Professional Documents
Culture Documents
Eski Yunanda Siyaset Felsefesi - Mehmet Ali Ağaoğulları
Eski Yunanda Siyaset Felsefesi - Mehmet Ali Ağaoğulları
VERSOA.Ş.
Konur Sok. No. 13/7.
Kızılay ANKARA
·
Dizgi :VMS
Baskı : Feryal Matbaası
MEHMET ALI ACAO(°;ULLARI
ESKi YUNAN'DA
SİYASET FELSEFESİ
Artık yalnız anısıyla yetinmek
zorunda olduğum babam
CEVAT AGAOGULL ARl'na.
1.4.1988
öNSÖZ
Bu llitap, l.ö. VI. ile /.tJ. Ill. yüzyıllar arasında Eski Yunan 'dahi siyasal
düşünceleri, gelişimlerini de ortaya koyabilmek amacıyla, tarih dizinsel (llronolojik)
bir biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. Eski Yunan uygarlığının bütününün değil,
fakat belli bir tarihsel kesitinin ele alınması, kişisel bir tercihten çok, Batı Dünyası
nın düşünsel temellerini oluşturacak olan özgün düşüncelerin bu dönemde üretilmiş
olmasından kaynaklanmak tadır. Ayrıca bu yüzyıllar, Eski Yunanliların siyasal ·ala
nını oluşturan "polis"lerin (küçük devletlerin) yükseUşinden çöküşüne değin uza
lıan süreci de kapsamaktadrr. Dolayısıyla burada ele alınıp incelenmeye çalışılan dü
şünceler, çeşitli sosyo-ekonomik değişimler sonucunda geleneksel kabuğunu kırıp
her bakımdan büyük bir devingenlik içine giren, geUşim gösteren l'f! ardından -tarih
teki her uygarlık gibi- kaçınılmaz sona uğrayan polisin siyasal sürecine ilişkin düşün
celerdir.
Siyasetin, daha doğrusu polisin siyasetinin bir bölümünü oluşturan siyasal dü
şünceleri inceleme konusu olarak ele almakla birlikte, kitabın başlığında "siyaset
felsefesi" kavramını kullanmayı yeğledim. Bunun nedeni, Eski Yunan'da ortaya ko
nan siyasal düşüncelerin felsefed�n soyutlanmasının _olanaksız olması, bir başka de
yişle bunların hepsinin felsefi bir boyut taşımasıdrr. öyle ki, her Yunanlı düşünür,
siyaset "-dolayısıyla iktidar- üzerindeki düşüncelerini felsefi bir söylem içine oturt
muş, hatta siyaseti "bilimler bilimi" olan felsefenin inceleme konularından biri ola
rak görmüştür. Acaba neden Yunanlılarr siyasete özerk bir alan tanımamış ve onu
salt pra tikler düzeyinde ele almamışlardrr? Neden siyasal sorunları kosmos (evren),
doğa, ahlak, toplum gibi genel sorunlar ile birlikte incelemiş ve (Aristoteles dışında)
hep olması gerekeni aramışlardır? Kanımca bunun yanıtı, büyük ölçüde, Yunanlıla
rın felsefeyi yaratmış ve buradan hareketle soyut-kurgusal düşünüşü (siyaset de
dahil olmak 'üzere) insanın bütün ilgi alanlarında uygulamış. olmalarında yatmakta
dır.
Felsefenin l.ö. VI. yüzyılda Eski Yunan'da doğduğu, bugün bilim adamlarının
(ve kadınlarının) büyük çoğunluğunca kabul edilmektedir. Bundan önceki yüzyıllar
da ve diğer toplumlarda, çeşitli düşün yapıtları dinin, mitosların, pratik bilgilerin et
kisi altıııda bulu.nduğundan, b unları felsefi olarak nitelendirmek olanaksızdır. Oysa
l.ö. Vl. yüzyılın Yunan kültüründeki gelişme sonucunda insan, dinsel - mitolojik
açıklamalarla, dogmalarla yetinmeyip, kendi aklı ile temel-evrensel sorunları yamtla
maya girişmiş ve kendini pratik, teknik ilerleme kaygısından kurtarıp, bilgiye, bilgi
ııin kendisi için yönelmiştir. Hemen hemen bütünüyle tasarımlara dayanan bu düşü·
ııüş, kuramsal bilimin, yani philosophia'nın (felsefenin) ta kendisidir. Yunanlı, do-
y
ğa, evren sorunlarının ardından insan, toplum, siyaset vb. konularını da bu soyut dü
şünüş çerçevesi içinde irdelemiştir. Bu yüzden Eski Yunan siyasal düşünüşü, Hint,
Çin, Mısır, Babil gibi uygarlıklarda görülen dinsel ya da mitolojik öğelerle yoğrul
muş siyasal düşünüşten farklı olarak, pratik siyasal konularla ilgilenme evresini aşıp,
bilimsel bir uğraşıh gerektirdiği si1asal genellemeler ile kuramlar ortaya koymuştur.
Bundan ötürü, Eski Yunan siyasal. düşüncelerini tam anlamıyla açıklığa kavuştura
bilmek amacıyla, düşünürlerin ''genel felsefeleri"ne de yer vermeyi gerekli buldum
ve ayrıca genel felsefeler ile siyasal düşünceler arasında bağlantı kurmaya ya da dalıa
doğrusu var olan bağlantıları gözden kaçırmamaya çalıştım.
Genel olarak düşüncelerin, özellikle de konumuzu oluşturan Eski Yunan siya
sal düşüncelerinin irdelenmesinde dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, bunların
kendiliklerinden belirmem�ş olup, temellerinde somut gerçeklerin yattığıdır. Marx'
ın deyişiyle "Filozoflar yerden mant.ar gibi bitmez; onlar çağlarının ve halklarının
ürünleridir." Gerçekten her filozof, her düşünür, yapıtlarını belli bir zaman ve me
kan içinde vermiş ve bulunduğu ortamın sosyo-ekonomik ve siyasal koşullardan et
kilenmiştir. Kısacası siyasal düşünce, hiçbir zaman toplumsal oluşumdan ayrı olma
mış ve önemli bir ölçiide bu oluşumu yansıtmıştır. Bir düşünür hakkında "o çağının
ve toplumunun ilerisindedir ya da gerisindedir" şeklinde yapılan yakıştırmalar,
onun yine de çağının ue toplumunun somut koşullarının etkisinde kalarak düşünce
lerini, kurumlarını oluşturmuş olduğu gerçeğini değiştiremezler. örneğin, Eski Yu
nan 'da bir filozof köleliğin kaldırılmasını savunmuşsa, XX. yüzyıl insanının, tarihsel
gelişimi göz önünde bulundurarak onu çağının ilerisinde bir düşünür olarak nitelen
dirmesi olasıdır. Fakat o çağda kölelik yaygın bir kurum olmasaydı ve filozof bun
dan olumsuz bir biçimde etkilenmeseydi, böyle bir düşünceyi ortaya atabilir miydi?
Gtmümiizde hiçbir düşünür köleliğin kalkmasını savunmuyor ya da daha doğrusu
böyle bir savunma yapmanın gereksinimini duymuyorsa, bu, köleci üretim ilişkileri
nin hemen hemen tümüyle ortadan kalkmış ue insan hakları düşüncesinin -en azın
dan söylem düzeyinde- kendini dünyaya kabul ettirmiş.olmasından dolayıdır.
Ancak yukarıdaki bu satırlardan sosyo-i!konomik ue siyasal koşulların meka
nik bir biçimde siyasal düşünceleri belirlediği sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü dü
şüncenin belli bir görece özerkliği uardv. Her şeyden önce her siyasal düşünce, onu
yaratan insanın düşünüş·biçiminden, kişisel niteliklerinden, gerçeği kavrama yetene
ğinden ue kendi zamanına kadar birikmiş düşüncelerin ·ışığında toplumun ilerideki.
olanaklarını kestirebilmesinden de etkilenir.
Unutulmamalıdır ki, Sokrates'in öğrencileri arasından tek bir Platon çıkabil
miştir. Ayrıca düşüncenin, içinde yeşerdiği toplum üzerinde etkide bulunması da
söz konusudur; zaten herhangi bir düşüncenin oluşturulmasındaki amaç budur. Her
siyasal düşünce, var olan siyasal iktidarı, toplumsal düzeni doğrulayıp güçlendirmek
ya da tam tersi kötüleyip değiştir.mek amacıyla ortaya konulur. Hatta bir düşünür,
çağının ue toplumunun kurumlarını, göreneklerini, ahlakını aşabilir, ütopyalar
kurup somut temelleri olmayan yeni düşünce ufuklarına açılabilir. Tarihin her döne
minde siyasal iktidarların bazı düşünceleri yasaklayıp düşünürleri (tıpkı Sokrates gi
bi) ağır cezalara çarptırmaları ya da en azından bunlardan rahatsız olmaları, siyasal
düşüncelerin sosyo-ekonomik ve siyasal yapılar üzerindeki etkileyiciliğinin açık
birer kanıtıdırlar.
Demek ki, siyasal düşünceler ile sosyo-ekonomik ve siyasal koşullar arasında
VI
karşılıklı bir etkileşim bulunmaktadır. Bu yüzden bir siyasal düşünceyi bütünlüğü
içinde kavrayabilmek ve anlamlı bir biçimde açıklayabilmek için, onun içinde do
_
ğup geliştiği toplumun sosyo-ekonorrük yapısını, siyasal sürecini, ahlak ve sanat de
ğerlerini, dünya .görüşünü, kısacası "insanların karşılıklı eylemleri"nin tüm özellikle
rini bilmek gerekir. Vstelik siyasal düşünceler ile bu çeşitli alanlar arasındaki ilişkile.
rin açığa çıkarılmasıyla "ben-merkezcilik" (ethnocentrisme) tuzağı içine· düşmek
ten, yani zaman ve mekanımız dışındaki bir düşünceyi kendi kültürel kalıplarımız
açısından değerlendirmekten kaçınılabilinir. Yoksa "polis"in ne olduğunu anlaya
madan, bunun düşünce ortamı ile geçirdiği sosyo-ekonomik ve siyasal değişimleri
kavrayamadan Platon 'un düşüncelirini çözümlemeye kalkışıldığında, günümüz dü
şünce kategorilerine uyan, ama o çağda hiçbir anlamı olmayan değerlendirmelere
ulaşılır. Platon 'un bazılarınca marksist anlamda komünistlikle suçla11ması ya da
övülmesi, bu yanılgının en tipik örneğidir.
Siyasal düşüncelerin bütünlükleri içinde ele alınıp irdelenmesi, onların somut
koşullarla· olan etkileşimlerinden başka, kendi aralarındaki ilişkilerin de ortaya ko
nulmasına bağlıdır. Çünkü her düşünür, düşüncelerini belli bir kültür ortamındri)ue
kendinden önceki düşünürlerden -olumlu ya ela olumsuz bir biçimde- etkilenerek
oluşturur. örneğin, Eski Yunan felsefesi belli bir gelişim göstermiş ve bu düşün
sel birikim sonucu olarak bir Platon, bir A ristoteles ortaya çıkabilmiştir. Soruna bu
şekilde yaklaşmak, gelişimci bir görüşü benimsemek oluyor. Fakat incelenen düşün
celeri bir süreklilik içine oturtmaya olanak tanıyan gelişimci yaklaşıma mutlak bir
nitelik uerilm�melidir. Çünkü her düşünür, her düşünce akımı, kendinden öncekiler
den bir kopuşu ifade eder. A ncak her kopuş, karşı çıktığı, aşmaya çalıştığı
düşüncelerden bazı öğeler içerir. Bu bakımdan bir düşüncenin kültürel ortamından
soyutlanması ve oluşumundaki düşünsel katkıların göz ardı edilmesi, onun yeterince
anlaşılamamasına ve yerli yerine oturtulamamasına neden olur.
* * *
Vll
yatan gerçeklel'i, ideolojik amaçları açığa çıkarmayı, öte yandan bunların evrensel
boyutlarını yakala maya çalıştım. Bu uğraşımda ne denli başarıl' ya dıı başarısız ol
duğumu merak etmiyorum desem, yalan olur herhalde!
* * *
vııı
iÇiNDEKiLER
Önsöz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ·. . . . . . . . • . . . . • . . .. V
BiJLVM I
TOPLUMSAL YAPI VE SİYASAL GELİŞMELER . . . . . . . . . . • . .
A- Polis......... ; • . . .. .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . � . . . ... 1
B- Ekonomik Düzen ve Toplumsal Sınıflar. . . . . . . . . . . • . . . .. . 6
(..c.. Siyasal Gelişmeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
. .. ... 11
a/ Krallıktan Azınlık Yönetimine 11
b/ Yasa Kavramındaki Değişimler . . . . ... ... . . .... .... 14
c/ Solon'un Reformları . . . • . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . 16
d/ Tiranlıktan Demokrasiye . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
e/ Demokrasinin Evreleri . . . . . . . . . . . . • . . . . . . . . . • . .
. 23
f/ Savaşlar ve Polisin Sonu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • .. . . 27
BiJLVM il
DOGA FELSEFESİ DÜŞÜNÜRLERİ . . . . . . . . . . . . . . . . • . . 32. .
A- İyonya Felsefesi . . .. . .. . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35. .
a/ Thales . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35. .
b/ Anaksimandros . . .. . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36. .
c/ Anaksimenes . .. . ... ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37. .
d/ Herakleitos . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . • . . . . 38. .
B- Güney ltalya Felsefesi ...... , . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42• .
a/ Pythagorasçı Felsefe . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . • . . . . . . 42
b/ Elea Okulu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
C- Demokrasilerin Doğa Felsefecileri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
a/ Empedokles . . . . . . . . • . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
b/ Anaksagoras . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47
.
c/ Demokritos .. . .. . . . . . . . . . . . . . 49
. . . . . . . . . . . . . . • .
ıx
BOLUM lll
SOFİSTLER VE DEMOKRASi . . .. ..
. . . . . . . . . . . . • . . . . • . . 52
A- Sofist Düşünce • • • . • . . . ... .. ...
. . . . . . . . .. . • . . • • • . . 52
1 / Birinci Kuşak Sofistler . . .. ..
. • . . • . • . • • • . . . . . . . • . 57
2 / ikinci Kuşak Sofistler . • . . . . • . . • • . . . • • . . . . . • • • • • 66
B- Demokrasi Üzerine Düşünceler ..
. . . . . . . . • . • . • • • . • . • . . 76
1 / Demokrasiye Olumlu Yaklaşımlar � • . • • • . . . • . . • • • . • . 76
a- "Herodot Tarihi"nde Demokrasi : • . . . . • • • • . . . . • • 77
b- Perikle_s'in "Cenaze Töreni Söylevi" . .. . . . • . . . . • . . 78
c - Edebiyatta Sofistik-Demokratik Düşünceler . . . . . . . . . 82
2/ Demokrasiye Olumsuz Yaklaşımlar .. . . . . . . • . . . . . • . . 85
a- Aristophanes'in Komedyaları . . . • . • . . . . . . . . • . . • 85
b- Yaşlı Oligarkh'rn "Atinahların Anayasası" . . . . . . . . • . 87
c- Demokrasi Düşmanı Ksenephon . . . . . . • . . . . . . • . • 89
d- İsokrates'in Arayışları • . . . . • . • . . . . . . • • • • . . . • .
92
BOLVMIV
SiY ASETIN AHLAKLAŞTIRILMASI : SOKRATES . . . . . . • . • • .
95
A- Sokrates Sorunu • . • . . • • • • • •. • . . • . • • • . • . • • . . . . . . • • •
95
B- Yaşamı ve Kişiliği • • . • • • • • • • • . . • • • • • • • • • • • • . • . • . • • 97
C- Bilgi Kuramı • • • • • • . • • • . • . . • • . • • • • • • • • • . • • • • • . • 10 1
•
BOLVM V
POLİS iÇiN İDEAL ÇÖZÜMLER: PLATON . . • . . . • • • . . . . . • . 1 32
•
B- idealar Felsefesi • • • • . . . • . . • • . • . . • • • • • . • • • • . . . • . • 1 37
.
1 / idealar Öğretisi . . . . • • • • • . . . . . • • • • • . • . • • • • • • • 1 38
•
3/ Ruhsal Yapı • . • • • . • • . . . • .. . . . . . • . • • . • . • • • . . . . 14 5
•
S/ Varlık Öğretisi . . • • • • . • . . • . . • . • • • . • • • . . . • • • . • 1 53
•
2/ Yönetimlerin Dolaşımı . • • . . . . • • • • • . . . • . • . • . . , . . 1 60
a- Patriarşi . • . . . . • . . . . . . . . . . • · . . • • . . . • • • • • . 161
.
c- Timokrasi • . . . . • . • . . • . . . . . . . . . . . • . . . . . . . 1 62
.
x
d- Oligarşi . . . . · . . . . . . . . 1 63
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
e- Demokrasi. . . . . . . . . . . 163
. . • . . . . . . . . . . . . . . . . . .
f- Tiranlık . . . . . .. . . .
. . . 167
. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
D- ideal Devlet . . . . . . . . . . • . . . . 1 69
. . . . . . . • . . . . . . . . . . . . .
b- Koruyucuların Yaşamı . . 1 79
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
- - Platon'un komünizmi 1 83 . . . . . • . . . . . . . . . . . . . .
a- Filozofun Yetişmesi . . . 1 85
. . . . . . . • . . . . . . . . . . . . .
1 / Politika Bilimi . . . • • • . . • . 1 98
• • • • • . . . . . • . • • . . . . . . •
3/ Yasalara Yöneliş . . • • • • . • • 20 1
• • • . . . • • . . • • . • . . . . • . .
BVLVM VI
POLiSi KURTARMA ÇABALAR! : ARISTOTELES . . . . . . . . . . . 219
A- Aristoteles'in Yaşamı � . • . • . . . . • , . . . • • . . . . • . . . . • • . . 220
B- Genel Felsefesi . . . . . . • • . . . . . • . • . . • • . . . . . . . . . . . • . . 222
1 / Mantık • . . . . . . . . . • . • . • • . . . . . . • • . . • . . . . . . . • • 223
2/ Metafizik . . . . . . • . . . . • • . . • . . . . . . . . . . . . . . • . . , 226
3/ Doğa Sorunu ve Evrensel Düzen . . . • . . . . . . . . . . . . . . . 231
4/ Ruhsal Yapı ve Ahlak Öğretisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 232
xı
C- Siyasal Düşünceleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . .. 237
. • .
a- Monarşi . • . . • . . • . . • . . . . . . . . • • . • . . 250
. . • • • • .
b- Tiranlık • • . • . • . . . . • . . • . . . . • • . . . . . 250
. • • • . . •
c- Aristokrasi . • . . . . • • . . • . . . . . . . • • . . . 25 1
. . . . • . •
d- Oligarşi • . . . . . . . . • • • . • . • . . . . . . .
; •
• . . 25 1
. . . . •
e- Demokrasi • . . . . . . . • . . . • • . . . . . . . . . . 252
. . . . . • .
f- Politeia . . . . . • . . . . • . . • . . . • . . .... . . . . . . .. . 25 3
4/ Devrimler Kuramı . . . . . . .. ; . . . . • . . . .. . . . . ... . . . 254
a- Devrimlerin Nedenleri • . • • . • • • . . . . . . . .. 254
• . . . • .
BOLVM Vll
POLİSİN ÇÖK ÜŞÜNDE SİYASAL DÜŞÜNÜŞ . . . . . . . . . . . . . • 267
A- Helenistek Felsefe . • . . . • . . . . • . . • . . • . . . . . . . • • . • . . . • 267
B- Epikuroscu Okul • . • . • . . . • • • • • • • • . . • . . . • . . . • . • • . • 270
1/ Epikuros'un ve Epikurosculuğun Yaşamı . . . . • • . . • . • . . 270
2/ Epikuros'un Felsefesi • . • • • • • • • . • . • • . • • • . . • • • • • . 272
a- Kanon (Mantık) . • • • • • • • • . . . • • • . • • . • • . • • • • . 272
b- Physeus (Fizik) • • . • • • • • • • • • . . • . . . . . . . . . . . . 274
c- Ethika (Ahlak) . . . . . . • • • . . • . . . . . . • . . • . . . • • • 276
3/ Epikuros'un Siyasal Düşünceleri . • . • . • . . . . • • . . . • . • . 278
C- Stoa Oku l u . ., • . . • . . • . • . . • . • . • • • • • . . . . . . . . . . • • . 284
1/ Eski Stoa Düşünürleri . . • . • • • • . • • • • . . . . • • • . . • • . . 284
2/ Stoacı Felsefe • . • . • • • • • . • • • • . • • • • . • • . • . . . • . • • 286
a- Mantık • • • • • • . . . . . • • • • • • • . • . . • • • . • . • • • . . 286
b- Fizik (Metafizik) . . . • • • • • • • . • • • • • . • . . • . • • • • 287
c- Ethika (Ahlak) , . • . • • • • • • • • • . . • . . . . . • • . • • . • 289
3/ Stoacılığın Siyasal Düşünceleri • . • • . . . . • . • . . . . . . . . . 292
xıı
Trakya
A- POLİS
2
ayrım ortadan kalktı ve polis, ilk önce tüm kenti, sonra da "devlet"i kapsayan bir
anlam kazandı. Bazı polislerde kullanılan akropolis sözcüğü, polisten farklı bir birimi
değil, polis içindeki belli bir alanı, temel tapınakların ve prytdneion 'un611 bulundu
ğu en tepedeki alanı ifade ediyordu.6b
Herkesin gereksinmeşi���t:._ kurayla eşit paylara bölüşülen kabile yerleşim
merkezini. toprak sahibi soyluların yönettiği ve bağımlı köylerde yasayan yoksul
köyl�!e��n_çe��!ediği_ polise dönüştüren sürecin temelinde, meta değişiminin, bir
.baska deyişle ticaretin gelişmesi yatar. Para kullanımının ya ygınlaşması1 özellikle
i.ö. 600'den az sonra Aegina, Atina ve Korinthos gibi polislerde bakır ya da küçük
gümüş parçalar halinde bozukluk para çıkarılmaya başlanması, pazar için yapılan
üretime büyük hız verdi. Köylerin şefleri ve bunların aileleri, zamanla durumları_nı
pekiştirerek büyük toprakları ellerine geçirdiler. Alısverisin yapıldığı merkezi köy,
gerek şeflerin. gerek zanaatkarların ergeç köylerini terk ederek pazarın yanında ev
kurmaları sonucunda bir paur kasabasına dönüştü. Kendi kendilerine yeterli olma
özelliklerini yitiren köyler, kasabaya bağımlı bir konum içine girdiler. Buna karşılık
kırsal bölgeyi hükmü altına sokan kasaba, gelişerek, ilk önce kent, sonra da polis du
rumuna geldi. Oluşan bu yeni siyasa! toplumda iktidar, klanla olan bağlarını kopar
pn ve yoksul klan üyelerine karşı, ortak bir çıkarda birleşerek toprak sahibi soylu
lara dönüşen şeflerin elinde toplandı.
i lk önce lyonya'da (Anadolu'nun Ege kıyılarını kapsayan bölge), ardından
Yunan Yarımadasının çeşitli yörelerinde ortaya çıkan yüzlerce polis, genelde, kö
kenlerinde yatan kabilesel örgütleniş biçiminden tümüyle kopamadılar. Bu olgu,
bir dereceye kadar bu süreci erken bir dönemde yaşamış olan Atina gibi polislerde
çok açık bir biçimde gözükmektedir. Buralarda, kentleşmenin itici gücü toprak
sahiplerinden kaynaklanıyordu. Bu nedenle soylular, polisi örgütlerken alışkın
oldukları kabilesel yaşama özgü belli özellikleri kullanma yoluna gitmişlerdi. Oysa
daha sonra kurulan polislerde, sınıf ilişkilerindeki değişi klik nedeniyh· iticı güç ro
lünü, soylularla çatışma içinde olan tüccarlar ve zanaatkarlar üstlendi. Bu bakımdan
bu polislerin kabilesel yaşamla ya çok az bağları vardı ya da hiç bulunmuyordu.
Polislerin kuruluşuna i lişkin bu farklılık, Yunan siyasal terminolojisinin ilginç
bir yönünü açığa çıkartır. Atina'da arkhon sözcüğü, hem "klan şefi", hem de "yük·
sek devlet (polis) yöneticisinden biri" anlamına geliyordu. i l k anlam, eski kullanım
dı; ikinci anlam ise, klan ve kabile şeflerinin toprak sahibi soylulara dönüşüp pôlisin
6a Polisin yaygın bir ö:telliği olan prytnneion, ocağında kutsal ateşin sürekli yandığı kent
(ya da daha doj;rusu devlet) konağıydı. Aristoteles (Atinabların Devleti, Ankara, Maarif
Matbaası, 1943, 3, s. 6'da), Solon öncesinde b ütün arkhon 'lann prytnneion'da oturduk·
larD'lı yazar. Sözcüğün kökeni bakımından p-ytaneion, prytaM\n ya da "başkan"m evi
demektir. Bir koloni kurulacak oldu mu, göç edecek kişiler yanlarma kutsal ateşten alır·
lar, gittikleri denizaşırı ülkede bununla yeni bir prytaneion (dolayısıyla yeni bir polis)
başlatırlardL Seçkin yabancılar, yabancı ülkelerden gelen elçiler, savaşta ya da çeşitli
alanlarda kazandıktan başarılarla halkın övgüsünü toplayan yurttaşlar bu yapıda ağırlanır
lardı. Georgc T ho mson (Eski Yunan Toplumu Ostüne incelemeler, Tarihöncesi Ege, İs
tanbul, Payel Yayn1c\'İ, Cilt il, 1985, s. 96'da),prytaneion'un, "ta gerilere götürii ldüğün·
de, uzun ama kesintisiz bir yolun sonunda ilk kamp ateşine vardığıru" belirtmektedir.
6b R.E. Wychcrlc:y, Antik Çağda Kentler Nasıl Kuru ldu ? , İstanbul, Arkeoloji ve Sanat Ya·
yınları, 1 986, s. 4.
3
yönetimini ellerine geçirmeleri sırasında birinci anlamın bağr ından çıkmış, ya da bir
· başka deyişle birinci anlamın üzerine inşa edil mişti. Demokratik devrimle birlikte,
bu görevlerin halkın denetimine girmesine karşın, bu ad ·korundu, yani yüksek dev
let görevli lerine arkhon denilmeye devam edildi. Atina'dan daha sonra kurulan
polislerde ise, bu yöneticilere demiurgoi (topluluk için çalışanlar zanaatkarlar) =
adı veriliyordu. Bu yeni sözcük, sınıf güçleri dengesindeki değ işimi yansıtmaktay
dı.7
Polis, genellikle bir, ender olarak da birkaç kent ile bunun ( bunların) çevresin
deki kırsal bölgeyi kapsıyordu. Ülke ya da devlet anlamında değil de kent anlamın
da polis, çeşitli tapınakları, devlet binaları, agora 'sı8, spor alanı (gymnasion), açık
hava tiyatrosu, vb. ile düzen li ve "kompleks" bir yapılanma görünümü veriyordu.
Fakat, gerek gelişmemiş, gerek olabildiğince gelişmeyi dışlamış polislerde bu tür
kentler olu şmamıştı1 Örneğin, Peloponnesos Savaşları sırasında Aitolia ve Akar
nania'daki Yunanlılar hala surla çevrili olmayan, küçük yerleşim merkezlerinde otu
ruyorlardı ve Sparta polisi bile bir dağınık köyler kümesi niteliği gösteriyordu. 9
Polislerin yüzölçümlerine ve nüfuslarına bakıldığında da aralarında büyük fark
lılıkların bulunduğu görülmektedir. Çoğunluğun yüzölçümü lOOO km2 yi geçmiyor
du. Messenia'yı topraklarına katıp Peloponne�os'un beşte ikisine sahip olan Sparta,
8400 km2 lik alanıyla Yunan dünyasının en büyük polisi konumundaydı. Bundan
sonra gelen polislerden Sicilya'daki Syraküsa 4700 km2, Atina 2650 km2, Argos
1400 km2, Korinthos 880 krri2 idi. Buna karşılık 1615 km2 lik Fokis bölgesinde
yirmi i ki polis bulunuyordu ve bir ada üzerinde kurulmuş olan Delos'un yüzölçümü
5 ,5 km2 yi geçmiyordu. Polislerin nüfuslarına ilişkin bilgilerin yeterli olduğu söyle
nemez. Milet 'li mimar Hippodamos'un10 bir ideal olarak saptadığı 10.000 yurttaşa
sahip olan polis sayısı, ancak yirmiyi buluyordu. Genelde yurttaş sayısının toplam
nüfusun 1 /6 ile 1 /1 O arasında bir oranı o luşturduğu kabul edilirse, polislerin büyük
çoğunluğunun 50.000'den az bir nüfusu barındırdıkları sonucuna ulaşılır. Pelopon
nesos Savaşı öncesinde, Yunan Yarımadasının iki önemli polisinden Atina'nın nüfu
sunun 300 000. 350 000 dolaylarında, Sparta'nın ise 280 000 300 000 dolayların
•
4
"kalıcı olma" amacını içinde taşıyan polis, devletten daha kapsamlı bir kuruluş ola
rak tarihte yerini almıştır. Bir başka deyişle polis, yalnızca toplumsal ve siyasal bir
örgütleniş biçimi değil, aynı zamanda dinsel, askeri ve ekonomik bir bütündü. Yu
nanlılar, bu örgütleniş biçimleriyle övünüp, polisi, uygarl ığ ı barbarlıktan ayıran
önemli bir ölçüt olarak algılıyorlardı. Onlara göre siyasal bir varlık olan insana uy
gun düşen tek örgütleniş biçimi polisti. Herodotos, Tarih'inde, Yunan toplumu ile
Pers toplumu arasındaki büyük ayrımın bunların örgütleniş biçimlerinden (yani bi
�inin özgür polisler, diğerinin büyük bir imparatorluk şeklinde örgütlenmelerinden)
kaynaklandığını vurgulamakta ve Pers Savaşlarını, Y u nanla Doğu halkların ın, uygar
lıkla barbarlığı n , özgürlükle köleliğin savaşı olarak yansıtmaktadır.
Uygarlığın si mgesi olan polisin kutsal bir niteliği vardı; o, Tanrıların Yunanlı
lara bağı şladığı çok değerli bir armağan olarak kabul ediliyordu. Bu bakımdan, PO·
lis düzenini bozmak, Tanrı lara karşı gelmekle eş an lamlıydı. Üstelik Yunan insanı
için, polisin dı şında bir yaşam biçimi düşünmek bile olanaksızdı. Her Yunan lı ken
dini, ilk önce !fır vurttaş (polites) olarak algıladığından, yaşamı polis gerçeği i l e ko
şu llandırılm ıştı. Polisin dışında o hiçbir şeydi, daha doğrusu olsa olsa "konuşan bir
hayvan" yani bir köle ya da u ygar insana özgü haklardan yararlanamayan bir yaban
cı (metoikos) olabilirdi. 12 B öylece polisi varlığının nedeni olarak gören kişinin dav
ranışları, polisin esenli�inin sağlanmasına yöneliyordu. Bireysel mutluluğu polisin
esenlik ve düzen i çinde bulunmasına bağlayan yaygın inanç, bir polisin yurttaşları
arasında dayanışma duygusunu güçlendirici bir etmen olarak işlev görüyordu.
Polisin dinsel bir birim oluşunun kökeninde, klan şeflerinin kente dönüşecek
olan kasabaya geldiklerinde klan tapımlarını da _yanlarında sıetirmiş olmaları
yatmaktadır. Şeflerin klan farklılıklarından sıyrılıp ortak sınıf çıkarında birleştikleri
zaman, tapımlar onların ortak denetiminde devletin dinsel şenlikleri biçiminde yeni
d en örgütlen d i ; amaç, yeni toplum düzenine bir kutsallık kazandırmaktı. Sonuçta
h er polis, kendine özgü Tanrıları, tapımları, tapınakları olan kutsal bir bütün duru
muna geldi. Din, toplumsal. yaşamın bütün alanların ı kapsayan bir niteliğe sahipti;
öyle ki, bir yurttaş� tanıml;:a�n_!emel niteliklerden birisi, onun_polisin dinine sahip
olmasıydı. Dahası kişi, yurttaşlığa kabul edilirken içtiği antda, polisin Tanrılarının
tapını mına bağl ı kalacağını ve bunlar için savaşacağ ın ı belirtirdi. Her yurttaş, yaşa
m ını polisine özgü Tanrıların koruması altında sürdürüyordu; yabancı ise, bu Tanrıla
rın korumasından yoksun olan kişiydi. (Ancak burada, yanlış anlaşılmalara yol aç
mamak için i l eride daha ayrıntılı bir biçimde değinilecek olan bir değişimi, yani ge
lişen toplumsal koşullarla birlikte dinin etkisinin büyük ölçüde kırıldığını ve polisin
siyaseti dinden bağımsız kılarak en azından bu alanda lai k denebilecek bir düzeni
gerçekleş tirdiğini vurgulamak gerekir.)
Yunanlıların parçalanmışlığını ve polislerin varlıklarını sürdürebi lmelerini, Yu
nan Yarımadasının coğrafi koşullarına bağlayan yaygın bir kanı vardır. Bu yakla
şım, belli bir gerçeği ortaya koyuyorsa da, aralarında dağlar ya da diğer doğal en-
12 Eski Yurıarı'da (daha sonra Roma'da) polisin dışına a tılmak y:mi sürgüne yollanmak, he
,
5
geller bulunmayan polislerin neden bir merkezi otorite altında birleşmediklerini (ya
da birleşemediklerini) açıklamada yetersiz kalmaktadır 1 3 Bu konuda Fustel de
.
Coulanges, inançların, özellikle de dinsel inançların önemine dikkati çeker. Ona gö
re, polisler arasında aşılması dağlardan daha. güç olan bir engel vardır; bu, dindi; her
polisin diğerlerini yabancı olarak görmesine neden olan kendine özgü kuts.ıllığı,
Tanrıları, tapınımlarıydı.14 Gerek polisin yetkinliğine ilişkin inanç, gerekse bu din·
sel inançlar ( ki zamanla zayıflamışlardır) nedeniyle, polisler zaman zaman ortak bir
düşmanı püskürtmek ya da ortak bir çıkar elde etmek amacıyla, kendi aralarında
antlaşmalar yaparak geçici bağlaşmalar, gevşek federasyonlar kurmakla birl ikte,
tam anlamıyla siyasal bir birleşmeyi gerçekleştirememişlerdi. Polislerin aralarındaki
savaşlara bakıldığında, yenilgiye uğrayan bir polisin ilhak edilmeyip ya zorunlu bir
bağlaşık durumuna getirilmesi ya da halkının kıl ıçtan geçirilerek haritadan silinmesi
yoluna gidildiği görülmektedir.
Yunan dünyasında polislerin ilişkileri, barı ştan çok savaş üzerine kuruluydu.
Bu nedenle askeri bir birim olan polis, yurttaşlarını birer asker olarak yetiştiriyor
du; Yunanlıların çok önem verdikleri spor etkinlikleri bile, askeri amaçlara yönelik
bir biçimde yapılıyordu. i.ö. 650 dolaylarında askerlik taktiklerindeki önemli bir
değişiklik, yani falan/5 düzeninin bulunması, polis içi disiplin ve dayanışma duy
gusunu güçlendirici bir etki yaptı. Bu yoğun duygu, her yurttaşın, iiyesi olduğu ve
hizmet etmekten kişisel bir doyum bulabildiği polisinin ululuğundan ve görkemin
den ateşli bir ortak kıvanca kapılmasının temelini oluşturdu. Böylece, Kahramanlık
Çağı'na özgü yarışmacı bireysel atılganlığın polisle ilgili ortak ilgi alanlarına aktarıl·
ması sonucunda kahraman rolünü birey değil, polis oynamaya başladı. 16 Polisler
arası savaşlardan merkezi bir devletin ortaya çıkamamasının bir nedeni de, içlerin
den hiçbirinin bunu başarabilecek denli güçlü olmaması, buna karşılık hepsinin siv
rilen bir polisi (en azından aralarında bağlaşmalar kurarak) engellemeye yetecek ka·
dar bir gücü ellerinde bulundurmalarıydı.
Yunan dünyası, i.ö. Vlll. yüzyıldan başlayarak ekonomik açıdan büyük bir
canlılık içine girdi. Dış ülkelerde yüksek bir değeri olan şarap ve zeytinyağının, ilk
once iyonya'da, bunun ardından Yunan Yarımadasının kıyı polislerinde dışsatım
amacıyla yoğun bir biçimde üretilmeye başlanması, denizaşırı ticarete büyük bir hız
13 İyonya'daki polislerin durumu, genellikle bunların ardında (yani Anadolu'da) güçlü dev·
letlerin bulunması ve bu nedenle polislerin karada geni�leyemeyip kıyılarda küçük alanlar
üzerinde tutunabilmeleri ile açıklanır. Bkz: Alaeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi,
Ankara, SBF Yayınları, 1982, s. 136.
1-l Fustel de Coulanges, La Cite Antique, Paris, Hachette, s. '238-239.
15 Falanj, birleşmiş bir kitle durumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derinlcm�ine
sekiz suadan oluşturulan ve omuz omuza sava�an askerlerden kurulu piyade dü:.ıenidir.
16 \\'illiam il. McNcil, Dünya Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayırılan, 1985, s. 88-90.
6
kazandırdı. "Barbar" top lulu kların soyluları, ülkelerinde üretemedi kleri bu ürünleri
elde edebilmek için, bunlara karşılık büyük paralar ya da büyük miktarda tahıl ve
çeşitli hammaddeler vermekten ka ç ın madılar. Böylece bu güçlü şarap ve zeytinyağı
dışsatımı, bir yanda Yunan'a zenginli klerin akmasını sağl;ırken, öte yanda nüfusun
yerel tahıl üreti mi olanaklarının koyduğu sın ırların ötesinde artabilmesine neden
oldu. Fakat buna karşılık, bağ ve zeytin ağacı tanmında uzmanlaşan polisler, temel
gıda maddeleri bakım ından d ışa bağımlı bir konum i çine girdiler. Örneğin, İ .Ö. iV.
yüzyılda Atina'nın dışalım yaptığı tah ılın, Attika bölgesinde üretilenin dört katı ol
duğu hesap lanmaktadır.
İ.Ö. VI. yüzyılda bozuk paranın kullanılmaya başlanmasıyla bir li kte, her alan
da pazara yönelik bir üretim süreci içine girildi ve pazar ilişki leri toplumun en alt
katmanlarına kadar yayıldı . Toprak satışları ve vergilerden başka, her türlü malın
(dolayısıyla emeğin) karşılığı da parayla hesaplanır oldu. Buna koşut olarak, yap ım
evleri ( i malathaneler) düzeyinde gerçekleştirilen endüstriyel üretim1 önemli bir artış
gösterdi. Henüz 1 .0. Vll I . yüzyılda şarap ve zeytinyağı dı şsatım ının yoğunlaşmasına
• • .
bağımlı olarak çömlek üretiminde, niceliksel ve niteliksel bir atılım gerçekleşm iş
ti. ı 7 Bunun ardından, diğer zanaat da l larında da hızlı bir gelişme izlendi ; bünyesin
de birçok işçiyi ve zanaatkarı toplayan yapımevleri, kitlesel bir biç imde pazar için
üretmeye koyuldular ve işbölümüne dayalı "fabrika sisteminin tohumlarını" attı
lar .18
E konomik canlılık servet birikimine, bu da lüks tüketim maddelerine ve sanat
ürünlerine yönelik i lginin artmasına neden oldu. Bu durum ise, gelişmiş polislere ya
bancı zanaatkarların, sanatçıların ve tüccarların akmasına yol açtı. Denizaşırı tica
retin geli şmesinin bir diğer sonucu, her türlü işte çalıştırı lmak üzere çok sayıda kö
lenin Yunan dünyasına sokulmasıydı. Köle ticareti, tüccar sınıfın ın yükseli şinde
önemli bir etken oldu. Üstelik, polislere getirilen . kölelerin gitgide daha fazla pazar
i çin üreti me sokulmaları, gene bu tüccar sınıfının denetiminde gerçekleşti ve bu sını
fın güçlenmesinin bir başka kaynağını teşkil etti.19
Bu verilerin ışığında bir genelleme yapılarak,. i.ö. V. yüzyıl polis toplumunun
hu kuksal açıdan üç kesimden oluştuğu ileri sürülebilir; bunlar yurttaşlar, yabancılar
ve kölelerdir.
1. Yurttaşlar (politai): Yurttaşlar, polisin "yerli." halkın ı oluşturan ve belli
haklara sahip olan özgür kişilerdir. Polisin ilk dönemlerinde yurttaşl ık, toprak
(oikos)20 sahipliğiyle özdeşti. Daha sonra, silah kullanma hakkı olan her ergin er-
17 Sekizinci yüzyılda yaşamış olan ozan Hesiodos, Erga lı.ai hemcrai (İşler ve Günler) adlı
yapıtının 25. dizesinde "Çanakçı çanakçıya özenir, dülger dülgere" diyerek, bu zanaat
alanlarında rekabeti doğuracak denli bir yığılmanın olduğunu belirtmektedir. Bkz.:
Hesiodos Eseri ve Kaynaklan, Ankar.ı, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1977, s. 143.
Altıncı ve beşinci yüzyıllarda, Atina polisinde yüzden fazla çömlek yapuncısının bu-
l unduğu arkeologlar tarafından ortaya çıkarılmıştır.
18 Gordon Childe, Tarihte '.ileler Oldu, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1982,s. 135.
19 Berk tay, s. 186.
20 Bugün kullandığımız ekonomi sözcüğü, eski Yunanca kökenli olup, oikos ile nomos söz
cüklerinin birleşmesinden oluşmu�tur.
7
kek ( 1 8 yaş), yurttaşlığa kabul edildi. Yine de yurttaşlar, toplam nüfus içinde bir
azınlık olarak kaldılar; örneğin nüfusu 350.000'e ulaşan demokratik Atina'da yurt
taşların sayısı, 40 000 45 000 dolaylarındaydı. Buna karşılık, Dorların k.urduğu ve
·
benzer bir biçimde toplumsal yaşam içinde yer alıyorlardı; örneğin genç kızlar, er
keklerle birlikte ve on lar gibi tümüyle çıplak olarak spor oyunlarına ve şenliklere ka
tılıyorlardı. 22
2 Yabancılar__(�� tgi�gs 'lar) �- f>oli�te yerlel!!!ii..�!!11'!...Y�bAfl_Ç��r,. _özg!!f. qlma
larına karsın. hiçbir yurt��h�f!�-��1_1'!�-�.!:ıjp_c!� illerdi. Toplam nüfusun onda birini
oluşturan bu kişiler, genel likle zanaat ve ticaret işleriyle uğraŞan varlıklı kimselerdi.
Özgürlükleri bağışlanan köleler de bu kesimin içinde yer alıyorlardı. Yurttaşlık, ki
şiye çeşitli maddi çıkarlar sağlamasından ve çeşitli haklar içermesinden dolayı, me
toikos'ların gözünde ulaşılmak istenen üstün bir toplumsal aşamayı ifade ediyordu.
Bu nedenle yerleşmiş yabancıların bazıları, evlilrk ya da evl lt edinme (hatta' rüşvet
verme) gibi yollarla kendilerini yurttaş kütüklerine yazc:lınabilmeyi başardılar. Fakat
demokratik gelişmeler sonucunda yurttaş nüfusunun, dolayısıyla da devlet harcama
larının artması, polisleri bu konuda önlemler almaya zorladı. İ.Ö. 450 yılında Perik
les Atina'sı, bir yasa ç ıkararak yurttaşlığa kabul edilmeyi, Atinalı bir babadan başka
21 Glotz, s. 33.
22 Jean Duche, Histoire du Monde, Paris, Flammarion, 1 9 58, Cilc 1, s. 276.
8
Atinalı bir anadan da doğmuş olma koşuluna bağladı. Yurttaşlık, artık, metoikos
ların hiçbir şekilde ele geçiremeyecekleri kalıtımsal bir ayrıcalık durumuna dönüştü.
Kapalı bir toplumsal yapısı olan Sparta'da metoikos kesimi yoktu. Buna karşı·
lık, Sparta kentinin dışındaki yörelerde, askerlik gereklerini yerine getiren, fakat
yurttaş olmayan özgür bir halk bulunuyordu. Perioikos (yani, çevredeki topraklarda
oturanlar) adı verilen bu halk, Sparta kentini kuran üç Dor kabilesinin dışında
kalan diğer fetihçi Dorların soyundan geliyordu.
3. KöleJ�!�.P.�!!_sl!_ç!incü
!__ü kesimini, hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan
köleler oluşturuyordu. Sayıları, ticaret ve endüstride büyük atılım göstermiş Atina
gibi polislerde, hızlı bir biçimde artmıştı. Bu konuda çeşitli araştırmacılar tarafın
dan çok farklı rakamlar ileri sürülmüştür; ancak i .ö. V. yüzyıl Atina'sında klilclerin
toplam nüfusun üçte birini teşkil etmiş olmaları epey olası gözükmektedir.
Köle, Yunanlıların gözünde, üretim araçlarını kullanan, daha doğrusu kendisi
üretim aracı olan kişiydi. insan sayılmazdı; " hareket eden araç"tan, "satılıp değiş
tokuş edilen mal"dan ya da "konuşan hayvan "dan başka bir şey değildi. Zengin
polislerin yurttaşları, servetlerini kölelere yatırıp onların ürettikleri ile geçinmeye
başladılar. Bunuiı sonucunda, özellikle Atina'da, köleci üretim tarzı (daha sonrala
rı Roma'da görülen boyutlarda olmamakla birlikte) hakim oldu. İ.Ö. V. yüzyılda
hala madenlerde, yapımevlerinde ve tarım alanlarında ücretli işçi ve zanaatkarlar
olarak çalışan yoksul yurttaşlarla metoikos'lar bulunuyordu. Fakat üretim, büyük öl
çüde köle emeğine dayalıydı. Hatta polislik gibi bazı kamusal görevleri bile köleler
yerine getiriyordu.
Köleliğin doğurduğu sonuçlardan birisi, çelişkili _bk.. !Jkl!:!l!le ilk aşamada ge
..
?3 Childe, s. 1 36 .
9
gereksinimi yoktu. Bunun nedeni, istilacı Dorların _yerli halk_ı_toprağa _ba_ğ!ayar� �·
_
onları fıwdal sistemdeki serfleri andıran bir çeşit �<?Rrak kölelerine diinüş��irmüş
olmalarıydı. Toprağı i şlemekle ve ürünlerinin büyük bir bölümünü SP..artalılara v�r_
mekle yükümlü olan bu kişilere helot deniyordu . Özgür olmayan lıelot'ların, yaşam
hakkı da dahil olmak üıere hiçbir hakkı bulunmuyordu . Spartalılar, kendiİerinden
sayıca üstün helot'ları boyunduruk altında tuta bilmek için "mili tarist" bir düzen
kurmuşlar ve bunlar üzerinde katı bir baskı rejimi oluşturmuşlard ı.24
* *
24 Arif Müfit !\l:ınsel, E ge ve Yunan Tarih i, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yiiksck Ku
rumu Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 1 984, (4. baskı), s. 1 1 4-1 İ 5. Jacqucs Ellul, l listoirc
dcs l nstitutions, P.aris, PUF, 1 9 79, Cilt 1 -2, s. 60.
25 Politika, VI-i, s. 1 89 ; Aristotc, La Politique, Paris, Dcnoel-Gonthicr 1 9 77, 1 11-1 3, s. 1 64.
10
"O zamanın idare şekli bir oligarkhia olup fakirler, çocukları ve karıları ile
birli kte, zengin ler için köle gibi çalışıyorlardı. Bunlara pelates 'ler ya da hektemo
ros'lar26 (altıda birciler) deniliyordu. Zenginlerin tarlalarını -bütün toprak az sayıda
kimselerin elinde toplanm ıştı- kaldırdı kları mahsulün yalnız altıda birini ken di leri
için alıkoy mak üzere ekip biçiyorlardı. Geri kalan altıda beşini kira ücreti olarak
tarla sahiplerine vermezlerse kendileri ve çocukları köle olarak satılıyorlardı. Çünkü
Solon'a varıncaya kadar borç lular alacakl ı lara kendi vücutların ı da rehin olarak gös
termek zorunda id iler. "2 7
Soylu ların katı tutumu, zaman zaman ezilen kesimlerin başka ldırmalarına ve
hatta geçici de olsa i ktidarı ele geçirmelerine yol açtı. Örneğin, i .ö. 640 yılında Me
gara'da yoksul köylü ler, Theagenes'in yönetiminde ayaklanmış ve kısa zamanda ikti
darı alarak zengin topra k sahiplerinin mal ve mülkleri ne elkoymuşlardı.28a Fakat
soylu lara karşı gerçek anlamda muhalefeti ba şlatıp sürdürenler, kentte oturan çeşit·
li meslek sahipleri (demiurgoi) oldu. Ekonominin canlanmasıyla birlikte zengin leşip
büyüyen ortı sınıf ( bir anlamda burjuvazi ), özelli kle tüccarlarla zanaatkarlardan olu
şuyordu. Bunların ne toprakları ne de atları vardı ; fakat hoplit {ağır piyade) olarak
silahlanma olanaklarına sahiptiler. Hoplit 'lerin gerek sayısal üstünlüklerinden, gerek
se falanj düzeninde savaşmalarından ötürü süvari leri bozguna uğratabilecek bir güce
ulaşmaları, burjuvazinin toplumsal prestijinin artmasında önem li bir rol oynadı.
Demiurgoi ile eupatrid 'lerin ekonomi k ç ı karlarının birbiriyle uzlaşmasına kar
şın, bu iki sınıf zaman zaman siyasal ve ideoloji k düzeyde kan l ı vuruşmalara varacak
bir çatışma içine girdi. Bu sınıf savaşlarında, burjuvazi, köylüler (georgoi) ile kentli
yoksul sınıfın desteğini almaya özen gösterdi. Bu a lt sınıf, büyük ölçüde kente
göçmüş yoksul köylülerin oluşturduğu kol emekçilerini kapsıyordu. Böylece polis
lerin genelinde, yurttaşların kabaca dört toplumsal sınıfa bölünmüş oldukları ileri
sürülebilir:
1 . Büyük toprak sahibi soylular, yani eupatrid 'ler.
2. Ticaret ve zanaatlarla zenginleşen kentli orta sın ıf, yani demiurgoi.
3. Küçük toprakları olan yoksul köylüler, yan i georgoi.
4. Toprakları ve belli bir iş leri olmayan kentli emekçi ler, yani thetes'ler.
Bu sınıflar arasındaki çatışmalar, po lislerdeki siyasal yaşamı etkileyip çeşitli
rejim değişikliklerinin temel nedenlerini oluşturd uktan başka, Yunan siyasal düşü
nüşünün gelişmesi nde ve büyük düşünce oku l larının ortaya ç ıkışında doğrudan etkili
oldular.
11
rın az say ıdaki eupatrid 'lerin ellerinde toplanmasıyla birlikte bu sınıf iktidara ağ ırlı
ğını koydu . i .ö . IX. yüzyılda İ yonya'da, daha sonraları da Yunan dünyasının çeşitli
polislerinde, krallık, ya önemsiz bir dinsel memurl uk görevine indirgendi ya da tü
müyle ortadan ka ldırıldı. Bu genel değişimin dışında kalan tek bir po lis vard ı ; b u ,
çöküşüne d e k kra llık kurumunu korumuş olan Sparta 'yd ı .
Yunan dünyasında bir ayrıklık teşkil ede n Sp<ır,ta 'nıri toplums.ıl ve siyasal ku
rumlarının, İ .Ö. 1 X. yüzyılda efsanevi yasa ya pıcı Ly'kurgos tarafından ortaya kon
duğu kabul ediliyordu . 28b Gerçekte bunla; , ufak tefek de ğ işiklikler geçirerek son
biçi mlerine i .ö. · v ı . yüzyılda kavuşmuşlardı. Sparta yönetiminin başında, başrahip
lik ve başkomutanlık yetkilerini eşit bir biçimde ku llanan i ki kral bulunuyordu . İ ki
kra l ile birli kte altm ı ş yaşını doldurmuş yirmi sekiz soyludan oluşan gerusia, kabi
lesel yaşamd;ın kaynaklanan önem ini yitirerek bir tür danışma meclisine dönlişmüş
tü. Gerek kra llar. gerek gerusia, Sparta'da soylu aile gruplarının egemen olduğu bir
çağın kalıntılarıydı. Sparta anayasasının en önemli kurumu, otuz yaşını doldurm uş,
yani tam anlamıyla yurttaşlık haklarına kavuşmuş Sparta lı erkeklerden meydana
gelen apella adındaki halk meclisiydi. Geç mişteki savaş kurultayının dönüşüm geçir
mesiyle ortaya çıktığı anlaşılan apella, gerusia üyeleriyle ephor'lar denen devlet de
netçilerini seçer ve savaş, barış gibi önemli sorunlara i lişkin kararları alırdı. Çeşitli
devlet düzeylerinde hazırlanan yasa ve karar tasarı larının, yasallaşıp geçerli olabil
meleri için apel/a tarafından kabul edil meleri gere kiyordu. Bir yargı kurumu olarak
kuru lmuş olan ephor'lar kuru lu, zamanla yönetimde önem li bir yer almış ve siyasal
bir güç durumuna gel mişti. Bir yıl lığına seçilmiş beş ephor'dan oluşan bu kurulun,
kra lı dava edip tutuklamaya varacak den li geniş yetkileri vardı. Kralı yargılama yet
kisi ise, bu durumda ephor'ların da bturumuna katıldığı gerusia 'nın elindeydi.
Spartalılar (yani yurtta ş lar) arasında sağ lam bir dayan ışmanın sağlanabilmesi
amacıyla, yalnız siyasal eşitlik değil, ekonomik eşitlik de gerçekleştirilm işti. Satıl
ması ya da bir başka yolla elden çıkarılması yasaklanmış topraklar, yurttaşlar ara
sında eşit bir biçimde paylaştır ılmıştı. Küçük yaştan başlayarak kendilerine askeri
bir eğitim verilen Spartalılar, kışlalarda birlikte yaşıyor, birlikte yemek yiyorlardı.
Bu "asker-yurttaşlar", helot'ları çalıştırarak gereksinmelerini sağ ladıklarından dola
yı, h içbir kazanç getirici işle uğraşmıyorlardı ; zaten kişisel olarak değerli madenlere
sahip olmaları yasaktı. Dahası, askerlikle bağdaşmadıkları kabul edilen sanat ve en
tellektüel uğraşlar da terkedilmişti. Spartl, kapalı bir toplum görünümü veriyordu :
Toplumsal ve siyasal düzenin dış "bozucu" etki lerden korunması amacıyla, polise
giriş ve çıkışlar sıkı bir denetim altına alınmıştı. Bu nedenden dolayı, dış ticaret de
en az düzeye in dirgenmişti .
Sparta polisinin toplumsal yapısı göz önünde bulundurulduğunda, burada ki
siyasal rejimin "askeri bir aristo krasi " olarak adland ırıl ması olasıdır. Çünkü gittikçe
daha da küçülen bir azınlık ( Sparta lılar), konumunu gerek soyluluğuna gerek askeri
üstünlüğüne bağlayarak, kendisinden sayıca kat kat üstün (perioikos ile helot'lardan
28b Herodotos, "Lakedaimon'lulara göre Lykurgos bu yasayı, yeğeni Sparta Kralı Leobotes'
in valisi olarak bulunduğu G iiit' tcn getirmiş tir" diye yazar. Herodot Tarihi, 1-65.
12
oluşan) bir kitleye hükmediyordu. Krallık kurumunun var olması, kralların sıradan
birer devlet görevlisi olmalarından ötürü, aristokrasiye monarşik ya da daha doğrusu
"diarşik " bir özellik kazandırmıyordu. Buna karşılık, Sparta yönetim biçimi, yalnız·
c� yurttaşlar açısından değerlendirildiğinde, farklı bir yoruma açık bulunmaktadır.
Bütün yurttaşların apella'n ın doğal üyeleri olarak siyasal yaşama etkin bir biçimde
katılmaları nedeniyle, Sparta'nın demokratik, hatta belli ölçüde doğrudan demokra
tik bir niteliğe sahip olduğu ileri sürülebilir. Ancak bunun, kendi aralarında ortakla
şacı bir yaşam süren küçük bir azınlığın demokrasisi olduğu gözden ırak tutulmama
lıdır.
Yunan dünyasının diğer önemli polisi Atina'da krallık, i .ö. V l l l . yüzyılın son
larında yıkıldı . Atina polisini oluşturan dört Attika kabilesinin önde gelenleri (soy
lular), son kral (basileus) Kodros'u devirip aristokratik bir yönetim kurdular. Böyle
ce, bir zamanlar kralın danışmanlık görevini yürüten areopagus adındaki soylular ku
rulu, hem yasama hem de yargı yetkilerini kendinde topladı. Yürütme işleri ise, soy
lular arasından bir yıllığına seçilen üç arhhon'a (yani, yüksek devlet görevlisine) ve
rildi. Bunlardan birincisine arkhon eponimus deniyordu ve yıllar, yurttaşlar arasın
daki hukuk davalarına bakmakla görevli bu kişilerin adlarıyla anılıyordu. Arkhon
polemarkhos başkomutandı ve çeşitli .askerlik işleriyle uğraşıyordu. Başrahip olan
arkhon basileus, adından da anlaşılacağı üzere kralın din işlerine bakmakla görevli
yüksek devlet memuruna dönüşmüş biçimiydi. Daha sonraları arkhon'ların sayısı
9'a yükseltildi. 2 9
Atina'da olduğu gibi diğer birçok poliste de, küçük bir sayı (oligoi) yönetimi
ele geçirip iktidarını güçlendirip sürdürmeye uygun düşen kurumlar oluşturdu. Bu
nedenle Yunanlılar, genellikle bu tür rejimleri "en iyilerin yönetimi" anlamına gelen
aristokrasi olarak değil, fakat "azınlığın ya da küçük sayının yönetimi"ni ifade eden
oligarşi (oligarkhia) olarak adlandırmayı yeğlediler. Aristoteles'in de belirttiği üze
re30 oligarşilerin hakim sınıfları, yapısal bakımdan çeşitli farklılıklar gösteriyordu.
Örneğin, Teselya ve Elis gibi ticari gelişmeden pay almayan ve kendi içlerine kapa
nıp kırsal düzeni sürdüren polislerde, büyük toprak sahipleri egemenliklerini sürdür
meyi başardılar. Oysa ekonomik açıdan hızlı bir biçimde gelişen ve toplumsal ya
pıları karmaşıklaşan Megara, Lesbos, Miletos, Atina gibi polislerde servetin yalnız
ca topraktan değil, taşınabilir mallardan da elde edilmeye başlaması üzerine oligar
şiler plutokrasilere ( bir başka deyişle zenginliğin ya da zenginlerin yönetimine) dö
nüşme eğilimi gösterdiler.
Atina'da siyasal iktidarı ellerinde bulunduran soylular, topraklarını genişletip,
servetlerini arttırdıkça, yoksul kitlelerin yoğunlaşan tepkisiyle karşılaşmaya başla
dılar. Siyasal mekanizı:nanın dışında tutulan demiurgoi sınıfı da düzenden hoşnut
değildi. Servet ayrımlarının derinleşmesi ve sınıflar arasındaki uçurumun büyüme-
29. İlk aşamada, çeşitli hukuk sorunlanyla ilgilenmek üzere tlıesmotlıet ,ı.-rıeıı n· :ılrı kişiden
oluşan bir devlet görevi oluşturuldu. Bir yıl �Lire için seçile � bu altı th<!Smothet de za
manla arkhon olarak adlandınldı ve böylece arkhon 1ann sayısı 9'a yı.ik.sclmiş oldu.
30 . Politika, iV. 5, 6 ve 8.
13
siyle birlikte toplumsal-siyasal çatışmalar daha keskin biçimler aldı. İ .Ö. 632'de
yôksul lialkın desteğini alarak bir darbe ile iktidarı ele geçirmeye kalkı şan Kylon'
un girişimi, soylu aileler tarafından güçlükle önlenebildi. Bunun sonucu olarak, du
rumlarını güvenceye almak isteyen eupatrid 'ler, çeşitli yasal önlemlere başvurmak
zorunda kaldılar.
14
tersi ı kalıyordu. Artık yeni yasaların , bir başka deyişle insan yapısı yasa ların
(nomoi) 34 ortaya çıkma zamanı gelmişti.
i .ö. 624'te Atina soylulJrının isteği üzerine Drakon çok ağır bir ceza yasası
hazırladı. Böylece belli bir alanda thesmoi'yun yerini nomoi alm ı ş oldu. Ancak,
Orakon'un yazı lı yasaları, siyasal yapılarda bir değişikl i k getirmedi; yönetim yine
soyluları n tekelindeydi ve hukuksal kararlar yine aynı mahkemeler tarafından verili
yordu. Bununla birli kte Drakon'un bir "devri m"i başlattığı da öne sürülebilir. Her
şeyden önce, geleneksel iktidarın sınırlarını belirleyen bir olgu ortaya çı ktı: İ nsan
yapısı yazılı yasalar. Yargıya ilişkin kararların yay ım lanması ilkesi getirildi ve kural
ların herkes i çin geçerli olduğu açıkça belirtilerek toplumdaki özgür kişiler arasında
hu kuksal an lamda bir eşitliğe doğru ilk adım atıldı. Aynı zamanda, devlet otoritesi
ile bireyler arasında doğrudan bir ili şki kuruldu ve böylece birey, (ailenin, klanın,
kabilenin dışında ) hukuksal bir kişilik kazandı.
Yunan dünyasının yedi bilgesinden biri sayılan Solon35 , Drakon'la ba şlayan
huku ksal alandaki bu değişime yeni boyutlar kazandırdığı gibi siyasal yapıyı da ye
niden düzenledi. Atina soyluları, kısa bir süre sonra Drakon yasalarının öngördüğü
ölüm cezalarıyla baskı ve şiddetin, Ôtizeni sağlamada ç ı kar yol olmad ıkların ı kavra
d ı lar. Çünkü muhalefet, bu süre içindeki toplumsal gelişmeler sonucunda, da ha da
büyümüştü. Ekonomik düzeyde güçlenen orta sın ıf, siyasal iktidara ortak olmak
istiyor ve bu amacın ı gerçekleştirebilmek için alt sın ıflarla birleşme eğilimi gösteri
yordu. Bunun üzerine eupatrid 'ler, bazı ayrıca l ıklarından vazgeçerek diğer sın ıflara
ödün verme politikasın ı benimsediler. Solon'a yeni yasalar hazırlatarak, kendileri
için tehlikeli olabilecek bu birleşmeyi engellemeyi ve sınıf çatışma ların ı yumuşat
mayı düşünüyorlardı.
Solon ile birlikte nomoi, thesmoi'ya karş ı kesin bir yengi kazandı. Toplumun
çeşitli alanlarını düzenleyen yasaların bir insan e l i tarafından hazırlanması, yasan ı n
kutsal, mutlak, değişmez, sonsuz olma niteliğini ortadan kaldırdı. Yasanın m utlak
değil, fakat görel i bir değere sahip olduğu ka bul edildi. Solon, Epimenides'e yazdığı
bir_ mektupta, Atinalılara verdiği yasaların yetkin olmayıp en uygun oldu klarını be
lirtmekte ve yasaları uygulayan yöneticilerin önemine dikkati çekmekteydi. 36
Tanrıların istencinden kaynaklandırılmayan yazılı yasa, temelinde bir toplumsal uz
laşma, sözleşme ürünüydü ve bu nedenle gerekli görülen her durumda değişime aç ı k
b i r özelliğe sa h i p -bulunuyordu. Bu nunla birlikte, nomos 'un tümüyle kutsallıktan so
yutlanmış olduğunu (ya da b i r baş ka deyişle ta m anlam ıyla "laik" olduğunu) dü
şünmemek gere kir. Çünkü Yunanlıların gözünde yasa koyucu bilgeler, tanrısal bir
34 insan yapısı yasa için kulıiınılan no mos (çoğulu nomoi) sözcüğü, ilk başlarda "bölüm" ya
d:ı "pay" anlamına geliyordu. Sözcüğün ilk kullanılışı göz önünde bulundurulduğunda,
Eski Yunan' da yasıı kavramının içinde "her kişinin hakkını, payını alması" düşüncesinin
yattığını ileri sürebiliriz.
35 Atinalı Solon ile birlikte yedi bilge olarak adlandırılan diğer düşünürler şunlarclır: I.i ndos'
lu Kleobulos, Sparta 'lı Khilon, Milet'li Thales, Leslms'lu Pittakos, Priene'li Bias ve Korin
thos'lu Periandros.
36 Diogcne Laerce, Vie doctrines et sentences des philosophes illustres, Paris, r.amier
Flammarion, 1 965, Cilt 1, s. 6 7 .
15
kişiliğe sahiptiler ve bunlar, bir bakıma, Zeus'un işlevini insanlar arasında gerçek
leştiriyorlardı.
Belli bir kutsall ığı olan ya da daha doğrusu belli ölçüde laikleştirilmiş bir kut
sallık i çeren yazılı yasalar, gerek çeşitli i ktidar i deolojileri, gerek (bazı Sofistler dı
şında) farklı düşünürler tarafından yüceltildiler. Buna bağımlı olarak toplumda , po
lisin can damarları o larak kabul edilen yasaların doğruyu, adaleti, iyiyi gözeterek
toplumun, dolayısıyla bireylerin gönencini ve mutluluğunu sağlayacaklarına il işkin
yaygın bir inanç oluştu. Genelde Yunan dünyasında hakim olan yasa anlayışı, i.ö.
iV. yüzyılda yaşam ı ş Atinalı ünlü söylevci ve devlet adamı Demosthenes'e yakıştırı
lan aşağıdaki sözlerde açıkça dile getirilmektedir :
"Büyük ya da küçük bir poliste oturan bütün insanların yaşamı doğa ile
yasalar tarafından düzenlenir. Doğanın kuralsız olmasına ve kişiden kişiye de
ğ işmesine karşılık, yasalar ortaktır, düzenlidir ve herkes için birdir ... Yasalar
güzeli , doğruyu, yararlıyı amaç edinirler. Aradı kları budur; bu, bir kez bu lun
du mu herkes iç in geçerli ve eşit bir genel kurala dönüşür ; i şte yasa olarak ad
landırılan budur. B u nedenden dolayı herkes ona uymalıdır. Üstelik her yasa,
tanrıların bir buluşu ve armağanı olmanın dışında, aynı zamanda bilge insanla
rın koydukları bir kuraldır ve herkesin yaşamını ona göre uyarlaması gereken
polisin orta k sözleşmesidir."37
c- Solon'un Reformları
Çatışma iç inde ki tünı toplumsal sınıfların üzerinde anlaşarak l .ö. 594 'te
nomothet ( y asa koyucu) olarak atadıkları Solon, hazırladığı anayasa ve yasalarla
Atina 'da demokrasiye varacak olan siyasal birimin temel kurumlarını ortaya koydu.
Solon reformlarının getirdiği en önemli yenilik, yurttaşlık statüsünün sağlam temel
ler üzerine oturtulmasıydı. il k olarak, özgür bir babadan olan hiç kimsenin köle du
r umuna indirgenemeyeceği ilkesi getirildi. Bu, aynı zamanda borç köleliğinin de
kaldırılmasıydı. Bundan başka, haksızlığa uğrayan kişinin herkesçe korunabilmesi
ne ve 1ıer kişinin bir memurun verdiği bir karar karşısında mahkemeye baş vurabil
mesine ilişkin yasal önlemler alındı. Böylece Atina'da "habeas corpus " gerçekleş
miş, yani kişilerin güven l iği güvence altına alınmış oluyordu.
Solon, Atina polisinin ekonomik kalkınmasını sağlamak amacıyla, bazı önlem
ler alıp yeni düzenlemelere gitti. Toprakların küçük bir azınlık elinde toplanmasını
önlemek i çin, kişisel toprak mülkiyetine tavanda bir sınır getirdi. iç pazardaki özel·
likle temel gıda ürünlerinin fiyat artışını, tahıl dışsatımını yasaklayarak önlemeye
çalıştı. Yeni i ş alanlarının açılmasını . sağlamak için, zanaatkarlara kolaylıklar
gösterd i ve yabancı zanaatkarları gelip Atina'ya yerleşmeleri doğrultusunda yürek
lendirdi.
Solon, reformlarıyla toplumsal yapıda büyük bir değişiklik gerçekleştirerek,
daha geniş k itlelerin siyasal yaşama katılmalarını sağladı. Yurttaşlar, soylu luk değil,
16
fakat servet ölçütüne göre dört sınıfa, daha doğrusu gelir dilimine ayrıldılar.38 Bu
sın ıflar , modern anlamdaki sınıf kavramına uymuyorlardı; yani, kişinin hangi sını
fın üyesi olduğu, onun üretim ilişkileri içindeki yeri tarafından belirlenmiyordu. Üs
telik bu sınıflar, yurttaşların huku ksal statülerini belirleyici bir nitelik taşıyorlardı;
bir başka deyişle, yurttaşların siyasal hakları ile askerlik ve "vergi" yükümlülükleri
bunların bu dört sınıftan hangisinin üyesi olduklarına bakılarak saptanıyordu.
Bu dört sınıf şunlardı:
1. Pentakosiomedimnos'lar, 500 medimnos ( kile) buğday ya da bunun
değerine eşit şarap veya zeytinyağı üreten, ya da ticaret, zanaat gibi yollarla bunun
değerinde yıllık gelirleri olan yurttaşlardı. "500 m ed imnos luklar anlamına ·gelen
' "
pentakosiomedimnos 1ar sınıfı, genelde büyük toprak sahiplerinden (yani eupatrid '
!erden) oluşuyordu.
2. Hippeis'ler, yani atlılar olarak adlandır ı lan bu sınıftaki yurttaşlar, en az
"300 medimnos 'lu k" bir gelire sahiptiler. Kentsoylu demiurgos 1ar bu sınıf içinde
önemli bir yer tutuyorlardı.
3 . Ze ugi tes ler, "200 medimnos luklar"dı Zeugos sözcüğünün bir çift öküzü
' ' .
Genelde emekçilerden oluşan bu sınıf, diğer üç sınıftan farklı olarak her türlü vergi
den bağışık tutulmuştu.
Askerlik yapma görevi ( bir ba kıma ayrıcalığı), askeri açıdan kendilerini dona
tabilecek ekonomik güce sahip olan ilk üç sınıfın yurttaşlarına tanınmıştı. İlk iki
sınıftakiler süvari, zeugites'ler ise hoplit olarak orduya katılıyorlardı. Askerlik
yapmayan thetes 'ler seçimlerde oy kullanabiliyorlar, fakat çeşitli devlet görevlerine
seçilebilme hakkından yoksun bulunuyorlardı. Diğer yurttaşlar ise, ait oldukları
sınıfın derecesine göre belli görevlere gelebiliyorlardı. Örneğin, arkhon ya da "hazi
ne bakanı" (tamies) seçilebilmek için, birinci sın ıftan olmak zorunluydu.
Bu düzenleme, burjuvaziye ve soylulara, zenginliklerinden, dolayı, toplumda
önemli bir yer sağlıyordu. Fakat Solon yasalarına göre, yurttaşların siyasal yaşamda
belli yerlere gelebilmeleri, servetlerinden ya da soy bağlarından değil de, bunların
süvari olarak orduya katılmalarından, bir askeri donatmalarından, devlet harcamala
rını üstlenmelerinden ve memurluk yapabilmek için boş zamanları olmalarından
kaynaklanıyordu. Bir başka deyişle, yurttaşlar arasındaki hiyerarşinin ya da daha
doğrusu siyasal ayrımın nedeni, kişilerin orduya ve yönetime farklı düzeylerde kat·
kıda bulunmalarıyldı. Yoksa, kol gücünden başka bir şeyi olmayan bir hamal ya da
bir kürekçi, seçilme hakkı dışında, büyük topraklara sahip bir soylu kadar yurttaş
olmuştu. Bu olgu, bir bakıma, demokrasiye doğru uzanan yolda ilk adımın atılma
sıydı.
17
Ancak, bu yasaların siyasal hakları bu tür ölçütlere bağlamış olmasının ideolo
jik bir işlevi vardı ; bu, yaratılan düzenin plutokratik niteliğinin göz ardı edilmesiydi .
Çünkü, süvari olabilmek ve yüksek memurluk görevlerini yürütebilmek için gerekli
paraya ve boş zamana sahip olanlar zenginlerdi. Solon, reformlarıyla hiçbir sınıfın
çıkarını gözetmediğini, yalnızca toplumsal uzlaşmayı amaçladığını şu sözlerle savu
nuyordu:
" Halka yetecek kadar hak verdim ; ölçüyü ne dar tuttum , ne de bol. Gücü
ellerinde tutanlara, zenginlikleri ile göz kamaştıranlara yakışığından çok hiç
bir şey almayın dedim. Her iki yanı da sağlam kalkanla korudum, haksız ola
rak hiçbirine ötekini ezdirmedim ... İyi ya da kötü her yurttaş için dosdoğru
bir adalet sağlayan yasalar koydum ... Ben, döğüşen iki düşman dizisinin ara
sında bir sınır taşı gibi dikildim, durdum."40
18
kili oldukları kabilelerin meydana ı;:etirrnesinden dolay ı , soylular k ule 'de de ağırlığı
ellerinde bulunduruyorlardı.
Yüksek Yt>netici Memurlar, yürütme i ş lerine bakan dokuz arkhon'u, komu
tan ları {strategos 'ları) ve maliye g i bi önemli i ş lerle i lgilenen diğer memurları içeri
yord u . Her yıl seçimle iş başına gele� bu memurlar, görevlerinin karş ılığı olarak pa
ra alm ıyorlardı . Bu yüzden b u görevlere, çalışıp para kazanmak gibi sorunları olma
yan kimseler, yani büyük toprak sahibi soylu lar ve bir ö l ç üde kentsoy l u büyük zen
ginler seçiliyordu. Zaten anayasada, .bu memurlukların büyük bölümünün yalnızca
birinci sın ıftaki yurttaşlara açık olduğu kesin bir dille belirti l m i şti.
Halk Mah kemeleri (Hetiaia) , demokratik bir n ite l i k taşıyorlardı. Otuz yaşını
do lduran her yurttaş, hangi sın ıftan o lursa olsu n , kura ile bir y ı l l ığ ına heliaia üyeli·
ğine seç ile b i l iyordu. 501 'e kadar u laşan kalaba l ı k jüri üyesi say ısına sahip bu mah
kemeler, aristokratik areopagus i le arkhon 'ların gücünü yargı alan ında dengeleme i ş
levini görüyorlard ı . Bunlar, bir anlamda yargıtay rolünü oyn uyorlardı ve verdikleri
kararlar kesi ndi.
Toplumsal soru n ları n , ekonomik ç ı kar çatışmaları n ı n kağıt üzerinde anayasal
düzenlemelerle ç özüme kavuşturulamayacağı gerçeğ i , Solon reformlarının sonuçla
rında aç ıkça ortaya ç ıktı . Toplu msal h uzur sağlanamadı ve sınıf çatışmaları gittikçe
daha büyük boyutlar al maya başladı. Aristoteles'in a n latımıyla, "Atinalı lar durumla·
rından şikayetçi olmakta devam ediyorlardı : Birtakımı reformlar yüzünden yoksul
düştükleri i ç i n , borç ların kaldırılmasını hoşnutsuzluğunun baş nedeni olarak göste
riyor, başka birtakımı değişiklik beklediklerinden çok daha gen i ş olduğu için, yeni
düzene kızıyorlardı. Bunlardan başka çekememezlik yüzünden birbirlerine düşman
olanlar da vardı . "42 Arkhon 'luk görevinin eupatrid 'lerin tekelinden kurtarılıp çiftçi
lere (georgoi) ve zanaatkarlara(demiurgoi) açı lması da, yeterli bir önlem olmaktan
uzaktı.
Çatışma i ç inde olan üç siyasal "parti " ya da daha doğrusu resmi olmamakla
birlikte i ktidarı ele geçirmek amacıyla belli düzeyde örgütlen m iş üç siyasal güç var
d ı . Bel l i bir toplumsal sınıfı temsil eden her birinin başında büyük bir aile bulunu
yordu ve adlarını polisin üç ayrı bölgesinden a l ıyorlardı . Liderliğini P h i lais ai lesini.o
yaptığı Ped iak 'lar (ovada ç iftl ikleri olanlar), oligarşiye geri dönmeyi amaç layan soy
luların partisiydi. Alkmeon oğu l larından Megakles'in önderliğinde örgütlenmiş olan
Parali'ler (deniz kıyısında oturanlar) partisi, burjuvazin i n ç ı karlarını temsil ediyor
du. Peisistratos'un Diakri'ler {dağlı k bölgede yaşayanlar) partisi ise, yeterli toprağı
olmayan köylülere ve diğer yoksul yurttaşlara dayanıyordu. Bu üç partin i n bir uz·
laşmaya yanaşmayıp kendi görüş lerini toplumda egemen kılmaya çalışmaları sonu
cunda, Atina tiranlık rej i m i i le tanıştı.
d- Tiranlıktan Demokrasiye
Yetenekli bir komutan olan Peisistratos, halkın desteğini alıp l.ö. 560'ta bir
darbe i le Atina'da iktidarı ele geçird i . Ayn ı dönemde, diğer birçok poliste de tiran-
42 İbid, 1 3. 19
lık rejim leri kurulmaktaydı. Thukydides, Eski Yunan'da tiranların ortaya ç ıkışını
zenginliğ in artmasına bağlamaktadır.43 Gerçekten ekonomik gelişme içindeki po·
!islerde, büyük servetler bir azınlığın elinde toplanıyor, buna karş ıtık geniş halk kit·
leleri bu gelişmenin dışında tutuluyorlardı . Bu durum, toplumdaki gelir yelpazesi
nin daha da açılmasına, dolayısıyla kendilerini ezik hisseden yığınların düzene
kar ş ı daha büyük bir tepki göstermesine neden oluyordu. Sınıf çatışmalarının
keskin boyutlara ulaştığı böyle bir ortamda, zenginlere ve soylulara karşı halkın sa
vunucusu rolünü üstlenen ih tiraslı kimselerin kişisel iktidarlarını kurmaları kolayla
şıyordu.
Tiran (tirannos) sözcüğü, Doğu kökenlidir ve Yunancaya büyük bir olasılıkla
Lidya dilinden gelmiştir; Yunancadaki basileus sözcüğü gibi efendi , kral anlamını ta·
şıyordu. Fakat Yunanlılar, bu sözcüğü Doğulu despotları, zorbaları tanımlamak için
kullandılar. Böylece tiran sözcüğü, bir anlam değişikliği geçirdi y� da daha doğrusu
aşağı lay ıcı, kötüleyici bir anlam kazandı. Yunanlıların gözünde tiranın kraldan farkı,
mutlak bir iktidara sahip olması değil, fakat bunu yasal ve geleneksel olmayan yol
lardan, örneğin bir darbe ile elde edip keyfi bir biçimde sürdürmesidir. Bu neden le,
polislerde kişisel iktidarlarını kuran kimseler, kendilerini tiran olarak adlandırmama
ya özen gösterdiler. Fakat bu kişilerin resmi ve genel bir sıfatlarının bulunmayışı, si
yasal karşıtlarının onları karalamak amacıyla tiran sözcüğünü kullanmalarını kolay
laştırmıştı.
Peisistrato.s gibi kişilerin, yüzyıllardır birer tiran (zorba ), yönetimlerinin tiran
lık (zorbalık) olarak nitelendirilmesini, o dönemin aristokratik tarihçilerine borçlu
olduğumuzu ileri sürebiliriz. Alieddin Şenel'in belirttiği gibi, tarih soylularca ya
zıldığı için, aristokrasiden (ya da oligarşiden) demokrasiye geçişi kolaylaştıran,
halk tarafından benimsenip halkçı bir politika güden bu gibi yöneticilerin, tarih say
falarına tiranlar olarak geçirilmeleri güç olmamıştır.44 Gerçekten , bir iki kez dev
rilmekle birlikte 1 .ö. S40'ta kesin bir biçimde iktidarını kuran Peisistratos, Solon
anayasasına dokunmayıp yönetimini hukuksal bir çerçeve içine oturttu. Dışta barı·
şı kollayan, içeride ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve alt sın ıfların yaşam düzey
lerini yü �selten bir siyaset izledi. Soyluların büyük çiftliklerine el koyup toprakları
yoksul, topra ksız yurttaşlara dağıttı. Peisistratos'un Solon'a yazdığı bir mektupta
da belirtmiş olduğu üzere, iktidarı döneminde her Atinalının gelirinin onda birini
devlet hazinesine bırakması zorunluluğu getirildi.45a Gerek bu vergilerden, gerek
Laurion'daki gümüş madeni gibi zengin madenlerden elde edilen gelirle kamusal ya
pım işleri gerçekleştirildi ve ileride Atina demokrasisinin güç kaynağını oluşturacak
olan deniz filosu kuruldu. Böylece işsiz ve topraksız yurttaşlara sürekli iş ve gelir
sağlanm ış oluyordu. Tayfa olan yoksul köylüler, daha önceleri maddi olanaksızlık
ları nedeniyle kente inemezlerken, bundan böyle gemiler limanda yattığı sürece Ati·
na'da bulunup yönetime katılma olanağına kavuşuyorlardı.
Aristoteles'in "Bütün işleri yasalara uyarak düzenleyen ... çok ateşli bir halkçı
43 Thu<:ydide, 1 - 1 3.
44 Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 1 46.
45a Diogene Laerce I, s. 63.
20
ve herkesin iyiliğine çalışan bir adam"45b olarak tanımladığı Peisistratos öldüğü za
man , Atina, Yunan dünyasının önemli polislerinden biri durumuna gelmişti. Y öneti
min Peisistratos'un oğulları Hippias i le Hipparkhos'a verilmesi, tiranlığın soyda n ge
çen bir tür monarşiye dönüşmesi ve bir dynasteia 'n ın (i ktidar ailesi) oluşturul ması
yönünde atılmış ilk adım oluyordu. Fakat bunun arkası gelmedi. Hipparkhos'un
soylularca öldürülmesinin ardından Hippias'ın kurduğu baskıya dayalı keyfi yöne
tim, yalnızca eupatrid1erin değil, fakat halktan kişilerin de tepkisini çekmeye ba ş
ladı. Başta Alkmeon oğulları olmak üzere soylu ailelerden oluşan muhalefet, i.ö.
5 1 0'da Sparta'nın yardımıyla Hippias'ı Atina'dan kovdu ve tiranl ığa son verdi.
Tiranlık rejiminin yıkı lmasıyla birlikte Atina'da iktidar çatışması yeniden
alevlendi. Hippias'ın devril mesinde baş rolü· oynamış olan Alkmeon oğul larından
Kleisthenes, üç yıl sonra l .ö. 507 'de halkın desteğini alarak i ktidarı ele geçirdi ve de
mokratik reformlarını yürürlüğe koydu . Bu reform lar, aristokratik örgütleniş biçi
mini tümüyle ortadan kaldırmak, tam anlamıyla düzenli bir siyasal yapı kurmak ve
tüm yurttaşların yönetime katılmasını sağlamak amacını güdüyordu.
K leisthenes'in getirdiği en önemli yenili k, polisin toplumsal ve siyasal yaşa
mında soylulara etkili bir yer sağlayan eski kabile Ö(gütlenmesinin ortadan kaldırıl
masıydı. Fakat kabilesel örgütleniş biçimi tümüyle terkedilmedi. Çünkü Kleisthenes
yurttaşları, soy üzerine kurulu dört kabile yerine coğrafi nitelikte örgütler olan on
kabileye (phyle) ayırdı46 • Kabileler arası rekabeti önlemek, özellikle bunların sınıf
çatışmalarını (daha önce pediak'lar, parali 'ler ve diakri'ler şeklinde ki) bölgesel fark
l ılıklarla besleyip alevlendirmelerine izin vermemek amacıyla, on kabilenin saptan
masında ilgin ç bir yöntem uygulandı: Polis, kent (asty) (yani Atina}, kıyı (parali)
ve i ç bölge (mesogeios) olmak üzere üç bölgeye, her bölge "üçte bir" anlamında
trittys denen on bölüme ayrıldı. Elde edilen otuz trittys, üçer üçer, biri kentten, di
ğeri kıyıdan ve üçüncüsü i ç bölgeden olmak üzere kura çekilerek birleştirildi ve
on kabile oluşturuldu. Bu düzenleme ile, kabilelerin heterojen (heteros genos yani
karışık türden ) bir yapıya sahip olmaları, bir başka deyişle farklı bölgelerden ve kar·
şıt sın ıflardan gelen yurttaşlarca oluşturulmaları sağlanmış oluyordu.47
Kabileler, deme ya da demos adı verilen bucaklara ayrıldı. Sayılarının 1 74'e
ulaştığı sanılan deme'ler, yerel yönetim birimleriydi ve Atina siyasal toplumunun
temelini oluşturuyorlardı. Yurttaşlar bu deme 'lerin içinde örgütleniyorlardı ve her
47 . Kıvanç Ertop ve Çetin Yetkin (s. 1 18'de), haklı olarak, Kleisthenes'in her kabileyi iiç
bölgeyi de içerecek şekilde düzenlemesinin siyasal savaşuna son verm ekamacını güttüğü·
nü; oysa hunun bir yanılsamadan kaynaklandığım·; çünkü savaş ımın nedeni ni n bli l�esel
değil, sınıfsal olduğunu vurgulamaktadırlar.
21
deme'nin kendi i ş lerine bakan bir meclisi ve bir mahke mesi bulunuyordu. Yurttaş
listelerini düzen lemek, demarkhos denilen deme ba ş ka nlar ının yetki leri i ç i ndeydi.
Atina polisi yurtta ş lığın ın demelerde n kaynaklan.ın yurtta ş l ı k hakl.ırına ba ğ la n ması
neden iyle, yurttaş lar eski kabileleri n i n , klanlar ı n ın . ya da sülalelerin i n değil , fakat
iç inde oturdukları deme'lerin adın ı (soyadı olarak) taşımaya ba şlad ıl.ır. Yıırt�şl.ır
arası eşitliğin i l ke olarak kabul edilmesine karşın, Solon 'un sınıfs.ıl örgütleni ş bi çimi
olduğu gi b i korundu. Anca k , toplumun dört sınıfa bölünmüşlüğünün siyasal eşitlik
üzerindeki zedeleyici etkileri zamanla ortadan ka ldırıldı. Bundan böyle bu sın ıfsal
ayrım, yalnızca kamusal yükümlülüklerin ( öze lli kle vergi lerin) payl aşımında , üst sı
nıflara daha büyük soru m lu lu klar yükleyen bir ö l çüt işlevini görür oldu.
Solon reform larında kabilelerin oluşturduğu seçim bölgeleri , deme örgütleri
te mel al ınarak yeniden düzenlendi. Buna göre, deme ' ler ve bunlardan meydana ge
len on kabile, Atina 'nın yeni seçim bölgeleri oldu lar. Areopagus 'un yapısına ve işle
vine dokunmayan K leisthenes, bule 'n i n üye sayısını 400'ten SOO'e çıkard ı . Atin.ı
demokrasisinin "parlak" döneminde anayasa n ı n en önemli organı olarak ka bu l edi
len bule'nin 500 sa n da lyesi, her ka bileye 50 üyel i k düşecek şekilde, büyük lüklerine
göre deme 'ler ara sında paylaştırılmı şt ı . Böylece bule, on kabileyi karşılayan e l l i şer
kişilik on gruptan oluşmuş o�uyordu. Bir y ı l görevde kalan üyeler, aday l ı klar ı n ı ko
yan otuz yaş ı n ı a şkın deme yurttaşları (demotes) arasında kura çekil erek belirlen i
48
yordu. Beşyüz ler mec lisinin oturumları süre k l i olmadığı ndan ötürü, bütün yıl bo
yunca i ş leri yürütecek sürekli bir kurula gereksin i m vard ı : Kle_isthenes ' i n onda l ı k
sistemine uygun olara k, bule'nin "kabile grupları", sırayla ve yılın o n da bir l i k süre
49
since, prytanei.a adı a l tı n da bu meclisin y ö netim kurulu olarak görev yapıyorlardı.
Polis gücünü k u l lanmaya varacak den l i önemli yetkileri olan bu kurulun her gün
yeniden seçilen ve J?rytaneia epistates adını ta şıyan ba şkan ı , aynı zamanda bule ile
ekklesia 'nın da başkan ıydı. 50 Bule 'n i n birçoğunu prytaneia eliyle ku l landı ğ ı yetki
leri, çok değişik alanları kapsıyord u : Ha l k meclisine sunulan yasa ve karar tasarıları
bule tarafı n da n hazırlanıyordu ; üstelik kendisi, ivedi durumlarda, çeşitli kararname
ler ç ı kartıp bun ları hemen uygulama hakkına sahipti. Dışişleri, maliye, ka m usal har
camalar, din, ordu ve özellikle donanma ile i lgili iş lere bakıyor ve bu alanlardaki
devlet görevlilerini denetliyordu. Yurttaş listeleri ya da devletten yardım a lacak
kişi lerin listeleri, ancak onun onay ı n da n sonra kes i n l i k kazanabiliyordu.
48 Kura yöntemi, Yunan demokıasisinde, seçimden daha demokratik olarak kabul ediliyor·
du. Oysa Homeros'ta da görüldüğü üzere, kura, demokrasi öncesinde de kullanılıyordu ve
kura ile seçilenin tannsal istenç tarafından belirlendiğine ilişkin inanç tan ötürü, bu yön
temin dinsel bir anlamı bulunuyordu. Platon da :Somoi (Yasalar) adlı diyalogunda kuraya
aynı anla m ı yüklüyordu : "Din görevlileri için, tanrının kendisinin hoşuna gideni seçmesi
yoluna gidilecek ve hunun için kura çekimine ve tanrısal yazgıya başvurula.c aktır." Ocuv
res Completes, Les lois, Paris, Lib rairie Gamier Freres, 1 946, kitap 6, i 5 9 c.
49 Prytaneion ile prytııneia'yı birbirine karıştırmamak gerekir. Bkz. Dipnot 6-a..
50 Po li sin arşivleri ile ha:ı:inesinin anahtarl:ınru ve devletin mühürünü taşıyan prytııneia epis
tıı t es'in yalnızca bir gün görev ba�ınd:ı kalabilmesi ya da prytaneia üyelerinin bule yi yal
'
22
K leisthenes'in onda lık sistemi, çeşitli devlet memurlukları için de ku llanıldı.
Elıklesia tarafından birinci sınıftaki yurttaşlar arasından bir yıl lığına seçilen dokuz
arkhon'a bir de sekreter eklendi. Böy lece her kabile, arkh o n 'l u k kurulunda temsil
ed i l m i ş oluyordu. Aynı biçimde, her ka bileden birer ki şinin kura i le saptanması so
nucu, Atina'da, on komutan (strategos) , on liman müdürü, on tapınak onar ıcısı, on
a ğ ı r l ı k ölçü leri denetleyicisi vb. oldu.
Yasama gücünü elinde bulunduran ve yürütmeyi denetimi altında tutan ekk
lesia, daha önce olduğu gibi onsekiz yaşını doldurmuş bütün erkek yurttaşlara açık
tı. K leisthenes, ekklesia 'yı ostrakismos uygulaması denilen bir yetkiyle daha donat
tı. Buna göre halk meclisi, y ı lda bir kez "çanak ç ömlek mahkemesi"ne dönüşüyor
du : Yurttaşlar, tiranlığa eğilimleri olduklarına i na ndı kları sivri kişilerin adlarını ça
nak ç ömlek parçaları (ostrakon) üzer ine yazarak bir oylama yaparlard ı. Eğer bir
kişin i n adı altı bin yurttaş tarafından yaz ı l m ışsa, o kişi on y ı l l ık bir süre için Atina
polisinin dışına sürülürdü. İ lk olarak i .ö. 487'de tiran Peisistratos'un bir akrabasına
karşı kullan ılan ostrakismos, zamanla politikacıların halkı kı ş kırtarak siyasal ka rşıt·
ları n ı sürgüne yollayabilmek için başvurdukları iki yanı keskin bir silah durum una
5
dönüştü. 1
e- Demokrasinin Evreleri
Ha l kı n (demos) iktidarı, yönetimi anlamına gelen de mokrasi rejimi, yavaş ya
vaş i ş ler lik kazanmaya ba ş ladığı ilk y ıllarında, dı şarıdan gelen büyük bir tehlikeyle
kar ş ı laştı. İ yonya polis leri nin ayaklanmasın ı bastıran Pers İ mparatorluğu, 1 .ö. 490
y ı l ın da Yunan yarımadasına saldırd ı . Pers tehli kesi karşıs ında iç çekişmelerini unu
ta n Yunan polis leri , ö zellikle askeri açıdan bir dayanışma içine girdiler. İ lk Pers sal
dırısı, falanj düzen iyle savaşan Atina ordusu tarafından Marathon'da geri püskürtül
dü. Bu başarısızlıklarının ardından uzun bir hazır l ı k dönemi geçiren Persler, on yıl
sonra yeniden Yunan yarımadasına ayak bastı. Kral Kserkses'in komutasındaki bü
yük Pers ordusu kar ş ıs ında, Thebai polisi .teslim oldu; Atina l ılar ise kenti terkedip
adalara ve Pelopon nesos'a doğru çekildiler. Persler, bir y ı l i çinde Atina ken tini iki
kez yakıp y ı kt ı lar. Fakat bu on y ı l l ı k hazırl ı k süresi içinde büyük bir donanma oluş
turmuş olan Atinal ı lar, diğer polislerin de yardı m ıy la 1 .ö . 480'de Salamis koyunda
Pers deniz gücüne büyük bir darbe in dirdiler. Bir y ı l sonra, Sparta kra l ı Pausanias yö
netimindeki birleş i k Yunan ordusu tarafından, P lataiai'da bozguna uğratılan Persler
Anado lu 'ya geri çekildiler. Bunun hemen ardından Yunan l ı lar bir baskın yaparak,
Anadolu'nun Sisam kar ş ısındaki M i kale burnunda kıyıya çeki l mi ş Pers donanmasını
yakıp tümüyle yok ettiler. Böylece üstünlüğü ellerine geçiren Yunanlı lar, karşı saldı
rıya geçip Persleri Ege'den ve Akdeniz 'den söküp attılar ve İ yonya polislerine yeni
den özgürlükleri n i kazandırdılar.
Pers savaşlarının Atina demokrasisi üzerinde, paradoksa l bir bi çimde "olumlu'
51 Orneğin, İ.0. 47 2'de Kimon, Themistokles'i ostrokismos'a çarptırttı; fakat kendisi de,
o nbir yıl sonra, Ephialtes'in yandaşlan tarafından aynı şekilde sürgüne yollandı. Yakın
arbdaşı Damon'un ostrokismos'tan kurtulmasını sağlayamayan Perikles, daha sonra İ.t1.
-ı -ı :n" �n önemli siyasal karş ıtı olan Thukydides'ten bu yolla kurtulmayı başardı.
23
ve "olumsuz" etkileri oldu; daha açıkçası, bu savaşlar, bir yanda ufak bir azınlığın
yönetimde etkili olmasına, öte yanda aşağı sınıfların da siyasal yaşama daha etkin
olarak katılmalarına yol açtılar. İ l k Pers saldırısından üç yıl sonra, anayasada bir
değişiklik yapılarak, ark h o n 'ların ekklesia tarafından seçilmesi yerine deme'lerce se
çilen 500 kişi arasından kura ile saptanması yoluna gidildi. Bu düzenleme ile hippeis
sınıfına da açılan arkhon 'lu k, büyük ölçüde önemi yitirip yürütme kurulu olma ktan
çıktı. Buna bağlı olarak, eski arkhon 1ardan oluşan areopagus'a ikinci sınıftan yurt
taşların da üye olabilm.elerinin yolu açılmış oluyordu.
Arkhon polemarkhos 'un askerlik işleriyle i lgilenen .sıradan bir memur stı tüsü
ne indirgenmesi üzerine, kabilelerce seçilen on strategos'a büyük yetkiler. verilmeye
başlandı . Polisin güvenliğinin başat sorun olduğu bir ortamda, ordu komutanların ın
ön plana çıı<ması kaçınılmazdı; ya da daha doğrusu bu durum, halk tarafından ZO·
runlu olarak kabul edilip benimsendi. Ayrıca, ordunun tek elden yönetilmesi gereği,
strategos'lardan birinin başkomutan olarak görev yapması sonucunu doğurdu. Za �
mania başkomutan, (strategos a u tokrator), ekklesia tarafından kabile sistemine bağ
lı kalınmaksızın yurttaşlar arasından seçilmeye başlandı. Sonuçta, diğer devlet gö
revlilerinden farklı olarak her yıl art arda seçilme hakkına sahip olan başkomutan,
ya da birinci strategos, siyasal yaşamda da önemli bir yer kazandı. Gerek demokra
tik, gerek aristokratik partinin önderleri, Atina politikasına yön verebilmek amacıy
la kendilerini ekklesia tarafından başkomutan seçtirmek için uğraşmaya başladılar.
Örneğin, Perikles, Alkibiades gibi Atinalı devlet adamları, strategos'lu� yapmış kişi
lerdi. Demek ki, genellikle kendilerine demagogos (yani, halk önderi) c:fenilen ve yö
netimde ağırlıklı bir yere sahip olan kişilerin ortaya çıkıp Atina demokrasisi tarafın
dan özümsenmelerinde, Pers savaşlarının önemli bir rolü olmuştu. Bunun ardından
gelen polisler arası savaşlar ise, bu olgunun daha da güçlenmesine, bir başka deyişle
yönetimin büyük ölçüde tek bir kişinin eline bırakılmasına neden oldu.
Pers savaşlarının ön plana çıkardığı bir diğer kurum, areopagus'tu. Aristote
les'in belirttiği üzere, yönetimde bir panik olduğu sırada inisyatifi eline alarak Ati
nalıların savaştan yengiyle çıkmalarını sağlayan areopagus, hukuksal bir düzenleme
(de jure) ile değil, fakat fiili bir durum (de facto) sonucu, Atina demokrasisinin et
kili bir kurumu haline geldi.52 Ancak aristokratik dö nemin kalıntısı olan ve üyeleri
nin çoğu soylulardan oluşan bu meclis, de facto konumunu uzun bir süre koruya
madı. Üstelik i .ö. 462'de, demokrat partinin önderi Ephialtes'in ekklesiıı 'ya aldırdı
ğı bir karar ile, areopagus'un elinden yönetimi denetleme, yasaları koruma ve bun
larla ilgili davalara bakma gibi tüm önemli yetkileri alındı. Bu yetkiler, Halk meclisi,
Beşyüzler meclisi ve halk mah kemeleri arasında paylaştırıldı; areopagus'a ise, ancak
52 "Pers savaşlarından sonra Ateopagus meclisi yeniden güçlenmeye başlayar.Lk polisin yö
netimini eline aldL Onun b u üstun du ru m a çıkması, bir kararla olmuş dei\ildi, Sa lamis
d eniz savaşına n eden olmasından ileri geliyordu. Strategos'lar güçlükler karş ısında ne ya·
pacaklannı şaş ırfp çağıncılar bağırtarak herkesin kentli canını kurtarmaya bakm;isıru bil
dirdikleri zaman, Areopagu s, para bulup döğüşeceklere sekizer dr.ıkhme vererek gemi leri
gereken erlerle do ld urdu . Bu yüzden Atinahlar, onu n saygınlığı karş ısında boyun eğmek
zorunda kaldılar." Atinalıların Devleti , 23.
24
taammüden adam öldürme suçlarıyla ilgili davalara bakmayı da içeren dinsel nitelik
li yetkiler bırakıldı.
Pers tehlikesi karşısında herkesin polisin korunm;ısına katkıda bulunması zo
runluluğll, kısa süre içinde bütün yurttaşların siyasal haklara tümüyle sahip olmaları
sonucunu doğurdu.53 O zamana dek alt sın ıflara kapalı olan memurluklar, herkese
açık bir duruma getirilmeye başlandı. i .ö. 457'de zeugites'ler arkhon olma hakkını
elde ettiler. Daha sonra thetes'lerin de arhhon olmaları kabul edildi ve arkhon'ların
doğrudan doğruya kabileler içinde kura ile saptanması yöntemi benimsendi.
Pers savaşlarının yengiyle sonuçlanması ve bunun doğurduğu sonuçlar, Atina
halkının maddi durumunun düzelmesine ve demokrasinin sağlam bir biçimde yer
leşmesine büyük katkıda bulundular. i .ö. 478'de Atina'nın önderliğinde örgütlenen
birçok Yunan polisi, Perslere karşı sürekli bir savaşı sürdürebilmek amacıyla, bir as
keri bağlaşma yapıp Attik-Delos Deniz Birliği'ni kurdular. Her bağlaşık polis, gü
cüne göre, Birlik'e gemi, asker ve para vermekle yükümlüydü. Her ne kadar ortak
donanma, ordu ve hazine, Atinalıların yönetiminde idiyse de, bağlaşık polislerin de
legelerinden oluşan bir birlik meclisi, karar ve denetim organı olarak işlev görüyor
du. Fakat zamanla, üye sayısı 300'ü bulan bu birlik, Atina'nın egemenliği altına gir
di.
İlk aşamada, Delos adasında bulunan Birlik hazinesini kendi kentlerine taşı
yan Atinalılar, ortak parayı, amacı dışında, Atina'nın süslenmesi ve kendi kazançla
rının artırılması yolunda kullanmaya ba şladılar. Ardından Atina, bağlaşıklarını,
kendi para birimini ve ölçü sistemlerini kullanmaya zorladı ve onları kendisine haraç
ödeyen bağımlı polisler durumuna getirdi. Attik-Delos Deniz Birliği'ni saptırarak
emperyalist l:İ ir politika izlemeye koyulan Atina, ekonomisini büyük ölçüde yüzlerce
polisin sömürülmesi üzerine oturttu ve Birlik'ten ayrılmak isteyenlere karşı acımasız
bir şiddet kullanmaktan kaçınmadı. "Böylece Atina "halkı", bir anlamda yalnızca
son derece geniş ve kendi içinde çeşitli bir egemen sınıf durumundaydı. Bu ekono
mik demokrasi görünümüne, pek öyle üretilen servetin adaletli bir biçimde bölüşül
mesi yoluyla değil, sömürüden sağlanan kazançların bir kısmının Atina halkının fa.
kir kesimlerini yoksulluktan kurtarmak için harcanmasıyla varılmıştı."54
Ephialtes'in öldürülmesinden sonra i ktidar, genç yaşta politikada başarılı ola
rak demokratik partinin önderi durumuna gelen Perikles'in eline geçti. Kleisthenes'
in yeğeni, dolayısıyla soylu Alkmeon oğulları ailesinin bir üyesi olan Perikles'in
döneminde, Aristoteles'in deyişiyle "devlet biçimi da ha halkçılaştı."5 5 Birçok
bilim adamının ve araştırmacının "Atina demokrasisinin altın çağı" olarak nitelen
dirdikleri bu dönemde, emperyalist politikaya büyük bir ağırlık verilerek halkın ya
şam koşullarının düzeltilmesine özen gösterildi. " E konomik demokrasi"yi gerçek
leştiren zengin Atina, kültür ile sanat alanlarında da büyük bir atılım içine girdi ve
kısa sürede Yunan dünyasının en görkemli kenti durumuna geldi.
25
l.ö. 446'da iktidarını daha da güçlendirerek ölümüne dek 1 5 yıl art arda stra
tegos autokıiltor seçilen Perikles, bütün yurttaşların siyasal yaşama daha etkin bir
biçimde katılmalarinı sağlamak amacıyla çeşitli önlemler aldı. Silahlarını kendileri
getirmeden gemilerde askerlik yapabilen yoksul yurttaşlar (thetes'ler), Atina'da
bulundu kları sürece ekklesia 'da ve heliaia 'da yer alarak Perikles'in izlediği politi
kanın büyük destekçileri oldular. Siyasal hakların genişletilmesi doğrultusunda alı
nan ve graphe para nomon denilen bir karar ile her yurttaşa temel yasaları koruma,
bir başka deyişle, bir yasa tasarısına (ve onu öneren kişiye) karşı anayasaya aykırı
lık nedeniyle dava açma yetkisi tanındı. Böylece en basit bir yurttaş bile, daha ön
celeri areopagus'un tekelinde bulunan bir siyasal hakka sahip oluyordu. Yoksul
yurttaşların maddi sorunlarından ötürü çeşitli devlet görevlerine talip olmalarındaki
isteksizliğini göz önünde bulunduran Perikles, siyasal katılımı daha yaygınlaştırmak
için devletin görevlilerine bir ücret (misthos) ödenmesi ilkesini getirdi.5 6 Onun dö
neminde bule ile heliaia 'nın oturumlarına katılanlara bir ödenek verilmeye ve kura
ile iş başına gelen memurlara bir ücret ödenmeye başlandı. (Peloponnesos savaşla
rından sonra, halk meclisinin oturumlarına katılanlar da misthos ekklesiastikos de
nilen bir ödenek almaya hak kazandılar.)
Ekklesia 'da herkesin söz alıp konuşmaya, bir yasa taslağı sunmaya ve oylama
nın gizli yapılmasını istemeye hakkı vardı. Zaten oturumlar da, meclis görevlisinin
"kim söz almak istiyor?" diye sormasıyla açılırdı. Böylece Perikles döneminde de
mokrasi, Solon'un geliştirmiş olduğu isonomia 'y a (yasa önünde eşitlik) isegoria'yı
( konuşmada eşitlik) e klemiş oluyordu. Gerek tek tek yurttaşların, gerek bunların
toplamının (ekklesia) elinde bulunan yetkilere bakıldığında, Atina'da halkın ege
men, rejimin ise doğrudan demokrasi olduğuna ilişkin bir kanı oluşabilir. Uzman
lık gerektiren yüksek memurluklara yurttaşların bir kereye özgü olarak seçilmelerin
den, diğerlerine ise kısa b ir süre için kura ile atanmalarından ötürü, yaşamı boyunca
.
hiç olmazsa bir kez bir devlet görevine getiri lmemiş Atinalı hemen hemen yok gibiy
di. Herkesin eşit olarak siyasal iktidara katılması (isokratia), ilke olarak benimsen
mişti. Ekklesia 'da toplanan halkın, devlet yQnetimini seçimd.en seçime değil, fakat
sürekli bir biçimde denetleme yetkisi vardı ; bir başka deyişle, yöneticiler, çeşitli
devlet mem urları, her an halk tarafından sorguya çekilip görevlerinden alınabil irler
di.
Fakat gerçekte, ekklesia'nın Atina'nın siyasal yaşamındaki en önemli işlevi
ideolojikti : Varlığıyla halkın yönetime doğrudan katıldığına ilişkin bir inancın ya
ratılıp sürdürülmesini sağlıyordu. Çünkü, daha önce de değindiğimiz gibi kendilerini
yüksek memurluklara (özellikle strategos autokrator görevine) seçtiren etkili kişi
ler, meclisi kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirip yönetiyorlardı. lsegoria
hakkından yararlananlar da genellikle, bu kişiler ve partilerin önde gelenleri oluyor
du. Dahası bütün sorunların, çok kalabalık bir meclis olan ekhlesia 'da görüşülüp bir
karara bağlanmasının olanaksız olmasından dolayı, bazı önemli sorunlar diğer si-
56 Aristotelt:s'e göre (ibid.), Pcıiklcs'in "ha kimlik için yurttaşlara ücret vermesi . • •, halkı ka
zanmak i.,:in Kimon'un zenginliğine ve cömertliğine kaq ı cılınan bir önlemdi."
26
yasal kurumların yetki alanına bırakılmıştı. Özellikle, günümüz temsili demokrasile
rinin meclisini andıran bule, çok güçlü ve etkili bir konuma sahipti. Glotz'a göre,
Kleon ve büyük bir olasılıkla Peri�les, 'bule 'ye hakim olarak yönetimi ellerinde bu
lundurabilmişlerdi.57 Bu nedenle ekklesi.a 'yı iktidarı kullanma alanı değil, fakat hal·
kın siyasal eğitim yeri olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır.
Atina demokrasisinde devlet-bir�y ilişkisi, dolayısıyla bireysel özgürlük soru
nu, çeşitli düşünür ve bilim adamlarınca farklı biçimlerde yorumlanıp değerlendiril·
miş, bu konuda bir görüş birliğine u laşılamamıştır. Glotz gibi düşünenler için, Atina
demokrasisi, bireysel özgürlüğü mutlak bir biçimde gerçekleştirmişti.58 Buna karşı·
tık, 1 9. yüzyıl siyasal-liberalizm akımının önde gelen düşünürlerinden Benjamin
Constant, kendi deyişiyle "eskiler ile modernlerin" özgürlük anlayışını karşılaştıra
rak, Eski Yunan demokrasilerinin bireysel özgürlük anlayışından yoksun olduklarını
ileri sürüyordu.5 9 Aynı görüşü paylaşan Fustel de Coulanges, bu sorunun açıkl ığa
kavuşturulmasında polis gerçeğinin göz önünde bulundurulmasının gereğine dikkati
çekmektedir. Her ne kadar bireyler, daha doğrusu yurttaşlar, demokrasi ile siyasal
özgürlüğe kavuşmuş idiyseler de, kutsal bir otorite olarak ka bul edilen polis (ya da
devlet) karşısında hemen hemen hiçbir hakka sahip değillerdi. Özel yaşamları de
netlemeye varacak denli kapsayıcı bir niteliği olan polisin çıkarları söz konusu oldu
ğunda, bireyin en temel hakkı olan yaşam hakkı bile ortadan kalkabiliyordu. De·
mokrasilere özgü bir yöntem olan ostrakismos ile, hiçbir suç işlememiş kişiler çeşit·
li özgürlüklerinden ve haklarından yoksun bırakılabiliyorlardı 6 0 • Bununla birlikte,
demokrasilerin gittikçe daha radikal bir görünüm kazanması ve polisin bir çözülme
süreci i çine girmesi sonucunda, Yunan polislerinde sofist düşünürler tarafından açık
ça dile getirilen bireysel özgürlük anlayışı ve-hatta bireycilik eğilimleri, toplumda gi·
derek yaygınlaşmaya başladılar.
57 Glotz, s. 1 92.
58 lbid,, s. 1 50-1 53.
59 "Eskilerin özgürlük olarak adlandırdıkları, toplu (kollektif) özgürlüktü; eskiler bu toplu
özgürlük ile bireyin toplumun otoritesine bütünüyle kul olmasının bağdaştığını kabul edi
yorlardı. Es kilerde, kamusal işler açısından hemen hemen egemen olan birey, tüm ki�i
.•
sel (özel) ilişkilerinde bir köleydi." Constant 'ın görüşleri için bkz: Fran çois Chitelet,
Oli\ier Duhamel, Evelyne Pisicr-Kouchner, Histoire des idees politiques, Paris, PUF,
1 982, s. 73-75, jean�Jacques Oıevalier, Histoire de la pensee politique, Paris, Payot,
1 9 8 3. s. 1 8.
60 Fustel de Coulanı:;es, s. 265-269. George Sabine'e göre (S iy asal Düşüncelt!r Tarihi, 1, An·
kara, Türk Siyasi İlimler Derneği Y ay ın lan, 1 9 6 9 , s. 1 3 - 1 4 ) "tn çok alışmış olduğumuz
kavramlara, özellikle bireysel haklara sahip vatandaş ile hukuk yoluyla onların haklarını
koruyan ve bunun için gerekli yükümlülükleri yerine getirmelerini sa� laya n devlet kavra·
mına orada rastlayamayız."
27
1 . Ekonomik neden: Ordunun ve donanmanın harcamaları, büyük ölçüde
soylular ve zenginler tarafından karşılanıyordu ; buna karşılık, bu yayılmacı politi
kanın getirdiği maddi kazançla�, onların değil, halkın cebine giriyordu.
2. Siyasal neden: Bu emperyalist politika, Atina içinde, demokratik parti
nin ve bunun dayandığı halk kesimlerinin siyasal açıdan daha da güçlenmelerine yol
açıyordu. Atina dışında ise, Perikles yönetimi, demokrasiyi bağlaşık polislere gere
kirse zorla "ihraç" ederek, Yunan dünyasının her yerinde aristokratları iktidardan
uzaklaştırmaya yöneliyordu.
Atina'nın ekonomik ve siyasal genişlemesi, hemen hemen bütün polisleri te
dirgin ediyordu. Ancak bu gidişe dur diyebilecek, bir bakıma Yunan dünyasının Ati·
na'nın egemenljği altında birleşmesini engelleyebilecek tek bir polis kalmıştı. Güçlü
·
bir kara ordusu buluna n Sparti Atina (dolayısıyla demokrasi) tehlikesini ortadan
kaldırmak amacıyla "Yunan'ın kurtarıcısı" rolüne büründü ve İ.Ö. 431 'de Attik-De
los Deniz Birliği'ni· dağıtmayı reddeden Atina'ya karşı savaş açtı. Böylece, (Thuky
dides'in tarihini yazmış olduğu) aralıklarla 27 yıl sürecek olan Peloponnesos Savaş
l<ırı başlamış oldu. Sparta'nın yengisiyle son bulan bu savaşlar, Atina'nın çöküşünü
hızlandıran nedenlerden biriydi. fa_kat temel neden, bu savaşlar süresince Sparta'ya
ve diğer polislere de sıçrayan sınıf çatışmalarının (ve bunlardan kaynaklanan ikti
dar mücadelelerinin) çok keskin ve kanlı biçimler almasıydı.
Peloponnesos Savaşları'nın ilk yılında Atina'da büyük bir veba salgını ortaya
çıktı;· Perikles de i .ö. 429'da bu hastalığa yakalanarak yaşamını yitirdi. Perikles'in
zamansız ölümü, Atina için. büyük bir şanssızlıktı. Aristoteles'in değerlendirmesiyle,
ondan sonra "devlet düzeni çok kötüleşti. .. Halk, yüksek soyluların ve kibarların
..•
28
varlıklı, iyi e·ğitim görmüş ve gözü yüksekte olan ki şilerdi. Fakat bunlar ,
demokratik sistemde . başar ılı olup ama ç larını gerçekleştirebilmek için en kolay yo
lu se çiyorlardı; bir başka deyişle yönlendirici olacaklarına halka hoş görünmeye ça
6 3 Bunun sonucunda ekklesia '
lışıp çoğunluğun görüşleri ni izlemeyi yeğliyorlardı.
n ı n ağırlığı daha da arttı . Fakat aynı zama�da halkın duyguları, tutkuları doğrultu
sunda alınan karal"larda büyük tuttrsızlıklar görülmeye başlandı. Kitle psikolojisinin
önemli bir rol oynadığı ekklesia 'da halk ( ya da daha doğrusu çoğunluk), bir olay
karş ısında coşkuya kapılıp aldığı karardan hemen pişman oluyor ve olanak varsa
bunu değiştirmeye yöneliyord u . Thu kydides'in yapıtında bununla ilgili birçok
örnek bulmak mümkündür: Peloponne§os Savaşları ' n ın i l k y ı l larında, Peri kles'in suç
lu bulunup görevinden alınması, ardından yeniden başkomutan seç i l mesi; İ .Ö. 427'
de Lesbos adasındaki Mytilena polisi ha lkının kılıçtan geçir i l mesine karar veri l mesi
sonra bundan vazgeçilmes i ; İ .Ö. 4 1 5 ' te ekklesia 'nın (Atina i ç i n büyük bir bozgunla
son u ç lanacak) Sicilya seferin in ba şına getirdiği Alkibiades'i birkaç ay so nra
64
mahkum etmesi vb. a
Bu dönemde Atina'da oligarşik ve demokratik darbeler birbirini izledi. Aris
tokratların gözünde halkın yöne timi, çoğunluğun zorbalığından başka bir şey değil
di; halk ise, aristokratlara kin beslemeyi sürdürüyordu. Çünkü demokrasi, çeşitli de
ğişim ile gelişimler sonucunda, Kleistbenes'in, hatta Perikles'in demoi<rasisinden
çok farklı bir anlam kazanmış ya da daha doğrusu etimolojisine uygun "gerçek" an
lamını almıştı. Artık demokrasi, toplumun çeşitli sınıflarının birlikte yönetime
katıldığı bir rejim değil, fakat "demos sın ıfın ın" kendi d ı ş ındaki soylular sınıfı üze
rinde kurduğu ege menlik olarak görülüyordu. Bu anlamda demokrasi, yalnızca belli
64b
Onun b u niteliği, kendile
sosyal kesi m lerin çikarını gözeten bir sınıf iktidarıydı.
rini, bilgili, erdemli olarak g�en soylulann (eupatrid) demokrasiden korkmaların�
ve onu yadsımalarına neden oluyordu. Bu d urum , demos ile soylular arasındaki eko
nomik ve ideolojik çatışmaya bir de siyasal boyut kazandırarak, bu sınıfların karşı
l ıklı olarak birbirlerine besledikleri düşmanca duyguları daha da körüklüyor.du. Öyle
ki polis içi ndeki bu karşılıklt düşmanlık, çoğu kez polisler arası düşman lıkta n da ha
ağır basıyordu. Atina ordusunun Sicilya'da yok olmasının ardından, oligarşi yandaş
ları etkili olmaya başladılar. 1 ö. 41 J'te halkın duyguların ı n coşkusuyla hareket
.•
edip bir ta k ıp anlamsız ve tutarsız kararlar almasını engellemek için, 10 ki şilik bir
danışmanlar (probulos'lar) kurulu oluşturulara k e kklesia 'nın yetki alanını sınırlan
dırma yoluna gidildi. iki yıl sonra gerçekleştirilen bir darbe i le oligarşik bir yönetim
29
kuruldu: Siyasal haklar yalnızca en varlıklı olan 5000 yurttaşa tanındı ve yönetim
tümüyle yeniden kurulan dörtyüzler meclisinin elinde toplandı. Fakat yeniden de
mokratların koruyuculuğunu üstlenen Alkibiades'in zorlamasıyla, yönetim ilk önce
ılımlı bir oligarşiye dönüştü, sonra bir kez daha radikal demokratların eline geçti.
Art arda gelen bu darbeler sırasında iktidara gelen gruplar, karşıtlarına yönelik bir
yıldırma ve terör politikası izlemeyi yeğlediler.· Siyasal sürgünlerin ve cinayetlerin
sistematik bir biçimde uygulanması, partiler arası bir uzlaşma ortamının sağlanabil·
mesi olasılığını tümüyle ortadan kaldırdı.
1 .ö. 404'te Peloponnesos Savaşları son buldu. Atina'yı Sparta ordusuna tes
lim eden aristokratlar, bunun yardımıy la oligarşiyi geri getirdiler. Aralarında Platon'
un dayısı Kritias'ın da bulunduğu otuz oligark, iktidara hakim olup tarihte "otuzlar
tiranlığı" olarak bilinen bir rejim oluşturdu lar. Otuzlar, poliste büyük bir törer esti
rip yalnızca demokrat muhaliflerini değil, fakat ılımlı aristokratlar ile mal varlıkları
na göz koydukları zenginleri de ortadan kaldırdı lar. 6 5 Fakat bu yönetim de
diğerleri gibi fazla uzun ömürlü olamadı ; 1 .ö. 403'te sürgündeki demokratlar bir or ·
du oluşturdular ve otuzlar tiranlığını devirip demokrasiyi yeniden kurdular. Bundan
sonra Atina, Yunan dünyasında kültürel egemenliğini sürdürmekle birlikte, önemli
bir askeri ve siyasal güç olmaktan ç ıktı. 66
Atina'da olduğu gibi, diğer polislerde de görülen bu iktidar mücadeleleri, bü·
tün Yunan dünyasını kapsayan bir tür iç sa vaşın siyasal düzeydeki görünümleriydi.
Bir polisde sınıf savaşını yitiren ya da yitirecek gibi olan sınıf, çareyi öteki polisler
de iktidarda bulunan aynı ya da yandaş sınıflardan yardım istemekte buluyordu.
Bağlaşıklıklar ile düşmanlıklar, polisler arasında olmaktan çok, ayrı polislerdeki de
mokrasi ya da oligarşi yandaşları arasında kuruluyordu. Bir bakıma, tüm Yunan
dünyası, birbirine diş bileyen iki düşman partiye bölünmüş durumdaydı. Dahası,
l .ö. 4. yüzyılda değişen koşullar (örneğin toprakların ve servetlerin giderek da ha az
sayıda kişinin elinde toplanması ve köle emeğinin artması sonucunda iç pazarın dur·
gunlaşması ve işsizlik oranın ın artması 6 7 , çeşitli nedenlerden ötürü dış pazar ola·
naklarının daralmasıyla birlikte dışalımı yapılan yiyecek maddelerinde bir kıtlığın
65 "Otuzlar polisde daha güçlü bir hakimiyete ulaşır ulaşmaz, yurttaşlar arasında hiçbir sı
.••
nıf farkı gözetmeksizin, zenginlik, soyluluk ya da saygınlık bakımından önde gelen her
k6i öldürdüler. Amaçları, belli nedenlerden ötürü korktukları kimseleri ortadan kaldır·
mak ve aynı anda bunların mallarına el koymaktı. Kısa bir sürede en az bin beşyüz kişiyi
öldürdüler." Atinalıların Devleti, 35.
66 Peloponnesos Savaşları, paradoksal bir biçimde bu savaşlardan yengiyle çıkan Sparta'nın
da çöküşünü hızlandırdı: Büyük insan gücü kaybına uğrayan Sparta, bu savaşlarla zorunlu
olarak dışa açılıp (gücünü aldığı) kapalı bir toplum olma özelliğini yitirdi. Bunun sonu·
cunda Lykuı:gos'un düzeni, dıştan geleQ. etkilere karşı kendini koruyamayıp bir yozlaşma
süreci içine girdi. i.ö. 3 71 'de Thebai'ye yenilen Sparta, üstünlüğünü yitirip Yunan'ın sı
radan bir polisi durumuna geldi.
67 Gordon Childe'a göre (s. 1 54) "dördüncü yüzyılda aşırı çoğalan ve mülkl�rindcn edilmiş
kır nüfusu için, kendilerini Pers kralına ya da diğer "barbatlara' ' kiralık asker olarak sat·
mak ya da korsanlığa ve haydutluğa haşlamaktan başka çıkış kapı n yoktu." Ksenophon'
un An.abasis adlı yapıtı, Pers tahtını ele geçirmeye k�ıkışan bir prensin ordusuna paralı
ask.er olarak katılmış olan 1 0.000 Yunanlının öyktisüdiir.
30
başgöstermesi), sınıf çatışmalarının gittikçe daha yaygın lık kazanarak sürmesine ne
den oldular. Sonuçta, polis içi ve polisler arası savaşlardan zayıflayan Yunanistan,
l .ö. 339'da Khaironeia savaşı ile Makedonya'nın egemenliği altına girdi.
1 1 1 . Aleksandros'un (Büyük İskender) ölümünden sonra Yunan polisleri, Make
d onya Krallığı'na karşı zaman zaman ve belli süreler için özgür kalabildiler. A tina,
l .ö. 229'da Makedonya boyunduruğundan kurtulup özgürlüğüne yeniden kavuştu.
Bu durum 1.ö. 1 46 yılına dek sürdü. Bu tarihte Yunanistan'ı işgal eden Roma, bu
toprakları kendine bağladı ; ancak, Atina ile Sparta'ya bir ayrıcalık olarak özgür kent
(ciuitates liberare) statüsü verdi. Diğer polisler, bağımlı kentler (civitates stipendia
riae) durumuna geldiler. Hepsi içişlerinde özgürdü, fakat Atina ile Sparta'nın asker
lik yapmak, vergi vernıek gibi yükümlülükleri yoktu. i .ö. 86'da Yunan ayaklanmasını
bastıran Rom�l ılar, polisin hukuksal ve siyasal varlığ ına son verip bunu tarih sayfa
sından sildiler.
31
B ÖLÜM il
32
Yunan dünyasının en erken gelişme göstermiş bölgesinin, yani ( başta Miletos
olmak ·üzere) İyonya polislerinin çocukları olan ilk f ilozof lar , toplumsal ve siyasal
sorunlarla doğrudan uğraşmayıp, kosmos'a (evren) ilişkin sorunlara yanıtlar arama
yolunda sistemli ç a balara giriştiler. Bunlar, doğal olayları açıklamada kurgusal (spe
külatif) akıl yürütme yollarını kullandılar ve tanrıları tümüyle hesap dışı bırakmak
gibi yürekli bir adım atıp kosmos'un yönetici gücü o larak tanrıların yerine doğa
yasasını koymak gibi kökten .farklı bir tutum ta kındılar. Bununla birlikte, i.ö. 6.
yüzyılda İyonya'da doğan bu felsefi düşünüş, mitoslardan tümüyle arınmış değildi.
Çünkü mitolojik düşünceden felsefi düşünceye geçiş, bir kopuş biçiminde değil, fa.
kat bir süreç içinde gerçekleşmişti. B u nedenden ötürü, Chatelet'nin de açıkça vur
gulamış olduğu üzere, "mitosun naipliğinden felsefi mantığın hükümdarlığına geçiş,
bir yanda mitosun bir mantığı olduğunu, öte yanda felsefi gerçekliğin içinde hala
"efsane" gücü bulunduğunu göst�rmektedir. "72 Buna en iyi kanıt, çeşitli araştırma·
cı ve bilim adamlarınca Eski Yunan felsefesinin, hatta yalnızca felsefenin en büyük
düşünürü olarak kabul edilen Platon ' un da mitosları kullanmış olmasıdır. Fakat daha
ileri.de göreceğimiz gibi, Platonik mitoslar, filozofun belli felsefi düşüncelerinin
(sıradan insanların da anlayabilmeleri için) simgesel anlatımlarından başka bir şey
değillerdir; ya da bir başka deyişle mitoslar, Platon'un felsefesini daha iyi aktarabil·
mek için kullandığı simgesel araçlardır. 73
Erken Yunan felsefesinin, bir bakıma Batı i le Ooğu ' nun buluşma yerini oluş
turan iyonya 'da ortaya çıkması, bu felsefenin. Doğu bilgeliğinden kaynaklanmış
olup olmadığı, örneğin Babil'den ya da Mısır'dan ödünç alınmış olup olmadığı SO·
rusunu gündeme getirmiştir. Çeşitli bilim adamları, belli bir etkinin olduğunu kabul
etmekte, ancak bunun abartılmaması gerektiğini de belirtmektedirler. Örneğin,
Leon Robin, Yunanlıların Doğululardan, çözmeye yöneldikleri temel sorunları ve
tecrübelerinin birikiminden kaynaklanan araçları almış olduklarını, fakat onlardan
önemli bir noktada ayrıldıklarını vurgular: Yunanlı lar, Doğu 'ya özgü kılgısal (pratik)
hesaplamaları, kazanca yönelik faydacı eğilimleri ya da ayrıntılara önem veren görü
şü aşarak, ilkeler arayıp ortaya koyan salt kurgusal bir düşünceye yükselmişlerdi,74
Bir ba şka deyişle, temelde kılgısal bir amaç gütmeden bilime yönelmişler ve felsefi
düşünceyi gerçekleştirmişlerdi.75 Bu görüşü benimseyen Copleston'a göre ise, "M ı
sırlıların kılgısal bahçıvan-matematiğinin ve Babil yı ldız falcılarının gökbilimsel
33
gözlemlerinin Yunanlıları etkilediğini ve onlara önsel gereç sağlad ığını kabul etsek
bile, bu durum hiç bir biçimde Yunan dehasının özgünlüğüne karşı bir önyargı ya
ratmayacaktır. " 76
Üstelik, her ·ne kadar ilk bili msel adımlar M ısırlılar tarafından atı lmış idiyse
de, bunu sağlayanların boş zamanı bulunan rah i p ler olmasından ötürü, bu ilk adım
lar aynı zamanda son adımlar da olmuştu. Çünkü ortaya konan bilimsel doktrinler,
rahip lerin elinde dogmalara ve değişmez dinse l i nançlara dönüşmüşlerdi. Oysa, bu
bilimsel birikimden yararlanan Yunanl ı larda bir rahipler sınıfı yoktu ; bu duru mda
bilimsel düşünce, kalıplar içine sokulmadan, karşılıklı çürütmeler, karşıt savlar,
eleştiriler şeklinde gelişip ilerleme olanağına kavuştu.
Daha önce belirttiği miz üzere, · i l k filozoflar, hemen hemen yalnızca doğa
olayları üzerinde kurgusal akıl yürütüp doktrinler geliştirdiler. Ancak bunların ilgi le
rini yöneltmiş oldukları doğa, insan ve toplumdan kopuk soyut bir doğa deği ldi .
Güdülen amaç, kosmos'un ilkesini, düzenini ortaya koymak ve böylece i nsanın i ç i n
de bulunduğu yeryüzündeki düzeni (oluşumu, değişimi v e ölümü) açıklamaktı.
.
lyc:ıy<llı filozoflar, koıımos'l!n tanrısal v.ırhkların gelişigüzel istekleriyle değ i l , ki şi
sel olmayan ve değişmez bir yasa tarafından yöneltildiği düşüncesine, büyük bir ola
sılıkla polisten hareket ederek; bir başka deyişle polis düzenini doğaya uygulayarak
ulaştılar. Çünkü polisin bir kişisel istençle ya da istekle değ i l , yasayla düzenlendiği
bir gerçekti. Po'is yasaları gibi. görünmez soyutlamalar, insan davranışını yönelte
biliyor ve davranışları belli bazı aşağı yukarı önceden bilinebilen hareketler içinde
sınırlayabiliyorsa, benzeri ya.salar da doğa dünyasını yönetiyor olamazlar mıydı? 77
Bu soruya olumlu bir yanıt getiren filozoflar, doğal olayların ardındaki temel ilke
yi ya da ilkeleri, deneye ve- gözleme başvurmadan akıl yoluyla bulup ortaya koydu
lar.
Böylece theogonia'dan (tanrıların doğuşunun anlatımından) kosmogonia 'ya
(evrenin doğuşunun açıklanmasına) geçilmesiyle birlikte, daha sonraki felsefe sis
temlerinin oluşmasın ı olumlu ya da · olumsuz biçimde etkileyen temel düşünceler
üreti ldi. Çok çeşitli tanrılar yerine, tek bir üstün {aşkın) istenç düşüncesi geliştiril
di ; bu birlik anlayışı, polyteizm 'den (çok tilnrıcıhktan) monoteizm'e (tek tanrıcı
lığa) giden kapıyı aralamış· oluyordu. Madde sorununa ağırlık veri lerek, doğadaki
l;rutün' farklı maddelerin türdeş, tek bir maddeye indirgenilmesine çalışıldı. Buna ba
ğımlı olarak, dünyanın kaostan çıkmayıp tek bir ana maddeden kaynaklandığına ve
ona geri döndüğüne i lişkin düşUnce ön plana çıktı. Organik yaşamın döngüselliğin
den hareket edilerek, maddenin çeşitli değişimlerden, dönüşümlerden etkilenmedi
ği, kesinlikle yok olmaz bir niteliğe sahip bulunduğu ve ancak görünüşte ortadan
kalktığı i leri sürüldü. Buna göre, nasıl kaynatılan su yok o lmayıp buharlaşıyorsa ya
da yakılan katı bir madde ardında duman ve kül bırakıyorsa, varlıktan ( maddeden)
var-olmayana geçişin olamayacağı i l ke olarak ortaya kondu. Bu i l k bilimsel adımları
diğerleri izledi ve A'&rupa (ya da Batı) düşüncesinin temelleri.oluşmaya başladı.
76 Coples ton, s. 1 2.
77 William H. l\.lcNeill, s. 93.
34
A- İYONYA FElSEFESI
78 Copleston, s. 1 9.
79 Bertrand Russcll, Bati Felsefesi Tarihi 1 (Antikçağ), Ankara, Bilgi Yaymevi, 1 9 72, s. 94-
95.
80 Niet:ı:sche, s. 36.
81 Herodot Tarihi, 1 , 7 4, s. 47.
82 Politika, 1, i l , s. 25.
83 Theaitetoı, 1 74 a-b. Ari!toteles ile Platon'un aktırdıkları bu öyküler, Diog�ne L.ai:"rce'de
de (1, s. 52-55) yer almaktadır.
35
"Hiçten hiç bir şey oluşmaz" ilkesini benimseyen Thales için, hosmos 'un,
dolayısıyla her şeyin arkhe'si ( ilkesi) sudur (hydor) . Her şey, yaşamın ilkesi olan su·
dan türeyip suya geri döner. Her canlı ve cansız nesnede su bulunduğundan dolayı,
bir bakıma her şey "tanrısallıkla" doludur ve dünya tümüyle "tanrısaldır". Üstelik
bir disk biçiminde olan dünya, su üzerinde yüzmektedir .
Thales'in kosmos'un i�kesini ve dünyanın içinde yüzdüğü maddeyi, su olarak
kabul ederken, mitolojik bir öğe olan Okeanos'tan esinlenmiş olduğu söylenebi
lir.34 Ancak doğaya ilişkin bu açıklamaları, onun mitolojik ve teolojik (ya da din
sel) bir görüşü benimsediği anlamına gelmez. Tam tersine Thales, her şeyi tek bir
maddeye, yani suya indirgeyerek, mitoloji k kutsal düzen kavramının içerdiği çoklu
ğu ve çeşitli farklılıkları (örneğin, dolaylı bir biçi mde toplumsal düzeydeki "soy lu
lar ve diğerleri" farklılığını) yadsıma ve böylece dünyanın özerkl iği ile türdeş liğini
vurgulama yoluna gitmi ştir. Bundan başka Thales, büyük bir olasıl ıkla, suyu sözcük
an lamında almamış, fakat onu "herşey birdir" düşüncesini dile getirmek için bir
met.afor (mecaz) olarak kullanmıştır. Bir başka deyişle, "var-olanın birliğini görmüş
ve onu söylemek için su'dan söz etmiştir."85
b- ANAKSiMANDROS ( 1 .ö. ?61 0-545), Thales'in öğrencisi ve Miletos
okulunun ikinci düşünürüdür. Bir yeryüzü haritasını çizen ilk kişi olarak kabul edi
len Anaksimandros'un yazdığı Peri Physeos (Doğa Üstüne) adlı kitap, felsefe tarihi
nin ilk yazılı yapıtı sayılmaktadır. Anaksimandros, hocası Thales'in doğacı görüş le
rini benimsemesine karşın, temel noktalarda ondan ayrılmaktadır. Bu iki düşünür
arasındaki farklılık, hatta karşıtlık, felsefenin ne denli bir (bireysel) düşünce özgürlü
ğü ortamı içinde oluşup geliştiğinin açık bir göstergesidir.
Duyularla doğadan algılanan bir maddenin (örneğin suyun), sınırsız bir niteli
ğe sahip bulunamayacağından ve oluşu da yeterince açıklayamayacağından ötürü,
evrenin ilkesi olamayacağı görüşünden hareket eden Anaksimandros, buna "sınırsız,
belirsiz" anlamına gelen 'apeiron adını verir. Bu i l ke, sonsuz, sınırsız, yaratılmaıaıı ı ş,
dolayısıyla yokolmayacak, yani ölümsüz, kendiliğinden varolan ve sürekli eylem
içinde bulunan soyut bir maddedir. Kendi deyişiyle "O, ne sudur, ne de öğeler
denilen şeylerden biridir, ama on lardan ayrı ve sonsuz bir doğadır ki, bundan gökle
rin ve onların içerisindeki dünyaların tümü doğarlar."86
Doğa olaylarının temelinde, özellikleri duyularla bir veri durumuna getirile
meyen apeiron bulunmaktadır. Çünkü biyolojik bir yaklaşımı benimseyen Anaksi
mandros, oluşumu apeiron'dan kaynaklanan (sıcak-soğuk, yaş-kuru, katı-yumuşak,
karanlık-aydınlık gibi) karşıtların birbirleri üzerinde yaptıkları etki ile açıklar. Dün
yanın düzeni ise, bir kez oluştu mu, karşıtların döngüsel süreçler içinde denkleşti-
36 .
ril meleriyle, karşılıklı dönüşüm yoluyla sağlanır. Bu değişim-dönüşüm, Anaksi·
mandros'un kısa bir silindir olarak betimlediği dünyanın içinden ç ıktığı apeiron 'a
geri dönmesine dek böylece sürüp gider. Evren düzeyinde oluş ve yok.oluş, sürekli
bir akıştır, sonu olmayan bir süreçtir; dünyalar yok olur, yenileri kurulur. Anak·
simandros'a göre, apeiron 'dan ayrılma ve gene ona geri dönme, toplum ve ahlak
olaylarında bulunan doğruluk, adalet kuralını andırır. Her nesnenin zaman içinde
belli bir dönemi, belirli bir süreci vardır. Bu süreci dolduran varlık yokolur, yerine
yenisi gelir.
