in de, böyle bir adama, sırayla deği l , mutlak ve tam olarak
boyun eğmekten ve onu egemen ka bul etmekten başka yapılacak h i çbir şey yok­
tur." ( i l 1, 1 7, s. l 06) Aristoteles'in, yasaların egemenliği i l kesiyle çel i şen ya da bu
i l keye bir ayrı klık ( istisna) teşkil eden mutla k monarşinin dönemindeki po l islerinde
gerçekleşebileceğine he men hemen h i ç ihtimal vermediği a ç ı ktır. Bu bak ımdan,
Aristoteles' in m u tlak kralının P la to n ' u n ta nrısal kra l ı ndan esinlen miş akademik bir
kurgu olduğu söylenebilir. Son olarak Aristoteles, kralın tiranlaşmasııı ı n monarşiyi
yık ı ma götürdüğünü belir tip, kra l ların, rej i m i n ömrünü u z.atmak i ç i n , ı l ı m l ı bir yol
iı lenıeler-tn i sal ı k verir.

b/ Tiranlık (despotluk) : Aristoteles'e göre en kötü reji mdir ve monarşinin


bozul ması y la belirir. Yönet i m in kat ı l ı ğ ı, şiddeti bak ı mı ndan bir ka ç türe · ayrılan ti­
ran l ıkte, egemen kişi, ortak iyiliği değ i l , ken di ç ıkar ı n ı gözetir. " Kral on ur, tiran ise
p.ıra toplJr ... Kral ı n a macı ödevidir, oysa tira n ı n a macı kendi zevki dir." ( V, 1 0,
s. 1 6-1-) Özglir i nsanl.ırı n biiyl e b ir yöneti m b i ç i m i ne gönü lden boyu n eğmeyecekleri
i ç i n , tirJn i l-.tidJ r ı n ı s..1 l t ka ba güce dayandırır ve hal kına güvenmeyerek kendini ya­
b.1ncı par.ı l ı ,1skerlerlc korumaya çalış ır.

�ll E thika \' il.. onıakhcia, \"lII, 1 1 60 a, :l:i.


s1 Buııl.ır, kahramanlık �-aQlannda l.. i ınnnar�i. lı.ı rkırla.nn monarşisi, aİb)! nırıelcia "" , !;ı
sc..;iıııli ınoııar�i , ,_. l�ıkcı l.ıiıııoni.ı tıiıii ıno ııar�ic! ir. 1. J ll . 1 !, s. 97-99).

250
Aristotcles, tiranlı ğı çok sert bir dille aşağ ı layı p kötülemesine karşın,
yönetimlerin kendilerini koruması kon usu n u e le aldığında, diğerleri gibi bunun da
varl ığını sürdürebil mek için hangi yol lara başvurması gerektiğini, hiçbir ahlaksal de­
ğer yargısına yer vermeden açık lamaya çal ı ş ır . Bu yönüyle kendisinden yüzyıllar
82
sonra yaşamış o lan Mach iavelli'ye öncülük yapmış olan Aristoteles , tiran l ı kların
uzun ömürlü o l ması nı sağlayan birbir inden çok fark l ı iki yöntemin b u l un d uğ unu
belirtir. Bun lardan ilki, tiranlığın özüne uygun olan, yani şiddeti, bas kıyı ön planda
tutan yöntemdir. Bu yöntemi benimseyen bir tiran, "tepeleri biç" i l kesinden hare­
ket ederek, toplu mda sivril m i ş ki şileri ( ve soyluları) yok eder, halkta ken dine
güven duygusunu ve bağımsız düşünme yetisini ortadan kal dırır, -uyru klar ı n ı boş iş­
lerle oyalayıp onları güçsüz ve yoksul bir durum içi nde tutar ve sürekli sava ş lar aça­
rak bir öndere gere ksinim olduğu inanc ı n ı hep ca n l ı tutar. İ kinci yöntem, tiranı n ,
yönetim er kini elinden çıkarmadan -ki yoksa tira n l ı ğı kaybeder- krala benzemesi­
dir. "Tiran, uyruklarının gözün de bir tiran g i b i değil de, bir kral ve evin bir koruy u­
cusu gibi ; kendi kazancına bakan biri gibi değil, başkalarının i şlerini yapması içi n
kendisine güven i l m i ş biri, yaşama i l i ş k i n olan her şeyde aşırılığı değil, ı l ı ml ı l ığı
amaçlayan, üstelik ileri gelen yurttaşlarla dostluk eden, ama ayn ı za manda hal kın da
önderi olan bir kimse gibi görün me l idir." ( V, 1 1, s. 1 74) 83 Burada rej i m i n tiranlık
ile k ra ll ı k karı şımı bir bi çim ya da daha doğrusu bir görünüm aldığı söylene b i l ir.

c/ Aristokrasi: Polisin en iyi, en er demli kişi lerinin ayaklanıp tiran l ığ ı yık­


masıyla kurulan aristokrasin i n yol gösterici i l kesi, erdemdir. Bu yönetimde, herkese
erdemine göre oranlı eşitlik uygulanır. Yönetici azın l ı k , ha.l ktan ya l n ız erdemce de­
ğil, fakat her bakımdan üstün gibi davra n maya ve zenginl ikleri kendi elinde topla­
maya başladığında aristokrasi bozulur. Aristoteles, i ç i nde erde min tam anlamıyla
egemen kılınmadığı, yani yetkin o l mayan, sulandırı l mış" iki ·aristokrasi biçi minden
birinin Sparta 'da, diğerinin Kartaca'da kurulduğunu ileri sürer. " Erde m ce mutlak
olarak en iyilerin iktidarda bu l undukları" ( i V, 7, s. 1 21 ) yetkin aristokrasiye ger çek
yaşamda rastlamak hemen hemen olanaksızdır. 84 Bununla birlikte Aristoteles, bu
y önetimin monarşinin bile üstünde bulunduğunu, bir başka deyişle en iyi o l d uğunu
a ç ı kça dile getirir : " Hepsi iyi olan çoğunluğun egemenliğine, en iyilerin egemen li­
ği, gerçek [ya da yetkin] aristokrasi ve tek'in egemen liğine de kral l ık (ve dolayısıy­
.
la, kendi türünün iyisi) diyebilirsek, o za ma n devletler için bir yönetim bl ç i m i ola­
rak, aristokrasi krallığa yeğdir." ( 1 1 1 , 1 5, s. 1 01 )

d/ Oligarşi : Aristoteles, demokrasi ile birlikte e n yaygın yönetim ol duğ u n u

82 Chevallier, s. 1 02.
83 Machiavelli'n.in prense yakıştırdığı, daha doğnısu prenste bulunması ger.ektiğini açıkladı­
ğı iki "hayvansal doğa " yı Aristoteles'in önerdiği bu iki yönteme uygularsak, tiranın bi­
rinci yönte mde aslan gibi, ikinci yöntemde tilki gibi davnndığını söyleyebiliriz. Bkz.
!\.lachiavclli, Hükümdar (İl Principe). İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1 9 84, Bölüm 1 8, �. 84.
84 İleride görc<:cğimiz gibi, Aristotcles'in ideal devleti yetkin bir aristokrasi niteliğine sa·
hiptir.

251
belirttiği oligarşi üzerinde önemle durur. Kötü bir reji m olan "oligarşi, eşitsiz olan­
ların, mutlak olarak eşitsiz oldukları varsayımına dayanır; servetçe e�tsiz oldukları
için kendilerini mutlak olarak eşitsiz sayarlar.'' (V, 1 , s._ 1 41 ) Bir başka deyişle oli­
garşide,. yönetim, e konomik erke ya da servete sahip olanların elinde bulunur; belli
bir geliri olmayan diğer özgür. insanlar ise, birçok yurttaşlık hakkından yoksun bıra­
kılır. Aristoteles, oligarşinin -en ılımlıdan en aşırıya doğru- dört türü bulunduğu­
nu belirtir. Birincisi, mülk sahiplerinin büyük sayıda olduğu ve servet ölçütünün dü­
_şük tutulduğu oligarşidir. Birincisi gibi yasalara uygun olan ikincisinde, mülk sahip­
lerinin sayısı azalır ve servet ölçütü yükselir. Üçüncü türde, zenginlerin sayısı daha
azalmakla kalmaz, üstelik iktidar babadan oğula geçer. En aşırı oligarşi türü, bir
dynasteia'dır; yani burada, birkaç zengin ve güçlü ailenin egemenliği söz konusudur.
( i V, 5-6, s. 1 1 8-1 21 )
Aristoteles, ılımlı oligarşi ile ılımlı demokrasinin birbirine benzediğini; ayrıca
bu iki rejimin birinden, ötekine geçişin bazen çok belirsiz bir şekilde olduğunu ve
hatta bir devletin ikisine özgü özellikleri bir arada barı ndırabileceğini bel irtir: "Bir
anayasanın kendi yasasına göre demokratik olmadığı, fakat işleyişinde görenekler­
den ve yetiştirilme biçiminden ötürü demokratik olduğu birçok örnekler vardır; bu­
nun gibi, yasası uyarıncademokrasiye eğimli olan, ama görenek ve yetiştirilme nede­
niyle d�ha çok oligarşiler gibi işleyen başkaları da. " ( iV, 5, s. 1 1 9) İyi bir gözlemci
olan Aristoteles, böylece, siyaset sorununa dar hukukçu bakış açısından yaklaşma­
dığını ve bir devletin yaşamında yazılıp bozulan yasalar yanında görenekler ile eği­
timin de ne denli önemli olduklarının bilincinde olduğunu göstermiş olur. Oligarşi­
lerin yıkılmasını belirleyen en önemli iki neden, yoksulların bu rejime karşı çıkma­
ları ile oligarkhların kendi aralarında anlaşamayıp çatışmalarıdır.

e/ Demokrasi: Oligarşi gibi kötü bir yönetim biçimi olan demokrasinin yö­
neldiği amaç özgürlüktür. "Demokrasi, herhangi bir bakımdan eşit' olan insanların,
mutlak olarak eşit olduklilrı düşüncesine dayanır." ( V, 1 , s. 1 41 ) Demokrasinin dört
türü vardır. En iyisi, siyasal haklara sahip ol mak için ılımlı bir mülkiyet koşulunun
arandığı ve çiftçiler sınıfının ağır bastığı demokrasidir. Burada, halkın siyaset iş le­
riyle ilgilenecek zamanı ve isteği olmadığından ötürü, devletin yönetimi tümüyle
okumuşların, bilgili kişilerin elinde olur. Halk hatırı sayılır bir güce sahiptir ve yöne­
ticilerin yasalara uygun davranıp davranmadıklarını sıkıca denetler, fakat yöneticiler
aşırı davranışlara kalkışmadıkları sürece onları istediklerini yapmakta oldukça özgür
bırakır. İkinci ve üçüncü türde, bütün yurttaşların seçme ve seçilme hakkı vardır ve
yasalar her şeyden Jstündür. Aralarındaki fark, birinin ı lımlı demokrasiye, diğerinin
aşırı demokrasiye yakın olmasıdır. Demokrasi türleri i çinde en kötüsü olan aşırı de­
mokrasi, yasanın yerine halkın egemenliğine dayanır. Halk, yasaların denetiminde
bulunmadığından ötürü, mutlak erke ulaşmayı amaçlar ve bir despot gibi olur, an­
cak kendisine yaltaklananları yükseltip onurlandırır. Demagogos'ların cirit attığı
böyle bir demokrasinin, bir anayasa olduğu bile söy lenemez. Çünkü "yasaların
egemen olmadığı yerde, anayasa da yoktur. " ( iV, 3, s. 1 1 8)

252
Aristoteles, demokrasinin farklı türlerini açıklayabilmek için Atina demok­
rasisinin Solon'dan başlayarak -inişli çıkışlı bir biçimde- geçirdiği çeşitli evreleri
incelemiş ve bu incelemelerinden yararlanmıştır. Aristoteles'in demokrasiyi çeşitli
türlere ayırmasıyla güttüğü temel amaç, dolaylı bir biçimde, Solon'un anayasasını
ya da Peloponnesos savaşları döneminde i .ö. 4 1 1 ' de yurttaş sayısını beş bin kişiye
indiren anayasayı, demokratik olarak ve hatta en iyi demokrasi biçimleri olarak gös­
terip, kafaları bulandırmak ve dönemindeki demokrasileri karalamaktı. Böylece
ılımlı oligarşiler, Aristoteles'in kaleminde en iyi demokrasilere dönüşmüş ve demok­
ratlara ulaşmaları gereken birer örnek olarak sunulmuş oluyorlardı. Demokrasilerin
yıkılmasını önlemeye yönelik olarak ileri sürdüğü "devlet görevlilerinin seçiminde
bütün halkın değil, kabilelerin seçmen yapılması" (V, 5, s. 1 5 1 ) önerisi, Aristoteles'
in bu amacını çok açık bir biçimde gözler önüne sermektedir.

f/ Politeia: "Oligarşi ile demokrasinin bir karışımıdır. Böyle karışımlardan


daha çok demokrasiye yaklaşanlara genel olarak politeia'lar denir, oligarşiye yak­
laşanlara ise "aristokrasiler" -çünkü, eğitim ve iyi doğum daha çok varlıklılarda
bulunur. " { i V, 8, s. 1 22-1 23) i ki "yanlış" rejimin birleşmesinden ortaya çıkan bu
"doğru" anayasada, yurttaşlar topluluğunun tümü yasalara uygun olarak ve bütün
toplumun iyiliğini gözeterek yönetimde söz sahibi olur. Yurttaşlık ölçütü, belli ama
fazla olmayan bir mülke sahip olmaktır; bu kadar mülkü olanlara eşit haklar verilir.
Sayısal eşitlikte aşırılığa gidilmesiyle birlikte politeia bozulur. {Aristoteles'in "ko­
şullara göre kurulabilir en iyi devletini" incelerken, politeia daha ayrıntılı bir biçim­
de ele alınacaktır.)

* *

Platon'da yönetimlerin değişimi zorunlu olarak daha kötüye doğru gitmek­


teydi. Oysa Aristoteles'de, yanlış, kötü bir yönetimin ardından doğru, iyi bir yöne­
tim gelebilmektedir. Yavaş yavaş, kötü olmayan bir yönetim biçimine ulaşmak
mümkündür. Bir başka deyişle, siyasal değişme, ilerleme ve gelişme yönünde ola­
bilir. Aristoteles'in bu anlayışı, onun teolojisinden {erekçiliğinden) kaynaklanmak­
tadır: İyi'riin sonda olabileceğine göre (ve devinimi doğuran telos aynı zamanda is­
tenen bir amaçsa) bir devletin değişimi iyi'ye doğru olur. Bu bakımdan yönetimle­
rin zorunlu olarak, monarşi -+ tiranlık -+ aristokrasi -+ oligarşi -+ politeia -+ demok­
rasi şeklinde bir' sırayı izlemedikleri kesindir. Aristoteles, incelediği çeşitli devlet­
lerde bu geçişlere uymayan modeller saptamıştır. Örneğin, tiranlığın oligarşiden
ya da demokrasiden sonra ortaya çıkabileceği gibi, demokrasinin ardından tiranl ık
gelebilir. Demokrasiye karşı gerçekleştirilen devrim sonucunda oligarşi de kurula­
bilir. Dahası, "oligarşilerin olsun, demokrasilerin olsun, yerlerini bazen. karşıtları
değil, kendileriyle yine aynı sınıftan anayasalar alır. Örneğin, ya�larına bağlı bir
demokrasi ya da bir oligarşi, yasalar üstünde olan aşırı bir demokrasi ya da bir oli­
garşiye dönebilir ya cL1 değişme ters yönde olabilir." .(V, 6, s. 1 54) Bu gözlem, bir­
kaç çeşidi bulunan diğer anayasalar için de geçerlidir.

253
4- Devrimler Kuranu

Aristoteles'in Politika'nın V. kitabında ele alıp işlediği konu genellikle "dev­


rimler kuramı" olarak adlandırıl ır. Burada Aristoteles' in, öğretmeni Platon'un kay­
gısını paylaştığı görülmektedir: Her türlü değişiklikten kaçınmak ve durulmayı ( is­
tikrarı) sağlayıp düzeni sürekli kılmak. Aristoteles, varolan bir anayasada yapılan
küçük değişiklikler üzerinde pek durmaz ; asıl önem verdiği , şiddet yoluyla gerçek­
leştirilen ve yeni bir anayasayla sonuçlanan devrimlerdir. 85 Sorun, devrim lerin pat­
lak vermesini ön lemektir. Bir doktor çocuğu olan Aristoteles, tıpkı bir hekimin has­
talıkları incelemesi gibi, "hasta anayasaların'' üzerine eğilir ve ilk önce hastalıklara,
yani devrimlere yol açan nedenleri saptar, ardından bu nedenlerden hareket ederek
hastalıkları iyileştirecek, devrimleri önleyecek çareleri, önlemleri ortaya koyar.

a/ Devrimlerin Nedenleri: Aristoteles, bütün yönetim biçimlerinde görülen,


devrimlerin genel nedenlerini, çeşitli tırihsel örnekler vererek şöyle sıralar:
Değişime yol açan koşulların başlıca ve genel nedeni, eşitsizliktir. Aris­
toteles'e göre, "eşitliğe eğil i m gösterenler, daha yukarı olanlardan aşağı bulunmala­
rına karşın , kendilerinin onlarla eşit olduklarına inanırlarsa bir devrim başlatırlar.
Eşitsizliği ve üstünlüğü amaçlayanlar da, eşitsiz oldukları halde kendilerine daha
çok değil, eşit ya da daha az pay verildiğine inanırlarsa, öyle yaparlar. Daha küçük­
ler eşit olmak, eşitler ise daha büyük olmak için ayaklanırlar." ( V, 2, s. 1 44) Birin­
ci durumda demokratik bir ayaklanma, ikinci durumda oligarşik bir ayaklanma söz
konusudur. Aristoteles'in buradaki çözümlemesi çok güçlüdür. Çünkü Aristoteles,
devrimin, (yürürlükteki eşitlik sistemi ne olursa olsun) insanların kendilerine adalet­
sizce, yani eşitsiz bir biçimde davranıldığı inancına kapılmaları sonucunda patlak
verdiğini açıklamaktadır. Bir başka deyişle devrim, eşitsizlik duygusuyla körükle­
nen değişime yönelik psikolojik bir tutumu gerektirmektedir.
Kar• ve saygınlık dürtüleri devrime yol a çabilir. Kişiler, gerek bunları elde
etmek i çin, gerek para yitirmekten ve şerefsizliğe düşmekten kurtulmak amacıyla
devletlerini çoğu kez kargaşaya, değişime sürüklerler. Aristoteles, burada da psiko­
lojik faktörün önemine dikkati çeker: İnsanlar, başkalarının kendilerine göre kardan
ve saygınlıktan ( haklı ya da haksız olarak) daha büyük pay aldıklarını gördüklerinde,
adaletsizliğe uğradıklarını düşünürler ve böylece devrim ·yanlısı olurlar.
Zalimlik, korku, aşırı güç, başkalarını aşağı gören tutumlar ve oransız bü­
yüme de iç savaşlara ve devrimlere yol açan nedenlerdir. Üstlerindeki baskıdan kur­
tulmak isteyenler ya da kendilerine kötülük edileneceğinden korkanlar, yönetimi
devirmeye bakarlar. Bir devlette, bir ya da birkaç kişi çok büyük bir erk elde ederse,

85 Aristoteles'in kullandığı. stasis sözcüğü, !\-lcte Tunçay'ın belirttiği gibi, "tamı tımına de""
rim değildir; daha çok, gerilim, bir şiddet patlamasının kaçuuhnaz olarağı kadir büyü­
yünce ortaya çıkan bir durumdur." (Mete Tunçay'ın Politıka'nın Türkçe Çe\;risindeki
açıklaması s. 1 41 ) . Bununla birlikte, Politika'nın gerek Fransızca ile İngilizce çevirilerin­
de, gerekse Tunçay'ın Türkçe çevirisinde stasis sözcüğü devrim sözcüğü ile karşılanmış
olduğundan ötürü, biz de devrim sözcüğünü kullanmayı yeğledik.

254
anayasa monarşiye ya da dynasteia 'ya doğru bir değişim geçirmek zorunda kalır.
Herhangi bir yönetim biçiminde yönetilenlerin yönetenleri hor görmesi durumunda
ise, bu yönetimin sonu gelmiş demektir. Son olarak, bir anayasayı oluşturan parça­
lardan, sınıflardan herhangi birinin gereğinden fazla büyümesi, anayasanın dayandığı
uyumu bozar ve böylece yönetim yıkıma sürüklenir; tıpkı bir demokraside zenginle­
rin sayısının artması ya da servetleriniı'l' büyümesi sonucunda oligarşinin kurul ması
gi bi.

"Anayasada değişiklikler, şiddete başvurmadan da ye r alabilir." (V, 3,


_
s. 1 46) Kulis ve entrika yapılarak ve yönetimdekilerin uyuşukluğundan faydalanı­
larak, farkedilemeyecek denli yavaş bir biçimde değişim gerçekleştiril ir. Örneğin ,
yurttaş olabilmek için aranan mülkiyet koşulundaki düzeyin yavaş yavaş azaltılma­
sıyla oligarşiden politeia'ya ya da demokrasiye g�çi lir.
Bir devlette ayrı ırklar ya da farklı uluslar varsa ve bunlar birlikte yaşa­
mayı öğrenememişlerse, iç çatışmaların patlak vermesi son derece olağandır.
Bazen iç çatışmaların co �rafyayla ilgili nedenleri vardır; ülkelerin konu­
mu devletin birliği i ç i n elverişli ol�yabilir. Coğrafi a yr ıl ıklar , siyasal ya da eko­
nomik · ayrılı klarla çakıştığı zaman , anayasanın varl ığını sürdürmesi olanaks ı z laş ır .

Devrimler, küçük nedenlerden, sıradan olaylardan dolayı da gerçekleşebi­


lir. Özellikle güçlü kişi lerin birbirleriyle anlaşmazlık içine düşmeleri, toplumun iki
düşman gruba ayrılmasına yol açabilir. Örneğin, Syrakuza'da egemen sın ıfın üyesi
olan iki genç adamın arasında bir aşk hikayesi yüzünden çıkan bir sürtüşmenin so­
nunda, toplum iç savaşa sürüklenmiştir.
i ktidarın kullanılmasından soruml u olanların erklerini daha da arttırmaya
· kalkışmaları durumunda, devrim ile sonuçlanacak bir huzursuzluk baş gösterir. Bir
hükümet ya da hükümetin bir bölümü daha çok güç kazanınca ya da halk tarafından
gereğinden çok yüceltilince, anayasal bir değişime gidil mesi kaçınılmaz olur.
·
N üfusun zengin sınıfla ha� gibi karşıt kesimler i denk olup da, bir orta sı­
nıf bulunmayınca ya da çok küçük olunca, yine anayasal değişiklikler görülebilir.
Çünkü bu iki güçten her biri, her an diğerini alt edip kendi görüşleri doğrultusunda
bir rejim kurabilir.
Son olarak, anayasalar, yukarıda sayıla n . bu i çsel nedenlerden başka, dı­
şarıdan yapılan bir müdahale sonucunda da değiştirilebil irler. Örneğin, Atinahlar
her yerde o ligarşileri, Sparta lılar da demokrasileri yıkmış lardır.

b/ Devrimlerin önlemnesi: "Eğer anayasaları yıkan nedenleri doğru dürüst


kavramışsak ( ki kavradık sanıyorum ) , o .zaman onları nelerin koruyacağını da bili­
.
yoruz demektir. Çünkü karşıtlar, karşıtları çıkarır, yıkma ise koruman ın karşıtıdır."
(V, 8, s. 157) diyen Aristoteles, genel olarak devletlerin, "hastalıklardan", devrim­
lerden korunabilmek için uygulamaları gereken "ilaçları", önlemleri bir ka ç noktada
toplar.
Aristoteles, ilk önce en önemli neden olarak ka'bul ettiği eşitlik sorunu­
" '
na değinir: Yalnız belli bir tür eşitlik üzerine kurulu anayasalardan h içbiri uzun
ömürlü ol madığından ötürü, "hem sayısal eşitlikten, hem oranlı eşitli kten yaı:arlanıl-

255
malıdır." ( V, 1 , s. 1 43) Böylece, ekonomik ve siyasal eşitsizlikler azaltılmış ve kişi­
lerin kendilerine adaletsizlik yapıldığı duygusuna kapılmaları önlenmiş olur.
Anayasal, sürekliliğin sağlanmasına yarayan en önemli güvencelerden biri,
eğitimdir; yani yurttaşların anayasaya uygun bir yolda yaşamak için eğitilmeleridir.
Bir bakıma, düzen propaganda ile halka benimsetilir ve anayasa insanlar için bir
alışkanlığa dönüştürülür. Demek ki, "gördükleri öğrenim, insanların bir oligarşide
oligark, bir demokraside demokrat olarak yaşamalarını olanaklı kılmalıdır." (V, 9,
s. 1 62)
Aristoteles'e göre, devrimlere karşı kullanılacak bir başka önlem, iktida­
rın çoğunluğun eline verilmesi ya da en azından çoğunluğun iktidara ortak edilme­
sidir. Aristoteles, bu· "demokratik" görüşe pek yatkın . olmamakla birlikte, bunu is­
temeye istemeye bir zorunluluk olarak kabul eder. "Çünkü bir poliste malı mülkü ve
yönetim görevi olmayan birçok kişi olursa, bunlar ister istemez devletin içinde düş·
man bir öğe meydana getirirler." (1 11, 1 1 , s. 87) Kalabalığın, çoğunluğun, yüksek
görevler düzeyinde olmasa da, yasama ve yargı alanlarında yer almasını salık veren
Aristoteles, bu görüşünü doğrulamak amacıyla bir takım kanıtlar getirmek gere.ğ ini
duyar. İ lk olarak, halkı oluşturan kişilerin tek tek soylulardan üstün ol mamalarına
karşın, mecliste bir araya gelip erdemlerini birleştirdiklerinde akıllıca kararlar alabil­
diklerini vurgular. Kimileri sorunun bazı yanlarını, diğerleri öteki yanlarını görerek,
birlikte sorunun bütününü kavrayabilecek ve gereken çözümü bulabileceklerdir.
İ kind kanıt, çoğunluğun azınlığa göre, bozulmaya daha az elverişli olmasıdır. Tek
tek kişiler çok daha kolaylıkla tutkulara kapılıp yanılgıya düşebilirler; oysa aynı du­
rum, çoğunluk için söz konusu değildir. Aristoteles, son kanıt olarak, kamuoyunun
yargılarının yerinde olduğu görüşünü getirir. Sofistteri andırırcasına, bir evin iyi olup
olmadığını, mimarın değil, fakat o evde oturan kişinin bileceğini savunur.86
Bir başka önlem, anayasanın yararına yürekten bağlı olanlar için, tehlike­
lerin yakına getirilmesiyle anayasaya bir şey olacak diye bir korkunun yaratılması­
d ır. Böylece, herkesin uyanık olup anayasayı koruması sağlanır.
Bir poliste, bir tek kişinin;ya da kişilerin ya da belli bir sınıfın, bütün erk­
leri, onurları ya da servetleri tekelinde toplamaya yönelmesine, bir başka deyişle
orantısız bir büyüme içine girmesine yasalar yoluyla engel olunmalıdır. "insanlar
devrimci değişiklikleri özel yaşayışlarına ilişkin nedenlerden ötürü başlattıkları için,
yaşayışları topluluğun çıkarlarına uygun olmayanları gözetim altında tutacak bir
devlet görevi kurulmalıdır; bu, oligarşinin çıkarları için de, demokrasinin çıkarları
için de, geri kalanların çıkarları için de eşit ölçüde geçerlidir." (V, 8, s. 1 59) Ayrı­
ca, devlet görevlerinde bulunmanın bir kazanç kaynağı olmamasını sağlayacak yasal
ve özellikle mali düzenlemeler yapılmalıdır.
llımlılık, devrimleri önlemeye yönelik önemli güvencelerden biridir.
Yönetenlerin aşırılığa kaçmayıp yönetilenlere karşı ılımlı bir tutum içinde
bulunmaları, onlara beklentilerini vermeleri, düzenin geniş yığınlarca benimsenmesi- .

86 Aristoteles'in b u kanıtlan il e demokrasiye yönelttiği eleştirilerin tam bir çelişki içinde


oldukları götiilmek tedir.

256
ni kolaylaştırır. Bu bakımdan, "demokraside olsun, ol igarşide olsun, anayasadan en
az pay alanlara, yani demokraside zenginlere, oligarşide yoksullara, eşitlik, hatta ön­
celik tan ın ması , her zaman faydalıdır." ( V, 8, s. 1 60)
Poliste, yasanın egemen kılınmasıyla da anayasal değişimlerin önüne geçi­
lebilir. En küçük konularda bile yasaların çiğnenmesi hoş görülmemelidir, yoksa
. ardı alınamaz ve bu tutum düzenin yı kı l ı ş ına kadar sürer. Yasa egemenliğinin kurul­
masıyla çoğunluğun siyasal alandaki etkisi de aza ltı la bi l ir . Her ne kadar yurttaşlar
yasama ve yargı erkine ka tılmaktl ySc1 1a r da, hepsi tutk u lardan arındırılmış .ıkıl o la n
yasaya boyun eğerler. Aristoteles, yazılı olmayan (geleneksel) yasaların yazılı yasa­
lardan üstün olduklarını belirtir. Al ae dd i n Şenel'e göre, yazısız yasalar aristokratik
içer ik l i olduklarından ötürü, Aristoteles, bunları yüceltmekle, halkın meclislerde
aristokratik düzene aykırı düşecek yazılı yasaları ç ıkarmasına sınırlamalar getirmeyi
a ma çla m ışt ı r. 8 7 Buna karşılık George Sabine, geleneksel yasaların bütün toplumun
ürünü olduğunu be lirti p, Aristoteles'in, yazısız yasaları yeğleyerek, bir ulusun top­
lumsal bilgeliğinin en bilge yasamacınınkinden bile üstün olduğunu göstermeyi
amaçladığını ileri sürer. 88
Aristoteles'in önerdiği son önlem, ahlak öğretisinin temel ilkelerinden bi­
ri olan "doğru orta"nın ya da "orta yol"un izlenmesi ve orta sınıfa ağırlık veril mesi­
d ir. Aristoteles, bu konuyu özellikle koşullara göre kurulabilecek en iyi yönetim
modelini çizerken ele alıp inceler.

