Professional Documents
Culture Documents
Klasi̇k Türk Şi̇i̇ri̇nde Zâhi̇rî Ve Bâtinî Mi̇toslar
Klasi̇k Türk Şi̇i̇ri̇nde Zâhi̇rî Ve Bâtinî Mi̇toslar
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
DOKTORA TEZİ
ZELİHA AÇAR
GAZİANTEP
HAZİRAN 2021
i
T.C.
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
bildirir, aksi bir durumda aleyhime doğabilecek tüm hak kayıplarını kabullendiğimi
beyan ederim.
İmza:
Adı ve Soyadı: Zeliha AÇAR
Öğrenci Numarası: 201700020022
Tezin Savunma Tarihi: 23. 06. 2021
iii
ÖZET
AÇAR, Zeliha
Doktora Tezi
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı
Tez Danışmanı: Doç. Dr. Fettah KUZU
Haziran, 2021, 618
Mitoloji en genel tanımıyla, ilk insanın yaratılış ve nesnelerin kökenini bilme
arzusundan teşekkül etmiştir. İnanma ve ritüellerle yayılma alanı bulan mitoslar,
girdikleri her kültürde o kültürün kendine has elbiselerini kuşanmaktadır. Bu
bağlamıyla özellikle sanat eserindeki mitik örüntüler, sanatçının kendi kültürünün
arketiplerine göre şekillenmektedir. Dolayısıyla Osmanlı coğrafyasında yaşayan, geniş
bir kültür alt yapısına sahip şair de eserinde etkileşime girdiği kültürlerden almış
olduğu motifleri kullanırken kendisine bigâne olmayan, kendi kültürel kodlarında
taşıdığı motiflere yakın olan mitos ve motifleri tercih etmiştir. Bu çalışmada Sümer,
Babil, Mezopotamya, Mısır, Hint, Yunan, Çin, Pers, Arap ve Türk mitolojilerinin
mukayesesi yapılmış, tespit edilen müşterek motiflerin klasik Türk şiirindeki
kullanımı ortaya konmuştur. Mitolojinin, nesnelerin kökenini bilme arzusu neticesinde
teşekkül etmiş olması, anlatılardaki müşterekliği de kaçınılmaz kılmıştır. Hangi
kültürde, hangi coğrafyada olursa olsun kişinin kendisine ve etrafında olup bitene karşı
duyduğu merak, müşterek anlatı ve ritlerin teşekkül etmesine zemin hazırlamıştır.
Hamasi –kadim- dönemdeki kahramanlıklarla övünüp, millî bilinci taze tutma güdüsü
de mitolojik şahsiyetlerin isminin yaşatılmasını sağlamıştır. Klasik Türk şairinin
mitolojik malzemeyi -büyük ölçüde- genelde Pers mitolojisinden özelde Şehnâme’den
aldığı doğrudur. Ancak motiflerin müşterekliği incelendiğinde Şehnâme
kahramanlarının yalnızca isimlerinin özgün ve millî kaldığı, hayatları etrafında
teşekkül etmiş anlatıların diğer milletlerin mitolojileriyle müşterek bir yapıda oldukları
görülecektir. Bu çalışmada bir nebze de olsa ortaya konmaya çalışılan bu husustur.
Ezcümle klasik Türk şairinin mitolojik malzemesi kendi kültürel kodlarından gelen
motiflerin şekillendirdiği, müşterek bir mitolojiden beslenmektedir. Bu çalışmada
mitolojik anlatı veyahut şahsiyetlerin mukayeseli incelemesinden sonra referans
olarak verilen beyitlerde, mitik hadise ya da şahsın ismen geçmesiyle yetinilmemiş,
birebir mitik anlatı veya riti ihtiva eden beyitler tespit edilmeye çalışılmıştır. Ana
metin içerisinde söylenenleri destekleyen beyitler ışığında klasik Türk şairinin
mitolojik dünyası ortaya konmaya çalışılmıştır.
Anahtar sözcükler: arketip, mit, rit, klasik şiir, müşterek motif.
iv
ABSTRACT
ÖN SÖZ
Bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmış olan mitoloji, insanın daha en başında
kökeni bilip anlamlandırma arzusundan teşekkül etmiştir. Bu sebeple mitolojik
anlatılar arasındaki müşereklik de kaçınılmaz olacaktır. Özellikle kutsal kabul edilen
anlatılar aracılığıyla yayılan motifler, girdikleri kültürlerde başköşeyi kapmış,
inanışlardan ritüellere kadar geniş bir yayılma alanı bulmuştur. Bu yüzergezer
motiflerin kullanımı da yine sanatçının kendi kültürel kodlarına göre şekillenmektedir.
Klasik Türk şairi de sanat eserinde etkileşime girdiği milletlere ait motifleri seçerken
kendi arketiplerine uygun olanlardan istifade etmiştir. Burada da görünürde başka bir
millete ait mitik unsurun kökenine bakıldığı takdirde motifin aslında klasik Türk
şairine çok da yabancı olmadığı beyitler ışığında aydınlatılmaya çalışılacaktır. Yine
ismen geçmeyen ancak iç yüzünde mitik bir hadise yahut rite telmih yapan motiflerin
tespit edilmesiyle de mitolojinin aslında göründüğünden daha geniş bir alana yayılmış
olduğu anlaşılmış olacaktır.
Çalışmanın başından sonuna kadar, bana güvenen ve güvendiğini de her daim
hissettiren, bir kez dahi umutsuzluğa düşüp tökezlememe izin vermeyen, saygıdeğer
danışmanım Doç. Dr. Fettah KUZU’ya ilgisi, sabrı ve rehberliği için çok teşekkür
ederim. Her Tez İzleme Komitesi heyecanımızı paylaşan, yardımlarını esirgemeyip
her seferinde farklı bir yerden bakmamızı sağlayan kıymetli hocalarım Prof. Dr. Halil
İbrahim YAKAR ile Dr. Öğr. Üyesi Gülşah Gaye FİDAN hocalarıma müteşekkirim.
Ayrıca Tez İzleme Komiteleri boyunca bizleri yalnız bırakmayan Doç. Dr. Murat
ÇELİKDEMİR hocama da sabırlarından dolayı teşekkür ederim.
Son olarak bizi masal ve efsanelerle büyütüp zengin bir mitik alt yapıya sahip
olmamıza vesile olan ilk öğretmenlerim anne ve babama, ihtiyaç duyduğum her an
yanı başımda olan sevgili kardeşlerime de teşekkür ederim.
Haziran, 2021
Zeliha AÇAR
vi
İÇİNDEKİLER
ÖZET…...................................................................................................................... iii
ABSTRACT ............................................................................................................... iv
ÖN SÖZ....................................................................................................................... v
İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... vi
ŞAİRLER LİSTESİ ................................................................................................ xii
GİRİŞ
A. Araştırmanın Konusu ve Problemi ................................................................ 1
B. Araştırmanın Amacı ve Önemi ...................................................................... 1
C. Araştırmanın Yöntemi .............................................................................................. 4
I.BÖLÜM
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
1.1. Mitolojinin Tanımı ...................................................................................... 16
1.2. Mitolojinin Tarihçesi ................................................................................... 17
1.3. Mitlerin Sınıflandırılması ............................................................................ 20
1.3.1. Genel Kategoriler ................................................................................................ 20
1.3.2. Özel Kategoriler ................................................................................................... 20
1.4. Mitoloji Üzerine Yapılmış Çalışmalar ...................................................................... 21
II. BÖLÜM
TÜRK EDEBİYATININ TARİHÎ VE MİTOLOJİK SEYRİ
2.1. Eski Türklerde Şiir ve Mitoloji.................................................................... 23
2.2. Klasik Türk Edebiyatında Şiir ve Mitoloji .................................................. 24
III. BÖLÜM
ARAŞTIRMA VE BULGULAR
3.1. Klasik Şiirdeki Örtük Mitoslar: ................................................................... 31
3.2. Tasavvufun Mitik Kökeni: .......................................................................... 35
3.3. Halk İnanışları ve Geleneklerdeki Örtük Mitoslar: ..................................... 61
3.4. Peygamberler ............................................................................................... 81
vii
ŞAİRLER LİSTESİ
Ahmedî Çâkerî
Ahmet Paşa Defter Eminî Mustafa Çelebi
Ahmed Rıdvan Devletoğlu Yusuf
Adnî Dehhânî
Ahî Dukakin-zâde Ahmed
Arpaemîni-zâde Mustafâ Sâmî Edirneli Şevkî
Aşkî Erzurumlu İbrahim Hakkı
Âşık Paşa Emrî
Âşık Çelebi Eşrefoğlu Rumî
Avnî Fazlî
Ayıntablı Aynî Fehîm
Ayıntablı Reşid Fuzûlî
Azmîzâde Haletî Gelibolulu Sun’î
Bağdatlı Ruhî Gelibolulu Mustafa Âli
Bahtî Gülşehrî
Bâkî Genceli Nizâmî
Behiştî Ahmed Hamâmîzâde İhsan
Bekâyî Hamdullah Hamdî
Beyânî Harputlu Rahmî
Bursalı Rahmî Hassân
Haşmet Nâilî
Hayâlî Nâbi
Hecrî Nâşid
Karakoyunlu Cihânşah Necâtî
Karamanlı Aynî Necmî
xiii
GİRİŞ
İnsanlığın daha başında ihtiyaç duyup kullandığı rit ve mitlere ait imge ve
simgeler özellikle sanat eserleri vasıtasıyla geniş yayılma alanı bulmuştur. Sanatçı
sanat eserini oluştururken insanlığın ortak mirası olan bu motiflerden istifade etmiştir.
Bu yüzer-gezer motifler yayılırken değişip dönüşmüştür. İlk bakışta farklı olduğu
düşünülen bu motiflere dikkatlice bakıldığında ya işlevlerinin yahut oluşum
öykülerinin hâlâ görünmez bir bağla sıkı sıkıya bağlı olduğu görülecektir.
şairinin kadim geçmişiyle aralarındaki köprünün bir nebze de olsa görünür kılınması
amaçlanmaktadır.
Klasik Türk şairi sanat eserini oluştururken kendi kültürel kodlarında taşıdığı,
kendisine yabancı olmayan mitolojik motifleri kullanmıştır. Bunun yanında hem
coğrafî hem din müşterekliği bulunan Fars mitolojisinden de etkilenmesi kaçınılmaz
olmuştur. Kaldı ki şairin etkilenmiş olduğu eser “Türk sarayından çıkan bir Fars
destanı” ise kendinden bir şeyler bulması da tabii olacaktır. Şehnâme’deki birçok
mitolojik öge de kadim Fars tarihi olan Hudaynâme’de yer almamaktadır. Dolayısıyla
Firdevsî’nin eserini bu coğrafyanın müşterek mitolojik mirasıyla hazırladığını
söylemek de yanlış olmayacaktır. Fars mitolojisinden -de- beslenmiş olması hasebiyle
Klasik Şiiri gayrimillîlik ile tahkir etmek büyük bir yanılgı olacaktır. Nitekim yazıldığı
coğrafya ve tarih göz önünde bulundurulursa Firdevsî’nin halktan derleyerek yazmış
olduğu Şehnâme de özü itibariyle milli olamayacaktır. Öte yandan edebi metnin
tamamen millî olmasını beklemek de haksızlık olacaktır. Sanatkâr, uygun malzemeyi
bulunca yöresel kuşaklarla kuşandırarak kullanır. Çalışmanın asıl amacı da klasik Türk
şairinin kullanmış olduğu müşterek mitoslardaki Türk “yaşmak”larını ortaya çıkarmak
ve almış oldukları bigâne mitosları da kendi genetik kodlarında taşıdıkları, öz
kültürlerine ait ritleri/mitleri bulduklarından dolayı kolayca benimsemiş olduklarını
ortaya koymaktır.
Bu çalışmada Sümer, Babil, Mezopotamya, Hint, Çin, Mısır, İran, Arap, Türk
ve müşterek İslam mitolojilerindeki belli başlı mitik unsur yahut şahısların mukayesesi
yapılarak mitolojinin kökende müşterekliği üzerinde durulmuş; tespit edilen bu mitik
malzemenin müşterekliği, klasik şiir bağlamında ortaya konmaya çalışılmıştır.
Referans olarak seçilen beyitlerin birebir bir üstte verilmiş olan anlatıyı
destekliyor olması şerh hususunda alanı daraltmıştır. Üstte söylenmiş olanın, yenilenip
tekerrüre düşülmesinden imtina edildiğinden, şiirin baskın sanatları üzerinden
yüzeysel bir şerh yapılmış, hadisenin delalet ettiği mitik arka planın açıklanmasıyla
yetinilmiştir. Beyitlerle ilgili bir diğer kısıtlama ise birebir mitosları barındıran
beyitlerin tespit edilmeye çalışılması hususudur. Daha önce yapılmış olan mitoloji
çalışmalarında referans olarak seçilen beyitlerde, ister teşbih unsuru ister söyleyiş
benzerliği olarak geçmiş olsun beyitte mitolojik isim yahut motifin ismen geçmesiyle
yetinilmiş olduğundan malzemeye uygun beyitler bulmak da kolay olmuştur. Ancak
burada mitik arka planın da verilmeye çalışılması, beyitlerin tespit edilmeye
çalışılmasında bir kısıtlayıcılık doğurmaktadır. Bu sebeple yeri geldiğinde malzemede
kısıtlama yoluna gidildiğini, seçilmiş olan başlıkları beyitlerin şekillendirmiş olduğu
4
C. Araştırmanın Yöntemi
Çalışmada kullanılan ana yöntem, literatür tarama yöntemidir. Hem teorik
bilginin hem de bu bilgiyi destekleyici beyitin tespit edilebilmesi maksadıyla genişçe
bir literatür taraması yapılmıştır. Çalışmada bu yönüyle, araştırma kapsamında
incelenen konuyla ilgili olgu ve olaylar hakkında bilgi içeren yazılı belgelerin analiz
edilmesi sonucu veri sağlanması olan doküman inceleme yöntemi de kullanılmıştır.
Bir diğer metot, içerik analizidir. Birbirine benzeyen verileri belirli kavramlar
ve temalar çerçevesinde bir araya getirip, anlaşılacak bir biçimde düzenleyip
yorumlamak şeklinde yapılmış olan bu yönteme göre sınıflandırılma yapılmıştır.
Çalışmada tasnif; Fars menşeili olan mitolojik şahsiyetler, peygamberler, efsanevi
şahsiyetler, âlimler, ünlü hikâye kahramanları, kozmik unsurlar, mitolojik hayvanlar,
hayvanlar etrafında teşekkül eden mitik anlatılar, bitkiler etrafında teşekkül eden mitik
anlatılar, mitolojik yerler-mekânlar, anasır-ı erbaa, taşlar etrafında teşekkül eden mitik
inanışlar, renkler etrafında teşekkül eden mitik anlatılar, klasik şiirdeki örtük mitoslar,
tasavvufun mitik kökeni, halk inanışları ve geleneklerdeki örtük mitoslar şeklinde
yapılmıştır. Bu ana başlıklar altında alınabilecek her alt başlık alınmamıştır. Zira şahıs
yahut unsurun diğer milletlerin -en az birisiyle- mitolojileriyle müşterekliklerinin
bulunması ön koşul kabul edilmiştir. Türk mitolojisinde genişçe bir yere sahip
müşterek mitik malzemenin kısıtlayıcılığında da klasik Türk şairinin yaklaşımı
belirleyici olmuştur. Bu yönüyle mitik malzemenin beyitlerde konu edinmemiş yahut
da yüzeysel geçmiş olmasının çalışmanın sınırlandırılması hususunda belirleyici
olduğu söylenebilir.
Bitkilerle ilgili de benzer bir inceleme yapılmıştır. Bitkiler etrafında teşekkül eden
mitik anlatılarda da teşbih unsuru olarak seçilen bitkinin, ne için seçildiği, halk
inanışları ve mitolojilerdeki etimolojisi ortaya konarak aydınlatılmaya çalışılmıştır.
KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Mitosun ne olduğu veya neyi yansıttığı ile ilgili kesin bir tanımlama
yapılamamaktadır, ancak araştırmacıların vardıkları ortak sonuç “mitosların
arketiplerin simgesel biçimi” olduğudur. Bu bağlamıyla mitos, ruhsal yapıyı ve ruhsal
gelişim evrelerini resimsel öyküler şeklinde bilince aktaran bir aracıdır, bir başka
deyişle ortak bilinçdışının kendine özgü bir dilimidir. Mitoslar ilkellerde kutsal sayılan
simgelerdir, bu simgelerin modern hayatla bağlantılı olmadığını düşünmek büyük bir
yanılgı olacaktır. Dinî ritüellerde yaşayan mitoslar zaman içinde dinsel niteliklerini
kaybetmişlerdir. Ancak yine de mitoslar terk edilmemiş, dönüşerek yahut kılık
değiştirerek şifahi ve yazılı eserlerde varlığını sürdürmeye devam etmiştir (Gökeri,
1979, s. 31). Arketipsel örüntülerin yansımalarına mitoslarda rastlanmaktadır. Dünya
mitoslarına bakıldığında kökende aynı olan olguların yöresel yahut kültürel renklere
bürünmüş olduğu ve ortak bir bilinçdışından teşekkül eden bu mitosların da ortak bir
temelde birleştiği görülecektir. Erich Neumann, mitosları yaratan arketipsel imgeler
ile bilinç arasındaki etkileşim sürecini şöyle açıklamaktadır;
7
Başlangıcı ve sonu olmayan bir yapıya sahip olduğu hâlde, arketipin zaman içinde
var olan “tarihsel” bir yönü de vardır. Benlik bilinci birtakım“değişmeyen arketipsel
imgelerden” geçerek gelişir, bu gelişme süreci içinde geçirdiği aşamalar sonucu arketiple olan
ilişkisi de sürekli olarak yenilenip değişir. Benliğin arketipsel imgenin sonsuzluğuyla olan
ilintisi zaman içinde ilerleyen bir süreçtir, bir başka deyişle evreler hâlinde gerçekleşir.
Arketipsel imgeleri algılama, anlama ve yorumlama yeteneği, benliğin filogenetik ve
ontogenetik gelişim düzlemlerinde geçirdiği aşamalara paralel olarak değişir; evrim
geçirmekte olan benlik bilincinin sonsuz imge ile arasındaki ilinti giderek daha belirginleşir
(Gökeri, 1979, s. 33).
Bir yazar yapıtında mitos kullandığı zaman bilinçli ya da bilinçsiz olarak ait olduğu
toplumun hem geçmişiyle hem de bugünüyle kendi arasında bir bütünleşme oluşturur. Ve o
toplum totemleri, ritüelleri ya da arketipleri aracılığıyla gizemcil ortak gücünü dışa yansıtır işte
şairi yönetip şiiri yaratan da bu güçtür (Gökeri, 1979, s. 49).
Jung’a göre kişisel imgenin arkaik bir niteliği ya da ortak bir yönü bulunmaz,
dolayısıyla kişisel imge bu yönüyle ancak kişisel yapının bilinçaltı içeriğini ve kişisel
olarak koşullanmış bilinç eğilimlerini ifade etmektedir. Öte yandan Jung’un, arketip
adını verdiği “birincil imge” ise daima ortaklaşadır, hiç değilse tarihin belirli
8
İlkel insan; doğal güçleri (Ay, Güneş, ateş, dağ vb.), vahşi hayvanları (kartal,
aslan, yılan vb.) ve insanın kendisine dahi olağanüstü vasıflar yüklemiştir. Antik çağ
toplumu tarım ve hayvancılıkla uğraşan göçebe insanlardan oluşuyordu. Hem
ekinlerden verim alabilmek hem de doğal tehlikelere karşı açık hedef olmalarından
dolayı tanrılarına çeşitli kurbanlar sundukları ayinler tertip ediyorlardı. Bu ayinler ve
buralarda yaptıkları ritüeller şifahi olarak nesilden nesile aktarılmış, efsane ve mit
olarak adlandırılan bu anlatılar zaman içinde dönüşerek muazzam vasıflar
yüklenmişlerdir. Kutsalı (Teogoni) ve kutsala dair olanı (kozmogoni) anlattığı için de
din ile aralarında büyük bir bağ oluşmuştur (Orhan, 2015, s. 214). İptidai dinlerde
felsefi dini mefhumlar mevcut olmadığından, bu dinin izahı tarih öncesi bir mahiyette
yapılmaktadır. Malum olduğu üzere “mitos”, “legende”den önce gelmektedir. Bu
sebeple iptidai dinlerdeki izahlar “mitoslar”la yapılmaktadır. Ancak bu durum
yalnızca ilkel dinlerle sınırlı kalmış değildir, diğer dinlerde de durum böyledir. Misal
olarak açıklamaya ihtiyaç duyulan hikâyeler alegoriktir. Mitosta kozmik
şahsiyetlerden, alegorik hikâyelerde ise normal insanlardan söz edilmektedir (Ritter,
2011, s. 34). Taylor’a göre mitlerin oluşmasında genellikle animistik tasavvurlar
mühim yer tutmaktadır. Oysa din, animistik tasavvurlara yer vermez ancak
mitolojilerin eski dini sistemlerle özellikle de semavi dinlerle bir paralellik
oluşturmasının sebebi, her ikisinin menşeindeki kozmik bilginin var olmasıyla
bağlantılıdır. Z. Sokolova’ya göre ise mit, halkın gerçekliğine inandığı ilahi varlıkların
hikâyeleridir. Dolayısıyla dinî mazmunlu mitlerin oluşması, dinin oluştuğu ve
şekillendiği daha eski devirlerle ilişkilidir. Din, kütleler içerisinde kendi tesirini
kuvvetlendirmek için yapıcı güç olan mitten istifade etmiştir. Bu bağlamıyla mitoloji
de halkın dini itikat ve inançlarını idrak etmek, onları öğrenmek için esas kaynak
olacaktır (Uslu, 2017, s. 133). Babil kralı Nabukadnezar, İsrail topraklarına girdiğinde
Yahudi mabetlerini yıkarak Yahudi inanç ve sembollerini (mitolojik) yok etmek,
Yahudi din adamları ve bilginlerini de Babil’e sürerek sözlü olarak da bu inanca ait
bilgilerin yayılmasını engellemek gayesindeydi. Uzun süre Babil’de kalan bu bilginler,
kralın düşüncesinin aksine daha da bilgilenmek maksadıyla Babil Kütüphanesindeki
kitapları incelemiş birçok dili, yazıyı ve birçok inancın içeriğine vakıf olmuşlardır.
10
Perslerin Babil’i ele geçirmelerinden sonra Kudüs’e dönen Ezra gibi bilge Yahudiler,
unutulmuş olan Ahit dinini tekrar kurgulamak, Yahudi halkını toparlamak için kendi
kutsal kitaplarını kaleme almışlardır (Orhan, 2015, s. 316). Bu durum da birçok
anlatının kökeninin Tevrat’ta olmasını veyahut sonradan üretilmiş olan mitolojik
anlatıların müşterekliğini açıklamaktadır.
ithal edilenlere atıf yapmıştır. Gerçekte onlar aracılığıyla girmiş olsun olmasın, İslam
toplumları arasında kabul görerek yüzyıllar boyu yaşatılan, önemli İslamî kaynaklarda
bile yer bulabilen mitolojik unsurlar İsrâîliyyât olarak adlandırılmıştır. Onların bu
terimle kastettikleriyle, İslam’ın dini inançları etrafında mitolojik bir kültürün
mevcudiyeti, yeni farkına varılan bir olgu değildir (Ocak, 2009, s. 138). Söz konusu
“mitolojik” unsurlar, hangi menşeilerden hangi yollar ve biçimlerle nakledilmiş
olurlarsa olsunlar İslam toplumları ve kültürü içerisinde aynen kalmamış ve uzun bir
süreçte İslamî inanç unsurlarının kavramları aracılığıyla yeniden üretilmek suretiyle
değişerek veya dönüşerek o inançları açıklayıcı bir fonksiyon icra ettiklerinden yeni
görünümler altında yaşamayı sürdürebilmişlerdir. Aksi hâlde, bu unsurların İslamî
kültür içerisinde yaşama imkânını bulabilmeleri, sosyolojik olarak imkânsız olurdu
(Ocak, 2009, s. 140).
Dönemin baskın edebî dili olan Farsça ile şiirler yazmaya başlayan klasik Türk
şairleri bunun yanı sıra didaktik gördükleri bazı manzum ve mensur eserleri de telif ya
da tercüme etmişlerdir. Burada tercüme işini yapan ilme yeni başlayan öğrencilerdir,
ilgili eserlerin geniş halk kitlelerince anlaşılması için tercümeler yaygınlık kazanmıştır
(Kartal, 2008, s. 50). Telif ya da tercüme edilen bu eserler bağlı bulundukları kültürün
izlerini taşıdığından bu durum bir kültür alışverişine zemin hazırlıyordu. Öte yandan
muhtevanın müştereklik arz etmesi de hikâyenin (en azından) ana eksenindeki
unsurların kullanılmasını beraberinde getirmektedir. Fars diliyle yazan şairlerin,
şiirlerinde Fars mitolojisi/kültürüne de yer vermesi onların taklitçilikle suçlanmasına
neden olmuştur. Ancak Fars şiiri de Arap şiirinin tesiri altında oluşmaya başlamış ve
ilk ürünlerini de o tarzda vermiştir. Arap şiirini taklit ederek oluşan daha sonra da
gelişip özgünleşen Fars edebiyatı hiçbir zaman “taklitçilikle” suçlanmadığı gibi daha
da yüceltilmiştir. Bunun aksi olarak aynı paralellikte oluşup kendine has şaheserler
ortaya koyan klasik Türk şiiri “taklit” şairleri de “acem-perest” olmaktan öteye
gidememişlerdir. Klasik Türk şiiri üzerinde böyle bir yargının oluşmasının temel
nedeni oryantalistlerin Osmanlılara bakış açısı olsa gerektir (Kartal, 2008, s. 80).
Türklerin en azından başlangıç için Farslardan zorunlu olarak etkilenmiş olmalarının
nedeni Dora’ya göre Türklerin –İranlılar kadar- destansı dehaya sahip olmayışlarından
ileri gelmektedir. Bir cihan devleti kurmuş olan Osman’ın yazgısı tarih sahnesine
ondan önce çıkmış olanların hayallerini gerçekleştirmektir. Ancak Osmanlılar da diğer
Turan kavimlerinden daha fazla destansı dehaya sahip olmadığından Osmanlı şairleri
13
yoktur. Dolayısıyla, Farslarla hiçbir ilgisi olmayan, Turanlı halklarla aynı kökten gelen
Medlerin tarihi Farslarca sahiplenmiştir. Bunun sebebi İranlı yazar Purpiar’ın belirttiği gibi
İran’da Farsların hâkim olduğu dönemde yüz ağartacak bir mazinin olmaması gerektir”
(Kartal, 2008, s. 70).
Demek ki Farslar bu bölgede hâkim güç olan Turanlılardan iki yönlü istifade
etmişlerdir. Farslar hem onları atalarını kendilerine mal ederek görkemli kadim bir
geçmişle millî bir kültür kurmuşlar hem de Turan’ı ezeli ve ebedî bir düşman olarak
“karşıt/öteki” olarak tanımlayarak bu korkuyla kendi millîyetlerini pekiştirmişlerdir
(Kartal, 2008, s. 70). Klasik Fars edebiyatında, Samaniler ve Çağaniler dönemlerinde
Fars mitolojik rivayetlerine saygıyla yaklaşılmıştır. Ancak Araplar ve Moğolların İran
topraklarına saldırmalarından sonra İranlı olmayan yöneticilerin İran değerleriyle
ilgilenmemelerinden, İran ulusal rivayetleri de nasibini almıştır. Bu sebeple şair ve
yazarlar da Arap rivayetleri ve Türk mitolojisine yönelmiş, böylece İran mitolojik
rivayetleri Sami ve İran mitolojileri olmak üzere ikiye ayrılmıştır (Yıldırım, 2018, s.
354). Farsların Türk mitolojisinden çok erken tarihten beri haberdar oldukları bilgisini
Mısırlı Kıpçak tarihçi ed-Devadari de Arapça yazmış olduğu Dürerü’t-Tîcan adlı
eserinde vermektedir. Ed-Devadari eserinde, Oğuzlara ait kutsal kitap hüviyetindeki
Oğuz Kağan Destanı’nın 5. yy’da Sasânî hükümdarı Anuşirevan’ın isteği üzerine
veziri Buzurg Mehir tarafından Farsçaya çevrilmiş olduğunu daha sonra da Abbasi
hâlifesi Hârun er-Reşit’in bu eseri Arapçaya tercüme ettirmiş olduğunu söylemektedir
(Bayat, 2016, s. 37). Masal ve mitolojide açıklanamaz bir sihir, insanları derinden
etkileyen, kendine doğru çeken bir cazibe vardır. Monoteist anlatılarda ibret alınması
amacıyla peygamberlerin hayat hikâyeleri ve kadim milletlerin örnekleri
verilmektedir. Bu hikâyeler konunun daha iyi anlaşılması için önemlidir, ancak
zamanla çeşitli kavimlere ulaşarak asıl amacından şaşmış, yerine de benzer efsaneler
türetilmiştir. Mitsel anlatılarda politeist tanrılar ve tarihteki büyük şahsiyetler
tanrısallaştırılmaktadır. Zira insanoğlu ulvi ve açıklamakta zorlandıkları olaylar ve
nesneler karşısında güçsüzlüklerini anlamış ve ona korkuyla karışık saygı duymuştur.
Bu açıklanamaz korkuları sebebiyle bu saygı/korku duydukları nesne ya da kişileri
hoşnut etmek maksadıyla anlatıma yönelmişlerdir. Bu anlatımın eksik yönlerini de
mitolojiyle tamamlamışlardır. Yani mitosların hayata geçirilmesinin tabii olduğu
kadim kültürlerde inanç çizgisinin temeli, çeşitli sembollerden oluşuyordu. Bu
mitoslar sembolleri besliyor, semboller de din yapısını şekillendiriyordu (Orhan, 2015,
s.320).
15
Klasik Türk şiirinin başlıca kaynakları arasında yer alan Kur’an tefsirleri; farklı
dönemler, kişiler, mezhep, tarikat, fikir ve yöntemlerle yapılmaktadır. Kur’an’daki
ayetlerin açıklamasına dayanan bu tefsirlerdeki efsanelerin kaynağı İsrâiliyyat olarak
adlandırılan Yahudi mitolojisidir (Tökel, 2016, s. 81). Mitleri tanımada kavimlerin
kıssa ve mitleri arasındaki benzer sırlar yer değiştirmiş bir vaziyette tekrar
edilmektedir. Eğer mit ve Kur’an kıssaları arasındaki ortak sembol ve sırlara ilmî bir
bakış açısıyla bakılacak olursa bu sırların insanın kalbi olduğu görülecektir. Her ikisi
de keşif ve buluşun mahsulüdür. Bu bağlamıyla Nebiyi keşfetmek, kadim çağlarda
tarihin karanlık sayfalarına gömülen insanların, belki şamanı belki de kâhini
keşfetmektir (İmâmî, 2019, s. 74). 6. yüzyılın ünlü sufilerinden ve aynı zamanda büyük
filozoflarından olan İranlı Şeyh-i İşrâk, son derece değerli çalışmalarıyla İbn Sina
meşşaî felsefesi-İslam felsefesi ve eski İran hikmeti arasında çok güzel bir uyum ve
örtüşme ortaya koymaktadır. Şeyh-i İşrâk, eski İran’ı İran hikâyeleri, mitolojisi ve
mitolojik ögelerini özgün dünya görüşü ışığında ve ekseninde yorumlamıştır.
Sohreverdî’nin eski İran rivayetleriyle ilgili yorumları, onun işrâk felsefesiyle aynı
doğrultuda ve dünyayı aydınlık-karanlık temelindeki değerlendirmelerine
dayanmaktadır. Kur’an gerçeklerini derinlikleriyle yorumlayan bir bilim insanı olan
Sohreverdî; eski İran rivayetleri ile simgesel, gizemli ve şifreli eski İran hikmetini
gözleyerek onlara İslam bilgi potasında yeni hayatlar vermiştir. Sohreverdî’nin bu
türden yorumları ve değerlendirmeleri, özellikle Elvâh-i İmâdî, Akl-ı Sorh ve lügat-i
Mûrân adlı eserlerinde yer almaktadır. Sohreverdî, gerçeği arayan yolcunun seferinin
son noktası olarak, kutsal yaratıcının her şeyden soyutlanmış nurlarını kabul
etmektedir. Sohreverdî’nin söz konusu nurları, Zerdüşt dinsel ögelerinden ve eski İran
hikmetinden “Horre-yi Keyanî” ya da “Ferr-i Nuranî”den başkası değildir. Yani işrâk
hikmetinde yer alan ögeler, Zerdüşt inanışının söz konusu “ferr”inin yansımalarıdır.
İran mitleri ve İslamî ögeler arasındaki benzerlikler ile mitolojik birtakım değerlerin
işrâk hikmeti eksenli yorumlanması Sohreverdî’nin Akl-ı Sorh’ında görülmektedir. Bu
eserdeki Tuba Ağacı ve onun üzerinde yuvası bulunan Sîmurg ile ilgili nitelemeler,
bütünüyle Avesta’daki Vispobish ile Meregho Saena’yı Bundehişn ve diğer Pehlevice
metinlerdeki Horviyesp Tohmek ve Sin Morv (Simurg)’u çağrıştırmaktadır (Yıldırım,
2018, s. 66).
16
1.1.Mitolojinin Tanımı
Mitolojinin genel kabul görmüş bir tanımını yapmak güçtür. Zira sözlü bellekte
var olmuş her anlatı biraz mit özelliği taşımaktadır. Bu sebeple farklı anlatılar, farklı
mitoloji tanımı doğurmaktadır. Ancak mitolojinin genel çerçevesini, çizmesi
bağlamında Eliade’nin tanımının en kapsamlı tanım olduğu söylenebilir.
Mit kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda, “başlangıçtaki” masallara özgü
zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır. Bir başka deyişle mit, doğaüstü varlıkların başarıları
sayesinde, ister eksiksiz olarak bütün gerçeklik, yani kosmos olsun, isterse onun yalnızca bir
parçası olsun, bir gerçekliğin nasıl yaşama geçtiğini anlatır. Demek ki mit, her zaman
“yaratılış”ın öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığı, nasıl “varolmaya” başladığı anlatılır…
Sonuç olarak mitler, kutsal (ya da doğaüstü) olan şeyin, dünyada çeşitli, kimi zaman da
heyecan verici akınlarını betimler. İşte dünyayı gerçek anlamda “kuran” ve bugün içinde
bulunduğu duruma getiren de kutsalın bu akınıdır. Dahası, insan bugünkü durumunu, ölümlü
cinsiyetli ve kültür sahibi bir varlık olma özelliğini “Doğaüstü Varlıklar”ın müdahalelerinden
sonra edinmiştir (Eliade, 2018, s. 17).
ilişkilidir. Geri kalanlar ise mitin, insanların evrenle ilgilerini hissetmelerine yardımcı
olan veya bireyleri bir grup hâline getirip birleştiren metafor ya da alegori olabileceğini
söylemektedirler. Bazı analistler mitleri onları hayal eden kültürün endişelerini,
nevrozlarını ve önceliklerini yansıtan rüyalara benzetmekteler. Nitekim Kahraman
Marduk’un canavar Tiamat’ı öldürdüğü Babil miti toplumun kurallara göre
düzenlemesine ilişkin antik Mezopotamya görüşünü yansıtmaktadır. Sonuç olarak
mitlerin, belli bir insan grubunun doğa, dünya ve bilinmeyenle ilişkilerine dair
duygularını yansıtan “inandırıcı” anlatılar olduğu söylenebilir (Leeming, 2017, s. 15).
Mitolojiler dinî kabule dayalı sözlü anlatılar olmanın yanında, aynı zamanda kolektif
olarak yapılan ritüellerdir. Bu bağlamıyla mitoloji; geçmişin, kutsalın ve kültürün
aktarımıdır (Taş, 2017, s. 21).
Birtakım araştırmacılara göre mitoloji aynı zamanda bir hikâye, bir öyküdür.
Bu hikâye ve rivayetler geleneksel ilkel toplumlarda bir tür açıklama ve ilişki kurma
aracı olarak kabul edilmektedir. Mitoloji, eski dünyanın belirgin bir niteliğinin,
insanoğlunun zihinsel gelişimin zorunlu aşamasının göstergesidir. Mitler, insan
hayatının başlangıç dönemlerinde doğadan ve ilkel insanın zihninden kaynağını alarak
yine onunla doğa arasındaki karşılıklı ilişkiler ve etkileşim sonucu ortaya çıkmış
birtakım rivayetlerdir. Bir taraftan doğanın temel bir parçası olarak bütün tabiat
unsurlarıyla çok yakından ve koparılamaz ilişkisi, öte yandan zihinsel gelişimi
sebebiyle doğa ögelerinden uzaklaşması gibi düalist ilişki süreci, mitolojide farklı
şekillerde yansıtılmaktadır. Doğayla yakın ilişkisi onu doğayı övmeğe ve onunla
birlikteliğe yöneltmekte, öte yandan ondan uzaklaşıp bağlarını kopartmaya yol
açmaktadır. Bu bakıma ayinler ve mitolojiler insanoğluyla doğa arasındaki
birlikteliğin şifreleri hüviyetindedir. İnsan gerçekte doğada ve dünyadaki zihinsel
serüvenini bir mit olarak ortaya çıkartmaktadır. Bu bağlamıyla mitoloji, insanın
toplumsal hayattaki doğa ve diğer yaratıklar karşısındaki algılamaları, insanın
çevresindeki bütün varlıklar hakkındaki düşüncelerinden oluşmaktadır (Yıldırım,
2018, s. 46).
1.2.Mitolojinin Tarihçesi
Mythologia sözcüğü karşıt iki kavramın yani gerçeklikle ilişkisi olmayan,
uydurma manasına gelen “mythos” ile gerçeğin insan sözüyle dile gelmesi
manasındaki “logos”un birleşmesinden oluşur. Mythologia efsaneler bilimi
manasındadır. Erken ilkçağda mythologein (masal anlatmak) manasına gelen bir fiil
18
vardı. Bu fiil ayrıca sözlü gelenekte dilden dile aktarılan efsanelerin ozanlarca
sürdürülmesini de belirmekteydi. Hem masal ve efsanelerin toplandığı kitap hem de
bu efsaneleri yazan yahut derleyen için kullanılan “mythologia” da aynı manaya
geliyordu. Ancak mythologia kavramı o zamanlar bugünkü kadar geniş ve kapsayıcı
değildi. Bu bağlamıyla ilk çağ mythos’u laiktir, din adamının değil, sanatçının
uğraşıydı (Yıldırım, 2018, s. 37). Mitoslar uzun yıllar sembolik bir dille insanlığın
dinî ve felsefi görüşleriyle ruhun geçirdiği tecrübeleri insanlara aktarmaktadırlar
(Fromm, 2008, s. 189). Alman dilbilimci ve karşılaştırmalı dinler tarihi uzmanı
Friedrich Max Müller, mitolojiyi meydana getirenin insan düşüncesi olduğunu bu
bağlamıyla da mitolojinin oluşumunun öncellikle akıl yapısı ve insan dilinin
gelişmesine bağlı olduğunu söylemektedir (Usta, 2019, s. 16). Mitlerin oluşumu ve
gelişmesi ile ilgili birçok teori üretilmiştir. Bunlar;
Scriptual Teori; bu teoriye göre bütün mitolojik anlatılar, vahye dayalı kutsal
kitaplardan alıntılanarak oluşturulmuştur. Misal olarak, Yunan mitolojisindeki
Prometeus’un oğlu Deukalion, aslında Nuh Peygamber ve tufanın tahrife uğrayarak
millî kahramanlara atfedilmiş bir kıssasıdır. Yine Herkül de İsrailoğullarını yabancı
ulus esaretinden kurtarmaya çalışan Kral Samso ile özdeşleşmekte, Arion ise Yunûs
Peygambere karşılık gelmektedir. Ancak bu olaylar zaman içerisinde gerçeklikten
çıkmış, olaylarda yer alan gerçek kişiler millî kahramanlara dönüşmüştür.