Evreni ve dünyaları apeiron 'dan oluşturan Anaksimandros, doğadaki çeşitli
ve karmaşık olayları, tek, yalın bir nedene bağlamış olmaktadır: Her şeyin başı ve
sonu apeiron 'dur; her varl ık ve bunlar.arasındaki ilişki ler (olaylar), daha önce de be·
lirttiğimiz gi bi, apeiron 'dan kaynaklanan karşıtların yine apeiron 'la ilişkili bir zo.
runlu luğa ya da bir yasaya göre düzenli ve dengeli bir biçimde birbirlerine dönüş
meleridir. Bu bakımdan evren, değişik görünüşte varl ıklar, nesneler içermesine kar·
şılık, kendi bütünlüğü içinde uyumlu, düzenli, dengeli bir yapı niteliği taşır. İ şte bu
nedenle Anaksimandros, bu düzenli bütünü adlandırmak için "düzgün süstakısı"
de mek olan kosmos sözcüğünü kullanmıştl' ve büyük bir olasılıkla kosmos'a bu yeni
anlamını kazandıran kişi odur.
Değişim-dönüşüm düşüncesini bir başka biçimde canlı varlıkların oluşumunu
açıklamak için de kullanan Anaksimandros'a göre, yaşam suyun içinde belirmiş ve
buradan karaya taşm ıştı. İ nsan da diğd hayvanlar gibi, ilk önce balıktan türemiş,
sonra karada çevreye uyum göstererek çeşitli dönüşümler geçirmiş ve bugünkü biçi
mini almıştı. Görüldüğü gibi Anaksimandros'un bu düşünceleri, yüzyıllarca sonra
Darwin'in ortaya attığı evrim kuramının ilk tohumlarını oluşturmaktadırlar.
c- ANAKSIMENES ( İ .Ö . ?588-525) ile Miletos okulu son bulur; bunun en
önemli nedeni, İ .Ö. 494 yılında Miletos polisinin Persler tarafından ele geçirilip yı
kı imasıdır. Kendinden önce gelen her iki düşünürün de etkilerini taşıyan Anaksi·
m enes, evrenin ilkesinin (arkhe), Anaksimandros gibi, sonsuz, biçimsiz ve sı nırsız
olduğunu vurgulamış ve bu ilkeyi, Thales gibi, deney ve gözlem dünyasında bulmuş
tur. Önsüz-sonsuz olan bu ilke de havadır (aer).
Havayı yaşamın ilkesi olarak gören Arıaksimenes, bu düzeyde insan ile doğa
arasında bir koşutluk kurar: "Tıpkı ruhumuzun, hava olduğu için, bizi bir arada tut .
ması (yani, bireyin bütünlüğünü sağlaması) gibi , s,>luk ve hava da bütün dünyay ı ku.
şatır."8 7 İnsanlara can veren aer, aynı zamanda dünyayı canlandıran "tanrısallık"tır,
kosmos'un yaşamını sağlayan "ruh"tur. Hava bütün evreni kuşatmıştır ve kosmos
büyük bir soluk alıp verme ritminde yaşamaktadır. Felsefe tarihinde "ruh" kavramı
nı kullanan ilk bilge olarak kabul edilen Anaksimenes, maddeci-doğacı yaklaşımıyla
ruha (psykhe, pneuma) soyut bir anlam yüklemeyip, onu somut bir madde olan
hava ile özdeşleştirme yoluna �itmiştir.88
87 Aktaranlar: Copleston, s. 27 ; Rusıı ell, s. 99; Leon Robin, s. 54 ve Walther Kranz, Antik
Fdsere.Metinler ve Açıklamalar, İstanbul, Sosyal Yayınlar; 1984, s. 36.
88 Psykhe sözcüğü, hem ruh, hem soluk anlamına gelmektedir.
37
Anaksimenes'e göre, oluşumu ve doğa olayların ı belirleyen, havan ın-özünde
aynı kalmakla birlikte- kendi başına devinip yoğunlaşarak ya da gevşeyerek çeşitli
biçi mlere ·girmesidir. Yoğunlaşma sonucu katı nesne ler, gevşeme sonucu yumuşak
ve boşluktı yay ılan, dağılan nesneler olu şur. Örneğin, hava gevşeyince ateş duru
muna gelir; yoğunlaşmasıyla ise sırasıyla yeli ve bulutu , ardı ndan suyu, toprağı ve
tışı oluşturur. Bu oluş ve değişim süreklidir. Dünyayı ise Anaksimenes, yuvarlak,
düz bir tepsi biçiminde düşünmüş ve onun yassı l ığ ın da n ötürü havada bir yaprak gibi
dolaştığını belirtmiştir.
d- HERAKLEİTOS ( İ .ö. ?540-480), bir İ yonya lı, da ha doğrusu İ yonya
bölgesinin önemli polisleri nden Ephesos'un ( Efes) bir yurttaşı olmasına karşın, bir
çok bilim adamınca iyonya okulunun bir. temsi lcisi olarak benimsenmez. Bunun te
mel nedeni , Herakleitos'un belli ölçüde maddeci-doğacı yaklaşı m ı beni msemekle
birlikte, Güney l talya-E lea felsefesinden olumlu ve olumsuz etki lenerek Mi letoslu
öncüllerinin çok ötesinde kapsamlı bir felsefe oluşturmuş ve yal nızca Platon'un de
ğil, fakat modern çağların düşün adamlarının ve filo zoflar ının kendisine atıf yapa
madan edemedikleri bir kuram ortaya atmış olmasıdır. N ietzsche'ye göre " Herak
leitos'un evrene gereksinmesi olmadığı halde, evrenin her zaman doğruya, dolayısıy
la ona gereksinm_esi olacaktır."8 9
Ephesos'taki sınıf çatı şmalarını yaşamı ş bir aristokrat olan Herakleitos, Mile
toslu bilgelerden farklı olarak, doğa-kosmos sorunuyla ilgilenmekle yeti nmemiş,
toplumsal ve siyasal sorunlar üzerinde de düşünceler üretmiştir. Sınıfsal köken iyle
tutarlı olarak halk kitleleri n i d ış lamış ve yalnız yüksek düzeydeki aydın ve bi lgelere
(bir başka deyi şle küçük sayıdaki en "iyiler"e) seslenerek yazılarını anlaşılması güç
bir biçimde ortaya koymuştur. Bu nedenle, çağında \ıeterince anlaşı lamamış olan
Herakleitos'a "karanlık" ya da "bulanık" anlamına gelen o sko teinos lakabı takıl
mıştır. "Düşüncelerini öğrendiğim k i şi ler iç inde bilgeliğin bütü n şeylerden ayrı ol
duğu anlayışına varan bir kişiye rastlamadım"90 diyen Herakleitos, yapay bir alçak
gönüllülüğe kaçmadan, kimsenin bilgisinden esin lenmediğini ve gerçek bilgenin yal
nızca kendisi olduğunu açtkça haykırmıştır. Üstelik bununla da yeti nmeyip, ken
dinden önce gelen çeşitli düşünürleri çok sert bir dille eleştirmiştir. Ona göre, "pek
çok şeyin öğrenil mesi anlamayı öğretmez, yoksa Hesiodos ve Pythagoras, Kseno
phanes ve Hekataeos öğretirdi onu ... Pythagoras yalanların başıdır."
E phesos'un bu "karanlık ve gururlu bilgesi", ateşi (pyr) kos mos un ilkesi ola '
rak kabul etmiştir. Herakleitos'a göre ateş, içinde tüm karşıtların eri diğ i birli ktir.
Evrenin kökeni ve özü ateş olduğunda n do layı, evren, tükenmez, can lı bir ateştir,
bir başka deyişle sürekli bir yanma sürecidir: " Her şeyi kapsayan bu biricik düzen
(yani kosmos) , ne tanrılar, ne de insanlar tarafından yaratılm ıştır ; o hep -ölçülere
göre yanan ve ölçülere göre sönen- sonsuz can l ı bir ateştir ve bu ateş olarak kala-
89 Nietzsche, s. 56.
90 Herakleitos'un günümüze kalmış yazılarının toplandığı Pery Physeos adlı yapıtından ya
pılan alıntılar için bakınız: Copleston, s.-1 1 -5 2 ; Kra nz s. 5 7-7 1 ; Voilquin, s. 5 1 -6 7; Com
,
38
caktır." Evrende herşey, insanlar bile, için için yanmaktadır. Herakleitos, bu yanma
benzetmesiyle kosmos'da hiçbir şeyin durucu, ka lıcı olmadığını, her şeyin bir varo
luş, değişim ve dönüşüm süreci içinde bulunduğunu vurgulamaktadır. Boyuna akan
bir süreç olan kosmos da belli bir zamanda ateş tarafından kemirilip yok edilecektir
ve sonra yine ateşten doğacaktır. Bu, böylece dönüşümlü bir biçimde sürüp gidecek
tir.
Oluşumu, ateşten kaynaklandıran ya da daha doğrusu ateşin yukarıdan aşağı
ya ve aşağıdan yukarıya biçimindeki iki tür devinimiyle açıklayan Herakleitos, her
şeyin bir akış içinde olduğu görüşünü felsefesinin odak noktasına yerleştirmiştir.
Onun bu evrensel akış öğretisi, daha sonraki düşünürlerce, belki de onun hiç kullan
madığı panta rei (her şey akar) sözü ile dile getirilmiştir. Miletos'lu filozofların kos
mo s un ilkesini belirterek, evrende ve doğada değişmez bir düzen bulunduğunu ile
'
nasıl bağdaştığını bilmezler. O, karşıt gerilimlerin uyumlu kılınışıdır, yayın ve lirinki gi
bi" diyen Herakleitos, genellikle, Hegcl'e ondan da Marx'a gidecek olan diyalektik bakış
açısını ilk kullanan düşünür olarak değerlendirilir.
93 Herakleitos, birbirleriyle çatışan karşıtların ayıu anda birbirlerinin varoluşlarını da hazır
ladıklarına ve yaşam ile ölümün ayıu şey olduğuna ilişkin görüşlerini, kendine özgü "bu-
39
Herakleitos, felsefesini ilk aşamada maddeci temeller üzerine kurmasma kar
şın, sonra idealist olarak nitelendirilebilecek bir yaklaşım benimser. Çünkü Ephe
sos'lu filozof, karşıtların birleşmesini ve değişim-dönüşümlerin ardındaki değişmez
liği sağlayan i ç kin bir birlik olduğunu vurgular. Bu, kosmos'da egemen olan yasadır,
düzendir, sözdür; bir başka anlatımla, evrenin genel uyumunu (harmonia) sağlayan
evrensel akıldır. Herakleitos, bunu logos olarak adlandırır. Evrendeki her değişim ve
dönüşüm, logos'a göre, yani bu "tanrısal" aklın gösterdiği belli bir düzene , belli bir
yasaya göre olur. Herşeyi düzenleyen logos, bütün bireylerde ortaklaşadır. Herakle
itos, kosmos'da, dünyada "tanrısal" bir aklın egemen olduğunu söylemekle, bir an
lamda panteizme ( kamutanrıcı lık) yaklaşmakta, yani "Tanrı" ile dünyayı özdeşleş
tirmekte ve aynı zamanda Stoacı felsefeye giden yolu açmaktadır. 9 4
Logos kavra mından hareket eden Herakleitos, aristokrati k ideo lojiye yeni bir
boyut kazandırmıştır. Aristokratların toplumdaki egemen konumlarını soy, kal ı tı m
bağıyla açıklayan mitoloji k düşünceye karşılık, Herakleitos bu egemen liği onların
akıl üstünlüğüne, bilgeliğine bağlar. Aklı ön plana ç ıkartan bu düşüncesin in temelin
de, insanların logos 'a katılmalarının eşit bir bi çi mde olmadığına ilişkin varsayım
yatmaktadır: "Logos (insanların) hepsinde ortaklaşadır. Ortaklaşa olana uyulmalı
dır; fakat logos'un ortaklaşa o lmasına karşın, çokluk kendine özgü düşünceleri var
mış gibi yaşıyor ... Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşleşir, uzaklaş
tırılınca da sönerlerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logos'tan pay
alır, ayrılırsa logos 'suz kalır." Demek ki, evrensel akıldan alınan paylar eşit değildir.
Toplumda küçük bir azınlık oluşturan en-iyiler (yani soylular), logos 'tan çok pay al
mışlardır; az pay alanlar ya da hiç almayanlar ise çokluktur, bunlar halkı oluşturur
lar.
Herakleitos'un, Ephesos'ta soylulara karşı başarılı bir savaş vermiş olan halka
karşı duyduğu nefret çok büyüktür. Bu nedenle kitleleri açıkça aşağılamaktan, nef
reti ni keskin bir bi çimde dile getirmek.ten de ka çınmamıştır : "En-iyiler bir şeyi bü
tün şeylere yeğ tutarlar: Ölümlü şeylerin verdiği sonsuz ünü; çokl uk ise sığır gibi iş
kembesini doldurur... Yetkin bir kişi, benim için bin lerce kişiye bedeldir ... Aptal
insan, her söz (logos) karşısında hep şaşkın şaşkın bakınır ... Onların aklı ya da dü
şü ncesi nedir ki, "çokların kötü, azların iyi" olduğunu bilmeyerek, halk ozanlarına
kanıyorlar ve yığını öğretmen ediniyorlar." Bundan başka Herakleitos, halkın
inançlarına da saldırmış, gere k popüler dinleri, gerekse Homeros, Hesiodos gibi halk
ozanlarını sert bir dille eleştirmiştir.
Her Yunanlı gibi, Ephesos'un bu sözünü esirgemez aristokratı için de yasaların
büyük bir önemi vardır. Çünkü ona göre, polisde, toplumda düzeni sağlayan yasalar,
!anık" anlatımıyla şöyle dile g!!tİrmiştir: "Ateş havanın ölümünü yaşar, hava ate�in ölü
münü yaşar, su toprağın ölümünü, toprak da suyun ölümünü yaşar••• Suya dönüşmek ru·
hun ölümü, toprağa dönüşmek suyun ölümüdür••• t11ümsüf1 er, ölümlülerdir; ölüm lüler,
ölümsüzler<lir; çünkü bunlann yaşamı onların ölümü, onlann yaşamı da bunların ölüm ü-
��" .
94 Miletos'lu filozofların ilkeleri (arkhe) birer " tann" olar.ı.k değerlendirildi�inde, bunların
sistemlerinin de panteist ( kamutanncı) bir anlayış ı yansıttıkları siiylcnebilir.
40
logos'la bir ili şki i ç indedirler ya da daha doğrusu ondan kaynaklanmalıdırl.ır. Bu
bakımdan toplumsal yasalar, kendi deyi şiyle "yurttaşların surları için döğüşlir gibi
döğüşmeleri gereken yasa lar ", kitlelerin buluşu değil, tanrısal bir nitelik ta ş ıyan ev
rensel yasanın uygulanı ş ıdır. Ancak, bunu, "bil mediğinin ardı ndan havlayan köpek"
gibi olan ha lk anlayamaz. Logos'u kavrayabilip onun düzenini pozitif yasalar yolu,Y
la yeryüzünde gerçekleştirebilecek o lanlar ise çok küçük bir azınl ıktır. Böylece He
rakleitos, kıt akıllı, boş inançlar taşıyan halkı, "Bir"i bilen, evrensel akla katılan bil
gelerin, en-iyilerin ( bir ba şka deyi şle aristokratları n ) yönetmesi gerektiği sonucuna
ulaşmaktadır. Üste lik, halkın, ancak zorla kendi iyiliği yolunda davranmaya yönel
ti lebileceği düşüncesini de ta ş ı ma ktad ı r .9 5
Fakat Ephesos'da Pers istilasından sonra i ktidarı ele geçirenler , demokratik
güçler olm uştur. Bu durum karş ısında büyük dü ş kırıkl ığına uğrayan Herakleitos,
içinde yaşad ığı toplumdan uzak ka lmayı bir bi lgelik saymış ve polisin yönetimini
elinde bu lundurmaktansa "çocuklarla oynamak daha iyidir" demiştir. Demokrasiyi
benimseyen yurttaşlarına ise şöyle seslenmeyi yeğlemi ştir : " Ephesoslulara yakışan,
yeti şkin kişilerin hepsinin kendilerini asması ve polisi yeti şkin olmayanlara bırak
masıdır; onlar ki en değerli adamları olan Hermodoros'u96 "içimizden hiçbiri en de
ğerli olmasın, olursa da başka yerde ve başkaları yanında olsun ! " diyerek kapı
dışarı ettiler .. E ksik olmasın sizlerden zenginl i k, ey E phososlular, kötü olduğunu
.
41
filozofu, tarihi daha gerçekçi bir biçimde algılamaya yöneltmekte, fak.at aynı za .
manda onun herhangi bir kurumu kesin olarak görmesini engellemektedir. Daha
açıkçası, her şeyin değiştiğini, değişmek zorunda olduğunu vurgulayan Hcraklei
tos, sınıfsal ideolojisiyle bir çelişkiye dü-şmekte ve hiçbir toplumsal-siyasal kurumun
(dolayısıyla aristokratik yapıların) kalıcı olmadığı sonucuna u laşmaktadır.
Herakleitos'un felsefesinin bir başka som:.:: u da, kuşkuculuğa (şüpheciliğe)
yol açabilecek bir anlayışı kendi içinde barı ndırmasıdır. Daha doğrusu, bu olgu,
tüm İyonya felsefesi kuramlarının ortak özelliğidir. Bu kuramların ister istemez kuş
kuculuğun tohumlarını taşımaları, onların dünyadaki herşeyi temel bir maddeye in
dirgemeleri nden kaynaklanmaktadır. Çünkü her şey sudan (ya da havadan ya da
apeiron 'dan ya da ateşten) türeyip yeniden buna geri dönüyorsa, gerçek olan yalnız
ca bu temel� maddedir; diğerleri birer görüntüdür, aldatıcı birer yanılsamadır.
Odunun ya da taşın gerçekte odun ya da taş olmadıkları, bunların özünde su olduk
ları kabul edildiğinde, duyumlardan kaynaklanan bilgilerin gerçekliği üzerinde bir
kuşkuya düşülmesi kaçınılmaz olur ve kuşku yalnızca bu d�zeyde kalmayabilir.99
42
düşüncesini i ş lemiş ve bu dünyayı hor gören bir anlayışa sahip olmuştur.1 0 1
Matemati kçi olan Pythagoras, kosmos 'un i l kesinin (arkhe) sayılar olduğunu
söyleyerek İ yonya felsefesinin doğacı -maddeci anlay ışın ı yadsı mış ve idealist bir
dünya görüşünü benimsemiştir. Pythagorasçılığa göre, evren bir sayılar uyumudur
(harmonia) . Somut varlıklar olarak tasarlanan say�lar, dünyadaki her nesnenin, her
düşüncen in aslıdırlar, ilkeleridirler. Örneğin Bir sayısı tanrıdır, bir ba şka sayı ruhtur,
bir başkası adalettir, akıldır vb. Pythagorasçı bir bilge olan Phil olaos, bu konuda
şöyle yazmıştır : "Bütün tan ınan (bilinen) şeylerde sayı vardır muhakkak; çünkü bu
olmadan herhangi bir şeyi düşünceyle kavramak ya da tanımak olanak�ızdır. " 1 02
Sa y ı la r tek ile ç ift ya da sınırl ı ile sı nırsız diye i kiye ayrı l ır . Bu temel karşıtlık, ken
dini, varlık türlerinde erkek-dişi, bir-çok, aydınlı k-karanlık, sağ -sol , iyi-kötü vb. ola
ra k ikili karşı tL:ır biçim inde gösterir. Bu i kicili kçi (düalist) anlayış, bu düzeyde ka l
maz; karşıtlar bir uyuma, "çokluktı birlik" olan bir uyuma varırlar v e b u uyum
kozmik bir düzenin olduğunu güsterir.
Evrende sayılardan kaynaklanan bir düzenin bulunduğunu be lirten Pythago
ras ç ı lar, bu düzeni yeryüzünde de egemen kı lmayı ama ç larlar. Toplumsal ·ve siyasal
gelişmelerin , demokrati k devri mlerin dünyadaki uyumu bozdukları görüşündedirler.
· Herkes her işe karışmaktadır. Oysa düzenin gerçekleşebi lmesi için, yetkin bir sayı
olan kare sayısının belirttiği adaleti n yerleşmesi, yani her kişinin yaradılışına uygun
yerlerde bulunması gerekir. Çünkü her i nsa n üç öğeden oluşmuştur: Akıl, ruh (yü
reklilik) ve istek. Akıl, diğer iki öğeye göre daha üstündür. Fakat bazı insanlarda akıl,
baz ı larında ruh, çoğunluğu oluşturan diğerlerinde ise istek öğesi egemendir. Ö y ley
se akıl öğesinin ağır bastığı kişi ler (yani bilgeler, daha doğrusu Pythagorasçı bilge
ler) topluma egemen olup, ruh ve istek öğelerinin hakim olduğu insanları
y önetmelidirler.
Organizmacı toplum görüşüne ulaşan Pythagorasçılar, toplumun da üç bölüm
den olu ştuğunu belirterek, her kişinin doğuştan yönlendirildiği toplumsal bölümün
de ( sınıfında) kalıp, bunun gerektirdiği i ş lerle uğraş masını salık verirler. Akıllıların
iktidarda bulunmaları, yürekl ilerin savaş iş leriyle uğraşmalar ı , isteklere tutkun kişi
leri n ise tüm toplumun gereksinmelerini karşılamaları şeklinde ki iş bölümüne dayalı
üçlü sınıflandırma, kendi deyişleriyle toplumda "eşitliği " sağlamanın ve düze.ni kur
manın biricik yoludur. Gerçekte, tarika tların ın içinde kadın.erkek eşitliğini benim
seyen ve ortak mülkiyete dayalı ortaklaşacı bir yaşayış.ı uygulayan Pythagorasçılar,
topl umsal düzeyde hiyerarşik, eşitsizlikçi bir model i savunmaktadırlar.
Pythagoras ve yandaşları, bu toplumsal görüşlerine reenkarnasyon (ruhların
göçü) öğretisiy le dinsel bir boyut kazandırmışlardır . 1 0 3 • Ruhun öl mezliğinden hare-
1 Ol Conford'a göre, "Py thagoras'ın esin verdiği bütün sistemler, bütün değerleri tanrının gö
rünmez birliğine yöneltmişler ve görünür dünyayı yanlış, yarultıcı ve tanrısal ışığın pus ve
karanlıkları içinde kırılıp gölgelendiği bulanık bir aracı olacak kınamışlar, dolayısıyla baş
ka b i r dünyanın adamı o l ara k yaşamışlardır. '' Aktaran: Russel l s . 1 0 5.
1 02 Kranz, s. 1 30 ; Picrre Thcil, Dünyamızı Kuranlar, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1 9 79, s. 1 1 2.
l 03 Reenkamasyon öğretisi, Pythagorasçılann b ir buluşu d�ğildir. Hcrodotos'a göre (II,
1 23) b u öğretiyi ilk ortaya koyanlar Mısırlılardır.
43
kefeden bu öğre tiye göre, ruhlar, yeryüzünde bir sınav vermektedirler. Ya şa mın tek
J macı, ruhu arındırmaktır ; bir ba şka deyişle sürekli doğmaktan kurtulmak için tan
rısa l l ı ğa katılmaya çal ışarak genci Ruh'a dönme ktir. Beden kafesinde {m ezarında)
tu tuklu bulunan ruh, ö l çülü, erde mli bir yaşam s�rüp, akla-�e ruhsal değerlere önem
verdiği sürece daha i yi beden lere geçer; örneğ i n , sınıf değiştirerek toplumsal hiye
rarşinin basamaklarını tırmanırcasına, bir tüccarın bedeninden bir askerinkine, ora
dan da bir bilge kişinin bedenine yükselir. Son u ç ta , bu dünyadan kur tu lup "Tanr ı "
ya u laşır. Kötü sınav veren ruh lar ise, hayva n lar ı n , hatta bi tki l erin bedeninde tutuk
1 04
lan ıp yeniden doğmak zorunda ka l ır lar.
Pythagorasçı bilgeler, bir ara Kroton 'da iktidarı ele geçirerek, toplumsal ve
siyasal görüşlerini uygulama olanağ ına kavu ş m u ş lardır. Fakat daha sonra ayaklanan
ha l k, kendi aralarında "eşi tlik ve orta k l ı k " ilkesini uygulayan Pythagorasçıların bir
çoğunu öldürüp d iğerleri n i kaçmaya zorlamı ştır. Pythagorasçı bi lgeler to plu luğu
n un dağ ı l ması sonucunda, bunlar ın düşünceleri tüm Yunanistan'a yayılacaktır. Özel
l i k. le Platon'un, Sokrates kana l ı y la , birçok Pythagorasçı düşünceyi benimsediği
görülecektir.
b- E LEA OKULU: Güney İ talya'nın E lea polisinde ortaya çıkan bu oku l ,
İ yonya felsefesi n i n , özel likle Herakleitos' un düşüncelerinin tam karşıt kutbu nda yer
a l maktadır. İ yonya'nın K o lophon polisinde doğup genç yaş larda Güney İ talya'ya
göç etmiş ve E lea'da ölmüş olan K S E N O P H A N E S ( 1 .ö. 569-477), bu okuldan s;ı.
yılmamakla birlikte, ortay.a koyduğu te'k Tanrı kavra m ı ile Elea felsefesini etki lemiş
olan bir düşünürdür. A n thropomorphe ( i n sa n b i çi ml i ) tanrı anlayışına kar şı açıkça
savaş açmış ve· bu nedenle tanrıları i n sa n lar gibi tasarlayıp, on lara insan lara özgü
özellikleri yüklemiş olan Homeros ile Hesiodos'a ağır eleştiriler yöneltmiştir. H�r
insan to pluluğunun, tanrı ları ken d i l erine ben zer bir biçimde algıladıklarını alayca
1 05
bir d i l le belirt m i ş ve bunun ne den l i sa ç ma olduğunu göstermeye çal ış m ıştır.
Ta nrı, Ksenophanes'in inancın a göre birdir ve küre biçimindedir. "Bir olan
Tanrı, ki tanrı lar ve insan lar arasında en u l u d ut, ne biçi mde, ne de düşüncede ölü m
lülere ben zer ." Ksenophanes'in "salt görme v e i ş i tme" olarak tanımladığı tek Tanrı,
1 06
öncesiz ve sonrasız olmanın dı ş ın da , devin i m sizdir de. Üstel i k kendisi devi nme
yen Tanrı, her şeyi düşünceleri ile yönetme kte ve her şeye devinim ve yaşam sağla
maktadır. Böylece Ksenophanes, bu tanrı ta sar ı m ı i le , tekta nrıcılığa (monotheisme)
doğr u bir adım atmakla kalma m ı ş , ard ı n da n gelen filozoflara { ne şekilde adlandır
m ı ş olurlarsa olsunlar) " tanrısal m utlak Bir " anlayışını kal ıt o!arak bırakmıştır.
1 04 Ksenophon'a göre Pythagoras, köpeğini döven bir adama şöyle seslenmiş : "Dur, vurma
bu köpeğe, çünkü o nda do>"tlanmdan birinin ruhu var. Sesini duyunca tanıdım ben bu
ruhu." Diogene lıerce, il, s. 1 3 7.
1 05 " ... Habeş ler tanrılanru kendi leri gibi kara ve yassı burunlu ; Trakyalılar sarışın ve ma�i
gözlü diye düşünürler. Böyle olunca, e�er ök üzlerin ve atların ya da as lanların elleri olsay
dı, ve elleri ile rt-sim yapabilseler ve insanb.nn yaptıkları gibi sanat çalışmaları üretebilse
lcrdi, atlar tanrıların biçimlerini atb.r gibi, öküzler öküzler gibi çizecekler ve bedenlerini
kendi çqitli türlerinin imgeleri içinde yapacaklardı. Oysa, tannlar ne arslan biçiminde·
ıle zenciler gibidirler, ne de Y u na n heykelle rin de olduğu gibi insan kılığındadır·
dirlcr, ne
!ar." Aktaranlar: Gökberk, s. 27 ; Copleston, s.. 5 3 ; Voilquin, s. 45.
1 06 Tann'nın de,inimsizliği, onun salt ( mutlak) düzen oluşunu göstermektedir.
44
Ksenophanes'in öğrencisi olan PARMENİOES _(i.ö. ? 540- ?), Elea okulunun
kurucusu ve en önemli düşünürüdür. Elca'da devlet adamı, yasa koyucu olarak da rol
oynamış olan Parmenides, yapıtlarını şiirsel bir biçimde kaleme alm ıştır. Platon'u
derinden etkileyecek olan bilgi kuramı, biri Doğru ya da Gerçek (A letheia), öteki
Sanı (Doksa) olmak üzere iki temel kavram ·üzerine kuruludur. Duyularla elde edilen
bilgi, yani sanı, kişiyi yanılgılara, yanlışlara sürükler; çünkü bu, gerçek olmayan, ge
lip geçici dünyanın bilgisidir. Oysa, doğru bilgi , yalnızca gerçek'e, yani var-olana
ilişkindir. Böylece Parmenides'in felsefesinin odak noktasını varlık sorunu oluştur
makta ya da daha doğrusu felsefesi varlığın bilimi niteliğini kazanmaktadır.
Ger çek olan, Parmenides'e göre, var-alandır, Varlık'tır. Varlık, Bir'dir, doğma
mış, yok olmayacak kendi içine kapalı bir birliktir, değişmez, bölünmez, devinim
siz ve sürekli bir bütündür. Var-olmayanın var olduğunu söylemekle mantıksal bir
çelişkiye düşüldüğünü belirten Parmenides, Herakleitos'un felsefesini tümüyle yadsı
yarak çokluğun, değişimin ve devinimin olanaksızlığını ortaya koyar. Ona göre,
nesnelerin sürekli bir değişim-devinim içinde olduğunu gösteren ve varlığın çok
değişik türlerinin bulunduğu sanısını uyandıran, duyulardır. Bir düşten daha gerçek
olmayan bu dünyadan deneyle, gözlemle elde edilen duyu algıları, bilginin yanl ış
kaynağıdır. Temelde yanılgının kaynağı, var olmayanı varsaymaktır.
"Ahmak, göze, sesleri çınlatan kulağa ya da dile inanma; yalnız düşüncenin
gücü ile incele!.. Yalnız var-olan vardır ve ancak o düşünülebilir."107 diye haykıran
Parmenides, gerçeğe ulaşmanın ancak salt düşünme ile, akıl ile olası olduğunu belir
tir. Demek ki, deneyi bir yana bırakarak, yalnız akıl i lkelerine dayanıp Bir olan Var
lık'ı düşünmek gerekir; gerçek bilgiye ulaşmanın kesin yolu da budur. Gerçeği kav
ramak isteyen kişi, göze, kulağa, dile değil, akla (logos) bağlanmak zorundadır.
Böylece Parmenides'in felsefesi, duyu ile aklı ve bunların alanları olan fizik ile meta
fiziği uzlaşmaz bir biçimde birbirinden ayırmaktadır.108 Dahası bu Varlık anlayışı,
toplumdaki tüm çelişkileri ve değişimleri felsefi planda yadsımış olur.
Varlık 'ı hocasının etkisinde kalarak küre biçiminde bir cisim olarak tasarlayan
Parmenides, öğretisinin mantığı i çinde ölümün de bir yanılgı olduğu sonucuna ulaş
maktadır: Ölüm bir yokluk olduğuna göre, var-olanın ölmesi, yokluğa dönüşmesi
olanaksızdır. Parmenides, düşüncelerini varlık-yokluk karşıtlığı bağlantısı içinde
geliştirmesinden ve salt kavramlarla çalışmasından ötürü, Yunan diyalektik yönte
minin babası olarak nitelendiril mektedir.
Bu diyalektik yöntemi başarıyla kullanmış olan düşünür Elealı ZENON'dur
(İ.ö. ?490-430). Zenon, hocası Parmenides'in Bir'in biricik gerçek varlık olduğu
öğretisini, çokluğu ve devinimi varsaymanın düşünülemeyeceğini, böyle bir düşün
cenin çelişkilere yol açacağını, getirdiği çeşitli mantıksal kanıtlarla göstererek
45
desteklemeye çalışmıştır. 109 Parmenides'in bir diğer öğrencisi Sisam'lı (Samos'lu)
M E LİSSOS ise, hocasının Varlık öğretisini yinelemiş, fakat ondan farklı olarak var
olanın sonlu değil, sonsuz olması gerektiğini ileri sürmüştür.
46
(Philotes) ve Nefret (Neikos) adını verdiği iki karşıt güçtür. Temel maddelerin kay
naşmasını, birleşmesini sağlayan Sevgi 'dir; dağılma, dolayısıyla yok olma ise Nefret'
ten kayna klanır. Böy lece madde ile güç (yani maddeyi devindirip oluşu sağlayan ne
de n ) , i lk o larak, E m pedokles'in kuramında iki ayrı i lke biçiminde ortaya çıkm ı ş
lardır. Evren, bu iki karşıt gücün savaş alanıdır; sırayla, d öngüsel olarak birbirlerine
üstünlük sağlarlar. E mpedokles yaşadığı zaman ı , Nefret'in i lerleyip Sevgi 'nin gerile
diği bir dönem o larak n i telendir miştir.
Pythagorasçı i na n ç ları olan E mpedokles, ruhların göçü öğretisini benimseyip
.sıvun muştur. Ona göre bedene can l ıl ığını veren ruhtur. B u bakımdan ölüm, ruhun
bir başka bedene geçmek i çin i ç inde bulunduğu bedenden ayrılmasıdır. Buna karşı
lık ruh, "etten yap ı l m ı ş yabancı bir gömleğe geçince", bu yeni bedene can lılık verir.
Öyleyse ölüm ayrılma, can l ı l ı k birleşmedir; insanların ölüm ve doğum diye adlandır
d ı k İ arı şey ger çekte yoktur.
E mpedokles, her şeyi dört temel maddeden türeterek duyumcu (sensüalist)
bir bilgi öğretisini de a ç ıkça ortaya koyan ilk düşünürdür. Duyuların önemini vur
gu layan yazılarında, i nsa n ların evreni anlayamayacakların ı ya da bunu ancak bilgele
ri n başarabi leceğin i i leri süren görüş lere karşılık, her insan ı n bu yeteneğe sahip
olduğu belirti lir. Çünkü kosmos gibi, insan da aynı dört öğeden oluşmu ştur; bu ne
denle bütün insanlar, duyuları i le, evreni ve evrendeki olayları a nlarlar, kavrar
lllb
lar. Bi lginin kaynağını duyumlara dayandıran Empedokles'in b u öğretisi, belli
bir ölçüde de olsa, herkesin evren hakkında bilgi sahibi olabileceğini ilert sürmesin
den ötürü, insanların eşitliği düşüncesine ulaşmaktadır.
lllb "Bizim içimizdeki toprakla toprağı, suyla suyu, havayla tanrısal havayı, ateş le yıkıcı
ateşi, sevgiyle sevgiyive nefretle acı veren nefreti tanırız." Aktaran: Voilquin, s. 1 1 6.
112 Platon'a göre Anaksagoras, AtinaWarın birer tanrı olarak gördükleri güneşin taştan, ayın
da topraktan olduğunu ileri sürdüğü için dinsizlikle suçlandınlmıştır. (Sok.rates'in Savun
ması 26 d.) Aristophanes, Bulutlar adlı yapıtında, Anaksagoras' ın Zeuıı'u, tanrıları yad-·
sımaya varan gökbilime ilişkin düşüncelerini Sokrates'e söyletmiştir. ( Bulutlar, İstanbul,
Maarif Basımevi, 1 95 7, s. 20-24 ) .
•
113 Anaksagoras 'tan yapılan alıntılar i çin bakınız. Robin, s. 1 47-154; ·Voilquin, s. 1 29-1 42.
Gomperz, s. 245-263; Kranz, s. 1 43-1 5 1 ; Copleston; s. 79-8 6 ; Brehier, s. 70-73.
47
çıkar ve bu felsefeyi ço�luk ve devi nim i le uzlaştırır. Ona göre " Helenler varlığa
gelişi ve yok oluşu doğru olarak anlamamaktadırlar; çünkü hi ç bir nesne doğma?ığı
gi bi öl mez de, fakat hepsi var -otan şeylerin karışmasıyla oluşur ve bun ların ayr_ı lma
sıyla dağ ı lır. Bu nedenle Helenler, doğuma (oluşuma} karışım, yok olmaya da ayrı
şım deseler daha doğru olur." Buraya kadar Empedokles ile aynı düşünceleri payla
şan Ana ksagoras, öğeleri n, yani var-olanların sayısı üzerinde ondan ayrılır: Doğadaki
çeşitl iliği ve olayları açıklamada dört öğenin yetersiz ka ldığını belirtip, temel ya da
kurucu maddelerin sonsuz sayıda olduklarını ileri sürer.
Anaksagoras'a göre bu temel maddeler (seprma 'lar), evrenin başlangıcında bir
arada, düzensiz bir yığın (kaos) olarak bulunuyorlardı . Sonra, belli aşamalarla bu
yığından ayrılan sperma'lar, sonsuz bölünebilir olmalarından ötürü, birbirleriyle
farklı oranlarda birleşerek çeşitli nesneleri ortaya ç ıkardılar. Nesnelerin nitelik bakı
m ından sonsuz oluşu, kurucu öğelerin nicelik yönünden sonsuz oluşundan kaynak
lanır. Duyularla kavranan nesnelerde bütün sperma'lardan parçacıklar vardır. Çünkü
"herşey, herşeyin i çindedir, bunlar ilk baş langıçta olduğu gibi birli ktedirler ... ne
bölünmüşlerdir ne de birbirlerinden bir balta ile kopar ılmışlardır, ne sıcak soğuktan
ve ne de soğuk sıcaktan." Bu birleşmede bir par çacık türü baskındır ve her nesne
kendisinde üstün b u l u nan sperma 'ya göre adlandırılır. ör neğin, bir nesnenin a lt ın
ya da taş ola b i lmesi, o nda altın ya da taş parçacıklarının birleşi k bulunduğu diğer
niteliksel parçacıklardan daha baskın olmalarına bağ l ı dır.
B u bakımdan doğada gözlemlenen nesnelerin niteliksel değişmesi, bileşim leri
ne yeni kurucu öğelerin girmesi ya da birta kım öğelerin bu bileşimden ayrılması ve
bunlara bağımlı o larak belli bir sperma'nın . üstün lük kazanması demektir. Doğma,
ölme gibi o laylar, nesnelerin özünde bulunan sperma'ların yer değiştirmesidir. Böy
lece, nesneler, birbirine dönüşüp, birbirini besler, tıpkı insanın yediği ot ya da mey
vanın , onun bedeninde ete, kana, kemiğe, vb. dönüşmesi gib i . Bu dönüşüm sonsuz
dur, çünkü var-olan vardır, yok olamaz.
Anaksagoras, kurucu öğelerin devin imi sorununu, felsefeye özgün katkısı ola
rak kabul edilen Nous ( Zihin, An) kavramını ortaya atarak çözer. Kosmos 'daki bü
tün devi n i m lerin nedeni olan Nous, "so ns uz ve öz-yöneti mlidir, hiçbir şey ile karış
mamıştır, tersine ya lnız başınadır, kendi kendinedir." Temel maddelere benzeme
yen bu yönetici güç, olayların d ı ş ında o larak, herşeyi be l li bir ereğe (telos) göre dü
zenleyip yönlendirir. Anaksagoras, Noı.is'u canlı olan ve can l ı lık veren , özü bakımın
dan çok ince, arınmış bir madde olarak tanımlar. Fakat Nous, aynı za manda, Kse
n opha n es ' in
Tanrı'sını andıran tinsel bir güç olma niteliğine de sahiptir; çünkü bi
linçli ve istençli bir biçimde, kaos denen düzensiz y ı ğ ın ı düzene sokan, devi nd ire n ,
sperma'ları birleştirip ayıran, böylete de "oluş" eylemine olanak sağlayan odur. B u
bakımdan Nous, "Evrenin Ruhu" olarak belirmektedir.
E m pedokles'in duyumcu bilgi öğretisini be lli ölçüde ka bul eden Anaksago
ras'a göre, bilmenin kaynağı duyulardır, daha doğrusu nesneleri tanımak, olayları
anlamak i çin ilk önce duyulara baş vurmak gerekir. Arcak duyuların bilgi değeri
sınırlıdır; bunlar yalnızca "görüntüleri " verdiklerinden dolayı, gerçeğin bir bütün
48
ofJrak kavrJnabilmesini sağlayamazlar. Bunu sağlayan, insanın özünde diğer varlık·
fardan çok daha fazla bulunJn Nous'tur; bu nedenle de insan, hayvanlar üzerinde
üstünlüğünü kurabilmiştir. ı ı 4
c - DDIOKRiTOS ( i .ö. ?460-370), Leukippos'un ortaya attığı maddeci
atomculuk öğretisinin en önemli düşünürüdür.· Büyük bir olasılıkla İyonya kökenli
olup Trakyaının Abdera polisin de yaşamıştır. "Hiç kimse benim kadar dolaşmamış·
tır, benim kadar fazla ülke görmemiştir"1 ı 5 diye yazan Demokritos, bilgilerini art·
tırmak için çeşitli uzun gezilere çıkmış, hatta bu gezilerden birinde uğradığı Atina'
da tanınmıdığını görerek epey şaşırmıştır. Protagoras'ın ve Sokrates'in çağdaşı olan
"Abderalı bilge'', polisinin siyasal yaşamından uzak kalmayı yeğlemiş, fakat çeşitli
ilgi alanlarının yanında insan ve toplum sorunlarıyla da uğraşıp bunlarla ilgili düşün
celer ortaya koymuştur.
Demokritos, Elea felsefesinin Varlık kavramından hareket eder. Fakat var-ola
nın birliği ve durgunluğuna karşı, var olmayanda, boşlukta (uzayda) 1 1 6 sayıca son
suz olan ve devinen atomların bulunduğunu belirtir. Atom kavramı, eski Yunanca
bölüm anlamına gelen tomon sözcüğü ile olumsuzluk öneki a'dan oluşan a-tomon,
a-tomos 'tın türetilmiştir ve "daha ufak bölümlere ayrılmayan" anlamına gelmekte·
dir. Kosmos 'un temel maddeleri yani kurucu öğeleri olan atomların her biri, Parme
nides'in Varlık'ı gibi, yaratılmamıştır, yok olmayacaktır ve kendi kendisine eşit ka- .
lır, bir başka deyişle hiçbir değişime uğramaz. Atomlar, katıdır, doludur, yapıla
rında ·en ufak bir �oşluk bulunmaz; bu nedenle de her biri "varlık"tır. Aralarında
ses, renk, sıcaklık, soğukluk vb. gibi niteliksel farklılıklar yoktur, çünkü bu nitelik
lere sahip değillerdir. Birbirlerinden yalnızca biçimleri ve büyüklükleri bakımından
ayrılırlar. (Ağır ya da hafif olmaları büyüklüklerine bağlıdır.) Boşluk maddesel ol·
madığından ötürü, belli bir yer kaplayan bu bölünmez maddesel parçacıklar sürekli
olarak onun içinde devinirler.
Deney dünyasında görülen oluşumun, değişimin, dönüşümün, kısacası bütün
doğa olaylarının kökeninde atomların sürekli devinimi yatmaktıdır. Demokritos,
atomların ·boşlu�ta yer değiştirmesi anlamına gelen bu devinimi açıklamak için,
Empedokles ile Anaksagoras'tan farklı olarak, devinimin motoru olacak dış bir güce
gereksinim duymaz. Miletos felsefesinin doğrultusunda kalarak, devinimi öncesiz.
sonrasız olarak değerlendirir. Ona göre, atomlM, kendi başlanna ve (boşlukta "alt"
ile "üst"ün olmamasından dolayı) her yöne doğru, büyüklüklerine (dolayısıyla ağır·
lıklarına) göre hızlı ya da yavaş bir biçimde devinirler. Bu devinim "kargaşası"
içinde, atomların mekanist bir biçimde, rastlantısal değil, zorunlu olarak birbirleri
ne çarpıp basınç yapmaları, birleşip ayrılmaları sonucunda doğad;ıki çeşitli olaylar
ortaya çıkar. Bu zorunluluğun bazen bir düzen i çinde, bazen hiçbir yasaya indirgen.
114 Anaksagoras'a göre insanın üstünlüğünü kurması, büyük ölçüde ellerini kullanıp :ıraı,: ge
reç yapabilmi� olmasına da bağlıdır. Bakınız : '.':ictzschc, s. 9 2 ve Goınperz, s. 256-257.
1 15 Demokri tos'_un yazı larından y a pılan alıntılar için bakınız: Rolı_in , s. 1 3 5 - 1 46 ; Gompcr:ı:,
s. 354-40 7 ; K�nz, s. 1 6 1 - 1 8 0 ; Copleston, s. 87-9 2 ; Brchier, s. 7 7-80; Russcll, s. 1 43- 1 54 ;
G ü kbcrk, s . 38-4 1 ; Voilquin, s . 1 5 1 -1 88. •
49
mcyecek şekilde gerçekleştiğ ini belirten Demokritos, Anaksagoras'ta görülen tele
olojik (ereksel) ya klaşımı yadsımış ve bu nedenle Platon'un, kendisinden yapıtlar ı nı
yakmak istemeye varacak den li nefret etmesine yol açm ıştır. 1 1 7
Atomcu felsefe, Demokritos'u, bilgi edin mede duyulara ve bunların verilerine
güvenmemeye götürür. Ona göre, "bilginin iki şekli vardır, gerçek olanla karanlık
yalancı olan. Görme, işi tme, koklama, tata lma, do kunma, karanlık olanlardır; öteki
(görünüşlerin ardındaki atomları gören akıl) ise gerçek olup bundan ayrılm ıştır."
Demek ki, duyular, her ne kadar tümüyle yararsız değil lerse de , insanın gerçeği ol
duğu gibi bilmesini, kavra masın ı sağlayamazlar. Görüntülerin ardındaki gerçeklere
ulaşmak ancak akıl i le olur.
Bilgi öğretisi bakı mından Platon 'da n çok farklı düşünmeyen Demokritos, top
lumsal sorunlara eğildiğinde, yine Ati nalı bu büyük filozofa ters ge lebilecek görüşler
ileri sürer. Çünkü bu konudaki görüşleri, be l li ölçüde de olsa, demokratik öğeleri ya
da daha doğrusu demokrasilere yatkın bazı fikir leri i ç ermektedir. Demokri tos, her
şeyden önce, aristokra ti k-karamsar "Altın Çağ" mitosuna karşı çıkıp, insan ların ge
reksinmeleri doğrultusunda kendilerini ve toplumsal ilişki leri geliştirerek gittikçe
daha iyi yaşam koşullarına u laştıklarını vurgular.
" İ nsanlar düşüncesizliklerin i gizlemek i ç i n kendi lerin e bir yazgı heykeli yap
m ışlardır" diye yazan Demokritos, yazgı cı d ünya görüşünü yadsıyarak, insanlık tari
hinde belli evrelerin olduğunu i ler i sürer . Ona göre insan , kendinin bir küçük evren .
(mikros kosmos) olduğunu an layarak, yani bilin çlenerek, çeşitli yetilerini geliştir
miş ve böylece ilkel bir yaşamdan uygarlığa doğru i lerlemiştir. Bu bağlamda devlet
( polis),· top lumda iyi bir yaşam bi ç im i n i ve düzeni sağlamaya yönelik yasal«rı ya p
ması ve koruması amacıyla insanlar tarafından ortaya ç ıkart ılmı ş tır. Böylece
Demokritos, devleti bir amaç değil, fakat bir araç olarak benimseyen , bir başka de
yi şle onu insanların iyiliği için ve insanlar tarafından oluşturu l m u ş yapay bir kurum
olarak gören demokratik anlayışı dile getirmiş olmaktadır.
Ancak Demokritos'un demokratlığın ı a bartmamak gerekir. Çünkü Abdera l ı
filozof, yazı larında, kitleler i n , yığınların doğrudan ve etkil i b i r biçimde yönetime
katıldık ları bir demos kra tos'u (demokrasiyi ) benimsemiş olarak gözükmez. Devle
tin büyük önemini vurgulayıp, bunun yönetiminin herkesin eline bırakı lamayacağ ın ı
ve iyi, değer l i kişi lerin i ktidarda olmaları gerektiğini açıkça belirtir. " Her önüne ge
lene değil, ancak denenmiş kimse lere ina n malıdır" diyen Demokritos'a göre " İ yi
güdülen bir devlet ( polis) en büyük destektir ve bunda herşey sa k l ıdır; bi..ı sağ kalır
sa, her şey sağlam kal ır , bu bozulunca her şey yok olur ... Yaratılış hükmetmeyi üs
tün olana ayırmıştır . D eğersizlerin hükmü altı n da bulunmak kötüdür. ( S iyasa l ik
. . ..
tidar sahibi) kötü i ş ler için değil, iyi i ş ler görmek için seçilmiştir." İ ktidarı elinde
bulundurması gereken saygıdeğer kişi ( ya da kişiler), akıl il kelerine dayanan bir eği
ti mden geçmiş, başarıl ı ve erdemli kişidir .
Demokritos'un ahlak öğretisi nde erdem (arethe) , kişinin bütün davranı şların
da ölçülü (sophrosyne) olması demektir. Ancak ölçülü olan kişi, toplumsal ilişki le-
50
ri nde ve toplum yönetiminde doğruluğu (adalet/ dikaiosyne) i l ke olara k benimseyip
uygu layabil ir. K i şisel mutluluğun da ölçü lülüğe bağ l ı ol duğ unu belirten Demokritos
eudaimonizm ( m utçuluk) olarak adlandırılan a h laksal (etik) görüşünü atomculuk
öğreti si nden yola ç ı karak a ç ı k lar. Ona göre ruh, çok i n c e ve yuvarlak olan ateş
atomlarından oluşur. Duygular ve istekler, bu ateş ato m lar ı n ı n devi n i m lerinden kay
naklan ırlar. Eğer bu devinim durgun ve ölçülü ise insan da dingin bir r u ha sahip olup
mutlu luğa ulaşır.
Böylece Demokritos, mutlu olmay ı bir madde olarak ka bul ettiği ruha, daha
doğrusu ruhun iyi durumda ol masına (euthymia) bağlar. Bunun i çin insan, aklını
ku llanarak kendini tutkuların baskısında n , geçici ve gereksiz eği limlerin etkisinden
kurtarmalı ve düşünceleri i le davranışlarında ölçülü olmalıdır. Kendi deyişiyle "her
şey i ç in öl çülülük doğrudur, aşırılık ve azlık böyle değil dir . .. İ n sanlara yürek fera h
lığı, haz ölçü lülüğüyle ve yaşamdaki tam kararl ılık la gel ir : Eksiklik ve aş ırı bolluk
dönüp deği şmey i , ruhta büyük devinimler yaratmayı sever. Büyük aralıklar ara sında
gidip gelen ruhlarda sarsıntısızlık ve ruh dinginliği bulunmaz."1 1 8 Demek ki , önemli
olan ruhtur; bı.( dünyanın göreli olan maddesel iyiliklerine kanmamak gerekir. "İ n
sanlara yakışan, ruhu bedenden çok hesaba katmaktır." Zaten ruhun yetkinliği, be
deni de güçlü kılar. Demokritos'un ruhun yetkin liğini, olgunluğunu her şeyden üs
tün tutan bu ahlak anlayışı, "bili msel maddecilik (yani fizik bilimleri maddeciliği)
ile etik maddecilik (yani toplum-insan bi limleri maddeciliği) arasında zor.u nlu bir
bağlantı bulunduğunu i leri süren -ve günümüzde hala yaygın o lan- önyargıyı başarı l ı
bir biçi mde çürütmüş" olması bak ımından büyük önem taşımaktadır. 1 1 9
1 18 Bu k onuda Al:ieddin Şenel'in (Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 1 5 8'de) getirdiği yoruma ka
tılmadığımı belirtmeliyim. " Bu ilke (ölçülülük) topluma uygulanırsa, iyi toplumun aşırı
zenginliğin ve aşırı yoksulluğun bulunmadığı bir toplum olacağı sonucuna varılabilir ki,
Demokritos'un zamanında böyle toplumlar demokrasi ile yönetilen toplumlardır" diye
yazan Şenel. ölçülülük ile eski Yunan demokrasileri (ve Demokritos'un demokratlığı)
arasında bir bağlantı kurmaktadır. Oysa ölçülülük, Yunan demokrasilerinin bir özelliği de·
ğildir: (Her ne kadar, ileride göreceğimiz gibi Perikleı'in bu yönde görüşleri var ise de).
Bu dönemde, demokrasi karş ıtı düşünürlerin bu rejime yönelttikleri eleştirilerden biri de,
demokrasinin her türlü ölçülülükten yoksun oluşudur. Üstelik ölçülülük, yalıuzca demok
ratik düşünürlerce değil, fakat Platon ve Aristoteleı gibi aris tokratik ve elitistçi düşünür
lerce de önemli bir ilke olarak benimsenip savunulmuş tur. Bundan ba ş ka, Demokritos'un
ahlak sorunuyla ilgili görüşlerinden, ölçülülüğe dolayısıyla ruhsal dinginliğe herkesin de
ğil, bir az"ınlık olan bilgelerin ulaşacağı sonucu çıkmaktadır. Bu da, Demokritos'un de
mokratlığının abartılmaması gerektiğine ilişkin daha önce belirtmiş olduğum görüşü do�
rular niteliktedir.
119 Gomperz, s. 407.
51
BÖLÜM 111
SOFİSTLER VE DEMOKRASi
A- SOFİST DÜŞÜNCE
Sofistler üzeri ndek i bilgilerimiz, genellikle ıli�er dü�ünürlcrin, iiıdlikl·� de Platon"ın on
lar hakkında y:ı:ı:dıkl:ırınılan k:ıynaklanınakcadır.
52
ya s.ıl y.ışamda bdşarılı olmak için zorunlu bir araç olarak gördük l eri bilgiye ya l nızca
pratik bir anlam yüklüyorlar, buna karşılık kuramsal bi lginin gereksiz olduğunu ve
yaşam bak ımından hiçbir yararı bulunmadığını ileri s ürüyorlardı . Bu nedenle Sofist
lere göre felsefenin a ma c ı , insanı anlamak ; ona günlük davranışlarını yönlendirecek,
onur, ün kaza ndıracak ve yüksek görevler almasına yardımcı olabilecek bir olanak
sağlamaktı. B u nun da yolu retorikten , güzel söz söyleme sanatı ndan geçiyordu.
Yunanca "bilgi" anlamına gelen sophos (soplıia) sözcüğünden türeyen Sofist
{ya da Sofizm) kavramı, i l k üçü b ir bir i n e bağl ı dört anlama sahiptir:
1 - Bilgili kişi. Bu diişünürler, kendilerine Sofist adını uygun bularak ve bunu
be nimseyerek, sophistes, yani bilgili, bilen kişiler olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu
ba kımdan Sofistlerin, kendilerini diğer insanlardan üstün görmüş oldukları yargısına
varılabilinir. Üs teli k Sofist, bil gi ye pratik bir anlam rükİ ediğinden ötürü, kendini
yalnızca ansiklopedik bir bilgi birikimine sahip olarak göstermekle yetinmez, bun
da n başka ç eş itl i sanat ve zanaat dallarının ceknik b i lgil er i n i elinde bulundurmak ve
bunları en i y i bir biçimde uygulamakla da övünür. Örneğin, Sofist Hippias, Platon'
i.ın Küçük Hippias adl ı diyalogunda, elinden her i ş ge ldiğ ini ve üzerindeki herşeyi
kendisinin yaptığ ı n ı ileri süren bir düşünür olarak belir mektedir. 2
2- Siyasal yaşam öğretmeni. i nsanın toplum i ç i ndeki yerine ve iyi bir
yurttaşın nasıl olması gerektiğine ilişkin soru n ların ka faları kurcaladı ğ ı demokratik
to plumlarda , Sofistler bu konularda bilgili o ldukları ve ''siyasal erde m i " öğretebi le
cekleri savlarıyla ortaya çıkıp eğitim alanındaki boşluğu doldurmaya istekli oldul ar.
Çünkü farklı toplumsal kesimlerce, yeni siyasal koşu l lar içinde başarılı olabi l mek
i ç i n siyaset bilimi ya da sanatı öğrenimi almak zorunlu olarak görülüyordu. Böy lece,
Sofistlerin siyaset üzerinde, siyasal yaşamda nasıl da vra n ı l ması gerektiği hakkında
ücretli dersler vermeleri nedeniyle Sofist sözcüğü, siyaset öğretmeni anla m ına kavu ş
t u . Eski Yunan insanı i ç in erdemlerin en üstünü o l a n siyasal erdem, b i r erkeğin
{yurttaşın) " de vlet i ş lerini iyi çevirebil mesi, bunu yaparken de dostla rı na yarar l ı ol
ması, düşman larına zarar vermesi, kend isini de her türlü zarardan koruyabil mesi" de
mekti .3 Bu bakımdan, kendilerini siyaset erdemi öğretmeni olara k gören Sofistler,
2 Platon' un Küçük Hippias {368 b-e) adlı diyalogunda Sokrates, alaycı bir. dille, Hip.pias'a
�üylı! seslenmektedir: " Sen bütün bilgilerde insanların en ustasıs ın. Hatta bir defasın·
şi
•••
ıla, Agora'da, sa.naflann tezgahlan önünde gıpta edilecek çeşit çe t bilgilerini sayıp dö·
küyor, onlarla övünüyordun. Söylediklerini arumsıyorum. Bir gün, Olimpia'ya gelmişsin,
üzerinde kendi el işin o m y n l aa bir tek şey yokmuş. Bir defa, parmağındaki yüzüğü ·ki
hünerlerini sayıp dökmeye bununla başlıyordun- kendin yapmışsın, çünkü kuyumculuk
i
i1leri e l n d en gelirmiş; sonra, mühür yüzüğün, kaşağın ve yağ kabın, hepsi kendi dinin
i�lcriymiş. Ayakk:ıbılannı kendi elinde diktiğine, elbiseni, gömleğini kendin dokuduğuna
da herkesi inandırmak istiyordun. Gömleğinin belindeki kuşağı da kendin ördüğünü söy
ü
l yord u n. •. Bütün bu bilı,>ileri :ıayıp dökerken şunu da söylüyordun: Bunl:ırda sen herkese
taş çıkarttımıışsın; sadece btinlarda mı, unutmadıysam, rithnde, müzik makam larında,
ılilbil�sinde, daha b irç ok şeyde de senden ustası yokmuş ... Sonuçt:ı. o gün, şimdi anımsa
i
yamadıı<ırn daha b rçok bilgi ve sanatı da sayıp dökmüştün."
3 ı a
Platon, her s rad n Yunanlı yurttaşın benimseyehilccet:i bu tanımın Sofist dü�ünür C :ur·
brias'a ait olduğunu b dirtmekte ve onu Sofisrlt:rden ders almış soylu lıir T•:selyalı olan
'.\lenon'a süv letmek tedir (Men on 7 1 e).
53
bireye olduğu kadar polise de değeri öl çülemeyecek de n l i büyük hizmet verdikleri
kanısındaydılar .4"
3- Retorik ustası. Sofistlerin öğrencilerine, polisin siyasal yaşamında etki l i
olan bir .ıracı, yani güzel söz söylemeyi ve kalabalıklar karşısında düşüncelerini s.1 ·
vunma y ı öğretti klerinden dolayı "Sofistlik", retorik ile e ş a n l a m a gelmeye ba şl.ı
dı.4b Sofistlerin bir ücret karşılığında verdikleri retori k eğitiminin, biri "biçimsel"
diğeri " i çerikse l " olmak üzere iki yönü bulunuy-0rdu . Çünkü retoriğe sahip olmak
i ç i n , yal n ızca güzel söz söyleme ara ç larını (güzel konuşma tekniğ ini) bilip kullan
mak yeterli deği l d i ; aynı zamanda aklı kullanmayı b i l me k ve k.ı m usal yaşamın çe
şitli a lan larında etkisini duyuran birçok görüş üzerinde bi lgi edinip, bunları kullan
m a k .gere k iy ordu.
Retor i k , Atina gibi demokrati k pol islerde, siyasette ba şarı l ı ola bil mek, siyasal
karşı tları a l t edebi l m ek i ç i n , elde edilmesi gereken bir "sana t " olarak kabul edi l iy or
d u . Ancak retorik, y:?:n ızca ekklesia 'da, halk toplantılarında ya da agora 'd.ıki tartış
ma larda büyük önem taş ı m ıyordu; yüzlerce jüri üyesinin bulunduğu ha l k mahkeme
lerinde d e güzel konuşma sanatına sahip ol iııa k , hak l ı ç ı kma şansını artt ırıcı bir et
ken d i . Sofist Gorgias'a göre retori k sanatı, "gerçekten de en büyük i y i l i ktir ... Ba ş ·
k a ların ı y önetmek gücünü sağlar ... Mahkemelerde yargıçları, kurultayda üyeleri, halk
toplantısında ya da buna benzer siyasal toplantılarda yurttaşı kandırmak ( i kna et
mek) için sözden büyük ne var? Sözün gücünü edindin mi, hekim de, beden eğitim
cisi de senin buyruğuna girer; zenginlikler top ladığ ı n ı söylediğin sarraf da o zengin
likleri ken�i için değil, konuşmayı, kalabalığı kandırmayı bilen senin için toplamış
tır ."5 Sofistler, bu sanatı hem satıyorlar, hem de kar ş ı larındaki ki şilerin düşüncele
rini çürütmek için ıartışmalarında kullanıyorlardı.6
7 Sofist diyalogunun baş konuşmacılarının bu konudaki söyleşileri � ö y led ir: " Yaooncı
Böylece de, Sofistin sahip olduğu her şeyin bilgisinin, bir tür sözde-bilgi olduğu, gerçek
bilgi olmadığı, aynı zamanda ortaya çıkıyor�. Onun, gerçeğin bir kopyacısı olarak soy
tarılar sınıfına ait olduğu henüz bütünüyle anlaşılmadı mı? Ya da, onun çelişme yoluyla
karşı koyabilir göründüğü bütün bu şeyler bakımından gerçek bir bilgiye sahip olup ol
madığını henüz bilmiyor muyuz?
Tiıaıitetos, Ne denli güzel olurdu, ey yabancı! Am.a hayır, yukarda söylenenlere göre iyi
ce anlaşılmış tır ki o, uğraşları şaka yapma olan sayısız insanlardan biridir.
Yabancı- O halde onu bir hokkabaz, bir şarlatan ve bir kopyacı olarak görmek gerekir.
Theı:ıitetos- Kuşkusuz."
(Sofüt 233 d ve 235 a)
8 Platon, Protagoraıı 3 1 2 a.
9 Sofistlerin öğrettiklerine karşı dikkatli olunmasını salık veren Kscnophon'a gö re, " Sofist
ler, kendi kazançları uğruna aldatmak için konuşurlar ve yazarlar ve kimseye hiçbir ba
kımdan yararlı olmazlar; çünkü onların arasında hiçbir bilge yoktur ve olmamış tır •.. So
fistler, zengin gençleri avlarlar." ( De la Chasu� ' ' Avcılık Üzerine ", XIII, 9.) Xenoph on ,
Oeuvres Compl�tes, Paris, Gamier-Flammarion, 1 9 67 , Cilt 2, s. 426.
1O Sofist Protagoras da, Anaksagoras ya da daha sonra Sokrates gibi , tanrı-tarumazlıkb, :\ti
na' ıun kutsal in°nçlarına karşı çıkmakla suçlandırılm ıştı ve kitapları agoro'da yakılmıştı.
1l Gorgi.as di yalo!,'ll nda (520 e) Sokrates'i " ..• bir kimseı-i iyi olması, ailesini, devletini iyi
yönetmesi için öğüt verme karşılığında para istemeyi herhs çirkin buluyor." diye ko
nuş turan Platon, Kr.ıtylos ıliyalogunun iki yerinde (384- c ve �91 c) Sofist düşiinürlt:r
olan Prodikos ile Protagoras' ın para karşılığı ders vermelerinden çok alaycı biı· clille sijz
eder.
55
bu nedenle de gerek kamusa l gerek özel i ş lerin yürütülmesinde Yl'tcrli hilgiyc sahip
olamayıp ra kipleri n i n karşısında zayıf düşen ya da düş tiiklcrine inJnJn kişi ler de So
fistlere diş bil iyorlardı. Demek ki, demokrasiyi destekleyen kitlelerin ( buradJ
sözünü ettiğimiz yoksul yurttaş ların), ki şi5el açıdan Sofistlerden dolayı kazanacJ k
ları hiçbir şey o lmadığından başka, yitirebilecekleri ç o k şey vardı.
Bununla birlikte, Sofist düşüncenin ortaya ç ıkıp ge l işmesi ile A ti:-:a 'da demok
r<ısinin sağlam bir biçimde yerleşmesi arasında sıkı bir bağ bulunuyordu. Her şey
den önce, çoğu yabancı (metoikos) olan Sofistler, rahatlıkla düşünceleri n i yayıp
ders verebilecekleri ortamı Atina'da bu lmuşlar ve bu nedenle yaşa m larının büyük
bir bölümünü Yunan dünyasının kül.türel merkezi durumuna gelmiş olan bu poliste
geçirmiş lerdi. Fakat bu doğrudan bağ , Sofist düşünürlerin demokrasi kııraml;ırı
olu şturd ukları anlamına gelmez. Sofistlerde, bir demokrasi öğretisi kurma ya da de
mokra tik düşüncelere bir sistematik kazand ırma yönünde bir uğraş bul unmaz. Bu
düşünürler, toplumun değer ve düşünce ka l ı plarına, bir başka deyişle aristo kra tik
kül türel yapı lara saldırıp, bunları y ıkmaya gir i ş m iş lerdir. Bu aç ıdan değerlendiri l di
ğ inde, Sofistlerin demokr:?si n i n b i r ürünü o ldukları a n la ş ılır: Demol-.rasinin yarattığı
özgürlük orta m ı içinde, yerleşik düşünsel normlara, dogmalara ters gelen görüşler
ortaya atabilm i ş lerdir.
Fakat aynı zamanda Sofistler, özellikle i l k dönemlerinde gerek top lumsal ko
n umları ve i ş levleri nedeniyle, gerek savundukları düşüncelerle demokrasinin daha
sağlam temeller üzerine oturmasına katkıda bulu n m u ş lardır. A l.ieddin Şene l ' i n de
y işiyle, paral ı pazar ekonomisi üzeri ne kurulu bir toplumun "serbest düşün emekçi
leri" olan Sofistler, düşünceye esneklik ile değişen top lumsal gerçekliğe uyabilme
12
yeteneği kazandırmı ş lardır. Bilginin öğreti lebi leceği görüşiinden hareket ederek
siyasal erdemin aristokratlara özgü kal ıtıms.ı l bir n i te l i k olduğuna i l i ş ki n s.ıvları çü
rütmüşler ve demokratlara kullanabilecekleri düşünsel araçları sunmuşlardır. Demek
ki, Sofistler i le demo krasi arasında karşılıklı bir etkileşim vard ı r ; ilk aşamada, birbir
lerini destekleyip gelişmelerine katkıda bulunmuş lardır. Ancak daha sonra ları,
" i kinci kuşak" diyebileceğimiz Sofistler, -ileride göreceğimiz gi b i - bazı düşüncele
ri aşırı boyutlara götürerek ve y ı kma eği limi nde oldukları eski ka n ı ların yerine ger
çekten dayan ıklı herhangi bir şey getirmeyerek ya da yap ı c ı ol mayarak demokrasi
n i n yozlaşmasında be l l i bir rol oynamışlardır.
Sofistler, bel l i ortak görüşleri savunan bir felsefe okulu ol uşturmazlar; birbir·
!erinden fark l ı , hatta karşıt görüşler ileri sürmüşlerd i . Çoğu, kendi i ç i n de düşünsel
bir tutar l ı l ığa bile ulaşamamıştı. Çünkü, para kar ş ı l ığ ı verd i kleri derslerle ya şa mla
r ı n ı kaza n maları, onları ister istemez öğrencilerine göre, bir başka deyişle bunların
isteklerini karşıla maya yönelik, düşünceler üretmeye yöne ltm işti. Üstelik, Sofistle .
rin kesin doğruları bulup, ortaya çıkarmak gibi bir a m.ıç ları da yoktu ; ' ' toplums;ıl
doğrular"ın n� den l i görece olduklarını göstermekle yetiniyorlJrdı. Bu nedenlerden
ötürü, bir Sofist öğretiden söz etmek olanaksız dır. Ancak bu düşünürlerin
56
her birinin Sofist o l<ırak nitelendiril mesine yol açan ortak yönleri belirtmek gen�kir
se, bu yönlerin b.ı şıııda mesleklerinin geldiği söylenebilir. Bundan başka , hiçbir
okula bağlı olmJksılın insanı konu alma ları da, bu düşünürlerin aynı ad altİnda top·
!anmalarının bir diğer nedenini oluşturmaktadır.
Sofist düşünceyi bir bütün şeklinde i nceleyebilmek için düşi.inürleri tek tek ele
;ılmayacağız. Buna karşılık, konuya açıkl ı k getirebilmek ve bu düşüncenin deği$inıi
n i - gelişimini gösterebilmek amacıyla metodoloj i k bir ayrım yaparak Sofistleri iki
kuşak altında toplayacağız.
1 - Birinci Kuşak Sofistler : PROTAGORAS, P ROD İ KOS, GORGİAS ve H İ P
PİAS, b u kuşağın en önemli temsi lcileridir. Bu düşünürlerin, çeşitli tepkiler doğur
ma kla birlikte, demokrasi yle özdeşleşmiş oldukları görülmektedir; türetti kleri dü
şünceler genellikle demokrasiyi güçlendirici yöndedir. Birinci kuşak Sofistlerin te
mel görüşleri altı noktada toplana bi l ir.
a/ İ nsanı düşüncenin odak nokta sına yerleştiren Sofizm, hüm.:ınist bir
anlayışa sahiptir. Fakat bu hümanizmin amacı , "insanı daha iyi bilmek, insanın sır
rına inmek, insanın özünü ve varl ığını anlamak değildir; tüm erek, insan yaşamını
daha kolay ve daha çekici kılmak, hatta daha ba si t bir dille söylemek gerekirse, ye
tenekli insanlara başarının sırlarını öğretmektir." Gözetilmesi gereken şey, biricik
değer olan insanın yararıdır. Bu bakımdan "Sofist düşüncesi, metafizik değ il, f.ık.:ıt
edebi-pedagojik işlemli bir hümanizma niteliğini taşır ." 13a
Sofistlerin hümanizma anlayışının temelinde, kosmos sorunu i le metafiziksel
sorunların ve bu sorunlar üzerinde düşünce üretmen in gereksizliğine ili.şkin bir kanı
yatmaktadır. Sofistlere göre·, kosmos 'la ve tanrı larla ilgilenmek boşunadır ; insan ak
lı, bu tür sorunları ç özmeye yeterli değil dir. Boş spekülasyonlara yol açan bu konu
larla i lgilenmek yerine, gözler b u dünyaya çevrilmeli v e e n öne m li varlık olan insan
üzerine ve insan için düşünce üretil meli ve onu doğrudan i lgi lendiren sorunl;ıra çö
züm bulmaya çalışılmal ı d ır. Perikles 'in dostu olarak uzun y ıllar Atina'da yaşamış
o lan Abdera 'lı Protagoras ( i .ö. ?480-4 1 0) , Sofistler'deki bu yaygın görüşü şöyle di
le getirir : "Tanrıların ne var oldu klarını ne var olmadıklarını ne de nası 1 olduklarını
söyleyebilirim: Sorunun karanlığı ve insah yaşa m ının kısalığı bunu bi l memizi en
geller." 13b
Yaşamının son döneminde ta nrıta nımazlıkla suçlanm ı ş olan Protagoras'a, yu
karıdaki bu sözlerinden ötürü, dinsiz da mgası vurulamaz. Üste lik, gerçekte, Prota
goras'ın dinsel inançları y ıkmaya ya da en azından bunlar hakkında bir kuşku uyan
dırmaya çalışmış olduğu da pek olası gözükmemektedir. Bunun en açık kanuı, So
fistleri karalamak için her türlü " ma lzemeyi" kullanmış olan Platon'un, Protagoras'ı
din düşmanı olara k göstermediğinden öte, onun dine ol;;n saygısını açıkça belirtmiş
olmasıdır 14a Protagoras'ın günümüze ulaşabilmiş din konusundaki bu iki tümcesi ,
1 :la Boğos Zd.iyan. Hum;ınizm (İnsancdık) Düşünsel içlem \"C tarihsel k.ükl"nlcr, İs c.:ınhui,
-
57
tanrısal inanca değil, fakat tınrısal bi lgiye i lişkindir. Bir başka deyişle, burada, tın
rı lara olan inanç değil, ta nrı ların bilinebil irliğine ilişkin anlayış eleştiril mektedir.
Protagor.ıs'ın, ileride göreceğimiz üzere, bilgiyi duyumlar üzerine kurmuş olduğ u
göz önüne .ılındığında, bu iki tümcesinin, duyularla kavranamadıklarından dolayı
tanrılar hakkında bi limsel ya da akılcı! {rasyone l) bir bilgiye sahip oluna may.ıc.ığı
diişüncesini içerdiği anlaşılır. De mek ki , Sofistlerin babası sayılan bu düşünür, tan
r: ların varlığını kesin bir biçimde yadsıyan ya da doğrulayan anlayışlara karşı insan
bilgisinin sınırlarını belirterek, bilimsel düşüncenin gelişimi ba llımından önemli bir
adımın atıl masında ön ayak olmuştur.
Büyük bir olasıl ıkla Sokrates'in dostu olan Keos'lu Prodikos14b, din konusun
da , Protıgoras'a göre çok daha radikal görüşler ileri sürmüştür. Dinsel inan çların kö
keninde fetişizm bulunduğunu saptayan Prodikm, tanrıların insan imge leminin bi
rer yaratılan olduklarını ortaya koymuştur. Ona göre, insanlar, ilk önceleri tıpkı Mı
sır 'daki Nil nehri gibi kendilerine yararlı olan doğa güçlerine tapınmışlar, daha son
raları da değişik sanatların --yaratıcı larını, bir başka deyişle "uygar lığın kahramanla
r ını" tanrılaştırmışlardı. Örneğin , tanrı Dionyso;, ş;ırabı bu lan ilk kişi olmalıydı.
Onun bu din görüşü, halkın tanrılara ilişki n inançlarına indirilmiş büyük bir darbe
dir. Ancak, bu düşüncelerinden ötürü başı Atina lı yetkililerle derde girmiş olan Pro
dikos, bir dinsiz deği ldir, kosmos'u dinsel bir i çerikten soyutlamaya kalkışmamış
tır .15 Diğer Sofistler gibi o da , öğrencilerini boş inanç lardan ve metafiziksel korku
lardan kurtarmayı ve insana özerkliğini kazandırmayı amaçlamıştır. Bu bakımdan,
ölüm korkusunun ne denli saçma bir şey olduğunu göstermek isteyen Prodikos, ö lü
mün insanları ilgilendirmediği savını ortaya koymuştur. Bu sava göre ölüm, yaşadı
ğ ım ız sürece bizim için yoktur; bizim i çin var olduğu an ise, artık biz onun için yo
kuzdur. 1 6
b/ Sofizm , tümüyle konuşma tekniği üzerine kuruludur. Sofistlere göre bü
yük bir bilgi birikimini gerektiren retorik , bilimlerin en üstünüdür. Konuşma sanatı
sayesinde her kişi, karşısındakini i kna ederek h.aklı olduğunu gösterebilir. "Hi çbir
zaman söz yokluğu çekmediğini " 1 7 belirten Leontinoi'li (Sicilya) Gorgias ( İ .Ö.
483-3 75), Platon'un kendi adı n ı taşıyan diyalogunda, iyi bir retori kçinin ikna gücü
nü kullanarak her şeyi elde edeb ileceğ ini i leri sürmüştür. 18 Protagoras ise, "her şey
rm varlığına inanan tek tür oldu, onlar.ı. sunaklar ve heykelleı; dikti-." (Protagoras 322 a).
1 4b Platon'un Protagoru diyalogımda ( 3 4 1 a) Sokratcs, kendisinin Prodikos'un
- öğrencisi
olduğunu söyler.
15 Gomperz, s. 4 7 3.
16 Daha sonra ları Epikuros, ölüm üzerindeki b u savı benimseyip savunacaktır.
17 W . Kranz, s. 1 9 8.
18 Örneğin Pl a t o n , Gorgias' ı şö yle konuşturur: " Derim ki, bir söylevci ile bir hekim bir şeh
re gitseler, oranın halk toplantısında, ya da başka bir toplantıda şehir hekimi seçilmek
için yarışa girsder, hekim hava alır, konuşmasıru bilen öteki ise, ist17se, hekim olarak
kendini seçtirir. Başka ıı�ra)larda Ja, söylevci, biriyle yarışa girdi mi, kendini seçtir me
pnsı onıla, lıcrhan�. birinden daha çoktur. Çünkü h l7 konuda dinleyenleri kandır.ırak
konuşmayı en iyi o bilir. İ ş le sliylev sanat!, böylesine gÜçlü bir sanat tır." (Gorgias 456
b<J.
58
üıerinde birbir i n i n karş ıtı olan i k i söy lem vardır.'' 1�a diyerek, s;ıvunulan bir savın
ne olduğ u n u n değ i l , fa kat nas ı l savunul duğunun öne m l i o l duğuna d i k ka ti çekmiş
tir. Fakat aynı zamanda , d i d i ş me i le ciddi ta rtışmayı birbiri nden ayırara k , bi l g i l i
k i ş i n in retori k sanatın ı k u l lanarak kar ş ı sı n dakini yan l ı şlardan ar ı n d ırıp doğruya yö-·
n c l tmesi gerektiğ i n i de vurgu lamıştır : " D i dişmede muhatapla şaka edi lir, ona elden
gel diği kadar tuzaklar kuru lur ; fakat ciddi tartışmada ciddi o l mak ve muhatabı doğ
ru yola yöneltmek gere k i r ; bu da ona kendi yanı lması veya eski alışkan l ı kları yü
19b
zünden düştüğü ya n l ı ş ları göstermekle olur."
Söze böyles i ne büyük b i r güç yükleyen birinci kuşak Sofistler i çi n her şe
y i n tartışı lması gerekir ve her şeyde tartı ş ı larak bir karara var ı l ma l ıdır; dolay ı sıyla
k imse, ba şkaların ın fi kirlerine tırtı şmadan boy u n eğmek zorunda değ i l d ir . Eğiti
m i n büyük önemi vardır. Çünkü ki ş i y i başarıya götüren konuşma sanatı, öğrenim
yoluyla kazan ı l ı r ; dahası bu sanat, ki şide doğal bir yetenek olarak bu l u nsa bi le, y i ne
de eğiti lmeye gereksi n i m i vard ı r . Protagoras'a göre "doğal yeteneklerin yan ında,
eğitim i l e öğre n i m de gerekl i d i r ; prati k olmadan kuram ı n , kuram ol madan da prati
ğ i n bir an lamı yoktur," 2 0 Retori k eğitim le e l de edi l di ğ inden ya da ge liştiril diğ i n
den dolayı, herkes buna sa h i p olabi l ir v e herkes düşüncelerini i y i savunabil diği süre
ce d iğerlerine ben i m se te b i l ir . Sofistlerin bu görüşü, siyasal sorunların bütün yurtta ş
lar ı n katı lmasıyla , tartışmalar v e söylevler sonucu karara bağlandığı siyasal rej i m i ,
yani demokrasiyi doğrular yönded ir.
c/ Sofistler, kesi n , m utlak bir bilginin olamayacağını savunmuşlardır. Çünkü
on lara göre bilgi, duyu larla sağ lanan a lgı lardan doğan sanıdır (doksa) . Duy u ların a l
gıladığı nesneler süre k l i bir değ i ş i m -<l önüşüm ge çirdikleri gibi, k i ş i de be l l i , bel ir l i
bir d u r u m i ç i n de bulunmaz. Nesnelerin niteli kler i , kısa süre ler içindeki kar ş ı l ı k l ı e t
kilerden, üst üste gelen biriki m lerden doğarlar. Bir nesne, olduğu gibi kalmadığın
dan ötürü, ancak başka nesnelerle o lan değişken i l i ş ki ler i ç i ndeki durum uy l a kavra
nabilir. Bu da bir nesn e n i n ba ş ka bir nesneye göre olan durumunun bi l i n mesi de
mektir. Demek ki bilg i , kesin değil görecedir. Gorgias, daha da ileri gidere k , evren
sel de ğil, fakat kiş isel bir bilginin bile olamayaca ğ ı n ı ya da en azından kiş isel bilgi
nin başkalarına aktarı la mayacağ ı n ı şöyle di le getirmiştir: "H i ç bir şey yoktur. Olsa
b i l e b i lemeyiz. B ilsek bile başkalarına bildiremey iz. " 2 1
1 9a G o m p erz, s . 505.
1 9b Platon, Theaitetos 1 6 7e-l 68a.
20 Gompı:rz, s . 485.
21 !\.tacit Gökberk, Gorgias'ın b u ü ç bölümden · o lu ş an savına ş u açıklamaları getirir: " 1 .
" Bir şey yoktur", çünkü olsaydı, b u ya olm u ş y a da öncesiz bir şey olurdu, b u şey, ne
v:ırolandan, ne de varolmayandan olmuş ol:ıbilir ; öncesiz olamaz, yo ksa sonsuz olurdu,
m ns u z olan ise hiç bir y er de yok ; n e kendisinde, ne ba ş ka bir şeyde , ne de hiç bir y.,rde
olabildiğine göre bir şey yoktur. 2. " Bir şey olsa ydı da bil e mezdi k" , çünkü varolaıun
bilı;i.si o ls a y dı, varolan düşüııülmü� olan olurdu, varolmayan da düşünülemezdi b il e ; o za
man da ya nılm a olm.ızdı, birisi deniz ü zerinde :ıra.balarla bir savaş oldu dese bile, lıiiyle
saçma bir şey söylese bile. 3. " Bilseydik de. lı.ı�kal:ırına bild.iremezdik" , çtinkü lıilılirme
sözlerle o lur , söz ise varoland:ın b a ş ka bir şeydir. Bir ba�kasına b.ir renk tasarımutı ıı;.ı"l
bildircbjliriz? Çünkü kulak renkleri işitmez, Sc-sleri işitir ; birbirinden baş k.ı. ol:ın iki kişi-
59
Buna karş ılık Protagoras, insanın be l l i bir bilgiye ulaşabileceğini kabul etmiş
tir. Ancak, onun bu konuda ortaya koyduğu " ... her şe y i n ölçüsü insandır, var olan
şeylerin varl ıklarının, var ol maya n şeylerin yokl u kların ın ölçüsüdür." 2 2 öner mesi ,
birb iri nden çok fJrJ.. l ı iki ayrı biçi mde yoru m lanmaya açık.� . Platon ' un yoru m u n u
be nimseyen lere göre, La ti n ce de ki ka r ş ı l ı ğ ı homo-ınensura (insa n-ölçü) olan bu "in
o;;ı n , her şeyin ülç üsiidür" öner mes i n deki "insan" sözcüğü, bireyi ifade eder. Bu ba
kı mda n , Protac:oras'ın lıomo-mcn.f üra ön er mesi , "şeyler bana nasıl görünüyorsa öy
le, sana hasıl görünüyor5a öyl e d ir . " 2 3 şeklindeki katı bir bire y ci l i k anlayı şını yansı
tır. Bir başka anlatı mla, duyulardan ka yn akla nan b ilgi (doksa), ki ş id e n kişiye degi
şir ; üstelik nesneler ( ya ni , bilginin �bjeleri) gibt kişinin (yani, bil�inin öznesinin) de
farJ.. l ı konumlar iç inde bulunması, kişinin bir nesne üzerinde diğer i nsan l ar la aynı
bi lgiye sa h i p o lamamasın dan ba şka, kendi i ç i n de de durağan bir bi lgiye varama mas ı
so nucunu doğurur. Objektif, evrensel bir gerçek olmadığından ötürü, her sanı doğ
nıdur, hiç kimse yanlış bir şey d üşün e mez . 24
Ho mo-nıensura ö ne r me s i nin bu tür yorumlanmasıyla ortaya çıkan aşı,rı birey
ci ve aşırı görece bilgi anlayışına, ikinci kuşak Sofistler ile Kyrcne okuluncb rastla
nır.:,; Ama Protagoras'ın, Platon'un ileri sürdüğü gibi bu anlayışı benimsemiş olma
sı, hiç de olası görünmemektedir. Çünkü bu bilgi anlayışı, sosyo-politik düzeyde, ki
ş i n i n yalnızca ke n di sanılarına ve yargı larına güvenmesi gerektiğini göstererek, bireyi
kendi dışındaki " doğrular"ı kabul etmemeye, dolayısıyla her türlü düzeni
yadsımay.ı götürür. Oysa Prot!goras, ileriı:le göreceğimiz gibi , bir düzen adam ıdır ;
bu nedenle, bireye mutlak öi:gürlük vermeye varan bir bilgi anlayışını ortaya atmış
olamaz. Bundan başka, Protagoras, gerçeğin kişiden kişiye değiştiğini öne sürmüş
o lsaydı, tanrıların inananlara göre var olduklarını, inanmayanlara göre de var olma
dıklarını söylemek zorunda kalırdı. Oysa bildiğimiz gibi o, böyle . bir yargıya
varmaktan kaçınmış ve onlar hakkında bir bilgiye ulaşılamayacağını yazmıştı.
Yukarıdaki kanıtlardan hareketle Platon'un yorumuna karşılık ikinci yorumu
getirenlere göre, Protagoras "insan her şeyin ölçüsüdür" deyişinde insan türünden
söz etmektedir. Ölçü o lan , insan türüdür ya da daha doğrusu insan doğasıdır. Bunun
.
anlamı, ger çeğ in yalnızca insan tarafından, insanın duyuları (ve ona özgü ak ı l ) ti.ra
fından kavranabileceğidir. Duyularla algılanamayanlar (örneğin tanrılar), gerçek dı.
şıdırlar, bu nedenle de bilginin objesi olamazlar. Demek ki bu öne r mes iyle Protago
ras , bilgiye u laşmada duyulara güvenmeyi salık vermekte ve duyumcu bilgi an la yı şı
n ı savunmaktadır.
Abdera'lı Sofıste göre, duyulardan ötürü bilgi görece bir nitelik taşımakla bir-
de aynı bir tasarım nasıl olabilir?" (Felsefe Tarih i, s. 43-44). Ayrıca bakınız: Jean-Paul
Oumont, L:ı philosophie antique, Paris, PUF, 1 9 74, s. 33-34.
'.! 2 Pl.ıton, Tht·aih:tos 1 5 2 a.
;!j İ bid. Platon, Kraty los diya.loııun<la ( 386a) "İ nsan' 'ın yerine. "kişi'\; koyup S,>kratcs'ı:
�unları söyletir: " Protagor;os, "Her şeyin ölçüsü kişidir" elerken şu savı �ııtuyordu: :-:es
ndcr hana ıusıl gdiyorsa, giirünüyorsa ö y le, sana nasıl geliyorsa, giiriimiyorsa iiyle<lir."
'.?+ Tht•aitetos 1 6 6 d-e ve 1 6 7 a-b.
�5 ( ;,>nıpcr;l (:; . 'ilJ:!'dc), Pl.ıtoıı'ıın, Theaitetos rliyaloı::uncla, Prougoras adı altında l(crçc kıc
K > rene okulu kunıı'.IJ>U . \ris tippos'a sal<lırdığın'ı belirtir.
60
l ikte, göreciliğe b i re y s e l değil, fakJt to p l u m sa l bir J n lam yüklenmelidir. Çünkü her
san ı (dollsa) bJşk.ıl.ırına göre daha doğru deği lse de, dJha iyi o l J bi lir. Bir bJ şi.. ,1 de
yişle, bir görüşiin gerçek ve bir ba şkasının yanlış o lmJsı de ği l am.ı b i r giiriişün lıir
,
ba şkasından d.lhJ s.ı ğ la m , d.ı ha yararlı ya da u y g u n olmasıdır söz kon usu ol.ırı . B i l
gili ki �i y .ı da b i lg e, i y i sJnı lJrı olan kişidir ve "devlette, kötü şey lerin yerine iyi şey
lerin doğru görünmesini sağlar ... , yurttaşlar için kötü bir duru m yerine o n l .ı ra iyi
ola n , aynı zam.ında iyi gelen bir durumun ortaya ç ı kmasına neden o l ur . " 2 6 Biiylece
bireyin, mu tlJk bir doğru, bir gerçek olma dığı i ç i n , bi lgelerce (yani Sofistlerce)
yasal.ıra, il
sa p ta n m ı ş iyi sa n ı lara, yarar l ı görüşlere, yani top l u m sa l düıeni sa ğ lJyan
kelere vb. uyması gerektiği sonucuna u laşılmakta dır . Öyle görünüyor ki Prota �or.lS,
a n ar şi (an-arkhe, her türlü erkin bulunmadığı bir "düzen") savunucusu o l mak şöy le
dursun, tümüyle otoriten in, devletin ve Perikles'in demokratik düzen inin yan ın dJ
yer a l ıyord u . Bu bağ lamda, onun Peri kles'in i steği üzerine İ talya 'da bir koloni po lis
olan Thurium ( ya da Thurioi) için bir anayasa hazı rlamış olduğu da güıden ırak tu
tu lmama lıdır. Ayrıca , Pr o tagoras ın homo-mensura önermesi nin, ya zısız yasaları
'
(Pi ndaros) 2 7 ya da tanrıları ( Platon ) 2 8 her şeyi n öl çüsü o larak gösteren ari stokra tik
eği l i m li görüşlere karşı, (demokratik) bir tepki n i teliği tışıdı ğ ı n ı da belirtmek gere
kir.
Birinci k u şak Sofistlerde düşünmenin i ş leyi ş i (logike), ya l n ı z tar t ı ş ma , tanıt
lama ve çürütme te kniği bakım ından ele a l ı n m ı ştır. Bu nedenle, dilbilgisine büyük
önem ver i l mi ş tir. Prodikos eşanlamlı sözler, Hippias gra mer, Gorgias stil üzerinde
durmuşlJrdır. Gramer alan ında önemli çal ı ş malar gerçekleştirmiş olan Protagoras
ise, sözcüklerin doğru kullanımını araştırmış ve Yunan dilini düzeltmeyi a ma ç edi n
m iştir. Bilgiyi kuramsal b i r çerçeve içine oturtma y ı p , pratiğin, ya şamın buyruğuna
sokan Sofistler, kişi lere iyi sanılar aşılayıp onları p o l is i çi n yararl ı birer yurttaş
yapabilecekleri savından hareket etmi şlerdir.
d/ Çün kü Sofistlere göre, toplum bir in5an yapısıdır ve her insan (yurttaş)
top l u m u ilgilend!r�rı s-:-run lar hakkında fikir yürütebilir. Bir başka dey i ş le, siyaset
bilgisi ya da "siyasal erdem" bel li bir azınlığın ayrıca l ı ğ ı de.ği ldir ; fakat herkes bun
dan pay a l m ı ştır, dolayısıyla herkes siyasal yaşa ma katılabi lir ve katı lmalıd ır.
Bu görüş, Protagoras'ın anlattığı bir mitos aracıl ı ğıy la ortaya konup açıkla
ıiır . 2 9 Bu mitosun konusu kısaca şöyledir : Canlı lar yaratılıp yeryüzüne ç ıkartıl ma
dan önce, o n ları donatma görevi iki kardeş ta nrıya , Prometheus i le Epi metheus'a
26 Theaitetos l 67c.
''
27 Pindaros'a giire "Her şeyin, ölümlülerle: ölümsüz l er in kralıdır yasa ( Platon, Gorgias -18.J.a).
Ayrıca bakınız: Alfıc:ddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 1 6 5 ve Eski Yu nanda Siya
sal Düşünüş, Anka:ra, A.0. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1 9 68, s. 1 08 .
28 Tanrı, h c:r şeyin gerçek ölçüsüdür." Platon, Yasalar (Nomoi) 7 1 6 c.
" •••
29 Protagoras ' ın dinleyicilerine: bir mitos anlatması, onun mitııs lar.ı inandığı anlamına ){d·
mez. "Antik ,\plınlanma Çağı" olarak nitelendirilen bu düncmin çeşitli Jii� ürıiirlcri . baş·
tı Platon olmak üzere, düşüncelerini daha kolaylıkla <!ile �etirip a.çıklayabilmck :.ıma.:ıyla,
zaman ıamJ.n rnic"s 'ieklinde öykülere ve m:.ısall.ır.ı b.ı1vurmu'il:.ırdır. " 'Protaı.:or.ıs mito·
su" diye hi!iııı:r. bu n_ı i to,;, Platon'un Prota�oraoı .ıdlı ıliyaloı.:und:ı ( :120.:-:12:!•1) p:r :ılm:ık
•.adır. ·
61
verilir. Ancak, "pek derin düşünceli olmayan " Epimetheus, güçleri bölüştürme işle
mini yalnız başına yapmaya kalkar, ve gerek doğaya, gerek birbirlerine karşı koru
nabilmeleri ama.c ıyla hayvanlara hız, güç, post, kanat, diş, tırnak vb. rnğıtır. Fakat
en sonunda sıra insan türüne geldiğinde, elinde h iç bir şey kalmadığını ve insanın
"çıplak, ayakkabısız, örtüsüz ve silahsız" bir şekilde kalakaldığını görür. Burada, in
san dostu Prometheus çıkar sahneye ; insanla diğer canlı lar arasında bir denge kur
mak ve onun varlığını sürdürebilmesini sağ lamak için, tanrı Hephaistos ile tanrıça
Athena'dan ateşle birlikte sanatlar (zanaatlar ) bilgisini çalar ve insana armağan eder.
Böylece insanlar, ellerindeki ateş ve zanaatlar bilgisi sayesinde daha iyi yaşam
koşul larına ul.ı_ş ırlar. Üstelik, kendilerini vahşi hayvanlardan koruyabilmek amacıy
la bir araya gelip toplanırlar. Fakat yine de güvenceye kavuşamazlar ; çünkü siyaset
sanatına sahip ol ma d ık lar ı için, toplumsal bir dü�en olu�tura mayıp, bu kez birbir
leri ni yok etmeye başlarlar. İ nsanlara yardım eden Prometheus'u ağır bir cezaya
çarptırmış olan Zeus, yeryüzünden si linip gitme tehlikesiyle karşı karşıya olan in
san lara acır ve haber tanrısı "Hermes'e polislerde kural yerine geçmesi ve insanları
dostluk bağlarıyla birbirlerine bağlaması için doğruluk (ada let) ve utanmayı { bir
ba şka değişle, siyasal erdemi ya da siyaset sanatını) götürmesini " söyler. Hermes, bu
erdemi, belli sanatların zanaatların bilgisinin verilişi gibi bel li kimselere mi vere
-
ceğini, yoksa tüm insanlara mı dağ ı ta cağ ı nı sor.ar. Zeus, onu herkese vermesini
söyleyip, böyle yapılmazsa polislerin ayakta duramayacağını, yani siyasal yaşamın
kurulamayacağını belirtir.
Bu mitosla veri lmek istenen ders çok açıktır . Protagoras'a göre, bir kimse her
hangi bir sanatı (ya da zanaatı ) bilmediği için kınanamaz, fakat haksız, adaletsiz
davranışlarından ötürü yalnız kınanmakla kalmaz cezalandırılır da. Çünkü bir sana
tın bi lgisi doğal yeteneği gerektirir ve bu, herkese verilmemiştir. Oysa , bütün insan
lar siyasal erdemden pay aldıkları için, bunu öğrenip elde edebi lirler ve doğrulukla
davra nabilirler. Böyle yapmaları da gerekir; çünkü polisin, devleti n , dolayısıyla in
sanlığın var lığı buna bağlıdır.30 Böylece, doğruluk ile utanma duygusundan bütün
insanların pay aldığının belirtilmesiyle, herkesin siyaset yaptığı, siyasal yaşama et
kin bir biçimde katıldığı ve kimsenin siyasal bir ayrıcalığa sahip olmadığı siyasal
rejim, yani demokrasi doğrulanmış olur. Son uçta Protagoras, Atinalı ların "siyaset
alanında demircinin ve ayakkabıcının öğütlerini dinlemede haklı olduklarını ve erde
min edinilip öğretildiğine inandıklar ını yeterince kanıtlamış olduğu nu''3 1 belirterek
demokrasinin i nsan için en uygun siyasal toplum biçimi olduğu anlayışına ulaşır.
Abdera'lı Sofist için, "aklı başında kimse, doğru olmayan ( doğru iş yapma
yan) birini geçmiş bir şey olan suç için değil -olmuş olanın olmamas ını sağlayacak
gücü yoktur çünkü-, suçlunun bir daha suç i şlememesi ve cezasının öbürlerine ör
nek olması için geleceği düşünerek cezalandırır."32 Cezanın suçu ön leme amacı güt-·
30 "... temeli doğruluk ve ölçülülük olan siyasal erdeme ilişkin bir sorun hakkında öğüt al
mak söz konusu o lduğunda, herkesin fikrini söylemesini kabul. etmek haklıdır, çünkü
herkesin bu yurttaşlık erdeminde payı olması gerekir, bu olmazsa, polis de olmaz."
(Protagoras 322e-323a)
31 Protagoras 324 c-d.
32 fbid., 3 24 b.
62
mesi, siyasal erdemin öğretebilirliğinin -en a ç ı k kanıtıdır. İ ş te Sofistin temel görevi,
siyasal erdemi öğrenmeye yatkın ·olan insana bu erdemi öğretmek, onu eğitim le
doğruluğa yöneltmektir ve böylece o n u n i y i bir yurttaş o l mas ı nı sağl.ı m.ı k tır . De
mek ki, demokrasi, her kişinin kendi yargılarına bağlanıp ka ldığı bir otorite (yetke)
boşluğu, bir başıbozukluk durumu değil, fakat bazı-kimselerin (Sofistlerin ve Perik
les gibi bilge politi kacıların) eğitimciliği, iyiyi gösterici liği, ön de r l iğ i sa yesinde hal
kın siyasete katıldığı bir düzendir. Çünkü "halk, bir kör gibi hiçbir şeyin farkına
varmaz ve tek bir ağızdan yöneticilerin kendisine söylediğini tekrarlar .ınc.ık." 3 3
Belli ölçüde entele ktüel elitizmi savunan ve Perikles'in görüş ler i n i yansıtan
Protagoras'a göre, her ne kadar demi rc i , ayakkabıcı gi bi sıradan ki şilerin polisle ilgili
konularda fi kirlerini açıklamaya hakları varsa da , bunları n siyaset yaparken do.� ru·
luk i çinde o lma l ar ı gere kir . Ancak, mutlak b i r ger çek olmadığından dolayı, biitün
siyasal toplumlar i çin ge çer li o labilecek evrensel bir doğruluk an lay ı ş ı da bulunmaz.
Protagoras'ın deyişiyle, " ... her polise doğru ve iyi ge l e n şey , polis bu in.ı n ç tı
bulundukça i y i ve do ğr u d ur. • . J 4 B u nedenle yurttaşlar, kendi top lumsal düzenlerin
de neyin iyi ve doğru olduğunu ancak bi lge "yönet ici lerden '' öğrenebilirler. Bir baş
ka dey işle, var olan yasalara, kurallara, i l ke lere uymakla, bunları özümsemekle siya
sa l erdeme sa h ip olabilirler. Bunu ya p maya n lara karşı devletin hoşgörülü olması
beklenemez, ters i ne " uta n ma ve do ğ r u l u kta n payı ol mayan her insan, polis için bir
be l a olarak kabul edilip öldürülecektir. "35 Öyle görülüyor ki, Protagoras, bu düşün
celeriyle kurulu düzeni (yani Perikles demokrasisi düzeni n i ) sa vunmakta ve tıpkı
J ea n J acques Rousseau gibi, kişinin kendi iyiliği ve özgürlüğü i ç i n düzene (devlete)
gönülden uyarak i y i bir yurttaş olmasını sa l ı k vermektedir.
"Protıgoras mitosu"nun içerdiği bir başka düşüncenin de "top l u m sözleşme
si " olduğu i leri sürülebilir. İnsanların i l ke l durum ları üzer ine bir kitap yazmış oldu
ğu bil inen Protagoras36 , büyük bir olasılıkla insanlığın belli evrelerden geçerek siya
sal toplu m (polis) aşamasına ulaştığı inancın ı ta şı m ış o l mal ıdır. Mitosta da, be l l i bir
dönemde bütün insa n ların siyaset sanatına sa h ip o l maları, herkesin eşit olarak devle
tin kuruluşuna katıldığı anlamına gelir. Çünkü polis, �ncak herkese doğruluk ile
utanmadan pay verilince ortaya çı kar ; bir ba ş ka deyi�le, onun var lığının zorunlu
koşu lu, siya sa l erdemin i n sa n lar arasında paylaştır ılmış olmasıdır. Demek ki, devlet,
siyaseti bilen kimselerin bil meyen leri yönetme istencinin değil, bütün insanların
kendi arz u larıyla yaptıkları "sözleşme"nin bir ürünüdür.
Devleti bir sözleşmeden �aynaklandıran ya da en azından onu yapay bir ku
rum olarak a lgı layan Sofist düşünce, devleti bir araç o larak görmekte, insanı ise hü
man ist a n layışına uygun o larak amaç konumuna yükseltmektedir. Protagoras'ın ya
sa ların göreci liğine, bun ların ülkeden ülkeye değişi k l i k gösterdiğine il işkin görüşleri,
yasaların i n sa n ların yararı doğrultusunda ve bir toplumun ortak anlaşması sonucun
da sapta n ıp ortaya konduklarını gös �rir. Bunun mantıksal uzantısı ise bizi , toplu-
33 lbid, 3 1 7 a
34 Thraitctos 1 67 c.
35 Protagoras 322 d.
36 Gomperz, s. 427 -428.
63
mun ve toplum sa l istencin deği ş mesiy le birli kte , yJsa l.ırın, toplunısJ I kurumların da
değişmek zorunda oldu kl.rn anl.ıyışına götürür. 3 7 Ben-Amitta y'nin be l irttiği üzere
Gorgias, bu konud.ı daha da ileri giderek, toplumsal kurumların ve yasaların, y.ı lnıL
toplumu değil, fakat bireyi de, bireysel davranışlJrı �e b ı.i davr:ını şların nedenlerini
de dikkate a l mak rnrunda o lduklarını savunmuştur . .ı .�
e/ Birinci kuşak Sofistlerde , Yunan lıların kardeş oldukları ve birleşmeleri
gerektiği düşüncelerinin ilk izleri görülür. Sofistler, yen i , o lağandışı fikirler türet
mek le birlikte, toplumda hakim olan ya da ha kim o l ma yolunda yay ılma gösteren
görüşleri de dile getirm işlerdir. B un lardan biri de, Pers savaşlar ının körük lediğ i He
len -Barbar ayrımı ve Helenlerin üstünlüğü görüşüdür. Üstelik Sofistler, ya lnızca bu
nunla yetinmemişler ve Yunan l ı ların ortak kültürü anlayışından hareket ederek bü
tün Yunan lıların tek bir "u lus" şeklinde birleşmeleri öğretisini ( panhelen iznı'i)
yaymaya çalışmışlard ı .
Sofistlerin pan helenizm a nlayışına ulaşma larınd.ı, biri "öLel" ya da "kişisel",
diğeri "genel" diyebi leceği miz birbirine bağlı iki nede n rol oynamıştır. Daha önce
de belirtmiş o lduğumuz üzere , Sofistler gezginci öğretmen lerdi ; gittikleri ve hatta
yerleşip uzun süre kald ıkları polislerde metoikos statüsünde bulunuyorlar ve yurt
taşlık haklarından yararlanamıyorlardı. Bu durum, onları rahatsız ediyor ve ki şise l
çıkarlarına ters �üşüyordu. O y sa , panhelenizmin gerçekleşmesiyle bu tür özel so
runları da kendiliğ inden ortadan kalkard ı. "Genel" .olarak adlandırabileceğimiz di
ğer neden, Sofistleri n, sürdürdükleri bu yaşam sayesinde, polisler arası kısır çatışma
ların üstünde kalabilmiş ve "polis u lusçuluğu"nu aşa bilmiş ol malarından kaynakla
nır. Doğrudan doğruya bir polisin sözcülüğünü yapmayan Sofistler, bir Yunan iç
savaşına dönüşen polisler arası çatışmalar ı çok daha objektif ( nesnel) bir biçi mde
değerlendirerek, bu çatı.ş maların Yunan dünyasını zayıflatmaktan başka bir şeye
y o l açmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Buradan da panhelenizm anlayışına varmaları
hiç de zor o l mamıştır.
Yunan u lusçuluğu düşüncesini a çıkça savunmuş o lan Gorgias, Olympia Söy
levi adlı yap ıtında, Yunan lıların kendi aralarındaki çatışmalara son verip uyuşmala
rını ve "birbirlerinin polislerini değil, fakat barbarların ülkelerini fethetmeyi amaçla
malarını" salık verir. Atinaldarın Cenaze Töreni Söylevi adlı yap ıtında, birleşm iş
Yunan lıların Perslere karşı kazandıkları zafer leri anımsattıktan sonra, düşüncelerini
"Barbarlara karşı kazan ı lan :zaferler övgü şarkı larını, Yunanl ı ların Yunanlılar üzerin
de kazandıkları zaferler ise ağıtları gerektirir." diyerek özetler. 3 9
Halkiann Adları Üzerine ad l ı b i r k i ta p yazmış olan Hippias ise , büyük bir ola
sı lı kla farklı halkların gelenek, görene k ve yasaları hakkında yaptığı ara ştırmalarının
bir sonucu olarak, panhelenizmi aşıp kosmopol itizme yaklaşmı ştır. E l is'li bu Sofist,
Platon'un bir diya logunda, ba ştı Sokratcs ve Protıgoras'ın bu lunduğu bir konuşmJ-
37 Proug oras'ta , b u değişken pozitif y-.ıs:ıb.rrlan lıa1ka -Zcus'un bütün insanlara y o l l.ıılı�ı
doğruluk ve u tanmanın ılcği� mcz, e\Tensel kurallar ( y:ı sa lar) olarak yorıım lanm:ısı y la-
doğal hukuk kur:ımının ilk tohu mlarının da bulunduğu ikri sliriildıil ir .
38 Jacob Ben-Amittay, S iyasal Düşünceler farihi, _\n br:ı, Savaş Y'1yınları, l '.1 8 3, s . 59 .
39 Gonıperz, s. 523 v e Şenel, E s k i Y u na nda E � itlik .. . , s . 3'.:: 9 .
64
cılar topluluğuna şöyle seslenir : ''Burada bulunan hepinizi -yasa bakımından değil,
ama doğa bakımından- akrabalarım, yakınlar ım, yurttaşlarım olarak görüyorum.
Çünkü benzer, doğal olarak benzerin akrabasıdır; a ma insanların tiranı olan yasa,
doğayı bile zorlar sı k sık."40 Hippias'ın bu sözlerinde, physis (doğa) - nomos (ya
sa) y.ı da doğal yasa - pozitif yasa ayrımı yapılarak, ilk tohumları Protagoras'ra bu
lunan doğal hukuk öğretisi açıkça ortaya konmaktadır. 4 1 Buradan, genellikle doğa
ile uyum içinde bu lunmayan pozitif yasa ların, insanları bir tiran gibi zorlayarak on
ların Helen-Barbar, özgür-köle ya da polites-metoikos gibi gerçek olmayan , yapay
kategori ler altında bölünmelerine yol açtıkları, oysa insanların doğal yasalar gere
ğince gerçekte akraba, kardeş oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Buna göre, Hippi
as'ın, doğal hukuk öğretisini - genelde i kinci kuşak Sofistlerden farklı olarak- eşit
likçi bir biçimde ele alıp, bütün insa nların doğal yasaların hüküm sürdüğü bir dünya
devletinin yurtta ş ı olmaları gerektiği fi krini, yani kosmopolitizmi dolaylı bir şekil
de de olsa savunmuş olduğu i leri siirülebi lir. 42
f/ Son .o larak, birinci kuşak Sofistlerde bireysel faydacılığın düşünsel temel
lerinin ortaya atıldığı görülmektedir. Onlara göre, birey ile toplumun amacı ayrı ola
maz : Polisde mevki ve güç peşinde koşan kişi, ''demokratik" sistemin gereklerini
yerine getiriyor, onun gelişmesine katkıda bulunuyor demektir. Siyasal alandaki bu
anlayı ş ekonomi'k olana uygulandığında, bu kez ekonomik libera lizmin temel ilke
lerinden biri ortaya ç ıkar : Bu, kişinin yetenekleri ve bilgileri ölçüsünde kendi ç ıkarı
nı gerçekleştirirken toplumsal gönen.cin ve gücün artmasına katkıda bulunduğ u ilke
sidir. Aristokratik ideolojiye karşı emeği ve özenli çalışmayı yücelten Prodikos,
kişinin bir ülke tarafından onurlandırılmasını istiyorsa, çalışarak, bu uğurda ter dö
kerek, bu ülkeye yararlı olması gerektiğini belirtir . Ona göre, zenginleşmek için top
rağını ekip biçen ya da sürülerine özen gösteren kişi, aynı zamanda ülkesine de fa y
dalı olmaktadır.43
Fakat bu öğretinin geçerli ya da daha doğrusu haklı olabil mesi için, bireylerle
toplumun amaçlarının bir uyum içinde bulunması ve polisin belli güce sahip ol ması
gereklidir. Ancak bu şekilde birey, toplumla, devletle karşı karşıya kalmadan, daha
sı top lumun hizmetinde bulunarak, kişisel çıkarını gerçekleştirmiş olur. Yoksa, par-
65
çalanmış ve sal lantıda olan bir toplumda, bir başka deyişle , bireyin çıkarını toplum
sa l çıkarlardan bağ ımsız görmesine, hattı bunları kişisel gelişmesin�-engelleyici ola
rak değerlendirmesine yo l açan bir toplumsal çözülme durumunda, Sofistlerin bu
öğretisi, bireyci anarşizme düşünse l kaynak oluşturabilir. Bunun, ikinci kuşak So
fistlerin elin de bu y önde yorumlanıp kullanı ldığı , genellikle kabul gören bir savdır.
47 İbid, 2 8 7 a.
48 Kratylos 386 d.
66
verici her şeyi doğru ( d ürüs t) , doğru olan her şeyi utanç verici olarak gösterir. "49
b/ Birinci kuşak Sofistlerdeki güzel söz söyleme sanatı (retorik) ile tar tışma
sanatı (diyale kti k), ikinci kuşak Sofistlerin elinde gitgide bir çeki şme, kavga tekniği
(eristik) durumuna dönüşür. Doğru, gerçe k diye bir şeyin · olmadığını savunan
Sofistler, bir tartışmadan haklı çıkabilmek için her türlü y.önteme daha doğrusu .
_
eristik 'e başvurarak, karşıdaki kişiyi alt etmenin gerektiği düşüncesiyle hareket
ederler. Böylece, söz cambazlığı yaparak ve karşıt fikir leri savunarak diğer
konuş mac ıla r ı şaşırtmak, mantıklı ön ermel er den saçma vargılar ç ı karmak, ne olur
sa olsun diğerlerinin söylediklerini çürütmek önemli olur.
Platon, Euthydemos adlı diyalogunda eristiHn ne olduğunu , neyi amaçladı·
ğını a ç ı k ça ortaya koymuştur. Örneğin , bu diyalogun iki. Sofist kardeş i , Platon 'un
deyişiyle "sözlerle kavga etmede ve doğru kadar yanlış sözleri de çürütmede uzman
laşmış" 50 olan Euthydemos ile Dionysodoros, tartışmada sözcüklerin a nlam la r ı üze·
rinde oynayarak, Sokrates'in ba basının bulunmadığı ya da bir diğer konuşmacı olan
Ktesippos'un babasının bir köpek olduğu5 1 gibi saçma sonuçlara varmadaki "usta
lıklarını" göstermektedirler. Platon, devamla, eristik'in hi çbir şey öğretmeyen bir
oyun olduğunu belirtmiş ve Sofistlerin bunu kendi aralarında kullanmalarını alaycı
bir dille öğütlemiştir. Çünkü ona göre, Euthydemos i le Dionysodoros'un kullandık
ları bu teknik, kendilerine benzeyen "çok az sayıdaki kişinin hoşuna gider ; diğer
insanların bunun hakkındaki düşünceleri ise onların -kendi düşüncelerinin çürütül
düğünü görmekten çok, başkalarının düşüncelerini bu tür usavurmalarla çürütmüş
olmalarından dolayı- yüzlerinin kızarmasına yol a çar."sı
c/ Ahlaksal bakımdan mutlak bir değerin olmadığına ilişkin anlayış, din ala
nına yansıtıldığında tanrıfarın yadsınmasına varır. Daha önce Protagoras, bilinemez
c! l ik (agnosticisme) öğre ti si doğrultusunda tanrıların varlığı ya da yokluğu üzerine .
demokratlarca öldürülmüş olan Atinalı soylu Kri tias , Sisyphos adlı yapıtında, tanrı
ların gerçekten var olmadıklarını, bunların bazı insanlar tarafından uydurulduklarını
i leri sürer.
A ti nalı Sofiste göre tanr�lar, yasaların yetersiz kaldığını gören akıllı devlet
adamlarının iktidarlarını sürdürmek, düzeni korumak için insanların içine saldıkları
bir korkudur. Bu kişiler, insanları tanrıların var olduğuna ve tanrıların gözünden
hiçbir şeyin kaçmadığına inandırarak, onların gizlice suç işlemelerini önlemeyi
49 Ali Süha Delilbaşı'n'ln çevirisi şöyledir: " ·- her ayıbı sana fazilet, her fazileti de ayıb
67
amaç la m ı şlard ı . Kritias bu düşüncelerin i , ş i irsel bir biçimde şöyle ortaya koyar:
"Yasaların göz göre göre insan ları
Yapmaya b ırakmadıkları zorba l ı kları
Giz lice i ş lediklerinden bence,
İ l k olarak kurnaz düşünceli adamın biri
Tanrı k ork usunu insan lara buldu,
Yapar , düşünür, söylerlerse gizlice
Korkutacak bir şey bu lunsun diye.
Buradan " ta n rı l ı ğı " ortaya çıkardı .
Daimon vardır, parlar sonsuz yaşamla.
Ruhla işitir, görür, pek aşırı düşünür,
D i kkat eder dünyaya, tan rı ca yaratıl ı şıyla
İ şitir h er söyleneni insanlar arasmda,
Kaçmaz gözünden hep yapılan.
Sessizce bir kötü lük tasar larsan
Giz li kalmaz bu ta nrılardan."53
Bu dizelerde açıkça, tanrı ların� dolayısıyla dinin siyasal kaygılar nedeniyle
uyduruldukları ve bunların siyasal ara ç olarak kullanıldıkları fikrinin yattığı görül
mektedir. Ayr ıca, soylu Kritias'ın bu düşünceleri, tanrıları yadsıyarak, paradoksal
bir biçimde, aristokratik ideolojinin temel taşlarından birini oluşturan yasa ların
kutsa l l ı ğ ı ve değişmezliği ilkesini ortadan kaldırmaktadır. Ancak burada, tam anla
m ıy la bir paradoks olduğu söylenemez. Çünkü dönem değişmiş ve dem okrasi, bu
ilkenin ne denli boş bir şey olduğunu göstermişti. Soylular, üstünlük savlarını artık
top lumsal koşullara uymayan ve kitleler üzerinde etkili olamayan bu tür düşünceler
le destekleyemeyeceklerinin ve bunun için yeni bir ideolojik söyleme gereksin i m
duyduklarının bilincindeydiler. İ şte Kritias ve diğer radikal Sofistler, geleneksel gö
rüşleri çürüten ve düzenle bağdaşmayan yeni öğretiler ortaya atarak, bu söylemin
oluşmasına katkıda bulunacaklardır.
d/ İkinci kuşak Sofistlerde, kurumların, göreneklerin, değer lerin göreceliğin
den hareket edilerek, polisin bir insan yapısı olduğu görüşü savunulup toplum söz
leşmesi kura mına ulaşı l ır. Krİtias, Sisyphos ad l ı yapıtında bir "doğa durumu" be
timlemesi yapar. Ona göre ş i ddetin ve vahşiliğin hüküm sürdüğü bu dönemde, in
san lar hiçbir yasaya bağımlı değil lerdi ve yalnızca içgüdülerine.göre davranıyorl;ırdı.
Sonra , adaletin sağlanabil mesi için bir düzene gereksinimi olduklarını anladılar ve
yasaları yaparak toplum durumuna geçtiler. Kritias'ın bu düşüncelerinde to plum,
kutsa l ya da en azından doğal niteliğinden soyutlanmakta ve insanların gereksin
melerinden kaynaklanan yapay bir kurum olarak bel irmektedir. Ancak bu toplum
anlayışı, top lumun oluşum aşamasına bütün insanların katıldığı, bir başka deyişle
onun bir sözleşmeyle belirlendiği anlamına ge lmez. Çünkü Kritias' ın deyiş i y l e , i l kel
dönemde "iyilerin ( yani soyluların ) ödüle kavuşamaması, kötülerin cezasını bu la ma
ması " 5 4 , toplums;ıf yaşama geçilmede itici motor i ş levi görmüştü. Bu bakımdan,
53 -Kranz, s. 205.
5.J. lbid, s. 204,
68
to p lumun soylu lar tarafından ve soyluların adalet anlayışı doğrultusunda kuru l muş
ol duğu anlaşılmaktadır. Zaten, eşitsizlikçi görüşlere sahip o l up bunları siyaset ala
n ı n da uygulamış olan Kritias' ın, genelde iktidar ı n sın ırlan masına ve paylaşı lmasına·
yol a çan toplum sözleşmesi kuramını benimsemesi beklenemezd i . 5 5
B u n a karş ı l ı k Antiphon, bazı bölümleri (fragmentleri) günümüze ulaşabilmiş
bul unan Gerçek adlı iki ciltlik. yapıtında, top l u m sözleşmeci bir düşünür olarak
karş ım ıza çıkar. "Yasaların (nomoi) buyrukları dileğe göredirler." diyerek yasala
rın göreceliğini vurgulayan Antiphon, toplumsal kurumların ve kuralların, yurttaş
lar.ın ( hatta göreceğimiz üzere insan lar ın) anla�arak genel bir omma son ucunda sa p
tan m ı ş o l dukları n ı , " . . . yasaların buyrukları sözleşme ile kararlaştırılmadırlar ... "56
s özüyle dile getir ir. Burada, geleneğin boyunduruğ u n u kuran, doğa-üstünün otorite
sin i zayıflatıp sarsan ve toplumsa l -siyasal kurumları insan amaçlarının ara çlar ı şek
linde algı layan toplum sözleşmesi düşüncesin i n aç-ı k ça ortaya konduğu görül mek
ted ir. Bunun doğal uzantısı ise, pozitif yasalar ı n herkes i ç in eşit bir biçimde düzen
lenmesi gere kli liğine varır. Çünkü top lum, insanlar tarafından ve insanlar için, söz
leşme yapı larak consensus te meli üzerine kurulmuş'tur ; bundan dolayı da herkes
ondan eşit yararlanmalıdır.
Antiphon bu görüştedir; fakat olması gereken i le olan arasında büyök bir kar
şıtl ığın bulunduğunun da bilincindedir : İ nsanlar, doğal olarak eşit yaratılmış o l ma
larına karşın , hatta ilk toplumu sözle şmeyle oluştur muş olmalarına karş ı n , daha
sonra ortaya çıkan sosyal ayrıcalık lar, sınıfsal far k l ı l ı klar nedeniyle, yapay bir bi
ç i m de H elen-Barbar, soylu-avam vb . olarak bölünmüşlerdir. Pozitif yasalar ise, bu
bölünmüş lükleri yansıtmakta ve bun ların korunup sürdürülmesi işlevi n i görmektedir
ler. Antiphon'un kendi deyişiyle, "soy l u ba ba ların çocu kları olanları sayıyor, onlar
dan çekiniyoruz. İyi (soy lu) evden o lmayanları da saymıyor, on lardan çeki n miyo
ruz. Bu halde birbirim ize barbarlık ediyoruz. Çünkü doğada hepimiz herşeyde aynı
olarak yara tılmış ızdır, Helen olsun, barbar olsun; bunu doğal olarak bütün insanlar
i ç i n aynı şekilde zorunlu olan şeyler gösteriyor ... Bu nları elde etmek herkes için
ay n ı şe k i lde o lana k l ı , bütün bun larda biz ne bir barbarı ne de bir Heleni d ı şarıda bı
rakıyoruz. "5 7
Bu açıdan bakıldığında, doğal hukuk öğretisin i , Hippias gi bi, eşitlikçi · yönde
ku l landığı görülen Antiphon, Helen -Barbar ( dolayısıyla özgür-köle) ayrımını
Y.adsıyarak, kosmopolitizm fikrine kapıları açar ya da en azından ara lar : Bundan
başka Konkordia ( Uy u m ) adlı bir başka yapıtında, egoizmi, bireysel zayıflı klar ı ,
otorite boşluğunu (anarşiyi) keskin bir d i l le kınar v e toplumsal uyumun (consen
sus'ün) önem i n i vurgulayıp eğitimin gücüne dikkati çeker. Gerek ka lıtımsal üstünlük
savlarına karşı çıkması, gere k bir Sofist ( yani para karşılığı ders veren bir kiş i ) ol
ması nedeniyle eğitim in üzerinde önemle duran Antiphon, iyi bir i nsan (ve yurtta ş )
55 Toplum sözleşmesi kuramını siyasal iktidan daha da güçlendirmek, mutlak kılmak için
kullanabilmiş olan tek düşünür Thomas Hobbcs' tur.
56 Kcanz, s. 1 99 .
57 İbid., s. 1 99-200.
69
olmanın iyi bir eğitim almaya bağlı olduğunu i leri sürer : " İ nsanlar arasındaki şey
lerin en başta gelen i , sandığıma göre eğitimdir ... Toprağa nasıl bir tohum atılırsa,
ona göre bir ürün beklemek gerekir. Genç bir bedene (ruha) ger çek eğitim tohumu
eki lirse, bu tohum bütün yaşam boyunca yaşar ve serp i l ir , ne yağmur, ne de
yağm ursuz l u k onu yok edemez . " 5 8
Antiphon doğrultusunda o l u p , insanların bölünmüşlüğü üzerine oturtulmuş
e ş i tsiılikçi yapıları eleştiren iki Sofist daha vardır : Lykophron ve Alkidamas. 59
Lykophron 'un "yasa lar , insanlara karş ı l ı k l ı o larak hakkı garan ti eder" sözü, genel
l ikle bu düşünürün de toplum sözleşmesini be n i mse m i ş olduğu şeklinde yorumla
nır. Bu yorumda, yasaların herkes için adil o l masından, yasaların, dolayısıyla da
top lumun, bir sözleşme ürünü oldu kları so n ucu çı karsanmaktadır . 6 0 Üstel i k, herke·
sin sözleşmeye taraf olmasından hareket edilerek, Lykophro n 'u n insanlar ı n , daha
doğrusu top lumun gerçek iiyeleri o lan yurtta ş lar ı n h u k u ksal eşitliğini savun muş ol
duğu i leri sürü lmekted ir. Lykophro n 'un günümüze kalab i l m i ş bir başka par çası, bu
görüşü doğrular yöndedir : "Soy l u luğun par la klığı belirsizdir, ı;ı nuru ya lnızca söz
cüklere daya n ır."6 1 Bu sözleriyle Lykophro n , soy l u l uğ u n boş bir şey olduğunu be
lirtip, in�nların ( ya da yurttaşların) soy l u -avam şekl indeki bölünmelerine karşı
ç ıkmak ta dır .
"Tanrısallık bütün insanları özgür yap m ı ştır ; doğa kimseyi köle yaratmamış
t ır . " 6 2
diyerek açıkça kölelik kurumuna sa l dıran ve o n un ortadan ka l kmasını iste
yen tek Sofist düşünür, A lkidamas'tır. Onun bu sözleri, aynı zamanda, kölelik ku
rumunun tanrılardan kaynaklandığına ve ba z ı insanların doğadan köle yaradılışlı
olduklarına ilişkin egemen inancı çürütme amacını gütmektedir. Bundan başka, bu
sözlerin ardında, genel bir eşitliğin hüküm sürdüğü bir "ilkel doğa durumu" düşün
cesinin yattığı da görülmektedir. Bundan dolayı, Alkidamas'ın, tüm insan yapısı ku
rumların üzerinde yer alan eşitlikçi bir doğal hukuk anlayışına sahip olduğu söyle
nebilir.
İ lk bakışta, demokrasiyle uyuştuğu ve h atta onu daha özgürlükçü-eşitli kçi bir
yap ı lanmaya zorladığı görülen top l u m sözleşmesi (ve doğal hukuk) öğretisi, bireyci
l iği ön plana çıkartan bir "doğa-yasa karşıtlığı" fikr i ne uzaııı a rak, kurulu siyasal dü
zen (yani demokrasi ) için tehlikeli bir n i tel iğe bürünür.
e/ i kinci kuşak Sofistlerin yaydıkları en öne m li düşüncelerden biri, "doğa
dan olan" ile "insanın koymuş olduğu" kurallar arasındaki karşıtlıktır, bir başka
70
deyişle physis i le nomos'un uyuşmazlığı, hatta çatışmasıdır. Doğal hukuk öğretisi,
insan ın dışında ( üstünde) doğaya özgü yasaların bulunduğu varsayımı üzerine oluş
turu lmuştur. Buradan, çıkarsama yoluyla şu sonuç lara varılır : Bilinse de bilin mese
de insan ları bağlayıcı olan tek yasa, doğal yasadır (physis) ; zorunlu olmasından
ötürü, kişinin yaln ızca ona uyması gerekir. Buna karşılık, Hippias'ın deyişiyle "in
sanların tiranı olan" pozitif yasa (nomos) , -devlet bir sözleşme ürünü olsa da ol
masa da- görece bir niteliğe sahiptir ve onu koyanların isteklerini yansıtmasından
dolayı da keyfiliği içerir. Üstelik bu keyfi lik, doğadan olanın gözardı edilmesiyle ,
doğaya karşı bir zorba lık biçimine de bürünür. Bunun en açık kanıtı, doğan ın bütün
insanları eşit yaratm ış, kimseyi köle yapmamış olmasına karşın, insanların her yer
de, farklı pozitif yasaların hükmü altında, hep eşitliği dışlayan çeşitli bölünmeler
iç inde bulunmalarıdır. Bu nedenle, insan yapısı olup doğa ile bağdaşmayan devlet. in
yasaları, kişiyi bağlamaz lar .
Antiphon, Gerçek adlı yapıtında, physis-nomos karşıtlığını çok keskin bir
dille ortaya koyar : " ... Yasaların buyrukları dileğe göredirler, doğan ınkiler ise zo
runlu durlar ..• Yasaya göre haklı olan şeylerin çoğu doğaya düşmanlık ( karşıtlık)
haliiıdedir."63 Bu karşıtlık öyle boyutlardadır ki , doğanın belirlediği insan orga n
larının algılama gücü sınırları bile, yasalar tarafından yeniden düzenlenip saptanmak
tadır. Örneğin, doğal olarak gözün neyi görüp göremeyeceği, dilin neyi söyleyip
söyleyemeyeceği ya da kulakların neyi duyup duyamayacağı bellidir; fakat devle�
tin yasaları bazı şeylerin görülüp, bazı şeylerin söylenmesini ya da duyulmasını ya
saklayab1 1 mektedirler. Demek ki, ''yasaların bize yaptırmak istedikleri de, yasakla
dı kları da, aynı şekilde doğaya dost ve uygun değillerdir. " Düşünceleri bile denetim
altına alan ".y asaların (insanlar için) yararlı olarak be lirttiği şeyler, (gerçekte) do
ğanın kösteğidirler."
Doğa ile karş ıtlık içinde bulunan pozitif yasaların gerc;ek adaleti ifade etme
dikleri ya da yansıtmadıkları açıkça bellidir. öyleyse, insanları sınırlayan, yaşamı
onlara zehir eden bu yasalara neden uyulmaktadır? Antihpon'a göre, insan lar pozitif
yasa lara uyuyorlarsa, cezalandırılmaktan korktukları içindir, yoksa bu insan yapısı
yasaların bir değeri olduğundan dolayı değil. Çünkü "yasaların buyruklarını çiğne
yen kimse, bu iş kararlaştıranlar (yani yasaları ya.panlar, sürdürenler) i çin gizli kalır
sa, utançtan ve cezadan kurtulur, gizli kalmazsa kurtulamaz." Oysa, doğal yasa lara
uymak istemeyen, bunları çiğneyen kişi, kimse tarafından görülmemiş olsa da, aynı
zamana, aynı cezaya uğrar. Doğal yasalar, gerçek, zorunlu yasalar oldukları için ki
şi, bunlara uymalı, doğaya uygun bir yaşaıri sürmelidir; bunu gerçekleştirebilmesi
ise, yine insan yapısı olan ahlaksal kural ve değerlere kulak asmadan, gerektiğinde
devletin yasalarının dışına çıkmasına bağlıdır, fakat bunu yaparken dikkatli olması
gere kir: "Bir kimse tanıklar bulunduğu zaman yasaları yüksek tutar, yanında tanık
lar ol madan yalnız bulunduğu zaman da doğanın buyruklarını yüksek tutarsa, ada
leti kendisi i çin en yararlı bir biçimde kul lanmış olur."
71
Physis-nomos k ar ş ı t l ı ğ ı görüşü, doğanın insan lara ve evrene sinmiş bir ada let
nor m u olara k tasarlanmasıy la, to p lum sa l olanı "güçlen<lirici " yönde ge lişebilir. Üs
tün b ir i l ken in mutlak bir normun (ahlaksal i çeri kli doğal y a saları n ) var l ığının ka
,
bul edilmesi i l e , çeşitli toplumsal k uruml ar ın ve yasaların burılJra uygun duruma ge
tiri lerek insan ların, tek tek değil fakat topluca, gerçekten adil bir yaşama u la ş mala
rı amaçlanıyor demektir. Bir başka deyişle, bütün insan lar için m utlak olan phy.üs '
i n görece bir nitelik taşıyan nomos 'a yansıması söz konusu edil mektedir. Devlet i n
bir sözleşme ürünü olması ise, insanların y i ne bir araya gelerek doğa ile pozitif yasa
ları uzlaştırabilecekleri (dolayısıyla eşitlikçi b ir düzeni gerçekleştirebilecekler i ) an
lamını içermektedir.
Buna karşılık ikinci kuşak Sofistler, yukarıda A n t i ph o n u n gör üşlerin de de
'
belirttiği üzere, genellikle "doğa "yı bencillik ya da ki şisel çıkar anlamında ele alır
lar ve physis-nomos karşıtlığından hareketle bireyciliği aşırı boyutlara götürüp
kişiyi toplumun (devletin ) karşısına dikmeye dek varırlar. Protogoras gi bi düşünür
lerden farklı olarak, insanı aynı türden birisi olarak değil, fakat doğa nın yarattığı bi
rey , özgül tek kişi, tek insan olarak ele alan i ki nci kuşak Sofistlere göre, insan i ç i n
geçerli tek ilke, kişise l çı karıdır. Bu ise, yaln ızca doğaya boyun eğerek, doğanın
buyruklarını yüksek tutarak sağlanabilir. İ nsanın doğaya uyması gerektiği düşünce
si, bireyin önündeki tüm sınırların yıkılmasına yöneliktir. S ünkü radikal Sofistlerde,
insan için doğal olan, her ne şekil de olursa olsun hazza, onura, erke ulaşma isteği
olarak ortaya çıkar. Bu isteği frenleyen, törpüleyen ya da sınırlandıran her şey,
doğa ile düşmanlık halinde bulunan, bu nedenle de yıkılması gereken bir engel ola
rak görülür. Bunun sonucunda, "başka insanların yaptığı, bizi kısıtlayan kurumlara,
yasalara, görenekler� neden uyalım? Neden kişisel çıkarlarımızı ger çekleştirmek
için kendi kendimizin yasa koyucusu olmayalım?" gibi sorular gündeme gel ir. B u
tür soruların, (çağrıştırdıkları aşırı bireyci yanıtları ile) demokrasi gereği olan con
sensus üzerinde yıkıcı etkileri olması kaçınılmazdır.
Böylece doğal yasa düşüncesi, bir yanda kosmopolitizme varan eşitlikçi eği
lim lere destek olurken, öte yanda kişinin hiçbir .toplumsal değer tanımaksızın gücü
yettiğince herşeyi elde etmesini doğal olarak gören "en güçlünün hakkı" ilkesine
y ol açmaktadır.
f/ Doğa-yasa karşıtlığı ile aşırı bireycilik düşüncelerinin ardından, iktidarı
sa lt güce bağlayan "kuvvet kuramları " belirir: Kritias, Thrasymakhos, Kallikles gibi
Sofistlerin dile getirdikleri kuvvet kuramları, Atina'da radikal demokratlarca özellik
le dış politika alanında uygulanmaya konur; zaten "güçlünün hakk ı " i l kesi, bu alan
da emperyalizmi hem çağrı ştırmakta, hem doğrulamaktadır. Bundan başka,
üstünlük savlarını başka türlü savunamayacaklarını anlayan soylu lar da, bu kura mla
ra dört elle sarılıp en güçlünün (ya da en güçlülerin) yönetmesi gerektiği düşüncesini
İŞiemeye koyulurlar. Güçlünün hakkı i l kesinin kuramsallaştırılması ile güdülen
amaç, yönetim biçimleri ne olursa olsun, iktidarı, iktidarı n uygulama larını ya da i k
ti darı ele geçirme yön temlerini meşru gösterecek düşünse-! bir temel ortaya koymak
tır. Bu neden ledir ki, Eski Yuna n 'ın siyaset sahnesindeki karşıt güç ler, bu kuram ları
-gerektiğinde- birbirlerine karşı kullanabilmişlerdir.
72
Kritias, insanlar arasında hak, adalet, eşitlik gi bi ortak değerler bulunmadığını
ve , tanrı lar i le ta nrısal yasaların insanlar tarafından uydurulduklar ı n ı be lirterek, en
güçlünün hakkı i l kesine ulaşır. Ç ünkü insan davran ı şları i ç i n öl çüt olabilecek mutlak
bir değer (ya da değerler) bul ı..i nmadığından dolay ı , "k uvvet" başvurulabi le.ı:ek tek
i l ke olarak belir mekted ir. Buradan, kuvvetli olanın ( ya da olanlar ı n ) diğerlerine bo
yun eğdir mesi n i n doğal olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu bakımdan Kritias'a göre·
hem fizi ksel hem akılsal gücü ka psayan ve eğitimle elde edilen "kuvvet", çatışmala
ra, savaşlara so n . verebi lecek ve toplumda düzeni sağlayabilecek tek i l kedir. K ir itias,
bu kuvvet kuramını, ba ş ı n ı çektiği kısa ömürlü Otuzlar tira n l ı ğ ı rejim i döneminde
uygulama fırsatını b u l m u ş ve paradoksal bir b i ç imde kendin i n ve diğer ol igarkların
kuvvet yoluyla devr i l i p öldürü l me lerinde kuramının doğrulan ı ş ı n ı görmüştür.
Kha l kedon lu ( Kadıköylü) Thrasymakhos, Kiri tias 'tan fark l ı olarak en gü çlü
nün hakkı i l kesini savunmamakla birlikte, siyasa l iktidarı kuvvete indirger. Daha
açı kçası, siyaset i l i ş ki l eri n i güç i l i ş kileri şeklinde ta n ı m layıp, gücün siyasal iktidarı
ele geçirmede ve sürdürmede tek i l ke olduğunu ortaya koyar. Buna göre, (yalnız
fiziksel gücü değil, fakat akl ı , yeteneği de içeren) güç ya da kuvvet kimin elindeyse,
iktidarda bul unan da odur ya da Thrasymakhos'un ken d i deyişiyle, "her toplumda
yönetme kim deyse güçlü odur. "64 Yönetim düzeninin tiran l ı k, demokrasi ya da
aristokrasi o l ması bu gerçeği değiştirmez.
Thrasymakhos'a göre siyaset alanında dinsel ve ahlaksal değerlere yer yoktur;
siyaset bunlara göre değerlendiri lemez, önemli olan başarıdır. Üstelik, iyi-kötü ya da
adalet-adaletsizlik g i b i kavram lara bir anlam yükleyen de, gü çlü olan, yani iktidarı
eli nde bulunduran kişidir. İ ktidar, adaletin ne olduğ u nu kendi çıkarları doğru l tu
sunda saptar v e ç ı kard ı ğ ı yasalarla yönetilenlerin adaleti b u şekilde anlamalarını
sa ğ lar :
"Her yönetim, yasa ları i şine geldiği gibi koyar ; demokrasi demokratik ya
salar, tiranlık tiranca yasalar, diğerleri de kendilerine uygun yasalar koyarlar.