S- Kurulabilir En İyi Yönetim

Varolan anayasaları inceleyen ve bunların bozulma nedenleri ile korunma yol­


larını açıklayan Aristoteles, siyaset biliminin bir başka alanı, bir başka ödevi oldu­
ğunu belirtir. Bu, en iyi anayasanın, en iyi devletin ne olduğunu belirlemektir. Aris­
toteles'e göre, iki değişik açıdan "en iyi anayasa" saptaması yapı la bi l ir : " En iyiye
erişmek belki olanaksızdır; bundan ötürü, iyi yasa koyucu ve gerçek siyasetçi, hem
"mutlak olarak en iy i " y i , hem de "koşullara göre en iyi"yi bilecektir." ( iV, 1 , 1 09)
Aristoteles, ilk önce koşullara göre en iyi yönetimin ya da bir başka deyişle, bütün
polislerde herkes tarafından kurulabilecek en iyi yönetimin ne olduğunu açı klar.
Gerçek monarşi çok üstün (tanrısal) yeteneklere sahip tek bir kişiyi, gerçek aristok­
rasi de mutlak anlamda erdemli olan yurttaşları gerektirir. Öyleyse, bu yönetimlerin
her yerde kurulması olanaksızdır. Bu yüzden Aristoteles, kurulabilir en iyi anayasa­
yı "erdem ölçütleri sıradan insanlarınkini aşmayan, büyük bir doğal yetenek ya da
gen iş bir özel servet gerektirecek bir eğitim aramayan, ideal düzeyde yetkin bir ana­
yasa ardında koşmayan, fakat bir kere mümkün olduğu kadar çok sayıda ki msenin
katılabileceği bir yaşam yolu, sonra da polislerin çoğunun ulaşabil ecek l eri bir ana·
yasa isteyen insanlar" ( i V, 1 1 ,· s. 1 26) için tasarladığını açıklar.
Aristoteles'in kurulabilir en iyi anayasası, yönetimler sınJflandırmasında üçün-

87 Şenci, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 22 3,


88 Sabine, s, 91.

257
cü doğru yönetim olan politeia'dır. Daha önce gördüğümüz gibi , politeia, ortak ya­
rarı gözeten, büyük sayının, çoğunluğun yönetimidir. Silah taşıyan herkes, yurttaş
olarak, yönetimde pay sahibidir. Bu kadar büyük sayıda insan, mutlak, yetkin bir
erdem düzeyine ulaşamazlarsa da, hem yönetmeyi, hem yönetilmeyi bilen yurttaş­
lar olmaları nedeniyle belli bir erdeme sahip olurlar. Arist�teles, polisin bu erdeme,
dolayısıyla mutluluğa ulaşmasını orta yolu izlemesine bağlar ve bundan sonra, "bü­
yük sayı", "çoğunluk", "kalabalık" kavramları yerine "orta sınır' kavramını kul­
lanmayı yeğler.
"Bir anayasa ne kadar iyi karılmış olursa, o kadar uzun ömürlü olur." ( i V,
1 2, s. 1 30) diyen Aristoteles'e göre politeia, zengin sınıfa dayanan oligarşi ile yok­
sul sınıfa dayanan demokrasinin bir karışımıdır. İ ki yanlış rejimin birleşmesinden
doğru bir rejimin oluşmasının, mantık bakımından hiç de tutarlı olmadığı ileri sü­
rülebilir. 89 Ancak politeia, bu iki rejimin "iyi" yanlarının, yani oligarşiden sınırlı
mülkiyet koşulu ilkesinin, demokrasiden de yurttaşların siyasal katılımı ilkesinin
alınmasıyla ve yine bu iki rejimin toplumsal dayanakları olan zenginl ik i le yoksul­
luğun bir bakıma karılmasıyla meydana gelen orta sınıfa iktidarın verilmesiyle ger­
çekleştirilir. Chevallier'nin belirttiği gibi, ılımlı bir karma anayasa olan politeia,
böylece hem oligarşiye, hem demokrasiye özgü bir nitelikten, yani tekyanlıl ıktan
kaçınmayı başarır.90 Çünkü o, karşıt iki aşırı ucun doğru ortasıdır. Zaten bu reji­
min, doğru, iyi olması, onun orta yolu izleyen ve orta sınıfa dayanan bir rejim ol­
masından kaynaklanı_r. Bir başka deyişle, orta sınıfa özgü çeşitli değerler ( meziyet­
ler) olduğu için, politeia her yerde kurulabilir en iyi yönetim biçimidir.
Bütün devletlerde, çok zenginler, çok yoksullar ve orta hal liler (aradakiler)
şeklinde üç sınıfın bulunduğunu belirten Aristoteles'e göre, mülkiyet bakımından
orta halli olmanın yeğlenmesi ve devletin de orta halli insanlardan oluşan orta sı­
nıfa ağırlık vermesi gerek�r. Çünkü aşırı zenginlik de, aşırı yoksulluk da, erdemli bir
yaşam sürmeye olanak vermez. Çok zengin olanlar, boyun eğmeyi bilmediklerinden
başka, öğrenmek de istemezler; bildikleri tek şey despotça yönetmektir. Yoksullu­
ğun altında ezilen in!anlar ise, t.ızlasıyla boynu büküktürler; yönetmeyi, buyruk ver­
meyi bilmezler ve yalnız köleler gibi hükmedilmekten anlarlar. Bu iki tür insanın bu­
lunduğu (ve orta hallilerin çok azınlıkta olduğu) bir devlet, özgür insanlardan değil,
fakat kölelerden ve despotlardan kurulmuş demektir. Bunların arasında hiçbir or­
taklık anlayışı ya da dostluk yoktur; yoksullar zenginleri kıskanır, zenginler ise bun­
ları aşağılayıp durur. Oysa, "devlet, olabildiğince benzer ve eşit insanlardan oluşma- .
yı amaçlar; bu koşul ise, başlıca orta sınıfta bulunur. Dolayısıyla bir devlet, en iyi
şekilde, [orta sınıfta bulunani bu tür insanlar tarafından yönetilir." ( i V, 1 1 , s. 1 27)
Orta sınıf, devlete çeşitli yararlar sağlar. Her şeyden önce, büyük tutkuların
tutsağı olmayan orta sınıf, toplumun değişik liği en az isteyen en istikrarlı öğesidir.
Bu sınıftakilerin yoksulların malına göz dikmedikleri, kendilerinin de malına göz di­
ken olmadığı için, toplumda çatışmayı doğuran ekonomik neden ortadan kalkar ya

89 h"Clot ve Lescuyc:r, s. 92.


90 Oıevallier, s. 1 08.

258
da önemini yitirir. Hem yönetmeyi hem yönetilmeyi bilen orta sınıfın güçlü olması,
iktidarın iki aşırı uçta bulunan sınıfların (yani çok zenginlerin ya da çok yoksulla­
rın) eline geçmesini ve koyu bir oligarşinin ya da aşırı bir demokrasinin, hatta ti­
ranlığın kurulmasını önler. Bu sınıfın gücü, özellikle sayısal üstünlüğüne dayanır.
Çünkü politeia'nın tam anlamıyla işleyebilmesi için, orta sınıfın diğer iki sınıfın top­
lamından üçte bir ·ya da üçte iki daha kalabalık olması gerekmektedir.
Kolayca baştan çıkmadığı ve tarafsız kaldığı için, orta sınıf, siyasal iktidarı
denetleme işini daha iyi yerine getirir : Hem yetenekli, tecrübeli kişilerin yönetim­
de bulunmalarını sağlar, hem de yöneticilerin yasaların dışına çıkmasını engeller.
Hukuka bağlı bir anayasa olan politeia'nın üstünlüğünü, "hizipler arası iç çatışma­
lardan yalnızca onun uzak kalışı açıkça �ili eder." ( iV, 1 1 , s. 1 28) Çünkü burada,
bir denge sistemi kurul masına özen gösterilerek, demokrasi ile oligarşiye özgü istek­
ler uzlaştırılmıştır. Yoksullara paral ı memurluklar, soylulara ve zenginlere onur
getiren görevler verilir. Sayısal eşitlik ile oranlı eşitlik birlikte kullanılır; bunun so­
nucunda da herkes beklentisinin karşılığını almış olur. Böylece, bir yanda devrim­
lerin patlak verme olasılığı ortadan kalkar, öte yanda hükümetin bir sınıfın elinde
olmayıp, herkesin hükümeti olması sağlanır. Bu durumda, sağlam bir consensus
gerçekleşmiş demektir.
Kurulabilir bu en iyi devlette, ağırlık orta sınıfa tanındığından ötürü, belli bir
çoğunluğun siyasal yaşama katılabilmesi için, yurttaşlık koşulunun saptanmasında
ılımlı davranılır, yani az bir servete sahip olmak yeterli görülür. Burada bir noktayı
açıklığa kavuşturmak gerekir: Sabine'in de belirttiği üzere, Aristoteles, tıpkı Platon
gibi, servetin erdemin belirtisi olduğuna inanmaz.. Fakat politeia, (Nomoi'deki mo­
deli andırırcasına), mutlak erdemli kişilerden oluşmadığı için, Aristoteles, siyasal
amaçlar açısından erdeme en çok yaklaşan niteliğin ılımlı bir servet olduğunu kabul
etmek ve bunu yurttaşlık ölçütü olarak kullanmak zorunda kalmıştır.91 Üzerinde
durulması gereken bir başka nokta, Politika'nın diğer bölümlerinde çoğunluk (do­
layısıyla orta sınıf) hakkında hiç de olumlu düşünceler beslemediği görülen Aristo­
teles'in, gerçekte politeia ile neyi amaçlamış olduğudur. Öyle görülüyor ki politeia,
gerçek bir yönetim değil , bir "ideal-tip", daha doğrusu oligarşi ile demokrasi türle­
rinden hangilerinin daha iyi ( yani daha az kötü) olduklarını saptamaya yarayan bir
denektaşıdır. Aristoteles'in aşağıdaki sözleri, onun politeia'yı bir denektaşı olarak
tasarlamış olduğu üzerinde hiçbir kuşkuya yer vermeyecek denli açıktırlar: " Çe­ .••

şi�li oligarşi ve demokrasi türlerine g�lince, onları şu daha iyidir, bu daha kötüdür
diye bir üstünlük sırasına sokmak zor olmaz; çünkü şimdi en iyiye (yani politeia'
nın en iyi olduğuna] karar verdikten sonra, ona yakınlık daha iyi olmayı, ondan
uzaklık ölçüsü ise daha kötü olmayı gösterir." ( iV, 1 1 , s. 1 29) Demek ki, Aristote­
les'in politeia'yı ortaya koymaktaki temel amacı, döneminin en yaygın yönetimleri
olan demokrasi ile oligarşilere öykünecekleri bir model sunmak ve böylece bunların
aşırıya kaçmalarını önleyip ılımlı bir yol izlemelerini, dolayısıyla durulmaya ( istik­
rara) sahip olmalarını sağlamaktır.

91 Sabine, s. 1 08.

259
6- İdeal Devlet

Kurulab i l ir en iyi devlet, sıradan insanlardan o l uşmuştu. Burada, erdemce


mutlak olarak en iyilerin bulunmamasından ötürü, Aristoteles, her türlü azınliğın yö­
netim in i reddetmiş ve iktidarın yurtta şlık iyi liğine sah i p olan bir çoğunluğun elinde
bulun masını yeğlemişti. Oysa_, ideal devletini kurmaya kalkıştığında, çoğunluğun
siyasal yaşama katılımı düşüncesini olduğu gibi terkeder. Çünkü, büyük ölçüde Pla­
to n'un Nomoi diyalogundaki modeli andıran ideal devleti, yetkin devlettir; rasge le
bir öl ç üte ora nla i y i . değil de, mutlak olarak i y i olan devlettir ; dolayısıyla "iyi adam
ile i y i yurttaşın bir ve aynı o lmasın ı" ( i V, 7, s. 1 21 ) gerektirir. Demek ki , idea l dev­
lette, ( y urttaşlar ba kımından), ahlaksal i le siyasal erdem ·arasında bir çelişki bulun­
maz. Mutlak olara k erdeme bo ş zamanı bulunan küçük bir azı nlık sah ip olduğuna
göre de, y urttaşlar bun lardan oluşacak ve ideal devlet zorunlu olarak bir azınlık yö­
neti mi ola ca ktır.
Aristoteles, ideal devletin i n taslağı n ı çizmeden önce, Platon gibi, birey-devlet
benzerliğini, ikisin in birbirinden ayrı yaşam biçi m leri olamayacağını ortaya koya­
rak işi başlar. Bir devlet, tıpkı bir insan gibi, manevi ve zihinsel iyi l i kten pay aldığı
ve bun lara dayanan eyle mlerde bulunduğu ölçüde mutlu olur. Ruhun iyiliğini sağ­
lamaya yönelik erdemli bir yaşam, hem bütün bir topluluk olarak herhangi bir dev­
let için, he m de b ireyler için en iyi, en yetkin yaşamdır. "Açıkça görülüyor ki, zo·
runlu olarak, aynı yaşamın [yan i, erdemli yaşa mın] bireyler, devletler ve bütün in·
sa n l ı k için en iyi yaşam olması gerekir." (Vl l , 3, s. 202) Demek ki, "birey ile devlet
için mutl u lu k birdir." (Vl l, 2, s. 1 9 7-1 98) B u bakımdan, erde m l i , mutlu bir yaşam ı
ger çekleştirebilen erdemlilerin yönettiği devlet, ideal devlettir. Erdemce ve e n iyi
eylemleri yapma yeteneği bakımından üstün olan kimselere hizmet etmek ve onların
ard ından gitmek haklıdır. Çünkü, ancak bu tür insanların başta bulundukları zaman,
devletin, herkesin mutlu olarak yaşayabi leceği ve hareket edebileceği bir biçimde
düzenlenmesi, yani ideal olma niteliğine ulaşması mümkün olur.
İdeal devletin, en yüksek ahlaksal gel i ş mı;:yi gerçekleştirip genel mutluluğu
sağlayab i l mesi i çi n , kendi ken dine yeterl i l i k (autarkeia) özelliğine sahip olması
gerekir. Aristoteles'e göre bu özellik, ya lnız pol iste bulunur. Nasıl her şeyin, kendi
özünü orta koyup işlevini yerine getirdiği bir doğru ortası varsa ve bunun dışında
k endi olmaktan çıkıyorsa, polis de siyasal top l u m i ç i n doğru orta anlamını ta şır.
Daha doğrusu bir top l u m, ta m anlamıyla "siyasallaşma k" (yani, devlet olmak) isti­
yorsa, ne çok küçük, ne de çok büyük o l mayan polis bi çi minde örgütlenmelidir. B u
yüzden Aristoteles, ideal devletini bir polis olarak tasarlar. B u bağlamda, ilk olara k
ideal devletin nüfusunu belirle meye ça lışır. Ona göre, bir polisin büyüklüğü, kalaba­
lık bir nüfusa sahip olması demek değildir. Belirleyici faktör, yurttaşlarının güçlü ve
etkin olmalarıdır. Bununla birli kte, tı pkı bir geminin bir karış .uzunluğunda ya da
yar ı m kilometre boy unda olamayacağı gibi, ideal devletin nüfusunun da ne az , ne
de çok ol maması gerekir. Eğer çok az nüfusu varsa, bir po l isin yapması gerektiği gi­
bi, kendi gereksinimlerini karş ı laya ma z ; eğer çok fazla nüfusu varsa, yasa lara uygun

260
olan iyi bir yönetimi gerçekleştiremez; bunun sonucunda ya iktidar boşluğunun
(anarşinin) . ya da despotizmin içine düşer. Her iki durumda da, gerçek anlamda bir
devletten söz etmek olanaksızdır. 92 Bu bakımdan ideal devlet, belirli, sınırlı bir
nüfusa sahip olmalıdır. Aristoteles kesin bir rakam vermez; ancak bu nüfusun ''ken·
di kendine yeterliliğin bütün gereklerini kar'şılayabilecek ve kolaylıkla denetlenebile·
cek kadar geniş olması" (Vll, 4, s. 204) gerektiğini belirtir.
Devletin yersel büyüklüğü ve kapsamı açısından da durum aynıdır. "Bunlar,
yurttaşların kol emeği harcamaları gerekmeden, özgür bir insana yaraşan, ama lük­
se varmayan bir yaşayış sürmelerini olanaklı kılacak kadar olmalıdır" ( Vl l , 5, s.
205) Bir bakışta bütünü görülebilecek olan ideal devlet, ekonomik bakımdan autar­
keia'yı gerçekleştirebilmek için, her şeyin üretimine elverişli bir toprak üzerine ku­
rul madır. Böylece, dışarıyla yoğun ticari ilişkilere girilmesi ve bu şekilde kazanıla­
cak para uğruna herkese kapıların açı lması önlenmiş olunur. Aristoteles, ideal dev­
letin denizle olan konumunu belirleyebilmek için denize yakınlığın olumlu ve olum­
suz yönlerini tartar ve polisin denizle bağlantısının bulunmasının, daha doğrusu po­
lis merkezinin ( kentinin) deniz kıyısında olmasının daha yararlı olacağı sonucuna
ulaşır. Bilindiği üzere Platon, denize açıklığın demokratik yönde bozulmaya yol
açacağı gerekçesiyle, her iki devletini de kıyıdan yeterli bir uzaklıkta kurmaya özen
göstermişti. Oysa, soruna daha tarafsız bir biçimde yaklaşan Ar-istoteles, öğretmeni­
nin bu görüşünü benimsemez. Denize açıklığın sağladığı iyi korunma, gerekli ham·
maddelerin denizaşırı ülkelerden getirilmesi gibi kolaylıkların, doğurabileceği tehli­
kelerden daha ağır bastığı inancındadır. Üstelik Platon'un önemle üzerinde durduğu
sakıncanın da abartılmaması gerektiğini ileri sürer; örneğin, tayfalara, kürekçilere
yurt�aşlık hakkı verilmesi için hiçbir neden yoktur; dolayısıyla gemiciliğin gelişme­
sinin demokrasinin kurulması üzerinde doğrudan bir etkisi olduğu söylenemez. Ay­
rıca Aristoteles, sur konusunda da Platon'a ters düşerek, savunma kolaylığından ötü­
rü kentin surlarla çevril mesini salı k verir.
" insanların, istediğimiz gibi, bir yasa koyucu tarafından kolayl ıkla kalıplana­
bilecek ve yüksek bir erdemlilik düzeyine getirilebilecek türden olmaları için, hem
akıllı, hem yürekli olmaları gereklidir.'' (Vl l, 7, s. 207-208) diyen Aristoteles, ideal
devletin yalnızca Yunanlılar tarafından kurulabileceği düşüncesindedir. Çünkü polis
Yunanlılara özgü bir siyasal örgütlenme biçimidir ve Aristoteles'in ırklar kuramına
göre akıl ile yürekliliğin ikisine birden sahip olan tek ırk, Yunan ırkıdır.
Aristoteles, ideal toplumunu üç ayrı sınıftan (ya da sosyal katmandan) oluş­
turur. Birinci sınıftakiler yurttaşlardır. Bunların "erdem ve yeteneklerini geliştire­
cek rahatlıkları, yurttaş etkinlikleri için boş zamanları olmalıdır." (VII, 9, s. 21 1 )
B u yüzden yurttaşlar, beden işleriyle, ticaretle, zanaatlarla uğraşmayacaklardır.
Mülkiyet yalnız bu sınıfa ait olacaktır; çünkü yurttaşların rahatlıkla geçinebilecek
durumda bulunmaları zorunludur, aralarında hiçbirinin en küçük bir geçi m kaygısı
olmamalıdır. Bu maddi durum sağlanmazsa, erdemli bir yaşam sürme olanağı orta-

92 " Bir devlet o n ki�inin birleşmesiyle v ar olmaz, fakat yüzbin ki�i de bir devleti olu�tur­
maz." Ethika Nikomakhcia, IX, 1 1 70 b, 31-32.

261
dan kalkar. Ortak mülkiyete ne denli düşman olduğunu gördüğümüz Aristoteles,
yurttaşların, mülkiyete bireysel olarak sahip olmalarını savunmakla birlikte, Nomoi'
deki mülkiyet sistemini andıran ortak yararlan�ya açık özel mülkiyet anlayışını
benimser . Çünkü yurttaşlar arasındaki önemli ekonomik farklılaşmaların, içsel bir­
liği bozup çatışmalara yol açacağı düşüncesindedir. Mutlak ekonomik eşitliğe karş ı
olduğundan dolayı da, b u tür sorunların patlak vermesini, özel mülklerden birlikte
yararlanılması, yani ürünlerin arkadaşça bir düzenlemeyle paylaşılması ilkesini geti­
rerek önlemeyi amaçlar. Yine aynı nedenden ötürü ve yurttaşları birbirleriyle daha
iyi kaynaştırabilmek için, ortak sofraların kurulmasını ve bütün yurttaşların bu sof­
ralara katılmasını salık verir. Ayrıca Aristoteles, özel topraklardan başka, ortak ye­
mekler ile tapınakların giderlerini karşılamaya yönelik kamusal toprakların bulun­
masını da öngörür. Özel mülkiyet altındaki topraklar ise, bir bölümü sınır boyunda,
diğeri kente yakın olmak üzere ikiye ayrılmalı ve her yurtta.ş ın buralarda birer top­
rak parçası bul unmalıdır. Aristoteles, böyle bir düzenlemenin, hem adalet ile eşitli­
ğe uygun olduğunu, hem de bir savaş durumunda yurttaşlar arasında daha güçlü bir
birliğin doğmasına yol açacağını ileri sürer. 93 Yurttaşlar sınıfının altında, toprağı
olmayan bir ç eşit "özgür üreticiler sınıfı"nın bulunduğu görülür. Köylüleri, zanaat­
karları, tü ccarları ve işçileri ka psayan bu sınıf, erdemsi.? olduğundan ya da daha
doğrusu erdemin i geliştirebilecek boş zamanı bulunmadığından dolayı , yurttaşlık
haklarından, siyasal haklardan yoksun bırakılır. En al t sınıf ise, özgür olmayan
insanlardan, yani kölelerden oluşur. Bu sınıflara bir de, köleler gibi üretimin belli
alanlarında çalı ştırılan yabancılar (metoikos 1ar) eklenmelidir.
ideal devlette iyi bir şekilde yerine getirilmesi gereken iki önemli iş vardır: Bi­
risi savunmadır, diğeri ise gerek güdülecek siyaset, gerekse adalet sorunları üstüne gö­
rüşüp tırtışmadır. Aristoteles, doğum bakımından bütün üyelerinin birbirlerine eşit,
olduğunu söylediği yurttaşlar sınıfını bölmemeye özen gösterdiğinden, her iki işle
de bu sın ıfın uğraşmasını, fakat aynı kişilerin iki görevde birden bulu nma ma ları nı
salık verir: "Gerek askeri, gerek sivil işlevleriyle bu anayasa aynı sınıfın eline bırakıl­
malıdır, ama her ikisi birden aynı anda (hemzaman olarak) değil." ( V l l, 9, s 21 1 ) .

Çünkü bütün yurttaşların hep birlikte yönetmesi olanaksızdır ve yönetenlerin yöne­


tilenlerden daha üstün olmaları gerekmektedir. Aristoteles, çözümü doğada bulur ve
yurttaşlar sınıfını bir bakıma "yaş grupları" na ayırır. Doğa, gençleri askerlik görevi­
ni üstlenecek biçimde güçlü, yaşlıları yönetecek şekilde akılca üstün kı lmıştır. Buna
uygun olarak, aynı kişiler, gen çliklerinden yaşlılıklarına doğru sırayla asker, yargıç,
devlet adamı ve rahip olacaklardır. Aristoteles, getirdiği bu gerçekçi çözüm ile dü­
z.enin, istikrarın korunup sürdürülmesini güvence altına almış olmaktıdır: Hiçbir
gen ç yurttaş, "bir kez gerekli yaşa er işin ce beklemekle kazandığını elde edeceğini
bildiğinden ötürü, bu yaşlılığa göre buyurma yöntemine karşı çıkmak gereğini duy­
mayacaktır. " (Vl l, 1 4, s. 221 ) Aynı şey, toplumda en güçlü k�sim olan askerler için

93 Aris toteles, daha önce Platon'u, " Platon her adama iki ayn e v yeri verilmesinden yanay­
dı, fakat iki evde yaşamak bir tuhaftır; ben bunun uygul:ımada yara rlı olaca.�ını.la n şüp­
he ederim." (il, 6, s. 43) diyerek eleştirmiş olmasına karşın, ideal devleti için Nomoi'dc
öngörülen bu sistemi kabul etmekte hiçbir sakınca görmemiştir.

262
de geçerlidir. Aristoteles'e göre, "silahlara sahip olan ve bunları kul lanabilen kişiler,
anayasanın devam edip etmemesine karar verebi lecek durumdadırlar." (Vl l, 9, s.
21 1 ) Bu yüzden askerlere belli bir yaşa geldiklerinde siyasal iktidarı elde etme hak­
kı tanın ması (ve dolayısıyla yönetimde hep eski askerlerin bulunması), bunların dü­
zenle bütünleşmelerini sağlar ve herharigi bir askeri darbe olasılığını ortadan kaldırır.
Aristoteles, son olarak eğitim sorunu üzerinde durur. Ona göre, ideal devleti
oluşturan erdemli ve iyi insanlar, uyarınca yaşadıkları anayasadan ç ıkan ve onun ta­
rafından öngörülen bütün ahlaksal, zihinsel, sanatsal vb. öl çütleri kabul etmekle bir­
leşirler. Öyleyse, bu ölçütlerin bütün yurttaşlarca öğreni l mesi gerekecektir; bir ki m­
se, polisin yasalarını, değerlerini, düzenini özümseyebil mek için bun ları çocuklu­
ğundan öğren meye başlamalıdır. Bu nedenle, herhangi bir anayasanın en önemli ya­
nı, P laton' un düşündüğü gibi, onun üyesi olacak ki mselerin eğitimidir. 94 Doğa,
gençleri. itaat etmeye, yaşlı ları buyurmaya daha uygun kı ldığından dolayı, ideal
·
devletin yurttaşlarının eğitimi, bir egemen sınıf, {daha doğrusu üyeleri ilk önce yö­
netil meye, zamanı geldiğinde de polisi yönetmeye yetenekli bir sınıf), yetiştirmeyi
ve bunu sürekli yeniden üretmeyi amaçlar.
Aristoteles'in, eğitimin anlamına, biçi mine ve i çeriğ ine il işkin görüşlerinde,
büyük ölçüde Platon'un Nomoi adlı diyalogundan esinlenmiş olduğu açı kça görül­
mektedir. Yalnız yurttaşlar için olan eğitim, tek tiptir ve devlet eliyle yürütülür.
Aristoteles'in deyişiyle, " bütün polisin yalnız bir tek amacı olduğuna göre, bundan,
eğitimin herkes için bir ve aynı, eğitimin gözetilmesinin de şimdiki gibi özel bir iş
değil, bir kamu sorunu olması gerektiği sonucu çıkar." ( Vl l l , 1, s. 233) Yurttaşların
sağlıklı ol maları i çin yasa koyucunun yapacağı ilk iş, evlilikleri düzenlemek ve gebe
kadınlarla ilgili kurallar koymaktır. ''Sakat doğan çocukların yaşatılmaması ise ya­
sal olmalıdır." ( Vl l , 1 6, s. 228) Çocuklar ilk eğitimlerini aile içinde alırlar; bu süre
boyunca eğitim görevlileri, çocukların dinleyeceği masal ları ve oynayacağı oyunları
saptayıp denetlerler. Devlet eliyle yürütülen eğitim, yedi yaşında başlar ve yedişer
yıllık iki bölümden oluşur. Çocuklara okuma yazma öğretilir, beden eğitimi ile
tipik bir boş zaman uğraşı olan müzik bilgisi verilir. Uzmanlaşmaya yönelik olma­
yan bu eğitim sistemi ile, çocukların (sonra da gençlerin) iyi birer asker, sorumlu bi­
rer yurttaş ve erdemli birer insan olarak yetişmelerine çalışıl ır.
Politika, çeşitli müzik türlerinin eğitim açısından incelenmesiyle son bulur;
Aristoteles' in eğitim konusunda bazı sorunları karanl ıkta bıraktığı , örneğin bilim­
sel ve felsefi eğitim hakkında h içbir bilgi vermediği görül mektedir. Fakat Politika'
nın tamamının günümüze ulaşamadığı, özellikle son bölümlerinin yitik olduğu bilin­
mektedir. Bu bölümler arasında, yukarıda sözünü ettiğimiz eğitim ile i lgili kısa bö­
lümden başka, ideal devletin siyasal yapısının, siyasal kurumlarının ve yasalarının in­
celendiği önemli bir bölüm de bulun maktadır. Bu nedenle, Aristoteles'in ideal dev­
leti üzerinde tam ve kesin bir bilgi edinmek mümkün değil dir.