Alegorik teori; buna göre, eski çağlarda oluşmuş bütün mitler alegorik ve
sembolik olup didaktik tarzda öğretici mesajlar yüklüdür. Bazı ahlakî, felsefi ve tarihî
gerçekler sembolik bir dille anlatıldığında daha da yaygınlaşmaktadır. Misal olarak,
Yunan mitolojisinde çocuklarını yutan kişi için Kronos ismi seçilmiştir kronos
gerçekte “zaman” manasına gelmektedir. Her şeyi yontup yok eden kronos yerine
mitolojide sembolik bir Kronos konulmuştur (Uslu, 2019, s. 20).
19
1. 3. Mitlerin Sınıflandırılması
Mitlerin sınıflandırması genellikle konularına göre yapılmaktadır. Bütün
dünya mitolojilerinde aynı konular yer almadığından kesin bir mitoloji tasnifi
yapılamamaktadır. Her ne kadar mitolojik anlatılar milletten millete farklılık arz eder
gibi görünse de aslında özü itibariyle müşterek bir yapıdadır. Sadece kültürel kodlar
itibariyle değişip dönüşür. Mitler genel ve özel olmak üzere iki kategoride
sınıflandırılmaktadır;
Ateşin çalınışı, tufan, ölüler ülkesi, bakirenin doğurması, dirilen kahraman gibi
motifler bütün dünya mitolojilerinde müştereklik arz etmektedir. Bu motifler
yayılırken her kültürde yeni yeni birleşimlerle değişerek ortaya çıkmaktadırlar.
Hâlbuki “kaleydoskop içindeki parçalar gibi” yalnızca belli sayıda ve aynıdırlar.
Mukayese edildiklerinde hepsinin aynı mitolojik kökenden teşekkül ettiği, aynı
motiflerle örüldüğü görülecektir. Bu motifler yerel ihtiyaçlara göre değişen biçimlerle
seçilip yorumlanarak çeşitli ritüellerde ortaya konmak üzere hazırlanmıştır (Campbell,
2016, s. 13).
II. BÖLÜM
Türklerin halk şiir – musikişinaslarıyla ilgili ilk bilgiler Attila devrine yani
miladi 5. asrın ilk yarısına dayanmaktadır. Batı kaynaklarının verdikleri bilgilere göre
Attila'nın ordusunda şair ve musikişinaslar bulunuyordu. Bu şairler Attila'nın
ziyafetlerinde onun kahramanlıklarına ve zaferlerine dair inşad ettikleri şiirleri
okuyorlardı. Priscus, böyle bir ziyafet sahnesini şöyle tasvir etmektedir;
Akşama doğru meş’aleler yanınca, ziyafetin verildiği ipekten mamul muhteşem
çadıra iki şairin girdiği görüldü; bunlar Attila'nın önünde Hun lisanıyla kendi tanzim ettikleri
şiirleri okudular. Bu şiirler Attila’nın kahramanlıklarına, zaferlerine aitti. Orada hazır
bulunanlar, bu şiirlerin tesiriyle vecde, heyecana geldiler; gözler parlıyor, çehreler korkunç bir
hal alıyordu (Banarlı, 1983, s. 23).
Yine Attilâ’nın ölüm töreninde de şairler mühim bir yere sahiptir. Bu yönüyle
İslamî dönemdeki kasidecilik geleneğinin İslamiyet’ten önce de bulunduğu
söylenebilir. Dolayısıyla bu gelenek Fars ya da türün ait olduğu Araplardan alınmış
değil, mevcut geleneklerinin güncellenmiş hâlidir. Her hükümdarın yanında şair
bulundurması, bu şairlerin belli ihsanlar karşısında hükümdara övgü dolu şiirler
yazması daha ilk dönemlerden beri olan, zaman içerisinde daha da canlanan bir
gelenektir.
2.1.Eski Türklerde Şiir ve Mitoloji
Klasik şiirin yapısını anlamak için onun tarih boyunca gelişen kültürlerden
aldığı zenginliklerin bilinmesi gerekmektedir. Bu bağlamıyla klasik şiirin temellerini
yalnızca İslam medeniyeti dairesindeki kültürlerde ve Yakın Doğu İslamî klasik
edebiyatının şiir anlayışında aramak doğru olmayacaktır. Zira bu temel, İslamiyet
öncesi Yakın Doğu kültürüne kadar dayandırılabilmektedir. Tarih boyunca Yakın
Doğu’da birçok devlet kurulmuş, değişik dinler, inançlar gelişmiş ve bu bölgede
yaşayan halk bu gelişmeleri eski şekilleri ile İslam kültürünün içinde yaşatmaya devam
24
mit ve destanlarına ilgi azaldı. İran’ın İslamî çağda ilerlemesiyle Farsça şairler, İran
mitolojisinde birkaç değişikliğe gitti. Bu değişiklik ilk olarak mitolojilere ve İran
destanlarına ilginin azalması şeklinde oldu. O zamandan sonra da yavaş yavaş İran
sembolleri yerini İslamî ve Sami motif ve mitoslara bıraktı. Samani döneminden
süregelen Şahnâme ve Şahnâme yazıcılığı geleneği Firdevsî’nin Şahnâme’sini
yazması sonucunda hâkim olmaya başladı. Eserlerin asıl amacı İran destanlarının ve
mitlerinin kaydedilmesiydi, ancak bu grup eserler giderek azaldı. İran mitolojisine
adanmış eserlerin azalmasıyla, İran mitolojinin karakterler ve anlatıları da göz ardı
edilmeye başlamıştır. Öte yandan, İran mitolojisinde dikkat çekici değişiklikler
sonucunda Sami, İslamî kişi ve rivayetler Pers mitolojisinin yerini aldı.
Peygamberlerin isimleri zikredilmiş, onların hayatlarına dair rivayetler artıp İran ve
Sami karakterlerle birleştirilmiştir. Cemşîd ve Süleymân gibi anlatıların da zamanla
karışmasına sebep olmuştur. Gerçi Cemşîd hikâyesinin anlatılmasında İran
mitolojisinde ve destanlarından uzaklaşması yeni bir sonuç doğurmuştur. Ancak Fars
destan şiirlerinde Selçuklu döneminde epik ve mitolojik karakterler ile övünmeler
yerini şairlerin övülmesine bırakmış, ondan sonra Fars şiirinde övünme ve övülme özel
bir yer edinmiştir. Bu olgu, İran toplumundaki doğal bir değişiklikti. İran
kavimlerinden olmayan Gazneli ve Selçuklu devletlerinin yükselişi İranî devletler olan
Saffârîler ve Samanîlerin gücünün azalmasına sebep oldu. Onların İran toplumuna
yabancı olması, İranlıların gururlanması, İran muhalefetine Gazneli ve Selçuklu
devletlerinin yoğun baskısı sonucunda aşamalı olarak tasavvufi eğilimleri teşvik
edilmiş ve ulemaya ait olmayan şeylerde olumsuz görüşlerin artmasına sebep
olmuştur. Böylece İran mitolojilerine önyargı ve olumsuz görüşler zihinlerde zamanla
yer almaya başlamıştır (Ferahanî, 1695, s. 211).
“kimisi hunhar, kimisi ayyaş İran hükümdarlarına” teşbih edilen Türk hükümdarları
övülmüş değil aksine yerilmiş olmaktadır. Oysa bu teşbihler incelendiğinde Osmanlı
şairlerinin İran’la ezelî mücadelede taraf oldukları görülecektir, bu da çok tabiidir.
Osmanlı gibi cihan hâkimi olmuş bir devletin padişahları övülürken şair, haklı bir
mağruriyet içerisinde olacaktır. Zira bir zamanlar İran şahlarının idare ettiği cihanı,
şimdi kendi hükümdarları yönetmektedir. Yani bir zamanların Dârâ’sı bugünün
Yavuz veya Fatih’iydi. Bu teşbihlerde benzeyen yüceltilirken, kendisine benzetilen
çoğunlukla aşağılanmaktadır. Yani Türk şairi kendi hükümdarını överken genellikle
benzettiği İran şahlarını onların yanında küçük göstermektedir. Bu da şiir ve sanat
planında bir savaş metodudur (Tökel, 2006, s. 5). Ayrıca kadim Türk destanı olan
Oğuz Kağan destanında da Oğuz anasından sadece bir kez süt emmer ve bir daha
emmeyip çiğ et ile şarap ister. Bütün bu esatiri kahramanların şarabı haram kılan din
olan İslamiyet’ten önce teşekkül ettiği gerçeği de göz ardı edilmemelidir. İslamî
dönemde yazıya geçirilmiş olan Dede Korkut Hikâyelerinde dahi hikâyelerdeki her
toyda hanlar “dağ gibi et, göl gibi kımız” yığmaktadır.
Öte yandan Firdevsî de –tabii olarak- Şehnâme’de “yanlı” davranıp kendi ırkını
yüceltmek için yer yer diğer ulusları tahkir edici sözler sarf etmiştir. Şehnâme’yi
Gazneli Mahmud’a sununca Sultan Mahmud da “Benim her bir Türk pehlivanımın
yiğitliği senin Rüstem-i Zâl gibi pehlivanlarından yüksekte dururlar” (Kartal, 2008, s.
36) diyerek kendi destan kahramanlarını övmüştür. Zira tabii olan her kişinin ulusunun
hamasî çağlarıyla övünmek arzusunda olmasıdır. Klasik Türk şairlerinin de yaptığı
bundan çok farklı değildir. Onlar için de Şehnâme kahramanları birer mukayese
unsurundan öteye geçememişlerdir.1
Ey âsaf-ı pür-şükûh u dânâ
1
Şehenşâh sensin ancak adı var Kâvûs u Cemşîd’in
Bunu tavzîhe hâcet yok güneş gibi nümâyândır (Osman Nevres, 2020, s. 64)
Ey haşmetli, bilgili ulu vezir sarı Zâl ve kuvvetli Rüstem sana benzetilebilir mi
çünkü senin âlemde yaptığın işler aşikârdır onlar ise yalnızca eski bir destandır.
Nedim, Sadrazam İbrahim Paşa’ya yazmış olduğu tardiyyede Sarı Zâl ve güçlü
Rüstem’in eski bir efsane olduklarını, İbrahim Paşa’nın yaptıklarının da herkese aşikâr
olduğunu söylemektedir. Şair, Zâl ve Rüstem gibi Sîmurg’un dahi yardımını almış
olan iki cihan pehlivanını bırakın padişah için teşbih unsuru olarak kullanmak,
sadrazamla dahi mukayese etmeye değer görmemektedir.
Bir yüzyıl önce yaşamış olan Nef’î de Ferîdûn ve İskender gibi hükümdarların,
kendi hükümdarının kapıcısı dahi olamayacağını söylemektedir.
hemen hemen birbirlerinin aynıdırlar (Tökel, 2006, s. 4). Öte yandan klasik Türk
şairinin kullanmış olduğu mitolojik malzemenin mukayesesi yapılığında bunun Türk
mitolojisi başta olmak üzere birçok mitolojide izlerine de rastlanmaktadır. Bu
bağlamıyla klasik Türk şairinin etkileşime girmiş olduğu Fars kültüründen motif
alışverişi yaparken, kendi kültürel kodlarına uygun motifleri almış olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır. Yanı başlarında bulunan köklü Yunan mitolojisine kayıtsız
kalmaları da yine aynı nedenle açıklanabilmektedir. Olimpos’taki tanrıların entrika ve
savaşları en eski çağlarından beri tek tanrıya inanan Türklerin ilgisini çekmemiş, bu
mitolojik anlatılarda kendilerine ait bir şeyler bulamadıklarından, edebî eserlerinde
bunlara yer vermemişlerdir. Mukayese unsuru olarak kullanmamış olmaları insanların
işlerine tanrıları karıştırmak istememelerinden ileri geliyor olsa gerek. Yoksa Fars
mitolojisinin en güçlü kişisini padişahının kapıcısı yapan şair, Zeus’a da kendi
sarayında bir iş buyurabilirdi. Hoşgörü dinine mensup klasik Türk şairi mitolojik de
olsa kutsala dil uzatmaktan imtina etmiştir.
III. BÖLÜM
ARAŞTIRMA VE BULGULAR
…Köz-i karam
Sevgilinin gözünün kara olması, kaşıyla hasret yayını çekmesi, küçük olması,
anber ve misk kokulu olması gibi sevgiliye ait güzellik unsurlarının ilk Türk şairi
Aprınçur Tigin’in şiirlerinde de geçiyor olması, klasik şiirin standart güzellik
unsurlarının kadim çağlardan beri Türk muhayyilesindeki güzellik unsurları olduğuna
işaret etmektedir.
Ey tatlı dudaklı, gönül senin la’l dudadığın ve gözünle içinde badem ile şeker
olan bir kavanoza döndü.
Ey gönül, çiçek gibi nazik olup kadeh al eline çünkü meclise çerez olan o
gözleri bademdir.
Çiçeğin dalları kadeh tutan ellere, yeni biten tomurcuklar ise kadehe teşbih
edilmiştir. Dallarındaki şarap kızılı tomurcuklarla gül, elinde kadeh tutan biri olarak
tasavvur edilmiştir. Bu işret meclisinde şarabın yanındaki meze de badem yani çekik
gözlü sevgilidir.
Sabah yaralı gönlüme hiç pay vermez sanki tatlı uykuyu o badem gözlü için
saklar.
Âşığın aşk acısından sabah uykusuna hasret kalması, sabahın ondan çaldığı
uykuyu sevgiliye pay etmesi olarak tasavvur edilmiştir. Uykudan yeni uyanmış, olan
sevgilinin mahmur gözleri bademe teşbih edilmiştir.
Selvi boylu, selvi salınışlı, uzun ve kara saçlı, yay kaşlı, küçük nokta ağızlı gibi
unsurlar klasik sevgili tipi için de kullanılmaktadır. Beyrek’i “güzeller şahı”, “ince
belli” Banı Çiçek’e bir geyik getirir. Han kızların yanında bulunan kırk kız da “ince
belli” olarak tasvir edilir. Deli Dumrul anlatısında can yerine can verecek kadar büyük
bir aşk vardır. Ancak burada alışılmış olanın aksine sevgili yerine canını vermeyi kabul
eden Deli Dumrul’un karısıdır. Kan Turalı da sevgilisi Selcan Hatuna şöyle
seslenmektedir;
Senin çene çukurun, ayağı henüz çukurdayken insafa gelmeyip fitneler peyda
eder.
İlle de onun âşıklara kıyar gibi bakışı, o fitneci gözündeki fitne çok adamlar
öldürür.
2
O fitne kim onu Hârût uyardı Bâbilde
Siyâh gözlerinin hâb-ı ârâmîdesidir (Nedim, 2015, s. 261)
Evrensel dinleri besleyen bir diğer inanış da kadim Perslerin Mitra inanışıdır.
Eski İran İmparatorluğu’nun egemenlik alanına giren geniş bir coğrafyaya ulaşmış,
Babil’den bütün Anadolu’ya, Yunan bölgesine kadar yayılmış olan bu inanış, gittiği
her yerde yöresel inanışlarla yakın ilişkiler kurmuş ve onlarla iç içe girmiştir. Bizans
36
orduları aracılığıyla daha geniş alanlara ulaşmış olan bu öğretinin; fidye, kıyamet
inanışı, sırat köprüsü, berzah, cennet, cehennem, mizan, sevap, günah gibi birçok temel
değeri Hristiyanlığa da geçmiştir. Mitra, İranlılar ile Hintliler arasında ortak temelli
bir dinî inanıştır. Bu inanış, doğruluk ve kurtuluş ümit temellerinden hareketle bir tür
mistik anlayış olarak da bilinmektedir. Bu inanışın öğretilerine göre dünyadaki
mutluluğun kaynağı, ölümden sonraki sonsuz hayatta da huzuru sağlayacaktır. Mitra,
eski İran’da aydınlık, doğruluk, adalet ve iyilik tanrısı, ruhları kurtaran güç, yaratan
kuvvet, Allah ile insanlar arasında bir aracı olarak tasavvur edilmiştir. Bazı bölgelerde
Hz. Ali’ye de insanüstü birtakım nitelikler verilip kutsal kimliğe büründürülmüştür.
Allah ile insanlar arasında bir aracı olarak kabul edilen Hz. Ali’ye bu yönüyle eski
İran’daki Mihr’in rolü verilmiştir. Mitra’nın Eşkanilerin resmi dinleri, Bestâm şehrinin
de bu hanedanın başkentleri oluşu, Horosan’ın Part eyaletinin büyük bir parçası
olması, Eşkanilerin yıkılışının ardından Sasanilerin yönetime gelmesi ve Arap
fetihlerinden sonra bölgenin İslamiyet’in egemenliğine girmesi, Mitraizmin gizliden
gizliye gelecek kuşaklara aktarılması da göz önünde bulundurulursa; İranlıların sufi
kalkışlarının bu inanç sistemiyle olan bağlantısı ve özellikle eski İran filozoflarıyla
hemen hemen aynı mesajları taşıyan, Bayezîd-i Bestâmî olarak bilinen büyük sufi
Tayfûr b. İsâ b. Surûşân’ın düşünce hareketi ile yapısal bakımdan yakınlıkları son
derece dikkate değerdir. Bu bağlılığın değişik şekillerdeki ipuçları Mevlânâ ve birçok
Fars şairinde de görülmektedir (Yıldırım, 2018, s. 182).
Orta Asya gibi çok geniş alanda çok farklı sosyo-ekonomik şartlarda yaşamış
olan Türkler, yeni kabul etmiş oldukları İslamiyet’i eski dinî inançları olan Gök Tanrı
ve ona bağlı tabiat, atalar kültü ile eski dinin inanç kalıntılarını barındıran Şamanizm
gibi güçlü bir mistik büyü sisteminin üzerine kurmuşlardır. Eski mistik dinî inançlarla
karışan İslam’ın geniş çapta eski dinlerin kalıntılarıyla birleşerek değişime uğraması
da hetorodoks İslam yorumunu doğurmuştur. Bu İslam yorumunda göçebe hayat
tarzına uymayan şer’i emir ve yasaklar pek yer bulmamış, onların yerine eski ritüeller
bir İslam cilası altında geniş ölçüde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu yapıya
“heterodoks halk İslamı” veyahut “Türk Müslümanlığı” denilmektedir (Su, 2011, s.
48). Bu yönüyle denilebilir ki İslam’ın heterodoks versiyonu; tarih boyunca İslam’ı
kabul etmiş olan farklı etnik, kültürel ve dinî kökenlere ait toplumların, onu bu
kökenlerden gelen birtakım inanç ve mitolojik unsurların etkisiyle yorumlamaları
sonucu uluşturulmuştur. Nitekim Alevî-Bektaşi inancında önemli yer tutan tenasüh,
37
hulul, don değiştirme ve ateş kültü gibi unsurların büyük kısmı Zerdüştlük, Maniheizm
Mazdeizm menşeili senkretik motiflerdir kaynaklanmaktadır (Su, 2011, s. 60). Baba
İlyas’ın Amasya önlerindeki savaşta yenilip yaralanması üzerine halk, Tanrı’nın
vaadiyle ilgili kendisine hesap sormuş, o da herkesin önünde bu soruyu Tanrı’ya
yönelteceğini söylemiştir. Bu durum Gök Tanrı ile iletişime geçmeye çalışan bir
şamanı çağrıştırmaktadır (Su, 2011, s. 142). Büyü ile uçuş halk dininin önderi şamanın
ve daha sonraki dönemde velinin saygınlık kazanması esrime ve kendinden geçmenin
ifadesi hâline gelmiştir. Şaman için kutsala ulaşma yolu olan esrime, tasavvuf
içerisinde de vecd3 ve cezbe olarak yer edinmiştir. Melameti-Kalenderi sufiler de
Şamanistik, Budist ve Maniheist çevrelerle paylaştıkları fakr ve tecerrüd esasının
gereği olarak yarı çıplak bir tarzda giyinip üzerlerinde bazı aksesuarlar taşımaktadırlar.
O bahr-i cezbede kim gönlüm ıztırâba gelir
Güher derûn-ı sadefden çıkıp habâba gelir (Şeyh Gâlib, s. 231)
O cezbe denizinde gönlüm ızdıraba gelir. Güher, sadefin içinden çıkıp hava
kabarcığa gelir.
Deniz, tasavvufta vahdeti sembolize ettiğinden şair, hakikatin bilinip
görüleceği yer olan gönlünü sadefe, gönlündeki gizli sırları da bu sadefin içerisindeki
inciye teşbih etmiştir. Hak âşığının cezbe denizinde esriyip cezbeye gelmesiyle bu
sadef açılmış, içerisindeki inciler denizin üzerindeki hava kabarcıkları gibi yüzeye
çıkmıştır. Tıpkı Yunûs’un cezbe anıda “etü kemiğe büründüm Yunûs diye göründüm”
diyerek yaratılış sırrını fâş etmiş olduğu gibi şair de gönül sandığı içerisindeki incileri
saçmıştır. Bu durum şamanın transa geçtiği anda söylediklerinin Gök Tanrı tarafından
kendisine söyletildiğini, Tanrı’dan haber getirdiğini söylemesi hadisesini
çağrıştırmaktadır.
Hâbîde nigehler ne bilir cezbe-i hüsnü
A’mâ gibi mir’âta bakup târ görürler (Şeyh Gâlib, s. 242)
Uykulu bakışlar cezbenin güzelliği ne bilsin, onlar a’ma gibi aynaya bakıp
karanlık görürler.
Burada uykudan kasıt gaflet uykusudur, gâfil olan kimseler cezbe hâlini
yaşayamadığından güzelliğini de bilemezler. Tasavvufi terminolojide ayna, en kâmil
tecelligâh olması yönüyle insan-ı kâmilinin gönlüdür. Kemale ermiş olan kimse,
gönlünü Allah’tan gayrı bütün kirden, pastan arındırıp cilalı bir ayna hüviyetine getirir.
3
Ola yâ Râb bî-hakk-ı Şems-i Tebrîz
Safâ-yı vecd ile nutkum şeker-rîz (Şeyh Gâlib, s. 188)
38
Gönlü kirlenmiş kimse ise gönül aynasına baktığında kör gibi karanlıktan başka hiçbir
şey göremez.
Maniheizm’de “tenâsüh” olarak adlandırılan, ölenin ruhunun başka bir canlının
bedenine girmesi inanışının yanı sıra ölenin ruhunun yerin derinliklerine gittiği
yönünde inanışlar da bulunmaktadır. Bu inanışa göre ruh, kişinin ölümünden sonra
denizlerin ve okyanusların ateşinde, ıssız ve gizemli derinliklere, yüksek dağların
ardına gidip orada yerleşmektedir. Diğer bir inanışa göre ise yerküreden çok farklı
evrenlere, göklerin ötelerine, Ay, Güneş ya da yıldızlara giderek orada yaşamını
sürdürecektir. Bu düşünce, cennet inanışının ortaya çıkmasına yol açan önemli
faktörlerdendir (Yıldırım, 2018, s. 211). Hulûl ve tenâsüh yani ruhun bir bedenden
başka bir bedene geçişi inanışında, ruh bir bedenden başka bir bedene geçebildiği gibi,
insan bedeninden cansız varlık, hayvan ve bitkilere de geçebilmektedir. Bu da değişik
şekillerde adlandırılmaktadır. Misal olarak insan ruhunun başka bir insanın bedenine
girmesine “mesh”, bitkile geçişine “fesh”, cansız varlıklara geçişine ise “resh”
denilmektedir (Şentürk, 2019, s. 171).
Geyürdi suret-i insân bana devr-i zamân içre (Seyyid Muhammed Nûru’l-
Arabî, 2018, s. 316)
Zamanın devri içinde bitki olup çok zaman, çok an da hayvan olup (sonra da)
bana insan sureti giydirdi.
4
Balım Sultan gerçek sırr-ı Ali’sin
Mü’minlerin kanadısın kolusun
Pirim Hünkâr Hacı Bektaş Velî’sin
Cansız duvarları yürüten meded (Ocak, 2018, s. 190)
39
Birçok büyük dinde ölen bir insanın ruhunun kaybolmadığına, başka bir
canlıda yaşadığı inancına “Transmigration” veya “Metempsychosis” denilmektedir.
Bu inancın en geniş şekli Hint Budizmindedir. İslam tasavvufunda da bu konuya çokça
yer verilmiştir. Ahmet Yesevî, Yunûs Emre gibi okumuş şairlerin yanında konargöçer
Türk dervişleri ve Bektaşi babaları da bu konuyu işlemiştir. Mevlânâ gibi büyük
mutasavvıflara göre insan ruhu hiç ölmez durmadan devreder. Devir nazariyesine göre
anasır-ı erbaa yani su, ateş, toprak ve rüzgâr şeklinde görülen bu ruh, gelişerek
bitkilerde, sonra hayvanlarda daha sonra insanlarda dolaşır ve Tanrı’nın Vücudu
Mutlak’ına karışır ve yine cisimlere inerdi. Mısırlı Türk tarihçisi Ay-Bek üd
Devâdârî’nin Türklerin menşei ile ilgili efsanede ise bu devir; su, ateş, toprak ve rüzgâr
arasında olmaktadır. Bektaşilerin “devriye” dediğine Hint Budizminde “Samsâra”,
Uygur Türklerinde de “Sansar” denilmektedir. Budizmde de İslam tasavvufunda
olduğu gibi bu dönüşüm “kavis” ya da “daire” şeklinde olmakta, bu dairede olgunlaşan
ruha, tasavvufta “insan-ı kâmil”, Uygurlarda ise “Tükellig” denilmektedir (Ögel, 2010,
s. 488).
Öncesi, sonrası, canlara can katan sevgili de azıp yolda kalanların yanında
hazır bulunan peygamber, Hızır yahut mürşid de hep benim denmekle Vahdet-i
Vücud5 teorisine gönderme yapılmaktadır. Devir nazariyesine göre Vucud-i
Mutlak’tan ayrılan ilahi nur kavs-ı nuzulla inip, kavs-ı huruçla tekrar aslına rücu etmek
5
Yidi gök yidi yiri tagları denizleri
Uçmagıla Tamu’yı cümle vücûdda bulduk (Yunûs Emre, 1990, s. 105)
40
için yükselmeye başlar. Bu iniş ve çıkış yaylarında insan ruhu, canlı cansız birçok
forma girmektedir.
Safa gönlünü baştan başa gam pası kaplamış, güzelliğin cihan aynasına yine
suretler verdi.
Yaratılmış olan her şey Mutlak Yaratıcıdan sadece bir zerredir, cümle yaratılan
yalnızca O’nun güzelliğini yansıtan birer yansımadır. Allah, bu aynada kendi hüsn ü
zatını tamaşa eder. Ancak burada şair, küçük bir farkla Allah’ı aynaya, ondan gayrı
olan şeyleri de o aynadan birer toza teşbih etmiştir. Bu ayna olmazsa eğer bu tozların
görüleceği yer de yoktur. Âdem-i mutlakın müstakil bir mevcudiyeti yoktur o, Vücudu
Mutlakta görülen bir akis, bir hayaldir ancak.
Sümerler her yeni yılın mart ayının yirmi ikisinde Ana-Tanrıça Kybele için
şenlikler düzenlemekteydi. Bu şenliklerde rahipler coşturucu müziğin etkisiyle dans
eder, coşup cezbe hâline gelince de ellerindeki bıçaklarla hem kendi vücutlarında hem
de kutsal çam ağaçlarında (inanışa göre Kybele sevgilisi Attis’i bir çam ağacına
çevirmiştir) yaralar açarlar (Baydalı, 2003, s. 149). Bu durum hem eski Türk
geleneklerinde şamanın metafizik âlemle irtibata geçmeye çalışmadan önce kendinden
geçip bedenine ağır hasarlar vermesinde hem de İslamiyet sonrası sofuların istiğrak
hallerinde “elif çekme”leri6 şeklinde görülmektedir. İlaveten Katolik kilisesi de
6
Yine abdâl-sıfat na‘l ü elifler idelüm
41
yıllarca Tanrı için bedenine zarar veren kimseleri aziz olarak ilan etmiştir. Yine
Hindular da Tanrı Murugon’a yakınlaşabilmek niyetiyle vücutlarında yaralar
açmaktadır (Şentürk, 2020, s. 140).
Aşk ile sineni elif şeklinde kes ki herkes senin o servi sevdiğini bilsin.
Sîm hem gümüş hem de ince tel manasına gelecek şekilde tevriyeli
kullanılmıştır. Bu bağlamıyla sevgilinin endamı parlaklık ve beyazlık yönüyle
gümüşe, uzun ince olmak yönüyle de tele teşbih edilmiştir. Sevgilinin endamına
meyleden âşığın elif çekmesi, boyun uzun ve ince oluşuyla ilintilidir. Yine burada da
bir üstteki beyitte olduğu gibi âşık, aşkını ıspat etmek gayesiyle sinesine sevgilisinin
boyunu nakşetmektedir. Sofu da yine aynı şekilde Mutlak Sevgiliye yakın olmak, O’na
aşkını ıspatlamak gayesinde vücudunun çeşitli yerlerine yaralar açmaktadır.
Boyunun hasretiyle kanlı elifler çeksem de her birisi sinede gül bedenli serviler
olsalar.
Eski Türk inanışlarında kader ve kısmet ile ilgili kesin yargılar olmasa da
başlarına gelen iyi ve kötü her şeyin Tanrı’dan geldiğine inanmaları nisbeten de olsa
bir kader inanışının bulunduğunu göstermektedir. Hakanlar “Tanrı yarlıkadığı için”
hakan olmuş, “ülüglü” (kısmetli) kişilerdir. İslamiyet ile diğer dinlerin giremediği
Altay destanlarında “oğlanın eline kaderi, ak yazı ile Tanrı tarafından yazılıyordu”
oysa İslamî dönemde, kaderin alına yazılmış olduğuna inanılmaktadır. Öyle ki kader,
“alın yazısı”7 olarak da tabir edilmektedir. Bir Kırgız destanında da “Yiğidin ölümü,
atının alnına yazılmış” idi. Bu durum at ile yiğidin kaderinin bir olduğu inanışından
doğmuş olmalıdır. Kaderin ya da ervahın başka bir varlığa bağlı olduğu düşüncesi de
yine masallarda görülmektedir. Nitekim Er Töştük destanında Er Töştük’ün ruhu veya
ölümü bir eğeye bağlı olduğundan dev, durmadan eğeyi arar. Er Töştük ile karısı da
eğeyi korur. Rüya ile falda kaderi görmek de biraz daha geç çağlarda görülmektedir.
Altın Ordu Han’ı “Toktamış” kendisi ve ailesinin Muradım tarafından öldürüleceğini
rüyasında görmüştür (Ögel, 2010, s. 583).
7
Olmadun gitdün Necâtî tîr-i mihnetden halâs
Ol kemân-ebrû cefâsı alnuna yazu gibi (Necâtî, 1963, s. 494)
Alın yazısıyla ilgili bir diğer inanışa göre bu yazı asla değişmez, alına ne
yazıldıysa başa da o gelir. Bu sebeple şair, sevdanın başının kara yazgısı olduğunu,
bundan kaçamayıp, çekmek zorunda olduğunu söylemektedir.
Ne çare ki alnımızın kara yazısı, din ve iman nakdimizi yârin aşkına feda
etmiştir.
Şair, alnının kara yazısı yani kaderi olan din ve iman sermayesini, yârin aşkına
feda ettiğini söylemekle yine alın yazısı kader ilişkisine gönderme yapmaktadır. Asıl
iman, Mutlak Sevgiliye duyulan aşk olduğundan bu aşkta ikiliğe neden olan her şey
feda edilmelidir.
Altay türeyiş destanlarına göre “Ay ile Güneş”in kendilerinin ayrı bir güçleri
yoktur. Bunlar yalnızca Tanrı’nın verdiği ışık ile sıcaklığı yansıtmakta, bir maden
parçası olan “ayna (toli) gibiydiler” (Ögel, 2010, s. 188). Cengiz Han’ın en küçük
oğlunun adı da Toluy (ayna)’dır. Ay ile Güneş bir ayna gibi Tanrı’nın kendilerine
verdiği ısı ve ışığı yansıtmaktan başka hiçbir kudrete sahip olmadığından Şamanlar
44
ayna ile fal bakmaktadır (Uslu, 2017, s. 66). Bu durum Mutlak Varlıktan gücünü alan
izafi varlıklar için yüzyıllarca sembol olarak kullanılmıştır. Öte yandan başta Allah’ın
en mükemmel tecelligâhı olan insan-ı kâmil kalbi olmak üzere Allah’ın tecelli ettiği
her şey bir ayna vazifesi görmektedir. Bu sebeple hakikat nazarıyla nazar kılabilen
kâinatın her zerresinde yalnızca Allah’ı görecektir.
Gönül, Âdem’in on sekiz bin âlemin suretini temaşa edildiği, dünyayı gösteren
aynasıdır.
Tasavvufta her şey zıddı ile kaim olduğundan Vücud-ı Mutlak’ın zıddı olan
âdem-i mutlak da bir ayna olarak tasavvur edilmektedir. Âdem-i mutlak, müstakil bir
mevcudiyete sahip olmayan, yalnızca aynada görülen bir hayal gibidir. Allah, insanı
onda kendi zâtının güzelliğini seyretsin diye yaratmıştır (Pala, 1990, s. 57). Bu hâliyle
insanın özü olan gönlü, Allah’ı gösteren bir ayna olarak hayal edilmiştir. Şair de gönlü
on sekiz bin âlemin yani bütün mevcudatın seyredebildiği dünyayı gösteren aynaya
teşbih etmiştir. Bu aynanın gösterebilmesi için de temiz tutulması gerekmektedir.
Ayna üzerindeki kir ve pasın temizlenmesi gerektiği klasik şairlerce sıklıkla işlenen
bir konudur. Öte yandan bu ayna alelade bir ayna da değil “âlem-nüma” yani bütün
âlemi gösteren sihirli bir aynadır. Şayet bu ayna temiz tutulabilirse burası kâmil bir
teceligâh olacak, on sekiz bin âlemin hikmeti kişiye malum olacaktır.
‘Âlemde nîk ü bed ferah u gam gelür gider (Şeyhî, 2018, s. 85)
Âlemde iyi, kötü, gam ve sevinç gelir gider, yeter ki dünyayı gösteren kadeh
gibi olan yüzünü temiz tut.
İnsan olanın kalbi, ayna gibi saf olmalıdır. İnsan isen gönlünde kaplan kini ne
gezsin.
Bâkî de insanın kalbini ayna gibi temiz ve şeffaf olması gerektiğini, kinin bu
aynayı kirleteceğini söylemekle gönül-ayna8 ilişkisine gönderme yapmaktadır. Aynayı
kirleten kirden kasıt mâsivâdır, kişinin bu aynayı cilalamakta muradı fenâfillâhtır.
Güneş, sevginin ışığıyla olgunluk buldu, Ay’ı neyleyelim onun aynası temiz
değil.
Mücizeler söyleyen bir papağanım her ne söylesem boş laf değil, felek ile
konuşamam onun aynası temiz değil.
Şair, şiirlerinin bir mucize olacak kadar iyi olduğunu, hiçbir sözün boşuna
olmadığını söylerken kendisini mucizeler söyleyen bir papağana teşbih etmiştir.
8
Olur kâbil-i feyz-i nûr-ı Kıdem
Güneş gibi âyînesi pâk olan (Bâkî, s. 229)
46
Eskiden papağanları konuşturabilmek için önlerine bir ayna konulur, karşısında başka
bir papağan olduğunu düşünen papağan da onunla konuşmaya çalışırmış. Felek,
yeryüzünü yansıtması ve yeryüzünde olan her insanın gökyüzünde bir yıldızının
olması yönüyle bir aynaya teşbih edilmiştir. Felek, cev ü cefa ettiğinden nefsine gem
vuramamış, gönül aynasını mâsivâdan temizleyememiş olduğundan şair, göğe dönüp
felek aynasıyla söyleşmek istememektedir.
9
Bak bak felek-i siyâh-kâre
Âyîne götürdi Zengibâr’e (Şeyh Gâlib, 2010, s. 273)
47
Alp Er Tunga öldü mü, kötü dünya kaldı mı? Felek öcünü aldı mı? Şimdi yürek
yırtılır. Felek fırsat gözetti, gizli tuzak uzattı, beylerbeyini şaşırttı, kaçan nasıl
kurtulur?
Saka hükümdarı Alp Er Tunga’nın ölmesi, feleğin fırsat gözetip, gizli tuzakla
öcünü alıp bu büyük hakanın ölümüne sebep olması olarak tasavvur edilmiştir.
Görüldüğü gibi feleğin kötülüklerin müsebbibi olduğu inanışı İslam öncesi Türklerde
de görülmektedir.
kuru toprağa ‘yer’ dedi” (Tekvin, 1, 2-9). Yine yaygın inanışa göre su dışında hiçbir
şey yok iken Tanrı, su ile yaratmaya başlar, bütün yarattıklarının en sonunda da insanı
yaratır. Apaçi yaratılış efsanesinde Kara Hactcin dünyayı kendi özünden, hayvanları
da çamurdan yarattıktan sonra insanı en özenli şekilde yaratmaya başlar. Çiçek
tozlarından toprağa tıpkı kendisine benzeyen bir şeklin dış hatlarını çizer ve daha sonra
uzuvlara göre doldurur. Misal olarak gözlerinin gözbebeklerini kara kehribardan, akını
denizkulağından vb. Hactcin son olarak bu şeklin içine rüzgâr yollar ve onun
canlandırır. Yaratım sırasında sıra en son olarak da yine bilindik olan erkekten dişisini
yaratmaya gelir. Kara Hactcin, tıpkı Âdem’de olduğu gibi insanı uyutarak (ondan)
dişisini yaratır (Campbell, 2016, s. 235). Burada İslamî inançta olduğu gibi yaratılan
surete “ruh üflenerek” insan canlandırılmaktadır.
İnanışa göre henüz hiçbir şey yokken evliyalar vatanı, padişah kalesi olan Hz.
Muhammed’in ruhu vardır. Cümle mevcudat da Nur-i Muhammedî’den yaratılır.
Yerin göğün ilk başta olmaması, aynı nurdan yaratılması, onların birbirinden ayrılmış
olduğu inanışının devamı niteliğindedir.
Topraga nazar kıldı aksurdı durup geldüm (Yunûs Emre, 1990, s. 154)
Yer ile gök yaratıldı aşk ile inşa edildi. Toprağa nazar kıldı, aksırdı oradan
geldim.
Altay Türklerine göre insanın ruhu, doğmadan önce gökte bulunur, doğacak
çocuğa ruh verecek olan Enem Yayuçı de göğün dördüncü katında yaşar (Uslu, 2017,
s. 119). İlk yaratımın ruhlardan başlaması daha sonra doğacak bedene ruh yerleştirmesi
İslamiyet’teki ruh inanışını çağrıştırmaktadır. İlk insanın yaratılmasından önce dahi
49
bütün ruhlar yaratılır Elest Bezmi’nde Allah ile akitleşir.10 Daha sonra bedeni yaratılan
o anavatandan dünyaya, yani gurbete gönderilir.
Elest olduğu zaman sarhoş olanlarla orada bulunduk, (o akite) beli dedik ve
kendimizi belalı dünyada bulduk.
Müşterek olan bir diğer mitolojik inanış da kişinin Tanrı’ya daha yakın
olabilmek maksadıyla çileye yatmasıdır. Evden, ailesinden uzaklaşan genç, yalnız
kaldığı kulübede az yer çok düşünür. Daha sonra Tanrı’dan bir işaret alır ve böylece
maksat hâsıl olmuş olur. Mondawmin Efsanesinde Wunzh, Ke-ig-niş-im-o-win yani
oruç törenini geçmek ve böylece hayatı boyunca hangi ruhun kendisine kılavuzluk
edeceğini öğrenmek maksadıyla evden uzakta bir kulübede oruç tutmaya başlar.