Bu y<J.saları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler i çin de adil
olduğunu söylerler; kendi i ş lerine gelenden ·ayrılanları da, yasaya, ada lete ay
kırı diye cezalandırırlar. İ şte, dostum, benim dediğim budur: Her yerde bir
olan ada let, yönetenin i şi n e gelendir. G ü ç de yönetende olduğuna göre, akıl
yürütmesini b i len bir adam bundan şu sonuca var ır: Adalet güçlünün i şine ge
lendir ... Gerçe kte adalet, gü çlünün, yönetenin işine yarayan ve güçsüzün, yö
netilenin ise zararına i ş leyen bir şeydir. . Güçlü üstün olduğu için, yönetilen
.
ler, güçlünün işine gelen i yaparlar, kendi mutl u l u klarını değ i l , onun mutlulu
ğunu sağlarlar."65
64 D"vlet 338e. Thrasy makhos 'un ku\l\let kuramına ilişkin görüşleri, Plat on' un D"vlet
(Politeia) adlı diyalogunun birinci kitabında yer almaktadır.
65 Devlet 338e-339a, 343�.
73
Thrasymakhos, daha sonra, adalet ve adaletsizlik kavramlarını toplumda ka bul
gördükleri anlamlar içinde ele alıp, güçlü kişinin adil davranmayarak kendi çıkarını
gözetebileceğini ileri sürer. Çünkü, "adil adam, her işte, adil olmayanın karşısında
zararlı çıkar. "66 Bu aşırı bireyci anlayışa göre, kişi gücü doğrul tusunda top lumsal
yasaları, kuralları, görenekleri vb., kısaca ad�leti çiğnerse, kendisi için en yararlı ola
nı. yapmış olur. Adaİetsizliği en uç noktasına kadar götüren kişi, toplumun tiranı,
efen disi konumuna yükselen kişidir :
"Adil olmayan, büyük kazançlar sağlayan adamdır ... Sonuna varan bir
adaletsizlik, tiranlık dediğimiz düzenin ta kendisi olur ... Yalnız kendi yurttaş
ları değil, adaletsizlfği sonuna vardıran bu adamı bilen herkes, ona muradına
ermiş mutlu adam der. İ nsanlar, adaletsizliği, adaletsizlik yapmak korkusun
dan değil, fakat adaletsizliğe uğramak korkusundan ayı plarlar ... Soruna varan
bir adaletsizlik, böylece özgür adama, doğruluktan daha çok yaraşır. Bu yüz
den da ha güçlü, daha efendi olur ... Adaletsizliği sonuna kadar götürebilenler,
kentleri, halkları ellerine alabilenler en akıllı ve bilge kişilerdir."67
66 . fbid 343d.
67 lbid 344a·c, 348d.
68 Kallikles adına, yalnızca Platon'un Gorgiaa adlı diyalogunda rastlanmaktadır. Bunun dı
şinda, bu adda bir Solistin ya da bir düşünürün yaşam� olduğuna ilişkin hiçbir bilgi yok·.
tur. Bu nedenle, bazı bilim adamlarınca, Kallikles'in Platon'un yarattığı kurgusal bir kişi
lik olduğu ileri sürülmüştür. Kallikles diye biri yaşamamış olsa bile, Platon'un ona yükle
diği dü�üncelcrin, dönemin Atina'sında, özellikle bazı $ofıstler ile genç aristokratların
çevresinde oldukça yaygın oldukları anlaıjılmaktadır.
69 Gorgiaı 482 d-e.
74
Kendileri ise, kanımca, daha kötü ve zayıf oldukfarinda n , diğerleriyle aynı (eşit) dü
zeyde olabilmelerine sevinirler. Bundan dolayı, ortak düzeyi aşmaya ( yani, diğerle
rinden daha fazla elde etmeye) yönelik her girişim, yasa tarafından çirkin ve haksız
olarak nitelendirilir ve işte buna haksızlık (adaletsizlik) adı veril ir. "70
Bu anlamda devlet, zayıfların kendilerini güçlülere karşı korumak, güçlüleri
yasalarla yozlaştırmak için kurdukları bir tuzaktır. Aslan yavrularının evcilleştiril
meleri gibi, insanlar da küçük yaştan ele alınıp topluma ( çokluğa) köle kılınırlar.
Çünkü zayıfların yaptığı yasalar ve görenekler, kişiye belli düşünce ve davranış ka
lıpları aşılayarak, neyin ahlaksal olduğunu bel irterek, onu diğerlerinin düzeyine in
d iri_p gücünü ortaya koymasını ve gücünün gerektirdiği yere u laşmasını engeller. Bu
durum, doğaya, doğal yasaya aykırıdır. Doğal yasayı, "doğal hak", yani doğal ol.a
rak ya da doğaya göre haklı (doğru) olan şekl inde anlayan Ka llikles, bu konudaki
düşüncelerini şöyle dile getirir :
11 itıid483 b-ıl
72 İbid 490 a , 491 c-d.
75
kalan bütün diğer şeyler, insanların doğaya ,aykırı anlaşma larından kaynaklanan bu
görün tüler, saçmcı.lık ve h i ç likten başka bir şey deği llerdir. .. Erdemlilik, tutkuları
dizginlememek, tersine onları her türlü yolla doyurarak büyüyebildi ki eri kadar bü·
yümeye bırakmaktır. " 73
Radikal ikinci kuşak Sofistlerde, öze llikle de K.ı l likles'in bu düşüncelerinde,
kişisel ç ı kar gerçeğin tek ölçütü yap ı larak ve bunun doğaya uygun luğu vurgulana
rak, topl umun , , siyasal düzenin meşru luğunun yadsınmasına varıl ır. Siyasetin
ya lnızca iktidarı e le geçirme biçimi olarak anlaşılması, bu alandan her türlü ahlaksal
değerin dışlanması sonucunu doğurur. Yargılayıcı, sonucu bel irleyici tek i l kenin
kuvvet {güç) olmasından ötürü, karşı karşıya getirilen devlet de, birey de, duruma
göre haklı gözükebilir : Devlet daha güçlüyse {ki, Kalli kles devleti oluşturan güçsüz
lerin birleşerek belli bir güç biri kimi sağladıklar ını kabul etmektedir), onun bireyle
re hükmetmesi doğrudur, haklıdır. Fakat yeterince gü çlü bir ki şinin de devletin
yasa larına karşı çıkmas ı , kendi çıkarları doğrultusunda davranması ve bu yolda ken
di başına buyruk yasalar koyması, onun hakkıdır, bu durum da birey açısından çloğ
rudur.
Görüldüğü üzere , radikal Sofistlerin siyasal gerçekçi l i k adına ortaya koyduk
ları bu tür düşünceler, demo krasiye destek o lmaktan çok uzaktır. Ancak, Platon
gibi demokrasi · düşmanı olan düşünürler, Sofistler arasında bir ayrım gözetmeksizin
hepsini demokratik düşün adamları olarak gösterip Sofist görüşleri eleştirerek, de
m okrasiyi karalama yoluna gitm i ş lerdir. 7 4 Bununla birlikte, bir ç o k Sofist düşün
ce, demokrasiyle uyum gösterdiğ inden başka, bu yönetim biçimini benimsemiş çe
şitli devlet adamı ve aydınlara düşünsel malzeme sağlamıştır.
76
a- "Herodot Tarihi"nde Demokrasi
kura ile atanıp görevlerinden dolayı sorumluluk taşımaları, bütün sorunların açık
tartışmaya sunulması ve karar ların ha l k tarafından al ınmasıdır. Sözlerinin sonunda
76 Herodotos, Herodot Tarihi, 111, 80-82, � . 201 -203. Aynca. Mete Tunçay çevirisi: Batı'da
Siyalal INşüncclcr Tarihi !Seç.ilmiş Yazılar, Ankara, A.0. Siyasal Bilgiler Fakültesi Ya
yınları, 1 969, s. 1 4
- .
77
"devlet, zaten halk demektir" yargısında bulunan Otanes, her iyiliğin halk yığınla
rından kaynaklandığını belirtip demokrasinin tek "doğru" yönetim biçimi olduğu
fikrine ulaşır.
Otanes'in ardından, Megabyıos ile Darius, demokrasiyi eleştirmek amacıyla
şu savları ileri sürerler:
Demokraside iktidarın eline teslim edildiği halk, beceriksiz, bilgisiz ve so
rumsuz bir yığındır.
Eğitimden yoksun olan halk, devlet işlerini alt üst eder. Anlık duyguların
ve tutkuların hükmü altında düşüncesizce ve bilinçsizce hareket edip, tıpkı kabarıp
sel olmuş bir nehir gibi önürıe çıkan her şeyi silip süpürür.
Halkın bu yapısı nedeniyle, demokrasi, yığınların tiranlığı olarak beli
rir. üstelik bu tiranlık, tek bir kişinin tiranlığından çok daha dayanılmaz bir şeydir.
Demokrasi zorunlu olarak yolsuzluklara yol açar. Yöneticiler (devlet
görevlileri), kamuya hizmet verecekleri yerde kendi çıkarlarını gözetip birbirlerini
destekleyerek devleti (dolayısıyla halkı) soyarlar.
Görüldüğü gibi demokrasiye yöneltilen bu ele-ştiriler, cehaletin (eğitimsizliğin)
halkın yönetici bir niteliğe (ya da daha doğrusu, kendi kendini yönetme yeteneği
ne) sahip olmasını engellediği fikri üzerine oturtulmuştur. Ayrıca, bu durumun do
ğurduğu yönetim boşluğunun da, ister istemez, kamusal çıkarın göz ardı edi lmesi
sonucuna yol açacağı belirtilmiştir. Fakat Otanes'in büyük önem verdiği hukuksal
eşitlik ilkesini çürütmeye yönelik bir sav ortaya atılmamıştır.
Çeşitli u lusların ve halkların birbirlerinden farklı kurumlarını, yasalarını, gö
reneklerini, inançlarını incelemiş ve böylece bu alanlarda bir evrensellikten ya da
bir mutlaklıktan söz edilemeyeceği görüşüne ulaşmış olan Herodotos, yapıtının yö
_
netim biçimleri üzerindeki bu bölümünde kişisel tercihini açıklamaktan özenle ka
çınmıştır. Zengin bir antropolojik bilgiye sahip olan bu tarihçinin, herhangi bir yö
netim biçiminin iyiliğinin ya da kötülüğµnun göreli olarak eie alınması gerektiği bi
lincine varmış olduğu kabul edilmelidir. Bununla birlikte, Herodot Tarihi'nin tümü
göz önünde bulundurulduğunda, yazarın demokrasiye daha yatkın olduğu görijl
mektedir. Tiranlığa karşı kesin bir tutum takınan Herodotos, yapıtının bir başka
yerinde, demokrasinin bir diğer temel niteliğinin özgürlük olduğunu vurgulayıp,
efendi (ya da efendilerin) buyruğundan kurtulan halkların özgürlüğe (yani demok
rasiye) kavuşarak yüceldiklerini ve büyük işler başardıklarını açıkça dile getirmiştir:
''Tiranlar yönetimindeki Atina, askerlik bakımından, komşu ulusların hiç birisine
üstün değildi ; tiranlardan kurtulunca çok öne geçti ; bu da şunu gösterir ki, bir efen
dinin buyruğu altında, yurttaşlar istekli davranmazlar, çünkü bir efendi için çal ış
maktadırlar; oysa özgür oldukları zaman, artık kendi öz çıkarları haline gelmiş olan
şeyi canla ba şla savunurlar .''78
78
ten en derli toplu metin, Thukydides'in Peloponnesos Savaşı üzerine yazdığı tarih
ya pıtında yer alır. Bir demokrat olmamasına karşın, bilimsel ve nesnel (objektif)
tarihçiliğin gereğini yerine getiren Thukydides, Peri kles'in savaşın ilk yılı sonunda
( İ .Ö. 43 1 ' de) savaşta ölen Atinalıların cenaze töreninde yapmış olduğu söylevin
metnini sadakatla yapıtına yerleştirmiştir. "Cenaze Töreni Söylevi" olarak. bilinen
bu söylev, Atina demokrasisinin resmi ideolojisini çok açık bir biçimde yansıtmak
tı.dır. 79
Peri kles'in söylevinde i l k olarak övgüsünü yaptığı Atina kurumların ın ve yasa
lar ının özgüllüğü düş üncesi ni n işlenmiş olduğu görülür. Atina anayasası, diğer polis.
(erin yasalarından etkilenerek oluşturulmuş değildir. Perikles, bu görüşü şöyle dile
getirir: "Başka halkların (ulusların) yasalarına bakarak kurulmamış olan bir yönetim
biçimimiz var ; başkalar ına öykünmek şöyle dursun, biz kendimiz başkalarına örnek
oluyoruz." Atina'ya özgü bu yönetim biçiminin adı demokratia 'dır. " Bu ad ona,
birkaç kişiye değil de, bütün yurttaşlara dayandığı i çin veri lmiştir." Demek ki de
mokrasinin temel özelliği, bütün yurttaşların ya da halkın egemenliği üzerine kuru l·
muş o l ma sıdır .
Bundan sonra, demokrasinin temelinde bulunan diğer i ki i lke, Yunanlıların
isonomia ve isegoria olara k adlandırdı kları eşitlik ile özgürlük ilkesi belirir. lsono
mia, yani yasa önünde eşitlik ilkesi, ilk olarak hukuksal eşitliği, bir başka deyişle
kişilerin yurttaş olarak "sivil" yaşamlarında birbirlerine olan eşitliğini içerir: "Ya
salar, kişisel işlerde herkese aynı hakkı vermektedirler." Fakat, hukuksal eşitliğin
gerçek bir biçimde işleyebilmesi ve buna bağı mlı olarak kişisel özgürlüğün bir anla·
mının olabilmesi, herkesin yöneticiler ile yazılı ve yazısız yasalara itaat etı:nesiyle
.
olasıdır. Yurttaşların, kamusal niteUk gösteren etkinli klerinde, po lisin çizdiği hu
kuksal sınırların içinde kalmaları, ya$ii l lığı içeren demokrasinin gere klerinden biri
dir. Peri kles'e göre, yasalara bağımlılık Atina'da tam anla mıyla gerçekleşmişti r :
" Ö zel yaşamımızda hepimiz dilediğimizi yapmamıza karşın, bütün yurttaşları ilgi
lendiren işlerde çok sıkı davran ıp düzene uymaya özen gösteriyoruz; gerek polisin
başında bulunan yönetici lerin, gerekse yasaların, özellikle haksızlığa uğrayanları
korumak için konulmuş yazılı yasalar ile onları çiğneyen lere herkesin pek doğru ve
yerinde bulduğu kötü bir ad kazandıran yazısız yasaların buyruklarından dışarı çık·
maktan çok çekiniyoruz."
/sono mia 'nın diğer boyutu siyasal niteliklidir. Yasalar, bütün yurttaşlara, sos
yo..ekonomik statüleri ne olursa olsun, eşit bir biçimde siyasal yaşa·ma katılma hakkı
vermektedir. Fakat bu siyasal eşitlik, liyaka t, yetenek üzerine kuruludur: "Devlet
işlerinde herkesin alabileceği yer, şu ya da bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yük
'
sek yetenek i i e kazandığı üne göredir. Yurda iyiliği dokunabi lecek bir yurttlşın
onurlu bir yer kazanmasına da yoksulluğu, aşağı bir sınıftan oluşu engel de ğil dir."
Protagoras'ın bütün yurttaşların siyasal erdeme sahip olduklarına ilişkin varsayımı,
Perikles'e göre Atina demokrasisi tarafından doğrulan!ll ı ştır: "Bizde a'(nt;acbmlar
79 La Gue:re du Peloponneııe, il, 35-47. Türkçe çe..,i risi: Suat Baydur in �!ete Tuııçay,
Batı'da Siyasal.•. , s. 23-30.
79
hem kendi i ş lerine hem devlet i ş leri ne bakarlar; herkes ba şka baş ka mesleki i şlerle
uğraştıkları halde, bütün yurttaşlari i lgi lendiren sorunlardaki bilgi ve anlayışları
kıt değildir." Demek ki, hiçbjr yurtta ş , kol gücünden başka bir şeyi olmayan bir
emekçi bile, siyasetin dışına itilmiş değildir. Üste l i k siyasal ka tı l ı m , yurttaşlar bakı
m ından, bir hak değil, bir ödevdir ele: " Yalnız biz Atina l ı lar, devlet iş lerine kar ı ş
mayan kişiye, kendi işi, gücü. i l e uğraşan sessiz b i r yurttaş değ i l , fa ka t hiçbir işe
yaramayan biri gözüyle bak ıyoruz. Hepimiz, kişisel bir biçimde , en azından oy kul
lanarak ya da önerilerde bulunarak polisin yönetimine katılıyoruz." Bu ba k ı m da n ,
sürekli v e yerleşik bir yönetenler-yönetilenler ayrı m ı n da n söz edilemez. Herkesin
sırayla yönetimin bel li bir düzeyinde yer alması, Atina demokrasisinin temel özel l ik
leri n den birini olu şturmaktadır.
Daha önce de belirttiğ imiz gi bi, Perikles'in ortaya koyduğu özgürlük anlayışı,
yasa lara saygı l ı olmayı içermektedir. Bir başka deyişle, bireysel özgürlük, Antiphon
ya da Kallikles'teki gibi polise, polisin yasalarına karşı deği l , fakat bunlarla bir l ikte
olu şur. (.Zaten Perikles, söylevi boyunca övgüsünü yaptığı pol isten · da ha yüce bir de
ğer bulunmadığ ını belirtmekte ve polisi yücelterek yurttaşları da yücelttiğini vurgu
lamaktadır.) Atina'da özgürlük, her şeyden önce, bütün yurttaşların eş it bir biçi m de
her konuda, özellikle devlet iş leri hakkında düşüncelerini açıklama özgürlüğüdür
(isegoria) . Atinalıların gerek devlet işlerinde, gerek günlük ilişki lerinde özgür bir dü
şünüş i le davrandı klarını belirten Perikles'e göre, her yurttaş polisin ·yönetim ine ka
tı lmakla kalmaz, aynı zamanda bunu kendi kişisel görüşleri doğrultusunda gerçek
leştirir. Çün kü demokraside herkes için zorunlu kı lınan bir ideoloj i , bir devlet dokt
rini yoktur. Demokrasi, Sparta'da bir erdem o larak kabul edilen yurttaş ların
suskunluğu üzerine değil, "çoksesliliği" üzerine kuruludur. Perikles siyasal kararla
rın a l ı nmasında, farklı görüşleri n ortaya atılıp tartışılmasının ne de n l i önemli oldu
ğunu açıkça dile getirmektedir : "Sözlerin işler (eylem) i çi n zararl ı olmadığını ve ya
p ı lması gereken i ş lere girişmeden önce iyice bilmemenin çok kötü olduğunu düşün
düğümjjzden, yap ı lacak şeyleri görüşüp tartıştıktan sonra bir karara bağlıyoruz."
Eşitlik ve özgürlük i l kelerine, yurttaşlar arasında karde ş l i k ya da dostluk il kesi
eklenir. "iyilik görerek değil, iyilik ederek dost kazanıyoruz .... Yalnız biz sağ layaca
ğ ı mız yararı göz önünde tutarak deği l , fikir ve ruh soyluluğumuzun bir kanıtı olarak
hiç korkmadan başkalarına iy i l i k ediyoruz." diyen Perikles'e göre, Yunancada
philantropia sözcüğüyle ifade edilen dostluk ya da daha doğrusu insan sevgisi, kendi
ni yaln ızca yurttaşlar arasındaki ilişki lerde değil, Atinalıların diğer polislerin yurt
ta ş larına, metoikos'lara karşı olan tutumlarında da göstermektedir. Atina, açık bir
polistir ; kapıları n ı h i çbir yabancıya kapatmad ığı gibi, h i çbir yabancıyı da kovmuş
değildir.8° Kardeşlik, dostluk i lkesinin temel ta şlarından biri hoşgörüdür; çüı:t kü
herkese sevecenlikle yaklaşabi l me k için başkalarının farklılıklarını anlayışla karşı
lamak, kabullenmek gerekir. Perikles, Ati na ' da hakim olan hoşgörüyü şu sözleriyle
a ç ı k lamaktadır: " ... Özgür düşünüş� günlük uğraşlarımızda da gösteriyor, birbiri m izi
80 Bu s0ylevden bir iki yıl sonri, bir yabancı olan Protagoras Atina'dan kaçarak yaşamım
zor kurtaracaktır.
80
eleştirmek için gözetlemiyoruz. İ çimizden biri gönlünün dil ediğ i bir şey yapmışsa
ona kızmadığımızdan başka, ona karşı olumsuz yaptırımlar getirmese de canını sıka·
cak kınayıcı davranışlar içine girmiyoruz. Özel ilişkilerimizde olduğu kadar kamu
sal yaşamda da hoşgörülüyüz . . •"
Dostluk ilkesinin bir diğer temel t.a ş ı yardımlaşmadır; özellikle, yoksul kesi
,
Atina'nın üstünlüğü, en açık bir biç imde yurttaşlarının yaşam rahatlığında, ko lay l ı
gında ve maddi gönençlerinde ortaya çıkmak tad ır Aynı zamanda Atinalılar, aşırı
.
Thukydides'in kendisi de, yap ı tın ı n bir başka bölümünde, Perikles dönemindeki
Atina demokrasisinden söz ederken bu doğrultuc.Lı bir değerlendirmede bulunmak-
81
tadır : " K uramsa l olarak halk egemendi, fa kat gerçekte devlet, polisin birinci yurtta
ş ı tarafın da n yönetiliyordu." 8 1 Demek ki, Atina demokrasisinde yur ttaş ın söz
hakkı, eleştiri hakkı vardır, seçme-seçilebilme hakkı vardır, ama yönetim de "profes
yonel pol itikacılar"dan oluşan bir azın l ı k bulu nmaktadır. Peri kles'in otuz yıl
boyunca siyasal lid�rlik koltuğunda oturması, Atina 'daki demokratik rejimin bu n i
teliğini doğrular yöndedir.
laos'un ağzından dile getirilir: "Ben bir şefi ya da bir komutanı, soyu nedeniyle bir
. ülkenin başına geçirmek fikrinin bütünüyle karşısındayım. Bir devletin ordusuna ku
manda edebilmek için akıl gerekir. Buna sahip olan her adam baş ol maya layık
tır�84
Böylece, gerek soyluluğun gerek zenginliğin ki şiyi ahlakl ı ve erde m l i kılmad ı
ğı düşüncesini yansıtan Euripides, buradan hareket ederek Sofistler ve demokratlar
ca savunulan eğitimin belirleyiciliği anlayışına yap ıt lar ı n da yer verir. Hekabe de '
oyunun kahramanı Hekabe'yi Kal ı tı m mt üstün yoksa eğitim mi? İyi bir eğitim ,
"
82
düşünce de Euripides'in oyunlarında yer alır. Demokrasinin getirdiği haklarla yetin
meyip doğa l haklara dayanılması gerektiğine ilişkin bir fikir, Fenikeli Kadınlar' da
ortaya konur: "Dostları dostlara, kentleri kentlere, müttefikleri müttefi klere bağla
yan eşitliktir. İ nsanı bağlayan doğa yasası eşitliktir. E şitlik insanlar için ölçüler
koymuştur... " 8 7 Helene oyununun kahramanı Helene'ye göre "Yeryüzü de gökyüzü
88
de ölümlüler arasında denk (eşit) olarak paylaştırılmıştır." Doğal eşitlik anlayışı
n ın ulaştığı bir sonuç, yapay, keyfi bölünmüşlüklere ve bunlardan kaynaklanan ku
rum lara, dolayısıyla kölelik kurumuna eleştirel bir biçimde yaklaşılmasıdır. Bunun
bir örneği, ion adlı oyunda görülebilir :
83
rında yansız bir tutum izleyerek, yukarıda Yakarıcılar'da bir örneğini gördüğümüz
demokrasi eleştirilerine ya da halkı aşağılayan el itist görüşlere de oyunlarında yer ve
rir . Düşüncesiz halkın despot olduğu ve bu despotluğun güçlü kişileri, kra lları bile
boyunduruğu altına aldığı düşüncesine Hekabe'de rastlanır. Oyu nun kahramanı
Hekabe, hiç kimsenin özgür olmadığını haykırıp Agamemnon'un "yurttaşlar kala
balığının kölesi " olduğunu, on lardan korktuğ unu belirtir .93 Aynı Aga memnon
iphigeneia Aulis'de de bu yargıyı "Biz halkın esiriyiz." diyerek kendisi dile getirir .
Aynı oyunda güçlü ve yürekli Akh i l leus, duygularına, tutkularına kapı larak düşün
cesizce hareket eden halk tarafından linç edi l me teh l i kesi yaşar. Bunun üzerine,
K lytai mnestra, "Ha l k kütlesi , korkunç bir beladır" diyerek, soyluların halkı nasıl
gördüklerini açık bir biçimde ifade eder. 94
Tragedyalarında, tınrılar kar şısında insanın ne kadar küçük ve değersiz bir
varlık o lduğu konusunu iş leyen Sophokles, Sofistlerin karşısında yer almakla birlik
te, kendini tümüyle Sofisti k -demokratik düşüncelerin etkisi dışında bırakabilmiş
değildir. Bunun tipi k bir örneğini Antigone adlı oyununda görmek mümkündür.
Sophokles, bu oyununda doğal (tanrısal) ada let ilkesinin üstünlüğünü savunmakla
yetinmez, aynı zamanda sınırlarını aşan otoritelere karşı yurttaşların direnme ha-k
tarının olduğuna il işkin bir demokrasi i lkesin i de vurgular. Oyunun kahramanı An
tigone, kardeşinin cenaze törenini yaparak yasalara karşı gelmekle suçlanınca, kral
Kreon'a şu yanıtı verir : "Evet, çünkü bu yasaları Zeus koymam ıştır; ne de toprak
altında ranr ı larla birli kte oturan Dike (Adalet ) , insan lar için bu tür yasalar saptamış
tır. Ben ise senin, bir ölümlü insanın, yazılı olmayan, fakat değişmeyen kutsal yasa
ları kendi kararlarında değiştirebileceği n i akl ı ma bile getirmedim. Bunlar dün ya da
bugün çıkmam ışlardır; hiçbir zaman yok olmazlar, nasıl ol uştuklarını da kimse
bilmez. Bir adamın otoritesine alçak ça saygı göstermek i çin bu kutsal yasalara karşı
çıkmak, tanrıların kızgınlığına yol açmaz m ı ? " 9 5
S o n olarak, b i r edebiyat yapıtı olmamakla birl ikte edebi yönü küçümsenme
yecek bir tarih çalışması olan Thukydides'in "Pelopon nesos Savaşı"ndaki bir bölü
me değinmek gerekir. Thukydides, yapıtının 5. kitabında, doğa yasasını güçlünün
hakkı şeklinde yorumlayan Thrasymakhos'un ve öze l likle Kall ikles'in bu görüşünü,
Atinalı lara savundurtur. l.ö. 41 6'da Spartı ' n ın bağlaşığı Melos'u kuşatan Atina or
dusu, sorunu savaşmadan çözebilmek i ç i n polise elçi ler yol lar. Tanrısa l adaletten
söz eden Meloslu lara karşı, Atinali elçiler gücün toplumsal-siyasal ilişki lerde belirle
yici tek i l ke olduğunu ş u sözleriyle açı kça ortaya koyarlar: Tanrılar hakkında var
say ılan ve insan lar hakkında kesin l i kle bilinen şeylerden ötürü, gerek tanrıların gerek
insan ların, en güçlü oldukları zaman onları hemcinsleri üzerinde hüküm sürmeye iten
bir doğa yasasına zorunlu olarak uyduklarına inanıyoruz. Bu yasayı yapanlar biz ol
madığımızdan başka, onu ilk uygulanlar da biz değiliz. Bu yasa, başkalarından bize
93 Hıkabc (865-870)
94 lphigcncla AulU'dc (450 ve 1 3'55-1 360)
95 Antigone 450-460 (Sophocle, Theatrc complet, Paris, Gamier-Flammarion, 1 964, s. 79)
84
aktarıldı ve biz ona uyuyoruz, tıpkı bizden sonra geleceklerin de ona uyacağı gibi.
Sizin de ya da diğer halkların da, bizimkine benzer bir güce sahip olduğunuzd.ı,
başka türlü davran mayacağ ınızı biliyoruz." 96 Thukydides'in aktardığı bu sözler,
demokrasiyle· yönetilen Atina halkının, dış ilişkilerinde, radikal Sofistlerin türetti k
leri en anti -demokrati k düşünceyi benimse·miş olduğunu göstermektedir.
Genellikle bir teoriye dayanmadan pragmatik bir biçimde oluşturulan bir re
jim iizerinde -başarılı olduğu sürece- olumlu ya da olumsuz düşüncelerin üretil me
si, epey enderdir. Fakat kuru lu düzenin bir bocalama dönemi içine girip yozlaşmaya
yüz tutmasıyla birli kte, sorun lara teorik değil, pratik düzeyde· çözüm arayan ·rııji_m
yandaşlarına karşılık, rejim karşıtları eylemsel alandan ba şka düşünsel planda da
bir sa ldırıya girişere k , çeşitli eleştiriler ve karşıt modeller getirmeye başlarlar. Top
lu mdaki yazar-çizer (entellektüel) kesimin çoğunlukla rejim karşıtı sın ıf(lar)ın için
den ç ıkması , bu saldırıya gerek niteliksel, gerek niceliksel bir yoğunluk kazandırır.
İ şte Atina demokrasisi de bu tür bir süreci yaşamıştır. Peloponnesos Savaşları ve as
keri yenilgiler, Atina'nın sosyo- ekonomik yapısında ciddi krizlere yolaçtılar.
Yenilgilerle birlikte emperyalist politikanı n da sona ermesi , büyük ölçüde dış sömü
rü üzerine dayalı Atina de mokrasisinin parlaklığını yitirip güçsüzleşmesine neden ol·
du . Bunun sonucunda, bir yanda genel bir hoşnut:Suzluk baş gösterirken, öte yanda
aristokratların ve diğer demos düşmanlarının sesleri yükselmeye başladı.
a- Aristophanes'in Komedyaları
Soylu lar sınıfı nın yandaşı olarak Atina siyasal yaşamını çok yakından izlemiş
olan Aristophanes ( İ .Ö. ?445-380), komedya türünde yazdığı oyunlarında, demok
ratik rejimin hem iş leyiş tarzına, hem de uyguladığı politikalara yönelik keski n eleş
tiriler getirir. Alaycı bir biçimde dile getirdiği eleştirileri, bir sistematikten yoksun
dur. Oyunları, belli konuları işleyen birer siyasal yergi niteliğindedirler ve demokra
sinin çeşitli yönleri üzerindeki aristokratik düşünceleri dağınık bir biçimde sahnede
yansıtma işlevini görürler. Ancak, Aristopharıes'in yerdiği demokrasi, Perikles'in
ı lımlı ve düzenli demokrasisi değil, fakat Kleon, Hiperbolos, K leophon gibi dema
gogların ya da Alkibiades gibi şımarık soyluların kendi çıkarlarını gözettikleri dü
sensiz demokrasidir. Polisine büyük bir sevgiyle bağlı olan ve geçmişe özlem duyan
Aristophanes'in komedyalarıyla güttüğü amaç, kendi deyişiyle "Atina demokrasisi
nin ne ç ıkmaz yollara girdiğini'' 9 7 göstererek, hal kta bir "ılım İ ı demokrasi -Oligarşi"
_
isteğini uyandırma ktır.
Bu çıkmaz yollardan biri , Atina'rı.ın güttüğü emperyalist politika ile bu politi-
85
kan ın yol açtığı Peloponnesos Sava şlcırıd ır. Savaşın maddi yükünü çeken soy luların
ve zengin lerin sava ş karşıtı görüş lerini dile getiren Aristophanes, Kuşlar, Barış, Ak
harnai'War ve Lysistr.ıta gibi oy unlarında demokrasinin saldırgan politikasını yerip ,
barı ş ı yüceltir. Barış sevgisini bütün top luma aşılamak isteyen Aristophanes, bu po
liti ka yüzün den ya ln ızca üst sınıfların değil, fakat bütün hal kın savaş giderleri nede
n iyle yoksu l laştığın ı ve devletin felakete sürüklendiğini belirtir. Lysistrata'da devlet
politikasına karşı çıkıp barış yapılmasını isteyen kadınlar, savaşçı erkeklere şöyle
seslenirler :
86
Alınan kim, satılan ki m , farkına bile varmazlar ...
Demokrasiye keskin eleştiriler yönelten, fakat aynı zamanda belli açı lardan
bu rejimin ilk bilimsel çözümünü (analizini) gerçekleştiren yapıt, AtinaWann Ana
yasası'dır. Küçük bir risale olan Atinalılann Anayasası; ilk önceleri Ksenophon'a
mal edilmiş, fakat daha sonra ona ait olmadığı ve Peloponnesos Savaşları sırasında
( i.Ö. 424 yılı dolaylarında) yazılmış olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu yüzden ger çek
kim liği bilinmeyen yazarına, düzmece-Ksenophon (Pseudo-Xenophon) ya da Yaşlı
Ol igarkh denilmektedir. 1 03
Demo krasiden nefret ettiğini saklamayan yazar, yapıtının hemen başında,
daha iyi bir sınıfın (yani, soyluların) bulunmasına karşın , aşağılık halkın refahını
(genliğini) gözeten bu rejimi övmeyeceğini belirtir. Fakat demokratik reji min kendi
mantığı içinde tutarlı olduğunun da bilincindedir : Demokrasi, bir yozlaşmışlık
1 Ol Kömürcüler, s . 43 v e 5 7 .
Atlılar adlı oyunda koro, ş öyle seslenir halka : " Eyda""5, n e güzd bir ege menliğ in var
senin ! Herkes senden bir tiranmışsın gibi korkar. Fakat sen, her istenilen yöne çekilebi
lirsi n ; söylevcileri ağzı açık dinleyerek pohpohlanmayı ve kandmlmayı seversin.-" Ak
taran, Jacqueline de Romilly, s. 80.
102 Aristophanes, Buhı tlar, s . 6 7 .
1 03 Kseno ph o n'a ait olmadığının bilinmesine karşın, bu küçük risale, bazı yayımcılık gerek
çeleri nedeniyle Ksenophon'un yapıtlan arasında yer al maya devam etmektedir. Bakınız:
Xenophon, "La Republique des Athcniens" , in Oeuvres Completes, Paris, Gamier-Flam
marion, 1 9 6 7 , Cil t 2, s. 4- 7 3-486.
Yapıtın Türkçesi için bakınız: " Yaşlı Olig:ırkh'ın Atinalıların Anayasası" in '.\!ete
Tunçay'ın derlediği Batı'da S iyasal Oü'jünceler Tarihi.Seçilmiş Yazılar, Cilt 1, s. 8-1 9.
87
örneği değildir ; değişen koşulların, örneğin halkın özgürlük isteğirıin, bir sonucu
olarak belirmiş ve varlığını sürdürebilmek için gerekli olan kurumları, politikaları or
taya koyabilmiştir. Ya şlı Oligarkh, demokratik kurumların neler olduklarını belirt
tikten sonra �u yargıya varır : " Bu gibi kurumlara dayanan bir devlet en iyi devlet
.. •
olmayacaktır; ama, demokrasi söz konusu olunca, bunlar onun korunmasını sağla
ma. bakımından yerinde araçlardır." 1 04 Yapıtının bir başka bölümünde bu görüşünii
şu sözlerle yineler: "Atinalıların siyasal sistemini onaylamıyorum; fakat onlar
demokratik yönetim biçimi üzerinde anlaşmış olduklarına göre, bana öyle geliyor
ki , aç ıkladığım ilkeleri benimsemekle demokrasiyi korumak için doğru olan yolu
seçmişlerdir.''105 Düzmec-e-Ksenophon'un bu yargılarının, daha doğrusu demokrasi
yi objektif (nesnel) bir biçimde değerlendirip demokratik kurumların ve ilkelerin
halkın beklentilerini tam anlamıyla karşıladıklarına ilişkin getirdiği tanıtlamaların,
yapıtına özgün bir nitelik kazandırdığı söylenebil ir.
Atin:ıWann Anayasası'nın içerdiği demokrasi üzerindeki eleştirilerin hemen
hepsi, bu rejimin dayandığ ı ha lk tabakasının kötü, aşağılık bir niteliğe_ sahip olduğu
düşüncesinden kaynaklanır. "Onurlu bir insana yaraşan özenlilik, gözüpeklik ile en
az düzensizlik ve ada letsizlik, en iyilerin (yani soyluların) saflarında bulunur .' ' 1 06
Oysa, demokratik sistemin mantığına uygun olarak isonomia ile isegoria'nın uygu
lanması, avam halktan kimselerin doğum ve nitelikçe üstün i nsanlardan daha fazla
erk elde etmesine ve onlardan daha çok pohpohlanmasına yol açmıştır. Devlet yö
netiminin halka açılması büyük bir kötülüktür. Çünkü, "halkın arasında en çok bulu
nan, bilgisizlik, düzensizlik' ve kötülüktür; halk, olanak yokluğunun neden olduğu
eğitimsizlik, bilgisizlik ve yoksul lu k yüzünden, aşağı lık davranışlara yönelir." 1 0 7
Üstelik halkın tutkusu, özgür olmak, efendi olmaktır. Bundan dolayı da, yasaların
iyi ya da kötü olması onu ilgilendirmez bile. Halkın bir başka kötü özelliği, kültür
süz oluşu, dahası kültürden ve kültürlü insanlardan ( bir başka deyişle soylulardan)
nefret etmesidir : "Avam halk, zamanlarını beden eğitimi yapmak ve müzik (sanat)
kültürü edinmekle geçiren yurttaşlara engel olur; çünkü böyle bir eğitimin güzelliği
ne inanmaz ve bu gibi şeyleri anlamanın kendi gücünün ötesinde olduğunun farkın
dadır .'' 1 0 8
Ha lkı ilgilendiren en önemli şeyin "parayı cebe atmak" olduğunu belirten
Yaşlı Oligarkh, demokrasi ile bireyci.faydacı ideolojiyi özdeşleştirerek, demokra
sinin kişisel kazanç tutkusunu, bencil liği körükleyip toplumsal-ahlaksal değerleri
çiğnediğini ve adaleti yozlaşt ırdığını ileri sürer. Ona göre, yasaların ya da tanrıla
rın yerine paranın her şeyin ölçüsü olması, her işin rüşvetle yapılması sonucunu do
ğurur. Devlet hazinesinden yapılan harcamalarda, bütün toplumun değil, fakat yal·
n ızca halk kesiminin çıkarı gözetilir. Genel olması gereken adalet ise, kişisel bir
88
anlam kazanır. "Adalet, jüri üyeleri için kendi kişisel çıkarlarına dokunan bir ilgi
konusundan başka bir şey değildir."1 09
Demokrasiyi kölelere ve metoikos'lara sağladığı olağanüstü başıboşluk nede
niyle de kınayan Yaşlı Oligarkh, Atina demokrasisi ile emperyalist politika arasında
ki ilişkin'in , daha doğrusu demokrasinin büyük ölçüde dış sömürü üzerine dayandığı
nın bilincindedir. Bu nedenle, bu politikayı onaylamamakla birlikte, bunu uygula
yan demokratların kendi açı larından haklı olduklarını kabul eder. Kendi deyişiyle,
"her A tinalı bireyin bağlaşıklarının servetine el atırak onlara ancak yaşayacak ve
arazilerini ekecek, ama Atina'ya karşı i hanet niyetleri besleyemeyecek kadar bir
şey bırakmasında (demokrasinin varlığını sürdürmesi bakımından) büyük yarar var
dır . " 1 ı o Yazar, yapıtın ın sonunda, demokrasinin -kendi içinde tutarlı bir rejim ol
mas ı n dan ötürü- büyük değişiklikler yapılarak düzeltil mesinin olanaksız olduğunu
vurgular. Buna göre, demokrasiden hoşnut olmayan, fakat bunu büyük çapta
reform larla iyi bir yola sokabileceklerini; örneğin o l igarş ik bir demokrasiye dönüş-
,
türebileceklerini düşünen kişiler, büyük bir yanılgı i çindedirler. Demek ki, yapılacak
tek şey, radikal bir tutumla demokrasiyi kökünden yok etmektir ; ama bu rejimin
sağlam lığı ile onu destekleyen halk kitlelerinin gücü göz önüne alındığında bunu ger
çekleştirmenin hiç de kolay olmadığı anlaşılır.
1 09 Xenophon, s. 476 ve Tunçay, s. 1 1. Aynca yazar, " kötü bir adamın adaletin elinden sıy
rılma şansmın demokraside oligarşik bir devlettckinden daha çok olduğunu"da sözlerine
ekler.
1 10 fbid.
111 Maceracı bir kişiliği olan Atina'lı Ksenophon, İ.ö. 399'da, Perslere ve Spanal ılar.ı olan
yakınlığından dolayı vatan hainliğiyle (dolayısıyla demok13:si düşmanlığıyla) suçlanmış
ve sürgüne gönderil miştir. Bunun üzerine, Sparta Kralı Agesilaos'un hizmetine girmiş tir.
İ.ö. 396 yılında Sparta ordusunda yer alıp Atina'ya kaq ı savaşmıştır. Oğullan da Sparta'
da eğitilmişler ve Sparta ordusunda hizmet görmüşlerdir.
112 Ksenophon, Memorabilia, 111, 5 , 1 5-1 8 (Xe nophon, Oeuvres Complcteı, cilt 3, s. 358).
89
luğu ndan başk.ı bir şey deği ldir. 1 1 3 . Bu rejimde, kura sistemiyle yeteneksizlerin i ş
başına geldiği bir düzensizlik hüküm sürmektedir.
Ksenophon, böylesine kara lad ığı demokrasiye k.ırşı, kendi kafasına uygun
gelen yönetim modellerini ortaya koyar. Yozlaşmış Atina l ıların eski erdemlerine
kavuşabilmeleri iç in n e yapmaları gerektiğ i sorusuna, Ksenophon'un Sokrates'i şu
ya n ıtı getirir: "Atina l ı ların ata larının görene kleri doğrul tusunda eğitim görmeleri ve
bun l.ırı uygulamaları yeterl idir ; böylece atalar ı kadar iyi olacaklardır. Bir başka yol
ise, bugün üstün o lan hal k lara ö y künmeleri , onların davranış kura l larını beni mseme
leridir. " 1 1 4 Ksenophon ' un önerdiği i l k yönetim biçimi, yurttaş sayı sını sınırlayan
ve ç oğunluğu siyasal haklardan yoksun bırakan oligarşidir. Ancak bu ol igarşinin b r �
despotluğa dönüşmemesi i ç i n yönetimden yalnızca to p lumun kötü öğeleri olan
thetes 'lerin d ı ş lanması gerek tiğini belirtir. Ksenopho n , bu düşüncelerin i , İ .Ö. 41 3
y ı l ı nda y uttta ş sayısın ı be şbin kişiyle s ı n ır layan ı l ı m l ı o lgarşinin önderlerinden olan
ve Aristoteles' in " A tina'nın gördüğü devlet adamların ın en iyilerinden biri" olarak
riitelendird iğ i 1 1 5 soylu Theramenes'e savundurtu r : "Ben her za man, polisi bir drah
mi i ç i n satacak kölelerin ve yoksul ların yönetimde yer almalarıyla demokrasinin gü
zel olabileceğine inanan kişileri n düşmanı oldu m ; ayrıca polisi birkaç kişinin tiran l ı
ğı a l tına sokmadan iyi b i r oligarşinin kuru lamayacağı n ı düşünen kişilerin fikirlerine
de hep karşı çıktım. Hoplit ya da atl ı olarak hizmet gören ki şi lerle uzlaşılmasını,
her zaman en iyi politika olarak kabul ettim ve bu düşüncemi hiç değiştirme
dim.".1 1 6 Görüldüğü gibi b u oligarşi, orta sınıftaki yurttaşlara, yani h op lit 'l ere de
yönetimde yer veren ı l ı m l ı bir n i teliğe sahiptir. Ayrıca Ksenopho n , ataların anayasa
sının en önem li kurum u olan ve soylu lardan oluşan Areopcıgus'u yüceltip onun eski
önemine ve saygınlığına kavuşturulmasın ı salık verir.
Ksenophon'un Atina için öngördüğü ikinci model, temellerini Lykurgos' u n
attığı kabul edilen Sparta 'nın yönetim biçimidir. Spamlıılann Anayasası adl ı yapıtı,
Sparta kurumları ve i l ke leri üzerine yazılmış bir övgüdür. Burada Sparta, düzenli ve
uy u m l u toplumsal yapısı ; basit ve yalın yaşam anlay ı ş ı ; ticareti dış layan ekonomisi;
d isiplin li, ahlaklı ve otoritelere karşı itaatkar yurttaşları, kısacası her yönüyle Ati
na 'nın bir anti tezi olarak be lirir. Bununla birlikte, Ksenophon'un hayra n l ı kla sözü
nü ettiğ i , Sparta yöneti m in in gerçek durumundan çok bunun ideal biçimidir.
Çün kü yapıtın 1 4. . bölümünde, Lykurgos'un yasalarından uzaklaşan Lakedemonya
l ı ların yozlaştıklarını açıklamaktan ka ç ı nmaz.
Ksenophon, oligarşi ile Sparta aristokratik rejimi dış ında bir başka otoriter
yönetim b i ç i m i olan monarşiy i de savunur. Yuna n l ı ları n gözünde monarşi, genel lik
le barbarlığın bir göstergesi olarak kabul görmekte ve tira n l ı kla özde şleştirilmek-
113 örneğin, Ellenika ( Helen Olaylan) I, 7, l 2'de halk meclisindeki b ir uygulamanın yasıya
aykırı olduğunu ileri süren bazı kişilere karşı, "kalabalık, h:ılkın hoşuna gi<len (kafasına
esen) bir şeyi yap masını e n ııell e m c ye kalkışmanın iğrenç bir tutum oldu ğunu haykır
maya haşlar." (Xenophon, Oeunes Completes, Cilt 3 , s. 4.J,).
1 14 l\le morabilia, III, 5, 1 4 ( Xcnophon, Oeuvres Completes , Cilt 3, s. 3 5 7 )
1 15 Aristoteles, A tinalılann Devleti,s. 50.
116 E llcnika, II, 3, 48 ( Xenophon, Oeuvrcs Completc:s, cilt 3, s, 6 5 ) .
90
teydi. Fakat İ .Ö . iV. yüzy ı lda, Yunan dünyasın ı n içine düştüğü genel kargaşa orta
m ı , bazı çevrelerce monarşi düşüncesinin yeniden gündeme getir i l mesine ve de mok
rasiden hoşnut o l mayıp ol igarşiye geri dönme umutlar ı n ı yitirenlerin bu re jime bel
bağlamalarına yöl açmıştı. İ ş te bu dönemde, Atina soylularının güçsüzlüğünü göz
lem leyen ve Sparta ' n ın yozlaşmas ı n ı yaşayan Ksenophon da bu düşünceyi çeşitli
yapıtlar ı n da i ş ler. Her şeyden önce, monarkı tirandan farkl ı kı lmaya özen gösterir;
bunun için getirdiği temel ö l çüt, yönetimdeki ki şinin yasalarla olan i lişkisidir: İ kti
dar ı n ı h i çbir yasaya dayandırmayan tirana kar ş ı l ı k, monark, anayasaya sayg ı l ı bir
biçimde halkın ı yönetir. Örneğ i n , Sparta ' n ın en gü çlü kişisi olan kral Agesilaos, ay
nı zamanda yasalara en bağı m l ı olan kişidir. Onun yasalara saygıda kusur etmemesi,
devletine yap tığı en büyük h izmettir. Çünkü, " her hangi bir yurttaş, kral ı n ı n
uyduğu yasalara nasıl itaat etmeyi reddedebilir ki?" 1 1 7 Gerçekte monark, b u tutu
m uy la , y urtta ş larına örnek o l manın dışında, mutlak iktidar ı n ı meşru k ı l m ı ş da ol
maktadır.
Bir toplumda ya da bir toplulukta bir ba ş ın ( şefi n ) bulunması gerektiğine yü
rekten inanan ve i ktidarı tek kişinin ellerine bırakman ı n daha yerinde olduğunu dü
şünen disiplin tutkunu Ksenophon'a göre, "krallar ve yöneticiler, ne bir asa ta şıyan
lar, ne kalaba l ı k tarafından se çilenler, ne kura ile atananlar, ne de iktidarı şiddet ya
da hile y o l uy la ele geçiren lerdir ; bun lar yönetmesini bilen kişi lerdir. " 1 1 8 Demek ki
önem l i olan, i ktidarın nas ı l e l de edildi ğ i değil di r ; iktidar sahibin in gerçek anlamda
bir yönetici ya da. bir kral olabi l mesi için, iktidarı hak etmesi , bir başka deyişle top
l u m daki en üstün ve yönetmeye en yetkin kişi olması gerekir. Çünkü " insanlar, ken
di çıkarları konusunda kendilerinden daha bilgili olduğuna inandıkları kişiye gönül
119
den boyun eğerler."
Yeteneğinin ve otoritesi n i n kendisine sağladığı üstü n lü kten ba şka, monark,
diğerlerinden öngörüsü ve çok ça lı şmasıyla da daha üstün bir düzeyde bul unur. Uy
rukları üzerindeki hükmffnü, onları i kna ederek, on ları n onayı n ı kaz.anarak sürdürür.
Böylece ·Ksenophon, iktidar bakımından conconsus'ün önemine dikkati çekm i ş
o l u r . Ayrıca monar k ı n ı kam usal iyiliği gözetmekle yükümlü kılıp, onun ahlaksal
erdem lere sahip o lması gerektiğini de vurgular. Tirandan farkl ı olarak, "iyi bir kra l ,
ya lnız kişisel i ş lerini iyi b i r biçimde yürütmekle yeti nmeyi p , uyruklar ının mutlulu
ğ u n u da sa ğ layan kra ldır. Çünkü bir kra l, kendisine özen göstersi n diye değ i l , fakat
20
onu seçenleri başarıya götürsün diye seç i l ir. " 1 B u n a göre Ksenophon'un monarkı,
m u tlak bir iktidara sahip olmakla bir l i kte, bilgisini ve aklını kullanarak iktidarına
keyfi bir nite l i k vermez. İ ktidar ı , adaletin sınır lar ı i çine yerleştirilmiş ve yönetilen
ler i n hizmetine koşulm uştur. Ksenophon, çeşitli yapıtları nda ortaya koyduğu bu
düşünceleri y le , her yönüy le "aydın despot" olarak adlandır ı labilecek bir monark
91
portresi çizmektedir. Bundan ba şka, Prelot ile Lescuyer'nin de belirttiği gibi, bütün
gücünü kendi kişiliğ inden alan - ve askeri bir otoritesi bulunan bu monarkın
y önetim i , klasik anlamda bir monarşiden çok bir di ktatörlüğü andırmaktadır. 1 2 1
d- İsokrntes' in Arayışları
Atina'da bir retori k okulu kurmuş olan, Sofist Gorgias' ın öğrencisi ünlü söy
levci İsokrates ( 1 .ö. 436-338), i lke ol.ırak demokrasiye karşı değil dir. Hatta i .ö.
380'de yazdığı Panegyrikos adlı siyasal incelemesinde, Peri kles'in "Cenaze Töreni
Söylevi"ndeki deyişlerini andıran sözlerle Atina'ya ve demokrasiye övgüler yağdı
rır : " Polisimiz başka halkları, düşünce ve söz bakımından öylesine geride bıra km ı ştır
ki, onun öğrencileri diğerlerinin öğre� meni ol muşt.ur ... Biz halklara yardım ederiz;
zorbalığa karşı savaşırız; çoğunluğun aztn lığa boyun eğmesini, diğer yurttaşlardan
aşağı olmamakla birlikte servet olanaklMından yoksun kalmış kişilerin k(!mu�I gö
revlerden dışlanmasını ve ... yurtuşların bir yasayla bütün siya sa l haklardan yoksun
bırakı lmasın ı , büyük bir kötülük sayarız . " ı 2 2
Fakat İ sokrates'in yücelttiği ve Atina 'da yeniden uygulanmaya konulmasını
istediği demokrasi, Solon'un ya da K leisthenes' in demokrasisidir, kendi deyişiyle
patrios politeia (ataların anayasası)dır. İ sokrates, demokrasinin zamanla aldığı
b i çi m den hoşnut değildir ; yozlaşmış olan bu rejimin, reformlar yo luyla eski
mükemmel günlerine geri döndürülerek düzeltilebileceğine inanmaktadır. Ona göre,
"bir zamanlar polisi yönetenler, yurttaşların, disiplinsizliği ( düzensizliği) demokra
si, yasaları aşağıla mayı özgürlük, konuşmada ölçüsüzlüğü eşitlik ya da her istediği
n_i yapma o lanağını mutluluk olarak kabul etmelerine neden olan bir anayasa değil,
fakat bu tür insanlardan nefret edip on ları cezalandırmasıyla yurttaşlarını daha bilge
kılan bir anayasa yapmışlardı."123 Demek ki, yukarıda sayılan tüm bu kötülükleri
i çeren yürürlükteki demokrasi, gerçekte anarşiden baş ka bir şe y değil dir. Anarşiden
k urtulabilmek için demokrasiden vazgeçmenin gerekmediği inancını ta şıyan l sokra
tes, siyasal haklardan yararlanan yurttaş sayısının azaltılmasıyla rejimin düzeltilme
sine doğru ilk adımın atı lmış olacağını ileri sürer. Patrios politeia 'da siya.sal haklar
dan yararlananlar, atlı lar i le gelirlerini topraktan e l de edip askerl i k görevlerini hop
lit olarak yerine getiren yurttaşlar değil ler miydi? Böylece lsokra,tes, etki n (aktif)
yurttaş-edilgin ( pasif) yurttaş ayrımını getirmiş o l ur. 1 24
92
Bu ayrımın mantıksal uzantısı, aşırı {matematiksel) eşitlik ilkesinin terk edi
lip, bunun yerine orantılı (geometrik) eşitlik i lkesinin uygulamaya konmasıdır.
"Bir polisin iyi bir biçimde düzenlenmesine katkıda bulunan en önemli şey ... , iyi
lere ve kötülere aynı şeyleri veren eşitliğin atılması ve her kişiyi değerine göre onur
lan·d ıran ya da cezalandıran eşitliğin kabul edilmesidir."1 2 5 Yurttaşların toplumda
ki yerleri ni değerlerine ve yeteneklerine göre belirleyen liyakat ilkesi, kamusal g�
revlerin dağılımında kura sistemine başvurulmasını reddeder. Seçim, en yetenekli
ki şilerin iş başına gelmesine yol açar; üstelik bu sistem, demokrasinin özüne daha
uygundur. Çünkü; " kurada hakim olan talihtir; bundan dolayı da yöneticilikler ko·
laylıkla oligarşi yandaşlarının eline geçer. Buna karşıl ık, en uygun olanları belirle
6
yen halk, yürürlükteki anayasayı en çok seven kişileri seçmekte özgür olacaktır ." 1 2
Böy lece, doğrudan demokrasinin yerini temsili demokrasi almış olmaktadır. İsokra
tes'in öngördüğü bir başka reform da, toplumda ahlaksal (moral) kalkınmayı sağla·
ya bi lecek tek kurum olan Areopagus 'a eski yetkilerinin ve saygınlığının geri verilme
sidir. Sonuçta, patrios politeia adı altında or taya çı kan bu ılımlı demokrasi, halkın
kendi kendini yönetmediği, fakat kendisini yöneten, kamusal i şlerle özveriyle uğra·
şabilecek maddi olanaklara sahip, yetenekli, namuslu ve bilgili kişileri seçtiği ve de
netlediği bir rejim olarak belirmektedir. İsokrates'in değerlendirmesiyle "en yete
neklilere devlet işlerine bakma görevi veren, halka da bunlar üzerinde egemen bir
erk tanıyan bu demokrasi, en sağlam ve en doğru demokrasidir." 1 2 7
Hocası Gorgias'ın panhelenist fikirlerinden etkilenen lsokrates, Yunanlıların
şiyasal ya da en azından askeri düzeyde birleşebilmelerinin güçlü bir kişinin önder·
liğinde olabileceği düşünC(esinden hareket ederek, ılımlı demokrasi yanında monar
ş iye de yer verir. Panegyrikos'u yazdığı dönemde, Yunan dünyasının düzene kavuş
ması i çin zoruplu gördüğü Helen birliğinin, Atina'nın hegemonyası altında gerçek
leşmesi gerektiğini savunur. Fakat daha sonra, Atina'nın bu görevi başaramayacağı
nı görüp güçlü bir monark arayışı içine girer. Sparta Kralı Archidamus ile Syraküza
Kralı 1. Dionysios'a yaptığı çağrılar sonuçsuz kalır. Yaşamının son yıllarında, Pers
lere karşı Anadolu'da bir kolonileştirme politikası güderek Yunan dünyasının
toplumsal krizlerine bir çözüm getirebilecek ve böylece Yunanlıları barışa ka vuştu
rabilecek bir monarkı, birçok ki şinin barbar olarak kabul ettiği M akedonya Kralı
il. Philippos'un kişiliğinde bulur. 1 2 8 Seçimin doğru olduğunu, il. Ph ilippos, Yu
nanlıları birleştirerek kanıtlar; fakat bunu, i sokrates' in öngördüğü gibi bir uzlaşma
yoluyla ve bir federasyon biçiminde değil de, Yunan ordularını Khaironeia sava�ın
da bozguna uğratıp polisleri boyunduruğu altına alarak gerçekleştirir.
93
İ sokrates, monarşi yanlısı yazılarında, bu reji min i�i öze lliğinden dolayı yeğ
lenmesi gerektiğini ileri sürer : ilk olarak, monarşide iktidarın kesintisiz bir biçi mde
el değişti'rmesi (yani, sürekli oluşu ) , polisin politikasının sürekliliğini sağlar. İ kinci
özelliği, iktidarın tek kişinin elinde toplanmış bu lunması, bir başka deyişle ''bir"
olmasıdır; böylece toplum "bir"lik iç inde tutulur ve düzensizliğe yol açan sorum
lulukların dağıtılması sistemi ortadan kaldırılır. Ayrıca İ sokrates, Ksenophon gibi,
kralın tirandan farklılığını vurgu lamak amacıyla, yasa lara saygı lı olmayı monarşinin
önemli özelli klerinden biri olarak da ortaya koyar. Ancak bazı yazılarında, panhe
len izmin gerçekleşebilmesi için monarkın hiçbir şeyle sın ırlandırı lmaması gerekti
ğini düşünerek, "kral ların istencinin ( iradesinin) en üstün yasalar olduklarını " söy
lemekten ( ve böylece kendisiyle çelişkiye düşmekten) de ka c ınmaz_ 1 2 9
94
BÖLÜM i V
i. ö. 469-399 y ı l ları arasında yaşamış olan Atina l ı Sokrates, gene llikle Eski
Yunan düşün yaşamının en büyük adı ya da dafıa doğrusu en büyük bi lgesi olarak
kabu l edilir. Onun bu büyüklüğü, lıakkında yeterli ve sağlıklı bilgilerin bulunmadığı
düşüncelerinde n çok, yaşamı (ve ölümü) ile çevresinde yarattığı büyüleyici etkiden
. ve bu etkinin öğrencilerinin yazıları sonucunda zamanın sınır larını aşıp "ölümsüz"
bir. n itelik kazanmasından kayna klanmaktadır. "Nitekim kendisinden sonraki felse
fe çığ ırlarının çoğu, bilge i dealinin cat\Jı örneğini lıep Sokrates'de bulmuşlardır." 1
A- Sokıates Sorunu
Sokrates 'in öğretisini saptamada karşılaşı lan en büyük sorun, onun yaşamı
boyunca konuşup tartışmayı yeğlemiş ve fı i çbir şey ·yazmam ı ş olmasıdır . Bu
bakımdan, düşünceleri, yöntem i , davra n ı şlar ı , Atina polisinin bir yurttaş ı olarak Sİ·
yasal tutumu, onunla ilgili kaynaklardan öğrenilmektedir. E l i mizdeki kaynakların
yetersiz o ldukları söylenemez. Bu kaynakların başlıcaları; Platon i le Ksenopfıon'un
"Sokratik yapıtları ", Aristophanes ' i n bazı kpmedyaları ve Aristoteles'iıı Metafizik ' i .
dir. Ancak, nicelik bakımı ndan yeter li olabilecek bu çeşitli kaynaklar, Sokrates'i
anlamamızı kolaylaştırmak şöyle dursun, dalıa da güçleştirmektedirler. Bunun te
mel nedeni, yazarların onun fıakkında farklı, fıatta zaman .zaman karşıt şeyler yaz.
mış, bir an lamda birbirleriyle çelişen Sokrates portreteri çizmiş olmalarıdır. Aris
tophanes'İll komedya larındaki Sokrates, yergi amacıyla ortaya kc;ınmuş bir karika·
türden başka bir şey değ ild ir. Fakat, fıer karikatürün be l l i bir ö l çüde de olsa gerçeği
yansıttığı göz önüne a l ınd ığında, Aristopha nes 'i n tan ı k l ı ğın ın bir ka l e mde silinip
atı lmasının ya n l ı ş bir tutum olacağı anlaşı l ır. Üstelik bu komedyalar, Sokra tes'in
sağlığ ında kaleme a l ı n m ı ş o l ma lar ı ba k ı mından da bir önem ta ş ı nıah.tadırlar.
l\lacit C ökberk, s. 5 ! .
95
Buna karşılık, öğrencileri Platon ile Ksenophon, Sokrates ile ilgili yapıtlarını
onun. ölümünden sonra yazmışlardır. Her ikisinin de amacı aynıdır: Büyüsüne kapı l
dıkları öğretmenlerini sa vunmak, yüceltmek ve adını ölümsüz kılmak. Bu çabaların
da başarıya ulaştıkları kesin. Fakat, yüceltt.ikleri kişi aynı Sokrates değildir. Gerek
Platon'un gerek Ksenophon 'un, anısına büyük sevgi ile bağlı oldukları bu kişi hak
kında ne dereceye kadar ne. snel kaldıkları sorunu bir köşeye bırakılsa bile, Sokrates'
in kişiliğini ve düşüncelerini belirleyebilmek için hangisinin öğretmenini gerçeğe
daha uygun bir biçimde yansıtt ığını saptamak gerekir. Gerçek Sokrates, Platon'un
diyaloglarında beliren en üst düzeyden bir metafizikçi miydi, yoksa Ksenophon'un
Memorobilia, Apologia ve Symposion' undaki gündelik davranışlarla ilgilenen salt
bir ahlakçı m ıydı?2
Platon , Sophistes* ya da Nomoi (Yasalar) gibi son dönem diyaloglarının dışın
da kalan tüm diyaloglarında Sokrates'e yer vermiş ve çoğunda onu baş konuşmacı
olarak kullanmıştır. Fakat bugün, gerçek Sokrates'in yalnızca, Platon'un kronolojik
( tarih dizinsel) olarak üç ya da dört bölüme ayrılan diyaloglarının ilk bölümünde, bir
başka deyişle "Sokratik" olarak adlandırılan erken diyaloglarında bulunduğuna
ilişkin ortak bir kanıya ulaşılmıştır. Buna göre, Platon, diyaloglarının geri kalan bü
yük bölümünde, Sokrates'in konuşmalarına kendi öğretilerini koymuş, düşünceleri
ni onun ağzından aktarmıştır. Bu diyaloglardaki Sokrates, yalnızca bir addır ya da
Platon'un imgelem gücünün yarattığı düşsel bir kişidir. Platon açısından sorun bir
Çözüme kavuşmuş gibi görünmektedir. Fakat, erken diyalogların Sokrates'in yön
temini ve düşüncelerini yansıttıkları kabul edilse de, Platon 'un kendisini bu yapıtla
rında tümüyle dışlamış olduğunu ileri sürmek pek tutarlı gözükmemektedir. Büyük
bir olasılıkla, kendine özgü düşüncelerini az da olsa, öğretmeninin sözleri arasına
sı•rpiştirmiştir. Bununla birlikte, ilk yapıtı sayılan Sokrate5'in Sawnmasa'nda Pla
ton'un kendisine hiç yer vermeyip yalnızca öğretmeninin sözlerini aktarmaya ça
lışmış olduğuna kesin gözüyle bakılmaktadır. Platon, Sokrates'i yargılayan mahke
mede izleyici olarak bulunmuştur. Birkaç yıl sonra da, Sokrates'in kendisini savun•
mak için söylediği sözlerden anımsayabildiklerini derleyip edebi bir anlatımla ka
leme almıştır. Sokrates'in Sawnmasa'nın mahkemede hazır bulunmuş olanlarca
okunmuş ve gerçeJdiği bakımından bir tepki görmemiş olması göz önüne alındığın
da, bunun "Sokrates hakkındaki en sağlıklı tanık-yapıt olduğu ortaya çıkar. Ancak,
diğer ilk diyaloglar. hatta K.riton diyalogu için bile bu tür bir yargıya varmak ola
naksız gözükmektedir.
Platon, on yıla yakın bir süre Sokrates'i izlemiş, tartışmalarına tanık olmuş
ve onunla ilgili anılarını üzerinden fazla bir zaman geçmeden, bir- Jnlamda sıcağı sı
cağ ına kağıda di.ikmüştür. Oysa Ksenophon, tam anlamıyla Sokratık çevrenin bir
üyesi olmadığı gih ; , Sokrates'in ölümünden iki yıl önre A.tina'yı ter k.ermiş ve mah-
--- ----
2 Bu soruna hir ._ ,·,ziım getirmek amacıyla ortaya atılan savLırııı . ,. bun-lan L ı v m klanan
tartı ş maların i-- ı.>.ı hır iizeti için bakınız: Copleston, s. l '.?7 '. ı u . Uon H. -. ıl.m, l.ıı Pense"
Grecque , ,. ! 78-1 !i li , I..eon ·Robin, lı Pensee Hcllcniqu<·-0.cs nriginı·s :ı f.p icurı:-, Paris,
PUF., l 'lti 7 _ ' i- ; 1 < 7 ; B. Russell, s . 1 64-- 1 6 6 ; Roıı•:r 0 L..r.ıı ın i. La Philosophie , Paris,
Seghers, < .ilr l . "ıil:l.• �. 8 1 -8 8 .
Sokrates, d h • k ; »dunıden olu�an Sophiste�'in vainu.ca ıl i.. ; ı..i biilumundc n· r aiır.
96
kemede bulunamamıştır. Bu nedenle, Ksenophon'un başta Apologia olmak üzere
Sokrates hakkındaki yapıtlarını, büyük ölçüde kulaktan duyma bi lgilerine ya da
başkalarının ( örneğin Platon'un) yazılarına dayanarak kaleme almış olduğu ileri
sürülür. Ksenophon'un tanıklığına gölge düşüren bir başka nokta, Sokrates ile ilgili
anılarını artık bunların küllenmeye yüz tuttuğu geç bir tarihte ( i .ö. 370 dolayların·
da) yazıya dökmüş olmasıdır. Otuz - otuz beş yıl önce geçmiş olayları anımsamanın
güç olması bir yana, kişinin, bu zaman süreci içinde edindiği değer yargılarının ve
dünya görüşünün etkisi altında kalmaksızın bu olayları ve kişileri çarpıtmadan an
latabilmesinin, başkalarına aktarabilmesinin hemen hemen olanaksız olduğu üzerin
de genel bir görüş vardır. işte bundan dolayı, Ksen\:>phon'un Sokrates'i yanlış sun
duğu ve hatta ona bir Sparta tipi yüklediği bile iddia edilir. Ayrıca, Sokrates'in fel
sefi yönüne hemen hemen hiç değinmemiş olan Ksenophon, belki de onu savunmak
amacıyla toplumsal değerlere ve geleneklere saygılı "sıradan" ve "önemsiz" bir kişi
olarak betim lemeye çalışmışt�r. Birçok araştırmacıya göre, bu betim lemenin doğru
olarak kabul edilmesi durumunda, Sokrates'in belli çevrelerde yarattığı aşırı hayran
lık i le düşmanlığı anlayabilmek o lanaksız olmaktadır.
Sokrates ile ilgili olarak bi l�ilerine başvurulabilecek bir başka düşünür Aristo
teles'tir. Daha önce sözünü ettiğimiz tanıklardan farklı olarak Aristoteles, Sokrates'i
hiç görmemiş ve hatta Atina'ya onun ölümünden ancak otuz iki yıl sonra gelmişti.
Bu nedenle, Metafızik'te Sokrates'in felsefesine ilişkin yazdıkları, onun okuduğu ve
duyduklarından derlediği bilgileri içermektedir. Fakat yine bu nedenden ötürü, bi
l imsel kaygılar taşıyan Aristoteles'in, belli bir zaman dilimi ötesinden baktığı Sokra
tes'i tarafsız bir biçimde ele aldığı, dolayısıyla onun düşüncelerini gerçeğe sa.d ık ka
larak aktarabildiği savı, birçok araştırmacı tarafından savunulmaktadır. Sonuçta,
Sokrates 'i açıklamada izlenecek en iyi yol, Aristoteles'in Metafızik'i ile Platon'un
Sokrates'in Savunması'nın tanıklıklarının olduğu gibi kabul edilmesi, Platon'un di
ğer diyaloglarıyla Ksenophon'un yazılarının sağlıksız yönleri göz önünde tutularak
dikkatlice k'ullanılması ve Aristophanes'in komedya larından yalnızca Atina 'daki bel
li çevrelerin Sokrates hakkındaki görüşlerini saptamak amacıyla yararlanılması ola·
rak görünmektedir.
8- Yaşanu ve Kişilifi
97
işi olmadığını söyletmiş ise de3 - ilk dönemlerinde doğa felsefelerine ilgi duyduğu
bilinen bir olgudur. Fakat daha sonraları, kosmos ile ilgili sorunların birbirlerine
karşıt i ç i boş kuramlara yol açtığı ve bunlarla hiçbir yere varılamadığı sonu cuna
ulaşan Sokrates, bu konularla ilgilenmeyi bırakmış ve felsefi uğraşını ahlak alanı
üzerinde yoğunlaştırmıştı. Aristoteles, Sokrates'in felsefeyi yeryüzüne indiren ilk
kişi o lduğunu söylerken bu gerçeği dile getiriyordu.
Sokra tes'in çirkin bir dış g örünüşe sahip olduğu üzerinde ortak bir görüş var
dır. Alkibiades, onu dazlak kafalı, koca karınlı m itolojik yara tıklar olan Silenoslara
.
benzetir 4 Fakat Sokrates, eğri büğrü bir görünümü olmasına karşın, en zor fiziksel
.
koşullara kolaylıkla day anabilecek güçlü bir bedensel yapıya sahipti. Katıldığı
Potideia ya da Delion savaşlarında, herkese, bu özelliğini kanıtlamakla kalm amış,
dahası ne den l i yürekli, yiğit olduğunu da g östermişti. Potideia savaşında A l ki bia
des'i ölümden kurtaran oydu. 5
İlginç davranışları , . ma ddi edin-çleri önemsemeyen tutumu, bitmez tükenmez
m erakı, önüne çıkan her kişiyle tartışması, kısacası sürdüğü yaşam biçimi, Sokrates'
in Atina halkının ilgisini çeken ta � mmış {popüler) bir kişi olmasına yol açmıştı . Bu
nun en açık kanıtı, Aristophanes'in, Sokrates henüz' hayattayken, çeşitli komedya
larında ondan .söz etmiş, h atta Bulutlar oyunuyla onu sahnede canlandırmış olması
dır. 6 Eğer Sokrates -Ksenophon'un ileri sürdi!ğü gibi- sİradan bir kişi olmuş olsay
dı, bu komedyalarda 'adının bile yer almaması gerekirdi. Yaz kış demeden çıplak
ayakl a dolaşan Sokrates, giyimine hiç önem vermez, hep aynı yırtık pırtık giysileri
giyerdi. Bu davranışı, onun yoksul olduğunu göstermez; üstelik, bazılarının ısrarla
üzer inde durmalarına karşın , Sokrates'in yaşamını yoksulluk içinde geçirdiği de
söylenemez. Çünkü askerliğini hoplit olarak yapmasİ ndan, l>nun kendisini ağır si
lah larla donatabilec:ek kadar bir mal varlığına sahip bulunduğu (ya da en azından
yaşamının son yıllarında yoksulluğa düştüğü) anlaşılmaktadır. Sokrates'in bu tür
giysileri yeğlemesi, bedensel tutkulara egemen olarak fiziksel aşkı önemsememesi ya
da çok ender şarap içmesi ( içtiği zaman da çok içip hiç sarhoş olm aması), bildiği
doğrulardan şaşmaması, kişiliğinin çok önemli bir özelliğinden, felsefesiyle, ahlak
.anlayışıyla tam anlamıyla tutarlılık gösteren bir yaşam sürmüş olmasından kaynak
lanıyordu. Bir başka deyişle, kişisel düzeyde teori ile prat iği kesin bir uyum içine
.
sokm ayı başarmıştı; öylesine ki, ilkelerinden, düşüncelerinden ödün vermemek ama
cıyla ölüme gitmekten bile kaçınmamıştı. Bir insanın yapabileceği en yürekli davra
nışla kanıt ladığı bu tutarlılığı, daha sonraları "ideal bilge tipi" için genellikle Sok
rates 'e atıfta bu lunulmasında. etkili olan en önemli nedendir.
Toplu mdaki ahlaksal ç öküşe karşı koyan ve yitmeye yüz tutmuş olan polise
özgü değerleri yeniden canlandırmayı amaçlayan Sokrates, Sofistlerin tam karşı
kutbunda yer alır. Fakat Sokrates'in "Antik Aydı nlanma Çağı" olarak bilinen bu
5 Symposion, 220d-e.
6 Aristophanes, Bulutlar'·• İ.ö. 423 yılında sahneye koymuştur. Sokrates'ten söz ettiği di
ğer komedyaları, Kuşlar (i.ö. 4 14) ile Kurbağalar'dır (İ.ö. 405).
98
dönemin düşünürleriyle mücadele etmiŞ o l ması, onun, "ki şinin aklını başkasının
kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanması ve toplumsal normlarla değerleri aklın
süzgecinden geçirip akılla eleştirip aydınlatmas ı " 7 olarak tanı m layabileceğimiz ay
dınlanma akımına karşı gerici bir tepkiyi temsil ettiği şeklinde değerlendirilmesine
yo l açmamalıdır. Çünkü bu bakımdan, Sokrates ile Sofistler arasında tam bir uyum
bulunuyordu. Bundan başka, Sokrates'in Sofistlere benzemesine neden olan başka
yön ler de vardı: Onlar gibi, metafiziksel sorunlarla, doğa bilim leriyle ilgilenmiyor,
kısır kurgulara varan her türlü uğra ştan kaçınıyordu ; temel sorunsalın ı , insan, daha
doğrusu insanın mutluluğu oluşturuyordu ; halk dinine ve siyasal yönetim lere karşı
özgürlüğünü elden bırakmıyordu. Ayrıca bir dereceye kadar Sofizmin kuşkuculuğu
ile tartışma yöntemini de benimsemişti. Bu benzerlikler nereden kaynaklanıyordu?
Herşeyden önce, Sofizmin düşünce ortamında yetişmiş olan Sokrates'in bu akı m
dan belli bir öl çüde de olsa olumlu olarak etki lenmemesi olanaksızdı. Genç liğinde
Prodikos'un derslerini izlediği tartışmalı ise de8 , Sofistlerin yapıtlarını okuyup in
celediği kesindir. Üstelik Sofistlerle yakın ilişki içindeydi ; savlarını çürütmek ama
cıyla da olsa, onlarla tartışmaktan büyük haz a lıyordu. Kendi kendine üstlendiği
"görevi", Sofistlerin mesleğini andırıyordu ; sorunlara onlar gibi faydacı bir açıdan
yaklaşmayıp, bunların özünü kavramaya ve böylece çözmeye uğraşmasına karşın,
aynı amacı güdüyordu : İ nsanları aydınlatmak. Bunun · için, ister istemez Sofistleri
andırırcasına, insanlarla konuşuyor, onlarla tartışıyordu. Bir bakıma, yaptığı tek
"iş" buydu.
Bu nedenlerden ötürü Sokrates, döneminin yurttaşlarının büyük bir çoğun
luğu tarafından Sofizmin en önde gelen sözcülerinden biri olarak değerlendirilmiş
tir. Bu yanılgıya düşenlerin başında Aristophanes gelir. Bu ünlü komedya yazarı,
Bulutlar adlı oyununda, Sokrates'i , insanlara "kendisine para verildi mi, haklı hak
sız bütün davaları söz ile kazanmayı ..• , her haklı olan şeyi reddedebilmeyi..., halkın
karşısında fikirlerini kolaylıkla kabul ettirebilmeyi öğreten" düzenbaz ve "tanrıla
ra yerden değil de, bir sepet içinde dt olsa yukarıdan bakan" dinsiz bir Sofist olarak
gösterir.9 Oyununun bir başka yerinde, kendisinden ders almakla ne kazanacağını
soran Strepsiades karşısında Sokrates'e, "söz ebesi olacaksın, dili düdük olacaksın,
malın gözü olacaksın." ı o diye yanıt verdirir .1 1 Aristophanes, Bulutlar'ı ile Sokra
tes'i gülünç duruma düşürmekten de öte, ağır bir biçimde karalamayı amaçlamıştır.
Fakat bu tutucu yazarın Sokrates ile kişisel bir sorunu yoktur. Sokrates'in Atina'da
7 İmmanuel Kant, " Aydaılanma Nedir? Sorusuna Yanıt" in Felsefe Yazılan, İstanbul, Yaz
ko, 6. Kitap, 1 983, s. 1 39 ; Ernst Cassirer, La philosophie des LumiCreı, Paris, Agoı:a
Fayard, 1986, s. 44; Macit Gökberk, s. 4 7.
8 Platori'un, Sofistlerin baş düşmanı · yaptığı Sokrates'i aynı zamanda Prodikos' un öğren
cisi olaı:ak gösterm.esi (1\-fenon 96d, Kratylos 384c ve Protagoras 34la) , eğer alay etme
amacıyla kaleme alınmamışsa, �rçek bir olgunun dile getirilişi olarak kabul edilmelidir.
9 Aristophancs, Bulutlar, s. 7, 42 ve 24.
10 lbid, s. 1 5
11 Gerek. Platon, gerek KsenepJıon, Aristophanes'in Sok.rates'c .yönelttiği bu suçlamaların
ne kadar yersiz olduklanru göstermeye çalışmışlardır. Bakınız: Platon, Apologia 19b-c
ve Ksenophon, Symposion, VI, 6-10.
99
popüler bir kişi olması nda n yararlanmış ve onun kişi liğinde geleneksel değerleri yık
maya yönelen Sofistleri aşağılamaya çal ışmıştır. Aristophanes 'in bu yanılgıya, bil
gisi z l iğ inde n , düşünceleri ayırt etmedeki yeteneksizliğinden dolayı düştüğü ileri sü
rülerek ona bir tür "özür" bulunabilir. Fakat Sokrates'i biçimsel olarak da bir Sofist
yapıp, onun para kar ş ı lı ğ ı nda ders verdiğini söylemesi, bağışlanacak gibi değildir.
Çünkü burada söz konusu olan , bir yanılgı deği l , fakat bir iftiradır .
Sokrates, Sofistlerin tersi ne parayla ders verme yoluna gitmemiş, Atina sokak
larında, meydanlarda ya da zengi n evlerdeki şölenlerde önüne çıkan her sın ıftan ki
şiyle konuşup tartışmış ve böylece ha l k ın saplanıp kaldığı önyargıların, yanlış ka
,
nıların bilincine varmasına uğra şmı ştır. Bir okul oluşturmamasına karşın, bu uğra
şında yalnız kalmamış, daha d oğrusu düşüncelerinden, kıvrak zekasından ya da tar
tışma ustalığından haz alan çoğu aristokrat kökenli gençlerden oluşan bir grup çev
resini sarmış ve onu izlemiştir. Bu hayranlarının arasında, Kriton gibi felsefeye yat
kın olmamakla birlikte onun ki şiliğ in den etkilenmiş ve son anına kadar yanından
ayrılmamış olan lar vardı. Diğerleri, daha sonraları ortaya koydu kları düşünce ve ya
zılarıyla Sokrates'in öğretisini sürdürme savında bulunmuş olan til mizleriydi (öğren
cileriydi) . içlerinde Platon, Phaidon gibi çok genç yaşlarında Sokrates'i tanımış
olanların dışında kalanlar (örneğin, Eukleides, Antisthenes ya da Aristippos gibi
ler), Sokrates'in öğrencisi olmadan önce ya 'da aynı zamanda başka felsefi çevrelerle
ili şki içinde bulunmuşlardı. Gerek bu olgu, gerekse tilmizlerin birbirlerinden çok
farklı, hatta karşıt görüşler ileri sürmüş olması, Sokrates'in öğretisinin dogmatik bir
n itelik taşımadığı gibi, değişik öğretilere yol açabilecek esnek bir yapıya sahip
o lduğunu da göstermektedir. Tilmizleri olmayan ve doğrudan doğruya Sokratik
çevrenin içinde yer almayan bir başka hayranlar grubu daha bulunuyordu. Gerçeği
bulamama gibi felsefi kaygılar ta şımayan ve kamusal yaşamda başarılı olmayı hedef
leyen bu gençler, ı.aman zaman Sokrates'in çevresinde yer al ıyorlardı. Alkibiades,
Ksenophon ve Platon'un akrabaları Kritias ile Kharmides, bunların arasındaydı. Sok
rates'e yakın olmakla güttükleri gerçek amaç, onun tartışmalarını, akıl yürütmeleri
ni, çözümlemelerini izleyerek bunlardan pratik yaşamda kullanabilecekleri bilgiler
elde etmekti. Platon'un Alkibiades'e söylettiği gibi, bu kişiler paradoksal bir biçim
de , hem Sokrates'e büyük bir sevgi ve hayranlık besliyorlar, hem de onun büyüsüne
kapılmaktan korkup kendilerini ona karşı korumak gereğini du y uyorlar d ı . 1 2
İ ktidar tutkunu bu gençler, Sokrates ile aralarına bir mesafe koymaya çal ış
mışlardı; iktidardaki yetişkinler ise, bununla yetinmeyip Sokrates'i tümüyle ortadan
kaldırmayı tasarladılar. Bu kararlarında kendileri ni haklı görüyorlardı. Çünkü ken di -
12 Alkibiades, Sokrates'e olan duygularuıı şöyle dile getirir: " ... Onun için tıkıyorum ku
laklarıı:nı sözlerine, Sirenlerden kendimi korur gibi, bucak bucak kaçıyorum, şuracıkta,
bu adamın ayak ucunda ömür boyu oturup kalmayayım diye Utandığım tek insan odur
••.
benim. Biliyorum çünkü, biliyorum ki, onun yap dediklerini yapmamak için haklı neden
ler göstermek eljmden gelmiyor, gelmiyor ama, onun yanından uzaklaşır uzaklaşmaz ka
labalıklardan alkış toplamak hevesine kapılıyorum. Bu yüzden kaçak bir köle gibi kaçı
yorum ondan, her gördükçe de verdiğim sözlerden utanıyorum. İnsanlar arasından çekip
gitmesini .candan dilediğim bile oldu çoğu kez. Ama ba�ma böyle bir şey gelse, duyaca
ğım acının bin beter olacağını da biliyorum." Platon, Symposion 2 1 6 a-c.
1 00
sinden kurtulmak istedikleri bu k i ş i , on ların gözünde, toplumun esen liğini tehli keye
atan Sofistlerin en be la lısıydı.
C- Bilgi Kur.ınu
Sokrates, Sofistlerin yalnızca yaşam biçim lerinin değ il, bilgi kuramlarının da
tam karşısında yer alır. Bu karşıtlık, i l k bakışta Sokrates' in kendini filozof (philo- ·
sophos) olarak adlandırmasında görülür. "Bilgi li kişiler", " bilgiye sahip kişiler "
oldukl arını ileri süren Sofi stlerden fa r k l ı olarak Sokrates, "bilgiyi seven k i ş i " anla
mına gelen filozof adıyla yetinir. Ona göre, san ı lardan (doksa) hareket eden insan
lar, bilgili old uklarını sanarak büyük bir yanılgıya düşmektedirler. Hi çbir şey bi l
m ediklerinden ba şka, bilgisiz oldu klarının bile bilincinde değil lerdir. Sa nılara sa p
lanıp gerçek bilgiy � (episteme) giden yolu kendi el leriyle kapamaktadırlar. Öne m l i
olan, daha doğrusu bilgiye u laşmada atıl ması gereken ilk adım, kişinin ilk önce ken
d ini bilmesidir. Sokrates, bilginin bu ilk evresine ulaştığı, dolayısıyla diğer insan lar
dan daha bilge olduğu inancındadır. Bunu yalancı bir a l çakgönüllülük kıl ıfı altına
gizlemeye ka lkışmaz, fakat ününün bilgeliğinden kaynaklandığını ve bu bilgeliğin
sa lt insanlara özgü bir bilgelik olduğunu aç ı k ça dile getirir.1 3
Sokrates' in bu yargıya varması ve ardından Atina'daki eğiti mcilik görevine
ba şlaması, savunmasında anlattığı Delphoi bi licisi olayına bağlıdır: 14 Bir gün De lp
hoi 'daki bilici ya � tanrı sözcüsü, candan arkadaşı Khairephon'a Sokrates'ten daha
bilge bir kişi olmadığını açıklar. Ta nrı n ın yalan söyleyemeyeceğini bil mesine kar
şın, bu sözün ardında yatan gerçeği bulabil mek amacıyla Sokrates, bir araştırmaya
girişip çeşitli meslekten kişileri sorgulayarak bunların bilgi derecesini ölçmeye ba ş
lar. Sonuçta, konuştuğu politikacıların, ozanların, e l işçilerinin hiçbir şey bilmez
ken bildiklerini sandıklarını görür ve bilgeliğinin bir şey bilmediğinin bil incinde ol
masından kaynaklandığını anlar. Ona göre tanrı Apollon, Oelphoi 'daki sözcüsünün
aracılı ğ ıy la, "Ey insanlar! İ çinizde en bilge ki ş i , Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte
15
bir h i ç olduğunu bilendir . " demek istemi ştir. Böylece Sokrates, "gerek kendisi
16
ni, gerek başkalarını incelemek, sınamak için tanrı tarafından görevlen dirildiği"
inancına kapılarak , kendisinin "yer yer dolaşıp, yurttaş olsun, yabancı olsun, bilge
sandığı kim i bulursa konuşup sorgulamak; bilge o l madıklarını anlayınca da, tanrının
1
savunuculuğunu yaparak bilge olmadıklarını on lara göstermek" 7 şeklinde tan ımla
dığı bu tanrısal görevi yerine getirmeye koyulur. Buradan da Sokrates'in bilgeliği
nin, içe dönük ve yalnızlığa yöne l i k Doğu bilgelik anlay ı şından çok farklı o larak ,
insanlığın hizmetine koşulan, bir ba şka dey i ş le toplumsal b i r etkinlik göstererek in
sanları aydın latmayı amaç edinen bir bilge l i k olduğu anlaşılmaktadır.
Sokrates, bilgi dogmac ı larına ( özel likle Sofistlere) "Bir şey biliyorsa m , o da
1 01
hiçbir şey bilmediğ imdir" deyi şiyle karşı ç ıkar. Bu, göreli bilgi anlayışına varan
Sofizm kuşkuculuğu değildir ; dahası bilinemezci lik (agnosticisme) felsefesinin bir
ifade ediliş biçimi olarak da yorumlanmamalıdır. Tersine Sokrates, bilginin görece
olmadığı ve koşul lara ya da kişi lere göre değiş meyen evrensel gerçekleri n, dolayı
sıyla gerçek bir bilginin bulunduğu inancını tışır. Ona göre, bilgiye (episteme) ulaş
mayı sağlayan aklın bir yasası vardır ve bunun araştırıl ması gerekir. Bunun için de
duyumlardan kaynaklanan algılardan değil, fakat soyut kavramlardan hareket edi l
melidir. Kavramların yerli yerine oturtu lup doğrulu klar ı n ın sınanması ise, on ların
tanım lanması ile olasıdır.
Aristoteles, bilimin başlangıcında yer alan iki gelişmenin Sokrates'e yüklene
bileceğin i belirtir ; bunlar, tümevarımcı usavurmalar ile evrensel tanımlardır.18 Ona
göre, "Sokrates, ahlaksal alanda evrenseli aramış ve düşünceyi tanımlar üzerine yo
ğun laştıran ilk kişi olmuştu . . . Fakat Sokrates, evrensellerin ya da tanım ların ayrı
olarak varolduklarını düşünmüyordu ; bununla birlikte Platoncular, onlara (nesneler
-
den ) ayrı varo luş verdi ler; bu, onların i dealar dedikleri türden bir şeydi . "19 Aristo
teles'in bu sözlerinden de anlaşıldığı üzere, Sokrates i çi n gerçek ya da bilimsel bilgi
den, kısacası bilimden söz edilebi lmesi, tümevarımSill yöntemle 20 evrensel tanımla
rın, bir başka deyişle tümel kavramların ortaya konulmasına bağlıdır. Çünkü, bilgi
nin objesi durağan, değişmez olandır; bu niteliğe sahip olan ise tikel değil, tümeldir.
Tikel tümele bağlıdır ve tikelin bilgisinden söz edilebilmesi i çin tikelin değişmeyen
tümel yönünü, yani özünü ortaya koymak gerekir. Kavramın (tümelin) kesin,
evrensel tanımı (horismos) verildiği zaman, nesnelerin özünü kavramak müm kün
olur. Böylece bir şeyin özünün ya da kavra mının, yani tek tek durumlarında, edi m
lerinde ve ilintilerinde hep aynı olan yönünün bilinmesi ile, o şey üzerinde sallantılı
sanılar<lan kurtulunarak güvenilir, sağlam bilgiye ulaşı l ır. Örneğin, adalet anlayışı,
devletten devlete, topluluktan topluluğa hatta kişiden kişiye değişikl i k gösterir. Bu
bireysel örnekler - oldukları gibi kabul edildiğinde, Sofistlerin göreli bilgi öğretisini
doğru lamaya yönelik birbirleriyle çelişki l i bir dizi adalet tanımı elde edilir. Faka t
bunlar, tikelin bilgisi olduklarından ötürü, birer sanıdırlar (doksa) . Adaletin gerçek
bilgisi (episteme), onun özünün, tiimelinin bilgisidir ve buna tüm insanlar i�in geçer
li olan evrensel bir adalet tanım ına erişi lerek u laşı lır. Üstelik bu evrensel tanım, dev
letlerin ya da toplulukların adalet anlay ı ş larını yargılayacak evrensel ölçüttür ya da
daha doğrusu gerçeğin ta kendisidir.
Sokrates'in, tanımlamaları irdeleyerek tikelden tümele, bireyselden evrensele
varan bu bilgi öğretisiyle güttüğü amaç, Sofistlerin göreciliğinden kaynaklanan kav
ram kargaşasına, değişken bilgi anlayışına, kısacası entel lektüel anarşizme son ver-
1 02
mektir. Bununla birli kte, gerçeğin salt akıl i l e, usavurma ile elde edileceğine inanan
Sokrates, yine Sofistlerden farklı olarak, kavramların evrensel tanımlarını ke ndisi
vermez, yani çevresi ndeki kişi leri öğretim yoluyla bilgil i kı lmaya kalkışmaz. Zaten,
"bi ldiği tek şeyin h i çbir şeyi bilmediğ i " olduğunu söyleyen bu filozoftan başka
· türlü bir davra n ı ş da beklenemezdi. Platon'un Sokratik diya l oglar olarak bil inen er
ken dönem diyaloglarının her biri, belli bir ahlaksal değerin ne olduğunun saptan
ması ile ilgil idir : Euthyphron'da dindar l ığın , Kharmides'te öl çülülüğün, Lysis'te
dostluğun ya da Lakhes' te yürekli liğin tanımlanmasına ça l ı ş ı l ır. Fakat h i ç birinde
bir sonuca var ı la maz. Bu diyalogların da gösterdiği gibi , Sokrates, gerçeğ i , doğrula
rı b i len birisi deği l d ir, insanlara verebi leceği hazır tanımları yoktur.
İ nsan ların en bilgesi kavramlarin evrensel tanımlarını veremediğine göre, epis
teme ye nasıl ulaşıla bilin ir? Sokrates'i bilge kılan, episteme 'ye sahip olmas ı değil,
'
fakat bunu elde etmek i ç in izlen mesi gereken yolu bilmesidir. Ona göre, bilgi n i n ob
jesi olan tümeller, insanın dışın da değil, içindedirler, ruh unda saklıdır lar. Bunları
bilmek, düşüncenin nesnel değeri durumunda olan akla dayanmaya, anlığa ( ente
lekte) ba şvurmaya bağlıdır. Fakat bu da yeter li değildir; kişi, kendi başına, bilgiyi
bulunduğu yerden ç ıkartıp ona sahip olamaz. Episteme, kollektif bir uğraşı, bir l ikte
çalı şma ve ara ştırmayı gerektirir. Toplumdaki sözde bilgileri, yarım-yanlış ka n ı ları
yıkmak ve doğruya, episteme'ye ulaşmak için Sokrates 'in başvurduğu araştırma
yöntemi diyalogtur (ya da diyalektikti r ) . Bu yöntem, insanın aklını sözlerle güd ü m
leyerek o n u n r u h u n da sak lı bulunan doğruların, bilgilerin gün ışığına çıkmasını sağ
lar.
Sokrates, b i ç im in i Sofistlerden aldığı di ya log lar ı n da (tartışmalarında) kura m
sa l olarak birbir i n i tamamlayan i k i teknik kullanır. Bunlardan i l k i alay (ironie) ,
diğeri doğurtmadır (maieutike). Alay, kamuoyundaki yerleşik kanılardan kaynak
lanan tanımların çürütülmesiyle episteme'ye ulaşmada gerekli olan temizliğin yapı l
masıdır ya da ki Şinin Sokrates gibi hiçbir şey bilmediğinin bilincine varmasıdır. Bu·
nu sağ layan, konuşmanın denetimini elinde bulundurarak · sorduğ u sorularla kar şı
·sındakini y önlend iren S okrates'tir. Fil ozof, ilk önce, belli bir konuda bilgisizl iğini
ortaya atarak, konuştuğu ki şinin kendisini aydınlatmasını ister. Bilgisine güvenen
bu kişi , duraksamadan düşüncelerini a ç ıklar ve konunun odak noktasını oluşturan
kavramı tanım lar. Sokrates, inceden inceye alaylı bir dil kul lanarak, ileri sürülen dü
şünceleri ve veri len tanım ya da tanımları sorgulayıp bun ların ne denli yetersiz ve tu
tarsız o lduklarını gösterir. Örneğin, l.akhes'te yürekl i l iğin ne olduğunu bil meleri ge
re ken ve bil diklerine inanan Lakhes ile N i kias, sorunun özüne inemeyip tek tek du
rumları dile getir d iklerinde n ötürü, Sokrates'in soruları karşısında çelişkiye düşmek
ten kaçınamazlar. Sonu çta , yüreklilik konusunda hi çbir şey bilmediklerini kabu l et
mek zorunda kalırlar. Böylece, Sokrates, bilgisizliklerini yüzlerine vurara k, o n lara
büyük b i r i y i l ikte bulunur: Kendilerini t;ınımalarını sağJar.
Episteme'ye giden yolda birinci evre aşıl mıştır artık. Ki şisel sa plan t ı l a r ı nda n ,
1 03
sürdürerek, karşısındakinin ruhunda uyur durumda bu lunan doğruları ortaya çıkar
tıp bilinir kılar. Bir bakıma kişi, fi lozofun yönlendirici sorularının zorlamasıyla, bi
reyselden evrensele doğru ilerleyerek yalnızca akıl ile kavranabilenin bilgisine, yani
tümelin bilgisine ulaşır. Sokrates, insanların i çindeki gerçeğin dışa ç ı kmasına yar
dım ettiğ inde n dolayı, bu sa na t ın ı maie utike (doğum yardımcılığı, ebelik) olarak
adlandırır. 2 1 Menon adlı diyalogda bir köle ile yaptığı konuşma, maieutike'yi uygu
layışının tip i k bir örneğini oluşturur. Burada Sokrates, okuma yazma bile bilmeyen
bir köleye sorular yönelterek ona bir ge om etr i problemi çözdürtür, bir başka de
yişle onda saklı olan bu bilgiyi doğurtur. 22
Sokrates'iıı yardımıyla kişilerin kendi başlarına elde ettikleri doğrular, bütün
insanlar için geçerli olan evrensel doğrulardır. Demek ki , gerçek bilgi birdir ve ki şi
buna, yalnız aklını kullanıp kavramların doğru tani m ları n ı vererek ulaşabilir. Bunun
dışında bir bilgi arayışı içine girmek, kişiyi yanılgılara, toplumu bir kavram kargaşa
sına götürmekten başka bir sonuç doğurmaz. Elde edilen bu gerçek bilgi, teorik bir
merakı gidermek için değildir ; bununla kurgusal (spekülatif) bir amaç güdülmez.
Gerçekte Sokrates, diyalog yöntemiyle kavramları sorgula-;ııp çeşitli tanı mlar
üzerinde tartışarak, insanların düşüncelerini aydınlatmaya ve böylece onların kendi
lerini tanımalarını ve ortak değerlere ulaşmalarını sağlamaya çalışır. Çünkü ona gö.
re, ancak bu şekilde, insanlar doğru bir yaşam sürme olasılığına kavuşurlar; dolayı
sıyla da erdem, toplumda egemen kılınır ve toplumsal düzen gerçekleşir. Bu bakım
dan Sokrates'in bilgi öğretisi, pratik yaşamın sorunlarını çözmeye, iyi davranışın ne
olduğu sorusuna yanıt getirmeye yöneliktir. Filozofun episteme 'ye ulaşma isteği ,
ahlaksal kaygılarından ya da bir başka deyişle insanları ve toplumu ahlaklı kılma ar
zusundan kaynaklanmaktadır.
D- Ahlak Kurama
söz ed�r . i nsanı kendisine konu edinmesinden ve pratik yaşamın sorunlarına yanıt
aramasından ötürü, çağdaşı birçok kişi tarafından bir Sofist olarak değerlendirilen
21 Sokrates� annesinin ebeliği il e kendi işlevi arasında b ir koşutlulı. kurarak maieutike adı
nı verdiği sanatının kendisini değil, başkalarnu epiı;teme'ye ulaştB'maya yaradığını açık
lar: "Benim doğurtma (maieulike) Sanatım-. kadınları değil, erkekleri doğurtur ve
doğum işlemi sırasında bedenlerle değil, ruhlarla ilgilenir._ Tanrı beni başkalanm doğurt
maya zorluyor, fakat doğurmayı benim elimden almıştır. Bundan dolayı ben, hiç bilge
değilim ; benim diyebileceğim ve ruhumun ürünü sayabileceğim hiçbir buluş da göstere
mem. Fakat benimle ilişki kuranlar, ilkönce hiçbir şey bilmiyor gibi görünürler. Oysa,
hepsi söyleşimuin süresi içinde ve Tanrİnın inayetiyle, başkaları gibi kendilerinin de far
kına vardığı şaş ılacak bir ilerleme gösterirler. Bunwıla birlikte, benden hiçbir şey öğren
medikleri de açıktır ; bu güzel düşünceler hazinesini yalıuzca kendi içlerinde bulurlar ve
onu ortaya çıkartırlar." Platon, Thcaitetoı, 1 50 b-J.
22 Platon, Menon, 82 b- 85 c.
23 Aristoteles, Metaphysika, I, 987 b, 1 -5 ve XIII. 1 0 78 b , 1 5-20 (fbid, s. 505.ve 6 1 0).
1 04
Sokrates, gerçekte, bilgi kura mında ol duğu gibi bu alanda da Sofistlerden çok fark
l ı düşünüyordu. Sofistler, faydac ıydı lar; yalnız kişisel yararı gözetiyorlar ve maddi
yaşamdaki başarıyı en büyük iyilik olarak kabul ediyorlard ı. Oysa Sokrates, salt bir
a h lakçıydı ve soruna bu açıdan yaklaşıyordu. Amacı, insanları (yurtta şlarını) ruhla
rına özen gösterme leri için uyar ma k ve on ların ahlakça yetkin, erdemli olmalarını
sağlamaktı.
Sokrates, savunması sırasında, Delphoi tanrısı tarafından kendisine verildiğine
inandığı görevinin siyasal ya da (Sofistlerinki gibi) öğretse! bir nitelik taşımadığını,
fakat bunun tümüyle ahlaksal ya da daha doğrusu felsefi olduğunu açı kça di le geti
rir. Atinalı lara, " ... son so luğuma değin , elimden geldiğ ince-felsefe ile uğraşmaktan,
sizleri buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım." 24 diye hay
kırır. Kendi benzetmesiyle, bir atsineği gibi25 sürekl i olarak insanları dürtmesinin,
rahatsız etmesinin, karşısına çıka n her yaştan ve her u lustan ki şiyi sorgulayıp utan
dırmasın ın, azarlamasının nedeni, insanların kendileri n i bilmeleri içindir. Actmasız
bir eleştirmendir Sokr.ıtes ; kişilerin onunla karşılaşıncaya kadar doğru olarak bil
dikleri her şeyi yıkıp yerle bir eder. Fakat, b u yıkım i ş lemi gereklidir; b u yapılma
dan, büyük bir iyilik olan erdem inşa edilemez. Daha a ç ıkçası, insanın erdemli ola
bilmesi, dış bir dürtmeyie kendini saplantılarından, önyargı larından arındırıp ruhu
nun derinliklerine inmesine bağl ıdır. Dürtme ve �ı kma işlevini gören Sokrates, in
sanlara büyük bir iyil i k yaptığının inancındadır. Bu inancını, yargı çlarına karşı
" ... benden baş ka hiç kimse şimdiye değin bundan daha büyük bir çaba, iyilik gös
termemiştir kentinize." 2 6 diyerek ifade eder. Çünkü ereği, " ... sokaklarda dolaşarak
genç yaş l ı herkesi , bedene, paraya pula değil, her şeyden önce canın , ruhun eğitimi
ne, yetkin liğine önem verilmesi gerektiğine inandırmaktır. " 2 7
Sokrates'in görevini yerine getirmek için sonu gel mez bir uğraş gerektiren zor
bir yol seçmesi ve bunu yaparken birçok kişinin nefretini üzerine çekmekten kaçın
maması, onun erdem ile bilginin özdeşliğine ilişki n düşünceye sıkı sıkıya bağl ı olma
sından kaynaklanır. Sokrates, yaşamın anıacı olan mutluluğa (eudaimonia) erdem
ile u laşılacağını �vunur. Erdemli olma k, iyi insan olmak demektir; bir başka deyiş
le ahlaklılığın özü iyiyi bilip ona ulaşmaktır. iyilik, maddi zenginliklerin , maddi üs
tünlüklerin elde edilmesiyle o luşmaz; bu, bir akı l, bilgelik sorunudur. Erdem ile bil
ginin özdeş olması, bir yanda bilgiye ahlaksal bir değer yüklenmesi, öte yanda ahla
kın entelektüel bir çerçeve içine oturtulması anlamına gelir.
Anlığı ile tümelin bilgisini (episteme'yi) elde eden, dolayısıyla doğru yargılar
da bulunup neyin iyi neyin kötü olduğunu bilen kişi, aynı zamanda erdemli olan
kişidir. Doğru bilgi, insanı doğru eyleme, ahlaklı davranışlara vardırır. Episteme bir
olduğuna göre, erdem de birdir. Demek ki, erdemli ki şi, erdemin parçalarını da
bi lir; daha doğrusu, her bakımdan her konuda erde m l idir. Bu bakımdan, doğruyu
1 05
bilen bilge, her durumda zorunlu olarak doğru olanı yapar. Hiç kimse bile bile kötü
lük işlemez, kötülük bilgi yoksunluğundan gelir. Hatta bi lgisiz bir kişi, iyilik yap
mak, erdemli davranı şlarda bulu � mak istese bi le, bunu başaramaz.28 Böylece Sok
rates, erdem ile bilginin özdeşliğini savunarak, iyiliğin ya da kötülüğün doğuştan
geldiğine ilişkin aristokratik inancı yadsımış olur. Ayrıca filozofun bu görüşüyle
güttüğü bir diğer amaç, ahlaksal değerlerin evrenselliğ ini, değ işmezliğini ka n ıtlaya
rak , Sofizm göreciliğinin toplumda yarattığı değer kargaşasına son vermektir.
Sokrates'e göre erdem, ki şiyi doğrudan doğruya mutluluğa götürür. E l de edi
len episteme 'nin yitiril mesi söz konusu olmadığından ötürü, bunun yol açtığı mut
luluk geçici değil, kalıcıdır ; kişinin yaşamı boyunca sürer. Bundan dolayı, tensel do
yumların verdiği haz mutluluk olarak anlaşılmamal ıdır. Bilginin ( yani erdemin) kişi
ye kazandırdığı ruh dingin liği ve sağl ığı, gerçek mutluluğun ta kendisidir. Ancak,
Sokrates bir Yunanlıdır, bir Atinalıdır ve Doğulu ya da Pythagorasçı bir bilgeden
fark l ı o larak mutluluğu, her türlü tensel zevki dı şlayan çilekeş ve tümüyle içe (ruha)
dönük bir yaşamda aramaz. Ona göre, bir bilgenin yaşamında, fiziksel güzelliklere ve
hazlara da yer vardır. Sokratesçi bilge, bunlara duyarlı olmakla bir likte, nefsine ha
kim olarak kendin i maddenin çekiciliğ ine kaptırmaz. Tersine, insan doğasında bulu
nan fiziksel güzelliklere ve maddesel hazlara olan eğilimleri, aklın egemenliği altına
sokar ve bunları anlığın (entelektin) hizmetine koşar.29 Demek ki Sokrates'in mut
çuluk anlayışında, dış dünyanın verdiği hazlar, yadsınmay ıp, yalnızca aklın
süzgecinden ge çi ri lere k , ruhsal dingin liği bozmayacak, hatta buna katkıda buluna
cak bir "biçim" almaktadırlar. Bir bakıma mutlu kişi, ruhunun önderliğinde i ç dün
yasını bir uyum i ç ine sokan bilge ki şi olarak belirmektedir.
Sokrates'in erdem ile bilgiyi özdeşleştiren ahlak kuramından zorunlu olarak
ortaya çıkan bir başka sonuç, erdemin öğreni lebilir� öğretilebilir bir iyilik olduğu
dur. "Bilgi Kuramı" bölümünde belirtildiği üzere, episteme insanların içlerindedir,
ruhlarındadır. Bu bakımdan "öğretme", diyalektik yöntemle kişinin aklını güdümle
yerek onun i çindeki doğruları kavramasına, dolayısıyla erdemli olmasına yardım et-
1 06
mek anlamını ta şır. Menon'da bir kö lenin bile bi lgiye kavuşabileceğinin gösteri l me
si , herkesin erd emli olabileceğine i l işkin a ç ı k bir ka n ıttır. Böylece So krates, erde mi
{ay n ı zamanda mutluluğu) bir yandan soylul uğa bağlayan aristokratik savı, diğer
yandan zengin liğe bağlayan burjuva savını çürütmüş olur . Herkesin bi lgi l i k ı l ı nabile
ceği düşüncesinden hareketle, tüm yurtta şların erde m l i olduğu, dolayısıyla bel l i bir
eşitliğin hüküm sürdüğü "yetki n " bir demokrasi anlayı ş ına ulaşılabilir. Fakat Sokra
tes' i n , düşünces i n i , bu mantıksal uç noktasına kadar vardırıp vardıramadığı hakkın
da kesin bir yarg ıya ulaşmak hiç de kolay gözükmemektedir. Bundan son�aki bö
lümde değineceği m i z bu sorun üzer indeki tartışmalar bitmiş değildir, kan ımızca bi
teceği de yoktur.
Sokrates' in to plumsa l ve siyasal düşüncelerini incelemeye geçmeden önce,
onun bilgi kuramı ile ahlak kuramı arasında doğrudan bir bağ olduğu gibi ahlak ku
ramı i le siyasa l sorun lara yakla ş ı m ı arasında da s ı kı bir i l i ş kinin bulunduğunu, daha
doğrusu ahlak anlayışının siyasal bir içerik ta şıdığı n ı belirtmek gerekir. Eski Yunan'
da ahlak i le siyaset, bir bakıma birbirleri n de n soyutlanamayacak bir bütün oluşturu
yorlardı. Copleston'un deyişiyle, "hiç kuşkusuz bir Yunan kent devleti nin ( po l isin)
üyesinde törel (ahlaksa l) bir ilgin in po litik bir i lgiden bütünüyle ayrı lmış olmasını
beklemek doğru değildir , çünkü Yunanlı özsel olarak bir yurttaş idi, ve iyi ya şa m ı
kentin örgüsü i çersin d e götürme k zorundaydı. " 3 0 Bireyin yararını gözeten Sofist ah
laka kar ş ı l ı k Sokrates'in ahlakı, tam anlamıyla top l u m sa l bir nitelik taşır ve genel
iyiliğin, polisin esenliğinin sağlanmasına yöneli ktir. F i lozof, ruhlarını aydın lattığı
insanları doğru düşün meye ve bi lgiye yönelterek, on ların birer bilgin değ i l , ama ger
çek anlamda birer insan, yani birer yurttaş o lmalar ı n ı amaçlar . 3 1 Çünkü ona göre,
bireysel m utluluk to p lumsal mutluluktan ayrı düşünü lemez. Bu nedenle birey, her
şeyden önce bir parçası olduğu bütünün mutluluğunu gözetmeli ve polisine özen
göstermelidir. Sokrates'in insanlara "öğretmek" istediği erdemin ereği de budur.
Kendisi bu düşünceleri n i , savunması sırasında, insan lara yaptığı iyiliği, "herkese
kendini düşünmekten, kendi ç ı karlarının ardı nda koşmaktan önce erde m i , bilgeliği
araması gere ktiğini, devletin sırtından yarar lanmaya bakmazdan önce devlete bak
ması gerektiğini benimsetmeye " 32 çal ı şm a k şeklinde ta n ımlayarak dile getir ir. K i şi
sel ç ıkarını toplumsal ç ı kardan ayrı düşünemeyen yurttaşlar yaratmayı amaçlayan
Sokrates'in ahlak kura m ı , öze l l i kle ikinci ku şak Sofistlerin yaydıkları aşırı bireyci
düşüncelerle mücadele edebilecek e n etkin ve rasyonel ( ussal ) silah olarak be l irmek
tedir.
·Sokrates'in siyasal beğenileri n i , terc i h lerini sapta yabi l mek i çin zorunlu olarak
yine Platon i le Kseno phon'un yapıtlarına başvurmak gerekir. Fakat bu düşünürler-
30 Copkston, s. 1 39.
31 Webcr, s . 5 1 .
32 Platon, Sokr.ıtcs'in Savunması, 36 c.
107
den ilki otoriter-totaliter bir sistemin düşünsel mimarı, diğ�ri ise Sparta hayra n ıdır.
Bu nedenle, bunların Sokrates'in siyasal görüşlerine il işkin yazılarında, ne derece
nesnel oldukları, öğretmenlerinin görüşlerine ne denli sadık kaldıklar ı, yani ken dile
ri nden bir şeyler katmadıkları epey kuşkuludur. 33 Çiinkü gerek Platon'un gerek
Ksenophon'un bu konuda yazdıkları ke limesi kelimesine kabul edi l diğinde, karşı
m ıza bilgi ve ahlak kuramlar ının Sokrates'iyle pe k uyuşmayan, hiyerarşik ve otori
ter bir rejim yan lısı, demokrasi düş ma nı, hatta aristokrasinin sözcüsü bir Sokrates
çıkmaktıdır. Bu tür bir yorumu benimsemek, daha önce Sokrates hakkında yazdık
larımızla bir çelişkiye düşmek olacaktır . Bundan dolayı , Platon ile Ksenophon'un
kişisel düşüncelerini doğrudan doğruya Sokrates'e yükleme yanılgısından ka ç ın mak
amacıyla, onların tanık l ıkları sorgusuz sualsiz doğru olara k ka bul edil meyip eleştirel
ve karşılaştırmalı bir yaklaşımla değerlendiri li p yorumlanacaktır.
Sokrates' in erdemin öğretilebilirliği ve öğren ilebilirliği savı, genellikle demok
ratik içeri kli bir anlay ış olarak ka bul görür. 34 Fakat l(senophon 'un bu konuda yaz
dı klarına gözü kapa lı bir biçimde inanılırsa, Sokrates'te görülen bu demokratik
yönelimin fazla abartılmaması gerektiği, hatta bunun yanıltıcı bir görünüm olduğu
sonucuna varı lır. Çünkü Memorabilia'nın çeşitli bölümlerinde, Sokrates, erdemi
yalnızca eğitime bağlamamakta, işin i çine kalıtımı da sokmaktadır. Örneğin, Kse
nophon bu konuda şunları yazar :
"Sokrates, sık sık a şı k olduğunu söylerdi ; fakat onun beden güze lliğine
değil , doğuşten erdeme eğilimli ruhlara tutkun olduğu görülüyordu ... Doğa
dan yetenekli olduklarına inanıp eğitimi hor görenlere karşı, en iyi doğal ye
teneklerin en fazla eğitim görmeye gere ksinimleri olduğunu kanıtlardı . in ..
sanlar arasında bilimsel uğraşlara en yatkın ruha sahip olan en yetenekli kişi
lerin, eğitim görüp ne yapmaları gerektiğini öğrenirlerse en iyi ve topluma en
yararlı kişiler olacaklarını, fakat eğitil mezlerse en kötü ve en zararlı kişilere
dönüşecekleri n i açıklardı."35
Bazı kişilerin doğuştan erdeme eğil imli oldukları savın ın ortaya kon ması ile
erdem-bilgi özdeşliği ilkesi eşitsizlikçi bir boyut kaza nır. Erdem yani bilgi, toplum
sal hiyerarşiyi belirleyen temel ölçüt durumuna gelir. Çünkü doğal ( ya da ruhsal)
yapıları gereği erdeme yatkınlıkları bulunan insanlar, bu niteliklerini eğitim yoluyla
geliştirip pekiştirince diğerlerinden (yani, doğuştan erdeme eğilimli olmayanlardan
1 08
ya da olsa da eğitim görmeyenlerden) daha üstün bir düzeye ulaşırlar. Böylece top
lumsal bölünmüşlük, ekonomik ya da siyasal değil, anlıksal (entelektüel) bir temel
üzerine oturtulur. Üstelik, Platon ile Ksenophon'un çeşitli yapıtlarında çizdikleri
ka.laba lığı, halkı aşağılayan ve ancak küçük bir azınlığın kendini erdemli kı labilece
ğini öngören Sokrates portresin i36 bu çerçeve içinde değerlendirdiğimizde karşı
mıza entelektüel elitizm çıkar. Bu kuramın siyasal boyutunu, "yönetim, iyiyi kötü
den, doğruyu yan lıştan ayırdedebilecek, dolayısıyla toplumu mutlu kılabi lecek er
demli, bilge bir azın lığın elinde bu lunmalıdır" düşüncesi oluşturur.
Ksenophon'un yukarıda aktarılan erdem ile kalıtımın ilişkisi üzerindeki tınık
lık sözlerinden hareket edip Platon'un ünlü "filozoflar yönetmelidir" düşüncesini
Sokrates'e yakıştıran bu yorum, pek tutarlı görünmemektedir. Herşeyden önce, er
demin eğitimden önce doğal eğilimi gerektirdiği ve üstelik bunun bir azınlıkta bu
lunduğu savının Sokrates!e özgü olduğu üzerinde kuşkuya düşmemek elde değildir.
Çünkü tanrısal bir ödevi olduğu inancını taşıyarak önüne çıkan her kişiyle konuşup
(yani onu eğitip) erdeme yöneltmeye çalışan Sokrates'in aynı zamanda Ksenophon'
un ileri sürdüğü gibi bu düşünceleri savunmuş olması olanaksızdır. (Olanaklı dersek,
So�rates'in tümüyle çelişkiler içinde bir insan olduğunu kabul etmek zorunda kalı
rız.) Filozofun, bilgiye yani erdeme doğuştan yatkın bir. azınlığın bulunduğunu bile
bile, toplumdaki her düzeyden, her sınıftın kişiyle ilgilenmesini açıklamak mümkün.
değildir. Daha doğrusu bunun, Sisyphos'unki gibi hiçbir sonuç vermeyecek saçma
(abaurde) bir uğraş olduğunu söylemek gerekir .37 Oysa Sokrates, evrenin, varolu
şun an lamsızlığın ı, alda aykırıl ığını vurgulayan absurde 'ü savunmak şöyle dursu n ,
tam tersine insan yaşamının akıl ile olan bağlantısını ortaya koymaya ve insanları
bu yönde bilinçlendirmeye çalışmaktadır. Sokrates'in bilgiyi (erdemi) bir elitin ay
rıcaltğı olarak görmediğine ilişkin bir başka kanı t ise, Menon'da bir köleye ruhunda
ki bilgisini doğurtturulması işlemidir. Bir kölenin bile bilgiye ulaşabileceğini kanıt
layan Sokrates, nasıt el.itist olarak nitelendirilebilir ki? Böyle bir yargıya varabilmek
için, ya bu verileri görmemezlikten gelmek ya da çelişkileri peşinen kabu l etmek
gerekmektedir.
1 09
Bununla b ir l ik te, Sokrates'in insanları hi çbir şey bi l med i k ler ini bilemeyecek
den l i b i lg isiz olarak gördüğü kesin dir. Buradan yola çıkılarak şöyle ak ı l yürütülebi l i r :
So krates ile i l i ş kiye girip a n l ı k ( entelekt ) yoluyla i çlerindeki doğr ulara bakmaya ve
böy lece ken diler i n i b i lerek erde mli olmaya başlayanlar , ma ntıksal olarak diğer in
sa n lardan daha iyidirler. Sokrates'in Atina'daki bütün insan larla tek tek i lgi lenecek
za man ı yoktur, da hası birçok kişi onu dinlemeyip önyarg ı lım na , ya n ı lgı larına, mad
desel tutkularına saplanıp kalmayı yeğler . 3 8 Bu durumda, toplu mda üstün bir ente
lektüel düzeye sa hi p olan bir az ı n l ı k ortaya ç ı km ı ş olur. E n telektüalist Sokrates,
doğal o larak beğen isin i bu azın l ığa yöneltecek , ona ağırlık ta n ıyacak tır. Ancak bu
a ç ı dan ve biraz da zorlamayla Sokrates'te entelektüel elitizm i n izlerini bulmak ola
sıdır. Hatta elitiz mden çok bir e lit teorisinin tohumlarından söz etmek daha doğru
o la b ilir . Çünkü bir azın lığ ın bilgi yönünden üstün bir konu mda bu lunması, onun
kişisel terci h i deği l, fakat büyük bir çoğ unl uğun henüz bilgili kılınamamış olmasının
zorunlu bir sonucudur. Yönetimi böyle bir azın l ığa vermek düşüncesi ise, entelektü
alizminin gereği olarak belirmektedir. Daha açıkçası, yurttaşlık bilinci n i bilgiye
bağlayan Sokrates'in anlayışından, ister istemez, yönetim bilgili-erdemli kişilerin
elinde bulunmalıdır sonucu ç ıkmaktadır; çünkü ülkenin yönetimi yurttaşların işidir ,
tam anlamıyla yurttaş sıfatını hakkedenler ise bilgili-erdemli kişilerdir.
Bu konuda katılmadığımız bir başka ·yorum, Sokrates'teki bu "entelektüel
elitizm"in aristokratik savlara yeni bir temel kazandırma (bir başka deyişle, soylu
ların toplumsa l-siyasal üstünlük savlarını dolay l ı bir biçimde bilgi -erdem ilkesiyle ye
n iden formüle etme) işlevini görmüş olduğu şeklindeki yorumdur. Al aedd.in Şenel
gi b i bu yorumu benimseyenlerin genelJikle ileri sürdükleri i ki kanıt vardır. 39
1- Birincisi, "doğuştan erdeme eğilim" düşüncesinin aristokratik bir sav ol
duğu kanıtıdır. B u kanıtı kullananlar, buradan hareket ederek, Sokrates'in soylula
rın ideologu, "aristokratik hareketin dirilişinin temsi lcisi"40 olduğu yargısına varır
lar. Her ne kadar kalıtım, ar istokrasinin kullandığı bir ölçüt ise de yalnızca ona özgü
değildir ve Sokrates'in bu düşüncesini yalnız soyluları düşünerek ortaya koymadığı
açıkça görülebilir. Sokrates'in kendini diğer insanlara göre daha bilge, dolayısıyla
erdeme doğuştan daha yatkın olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Fakat Herakleitos'un
tersine, Sokrates bir soylu değildir. Demek ki , kendisindeki bu doğuşta � niteliğin
soy-sop ile bir ilişkisi yoktur. Bu bakımdan, toplumsal kökeni ve kişiliği göz önüne
alındığında Sokrates!in kendisinin, halktan birinin soylulardan erdemce daha üstün
o labileceğini (ve olduğunu) gösteren a ç ık bir örnek olduğunu söylemek olasıdır.
Menon diyalogundaki köle de doğal bilimsel yetene klere sahiptir. Dahası, "doğuş
tan erdeme eğilimlileri şevdiğ ini" söyleyen ve "en iyi doğal yeteneklere sahip olan
ların en fazla eğitime gereksin im leri olduğunu" savunan Sokrates, çevresine yalnız
ca soy lu gençleri toplamaz. Öğrencileri, yani doğuştan yetenekli olduklar ı n ı anlayıp
38 Belki Ksenophon'a göre, Sokrates'in erdeme doğuştan eğilimli olmayanlar şeklinde nite
lendirdiği kişiler, episteme'yi aramak yerine durumlarından hoşnut olup doksa il e yeti
nen bu tür insanlardır.
39 AJaeddin Şenel, Eski Yunan'da E ,itıik vç E şits_izlik Os tüne, s. 369-370.
40 İbid, s. 310.
110
eğittiği genç ler aras ında Antisthenes gibi soyu sopu bilinmeyen beş parasız gen çler
de vardır.
2- i kinci o lara k, erdemin eğiti m i le olan i l işkisi, aristokrasiye dolay l ı bir yol
dan üstünlük sağlamanın bir kanıtı olarak gösterilir. E ğ itimin para ve boş za man ge
rektirdiğinden, ancak bun lara sa h i p olan aristokrat çocukların eğitim görebilip "er
demli yurttaş" statüsüne yükselebilecekleri be lirti lir. Bu vargı genelde doğru
olmakla birlikte, bizim konumuz a ç ısından önemli bir gerçeği göz ardı etmektedir:
Sokrates 'in eğ_itim ile kast�ttiğ i , baş düşmanları Sofistlerce yürütülen para l ı eğitim
değildir. Filozofa göre Sofistler, bilgi (yaıii erdem) vermezler, parayla ders alan öğ
renci�eri nin kafalarını sa çma sapan fi kirlerle doldururlar. Sokratesçi eğiti m , Sofist
lerin tersine, kişi lere nelere inanma lar ı gerektiğini göstermez. Sokrates'in entelek
tüel otoritesi, kişileri dogmatik uy kularından sarsıp uyandırmakla, onları benlik
eleştirisi yapabilecek biçimde eğitmekle sınırlıdır. "Gerçekten ben kimsenin akı l
hocası, öğretmeni olmadım hiç "4 1 diyen ve bütün otoritesin i n ne kadar az bildiğini
bilmesinden kaynaklandığını vurgulayan So krates, daha önce de be l irttiğimiz gi bi
· bir çeşit yol göstericidir ; gerçeğe, erdeme ise öğrencinin kendisi ulaşır.
Öy le görülüyor ki, bir soylu o l mayan Sokrates'in, değişen sosyo-ekonomik ve
siyasa l koşu llar nedeniyle toplumdaki üstünlüklerini yitiren soylulara bu konumları
nı yeniden kazandırmak gibi bir amacı yoktur. Soyluların yöneti mi anlamında bir
aristokrasiye geri dönüşü savunmaz. Bununla birli kte Sokrates, Atina'da uygulanan
demokrasi biçimi üzerinde olumlu düşünceler taşımaz. Her alanda bilginin önemini
vurgulayan filozof, entelektüalizmini siyasal düzeye il işkin düşüncelerinde de sürdü
rür; bu yaklaşımı, onun Atina de mokrasisinin temel özelliklerini eleştirmesine
neden olur. So krates'e göre , her sanat ve zanaat gibi siyaset (devlet i şler i ) de bilgiyi,
uzmanlığı gerektirme ktedir. Bir gemide buyruklar veren, gemi sahibi değil, fakat de
nizci lik bilgisi olan ve gemiyi yöneten kaptandır. Aynı şeki l de , bir hastalık duru
m unda, hasta olan ki şi kendini tıp bilgisini edinmiŞ olan doktorun �i lerine bırakır,
tıpkı b ir atletin kendini geliştirebi l me k i ç in atletizm bilgisine sahip olan bir antrenö
re boyun eğmesi gibi. Hatta kadın ların bile, dokuma gibi daha bilgili oldukları işler
de erkekleri yönettikleri görülür.42 Demek ki, her mesleğe özgü olan iş, o mesleğin
nasıl yapılacağını bilen, bunun bilgisini öğrenmiş olan kfmseler tarafından yerine ge
tirilir. Atina'da da bu böyledir , a ma bir tek ayrıklık ( istisna) vardır: Devlet işleri, po
litika uzma n ı olan kişi lerin değ il, fakat bilgili olup olmadı klarına ba kılmaksızın kura
i l e saptanan ki ş i lerin ellerine teslim edilir.
Ksenophon'a göre Sokrates, bu durumu çok keskin bir dille eleştirir: ' ' Hi ç
kimsenin bir dümenciyi, bir dülgeri, b i r flüt çalıcısını y a da herhangi b i r za naatkarı
bakla ( kurası) ile seçmek istememesine karşın, devlet görevlilerinin ba kla ( kurası) ile
atanmaları bir del i li kti r ; ( çünkü) devleti yönetenlerin yaptıkları hatalar, bu kişilerin
hatalarından çok da ha büyük zararlara yol a çarlar. "43 Bu konuda Aristoteles ·de,
�1
Sokrates'in şunları söylediğini yazar : "Kamu g0revlileri kura ile seçil memelidir; bu,
atletleri yarışmaya uygun kimseler arasından seçmek yerine kurayla seçmeye ya da
daha bilgili olanı değil de kurada kazananı seçmek zorundaymışcasına dümenciyi
gemi personeli arasından kurayla belirlemeye benzer."44 Dümenci lik sanatını bilme
yen ve denizci lik bilgisinden yoksun olan bir . kişi hiçbir gemiye dümenci olarak
atan madığına göre, devlet i çin iyi olanı bi l meyen birinin devlet yöneticil iğine geti
r i l mesi tümüyle akla, sağduyuya ay kırıdır. Politika en üstün ve en güÇ sanat oldu
ğundan ve bütün toplumun yazgısını belirlediğinden dolayı, bilgisiz kişilerin kura ile
devlet y önetimine seçilmeleri, ülke için çok kötü sonu çl9r doğurur ve Atina'da do
ğurduğu görülmektedir.
Sokrates'in bu düşünceleri, çeşitli düşünür ve bilim adamlarınca, onun siyasal
elitizrrıi benimsemiş bir demokrasi düşmanı olduğunu gösteren düşünceler olarak
yorumlanmıştır. A l aeddin Şene l 'e göre Sokrates, pol itikada bi lgi ve uzmanlığın
gereğinden söz ederek, demokratik "amatör politika" il kesine karşılık, oligarşinin
tezi olan "profesyonel politika" i lkesini gündeme getirir. 45a Gerçekten Sokrates'in
kendi döneminde Atina'da uygulanan demokrasiye karşı bir tutum içinde olduğ u
tartışılamaz. Fakat o, genel anlamda demokrasiyi45b mi yadsımaktadır, yoksa de
mokrasinin yozlaşmış ya da daha doğrusu bir sınıf iktidar ına dönüşmüş bi çiminden
mi şikayetçidir? "Profesyonel politika" ilkesinin birinci durumu doğr uladığına iliş
kin bir sav, doğru o larak kabul edilemez. Çünkü, Da hi ya da S.ırtori gibi günümüz
siyaset b il i mcilerinin demokrasiyi ha lkın kendi kendisini yönettiği değil de, kendisi
ni yöneten azınlığı özgürce seçtiği ve denetlediği rejim şeklindeki tanımlamaları göz
önüne alındığında, bu ilkenin genel anlamda demokrasi ile çelişmediği, tersine
onunla uyum içinde olduğu görülmektedir.46 K uramsıl olarak, demokrasilerde
siyasal kararları alan ve izlenecek politikaları belirleyenler, küçük bir azınlığı oluştu
ra n profesyonel politikacılardır. Böyle bir değerlendirmenin, temsili demokrasiler
için geçerli olduğu söylenebilir. Ancak doğrudan demokrasi olduğu kabul edilen
Atina demokrasisinde de durum pek farklı değildir, ya da en azından ilk dönemle
rinde bu tür bir görünümle karşılaşılmaktadır. Sartori 'nin de belirttiği gibi, doğru
dan demokrasi (ve kendi kendini yönetim) kavra mını sözcük anlamıyla alıp Atina
polisinde yönetenlerle yönetilenlerin aynı olduğunu varsaymaya kalkışmamak ge
rekir.47 Halkın siyasal iktidarın kullanımına doğrudan ve sürekli bir bi çi mde katıl
ması, burada da siyasal önderlerin, siyasal bir elitin oluş masına engel teşkil etmez.
Hattl Atina'nın altın çağında, bu tür bir siyasal " bölünmüşlüğün" doğrudan demok
rasinin iyi işleyebilmesi için zorunlu görüldüğü de anlaşılmaktadır. Çünkü, daha
112
önce açıkladığımız gibi48 , Perikles'in kendisi bu o lguyu açıkça dile getirmiştir. Ona ·
göre, herkesin bir politikayı yargılayacak yetenekte o lmasına karşın ancak birkaç
kişi bunu ortaya koyabilir, ayrıca kişilerin devlet iş lerinde aldıkları yer yetenekleri
nin ölçüsüne bağlıdır ( ve bağlı olmalı d ır . ) . Demek ki ,. Soı..rates'in s iy:ı sc t in içine bil
gi ve uzmanlığı sokan görüşü, Perikles'in demokrasi anlayışına ters düşmemektedir.
Bu bakımdan, filozofun genel anlamda demokrasiye ya da Peloponncsos s.avaş l.ırına
kadar Atina'da uygulanan demokrasiye deği l , fakat bunun yozlaşmış biçimine karşı
cephe almış olduğu !leri sürülebilir. Bazı dü şün ür ler , daha da i leri giderek, Sokrates'
in aristokrasinin sözcülüğünü yapmak şöyle dursun , demokrasiyi benimsediğini sa
vunurlar. Örneğin Popper 'a göre, " So krate s , ömrünü geniş öl çüde de mokratik bir
yönetim biçimi altında geçirmişti ve iyi bir demokrat olarak za manının demokrat
önderlerinden kim i lerinin yeteneksizliğini ve bo ��'.ı �unu göıler önüne serm en i n ken
di görevi olduğuna inanmıştı."49 François Chatelet, Sokrates'in, toplumda kan ıla
rın çatışmasıyla doğru bir ahlaksal -siyasal ç i zgi n in be l irmesini amaçlamasından ötü
rü, her düşünen Atinalı gibi ba şar ı lı demokrasinin öz lemini duyan birisi olarak
değerlendirilmesi gerektiği düşünce s in de dir . s o a Pau l janet ise, ar i s to krati k partiye
bağlı olmayan Sokrates'in aşırı demokrasiye kar ş ı ç ıkmış olmakla birlikte, Solon'
un anayasasına, yani ılımlı denokrasiye geri dönülmesini istemiş olduğunu ileri SÜ·
rer. SOb Sokrates'e göre demokrasi , çoğunluğun t ira n l ı ğ ı demek değ i ldir ; kendisini
yasaların üzerinde gören bir çoğunluğun aldığı kararlar, genellikle doğruluğu, acfa.
leti yansıtmazlar, dolayısıyla bunların demokratik bir nitelik ta$ıdıkları da söylene
mez. Öyle anlaşılıyor ki Sokrates, eleştiriler yönelttiği bu rejimi demokrasi (Solon'
un ya eli K leistheıies'in demokrasisi) değil, fakat yığınların d e spo t i z mi olarak görü·
yordu.
Gerçekte, Sokrates'in bir ai-istokrasi ya da demokrasi yandaşı olduğu sonucu
nu çıkaran bir değerlendirme, soruna yanlış açıdan yaklaşmış demektir. Çünkü bu
tür bir ya kla ş ı m, Sokrates'e bir militan kı l ıfı giydirmekte, onu döneminin siyasal
çatışmalarında bir taraf durumuna indirgemektedir. Oysa Co ple ston ' u n da değindi·
ği gibi, "o genelde parti politikası ile değil, fakat ah laksal yan ı içindeki politik ya
şam ile i lgilen ir . " 5 1 Sokrates'in siyaset sorununa bakışı, -felsefesine uygun olarak
(tikel) biçim lere değil, (evrensel) öze yöneliktir. 5 2 İ ktidarda bir azın lığın mı yoksa
bir çoğunluğun mu olacağının önemi yoktur; çünkü ahlaksal doğrular sayısal olarak
saptanmaz. Önemli .olan, iktidarda kim bulunursa bulunsun, ger ç e k te bilgi nin, erde
min, adaletin, doğruluğun hüküm sürmesidir. Buna göre, polisin iyiliğini bilen ger·
çek yurtta şlar azinlıktaysa aristokrasi, (ya da oligarşi), ç oğu n luktay sa de mokrasi
yeğlenmelidir. Bununla birlikte Sokrates, bu tür insanların ne k.sdar fazla olurlarsa o
1 13
kadar daha iyi olacağı inancındadır. Örneğin , kendisine neden siyasal yönetime kişi
sel olJrak doğrudan doğruya katılmadı ğ ı n ı soran Antipho n 'a "mümkün olduğunca
daha çok say ıda devlet. işlerini yürütmeye· yetenekli insan ye tiştirmek" için diye ya
n ı t veri r . 5 3 Ayrıca Sokrates, yurttaşları n , özellikle politik yetene kleri olan yurtta ş-
1.ırın polisin iyiliği için siyasal ya şamda etkin bir rol oyn.ımaları gere ktiği düşünce
sindedir. Yeri geldiğinde yöneticilere öğüt veren , devlet adamlarının ha talarını
düze l te n , fakat halk kitle leri kar şısında çeki ngen olan Kharmides'i bu tutumundan
dola y ı kınayıp ona "politikaya atılma k ta n kaçınıyorsun, oysa burada yer almak zo
rundasın ; çünkü sen bir yurtta şsın." diye ses len ir.54
So krates' in yaşamına bak ıldığinda , onun çeşitli dönem lerde gerek demokrat
larla, gerek . o l igarkhlarla başının derde girmiş olduğu görülür. Bu da, filozofun bir
parti ada m ı, herhangi bir rejim yandaşı o l madığın ı, hatta doğruluğuna inandığı ah
la k sa l değer ve davra n ı ş ka l ıp larından siyasai düzeyde de ödün vermeye yana şmad ı
ğ ı n ı gösterir. İ .Ö. 406'da halkın, Arginusae deniz sava şını kazanan sekiz komutanı
ölüleri denizden toplamadıkları gerekçesiyle, yasalara aykırı olarak bir arada yargı
la y ı p tek bir oylamayla ölüme mahkum etti ği gün, Sokrates prytaneia üyesi dir.