94 Mete Tunçay'ın Politika'nın Türkçe çevirisindeki açıklaması, s. 2 1 8.

263
7 - Aristoteles'in İdeolojisi

Platon gibi Aristoteles'i de herhangi bir sınıfın sözcüsü olarak nitelendirmek


hiç de kolay değildir. Politika'nın bazı bölümlerinde orta sınıfa verdiği öneme ba­
karak, onu, po liste pazar ekonomisinin yaygınlaşmasıyla gittikçe güçlenen sınıfın,
bir başka deyişle "burjuvazi"nin savunucusu saymak yanlış olur. Çünkü Aristoteles,
ticareti, zanaatları ve topraktan e lde edilmeyen serveti aşağı layarak, dönemirıin
"burjuva ideolojisi "ni paylaşmadığını açıkça ortaya koymu ştur. Ayrıca, "ölçülü­
lük", "ılımlılık", "doğru orta" gibi genelde eşanlamda kullandığı ilkeleri ahlak öğre­
tisinin temeline yerleştirmiş ve siyasal çözümlemelerinde bunlara başvurmu ş ol ma­
sın ı, onun orta sınıftan yana bir düşünür olduğunu gösteren kesin kanıtlar şeklinde
yorumlamak olanaksızdır. Çünkü Solon'dan Platon'a değin, farklı siyasal görüşlere
sahip olan, ancak aynı istikrar, düzen kaygısını paylaşan' bütün Yunan fi lozofları bu
ilkeleri baş tacı etmişlerdir. Bu bakımdan, ılımlılık, öl çülülük gibi kavramları kullan­
dı d iye Aristoteles'e (ya da herhangi bir Yunan düşünürüne) belli bir sınıfsal-siyasal
ideolojiyi yakıştırmak hiç de tutarlı görünmemektedir.
Bundan başka, Aristoteles'in "bir devletin yönetimi, özgür ve eşit insanlar üs­
tünde bir yönetimdir" ( 1 , 7, s. 1 6) diyerek, yurttaşlar arasında hukuksal ve siyasal
eşitlikten yana bir tutum takın m ış olması da, onun demokratik görüşleri benimsedi­
ği anlamına gelmez. Her şeyden önce Aristoteles, genel likle yurttaş sınıfını çok sınırlı
tutmakta, Yunan demokrasilerinin dayandığı toplumsal güçleri, yani çeşitli meslek
sahipleri (demiuı-goi) ile işçileri bunun dışında bırakmaktadır. İdeal devletine bakıl­
dığında bu eşitliğin, tıpkı Pythagoras'ın "bilgeler arası eşitl iği" gibi çok küçük bir
azınlığı içeren "erdemli ler arası eşitlik" olduğu anlaşılır. Aristoteles'in varolan re­
jim leri incelerken yurttaşlığa daha büyük sayıda kişiyi dahi l ettiği zaman da, yine
demokratik bir eğilimden söz edilemez. Bu durumda siyasal eşitliği kabul etmesin­
deki amacı, geçim dertlerinden ötürü yönetime etkin bir biçimde katılamayacakla­
rını bild iği kitlelere bir sus payı vermek ve böylece onların düzene karşı çıkmalarını
ö nlemektir.
Bir aristokrat olmayan ve yaşamının büyük bir bölümünü metoikos statüsü al­
tında geçiren Aristoteles, kendini doğrudan doğruya ilgi lendirmeyen Atina'daki sı­
nıf çatışmaları n ın, siyasal kavgaların dışında kalmayı başarmış, hiçbir partinin ada­
mı olmamıştır. Bu nedenle, farklı yönetim biçimlerini objektif bir gözle inceleyip
bun ların sürdürül mesini sağlayacak reçeteler sunabilmiştir. Fakat koşul lardan
bağımsız kişisel siyasal beğinisi ya da en azından siyasal olgulara genel yaklaşımı söz
konusu olduğunda, Aristoteles' i n Platon'un eşitsizlikçi ve elitist görüşlerinden etki­
lenmiş olduğu görülür. Aristoteles için, insanlar eşit değildir ve en iyilerin, en
erdemlilerin, en bilgelerin toplumun en üst konumunda bulunmaları, yönetici ol ma­
ları doğaldır, dolayısıyla zoru nludur ve bunun gerçekleştiril mesi gerekir. 95 Aristok­
rasi sözcüğü "soyluların yönetimi" değil de, "en iyilerin yönetimi" olarak kabul edi-

95 "Dedet işleriyle uğrap.n b ir kimse için bilgelik zorunludur.'' ( l l I, 4, s . 7 5 )

264
lirse, Aristoteles'in aristokrasiye yatkın olduğu anlaşılır. Üstelik, erdemliliğin boş
zamanı gerektirdiğini söylemesinden ve gerçekte boş zamana yalnızca büyü� top.
rakları o lan soyluların sahip olmasından ötürü, onun soyluluk ile erdemlilik (ve bil­
gelik) arasında bir koşutluk kurduğu ve böylece düşünceleriyle soylular sınıtına hiz­
met ettiği de ileri sürülebilir. Bununla birlikte, döneminin somut koşulları (örneğin,
soyluların zayıflaması, halkın bilin çlenmesi, sınıf savaşlarının keskin boyutlara u laş­
ması, vb.), onun -içinde bulunduğu durumla ilgili olarak-, düşüncelerinden ödün
vermeye ve halka bazı haklar tanımaya zorlamıştır. Başat sorunu, sınıf savaşlarının
önlenmesi, toplumsal düzenin ve istikrarın kurulup sürdürülmesi olduğundan, Aris­
toteles, orta sınıf egemen liğini, yani demokrasi ile oligarşi karışımı olan pol iteia
rejimini savunmaktan çekinmemiştir. Önerdiği bu siya§;al düzenleme, gerçekte aris­
tokratların yararınadır. Çünkü, sınıfları uzlaştıran bu rejim, soyluları ezecek, öldü­
recek, ül keden sürecek bir aşırı demokrasinin ya d� bir tiranlığın ortaya çıkmasını
önleyebilecek en iyi yoldur. Bir bakıma Aristoteles, politeia'yı "savunmakla", soy·
lulara, eğer varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, devrimci emeller taşıyan alt sınıflara
karşı demiurgoi ( burjuvalar) ile bir türlü iş birliğine gitmelerinin, bunları iktidara or­
tak etmelerinin ya da ortak olmalarını kabul etmelerinin zorunlu olduğunu göster­
meye, onları bu yolda ikna etmeye çalışmıştır. Yoksa, daha önceleri de belirttiği­
miz gibi, Aristoteles, yeterli erdeme sahip olmadıklarını söylediği bu kişilerin yöne­
timini her şeyin üstünde görmemiştir ; zaten politeia'da, orta 'sınıfa yürütmede değil,
yasama ile yargı alanında yer vermekle yetinmiş ve bunu koşulların gerektirdiği bir
zorunluluk olarak ortaya koymuştur.
Aristoteles' in ideolojisini iyice kavrayabilmek için onun gönlünde yatan asla­
na, yani ideal devletine bakmak gerekir. Bu devlet modelinde, yalnız işçiler, köylü­
ler değil, fakat dönemin ort.1 sınıfı olarak kabul edilebilecek olan zanaatkarlar ile tüc­
carlar da (demiurgoi) yurtt.lşlık hakk ından yoksun bırakılmışlardır. Platon, Nomoi'
deki yurttaşlar sınıfının erdemce farklılık göstereceği düşüncesinden hareket ederek,
bu sınıfı dört gruba ya da alt sınıfa bölmüştü. Oysa Aristoteles, ideal devletindeki
yurttaşlar sınıfını, Devlet'teki koruyucular sınıfını andırırcasına· bir bütün olarak al­
gılar. Erdemi, iyiliği devletinkiyle aynı olan ve toplumun yetkinleşme amacını taşı­
yıp temsil eden, yalnızca bu sın ıftır. Bu yüzden yurttaşların erdemli, mutlu olmala­
rı, toplumun mutlu olması demektir. Diğer sınıflardaki insanların hiçbir önemi yok­
tur. Daha doğrusu onlar, gençliklerinde asker, yaşlılıklarında yön�tici olan yurttaş­
ların yetkinleşme amacı için gerekli araçlardır. 96 Sınıflar arası geçişi de kabul etme-

96 " Eğer ruh, canlı bir yaratığın bedeninden bile önde gelen bir parçası sayılmak gerekiyor­
sa, o zaman polislerde de ruha karşılık olan (tekabül eden) parçalan, salt zorunluluklan ·

karşılayan ve maddi işlere yarayan öğelerden daha önemli saymalıyız; bu parçalarla, sa­
vaşçılık niteliklerini ve adalet dağıtmaya ilişkin her şeyi, onların hepsinin üstünde de S<>­

mutlaşını:t siyasal bilgelik demek olan görüş belirtme yetisini söylemek istiyorum." (iV,
4, s. 1 1 5-1 1 6) diyen Aristoteles, maddi gereksinimleri sağlayan "üretici sınıflann" polisin
varolması için zorunlu olmakla birlikte, organizmanın (polisin) organik parçalan olma·
dıklann ı ileri sürer. Çünkü ona göre, bunlar " polise özgül karakterini veren öğeleı· değil­
dir." (VII, 8, s. 209) Polis, organik parçalan olan ve bedendeki �hun iş leırini gören yurt­
taşlar sınıfı sayesinde, özünü gerçekleştirip yetkin biçi ıninj alır. Amaç bütünün iyiliği

265
diği görülen Aristoteles, çizdiği bu ideal devlet taslağıyla, ne denli eşitsizlikçi ve
elitist bir ideolojiye bağlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Aristoteles, sınıfları katı bir hiyerarşik düzen içine sokmakla ve toplumun bü­
yük çoğunluğunu, mülkiyete, silahlara, siyasal iktidara, erdeme,- bilgeliğe, kısaca her
şeye sahip olan bir elitin mutluluğunun araçları durumuna indirgemekle kalmamış,
devlet-birey (yurttaş} ilişkilerini de eşitsizlikçi bir plan üzerine oturtmuş, daha açık­
çası bireyi devletin boyunduruğu altına sokmuştur. Polis, insanların mutluluğunu
amaçlıyor ise de, bunu gerçekleştir.en bir araç değildir. Tersine, amaç konumunda
olan kendisidir. Çünkü bireylerden önce gelen polis yetkin bir biçi m almadıkça,
yurttaşları olan insanların mutlak erdemli olmaları, dolayısıyla gerçek mutluluğa
ulaşmaları olanaksızdır. Demek ki, bireyler kesinlikle devlete bağımlıdırlar, daha
doğrusu kendi iyilikleri i ç in devlete bağımlı tılmak ve onun her buyruğuna mutlak
boyun eğmek zorundadırlar. Bu yüzden "bir yasa koyucu, devlet için iyi olanın bi­
reyler için de iyi olduğu düşüncesini insanların zihnine iyice yerleştirmelidir" (Vll,
1 4, s. 224) ki, "herhangi bir yurttaş, kendi kendisinin olduğunu düşünmesin ve her­
kesin devlete ait olduğuna inansın'� ( Vl l l, 1 , s. 233} Aristoteles'e göre bu durum,
ideal devletinde gerçekleşmiştir. Her alana müdahale eden, insanların ne zaman ev­
leneceklerini, ne zaman cinsel ilişkide bulunacaklarını bile belirleyen bu devlette
özel yaşamdan söz etmek olanaksızdır. Birey, burada, polisin kendisine sağlayacağı­
na inandığı erdem uğruna, özgürlüğünden vazgeçmekte ve devletin saptadığı düşün­
ce, davranış ve değer kalıplarını özümseyip yaşamını onun iyiliğine adamaktadır.
Aristoteles'in ideal devlet t�rısında açıkça ortaya çıkan bu ideolojisi, yalnız yöne­
tilenlerin değil, yönetenlerin de bireysel özgürlüğünü yadsıyan ve kişiliklerini bütü­
nün içinde eriten bir ideolojidir; bu yönüyle de, Prelot ile Lescuyer'nin belirttikleri
gibi, totaliter bir niteliğe sahiptir.97 Bu ideolojinin sonul amacı, insanı küçülterek
devleti yüceltmek, polise hızla yitirmekte olduğu özgünlüğünü geri vermek ve insan
için polisin dışında bir başka kurtuluş yolunun bulunmadığı inancını yeniden can­
landırmaktı. Fakat Aristoteles'in, düşünceleriyle polisi kurtarma ya da en azından
yaşamını uzatma çabalarının bir sonu ç vermesi olanaksızdı ; çünkü hasta artık ölüme
mahkumdu ve ona son darbeyi vuracak olan i l i. Aleksandros'un kılıcı öğretmeninin
kaleminden daha güçlüydü.

olduğundan dolayı da, organik olmayan parçaların (alt sınıffann ) bu iyiliğe yönelen orga­
nik parçalara (yuntaşlar sınıfına) mutlak boyun eğip hizmet etmesi doğaldır, daha doğ­
rusu doğal bir zorunluluktur.
97 PrClot ve Lescuyer, s. 1 07
• .

266
BÖ LÜM VII

POLiSİN ÇÖKÜŞÜNDE SİYASA L D Ü Ş ÜNÜŞ

A - HELENİSTİK FELSEFE

Platon, polisin başında esen tehlike rüzgarlarının farkındaydı ; ama henüz


u m utsuz bir duru mun içine düşülmediğinden, yapıtlarında güçlü polis idea l leri çiz­
m iş ve bütün yaşamı boyunca bunların gerçekleşmesini bekleyip durmuştu. Aristo­
teles ise, polisin artık ayakta duracak gücünün kalmadığı ve her bakı mdan büyük bir
çöküntü içine girdiği bir dönemde yaşadığından ötürü, bu tür bir beklentiye sahip
değ ildi. Öğretmeninin "iy imserl iğini" paylaştığı ideal devlet tasarısı dışında kalan
bütün siyasal çalı şmaları, önerdiği reformlarla, sa l ı k verdiği �ımlı politeia rejimiyle,
var o lanı kurtarmaya yönelikti. Fakat bunun için bile za man kalmamıştı. Çünkü
i .ö. 339'da, Yunan orduları Makedonya Kral ı i l . Philippos'un askerlerince bozguna
uğratılmışlar ve polis ler bağı msızlıklarını yitirmiş lerdi. B unun ardından, Yunan dün­
yası, Helenistik Çağ o larak bil inen yeni bir dönemin i ç i ne girdi.
B u tarihsel döneme Helenistik niteliğinin yakıştırılmasının temel nedeni , kül­
türel a landa çok önemli bir değişme-geli şmenin gerçekleş mesi olmasıdır. 1 1 1. A lek­
sandros'un Asya seferleri sonucunda, Yunan ( Helen) kültürü kendi içine kapalı ol­
maktan çıkıp dış dünyaya yay ı ldı. Özellikle, i .ö. 323'te i l i . Aleksandros'un
ölümünden sonra Doğu Akdeniz'de kurulan devletlerde, Yunan kültürü, hakim bir
kon umda olarak, doğu kültürleri ile kaynaşıp karışma süreci içine girdi. " i ki düşün­
cenin bu kaynaşması, Roma İ mparatorluğunda da sürecek, niha yet Hıristiyanlıkta
son formuna ulaşacaktır. " 1 i l i . Aleksandros'un ba şlattığı kabul edilen Helenistik
Çağ ile birlikte, Yunanlının diğer insanlara bakışı değişti: Yunanlı ların barbar lardan
üstün o ldukları varsayımı geçerl i l iğini y itirdi ve insanı n her yerde aynı doğaya sahip
olduğuna i l işkin düşünce gittikçe daha etkili ol maya başladı. Bu ça ğın en belirgin
siyasal _özelliği ise, polislerin y ı kıntı ları üzerinde daha büyük siyasal birimlerin ( dev­
letlerin) yükselmesi ve bunların tek kişinin ( monar kın) egemenliği altında örgütlen-

Gökberk, s. 91.

26 7
meleriydi. i l i . Aleksandros ölür ölmez, generalleri, çeşitl i bölgelerde kendi kra llıkla­
rını kurmak ve bunu sağlama almak i çin birbirleriyle sürekli bir çatışma i çine
girmişler d i ; kırk y ı l ı aşkın bir kargaşa ve savaş döneminden sonra· Ma kedonya
İ mparatorluğu üç büyük krallığa ayrı l m ı ş bulunuyordu. 2
Bununla birlikte, polisler, bütünliyle ortadan kalkmad ılar ; Yuna n l ıları n gün­
lük yaşamlar ı n ı sürdürdükleri toplumsal çerçeve olarak var l ı k larını sürdürürler. Hatta
Helenistik kralların yanlarına çektiği Yunanl ılar tarafından Doğu' da yeni polis ler
oluşturuldu. Fakat artık bütün polisler için autarkeia söz kon usu deği l d i ; ' egemen
devlet o l ma özelliklerini yitirmi şlerdi ve en fazla yönetsel bir özerklikle yetinmek
zorundaydılar. Polislerin ekonomik açıdan kendi kendilerine yeterl i olma öze l l i ği,
çok daha önceden ortadan ka lkmıştı; fakat bu durum şimdi daha a ç ı k bir bi ç i m de
_
hissediliyordu. Yuna n lı n ın yaşamı n ı y önlendirmiş olan pol isin bağ ımsı zlığını yitir­
mesi so nuc.unda, polise özgü kurumlarm, değer yargılarının, yaşam fe lsefesi nin de
h i ç bir anlamı kalmadı. Yunanlı, uzun zamandır •altında sallanan ze minin y ı kı l ma­
sıyla ken dini boşlukta buldu. Daha doğrusu, bir statü değişikliği geçirdi ve bir ki m ­
l i k kaybına uğradı. Tanr'ın deyişiyle, "Aristoteles i l e birli kte, polisin b i r parçası bi­
ç i m inde siyasal hayvan [yani polites] olan insan öldü; Aleksandros ile birlikte insan
birey olarak ortaya çıktı." 3 Artık onun için ne siyasetin, ne de siyasetin ayrilmaz
· bir par çası �lan kamusal yaşamın bir önemi vardı. 4 Yunanl ı , kendini, bütün y u rt­
taş l ı k bağlarından yoksun, ç ıplak, tek başına, ama bu yönüyle de bir değere sahip
olan bir birey olarak bulunca, yaşamına yeni bir anlam verecek ve davran ı şlar ı n ı
yönlendirecek yeni fe lsefi v e ah laksal dayanaklara gereksinim duydu.
"Bu birey, gerek kendi yaşamının düzenlenmesini, gerekse kendisiyle birlikte
"yerle ş i l m i ş evren i " oluşturan insanlarla olan i lişkilerini göz �nüne al mak zorun­
day d ı ; sözü ed ilen ilk gereks_inmey i karşılamak i ç i n davra n ı ş felsefeleri, ikinci tür
gereksi n meleri karşılamak i ç i n ise yeni· insanlar arası karde ş l i k fikirleri ortaya çık­
tı. "5 Polisten ç ok daha geniş olan ve bireyi u mursamayan yeni bir siyasal-topl umsal
birim i ç i n de yaşamak zorunda kalan insan, kurtu l uş u i ç i n, bir yanda kendisini ayrı ,
bağı msız bir değer o larak algılamasını sağlayan bireyciliğe, öte yanda diğer i n sa n lar­
la ortak bir doğaya sahip old uğunu gösteren evrensel insanlık düşüncesine ve bunun
uzantısı o la n kosmopolitizme y öneldi. İ l k bakışta, birbirleriyle çel i ş i k oldukları gö­
_
züken bireyci lik ile evrenselc i l i k, bir koşutluk içinde, aynı amaca hizmet ediyorlar­
dı. B u iki düşünceyi bağdaştırma uğraşları, mey valarını Hıristiyanl ı k içinde verecek­
lerdir.
Polise özgü toplumsa l kurtul u ş umudunun ortadan kalktığı Helen istik Çağda,
i nsa n ı n kurtul u şunun ancak bireysel düzeyde olacağına i l işkin inan ç yaygınla ş m ı ştı.
Böyle bir ortamda, "yaşamın anlamı, amacı nedir, nasıl yaşanmal ıdır? " gibi sorun-

2 Bunlar, l\Iakedonya ile Yunanistan'daki Antigonos Krallığı ; Anadolu, Suriy e ve İran'ı içe­
r en Selevkos 'lar Krallığı ve Mısır' daki Ptolemaios ' l ar Krallığıdır.
3 W. W. Tam, La civilhation hellenistique, Paris, P..ıyot, 1 9 36, s. 7g'den aktaran Chevall ier,
s. 1 1 5 ve Sabine, s. 1 35.
4 Ertop ve Yetkin, s. 1 79.
'
5 Tar n, s. 7 8' den aktaran Chevall.ier, s. 1 1 5 ve Sabine, s. 1 35 .

268
lara yanıt arayan felsefelerin bireysel ahlak öğreti leri oluşturmamaları olanaksızdı.
Bu çağa damgasını vuran iki önemli felsefe okulu, Epikuroscu okul ile Stoa okulu,
bireyin mutluluğunu a maçlamaları bakımından birbirleriyle tam bir uyum içindey­
diler. Her ikisi de, bireyin mutluluğunun toplumsal koşullardan, siyasal çerçeveı.len
bağımsız olduğunu, hatta bunun için toplumsal olaylardan uzak kalınması gerekti­
ğini bir ilke olarak ele almış v� felsefeye "yaşayış bilgeliği"ni (bi lgece bir yaşamı)
sağlamaya yönelik bir pratik nitelik yüklemişti. Ancak, pratik felsefenin ön plana
geçmesi, teorik öğretilerin büsbütün ortadan çekilmesine yol açmıştır denemez. Ge­
rek Epikuroscular, gerek Stoacılar, teorik sorunlar üzerinde de durmuşlardı; ama
bunlarla teorik bir ·aydınlanmaya varmak için değil, yalnızca yaşama uygulanmaları
için, yaşayışta bilgeliği sağlamaları bakımından ilgilenmişlerdi.6 Aynı felsefe anlayı­
ş ına sahip olan bu iki okul, aynı amacı gütmelerine karşın, buna ulaşmak için öner­
dikleri araçlar, yollar bakımınd;m birbirlerinden ayrılmlşlardır. Epikuroscular bilge­
ce bir yaşamı bireyci bir temel üzerine oturturlarken, Stoacılar bireyi mutlu kılmada
evrenselci bir yaklaşımı benimsemişlerdir.
Genellikle, Platon ile Aristoteles'de doruk noktasına ulaşan klasik dönem fel­
sefesinden Helenistik Çağın yeni okullarının felsefesine geçişte bir kopuşun olduğ-u
kabul edilir. Bu kopuş, bireyciliğin, daha doğrusu bireyi kendine yeterli bir ideal,
bir değer olarak gören anlayışın, �irdenbire ortaya çıkışına bağlanır. Paul Niz.an'a
göre, ''Platon'un mirasçısı olan Aristoteles'in ardından gelen bilgelik, toplumsal de­
ğerlerin düzeltilip yeniden yüceltilmesiyle değil, fakat yalnızca birey olarak insanın
mutluluğuyla ilgilenir. Bu, Yunan düşüncesindeki büyük sapma ve büyük gerileyiş.
tir." 7 Sabine ise, Aristoteles'in ölümünün siyasal düşünce tarihinde bir çığırın
kapanmasına işaret ettiğini ve polisin çöklişünün siyaset felsefesi tarihinde büyük bir
kesintiye yol açtığını belirtir . Ona ıK>re, ''başka hiçbir kar şıtl ı k Arisioteles ve Pla·
,

ton'un şehir devletinin yıkılması ve bu felsefenin bir kuşak sonra tümüyle kabul edi­
lemez hale gelmesi arasındaki karşıtlık kadar dramatik değildir."11 Her ne kadar po­
lisin çöküşü ve i l i. Aleksa ndros'un politikasının sonucunda Yunanlılar ile diğer in­
sanların (yani Yunanlıların gözünde barbarların) birleşmesi, bireyin kendi başına bir
değer olarak ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamışlarsa da, felsefi bireyciliği
yalnızca bu tarihsel olgularla açıklamak hiç de yeterli olmaz. Daha bütüncül bir"
açıklama getirebilmek için felsefenin kendisine de bakmak gerekir. Bu nokta göz
önünde bulundurulduğunda, Helenistik Çağın felsefe (ve siyaset felsefesi) bakımın­
dan- bir kopuş, bir kesinti anlamına geldiğine ilişkin savların tutarsızlığı da ortaya
çıkar. Çünkü, Louis Dumont'ın da belirttiği gibi, başta Epikuroscular ve Stoacılar
olmak üzere Helenistik dönem felsefeleri, yaln ızca Sofistlerden ve Sokrates'e .bağl ı
olduklarını ileri süren Kyreneliler ile Kyniklerden etkilenmekle kalmamışlar, fakat
savundukları birey anlayışının ilk tohumlarını rasyonel düşünürlerin ;;istemleri için­
de de bulmuşlardır. Sokrates'in ardılları olan Platon ve Aristoteİes, insanı toplum-

6 Gökha-k, s. 93.
7 Paui Nizan, Les materialistes de l'Antiquite, Paris, Edi tions Sociales lnternationalcs,
1 9 36, s. 1 9-20.
8 Sabine, s. 1 35 .

269
sal-siyasal bir varlık olarak algılamakla birlikte, aklı ön plana çıkararak bireye de
azımsanmayacak bir yer vermişlerdir. Çünkü akıl, evrensel olmasına karşın, bu dün­
yada ancak bireyler aracılığıyla bir işlerlik, dolayısıyla bir anlam kazanabilmekte­
dir.9 Her iki dönemin filozofları için de bilgelik, bireysel insana özgü bir niteliktir.
Birincilerin bunu belli toplumsal-siyasal koşullara bağlamalarına karşılık (ki bu, zo­
runlu değildir; Platon'da gördüğümüz gibi, kişinin ideal devlet kurulmasa da bilgeli·
ğe ulaşabilmesi olasıdır.), diğerleri bilgeliği bu koş�llardan soyutlama yoluna git·
mişlerdir.
Görü.ldüğü Üzere klasik felsefe ile Helenistik felsefe arasındaki bu fark (ve di·
ğer konulara ilişkin farklar), onların birbirlerinden tümüyle kopuk oldukları anlamı­
na gelmemektedir. Hatta Yunan düşünce tarihinde, bir kopuştan, bir kesintiden çok
b"ir süreklilikten söz etmek daha doğru olur. ıo Epikuroscu ile Stoacı düşünce, yal·
nızca belli tarihsel (sosyo-ekonomik ve siyasal.) koşulların ürünü değildir, aynı za­
manda kendinden önceki Yunan düşünce birikiminin de bir sonucudur. Bu birikim­
den aldığı çeşitli düşünsel malzemeleri kendi katkılarıyla birlikte günün koşullarına
uygun bir biçimde düzenlemiş ve böylece bir özgünlük kazanmıştır. Helenistik fel­
sefe, nasıl kendisinden öncekilerin olumlu ve olumsuz etkilerini taşıyorsa, kendisin­
den sonra gelenler üzerinde de aynı şekilde etkide bulunmuş ve bu yönüyle klasik
Yunan felsefesini H ıristiyan felsefesine bağlayan önemli köprülerden biri olmuştur.

B- EPİKUROSCU OKUL

Dört büyük Yunan okulundan biri olduğu kabul edilen Epikuroscu Ok.uf,
kendisiyle hemen hemen aynı zamanda kurulan Stoa Okulu gibi, doğrudan doğru­
ya siyasal konularla uğraşmamış, bunlara ancak ahlak öğretisini ilgilendirdiği ölçü­
de el atmıştır. Fakat yine de, bu iki Helenistik okulun siyasal yönleri, bu dönemde
ilgi alanlarını tümüyle politika dışına yöneltmiş olan Akademia ile Lykeion'dan daha
fazladır;

1- Epikuros'un ve Epikurosculuğun Yaşamı

Epikuroscu Oku!un kurucusu Epikuros'tur. i.ö. 342 yılında Samos {Sisam)


adasında doğan Epikuros'un babası, Atina yurttaşı olan ve geçimini öğretmenlikle
sağlayan Neokles'tir. Genç yaşında felsefeye ilgi duyan Epikuros, ilk önce Sisam'da
ve daha sonra on sekiz yaşındayken gittiği Atina 'da Platoncu bilgelerden öğrenim

9 Louis Dumont, Essais sur l'individualisme-Une penpective anthropologique sur l ' ideo­
logie moderne, Paris, Seuil 1 98 3, s. 38-39. Ancak Dumont'un bu yargısı, Platon ile Aris·
totdes'in felsefelerinde bireycilik düşüncesinin bulunduğu şeklinde yorumlanmamalı­
dır. Her iki düşünür, Akıl'ın bireysel yönüne dikkati çekmiş olmalarına karşın -daha
ö nceki bölümlerde de gördüğümüz üzere-, bireyi yücelonek şöyle dursun, tersine onu bü­
tün (polis) içinde eriterek özgürlüğünü, kiş iliğini ortadan k aldırm ayı amaçlamışlardır.
1O Süreklili ği, düşüncelerin tek bir düz çizgi üzerinde b ulunurcasına b irbirlerini izledik·

leri, ilerledikleri şek linde anlamamak gerekir. Çünkü genel olarak tırih, hiçbir alanda bu
tür bir "ilerleme " göstermez. Buıaıfa siirekliliği sağlayan, düşünceler arasındaki olumlu ve
olumsuz etkileşim lerdir.

270
gördü. Fakat Atina'da fazla kalmadı; Sisam'daki Atinalıların Makedonyalılar tarafın­
dan sürülmesi üzerine Klophon'a ( lzmir yöresinde Değirmendere) yerleşmiş olan
babasının· yanına gitti. Böylece Teos'da (aynı yörede Sığacık) dersler veren Demok­
ritoscu filozoflardan Nausiphanes'in öğrencisi oldu; oııdan felsefesi üzerindeki etkisi
açıkça görülen Demokritos'un düşüncelerini, özeJlilde atom kuramını, ve kuşkucu
(septik) Pyrrhon'un görüşlerini öğrendi. Bu süre içinde, Aristippos'un yapıtlarını
okuyup onun hazza ilişkin düşünceleri hakkında bilgi edindi.
Epikuros, kendi düşüncelerini yaymaya yönelik dersler vermeye, i.ö. 31 O
yılında .Midilli'de başladı; ardından Lampsakos'a ( Lapseki) geçti ve İ.Ö. 306'da
Atina'ya döndü. Yurttaşı olduğu Atina'da kendisine büyük ün sağlayan ve birçok
öğrencinin çevresinde toplanmasına yol açan okulunu kurdu. Bu okulun, Epikuros'
un satın aldığı çitle çevrili bir bahçe içinde kurulması nedeniyle, adına kepos ( bah­
çe) denildiği de ol muştur. Epikuros, okulunda oluşturduğu bir dostlar topluluğu ile
birlikte toplumsal ve siyasal olaylardan uzak, sade bir yaşam sürdü ve 1.ö. 271 yılın­
da öldü.
Epikuros'un yaşamı boyunca çok yazdığı bilinmektedir. Diogenes Laertius'a
göre, ardında yaklaşık üç yüz yapıt bırakmıştır 1 1 ; ancak, ahlakla ilgili ana düşünce­
lerini içeren birkaç parça (fragment) ile doğa ve ahlak felsefeleri bakımından önem
raşıyan üç mektubu dışında, bunlardan hiçbiri günümüze ulaşamamıştır. Epikuros
hakkındaki en önemli kaynaklar, Diogenes Laertius'un yapıtından başka, Romalı
Epikurosçuların bu felsefeye ilişkin yazılarıdır. Bunların içinde en önemlisi de, l .ö.
96 55 yılları arasında yaşamış .olan Romalı ozan Lucretius'un şiir diliyle yaz­
-

dığı De Rerum Natura (Evrenin Yapısı) adlı yapıtıdır. Bu kaynaklara ayrıca, Cicero
ya da Plutarkhos gibi Romalı yazarların Epikuros'un düşüncelerini ele�tirmek ama­
cıyla kaleme aldıkları yapıtlarını da ekfemek gerekir.
Epikuros, felsefesini oluştururken birçok filozofun görüşlerinden etkilenmiş
olmasına karşın, düşüncelerinin tümüyle kendisine özgü olduğu üzerinde ısrarla dur­
muş ve bu nedenle öğretmeni Nausiphanes'ten Platon'a, Demokritos'tarf Pyrrhon'a
kadar bütün filozofları çok sert bir dille karalayıp aşağılamıştır. Öğretisini çok
kesin bir çerçeve içine otunmuş ve öğrencilerinden, ortaya koyduğu ilkeleri mut­
lak doğrular olarak kabul edip ezberlemelerini istemiş olmasından ötürü; Epikuros­
culuk zaman içinde önemli bir değişime uğramamıştır. Ardılları, buna yeni olan he­
men hemen hiçbir şey katmamışlar ve onun ilkelerini yinelemekle yetinmişlerdir.
Bu yüzden ·Epikurosculuğu, yalnız Epikuros'un düşüncelerini ele alarak incelemek
yeterli görünmektedir. Epikurosculuğun yüzyıllar boyu Epikuros'un ona verdiği
aynı biçim altında sürüp gitmiş olmasının bir başka nedeni de Epikuros henüz ha­
yattayken kendisinin bir peygambere ve okulunun bir çeşit dinsel tarikata dönüş­
müş olmasıdır. Böylece, felsefi ve ahlaksal ilkeleri, birer dogma olarak varlıklarını
sürdürebilmişlerdir.
· Epikurosculuk, kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılmıştır. Bu başarısının
birkaç nedeni vardır : Herşeyden önce Epikurosculuk, zamana uygundu; arayış için-

11 Diogene L:ıerce, il, s. 223.

271
de olan bireylere ahlaksal bir dayanak, bir davranış ilkesi sunuyordu. İnsanlar ara.
sında soy-sop, servet, sınıf, ırk, ulus, cinsiyet vb. farklar gözetmediğinden dolayı
herkese açıktı. Düşünmede -ı;>lsun, yaşamada olsun, öteki okullar gibi , ağır yükler,
ödevler yüklememesinden başka, insanlardan derin bir felsefi bi lgi beklemiyor, ko·
layca kavranabi lecek irkelerine -dinsel bir biçi mde- inançla bağlanı lmasını yeterli
buluyordu. Ayrıca Epikurosculuğun farklı yönlere sahip olmasının, insanlara ilkele­
ri özgürce, kendi anlayışları ve eğilimleri doğrultusunda yaşama uygulamalarına ola­
nak vermesi de, onun kitleler tarafından benimsenmesinde büyük rol oynamıştır. 1 2
Roma'ya i lk giren Yunan felsefesi olan Epikurosculuk, burada ilk önce alt sınıflar
arasında yayılmış, ardından siyaset sahnesinde süregelen kargaşa ve çatışmalardan
kaçıp kamusal yaşamdan uzaklaşmayı yeğleyen üst sınıftan ki şi leri de kendisine
çekm iştir. Fakat daha sonraları Hıristiyan saldırılarıyla yıpranmış ve i.S. iV. yüzyıl­
da artık adından söz edilmez olmuştur.