Büyük Ruh’a ona yardım etmesi için yakarırken yarı baygın bir şekilde gördüğü kişi,
üç aşamalı olarak kendisini ziyaret eder ve sonunda Büyük Ruh ona “mısır ağacı”nı
bahşeder (Campbell, 2016, s. 217). Şamanizm inanışında da şaman olacak kişi daha
gençken diğer insanlardan uzaklaşarak, oruç tutup, dua eder. Yani kutsal insana, kutsal
olacağı bilgisi daha gençken gelir. Knud Rasmussen, Karibu Eskimosu şaman
Igjugarjuk’un şaman olma sürecini anlatırken; şamanın orucunun beş günü geçtikten
sonra hocasının sadece bir içimlik su, on beş gün geçtikten sonra biraz su ve bir parça
et getirdiğini, on gün sonra da hocasının gelip onu eve götürdüğünü söylemektedir.
Şaman, bu süre zarfında sadece Büyük Ruh’u düşünmüş ve dünyevilikten sıyrılmaya
çalışmıştır (Campbell, 2016, s. 243). Bu anlatılarda da görüldüğü gibi İslam
tasavvufunda nefsi terbiye etmek üzere “çileye yatma”, yani az yiyip, az konuşup, az
uyuyup, çok düşünmek için yalnız kalmak riti ilkel dinlerde de görülmektedir.
Esrar Dede çileyi bitirdiği zaman, başını tabut hırkasına çekip sırr oldu.
İtikâfta yalnız kalan insan az yiyip, az uyuyup, az konuşup, çok tefekkür edip,
nefsini terbiye ederek Yaratıcıya daha yakın olmayı murat etmektedir. Beyitteki
çileden kasın dünya gurbetinin sona ermiş olmasıdır. Esrar Dede çilesini bitirmiş,
maksadı hâsıl olmuş, Allah’a daha yakın olabilmek için başını tabut hırkasına çekip
anavatanına doğru yol almıştır.
Ölüp dirilme, Şaman olmanın ana hattıdır. Hiçbir Şaman, ikinci kez doğmadan
Şaman olamaz. Ölüp dirilme inisiyasyonunda amaç, birtakım simgesel eylemler ve
fiziksel edimler aracılığıyla yeni bir yaşama “doğmak” üzere “ölmek”tir. Bu durum
sufilerin ölmeden önce ölmek olgusuyla aynıdır.11 Nitekim Alevî-Bektaşilerin “iki kez
doğmayan hakkın sırrına erişemez” söylemleri de bu durumu açıklar niteliktedir
(Bayat, 2016, s. 87).
Öldürem nefsüm itini gelmesün koman gerekmez (Yunûs Emre, 1990, s. 86)
Ölümü şöyle yıkadım acizim, düşkünüm ara yetimi, nefsimin itini öldüreyim de
gelmesin gerekmez.
Hak’dan bana nazar oldı kanatlandum uçar oldum (Yunûs Emre, 1990, s. 172)
Kâşânî’ye göre nefis, kendisinde iradî hareket, his ve hayat kuvveti olan lâtif
buharlı bir cevherdir. Hakîm Tîrmizî’ye göre ise o kalp ile beden arasında vasıta olan
hayvanî bir ruhtur (Cebecioğlu, 2014, s. 363). İnsanın hayvanî yönünü temsil edip
kemale ermesine mâni olan nefsin öldürülmesi tasavvufta ilk merhaledir. Bu ölüme
mevt-i ihtiyari yani istenilen ölüm de denilmektedir. Nefsinden kurtulmayı ölüsünü
yıkamak olarak tasavvur eden şair, nefsin hayvanî yönünü onu bir köpeğe teşbih
ederek somutlaştırmaktadır.
Hem şeytânun boynını ur hem nefs dahı ölse gerek (Yunûs Emre, 1990, s. 108)
Sabah kalkıp başını kaldır ellerini suya daldır hem şeytanın boynunun
vurulması hem de nefsin ölmesi gerekir.
Sabah kalkıp başını kaldırıp, ellerin suya daldırılmasından kasıt sabah namazı
olsa gerektir. Sabah ezanında “namaz uykudan daha hayırlıdır” ibaresiyle uykuyu tatlı
gösteren nefsin ve şeytanın alt edilmesine çağrı yapılmaktadır. Şeytanın başının
vurulması ve nefsin öldürülmesi sâlikin ilk vazifesidir. Ölmeden önce ölünüz12
hadisinde olduğu gibi kişinin hayvani yönlerini ölmeden önce öldürülmesi
gerekmektedir.
2018, s. 34). Ayrıca Yusuf, rüya tabirciliğiyle de sıklıkla konu edinmektedir.14 Onun
rüyaları değiştirip her bir rüyayı diğeri için tabir ederek talihlerini de değiştirmiş
olması, rüya ile talih arasındaki ilişkiyi de göstermektedir. Hz. Yusuf’un yanı sıra
Kafdağı’na bırakmış olduğu oğlunu ilahi bir emirle geri alması gerektiğini rüyasında
gören Zâl’da ve dünyayı oğulları arasında nasıl pay etmesi gerektiğini gören Oğuz
Kağan’da da hikmetli, haberci rüyalara rastlanması, bu rüya motifinin semavi
dinlerden önce de mitolojilerde görüldüğünü göstermektedir.
Bana yarınım bugündür, hoş bayram düğündür. Düşte gelir ün bana haberini
işittin.
Dün gece düşümde ikbal ile devleti gördüm, onun eşiğinde bizi bul dediler.
Kimya, ayağının tozunun iksirine yüzünü sür ki işin altın olsun dedi.
Zâtî, Celâlzâde Mustafa Çelebi için yazdığı kasidede rüyada kendisine onun
yanına gitmenin kendisi için hayırlı ve kazançlı olduğunu gördüğünü söylemekle
rüyalardan haber alındığı, rüyaların yönlendirici olduğuna işaret etmektedir.
Yûsuf haşre dek zevkin o seyrün idimezdi ta’bîr (Zâtî, 2017, s. 154)
Kul bilmez bu tedbîri kime degdi bu nüzul (Yunûs Emre, 1990, s. 120)
53
Dün gece düşümde, gecenin karanlığında bir saltanat Ay’ının felek burcu
üstünde saltanat sancağını dikmiş olduğunu gördüm.
Geceye yayılan ah, o periyi sihirle yatak eder. Bunu tabir lütfuna erilir mi ne
hoş istihâredir.
Rüyaların haber getirdiğine duyulan inançtan ötürü belli bir konuda haber
almak yahut ilahi bir mesajla yolunu bulmak için rüya görmek maksadıyla da çeşitli
ritüeller yapılmaktadır. Bunların en bilindik olanı istihareye yatmaktır. İstihâre, bir işin
hayırlı olup olmayacağını anlamak maksadıyla istihâre namazı kılarak uykuya yatmak
suretiyle görüleceğine inanılan rüyalardır. Eğer o iş iyi olacaksa rüyada rahatlık,
aydınlık, açık renkler, hayırlı olmayacaksa da koyu renkler görülmektedir. Şair, ahının
sihirle periyi yatak ettiğini söylemekle açık ve iç rahatlatıcı renkler gördüğünü, bunun
da hoş bir tabire delalet ettiğini söylemektedir.
İslamiyet öncesi yas törenlerinde bağır yırtmak, saç baş yolmak, taşlarla
dövünmek16 gibi kendine zarar verme ritüelleri bulunmaktadır. Nitekim Attilâ’nın yas
törenine katılan oryantalist Jordanes de bu bilgileri teyit etmektedir. Yine M. 576’da
İstemi Kağan’ın ölümü esnasında Türk ilinde bulunan Bizans elçisi Valentin de
yapılan yuğ törenine katılmış, “Türk âdeti üzere yüzünü bıçakla çizip mateme iştirak
etmiştir” (Banarlı, 1983, s. 72). İslamiyet sonrasında da bu yas geleneği özellikle
Mecnûn babasının öldüğünü duyunca feryad ve figân ederek başını taştan taşa
vurur, gözyaşları mey gibi ayaklarına akar. Kabrin yolunu sorup gözyaşları gibi akıp
gider. Mezara kapanıp âdeta vücudunu mezara mum yapar. Acısının ateşiyle içi ateş
misali yanmaya başlamıştır zaten. Tırnaklarıyla göğsünü bölük bölük ederek mezara
taş yapar. Mezarın temiz toprağını, bağrına basıp gül yaprakları gibi kanlı
gözyaşlarıyla kıpkırmızı yapar.
55
Başka bir yerde de Mecnûn, Leylâ’nın mezarı başında göğsünü yırtıp toprağını
başına saçmaktadır.
O gül yüzlünün mezarını görünce, düşüp mezarı kucakladı. Göğsünü tabut gibi
yırtıp, başına mezar gibi toprak saçtı.
Çünkü kalem şahın övgüsünün levha yeridir. Ona defter ile divanın levh-i
mahfuz olması gerekir.
Levh-i mahfuzda olacak şeyleri yazan bir ilahi kalem vardır. Allah her şeyden
önce Levh ile Kalem’i yaratır. Tasavvufa göre Levh, Tanrı’nın bilgisi; Kalem de
irâdesidir. Şair, kalemini şahın övgüsünü yapmaya adadığını, defteri ile divanının ise
levh-i mahfuz olduğunu söylemekle her şeyin daha en başından levh-i mahfuzda
kayıtlı olduğu inanışına gönderme yapmaktadır.
17
Levh-i Mahfûz oldı anun adı hem
Şöyle ki oldı Akl-ı Küll adı kalem (İskendernâme, s. 63)
56
İkrâr bütün olmayınca erden nazar olmayısar (Yunûs Emre, 1990, s. 21)
Gönüldeki pası yıkadıysan kibir ile kini terk ettiysen, ikrâr bütün olmayınca
kimseden nazar olmaz.
18
Ne aceb fazlına nâdân eger inkâr etse
Etdi mi Ahmed-i Muhtâr'a Ebû Cehl ikrâr (Bâkî, s. 50)
57
İkrâr, derviş olmanın ilk merhalesidir. Kişi önce nefsanî arzularından vazgeçip,
gönlündeki kiri pası temizleyerek gönül aynasına cila vermeye karar vermelidir. Bu
ikrâr doğru olmazsa onun gönlüne kılınan nazarlar görünmeyecektir.
Ey saki bizi safa meyhanesinin ikrârında şöyle mest eden, vahdet âlemindeki
Elest mestliğidir.
Meyhane tasavvufi istılahata tekkedir, sarhoşluk cezbe hâli, ikrâr yemini ettiği
kişi de mürşittir. Bezm-i Eleste yapılan akit, ilk ikrardır.19 Kul orada nasıl biri olması
gerektiğinin kararanı vererek Allah ile akitleşir. Şair, sakiye seslenerek kendisini safa
meyhanesindeki ikrârıyla sarhoş edenin, ezelde Elest bezminde içmiş olduğu aşkın
şarabı olduğunu söylemekle ilk ikrara telmihte bulunmaktadır. Bu hâliyle şair, ilk
kararında sadık olduğunu, ezelden beri mest-i Elest olduğunu söylemektedir.
Suyun vahdeti sembolize etmesi İslam öncesi yaratılış anlatılarındaki her şeyin
kaynağının su olması, henüz hiçbir şey yokken suyun olması inanışıyla
ilişkilendirilebilir. Yine tasavvufta kâinatın sırrının suların dibinde olduğu düşüncesi
de yaratılış için gerekli toprağın suyun dibinden alınması ile bağlantılı olsa gerektir.
Türk mitolojisinde Tanrı’nın isteği üzerine su altından toprak getiren su kuşları, İslamî
dönemde mecazen suların dibine dalan dervişlere dönüşmüştür.20 Hata bu geleneğin
devamı olarak kuğu gibi bazı su kuşlarının etrafında teşekkül eden mistik anlatılar ya
da bu donlara giren velilerden bahsedilmektedir.
Ana her hiss-i anberdir ki sahilden zuhûr eyler (Şeyh Gâlib, s. 231)
Zühd ve takvayla örtülen, mana okyanusunda görünür olur mu? Her hissi ona
sahilden görünen bir anberdir.
Hint denizlerinde yaşayan bir çeşit ada balığından elde edilen yumuşak,
yapışkan ve kara renkte, güzel kokulu bir madde olan anber, balık tarafından kusularak
dışarı atılan bir urdur. Balığın kustuğu bu ur, su üzerinde parça parça yüzer hâlde ya
da sâhile vurmuş bir şekilde bulunmaktadır (Pala, 1990, s. 33). Dünyevi şeylerden ilgi
alaka kesip uzaklaşmak olan züht ve takva, hakikati görme yolunda rind için bir
örtüdür. Hakikat, denizin dibindeki inci gibidir, bir arayış içerisinde olan sâlik, bir
dalgıç gibi denize yahut okyanusa dalıp o inciyi sadefin içerisinden çıkarmalıdır.
Yalnızca züht ve takvayla hakikati arayanlar ise ancak sahile kadar gelebildiğinden
onlar, inci yerine denizin yüzeyinde yüzen ya da kıyıya vurmuş anberden zevk almaya
çalışmaktadır.
İsteyeyin dâyim seni seyyâh olayın bir zamân (Yunûs Emre, 1990, s. 205)
Aşkın denizine dalayım dalgıç olayım bir zaman, seni daima isteyip seyyah
olayım bir zaman.
Hakikat, yalnızca aşk ile bilinebildiğinden vahdet olan deniz, aşk denizi olarak
tabir edilmiştir. Maşuku bulmak için devamlı bir arayış içerisinde olan âşık, yeri gelir
dalgıç olur suların dibine dalar, yeri gelir seyyah olur diyar diyar gezer.
Kutsal kitap, risale ya da ünlü bir yazar yahut şairin kitabından fal bakma
geleneği olan tefe’ül21 da yine mitik inanışların tasavvuftaki yansımalarındandır.
Gaybı ve geleceği bilmek tarih boyunca insanın uğraşları arasında olmuştur. Çeşitli
nesnelerden (yıldız, toprak, taş) fal bakarak geleceğini yönlendirmeye çalışan insan,
dinlerin etkisiyle kutsal kitaplardan da fal bakmaya başlamıştır. Dinin reddettiği falı
yine o dinin kutsal kitabının yapraklarından bakmak hiç şüphesiz eski rit ve mitlerin
etkisiyledir.
Cân cemâlün mushafından her kaçan kim fâl açar (Necâtî, 1963, s. 245)
21
Sükûn-ı gamla tereddüd idersen eyle tefe’üll
Ki şerh-i hâsiyet-i gussadur risâle-i ‘âşık (Şehrî, 2017, s. 101)
Can, ruh senin güzelliğinin kitabından her ne zaman fal açarsa senin gönül
asan saçların talih dalı gösterir.
Ruh, fal açan bir kimseye, sevgilinin güzelliği de fal bakılan kutsal yahut
değerli bir kitaba teşbih edilmiştir. Şair, âşığın ruhu ne zaman sevgilinin suretinde
kendi falına bakacak olsa sevgilinin gönül asan saçları talihe delalet eder demekle,
kitaplardan fal bakıldığına telmih yapmaktadır.
Mushafa bakınca “yevme izin nâzirah” ayeti geldi. Bu falla taze, güzel haber
verdi.
Kur’an’ın yapraklarını rastgele açan şair “bazı yüzler o gün ışıl ışıl
parlayacaktır” manasındaki ayeti gördüğünden falının iyi çıkmış olduğunu, bunun
kendisine bir muştu, taze, güzel bir haber gibi geldiğini söylemekle, Kur’an’ın
yapraklarının rastgele açılarak fal bakıldığına işaret etmektedir.
Mecliste Hâfız’ın divanından fal açalım da açılan güzel diye onu kucaklayalım.
Kutsal kitapların yanı sıra dinî içerikli yahut da meşhur şairlerin divanlarından
da yaygın olarak fal bakılmaktadır. Burada da Hafız-ı Şirazî’nin divanından fal
bakılmıştır.
Kapında secde ederken cenneti anarım zira namaz unutulmuşları kalbe getirir.
Uygurlara ait Huastuanif’te evrenin ortaya çıkışı, Beşiz Tanrı Hormuzta’nın nurlu
olan aydınlıklar ülkesini terk edip, zulmetle savaşması ve bu savaşta mağlup olarak
zulmette hapsolmasına bağlanmaktadır. Eğer Huastuanift’in şu ifadeleri dikkatte
alınacak olsa ortaya çıkan evren anlayışı panteist bir evren anlayışıdır;
“… üze o-o-n kat kök, asra segiz kat yir biş tengri-i üçün turur… kamag yir üzekining kutı kıvı-ı
öngi-i mengzi özi özüti-i küçi-i yarukı-ı tözi yiltizi-i biş tengri-i ol…: Üstte on kat gök, altta sekiz
kat yer, beşiz Tanrı için durur. Bütün yer üstündekilerin saadeti, ikbali, beti benzi, özü, ruhu,
kuvveti nuru, aslı, kökü Beşiz tanrıdır” (Huastuanift 42-48)
Bu ifadelerden anlaşılan reel evrenin kökü, aslı, esası aslında Beşiz Tanrı
Hormuzta’dır. Dolayısıyla burada ortaya konan evren anlayışı panteist bir evren
telakkisi gibi görünmektedir (Taş, 2017, s. 83). Panteizm ve İslam tasavvufundaki
Vahdet-i Vücud telakileri temelde farklı olsalar da cümle mevcudatın Tanrı’dan
geldiği hususunda müştereklik arz etmektedir.
Bulutlayın seyrân idüp ‘Arş’a yakın varan benem (Yunûs Emre, 1990, s. 141)
Deniz yüzünden su alıp göklere şekil veririm, bulut gibi seyran edip yere
yakın varan benim.
Hem semavi hem de mitik inanışlara göre cümle mevcudat sudan yaratılmıştır.
Henüz hiçbir şey yokken uçsuz bucaksız olan suyun içerisinden çıkarılan toprakla önce
yer, daha sonra da gök yaratılmıştır. Yaradılanın özü ilahi nurdur. Bu nur kavs-ı
nüzulle inip, kavs-ı huruçla tekrar yükselip özüne rücu edene kadar çeşitli formlarda
zuhur etmektedir. Bütün yaratılanların Allah’tan olması insanın da onun küçük
yansıması olması yönüyle şair, yaratımda rol aldığını söylemekte bununla da Vahdet-
i Vücud teorisine gönderme yapmaktadır.
Bulutlara hüküm sürüp yagmur olup yagan benem (Yunûs Emre, 1990, s.
141)
Şamanistlerin inanışlarına göre Güneş ve Ay, sürekli kötü ruhlar ile mücadele
hâlindedir. Kötü ruhlar, galip gelip onları karanlık dünyalarına çekince de Ay’da ve
Güneş’te tutulmalar meydana gelmektedir. Bütün Türk lehçelerinde tutulmak olayının
küsûf ve husûf şeklinde ifade edilmesi de bu eski inanıştan ileri gelmektedir.
Şamanistler; tutulmalar esnasında davul ve teneke çalıp bağırıp çağırarak gürültü
yapar, böylece Güneş ve Ay’ı kapmış olduklarını düşündükleri kötü ruhları korkutup
kaçıracaklarına inanırlardı (İnan, 2006, s. 29).
Buradaki “yârum” sözcüğü hem sevgili hem de bir şeyin yarısı manasına
gelecek şekilde tevriyeli kullanılmıştır. Sevgilisini güzellik burcunun Ay’ına teşbih
eden Fuzûlî, Ay tutulması yahut Ay’ın yarısının karanlıkta kalıp yarım doğması
durumunda -nasıl ki- insanlar teneke çalarak gürültü yapıyorsa; Ay gibi olan sevgilisi
gece çıkacak olursa onun da ayıplanacağını söylemektedir. Osmanlı toplum yapısında
kadınların gece dışarı çıkması hoş karşılanmadığından böylesine güzel birinin gece
dolaşması da onun için noksan bir durum olacaktır.
O şuhun ayva tüyleri gelince ah etmem acayip kaçar mı? Zira güneş tutulunca
ezan okunur.
Eski Türklerin tutulmalarda gürültü yapıp Ay’ı yahut Güneş’i kapan yaratığı
kovmaya çalışması, İslamî dönemde mistik bir hal alarak ezan okuyarak kötülüklerin
kovulmasına dönüşmüştür. Nâbî işveli sevgilinin yüzünü Güneş’e, o yüzü örten ayva
tüylerini gök cisimlerine, kendi ahını da ezana teşbih etmekte; sevgilinin ayva
tüylerinin Güneş olan yüzü her örttüğünde ezan okur gibi ah ediyor olmasıyla Güneş
tutulmaları sırasında ezan okunmasına gönderme yapmaktadır.
Yârin yanağına tüyleri gelince hiç bakmam zira tutulma zamanında Güneş’e
bakmak uğursuzluk getirir.
Pül-i nâ-pâyidâra döndi tâk-ı gurfe-i kisrâ (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 23)
63
Tanrı’nın gazabı olarak tasavvur edilen şimşekle ilgili de çokça inanış teşekkül
etmiştir. “Gök gürültüsü O’nu hamd ile melekler de O’ndan korkusuna tesbih eder. O
yıldırımlar gönderir onunla kimi dilerse çarpar, öldürür” (Er-Râ’d: 13/13). Bu ayette
geçen gök gürlemesi, bazı müfessirlerce meleklerin bağırmaları; yıldırım, kalplerinin
kükremesi yağmur ise ağlamaları olarak tefsir edilmiştir (Aydemir, 2015, s. 133).
Ferheng-i Şu’ûrî’ye göre bulutlardan sorumlu Ra’d adında bir melek vardır. Bu melek
Allah’ın emriyle bulutları yürütmekte, bu yürütme esnasında da gök gürültüsü yani
ra’d oluşmaktadır. Nusayrîler, Hz. Ali’nin bulutların arasında yaşadığına
inandıklarından çıkan sesin de onun sesi olduğunu düşünmektedir. Kitab-ı
Mukaddes’te Allah’ın sesi ra’d sesine benzetildiğinden, 13. Sure Ra’d adını
taşımaktadır. Hint mitolojisinde Tanrı İndra’nın içerisinde ra’d olan bir gürzü vardır,
bu gürzüyle karanlıklar devini yenilgiye uğratır (Yıldırım, 2008, s. 573). Eski Türk
inanışlarında da tabiat olaylarının Tanrı’nın isteklerine bağlı olduğu inanışı hâkimdir.
Nitekim Divan-ı Lügati’t-Türk’de geçen “Tengri yaşın yaşnattı” (Tanrı şimşek
çaktırdı) sözü bu durumla ilişkilidir (Ögel, 2010, s. 279). Bazı anekdotlarda büyük bir
fırtınanın eşlik ettiği gök gürlemeleri tanrının bir gazabı olarak geçmektedir. Yıldırım
düştüğünde Uygurlar oklarını gökyüzüne doğru çevirir. Volga Bulgarları da yıldırım
düşen yerin tanrının gazabına uğradığına inandıklarından, yıldırım düşen evi ve
içerisinde insan dâhil bulunan her şeyi terk ederler (Roux, 2015, s. 73). Anadolu
coğrafyasında şimşek çakması ile ilgili inanışlar, Türklerin eski dinlerine
dayanmaktadır. Eski inanışları hâlâ yaşatan Heterodoks Tahtacılar’da da şimşek
çakması ve gök gürlemesinin Tanrısal kızgınlık sonucu olduğuna inanılmakta ve
bununla ilgili ritüeller yapılmaktadır. Antalya yöresindeki Yörükler’e göre ise gök
gürlemesinin sebebi öbür dünyada Meleklerin, Cehennem bekçilerinin ve Zebanilerin
64
kavgaları sonucu çarpışan sopaların çıkardığı seslerdir (Boratav, 2016, s. 72). Buna
benzer bir inanış da geceleri kayan yıldızlarla ilgilidir. İnanışa göre kayan yıldız o anda
ölen birisine aittir, kişi öldüğü için yıldızı kaymıştır. Diğer bir inanışa göre ise kayan
yıldızlar, meleklerin şeytana attıkları ateşli oklardır23 (Onay, 2016, s. 395).
Şeytan (nasıl ki) karanlık gecede kayan yıldızla, kıvılcımla oynuyorsa rakip de
senin kederinden ahımı görüp raks eder.
Âşığın, sevgilinin aşkından ettiği ahları gören rakibin keyiflenip dans etmesi,
şeytanın karanlık gecede kıvılcımlarla oynamasına teşbih edilmiştir. Şair nasıl ki
şeytan, melekleri kızdırınca melekler ateşli oklar atıyorsa rakip de âşığı kızdıracak
olursa âşığın ateşten ah oklarının hedefi oluyor demektedir. Böylece kayan yıldızların
şeytanı hedef alan melek okları olduğu yönündeki inanışa telmih yapmaktadır.
O peri yüzlü sevgili, mahallesindeki rakibe öylesine şiddetli bir söz atar,
sanırsın ki melek şeytana yakıcı bir ateş atar.
kalma düşünceyle tanrı ve tanrısal olanın gökte olduğuna24 dair inanışlar vardır. Bu
sebeple dua edileceği zaman istemsiz de olsa göğe bakılır, eller göğe doğru açılır.25
Sadakat ile elini kaldır, duaya başla hemen (böylece) belki Allah duanı kabul
eder.
Sadakatle ellerin göğe açılıp dua edilmesi durumunda, Allah’ın duayı kabul
edebileceğiyle, Allah’ın gökte olduğuna dair inanışa gönderme yapılmaktadır.
Yücelerden yücesin
Görklü Tengri
Halk inanışlarında geniş bir yere sahip bir diğer olgu, kurban ritidir. Meyve
vermeyen ağaca, yağmur yağdırmak için “yada” taşına kurban sunulması Türk
mitolojisinde yaygın görülen ritüellerdendir. Yahudi kültüründe de görülen bu
gelenek, kesilen kurbanın kanının adak sahibinin alnına sürülmesi şeklinde bugün hâlâ
devam etmektedir (Şentürk, 2016, s. 277).
Süreydi alnına bârî yavuz gözden yavuz dilden (Ahmet Paşa, 1992, s. 230)
Keman gibi kaşına kurban olan âşıkların kanını kötü göz ve kötü dilden
sakınmak için bari alnına sürseydi.
Klasik şiirde âşık, hiç düşünmeden sevgili uğruna kurban olmaya hazırdır.
Dahası bir avcı olan sevgili, âşıklar istemese de onların kanlarını akıtacaktır. Kurban,
aynı zamanda okçulukta yay kabı, yayın mahfazası manasına gelmektedir. Beyitte
âşıkların sevgilinin keman kaşına kurban olduğu söylenmekle sevgilinin, bu âşıkları
yayıyla avladığına işaret edilmektedir. Sevgilinin yay gibi kaşlarına kurban olan bu
âşıkların kanlarının da sevgilinin alnına sürülmesini istenmektedir. Alına kan sürülme
genel olarak ya bir adak ya da bir başarı veyahut kazanım sonucu, o iş için kesilen
kurbanın dökülen kanının adak sahibinin alnına sürülmesi şeklinde olur. Böylece bu
kişinin muvaffak olmuş olduğu şey için nazara gelmeyeceğine inanılır. Şair de hazır
sevgilisinin bu kadar kurbanı varken kendisini rakibin kem gözünden korumak için bu
kurban kanlarını alnına sürmesini dileyerek bu hususa gönderme yapmaktadır.
Eski Türklerde hayvan saçı etmek şeklinde görülen kansız kurban törenleri de
bulunmaktadır. Kaşgarlı Mahmud, “ıdık” yani koruyucu ruhlara kurban olarak hayvan
salınma töreninin bugün bile Şamanist Türklerin en mühim dini törenlerinden birisi
olduğunu söylemektedir. Kaşgarî’nin bu durumla ilgili izahlarından anlaşılıyor ki 11.
yüzyılda Müslüman Türklerde de bu gelenek devam etmektedir. Kaşgarlı bu durumu,
İslam’da hayvanın sahibi için kurban edilmesi olarak açıklamaktadır (İnan, 2002, s.
702). Şamanizmde “ıdık” törenine benzer bir tören de hastaları iyileştirmek üzere
yapılmakta, burada da tıpkı adak hayvanı gibi canlı hayvanlar azat edilmektedir.
Ancak buradaki fark salınan hayvanın ruhlara değil de bizzat salan kişiye kurban
edilmesidir. “Göçürme” ve “çevirme” olarak adlandırılan kurban töreninde Şamanın,
büyüsel marifetiyle bir hayvanı hastanın etrafında dolaştırıp hastaya musallat olan
ruhu da bu hayvana nakledeceğine inanılmaktadır. Bu tören Moğolca “dzulik gargayu”
olarak adlandırılmaktadır. Moğollar, 16. yüzyıldan beri resmen Buda dinini kabul
etmiş oldukları hâlde bu Şamanistik ritüeli olduğu gibi muhafaza etmişlerdir. Ritüelin
hayvan göçürmeye dönüşmeden önceki hâlinde ölüm ve hastalığı defetmek
maksadıyla hastanın etrafında akrabadan biri döner ve kendini kurban edermiş. Fakat
son zamanlarda böyle fedailer bulunmadığı için ritüel insan suretindeki bir putun
hastanın başından çevrilip suya atılmasına dönüşmüştür. 16. yüzyılda Müslüman
Çağataylar arasında bu geleneğin yaşıyor olduğu Babürnâme’deki bir hikâyeden
anlaşılmaktadır. Anlatıya göre; Zahireddin Babür’ün çok sevdiği oğlu Hümâyûn
67
26
Kâkülün tek başına çizginmek ister hâtırum
Ey men ü yüz men kimi ser-geşte kurbânun senün (Fuzûlî, 2014, s. 293)
27
Dâm-ı belâda dil bigi ‘AYNÎ giriftâr oldı dost
Cân murgını başa çevür vaktidür âzâd eylegil (Karamanlı Aynî, 2020, s. 465)
Ki her dem çizginüp başına ister ola kurbânun (Fuzûlî, 2014, s. 291)
Sevgilinin saçı ile âşığın ömür ipi arasındaki bağ da klasik şiirde sıklıkla
kullanılan bir motiftir. Sevgilinin alnına dökülen kâkülünün rüzgârın etkisiyle
havalanıp durması, başından çevrilip kurban edilen can ipi olarak tasavvur edilmiştir.
Âşığın canı, sevgilinin saçına bağlıdır. Bu bağlamıyla sevgilinin başından çevirip azat
edeceği kişi, âşıktan başkası olmayacaktır. Âşık da zaten sevgiliden gelen her musibete
razıdır.
Hayra gir anı çevür başuna âzâd eyle (Tacizâde Câfer Çelebi, 2018, s. 466)
Saçının tuzağına yakalanmış olan gönül kuşunu hatırla, onu başının etrafından
çevirip serbest bırakarak hayra gir.
Kansız kurbanların bir diğeri de ölü ruhlarına saçı saçmak şeklinde olmaktadır.
Şamanistik eski Türk inanışında ölen ruha saçı saçılarak geri dönmesinin
engelleneceğine inanılıyordu. Ölü, defnedildikten sonra mezarın sağ tarafında bir ateş
yakılır, bu ateşe ölünün aşı için kesilmiş olan hayvanların kemikleri ve yemekler
atılarak rakı/kımız serpilirdi. İnanışa göre, ateş tanrısına sunulan bu yiyecek ve
içecekler ölüye ulaşacak, böylece ölen kişi gittiği yerde mutlu olacağından geri dönüp
onları rahatsız etmeyecektir. Hakanlara ve tanrılara da minnetlerini ifade etmek
maksadıyla saçılar sunulurdu (İnan, 2016, s. 186). Sümerlerde de yeraltındaki
ölülerinin ruhuna saçı saçma geleneği bulunmaktadır. Ruhlarına yiyecek ve kurban
sunulmazsa, ölülerin yeryüzüne çıkarak onları rahatsız edeceklerine inanıyorlardı.
Ölenlerin arkasından çok fazla ağlayıp sızlanmak da ölüyü rahatsız edecek, böylece
rahatsız olan ölüler yine yeryüzüne çıkabilecektir. İslamî dönemde bu inanışın izleri
devam etmiştir. Ancak yapılan ritüellerin maksadında değişim ve dönüşümler
olmuştur. İslamî kültürde ölüler için yapılan dualar, kesilen kurbanlar ve çok ağlayıp
sızlanmanın iyi olmadığı düşüncesi ölünün geri geleceğinden duyulan korkudan değil,
ölenin hayır ve sevap kazanması maksadıyla yapılmaktadır (Çığ, 2018, s. 30).
Tutalum kim saltanat câmını çekdün Cem gibi (Şeyhülislam Yahya, s. 448)
Şair, Cem gibi saltanat kadehi sürmüş olmakla hem Cem’in şarabı bulduğuna
hem de döneminin zevk ve safa devri olduğuna telmih yaparak; öylesine bir devrin
bile bittiğini, nasıl ki Cem, ölüp toprağın altına girdiyse kişinin yerinin de Cem için
toprağa saçı edilen şarap tortusu gibi fani toprak olacağını söylemektedir. İster şarabı
bulduğu için Cem’e minnetlerini bildirmek maksadıyla ister de onu orada mutlu ederek
geri dönmesini önlemek maksadıyla olsun, kadehin altındaki şarap tortusunun toprağa
atılması geleneği28 klasik şairlerce yaşatılmaktadır. Burada dikkate değer olan ölen
kişinin hâlâ buradakilerden bir şey bekliyor olduğu ve buradakilerin de onu memnun
etmek için çeşitli ritüeller geliştirdiği hususudur.
Ey vefasız, la’le benzeyen kadehin mutlu yaratılışlıdır ki onun her bir tortusu
bin dilenciyi Cem eder.
Sevgilinin la’l gibi kırmızı dudağı, mutluluk verici bir kadehe teşbih edilmiştir.
Bu mutluluk verici kadehin dibindeki her bir tortunun bin tane dilenciyi Cem edeceği
söylenerek, kadeh diplerindeki curanın -şarabı bulmuş olması yönüyle- Cem’in hakkı
olduğu inanışına gönderme yapılmaktadır.
Klasik şiir geleneğindeki bir diğer örtük mitos, hükümdarın Tanrı tarafından
seçilmiş yahut Tanrının yeryüzündeki gölgesi olması inanışıdır. 8. yüzyılın başında
yazılmış olan bir dizi Türk metninde “Tengri imparatorluğu verdi”, “Tengri beni kağan
olarak atadı”, “Gökten gelen, gök tarafından atandı ve göğe benzer” şeklindeki
ibarelere rastlanmaktadır. Kağanın ilahi ya da semavi olması inanışına Maniheist
Sincan Uygurlarında da rastlanmaktadır. Bazı çelişkileri olmakla birlikte Çinlilerin
MS I. yüzyıldaki Hiung-nular için “Kralları halkı tanrının iradesiyle yönetir”
yönündeki sözleri de yine bu inanışla ilişkilidir. İslamiyet, Bizans, Orta Asya Türk
etkilerinin kesiştiği kavşak olan Osmanlılarda da hükümdara yetkinin Allah tarafından
verildiği inanışı devam ettirilmektedir. Hanedana ismini veren Osman, “Tanrı cihat
yoluyla han olma şerefini bana verdi” derken her şeyin farkındadır. Osmanlı
hükümdarları yalnızca peygamberin halifeleri ve Allah’ın vekilleri değil, aynı
zamanda Tanrının yeryüzündeki gölgeleridir.29 Bu yönüyle hükümdarlar bütün otorite
ve meşruiyetin yegane kaynağıdır (Roux, 2020, s. 137).
29
Der-‘adl ü saye-veş heme hoş-vakt ü hâle tîm
Zıll-i Hudâst z’ân be-cihân sâye-güsterest
Vücûdu rûy-ı arz üstünde zıll-ı Hak teʿâlâdır (Nedim, 2017, s. 157)
Yücelikte cihanın sahibi olan o şanlı hakanın vücudu, yeryüzü üstünde Hak
Teala’nın gölgesidir.
Zıll-i Hak nûr-ı Muhammed hazret-i hân Bâyezîd (Münirî, 2017, s. 71)
Devletin güneş burcu, kutlu baht yıldızı, Hz. Muhammed’in nuru, Allah’ın
(yeryüzündeki) gölgesi Bâyezıd Han’dır.
Ey Bâkî, cihan şahının devleti için dua etmeye başla, Allah onun tacını ve
Allah’ın gölgesi olan tahtını ebedi kılsın.
Bâkî de II. Selim için kaleme aldığı kasidesinde yine padişahın, Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi olduğu yönündeki inanışa telmih yapmaktadır.
30
Degül ancak ocaklı mazhar-ı envâr-ı ihsânı
Toyurdı ‘âlem-i halkı ‘atâsı hân-ı yagmâdur (Arpaemîni-zâde Mustafâ Sâmî, 2017, s. 208)
73
Şair -nasıl ki- şahlar, bayram günleri kendilerini yağmalatıyorsa,31 gönül çalan
sevgili de vuslat günü gönül mülkünü yağmalıyor demekle, hanların yılın belli
dönemlerinde ev yahut sofralarını yağmalatmasına gönderme yapmaktadır.
Halk arasındaki bir diğer yaygın inanışa göre; cinler ya da masal motifi hâliyle
peri şahının oğlu, bir güzel kız görüp de beğendiğinde onunla evlenirmiş. Cinler ile
ilgili inanışlar İslam öncesi Arap mitolojisinde çokça yer almaktadır. Cahiliye
Arapları; cinlerin kabile ve gruplar hâlinde yaşadıklarına, birbiriyle savaştıklarına,
fırtına gibi bazı doğal olayların cinlerin işi olduğuna, insanlarla evlenen cinlerin
olduğuna inanıyorlardı (Usta, 2019, s. 149). Cinlerle evlenme inanışına Fuzûlî’nin
Leylâ vü Mecnûn mesnevisinde de rastlanmaktadır. Leylâ, İbn Selâm ile evlendirilir.
Ancak o, Mecnûn’a olan aşkına ihanet etmek istemez, bu sebeple de muhtemel kendi
zamanında yaygın olan cinlerle evlendim yalanını söyler. Leylâ böylece İbn Selâm’ın
karşısına hiçbir şekilde boy ölçüşemeyeceği bir rakip koyarak ondan kurtulur. Kendi
dünyasına ait olmayan bu kişilere korkuyla karışık saygı duyulduğundan İbn Selâm
durumu sorgulamadan kabul eder.
31
Dem-i vaslunda lutf-ı tâm idüb kıl bûseler in’âm
İder çün hˇânı her bayrâm efendi şâhlar yağma (Edirneli Nazmî, 2018, s. 119)
74
….
Canımdaki ve tenimdeki ıstırabımı görüp hâlimi sor ve cevabımı işit. Ben okula
gittiğim zamanlar, ders ezberlediğim zaman. Peri olduğunu anladığım bir şahıs bana
ansızın göründü. Cinler içinde o peri benimle ahbaplık kurdu. Her an benimle beraber
durup bana; insanoğullarından eş kılma kendine, yoksa hem seni hem de onu darp ile
öldürürüm derdi. Şimdi seninle işimiz oldu, akit incimin alıcısı oldun. Karşımda o peri
durup gayret kılıcına el vurmuştur. Bu vuslatı terk et ki can korkusudur hem kendine
hem bana ziyandır. Bir zaman tahammül et, bu derdin dermanını isteyip tevekkül et.
Ola ki maksat nasip olur, senden açılır bu kapalı kapı. Düşmanın ayıplama dili kesilir
hem sen murada eresin hem de ben.
Hocalarda muska yaptırmak, suya dua üflemek gibi çareleri olan bu derdin
devasını da yine Leylâ bildirip, yükümlülüğünü de İbn Selâm’a yükler. İbn Selâm,
çokça dua ve tevekkül ederek ancak bu bağı koparabilecektir.
Ayna, eski Türklerde bu dünya ile öte taraf arasındaki sınırı ifade eden bir
sembol, bu dünya hakkında bilgiler veren esrarlı bir nesne olarak tasavvur edilmiştir.