( K se nophon'a göre, bu sıfatla o günkü mec l is ba şkanı yani prytaneiız epis/ıı tes 'tir. )
Kendisine yöneltilen tehditlere aldırış etmeksizin, yasal ol mayan h i çbir şey yapma
yacağını b i l dirip tek başına .bu uygulamaya karşı çıkar. 55 Bu da vra n ı ş ı , yürekl i l iği
n i n ve ahlaksal tu ıarlılı ğ ının bir ka n ıtıdır. So krates, 5avunmasında bu olaydan şöyle
söz eder : " ... o za man yasaya aykır ı bu davra n ışınıza karş ı koyan biricik üye be n ol
m uş, oyumu sizden yana �uflanmam ıştım. Söylevciler beni suçlamaya, beni yargı
yerine göndermeye hazırdılar, sizler de bağırıp çağırmalar ı n ızla körüklüyord unuz
o n ları . Benim ödevimin cezaevi ya da ölüm korkusuyla sizin haksız, eğri kararlarını
za boyun eğmek, sizden yana çıkmak değil, yasayla, doğrulukla sakıncayı sonuna
değin göze almaktır, demiştim."56
i .ö. 404'de o ligark h lar yönetimi ele geçirip Otuzlar Tiranlığını kurdukları za
man, Sokrates, daha önce düşüncesiz halk yığınlarına karşı koyduğu gibi, bu soylu
ların haksız, adaletsiz da vranışlarına karşı da direnir. Bu dönemden söz ederken
" . . . ölüme kıl kadar önem vermediğimi , tek önem verdiğ i m şeyin haksızlık etme
mek, günah i ş lememek olduğunu ya lnız sözleri m l e değ i l , davran ışl;ırı mla da göster
dim. " 5 7 diyen filozof, kendisini de suçlarına ortak etmeyi amaçlayan Otuzlar ın, öl
dürmek istedikleri Leon'u Salamin 'den getirmesi için verdikleri buyruğa kar şı ko
yar . 5 8 Ha tta daha da ileri giderek, kan dökücü bu azınl ık rejimini ulu orta eleştir
mekten kaçınmaz; iktidardaki o l igarkhların kötü birer çoban oldukları n da n , kendi
sürü lerini azaltıp zayıflattıklarından söz eder. Bunun üzerine, Otuzların ba ş ı olan
114
eski "öğren cisi " Kritias ile Karikles, onu "Sokrates, ayağını denk al da sürüden bir
baş daha eksiltmek zorunda kalmaya l ı m " diyerek ölümle tehdit ederler ve gerek
gençlerle, gerek ha l k ta n kişilerle konuşmasını yasaklarlar . 5 9 Öyle görülüyor ki ,
Otuzlar Tira n l ı ğ ı çok geçmeden yıkı lmamış olsayd ı , belki de Sokra tes bu tutumunu
ya şa m ıyla ödeyecek ti .
Sokrates, Atina ' n ın siyasa l ortamından ve yaşadığı fark l ı yönetim bi çimleri n
d e n h o ş n u t deği ldir. Ona göre, artık gerçek anlamda pol itika bile yapı lmamaktadır
ve politi kacı olarak adlandırı labil ec.ı:k hiç kimse ka lmamış t ır . 6 0 Çünkii politika, po
l isin iyiliğinin, to plumsal uyumun ve düzenin gözetil mesi demektir. Oysa, gerek de
m okratlar, gerek o l igarkhlar, pol ise h iç a ldırış etmeksizin , kiş isel ya da sınıfsal ç ı
karları uğruna ka n l ı ik tidar çatışmaları i ç ine girerek Atina ' y ı kaos'un hüküm sürdü
ğü bir savaş alanına çevirm i ş lerdir. B u durumda, polisin i y i l iğ in i amaç layarak siya
sa l yaşamda etkin bir rol oyna maya kalkışman ı n , i ntihar et mek anlamına geleceği
açı ktır. Sokrates, savunmasında, siyaset ile uğraşma m ı ş o l masının nedenini şu söz
leriyle aç ıklar: "Atinalı lar, ben ta gen ç l iğ i m den beri siyaset ile uğra şsaydı m , da ha
gen ç liğimde ölürdüm de, size de, kendime de h i çbir iyili kte b u l unamazdım ... Size
karşı ya da herhangi bir halk meclisine yiğitçe karşı koyan, devfetteki haks ı z l ı kları,
yolsuzlukları, eğrilikleri önlemek isteyen bir kimse can ı n ı kurtaramamıştır daha.
Doğr u l u k i ç in gerçekten savaşmak isteyen bir kişi, k ı sa bir zaman olsun yaşamak is
teyen bir kişi, kamu yaşamına yanaşmayıp, şöyle bir kenara çeki l ip özel bir yaşam
''61
sürmelidir .
Filozof, militan anlamında, ne demokrat, n e d e aristokrattır; o , bir düzen ada
m ıdır ve bu bakımdan bir "tutucu"dur. Savaşlar d ı ş ında Atina'dan bir kez bile ayrıl
mayacak den l i yurdunu seven Sokrates'in uğrunda mücade l e verdiği tek siyasal
değer polisin kendisidir. Atina polisinin geçirdiği dönüşümü o l u msuz olarak değer
lendiren ve bunun ardında yatan sosyo-ekono m i k koşu l ları görmeyip bu durumu
Sofistlerin bireyci, faydacı görüşlerinin yol açtığı a h la ksa l çöküşe bağlayan Sokra
tes, polis i yeniden yüceltmeyi, polise özgü değerler-i ·, inançlar ı yeniden egemen k ı l
m a y ı kendisine amaç edinir. Diğer Y u na n düşünürlerinde olduğu gibi , o n a göre de
temel erek, i nsanın mutlu luğudur. Fakat bu erek, kendi başına bir şey ifade etmez,
daha doğrusu pol isten bağımsız olarak ele a l ınamaz. Birey ancak, düzen l i , uyu m lu ,
a daletli , doğru, i y i , kısaca mutlu bir poliste mut l u olabi l ir . B u ba k ı mdan, "bütün
Ş
parçalar ından üstündür" anlayı ından hareket eden Sokrates' i n , bireyi polisten (top
l u m ile devletten) bağımsız ayrı bir değer olarak görmediğ i anlaşılmaktadır. B irey
polisin dışlnda bir hiçtir ve insanlığının olumlu yüklemleri ona polis tarafından
ver i l m i ştir.
60 Platon, bu konuda kesin yargılara varıp Sokrates'i şöyle konuşturur: " Atina'da iyi biı:
..•
devlet adamının yetişmediği doğrudur Bugün Atinalılar içinde gerçek siyaset sanatım
..•
uygulayan bir benim sanıyorum, ya da birkaç kişiden biri benim; ben günümüzün tek si
y:ısetçisiyim." (Gorgiaıı 5 1 6 d ve 521 d).
61 Platon, Sokrates'in Sawnması, 3 1 d 3 2 a.
-
115
Bi'ıy lece Sokrates, "bir ana da n , bir babadan ve bütün atalardan daha değer l i ,
daha saygıdeğer, daha kutsa1"62 olarak tanımladığı polis karşısında bireyi " boynu
kı ldan ince bir kul" durumuna indirger . Ona göre kişi, her şeyini, hatta bir insan
olarak varlığını sürdürebil mesini bile , polise borçludur; bu nede n le kölesi olduğu po
lisin yasalarına, devletin buyruklarına itaat etmekle yükümlüdür. Diren me, ancak
eşitler ar.ısında söz konusu olduğunda n dolayı , dev_l etin her "buyruğ unu yerine
getirip ses çı karmadan dayak yemek ; zincirlenmek, yara lanmak ya da ölmek üzere
savaşa götürülmek gerektiğin i " bilmek ve bunlara boyun eğmek gerekir .63 i n sa n
hakları düşüncesine sa hip olmayan Sokrates, bireyi devletin boyunduruğu altına
sokar ve Yunanlıların yasa anlayışına uygun olarak devlet-birey ilişkisinin yasalar
aracı lığıyla belirlenip düzenlendiğini vurgular.
Sokrates'e göre polisin düzenli, iyi ol ması, dolayısıyla yurttaşlarının mutlu bir
y.ış.ım sürm eleri, ancak yasalara m ut lak bir biçimde boyun eğilmesi (ya da günümü
zün b ir kavramıyla ifade etmek gerekirse, yasaların üzerinde consensus'ün oluşması)
ile olasıdır : "En iyi devlet yönetici leri, yurttaşlarını yasalara daha çok saygılı kıl ma
yı başara n lardır; yurtta şları yasalara en fazla bağ l ı olan devlet, barışta en mutlu, sa
va ş ta en karş ı konulamaz olan devlettir. Zaten uyum (konkordia yani consensus) ,
polisler için en büyük iyiliktir ... Eğer yurttaşlar yasal.ıra sadık kal ırlarsa, devlet de
çok güçlü ve erinç içinde olur; fakat uyum oluşmazsa hi çbir devlet iyi bir bi ç i m de
yönetilemez."64 Sokrates'in sözünü etti ğ i yasalar, gene l l i kle polise i ç kin olan yasa
lar, bir başka deyişle organik yasalar ile doğal ya da tanrısal olarak nitelendir i lebile
cek yazısız yasalardır. Öze l likle filozof, "tanrıların yapıtları" dediği bu ikinci tür ya
sa ların önemini vurgular ve bu noktada Sofist Antiphon'un doğal yasalara i lişkin dü
şüncelerini çağrıştıran şu saptamada bulunur : "Tanrıların koyduğu yasalara karş ı
gelen lerin cezalandırılmaktan kaç ınabilmeleri kesin l i kle olanaksızdır; oysa i nsanları n
koyduğu yasaları çiğneyen bazı kiş i ler, y a saklanarak ya da şiddet kullanarak, ken
dilerini cezadan kurtarırlar."65 Fakat bundan sonra Sokrates, Sofis,tlerden farklı
olarak, insan yapısı (pozitif) yasa lar adaletsiz bile olsalar, bunlara da boyun eği l m e
sini salık verir .66 Çünkü böyle yap ı l mazsa, topl umsal uyuma (konkordiıı) dil.rbe i n -.
diri lmiş ve polise büyük kötülük yap ı l m ış olunur. Filozof, polisi kutsal organik bir
1 16
varlık ve yeryüzündeki en büyük iyilik olarak gören anlayışıyla tutarlı olarak, top
lumdaki adaletsizliklerle, ki>tülüklerle, eğriliklerle mücadele ederken polise bir za·
rar gelmemesine Ölen �österi l mesi gerektiğini bel irtir. Ona göre, gerçekte "egemen "
olan (ya da olması gereken) polisin kendisidir. Buradan, Sokrates'in yönetim biçim
lerine neden önem vermediği daha iyi anlaşılır : Polis ya da devlet egemen olduğ u sü
rece, daha doğrusu yöneticilerin bu egemenliğe boyun eğip organik yasalarla yazı
sız yasalara uygun , doğru yasalar yaptıkları ve yurtta ş ları bunlara i taatkar kıldık
ları sürece, yönetimdeki bu kişilerin azınlık ya da çoğunluk olması bir şeyi değiştir
mez. Bir başka deyişle, yasaların üstünlüğünü sağlayıp polisin iyiliğini gözetenler
kim olurlarsa olsunlar -ister bir az ınlık, ister bir çoğun l uk-, onların devletin başın
da bulunma ları gerekir.6 7
B ununla bir l ikte , polisi bir soyutlama olmaktan kurtarıp somut teme ller üzeri
ne oturttuğumuzda ve iyi polisin yurttışlarını mutlu kılmasını teorik deği l de, pra
tik-tarihsel bir çerçeve i ç inde ele aldığımızda, Sokrates'in (en iyilerin yönetimi anla
mında) aristokrasiye eği lim li olduğu sonucuna varılabilir. ( Bazı öğrencilerinin ve
birçok düşünürün onu bu yönde yorumlamasının temel nedeni de kanımızca budur.)
Sokrates, polisi yeniden yüceltebilmek için giriştiği tek siyasal etkinliğin , polisin
iyiliğini gözetecek gerçek devlet adamları yetiştirmesi olduğunu söyler. Buradan
onun, ilk ba şlarda ister istemez bir azınlık olan bu kişilerin siyasal ik tidarı ele geçi
rip polisi yönetmelerini istediği anlamı çıkar. Hatta bu gereklidir. Çünkü ancak o
zaman, siyasal düzen tam anlamıyla kurulup toplumsal uyum sağlanır; bu kişiler sa
yesinde yurttaşlar yeniden polisi en üstün değer olarak benimseyip ona ve onun ya
salarına sadakatle bağlanırlar. Demek ki, en azından ilk aşamada, "en iyilerin ya da
bilgelerin " aristokrasisi zorunlu yönetim biçimi o larak belirmektedir.68 Sokrates'in
devlete ilişkin düşüncelerinden böyle bir sonucun çıkması, büyük bir olasılıkla; de
mokrat liderlerin ona karşı duydukları düşmanlığın daha da artmasına yol açmış ve
ölüme mahkum edilmesinde etkili olmuştur.
1 17
hir rejim değ ildir . Ha lkın doğrudan yöneti m i sözde kalma k ta, gerçekte p o l i t i ka ,
Peri kles'in d e açı kça belirttiği g i b i , ufak b i r azınl ı k, yani "profesyonel politikac ı
lar " tarafından yönlendiri lmektedir. Demek k i , polisin çözülmesine y o l açan Ati
ııa 'daki yoz laşmanın, bozulmanın ba ş l ıca sor u m l u ları, ki tle ler i istedikleri yöne çe
kebilen, kamuoyunu güdümleyebilen bilgisiz to plumsal ve siyasal önderlerdir. Sok
rates için bu durum ya lnızca demokrasiye özgü değ i l d i r ; bunun bir başka türünü
soy l u o ligarkhların kurd uğu Otuzlar Tira n l ı ğ ı döneminde de yaşa m ı ştır. Sokra
tes eleştirilerini yan l ı ş hedefe doğr u l tmaz : Bi lgisiz halka deği l , fa kat halkı bilgisiz
lik i ç inde tutan, bilgisizliği bilgi., yanl ışı doğru diye y utturan p o l i tikacı lara, oıa n la
ra , profesyonel söylevcilere, kısaca de mogogos 'lara sa ldırır.
"Herhangi bir kimse, inandığı herhangi bir şeye niçin i nandığını düşünmek
zorunda bırakılırsa, çoğu kez, ya inançları için h i ç bir neden gösteremeyeceğini ve
ya neden leri.nin herkesin önünde açıklanamayacağ ı n ı görecektir." 6 9 İ şte Sokrates,
)Üre k l i o larak Ati nalı ları bu gerçeği görmeye zorlar ve bunun i ç i n de to p l umun
önde gelenlerini sorgulamaya koy u l ur . D i yalektik yöntemiyle, demagogos'ların erk
l erini sürdürmek i ç in kullandı kları dayanakları, bir ba ş ka deyi ş le erkleri n i n "bilgi
sel" temellerini y ı karak bilgisi z l i kleri n i yüzlerine vurup açığa ç ı karır. F i l ozof, top
l u m sa l statülerini ba şkalarını kand ırarak elde etm i ş olan bu · ki ş i l eri n dü şma n l ı ğ ı n ı
kazanmıştır artık. K e n d i dey i şiyle, " i l le d e saygı görmek, kendi lerini onur l u göster
mek isteyen kaba , korku n ç bir sürü adam vard ı r " ve bun ların "doğruyu söylemeye,
bir şey bil mezlerken bil iyor görünmek istemelerin i n açığa vuru lduğ u n u söy le meye
di lleri varmaz bir türlü."7 0
Sonuçta, demokrat önderler -tıpkı Otuzlar Tira n l ı ğ ı n ı n oligarkhları gibi - ,
kendilerini ve kurdukları düzeni bu teh l i keden korumak amac ı y la Sokrates'i şu ya
da bu şeki lde susturmayı tasarlarlar. Bunun üzeri n e i .ö. 399 y ı l ında, kamuoyunda
soy l u genç lerle fazla sıkı fıkı o lan bir Sofist olarak değer lendiri len Sokrates , "ge n ç
leri baştan ç ıkarmak, doğru y o l da n ayırmak , devletin tanrılarına inanmamak, b u n
ların yerine yen ilerin i koymakla " 7 1 suçlanıp yargılanmak üzere 500 ya da 501 ki ş i
l i k bir jüriden o luşan halk mahkemesine (heliaia) veri lir. Ona karş ı s u ç lamay ı hazır
layan ü ç kişi to plumu yönlen d iren "se çkin ler koa l i syon u " n u yansıtmaktadır : Mele
tos ozanları, Lycon söylevcileri ve Anytos politikacılar ile i ş adamlar ın ı temsil et
m e ktedir ler . Atina 'da genel kan ı , Sokrates 'in duruşmayı beklemeksizin gönüllü ola
rak sürgüne gideceği yönündedir ; fakat o , mahkemeye çıkıp savunmasını yapmayı
yeğler.
1 18
Sokrates, savunmasını yazılı olarak hazırlamaz 72 ; ayrıca Lysias'ın kendisine
önerdiği kural lara uygun bir söylev metnin i mahkemede o_kumayı da reddeder. 73
Kaleme almam ı ş olmakla birli kte daha önce uzun uzun düşünmüş, tasarlamış oldu
ğu anlaşılan bir söylevle kendisini savunur. Pek hukuksal bir niteli k taşımayıp tü
m üyle felsefi bir i çeriğe sahip olan söylevi boyunca, yargıçları yumuşatmaya, onlar
dan aman dilemeye ka lkı şmaz, inandığı doğruları açı kça dile getirir. Yargıçlarına
hukuk dersi verircesine, "Onur bir yana , Atina lılar, yargıca yalvarıp yakararak kişi
nin kendini bağışlatması doğru bir şey değildir; tersine, yargıcı aydınlatmak, inan
dırmak gerekir. Çünkü yargıç doğruluğu bir bağış gibi vermek için değil, doğru ola
rak karar vermek için bulunuyor orada. Görevi kendi dileğine uymak, gönlünü hoş
kılmak değil, yasalara güre yargılamaktır."74 diyen Sokrates, bütün yaşamı boyun
ca içindeki daimonion'un ( tanrı sa l sesin) kendisini uyardığını ve doğruya yönelttiğ i
ni belirtip, su çlamaları teker teker çürütür. Aynı zamanda filozof, siyasal neden lerle
yargı landığın ın, suçlayanların tek amacının kendisinin susturulması olduğunun da
bilincindedir. Bu yüzden, inanç larından en ufak bir ödün vermeye yanaşmaksız ın,
ölmek pahasına da o lsa ağzını kapatmayacağını ve insanları uyandırmak olan tanrı
sal görevi ni sürdüreceğini haykırır : " ... bana : "Sokrates, Anytos'u dinlemeyerek salı
vereceğiz seni, ancak bir koşulla , artık bundan böyle insanları sınamayacak, sorguya
çekmeyecek, filozofluk etmeyeceksin; bu koşulu yerine getirmezsen öleceksin"
desen iz; söylediğim giDi beni bu koşulla salıverirseniz, şöyle yanıtlarım sizi : "Atina
l ı lar , saygı ve sevgim vardır sizlere, ama ben size değil, tanrıya boyun eğerim daha
çok, son soluğuma değin, elim den geldiğince felsefe ile uğraşmaktan , sizleri buna
yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten geri durmayacağım ... İster dinleyin ister din
lemeyin Anytos'u, ister sa lıverin , ister salıvermeyin beni ; iyice bilin ki şunu, bir de"
ğil b in kez ölmem ger�kse bile, hiç mi hiç değiştirmeyeceğim yolumu. "75
Sokrates'in suçlu bulunacağı daha önceden bellidir. Fakat karar, Sokrates'i
şaşırtacak den li, küçük bir oy (6 ya da 60 oy) farkı ile al ınır. Yargıçlar, Sokrates'in
kendisi için yeterince ağır bir ceza -gerçekte sürgün cezası- önererek ölümden kur
tulacağ ını bildirirler. Bu karar üzeri ne Sokrates, bildiği, inandığı yoldan kesinlikle
ayrı lmayacağını bir kez daha açıklar : " "Sokrates! Sesini çıkarmaz, dilini tutarsan,
yaşayamaz mısın sürgünde, ha? " denecek be lki bana. İ şte i çinizden birtl kım ki mse
lere an latılması en güç o lan asıl bu. Çünkü dediğinizi yapmanın tanrıyı dinlememek,
ona boyun eğmemek olacağını, onun için de dilimi tutmayacağımı söylersem inan
mayacaksınız bana, eğlendiği m i , alay ettiğimi sanacaksınız; öte yandan bir i nsan
72 Ksenophon'a göre, Sokrates ile öğrencisi Hermogenc:s arasında şöyle bir konuşma ge çer:
" ' Savunmanda neler söyleyeceğini düşünmen gerekm iyor mu?" diyen Hermogcnes'i
Sokrates, "Görmüyor musun, bütün yaşamım boyunca savunmamı hazırlamaktan ba ş ka
ne yaptım ki?" diye yanıtladı. Onun, " Anlayamadım nasıl?" sorusu üzerine de, " H i çbir
haksızlık yapmadan yaşayara k ; kanımca h�, ki�in.in savunmas ını hazırlamasının en iyi
yoludur." eledi." (Ksenop hon, Apologia 3).
73 Dioı.:ene Laerce, I , s. 1 1 6- 1 1 7.
74 Platon. Sokrates'in Savunması, 3 5 b-c.
75 İbid 29 c-d ve 30 b-c.
119
için en büyük iyiliği n her gün erdem üstüne, sözünü ettiğim i işittiğiniz daha başka
konular listünde konuşmak, tartışmak olduğunu, kendimi ve başkalarını böylece
sınadığımı söylersem, sonra da sınav�ız bir yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini ek
lersem gene inan mayacaksınız bana ."76 Filozof, bu a çıklamasıyla da yetinmeyip,
kendisine verilebilecek en uygun şeyin prytaneion 'da beslenmesi ödülü olacağını, fa
kat muhakkak bir ceza saptaması gerekiyorsa, küçük bir para cezası ödemeyi önere
bileceğini belirtir. Suçunu kabul etmediğinden başka mahkeme ile inceden inceye
alay etmesi, yargıçların tepkisini çeker ve bu kez ilk oylamadan daha büyük bir ço
ğunlukla ölüme mahkum edilir.
Ölüm cezasın ın yerine getirilişi, dinsel nedenlerden ötürü, bir ay sonraya erte
lenir. Bu sftre içinde dostları ve öğrenci leri, Sokrates'in kaçabilmesi için gereken her
şeyi hazırlarlar. Üstelik, tıpkı Anaksagoras'rn kaçışında olduğu gi bi, (gerçekte
gönüllü bir sürgün anlamına gelen) bu kaçışa göz y u m ulunacaktır. Fakat Sokrates,
kaçma tekl iflerini geri çevirir ve kendisini ikna etmeye gelen dostu Kriton'a bu ka
rarın ın dayandığı gerekçeleri a.ç ıklar. F ilozofa göre, ka çması , suçunu kabul etmesi,
yargıçların haklı , kendisinin haksız olduğunu göstermesi demektir. 77 Kötülüğe
kötülükle, eğriye eğrilikle karşılık vermenin doğru olmadığına yürekten inandığını
söyleyen Sokrates, ka çmakla devlete büyük kötülük yapacağı görüşündedir. Atina
yasaları ile zımni bir sözleşmesi vardır. Yasalar yararına iken onlardan yararlanmış
tır, şimdi zararına oldukları zaman onlara uymaktan kaçınması, yurttaşlık anlayışı
ile (tam anlamıyla insanın yurttaş olarak var olmasından ötürü insanlık anlayışı ile)
bağdaşmamaktadır. Sokrates, bu konudaki düşüncelerini polisi ve yasaları konuştu
rarak açıklama yoluna gider:
" ... tut ki tam kaçacağım ız sırada, yasalar ile polis karşımıza di kil ip bize şun
ları soruyorlar : "Söyle bize Sokrates, ne yapmak istiyorsun? Bu giri�tiğin iş, biz ya
sa ları ve polisi elinden geldiğince yıkmak değildir de nedir? Verilen hükümlerin hiç
bir gücü kalmaz, kişiler onları etkisiz kılar, siler atarsa , sanır mısın ki bu devlet gene
sürebilir, yıkılıp gitmez? ..• Seninle an laşma mız bu muydu Sokrates? Polisin verdiği
hüküm ler ne olursa olsun, bunlara uymak zorunda değil miydin? ... Söyle bakal ım,
yok etmeye kalkıştığına göre neyle suç luyorsun bizi? Önce yaşamını bize borçlu
değil misin, baban annenle bizim yardımımızla evlenip doğurtmadı mı seni ? Söyle
sene, aramızdaki yasa lardan evlenmeleri düzenleyenlere bir kusur bulabilir misin ? "
Böyle sorarlarsa ben : "Hayır." derim. "Ya çocukların yetiştirilmesini , senin de gör
düğün eğitimi düzenleyen yasalar? Babana, sa.na müLik ve beden eğitimi öğretsin
diye buyuran yasalar kötü müydü?" "Hayır, iyi idi." derim ... "Biz dünyaya getirdik
seni, besledik, eğittik; diğer yurttaşlar gibi seni de elim izdeki bütün olanaklardan
yararlandırdık; her Atinalının, yurttaşlar arasına katılıp kamusal yaşamı ve biz,
76 İbid 37 e· 38 a.
77 1Iaklıl ı1-: ·h:ıksı.llık so ru nu yla ilgili olarak Kscn o p hon, Sokratcs il e öğrencisi Apollodoros
arasında şüy le bir konuşma geçtiğini aktarır: " Be n asıl senin haksız yere öldürülmcndcn
büyük ü.ı:üntü du y uyorum " diyen Apollodoros'a Sokr:ıtcs. onun ba ş ını okşayar.ık, " Be
nim se•·ı.-i li :\pollodoros'um, benim haksız de.<;il dCl haklı yere iildiirüldüğümü mü giinnek
isterdin.'" y:uutını \·ermiş. (Apologia 28).
1 20
yasa ları öğrendikten sonra , hoşuna gi tmiyorsak, var ı n ı yoğ unu alıp di lediğin yere _
gitmekte özgür olduğunu bildirdik ... Ama i ç i n izden her kim nas ı l adalet dağıttığı
m ı z ı ve po l isi nası l yönettiğimizi görüp burada kalırsa, onu buyruklarımıza i taat
etme yükümlü lüğünü üzer i ne a l m ı ş sayar ız ... ( Ka ç makla), zorlanmadan, aldatılma
dan ve sık boğaz edi lmeden kabul ettiğin a n laşma ve yükümlülükleri çiğnemiş ol
m uyor musun? Oysa, düşünmek için yetmi ş y ı lı n vardı , bizi beğenmiyor, anlaşma
m ız ı doğru bulm uyor i d iysen, bu süre i ç i n de başka bir yere gidebi l irdi n . " "78
Böylece Sokrates, devletin esen l i ğ i , yasaların gücü uğruna can ı n ı feda etmekte
bir an bile duraksamaz. Mahkemenin verdiği ölüm cezasına uygun olarak, büyük bir
gönül rahatlığıyla ba ldıran zch irini i ç i p yaşamına son verir. 79 25 yüzyıl sonra .bile
hala ken disinden söz edi len bu büyük filozofun iktidardaki kişi lerin kışkırtması so
n u cu halk mahkemesinde " de mokrati k" bir b i ç i m de çoğunluğun aldığı bir karar ile
ortadan kaldırılması, düşünce özgürlüğ�nE saygılı bir hoşgörü rej i m i olması gereken
demokrasinin Atina 'da ne den li yozlaştığını gösteren a ç ı k bir kanıttır.
Sokra tes ' in çevres i n de bulun muş, tartışma lar ı n ı din lemiş, dolayısıyla, "öğren
cileri" olmuş olan çeşitli düşünürler, filozofun ölümünden sonra, kendi okullarını
kurmuşlardır. Bunların hepsi de öğretme nlerin in öğretisini sürdürdüklerini iddia et
miş olmalarına karşın, büyük çoğun luğunun Sokrates ile olan bağları çok za yıftır ;
dahası kendi aralar ında da ortak felsefi düşünceler olu şturamayıp sürekli olarak bir
birleriyle tartışıp çckişmiş lerdir. Bunun temel nedeni, Sokrates' i n dog matik bir öğ
retiye sa h ip olmamasıd ı r ; ayrıca, düşünceleri n i h i çbir zaman ders verir gibi öğrenci
lerine aktarmaya kalkışmamıştır . Bundan dolayı bu düşünürler, kendi anlayışlarına
uygun buldukları Sokrates'in öğretisi n in hatta ya şa m ın ı n be l l i bir yan ı n ı (ya da yan
lar ın ı ) ele alıp onu kişisel görüşleri doğrultusunda i ş leyi p sistemleştirmiş lerdir. Üsc
tetik bunu yaparken, Sokrates'ten aldı klar ı n ı daha önceki felsefelerden (öze l l i k le
Sofiz mden) edinmiş oldukları düşünsel öğelerle de bağdaştırmaya ça l ı ş m ı şlardır.
Zamanla -felsefe tar i h i alanında-, Sokrates'ten kaynaklandıkları ka bu l edi
len o ku l lar arasında bir h i yerarşi kurulmu ştur : Platon 'un Akademia 'sı en üst sıraya
yerleştiri lirken , diğerleri "küçük Sokratesçi ( ya da Sokratik) o k u l lar" o larak adlan
d ır ı l m ı ş lardır. Bu h i yerar şinin oluştur u l ması nda ( ok u l u n yeri, eğitiminin çeşitliliği,
maddi kaynakları , siyasal koşullar gibi80 ) çeşitli etmenlerin ya nında, Platori'un fel-
1 21
sefi dehası { ve Avrupd H ıristi yan düşüncesi üzer in deki da m ga s ı) da et ki l i olmuştur.
Ayrıca, Platon'un diğerlerine göre Sokrates'e da hd sadık olduğu gene l l i k l e kabul gö
re n bir savdır : P la t o n Sokra tes'in entelekrüalizmini benimsemekle ka l mamış, onun
tii m e l k a vra ml a r anlay ışını "idealar kura m ı " -bi çim inde sistemleştirmiştir. Böylece,
Platon 'a çeşitli nedenlerden ötürü " büyü k Sokrates çi" sıfatı yakı ştırılın ca, diğerleri
küçük Sokratesçiler o lmak zorunda ka lmı şlardır. B u s ı n ıfla n d ır ma da , Platon 'un si
yasa l sorunlara y a k laş ı m bakımında n Sokrates'e daha yakın o l masının da rol oyna
d ığı sö y l e neb il i r . Çünkü Platon, öğretmeninin gerek po lis a n la yı ş ı n ı ve devlet-birey
i lişk il er i üzerindeki görüşlerini, gerekse ah laksal çözülüşün öniine geçilerek pol isin
yeniden yetkin bir konuma getirilebi leceğine ilişkin düşüncelerini büyük ö l ç üde
pa yla ş ı p sürdürmi.iştür. Oysa küçük Sokratesçi ler, öze l l ikl e _ de K y n i klcr, polisten
hi çbir beklentileri o lmadığ ın ı -v urg ula ma k l a ka l mam ı şlar , dahası pol ise ve ona özgü
değerlere karş ı -y ı kıcı düsiinceler getirmiş lerdir.
Küçük Sokratesçi okulların dört ta ne olduğu üzerinde ortak bir görüş oluş
muştur. İ lki E ukleides'in kurduğu Meg;ıra Ok ulu' d ur. Sokrates'in ölümünden sonra
Atinalı ların tep k is i n den korkup kaçan So k ra tes ya nda ş lar ı n ı a ğırla y an Eukleides,
öğretmen inin ahlak kura m ı ile E lea fe lsefesinin varlık öğret isin i birleştirme yoluna
gitmiştir. Ona göre, bir olan Varlık, İ yi 'dir, erdemdir ; Tanrı ya da Akıl (Nous) gibi
farkl ı ad lar ala bilir, fakat onun dışında gerçek o lan ba şka bir şey yoktur.81 Megara
Okulu, diyalektiğe de önem ver miş, ama Sokrates'ten farklı olarak önermeleri saç
malığa indirgeyerek çürütme yol unu benimseyip eristik 'e sapmıştır. i kinci okulun
kurucusu Sokrates'in en ç ok sevdiği öğren c i ler in çle n E l is' li Phaidon 'dur. Phaidon'
un öğreti sinin, Menedemos adlı öğ renc is i tarafından kendi polisi olan Eretria'da
i leri götürülüp yaygınlaştır ı lmasından dolayı, bu okula Elis�retria Okulu den m i ş
tir. Bu o kul, erdem ile bilginin "bir " l iği il kesini savunmuş ve diyalektiği Megara'
lı larınkine benzer bir biçim de ku l lan m ı ş t ır . Kyrene Okulu ve Kynikler Okulu
adlarıyla bilinen diğer iki okul, ilk iki sinden farklı olarak, ba şarılı olup belli bir
süre kendilerinden söz ettirebilmişler ve yeni felsefelerin oluşmasında cD kaynaklık
işlevi görmüşlerdir. Ayr_ıca bunlar, sa lt felsefe düzeyinde ka lmayıp, bizi doğrudan il
gilendiren toplumsal ve siyasal so r u n larla i lgili düşünceler ortaya koymuşlardır. Do
layısıyla, bu iki okulu biraz daha ayrıntılı bir bi çi mde incelemek gerekmektedir.
1- Kyrene Okulu
1 22
f.ı l...a t bunu yapar l... cn zoru n l u olarak topl u m sa l sorunlara i l işkin düşüncelerini de
a ç ığa ç ı karmış tır.82
Aristippos'un ahlak öğretis i n in temelinde bilgi kuramı bulunur. Matemati k
gibi k urgusal bilim lerin h i ç bir değeri b u l u n madığını ileri süren Aristippos'a göre,83
bilgi nin tek kaynağı duyulardır. Bunda n dolay ı , bilgi görelidir ve nesnelerin özünü
bi l mek o lanaksızdır. Çünkü d u yu larla nesnenin kendisine u laşamayız, nesne bize na
s ı l görünüyorsa, o n u öyle alg ı larız, yoksa olduğu gibi değil. Örneğin, eal ağızda bir
tat l ı l ı k b ıra k ı r . Fakat ba l ı n özünün, gerçekte tatl ı olup o l madığı kon usunda kesin
bir yargıya vara may ız. Ba lın "tatlı o l u ş u " , bize gelen bir izlenimdir, tıt a l ma duyu
suyla sağlanan bir duyu mdur. Bir başka dey işle, bu tatl ı l ığı kendi i ç i m izde duyarız.
H i ç bir nesneyi kend i m izin d ı ş ında algı layamamamız duyumlar ın ancak öznel
( sübjektif) bir anlamı bu lunduğunu gösterir. Kiş iden kişiye değişen bu öznel du
yum lar, . davra n ı ş ları mızın te melini o l u ş turup bizim nelere yönelip nelerden sakın
mamız gerek tiğini gösterirler. Çünkü, Aristippos i ç i n , duyum bir devi ni mdir ve devi
n i m i n , yum uşa k , sert ve belirsiz o l ma k üzere üç türü v.ırdır. Yumuşak devi ni mler
haz , sert devinim ler ise acı verirler; insan doğal olarak hazzı ister, acıdan ka çınır.
Uyku ya da ölüm gibi belirsiz de vin i m l er ne haz, ne de acı verd i klerinden dolayı,
insan bun lara kar ş ı i lgisiz ka l ı r .
Böylece Aristippos, insan davra n ı şlar ı n ın . hazza yöne l diğini , ya şa m ı n ereği
nin haz (hedone) olduğunu belirterek, haz c ı l ı k (hedonizm) öğretisini ort.aya koyar.
Kyrene okulu nun haz anlay ı ş ına göre, bu duygu d urağanl ığı i çermez, daha doğrusu
haz devnim i ç indedir, akıcıdır. Bir başka dey i ş le , haz bireyse ldir ve h issedildiği süre
i l e sınırlıdır ; bu bakımdan geçm i ş ya da gelecek bir hazdan söz edilemez. D uyu larla
bağ lantılı o larak yaşanan anda var o lan haz, yal n ız düşüncede olmay ı p beden ile
de i l i şkidedir. Bu bakım dan Aristippos, m u t l u luğu ruhsal d i ngi n l i k sağlayan erdem
de bulup bedensel hazların a l daticı o l duklar ını i leri süren Sokrates ·ile ters düşmek
tedir. Ona göre, hoş o lan her şey iyidir ve haz verir; kişi bu şeyden, utanıp sıkı l ma
dan, eli nden ge ldiğince daha uzun bir süre ve da ha yoğun bir biçimde haz a l malı
dır ; çünkü haz aldığı sürece m u t lu dur.
Ari sti ppos, yaşamın ta d ı n ı ç ı karmak, mutlu o l ma k için haz verici her şeyin
peşin den gidi lmesi n i savunmakla birlikte, i ç güdüler i n , tutkuların b� yu nduruğu a l
t ı n a giril memesi gere ktiğ i n i de belirtir . B u noktada, So kra tesçi b i r ö ğ e o l a n akıl o l
g u s u n u öğretisinin i ç ine sokar: Akıl yoluyla sağlanan bilgi, bütiinüyle pra t iğe, somut
olay lara yöneli ktir. B u prati k bi lgi (phronesis) sayesinde, ki şi hazzın nerede olduğu
nu, nas ı l alınacağ ı n ı b i l ir ve ha·z seçiminde tutk u larını denetleyip geleceği göz önün
de ruurak ardından acı veren hazlardan ka ç ın ır. Ayrıca k i ş i , dışa, dı ş sa l koşul lara
82 Çiinkü ahlaksal sorunlar, daha önceleri ele belirt ti.C: imi:ı: �bi hiçbir Yu na n l ı düşünürde,
toplumsal ve siyasal sorunlardan lı ü ti.ın üyle soyutlanmış bir bi\·imde de alınmazlar.
83 Ari.s totdcs, bu konuda şunları yazmaktadır: "-· Aristippns ı;bi bazı Sofist ler, matema
tiği küçüınse mcktcydiler. Çünkü o nlara giirt:, dii";er. sanat larda, hatta diUgc-rlik ve ayakka
bı.:ılık gibi .ılışıbı;clen el sanatl:ınn<la b ile sı.irckli olarak neden diye " Ja ha iyi"ye y::ı da
" daha kiitüyc" ba� vunılur; oysa ma t e ma t ik iyi ve kutüyü hiç hesa ba katmamaktadır."
(Metaphysika, III, 996 a, 30-3 5 ) .
1 23
84
karşı, haz veren şeylere kar ş ı kendini bağımsız kı lar ve i çsel özgürlüğe kavuşur.
Görüldüğü gibi mutluluğu akıl lıca bir biÇimde haz (hedorıe) a l mada bulan
Kyrene Okulu 'nun hedonizm 'i, bilgeyi davra n ı ş lar ı n ı bu yönde düzen leyip büyük
değer verdi ğ i yaşamdan tat a la n ki ş i olarak ta n ı m lar. Bilgelerin yaşamının sıradan
85
insanların kine göre daha değer li olduğunu söyleyen Aristippos, tıpkı Sofistler,
özel likle de Ka l li k les gibi, k i ş i n i n mutluluğa u la şmada kendisine sın ırlar getirmeme
sini ve başkalarının koyduğu sın ırlara aldırış etmemesini sa l ı k verir. B i lge, her ne
kadar akl ı n ı kul lanarak kendine hakim olacaksa da, tutkular ı n ı , eğilimler i ni bastır
maz ve hazzı e lde etmek, doyuma ula ş ma k i ç i n e l inden geleni yapar. "Böyle bir
kimse, her şeyin en iyi yönünden yararlanmayı b i l i r ; h i ç bir engel tanımadan nesne
leri ve insanları kendisi i ç in kul lanır. "86 Özgürlüğünü ba şka lar ının özgürlüğünü ç i ğ ·
neycrek kullanan hedonist bilge, eylemler i n i n gelenek.göreneklerce sınırlandırılma
sına, top lumsal kurallar ve yasalar tarafından baskı altında tutulmasına izin ver mez.
Doğal o larak insanlar arasında bir uzlaşma, a n laşma olama z ;8 7 çünkü duyular ı n ver
diği izlenim ler özneldir ve her ki şi kendine özgü haz ara y ı ş ları i ç ine girer. ( Ta b i i ,
zaman zaman bu ha z arayışlarının birbir leri yle çatışma i ç i n e girmemesi de olanak
sızdır.)
Polise özgü değer lerin ç özüldüğü, bireylerin kişisel çıkarlarını ön planda tuttu
ğ u ve toplumsal farklılaşmanın keskin boyutlar aldığı bu ortamda, Aristippos'un
getirdiği çözüm, egoizme varan aşırı bireyci bir tutumla ya lnızca bireyin mutlulu
ğunu sağlamaya yöneliktir. Kynikler gibi Aristippos da, bireyi toplumdan ve toplu
m un gidişiriden bağ ı msız, özgür kılmayı amaçlar. Fakat bunu yaparken, Kynikler
de n farklı o larak, toplumsal n i metlerden yüz çevr i l memesini, tersine bunlardan ola
bildiğince yararlanılmasını ö ngörür. i y i olan hazzı engelleyen devİeti , toplumu, top
lumsal kurumları, gelenekler i , görenekleri vb. kötü olarak nitelendirmesi, Aristip
pos'u anarşizme yaklaştırır. Ancak onun anarşizmi, siyasal bir eylem p la n ı getirme
diğ inden ba şka, var olan düzenin yadsınmasını da i çt!rmez. Kyrene Okulu'nun fel
sefesi, bir bakıma "toplumdan ka çış" felsefosidir. Ya lnız bu ' ' ka çış", kişinin top
l u m la bütün bağlar ını koparması o larak deği l , fakat yine toplumda olup onun dışın
da, topluma yabancı (marginal) bir yaşam sürmesi biçim inde be lir mektedir.
Kendi kendine yeterl i olan hedonist bilgenin " bir po l isin ahlaksal desteğine
88
kesin li k le gereksi n i m i yoktur ; onun için yurt kendis i n i iyi hissettiği yer dir."
Bu
bakımdan, toplumsal ve siyasal örgütlen me biçimine karşı ilgisizdir, hoşlanmadığı
anda çekip bir başka yere gider, oradan oraya d o la ş ıp durur. Böylece, hep marginal
84 "Aristippos, tanı,n mış fahişe Lais ile olan ilişkisini kınayanlara ş unu söylem e yi gelenek
haline gelirmiş ti: " l.ais'e sahibim, fakat o bana de�il ; şunu da eklemeli}im ki, tutkuları
yenip onlar tarafından hükm edilmemek iyi bir �ey ise de, onları büıünüyle bastırmak
hiç de iyi değildir." Diogene faerce, 1, s . 1 30.
85 ibid, s. ı 29.
86 l\.facir Giikberk, s. 56.
87 Adcılık (nominalfam) öğretisinin tohumlarını ta ş ıyan Aristip pos'a giire, insanlar arasın
da ' ·: :· .. '' nl:ın tek şey dildir, i:deninı lere izlenim ler öznel
vcrclikleri ortak arlİardır . .\nc.:ak,
oldukları için, ayru ad farklı izlenim leri belirtmektedir.
88 J ,f. Chevallier, s. 72.
1 24
kalmayı başilrıp özgürlüğünü en geniş ölçüde y.ış.ır. Kendisi de bu tür bir yaş.ı m sür
müş olan Aristippos , . Sokrates ile bir komışımsında , ra hat ve olduğunca hoş bir ya
şamı yeğlediğini, bu nedenle de iktidarda hiçbir zaman gözü olmadığını a ç ıklar.
Çünkü halk, yöneticilerine köleleriymiş gibi da vra nma ktadır. Oysa, iktidar ile kiilc
likten geçmeyen bir orta yol vardır ve kendisi özgürlükten geçen bu mutluluk
yolunda ilerlemektedir. B una karşılık Sokrates'in, ister istemez bu y o l un da insan
ların top lumundan geçtiğini ve burada çeşitli bağımlılık ilişkileri bulunduğunu söy
lemesi üzerine, Aristippos şöyle yanıt verir : " ... ben, bu kötülüklerden sakınmak
i çin, kendimi hiçbir polisin i çine kapatmam ve her yerde bir yabancıyımdır." 119
Ksenophon 'un aktardığı bu konuşmadan, Kyrene'lilerin kendilerini hiçbir po
lise bağ ımlı hissetmeyerek, kosmopolis fikrine u laştıkları ya da en azından
ken dilerini dünya yurtta ş ı (kosmopolites) olarak gördükleri sonucu çıkarılabilir. Ni
tekim, Diogenes Laertius'a göre, Aristippos'un öğrencilerinden Theodoros "bilgenin
yurdu dünyadır" demiş ve kişinin bir polis i çin canını teh likeye atmasının delilik ol
duğunu belirtmiştir.9° Kyrene'lilerin din konusunda da, tanrılar ı yadsımaya varan
radikal görüşler ortaya attıkları bilinmektedir. Theodoros'un lakabı "tanrıtanımaz"
dır. Bir başka hedonist, E uthemeros ise, gerçe kte tanrı ların var olma dığını ; bunla
rın, kraiıarın, kahramanların, önemli insanların ölümlerinden sonra tanrılaştirı lmala
r ı yl.ı yaratı ldıklarını ileri Slirmüştür.91
Kyrene Okulu, geliştirdiği hedonizm ile Epikurosçu felsefenin ortıya çıkma
sında büyük rol oynamı ştır.
2- Kynikler Okulu
Kynikler Oku lu 'nun kurucusu , anası Trakyalı bir köle, babası yoksul bir Ati
nah olan Antisthenes'tir ( i .ö. 444-368 ) ; okulun en önemli temsilcisi ise Atina'ya
göç etmiş olan Sinop'lu Diogenes'tir ( İ .ö. 41 1 -323). i l k önceleri Sofist Gorgias'ın
derslerini izlemiş, ardından Sokrates'in dostluğunu kazanmış olan Antisthenes, oku
lunu Kynosargos d�nilen bir yerde kurmuştur. Bundan dolayı da okula, bu sözcük
ten türetilerek, Kynik adı veril miştir. Bir b..l şka yoruma g'öre, Kynik .ıdı, eski Yu
nanca'da köpek anlamına gelen kyon'd.ın çıkarılmıştır. Buna gerekçe olar.ı k da ,
okulun temsilcilerinin, özellikle Diogenes'ten başlayarak, köpeksi bir yaşam sür me
leri ve ( veya) bir köpek kadar hır çın ve sa ldırgan olmaları nedeniyle ha lkın un lara
bu adı yakıştırmış o lması gösterilir.
Antisthenes, Sokrates 'in düşüncelerinden çok, onu n kişil iğinden ve ya �a m bi
çiminden etkilenmiştir. Öğretisinin te me lini, nefse hakim olma (egkrateiıı ) , madde
sel zenginliklere kapılıııama, azla yetinme gibi Sokra tesçi yaşam ilkeleri olı ıştur
maktadır. Antisthenes'e göre de, öğretmeninin söylediği gibi, insan i çin en büyiik
iy ilik erdemdir. Öğretilebilir o l,ın erde m, kişinin kendi kendine yeter li, dolayısıyla
1 25
özgür olmasın ı sa ğ layıp, yaşama anlam kazandırır. Onu elde etmek için, kurgusal
entele ktüel uğraşlar i ç ine girmeye, bilgiyle soyut, kura msal düzeyde uğraşmaya ge
rek yoktur. Düşüncelerin i sıra �n insan lar ın anlayabileceği basit bir dille açı klayan
Antisthenes, erdemin sözlerde, öğretilerde değil, fa kat edim lerde, yani be l l i bir ya
şam b i ç i m in de bulunduğunu belirtir. Kişinin kendini erdemli kı lması, çevresindeki
zengi n l i k lere, nesnelere, eği l i m lere ve güze l l i k, soy l u l u k ya da onur gibi toplumsal
değerlere kayıtsız kalarak, yalın, azla yetinen, bel l i ö l çüde çi lecil iğ i içeren bir ya
şam sürmesi ile mümkündür. A ntisthenes'in övgüsünü yaptığı bu yoksul yaşa m ,
top l u m sa l bakımdan asalak b i r biçimde yaşamak anlamına gelmez. Antisthenes be
densel uğraşlara, çal ı ş ıp didin meye büyük önem verirken, öğrencisi D iogenes örnek
olarak Herakles'i gösterir. 92 Bununla birli kte, gerek D iogenes, gerek ondan sonra
gelen Kynikler birer "asalak" gibi ya şamış lar, çalışmaktansa, dilenmeyi yeğlemiş
lerdir. Bundan dolayı, çeşitli b i l i m ada mlar ı , Kynikleri Orta çağın dilenci keş i şlerine
benzetmektedirler. 93
"Zengin l ik yerine sadeliği yeğleyen insanlar, daha dürüst o l urlar, Çünkü insan
kendinde olanla ne kadar ç ok yetinirse, ba şkalarının o lan şeylerde o kadar az gözü
olur" diyen ve "gerçek zenginliğin ruhta bulunduğunu"94 be l irten Antisthenes, ki
şinin bedeninden başka, ruhunu da eğitmesi, denetim altına alması gerektiği düşün
cesindedir. Maddi zenginliklerin çekiciliğine kapılıp lüksün, bolluğun amaç edinil
mesi, erdeme (iyiliğe} sırt çevrilerek kötülüğün seçilmesi demektir. Fakat en az bu
nun kadar kötü olan başka bir şey daha vardır. Bu, duyguların, tutkuların tutsağı
olunması ve hazzın (özel likle de duyularla elde edilen hazzıiı) yaşamın ereği duru
m una getirilmesidir. Kyrene Okulu'nun hedonizm'i, Kyniklerin ahlak anlayışı tara
fından tam anlamıyla yadsınrnakta, daha doğrusu kötülenmektedir. Aristippos'a
karşılık Antisthenes, en büyük deliliğin haz arayışı içine girmek olduğunu ileri sü
rer ve daha da ileri giderek, (tensel hazzın simgesi olan} ''Aphrodite karşıma çıksa,
onu kendi e l ler imle boğarım"95 demeye kadar vardırır hazcılık düşmanlığını.
Antisthenes, kurgusal ve kuramsal bilimleri küçümsemesine ve evrensel�n bil
gisi n in o lanaksıziığını savunmasına karşın96 , ahlak öğretisinde bi lgiye de yer verir,
daha doğrusu erdemin bilgiden bağımsız o l madığını açı klar. Bu bilgi, yaşama yöne
lik, ahlaksal ereklere yararlı olan bilgidir. Kişi, bilginin yardlılTlıyla, erdemin özünü
92 Diogene Laerce, il, s. 3 3 ; Leon Robin, La peıuec grccque, s . 203 ; Breh ier, s . 273.
93 Chevallier, s. 72; Robin, ibid., s. 201 ; Sabine, Cilt 1, s. 1 32.
94 Ksenophon, Symposion, iv, 42 ve 3 4.
95 Chevallier, s. 70 ; Robin, ibid., s. 203.
96 Antisthenes'e göre bilmek, her şey bileşik olduğundan dolayı, parçalamak, bir nesneyi
son öğelerine değin ayırmak demektir. Ancak bu şekilde nesnelerin özü kavranabilir.
Çünkü Platon'un "idea" dediği evrenseller gerçek değildir, yalnız tikeller vardır. "Ben
kendiliğinden atı ( ya d a evrensel öz olan atı) değil, karşımdaki somut atı görüyorum ' '
diyen Antisthenes, Platon'un idealar kuramını eleştirerek, (evrc:nsel) kavr.ımlaruı nesne
leri adlandırmak için oruya atılan sözcüklerden ba ş ka bir şey olm:ıdıkhı.rını açıklar. Bu
görü ş lerin den dolayı, ba;ı:ı!arınca adcılığın (nominalizmin) kurucusu sayılan Antisthencs,
kavramlar üzerinde çalış ılırak elde cdilc:n " bilimsel" bilginin yaşamla il!(isi bulunmadığı
nı, uol;ıyısıyla hiçbir önemi o l madığı n ı ileri sürer.
Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız: Gökberk, s. 53 ; Robin , op. cit. , s. 201 -202.
1 26
anlayıp yaşamdaki etkisini, önemini kavrar. Bunun sonucunda da tam anlamıyla er
demli bir yaşam sürüp mutluluğa (eudaimonia) ulaşır. Bu bakımdan, bilgi, erdem ve
mutluluk birbirleriyle yakından bağlantılıdırlar, hatta ayrılmaz bir bütünü oluştur
maktadırlar.
Kynik ahlak öğretisi içinde mutluluk (eudaimonia), yaşamın ereğidir; en yüce
değerdir ve insan iyiliğinin ölçütüdür. Fakat mutluluğun toplumsal bir anlamı yok
tur. Kyreneliler gibi bireyci olan Kynikler için de mutluluk, ancak bireysel düzeyde
söz konusudur. Birey iyiliğin , mutluluğun ne olduğunu, başkalarının ya da toplu
m un saptadığı ahlaksal öl çülere göre değil, fakat kendi özüne göre kavrayıp be l irler.
Bireysel istencin başkalarının boyunduruğu altına sokulması, içsel (ya da ruhsa l)
özgür lüğün y itirilmesine ve mutluluğun ortadan ka lkmasına. neden olur. Bu ba kım
dan mutluluk, zorunlu olarak özgürlüğü gerektirir.' n Kynikler, özgürlüğe daha çok
felsefi bir an lam yüklerler. Özgürlük, her şeyden önce, bireyin akl ını, istencini kul
lanarak duygularını, tutkuların ı denetim altına alması, hatta onları büyük öl çüde
bastırma�• demektir. Duygusal eğilimlerin etkisinde kalan kişi gibi, dış gereksinim
lerden kendini kurtaramayıp toplumdaki boş değerlerle dünya nimetlerinin çekicili
ğine kapılmış olan kişi de özgür değildir. Çünkü zengin liğe, lükse, şan ve şerefe
önem veren bir ki m se , kendisini kibire, gurura, hırsa, korkuya vb. kaptırmaktan
kurtaramaz ve böylece duyguların ve tutkuların tutsağı durumuna düşer. Demek
ki, tam anlamıyla kendi kendine yeterli olan ve doğaya uygun bir yaşam süren kişi ,
özgürdir, mutludur, dolayısıyla bilgedir. Kynik bilgenin mutluluğu, hedonist bilge
ninkinden farklı olarak, anlık ya da geçici değil, süreklidir, ruhsal dinginliği ifade
eder. Bilge kendisi dışında kalan her şeye ilgisiz olduğundan dolayı, mutluluğu hiç
bir kimse, h i ç bir nesne ya da olay tarafından ne engellenebilir, ne de kesintiye uğra
tılabilir.
Ky nik lerin bireysel mu.tluluğu amaç edinen ahlak öğretilerinin ardında, top
lumsal sorun lara ilişkin görüşleri yatmaktadır. Kynikler, tıpkı Kyreneliler gibi, l.ö.
4. yüzyılda Yunan polislerindeki, özellikle Atina 'daki toplumsal, siyasal, kültürel
yoz la şmışlığın ve kargaşalığ ın karşısında umutsuzluğa kapılan ve yaşamını anlam
landırmak i çin bir dayanak arayan bireye bir ''çıkış yolu" sunarlar. Önerdikleri bu
çıkış yolu, Aristippos'un "toplumdan kaçış" düşüncesinden çok daha radikal bir
kaç ıştır; top lumdaki her şeyin yadsınarak toplumsal yaşamdan çekilmeyi ve içine
kapa n mayı içermektedir. Sabine'in deyişiyle Kynikler, "öbür oku l ların hepsinden
daha açıkça şehir devletine ve onun temelindeki toplum sınıflarına karşı bir itirazi
dile · getirdiler; hayattan çekilmeleri de insanların genel olarak hayatın iyi tarafları
saydıkları şeyleri yadsımak, bütün sosyal ayrımları eşitlemek ve toplum uzlaşımla
rının hoş taraflarından, ve hatta bazen edeplil ikten, vaz geçmekten ibarettir. "98
Kyn ikler, top lumdaki en alt tabaka lara, yoksul kesimlere seslenirler. Fakat
bun lara, top lums;ı l bir kurtu luş için ne bir eylem planı, ne bir toplum modeli
97 Ancak bedensel olarak özgür olmayan bir kişi, bir köle bile, istencini bağımsız kıldığı sü
rece, her türlü kötülüğün dışında bulunup erdemli bir yaşam sürerek mutlu olabilir.
98 Sabine, cilt l, s. 1 3 2.
1 27
setirirler. Devrimci değ il lerdir ; ya ni, bir devri mle kur u l u düzeni deği ştirip, top lum
sa l bozu k l u k l.m , kötülükler i , eşitsi L l i kleri ortadan ka ldırmayı ama.çlamazlar. Bireyci
bir a n lay ı ş la , kendiler i n i izleyip önerdikleri a hl a k öğretis i n i benimseyen ve uygu la
yan bireylerin ( b ir başka dey i ş le , bi lge olan kiş ilerin) kendi lerini kurtaracaklar ını,
m utlu o la caklar ı n ı savunurlar . On lara göre bilge, topl u m u n bütün kur u m larını ve
değer leri n i hor .ı,ı·iirere k , to pl umsa l ve siyasal yaşama karı şmada n , her türlü kötü lük
le, o lup biten i le ilgilenmeden , bir anlamda "deveku ş u pol itikası" izleyerek kendi
köşesine çek i l ip yaşama l ı d ır . Bu kötülüklerden bir tınes i , da ha önce de be l irttiğ i m i z
gibi, zengin l ik tir. Dolay ısıy la i y i olan, e l de edi l mesi gereken, zahmetle sürdürülen
yoksul bir yaşam d ır . A l aeddin Şenel ' in de açıkladığı gibi , "böyle bir hayat idea l i ,
a şağı ta bakaların ( özlemlerini deği l ) yaşamları nı i dea l i ze edişin ifadesidir . " 9 9 Ayrı
ca, Kyni kleri n yaptıkları bu yoksu l l uk felsefesinin, kurulu düzen i çi n bir teh l i ke
olu şturmaktan çok , güçlenmesine ya da sürmes ine ka tkıda bulunmaya yöne l i k ide
o lojik bir i şlev gördüğii de söylenebil ir. Ç ünkü zeng i n l iğin erdem ile bağdaşmaz l ı
ğından hareketle yoksu l l uğ u n övülmesi, ezilen sınıfların yoksu l l uklar ını gönül rahat
l ı ğ ı y la yaşama lar ı n ı , ekono mik ve sosyal farkl ılaşmayı körükleyen siste m i benimse
meseler bile, en a z ı ndan onu kabul etmelerini ya da ona katlan malar ını sağlar. Böy
lece, yoksul sınıflar.ın düzene kar ş ı y ı k ı c ı bir eyleme kalkı şma lar ı engellenmiş
.
1
o l ur. 00
Kynik b i lge, toplumun dışında o lacaktır ; çünkü top l u m , bireylere birtakım sı
n ırlama lar getirir, on ları bel l i davra n ı ş ve düşünce kal ı pları i ç i ne sokar ve böylece
mutluluğa y o l açan eylem leri ö n ler. Bundan dolayı, bireylerin kend i lerini toplum
sal koşul lardan kurtarıp doğal o l mayan bütün kurumlardan uza klaşma l ar ı ve doğaya
uygun bir yaşam sürmeleri gerekir. Bu konu da , öğretmeni Antisthenes'in " kötülük
lere kay ıtsız kalma" il kesiyle yetin meyen D iogenes, daha aşırı bir tu tumla, bir yan
da çileciliğe sarı lır, öte yanda. uygarlığın ( da ha doğrusu po l is i n ) bütün değerlerine ve
kurumlarına sa ldırıp bunlar ı h ırpalamaya, zayıflatmaya ça l ı ş ır. Bir fı ç ı (ya da küp)
01
içinde yaşayan, Büyük İ skender'i "gölge etme ba şka ihsan istemem " 1 d i y e yanıt
layan ve her türlü k ura l ı a ç ıkça çiğneyen D iogenes, yaşam tarzını ve eylemlerini in
1 2
sa n lara bir örnek o larak sunar. Amacı, düzenin de ği ş mesidir. 0 Fakat bunun için,
kendisin in y o l gösteri c i l i ğ i sayesinde , bireylerin kendi başlarına servetin , ailenin , ev
l i l i ğ i n , yurtta ş l ı ğ ın , soy luluğun, öğre n i m i n , onurun vb. şeylerin ne de n l i saçma ol
d u klar ı n ı kavra y ı p onun gibi köpekçe bir yaşamı benimsemelerinin yeterli olacağı
mak . pannın vli1.iinü c.le i!; i � t irmckti. fakat, çok Jaha �cniş ölçlicie. Dünyacla geçerli olan
paranın ,·uzııwı de!� iş tirect'kti." (Cilt 1, s. ·;;; l ) .
1 28
in.ıncındadır. Yunan dünyası uy ga rl ı ğ ı n ı n kJr ş ı sına hayvanların ve barbar u l usl a
r ın ya ş a m la r ı n ı \· ık.ıran
Oiogl'ncs, doğanın, d oğay.ı' u ygun yaşamın üvgüsünii yar.ır.
Bund.ın d ol a y ı Webt•r , D io�cnes 'i "Antik çağl.ırın R oussc.ı u 'su " olarak t.ınıml.ır . 1 0 J
S.ıhiııc ise, doğaya diinme öğretisinin n i h i l is t bir an l a m içerı.liğini be l irtir. 1 04 Ayrıo
Oi ogcnes , bu öğreti ile rad i k.ı l Sofistlerin doğa-yasa karşıtl ığı düşüncesini yen iden
gündeme ge tirmi� olur: Polisin ve pol ise özgü her şeyin yapay olup doğaya ters düş
tüğünü ısrarla vunıulayarak bunları yadsıma y o l un.ı g i d e r ; b i r bakını.ı, ka r ş ı ç ı k ı ş l.1 -
r ı n ı bu yolla meşr u laştırır. Ona güre "gerçek yas.ıl.ır, büıün evreni yöneten (doğa l )
1 os
yas.ılardır."
O iogencs'in to p l u msa l fark l ıl a şmal a r ı , a yr ı ca l ı k l a r ı reddederek efendi -köle y a
d a yurttaş-ya bancı g i b i ay r ım l ar ı n sa çma lığını vurgulaması v e bu a ç ıdan ins.ı n l.ırın
eş i tl iğ i n i be n i m se m esi , kosmopolis d ü ş ü n ce sin e u laş masın.ı yol açar. Bu diişünce,
aynı zamanda dönemin pol isten h i çbir beklenti leri kalmayan çevrelerin siyasal iiz
lenı lerini ve siyasal ge l i şmeleri de yansıtl'T'.a k tı d ır. 1 06 Kendisinin de bir dliııy.ı
yurttaşı (kosmopolitesı olduğunu söyleyen D iogenes 1 0 7 , yeryüzünün farklı polislere,
devletlere bö lünmes i n in doğaya uygun düşmediğini savunur. Fakat onun, kosmo
polis düşüncesi ile bütün insanların mutlu, eşit olacağı bir dünya devleti ütopyasına
sa h ip .olduğu san ı l mamalıdır. Gerçekte D iogenes, bu düşüncesini felsefi bir düzey de ,
bilgelerin konumunu daha i y i açıklamak amacıyla kullanır. Ona göre bilge, bel l i bir
toplumun üyesi, belli sın ırlarla çevri l m i ş bir toprak parça�ı üzerinde yaşayan kişi
deği l , bütün yeryüzünün yurttaşıdır. Ahlaksal yönden kendine yeterli olma aşaması
na gelm i ş bu kişi , pol ise gereksi nim duymaz, tersine kendisini polisin ötesine (üstü
ne ) yerleştirir . Antisthenes'in değişiyle "bilge, yaşam ın ı ülkedeki yasalara değ i l , er
deme göre düzenler." 1 08 Tek gerçek devlet, vatandaş l ı k koşulu bilge l i k, yasası er
dem olan devlettir, bu devletin ise ne yeri, ne de örgütü vardır. Her yerdeki b i lge
kişilerin tüm ü bir tek toplu m u , ko�mopolis'i , meydiına getirirler . 1 °9
Üste l i k K ynikler, çok küçük bir azı n l ı ğı n bilgeliğe u laşacağı ve diğerlerinin
hangi sınıftan o lurlarsa o lsun lar ca h i l l i kten kurtulamayacağı inancındadırlar. Bu
yüzden, kitle lere, insanlara karşı hiç de o l u m l u bir yaklaşım içinde değillerdir. An
tisthenes kitlelerin ahmak olduğ unu, yanılgı lar i ç i nde bulunduğunu, "Birçok kiş i
seni övüyor" diyen birine verdiği, " N için acaba , n e gibi bir hata yaptım ki? " 1 1 0 ya
nıtı i le ortaya koyar. B u konuda Diogenes, öğretmeninden hiç de aşağı ka l maz:
Gündüzün eline fener alıp insa n aramaya ç ı kar ; "Hey, insan lar ! " diye ba ğ ırdığında
1 03 Wcl.ıcr, s. 54.
1 04 Sabine, s. 1 34.
1 05 Diogi:nc l...ıercc, i l , s. 33.
1 06 Bilindiği üzere, ilk ünce İ.0. 339'da Makedonya kralı Phil ippos, Yunan polis l.-rinin öz
giirlügünc son verip onları bir Helen İmparatorlugu :ılıuıda birleştirmiş, arılımlan oi'.;lu
III • .-\lcksandros ( Büyük İskcndcr) i.n. 334-'tc .\sy:ı seferini başlatarak c•Tcnscl bir imp.ı
raıorluk kurmaya ı;alışnııştır.
1 Oi' Diııı.ıcne Lıcn:e, fi, s . 30.
ı os İhi<l, i. ı o
1 09 Sabine, s. 1 3-t-,
l 1O Diu�cne l...ıcn:,,, il, .;_ <J.
1 29
çevresine toplananl.ırı "Ben insan ları çağ ırdım, p i s l i k leri değ i l " diyerek sop.ıy lJ
kovalar ; Olimpiyad oyunları dönüşünde , kalaba l ı ğ ı n olup olmad ığ ı n ı soran birine,
" E vet, kalabalık varı.l ı , fakat insanlar çok al d ı . " diye kar ş ı l ı k verir . 1 1 1 Böylece
Kynikler, polisteki her türl ü hiyerarşik sın ıfla n d ırmayı yadsımakla bir l i k te , kendileri
insanları bilgeler ·calı il ler şek lin de bir ayr ı m iç i n e sokarlar ve bu i ki kesim arasındaki
farkın birbirleriyle dostl uk ilişkileri kuramayacak denli büyük olduğunu ileri sürer
ler .
Kitleleri hor gören . buna karş ılık kendilerini yücelten Kyni kleri n bir ·ba k ı ma
eliti st bir anlayışa sahip oldukları söylenebi l ir. 1 1 2 Fakat içi nde bulundukları toplu
m u yönetmeyi değil, ondan tümüyle kurtulmayı a m açlarlar . Ayrıc;ı, ya l n ı zca kendi
lerine özgü bir toplum ideali de çizerler. Kynik bilgelerin bu toplumu, yoksu l l u k
e şitliğinin hüküm sürdüğü, her şeyirı orta klaşa olduğu, _evliliğin , yönetim in bu lun
madığı bir çeşit ilkel komünist top lumun çizgilerini t.ı şımaktadır . 1 1 3 Oiogenes, bil·
geler arasında her şey i n ortaklaşa olduğunu şöyle dile getirir: "Her şey ta nrı lara ait ·
tir; bilgeler ta nrıların dostudur ; dostlar arasında her şey ortaktır; öyleyse her şey
bi lgelere aittir." 1 1 4 Oiogenes'in öğrencisi Krates ise, Kyniklerin polisinde paraya da,
onura da yer olmadığını, bu nedenle de insanların birbirleriyle çatış mayacağ ını be·
lirtir.1 1 5
Kynikler, popüler din lerin tanrılarını reddederler, bunların insanların yarattık·
ları sözcükler o lduklarını ileri sürerler. Bu bakımdan bilgenin, bun lara tapınması,
adaklar sunması, dinsel görevleri yerine getirmesi, söz konusu bile edi lemez.
Gerçekte tek bir tanrı vardır. Doğa bütününden ayrı olmayan bu tanrıya, erdemli bir
yaşam sürmekle, bilgeliğin gereklerini yerine getirmekle saygı gösterilebilir.
Kynik felsefe, varlığını Roma döneminde de sürdürmüştür; fakat etkisi, i .ö.
i l i . yüzyıldan baş layarak giderek azal mıştır. Bunun nedeni, yeni koşullara daha iyi
uyan kendisinden çok daha güçlü bir felsefe okuluna, Stoacılığa, öğretmen-öğren
ci ilişkisi biçim inde doğrudan doğruya kaynaklık etmiş olmasıdır. Stoa Okulu'nun
kurucusu Zenon, Krates'in öğrencisidir.
* * *
Gerek Kyrene Okulu, gerek Kynikler O kulu, Sokrates ile Sofistlerin belli dü
şüncelerinin bir tür "sentez"ini gerçekleştirerek, felsefelerinde bireyi mutlu kılmayı
1 30
Jnıaç ed i n m i ş lerd i . B ireysel m u t lu luğa ulaşmadı , birbirlerinden çok farklı yol lar
önerm iş olmaklJ birlikte, öne m l i bir konuda birleş mekteydi ler: Her i kisi de yolla
rını polisten geçirmemişlerd i ; ha tta yalnız geçirmemekle kal mamı şlar , pol isi ve ona
özgü değerleri yerle bir e tmeye koy u l m u ş lardı . Kurtu lu ş u n ancak bireysel düzeyde
mümkiiıı olduğ u ve bireyin ken di değerin in bil incine varabil mesi için toplumun ve
devletin etkisi n den kurtul u p bun lara kar şı tümüyle özgür o l ması gerektiği düşüncesi
ni i ş l e m i ş ler ve böylece polise bir darbe de kendileri indirerek onun çöküşünü hız
landırma yoluna gitmişlerdi . B u n lara kar ş ı , polis düzen i i çinde top l u ni sa l daya n ı ş
manın, gönül birliğ i n i n , u y u m u n (konkordia) özlem i n i çekenlerin tepki göster me
meleri olanaksızdı. Bu tepki, düşünsel düzeyde, Sokrates'in Sofistlere karşı koyması
g i b i , Kyrene liler ile Kyn ikleri n körükledi ğ i bireyci düşüncelerin polis üzerindeki yı
kıcı etki lerini Jıa ltmaya, devletin savunmasını üstlen ip yi tmeye yüz tutan itibarını
yeniden kazandırmaya ve birey i ( yurt ta ş ı ) baş ta ah lak ol mak üzere her bak ı m da n
polise bağ ı n ı l ı kı lmaya çalışmak şekl i n de be lirecektir . B u misyonu üstlenecek olan
lar ise, ö g reti lerini bir sistem içine oturtm u ş olan Yuna n felsefesinin iki büyük düşü
nürü, P laton ile öğrencisi Aristoteles'tir.
131
B Ö L Ü M V
PLATON
A- YAŞA1\ll VE YAPITLARI
1 32
Jile i ç i n de Perik les ç i demokrasinin geleneklerine uygun bir eğitim J l m ı ş olJbilccegi
i leri süri i lınüştlir. 1
IJ iogcnes L.ıenius'tın i)ğrendiğimiLc göre, PIJton ' u n Jsıl Jdı, bliyül\bJ b.ısın ııı
ki �ib i , Aristokles' tir. PIJton .ıdı, onJ , göğsünün y.ı d.ı o muzlar ı n ın geniŞliğinden do
IJy ı beden eği rinı i üğretmeni tJrafındJn takı l mış, filozof da b u n u beni mseyip y.ı şJ
nıı boy unca k u l l.ı n m ı ş t ır. 2 Epey yd k ı ş ı k l ı olan P l.ı ton , n i celikli ve çok yönlü bir eği
tim giirmüitür ; gen ç l i ğ i n de ba şarılı bir sporc u l u k döne mi ge çi rmi ş , Jynı za mJn da
edebiyatla da ilgilenip güze l şiir ler ya Lmıştır. Y i ne bu y ı l la r da , felsefeye i lg i duym.ı
y.ı b a ş l a m ış ve çeş itli filozofların, Sofistlerin derslerini izlemeye koy ulmuştur. Aris
toteles, onun bu a landaki ilk öğretmen inin Herakleitosçu Kratylos olduğunu bil
dirrnck tcdir. 3 Yirm i y a şın da Sokra tes'i ta n ı yıp onun yakın çevres ine giren Platon ,
bu büylik fi lozofun etkisine k.ıp ılmış ve şi i r ler i n i yJ k ı p da ha yoğun bir bi çimde fe l
scii sorun l.ırla uğraşmaya ba şlamışt ı r . i .ö. 399' da Sokr.ıtes' in demokrat liderler tJ
nfınd.ı n ö l iime ma hkum ed i l me si n e dek, se k i z yıl boyunca onun ya n ı n da n ayrılnı.ı
m ı ş , e n sadık ve en dikkatli öğrencilerinden biri olm uştur. K iş i liğine, kıvrak zekası
na , davra n ı ş larına duyduğu hayran l ıktan ba şka, ahlak ile siya sete i l i ş k i n dü ş ün c e l e
rinde ve b i lgiyi toplumsa l bozuklukları, karga şaları orta da n kaldıracak tek değer
ol.ırak yücelten i y im ser öğretisinde kendi kafasını kurcalayan baz ı sorunların yan ı t
larını bula b i l m i ş o lması da , hiç kuşkusuz, Plato n ' u n öğretmenini sonuna l\ddar sü
rekli iılemiş olmasında belirleyici o lmu ş tur .4 "Ta n ıdığı insanların en müke m mel i ,
en b i lge v e e n doğrusu olduğunu" söyled i ğ i 5 Sokrates'e kar ş ı duyduğu derin sev�i
ve saygı , hemen hemen bütün yapıtlarında ortaya ç ı kmakta dır.6
Platon , Sokra tes' i tan ır tanıma z kendini bütünüyle felsefeye ada mam ı ştır.
Yirmili yaşları boyunca, zaman zaman politikaya a t ı l mayı düşünmüş, fakat �u iste
ğini ger ç e k l e ş tire b i l ece ği orta mı bir türlü bula mamıştır. Gerek Otuzlar Ti ran l ığ ı '
n ı n terörü, gerek de m okrasi n i n öğretmen i n i ölüme yollayan tutumu, Platon'uıı bu
iki re j i m de de bir rol alrrıasını engellemiştir. Ayrıca, yaşadığı tiu siyasal ol ayl ar .
dah.ı sonraları, ne bir az ı n l ığ ı n , ne de ki t l e ler in despotluğ u na yol aç mayacak dü
zen l i , dura ğa n bir rejim a ra y ı şı içine girmesinde ve b un u düşü nsel olarak
kurmasında etkili o l muş lardır . Platon, bu olayları ve b u n lar hakkı ndaki düşünceleri
n i şöy le a n latmakta d ır ;
1 3 .3
"Gençliğimde, ben de birçok-genç gibi düşünüyor d u m . Kendi kendime davra
nab i leceğim [tam anlam ıyla. yurtta ş ola.bi leceğim ] gün gelin ce, hemen poli ıik.ıy.ı
atı lmaya karar verdi m . Ancak , karş ı m da bulduğum devlet işlerinin durumu �ö� lcy
d i : Var olan y öneti m her yönden saldırıya uğra m ı ş , bir darbe yap ı l m ış ve d l i bir
y urttaş yeni düzenin ba ş ına geçmişti. Bunlardan on biri kentte , on u da Peira ic us'
da [Pire'de] agora 'nın ve kentlerin yönetim iyle ilgili görevler a l m ı ş t ı ; fa ka t en üstün
otorite m u tlak iktidara sahip olan o tuzların e l indeyd i . B u n ların çoğu ya a"-ra ha nı ,
ya da dostumdu; uygun bir görev vermek üzere beni hemen yan ların.ı çağırdıl.ır.
Genç ya ş ı m düşünülecek olursa , hiç de aşırı ol mayan birta k ı m düşler kuruyordum.
Bunların, polisi eğri l i k yolundan doğru luk yoluna getirerek yöneteceklerini s.ı n ıyor,
ne yapacaklar ını merakla bekliyordum. Oysa çok ge ç meden , bu insan l.:ır 1 11 , eski dü
Le ni sanki bir .ıltın çağ im iş gibi arattıklarını gördüm. Birçok zorba l ıklarında n h.ı ş
ka , zamanı n ı n en doğru adamı o lduğunu çe"-in nıedeıı söy leyebilece.� i m , y.ı'l l ı do s
tLını Sokrates'e de sa ldırdı lar ... Sokra tes onlara boyun eğmedi ; cinayet lerine ort.ı"
o lmaktansa, en kötü teh likelere göğüs germey i yeğledi. Ben de , bu tür şiddet hare
ketleri i le en az bun lar kadar önemli daha başka zor ba lıklar Lar ş ı s ı nda nefret duy
d u m ve b u dönemin iğrenç liklerinden uzaklaştım. K ısa süre sonr.ı , Otu L I Jr i le bir l i k
t e y önetim leri de ortadan kalktı. Polis i ş lerinde yer a l ma isteği n i , biraz da h.ı zayıf
o l ma k la bir l ikte, y ine duymaya başladım ... Bu dönemde iktidara. gelen ler çok y u
m uşak davrandılar. Fakat, nas ı l o ldu b i l me m , güç lü kimseler, gene o Sokr.:ııes'i ,
dostumuzu, kesi n likle haketmediği iğrenç bir suçlamay la mahkemeye sürek ledi ler. . .
ö ldürdüler. Bu düzensi z l i k leri, politikaya y ö n veren kimseleri gördükçe, yasa l.ırı ve
görenekleri inceledikçe, yaşım da ilerledikçe, devlet iş lerini iyi yönetmenin-çok gü ç
olduğunu an lıyordum ... Polis i m iz art ı k atalarımızın gelenek ve göreneklerine göre
y öneltilm iyordu .•. Üstel i k , yasalar ve ahlak öylesine bozu l m u ş , kötüliik de öyle h ız
la ilerlemeye baş lamıştı ki , önceleri kamusal i y i l i k için ç.ıl ı şmay ı candan isteyen
ben, bu durum kar ş ısında her şeyin akıntıya kap ı l d ı ğ ı n ı görmüş ve sonu çta şa şkı na
d ö n müştüm." 7
Siyasetin içine girmek istemesi , fakat za ma n ı nda ki siyasal y önetim lerle bağ
daşamadığından bunu yapamaması, Platon'un kesin b ir çözüme kavuştura madığı
ikilem idir. Bir yandan politikaya yönelirke n , öte yandan p o l i ti kadan uza klaşmak
şe kli n de beliren bu ikilem, yaşa m ı n ı n daha sonraki evrelerinde de k.ırşısına ç ı kmış,
ayrıca yapıtlarına da yansımış tır. Genelde pratij( politikayla uğ raş maktan vazgeçen
P la to n , ç a l ı ş malar ı n ı felsefe ve si yasa l kuram üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Sokra tes'in ölümü üzerine gerek Atina 'dan soğuduğu, gerek demokratların da
ha yaygın bir sa ldırıya k.ı l k ışrnalarından kor ktuğu i ç i n diğer Sokratesçi lerlc bir li k
te Megara' ya sığınmı ştır. B urada E ukleides 'in dersler i n i izle miş. B ir iki y ı l sonra
A t ina'ya geri dönüp atlı o l.ırak askerli"- görevi n i yapmış ve büyük bir ol.ısıl ıkla Sp.ır
tı 'n ı rı Atina üzerindeki }'·en�is i y l e son bulan Korin thos savaş ına kat ı l m ı ştır. Bu ndan
sonra, İ .ö. 390 y ı l ın.ı doğru b iiyük bir geziye ç ı km ı ş tır. Bu yo lcul uğ u sıra s ınd.ı Pl.1-
ton ' u n nereleri dol.ıştı ğ ı kesin olarak bilin memektedir. Bir olası lıkl.ı , M ısır'.:ı uğra-
1 34
mış ve M ısır'ın dininden, yasalarından, töre leri nden, a skerlerin hJll,.wn a�·rı bir s ın ıf
oluşturduğu düzeninden etki lenmiştir. Bu gez inin yapı lmış olduğunu >.lvun.ın l.ır ,
buna gere kçe ol.ıra k , Pl.ıton'un y.ıpıtları nd.ı M ısır etkisinin iz lerinin sıkça bu lun
uuğunu göster mektedir ler . F.ık.ıt kendisi, bu geziden hiç siiz e tmemektedir ve Mı
s ı r iizcrindeki bilgilerini, diğer birçok Yunanlı filozof gibi, çeşitli k.ıynakl.1rda11 el
de etmiş olabilir; bu bu bakımdan Platon'un ,\tısır'ı ziyaret ecmiş o l ması, çok kuş
kulu görünmektedir . Ayrıca bazı yorumcu lar, filozofun An.ıdo lu 'ya hatta Hindis
ta n '.ı kadar gittiğini ileri sürmektedirler; ama , bu savlar ı doğrul ayan en uf.ık bir k.ı
nıt yoktur. Herkesin üzerinde anlaşamadığı bir başka gezi de, matematikçi Theo
doros ile dostluk kurduğu söylenen Kyrene gezisidir.
Platon' un gerçekten yapmış olduğu bil inen deniz aşırı gezi leri , Güney İ talya
i le Sicilya'daki S�-ra kuza. ziyaretleridir. Güney İ talya'ya Atina 'da tanımış olduğ u
Py tlıagorasç ıların çalışmalarını yerinde ve yakı ndan gör mek i çin gitm iştir. Düşün
celeri nde, Pythagorasçılığın izleri çok açık bir biçi mde görünmektedir. Bu gezisi
sırasında Taranta'ya uğramış ve bu kentte devlet otoritesini bi lim ve felsefe üzerine
kurmu ş o lan filozof devlet adamı Arkyt.ıs ile tanışmıştır. Platon'un T.ıranta'da ge
ç irdiği günlerin, i leride yazacağı yapıtlarının üzerindeki etkilerini tahmin etmek hiç
de gü ç değildir.
Platon'un Sicilya'ya i.ö. 388/7, 367/6 ve 361 yıllarında yapmış olduğu üç
yo lcu luğu vardır. VII Mektup' ta anlattığı bu gezilerin ilkini, Syrakuza'da demokra
siyi y ıkıp tiranlığı kuran 1. Dionysios'un çağrısı üzerine yapmıştır. Bu tarihte, Yu
nan dünyasında belli bir üne kavuşmuş o lan 40 yaşındaki Platon, bu çağrı ile eline,
kafasındaki bilgeler yönetimini gerçekleştirmek yolunda tarihsel bir fırsat geçtiği
um uduna kap ı lm ıştır. Fakat, -gerek aralarındaki düşünsel anlaşmazlıklar, gerek ti
ranın genç yeğeni Dion .ile kurduğu yakın dostl uk nedeniyle- 1. Dionysios ile arası
a ç ı l m ı ş ve bir Sparta gemisiy le Yuna n istan 'a yollanmıştır. Sparta l ı gemiciler onu,
b u tarihlerde Atina ile savaş i çinde olan Aigina adasına çıkartmışlardı; b urada Pla
ton'u bekleyen sonuç, bir savaş tutsağı olarak öldürülmek ya da en azından bir köle
o larak satı l ma ktı. Bu teh likeden, tanıdığı Kyrenel i bir bilge olan Annikeris' in kendi
sini sa tın alıp özgürlüğünü bağışlamasıyla kurtulmuştur. 8
Atina ' ya dönen P laton, İ .Ö. 387 yılında Akademia adı yla bi l inen okulunu
kurmuştur. Okulun bu adı almasına gerekçe o larak, onun, kentin biraz dı şında bu
lunan ve Atina 'nın eski savaş kahraman larından birinin adını ta şıyan Heros Ak.ıde
mos bahçesinde kuru lmuş olduğu gösteri lmektedir. 9 Copleston'un da belirttiğ i
üzere, " Akademia'ya hakl ı olarak ilk Avrupa üniversitesi adı verilebilir, çünkü çal ı ş
malar geleneksel felsefe ile sınırl ı değildi ve matematik, gökbil im ve fiziksel bil i m ler
gibi gen iş bir ikincil bi lim ler alan ına yay ı l ıyordu. " 1 0 Platon, saptadığı eğitim prog
ramıyla, Akademia'yı her şeyden önce felsefeye tutkun gerçek devlet adamları ye
tiştirecek bir okul olarak tasarlamıştı. O da , Sokrates gibi, yaşadığı olay lardan son ra
doğrudan doğruya siyasal yaşamda yer almaktansa, D ion gibi iktidara yakın olan,
1 J (ı
Sokra tes'tir. Faka t y,1 ş l ı lık d ii n c mi diyaloglarından Soplıistcs, Politikos, Tiııı:ıios
i le Kriti:ıs'd,1 , Sokratcs yer a l makla b ir l i k t e , .1r t ı k ön o l.ı n d.ı değ ildir; d i y.1 l og l ar ı
yönlendirenler ba ş ka konu şmacıl.ırdır. Son di y.ılogu o l ,111 Nomoi' tL1 ise Soı..r .ı tes yer
bile .ı l nıa ı ; o n u n diQcr d i y a l oı; lar c'.a iistlendiği yön lendirici i ş l e vi , bu kez - Soph i stes
i le Politikos'd.ı o lduğu gib i - "yabancı" d i y e aJl.ındırı lan komışnıacı yerine getirmek
tedir.
Diyalogları incelendiğ inde, P l a to n ' u n düşünceler i n i siire k l i ol.ırak .ı;c l i ş tirdiğ i ,
ye n i dii1.enle meler; de ğ i ş i k li k le r ya p tı ğ ı , s o r u n l ara fa rkl ı ı ç ı l.ırda n yak l a ş ııı.ıy.ı Ç J ·
lıştığ ı , kısaca öğretisini dondurarak onu b i r dogma biçim inde ortaya koy 111,1 d ı ğı gö
rülmektedir . B i r baş ka dey i ş l e , Pla ton h i ç bir ı.ı m.ın t.1111.ı mlannıış, incdi ı..i e i şlen
miş ve b i riri l m iş felsefi b i r s i s te m y.ıy ı m l.:ı m a m ı ş tır ; o n u n dü şü n ce l eri yen i sonı n L:ır
olarak ge l i ş meyi sürdi,ir m ü ş , ir delen ecek başka giiçlükler, öğ r et is ini n v u r g u Lı ı ıac.ık
ya da i ş lenecek. yeni ya n ları, get i r i l e c e k be l l i dcği ş i k l i '., ler kafa s ı n ı do l d ur m u ş tur . 1 �
" S o krate sç i (ya da Sokrati k) dönem"' o l a r ak da bi l i n en
gen ç l i k .d önemi di y.1io�l.mn
da, P lacon , öğretmen inin göriişlerin i yansıtmış, sorunları S o k r.ı te s'ç i diya l e kt ik çer - .
çeve iç inde ortaya koy muştur. Da ha sonra Sukr.ı tesçi ya k l a ş ım da n uzakla ş.111 Pla
ton, 2. ve 3. dönemlerinde " İ dea lar felsefesi '" diye adlandırılan kendine özgü öğreti
yi geliştirmeye koyulmuştur. Aynı za ma ndı , diyaloglarda ki Sokrates, gerçek kiş i l i
ğ inden soyutlanmış v e Platon'un kendi düşüncelerini o n u n ağzından aktar d ı � ı dü ş
sel bir kişiye dönüşmüştür. Platon, son döneminde, öğretisinin yol açtığı sorunları
irdelemiş, diyalektiğine yeni bir biçim kazandırmış ve siyasal düşüncelerini büyük
ölçüde korumakla birlikte, devlet sorununu farklı bir açıdan ele alıp incelemiştir.
Platon, siyasal a lana ilişki n düşünce lerin i diyaloglarından çoğunun i çi ne ser
p iştirmiştir; fakat bunların önemli bir yere sahip olduğu ya da daha doğrusu siyasal
sorunların başat konu olarak işlendiği üç diyalogu vardır. Bunlar sırasıyla, Politeia ·
Platon'un siyasal düşünceleri ile idea lar felsefesi arasında doğrudan bir bağ
vardır. Ona göre, toplumsa l ve siyasal sorunların çözüme kavu'lturuldbilnıesi, yaşa
mın felsefeye dayandır ı lmasıyla, bir başka deyiŞle gerçek bilimin, yani pratiklerin,
olguların, nesnelerin alcİa tmacasından kurtul muş ve akılla e l de edi l e n sa l t teorik
bilimin her al.ında egeml' n olmasıyla mümkündür. Demek k i , insan ve toplum so
ru nlar ına, bunların dar ç er ç e ve ler i içi nde, bireysel dÜzeydc deği l , fakat doğruyu
yanllşun ayıran tek ölçüt akl ın ündcrliğinde ilerleyerek evrensel düzeyde ya n ı t
C;iiriilılii�ü ii.�cre. Politcia ıliyaloı.;unıın I. K.iıah ıııııı ı:•:nı,:lik d·inl'miııı!c, di.C: er ki ı a plarıııın
ise olgunluk ıliincınindc ya.f.ı! dıi!ı kab<ıl cı.iilıncktcd°ir.
1 :! C.ıplesıoıı, Plato, �- '.!.J..
'1 3 7
getirilebi l ir . So l..r Jtes'in iyinıserliğini büyü!.. ölçüde paylJşan ve bilgi .erdem özdeşliği
5.ıvırıı be n im se ye n Platon, to plumsa l o larak, iyi, doğ ru , adil bir yaşam bi çimine u la
�ılabilcceği inan cındadır. Bunun için yapılacak iş, (felsefi an lamda) Varlık'ı, yani
( mutlak olarak) İ y i 'y i , Doğru 'yu kavramak ve y.1şanıı buna göre düzenlemektir.
Çünkü İ y i , gerçeğin dı ş ında o lamaz; g öre li olan, deği şme, boLUl ma, yok olma süreci
i ç i n de bu lunan, gerçek değildir ; dolay ısıyla bu koşul larda İ y i 'den de söz edilemez ;
demek ki İ y i gerçekti r , ger ç ek ise var olandır , yani Varl ık' tır. Böylece mutluluk
,
aray ı ş ı i ç inde olan insanın biitün c n t elek tiie l uğraşı, V.:ırlıl... ' ın, ya ni evrensel özlerin
ya da Platon'un deyi şiyle ideaların, aranıp bulunması na. yönelik olmaktadır. Bun lara
cri şi lmedikçe, gerç eğe u laşı lmadı kça, bireysel mutl uluğu elde etmek, daha doğrusu
bunun zorunlu koşu l u olan , karga şan ın, çatı şman ı n , bozu l manın olmadığı, adaletin ,
doğruluğun hiiküm siird i iğ ü bir topl u msal -siyasal düzene k.wu şmak o lanaksızdı r: Bu
b.ıkımdan tek ç özüm, bilim haline getiri lecek olan siyasetin , a rnpiriznıden kurtar ılıp
oluşum-deği şinı den etk i lenmeyecek evrensel değerlere bağlanmasıdır. 1 3 Bunu da
yapabilecek o l.rn , bilime, yani gerçeğin ( var o lanların, idea ların) bilgisine sa h ip o lan
bi lgedir, filozoftur.
Görüldüğü üzere, P la ton'un bilgelerin yönetim i düşüncesi üzerine kurulu
devlet kuramı ile i dealizm ( ya da özlerin gerçekçiliği) şekli nde adlandırılan felsefesi ,
birbirlerine sıkı sıkıya bağl ıdırlar. Hangisi nin ötekini etkilediği tartışmasına girmek
sizin bun ların ayrı lmaz bir bütün oluşturduklarını kabul edip Platon'a böyle yaklaş
mJ.k, kanımca, daha tutar l ı görün mektedir. Çünkü P laton, çeşitli düşünceleri ni bir
birlerinden kopuk bir biçimde ortaya koy mamış, bun ları kendi içine kapa l ı bir sis
tem içine oturtmuştur. Bunun la birlikte, Platon'un sisteminin açı klığa kavuşturula
bil mesi ve düşüncelerinin arasındaki bağlantıların dı ha kolaylıkla görülebilmesi için,
metodolojik bir ayrıma gidil mesi zorunludur. Bu nedenle, idealar felsefesi,
konumuzu ilgilendirdiği ölçüde (yani siyasal düşünceleriyle olan bağ lantısı
doğrultusunda) ve ana çizgileri yle ayrı bir ba şlık altında ele alınmaktadır.
1- İdeabr Öğretisi
Platon, idealara ilişkin düşüncelerini derli toplu bir bi çimde tek bir yapıtta
toplamamıştır. Bunun nedenini kendisi şöy le 3ç1kl ar : "Benim bu sorunlar üzerinde
yazıl mış bir yap ıtım yoktur, büyük bir o lasıl ıkla olmayacaktır da ; çünkü bun lar, öte
ki bilimler gibi söz ka lı bına soku lamaz. Bu soruhlarla anca k uzun uzun uğra ş ı l ması,
sürekli olarak onları düşünüp onlarla birli kte yaşanması sonucunda, gerçek, ruhta
sı çrayan bir kıvılcım gibi parlar ve sonra kendiliğinde n gelişir." 1 4 Bu bakı mdan,
idealar öğretisinin, çeşitli diyaloglarına dağıttığı bu konudaki düşüncelerinin derle
n ip toplan masıyla kur u l ması mümkün o l ma ktadır. Ayrıca bu ya pılırken, öğretisinin
zama n iç i nde geçir diği değ i şi m ol.ırak n itelendi r i l mese bi le- ge l işi m in göz önünde
-
1 38
Ge r ç e .� i n, b i l i m i n ,deği şmez liği gere ktird i ğ i düşüncesinden yol.ı ç ıkan Pl.ıton,
Sokr.ıtes g i b i , duyu l.ırla algılanan ti kel nesnelerin değil, fak.ıt tümel k.ıvra mların bi
l i msel Jra ş t ır maya konu olabileceklerini ka bu l eder. On.ı güre, neyin doğru, güze l ,
ra m l.ır.ı yöne l me l i ui r .
ilyrı lara k , fe lsefeye büyük kiitkısı olan ide.ılar öğretisini oluş turmaya koyulur. Sok
rates için tlime l ler, z i h in sel olarak ortaya konan düşüncelerden, kilvra rn lard.ı n başka
bir şey değ i ldir. Buna karşılık P bton , tümel k.ıvr.ı m lar ın ger çek l iği ifade etti ğ i n i ,
bu nların d u y u nesnel lerinden daha gerçek, daha doğrusu yalnı zc.ı buntarın gerçek
olduğunu i leri sürer. Duyumculuğun yadsıdığı bu "ger çeklere " , kavr.ım lar ı m ızın bu
"objeleri ne", P laton idea lar adını ya kış tırır_ Aristoteles bu konuda şunları yazmak
tadır : "Platon [ Sokrates'in tümel lere ilişkin] öğretisini benim sedi_ Fakat ilk eğitim i
onu, bu tüm elin , duyusal şeylerden ayrı bir düzene ait gerçekliklerin i çi n de bulun
ması gerektiği düşüncesine götürdii. Gerçekten o, ortak tan ı m ın bireysel duyusal
nesnelerin herhangi birinde, hiç olmazsa on ların süre kli değişim içi nde olan larında,
bu lunmasının o lanaksız o lduğunu düşünme kteydi . Bu düşüncelerden hareketle P la
ton , bu tür gerçeklere idealar adını verdi . " 1 6
İ nsan zihninin yara tılan olmayan idealar, biz i m dışımızdadırlar ve duyusa l
nesnelerden ayrı olarak evrensel gerçekliğe sahiptirler. On ların gerçekliğ i , yalnız
kendi yapı lar ı gereğidir, yoksa başka nesnelerle ·alan bağlantılarından kaynaklan
maz. Platon'a göre, "nesnelerin bize görece, bize bağlı olmayan , ken dileri nin değiş
mez b i r varlı kları oldukları açıktır. Nesneler imgelememizin dileğince orada n oraya
süreklenmez ler , doğalar ına uygun olarak ve yaratılı şları gereğince kendilerine özgü
bir varlıkları olur.''1 7 İ şte her nesnenin özünü oluşturan bu varlik, idea dır ( ya da
eidos'durl . N esne , ister doğa l , ister yapay olsu n , ger çek değildir ; çünkü bir madde
dir ve bu nedenle değişmey i , bozulmayı ve yok o l may ı i çerir. Buna karşı lık,
nesneye özünü veren , nesnenin o şeki lde a lgı lan masın ı sağ layan idea, sonsuz ve de
ğişmezdir, dolayısıyla gerçe ktir. Örneğin , çevrem izdeki atl.ırın ya da masa lar ın ger
çeklikle b ir ilgisi yoktur ; ger çek olan at ideasıdır , masa ideJsıdır. Her at ölür, hatta
bir gün bütün a tlar yeryüzünden sil inebil ir, fa kat at idea sı hep var olacaktır. Bir nes
nenin a t özelliğ ine sahip olması, at olar.ık göriinmcsi, on un diğer atlar gibi, a t idea sı-
1 :; Ph.ıidon ii 5 J.
ı ı; '.\kup h v,ika, 1, ') ;) 7 b, 5-1 0.
1 7 Kr:ıtylos 3 8 1) e.
1 39
rı.ı k.m l d ı ğ ı n ı , .ı t iJe.ısı mJ.ın pay .ıldığını göster ir. Bir bakım.ı nesneler, idc.ıl.ırın lıi -
.
rer yarısı m.ı:;ı , b irer k\.) py.ı sıc.l ır . 1 8
"Aynı .ıdı ver d i {i i nı i l de�işik nesneleri hep birden i ç in e .ı l.rn bir ide.ı,bir eidos
( y.ıııi .ıdı sayısınc.ı i dc,ı n ı n bulundıığıırı u ,
b i ç i m ) " 1 ·> \'J r d ı r di yen P l.ı ton , t ür . ve c i n ;;
lh.·r c i n s .ıdın ııı bir i tl i:a y ı y.ınsıttığıııı, b i r ideayı karşı l.ıdığını bel ir tir . Ancak idc.ıl.ı r ,
y .ı l n ızca duyusa l nesnel ere özgü de ğ i l l e rdi r ; güze l l i k , doğru l u k , C $ i tl i k g i b i soyut
� .w r a nı ları n , nesnelere yiiklemlenen n i te l i kleri n de ideal.ırı b ul un u r .
20 Örneğin,
l ı ı v ııl.ır ı m ı ı l a bir n esn e n i n a � ır o l d u ğ u yargısına varabilir i z . Oysa her nesne, bir baş-
• ı,:öre a.� ır, bir d i � er i n e göre hafift i r ; o n d a k i b u n i t e li k l er gö rec edi r . Bu ba k ı nı
1 ı ı .ı
· ' ' · b ı ı nesn enin a.� ı r o l a r a k a l.� ı l.ıııabi l mcsi , kc n d i l iği n tlc n .ı ğ ır ı n , m u t l ak a ğ ır l ı ğ ı n
·:.ı rlı:� ı n ı gerektirir. K ısa cası, a ğ ı r l ı k ideası vardır ve bu i dea n ı n SÖ! konusu nesnetle
·
18 Plat•.ın, idı:.ıl:ır i i � rcıisini i� lcıJiği ilk diyalogl:ırın<h, duyusal nesneler ile ic lm l .ır ar:ısındaki
ilişkiyi " pay a l ma " , "katılma'' ve "bulunma" kavramlarıyla açıklar. Buna göre, nesnenin
belli bir şey o l m ası, nesnenin i deaya katılması ya da i deanın nesnede bulunması demektir
Daha sonraki diyaloglarda bu ilişki, bir yansılama ol ur. İdealar artık nesnelerin ilk örnek·
!eridir, nesneler i se b unla rın yansı ları, k opyaları. resim leridir.
19 DL-vlet, 59 ti a.
20 Daha Joi:,-ru'iu, Pbıon, ilk iiııcderi, yani Srmpo�ion, Phaidon, Phaidros ı:ibi rliyalo){ların
cl:ı, yalnız<.1 :ı h l:ı k �e estecik i.;crcn id e:ılar:ı yer • ı:rir. Bu n:ı gi.ire, ı..oü zdin ideası �ardır. çir·
kinin id ... ası \·oktıır. l·:ıkac ı!aha �onr:ı. doğa sorununu i-ıin io.;iııe kaıuu:a, olu�·p>kolu�
'iin:dndck i ·.l•ıy ııs.ıl dünyanın (dc, �;ıııırı) tem•·l b i � i m lerini yine <l ı ı n ı l.ır üstü ı.:erç..kf.,rdc,
� a ni iılc:atıro.!.ı b u lur. lli.ivlccc. cln:�al ve yap:ıy her n c-s ne i�·in, ılıi�üniikn hiitıin k:ı,nınl.ıt
İ•.:iıı idc·al :ır •.ı l . f . , ;:- u n ıı k:ıhııl .cckr.
:! 1 l'h.ıidro' '.? l i :ı-<·.
l� \\"<:her. �. ı.) :t
:! :� Cnplt. � t ı • n . Pl a t o , �. h l .
1 40
ni ayrımıyla, duyul.ırla dlgılanan evrenin değersiz ve zamanl.ı yok olup gidecek bir
gölgeden başka bir şey ol ın.ıd ığını a ç ı klayıp, bedenden, m.ıddi şeylerden, bunl.ırın
yarattığı duygu lardan ve tutkulardan kaç ı n mak gerektiğini vurgulam ı ş olur.
Plato n ' un idc.ılJr i le idealar evren inin varlığını k.ı n ı t lam.ık için çeşitli yapı t la
rında kullandığı yön te m he men hemen hep a y n ı dır. İ l k olar.ık, \il i . '!ck tup' und.ı
( 342 a-343 b) sözünü ettiği da ire örneğini ele a l.ı l ı m. Ycryü1iinde, resmi
çizi len son
ra sil inen , torna ile yapılan sonra bozulan vb. daire bi ç i m i nde birçok nesne vardır.
Bir.birlerinden far klı o lan bu nesnelerin "daireliklcr i " ka l ıcı değ i l d ir . Demek ki , bun
ların dışında değişmeyen, yetkin tek bir daire vardır ve b u, oluş i ç inde olamayacağına
göre, akılla kavranan .ı şkın bir yerdedjr. Aynı şekil de, bu dünyada sayısız üçgen y.1
da a t var dır, fakat bun ların h i çbiri yetkin değ i l dir. İ n san , çevresindeki daire lere, üç
genlere, atlara bakar.:rk, kafasında bun ların gerçek, değ i şmez, ölümsüı, madd� se l
o l mayan b i ç im leri n i ca n landırır, yari i. düşüncesinde bu nes nel eri n idea l ;ır ı n ı ıı tasa
r ı mlar ı belirir. Yeryüzündeh.i kopyalara, boLUk örneklere bakı larak bu nların ide.ı l.ı
r ı n ı n anı msan ması , i nsa nın ( daha i ler i de görece ğ imiz g i b i , ruhunun) maddeler evre
n i ne gelmeden önce, bir başka yerde ( i dealar evreninde) ideaları tan ı m ı ş olduğunu
gösterir.
Eşitlik 24 ya da ( P laton'un kullanmayı en çok ·sevdiği) güzellik 25 gibi kavram
ların da bu yeryüzünde yetkin bir biçi m i ne rastla ma k .mümkün değildir. D uyular ı
mızla, bizde, i k i ta ş parçasının e ş i t o ld�kları kanısı uyanabilir. Fakat yine duyular,
bazen bunların kendi . aralarinda ya da bir başka ta ş parçasına göre eşit olmadıkları
hissini verebilirler. Buradan çıka n sonuç, hi çbir nesnen i n k,endi i çi nde mutlak eşi tli ·
ği barındırmadığıdır. Güzellik de böyledir; örneğin bir heykel ya da bir insan bir
başkasına göre güzel görünebilir, bir başkasına göre ise değil. Üstelik, duyularımızın
bize güzel olarak gösterd iği her şey, bozulmaya, yok o l maya, ö l meye mahkumdur.
Oysa, insanların bazı nesneleri güze l olarak n i telendirmelerini sağlayan mutlak, yet·
kin bir güzellik vardır. "Bir güzellik ki , kend i n i bir yü�le , e l l e ayakla, bedene baglı
h i ç bir şey le göstermeyecek, ne bir söz olacak, ne bir b ilgi, bir c�nt ıda, be l l i bir var
lıkta bulunmayacak, ne canlıda, ne yerde, ne gökte, h i ç bir yerde, kendi var, kendin·
den var, kendisiyle hep bir örnek. Bütün güze l l i kler ondan pay alır; kendisi onlar ı n
parlay ı p sönmeleriyle ne artar, n e eksi l ir , ne d e b i r değişi kl iğe uğrar." 2 6 İ ş te, bu
dünyada benzer şeylerin bize anımsattığı yetkin eşi tlik ile yetki n güzellik, duyusal
evrende o lmadıklarına göre, ruhumuzun onları fizik · ötesi ( metafiziksel) bir evren
de, idealar evreninde görmüş olması gerekir.
Platon' un idea lar öğretisi, daha önceki felsefelerin iz leri n i taşımaktadır. Onun
ideayı bir, yal ı n , bölünmez, değişmez, ölmez, öncesiz-sonrasız, kendi kendine eşit
olarak nitelendirmesinde Elea Okulu 'nun ( Parmenides'in) Var l ı k kura m ının etkisi
a ç ı kça �örülmektedir. Buna karşılık, duyusal dünyadaki nesneler, Hera klei tos'un
her şeyin bir akış süreci iç inde olduğunu gösteren a ç ı k lam.isındaki gibi , sürek l i bir
24 Phaidon, H a · 7 5 c.
25 Symposion 207 a . 2 1 2 b; Phaidon 1 00 c-e; Phaidros 2 3 7 a - '.?38 c ve 250 lı · 252 c.
26 Sympnsion 2 1 1 a h.·
1 41
biçimde olu şnıakca, değişme kte ve yok o l mJ!-.tadırlJr. PIJto n , idea l Jr evreni ile nes
ne ler evren i arasııı daki karş ıtlıktJn, bir başka deyişle değ i ş meyenin deği şen iizerin
deki ü stii nl iiğ ii fikrinden hJreket ederek, ger ç e k bilginin ne o lduğunu , nJsıl elde edi
l e b i l e ceğ i n i arJştırmayJ koy u l ur. Onun i ki a y r ı dunyJ düşüncesine dayanan
metJfİ liği ile bilgi kuramı birbirlerini tamam lamaktadırlar.
2- Bilgi Kur.uru
g ö re gelip geçici, değişken nesneler üzerinde duyu lar i le elde edilen algı lar, gerçek
,
bilgi değildir ; bir başka dey i ş l e , duyusal nesneler, mutlak, kesin, evrensel o l m as ı ge
re ken b i l i msel bilgi n in o bjeleri o lamazlar. P IJton, Sofistlerin d uyumcu bilgi anl.ıyı Ş ı
rı ı çürüterek, kend i bilgi kura m ı n ı ortaya koya b i l mek i çi n gereken temizliği ger çek
leştirir. Theaitetos diyalogunda , ProtJgoras'un " İ nsan ·her şey in ölçüsüdür" söziin
den hareket e d i p ona mal ettiği san ının bi lgi olduğu sa v ı na, sırasıyla, aşağıdJki ş u
a l t ı e leş ti r iyi y öne l tir : 2 7
a/ Eğer b i lg i, Protagoras'ın i leri sürdüğü gibi, algı ise, onun "İ nsan her şeyin
öl çüsüdür " sö zün ü n hiç bir anlamı kalmaz. Ç ünkü i nsandan başka diğer hay va nlar da
algı sah i bidirler.
b/ Bir kimser:ı in a lg ı lar ı na dayanarak düşündüğü şeyler doğru oluyorsa, hiç
bir insan bir başkasından daha bilgili olamaz. Herkes kendi bilgeliğinin öl çüsü oldu
ğuna göre, Protagoras'ın ( Sofistlerin) kendini diğer insanlardan daha bilge görüp baş
kaları nı eğitmeye kalkışmasını ve bunun i ç i n para a lmasını doğrulamak olanaksız
dır.
c/ Protagoras' ın görme ile bi lgiyi özdeş tutan yargısı kabul edilirse, kişinin
daha önce görüp bilgi edindiği bir şeyi gözlerini kapadığı anda -onu anı msasa bile
artık bilmiyor olması gerekir. Oysa b i lg i , böylesine kazanı lıp yi tirilemez. Bir şeyi
öğrenen biri, o şeyi bilmeden anımsayamaz ; görmeyip yaln ızca anı msadığı zaman
bile, o şeyi biliyor demektir. Öyleyse, bilgi i le algının aynı oldukları iddia edilemez.
d/ " İ nsan her şeyin ölçüsüdür" sözü, h i ç kimsenin başka birinin cahil oldu
ğunu, yanlış düşündüğünü ileri süremeyeceği sonucuna varır. Fakat insanlar, değil
ba şka l ar ı n ı n kendileri n in bile, bazı durumlar karşısında bi lgisiz olduklarını kabul
edip, daha bilgili sandıkları kişilere başvururlar. Demek ki, in5anların sanılarında
daima doğrunun bulunduğu söylenemez.'
e/ Platon, yukarıdaki eleştirisinin mantığını daha da i leri götürerek Prota
goras 'ın öğretisinin tam anlamıyla bir çıkmazın içine düştüğünü gösterir: İnsanların
sanılar ında yalnız doğrunun değil, ya n l ı şın cl.ı bul unduğuna, insanların ger çe k ol
mayan bir şeyi gerçek diye görebildik lerine göre, Pr o tagor as' ın öğretisini yanlış ola
rak d eğer le nd ire n kişiler, " ( bireyse l an lamda) insa n her şeyin ölçüsüdiir" anlayı ş ı na
uygun olarak, gerçeği görmektedirler. Çünkü Prota goras bu söziinü yadsımJmak
,
'2 7 Theaitetos 1 6 1 c - 1 79 b .
1 42
i ç i n bu kişileri n sa nılJrı n ın doğru o l d uğunu k.Jbul ctmcldc kendi öğretisinin yan l ı ş
olduğunu itiraf etmiş olacJktır. O.ıha doğrusu, kendisiyle J y n ı düşüncede ol mayJn
IJrın yJrgılar ı n ı kabu l etse de etmese de sonuç deği şmeyecek, hircyscl insJn algıs ı
28
nı, sa n ısın ı bilgi ile bir t u ta n ö� retisi kend i l iğ i nden y ı k ı l.ı.c.ıktır. a
f/ Son olar.ık, Protagoras'ın duyumcu bilgi anlayışı, bir şey iizeri nde gerçeı...
te b i lgi l i o lan ın değil , fakat onu şu ya da bu şeki lde Jlgı layan ki şinin onun bi lgisine
s;ıhip olduğunu ka bul eder. Örneğin , , hastalığı bilen hastadır, yoksa doktor değ i l .
Öyleyse, doktora ne gerek vardır ki? Gelecek bakımından bu öğreti da ha da s..1çm.ı
bir sonuca yol açar : Hasta ile doktor h a s tal ı ğı n geleceği .hakkında karşıt görüşlere
sa h ipseler, h er ikisinin de yargısının doğru olarak mı kabul edi l mesi gerekir?
Algı bilgi o lacaksa, algı layan, h isseden herkesin bi lge ol ması gereki r ; da has ı,
bir şey üzerinde değişik duygulara sahip o lan ins.ınların hepsi, zıtl ıkl.ırına k.Jrşın
onu b i l i yor l ar demektir. B u şekilde, kesi n , durağan bilgi ler ol uşamaz, bir başka de
yi şle bilim olamaz. Çünkü nesneler g i b i duygular da sürekli bir değ i ş i m i çi ndedir :
Kişiden kişiye değişiklik gösterdikleri nden başka, tek bir kişi ay nı nesne üzerinde,
farklı zamanlarda ve durumlarda, değişik , hatta karşıt duyguların etkisinde ka l.ıbi
lir.
Böylece Platon, nesneler evreninde duyularla elde edilen "bilginin" gerçek o l
madığını ortaya koyar ve bunu sanı (doksa) olarak adlandırır. Gerçek bilgi (episte
me), sürekli bir oluş, akış süreci içinde olan duy usal ve bireysel nesnelerin değil , ka
lıcı, durağan, evrensel gerçeklerin üzerine k uru ludur. Episteme, deği-şmeyenlerin,
yan i ideaların bilgisidir, ruhun akıl yoluyla idealar evreninden kavradığı bilgidir.
Epistenıe - doksa ayrı mı, idealar evreni - nesneler evreni ayrımını karşı lamaktadır;
her evren belli bir bi lgi türünün konusudur; daha doğrusu, bilgi idealar evreninden,
doksa ise nesneler evren inden elde edilmektedir. 28 b Bununla birlikte Platon, bazı
diyaloglarında, kişinin nesneler evreninde de faydalı olan bir tür "alt-bilgiye" sahip
olabileceğini kabul eder. Buna, Symposion'da (202 a) "doğru düşünme'; Menon'da
(97 c) 1'doğru sanı" adı verir. B una göre, bu alandaki sıralama, "(yanlış) ;anı · doğru
sanı - bilgi" şeklinde o luşur.
Platon , bilgi sorununu Devlet diyalogunda yeniden ele alır ve bu kez bilgisiz
lik�en bilgiye gidişte dört farklı aşama öngörür.29 Bunlar ın ilk i kisi doksa, diğer iki
si episteme düzeyindedir. Bu dört düşünüş biçimi en alttan en üste doğru şöyle sıra
lanırlar:
28a Da.ha ö n c e "Sofist Düşü nce" alt bölümünde de �ördüıi;iimüz gibi, Protıgoras'ın " İnsan her
şeyin ölçüsüdür" sözünde ka.stettiği '' insan" b ir ey sel insan değil, fakat bir tiir olan insan
dır. Bununla birlikte, radikal Sofistler, bilgiyi b ir ey s el insarun alıtısına haj(bın ışlardır. Pla
ton, Sofis tlerin "babası" sayılan Protagoras'ı kendisine hedef se çerek Sofrı: m in Lıilgi an
layı�ıru tek bir darb ey le yıkmayı a ma�·bmaktadır.
28b " Kavramlar soyutla mayla, akıl yürüterek oluş turulur. Dol:ıyısıyla akıl doğrunun k.1.yna.1\ ı,
duyum yanll;itn kaynağıdır. Duyum bize d uyu dünyasını, bel ir l i ncsnekrin dünyasını ve
rir ki, hu, yanlış bir dünyadır. Sahiden gerçek olan bir tek evrenseller \"ardır ve biz hun
ları akıl yoluyla biliriz. D u y um b i z e görunü1ü veri r ; akıl bize gerçekliği verir." \\'. T.
Stace, Hegcl (!zerine, A nkara , V. Yayınları, 1 9 86, s. :ıo.
'.!9 Devl.-t 509 d - 51 1 "·
1 43
a- Eilwsia (ta h min y.ı d.ı boş düşünce): Duyus.ıl şcy ll·rin gi>lgd cri n i , yan�ı
lar ını ve bu tür gt>rüntülcrini gerçek sa y ma durumu.
b- Pistis ( i nan ç ) : Duyusal şeylerin kendilerini, yani can l ı var l ı kları, bitkileri
ve ins.ının yaptığı bütün nesneleri gerçek sayma durumu.
c- Dianoia (anlak ya da çıkarsaına l ı usavurm.ı ) : Bir m.ıtenı.ıti kçi gibi , bir iin
ccki aşamanın nesnelerini birer yansı ol.ırak ele .ılıp, on ları v.ırsa y ıml,\r ol.ırak kulla
nıp, bir vargıya doğru .ıkıl yürütme duru mu. Daha aç ıkçası, bur.ı d.1 bilgi n i n objesi
idealardır, faka t -bir sonraki a şamadan fark l ı ol.ırak- görünen biçim lerden hareket
edi lere k, o n ların görünmeyen biç imlerinin, yani idealar ı nın bilgisine ulaşılmaktadır
ve idealar bir bütün olarak. kavranamamaktadır.
d- Noesis (arı akıl ya da kavra y ı ş ) : Görülen , duyulan h i çbir şeye baş vurma·
dan, tam an lamıyla soyut usavurma yoluyla il kelere, idea lara i lerleme durumu. Bu
rada, en üstün idea n ı n bilgisi elde edil mekte, dolayısıyla idea lar bir bütlin oljrak kav
ranmaktadır.
·
Platop, bu "bilgiler" hiyerarşi sini Devlet'in yedinci kitabının ba şındaki ünlü
Mağara benzetmesi ile örnekleyip açıklar. 30 Bi lgi sor ununu daha a n laşı lır kı labil·
mek için bu benzetmeden kisaca söz etmek gerekir_ Platon, diyalogim diğer konuş
macılarından aydı n lığa doğru bir açılışı olan bir yera ltı mağarası tasarlamalar ı n ı is·
ter. İ çindekilerle birlikte bu mağara . nesneler evren ini, mağaran ı n dışı ise, idealar
evrenini simgelemektedir. Mağarada çocukluktan beri kımıldayamayacak bir biç i m de
ayakLırından, boyunlarından zincire vuru l mu ş mahkumlar vardır. Onların arkas ında
yüksek bir yerde bir ateş yanmaktadır. Ateş ile mahkumların arasında di md i k bir
yol i le bu yo l boyunca bir insanı gizleyebilecek yükseklikte bir duvar bulunmakta
dır. Elleriyle başları nın üzerin de insana, hayvana benzeyen kukla lar, heykel ler taşı
yan insan lar bu yolda gidip gel me kte ve kendi araları n da konuşmaktadırlar. Bu nes
nelerin gölgeleri mah k u mların önlerindeki duvara yansımakta ve mahk u m lar ya l nız
ca bunları görebilmektedirler.
Mahkumlar, karşılarındaki gölgeleri gerçek, duydukları konuşmaları da bun
ların sesi sandıklarından dolayı, eikasia durum unda bulunmaktadırlar. Çevrelerinde
ki nesneleri göremeyip, gölgeleriyle yetinen ve bulundukları durumdan hoşnut olan
bu mahkumlar , fiziksel dünyayı olduğu gibi değil de, kendi tutkufarının ve önyargı·
larının doğrultusunda çarpıtarak ve kendi kafalarında imgeler kurarak algılayan in·
sanların çoğunluğunu temsil etmektedirler. Mahkumlar da n birisi kurtul u p, ilk önce
a teşe ( ki görülür güneşi simgelemektedir), s9nra çevresine bakınca, gölgelerin gerçek
olmadığını anlar, fakat bu kez de kuklalar ı , heykel leri gerçek olarak kabul eder. B u
.mahkum, pistis durumuna yükselmiştir; ancak, henüz kendini nesneler evreninin
çekiciliği nden kurtara mamış birçok insan gibidir.
Zincirlerini kırmış olmasına karşın, mağarada kalmayı yeğleyen mah k u m u n
elinden tutulup, zorla, dik ve sarp yokuşu ç ı k ması v e g ü n ışığına ulaşması sağlanır;
bu,kişinin çok güç bir biçi mde idealar evrenine yüksel mesidir. Mağarının . k.ıran l ığın
dan çıkan mah kumun görebildiği i l k şeyler, i l k önce dışarıdaki i nsanların , nesnele-
-- - - - -----
1 44
rin (yani ideaların) gölgeleri, yansıları, ardından da kendileri olur. Bu durum, dia·
noia�dır. Daha sonra mahkum, gözlerini yukarı kaldırıp, (en üstün idea yı , " İ yi"yi
simgeleyen) güneşe bakar ve gerçekleri, b�mun ı şığı altında, bütünüyle kavrar. Bu
aşamayı gerçekleştiren mahkum, noesis durumunda olan çok küçük bir azınlığı kar·
şılamaktadır, bir başka deyişle, o, filozofun ta kendisidir. Gerçekte, bilginin bu en
üst düzeyine ulaşmak, zorlu bir eğitimi ve buna bağımlı olarak diyalektiğe hakim ol·
mayı gerektirmektedir. 3 1
Platon, bilgi kuramı ile, her türlü bilginin gözlemden, deneyden, dış dünyadan
elde edildiği görüşünü savunan ampirizme (olguculuğa) karşılık, doğru bilginin akıl
dan ç ıkarı ldığını belirterek aklın üstünlüğü ilkesini ortaya koyar. Ayrıca, episteme
arayışının, salt entelektüel bir uğraş olmayıp toplumun, devletin iyiliğinisağlamaya
yönelik bulunduğunu vurgular. Çünkü polisin gerçek iyiliğinin anlaşılıp gerçekleş·
tirilebilmesi, ancak ruha özen gösteren küçük bir azınl ığın kendini mağaradan, yani
yeryüzündeki yanılgıların, önyargıların, Sofist kandırmacaları n etkisinden kurtarıp,
sonsuz ve m utlak gerçekler ile değerleri görmesi ve bunları uygulamaya koyması ile
olasıdır.
3- Ruhsal Yapı
1 45
arasındaki i lişkiyi bir mitos ya rdımı ile a ç ı k lar. 35 Phaidros di yal og unda yer ;ılan bu
mi tos kısaca şöyledir :36 Ruhun gı daları olan idealar gökyüzünün üstünde bulunurlar.
Gökyüzünde y ukarıya doğru bir açıklık vardır ve b u a ç , kl ıktan geçen ruh lar idea ları
gö rürler . Tanrıların ve insanları n ruhları , iki at ta ra fı ndan çeki len ve bir arabacısı bu
lunan kanatlı arabalara benzerler. Tanrıların atlarının her ikisinin de iyi ol ması na
karşılık, insan ruhları nın atlarından heyaz olanı iyi, yağı z oianı kötüdür. Bu yüzden ,
tanrısal ruhlar ideaları sürek li olarak seyrederler; oysa insansal ruhlar onları belli ara
lıklarla ve yarım yamalak görebil ir ler. Üsteli k , arabay ı hep a şağ ı l Jra sürüklemeye ça
lışan ve arabacının ideaları iyi görmesini engel leyen kötü at, ç ırpınışl.m sonucunda
arabanın kanatlarını kay betmesine neden olur. Kanat la r ı n ı yitiren ruh, yeryüzüne
düşer ve bir beden in i çine girer. Bu doğ uştur, ya da ruh ile bedenden kurulu ve
"ölümlü" denen i nsanın oluşudur.
Doğuş, unutkanlığı da birlik te getirir. Fakat kesin bir unutma sôz konusu ol
mad ığından, ruh dünyada ideaların bozuk kopyalarını görünce anı msamaya baş l ar.
AnımSılma (anamnesis) bi lme sürecinin başlangı c ıdır . Demek ki, birbirl erine kar şıt
iki evrende bulunan insan i le i dealar arasındaki bağlantı, bedenden ayrı o larak idea
ları gören ve yeryüzünde bun lari anımsayan ölümsüz ruh tarafı ndan kurulmaktadır.
jnsanın duyusal bilgiyi, dohsa 'yı terkedip, kavranan gerçeklere yönelmesin in nedeni
ru hunun bunları dünya dışı yaşamında görmüş ol masıdır. Böylece ruhun ölmezliği
\f�rsayımı, episteme'nin elde edil mesinin gerekli koşulu olarak belirmektedir:
" ... İ nsanın ruhu ölmez , bazan yaşamdan uzaklaşır (ki buna ölüm denir), ba
zan yeniden yaşama döner, ama h içbir zaman yok olmaz... Böy lece, birçok kez ye
niden doğan ölmez ruh , yeryüzünde ve Hades'te [öbür dünyada] her şeyi görmilş ol
duğundan, öğrenmediği h i ç bir şey kalmaz. Öyleyse o nun, erdem ile ba şka şeyler
frzerinde önceden edindiği bilgilerin anıları nı saklamış olması şaşı lacak bir şey değil
dir. Doğanın her yanı birbirine bağlı olduğu i çin, ruh da her şeyi öğrenmiş oldu
ğundan, bir tek �eyi an ımsamakla (ki insanların öğrenme dedikleri budur) insan ,
eğer araştırmalarında direngen ve yürekl iyse, bütün öteki şeyleri bulur. Çünkü araş
tırma ve öğrenme, belirsiz anımsa madan (ana mnesis) başka bir şey deği ldir. "37
Platon, anımsama öğretisinin değerini kanıtlamak için, Menon 'da bir köleye
-Sokrates'in sorularının yönlendirmesiyle- güç bir geometri problemini çözdürtür38
1 46 '
Bir kişinin bilmediğini sandığı bir şeyi bulması, onun bu şeyin bilgisini önceki bir
. yaşamda elde etmiş olması demektir. Bu öğretinin , mitolojik öğe lerindcn soyutlan·
masıyla, ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır. Rogcr Car.l tini'ye göre, anımsama öğ
retisinin gerçekte ortaya koyduğu düşiince, "ins.ın .ınlağının, deneye hağımlı kal·
maksızın ve hemen hemen kalıtımsal olarak, öğrenmenin bütün koşullarına kendili
ğinden sahip olduğudur. Anımsama, Sokratik " kendini bil"in epistemoloji k ( bilgi.
kuramsal) anlatım biçimidir.' '39 Fakat anımsamayı, dah.ı önce gördüğümüz bilgi ku
ramı çerçevesinde değerlendirdiğimizde, bunun bilgiye yükselişteki bir ara aşamayı
temsil ettiği ve kesinlikle neosis durumunu içermediği anlaşılır. Ruhun bu dünyada
gördüklerinden anımsadıkları, ancak ideaların sal lantı lı tasarımlarıdır. Bilim bunların
üzerine kurulamaz. Gerçek bilgi, ideaların sallantılı tasarım larının değil, ideaların
kendilerinin bilgisidir ve nesneler evreninde değil, idealar evreninde elde edilir. Bu
nunla birlikte , anımsamanın bütünüyle hor görüldüğü sanıl mamalıdır. Çünkü, ri.Jh
ölümsüz o lduğu ve anımsayabildiği içindir ki, insan ( daha doğrusu filozof) ideaların
va r olduklarını bilip bunl.ara ulaşmaya çalışır ve diyalektik ile idealar evrenine yük
selir.
Bu yükselişi gerçekleştiren yine ruhtur. B unun nasıl olduğunu incelemeye
geçmeden önce, Platon'un ruh anlayışını ele almak gerekir. Nesne ( madde)-idea ay
rımı, insanda beden-ruh ayrımını çağrışt\!rır. �::'!ton'a göre, nasıl idea nesneden üstün
ise, ölümsüz olması nedeniyle tanrısal bir nitelik taşıyan ruh da maddesel olan
bedenden üstündür ve onu yönetmesi gerekir: "Ruh ile beden birlikte olduklarında,
doğa, bedene köleliği ve boyun eğmeyi, ruha efendiliği ve yönetmeyi verir... tanrı
sal olan, doğal olarak, buyurmak ve yönetmek i çin, buna karşılık ölümlü olan, itaat
etmek ve köle olmak için yaratılmışlardır."40 Bedenin iyiliği ruha bağlıdır. "Beden
ne kadar mükemmel olursa olsun, ruhu iyi kılamaz; buna karşılık, erdemi ile,
bedene alabildiğince iyiliği veren ruhtur. " 41 Bununla birlikte Platon, ruh üzerine
beden tarafından bir etkinin uygulanabileceğini yadsımaz, aralarında belli bir karşı·
lıkli etkileşimin bulunduğunu kabul eder. Yeryüzünde ruh, kabuğunun içindeki bir
istiridye gibidiı:42 , kabuğunun {bedeninin) durumunun onu etkilememesi olanaksız
dır. Kötü fiziksel eğitim ile kötü bedensel alışkanlıklar, giderek, ruhun köleleşmesi-
39 Roger Qıratini, La philosophie, Parlıı. Seghen, 1 983, ·cilt 1, s. 1 l 6. Ayrıca arıı m7W!Sis'in
yanlış anlaşılmaması gerektiğini belirten Takiyettin Mengüşoğlu'na göre de, " bu bilgi
başka bir dünyada yaşanmış bir dunımun anımsanması değildir; henüz bilinmeyen, nı·
hwı derinliğinde bulunan bir bilginin, aktiv bilgi alanına çıkarılmasıdır." (Felsefeye Girit,
istanbul, Remzi Kitabevi, 1 983, s. 78). Vehbi Hacıkadiroğlu ise, anımsam a olgusunu "gü
nümüz diline çevirirsek, Platon'u .;, kavramların bilgisinin doğuştan olduğunu öne sürdü
ğünü kabul edebiliriz" diye yazar. ("Tümelleriıı Gerçekliği Üzerine", Felsefe Tartışmala·.
rı, 1 . Kitap, 1 987, s. 77.).
40 Phaidon 80a.
Platon, bu düşüncesini Nomoi'de (726a) şöyle dile getirmektedir: " Sahip olduğumuz iy i
liklerin içinde ruh, tırnnllll'dan sonııı. en fazla tıınr�allık tjlŞıyan ve bizi doğrudan ilgil en
direndir. Hepimizde iki bölüm vardır; daha güçlü ve yetkin olanı, efendice yönetir, aşağı
ve daha.az iyi olanı ise bir köle gibi itaat eder."
41 Devlet, 403 d.
42 Phaidros 250 c •.
1 47
ne bile yol açacak sonuçlar doğururlar.4 3 Bu bakımdan ruh , sürekl i olarak bedenine
özen göstermek zorundadır.
Platon, devinmeden devindirme özell iğine44 sahip olan ruhun katışıksız, bile
şi msiz olduğunu söylemesine45 karşın, onun üç bölümden ya da parçadan oluş tu
ğunu da belirtir. Parçalı doğası nedeniyle ruh, i ki evrenle birden, hem kavranılan
dünya, hem görülen dünya ile bağlantı içindedir.46 Bir başka dey işle, ruh, bir yanda
yeryüzüne ilişkin tutkuları içerir, öte yanda bu tutkuları denetleyerek insanın idea-'
lar evrenine yönel mesin i sağlar. Bir bakıma, iki evren arasında "aracı" konumunda
bulunan ruhun bölüm leri şunlardır :47
a- İştıhsal bölüm ya da maddi istek : Bedeni saran iç tepilerin, arzuların, tut
kuların doğrultusundaki· bu ruhsal bölüm midede bul unur. O, yaln ızca sever, acıkır,
susar, doymak ve haz almak, doyuma ulaşmak ister.
b- Akılsal (ussal) bölüm : insanın tanrısal yönünü oluşturan bu ruhsal bölüm,
doğası gereği akılla kavranılabilen ile ilişkidedir. Kafada bu lunan akı lsal bölümün
günlük işlevi maddi istekleri denetim altında tutmaktır, son u( ereği ise idealara ula
şıp onları seyretmektir ; bu bakımdan ona "ruhun gözü" denebi l ir.
c- Yürekli b ölü m ya da soylu istek: Bedenin etkisi alt ındaki iştahsa! bölüm
ile idealara tutkun akılsal bölüm arasında olan ve ikisini birbirine bağlayan bu ruhsal
bölüm yürekte bulunur. Ruhun kızan, coşan tarafı olan bu son bölüm , en üstün idea
nın, yan i İ yilik 'in düzenini bil memesine karşın onu hissedip arzular.
Ruhun ölümsüzlüğünün bütünü mü kapsadığı, yoksa yalnız akı lsal bölümün mü
bu özelliği taş ıdığı, açık bir biçiı:nde ortaya konmuş deği ldir.48 Daha önce gördü
ğümüz Phaidros diyalogundaki "kanatli araba mitosu", ruh un bu üç bölümünü sim
gelemektedir. Arabacı, ruhun akılsal bölümünü temsil eder; iş levi, kötü atı gemleyip
düzene sokmak ve iyi atı doğru yolda sürmektir. Ruh un iştahsa! bölümü olan yağız
kötü at, kendi başına buyruk davrandığından arabayı devirebilecek, yoldan çıkara
bilecek sürekli bir tehlikedir. Beyaz iyi at, ruhun yürekli bölümünü karş ılar; bil me
mesine karşın iyiliği arzulamakta, arabanın düzeninin, birliğinin kor unmasında ara
bacıya yardı mcı olmaktadır.
Ruhun ü ç bölüme ayrılmasından, her insanda bu bölüm lerden yalnızca birinin
üstün bir konumda o lduğu sonucu çıkarılır. Bu bakımdan insan ların eşitliğinden söz
edi lemez; ruhun üç ayrı bölü.müne uygun düşen üç çeşit insan vardır ve herkes . idea
lara, gerçek bilgiye ulaşamaz. Nasıl ruhun bedene, maddeye hükmetmesi gerekiyor
sa49, ruhtaki akılsal bölümün de diğer iki bölümü yönetmesi gerekmektedir. Fakat
43 Tımaios 86 a · 90 e•
.J,4 Phaidros 245 c - 246 a. R uh un bu özelliği, onun ölümsüzlüğünün bir kanıtıdır.
1 48
bu çok enderdir. Öyleyse ideaları kavrayabilenler, ruhlarında akılsal bölümün ağır
bastığı kişilerdir ve bunlar çok küçük bir azınlığı oluştururlar. Bu a k ı l l ı kişi ler, ru
hun üç bölümünü gereken hiyerarşik düzene sokarak episteme'ye varırlar. Platon,
farklı diyaloglarında, gerçek bilgiye ulaşmak i çin iki ayrı. yol öngöriir. Bunl.ırdan il
ki sevgi, diğeri akıl yoludur.
50 Symposioıı, 2 1 1 h.
51 lbid 2 1 1 c.
1 49
mümkiin olduğuncJ kendi' içine döndüğü z.aman, daha iyi .ıkıl yürütür ve gerçeğe
ulaşmayı .ırzu eder. .. n Macit Gi>kberk'e göre "estetik yerine şimdi matemati k geç
miştir. Matematik, ruhu duyulur olandan uzaklaştırıp ona salt düşünme yeteneğini
kJzandıran bilimdir."5 3 Fakat, daha · önce gördüğümüz gibi matematik de yeterli
değildir; çünkü matematik tümüyle duyusal olandan soyutlanmış değildir. Düşünce
yi hiç bir şeye başvurmaksızın noesis durumuna getirmek gerekir; .ıncak o zaman
idealar bir bütün ofarak kavranır ve tam anlamıyla gerçek bilgiye ulaşı lır.' Bu ikinci
yolun simgesel açıklaması şöyle yapılabi liF : Güçlenen, erki artan araba cı {akı l), her
i ki atı birden hükmü altın.ı alıp onları tümüyle kendisine bağımlı kılar ve arabayı
idea ları n hepsi ni seyredebileceği bir biçi mde sürer.
Görüldüğü üzere, ruhun akılsal bölümünün belli bir üstünlüğe sahip ol ması ye
terli değil dir ; ayrıca diğer iki bölümün de onun hükmü altına girmesi zorunludur.
Her "akıl l ı " insanın ruhunu bu biçimde düzenleyebilmesi olanaksızdır. Bunu başa
ran kişi, filozoftur ve filozof olmak için belli bir yöntemi bilmek ya da daha doğrusu
diyalektik biliminin doruğuna ulaşma k gerekir.
52 l'haidon, 65c.
5 .'3 G iiklwrk, s. 67-68.
1 50
he m de söylem a n lamını içermektedir) idea lara doğru güdü m lenmesidir. 54 BunlJr.ı
varılması, e,fisl e nıe 'yi dile getiren evrensel söylemin yeryüzünde belirmesi demektir.
Bir başka dey işle, idealar bizim d ı ş ı m i z da ki gerçekler ol dukları i ç i n , diyalekt i k ,
ideaların ken dilerini b i z e ka bul ettirmeleri v e b i z i m sözleri miz ara cıl ığıyla kendileri
n i ortaya koy malarıdır. Bu bakımdan, diyalektik ara ştırmanın başarısı, konuş m,1c ı
ların kendi ki şili klerini aşamalı bir biçi mde s i l melerine bağlıd ı r . 55
b- Platon'a özgü diyale k tik : Nesneler evren i -idea lar evreni çel i ş ki sinin salt
akıl yolu (noesis) ile a ş ı larak _Gerçek'e, Var l ı k ' ı n bilgisine u laşı l mas ı d ır Bu diyalek
.
54 '' (Sokratesçi diy alektiği kullananlar) , dü şünmeksizin konuştuğu halde bir ş ey üzerine
doğru yargılar verdiğini sanan birine, o sarsıcı s oruJanıu sorarlar. Konu şma sanatı gücüy
le hem uzlaştırıp hem k;ı.rşı kar�ıya getirdikleri o kişinin düşüncelerindeki boş luğu gör
mek onlar için güç d eğildir. Böylelik le, bu düşüncelerin birbirkriyle çeliştiğini göster
meyi başarırlar. Gerçi o ki � i l er, bu ndan do la yı kendi kendilerine çok kızarlar ama, diğer
lerine karşı pek uysal olurlar ; böylece, o kocaman ve katı kuruntulanndan kendilerini
anndırırlar •• Ruhun kendis ine sun ulan bilgi hazinelerinden yararlanması i çi n, bildiğini
sanc l ı �ı şeyleri çürüterek onun ken d i ,kendisinden utanmasıni sağlamak ; böylece öğren
meye engel olan boş kuruntuları ı)n<lan uzaklaştırıp onu anştırmak ve onu gerçekte bil
diği .şeyleri bildiğine inandırmak gerekir. " Soph istes 230 b-d.
55 Goldschmidt, s. -42.
56 Daha önce de belirttiğimiz gibi bu, dianoia durumudur.
57 Devlet, ·5 3 3 b -d.
58 İb i d 534 e.
,
59 İ bid 5 1 1 b.
,
60 İbid., 5 3 7 c.
61 İbid, 5 3 2 a.