2- Epikuros'un Felsefesi

"Felsefe ile uğraşır gibi görünmemeli, fakat bunu gerçekten yapmalıdır; çün­
kü bize gereken görünüşte sağlam olmak değil, gerçek sağlığa kavuŞmaktır." 1 3 di­
yen Epikuros'a göre, felsefe yapmanın yaşı yoktur. Çünkü felsefe, teoriler ve kurgu­
lar geliştirmeye yarayan bir zihinsel uğraş olmayıp, mutlu bir yaşam sağlamaya
yönelik pratik bir faaliyettir. Bir başka deyişle, bireyin mutluluğunu sağlayacak ola­
nakların, araçların araştırılmasından başka bir şey değildir. 14 Diogenes Lıertius'un
açıkladığı gibi, Epikuros'un felsefesi üç bölüme ayrılmaktadır. Bunlar, gerçeğe ulaş­
manın araçlarını araştıran kanon ( mantık ) ; doğa, evren sorununu işleyen physeus
(fizik) ve insanın neye ulaşması, neden kaçınması gerektiğini inceleyen, kısacası in­
san yaşamının amacını açıklayan ethika (ahlak) d ır 1 5 • içerikleri ayrı olmasına kar­
şın, bu üç bölümün ereği birdir, yani her üçü de insan mutluluğunu amaçlar. Fakat
Vİ:ı u sorun doğrudan doğruya ethika'nın konusu o lduğundan ötürü, felsefesinde asıl
olan b'u bölümdür. Diğer ikisi, ethika 'ya bir giriş, bir hazırlık ol maktan öte bir an­
lam taşımazlar.

a- Kanon (Mantık)

Yaşama bir yarar sağlamayan bilimsel araştırmaların hiçbir değ�ri olmadığını

12 LCo� Robin'e göre, ( La pcnsee grecque, s. 408' dc) Epikurosculuğun sergilediği farklı
yönler şunlardır: Hazzı en üstün değer olarak gösterirken azla yetinmeyi yüceltmek. ; mut­
i� duyumculuğun yanına hazların akılla denetlenmesini getirmek ; büyük mutluluğa yö­
neliş ile iyimserlikten kaçışı yan yana koymak ; maddeci olmakla birlikte dayanak nokta­
sını düşüncede aramak, bilimsel bilgiyi aşağılayıp davranışı doğanın bilgisini: dayandır­
mak; mekanikçi anlayışın içine özgürlüğü yerleştirmek , bir yanda boş inançlarla mücade­
le ederken, öte yanda imanı ön plana çıkarmak.
13 Epik ür, Mektuplar ve Maksimler, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 9 62, s. 68. Epicure, Doctri­
nes et Maximes, Paris, Felix Alcan, 1 92 5 , s. 1 07.
14 Gökberk, s. 97 ; Nizan, s. 2 1 -22 ; Robin, La pensee grecque, s. 390 ; Weber, s. 96.
15 Diog�ne Laerce, il, s. 224.

272
söyleyen Epikuros'a göre bilgi, bireyi doğru eylemlere, mutluluğa götürmek için ge­
reklidir. Mantığın işlevi, insan bilgisinin genel kurallarını, yasalarını, ölçülerini orta­
ya koymaktır. Bu ölçüler ya da bi lgi biçimleri üçe ayrılırlar : Algılar, duygular ve
kavramlar (ya da tasarımlar). Epik uros'un "bilgi kuramı"� duyumcu bir nitelik ta­
şır; çünkü duyumlar, apaçık olduğundan ötürü, gerçektir, doğrudur. Bir başka de­
yişle, insan, gerçeğin bilgisini duyularıyla elde eder; duyuların sağladığı verilerin ya­
nılmaya yol açması olanaksızdır. Çünkü duyumlar birbirlerini çürütcmedikleri gibi,
akıl tarafından da çürütülemezler; bunun nedeni de aklın duyumlara bağımlı olması­
dır. 16 Demek ki algılar ile duygular, duyu verileri olarak, her zaman doğrudur. Duy­
gular, haz (hedone) ve acı (pathe) niteliğinde ortaya çıkar. İ nsanın tüm davranışları­
nın a macının hazza ulaşmak ve acıdan kaçı nmak qlduğunu ileri süren Epikuros, ile­
ride göreceğimiz gibi, bu iki duygudan hareket ederek ahlak öğretisini temellendire­
cektir.
Kavramlar, daha önceden kazanılmış algıların yinelenmesinden oluşan
tasarımlardır. Örneğin, bir kişi, kendisine "insan"dan, "at"tan ya da "sıcaklık" tan
söz edildiğinde, bunları görmeyip hissetmese bile ne demek olduklarını hemen an­
lar; çünkü bunları daha önce birçok kez algılamış ve tasarımlarını zihnine yerleştir­
miştir. Kavramlar da, duyumlara dayandığından ötürü, apaçıktır, dolayısıyla doğru­
dur. Epikuros, kavra mlardan başka, bir de sanıların (doksa) bulunduğunu belirtir.
Sanı, duyumların bir ölçüde keyfi bir biçimde yorumlanmasıdır; daha açı kçası, du­
yularla h iç algılanamayacak ya da pek iyi algılanamayacak bir şey hakkında, apaçık
veriler üzerinde çıkarsama yapılara k, ortaya konan bir görüştür, örneğin, çok uzak­
ta ancak seçilebilen bir kulenin yuvarlak olup olmadığı ya da Tanrının var olup ol­
madığı hakkında bildirilen bir görüş, sanıdan başka bir şey değildir. Apaçıklık nite­
l iğine sahip olmadığı için, sanı yanlış da olabilir, doğru da. Duyumların doğruladığı
ya da yalanlamadığı sanılar doğrudur. Bu ikinci tür {olumsuz) doğrulamanın göster­
diği gerçeklere ulaşmayı ve bunlara apaçıklık kazandırmayı, ancak bilge olan başa­
rır. Epikuros'un evreni konu edindiği ve fizik adını verdiği öğretisi de bu çeşit ger-

16 Lucrctius, Epikuros'un b u d uyumcu bilgi anlayışını De Rerum Natur:a.'cla ( IV, 480-492),


şiir diliyle şöyle açıklar:
"Anlayacaksın ki doğru kavramının
Duyulardır kaynağı. Duyular ise yanılmaz.
En güvenilir tanık değil midir; yanlışı,
Doğruyla birleşip kendiliğinden alt eden?
Evet, onlardan güvenilir bir tanık var mı?
Yalanc"ı duyulardan doğan akıl,
Çelişkiye d üşebi lir mi kendi öz kaynağıyla?
Yani eğer doğrucu değilse duyular
Hepten yalancıdır ö yleyse akıl da.
Gözün gördüğünü yadsıyabilir mi kulak,
E� kulağın duyduğunu? Öte yandan
Di� burun ve göz yalanlayabilir mi
Elin dokunduğunu? Sö� konusu bile değil bence."
Bkz. Lucretius, Evrenin Yapısı, İs tanbul Hürriyet Yayınları, l 9 H, s. 1 43 ; Lucrl!ce De la
nature des choses, Paris, Editions Socialcs, 1 9 7,ı_
273
çekler üzerine kuruludur. Burada, görünen ( evre n ) , d uyu ların a lgılama ala n ı n ı n dı­
şında kalan görünmeyenler (atomlar) ile açıklan ma ktadır. 1 7

b- Physeus (Fizik)

"
Epikuros'un doğayı, evreni inceleyip a ç ı klamasının tek a macı , her şey ıçın
doğal nedenlerin olduğunu göstererek insanı, haz a l mas ın ı , rı:ı utluluğa ulaşmasını
engelleyen korkularda n , ölüm sa plantısından, boş i nan çlardan, masal lardan vb. kur­
tarmaktır. Ona göre, "doğa olayları ve ölüm bizde korku yaratmasaydı, ölü mün bi­
zim varl ığımızla ilgili olabileceği tasası o l masaydı ve acı ile hazzın sınırlar ı n ı bil me­
yiş de b ize h u zursuzluk vermeseydi , doğayı incelememize gerek kalmazdı ... Evrenin
doğası n ı tam anlamıyla öğren me miş olan ve mitolojik tasarı mlarla yetinen insan, en
önemli şeyler karşısında duyduğu korkudan kurtulama z ; dolayısıyla doğayı ta n ı ma­
dan saf hazlara ulaşmak olası değildir." 1 8 Bu yüzden ta nrı ların doğadan d ı ş la n ması
gerektiğini düşünen Epikuros, maddeciliği benimseyip Demokritos' u n atomculuk
öğretisini diriltir, ancak buna bazı değişikli kler getirir. Evren hep ay nıdır; daha doğ­
rusu, varolan hep vardır, h i çbir zaman yok ol maz. 1 9 Varolan lar ya da ger çek var l ı k­
lar, atomlar ile boşluktur. Evren ve evren deki her şey (görünen bütün varl ıklar ) , du­
y u larla algılanamayacak denli küçük olan atomlardan oluşmuştur. Daha küçük par­
ç alara bölünmeyen, kendilerinde bir değişiklik olmayan atomlar, birbirlerinden
farklı biçim ve a ğ ırlıklara sahiptirler. Atomların sayıs ı , insanın kavraya mayacağı ka­
dar büyük o l masına karşın, sonsuz değildir. Evrenin içerdiği var l ı kların farkh türler­
de, şeki l lerde o l ması, atomların değişik biçim l i l iğinden dolayıdır.
Atomlar, sürekli olarak boşluk rçinde devinirler. B u devinimin baş langıcı da
yoktur, sonu da. Belli bir er�ğe, belli bir yasaya göre ol mayıp geli şigüzel olan bu de­
vinim, atomların ağırlıkları yüzünden, yukarı da n aşağıya doğru bir düşüş biçimin­
de ol ur. Ancak uzaydaki bu "atom yağmuru"nda, atomların hepsi nin aynı h ızla
düştüğü ve bu nedenle birbirleriyle karşılaşma olası l ığı bulunmadığı için, evrenin
oluşumunu atomların birleşmesiyle açı klayan E pikuros, b u düşüşün her zaman düz
bir çizgiyi izlemediğini ka b ul etmek zorunda ka lır. Bazı atomlar, düşüş doğrultu­
sundan biraz saparlar. Bu sapmalar sonucunda, birbirine çarpan atomlar, ağırlıkları­
na ve türlerine göre "birleşirler ve böylece dünyaları (kosmoi), nesne leri meydana
getirirler. Fizik öğretisinde teleoloji a n layışına h i ç yer vermeyip mekani k bir devi­
n i m i benimseyen, ancak Demokritos'taki zoru n l u l uk i l kesini de yadsıyan Epikuros,
atomların yönlerinden sapabilme güçleri olduğunu açıklayarak özgürlüğü işin içine

17 Oıratini, s. 1 73 ; Robin, La penaec grecque, s. 392-39 3 ; Jean Brun Epicure et les E picmi­
enı, La philosophie grec que , Paris, Payot,
Paris, PUF, 1 9 6 1 , s. 26-27 ; Charles Werner,
1 962, s. 1 64-1 65 .
18 Epikür, s , 5 7 ; Epicure, s . 86.
19 "Hiç bir şey hiçten doğmaz; eğer böyle olsaydı, tohuma gerek kalmadan her şeyden her
şey doğabilirdi. Eğer kaybolanlar yok olsalardı, içerisinde eriyecckleri bir şey olamaya­
cağı için, şimdiye kadar çoktan bütün gerçek varlıklar yok olup gitmişti. Evren oldum
olası şimdi olduğu gibiydi ve sonsuza değin böyle kalacaktır." Epikür, "Herodotos'a
l\lektup'', s. 4 1 -42.

274
sokar. Lucretius'a göre bu sapma olayı, insanın özgür istencinin kaynağıdır. 20 De­
mek ki, " Epikuros, insanı, kavranabilir dünyadan [tanrılardan) kurtarıp llosmos '
un tutsağı yapmak istememiştir." 2 1 Atomlardan oluşan insan, atomların bu özel­
liğinden dolayı, özgür istence, yani davranışlarını ve eylemlerini aklı (ruh ı.İ) doğrul­
tusunda düzenleme yetisine sahiptir. Bu bakımdan insan, her ne kadar iç ve dış ko­
şulların etkisi altındaysa da, kendi yazgısını yine kendisi belirleyebilir.
Ahlaksal kaygılarından ötürü bu tür maddeci bir evren anlayışını ortaya koyan
Epikuros, bunun sayesinde ruhsal dinginliği engelleyen ve dinden kaynaklanan iki
önemli korkuyu, ölüm korkusu ile tanrı korkusunu, kesinlikle yok etmeyi amaçlar.
Ona göre ruh, cisimseldir, yani atomlardan oluş muştur. Çok küçük, ince, parlak ve
yuvarlak atomların birleşmesi olan ruh'un dört cisimsel öğesi vardır. Ateş, hava ve
soluk olarak adlandırılan ilk üçü, bütün bedene yayılmıştır; adlandırılamayan dör­
düncü öğe, göğüste bulunur. İ nsanın akılsal, zihinsel yönünü oluşturan bu öğe, kor­
ku ile sevincin, acı ile hazzın duyu lduğu yerdir. İstenç bu öğenin atomlar ının devi·
nim inden oluşur; bedene canl ılığı veren ya da bir başka deyi şle diğer ilk üç öğeyi
harekete geçiren de yine bu akılsal öğedir. Ruh, dört öğeden kurulu olmakla birlik­
te bir bütündür; ayrıca bedenle de bütünleşmiştir, yani ruhun atomlarıyla bedeni
kuran atomlar birleşmiştir. Ölüm, bu birleşmenin çözülmesidir; bedeni oluşturan
atomların dağılması, ruhun atomlarının da dağılmasına, ruhu kuran dört öğenin
birbirinden ayrılmasına yol açar. Demek ki, ruh ölümlüdür. Bu yüzden ne ölümsüz­
lüğün, ne de ruh göçünün sözü edilebilir; böylece- de bu iki düşünceye bağlı olan
-bedenin ölümünden sonra ruhun cezalandırılması gibi- korkuların ne denli yersiz
oldukları ortaya çıkar. Ayrıca ölüm, duyum yoksunluğudur; çünkü ruh ile birlikte
duygular da yok olmuştur. Bundan dolayı, ölümde ne bir acı, ne bir haz hissedilme­
diği için, ölümün bir kötülük ya da. bir iyilik olduğu söylenemez. Kısacası insanla·
rın ölümden korkmaları için hiçbir neden yoktur. Çünkü, "kötülüklerin en korkun­
cu sayılan ölüm, bizim için b ir h içtir : Biz var oldukça o yoktur, o varken de artık
biz yokuz. "22
Epikuros, tanrı korkusu nu yok etmek için tanrıları yadsımaz. Ona göre de
tanrılar vardır, fakat "tanrılar kalabalığın düşündüğü gibi değildir. Kalabalığın tanrı
tasarı mını bir · yana bırakan değil, asıl tanrılara onların tasarımlarını yükleyen din·
sizdir." 2 3 Evren, dünya, atomlardan ol uştuğu için, ta nrıları n dünya, dolayısıyla in­
sanlar üzerinde hiçbir etkileri yoktur. Dünyayı onlar yaratmamıştır ve burada olup
bitenle kesinlikle ilgilenmezler. Üstelik tanrılar yetkin bir mutluluk içinde oldukla­
rından, onların dünya ile, insan sorunları ile ilgilenmeleri, böylesine bir mutlulukla
bağdaşamaz; dolayısıyla dünyadaki hiçbir şeye karışmazlar. Öyleyse insanlar tanrı­
lardan korkmamalıdırlar. Bununla birlikte Epikuros, tanrılara saygı gösterilmesini
salık verir. Bu saygı öncesiz-sonrasız bir haz içinde yaşayan, kendi kendilerine yeten
bu yetkin varlıklar karşısında duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir saygı olmalıdır.

20 De Rerum Natura, il, 255-258 ( Lucretius, s. 59 ).


21 Pierre Aubenque, " Les p hilosophies Hellenistiques"; Histoire de la philosophie, s. 2 12.
22 Epiktir, "Menoikeus'a !\.lcktup", s. 34; F.picure, s. 7 5.

23 lbid.

275
Epikuros, çizdiği bu yetkin hazzın, mutluluğun, dostluğun hüküm sürdüğü tanrı lar
toplumu ile, b ilgeler topluluğuna, ulaşmayı amaçlayacağı bir ideal su nmak tadır .

c- Ethik a (A. lılak)

İ nsanın korkularından kurtulması, mutluluğa ulaşma yolundaki çok önemli


bir engelin aşılması demektir. Epikuros, bireysel mutluluğu sağlamayı amaç edinen
ah lak öğretisinin temelini doğada b ul ur daha açı kçası bunu haz ile acı o lan iki do­
,

ğal duygu üzerine t�mellendirir. Bütün canlılar, doğal eğilimleri gereği, acıdan kaçıp
hazza yöne lirler onu elde etmeye çalışırlar. Bu da, hazzın (hedone) insan için en
,

büyük iyilik, en büyük değer ve davran ışların belirlenmesinde başvurulan tek öl çüt
olduğunu gösteren açık bir kanıttır. Demek ki, mutluluğu sağlayan başlıca değer
olması nedeniyle, kişinin bütün eylemleri hazzı amaçlamalıdır. Hazzı amaç yapan
bu öğretiyi (hedonizm'i) ilk ortaya koyan Kyrene Okuluyd u. Epikuros, Kyrenelile­
rin hedonizmini alıp kullanmakla birlikte, bunda önemli değişiklikler yapar.
Hazza hem bedensel, hem ruhsal düzeyde ulaşılır. Bu düzeylerden birisinde
acının bulunması, kişiyi yetkin hazdan yoksun bırakır. Demek ki, bedensel haz ile
ruhsal haz birlikte var olmalıdırlar; ancak bu bileşimde temel olan, bedensel hazdır.
Epikuros'a göre, "bütün iyiliğin ilkesi ve kökeni, midenin hazzıdır. "24 Fakat bu öz­
deyiş, yalnızca bedensel hazlara önem verilmesi, bunların amaçlanması şeklinde yo­
rumlanmamalıdır. Çünkü Epikuros i çin, ruhsal hazlar, daha güçlü, daha şidde.t li ve
'daha geniş kapsamlı olduklarından ötürü, daha büyük öneme sahiptirler ; ruha daha
çok özen gösteril melidir. Bedensel haz, şimdiki zaman içinde vardır; oysa ruhsal
haz, içinde bulunduğu zamandan başka geçmişi ve geleceği de kucaklar. Bununla
birlikte, ruhun tam anlamıyla hazza u laşabilmesi, ilk önce bedenin haz içinde olma­
sına bağlıdır. "Beden acı çektiği zaman, ruh da acı çeker. " 2 5 Öyleyse, bedenin acı­
dan kurtarıl ması gerekir; bunun için de insanın yapması gereken ilk iş, karnını do­
yurmaktır. i şte bu anlamda bedensel haz, (ruhsal hazza göre} temel olandır.
Hazzı bir devi1Jim olarak gören Aristippos'un hedonizm anlayışına karşılık,
E pikuros, gerçek hazzın durağanlığı, kalıcılığı içerdiğini ileri sürer. Devinimin olma­
sı, ne tam olarak acının giderildiğini, ne de tam anlamıyla hazza ulaşıldığını gösterir.
Acı ile haz, aynı anda varolamazlar. Demek ki haz, acıdan kurtulmuş olma, acıdan
yoksun olma durumudur.· "Hazzı � büyüklüğünün son sınırı, bütün acı veren
şeylerin ortadan kalkmasıdır. Gerçekte, hazzın bulunduğu yerde ve onun bulundu­
ğu sürece, acının, tasanın, ya da her ikisinin birden yeri yoktur. "26 Bu bakımdan
gerçe k haz, bir acıdan bir hazza geçiş değildir; örneğin, susuzluğun verdiği acının
su içilerek giderilmesi değil, fakat susuzluk duyulmamasıdır. 2 7 Beden için ıstıraptan

24 Aktaran: Nizan, s, 1 47 ve Robin, u pcnsee grecque; s. 403.


25 ihid.
26 Epikür, s. 49, Epicure, s. 85.

27 " Beden, aç-susuz kalmamak, üşümemek ister. Kim bu zorunluluklardan uzaksa ve ileride
de öyl., kalacağını umabiliyor5a, mutluluktan yana Zeus ile yanşabilir." (Epikür, s. 66;
Epicure, s. 2 0 1 ) .

276
kurtulup sağlıklı o l mak, ruh için h uzursuzluktan kı'ırtulup dinginlik içi nde (a tarak­
sia) bulunmak, her ikisinin ulaşabileceği en büyük hazdır. 28 Bedenin sürekli olarak
sağlıklı olması, her türlü acıdan uzak tutul ması mümkün değil dir. Oysa, kişinin geçi­
ci eği limlerden , kaygılardan sıyrıl ı p, çevrenin etkisinden kurtulup, kendini bilgece
düşünmeye vererek elde ettiği ataraksia kalıcıdır. (Tabii kişinin bilgelik yolundan
ayrılmaması koşuluyla).
Epikuros, hazların seçilmesinde, düzenlenmesinde . akla önemli bir rol yükler.
Körü körüne her türlü hazzın peşinden koşmak, kötü sonuçlar doğurabilir. Ç ünkü
bazı hazların ardından büyük acılar gelir, buna karşılık bazı acılar da büyük hazlara
gebedir. Kişi, hangi hazlardan uzak duracağ ını, hangi acıları bazı hazlara yeğleyece­
ğini aklıyla saptar. Akıl, yararlıyı zararlıdan ayırma işleminde, insan isteklerinin çe­
şitlerini göz önüne alarak, " hazların sınırlarını tam olarak çi zer. " 2 9 Epikuros'a gö­
re, istekler üçe ayrı lır. Birinci bölümde, doğal ve zorunlu ol mayan (yani giderilmesi
gerekli ol mayan) istekler bulunur. Toplumsal-siyasal yaşamda ün, onur elde etmeye,
para kazanmaya, maddi zenginlikler biriktirmeye yönelen bu isteklerden kesinlikle
kaçınmak gerekir; çünkü bunlar, hep huzursuzluğa neden olup acıya yol açarlar.
İkinci bölümdeki istekler, doğal olmakla birlikte zorunlu bir nitelik taşımayanlardır.
örneğin cinsel doyuma ulaşmak ya da giyinmek, beslenmek gibi doğal gereksinim­
leri lükse, aşır.ılığa kaçarak karşılamaya çal ışmak, bu tür isteklerdendir. İ nsan, elin­
den - geldiğince · her zaman karşılayamayacağı bu isteklerden kaçın malı ya da daha
doğrusu ender olarak ve ölçülü bir biçimde bunlara yönelmelidir. ( Tıpkı Epikuros'
un, susuzluğunu gidermek için su yerine, zaman zaman bir bardak şarap içmesi
gibi.). Hem doğal, hem zorunlu olan üçüncü tür istekler, bedenin yemek, içmek, so­
ğuktan �orunmak gibi temel gereksinimleı:iyle ilgilidir. İnsanın acıdan kurtulması,
bedensel açıdan kal ıcı hazza ( yani sağlığa) kavuşması için bu gereksinim lerin gide­
rilmesi gereklidir. Bu, hiç de zor değildir. Çünkü doğa, yaşamsal bir nitelik taşıyan
ve ken dilerinden vazgeçilemeyecek olan bu doğal ve zorunlu isteklerin karşılanabil­
mesi i çin gerekli şeyleri -örneğin susuzluktan kurtulmak için suyu, açlıktan kurtul­
mak için temel gıda maddelerini- insanın hizmetine sunmuştur: "Kutsal doğaya şü­
kürler olsun ki, zorunlu şeyleri kolay elde edilebil ir yaratmış, güç elde edilebilenleri
ise zorunlu kılmamıştır."30
Epikuros, burada, daha sonraları J ean J acques Rousseau'nun ele alıp işleye­
ceği bir düşünceyi, gereksin meler ile kaynaklar arasında, insan doğası ile genel ola­
rak doğa arasında bir uyum olduğu ve b unun gözetilmesi gerektiği düşüncesini or­
ta ya koymaktadır. "Eğer her yaptığını, her koşu lda, doğanın amaçlarına uydurmaz­
san ve ister b ir şeyden kaçı n mak, ister onu izlemek i çin olsun bu amaçlardan sapar­
san, o zaman yaptıkların, aklının yoluna uymaz."31 diyen Epikuros'a göre, mutl u­
-
luğa ulaşmak için doğaya uygun bir yaşam sürülmelidir. Kişinin doğanın sınırlar ı

28 " ... iki itisi var, iki amacı doğanın:


Bedenin acı çekmemesi, dinginliğe varması ruhun"
De Rerum Natura, 11, 1 8- 1 9 (Lucretius, s. 5 1 )
29 E pikür, s. 59 ; Epicure, s. 8 8 .
30 Epikür, s. 7 0 ; Jean Brun, s. 1 38 .
31 Epikür, s . 6 0 ; Epicure, s. 90.

277
içinde kalması, azla yetinerek kendi kendine y�terli duruma (autarkeia) gelmesi de­
mektir. Kendi kendine yeterli olan doğru bir yaşam, insanı mutluluğa götürdüğün­
den ötürü · en büyük zenginliktir: "Doğanın isteklerine göre ölçülü yoksulluk, büyük
bir zenginliktir; buna karşı hiçbir sınır tanımayan zenginlik de büyük bir yoksulluk­
tur."31
Mutlu bir yaşam, bilgili olmayı, daha cfoğrusu bilgeliği gerektirir. İnsan, bütün
erdemlerin kaynağı ve en üstünü olan bilgelik sayesinde, yani aklını kullanıp doğru
düşünerek, hazları sonuçları bakımından tartıp değerlendirir, isteklerinin sınırlarını
belirler, boş inançlar karşısında korkuya kapılmaktan kurtulur, kendi benliğinin bi­
lincine varmayı, kendi kendine egemen olmayı öğrenir, kısacası bedensel hazzı ve
ruhsal dingin liği (ataraksia) elde eder. Bu bakımdan mutluluğa ulaşmak, erdeme, er­
demli olmaya bağlıdır. "Bilge, namuslu ve doğru olmaksızın, mutlu bir yaşam sür­
mek olanaksızdır. Bunlardan herhangi birinin olmadığı zaman, mutlu bir yaşam söz
konusu edilemez."33 Öte yandan, yaşamdan haz alınmazsa, erdemin de bir anlamı
kalmaz. Demek ki, haz ile erdem birbirlerini çağrıştırırlar; daha açıkçası, en büyük
iyilik olan mutluluk, haz ile erdemin ayrılmaz bir birleşimidir. 34

3- Epikuros'un Siyasal Düşünceleri

Epikuros'un toplumsal ve siyasal düşünceleri, atomcu fizik öğretisi ile hedo­


nist ahlak öğretisine doğrudan doğruya bağlıdırlar. Geleneksel kurumlar ile değer­
lerin yıkıldığı ve bunlara olan bağımlılıkların çözüldüğü bir dönemde yaşayan E pi­
kuros, günün koşullarına uygun olan "atomize toplum" anlayışını ortaya koyar. Ev­
rendeki atomlar gibi, dünyadaki insanlar da kendi başlarınadır ve bunların davranış­
larını belirleyen hiçbir aşkın (tanrısal) güç yoktur. Nasıl atomlar, kendilerinde olan
bir yeti nedeniyle, düşme doğrultularından sapıp birbirleriyle çarpışıp birleşiyorlar­
sa, insanlar da özgür istençleri doğrultusunda birbirleriyle ilişkiye girmekte, birleşe­
rek toplumsal-siyasal kurumlar oluşturmaktadırlar. Mutluluk ancak bireysel düzey­
de elde edilebildiğinden ötürü de, insanların, bu davranışlarında göz önünde bulun­
durdukları tek ölçüt, hazdır, bireysel yarar ilkesidir. Böylece Epikuros, bütün insan­
ların bencil oldukları varsayımından yola çıkar. Ona göre, her insan yalnızca kendi
çıkarını gözetir; fakat herkesin çıkarı başkalarının bencil davranışları karşısında
tehlikeye düşer. Demek ki, her insan, bir başkası (ya da başkaları) için kişisel yara­
rını elde et mesinde karşısına dikilen bir engeldir. Bu nedenle insanlar arasındaki iliş­
kilerin temelini, (daha sonraları Thomas Hobbes'un "insan insanın kurdudur" özde­
yişiyle dile getirdiği) birbirlerine zarar vermeye yönelen düşmanlık oluşturmak­
tadır. Epikuros'un deyişiyle, "eğer Tanrı insanla.rın dileklerini dinleyip yerine getir­
meye kalkışsaydı, insanlık çoktan yok olurdu ; çünkü bütün insanlar, başkaları için

32 Epikür, s. 66; Epicure, s . 90.


33 Epicure, s. 96.
34 Werner, s, 1 77,

278
sürekli olarak zararl ı ve kötü şeyler dileme ktedirler."35
Yalnızca kendi mutluluğunu amaçlayı p bu uğurda diğerleriyle çatışan ve
a çıkça bencil bir varlık olan insanda, toplumsal yaşama doğru doğal bir eğilim yok­
tur. Bir başka deyişle, insan, Aristoteles'in dediği gibi bir zoon politikon, doğadan
toplumsal -siyasal bir hayvan değildir. Dolayısıyla E pikuros, polisi kendisini oluştu­
ran ins.ınlardan önce gelen ve onlardan bağımsız olan doğal bir varlık olarak gör­
mez; tersine, polisin "varlığın ı fertlerin ( bireylerin) arzu ve iradelerine (istençlerine)
istinat ettiren (dayandıran)"36 bir görüşe sahiptir. Toplumun (ve devletin) yapay
bir kurum olduğunu savunmakla yetinmez, ayrıca bunun kökenini açıklamak için
-bazı Sofistlerde ilk tohumları bulunan ve Yeni çağda birçok düşünür tarafından ye­
niden gündeme getirilecek · olan- "topl u m sözleş·m esi" kuramına başvurur. Her top­
lum sözleşmeci düşünür gibi, Epikuros da insan lığın i l k önceleri bir doğa durumun­
da bulunduğunu varsayar: İ nsanların birbirleriyle ilişkiye girdikleri anda, bencil ol­
malarından dolayı herkesin birbiriyle çatıştığı, haksızlık · yaptığı bir ortam da doğ­
muş olur. 3 7 İnsanlar, genel bir güvensizliğin hüküm sürdüğü bu durumun kişisel çı­
karlarını gerçekleştirmek bakımından hiç de uygun olmadığını kavrayarak, sırf
kendi haklarına saygı gösterilmesini sağlamak için kendilerinin de başkalarının hak­
larına saygı göstermey i bir ödün verircesine kabul ederler. Bu, "karşılıkl ı kötülük et­
memek ve kötülük görmemek için yapılmış, amacı fayda olan bir anlaşma"38, zım­
ni (örtük) bir sözleşme ile sağlan ır. Böylece, devlet i le h ukuk, insanlar arası ilişki leri
kolaylaştırıp onların güvence içinde daha fazla haz elde etmelerini sağlayan birer
araç olarak, bu sözleşmeden kaynaklanırlar. Yasalar ise, öngördükleri olumsuz yap­
tırı mlarla düzenin sürdürülmesine katkıda bul unurlar. 39
Siyasal ve huku l<sal yapılar söz1eşme ürünleri olduklarından ötürü, adaletin
kendiliğinden hiçbir değeri, hiçbir anlamı yoktur. E pikuros'a göre, "adalet kendili-

35 Aktaran: Brun, s. 1 1 8 ve Nizan, s. 2 3.


36 Prof. Dr. Recai G. Okandan, Umumi Hukuk Tarihi Di:rsleri, İstanbul, İstanbul Onivexsite­
si Yayınları, 1 9 5 1, s. 3 1 7.
37 Gerçekte bu " doğa durumu", bütün insanlar üzerinde etkili olan bir yaptırım gücünün,
yani siyasal iktidarın b ulunmadığı bir toplum durumudur.
38 Epiktir, s. 62 ; Epicure, s. 9 1 .
39 Lucretius, insanların bir sözleşme ile siyasal toplum durumuna geçmelerinin nedenini
şiirsel diliyle şöyle anlatır:
İnsanoğlu,
" ·······-·······

Zorbalıktan, çatışmadan bezmiş ti.