Bu nedenle özellikle cin ve peri gibi metafizik âleme ait olduklarını düşündükleri
yaratıklarla irtibat kurmak için ya durgun sular ya da aynalar tercih edilmiştir32
(Şentürk, 2016, s. 492).
Yüzün, saflık ve berraklığından ona bakana can suretini aşikâr eden bir
aynadır.
Can sözcüğü hem cin hem de ruh manasına gelecek şekilde tevriyeli
kullanılmıştır. Bu bağlamıyla sevgilinin parlak ve berrak bir ayna gibi olan yüzünde,
can suretinin aşikâr olabileceği söylenmekle aynanın, cin ve peri gibi yaratıklarla
irtibatı sağlayan bir nesne olarak tasavvur edildiğine gönderme yapılmaktadır.
Eski Türk inanışına göre ayna; şamanın bakıp da kendi ruhunu görebildiği,
gelecekten haber verebildiği, ruhlar âlemine açılan bir penceredir. Bu bağlamıyla ayna,
bu dünya ve metafizik âlem hakkında bilgiler veren esrarlı bir nesnedir. O, aynı
zamanda iblisleri veya kötü ruhları ışık saçarak korkutup kovabilen büyüsel bir
objedir. Bu sebeple her iki âlem arasındaki iletişimi sağlayan şamanların, olağanüstü
özellikler gösteren aynalara sahip olduğu düşünülmüştür. Bütün bu yönleriyle Eski
Türkler gece aynaya bakmanın uğursuzluk getireceğine inanmaktadır33 (Sümer, 2017,
s. 1370). Bugün Anadolu’da hâlâ küçük çocukların aynaya bakmasının kutlu
sayılmayacağı yönünde inanışlar devam etmektedir.
O sineye bir gece yüz sürsem olmaz mı dedim, naz ile gece aynaya bakılmaz
dedi.
Sevgilinin parlak ve beyaz sinesi aynaya teşbih edilmiştir. Bu sineye bir gece
yüz sürmek dileyen âşığa ise gece aynaya bakılmayacağı söylenerek, gece aynaya
bakmanın uğursuzluk getireceği yönündeki inanışa gönderme yapılmaktadır.
33
Nazar âyîneye nâ-câiz iken şeblerde
‘Aksidir lîk bunun câm-ı leb-â-leblerde (Nâbî, 2020, s. 332)
cin hem de can/ruh manasına gelecek şekilde tevriyeli kullanarak, ayna olan yüzde
canın görünmüyor olduğuyla cin ve perilerin aynada görünmediğine işaret etmektedir.
Bu dünya ile metafizik âlem arasında bir bağ olduğuna inanılan bir diğer unsur
da rüyadır. Çok eski çağlardan beri özellikle mistik dünyada rüyanın; sırlar dünyasına,
duyularımızla algılayamadığımız şeylere eriştiren bir olgu olduğuna inanılmaktadır.
Yine çok eski çağlardan bu yana rüyanın, gizemli ve simgesel dilini çözümleyebilen,
görülen rüyaların şifrelerini çözüp sırlarını ortaya koyarak bunlardan hareketle
gelecekle ilgili bazı çıkarmalar yapabilen giz bilimciler her zaman var olmuştur.34
Rüya, bu bağlamıyla tarih ve mitolojide son derece geniş bir yer tutmaktadır. Büyük
Kûruş’un atası Aji Dahhâk’ın rüyası, Yakup Peygamberin rüyası, Firavun’un gördüğü
ve Yusuf Peygamberin yorumladığı rüya, Buhtunnasr’ın gördüğü Danyal
Peygamberin yorumladığı rüya bunların en önemlilerindendir (Yıldırım, 2018, s. 78).
İnsanların kaderlerini değiştirecek kadar ehemmiyetli olan rüyalara hemen her
kültürde rastlanmaktadır. Türk mitolojisinde ve halk inanışlarında da rüya, geniş yer
tutmaktadır. Türklere ait Orta Çağ’dan kalma rüya tabirleri kitabı yoktur, ancak
Şamanizmle ilişkili olan yüzeysel rüya yorumları bulunmaktadır. Kâşgarlı Mahmud
sadece rüyaların yorumlanabileceğini söylemekle yetinir.35 İslamiyet öncesi Türk
yazınına ait ilk rüya da Paris’teki Oğuznâme’de geçen Oğuz Kağanın bilge veziri Uluğ
Türk’e ait rüyadır. Oğuz destanında bu bölüm şöyle verilmektedir; O zamanlar Oğuz
yakınlarında aksakallı ve ak saçlı ihtiyar bir adam yaşardı, bu görmüş geçirmiş adama
Uluğ Türk derlerdi. Uluğ Türk, günlerden bir gün rüyasında altın bir yay ve üç gümüş
ok görür. Bu yayın bir ucu Güneş’in doğuşuna diğer ucu da batışına uzanmaktadır. Üç
gümüş ok ise gecenin içerisinde uçup gitmişlerdir. Uluğ Türk uyandığında gördüğü
rüyayı Oğuz Kağan’a anlatır. Bilge vezir; Oğuz’a, “Ey Kağanım, mavi gökyüzü (Gök
Tanrı) bana rüyamda göstermiş olduğu toprakları senin boyuna bağışlayacak”
Cânsuzlara bir düş durur ger yorasın sen bu düşi (Yunûs Emre, 1990, s. 294)
Düşüm degül söyledügüm necm ile ta'bîr eyleyem (Yunûs Emre, 1990, s. 170)
demiştir. Oğuz da destanın sonunda ölmeden önce topraklarını bir yay ve üç okla
çocuklarına pay eder (Roux, 2015, s. 97).
(Yusuf) bir gece yatarken bir düş görür, ertesi gün uyanınca Yakup’a acayip
bir düş gördüğünü söyleyip yorumunu sorar. Yusuf, babasına Ay, Güneş ve on bir
yıldızın kendisine secde ettiğini gördüğünü (söyleyince) Yakup oğluna bu düşünü
saklamasını, hiç kimseye anlatmamasını, aksi takdirde kardeşlerinin kendisine zarar
verebileceğini söyler. Bu rüyanın yorumunun da gayet iyi olduğunu rüyasının,
saltanata ve on bir kardeşinin kapısında bekleyeceğine delalet ettiğini söyler.
Mushaf açuk olıcak dirler anı şeytân okur (Necâtî, 1963, s. 266)
Peçesiz olma sevgilim rakip yüzünü görmesin, Mushaf açık olacak olursa onu
şeytan okur derler.
Kadim zamanlardan beri Kâbe ile ilgili bir rölyefte büyük bir yılanın Kâbe’ye
dolandığı bilinmektedir. Zira İslam öncesi inanışlara göre yeryüzünde Kâbe duvarını
saran bir ejderha, gökyüzünde ise Simurg kanatlarını açmış olduğu hâlde tasavvur
edilmiştir. Kıble, insanların Kâbe’ye yönelmesi olduğuna göre, klasik şiirde sevgilinin
yüzü Kâbe’ye, zülfü de yüzü örtmesi yönüyle Kâbe’nin etrafına dolanmış olan
ejderhaya teşbih edilmiştir (Tekin, 2009, s. 197).
Sanuram kim yüz sürer bin başlu ejder Ka’beye (Hayâlî, 1945, s. 360)
Yüzündeki beninin üzerinde saçların kıvrım kıvrım olduğunda, bin başlı ejder
Kâbe’ye yüz sürer sanırım.
Sevgilinin beni; âşıklarca kutsal kabul edilmek, Kâbe örtüsü gibi siyah olmak
ve âşığın kıblegâhı olmak yönüyle Kâbe’ye, saçlarının binlerce teli de bin başlı bir
ejderhaya teşbih edilmiştir. Kıvrım kıvrım olan bu saçların yüzdeki benin üzerine
dökülmesiyle eski efsanelerde Kâbe’den ejderhanın çıkması yahut da duvarlarına
dolanması şeklindeki tasavvura telmih yapılmaktadır.
3.4.Peygamberler
Dini motiflerin müştereklik arz etmesi tabiidir. İnsan, yaratılışını ve bunun
sebeplerini tarih boyunca merak etmiştir. Kur’an ve İncil’den önce olması sebebiyle
muğlak kalan birçok dinî anlatı Tevrat’tan tamamlanmıştır. Son din olan İslam, diğer
dinlerin tamamlayıcısıdır. Diğer semavi dinlerde anlatılan bütün peygamber, mucize
ve hikmetler İslam’da da kabul edilmektedir. Ancak her din almış olduğu motifleri
kendi dini kaidelerine göre yeniden şekillendirip kullanmış, bu bağlamıyla da
Müslümanlar, görece değişiklik yapmakla birlikte Kutsal Kitap’ta anlatılan yaratılış
ve tufan anlatılarına sadık kalmışlardır. Allah, peygamberler ve onların hikmet dolu
yaşam öyküleri de müşterektir, yalnızca isimler değişmiştir; Yahveh Allah’tır, Satan
Şeytan, Adam Âdem, Eve Havva, Noah Nuh, Moses Musa’dır. Yine İbranî olan
İbrahim’in hikâyesi Müslümanlar için özellikle önem taşımaktadır. İslam, Allah’ın
isteklerine “teslimiyet” demektedir. İbrahim, Allah’ın oğlunu kurban etmesini
buyurduğunda O’na teslim olmuştur yani İbrahim bu bağlamıyla da ilk Müslümandır
(Leeming, 2017, s. 48).
3.4.1. Âdem:
Semavi dinlere göre Âdem yaratılmış ilk insan, dolayısıyla da bütün insanların
atasıdır. Allah, Âdem’i balçıktan37 yarattıktan sonra ona kendi ruhundan üflemiş ve
meleklere ona secde etmelerini emretmiştir. Şeytan hariç bütün melekler secde etmiş.
Ancak Şeytan, ateşten yaratılmış olmak yönüyle topraktan yaratılan Âdem’den daha
37
Türâbum hâk-i Ferhâd imiş âbum eşki Mecnûnun
Belâsın bende cem‘ itmiş felek ol iki mahzûnun (Emrî, s. 362)
82
üstün olduğunu öne sürerek bu emre uymamıştır38 (Şentürk, 2016, s. 95). Bunun
üzerine ilahi emre karşı gelmiş olan İblis lanetlenmiştir.39
Hâk-i fermân-ber beşer ‘âsî melek Şeytân olur (Fuzûlî, 2016, s. 63)
Hem İran hem Çin hem de Yahudi mitolojisinde insanın balçıktan yaratıldığı
rivayetleri yer almaktadır. Rivâyât-i Pehlevi’de “insanlar Keyûmers’in de kendisinden
yaratıldığı o çamurdandır” ifadesi yer almaktadır. Asur mitolojisinde, insanın
Prometheus tarafından balçıktan yaratıldığı, Mezopotamya mitolojilerinde de
Enkidu’nun tanrıların anası Oruru tarafından çamurdan yaratıldığı nakledilmektedir.
Yunan ve Roma mitolojilerinde de insanın topraktan yaratıldığı inanışı bulunmaktadır
(Yıldırım, 2018, s. 521).
38
Secde-gâh itmişdi ışk ehli kaşun mihrâbını
Kılmadın hayl-i melâ’ik secde-i Âdem henüz (Fuzûlî, 2014, s. 257)
Fuzûlî, toprak iken Allah’ın kendisini akla ve cana layık bir insan yaptığını
söyleyerek insanın topraktan yaratılışına telmih yapmaktadır.
Âdem’i isterse elbette toprakta bulur, bu gün o lütfu toprağı Âdem etmiştir.
Âdem ile Havva cennette nimetlerle dolu, insanın geçirmesi gereken çocukluk
dönemini geçirerek çocukça, kendi vücutlarını tanımadan yaşıyorlardı. İmtihan için
yalnızca bir ağacın meyvesini yememeleri gerekiyordu. Belki de yasaklar her zaman
cezbedici olduğundan Allah, insanı daha çok merak ve çabaya yönlendirmek, sahilsiz
ve şeffaf bir okyanusun yanında cennet bahçesinde kalmak yerine ondan daha hızlı
akan ve dalgalı bir akarsu yaratmak niyetindeydi. İblis maceraya dâhil olur, yılan
beyne yahut ağzına yerleşir. Taberî’ye göre tavus kuşu yardımıyla yasak meyveyi,
Surâbâdî’ye göre ise Âdem ile Havva’yı bulur. Havva ölümsüz olabilmek hayaliyle
yasak meyveyi Âdem’e yedirir. Tevrat ve İsraillilere göre yasaklanan meyve marifet,
İslam’a göre ise ebedî hayat meyvesidir. Zira İslam’a göre, Allah u Teâlâ insanı
yaratırken zatında marifet, öğrenme ve tanıma özelliklerini zaten vermiştir. Yılan,
insanın karanlık derinlik ve bilinçsizliğinin sembolü olarak görülürse eğer, tavus kuşu
da insan aklının ve dış dünyanın rengârenkliğini sembolize edecektir. O hâlde
denilebilir ki İblis, insanı yoldan çıkarmak için onun hem iç hem de dış dünyasından
istifade etmiştir. Nitekim Âdem’e ısrar eden Havva da Âdem’in dışında biri değil,
onun kaburga kemiğidir. Jung’un da belirtiği gibi bu kadın onu yasaklı meyveden
yemeğe ikna eden kendi nefsinden başkası değildir (İmâmî, 2019, s. 208). Âdem ile
Havva başlangıçta cennete yerleştirilmiş ve kendilerine tek ağacın meyvesi dışında,
bütün meyvelerden yiyebilecekleri bildirilmiştir. Âdem’i kıskanan şeytan onu yasağa
yönlendirip, cennetten kovulmasına sebep olmuştur.40 İsmail Hakkı Bursevî’ye göre
40
Kuyunda müdde’îden usansan aceb degül
Şeytân az iş mi eyledi cennetde Âdeme (Şentürk, 2016, s. 100)
84
Ey huri, şu siyah yüzlü rakibin Âdem’in şeytanıdır, dün beni cennet gibi
mahallenden ayırdı.
Bütün semavi dinlere göre Âdem, ilk insan ve ilk peygamberdir. Ancak
yalnızca semavi dinlerde değil mitoloji ve inançlarda da ilk insandır. Âdem
kelimesinin etrafında teşekkül eden olağanüstü rivayetler asırlarca pek çok milletin
mitolojisinde yer edinmiştir. Hz. Âdem’in yaratılışına benzer hikâyelere yalnızca
İslam coğrafyasında değil. Mısır, Asur, Eski Pers, Yunan, Hint, İskandinav, Polinezya,
Afrika’nın yerli kabilelerinde, Zulu inanışlarında, Amerika kıtasındaki Aztek
mitolojisinde bile rastlanmaktadır. Adı geçen coğrafyaların bir kısmı İslamiyet ile
etkileşime girmiştir ancak bu müşterek motiflerin eski ve arkaik inançlarda da olması
mitolojinin evrensel bir ihtiyaç neticesinde teşekkül etmiş olduğuyla ilişkilidir. Yani
insan “Yaratıcı”yı, “nasıl yaratıldığı”yla ilgili soruları merak etmiş ve kendisine ondan
türediği bir ilk insan modeli çizmiştir. İslamî gelenekte tefsirler aracılığıyla Hz. Âdem
ile ilgili birçok efsane teşekkül etmiş ve bunlar zaman zaman İsrailî kaynaklarla
mukayese edilerek benzerlikleri ortaya konmaya çalışılmıştır. Âdem’in yaratılma fikri,
yaratılışı, uzuvları, yaratılma süresi, sahip olduğu bilgiler, cennete yerleştirilmesi,
oradaki yaşayış şekli, ona yasaklanan şey, ondan Havva’nın yaratılması, Havva’yla
cennette yaşarken şeytanın hileleri sonucu yasak meyveyi yemeleri, cennete
85
Miskin Âdem yanıldı cennette buğday yedi. (Bu) işi Hak’tan bilsinler
şeytandan bilmesinler.
41
Hoşdem idi Hazret-i Âdem ezel
Zevkına dünya gamı oldu bedel (Zavotçu, 2006, s. 11)
Bağın kızı, bir yeni gelin gibi kırmızı duvakla donanmış (olduğu hâlede)
bağdan çimen meydanına geldi.
Sehî Beg, kırmızı üzüm salkımının yeşillikler arasındaki görüntüsünü bir yeni
gelin olarak tasavvur etmektedir (Şentürk, 2019, s. 334). Kırmızı renk, gelinlik
güveyliği sembolize etmektedir. Burada da üzümün kızı, al renkli duvağı hasebiyle
yeni gelin olarak hayal edilmiş, aynı zamanda düğün toyu ve taze gelinle işret
meclisine de gönderme yapılmıştır.
meyvesini yedirir. Yasak meyve yenilince tıpkı Törüngey ve Eje gibi onların da tüyleri
dökülür, çırılçıplak kalırlar. Yılan da lanetlenerek yerde sürünmeye mahkûm edilir.
Âdem ile Havva hem cennetten kovulurlar hem de dünyada çokça sıkıntı çekerler
bütün bunların yanında Havva, çocuk doğurmak cezasına da çarptırılır. Ugo
Bianchi’ye göre kahramanı Trickster (hilekâr) olan mitler genellikle düalisttir.
Trickster; kurnaz, beşerî veya hayvani, şekilden şekle girebilen bütün kıtalardaki
mitlerde olan, büyük dinlerin yarı tanrılarından birisi içinde kamufle olan şahsiyettir.
Misal olarak Mısır’daki Seth, Antik Yunan’daki Promethe, İskandinav’daki Loki
hilekâr karşı-yaratıcı tiplerdendir. Mitlerin her bir kategorisi içerisinde Trickster,
dünyanın tamamının ya da bir kısmının ikinci yaratıcısı rolündedir. İnsanların
ölümlülüğü, doğum ve sancısı gibi bir suç sonucu verilen cezalar gibi bütün felaketleri
dünyaya sokan, yaratıcının mevcut düzenine kasteden hilekâr tipi bütün mitolojilerde
müşterektir. Tevrat’ın Tekvin bölümünde yer alan mite göre beşer çiftine cinsellik
duygusunu ilham ederek onların cennetten kovulmalarına sebep olan Ex machina
(kovulmuş) Trickster yani yılan; kadının doğum yapmasına, erkeğin kadın üzerinde
hâkimiyet kurmasına, çalışmanın ve ölümün uğursuzluğunu simgelemektedir (Eliade
ve Couliano, 2018, s. 90).
Rakip, kendisini cennet gibi olan mahallende gördü. Meded o şeytan gibi
dergâhtan sürülmedi.
Ey dost, Âdem olan cennet mahallende yer edinirse korkarım ki rakibin gelip
şeytanlık etsin.
acılardan azade iken rakibin gelip de bir şeytanlık etmesinden çekindiğini söylemekle,
başlangıçtaki kusursuz yer olan cennette yaşayan Âdem’in şeytanın aldatmasıyla
Allah’ın yasak ettiği meyveden yemesi ve bunun üzerine cennetten kovulmasına
telmihte bulunmaktadır.
Mâr olan şeytana cennet kapusın derhâl açar (Necâtî, 1963, s. 245)
Saçların yüzünü gayrılarına göstermesin aman sakın (zira) yılan olan, şeytana
cennet kapısını hemen açar.
Sevgilinin yüzü cennet, yüze düşen saçları da cennete girmesi yasak olan
şeytanı sırtında taşıyarak cennete gizlice sokan yılana teşbih edilmiştir. Necâtî,
sevgilisine cennet olan yüzünü örten saçlarının bir “yılan”lık yaparak şeytan olan
rakibine kapıları açabileceğini söylemekte böyle bir durum karşısında onu
uyarmaktadır.
Cennet gibi mahallende kalırdım eğer rakip olmasaydı. Cennetten Âdem nasıl
çıkardı eğer şeytan olmasaydı.
Eğer rakip olmasa âşık ile maşuk arasına kimse giremeyecektir, tıpkı Allah ile
kulu arasına kimsenin giremeyeceği gibi. Ahmed Paşa, âşığı cennetinden yani
sevgilisinin olduğu yerden edecek olan da şeytan fıtratlı rakiptir demekle şeytanın,
Âdem’i yoldan saptırıp cennetteki yerinden etmesine telmih yapmaktadır.
Zerdüşt inanışına göre dünyadaki ilk insan Gayomartan’dı. 13. Yaşt, 87’de
Gayomartan’ın eninin boyuna eşit ve güneş gibi parlak olduğu anlatılmaktadır. Yine
inanışa göre bu ilk insan Kötü Ruh, Angra Mainyu tarafından öldürülmüştür. Ancak
güneş, yok olmasına izin vermeyip onun dölünü arıtır ve kırk yıl sonra da bu dölden
ravent fidanı yeşerir. Bu fidan zamanla büyüyüp ilk ölümlü adam ve kadın olan Maşye
ile Maşyane’yi oluşturur. Maşye ile Maşyane, Angra Mainyu’ya aldanıp onu yaratıcı
olarak görürler (yeni şeytana kanarlar), böylece dünyaları barış ve ahenk yerine
yozlaşma ve kötülükle dolar (Curtis, 2016, s. 30). Fidandan bitme motifi Uygurlar’ın
ağaçtan türeyişi destanında da görülmektedir. Yaratılan ilk insanların topraktan
89
erkeğin kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düşer ve büyüyüp uzayarak bir
kadın hâline gelir (Seyidoğlu, 2017, s. 50). Kadının erkeğin kaburgasından yaratılması
motifi burada da tekrarlanmıştır. Ancak kadının erkeği kandırarak “cennetten
kovulmaya sebep” olduğu düşüncesiyle günahkâr addediliyor olmasından dolayı bu
günahkâr mahlûkun tanrı tarafından değil de ancak şeytan tarafından yaratılmış
olabileceği düşüncesiyle bu motif sonradan eklenmiş olmalıdır.
Allah kadını Âdem’in sol kaburga kemiğinden yarattı. O yüzden eğrinin hâli
mutlaka eğridir.
3.4.2. Nuh:
Hz. İdris’in göğe çekilmesinden sonra insanlar, doğru yoldan sapmış ve putlara
tapmaya başlamıştır. Allah, bunun üzerine onlara Hz. Nuh’u göndermiştir. Hz. Nuh
uzun yıllar kavmini iman etmeye davet etmiş ancak yalnızca oğulları Sâm, Ham, Yafes
ile hanımları ve başka çok az insan iman etmiş diğerleri peygamberin çağrısına kulak
asmamıştır. Hz. Nuh, kavmine nasihat ettikçe onlar ona cefa ve hakaret eder. Bunun
üzerine Nuh da onlara beddua eder. Nuh’un kavmine karşı Allah’a ettiği dualar kabul
olur ve Allah tarafından “Gemi yap” diye vahiy gelir.43 Hz. Nuh, gemi yapar ve
kendisine inananlarla o gemiye biner. Daha sonra tufan her yeri kaplar, su dağları aşar,
yeryüzündeki insanlar ve hayvanlar yok olur44 (İvgin, 2013, s. 41). Sular çekilince
gemi Cudi dağına45 oturur. Hayvanlar gemideki hayvan çiftlerinden, insanlık da
Nuh’un üç oğlunun soyundan türer. Bu bağlamıyla o insanın ikinci atasıdır.
İnanışa göre Nuh’tan önce yaratılmış olan her şey tufanda helak olur, yalnızca
Nuh’un dünya düzenini idame ettirme maksadıyla gemisine almış oldukları
kurtulmuştur. Sonrakilerde işte bu Nuh’un seçtiği çiftlerden türer. Bu yönüyle de Nuh,
insanlığın ikinci atası olur. Fazlî, insanlık da o sultanla kurtuldu demekle bu hususa
telmih yapmaktadır.
hayvan ve bitkileri toplamasını söyler. Yima, dediğini yapar daha sonra bu şiddetli
soğuk, Yima’nın “var”da sakladıkların dışındaki her şeyi yok eder. Daha sonra “var”
açılır her şey eskisinden de güzel bir şekilde devam eder. Mani inanışında da bu tufan
büyük bir yangın şeklinde gelecektir. Mani de yine Ahuramazda gibi bu yangına karşı
uyarılır (Ritter, 2011, s. 51). Eski Ahit ve Kur’an’da “Nuh Tufanı” olarak bilinen bu
öykünün kaynakları da diğer birçok mitik anlatı gibi Sümer mitolojisine
dayanmaktadır. Birçok anlatının bu mitolojik kültürden esinlenmiş olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim üç büyük dinin en saygın ve en kutsal
şahıslarından olan Hz. İbrahim de Sümer kökenlidir. Tufan öyküsü, eski İran
dinlerinde de geçmektedir. Muhtemel ki buradaki inanç da Sümer mitolojisinin
etkisiyle gelişmiştir. Zira Sümer devletlerinin çöküşünden sonra Sümer kültürü
Babililer döneminde de uzun süre etkisini sürdürmüş ve Babilce’nin etkisiyle ciddi bir
yayılma alanı bulmuştur. Sümer mitolojisindeki tufanın nedeni de diğer din ve
kültürlerdeki tufan anlatısıyla hemen hemen aynıdır. Tufan, insanların
tanrılara/tanrıya başkaldırmaları, yoldan çıkmaları, tanrılara saygısızlık yapmaları
sonucunda tanrıların da insan soyunu cezalandırması sonucunda ortaya çıkan afetlerdir
(Baydalı, 2003, s. 30). Bu affet genellikle bir su baskını şeklinde tasavvur
edilmektedir.
Nuh zamanında insanı boğdun, şark ve garbı baştan başa su ile yıkadın.
Tufân başladığında Nuh, hayvanları işaret ederek gemiye alıyordu. Sıra eşeğe
gelince şeytan kuyruğuna tutunup bırakmadığından eşek gemiye binememiştir. Nuh
birkaç kez gemiye girmesini işaret eder ancak eşek yine de giremez. Nuh, öfkelenip
“Gir ya mel’ûn!” deyince eşek gemiye girer. Tufan sırasında Nuh, şeytanı gemide
görünce nasıl ve kimin izniyle girdiğini sorar. O da “Sen, gir ya mel’un, deyince
95
girdim. Benden başka mel’un mu var!” der (Pala, 1990, s. 203). Örtük mazmunu eşek
olan beyitte İblis’in eşeğin kuyruğunda Nuh’un gemisine bindiği hususuna telmih
yapılmaktadır.
aslında daha derin olan kutsal kadere bağlı olduklarının görüldüğü Yunan masalı gibi,
bu kaderle baş tanrı Zeus dahi baş edememiştir. Kitabı Mukaddes’te de Tanrı şaşırır
ya da şaşırmış görünür. Kendi yarattıklarından pişman olarak yeni kararlar alır. Tekvin
Kitabı’ndaki Yehovacı anlatımda Nuh’a her mevcudattan ikişer tane alarak gemiye
binmesi söylenir. Sümer mitolojisinde de hayvanlarla dolu koca bir gemi ve
kurtarılmaya değer iki insan vardır. Bu kişi tufan öncesi uzun süre yaşayan kralların
onuncu ve sonuncusudur. Bu kral Şuruppak şehrinin yaşlı ve iyi kralı Ziusudra’dır
(Campbell, 2016, s. 133). Hint mitolojisindeki tufan anlatısında ise tanrılar, tufan
olacağını daha önceden bildirmemektedir. Tufandan kurtuluş gemisinin işlevini
burada tanrının donuna girmiş olduğu balık almaktadır. Sankritçe manası insan demek
olan Manu, Hint mitolojisinin başkahramanlarındandır. Diğer milletlere ait tufan
anlatılarında olduğu gibi bu anlatıda da tanrılar insanlara öfkelenmiş ve onları yok
etmek için yeryüzünü sular altında bırakacak yağmurlar başlatmışlardır. Bu anlatıda
da tanrı Vişnu, insan neslinin tamamen yok olmasını istememiş ve bir balık biçimine
girerek insanlar arasından daha önce seçmiş olduğu Manu’yu suların arasından
çıkararak sırtında bir kara parçasına taşımıştır. Manu, Vişnu’nun emriyle orada bir ateş
yakmış ve ateşten Şatarupa adlı kadın doğmuştur. Manu ve ateş kadından insan nesli
yeniden türemiştir (Gezgin, 2014, s. 47). Bu durum kısmen de olsa azgın sulardan
balığın karnında selamete/kıyıya ulaşan Yunûs Peygamber anlatısını
çağrıştırmaktadır.
Birçok mitte tufan, Yüce Varlık’ın öfkelenmesine yol açan ritle ilgili bir
yanlışa bağlanır. Tufanı haber veren mitler incelendiğinde bunların asıl nedeninin
insanın işlediği günahlar ve dünyanın yaşlanmış olduğu görülecektir (Eliade, 2018, s.
82). Bir başka değişle yaşlanmış olan dünyanın inisiyasyon ritleriyle yenilenmesi
gayretidir. İnsanın sebep olduğu tufan anlatıları İslamî anlatılarda yoğun bir şekilde
görülmektedir. İslam kültüründe ne Allah’a ne de peygamberlere suç izafe etmek
yoktur. Nitekim Campbell’e göre Doğu, Hz. Eyyub’un Batı ise Promete’nin neslinden
gelir. İslamî kültürde bir tek Nuh Tufanı’ndan söz edilmekle birlikte, insanın ve
düzenin bozulduğu zamanlarda bölgesel de olsa tufanlar olmuştur. Misal olarak Lut’un
kavmi, Salih’in kavmi gibi peygamberlerinin artık aradan çekildiği durumlarda çeşitli
afetler çıkmış, Allah o kavimleri helak etmiştir. Yunan mitolojisindeki tufan anlatısı
da yine tanrıların insanlara duyduğu öfke sonucu olmuştur. Anlatıya göre insanların
sadece kendilerini düşündüğü, tanrıları unuttuğuyla ilgili söylentiler çıkmış. Bu
97
İhtiyât eyler ki nâ-geh bir dahi Tûfân olur (Fuzûlî, 2014, s. 64)
Ansızın bir daha Tufan olur diye tedbirli olup, Nuh’un sandığını gemi gibi
kapıp saklamıştır.
Anszın bir daha tufan olur diye Nuh’un sandığını kapıp gemi gibi saklamakla,
Nuh’un tufandan kendisine vahiy olan “gemi yap” emriyle kurtulduğuna telmih
yapılmaktadır. Kişinin şayet kurtulmak diliyorsa gemisini, yani onu içinde bulunduğu
azgın sulardan selamete erdirecek olan amellerini hazır etmesi gerektiği
söylenmektedir.
Bir rivayete göre Nuh, tufandan sonra üç yüz yıl daha yaşamış, Âdem
zamanından Tufan’a kadar iki bin yıl geçmişti. Diğer bir rivayete göre ise Âdem’den
98
Tufan’a kadar üç yüz elli yıl geçmiş, bütün insanlık o seksen kişiden üremiştir. Âdem
zamanından, Yezdicürd bin Şehriyar devri gelinceye kadar ki bu Hz. Ömer’ül-Hattab
devridir. Kim geldiyse kime kitap indiyse İbrahim’in suhufu, Musa’nın Tevrat’ı,
Davud’un Zebur’u, İsa’nın İncil’i, Muhammed’in Furkan’ının içerisinde tufandan
haber verilmiştir. Dolayısıyla ister kâfir ister Yahudi ya da Müslüman olsun bütün
halklar Tufan’ı ikrar eder. Hiç kimse inkâr etmez, yalnızca Moğol taifesi ne tufanı bilir
ne de Nuh’u tanır. Onlar, dünyanın böyle kurulup geldiğine inanmaktadırlar (Taberî
I., s. 144).
3.4.3. İbrahim:
Hz. İbrahim, Kur’an-ı Kerim’de isminden ve muhtelif kıssalarından Hz.
Peygamberin hadislerinde çeşitli vesilelerle sıklıkla bahsedilen bir peygamberdir.
Nitekim İbrahim isminde uzunca bir sure de vardır (Aydemir, 2018, s. 57). İbrahim’in
öyküsü, birçok mitolojide müştereklik arz etmektedir. İbrahim ve Zeus’un doğuş
öykülerindeki benzerlik Doğu efsanelerinde sıklıkla görülen bir motiftir; “tahtını
kaptırma korkusuyla zalim, despot bir hükümdarın yeni doğan çocukları yok etmek
istemesi yalnızca puta tapar dönemlerin söylenceleri olarak kalmamış, kutsal
kitaplarda da konu edinmiştir”. Matta İncili’ne göre İsa doğduğu zaman müneccimler,
Yahudiye kralı Herodes’e “doğan zat nerededir? Çünkü onun yıldızını şarkta gördük
ve ona secde etmeye geldik” derler. Herodes, bunun üzerine kendi kâhin ve
müneccimlerini çağırtarak Mesih’in nerede doğacağını sorar. Kudüs’te olduğu
cevabını alınca, müneccimlerini kendisini tahtından edecek bu çocuğu bulmaları için
gönderir (Baydalı, 2003, s. 47). Hz. İbrahim doğmadan önce kral Nemrud, rüyasında
bir yıldızın doğduğunu ve ışığıyla Ay ve Güneş’in ışığını bastırdığını görür. Nemrud,
bu rüyadan korkar ve kâhinlerinden yorumlamalarını ister. Başta kâhinler de kötü olan
bu rüyayı yorumlamak istemezler ama Nemrud, ısrar edince içlerinden birisi rüyayı;
bir çocuğun doğacağını, bunun halkın dinini değiştireceğini ve Kral’ın ölümünün onun
isteğiyle olacağını şeklinde yorumlar. Bunun üzerine Nemrud, başka bir yere taşınıp
ülkenin bütün erkeklerinin de yanında götürerek yeni bir çocuğun doğmasını
engellemeye çalışır. O sırada yeni doğmuş olan çocukların tümünün de
öldürülmelerini buyurur. Hz. İbrahim’in babası Azer’e çok güvendiği için geri dönüp
halledilecek işi, eve uğramaması şartıyla ona verir. Ancak Azer, dayanamayıp eve
uğrar ve Azer’in karısı İbrahim’e gebe kalır. Kadın, doğan bütün çocuklar gibi onun
da çocuğunun öldürüleceğini bildiğinden kaçıp bir mağaraya sığınır ve oğlu İbrahim’i
99
46
(72) O demde mancınığı yapdı Şeytân
Ki andan menzilini ide nîrân
100
Böylece ateşin yakıcılığı yok olur, yerini bir ışık alır. Ateş yalnızca Hz. İbrahim’in
iplerini yakar. Kimi kaynağa göre, Hz. İbrahim ateşin içinde yedi gün, kimine göre de
kırk veya elli gün kalır. Bu sürenin sonunda Hz. İbrahim’in babası Azer, Nemrud’a
çıkar, gömmek için oğlunun kemiklerini ister. Annesi oğluna bakmak için gittiği
zaman oğlunun ölmediğini görünce onun yanında kalır, ateş onu da yakmaz47 (And,
2007, s. 148).
Âzer’in oğlu İbrahim onun atasıydı, onun için ateş ona gül bahçesi olmuştur.
Mağara, yeraltından yeryüzüne açılan bir kapı olmak yönüyle yeniden doğuşu
simgelemektedir. İbrahim, rahim vazifesi gören mağaradan çıktığında kendisine
bahşedilmiş olan basiretle mutlak yaratıcısını arar. Yaratıcının kendisine
benzemeyecek olduğu bilinciyle kâinatı inceleyen İbrahim, gökyüzündeki Ay’a bakıp
Yaratıcı bu olmalı diye düşünür ancak sabah kaybolduğunu görünce bu fikrinden
vazgeçer. Bütün dünyayı ısısı ve ışığıyla kaplayan Güneş’e dönüp olsa olsa budur der,
102
akşam vakti battığını görünce bundan da vazgeçer. Zira O’nun bütün noksanlardan
münezzeh olması gerektiğini bilir. Bunun üzerine Rabbinin görünmez lakin görür,
duyulmaz lakin duyar ve her şeye kadir olduğunu söyler. Beyitte Ay ile Güneş, saki
ile kadehe teşbih edilerek nasıl ki Hz. İbrahim bunlardan yola çıkarak Rabbini
bulduysa irfan yolcusuna da bu yolculukta mürşid olan saki ile hakikat şarabını taşıyan
kadehin yeterli olacağı söylenmektedir.
Hz. İbrahim’in ateşe atılması fakat ateşte yanmaması hem üvey annesinin
iftirasına uğramış Siyavûş’ta hem Oyrat Beyi’nin sınamak istediği Budist kam
Kalpas’ta hem de Kavus Han’ın sınadığı Can Baba’da görülmektedir. Ateşle imtihan
ateş maddesinde detaylı olarak verildiğinden burada tekrar edilmeyecektir. İbrahim
put kırıcılığıyla48 da klasik şiire çokça konu olmaktadır.
Yekî büt şiken şod yekî büt nişân (Onay, 2016, s. 222)
103
Hz. İbrahim, aynı zamanda Kâbe’nin mimarıdır.49 Burada şair, “yere ve göğe
sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım” hadis-i şerifine telmih yaparak
Allah’ın asıl evinin mümin kimsenin kalbi olduğunu, bu sebeple Kâbe’yi yapan Hz.
İbrahim’in yeniden bir Kâbe yapmak dilerse kendi kalbini de onarması gerektiğini
söylemektedir. Kâbe, Allah’ın evi olarak tasavvur edilmesi yönüyle mukaddestir.
Allah’ın en güzel tecelligâhı da insan-ı kâmilin gönlü olduğuna göre gönül yapmak
Kâbe yapmakla eşdeğerdir.
Bazı rivâyetlere göre Hz. İbrahim daha ateşe değmeden ateş su, içindeki
odunlar da balık olmuştur. İnanışa göre Şanlıurfa’daki meşhur “balıklı göl” bu hadise
sonucu meydana gelmiştir. Diğer bir rivâyete göre de Allah ateşe sakin olmasını
buyurmuş, o da gül bahçesine50 dönüşmüştür.
Ey parlak Ay, yüzün terleyip kızarmış. Güzelliğin, Halil gibi ateş içerisinde
su göstermiş.
49
Benzedürken yâr işigin ehl-i diller Ka’beye
Başlamamış idi İbrâhîm-i Azer Ka’beye (Necâtî, 1963, s. 423)
aynı anda gösterebilmektedir. Ateş ve su zıt unsurlardandır, birinin varlığı diğeri için
yok edicidir. Ancak Halil’in yani Dost’un güzellik bağında hiçbir şey olmaz değildir
O, ol der ve olur.
Güneş’e gönül çeken sabah yer oldu. İbrahim’e ateş, gül bahçesi oldu.
Güneş’in seher vakti azar azar yükselişi onun birisi tarafından çekilmesi olarak
hayal edilmiştir. Güneş’i çeken olsa olsa gönül çekici sabahtır. Sabah vakti, cümle
mevcudatın görünür olduğu yer olmak yönüyle gül bahçesine, onda seyreden Güneş
de ateşe teşbih edilmiştir. Şair, nasıl ki Güneş’e sabah yer olduysa İbrahim’e de ateş
gül bahçesi oldu demekle, İbrahim’in Nemrud tarafından atıldığı ateşin Allah’ın
dilemesiyle gül bahçesine tebdil oluşuna telmih yapmaktadır.
İbrahim Peygamber, klasik şiire oğlu İsmail ile birlikte de sıklıkla konu
olmaktadır. İnanışa göre çocuğu olmayan Hz. İbrahim, tanrıya kendisine bir çocuk
vermesini, kendisine bahşedilen bu çocuğu da ona kurban edeceği yönünde duada
bulunur. Hz. İbrahim’in duası kabul olur ve Hz. İsmail doğar. Çocuk biraz
büyüdüğünde Hz. İbrahim’e ahdi rüyada hatırlatılır, o da durumu oğluna açar. Küçük
İsmail hiç tereddüt etmeden babasına ahdini yerine getirmesini, seve seve tanrıya
kurban olacağını söyler. Hz. İbrahim, yanına keskin bir bıçak alarak oğluyla uzaklaşır.