1 51
rıştırılmamış düşünüş ile daha aşağıya yönelip diğer idealar: tek tek kavranır. Bir
başka deyişle, ideaların bütününe, "Bir"liğine yüksel inmekte, ardından idealar ı n
çokluğuna inilmektedir. · Bir diğer i n i ş ise, ruhun gözünün (akl ın) yeryüzüne geri
dönmesidir. Zaten filozof, bu inişi yapa bildiğinden dolayı, idealar evreninde
gözlemlediği düzeni yeryüzünde kurarak (filozof kral olarak) , iki evren arasındaki
çelişkiyi kaldırır. Onun, bir çeşit senteze ulaştığı söylenebilir; çünkü idealar evre
n inde bulunan devleti ( idea l devleti) yeryüzünde gerçekleştirir.
Platon , Deulet diyalogunda son biçimini aldığı kabul edilen diyalektiğine bir
kesinlik kazandıramamıştır:
Devlet'te bir ara, Platon'a özgü diyalektik ile Sokratesçi diyalektik birbi
rine karışmı ştır. Hatta Platon, diyalektiğin otuz yaşından sonra öğretilmesi gerekti·
ği, yoksa "gençlerin onu birbirlerinin tersini söylemekte kullanacakları" 6 2 şeklin
deki açıklamalarıyla diyalektiği retoriğe, daha doğrusu eristik sanatına indirgemiş
olur.
Diyalektik tanımı yetersizdir. Diyalektik öğrenimine, müzik, matematik,
geom·e tri, astronomi vb. gibi bilimler öğrenildikten sonra otuz yaşında başlanacak
ve bu , beş yıl sürecektir. Ancak bu öğrenimin ne olduğu, nasıl diyalektikçi oluna
cağı, tam anlamıyla açıklanmamıştır. Georges Rodier'ye göre, "Platon, kendisi di
yalektik kavramına epey erken ulaşmasına ve bunu sonuna kadar korumasına karşın
diyalektiğini gerçekleştirecek araçlar üzerinde kuşkuya düşmüştür. Belki de diya
lektiğini, kendisini doyuracak ve sonul olarak kabul edebilecek bir biçimde, gerçek
leştirmeyi hiçbir zaman başaramamıştır. " 6 3
Plafon 'un Devlet'ten sonra yeniden diyalektik sorununa eğilmek gereksi
nimi duyması, oluşturduğu diyalektikten tatmin olmayıp bir arayı şın i çine girdiği
ni gösterir. örneğin, Pamıenides, Sophistes ya da Polit.ikos diyaloglarında, Platon,
nesneler evreni ile idealar evreni arasındaki diyalektiği aşarak, ideaların kendi ara
larındaki ilişkilerinin, devinimlerinin içindeki diyalektiği araştırmış ve dikhotomia
·
denen yöntemi (yan i , evrensel kavramların kapsamlarını ikiye böle böle yapı lan ç ö
zümleme y öntemini) kullanmıştır.
* * *
62 İbid, 539 b.
63 Georges Rodier, E tudes de philosophie grecquc, Paris, Vrin, 1 9 26, s. 6 4' ten ak taran P:tul
Foulquie, La d ialeclique, Paris, PUF, l 976, s. 2 1 -22.
1 52
Platon'a göre, kamuoyu, bilmek için nesneler üzerinde fikir yürütmenin ve
doğruya ulaşmak için ise yargılarına güven menin yeterli olduğu ka nısı ndadır. ( So
fistlerin öğretisi doğru ltusunda) Gördüğü, söylediği her şeyi gerçek sanar, ampiriz
min (olguculuğun ) yan ılgılarına kapılır ve doğruları arayacağı yerde kendisini he
men tensel doyuma ulaştıracak şeylere inanır. Onun ger çek dediği, ger çeğin ufak
tefek gölge şeklinde ki parçaları n ı bir karanlığın içinden farkederek kurduğu bir
düştür. Ruhlarına değil, bedenlerine özen gösteren insanlar duygularının, tutkuları
nın, önyargıl.ırı nın tutsakları oldukları için toplum, çatışmaya, şiddete sürüklenir.
Çün kü "en büyük kötülük olan kendini sevme duygusuna", egoizme, kapılan insan-_
lar, yalnızca kişisel çıkarların ı gözeterek, hiçbir şey bilmemelerine karşın her konu
da düşünce ler ileri sürerek64 , toplumda birbirleriyle uyaşmayan, karşıt kanıların
olu ş masına yol açarlar. Her .kişinin kendi kan ısının doğru olduğu inancını ta şıması
ve başkaların ın, kendisininki gibi, öznel olan kanıları nı reddetmesi nedeniyle, insan
ların aras ındaki "özgür" tartışmayı noktalayacak tek bir şey vardır, o da şiddettir.
Böylece Platon , demokrasinin özgürlüğü değil , fakat şiddeti doğurduğunu ve Kallik
les'leri haklı çıkardığını savunur. Çözüm, fi lozofun yönetimi ele geçirmesidir. Çün
kü filozof, top lumda episteme'yi egemen kılar ve böylece kamuoyunu içine düştüğü
yanılgılarından kurtarıp bilinçlendirir. Onun elindeki evrensel söylem (felsefe), ka
n ılan yargı layarak, bir denek taşı gibi neyin doğru, neyin yan l ı ş olduğunu belirleye
rek, top lumsal düzenin, toplumsal uyumun kurulmasını sağlar. 6 5
5- Varlık Öğretisi
devinenin tümüne, yani varolan'a ve bütün'e her iki özelliği katmak zorunda ka -.
lır."66 Varolan, bir düzenlemeyle meydana gelmiştir ve dinginlik ile devinim onun
biçimleri dir. Dinginlik olmazsa kabul edilen evrensel söylem, bilim düşünülemez; fa
kat devinimi, çeşitliliği de eklemek gerekir, yoksa yaşam eksik kalır. Ayrı lık ve çe
şitlilik, bu dünyada karı şıklık anlamına gelmelerine karşın, ideaları kapsayınca dü
zenleyici bir d ina mizmi belirtirler.
Devinimden bir başka devinim doğar. Hiçbir şeyden etkilenmeyip ken diliğin
den devinen bir i lke vardır. Bu ruhtur, yani maddedeki devini mden önce var olan ve
onu devindiren ilkedir. Tüm evren (kosmos) devinim içinde olduğundan, bütün devi
nimlerin bağımlı olduğu özgül bir ruh, evrenin ruhu vardır. Bu ruha, Varlık (en
üstün idea) adını verebilir iz. Nesnelerin "nedenleri" olan ve kendi aralarında { kar
1 53
ide.ı sı i le soğuk ideası arasındaki gibi) olumlu ya da ( kJr i deası ile sıcak ideası arasın- .
dak igibi) ol umsuz ilişki ler iç inde bulunan idea lar, tı pkı bozuk kopyaları gibi, hiye
rarşik b ir b içim de sıralanmı ş lardır. Bu sıralan manın en üstünde bul unan İ yi ideası ya
da Varl ı k, idealar sisteminin ilkesidir, onun düze nleyicisidir. İ yi, kendini açıkça
ortaya koymadığından ötürü, ondan söz edebilmek i çin simgeler kullanmak gerekir.
Platon l yi'yi, ışığı ile doğanın nesnelerini herkese görüncbtıir kılan ve böylece bir
anlamda onların değerlerin in ve güzelliklerinin kaynağı .olan güneşe benzetir: " İ yi'
nin kendine benzer olarak yarattığı şey güneştir. Görünen dünyada, göz ve görünen
nesneler i çin güneş neyse, kavranan dünyada da İ yi, düşünce ve diişünülen şeyler
[idealar] i çin odur�" 6 7 Anlıksal bir yükselişin doruğu olarak sunulan İ yi ( Nous ya
da Symposion 'daki Güzel), güneş gibi , özle.,ri ( i deaları) c� nlandırır, on lara akı llılık,
kavranabilirlilik verip uyumu ve düzeni sağlar, onları ruhun gözüyle görülebilecek
bir biçimde saydam yapar. O, idealar sistemine gerçekliğini ve anlamını kazandıran
Varlık'tır. Platon'un deyişiyle,
"Bilgi nesneleri [idealar] üzerine ger çeğin ı şığını yayan, kafaya da bilme
gücünü veren İ yi ideasıdır. Bilinen şeyler olarak kavranan ger çeğin ve bilim in
kaynağı odur. Ama, bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsUnlar, şuna inan
ki, İ yi ideası onlardan ayrı, onların çok üstündedir. Görünen dünyada ışığın ve
gözün güneşle yakınlığı olduğunu düşünmek doğru, ama onları güneş saymak
yanlış olduğ.u gibt, ka\lfanan dünyada da bilim ve gerçeği İ yi' nin benzeri say
mak doğru, ama onları İ yi'nin ta kendisi saymak yanlı ştır. İ yi'nin yeri el bette
ikisin in de üstünde, çok yükseklerdedir... Güneş, görünen nesnelere, yalnız
görülme özel liğini sağlamakla kalmaz, kendisi. oluş ol madan onları oluşturur,
büyütür, besler Aynı şekilde, ka�ranan şeyler kavranabilme özelliklerini İ yi'
...
1 54
ji (evrenbilim) olarak değerlendirmekte ve idealar felsefesinin bütünlüğünii koruyup
bu felsefenin ahlaksal, siyasal düşünceleri i le olan ba ğlantısında bir kopukluğun or
taya çıkmasını engellemektedir.
Varlık'ın Tanrı, İyi, Güzel, Evrensel Akıl ile özdeş olması, yalnızca kosmos'un
bir düzeni bulunduğun u göstermekle kalmaz, ayrıca i nsanda da bu düzene karşılık
düşen bir düzenlemenin yapılabileceğini, iyi, doğru bir davranı ş biçiminin buluna
bileceğini ortaya koyar. İ nsan, bu düzeni anlayarak, kendisini tanır (Sokrates'in de
yişiyle, kendisini bilir), duyu ların etkisinden kurtulur, ruhunu ve davranı şlarını Var
lı k'a, İ y i 'ye göre ayarlar. Erdemli, dolayısıyla mutlu olmak, İyi'ye, İyi'nin bilgisine
ulaşmayı, bilge olmayı gerektirir; bu, bir bakıma insanın Tanrı gibi olması demektir.
Yeryüzünde kötülük hüküm sürdüğü için, "buradan mümkün olduğu kadar çabuk.
yukarıya [idealar evrenine] kaçmaya çal ışılmalıdır. Fakat bu ka ç ı ' , ·elden geldiğin
ce Tanrı' ya benzeme kle olabilir ; Tanrı'ya benzemek ise anlığın y.ıı dımı i le adaletli
ve doğru olmak deme ktir."70 Bununla birlikte, insan ın gerçekten iyi, mutlu bir ya
şam sürmesi için, bütünüyle, kendi i çine kapanması ve bu ölümlü yaşamdan, madde
se l dünyadan elini eteğini çekmesi gerekmez. Hem Kyreneli lerin, hem Kyniklerin
ahlak öğretisini yadsıyan Platon, İyi'ye katılan bir insanın ( bi lgenin) hazlara kapı l
madığı gibi, on ları tümüyle yadsımadığın ı da belirtir. İyi bir yaşam, hoş duyguları n ·
ve anlı.ksal etkinliklerin uygun bir oranda karı ştırı l masıyla düzenlenir. 71
Kosmos'un tanrısal akıl tarafın.dan biçimlendirilmesi, bir başka deyişle bu
dünyan ın Akıl, İyi ile ilişki si bulunması, yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal
d üzeyde de düzenin kurulabileceği, mutluluğun sağlanabileceği anlamına gelir.
Önem li olan, idealara , İyi 'ye ulaşıp bu düzeni yeryüzünde kurmaktır. İdealardan ha
reket edilerek, bu dünyada da, bu çel işki ler içinde de düzenli, doğru bir yaşam sür
me olasılığının bulunduğ unu ve modelinden kopya edilmiş bir uyumun gerçekleşe
bileceğini açıklayan Platon, Sokrates gibi, ahlaksal sorunlarla siyasal sorunlar arasın
da en küçük bir ayrım gözetmez. Birey i çin bir a hlakın ve polis için bir başkasının
var olduğu düşüncesini kabul etmez. İyi olduğuna, tanrısal bir düzen olduğ una göre,
bundan pay alınarak iyi bir topl umsal yaşam bi çi m i , iyi bir devlet düzeni kurulabi
lir , hatta kurulması gerekir. Çür.ıkü " İ yi o lan nesnel olarak iyidir ve insanlar istediği
için değil de, iyi olduğu için gerçekleştirilmelidir. Başka deyişle irade işin içi ne an
cak d olaylı o larak girmektedir, insanların neyi istedikleri iyiyi ne dereceye kadar bil
diklerine bağlıdır, ama hi çbir şey yalnız insanlar istiyorlar diye iyi olmaz."72 Öy
leyse lyi'yi yeryüzü� e indirebilecek ve böylece. insanları mutlu kılabilecek olan in
san , Varlık'ı ve ona i çkin olan mutlak, evrensel değerleri bi len kişidir. O, ruhu (aklı)
ile i dealar evren ine, bedeni ile nesneler evrenine ait olan, bir bakıma iki �vren arasın
da bağlantı kurulmasını sağlayan tanrısal ki şidir, filozoftur.
--- --·----
70 Theaitetos, 1 7 6 b .
Aynca, ' ' tınrılar, doi;"T u olmaya çalışan, elinden geldiği kadar iyi olarak tannlara yaklaş
m:ık isteyen bir ada m ı yiiz üstü bırakmazlar." Devlet, 6 1 3 a.
71 Philcbos, 6 1 a - 6 '.! c.
72 Sabine, s , 3 7.
1 55
C- DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMLERİ
73 Devlet 368 d.
74 Ernst Cassircr, s. sey.
75 Devlet -19 1 el - 492 a.
76 ihid, H9 a.
1 56
Bundan dolayı, Platon; adaletsizliği ortadan kal dırmak ve kişideki tanrısal
yönü aç ığa çıkarmak için yap ılacak ilk şeyin, en kolay görünen düzensiz liğin (yani
toplumsa l -siyasal düzensizliğin) özgül koşu llarının, bi çi mlerinin · ve boyutlarının
incelenmesi o lduğunu bildirir. Doğruluğun ne ol duğu toplumsal düzeyde daha ko
laylıkla saptan ır; buradan da doğruluk birey lere aş ı lanır. İ nsanların ah laksal yaşam
ların ı" değiştir men in t� k yolu , doğru siyasal düzeni bulmaktır. Fakat Platon'un, bu
lun masının felsefenin görevi olduğunu belirttiği ideal devletinin incelenmesine geç
meden önce, onu genel olarak siyasal toplumun doğasına, kökenine ve farklı biçi m
lerine ili şki n düşüncelerini ele almak gerekir.
Platon, toplumu yapay bir kurum olarak gören ve onu bir tür sözleşmeden tü
reten Sofistlere ya da Kyniklere karşılık, toplumun ( polisin) d�ğal bir niteliğe sahip
olduğun u savunur. Ona göre, insanlarda toplu msal yaşama doğru bir eğilim vardır;
hiç kimsenin kendi kendine yeterli olamaması, ister istemez i nsanları bir arada yaşa
maya yöneltir : "Bir insan, bir e ksiği için bir başkasına baş vurur, başka bir eksiği
için de bir başkasına. Böylece birçok e ksikler birçok insanın bir araya toplanmasına
. yol açar . Hepsi yardımlaşarak bir birliktelik içi 11de yaşarlar. İ şte bu yaşam biçim ine
polis [toplum düzeni] deriz." 77 Toplum, insanların gereksinimlednin bir sonucu ol
ması nedeniyle, yalnızca bu anlamda, doğal bir kurum olarak belirir. 78 Fakat toplu
mun gel iş mesi, farklı biçimler alması, insanların isten çlerine ve çeşitli koşul ların et
kisine bağlıdır.
Top lumun köken inde i nsanların çeşitli şeyler için birbirlerine gereksinim
duymalarını n bulunması, toplumun iş bölümü üzerine kurulduğunu göstermektedir.
Toplum, her şeyden önce ekonomik bir birim dir ve insanlar ı n birbirleriyle alış veriş
yaparak daha rahat bir yaşam sürmelerini sağlar. İ ş bölümü ilkesi doğrultusunda,
toplumda çeşitli meslekler ortaya çıkar. Platon, en fazla gereksiı:ıim duyulan mes
leklerden baş layarak, kurulan bu toplu mda "kiminin çiftçi, ki minin duvarcı, kimi
nin dokumacı, kundura cı"79 vb. olacağ ını belirtir. Bu ilk meslekler başkalarının ,
bun lar da diğerlerinin zi ncirleme biçiminde doğmalarına yol açarlar. Böylece dül
ger, çi lingir gibi za naatkarlar ile çobanlar, sığ ırtmaçlar belirir. Topl umun diğer po
lislerle alış-veriş ilişkisine girip dış ticarete açılmasıyla birlikte, tüccarlar ile gemici
ler devreye girerler; ken tte ise perakende satıcılar ortaya çıkar. Artık para ekonomi
sine geçilmiştir. Son olarak, "pek kafaları iş lemeyip de, beden işlerinde çal ışan in-
11 İbid, 3 6 9 c.
78 Iion Robin ( La pensee hellenique, s. 1 9 3 ) , Platon' un, doğal toplum kavramının sınırla·
nnı, Aristotcles'e göre , dah a iyi belirlediğini yazar. Platon'da toplum un maddesel öi{esi
( yani fiziksel, hiyolojik , ekonomik ko}ullan) ile biçimsel öğesinin (yani, bu ko�ulları
erdeme yöndebilmek amacıyla ku ll:ınan ak l ın) birbi{inden nasıl ayrılıp düzenlendikleri
dıha açık<;a görülmek tedir.
79 Dcvkt, 369 d.
1 57
sa n l.ır" 8 0 , i ş çiler, bu toplumun meslek yapısını tama mlarlar.
Platon , işbölümü ile herkesin bel li bir iş alan ında uzmanlaş.ıc.ığ m ı , bunun da
toplum3 birçok ekonomik yarar getireceğini savunur. İ ş yaşamının rasyonel bir bi
çimde düzenlen mesi sayesinde, üret i m artar; mallar daha iyi , _daha güzel bir bi ç i mde
üreti lir; iş daha kolay yap ıl dığı için zamandan tasarruf edi lir; iş ler zamanında yapı
l ı p bitirilir. Fakat Plato n, i ş b Ölümü i l kesi ile ekonomik ol maktan çok, ahlaksal-top
lumsal bir amaç gütmektedir. " İ nsa n ların yaradı lıştan birbir leri ne bcnzemediklerine,
kiminin şu işe, kiminin bu işe daha yatkın olduğuna " 8 1 göre, herkesi n bel l i bir i ş
yap masını sal ı k veren Plato n , böylelikle, toplumda dayan ışman ın, bir l iğin daha ko
lay sağlanacağı inancındadır. Ona göre, herkesin kendi doğal eği l imine, yeteneğine
uygun tek bir iş yapması sonucunda, insanların birbirlerine gereksinim leri artır, bu
da karşılıklı yükümlülüklerin doğmasına yol açar. Bu tür bağ ı m l ı l ık ilişki l eri nin
_
o lu ş ması ise, top lumsal birliğin sağ lam temeller üzerine oturtulmasını sağlar. Bu dü
şüncelerine ideal devleti n top l umsal yapısının betimlemesinde yer veren Platon, öyle
görülüyor ki , Durkheim'den çok önceleri, işbölümünün toplumda "organik daya n ı ş
ma"ya neden o.lduğunu kavramı ş tı . 8 2
Platon, toru n lu gereksinim leri karşı layacak meslekleri içeren toplumun oluşu
munu ta mamladıktan sonra, diyalogun kon uşmacı larından Glaukon'a " bu toplum
daki i nsanların domuz gibi yaşayacakları" şeklinde bir eleştiri getirtip, Sokrates'e
toplumun daha sonraki gelişim aşamalarından sözedebilmesi i çi n yolu açar.83 Bu
raya kadar çi z i l mi ş olan polis, henüz boz ulmamış, sa ğlıklı, gerçek toplumdur. Bun
da n sonra, Glaukon 'un isteği doğrultusunda ortaya çıkan polis ise, artık bozulm u ş ,
· illetli bir toplumdur; ç_ünkü her türlü lükse yönelik üretim yapan zanaatkarlar ile
"renk ve ç izgi lerle çalışan reısi m ustaları, çalgıcı lar, şairler, oyuncular"84 gibi sanat-.
�tları i çer mektedi r. Platon'a göre, gerçek ya da ideal devlete en yakın olan polis, ya
.im bir yaşam düzeyi n de bulunan ilkel toplum bi çi midir. Bir toplumun yozfaşmışlı
ğının derecesi , onun sanat ile olan ilişkisinden anlaşılır; sanat ile ne kadar iç içeyse,
o d en l i yQzlaşmış demektir. 8 5 Sırf bu nedenle de olsa Platon 'un, döneminde Yunan
dünyasının sa.nat merkezi durumuna gelmiş olan (demokratik) Atina hakkında
olumlu düşünceler beslemesi beklenemezdi .
Lüks yaşamın daha çok kazanma tutkusunu körüklediği bu yozlaşmış top
lum, nüfusun da artması ile bir orduya gereksinim duyar. Çünkii bu topluni gibi
cours sur les scieıı-ces ı:t les arts ( Bilimler ve Sana t lar Czcrinc Süylev) adlı yapı tında çok
ela ha k aps a mlı bir biçim <Je işlenmiştir.
1 58
diğer polislerde de ortaya çıkan yeni toprak gereksinimi i l e kazanç hırsı, sa va şl arın ·
patlak vermesine neden olur. '.'Savaş, poliste gerek bireysel, gerek kamusal kötülük
lerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğar"86
diyen Platon, ek onomik faktörlerin önemini kavra m ı ş g0rünmektedir. Ona göre,
y urt ta ş lar ı n ya da p o lislerin ekonomik ç ı karları birbirleriyle ç e l i ştiği zaman, polis
içi ya da poli sler arası savaş ka ç ı n ı l maz o l ur.87 İ leride göreceğimiz gibi, Pla to n ,
ideal devletini kurarken bu olguyu göz önünde b u l unduracak ve gereken ön lem l er i
alacaktır. Bu ge l i ş me ( ya da yozlaşma) düzeyine ulaşan ve şu ya da bu nedenle sa
vaşmak zoru n l u luğunu duyan pol iste yen i bir meslek bel irir : Askerl i k . Yönetimleri
ne olursa olsun Sparta d ı ş ı nda ki diğer Yunan p o l islerinde uygulanmış ve demokrasi
i le daha da gü ç len ip dcmokrati.k bir niteli k kazanmış olan "_y ur tta şlar ordusu" ya da
"amatör ordÜ" a n lay ı ş ı yerine Platon, işbölümü i lkesine uygun olarak, ' ' profesy on el
ordu" an l ay ı ş ın ı getirir. Bunun gerekçeleri hazırdır: Diğer sa natlar gibi askerlik de,
uz ma n la ş may ı gere ktirir, üste l i k bazı k i şi ler doğal olarak bu işe yatkındırlar. Polis
teki en üstün meslek, bütün top l u m un yazgısını elinde tutmasından ötürü de v le t yö
neti ci l iğ i dir. Platon, devlet yönetiminin bu i şte u z manlaş mış, bilgi l i ki şi lerin, "pro
fesyonel poli tikacı ların" eline bırakılması gere kti ğ i n i , yine bu gerekçelere d.lyandı
ss
rır.
Platon, siyasal toplumun parçalarını bu şekilde belirledikten sonra, ona doğal
lık yükleyen düşüncesini daha da ileriye götürerek devleti ( p o l is i ) can l ı bir varl ığa, bir
organizmaya benzetir: "Toplum, tek bir insandan daha büyük bir şeydir " 8 9 , büyük
bir insan gibidir. " Devlet, sağlam bir bedene benzer. "90 Devletin bir organizmaya,
bir bedene benzetil mesi, onun -Thrasymakhos'un savunduğu görüşün tersine- bi
reyler arasındaki gü ç i l işkilerine i ndirgenemeyeceğini ortaya ko y ar. 91 Buna göre
devlet, kendini oluşturan bireylerden farklı bir varl ıktır, yaşayan bir bütündür. Bir
organizma olarak parçalara bölünmesi söz konusu olamaz; çünkü bölünürse yaşamı
nı yitirir. Gücü, parçalarının ( bk.,e ylerin · ya da bireylerden oluşan meslek grupları
nın) güçlerinin toplamına eşit değildir, bunun çok üstündedir. Ayrıca devletin, bir
beden gibi sağlıklı bir biçimde ·varlığını sürdürebil mesi i çi n, organlarının iyi durum
da olmaları ve bi rbir ler iy le uyumlu bir i ş bir l iğ i i çinde bulunmaları gerekir. En kü
çük organın rahatsızlığ ının bile organizmayı olumsuz yönde etkilemesinden ötürü,
beden kendi i yiliğini düşünerek, bütün par ça la r ı n a özen göster ir ve onların da i y i l iğ i
n i sağlar.
Platon, bu düşüncelerini Sokrates'e söyletti rir : "Devlet [ p o l is ] , hemen hemen
tek bir insan gibi değil midir? Örneğin, bir insan parmağından yaralansa, canı ve
86 Devlet 3 7 3 e.
89 Devlet 368 c.
90 lbid, 464 b .
91 Alexandre Passcrin d ' Entr�ves, La notion d e l'Etat, Paris, Sirey, 1 969, s. 22.
1 59
beden i on ları yöneten başla birlikte bu yaranın acısını duymaz, parçanın derdi bütü
nün derdi olmaz mı? İ nsanın parmağının ağrıması bu demek değil midir? Ne kadar
küçük bir parçamız olsa, onun derdiyle dertli , onun . keyfiyle keyifli ol muyor mu
yuz? O iyi olunca, i yileştik demiyor muyuz? . .. Onun için de tek bir insana
benzeyen devlet, en iyi yönetilen devlettir diyebi liriz. Böyle bir devlette de yurtta ş
ların başına iyi kötü ne gelirse gelsin, devlet bunu kendi başına gelmiş sayacak,
onunla sevinecek, onunla dertlenecektir.' ' 92
Platon, bu organ ik devlet kavramından, devletin bir bütün olduğu ve varlığı
nın bütünlüğünün sürdürülmesine bağlı bul unduğu sonucunu çıkarır. İ şbölümü ilke
sinin de belirttiği gibi toplu mda farklı sınıflar, meslek grupları vardır; bunlar devle
tin organları olarak görev yaparlar ve hepsi başın yönetimi altı ndadırlar, bir. bakıma
onun buyrukları n ı uygulayan zorun lu araçlardır. Organların başa boyun eğmeler i ,
b i r zorlamayla ya d a bir sözleşmeyle sağlanmaz; b u durum organizma olmanın bir
gereğidir. Böylece Platon� toplumun bölünmüşlüğüne ve yöneten -yönetilen il işki sine
bir tür doğallık kazandirmaktadır. Ayrıca organik devlet kuramı, devletin bir amaç
olarak görülmesine de yol açar. Çünkü parçalar ( bireyler) bütünüyle devlete bağım
lıdırlar ve bu bağımlılıktan dolayı bir varlı k ve anlam kazanırlar. 93
Baş da dahil ol mak üzere organların görevlerini gerektiği biçi mde yerine getir
memeleri, i şbölürnüne uygun davran mamaları, bedenin sağlığını yitirmesine, bir baş
ka dey işle devletin bozulmasına neden olur. Platon, siyasal toplumda görülen Qozul
maları, yeryüzünde kurulmuş olan yönetim b i çim lerini tek tek ele alarak inceler.
2- Yönetimlerin Dolaşınu
Platon 'a göre doğru luğu, adaleti i çeren gerçek devlet, felsefenin gösterdiği
gerçekler ışığında, episteme'ye, politika b i l i m ine göre kurul muş ve bu şeki l de yöne
ti len devlettir. Fakat bu devlet, şimdiye değin h i çbir yerde gerçekleşmiş değildir.
Bu yüzden Platon; yeryüzündeki bütün yöneti m b i çi m lerinin kötü olduğu inancında
d ır. Vll. Mektup'unda, Atina siyasal yaşamının kendisinde yarattığı düşk ırıklığını
vurgu ladıktan sonra, bu konudaki görüşleri ni şöyle dile getirir: "Sonunda, şimdi ki
bütün devletlerin kötü yönetildiğini anladım; çünkü bunların yasalarının, uygun ko
şu llar altı n da mükemmel olarak yeniden düzenlenmezlerse, iyileşmelerine hemen
hemen o lanak yoktur. Böylece dayanı l maz bir biçimde, gerçek felsefeyi övmeye yö
ne ldim ve devletler ile bireylerin yaşamlarında doğruluğun ancak felsefenin yardı m ı
i l e bulunabileceğini 'açıkladı m. Demek . ki , insan lığın kötülüklerden kurtulabi l mesi
i çin, tam ve gerçek filozofların iktidarı ele alması ya da tanrısal bir lutuf ile devlet
lerin başında ola n ların gerçekten felsefe yapmaya başlamaları gerekmektedir. "94
1 60
Bir devletin iyi ya da kötü olması, bir anayasa sorunu değildir. Bilimden yok
sun olan her yönetim biçimi kötüdür. 95 Bundan dolayı, görülen bütün yönetim bi·
çimleri " meşru değildir, hatta var oldukları bile söylenemez; bunlar ya lnızca gerçek
y'i)netime birer öykünmedir ."96 Hepsi de şiddeti içermekte ya da doğurm.ıktıdır.
İ çlerinden her birinin kendine özgü kusurları, zararları vardır ve yozlaşıp yok olma·
sİna neden olan eksik , kötü yönleri bulunur. Platon, çeşitli yönetim biçim lerine iliş·
kin düşüncelerini .Devlet {Po l i tea i ) , Devlet Adanu { Politikos) ve Y:ısalar { Nomoi ) ad·
l ı diyaloglarında ortaya koyar. Bu bakımdan, bu konunun incelenmesinde her üç di·
yalogdan da yararlanılacak ve yönetim biçimleri Devlet 'te belirtilen sıraya, yani
bunların "iyilikten kötülüğe , mutluluktan mutsuzluğa doğru giden sıra lanmaları
na' ' g 7 göre ele alınacaklardır.
95 "Yönetim biçimleri arasında bir aynm yapılırken, yönetimin bir azınlığın ya da çoğunlu
ğun, zenginlerin Y.a da yoksulların elinde bulunmasına, itaataı gönüllü ya da zoraki olma
sına değil, fakat bilimin bulunup bulunmadığına bakılmalıdır." Politikos 29 2 c.
96 İbid, 293 d.
97 Devlet 510 b.
91 Nomoi 680 b , 680 a, 6 8 0 d-e.
161
ne filowfun b u l u n masına göre, biçimsel o larak ya monarşiyi ya da aristokrasiyi
a n dıracaktır.
Ayrıca Plato n , Politikos' t:a , görülen yönetim leri yasalara bağ l ı olup olmadık
larına göre değer lendirip sınıflandırdığında 9 9 , monar şiyi ( tekin yasalı yönetimini )
bunların i ç indeki en i y i yönetim biçimi olarak nitelend irir. Bunun nedeni, tekin yö
neti m inin daha etk i l i o l masıdır·; yasalara uygun bir yönetim gösteren tek ki ş i , top:
l umda "doğruluğu" yani, gerçek, mutlak o l mayan doğruluğu ya da Doğruluk idea
linin kopyası o lan doğruluğu daha i y i sağlar. Aristokrasi, iyilik bakımından ikinci sı
rada yer a l ır. Çünkü yasalara saygılı bir azınlık, "doğrul uğ u " gözetmede, tek kişi ka
1 00
dar ol masa bile, çoğunluğa göre daha etk i l i bir biçimde yönetir. Bu her iki yöne·
tim biçim i de gerçek politika sanatından yoksun d ur ; fakat az da olsa bir tiir "bilge
l iğe'' ( daha doğrusu, doğru sa n ıya) sahiptirler.
1 62
bir ereğe yönelten Pl.ıton'.ı göre, Sparta yönetimi, bilgeliği dı şlaması ve şiddeti i çer
mesi nedeniyle doğrulugun çok uzağındadır. Dedet'ten sonra.ki diyaloglarında d.ı
Sparta eleştirileriyle karşı laşılır. Örneğin Platon, Nomoi'de, Spartalı konuşmacı
Klinias'a eğitim sistemlerinin kötü olduğunu söyleyip "Sizin devletiniz askeri bir
kamptan başka bir şey değil ; gençleriniz kentlerde oturacakları yerde, taylar gibi
sürüler halinde kırlarda otluyorlar." ı o2 diyerek Sparta "ya i lişkin düşüm:e_lcrini açık
lar.
d/ OLİGARŞİ: Toplu mda zenginl i k ve zenginler baş tacı olunca onurun ye
rini para alır. Bunun son ucu olarak yeni yasalar yapı l ı r ve bel li bir gelir düzeyi ik ti
darın öl çüsü o lur. Timokrasinin yerine' geçen "oligar ş i , ge l i r üstünlüğüne d.ı y .ın.ı n ,
1 02 Nomoi 666 e.
1 03 Devlet 550 <l.
l O·t İ bid, 552 c.
1 05 Politikos 303 a-b.
1 06 Nomoi 7 1 0 e.
1 63
mo krasi dir. Platon , c.lemokrasiye yönelttiği e leştirileri, genellikle teorik bir çerçeve
i çi nde, bazan da doğrudan doğruya Atina' daki uygulan ış ın.ı yönelik bir bi çi mde or
taya' koyar.
Demokrasi, ol igarşinin yol a çtığı ve zaman zaman yabancı pol islerin de karı ş
tığı " i ç savaşu, yoksu l ların zenginleri yenmeleri i l e kurulur. Zenginlerin ki m i ölc.lü
rüllir, kinı i yurt dışına sürülür. Geri ka lan yur t ta ş la r po l isi ve devlet iş lerini eşit ko
şu l l ar l a paylaşırlar ... Bu düzen görünüşte düzenlerin en güzel idir. Türlü renklerle bo
yan mış bir kaftan gibi, değiş i k insan ları bir araya toplayan bu devlet de göze hoş
gelebilir. Alaca b u laca şeylerden hoş la na n çoc uk l ar l a kadın lar gibi , birçok ki mse de
en güzel devfet budur diyebilir. " 1 0 7 A ncak demokrasi nin, çok kısa bir süre içinde
(Politikos't.a belirtilen) yasasız bir nitel iğe bürüniip özgürlükler i olabil diğince başı
boş b ırakması ndan do layı , belli bir a nayas a y ı i çer diği b ile söyl enemez O, bir diizen
.
ler panayırıdır, herkes istediği düzeni seçip ona göre davra nır. B u bakımdan demok
rasi , bir düLen değil, fakat kargaşa (kaos) orta mıdır.
Yasalı ile yasasız demokrasi biçimleri a rasında pek bir fark gözetmeyen , hatta
sırf metodolojik neden lerden ötürü böyle bir ayrım ya p t ığı n ı belirten 1 0 8 Platon'a
göre, demokrasinin en bel irgin kötülüklerinden b iri siyasal yapıya il işkin olanıdır.
Demokrasi lerde yurttaşlar, yetenekli olup o l madıklarına, politika sanatını bilip bil
mediklerine bakılmaksızın, seçimle ve çoğu kez kurayla devletin başına getirilirler.
Bu durum, gemicilikten ya da hekimlikten h iç anlamayan cahil kişilerden, zanaat
karlardan bir gemiyi yürütmesini ya da bir hastayı iyi leştir mesin i be'<lemek kadar
saçmadır . 1 0 9 Üstelik vereceği zarar daha da büyüktür. Çünkü cah il kaptan ile cahi l
heki m, birkaç kişinin yaşamı ile oynarlar; oysa demokraside devleti yönetenler bü
tün polisin, yurttaşların hepsinin yaşamını tehli keye atarlar. Ekk lesia, bu rejimde
egemen cılarak görünmektedir, fakat o da poli si yönetmekten acizdir. Sokrates, Ati
na halk meclisinde önüne gelen herkesin büyük bir bi lgiyi gerektiren devlet i ş leri
hakkında fikir yürütmesinden şöyle söz eder :
" Bütün öbür Yunanl ılar gibi ben de, Atinalı ların akı l l ı kimseler oldukları
na ina n ırı m; oysa ehklesia toplantılarında söz konusu bir inşaatsa mimarlara,
gemi yapımıysa gemi yapımcılarına başvurd uklarını, öğretilir ve öğreni l ir her
şey için de aynı şekilde davrandıklarını görüyorum. Fakat meslekten ol mayan
biri öğüt vermeye kalkıştı mı, ne kadar güzel, zengin, soylu ol ursa olsun, iyi
karşılanmak bir yana, bu öğüt verici tersine . . . alaya alınır, ıslıklanır ... Buna
k arş ıl ı k, polisin yönetim iyle ilgili bir konu aç ıldı mı, ister dülger olsun, ister
demirci, ayakkabıcı, tüccar, gemi sah i b i ; ister zengin o lsun ister yoksul, ister
soylu, herkesin düşüncesini söylemek i ç i n ayağa kalktığı görülür ve bu konuda
hiçbir yerde öğrenim görmedikleri, h içbir öğretmenden ders almadıkları hal
de, kimse önceki lere yapıldığı gibi öğü t vermeye ka l kıştıkları için suçlamaz
onları." 1 1 0
l 07 Unlet 55 7 a-c.
1 08 Politil.os 29 2 a ve 302 d-e.
1 09 Politikos 297 e - 299 c.
l 1O Pro tagor:ıs 3 1 9 l>d.
1 64
HJ l k, herkesin po litika yapmasın.ı i z in vermekte, �anki devlet gemisine doğru
k ı lavu Lluk yapmak i ç i n hiçbir özel bi lgiye gerek yokm u ş gibi davranmaktadır. K i şisel
çıkarlarından bJşka birşey düşünmeyen Sofi zm ile yoğrulmuş tutk u l u kişi ler ise, i kti
d..ırı ele ge çirme çab.ı.sındadırlar. Platon, b unlJrı gemi kapta n l ığını bilmeyen denizcile
re, halkı da gemi sah i b ine benzetir : " ...Gemici ler, gemiyi sen daha iyi kull.ınırsın, 0en
daha i y i " ku llJnırım diye birbirine girm işler , fakat h i ç biri ka p tan lığın ne olduğunu
bi lme z , bu sanatı ne zaman, kimden öğrendiğini söyleyemez. Üstelik bu sanJtın öğ
renilecek bir yanı o l madığın ı, vardır d i yen o l ursa , ağzın ı, burnunu dağıtacağını söy
leyecek kadar ileri giJer. Bu ge miciler, ge m i sa h i b i n i n çevresini sar m ı şlar, dümeni
bana ver diye yalvarıp yakar ı yorlar. Her biri bir başka ağızdan sık ıştırıyor onu." 1 1 ı
Böylece Plato n , demokrasi n i n , halkı pohpoh layarak kandıran de mogogos'lar doğur
d u ,ğ ıın u vurgulJr. Bu h.ılk önderleri , hatta ekonomik gelişmeye önem veren Perikles
g i bi demokrat devlet adamları , gerçekte polise iyi l i k deği l kötülük yapmaktadırlar :
" . . . yurttaşları yedir i p i ç irenler, onların bütün isteklerini yerine getirenler övülüy o r ;
ha l k on lar i ç i n , kenti büyülttüler di�·or, fakat devletin b u yaş l ı devlet adamları yü
zünden i ç i n i ç in işleyip büyüyen bir yara durumuna geldigini göf müyor. Çünkü on
lar, kenti li manlarla, tersanelerle, surlarla, vergilerle, daha başka şeylerle öylesine
1 12
doldurdular ki, doğruluk ve ölçülülük i ç i n yer bırakm a dılar." Platon, demokrasi
n i n izlediği dış politikayı da eleştirir. " E mperya l izm" ile demokrasi arasındaki iliş
kinin b i lincindedir ; bu nedenle Atina demokrasisinin diğer Yunan pol islerine yöne
lik sava ş ç ı , yayıl macı tutumunu ·"Yunanl ılar bir soydandır, akraba sayılırlar ... Yu
nanlı oldukları için, Yunan ülkesini yağma etmeyecekler, evler ini yJkmayacaklar ... ,
113
zamanımız.da Yunan l ı ların birbirine ettiğini yal nız yabancılara karşı yapmalı."
1 14
diyerek rı:ıah kum eder.
Platon'a göre, cah i l halkın kendi seç tiği yeteneksiz pol itikacı larca yönetildi
ğ i çok kötü bir rejim olan demokraside, h i çbir erdeme, h i çbir doğrul uğa yer yok
tur. Her şeyden önce, adaletten söz etmek o lanaksızdır. Bu yönetiın,-soy, sop, ser
115
vet, eğ itim vb. fark l ı l ı k larına bakmaksız ı n bütün yurttaş lara eşit haklar sağlar.
Oysa bu tiir bir hak dağıtımı, eşitsizl iğe yol açar, adaleti ortadan kaldırır. Çünkü
Platon, aynı adı taşımakla birlikte taban tabana zıt iki tür eşitlik olduğunu savunur.
"Sayısa l eşitlik" olarak adlandırıla n i l k i , h i çbir ayrıca l ı k gözetil meksizin herkese ay·
nı şeylerin dağıtıl ması ve devlet görevlilerinin kurayla sa ptan masıdır. Gerçek eşitli k ,
daha büyüğe daha fazla, daha kü çüğe daha a z veren "ora n l ı eşitlik"tir. Buna göre,
her k i şi erdemiyle, eğ iti m i y le, yeteneğiyle orantılı olan bir pay al ır; eşit değerde
ormayanl..ır arasında eşitsiz bir paylaştırma yapılır. Adalet, ancak oranlı eşitliğin
l l2. Gorgias 5 1 8 d-e. ,\�·nca Sokratcs, Pcriklcs hakkında �u yargıda bu lunur: " Bt'n, halka para
veren ilk devlet adamı olarak Pt:riklcs'in .\tinalılan para ve ı;:evezdik tutkusuna kapt ırıp
165
uygulJndığı yerde vardır. 1 1 6 Pl.ıton'un b ı ı eşitlik .ı n layışı nda n ç ı kan son u ç , eşit ol
mayanlara e ş i t d.ı vran dı ğ ı n da n i>rneğin oylam.ıd.ı herkese tek uy l ı.ı k k ı verdiğinden
,
y.ı d.ı bütün yurtta şların siyasal görevlere gel e b i l mel e r i ne ol.ınak tan ı masında n ötürü,
demokrasinin adaletsiz bir yönetim o l d u ğu d ur. 1 1 7
Bilgiyi, adaleti dışlayJn dem o kras i de , herkes ba şıbozuk bir biçimde istedi�i
gibi davran ır. Demokraside "canın is te me zse kimsenin buyruğ u n u d i n le mezs i n . . Ya .
salar sana komuta n l ı k , yargıçlık yetki lerini vermemiş olsa da, komuta n l ı k, yargı ç l ı k
edcbilirsin. " 1 1 8 diyen P laton, bu y öne t i mi n otorite boşl uğu y.ırattığııı ı , yasalara
saygısızlığı körüklediğini vurgular. Artık herhangi bir hiyerarşi� düzen leme ka l maz,
i ş böliimü ilkesi de tümüyle geçerlil iğini yi tirir. Ahlak değerlerine a l dır ı ş bile edi l
mez ; daha doğrusu bunlar a l t üst olurlar: " Kötü görüş ler sa•aşı k.ıza n m ı ştır;
namusu, dürüstliiğü b udalalık sayar, kapı dışarı ederler. Ölçülü olmayı, korka k l ı k
sayarlar. Bir siirü b oş isteklerin akışına kapı lıp, hovarda lığa değer verirler. Ken di n i
tutmada kabalık, bayağılık görürler ... Saygısızlık nezaket olur, karg.ı şa l ık özgürl ük,
israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik." 1 1 9
Demokrasinin içerdiği yozlaşmışlık, özgürlüklerin sınırs:z bir b i ç i m de k u l la
nıl masında açıkça görülür. Özgürlüğün her bakımdan dolup taştığı, aşırı boyutlara
ulaştığı demokratik toplumda, "atlar, eşekler bile öyle serbest, öyle mağrur yürü
meye a lışırlar ki, yollarından kaç maya na çarpar geçerler . .. Yurttaşlar o hale geli.r ki,
bir yerde baskıya benzer en ufak bir şey gördüler mi, kızar, ayaklanır; yazı lmış ya
zılmamış bütün yasaları hiçe sayar, sözcüğün tam anlamıyla başına buyruk ka l mak
isterler." 120a Bu durum, bireyci eği limlerin körüklenerek toplumsal birliğin, uyu
m un (konkordia'nın) yok o l ması dem.ektir. Siyasal düzeydeki hizipleşmeler, parti
çekişmeleri de, parçalanmanın onarı l maz bir hale gelmesinde etki l i ·olurlar. Her
kafadan ayrı bir ses çıkması, hiç kimsenin gerçek bilgelerin sözlerine ku lak asmama
sı, ister istemez şiddeti çağrıştıracaktır . 1 20b
" Bu doymak bilmeyen, başka değerleri küçümseyen özgürlük isteği, demokra
sinin değişmesine ve zorbalık yolunu tutmasına � eden olur." 1 2 1 Sınıf çatı şma ları
nın yoğunlaşması, acımasız bir niteliğe bürünmesi, toplumu bir iç savaşa sürükler ve
demokrasi tiranlığı doğurur.
1 66
f/ TİRANLIK: Her aşırılığın ardından her zaman sert bir tepki gelir " ı 2 2
"
anlayışında olan P laton'a göre, halka hoşnut görünmek isteyen yönetenlerin kışkırt
masıyla toplumda bir zengin lik düşmanlığı başgösterir. Bunun üzerine zenginler,
kendilerini koruyabilmek için, yeniden oligarşiyi kurrnı uğraşı içine girerler. Yöne
ticilerin zengi nlerle yeterince savaşa madığı kanısına kapılan ve daha çok şey iste·
yen halk, kendisine borçların bağı şlanacağ ı, toprakları n yeniden dağıtı lacağı gibi
bol bol umutlar veren birini tutup başa geçirir. Bu ki şi , iktidarını sürdürebil mek için
yurtta ş lar ın kimini sürer, kimini öldürtür, halkı köleleştirir, kısacası bir tirana dönü
şür. Demek ki, "aşırı ve düzensiz özgürlük, halka köleligin en ağırını, en acısını,
efendileri n en belalısın ı getirir ... Aşırı özgürlüğün tepkisi, insanda da , toplumda da
aşırı bir kölel ikten başka bir şey olmaz. " 1 2 3
Tiran , halkı boyunduruk altında · tutmak ve dik kafalı insan ları ölüme yolla
mak için s ii rek l i savaş yapar. Kendini korumak amacıyla yabır ncılardan ve azat etti
ği kölelerden bir bekçiler ordusu kurar. Yurttaşlar i ş ten ba ş kaldırmasın, kendine
karşı ayaklanmasınlar diye, onları ağır vergilerle ezip yoksul laştırır. Tam anlamıyla
şiddet üzerine i.;urulmuş olan bu iktidar, polisin hep korku i çinde yaşa ması na neden
olur. Tiranlı kta, "halk·, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, özgürlüğe kavuşmak
isterken eli sopalİ kölelerin kulluğuna düşmüştür. " 1 24
* * *
Platon , h içbir yasa tan ımayan,· zorba ve keyfi bir yönetim biçimi olan tiran
lıktan sonra hangi yönetimin gelec;eğini açıkça belirtememiştir. Bununla birlikte,
tiranlığın yasalara saygıl ı iyi bir azınlık tarafından yıkılacağı ve yönetimin bunların
ya da içlerinden birinin eline geçeceği ileri sürülebilir. Hatta, tiranlığın ardından, yö
netimin bir ya da b i rka ç filozofta bulunduğu ( bi çimsel olarak "monarşik" ya da
''aristokratik " ) ideal devletin kurulacağını varsaymak mümkündür. Örneğin, Platon'
un, Syrakuza gezilerini, tiran 1 . Dionysios ile il. Dionysios'a felsefe öğretip onları
"filozof-kral"a dönüştürme amacıyla yaptığı bilinmektedir. Ayrıca P laton, Nomoi'
de, en kolay biç imde ideal devlete dönüştürülebilecek yönetimin tiranlık olduğunu
açıklar: "Yasa koyucu için en rahat yasa yapılabilecek devlet.. ., gen ç, cesur, a k ı ll ı,
çabuk öğrenmeye yetenekli, erdemin bütün parçalarını taşıyan bir tira nın yönettiği
devlettir ... Bu tiran, doğal yeteneklerini ölçülülük i le yoğurursa, olabil diğince h ızlı
ve iyi bir bi çimde, devletin hep mutlu kalması için gereken düzeni sağlar. " 1 ı s. Ti
ran lık tın monarşiye ya da aristokrasiye (ya da ideal devlete) geçil diği ka bul edilirse,
\lÖnetimlerin dolaşımı yeniden başlıyor demektir.
ı 22 ihid, 563 e.
1 23 İhid, 5 69 c ve 564 a.
Dostoyev,ki' nin Cinler adlı romanının kahramanl.:ınndan Şigalcfin yargısı lıuıırlaıı pek
farkl ı ckğildiı-: " S ınırsız özgürlükten hareket ederek, sınırları olmayan cks p,ıtizme v;ırıyu
rum." Dom:iicvsk i , Lcs Possedes, Paris, Gallimard- Folio, 1 9 74, Cilt II, s. 1 03.
1 67
Platon, Devlet diyalogunda, görülen yönetim biçim lerinin en iyiden en kiitüyc
doğru sanki tarihsel bir sıraya göre art arda dizil diklerini göstererek, Sofistlerin iki
temel düşüncesini birden çürütme amac ı n ı gütmektedir. İlk olarak, gidişin hep daha
kötüye doğru olduğunu açı klayarak Protagoras' taki i lerlemeye olan inancı boşa ç ı ·
kartır. Ardından, Sofizmin evrensel görecilik anlayı şına saldırır. Yeryliıündcki bütün
devlet biçimleri n in bozulma, çürüme, yok o l ma yasasına bağ ım l ı olduklar ı n ı ve h i ç
birin in mutlak i y i l i ğ i içinde barı n d ırmadığını belirtere k , hep aynı kalan, ,ger çek,
doğru devletin bunların, yani nesneler e vren inin dışınd.ı aranması gere ktiğ i ni ortaya
koyar. Bu ba kımdan Platon'u "gerici" o larak n itelendir mek ya da onun " gözlerinin
geçm işe dönük" olduğunu ileri sürmek, ona büyük haksızl ık yJ.pmak olur. Her ne
kadar insan l ı k tari hinin başında yer alan ilkel topluma bir "altın çağ" niteliği yük
lüyorsa da, amacı buna geri dönmek değildir; üstelik, tıpkı J . J . Roussea u gibi "do
ğal to plum durumuna" geri dönülemeyeceğinin bili ncindedir. Gerçekleştir mek iste·
diği ideal devleti, tarihsel bir olgu değildir, ne ge çmişte, ne de gelecekted i r ; o, zama
n ı n d ı ş ı n dadır. Filozofun yapacağı iş, onu bul unduğu zam.an d ı ş ı yerden a l ı p , za ma
nın i çine yerleştirmektir. Bunun yönetimlerin döngüsünün "başı nda " ( örneğin mo
r · ·şide) ya da "sonunda" (örneğin tiran l ı kta) gerçekle ştir i l mesi bir şey değiştir
mez .
Platon'un yönetimlerin dolaşımı üzerindeki incelemesi, siyasal to;>lumun bo
zu lmasın ı belirleyen birbiriyle bağlantı l ı dört etkenin bulundugunu ortaya koyar.
Bunlardan i l ki , toplumdaki i ç birliğin, uyumun (konk ordia 'nın) ortadan ka lkması
d ır. İ kincisi, işbolümü i lkesine uyulmaması, dolayısıyla hiyerarşik düzenin zedelen
mesi ya da yıkılmasıdır. Ekonomik temellerin önemini kavra m ı ş ve sınıf sa vaşları
olgusunun bilincine varmış olan Platon, .üçüncü etken olarak, maddi ya da ekono
mik karşıt çıkarları n körüklediği sosyal çatışmaların patlak vermesini gösterir. Bu
çat ı ş malar bir iç savaşa yol açtıkları zaman, artı k devletin ayakta kalması hemen
hemen olanaksızlaşır. Bu nedenle, " bütün savaşlar servete sa h ip olunması neden iyle
patlak verir " 1 26 diyen Platon'a göre, toplumda aşırı zengin lik ile aşırı yoksulluğun
yan yana bulunması, e n büyük kötülüktür. Dördüncü etken, en öne m l i o lanıdır;
hatta bunun bir devlet biçiminin bozulup yok ol ması i ç i n gerekl i koşul olduğ u da
söylenebilir . Bu etken, ahlaksal yozlaşma ile birli kte yönetenlerin iç bir l iğinin y ı k ı l
ması, bunların içten bozulmalarıdır. "Her türlü siyasal düzen deği şikl iği ba ş takiler
den kayna k lanır, bunların arası na ayrı l ı k girmesinden doğar. Yönetenler arasında
7
tam bir b ir lik varsa, sayıları ne kadar az da olsa, onları sarsmak olanaksızdır . " 1 2
Onlar sarsı l madığı sürece devlet de bozulmaz. Böylece Platon , elitist an lay ı ş ına uy
gun oiarak, siyasal-ahlaksal alan ile sosyo-ekonomik alan aras ındaki i l i şki de, belirle·
yiciliğ i birincisine vermektedir.
Platon, ideal devletini oluştururke n , yeryüzündeki devlet biçimleri hakkında
ki gÖzlemlerinden, incelemelerinden hareket etmi ştir. Devletini bozu l man ı n d ı ş ında
t u ta b i l mek i ç i n , yu karıda saydığımız bozu l mayı belirleyen etkenleri ondan uzak
l 26 Phaidon 66 c.
l 27 Devlet 5'15 d.
1 68
tutmaya çal ışmış ve ideal devletin kurumlarını bunu sağlayabileceklerine i nandığı
biçimlerde düzen lemiştir.
D- İDEA L DEVUT
1 28 François Ch:i tdet, " L"i<koloı:ie <le la cite ı;rcc'(ue' 0 , Histoirc des i<lcologies, ôlt l, s. 1 77
1 :!9 ·oe,kt -l56 c.
" İıkal t>edct" b<iliiıııüııdc Platon'<l:ın rap_! ı<!ıınız bütün :ılmtıl:ı.l"". Oc\·l.-t diyaloı:uııa ait
ol<luklaruıd:ı.n dolayı, bundan sonra bu alıntılar için dipnot· kullanılm:ı.y:ı.c:ı.k, fakat metin
içinde bunLlrın diy:ı.loıı-daki �·erlerinin nu m aralar ı bir :ı y r:ı ç içine alınarak gösterilecektir.
1 69
sınıfl ı bir toplum yapısına ulaş ır: Üre tim, kor um.ı ve yönetim işlerinin bel irlediği üç
ayrı sınıf buiunmakt.ıdır. Bunlar, topl umu pa rçalamak şöyle dursun, aralarınd.ıki
b.ığı mlılık ilişkileri nedeniyle, "orga nik" hir daya nı şma yaratarak top l u msa l birl i
ğin daha sağlam bir biçimde kurulmasın ı sağlarlar.
Toplumun sınıflı bir yapıya sahip ol mas ı , adaleti n ( doğru luğun) gerçek leşme
si demektir. İ yi devlette dört erdem bulunur: Bilgelik, yiğitlik, iilçiilülük ve doğru
luk. '.'Doğaya uygun olarak kurulmuş bir devlet, a k ı l l ı o l masını kendini yöneten kü
çük bir to pluluğun bilgisine borçludur. B i lgelik diyebi leceğ imiz bilgi de budur"
( 419 a ) diyen Platon'a göre bi lgel ik, yöneticilere (filozoflara) özgüdür. Yiğitlik, ko
ruyucu ların (askerlerin) erde midir. Ölçülülüktcn üreticilerin pay alması gerekiyorsa
da , gerçekte bu erdem, bütün toplumu kapsar, daha açıkçası fi lozoflar ın yönetimi
a l tında bütün yurttaşlar ( yan i koruyu cu lar ile üreticiler) arasında tam bir düzenin
kuru l masından oluşur. Doğr uluk (ada le_t ) . ilk üç erdemi tamamlayan, yaşatan genel
bir erdemdir. Bir devletin doğru olabil mesi için, yurttı şlar ın, sınıfların kendi l erine
özgü yerde kalmaları gcre� ir. Platon, doğrul uğa ili şkin düşüncelerini çok aç ık bir bi
çimde sergiler: "Herkesin kendi işine b_a kması, ba ş ka larınınki ne karışmaması doğru
bir şeydir ... Kendi i şimizi istenilen biçimde yapmak; i şte doğru luk bu olabi lir...
Doğruluk, bize ait o lanları elimizde bulun durmak ve kendi i şimizi görmektir. .. Her
üç sın ıftaki insanların kendi işlerinde kal ı p ya l nız kendi işleriyle uğraşması doğru
luktur. Bir devleti doğru kılan da budur. " ( 433 a-b, 434 a, 434 c.)
Demek ki , doğru bir devlette, bir birinden ayrı işle vler gören üç ayrı sınıf var
dır ve bunlar h iyerarşik bir biçimde düzen lenmiş lerdir. Platon'un deyişiyle, "için
deki üç sın ıfta n her biri kendi işini gördüğü zaman ve bu üç sı nıfın karş ılıklı durum
ları ve erdemlerinden ötürü de devlet ölçülü, yiğit ve bi lge olduğu zaman, ona doğru
devlet denir." ( 435 b) Doğruluğun yok o l ması, yani sın ıfların birbirinin işine karı ş
ması, görevlerini değiştirmesi en büyük kötülüktür, çünkü bu durum devletin yıkı
mına yol açar: doğuştan zanaatkar o lan ya da başka bir işle kazanç sağlayan
"..•
kimse, sonradan parası, ili şki leri, gücü ve bunun gibi ba şka şeylerle böbürlenir de sa
vaşçılar arasına yükselmeye kalkışırsa, ya da sava ş ç ı lardan biri, hiç de yetenekl i
olmadan devletin baş ındaki lere katı l mak isterse, böylece b unlar da ara ç larını ve ay
rıcalıklarını değiş tokuş ederlerse, ya da bir ada m bütün bu işleri bir arada yapacak
olursa, bu kargaşal ığın devleti yıkacağ ından şüphe edilemez." ( 434 b).
Platon 'un, egoizmi ( bencil liği) doğ uran bireyci l iği 1 3 0 ortadan ka ldırip uyum
lu bir birliği sağlayacağına inandığı bu sistemde insan lar, gereken . bel li bir işi yapan
kişi ler olarak yer alırlar, top lu msal öı,ıemleri de yaptıkları işin değerine hağl ıdır.
Bundan dolayı bireyin · sahip o lduğu şey, herşeyden önce kendisine bir i ş yapmak
hakkını veren bir statüdür; devletin ona sağladığı özgürlük de , iiLgür istencine göre
davran mak özgürlüğünden çok, yapması gerekeni yapabi l mek özgürlüğüdür. 1 3 1
1 30 Kari Raimund Poppcr'c göre, " Platon' un ve çoğu Platoncub.cın, •.• iizgcci bir bireycil i�n
var olamayacağını dü�ünmelcri ilginçtir. Platon' a giirc, ya ortaklaşacı olunur y a da
bencil; bu diişünüşte, her türlü iizı:ccilik ort:ıklaşacılıkla •·e her tü rlü bireycilik de bencil
likle ö:<dc�lq tirilmiş tir." (Açık Toplu m ve Düşmanlan, .\nkara, Türk Siya..< i İlimler Der
neği Yayınlan, 1 967, Cilt 1, s. l 08.).
1. � l Sabine, s. · H.
170
Öy leyse, günümüzdeki an layış doğrul tusunda, insan hak larında n söl edilemcl. O.ıha
doğrusu , ideal devlette bireylere tan ınan haklar insana içkin değ ildir, insanlar bun
ları ken d i i ç lerinde bulmazlar. Bu bak ı m dan özel bir anlam taş ı mayan haklar, birey·
lerin yaptık ları hilıııct ya da .� örevlere bağ l ı dı rlar. Bir organi zmaya benzeyen tıu
devlette, b.irey ler, s ın ıflar, beden in par çaları gibidir; kendi ç ı karlarını değil, fakat
bedenin, bütünün ç ı karı n ı gözetirler, gözetmekle yüküm liidürler. Parçaların bu tür
bir yükümlülük a ltına girmeyi ka bul etmeler i n in nede n i , yaşa m larını sürdürebilmek,
hem de iyi, sağ l ı k l ı bir biçi mde sürdürebilmek i çindir. Organ ları tam anlamıyla gö
revlerini yerine getirdiğ i ve böylece devletin yetki n , mutlu olduğu süre içi nde ,
birey ler de, ki şisel olarak mutlu olurlar.
Fakat bu orga n izmac ı devlet anlay ı ş ı n ı terkedip, soruna, Platon'un ruh ile
devlet arasında kurd u.ğ u bağlantı ( daha doğr us u top l u msa l yap ı y ı r u h un i zdüşümü
biçi minde düzenlemesi ) açısından ya kla ş ı l d ığı nda, i deal devletin bireyl eri mutlu
k ı l d ığını ileri sürmek epey güçleşir. Platon, devlette ü ç sını fı n · b u l u n masını ruhun
bölüm lerin den lı;ıreket ederek açıklar ya da bu ş e ki lde doğrulamaya çal ış ır. Ruhun
üç ayrı bölümden oluştuğunu, bölümlerden birinin diğer i kisine üstün olduğ unu ve
bu üstün bölümün kişiden kiş iye değiştiğini daha önce görmüştük. K işinin ruhunda
hangi yan Jğır basıyorsa, kara kteri , doğal yapısı da ona göre o i uşur. Platon, Devlet'
in dokuzuncu �itabında ( 580 d- 581 c ) , ruh u n üç ayrı bölümüne uyg u n düşen üç tip
karakterin, üç çeşit insanın bulunduğun u ortaya koyar. Birbirlerine benzeyen, ayn ı
ruhsal yapıya sahip o lan insanlar, aynı sınıfın i çi n dedirler. Ü ç çeşit i nsan olduğ una
göre, ü ç ayrı sınıf vardır. Ayrıca, ölçülülük en alt sın ıfın erdem i olarak ele alındığı
ta kd irde, her sınıfa özgü ü ç farklı erdemin bulunduğ u da a n la ş ı l ır. Platon'un bu psi
kolojik açıklaması bir şema ile gösterilebi l ir :
1 3'.? Roger 1.ahroussc, lnlroclucıion a la philosophie politi4uc, P:ıris, l\l:ırccl Ri\-ierc et Cie,
1 9 59, s. 'i 7 -58.
171
kendin i yetkin kılabilmesi için kull.ındığı .ıra ç lardır. Görüldüğli üzere, devleti am.ıç,
bireyi .ıra ç yapan anlayış aç ıkça karşımıza ç ı kmış oluyor. Bununla birlikte , yöneti
ciler 51nıfının akla (dolayısıyla diğer i ki erdeme) sahip olup kendi içi nde.doğruluğu
gerçekleştirdiğ inden ötürü, mutlu olduğu ileri sürülebi l ir. Öyleyse, çok az sayıda
yetkin insandan (yurttaştan) o luşan bu sınıf , tam anlamıyla bir e littir. Burada da,
elitizm a n layışına varmış bulunuyoruz. 1 3 3 A ncak, y önetici filozofların, siyasal-pra
tik görevlerin den ötürü (y.ıni, yen iden nesneler evren ine indikleri için), s.ılt teori k
dlizeyde kalamayıp (yani, sürekli olarak ideaları seyredemeyip), yetki nliklerini do
rukta tutamadıklarını ve bu neden le dolu dolu bir mutluluğa varamadı klarını da be
lirtmek gerekir.
Platon, ideal devlette şu ya da bu sın ıfın diğerlerine göre daha mutlu bir du
ruma getiri ldiği şeklindeki eleştiriye şu yanıtı verir : " Yasaların kaygısı bir sınıfa öte
ki lerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, y urttaşları ya inandırarak, ya zorlaya
rak birleştirmek, her birine toplum içi nde görebileceği hizmet payı nı a l dırmak, böy
lece bütün toplumu birden mutlu luğa götürmektir. Devlet seçkin yurttaşlar yetiştir
meye uğraşıyorsa , bu onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmaları için değ il,
devlet düzen in i sağlamlaştırmaya yardım e t meleri içindir." (51 9 e- 520 a)
Platon 'un, siste minin doğru luğun u göstermeye, yönelik bu sözlerinde, insanla-.
rın değil, fakat her şeyden önce toplumun, bütünün m utluluğunun amaçlandığı vur
gu lanmaktad ır. B ireylerin bu bütüne katı larak onun m utluluğundan bir pay aldı kları
varsayı l maktadır. Daha doğrusu bireyin mutluluğu, kendisine düşen görevi yapmak
tan ve bu sayede kargaşadan uzak yaşamaktan IJiı,şka bir ;inlama gel memektedir.
Bundan baş ka , psikolojik açı klama göz önünde bul undurulduğunda, P laton'un bu
yan ıtının amaçladığının tam tersi bir sonuca vardığı görülür : Bireyin belli bir top
lumsal konumda, sın ıfta bulunarak mutlu o-iması , bu konumunun ruhunun ağır ba
san bölümüne uygun düştüğünü gösterir. Ruhsal bölümler h iyerarşik bir bi çi mde sı
r.ı landıgı için de, toplu mda farklı mutl uluk düzeyleri belirir. Buna göre, ruhunda
bilgel iği en üste yerleştiren kişi (yönetici-fi lozof), gerçek hazları tattığından ötürü
diğer insan lardan daha fa zla mutlu olur. En düşük mutluluk düzeyinde bulunanlar
ise, kazanca, bedensel hazlara yönelen, maddi istekleri oran insanla r, yani üreticiler
dir. 1 34
"Bizim kuracağımız devlette, kunduracı kunduracıdır. Kunduracılıktan baş ka
bir d e kaptan lık yapmaz. Çiftçi, çiftçidir, çiftçilikten başka b i r d e yargıçlık etmez.
Asker askerdir, askerlik ederken alım satı mla da uğraşmaz." (397 e) diyen Platon,
gerektiğinde zor kullan ılarak yurttaşların bu siste mi kabul etmelerinin sağlanacağını
1 33 Touchard, s. 33-34.
1 3 -1 " �· bilgrliği, ruh üstünlü.�üne ermeyen, beden ha.darıru doyurmakla kalanlar, öyle görülü
yor ki, alc,:ai;<a düşüp soimı orta düzeye kadar ç ıkar, ömürleri boyunca bu ikisi ar.ısında
mekik dokurlar. Bu sının aşamazlar bir türlü. !.erçek yt.ik.seğe ne gözlerini kaldırmış, ne
de g:itmiş lerılir ona doğru. İçleri hiçbir zamJ.Iı varlık ile dolmamış, sa!i;larn, yalın bir haz
tadamamış lardır_. Fakat ruh, var f(li ct.iyle bilg-di·� :: bağlanır ve içindeki parçalardan hiç
b iri ona başk:.ıldırma.yıp, her biri k_e ndi g;;rc vinin sınırları içinde ka lırsa, o zam:ın doi;>ru·
luğu u ygular ve tadabilcce�ri en ıniikcınmel, en gerçek hazlar o lan kendine üzgü hazları
tadar. " Devlet 586 a-e.
1 72
açıklamakla birlikte, düzenin varlığının ancak genel bir rıza yaratılarak sürdürülebi
leceği inancındadır. İ deal devletin, bozuk yönetimler,gibi, şiddetin i çine düşmemesi ·
ve böylece varlığını tehlikeye atmaması için, yurttaşların sistemin doğruluğuna
inandırıl ma ları , ikna edil meleri gerekmektedir. İ deal devletin gerçek, doğru olduğu
nu bilenler, yalnızca idealara ulaşmış olan filozoflardır. Ruhlar ında soylu isteğin ya
da maddi isteğin hüküm sürdüğü diğer iki sınıfın yurttaşlarının bunu kendi başlarına
kavramaları olanaksızdır. Bu nedenle, bu iki sınıfa sistemi benimsetmek, filozof
yöneticilerin görevidir. Filozoflar bu görevlerini yerine getirirken iki farkl ı yöntem
kullanırlar; daha ileride göreceğimiz birincisi, koruyuculara yönelik çok yoğun ve
uzun süreli bir eğitim programının uygulanmasıdır; ikincisi ise, her iki sınıfa yönelik
ve ilk bakışta ahlak kurallarıyla bağdaşmad ığı görülen "ideolojik" bir yalanın orta
ya konmasıdır.
Platon , toplumun yararını gözeten yöneticilerin, consensus'ü sağlayabi lmek
için, ''meşruluğun " , " doğruluğun " dışına çıkabileceklerini, hatta çıkma ları gerek
tiğini savunur. Devletin, yurttaşların iyiliği söz konusu olduğunda, yalanlara baş
vurulmaktan kaçın ılmamalıdır. Bunlar yararlı yalanlardır 1 35 • Bu nedenle bu yalanla
rın, gayrı-meşru, ahlak dışı, kötü" vb. olarak değerlendirilmemeleri gerekir; tersine
bunlar, iyiliği, doğruluğu amaçlamaktadırlar. 1 3 6 Böylece Platon, yurttaşlara sınıflı
toplum yapısını benimsetme amacını güden "üç cevher yalanı"nı ya da "metaller
mitosu"nu ortaya ıltar; ( 41 4 c 41 5 d) Bu mitosu şöyle özetleyebi.liriz : Bütün yurt
.
taşlar aynı topraktan doğdukları için kardeştirler. Fakat onları yaratan Tanrı, hep
sini bir tutmamış, her birinin mayasına üç ayrı cevherde_n birini katmıştır. Bunun
sonucunda, doğalarındaki cevherin belirlediği, ayrı işleri yapan ü ç farkl ı sınıf belir
m iştir:
1 - Altın cevherliler: Toplumun önderleri (yöneticiler)
2- Gümüş cevherliler: Yardımcılar (koruyucular)
3- Demir ya da tunç cevherliler : Çiftçiler ve işçi ler (üreticiler)
Bu üç sınıflı sistem, sürekli olarak kendini yeniden üretir. Çünkü aynı cevhere
sahip o lan insanlardan doğan çocuklarda , genellikle bu cevher bulunur. Çok ender
o larak bir uyumsuzluk ortaya çıktığında, yöneticiler gereken düzenlemeyi yapı p
sistemin bundan etkilenmemesini s;ığlarlar.
Platon'a göre, yönetilenler bu mitosa, bu "yararlı yalana" inandırı larak düzen
·
daha kolaylıkla sürdürülür, süreklilik güvence altına alınır. Ancak bu yalana, özelli�
le de mitosun i çerdiği farklı metallerden oluşan insanların birbirleriyle karışmaması
1 73
ilkesine, i l k önce y öneten lerin i nanması gerekir. 1 3 7 Çünkü devletin bozul masın ı be
lir l ey e n temel etken yönetenlerin iç birliğinin y ı k ı l ması olduğ uncb n , öne m le üzerin
de durulması gereken şey, bu birliğ i sağlam tutmaktır. Yönetici -filozoflar, bu yala
na, " mayasında demir ya da tu nç katı şık olanların önderlik edeceği gün polisin yok
o lacağına " (41 5 c) i nandıkları zaman, devlete daha çok bağlanırlar ve kendi arala
rında sağlam bir birlik olu ştururlar.
Platon, üç sınıfın varl ığına i lişkin bu m itoloj i k a çı k laması i le, sınıf far k l ı l ıkla
rına kalıtımsal bir temel kazandırır. (Gerek meta l ler mitosu, gerek soya i lişkin diğer
düşünceleri nedeniyle, P laton 'un ı r k ç ı bir kuram geliştirmiş olduğu çeşitli bi l i m
adam larınca i leri sürül müştür.1 3 8 ) Fakat ka l ıtım, soya çekim, mutlak değildir. Genel
olarak altından altın, demirden demir ce vher l i çocuklar doğarsa da, ara sıra karı ş ma
lar olup altından tun ç, demirden gümüş vb. cevher li çocuklar dünyaya gelebilir. Bu
durumda, sınıflar arasında bir geçişken liğe izin veri l ir, daha doğrusu bu çoc u kl ar
cevherlerine uygun sınıfa yerleştirilirler: "( Yönetici) kendi çocukları tunçla ya da
demirle katışık doğmuşlarsa hiç acımayıp, hamurlarına uygun işlere koyacak onla
rı ; ç iftçi ya da işçi yapacak. Çiftçi ve işçi çocukları arasından mayaları altın ve gü
m üş le katı şık doğanlar olursa, onları gözetecek, ki mini önderliğe, kim ini koruyucu
luğa yükseltecek." (41 5 b-c).
Fakat bu geçişlere bakarak Platon'un, gerçek bir di key toplumsal devinimi sa
vunduğu sanılmamalıdır. Her şeyden önce, eğitimin yalnızca üst sınıflara tınınmış
olmasından ötürü, bir üretic i çocuğunun altın ya da gümüşle katışık bir mayaya
sahip olduğunun anlaşılması çok zordur. Platon, ait sınıftaki yetenekli çocukların
saptanmasına ilişkin bir mekanizma öngörmüş deği ldir. Bu durumda geçişken l iğin,
büyük ölçüde, tek yönde, yani yukarıdan a şağıya doğru i şlediği varsayılabilir. As
lında, sınıflar arası bu tür geçişlerin kabul edi l mesi, düzen in sürekliliğinin daha iyi
korunması i çindir ; bir bakıma geçişkenlik, toplumun güvenl i k sübabı gibi çalışır ve
ideolojik bir işlev görür. İ lk olarak, eğitim eşitsizliğine karşın, a şağı cb.n yukarıya
doğru bir geçişin düzenlendiğini kabul edelim. Bu durumda yetenekli, akıllı çocuk
ların saptanıp üst sınıflara yerleştirilmesi, bu sınıfların yeni üyelerle beslenip cb.ha
güçlenmesine yönelik bir amaç ta şır. Ayrıca yöneticiler, bu yetenekli çocukları
kendi i çlerine alarak, onların ileride yönetime karş ı olası bir baş kaldırıda bulunma
larını, üreticileri bili n ç lendirerek düzen için bir tehlike oluşturmalarını önlerler. Yu
karı dan aşağıya geç i ş iş lemi ise, yöneticilerin bir ayıklama yaparak güçlerini zayıfla
taqk ve sınıfsal iç birliği bozabi lecek yeteneksiz, zayıf öğelerden kendilerini kur
tarmaları anlamına gel ir. Son olarak, sınıflar arası bu geçi şkenlik, herkesin doğal ya
p ısına, yeteneğine uygun sınıfta bulunduğuna i lişki n inancı sürekl i besleyerek, ki ş i
lerin b u yalanı, dolayısıyla b u düzeni benimseyip özümsemelerine yard ı mcı olur.
Kesin çizgilerle birbirinden ayrı lmış üç sınıfl ı bu toplumch gerçek eşitliğin
(oranlı eşitliğ i n ) tam anlamıyla uygulandığını vurgulayan Platon, idea l devletin ko-
1 37 Aslında bu durum, kendiliğinden gerçekleşir. Çünkü bir tpplumcla hakim ideolojiye ilk
inananlar onu "üretenlerdir", ya da hakim sınıfın üyeleri<lir.
1 38 Popper, s. 87-90 ; AJ;ieddin Şenel, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara, Bilim ve Sanat Ya
yınları, 1 9 84, s. 5 2-5 5.
1 74
n u munun ve genel özelliklerinin bel irlenmesinin önem ta ş ıdığını belirtir. Çünkü, he
men hemen bütün ütopyacı düşünürler gibi Platon da, ba zı özelliklerin saptanması
nın devletin korunup sürdürülebi lmesi i ç i n gerekli olduğu düşüncesindedir. Bu özel
l i k ler şöyle sıralanabilir:
Coğrafi bakımdan, "devletin sı nırı ne çok geni ş olac.ık, ne de çok dar.
İ kisi ortasında yeterince sınırlı bir bütün olarak kalacak." (423 c) Sınırları çizi len
bu de.vlet, bir polistir. Yayılmacı bir pol i t i ka izlemeye, geniş lemeye kalkış mayacak
tır; yoksa, bütünlüğünü, birliğini bozar.
Ü l kenin nüfusu belli bir sınır i çi nde tutulmal ı, bir başka deyi ş le polisin
besleyebileceği kadar o l ma lıdır.
Toplu mda zengin liğe de, yoksulluğa da yer yoktur. Çiinkü her ikisi de
i n sa n da fark l ı o l ma arzusu yaratarak, devletin siirekliliğini teh l i keye sokarlar. " Zen
ginlik", insanı keyfe, tembelliğe, deği şme isteğine götürür; yoksul luk deği ş me iste
ğ iyle ka l maz, üstelik i nsanı küçül tür, i ş i n i aksatır." (422 a)
"Devleti n bekçileri, .•• kurulmuş düzene aykırı h i çbir yenil iğe meydan
vermeyecekler. " (424 b) Çünkü bozulmaya karşı koyup sürekliliği sağla manı n en
etk i n yolları n da n birisi, devletin sınırlarından i çeriye yeni l ikler sokmamak ve i çeri
de her şey i kal ıplaştırıp dondurmaktır.
D ı şa karşı mümkün olduğunca kapal ı olm.ı, ekonomik alanda a utarkeia
sistem ine yol a çar_ Buna göre, devlet kendi kendine yeterli olmalı ve d ı ş ticareti en
az düzeye indirgemelidir.
P�aton, y u karıda saydığımız bu özell iklerin ilk aşamada ger.çekleşmemiş olsa
lar bile devleti n yaşamı n ı tehlikeye sokacak den l i önemli olmadıklarını bel irtir. Dev
let i ç in yaşamsal önem taşıyan konu, koruyucu lardır, bunlara gereken eğit i m ve öğ
reti m i n verilmesidir. Ç ünkü " koyurucuların kafası i y i bir eğitimle aydın lanırsa, bun
lar b u tür sorunları kolaylıkla çözerler" (423 e) ve böylece devletin uyumunu, birli
ğini, sürekl i l i ğ i n i tehd i t edebi lecek bütün teh l i keleri ortadan kaldırırlar.
2- Koruyucular Sınıfı
Platon, yapıtının büyük bir bölümünü devletin birl iği n i , düzenini sağlayan
koruyuculara ayırmıştır. Önemse mediği halka, yani üreti c ilere, hemen hemen h i ç
yer - vermemiş, yal n ı'zca birkaç yerde kısaca değinmekle yeti n miştir. Onlardan söz
ettiğinde, haklarında h i ç de olumlu düşünceler bes lemediğ ini çok açık bir dil le or
tıya koyar: "Ya l n ız �teri, ayaklarıyla çal ışabilen işçi leri sen.ce neden hor görürüz
az çok? Ş u n da n başka ne olabilir bunun sebebi : Bu işçilerde en iyi yan o kadar
zayıftır ki , i çi n deki hayvanları dizgin leyemez, tersine, ba ş eğer onlara, küçülüp
ayaklarına düş mekten başka şey yapamaz. " ( 590 c) Topl umun maddi gereks i n i m le
rini sağlamakla yükümlü olan bu sınıf, her bakımdan koruyucular sınıfının karşıt
kutbunda yer alır. Üreticiler eğitim görmezler, buna gerek yoktur; çiinkü on lar
- P laton'a göre-, eğitim ite . düzelemeyecek kadar kötü bir doğal yapıya sahiptirler.
Yurtta ştırlar, fa kat h i çbir siyasal hakları yoktur, kamusa l yaşamı ilgilendiren hiç
bir etkinlikte bulu n mazlar. "Devlet ya �.ı mının bu bölümünde yalnızca seyirci duru-
1 75
13
mundadırlar." 9 Robin 'in deyişiyle, " b u halk kitlesinin tek i şlevi hizmet görmek,
tek erdemi itaat etmektir." 1 4 0
Platon'un koruyucu lara verdiği büyük önem, onun, yöneticilerin bozulması
nın zorunlu olarak devleti de bozacağı inancından kaynaklanır. Koruyucular, doğ
rudan doğruya devlet yönetiminde bulunmazlar; fakat yönetici-filozoflar bunların
i ç inden ç ı karlar, daha doğrusu gereken bütün sınavları geçen her koruyucu el li ya
şından sonra filozof olur. Devlet işlerinin yürütülmesinde yöneticilerin yardımcıları
o lan koruyucular, bir çeşit "mesleki ordu" oluş tururlar. Platon buna gerekçe ola
ra k, uzmanlaşma ilkesini gösterip yalnız savaşla uğra şanların bu işi daha iyi yapa
bilecekleri n i ileri sürer. Ancak, bu düzenlemenin ardında, ha l kın eline silah vermeme
düşüncesi de yatmaktadır. Demek ki bu toplu mdaki elit (ya da üst tabaka ), küçük
bir az ı n l ı k olan koruyucular i le bunların içinden çıkan birkaç .filozofu içermekte
dir. İ dea l devletin temelini oluşturan bı.i eli te de büyük özen gö �terilmesi, Platon'un
sisteminin mantığı gereğid ir. Koruyucular ile yönetic i lerin bireycilikten , benci l l i k
ten, kişisel çıkarcıl ıktan, tutku lardan kurtarılması, uyumlu bir bütün olarak davra n
malarının ve devleti en yüce değer olarak görmelerinin sağlanması, kısaca bu insanla·
rın iyi yurt ta ş lar, gerçek devlet ada mları ya p ı l ması sayesinde ideal devlet ayakta ka
labilir ( b ir bakıma gerçekleşebilir). Platon bunun i ç i n iki yol öngörür: Eğ itim ile
koruyucularda gerekli özellikleri gel iştirmek ve bunların ya şa m larını be l l i bir bi çim.
de düzen leyerek kötü lüklere kapıl malar ını engellemek.
al Koruyuculann Eğitimi
Koruyucu olmayı belirleyen ilk koşul, doğuştın belli niteliklere sahip olmak·
tır. Meta ller mitosuna göre, mayalarında gümüş ve altın bulurıanlar koruyucu olur.
"Yurdu koruyacak a da m, yaradılışı bak ı mından filozof (yani öğrenme merak l ıs ı ) ,
a zgın, çevik v e güçlü olacak." ( 3 76 c) Fakat kal ıt ı m yeterl i değildir, uzun ve zor bir
141
eğiti m de gerek lidir.
Eğitilecek çocuklar, doğuş tan üstün olanlardır; yoksa veri lecek eğitimi ala·
maz, koruyucu olamazlar. " E ğer doğuştan bel ledik lerini u nutmayacak, yorgun l uk
ı .edir b i l meyecek, işin her türlüsünü sevecek değil lerse, bunca beden ve kafa çalış
malarına katlanmaya razı olamazlar ... Felsefe ile onun öz evlatları uğra şmal ıdır':
( 535 c) Üste lik, doğuştan bozuk olanla ol mayan ayırt edil meyip herkese eğitim
vermeye ka l kışıl ırsa, devletin yaşamı tehlikeye girer: "Bedenleri ve kafaları düzgün
insan ları al ır, onları bunca çetin çalışmalardan geçirirsek, doğruluğun bize bir diye
ceği kalmaz. Devleti de, anayasayı da korumuş ol uruz. Ama kötü yarad ı l ı ş l ı insanla
rı yetiştir irsek bunun tersi o l ur. Felsefeyi şimdikinden de daha gülünç bir duruma
1 39 Sa b in e , s. 49.
140 R o b in , La pen!l'e grecque, s. 242.
141 Platon'un eğitime büyük önem vermiş olmasından dolayı, b!!zı düşünürler Devlet'in asıl
konusunun eğitim olduğunu ileri sürmüşlerdir. ömeğin j.J . Rousseau, E mile'in başında,
Devlet 'in şimd.iye kadar eğitim konusunda yazılmış en iyi :vapıt olduğunu b elirtir.
1 76
düşürürüz." (536 b) Yürekli, akıllı çocuklar, sıkı bir eğitimden geçirilmezlerse, top
luma faydalı olmak şöyle dursun, ona büyük zararlar verirler. Halkın bekçi köpek
leri olucakları yerde, hepsi birer kurda dönüşür ve hem birbirlerine, hem yurttaşla
rına karşı hoyrat davranırlar. Demek ki, üstün yaradılışlı insanlar için eğitim her ba
kımdan gereklidir.
Platon'un eğitim anlayışı, totaliter ve otoriter bir nitelik taşır. Platon, eğer
yasaların bir anlamı olacaksa, bunların yalnızca daha önceden örgütlenmiş toplum·
sal birimlerin düzenlenmesiyle ilgilenmeyip, kişinin tüm yaşamını {özel yaşamını
da) denetlemesi gerektiğini bir ilke olarak kabul etmişti. İşte kişilerin, özel bir ya
şamın var olabileceğini bile düşleyemeyecek biçimde koşullandırılmaları eğitim ile
sağlanır. Platon i çin, iyi yurttaşın, "kamusal insan" ın yaratılması, Atina'daki eğitim
biçiminin tam karşıtını gerçekleştirmekle mümkündür. Bir başka deyişle eğitim,
bireysel değil, kamusal düzeyde yürütülmeli, yalnızca toplumun yaşamına yönelik
olmalı ve bütünün iyiliğini gözetmelidir. Burada Sparta'nın etkisi görülmektedir. An
cak, Sabine'in de haklı olarak belirttiği gibi, bu etki abartılmamalıdır. Çünkü ideal
devlette koruyuculara verilen eğitim, gerek felsefe ağırlıklı bir içeriği olması, gerek
ahlaklı, akıllı, ölçülü insanlar yetiştirmeyi amaçlaması bakımından, Sparta modelin
den ayrılır; bu yönüyle Atina'nın eğitim anlayışına daha yakın görünmektedir.142
Bununla birlikte, Platon'un önerdiği devlet tarafından verilen ve tek tip olan
bu eğitim, insanları belli bir kalıba sokmaya yönelik güdümlü, "ideolojik" bir eği
timdir. "Her işte önemli olan başlangıçtır. Hele iş, genç ve körpe ki mseleri yetiştir·
mek olunca; çünkü insanlar bu çağda yatkın olurlar, hangi kalıba sokulmak istenir
se o kalıba girebilirler." (377 a-b) diyen Platon, . eğitim programını bir dizi "sansür"
1 42 Sabine'e göre, "Platon'un eğitilmiş kişinin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncdi,
S partalının değil, Atinalının düşüncesini temsil etmektedir. Devletlerin tek kurtuluş yo
lunu yetiştirilmiş zekaların çalıştırılmasında gören bir felsefecinirı başka bir sonuca vaz
ması mümkün değildi." (s. 57). Protagoras'ın (Protagoras 325 e 326 c'de) Atina'ya özgü
-
olduğunu belirttiği çocukların müzik ile beden eğitimini uyuınlu bir biçimde abnaların,a
ilişkin anlayışın '' Devlet'de de benimsenmiş olması, Sabine'in bu yargısını doğrular yön·
dedir.
1 77
Platon ' un bu yapıtları yasaklaması, bu tür edebiyat ürünleri veren ozanları
dışarıya sürmesi ve devletin kapılarını onlara kapaması, Şiire değer vermediğinden
değil, tlm tersine sanatın büyük gücünü bildiğindendir.143 "Devlet kurucusuna
düşen iş, ozanların masallarının ne yolda olacağını bilmek ve bu yoldan ayrılmaları·
na göz yummamaktır" (379 a) diyen Platon, sanatı estetik bir olgu değil, toplumsal
ahlakı gerçekleştirmeye yarayan bir araç olarak ele alır. 144 Buradan hareket ederek
de, iyi şiirlerin, mitosların devlet için yararlı olduğunu, bunlardan yararlanılacağını
ye ozanların sürekli göz altında tutularak bu nların istenilen biçimde yapıtlar
vermeJerinin sağlanacağını belirtir.
2- Müzik alanında tek düzeye inilerek çeşitlilik önlenmelidir. Çünkü her tür
lü çeşitlilik düzensizliğe yol açar. Ya lnızca ölçülülük aşılayan iki makam öğretilecek
ve i nsa nları yumuşatan İonia· ya da Lydia makamları gibi makamlara devlette yer
verilmeyecektir.
3- A ynı nedenden ötürü, diğer sanatlar da denetl en me li ve onların kötü huy
ları, ölçüsüzlükleri , bayağılık ile çirkinliği gi>.stermeleri yasaklanmal ıdır.
4- Çocuk oyunları · sıkı bir düzene so kul ma l ı ve kuralları katı bir biçimde
sapta nmalıdır. Çünkü çocuklar, düzene, kurallara uymaya alıştırılırlarsa, büyüdükle
ri zaman, yasalara, büyüklere sa ygı l ı , geleneklere uyan ve yönetime itaat eden i yi bi
rer y urttaş olurlar.
Yasakların ve nedenlerin ortaya konmasından sonra, eğitimin içeriği ile evre
leri nin açıklanmasına ge ç ili r . Çocuklar, ana-babanın etkisinden bir an önce arındırıl
mak için , çok küçük yaşta öğrenim görmeye ba ş lar lar. Toplu
bir biçimde ya pı lan
bu eğitimde cinsiyet ayrımı gözetilmez. Platon, kız ve erkek çocukların a ynı eğ i ti m
sürecinden geçirilmelerini iste yerek , dönemi n deki h ak i m ideol oji ye ters düşen bir
.
düş ünceyi, kadın-erkek eşitliği düşüncesini benimser. Çocuklar ilk önce, müzik ve
beden eğitiminden geçirilirler. Ya lnız bedenini g�li ştir meye uğraşan kişi, sert, ka
ba olur. Müzik ise, insanı yumuşatarak gereğinden çok yumuşaklık, gevşeklik doğu
rur. Bu iki eğitim birlikte, aynı anda verilerek, birbirleriyle uzlaştırılarak, koruyucu
ların hem akillı, hem de yiğit olmaları sağlanır; "onlarda coşkun bir yürekle bilim
sevgisinin doğmasına'.. (41 1 e) yol açılır. Eğer koruyucular, müzik bilgisi almadan
yalnız bedenlerini . geli ştirip fiii ksel bakımdan güçlenmeyi amaçlasalardı, son u çta
1 43 Fatma Paksüt, Platon ve Platon Soması, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayuıları,
1 9 82, s. 468� Aynca Platon'un kendisinin de bir ozan olduğu görülmektedir. Hans Reic·
.henbach'a göre, ' ' Platon'un yaratbğı şiirdir ; diyalogları dünya edebiyatının baştaa ya
pıtları sayılsa yeridir Platon'un felsefesi şaire dönüşen bir rdozofun felsefesidir." ( Bi
••
1 78
"köpekten kurda dönüşerek" (41 6 a) topll!m için büyük bir tehl ike oluşturabilir
lerdi. 1 4 5 Müzik bu sertliği dengeler ve doğasındaki gevşeklik ile sertlik eğilim lerini
ölçülü bir biçimde düzenleyen koruyucu, "gerçek bir düzen ustası" (41 2 a) olarak
ortaya çıkar. Bu eğitime bedenleri ve ruh ları iyi olan koruyucu çocukları kabul edi
lir. Gereken ölçülere sahip olmayan çocukların, metaller mitosunda ortaya konan
mek.ı.nizm.ı. uyarınca, üreticiler sınıfına indirildikleri anlaşıl maktadır. Amaç, koru
yucular sınıfının her bakımdan güzel ve sağlıklı bir soy olarak varl ığını sürdürmesi
dir.
Çocukların savaşa götürülmesi eğitimin bir parçasıdır; böylece geleceğin ko
ruyucuları, savaşı izleyerek savaş sanatı üzerinde doğru bilgiler elde ederler. Eğitim ,
yirmi .y aşı na değin çeşitli bilgilerin dağınık, karmaşık bir biçimde v�rilmesiyle sür
dürülür. Bundan sonra bilimler bir sıraya konur ve on yıl boyunca matematik, geo
metri, astronomi ve armoni öğretilir. Gen ç ler, bu bilimlerin gerçekte ne anlama gel
diklerini ve bunların Varlık ile olan ilişki lerini kavrarlar. Bütün bu süre boyunca,
koruyucular, sürekli olarak, çeşitli koşullar içinde, zor işlerde, savaşlarda sınanırlar,
bir dizi denemeden geÇirilirl.er : "Nasıl genç tayları gürültü patırtı içinden geçirip ür
kek olup olmadıklarına bakarlarsa, biz de onları korkunç durumlarla karşılaştırmalı
ya da tersine, insanı �ürükleyen hazlar içine salıvermeli, altını ateşte sınar gibi sına·
malıyız. Bakalım, bütün bu durumlarda büyülenecek mi? Yoksa dayanıp ta m bir ko
ruyucu olduğunu gösterecek, aldığı eğitime uyup ölçülü ve düzenli kalmasını, kısı
ca hem kendisi, hem de devlet için en yararlı olmasını bilecek mi? " (41 3 d-e). Bu
denemelerden baş3rıyla çıkanlar, ödevlerini unutmayanlar, aldanmayanlar, öğreni·
me devam ederler. Otuz yaşında yine bir sınavdan geçirilirler ve başarı l ı olanlar, bi·
timlerin doruğu olan di yalektik eğiti m i almaya hak kazanırlar. Filozofluğa g;den
yolun yarısı aşılmıştır artık.
1 45 Bu düşüncelerinden, Platon'un, S parta l ılann helot'lara ve periokos'lara ' karşı olan tu
.
tumlarını onaylamadığı sonucu çıkarılabilir.
1 79
de (yani koruyucular ile filozoflar arasında) parayı, serveti yok etmekten başka bir
çare bulamaz. Demek ki, koruyucuların yaşamlarının ilk belirgin özelliği, "hiç biri
nin mal mülk edinmemesi, kimsenin öz malının bulunmaması, her şeyin herkesin
.•.
olmasıdır." (41 6 d ve 543 b) Bir ba.şka deyişle, özel mülkiyet son bulur, onun yeri
ni ortak mülkiyet alır. Yoksa, "toprakları, evleri, paraları oldu mu, koruyucu olacak
yerde kendileri de mal sahibi ve çiftçi, yurttaşlarının yardımcısıyken düşmanı, zor
ba efendisi olurlar. Ömirleri kötülemek ve kötülenmekle, tuzak kurmak ve tuzağa
düşmekle geçer; dışarıdaki düşmanlardan "çok içerideki düşmanlardan korkarlar.
Kendilerini de, devleti de ölüme sürüklerler." ( 41 7 b)
Bundan dolayı para da ortadan kaldırılır. Koruyucular, altın , güm�ş gibi
değerli madenlere sahip değillerdir. Görevleri içte düzeni, dışta güvenliği sağlamak
olduğundan herhangi bir üretim işiyle uğraşmazlar, ticaret yapmazlar. Koruyucular,
askerler gibi, ortak evlerde (kışlalarda) hep bir arada yaşarlar, birlikte yemek yiyip
uyurlar. "Yiyecekleri de ölçülü ve yiğit savaşçılara yaraşan cinstendir" (41 6 d) Tıp
kı tek bir aile gibi olan koruyucular, yalın bir yaşam sürdüklerinden ötürü, gerekli
gereksinimlerini, yaptıkları bekçilik görevine karşılık, üreticilerin onlara verdikleri
-bir yıllık yiyeceklerinden ne çok, ne de az olan- mallar i1e karşılarlar. (41 6 e ve
543 b) .Platon'un koruyuculara (dolayısıyla filozoflara) yakıştırdığı bu ortaklaşacı
yaşam biçimi i çin, Sparta modelinden ve Pythagorasçı "bilgeler arası eşitlik" ilke
sinden eslnlendiği çeşitli yazarlarca dile getirilmiştir.146
Koruyuculara m::ıl edinmeyi, altın, gümüş bul�ndurmayı yasaklamakla bu in_.
sanları mutsuz kıldığı şeklindeki eleŞtiriY'!, Platon, bir kez daha, amacının "koruyu
culara en büyük mutluluğu değil, bütün polisi göz önünde tutup herkesin mutlulu
ğunu sağlamak" (421 b) olduğunu söyleyerek karşı lık verir. Ona göre,. "içlerinde
Tanrının koyduğu altını, gümüşü saklayanların, insanların vereceği altında ve gümüş
te gözü o l��" (416 e). Bu nedenle, gerçek zenginliği ruhlarında barındıran ve bil
geliğe yönelen koruyucuların, değer vermedikleri bir şeyin yokluğu ·İle nıutsuz ol
dukları söz konusu bile edilemez .
1 46 Chevallier, s . 46 ; Sabine, s . 5 3 ; Şenel, E ski Yunanda Eşitlik ..• , s. 396 ;Janet, s . 1 36.
1 80
ması"dır. Platon, dönemindeki kadın-erkek iliş_kisi üzerindeki önyargıları yıkarak 147
"koruyucuların kadınlarla birlikte aynı işleri görmeleri gerektiğini" (454 e) i leri sü
rer. Kadın ile erkek arasında yaradılış bakımından bir fark olduğunu kabul etmekle
birlikte, bu farkın "sadece kadının doğurması, erkeğin de tohum salmasından başka
bir şey olmadığını" (454 d) savunur. Her ne kadar "cinslerinin zayJflığı göz önünde
tutularak, ka_d ıhlara erkeklerden daha kolay işler verilecekse de" (457 b}, bu, kadın
ların ikinci sınıf koruyucular oldukları, koruyuculuk görevini tam anlamıyla yerine
getiremeyecekleri demek değildir. Tersine , "barışta olsun, savaşta olsun kadınlar da
devleti koruyacaklar, dişi köpekler gibi onlar da erkekleriyte birlikte ava gidecekler ,
.. birlikte savaşacaklar ve her şeyi elden geldiği kadar eksiksiz, artıksız bölüşecek
.
ler." (466 d-e) Hatta kadın koruyucular da, filozofl uk düzeyine yükselip devleti yö
netebileceklerdir. Cinsiyet farkına bak ı l maksızın koruyucuların birlikte yaşa maları,
kadın-erkek arasında sürekli ili şkilerin, aile niteliği gösteren bağlantı kurulamayaca·
ğı anlamır:ıa gelir. Bundan dolayı, "çocuklar da ortak olacak; bı!.ba oğl"unu, oğul ba
basını bi lmeyecektir. " ( 457 d} Çocuklar doğar doğmaz yuvaya ·yerleşti�ilecekler ve
analarının babalarının kim olduğunu bilmeden burada bakılıp .büyütüleceklerdir.
Görüldüğü üzere Platon, her ne kadar "ortak" sözcüğünü. kullanmışsa da, ge
tirmek istediği sistem, Alaeddir1 Şenel'in belirttiği gibi bu sözcüğün bugünkü dilde
ve monogamik aile düzeninin kalıplaştırdığı kafalarda çağnştırılan148, kadınların
erkekler tarafından birer arzu araci olarak ortık bir biçimde kullanılmaları değildir.
Tam tersine, Platon, kadın-erkek ilişkilerinin kurumsallaşmasını, bir başka deyişle
aile düzeyine dönüşmesini engelleyerek, kadını özgür kılar; erkeğin be>Yunduruğuı:ı
dan kurtulan kadın, onunla eşit haklara (ve özellikle görevlere) sahip olur. Gerçekte
Platon'un "kadın ortaklığı" olarak adlandırdığı bu olgu, kadın ve erkek koruyucula
rın her bakımdan birbirlerine eşit oldukları ve cinsel i lişki .açısından erkekler için
kadın larda, kadınlar için de erkeklerde ortaklığın bulunduğu bir düzeni ifade
.etmektedir.
Bununla birlikte, kadının özgür olup olmaması Platon'un temel sorunsalı de
ğildir. Kadını erkekle eşit, özgür kılması, sisteminin gereğİdi.r; bu, amacının gerçek
leşebilmesi için zorunlu bir koşuldur. Platon' un "kadın-çocuk ortaklığı" ile güttüğü
asıl amaç, koruyucular arasındaki bağları güçlendirip birliği tam anlamıyla sağla
mak, bir bakıma onları "bir" yapmaktır. "Bir devlet için en büyük kötülük bölünme,
bir iken birçok olma; en büyük iyilik de bütün ka lma, tek olmadır." (462 a) düşün
cesini sık sık yineleyen Platon"'a göre, aile ile bundan kaynaklanan özel kişilere du
yulan sevgi, servet düşkünlüğünden daha sinsi .bir kişisel çıkar kollama biçi midir ve
bu nedenle de koruyucuların devlete bağlılıklarını zayıflatıcı bir rol 0ynar. Ayrıca,
çocukların özel evlerde yetiştirilmesi . de, devletin haklı olarak be klediği gönül
bütünlüğü ile toplumsal dayanı ş mayı hazırlamak şöyle dursun, bunlar üzerinde yı kı
cı bir etki yaratmak olur. Sonuçta, kişilerin aileler şeklinde bölünüp ayrı ayrı şeyle-
1 47 Sparta ile Girit' te, kız ile erkek. çocukları birlikte eğitim görüyorlarsa da, bir kadın-erkek
eşitliğinden ya da ciı azından bunu çağrıştıran bazı uygulamalardan söz· etmek ol:ınaks.ız
dır.
1 48 Şenel, Eski Yunanda E şitl ik _., s. 400--!0 l .
1 81
re " benim" , "benim değil", " bana yabancı" demeleri, aralarında çıkar çatışmaları
nın doğmasına ve birliğin parçalanarak .devletin yok olmasına neden olur. Oysa, Pla�
ton'un ideal devleti için öngördüğü bu uygulama ile "koruyuculardan hi çbiri, iş ar
kadaşlarına yabancı gözüyle bakmayacak, ... kime rastlasa, onu kardeşi , kız karde
şi, babası, anası, oğlu, kızı, dedesi, atası, akrabası sanacak Her biri bir başka şeye
..•
değil, her biri aynı şeye "benim" diyecek. Teker teker kazandıkları şeyi biri kendi
evine, öbürü kendi evine götiirmeyecek. Ayrı ayrı kadın ve çocuklarla ayrı ayrı se
vinç ve üzüntüleri olmayacak. Çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün olduğu
kadar bir olacak. Bedenlerinden başka her şeyleri ortak olunca da, _devletin pa<ça
lan masına neden olmayacaklardır." (463 c ve 464 d)
Platon 'un, kad ın ile erkek koruyucuların birbirleriyle istedikleri gibi cinsel
ilişkide bulunacaklarını kabul ederek ortaya koyduğu "seks özgürlüğü" de, devletin
birliği amacına h i:zmet etmektedir. Her ütopyada, merkezkaç bir tutku olup toplu
mun bütünlüğünü ve dolayısıyla düzeni bozabilecek aşkın, cinsel sevgini n "düzenle
nil mesi" eğilimi bul.unur. Ütopyacıların bir kısmı bunun üzerinde mutlak bir dene
tim kurarlarken, diğerleri tam bir seks özgürlüğü tan ıyarak aşl<.ın, cinselliğin tutku
ya dönüşmesini engellerıer.149a i şte, cinsel sevginin gerçek sevgi olmadığını ve bu
n un kadar "azgın bir haz tanımadığını" (403 a) belirten Platon da, "kadın ortaklı
ğı"nı kurup cinsel ilişkileri bir tutku, bir Saplantı bi çimi almayacak şekilde özgür
bırakarak, aşk yüzünden bir yanda kıskançlıkların, parçalanmaların, çatışmaların
doğmasını, öte yanda özel bağlılıkların belirerek devlete duyulan sevginin aza lması
nı önlemeyi amaçlamaktadır.
Platon, seks özgürlüğünü tanımakla birlikte, çocuk yapmaya yönelik çiftleş
melerin oluruna bırakılmamasını ve kimin kimden çocuk doğuracağının devlet tara
fından saptanmasını ister. En iyi cinsten av köpeklerinin ya da kuşların soylarını
sürdürebi lmek i çin nasıl çiftleşmelerine özen gösteriliyorsa, koruyucular için de ay
nı yol izlenmelidir ( 458 e- 459 c) Metal ler mitosundaki gibi burada da ırkçılık ola
rak nitelendirilebilecek görüşler öne süren Platon'a göre, "her iki cinsin de en iyile
rinin en fazla, en kötülerinin de en az çiftleşmeleri gerekir. Ayrıca en kötülerin de
ğil, en iyilerin çocuklarını büyütmeliyiz ki, sijrünün soyu bozulmasın. Bunun için
baş vurulacak çareleri yalnız devlet adamları bilmeli, yoksa koruyucular arasında
çatışmalar olabilir�" (459 d-e). Bu çarelerden ilki, yöneticilerin yine '.'.yararlı yalan
lar" ve h ileli kuralarla çiftleşmeleri düzenlemeleri, diğeri ise savaşta kahramanlık
göstermiş yiğit, yetenekli kişilere ödül olarak birçok kad ından çocuk yapma hakkı
nın verilmesidir. ı49b Soyun korunmasına yönelik bir başka önlem de , insanların
gürbüzlük çağı (kadınlar için 20-40, .erkekler için 25-55 yaşları arasındaki dönem) dı·
1 49a Mehmet Ali Ağaoğullan, "Klasik Ütopyalar: özgürlükten Despotizme", A.0. Basın-Ya
}'"ln Yüksekokulu Yılbk 1 983-1985, Sayı VIII, 19 86, s. 39.
1 49b Nail Beze! (Yeryüzü Cennetleri Kurmak-DtopyalaJ", İstanbul, Say, 1 98�. s. 1 8 ' de ) , Dev·
lct'de "koruyucular arasında yaşam ortaklığı ilke ob.rak benimsendiği, bireyciliğin top
lum mutluluğunu zedeleyeceği düşünüldüğü halde, savaşta başarı gösteren koruyuculann
bireyse l ob.rak ödüllendirildiğini" belirtir. Ona göre l\u, bir çelişkidir. Çünkü, "ortakJık
ilkesi bir tür bireysellikle çiğnenmektedir."
1 82
şında çocu k ' yapmalarının yasaklanması ve kusurlu doğan çocukların ölüme terk
edilmesidir.
1 50 örneğin, Berttand Russell, The Practice and Theory of Bolshcvism, 1 920; Warner Fite,
Thc: Platonic Legc:nd, 1 9 34, ( Bakııuz : Goldschmidt, s. 1 3� 1 40 ) ; tabii ki Kari Rainıund
Popper, The Open Society an.d lts Enc:mics. 1 9 45 (Açık Toplum ve Düşmanlan) ; hatta
Herbert Marcuse, Soviet l\larxism A Critical A�lysis, 1 9 5 8 (Le marxisme sovietique,
Paris, GaUimard, 1968, s. 1 8 1-1 82 ve 301 ).
1 51 örneği n , Max Beer'e göre, " Platon komünizmi bütün Yunanlılar için istiyordu. öyle ol
masaydı, iki k i tab ında da o günkü ekonomik, politik ve ahlaki düzensizliklerden. eleştirici
bir şekilde söz et mes in in hiçbir anlamı kalmazdı." (Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin
Tarihi, İstanbu� I lüsnütabiat l\.fatbaası, 1 9 65, Kitap I, s. 6 1 ) . Oysa, Platon. Devlet'teki
çeşitli bölümlerde ve özellik l e "Poliste yaşayanlar :uasında yalnız koruyucular için altına
gümüşe dokunmak, onu ku llanmak••• yasaktır" ( 4 1 7 a).sözü ile, bu yaşam biçimini yal
nızca koruyucular için tasarladığını açıkça ifade eder.
1 52 Şenel, Eski Y unanda Eşitlik�., s. 405.
1 83
ka nokta ise, ideal devletin y urttaşları eşitlemediğinden başka, toplumda kölelere
de yer vermiş olmasıdır. ' 5 3
Gerçekte, koruyucular sınıfında aile ile özel mülkiyetin kaldırılmasının ekono
mik değil, fakat ahlaksal·-siyasal bir . amacı vardır. P•aton, yöneticileri mülkiyet, aile
_
gibi endişelerden kurtararak, onların tüm çabalarını devlet yönetimi üzerinde top
lamaları amacını gütmektedir. 1 54 Niyeti, servet eşitsizliklerini, bireyler arasında
haksız,lık yarattığı için - ortadan kaldırmak değildir. Aile ile özel mülkiyetin yok edil
mesi ve eşitliğin sağlanması , koruyucular arasında birliği, tekdüzeliği kurmak ve bu
elit sınıfı , bireyciliğin, maddi çıkarcılığın getireceği ahlaksal bozukluklardan koru
mak i çindir. Kısacası, "Platon, yönetimi servetleri eşitleştirmek için kullanmaz,
servetleri yönetime yaptığı kötü etkilerin önüne geçmek için eşitleştirir." 1 55
Böylece, komünist bir yaşam süren koruyucular, ekonomik eşitsizliklerin ya
ratacağı bölünmelere düşmezler, birlik i çinde güçlü olurlar; halkı soymaya kalkış
maz, parayla kandırılmazlar. Yöneticilerin yozlaşmasına engel olmak, devletin bo
zulmasını önlemek demektir. Oysa üreticiler sınıfı düzeyinde, aile kurumu varlığını
sürdürdüğü gibi, mal-mülk de edinilmektedir. Bu yaşam biçimi, üreticileri sürekli bir
kışkançlık, rekabet ve çıkar çatışması i çinde tutmaktadır. Bunun sonucunda da,
kendi içinde parçalanmış olan bu sınıf, sayıca az fakat güçlü bir birliğe sahip olan
koruyucular ( ve filozoflar) tarafından kolayca yönetilmektedir. Bir bakıma "böl,
yönet" yöntemini benimsemiş olan Platon, komünist düzenlemeyle güttüğü bu ama
cı, "koruyucular arasında anlaşmazlık olmayınca, halkın da ne onlarla, ne de kendi
i çinde çatışmasından korkulmaz" (465 c) diyerek dile getirir.
Platon, bir yanda ideal devlet tasarımını çizerken, öte yanda zaman zaman
bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, bir başka deyişle ütopya olup olmadığını
sorar ( 450 d, 472 e,·502 c). Dahası, gerçekleşme olasılığı varsa, nasıl gerçekleşecek
tir? Platon bu sorulara vereceği yanıtı çok önceden hazırlamıştır'. Hatta, buraya de
ğin tasarladığı bütün düzenlemeleri, kafasındaki bu yanıtı açıkça ortaya koymak, bu
yanıtta gösteri len ç;ırenin gerçek devletin kurulabilmesi için zorunlu, tek çare oldu
ğunu kanıtlamak amacıyla anlatmıştır. Platon, yanıtını vermeye, ideal devletin ger
çekleştirilmesinin zorluğunun bilincinc;le olduğunu söylemekle başlar. Fakat kurul-
1 53 Platon, ideal devletinin tasanmmı çizerken, tıpkı üreticiler gibi önemsiz gördüğü kölele
rin yaşamlann ı d3 düzenleme zahmetine kendisini sokmamıştır. Bu durum, baz:ı yazar
ların ideal devlette kölelik kurumunun kaldırılmış olduğunu öne sürmelerine yol açinış
tır. Oysa Platon, genel olarak kölelik kurumunu kabul etmekle kalmaz, Devlet'in en az
iki yerinde (431 b ve 433 d'de) kuracağı devlet'de kölelerin de bulunacağını en ufuk bir
kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde açıklar. Afşar Tımuçin, (Gerçekçi Düşüncenin
Kaynaklan, lstanbul; De Yaymevi, 1 984, s. 245'de) Platon'un devletinin, komünist dev
let ideolojisinin tersine, kölelik üzerine kurulmuş bir devle,t olduğunu vurgular.
1 5-l Çetin Yetkin, Kaba Kuvvet Felsefesi, Doğuşu ve Gelişimi, Ankara, Toplum Yayınları.
1 9 69, s. 1 9.
155 Sabine, s. 53.
1 84
ması çok zor olsa da, bu devlet, bir ütopya, hiçbir zaman gerçekleŞemeyecek bir
düş ürünü değildir. Sorun siyasal niteliklidir; bu nedenle de ç_özürn yönetim düze-
,
yinde aranmalıdır. Siyasal alanın toplumsal yapı üzerinde belirleyiciliği olduğuna
göre, siyasal erkin felsefeye gönül vermiş gerçek devlet adamlarının, yani filozofla
rın eline verilmesiyle, sorun kendiliğinden çözüme kavuşmuş olur:
"Filozoflar bu [yeryüzündeki] devletlerde kral, ya da şimdi kral, önder dedik
lerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece ay_nı insanda devlet gücüyle akıl gücü
birleşmedikçe, ... bence bu devletlerin başı dertten kurtulamaz, insanoğlu da bunu
yapmadıkça tasarladığımız devlet mümkün olduğu ölçüde bile doğamaz, kavuşamaz
gün ışığına Gerçek filozoflar devletin başına gelmiş ya da gelecek olurlarsa bizim
•..
kine benzer bir devlet kurulmuş, kuruluyor ya da kurulacak, felsefe Tanrısı orada
hüküm sürecek, diyebiliriz ... Bizim devletimiz ve anayasamız sadece birer düş değil
dir ... Onu gerçekleştirmek ne türlü zor da olsa olağandır. Ama dediğimiz gibi, dev
letin başına bir ya da birkaç filozofun gelmesi koşuluyla. " (473 d-e, 499 d, 540 d.)
Nihayet, Platon' un ünlü önerisi ortaya çıkmış bulunuyor: Gerçek devlet idea
lar evreninden indirilir, felsefe ile kurulur; öyleyse, ya krallar filozof olacak ya da
filozoflar kral.
a/ Filozofun Yetişmesi
Çeşitli eğitim ve sınav aşamalarını geçip otuz yaşına varan seçkin koruyucu
lar arasında bir seçme daha yapılır ve aralarında "diyalektiğe en elverişli, bilimlerde,
savaşta ve yasaların istediği bütün işlerde en sağlam olduğu anlaşılanlar" (537 d),
öğrenimlerini sürdürmek için ayrılırlar. Çok küçük bir azınlık olan bi.ı kişiler, beş yıl
boyunca diyalektik öğrenimi görürler; böylece bunların içinde, ruhlarında gerçek
bilim sevgisi taşıyanlar ve buna ulaşabilenler saptanır. 1 5 6 Otuz beş yaşındaki bu ki
şiler, diyalektik öğrenimini başarıyla tamamlamış ve duyulara baş vurmaksızın yal·
nız akıl gücüyle idealara yükselmiş olmalarına karşın, yine de tam anlamıyla filozof
olmuş sayılmazlar.
Filozof adayları, idealar evreninden alınıp yeniden mağaraya, nesneler evreni
ne indirilirler. On beş yıl boyunca çeşitli işlerde, görevlerde sınanırlar; onları dört
bir yana çeken çağrılara dayanıp dayanmadıkları denenir. Sonuçta, Platon'un deyi
şiyle, "elli yaşında sağ kalan, her türlü iş ve bilimlerde, her bakımdan başkalarını
aşanları, varılacak son yere iteceksin. Ruhlarının gözünü açıp her şeyi aydınlatan
gerçek varlığın ta kendisine bakmaya zorlayacaksın. İ yi'nin kendini gördükten son
ra, onu örnek tutup, toplumu, insanları ve kendilerini düzene sokacaklardır." (540a)
Bütün bu aşamaları geçip gerçek filozof olanlar, ancak birkaç kişidir. Platon, kadın
erkek eşitliği ve ortaklığı ilkesi doğrultusunda, kadınların da filozof olacaklarım bir
1 56 "Gerçek bilim sevgisi olan, gerçekten var olanil erişmeye Çabalar; görünüşte var.olan sa
yısız birçok şey üstünde durmadan ve hiç yılmadan yalmz gerçeğin ardına düşer. Sevgisi
gevşemeden, ruhunun özleri kavramaya yarayan yanı ite, her şeyin o yanla bir yaradılış
ta olan özünü arar. Gerçek varlığa böylece yaklaştı mı, onunla birleşir, öz düşünceyi ve
doğruyu yaratır ; bilginin, gerçek yaşamın, gerçek yiyeceğin tadına varır." Devlet 490 a.b
1 85
kez daha açıklar. ( 540 c) Filozoflar, yaşamlarının geri kalan bölümünde, felsefe ile
uğraşırlar ve kendileri gibi İ yi'ye tutkun y urttaşlar yetiştirm� amacıyla eğit imci
olarak görev yaparlar. Fakat sıraları geldiğinde, politikaya girip devletin yöneti m in i
e l lerinde bul undururlar. Filoıofların y a hepsi y a d a birkaç tanesi birlikte yönetirler,
ya da tek bir filozof-kral o lacak şekilde birbiri ardı sıra devletin ba şında bulunur lar.
Burada Platon'un ikilemiyle karşılaş ılır: Filozof, kendi köşesine çeki lip felse
fe yapmalı ve böylece yalnız kendi mutlu luğunu mu gözetme lidir, yoksa bu dünya
işleriyle i lgi lenip politikaya atılmalı ve diğer insanları da kurtarmaya çalışmalı mı
dır? İdealar evren ine, İ yi'ye yükse l mi ş olan filozof nesneler evrenine i n meli midir?
İ n mesi ne derece doğru olur? Platon, yaşamı boyunca kafasını kurca lamış olan bu
soruları, filozofu birbiri nden çok fark l ı iki ayrı ortam içi nde (yani, birinde bozuk
devlet, diğer inde ideal devlet içinde) ele alarak yan ıtlamaya ça l ı ş ır.
Yeryüzündeki devletlerde yaşayan filozoflar, (daha doğrusu, bütün devletler
kötü olduğundan ve ideal devlet henüz gerçekleşemediğinden ötürü, bu dünyadaki
bütün filo zoflar ) , çok zor durumdadırlar. Kötü devi.et en iyi ruhlar üzerinde bile bo
zucu bir etki yaptığına göre, bir filozofun yozlaş madan, bi�elik doğas ı n ı yitirme- ·
den , varlığını sürdüre bilmesi, kısaeası hala fil a°zof kalabilmesi çok. güçtür. Kişinin,
kendini kötülüklerin ve bunlardan kaynak lanan bozulman ın dışında tutabi l mesinin
tek yolu, poli tikaya bulaşmayıp kendi köşesine çeki l mesidir. Bu nedenle filozof,
"azgın hayvanlar arasına düşüp de onlarla işbirliği etmek istemeyen biri gibi, tek ba
ş ı na bu azgın sürüye kar şı kafa tutamayacağ ı n ı , ne devlete, ne dostlarına, ne de ken
dine yararı dokun madan ölüp gideceğini görür, görünce de bunu, kimsenin işine ka
rışmayıp rahatına bakar ... Çevresinde olup biten yolsuzluklar, haksızlıklar ortasında
temiz ka lmakla ken dini mutlu sayar. Güzel umutlara bağlanıp, iç rahatlığıyla
yaşamdan çıkar gider." (496 d-e)
Platon, bu görüşleri ile, Kyniklerin savunduğu, bilgenin yaşamdan uzak kal
ması şeklindeki "içe kapanma"· i lkesi n i benimsemiş gibi görünmektedir. Ancak söz
lerini burada noktalamaz. Hemen ard ından, bu tür bir yaşam sürmekle, filozofun
büyük bir kazan ç elde etmediğini açı klar. Çünkü filozof, "kendine uygun bir devle
te kavuşmadan yeryüzünden gitmiş olur. O na rastlarsa, hem kendisi daha yükselir,
tıem de kendisiyle birlikte toplumu kurtarır." (497 a) Böylece Platon, fi lozofa, idea
ları edilgin bir biçimde seyretmekle yetinmemesini ve yeryüzünde siyasal etki nli kler
de bulunarak insanları doğru yola yönlendirmesini sa lık verir. Filozofa, edilgin tutu
mundan ötürü , hak vermiyor değildir : " İ y i ' ye yükselmiş olarıların, insan işlerini ele
al maya iste kli olmamaları, hep o yüksek yerlerde ka l maya can atmaları, hiç de şaşı
lacak şey değildir." (51 7 c) İ yi'yi, gerçekleri görmü ş , olan birinin, kötülükleri, ka
ran l ı k ları, kopyaları kabul etmesi olanaksızdır. Üstelik fil ozof, -tıpkı mağara ben
zetmesindeki, zincirlerinden kurtulup güneş ı şığına çı kan , sonra yeniden mağaraya
inip diğerlerine d ı şarıda gördüklerini anlatan ve onları kurtarmaya kalkışan mah·
1 86
kum gibi-, gerçek bilgiyi aşılamaya giri şirse, doksa'ya saplanıp kalm ış insanlar ta
rafından hor görülür, aşağılanır, hatta öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya ka lır
(ve Sokrates gibi öldürülebilir de.) Bununla birlikte Platon, filozofun, bilgeliğe öz
gü bu bencilliği yenmesi gerektiği düşüncesindedir. Ona göre gerçek bilge, yalnız
kendini düşünen değil, fakat tüm toplumun mutluluğunu amaçlayan ki şidir. Dola
yısıy la filozof, bütün tehlikelere göğüs gererek, büyük bir özveride bulunarak, insan
ların arasına inmeli ve onlara doğruyu, gerçek siyasal düzeni göstermelidir. Zaten
filozof etkin bir tutum içine girmezse, ideal devletin gerçekleşmesi hiçbir zaman
mümkün olamaz. Demek ki , filozof, ya doğrudan doğruya politikaya girip siyasal
iktidarı ele geçirecektir ya da politik etkinliğini dolaylı bir yoldan yürütüp kralları
ve kral olabilecek gençleri eğitecek ve onları filozof yapacaktır. 1 5 7
İdea l . devletteki filozofların yönetici olmalarında, doğal olarak bu tür sor.un
larla karşılaşı lmaz. M ekanizma işlemekte ve felsefe. üzerine kurulan devlet, filozof
ları bu görev i çin hazırlayıp yetiştirmektedir. Aldı kları eğitim sayesinde felsefeyi
devlet i ş leriyle uztıştırmasını öğrenen ve devletin iyiliğini amaç edinen bu filozof
lar, sıraları gelince idealardan ayrılıp yeryüzüne inmesini bilirler. Platon'a göre, filo
zofların devlet işlerine karı şmak istememeleri, yönetimin onların ellerine bırakılma
sının gerekliliğini gösteren a ç ık bir kanıttır. Çünkü, "bir devlette başa geçenler,
başa geçmeyi en az isteyenler oldu mu, orada dirliğin de, düzenin de en iyisi o l u
şur." (520 d) Görülen devletlerdeki politikacılar, tutkularını, hırslarını doyurmak ,
kendilerine maddi kazanç, şan, şeref sağlamak için iktidarı elde etmek isterler ve bu
yüzden sürekli olarak birbirleriyle çatı şırlar. Oysa filozoflar, bu küçük hesapların,
değersiz şeylerin çok üstüne çıkmışlardır. Demek ki , filozofların devletin başında
bulunmalarının gerekHliğini ortaya koyan asıl neden, bu insanların tutkulara kapıl
madan akla göre yönetmeleri ve bütünün çıkarını gözeterek yurttaşların hepsini
mutlu kılmalarıdır. Ayrı ca , ölümü önemsemedikleri için de, devlet uğruna her türlü
özveride bulunabilecek insanlar olmalarıdır.
Platon'a göre, yetkin bir irısan olan fi lozof, ideal devleti kurmadan ve bunun
yasaları n ı saptamadan önce, insanların bu düzeni benimseyebi lecek temizlikte olma
larına özen göstermelidir. Çünkü filozofun kuracağı devlet, bir reformu değil, fakat
radikal ( köktenci) bir değişimi içermektedir. Bu bakımdan filozof, tıpkı bir ressam
gibi, önce .tuvali temizlemekle işe başlar, ardından bu temiz tuvalin üzerinde yapıtı
nı yaratır. Platon, bu "tabula rasa " (kazınmış, temizlenmiş levha) yaklaşımını şöyle
dile getirir: "Filozoflar, bugünkü yasa koyuculara benzemeyerek, ister bir tek insanı,
ister bütün bir devleti ele aldıkları zaman, yasaları çizmeden önce, insanın da, devle
tin de temiz o l masını isterler, temiz değilse, kendileri temizlerler ... Bu temizliği yap
tıktan sonra,· kuracakları düzenin taslağını çizerler... Ardından, doğruluğun, güzel-
1 87
liğin, ölçülülüğün ve bu tür erdemlerin özüne bakarak yapıtlarını tamamlamaya çalı·
şırlar." ( 501 a-b) Kari Popper'in belirttiği gibi, Platon' un aksayan toplum sistemini
toptan kazımak isteğinde, estetikçi bir anlayış yatmaktadır. Eski bir giysiye yama
yapmaktansa onu atıp yenisini giymeyi yeğleyen bir insan gibi, filozof da eski top·
luma ve bunun insanlarına hiç aldırış etmez, onları bir kalemde silip atmaktan ka·
"
çınmaz. 1 5·8 Çünkü o, bir sahatçıdır ve tek amacı aklındaki güzelliğe somut bir biçim
vermektir.
Böylece P laton, siyasal iktidarı ele geçirmiş olan filozofuna aklındaki devlet
modelin i, yani devlet ideasını gerçekleştirebilmesi için her yolu açar. 1 5 9 Ne de olsa
amaç, ideal devletin aracılığıyla İ yi'nin, Güzel'in, Adalet'in yeryü-züne indirilmesi
dir. Sonuçta, kullandığı araçların doğruluğuna yürekten inanan filozof, geçmişle
tüm bağlantıları ortadan kaldırır ve eski yasaların, geleneklerin, göreneklerin etkisin
den kurtulmaları olanaksız olan on yaşından büyükleri polisin dışına sürerek, devleti
isten ilen kalıba sokulabilen çocuklar üzerine kurar (541 a). Öyle görülüyor ki, bu
uygulama, herhangi bir yasal dayanaktan yoksundur ve kaba gücün, şiddetin kulla
nıl masını gerektirmiştir. İ deal devletin gerçekleştirilmesi sürecindeki "tabula rasa�'
aşamasından başlayarak, filozof, hiçbir şeyle bağımlı olmayan üstün bir erk ile do
natılmıştır; o, bir bakıma, mutlak egemef'! olarak belirmektedir.
Bu durumda filozof-yasa ilişkisini ve yasanın ne anlama geldiğini saptamak ge
rekir. Platon , bunu yapabilmek ve bu kon udaki görüşlerinin doğruluğunu kanıtlaya
bilmek için, ilk önce var olanı çürütme yoluna gider. Bir başka deyişle, döneminin
yasa koyucularını ve yasa anlayışını eleştirip kötülemekle işe koyulur. Ona göre gö
rülen bütün devletlerde, yasaların her tür sorunu çözeceğine, her şeyin üstesinden
geleceğine ilişkiıi yanlış bir kanı yerleşmiştir. Bundan dolayı, yasalar ile toplumu
kötülüklerden arındıracaklarını sanan yasa koyucular, bir şeyi düzeltirken yeni kö
tülüklerin ortaya çıkmasına neden olurlar ; böylece, "sonunda en iyisini bulacağız
diye; bir sürü yasalar yapıp bunları değiştirmekle ömür geçirirler." (426 e ve 425 e)
Oysa, sözlü, yazılı kuralların ve yasaların, bir devleti iyiliğe yöneltmesi, yurttaşları
doğru, ahlaklı kılması olanaksızdır. Yasalar, ister demokrasideki gibi uzlaşmaya da
yalı olsun, ister tir.anlıktı.ki gibi tek bir kişinin iradesinden kaynaklansın, her iki du
rumda da görülen bu yönetim biçi mlerine içkin kötülüğü yansıtır. Bozuk devletlere
iyi yasalar verilmeye kalkışılsa bile, gereken toplumsal koşullar yaratılmadığından,
eğitim yoluyla ahlaksal değişim gerçekleştirilmediğiıiden, bir bakıma bir "kültür
devrimi" yapılmadığından dolayı, bu yasalar yaşayamaz, uygulanmaya konulamaz,
kısa sürede hük,9msüz kalırlar. Örneğin, hangi Yunan polisi, kadın·erkek eşitliği ya
da mal ortaklığı ilkelerini, yasa biçimine sokulmuş olsalar bile, uygulamaya koyabi
lir ki?
Reformculuğu bütünüyle yadsıyan Platon, bu nedenle, filozofun elini kolunu
bu tür yasalarla bağlamaz,· onun boşu boşuna bozuk devleti düzelteceğim diye re -
158 Popper, s. 1 7 6- 1 7 7 .
1 59 Robin, (La.pensee grecque, s. 243'de), filozofun iktidara gelmesini bir devlet darbesi ola·
rak nitelendirir.
1 88
forma yönelik yasalarla uğraşmas111 1 istemez: "Gerçek bir yasa koyucu, bu tür yasa
larla, kurallarla zamanını 'ı'itirmez. Düzenlemek istediği devlet, ister iyi olsun, ister
kötü. Kötüyse, yasalar gereksizdir, çünkü hiçbir etkililikleri olamaz; iyiyse, bu yasa
ların bir bölümünü kim olsa koyar, diğer bölümü ise kurulmuş o lan toplumşal düze
nin kendiliğinden ortaya çıkar." (427 a) Görüldüğü üzere, ideal devlet, anayasa dij.
zeyinde, yasaların yardımı ile kurulmaz; o,- çok geniş kapsam l ı bir eylemin sonm U·
dur. Platon'un felsMesinin mantığı içinde bu durum, Akıl'ın eyleme geçirilmesi
(hatta geçmesi) de·mektir. Dolayısıyla filozoflar, yönetme haklarını herhangi bir ya
sadan değil, fa kat bilgilerinden, bilime ve evrensel söyleme sahip olmalarından al
maktadırlar.
Plato n ' un açıklamaya çalıştığımız bu düşüncelerinden ötürü, Sabine, Che
vallier gibi bazı yazarlar, ideal devlette hukuğa yer veril mediği ya da hukuğun dış·
!andığı görüşünde birleşmektedirler. 1 6 ° Fakat bu sav, ka n ı mızca, "ideal devlet
yasa" sorununa belli bir açıdan yaklaşmış o lduğu için sorunun ancak bir bölümünü
açıklığa çıkarabilmektedir. 1 6 1 Yukarıda gösterdiğimiz gibi, ideal devletin kuruluş
aşamasında, hukuğun ihmal edildiği, yasalara yer verilmediği, kesin , yadsınılamaz
bir gerçektir. Ancak bu, ideal devletin hukuk dışı bir yapıya sahip olduğu, .yasalarla
yönetilmediği anlamına gelmez. Sabine, bu konudak_i yargısını kanı tlamak için hu
kuğun kesin bir tanımını verir: " H u kuk uylaş1 mlar s ın ıfına girer, alışkanlıklarla or
taya çıkar; o, yavaş yavaş, örnekten örneğe artan bir tecrübenin ürünüdür." 1 62 Ar
dından, Platon'un bu tanıma karşı çıktığını, dolayısıyla hukuğu dışladığını ileri sü
rer. Doğru, Platon bu tanıma karşı . çıkar; fakat karşı çıktığı, yadsıdığı, hukuğun
kendisi değil, bu tanımda beliren hukuk anlayışıdır; tıpkı devletin kendisini değil,
görülen devletlerdeki devlet anlayışını yadsıdığı gibi. Platon'a göre, devletin, siyase·
tin, dolayısıyla hukuğun, bilimi , bHimsel bir kuramı vardır. Bunları, pratik yaşamın
birikimleriyle, uzlaşımlarıyla, deney ve te crü be ler iyle oluşturup yürütmeye çalış·
makla hiçbir yere varılamaz, daha doğrusu ancak şiddete, kötülüklere, bozulmalara
ulaşılır. Zaten, uzlaşmacı, deneysel hukuk anlayışına saplanıp kal�ığı ve bu .tür yasa·
tarın üstünlüğü ile onlara bağımlılığı temel ilke olarak benimsediği içindir ki, Yunan
dünyasında pelis� bir çözülme içine girmiştir ve yok o l ma teh li kesiyle karşı karşıya
dır.
Döneminin hukuk anlaytşını çok sert bir dille eleştirmiş olan Platon, idea l
devletinde yasalara yer vermemezlik etmez. ·K uruluş aşamasında yasal uygulamalar
yoktur, çünkü henüz yasalar ortaya çıkmamıştır. Devlet kurulduktan, düzen on ya
şından küçük _ çocuklar üzerinde işler duruma geldikten sonra , yasalar belirmeye
başlar ve devlet bu yasalara göre yönetilir. İdeal devlette yasaları n bulunmadı_ğ ını
1 89
varsaymak, Platon'un felsefesine gözleri kapamak demektir. Her şeyin bir ideası ol
duğuna göre, devletin bir öğesi olan yasanın da bir ideası vardır. Gerçek devlet yer
yüzünde gerçekleştirildiğinde, onunla birlikte ya da hemen _ onun ardından gerçek
( idea l) yasa da bu dünyaya indirilir. Üstelik Platon, Devlet' i n çeşitli bölümlerinde
ideal devletin yasalarından söz etmektedir.
Bir kısmı filozof yasa koyucu tarafından saptanan, diğer bölümü kendi l iğin
den ortaya ç ı kan ideal yasalar, herkesi kendilerine bağımlı kı larlar. 1 6 3 Bu konuda
filozof yöneticilerin de bir ayrıcalığı yoktur. Bu olguyu Platon açıkça dile getirir:
"Devlet adamlarımız [filozoflar] ile yardımcılarını [koruyucuları] adlanna layık ki şi
ler sayıyorum. Yard ı mcılar, verilen buyrukları yerine getirmeye hazır o lacaklar; dev
,
letin baş ı n dakiler ise, yasalara uyarak ya da kendilerine verdiğimiz yetki ler ölçüsün
de yasaların özüne uygun kurallar koyar.ak yöneteceklerdir." (458 c) Bu nokta da ,
filozofun m u , yoksa yasaların mı egemen olduğ u şeklinde yan lış bir sorunun ortaya
atılmaması gerekir. Çünkü her ikisi de aynı ka pıya çıkar. Filozofun her sfü;ü, her
uygulaması, Akıl'ın kendini dışarıya vurmasıdır; ideal yasaların da bundan başka bir
anlamı yoktur. Filozofun yasalara uyması, gerçekte kendisine, yani ruhunun akı lsal
ı
yönüne- uyması demektir 64 , ki zaten filozof bunu yapan ki şidir.
Yasa ların a macı, Devlet'te sıkça yinelendiği üzere, birtakım yurttaşlara öteki
lerden üstün bir mutluluk sağlamak değildir. Platon'a göre ideal devletin yasalarının
temel üç işlevi olduğu söylenebilir. Bunlar,
yurttaşları ya inandırarak, ya zorlayarak birleştirmek,
her yurttışa toplum içinde göreceği işi belirtmek
ve bütün toplumu mutluluğa götürmektir.
Bu yasalar, Akıl' ın, evrensel söylemin yeryüzündeki ifade biçi mleri olmaların
dan ötürü, meşrudurlar. Otoriteleri evrenseldir ve değerleri mutlaktır. Gerçeği elin
de bulunduran ve bu yüzden "tanrısal bir varl ık" (497 c) olan filozofun yaptığı, uy
guladığı yasalar h içbir zaman değişmez. Çünkü onlar idealdir ve zaten kurulan ideal
devlet, öz olarak, değişmeyi, bozulmayı dı şlamakta, durağanlığı, sürekliliği
i çermektedir.
1 63 Bu bakımdan, Sabine'in (lbid.), Devlet diyalogunda Yunan polislerine özgü yasaya l:Jil
ğımlılık ilkesinin yıkıldığına ilişkin savı hiç de tutarlı değildir.
1 64 Bu mantığı çok iyi kavramış olanJJ. Rousscau için de, (egemen ) halk yasalara uymakla.
kendisine uymuş olmaktadır.
1 90
mania unutmaları, önemsememeleri sonucunda baş lar. Plaıon; bu say ı n ın tam ola
rak ne olduğunu açıklamaz. Pop per'e göre bunun nedeni, fi lozofun gücünü pekiştir
mektir. Çünkü filozofu diğer insan lardan üstün kılan, sahip olduğu bilgidir ve tabii
bu arada !'zifaf sayısı" bilgisidir. Bu bakımdan,. bu sayıyı yalnı zca yönetici filozofun
bildiğini ve kendinden sonra gelen yöneticiye aktırdığını varsaymak gerekir. 1 ıi 5
"Zifaf say ısı"nın unutulmasıyla birlikte yönetici ler, çiftleşmeleri denetleye
mez duruma gelirler ve bunun sonucunda uygun ol mayan zamanlarda yapı lmış ço
cuklar doğmaya başlar. Doğuştan kötü olan bu çocukların büyüyüp devletin başına
geçmeleri ile ideal devletin de sonu gelir. Çünkü "bun ların arasından ç ıkacak koru
yucular, yöneticiler ne Hesiodos soylar ı n ı ayırt edecekler, ne de altın, gümüş, demir
soylarını. Demir gümüşe karışacak, tunç altına ve bundan öyle bir hak�ızl ı k, öy
le bir densizlik, düzensizlik doğacak ki, karışma olan her yerde insanlar
birbirine girecek, birbirine diş bi leyecek." { 546 e . 547 a) Devleti yok olmaya götü·
ren temel nedenler ortaya çıkmı ştır artı k: Soyların birbirirıe �rışmas ı ; hiyerarşinin,
işbölümünün bozulması ve en önemlisi yöneticilerin i çbirliğ inin yıkı lması. Çatışma
lardan, dalaş malardan sonra felsefeye, akla değil, fakat yalnızca bedene, fiziksel gü
ce önem veren yozlaşmış koruyucular yönetimi ele geçirirler ve eskiden dostları,
besleyicileri olarak gördükleri y urttaşları boyunduruk altına alıp uşakları yaparlar.