Gönüllü boyun eğdi, yasalann ve kurumların
Boyunduruğuna. Çok doğaldı elbette
Bu zorbalıktan kaçıp kurtulma isteği,
Adaletli kanunların hoşgörüsünden uzak ve her bireyin
Öfkesini insafsızca öç alarak giderdiği bir toplumda.
O zamandan bu yana, ceza korkusu dengeledi
Yaşam ödüllerinin tadını. Kendi zorbalığının
ve suçun geri tepmesinden korkar oldu kişi,
Toplumsal düzen sözleşmesini bozarsa,
Dingin, sıkıntısız yaşam süremiyor bir daha."
De Rerum Natura, V, 1 1 43-1 1 5 � ( Lucretius, s. 2 07).

279
ğ inden hiç bir zaman var olmamıştır. Bütün hukuk, herhangi bir yerde ve herhangi
bir zamanda, toplum içinde, kötülük etmemek ve kötülük görmemek i çin yapı lmış
bir anlaşmadan başka bir şey değildir. "40 Bu ba kımdan, insanlar kendi ara larında
anlaşıp itaat edecekleri bir siyasal erki ortaya çıkarmadıkça, haklılık ile haksızl ık,
a dalet ile adaletsizlik diye bir şeyden söz etmek, bunlar arasında bir ayrım yapmak
olanaksızdır.41 Bütün insanlar için geçerli olan bir doğa 1 hukukun varlığını kesinl ik­
le yadsıyan Epikuros, kendilerin i güvence altına almak isteyen insanlar tarafından
yaratılan h ukukun genellikle bütün devletlerde ayn ı içeriğe sahip olduğunu ileri sü­
rer. Çünkü hemen hemen her yerde insan doğası aynıdır ve siyasal toplum bir
sözleşmenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, toplumsal ilişki lerin bar ış­
cıl b ir biçim de sürdürülmesini sağlayan ve karşılıklılık ilkesine dayanan "adalet, ge­
nel olarak herkes için b irdir, eşittir. "42
Bununla birlikte E pikuros, hukuka .mutlak bir değer yüklemediğinden ötürü,
gelenekler, görenekler gibi adalet anlayışının da bir toplumdan bir başka topluma
farklılıklar gösterdiğini açı klar. Dolayısıyla, adalet, "bir ülkenin özellikleri ya da be­
lirleyici başka koşullar yüzünden her yerde herkes için eşit olmayabilir."43 Fakat
herkes yasalardan eşit pay almasa bile, eğer bu yasalar, karşı lıklı yararlanma ilkesine
göre düzenlenmişlerse, yani karşılıklı ilişki lerin gereksinmelerine yanıt getiriyorlarsa
adalete uygun durlar. Buna karşı lık, "eğer bir kişi, bir toplum içinde karşılıklı fay­
dalanmalara aykırı bir yasa koyacak olursa, bu yasa asla adaletli değildir.''44 Demek
ki, insanların yasalara uymalarının temel nedeni, siyasal toplumun sağladığı güven­
lik orta mı içinde, yasaların -farklı düzeylerde de olsa- kişilerin önceki durumlarına
göre daha fazla fayda elde etmelerini olanaklı kılmasıdır. Yalnızca kendini düşünen
insan, "doğa durumu"nun yol a çtığı acılardan kurtulup hazza ulaşabileceğini bildi­
ğ i i çin, yasalara katlanıp özgürlüğünün kısıtlanmasını kabul eder. Ayrıca yasaların
koyduğu cezalar, haksızlık etmeyi, adalete aykırı davranmayı, hiç de karlı, faydalı
ol mayan bir iş durumuna getirmekte ve böylece caydırıcı bir iş lev görmektedirler.
Daha açıkçası, kişi, haksızlık etmekle sağlayacağı yararların yakalanıp cezalandırıl­
dığında duyacağı acılara değmeyeceği için adaletin belirlediği sınırların dışına ç ık­
maktan kaçın ır. Üstelik yasaları, kuralları çiğnedikten sonra yakalanmasa bile, kişi
yine de hiçbir zaman suçunun ortaya ç ıkmayacağından emin olamaz. Yaka lanma
korkusu, sürekli olarak içini kemirir; korku i çinde yaşamak ise, acı veren bir durum­
dur. Öyleyse, yasalara ( dolayısıy la siyasal iktidara) boyun eğmek, her bakımdan ki­
şinin çıkarına daha uygundur.
Epikuros'un topluma, devlete ilişkin bu düşünceleri, y önetim biçi mleri arasın­
d a önemli bir fark gözetmeksizin, güvenl i b i r ortam içi nde karşılıklı kişisel faydalan-

-10 Epik ür, s. 62 ; Epicure, s. 92.


41 ' ' Birbirlerine karşılıklı kütiilük etmeıııc:k i<;in :ınlaşm.ı yapmak ellerinden gelmeyen var­
lıklar için adalet cie, adaletsizlik de yo !-.tur. . \ralar;nda b;lyle h.ir .ınl.ıgna y:ı.pm ak isteme­
yen ya da yapamayan uluslar icin de durum ayru<iır." E piktir, s. 6 2 ; Epicure, s. 9'.!.
42 Epikür, s. 6 3 ; Epic.:ure, s. 93.
-l3 lbid.
H İ bid.

280
maları sağlayan her iktidarı doğrular yöndedir. Polislerde yönetimlerin savaşan ko­
mutanlar arasında el değiştirdiği, ka_rgaşanin hüküm sürdüğü ve kimsenin yarınından
emin olmadığı bir dönemde 'yaşayan Epikuros için siyasal bakımdan en önemli
sorun, güvenlik sorunudur. Çünkü güvenliğin olmadığı yerde, kişisel faydadan, haz­
dan söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bu yüzden Epikuros, "insanlara karşı güven­
liği sağlayan her şeyin (yani yasaların ve devletin) iyi sayılmasının doğal olduğu­
nu"45 ileri sürer. Hatta Epikuros ile izleyicileri, güçlü. bir yönetimin huzur ile güven­
liği sağlamada daha etkili olduğuna inandıkları monarşiyi yeğleme yoluna gider­
ler .4 6 Dostluk da aynı a çıdan değerlendirilir. Epikuroscuların dostluğa büyük önem
vermeleri, bunun güvenliği sağlamaya ve yaşamı hoş kılmaya yarayan bir ilişki biçi­
mi (daha doğrusu bir araç) olmasından dolayıdır. "Dostluğun temeli faydaya daya­
nır... Biz dostlarımızın yardımlarından çok, onlardan her zaman yardım isteyebile­
ceğim iz güvencine gereksinim duyarız."47 diyen Epikuros'a göre, insan, arkadaşını
değil, fakat kendisini sevdiği için arkadaşlık ilişki leri kurar.
Her ne kadar siyasal toplum güvenlik için zorunlu bir kurum ise de, toplumsal
yaşam düzeyine geçiş -insanlık bakımından- bir. ilerleme, bir gelişme olarak görül­
memelidir. İnsan, ancak doğaya uygun bir yaşam sürerek özünü gerçekleştirebilir,
mutluluğa ulaşabilir; oysa toplum doğal bir kurum değildir ve insanı "doğallık"tan
uzaklaştırıp yozlaştırır. Bu nedenle insanın toplumdan uzak durması gerekir; ya da
daha doğrusu, doğal gereksinimlerin dışına çıkmayan ve böylece kendi kendine ye­
terli olan kişi (yani bilge), başkalarına ve topluma gereksinim duymaz ve bu yüzden
de kamusal yaşamın dışında kalmayı bilir. Bir bakıma, bilgelik ile toplumdan uzak
durma arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur: Kişi, bilge olduğu için top­
lumdan uzak durur; fakat aynı zamanda, toplumdan uzak kalabildiği için ya da en
azından toplumdan uzak ka labildiği sürece kişi, bilgedir.
Epikuros'un birbirine bağlı olan ve sonuçta bireyi toplumdan soyutlamaya va­
ran bu düşüncelerinin temelinde, doğanın yüceltilmesi fikri yatmaktadır. Antropo­
lojiye ilgi duyduğu anlaşılan Epikuros'a göre insanlık tarihi, bir evrim ya da daha
doğrusu bir dönüşüm tarihidir. Başlangıçta tek başlarına ilkel bir yaşam süren in­
sanlar, akıllarını kullanarak ve çeşitli buluşlarda bulunarak uygarlık düzeyine ulaşıp
toplum içinde yaşamaya başlamışlardır. Uygarl ık, insanlara çeşitli kolaylıklar getir­
miş olmakla birlikte, kesinlikle daha iyiye gidiş anlamında bir ilerleme değildir.
Çünkü insanlar, doğa ile uyum içinde olan yaşamlarından uzaklaştıkça, yani uygar­
laştıkça, yozlaşmışlardır. Bu süreç içinde insan, güçsüzleşmiş, başkalarına . gereksi­
nim duymuş ve böylece özgürlüğünü yitirmiş, sonunda da birlikte yaşamanın yol
açtığı her türlü kötülükle donanmıştır.48 Ayrıca uygarlık, doğal olmayan, yalancı

45 Epik.tir, s. 56; Epicure, s. 84.


46 Sabine (s. 1 31 ' tle), Epikuroscuların güvenliği en büyük siyasal değer saymalarının nede·
nini, onlann büyük çoğunlukla zengin sınıflardan gelmiş olmalarına l:Bğlar.
47 Epikür, s. 65 ve 66; Epkure, s. 1 00 ve 102.
48 Lucretius'un insanlann ilkel yaşamlarına ve yozla�malanna ilişkin kaleme altlığı dize­
lerden bazdan şunlardır!

281
_gereksinimlerin doğmasına yol açarak, insan ı sürekli bir korku ve huzursuzluk duru­
mu iç ine sokmuştur. Bu görüşleriyle yüzyıllar öncesinden J ean Jacques Rousseau'
nun bir habercisi olan Epikuros, içinde yaşadığı kargaşa ve huzursuzl uk ortamının
kendisi üzerinde yarattığı karamsarlığın da etkisiyle, toplumsal yaşamı insanlığın
ilerleyişi şöyle dursun, tersin � insanlığın düşüşü olarak algılamaktadır. Ona göre in­
sanı mutluluğa götüren gerçek ilerleme, kişinin gereksinmelerini ve isteklerini doğa­
ya uygun kılmasıdır. Demek ki ilerleme, gerçekte bir geriye dönüştür; ilkel in­
sanlarınki gibi, elden geldiğince doğa ile uyumlu bir yaşam sürmektir. 49
Bun un ekonomik bakımdan anlamı, azla yetinmedir. Epikuros'un para peşin­
de koşmayı kınayıp serveti aşağılaması, zenginliğin sefalete yol açmasından ve böy­
lece büy!:ik sayıda insanın çok zor maddi yaşam koşul ları içine itilmesinden dolayı
değildir. Epikurosculuk, soruna toplumsal değil, bireysel yönden yaklaşır. "Zengin­
liğe erişmiş olan birçokları dertlerine çare bulamamışlar, tersine başka, daha büyük
dertlere de düşmüşler� ir ."50 diyen Epikuros, zenginlik tutkı.isunun bireyi huzursuz
kılıp mutluluğa erişmesini engellediği içi n, zengin leşmeye karşı ç ıkıp azla yetinme­
yi yüceltir. 51 Görüldüğü üzere, Epikuros'un ideo lojik söyleminin, gerek siyasal, ge­
rek ekonomik açı dan, devrimci bir yönü yoktur. Epikuroscu ideoloji , kurulu düzeni
değiştirmeyi amaçlamaz, fakat -Sabine'in de belirttiği gibi- yalnızca bireylere te­
selli vermeye çalışır.5 2 Sosyo-ekonomik ve siyasal düzeni bir veri olarak kabul eder,
ancak kişinin içinde bulunduğu koş�l lardan rahatsız olup acı çekmemesi, dolayısıy­
la bireysel mutluluğa ulaşabilmesi için, düzenden , düzenin kurumlarından, kuralla­
rından, değerlerinden uzak durmasını salık vermekle yetinir.

"Kırlan dolduran insanlar çok dayanıklıydı


Bugünkülerden ·····-

....... Daha az duygundular


Sıcağa ve soğuğa, alışılmadık besinlere,
Hastalıklara.. ..
•• -

••.••.•.••• Bilinmiyordu
Ortak çıkar, töre ve yasa kısıtlamalan
Birey kendi düşünüp tek başına. avlanıyordu.
öldürücü denizcilik mesleği bilinmezken, bitiren
Besinsizlikmiş çelimsiz bedenleri ; şimdiyse besin.
Bilisizce z ehir yutarmış eskiler, şimdikilerse
Ustalıkla başkalanna sunuyor zehiri.
Bırak, onlar tutkunun dar patikasında, bitkin
Boş çabalarını sürdürsün kan-ter içinde,
Duyulanna değil kulaktan dolma bilgiye,
Boş sözlere, yetkeye bağlandıklarından
Bir adım ileriye gitır.eyeceklerdir eskisinden."
De Rerum Natura, V, 923-924 ; 9 26-928 ; 9 5 7-959 ; 1 006- 1 008 ; 1 1 30- 1 1 34 ( Lucretius,
s. 200-207).
49 Aubenque, s, 2 1 7 ; Robin, La pensee hellenique, s. 5 2 5-543.
50 Epiktir, s. 70.
51 Ertop ile Yetkin'e göre (s. 1 8 0) " Epikuros'un azla yetinmeyi b ir üstünlük olarak görme­
sinde, d�'Ililebilir ki, yeni yapının ve düzenin polisin standardının çok üzerindeki yaşam
biçimine karşı duyduğu tiksinti etkili olmuştur."
52 Sabine, s . 1 28.

282
Yal nız doğal ve zorunlu isteklere yönelip azla yetinen insan, kendi kendine
yeterli olma (autarkeia) durumuna ulaşmış demektir. Böyle bir insan, başka larıyla
ilişkiye girme gereksinimi duymadığından ötürü, kendisini huzursuzluk ve acı veren,
korkuya yol açan toplumsal yaşamın dışında tutan bilge kişidir. Toplumda siyasal
iktidar, yasalar, güven liği sağlamaya yönel ik iseler de, insanlar tutku l arın, duygula­
rın, doğal olmayan isteklerin tutsağı oldukları için, burada tam bir güvenlik ortamı
h içbir zaman gerçekleşemez. Bu bakımdan, "insan lara karşı güvenlik, güç ve zengin­
likle b ir dereceye kadar sağlanabilirse de, tam bir güven lik ancak başka larının işine
karışmadan ve kalabalıktan uzak olarak yaşam�k la sağlanır."53 Kendi kendine
yeterli olup toplu mdan uzaklaşan kişi, yalnı zca tim bir güven liğe kavuşmakla kal­
maz, ayrıca kendini özgür kıl ıp ruhsal dinginliğe ulaşmada karşısına diki len büyük
bir engeli de aşmı ş olur. Toplumdan uzaklaşma, doğal olarak siyasal yaşamdan da
kaçınmayı gerektirir. Epikuros, siyasete atılman ın, ka musal mevkiler peşinde koş­
man ın, insanı iki nedenden dolayı huzursuzluğa iteceğini ileri sürer. İ iki, siyasetle
uğraşan kişinin, diğer politikacılardan ya da y önetilenlerden kötül.ük göreceği, aya ­
ğının kayd ırılacağı endişesiyle sürekli olarak korku içinde yaşamasıdır. İkinci neden
ise, böyle bir kişinin iktidar tutkusuna tutsak olup boş, yalancı istekler peşinde
koşması ve böylece h içbir zaman acıdan kurtulamamasıdır. Epikuros'un kamusal ve
siyasal yaşamdan kaçınmayı bir bilgelik ilkesi durumuna .getirdiği bu düşünceleri,
polis ile birlikte siyasal birliğin de çöktüğü ve yurttaşlığın (pol itik insan ı n} hiçbir
anlamının kal madığı yen i düzen karşısında insan ların duyduğu karamsarlığı d ile ge­
tirmekte ve onlara h uzura kavuşabilecekleri kolay bir çözüm yolu sunmaktadır. 54
Epikuros, bilgenin kendisini toplumdan soyutlamasını savunmakla birlikte,
onun inzivaya çekilmesini, tek başına bir yaşam sürmesini istemez. Kurduğu okul­
da oluşturduğu bilgeler topluluğunu, ideal bir birlikte yaşam biçimi olarak önerir.
Ona göre, bilge ve erdemli kişiler arasında kurulan birliktelik, yarar, çıkar gözet­
meyen, karşılık beklemeyen gerçek dostluk üzerine temellendiril ir. Epikuros, bilge­
ler arası dostluğu şu sözleriyle yüceltir: "Bilgeliğin bütün yaşadığımız sürece mutlu
olmamız için bize sağladığı iyilikler arasında dostluk en büyüğüdür... Yüce bir ruh,
her şeyden fazla bilgelik ve do'Stluğa değer verir." 5 5 Bilgeler toplumunda herkes,
Epikurosculuğu benimsemiş yani bilgeliğe ulaşmış o lduğundan dolayı, birbirine eş it­
tir. Dış dünyada olup bitenlerle ilgilenmeden yalın bir yaşam süren bilgeler, eşitliği
ortak mülkiyeti uygulamaya değin vardırmazlar. Çünkü Epikuros'a göre, mallarını
ortak kullananlar birbirlerinden çekinen insan lard ır; birbirlerinden çekinen, emin
ol mayan insan lar ise gerçekten dost değillerdir. 5 6
Bilgenin insanlar arasında bir tanrı gibi olduğunu i leri süren Epikuros, insanla­
rı bilgeler ( yan i kendi öğretisini benimsemiş olanlar) ve bilge olmayanlar şeklinde

53 Epikür, s. 5 8 ; Epicurc, s. 87.


54 Daha sonraları Romalı Epikuroscular, siyasetten lı.zak. durma ilkesine ılımlı bir biçim ka­
zandıracak ve insanın herhangi bir zorunlulukla karşılaşmadığı sürece siyasal yaşamda
yer almamasını savunacaklardır.
55 E piktir, s. 6 1 v e 6 9 ; Epicure, s. 9 1 ve 1 1 2.
56 Maurice Solovine, Epicurc, Doctrines e t Maximes'in " Giriş" Bölümü, s.7.

283
ikiye ayırır ve birincilere diğerleri üzeri nde kesin bir üstünlük tanır. Çeşitli tutku­
ların, korkuların etkisinde olan ve doğaya aykırı bir yaşam süren kitlelerden hiçbir
beklentisi yoktur; on ların durumuyla ilgilenmenin bi lgeye huzursuzluktan başka bir
şey vermeyeceği inancındadır. Bununla birlikte, kendi kendine yeterli olamayan bu
insanların siyasal toplum içinde dah.ı güvenl i ve daha iyi bir yaşama kavuştuklarını
da belirtmeden edemez. Ayrıca, bi lge de belli . ölçüde siyasal toplumdan bir yarar
sa ğ lar. Çünkü, her ne kadar bilge, kamusal ve siyasal toplumdan uzak duruyorsa da,
( tıpkı Epikuros'un okulunun Atina'da kurulmuş ol ması gibi) o da tam anlamıyla
toplumun dışında değildir. Bu yüzden, toplumun yasaları, sıradan insan lar arasında­
ki ilişkileri düzenlediklerinden baş�, bu insanların, bilgeye kötülük etmelerini, ona
rahatsızlık vermelerini de önlerler. Epikuros'un deyişiyle. "yasalar bilgeler için kon­
muştur, ama haksızlık etmesinler diye değil de, haksızl ığa uğramasınlar diye."57
Görüldüğü üzere Epikuros'un temel sorunsalı siyasal değil, fakat ahlaksaldır.
Öğretisi, bireyi, toplumsal-siyasal yaşama sırt çevirtip içe döndürerek mutlu kıl ma­
ya yöneliktir. Yoksa çeşitli sorunlara toplumsal çözüm yolları getirmek ve bütün
toplumu, hatta bütün insan lığı selamete götürmek, huzura kavuşturmak gibi bir kay­
gısı yoktur. Bu nedenle Epikurosculuk, evrensel bir söylem kullanan ve işin içine
aşkın bir gücü sokarak kişilerin ruhlarına daha iyi seslenebilen Stoacılık i le Hıristi­
yanlı k karşısında başarılı olamamıştır.

C- STOA OKULU

Epikurosculuk ile ayn ı ortamda doğup gelişen Stoacıl ık, Helenistik dönemin
en tipik ve en önemli felsefe öğretisi olarak kabul edi lir. Bununla birlikte, Stoa Oku­
lu, tek bir düşünür tarafından bir dogma bi çim inde ortaya kon mamış olmasından
ötürü, zaman için de çeşitli değişikliklere uğramış, farklı koşullara ayak uydurabil­
m iş ve Roma İ mparatorluğu'nun en yaygın felsefesi durumuna gelebilmiştir. Bu ne­
den le felsefe tarih in de, Stoacılığın genellikle üç döneme ayrı larak incelenmesi yolu­
na gidilmektedir. Bu dönemler, öğretinin temel lerinin belirlendiği Yunanistan'daki
Eski Stoa ( İ .ö. 1 1 1 . yüzyıl), öğretinin Platoncu ve Aristotelesçi görüşlerle yoğrula­
rak Roma'ya açıldığı Orta Stoa ( İ .Ö. 1 1 . ve 1. yüzyıllar) ve öğretinin Seneca, E pik­
tetos ve Marcus Aurelius gibi Romalı düşünürlerce i l k biçi mine sadık bir şeki lde ye­
niden d ile getirildiği Yeni Stoa ya da R o ma Stoası 'dır ( i.S. 1 ve i l . yüzyıllar) Kitabı­
mızın kapsamı nedeniyle, burada yal nı zca Eski Stoa' nın düşünceleri ele al ınıp ince­
lenecektir.

1- Eski Stoa Düşünürleri

Eski Stoa'nıtı üç büyük düşünürü, Zenon , Kleanthes ve Khrysippos'tur. Stoa


Okulunun kurucusu say ılan Zenon ( İ .Ö. 336-264) , Feni ke kökenli varlıklı bir tücca­
rın oğlu olarJ k Kıbrıs' ın Kition (ya da Cittiu m ) kentinde doğdu ve yirmi yaşlarında

57 Epiktir, s. 7 1 ; Brun, s. 1 -18.

284
Atina'ya yerleşti. Burada farklı Yunan felsefe okullarına bağlı bulunan çeşitli filo·
zoflardan dersler aldı, Platon ile Ksenophon'un yapıtlarından okuyup öğrendiği
Sokrates'e büyük hayranlık duyup onun temsil ettiği bilgelik anlayışını benimsedi
ve Sokrates'in yaşayan .bir örneği olarak gördüğü Kynik filozof Krates'in etkisi al­
tında kaldı. Bu yüzden ilk yapıtlarını tümüyle Kynik öğretisi doğrultusunda kaleme
aldı. Fakat daha sonraları gerek kendisi, gerek ardılları, bu öğretide önemli değişik­
likler yaptılar ve Kyniklerin bazı düşüncelerini sürdürmekle birlikte bunlardan çok
farklı sonuçlar çıkardılar.
Zenon, İ .Ö. 300 yılı dolaylarında kendi okulunu kurdu. Okul, Atina'da Stoa
poikile'de (resimlerle süslü direkli bir galeride) açılmış olduğundan, hal k arasında
Stoa (direkli galeri) olarak adlandırıldı ve üyelerine Stoacılar denildi. Düşünceleri ile
kişisel davranışları arasında çelişki olmamasına özen gösteren Zenon, tutarlı kişili­
ğiyle, ölçülü, azla yetinen yaşayışıyla, Atinalıların gözünde büyük bir saygınlık ka·
zandı. Ona göre, yaşama dört elle sarılıp ölümü beklemek bilgece bir davranış değil­
di, zamanı geldiğinde yaşamdan çekip gitmesini bilmek gerekiyordu. Zenon, bu dü­
şüncesini de uyguladı : Düşüp parmağını kırınca bu dünyadan ayrılma zamanının gel­
diğini" düşündü ve yaşamına kendi elleriyle son verdi. 58
Zenon'un ölümünden sonra Stoa Okulunun başına Assos'lu ( Behramköy'lü)
K leanthes (İ .Ö. 3 12-233) geçti. . Çok yoksul bir yaşam sürmüş ve Zenon'a öğrencilik
edebilmek için büyük güçlüklere katlanmış olan Kleanthes, Stoa öğretisine dinsel
bir nitelik verdi. "Zenon'un soğuk entellektüalizmi yerine bir gönül sıcaklığı getir­
miş" 59 olmasına karşın� Epikuroscuların ve_ Yeni Akademia'nın saldırılarına karşı
koyamamasından ötürü, başkanı bulunduğu sürece Stoa Okulu sürekli olarak geri­
ledi. Öğretmeninin yaşam biçimini kendine model alan Kleanthes, tıpkı onun gibi
intihar ederek öldü. Diogenes Laertius'un aktardığına göre, ölümü, dişetindeki bir
yara nedeniyle hekimin önerdiği iki gün yemek yememe rejimini uygulayıp ardın·
dan yarasının iyileşmesine karşın, yolun sonuna kadar gideyim diyerek hiç yemek
yemeyip kendini açlığa mahkum etmesi sonucLUJda olmuştur. 60
Kleanthes'in yerine Khrysippos ( 1 .ö. 281 -208) geçti. Soloi'de (Taşköprü) ya
da. Tarsus'ta doğup Atina'ya göç eden Khrysippos, Kleanthes'in öğrencisi oldu.
Kendisinden önceki Stoacıların öğretilerini geliştirip tamamladı; geniş bilgisi, kıv·
rak zekası, diyalektikteki büyük ustalığı ile tutarlı bir sistem oluşturdu ve rakip fel­
sefi okulların eleştirilerini çürütüp karşı saldırıya geçmesini bildi. Bu nedenle Khry­
sippos, Stoa Okulunun "ikinci kurucusu" sayılır. Diogenes Laertius, " K hrysippos
olmasaydı Stoacılık da olmazdı" denildiğini belirtir. 6 1
Stoa Okulu, Atina'nın dördüncü büyük felsefe okulu sayılmakla birlikte, en az
Yunanlı olanıdır. ilk üç büyük düşünürünün hiçbiri Atinalı olmadığından başka Yu­
nan Yarımadasından da değildir; hepsi Asya'dan (Anadolu'dan, Kıbrıs'tan ya da

58 Dio�ne Lii.erce, II, s. 61.


59 Gökberk, s. 1 09.
60 Diogene Lii.erce, il, s . 1 1 2.
61 lbid, s. 1 1 5.

285
Fenike'den) gelmiştir. Öğrencilerinin çoğu da Doğu kökenlidir. Doğu düşünce­
sine yabancı olmayan Stoacı filozoflar , bunu Attika felsefesinin ana düşünceleriyle
yoğurmuşlar ve böylece Helenistik döneme -en uygun düşen düşünce sistemini yarat­
mışlardır. Polisi bir Atinalı kadar önemsemeyen, polisin çöküşü karşısında yı lgın lığa
düşmeyen Stoacılar, imparatorlukların gelişmesiyle beliren yeni durumlara kolay lık­
'
la ayak uydurmuşlar, hatta bunların kabul edilip benimsenmesine katkıda bulun­
muşfardır. Ortaya koydukları öğreti, -ileride göreceğimiz farklı yönleri nedeniyle­
çeşitli kesimlere seslenebilmiş, özellikle de üst sınıfların aydınları arasında ve siyasal
iktidarlar çevresinde yayılmıştır. Stoacılık, bu özelliğini Roma döneminde de
sürdürmüştür; öyle ki, Roma'nın çıkardığı en önemli Stoacı düşünürlerden birisi
olan Marcus Aurelius, aynı zamanda siyasal iktidarın en üst basamağında yer alan ki­
şidir, yani Roma İ mparatorudur.
Eski Stoa'nın üç büyük düşünürünün çok değişik konularda birçok yapıt ver­
diği bilinmektedir. Çok çalışkan bir kişi olan Khrysippos'un yazdıklarının sayısı ye­
diyüz beşi buluyormuş. Ancak bu yapıtlardan hiçbiri, birkaç fragment dışında, gü­
nümüze kadar gelebilmiş değildir. Bu yüzden Eski Stoa'nın öğretisini ortaya koy­
mak için, Roma dönemindeki Seneca, Epiktetos gibi Stoacılar ile Stoa Okuluna
eleştiriler yöneltmiş Plutarkhos, Plotinos, Sekstos Empeirikos gibi düşünürlerin ya­
pıtlarına ve Diogenes Laertius gibi felsefe tarihçi lerinin çalışmalarına baş vurmak
gerekir.