Bıçağı İsmail’in boğazına dayar, lakin bıçak kesmez. Bu durum üç defa tekrar eder,
bıçağın körelmiş olabileceğini düşünen Hz. İbrahim, bıçağı taşa çalar ve taş ikiye
yarılır. Tam o sırada Cebrail, gökten İsmail yerine kurban edilmek üzere bir koç
getirerek51 tanrının onun kurbanını kabul ettiğini, oğlu yerine bu koçu kesmesini
emrettiğini söyler (Levend, 1984, s. 112).
51
Geçeydi hayyiz-i hüsn-i kabule kurbanı
Feda idi yoluna kebş-i cân-ı İsmail (Levend, 1984, s. 112)
Hak bilür kadr içün İsmâ’îl ana kurbân olur (Fuzûlî, 2014, s. 64)
Gerçi İsmail’in hatrı için gökten kurban inmiştir ama Hak, İsmail’in O’na kadr
için kurban olduğunu bilir.
Hz. İbrahim’in oğlunu ahit verdiği üzere kurban edeceği sırada Cebrâil gökten
bir koç getirir. Yani Allah, İsmail’in hatırı için gökten kurban indirir. İndirilen koç
İsmail’in yerine kurban edilir. İsmail kurtulur lakin Allah, Hz. İbrahim’in de Hz.
İsmail’in de verilen söz üzere olduğunu, İsmail’in O’nun kudretine kurban olduğunu
bilir. Kurbanın bir diğer manası yakın olmaktır. Bu bağlamıyla İsmail, Hak yolunda
kurban olmayı kabul etmekle, Allah’a yakınlık derecesini göstermiştir.
İsmail, ruhundaki nurun aydınlatması sonucu ilahi emre boyun eğmiş, Hak
yolunda kurban olmaya rıza göstermiştir. O kendini Allah’a bırakmış, bunun
karşılığında Allah da onu bırakmamış, onun yerine kurban edilmek üzere gökten koç
indirmiştir.
Gülün eteği Yusuf’un gömleği gibi yırtılmış. Meğerse hayâsız, perde yırtan
rüzgâr da Zelîha gibi hileyle tuzak kurmuş.
onun gömleğine yapışır ve gömlek yırtılır.56 Züleyhâ, o sırada içeri girenlere Yusuf’un
kendisine saldırdığını söyleyerek, onu zindana attırır. Tomurcuk hâlindeki gülün
sabah rüzgârı etkisiyle açılması Yusuf Peygamberin, Zelihâ tarafından yırtılan
gömleği olarak hayal edilmiştir. Rüzgâr tomurcuk yani iffet sahibi gülleri açıp “şahidi
bazar” eylediğinden sebep, hayâsız ve yoldan çıkarıcıdır. Bu yönüyle de Yusuf’tan
kâm almak dileyen, Yusuf tarafından reddedilince de gitmesine mâni olmak
maksadıyla gömleğini tuttup yırtan, kocası geldiğinde de Yusuf’a iftira atan Zelihâ’yı
andırmaktadır. Zelihâ’nın bir hileyle Yusuf’u tuzağa çekmesi gibi sabah rüzgârı da her
sabah hayâsızca güllerin üstündeki perdeleri yırtmaktadır.
Gün yüzün gördi senün şakk oldı bedrün ayası (Zâtî, 2017, s. 268)
Senin gün yüzünü görünce bedrin aynası yarıldı. Gerçi Yusuf’u görenler de
ellerini kestiler.
Beyitte iki ana hususa telmih yapılmaktadır, birincisi Mısırlı asil kadınların
Yusuf’un güzelliği karşısında kendinden geçerek yemişler yerine kendi ellerini
kesmesi, ikincisi de Hz. Muhammed’in “şakku’l-kamer” mucizesidir. Anlatılar ana
hatlarıyla şöyledir; Züleyhâ, Yusuf’a karşı koyamayınca ayıplanmaya başlar. Bunun
üzerine o da Mısır’ın bütün asil kadınlarını topladığı bir yemek düzenler. Kadınların
ellerine keskin bıçaklar verdirip Yusuf’u çağırır, Yusuf’un güzelliğini gören kadınlar
da bu bıçaklarla ellerini keser. Böylece Züleyhâ, Yusuf’un karşı konulamaz biri
olduğunu ispatlamış olur. İkinci mısraıda konu edinen anlatı da şöyledir; rivâyetlere
göre Mekkeli müşrikler toplanıp Hz. Peygamberden mucize olarak Ay’ı ikiye
ayırmasını isterler. O da kendisine inanmaları koşuluyla bunu yapabileceğini söyler ve
Allah’a bu mucize için duada bulunur. Bunun üzerine Ay on dördünde iken ikiye
56
Fâş itmez idi râz-ı dili Yûsuf-ı Ken’ ân
Çâk olmasa dâmânı Züleyhânun elinden (Bâkî, s. 233)
yarılır yarısı dağın bir tarafına, yarısı da diğer tarafına gider. Ancak müşrikler bunun
bir büyü olduğunu söyleyip yine de inanmazlar. Bedr, Ay’ın on dördündeki hâlidir.
Güneş’in doğmasıyla Ay’ın kaybolmaya başlaması hüsn ü ta’lil ile Ay’ın Güneş yüzlü
sevgiliyi görünce ikiye yarılması olarak hayal edilmiştir. Ayrıca klasik Türk şiirinde
güzelliğin timsali olan Hz. Yusuf da sıklıkla Ay’ın on dördüne teşbih edilmektedir. Bu
bağlamıyla görenlerin aklını başından alıp ellerini kesmelerine neden olan Yusuf
Peygamber, Hz. Muhammed’i görünce ikiye yarılacaktır.
Şayet Yusuf gibi varıp aziz olmak diliyorsa Mısır/mısr hünerinde kişinin
kendisini satması gerekir.
Bütün Ken’an ehli güzellikte Yusuf mu olur? Zindandan çıkan herkes Mısır’a
sultan mı olur?
57
Habsden Yûsuf çıkup Sultân-ı Mısır olmuş kimi
Oldı açup göncesin arâyiş-i gül-zâr gül (Fuzûlî, 2014, s. 69)
109
Dün gece rüyamda dert ile ağladığımı gördüm, Mısırlı güzel Yusuf bu rüyayı
ta’bir etsin.
Bir gün haber-i Yûsuf-ı Ken’an ire umma (Dehhânî, 2017, s. 127)
Ken’anlı Yusuf’un haberinin bir gün geleceğini umarak Yakup gibi bir iki gün
hüzne katlan.
3.4.5. Eyyüb:
İshak Peygamberin soyundan gelen Eyyüb (a.s)’ın ismi Kur’an’da dört yerde
geçmektedir. Melekler bile onu hayırla anmaktadır. Bir gün İblis, Eyyüb’un melekler
tarafından hayırla anıldığını duyunca hayli hasetlenmiş bunun üzerine de Allah’ın
huzuruna vararak
demiştir. Allah da bunun üzerine İblis’e, “git seni Eyyub’un malına musallat ettim,
yalnız onun vücut ve aklına dokunma” der. İblis, önce malından başlar ama nafiledir,
Eyyüb yine hamdetmeye devam eder. En sonunda onun canına kadar Eyyüb’un başına
çeşitli musibetler getirerek onu küfre sokmak ister. Ancak Eyyüb şükrüne devam
ederek onun çabasını beyhude kılar. İmtihanı bitince Allah, Eyyüb’e “ayağını yere vur!
İşte yıkanacak ve içilecek soğuk su” diye buyurur. Bu sudan içen Eyyub gençleşerek
eski sıhhatine kavuşur (Aydemir, 2018, s. 106). Bir rivayete göre ise Hz Eyyüb’un
vücuduna kurtlar musallat olur. Kurtlar onun kalbine erişip de onun Allah’ı
zikretmesine engel oluncaya kadar sabreden Eyyüb, sonunda dua ederek bu hastalıktan
kurur.
3.4.6. Musa:
Firavun, yıllarca halkı putlara tapmaya zorlar, son olarak da kendisine
tapılmasını emreder. O sıralarda bir rüya görür. Rüyada, Kudüs ve Suriye’den bir
ateşin Mısır’a gelip bütün evleri sardığını, Kıbtî evlerini yakıp İsrailoğullarının
evlerine de dokunmadan geri döndüğünü görür. Firavun bu rüyadan çok korkar ve
hemen yorumlatmak üzere kâhinlerini, falcılarını çağırtır. Onlar da çekine çekine de
olsa bu rüyayı yorumlarlar. Rüyanın yorumuna göre, İsrailoğullarından doğacak bir
erkek çocuğu saltanatı alacak, Firavunu ülkesinden çıkarıp dinini de değiştirecektir.
Bunun üzerine Firavun, yeni erkek çocuklarının doğmasını engellemeye ve doğanları
da öldürmeye başlar. Ancak ülkede ağır işleri İsrailoğulları yaptığından Firavun
bunların yok olmasını istemez zira yaşlılar da ölünce onların erkeklerinden kimse
kalmayacaktır. Bunun üzerine Firavun, bir yıl öldürülmelerine bir yıl da sağ
bırakılmalarına karar verir. Hz. Musa’nın kardeşi Hz. Hârun çocukların sağ bırakıldığı
yıl doğar. Oysa annesi Hz. Musa’ya çocukların öldürüldüğü yıl gebe kalır. Annesi Hz.
Musa’yı doğurunca hayli tasalanır. Bunun üzerine Allah da ona bebeğini emzirmesini,
bir tehlike durumunda Nil Nehri’ne bırakmasını, boğulmasından korkmamasını, onun
sağ olarak geri döndürüleceğini, onun peygamberlerden biri olacağını bildirir [Kasas
S. 7]. Annesi de bunun üzerine Hz. Musa’yı emzirir sonra da bir tabut yaptırarak
59
Ahmedî ‘ışk odına sabr kıl Eyyûb-sıfat
Kim Halîl oldı oda sabr idüben İbrâhîm (Ahmedî, s. 476)
113
çocuğu ve anahtarı içine koyup Nil Nehri’ne bırakır. Kızını da karadan tabutu izlemesi
için gönderir. Nehir, tabutu Firavunun sarayının bulunduğu bir ağaçlığa sürükler.
Firavun’un karısı Asiye, câriyelerle tabutu açar. Çocuğu görünce ona büyük bir sevgi
duyar. Firavun, çocuğun İsrailoğullarından olmasından kuşkulanıp öldürmek istediyse
de karısı kocasını çocuğu öldürmemesi için ikna eder. Saraya alınan çocuğa bir
sütannesi aranıyor, ancak bebek hiçbir kadının sütünü almıyordu. Bunun üzerine Hz.
Musa’nın kız kardeşi, annesini önerir ve böylece Hz. Musa’nın annesi öz oğlunu
emzirmeye başlar. Çocuğa ağaçlık içinde, suda bulunmuş olmasından dolayı Kıptîce
ağaç ve su manasına gelen Musa adı konulur. Çocuk yürümeye başladığında bir gün
Firavun onu kucağına alır. Çocuk Musa, Firavunun sakalını çekip yolar. Firavun
durumdan şüphelenip bu çocuğun aradıkları çocuk olduğunu, öldürülmesi gerektiğini
düşünür. Ancak karısı yine araya girip kocasını, çocuğun önüne yakut ve ateş
konmasını şayet ateşi değil de yakutu alırsa akıllı dolayısıyla da aranan çocuk
olabileceği, aksi takdirde de boş yere evham yaptığı yönünde ikna eder. Sınavda çocuk
Musa ateşi alıp ağzına götürür, çocuğun dili yanar. Bu sınav üzerine Firavun çocuğu
evlât edinir. Böylece Hz. Musa, Firavunun sarayında büyür. Böylece Firavunun oğlu
Musa olarak anılmaya başlar (And, 2007, s. 164). Aranan çocuğun bilinçli yahut
bilmeyerek aptal gibi görünmesi motifi de yine yaygın bir motiftir. En belirgin hâliyle
Keyhüsrev’de bulunmaktadır. Çocuğu ırmağa bırakma motifi Sümer ve Orta Doğu
efsanelerinde de görülmektedir. Türk mitolojisinde de biraz yumuşatılarak
verilmektedir. Rivayete göre Moğolların soyundan geldiği Alankova bir gece odasına
giren ışıktan gebe kalır. Hamile kızını babasından saklamak isteyen annesi, kızı bir
sala koyup ırmağa bırakır (Uslu, 2017, s. 175). Burada sala konulan çocuk değil,
hamile kadındır.
Asâ-yı mu’cizî gör kim iki bölmüş bu deryâyı (Fuzûlî, 2014, s. 350)
Boyunun şevki, Hz. Musa’nın asasıyla denizi ikiye bölen mucizesi gibi iki
gözümden yaşları akıttı.
Hz. Musa, kavmini alıp Mısır’dan kaçarken Firavun da onların peşine düşer.
Musa ve kavmi Nil Nehri kıyısına kadar gelir, kavmi kaçacak yerlerinin kalmadığını
düşünürken Musa asasını suya vurarak nehri ikiye ayırır.60 Musa ve kavmi sudan geçip
60
Nâvekin gör kim yarup eşküm dutar göz perdesin
114
kurtulur, onları takip eden Firavun ve ordusu ise suda boğularak ölür. Fuzûlî, yüzü
ikiye bölen burun nedeniyle ikiye ayrılmış olan gözyaşlarını hüsn ü ta’lil ile sevgilinin
Musa’nın asasına benzeyen boyunun şevkine bağlamaktadır. Boy uzunluk ve
düzgünlüğü yönünden asaya, her iki gözden akan yaşlar da ikiye ayrılmış oln Nil
Nehri’ne teşbih edilmiştir.
Eğer Firavunun askerleri helak olacak olursa şüphesiz Musa’nın elinden Nil
ikiye ayrılmış demektir.
Bu beyitte de yine bir öncekinde olduğu gibi Musa’nın asasıyla Nil’i ikiye
yarma mucizesine telmih yapılmaktadır. Musa ve kavmi yarılan sudan geçer ancak
Firavun ile askerleri suyun ortasına gelince su yeniden birleşir, böylece hepsi helak
olur. Yani Musa’nın elinden Nil’in ikiye yarıldığı görülürse, Firavunun askerleri helak
olacak demektir.
Musa ile beraber Hızır’ın anılması iki şekildedir. Birincisi Musa ile Hızır’ın
yolculuğuna telmihle Musa’nın Hızır’dan aldığı feyizlere göndermedir. İkincisi ise
coşmuş olan Nil’de Musa ve kavminin zora düşmüş olması, yani Musa’nın denizi ikiye
yarma mucizesidir.61 Nitekim Hızır da suda yardıma ihtiyacı olanlara yardım eder.
“Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş”, bu sebeple onların imdadına da “Hızır gibi
yetişecek”tir.
halkı olan Yahudiler arasına döndüğünde gizemli sözler yerine kendi tecrübelerinden
bahsetmeyi tercih eder. Kendinden bahsetmek yerine ise “iki boynuzlu”dan bahseder.
Öte yandan Musa’nın da boynuzu (perçemi) vardır. Jung, Kehf süresinde peş peşe
anlatılan “Ashab-ı Kehf”, “Musa ve Hızır” ve “Zülkarneyn” kıssalarını bir kıssanın üç
bölümü olarak görmektedir. Ashab-ı Kehf’in mağaraya sığınmalarını yeniden doğuş,
Musa ve Hızır kıssasını insanın kendi derinliklerinde kendine ulaşması, Zülkarneyn’i
de kendini bulduktan sonraki konuşmanın devamı olarak görmektedir. Hatta Hızır’ın
köyden kaçarken tamir ettiği duvarın, Zülkarneyn’in Ye’cüc ve Me’cüc karşısında
yaptığı sed olduğunu düşünmektedir. Burada Zülkarneyn’in işlevini Hızır
üstlenmektedir (İmâmî, 2019, s. 313).
62
O kâkül eyledi Fir‘avn gibi târı mâr
Sebeb yiter ki ide mahv tîgı Mûsî-vâr (Emrî, s. 101)
Geh yed-i beyzâyı eylersin elinde âşkâr (Defter Eminî Mustafa Çelebi, 2018,
s. 75)
Bazen sihri iptal etmek için asasını ejderha eder, bazen de yed-i beyzâyı elinde
aşikâr edersin.
Hz. Musa’nın babası Hz. İbrahim’in beşinci kuşaktan torunu olan İmran’dır.
Doğumuyla ünlü bir hükümdarı tacı ve tahtından edecek kahraman ve beklenen kişi
motifinin prototipi Hz. Musa’dır. Hemen hemen bütün dünya mitolojilerinde
rastlanılan bu motife göre bir kral, doğacak bir çocuğun kendi tahtını yok edeceğinin
kehânetini alır, bu sebeple çocuğu yok etmeye çalışır. Çocuğun annesi de çocuğu
kaçırılarak kutsal bir yere götürür. Burada her şeyden habersiz büyüyen çocuk sonunda
bir vesile ile kralı öldürür. Bu genellikle babasının intikamı gibi kutsal bir ülküdür,
böylelikle sonunda kehânet gerçekleşmiş olur. İran mitolojisinde Dahhâk’ı öldüren
Feridûn, Efrâsiyâb’ı öldüren Keyhüsrev, Yunan mitolojisinde Kronos, daha sonraları
Oidipus, Hint mitolojisinde Kamsa benzer örneklerdir (Tökel, 2009, s. 182). Mısır
mitolojisinde Set, başarıları ve adaletinden dolayı kardeşi Osiris’i kıskanmaktadır. Bu
sebeple bir hileyle kardeşini öldürüp parçalara ayırır. Osiris’in karısı İsis, kocasının
cesedini gömdükten sonra Nil deltasındaki papirüslerin arasında gizlenerek oğlu
Horos’u doğurur. Horus büyüyünce Ennead’ın tanrılarına haklarını kabul ettirerek,
babasının intikamını almak üzere amcası Set’e saldırır. Savaş sürerken önceleri Set,
Horus’un bir gözünü çıkarmayı başarır. Ancak sonraları savaşı Horus kazanır ve
gözünü ondan geri alır. Horus, gözünü babasına armağan edince Osiris de hayata geri
döner (Orhan, 2015, s. 235). Bu anlatıda da diğer anlatılarda olduğu gibi bilge bir yol
gösterici vardır. İsis’in babası Tot, kızına oğlu Horus’u kutsal bir yerde saklamasını,
eğer büyüyene kadar amcasıyla karşılaşmazsa babasının intikamını alabilecek kadar
güçlü olacağını söyleyerek onu papirüslere yönlendirir.
Akkad Kralı Sargon toplumsal statüsü düşük bir anneden, babası bilinmeden
doğmuştur. Annesi onu bir sepete koyarak Fırat’ın sularına bırakır, bu sepeti çiftçi
117
Akki bulur. Çocuk bahçıvanlık yapmak üzere yetiştirilir. Tanrıça İştar, çocuğu görüp
âşık olmur çocuk böylece daha sonradan kral olur (Campbell, 2017, s. 284). Burada
yaygın olan motifin aksine çocuk soylu değildir, intikam için geri gelmemiştir. Daha
fantastik bir söylemle geleceğini, kendisine âşık olmuş olan Tanrıça İştar’a borçludur.
Ancak her halükârda sepette ölüme terk edilen çocuk, imparatorluk için beklenen
çocuktur.
Musa, kavmi ile Nil’i geçtikten sonra Ken’ân iline yönelmiş, yolda
İsrailoğulları Musa’nın tevhid akidesine defaatle başkaldırmışlardır. Bu hadiselere
canı sıkılan Musa Peygamber onlardan biraz uzaklaşır ve yolunu şaşırır. Ateş yakmak
istediyse de yakamaz, o sırada gözüne uzakta olan bir ateş ilişir, ateşe yaklaşınca ateşin
bir ağacın tepesinde yandığını görür.63 Bunun üzerine korkup geri çekilmek ister ancak
o sırada ağaçtan “Yâ Musa! Ben âlemlerin Râbbi olan Allâh’ım!” diye bir hitap gelince
Musa hemen secdeye varır. Bu sırada ikinci bir nida ile “Yâ Musa, ben senin
Râbbinim. Nalınlarını çıkar. Sen Tûvâ denilen kutsanmış vadidesin (Kur’ân 20/12)”
buyurur. O zaman Musa “Yâ Râbbi! Bana Zat’ını göster sana bakayım!” der. Allah,
“(Len terânî) (Sen) Beni göremezsin”, “fakat dağa bak, eğer benim tecellime
63
Tûr-ı sabrı bülbülün yansa ʿaceb mi verd-i sürh
Gösterür ahdar şecerde nâr-ı Mûsâ’dan nişân (Zâtî, 2017, s. 61)
tahammül edip durursan beni görürsün!” der.64 Allah dağa tecelli edince dağ
parçalanır,65 Musa da bayılıp düşer. Uyanınca kırk gün boyunca Tûr’da yalnız başına
kalıp ibadet eder, Allah ile aracısız konuşur. O vakit ona Tevrat indirilir. Musa,
yokluğunda kardeşi Harûn’u yerine vekil tayin etmiştir. Onun yokluğunda kavmi
Sâmirî adındaki bir münafığın aldatmaları sonucu altından bir buzağı yaparak ona
tapmaya başlamışdır. Musa geri dönüp de olanları görünce çok sinirlenir. Sâmirî’yi
lanetleyip, buzağı heykeli de yakıp denize atar. Kavmi tevbe edince de Tevrat’ı ortaya
koyar (Zavotçu, 2006, s. 348)
Dostdan gayrı zerre kadar bu gözlerüm görmez benüm (Yunûs Emre, 1990, s.
136)
Musa Tur’a çıkar, orada varıp nura bakar. Bu gözlerim dosttan gayrısını zerre
kadar görmez.
Yine yukarıdaki beyitte olduğu gibi burada da Musa ile Rabbın Tur’daki
konuşmalarına telmih yapılmaktadır. Musa, Tur’da bir ateş gibi gördüğü nura
yaklaşınca bunun bir ağacın üzerinde olduğunu görür ve ürperip oradan uzaklaşmak
ister. Rabb ona bunun kendi nuru olduğunu söyleyince o da mutlak güzeli görmek
diler. Ancak Rabb onun buna tahammül edemeyeceğini söyleyip dağa tecelli eder.
Taştan olan dağ dahi bu tecellinin kuvvetine dayanamayıp parçalanır. Rabb, Musa’ya
dağın dayanamadığına sen de dayanamazsın der ve böylece onun dileğini reddeder.
3.4.7. İlyâs:
İsrailoğulları’nın kâfirleştiği zamanlarda Baal adında çok güzel bir kadın
vardır, İsrailoğulları ona tapmaktadır. Hârun Peygamberin torunu İlyâs da Allah Teâlâ
tarafından İsrailoğullarını doğru yola iletmek üzerine gönderilmiş bir peygamberdir.
Kur’ân’da “Şüphe yok ki İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendi. Kavmine o vakit
şöyle demişti: ‘Siz Allah’tan korkmaz mısınız?’ O en güzel yaratıcıyı bırakıp da Baal
adındaki puta mı tapıyorsunuz? Allah sizin de önceki atalarınızın da rabbidir” (Saffat
sûresi, 123/126) buyurulmuştur. İlyâs, ne kadar İsrailoğullarını dine çağırırsa da onlar,
puta tapmaktan geri durmazlar. Beyleri Recep, İlyâs’ın dinini kabul eder, ancak
halkına bu dini kabul ettiremez. Emir Recep, İlyâs’ı çokça sevip saygı gösterir, onu
kendisine vezir yapar. Ancak Melik Recep de bir gün pişmanlık göstererek dinini
bırakıp Baal’e tapmaya başlayınca İlyâs, onunla yollarını ayırır. İlyâs, bütün kavim
yoldan çıkınca Allah’a bu kavim üzerine bela isterim, yağmur verme ki kıtlık peyda
olsun diye duada bulunur ve duası kabul edilir. Üç yıllık kıtlıktan sonra kavmine
dönerek putların kendileri için bir şey yapamadığını ancak eğer kendi dinini kabul
ederlerse Rabbinin bu kıtlığı gidereceğini söyler, halk da onun dinin kabul eder. İlyâs,
Allah’a duada bulunur böylece yağmur yağmaya başlar. Topraktan mahsuller biter,
bolluk bereket içerisinde bir zaman yaşarlar. Ancak İsrailoğulları bir süre sonra yine
kâfir olmaya başlar. İlyâs, kavminin hak yoldan ayrıldığını görünce Elyasa ile şehirden
dışarı çıkıp Allah’a duada bulunur. Allah, ona “filanca şehre git. Filan günde ne
görürsen onun üstüne bin, korkma!” diye vahiyde bulunur. İlyâs ve Elyasa emre uyup
vahy edilen şehre gider. İlyâs, şehre varınca ateşten bir at görür, bundan sonra beni
göremeyeceksiniz der ve ata binip gözden kaybolur. Allah Teâlâ onun yemek, içmek
lezzetini giderip, onu meleklerin makamına alır ve ona kıyamete kadar ömür verir.
İnanışa göre bu sonsuz ömründe İlyâs denizlerin hâkimidir, her kim ki denizde darda
kalırsa imdadına İlyâs yetişecektir (Taberî I., s. 486). Harûn Peygamberin torunu İlyâs,
120
Kerem sahibi, İlyâs’ı ateşten çabuk yürüyüşlü bir atla koruyup gözetmiştir.
Sâlim, Hz. İlyâs’ın bindiği ateşten atla göğe çekilişine telmih yapılmaktadır.
Allah onu korumak dilemiş, içinde bulunduğu hâlden necatına ateşten bir atı vesile
kılmıştır.
Daima Hızır ile zikredilen İlyâs’ın Hızır ile olan münasebeti ne Kur’an’da ne
de sahih hadislerde yer almamaktadır. Halk inançlarında birlikte zikredilen bu iki
şahsiyet bazen ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine karıştırılmıştır. İlyâs adı
ayetlerde iki defa geçmekte ancak Hızır adı geçmemektedir, bu sebeple İslam
müellifleri de ikisin aynı kişi olabileceğini mütalaa etmektedir. Yaygın inanışa göre
Hızır ile İlyas senede bir gün buluşup dua etmektedirler. Enes b. Malik kanalıyla Hz.
Muhammed’e atfedilen bir hadise göre Hızır denizlerde, İlyâs ise karalarda insanlara
yardım için görevlendirilmişdir. Bu rivayetler Hızır ile İlyâs hakkında çeşitli efsane ve
mitolojik anlatının teşekkül etmesine zemin hazırlamıştır (Ocak, 1999, s. 58).
Gâh eyler mesken İbrâhîm tek âzer sabâ (Fuzûlî, 2014, s. 58)
Sabah rüzgârı, bazen deniz suyu üzerinde İlyâs gibi gezinir bazen de İbrahim
gibi ateşi mesken edinir.
Halk arasında Hızır gibi ölümsüz olan İlyâs’ın denizlerde darda kalanlara,
gemicilere yardım ederek yollarını bulmalarını sağladığına inanılmaktadır. Beyitte
sabah rüzgârının bazen yelkenlere yön vermek yönüyle yol gösteren İlyâs, bazen de
ateşi mesken edindiğinden İbrahim gibi olduğu söylenmekte, bununla da İlyâs’ın
121
denizler hâkimi oluşu ve İbrahim’in Nemrud tarafından ateşe atılması, ateşte gezinip
yanmaması hadiselerine telmih yapılmaktadır.
3.4.8. Süleymân:
Süleymân, Davut Peygamberin oğlu İsrailoğulları peygamberlerindendir. O
aynı zamanda yeryüzünde pek az insana nasip olmuş olağanüstü güce ve saltanata
sahip bir hükümdardır. Hayvanların dilini bilme,66 rüzgâra, cinlere hükmetme gibi
mucizeleri vardır. Rüzgârda uçan tahtı, ifritler tarafından çalınan her şeye hükmetme
mührü olan yüzüğü, seçkin vasıflı hüdhüdü, bilge veziri Asaf’ı, uzun bir hayat sürüşü
ve Belkıs’ı gibi konular etrafında çeşitli mitolojik anlatıların teşekkül ettiği zengin bir
karakterdir.67 Süleymân kıssasında, insanların yanında cinlerin ve perilerin yer alması
onu diğer kıssalardan ayıran mühim farklardandır. Yunan mitolojisinde de insanların
yanında ilahlar ve insanüstü varlıklar yer alması yönüyle kıssa, Yunan mitolojisiyle
müştereklik arz etmektedir. Bazı rivayetlere göre anne, bazılarına göre ise baba
tarafından peri/cin olan Belkıs, anne tarafından tanrı olan Aşil’i çağrıştırmaktadır
(İmâmî, 2019, s. 299). Süleymân efsanesi tarih öncesi zamanlara kadar uzanmaktadır.
Hahamların buluşları, Acem ve Arapların kahramanlık anlatıları Türk şiiri için bu
Yahudi kralın yaşamıyla ilgili pek çok malzeme vermiştir. Süleymân ile ilgili birçok
anlatı teşekkül etmiştir. Öyle ki bu anlatılar etrafında teşekkül etmiş birçok Süleymân
tipinden söz etmek mümkündür. Hz. Süleymân bunların en yaygın bilinenidir. Bu
Süleymân’ların ortak özelliği onların, insan türünü yok etmeye çalışan cehennemî
dünyaya karşı savaşan dindar kralın en mükemmel sembolüdü olduklarıdır. Bu
yönüyle Süleymân diğer küçük Yahudi krallarından farklıdır, zira her dindar
Müslümanın düşlediği şeyi gerçekleştirmiş evrensel bir hükümdardır (D’İstria, 1982,
s. 21). Osmanlı şairi, evrensel hükümdar modelindeki Süleymân’ı fikirlerine uygun
bulduğu sürece bu efsaneleri kendilerine mal etmeye hazırdır. Bu sebeple Firdevsî-i
Tavîl’in Süleymân-nâme’si de çarçabuk kabul görmüştür (D’İstria, 1982, s. 23).
66
Bu kuşlar dilini k’ol söylemişdür
Süleymân’dur bilen Selmân degüldür (Ahmedî, s. 379)
Belkıs ile Süleymân bir zaman aşka düştü, bu derdin dermanını isteyip de
bulamadılar.
Belkıs, Hz. Süleymân’ın Saba melikesi olan eşidir. Hz. Süleymân’ı ziyaret
etmiş olması sebebiyle Ahd-i Atîk’te ve Kur’ân-ı Kerim’de adı zikredilmeksizin bahsi
geçer. İlahi kitaplarda verilmeyen adı; Arap kaynaklarına göre Yelkame bint el-Yeşrah
b. Hâris veya Belkıs bint el-Hedahid b. Şürahbîl, bir Habeş efsanesine göre ise
Mâkedâ’dır. Ahd-i Atîk’te Sebe kraliçesinin, Allah’ın adını yaymasından dolayı
şöhreti her yerde duyulan Hz. Süleymân’ı bizzat görmek, gerçek bir peygamber olup
olmadığını anlamak maksadıyla büyük bir kafile ve kıymetli hediyeyle Kudüs’e
gelmiş olduğu anlatılmaktadır. Ziyareti esnasında Hz. Süleymân’a cevabını yalnızca
kendisinin bildiği sorular sormuş ve her sorunun cevabını doğru bir şekilde almıştır.
Bunun üzerine Belkıs, onun gerçek bir peygamber olduğunu anlayıp Allah’ın birliğine
iman etmiştir (Yücetürk, 1992, s. 420). Belkıs ile Süleymân Peygamber’in aşkı klasik
Türk şiirine çokça konu olmaktadır. Beyitte de Belkıs ile Süleymân’ın aşk derdine
68
Perî-veşler dil-i sahtına düşmiş mihr-i ruhsârun
Senün aksün alan fülâd gözgüler firâvândur (Fuzûlî, 2014, s, 242)
69
Cân gibi la’l-i lebüni ehrimenlerden sakın
Ey peri möhr-i Süleymân gibi olmışdur be-nâm (Yahyâ Bey, 1977, s. 442)
Çünkü Süleymân yeryüzünün tamamını tuttu, dev yel ile ona ittihat etti. Dev
yüzüğünü ele geçirince gör tahtını nasıl yele verdiler.
Süleymân’ın devin elinde oyuncak olan yüzüğü gibi, ağzına da gayrıları bir
var dediler bir yok dediler.
Klasik şiirde içinden çıkacak söz ile hem âşığı yaşatacak hem de fermanını
kaldırabilecek olan ağız, mühre teşbih edilir. En yetkili mühür de Hz. Süleymân’ın her
şeye hükmeden mührü olduğundan, âşık da sevgilisinin ağzını sıklıkla Süleymân’ın
mührüne teşbih eder. Necâtî, ağzın görülmeyecek kadar küçük bir nokta şeklinde
tasavvur ediliyor olmasını, yani bir var bir yok olmasını bu mührün ifrit tarafından
çalınarak bir müddet yok edilmesine bağlamaktadır. Bununla da Süleymân’ın
mührünün ifrit tarafından çalmış olduğuna telmih yapılmaktadır.
Beyim bu yüzükle sana Süleymân’lık tevdî edilmiştir. Peri yüzlü güzeller hep
senin ağzına bakar.
bir mühür değil, Hz. Süleymân’ın periler, cinler ve cümle mahlûkata hükmettiği
mührüdür. Peri olan sevgiliye de ancak Süleymân’ın mührüyle hükmedilebilecektir.
İfrit, Süleymân Peygamber’in yüzüğünü çalıp bir müddet onun yerine geçer
çevresindekilere kendini ifade edemeyen Süleymân da darılıp inzivaya çekilir. Ancak
gel zaman git zaman bir şeylerin yolunda gitmediğini devlet erkânı anlar. Foyasının
meydana çıkacağını sezen ifrit de uçarak oradan uzaklaşır, denizin üstünden uçarken
de yüzüğü denize atar. Allah’ın dilemesiyle yüzüğü bir balık yutar ve bu balık da Hz.
Süleymân’a nasip olur, böylece yüzük yeniden sahibine geçmiş olur. Deniz ya da
denizden gelenle kayıp yüzükle ilgili haber gelince yolunu şaşırmış devin de
hükümrânlığı bitmiş olur.
Rakip, gönülde güneş mühürlü la’lini gizlemiş, (bu olabilir zira) devin bir
zaman Süleymân’ın mührünü gizlemiş olduğunu da işittik.
Ey peri möhr-i Süleymân gibi olmışdur be-nâm (Yahyâ Bey, 1977, s. 442)
Hz. Süleymân ile ilgili anlatıların bir diğeri ise karınca ile ilgili anlatıdır.73
Rivayete göre Hz. Süleymân, sefere her çıktığında Karınca Vadisine uğrarmış. Yine
bir sefer zamanı oradan geçerken Hz. Süleymân’ın ordusuyla geldiğini gören karınca
beyi öteki karıncalara Hz. Süleymân’ın ordusu yaklaşmaktadır, ordu farkına varmayıp
sizi kırmadan yuvalarınıza dönün diye seslenir. Hz. Süleymân da karıncanın bu
konuşmasını duyarak hafifçe gülümser ve Allah’a kendisi ile ailesine verilen nimetler
için şükreder (Neml, 18/19). Ancak duydukları karşısında şaşkınlığını gizleyemez zira
son derece adaletli bir peygamber olduğundan, bütün hayvanlar ona karşı uysal
davranmaktadır. Şimdi bu karınca diğerlerine kendisinden kaçmalarını niye
söylemiştir?74 Hemen karınca beyini yanına çağırır. Karınca beyi de kendince çok
değerli sayılan bir çekirge budu ile onu ziyarete gelir. Hz. Süleymân, onu güzelce
karşıladıktan sonra sözlerinin manasını sorar. Karınca beyi, kendinden emin bir eda
ile peygambere kendisini yanlış anladığını, karıncaları uyarmaktaki asıl maksadının,
ona ve ordusuna dalarak Allah’a iman görevlerinden sapmaları olduğunu söyler. Zira
karıncalar peygamberden bir şeyler talep ederek yanlış yola düşebilirlerdi. Nitekim
karınca beyinin kırılmaktan kastettiği de gönül kırgınlığıdır. Hz. Süleymân karıncanın
bilgeliğine saygı göstererek kendisi için de nasihatlerde bulunmasını ister. Karıncanın
getirdiği but ise Hz. Süleymân’ın duasıyla bereketlenir ve bütün askerler yarısıyla
doyar. Geri kalan yarısı da karıncaya iade edilir75 (Taberî I., s. 551).
Mûr- za’îfi görse Süleymân ‘inân çeker (Ahmed Paşa, 1992, s. 160)
Ger Süleymânsan nola havf eyle âh-ı mûrdan (Hayâlî, 1945, s. 321)
75
Bu cihândur güzelüm hüsnüne mağrur olma
Bir zemân ola ki karınca Süleymânlığ ide (Necâtî, 1963, s. 465)
Sevgilinin ayva tüyleri üzerine düşen amber kokulu saçlarının tüyleri incitip
çiğnememesi, Süleymân’ın Karınca Vadisi’nden geçerken karıncaları ezmemesine
teşbih edilmektedir. Hat aynı zamanda yazı manasına da geldiğinden Emrî, kesret olan
bu saçların Vahdet üzerindeki yazıdan feyz alması gerektiğine işaret etmektedir.
üzerine beyi huzuruna çağırıp hasbihal eder ve bilge olduğunu gördüğü karıncadan
öğüt alır.
Mûr hükm eyler Süleymân üstüne sultân olur (Fuzûlî, 2014, s. 64)
O şahlar şahı ki eğer bir karıncaya iltifat edecek olsa o karınca Süleymân’a
sultan olur.
Yüce Allah bir ayette “Bereketli kıldığımız yere doğru Süleymân’ın emriyle
esen rüzgârı, onun buyruğuna verdik” (Enbiya, 21/81) bir diğer ayette de
Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra
(boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle
iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp sapacak olsa
ona çılgın ateşin azabından tattırırdık (Sebe’, 34/12)
76
Dil ki bir dil-bere ser-menzil idi âhum ile
Yile virdüm adını taht-ı Süleymân itdüm (Fuzûlî, 2014, s. 301)
Âşığın ahı o kadar yakıcıdır ki her şeyi yakıp berbâd edecek güçtedir. Ancak
burada bu ah ona zarar verecek ya da tutacak cinste değil onun tahtının emrine girip o
şaha hizmet edecek cinstedir. Emrî, sevgilisini Süleymân’a kapısını, Süleymân’ın
tahtına kendi ahını da bu tahtı hareket ettiren rüzgâra teşbih etmektedir. Şair, ahının
kapısını yani evini barkını rüzgârına katıp götürdüğünü söyleyen sevgiliye, bir şah
olduğunu hatırlatarak ahının Süleymân’ın tahtını hareket ettiren rüzgâr olduğunu
söylemektedir. Bu bağlamıyla beyitte en genel manasıyla rüzgârın Süleymân’ın
emrinde olduğuna telmih yapılmaktadır.
3.4.9. Danyal:
Doğu edebiyatlarında hikmetin sembolü olarak görülen İsrailoğulları
peygamberlerindendir. İslamî kaynaklara göre Nebukadnezzar’ın Kudüs’ü işgal ettiği
esnada esirler arasında Danyal Peygamber de vardır. Tevrat’ta ise malum vakaya şöyle
gönderme yapılmaktarı; Nebukadnezzar bir gün çok can sıkıcı bir rüya görür, bu
rüyayı yorumlayabilecek bilgiye sahip kimse de bulunamaz. Bunun üzerine Daniel,
Allah’a dua ederek bu sırrın kendisine görünmesini diler ve bu sırra vakıf olur. Daniel
daha sonra Nebukadnezzar’a giderek rüyasının manasını anlatır, bu ayrıntılı yorumun
krallık çok hoşuna gider ve Daniel’e secde ederek ona hediyeler takdim eder (Tökel,
2010, s. 229). Danyal Peygamberle ilgili anlatılar; Câmâsbnâme, Binbir Gece
Masallarındaki “Câmâsb’ın (Hasib) serüvenlerinden alınmıştır. Anlatıya göre olaylar
Keyhüsrev döneminde İran’da geçmektedir. İlk oluntunun kahramanı Hz. Danyal’dır.