Böylece ide.al devletin yerine, onura dayanan timokrasi kurulmuş olur {Demek ki,
daha önce görmüş olduğumuz yönetimlerin dolaşımı yeniden başlamaktadır.)
ideal devletin bozulması, zorun l u olarak şu soruyu çağrı ştırır: ideal devlet
bozulacağına, hatta belki de kurulamayacağına göre, ideaların, ideal devletin insan
için ne gibi bir anlamı olabilir ki? Devlet'in 9. kitabının sonunda '' .•• konuşmaları
mızda yaşayan devlet ••. , çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir devlet olduğunu
san mıyorum." diyen Glaukon'a, Sokrates, şunları söyler: "Ama isteyen için gökte
bir örneği bulunabilir, ona bakar ve ruh unu ona göre bir düzene sokar. Böyle bir
devlet ister bir yere kurulmuş, ister daha kurul�mış olsun, onun yapacağı yalnız
bu devletin yasalarına uymaktır, ba şkalar ının yasalarına değil." {592 b) Platon'a gö
re, siyasal düzen idealara uygun ol masa da, bireysel düzen uygun olabilir; insan ın hiç
olmazsa bunu gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü kişi , bireysel davranış lar-mı ideal .dev
letin yasa larına, yükümlerine göre düzenleyerek iç düzenini, ruh unu yüceltir ve
bütün kötülüklerin arasında ahlaklı kalıp iyi, mutlu bir insan olur. Felsefe, bireysel
doğruluğun (adaletin ) hem kuramını, hem eylemini öğretir. Sonuçta insan, yalnız
bu yeryüzünde değil, öteki dünyada da r.u hun doğasına uygun olan bir doyuma,
mutlu luğa kavuşur.
1 91
amaçladığını ileri sürmek pek tutarlı gözükmemektedir. 1 6 6 Platon'a göre sorun,
toplumsal düzeni, durağanlığı sağlamaktır. Polisin bozulan özgün ve geleneksel ya
pısını yaşatmak, ancak ona yepyeni bir biçim kazandırmak ve bunu mutlak değerler
doğrultusunda düzenlemekle mümkün olur. Bunun için ise, yeni bir ilkeyi, "aklın
üstünlüğü" ilkesini mutlak bir biçimde toplumda hakim kılmak gerekir. Devlet sınıf
sal ya da kişisel çıkarlar ya da uzlaşmalar üzerine değil, fakat akı l (felsefe) üzerine
kurulduğu zaman düzen sağlanır ve bozulmanın önüne geçi lir; daha doğrusu bo
zulma, olabildiğince geciktirilir.
Platon, ideal devletini oluştyrurken eski toplumun sınıfsal yapısını yok eder
(yani tuvali temizler) ve yarı-kast biçimi denebilecek yeni bir sınıflandırmaya gider.
Koruyucular sınıfı, dönemin soylular (aristokratlar) sınıfının bir izdüşümü olarak ka
bul edilemez. Evet, koruyucular toplumun en iyileridir (aristos) , bu anlamda onlara
"aristokrat'' sözcüğü yakıştırılabilir, fakat en iyi olmalarını kalıtımsal yeteneklerin
den çok, geçirdikleri uzun ve sıkı eğitime borçludurlar. İdeal devlette sınıflar arası
- geçişkenlik ilkesinin uygulanması, ender de olsa koruyucuların içine akıllı üretici
çocuklarının alınması ya da yeteneksiz koruyucu çocuklarının alt sınıfa indirilmesi,
soyluluk - anlayışıyla bağdaşmamaktadır.1 6 7 Toplumda üst konumlara ulaşmada
kullanılan ölçüt, soy-sop ya da aile bağı değil (ki zaten aile kurumu da yok edil
miştir), fakat akıldır, kişinin felsefeye olan yatkınlık derecesidir, eğitilme yeteneği
dir.
Üstelik, Eski Yunan'daki ya da günümüzdeki ölçüler içinde, koruyucuların
iktidarda olduğunu, toplumdaki hakim yönetici sınıfı oluşturduğunu söylemek de
epey güçtür. Gerçekten siyasal iktidarı elinde bulunduranlar koruyucular değildir.
Bunların içinden gelen bir ya da birkaç filozof devletin başında bulunur. Yönetim
babadan oğula geçmediğinden dolayı, bu rejimi soyluların yönetimi anlamıncla_ aris
tokrasi olarak adlandırmak olanaksızdır. Koruyucuların içinde bulunduğu konum,
soyluların tersine, onlara hiçbir maddi çıkar ya da ayrıcalık sağlamaz. Hatta koru
yucular, tam anlamıyla devletin hizmetine koşulmuşlardır ve yaşamlarını güç, ağır
ko$ullar alunda sürdürmektedirler. 1 611 Olsa olsa, belki kendilerini diğer insan_lardan
üstün gören bir duyguya kapılarak, manevi bir doyuma ulaşmaktadırlar. Fakat bu
bile olanaksız görünüyor. Çünkü bu insanlar, mümkün olduğunca (filozoflar kesin-
1 66 Hele, Platon'u halkm yanma yerlc ttirip, onun demokrasi yandaşı, savunucu oldu ğunu or·
ıaya atan biı: savuı, değil kabul e�mesi, tartışılması bil e gereksizdir. Platon'a ilitkin
buraya değin yazdaklanmızm heP-'i, bu görüşümüzü doğrulamakta dır. Bu yüzden, "(Pla
ton'un) gerçekte demokrasiden yana olduğu bellidir" (s. 479) diyen F:itma Paksüt'ün bu
yargısına nasd varabildiğini aıı lamak. hemen hemen olanaksızdır.
167 Daha önce de bdirttiğimiz gibi, bu geçişkenliğin toplumsal dikey devinime yönelik bir
işlerliği bulunmadığı ve temd kuıalm koruyucular sınıfmın kendisini sürekli bir biçimde
yeniden üret mesi·olduğu, doğrudur. Fa ka t bu olgu, koruyucuların bir soylular sınıfı oluş
turdukları şeklinde yorumlanmamalıdır. Günümüzdeki, toplumsal dikey devinimin bulun
duğu ileri sürülen "liberal" toplumlarda bile, çeşitli mekanizmalar ile sınıflar ken4Uerini
büyük ölçüde yeniden üretmektedirler.
1 68 " Devlet se çkin yurtıaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa. bu onların keyiflerince yaşayıp, dile
dikle rini yapmalan için değil, devlet düzenini sa ğlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir."
Devlet 520 a.
1 92
likle) duygulardan, tutkulardan arındırıl mışlardır.1 6 9 Bu ba k ı m da n koruyucuların
,
E- TARIH FELSEFESi
Plaron'un tarih felsefesi olaylarla beslenir. Ancak olayları oldukları gibi al-
·1 93
maz, onlara belli anlamlar yükler. Platon, tarih felsefesini, bir yanda Sofistlerin,
Kyrenelilerin düşÜncesini {yani insan davranışının anlamını her ki şinin bundan aldı
ğı hazza indirgeyen düşünceyi ), öte yanda kafalan çapraşık ve ahlak dışı gelenekler
le dolduran mitosları, masalları yık�riak için oluşturmuştur. i nsan oluşumunun
modelini soyut b ir biçimde yeniden kurarak, çağdaşlarına bozulmanın nedenlerini,
mekan izmasını göstermeyi ve bozulmanın çekiciliğine karşı direnebilmenin yol larını
öğretmeyi aRıaçlamıştır. 1 74 Platon, tarihsel modelini iki ayrı biçimde sunar. Birin
cisi, daha önce gördüğümüz Devlet diyalogundaki bir devletin geçirdiği tarihsel evre
lere (yöneti mlerin dolaşımına) ilişkin modeldir. Burada, oluşumun bozulmayı içer
diğ in i ve buna aklın egemen kılınması ile karşı çıkılabileceğini ortaya koyar. Oluşu
mun ne olduğunu, insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını ise, Politikos (Devlet
Adamı) ile Nomoi { Ya� lar) adlı diyaloglarında birbirlerinden biraz farklı olarak ele
aldığı "evrensel tarih" modeli ile açıklar.
Bu diyalogdaki evrensel tarihin mitolojik bir yönü vardır. Platon' un, diyalo
gun konuşmacılarından "yabancı"ya anlattırdığı mitosa göre, kosmos, belli süreler
içinde, hazan Tanrı tarafından yönetilmekte, bazen kendi gidişine bırakılmaktadır.
Dünyayı döndüren ta n r ı Kronos, dünyanın devinim lerinin zaman dilimi dolunca bu
işi b ırakır ve dünya kendi kendine tersine,geriye dönmeye başlar. Dünya aynı biçi m
de kalamamıştır, "çünkü bu durum, yalnızca tanrısal varhklara özgüdür." 1 75 Bunun
la birlikte, ters de olsa kendi başına devinimini sürdürtir; çünkü canlıdır ve düzenle
yici Tanrı tarafından akılla donatılmıştır. Bu nedenle de tanrısal devinim inden en
az ayrılan ters çevrimsel devinim içinde kalır. Dünya, kendi başına ta ma m ladığı her
devirden sonra b iraz daha yaşlanıp bozulur. Dünyan ın doğası bozulmayı içermekte
d ir; o, bir nesnedir, maddedir ve bu yüzden bozulman ın dışında kalamaz. Gittikçe
bozularak yok olma aşamasına doğru ilerleyen dünyanın bu gidişine son vermek is
teyen Tanrı, yeniden yönetimi eline alır. Dünyayı tanrısal yöne doğru çevirerek,
ona yeniden bozul mazlık ve ölümsüzlük aşılar.
Dünyayı Kronos'un döndürdüğü dönemde, bozulma diye bir şeyin olmamasın
da n ötürü, insanlar da yaşlanmazlar. Ya şa m , içinde bulunduğumuz dönemdeki yö
nün tersine doğru ilerler; i nsanlar gençleşmeye, çocuklaşmaya başlar ve ardından
yok olurlar. Doğum, ölülerin yeniden topraktan ç ıkmasıdır. Bir çeşit "altın çağ"
dır söz konusu olan: Hayvanfar vahşi değildir; ağaçlar, bitkiler kendiliğinden top
raktan çıktıkları için insanların beslenme sorunları yoktur, bu uğurda çalışıp didin
meleri gerekmemektedir. i nsanları ikincil tanrılar yönettiğinden, ne devlet vardır,
ne de savaş; dirlik, düzen hüküm sürmektedir. Dahası, l<adınlara, çocuklara 5ahip çı
kılması diye bir şey olmadığından, aile de bulunmaz. Platon'a göre, bu insan lar
mutluydular, hatta "sahip oldukları boş zamanı bilimi gel iştirmekte kullanm ışlarsa
1 94
6
kesinlikle şimdikilerden çok daha mutluydular. " 1 7
Bu durum hep böyle sürmez. Tanrı yönetimi bıraktığında dünya, ilk önce iki
yöne doğru bir sarkaç gibi sallanır, sonra d urulur ve düzenli çevrimsel devinimine
başlar. Önceleri, Tanrının yönettiği dönemi anımsayarak, düzenleyicisinin buyruk
larını yerine getirerek, kendi kendini yönettiği için görece bir iyilik vardır. Fakat
gittikçe bu buyrukların gereklerinden uzaklaşır. Bu kaçınılmazdır, çünkü dünya bir
nesnedir ve nesneden (maddeden) her türlü bozukluk ve adaletsizlik kaynaklanır.
Buyruklar unutuldukça kötülük iyiliğe üstün gelir, hayvanlar vahşileşir, toprak ken
diliğinden h içbir şey vermez olur ve insan soyunu kendi i çinde ü re tmek zorunda ka
lır. Zayıf ve sefil bir duruma düşen insanlar, kendilerini tehlikelerden korumak ve
yaşamlar ı n ı sürdürmek amacıyla sanatları, zanaatları öğrenmeye ve örgütlenmeye
koyul urlar. Böylece devletin ortaya çıkmasıyla birlikte, insanları artık T;:ınrı değil,
fakat başka insanlar Y.önetmeye başlar. İ nsanlık varlığını koruyabilmiş olmasına
karşın, kendini bozulmadan, kargaşadan (kaos) , savaşlardan kurtaramaz ve hep da
ha kötüye doğru ilerler ya da daha doğrusu geri ler. (Sonunda Tanrı, yeniden yöneti
mi eline alana değin bu böyle sürecektir.)
Platon, bu mitosuyla tarihin döngüsel bir çizgi izlediğini belirtir. Tarih, birbi
rini izleyen biri bozulma diğeri düzelme (daha doğrusu, yetkinlik) olmak üzere iki
dönemi kapsar. Demek ki, insan, bunların dışında bir başka seçeneğin olmadığını
anlamalıdır. Ayrıca Platon, tanrısal olanla insansal olanın, düzenleyici tanrısal akıl
ile düzensizliğe giden maddenin karşıtlığını vurgular ve böylece kunuluşa giden
yolu göstermiş olur.
1 95
çatışmalar, savaşlar ortadan kalkmıştır. Çünkü basit bir v.aşam süren bu insanlar
birbirlerinden u·zaktırlar; yalnızlıktan ötürü de birbirlerine sevgiyle yaklaşırlar.
Ayrıca, herkese bol bol yetecek kadar yiyecek, giyecek, barınak ve araç vardır.
Kimsenin gözü bir başkasının malında değildir. Üstelik, yoksulluk ve zenginlik ol
madığından dolayı, sosyal farklı laşmalar, sınıflaşmalar görülmez; böylece insanlar
kötülük lerden korunmuş .olurlar . Çünkü, "ne· zeMginlik, ne de yoksulluğun olduğu
bir toplumda, genellikle çok sayg1n bir ahlak hüküm sürer; şiddet, adaletsizlik, kıs
kançlık burada ortaya çıkamaz. Gerek b u nedenden, gerekse saf kişiler olduklar ın
dan ötürü bu insanların hepsi erdemlidir ." 1 79 Böylece Platon, devlete, yasalara ge
rek duymayan ve görenekler, ge(enekler ile düzenin süreklil iğini sağlayan bu ilkel
insanlardan ve bunların yaşam biçim lerinden övgüyle söz eder. 1 8 0
Fakat b u düz.en çeşitli değişimlerin-gelişim lerin zorlamasıyla değişir. Daha
büyük toplumsal birimler oluşur ve birliğ i kurup sürdürmek için politika ve devlet
ortaya çıkar. Bundan sonra Platon, Troya (Truva) Savaşından sonraki tarihsel dö
ne me geçip, bazı yönetimlerin tarihini çizer, bunların nasıl doğup geliştiklerini ve
neden yok old uklarını anlatır. Bunu yaparken, ikinci en iyi devlet mQdelinin daya
�cağı ( ılı mlıl ık, ölçülülük, bilgelik gibi) temel ilkeleri tarihin içinden çıkarıp daha
somut bir biçimde tanıtmış olur. Örneğin, Troya Savaşından sonra kurulan üç Dor
polisinden ikisi, Argos ile Messenia, krallarının bilgeliğin dışına ç ıkıp ölçülü davran
mamalarından ve ''yasaların kendilerine verdiğinden daha fazlasını elde etmek iste
melerinden" dolayı yok olmuştur ııu . Buna karşılık üçüncü polis olan Sparta, ikti
darı çeşitli kişiler arasında paylaştıran ılımlı bir yönetimi benimsemiş olması saye
sinde, varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Pers monarşisi ile Atina demokrasisinin yoz
laşıp bozulmalarının nedeni ise, her ikisinin de dayandıkları ilkelerde ölçülü kala
mamış olmalarıdır� "Monarşi otoriteyi, demokrasi özgürlüğü aşırı boyutlara götür
düğü zaman ... , buMun sonuçları hi Ç birisi için iy i olmaz." 1 8 2
Siyasal toplum öncesi tarihsel dönem, Devlet Adamı ile Yasalar'da çok farklı
bir biçimde dile getiri lmiştir. Devlet Adamı diyalogunda insar;lar, güçsüz, zavallı ,
sefil bir durumdadır. Oysa Yasalar'da, görece bir bolluğun, barışın, düzenin hüküm
sürdüğü görülür. i nsanlar sanatları, zanaatları bilmemelerine karşın sıkıntı
çekmezler, hatta büyük ölçüde bu nedenden ötürü erdem!i bir yaşam sürerler, Bu
iki diyalog arasındaki çelişki, Platon'un tarihsel anlatılarıyla ulaşmak istediği soniit
lar ın farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
Devlet Adamı diyalogunda, bir yarİda Tanrı ( dolayısıyla Akıl) tarafından ter
kedilmiş insanın zavallılığı,. öte yan.da tanrısal yönetim ile insansal yönetim arasın-
1 96
daki karş ıtl ı k vurgulanmaktadır. Platon, bu görüşlerinden hareket ederek, yeryü·
zündeki kötülüğü en az düzeye indirgemenin mümkün olduğ l! ve bunun i çin yöneten
insanın tanrısal bir yanı olması gerektiği sonucuna varır. Her yönetim aynı şey değ il
dir, yönetici ler arasında büyük farklar vardir : Gerçel ( tanrısal) kral i le tiranı birbirin
'den ayırt etmek gerekir.
Yasalar diyalogunda uygarlığın bozmadığı i l kel bir toplul uğun mut l u l uğu, er
demli yaşamı betimlen mekted ir. Uygarl ıkla birlikte bu yaşam yok o l ur ve ona geri
dön_me olası lığı ortadan kalkar. (Tabii tarihsel dönüşün tamamlanıp yeni bir doğal
afetin patlak verişine kadar. ) Bundan sonra kurulan çeşitli devletler, erdemli davra
namayıp kötülüklerin belirmesine neden o lurlar; dolayısıyla insanla_rın, bozul maya
yönelen bu yönetim biçim lerinden bir · beklentileri o l ması yersizdir. Öyl eyse bu du
rumda yapı lacak iş, insanları yenid,en mutlu kılabi lecek, koşul lara en uygun olan en
iyi yönetim biçimiı:ıi gerçekleştirmektir. Böylece Platon, ikinci en i y i devl etine
giden yolu açmı Ş olur ve ardından bunun tasar ımını çizmeye koyu lur. ·
Platon 'un üç diyalogunun içerdiği tarih felsefesi "trajik" bir niteliğe sahip
tir. 1 8 3 Çünkü yeryüzündeki her şey boz u l u p yok o lmaya mah kumdur. Maddesel
yön ( yan i, insanli!rın, istekleri, tutkuları ve ç ıkarları doğrultusunda düşünüp davra
narak adaletsizlik ve mutsuzluk yaratmalar ı ) , eninde sonunda ve zor unlu olarak ta n
rısalı alt eder. Başlangıçtaki "altın çağ " , "Kronas'un döne mi", "i l kel yaşa m", (dön
gü tamamlanıncaya değin) geri gelmez ve bozulmaya karşı konula maz . Ancak bu ta
r i h felsefesi, yine de bir umut ışığı verir: Düzensizliğe, bozulmaya karşın
I
insan,
gerek siyasa l yaşamı, gerek özel ya�amını düzenleyerek belli bir mutl u l uğa ulaşab i -
l i r , yeter ki aklını ku llansın, ruhu nun ölümsüz bölümüne uysun.
F- TANRISAL KRAL
1 97
1- Politika Bilimi
Platon, krallık bilimi olara k adlandırdığı pol iti ka bilimini ve buna sahip olan
gerçek devlet adamını tanımlayabil mek i çin çeş itli benzetmeler kullanır. İ lk olarak.,
aile i le devlet arasında bir koşutluk kurup, kral ı, bütün ev halkının iyiliğini gözete
rek ai lesini yöneten bir ai le reisine benzetir. Böylece, yurttaşları kendi kendi lerini
yönetemeyen ve kesinlikle babaya bağımlı olan çocuk lar gibi göstererek, krala mut
lak bir erk tanıma yolunda ilk adımı atar. Platon'a göre, kuramsa l bir bi lim olan
" krallık bilimi, mimarlık gibi cansız nesneler deği l, canlı varlıklar üzerinde otorite
sini yürütür. " (261 c ) 1 8 5 Dik hotomia yönteminin kullan ı lması ile bu canlıların in
sanlar oldukları saptanır . 1 86 Sonuçta, krallık ya da devlet sanatı denen bilimin in
sanları yönetmek ve yön lendirmek olduğu ortaya çıkar.
Bu bakımdan kral, bir çobanı andırır; çünkü insan sürüsünü yönetmektedir.
Fakat kral ile çoban arasında önemli bir fark vardır. Çobanın otoritesi tamdır, hiç
kimse sürünün yönetimini onunla paylaşmaya kalkışmaz. Oysa kralın karş ısında,
devlet yönetimi hakkında hiç bilgileri ol mamasına karşın, o:ıunla boy öl çüşmeye
yeltenen, otoritesi üzerinde hak iddia eden bir sürü insan bulunur. Çeşitli meslekten
olan bu insan ların iddialarının yersizliğini göstermek i çin, devlet sanatının sürünün
yetiştirilmesi ile beslenmesinden çok, bakımını i çerdiği vurgulanmalı ve insan çoba
nına " besleyen" yerine "gözeten " anlamı veren bir ad takılmalıdır. (276 c) Platon,
devlet sanatı i le diğer sanatlar arasındaki farkı daha iyi ortaya koyabilmek için, bu
kez dokumacılık benzetmesine başvurur: Dokumacılık başlı başına bir sanattır. Fa
kat yünü tarayan, eğip büken insanlar ile iğne, mekik gibi araçları yapanlar, bu
sanatta bir payları bulunduğunu ileri sürerler. Oysa bunların sanatları yardımcı birer
sanattır ve "çözgü i le atkıyı, çaprazlamak sanatı olan dokumacılığa" (283 b) yal
nızca dokuma ustası sahiptir. Aynı şekilde, devlet adamı da, askerlik, yargıçlık gibi
devlet yönetimine ilişkin sanatları yerine getirenlerin üzerinde yer alır, onların
saptadığı hedefler doğrultusunda yönetimin uyt.İ mlu bir biçimde çalışmasını sağlar.
Gerçek krallık biliminin kendisi iş görmez, fakat iş gören bilimleri yönetir. Poliste
hangi işin, ne zaman, nasıl yapılacağını saptar ve diğerleri onun buyruklarını uygula
maya koyarlar. Kısaca, "bütün bilimleri yöneten ve her şeyi yetkin bir biçimde bir
araya getirip dokuyacak yasaları ve devletin çıkarlarını gözeten bu bilim, toplum
üzerindeki erkini belirleyen siyasal sözcüğü ile adlandırılmalıdır." ( 305 e.)
Devletin gerçek, doğru bir yönetime kavuşabil mesi için, devletin başındakile
rin bilimlerin en üstünü olan politika bilimine sah ip ol maları gerekir. Bir başka de
yişle, yönetimin tek ölçütü bilimdir. Dolayısıyla, "yönetimler arasında biricik doğru
yönetim, yalancı değil, gerçek bilime sahip başların b ulunduğu yönetimdir. Başla
rın, yasalara uygun ya da yasası z, uyruklarının gönül rızasıyla ya da zorla yönetme-
1 85 Bu b ölümde Politikos'tan. yapılan alınt ılar i çin dipnot kullarulma yacak ve alıntının diya
logundaki yeri bir ayraç içinde gösterilecektir.
1 86 Diogenes Laertius ' a göre (JI, s. 2 l ' de ) , '' Platon' un insaıu iki ayaklı tüysüz bir hayvan ola
rak tanımlaması ve dinleyenlerin de bunu orıa yhıma.sı üzerin e ( Kynik) Diogencs, okuluna
tüyleri yolunmu� bir horoz götümıü� ve " İşte, Ph1ton'a ı;:iire insan budur" demiş."
1 98
leri, yoksul ya da zengin ol maları . .. hesaba katı l maz." (293 c) Elitist düşüncelerini
sürdüren Platon, bu bil i m i n yığında, kitlelerde h i ç bir zaman bul unamayacağını ileri
sürer. "Bir poliste , kalabalığın b u b i l i m i elde etmeye yetenekli olmadığını" (292 e)
ya da "ne olursa olsunlar büyük say ıdaki i nsan ların hi çbir za man bu bilime sah i p
ola mayaca klarını ve devleti akıll ıca y önetemeyeceklerini" ( 297 b ) söyleyerek,
Protagoras' ın bütün insa nların siyasal erdemden pay aldı klarına i l işkin düşünces i n i
yadsır v e demokrasi y i mahkum eder. O n a göre, devlet b i l i m i , çok küçük b i r azın l ı k
ta, hatt.a yaln ızca tek bir kişide bulunur. Bundan dolayı , yönetme hakkı böy le bir
insa na a itt.ir. Onun yönetimi diğerleriyle kıyaslandığında, "insanlar arasında bir tan·
rı gibidir." (303 b) Bu tanrısal kra l, Devlet'tekl idea lar evrenine yükselmiş ve İyi
i le aydınlanmış olan fi lozof kral ı n ta kendisidir.
Pla ton , gerçeği, iyiyi yaln ızca o n u n b i ldiği n i söylediği krala mutlak bir erk ta
nır. Tanrısal kral ( ya da kral lar) , devletin i y i l i ğ i n i gözettiğ inden ötürü, gerek li gör
düğü her tiirlü yön teme baş vurabi l ir ve yaptığ ı her şey meşrudur. P laton'a göre,
devlet b i l i m ine sahip olan "yöneticilerin, ister devleti temizlemek ve sağlığını koru
mak i ç i n bazı insanları öldürtmesi ya da sürmesi, ister devleti küçültmek için kovan
dan oğul salar gibi dı şarıya kollar [ ko l o n i ler] çıkarması ya da devleti büyütmek i çi n
yabancı ları i çeri sokması v e y e n i yurttaşlar edi n mesi gereksin, on lar devleti bi l i m ve
doğrulukla korudukça, kendileri de e l den geldiği kadar iyi kaldıkça, böyle bir yö
neti m, gözümüzde biri cik gerçek yöneti m olaca ktır. " (293 d-e) Diğerleri meşru de
ğ i l d ir, hatta bunların var oldukları bile söylenemez. Çünkü bunlar, iyi ya da kötü
öykünmelerden başka bir şey değildir.
Bir yöneti min meşru o l u p o l madığının, kullandığı araçlara değil , bilimsel ni
teliğine ve gözettiği amaca bakılarak a n la ş ı labileceğini savunan Platon, yasasız
yönetim in meşruluğu düşünces i n i ortaya atır. Bu bakı mdan Politikos, Devlet'ten
daha ileri gider: Devlet b i l i m i n e sah i p olan k i ş i yalnızca yasaları yapmaz; fakat
onun, halkın onayına başvurmadan, rızasını a l madan yasaları değiştirme ve hatta
yasa lara aykırı b i le o lsa kend i i sten c i n i zor kul lanarak egemen kılma hakkı vardır.
Çün kü, "her ne kadar yasa lar ın bir noktaya kadar kral i şi olduğu a pa ç ıksa da, ideal
olan, gücü yasalara değil, fakat bilge bir krala vermektir." (294 a) Platon' u n con
sensus'e h i ç yer vermeyen bu düşüncesi, gerek dönem i nin yaygın yasa a n layışı, ge
rek Sokrates ' i n Kriton'da savunduğu görüşler i l e tam bir karşıtlık i çi ndedir. Bunun
b i l i ncinde o lan Platon, diyalogunun gen ç Sokrates' ine "yasasız yöneti m den söz edil
diğini duy mak çok acı bir şey" (293 e) şeklinde bir itiraz dile getirir ve ardından
baş konuşmacısı ola n "yabancı "ya, kra l ı yasalar ın üzerine ç ıkartmasının gerek çele
rini a ç ı klattırır.
Yasaları n en büyük eksi k l i ğ i , genel o l malarında yatar. Bu durum, bi lge kra lın
yasaları i ç i n de geçerlidir. Çünkü o da, bütünü gözetert!k genel likle çoğunluğa uy
gun düşen yasaları toptııi bir b i ç i mde yapar. B u ned.,nle h i çbir yasa, herkes i çi n en
i y i ve en doğru o lanı aynı za manda bir bütün o larak kapsayamaz. " Çünkü insan larla
1 99
onların eylemleri arasındaki ayrılık, sonra insansal hiçbir şeyin hiçbir zaman olduğu
yerde durmaması, hiçbir bilime, herhangi bir konu üzerinde, her' zaman ve her du
rum için doğru, mutlak bir kural koymak olanağını vermez." (294 a-b) Yasaların
mutlak bir niteliği bulunmadığından ve değişen koşul ları n gerisinde kalmalarından
ötürü, mutlak olmayanın mutlak kalana uyması gibi, hukuk da bilime (ve bilimi elin
de tutın krala) boyun eğmek, onun hükmü altına girmek zorundadır. Yoksa krala
kendi yaptığı yasaların dışına çıkmama yasağı getirmek, kralın elini kolunu
bağlayarak bilime göre yönetmesini engellemek anlamına gelir. Kendini yasalarla sı
nırlayan bir yönetimin, ortıya çıkan yeni sorunlara bir çözüm getirmesi olanaksız
dır. Bu durum, tıp hakkında kitap yazacak kadar bilgisi olan bir hekimden, o ki taba
uygun tedavi yöntemleri uygulamasını, ona göre reçeteler yazmasını istemek kadar
saçmadır. Gerçek devlet adamları, bir hekim gibi, kendi koydukları kurallarla, yasa
larla ellerinin bağlanmasını kabul edemezler. Onlar, "tıpkı bir dümencinin, hep gemi
ile gemidekilerin iyiliğini gözeterek, bir yasa koymak şöyle dursun, tam tersine ken
di sanatını yasa tanıyarak, kendisiyle birlikte yolcuları da kurtarması gibi, bu ilkeye
göre davranıp sanatlarına yasadan üstün bir güç vererek, doğru yönetimi gerçek
leştirmelidirler." (297 a)
Sabine'in belirttiği üzere, kanıtlarıyla ortaya konan bu düşünce, Platon'dan
günümüze kadar, despotluğu haklı çıkarmak i çin öne sürülegelmiş olan düşünce
dir.187 Tanrısal kral ya da filozof kralda somutlaşmış olan Akıi mutlak bir bi�imde
hüküm sürdüğü zaman, artık yasalara gerek yoktur. ıeaa Kişilere en küçük bir birey
sel özgürlük alanı tanımayan ve kendilerini i lgilendiren sorunlar üzerinde söz hakkı
vermeyen Platon, yasaları devre dışı bırakan düşüncesini zorlamayı haklı göstermeye
vardıracak denli uzatır. Daha güzeli, daha doğruyu, daha iyiyi amaçlayan kralın, ya
saları d�ğiştirirken, yeni yasalar koyarken ya da yasalarla çatışan buyruklar verir
ken, halkı ikna etmesine, bunun i çin çabalamasına hiç gerek yoktur. i şlerini en kısa
ve en çabuk yoldan yerine. getirebilmesi için zora, şiddete başvurması gerekiyorsa,
bunu yapmak için bir an bile duraksamamalıdır. Onun uyruklarını zorlaması, bir he
kimin hastalığı iyileştirmek amacıyla, hastanın ikna olmasını beklemeden onun be
deninin şurasını ya da burasını kesmesine, yakmasına, ona acı veren bir tedavi uygu
lamasına benzer. Bu yüzden, kralın uyrukları üzerinde kaba güç, şiddet kullanması,
kesinlikle haksızlık, kötülük olarak değerlendirilmemelidir. Akıl ve bilim yolundan
giderek hiç yanılgıya düşmeksizin, devletin üyeleri arasında tam bir adalet kurmaya,
.
onları korumaya ve daha iyi kılmaya çalışan bir kra lın her şeyi yapabilmesi doğru
dur.
Bu her şeyin yapılması içinde, Platon'un. Devlet'te büyük önem verdiği yurt
tışların eğitiminin sağlanması ve soyun iyiliğinin gözetilmesi de vardır. Yine müm
kün olduğunca birbirine benzeyen tek düzey ya da Herbert Marcuse'nin deyişiyle
"tek boyutlu" insanlar 188b yaratmak amacını taşıyan Platon, kralın, bir dokuma us-
1 87 Sabine, s. 69.
1 88a jcah Rouvier, Lcs grandcs idces politiques des origines a J.J. Rousseau, Paris, Bordas,
1 9 7 3, '· 89 • •
1 88b Bakuuz: Hcrbert Marcuse,. L'homme unidimensiormel, Paris, �linuit, 1 968.
200
tası gibi, işe yarar öğelerle yapıtını gerçekleştirmesini ve diğer kötü öğeleri bunun
dışında bırakmasını salık verir. "Krallık bilimi, ... erdeme yönelen nitelikleri eğitim-.
le almaları olanaksız o lan, tersine, kötü bir doğal yapının taşkanlığı ile tanrıtanımaz
lık,. şiddet ve haksızlığa sürüklenen karakterler varsa, bunları, öldürerek, sürgüne yol
layarak ya da yasadışı eden cezalar vererek, dışarıya atar." ( 309 a) Dokunan kumaş
ta yer al_maları uygun olan iki ayrı karakter vardır. Tanrısal kral, evlenmeleri düzen·
leyerek, kimin kiminle evleneceğini saptayarak, ölçülü ve enerjik karakterlere, ruh
sal yapılara �hip olan insanları birbiriyle birleştirir, kaynaştırır'; böylece toplumda
farklı eğilimli insanların bulunmasını engelleyip, olası bir bölünmenin önüne geçmiş
olur.
Platon, tanrısal bir halkın olamayacağı, fakat insanları birleştirerek bir bütün
içinde eritip mutlu kılabilecek tanrısal bir kralın bulunabileceği i�ancındadır. Bu,.
Dion ya da bir başka öğrencisi olacak ve politika bilimi sayesinde, ger çek, yetkin
devleti gerçekleştirecektir. Çünkü, "kralın siyasal etkinliği, enerjik ve ölçülü karak-
terde insanları ele alarak; her iki yaşamı anlaşma ve dostlukla bir arada topladığı ve
birleştirdiği, böylece kumaşların en güzelini, mükemmelini meydana getirdiği, her
poliste köle ve efendi, bütün halkı bu kumaşın içinde dürdüğü, hepsini birden me
kiğinde dokuduğu ve polise, durup dinlenmeden, bütün mutluluğu sağlayarak onu
buyrukları ve yönetimi altında bulundurduğu zaman, devlet sanatının dokuduğu
kumaş, hiç aksamadan sona ermiş, bu sanat amacına ulaşmış" (31 1 b-c) demektir.
3- Yasalara Yöneliş
Platon, kralına h içbir sınır getirmemesine karşın, sorunun bir başka yönünün
bulunduğunun, çizdiği tanrısal kral portresinin yürürlükte olan pratik gerçeklerle
hiç bağdaşmadığının farkındadır. ·Bu nedenle tam bir dönüş yaparak, "ideal yasasız
lıktan zorunlu yasallığa yönelir. " 1 89 Gerçek yaşamda, böylesine büyük bir erk ile
donanmış yönetimdeki tek kişinin , keyfince davrandığı, canının istediğine saldırdı·
ğı, istediğini öldürdüğü görülmektedir. Öyleyse, kral ile tiran arasındaki ayrımın or
taya konması gerekir : Tiran kendi yönetimini onaylamayan uyruklarını zorla yöne
tir, oysa gerçek kralda- yönetimini uyruklarına onaylatma geleneği vardır (276 e).
Bu iki tutumu. birbiriyle bağdaştırmak olanaksızdır. Fakat Platon her ikisinden de
vazgeçmez. Bir yanda yalnızca iyiliği amaçlayan gerçek devlet adamının zor kullan
masını doğru bulurken, öte yanda kendini Yunanlıların açıkça zora dayanan dev
letlere karşı duydukları nefretten büsbütün kurtaramayarak 1 90 , tiranın yönetimini
kınar, tiranlığın en kötü y önetim biçimi olduğunu savunur. Ayrıca, bilgisiz ve tut
kulu bir kişinin gerçek devlet adamına öykünerek yasasız yönetmeye ka lkışmasının ,
bir başka deyişle tiranlaşmasının , bir devletin başına gelebilecek en büyük felaket
olduğunu da i leri sürer.
Böylece Platon, sorunun ikinci yönüne, yani yönetimin gerçek devlette değil
1 89 Chcvallier, s. 53.
190 Sabine, s. 70.
201
de, bunun kopyaları olan devletlerde nasıl yürütülmesi gerektiği sorununa eğilir.
Bu . konudaki düşüncesini, " ... mademki gerçekte [olgusal düzeyde), denildiği gibi,
polislerde arı kovan ından çıkar gibi, doğuştan üstün bir ruh ve bedende bir kra l ye
ti şmiyor, öyleyse, en doğru devletin izinden giderek yasalar yazmak i çin bir arada
toplanmak zorundayız.'' (301 e) diyerek ortaya atar. Görülen devletlerin hepsi kötü
dür, bilgisizliklerinden dolayı yok olmuşlardır ve yok olup gideceklerdir. Fakat en
iyiye, yetkine henüz u laşıla madığına, gerçek devlet ger çekleşemediğine göre, bu
durumda yapılacak en akıllı iş, sözde devletlerin olabi ldiğince gerçek devletin düze
nine öykünmelerini sağlamak ve uzun y ı l ların bir birikimi olarak belirmiş olan yasa
lara mutlak itaat edil mesini zorunlu .kılmaktır. Bu devletlerin, belki bir süre de olsa,
yaşamlarını sürdürmeleri , başta yöneticiler o lnı.ık üzere yurttaşlarının hepsinin "ya
zı l ı yasalar ile ata larının geleneklerine karşı bir şey yapmaktan sakınmalarına"
( 301 a) bağlıdır. Böylece, ideal devletinin dışında ki bozuk devletler i çin yasanın
egemenliği ilkesini kabul eden P laton 1 9 1 , bu ilkenin işlerlik kazanabil mesi amacıyla,
yasaları ç iğ neyenlerin ölüme ve i şkencelere çarptırılmasını bi le salı k verir.
Bununla birli kte Platon 'un, bilimin yerine yasaların egemenliğini istemeye is
temeye, büyük bir kırgınlıkla razı olduğu görülmektedir. Çünkü bunu kabul
etmekle, kendisini bir çıkmaza soktuğunun bilincindedir. Uzlaşmaya dayal ı yasalara
mutlak bir güç tanımak, " her türlü araştırmanın yasaklanıp sanatların yok edilmesi "
( 299 e), ''gerçeği yazılmış yazılardan başka bir yerde arayan [Sokrates gibi] kişile
rin ... mahkemelerde süründürülüp ... , en ağır i şkencelerle cezalandırılması" ( 299 b-c),
kısaca Platon'un bütün u mudu olan filozofların yetişmesinin engellenmesi demektir.
Bu durum, ideal devletin, gerçekten bir ütopyaya, yani hiçbir za man gerçekleşeme
yecek bir düşe dönüşmesi sonucunu doğurur. İ deal devletinde kendi görüşlerinin dı
şındakilere yaşam hakkı tanımayan, fakat paradoksal bir biçimde aynı tutumu be
nimseyen devletleri ağır bir dille kınayan Platon, sözde yönetimlerin yol açtığı çık
mazdan kurtu labilmek için, yine de b.ir kapı aralamayı ihmal etmez. Böyle bir
toplumda, "gerçek devlet ada mına öykünmek a macıyla yasaların buyruğuna aykırı
davranan ... sanatında bilge bir kişinin, yaptıklarının öykünme ol mayıp bütün ger
çekl iği yle gerçeğin ta kendisi olacağını" ( 300 d-e) belirterek, dolaylı bir biçim de
bi lgelerin yasaları çiğ nemesine izin verdiğini açıklar.
Fakat y ine de, ideal devlet-bozuk devlet ikilemi ortadan kalkmış değildir.
i dea l devlete ulaşamayan insanın karşısında yalnızca bozuk devletler vardır ve bun
ların yas.l lı ya da yasasız ol maları temelde büyük bir şey değiştirmez. Burada, Pla
ton'un devlet kuramının, amaçladığının tım tersi bir sonuca yol açması tehlikesi be
lir mektedir. Bu sonuç, ideal devletin kurul maması durumunda, bozu k devlette yaşa
mak, onun kurallarına boyun eğmek istemeyen insana, Kyniklerin polisi toptan
yadsıyan göruşlerinin daha çekici gelme b l.ısılığıdır. Polise eski gücünü kazandırayım
derken , ideal devletinin gerçekleşeme mesi nedeniyle,- -dolaylı da olsa- kura mıyla
l9l Daha önce de gördüğümüz gibi, bozuk devletler içinde �en iyiden en kötüye do,ij'ru) , ger·
çek devlete iyi öykünenler, monarşi, aristokrasi ve yasalı demokrasidir; kötü öykünenler
ise, yasasız ılemokr.ısi, oligarşi ve tiranlıktır.
202
polisin çöküşüne katkıda bulunur bir duruma gelen Platon, bu ikilemi aşmak zorun
daydı. Bunu, Nomoi'de, ideal devlet ile bozuk devlet arasında yer afan ve yasallık ile
bilgeliği bir pota i çinde eritmeyi başaran "somut koşul lara uygun '' ikinci en iyi dev
let modelini ortaya koyarak başaracaktır.
Platon, yaşlılık döneminde, artık tanrılardan değil de, insanlardan söz etmeye
karar verir. Politikos'ta tanrısal bir halktan umudunu kesmiş görünmekte, ayrıca
ta nrısal bir kralın da öyle kolay kolay ortaya ç ıkmadı,ğ ı düşüncesini ta şımaktaydı.
İşte bu düşüncelerinin uzantısı, sıradan insanlara uygun düşen ve onlara bel li bir
mutluluk sağlayabilen ikinci en iyi devlet tasarı mı olarak bel irir. Platon, son yapıtı
olan Nomoi'yi (Yasalar'ı), ideal devletinden sonra gelen ve birçok yönüyle ona ben
zeyen bu ikinci devlet modelinin çok ayrıntılı bir betimlemesine ayırır.1 92 Böylece
insanlar, ya ideal devlet, ya bozuk devlet şeklinde dile getirilen "yalancı" bir seçe
nek karşısında kalmaktan kurtu lmaktadırlar ; yeter ki somut koşulların elverdiği bu
iki nci en iyi devleti gerçekleştirebilsinler.
1 - Temel İlkeler
192 Platon, Nomoi'nin 5 . kitabında, bir üçüncü devlet modeli tasarladığını v e "tanrı isterse,
bunun p lanını da tamamlayacağını" ( 7 39 e) belirtir. Ama, öyle görülüyor ki, tanrı bunu
203
Görüldüğü üzere, hukuğun üstünlüğünün kabul edilmesi, yasanın rasyonel bir
nitelik taşıdığına duyulan inançtan kaynaklanır. "Aklın yargısı , devletin ortak kara
rına dönüştüğü zaman yasa adını alır" { 644 d) diyen Platon, yasayı, bir bakıma,
Akıl'ın "temsi lcisi " konumuna yükseltir. Burada 'sözü edilen yasa lar, bozuk devlet·
lerde görülen uzlaşmacı yasalar değildir. Bun lar, ideal ya da gerçek devletin idea l ya
salarının yeryüzüne indirilmiş biçimleri olmamakla birl ikte (ki böyle olsaydı, karşı·
mızdaki devlet, ikinci en iyi o lan değil, fakat ideal, yetkin devlet olurdu.), Politikos'
taki anlatımla, ideal yasalarin gerçeğe yörı.e len yetkin öykünmeleri olarak görülebi
lir . 1 95 Böylece Platon, yeryüzünde hiç bir i�sanın tanrı olmadığı zaman, ortak iyili
ğin kişişel çıkarlara, egoist eğilimlere üstün gelebi lmesi için, akıl yürütülerek ortaya
çıkartılan yasalara mutlak itaat edi l mesinden başka bir çıkar yol olmadığını aç ıkça
ortaya koymuş olur. 1 96 Ona göre, "yasanın yönetenlere bağımlı olduğ u ve hiçbir
otoritesinin bulunmadığı bir devlet, yok olmanın eşiğindedir; buna karşılık, yasanın
efendi, yöneticilerin ise yasaı:ıın kölesi o'lduğu bir devlet, ta nrı ların bağışlaya(?ileceği
her türlü iyiliğe sahip olarak varlığını sürdürür." ( 71 5 d) Bu bakı mdan iyi insan, "ya
salara itaati her şeyin üstünde tutan ve bütün yaşamı boyunca onun sadık bir
hizmetkarı olan yurttaştır." { 729 e) Nomoi, içerdiği bu düşüncelerle, iki bin yı l ön·
cesinden j.J . Rousseau'nun Toplum Sözle şmesi 'ni (Du Contrat Social) haber verir
gibidir.
İkinci en iyi devletin yasaları, her ne kadar rasyonel bir niteliğe sahiplerse de,
Devlet'in tersine, doğrudan doğruya teorik aklın ürünleri değil lerdir. Çünkü Platon,
"hiçbir yasanın tam anlamıyla bir insanın yapıtı olmadığı" { 709 a) kanısındadır.
"Gerçekçi" bir yaklaşımla, yazgının yol açtığı savaş, salgın hasta lık ya da kuraklık
gibi olayların, belli yasaların yapılmasını zorunlu kıldığını açıklar. Ayrıca yaşalar,
ülkenin coğrafi yapısına da bağıml ıdırlar. Su durumu ya da toprağının verimi fark
lı 6tan ülkelerde, aynı yasaların uygulanması olanaksızdır. Aynı şekilde, "yasaların
ülken in iklimine ters düşmemeleri gerekir. " 1 9 7 { 750 d) Demek ki, iyi bir yasa koyu
cu, bir ülkeye yasalarını verirken, aklın ışığında hareket etmekle birli kte, çeşitli fak
törleri de göz önünde bulundurmak zorundadır. İ kinci en iyi devlet de bu genel ku
ral ın dışında değil dir .
Yasanın doğası durağan lığı içermelidir. M ısır' da olduğu gibi değişme eğilimi
ni yok eden ve kendileri de bin lerce yıl değişmeden hep aynı kaİan yasaların varl ığı,
düzenin sürekliliğinin en açık belirtisidir. Fakat bu durum, hukuk sisteminin kendi
dışında değişen koşul lara ayak uyduramayacak denli katı ol ması gerektiği anlamına
gelmez. Bütünün iyiİiğini gözeten ve top l umda birliğin, uyumun sağlanmasını amaç
layan yasa koyucu, tıpkı tablosunu da ha güzel leştirmek için zaman zaman ona yani.
fırça darbeleri vuran bir ressam gibi , devlete uygun düşmeyen yasaları kaldırıp yeni
lerini yapma hakkına'sahiptir ( 746 b-c). Ama, amaç hep aynıdır: Değişmezliğe, sü
rekliliğe u laşmak.
204
Yukarıda söylediklerimizden anlaşıldığı üzere, iki nci en iy! de vleti n yasaları
nı halk değil , fakat bilge bir yasa koyucu ( ki, burada Platon'un ta kendisi) belirler.
Yığınlara, kitlelere olan güvensizliğini sürdüren Platon, bir tiyatro yapıtının güzel
olup olmadıgına bile (Atina'da olduğu gibi), halkın karar vermesine karşı çıkar. Bil
gisiz halkın zevksiztiğinin ozanları bozup kötü yola yönlendirmesini önlemek için,
hangi yapıtların oynayacağını yine yasa koyucunun saptamasını ister (659 a-
660a) Yasa _ koyucu, her alanda, yasalar, kurallar koymakla birlikte, yurttaşların
bu n ları kabul etmesi için onları zorlamaya, güç kullanmaya kalkışmaz. Salt zorla
mayı içeren bir tutumun ti ra n l ı ğa özgü olduğunu belirten Platon , ikinci en iyi devle
tin yasa l ar ı n ın iki bölümden oluştuğunu açıklar. Güç öğesini içinde taşıyan vasanın
kendisi, korkutma, . caydırma işlevi görür. Yasanın giriş bölümü ise, ikna etmeye,
.
inandır maya yöneliktir { 722 e . 723 b). Böylece yurttaşlarin gönüllü olarak yasalara
uymaları sağlandığı gibi, consensus de gerçekleştirilmiş olur. ,
Bu devlette en üstün erdem, yasalara uygun davranarak devlete karşı saygılı ol
mak ve onun yasa l güçlerine kendini bağlamak anlamına gelen, ılımlılık ya da kendi
kendine hakiı:n olma erdemidir. Bu konuda, Platon'un ruha ilişkin düşünceleri gün
deme gelir: "Bir insanın sahip olduğu tüm şeyler içinde, tanrılardan sonra, en tanrı
sal olan ve en büyük gerçeklik payı ile kendisine ait bulunan şey, ruhudur." ( 726 a )
Bu nedenie ruha özen gösterilmeli, yüceltilmelidir; zaten insanın mutluluğu da buna
bağlıdır. Ruhu iyi kılmak i çin, aşırı özgürlükten şiddetten ka çınıp ölçülü, ılımlı bir
yol t utmak gerekir. Bu da ancak, yasa koy1Jcunun kötü ve ayıp saydığı şeylerden ka
ç ınmak ve iyi olarak gösterdiği şeylere ba ğ la n ma k ile olasıdır. Demek ki, ikinci en
iyi devlet, kendisi için ılımlılığı amaç edinerek, ya sa ların egemenliği ilkesi sayesinde
yurttaşlarını ılımlı, ölçülü kılan ve böylece onların m ut luluğ u n u sağlayan bir devlet
olarak belirir.
205
Bu bağlamda Platon'un " tek bir ev biçiminde olan kentin çok hoş bir görünüm ve
receği" { 779 b) şeklindeki sözleri, onun birli k, bütünlük düşüncesini kentin imar
plan ına bile yansıttığını göstermektedir. Kentin ikinci özelliği, denizden 1 2-1 4 km.
içeride kurulu olmasıdır. Çünkü kentin deniz kıyısında bulunmasının, birçok sakın
cası vardır. Bunların başında, deniz aşırı yoğun dış ticaretin getirdiği bozucu etkiler
sayılabilir. Bir diğer sakınca, polisin bir deniz filosuna sahip ol ması nedeniyle, bir
yanda kitlelerin gücünün artarak yönetimin demokrasiye kayması, öte yanda karada
savaşmayıp gemileriyle denize kaçmayı yeğleyen korkak yurttaşların yetişmesidir.
Bu bakımdan ikinci en iyi devlet, ılımlı ve dayanıklı bir halka sahip olabilmek için,
kendi kendine yeten fakat zenginliğe yol açabilecek denli pek verimli olmayan bir
toprak üzerine kuru lmalı ve ekonomisini büyük ölçüde tarıma dayamalıdır. Ayrıca
Platon, devletini olabildiğince tecrit etme amacını güderek, yakınlarında bir başka
kentin bulunmadığını da belirtir. ( 704 c).
Kenti ülkenin ortasında bulunan bu devlet, diğer Yunan polisleri gibi, türdeş
bir toplumsal yapıya sahip değildir ve üç sosyal katmandan oluşmuştur. Bunlar
yurttaşlar, yabancılar ve kölelerdir. İ kinci en iyi devlet, ideal devlette yadsınan,
fakat Yunan insanının sıkı sıkıya bağlı olduğu iki toplumsal kuruma yer verir. Bir
başka dey işle Platon, ikinci modelinin insanlarca benimsenebilmesini sağlamak ama
cıyla ideal devletin komünizminden vazgeçmek ve aile ile özel mülkiyeti tanımak zo
runda kalır. Fakat bu kurumları, Yunan dünyasında yürürlükte bulunan biçimleri
içinde ele almaz ve onlara yeni bir düzenleme getirerek ideal devletinden fazla uzak.
!aşmamaya özen gösterir. Devletin yeterince güçlü olabil mesi i çin belli bir nüfusa
sahip olması gerekir. Platon, bunun için kesin bir rakam ortaya atar: Devlette 5040
yurttaş (ya da aile) olacaktır ve düzenin sürmesi için bu sayının hiçbir zaman değiş·
memesine çalışılacaktır.1 9 8
Platon, "..•eğer bir toplumda, aile yönetimi gerektiği gibi düzenlenmemişse,
yasaların durağanlığının sağlanabileceğini düşünmek boşunadır." ( 790 b) diyerek,
aile kurumuna büyük önem verdiğini açıklar. Bunun nedeni, geleneksel aile yapısı·
nın, toplumda kötülükleri doğuran ve besleyen bir doğaya sahip olmasıdır. Öyleyse
bu kurum ortadan kaldırılamadığına göre, yurttaşlar üzerinde yıkıcı, bozucu etkiler
de bulunmasını önlemek için, aileyi düzene sokacak çok katı kura l ların getirilmesi
ve onun çok sıkı bir deneti m altında tutulması gerekir. Böylece, tek eşli sürekli bir
leşmeler evliliğin yasal biçimi olarak kabul edilir ve bunun
. dışındaki her türlü ilişki
(ve özellikle Eski Yunan'da çok yaygın olan eşcinsel ilişkiler- 836 a-e) yaSr1klanır.
"Kadının doğası erkeğinkine göre daha erdemsiz olduğundan ve onda kötülüğe cfa.
ha çok eğilim bulunduğundan, ... devletin mutluluğu için ... , erkeklere buyrulan
her şey kadınlar için de geçerli kılınır." ( 781 b) Bu nedenle, Devlet'teki kadın-er
kek eşitliği tam anlamıyla uygulanmarnakla birlikte, kadın, karan lığından, kendi
köşesinden çıkarılıp ortak sofralara oturtulur, erkeklerle aynı eğitimi görür ve siya-
l 98 Platon'un yurttaş sayısını 5 040 olarak saptımasındal<l amacı, bu sayının l l dışında l'
den l 2'ye kadar bütün sayılara bölünebilmesinden ötürü, toplum u, yurttaşları, çeşitli
amaçlarla kolayca eşit bölümlere ayırabilmektir.
206
sal yaşama katılmamasına karşın, askerlik de dahil olmak üzere çeşitli kamusal gö
revlerde bulunur. Cinselliğin bir tutkuya dönüşmesinden ve kadın ile erkek arasında
tutkulu aşk bağlarının oluşmasından korkmaya devam eden Platon, cinsel hazzı
"frenlemesi gereken bir hastalık" ( 783 a) olarak nitelendirerek, evlenmelerin dev
let tarafınd.ln saptanmasını ister. Bunlar, karşıt doğaya, niteliklere sahip insanların
birleştirilerek ılımlı bir soyun elde edil mesine yöneliktirler. Kızların 1 6 ile 20, er
keklerin 3 0 ile 35 yaşları arasında, yasa koyucunun (ya da yasa koruyucuların) be
lirlediği birisi ile evlenmesi zorunludur. Ailenin kaç çocuk (genellikle biri kız diğeri
erkek, iki çocuk) yapacaklarına yine devlet karar verir. "Çocuklar ana-babadan çok
devlete aittirler." ( 804 d) Görüldüğü üzere, Devlet'te olduğu gibi, Nomoi'de de bi·
reye özel yaşam hakkı tanınmamakta, insanın kiminle evleneceğini, boş zamanında
ne yapacağ ını bile, devlet, koyduğu kurallar, yasalar ve aldığı kararlar ile
belirlemektedir. Platon, bu anlayışını, ,en küçük bir kuşkuya yer vermeyecek biçim
de açıkça dile getirmi ştir: "Bir devlete yasalar vermek isteyen bir kişi, yalnızca
yurttaşların kamusal ve toplu msal yaşamlarını düzene koymayı amaçlıyor ve özel
yaşamı yasanın dışında bırakıp, herkesin günlerini istediği şekilde geçirmelerine izin
veriyor ve her şeyin kurallara bağımlı kılınmasını gerekli görmüyorsa , büyük bir.•.
199 Ancak Platon, çok ayrıntılı birceza yasası hazırl3II\1 ş olmakla birlikte, yasaıun getirdiği
birkız ve bir erkek çocuk yapma yükümlülüğüne uymayan aildere ne gibi bir ceza venle
ceğini sapı.amaya kalkışmamıştır!
207
yöneliktir. Çünkü herkesin, hem merkeLde, hem merkezin dışında bir evi ile topra
ğının bulunması, poliste kent ile kır dras,nda kesin bir ayrımın oluşmasını ve dolayı
sıyld olası bir sın ıfsa l çatı şmanın patlak vermesini önlemiş olur. Bundan başka, her
kesin sın ırda ya da sınıra yakın yerlerde malı-mülkü olması, yurtta şların, kendi ki şi-
sel çıkarları doğrultusunda hareket etseler bile, yine de dış bir düşmana kar şı tek
bir beden gibi birlikte karşı koymalarına neden olur. Bu durum, onlarda dayanışma
d uygusunu güçlendirir ve devletin dıştan gelen bir darbe ile yı kılma olds ı lığını orta
dan k,,ı l dırır.
Ta şınmaz mallar üzerindeki · mlilkiyetin eşitleştirilmesinin tek amacı,
yurttaşlar arasında birliğin, uyumun sağlanmasıdır. Platon, Devlet'te olduğu gibi
Nomoi'de de, servet tutkusunun özel ve ka musal çatışmaları besled iği , insanları
yozlaştırdığı düşüncesindedir. (831 b - 832 a) Bir toplumda ;ı şırı zenginl iğin · ve aşırı
yoksulluğun bir arada bulunmasının sınıf savaşlarına yol açacağına ve bunun da po
lisi yıkıma götüreceğine inanan Platon'a göre, "aynı anda hem fa zla zengi n, hem er
demli olmak olanaksızdır. " ( 742 e ) Bu nedenle, aşırı servet eşitsizliğine fırsat ver
memek ve i nsanlarda zenginleşme tutkusunu yok etmek için, toprak eşitliği yanın
da, yurttaşlara altın, gümüş gibi değer li mı denlere sahip olma hakkı tanınmaz. Ay
rıca bunların, tarı m, zanaat, ticaret gibi aşağılatıcı herhangi üretici bir işle uğraşma
ları yasaktır; gelirlerini, üzerinde kölelerin çalıştığı topraklarından sağlarlar. Ülke sı
nırları içinde geçerli olan paranın ise dışarıda hiçbir .değeri yoktur.
Fakat yurttaşlar, eşit topraklara sahip olmalarına ve ortak sofra larda yiyip iç
melerine karşın türdeş bir bütün oluşturmazlar. Platon, devlet mekan izmasında eşit
liği sağlamak için eşitsiz bir düzen lemeye, dağıtmaya gidil mesi gerektiğini belirtir.
( 744 b ) Çünkü koloniye katılan kişiler ( yani, yurttaşlar), Devlet'in on ya şından kü
çük çocukları gibi, her bakımdan birbirlerinin eşiti değillerdir. Daha önceden sahip
oldukları farklı şeyleri, değerleri de birlikte getirmişlerdir. Bu yüzden devlet kuru
lurken herkese hak ettiği kadar ( bir başka deyişle, kendisinin ve ailesinin erdemine,
gücüne, yeteneğine, fiziksel güzelliğ ine, yoksull uğ una ve zenginliği nasıl kul landığı
na göre) bir servet verilir. Demek ki , taşınır mülk üzerine kurulan servet, tüm bu de·
ğerleri kapsayan bir ölçüt durumuna gelir200 ve oranlı eşitliğin uygulanmasıyla ada
let gerçekleşir.
Böylece Platon, Solon'un Atina'claki uygulamasını andırır bir biçi mde, ikinci
en iyi devletinin yurttaşları�ı zenginliklerine göre dört sın ıfa ayırır:
ı . Toprağının geliri ile toprağının gelir değerinin 3 katı serveti olan lar.
2- Topra ğının geliri ile toprağının gelir değerinin 2 katı serveti olanlar.
3- Toprağ ının geliri ile toprağının gelir değeri kadar serveti olanlar.
4- Yaln ızca toprağınin geliri olanlar.
Platon'a göre, bir devlette, "en büyük kötülük'' (629 d ) , "en ciddi has talık"
(744 d ) o lan başkaldır l� ın, iç savaşın patlak vermemesi için, aş ırı zengin ile aşırı
yoksulun bu lunmaması zorunlu bir koşuldur. Bu bakımdan, · servet yelpa zesinin
·200 Bundan <lolayı Platon, .-ileride göreccğimİ7. gihi- zengin sınıflara siyasal yaşamda daha
ii ne ın li ve etkin bir rol verecektir.
208
genişleyip eşitsizliğin büyük boyutl.1r.ı ul.ı şnı.ı m.ısı gen�ı.. i r; bu d.ı , � ın ı fl.ı r ın sınırla
r ın ın s.ıptannıasıyla, elde edik.bilecek servete bir tab.ın i lt• hir r.ı v.ı ıı ın �etirilnıesiyle
sağl.ınır. En zengi n . sınıftaki y ur t tı ş l .ı r ın gel irleri , en .ıl"t s ı n ı ft.ıkilt•riıı ge l ir l er i n i n an
cak dör t kar ı o la b i l i r . Eğer bir y urtt.ı ş, bu sınırı aşarsa, fazl.1 k.ıı..ıncın ın tiinıünü po
lise bırakmak zorundadır. Bunun dışında, P l a to n, "yoksuı ı..c n ıcngin, zen g i n ken
yoksul . olunabileceğine göre herkes �ervctine uygun sınıfa geçer" ( 7-t...ı c) diyerek,
sınıflar arasında alttan üste y.ı d.ı üstten alta doğru dikey hir geçişin bulunduğunu
kabul eder. Fakat bu geçişin gerçekte işleyebilmesi, t•pcy ı.. u şkulu görünmektedir.
Çünkii bütün yurttaşlar, gelirlerini, birbfrlerine eşit ol.ın topr.ıı.. l .ırınd.m sağlamakta
dırlar. Bir başka yoldan zenginli(.. elde etmeleri yasakl;ındığın.1 göre, bunların mal
varlı klarının he r h an g i b ir deği ş i me uğra ması olanaks ızdı r. Her aile, devletin kuruluş
aşamasında kendisine verilen S'Crveti -çok öne m l i bir değişi (.. lik o l m .ı d ı ğ ı sürece
olduğ u gibi koruyacaktır. Zaten l�u durum, Pl<ıton 'un özlemle dile getirdiği polisin
siirek lili ğ i n in en öneıı:ıli güvenceleri nden birisidir. Öyle görülüyor (..i P la ton, dikey
sosyal devinim ilkesini (tıpkı Devlet'te olduğu gibi ) bir güvenlik supabı olarak orta
ya koymuştur : Aşağı sınıfların çalışarak yukarılara tırm.ınabilmeleri inanc ını taşı
maları (ve hatta zaman zaman bunu güçlendirecek bir iki örneğin yaratılması), on
ların sistemi kolaylıkla kabul etmelerine, giderek özümsemelerine yol açmaktadır.
Sonuçta, Platon, yurttaşlara özel mülkiyet edinme hakkı tanımakla birlikte,
mal mülkün kullanımına ve miktarına ilişkin yukarıda gördüğümüz çeşitli sınırlama
ları getirerek, Sa bine'.in deyişiyle bu hakkı "kuşa çevirir.11•2 01 Ayrıca yurttaşlar,
dört servet sınıfına ayrılmış olmalarına karşın, aynı işbölümü kategorisi içinde yer
alırlar. Bunların hepsi, gençliklerinde askerlik yaparlar, be!li bir yaştan sonra da
bilimlerle uğraşıp devlet işleriyle ilgilenirler. Bu bakımdan Nomoi'deki yurttaşlar
katmanı, üretmeden tüketen ve askeri bir niteliğe sahip olan Devlet' teki koruyucu
lar sınıfını andırmaktadır. 2 0 2 Platon, ideal devleti i çi n öngördüğü işbölümü ilkesini
burada da uygular. Ancak bu kez, işbölümünü yalnızca yurttaşları değil , fakat pol i
sin bütün nüfusunu kapsayacak bir biçfmde düzenler. Ekonomiyi yürütenler, üretimi
gerçekleştirenler, yurttaşlar değildir. Daha doğrusu yurttaşlık, yaşamını kazanmak
i çi n çalışmak zorunda olmayan yeterince zengin bir azınlığın ayrıcalığı olarak belir�
mek te ve üretenlerin ( özellikle kölelerin) üretmeyenler . tarafından sömürülmesi çok
açık bir biçimde ortaya konmaktadır. Dolayısıyla ikinci en iyi devlet, "açıkça .eko
nomik ayrıcalık ilkesine dayanmaktadır."2 0 3
.
Yurttaşların altında metoikos'lar (yabancılar) bulunur. Atina'da zanaatlar ve
ticaretin gelişimi ile demokrasinin ortaya çıkışı arasındaki koşutluğun bilincinde
olan Platon , bu meslekleri sürekli olarak aşağılar, fakat onlardan tümüyle de vaz gı:
çemez. Çünkü bir devlette, ins.ınları erdemsiz kılan bu tür işlerin de yapılması ge
rekmektedir. Platon çözüm yolunu, bu meslekleri, yurttaşlarına yasaklayıp, · lıuLuİ-
209
nıaları dunımunda devlete zararları dokunmayacak olan " nıctoikos'Lır ı n e lleri ne
bırakmakta b4lur. ( 9 1 9 c ) ÖL�ür olan bu kişilerin hi çbir si yasa l hakkı yoktur, eko
nomik ve sosyal ha klar ı da sınırlıdır. Bunlar poliste en fazla y i r m i y ı l ka labi l irler ;
fakat aralarında devlete büyük yararları dokunmuş olanl ar ı n ot ur ma siircleri u zat ı ·
.
lab ilir, hatta bunlara yaşamlarının so n una kadar oturma hakkı verilebilir. ( 850 a-c)
Toplumdaki en alt sosyal katmanı köleler oluşturur. Bu insanlar, hiçbir hakları ol
mayan ve yurttaşların toprak larını ekip bi çmenin dışında çeşitli işlerde çalışan
emekçilerdir. " Her yurttaşın kendisine bütün uğraşlarında yard ı m edecek kadar kö
le ye· sahip olması gere k t iğ i n i " ( 778 a) vurgulayan Platon, bu insan ların köleliğe ka t
lan mala r ı , bir aya k lanmaya ka lkışma maları i çin, aynı ülkeden ge le n ya da aynı dili
konuşan kölelerin bir araya toplanmamalarına ve bunlara adil bir bi çimde da vran ı l ·
m as ın a özen gösteril mesini sa l ık verir. Fak.at bu davranış, kölelerin öz gü r kişiler g ib i
görü l mesine yol açmamalıdır. Tersine, kölelerin toplumdaki yerlerinin üstüne ç ı k ı p
. küsta h laşmalarını önlemek amacıyla, gerektiği her durumda bunlara en ağır cezalar
veri l me l i dir. ( 7 77 c-e )
3- Siyasal Yapı
Platon, ikinci en iyi devletinin Msyal yapısını düzenlerken orta bir yol izlemiş
tir ; a ile, özel mül kiyet gibi toplumsal kurumları kabul etmiş, fakat aldığı çeşitli ön
lemlerle bunların polisin birliğini, uyumunu bozacak aşırı boyutlara ulaşmalarını
engellemiştir. Bu ılımlılığa., ölçulülüğe yöneliş, siyasal yapıda da kendini gösterir.
P laton'a göre her siya.sal to p lum, yönetenler-yönetilenler ilişkisi üzerine kuruludur.
Bu nedenle, çöz.üme kavuşturul ması gereken ilk siyasal sorun, kurulacak bu koloni
poliste kimlerin yönetici olacağıdır. Bunun için Platon, çeşitli yönetme savlarını ele
al ıp incelemeye koyulur. Hayvanları bir başka hayvanın değil de insan ın güttüğüne
ve insanları da tanrıların yönetmediğine göre, dikkat edilmesi gereken temel ilke,
yönetici insanın (ya da insanların) sıradan birisi olmamasıdır. Geçmişteki çeşitli
devletlere ba kıldığın da , bunların yok olmasına, baştakilerin erdemsizliğinin ve _bilgi
sizliğinin neden o lduğu görülmektedir. Bundan dolayı, cah il ki şilerin eline iktidarı
vermekten kaçınmak gerekir. Bazı Sofistlerin ortaya attıkları "güçlünün zayıfı yö
netmesi" ilkesi de kesinlikle reddedilmelidir. Çünkü gücüyle iktidara gelen kişi ler,
ya$aları kendi çıkarları doğrultusunda yaptık larından dolayı, diğerlerine yönetimde
h içbir pay ver mezler; bu durum, toplumu düzensizliğe sürükler. Yasaları n yurttaş
ların gözünde h içbir otoritesi bulunmaması, devletin yıkım ına yol açar ( 71 5 a-b).
Kabul edilebilir yönetme savlarının başında, ana babanın çocukları yönet mesi
.�elir. D i ğer l eri , s ır as ıy la, soy l u ların soylu olmayanları, yaşlıları n gençleri ve
efendilerin köleleri yönetmesidir. Platon'un yeğlediği yönetme savı ya da "doğal",
"gerçek" olarak görc:lüğü iktidar isteği, bilgenin cahil üzerindeki hakkına dayanır . "
Buna göre, cahil itaat eder ve bilge yönlendirip yönetir (690 b ) ; fakat bu tür bir y ö
neti m y a l n ızca ideal devlete öz gü dür. Ayrıca son olarak halkı hoşnut tutmak, ona
yönet i m de ö n e ms i z de olsa bir yer ayırmak için "kurada ka zanan l.mıı yiinctıncsi"
savı da Platon tarafı ndan kabul görür. Bu yönetme istek lerinin ba z ı la r ı , diğerleri ile
210
bağdaşmadıkl:ırından ötürü, çatışmalar ortaya çıkar, toplum kargaşaya (kaos) sü
rüklenir. Bunun önüne geçmek isteyen Platon, ikinci en iyi devleti için, bu istekleri
bağdaştırabilecek, bir potada eritebilecek ve böylece· yasal.arın üstünlüğünü sağlaya
bilecek bir yönetim biçimi ortaya koymayı amaçlar. Sabine'e göre, Platon' un ger
çekten yapmak istediği şey, "yüzeysel-olarak ortalamanın üstünde bir yeteneğin işa
retleri sayılabilecek olan yaşlılığa, iyi aileden gelmeye ya da ser.vete biraz üstünlük
tanıyarak bilgelik idealine yaklaşmak, ama bu arada demokrasi uğruna. da kütlelere
bazı ödünle � vermekten ibarettir."204
Platon'un karşıt eğilimleri dengeleı:nek, çatışan istekleri uzlaştırmak amacıyla
tasarladığı yönetim biçimi, karma anayasa modelinin tarihte bilinen ilk kuramsal ör
neğidir. Platon, ilk önce öl çülü, dengeli yönetim anlay ı şını doğrulamak içi n ,
'!Şırılıkların h e r zaman kötülüklere yol açtığın ı savunur: · � ö l çüyü kaçırarak, ... bir
gemiye fazla yelken takılır, bir bedene fazla yiyecek verilir, bir ruha fazla otorite
· tanın ırsa, bunun sonucunda gemi devrilir, yiyecek fazlalığı kısa sürede has tı l ı klara
neden olur ve faLla otorite küstahfığın kardeşi o lan adaletsizliği doğurur." (691 c).
Demek ki, devletin adaletl i , doğru kıl ı n ması, siyasal iktidarın çeşitli güçler, sınıflar
arasında paylaştırılarak yasaların egemen yapılması na ve özgürlük ile otoritenin bir
uyum içine sokulmasına bağlıdır. Gerek halkın özgürlüğünü en uç noktasına kadar
kısıtlayan sınırsız kişisel iktidar ( Pers devleti örneği}, gerek aşırı boyutlara ulaşan
halk denetimi (Atina devleti örneği), ·polisin birliğini, düzenini yok eder. Dengesiz,
Ş
kötü durumlara düşülmemesi için, ki isel yönetimin otoritesi ile halk yönetiminin
sağladığı özgürlüğün uzlaştırılmasına çalışılmalıdır. Platon, ikinci en iyi devleti için
tüm yurttaşların belli ölçülerde siyasal yaşama ka tıldıkları ·bu tür bir yönetim biçimi
öngördüğünü açıklar ve bunun monarşi ile demokrasi karışımı olduğunu belirtir.
(692 d ve 756 e) Karma anayasaya sahip bu devlette, yasalar, özleri gereği, poliste
ölçülü özgürlük ile otoriteyi, bilgeliği, ılımlılığı, birliği, adaleti sağlayacak doğrultu
da olurlar.
Platon, ikinci en iyi devleti için çeşitli siyasal kurumlar öngörür. Bunların ba
şında Yasa Koruyuçular Kurulu g_elir. Platon'a göre, birbirlerini iyi tanımayan, ge
rekli eğitimi görmemiş olan koloni insanları, iyi bir seçim yapamazlar ; üstelik yasa
ları da kendi istekleriyle kabul etmeleri cdanaksızdır. Bu yüzden ilk yasa koruyucu
lar, Girit'in en önemli polisi olan Konossos'un yurttaşlarının da seçime katılmasıyla
. belirlenirler. Daha sonra gelen . kuşak, iyi bir eğitim görüp yasafarı benimsediğinden
· ötürü, yasa koruyucuları kendi seçme hakkınoı kavuşur. Eski Yunan'da aristokratik
biryöntem olan oya başvurularak yapılan bu seçim, üç aşamalı bir biçimde gerçek
leştirilir: Silah taşıma hakkına sahip bütün yurttaşlar, oylarıyla .�lk önce üç yüz aday
saptarlar, ardından bun,arın iki yüzünü elerler ve· en sonunda geri kalan yüz aday ara- .
sından otl.. ;w yedi yasa koruyucuyu seçerler. Elli ile yetmiş yaşları arasında olmal.ırı
gereken bu ı<:şilerin görevi, yasalara uyulup uyulmadığını ve yurttaşların servet, do
layısıyla sınıf durumlarını denetlemektir. ( 754 d)
Platon, Yunan polislerinde artık gelenekselleşmiş bir kurum olan Halk Mccli-
21 1
sine anayas·asında yer verir _ve bunun bütün yurt ta .Ş iara .ı ç ı k o kluğunu vurgular. Arı
cak bu mecliste , zengin y urtta şların ağırl ı k l ı bir biçi mde bulu nmalar ı n ı sağlaya b i l
m e k a macı y l a , i l k i k i sın ıftan o la n lar ı n o tu r u m lara ka t ı l ma larını zoru n l u tutır; ka
tılm ayan lar para cezasına çarptır ı l ı r l ar . Buna karşı l ı k , ü çüncü ve dördüncü sınıflar ı n .
(görece) yoksul y urttaşlarına böyle bir zoru nl u l u)< getir i l memiş tir ( 764 d ) .
Halk Meclisinden daha ünem ı'i o lan b i r k u r u m , Senato y a d a 360'1ar Konsey i
dir. Platon, senatörlerin se çimi siste m i n i n hem monarş i k , h e m demokratik öğeler
ta ş ı d ığ ı n ı belirtir. " E ş i t o l mayan insan lar arasında ki eşitlik eşi tsizlik durumuna dö
nüşür" ( 7 5 7 a) diyen Platon, buna engel o l ma k için sınıflar arasın da ki orantıyı kor u
yacak bir yöntem önerir : Senatörleri be l irlemek için bütün y urttaşlar arasında genci
b ir se çim yapı l maz ; her sın ıftan 1 80'er kişi seçi l ir, sonra bunların içinden 90'ı kura
ile senatörlüğe atan ır. Her sınıf nüfusuna bak ı l m;ıksızın 90 ki ş i i le Senatoda te msil
edildiğine göre, bu yöntem sayesi nde sa yı ları ai. olan zengin y urttaşların oyları a ğ ır
lık kaza n m ı ş ol maktadır. Ayrıca Platon , oy verme aşaması i ç in ilginç. bir uygulama
daha getir ir : İ l k iki. sınıfta k i zengin yurtta ş ların, her sı nıfı n i çinde ayrı ayrı yapı lan
seç i m lerde oy ve rmeleri zoru n l u dur. Oysa, üçüncü sın ıfı temsil eden senatörlerin
seçimine dördüncü sın ıftaki y urtta şların ve dördüncü sınıfı temsil eden senatör l erin
se çimine de üçüncü ile dördüncü sın ıflardaki yurtta şların katı l ması zoru n l u değ i l dir.
Böylece a lt sınıflar için den çıkan senatörler, daha çok üst sınıf yurttaşların k u l lan
d ı kları oylarla se ç i l m i ş o l urlar. "Senatör lere kendi özel iş leriyle i l gi lenmeleri ve aile
sorunlarıyla uğraşmaları için zaman bırakmak gere ktiğ inden" ( 758 b) ötürü, Senato
30'ar kişilik on iki kurula ayrıl ır. Her kurul, y ı l da bir a y, devlet işlerine bakan bir
çeşit yönetim kurulu g i b i çalışır.
Memurluklar, · tüm sınıflara eşit olarak açık değildir. Tapınakların ekonomi
uzman ları, kent bekçileri ya da pazar denetleyicileri gibi öne m l i memurlar, ilk iki
s ı n ıfın y urttaşları arasından Ha l k Mecl isi tarafın da n se çili rler. Önemsiz me m url ukla
ra alt sınıftaki lerin seç i l ebildiği gibi, bu tür görevlere getiri lecek kişiler bütün yurt
taşlar arasından kura ile de saptana bilir. Bütün memurların üzerinde bul unan ve e l l i
i l e yetmiş b e ş yaşları arasında " tanrısa l n itelikli" (945 c) on iki yurttaştan oluşa n
b i r Denetçiler K u r u l u vardır. Uzun b i r se ç i m sonucu i ş başına gelen bu yüksek de
netç i lerden her biri, bir bakan gibi devlet i ş leri n i n be l l i bir alanıyla i lgilenir ve bura
da işlerin iyi yürütülüp yürütü lmediğini süre kli olarak İLier; gere kli gördüğü za man
denet i m i a ltında bulunan memurları, yöneticil�ri yargı lama hakkına sahiptir.
ikinci en iyi devlette bütün y urttaşlar siyasal yaşama kat ı l ıyorlarsa da, siyasal
kurumlar üst sınıflara ağır l ı k tanıyacak bir bi çi mde düzenlen miş tir. Platon, ki tlele
No mo i de sürdürür. " Kalabalık, sağlıklı, doğru ka
re, yönelik olumsuz düşünceler i n i '
rarlar alma yeteneğine sahip değildir" (758 b) diyen PIJto n ' u n gözünde, Ha lk Mec
lisinin devlet yöneti m ine i l i şkin öne m l i bir rolü ol madığı kesindir. Hatta Platon 360
kişilik Senato ' y u bile .çok ka labal ık bul ur ve onu on iki kurula bölmesine bir diğer
gerekçe olarak da bu düşüncesini i leri sürer. Bu bakımdan, siyasa l kurumların çıpla
n küçüldükçe, yetkileri de artmaktadır. Halk Mecl isi, her şeyden önce, bütii!ı �· urt
t.ı ş l.ıra yönetime katı l d ı k ları d u ygusunu a ş ı layan ve böylece conseıısus'ün sağ l.ııı nıa ·
sında etkili olan " ideoloj i k " bir kuru mdur. Senatörlerin ya da önemsiz memurlukla-
21 2
rın seçiminde kura yönteminin kullanılması ise, alt sınıflara bir sus payı verme am.1-
cını gütrnektedir. Platon, bu konudaki gerçek düşüncesini hiçbir kuşkuya yer ver
meyecek biçimde dile getirir : " Ka laba l ığın kızmasını önl�mek için, kura çekimin
den kaynaklanan eşitlik anlayışına başvurmak zorunda kaldık." ( 757 e) Siy.ısa !
iktidar hiyerarşisinin en üstünde yer a lan Yasa Koruyucular Kurulu ile Deneıçiler
Kurulunun, yalnızca birinci sınıftaki (ve belki bir ölçüde ikinci sınıftaki) yurttaŞl.ır
dan oluştuğu anlaşılmaktadır. Demek ki, servet sınıflarının yönetimdeki payları eşit
bir biçimde dağıtılmamıştır ( ya da Platon'a göre bu paylar, oranl ı eşitliğe göre dü
zenlenmiştir) ve her y urttaşın siyasal yapıda alabileceği yer sınıfına göre belirlen
mektedir.
Bununla birlikte, anayasal düzeyde hi çbir kuruma, diğerlerinin üzerinde mut·
lak bir erk tanınmamı ştır; siyasal kurumlar arasında belli bir denge-fren sistemi
bulunmaktadır. Bu durum, yasaların egemenliğinin en büyük güvencesidir. Fakat
Pbton, Nomoi'nin son kitabında yepyeni bir kurumdan söz ederek, her şeyi alt list
eder; ayakta ne karma anayasa kalır, ne de yasaların egemenliği. Platon'un tan yeri
ağırırken toplandığı için "Gece Konseyi" ( 968a) adını verdiği bu kurum, doğrudan
doğruya anayasa düzeni ile kararlar alan ve devlet ile yasaların sürekliliğini sağlayan
organdır. Bu konseyi oluşturan kişilerin üstün bir eğitim görmeleri, din ile felsefeyi
çok iyi bilmeleri, çeşitli bilimleri toplumsal erdemlerle uzlaştırmaları, .kısacası tan
rısal kişiler olmaları gerekir. Platon , konseyin, bu tür üyelere sıhip olabilmesi için,
en yaşlı on yasa koruyucudan, üstün din adamlarından, eğitim yöneticisinden, er
dem ödülü almış yurttaşlardan ve her birinin yanında getirdiği 30-40 y.ışları arasın
da erdemli gençlerden kurulu olduğunu açıklar. (951 e ve 961 a)
İ kinci en iyi devletin en önemli siyasal kurumu olan Gece Konseyi , tek bir
amaç güder. Bu amaç, erdemdir ve erdemin parçaları olan adaletin, ılımlılığın, yü- ·
rekliliğin ve ölçülülüğün sağlanıp sürdürülmesidir. "Devleti korumak i çin bir çapa
gibi ortaya atılmış olan ve gerekli erklerle donanmış bulunan" (961 c) bu konsey,
.,:
devleti doğru yolda tutan, yanlış . yönlere sapmasını engelleyen polisin ruhudur, ak
lıd ır. Yasaların dışında ve üzerinde olmakla birlikte, ona devletin bütün kurumlarını
,
denetlemek ve yönetmek hakkı tanınmıştır. Şimdiye kadar çizilen anayasa taslağı
ile bağdaşmadığı görülen ve egemenliği el inde t utan Gece Konseyi, Devlet'in filozof
krallarını andırmakta ve ikinci en iyi devleti ideal devlete yaklaştırmaktadır.
2"1 3
devletin tümü bir eğitim kurumu olmadığından ötürü, bir eğitim örgütü ile eğitim ci
.
ler kadrosu oluştur u l muştur. Bun lar maaşlı memurlardır ve bunların üzerinde devlet
yönetiminde önemli bir yeri olan eğitim yöneticisi (ya da bakanı) bu lunur. Platon,
.
'
yurttaşların sağlıklı olabilme leri için eğitimin ana karnındayken baş lamasını, bir
'
başka deyişle hamile kadın ların çeşitli bedensel al ıştır malar yapmalarını zorunlu tu
tar ve Devlet'teki sansürcü anlayışını burada da sürdürür. Her şeyden önce, çocuk
oy unlarının kesin bir biçi mde saptan masına ve bunların herhangi bir deği şime uğra
tıl nıamasına özen gösteri İ me li dir. Çünkü "Çocuklar, oyunlarında bazı de.� işiklikler
y a parlarsa, büyüdük lerinde kendilerinden önceki yurttaşlardan farkl ı ol urlar, başka
bir yaşam biçimi arzu lay ıp, başka yasalara, gelenek ve göreneklere sahip ol mak is
terler ; .. . bu d uru m , bir devlet için en büyük kötülüktür." ( 798 c) Demek ki , üç ya
şı nda başlayan bu eğitimin temel amacı, kurulu düzeni olduğu gibi kabul eden ve
her türlü değişiklikteıı kaçınan insanlar yetiŞtirmektir. Yurttaş ların kafalarından de
ğ i şiklik isteğini sökiip atmak ve böylece devletin sürekliliğini güvence altına almak
için, müzik, dans ya da edebiyat alanlarında da hiçbir yeniliğe yer veril mez. Platon,
ozanlara duyduğu güvensizliği sürdürerek, bunların çok sıkı· bir denetim altında tu
t u l malarını salık verir. Fakat Devlet'ten farkl ı olarak, pol isinin kapı larını yabancı
ozanlara, tragedya yazarlarına kapatmayıp, bunların uygun görülen yapıtlarının ka
bul edilebileceğini belirtir. {8 1 7 a-d)
Yurttaşların ölçülü insanlar o l maları için müzik ile beden eğitimi bir arada ve
rilir. Kız çocukları da eğitim görür; fakat bunlar erkek çocukların gördüğü eğitimin
aynısını almazlar. K ız ile erkek çocuklar altı yaşında birbirlerinden ayrılırlar ve cin
siyetlerine uygun bir eğitim programı izlerler. ( 794 c) Fakat bu, kızların savaş eğiti
m inden bağışık tutuldukları anlamına gelmemektedir; erkekler kadar ol masa bile
kızlar da savaşma sanatını öğrenirler. 205 Eğitimin son aşaması, matema�ik, geomet
ri ve astronomi öğreni mini kapsar. Platon, herkesin bu bilimleri derinlemesine
öğrenmeye yetenekli olmadığını belirtip, halka genel bir bilgi verilmekle yetinilece
ğini, buna karşılık (geleceğin Gece Konseyi üyeleri olacak) küçük bir azınlığa felse
fe ve teoloji de dahi l o l mak üzere bütün bilimlerin kapsamlı bir biçimde öğretilece
ğini açıklayarak, sonuçta eğitim alanına eşitsizliği soka.r-
İ kinci en iy i devlette yurttaşların siyasal yaşamın dışında tutulamaması ve
büyük çoğunluğun kendi içlerinde aklı haki m kılmalarını sağlayacak eğitimi al ma
ya . yetenekli o l maması, Platon' un toplumsal birliği, uyumu sağlayabil mek için yasa
ların dışında bir başka güce daha gereksinim duymasına neden olur. Bu güç, dindir.
Bazı yazarların da belirttiği gibi , belkr ilerleyen yaşı dolayısıyla dine büyük bir
205 Platon'un, tıpkı De11let'tcki gibi Nomoi'dc de kadın-erkek tüm yurttı�ları asker yapm ası
mn ne<leni, sürekli savaş için<le bulunan Yunan düny:ısın<la, bir polisin ancak askeri bir
toplum olar.ık ayakta kalabileceğine olan inancından kaynaklanmak tadır. F.ıkat onun
askeri toplum anb.y ı ş ı, saldırganlığ'.ı, yayılmacılıi:,..a, sa11a��·ılığa kapalıdır•. lkr iki devlet
modelinde de yurt taşlar, sava�ınayı yalnızca de11leti korumak, sal<lırg-.ı nları püskürtmek
i\·in i i ğrenirlcr. Çünkü, Platon'a göre, "en l>üyük iyilik barıştır... İyi bir devlet a<la m ı,
sava�ı barışı amaçlayarak <lüzcnlemdidir, y oks a banşı �avaşı ı.:iizünürnlc bulund ur.ırak
ckği l'' ( 628 ıl-e ) .
2 1 -t
önem veren Platon 2 06 , Nomoi'nin onuncu ki ta b ı n ı bu konuya ayırıp, dine kar ş ı iş
lenmiş s uç la r ı kaps.ıyan ayrıntılı bir ceza hukuku h a z ırl a r .
D i n , devletin denetimi a ltındı olduğu11 dan dolay ı , her türlü i>zel dinsel eylem
leryasa k tır Tapın malar, yalnızca kamus.ıl ta pınak l ar da ve y e tk i l i din adamlarının
.
yönetimi altında yapılır. P l .ı to n u n böyle bir uygulamaya gitmesinin nedeni , bir y.ın
'
da hurafe lerin, hoş inançların yayılmasını ü n l e me k istemesi, öte ya n da özel din lerin
yurttaşların devlete ol.ın bağ l ı l ıklarını azaltacağına inanmasıdır. Ayrıca Platon, din
ile ahla k arasında doğrudan bir bağ kurarak , devletin kendisini korumak amacıyla,
kesinlikle ahlak d ı şı eğil imler taşıyan dinsizleri, imansızları kovuşturmc!Sını sa l ı k ve
rir. Ona göre Uç çeşit dinsizlik vardır. Bunlar, tanrıların var olduğuna inanmamak,
ta nrıların insan i ş lerine karışmadığını düşünmek ve tanrıları n adaklarla, dualarla
kandırılacağı inancını taşımaktır. ( 885 ·b) Artık öğret men i Sokra tes'in dinsizlikle
su çlanıp ölüme m.ıhkum edilmesini unutmuş görünen Pla ton, dinsel ho şgörüsüz(i.i.
ğünü büyük boyut lara ulaştırarak, dinsizlerin, devletin dinsel anlayı şına ve dog mala
rına ters düşen kişilerin ölüme kadar vara n çeşitli cezalara çarptırılmalarını ister.
İ deolojik bir işlevi bulunan din, yurttaşların a k l ı na değil, duygularına se s l e n
lara göre, tarihsel gerçek ve başarısız Syrakuz.ı deneyler i , Platon'a sosya l , siyasal ve
21 5
psikolojik ver ilen: ters düşen hir · kuramda, bir ütopyada ısrar etmemes i n i iiğrı:t
nıiştir. Büylcce so mut ko şull.ırın da gözününe alınmasın ı n zoruiılu olduğunu kav
rayan Platon, d.ıh.ı gerçekçi , daha b i l i msel olmu ştur. Oysa, bu iki yap ı t .ır.ıs ınd.ı
gözlemlenen f.ırkl ı l ı k l.ır , Plato n ' u n bu za man süresi i ç i nde değişerek daha "gerçek
çi" o l masından deği l , fJ ka r her iki d i yalogun ayrı a ma ç lar doğrul tusunda kaleme
.ı l ı n m ı ş o l masınd.ın k.:ıyıuklaııır. Devlet 'te idealar boyutunda buluna n yetki n dev
letin yeryüziine i n Jiril ıncsi amaçlanır. Nomoi ise , tümüyle bu yeryüzüne a i t bir kolo
n i polisin kuru l u ş uyla ilgilidir. Üste l i k , güttükleri amaçta far k l ı la şmal.ır ı n.ı karşın
her iki d iyalog da ayn ı konuyu içerir : K u l la n ı l.ın ara çlar ve üzerinde çal ı ş ılan mad
den in doğası göz önünde bulundurularak devletin iyil iğini oluşturan düze n i n ve bir
210
l iğin sağlanması.
Platon , Noınoi'de, Devlet'te beti mlediği y önetim b i ç i m i n i çürütmeye ya da
yadsı maya kalkış maz, tersine bunun kendisi i ç i n hala ula ş ı l mas ı gere ken ideal devlet ·
ol duğunu vurg u lar : " E n iyisi, "dostlar arası nd.ı gerçe kten herşey orta:kt.ır" özdey i
ş i n i uygulamaya koyan devlettir, anayasadır. Eğer bir gün, herhangi bir yerde,
kad ı n ların, çocuklar ı n ve bütün mal ların orta k l ı ğ ı kurulursa; her türlü olanakla ya
şamdan özel miilk iyet denen şey kal dırılırsa; gözler, kulaklar, el ler gi bi doğa n ı n in
sa n lara ayrı ayrı verdiği şeyler bile elden gel d i ğ ince ve bel li bir biçimde ortak k ı l ı
n ırsa ; böylece bütün y urttaşlar, a y n ı şeyleri görüp i ş i tti kleri n i , ay n ı şeki l de davran
d ı k lar ı n ı düşünüp, topluca a'y n ı şöyleri över ya da yererler ve ay n ı nedenlerden ötürü
se vinir ya da üzülürlerse ; ve n ihayet yasalar, gerçekleşebilecek en yetkin bir l iğ i dev
lette o luştururlarsa ; i şte o zaman, h i ç bir ki mse, erde min en üst derecesine ulaşabil
mek için, bu devletten daha doğru ve daha iyi kurallar koyamayacak demektir."
( 739 b-d) Fakat Plato n , bu sözlerinin hemen ardında n , kadınlar i l e çocuklar da o l
m a k üzere her şey in ortak olduğu bu p o l iste, ancak ta nr ı lar ı n y a da onlar ı n çocukla
rının ( yani, tanrısal insanların ) oturabi leceğini a ç ı klar. Bu nedenle, kendi aralarında
evleri ve toprakları bile paylaşamayan, be l l i görenekler i le yasalar i çi nde büyütülmüş
insan lardan ideal devlette yaşamalarım istem e k ve bunu gerçekleştirmek olanaksız
dır.
İ şte sorun, burada yatmaktadır: ideal devlet kurulam ıyorsa, (fakat bu, ideal
devlet h i ç bir zaman kurulamaz demek değ i ld ir . ) , yapı lacak tek şey, ona en çok ben
zeyen modeli, ikinci en iyi devleti kurmaktır. Devlet'te kul lan ı lan madde, bozul ma
m ı ş insandır, bir başka deyişle kal ı pla ş m ı ş gelenek -Ve görenek lere, sosyal-kültürel
yapılara, bel l i yaşam biçimlerine bağlı o l mayan tertemiz çocuklardır. Bu yüzden,
yozlaşmamış bu insanlar ( ç ocuklar), ken dilerine verilen yasaları kolay l ı kla ka bu l et
tik lerinden başka, aldık ları eğitim sayesinde i çlerindeki tanrısal yönü açığa ç ı kartır
.
lar . İ deal devlet, ta bula ro sa yapıldıktan, yani levha kaz ı n ı p te mizlendikte n sonra
kurul ur. Oysa Nomoi'de böylesine köktenc i (rad i ka l ) bir ta b u la rosa işlemi yoktur.
Her ne kadar yasalar · ken mada'n önce; ilk i ş olarak bozuk ki şiler i n ayıklanması ya-
21 6
pıls.ı da 2 1 1 , bu koloni polisi olu şturanlar bo zul muş insanlardır, geldikleri yörelerin
yasa lar.mı; göreneklerini, değer kal ıplarını vb. özümsemişlerdir. Nomoi diyalogunun
amacı, tutku larının, öny.ugılarının tutsağı olan yozlaşmış insan ın, Yun.an dünyası
nın bozulmu�luk ortamında, nasıl ve ne biçimde yüceltilebileceği sorununa b ir çö
züm getirmek tir. Bir ba kıma P laton, bu yapıtıyla yöneti mi e le geçirme olasılığı
bul unan öğrencilerine uygu layabilecekleri bir devlet modeli sunmaktadır,
Nomoi'nin devlet modeli, Devlet'tekinden dah<ı basit değildir. İ ki nci en iyi
devlette de hiçbir şey şansa, yaıgıya bırakılmamıştır. Burada da herşey, en ufak
ayrıntısına değin düşüniilüp tasarliınmış ve ka psa m lı bir ütopya yarat ı lm ı � tır. 1:-btta,
Ray mond R uyer'e göre, ''koloni için ortaya konan anayasa, ... birçok bakımdan,
Devlet'in kurumlarından daha üt opi k ti r . 2 1 2 Gerçekten P laton, sana tçı olarak nite·
"
lend irdiği yasa koyucunun (ki , her ütopyacı bir sana tçıdır) tasarı mının birbirine
bağ l ı parçalarını bir bütünsellik içinde yerine getirmesi gerektiğini belirtmekte
( 746c) ve kendisi dr bir yas.1 koyucu olarak koloni pol isi kağıt üzerinde kurar ken ,
çe ş i t l i yönetic ilerin se ç i m inden evliJiklerin dii zenlemesine, bir hayvanı zehirleyen
ki şiye veri lecek cezadan faizin yasa klanmasına kadar her şeyi bir bütün şeklinde or
tlya koy maktıdır.
İ kinci en iyi devlet modeli ile yürürlükteki siyasal rejimlere, özellikle de d�
m o k rasi ye bir ödün veri l mez. Nomoi'de bütün yurttaŞlar, belli ölçülerde siyasal ya
şama katılırlar; hatta bazı yoksul ve yeteneksiz kişiler devlet görev lerin de n uzakta
tutuldukları için şikayet etmesinler, düzene karşı çıkmasınlar diye, bazı önemsiz
memurluklara Atina'da olduğu gibi kura ile atamalar yapılır. Bu uygulama, Platon'
un demokrat görüşlere yaklaştığını göstermez; o, hala aşağıladığı halktan, kitleler·
d e n çekin meye devam etmektedir. İ kinci en iyi devtette, siyasal iktidar bölünmüş ve
otoritenin tek b ir sınıfın e lin e geçmesi önlenmiştir. Parçaların birbirlerini dengele
y i p frenlediği bir siyasal düzenleme, çatışmaları, devrimleri önlemenin en iyi çare
sidir. Bu yüzden, gerek Aristoteles, gerek Romalı düşünürler ( ve tabii çok sonraları
Aquin umlu Thomas, Locke, Montesquieu vb. ) , karma anayasa modeline büyük
önem vereceklerdir. Nomoi'nin .böyle bir düzen le me getirmesine karşın, zengin lerin
yönetim deki ağırlı klarına bakıldığında, bu devletin ı lımlı bir oligarşiye benzediğini
ileri sürmek müm kündür. 2 1 3 Bununla birlikte, iki nci en iyi devlet, kuruluş aşama
sında servetlerin belli erdemlere göre dağ ı t ı l mı ş ve bir anlamda zenginlik ile erdem
li li.ğ in özdeşleşmiş olmasından ötürü, aristokratik bir nitelik de g�stermektedir. Fa
kat d iya l og un son sayfalarında beliren Gece Konseyi göz önünde bulundurulduğun
da, bu kez karş ı nıı ı a "philokrasi-teokrasi" karışımı bir yönetim biçimi çıkmaktadır.
hozahilccck ulan l.ii tıi yaraılılı � lı insanları ya iildürccı:k, ya da gchlikkri yere geri yo lla
yacaktır.
2·1 2 Ray ınoıı<l Ruycr, LTıı�pit· et lcs u lopies, Paris, Pt..:F, 1 950, s. l '.i..ı- 1 35 .
'.2 1 3 Chı:vallicr, s. 60 ; l'laton, Ouı:vres completcs-Les Lois, Paris, Lihrairie Carnier Frl>res,
21 7
Gerçekte Pl.ıton, herh.ıngi bir sosyal sını_fın sözcüsü değildir. "Bize verilmiş akla
yasa adını tıkarak evlerimizi ve polislerimizi yönetmek için ruhumuzun ölümsüz bö- ··
lümüne uymamız gere kir." ( 71 4 a) diyen · Platon, yin·c akla �ıygun, yani bozu lmaya
dirençli olduğuna ve düzen ile birliği sürdürebileceğine h1andığı bir devlet tasarısı
çizmiştir. Her ne kadar döneminin polislerindeki uygulamaların . izlerini taşıyorsa
da, Platon'un gerek Devlet'te, gerek Nomoi'de, devleti irdeleyişi ge ncide devletin
doğası iizerine dayMldığından , her iki modeli de evrensel bir nitelik taşımaktadır.
Copleston'un deyişiyle Platon, iki diyalogunda da, felsefi bir devlet kuramının te
mellerini atmı ştır.21 4
İ kinci en iyi devlet varlığın.ı sürdürebil mek için, her ütopya gibi elinden geldi
ğince dışarıya kapalı o l maya öz�n göstermektedir. Kendisini ( i deal devletten sonra)
en iyi devlet biçimi olarak algılamakta ve bu düşünceyi sürekli olarak yurttaşlarına
aşılamaya çalışmak ta d ır; öyle ki, herhangi bR-- görevle dışarıya gönderilen kırk yaşın
üzerindeki yurttışlar, döndüklerinde, gençl ere diğer ül kelerin siyasal kurumlarının
kötü olduklarını öğretmek zorundadırlar. (951 a) Platon, Gece Konseyinin altındaki
yönetim odaklarını çeşitli güçler arasında dağıtmış, sınıflara paylaştırmış olmakla
birlikte, y ine Devlet diyalogunda olduğ u gibi "her yerde hazır ve nazır" bir devlet
oluşturmuştur. Bu, kişilere özel yaşamlarında bile en ufak bir özgürlük, bağımsızlık
a lanı tanımayan totlliter bir devlettir. ';Bireyin, ancak kendini bütünün içinde erit
tiği, yaşamını kurulu düzene uygun kıldığı sürece bir değeri vardır. Her birey, eğiti
mi, evliliği, dini ya da görevleri bakımından, en küçük bir davranışında bile devlete
bağımlıdır."2 1 5 Platon'a göre devlet, "insanlarin bütün ilişkilerinde üzüntülerini, se
vinçlerini, sevgiye yönelik eğili mlerini gözetip denetlemeli ve [yönlendirmek için]
onları yasalar yoluyla kınamalı ya da onurlandırmalıdır Çeşitli durumlarda, her ..•
kesin yeteneğine göre neyin güzel, neyin çirkin olduğunu tanımlayı p öğretmesi ge
rekir_" (632 a) i kinci en iyi devlette, insanlar önderlerinin sözünden dışarıya çıka
mayacak biçimde koşullandırıl makta ve özgürce, tek başlarına davranamayacak,
h�tta düşünemeyecek bir konuma indirgenmektedirler : "En önemli olan şey, ister
kadın, ister erkek, h i ç kimsenin önderin otoritesinin dışında kalmaması, kendi ba
şına davranma alışkanlığın ı kazanmamasıdır; .savaştl olduğu gibi barışta da, herkes,
gözünü önderine d ikip sadakatle onun ardından gitmeli ve en küçük şeylerde bile
ona boğun eğmelidir. __ Hiç kimse, kendi girişkenl iğiyle herhangi birşey yapmaya
alışmamalı ve d iğerleri olmadan hiçbir şeyi unımaya ya da öğrenmeye kalkışma ma
lıdır ... Bütün insanlarda ve evdi hayvanlarda bağı msızca davranma ruhunu yok et
mek gerekir." (94� a-d) Platon, devleti yüceltmek a mac ıyla bazı sınıfları , bazı in
sanları değil, fakat bütün insanları küçiiltmekten ka çınmamakta dır. Bununla birlikte,
yalnız belli insan ların ( Devlet'te koruyucular ile fi lozofların, Nomoi'de yurttaşların)
bir ölçüde mutlu olabilecek lerini kabul edip, diğer insanları bu mutluluğu· sağlayan
birer araç durumuna getirmektedir.
218
B ö L Ü 'l Vl
ARISTOTELES
'.! Kamıı-.ı n Biı-.uıd, İlk Çağ l'clsefcsi Tarihi, .\nkıı.ra, A.O. İlahiyat Fakültı:si Yayınlar�
l 9 5 8 , s. 69 ;J oseph illorc:ıu, Aristole et so n cco k, P:ıris, PUF, 1 98 5, s. 2_89-293.
:ı _ C ; ük bcrk, s. 7 6 ; Sah ine, s. 83.
219
dan ötürü, iki düşünürün felsefelerinin birhirlerini hiitiinlcdikleri söylenebilir. 4 Fakat
bu ilişkide, ağırlığın Platon'da olduğunu da hclirtmek gerekir. Çünkü Aristoteles,
belki kendini özgün gösterebilmek amacıyla öğretmenine karşı ço� ağır eleştiriler
yöneltmiş olmasına karşın, onun açtığı yoldan i lerlemiş, büyük ölçüde onun düşün
celerini izlemiştir.
Bu olgu, -bizi doğrudan doğruya_ ilgilend iren - Aristoteles'in siyasete ilişkin
düşüncelerinde çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Aristoteles, bu konuda
Platon'un özellikle Noınoi'de ortaya koymuş olduğu görüşlerinden pek farkl � bir
şeyler söylememiş ve .hatta ütopyacıl ığın çekiciliğine kapılarak bir ideal devlet tasa
rımı çizmeye kalkışmıştır. Bununla birlikte, görgücü! yaklaşımı doğrultusunda, siya
seti yalnızca olması gerekeni saptamaya çal ışan değil, fakat daha çok olanları ince
leyen, siyasal olguları açıklamaya, anlamaya yönelen bir bilim olarak da görmüştür .
Gözlemlerinden hareket ederek, gerçek yönetim biçim leri üzerinde durmuş ve bun-
1.m n sürmesine ya da yıkılmasına neden olan faktörleri belirlemeye çal ışmıştır; kı
sacası siyaseti statik değil, dinamik bir açıdan irdelemiştir. Fakat bunu yaparken bi
le, ayrıntılara ilişkin getirdiği yenilikler dışında, hemen hemen yalnızca Platon'un
önemsemeyip kısaca değindiği bazı düşüncelerini tekrarlamakla, daha doğrusu bun
ları geliştirip derinleştirmekle yetinmiştir. Bunun temel nedeni, Aristoteles'in bir
yanda döneminin siyasal değişimlerini görememiş ya da bunların önemini kavraya
mamış, öte yanda Platon'un başat sorunsalı olan polisin i.yiliği ve yüceltilmesi dü
şüncesini olduğu gibi benimsemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Aristoteles'in siyasal düşüncelerinin incelenmesine ve çözümlermesine geçme
den öne&, bu düşpnceleri etkih!yen kaynakları saptayabilmek amacıyla, ilk önce ya
şamından söz etmek, ardından ''genel felsefesi" adı altında topladığımız belli başlı
bilgi alanları üzerindeki görüşlerini, öğretilerin i , çok kısa ve yüzeysel bir biçimde de
olsa, özetlemek gerekmektedir.
Lykeois adını tı şıyan bir eğitim alanınd.a açılan bu okul, Platon'un kavramlara da
yal ı düşünme yöntemiyle çalışan Akademia'sına karşıt bir anlayışı benimser. Aris
toteles'in derslerini, Platon gibi oturarak değil de, öğrencileriyle birlikte gezinerek
vermesi , tartışmaları bu şekilde yönetmesi. nedeniyle, okuluna, "gezinen' ' an lam ı na .
1 · Dj ogencs Lacrtius'a göre ise Aristotelcs, Akademia'yı henüz Platon hayattayken terket
miş ve !> u n u n üzerine Platon, " Aı:ıasına çifte · a tan bir tay gibi tepti beni :\ristotcles."
. ( Dioı;ene Laerce,
demi �ti r 1, s. 229).
8 Akademia'y:ı, Aristoteles'in anla�amadığı Platon' un yeğeni Speusippos bı�kaıı olmuştur.
9 ll. Philippos'un :l.Iaked onya'ya çağırmak i �·in Ar isto te les e yazdığı mektupta �u satırl;ırın
'
lıulundui:u ileri sürülür: '' O � lum Ald.samlros' un senin zamanında doı:tma:ıına izin verdik
leri i ç in taıınlal"'d şükürler olsun. Çünkü senin eğitimin le, ı:ıhtımın la�·ık bir ıııir.ı s �·ısı ola
(ağııu umuyorum.'' '.\!. İlin ..-c E. Scı:-.ıl, İnsan Nasıl İnsan Oldu, İstınbu� Yeni Dün ya Ya
yınları, 1 9 8 5 , s. 1 7 6.
lO C:erc k Ba t ı dilleri, gerek Türk �cdcki lise sötcüğii, :\r istntcks ' i n okuhııı ıııı adı olan
Lykt:iun' tlan �elınektcdir.
Zll
ge l en Peripatos adı da verilmiştir. Okulun benimsediği terriel yöntem, gözl e m ve
den eydi Burada felsefe dışı nda, onun ilgi alanı içine sokularak, matematikten
.
polisine kaçar. Bir yıl sonra i .ö. 322'de 62 yaşındayken hastalanıp ölür.
Aristoteles, yaşamı boyunca çok çeşitli kon ularda> çok say rda yapıt vermiş·
tir. 1 1 Bunların bir bölümü, büyük bir okuyucu kitlesine ulaşabilmek için edebi bir
d ild e yazılmış ve yayımlanmış yapıtlardır; diğer bölümü ise, Lykeion'daki öğrenci
ler i ç i n kaleme abnmış ve bu nedenle biçemsel bir ka ygı taşımayan eğitsel çalışma
l ardır Birinci bölümde yer a lan yapıtlarının hemen hemen tümü yok olup gitmiştir.
.
Buf1"1 karşılık, öğrencileri için yazdıklarının önemli ·bir kısmı elimizde bulunmakta
dır. Bu yapıtları şun lar dır : Mantık konusunda yazdığı altı kitaptan oluşan Organon
(Alet) Meiaphysika (M etafizik), Physika ( D oğa ) , Peri Ta Zoa Historia ( Canlıların
,
Tarihi Üzerine), Peri Psykhe (Ruh Üzerine), ahlak ko n us u n u işlediği Ethika Niko
makheia ( N ikomakhos Etiği), Rhetorika ( Retorik) ve Poetika ( Ya z ı n ) dır. S iyasete
ilişkin yapıtlarından günümüze kadar gelebilmiş olanları ise, Politika ile 1 58 de vletin
anaymsının in ce le mesi n de n yalnızca birisi olan ve a n cak 1 891 'de bulunan Politeia
Athenaion'd.ur (A tina l ı lar ın Devleti ) .
B- GENEL FELSEFESİ
"Doğal olarak bütün insanlar bi lmek isterler.'' 1 2 diyen Aristoteles, tıpkı Sok
rates ya da Platon gi b i, Sofistlerin görece bilgi a n la yışı n ı yadsıyarak, gerçek bilginin
( bilimin) olduğu düşüncesinden yola çıkar. Ona göre bilim ler üçe ayrı lmaktadır: Bi
len öznenin {örneğin, bir yontucunun, mimarın ya da herha n gi bir zanaatkarın) ken
di dışındaki yapıtını meydana çıkarması (poiesis), bir başka deyişle doğanın kulla
nıl mas ı ve üretim amacını güden "poetik" bilimler; öznenin eylemini (praxis) yön
lendirmeyi amaçlayan politika ya da ahlak g i b i "pratik " -bilimler; ger çeği n kurgusar
araştırılması ile . saf, arı bilgiye yönelen bir b i l gi y i sırf bilme a macıyla isteyen mate
matik ya da metafizik gibi "teorik" bilimler. Bu alanlarda herhangi bir bilim üzerin
de çalışmaya kalkışmadan önce sağlam bir düşünme y ön temine gereksinim olduğunu
222
diişünen Aristoteles, bilimsel düşüncenin kura l larını biitün ayrın tılar ıyla saptamaya
çalışmıştır . Bu yöndeki çalışmalarını bir sistem şeklinde işleyip geliştirmiş olma
sından ötiirü, Aristoteles daha sonraları mantığın kurucusu olarak kabul edilmiş
tir . 1 3
1 - Mantık
Aristoteles'e göre mantık (logihe) , özdeşleştir miş olduğu felsefe ile bilime
ulaşmayı sağlayan, bir başka deyişle bil imsel araştırmayı olanaklı kılan bir teknik
tir, bir yöntemdir. Bu nedenden ötürü, bu konuda· yazdıkları Organon (Alet ya da
daha do.ğrusu Düşünme Aracı) adı altında toplanmıştır. Bu ça l ışmalar ında Aristote
les, deneyle akılcılığı ba ğda ştırmaya, yarii Platon'un savunduğu aklın üstünlüğü
inancı nı deneyle yeniden dengeleyip uzlaştırmaya çal işır. Ancak bunu yaparken,
duyuları bir kalemde silip atan ve bilgiyi başka bir evrende arayan Platoncu öğreti·
_
ye karşı ç ı kıp, " bilgi anlayı şını gerçekçi bir temele oturtur, yaşadığımız dünyJ yı,
bu dünyayı tek bilgi alan ı olarak belirler. " 1 4 Bilgi edinmede duyulara bel l i bir önem
veren, fa kat bunların yeterli olmad ığını belirten Aristoteles, i l k önce Platon'dan
yola ç ı karak gerçek bilginin evrensel ve zorunlu ol duğunu ileri sürer. Buna göre, ger
çek varl ı k tümeldir ve tümelin bilgisi de kavramdır. Fakat hemen ardından Aristote
les, Platon 'dan . çeğin bi lgisi
. ayrılmaya yönelir. Öğretmeninin, ideaları (tümel leri) �er .
yerine, gerçeğin kendisi o lara k kabul etmiş o lmasinda n dola yı bir ya n ılgı içine düş-
tüğünü belirtir ve bu dünyayı aşan bir bilgiler ya da gerçeklikler evreni olma d ığ ı n ı ·
savunur. Aristoteles'e göre, Platon'un idealar öğretisi, tümel ile tikel, öz ile ·görüniiş
ya da varlık ile oluş arasında inandırıcı b ir bağlantı kuramamı�, bun.farı birbirinden
kopar ıp a yı rmıştır Sorun, bu bağlantıyı, tümel ile tikel ara sında k i doğru il işkiyi
.
daki varlıklar, tikel ile tümeli, idea ile maddeyi birlikte içermektedirler. Bund.ın
dolayı Aristoteles' in , evrenseli , yani tümeli gerçek bi lginin nesnesi ( objesi) olara k
gören epistemolojisinin ( bilgik uramı n ı n ) idealist, varlığı maddeler dünyas,na indiren
'
ontolojisi nin ( varl ı kb i l im in in ) ise gerçekçi olduğu söylen ebilir : 1 5
Doğru düşünmenin içeriği ile değil, biçimi ile ilgilendi ğinden ötürü formel ya
da biçimsel olarak adlandırılan mantığıııın temelinde önermelere ilişkin öğretisi
bul unur. Çünkü Aristoteles'e göre bilgi, ancak önermelerle kurulur. Her önermede
bir özne ile bir yüklem vardır ve bir öner menin doğrul uğuna, yüklemin özneye ait
olup olmad ığının sorgulanması i le ulaşılır. Demek ki, bir tartı şman ı n sonucu, "B,
A ya aittir" ya da "B, A'ya ait değildir" şe klinde ortaya konur. B u şeki ldeki veriler,
'
ı ı; :1.lorcaıı, s. 3 7-38.
223
A ile B ' n i n k.ıvraml.ır ol duğu önermeler d i r . B u n la r gene l l i k l e, "A, B ' d i r " y.1 d.ı
"A, B değildir." b i ç i m i n de ifade e d i l ir ler.
Aristoteles, önermeleri iç in Pl.ıton 'un dillhoto mia yönteminden y.ı rar l .ı n ı r , fa
ÖZNE ( A) Y ÜK L E M ( B ) ılir.
( tür) ( cins + özgül .ıyr ı m )
B ur.ıya k.ıd.ır söyledik l er i m i zi bir ö r n e kle .ı ç ı k laya l ı m : Pl.ıto n ' u n " i ns a n , iki
ayaklı ve tüysüz b ir h.ıyva n d ı r . " ta n ı m ı n ı ele a l d ı ğ ı m ı zd.ı, " i nsan" , türdür, özned ir
(A); "ha�· va n " , cinsi, " i ki aya k l ı l ı k i le tüysüz l ü k " , ö zg ü l a yr ı m ı ifade ederler ; b u i k i
s i birl i k te y ü k l e m i ( B ) oluş tururlar. Demek k i , "A, B'dir . " ş e k l i ndeki b i r önerme,
A'nın ta n ı m ı n ı ver mektedir. F.ıkat özneye, c i ns ile özgül a yr ı m d ı ş ında başka n ite
likler de yüklenebilir; Bunlar özellik ile ilinek ' t i r (a ccideıı t) ; öze l l i k , özün zorunlu
vargısıdır ve yalnız ona ait olandır; il i n e k ise y a l n ı z ona ait _olmayandır. Örneğin,
insanın anlığa (entele!<t) sahip olması, onun özsel nitel iğidir. Buna ka r ş ı l ık, b i r in
sanın beyaz ya da siyah olması, saçının b u l unup bul unmaması, onun ilineksel nite
liğ idir.
Özne ile yüklem (A ile B ) , önermen i n kavra m ları d ı r ; bunlar yalnızca birer ba
sit sözcük değil, düşüncenin nesneleridir. Kavra m ların alabilecekleri anlamlara, Aris
toteles kategori (kategoria) adını verir. Organon 'un birinci kitabı olan Kategoriai'de,
nesne için on kategori bulunduğunu ortaya koyar. Bu kategoriler şunlardır:
1 - Töz (insan ya da at)
2- Nicelik ( ik i kulaç, üç kulaç uzun l u k )
3 - N iteli k ( beyaz ya d a d ilbilimcisi)
4- İ lişki ya da görelik ( ç ift, yarı m, daha b ü y ü k )
5- Yer ( Ly keion'cia, pazar yer i n de )
6 - Zaman ( dün, geçeiı y ı l )
7- Durum ya d a konum (yatıyor, oturuyor)
8- İ y e l i k (ayakkabılı, silahlı� mızra k l ı )
9 - Edim y a da etkin ( kesiyor, yakıyor)
1 0- Edilim ya da edilgin ( kesilmiş, ya n m ı ş )
Bu ka tegori l er i çinde , yalnızca töz ö z n eye i l i ş k i ndir ; diğer l er i a ncak yükl�m
otabilirler. Öyleyse, "bu at beyazdır" de n d i ğ i za ma n yüklemin bir nitelik olduğu,
" bu at yatıyor" denildiğinde io;e yüklemin bir d ur u m o l d uğ u anl a ş ı l ır . Bir önerme
nin açık olabil mesi için, yiiklemin cins, t ü r , özgü l a y r ı m , öze l l i k ve i l i n e k arasından
h a ngisi old uğunu ve hangi kategoriye ait b u l u n d u ğ u n u b i l m e k gerekir. Böylece, ger
çeğe u la ş ı l masa bile, rasyonel ( a k ı l c ı! ) bir b i ç i m de ta r t ı ş ma y ı olan.ı k l ı kılan ara çl.ır
16 Organon-Tnpika, 1, •l, 5 , 6.
224
l'lde e d i l m i ş o l unur. 1 7
nun daya n makta o lduğu neden i , hem de o lgu i l e neden i aras ındaki zor u n l u bağ ıntı
yı kavrama l ı d ır . 1 9 Aristote les'in deyi ş i y le , "anca k üzerine o lgunun dayandığı nede
n i , başka birinin değ i l , ama o olgunun nedeni olarak bildiğimiz za man ve dahası,
olgunun olduğundan ba şka türlü olama yacağ ı n ı b i l d i ğ i m i z zaman bi l i m se l bilgiye
0
sa hibizdir. " 2
Fakat Aristoteles, koşu llu olan lar ı n , ya n i "duyu lara daha ya kın olan nesnele
r i n , insan i ç i n önsel ve daha iyi b i l i n i yor " 2 1 oldu klar ı n ı a ç ı k layarak, bir bilinenden
bir b i l i n meyene geç i l mesi, bir b i l i n meye n i n bir bil inen yardı mıyla b i l i n ir kılın ması
demek o lan bilgi edin men in iki y o l u b u l u n d u ğ u n u kabul eder. Bunlar tümevarı m ile
tiimdengel i mdir. Tümeva r ı m, zi h i nsel bir eylemd i r ; bu eylemiyle zihin, somutun ala
n ı ndan soyutun alanına geçer. Böylece, tek tek nesnelerin ( t i kel lerin) bilgisi nden ev
rensel ( ya da tümel-genel) bilgiye u la ş ı l ır. D e me k ki tümevarı m, gözle m le ne b i l ir nes
nelerin ve o lg u ların dün yası n da n ka vra mlara ve evrensel bilgiye doğru bir zihinsel
yükseli ştir. 22 Aristoteles, gözlem ve deneye dayanan bir tıilimsel araştırma yöntemi
o lan tümevarı m iizer i n de pek d u r ma m ı ş t ı r .
Gerçek bilgi , kavram olarak akıl i le kavra nan tü mel i n bi lgisinden ( bir türün
or ta k öze l l i k leri n in bi lgisinden ) duyularla a lgı lana n tikelin bi lgisini ç ı karmakla
sa ğ lanır. Tümdcnge lim adı n ı alan bu z i h i nsel i ş lem, soyuttan somuta doğru bir gi
di ştir. Bu i şlemi Aristolelcs, " i ç i nde be l l i şeylerin belirtilmesiyle ve bunların böyle
o l masıyla, bel irti l m i ş olandan başka bir şeyin zoru n l u. olarak Ç ıktığı söylem" 2 3
şekli n de ta n ı mladığı tas ı m (syllogisnıos) y a da daha doğrusu tümdengelimsel tı s ı m
b i ç i m inde e l e a l ır. B i r tası m üç öğeden ol u ş ur : Bliyük önerme, küçük önerme, vargı
225
ya dJ sonuç . Tası mda, kiiçük önerme aracılığıyla büyük önermeden rnr unlıı bir so
n u ç çıkarılır. Aristoteles'in en ünlii tasımı şudur:
Aristoteles, tasım ile usavurman ın aracını bul muştur; bir uslanıan ı n değeri,
bunun içeriğine değil, biçimine bakılarak öl çülebil ir. Falı.at bu bi çimsel mantık,
yalnızca bir önermeden bir başka önermeye geçil mesini sağlar ; ilk iki önerme ( ya
da iki öncül) doğruysa, zorunlu olarak sonucun da doğru olduğunu gösterir; bir baş
ka deyişle, tasımııı geçerli olabilmesi, öncüllerinin doğru ol masına bağlıdır. Ancak
tısını, öncüllerinin doğru olup ol madıklarını kendi başına sına ma ol.ınağınd.ın yok
sundur. Bun unla birlikte, bir tısımın öncül leri, bir ba şka tasınıın sonuç ları iseler,
zorunlu anlamda doğrudurl_ar. Tasımlanan öncüllerini başka tasımların sonuçlarıyla
sağlama yöntemi, sonunda tanıtlanamayan öncüllere gel ir dayanır. Hiçbir tasımın
sonuçları olmayan bu öncüller, i l kelerdir, temel doğrulardır. Temel doğrular, mantı
ğ ın dışındaki yollardan, örneğin bunları tanımlar, belitler (axiomes) , varsayı mlar
şeklinde ortaya koyan bilgenin istenciyle ya da deneyle, tümevarım sürcciıyle .elde
edilirler.
Aristoteles, her ne kadar temel doğrulara ulaşmada duyuların işin içine girdi
ği gözlem ve deneye yer veriyorsa da, son uç olarak "bilimsel bilginin duyularla elde
edilmesin in o lanaksız olduğunu"24 belirtmektedir. Çünkü duyum, zorunlu olarak
bireyseli (tikel i ) ilgilendirir, oysa bilim evrensel bilgiye dayan ır. Bilimsel bilgi tike
lin değil, tümelin bilgisidir ve buna akıl (ya da anlıksal sezgi) yoluy la varı lır. Grote,
Aristotle adlı yapıtında, "Aristoteles'e yan ılgıdan tümüyle arınmış bir Nous'a ya da
Akıl 'a inanmak öğretisi, Platon 'dan miras kalmıştır" demektedir. 25
2- Metafizik
24 Organon-Analytika Posteriora, 1, 87 b, 2 7.
25 Aktaran: Popper, Açık Toplum ve Düşmanlan, Cilt II, s. l 1, dipnot 32.
26 .\ristotcles, b u konuda yazdığı yap ı ta " İ lk felsefe" (Protl! philosophia) :ıdıru verir. fakat
ılaha sonra , Aristotcles'in y azd ıkla n hir araya to planır k e n hu yapıt, P h ysika ' d a n sonraya
konulduğu için ı\letaphysika adını almış Vt: içerii\i de metafizik ol.ırak adlandırılmış tır.
Fakat konusu da, Ph ysika'd.an daha yüksı:k bir soyutlama derceesi İ <;crdi�indcn ve liLik
>d ol!(uların ötesindeki ilk ilkeler ve iizlcrle ilgilcncliğindcn iitiirü, metafizik.
adına uy�un
dü�mı:ktc<lir.
226
�ereği a i t olan ana n i t e l i k leri inceleyen bil inıdir." 2 7 Bir başka deyişle nıeta fİlikçi,
v.u l ı ğ ı n dış giirünümünü, tikel ( b ireysel) yi)ıı lerini değil, varl ı .� ın ken disini ve on un
varlık olarak özsel yükle mlerini irdeler, l,.ısacası varlığın özünli (oıısicı, csscntia) kav
rar.
Aristoteles , gürüngülerin ( fenomenlerin), değişen çokluğun ar d ı nda . bulunan
ka l ı c ı var l ı ğ ın yani gerçeğin ara ş t ır ı l ması olan metafiziğ i n i ortaya koymadan önce,
kendinden önceki bi lgeleri n , özellikle de Platon'un, felsefeleri ni ele ştirmekle i şe baş
lar. Platon'da gerçek (evrensel yani idea ) , nesnelerden ayrıdır ve bir başka boyutta
bulun ur. Aristoteles, biiyük öl çüde P l a to n ' un Parmenides diya logunda ortaya koy
d uğu özeleştirilerin den yararlaııarak ve form olarak adlandırdığı ideaların nesnelerin
d ı ş ı n da değ i l , fakat i ç i n d e b u l u n d u1'1arını göstermeye çalışa rak öğretmen inin kura
m ı n ı çürlitn)eye y önelir. Ona göre, idealar aşkın olduklarından ötlirü, nesnelerin ne
deni o lamazlar; yan i , nesne.lcr on ların öykünmeleri, kopyaları ol.ırak ortaya çıka
mazlar. İ dealar , nesnelerden soy utlan m ı ş o l du klarından somutu aç ıkla maktan yok
Ayrıca idealar, d urağa n ve evrensel ol
sundurla r ; yoksa ken d i leri duy u l ur o l urlar.
duklarına göre, nesnelerin değişim ve devinimini anla şılır duruma getirmek için ku l
la nılamazlar. Çünkü e ğer nesneler ideaların kopyaları iseler, onların da d u ra ğa n ol
maları gerekmektedir. Üst e li k "üçüncü insan" uslamlaması n da göster i l d i ğ i üzere, in
,
sa. n ideası i le somut insan arasındaki i lişkiyi kurabilmek i çin bu her ikisini de i çeren
bir üçüncü inSdna ( ya da daha mutlak bir insan ideasına) gereksinim vardır ve bu
böyle sürüp gider. Demek ki, Platon'un ideası evrensel değil, bireysel nesne olmak
tadır. 28 Aristoteles'in bu eleştirileri, formun (ideanın) nesneden ayrılamayacağı sa
vına y o l açar. Böy lece Aristoteles, kavranan i le algı lanan aras ındaki iki liği ortadan
kaldırır ve gerçeği, evrenseli somut varlıklar dünyasına indirir.
Ari stoteles'e göre varlık, y.mi doğan ve ölen her duyusal töz, iki öğeden, mad
de ile formdan oluşur. Tümellik i l e tikelliğin b irarada somut nesnede var o lu şl a rı
da, bu iki kavramla, yani madde (hyle) ve form (eidos) ile açıklanır. Çünkü tümel
(form) , ken di başına var olamaz, bağ ı ms ı z varlık taş ıyamaz. T ü me l le r ya da Platon'
un deyişi yle idealar, gerçektirler, ancak zorunlu olarak nesnelerde var l ı k kazan ır
lar. Demek ki, tek tek insanlar ya da at lar d ı ş ı nda, bir insan ya da at özü b u l u n maz.
Form nesnenin i ç i n de yer a l ı r ve onun yürütücü i l kes i d ir . Madde, biçimsiz ve devi
n i msi zdir ; ona b i ç i m in i verip devinim ka zand ıran formdur. Form ise te k ba ş ı na
boştur, onun içini dolduran maddedir. "Aristoteles, böylece, Platon'un yan l ı ş ola
rak "tözleştir miş" olduğu ideaları ma dde dünyasına geri getirir: İdea lar , duyulur
şeylerin biçi mleri [formları] haline gelirier, bu biçi mler duyulur şeylerde somut ve
bireysel durumda bu lun rna k ta dır." 2 9
Madde i le form, birbirlerinden bağımsız olarak bu lunamazlar; bun lar anca k ,
diiŞünccde soyutlama o larak ayrılabil irler. T ö z (substantia), form ka za n m ı ş madde-
27 l\lctaphy�ika, ı v. 1 00 3 a, 2 1 -22.
28 :\ristotdcs' in l'latorı'un ickaLır kuramııuıı ı:lqtirilcri Ye bu clcş tirilcriıı clqtiri>İ i c.:in ha·
k ını:ı:: Brchicr,s. 1 89 - 1 !H·; Coplcston, '· -t-0-52 ; :\lorca 11, s. 29-32 ;.J can lkrnh.ırdt, " .\ris·
totc " , Histoirc de la philosophie, l'aris, l ladıcttc, 1 9 72, Git l , s. l -t- 7-1 5-l.
'.!9 Timuc,:in, AristCJtclcs F elsefesi, s. H--t-8.
227
dir. Nerede bir nesne, bir madde va r sa , onun for mu da vardır ve bu dunımuylJ dJ
bir tözdür. Çünkü s;ılt madde diye bir şey düşünülemez ya clJ olsa o l sa bu soyut bir
olası l ı k tır. Form tözün tümel yönünii, madde ise tikel y önünü verir. İ k i öğeden biri
eksik o lursa, var l ı k yok demektir. Ancak burada iki kura l dışı vJr d ı r : Gerek Tanrı,
gerek i nsan ı n ta nrısal ya n ı olan akıl, sai r formdur. İ şte metJfi z i k , düşünsel soyutla
ma ile, a n l ı k sa l sezgi -i le, tikele ba kı l;:ırJk, bun un içindeki evrensel i n , vJrl ı ğ ı n özünün
( b ir an la mda , for m u n u n ) kavra n ı l mas ının bili midir.
Madde ile form arasındaki i l i şki, Aristoteles ' in oluşumu, değişim i a ç ı k layJn
gizi l l i k ( po t.a ıısiyel) - edi msell i k (aktüel) i l işkisine koşuttur. Bir ba k ı ma madde gi zi l ,
form edimsel dir. Ma n t ı k sa l olarak edimsel (energeia), gizi l e (dyna mis) önseldir ; çün
kü edimse l l i k ere k tir, uğruna gizilliğin varo l d uğu ya da kaza n ı l d ı ğ ı şeydir. 3 0 Daha
açı kçası, giz i l , herhangi bir şeyin i ç inde henüz kendini a ç ığa varmadan bul unan bir
gel işim eği l i m i , bir o la b i l i r l i k tir; edimsel ise, bu eğ i l i m i n , olabi l ir ' iğin yer i ne gelme
si, gerçekle ş mesidir. Örneğin meşe tohumu gizi l l i k , meşe ağacı edi mselliktir . Fakat
bu i l i şki göreced ir : Meşe, tohuma göre edimsel iken , masaya göre gizildir. Buna gö
re, her töz, her varl ı k için, gizi lden edimsel liğe doğru yükseliŞ dizileri vardır. Daha
doğrusu, bell i ölçüde fo rm, yani edimse l l i k kazanmış olan her madde, bu görece gi
zi l-edimsel dönüşümü i ç i n de, giderek daha edimsel b i çi m ler ka za n maya, daha ileri
ve yetkin b ir forma u laşmaya yönelir.
Deği şim, formda meydana gelir ve maddede kendini" gösterir. Değ i ş i min bel
l i bir düzeni, bel l i z orunlu lukları vardır. Çünkü değ i ş i m bir şeyin yerine ba şka bir
şey i n geçmesi deği l , ama bir şeyin bir durumdan bir başka duruma geçmesidir.
Aristoteles'e göre, bir cinsten (ve türden) başka bir cinse (ve türe) doğru değişim
olamaz31 ; örneğin bir meşe tohumundan ancak bir meşe ağacı beklenebil ir, yoksa
bir at y a da b ir gül değil. 3 2 Değişimin temelde i ki türü vardır. İ l ki, nesnenin değişen
n i teliklerinin onun özdeşliğini bozmadığı, yani old uğu nesne ol mas ı n ı etki lemediği
" ilineksel" değ i ş i mdir. Diğeri, nesneyi bir başka nesneye dönüştüren "özse l " deği
ş i m dir. Örneğin, bir masa n ın renginin değiştir i l mesi onu masa o l ma k ta n ç ıkarmaz
ken, masa n ı n yanması so nunda geride kalan artı k masa değil , küldür. Asl ında bu
i k inci değişim türü, tam anlamıyla bir değişim deği ldir; bir şeyin yok o l ması ve bir
ba şka şey in meydana gelmesidir. Fakat oluşum ve yok oluş, bireysel düzeydedir.
Bir insan öldüğünde, insan olarak yok ol ur, cesede dönüşür. Bununla bir l i k te, yok
olan, t ı p k ı yanmış masa gibi, bireysel insand ır ; oysa masa özü ya da insan özü (ya da
insan türü) var l ı ğ ı n ı sürdürür. İ nsanın özü, birbiri ard ı n dan gelen diğer insan larda hep
aynı kalır. Aristoteles'in dedi ğ i gibi, Sokrates i le Ka l lias, maddeleri bak ı m ından bir
birlerinden fa rklı, formları a ç ısından birbirler i n in ayn ısı dırlar 3 3 ; metafi zikçinin ir
delediği de varl ı ğ ı n bu ka l ı c ı özüdür, formudur.
Gizilden edimsele doğru yönelen deği şimi, o l u ş u m u anlayabilmek için, bu
oluşumu etkileyen nedenleri (yani, bu oluşumun ger çekleşmesi i ç i n gere k l i bütiin
228
koşul ları kapsayan nedenleri) ortaya koymak gere-kir. Aristott!lcs diirt tür neden
ok luğunu b e l i rti r. Bu nedenler birbirine almaşık o L ı rak düşünlile mez, her o l uşum- .
da d ü r dü b irden etkindir :
l/ Maddesel neden : N esn en in bir oluşumu, bir de ğ i 5 i m i ı ı l .ı b i l mesi i ç i n söz
,
konusu nesnenin maddi varlığı olması gerekir. Maddesel neden, nesneye dönüşen
maudedir. Örneğin, bronzdan İ:ıir at yontusu yapı ldığında, bronz, yontunun madde
��l n e d en i n i oluşturur.
2/ E tke n (etkileyici) neden: Bir değişimin o labi l mes i , b u değişimi sağlayan
bir etkin l i ğ in ol masına bağlıdır. Etken neden, olguyu ya da e y l em i yaratan varl ıktır.
Ort.:ıy.ı çıkan sonuç, onlın neden olduğudur, onun aracılığıyl,1 meydana gelir. Ör
neğin, yontuyu �1apan yontucu etken nedendir.
3/ Biçimsel ( formel) neden : Bir değişimin olabi l mesi i ç i n , bu değ i ş i m i belir
leyen bi r örneğ i n o l ması, bir başka deyişle, değişimin kendisine göre gerçekleştiril
d i ğ i b ir biçimin olması gerekir. Biçimsel neden , ortaya ç ı ka n son u c u n kavramıdır,
soyut olarak tümell iğidir. Örneğin, yontucunun zihnindeki at tasarımı, kavramı ya
da ideası , biçimsel nedendir. Bu at kavram ı ya da formu, maddede gerçekleşir, yani
bronzdan bir at yontusu ortaya çıkar.
4/ Ereksel neden : Her oluşumun, değişimin kendisine yöneldiği amaçtır;
bitmiş, ta mamlanmış sonuçtur. Yapılanın yapılış amacıdır, ereğidir. Örneğin, yon
tucunun yontusunu para kazanma amacıyliı° yapması ve böylece bronzdan bir at
yontusu meydana getirmesi, ereksel nedendir.
Genellikle, birinci nedenin dışındaki diğer üç nedetı bir bütün oluştururlar.
Sanat ( yapaylık) alanında, örneğin yontucunun kafasındaki at kavra mı, he m onu
harekete geçirir, etkin kılar, hem de onun gerçekleştirmeye yöneldiği erek olarak
belirir. Aynı durum doğal olan ·için de geçerlidir: Bir insan yaratmak söz konusu ol
duğunda , döl ile gerçekleştirilen kavram ( i dea) insandır, onu bir insan gerçekleştirir
ve bu işlemin ereği insanı yeniden üretmektir. Her iki durumda da kavram (form ya ,
da idea), ayn ı zamanda biçimsel, etken ve ereksel nedendir. 34
Evren sürekli biçim değiştiren, yeni biçim kazanan, böy lece be l li bir ereğe gö
re devinen canl ı ve cansız maddeden oluşur. ·Maddenin neden lerle yönetilen bu dur
mak bil meyen devinimi nasıl başlamıştır? Bu soruyla birlikte Aristoteles'in metafizi
ği b ir teolojiye ( dinbilime ya da tanrıbilime) dönüşür. Çünkü ona göre, bir nesne
başka bir nesnenin itisiyle devinir ; bir başka deyişle, herhangi bir varl ığın devinme
sine yol açan devinen bir başka varlık bulunur. Bu devinimler zincirini başlatan bir
ilk n eden o l malıdır, yoksa devinimler ( değişimler, oluşumlar, bozulmalar, yok oluş
lar ) , açıklanamaz. Devinimi başlatan bu ilk neden i n kenuisi devin me z ; d urağan ol
nı J k z or u n dadır, yoksa ilk devindirici olamaz. Devi n menıesine k.ı r ş ı n , evrene i l k iti
yi vererek onu devinim durumuna geçiren ilk neden Tanr ı ' d ır.