2- Stoacı Felsefe

Epikurosculuk gibi Stoacılık da, herşeyden önce insanın bağımsızl ığını , yet­
kinliğini amaçlayan bir ahlak öğretisidir. Felsefe, Zenon'a göre mantık, fizik ( meta­
fizik) ve ahlak olmak üzere üç dala ayrılmakla birlikte, gerçekte bir bütün oluştu­
rur. 6 2 Her biri, diğerlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Fizik, felsefenin odak noktasında bu­
lunan ahlaka temel olma işlevini görür; mantık ise gerek fiziği, gerek ahlakı bilgi yo­
luyla desteklemeye yarar.

a- Mantık

Stoacılar, mantık çerçevesinde özellikle bilgi sorunu üzerinde dururlar. Sok­


ratesçi entellektüalizmi büyük ölçüde sürdürmekle birlikte, bilgi anlayışlarını,
Kyniklerin etkisiyle, duyumcu (sensüalist) bir temel üzerine oturturlar. Stoacılara
göre, evrensellerin, yani genel kavramların nesnel bir gerçekliği yoktur; bunlar dü­
şüncenin soyutlamalarıdır. Ruhta doğuştan kavramlar bulunmaz. Bütün ilk tasarım­
ların kaynağı, dış et_kiler yüzünden ruhta oluşan izlenimlerdir. Bilginin duyularla
sağlandığını ileri süren Zenon ile Khrysippos için, her nesne ruhta, tıpkı bir mühü­
rün bal mumunun üzerindeki gibi, bir izlenim bırakır. 63

62 Gökberks, s. 1 03 ; Robin, la pcnsec grecque, s. 4 1 3; Weber, s. 400', \\'emer, s. 1 82.


63 Caratini, s . 1 6 3 ; Weber, s . 4 0 1 .

286
Ancak izlenim, bilgi değildir. Onun bilgiye dönüşebilmesi için, ilk tısarımdan
(phantasia) objeyi (nesneyi) elden geldiğince tıpkı tıpkısına yansıtan, onu olduğu
gibi kavrayan tasarıma ya da kavramaya (katalepsis) geçmek gerekir. Doğru'nun,
bilgi'nin ölçüsü olan katalepsis, tasarım ile yansıttığı nesne arasında uygunluk oldu­
ğunun zihin tarafından kabul edilmesidir. Katalepsis sözcüğünün ifade ettiği bilgi,
bütün insanlarda ortak olan ortalama bir bilgidir, doksa'dan daha üstündür; fakat
katalepsis 'in de üstünde episteme vardır. Sarsılmaz kavrama, yani kesin bilgi; bilim­
sel bilgi olan episteme 'ye yalnız bilge sahiptir. 6 4

b- Fizik (Metafizik)

Stoacılık, bilgi öğretisinde olduğu gibi fizik ( metafizik) öğretisinde de Kynik


Okulunun etkisini taşımaktadır. Aristoteles'in düalizmini ( i kiciliğini) yadsıyıp mo­
nizmi (tekciliği) benimseyen Stoacılara göre gerçek olan, yani k�smos'un temel il­
kesi olan, -birdir ve bu maddedir; çünkü yalnız maddesel olan varlık, bir şey yapma­
ya ve kendisiyle bir · şey yapılmaya elverişlidir. Bu maddesel ilkede biri etkin, diğeri
edilgin olan iki öğe vardır. Etkin öğe, her türlü nitelikten yoksun olup devindirilen
ilk maddedir (prote hyle). Maddeyi devindiren ve ona biçim veren, etkin öğedir
(aiton). Etkin öğe, her ne kadar akılsal bir öze sahipse de, cisimselliğin ötesinde de­
ğildir; daha doğrusu bd öğe, ince bir madtfedir.
Akılsal öğeyi bir cisim olarak algılayan Stoacılar, Herakleitos'tan esinlenerek,
onu Ateş i le özdeşleştirirler. Ancak bu Ateş, Herakleitos'.un öğretisinden farklı ola­
rak, yalnız kemirici, yok edici değil, fakat yaratıcı ve biçimlendiricidir. Evrendeki
bütün varlık türleri ondan kaynaklanır. Bu bakımdan Ateş, evrenin her yanına işle­
yen ve onu canlı tutan bir soluk (pneuma) gibidir; kendini insanda akıl (nous}, hay­
vanda ı'uh (psykhe), bitkilerde dar anlamıyla doğa (physis) ve cansız nesnelerde ye­
tenek (heksis) olarak gösterir. Evren sonsuz değildir; belli süreler içinde Ateş'e geri
döner ve yeniden ondan doğar, bu arada kabalaşmış olan nesneler arınmış olurlar.
(katharsis) Evrenin zincirleme bir biçimde art arda gelen bu yok oluş ile oluşları,
tanrısal yazgı tarafından belirlenmiştir.
Her şeyin yaratıcısı olan bu Ateş, bu evrensel Akıl (Nous, Logos) , Stoacılara
göre Tanrı'dır. Canlı, ölümsüz, akıllı, yetkin, mutlu olan Tanrı, dünya gibi birdir.
Halk dininin çok sayıdaki tanrıiarı, gerçekte bu tek Tanrı'nın farklı yönlerini gös­
teren çeşitli adlarından başka bir şey değillerdir.65 Tanrı dünyayı (ve kosmos'u )
yaratmakla kalmaz, onun özünü, ruhunu da pluşturur. Demek ki, dünya Tanrı'nın

64 Ciceron, Premien ,'\cademiques, il, 1 45'de (Les Stou:iens, Textes traduits par Emile
Brehier, edites sous la dircction de Pierre-Maxime Schuhl, Paris, Gallirnard, 1 962, s. 255)
Zenon'un farklı· bilgi düzeylerini şöyle açıkladığını yazar: " Zcnon, elini açıp parmakla­
rını uzatarak, "İşte tasanın budur" derdi; ardından katale�'i. göstermek ic,i ıı parmak­
larını kapatıp elini yumruk yapardı. En sonunda da "Bilgeden başka kimsenin sahip ol­
madığı bilim budur" diyerek, sol eliyle sağ yumruğunu sıkıca kavrardı."
65 Diogene llercc, 11, s. 100; Wemcr, s. 1 84.
ta kendisidir, Tanrı'ya içkindir.66 Bu yüzden Stoacılar, Tanrı ile doğayı bir tutarlar.
Böylece Stoa Okulu, tanrısal aklı ve yasayı doğaya içkin kılan, Tanrı ile doğay ı öz­
deşleştiren öğretisi ile, panteizmin (kamutanrıcılığın ya da doğatanrıcı lığının), hat­
ta kosmoteizmin (evrentanrıc ılığının) temellerini ortaya koymuş olur. Bu öğretiye
göre, evrene can veren ve yöneten evrensel ya da tanrısal akıl, bir yasa görünümü al­
tında, doğadaki bütün nesneleri, bütün varlıkları birbirine bağlı kılar ve her şeyi, her
davranışı kesin olarak önceden belirler. Çiğnenmesi ya da karşı çikılması olanaksız
olan bu yasaya Stoacılar "Yazgı" a_d ını verirler. Daha önce Yunan düşüncesinde ir­
rasyonel {akıl dışı) bir güç olarak kabul edilen yazgı , Stoa felsefesinde bütün
olayları, olguları belli bir ereğe göre belirleyen evrensel akı l anlamını kazanır. 67 Do­
layısıyla doğadaki hiçbir şey, akla aykırı bir şekilde gerçekleşmez; bir başka deyiş­
le, Tanrı, var olan her şeyin nedenidir. Ancak bu noktada bir güçlük belirir: Kötülük­
ler nasıl açı klanacaktır? Stoacıların bu soruna ilişkin getirdikleri açı klamalar, hem
pek sağlam değildir, hem de kendi aralarında çelişmektedir. Khrysippos, iyil ik gibi
kötülüğün de tanrısal akılın düzeni içinde yer aldığını ileri sürer ve bu savını doğru­
lamak için iki "kanıt" getirir. İlk olarak, Herakleitos' un bir şeyin var olabil mesinin
karşıtının olmasına bağlı olduğu düşüncesinden esinlenerek, iyiliğin zorunl u olarak
kötülüğü çağrıştırdığını ya da daha doğrusu kötülüğü var kı ldığını belirtir. İ kinci
kanı t o larak ise, yüzeysel bir bakış açısıyla kötü görünen şeylerin, gerçekte kötü ol­
mayıp bütünün ( doğal düzenin) yetkinliğine katkıda bul unduklarını savunur.68
Khrysippos'un bu açıklamalarına karşılık Kleanthes, Zeus'a Övgü adlı yapıtında, kö­
tülüklerin Tanrı'dan değil, fakat tanrısal yasaya karşı çıkan kötü insanların özgür is­
ten çlerinden kaynaklandığını yazar. 69 Daha sonraki Stoacılar da bu çelişkili açık­
lamalar arasında bocalayıp durmuşlardır.
Stoa maddeci fizik öğretisi, açıkça ideoloji ktir. Bunun bu şekilde ortaya kon­
masındaki gerçek amaç, ahlaksal-siyasal düşüncelere üzerinde oluşabilecekleri bir te­
mel hazırlamaktır. Georges Rodier, bu konuda şunları yazar: "Stoacılar, herkesin
erdeme ve mutluluğa ulaşabil mesini istemişlerdi ve bunun bu dünya yüzünde ger­
çekleşmesini arzulamışlardı Fakat bunun için, yaşadığımız dünyanın en güzel ve
•.•

en yetkin olması, ondan daha üstün bir dünya ile gözlerimizi n önündekilerden daha
başka gerçeklerin bulun ma ması gerekiyordu İ şte, kanımca, Stoacıların maddecili·
• ..

ğinin nedeni budur; işte bu nedenden ötürü Stoacılar, Platon ile Aristoteles öncesi­
ne yönelerek, Herakleitos'tan eski İ yo nya doğalcılığını (naturalisme) ödün ç almış­
lardır ." 70
Baştan aşağı tanrısal akıl ile donanmış olan dünya, canlı bir varl ık olarak ken­
di kendini bilgece yönetmektedir. İ nsan, evrene, doğaya baktığında, burada hüküm

66 Ancak bu içkin oluş, Quatini'nin (s. 1 66'da) belirttiği gibi, mutlak değildir. Çünkü Tan­
ıı'run belli ölçüde dünyadan (ve kosnm 'tan) bağımsız bir varlığı vardır; evrensel yanışta
dünya yok olur, oysa Tann bundan etkilenmez.
67 Brehier, s. 3 1 4.
68 Aubenque, s. 2 0 0 ; Bre hier, s. 3 1 8 ; Wemer, s. 1 88.
69 "Hymne a Zeus", Ln S toıcii:ıu, s. 7.
70 Rodier, Etudes de philosophie grecque, s. 250'dcn aktır.ın Aubenque, s. 2 0 1 .

288
süren güzelliği, düzeni, uyumu görebilir. Çünkü insan, diğer canlılarda bulunmayan
akla sahip olması nedeniyle, tanrısallığa en yakın olan varlıktır. Bu yüzden insanın
ruhu, hayvanınkinden çok farklı olup, tanrısal ruhla öz bakımından aynıdır. İnsan
ruhunun bedenle olan bağlantısı, tanr ısa l ruhun kosmos i le kurduğu ilişkiye benzer.
Bedene canlılığını, devinme yeteneğini veren ve birliği sağlayan ruh, ince bir madde­
dir, sıcak bir soluktur (pneuma) 7 1 • Stoacılar, bedenin her yanına işlemiş olan ruhu
sekiz bölüme ayırırlar. Bunlar, beş duyu, konuşma yetisi, üreme gücü ve ak ıl d ır 72 .

Düşünen ve karar veren bölüm, yani akıl, diğer bölümleri egemen l iği altında bulun­
durarak ruhun birliğini (hegemonikon) sağlar . Ruhun aklın egemenliğinde bir bütün
olarak �lgılanması, Stoa ruh öğretisine maddecil iğinin yanında ayrıca akılcı! (rasyo­
nel) bir nitelik de kazandırmaktadır. Çünkü her türlü etkinliklerden başka, iyilikler
de kötülükler de ruhtan kaynaklanır. Demek ki tutkular, aşırı istekler,' içgüdüsel
tepiler gibi kötülükler, yanlış bir uslamlamaya, doğru olmayan bir düşünceye daya­
nırlar. Öyleyse, kişinin ahlakça düzelmesi, yetkinliğe ulaşması mümkündür ve
bu n u n için aklını mutlak egemen kılması yeterlidir. Stoa Okulu, b uradan .yola çıka­
rak ahlak öğretisini ve bilge idealini ortaya koyar .

c- Ethika (Ahlak)

Diğer Yunan felsefe okulları gibi Stoacılık da in�nın mutluluğunu amaçlar.


Fakat Akademia ile Lykeion'dan farklı olarak, Stoa Okulu, mutluluğa bireyci bir an­
lam yükler ve Epikurosculuğu andırırcasına mutluluk ile bireyin kendi kendine ye­
terli duruma gelmesi arasında bir bağlantı kurar. Stoa ahlak anlayışı, mutlu yaşamın
akla uygun olduğu düşüncesi üzerine kuruludur. Akıl erdemin temelini oluşturdu­
ğundan, akla uygun bir yaşam, aynı zamanda erdemli bir yaşam demektir. Öyleyse
mutluluk, erdemi, erdemli olmayı gerektirmektedir. 73 a Ancak burada dikkat edil­
mesi gereken bir nokta vardır: Erdem yalnız kendisi için istenmeli, yoksa erdemli ol­
makla (daha doğrusu erdemin berhangi bir parçasına sahip olmakla) kişi kendisi
için servet, onur, mevki gibi "dünyasal" bir kazanç sağlamayı düşünmemelidir. Çün­
kü bir bütün olarak erdem, kişiyi mutluluğa .götürdüğünden, zaten en büyük iyilik­
tir. üstelik bazı er dem l ere (ya da erdemin bazı parçalarına) sahip olmak ve diğerle­
rinden yoksun bulunmak diye bir şey söz konusu deği l d ir. Erdemler birbirlerinden
ayrılrnadıklarına göre, kişi ya erdemlidir ya da erdemsizdir; bu ikisinin arasında bir
orta yol bulunmaz. Bu, tıpkı denize düşen bir insanın ister derinde, ister sığ sularda
olsun, boğulması gibidir. 73 b

71 Stoa Okulu, ruhun mutlak ölümsüzlüğü düşüncesini yadsır. ölümsüzlüğün yalıuz Tann'
ya özgü olduğunu kabul eden Zenon ile Kleanthes'e göre, bedenden aynlan ruh, belli bir
süre-yaşamuu sürdürür ve evrensel yanış oluşunca yok olur, y:ı. da daha doğrusu tanrısal
Ate�'in (Logos) içinde erir. Khryslppos, bunun ancak bilgelçrin ruhlan için doğru oldu­
ğunu, di ğer insanlann ruhlarmın ise bedenleriyle birlik_te onadan kalktığını ileri sürer.
72 Diogene 11ierc e, il, s. 8 7 ; Birand,-s. 1 0 1 ; Brehier, s. 319; Gökberk, s. 1 04.
73a "Zenon, mutluluğun yalıuzca erdeme bağlı olduğunu düşünür." Ciceron, Premiers Aca·
demiques , II, 1 34 ( Les S toıciens, s. 250).
73b Brehier, s. 330; Werner, s. 1 91 -192. '

289
Epikuros'un aklı doğadan soyutlamasına kar Ş ılık, Stoacılar, doğayı akılla do­
nattıkları için, insanın kendisi ile doğa arasında bir uyum kurması, doğaya uygun
bir yaşam sürmesi sonucunda erdemli olacağını, dolayısıyla mutluluğa kavuşacağı­
nı ileri sürerler. Onlara göre, "doğaya uygun yaşam" ile "akla uygun yaşam" aynı
şeydir. Çünkü insan, gerek bedeniyle, gerek ruhuyla tanrısal düzen in, doğan ın bir
parçasıdır ve logos (evrensel akıl, evrensel ateş) onun ruhuna bir kıvılcım şeklinde
aklı yerleştirmiştir. Akıl, insana özgü doğadır, insanı diğer varl ıklardan ayrı, hatta
üstün kılan özelliktir. Bu yüzden insanın kendi doğası ile uyum içinde olması, akla
uygun bir yaşam sürmesi demektir. (Buna, aklın doğru duruma getiril mesiyle ya da
bir başka deyişle doğru aklın, yani erdemin, elde edilmesile ulaşılır.) Fakat ayrıca
insan aklı evrensel aklın bir parçası olduğundan, akla uygun yaşam, aynı zamanda
insanın yaşamını evrensel doğaya uygun kılması, evreni, doğayı yöneten yasaya bo­
yun eğmesi anlamını da kazanır.
Evrende herşey tanrısal akıl tarafından düzenlenip belirlendiği için, doğada
( dünyada) rastlantıya yer yoktur. Doğaya bütünüyle, içkin ve organik bir zorunlu­
luk, bir yasa egemendir. Doğanın bir parçası olan insan da, bu zorunluluğa bağlıdır,
Yazgı'dan kaçınması olanaksızdır. Hiçbir insan dünyanın gidişinden kendini sıyırıp
ayıramayacağına göre, akla uygun davranış bu gidişi olduğu gibikabul edip benim­
semesi ve yazgısına boyun eğmesidir. Çünkü böylece ki�i, nası l olsa değiştiremeye­
ceği yasaya (yazgısına) karşı boş yere mücadele vermekten ve bunun sonucunda sı­
kıntıya, üzüntüye düşmekten kurtulur.
Stoa Okulunun yazgının değiştirilemeyeceğine ilişkin bu düşüncesi, insanın
istenç özgürlüğünü dışlayan mutlak bir yazgıcılığa (kaderciliğe) varmaya açık gö­
rünmektedir. Bundan yararlanmayı düşünen ra kip felsefe okulları, Stoa ahlak öğ­
retisinin bu zayıf noktasına çeşitli eleştiriler yönelterek saldırmışlardır. Bu eleşti­
riler, özellikle, Stoacılığın insanı eylemsizliğe ittiği görüşü üzerinde yoğunlaşmak­
tadır. Çünkü onlara göre Stoa öğretisi, her şeyi yazgıya bağlayarak, insanın kendili­
ği nde.o herhangi bir şey yapmasına gerek bulunmadığı sonucuna ulaşır. Örneğin bir
hasta, doktora gitse de gitmese de, eğer yazgısında iyileşeceği yazıyorsa iyileşecek­
tir; öyleyse akıllıca davranış, hastanın yatağına yatıp yazgısında belirlenmiş olan so­
nucu beklemesidir. Khrysippos, "tembel akıl" adıyla bilinen bu eleştiriye karşılık
olarak, herşeyin birbirine bağlı bulunduğunu, dolayısıyla hastanın yazgısında iyile­
şeceği yazıyorsa, kesinlikle doktora gideceğinin de yazılı olduğünu ileri sürer. 74
Ayrıca Stoacılar, Yazgı ile insanın özgürlüğünü uzlaştırdıkları kanısındadırlar. Bunu
da şu şekilde.açıklarlar: İnsan, her ne kadar doğanın yasasına, yazgıya mutlak bir
biçimde bağımlı ise de, bu zorunluluğu algılayacak bir akla ve nasıl davranması ge­
rektiğini gösteren bir bilince sahiptir. Bundan dolayı her kişinin, doğasına uygun
olarak çeşitli nesneler, olaylar karşısında doğru değerlendirmeler yapma ve iyi ka­
rarlar alma, kısacası duygulanımları değil, fakat aklı kendisinde egemen kılma özgür­
lüğü vardır. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Demek ki, <lkl ını kullanmak ya da kul­
lanmamak ve böylece erdemli (mutlu) ya da kötü olrnayi seçmek, insanın elinde

74 Wernc:r, s, 1 8 5.

290
olan bir şeydir. Bu seçim insanın özgür bir istence sahip olduğunu gösterir. Fakat
yine de gerçek özgürlük, yaşamın akla, doğaya uygun kılınmasında, yani kişinin
yazgısını anlayarak bilinçli bir şekilde bütün benliğiyle ona katılmas ında bulunur.
Stoacıların özgürlük ile Yazgı'yı bağdaştırma işlemlerinin pek başarılı olduğu
söylenemez. Daha doğrusu Stoa ahlak öğretisi, istenç özgürlüğüne yer vermekle bir­
likte, kendini yazgıcılığın kıskacından kurtarabilmiş değildir. Çünkü bu öğreti, öz­
gürlüğün her şeyi belirleyen doğa yasasına uyulması olduğunu saptayarak, kişinin,
içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun ve 0laylar ne yönde gelişirse gelişsin,
bunları yazgı .o larak göriip benimsemesine yol açar. Buna göre, kişinin, durumunu,
konumunu, dünyanın gidişini değiştir meye çalışması boşunadır. Üstelik soyluluk,
zenginlik, ünlülük gibi dış değerler, doğal olmadıklarından ötürü, boş, önemsiz şey­
lerdir ve bunların peşinde koşmak insana ya.l nızca mutsuzluk verir. Bu bakımdan
birey, yoksul, hatta köle bile olsa, bunun yazgısı olduğu bilincine varmalı ve yok­
sulluğunu, köleliğini (özgürce) kabul edip öyle davranmalıdır.
Stoa Okulu, doğayı öğretisinin odak nokusına yerleştirerek, bir yanda yazgı­
cılığa yol açarken, öte yanda ahlaksal yaşamın, erdemin bütün insanlar için olası
olduğu düşüncesine ulaşır. Çünkü, doğası gereği a kıllı bir varlık olan her insan, ev­
ren (doğa) ile uyum içinde yaşayabilir ve böylece yetkin mutluluğu elde edebilir.
Bunun için insanın, ne kadar cahil olursa olsun, "tanrısal aklın bir tiyatro sahnesi
.
gibi düzenlediği dünyada "75, yazgı tarafından kendisine verilen rolü bilip yerine
getirmesi yeterlidir. Fakat bu düşünce, kuramsal bir olasılığı, daha doğrusu bir ide_­
ali ifade eder. Gerçekte durum, çok farklıdır: İ nsanların yalnızca küçük bir azınlığı,
doğalarının gereğine ve aklın yasasına göre davranmaktadır; çoğunluk ise, akıl dışı
bir yaşam sürmektedir. Böylece Stoacılar, bu görüşlerinden, insanların bilgeler ve
bilge olmayanlar . (akılsızlar, deliler) olmak üzere ikiye ayrıldıkları sonucunu çıka­
rırlar. Onlar için, kendini evrenin bir parçası olarak algılayan ve bütünün içindeki
yerini kavrayıp ona göre davranan bilge, mutlak erdemli kişidir. Bu yüzden, bir tan­
rı gibi, yetkin mutluluğa ulaşmıştır. Kendi kendine yetmesini bilen bilge, aklını doğ­
ru duruma getirmiş olmasından ötürü hiç yanılmaz, hiçbir kötü davranışta bulun·
maz. Ayrıca tam anlamıyla özgürdür de; çünkü kendini aşırı isteklerden; tutkulardan,
doğa dışı duygulardan kurtarıp bir "duygusuzluk" (apatheia) durumu içine sok·
muştur ve mutluluk için bir değer taşımayan saygınlık, servet, sağlı ( hatta yaşamın
kendisi gibi şeyler karşısında kayıtsız kalmayı, gerektiğinde bunlardan vazgeç meyi
başarmıştır. Bu nedenle, yaşamını doğru aklın rehberliğinde sürdüren bilge, dış ko­
şullardan hiç etkilenmeksizin hep mutlu olarak kalır.
Macit Gökberk'in de belirttiği gibi, Stoa'nın bu ahlak anlayışı, iyi ile kötü ara­
sında mutlak bir karşıtlık kurmakta ve yaşam da dahil olmak üzere her türlü dünya­
sal değeri dışlayan bilge ahlakının ( mutlak iyinin) kesinlikle eyleme dönüştürülme­
sinde ısrar etmektedir; bu da, onun hemen hemen hiçbir insanın kolaylıkla benim­
seyemeyeceği aşırı katı (rigorist) bir niteliğe sahip olması sooucunu doğurmakta­
dır. 76 Stoacılar, doğru akıl ya da bilge ahlakı olarak adlandırılabilecek bu ahlak an-

75 Aubenque, s , 203; Sabine, s. 1 -1 3.


76 Gökberk, s . 1 07.
291
layışl.ırı n ı n , gerçekle uyuşmad ığını ve üstelik top l u msal yaşa m ı da d ı ş lamaya vardı­
ğ ını görerek, soyutlamalar i ç in de kay bol up gitmemek amacıyla, i ki n ci derecede bir
ah lak anlay ı ş ı o l u şturmuşlardır. 77 Bir bakıma iki aşırı u.cun arasında yer alan bu aiı­
lak.ı göre, mutlak i y i l iğ i içermemekle birl ikte y i ne de doğaya uyg u n l uk bakımından
görece b ir değeri o lan ve bu nedenle iste nip yapı l ması gereken bazı şeyler, bazı ey­
lemler va rdır. Örneğ i n , eğer doğru akıl tersini söylemiyorsa, sa.ğ l ı ğı hasta l ı ğa yeğle­
mek doğaya daha uyğundur. Stoacıların " ödevler" olarak ad landırdı kları bu ikincil
değerler, bireye ken d i n i ve benzerleri n i koruyup kol lamak, insan lara yardı m etmek,
aile ile to p l u msal yaşamın gerekler ini yetiren getirmek, siyasal sorum l uluk lar a l mak
gibi çeşitl i ahlaksal davranış ka l ı p ları sunarlar. Her ne kadar ideal olan bilge ah lakı
ise de, pratik yaşama yönelik b u ikinci derecede ahlakın da bütün insan lara ( da ha
doğrusu b ilgeliğe ulaşamayacak sıradan insanlara} seslenebil mesi bak ı m ından bir üs­
tünlüğü bulunmaktadır. Ayrıca i ç erdiği ödev a n loı.y ı ş ı , Stoa c ı ların, Kyni klerden
farklı olarak, top l umsa l -siyasal değerleri bütünüyle yads ı ma y ı p onlara bel l i bir değer
ver melerini sağlamıştır_

3- Stoacılığın Siyasal Düşünceleri

Stoacı l ık, Helenistik dönemin diğer felsefe o k u l u n u n ters i ne , bireyci ah lak öğ­
retisini uç boyutlarına kadar götürüp bireyi to p l u m da n soyutlamaya varmaz, fakat
bireysel mutluluğu büyük ölçüde toplumsal yaşam i çi n e yerleştirir ve ayrıca bireyci­
lik ile evrenselciliği uzlaştırmaya yönel ir. Stoacı lara göre, yalnızca ak ı l l ı varl ı klar
olan insanlar toplumsal bir yaşam sürebi lirler ve sürmeleri de gerekir. İnsanın ben­
zerleriyle birlikte yaşamaya gereksinme d u y mas ı , doğaya, dolayısıyla akla uygun bir
i çgüdüdür. Demek ki insan , mutl uluğunu bireysel düzeyde, kend i i ç i n de elde etme­
sine karş ı n, yaşamı n ı toplumsal bir çerçeve i ç i n de sürdürür. İ nsa nların bu birl i kte­
liği, toplumsal o l maktan başka, "evrensel" ya da metafi zi ksel bir nite l i k de gösterir.
Çünkü bütün insanlar, evrensel düzen i n temel par çaları olarak logos 'tan pay almış­
lardır, daha açıkçası hepsi de Tanrı'nın çocuklarıdır. B u nedenle insanlar, birbirleri­
ne benzerler, hatta birbirlerinin kardeşidirler.
Böylece Stoacılar, bütün insanların tanrısal a k ı l da n pay ald ıklarını ve isteseler
de iste meseler de aynı şekilde tanrısal -doğal yasanın hükmü altı nda bulunduklar ı n ı
i leri sürerek insanların eşitliği düşüncesine ulaşırlar. İ nsan lar aras ı nda ulusal, sın ıfsal,
ırksal vb. türden h i çbir ayrım, doğal değ i l d ir. B u tür ayrı m lar yapmak, gerçekte bir
bütün olan insanlığı yapay olarak bölmek demektir. Oysa Yunan ile barbar, zengin
i le yoksul, özgür i le köle arasında, doğal yasa gereğince hiçbir fark yoktur; bunların
hepsi eşittir. İ nsanların evrensel eşitl iği, o n ların hepsin i n mutlak adaleti gösteren
doğal yasaya zorunlu olarak bağı mlı o l ma larında da görülür. Krallar olsun, uyruk­
lar o lsun herkesi baglayan doğal . yasa, h i ç değiş meyen tanrısal buyruktur, tanrısal
adalettir. K hrysi ppos, Stoa doğal hukuk öğretisini açı kladığı yapıtında, doğal yasa­
dan şöyle söz eder: "( Doğal) yasa, gere k ta nrısal, gerek insansal olan her şeye ege-

77 Aubenque, s. 204; Labrousse, s. 8 3 ; Wemer, s. 192 ; Robin, La pensee grecque, s. 426.

292
mendir; neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirler ve doğru ile yan l ışın ölçütlerini or­
taya koyar; doğaları gereği toplum yaşamına yatkın olan bütün varl ıklar için yapıl­
ması gerekeni buyurur ve yapılmaması gerekeni ise yasaklar."78
Stoa'nın bu tanrısal-doğal yasa an layı şı, siyasal düzeye uygulandığında, -tek
bir dünya- devleti (kosmopolis) ile dünya yurttaşl ığı (kosmopolites) düşüncelerine
yol açar. Üstelik kosmopolitizm, Stoa ahlak öğretisinin bir sonucudur da. Çünkii bu
öğreti, insanların doğa ile, evreh ile uyum içi nde yaşamalarının gereklili,ğ i üzerinde
durur. Burad_a sözü edilen evren , tanrısal yasaların hüküm sürdüğü ve bütün insarıla­
rın kardeşçe yaşadıkları evrensel devlettir, yan i kosmopolis 'tir. Stoacılara göre, .bü ­
tün insanların /ogos'tan, evrensel akıldan pay almış olduklarından ve böylece doğal
yasaları kavrayabileceklerinden dolayı, tek bir dünya devletinin gerçekleşmesi ger­
çekten mümkündür. İ nsanların ,farklı devletlere bölünmüşlüğünün ortadan kalkması
i çin aklın egemen olması yeterli d ir. Herkesin aklın kura l larına, normlarına, buyruk­
larına, kısacası doğal yasalara uyması sonucunda, diinya tek bir devlet şeklinde bir­
leşmiş olur: Böylece insanlar arasındaki eşitlik ve kardeşlik bağları, salt felsefi dü­
zeyde kal maktan kurtulup, kendilerini gerçekleştirecek siyasal yapılara kavuşurlar.
Kyniklerin elinde her türlü siyasal yapıyı (özellikle polisi) yadsımaya varan kosmo­
p o litizm, Stoacılar ile birlikte olumlu bir biçim a lır.
Stoacı lık, polis ulusçu luğunu aşan ve insanlar arasında hiçbir fark gözetmek­
sizin onları tek bir devlet altı nda birleştirmeye y önelen kosmopolitizmi ile, Hele­
nistik çağın sosyal, siyasal ve kültürel özelliklerini yansıtmaktadır. Bu bakımdan
Stoa Okulu ile döneminin hakim siyasal eğilimi ( imparatorluk) arasında tam bir
uyum o lduğu söylenebilir. Çünkü her ikisinde de insanların kaynaştırılıp tek bir çatı
altında birleştirilmeleri söz konusu edi lmektedir. 79 Stoa kosmopolitist ideali ile
Helenistik politikanın çakışmış olduğunu, Romalı düşünür Pl utarkhos ( İ.S. 45-120)
Moralia (Ahlak) adlı yapıtında şöyle açıklamaktadır: "Zenon, "Devlet" başlıklı çok
beğenilen bir kitap yazmıştır. Bu kitapta öne sürdüğü i l keye göre, dünya üzerinde
yaşıyan insanlar başka başka yasalarla yönetilen bir çok kent ve uluslara ayrı lmama­
lıdır ; -ortak bir yasa altında birleşmiş bir sürü gibi- insanlar için de tek bir yaşam
ve tek bir kosmos old uğundan, insan ların tümü birbirleriyle yurttaş sayılmalıdır.
Zenon'un bir düş olarak yazdıklarını A leksandros gerçekleştirdi; ... dünyanın bütün
halkların ı bir krater içinde kaynaştırırcasına birleştirdi; ... herkesin dünyayı kendi
yurdu olarak görmesini. .. , insan lardan iyilerine akraba, kötülerine de yabancı ola·
rak bakmasını istedi." 80
Zenon'un dile getirdiği bu ideal devletin (kosmopolis'in) bütün insanlara açı k
olduğu anfaşılmaktadır. Fakat bunun a ç ı k olması, kesinlikle eşitlikçi bir yapıya
sahip olduğu anlamına gel mez. Çünkii Stoacılar, insanların kardeşliğini vurgulayıp
soy, sop, servet, statü, u lus farklarını yadsımakla birlikte, insanları bilgeler ve cah il-

78 Akt:ıranlar: Ertop v e Yetkin, s . 1 8 3 ; Sabine, s. 1 H ; Paul Janet s. 239.


79 Stoa okulunun. Ro ma İ mparatorluğunda kendine epey önemli bir yer edinmesinde, kos­
mopolitist dü)ünceleıi ,;a.vunmasınm büyük rolü olmuş tur.
80 Akt:ıranl:ır: Brehier, s . 3 3 0 ; Touchard, s . 5 1 - 5 2 ; Chcvallier, ı. 1 20- 1 2 1 ; Zeki yan, s . 7 3.