Danyal Peygamber tüm hastalıklara, ölüme bile çare bulan ilaçların yazılı olduğu bir
kitap ele geçirir. Ölüme çare olan ilacı yapmak için gerekli otlar da Amu Derya
Nehrinin öteki kıyısındaki dağdadır. Danyal, bunu bulmaya karar verir. Tanrı
ölümsüzlüğü bulmasına engel olması için Cebrâil’i gönderir. Cebrâil ile Danyal dar
bir köprü üzerinde karşılaşırlar. Cebrâil, insan kılığında olduğundan Hz. Danyal onu
tanımaz. Cebrâil, elindeki kitaba bakmak isteyince Danyal şaşırarak kitabı çıkarır.
Cebrâil onun elinden kitabı alıp nehre atar. Bunun üzerine Hz. Danyal umutsuz ve
üzüntüyle evine döner. Ölüm döşeğinde, doğacak olan çocuğuna bu kitabı bulmasını
130
vasiyet eder. Oğlu Câmâsb doğar ancak babasının aksine ilimde gözü yoktur. Ta ki
Şah-ı Mârân ile karşılaşana kadar. Odunculukla geçinen Câmâsb, bir gün birtakım
oduncular tarafından bir kuyunun dibinde ölmek üzere bırakılır. Câmâsb bir geçit bulur
ve birçok iskemlenin bulunduğu bir mağaraya gelir. Burada uyur, uyandığında
yılanların ecesi Şah-ı Mârân’ı görür. Aslında metinde bunun erkek mi, kadın mı olduğu
belirtilmemektedir. Binbir Gece Masalları’nda adı Meliketü’l-Hayât’tır. Bu yılanların
hükümdarıdır. Çok güzel bir insan yüzü vardır, bedeni ise yılandır. Câmâsb’ı orada
alıkoymak için iki uzun öykü anlatır. Câmâsb’ı bırakmak istemez zira gitmesi onun
sonu olacaktır. Sonunda hiçbir hamama gitmemesi şartıyla izin verir. Yedi yıl sonra
Câmâsb yeryüzüne çıkar. O sırada padişah Keyhüsrev hastalanmış, büyücü olan veziri
de hükümdarın ölümcül hastalığına tek çarenin Şah-ı Mârân’ın eti olduğunu
söylemiştir. Vezir her yerde Şah-ı Mârân’ı aratmaktadır. Sonunda Câmâsb’ın kimliği
ortaya çıkar ve o da Şah-ı Mârân’ın yerini söylemek zorunda kalır. Vezir Şah-ı Mârân’ı
getirtir. Olacakları bilen Şah-ı Mârân, Câmâsb’a etin piştiği kap geldiği zaman vezirin
ondan kabın üstündeki köpüklü tabakayı isteyeceğini, onun bunun tam tersini yapması
gerektiğini söyler. Câmâsb, önce alt tabakayı içince evrenin tüm varlıklarını görür ve
birden bütün bilimlerle ilgili her şeyi öğrenir. Vezir ise alt tabaka sanıp üstünü içer ve
hemen ölür. Keyhüsrev de doğru kısmı içtiği için iyileşir, Câmâsb’ı da kendine vezir
yapar. Câmâsb’ın annesi, babasının bıraktığı kitaptan kalan birkaç yaprağı alıp
Câmâsb’a verir (And, 2007, s. 63).
Köprü üzerinde Cebrâil’in Danyal ile bahse girmesi gibi akıl da kaşları
üzerinde o ben ile bahse girer.
düşer ve kral onu aslanlarla dolu bir kuyuya atar, ancak ona bir şey olmaz. Buhtunnasır
da bir melek tarafından aynı kuyuya atılır, bir hayvana dönüşür. Yedi yıl boyunca
hayvan suretinde gezer daha sonra ona kendi sureti yeniden verilir. Yeniden kral olan
Nebukadnezzar bu defa Danyal ve arkadaşlarına karşı daha dikkatli davranmaya
çalışır. İslamî kaynaklara göre Danyal, esir alındığında İran hükümdarı Keyhüsrev’e
götürülür. Orada hikmetiyle hükümdarın beğenisini toplayıp ona danışman olur, daha
sonra da Keyhüsrev’e hak dinini kabul ettirir. Yine rivayetlere göre Danyal’ın Babil’de
bir kuyusu vardır. Hz. Âdem bu kuyuya hikmet sırlarını saklamıştır. Danyal
Peygamber de bu sırları oradan çıkarıp kitaplaştırmıştır (Tökel, 2010, s. 230). Kuyuya
sır saklama “ney”in oluşum öyküsünü anımsatmaktadır. Rivayete göre Hz.
Muhammed ilahi aşkın sırrını Hz. Ali’ye söyler. Bu sırrı içinde saklayamayan,
kimseye de söyleyemeyen Hz. Ali, içini Medine dışındaki kör bir kuyuya boşaltır. Bu
kör kuyu da bu sırrın ağırlığı altında ezilir, ağırlığıyla dolup taşar. İnanışa göre
kenarındaki kamışlar, taşan bu sudan içtiğinden bu kamıştan yapılan ney de yanık
sesiyle bu sırları söylemektedir. Sır saklayan bir başka kuyu da Babil kuyusudur.
Ancak burada diğerlerinden farklı olarak kimse kuyuya sır saklamamıştır. Sırları veren
Hârût ve Mârût bizzat burada asılı bulunmakta, büyü ve sihir sırlarına vakıf olmak
isteyenler de kuyuya gelerek onlara müracaat etmektedir.
3.4.10. İsa:
Hz. İsa, bakire olan Meryem’den Allah’ın yaratıcı kudretinin nişanesi olarak
doğmuştur. Kur’an, bu babasız doğuma Hz. Âdem’in yaratılışını örnek
göstermektedir.77 Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya gebe kalışı da Kur’an’da şöyle
anlatılmaktadır; Cebrâil, Hz. Meryem’e genç bir adam biçiminde görünür. Hz.
Meryem ona, eğer kötülükten sakınan bir insansa yanından çekilmesini söyler. Cebrâil
de ona, günahtan arınmış bir oğul vermek üzere Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçi
olduğunu bildirir.78 Hz. Meryem, kendisine hiçbir insan dokunmadan nasıl çocuğu
olacağını sorduğunda Cebrâil, Allah’ın dilediğine “Ol!” dediğini ve o şeyin de
oluverdiğini söyler. Bunun üzerine Cebrâil, Hz. Meryem’in yanına varıp gömleğinin
yakasından üfürmüş ve üfürüğü onun döl yatağına erişmiştir. Sonunda Meryem, İsa’ya
gebe kalmıştır [Enbiyâ S., 91; Tahrîm S., 12; Meryem S., 22]. Hz. Meryem, Beytü’l-
Makdis Mescidinin, Yüce Allah’ın adını yükselten tapınaklardan birisi olduğunu
anımsayarak, artık orada kalamayacağını düşünüp teyzesinin, yani Hz. Yahya’nın
annesinin evine taşınır. O da çocuk beklemektedir, kendi karnındaki çocuğun Hz.
Meryem’in karnındaki çocuğa eğildiğini hissettiğini söyler. Sonunda doğum sancısı
ile uzak bir yere çekilen Hz. Meryem, kuru bir hurma ağacının altına sığınır.79 Allah
orada içecek su akıtır. Bir ses ona kuru ağacı silkelerse üzerine taze hurma
döküleceğini, yiyip içmesini, sevinmesini söyler [Meryem S., 22-26]. İncil’e göre Hz.
Meryem, çocuğunu handa yer olmadığı için bir yemlikte doğurmuştur [Luka II/7]. Hz.
Meryem, doğan çocuğunu alıp kavmine getirir. Kavmi, temiz bir ailenin şerefine
yakışmayacak çirkin bir iş yaptığını söyleyerek Hz. Meryem’i kınar, zina ettiği
gerekçesiyle onu taşlayıp öldürmek ister. Hz. Meryem, İsrailoğullarına bir şey
söylemez, anlatması için bebeği gösterir. Onlar da bebeğin konuşamayacağını
söylerler. Ancak İsa bebek, Allah’ın izniyle konuşur; kendisinin Allah’ın kulu
olduğunu, Allah’ın kitap verip kendisini peygamber yaptığını, her yerde mübarek
kıldığını, yaşadığı sürece kendisine namaz kılmayı, zekât vermeyi, annesine iyilik
etmeyi buyurduğunu, doğduğunu öleceğini ve yeniden dirileceği günde esenlik içinde
Allah Âdem’i nasıl anasız babasız yaratmışsa ve buna gücü yetmişse İsa’yı da babasız yaratmıştır.
77
Bunda Allah’a ve O’nun yüce kudretine inananlar için bir gariplik yoktur (Ali İmran, 3/59)
olacağını söyler [Meryem S., 27-33]. İsa bebek konuşunca kavmi Hz. Meryem’i
bırakır. Bundan sonra Hz. İsa, yaşıtları gibi konuşma zamanı gelinceye dek bir daha
konuşmaz (And, 2007, s. 186).
Burada da yukarıdaki beyitte olduğu gibi Allah’ın ruhu olan Cebrâil’in, Hz.
Meryem’e üflemesine gönderme yapılmaktadır. Rüzgârın etkisiyle tomurcuk tutan gül
dalları hamile bırakılmış Meryem’e, bu tomurcuklar da İsa’ya teşbih edilmiştir. Sabah
yeli koku getirme, haber getirme özelliklerinin yanı sıra Meryem’e benzettiği bağ ile
bostana üfleyerek nefesiyle gülfidanlarını hamile bırakıp, tomurcuklarını açmaktadır.
Aslında işin fennî açıklaması da bu yöndedir. Eril bitki ile dişi bitki arasında esip
tozlanmayı sağlayan, böylece cümle nebâtatı hamile bırakıp meyve verdiren, çiçek
açtıran odur. Ancak o da Cebrâil gibi yalnızca bir aracıdır, bu nefes de ruhlar
meclisinde ruhlara üfleyip can bahşeden nefesin nefesidir.
Demavend Dağı’nda zindana attırdığı Dahhâk gibi bazı kötülük güçleri, iyilikle
savaşıp, bozgunculuk yapmak maksadıyla ortaya çıkacaktır. Ancak eski İran
kahramanlarından Gerşâsp, ortaya çıkacak yok edici gücüyle evreni bu kötü
yaratıklardan kurtaracaktır. Zerdüşt inanışında son kurtarıcı olarak kabul edilen
Soşyânt da bir bakireden doğmuştur. Bu son kurtarıcının dünyaya gelmesiyle de
iyiliğin kötülük karşısındaki savaşı galibiyetle neticelenecektir (Yıldırım, 2018, s.
538).
İsa, kahramanlık arketipini tam olarak ifade eden bir figürdür. Tanrı yoluyla
mucizevi bir şekilde gebe kalan bakire bir insan kadından doğmuştur. Bu da onu Buda,
Perseus ve Herakles’in aralarında bulunduğu önemli kahramanlar grubuna koyar.
İranlı Zerdüşt, bebek Musa ve daha birçok kahraman gibi çocukluğunda kahramanlık
dışı statükoyu imleyen kötü kalpli bir zorba tarafından tehdit edilmiştir. Hayatına
şeytana uyma ve mucizeler içeren bir arayış, baba arayışı yön vermiştir. Hikâyesinin
az kabul gören bir versiyonunda kötülüğün özüyle yüzleşmek için Yeraltı Dünyası’na
iner, orada ölümü yener ve bu da onu kahramanlığın doruğuna yükseltir (Leeming,
2017, s. 50).
İsa ona dirilmesini söyler ve Hz. Üzeyir dirilir. Hz. İsa, yeniden onun mezarına
dönmesini isteyince de Hz. Üzeyir yeniden ölür. Yahudiler bu duruma önce şaşırır
daha sonra alay ederler. Hz. İsa’nın ölüyü diriltme mucizesinin en bilinen örneği
İncil’de geçen Lazarus’u diriltmesidir. İslam kaynaklarındaki anlatıda Lazarus yerine
Azir ismi geçmektedir. Buna göre Hz. İsa’nın Azir adında bir dostu vardır. Hz. İsa’ya
Azir’in öleceği haber verilir. Hz. İsa, hemen yola koyulur ancak oraya vardığında
Azir’in üç gün önce ölmüş olduğunu öğrenir. Bir mağaranın içine gömülmüş olan
Azir’in taş kapağını kaldırırlar. Hz. İsa, Allah’a yakardıktan sonra ölüye kalkmasını
söyler, böylece ölü mezarından çıkıp ayağa kalkar.80 Orada bulunup olaya tanık olan
Yahudiler de şaşırıp İsa’ya inanırlar (And, 2007, s. 191).
Sevgili can bağışlayan dudağıyla ölüleri ihya etsin, Hz. İsa’nın mucizesi nasıl
olurmuş görürsün.
Çün Mesîh-i vaktsın cân virmek âsândur sana (Fuzûlî, 2014, s. 186)
Lokman, ölüme dahi çare olacak ilacı bulmuş büyük bir hekimdir. Yani bütün
dertlerin devasını bilir, hastalara şifa verir. İsa Peygamber de ölüyü diriltme mucizesi
göstermiştir. Beyitte çapraz leff ü neşr yapılarak hastalara şifa verenin karşısına
Lokman, ölüyü diriltenin karşısına da İsa konulmuştur. Bu vasıflara sahip uzvun dudak
olmasıyla da yine bebekken konuşmuş olan İsa’ya telmih yapılmaktadır.
Âlemin şahının can bağışlayan lütfunu gördükçe, sen ölüye can veren Mesih’in
nefesisin dedim.
Temiz ruhlu ol ki yerin Mesih gibi felekler olsun. Bu ten, yeniden diriltilen o
güne kadar mezar toprağında kalmasın.
Şair, eğer temiz kalpli olursan senin yerin Mesîh gibi gökler olur demekle Hz.
İsa’nın Allah tarafından göğe çekilmesine telmihte bulunmaktadır.81 Kur’an, bu
hususta şöyle buyurmaktadır;
Allah’ın elçisi Meryem oğlu İsa’yı Yahudiler öldürdü demelerine karşın, gerçekte ne
öldürdüklerini ne de astıklarını, onlara İsa gibi gösterilen bir başkasını öldürdüklerini, bu
konuda bir çelişkiye düşenlerin bir kararsızlık içinde olduklarını, O’nu Allah’ın kendi yanına
çağırdığını bildirir (Nisâ S. 157-158).
Nitekim inanışa göre bütün ruhlar göğe çekilecek, yerde yalnızca toprakla
örtülü beden kalacaktır. Taberî rivayetine göre ise İsa, yıllarca halkın arasında dolaşır
ancak kimseyi imana getiremez. İsa, bunun üzerine ömrünün sonlarında Beyti
Makdis’e gelir, İsrailoğullarından onu inkâr edenler de toplanıp onu öldürmeyi
tasarlarlar. O sıralar Beyti Makdis’in hâkimi Küçük Heredos’tur. Yahudiler, İsa’nın
fitne çıkardığını söyleyerek Heredos’u da kendilerine uydurup, İsa’nın ölüm emrini
verdiriler. Bu emir üzerine derhal İsrailoğulları, Hz. İsa’yı aramaya koyulur.
Bulduklarında ise asmak üzere darağacına doğru getirirler. İsa, Yahudilerin elinden
kurtulup bir evde gizleniyor olduğundan hiçbir yerde bulunamaz. Bu arama İsa’nın on
iki havariyle birlikte olduğu geceye kadar sürer. O gece havarilerden Şem’ûn dışarıya
çıkınca Yahudiler onu yakalayıp İsa’yı vermesini karşılığında 30 akçe çil para
vereceklerini söylerler. Böylece önce Şem’ûn, Yahudiler içeriye girince de diğer
havarileri, İsa’yı satarlar. Yahudiler, Hz. İsa’yı bir iple sıkıca bağlayarak darağacına
doğru götürürken, Hak Teâlâ’nın emriyle havarilerin arasında Hz. İsa birdenbire
kaybolur. Yahudiler, bunun bir büyü olduğunu, sihrin etkisinin geçeceğini söyleyip
beklerler. O sırada aralarında bulunan kâhya İşû, gözlerine İsa gibi görünür. İşû, her
ne kadar İsa olmadığını söylese de inanmayıp İşû’yu İsa yerine asarlar (Taberî II., s.
342).
Çıplaklıkla Mesih gibi gökte bulun, zira Karûn malını zaman götüremez.
İsa, göğe çekildiğinde üzerinde bir iğneden gayrı hiçbir şey yoktur. Bir küçük
iğne yüzünden dördüncü gökte kalır. Şair, ölünce insanın yanına hiçbir şey
alamayacağını bu örnekle açıklamaktadır. Karûn kadar malı olsa dahi yanında bir iğne
dahi götüremeyecektir. Yani oraya şah da geda da ziynetsiz gidecektir. Bu çıplaklığın
mecazî yönü de kendini dünya nimetlerinden, nefsî arzularından soyutlamaktır.
Ölmeden nefsini öldürebilmek için masivâya ermek gerekecektir, zira bu ölüm
138
yolculuğunda üzerinde bir iğne dahi taşısan ağırlık edecek, insanı menzilden alı
koyacaktır.
İnanışa göre İsa, üzerinde bulunan bir iğne sebebiyle dördüncü gökte kalmış
daha yukarı çıkamamıştır.82 Rakip de âşık için sevgilisi arasında dikendir, iğnedir. Gül
olan sevgili için daima feryad eden bülbül dikenler yüzünden maşukuna
kavuşamamamıştır. Gülün dikeni bu yönüyle âşık ve maşuk arasındaki rakiptir. Nasıl
ki İsa, bir diken yüzünden sevgilisine kavuşamamış, gökte asılı kalmışsa âşık da bu
dikenler yüzünden sevgilisine ulaşamamaktadır.
Ey güzel, rakibin mahallende ne yapar zira diken İsa ile göğe çıkamadı.
82
Bu hidmete nâs eyledi bir mertebe ta’zîm
Kim çarh-ı çıhârümde pesend itdi Mesîhâ (Nâbî, 2020, s. 315)
139
Şeyhî, ezelî lütuf mürşit olmasa, doğru yolu gösteren zamanın Mehdî’si kim
olur.
Şair, Mehdî’nin ahir zamanda çıkıp, yoldan sapmış olanlara doğru yolu
göstereceğine telmihte bulunmaktadır.
Mehdî çıkıp cihana padişah oldu meğerse (zira) feleğin kâsesi ile yerin kesesi
gümüşle doldu.
Felek, parlayan yıldızlarıyla gümüş dolu bir kâseye, yer de değerli şeylerin
olması sebebiyle keseye teşbih edilmiştir. Cihanın şerden kurtulup feraha ve rahata
erdiği zaman da ancak Mehdî’nin ortaya çıktığı zamandır. Şair, Mehdî çıkıp cihana
padişah oldu demekle Mehdî’nin ahir zamanda geleceği, kötülüklerle savaşıp iyiliği
yeryüzüne hâkim kılacağı yönündeki inanışa telmih yapmaktadır.
3.5.1. Hızır:
Hızır; Hz. Musa döneminde yaşamış, Allah tarafından kendisine ilahi bilgi ve
hikmet öğretilmiş olan peygamber ya da velidir. İnanışa göre Hızır, âb-ı hayat içip
ölümsüzlüğe ermiştir. Mutasavvıflara göre o, gizli ilimleri bilen bir velidir. Hızır,
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Musa ile anılır, birlikte çıkmış oldukları maceralar ve Musa’nın
bilmediklerine vakıf olduğu anlatılır. Hızır’ın içerek ölümsüz olduğuna inanılan âb-ı
hayât kıssası da Kur’ân-ı Kerim’in Kehf Suresi 61-64. âyetlerinde aktarılır. Bütün
bunların yanında Hızır’ın İlyâs Peygamberin lakabı olduğunu söyleyenler de vardır.
Onun Nuh, Musa ya da İskender zamanında yaşadığı ile ilgili muhtelif görüşler olsa
da âb-ı hayat’ı İskender zamanında içtiği konusundaki görüşler yaygındır. Rivayete
göre Hızır, İlyâs’la İskender-i Zülkarneyn’in maiyetinde bulunur ve onunla zulûmat
ülkesinde âb-ı hayat’ı aramaya koyulur. Hızır ile İlyâs yemek yemek maksadıyla bir
su kenarında oturur. Hızır, ellerini yıkarken pişmiş balığın üzerine su damlar ve balık
141
Gözyaşımla toprak olan tenime aşkından zarar gelmez, Hızır ile İlyas’ın
muhabbeti ki daima deniz ve kara gözler.
Bu bir kaç yıl içinde bunlar ölesi degül (Yunûs Emre, 1990, s. 126)
Ayva tüylerin, su gibi olan yanağında Hızır gibi yetişti. Şüphesiz zamanın
İlyas’ının ayağı denizdedir.
Ey Hızır gel yetiş çünkü zaman harap oldu. İskender âb-ı hayâtı seçip
bulamadı.
Rivayete göre Hızır da İskender ile âb-ı hayatı aramıştır. İskender’in isteği
üzerine aranan suyu, Hızır bulup içmiştir. Hızır, suyu bulunca durumu İskender’e
bildirmek istemiş ancak o sırada bu sırrın İskender’e söylenmemesi gerektiği ilham
edilmiştir. Böylece İskender, hayli zaman aramış olduğu sudan nasiplenememiştir.87
Âb-ı hayat içip ölümsüz olan Hızır, inanışa göre darda kalanların imdadına
yetişmektedir. Bu sebeple şair, Hızır’ın harap olmuş olan bu zamanda kendi imdadına
da yetişmesini dilemektedir.
olmak üzere başlıca üç şekilde, edebî ve dinî metinlere konu olmaktadır. Hızır’ın
Musa ile olan diyaloğu hemen bütün dinî metinlerde yer almaktadır. Kur’an’da geçtiği
rivayet edilen meselede Kur’an’ın hiçbir yerinde Hızır adı geçmemekte, bir kul olarak
tarif edilen kişinin Hızır, olduğu tefsir kitaplarında yer almaktadır. Hz. Musa ve Hızır
kıssası şarkiyatçıların da ilgisini çekmiş, bu konuda çalışmalar yapmışlardır.
Şarkiyatçı Wensinck, Encylopédie de I’Islam’da “al-Khadir” maddesinde Hızır
inancının menşeileri meselesi üzerinde durmuştur. Ona göre kıssanın başlıca üç
kaynağı vardır; 1. Gılgamış Destanı, 2. İskender efsanesi ve 3. Yahudi efsanesi. İlk
kaynak olan Gılgamış destanının aslı Akadca’dır ama Akad, Sümer, Babil dillerine de
çevrilmiş versiyonları mevcuttur. Adı geçen destandan anlaşıldığı üzere Gılgamış,
Mezopotamya’da güçlü bir kraldır. İlahi menşeili Engidu ile arkadaş olur, bir süre
sonra onun ölümüyle derin bir üzüntüye kapılır ve onu tekrar diriltmenin yollarını
aramaya başlar. Sonunda insanı ebedî hayatta kavuşturan bir ot olduğunu öğrenir
ancak bu otun yerini yalnızca bir kişi bilmektedir o da “nehirlerin birleştiği yerde”
oturan ölümsüz Utnapiştim’dir. Gılgamış, uzun ve macera dolu bir yolculuğun
sonunda onu bulup otun yerini öğrenir. Daha sonra yine uzun ve meşakkatli bir yolla
otun bulunduğu yere gelir. Ot bir kuyunun içinde suyun dibindedir. Gılgamış, otu
çıkarır ancak bir yılan otu kaparak kaybolur. Böylece Gılgamış, amacına ulaşıp da
ölümsüzlüğü bulamaz (Ocak, 1999, s. 34).
Yoksa devlet bulınur milk-i Skender çoğ olur (Necâtî, 1963, s. 213)
Sen Hızır gibi yaşam ülkesinin sahibi ol, yoksa İskender mülkü gibi devletler
çok bulunur.
Hayat ikliminden kasıt Hızır’ın âb-ı hayat içip ölümsüz olmuş olmasıdır.
Dünyanın yarısından fazlası İskender’in mülküdür ancak bu mülk geçicidir. Bütün
arayış ve çabalarına rağmen İskender’i hedefine götürmeye yetmemiştir. Şair, maddi
devlettense manevi mülke sahip olunması gerektiğini Hızır ile İskender’in birlikte âb-
ı hayattı aramış olduklarına telmih yaparak anlatmaktadır.
Hızır ile ilgili en bilindik özellik onun yolda ve darda kalanların imdadına
yetişiyor olmasıdır.89 O hem sözlü gelenekte hem halk hikâyelerinde yolunu kaybeden
âşığa yol gösterir, yaralılara derdin devasını söyler. Kayboluş hem bedenen hem de
ruhen olabilir. Nitekim ruhen bir arayış içerisinde olan Musa’ya da Hızır yol olmuştur.
O yeşil papağan bunu açığa vurdu. Böylelikle gayb yolundaki Hızır’a yoldaş
oldu.
Beyitte, Hızır’ın gayb âleminde yoldaş olmasıyla onun gayb ilmine sahip
olması, bu sebeple de herkesin hâlinin ona malum olması kastedilmektedir. Ayrıca bu
sırrı aşikâr eden papağanın yeşil olması da dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur.
Zira Hızır, yürüdüğü yerlerde yeşil çimenler bittiğinden yeşil manasına gelen bu adı
takınmıştır.90 Papağan, yaratılışın sırlarını ifşa etmekle gaybî ilme sahip olduğunu
göstermiş, Hızır’a bu yolda yoldaş olmuştur.
Rivayete göre Musa, bir gün vaaz verip Allah’ın hikmetlerini anlatırken,
İsrailloğullarından bir kimse onun mucize ve kerametlerini anarak ona “ey Kelimullah
bu zamanda Allah Teâlâ’nın ilmi senden artık bir kulu var mıdır? Diye sorar”. Musa
da kimsenin ilminin kendisinden artık olduğunu bilmediğinden, öyle zannediyorum ki
yoktur diye cevap verir. Hemen Allah’tan kendisine “Ey Musa benim ilmi senden artık
olan bir kulum vardır adı da Hızır’dır” diye vahiy gelir. Musa, Hızır’ı bulup ondan
89
Şâyân idi kalsam ol belâda
Sen Hızr yetişdin ol arada (Şeyh Gâlib, 2010, s. 270)
ilim öğrenebilmek için Allah’a dua ve niyazda bulunur. Allah Teâlâ da yiyeceğin onu
sana gösterir diye buyurur. Bunun üzerine Hz. Musa, Hz. Yûşa’yı çağırıp Mecmael
Bayreyn’e (iki denizin birleştiği yere) gideceklerini bunun için yiyecek bir şeyler
hazırlamasını, birlikte gidip Hızır’ı bulmaları gerektiğini söyler. Yûşa, bir ekmek ve
bir parça balık alıp bir zembile koyar ve Musa ile yola koyulurlar. Mısır’da boğaza
kadar uzanan yol, üç günlük yoldur. Oraya varınca kimseyi bulamazlar, zaten Hızır’ın
nerede olduğunu bilmeleri de mümkün değildir. Yanlarında geirmiş oldukları
yemekten bir parçasını yiyince geride yarım balık kalır, ikisi de yorulmuştur. Musa,
deniz kıyısında kocaman bir taş görür, onun üstüne çıkıp uyur. Yûşa oturup, balığı
zembilden çıkarır, rüzgâra karşı tutar. Balık bozulup kokmasın diye de elini yıkayıp
balığa damlattır. O sırada kupkuru balık dirilip suya fırlar. Balık suya atlayınca su
açılır, yol olur. Yûşa bu hâli görünce hayli şaşırır ancak uyku basmış olduğundan
uyuyup kalır. Sabah olunca Musa uyanır, Yûşa’yı da uyandırır. Yûşa, gördüklerini
Musa’ya anlatmayı unutur, tekrar yola koyulup deniz kıyısından gitmeye devam
ederler. Bir süre sonra Musa acıkır ve Yûşa’dan yiyecek ister, Yûşa o zaman olanları
hatırlayıp ona anlattır. Böylece geri dönüp yine o taşın yanına gelirler, Hızır’ı o taşın
üstünde ibadette bulurlar. Musa, selam verince Hızır Aleykesselâm ey Allah’ın Nebisi
diye cevap verir. Musa, kendisinin peygamber olduğunu kimin bildirdiğini sorar. O da
padişahlar padişahının kendisini ona gönderdiğini söyleyince Musa, konuştuğu kişinin
Hızır olduğunu anlar ve kendisine gelme amacının ilmini arttırmak olduğunu söyler.
Hızır, ey Musa sana Tevrat yeter o kadar işin var, ilme hacetin yoktur dese de Musa
ısrar eder. Hızır, her ne kadar “Sen benimle sabredemezsin! Çünkü sen sabretmek işini
bilmezsin!” dediyse de Hz. Musa, inşallah kendisini sabırlı bulacağını, sözünden
çıkmayacağını söyler. Hızır, kendisi bir şey söylemeyene kadar bir şey sorulmaması
şartıyla Musa’nın yoldaşlığını kabul eder. Böylece Musa, Hızır ve Yûşa ilerlemeye
başlar. Bir müddet sonra karşılarına bir gemi çıkar, kendilerinin de bu gemiye
alınmalarını isterler. Gemiciler yol ücreti isteyince de Hızır, akçemiz yoktur diye
cevap verir. Ancak gemiciler yine de onları gemiye alır, üçü bir yerde otururken, Hızır
oturduğu yerde bir delik açar ve gemiye su girmeye başlar. Hızır, gemiciye haber verir
o da gelip deliği tıkar. Musa, gemi değerinden kaybetti, dahası gemi su alınca
gemidekilerin boğulabileceğini, böyle bir şeyi neden yaptığını sorunca Hızır, ben sana
bana hiç sabredemezsin demedim mi diye cevap verir. Sonra gemi kıyıya yanaşır, üçü
gemiden iner orada çocukları oynar bulurlar, bir saat oturduktan sonra Hızır, ayağa
kalkıp çocukların içerisinde henüz ergenlik yaşına varmamış güzel yüzlü bir çocuğu
146
yakalar, kafasına taşla vurup öldürür. Musa yine dayanamayıp suçu olmayan bu
çocuğu neden öldürdüğünü sorar, Hızır da yeniden sabretmesi gerektiğini söyler. Musa
bu sefer Hızır’dan utanıp eğer bir daha soracak olursam benimle yol arkadaşlığı yapma
der ve yola devam ederler. Oradan da gidip bir köye varırlar. Köy halkından yemek
isterler ancak onlardan hiç kimse yemek vermez. İlerleyip köyün ucuna vardıklarında
Hızır, orada eğri bir duvar görür ve duvarı onarır. Musa, kendilerine bir lokma ekmek
vermeyen köylülerin duvarını neden onardığını, eğer onaracaksa neden karşılığında
para almadıklarını söyleyince Hızır bu seninle aramda bir ayrılıktır der ve anlatmaya
başlar; delmiş olduğu geminin yoksul kişilere ait olduğunu şayet delmeseydi sağlam
gemileri gasp eden bir melikin eline geçeceğini, öldürmüş olduğu çocuğun kâfir
olduğunu yaşayacak olsaydı anne ve babasını da yoldan saptıracağını, Allah’ın o çocuk
yerine o aileye daha hayırlı bir çocuk vereceğini, doğrultmuş olduğu duvarın ise öksüz
iki çocuğun mülkü olduğunu, altında da define bulunduğunu eğer yıkılacak olursa
halkın bu defineyi yağmalayacağını söyler ve Musa’nın gözlerinden kaybolur (Taberî
I., 447).
…..
Münirî’nin Gülşen-i Ebrâr ve Ma’den-i Esrâr adlı mesnevisinde Hızır ile Musa
yolculuğu uzun uzun anlatılmakta, Hızır’ın gayb ilmine sahip oluşuna telmih
yapılmaktadır.
Bir başka deyişle Hızır, ruhun ölümsüzleştiği zorlu bir hayata ulaşma yolunda
terbiyeci bir velidir. Nitekim Hızır, ebedî hayattan başka bir şey olmayan âb-ı hayatı
da karanlıkta bulmuştur. Bu durum insanın ebedî aydınlık bir hayata ulaşabilmesi için
nefsinin karanlığından ve dünyanın maddiyatından vazgeçmesini sembolize
etmektedir. Bu bağlamıyla Musa’nın kendi maddi cisminin bitiminde ve ruhunun
başlangıç noktasında deniz gibi geniş olan ve orada ölümün anlamsızlaştığı noktada o
insanla görüşmesi, kendi aklı ile görüşmüş olduğunu imlemektedir. Zira Musa’yı
Musa’dan daha iyi tanıyan o kişi, Musa’dan başkası değildir. Hızır, geleceği çok iyi
görebilen biridir. Gemiye delik açma, genç bir çocuğu öldürme, yıkık duvarı tamir
etme sebeplerini Musa’ya anlattığında artık onunla işi kalmamış, Musa’nın üçüncü
itirazında ona “artık sen ve ben ayrılıyoruz” demiştir. Meybedî, yaptığı kıssa
analizinde Musa’nın, Hızır ile olan yolculuğunun en zor yolculuklardan biri olduğunu
belirtmiştir. Meybedî, en sonunda kayığın delinmesi, kölenin öldürülmesi ve Hızır
tarafından duvarın yapılması maceralarını üç ayrı manaya bağlamakta, denizi marifet
denizi, kayığı insanlık, köleyi arzu ve nasihat, duvarı ise nefs-i mutmain olarak tabir
etmektedir (İmâmî, 2019, s. 282).
Hızır’ın buyruğuna uyan Musa hakkı için, aşk denizinde vücudumun gemisini
batır.
Bekâ-yı genç içün ey Hızr yapdun köhne dîvârı (Fuzûlî, 2014, s. 130)
Ey Hızır, gencin bekası için eski duvarı yaptın, adalette sebat için Bağdat
mülküne parlaklık, canlılık bıraktın.
“bekayı genç” terkibi tevriyeli kullanılmıştır. Genc ile hem o genç çocuklara hem de
duvarın altındaki hazineye gönderme yapılmaktadır.
Şair, ben âb-ı hayattan nasiplenmiş Hızır değilim ki zulümatı nasıl gezeyim
demekle hem zulümatta gezinebilmek için âb-ı hayata ermiş olmayı hem de Hızır’ın
yol gösterici olduğuna telmih yapmaktadır. İskender, zulümatta ne kadar gezerse
gezinsin Hızır gibi ne âb-ı hayata sahip olacaktır ne de onun hikmeti sayesinde yolunu
bulacaktır. Hızır, âb-ı hayatı bulmuş olmasına rağmen İskender’e söylememiş,
İskender aradığı bu sudan ya da hikmetlerden nasiplenemeyip kendi karanlığında
gezinip durmuştur. Bu karanlıklar diyarını geçip menzile ulaşabilmek için Hızır’ın yol
göstericiliğine hacet vardır.
Hızır yeşil manasına gelmektedir. İnanışa göre Hızır’ın yürüdüğü yerlerde yeşil
otlar bitmekte o da bu sebeple Hızır adıyla anılmaktadır. Burada yeşertme işlevi Hızır
ile anılan su olmak yönüyle âb-ı hayata verilmiştir.
Hak hâzır itdi sebzeyi her yerde Hızr-vâr (Necâtî, 1963, s.34)
Hak, gam denizinde boğulmaktan kurtarmak için her yerde yeşilliği Hızır gibi
hazır etti.
Hızır’ın denizlerde darda kalanlara yardım edişi motifine diğer milletlere ait
inanışlarda da rastlanmaktadır. Jung’a göre Hızır’la ilgili olarak anlatılan “denizde
darda kalanlara yardım etme” motifi, yine aynı misyona sahip Dioscuri’lerle ilgili
mitolojik bir kalıntıdır. Dioscuri’ler ikiz kardeştir, Hızır ve İlyas arasında böyle bir kan
bağı olmasa da onlar da bu ikiz kardeşler gibi sürekli birlikte anılmaktadır. Zeus’un
oğulları olan bu kardeşlerden Plydeukes ölümsüz, Kastor ise ölümlüdür.
Doğduklarında bunları tanrı Hermes, Pallene yarımadasına götürmüş, bu çocuklar
büyür büyümez de bulundukları adayı korsanlardan temizlemişlerdir. Bu yüzden
denizci tanrıları olarak anılıp, büyük saygı görmektedirler. Darda kalan denizciler bu
kardeşlerden yardım dilerler. İnanışa göre onlar da denizcileri dara koyan fırtınalı
havalarda ortaya çıkıp havayı düzeltirler. Bu ikiz kardeşler de Hızır’ın boz ata binişi
gibi her zaman atlı olarak tasvir edilmektedir. Yine inanışa göre biri ölümlü
olduğundan dolayı ayrılacak olan bu ikiz kardeşleri Zeus gökte “ikizler burcu”nda iki
yıldıza dönüştürmüş, böylece ayrılmalarını engellemiştir (Baydalı, 2003, s. 58). Türk
mitolojisinde İslamiyet’ten önce de Hızır inanışı bulunmaktadır. Eski Türkler bu bilge
kocalara kutsallık atfetmek için Gök Tengri ile bağlantılı olan “gök” sıfatını
eklemişlerdir. Kutadgu Bilig’de “kökçin sakal”, “kök-ayuk” Manas Destanındaki “gök
sakallı Megdi-Bay” denmektedir. Bu gök rengi zamanla dönüşerek “ak-sakallı”
şeklinde kullanılır olmuştur (Ögel, 2010, s. 89). Buraya kadar söz edilen, İslamî
dönemdeki Hızır gibi mistik olan bir görünüp bir kaybolan, her şeyi bilen, yardıma
yetişen tiplerdir. Ancak bu “bilge” tipi daha da eskilere gidebilir. Eski Türklerde
hakanlar başta olmak üzere önemli şahısların hepsinin yanında akıl danışacakları bir
bilge vardı. Oğuz Kağan’ın yanındaki “Uluğ Bilge” bunları belki de prototipidir. Yine
Dede Korkut Hikâyelerindeki Korkut Ata da her şeyi bilen akıl danışılan ulu bir
bilgedir.
Susamış gönüller hicran vadisinde sensiz yandılar. Ey katıksız la’l olan âb-ı
hayvanım, Hızır gibi yetiş.
yüreği yanan, bu hararetle gönülleri susayan âşıkların imdadına sevgilinin, Hızır gibi
yetişmesi dilenmektedir. Halk arasında Hızır’ın; darda kalanların imdadına, yolda
kalmış yolculara, yaralı ya da hastalara yani kulun en zor zamanında imdatlarına
yetişmesi “kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş” gibi deyimlerle açıklanmaktadır.
Hızır’ın darda kalanların imdadına yetişmesi ile eski Türk inanç sistemindeki
“Yol İyesi” inancı benzerlik arz etmektedir. Nitekim Yol İyesi de Hızır gibi “boz atlı”
olarak tasavvur edilmiştir. Altaylarda, Hakasya ve Tuvada bugün hâlâ yol iyesini
sembolize eden, Obo olarak adlandırılan yol kenarlarındaki kutsal taş yığınlarına saçı
saçmak suretiyle kansız kurban sunulması ritüeli yaşatılmaktadır (Kalafat, 2012, s.
10).
Âb-ı hayatın savaş meydanı zülumat, şahlar şahı Hızır, fetih kılıcı da balıktır.
Zulümat savaş meydanına, Hızır oradaki şaha, kılıcın da balığa teşbih edildiği
savaşta gaye âb-ı hayatta ermektir. Hızır, âb-ı hayatı ararken bir dere kenarında durup
dinlenir. Heybesindeki pişmiş balığı yemek maksadıyla çıkarınca çeşmenin suyunun
sıçradığı pişmiş balık canlanarak suya dalar. Böylece o suyun âb-ı hayat olduğu
anlaşılır. Beyitte de âb-ı hayâtın fetih kılıcı balıktır denmekle, bu duruma telmih
yapılmaktadır.