Tanrı, salt form ve tam yetkinliktir ; Platon'un İ y i ideas ı l)a benzer, yani önce
siı ->onrasu, d e ğ i ş m e z , durağa n, kendi başına, geri ka l a n bütün ş e y l e r d e n ayrı, ci
s i m s i ı ve b ir d i r ; ama yine de bütün o l u ş u m u n nede n i d ir. �1JddesEI ol mad ı ğ ı n da n
229
ötürü, herhangi bir tensel eylemi yerin�· ge tiremez. Onun etki n l iği s.ılt ti ıı sc ldi r ,
dolayısıyl.ı .ı n l ı ks.ı l d ı r ; bir ba şka dey i şle, Ta nr ı n ın etk inliği bir düşünce etk i n l ig i
dir. B u yüzden Aristoteles, Tanrıyı " clü-şiiııcerı i rı düşüncesi" (ııeosi.� ııoescos) o l ar.ı k
tJ n ı m lar. 3 5 Demek k i Tanrı, y a l n ı z c a kend i s i n i düşünmektedir. E vreni ise, o n u n
ken disini özlemesiyle etki ler v e a n ca k bir özley iş konusu ol ın.1 s ı dolayısıyl.ı T.ı nr ı ,
her türlü devin im in nedenidir. Daha_ a ç ı k çası T.ınrı, evrene, her nesneye , yetk i n liğe
y.mi yetkin lik olan ken d isine dönme e reğ i n i ( telos 'u n u ) yerl e ş t ir m i ş t ir . Bu b.ık ı m ·
darı, evrendeki bütün geli ş im Ta nrıy.ı yönel iktir; her var l ı k içi ndeki bu erekten dola
yı, yetkin bi çi m lerin e u laşmaya çalı şır, bu amaçla devinir. İ şte de vinim , bu telvs '
tan meydana ge l i r . 01.ıylar ise, olayları meydana geti re n var l ı kl;ır ın i ç lerindeki telos
tar.ıfında n lı.ırekete geç iri l me leri d ir . Ö y leyse , olayları doğru bir biçi mde k.ı vr.ıya b i l
ınek i çin, maddesel nedenlere değ i l , fa ka t ereksel ( teleolojik) nedenlere h.ıkm.ık ge
rek ir. A_n cak , varlıklar o l u ş u m i ç i n dey ken onların ereklerini görme k ol.ııı.ıksıl(l ır.
Dolayısıyla herhangi bir var lık, ereğine , ye t k i n biçim ine u l aş t ı ğ ı z.ı m ,m , onun
iç inde taşıdığı ereği gö rme k müm kün olur. Demek k i , o la y la r ı , değişim leri a n l.ı ya
b i l mek i ç in varlı kların formların ı, özler ini kavra mak gere kir.
Varl ı k lar ereklerine göre devin d ik l erimlen ötürü, Ar i s t ote les, nesn e leri onların
formları ya da özleri ile özdeş leştirmektedir. Nesneler, eği l i m l i o l d u k l a r ı son du
rumlarının yani özlerinin toh u mlarını ta ş ı maktad ırlar. Örneği n bir çınar toh u m u
n u n ereği , yetişkin bir çınar ağacı ol maktır. Bu telos 'u bilirsek , bu toh u m u n ge l i ş
me aşamalarını, yetkin leşme yönündeki devini mlerinin ne derece sağl ıklı olup o l ma
dıkları n ı kavrayabi l iriz. Eğer söz konusu toh u m , yetişkin bir ç ı nar ol mada n öl müşse
ya da cılız kal mışsa, çeş i tli raslantısa l -m.ı d desel neden lerin { kurakl ı k , fırtına vb.)
öze gidişi etkilediği, sonul ereğe ulaşma yı. engel lediği ortaya ç ı kar. Bunun dışında
her türlü devinim ya da değişim, nesnenin i ç inde kapa l ı olarak buluna n öney l i m in
{ ki , gerçekte öze içkindir) b ir_ bölümünün gerçekleşmesi ya da ken dini ortay.ı koy
ması demektir. Devinimin telos 'unda istenen b ir amaç ol ursa, ereksel neden ay n ı za
manda iyidir. Buradan, iyilerin {öze l l i kle i y i o lan Tanrının) devi n i m in başlangıcında
ol mak.la bir l ikte, devi n i m in sonunda da bazı iyilerin bulunabi lecek leri sonucu ç ı kar.
Bir bakıma, iyi olduğu kabul edilen ve Pl.ıton'da durgun olan idea ( form), b,ı şlan
g ı çta değil de, sonda yer al mak ta d ır. Bu teleolojisi y üzünden Aristotelcs.. ı l ı m lı bir
i y i mserliği benimser; oysa iyinin yal n ızca başlangı çta olduğunu k.ab u l eden Pl.ıton,
bu anlamda kötümser bir düşünürdür. 3 6
Alieddin Şenel'e göre " Aristoteles'in düşüncesinde hem e re k se l he m mad di
neden kavra mına yer vermesin i n , doğru bilgi n i n tümdengelinı l e tlireti l nıesine k.ır
ş ı l ı k bili msel ara ştırmanın tümevarıma do.�ru gitmes i g e re kt i ğ i n i düşün nıcsiniıı,
onun felsefesinin iki odak l ı bir fe ls e fe ol nıas ı ııa yol açtığı s öy l e ne b i l ir . " Bir ba şk,1
dey işle Aristotelcs, hem bili msel hem de nıet.ıfizi ksel ( ideolojik ) bir fe l s e fe .ırılayı
şına sah iptir. 3 7 Bu iki od.ıkt.ın a ğ ı r bJsa n ı i se, nıeıafi Liksel olanıdır.
230
3 - Doğa Sorunu ve fa.Te nsel Düzen
Aristo tel es' i n doğa iiğreti si, felsefesinin diğer alanları gibi nıct.ı fiziğe d.ıyanır.
S.ı l t ın.ıdde i le sa l t form ( Tanrı ) arasında y�r alan bütün var l ı kl.ır , devi n i m bak ı ının
d.ı ıı hem e t h. i n , hem e d i l g i n dirler ve b u n ları n bütiinüne Aristotelcs, plıysis ( doğa ya
d.ı �vrcıı) adını verir. Ona göre , "doğa, i çi n de i l ineksel değil, özsel olar<lk bul unan
nesnenin devin i m i i le durağanlığının i l kesi ya da nedenidir. " J8 Doğ.ı d.ı lıerşey, zo
runlu yasal.ırla birbirine bağla n m ı ş, be:ir : en ı ı ıi ştir; bu ba h., mıtn o. bi; düzendir
Ows 1110 s) .
Aristotel es, teleolojisine uygun olarak evreni bir hiyerarşi içinde .1 lgı lar. Sal t
fo r m o la rı Ta nr ı ya u laşma yolunda ki varl ı k lar, b i r hiyerarşik dlilcn i ç i nde bu l u n ur
lar. Aristoteles, evreni gökyüzü (ayüstü dünyası) ve yeryüzü (ay.ıltı dünyası) o l mak
iizere ikiye ayırır. Gökyüzü, o l u ş u mun ve bozul man ın olrnauığı yerdir. . Burada
Tanrıdan sonra gelen göksel yarlıklar, yani yıldı zlar, gezegen ler var d ı r ; bun lar mad
desel bir nitelik taşı makla· birlikte, o l u ş tukları madde either (es'ır) olduğu için, her
türlü değişimin, oluşum ile bozulma n ı n d ı ş ındadırlar. 39 Gezegenler, hem can l ı , hem
de öliimsüzdür; insanüstü bir akılla donat ı lmış olduklarında n ötürii mutlu ve yetkin
yaşamın en görkem l i örnekleridir. Bu göksel var l ı k lar, Tanrı gibi durağan değ i l dir;
ancak devi n im leri, devinim tlirleri içi nde en yetki n olan , yani ba şladığı yere geri
dönen daire biçimli devinim lerdir. Bir bak ı ma, Tanrıdan sonra evrenin ikincil tanrı
ları olan bu var l ı k ların, daha a şağı olan yeryüzündeki yaşa m üzerinde, bunu bel li
ereklere göre y önelte n , etkileri vardır. "Aristoteles'·in bu düşüncesi, Yeni platoncu ve
ortaçağ astro lojisinin (gökyüzündeki o laylarla i nsan hayatı arasında bir i lginin oldu
ğ u inancının) kökü ol muştur ." 40
Yeryüzü, n itel i k bakı mından daha aşağı durumda o lan varlıkların bul unduğu
alandır. D ünya, devinmeyen, durağan b ir küredir ve evrenin merkezinde bul unur. 41
Değişimin, o lu şumun, bozul manın varolduğu yeryüzünde, can lı lar için ölüm
kaçın ı l maz bir sonu çtur. Bunların can attık ları ölümsüzlük, sonsuzluk, anca k üreme
yoluyla gerçe kleşir; yan i , can l ı varlık, ardı nda aynen ken dine benzeyen bir başka
canl ı bıra karak ölümsüzlüğe ul.ış ır. 42 Demek ki, daha önce de belirttiği miz gi b i , bi
reyler gelip geçerler, buna kar ş ı l ı k cinsler, türler sürerler.
Yetki nliklerin bulunmadığı bu dünyadaki devi n im , "düz devinim"dir, y ukar ı
dan aşağıya v e aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşir. Aristoteles, burada (teleoloj i k
ye, macldcsel nedene yd verm esi ile tümevarım yiinteminin kullanılıııasııun fe lsefesinin
"lıilimscl" yönünü, üze, ereksel nedene (\·e tınrıya) ai{ırlık tınım:ısı ile tiim<lcnı;eliın yiin
tcınini kullanmasının ise felsefesinin " metafiziksel" ya <la "ideolojik" y i ı niinü olu� turdu
.l; unu ileri siirmrktedir.
38 Ph ysika, I I , 1 9 2 l ı , 2 1 -'.! :ı.
::9 '.\ktaphysika, VIII, l lH2 b , 4-6.
ıo c :i ı k lıc:rk, s . 8 5 .
-� 1 ,\ ristutd<'s'in dünyayı dur.ıj:;:ııı bir k ü re o Lırak evre n in ıııcrkcLİne ycrl<' � lir . . ıı lııı dlİ.)İin
ccsi, Kilisenin clkisi y k lıiitüıı Ortac;ağda c:g-cmcn ol:ıcak ve aııc.ık 1\.,,1'..,rnik ile: < ;:ılilco
ı ;,ıl ilci' niıı ı,:iiriişleriyk sars ılın"Y" lı'1�layacaktır .
.\ � '.\lorc:ı.u, s . 1 43.
231
görüşüne uygun olarak) duyumsal nesnelerin ve türlerin be l l i ye r l eri olduğun u bel ir
terek " doğal yerler" kura mı n ı ortayJ koya r_ Oıl.l göre, yery ü z ün de ki v.1r'l ı k l.mrı te
melinde ( E mpedo kl es ' te olduğu gibi) topra k , su, hava ve ateş olnıJk iiıere dört ii.� e
bulu n u r . Her öğenin kendine göre doğal bir devi n i m do.ğrul tusu ve evmı içi nde do
ğJI b ir yeri vard ır. Bu dört öğe n i n diiz, çizgisel devinme türünü belirlryen neden, on
ların doğal yerleridir_ Örneğ i n , hava i l e a teş hafif o l d u k l arı i çin nıerh.ezı..len uzaklaş
mJ egilinıi ta şırlar; b u nedenle aşağıdan y u karıya ya da odaktan çevreye do.�ru
de vini r ler. Oysa diger ikis i , toprak i le su, yukarıı..l a n a şağıya ya da çevreden odağa
doğru bir devinim gösterirler, yani ta ş ı n , toprağrn, suyun bu l undu.� u yere d üş er ler .
Anca k bir öğe, yak r n ı n cLı bu l u na n bir b;ı şkasından e t ki lendiği, onunla çar p ı ş t ı.�ı
zaman doğal devi nim doğrultusundan sapar, doğal y e r i n den u z ak la ş ır.
Aristoteles, yeryüzündeki yetk i n ol mayan varlıkların bir hiyerarşik düzen için
.
de bulundu klarını belirtir. Hiyerarşinin en a l tında cansız varl ıklar yer a l ırlar ; bun
lar bir ruha sahip değ i l lerdir. Ruhları o lan can l ı var l ı klar ise, aşağıda n yııkarıya doğ
r u ü ç aşama iç inde sırala n ırlar:
al Bitkisel uarlıklar: Can hlar arası n da en alt sırada bulunan b u varlı kla rda
yalnızca bitkisel ya da besinsel ruh bulun ur. Bu ruh tüm canl ılarda vardır ve doğma
yı, üremeyi, büyümeyi, beslen meyi, ölmeyi i çerir.
bl Hayuansal ı·arlılllar: Devinme gücü ile yüklü o lan bu var l ıl.. l ar, bitkisel ruh
tan başka, duyusal algıları ve acı, istek, sevgi gibi duyguları i çeren hayvansa l ruha sa
h ip tirlı;r.
el insansal uarlıklar: Can l ı lar dün yasın ı n en üstünde bul unan insanlar, diğer
ilk iki ruhun yan ı sıra bir de yaln ızca ken dilerine özgü olan akılsa l ruha sa h i ptirler.
Akılsal ruh, insanın tanrısal yanıdır, yo k o l maz. Oysa ölümle birl ikte, bitkisel ruh ile
hayvansal ruh yok olup giderler. Bu h iyerarşik düzende her varl ı k dünyas ının konu
mu, bir başka varl ı k dünyasına göre belirlenir. Örneğin , bir hayvan, insan için bir
ara ç , bitki için bir amaçtır.
Aristoteles'e göre insan, ruh ve beden o l mak üzere iki ayrı öğeden kurulu bir
var l ı ktır. Beden ma.dde, ruh ise o n u biçimle nd iren , ona "insan' ' ni teliği kazand ıran
formdur. Beden ile ruh arasın dJki ilişki , gizillik ile edimsellik Jrasındaki i l iş l..i gibi
dir. Bu n eden le yaşamın il kesi olan ruh amaç, beden a ra ç konumun dadır. Bedenin
ereği (telos 'u) niteliğinde olan ruh, onJ devi n m e yeteneğini verir, onu be lli bir erC'ğe
doğru yönlendirir. Ruhun gücü o l ma k s ı z ı n , bede n i n kendi liğinden bir ey leme ka l
kı şması, bir i ş başarması olası değil ı..l ir. B una kar ş ı l ı k, ruh da , l;ıir şey i c.ın landırma
sıy la, bir aracın işlevi ya d a bir o r gani z m a n ı n e d i m s e l l i ğ i o l nıa s ı v l .1 b i r t.:l'rçek lik ka.
dan , kesmek bir b,1lta i ç i n neyse, r u h da beden i çi n odur: Eğer b 1 l t ı c.m l r bir vJrl ı k
. .
132
bedenden a';TI ol.ırJk ye r i n e gct ircnıcz. 4 3 Biiy ll'Ce Aristotl'll'S,
g i b i , ruh d.ı i şl e v l er i n i
P l .ı t o n ' da giirüleıı ruh -beden ayrı l ı ,Q ıııı orta cfJ.n k.ıldırır, ru h la bedeni bir tiiLiiıı iki
ayrı öğesi o l .ı r a k ele alır. Beden ar t ı k ruhun mezarı de ğildir. Tersine, bc dl'll ile b i r
le ş m i ş o l nı J k n ı h u ı ı i y rl i ğ i i ç i n d ir , çün k ü o y e t i l e r i n i ancak bu ş e kil d e ı ı ygu l J y .ı b i
l i r .H
Ruhun bütlinlüi!ü i l kesini kaimi eden Ari stote l es , insan ruhunun far k l ı parç.ı-
1.ırdJn oluşmadığını, fa kat akılsal, lı.ı y va nsal ve bitkisel olmak üzere üç .1yrı i şkve
sa h i p bul unduğunu belirtir. hangisi egemen ko n u m d.ı ys.ı , in s.ın da
Bu iiç i ş levden
onJ göre bir k i ş i l i k kazanır. ba şka deyişle, her insan psikolojisinde egemen ol.ın
B ir
r u lıs.ıl i şleve göre b i r d a v ra n ı ş i ç i n e girN. B ö yle ce Aristoteles'te ruh un üç işll'vi nin
o l nı.ısırıdan yola ç ı k ı l.ıra k, in s a n l a r ı n eşit ol madığı ve üç çeşit insanın bıılunduğu
s o n u c u n a u la ş ı l ı r . Ari stotelcs' in açı kça d i ll' ge t i r n ıl' nıi ş olmasına kırşın , oıı un ( dalı,ı
i l e r i d e görecc ğ i m i l ) id eal devletindeki sırııflJr göz öniinde bulundurul tluğurı d.l , a ğ ı r
basa n b i tkisel i ş levin h:ölelcre, hayvansa l işlevin metoi/rns ' lara , y.ı ıı i tiicc.:ırl.ıra, z.:ı ı ıa
ath:arl.ıra ve .ı k ılsa.I i�levin de y u rtw ş lara uygun düştüğü söylenebilir.
Aristoteles'e göre, insan ruhunun en belirgin özel l iği akıl (nous) ile do n.ı t ı l nı ı ş
o l ması, anlığa sahip bulunmasıd ır. A n l ı k , etkin ve edi lgin olarak ikiye ayrıl ır. Edilgin
arı l ık, bir tabula rasa, yani üzerinde hiçbir ş e y yazı l ı o l mayan düz bir levh;ı o larak
bel irir. İ nsan doğuştan h i çbir d üşü n c eye sa h i p ol madığı ndan ötürü, düşünceleri ile
k.ıvramları, duyularını kul lanara k dış d u ny ada yaptığı deneylerinden, gözlem lerin
den sağl.ır. Bu bak ı mdan edilgin a n l ı k , ken di ba şına i ş lemez, bedendeki d uy u larla
sağlanan ver i l e r i derleyi p toplar, o n ları belli bir biçi me sokar. B una karş ı l ık, kendi
kendini yöneten etkin an l ı k, duyulara gereksinim duymadığından baş ka, dençylcrle
e lde edilen bilgileri evren se l leştirir, imgelemleri n es ne l eri nden soy utlar ve böylece
evrensel b ilgilere, bil ime ulaş ır. E d i lgin anl ık, duyulara bağ ı m l ı o l d uğ u n dan dolayı,
beden in yazgısını paylaşır, y a n i ölümlüdür. Bireysel bir niteliği vardır; her edilgin
a n l ı k , bir kişide ortaya çıkar ve o n un l a bir likte yok olur. Oysa etkin anl ı k, tü m üyle
madde d ış ı o ld uğu için, öncesiz-sonrasızdır. Ölümsüz o lan b u a n l ı k, insa n ı n ta n rısa l
yönünü o l u şturur.
İ nsan ruhunda nous'un va rl ı ğ ı , insanın hayvan i l e Tan r ı arasında bir var l ık o l
masına neden o l u r İ nsan , d uyu l a r ı y l.ı hayvana, a k l ıyla da Tanrıya yakındır. Bu çift
.
,"'
.. \h·ha, s. 9 1 .
H (\ıpk-; wn, '· H 7-S ıl ; T i m !H, İ n, . \ r i s t o ld <"s F.-lst"fni, s. 11 l.
; ,-, \\·· ·l "'l', ' - 'l:l-9 !.
23l
arJ � t ı r ına, her ey l e m ve her seçi m , herhangi bir iy i yi .ı nı.ı ç l ıyor gör(in mektı_:dir. B u
� [i z de n iyi, haklı b ir b i ç i m de , tüm şeylerin her k o ş u ldJ .ı nı.ı çl.ı d ı kl ar ı b i r şey ola
�J k ta n ı m l.ınııı J k tJ d ı r . " .ır, sözleri yle baş lar. On.ı i:iire, çe � i t l i s..ı ııa tları n, tck n i l..l e
rin, eylemlerin ke n d i ler i n e özgü erek leri var d ı r ; her biri lıc l l i bir iyil i.�e y önel i r. F.ı
kat bu erekler, daha üstü n bir ereğe a l tgüdüm lüdürler. Örneğ i n , siivari atları i ç i n diz
gin ler ve ge mler yapma k bel l i b ir zanaat ın ereğ i d i r ; .ı nıa bu, aynı ıa mancla sa va ş sa
n a t ı n ı n da h a g e n i ş ve Jaha ka ps.ı ml ı ereğ ine ba .4 l ı d ı r . A y n ı şeki l de, savaş san .ı t ı n ııı
ereği o ları yengi ya da e k o n o m i b i l i m in i n ereği ol.111 zeng i n l i k , daha üstün bir erek ,
yani siyaset b i l i m i n i n g ü ttüğü polisin i y i l i ğ i ereği i çi n isten ir. B u a l tgüdüm lü erekler,
bir üst e re ğin ara cı k o n u m u n da d ır lar. İ ş te, b ir ara ç duru ımı n.ı indirgen meyen , yal
ğini yerine .� etirmesidir ; bu, özünlin ortayJ konmJsıdır. İ nsan ın özü, ya n i onu diğer
vJr l ı k lJnbn ay ıran yJnı, ,l k ıldır. Demek ki , i ıısanJ özgü olan, a k l ı n etki n l iğidir ya da
akıl i l e uyum i ç i n deki etk i n l i k tir. Her var l ı k kendi özünü ortJya koyup ge l i ştirerek
iyiliğ ine u laştığına göre , insan yaln ızca a k l ı n ı n etki n liği ile mutlu olabil ir. Bundan
dolay ı , ruh lJrı nda bitkisel-lıayvansJI iş levlerin ağır bastığı, kendi lerine erek olarak
yiyip i çmeyi ya da zengin liği, onuru seçen ki�i ler gerçekten mutlu .o lamazlar. Öy
leyse, bazı insan lar ahlak plan ında yetkin leşmeye çalışırlarken, diğerleri kesinlikle
çok a l t bir düzeyde, bitki -hayvan dlizeyinde kal ırlar. B u düşünceler iyle Aristoteles,
sın ıfsal farkJ ı la ş mayı, ah lak (dolayısıy la mutl u l u k) bak ı m ı n dan ortaya koy duğu ay
r ı m la dJ pe k i ş tirmiş o lur .
M u tl u luğu "en.leme uygun olan ruhun etkin liği" olarak tan ı mlaya n ve bunun
bütün bir ya şamı kapsa ması gerek tiğini vurg u layan Aristoteles;o , kişinin erdem ile
mutlu olacağ ı n ı , iyiye u laşaca ğ ı n ı belirtir. İ nsan ın erdemli bir yaşam sürdüre b i l mesi,
her bakımda n uyumlu bir duru mda bulunmas ına, yan i hem ruhsal, hem bedensel
a çıdan yetkin. o l masına bağlıdır. Çünkü erdem, doğal değildir, doğlıştan ortaya ç ık
maz, faka t istençle kazanılan b ir yatk ı n l ı k, bir a l ı ş ka n l ı ktır. İ n sa n da erdemli olan
her şey , onun istençli seçiminden kaynaklanır. Ayrıca insan ın erdem l i olabi l mesi
i çin, doğrunun ne olduğunu kuramsal olarak bilmesi yeterli değ ildir ; ayrıca çeşitli
koşu l lar i ç inde insan doğasına neyin gerçekten uygun düştüğünü görmesi ve bu
yönde bir davra n ı ş ta bulunması gerekir. B ir başka deyişle, art arda erdemli
davran ış larda bulunu larak erdemli bir kişi o lu nabi l i n ir. 5 1
Demek k i erdem, yalnız bilgi edinmek le, erek o lan "iyi''n i n ne olduğunu bil
mekle kaza nıl maz. Burada Aristoteles;in ahlak a n layı şının Sokratesçi çizgiden ayrıl
dığı görül mektedir. Erdem ile bilgeliğin özde ş l iği görüşünü ben i msemeyen Aristote
les'e göre insan, iyinin, doğrunun ne olduğunu bilmesine kar ş ı n , kötüyü, yanlışı
seçebil ir. Erde me u laşmak için bi lgeliğe sahip o l manın dı ş ında, kişinin istencini
eğitmesi , olgunlaş tırmaya çal ı ş ması, kendin i eylemleriyle dengeli bir duruma getir
mesi gerekir. Dengeli d urum ise, bütün a şırı l ı klardan ka çmak, çelişk i l i davran ı şlar
da n , karşıt düşüncelerden sak ı n mak, "orta yol"u ya da " doğru orta"yı bulmaktır.
Birçok Yunan fi lozofu gibi ı l ı m l ı l ığı, ölçülülüğü yüce l ten Aristoteles, iki aşırı ucun,
iki kötülüğün ortasındaki doğru yolun tutturulmasını erdem olarak belirler. Örne
ğin, yüre k l i lik, del ice atı lgan l ı k ile korka k l ı ğ ı n ; cömertl i k savurga n l ı k ile cimriliğin;
adalet, haksızlık yapma ile haksızl ı ğa katlan ma n ın arasında b u l u nan doğru or ta
dır. 5 2 Bu erdemlerden dostl uk ile acla letin üzerinde öne mle dura n Aristoteles, yine
a mpir ik (görgü!) bak ı ş açısıy la, doğru or ta n ı n matem.ı tiksel bir bi çi mde be l irlene
meyccc.� i n i , bunun gürece bir nitelik ta şıdığın ı açı kç:ı dile getirir. Bir eylem iç i n
doğru ort.r n ı n ne olduğunun sa pta nabi lmesi i ç i n , gerek kendisinden böy le b i r tu
tum bekle nen ki ş i nin durumunun, gerekse bunun i çi n de b u lu nduğu koşulların .� öz
23 $
oııüııdc bu l u n d u r u l m.ısı zoru n l udur. Ör neğ i n , bir gün için on mina 5 3 etin fazla, i ki
ı n ina etin .ız olduğu göriişüııdcıı y o l .ı çıkıl.ır.ı k, biitün atletler için a ltı mi11a etin
do�ru ort.ı o l duğu soıı u c uıı.ı v.ır ı l nuy.ıcaktır. Çünkü bu mikt:ır, atletizme yeni b.ış
lamış birisi için fazla, Mil on gibi güçlü bir atlet i çi n ise azdır. 54 Bu b.ı kı md.ın doğru
or ta , her d u r u mda, sağgö rü 'f.l Ja doğru görüş i le belirlenmelidir.
.
İ nsana özgü olan .ıklın biri eylem, tutum (etlıos) , diğeri düşünme (diaııoia)
ol.ırı i k i ayrı özelliği, iki ayrı davra n ış ı v.ı r d ı r . Erdem .ıkl ııı etkinliğ iyle bağlantı l ı ol
d u � u n da n ötürü, burad.ın iki erdem türü ortaya çıkar: Ethik erde mler ile d ia noe tlı il�
.
erdemler. Daha ö n ce görmiiş olduğumuz yiireklilik, cömertl ik, adalet, dostluk, iilçü
llilük vb. ola n e thih erdemler, özyapıyla i lgilidirler ve alışkanl ıkla elde edilirler. Bi
linçle , düşüncey le ilgili olan diaııoe tlıilı erdemler ise, uzun süren bir isten ç eği timiy
le kaıatı ı l ırlar. Bu erd emlerin Ölünü, kura m sa l aklın "iyi" ve "güıel"e uygun davr.ın
ması oluşturur. Bunların i çinde en iistün olan erde m, kişinin kendi iç dünyası i çi n
d e kapalı olarak i şleyen bilgel i ktir (sophia) .
Bu iki tür erdeme koşut olan iki ayrı yaşam biçimi vardır. İ lki , ilk il keleri ve
i
şeyler n su nul neden ini kavrayan anlığın ya da kuramsal (teorik) bilgel iğin erde mi
n i n uygulandığı kendi kendine yeterli, "içe dönük" yaşam biçim idir. " Felsefi" olarak
da adlan dırılab ilecek böyle bir yaşam, kiş iye en yetki n mutluluğu sağlar. Ancak , in
sanlar için bu mutluluğu elde etmek, elde edi nce de onu sürdürmek çok zordur ;
ç ün kü o, t:ınrısal doğanın bir ayrıcalığıdır. Fakat insan, bu nedenle karamsarl ı ğa
düşmemelidir ; kend isinde ki tanrısal yönü, yan i aklını yetki nleştirmeye ve böy lece
en üstün gerçeklerin seyrine yönelik bir yaşam sürmeye çal ışmal ıdır. Aristote'les'in
deyişiyle, " bize , insan olduğumuz bahanesiyle yalnızca insansal şeylerle ilgilenme
mizi ve ölümlüyüz diye ölümsüz şeylerden vazgeçmemizi öğütleyen kişilere kulak
asmamalıyız. Fakat, mümkün o lduğunca kendimizi ölümsüz kılmalı ve bizdeki en iyi
bölüme [ kuramsal akla] uygun bir yaşa m siirebiimek için elimizden geleni yap malı
yıl s s . . .
236
tcd ir. 56 Böylece Aristoteles, Platon gibi , bilgeyi pol isin i çi ne yerleştirir, fakat öğ
retmeninden farklı olarak polisin yöneti m i n i bi lgenin e l lerine bır.ıkm.ız. Bunun te
mel nedeni, bilgenin kuramsal bil.ı.: ilcre, me ta fi zi ğ e y ö n e l me s in e felsefi bir yaşam
,
nın son sayfasında ,. siyaset biliminde izlen mesi gereken y o l u bel irtir 'v e Politika' da
işleyeceği konuları açıklar: " İ lk önce, biLden önceki lt.'rin doyurucu bir biçimde, fa
kat dağ111 1 k ve eksik olanak· söylediklerini ta m.ımlamaya çalışacağız; ardından
çeş itli anayasaları toplayaca gız ; sonra, genel olarak devletlere ve özel olarak farklı
yönetim biçimlerine uygun olan ya da olmayan koşullar ile devletlerin yönetim le
rinin iyi ya da kötü olmalarına yol açan nedenleri saptayacağız. Bu incelemeleri miz,
bizim, en iyi yönetim ile buna üstünlüğünü sağlayan kurumları, yasaları ve görenek
leri belirlememizi olanaklı kılacaklardır."5 1
23 7
Aristoteles, siyasal <lüşünceleri ni Pl.ıton'un tersi ne, spe!.;iil.ıs�;on lara ( kurgula
ra) değil, fal.;at gene l l i !.; le gözleml ere, somut araştırma lar.ı ve kırşılaştırma l.ıra da
yandırmış tır. İ zlediği bu yöntem, onu hocasında n ayıra n en önemli fark olarak gös
teri lir. Fakat Aristoteles, yalnızca, bugünkü anla mda bilimsel olarak nitelendirilebi
lecek bu yöntemi kullanmış deği l dir. Politika, iki eksen iizerine kuruludur; bir ba ş
ka deyişle, Aristoteles, burada birbirinden farklı, hatta birbirine Karşıt olan iki yak
laşım kullanmıştır: Bir ya nda gözlem ve deneylerden yola ç ı karak gerçe k yö ne tim
lerin mekanizmasını siyaseti ahlaktan soyutlayacak denli bi limsel bir biçimde incele
miş, öte yanda felsefi yaklaşıma ağır lık vererek bir ideal de v l e t tasarısı çizmi ştir.
Üs te l ik , gerçekte kişisel beğenileri , terc ihl er i olan varsa y ı m lar ı ıı ı , yan i saplan tılarını
hiç de bilimsel olmayan yollarla kanıtlamaya ça l ı şmış ve i şin içinden ç ı kamadığı
her durumda "doğal " etiketine baş vurmaktan kaçınmamışt ır. Bu nedenle, Aristo
teles' in ideolojik yönü Platon'unkinden h i ç de aşağı ka lmaz. Ayrıca ulaştığı son u ç
lar, bulgular göz önünde tutu lduğunda, Ar is totel es' i n um anlamıyla Platon'un
(özellikle Nomoi'deki Platon'un) olumlu ya da ol u ms u z etkisi al tında kalmış oldu
ğu görülür. Büyük ölçüde bu neden le, yani özgün düşüncelere sahip olduğunu göster
mek i çin, Aristoteles, Politika'n ın bazı bölümlerinde, öğretmeninin yapıtlarını çar
pıtmış ve onu şırf karalamak amacıyla eleştirmeye çalışmıştır. Aristoteles'in Platon'
a yönelttiği eleştirilerin değerini tartışmadan önce, onun genel olara k toplum ile
devlete ilişkin düşüncelerini incelemek gerekir.
1- TopluınW-Siyasal Hayvan
de, ki taplar aynı sır.ıyı i:demck tedirler. Bu ru karşılık, ba şvurdu�unıuz :\larcd Prelot'nun
Fransızca c,:eviris i (Aristote, La politique, Paris, Dcnoel-Gonthier, 1 9 7 7 ) , çok farklı b ir
düzenkmeyle, yalruzc:ı. dört kitaptan ve beş ek bölümden oluş !n:ıkt:ıdır.
60 p
Bu b üliimcle Politika'dan y a ılan alıntılar için ayrıca dipnot verilmeyecek ve a lı nt ı lar ın
yapıt taki yerleri -kitap, bö lüm ve sayfa olarak- bir ayraç _i�·indc !!Üstcrilccc:ktir. Bunlar,
Mete Turn;ay ' uı TLirk�·c çevirisine gönderme yapmaktadır. . .\lmt ıbrda !{encllik l c Tu n�·ay'
ın �·cvi.risiııc sadık kalınmış, fakat �erekli gi;rülcn yerl erd e İn�lit.cc n· Fransızca c,:c ,·irilcr..
claya.ııılarak tarafı mızdan bazı dt:�i � ik l ik lcr yapılmış tır.
238
nün y o l açtığı toplum, belli gl'lişim aşamalarından geçerek son d urumunu .ılır,
yetkin niteliğini kazanır. Toplumun bel li yasalara göre düzl'nlennıesi, belli koşullar
la yönetilmesi, ''devlet" c..le nen daha üstün, karm.ı şık birimi oluşturur. Yetkin dev
let, tiiın insan topluluklarının ereği olan devlet ise, polistir. Aristotcles, tclcoloji k
görüşünü sürdürerek, devletin amacın ı Politika'nın hemen ba şında şöy ll' aç ıklar:
"Kendi gözlemlerimiz, bize, her devletin iyi bir a maçla kurulmuş bir topluluk ol
duğunu söyler. ' 'İyi" diyorum, çünkü bütün insanlar eylemlerinde iyi saydıkları şeyi
elde etmeye çalış ırlar, gerçekten. Öyleyse, bütün topl ufuklar şu ya da bu iyi şeyi
a m aç l ad ı k l arın a göre, toplulukların en üstünü ve hepsini ka psayanı da, en yüksek
iyi'yi amaç edinecektir . Bu topluluğa, devlet ya da siyasal toplum denir." ( 1, 1 , s. 7)
Daha önce de görmüş olduğumuz üzere, insan için en üstün iyilik m'utlul uk
tur. M utluluk ise, yetkinliği, bir ba şka deyişle kendi kendine yeterli olmay ı (a ıılar
keia) gerektirir. Oysa doğa, birey olarak insanı ·bu yetiden yoksun kılmıştır. Bu ne
denle, insanı n , iyi bir yaşam sürebilmesi, mutlu olabil mesi için, özünü, gerçek doğa
sını gerçekleştirebileceği Rendi kendine yeterl i bir birim olan devletin, daha doğru
su polisin içinde bulunması, doğal b ir zorunluluktur. Nasıl meşe palamutunun bü
yüyüp meşe ağacı olması doğal ise, insan doğasın ı n yetkin biçimine devlet içi nde
varması da, o denli doğa ld ır.6 1 Bu bakımdan, "insanların birbirlerinin yardım m ı .
aramaya gerek duymadıkları zaman bile, birlikte yaşamak için doğal bir istekleri
vardır." ( i l i, 6, s. 79) Ç ünkü devlet, insanın kendine özgü yetilerini ge liş tir eb i leceği
tek ortam olarak, gerek topluma, gerek bireylere iyi, mutl u bir yaşam sağlamayı
amaçlar. Aristoteles'in deyişiyle, "devletin amn;ı, yalnızca yaşamayı o la nak l ı kıl:
mak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı, ... iyi bir yaşamı kurmaktır... İyi yaşam de
mek, mutlu ve soylu yaşamaktır. Öyleyse, devlet denen siyasal toplum, yalnızca bir
arada yaşamak için değil, soylu [erdemli] eylemlerde bu lunabil mek içindir." ( 1 1 1 , 9,
s. 83-85)62
Devlet, kendisini oluşturan parçalardan , yani bireylerden, ailelerden, kurum
lardan bağımsız bir bütündür, doğanın yarattığı canlı bir varl ıktır. Aristoteles'e gö
re, de vletin hem doğal, hem de bireyden önce olduğu apaçı ktır. Çünkü, nasıl bir
"
parça bedenden ayrıldığı zaman tümüyle kendine yeterl i o lmazsa, birey de tıpkı öte
ki parçalar gibi bütünle ;tynı ilişki içindedir." ( 1, 2, s. 1.0) Böylece Aristoteles, top
lumu bir canlıya, bir bedene benzeterek "organizmacı toplum" görüşüne ulaşır - ve
toplumsal parçaların , sınıfların, tıpkı bir bedenin elleri, ayakları gibi , farklı işlevlere
sahip ol maları gerektiği düşüncesini ortaya koyar. Devlet, bireylerden, ailelerden
oluşması nedeniyle zaman bakımından onlardan sonra gelmesine karşın, öz bakı
mından, doğaca onlardan öncedir ; tıpkı meşenin palamuttan önce olması gibi. Bi-
239
reyler, Jileler, to pluluklar, devlette ereklerine, dolJyısıy l.1 cloğJ larına ulJştıklJrı
i ç i n , devletin önceliği vardır. Demek k i bi re y i n b i l i n ç l i ki şiliği, to plumsa l -siy.lsa i
kunı mlJrın neden i deği l , fakat ürlinlidlir.eı .ı Bir ba şka de y i ş le i n sa n , polisin bir üyesi,
yan i bir yurttaş (polites) olara k kişiliğini ııeliştirir doğas ını gerçek leştirebil ir.
İ nsanda to plumsa l yaşama doğru doğal bir e.ğ i l i nıin bu lunmas ının neden i ,
o n u n Jkla sahip bir yaratı k olarak ada leti, hukuk lizerin� kurulu bir toplumu, kısaca
siyas.1 1 yaşa mı arzulamasıdır. Bu a ma çlJ i n sa n do ğad.r n d i l i , a n f J m f ı kon u ş ma
,
yetisi n i almı ştır. Kon u şma sayesinde, insan lar arasında toplumsal-siyasal il işkilerin
kurul ması müm kün olmuştur.64 Çünkü ya l n ılca dil, yararlı ve zararl ı olan ın, doğru
ve yan lışın bildiril mesini olanaklı kı lar. Öyleyse, " insa n la öteki hayva n lar aras ında ki
gerçek ayrı l ı k , yalnız insan ların iy i ile kÖtii'yü, doğru i le yanlış\ haklı ile haksız'ı
sezebilmeleridir." (1, 2, s . 1 0) İ ş te insanlar, bu konu larda ortak bir görüşü paylaşa
bil dik leri, değerlere ortak anlamlar yükleyebildikleri içindir ki, aileyi ve bumın öte
sin de d e polisi meydana getirebilmişlerdir. Bunda n dolayı , Platon' da olduğu g i b i
Aristoteles'de de, ahlak i l e siyasetin -en azından i lke olara k - birbirlerinden ayrıl
maları söz konusu deği ldir : Devlet, ah laksal var l ı k lar olan insanlardan kurulud ur ve
( daha önce görmüş olduğumuz üzere} bunların erdemli, mutl u bir yaşam sürmelerini
kendine a maç edinmi ştir. Bu yönüyle devlet, ahlaksal bir organ izmadır, dolay ısıyla
bilin ç le donatı l mı ştır.
Bununla birlikte, Aristoteles'in bu konuda kesin bi r yargıya varmış old uğu
söylenemez. Çün kü Aristoteles, özel yaşam i le ka musal yaşamın aynı erdemi i çerip
i çermediği ya da iyi insanın erdemi i le yurtt.ışın erde m i n i n aynı olup o l madığı soru
n una, karşıt iki yanıt getirir. Bir yanda, " insan ların, ister bireyler olarak ister bir
devlet olar.ık hareket etsinler, amaçlarının aynı olduğu a pa ç ık b u l unduğuna, en iyi
adamla en iyi anayasanın da aynı ayırıcı [ahlaksal} özelli kleri ta şıdığına" (Vll, 1 5,
s. 224) dikkati çeker. Öte yanda, "iyi bir adamı iyi kılan i y i l iğe sahip o l madan da
iyi ve ciddi bir yurttaş olu na b ileceğin i " ( 1 1 1 , 4, s. 74) belirtir. İ l k bakışta, burada
bir çelişki olduğu görülmektedir. Fakat gerçekte, birinci durum ideal devletle, ikin
ci durum ise genel olarak devletle ilgilidir. Aristoteles, sosyoloj i k yaklaşımına uygun
olarak ah laksal bir göreciliği kabul eder: Farklı anayasalarda ki y urttaşların erdemi
nin aynı o l ması olanaksızdır. Buna karşılık, iyi bir i nsanın erdemi, koşullara ba ğ ı m l ı
değ i ldir, yalnızca t e k bir anayasaya, en yetkin olanına u ygun düşer. B u bak ımda n ,
ideal poliste ah laksal i l e siyasal erdem arasında bir çelişki söz konusu olamaz. An
cak bu durum, b u devlette bile ah laksal açıdan h i ç bir göreciliğin bul unmadığı an la
m ına gelmez. Daha sonra göreceğimiz üze re , ideal devlette (her ne kadar ahlaksal
tutum -ethos- değişmez ise de) yurttaşları n fark l ı iş levleri olmas ından ötürü, farklı
siyasal erdemler ortaya çık maktadır. 65
Yeniden genel o l;ıra k devleti e le aldığı mızda, bunu oluşturan öğelerin e n ufa
ğ ın ın birey, birey in içinde yer aldığı en küçük birimin ise aile olduğu görülür. Ai le,
63 IabrouSse, s. 7 l .
li -l- Gcrard :\lairct, Le• doctrincs du ııou•·oir, l'aris, İdC'ı:s-Calliınarcl, 1 y.; ıı , s . -!!:!.
65 Rogcr Labrousse' u ıı (s. 73) ela bclirttii:;i üzere, yüııctimde bulunan yurtta�ın crclcmiııin,
yiinetilcn yurttaşınkindcn daha üstün ve daha ye t ki n olması zorunl udur.
240
insanların günlük gereksinimlerini karşılamaya yeterli bir birimdir; fakat bunun üte·
sindeki gereksinimleri karşılayamaz. İ şte bu yüzden günli.ik gereksinimlerin ötesinde
bir amacın gerçekleştirilmesi için, ailelerin birleşmesiyle köy oluşur. Küylcrin bir
araya gelmesiyle de yetkin toplum biçimi olan devlete ( polise) geçi lir. Devletin te
melinde yatan ailenin, aile yönetiminin incelenmesine büyük önem veren Aristote·
les, ailede üç çeşit "hükmetme-boyun eğme" ilişkisi saptayıp, bunların üç yönetme
türüne karşılık düştüğünü vurgulayarak, toplumun yönetenler - yönetilenler şeklin·
de bölünmesinin doğal"olduğu savına ulaşır.66
Eiitsizlikçi . bir yapıya sahip olan ailenin içerdiği üç ilişkiden ilki, baba ile
çocuklar arasındaki ilişkidir. Aklı yaşa bağladığı görülen Aristoteles, yaşlı (erkek)
kişilerin, çocukları ve hatta yetişkinleri yönetmesini savunur. Babanın, düşünme ye�
tisi henüz gelişmemiş ya da yeterli düzeye ulaşamamış çocukları üzerindeki otorite
si, kralın yönetimine benzemektedir. Ailedeki karı-koca ilişki leri de hiyerarşik bir
bi çimde düzenlenmiştir. Aristoteles, dönemindeki yaygın kanıyı benimseyerek, er
keğin kadından daha üstün olduğunu belirtir; bir anlamda erkek amaç, kadın araç- ·
tır. Kadın özgürdür, hatta bazı konularda hak süjesi (öznesi) olabilir, fakat aklını
işletemez. Bu nedenle· kendisi üzerinde "bir devlet adamının siyasal yönetimi" ( 1, 1 2
s. 26) gibi bir yönetim kuran kocasına boyun eğmelidir. Bu bağlamda, kadın-erkek
6fi '' Birinin l:ıuyrıık vermesi, bir baş kasınİn ise itaat etmesi olgusuna ilkece ka111 konamaz;
,
bu hem zorunlu hem de faydalıdır. Bütün varl ıkl ar henüz doğdukları anda, birilerinin
yöiıctmek, di�erlcrinin yünetilmdt için yaratılmı� olmal:ırı riedeniyle hirl:ıirlerinden ay·
nlırlar (1, 5, s. 1 3).
."
24 1
almayan bir kimse" ( 1 , 5, s. 1 4} olduğunu kabul etmek zorunda kJlır. Bu yüzden
köle de ahlaksal bir varl ı kt ır ; ancak erdemi, efendisine i taat ederek ona en iyi şekil
de hizmet etmektir_
Aristoteles, köleliğin, doğallık savı ile doğrulanmasının mutlak bir nitelik ta
şımadığının, dolayısıyla hiç de inandırıcı olmadığının bilincindedir. Bu nedenle, ba
zı kölelerin özgür insan bedenine sahip olduklarını, buna karşılık bazı özgür insanla
rın ise köle ruhlu ki şiler olduklarını açıklamak zorunl uluğu duyar. Böylece, kal ıtı
m ın köleliği belirleyen kesin b ir ilke olmadığını kabul eden Aristoteles, bir başka
kölelik türü olduğunu belirterek bu kuruma yeni bir temel kazandırmaya girişir.
"Yasa lardan ya da uylaşımlardan ileri geldiğ ini " ( 1, 6, s. 1 5} söylediği bu ikinci kö
lelik biçimi, büyük ölçüde bazı Sofistlerde görülen güç lün ün hakkı" düşüncesine
"
dayanmaktadır. Doğal ' kişilikleri gereği Yunanl ıların özgür, barbarların köle ruhlu
.
oldukların ı savunan. ( 1 1 1 , 1 4, s . 97) -ve bu nedenle İ skender'in Yunanl ılar ile Asya
halklarını kaynaştırina politikasına karşı ç ıkan- Aristoteles, köle ruhlu uluslara kar
şı açılan savaşlarda tutsak edilen kişilerin köle yapılmasın ın yasal ve haklı olduğunu
açıklar ( 1 , 8, s. 1 9) .
Kavrayış yetisi olması bakımından hayvandan ayrılan köle, efendisinin mal ı
dır, efendisinin mutluluğa, yetkinliğe ulaşmak için kullandığı bir araçtır. Aristote
les, kölelerin konumlarını daha kolay kabul edebilmelerini sağlamak için, bu kişi
lere çok katı davranılmamasını salık verir ve bunun hem efendinin, hem kölenin
yararına olacağını bildirir. İdeal devlet betimlemesinde ise daha da ileri giderek, "bü
tün kölelere, ileride bir gün ödül olarak özgürlüklerine kavuşabilecekleri umudu"
( V l l , 1 0, s. 2 1 4) verilmesini öğütler. 6 8 Bu anlayışın doğal k ölelik öğretisiyle bağ
daşmadığı açıktır. Gerçekt� kölelik kurumu ne doğadan, ne de uylaşımdan kaynak
lanmaktadır; bunun nedeni ekonomiktir. Aristoteles'in aşağıdaki sözleri, bu gerçeği
ortaya koymakta ve getirdiği kanıtların ideolojik i çerikli olduğunu açığa çıkarmak
tadır : " Dokuma tezgahının mekiği kendiliğinden gidip gelse, lirin mızra�ı kendili
ğinden çalsaydı, o zaman ne yapımcıların işçiye gereksinmesi olurdu, ne de efendi
lerin köleye." ( 1, 4, s. 1 2)
Aristoteles'e göre , köleler olduğundan dolayı, yurtta şların bedeni bozucu, ru
hu alçaltıcı işlerle uğraşmamaları mümkün olmuştur. Savaş zamanı askerlik yapan
yurttaşlar, kölelerin onlara sağladığı boş zaman sayesinde, barış döneminde felsefe
ve siyasetle ilgilenirler ve böylece özgür kişiler olarak doğalarını gerÇekleştirebilir
ler. 6 9 Devlet yurttaşların toplamı olduğundan ötürü, yurttaşın tanımlanması büyük
68 Aristotelcs, vasiyrtnamesinde, birçok kölesinin \'e bunların yetişkin yaşa gelen çocuk
larının özgür kılınmasını istemiştir. (Diog�ne Llierc e, 1, s: 233-l?34).
69 J•·an-Jacques Rousseau, Toplum Sözlcşmesi'ndc (kitap lfl, Bö lüm 1 5 ) ; Eski Yunan'daki
yurttışlann özgürlüğünün kölelik kurumunun varlığına baKlı olduğun u açıklar: " E�ki
Y unan'da halk, yapması gereken i.ş leri kendisi yapar, .sürekli meydanda toplanırdı. .. Kc·
sinlikle aç gözlü de�ildi, işlerini kölelere. gördürürdü, en büyük sorunu ö:r.!(ii rlüğüydü. ..
Ya. demek ö;ı:ı,.\irlük :ıncak kölelik sayesinde korunabiliyor, öyle mi? Be lki. İki aşın uç
birlqir."
242
önem k.ıı.ınır. "Yurtt.ış , yargıya ve otoriteye k.uılan, yani ya s.ı l, si yas.ıl ve yünetscl
görevler .ıl.ın y.ı d.ı .ılm.ıy.ı hak kazanan kişidir." ( 1 1 1, l, s. 70-71 ) Yur tta ş l.ı r ın bir
leşmesiyle olu �.ın devlet ( polis), bu anlamda bir birliktir. Ancak bu birliğin , bütün
yur ttaşları tek boyuta indirgeyen mutlak bir nitelik almaması gerekir : "Besbelli, aill'
de oldu.� u gibi, devlette de bir miktar birlik olması gerekir, fakat bu muti.ık bir top
tan birlik deği ldir. Öyle bir nokta gelir ki, birliğin artmasının sonucunda ı.levlet , ya
biisbütün orta dan kalkar, ya da yok oluşuna i ki adım kalan aşağı bir siyasal toplum
lorıtınıuna iner; bu durum, tıpkı müzikte uyumun bir tek sese ya da rit m in tek bir
vuruşa indirgenmesi gibidir. " ( i l, 5, s. 39) Y urt ta şlar, birbirlerinden ne kad.ır ayrı
ol ursa olsunlar, oluşturdukları anayasanın güven liğini hedeflerler. Bundan dol.ıyı,
hepsinde "hem yönetme, hem yönetilme bi lgi ve yeteneğinin olması gerekir." (111 ,
5, s. 76) Demek ki yurttaşın iyiliği, özgürlerin özgürler tarafınd;ın yönetilmesidir.
Aristoteles, bedeniyle çalışanla'r ın, zanaat ve ticaretle uğraşanların, bu bilgi ve ye
teneğe sahip olamayacakları için, yurttaş yapı l mamalarını s.ı l ık verir. Erdemini ge
liştirebilecek boş zamanı olan bir kişi (yurttaş) i le yaşamını para kazanmaya harca
yan bir tüccar eşit değildir. Oysa, "bir devletin yönetimi, özgür ve eşit insanlar üze
rinde bir yönetimdir." ( 1, 7, s. 1 6) De"1ek ki, siyaset yapan, siyasal yaşama katılan
insan, tam anlamıyla özgür o lan insandır. 70
Aristoteles, devleti ayakta tutan "orta direğin " ( 1 , 2, s. 1 0) adalet olduğu dü
şüncesindedir. Bu yüzden, "devlette amaçlanan iyilik adalettir, buysa bütün toplulu
ğun iyiliği için olandır" ( 1 1 1 , 1 2, s. 91 ) yargısında buh.ınur. Devlet, yalnızca .ıdaletin
gerçekleşmesini sağ layan bir araç değil, aynı zamanda onun canlı bir örneğidir. Bu
bakımdan adalet, devlete içkindir ve siyasal yaşama etkin bir biçimde katıl.ın birey
tarafından ortaya konur. 71 Ethika Nikomakheia'nın 5. kitabında ele aldr�ı ahlak
anlayışını burada. da sürdüren Aristoteles, adaletin, her şeyden iince, kişist'I özellik
lere ve yeteneklere göre, her kişiye hakkettiğinin verilmesi olduğunu .ıçıklar. Bir
başka deyişle, eşit olanlar arasında eşitlik ve eşit olmayanlar arasında da eşitsizlik,
adalettir. Görüldiiğü üzere Aristoteles, Platon'un Nomoi'de ortaya koyduğu iki tür
eşitlik �nlayışını tümüyle benimser. Büyüklük ya da nicelik bakımından eşit ve aynı
olanı "sayısal eşit", değerce eşit olanı da "oranlı eşit" olarak adlandırır. (V, 1 ,
s. 1 42.1 43)
Bir devlette adaletin gerçekleşmesi, haklıyı - haksızı belirleyen ve aklın ifade
si olan yasanın egemen kılınıp ona uyulmasına bağlıdır. Aristoteles, hukuk devleti
anlayişını getirerek, yasanın egemen olmasını, yurttaşlardan herhangi birinin ege-
,\ yrıca J.J. Rousseau, yine aynı y ap ıtın da (kitaı> 1, bil lüm 2), Arisıotclcs'in doğal
külclik iiğrctisini, onun sonucu neden olarak :ıldııi;ııu söyleyerek c;üriitiir: ",\ristotcks
haklıydı, ama so n uc u neden olarak kabul ediyordu. K<;lelik içiııclc doj\an her in san ın kii·
lelik i.;in dünyaya ı.:cldii:i, kesin bir .ı:er ç ck t ir... E ıi;er d o iia da n küldcr varsa, hu, onların
doğaya aykın olarak küle yarılmış olınalırından dolayıdır. İİk ki i lc lcri kük yaı ıaıı bha
gfü; sc:, onlan kiilcliktc ıutaıı korkaklıkları ohnu) tur. "
Bakını:t: J c:ın-Jacııucs Rousscau, Du conlrat 'ocial, Paris, E di t i o ns C:ırrıi.·r hrrcs, .
1 95-1. s. 303 ve s: 2 37 ( Ved�t Günyol'un Türkçe ÇC\irisi: Toplum Siizleşmesi, İsı;ınbu�
Adam Yayınlan, 1 982, s. 1 1 1 ve s. i li). .
70 Aristoıelcs'c giirc s iyasal katılım, Yunanlılar i l e l;ıarbarları lıirhiriııdcn ayıran iincınli bir
ülçiit olarak bclirmc:ktc:dir.
71 rasscrin d' Entrevı.-s, s. 203.
241
men ol masına yeğ tutar. Çünkü, "Yasa ' n ı n egemen o l mas ı n ı isteyen, ba şka h i ç bir
şeyin değil, yalnız Tanrı 'nın ve A k ı l ' ın egemen ol mas ı n ı istiyor demektir; bir insanın
ege men liğini isteyense, bir vahşi hayvanı i ş i n i ç ine sokm aktadır; çün kii insanların tut
k u la r ı b ir va hşi hayvan gib idir ve gü çlü duygular y öneticiler ile insan ların en iyi lerini
b i le yoldan ç ı karır. Yasada, tutkuları o l mayan a k ı l b ulunur." ( 1 1 1 , 1 6, s . 1 03)
Öyleyse, yasa da tıpkı polis '_g i b i doğa l d ır. Fakat po zi t if yasa lar, farklı devl etlere
göre farklı b i ç im ler al ırlar. Bu ba kımda n , kötii bir devlette iyi , adalete uygun yasa la
r ı n o l ması olana ksı z d ır ; buna kar ş ı l ı k iyi b ir devletteki yasalar, zorunlu olarak iyi dir
ler. Üstelik iyi bir devlette, devlet adamının a kl ı , y önettiği topl umun yasalarında di
le gelen a k ı lda n ba ğ ı msız olamaz. Bununla birlikte Aristoteles, Politikos'un Platon'
unu a n ı msatır bir b i ç i mde ve y � karıda söyled i k leriyle çelişkiy e düşmekten çeki n
meksizin, iyilik ve yetenek bakımından s o n derece üstün o lan ( y a n i ta nrısal nitel i k
l l·ri buluna n ) kişi lerin yasalarla bağ ı m l ı o l madık ları n ı vurgu lar. ( 1 1 1 , 1 3, s. 94) Buna
ba ğ ı m l ı o larak da, yine Platon'u andırırcasına, her kişinin kendisine düşen iş leri ye
r i ne getirecek u ygunlukta olmas ı ri ı ve a k l ı n bedeni yönettiği gibi, topl umda da akı l ! �
b i lge kişi lerin t u tk ulara bağlı insan ları yönetmesini savun ur. ( 1 , 5, s. 1 3; 1 1 1, 4, s . 75)
Aristoteles, gerek Alaeddin Şene l ' i n belirttiği gibi Plato n 'un düşünceleri etki
si alt ında kal maktan bunalmış olduğundan 7 2 , gerek siyasal düşüncelerinin özgünlü
ğünü "kanıtlamak" istediğinden; öğretmen i n i n siyasal düşünceler i n i eleştir meye gi
rişir. Böylece ondan ne kadar far k l ı düşündüğünü, onu kopya etmediğini göstermek
ister gibidir. Aristoteles, eleştiri lerini yönelttiği Devlet i le Nomoi diyalogları aras ı n
da k i öne mli farkları ve bu iki yapıtın da birer "idea l devlet" taslağı içerdiğin i , dola
yısıyla kurgusa l n itel i k ler taşıdığını görmezlikten gelir. B u d i yalogları bir bütün ola
rak ele a l ı p çözüml eyeceği yerde, bunların orta ya koymuş oldukları bazı düşüncele
_
ri, bazı kuru msal projeleri bütünden soyutlayıp, dönemi ndeki koşullar doğr ul tusun
da değerlendirip yargılar. Kısacası, Sabine' i n deyi şiyle, eleştirileri gen i ş çapta ayrın
tılarla ilgi l i dir ve her yerde şaşkı nl ı k yaratacak den l i yan l ı ştır. 73
Aristoteles ilk önce, Platon'un Devlet'te ( koruyucu lar sınıfı i ç i n ) a i leyi kal
dırmas ı n ı ve kad ın -çoc u k ortakl ı ğı getirmesini şi ddetle eleştirir. Z.a manındaki he
men hemen bütün k urumları doğal olara k kab u l etme e ği l im inde olan Aristoteles'e
göre, a i le de doğal bir k urumdur ve devletin teme l ini o l uşturur. Bu yüzden, kad ı n
lar i l e çocukların ortaklaşa tutulduğu yerde, kimse çocuk lara önem vermez ve in
şanlar arasındaki akraba l ı k i l i şkiler i yok olacağından dost l uk bağları da zay ıflar. Yö
neticiler arası nda güçlü bir dostluğun b u l u n ma ması ve bu nedenle dayanışma duy
gusu n u n köre l mesi sonucunda, devletin varlığını sürdürmesi hemen hemen olanak
sızla$ır. Oysa b i l in diği üzere, Platon , aile k urumunu y ı karak koruyucular sınıfını tek
bir a l ie yapma k ta ve böylece koruyucu lar arasındaki dost l uğu, daya n ışmayı, k ısaca
244
birliği güçlendir meyi a maçl.ı ıyıakta yd ı. Ayrıca Aristoteles, Pl.ıton' ı ı , koruyucular
ile üreticiler arasındaki çocuk aktarımının nasıl olacağın ı yeterince a ç ı kla ma m ı ş ol
makla da eleştirir. B u doğrudur. Fakat Platon un s ı n ıfl ar arası geçi şkenliğe ideo
' , .
lojik bir i şlev yüklediğ inden ötiirü, bu sorun u bil� bile kar.in l ı kt.ı bırakmayı yeğle
diği aııla ş ı l m.ıktıdır.
Aristoteles, Devlet 'e ilişkin e n önemli eleştirilerini ortak mül ki yet konusu
üzerinde yoğunlaştırır: Kad ı n ve çocukların ortak mülki yeti gibi mal ların, toprak
ların da orta k mülkiyeti doğal değ i ld ir. Doğal olan bencil liktir ; her kişi bireysel
olarak sa h iplen mek ister ve sa h ip lendiği öl çüde mül kiyeti altında b u l una n şeyle
i lgilenir . Oysa, "sahiplerin sayısı çoğaldı kça, ma l-mülke göster ilen i lgi az.ı l ır. İ n
sa n lar , ken d i lerinin olan şeylere ortaklaşa sah ip oluna n şey l er den da h.ı ç o k özen
gösterirler ; k.ııııu mülkiyetini a nca k kişisel olarak etki lendi k leri (onda n bir şeyl er
bekledikleri) öl çüde kol larlar. Öteki nedenler bir yana, ona bir başkas ı n ı n bakmak
ta olduğunu düşün mek, savsak lamalarına yol a ç.ır. " ( 1 1 , 3, s. 34) Bireysel mülkiyet
içgüdüsünün körletilmesi ve özel mülki yetin yok edilmesi , ( Pl.ıton'un düşündüğünün
tersine) toplumsal dayanışmaya yarar l ı olmadığından başka, k ıskanç l ıklar ı n , ç.ıtış
m alar ı n doğmasına neden o l ur. Bazılarının çok, bazılarının az çalışmasına karşın ,
herkesin eşit yarartanmasından dolayı hoşnutsuzluklar belirir. 74 Bunda n ba şka,
"arkadaşlara, ta n ıd ıklara ver mek , yardım etmek, yabancıların s ı k ın t ılarını hafiflet
mek çok b üyük bir hazdır ve i ş t e bunu da, ancak kendi malı-mülkü olan biri yapabi
li r ( 1 1, 5, s. 38) diyen Ar i st o teles, ortak mü l k i y e t in kişiyi böyle bir hazdan, böyle
"
bir doyumdan yoksun bıra ktığını belirtir. Dahası, her şeyin ortak olduğu bir top
lumda, cinsel tutkuda kendi kendini t utma ile kendi ma lından cömertlik olan iki
erdemin ortadan kalkacağı için de hayıflanır. Oysa, bir g özle mci olan Aristoteles,
erdemlerin, değerlerin, kurumların, toplumdan topluma deği şi k l i k gösterdiğ inin
bilincindedir. Öyleyse, özel mülkiyetin bulunmadığı, para ekonomisinin olmadığı
bir toplu mda, cömertlik diye bir erdemin hiçbir anlamı olamayacağını acab.i neden
kendisine so rm amıştı r ?
Aristoteles, m ü l k i ye te ortaklaşa sahip olmanın i çi n d e ta şıdığ ı güçlükler den
söz ettikten sonra, ken di mü l k iyet anlayışını getir ir: "Mülkiyet bir noktaya kadar
ortaklaşa tutulmalı, a ma genel ilke özel sah i p l i k olmalıdır .. . Herkesin ken di mülki
yeti vardır; o, bunların bir bölümünü kendi ya k ın çevresine (ev ha l k ı na) açar, bir
bölümünü de başkalarıy la ortaklaşa kullanır." ( i l, 5, s. 37) Bu, ortak yarar için kul
lan ı la n özel m ülkiye tti r Aristoteles'in kendine özgü bir· düşünce olarak sunduğu bu
.
245
n.ın Aristotclcs, iiretimin y.ılnız tarıma ve h.ıyv.ıncıl ığ.ı d.ıy.ılı o l du ğ u "dog.ı l d;on o
miye" geri dönülmesini sa l ı k verir. 75 B u sistemde yüriitii len, geçimi s.ı ğ l .ım.ıy.ı ve
doğal gereksi n i m leri k.ırşıl.ı nıay.ı yönelik ekonomik değişimi (oil:onomi) öwr; huna
k.ırşılık, kar a macı güden ve sümürüyü i ç ere n p.ır.ıya d.ıy.ı l ı di ğ er drnnomik dc�i 1 i
m i (kre matistik) y e re r ( 1 , 8-1 O)
Aristotelcs, Platon'un ortak mülkiyet ve k.ıdın-çocuk ort.ıkl ı.�ı ile .ı�ırı birl i�i
.ım.ıçl.ıdığmı söy ley ip, birliğin artmasının kötü son u ç lar vereceğini ileri sürer. Ona
göre, Devlet'te Sokrates'in koyduğu " D e vle tin ol.ıbi·ldiğ ince birlik ol ma s ı , en iyisi
dir" kuralı, doğru .-değ ildir. Devletin birli ğ i , far k l ı i n sa nların daya n ı ş ması ii zerine
kurulabil ir. "Çünkü, devlet ya l n ızca in sa n l ardan o l u ş m.ı_z , a yr ı ayrı i nsa n l.ırda n mey
da n a gelir; hepsi b ir biri n i n aynı olan i n s.ı nla rl a bir devl et yapılamaz." ( i l , 2, s. 32)
Fakat, da h a sonra Aristoteles, kurulabilecek e n iyi d e v l et i n benzer k i ş i l erden o l uş·
ması gerakti ğ i ııi a ç ı k l a y ara k , savunduğu bu ilk görii ş le çelişkiye diişııı ü ş o l ur. Aris
toteles'iıı getir d i ğ i b ir başka eleştiri de, Plato n ' u n i nsan ların a h l.ıksa l ya p ı l ar ı n ı el-.o
nomik önlemlerle düzeltmeye ka lk ı ş mış ol masına i l i şki ndir. Bu konu da ki kendi ;.( Ö ·
rüşünü, "mülkiyetten çok insanların isteklerini eşit leştirmek gerekir, b u '> s a ancak
yasalara uygun yeterli bir eğitimle sağlanabilir" ( i l , 7, s . 46) diyerek dile gt'tirir. Oy
sa Platon'un eğitime ne denli büyük bir önem verdiğini tartış maya bile gerek yok
tur. Aristote les, öğretmeninin "yönetimlerin döngüsü kuramına" değ indiği bölüm
de (V, 1 2, s. 1 76-1 77) ise, bu kuramın güttüğü amacın olgusal bir tarih ar a şt ı r ması
değil, psikolojik bir i nceleme olduğunun hiç de farkında görünmez ve bu yüzden
eleştirilerinin h i ç b iri hedefine ulaşamaz.
Son olara k, i lle de Platon'un siyasal düşüncelerini çürütmek isteyerı Aristote·
les, Devlet'i ve Nomoi'yi çarpıtmaya ve bazı şeyleri anlamamış görünmeye k.ıd.ır
varır. örneğ i n , Devlet'teki "çiftçi lerle zanaatkarları n yönetimde hiçbir payları ol
mayacalC: mı? Bunlar silah taşıyacaklar mı , taşimayacaklar mı?" { i l , 6, s . ..J1 ) gibi
yanıtları diyalogun i çinde bulunan gereksiz sor ular sorar. Nomoi ile i lgi li ol.ırak ise
Platon'un "doğumların ve çocukların sayısı n ı sınırlamadığı, . . . en iyi anayasanın
demokrasi ile tiran lı ktan birleştirilmesi gerektiğini be l ir tt iğ i , ... mec l i s üyesi ol ma ve
devlet görevlilerin in seçiminde oy verme yükümlülüğünün ya l n ız ve y a l n ız zengin
yurtta şlara veril mesi ni kabul ettiği" ( i l , 6, s. 41 -45) g i bi h i çbir ger çeğe u ym a y a n
s.ı p ta m.Jlarda b u l unur. Bütün bu eleştirilerine ka r ş ı n , Aristoteles, gerek ideal devlet
betimle·mesinde, gerek ortaya koyduğu bazı "gerçek çi" bulgularında, Pl.ıton'dan
yararlanmak. zorunda kalmıştır.
3- Siyasal Yönetimler
Aristotclcs, Pl.ıtoıı ' un benimsediği tek bir devlet ide<lli g örüş ün ii kJ bul etmez.
Çiinkü devle ti. o l u "j turan insanlar her yerde a y nı deği llerdir , ayn ı erdeme �J h i rı o l nu -
1.m ol,ma ksı zdır; ,ı y rıca a nayasaların o l u ş umuııcl.ı bel irleyici e tkileri o l.ın psi!.. o l o j i !.. ,
ekonomik , çevrc�cl , vb. !.. o ş u l lar, bir devletten bir başk.ı devlete bii�ük fJrl-. 1 ı l r!.. 1.ır
1-Uı
gösterirler. Varolan devletlere bakıldığı zaman, çeşitli nedenlerden ötürü, insanların
farklı anayasaları benimsedikleri, farklı yönetim ler kurdu1'1.ırı görüliir. Bu ba kım
d.ın, h i ç bir yönetim biçiminin tüm toplumlar için " i y i " y a da "kötü" olduğu söyle
nemez. Her halka uygun düşen bir yönetim biçi mi vardır: "Bir halk, üstün iyilikteki
bir kra l l ı !..; ailesin i devletin önderleri diye doğal olarak kabul edecek türden bir halk
s.ı , o halka krallık yönetimi uygundur. Bir halk, siyasal görevler için gerekli yetenek
ve erdeme sah i p buluQmakla kendileri önder olan özgür kimselerce yönetilebil irse, o
halka aristokratik yönetim uygundur. Politeia (yurttaş-yönetimi) i çi n ise , ha lkın
biraz savaş yeteneği olmalı ve mali bakımda n varl ıklı olanlara, bir l i y a k a t temel ine
göre, devlet görevlerini dağıtan bir yasa uyarınca, sırayla yönetebilmeli ve yönetile
bilmelid ir. " ( i l i , 1 7, s. 1 05)
Demek ki, siyaset bi limci ya da devlet adamı, mutlak olarak en iyi devletin ne
olduğunu bi lse de, köktenci (radikal) tutumun büyüsüne kendini ka ptırmadan ger
çekçi bir yaklaşımla , gözlerini ilk önce varolan devletlere çevirip onlara yardım et
meye çalışmal ı, hangi anayasanın hangi halka uygun olduğunu araştırmalıdır. "Ge
rekli olan, halkın kabul -edeceği, sonra da sahip olduğu şeylerden ve içinde bulun
duğu durumdan hareketle işletebileceğine inanacağı bir yönetim sistemi getirmek
tir. Çünkü, varolan bir anayasayı düzelterek ayaklarının üstüne dikmek, yepyeni bir
anayasa yaratmaktan daha kolay değildir." ( i V, 1 , s. 1 1 0) B u gi;irüşleriyle reformcu
bir çizgide bulunduğunu kanıtlayan Aristoteles, bu düzeltme işleminin (reform la
rııı) gereğince yerine getirilebilmesi için, anayasa çeşitleri üzerinde derin bir bilgiye
sahip olunmasının zorunlu olduğunu açıkça vurgular. Ancak anayasaların sa yısının
_ ve birbirlerinden farkların ın bilinmesi ile, her ülkeye hangi anayasa çeşidinin uygun
olduğu saptanabilir ve buna uyan yasalar yapılabilir. Bu bağlamda, kuramsal soyut
lamalardan da kaçın ılması gerektiği ortaya çıkar. Örneğin, "aynı yasaların bütün
ol igarşi ler ve bütün demokrasiler için iyi olması olanaksızdır, çünkü gerek oligarşi
nin ve gerek demo krasinin her birinin birden çok biçimi vardır. " ( i V, 1, s. 1 1 0)
Deği şik yönetim bi çimlerinin olması, halkların birbirine benzemeyen psikolo
jik-siyasal eğil imlerinin yanında, insan topluluklarının farklı mutluluk arayışı içinde
bulun maları na da bağlıdır : "Ayrı ayrı insan grupları, mutluluklar ını ayrı ayrı yol lar
ve ayrı ara ç larla ararlar; onun i çin, yaşamlarının ya da anayasalarının ayrı ayrı ol
masın da şaş ı lacak bir yan yoktur." ( V l l , 8, s. 209) Bundan başka, ekono mik düzen,
daha doğrusu servetin yurttaşlar, sın ıflar arasında dağıtı lma yöntemi de, anayasanın
alacağı biçimi belirlemede önemli bir rol oynar. Örneğin, zenginliklerin orantılı bir
bi ç i m de eşi tlenmesine doğru gidiliyorsa, yönetim ister istemez demokrasiye doğ r u
yönelecektir. Siyasa l yapıyı belirleyen bir başka öğe, i kl imdi r Aristotcles'e göre, so .
ğ u k ü lke i n sJ nla r ı olJn A vr.u pa l ı lar, yürekli fakat beceri ve akıl ba k ı m ı nd.ın ge r i ol
du klar ı n da n do lay ı , özgiir ya şar l ar, ama iyi , sürekli yönetim ler ku ra ma z l ar BunJ .
i li .\ris ı ı ıtck, ' i n ik lim kur.ı m � doğ;ıl kiiklik üğrctisiyk <;ı:li�rııc l.. t cdir. Bıı ;·,gn·tiyc l(i lrc,
la·yiıı �tiı.kri kıt nl;ın .hTupalılarııı kdlc, Leki AsyalıLırııı ise iizh'Ür olnulan .!(crckirkcn.
il.. l i11 1 1.. u r:ı m ı bıı ı ı u ı ı tam tt·rsini ileri slirmcktc<lir.
247
b.ışka dey işle, bu kimselere tira n l ı k rejimi uygun düşer . ) l l ı ma n ülkede , yan i "doğru
orta iklim" de oturan Yunan l ı lar, hem zeki hem yürekli o l d u kları i ç i n , e n iyi siya�.ıl
k ur u m lara sah i ptirler ve özgür bir yaşam sürerler. 7 7 Yunanl ı ların diğer bütün ha ll.. lar,
ırkl.ır üzerindeki mutla k üstün lüğüne yürekten ina n m ı ş o l an Aristoteles, bu göriişiinü
"Yunanl ılar tek bir anay<;ts.ı a l tı n da birleşse, butün öteki ü l kelere egemen ol.ıbilecck
yetenektedirler" ( Vl l , 7, s. 207) şe kii nde "d ile getirir.
Anayasayı " her devlette b u lunan erklerin da ğ ı l ı m ı n ın, egemen liğin yerinin ve
siyasal toplu m u n gerçek'.leştirmey i ama ç ladığı hedefin belirlen mesi i ç i n beni msen i
l e n diizenleniş b i ç i m i " ( i V, 1 , s . 1 1 O) olarak ta nı mlaya n Aristoteles, bütün anay.ıs.ı
larda üç öğe n i n ya da ü ç erkin .b ulunduğunu belirtir. Bu parçaların de ğ i ş i k şekil ler
de düzenlen meleri i l e farklı a nayasa lar ortaya ç ı kar ; ya da daha doğrusu, farklı ana
yasa larda bu parçalar farklı biçi mlerde diizenlenmiş lerdir. Dahası, bunlar iyi, u y u m
l u b i r düzene so k u l m u ş larsa, devlet d e -yönetim b i ç i m i ne o l ursa o lsun- iyi bir d u
rumda demektir. Aristoteles, a nayasa n ın ü ç öğesinin neler o l d u k larını şöyle açıklar:
"Öğelerin birincisi, soru n ları to p l u ca görüşüp düşün medir, ya ni devlet diizey i n de
önem taşıyan her şey i n tartı ş ı l masıdır; i k i nc isi, ol uşturul muş bütün görevler y.1 da
otoriteleri içerir ve ayrıea bun lar ı n sayıları, n ite l i k leri, yetki ler i n i n sın ırb.rı ve se ç i l
m e y öntemleri ile d e i lgilidir; ü çüncüsü, yargı düzenidir." ( i V, 1 4, s. 1 32-1 33) Bun
lara, bugünkü dilde, yasa ma , y�rütme ve yargı -erkleri d i yoruz. Savaş ve bar ışa k.:ırar
ver me ; bağlaşmalar yapma ve bozma ; yasalar koyma ve ka l d ırma; ölüm, sürgün ve
mallara el koy ma cezaları verme ve görevli leri seç i p denetleme yetki leriyle dona t ı l
mış o lan yasama erki ( y a da mec l is), e n üstün güçtür, anayasa n ı n egemen öğesidir.
Yürütmenin görevler i , belli konularda görüşme, kara r· a ı ma ve en ön.e mlisi olan buy
ru klar vermedir. Yargı konusuna daha kısaca değinen Aristoteles, siyasal davalara
dogru dürüst bakılmadığı takdirde, "a nayasalarda devr i mci de ğişi k l i k l erin başgös
termesi olası l ı ğ ı n ı n " (1 V, 16, s. 1 40) ortaya çı kacağı n ı i ler i sürer. Aristoteles, her
devlette, a yrı yetkilerle donatılmış üç ayrı ikti dar ala n ı bul unduğunu a ç ıklamış ol
makla bir l i k te , -Jean Touchar d ' ı n da be l irttiği gibi78 - erklerin birbirler i n i denge
ley i p fren ledik leri bir "erkler ayrımı" düşüncesine kes i n l i k l e sah i p de ğildir. 79 Üç
erk i birbirleri nden ayırt etmesindeki amacı, devlet b i ç i m ler i n i i ncelemek ve bun l.ır
arası n da k i a nayasal-siyasal farklı l ı k ları daha a ç ık bir şeki lde ortaya koy ma k tır.
77 İklim kuramının genellik.le Aristoteles'e özgü olduğu k ab u l edilir. Fakat iklimkr ve h<il ı.;e-
ler ile halkların nitelikleri arasında ilişkiler kuran görüş lerin Eski Yun:ı.n'da ep ey y_aygın
oldu ğu anlaşılmak tadır. örneğin, ünlü hek i m Hip pokrates ile onun izinden yürüyenlt-rin
y azdıklarının toplandığı C.Orpus Hippocratiu m adlı yapıtın Peri Aeron adlı biilümtinde bu
tür göıiiş lere yer verilmektedir. ( Bkz. Walther Kranz, s. 1 84-1 85) Aristotcks'in iklim ku
ramını orta ya koyarken, gerek bu ve buna benzer yaLılardan, qerekse ii�rclın en i nin ılü
ş üncelerindcn esinlenmiş olması çok olası göıii lüyor. Çiinkü, Nomoi diya lo g u nu n \'. ki t a
bının sonunda, "Yasalar ülkenin iklimine zıt cliişnıcnıdidir" diyerek, y:ıs1-iklim ilişkisinin
ünc.;mine ılikkati çekmiş u lan Platon'un, b u konuyu :\kadcnıia' ılaki ck r; krind,. ı:k ,ılıp
derinlemesine in c elem iş oldu�u akla U}�un qcl m ck tcılir.
78 Touchard, s. {2.
79 ' ' Erkkr aynını kur:ımı"nın belirmesini ı.;ürmck i�·in 1.ockc' u, <iz ellikk ılı: \lontcsquicu'
y·ü b eklemek ı.;erck ir.
248
Aristoteles, y öne�imleri ( .111ay.1 sJl;ırı) sınıflandırı rken , ilk önce adalet i l kesi n i ,
hukuk kurall.ırına uyup uymama i l kesini or t:ıya koy,ı r. Ancak bununla yetin mez ve
( bir .ınlamda birinciyle özdeş leşen ) bir ikinc i i l k:eye d.1 lı.ı başvu rur : Yönetimin am,1-
cı. Böylece ilk sınıflandırm.ı, yönetimlerin " d oğ r u " ve " ya n l ı ş " şeklinde i kiye ayrıl
malar ıyla oluşur: "Ortak iyiliği am.ı çl.ıy.ın an.ıy.ıs.ıl.ırı n , m u t la k ada lete uygun ol
.
m akla doğru oldukları açı ktır; y a l n ı z yönetici lerin iyiliğini amaçlayan larsa yan l ı ş
tır. On ların hepsi doğru olandan sap nıa l.ır d ı r . " ( 1 1 1 , 6, s. 80) Bundan sonra Aristo
teles, ikinci bir sı nıflandırma yapmJk için, i k t i da r ı el inde bulunduran kişi lerin sayı
sını ölçüt olarak � ullanır. Böylece yönetim bi çi mler i , teki n , azınl ığın ve .çoğunlu
ğun yöneti m i olnı.ık üzere üçe ayrıl ır. B ura dan hareketle de, ilk üçü doğru, diğer
iiçü s.ıpma, yani yan l ı ş ol.ın altı yöneti m bi çimi ortaya çıkar. Doğru yönetim ler
şuıılJrdır:
1 - Ortak iyiliği amaç b.yan tekin y iinetimi : Monarşi
2- O r ta k i y i l i ğ i. a maç laya n azın l ı ğ ın yöneti mi : Aristokrasi
3- O r ta k iyil iği a ma çlayan çoğ u n l u ğ u n yönet i m i : Pol iteia.
Bu yönetim ler in sapmaları oları y.ı n l ı ş yöneti mler . ş unlardır:
4- Tekin ç ıkarını a ma çlayan tekin yönet i m i : T.i ran l ı k
5- Zenginlerin çıkarını amaçlayan azı n l ığın yönetim i : Ol igarşi
6- Yoksul ların ç ıkarını amaçlayan çoğ u n l u ğ u n yönetim i : Demokrasi.
Göriildiiğii üzere Aristoteles'in bu altılı sınıflandırması, Platon'un Politikos' ta
ortaya koyduğu sınıflandırmanın hemen hemen aynısıdır. Aralarındaki birka ç kü
çük farkın ilki, Aristoteles'in Platon 'da bulu nmayan bir yönetim biçi m ine, poli te ia'
ya, yer vermiş .olmasıdır. Gerçekte polite ia, demokrasi ile ol igarşi karış ımı bir yöne
tim biçimi olup " ı l ı m l ı demokrasi" olarak ka bul edi lebilir� Aristoteles' i n demokrasi
d iye nitelendirdiği rejim ise, Platon 'daki "yasas ız demokrasi "yi ya da "aş ırı demok
rasi "yi karşıla makta d ır. Bunda n başka Aristoteles, s ı n ıfland ırmasında, yönetenlerin
ekonomik güce sahip olup o l ma malarını da bir ölçüt olarak kullanır: "Özgür yoksu l
kimseler egemen ol unca anayasa demokrasi dir , . zengin ki mse ler egemen ol unca
oligarşidir. '' ( i V, 4, s. 1 1 4) Buna göre, oligarşide zengin ler bir çoğ unluk, demokrasi
de de yoksul lar b ir azınlık olabil irler. Bununla birlikte Ari � toteles, b u ekonomik öl
çütün genell ikle sayı ölçütüyle uyuştuğun u kabul eder. Hemen hemen her zaman,
yoksullar çoğunluğu, zengin ler de azınlığı oluştururlar. Son o larak Aristoteles, orta
ya koyduğu bu altı yönetim biçiminin, ger çek yönetim leri inceleyip çözüm lemeye
yarayan soyut, yalın i l k örnekler ya da ( Ma x Weber 'ci anlamda) " i dea l -tipler" ol
dukların ı belir tip, somut olarak çok daha büyük say ı da yönetim biçim leriyle karşı
la şıldığını vurgular. Daha doğrusu, soyutlama düzey iyle yetinmeyip, gözleme clıya
nıldığ.ında ve çeşitli koşul lar göz önünde b u l u n d u r u l d uğ unda her ya l ın yönetim i n
y a d a ideal-tipin kendi i çinde b i rka ç J l t b ö l ü m e .ıyrıldrğı ,g örül ür. Gözlemci Aristo
teles, somut yöneti m leri çeşi tli y ön leriyle e l e a l ı p i n c e ler ve bunu yap.ırken za man
zaman siyaseti ahlaktan soyutla maya varacık den l i nesnel { objckt.if) bir y,1klaşımı
benimser.
Bu durum, onun J. h l.ıksal yargılara lı iç y e r vernıcdiği ya d.ı ki şisel h'rc i l ı iıı iıı
2-l9
b u l un nı,ıdığı a n l. u-ııı n.1 gel mez. Daha önce gördüğümüz gibi, yönetim leri "iyi" ve
" h: ii tii" olarak il-iye ayırmı ştır. Ayrıca .ıristokrasi i le monarşinin on beğendiği re
j i m ler o ld uğu J ç ı l-. tır. F.1 f..a t Aristoteles, bir siyaset b i l i mcinin görevi nin, ki şise l de
gcr yargılarına göre kötü ol.ın bir yönetim i b i l e olduğu gibi ele alarak ve koşu l ları
değerlendirerek, onun i çi n en i y i olanı b u l mak olduğunun bilincindedir. Bu yüzden,
en kötü rej i m olarak gördii.� ü tiranlığın, kendisini sürdürebil mesi için hangi yöntem
lrri k u l lanması gerektiğini açı klamaktan ka çın maz. Şimdi, Aristoteles'in bu konu
da ki görü şlerini, ayrıntıya gir meden ve yönetimleri sırasıyla tek tek ele alarak, orta
ya koyalım.
250
Aristotcles, tiranlı ğı çok sert bir dille aşağ ı layı p kötülemesine karşın,
yönetimlerin kendilerini koruması kon usu n u e le aldığında, diğerleri gibi bunun da
varl ığını sürdürebil mek için hangi yol lara başvurması gerektiğini, hiçbir ahlaksal de
ğer yargısına yer vermeden açık lamaya çal ı ş ır . Bu yönüyle kendisinden yüzyıllar
82
sonra yaşamış o lan Mach iavelli'ye öncülük yapmış olan Aristoteles , tiran l ı kların
uzun ömürlü o l ması nı sağlayan birbir inden çok fark l ı iki yöntemin b u l un d uğ unu
belirtir. Bun lardan ilki, tiranlığın özüne uygun olan, yani şiddeti, bas kıyı ön planda
tutan yöntemdir. Bu yöntemi benimseyen bir tiran, "tepeleri biç" i l kesinden hare
ket ederek, toplu mda sivril m i ş ki şileri ( ve soyluları) yok eder, halkta ken dine
güven duygusunu ve bağımsız düşünme yetisini ortadan kal dırır, -uyru klar ı n ı boş iş
lerle oyalayıp onları güçsüz ve yoksul bir durum içi nde tutar ve sürekli sava ş lar aça
rak bir öndere gere ksinim olduğu inanc ı n ı hep ca n l ı tutar. İ kinci yöntem, tiranı n ,
yönetim er kini elinden çıkarmadan -ki yoksa tira n l ı ğı kaybeder- krala benzemesi
dir. "Tiran, uyruklarının gözün de bir tiran g i b i değil de, bir kral ve evin bir koruy u
cusu gibi ; kendi kazancına bakan biri gibi değil, başkalarının i şlerini yapması içi n
kendisine güven i l m i ş biri, yaşama i l i ş k i n olan her şeyde aşırılığı değil, ı l ı ml ı l ığı
amaçlayan, üstelik ileri gelen yurttaşlarla dostluk eden, ama ayn ı za manda hal kın da
önderi olan bir kimse gibi görün me l idir." ( V, 1 1, s. 1 74) 83 Burada rej i m i n tiranlık
ile k ra ll ı k karı şımı bir bi çim ya da daha doğrusu bir görünüm aldığı söylene b i l ir.
82 Chevallier, s. 1 02.
83 Machiavelli'n.in prense yakıştırdığı, daha doğnısu prenste bulunması ger.ektiğini açıkladı
ğı iki "hayvansal doğa " yı Aristoteles'in önerdiği bu iki yönteme uygularsak, tiranın bi
rinci yönte mde aslan gibi, ikinci yöntemde tilki gibi davnndığını söyleyebiliriz. Bkz.
!\.lachiavclli, Hükümdar (İl Principe). İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1 9 84, Bölüm 1 8, �. 84.
84 İleride görc<:cğimiz gibi, Aristotcles'in ideal devleti yetkin bir aristokrasi niteliğine sa·
hiptir.
251
belirttiği oligarşi üzerinde önemle durur. Kötü bir reji m olan "oligarşi, eşitsiz olan
ların, mutlak olarak eşitsiz oldukları varsayımına dayanır; servetçe e�tsiz oldukları
için kendilerini mutlak olarak eşitsiz sayarlar.'' (V, 1 , s._ 1 41 ) Bir başka deyişle oli
garşide,. yönetim, e konomik erke ya da servete sahip olanların elinde bulunur; belli
bir geliri olmayan diğer özgür. insanlar ise, birçok yurttaşlık hakkından yoksun bıra
kılır. Aristoteles, oligarşinin -en ılımlıdan en aşırıya doğru- dört türü bulunduğu
nu belirtir. Birincisi, mülk sahiplerinin büyük sayıda olduğu ve servet ölçütünün dü
_şük tutulduğu oligarşidir. Birincisi gibi yasalara uygun olan ikincisinde, mülk sahip
lerinin sayısı azalır ve servet ölçütü yükselir. Üçüncü türde, zenginlerin sayısı daha
azalmakla kalmaz, üstelik iktidar babadan oğula geçer. En aşırı oligarşi türü, bir
dynasteia'dır; yani burada, birkaç zengin ve güçlü ailenin egemenliği söz konusudur.
( i V, 5-6, s. 1 1 8-1 21 )
Aristoteles, ılımlı oligarşi ile ılımlı demokrasinin birbirine benzediğini; ayrıca
bu iki rejimin birinden, ötekine geçişin bazen çok belirsiz bir şekilde olduğunu ve
hatta bir devletin ikisine özgü özellikleri bir arada barı ndırabileceğini bel irtir: "Bir
anayasanın kendi yasasına göre demokratik olmadığı, fakat işleyişinde görenekler
den ve yetiştirilme biçiminden ötürü demokratik olduğu birçok örnekler vardır; bu
nun gibi, yasası uyarıncademokrasiye eğimli olan, ama görenek ve yetiştirilme nede
niyle d�ha çok oligarşiler gibi işleyen başkaları da. " ( iV, 5, s. 1 1 9) İyi bir gözlemci
olan Aristoteles, böylece, siyaset sorununa dar hukukçu bakış açısından yaklaşma
dığını ve bir devletin yaşamında yazılıp bozulan yasalar yanında görenekler ile eği
timin de ne denli önemli olduklarının bilincinde olduğunu göstermiş olur. Oligarşi
lerin yıkılmasını belirleyen en önemli iki neden, yoksulların bu rejime karşı çıkma
ları ile oligarkhların kendi aralarında anlaşamayıp çatışmalarıdır.
e/ Demokrasi: Oligarşi gibi kötü bir yönetim biçimi olan demokrasinin yö
neldiği amaç özgürlüktür. "Demokrasi, herhangi bir bakımdan eşit' olan insanların,
mutlak olarak eşit olduklilrı düşüncesine dayanır." ( V, 1 , s. 1 41 ) Demokrasinin dört
türü vardır. En iyisi, siyasal haklara sahip ol mak için ılımlı bir mülkiyet koşulunun
arandığı ve çiftçiler sınıfının ağır bastığı demokrasidir. Burada, halkın siyaset iş le
riyle ilgilenecek zamanı ve isteği olmadığından ötürü, devletin yönetimi tümüyle
okumuşların, bilgili kişilerin elinde olur. Halk hatırı sayılır bir güce sahiptir ve yöne
ticilerin yasalara uygun davranıp davranmadıklarını sıkıca denetler, fakat yöneticiler
aşırı davranışlara kalkışmadıkları sürece onları istediklerini yapmakta oldukça özgür
bırakır. İkinci ve üçüncü türde, bütün yurttaşların seçme ve seçilme hakkı vardır ve
yasalar her şeyden Jstündür. Aralarındaki fark, birinin ı lımlı demokrasiye, diğerinin
aşırı demokrasiye yakın olmasıdır. Demokrasi türleri i çinde en kötüsü olan aşırı de
mokrasi, yasanın yerine halkın egemenliğine dayanır. Halk, yasaların denetiminde
bulunmadığından ötürü, mutlak erke ulaşmayı amaçlar ve bir despot gibi olur, an
cak kendisine yaltaklananları yükseltip onurlandırır. Demagogos'ların cirit attığı
böyle bir demokrasinin, bir anayasa olduğu bile söy lenemez. Çünkü "yasaların
egemen olmadığı yerde, anayasa da yoktur. " ( iV, 3, s. 1 1 8)
252
Aristoteles, demokrasinin farklı türlerini açıklayabilmek için Atina demok
rasisinin Solon'dan başlayarak -inişli çıkışlı bir biçimde- geçirdiği çeşitli evreleri
incelemiş ve bu incelemelerinden yararlanmıştır. Aristoteles'in demokrasiyi çeşitli
türlere ayırmasıyla güttüğü temel amaç, dolaylı bir biçimde, Solon'un anayasasını
ya da Peloponnesos savaşları döneminde i .ö. 4 1 1 ' de yurttaş sayısını beş bin kişiye
indiren anayasayı, demokratik olarak ve hatta en iyi demokrasi biçimleri olarak gös
terip, kafaları bulandırmak ve dönemindeki demokrasileri karalamaktı. Böylece
ılımlı oligarşiler, Aristoteles'in kaleminde en iyi demokrasilere dönüşmüş ve demok
ratlara ulaşmaları gereken birer örnek olarak sunulmuş oluyorlardı. Demokrasilerin
yıkılmasını önlemeye yönelik olarak ileri sürdüğü "devlet görevlilerinin seçiminde
bütün halkın değil, kabilelerin seçmen yapılması" (V, 5, s. 1 5 1 ) önerisi, Aristoteles'
in bu amacını çok açık bir biçimde gözler önüne sermektedir.
* *
253
4- Devrimler Kuranu
85 Aristoteles'in kullandığı. stasis sözcüğü, !\-lcte Tunçay'ın belirttiği gibi, "tamı tımına de""
rim değildir; daha çok, gerilim, bir şiddet patlamasının kaçuuhnaz olarağı kadir büyü
yünce ortaya çıkan bir durumdur." (Mete Tunçay'ın Politıka'nın Türkçe Çe\;risindeki
açıklaması s. 1 41 ) . Bununla birlikte, Politika'nın gerek Fransızca ile İngilizce çevirilerin
de, gerekse Tunçay'ın Türkçe çevirisinde stasis sözcüğü devrim sözcüğü ile karşılanmış
olduğundan ötürü, biz de devrim sözcüğünü kullanmayı yeğledik.
254
anayasa monarşiye ya da dynasteia 'ya doğru bir değişim geçirmek zorunda kalır.
Herhangi bir yönetim biçiminde yönetilenlerin yönetenleri hor görmesi durumunda
ise, bu yönetimin sonu gelmiş demektir. Son olarak, bir anayasayı oluşturan parça
lardan, sınıflardan herhangi birinin gereğinden fazla büyümesi, anayasanın dayandığı
uyumu bozar ve böylece yönetim yıkıma sürüklenir; tıpkı bir demokraside zenginle
rin sayısının artması ya da servetleriniı'l' büyümesi sonucunda oligarşinin kurul ması
gi bi.
255
malıdır." ( V, 1 , s. 1 43) Böylece, ekonomik ve siyasal eşitsizlikler azaltılmış ve kişi
lerin kendilerine adaletsizlik yapıldığı duygusuna kapılmaları önlenmiş olur.
Anayasal, sürekliliğin sağlanmasına yarayan en önemli güvencelerden biri,
eğitimdir; yani yurttaşların anayasaya uygun bir yolda yaşamak için eğitilmeleridir.
Bir bakıma, düzen propaganda ile halka benimsetilir ve anayasa insanlar için bir
alışkanlığa dönüştürülür. Demek ki, "gördükleri öğrenim, insanların bir oligarşide
oligark, bir demokraside demokrat olarak yaşamalarını olanaklı kılmalıdır." (V, 9,
s. 1 62)
Aristoteles'e göre, devrimlere karşı kullanılacak bir başka önlem, iktida
rın çoğunluğun eline verilmesi ya da en azından çoğunluğun iktidara ortak edilme
sidir. Aristoteles, bu· "demokratik" görüşe pek yatkın . olmamakla birlikte, bunu is
temeye istemeye bir zorunluluk olarak kabul eder. "Çünkü bir poliste malı mülkü ve
yönetim görevi olmayan birçok kişi olursa, bunlar ister istemez devletin içinde düş·
man bir öğe meydana getirirler." (1 11, 1 1 , s. 87) Kalabalığın, çoğunluğun, yüksek
görevler düzeyinde olmasa da, yasama ve yargı alanlarında yer almasını salık veren
Aristoteles, bu görüşünü doğrulamak amacıyla bir takım kanıtlar getirmek gere.ğ ini
duyar. İ lk olarak, halkı oluşturan kişilerin tek tek soylulardan üstün ol mamalarına
karşın, mecliste bir araya gelip erdemlerini birleştirdiklerinde akıllıca kararlar alabil
diklerini vurgular. Kimileri sorunun bazı yanlarını, diğerleri öteki yanlarını görerek,
birlikte sorunun bütününü kavrayabilecek ve gereken çözümü bulabileceklerdir.
İ kind kanıt, çoğunluğun azınlığa göre, bozulmaya daha az elverişli olmasıdır. Tek
tek kişiler çok daha kolaylıkla tutkulara kapılıp yanılgıya düşebilirler; oysa aynı du
rum, çoğunluk için söz konusu değildir. Aristoteles, son kanıt olarak, kamuoyunun
yargılarının yerinde olduğu görüşünü getirir. Sofistteri andırırcasına, bir evin iyi olup
olmadığını, mimarın değil, fakat o evde oturan kişinin bileceğini savunur.86
Bir başka önlem, anayasanın yararına yürekten bağlı olanlar için, tehlike
lerin yakına getirilmesiyle anayasaya bir şey olacak diye bir korkunun yaratılması
d ır. Böylece, herkesin uyanık olup anayasayı koruması sağlanır.
Bir poliste, bir tek kişinin;ya da kişilerin ya da belli bir sınıfın, bütün erk
leri, onurları ya da servetleri tekelinde toplamaya yönelmesine, bir başka deyişle
orantısız bir büyüme içine girmesine yasalar yoluyla engel olunmalıdır. "insanlar
devrimci değişiklikleri özel yaşayışlarına ilişkin nedenlerden ötürü başlattıkları için,
yaşayışları topluluğun çıkarlarına uygun olmayanları gözetim altında tutacak bir
devlet görevi kurulmalıdır; bu, oligarşinin çıkarları için de, demokrasinin çıkarları
için de, geri kalanların çıkarları için de eşit ölçüde geçerlidir." (V, 8, s. 1 59) Ayrı
ca, devlet görevlerinde bulunmanın bir kazanç kaynağı olmamasını sağlayacak yasal
ve özellikle mali düzenlemeler yapılmalıdır.
llımlılık, devrimleri önlemeye yönelik önemli güvencelerden biridir.
Yönetenlerin aşırılığa kaçmayıp yönetilenlere karşı ılımlı bir tutum içinde
bulunmaları, onlara beklentilerini vermeleri, düzenin geniş yığınlarca benimsenmesi- .
256
ni kolaylaştırır. Bu bakımdan, "demokraside olsun, ol igarşide olsun, anayasadan en
az pay alanlara, yani demokraside zenginlere, oligarşide yoksullara, eşitlik, hatta ön
celik tan ın ması , her zaman faydalıdır." ( V, 8, s. 1 60)
Poliste, yasanın egemen kılınmasıyla da anayasal değişimlerin önüne geçi
lebilir. En küçük konularda bile yasaların çiğnenmesi hoş görülmemelidir, yoksa
. ardı alınamaz ve bu tutum düzenin yı kı l ı ş ına kadar sürer. Yasa egemenliğinin kurul
masıyla çoğunluğun siyasal alandaki etkisi de aza ltı la bi l ir . Her ne kadar yurttaşlar
yasama ve yargı erkine ka tılmaktl ySc1 1a r da, hepsi tutk u lardan arındırılmış .ıkıl o la n
yasaya boyun eğerler. Aristoteles, yazılı olmayan (geleneksel) yasaların yazılı yasa
lardan üstün olduklarını belirtir. Al ae dd i n Şenel'e göre, yazısız yasalar aristokratik
içer ik l i olduklarından ötürü, Aristoteles, bunları yüceltmekle, halkın meclislerde
aristokratik düzene aykırı düşecek yazılı yasaları ç ıkarmasına sınırlamalar getirmeyi
a ma çla m ışt ı r. 8 7 Buna karşılık George Sabine, geleneksel yasaların bütün toplumun
ürünü olduğunu be lirti p, Aristoteles'in, yazısız yasaları yeğleyerek, bir ulusun top
lumsal bilgeliğinin en bilge yasamacınınkinden bile üstün olduğunu göstermeyi
amaçladığını ileri sürer. 88
Aristoteles'in önerdiği son önlem, ahlak öğretisinin temel ilkelerinden bi
ri olan "doğru orta"nın ya da "orta yol"un izlenmesi ve orta sınıfa ağırlık veril mesi
d ir. Aristoteles, bu konuyu özellikle koşullara göre kurulabilecek en iyi yönetim
modelini çizerken ele alıp inceler.
257
cü doğru yönetim olan politeia'dır. Daha önce gördüğümüz gibi , politeia, ortak ya
rarı gözeten, büyük sayının, çoğunluğun yönetimidir. Silah taşıyan herkes, yurttaş
olarak, yönetimde pay sahibidir. Bu kadar büyük sayıda insan, mutlak, yetkin bir
erdem düzeyine ulaşamazlarsa da, hem yönetmeyi, hem yönetilmeyi bilen yurttaş
lar olmaları nedeniyle belli bir erdeme sahip olurlar. Arist�teles, polisin bu erdeme,
dolayısıyla mutluluğa ulaşmasını orta yolu izlemesine bağlar ve bundan sonra, "bü
yük sayı", "çoğunluk", "kalabalık" kavramları yerine "orta sınır' kavramını kul
lanmayı yeğler.
"Bir anayasa ne kadar iyi karılmış olursa, o kadar uzun ömürlü olur." ( i V,
1 2, s. 1 30) diyen Aristoteles'e göre politeia, zengin sınıfa dayanan oligarşi ile yok
sul sınıfa dayanan demokrasinin bir karışımıdır. İ ki yanlış rejimin birleşmesinden
doğru bir rejimin oluşmasının, mantık bakımından hiç de tutarlı olmadığı ileri sü
rülebilir. 89 Ancak politeia, bu iki rejimin "iyi" yanlarının, yani oligarşiden sınırlı
mülkiyet koşulu ilkesinin, demokrasiden de yurttaşların siyasal katılımı ilkesinin
alınmasıyla ve yine bu iki rejimin toplumsal dayanakları olan zenginl ik i le yoksul
luğun bir bakıma karılmasıyla meydana gelen orta sınıfa iktidarın verilmesiyle ger
çekleştirilir. Chevallier'nin belirttiği gibi, ılımlı bir karma anayasa olan politeia,
böylece hem oligarşiye, hem demokrasiye özgü bir nitelikten, yani tekyanlıl ıktan
kaçınmayı başarır.90 Çünkü o, karşıt iki aşırı ucun doğru ortasıdır. Zaten bu reji
min, doğru, iyi olması, onun orta yolu izleyen ve orta sınıfa dayanan bir rejim ol
masından kaynaklanı_r. Bir başka deyişle, orta sınıfa özgü çeşitli değerler ( meziyet
ler) olduğu için, politeia her yerde kurulabilir en iyi yönetim biçimidir.
Bütün devletlerde, çok zenginler, çok yoksullar ve orta hal liler (aradakiler)
şeklinde üç sınıfın bulunduğunu belirten Aristoteles'e göre, mülkiyet bakımından
orta halli olmanın yeğlenmesi ve devletin de orta halli insanlardan oluşan orta sı
nıfa ağırlık vermesi gerek�r. Çünkü aşırı zenginlik de, aşırı yoksulluk da, erdemli bir
yaşam sürmeye olanak vermez. Çok zengin olanlar, boyun eğmeyi bilmediklerinden
başka, öğrenmek de istemezler; bildikleri tek şey despotça yönetmektir. Yoksullu
ğun altında ezilen in!anlar ise, t.ızlasıyla boynu büküktürler; yönetmeyi, buyruk ver
meyi bilmezler ve yalnız köleler gibi hükmedilmekten anlarlar. Bu iki tür insanın bu
lunduğu (ve orta hallilerin çok azınlıkta olduğu) bir devlet, özgür insanlardan değil,
fakat kölelerden ve despotlardan kurulmuş demektir. Bunların arasında hiçbir or
taklık anlayışı ya da dostluk yoktur; yoksullar zenginleri kıskanır, zenginler ise bun
ları aşağılayıp durur. Oysa, "devlet, olabildiğince benzer ve eşit insanlardan oluşma- .
yı amaçlar; bu koşul ise, başlıca orta sınıfta bulunur. Dolayısıyla bir devlet, en iyi
şekilde, [orta sınıfta bulunani bu tür insanlar tarafından yönetilir." ( i V, 1 1 , s. 1 27)
Orta sınıf, devlete çeşitli yararlar sağlar. Her şeyden önce, büyük tutkuların
tutsağı olmayan orta sınıf, toplumun değişik liği en az isteyen en istikrarlı öğesidir.
Bu sınıftakilerin yoksulların malına göz dikmedikleri, kendilerinin de malına göz di
ken olmadığı için, toplumda çatışmayı doğuran ekonomik neden ortadan kalkar ya
258
da önemini yitirir. Hem yönetmeyi hem yönetilmeyi bilen orta sınıfın güçlü olması,
iktidarın iki aşırı uçta bulunan sınıfların (yani çok zenginlerin ya da çok yoksulla
rın) eline geçmesini ve koyu bir oligarşinin ya da aşırı bir demokrasinin, hatta ti
ranlığın kurulmasını önler. Bu sınıfın gücü, özellikle sayısal üstünlüğüne dayanır.
Çünkü politeia'nın tam anlamıyla işleyebilmesi için, orta sınıfın diğer iki sınıfın top
lamından üçte bir ·ya da üçte iki daha kalabalık olması gerekmektedir.
Kolayca baştan çıkmadığı ve tarafsız kaldığı için, orta sınıf, siyasal iktidarı
denetleme işini daha iyi yerine getirir : Hem yetenekli, tecrübeli kişilerin yönetim
de bulunmalarını sağlar, hem de yöneticilerin yasaların dışına çıkmasını engeller.
Hukuka bağlı bir anayasa olan politeia'nın üstünlüğünü, "hizipler arası iç çatışma
lardan yalnızca onun uzak kalışı açıkça �ili eder." ( iV, 1 1 , s. 1 28) Çünkü burada,
bir denge sistemi kurul masına özen gösterilerek, demokrasi ile oligarşiye özgü istek
ler uzlaştırılmıştır. Yoksullara paral ı memurluklar, soylulara ve zenginlere onur
getiren görevler verilir. Sayısal eşitlik ile oranlı eşitlik birlikte kullanılır; bunun so
nucunda da herkes beklentisinin karşılığını almış olur. Böylece, bir yanda devrim
lerin patlak verme olasılığı ortadan kalkar, öte yanda hükümetin bir sınıfın elinde
olmayıp, herkesin hükümeti olması sağlanır. Bu durumda, sağlam bir consensus
gerçekleşmiş demektir.
Kurulabilir bu en iyi devlette, ağırlık orta sınıfa tanındığından ötürü, belli bir
çoğunluğun siyasal yaşama katılabilmesi için, yurttaşlık koşulunun saptanmasında
ılımlı davranılır, yani az bir servete sahip olmak yeterli görülür. Burada bir noktayı
açıklığa kavuşturmak gerekir: Sabine'in de belirttiği üzere, Aristoteles, tıpkı Platon
gibi, servetin erdemin belirtisi olduğuna inanmaz.. Fakat politeia, (Nomoi'deki mo
deli andırırcasına), mutlak erdemli kişilerden oluşmadığı için, Aristoteles, siyasal
amaçlar açısından erdeme en çok yaklaşan niteliğin ılımlı bir servet olduğunu kabul
etmek ve bunu yurttaşlık ölçütü olarak kullanmak zorunda kalmıştır.91 Üzerinde
durulması gereken bir başka nokta, Politika'nın diğer bölümlerinde çoğunluk (do
layısıyla orta sınıf) hakkında hiç de olumlu düşünceler beslemediği görülen Aristo
teles'in, gerçekte politeia ile neyi amaçlamış olduğudur. Öyle görülüyor ki politeia,
gerçek bir yönetim değil , bir "ideal-tip", daha doğrusu oligarşi ile demokrasi türle
rinden hangilerinin daha iyi ( yani daha az kötü) olduklarını saptamaya yarayan bir
denektaşıdır. Aristoteles'in aşağıdaki sözleri, onun politeia'yı bir denektaşı olarak
tasarlamış olduğu üzerinde hiçbir kuşkuya yer vermeyecek denli açıktırlar: " Çe .••
şi�li oligarşi ve demokrasi türlerine g�lince, onları şu daha iyidir, bu daha kötüdür
diye bir üstünlük sırasına sokmak zor olmaz; çünkü şimdi en iyiye (yani politeia'
nın en iyi olduğuna] karar verdikten sonra, ona yakınlık daha iyi olmayı, ondan
uzaklık ölçüsü ise daha kötü olmayı gösterir." ( iV, 1 1 , s. 1 29) Demek ki, Aristote
les'in politeia'yı ortaya koymaktaki temel amacı, döneminin en yaygın yönetimleri
olan demokrasi ile oligarşilere öykünecekleri bir model sunmak ve böylece bunların
aşırıya kaçmalarını önleyip ılımlı bir yol izlemelerini, dolayısıyla durulmaya ( istik
rara) sahip olmalarını sağlamaktır.
91 Sabine, s. 1 08.
259
6- İdeal Devlet
260
olan iyi bir yönetimi gerçekleştiremez; bunun sonucunda ya iktidar boşluğunun
(anarşinin) . ya da despotizmin içine düşer. Her iki durumda da, gerçek anlamda bir
devletten söz etmek olanaksızdır. 92 Bu bakımdan ideal devlet, belirli, sınırlı bir
nüfusa sahip olmalıdır. Aristoteles kesin bir rakam vermez; ancak bu nüfusun ''ken·
di kendine yeterliliğin bütün gereklerini kar'şılayabilecek ve kolaylıkla denetlenebile·
cek kadar geniş olması" (Vll, 4, s. 204) gerektiğini belirtir.
Devletin yersel büyüklüğü ve kapsamı açısından da durum aynıdır. "Bunlar,
yurttaşların kol emeği harcamaları gerekmeden, özgür bir insana yaraşan, ama lük
se varmayan bir yaşayış sürmelerini olanaklı kılacak kadar olmalıdır" ( Vl l , 5, s.
205) Bir bakışta bütünü görülebilecek olan ideal devlet, ekonomik bakımdan autar
keia'yı gerçekleştirebilmek için, her şeyin üretimine elverişli bir toprak üzerine ku
rul madır. Böylece, dışarıyla yoğun ticari ilişkilere girilmesi ve bu şekilde kazanıla
cak para uğruna herkese kapıların açı lması önlenmiş olunur. Aristoteles, ideal dev
letin denizle olan konumunu belirleyebilmek için denize yakınlığın olumlu ve olum
suz yönlerini tartar ve polisin denizle bağlantısının bulunmasının, daha doğrusu po
lis merkezinin ( kentinin) deniz kıyısında olmasının daha yararlı olacağı sonucuna
ulaşır. Bilindiği üzere Platon, denize açıklığın demokratik yönde bozulmaya yol
açacağı gerekçesiyle, her iki devletini de kıyıdan yeterli bir uzaklıkta kurmaya özen
göstermişti. Oysa, soruna daha tarafsız bir biçimde yaklaşan Ar-istoteles, öğretmeni
nin bu görüşünü benimsemez. Denize açıklığın sağladığı iyi korunma, gerekli ham·
maddelerin denizaşırı ülkelerden getirilmesi gibi kolaylıkların, doğurabileceği tehli
kelerden daha ağır bastığı inancındadır. Üstelik Platon'un önemle üzerinde durduğu
sakıncanın da abartılmaması gerektiğini ileri sürer; örneğin, tayfalara, kürekçilere
yurt�aşlık hakkı verilmesi için hiçbir neden yoktur; dolayısıyla gemiciliğin gelişme
sinin demokrasinin kurulması üzerinde doğrudan bir etkisi olduğu söylenemez. Ay
rıca Aristoteles, sur konusunda da Platon'a ters düşerek, savunma kolaylığından ötü
rü kentin surlarla çevril mesini salı k verir.
" insanların, istediğimiz gibi, bir yasa koyucu tarafından kolayl ıkla kalıplana
bilecek ve yüksek bir erdemlilik düzeyine getirilebilecek türden olmaları için, hem
akıllı, hem yürekli olmaları gereklidir.'' (Vl l, 7, s. 207-208) diyen Aristoteles, ideal
devletin yalnızca Yunanlılar tarafından kurulabileceği düşüncesindedir. Çünkü polis
Yunanlılara özgü bir siyasal örgütlenme biçimidir ve Aristoteles'in ırklar kuramına
göre akıl ile yürekliliğin ikisine birden sahip olan tek ırk, Yunan ırkıdır.
Aristoteles, ideal toplumunu üç ayrı sınıftan (ya da sosyal katmandan) oluş
turur. Birinci sınıftakiler yurttaşlardır. Bunların "erdem ve yeteneklerini geliştire
cek rahatlıkları, yurttaş etkinlikleri için boş zamanları olmalıdır." (VII, 9, s. 21 1 )
B u yüzden yurttaşlar, beden işleriyle, ticaretle, zanaatlarla uğraşmayacaklardır.
Mülkiyet yalnız bu sınıfa ait olacaktır; çünkü yurttaşların rahatlıkla geçinebilecek
durumda bulunmaları zorunludur, aralarında hiçbirinin en küçük bir geçi m kaygısı
olmamalıdır. Bu maddi durum sağlanmazsa, erdemli bir yaşam sürme olanağı orta-
92 " Bir devlet o n ki�inin birleşmesiyle v ar olmaz, fakat yüzbin ki�i de bir devleti olu�tur
maz." Ethika Nikomakhcia, IX, 1 1 70 b, 31-32.
261
dan kalkar. Ortak mülkiyete ne denli düşman olduğunu gördüğümüz Aristoteles,
yurttaşların, mülkiyete bireysel olarak sahip olmalarını savunmakla birlikte, Nomoi'
deki mülkiyet sistemini andıran ortak yararlan�ya açık özel mülkiyet anlayışını
benimser . Çünkü yurttaşlar arasındaki önemli ekonomik farklılaşmaların, içsel bir
liği bozup çatışmalara yol açacağı düşüncesindedir. Mutlak ekonomik eşitliğe karş ı
olduğundan dolayı da, b u tür sorunların patlak vermesini, özel mülklerden birlikte
yararlanılması, yani ürünlerin arkadaşça bir düzenlemeyle paylaşılması ilkesini geti
rerek önlemeyi amaçlar. Yine aynı nedenden ötürü ve yurttaşları birbirleriyle daha
iyi kaynaştırabilmek için, ortak sofraların kurulmasını ve bütün yurttaşların bu sof
ralara katılmasını salık verir. Ayrıca Aristoteles, özel topraklardan başka, ortak ye
mekler ile tapınakların giderlerini karşılamaya yönelik kamusal toprakların bulun
masını da öngörür. Özel mülkiyet altındaki topraklar ise, bir bölümü sınır boyunda,
diğeri kente yakın olmak üzere ikiye ayrılmalı ve her yurtta.ş ın buralarda birer top
rak parçası bul unmalıdır. Aristoteles, böyle bir düzenlemenin, hem adalet ile eşitli
ğe uygun olduğunu, hem de bir savaş durumunda yurttaşlar arasında daha güçlü bir
birliğin doğmasına yol açacağını ileri sürer. 93 Yurttaşlar sınıfının altında, toprağı
olmayan bir ç eşit "özgür üreticiler sınıfı"nın bulunduğu görülür. Köylüleri, zanaat
karları, tü ccarları ve işçileri ka psayan bu sınıf, erdemsi.? olduğundan ya da daha
doğrusu erdemin i geliştirebilecek boş zamanı bulunmadığından dolayı , yurttaşlık
haklarından, siyasal haklardan yoksun bırakılır. En al t sınıf ise, özgür olmayan
insanlardan, yani kölelerden oluşur. Bu sınıflara bir de, köleler gibi üretimin belli
alanlarında çalı ştırılan yabancılar (metoikos 1ar) eklenmelidir.
ideal devlette iyi bir şekilde yerine getirilmesi gereken iki önemli iş vardır: Bi
risi savunmadır, diğeri ise gerek güdülecek siyaset, gerekse adalet sorunları üstüne gö
rüşüp tırtışmadır. Aristoteles, doğum bakımından bütün üyelerinin birbirlerine eşit,
olduğunu söylediği yurttaşlar sınıfını bölmemeye özen gösterdiğinden, her iki işle
de bu sın ıfın uğraşmasını, fakat aynı kişilerin iki görevde birden bulu nma ma ları nı
salık verir: "Gerek askeri, gerek sivil işlevleriyle bu anayasa aynı sınıfın eline bırakıl
malıdır, ama her ikisi birden aynı anda (hemzaman olarak) değil." ( V l l, 9, s 21 1 ) .
93 Aris toteles, daha önce Platon'u, " Platon her adama iki ayn e v yeri verilmesinden yanay
dı, fakat iki evde yaşamak bir tuhaftır; ben bunun uygul:ımada yara rlı olaca.�ını.la n şüp
he ederim." (il, 6, s. 43) diyerek eleştirmiş olmasına karşın, ideal devleti için Nomoi'dc
öngörülen bu sistemi kabul etmekte hiçbir sakınca görmemiştir.
262
de geçerlidir. Aristoteles'e göre, "silahlara sahip olan ve bunları kul lanabilen kişiler,
anayasanın devam edip etmemesine karar verebi lecek durumdadırlar." (Vl l, 9, s.
21 1 ) Bu yüzden askerlere belli bir yaşa geldiklerinde siyasal iktidarı elde etme hak
kı tanın ması (ve dolayısıyla yönetimde hep eski askerlerin bulunması), bunların dü
zenle bütünleşmelerini sağlar ve herharigi bir askeri darbe olasılığını ortadan kaldırır.
Aristoteles, son olarak eğitim sorunu üzerinde durur. Ona göre, ideal devleti
oluşturan erdemli ve iyi insanlar, uyarınca yaşadıkları anayasadan ç ıkan ve onun ta
rafından öngörülen bütün ahlaksal, zihinsel, sanatsal vb. öl çütleri kabul etmekle bir
leşirler. Öyleyse, bu ölçütlerin bütün yurttaşlarca öğreni l mesi gerekecektir; bir ki m
se, polisin yasalarını, değerlerini, düzenini özümseyebil mek için bun ları çocuklu
ğundan öğren meye başlamalıdır. Bu nedenle, herhangi bir anayasanın en önemli ya
nı, P laton' un düşündüğü gibi, onun üyesi olacak ki mselerin eğitimidir. 94 Doğa,
gençleri. itaat etmeye, yaşlı ları buyurmaya daha uygun kı ldığından dolayı, ideal
·
devletin yurttaşlarının eğitimi, bir egemen sınıf, {daha doğrusu üyeleri ilk önce yö
netil meye, zamanı geldiğinde de polisi yönetmeye yetenekli bir sınıf), yetiştirmeyi
ve bunu sürekli yeniden üretmeyi amaçlar.
Aristoteles'in, eğitimin anlamına, biçi mine ve i çeriğ ine il işkin görüşlerinde,
büyük ölçüde Platon'un Nomoi adlı diyalogundan esinlenmiş olduğu açı kça görül
mektedir. Yalnız yurttaşlar için olan eğitim, tek tiptir ve devlet eliyle yürütülür.
Aristoteles'in deyişiyle, " bütün polisin yalnız bir tek amacı olduğuna göre, bundan,
eğitimin herkes için bir ve aynı, eğitimin gözetilmesinin de şimdiki gibi özel bir iş
değil, bir kamu sorunu olması gerektiği sonucu çıkar." ( Vl l l , 1, s. 233) Yurttaşların
sağlıklı ol maları i çin yasa koyucunun yapacağı ilk iş, evlilikleri düzenlemek ve gebe
kadınlarla ilgili kurallar koymaktır. ''Sakat doğan çocukların yaşatılmaması ise ya
sal olmalıdır." ( Vl l , 1 6, s. 228) Çocuklar ilk eğitimlerini aile içinde alırlar; bu süre
boyunca eğitim görevlileri, çocukların dinleyeceği masal ları ve oynayacağı oyunları
saptayıp denetlerler. Devlet eliyle yürütülen eğitim, yedi yaşında başlar ve yedişer
yıllık iki bölümden oluşur. Çocuklara okuma yazma öğretilir, beden eğitimi ile
tipik bir boş zaman uğraşı olan müzik bilgisi verilir. Uzmanlaşmaya yönelik olma
yan bu eğitim sistemi ile, çocukların (sonra da gençlerin) iyi birer asker, sorumlu bi
rer yurttaş ve erdemli birer insan olarak yetişmelerine çalışıl ır.
Politika, çeşitli müzik türlerinin eğitim açısından incelenmesiyle son bulur;
Aristoteles' in eğitim konusunda bazı sorunları karanl ıkta bıraktığı , örneğin bilim
sel ve felsefi eğitim hakkında h içbir bilgi vermediği görül mektedir. Fakat Politika'
nın tamamının günümüze ulaşamadığı, özellikle son bölümlerinin yitik olduğu bilin
mektedir. Bu bölümler arasında, yukarıda sözünü ettiğimiz eğitim ile i lgili kısa bö
lümden başka, ideal devletin siyasal yapısının, siyasal kurumlarının ve yasalarının in
celendiği önemli bir bölüm de bulun maktadır. Bu nedenle, Aristoteles'in ideal dev
leti üzerinde tam ve kesin bir bilgi edinmek mümkün değil dir.
263
7 - Aristoteles'in İdeolojisi
264
lirse, Aristoteles'in aristokrasiye yatkın olduğu anlaşılır. Üstelik, erdemliliğin boş
zamanı gerektirdiğini söylemesinden ve gerçekte boş zamana yalnızca büyü� top.
rakları o lan soyluların sahip olmasından ötürü, onun soyluluk ile erdemlilik (ve bil
gelik) arasında bir koşutluk kurduğu ve böylece düşünceleriyle soylular sınıtına hiz
met ettiği de ileri sürülebilir. Bununla birlikte, döneminin somut koşulları (örneğin,
soyluların zayıflaması, halkın bilin çlenmesi, sınıf savaşlarının keskin boyutlara u laş
ması, vb.), onun -içinde bulunduğu durumla ilgili olarak-, düşüncelerinden ödün
vermeye ve halka bazı haklar tanımaya zorlamıştır. Başat sorunu, sınıf savaşlarının
önlenmesi, toplumsal düzenin ve istikrarın kurulup sürdürülmesi olduğundan, Aris
toteles, orta sınıf egemen liğini, yani demokrasi ile oligarşi karışımı olan pol iteia
rejimini savunmaktan çekinmemiştir. Önerdiği bu siya§;al düzenleme, gerçekte aris
tokratların yararınadır. Çünkü, sınıfları uzlaştıran bu rejim, soyluları ezecek, öldü
recek, ül keden sürecek bir aşırı demokrasinin ya d� bir tiranlığın ortaya çıkmasını
önleyebilecek en iyi yoldur. Bir bakıma Aristoteles, politeia'yı "savunmakla", soy·
lulara, eğer varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa, devrimci emeller taşıyan alt sınıflara
karşı demiurgoi ( burjuvalar) ile bir türlü iş birliğine gitmelerinin, bunları iktidara or
tak etmelerinin ya da ortak olmalarını kabul etmelerinin zorunlu olduğunu göster
meye, onları bu yolda ikna etmeye çalışmıştır. Yoksa, daha önceleri de belirttiği
miz gibi, Aristoteles, yeterli erdeme sahip olmadıklarını söylediği bu kişilerin yöne
timini her şeyin üstünde görmemiştir ; zaten politeia'da, orta 'sınıfa yürütmede değil,
yasama ile yargı alanında yer vermekle yetinmiş ve bunu koşulların gerektirdiği bir
zorunluluk olarak ortaya koymuştur.
Aristoteles' in ideolojisini iyice kavrayabilmek için onun gönlünde yatan asla
na, yani ideal devletine bakmak gerekir. Bu devlet modelinde, yalnız işçiler, köylü
ler değil, fakat dönemin ort.1 sınıfı olarak kabul edilebilecek olan zanaatkarlar ile tüc
carlar da (demiurgoi) yurtt.lşlık hakk ından yoksun bırakılmışlardır. Platon, Nomoi'
deki yurttaşlar sınıfının erdemce farklılık göstereceği düşüncesinden hareket ederek,
bu sınıfı dört gruba ya da alt sınıfa bölmüştü. Oysa Aristoteles, ideal devletindeki
yurttaşlar sınıfını, Devlet'teki koruyucular sınıfını andırırcasına· bir bütün olarak al
gılar. Erdemi, iyiliği devletinkiyle aynı olan ve toplumun yetkinleşme amacını taşı
yıp temsil eden, yalnızca bu sın ıftır. Bu yüzden yurttaşların erdemli, mutlu olmala
rı, toplumun mutlu olması demektir. Diğer sınıflardaki insanların hiçbir önemi yok
tur. Daha doğrusu onlar, gençliklerinde asker, yaşlılıklarında yön�tici olan yurttaş
ların yetkinleşme amacı için gerekli araçlardır. 96 Sınıflar arası geçişi de kabul etme-
96 " Eğer ruh, canlı bir yaratığın bedeninden bile önde gelen bir parçası sayılmak gerekiyor
sa, o zaman polislerde de ruha karşılık olan (tekabül eden) parçalan, salt zorunluluklan ·
karşılayan ve maddi işlere yarayan öğelerden daha önemli saymalıyız; bu parçalarla, sa
vaşçılık niteliklerini ve adalet dağıtmaya ilişkin her şeyi, onların hepsinin üstünde de S<>
mutlaşını:t siyasal bilgelik demek olan görüş belirtme yetisini söylemek istiyorum." (iV,
4, s. 1 1 5-1 1 6) diyen Aristoteles, maddi gereksinimleri sağlayan "üretici sınıflann" polisin
varolması için zorunlu olmakla birlikte, organizmanın (polisin) organik parçalan olma·
dıklann ı ileri sürer. Çünkü ona göre, bunlar " polise özgül karakterini veren öğeleı· değil
dir." (VII, 8, s. 209) Polis, organik parçalan olan ve bedendeki �hun iş leırini gören yurt
taşlar sınıfı sayesinde, özünü gerçekleştirip yetkin biçi ıninj alır. Amaç bütünün iyiliği
265
diği görülen Aristoteles, çizdiği bu ideal devlet taslağıyla, ne denli eşitsizlikçi ve
elitist bir ideolojiye bağlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Aristoteles, sınıfları katı bir hiyerarşik düzen içine sokmakla ve toplumun bü
yük çoğunluğunu, mülkiyete, silahlara, siyasal iktidara, erdeme,- bilgeliğe, kısaca her
şeye sahip olan bir elitin mutluluğunun araçları durumuna indirgemekle kalmamış,
devlet-birey (yurttaş} ilişkilerini de eşitsizlikçi bir plan üzerine oturtmuş, daha açık
çası bireyi devletin boyunduruğu altına sokmuştur. Polis, insanların mutluluğunu
amaçlıyor ise de, bunu gerçekleştir.en bir araç değildir. Tersine, amaç konumunda
olan kendisidir. Çünkü bireylerden önce gelen polis yetkin bir biçi m almadıkça,
yurttaşları olan insanların mutlak erdemli olmaları, dolayısıyla gerçek mutluluğa
ulaşmaları olanaksızdır. Demek ki, bireyler kesinlikle devlete bağımlıdırlar, daha
doğrusu kendi iyilikleri i ç in devlete bağımlı tılmak ve onun her buyruğuna mutlak
boyun eğmek zorundadırlar. Bu yüzden "bir yasa koyucu, devlet için iyi olanın bi
reyler için de iyi olduğu düşüncesini insanların zihnine iyice yerleştirmelidir" (Vll,
1 4, s. 224) ki, "herhangi bir yurttaş, kendi kendisinin olduğunu düşünmesin ve her
kesin devlete ait olduğuna inansın'� ( Vl l l, 1 , s. 233} Aristoteles'e göre bu durum,
ideal devletinde gerçekleşmiştir. Her alana müdahale eden, insanların ne zaman ev
leneceklerini, ne zaman cinsel ilişkide bulunacaklarını bile belirleyen bu devlette
özel yaşamdan söz etmek olanaksızdır. Birey, burada, polisin kendisine sağlayacağı
na inandığı erdem uğruna, özgürlüğünden vazgeçmekte ve devletin saptadığı düşün
ce, davranış ve değer kalıplarını özümseyip yaşamını onun iyiliğine adamaktadır.
Aristoteles'in ideal devlet t�rısında açıkça ortaya çıkan bu ideolojisi, yalnız yöne
tilenlerin değil, yönetenlerin de bireysel özgürlüğünü yadsıyan ve kişiliklerini bütü
nün içinde eriten bir ideolojidir; bu yönüyle de, Prelot ile Lescuyer'nin belirttikleri
gibi, totaliter bir niteliğe sahiptir.97 Bu ideolojinin sonul amacı, insanı küçülterek
devleti yüceltmek, polise hızla yitirmekte olduğu özgünlüğünü geri vermek ve insan
için polisin dışında bir başka kurtuluş yolunun bulunmadığı inancını yeniden can
landırmaktı. Fakat Aristoteles'in, düşünceleriyle polisi kurtarma ya da en azından
yaşamını uzatma çabalarının bir sonu ç vermesi olanaksızdı ; çünkü hasta artık ölüme
mahkumdu ve ona son darbeyi vuracak olan i l i. Aleksandros'un kılıcı öğretmeninin
kaleminden daha güçlüydü.
olduğundan dolayı da, organik olmayan parçaların (alt sınıffann ) bu iyiliğe yönelen orga
nik parçalara (yuntaşlar sınıfına) mutlak boyun eğip hizmet etmesi doğaldır, daha doğ
rusu doğal bir zorunluluktur.
97 PrClot ve Lescuyer, s. 1 07
• .
266
BÖ LÜM VII
A - HELENİSTİK FELSEFE
Gökberk, s. 91.
26 7
meleriydi. i l i . Aleksandros ölür ölmez, generalleri, çeşitl i bölgelerde kendi kra llıkla
rını kurmak ve bunu sağlama almak i çin birbirleriyle sürekli bir çatışma i çine
girmişler d i ; kırk y ı l ı aşkın bir kargaşa ve savaş döneminden sonra· Ma kedonya
İ mparatorluğu üç büyük krallığa ayrı l m ı ş bulunuyordu. 2
Bununla birlikte, polisler, bütünliyle ortadan kalkmad ılar ; Yuna n l ıları n gün
lük yaşamlar ı n ı sürdürdükleri toplumsal çerçeve olarak var l ı k larını sürdürürler. Hatta
Helenistik kralların yanlarına çektiği Yunanl ılar tarafından Doğu' da yeni polis ler
oluşturuldu. Fakat artık bütün polisler için autarkeia söz kon usu deği l d i ; ' egemen
devlet o l ma özelliklerini yitirmi şlerdi ve en fazla yönetsel bir özerklikle yetinmek
zorundaydılar. Polislerin ekonomik açıdan kendi kendilerine yeterl i olma öze l l i ği,
çok daha önceden ortadan ka lkmıştı; fakat bu durum şimdi daha a ç ı k bir bi ç i m de
_
hissediliyordu. Yuna n lı n ın yaşamı n ı y önlendirmiş olan pol isin bağ ımsı zlığını yitir
mesi so nuc.unda, polise özgü kurumlarm, değer yargılarının, yaşam fe lsefesi nin de
h i ç bir anlamı kalmadı. Yunanlı, uzun zamandır •altında sallanan ze minin y ı kı l ma
sıyla ken dini boşlukta buldu. Daha doğrusu, bir statü değişikliği geçirdi ve bir ki m
l i k kaybına uğradı. Tanr'ın deyişiyle, "Aristoteles i l e birli kte, polisin b i r parçası bi
ç i m inde siyasal hayvan [yani polites] olan insan öldü; Aleksandros ile birlikte insan
birey olarak ortaya çıktı." 3 Artık onun için ne siyasetin, ne de siyasetin ayrilmaz
· bir par çası �lan kamusal yaşamın bir önemi vardı. 4 Yunanl ı , kendini, bütün y u rt
taş l ı k bağlarından yoksun, ç ıplak, tek başına, ama bu yönüyle de bir değere sahip
olan bir birey olarak bulunca, yaşamına yeni bir anlam verecek ve davran ı şlar ı n ı
yönlendirecek yeni fe lsefi v e ah laksal dayanaklara gereksinim duydu.
"Bu birey, gerek kendi yaşamının düzenlenmesini, gerekse kendisiyle birlikte
"yerle ş i l m i ş evren i " oluşturan insanlarla olan i lişkilerini göz �nüne al mak zorun
day d ı ; sözü ed ilen ilk gereks_inmey i karşılamak i ç i n davra n ı ş felsefeleri, ikinci tür
gereksi n meleri karşılamak i ç i n ise yeni· insanlar arası karde ş l i k fikirleri ortaya çık
tı. "5 Polisten ç ok daha geniş olan ve bireyi u mursamayan yeni bir siyasal-topl umsal
birim i ç i n de yaşamak zorunda kalan insan, kurtu l uş u i ç i n, bir yanda kendisini ayrı ,
bağı msız bir değer o larak algılamasını sağlayan bireyciliğe, öte yanda diğer i n sa n lar
la ortak bir doğaya sahip old uğunu gösteren evrensel insanlık düşüncesine ve bunun
uzantısı o la n kosmopolitizme y öneldi. İ l k bakışta, birbirleriyle çel i ş i k oldukları gö
_
züken bireyci lik ile evrenselc i l i k, bir koşutluk içinde, aynı amaca hizmet ediyorlar
dı. B u iki düşünceyi bağdaştırma uğraşları, mey valarını Hıristiyanl ı k içinde verecek
lerdir.
Polise özgü toplumsa l kurtul u ş umudunun ortadan kalktığı Helen istik Çağda,
i nsa n ı n kurtul u şunun ancak bireysel düzeyde olacağına i l işkin inan ç yaygınla ş m ı ştı.
Böyle bir ortamda, "yaşamın anlamı, amacı nedir, nasıl yaşanmal ıdır? " gibi sorun-
2 Bunlar, l\Iakedonya ile Yunanistan'daki Antigonos Krallığı ; Anadolu, Suriy e ve İran'ı içe
r en Selevkos 'lar Krallığı ve Mısır' daki Ptolemaios ' l ar Krallığıdır.
3 W. W. Tam, La civilhation hellenistique, Paris, P..ıyot, 1 9 36, s. 7g'den aktaran Chevall ier,
s. 1 1 5 ve Sabine, s. 1 35.
4 Ertop ve Yetkin, s. 1 79.
'
5 Tar n, s. 7 8' den aktaran Chevall.ier, s. 1 1 5 ve Sabine, s. 1 35 .
268
lara yanıt arayan felsefelerin bireysel ahlak öğreti leri oluşturmamaları olanaksızdı.
Bu çağa damgasını vuran iki önemli felsefe okulu, Epikuroscu okul ile Stoa okulu,
bireyin mutluluğunu a maçlamaları bakımından birbirleriyle tam bir uyum içindey
diler. Her ikisi de, bireyin mutluluğunun toplumsal koşullardan, siyasal çerçeveı.len
bağımsız olduğunu, hatta bunun için toplumsal olaylardan uzak kalınması gerekti
ğini bir ilke olarak ele almış v� felsefeye "yaşayış bilgeliği"ni (bi lgece bir yaşamı)
sağlamaya yönelik bir pratik nitelik yüklemişti. Ancak, pratik felsefenin ön plana
geçmesi, teorik öğretilerin büsbütün ortadan çekilmesine yol açmıştır denemez. Ge
rek Epikuroscular, gerek Stoacılar, teorik sorunlar üzerinde de durmuşlardı; ama
bunlarla teorik bir ·aydınlanmaya varmak için değil, yalnızca yaşama uygulanmaları
için, yaşayışta bilgeliği sağlamaları bakımından ilgilenmişlerdi.6 Aynı felsefe anlayı
ş ına sahip olan bu iki okul, aynı amacı gütmelerine karşın, buna ulaşmak için öner
dikleri araçlar, yollar bakımınd;m birbirlerinden ayrılmlşlardır. Epikuroscular bilge
ce bir yaşamı bireyci bir temel üzerine oturturlarken, Stoacılar bireyi mutlu kılmada
evrenselci bir yaklaşımı benimsemişlerdir.