293
· ıer ( deliler) ol mak üzere ikiye ayırırlar. Bütün i nsan la r arasında yalnızca bi lge, ak­
lını doğru kullanmakta, dola y ısıyla doğal yasaları kavrayıp bunlara kendi istenc iyle
boyu n eğmekted ir; bunda n ötürü, bu yasaların hüküm sürdüğü kos mopoli.:ı 'in yurtta­
şı o l mak da yine yalnızca bilgeni n bir ayrıcal ığı olarak belirmektedir. Üstelik s ıradan
insanların akla, doğaya u ygun bir yaşam süre memeleri, bi lgenin yönetic i olmas ını da
zoru nlu kılma kta dır. Zenon'a göre, bilgeler, özgür kiş iler ol malarının ötesinde kra l ­
dırlar ; çünkü krallık, ki mseye hesap vermeme ı:ıücüdür ve bu güç d e yalnızca bilgelere
.
özgüdür. Khrysi ppos ise, gerçek yöneticilerin, gerçe k yargı çların bilgeler oldu kları­
nı, çünkü yaln ızca bunların neyin iyi neyin kötü o l duğunu bilip her türlii kötlilü.� ün
listünde bulunduklarını belirtir. 8 1 Kısaca bi lge, kos mos 'u yöneteı:ı ta nrısal ;ı kla ka­
tı l ması ve evrensel -do,ğ al yasanın onlı bir s imgesi olması nede!1i y le, insanl ığın tek
ve gerçek egemenidir ya da daha do�rusu egemeni o l malıdır. Göriildiiğii üzere, kos­
mopolitist yakla ş ı m ı ile i nsan lar ın eşitliğinden, kardeşliğinden -;öz eden Stoac ı l ı k ,
işin i çine a k l ı sokup toplumu yeniden bölün müş lüğe i ttiği zama n , Platon ' u n eııte l ­
lektüel elitizmine varmakta v e fi lozof ( bi lge) kral düşünces in i gündeme get!rmekte­
dir. 82 Plato n ' u� etkileri, ayrıca, Stoacı ların bi lgeler to pluluğ una i l işkin düşüncele­
ri nde de görüİ ür. Diogenes Laertius, gerek Zenon 'da , gerek Khrysi ppos'da bi lgelerin
eşitliğ i , dostluğu ile b i l geler arası kadın-çoc u k ortaklığı düşüncelerinin bulunduğu­
n u yazmaktadır. 83
Stoacılar, kosmopolis i d ea l i n e bağlı ol malarına karşın, birbirlerinde n fa r k l ı ya­
saları olan gerçek devletler, siyasal düzenler karşısında hiç de o l umsuz bir tut u m ta­
kınmazlar. Bütün dünyasal ( d ışsal) değerleri önemsememeye varan yazgıcı
düşünceleri, onları e n katı eşitsizl i k çi sosyo-Politik yapıları ve e n aşırı baskıcı rejim­
leri kabul etmeye götürür. Çünkü Stoa ah lak öğretisine göre, mutl uluk i çsel bir so­
rundur, dış koşullara kesi nlikle bağ l ı değildir. Örneği n , ki şinin sa�l ıks ı z, yoksul ya
da köle o l ması , onun mutl u luğa ulaşıp ulaşmaması bakımından h i çbir etkiye sahi p
değildir. Ayrıca gerçek özgürlük, i çsel düzeyde e l d e edilir ; bir başka deyişle, kend i ni
duygular ı n etkisinden kurtarıp aklını doğru duruma getirebilen ki ş i , gerçekten
özgürdür. Öyleyse, dışsal köleliğin h i çbir öne m i yoktur. Üstel ik kişinin i çi n de bu­
lunduğu durumu o n u n yazgıs ıdır ; kişi, b u n u olduğu gibi k.ıbul ederek doğaya, akla
uygun davranmış, dolayısıyla erdemli ( mutlu) o l ma yolunda i l erlemiş ol ur. Demek
ki, köle olan bir ki şi , mutluluğa kavuş ma k istiyorsa, dışsal özgürlüğ ün peşinden
koşmak şöyle dursun , tersine b i l i n çli olarak köleliğini ben i msemeli, köleliğinin ge­
rekleri n i yerine getirmelidir.
Soyut düzeyde insa nların evrensel eşitli_ğ in i savunan Stoa düşünces i , yeryüzü­
ne in ince, gerçek topl u mların hiyerarşik, eşitsi zlikçi yapılarını ve dcgerlcrini Yazgı
ile, logos ' un evrensel düzeni i le a ç ıklamaya ve böylece bunları bir anlamdı " meşru­
laştırmaya'' koyulur. Bu yönliyle de tutucu ıstatu q uo 'cu) bir- ideoloj i olJrak işlev
görür. Ya lnızca kişinin i çsel değişiminin öne mii olduğunun vurgulanması ve geri

81 Lliogene L'i.erc.,, il, s . 9 1 -9 :!.


82 Chcvallier, s. 1 22 ; lıbrousse, '· 83.
83 Diogene L:iercc, II, '· 9.ı,.95_

294
kalan her şey in tan rısal istence bağlanması, dünyanın gidişi ile kurulu düzenlere
dokulmasının, her hangi bir sosyo-p_olitik değişime kalkışı lmasının baştan mahkum
edilmiş ol mas ı demektir. Buna göre insan efendiyse efendi, köleyse köle ka lmal ı ve
öylece davranmalıdır. Öyle görülüyor ki Stoacı lık, bir yanda insanların vicdanlarını
rahatlatarak, öte yanda onları yazgıya ( Tanrı 'ya) sığınmaya iterek, efendi ile köleyi
uzlaştırmakta84 , bir başka deyişle var olan çeş itli iktidar ilişkilerini sürekli olarak
yeniden üretmektedir. Onun bu özel liği, her türlü. siyasal iktidarın işirıe gelecek ni­
teliktedir; zaten Stoacılar, ilişkiye girdikleri çeşitli siyasal iktidar sahipleri tarafın­
dandan genel likle hep h oşn utl ukla karş_ılanmışlardır.
Polislerle birlikte y urttaşlık özgürlüğünün yok olduğu bU dönemde, insanları
rahatlatmak amacıyla özgürlüğü kendi içlerinde aramalarını salık veren Stoacıl ık85,
siyasetin önemsiz olduğu üzerinde de ısrarla durur. Polislerin çöküntüleri üzerinde
kurulan krallıklarda, si yasal katılımın h i çbir anlamı kalmamış, kitleler siyasetin dı­
şına itilmiştir. İşte Stoacılık, bu duruma uygun gelen, hatta onu destekleyen bir
söylem oluşturarak, siyasetin ilgisiz ka lına cak şeylerden biri olduğunu belirtir. Çün­
kü siyaset, kendiliğinden ne iyiliği, ne de kötülüğü içermektedir. Fakat Epikuroscu­
!ardan ve özellikle Kyniklerden farklı olarak, Stoacılar, siyasal yaşamı, devleti hor
görüp aşağıla maya ve bilgeyi her türlü kamusal etkinlikten soyutlamaya ka lkışmaz­
lar. Onlara göre bilge, her ne kadar kendi kendine yeterli bir yaşam sürme yetkinli­
ğine ulaşmış ise de, i çinde yaşadığı topluma, dev.Jete karşı ödevlerinin bulunduğu_­
nun bilincinde o larak, bir engel olmadığı sürece kcımusal yaşamla ilgilenmeli, devle­
tine yararlı olmalıdır. Bir ideal olarak kosıtıopolis 'e bağlı kalması, ülkesinin, devle­
tinin pratik yaşam açısından içerdiği değeri gözden kaçırmas ına neden olmamalıdır.
Örneğ}n Zenon, bütün yaşamı boyunca her fırsatta Kition'lu olduğunu açıklamı ş,
kentine olan bağlılığını dile getirmiştir. Demek ki Stoacılık, devleti hiçbir zaman
yadsımamış, tersine onu sorgulamadan olduğu gibi kabul etmiştir. 8 6
Bilge ahlakı zedelenmedikçe siyasal sorumluluklar üstlenmeyi kabul eden Sto­
acılar, gerek kosmopolitist düşüncelerine uygun olduğu içirı,87 gerek salt opportü­
nist (eyyamcı) tutumlarından ötürü88, Helenistik monarşilerle yakın ilişkiler i çi ne
girmişlerdir. Bu dönemde, çevresinde eğitimci ya da danışman olarak görevli bir

84 Aubenque, s. 205 .
85 "Stoacı özgürlük eylem özgürlüğü değil d e düşünce özgürlüğüdür, bu nedenle de dolayım­
lı olmayan, diğerleri tarafından kabul edilmiş olmayan, nesnelleşmemiş bir özgürlüktür•.•
Köle, bu özgürlüğünü Efendiye karşı bir praksis haline dönüştünneyip, bir Stoacı olmayı,
özgürlüğünün öznel bilinciyle yetinm eyi seçerek sonunda, Dünyadan, içinde E fendinin
hakim olduğu dünyadan bağımsız ve özgür olduğu " yanılsamasına" sanlmayı s e çmiş tir."
Tülin Bumin, Hegel, Bilinç Problemi, Köle-Efendi Diyalrktiği Praksis F elsefesi, İ:nanbul
Alan Yayıncılık, 1 98 7, s. 50-5 1 .
86 Bernard Lıverı:;ne (Individualisme contre autoritarisme, P:ıris, P l'F, 1 9 59, s. 2 7 ' de), S t o­
acıların devleti sorgulamamalannı, sitenin mutlak erki hakkında kuşkucu "bir tutum ta­
kııımamalannı, onların doi;;>al hukuk düş üncesini tam anlam ıyla geliştiremeyip özgürlüğjj
site düzeyinde de almamış olmalarına bağlamaktadır.
87 Şenel, Eski Yunanda E şitlik., s. 5 2 3.
88 Touchard, s. 54.

295
Stoacı bilgesi olmayan bir kral, bir despot hemen hemen yok gibidir. 89 Diogenes
Laertius' un a ktardığına göre, Makedqnya kral ı Antigone Gonat;ıs, Zenon'u kendisi­
ne (ve dolayısıyla bütün Makedonyal ılara} öğretmenl ik yapması için sarayına çağır­
mış, fakat Zenon yaş lıl"ığını ileri sürerek kendi yerine iki öğrencisini yollamıştır. 9 0
Monarkların Stoa felsefesinin iktidarı ( dolaylı da olsa) destekleyen düşlincelerinden
yararlanmak istemelerine karşılık, Stoacı bi lgeler h izmetlerinde bulundukları kral la­
rı etkileyerek sosyo-politik yapıları evrensel (hosmih) düzene uygun kıl maya çal ış­
mışlardır. Bu, Platon'da n beri fi lozofların kolay kolay vazgeçemedi kleri bir düşün,
yani kralların filozof (bilge) yapı larak yeryüzünün her alanında doğrunun ( iyinin)
egemenliğinin kurulması düşünlin, bir kez daha ortaya atılmasıdır.. Platon gibi Stoa­
cılar da -Marcus A urel ius'un ki ş i l iğinde bir filozof kra.1 yetiştirmiş olmalarına kar­
şın- bu düşü gerçekleştirememişlerdir. Fa kat Stoacılık, her türlü uzlaşmaya ve ko­
şula uyum sağlayabjlen . yapısı, dünya devleti düşüncesi, doğal hukuk anlayışı., kav­
ramlar üzerinde oynayarak farkl ı i nsa nlara seslenebilen çeşitli, hatta çelişki li söy­
lemleri ve dinsel görüntiisü ile, dünyanın en büyük imparatorl uklarından bir :nin,
Roma İ mparatorluğunun, hakim ideolojisini besleyen temel kaynak durumuna gel­
meyi başarmıştır.

39 Brehier, s. 289 ; Chevalli er, s. 1 2 2-1 23.


90 Oiogene Llierce, II, s. 53-54.

296
ÖZEL AD DiZiN i

A Arginusae (savaşı), 1 1 4.
Argos, 4, 1 96.
Abdera, 49, 50, 57, 60, 62. Aristippos, 60n, 1 00, 122-1 25;1 26,
Aegina (Aigina), 3, 1 32, 1 33n, 1 35. 1 27, 1 33n, 271 , 276.
Afrika { kuzey), 1 22. Aristokles, 1 33.
Agamemnon , 82 , 84. Ariston, 1 32.
Agesilaos, 89n, 91 . Aristophanes, 47n, 54n, 66, 67n,
Agis, 8. 85-87, 95, 97, 98, 98n, 99, 99n,
Aiskhflos, 1 77. 1 00.
A itol ia, 4. Aristoteles, 2, 3n, 4n, 1 0, 1 0n, 1 3,
Akademia, 1 21 , 1 35, 1 36, 1 87n, 1 9 7 1 7n, 1 8n, 1 9, io, 24, 25, 26n, 28,
'221 , 222, 248n, 270, 289. 3� 35n, 5 1 n, 70n, 9� 90n, 95, 9�
Akarnania, 4. 98, 1 02, 1 02n, 1 06n, 1 1 1 , 1 1 2n,
Akdeniz, 23, 267. 1 23n, 1 31 , 1 33, 1 33n, 1 39, 1 56,
Akhil leus, 84. 1 57n, 204n, 21 7, 2 1 9-266, 267,
Akragas (Agrigentum), 46. 268, 269, 270n, 279, 287, 288.
Aleksandros 1 1 1 . ( Büyük İskender), Arkhelaos, 97.
3 1 , 1 28, 1 29n, 221 , 222, 242, 266, Arkytas, 1 35, 1 36.
267, 268, 269, 293. Assos (Behra mköy) , 221 , 285.
Alkibiades, 24, 28, 29, 30, 66, 85, Asya ( Asyalılar), 247, 267, 285.
98, 1 00, l OOn, 1 06n. Athena, 62.
Al kidamas, 70. Atina ( Atinalılar), 2, 3, 4, 7, 8, 9, 1 3,
Alkmeon oğulları, 1 9, 2 1 , 25. 1 5, 1 6, 1 8, 1 9, 20, 21, 22, 23, 24,
Amyntas, Z20. 25, 26, 27, 28, 29, 30; 3 1 , 47, 49,
Anadolu, 1 , 6n, 23, 93, 1 35, 285. 50, 52, 54, 56, 57, 58, 65n, 66, 67,
Anaksagoras, 47-49, 50, 55n, 97, 1 20 74n, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 82, 83,
Anaksimandros, 36-37. 84, 85, 86, 86n, 87, 88, 89, 90, 91 ,
Anaksimenes, 37-38. 92, 93, 95, 97, 98, 99, 1 00, 1 01 ,
Annikeris, 1 35. 1 05, 1 1 0, 1 1 1 , 1 1 2, 1 1 3, 1 1 5, 1 1 7,
Ansart Pierre, 32n. 1 1 8, 1 1 9, 1 20, 1 22, 1 25, 1 27, 1 32,
A ntigone, 84. 1 34, 1 35, 1 36, 1 5� 1 60, 1 62, 1 6�
A ntigone Gonatas, 296. 1 64, 1 65, 1 77, 1 96, 205, 208, 209,
Antiphon, 66, 69, 70, 71 , 71 n, 72, 21 1 21 7, 221 , 222, 253, 255, 264,
J

80, 1 1 4, 1 1 6. 270, 271 , 284, 285, 286.


Antisthenes, 1 00, 1 1 1 , 1 25-1 30. Atreus, 221.
Anytos, 1 1 8, 1 1 9. Attika, 2, 7, 1 3, 1 8, 81 , 286.
Aphrodite, 1 26.. Attik-Delos Deniz Birliği, 25, 28.
Apollodoros, 1 20n. Aubenque Pierre, 275n, 282n, 288n,
Apollon, 1 01 . 291 n, 292n, 295n.
Archidamus, 93. Avrupa ( AvrupalılJr) , 34, 1 22, 1 35,
247.
297
8 227n, 228n, 233n.
Coulanges' Fustel de, 6, 6n, 27, 27n.
· Babil, 33. Cressotı Andr�, 1 46n.
Beer Max, 1 8Jn.
Ben-Amittay Jacob, 64, 64n, 1 08n. D
Berktay Halil, 2, 2n, 7n, 21 n.
Bezci N! il, 1 82n. Dahi Robert, 1 1 2, 1 1 2n.
Bias, T 5n. Damon, 23n.
Birand K.im ıran, 2 1 9n, 289n. Darius, 77, 78.
Bizans, 1 36, 222. Darwi_n Charles, 3 7, 228n.
Bourdieu Pierre, 1 93n. Delion (savaşı), 98.
Brehier E mile, 38n, 42n, 47n, 49n, Delos, 4, 25.
1 26n, 1 1 0 n , l20n , 223� 227n, 234 Delphoi, l0 1 , 1 05.
2 3�n, 246n , 288n, 289n, 293n, Demaratos, 1 4.
296n. Demokritos, 49-5 1 , 27 1 , 274.
Brun J ean, 274n, 277n , 279n , 284n . Demosthenes, 1 6.
Bumin Tülin, 295n. Denis Henri, 1 1 rı.
Dike, 84.
c D iogenes, 125-1 30, 1 98n.
Diogenes Laertius ( Diogene Llierce),
Ca mus Albert, 1 09n. 1 5n, 20n, 35n, 41 , 41 n, 44n, 46,
Cı.ratini Roger, 96n, 1 47, 1 47n, 46n, 50n, 1 1 Sn, 1 1 8n, 1 1 9n, 1 21 n,
223n, 225n, 274n, 286n, 288n. 1 22n, 1 24n, 1 25, 1 25n, 1 26n, 1 28n
Cassirer Ernst, 33n, 99n, 1 46n, 1 56, 1 30n, 1 33, 1 33n, 1 35n, 1 98n, 220,
1 56n, 1 78n, 1 89n. 220n, 221 n, 242n, 271 , 271 n, 272,
Chatelet François, 27n, 32n, 33, 33n 272n, 285, 285n, 286, 287n, 289n,
54n, 1 1 3, 1 1 3n, 1 45n, 1 5 3n, 1 54n, 294, 294n, 296, 296n.
1 69, 1 69n, 1 93n, 1 94n, 1 97n. Dion, 1 35, 1 36, 201 .
Chevall ier J ean-J acques, 27n, 93n, Dionysios 1. (Yaşlı), 93, 1 �5, 1 67.
1 24n, 1 26n, 1 80n, 1 89, 1 89n , 201 n Dionysios i l. ( Gen ç) , 1 36, 1 67.
21 5n, 21 7n, 2J7n, 239n, 251 n, Dionysodoros, 67.
258n, 268n, 293n, 294n, 296n. Dionysos, 58.
Childe Gordon, 7n, 9n, 25n, 30n, Dor (Dorlar), 2, 8, 9, 1 0, 1 96.
32n. E>ostoyevski, 1 67n.
Cicero (Ciceron), 271 , 278n, 289n. Drakon, 1 5.
Conford, 43n. Dropides, 1 32.
Constant Benjamin, 27. Duche J ea n, Sn.
Copleston Frederick, 32n, 33, 34n, Duhamel Olivier, 27n.
35n, 36n, 37n, 38n, 44n, 47n, 49n, Dumont J ea n-Paul, 60n.
57n, 96n, 1 02n, 1 07, 1 07n, 1 1 3, Dumont Louis, 269, 2.70n.
1 1 Jn, 1 25n, 1 33n, 1 35, 1 37n, 1 40, Durkheim E mile, 32, 32n, 1 58, 1 58n
1 40n, 1 54n, 21 8, 21 8n, 220n, 225n

298
E Gorgias, 53n, 54, 54n, 57,_ 58, 58n,
'
59, 59n, 6ı , 64, 92, 93, lı.$.
Ege, 1 , 23. Gökberk MO!cit, 42n, 44n, 45n, 49n,
Elea (okulu ve felsefesi), 38, 42, 44- 59n, 95n, ·99n, 1 02n, 1 24n, 1 25n,
,
46, 47, 49, 1 -tl, 1 50. 1 26n, 1 50, 1 50n, 21 9n, 223n, 225n
Elis, 1 3, 64, 65n, 1 22� 231 n; 267n, 269n, 272n, 285n,
Ellul Jacques, 1 0n. 286n, 289n, 291 , 291 n.
Empedokles, 46-47, 48, 49, 232.
Ephesos ( Efes), 38, 40, 41. H
Ephialtes, 23n, 24, 25.
Epiktetos, 284, 286. Hacıkadiroğlu Vehbi, 1 47n.
Epikuros ( Epikuroscular), 58n, 1 25, Hades, 46n, 1 46.
' 269, 270-284, 286; 289, 290, 295. Halikarnassos (Bodrum), 77.
Epimenides, 1 5. Hegel, 39n.
Epimetheus, 61 , 62. Hekabe, 84.
Eretria, 1 22. Hekatıeos, 38. ·
Ertop Kıvanç, 2n, 21 n, 268n, 282n, Helene, 83.
293n. Hephaistos, 62.
Etna Yanardağı, 46. Hera, 46n.
E uboea ( Eğriboz), 222 Herakleitos, 3842, 45, 46, 1 1 O,
Eukleides, 1 00, 1 22, 1 34. 1 33n, 1 41 , 1 53, 287, 288.
E uripides, 82, 82n, 83, 83n, 1 77. Herakles, 65ıi, 1 25.
E uthemeros, 1 25. Hermeias, 221.
E uthydemos, 66. Hermes, 62.
Hermodoros, 41 , 41 n.
F Hermogenes, 1 1 9n.
Herodotos, 4n, 5, 1 2n, 1 4, 35, 43n,
Fenike, 2, 284, 286. 76, 77-78.
Fokis, 4. Hesiodos, 7n, 36n, 38, 40, 44, 1 77,
Foulquie Paul, 1 52n. 1 91 .
Hindistan, 1 35.
G Hiperbolos, 28, 85.
Hipparkhos, 2 1 .
Gaia, 36n. Hippias (tiran), 21 .
Galileo Galilei, 231 n. Hippias (Sofist), 53, 53n, 57, 6 1 , 64,
Girit, 2, 1 2n, 35, 1 8 1 n, 205, 21 1 . 65, 65n; 69, 7 1 .
Glotz Gustave, 4n, Sn, 1 4n, 1 6n, 27, Hippodamos, 4 , 4n.
27n. Hippokrates, 55, 248n.
G.o ldschmidt Victor, 1 48n, 1 51 n. Hobbes Thomas, 69n, 278.
Gomperz Theodore, 25n, 38n, 47n, Homeros, 2, 22n, 40, 44, 1 61 , 1 77.
49n, 5 1 n, 5 7n, 58n, 59n, 60n, 63n,
64n, 70n.
299
i-J Konossos, 21 1 .
Kopernik, 231 n.
İskitler, 7 5. Korinthos, 3; 4, 1 34.
İsokrates, 92-94. Kösemihal Nurettin Şazi, 1 58n.
İ talya (güney), 1 , 1 4, 38, 42, 44, 4�, Kranz Walter, 37n, 38n, 43n, 46n, 47n
61 , H5. 49n, 57n, 68n, 69n, 70n, 71 n, 82n,
İyonya, 3, 6, 6n, 1 2, 23, 33, 34, 35, 248n.
� 8 . 42, 43, 4� 46, 47, 49, 1 78, 28& Krates, 1 30, 285.
Janet Paul, 1 1 3, 1 1 3n, 1 80n, 21 8�, Kratylos, 1 33, 1 33n.
293n. Kreon, 84.
J oad C.E.M., 1 1 8n. Kritias, 30, 66, 67, 68, 69, 72, 73, 1 00
J ustinianos 1., 1 36, 222. 1 1 5, 1 32.
Kriton, 1 00, 1 20.
K Kronos, 1 94, 1 95, 1 97.
Kroton, 42, 44.
Kallikles, 66, 72, 74, 74n, 75, 76, 80, Ksenophanes, 38, 44, 45, 48.
84, 1 24, 1 53. Ksenophon ( Xenophon), 30n, 44n, 55,
Kant İmmanuel, 99n. 55n, 65, 87, 87n, 89-92, 94, 95, 96,
Karikles, 1 1 5. 97, 98, 1 00, 1 06n, 1 07, 1 08, 1 08n,
Kartaca, 251. 1 09, 1 09n, 1 1 0, 1 1 1 , 1 1 1 n, 1 1 4,
Keos, 58. 1 1 4n, 1 1 6n, 1 1 9n, 1 20n, 1 25, 1 25n,
Khairephon, 1 01 . 1 26n, 1 62, 285.
Khaironeia {savaşı), 31 , 93. Kserkses, 1 4, 23, 75.
Khalkedon ( Kadıköy), 73. Ktesippos, 67.
Khalkis, 222. Kylon, 14.
Kharmides, 1 00, 1 1 4, 1 32. Kynikler, 122, 1 24, 1 25-1 3 1', 1 55, 1 5 7
Khilon, 1 5n. 1 86, 202, 236, 269, 285, 286, 287,
Khrysippos, 284, 285, 286, 288, 289n 292, 293, 295.
290, 292, 294. Kynosargos, 1 25.
Kıbrıs, 284, 285. Kyrene (okul u), 60, 60n, 1 22-1 25,
Kimon, 23n, 26n. 1 26, 1 27, 1 30, 1 31 , 1 35, 1 55, 1 94,
Kition (Cittium) , 284, 295. 269, 276.
Klazomenai, 47.
Kleanthes, 284, 285, 288, 289ı:ı. L
Kleisthenes, 21 , 22, 23, 25, 28, 29, 92,
1 1 3. Labrousse Roger, 1 71 n, 21 5, 2 1 5n,
Kleobulos, 1 5n. 240n, 292n, 294n.
Kleon, 27, 28, 85, 86, 86n. Lakedaimonia (La kedemonyal ılar ) ,
Kleophon, 28, 85. 1 2n, 1 4, 90, 250n.
Klytaimnestra, 84. Lımpsakos ( Lapkesi), 47, 271 .
Kodros, . 1 3, . 1 32. Laurion, 20.
Kolophon ( Değirmendere) , 44, 271 . Lavergne Bernard,·295n.

300
Leobotes, 1 2n. Menon, 53n.
L�ontinoi, 58. Mesogeios, 21 .
Lesbos, 1 3, 29, 221 . Messenia, 4, 1 96.
Lescuyer Georges, 83n, 92, 92n, 237n Mezopotamya, 2.
258n, 266, 266n. Mısır (Mısırlılar) 2; 33, 34, 35, 43n, 58
Leukippos, 49. 1 34, 1 35, 204.
L euktra (savaşı) , 8. Midilli, 271 .
Lidya (Lydia), 20, 35, 1 78. Mikale, 23.
Lipson Leslie, 1 66n. Mikenai (Mykene), 2.
Locke J ohn, 21 7, 248n. Mikkos, 76n.
Lucretius, 271 , 273n, 275, 275n, 277n Milet (Miletos), 4, 1 3, 33, 35, 36, 37,
279n, 281 n, 282n. 38, 39, 40n, 49.
Lycon, 1 1 8. Minos Uygarlı.� ı, 2.
Lykeion, 221 , 222, 270, 289. Mostesquieu, 21 7, 248n.
Lykophron, 70, 70n. Moreau j oseph, 21 9n, 220n, 223n,
Lykurgos, 1 2, 30n, 90. 227n, 231 n.
Lysias, 1 1 9. Mosse Claude, 83n, 94n.
Mytilena, 29.
M
N
Machiavelli Niccolo, 41 , 74, 1 73n, 251
2 5 1 n. Nausiphanes, 271 .
Macpherson C.B., 29. Neokles, 270.
Mairet Gerard, 240n. Nestis, 46n.
Makedonya ( Makedonyalılar), 31 , 93, Nietzsche Friedrich, 32, 32n, 35, 35n,
93n, 1 29n, 1 36, 220, 221 , 222, 267, 36n, 38, 38n, 45n, 49n, 74.
268, 271 , 296. Nikhomakhos, 220.
Mansel Arif Müfit, 1 0n, 29n. Nil nehri, 58.
Marathon, 23. Nizan Paul, 269, 269n, 272ıi, 276n,
Marcus Aurelius, 284, 186, 296. 279n.
Marcuse Herbert, 1 83n, 200, 200n.
Marx Kari (Marksizm), 39n, 1 83. o
NcNeil William, 6n, 34n.
Medler, 35. Okandan Recai, 279n.
Megabyzos, 77, 77n, 78, 83. Okeanos, 36, 36n.
Megakles, 1 9. Olympos, 32.
Megara, 1 1 , 1 3, 1 22, 1 34. Orphik kültü, 42.
Meletos, 1 1 8, 1 1 8n, 1,21 n. Otanes, 77, 78.
Melissos, 46.
Melos, 84. p
Menedemos, 1 22.
Mengüşoğlu Takiyettin, 1 47n. Patsüt Fatma, 1 78n, 1 92n.