Balık, hayat suyunu içip dirildi. Hakk, İskender’i bu içişe, bu yaşama layık
görmedi.
Yine burada da balığın üzerine damlayan âb-ı hayatla dirilmesi sonucu, Hızır’a
aradıkları suyun sırrının ayan olması rivayetine telmih yapılmaktadır. İskender ile
zulümatta âb-ı hayatı arayan Hızır, suyu bulduğunda İskender’e haber vermek
istediyse de Allah kendisine bunu yapmamasını bildirmiş, Hızır da bunun üzerine
İskender’e aramış oldukları suyun yerini söylememiştir. Yani Hak, İskender’i bu suyu
içiş ve ebedî yaşam için yeterli görmediğinden İskender, suyun hikmetinden nasibini
alamamıştır.
152
3.3.2. Circîs:
Din bilginlerine göre Circîs, Tayfalar Melikleri zamanında gelmiştir. Bu da
İranlı hükümdar Erdeşir Bâbek’ten önceye tekabül etmektedir. Circîs, İsa’nın dini
yolunda olan, kendisi gibi Allah’ın birliğini tasdik eden kişilerle ticaret yapan varlıklı
bir kimsedir. Ancak varını yoğunu her daim vakire fukaraya dağıttığından elinde
avucunda da bir şey tutmamaktadır. Onun zamanında Şam topraklarının da bir kısmı
kendisine ait olan Musul’un bir kralı vardır. Adına Melik Dâdıyân denilen bu kral,
hayli zalim bir hükümdardır. Kralın, kızıl altından yapılmış üzeri çeşitli cevâhirle süslü
Eflûn adında bir putu vardır. Kral, bir gün ahâliyi toplayıp Eflûn’a tapmalarını ister.
153
söylediğini onun dinine inandığını söyler. Emir, o kişinin dilini keser orada hazır
bulunanlardan Circîs’e inananları öldürtür. Şayet diriltebiliyorsa onları da diriltmesini
söylediğinde Circîs, onların dirilmek istemeyecek kadar güzel mükâfatlandırıldıklarını
söyler. O sırada melik on dört nedimiyle oturmaktadır. Nedimlerden birisi ona
üzerinde oturdukları kürsülerin ve önlerinde bulunan sofra takımının ağaçlardan
yapıldığını, İlah’ına yalvarıp oturdukları yerdeki bu ağaçların eski doğal durumlarına
dönüp yeşerip, yapraklanıp yemiş vermesini dilemesini ister. Circîs, dua edince
minder ve tabakların kökleri yere batıp, yeşerip dallanıp yapraklanır, çiçek açıp meyve
veren ağaçlara dönüşür. Ama yine de onu öldürmekten vazgeçmezler üç sefer de
başaramazlar. Bu arada ortaya çıkan mucizelerden melikin karısı da olmak üzere
birçok kişi iman eder. Ancak yine de zulümden kurtulamazlar bunun üzerine Circîs,
helak edilmeleri için duada bulunur. O sırada bir parça bulut gökyüzünde belirir, yer
ile göklerin arasını karanlık kaplar ve gökten ateş yağmaya başlar. Kâfirler bunu
görünce helak edileceklerini anlayıp Circîs ve yanındakileri kılıçtan geçirirler ancak
kendileri de ateşte yanıp helak olmaktan kurtulamazlar. Bundan sonra da taifeler çağı
tamamlanır (Taberî II., s. 411). Circîs’in kuru ağacı yeşertmesi motifi Menâkıb-ı Hacı
Bektâş-ı Veli’de de geçmektedir. Rivayete göre Hacı Bektâş, Ahmed Yesevî
tarafından Rum diyarına gönderildiğinde dervişlerinden birisi ocakta yanan
odunlardan birisini alıp rum diyarına doğru fırlatır. Ahmet Fakih bu odunu eliyle tutar
ve Hacı Bektâş’ın sonradan tekkesini yapacağı yere diker. Kuru odun dikilir dikilmez
yeşerip koca bir dut ağacı olur. Yine Hacı Bektâş bir gün Ahî Evren’i ziyarete
gittiğinde Kışehir yakınlarındaki bir tepede buluşurlar. Ahî Evren, şeyhten gölge
verecek bir ağaç hâsıl etmesini isteyince Hacı Bektâş da onun kavak ağacından olan
asasını diker. Asa dikildiği yerde derhal yeşererek, dallanıp budaklanır. Hacım
Sultan’ın da gittiği yerlerde asaları yere dikerek yeşertme kerâmeti gösterdiği
menkıbelerde yer almaktadır (Ocak, 2018, s. 271).
Circîs Nebi kimi rivayetlere göre dört, kimilerine göre ise yetmiş kere ölüp
yeniden dirilmiştir. Ahmedî, âşık da aşk yolunda maşukun bakışlarıyla defalarca ölüp,
155
onun ihsanıyla yeniden dirilmek yönüyle Circîs gibi olmalıdır demekle Circîs’in
defalarca ölüp yeniden dirilişine telmihte bulunmaktadır. Sevgilinin, yan bakışında
kirpiklerinin bir doğrultuda görünmesi kılıç olarak tasavvur edilmiş, böylece her göz
süzüşte kılıcı âşığa bir kere saplayarak onu defalarca öldürmekte, bir sözü yahut
tebessümüyle de dudağı bu ölüyü yeniden diriltmektedir. Böylece sevgilinin güzellik
bağının tuzaklarında ölen âşığın canına yine onun canlar bahşeden dudaklarıyla can
katılmaktadır.
Hz. Circîs; Kur’ân’da adı geçmeyen, daha çok efsanevi anlatılarla varlığı kabul
edilen, peygamber olduğuna inanılan bir zattır. Circîs Peygamber, Tevrat’a Yahudi
mitolojik kahramanı Samson’a ya da Tevrat’taki yazımıyla Şimşon’a dönüşür. Diğer
bir anlatıya göre Hz. Circîs, Filistinlidir ve Hz. İsâ’nın havarilerinden artakalanlarla
görüşebilmiştir. Circîs zamanında, Musul’da bütün Suriye’yi ele geçirmiş olan Dazane
adında bir hükümdar bulunmaktadır. Hz. Circîs, parasından yoksullara dağıtmak için
Musul’a gelince, zalim bir putperest olan Musul hükümdarının puta tapmayan halkı
ateşe atarak cezalandırdığını görür. Hz. Circîs bunun üzerine onunla savaşa girmeye
karar verir. Bir gün onun karşısına çıkarak Tanrı’yı ululadıktan sonra hükümdara
saldırgan bir dil kullanır. Hükümdar, Hz. Circîs’e puta tapmayı benimsemediği için
zindanda üzerine çok ağır bir sütun koydurmak gibi çeşitli işkenceler yapar. Ancak
Circîs yine de dininden dönüp de putlara tapmaz. Gece yarısı üzerinde sütunla
zindanda artık dayanamaz olunca, yanına bir melek gelerek onu dört kez
öldüreceklerini, ancak dört kez de yeniden dirileceğini söyler. Ertesi sabah gelenler
Hz. Circîs’i kılıçla doğrayıp aslanlara atarlar, ancak aslanlar ona dokunmaz. Tanrı,
onun parçalarını birleştirerek yeniden can verir. Dirilen Hz. Circîs yine kaldığı yerden
devam ederek halkı aydınlatmaya başlar. Bunun üzerine hükümdar, bakırdan içi boş
bir öküz heykeli yaptırıp içine yağ, kurşun ve arsenik koydurtur ve Hz. Circîs’i bu
heykelin içine kapattırır. Heykelin içi ateşe verildiğinde her şey erir, Circîs de heykelin
içinde ölür. Daha sonra Tanrı güçlü bir rüzgâr estirir, gökyüzü kara bulutlar ile dolar.
Güçlü bir kasırga her yeri tozla doldurur, böylelikle halk karanlıkta birkaç gün geçirir.
Sonra Tanrı, Mikaîl’i gönderir. Mikaîl, o heykeli havaya kaldırıp yere attığında
gürültüsü tüm Suriye halkını korkutur. Hz. Circîs de heykelin içinden sağ olarak çıkar.
Bundan sonra mezardaki ölüleri diriltmek, kuru bir ağacı meyve verir hâle getirmek,
bir yaşlı kadının hasta oğlunu iyi etmek, putları yok etmek gibi mucizeler göstermeye
156
devam eder. Hz. Circîs, dördüncü kez öldürülünce -bu kesin ölümdü- ateş yağan kent
altüst olur, kötü kokulu bir duman çıkarak herkesi hasta eder (And, 2007, s. 227).
Ser virmek olur sırrı ‘ıyân eylemek olmaz (Şentürk, 2017, s. 419)
Gam taşıyla, demir kalbimi çakarsa, öküz gibi beni yanıcı ateşlerde yakarsa,
Circîs gibi boynuma urgan takarsa, ser vermek olur da sırrı aşikâr eylemek olmaz.
Nâilî, felek denilen kibirli hilebaza karşı sabırlı olunması gerektiğini, nitekim
ümmetinden büyük cefalar gören Circîs’in de sabrettiğini söylemekle, Circîs’in
çekmiş olduğu sıkıntılara telmih yapmaktadır.
Ölen insanı yahut hayvanı diriltme motifi Eski Ahit’te İlya ve Elişa
Peygamberler ile ilgili anlatıda da geçmektedir. İlk anlatıya göre Hz. İlya ihtiyar bir
kadının evinde misafir kalırken bu kadının oğlu hastalanarak ölür, kadının isteği ve
ısrarı üzerine İlya Peygamber dua ederek çocuğu diriltir. Elişa Peygamberin diriltme
157
İsa onlara bu sözleri söylerken bir havra yöneticisi gelip O’nun önünde yere
kapanarak, “Kızım az önce öldü. Ama sen gelip elini onun üzerine koyarsan, dirilecek” dedi.
İsa kalkıp öğrencileriyle birlikte adamın ardından gitti. İsa, yöneticinin evine varıp kaval
çalanlarla gürültülü kalabalığı görünce, “Çekilin!” dedi. “Kız ölmedi, uyuyor.” Onlar ise
kendisiyle alay ettiler. Kalabalık dışarı çıkarılınca İsa içeri girip kızın elini tuttu, kız ayağa
kalktı (Kızıldağ, 2018, s. 450).
kendinden geçmesi ve bilinci açık bir hâlde başına gelmiş olan her şeyi görmesi
ölmeden ölmek (nefsini öldürmek) sırrıyla ilişkilendirilebilir.91
Canımı Circîs gibi her nefeste yetmiş kere öldür. Bağrıma hançer vurum
kanımı her dem kanatır.
Circîs’i ele alan kaynakların bilimsel değeri yok denecek kadar azdır, onunla
ilgili bilgiler daha ziyade anlatı ve söylencelere dayanmaktadır. Circîs, Hıristiyanların
ermiş olarak kabul ettiği St. George ile aynı kişi olarak kabul edilmektedir. Ancak St.
George bir yandan Hz. Circîs diğer yandan da Hz. Hızır ve Hz. İlyâs’la
karıştırılmaktadır. Zira rivayete göre, 23 Nisan 303’te Roma imparatoru, St. George’u
Hıristiyanlar aleyhindeki bir fermanı yırttığı gerekçesiyle işkencelerle öldürtmüş ve bu
sebeple de o gün St. George Yortusu olarak kutlamaya başlanmıştır. 23 Nisan, kilise
takvimine göredir. Kilise takvimi ile bugünkü takvim arasında 13 gün fark olduğuna
göre 23 Nisan, 6 Mayıs’a yani Hz. Hızır ile Hz. İlyâs’ın buluştukları gün olan
Hıdırellez (Hıdrellez)’e tekabül etmektedir. Avrupa’nın kimi bölgelerinde mayısın
gelişinin kutlandığı bu bahar bayramı için yapılan simgesel oyunlarda St. George’u
canlandıran genç, yeşil yapraklara bürünür. Nitekim Hz. Hızır’a da bir hadise yeşil
manasına gelen el-Hazîr denilmiş, sonra bu giderek el-Hızr olmuştur. Bir hadiste
peygamber Hızır’a bu adın verilmesinin sebebi olarak, onun kuru bir yerde post
üstünde otururken hemen arkasında yeşil otlar belirmesi olarak açıklamıştır. Hz. Circîs
de üç kez öldürülüp, üç kez dirilmiş olmak, yani ölümsüzlüğü yönüyle Hızır ve İlyas
ile karıştırılmaktadır. Zira inanışa göre Hz. Hızır ile Hz. İlyâsda âb-ı hayat içmiş ve
ölümsüz olmuşlardır (And, 2007, s. 227).
91
Kaldı bir kişi dahı kim urdı âh
Cercîs idi kim eyitdi yâ İlâh (Âşık Paşa, 2000, s. 201)
159
Circîs gibi defalarca başın gitti ölmedin, meğerse Hızır’ın kadehinden âb-ı
hayat içmişsin.
Kimi rivayetlere göre Circîs kendisine yapılan bütün işkencelere rağmen hiç
ölmemiş, kimilerine göre ise ölüp yeniden dirilmiştir. Şiir her iki manaya da delalet
edecek şekilde kurulmuştur. Hem hiç ölmemiş hem de dirilmek üzere öldüğünden
gerçekten ölmemiştir. Her halükârda Circîs, defalarca ölümden kurtulmuştur. Şair, bu
durumu onun Hızır’ın kadehinden âb-ı hayat içmesine bağlamaktadır. Circîs’in
hikâyesi birçok anlatıyla müşterek motifler taşıdığından zaman zaman başka bir
hikâye ile iç içe geçebilmektedir. Misal olarak ölüyü diriltmiş olmak yönüyle Hz.
İsa’yla, ölmemesi yönüyle de Hızır ile İlyas anlatılarıyla karıştırılmaktadır.
92
Er anda olasın ki yüzün dönmeye Hakdan
Yitmiş kez ölürsen yolına şöyle ki Cercîs (Ahmedî, s. 403)
Dönem girû sana varam zîra ki ârım yokdurur (Yunûs Emre, 1990, s. 43)
Eğer beni Circîs gibi yetmiş kere de öldürsen, yine sana geri dönerim zira
utanmam yoktur.
Circîs’in kimi rivayetlere göre üç, kimilerine göre ise yetmiş kere öldürülüp
yeniden dirilmiştir. Circîs her ölüp dirildiğinde hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden
halkı inanmaya devam etmiştir. Şair, eğer ben de Circîs gibi yetmiş defa öldürülsem
dahi yeniden dirildiğimde yine sana gelirim zira arım yoktur demekle Circîs’in ölüp
yeniden dirilip davasına kaldığı yerden devam etmesine telmih yapmaktadır. O’na
dönmemek gibi bir imkân yoktur kavs-ı nüzul’la inen, kavs-ı urûc’la yine O’na
varacaktır zira her şey aslına rücu etmekle kaimdir.
3.5.2. Lokman:
Lokman, hikmetleriyle meşhur olan bir zattır. Kur’an-ı Kerim’de geçmesine
rağmen peygamber mi veli mi olduğu hususunda ayrılıklar bulunmaktadır. Rivayete
göre Hz. Davut zamanında yani Hicretten bin yıl önce Arabistan yarımadasının
Ummân bölgesinde doğmuştur. Hikmetli hayvan hikâyesi de yazmış olan bu
Lokman’ın Kur’an’da zikredilen Lokman olması ihtimali kuvvetlidir. Yine hayatı
hakkında teşekkül eden anlatılarda her derdin devasını bitkilerden elde etmiş, büyük
bir hekim olduğu söylenmektedir (Onay, 2016, s. 280).
Lokman’ın kim olduğu ile ilgili muhtelif rivayetler vardır inanışa göre Allah
ondan hükümet ve hilafetten birini seçmesini istemiş o da hükümeti seçmiş ve kültürel
işleri yürütmeye başlamıştır. Ebu’l-Futuh’un Hz. Peygamberden naklettiği bilgiye
göre Lokman, peygamber değildir ancak içtihat konularında hüküm veren bir kadıdır.
İyi düşünceli, Allah’ı seven, Allah’ın sevgili bir kuludur. Bir gün Davut’un Lokman’la
bir araya geldiğini ve Davut’un ona; “Ne mutlu sana Ey Lokman, sana hükümeti
verdiler ve belayı senden uzaklaştırdılar. Beni ise hilafetle imtihan ettiler” dediği
rivayet edilmektedir (İmâmî, 2019, s. 319).
Lokman ölüme dahi çare olacak ilacı bulmuş büyük bir hekimdir. O, bütün
dertlerin devasını bilir, hastalara şifa verir. Klasik edebiyatta sevgilinin dudakları
küçüklüğü sebebiyle bebekken konuşmuş olan İsa’ya teşbih edilir. İsa’nın bir diğer
mucizesi olan ölüyü diriltme mucizesinden dolayı nokta ağızlı sevgili; bir sözüyle âşığı
öldürür, bir sözüyle diriltir, bir sözüyle hasta eder, bir sözüyle de sıhhat bahşeder. Yani
Lokman’ın hikmeti de Mesih’in mucizesi de bu dudaklardadır. Beyitte çapraz leff ü
neşr yapılmış hastalara şifa verenin karşısına Lokman, ölüyü diriltenin karşısına da İsa
konulmuştur.
Lokman’ın ölüme çare bulması ile ilgili bir başka rivayet de şöyledir; Lokman
hekim öleceği günü önceden bilmiş, kızına öldüğü zaman vücudunun ağırlığının üç
misli sarımsak ezip oynak yerlerini doldurmasını ve vücudunu sarımsak ile
kapatmasını, öldüğünü de kimseye söylememesini, bunları yaptığı takdirde 24 saat
sonra dirileceğini söyler. Lokman dediği gün ölür, kızı da dediklerini harfiyen yapar
ancak o sırada kapı çalınır insan kılığına girmiş olan Cebrâil içeri girer. Lokman’ın
nerede olduğunu sorar, babasının tembihi tutan kız ona gerçeği söylemek istemez lakin
Cebrâil kızı çok sıkıştırır. Kız da babasının öldüğünü ağzından kaçırır bunun üzerine
Lokman bir daha ayağa kalkamaz (İvgin, 2013, s. 21).
Lokman hakkındaki bir başka rivayete göre ise onun, Habeşli bir köle yahut
İsrailoğulları’ndan bir kadı olduğudur. Kur’an’da hikmet ve hekimliğin piri olarak
sembolleşmiş olan Lokman’dan; oğluna öğütler verişi, onu tevhid ve ahiret konusunda
163
uyarması ve ilahi emirlere vasıta olması bağlamıyla söz edilmektedir. Lokman hekim
ile ilgili inanışlar hem Hristiyan hem de Museviler arasında yaygındır. Kökeni ile ilgili
de birçok anlatı vardır. Bir rivayete göre o, Hz. Davut ile aynı dönemde yaşamış ve
Hz. Eyyub’un de akrabasıdır. Anadolu inanışlarına göre Süleymân Bin-i Davut’un,
“Hikmet-ül Lokman” adlı kitapla amel edip, hastalara şifa verdiği rivayet
edilmektedir. Yine inanışa göre daha sonra da bu kitap Danyal Peygamber eliyle
Babil’e götürülmüş, orada iken İskender’in hocası Aristo kitabı Grekçe’ye tercüme
etmiştir. Mezkûr kitap Hârun Reşid zamanında da Arapçaya tercüme edilmiştir (İvgin,
2013, s. 20). Yunan mitolojisinde de hekim-tanrı inanışı bulunmaktadır. Kadim
inanışlara göre sağlık tanrılarından olan Asklepios, hastaları tedavi ve teşhiste o kadar
yüksek maharet göstermiş ki ölüleri dahi diriltmeye uğraşmıştır. Anlatıya göre
Gorgolar olarak bilinen üç kız kardeşten ikisi ölümsüz, Medusa da ölümlüymüş. Gorgo
ismi çoğunlukla Medusa için kullanılmaktadır. İnanışa göre başı yılanlarla çevrili olan
Medusa’nın ateş saçan gözlerine birisi bakacak olsa hemen taşa dönermiş. Bu sebeple
Gorgolardan hem insanlar hem de tanrılar şikâyetçiymiş. Sonunda Tanrıça Athena’nın
öğüdüyle Perseus, Medusa’nın başını kopararak onu öldürür. Medusa’nın akan kanı
da tıpkı Şâh Mârân’nın kanı gibi bir yanı hayat bahşeden bir yanı da ölüm sunan sihirli
bir kandır. Gorgo’nun sağ tarafından akan kan zehirli, sol tarafındaki ise faydalıdır. Bu
şifalı kanı Asklepios, Perseus’tan alıp, ölüleri diriltmek için kullanır. Bu durum uzun
süre bu böyle devam eder. Ancak Zeus, doğal düzeni bozan bu tanrının aşırı gücünden
rahatsız olur ve onu bir yıldırımla cezalandırıp yok eder (İvgin, 2013, s. 23). Yunan
mitolojisinde ölüme çare bulmuş bir diğer kişi de Polyeidos’tur. Rivayete göre Girit
kralı Minos’un yaramaz oğlu Glaukos bir gün bir fareyi kovalarken bal dolu bir küpün
içerisine düşerek ölür. Kral, oğlunu her yerde arar, en son cansız bedenini bulur.
Oğlunun ölümüne çok üzülen kral, onu geri döndürmek için her yolu dener bütün
hekimlere, kâhinlere haber salar. Kâhinler, krala oğlunu yalnızca Girit’te renk
değiştiren ineğin sırrını çözebilen kişinin geri getirebileceğini söyler. Bu sırrı da kâhin
Koiranos’un oğlu Polyeidos çözer. Bunun üzerine kral, Polyeidos ile oğlunun cesedini
bir odaya kapatır ve ona oğlunu geri getirmesi için çalışmasını söyler. Çocuğun
cesedinin başında bekleyen Polyeidos, cesede yaklaşmakta olan bir yılan görür cesede
zarar vermesin diye yılanı öldürür. Bir süre sonra içeriye bir yılan daha girer ve ölü
yılanı görünce hemen odadan çıkar, bir süre sonra ağzında bir otla geri dönüp otu ölü
yılana yedirmeye çalışır. Böylece yılanın dirildiğini gören Polyeidos, hemen geri kalan
otu kaparak çocuğa yedirir, bunun üzerine çocuk da dirilir. Oğlu dirilen kral,
164
Sen Hızır-dem Îsâ-nefes Lokman’a sıhhat yaraşır (Ahmet Paşa, 1992, s. 94)
Âlemin hastalığını hikmetle iyileştirmek için senin gibi Hızır içkili, İsa nefesli
Lokman’a sıhhat yaraşır.
Ölüme çare ile ilgili bir diğer anlatı Tibet mitolojisindeki tıbbın menşeine ait
anlatıda görülmektedir. Anlatıya göre Tsé-dze-per-ddu evinden üç günlüğüne
uzaklaşır ve döndüğünde de bütün ailesinin ölmüş olduğunu görür. O da ölümün
çaresini bulmak üzere ruhların şefinin bulunduğu ülkeye doğru yola koyulur. Birçok
maceralardan sonra ölüme çare olan ilacı çalar ancak ruhlar onu takip ederek elindeki
ilacı yere düşürürler, yere düşen ilaç dökülür (Seyidoğlu, 2017, s. 26) ve insanoğlu
ölüm için bulmuş olduğu çareyi bir kez daha yitirmiş olur.
3.5.3. Üzeyir:
Kur’ân-ı Kerîm’de sadece Tevbe sûresinde (9/30) bahsi geçen Üzeyir’in
kimliğiyle ilgili muhtelif görüşler bulunmaktadır. Kur’an yorumcularının bir kısmı
Bakara sûresinin 259. âyetinde yüzyıl uyuduğu bildirilen kişinin Üzeyir olduğunu
naklederler. İslam kaynaklarında açıkça ifade edilmemekle birlikte Müslüman
âlimlerinin çoğu Üzeyir’i Yahudi geleneğindeki Ezrâ ile özdeşleştirmektedir. Bir
mühtedi olan Semev’el-Mağribî, Üzeyir’in Ezrâ ile özdeşleştirilmesine karşı çıkar.
Ona göre Üzeyir, Elazar (Eliezer) kelimesinin Arapçalaşmış şeklidir. Çağdaş
165
elindeki tasla Üzeyir’in yanına gelip ona tas su sunar. Üzeyir, tastaki suyu içince
Tevrat bilgisine sahip olur. Daha sonra Allah onu İsrâiloğulları’na gönderir. Üzeyir
kendini onlara tanıtınca İsrâiloğulları, “Sen Üzeyir isen Tevrat’ı bize yazdır” derler.
Üzeyir de bunun üzerine Tevrat’ı onlara yazdırır. İçlerinden biri, “Babam Tevrat’ın
gömülü olduğu yeri bana haber vermişti” deyince Tevrat’ın gömülü olduğu yere gidip
Tevrat’ı çıkarıp, Üzeyir’in yazdırdığı Tevrat’la mukayese ederler. İsrâiloğulları, her
iki Tevrat arasında hiçbir fark görülmeyince Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğu için
Allah’ın onun kalbinden Tevrat’ı yok etmediğini söylerler. İslam kaynaklarında
Üzeyir hakkındaki bu rivayetler Yahudi tarihinde önemli bir yere sahip olan Ezrâ’yı
akla getirmektedir. Nitekim “pseudographik” metinlerden 4. Ezrâ’da da bu rivayetlere
benzer bir anlatım bulunmaktadır. Yahudi geleneklerine göre Ezrâ peygamber değil
ancak ondan da daha üstün bir konumdadır. Yahudi din bilgini rabbiler Ezrâ’yı, Hz.
Musa ile mukayese ederek onun da Hz. Musa gibi Tevrat’ı almaya layık olduğunu,
şayet Hz. Musa daha önce gelmemiş olsaydı Tevrat’ın Ezrâ’ya verileceğini
nakletmektedirler. Kur’an’ın indiği dönemde Hicaz bölgesi Yahudileri kurtarıcı mesîh
beklentisi içindedir. Ancak ezoterik inanç yapısına sahip bu bölge Yahudilerinin,
beklediği mesîh farklıdır. Muhtemelen onlar bu mesîhe “Tanrı’nın yardımcısı”
anlamında İbrânîce Azaryahu yahut Ozer diyorlar ve onun Tanrı’nın oğlu olduğuna
inanıyorlardı. Bu kelimeler Arapçaya Üzeyir şeklinde aktarılmıştır. Buna göre Tevbe
sûresindeki uzeyr kelimesinin bir isim değil, mesîhe verilen bir unvan şeklinde olduğu
düşünülebilir. Üzeyir unvanını taşıyan bu mesîh de Newby’nin işaret ettiği gibi Enoh
olmalıdır. Zira Enoh’a atfedilen sıfatlarla Hristiyanların mesîh diye Îsâ’ya atfettikleri
sıfatlar birbirine çok benzemektedir (Adam, 2012, s. 401). Bir diğer rivayete göre,
Babil Kralı Buhtunnasâr, Kudüs’ü yakıp yıktığı zaman 40 bin kişiyle birlikte Hz.
Üzeyir’in babasını ve dedesini de öldürür. Hz. Üzeyir çocuk olduğundan ve Tevrat'ı
okuyor olduğunu bilmediklerinden dolayı ona dokunmayıp, öteki çocuklarla birlikte
İsrail’e götürmüşlerdir. Buhtunnasâr’ın ölümünden sonra Kudüs onarılınca,
İsrailoğulları Kudüs’e dönerler. Ancak buradaki Tevratlar yakıldığı için burada Tevrat
yoktur, bunun üzerine Hz. Üzeyir, Tevrat'ı okuyup yazdırır. İslam kaynaklarındaki
rivayete göre ise Hz. Üzeyir, Kudüs’ün yakılıp yıkılmasına çok üzülür, bunun üzerine
Tanrı onun ruhunu alır. Yıllar sonra Kudüs yeniden onarılıp kurulduğunda ise hem ona
hem de eşeğine yeniden can verir. Kur’an’daki bir âyette harap olmuş bir kent
karşısında adı verilmeyen biri, büyük bir umutsuzluğa ve acıya düşer. Allah, o uykuda
iken onun ruhunu alır ve yüz yıl böyle kalır, yüz yıl sonra ise onu yeniden diriltir. Bu
167
kişi kısa bir süre uyuduğunu sanır ancak yanı başında bulunan eşeği kemik yığını
hâline gelmiştir. Allah’ın dilemesiyle eşeğinin kemikleri de bir araya gelip eklenir.
Eklenen kemikler üzerine et giydirilip içine ruh üflenir, eşek de böylece dirilip ayağa
kalkar. Allah’ın gücünü gören bu kişi onun her şeyi yapabileceğine inanır (Bakara S.,
259). İslam yorumcuları bu âyete dayanarak Kur’ân’da adı verilmeyen bu kişinin
İsrailoğulları peygamberlerinden biri olduğu hususunda birleşirler. Ancak kimilerine
göre bu kişi Zübdetü't-Tevârih’te yazdığı gibi Hz. Üzeyir, kimilerine göre ise bu kişi
Hz. Hızır’dır (And, 2007, s. 219).
Şeyhî, Hârnâme’de eşeğin ne kadar yaşlı olduğunu tasvir etmek için Üzeyir’in
eşeği dirilirken döşeğini altına ben döşedim demekle, Üzeyir ve eşeğinin ölüp, yeniden
dirilmiş olduğuna telmih yapmaktadır.
eşelediğini görür. Kâbil de kargayı taklit ederek kardeşini gömer93 (Aydemir, 2018, s.
37).
Müjdeler ey cân be-kef nâr indi kurbân üstüne (Nedim, 2017, s. 31)
Ateş renkli kılıca yaralı gönlünü sunmuş. Ey can, müjdeler olsun avuç içinden
ateş, kurban üstüne indi.
Âşık kurban olarak yaralı gönlünü sunmuş, avuçtan bu kurbanın üzerine ateş
inmiş, böylece kurban kabul edilmiştir. Kılıca müjdeler olması tıpkı kılıca and içilmesi
gibi kılıcın kutsiyetinden ileri gelmektedir. Kan dökücü olan kılıç, ateş renkli olarak
tasavvur edilmiştir. Avuçtan gelen ateşten kasıt da ateş renkli olan bu kılıçtır, yani
âşığın kurban olarak sunduğu yaralı gönlünün üzerine sevgilinin elindeki kılıçtan ateş
inmiş ve böylece onun kurbanını kabul etmiştir. Hâbil’in kurbanının üstüne inen ateş,
kurbanın kabul edilişini müjdelemektedir. Burada kurban üstüne ateş inmesiyle bu
duruma telmih yapılmaktadır.
93
Hârişinden el-amân kâbil mi kim ol âfetin
Girye mevc-efzâ-yı âh-ı hançer-i bîdâdıdır (Nedim, 2015, s. 260)
169
Âdem ile Havva buna şaşıp kaldı, bak iki kardeşe ne fitneler saldı. Dünya,
Hâbil’in muradını elinden alıp, Kâbil’e kan döktürdü. Kâbil’i sarhoş edip bir taş
attırdı, taş Hâbil’in başına denk geldi. Hâbil, kavim ile kardaşı koyup (ölüp) gitti.
Ondan bilin ki bu dünya fanidir.
Şiirde Hâbil ve Kâbil’in Âdem ile Havva’nın oğulları olduğuna, iki kardeş
arasına giren fitneyle Kâbil’in kardeşi Hâbil’in muradını yani onun evleneceği kızı
elinden alarak onu taşla öldürdüğüne telmih yapılmakta, bunun da dünyanın
geçiciliğine delalet ettiği söylenmektedir.
3.6.2. Hârût-Mârût:
Rivayete göre melekler insanların yeryüzünde fesat çıkarmalarına, haramla
helali ayırt etmeden günah işlemelerine şaşırıp onları Allah’a şikâyet ederler. Allah da
onlara insanın yaratılışında olan şehvetin onların yaratılışında olmadığını, bu sebeple
onların böyle konuştuklarını, şayet kendilerini sınamak isterlerse aralarından iki
meleği seçmelerini, bu meleklerin insan şeklinde yeryüzüne indireceğini söyler.94
94
( 2434) Melekler çünki gördiler bu hâli
Tecceru’ birle ettiler süvâli
…
(2436) Yaratdun yeryüzinde bir ‘ibâdî
Olupdur her biri emrine ‘âdî
95
İtdi bir sihr o zekân ey leb-i la‘l-i yâkût
Çeh-i Bâbîlde hemân asılı kaldı Hârût (Emrî, s. 308)
Bâbil kuyusunda meleği bağlı kılan da feleği yerinde duramaz eden de hem
aşktır.
hâlden hâle sokan da bulunduğu hâlden çıkaran da aşktır. Hârût ile Mârût’un Babil
kuyusuna düşmesinin nedeni de aşktır, Zühre’ye karşı koyamayan meleklerin sonu
Babil kuyusunda baş aşağı97 asılı olmak olmuştur.
Melekler esrük idi sekr ü meyden
Ey dudakları la’l, yakut olan senin o çenen bir sihir etti. Hârût hemen Bâbil
kuyusunda asılı kaldı.
Burada da yine bir üstteki beyitte olduğu gibi meleklerin Bâbil kuyusunda baş
aşağı asılı olduğuna telmih yapılmaktadır. Klasik şiirde sevgilinin çenesi, çukuru
hasebiyle kuyuya teşbih edilir. Sihirbaz olan bu cadının kuyusunda da elbette ki sihir
ve büyünün piri Hârût olacaktır. İnanışa göre Hârût ve Mârût kuyunun başına gelip de
talep edene sihir öğretmektedir. Sevgili, sihirleriyle Hârût’u dahi alt etmiş, kuyuda
derhal elini kolunu bağlamıştır. Ya da buradaki cadı sevgiliden kasıt Zühre’dir,
nitekim gerçek manada Hârût’u kuyuda astıran da odur.
Nasîbin ‘ışka aldurup makâmın zühreye vire (Yunûs Emre, 1990, s. 250)
97
Asılur ser-nigûn Hârût gibi
Çeh-i zulmânî-i Bâbilde ekser (Necâtî, 1963, s. 46)
Hârût-Mârût gökten yere aşk için indi, Zühre’nin yüzünü görünce Rahmân’ını
unuttu.
Çâh-ı Bâbil’de gözün Hârût’a sihr-âmûz idi (Ahmet Paşa, 1992, s. 268)
Çah-ı Bâbil’de eder Hârût-ı fettân ile bahs (Ahmet Paşa, 1992, s. 129)
Dostun cadı yan bakışı, sihir öğretmede Babil kuyusundaki fettan Hârût ile
bahse tutuşur.
Rivayete göre Babil kuyusunda baş aşağı asılan Hârût ve Mârût oraya gelerek
kendilerinden sihir ve büyü öğrenmek isteyen insanlara sihir öğretmektedir. Şair,
sevgilisinin gamzesinin Hârût’tan bile daha fettan olan bir cadı olduğunu söylemekle,
Hârût ve Mârût’un sihir öğrettiğine telmih yapmaktadır.
Sen Babil kuyusunda cadılarla bahse dalıp, fettan yan bakışını koyunca o da
âlemi yıktı.
Ansızın bir perinin aşk zincirine düştüm, şimdi bildim ki Âdem’in fıtratının
sebebi neymiş.
meleklere kendi aralarından iki kişi seçip onların arasına göndermelerini ister.
Melekler güvendikleri Hârût ve Mârût’u yeryüzüne gönderirler. Her şey yolunda
giderken bir gün bir peri kadar güzel Zühre gelir işte o zaman melekler Âdem fıtratını
anlamaya başlarlar. Silsile-i aşka düşmekten kasıt sevgilinin büklüm büklüm
saçlarında asılı kalmaktır. Cadı, hilebaz ve sihirbaz olan sevgili, âşığı saçlarına
dolamaktadır. Şair, sevgilinin âşığı asan siyah saçlarını Babil kuyusuna, kendisini de
orada saçlarından asılı olan Hârût-Mârût’a teşbih etmektedir.
Hârût ve Mârût nefislerine aldanıp şerrin gıdasını cana kut olarak verdiler.
Zühre’yi arzuladıklarından, o ne emrettiyse tamamıyla yaptılar.
Hârût ile Mârût, Zühre’ye karşı koyamayınca kendileri için kötülük yollarını
açarlar. Ondan gelen şer gıdasını canları için kutsal kabul edip bütün şartlarını kabul
ederler. Melekler böylece Zühre’nin bütün emirlerini yerine getirip kendi canları için
de en büyük kötülüğü yapmış olurlar zira Zühre’nin emirleri onların felaketi olur.
Hakkın dergâhından sürülen melekler kıyamete kadar kuyuda asılı kalma cezasına
çarptırılır.
3.6.2.1.Cadı:
Cadı; yeryüzünde yaşayan, cinler ve kötü perilerle konuşan, korkulu ve gizli
şeyleri bilen, kılık değiştirebilen yaşlı kadındır. Anadolu’da yaygın olan bu cadı inanışı
Yunan-Roma mitolojisindeki Kilke’ye benzemektedir. Yine bu “masal” motifine
Sümer, Akad, Mısır mitolojilerinde de rastlanmaktadır. Hititler de böyle kötü cinlerin
varlığına inanmaktadır. İnanışa göre ölümden sonra başka varlıklara geçen bu kötü
ruhlar; insanları birbirine düşürmek, evi, barkı dağıtmak gibi fesat işler yaparmış
(Eyüboğlu, 2014, s. 96).
Bin eski çanak, çömlek, bolca bitkisel yağ sihir aletleri yanında hazır. Bazen
buluta binip rüzgâr olurdu bazen de ateşe feryat ettirirdi.
Gâlib, büyücüyü bir sürü eski çanakların içerisinde türlü yağlardan oluşan büyü
âletlerinin yanında tasvir etmiştir. Bu cadı, bazen buluta binip rüzgâr gibi uçmakta
bazen de ateşten türlü cızırtılar çıkartıp onunla büyüsel bir şeyler yapmaktadır. Burada
da cadı, tıpkı Kerem ile Aslı Hikâyesindeki cadı gibi küpe/çanağa binip uçan, türlü
kötülükler saçan bir kocakarı olarak hayal edilmiştir.
O cadı gibi gözleri ben bildim kimdir. Göz süzüp, kırpan hilekârı bilen bilir.
Klasik şiirde sevgilinin gözleri, âşığı büyüleyip avlamak yönüyle cadıya teşbih
edilir. Şair, sevgiliyi göz süzüp, sihir yapan hilekâr bir cadı olarak tasavvur ederek
cadının büyüyle kötülük saçan bir yaratık olduğuna gönderme yapmaktadır.
182
100
Kâkül-i sünbülün âşüftesidür gül yüzünün
Diler isen suya at anı dilersen oda yak (Emrî, s. 139)
Gözün, vuslat zamanını tayin edip gönül bağını açar. Nitekim cadılar da
kilitleri sihirle açar.
Sevgilinin, efsunla kilit açan bir cadı gibi göz süzüşüyle gönül bağını, ipini
açtığını söylenerek, cadıların sihirli güçleri olduğuna gönderme yapılmaktadır.101 Şair,
sevgilisinin kilidinin yalnızca kendisinde olduğu gönül kapısını açıp içeriye girmesini
dilemektedir. Büyüsel ritüellerle kısmet yahut da nazar düğümüne benzer sıkıntılı
durumlar da yine cadı/büyücüler tarafından çözülmektedir. Cadı, sözcüğü bazen de
büyü yapabilen koca karılar için söylenir. Ancak burada insanüstü güzellikteki kız
manasında kullanılmıştır.
Sen Babil kuyusunda cadılarla bahse dalmışken, fitne çıkaran yan bakışını
koydun (o da) âlemi yıktı.
Babil kuyusundaki cadılardan kasıt Hârût ve Mârût’tur. Sihir ile anılan Hârût ve
Mârût’un asılı oldukları Bâbil kuyusu zamanla bir sihir okuluna dönüşür. İnsanlar
oraya gidip bu işin pirlerinden sihir ve büyü ile ilgili bilgiler alır. Sevgilinin yan bakışı
da sihir ve büyünün kaynağı olan Babil kuyusundan sihir talim etmiş, âlemi yıkacak
kadar güçlü bir cadı olmuştur.