Genellikle, Platon ile Aristoteles'de doruk noktasına ulaşan klasik dönem fel
sefesinden Helenistik Çağın yeni okullarının felsefesine geçişte bir kopuşun olduğ-u
kabul edilir. Bu kopuş, bireyciliğin, daha doğrusu bireyi kendine yeterli bir ideal,
bir değer olarak gören anlayışın, �irdenbire ortaya çıkışına bağlanır. Paul Niz.an'a
göre, ''Platon'un mirasçısı olan Aristoteles'in ardından gelen bilgelik, toplumsal de
ğerlerin düzeltilip yeniden yüceltilmesiyle değil, fakat yalnızca birey olarak insanın
mutluluğuyla ilgilenir. Bu, Yunan düşüncesindeki büyük sapma ve büyük gerileyiş.
tir." 7 Sabine ise, Aristoteles'in ölümünün siyasal düşünce tarihinde bir çığırın
kapanmasına işaret ettiğini ve polisin çöklişünün siyaset felsefesi tarihinde büyük bir
kesintiye yol açtığını belirtir . Ona ıK>re, ''başka hiçbir kar şıtl ı k Arisioteles ve Pla·
,
ton'un şehir devletinin yıkılması ve bu felsefenin bir kuşak sonra tümüyle kabul edi
lemez hale gelmesi arasındaki karşıtlık kadar dramatik değildir."11 Her ne kadar po
lisin çöküşü ve i l i. Aleksa ndros'un politikasının sonucunda Yunanlılar ile diğer in
sanların (yani Yunanlıların gözünde barbarların) birleşmesi, bireyin kendi başına bir
değer olarak ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamışlarsa da, felsefi bireyciliği
yalnızca bu tarihsel olgularla açıklamak hiç de yeterli olmaz. Daha bütüncül bir"
açıklama getirebilmek için felsefenin kendisine de bakmak gerekir. Bu nokta göz
önünde bulundurulduğunda, Helenistik Çağın felsefe (ve siyaset felsefesi) bakımın
dan- bir kopuş, bir kesinti anlamına geldiğine ilişkin savların tutarsızlığı da ortaya
çıkar. Çünkü, Louis Dumont'ın da belirttiği gibi, başta Epikuroscular ve Stoacılar
olmak üzere Helenistik dönem felsefeleri, yaln ızca Sofistlerden ve Sokrates'e .bağl ı
olduklarını ileri süren Kyreneliler ile Kyniklerden etkilenmekle kalmamışlar, fakat
savundukları birey anlayışının ilk tohumlarını rasyonel düşünürlerin ;;istemleri için
de de bulmuşlardır. Sokrates'in ardılları olan Platon ve Aristoteİes, insanı toplum-
6 Gökha-k, s. 93.
7 Paui Nizan, Les materialistes de l'Antiquite, Paris, Edi tions Sociales lnternationalcs,
1 9 36, s. 1 9-20.
8 Sabine, s. 1 35 .
269
sal-siyasal bir varlık olarak algılamakla birlikte, aklı ön plana çıkararak bireye de
azımsanmayacak bir yer vermişlerdir. Çünkü akıl, evrensel olmasına karşın, bu dün
yada ancak bireyler aracılığıyla bir işlerlik, dolayısıyla bir anlam kazanabilmekte
dir.9 Her iki dönemin filozofları için de bilgelik, bireysel insana özgü bir niteliktir.
Birincilerin bunu belli toplumsal-siyasal koşullara bağlamalarına karşılık (ki bu, zo
runlu değildir; Platon'da gördüğümüz gibi, kişinin ideal devlet kurulmasa da bilgeli·
ğe ulaşabilmesi olasıdır.), diğerleri bilgeliği bu koş�llardan soyutlama yoluna git·
mişlerdir.
Görü.ldüğü Üzere klasik felsefe ile Helenistik felsefe arasındaki bu fark (ve di·
ğer konulara ilişkin farklar), onların birbirlerinden tümüyle kopuk oldukları anlamı
na gelmemektedir. Hatta Yunan düşünce tarihinde, bir kopuştan, bir kesintiden çok
b"ir süreklilikten söz etmek daha doğru olur. ıo Epikuroscu ile Stoacı düşünce, yal·
nızca belli tarihsel (sosyo-ekonomik ve siyasal.) koşulların ürünü değildir, aynı za
manda kendinden önceki Yunan düşünce birikiminin de bir sonucudur. Bu birikim
den aldığı çeşitli düşünsel malzemeleri kendi katkılarıyla birlikte günün koşullarına
uygun bir biçimde düzenlemiş ve böylece bir özgünlük kazanmıştır. Helenistik fel
sefe, nasıl kendisinden öncekilerin olumlu ve olumsuz etkilerini taşıyorsa, kendisin
den sonra gelenler üzerinde de aynı şekilde etkide bulunmuş ve bu yönüyle klasik
Yunan felsefesini H ıristiyan felsefesine bağlayan önemli köprülerden biri olmuştur.
B- EPİKUROSCU OKUL
Dört büyük Yunan okulundan biri olduğu kabul edilen Epikuroscu Ok.uf,
kendisiyle hemen hemen aynı zamanda kurulan Stoa Okulu gibi, doğrudan doğru
ya siyasal konularla uğraşmamış, bunlara ancak ahlak öğretisini ilgilendirdiği ölçü
de el atmıştır. Fakat yine de, bu iki Helenistik okulun siyasal yönleri, bu dönemde
ilgi alanlarını tümüyle politika dışına yöneltmiş olan Akademia ile Lykeion'dan daha
fazladır;
9 Louis Dumont, Essais sur l'individualisme-Une penpective anthropologique sur l ' ideo
logie moderne, Paris, Seuil 1 98 3, s. 38-39. Ancak Dumont'un bu yargısı, Platon ile Aris·
totdes'in felsefelerinde bireycilik düşüncesinin bulunduğu şeklinde yorumlanmamalı
dır. Her iki düşünür, Akıl'ın bireysel yönüne dikkati çekmiş olmalarına karşın -daha
ö nceki bölümlerde de gördüğümüz üzere-, bireyi yücelonek şöyle dursun, tersine onu bü
tün (polis) içinde eriterek özgürlüğünü, kiş iliğini ortadan k aldırm ayı amaçlamışlardır.
1O Süreklili ği, düşüncelerin tek bir düz çizgi üzerinde b ulunurcasına b irbirlerini izledik·
•
leri, ilerledikleri şek linde anlamamak gerekir. Çünkü genel olarak tırih, hiçbir alanda bu
tür bir "ilerleme " göstermez. Buıaıfa siirekliliği sağlayan, düşünceler arasındaki olumlu ve
olumsuz etkileşim lerdir.
270
gördü. Fakat Atina'da fazla kalmadı; Sisam'daki Atinalıların Makedonyalılar tarafın
dan sürülmesi üzerine Klophon'a ( lzmir yöresinde Değirmendere) yerleşmiş olan
babasının· yanına gitti. Böylece Teos'da (aynı yörede Sığacık) dersler veren Demok
ritoscu filozoflardan Nausiphanes'in öğrencisi oldu; oııdan felsefesi üzerindeki etkisi
açıkça görülen Demokritos'un düşüncelerini, özeJlilde atom kuramını, ve kuşkucu
(septik) Pyrrhon'un görüşlerini öğrendi. Bu süre içinde, Aristippos'un yapıtlarını
okuyup onun hazza ilişkin düşünceleri hakkında bilgi edindi.
Epikuros, kendi düşüncelerini yaymaya yönelik dersler vermeye, i.ö. 31 O
yılında .Midilli'de başladı; ardından Lampsakos'a ( Lapseki) geçti ve İ.Ö. 306'da
Atina'ya döndü. Yurttaşı olduğu Atina'da kendisine büyük ün sağlayan ve birçok
öğrencinin çevresinde toplanmasına yol açan okulunu kurdu. Bu okulun, Epikuros'
un satın aldığı çitle çevrili bir bahçe içinde kurulması nedeniyle, adına kepos ( bah
çe) denildiği de ol muştur. Epikuros, okulunda oluşturduğu bir dostlar topluluğu ile
birlikte toplumsal ve siyasal olaylardan uzak, sade bir yaşam sürdü ve 1.ö. 271 yılın
da öldü.
Epikuros'un yaşamı boyunca çok yazdığı bilinmektedir. Diogenes Laertius'a
göre, ardında yaklaşık üç yüz yapıt bırakmıştır 1 1 ; ancak, ahlakla ilgili ana düşünce
lerini içeren birkaç parça (fragment) ile doğa ve ahlak felsefeleri bakımından önem
raşıyan üç mektubu dışında, bunlardan hiçbiri günümüze ulaşamamıştır. Epikuros
hakkındaki en önemli kaynaklar, Diogenes Laertius'un yapıtından başka, Romalı
Epikurosçuların bu felsefeye ilişkin yazılarıdır. Bunların içinde en önemlisi de, l .ö.
96 55 yılları arasında yaşamış .olan Romalı ozan Lucretius'un şiir diliyle yaz
-
dığı De Rerum Natura (Evrenin Yapısı) adlı yapıtıdır. Bu kaynaklara ayrıca, Cicero
ya da Plutarkhos gibi Romalı yazarların Epikuros'un düşüncelerini ele�tirmek ama
cıyla kaleme aldıkları yapıtlarını da ekfemek gerekir.
Epikuros, felsefesini oluştururken birçok filozofun görüşlerinden etkilenmiş
olmasına karşın, düşüncelerinin tümüyle kendisine özgü olduğu üzerinde ısrarla dur
muş ve bu nedenle öğretmeni Nausiphanes'ten Platon'a, Demokritos'tarf Pyrrhon'a
kadar bütün filozofları çok sert bir dille karalayıp aşağılamıştır. Öğretisini çok
kesin bir çerçeve içine otunmuş ve öğrencilerinden, ortaya koyduğu ilkeleri mut
lak doğrular olarak kabul edip ezberlemelerini istemiş olmasından ötürü; Epikuros
culuk zaman içinde önemli bir değişime uğramamıştır. Ardılları, buna yeni olan he
men hemen hiçbir şey katmamışlar ve onun ilkelerini yinelemekle yetinmişlerdir.
Bu yüzden ·Epikurosculuğu, yalnız Epikuros'un düşüncelerini ele alarak incelemek
yeterli görünmektedir. Epikurosculuğun yüzyıllar boyu Epikuros'un ona verdiği
aynı biçim altında sürüp gitmiş olmasının bir başka nedeni de Epikuros henüz ha
yattayken kendisinin bir peygambere ve okulunun bir çeşit dinsel tarikata dönüş
müş olmasıdır. Böylece, felsefi ve ahlaksal ilkeleri, birer dogma olarak varlıklarını
sürdürebilmişlerdir.
· Epikurosculuk, kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılmıştır. Bu başarısının
birkaç nedeni vardır : Herşeyden önce Epikurosculuk, zamana uygundu; arayış için-
271
de olan bireylere ahlaksal bir dayanak, bir davranış ilkesi sunuyordu. İnsanlar ara.
sında soy-sop, servet, sınıf, ırk, ulus, cinsiyet vb. farklar gözetmediğinden dolayı
herkese açıktı. Düşünmede -ı;>lsun, yaşamada olsun, öteki okullar gibi , ağır yükler,
ödevler yüklememesinden başka, insanlardan derin bir felsefi bi lgi beklemiyor, ko·
layca kavranabi lecek irkelerine -dinsel bir biçi mde- inançla bağlanı lmasını yeterli
buluyordu. Ayrıca Epikurosculuğun farklı yönlere sahip olmasının, insanlara ilkele
ri özgürce, kendi anlayışları ve eğilimleri doğrultusunda yaşama uygulamalarına ola
nak vermesi de, onun kitleler tarafından benimsenmesinde büyük rol oynamıştır. 1 2
Roma'ya i lk giren Yunan felsefesi olan Epikurosculuk, burada ilk önce alt sınıflar
arasında yayılmış, ardından siyaset sahnesinde süregelen kargaşa ve çatışmalardan
kaçıp kamusal yaşamdan uzaklaşmayı yeğleyen üst sınıftan ki şi leri de kendisine
çekm iştir. Fakat daha sonraları Hıristiyan saldırılarıyla yıpranmış ve i.S. iV. yüzyıl
da artık adından söz edilmez olmuştur.
2- Epikuros'un Felsefesi
"Felsefe ile uğraşır gibi görünmemeli, fakat bunu gerçekten yapmalıdır; çün
kü bize gereken görünüşte sağlam olmak değil, gerçek sağlığa kavuŞmaktır." 1 3 di
yen Epikuros'a göre, felsefe yapmanın yaşı yoktur. Çünkü felsefe, teoriler ve kurgu
lar geliştirmeye yarayan bir zihinsel uğraş olmayıp, mutlu bir yaşam sağlamaya
yönelik pratik bir faaliyettir. Bir başka deyişle, bireyin mutluluğunu sağlayacak ola
nakların, araçların araştırılmasından başka bir şey değildir. 14 Diogenes Lıertius'un
açıkladığı gibi, Epikuros'un felsefesi üç bölüme ayrılmaktadır. Bunlar, gerçeğe ulaş
manın araçlarını araştıran kanon ( mantık ) ; doğa, evren sorununu işleyen physeus
(fizik) ve insanın neye ulaşması, neden kaçınması gerektiğini inceleyen, kısacası in
san yaşamının amacını açıklayan ethika (ahlak) d ır 1 5 • içerikleri ayrı olmasına kar
şın, bu üç bölümün ereği birdir, yani her üçü de insan mutluluğunu amaçlar. Fakat
Vİ:ı u sorun doğrudan doğruya ethika'nın konusu o lduğundan ötürü, felsefesinde asıl
olan b'u bölümdür. Diğer ikisi, ethika 'ya bir giriş, bir hazırlık ol maktan öte bir an
lam taşımazlar.
a- Kanon (Mantık)
12 LCo� Robin'e göre, ( La pcnsee grecque, s. 408' dc) Epikurosculuğun sergilediği farklı
yönler şunlardır: Hazzı en üstün değer olarak gösterirken azla yetinmeyi yüceltmek. ; mut
i� duyumculuğun yanına hazların akılla denetlenmesini getirmek ; büyük mutluluğa yö
neliş ile iyimserlikten kaçışı yan yana koymak ; maddeci olmakla birlikte dayanak nokta
sını düşüncede aramak, bilimsel bilgiyi aşağılayıp davranışı doğanın bilgisini: dayandır
mak; mekanikçi anlayışın içine özgürlüğü yerleştirmek , bir yanda boş inançlarla mücade
le ederken, öte yanda imanı ön plana çıkarmak.
13 Epik ür, Mektuplar ve Maksimler, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 9 62, s. 68. Epicure, Doctri
nes et Maximes, Paris, Felix Alcan, 1 92 5 , s. 1 07.
14 Gökberk, s. 97 ; Nizan, s. 2 1 -22 ; Robin, La pensee grecque, s. 390 ; Weber, s. 96.
15 Diog�ne Laerce, il, s. 224.
272
söyleyen Epikuros'a göre bilgi, bireyi doğru eylemlere, mutluluğa götürmek için ge
reklidir. Mantığın işlevi, insan bilgisinin genel kurallarını, yasalarını, ölçülerini orta
ya koymaktır. Bu ölçüler ya da bi lgi biçimleri üçe ayrılırlar : Algılar, duygular ve
kavramlar (ya da tasarımlar). Epik uros'un "bilgi kuramı"� duyumcu bir nitelik ta
şır; çünkü duyumlar, apaçık olduğundan ötürü, gerçektir, doğrudur. Bir başka de
yişle, insan, gerçeğin bilgisini duyularıyla elde eder; duyuların sağladığı verilerin ya
nılmaya yol açması olanaksızdır. Çünkü duyumlar birbirlerini çürütcmedikleri gibi,
akıl tarafından da çürütülemezler; bunun nedeni de aklın duyumlara bağımlı olması
dır. 16 Demek ki algılar ile duygular, duyu verileri olarak, her zaman doğrudur. Duy
gular, haz (hedone) ve acı (pathe) niteliğinde ortaya çıkar. İ nsanın tüm davranışları
nın a macının hazza ulaşmak ve acıdan kaçı nmak qlduğunu ileri süren Epikuros, ile
ride göreceğimiz gibi, bu iki duygudan hareket ederek ahlak öğretisini temellendire
cektir.
Kavramlar, daha önceden kazanılmış algıların yinelenmesinden oluşan
tasarımlardır. Örneğin, bir kişi, kendisine "insan"dan, "at"tan ya da "sıcaklık" tan
söz edildiğinde, bunları görmeyip hissetmese bile ne demek olduklarını hemen an
lar; çünkü bunları daha önce birçok kez algılamış ve tasarımlarını zihnine yerleştir
miştir. Kavramlar da, duyumlara dayandığından ötürü, apaçıktır, dolayısıyla doğru
dur. Epikuros, kavra mlardan başka, bir de sanıların (doksa) bulunduğunu belirtir.
Sanı, duyumların bir ölçüde keyfi bir biçimde yorumlanmasıdır; daha açı kçası, du
yularla h iç algılanamayacak ya da pek iyi algılanamayacak bir şey hakkında, apaçık
veriler üzerinde çıkarsama yapılara k, ortaya konan bir görüştür, örneğin, çok uzak
ta ancak seçilebilen bir kulenin yuvarlak olup olmadığı ya da Tanrının var olup ol
madığı hakkında bildirilen bir görüş, sanıdan başka bir şey değildir. Apaçıklık nite
l iğine sahip olmadığı için, sanı yanlış da olabilir, doğru da. Duyumların doğruladığı
ya da yalanlamadığı sanılar doğrudur. Bu ikinci tür {olumsuz) doğrulamanın göster
diği gerçeklere ulaşmayı ve bunlara apaçıklık kazandırmayı, ancak bilge olan başa
rır. Epikuros'un evreni konu edindiği ve fizik adını verdiği öğretisi de bu çeşit ger-
b- Physeus (Fizik)
"
Epikuros'un doğayı, evreni inceleyip a ç ı klamasının tek a macı , her şey ıçın
doğal nedenlerin olduğunu göstererek insanı, haz a l mas ın ı , rı:ı utluluğa ulaşmasını
engelleyen korkularda n , ölüm sa plantısından, boş i nan çlardan, masal lardan vb. kur
tarmaktır. Ona göre, "doğa olayları ve ölüm bizde korku yaratmasaydı, ölü mün bi
zim varl ığımızla ilgili olabileceği tasası o l masaydı ve acı ile hazzın sınırlar ı n ı bil me
yiş de b ize h u zursuzluk vermeseydi , doğayı incelememize gerek kalmazdı ... Evrenin
doğası n ı tam anlamıyla öğren me miş olan ve mitolojik tasarı mlarla yetinen insan, en
önemli şeyler karşısında duyduğu korkudan kurtulama z ; dolayısıyla doğayı ta n ı ma
dan saf hazlara ulaşmak olası değildir." 1 8 Bu yüzden ta nrı ların doğadan d ı ş la n ması
gerektiğini düşünen Epikuros, maddeciliği benimseyip Demokritos' u n atomculuk
öğretisini diriltir, ancak buna bazı değişikli kler getirir. Evren hep ay nıdır; daha doğ
rusu, varolan hep vardır, h i çbir zaman yok ol maz. 1 9 Varolan lar ya da ger çek var l ı k
lar, atomlar ile boşluktur. Evren ve evren deki her şey (görünen bütün varl ıklar ) , du
y u larla algılanamayacak denli küçük olan atomlardan oluşmuştur. Daha küçük par
ç alara bölünmeyen, kendilerinde bir değişiklik olmayan atomlar, birbirlerinden
farklı biçim ve a ğ ırlıklara sahiptirler. Atomların sayıs ı , insanın kavraya mayacağı ka
dar büyük o l masına karşın, sonsuz değildir. Evrenin içerdiği var l ı kların farkh türler
de, şeki l lerde o l ması, atomların değişik biçim l i l iğinden dolayıdır.
Atomlar, sürekli olarak boşluk rçinde devinirler. B u devinimin baş langıcı da
yoktur, sonu da. Belli bir er�ğe, belli bir yasaya göre ol mayıp geli şigüzel olan bu de
vinim, atomların ağırlıkları yüzünden, yukarı da n aşağıya doğru bir düşüş biçimin
de ol ur. Ancak uzaydaki bu "atom yağmuru"nda, atomların hepsi nin aynı h ızla
düştüğü ve bu nedenle birbirleriyle karşılaşma olası l ığı bulunmadığı için, evrenin
oluşumunu atomların birleşmesiyle açı klayan E pikuros, b u düşüşün her zaman düz
bir çizgiyi izlemediğini ka b ul etmek zorunda ka lır. Bazı atomlar, düşüş doğrultu
sundan biraz saparlar. Bu sapmalar sonucunda, birbirine çarpan atomlar, ağırlıkları
na ve türlerine göre "birleşirler ve böylece dünyaları (kosmoi), nesne leri meydana
getirirler. Fizik öğretisinde teleoloji a n layışına h i ç yer vermeyip mekani k bir devi
n i m i benimseyen, ancak Demokritos'taki zoru n l u l uk i l kesini de yadsıyan Epikuros,
atomların yönlerinden sapabilme güçleri olduğunu açıklayarak özgürlüğü işin içine
17 Oıratini, s. 1 73 ; Robin, La penaec grecque, s. 392-39 3 ; Jean Brun Epicure et les E picmi
enı, La philosophie grec que , Paris, Payot,
Paris, PUF, 1 9 6 1 , s. 26-27 ; Charles Werner,
1 962, s. 1 64-1 65 .
18 Epikür, s , 5 7 ; Epicure, s . 86.
19 "Hiç bir şey hiçten doğmaz; eğer böyle olsaydı, tohuma gerek kalmadan her şeyden her
şey doğabilirdi. Eğer kaybolanlar yok olsalardı, içerisinde eriyecckleri bir şey olamaya
cağı için, şimdiye kadar çoktan bütün gerçek varlıklar yok olup gitmişti. Evren oldum
olası şimdi olduğu gibiydi ve sonsuza değin böyle kalacaktır." Epikür, "Herodotos'a
l\lektup'', s. 4 1 -42.
274
sokar. Lucretius'a göre bu sapma olayı, insanın özgür istencinin kaynağıdır. 20 De
mek ki, " Epikuros, insanı, kavranabilir dünyadan [tanrılardan) kurtarıp llosmos '
un tutsağı yapmak istememiştir." 2 1 Atomlardan oluşan insan, atomların bu özel
liğinden dolayı, özgür istence, yani davranışlarını ve eylemlerini aklı (ruh ı.İ) doğrul
tusunda düzenleme yetisine sahiptir. Bu bakımdan insan, her ne kadar iç ve dış ko
şulların etkisi altındaysa da, kendi yazgısını yine kendisi belirleyebilir.
Ahlaksal kaygılarından ötürü bu tür maddeci bir evren anlayışını ortaya koyan
Epikuros, bunun sayesinde ruhsal dinginliği engelleyen ve dinden kaynaklanan iki
önemli korkuyu, ölüm korkusu ile tanrı korkusunu, kesinlikle yok etmeyi amaçlar.
Ona göre ruh, cisimseldir, yani atomlardan oluş muştur. Çok küçük, ince, parlak ve
yuvarlak atomların birleşmesi olan ruh'un dört cisimsel öğesi vardır. Ateş, hava ve
soluk olarak adlandırılan ilk üçü, bütün bedene yayılmıştır; adlandırılamayan dör
düncü öğe, göğüste bulunur. İ nsanın akılsal, zihinsel yönünü oluşturan bu öğe, kor
ku ile sevincin, acı ile hazzın duyu lduğu yerdir. İstenç bu öğenin atomlar ının devi·
nim inden oluşur; bedene canl ılığı veren ya da bir başka deyi şle diğer ilk üç öğeyi
harekete geçiren de yine bu akılsal öğedir. Ruh, dört öğeden kurulu olmakla birlik
te bir bütündür; ayrıca bedenle de bütünleşmiştir, yani ruhun atomlarıyla bedeni
kuran atomlar birleşmiştir. Ölüm, bu birleşmenin çözülmesidir; bedeni oluşturan
atomların dağılması, ruhun atomlarının da dağılmasına, ruhu kuran dört öğenin
birbirinden ayrılmasına yol açar. Demek ki, ruh ölümlüdür. Bu yüzden ne ölümsüz
lüğün, ne de ruh göçünün sözü edilebilir; böylece- de bu iki düşünceye bağlı olan
-bedenin ölümünden sonra ruhun cezalandırılması gibi- korkuların ne denli yersiz
oldukları ortaya çıkar. Ayrıca ölüm, duyum yoksunluğudur; çünkü ruh ile birlikte
duygular da yok olmuştur. Bundan dolayı, ölümde ne bir acı, ne bir haz hissedilme
diği için, ölümün bir kötülük ya da. bir iyilik olduğu söylenemez. Kısacası insanla·
rın ölümden korkmaları için hiçbir neden yoktur. Çünkü, "kötülüklerin en korkun
cu sayılan ölüm, bizim için b ir h içtir : Biz var oldukça o yoktur, o varken de artık
biz yokuz. "22
Epikuros, tanrı korkusu nu yok etmek için tanrıları yadsımaz. Ona göre de
tanrılar vardır, fakat "tanrılar kalabalığın düşündüğü gibi değildir. Kalabalığın tanrı
tasarı mını bir · yana bırakan değil, asıl tanrılara onların tasarımlarını yükleyen din·
sizdir." 2 3 Evren, dünya, atomlardan ol uştuğu için, ta nrıları n dünya, dolayısıyla in
sanlar üzerinde hiçbir etkileri yoktur. Dünyayı onlar yaratmamıştır ve burada olup
bitenle kesinlikle ilgilenmezler. Üstelik tanrılar yetkin bir mutluluk içinde oldukla
rından, onların dünya ile, insan sorunları ile ilgilenmeleri, böylesine bir mutlulukla
bağdaşamaz; dolayısıyla dünyadaki hiçbir şeye karışmazlar. Öyleyse insanlar tanrı
lardan korkmamalıdırlar. Bununla birlikte Epikuros, tanrılara saygı gösterilmesini
salık verir. Bu saygı öncesiz-sonrasız bir haz içinde yaşayan, kendi kendilerine yeten
bu yetkin varlıklar karşısında duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir saygı olmalıdır.
23 lbid.
275
Epikuros, çizdiği bu yetkin hazzın, mutluluğun, dostluğun hüküm sürdüğü tanrı lar
toplumu ile, b ilgeler topluluğuna, ulaşmayı amaçlayacağı bir ideal su nmak tadır .
ğal duygu üzerine t�mellendirir. Bütün canlılar, doğal eğilimleri gereği, acıdan kaçıp
hazza yöne lirler onu elde etmeye çalışırlar. Bu da, hazzın (hedone) insan için en
,
büyük iyilik, en büyük değer ve davran ışların belirlenmesinde başvurulan tek öl çüt
olduğunu gösteren açık bir kanıttır. Demek ki, mutluluğu sağlayan başlıca değer
olması nedeniyle, kişinin bütün eylemleri hazzı amaçlamalıdır. Hazzı amaç yapan
bu öğretiyi (hedonizm'i) ilk ortaya koyan Kyrene Okuluyd u. Epikuros, Kyrenelile
rin hedonizmini alıp kullanmakla birlikte, bunda önemli değişiklikler yapar.
Hazza hem bedensel, hem ruhsal düzeyde ulaşılır. Bu düzeylerden birisinde
acının bulunması, kişiyi yetkin hazdan yoksun bırakır. Demek ki, bedensel haz ile
ruhsal haz birlikte var olmalıdırlar; ancak bu bileşimde temel olan, bedensel hazdır.
Epikuros'a göre, "bütün iyiliğin ilkesi ve kökeni, midenin hazzıdır. "24 Fakat bu öz
deyiş, yalnızca bedensel hazlara önem verilmesi, bunların amaçlanması şeklinde yo
rumlanmamalıdır. Çünkü Epikuros i çin, ruhsal hazlar, daha güçlü, daha şidde.t li ve
'daha geniş kapsamlı olduklarından ötürü, daha büyük öneme sahiptirler ; ruha daha
çok özen gösteril melidir. Bedensel haz, şimdiki zaman içinde vardır; oysa ruhsal
haz, içinde bulunduğu zamandan başka geçmişi ve geleceği de kucaklar. Bununla
birlikte, ruhun tam anlamıyla hazza u laşabilmesi, ilk önce bedenin haz içinde olma
sına bağlıdır. "Beden acı çektiği zaman, ruh da acı çeker. " 2 5 Öyleyse, bedenin acı
dan kurtarıl ması gerekir; bunun için de insanın yapması gereken ilk iş, karnını do
yurmaktır. i şte bu anlamda bedensel haz, (ruhsal hazza göre} temel olandır.
Hazzı bir devi1Jim olarak gören Aristippos'un hedonizm anlayışına karşılık,
E pikuros, gerçek hazzın durağanlığı, kalıcılığı içerdiğini ileri sürer. Devinimin olma
sı, ne tam olarak acının giderildiğini, ne de tam anlamıyla hazza ulaşıldığını gösterir.
Acı ile haz, aynı anda varolamazlar. Demek ki haz, acıdan kurtulmuş olma, acıdan
yoksun olma durumudur.· "Hazzı � büyüklüğünün son sınırı, bütün acı veren
şeylerin ortadan kalkmasıdır. Gerçekte, hazzın bulunduğu yerde ve onun bulundu
ğu sürece, acının, tasanın, ya da her ikisinin birden yeri yoktur. "26 Bu bakımdan
gerçe k haz, bir acıdan bir hazza geçiş değildir; örneğin, susuzluğun verdiği acının
su içilerek giderilmesi değil, fakat susuzluk duyulmamasıdır. 2 7 Beden için ıstıraptan
27 " Beden, aç-susuz kalmamak, üşümemek ister. Kim bu zorunluluklardan uzaksa ve ileride
de öyl., kalacağını umabiliyor5a, mutluluktan yana Zeus ile yanşabilir." (Epikür, s. 66;
Epicure, s. 2 0 1 ) .
276
kurtulup sağlıklı o l mak, ruh için h uzursuzluktan kı'ırtulup dinginlik içi nde (a tarak
sia) bulunmak, her ikisinin ulaşabileceği en büyük hazdır. 28 Bedenin sürekli olarak
sağlıklı olması, her türlü acıdan uzak tutul ması mümkün değil dir. Oysa, kişinin geçi
ci eği limlerden , kaygılardan sıyrıl ı p, çevrenin etkisinden kurtulup, kendini bilgece
düşünmeye vererek elde ettiği ataraksia kalıcıdır. (Tabii kişinin bilgelik yolundan
ayrılmaması koşuluyla).
Epikuros, hazların seçilmesinde, düzenlenmesinde . akla önemli bir rol yükler.
Körü körüne her türlü hazzın peşinden koşmak, kötü sonuçlar doğurabilir. Ç ünkü
bazı hazların ardından büyük acılar gelir, buna karşılık bazı acılar da büyük hazlara
gebedir. Kişi, hangi hazlardan uzak duracağ ını, hangi acıları bazı hazlara yeğleyece
ğini aklıyla saptar. Akıl, yararlıyı zararlıdan ayırma işleminde, insan isteklerinin çe
şitlerini göz önüne alarak, " hazların sınırlarını tam olarak çi zer. " 2 9 Epikuros'a gö
re, istekler üçe ayrı lır. Birinci bölümde, doğal ve zorunlu ol mayan (yani giderilmesi
gerekli ol mayan) istekler bulunur. Toplumsal-siyasal yaşamda ün, onur elde etmeye,
para kazanmaya, maddi zenginlikler biriktirmeye yönelen bu isteklerden kesinlikle
kaçınmak gerekir; çünkü bunlar, hep huzursuzluğa neden olup acıya yol açarlar.
İkinci bölümdeki istekler, doğal olmakla birlikte zorunlu bir nitelik taşımayanlardır.
örneğin cinsel doyuma ulaşmak ya da giyinmek, beslenmek gibi doğal gereksinim
leri lükse, aşır.ılığa kaçarak karşılamaya çal ışmak, bu tür isteklerdendir. İ nsan, elin
den - geldiğince · her zaman karşılayamayacağı bu isteklerden kaçın malı ya da daha
doğrusu ender olarak ve ölçülü bir biçimde bunlara yönelmelidir. ( Tıpkı Epikuros'
un, susuzluğunu gidermek için su yerine, zaman zaman bir bardak şarap içmesi
gibi.). Hem doğal, hem zorunlu olan üçüncü tür istekler, bedenin yemek, içmek, so
ğuktan �orunmak gibi temel gereksinimleı:iyle ilgilidir. İnsanın acıdan kurtulması,
bedensel açıdan kal ıcı hazza ( yani sağlığa) kavuşması için bu gereksinim lerin gide
rilmesi gereklidir. Bu, hiç de zor değildir. Çünkü doğa, yaşamsal bir nitelik taşıyan
ve ken dilerinden vazgeçilemeyecek olan bu doğal ve zorunlu isteklerin karşılanabil
mesi i çin gerekli şeyleri -örneğin susuzluktan kurtulmak için suyu, açlıktan kurtul
mak için temel gıda maddelerini- insanın hizmetine sunmuştur: "Kutsal doğaya şü
kürler olsun ki, zorunlu şeyleri kolay elde edilebil ir yaratmış, güç elde edilebilenleri
ise zorunlu kılmamıştır."30
Epikuros, burada, daha sonraları J ean J acques Rousseau'nun ele alıp işleye
ceği bir düşünceyi, gereksin meler ile kaynaklar arasında, insan doğası ile genel ola
rak doğa arasında bir uyum olduğu ve b unun gözetilmesi gerektiği düşüncesini or
ta ya koymaktadır. "Eğer her yaptığını, her koşu lda, doğanın amaçlarına uydurmaz
san ve ister b ir şeyden kaçı n mak, ister onu izlemek i çin olsun bu amaçlardan sapar
san, o zaman yaptıkların, aklının yoluna uymaz."31 diyen Epikuros'a göre, mutl u
-
luğa ulaşmak için doğaya uygun bir yaşam sürülmelidir. Kişinin doğanın sınırlar ı
277
içinde kalması, azla yetinerek kendi kendine y�terli duruma (autarkeia) gelmesi de
mektir. Kendi kendine yeterli olan doğru bir yaşam, insanı mutluluğa götürdüğün
den ötürü · en büyük zenginliktir: "Doğanın isteklerine göre ölçülü yoksulluk, büyük
bir zenginliktir; buna karşı hiçbir sınır tanımayan zenginlik de büyük bir yoksulluk
tur."31
Mutlu bir yaşam, bilgili olmayı, daha cfoğrusu bilgeliği gerektirir. İnsan, bütün
erdemlerin kaynağı ve en üstünü olan bilgelik sayesinde, yani aklını kullanıp doğru
düşünerek, hazları sonuçları bakımından tartıp değerlendirir, isteklerinin sınırlarını
belirler, boş inançlar karşısında korkuya kapılmaktan kurtulur, kendi benliğinin bi
lincine varmayı, kendi kendine egemen olmayı öğrenir, kısacası bedensel hazzı ve
ruhsal dingin liği (ataraksia) elde eder. Bu bakımdan mutluluğa ulaşmak, erdeme, er
demli olmaya bağlıdır. "Bilge, namuslu ve doğru olmaksızın, mutlu bir yaşam sür
mek olanaksızdır. Bunlardan herhangi birinin olmadığı zaman, mutlu bir yaşam söz
konusu edilemez."33 Öte yandan, yaşamdan haz alınmazsa, erdemin de bir anlamı
kalmaz. Demek ki, haz ile erdem birbirlerini çağrıştırırlar; daha açıkçası, en büyük
iyilik olan mutluluk, haz ile erdemin ayrılmaz bir birleşimidir. 34
278
sürekli olarak zararl ı ve kötü şeyler dileme ktedirler."35
Yalnızca kendi mutluluğunu amaçlayı p bu uğurda diğerleriyle çatışan ve
a çıkça bencil bir varlık olan insanda, toplumsal yaşama doğru doğal bir eğilim yok
tur. Bir başka deyişle, insan, Aristoteles'in dediği gibi bir zoon politikon, doğadan
toplumsal -siyasal bir hayvan değildir. Dolayısıyla E pikuros, polisi kendisini oluştu
ran ins.ınlardan önce gelen ve onlardan bağımsız olan doğal bir varlık olarak gör
mez; tersine, polisin "varlığın ı fertlerin ( bireylerin) arzu ve iradelerine (istençlerine)
istinat ettiren (dayandıran)"36 bir görüşe sahiptir. Toplumun (ve devletin) yapay
bir kurum olduğunu savunmakla yetinmez, ayrıca bunun kökenini açıklamak için
-bazı Sofistlerde ilk tohumları bulunan ve Yeni çağda birçok düşünür tarafından ye
niden gündeme getirilecek · olan- "topl u m sözleş·m esi" kuramına başvurur. Her top
lum sözleşmeci düşünür gibi, Epikuros da insan lığın i l k önceleri bir doğa durumun
da bulunduğunu varsayar: İ nsanların birbirleriyle ilişkiye girdikleri anda, bencil ol
malarından dolayı herkesin birbiriyle çatıştığı, haksızlık · yaptığı bir ortam da doğ
muş olur. 3 7 İnsanlar, genel bir güvensizliğin hüküm sürdüğü bu durumun kişisel çı
karlarını gerçekleştirmek bakımından hiç de uygun olmadığını kavrayarak, sırf
kendi haklarına saygı gösterilmesini sağlamak için kendilerinin de başkalarının hak
larına saygı göstermey i bir ödün verircesine kabul ederler. Bu, "karşılıkl ı kötülük et
memek ve kötülük görmemek için yapılmış, amacı fayda olan bir anlaşma"38, zım
ni (örtük) bir sözleşme ile sağlan ır. Böylece, devlet i le h ukuk, insanlar arası ilişki leri
kolaylaştırıp onların güvence içinde daha fazla haz elde etmelerini sağlayan birer
araç olarak, bu sözleşmeden kaynaklanırlar. Yasalar ise, öngördükleri olumsuz yap
tırı mlarla düzenin sürdürülmesine katkıda bul unurlar. 39
Siyasal ve huku l<sal yapılar söz1eşme ürünleri olduklarından ötürü, adaletin
kendiliğinden hiçbir değeri, hiçbir anlamı yoktur. E pikuros'a göre, "adalet kendili-
279
ğ inden hiç bir zaman var olmamıştır. Bütün hukuk, herhangi bir yerde ve herhangi
bir zamanda, toplum içinde, kötülük etmemek ve kötülük görmemek i çin yapı lmış
bir anlaşmadan başka bir şey değildir. "40 Bu ba kımdan, insanlar kendi ara larında
anlaşıp itaat edecekleri bir siyasal erki ortaya çıkarmadıkça, haklılık ile haksızl ık,
a dalet ile adaletsizlik diye bir şeyden söz etmek, bunlar arasında bir ayrım yapmak
olanaksızdır.41 Bütün insanlar için geçerli olan bir doğa 1 hukukun varlığını kesinl ik
le yadsıyan Epikuros, kendilerin i güvence altına almak isteyen insanlar tarafından
yaratılan h ukukun genellikle bütün devletlerde ayn ı içeriğe sahip olduğunu ileri sü
rer. Çünkü hemen hemen her yerde insan doğası aynıdır ve siyasal toplum bir
sözleşmenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, toplumsal ilişki lerin bar ış
cıl b ir biçim de sürdürülmesini sağlayan ve karşılıklılık ilkesine dayanan "adalet, ge
nel olarak herkes için b irdir, eşittir. "42
Bununla birlikte E pikuros, hukuka .mutlak bir değer yüklemediğinden ötürü,
gelenekler, görenekler gibi adalet anlayışının da bir toplumdan bir başka topluma
farklılıklar gösterdiğini açı klar. Dolayısıyla, adalet, "bir ülkenin özellikleri ya da be
lirleyici başka koşullar yüzünden her yerde herkes için eşit olmayabilir."43 Fakat
herkes yasalardan eşit pay almasa bile, eğer bu yasalar, karşı lıklı yararlanma ilkesine
göre düzenlenmişlerse, yani karşılıklı ilişki lerin gereksinmelerine yanıt getiriyorlarsa
adalete uygun durlar. Buna karşı lık, "eğer bir kişi, bir toplum içinde karşılıklı fay
dalanmalara aykırı bir yasa koyacak olursa, bu yasa asla adaletli değildir.''44 Demek
ki, insanların yasalara uymalarının temel nedeni, siyasal toplumun sağladığı güven
lik orta mı içinde, yasaların -farklı düzeylerde de olsa- kişilerin önceki durumlarına
göre daha fazla fayda elde etmelerini olanaklı kılmasıdır. Yalnızca kendini düşünen
insan, "doğa durumu"nun yol a çtığı acılardan kurtulup hazza ulaşabileceğini bildi
ğ i i çin, yasalara katlanıp özgürlüğünün kısıtlanmasını kabul eder. Ayrıca yasaların
koyduğu cezalar, haksızlık etmeyi, adalete aykırı davranmayı, hiç de karlı, faydalı
ol mayan bir iş durumuna getirmekte ve böylece caydırıcı bir iş lev görmektedirler.
Daha açıkçası, kişi, haksızlık etmekle sağlayacağı yararların yakalanıp cezalandırıl
dığında duyacağı acılara değmeyeceği için adaletin belirlediği sınırların dışına ç ık
maktan kaçın ır. Üstelik yasaları, kuralları çiğnedikten sonra yakalanmasa bile, kişi
yine de hiçbir zaman suçunun ortaya ç ıkmayacağından emin olamaz. Yaka lanma
korkusu, sürekli olarak içini kemirir; korku i çinde yaşamak ise, acı veren bir durum
dur. Öyleyse, yasalara ( dolayısıy la siyasal iktidara) boyun eğmek, her bakımdan ki
şinin çıkarına daha uygundur.
Epikuros'un topluma, devlete ilişkin bu düşünceleri, y önetim biçi mleri arasın
d a önemli bir fark gözetmeksizin, güvenl i b i r ortam içi nde karşılıklı kişisel faydalan-
280
maları sağlayan her iktidarı doğrular yöndedir. Polislerde yönetimlerin savaşan ko
mutanlar arasında el değiştirdiği, ka_rgaşanin hüküm sürdüğü ve kimsenin yarınından
emin olmadığı bir dönemde 'yaşayan Epikuros için siyasal bakımdan en önemli
sorun, güvenlik sorunudur. Çünkü güvenliğin olmadığı yerde, kişisel faydadan, haz
dan söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bu yüzden Epikuros, "insanlara karşı güven
liği sağlayan her şeyin (yani yasaların ve devletin) iyi sayılmasının doğal olduğu
nu"45 ileri sürer. Hatta Epikuros ile izleyicileri, güçlü. bir yönetimin huzur ile güven
liği sağlamada daha etkili olduğuna inandıkları monarşiyi yeğleme yoluna gider
ler .4 6 Dostluk da aynı a çıdan değerlendirilir. Epikuroscuların dostluğa büyük önem
vermeleri, bunun güvenliği sağlamaya ve yaşamı hoş kılmaya yarayan bir ilişki biçi
mi (daha doğrusu bir araç) olmasından dolayıdır. "Dostluğun temeli faydaya daya
nır... Biz dostlarımızın yardımlarından çok, onlardan her zaman yardım isteyebile
ceğim iz güvencine gereksinim duyarız."47 diyen Epikuros'a göre, insan, arkadaşını
değil, fakat kendisini sevdiği için arkadaşlık ilişki leri kurar.
Her ne kadar siyasal toplum güvenlik için zorunlu bir kurum ise de, toplumsal
yaşam düzeyine geçiş -insanlık bakımından- bir. ilerleme, bir gelişme olarak görül
memelidir. İnsan, ancak doğaya uygun bir yaşam sürerek özünü gerçekleştirebilir,
mutluluğa ulaşabilir; oysa toplum doğal bir kurum değildir ve insanı "doğallık"tan
uzaklaştırıp yozlaştırır. Bu nedenle insanın toplumdan uzak durması gerekir; ya da
daha doğrusu, doğal gereksinimlerin dışına çıkmayan ve böylece kendi kendine ye
terli olan kişi (yani bilge), başkalarına ve topluma gereksinim duymaz ve bu yüzden
de kamusal yaşamın dışında kalmayı bilir. Bir bakıma, bilgelik ile toplumdan uzak
durma arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur: Kişi, bilge olduğu için top
lumdan uzak durur; fakat aynı zamanda, toplumdan uzak kalabildiği için ya da en
azından toplumdan uzak ka labildiği sürece kişi, bilgedir.
Epikuros'un birbirine bağlı olan ve sonuçta bireyi toplumdan soyutlamaya va
ran bu düşüncelerinin temelinde, doğanın yüceltilmesi fikri yatmaktadır. Antropo
lojiye ilgi duyduğu anlaşılan Epikuros'a göre insanlık tarihi, bir evrim ya da daha
doğrusu bir dönüşüm tarihidir. Başlangıçta tek başlarına ilkel bir yaşam süren in
sanlar, akıllarını kullanarak ve çeşitli buluşlarda bulunarak uygarlık düzeyine ulaşıp
toplum içinde yaşamaya başlamışlardır. Uygarl ık, insanlara çeşitli kolaylıklar getir
miş olmakla birlikte, kesinlikle daha iyiye gidiş anlamında bir ilerleme değildir.
Çünkü insanlar, doğa ile uyum içinde olan yaşamlarından uzaklaştıkça, yani uygar
laştıkça, yozlaşmışlardır. Bu süreç içinde insan, güçsüzleşmiş, başkalarına . gereksi
nim duymuş ve böylece özgürlüğünü yitirmiş, sonunda da birlikte yaşamanın yol
açtığı her türlü kötülükle donanmıştır.48 Ayrıca uygarlık, doğal olmayan, yalancı
281
_gereksinimlerin doğmasına yol açarak, insan ı sürekli bir korku ve huzursuzluk duru
mu iç ine sokmuştur. Bu görüşleriyle yüzyıllar öncesinden J ean Jacques Rousseau'
nun bir habercisi olan Epikuros, içinde yaşadığı kargaşa ve huzursuzl uk ortamının
kendisi üzerinde yarattığı karamsarlığın da etkisiyle, toplumsal yaşamı insanlığın
ilerleyişi şöyle dursun, tersin � insanlığın düşüşü olarak algılamaktadır. Ona göre in
sanı mutluluğa götüren gerçek ilerleme, kişinin gereksinmelerini ve isteklerini doğa
ya uygun kılmasıdır. Demek ki ilerleme, gerçekte bir geriye dönüştür; ilkel in
sanlarınki gibi, elden geldiğince doğa ile uyumlu bir yaşam sürmektir. 49
Bun un ekonomik bakımdan anlamı, azla yetinmedir. Epikuros'un para peşin
de koşmayı kınayıp serveti aşağılaması, zenginliğin sefalete yol açmasından ve böy
lece büy!:ik sayıda insanın çok zor maddi yaşam koşul ları içine itilmesinden dolayı
değildir. Epikurosculuk, soruna toplumsal değil, bireysel yönden yaklaşır. "Zengin
liğe erişmiş olan birçokları dertlerine çare bulamamışlar, tersine başka, daha büyük
dertlere de düşmüşler� ir ."50 diyen Epikuros, zenginlik tutkı.isunun bireyi huzursuz
kılıp mutluluğa erişmesini engellediği içi n, zengin leşmeye karşı ç ıkıp azla yetinme
yi yüceltir. 51 Görüldüğü üzere, Epikuros'un ideo lojik söyleminin, gerek siyasal, ge
rek ekonomik açı dan, devrimci bir yönü yoktur. Epikuroscu ideoloji , kurulu düzeni
değiştirmeyi amaçlamaz, fakat -Sabine'in de belirttiği gibi- yalnızca bireylere te
selli vermeye çalışır.5 2 Sosyo-ekonomik ve siyasal düzeni bir veri olarak kabul eder,
ancak kişinin içinde bulunduğu koş�l lardan rahatsız olup acı çekmemesi, dolayısıy
la bireysel mutluluğa ulaşabilmesi için, düzenden , düzenin kurumlarından, kuralla
rından, değerlerinden uzak durmasını salık vermekle yetinir.
••.••.•.••• Bilinmiyordu
Ortak çıkar, töre ve yasa kısıtlamalan
Birey kendi düşünüp tek başına. avlanıyordu.
öldürücü denizcilik mesleği bilinmezken, bitiren
Besinsizlikmiş çelimsiz bedenleri ; şimdiyse besin.
Bilisizce z ehir yutarmış eskiler, şimdikilerse
Ustalıkla başkalanna sunuyor zehiri.
Bırak, onlar tutkunun dar patikasında, bitkin
Boş çabalarını sürdürsün kan-ter içinde,
Duyulanna değil kulaktan dolma bilgiye,
Boş sözlere, yetkeye bağlandıklarından
Bir adım ileriye gitır.eyeceklerdir eskisinden."
De Rerum Natura, V, 923-924 ; 9 26-928 ; 9 5 7-959 ; 1 006- 1 008 ; 1 1 30- 1 1 34 ( Lucretius,
s. 200-207).
49 Aubenque, s, 2 1 7 ; Robin, La pensee hellenique, s. 5 2 5-543.
50 Epiktir, s. 70.
51 Ertop ile Yetkin'e göre (s. 1 8 0) " Epikuros'un azla yetinmeyi b ir üstünlük olarak görme
sinde, d�'Ililebilir ki, yeni yapının ve düzenin polisin standardının çok üzerindeki yaşam
biçimine karşı duyduğu tiksinti etkili olmuştur."
52 Sabine, s . 1 28.
282
Yal nız doğal ve zorunlu isteklere yönelip azla yetinen insan, kendi kendine
yeterli olma (autarkeia) durumuna ulaşmış demektir. Böyle bir insan, başka larıyla
ilişkiye girme gereksinimi duymadığından ötürü, kendisini huzursuzluk ve acı veren,
korkuya yol açan toplumsal yaşamın dışında tutan bilge kişidir. Toplumda siyasal
iktidar, yasalar, güven liği sağlamaya yönel ik iseler de, insanlar tutku l arın, duygula
rın, doğal olmayan isteklerin tutsağı oldukları için, burada tam bir güvenlik ortamı
h içbir zaman gerçekleşemez. Bu bakımdan, "insan lara karşı güvenlik, güç ve zengin
likle b ir dereceye kadar sağlanabilirse de, tam bir güven lik ancak başka larının işine
karışmadan ve kalabalıktan uzak olarak yaşam�k la sağlanır."53 Kendi kendine
yeterli olup toplu mdan uzaklaşan kişi, yalnı zca tim bir güven liğe kavuşmakla kal
maz, ayrıca kendini özgür kıl ıp ruhsal dinginliğe ulaşmada karşısına diki len büyük
bir engeli de aşmı ş olur. Toplumdan uzaklaşma, doğal olarak siyasal yaşamdan da
kaçınmayı gerektirir. Epikuros, siyasete atılman ın, ka musal mevkiler peşinde koş
man ın, insanı iki nedenden dolayı huzursuzluğa iteceğini ileri sürer. İ iki, siyasetle
uğraşan kişinin, diğer politikacılardan ya da y önetilenlerden kötül.ük göreceği, aya
ğının kayd ırılacağı endişesiyle sürekli olarak korku içinde yaşamasıdır. İkinci neden
ise, böyle bir kişinin iktidar tutkusuna tutsak olup boş, yalancı istekler peşinde
koşması ve böylece h içbir zaman acıdan kurtulamamasıdır. Epikuros'un kamusal ve
siyasal yaşamdan kaçınmayı bir bilgelik ilkesi durumuna .getirdiği bu düşünceleri,
polis ile birlikte siyasal birliğin de çöktüğü ve yurttaşlığın (pol itik insan ı n} hiçbir
anlamının kal madığı yen i düzen karşısında insan ların duyduğu karamsarlığı d ile ge
tirmekte ve onlara h uzura kavuşabilecekleri kolay bir çözüm yolu sunmaktadır. 54
Epikuros, bilgenin kendisini toplumdan soyutlamasını savunmakla birlikte,
onun inzivaya çekilmesini, tek başına bir yaşam sürmesini istemez. Kurduğu okul
da oluşturduğu bilgeler topluluğunu, ideal bir birlikte yaşam biçimi olarak önerir.
Ona göre, bilge ve erdemli kişiler arasında kurulan birliktelik, yarar, çıkar gözet
meyen, karşılık beklemeyen gerçek dostluk üzerine temellendiril ir. Epikuros, bilge
ler arası dostluğu şu sözleriyle yüceltir: "Bilgeliğin bütün yaşadığımız sürece mutlu
olmamız için bize sağladığı iyilikler arasında dostluk en büyüğüdür... Yüce bir ruh,
her şeyden fazla bilgelik ve do'Stluğa değer verir." 5 5 Bilgeler toplumunda herkes,
Epikurosculuğu benimsemiş yani bilgeliğe ulaşmış o lduğundan dolayı, birbirine eş it
tir. Dış dünyada olup bitenlerle ilgilenmeden yalın bir yaşam süren bilgeler, eşitliği
ortak mülkiyeti uygulamaya değin vardırmazlar. Çünkü Epikuros'a göre, mallarını
ortak kullananlar birbirlerinden çekinen insan lard ır; birbirlerinden çekinen, emin
ol mayan insan lar ise gerçekten dost değillerdir. 5 6
Bilgenin insanlar arasında bir tanrı gibi olduğunu i leri süren Epikuros, insanla
rı bilgeler ( yan i kendi öğretisini benimsemiş olanlar) ve bilge olmayanlar şeklinde
283
ikiye ayırır ve birincilere diğerleri üzeri nde kesin bir üstünlük tanır. Çeşitli tutku
ların, korkuların etkisinde olan ve doğaya aykırı bir yaşam süren kitlelerden hiçbir
beklentisi yoktur; on ların durumuyla ilgilenmenin bi lgeye huzursuzluktan başka bir
şey vermeyeceği inancındadır. Bununla birlikte, kendi kendine yeterli olamayan bu
insanların siyasal toplum içinde dah.ı güvenl i ve daha iyi bir yaşama kavuştuklarını
da belirtmeden edemez. Ayrıca, bi lge de belli . ölçüde siyasal toplumdan bir yarar
sa ğ lar. Çünkü, her ne kadar bilge, kamusal ve siyasal toplumdan uzak duruyorsa da,
( tıpkı Epikuros'un okulunun Atina'da kurulmuş ol ması gibi) o da tam anlamıyla
toplumun dışında değildir. Bu yüzden, toplumun yasaları, sıradan insan lar arasında
ki ilişkileri düzenlediklerinden baş�, bu insanların, bilgeye kötülük etmelerini, ona
rahatsızlık vermelerini de önlerler. Epikuros'un deyişiyle. "yasalar bilgeler için kon
muştur, ama haksızlık etmesinler diye değil de, haksızl ığa uğramasınlar diye."57
Görüldüğü üzere Epikuros'un temel sorunsalı siyasal değil, fakat ahlaksaldır.
Öğretisi, bireyi, toplumsal-siyasal yaşama sırt çevirtip içe döndürerek mutlu kıl ma
ya yöneliktir. Yoksa çeşitli sorunlara toplumsal çözüm yolları getirmek ve bütün
toplumu, hatta bütün insan lığı selamete götürmek, huzura kavuşturmak gibi bir kay
gısı yoktur. Bu nedenle Epikurosculuk, evrensel bir söylem kullanan ve işin içine
aşkın bir gücü sokarak kişilerin ruhlarına daha iyi seslenebilen Stoacılık i le Hıristi
yanlı k karşısında başarılı olamamıştır.
C- STOA OKULU
Epikurosculuk ile ayn ı ortamda doğup gelişen Stoacıl ık, Helenistik dönemin
en tipik ve en önemli felsefe öğretisi olarak kabul edi lir. Bununla birlikte, Stoa Oku
lu, tek bir düşünür tarafından bir dogma bi çim inde ortaya kon mamış olmasından
ötürü, zaman için de çeşitli değişikliklere uğramış, farklı koşullara ayak uydurabil
m iş ve Roma İ mparatorluğu'nun en yaygın felsefesi durumuna gelebilmiştir. Bu ne
den le felsefe tarih in de, Stoacılığın genellikle üç döneme ayrı larak incelenmesi yolu
na gidilmektedir. Bu dönemler, öğretinin temel lerinin belirlendiği Yunanistan'daki
Eski Stoa ( İ .ö. 1 1 1 . yüzyıl), öğretinin Platoncu ve Aristotelesçi görüşlerle yoğrula
rak Roma'ya açıldığı Orta Stoa ( İ .Ö. 1 1 . ve 1. yüzyıllar) ve öğretinin Seneca, E pik
tetos ve Marcus Aurelius gibi Romalı düşünürlerce i l k biçi mine sadık bir şeki lde ye
niden d ile getirildiği Yeni Stoa ya da R o ma Stoası 'dır ( i.S. 1 ve i l . yüzyıllar) Kitabı
mızın kapsamı nedeniyle, burada yal nı zca Eski Stoa' nın düşünceleri ele al ınıp ince
lenecektir.
284
Atina'ya yerleşti. Burada farklı Yunan felsefe okullarına bağlı bulunan çeşitli filo·
zoflardan dersler aldı, Platon ile Ksenophon'un yapıtlarından okuyup öğrendiği
Sokrates'e büyük hayranlık duyup onun temsil ettiği bilgelik anlayışını benimsedi
ve Sokrates'in yaşayan .bir örneği olarak gördüğü Kynik filozof Krates'in etkisi al
tında kaldı. Bu yüzden ilk yapıtlarını tümüyle Kynik öğretisi doğrultusunda kaleme
aldı. Fakat daha sonraları gerek kendisi, gerek ardılları, bu öğretide önemli değişik
likler yaptılar ve Kyniklerin bazı düşüncelerini sürdürmekle birlikte bunlardan çok
farklı sonuçlar çıkardılar.
Zenon, İ .Ö. 300 yılı dolaylarında kendi okulunu kurdu. Okul, Atina'da Stoa
poikile'de (resimlerle süslü direkli bir galeride) açılmış olduğundan, hal k arasında
Stoa (direkli galeri) olarak adlandırıldı ve üyelerine Stoacılar denildi. Düşünceleri ile
kişisel davranışları arasında çelişki olmamasına özen gösteren Zenon, tutarlı kişili
ğiyle, ölçülü, azla yetinen yaşayışıyla, Atinalıların gözünde büyük bir saygınlık ka·
zandı. Ona göre, yaşama dört elle sarılıp ölümü beklemek bilgece bir davranış değil
di, zamanı geldiğinde yaşamdan çekip gitmesini bilmek gerekiyordu. Zenon, bu dü
şüncesini de uyguladı : Düşüp parmağını kırınca bu dünyadan ayrılma zamanının gel
diğini" düşündü ve yaşamına kendi elleriyle son verdi. 58
Zenon'un ölümünden sonra Stoa Okulunun başına Assos'lu ( Behramköy'lü)
K leanthes (İ .Ö. 3 12-233) geçti. . Çok yoksul bir yaşam sürmüş ve Zenon'a öğrencilik
edebilmek için büyük güçlüklere katlanmış olan Kleanthes, Stoa öğretisine dinsel
bir nitelik verdi. "Zenon'un soğuk entellektüalizmi yerine bir gönül sıcaklığı getir
miş" 59 olmasına karşın� Epikuroscuların ve_ Yeni Akademia'nın saldırılarına karşı
koyamamasından ötürü, başkanı bulunduğu sürece Stoa Okulu sürekli olarak geri
ledi. Öğretmeninin yaşam biçimini kendine model alan Kleanthes, tıpkı onun gibi
intihar ederek öldü. Diogenes Laertius'un aktardığına göre, ölümü, dişetindeki bir
yara nedeniyle hekimin önerdiği iki gün yemek yememe rejimini uygulayıp ardın·
dan yarasının iyileşmesine karşın, yolun sonuna kadar gideyim diyerek hiç yemek
yemeyip kendini açlığa mahkum etmesi sonucLUJda olmuştur. 60
Kleanthes'in yerine Khrysippos ( 1 .ö. 281 -208) geçti. Soloi'de (Taşköprü) ya
da. Tarsus'ta doğup Atina'ya göç eden Khrysippos, Kleanthes'in öğrencisi oldu.
Kendisinden önceki Stoacıların öğretilerini geliştirip tamamladı; geniş bilgisi, kıv·
rak zekası, diyalektikteki büyük ustalığı ile tutarlı bir sistem oluşturdu ve rakip fel
sefi okulların eleştirilerini çürütüp karşı saldırıya geçmesini bildi. Bu nedenle Khry
sippos, Stoa Okulunun "ikinci kurucusu" sayılır. Diogenes Laertius, " K hrysippos
olmasaydı Stoacılık da olmazdı" denildiğini belirtir. 6 1
Stoa Okulu, Atina'nın dördüncü büyük felsefe okulu sayılmakla birlikte, en az
Yunanlı olanıdır. ilk üç büyük düşünürünün hiçbiri Atinalı olmadığından başka Yu
nan Yarımadasından da değildir; hepsi Asya'dan (Anadolu'dan, Kıbrıs'tan ya da
285
Fenike'den) gelmiştir. Öğrencilerinin çoğu da Doğu kökenlidir. Doğu düşünce
sine yabancı olmayan Stoacı filozoflar , bunu Attika felsefesinin ana düşünceleriyle
yoğurmuşlar ve böylece Helenistik döneme -en uygun düşen düşünce sistemini yarat
mışlardır. Polisi bir Atinalı kadar önemsemeyen, polisin çöküşü karşısında yı lgın lığa
düşmeyen Stoacılar, imparatorlukların gelişmesiyle beliren yeni durumlara kolay lık
'
la ayak uydurmuşlar, hatta bunların kabul edilip benimsenmesine katkıda bulun
muşfardır. Ortaya koydukları öğreti, -ileride göreceğimiz farklı yönleri nedeniyle
çeşitli kesimlere seslenebilmiş, özellikle de üst sınıfların aydınları arasında ve siyasal
iktidarlar çevresinde yayılmıştır. Stoacılık, bu özelliğini Roma döneminde de
sürdürmüştür; öyle ki, Roma'nın çıkardığı en önemli Stoacı düşünürlerden birisi
olan Marcus Aurelius, aynı zamanda siyasal iktidarın en üst basamağında yer alan ki
şidir, yani Roma İ mparatorudur.
Eski Stoa'nın üç büyük düşünürünün çok değişik konularda birçok yapıt ver
diği bilinmektedir. Çok çalışkan bir kişi olan Khrysippos'un yazdıklarının sayısı ye
diyüz beşi buluyormuş. Ancak bu yapıtlardan hiçbiri, birkaç fragment dışında, gü
nümüze kadar gelebilmiş değildir. Bu yüzden Eski Stoa'nın öğretisini ortaya koy
mak için, Roma dönemindeki Seneca, Epiktetos gibi Stoacılar ile Stoa Okuluna
eleştiriler yöneltmiş Plutarkhos, Plotinos, Sekstos Empeirikos gibi düşünürlerin ya
pıtlarına ve Diogenes Laertius gibi felsefe tarihçi lerinin çalışmalarına baş vurmak
gerekir.
2- Stoacı Felsefe
Epikurosculuk gibi Stoacılık da, herşeyden önce insanın bağımsızl ığını , yet
kinliğini amaçlayan bir ahlak öğretisidir. Felsefe, Zenon'a göre mantık, fizik ( meta
fizik) ve ahlak olmak üzere üç dala ayrılmakla birlikte, gerçekte bir bütün oluştu
rur. 6 2 Her biri, diğerlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Fizik, felsefenin odak noktasında bu
lunan ahlaka temel olma işlevini görür; mantık ise gerek fiziği, gerek ahlakı bilgi yo
luyla desteklemeye yarar.
a- Mantık
286
Ancak izlenim, bilgi değildir. Onun bilgiye dönüşebilmesi için, ilk tısarımdan
(phantasia) objeyi (nesneyi) elden geldiğince tıpkı tıpkısına yansıtan, onu olduğu
gibi kavrayan tasarıma ya da kavramaya (katalepsis) geçmek gerekir. Doğru'nun,
bilgi'nin ölçüsü olan katalepsis, tasarım ile yansıttığı nesne arasında uygunluk oldu
ğunun zihin tarafından kabul edilmesidir. Katalepsis sözcüğünün ifade ettiği bilgi,
bütün insanlarda ortak olan ortalama bir bilgidir, doksa'dan daha üstündür; fakat
katalepsis 'in de üstünde episteme vardır. Sarsılmaz kavrama, yani kesin bilgi; bilim
sel bilgi olan episteme 'ye yalnız bilge sahiptir. 6 4
b- Fizik (Metafizik)
64 Ciceron, Premien ,'\cademiques, il, 1 45'de (Les Stou:iens, Textes traduits par Emile
Brehier, edites sous la dircction de Pierre-Maxime Schuhl, Paris, Gallirnard, 1 962, s. 255)
Zenon'un farklı· bilgi düzeylerini şöyle açıkladığını yazar: " Zcnon, elini açıp parmakla
rını uzatarak, "İşte tasanın budur" derdi; ardından katale�'i. göstermek ic,i ıı parmak
larını kapatıp elini yumruk yapardı. En sonunda da "Bilgeden başka kimsenin sahip ol
madığı bilim budur" diyerek, sol eliyle sağ yumruğunu sıkıca kavrardı."
65 Diogene llercc, 11, s. 100; Wemcr, s. 1 84.
ta kendisidir, Tanrı'ya içkindir.66 Bu yüzden Stoacılar, Tanrı ile doğayı bir tutarlar.
Böylece Stoa Okulu, tanrısal aklı ve yasayı doğaya içkin kılan, Tanrı ile doğay ı öz
deşleştiren öğretisi ile, panteizmin (kamutanrıcılığın ya da doğatanrıcı lığının), hat
ta kosmoteizmin (evrentanrıc ılığının) temellerini ortaya koymuş olur. Bu öğretiye
göre, evrene can veren ve yöneten evrensel ya da tanrısal akıl, bir yasa görünümü al
tında, doğadaki bütün nesneleri, bütün varlıkları birbirine bağlı kılar ve her şeyi, her
davranışı kesin olarak önceden belirler. Çiğnenmesi ya da karşı çikılması olanaksız
olan bu yasaya Stoacılar "Yazgı" a_d ını verirler. Daha önce Yunan düşüncesinde ir
rasyonel {akıl dışı) bir güç olarak kabul edilen yazgı , Stoa felsefesinde bütün
olayları, olguları belli bir ereğe göre belirleyen evrensel akı l anlamını kazanır. 67 Do
layısıyla doğadaki hiçbir şey, akla aykırı bir şekilde gerçekleşmez; bir başka deyiş
le, Tanrı, var olan her şeyin nedenidir. Ancak bu noktada bir güçlük belirir: Kötülük
ler nasıl açı klanacaktır? Stoacıların bu soruna ilişkin getirdikleri açı klamalar, hem
pek sağlam değildir, hem de kendi aralarında çelişmektedir. Khrysippos, iyil ik gibi
kötülüğün de tanrısal akılın düzeni içinde yer aldığını ileri sürer ve bu savını doğru
lamak için iki "kanıt" getirir. İlk olarak, Herakleitos' un bir şeyin var olabil mesinin
karşıtının olmasına bağlı olduğu düşüncesinden esinlenerek, iyiliğin zorunl u olarak
kötülüğü çağrıştırdığını ya da daha doğrusu kötülüğü var kı ldığını belirtir. İ kinci
kanı t o larak ise, yüzeysel bir bakış açısıyla kötü görünen şeylerin, gerçekte kötü ol
mayıp bütünün ( doğal düzenin) yetkinliğine katkıda bul unduklarını savunur.68
Khrysippos'un bu açıklamalarına karşılık Kleanthes, Zeus'a Övgü adlı yapıtında, kö
tülüklerin Tanrı'dan değil, fakat tanrısal yasaya karşı çıkan kötü insanların özgür is
ten çlerinden kaynaklandığını yazar. 69 Daha sonraki Stoacılar da bu çelişkili açık
lamalar arasında bocalayıp durmuşlardır.
Stoa maddeci fizik öğretisi, açıkça ideoloji ktir. Bunun bu şekilde ortaya kon
masındaki gerçek amaç, ahlaksal-siyasal düşüncelere üzerinde oluşabilecekleri bir te
mel hazırlamaktır. Georges Rodier, bu konuda şunları yazar: "Stoacılar, herkesin
erdeme ve mutluluğa ulaşabil mesini istemişlerdi ve bunun bu dünya yüzünde ger
çekleşmesini arzulamışlardı Fakat bunun için, yaşadığımız dünyanın en güzel ve
•.•
en yetkin olması, ondan daha üstün bir dünya ile gözlerimizi n önündekilerden daha
başka gerçeklerin bulun ma ması gerekiyordu İ şte, kanımca, Stoacıların maddecili·
• ..
ğinin nedeni budur; işte bu nedenden ötürü Stoacılar, Platon ile Aristoteles öncesi
ne yönelerek, Herakleitos'tan eski İ yo nya doğalcılığını (naturalisme) ödün ç almış
lardır ." 70
Baştan aşağı tanrısal akıl ile donanmış olan dünya, canlı bir varl ık olarak ken
di kendini bilgece yönetmektedir. İ nsan, evrene, doğaya baktığında, burada hüküm
66 Ancak bu içkin oluş, Quatini'nin (s. 1 66'da) belirttiği gibi, mutlak değildir. Çünkü Tan
ıı'run belli ölçüde dünyadan (ve kosnm 'tan) bağımsız bir varlığı vardır; evrensel yanışta
dünya yok olur, oysa Tann bundan etkilenmez.
67 Brehier, s. 3 1 4.
68 Aubenque, s. 2 0 0 ; Bre hier, s. 3 1 8 ; Wemer, s. 1 88.
69 "Hymne a Zeus", Ln S toıcii:ıu, s. 7.
70 Rodier, Etudes de philosophie grecque, s. 250'dcn aktır.ın Aubenque, s. 2 0 1 .
288
süren güzelliği, düzeni, uyumu görebilir. Çünkü insan, diğer canlılarda bulunmayan
akla sahip olması nedeniyle, tanrısallığa en yakın olan varlıktır. Bu yüzden insanın
ruhu, hayvanınkinden çok farklı olup, tanrısal ruhla öz bakımından aynıdır. İnsan
ruhunun bedenle olan bağlantısı, tanr ısa l ruhun kosmos i le kurduğu ilişkiye benzer.
Bedene canlılığını, devinme yeteneğini veren ve birliği sağlayan ruh, ince bir madde
dir, sıcak bir soluktur (pneuma) 7 1 • Stoacılar, bedenin her yanına işlemiş olan ruhu
sekiz bölüme ayırırlar. Bunlar, beş duyu, konuşma yetisi, üreme gücü ve ak ıl d ır 72 .
Düşünen ve karar veren bölüm, yani akıl, diğer bölümleri egemen l iği altında bulun
durarak ruhun birliğini (hegemonikon) sağlar . Ruhun aklın egemenliğinde bir bütün
olarak �lgılanması, Stoa ruh öğretisine maddecil iğinin yanında ayrıca akılcı! (rasyo
nel) bir nitelik de kazandırmaktadır. Çünkü her türlü etkinliklerden başka, iyilikler
de kötülükler de ruhtan kaynaklanır. Demek ki tutkular, aşırı istekler,' içgüdüsel
tepiler gibi kötülükler, yanlış bir uslamlamaya, doğru olmayan bir düşünceye daya
nırlar. Öyleyse, kişinin ahlakça düzelmesi, yetkinliğe ulaşması mümkündür ve
bu n u n için aklını mutlak egemen kılması yeterlidir. Stoa Okulu, b uradan .yola çıka
rak ahlak öğretisini ve bilge idealini ortaya koyar .
c- Ethika (Ahlak)
71 Stoa Okulu, ruhun mutlak ölümsüzlüğü düşüncesini yadsır. ölümsüzlüğün yalıuz Tann'
ya özgü olduğunu kabul eden Zenon ile Kleanthes'e göre, bedenden aynlan ruh, belli bir
süre-yaşamuu sürdürür ve evrensel yanış oluşunca yok olur, y:ı. da daha doğrusu tanrısal
Ate�'in (Logos) içinde erir. Khryslppos, bunun ancak bilgelçrin ruhlan için doğru oldu
ğunu, di ğer insanlann ruhlarmın ise bedenleriyle birlik_te onadan kalktığını ileri sürer.
72 Diogene 11ierc e, il, s. 8 7 ; Birand,-s. 1 0 1 ; Brehier, s. 319; Gökberk, s. 1 04.
73a "Zenon, mutluluğun yalıuzca erdeme bağlı olduğunu düşünür." Ciceron, Premiers Aca·
demiques , II, 1 34 ( Les S toıciens, s. 250).
73b Brehier, s. 330; Werner, s. 1 91 -192. '
289
Epikuros'un aklı doğadan soyutlamasına kar Ş ılık, Stoacılar, doğayı akılla do
nattıkları için, insanın kendisi ile doğa arasında bir uyum kurması, doğaya uygun
bir yaşam sürmesi sonucunda erdemli olacağını, dolayısıyla mutluluğa kavuşacağı
nı ileri sürerler. Onlara göre, "doğaya uygun yaşam" ile "akla uygun yaşam" aynı
şeydir. Çünkü insan, gerek bedeniyle, gerek ruhuyla tanrısal düzen in, doğan ın bir
parçasıdır ve logos (evrensel akıl, evrensel ateş) onun ruhuna bir kıvılcım şeklinde
aklı yerleştirmiştir. Akıl, insana özgü doğadır, insanı diğer varl ıklardan ayrı, hatta
üstün kılan özelliktir. Bu yüzden insanın kendi doğası ile uyum içinde olması, akla
uygun bir yaşam sürmesi demektir. (Buna, aklın doğru duruma getiril mesiyle ya da
bir başka deyişle doğru aklın, yani erdemin, elde edilmesile ulaşılır.) Fakat ayrıca
insan aklı evrensel aklın bir parçası olduğundan, akla uygun yaşam, aynı zamanda
insanın yaşamını evrensel doğaya uygun kılması, evreni, doğayı yöneten yasaya bo
yun eğmesi anlamını da kazanır.
Evrende herşey tanrısal akıl tarafından düzenlenip belirlendiği için, doğada
( dünyada) rastlantıya yer yoktur. Doğaya bütünüyle, içkin ve organik bir zorunlu
luk, bir yasa egemendir. Doğanın bir parçası olan insan da, bu zorunluluğa bağlıdır,
Yazgı'dan kaçınması olanaksızdır. Hiçbir insan dünyanın gidişinden kendini sıyırıp
ayıramayacağına göre, akla uygun davranış bu gidişi olduğu gibikabul edip benim
semesi ve yazgısına boyun eğmesidir. Çünkü böylece ki�i, nası l olsa değiştiremeye
ceği yasaya (yazgısına) karşı boş yere mücadele vermekten ve bunun sonucunda sı
kıntıya, üzüntüye düşmekten kurtulur.
Stoa Okulunun yazgının değiştirilemeyeceğine ilişkin bu düşüncesi, insanın
istenç özgürlüğünü dışlayan mutlak bir yazgıcılığa (kaderciliğe) varmaya açık gö
rünmektedir. Bundan yararlanmayı düşünen ra kip felsefe okulları, Stoa ahlak öğ
retisinin bu zayıf noktasına çeşitli eleştiriler yönelterek saldırmışlardır. Bu eleşti
riler, özellikle, Stoacılığın insanı eylemsizliğe ittiği görüşü üzerinde yoğunlaşmak
tadır. Çünkü onlara göre Stoa öğretisi, her şeyi yazgıya bağlayarak, insanın kendili
ği nde.o herhangi bir şey yapmasına gerek bulunmadığı sonucuna ulaşır. Örneğin bir
hasta, doktora gitse de gitmese de, eğer yazgısında iyileşeceği yazıyorsa iyileşecek
tir; öyleyse akıllıca davranış, hastanın yatağına yatıp yazgısında belirlenmiş olan so
nucu beklemesidir. Khrysippos, "tembel akıl" adıyla bilinen bu eleştiriye karşılık
olarak, herşeyin birbirine bağlı bulunduğunu, dolayısıyla hastanın yazgısında iyile
şeceği yazıyorsa, kesinlikle doktora gideceğinin de yazılı olduğünu ileri sürer. 74
Ayrıca Stoacılar, Yazgı ile insanın özgürlüğünü uzlaştırdıkları kanısındadırlar. Bunu
da şu şekilde.açıklarlar: İnsan, her ne kadar doğanın yasasına, yazgıya mutlak bir
biçimde bağımlı ise de, bu zorunluluğu algılayacak bir akla ve nasıl davranması ge
rektiğini gösteren bir bilince sahiptir. Bundan dolayı her kişinin, doğasına uygun
olarak çeşitli nesneler, olaylar karşısında doğru değerlendirmeler yapma ve iyi ka
rarlar alma, kısacası duygulanımları değil, fakat aklı kendisinde egemen kılma özgür
lüğü vardır. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Demek ki, <lkl ını kullanmak ya da kul
lanmamak ve böylece erdemli (mutlu) ya da kötü olrnayi seçmek, insanın elinde
74 Wernc:r, s, 1 8 5.
290
olan bir şeydir. Bu seçim insanın özgür bir istence sahip olduğunu gösterir. Fakat
yine de gerçek özgürlük, yaşamın akla, doğaya uygun kılınmasında, yani kişinin
yazgısını anlayarak bilinçli bir şekilde bütün benliğiyle ona katılmas ında bulunur.
Stoacıların özgürlük ile Yazgı'yı bağdaştırma işlemlerinin pek başarılı olduğu
söylenemez. Daha doğrusu Stoa ahlak öğretisi, istenç özgürlüğüne yer vermekle bir
likte, kendini yazgıcılığın kıskacından kurtarabilmiş değildir. Çünkü bu öğreti, öz
gürlüğün her şeyi belirleyen doğa yasasına uyulması olduğunu saptayarak, kişinin,
içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun ve 0laylar ne yönde gelişirse gelişsin,
bunları yazgı .o larak göriip benimsemesine yol açar. Buna göre, kişinin, durumunu,
konumunu, dünyanın gidişini değiştir meye çalışması boşunadır. Üstelik soyluluk,
zenginlik, ünlülük gibi dış değerler, doğal olmadıklarından ötürü, boş, önemsiz şey
lerdir ve bunların peşinde koşmak insana ya.l nızca mutsuzluk verir. Bu bakımdan
birey, yoksul, hatta köle bile olsa, bunun yazgısı olduğu bilincine varmalı ve yok
sulluğunu, köleliğini (özgürce) kabul edip öyle davranmalıdır.
Stoa Okulu, doğayı öğretisinin odak nokusına yerleştirerek, bir yanda yazgı
cılığa yol açarken, öte yanda ahlaksal yaşamın, erdemin bütün insanlar için olası
olduğu düşüncesine ulaşır. Çünkü, doğası gereği a kıllı bir varlık olan her insan, ev
ren (doğa) ile uyum içinde yaşayabilir ve böylece yetkin mutluluğu elde edebilir.
Bunun için insanın, ne kadar cahil olursa olsun, "tanrısal aklın bir tiyatro sahnesi
.
gibi düzenlediği dünyada "75, yazgı tarafından kendisine verilen rolü bilip yerine
getirmesi yeterlidir. Fakat bu düşünce, kuramsal bir olasılığı, daha doğrusu bir ide_
ali ifade eder. Gerçekte durum, çok farklıdır: İ nsanların yalnızca küçük bir azınlığı,
doğalarının gereğine ve aklın yasasına göre davranmaktadır; çoğunluk ise, akıl dışı
bir yaşam sürmektedir. Böylece Stoacılar, bu görüşlerinden, insanların bilgeler ve
bilge olmayanlar . (akılsızlar, deliler) olmak üzere ikiye ayrıldıkları sonucunu çıka
rırlar. Onlar için, kendini evrenin bir parçası olarak algılayan ve bütünün içindeki
yerini kavrayıp ona göre davranan bilge, mutlak erdemli kişidir. Bu yüzden, bir tan
rı gibi, yetkin mutluluğa ulaşmıştır. Kendi kendine yetmesini bilen bilge, aklını doğ
ru duruma getirmiş olmasından ötürü hiç yanılmaz, hiçbir kötü davranışta bulun·
maz. Ayrıca tam anlamıyla özgürdür de; çünkü kendini aşırı isteklerden; tutkulardan,
doğa dışı duygulardan kurtarıp bir "duygusuzluk" (apatheia) durumu içine sok·
muştur ve mutluluk için bir değer taşımayan saygınlık, servet, sağlı ( hatta yaşamın
kendisi gibi şeyler karşısında kayıtsız kalmayı, gerektiğinde bunlardan vazgeç meyi
başarmıştır. Bu nedenle, yaşamını doğru aklın rehberliğinde sürdüren bilge, dış ko
şullardan hiç etkilenmeksizin hep mutlu olarak kalır.
Macit Gökberk'in de belirttiği gibi, Stoa'nın bu ahlak anlayışı, iyi ile kötü ara
sında mutlak bir karşıtlık kurmakta ve yaşam da dahil olmak üzere her türlü dünya
sal değeri dışlayan bilge ahlakının ( mutlak iyinin) kesinlikle eyleme dönüştürülme
sinde ısrar etmektedir; bu da, onun hemen hemen hiçbir insanın kolaylıkla benim
seyemeyeceği aşırı katı (rigorist) bir niteliğe sahip olması sooucunu doğurmakta
dır. 76 Stoacılar, doğru akıl ya da bilge ahlakı olarak adlandırılabilecek bu ahlak an-
Stoacı l ık, Helenistik dönemin diğer felsefe o k u l u n u n ters i ne , bireyci ah lak öğ
retisini uç boyutlarına kadar götürüp bireyi to p l u m da n soyutlamaya varmaz, fakat
bireysel mutluluğu büyük ölçüde toplumsal yaşam i çi n e yerleştirir ve ayrıca bireyci
lik ile evrenselciliği uzlaştırmaya yönel ir. Stoacı lara göre, yalnızca ak ı l l ı varl ı klar
olan insanlar toplumsal bir yaşam sürebi lirler ve sürmeleri de gerekir. İnsanın ben
zerleriyle birlikte yaşamaya gereksinme d u y mas ı , doğaya, dolayısıyla akla uygun bir
i çgüdüdür. Demek ki insan , mutl uluğunu bireysel düzeyde, kend i i ç i n de elde etme
sine karş ı n, yaşamı n ı toplumsal bir çerçeve i ç i n de sürdürür. İ nsa nların bu birl i kte
liği, toplumsal o l maktan başka, "evrensel" ya da metafi zi ksel bir nite l i k de gösterir.
Çünkü bütün insanlar, evrensel düzen i n temel par çaları olarak logos 'tan pay almış
lardır, daha açıkçası hepsi de Tanrı'nın çocuklarıdır. B u nedenle insanlar, birbirleri
ne benzerler, hatta birbirlerinin kardeşidirler.
Böylece Stoacılar, bütün insanların tanrısal a k ı l da n pay ald ıklarını ve isteseler
de iste meseler de aynı şekilde tanrısal -doğal yasanın hükmü altı nda bulunduklar ı n ı
i leri sürerek insanların eşitliği düşüncesine ulaşırlar. İ nsan lar aras ı nda ulusal, sın ıfsal,
ırksal vb. türden h i çbir ayrım, doğal değ i l d ir. B u tür ayrı m lar yapmak, gerçekte bir
bütün olan insanlığı yapay olarak bölmek demektir. Oysa Yunan ile barbar, zengin
i le yoksul, özgür i le köle arasında, doğal yasa gereğince hiçbir fark yoktur; bunların
hepsi eşittir. İ nsanların evrensel eşitl iği, o n ların hepsin i n mutlak adaleti gösteren
doğal yasaya zorunlu olarak bağı mlı o l ma larında da görülür. Krallar olsun, uyruk
lar o lsun herkesi baglayan doğal . yasa, h i ç değiş meyen tanrısal buyruktur, tanrısal
adalettir. K hrysi ppos, Stoa doğal hukuk öğretisini açı kladığı yapıtında, doğal yasa
dan şöyle söz eder: "( Doğal) yasa, gere k ta nrısal, gerek insansal olan her şeye ege-
292
mendir; neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirler ve doğru ile yan l ışın ölçütlerini or
taya koyar; doğaları gereği toplum yaşamına yatkın olan bütün varl ıklar için yapıl
ması gerekeni buyurur ve yapılmaması gerekeni ise yasaklar."78
Stoa'nın bu tanrısal-doğal yasa an layı şı, siyasal düzeye uygulandığında, -tek
bir dünya- devleti (kosmopolis) ile dünya yurttaşl ığı (kosmopolites) düşüncelerine
yol açar. Üstelik kosmopolitizm, Stoa ahlak öğretisinin bir sonucudur da. Çünkii bu
öğreti, insanların doğa ile, evreh ile uyum içi nde yaşamalarının gereklili,ğ i üzerinde
durur. Burad_a sözü edilen evren , tanrısal yasaların hüküm sürdüğü ve bütün insarıla
rın kardeşçe yaşadıkları evrensel devlettir, yan i kosmopolis 'tir. Stoacılara göre, .bü
tün insanların /ogos'tan, evrensel akıldan pay almış olduklarından ve böylece doğal
yasaları kavrayabileceklerinden dolayı, tek bir dünya devletinin gerçekleşmesi ger
çekten mümkündür. İ nsanların ,farklı devletlere bölünmüşlüğünün ortadan kalkması
i çin aklın egemen olması yeterli d ir. Herkesin aklın kura l larına, normlarına, buyruk
larına, kısacası doğal yasalara uyması sonucunda, diinya tek bir devlet şeklinde bir
leşmiş olur: Böylece insanlar arasındaki eşitlik ve kardeşlik bağları, salt felsefi dü
zeyde kal maktan kurtulup, kendilerini gerçekleştirecek siyasal yapılara kavuşurlar.
Kyniklerin elinde her türlü siyasal yapıyı (özellikle polisi) yadsımaya varan kosmo
p o litizm, Stoacılar ile birlikte olumlu bir biçim a lır.
Stoacı lık, polis ulusçu luğunu aşan ve insanlar arasında hiçbir fark gözetmek
sizin onları tek bir devlet altı nda birleştirmeye y önelen kosmopolitizmi ile, Hele
nistik çağın sosyal, siyasal ve kültürel özelliklerini yansıtmaktadır. Bu bakımdan
Stoa Okulu ile döneminin hakim siyasal eğilimi ( imparatorluk) arasında tam bir
uyum o lduğu söylenebilir. Çünkü her ikisinde de insanların kaynaştırılıp tek bir çatı
altında birleştirilmeleri söz konusu edi lmektedir. 79 Stoa kosmopolitist ideali ile
Helenistik politikanın çakışmış olduğunu, Romalı düşünür Pl utarkhos ( İ.S. 45-120)
Moralia (Ahlak) adlı yapıtında şöyle açıklamaktadır: "Zenon, "Devlet" başlıklı çok
beğenilen bir kitap yazmıştır. Bu kitapta öne sürdüğü i l keye göre, dünya üzerinde
yaşıyan insanlar başka başka yasalarla yönetilen bir çok kent ve uluslara ayrı lmama
lıdır ; -ortak bir yasa altında birleşmiş bir sürü gibi- insanlar için de tek bir yaşam
ve tek bir kosmos old uğundan, insan ların tümü birbirleriyle yurttaş sayılmalıdır.
Zenon'un bir düş olarak yazdıklarını A leksandros gerçekleştirdi; ... dünyanın bütün
halkların ı bir krater içinde kaynaştırırcasına birleştirdi; ... herkesin dünyayı kendi
yurdu olarak görmesini. .. , insan lardan iyilerine akraba, kötülerine de yabancı ola·
rak bakmasını istedi." 80
Zenon'un dile getirdiği bu ideal devletin (kosmopolis'in) bütün insanlara açı k
olduğu anfaşılmaktadır. Fakat bunun a ç ı k olması, kesinlikle eşitlikçi bir yapıya
sahip olduğu anlamına gel mez. Çünkii Stoacılar, insanların kardeşliğini vurgulayıp
soy, sop, servet, statü, u lus farklarını yadsımakla birlikte, insanları bilgeler ve cah il-
293
· ıer ( deliler) ol mak üzere ikiye ayırırlar. Bütün i nsan la r arasında yalnızca bi lge, ak
lını doğru kullanmakta, dola y ısıyla doğal yasaları kavrayıp bunlara kendi istenc iyle
boyu n eğmekted ir; bunda n ötürü, bu yasaların hüküm sürdüğü kos mopoli.:ı 'in yurtta
şı o l mak da yine yalnızca bilgeni n bir ayrıcal ığı olarak belirmektedir. Üstelik s ıradan
insanların akla, doğaya u ygun bir yaşam süre memeleri, bi lgenin yönetic i olmas ını da
zoru nlu kılma kta dır. Zenon'a göre, bilgeler, özgür kiş iler ol malarının ötesinde kra l
dırlar ; çünkü krallık, ki mseye hesap vermeme ı:ıücüdür ve bu güç d e yalnızca bilgelere
.
özgüdür. Khrysi ppos ise, gerçek yöneticilerin, gerçe k yargı çların bilgeler oldu kları
nı, çünkü yaln ızca bunların neyin iyi neyin kötü o l duğunu bilip her türlii kötlilü.� ün
listünde bulunduklarını belirtir. 8 1 Kısaca bi lge, kos mos 'u yöneteı:ı ta nrısal ;ı kla ka
tı l ması ve evrensel -do,ğ al yasanın onlı bir s imgesi olması nede!1i y le, insanl ığın tek
ve gerçek egemenidir ya da daha do�rusu egemeni o l malıdır. Göriildiiğii üzere, kos
mopolitist yakla ş ı m ı ile i nsan lar ın eşitliğinden, kardeşliğinden -;öz eden Stoac ı l ı k ,
işin i çine a k l ı sokup toplumu yeniden bölün müş lüğe i ttiği zama n , Platon ' u n eııte l
lektüel elitizmine varmakta v e fi lozof ( bi lge) kral düşünces in i gündeme get!rmekte
dir. 82 Plato n ' u� etkileri, ayrıca, Stoacı ların bi lgeler to pluluğ una i l işkin düşüncele
ri nde de görüİ ür. Diogenes Laertius, gerek Zenon 'da , gerek Khrysi ppos'da bi lgelerin
eşitliğ i , dostluğu ile b i l geler arası kadın-çoc u k ortaklığı düşüncelerinin bulunduğu
n u yazmaktadır. 83
Stoacılar, kosmopolis i d ea l i n e bağlı ol malarına karşın, birbirlerinde n fa r k l ı ya
saları olan gerçek devletler, siyasal düzenler karşısında hiç de o l umsuz bir tut u m ta
kınmazlar. Bütün dünyasal ( d ışsal) değerleri önemsememeye varan yazgıcı
düşünceleri, onları e n katı eşitsizl i k çi sosyo-Politik yapıları ve e n aşırı baskıcı rejim
leri kabul etmeye götürür. Çünkü Stoa ah lak öğretisine göre, mutl uluk i çsel bir so
rundur, dış koşullara kesi nlikle bağ l ı değildir. Örneği n , ki şinin sa�l ıks ı z, yoksul ya
da köle o l ması , onun mutl u luğa ulaşıp ulaşmaması bakımından h i çbir etkiye sahi p
değildir. Ayrıca gerçek özgürlük, i çsel düzeyde e l d e edilir ; bir başka deyişle, kend i ni
duygular ı n etkisinden kurtarıp aklını doğru duruma getirebilen ki ş i , gerçekten
özgürdür. Öyleyse, dışsal köleliğin h i çbir öne m i yoktur. Üstel ik kişinin i çi n de bu
lunduğu durumu o n u n yazgıs ıdır ; kişi, b u n u olduğu gibi k.ıbul ederek doğaya, akla
uygun davranmış, dolayısıyla erdemli ( mutlu) o l ma yolunda i l erlemiş ol ur. Demek
ki, köle olan bir ki şi , mutluluğa kavuş ma k istiyorsa, dışsal özgürlüğ ün peşinden
koşmak şöyle dursun , tersine b i l i n çli olarak köleliğini ben i msemeli, köleliğinin ge
rekleri n i yerine getirmelidir.
Soyut düzeyde insa nların evrensel eşitli_ğ in i savunan Stoa düşünces i , yeryüzü
ne in ince, gerçek topl u mların hiyerarşik, eşitsi zlikçi yapılarını ve dcgerlcrini Yazgı
ile, logos ' un evrensel düzeni i le a ç ıklamaya ve böylece bunları bir anlamdı " meşru
laştırmaya'' koyulur. Bu yönliyle de tutucu ıstatu q uo 'cu) bir- ideoloj i olJrak işlev
görür. Ya lnızca kişinin i çsel değişiminin öne mii olduğunun vurgulanması ve geri
294
kalan her şey in tan rısal istence bağlanması, dünyanın gidişi ile kurulu düzenlere
dokulmasının, her hangi bir sosyo-p_olitik değişime kalkışı lmasının baştan mahkum
edilmiş ol mas ı demektir. Buna göre insan efendiyse efendi, köleyse köle ka lmal ı ve
öylece davranmalıdır. Öyle görülüyor ki Stoacı lık, bir yanda insanların vicdanlarını
rahatlatarak, öte yanda onları yazgıya ( Tanrı 'ya) sığınmaya iterek, efendi ile köleyi
uzlaştırmakta84 , bir başka deyişle var olan çeş itli iktidar ilişkilerini sürekli olarak
yeniden üretmektedir. Onun bu özel liği, her türlü. siyasal iktidarın işirıe gelecek ni
teliktedir; zaten Stoacılar, ilişkiye girdikleri çeşitli siyasal iktidar sahipleri tarafın
dandan genel likle hep h oşn utl ukla karş_ılanmışlardır.
Polislerle birlikte y urttaşlık özgürlüğünün yok olduğu bU dönemde, insanları
rahatlatmak amacıyla özgürlüğü kendi içlerinde aramalarını salık veren Stoacıl ık85,
siyasetin önemsiz olduğu üzerinde de ısrarla durur. Polislerin çöküntüleri üzerinde
kurulan krallıklarda, si yasal katılımın h i çbir anlamı kalmamış, kitleler siyasetin dı
şına itilmiştir. İşte Stoacılık, bu duruma uygun gelen, hatta onu destekleyen bir
söylem oluşturarak, siyasetin ilgisiz ka lına cak şeylerden biri olduğunu belirtir. Çün
kü siyaset, kendiliğinden ne iyiliği, ne de kötülüğü içermektedir. Fakat Epikuroscu
!ardan ve özellikle Kyniklerden farklı olarak, Stoacılar, siyasal yaşamı, devleti hor
görüp aşağıla maya ve bilgeyi her türlü kamusal etkinlikten soyutlamaya ka lkışmaz
lar. Onlara göre bilge, her ne kadar kendi kendine yeterli bir yaşam sürme yetkinli
ğine ulaşmış ise de, i çinde yaşadığı topluma, dev.Jete karşı ödevlerinin bulunduğu_
nun bilincinde o larak, bir engel olmadığı sürece kcımusal yaşamla ilgilenmeli, devle
tine yararlı olmalıdır. Bir ideal olarak kosıtıopolis 'e bağlı kalması, ülkesinin, devle
tinin pratik yaşam açısından içerdiği değeri gözden kaçırmas ına neden olmamalıdır.
Örneğ}n Zenon, bütün yaşamı boyunca her fırsatta Kition'lu olduğunu açıklamı ş,
kentine olan bağlılığını dile getirmiştir. Demek ki Stoacılık, devleti hiçbir zaman
yadsımamış, tersine onu sorgulamadan olduğu gibi kabul etmiştir. 8 6
Bilge ahlakı zedelenmedikçe siyasal sorumluluklar üstlenmeyi kabul eden Sto
acılar, gerek kosmopolitist düşüncelerine uygun olduğu içirı,87 gerek salt opportü
nist (eyyamcı) tutumlarından ötürü88, Helenistik monarşilerle yakın ilişkiler i çi ne
girmişlerdir. Bu dönemde, çevresinde eğitimci ya da danışman olarak görevli bir
84 Aubenque, s. 205 .
85 "Stoacı özgürlük eylem özgürlüğü değil d e düşünce özgürlüğüdür, bu nedenle de dolayım
lı olmayan, diğerleri tarafından kabul edilmiş olmayan, nesnelleşmemiş bir özgürlüktür•.•
Köle, bu özgürlüğünü Efendiye karşı bir praksis haline dönüştünneyip, bir Stoacı olmayı,
özgürlüğünün öznel bilinciyle yetinm eyi seçerek sonunda, Dünyadan, içinde E fendinin
hakim olduğu dünyadan bağımsız ve özgür olduğu " yanılsamasına" sanlmayı s e çmiş tir."
Tülin Bumin, Hegel, Bilinç Problemi, Köle-Efendi Diyalrktiği Praksis F elsefesi, İ:nanbul
Alan Yayıncılık, 1 98 7, s. 50-5 1 .
86 Bernard Lıverı:;ne (Individualisme contre autoritarisme, P:ıris, P l'F, 1 9 59, s. 2 7 ' de), S t o
acıların devleti sorgulamamalannı, sitenin mutlak erki hakkında kuşkucu "bir tutum ta
kııımamalannı, onların doi;;>al hukuk düş üncesini tam anlam ıyla geliştiremeyip özgürlüğjj
site düzeyinde de almamış olmalarına bağlamaktadır.
87 Şenel, Eski Yunanda E şitlik., s. 5 2 3.
88 Touchard, s. 54.
295
Stoacı bilgesi olmayan bir kral, bir despot hemen hemen yok gibidir. 89 Diogenes
Laertius' un a ktardığına göre, Makedqnya kral ı Antigone Gonat;ıs, Zenon'u kendisi
ne (ve dolayısıyla bütün Makedonyal ılara} öğretmenl ik yapması için sarayına çağır
mış, fakat Zenon yaş lıl"ığını ileri sürerek kendi yerine iki öğrencisini yollamıştır. 9 0
Monarkların Stoa felsefesinin iktidarı ( dolaylı da olsa) destekleyen düşlincelerinden
yararlanmak istemelerine karşılık, Stoacı bi lgeler h izmetlerinde bulundukları kral la
rı etkileyerek sosyo-politik yapıları evrensel (hosmih) düzene uygun kıl maya çal ış
mışlardır. Bu, Platon'da n beri fi lozofların kolay kolay vazgeçemedi kleri bir düşün,
yani kralların filozof (bilge) yapı larak yeryüzünün her alanında doğrunun ( iyinin)
egemenliğinin kurulması düşünlin, bir kez daha ortaya atılmasıdır.. Platon gibi Stoa
cılar da -Marcus A urel ius'un ki ş i l iğinde bir filozof kra.1 yetiştirmiş olmalarına kar
şın- bu düşü gerçekleştirememişlerdir. Fa kat Stoacılık, her türlü uzlaşmaya ve ko
şula uyum sağlayabjlen . yapısı, dünya devleti düşüncesi, doğal hukuk anlayışı., kav
ramlar üzerinde oynayarak farkl ı i nsa nlara seslenebilen çeşitli, hatta çelişki li söy
lemleri ve dinsel görüntiisü ile, dünyanın en büyük imparatorl uklarından bir :nin,
Roma İ mparatorluğunun, hakim ideolojisini besleyen temel kaynak durumuna gel
meyi başarmıştır.
296
ÖZEL AD DiZiN i
A Arginusae (savaşı), 1 1 4.
Argos, 4, 1 96.
Abdera, 49, 50, 57, 60, 62. Aristippos, 60n, 1 00, 122-1 25;1 26,
Aegina (Aigina), 3, 1 32, 1 33n, 1 35. 1 27, 1 33n, 271 , 276.
Afrika { kuzey), 1 22. Aristokles, 1 33.
Agamemnon , 82 , 84. Ariston, 1 32.
Agesilaos, 89n, 91 . Aristophanes, 47n, 54n, 66, 67n,
Agis, 8. 85-87, 95, 97, 98, 98n, 99, 99n,
Aiskhflos, 1 77. 1 00.
A itol ia, 4. Aristoteles, 2, 3n, 4n, 1 0, 1 0n, 1 3,
Akademia, 1 21 , 1 35, 1 36, 1 87n, 1 9 7 1 7n, 1 8n, 1 9, io, 24, 25, 26n, 28,
'221 , 222, 248n, 270, 289. 3� 35n, 5 1 n, 70n, 9� 90n, 95, 9�
Akarnania, 4. 98, 1 02, 1 02n, 1 06n, 1 1 1 , 1 1 2n,
Akdeniz, 23, 267. 1 23n, 1 31 , 1 33, 1 33n, 1 39, 1 56,
Akhil leus, 84. 1 57n, 204n, 21 7, 2 1 9-266, 267,
Akragas (Agrigentum), 46. 268, 269, 270n, 279, 287, 288.
Aleksandros 1 1 1 . ( Büyük İskender), Arkhelaos, 97.
3 1 , 1 28, 1 29n, 221 , 222, 242, 266, Arkytas, 1 35, 1 36.
267, 268, 269, 293. Assos (Behra mköy) , 221 , 285.
Alkibiades, 24, 28, 29, 30, 66, 85, Asya ( Asyalılar), 247, 267, 285.
98, 1 00, l OOn, 1 06n. Athena, 62.
Al kidamas, 70. Atina ( Atinalılar), 2, 3, 4, 7, 8, 9, 1 3,
Alkmeon oğulları, 1 9, 2 1 , 25. 1 5, 1 6, 1 8, 1 9, 20, 21, 22, 23, 24,
Amyntas, Z20. 25, 26, 27, 28, 29, 30; 3 1 , 47, 49,
Anadolu, 1 , 6n, 23, 93, 1 35, 285. 50, 52, 54, 56, 57, 58, 65n, 66, 67,
Anaksagoras, 47-49, 50, 55n, 97, 1 20 74n, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 82, 83,
Anaksimandros, 36-37. 84, 85, 86, 86n, 87, 88, 89, 90, 91 ,
Anaksimenes, 37-38. 92, 93, 95, 97, 98, 99, 1 00, 1 01 ,
Annikeris, 1 35. 1 05, 1 1 0, 1 1 1 , 1 1 2, 1 1 3, 1 1 5, 1 1 7,
Ansart Pierre, 32n. 1 1 8, 1 1 9, 1 20, 1 22, 1 25, 1 27, 1 32,
A ntigone, 84. 1 34, 1 35, 1 36, 1 5� 1 60, 1 62, 1 6�
A ntigone Gonatas, 296. 1 64, 1 65, 1 77, 1 96, 205, 208, 209,
Antiphon, 66, 69, 70, 71 , 71 n, 72, 21 1 21 7, 221 , 222, 253, 255, 264,
J
298
E Gorgias, 53n, 54, 54n, 57,_ 58, 58n,
'
59, 59n, 6ı , 64, 92, 93, lı.$.
Ege, 1 , 23. Gökberk MO!cit, 42n, 44n, 45n, 49n,
Elea (okulu ve felsefesi), 38, 42, 44- 59n, 95n, ·99n, 1 02n, 1 24n, 1 25n,
,
46, 47, 49, 1 -tl, 1 50. 1 26n, 1 50, 1 50n, 21 9n, 223n, 225n
Elis, 1 3, 64, 65n, 1 22� 231 n; 267n, 269n, 272n, 285n,
Ellul Jacques, 1 0n. 286n, 289n, 291 , 291 n.
Empedokles, 46-47, 48, 49, 232.
Ephesos ( Efes), 38, 40, 41. H
Ephialtes, 23n, 24, 25.
Epiktetos, 284, 286. Hacıkadiroğlu Vehbi, 1 47n.
Epikuros ( Epikuroscular), 58n, 1 25, Hades, 46n, 1 46.
' 269, 270-284, 286; 289, 290, 295. Halikarnassos (Bodrum), 77.
Epimenides, 1 5. Hegel, 39n.
Epimetheus, 61 , 62. Hekabe, 84.
Eretria, 1 22. Hekatıeos, 38. ·
Ertop Kıvanç, 2n, 21 n, 268n, 282n, Helene, 83.
293n. Hephaistos, 62.
Etna Yanardağı, 46. Hera, 46n.
E uboea ( Eğriboz), 222 Herakleitos, 3842, 45, 46, 1 1 O,
Eukleides, 1 00, 1 22, 1 34. 1 33n, 1 41 , 1 53, 287, 288.
E uripides, 82, 82n, 83, 83n, 1 77. Herakles, 65ıi, 1 25.
E uthemeros, 1 25. Hermeias, 221.
E uthydemos, 66. Hermes, 62.
Hermodoros, 41 , 41 n.
F Hermogenes, 1 1 9n.
Herodotos, 4n, 5, 1 2n, 1 4, 35, 43n,
Fenike, 2, 284, 286. 76, 77-78.
Fokis, 4. Hesiodos, 7n, 36n, 38, 40, 44, 1 77,
Foulquie Paul, 1 52n. 1 91 .
Hindistan, 1 35.
G Hiperbolos, 28, 85.
Hipparkhos, 2 1 .
Gaia, 36n. Hippias (tiran), 21 .
Galileo Galilei, 231 n. Hippias (Sofist), 53, 53n, 57, 6 1 , 64,
Girit, 2, 1 2n, 35, 1 8 1 n, 205, 21 1 . 65, 65n; 69, 7 1 .
Glotz Gustave, 4n, Sn, 1 4n, 1 6n, 27, Hippodamos, 4 , 4n.
27n. Hippokrates, 55, 248n.
G.o ldschmidt Victor, 1 48n, 1 51 n. Hobbes Thomas, 69n, 278.
Gomperz Theodore, 25n, 38n, 47n, Homeros, 2, 22n, 40, 44, 1 61 , 1 77.
49n, 5 1 n, 5 7n, 58n, 59n, 60n, 63n,
64n, 70n.
299
i-J Konossos, 21 1 .
Kopernik, 231 n.
İskitler, 7 5. Korinthos, 3; 4, 1 34.
İsokrates, 92-94. Kösemihal Nurettin Şazi, 1 58n.
İ talya (güney), 1 , 1 4, 38, 42, 44, 4�, Kranz Walter, 37n, 38n, 43n, 46n, 47n
61 , H5. 49n, 57n, 68n, 69n, 70n, 71 n, 82n,
İyonya, 3, 6, 6n, 1 2, 23, 33, 34, 35, 248n.
� 8 . 42, 43, 4� 46, 47, 49, 1 78, 28& Krates, 1 30, 285.
Janet Paul, 1 1 3, 1 1 3n, 1 80n, 21 8�, Kratylos, 1 33, 1 33n.
293n. Kreon, 84.
J oad C.E.M., 1 1 8n. Kritias, 30, 66, 67, 68, 69, 72, 73, 1 00
J ustinianos 1., 1 36, 222. 1 1 5, 1 32.
Kriton, 1 00, 1 20.
K Kronos, 1 94, 1 95, 1 97.
Kroton, 42, 44.
Kallikles, 66, 72, 74, 74n, 75, 76, 80, Ksenophanes, 38, 44, 45, 48.
84, 1 24, 1 53. Ksenophon ( Xenophon), 30n, 44n, 55,
Kant İmmanuel, 99n. 55n, 65, 87, 87n, 89-92, 94, 95, 96,
Karikles, 1 1 5. 97, 98, 1 00, 1 06n, 1 07, 1 08, 1 08n,
Kartaca, 251. 1 09, 1 09n, 1 1 0, 1 1 1 , 1 1 1 n, 1 1 4,
Keos, 58. 1 1 4n, 1 1 6n, 1 1 9n, 1 20n, 1 25, 1 25n,
Khairephon, 1 01 . 1 26n, 1 62, 285.
Khaironeia {savaşı), 31 , 93. Kserkses, 1 4, 23, 75.
Khalkedon ( Kadıköy), 73. Ktesippos, 67.
Khalkis, 222. Kylon, 14.
Kharmides, 1 00, 1 1 4, 1 32. Kynikler, 122, 1 24, 1 25-1 3 1', 1 55, 1 5 7
Khilon, 1 5n. 1 86, 202, 236, 269, 285, 286, 287,
Khrysippos, 284, 285, 286, 288, 289n 292, 293, 295.
290, 292, 294. Kynosargos, 1 25.
Kıbrıs, 284, 285. Kyrene (okul u), 60, 60n, 1 22-1 25,
Kimon, 23n, 26n. 1 26, 1 27, 1 30, 1 31 , 1 35, 1 55, 1 94,
Kition (Cittium) , 284, 295. 269, 276.
Klazomenai, 47.
Kleanthes, 284, 285, 288, 289ı:ı. L
Kleisthenes, 21 , 22, 23, 25, 28, 29, 92,
1 1 3. Labrousse Roger, 1 71 n, 21 5, 2 1 5n,
Kleobulos, 1 5n. 240n, 292n, 294n.
Kleon, 27, 28, 85, 86, 86n. Lakedaimonia (La kedemonyal ılar ) ,
Kleophon, 28, 85. 1 2n, 1 4, 90, 250n.
Klytaimnestra, 84. Lımpsakos ( Lapkesi), 47, 271 .
Kodros, . 1 3, . 1 32. Laurion, 20.
Kolophon ( Değirmendere) , 44, 271 . Lavergne Bernard,·295n.
300
Leobotes, 1 2n. Menon, 53n.
L�ontinoi, 58. Mesogeios, 21 .
Lesbos, 1 3, 29, 221 . Messenia, 4, 1 96.
Lescuyer Georges, 83n, 92, 92n, 237n Mezopotamya, 2.
258n, 266, 266n. Mısır (Mısırlılar) 2; 33, 34, 35, 43n, 58
Leukippos, 49. 1 34, 1 35, 204.
L euktra (savaşı) , 8. Midilli, 271 .
Lidya (Lydia), 20, 35, 1 78. Mikale, 23.
Lipson Leslie, 1 66n. Mikenai (Mykene), 2.
Locke J ohn, 21 7, 248n. Mikkos, 76n.
Lucretius, 271 , 273n, 275, 275n, 277n Milet (Miletos), 4, 1 3, 33, 35, 36, 37,
279n, 281 n, 282n. 38, 39, 40n, 49.
Lycon, 1 1 8. Minos Uygarlı.� ı, 2.
Lykeion, 221 , 222, 270, 289. Mostesquieu, 21 7, 248n.
Lykophron, 70, 70n. Moreau j oseph, 21 9n, 220n, 223n,
Lykurgos, 1 2, 30n, 90. 227n, 231 n.
Lysias, 1 1 9. Mosse Claude, 83n, 94n.
Mytilena, 29.
M
N
Machiavelli Niccolo, 41 , 74, 1 73n, 251
2 5 1 n. Nausiphanes, 271 .
Macpherson C.B., 29. Neokles, 270.
Mairet Gerard, 240n. Nestis, 46n.
Makedonya ( Makedonyalılar), 31 , 93, Nietzsche Friedrich, 32, 32n, 35, 35n,
93n, 1 29n, 1 36, 220, 221 , 222, 267, 36n, 38, 38n, 45n, 49n, 74.
268, 271 , 296. Nikhomakhos, 220.
Mansel Arif Müfit, 1 0n, 29n. Nil nehri, 58.
Marathon, 23. Nizan Paul, 269, 269n, 272ıi, 276n,
Marcus Aurelius, 284, 186, 296. 279n.
Marcuse Herbert, 1 83n, 200, 200n.
Marx Kari (Marksizm), 39n, 1 83. o
NcNeil William, 6n, 34n.
Medler, 35. Okandan Recai, 279n.
Megabyzos, 77, 77n, 78, 83. Okeanos, 36, 36n.
Megakles, 1 9. Olympos, 32.
Megara, 1 1 , 1 3, 1 22, 1 34. Orphik kültü, 42.
Meletos, 1 1 8, 1 1 8n, 1,21 n. Otanes, 77, 78.
Melissos, 46.
Melos, 84. p
Menedemos, 1 22.
Mengüşoğlu Takiyettin, 1 47n. Patsüt Fatma, 1 78n, 1 92n.
301
Parmenides, 45 , 46, 46n , 49, 49n, 220, 221 , 221 n, 222, 223, 224, 227,
1 41 , 1 53. 227n, 229, 230, 233, 237, 238, 240,
Passerin d'Entreves Alexandre, 1 59n, 243, 244, 245, 246, 248n, 249, 250,
243n. 254, 259, 260, 261 , 262n, 263, 264,
Passeron Jean-Claude, 1 93n. 265, 267, 269, 270, 270n, 271 , 285,
Pausanias, 23. 288, 294, 296.
Peisistratos, 1 9, 20, 21 , 23. Plotinos, 286.
Peloponnesos, 4, 23, 46. Plutarkhos, 271 , 286, 293.
Peloponnesos Savaşları, 4, 8, 26, 28, Popper Kari Raimund, 1 1 3, 1 1 3n,
29, 30, 30n, 47, 78, 8 1 , 85, 86, 87, 1 70n, 1 74n, 1 83n, 1 88, 1 88n, 1 91 ,
1 1 3, 1 32, 253. 1 91 n , 226n, 230n.
Periandros, 1 5n. Poseidon, 1 32.
Perikles, 8, 23n, 24, 25, 26, 27, 28, Potideia (savaşı), 9.8.
29, 47, 51 n, 57, 61, 63 , 76, 78-82, Prelot Marcel, 83n, 92, 92n, 237n,
83, 85, 89, 92, 1 1 3, 11 8, 1 32, 1 65, - 258n, 266, 266n.
1 65n. Prodikos, 55n, 57, 58, 58n, 61 , 65,
Periktione, 1 32. 65n , 67, 97, 99, 99n.
Pers (Persler), 4n, 5, 23, 25, 28, 30n, Prometheus, 6 1 , 62.
35, 3� 41 , 64, 77, 89n, 9� 1 96, 21 1 Protagoras, 49, 54n, 55, 55n, 5 7, 51n,
Pers Savaşları, 5, 8, 23, 24, 24n, 25, 58, 59, 60, 60n, 6 1 , 61 n, 62, 63, 64,
52, 64. 64n, 65, · 66, 67, 72, 79, 80n, 1 42,
Phaidon, 1 00, 1 22. 1 43, 1 43n, 1 68, 1 77n, 1 99.
Phenarete, 97. Proudhon, 41 .
Phi lais ailesi, 1 9. Pyrilampes, 1 32.
Philolaos, 43. Pyrrhon, 2 7 1 .
Philippos i l ., 54n, 93, 93n, 1 29n, 221 , Pythagoras (Pythagorasçılar), 38,4244
267. 47, 1 06, 1 35, 1 45, 1 80, 264.
Pindaros, 6 1 , 61 n.
Pire ( Peiraieus), 1 32, 1 34. R
Pisier-Kouchner Evelyne; 27n. Reichenbach Hans, 1 7Sn.
Pittakos, 1 5n . Robin Leon, 33, 33n, 37n, 38n, 46n,
Plataiai, 23. 47n, 49n, 96n, 1 26n, 1 54n, 1 57n,
Platon, 22n, 30, 33, 33n, 35, 35n, 38, 1 76, 1 76n, 1 88n, 21 9n, 220n, 225n,
44, 45, 46n, 47n, 50, 5 1 n, 52n, 53, 237n, 246n, 272n; 274n, 276n, 282n
53n, 54n, 55, 55n, 57, 57n, 58, 58n, 286n, 292n.
59n, 60, 60n, 61 , 61 n, 64, 65n , 66n, Rodier Georges, 1 52, 1 52n, 288, 288n
67, 73n, 74n, 76, 76n, 94n, 95, 96, Roma, 1 , 5n, 9, 3 1 , 41 n, 1 30, 21 7,
97, 98n, 99n, 1 00, l OOn, 1 01 n, 1 03, 267, 271 , 272, 284, 286, 293n, 296
1 04n, 1 05n, 1 06n, 1 07, 1 07n, 1 08, Romilly J acqueline de, 29n, 83n,. 87n,
ln&l, l99y.� 1-1.ay 1 1 4n, 1 1 .5 n, 92n, 93n.
1 1 6n, 1 1 7n , 1 1 8n, 1 1 9n, 1 21 , 1 21 n Rousseau J ean-Jacques, 63, 1 1 6n, 1 29,
1 22, 1 26n, 1 30n, 1 3 1 , 1 32-218, 21 9 1 58n, 1 68, 1 J6n, 1 90n, 204, 242n,
277, 282.
302
Rouvier jean, 200n, 204n, 21 5n. Soloi (Taşköprü), 285.
Russell Bertrand, 35n, 37n, 38n, 42n, Solon, 3n, 1 1 , 1 5, 1 5n, 1 6-19, 20, 22
43n, 45n, 49n, 96n, 128n, 1 83n. 9Z 1 1 3, 1 3Z 208, 253, 26�
Ruyer Raymond, 2 1 7, 21 7n. Sophokles, 84.
Sophroniskus, 97, 1 1 8n.
S -Ş Sparta (Spartal ılar) 4, 8, 9, 1 0, 1 2, 1 4,
21 , 23, 28, 30, 30n, 3 1 , 80, 84, 89n
Sabine George, 27n, 77, 7 7n, 83n, 90, 91 , ·"93, 97, 1 08, 1 34, 1 35, 1 59,
1 26n, 1 27, 1 27n, 1 29, 1 29n, 170, ' 1 62, 1 63, 1 77, 1 79n, 1 80, 1 81 n, 1 96
1 76n, 1 77, 1 77n, 1 80n, 1 84n, 1 89, · 251 , 255.
1 89n, 1 90n, 200, 200n, 201 n, 203, Speusippos, 221 n.
203n, 209, 209n, 21 1 , 21 5n, 21 9n, Stace W.T., 1 43n.
237n, 239n, 244, 244n, 257, 257n, Stageiros ( Stageira}. 220, 221 .
259, 259n, 268n, 269, 269n, 281 n, Stoacılık (Stoa Okulu), 40, 1 30, 269,
282, 282n, 291 n, 293n. 270, 28�296 .
Saint-Simon, 1 93n. Strepsiades, 67n.
Salamis; 23, 24n. Suriye, 2.
Sarıca Murat, 1 60n. Syrakuza, 4, 93, 1 35, 1 36, 1 67, 1 87n,
Sartori Giovanni, 1 1 2, 1 1 2n. 2 1 5, 255.
Sekstos Empeirikos, 286. Şenel Alieddin, 4n, 6n, 20, 51 n, 56,
Selanik, 220. 56n, 61 n, 64n, 70n, 1 1 O, 1 1 0n, 1 1 2,
Seneca,,284, 286. 1 1 2n, 1 28, 1 28n, 1 66n, 1 74n,1 80n,
Sicilya, 1 , 4, 1 4, 29, 46 , 58, 1 35. 1 81 n, 1 83, 1 83n, 1 95, 1 95n, 2 1 5n,
Sieyes, 92n. 230, 230n, 241 n, 244, 244n, 257,
Silenos, 98. 257n, 295n.
SinOP,, 1 25.
Sisam (Samos), 23, 42, 46, 270, 271 . T
Sisyphos, 1 09, 1 09n.
Sofist (Sofistler), 1 6, 27, 42n, S2-76 Taranta, 1 35, 1 36.
82, 84, 85, 92, 97, 98, 99, 99n, 1 00 Tarsus, 285.
1 01 , 1 02, 1 03, 1 04, 1 05, 1 07, 1 1 1 , Teos (Sığacık), 271 .
1 1 5, 1 1 6, 1 1 8, 1 22, 1 24, 1 25, 1 29, Teselya, 1 3, 53n.
1 3� 1 31 , 1 3� 1 41 , 1 43n, 1 45, 1 50, Thales, 1 5n, 35-36, 37.
1 5 7, 1 65, 1 68, 1 69, 1 94, 222, 242, Theagenes, 1 1 .
256, 269; 2 79. Thebai, 23, 30n, 83.
Sokrates, 44, 47n, 49, 53n, 55, 55n, Theil Pierre, 43n.
58, 58n, 60n, 64, 67n, 89, 90, 95 - Themis, 1 4n.
1 21 , 1 22, 1 23, 1 25 : 1 30, 1 31 , 1 32, Themistokles, 23n.
1 33, 1 33n, 1 34, 1 35, 1 37, 1 38, 1 39, Theodoras, 97.
1 46, 1 50, 1 55, 1 58, 1 58n, 1 59, 1 64, Theodoros, 1 25, 1 35.
1 91 , 1 99, 202, 21 5, 222, 225, 226, Theramenes, 90.
228, 235, 246, 269, 285. Theseus, 83.
303
Thomas (Aquinumlu), 21 7. Voilquin J ean, 36n, 38n, 44n, 47n,
Thomson George, 3n, 4n, l l n, 1 7n. 49n, 57n.
Thrasymakhos, 66, 72, 73, 73n, 74, Weber Alfred, 1 07n, 1 25n, 1 29, 1 29P
84, 1 59. 1 40, 1 40n, 1 54n, 229n, 233n, 272n,
Thukydides (Thucydide). 2, 4n, l 9n, 286n.
20, 20n, 28, 29, 29n, 76, 79-82 , 84, Weber Marx, 249.
85. Werner Charles, 274n, 278n, 286n,
Thukydides (politikacı ) , 23n. 287n, 288n, 289n, 290n, 292n.
Thurium (Thurioi), 61 . Wycherley R.E., 3n, 4n.
Timuçin Afşar, 1 84n, 223n, 225n,
227n, 228n, 233n, 234, 234n. Y-Z
Titan, 36n.
Touchard J ean, 1 38n, 1 72n, 21 5n , Yaşlı Oligarkh ( Düzmece Ksenophon) ,
248� , 293n, 295n . 87-89.
Tra kya, 49, 1 25. Yetkin Çetin, 2n, 21n, 1 84n, 1 93n,
Trousson Raymond, 21 8n. 268n, 282n, 293n.
Truva (Troya), 8Z, 1 96. Zekiyan Boğos, 57n, 293n.
Tunçay Mete, 77n, 79n, 87n, 237n, Zenon ( E leal ı ) , 45, 46n, 1 50.
238n, 254n , 263n. Zenon (Stoacı) , 1 30, 284, 285, 286,
.289n, 293, 294, 295, 296.
U-V-W Zerdüştçülük, 39n.
Zeus, 1 4n, 1 6, 46n, 47n, . 55, 62, 64n,
Uranos, 36n. 84, 276n.
304
KAYNAKÇA ( BIBUYOGRAFYA)
Akın İlhan F., Kamu Huk�ku, lstanbul, İstanbul üniversitesi Y.ayınları, 1 974.
Alain, idees-lntroduction a la philosophie , Paris, Paul Hartmann, 1 939�·
Anderson Maxwell, Yahnayak Sokrates, ( Çev. Mina Urgan), İstanbul, Adam Yayın-
ları, 1 985.
Ansart Pierre, İdeologies, conflit s et pouvoir, Paris, PUF, 1 977.
Aristophanes, Bulutlar, (Çev. Ali Süha Delilbaşı), Btanbul, Maarif Basımevi, 1 957.
Aristophanes, Kuşlar, (Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu), İstanbul, Remzi Ki-
tabevi, 1 966.
Aristophanes, Barış Oyunları, {Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu), lstanbul,
Hürriyet Yayınları, 1 975.
Aristophanes, Lysistrata, (Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu), lstanbul, Remzi
Kitabevi, 1 965.
Aristophanes, Eşek Arıları, (Çev. Sabahattin Eyüboğlu) , istanbul, Remzi Kitabevi,
1 966.
Aristote, La Politique , Paris, Denoel - Gonthier, 1 977.
Aristote, Ethique de Nicomaque, Paris, Flammarion, 1 986.
Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay), lstanbul, Remzi Kitabevi, 1 975.
Aristoteles, Atinaldarın Devleti (Çev. Suad Yakup Baydur), Ankara, Maarif
,
Matbaası, 1 943.
Aristoteles, Poetika, (Çev. İsmail Tunalı), lstanbul, Remzi Kitabevi, 1 983.
Aristotle, The Works of Aristotle, Great Books of the Western World, Cilt 8 ve 9,
Chicago, Encyclopaedia Britannica, ine., 1 952.
Auroux Sylvain . Weil Yvonne, Nouveau vocabulaire des etudes philosophiques, Pa
ris, Hıchette, 1 975.
305
Beer Max, Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Tari hi , (Çev. Galip Ü stün ), İstanbul,
H lisnütabiat Matbaası, 1. Kita p, 1 965.
Ben-Amittay jJcob, Siyasal Düşünceler Tarihi , (Çev. Mehmet Ali Kılıçbay-Levent
Köker) , AnkJra, Savaş Yayınl.ırı, 1 9� 3.
Bcrkt.ıy Halil, Kabileden Feodalizme, İs tan bul , Kay na k Yayınları, 1 983.
Bezci Na il, Yeryüzü Cennetleri Kurmak (Ütopyalar), İstanbul, Say , 1 984.
Birand Ki m ıran, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, Ankara, A.Ü. İ lahiyat Fakültesi YJyınları
1 958.
Bourdieu Pierrc•Passeron ) can - "Claudc, La Reproduction, Paris, Minuit, 1 970.
Bouthoul Gaston, L'art de la po liti qu e , Paris, Ed itions Seghcrs, 1 962.
BrJguc R e mi, Du temps chez Platon et Arist o te , Paris, P U F , 1 983.
Brehier Em ile, Histoire de la Philosophie, Paris, L i brairie Fe lix Alcan, 1. Ci lt, 1 938.
Brun J ean, E picure et les E picuriens, Pa ris, P U F , 1 961 .
Brun ) can, Les Sto"ıciens, Paris, PUF, 1 958.
Bumin Tül in, Hegel - Bilinç Problemi , Köle Efendi Diyalektiği Praksis Felsefesi,
•
306
Duche J ea n , Histoire du monde, Paris, Flammarion , Cilt 1 , 1 958.
Dumon t J ean-Pa u l , La philosophie antique, Paris, PUF, 1 974.
Dumont Louis, Essais sur l'individualisme - Une perspecth·e :ınt h r opo logi qu e sur
307
Hamilton Edith, Mitologya, (Çev. Ülkü Tamer), İstanbul, Varlık Yayınları, 1 983.
Hançerlioğlu Orhan, Başlangıcından Bugüne Erdem Açısından ,Düşünce Tarihi, İs·
tanbul, Varlık Yayınları, 1 976.
Hançerlioğlu Orhan, Düşünce Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 977.
Hançerlioğlu Orhan, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1 979.
Heimsoeth Heinz, Felsefenin Temel Disiplinleri, (Çev. Takiyettin Mengüşoğlu), Is·
tanbul, Remzi Kitabevi, 1 986.
Herodotos, Herodot Tarihi, ( Çev. Müntekim Ökmen), lstanbul, Remzi Kitabevi,
1 973.
Hesiodos, Hesiodos Eseri ve Kaynakları, ( Çev. Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat),
Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1 977.
Homere, lliade, Paris, Societe d'Edition " Les Belles Lettres", 1 962.
Homeros, İliada, ( Çev. Ahmet Cevat Emre), lstanbul, Varlık Yayın ları, 1 961.
Homeros, Odysseia, (Çev. Ahmet Cevat Emre), İstanbul, Varlık Yayınları, 1 971 .
i tin M . ve E. Segal, insan Nasd irisan Oldu? , (Çev. Ahmet Zekerya), İstanbul, Yeni
Dünya Yayınları, 1 985.
Janet Paul, Histoire de la Science Politique dans ses Rapports avec la Morale, Paris,
Libraire Felix Alcan, 1 924. .
j oad C. E. M., Dünyanın Büyük Felsefeleri, (Çev. Semih U mar), İstan� ul, Remzi Ki·
tabevi, 1 985.
Kant İ m manuel, "Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt" , Felsefe Yazıları, lstanbul,
Yazko, 6. Kitap, 1 983.
Karasan· Mehmet, Etlatun'un Devlet Görüşü, Ankara, Milli Eğitim Basımevi , 1 94 7.
Kaya Mahmut, fslam Kaynakları lşığında Aristoteles ve Felsefesi, İstanbul, Ekin
Yayınları, 1 983.
Kaygı Abdullah, "Platon ve Popper. Adaletli Toplum mu, Açık Toplum mu?" Fel
sefe Dergisi, No: 1 , Ocak 1 987.
Kösemihal Nurettin Şazi, Durkheinı Sosyolojisi, İstanbul Remzi Kitabevi, 1 971 .
Kranz Walther, Antik Felsefe - Metinler ve Açıklamalar, ( Çev. Suat Y. Baydur), is.·
tanbul, Sosyal Yayınlar, 1 984.
Ksenophon, Anabasis, (Çev. Hayrullah Örs), İstanbul, inkılap ve Aka, 1 9 75.
Labrousse Roger, lntroduction a la Philosophie Politique, Paris, Marcel Riviere et
Cie, 1 859.
Lavergne Bernard, Individualisme Contre Autoritarisme, Paris, PUF, 1 959.
Lipson Leslie, Demokıatik Uygarlık, ( Çev. Haldun Gülalp· Türker Alkan), Ankara
Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları, 1 984.
Levi Peter, Eski Yunan, ( Çev. Neşe Erdilek) İ letişim Atlaslı Büyük Uygarlıklar An
siklopedisi, 3. Cilt, İstanbul, İletişim Yayınları, 1 987.
Lucrece, De la Nature des Choses, Paris, Editions Sociales, 1 974.
Lucretius, E.vrenin Yapısı, ( Çev. Tomris Uyar ve Turgut U)Car), İstanbul, Hürriyet
Yayınları, 1 974.
Machiavel, Le Prince, Paris, Le Livre de Poche, 1 975.
308
Machiavelli, Le Prince, Paris, Le Livre de Poche, 1 975.
Macpherson C.B. , Demokrasiııiıı Gerçek Dünyası, (Levent Köker), Ankara , Birey ve
Toplum Yayınları , 1 984.
Mairct Gerard, Les doctriııes du pouvoir, Paris, İdeas-Gallimard, 1 978.
Mansel Arif Müfid, Ege ve Yunan Tarihi , Ankara , Atatürk .Kültür, Dil ve Tarih Yük·
sek K urumu Yayınları, 1 984, 4. Baskı.
Marcuse Herbert, Le marxisme sovietique, Paris, Gallimard, 1 968.
Mar c u se Herbert, L 'h o mm e unidiınensionnel , Paris, l\·l inuit, 1 968 .
McNeil William H . , Dünya Tarihi (Alaeddin Şenel), İstanbul, Kaynak Yayın ları,
1 985.
Mengüşoğlu Takiyettin, Felsefeye Giriş , İstanbul, Remzi Kitabevi , 1 983.
Moreau J oseph, Aristote et s o n ecole , Paris, PUF, 1 985.
Mosca Gaetano ve Bouthoul Gaston, Histoire des doctrines p olitiques, P;ıris,Payot.
Mosse Claude, Histoire des doctrines .politiques en Grece , Paris, P U F, 1 975.
Necatigil Behçet, Mitologya, İ stanbul, Gerçek Yayınevi, 1 978.
Nietzsche Friedrick, Yunanlılann Trajik Çağında Felsefe (Nusret H ızır), İstanbul,
Bilim Felsefe Sanat Yayınları, 1 985.
Nizan Paul, Les ınaterialistes de l 'Antiquite, Paris, Editions Sociales lnternationales,
1 936.
Okandan Recai G., Umumi Hul..'llk Tarihi Dersleri, İstanbul, İ stanbul üniversitesi
Yayınları , 1 951 .
Paksüt Fatma, Platon ve Platon Sonrası , Ankara , Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayın
ları , 1 982.
Parkinson C. N ortheote , Siyasal Düşüncenin Evrimi (Me h m et Harmancı), İstarıbul,
Remzi Kitabevi , 1 976.
Passcrin d'Entreves Alexandre , la notion de 1 'Etat, Paris, Si rey, 1 969.
Platon, Ckuvres completes , Paris, Societe d'Edition "Les Beli es Lettres ", 1 3 Ci it,
1 920 - 1 926.
Platon, �uvres completes - Les lois (Cilt 6 ve 7), Paris, Librarie Garnier Frcres, 1 946.
'·
309
Rifat Hayd.ır, E pikür'ün AhJ akiyatı , İ stanbul, Ş ir keti Mürettibiye Matbaası, 1 935.
Rohin Le o n , le pensee grecque et les origines de l'esprit scientifique, PJris, Lı
Rcn.ıiss.ıncc du Livre, 1 932.
R o b i n Leon , La pensee hellenique- Des origines ii Epicure, Par is, P U F, 1 967.
R o nı i l l y J .ı cquclinc de, Problemes de la democratie grecque, Paris, Hermann-Agor;ı,
1 986.
Rousse.ı u J e;ı n - J .ıcques, Du contrat social, Paris, E ditions Garnier Freres, 1 95.t.
R o usseau ] can - J .ıcques, Discours sur l'origine et les fondements de l'ineg:ılite par
mi les hommes , Paris, G.ırnier - F lam marion, 1 971 .
Ro mseau J e.ın · J .ıcques, Topluı� Süzleş mesi, ( Çev. Veda t Günyo l), İ stanbul, Adım
Y .ıyın l.ır ı , 1 982.
·
R o u vier J ea n Les grand es idees politiques des origines ii J .J . Rou�eau, Paris, Bıır
,
das, 1 973.
R ussell Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi 1-..\ntikçağ, ( Çev. M uam mer Sencer), An k.ır:ı,
Bilgi Y.ıyınevi, 1 9fı.
R uyer R.ıymoııd , L'utopie et les utopies, Paris, PUF, 1 950.
Sabine Georgc, Siyasal Düşünceler Tarihi 1, ( Çev. Harun Rızatepe), Ankara, Türk Si
yasi İ lim ler Derneği Ya yınları, 1 969.
Sarıca Murat, Siyasi Düşünce Tarihi, İ stanbul, Gerçek Yayınevi, 1 977.
Sartori Giovanni, Demokrasi Kuramı , ( Çev. Deniz Baykal), Ankara, Türk Siyasi
İ l imler Derneğ i , Yayın N o : 23. ( Tarih yok.)
Schuhl Pierre . Maxime, Essai sur la fonnation de la pensee grecque, Paris, PUF,
1 9.t9.
Schuhl Pierre . Maxime ( textes tr.ıd uits par Emile Br e h ier), Les Sto'iciens, Paris,
Gal limard, 1 962.
Solomon D umitru, Küpek Diogenes, ( Çev. Mete Tunçay), Ankara, Kuzey Y.ıyınları,
1 986.
Sophocle, The:itre co mplet Paris, Garnier-Flammarion , 1 964.
,
Sorıhokles, Antigone, ( Çev. Saba hattin Ali), Ankara, Maarif Matbaası, 1 941.
Sophokles, Elektra, ( Çev. Azra Erhat), Ankara, Maarif Matbaası , 1 941 .
Stace W. T., Hegel ez erine { Çev. l\lurat Belge ) , Ankara, V 'Yayınları, 1 986.
,
310
Thomson George, Eski Yunan Toplumu Üstüne İncelemeler - Tarilıüncesi Ege,
( Çev. Cela l Üster), İstanbul, Payel Y.ıyınevi, 2 Cilt, 1 983 - 1 985.
Thomson George, insanm Özü, ( Çev. Celal Üster) , İstanbul, Paye! YJyınları, 1 987.
Thucydide, La Guerre du Peloponnese, PJ r is, Editions GallimJrd, ·1 964.
Timuçin Afşar, Aristoteles Felsefesi, İ stan b u l , Kavram Ya y ı nları , 1 9 76.
Timuçin Afş.u, Gerçekçi Düşüncenin Kaynakları. İs r.r nb u l, De Yayınevi, 1 984.
Touchard J ean, Histoire des idees Politiques, Paris, P U F, 1 978, 1. Cil t.
Trousson Raymond, Voyages aux Pays de Nulle Part, Bruxdles, E d i t i on s de L'Uııi
ver si te de Bnıxelles, 1 9 75.
Tunçay M ete ( Derleyen), Batı'da. Siyasal Düşünceler Tarihi - Seçilmiş Yazılar, An
kara, An kara Üniversitesi Siyasal B i l ;!i l er Fakn!tesi Yayın ları, 1 969, 1 . Ci lt.
Vernant J ean - Paul, Mythe et Pensee Chez Les Grecs, Par is, Maspero, 1 %5.
Voilquin- J ea n , Les Penseurs Grecs Av:ınt Socrate, PJris, Libr.:ıirie G.ı r ıı ier Frercs,
1 94 1 .
Weil Eric, Philosophie Politi que , P.:ıris. Li brairie Philosophique J . Vrin, 1 956.
Wells H. G., Kısa Dünya Tarihi, ( Çev. Ziya İs han) İ sunbul, Varlık Yayınları, 1 959.
Werner Charles, Llı philosophie grecque, Par is, Payot, 1 962.
Widgery A l ban G., Tarih Boyunca Büyük öğretiler, ( Çcv. Gülçiçck Soytürk), İstan
bu l , Mi lliyet Yayınları, 1 9 71 .
Wycherley R. E ., Antik Çağda Kentler Nasd Kuruldu?, ( Çev. Nur Nirvcn-Nezih
Başgelen), İs ta n bu l , Arkeoloji ve Sanat Ya y ın la r ı , 1 986.
Xenophon, Oeuvres Completes, Pa r is , Garnier-Flammarion, 3 C il t, 1 96 7.
Yetkin Çetin, Kaba Kuvvet F elsefesi . Doğuşu ve Gelişimi, A n kara, Toplum Yayın·
ları, 1 %9.
Zekiyan Boğos, Humanizm (insancılık), Diişünsel İçlem ve Tarihsel Kökenler, İs
tınbul, İnkılap ve A ka K itabevleri, 1 982.
Türk ve Dünya Ünlüleri Amıiklopedisi, l s tan b u l , Anadolu Yayıncıl ık, 1 0 Cilt, 1 983.
31 1