301
Parmenides, 45 , 46, 46n , 49, 49n, 220, 221 , 221 n, 222, 223, 224, 227,
1 41 , 1 53. 227n, 229, 230, 233, 237, 238, 240,
Passerin d'Entreves Alexandre, 1 59n, 243, 244, 245, 246, 248n, 249, 250,
243n. 254, 259, 260, 261 , 262n, 263, 264,
Passeron Jean-Claude, 1 93n. 265, 267, 269, 270, 270n, 271 , 285,
Pausanias, 23. 288, 294, 296.
Peisistratos, 1 9, 20, 21 , 23. Plotinos, 286.
Peloponnesos, 4, 23, 46. Plutarkhos, 271 , 286, 293.
Peloponnesos Savaşları, 4, 8, 26, 28, Popper Kari Raimund, 1 1 3, 1 1 3n,
29, 30, 30n, 47, 78, 8 1 , 85, 86, 87, 1 70n, 1 74n, 1 83n, 1 88, 1 88n, 1 91 ,
1 1 3, 1 32, 253. 1 91 n , 226n, 230n.
Periandros, 1 5n. Poseidon, 1 32.
Perikles, 8, 23n, 24, 25, 26, 27, 28, Potideia (savaşı), 9.8.
29, 47, 51 n, 57, 61, 63 , 76, 78-82, Prelot Marcel, 83n, 92, 92n, 237n,
83, 85, 89, 92, 1 1 3, 11 8, 1 32, 1 65, - 258n, 266, 266n.
1 65n. Prodikos, 55n, 57, 58, 58n, 61 , 65,
Periktione, 1 32. 65n , 67, 97, 99, 99n.
Pers (Persler), 4n, 5, 23, 25, 28, 30n, Prometheus, 6 1 , 62.
35, 3� 41 , 64, 77, 89n, 9� 1 96, 21 1 Protagoras, 49, 54n, 55, 55n, 5 7, 51n,
Pers Savaşları, 5, 8, 23, 24, 24n, 25, 58, 59, 60, 60n, 6 1 , 61 n, 62, 63, 64,
52, 64. 64n, 65, · 66, 67, 72, 79, 80n, 1 42,
Phaidon, 1 00, 1 22. 1 43, 1 43n, 1 68, 1 77n, 1 99.
Phenarete, 97. Proudhon, 41 .
Phi lais ailesi, 1 9. Pyrilampes, 1 32.
Philolaos, 43. Pyrrhon, 2 7 1 .
Philippos i l ., 54n, 93, 93n, 1 29n, 221 , Pythagoras (Pythagorasçılar), 38,4244
267. 47, 1 06, 1 35, 1 45, 1 80, 264.
Pindaros, 6 1 , 61 n.
Pire ( Peiraieus), 1 32, 1 34. R
Pisier-Kouchner Evelyne; 27n. Reichenbach Hans, 1 7Sn.
Pittakos, 1 5n . Robin Leon, 33, 33n, 37n, 38n, 46n,
Plataiai, 23. 47n, 49n, 96n, 1 26n, 1 54n, 1 57n,
Platon, 22n, 30, 33, 33n, 35, 35n, 38, 1 76, 1 76n, 1 88n, 21 9n, 220n, 225n,
44, 45, 46n, 47n, 50, 5 1 n, 52n, 53, 237n, 246n, 272n; 274n, 276n, 282n
53n, 54n, 55, 55n, 57, 57n, 58, 58n, 286n, 292n.
59n, 60, 60n, 61 , 61 n, 64, 65n , 66n, Rodier Georges, 1 52, 1 52n, 288, 288n
67, 73n, 74n, 76, 76n, 94n, 95, 96, Roma, 1 , 5n, 9, 3 1 , 41 n, 1 30, 21 7,
97, 98n, 99n, 1 00, l OOn, 1 01 n, 1 03, 267, 271 , 272, 284, 286, 293n, 296
1 04n, 1 05n, 1 06n, 1 07, 1 07n, 1 08, Romilly J acqueline de, 29n, 83n,. 87n,
ln&l, l99y.� 1-1.ay 1 1 4n, 1 1 .5 n, 92n, 93n.
1 1 6n, 1 1 7n , 1 1 8n, 1 1 9n, 1 21 , 1 21 n Rousseau J ean-Jacques, 63, 1 1 6n, 1 29,
1 22, 1 26n, 1 30n, 1 3 1 , 1 32-218, 21 9 1 58n, 1 68, 1 J6n, 1 90n, 204, 242n,
277, 282.
302
Rouvier jean, 200n, 204n, 21 5n. Soloi (Taşköprü), 285.
Russell Bertrand, 35n, 37n, 38n, 42n, Solon, 3n, 1 1 , 1 5, 1 5n, 1 6-19, 20, 22
43n, 45n, 49n, 96n, 128n, 1 83n. 9Z 1 1 3, 1 3Z 208, 253, 26�
Ruyer Raymond, 2 1 7, 21 7n. Sophokles, 84.
Sophroniskus, 97, 1 1 8n.
S -Ş Sparta (Spartal ılar) 4, 8, 9, 1 0, 1 2, 1 4,
21 , 23, 28, 30, 30n, 3 1 , 80, 84, 89n
Sabine George, 27n, 77, 7 7n, 83n, 90, 91 , ·"93, 97, 1 08, 1 34, 1 35, 1 59,
1 26n, 1 27, 1 27n, 1 29, 1 29n, 170, ' 1 62, 1 63, 1 77, 1 79n, 1 80, 1 81 n, 1 96
1 76n, 1 77, 1 77n, 1 80n, 1 84n, 1 89, · 251 , 255.
1 89n, 1 90n, 200, 200n, 201 n, 203, Speusippos, 221 n.
203n, 209, 209n, 21 1 , 21 5n, 21 9n, Stace W.T., 1 43n.
237n, 239n, 244, 244n, 257, 257n, Stageiros ( Stageira}. 220, 221 .
259, 259n, 268n, 269, 269n, 281 n, Stoacılık (Stoa Okulu), 40, 1 30, 269,
282, 282n, 291 n, 293n. 270, 28�296 .
Saint-Simon, 1 93n. Strepsiades, 67n.
Salamis; 23, 24n. Suriye, 2.
Sarıca Murat, 1 60n. Syrakuza, 4, 93, 1 35, 1 36, 1 67, 1 87n,
Sartori Giovanni, 1 1 2, 1 1 2n. 2 1 5, 255.
Sekstos Empeirikos, 286. Şenel Alieddin, 4n, 6n, 20, 51 n, 56,
Selanik, 220. 56n, 61 n, 64n, 70n, 1 1 O, 1 1 0n, 1 1 2,
Seneca,,284, 286. 1 1 2n, 1 28, 1 28n, 1 66n, 1 74n,1 80n,
Sicilya, 1 , 4, 1 4, 29, 46 , 58, 1 35. 1 81 n, 1 83, 1 83n, 1 95, 1 95n, 2 1 5n,
Sieyes, 92n. 230, 230n, 241 n, 244, 244n, 257,
Silenos, 98. 257n, 295n.
SinOP,, 1 25.
Sisam (Samos), 23, 42, 46, 270, 271 . T
Sisyphos, 1 09, 1 09n.
Sofist (Sofistler), 1 6, 27, 42n, S2-76 Taranta, 1 35, 1 36.
82, 84, 85, 92, 97, 98, 99, 99n, 1 00 Tarsus, 285.
1 01 , 1 02, 1 03, 1 04, 1 05, 1 07, 1 1 1 , Teos (Sığacık), 271 .
1 1 5, 1 1 6, 1 1 8, 1 22, 1 24, 1 25, 1 29, Teselya, 1 3, 53n.
1 3� 1 31 , 1 3� 1 41 , 1 43n, 1 45, 1 50, Thales, 1 5n, 35-36, 37.
1 5 7, 1 65, 1 68, 1 69, 1 94, 222, 242, Theagenes, 1 1 .
256, 269; 2 79. Thebai, 23, 30n, 83.
Sokrates, 44, 47n, 49, 53n, 55, 55n, Theil Pierre, 43n.
58, 58n, 60n, 64, 67n, 89, 90, 95 - Themis, 1 4n.
1 21 , 1 22, 1 23, 1 25 : 1 30, 1 31 , 1 32, Themistokles, 23n.
1 33, 1 33n, 1 34, 1 35, 1 37, 1 38, 1 39, Theodoras, 97.
1 46, 1 50, 1 55, 1 58, 1 58n, 1 59, 1 64, Theodoros, 1 25, 1 35.
1 91 , 1 99, 202, 21 5, 222, 225, 226, Theramenes, 90.
228, 235, 246, 269, 285. Theseus, 83.

303
Thomas (Aquinumlu), 21 7. Voilquin J ean, 36n, 38n, 44n, 47n,
Thomson George, 3n, 4n, l l n, 1 7n. 49n, 57n.
Thrasymakhos, 66, 72, 73, 73n, 74, Weber Alfred, 1 07n, 1 25n, 1 29, 1 29P
84, 1 59. 1 40, 1 40n, 1 54n, 229n, 233n, 272n,
Thukydides (Thucydide). 2, 4n, l 9n, 286n.
20, 20n, 28, 29, 29n, 76, 79-82 , 84, Weber Marx, 249.
85. Werner Charles, 274n, 278n, 286n,
Thukydides (politikacı ) , 23n. 287n, 288n, 289n, 290n, 292n.
Thurium (Thurioi), 61 . Wycherley R.E., 3n, 4n.
Timuçin Afşar, 1 84n, 223n, 225n,
227n, 228n, 233n, 234, 234n. Y-Z
Titan, 36n.
Touchard J ean, 1 38n, 1 72n, 21 5n , Yaşlı Oligarkh ( Düzmece Ksenophon) ,
248� , 293n, 295n . 87-89.
Tra kya, 49, 1 25. Yetkin Çetin, 2n, 21n, 1 84n, 1 93n,
Trousson Raymond, 21 8n. 268n, 282n, 293n.
Truva (Troya), 8Z, 1 96. Zekiyan Boğos, 57n, 293n.
Tunçay Mete, 77n, 79n, 87n, 237n, Zenon ( E leal ı ) , 45, 46n, 1 50.
238n, 254n , 263n. Zenon (Stoacı) , 1 30, 284, 285, 286,
.289n, 293, 294, 295, 296.
U-V-W Zerdüştçülük, 39n.
Zeus, 1 4n, 1 6, 46n, 47n, . 55, 62, 64n,
Uranos, 36n. 84, 276n.

304
KAYNAKÇA ( BIBUYOGRAFYA)

Abadan Yavuz, Hukuk Felsefesi Dersleri, Ankara, A . Ü . Hukuk Fakültesi Yayınları,


1 954.
Abadan Yavuz, Amme Hukuku ve Devlet Nazariyeleri, Ankara, A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları, 1 952.
Abadan Yavuz (der.), Devlet Felsefesi Seçilmiş Okuma Parçalan, Ankara, A.Ü. Si­
yasal BilgiJ�r Fakültesi Yayınları, 1 959.
Ağaoğulları Mehmet Ali, "K lasik Ütopyalar : Özgürlükten Despotizme", A.Ü. Ba-
sın Yayın Yüksek Okulu Yıllık 1 983 - 1 985, Sayı V l l l 1 986.
,

Akın İlhan F., Kamu Huk�ku, lstanbul, İstanbul üniversitesi Y.ayınları, 1 974.
Alain, idees-lntroduction a la philosophie , Paris, Paul Hartmann, 1 939�·
Anderson Maxwell, Yahnayak Sokrates, ( Çev. Mina Urgan), İstanbul, Adam Yayın-
ları, 1 985.
Ansart Pierre, İdeologies, conflit s et pouvoir, Paris, PUF, 1 977.
Aristophanes, Bulutlar, (Çev. Ali Süha Delilbaşı), Btanbul, Maarif Basımevi, 1 957.
Aristophanes, Kuşlar, (Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu), İstanbul, Remzi Ki-
tabevi, 1 966.
Aristophanes, Barış Oyunları, {Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu), lstanbul,
Hürriyet Yayınları, 1 975.
Aristophanes, Lysistrata, (Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu), lstanbul, Remzi
Kitabevi, 1 965.
Aristophanes, Eşek Arıları, (Çev. Sabahattin Eyüboğlu) , istanbul, Remzi Kitabevi,
1 966.
Aristote, La Politique , Paris, Denoel - Gonthier, 1 977.
Aristote, Ethique de Nicomaque, Paris, Flammarion, 1 986.
Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay), lstanbul, Remzi Kitabevi, 1 975.
Aristoteles, Atinaldarın Devleti (Çev. Suad Yakup Baydur), Ankara, Maarif
,

Matbaası, 1 943.
Aristoteles, Poetika, (Çev. İsmail Tunalı), lstanbul, Remzi Kitabevi, 1 983.
Aristotle, The Works of Aristotle, Great Books of the Western World, Cilt 8 ve 9,
Chicago, Encyclopaedia Britannica, ine., 1 952.
Auroux Sylvain . Weil Yvonne, Nouveau vocabulaire des etudes philosophiques, Pa­
ris, Hıchette, 1 975.

305
Beer Max, Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Tari hi , (Çev. Galip Ü stün ), İstanbul,
H lisnütabiat Matbaası, 1. Kita p, 1 965.
Ben-Amittay jJcob, Siyasal Düşünceler Tarihi , (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay-Levent
Köker) , AnkJra, Savaş Yayınl.ırı, 1 9� 3.
Bcrkt.ıy Halil, Kabileden Feodalizme, İs tan bul , Kay na k Yayınları, 1 983.
Bezci Na il, Yeryüzü Cennetleri Kurmak (Ütopyalar), İstanbul, Say , 1 984.
Birand Ki m ıran, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara, A.Ü. İ lahiyat Fakültesi YJyınları
1 958.
Bourdieu Pierrc•Passeron ) can - "Claudc, La Reproduction, Paris, Minuit, 1 970.
Bouthoul Gaston, L'art de la po liti qu e , Paris, Ed itions Seghcrs, 1 962.
BrJguc R e mi, Du temps chez Platon et Arist o te , Paris, P U F , 1 983.
Brehier Em ile, Histoire de la Philosophie, Paris, L i brairie Fe lix Alcan, 1. Ci lt, 1 938.
Brun J ean, E picure et les E picuriens, Pa ris, P U F , 1 961 .
Brun ) can, Les Sto"ıciens, Paris, PUF, 1 958.
Bumin Tül in, Hegel - Bilinç Problemi , Köle Efendi Diyalektiği Praksis Felsefesi,

İstanbul, Alan Yayıncıl ık, 1 987.


Cam us Alben , Le Mythe de Sisyphe, Paris, İ dees - Ga l limard, 1 975.
Carat ini Roger, La Philosophie, Paris, Seghers, C ilt 1 , 1 983.
C.ırr E. H., Tarih Nedir. ( Çev. Misket Gizem Gürtürk), İstanbul, Birikim Yay ı nlar ı ,
1 980.
Cassirer Ernst, Devlet Efsanesi, ( Çev. Necla Arat) , İ stan bul, Remzi Kitabevi, 1 984.
Cassirer Ernst, La Philosophie des Lumieres. Paris, Agora - Fayard, 1 986.
Chatelet François, Platon, Paris, İ dees . Ga llimard, 1 976.
Chitelet François, Duhamel Olivier, Pisier Kouchner Evelync, Histoire des idees
politiques, Par is, PUF, 1 982.
Chatelet Fran çois, Aubenque Pierre, Bernhardt J ean, Histoire de la p hilosoph ie ,
Paris, Ha c hette , Cilt 1 , 1 972.
Chatelet François et les autres, Histoire des ideologies, Paris, Hachette, Cilt 1, 1 978
Chevallier J ean-J acques, Hist oire de la pensee politique, Paris , Payot, 1 983.
Childe Gordon, Tarihte Neler Oldu, ( Çev. Mete Tunçay Alaeddin Şenel) . İsta nbul ,
·

Alan Yayıncılık, 1 982.


Copleston Frederick, Öıı.Sokratik Felsefe , Sokrates ve Dönemi, ( Çev. Aziı Yardım:
lı), İ stanbul, İ dea, 1 986.
Copleston Frederick, Plato , ( Çev. Aıiz Yardıml ı), İstanbul, İ dea, 1 985.
Copleston Frcderick, Aristoteles, ( Çev. Aziz Yardımlı); İstanbul , İdea , 1 986.
Co ulanges Fustel de, La cite. antique, Paris, Hachette, 1 91 2.
Cresson Andre, Platon.Sa vie, son oeuvre , sa philosophie, Paris, PUF, 1 94 1 .
Dahi Robert, Qui gouverne?, Par is, Armand Colin, 1 97 1 .
Denis Henri, Ekonomik Doktrinler T:ırihi, (Çev. Attila Tokat lı), lsunbul , Sosyal
Yay ın lar , Cilt 1, 1 973.
Diogene Lierce, Vie, doctri nes et sentences des philosophes illusfres, P.ıris, G.ırnier
Flim marion, 2 Cilt, 1 965.
Dosto"ievski, Les possedes, Paris, Ga llim .ırd- Folio, 2 Cil t , 1 974.

306
Duche J ea n , Histoire du monde, Paris, Flammarion , Cilt 1 , 1 958.
Dumon t J ean-Pa u l , La philosophie antique, Paris, PUF, 1 974.
Dumont Louis, Essais sur l'individualisme - Une perspecth·e :ınt h r opo logi qu e sur

l'ideologie m oderne, Paris , Seu i l , 1 983.


Durkheim E mile, Les formes ele m e nta ir es de la vie reliııieuse, Paris, PUF, 1 960.
D urkheim E m ile, De la dhision du tr:ıvail so c i:ıl , Paris, P U F , 1 973.
�flatun, Mektuplar, ( Çev. irfan Şahinba ş ) , İstan bul, M i l l i Eğ itim Basımevi , 1 962.
E flatun, Şölen - Lysis , ( Çev. Azra Erhat - Sabahattin E y üboğ l u ) , İ st a n b u l, Remzi
Kitabevi, 1 972.
Eflatun, Devlet , (Çev. Sabahattin Eyüboğ l u - 1\1 . Ali C i m co z ) , İ stanbul, Remzi Ki­
ta bevi , 1 980.
Eflatun ( P laton), Devlet Adamı, ( Çev. Behice Boran - r-ıleh met Karasa n ) , İstanbul,
Maarif Veka leti Yayınları, 1 944.
Eflatun, Ph:ıidon, (Çev. H . R . A ta demir - S-. ı<. Yetki n ) , İstanbul, Maarif Vekileti
Yay ınlar ı , 1 943.
Eflatun, Phaidros, ( Çev. Hamdi Akverdi}, lstanbul, Maari f Vekaleti Yayınları , 1 943.
E flatun, Eflatun il (Küçük Hippias , Minos, The.ages, Rakipler, Lysis, Lakhes, Khar­
mides, Protagoras, Kriton, Hipparkhos, Kleitophon, Gorgias, Büyük Hippias)
İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1 975.
E l l u l J acques, Histoire des institutions 1-2, Antiquite, Paris, P U F , 1 979.
Epicure, Doctrines et Maxime5, Paris, Librairie Felix Alcan, 1 925.
Epi kür, Mektuplar ve Maksimler, {Çev. Hayr u l lah Örs ) , İstanbul, Remzi Kitabevi,
1 962.
Ertop Kıvanç - Yetkin Çetin, Sosyo Ekonomik Temelleriyle Siyasal Düşünceler
Tarihi 1, İstanbul, Say, 1 985.
E uripides, Elektra, ( Çev. A. Hamdi Tan pınar) , Ankara, Milli Eğitim Basımevi, 1 943.
Eurip ides, Hekabe , ( Çev. Hamdi Varoğlu) , Ankara, Maarif Matbaası, 1 943.
E uripides, Medeia , ( Çev. A. Hamdi Tanpınar ) , Ankara, l\.1aarif Matbaası, 1 943.
Euripi des, Herakles, ( Çev. Lütfi Ay ) , Ankara, Maarif Matbaası, 1 943.
Eurip ides, İphigeneia Aulis'de, ( Çe v. Lamia Kerman ) : İstanbul, Milli E ğ l tim Bası-
nıcvi , 1 945.
E uripides, Helene, ( Çev. Vah d i Hatay), Ankara, M i lli Eğitim Basımevi, 1 945.
_
Foulquie Pau l , u dialectique, Paris, P U F , 1 976.
Fre und J ulien, Qu 'est-ce que la politique? Paris Seu i l -Points, 1 967.
Glotz Gustave, La cite Grecque, Paris, La Renaissance du Livre, 1 928.
Goldschmidt Victor, Platonisme et pensee contempor:ıine, Paris, Monta igne, 1 970.
Gom perz Theodore, Les penseurs de la Grece , Paris, Payot, 1 928.
Gökberk Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul, Remli K i ta bevi, 1 980.
Göze Ayferi , Siyasal Düşünce Tarihi, İstanb u l , i .ü. Hukuk Fakültesi Yay ınları, 1 982
Gregoire Fran çois, Büyük Ahlak Doktrinleri, (Çev. Cemal Sureyya). İstanbul, Var-
l ı k Yay ınevi , 1 97 1 .
Hacıkadiroğlu Veh bi, "Tümellerin Gerçekliği Üzerine" , Felsefe Tartışmaları, 1. Ki­
tap, Ara l ı k 1 987.

307
Hamilton Edith, Mitologya, (Çev. Ülkü Tamer), İstanbul, Varlık Yayınları, 1 983.
Hançerlioğlu Orhan, Başlangıcından Bugüne Erdem Açısından ,Düşünce Tarihi, İs·
tanbul, Varlık Yayınları, 1 976.
Hançerlioğlu Orhan, Düşünce Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 977.
Hançerlioğlu Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 979.
Heimsoeth Heinz, Felsefenin Temel Disiplinleri, (Çev. Takiyettin Mengüşoğlu), Is·
tanbul, Remzi Kitabevi, 1 986.
Herodotos, Herodot Tarihi, ( Çev. Müntekim Ökmen), lstanbul, Remzi Kitabevi,
1 973.
Hesiodos, Hesiodos Eseri ve Kaynakları, ( Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat),
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1 977.
Homere, lliade, Paris, Societe d'Edition " Les Belles Lettres", 1 962.
Homeros, İliada, ( Çev. Ahmet Cevat Emre), lstanbul, Varlık Yayın ları, 1 961.
Homeros, Odysseia, (Çev. Ahmet Cevat Emre), İstanbul, Varlık Yayınları, 1 971 .
i tin M . ve E. Segal, insan Nasd irisan Oldu? , (Çev. Ahmet Zekerya), İstanbul, Yeni
Dünya Yayınları, 1 985.
Janet Paul, Histoire de la Science Politique dans ses Rapports avec la Morale, Paris,
Libraire Felix Alcan, 1 924. .
j oad C. E. M., Dünyanın Büyük Felsefeleri, (Çev. Semih U mar), İstan� ul, Remzi Ki·
tabevi, 1 985.
Kant İ m manuel, "Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt" , Felsefe Yazıları, lstanbul,
Yazko, 6. Kitap, 1 983.
Karasan· Mehmet, Etlatun'un Devlet Görüşü, Ankara, Milli Eğitim Basımevi , 1 94 7.
Kaya Mahmut, fslam Kaynakları lşığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul, Ekin
Yayınları, 1 983.
Kaygı Abdullah, "Platon ve Popper. Adaletli Toplum mu, Açık Toplum mu?" Fel­
sefe Dergisi, No: 1 , Ocak 1 987.
Kösemihal Nurettin Şazi, Durkheinı Sosyolojisi, İstanbul Remzi Kitabevi, 1 971 .
Kranz Walther, Antik Felsefe - Metinler ve Açıklamalar, ( Çev. Suat Y. Baydur), is.·
tanbul, Sosyal Yayınlar, 1 984.
Ksenophon, Anabasis, (Çev. Hayrullah Örs), İstanbul, inkılap ve Aka, 1 9 75.
Labrousse Roger, lntroduction a la Philosophie Politique, Paris, Marcel Riviere et
Cie, 1 859.
Lavergne Bernard, Individualisme Contre Autoritarisme, Paris, PUF, 1 959.
Lipson Leslie, Demokıatik Uygarlık, ( Çev. Haldun Gülalp· Türker Alkan), Ankara
Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları, 1 984.
Levi Peter, Eski Yunan, ( Çev. Neşe Erdilek) İ letişim Atlaslı Büyük Uygarlıklar An­
siklopedisi, 3. Cilt, İstanbul, İletişim Yayınları, 1 987.
Lucrece, De la Nature des Choses, Paris, Editions Sociales, 1 974.
Lucretius, E.vrenin Yapısı, ( Çev. Tomris Uyar ve Turgut U)Car), İstanbul, Hürriyet
Yayınları, 1 974.
Machiavel, Le Prince, Paris, Le Livre de Poche, 1 975.

308
Machiavelli, Le Prince, Paris, Le Livre de Poche, 1 975.
Macpherson C.B. , Demokrasiııiıı Gerçek Dünyası, (Levent Köker), Ankara , Birey ve
Toplum Yayınları , 1 984.
Mairct Gerard, Les doctriııes du pouvoir, Paris, İdeas-Gallimard, 1 978.
Mansel Arif Müfid, Ege ve Yunan Tarihi , Ankara , Atatürk .Kültür, Dil ve Tarih Yük·
sek K urumu Yayınları, 1 984, 4. Baskı.
Marcuse Herbert, Le marxisme sovietique, Paris, Gallimard, 1 968.
Mar c u se Herbert, L 'h o mm e unidiınensionnel , Paris, l\·l inuit, 1 968 .
McNeil William H . , Dünya Tarihi (Alaeddin Şenel), İstanbul, Kaynak Yayın ları,
1 985.
Mengüşoğlu Takiyettin, Felsefeye Giriş , İstanbul, Remzi Kitabevi , 1 983.
Moreau J oseph, Aristote et s o n ecole , Paris, PUF, 1 985.
Mosca Gaetano ve Bouthoul Gaston, Histoire des doctrines p olitiques, P;ıris,Payot.
Mosse Claude, Histoire des doctrines .politiques en Grece , Paris, P U F, 1 975.
Necatigil Behçet, Mitologya, İ stanbul, Gerçek Yayınevi, 1 978.
Nietzsche Friedrick, Yunanlılann Trajik Çağında Felsefe (Nusret H ızır), İstanbul,
Bilim Felsefe Sanat Yayınları, 1 985.
Nizan Paul, Les ınaterialistes de l 'Antiquite, Paris, Editions Sociales lnternationales,
1 936.
Okandan Recai G., Umumi Hul..'llk Tarihi Dersleri, İstanbul, İ stanbul üniversitesi
Yayınları , 1 951 .
Paksüt Fatma, Platon ve Platon Sonrası , Ankara , Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayın­
ları , 1 982.
Parkinson C. N ortheote , Siyasal Düşüncenin Evrimi (Me h m et Harmancı), İstarıbul,
Remzi Kitabevi , 1 976.
Passcrin d'Entreves Alexandre , la notion de 1 'Etat, Paris, Si rey, 1 969.
Platon, Ckuvres completes , Paris, Societe d'Edition "Les Beli es Lettres ", 1 3 Ci it,
1 920 - 1 926.
Platon, �uvres completes - Les lois (Cilt 6 ve 7), Paris, Librarie Garnier Frcres, 1 946.

Platon, la republique , Paris, Garnier - Flammarion, 1 975.


Platon ( Eflatun), Diyaloglar 1, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 982.
Platon (Eflatun), Diy�oglar 2, İstanbul, Remzi Kitabfvi, 1 986.
Popper Ra imund Kari, Açık Toplum ve Düşmanlarİ {Mete Tunçay), Ankara, Türk
Siyasi İ limler Derneği Yayınları, Cilt 1 , 1 967.
Porphyrio�. İsagege - Aristoteles'in Kategorileriııe Giriş (Betül Çotuksöken ), İ stan­
bul, Remzi Kitabevi, 1 986.
Prelot Marccl - Lescuyer Georges, Histoire des idees politiques, Paris, Dallo1 , 1 980.
Reichenbach Hans, Bilimsel Felsefesiıı Doğuşu (Cemal Yıldırım), İstanbul, Rl·mzi
Kitabevi , 1 98 1 .

309
Rifat Hayd.ır, E pikür'ün AhJ akiyatı , İ stanbul, Ş ir keti Mürettibiye Matbaası, 1 935.
Rohin Le o n , le pensee grecque et les origines de l'esprit scientifique, PJris, Lı
Rcn.ıiss.ıncc du Livre, 1 932.
R o b i n Leon , La pensee hellenique- Des origines ii Epicure, Par is, P U F, 1 967.
R o nı i l l y J .ı cquclinc de, Problemes de la democratie grecque, Paris, Hermann-Agor;ı,
1 986.
Rousse.ı u J e;ı n - J .ıcques, Du contrat social, Paris, E ditions Garnier Freres, 1 95.t.
R o usseau ] can - J .ıcques, Discours sur l'origine et les fondements de l'ineg:ılite par­
mi les hommes , Paris, G.ırnier - F lam marion, 1 971 .
Ro mseau J e.ın · J .ıcques, Topluı� Süzleş mesi, ( Çev. Veda t Günyo l), İ stanbul, Adım
Y .ıyın l.ır ı , 1 982.
·

R o u vier J ea n Les grand es idees politiques des origines ii J .J . Rou�eau, Paris, Bıır­
,

das, 1 973.
R ussell Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi 1-..\ntikçağ, ( Çev. M uam mer Sencer), An k.ır:ı,
Bilgi Y.ıyınevi, 1 9fı.
R uyer R.ıymoııd , L'utopie et les utopies, Paris, PUF, 1 950.
Sabine Georgc, Siyasal Düşünceler Tarihi 1, ( Çev. Harun Rızatepe), Ankara, Türk Si­
yasi İ lim ler Derneği Ya yınları, 1 969.
Sarıca Murat, Siyasi Düşünce Tarihi, İ stanbul, Gerçek Yayınevi, 1 977.
Sartori Giovanni, Demokrasi Kuramı , ( Çev. Deniz Baykal), Ankara, Türk Siyasi
İ l imler Derneğ i , Yayın N o : 23. ( Tarih yok.)
Schuhl Pierre . Maxime, Essai sur la fonnation de la pensee grecque, Paris, PUF,
1 9.t9.
Schuhl Pierre . Maxime ( textes tr.ıd uits par Emile Br e h ier), Les Sto'iciens, Paris,
Gal limard, 1 962.
Solomon D umitru, Küpek Diogenes, ( Çev. Mete Tunçay), Ankara, Kuzey Y.ıyınları,
1 986.
Sophocle, The:itre co mplet Paris, Garnier-Flammarion , 1 964.
,

Sorıhokles, Antigone, ( Çev. Saba hattin Ali), Ankara, Maarif Matbaası, 1 941.
Sophokles, Elektra, ( Çev. Azra Erhat), Ankara, Maarif Matbaası , 1 941 .
Stace W. T., Hegel ez erine { Çev. l\lurat Belge ) , Ankara, V 'Yayınları, 1 986.
,

Suner Saffet, Düşüncenin Tarihteki Evrimi, İ stanbul, Fatih Matbaası , 1 967.


Şenel Alaeddin, Eski Yunanda Siyasal Düşünüş , Ankara, Ankara Ün iversitesi Siya­
sal Bilgi ler Fakültesi Yayınla� ı, 1 968.
Şenel Alaeddiıı , Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, Ankara, Ankar J 1..m i vcr­
sitesi Siyasal Bi lgi ler Fakültesi Yayın lar ı, 1 970.
Şenci A l aeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, An kara, Ankara Üniversitesi Si yasal Bil-
gi ler Fa kültesi Yayınları, 1 982.
Şenel A laeddin, Irk ve I rkçılık Düşüncesi, Anl.;.:ıra, Bilim ve Sanat Y;ı yınl.ırı , 1 984.
T.ın illi Server, Uygarlık Tarihi - Çagdaş Dünyaya Giriş, İ stan0ul, Say, 1 98 1 .
Thcil Pierre, Dünyamızı Kuranlar , ( Çev. Semih Tiry.1kioğlu), İ stanbul, Varlık Ya yın­
cvi, 1 979.

310
Thomson George, Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler - Tarilıüncesi Ege,
( Çev. Cela l Üster), İstanbul, Payel Y.ıyınevi, 2 Cilt, 1 983 - 1 985.
Thomson George, insanm Özü, ( Çev. Celal Üster) , İstanbul, Paye! YJyınları, 1 987.
Thucydide, La Guerre du Peloponnese, PJ r is, Editions GallimJrd, ·1 964.
Timuçin Afşar, Aristoteles Felsefesi, İ stan b u l , Kavram Ya y ı nları , 1 9 76.
Timuçin Afş.u, Gerçekçi Düşüncenin Kaynakları. İs r.r nb u l, De Yayınevi, 1 984.
Touchard J ean, Histoire des idees Politiques, Paris, P U F, 1 978, 1. Cil t.
Trousson Raymond, Voyages aux Pays de Nulle Part, Bruxdles, E d i t i on s de L'Uııi­
ver si te de Bnıxelles, 1 9 75.
Tunçay M ete ( Derleyen), Batı'da. Siyasal Düşünceler Tarihi - Seçilmiş Yazılar, An­
kara, An kara Üniversitesi Siyasal B i l ;!i l er Fakn!tesi Yayın ları, 1 969, 1 . Ci lt.
Vernant J ean - Paul, Mythe et Pensee Chez Les Grecs, Par is, Maspero, 1 %5.
Voilquin- J ea n , Les Penseurs Grecs Av:ınt Socrate, PJris, Libr.:ıirie G.ı r ıı ier Frercs,
1 94 1 .
Weil Eric, Philosophie Politi que , P.:ıris. Li brairie Philosophique J . Vrin, 1 956.
Wells H. G., Kısa Dünya Tarihi, ( Çev. Ziya İs han) İ sunbul, Varlık Yayınları, 1 959.
Werner Charles, Llı philosophie grecque, Par is, Payot, 1 962.
Widgery A l ban G., Tarih Boyunca Büyük öğretiler, ( Çcv. Gülçiçck Soytürk), İstan­
bu l , Mi lliyet Yayınları, 1 9 71 .
Wycherley R. E ., Antik Çağda Kentler Nasd Kuruldu?, ( Çev. Nur Nirvcn-Nezih
Başgelen), İs ta n bu l , Arkeoloji ve Sanat Ya y ın la r ı , 1 986.
Xenophon, Oeuvres Completes, Pa r is , Garnier-Flammarion, 3 C il t, 1 96 7.
Yetkin Çetin, Kaba Kuvvet F elsefesi . Doğuşu ve Gelişimi, A n kara, Toplum Yayın·
ları, 1 %9.
Zekiyan Boğos, Humanizm (insancılık), Diişünsel İçlem ve Tarihsel Kökenler, İs­
tınbul, İnkılap ve A ka K itabevleri, 1 982.
Türk ve Dünya Ünlüleri Amıiklopedisi, l s tan b u l , Anadolu Yayıncıl ık, 1 0 Cilt, 1 983.

31 1

You might also like