Cadılara benzer bir diğer tür de âfet-i âbdır. Afetler de yine cadı ve perilerde
olduğu gibi insanı bir bakışta aşk belasına düşürecek kadar güzel kimseler hakkında
kullanılan bir tabirdir. Ahmet Talat Onay; başı, kız başı gövdesi, arslan şeklinde iki
kanatlı yaratıklara “âfet” dendiğini, Mısırlıların Sfenksine benzer olağanüstü
güzellikte olan bu kızların yüzünü görenlerin bir bakışta aşk derdine düştüklerini
Lügat-i Ebüzziyâ’dan nakletmektedir (Şentürk, 2016, s. 107). Yarı insan yarı balık
olan âfet-i ab günde bir kere suda görünerek cevherden bir aynada kendini seyreder
sonra tekrar suda kaybolurmuş (Onay, 2016, s. 37). Kelime Burhân-ı Kâtı’de âb-ı
Kebûd, derya-yı Çin olarak geçmektedir. Mâlik-i derya olarak da adlandırılan bu su
kızları, rivayete göre girdaplara yakın yerlerde yaşar. Civarda geçen gemilerin
dümenine saçlarını dolayıp onları batırır, şayet gemi batmadan kız görülürse de gemiyi
altınla doldururmuş102 (Onay, 2016, s. 284). Tepegöz’ün su perisi annesi, Uygurlarda
su iyeleri, Oğuz Kağan’ın gökten su içine inen ilk hatunu örneklerinde olduğu gibi su
kızları Türk mitolojisinde yaygın görülen bir motiftir. Halk inanışlarında deniz cinleri
kategorisinde deniz ve göllerde yaşayan “Denizkızı” denilen efsanevi yaratıklar yer
almaktadır. Artvin’deki Kara Göl’de çevre ıssızlaşınca gölden çıkarak saçlarını
tarayan kızlar olduğuna inanılmaktadır. Akdeniz medeniyetlerinde Denizkızı
(Sirenler)’e dair birçok anlatı vardır. Deniz ve göllerle ilgili diğer inanışlarda da bir
kaza veya ceza sonucu deniz cinlerine dönüşen insanlar ile ilgili inanışlar
bulunmaktadır. Bir efsaneye göre Kırımlı Arı-Kız yaşlı ve mevki sahibi bir adamla
evlenir. Ancak Arı-Kız başka bir adama sevdalıdır, kollarında çocuğuyla kendisine
sulara bırakır. İnanışa göre cine dönüşmüş olan Arı-Kız, yaz aylarında gölden çıkarak
kendisini gösterir. Bir başka efsane de sıcak bir su kanalında boğulan yeni evlenmiş
bir kadın ile ilgili anlatıdır. Anlatıya göre genç kadın daha sonra gölün taşkınlıklarında
yüzen bir ördek biçiminde görülmüştür (Boratav, 2016, s. 59).
Ey Zâtî, yârimizin afet-i devranlığı var, kime uğrarsa onun sabır yoluna afet,
felaket uğrar.
Ah el aman ne gördüm bir afet-i can gelip yanıma Güneş gibi parıltı saçtı.
Afet-i can da yine afet-i devranda olduğu gibi felakete uğratandır. Ancak onun
asıl kastı canadır. Âşığa türlü eziyetleri reva gören sevgili, bu yönüyle afet-i candır.
Şair, sevgilisinin güneş gibi parlak ve kudretli bir afet-i can olduğunu söylemekle çok
fazla acı çekmiş olduğuna, işinin bu minvalde zor olduğuna gönderme yapmaktadır.
Felek, İbrahim Ethem gibi altın tacını terk etti. Siyah nur onun gönlünü mekân
eylese (buna) şaşılır mı?
Feleğin altın tacından kasıt Güneş’tir. Feleğin Güneş’i terk etmesiyle akşam
olacak, karanlık çökecek, böylece siyah nur onun gönlünü mesken tutacaktır. Felek,
İbrahim Ethem’e, Güneş de onun tacı ve tahtına teşbih edilmiştir. Gün batımından
sonra çöken gece hüsn ü ta’lil ile altın tacını terk eden feleğin gönlüne çöken siyah nur
şeklinde hayal edilmiştir. Beyit bu yönüyle, İbrahim Ethem’in gayet kudretli bir
sultanken ilahi bir ikazla tacını ve tahtını terk etmiş olmasına telmih yapmaktadır.
İbrahim Ethem, her şeye sahip bir hükümdarken, ilahi bir ikazla dünya
malından vazgeçerek tasavvuf yoluna girer ve ömrünün büyük bölümünün mağara ve
çöllerde geçirir. Kimi araştırmacılar İbrahim İbni Ethem ve Buddha’nın efsanevi
hayatları arasındaki müşterekliğe dikkat çekmektedir (Tökel, 2016, s. 320).
Rivayetlere göre İbrahim Ethem; daima yalın ayak gezer, kışın sadece bir posta sarılır,
kazandığı paranın çok az kısmını yiyeceği ayırır geri kalanı da ihtiyaç sahiplerine
dağıtırdı. Yani “bir lokma bir hırka” yaşayarak dervişliğin hakkını vermeye çalışan
mutasavvıflardandır.
Hak katında hâs oldı bir eski palâs ile (Yunûs Emre, 1990, s. 273)
Tahtını terk eden Ethem’i görmez misin? Hak katında eski bir çul ile has oldu.
Yine burada da İbrahim Ethem ile özdeşleşmiş olan onun, tacını ve tahtını terk
edişine telmih yapılmaktadır. Şair, İbrahim Ethem’in hikmet dolu menkıbevi hayatını
delil göstererek, dünya nimetlerinden geçmiş olanların daha kıymetli olduğunu; nasıl
ki İbrahim Ethem, dünyevi mal ve kudretinin sembolü olan tahtını ve tacını terk edip
dervişlik hırkası giymiş ve bununla da Hak katında daha makbul sayılmışsa kişinin de
dünyevi arzulardan soyunup, aşk çulunu eğnine giymesi gerektiğini söylemektedir.
Kâbe, siyah saçlarınla cübbesini paramparça etti. Bu hâliyle onu yamalı hırka
giymiş İbrahim Ethem sandılar.
3.6.4. Senâi:
Asıl Hakîm Ebü’l-mecd bin Âdem Gazneli olan Senâi büyük şair ve âlimdir.
Dönemin Gazneli hükümdarı İbrahim’in nedimidir. Rivayete göre bir sabah vakti
katırına binmiş saraya gelirken katır bir külhanın önünde durur, uşaklarıyla ne ederse
de katırı yürütemezler. Bunun üzerine Senâi katırdan iner ve dizlerine kadar çamura
batar. O sırada külhanda bâtınî ilimlere vasıl olmuş, ünlü mutasavvıf Külhanî-i Lâyhâr
oturmuş, kırık bir tasla şarap içmektedir. Şarap tortusu içen bu zatın dünyaya ve dünya
malına dair söylediği esrarlı sözler ve gösterdiği kerametler neticesinde Senâi,
dünyadan el çekip inzivaya çekilir. Dünyaya dair söylemiş olduğu sözlerden dönerek
şiirlerini yakar ve daha sonra tasavvufa dair şiirler kaleme almaya başlar (Onay, 2016,
s. 274).
çekip hamamda oturup kül yiyip şarap tortusu içen, bu yüzden de Külhânî-i Lâyhâr
olarak anılan bu zat, Senâî’nin manevi uyanışına vesile olan kişidir. Rivayete göre,
dönemin padişahına gayet yakın bir konumda olan Senâî bir gün sultana yazdığı bir
kasideyle saraya gitmektedir. Külhanın önünden geçerken Lâyhâr’ın dünyaya ve
dünya malına dair söylediklerini işitir ve manevi bir aydınlanmayla tasavvuf yoluna
girer. Sembolik olarak Senâî tasavvuf yolunun en başı, Lâyhâr da varılacak en son
mertebedir. Şair bu sebeple Senâî’yle başladıkları yolda Lâyhâr’a dek gitmek, böylece
kavs-ı hurûç’unu tamamlamayı dilemektedir.
3.6.5. San’ânî:
Asıl adı Ebûbekr Adürezzâk bin Hümâm bin Nâfi’ olan ünlü mutasavvıf bu zat
Yemen’in merkezi olan San’â şehri ile Şam civarındaki San’ân köyüne nispetle
San’ânî diye anılmaktadır. Şeyh Sen’ânî büyük bir âlim, 400 müridi olan nefes sahibi
bir şeyhtir (Onay, 2016, s. 394). Hakkında pek fazla malumat bulunmayan mezkûr
şeyhin menkıbevi hayatı Feriduddin Attar’ın meşhur eseri Mantıku’t-tayr’dan edinilen
bilgiler ışığında aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Buradaki rivayete göre Şeyh, bir gece
düşünde Rum ülkesinde puta secde ettiğini görür. Bu düşün neye yorulacağını düşünüp
dururken, bunu anlamak üzerine dervişleriyle Rum ülkesine gitmeye karar verir.
Ülkeyi baştan başa dolaşırlar. Şeyh, bir gün bir evin önünden geçerken evin
penceresinde gün yüzlü, ay kaşlı, la’l dudaklı, güzelliği ile baş döndüren bir Hristiyan
kızı görür ve görür görmez de kıza âşık olur.106 Akşama kadar kızı seyreden Şeyh,
akşam olunca da ağlayıp sızlamaya başlar. Dervişleri başına toplanıp onu
vazgeçirmeye çalışsalar da Şeyh, herkese kendince bir cevap verir. Dervişler,
sözlerinin ona kâr etmediğini anlayınca ona acır ve üzülürler. Şeyh, dervişlerinden
uzaklaşır sevgilisinin mahallesindeki köpeklerle dostluk etmeye başlar. Yemeden,
içmeden sevgilisinin mahallesinde bir ay bekleyen Şeyh, sonunda hastalanıp başını
eşiğe koyar.107 Kız bu ihtiyar şeyhin kendisine âşık olduğunu öğrenince onunla dalga
geçip hor görür, bu yaşında kendisiyle arkadaşlık edemeyeceğini bu sebeple bu
sevdadan vazgeçmesi gerektiğini söyler. Ancak Şeyh kıza ne söylerse söylesin asla
vazgeçmeyeceğini söyler. Kız bunun üzerine eğer sözünün eriyse kendisi için ya puta
Anun fettân saçı küfri çıkardı sûfì(y)i dinden (Şeyhî, 2018, s. 130)
107
‘Aceb zülfün çelîpâsı ne sûretden görindi kim
Perîşân itdi sevdâsı huzûr-ı pîr-i San’ân`ı (Hamdullah Hamdî, s. 74)
189
Kız, uyanınca gönlü ateşler içerisinde yanmaktadır. Feryad ve figan içerisinde Allah’a
yalvarıp tövbe eder. Kız pişmanlık ve Şeyhe duyduğu muhabbet neticesinde sararıp
solmaya başlar. Bu durum Şeyhe malum olur şeyh müritleri ile geri dönünce kızı gözü
yaşlı, bî-tâb hâlde bulurlar. Kız af diler ve Müslüman olur daha sonra da canını Hakk’a
teslim eder (Zavotçu, 2006, s. 510). Buradaki kızın, nefsini terbiye etmiş bir şeyhin
bile karşı koyamayacak kadar güzel olması, ayrıca kendi dininden olmaması gibi bir
engel varken bile vazgeçmemesi, kızın sunmuş olduğu koşullar ve şeyhin seçmiş
olduğu şart ve nedeni gibi motifler hemen ilk bakışta Hârût – Mârût ile Zühre arasında
geçmiş olan hadiseleri hatırlatmaktadır.
Şeyh San’ân’a bir an yâr oldu, o da dinini terk edip zünnar kuşandı.
Hristiyan güzeli, vuslatına talip olan Şeyh-i San’ân’a bazı şartlar koşar. Şeyh,
bunlardan en hafifi olduğunu düşündüğü şarap içmeyi kabul eder. Ancak sarhoş olan
Şeyh, kâfir güzelinin kendisine yâr olması koşuluyla diğer şartları da yerine getirir.
Sevgilisi uğruna dinini terk eden Şeyh, dervişlik hırkasını indirip, zünnâr kuşanır.
Yine burada da bir üstteki beyitte olduğu gibi kâfir güzelinin şeyhe koştuğu
şartlara telmih yapılmaktadır. Şeyh-i San’ân, âşık olduğu Hristiyan güzelinin bütün
şatlarını yerine getirir. Ancak kâfir güzeli bunlarla yetinmeyip son olarak şeyhin
imanını da ister. Aşka karşı koyamayan şeyh de dervişlik hırkasını indirip zünnar
kuşanır. Aşk, karşı konulamaz bir duygu olduğundan böylesine büyük bir âlimi dahi
ömrünün sonlarında dinden çıkarmasına şaşırılmamalıdır. Nitekim meleği bend eden
de Şeyh’i kâfir eden de aşktır.
Şarâb iç gel, dedi âdet budur âyîn-i ayyârda (Onay, 2016, s. 395)
191
Müslüman ol sana kurbân olayım dedim, o kâfir ise hilekâr meclislerde âdet
budur şarap içip gel dedi.
Burada, kâfir güzelinin Şeyh-i San’ân’a koştuğu bir diğer şart olan domuz
çobanlığı yapmasına telmih yapılmaktadır. Şeyh, en masum olabileceğini düşündüğü
şarap içme şartını kabul edince, beline zünnâr da kuşanır kâfir illerinde domuz da
otlatır.
Buna benzer bir anlatı da Hint mitolojisinde yer almaktadır. Hint tasavvufunda
İslam tasavvufunda “gaflet” denilen hadiseye “unutkanlık” denmektedir. Şeyh
San’ân’ın bir aşk yüzünden düştüğü “gaflet”e Hint Orta Çağı’nın en meşhur yoga
ustalarından olan Matsyendranat da düşmüştür. Rivayete göre Matsyendranat
Seylan’da bulunduğu sırada Kraliçeye âşık olur ve kendi kimliğini tamamıyla unutarak
onun sarayına yerleşir. Onu kendisine getirmek görevi de tıpkı San’ân’ın dervişlerinde
olduğu gibi onun dervişi Goraknat’a düşer. Goraknat gizemli şarkılarla onun gerçek
kimliğini hatırlamasını sağlar (Eliade, 2018, s. 157). Görüldüğü gibi birçok mitos
müşterektir, “din ulusu”nun kendine gelmesi de yine dini ritüellerle olmaktadır.
İslamiyet’te rüya ve dua, Hinduizm’de törensel şarkı ve danslar.
3.6.6. Câmasb:
3.6.7. Mansur:
Asıl ismi Ebû’l- Magısü’l Hüseyn b. Mansûru’l- Beyzavî olan ünlü Hâlâc-ı
Mansûr, meşhur sûfîlerdendir. Abbasî hâlifesi Muktedir zamanında yaşamıştır.
Şeriata aykırı halleri sebebiyle zindanlara atılmış, eziyet görmüş, fikrinden
dönmeyince de öldürülmüştür (Onay, 2016, s. 285). Hakkındaki rivayetlere göre
Mansûr, zühd ve itikat sahibi biridir. Onun tasavvuftaki üstadı Ebu Amr Osman-ı
Mekkî’dir. Cüneyd-i Bağdadî ile de sohbetleri olmuştur. Tasavvuf yolunda ilerleme
kat edip fenafillaha ulaşan Mansûr, cezbe hâlinde “Ene’l-Hakk” der ve bunun üzerine
şirk ile suçlanıp hapse atılır. Sekiz yıl hapiste kalır. Hapiste “Tavasî” adlı tasavvufi bir
eser kaleme alır. O sırada Karmatîler, Kâbe’yi tahrip eder mahkeme de bundan
Hâlâc’ın sözlerini sorumlu tutar. Bunun üzerine kadı Ebû Ömer-i Hammâdî de onun
katline ferman verir. Rivayete göre kafası kesilerek öldürülen Mansûr’un kanı Dicle
nehrine akınca, nehir Kelime-i Tevhîd söyleyerek taşar ve suların akıp ulaştığı bitkiler
de Kelime-i Tevhîd söylemeye başlar. Mansûr, zindanda yazmış olduğu bir beyitinde
kendisinden sonra suların taşacağını ve bu suları da ancak kendi küllerinin
durdurabileceğine dair işaretler gizlemiştir. Suları coşan Dicle’yi durduramayan halk,
sonunda Mansûr’un defterleri arasında buldukları bir beytinden hareketle bu durumun
düzelebileceğini anlar. Bunun üzerine Mansûr’un, cesedi yakılarak Dicle nehrine
atılır, ancak o zaman her şey normale dönmeye başlar (Pala, 1990, s. 204).
Korku gitdi gönlümden Mansûr’am dâra geldüm (Yunûs Emre, 1990, s. 142)
3.6.8. Ma’ruf:
Asıl adı Ebû Mahfûz Ma’ruf b. Firûzân olan Ma’ruf, Hristiyan bir ailenin
çocuğudur. Bağdat’ın Kerh mahallesinden olduğundan Kerhî diye de anılmaktadır.
Hristiyan mektebinde okumaya başladığında hocası “Tanrı üçtür” dedikçe o, “Tanrı
birdir” diyerek itiraz eder. Bunun üzerine sürekli dayak yer ve sonunda evden kaçıp
Müslüman olur. Daha sonra eve dönüp annesi ve babasının da Müslüman olmasını
sağlar. Bütün hayatını zühde, takvaya veren mutasavvıf bir zattır (Pala, 1990, s. 323).
Ma’ruf’un durağı, Cüneyd’in cilve ettiği yer, Behlül’e delilik zinciri, Mansûr’a
darağacı olmuş olan da bundandır.
3.6.9. Behlül:
Aslen Kûfeli olan Ebû Veheb bin Ömer-i Sayrafî, Behlûl-i Dânâ adıyla
meşhurdur. Kendisini dîvâne gösteren ârif bir zattır. Hârûn-i Reşîd onu kardeş
edinmiştir (Onay, 2016, s. 88).
Behlül ile Hârûn-ı Reşîd kıssasına bak, gönül ehlinin akıllısı Mecnûn’a doğru
yolu gösterir.
Burada Behlül Mecnûn’a, Hârûn-ı Reşîd ise akîl kimseye teşbih edilmiştir.
Neş’et, gönül ehlinin akıllısı yani irfan sahibi kimse Mecnûn’u irşad eder, ona doğru
yolu gösterir demekle Behlül’ün, Hârûn-ı Reşîd’in manevi uyanışına vesile olduğuna
telmih yapmaktadır.
3.6.10. Nemrud:
Nemrud, bir isim değil Babil kralları için kullanılan bir sıfattır. Ancak
Nemrudların en meşhuru Hz. İbrahim zamanında yaşamış olan Nemrud’dur. Acımasız
bir kral olan Nemrud, tanrılık iddiasına girmiş, zulümle halka Tanrı olduğunu kabul
ettirmeye çalışmıştır (Onay, 2016, s. 221). Rivayete göre Nemrud, bir gün düşünde
üzerinde bir yıldız parladığını görür. Bu yıldız o kadar parlaktır ki ziyasından Güneş
dahi görünmez olur. Bu rüya üzerine Nemrud, çok korkar ve kâhinlerine rüyayı
yorumlatır. Kâhinler, Nemrud’a memleketinde yeni doğacak olan bir çocuğun
kendisini yok edeceğini söyler. Bunun üzerine Nemrud, yeni doğan erkek çocuklarını
öldürmeye başlar ve tedbiren erkekleri kadınlardan ayırarak onlarla başka bir köye
yerleşir. Günlerden bir gün Nemrud’un kadınların bulunduğu köyde bir işi çıkar o iş
için de en çok güvendiği kişiyi, yani Hz. İbrahim’in babası Azer’i gönderir. Eve
gitmemesi yönünde tembihte bulunup onu yollar. Azer, kısa süreliğine eve uğrar ve
karısı Hz. İbrahim’e gebe kalır. Nemrud’un öğrenmemesi için onu bir mağaraya
yerleştirir ve Hz. İbrahim burada doğar. On beş günlük bebek olan İbrahim,
annesinden kendisini mağara dışına çıkarmasını ister ve orada doğayı gözlemleyerek
“Rabb”ini arar (Aydemir, 2018, s. 57). Dürr-i Meknun’a göre Nemrud, Şehnâme’deki
Keykâvûs’tur. Mezkûr eserde, “Sonra İbrahim Peygamber gelerek, Keykâvus’u yani
Nemrud’u Allah’ın varlığına ve birliğine davet etti. Birçok kavgalar oldu. Ateşten
sonra Hakk Teala, sivri sineğin askerlerini gönderip Nemrud’u kahr eyledi” (Ahmed
Bîcân, 1999, s. 49) denmektedir. Yine Ferahani de semitik mitlerin İslamî dönem
anlatı motifleriyle iç içe geçmiş olduğunu Keykavûs’un da tıpkı Nemrud gibi cennete
yükselmek gayesiyle yüksekçe bir kule yaptırıp oradan Tanrı’ya ateş ettiğini
söylemektedir. Bu yükseliş ruhun yükselişinin bir alegorisidir, burada gaye ruhun
yükselerek şeytana galebe çalmasıdır (1695, s. 216)
Aciz bir sivrisineği Nemrud’a saldın, onunla malını ve mülkünü elinden aldın.
109
Düşmen-i mağrûrun olma satvetinden tersnâk
Peşşe vîrân-sâz-ı mağz-ı nahvet-i Nemrûd olur (Nâbî, 2020, s. 545)
196
Adil olan o şahlar şahının gül bahçesini yakıcı düşman eyleyen, Nemrud’un
ateşini de İbrahim’e gül bahçesi eder.
3.6.11. Kârûn:
Kârûn ismi Kur’an’da el-Kasas; 28/76-82, el-Ankebût; 29/39, Gâfir; 40/24
olmak üzere üç yerde geçmektedir. Son iki ayette Kârûn, Hâman ile birlikte,
Firavun’un İsrâîloğullarına zulmeden müşrik bir nazırı olarak anlatılmaktadır. Musa
ile olan yakınlığı hakkında Kur’an’da Musa’nın kavmindendi (el-Kasas; 28/76)
denmektedir. Bu sebeple onun Hz. Musa’nın akrabası olduğu düşünülmüştür. Bazı
rivayetlere göre amcasının oğlu, bazılarına göre teyzesinin oğlu bazılarına göre ise Hz.
Musa’nın amcasıdır (Aydemir, 2015, s. 277). Rivayete göre toprağı altına çevirmiş
olan kimyayı111 öğrenmiş ve bu sebeple de hayli zengin olmuştur. Hz. Musa’nın zekât
ver çağrısına karşı malının ve mülkünün hesabını yapınca zekâtının çok tuttuğunu
görmüş ve vermeye yanaşmamıştır. Bunun üzerine Hz. Musa’nın duası sonucu malıyla
birlikte yerin dibine batmıştır112 (Levend, 1984, s. 152). Moğol, Buryat ve Kazak
mitolojilerinde de zengin oldukları hâlde Tanrı’ya karşı cimri davranan ve bunun
sonucunda da yerin altına batan cimri motifi bulunmaktadır. Kazaklardaki Karınbay
(cimri) hakkındaki anlatmanın Moğol versiyonuna göre Tanrı, yoksun bir insan
kılığına girip Duut ve Dönön adlı zenginlerin ülkesine gider. Duut da Dönön da o kadar
zenginmiş ki mallarının hududunu bilmezlermiş. Tanrı, Dönön’ün evine varıp yiyecek
Kârûn’ı da yir yutdı Âdil Nuşirvân kanı (Yunûs Emre, 1990, s. 322)
197
bir şeyler ister, malının çokluğu mukabilinde cimri olan Dönön o sırada ağaç
yontuyormuş. Fakir bir insan kılığındaki Tanrı’ya dönüp kendilerinin ağaç yongası
yediğini, başka yiyeceklerinin olmadığını ona da ancak bunu verebileceğini söyler.
Gazaplanan Tanrı, bu merhametsiz zenginlerin mallarını yabani hayvanlara
dönüştürür. Kazak ve Kırgız varyantında da bütün bunlar olduktan sonra Karınbay’ı
da yer yutar (Toyşanulı, 2020, s. 47).
Cümlesi öfke ve tehlikeye uğrayıp, Kârûn’un malı gibi yerin dibine geçti.
Kârûn, Hz. Musa’nın zekât verme çağrısını kabul eder lakin malının zekâtını
hesaplayınca bunun çok tuttuğunu görür ve bunun üzerine zekât vermekten vazgeçer.
Dinin emri olan zekâtı vermeye yanaşmayan Kârûn, Musa’nın duasıyla malıyla yerin
altına batar. Taşlıcalı Yahya, yoldan sapan birçok kavmin öfke ve tehlikeye uğrayıp
helak olduğunu, Kârûn’un da malıyla birlikte yere batmış olduğuna telmih yaparak
açıklamaktadır.
3.6.12. İskender:
Şair, sevgilisinin âşığın gönül kuşunu avlamak için fitneyle serptiği benlerini;
küçüklük, siyahlık ve yağmacılık bakımından Ye’cüc ve Me’cüc kavmine teşbih
etmektedir. İskender ve askerleri Asya seferi sırasında dağın kenarında bir şehre uğrar
halk bunları çok güzel ağırlar. Bunun üzerine İskender, halka bir ihtiyaçları olup
olmadığını sorar halk da boyları bir karış olan Ye’cüc- Me’cüc kavminin dağı aşıp
kendilerini incitip yağma ettiğini söyler. İskender, halkı bu kavimden kurtarmak
maksadıyla bir sed yapar. Şiirde de halkı fitne Ye’cüc’ünden kurtaran İskender beni
de fitne saçan benden kurtarabilir mi denmekle bu hadiseye telmih yapılmaktadır.
Ayrıca Yunanlı İskender terkibiyle İskender’in kimliği hakkında da bilgi verilmekte,
İskender’in Makedonya kralı Philippos’un oğlu olduğu görüşü desteklenmektedir.
suyunu aramış, ancak suyu Hızır bulup içmiştir. Barbar dünyayı evrenin bilinebilen
yerine kadar süren ve gece ülkesine giren, ölümsüzlüğü bulmak için orada bin yıl
yürüyen İskender, ürkütücü Asya’ya bir avuç askerle giren ve dünyayı önünde
eğilmeye zorlayan kişiye yaraşır bir seleftir. Her iki İskender de Batı’nın ve Doğu’nun
efendisi manasında “iki boynuzlu” adıyla anılmaktadır (D’istria, 1982, s. 25). İki
boynuzlu diye adlandırılan cihan hâkimi hükümdar tipi Oğuznâmelerde de
bulunmaktadır. Oğuz Kağan, dünyayı bir bayrak altında birleştirerek Tanrı misyonunu
yerine getiren “iki boynuzlu” hükümdar tipinin prototipidir. Ebulgazi Bahadır Han,
Şecereyi Terakime’de Oğuz’un, Hz. Peygamberden beş bin yıl önce yaşamış olduğunu
ve bu yönüyle de onun İranlıların ilk hükümdarı ile aynı yaşta olduğunu söylemektedir.
Rüstem Paşa, Osmanlı Sülalesinin Tarihi adlı eserinde Oğuz hakkında şunları söyler;
“Kur’an’da Oğuz Han ‘iki boynuzlu’ adı ile hatırlanır. Bu o Oğuz’dur ki babasını
öldürerek hâkimiyeti ele geçirmişti. Onun dedeleri Hz. İbrahim’in hak dininde idiler”
(Bayat, 2016, s. 42). Klasik Türk şairi de hükümdarını “yerkürenin” hükümdarı olarak
görmek istediğinden şiirlerinde ona bunu hatırlatmakla görevlidir. Cihan hâkimiyeti
kurmak isteyen Türk hükümdarları kendilerine öncelikli olarak Oğuz Kağan’ı örnek
almaktadır. Hedefleri de Oğuz’un deyimiyle “Kün tuğ bolgıl, kök kurıkan” Güneş’i
bayrak, gök kubbeyi çadır edecek ve bu çadır altındaki bütün topraklara hükmetmek
olacaktır. Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar hükümdarlık etmek ideolojisi
“yay” ile sembolleştirilmiştir. Oğuznâmelerde ilkel şekilleri görülen devlet gelenekleri
İslamiyet’ten sonra İslamî devlet anlayışıyla kaynaşarak yeni bir devlet tipine
dönüşmüştür. Oğuz Kağan’da fütuhat yapan, cihan devleti mefkûresini yaşatan “alp
tipi” yerini (Bayat, 2016, s. 56) gayesine din için savaşmayı da ekleyen gazi tipine
bırakmıştır. Yine Yusuf Has Hacib de Kutadgu Bilig’de dünyayı idare etmenin Tanrı
borcu olduğunu ve hükümdarın gün batımından gün doğumuna kadar bütün dünyayı
bir bayrak altında birleştirmesi gerektiğini söylemektedir (Bayat, 2016, s. 57).
İskender gibi yedi iklime talip olma saadetine erişmiş olan, Süleymân gibi
rüzgâra hükmedip ferman buyuran.
Yedi iklimin fatihi İskender ile insanların yanı sıra hayvanlara, cinlere ve
rüzgâra dahi hükmeden Süleymân, insan muhayyilesindeki uç noktalardır. Klasik Türk
202
şairi, kendi memduhunu yerkürenin hâkimi olarak görmek istediğinden bu iki kişinin
hikâyesini sürekli hatırlatmakta, İskender ve Süleymân Peygamber’e teşbih ederek de
onun için bir rol model çizmektedir.
Murâda himmet-i Hızr ile irdi İskender (Âşık Çelebi, 2017, s. 71)
Hızır erişip bana yol gösterici olsa şaşılır mı? İskender de Hızır’ın himmeti
Beyit, Hızır’ın yol göstericiliğine ve İskender ile âb-ı hayat aramalarına telmih
yapmaktadır. Şair, darda kalan kulun imdadına yetişen Hızır, yetişip bana da yol
gösterse şaşılır mı nitekim İskender’e himmetiyle yol gösterip muradına eriştiren de o
değil miydi demekle Hızır’ın gaybî bilgileri sayesinde zülumatta âb-ı hayatı bulmasına
gönderme yapmaktadır. İskender, efsanesini duyduğu ölümsüzlük suyunu karanlıklar
diyarında çokça arar ancak muradına ermek nasip olmayıp aradığını bulamaz. Sadece
himmetle bulunacak olan bu suyu Hızır bulup içer.
Hızr elinden içmezem câmı kim İskender düzer (Şeyhî, 2018, s. 80)
203
İskender’in düzdüğü kadehi Hızır’ın elinden içmem, çünkü âb-ı hayatın aynası
Ona Zülkarneyn lakabını verdiler, karn saç buklesi olduğundan bir sebep de
buydu.
Arapça “karn” saç buklesi manasına gelmektedir. Zülkarneyn, başının her bir
yanından bir saç buksesi bıraktığından “iki karn”lı manasına gelen bu adla
204
Çekdi İskender emek Hızra nasîb oldı yemek (Âşık Çelebi, 2017, s. 91)
İskender emek çekti, Hızır’a yemek nasip oldu. Zülumata ayva tüylerin kenara
ittiği saçın kaldı.
İskender, efsanesini duyup peşine düştüğü âb-ı hayat’ı bulamaz. Ancak onunla,
onun için arayan Hızır, yemek molası verdiğinde, balığın üzerine damlayan suyun
balığı diriltmesi sonucu bu kaynağın aradıkları su olduğunu anlar ve tesadüfen bulmuş
olduğu sudan içer. Böylece İskender’in vermiş olduğu emekleri yemek, Hızır’a nasip
olur. Sevgilinin saçları karalık bakımından zülumata teşbih edilmiştir. Saçların yüzden
çekilmesi de ayva tüylerinin zülumattan çıkması şeklinde hayal edilmiştir. Hat, çimene
de teşbih edildiğinden, çimen de yeşil renginden dolayı Hızır’a telmih olduğundan
ayva tüylerinin gizli mazmununun Hızır olduğu söylenebilir. İskender’in zahmet
çekmesiyle de zülumattaki arayışına telmih yapılmakta böylece mürettep bir leff ü neşr
oluşturulmaktadır.
Girdi mülk-i zulmete mânend-i İskender kalem (Âşık Çelebi, 2017, s. 31)
116
Skenderâne elinden Hayât Suyın içer
Girürse Hızr gibi zulmete revân hançer (Necâtî, 1963, s. 38)
205
Toz içindeki yüzüne herkesin hayran kalacağı padişahın görevi cihanı fethetmekti.
Zafer yüklü sancağını Çin’e kadar götürmeliydi. İskender gibi inci ve yakut sürükleyen,
dalgaları miskten daha hoş kokan, köpüğü yıldızlardan daha parıltılı göğün sekizinci katındaki
Kevser sularından güçlendikten sonra, bin yıl yürümeliydi. Ve sonunda Yunan
kahramanlarından daha mutlu olacaktı; çünkü ölümsüzlük çeşmesini o keşfedecekti! (D’İstria,
1982, s. 28).
Zülkarneyn, Hızır ve İlyâs’la ne yaptı. Kula nasip olmayınca sultan bile elden
alamaz.
İskender, yedi iklime hâkim bir sultan olmasına rağmen Hızır ve İlyas’la
aradıkları ölümsüzlük suyunu bulup içemez. Hızır, suyu bulup içtiğinde İskender’e
haber vermek istese de ilahi bir ikazla bunu yapmaması gerektiği söylenir. Böylelikle
Allah, İskender’e bu sudan içmeyi nasip etmemiş olur. Yani kula nasip olmadıysa
sultanlık da kâr etmez, nitekim âb-ı hayat’ı arama emrini veren İskender’in sultanlığı
dahi nasibin önüne geçememektedir.
Yaşlı gözümde senin güzelliğinin aksini gören, İskender denizde yeniden ayna
düzmüş sanır.
Cem’in kadehiyle İskenderin aynasının118 ancak adı var. Senin la’le benzeyen
dudakların, kadeh nurlu, aydınlık yüzün ise ayinedir.
Birçok kültür ve inanç geleneğinde aynaların, gerçek dünya ile metafizik âlem
arasında geçiş sağladığına inanılmaktadır. Bu sebeple özellikle cinler ve periler ile
irtibat kurulmak istendiğinde durgun su yahut da aynalar kullanılmakta, yine inanışa
göre insan suretine girmiş olan cin ya da periler de durgun su ve aynalarda
görünmemektedir119 (Şentürk, 2016, s. 485).
Yüzün nasıl bir aynadır ki onun berraklığından, bakana can nakşı aşikâr olur.
Burada can hem ruh hem de cin manasına gelecek şekilde tevriyeli
kullanılmıştır. Şair, sevgilinin yüzünü aynaya teşbih ederek yüzüne bakana
berraklıktan, arılıktan cinin şekli aşikâr olur derken cin ve perilerin insan suretine
girdiğine işaret etmektedir. İnsan suretine giren cin ve perilerin aynalarda görünmüyor
olmasına mukabil sevgilinin yüzünün aynası, sihir ve efsunuyla onları dahi gösteren
tılsımlı bir aynadır. Tasavvufi manada ise ayna-tecelligâh ilişkisine gönderme
yapılmaktadır. Gönül, kirden pastan arındırılıp temiz bir ayna gibi parlak ve berrak
olursa, o aynaya bakana kâinattaki her sırrın perdesi aralanacak, aşikâr olacaktır.
Bir ‘aceb âyînedür rûh-i musavver gösterür (Bursalı Rahmî, 2017, s. 185)
Ey saki, beninin aksini kadehte gizlesen ne olur. Bu bir acayip aynadır ki ruhu
şekil verilmiş gösterir.
Şair, sakiye her ne kadar benini gizlesen de aynanın ruha, cine şekil verdiğini
söyleyerek cinler ve perilerle irtibat kurulmak istendiğinde ayna ve durgun suların
kullanıldığına gönderme yapmaktadır. Burada sakinin beni, siyahlığı yönüyle cine
teşbih edilmiş olsa gerek zira renklerle ilgili kesin bir yargı olmasa da cinler, karanlık
ve siyah olanla periler ise aydınlık ve beyaz olanla tasvir edilmektedir.
3.6.13. Câlût:
Câlût, Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amârika kavminin dev cüsseli
kralıdır. Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın başlarına türlü musibetler gelmiş, erkekleri
öldürülmüş, kadın ve çocukları esir edilmiştir. İsrailoğulları, daha önceleri kendi
kavimlerinden olmayan düşmanlarını, kalplerine sükûnet veren Tabût sayesinde
yeniyorlardı. Bu tabutun içinde Hz. Musa ve Hârûn’un bırakmış olduğu kutsal eşyalar
bulunmaktadır. Câlût’u yenemeyen İsrailloğulları, artık Tabût’un yeterli gelmediğine
kanaat getirir. Bunun üzerine kendilerine yol gösterecek bir peygamber gönderilmesi
için Allah’a her gün dua etmeye başlarlar. Ancak peygamber soyundan olan yalnızca
hamile bir kadın kalmış olduğundan, son umutları da bu çocuğun erkek olmasına
bağlıdır. Beklenen çocuk doğar. Kadın, çocuğa duaların kabul olduğu manasına gelen
Şem’ûn adını koyar ve onu yetiştirmesi için Beytü’l-Makdis’te bir âlime teslim eder.
Çocuk büyüyünce Cebrâil ona gelerek “kavminin yanına gidip, kendinin Allah elçisi
olduğunu söyle. Çünkü Allah seni peygamber olarak seçti” der. Çocuk denileni yapar.
Ancak kavmi ona inanmaz, peygamberlik için acele ettiğini söyler. Delikanlı diretince
ondan mucize olarak Allah’tan onlarla savaşması için bir hükümdar göndermesi
yönünde dua etmesini ister. Kavmi bu konuda ısrarcı olunca Şem’ûn, Allah’a dua eder
ve uzunca bir değnek getirerek hükümdarın boyunun bu değnek kadar olacağını söyler.
Kavimde bu boyda kimse yoktur. O sıralarda Tâlût adında bir saka, eşeğiyle su
taşımaktadır. Halk onu çağırıp boyunu ölçünce değnekle aynı olduğunu görür ama bu
duruma inanmayıp Şem’ûn’u yalancılıkla suçlar. Zira Tâlût’un ne serveti ne de ilmi
olmadığı için onun hükümdârlık vasfına sahip olmadığnı düşünürler. Ancak Şem’ûn
onlara “Allah, Tâlût’u size hükümdâr olarak seçti. O, ilmi ve gövdesiyle sizden yüksek
ve büyüktür” diye cevap verir. Peygamber, kavmini Tâlût’un gönderilmiş hükümdar
olduğuna ikna eder ve halk onun komutasında savaşmayı kabul eder. Tâlût ve
İsrailoğulları, Câlût’un 80 binlik ordusuna karşı savaşmaya başlar.120 Câlût, en iri
gövdeli olanları olarak en önde ilerler. Tâlût, ordusuna dönerek geçmek zorunda
oldukları Filistin ırmağının bir imtihan olduğunu, kimsenin bu sudan içmemesi
gerektiğini, şayet dönüp içen olursa da kendilerinden olmadığını söyler. Bu sudan içen
ve Câlût ile ordusundan korkanlar geri döner. Tâlût 319 kişiyle savaş meydanına varır.
Tâlût, Câlût’u öldürene hem devlet idaresini hem de kızını vereceğini söyler. Tâlût’un
ordusunda bulunan Davut, savaşa katılmak üzere Tâlût’un yanına giderken, yolda
üçtaşın dile gelerek kendisine “bizi yanına al bizimle Câlût’u öldüreceksin” dediğini
işitir. Sapanıyla vurduğunu öldüren Davud, taşları yanına alır. Nitekim Davud, savaş
meydanında bu taşlarla önce Câlût’u daha sonra da ordusunda her kimi vurursa onu
öldürür (Aydemir, 2015, s. 230) böylece Câlût ve ordusu bozguna uğratılmış olur.
Ahmedî, o hilâfet tahtında Dâvut olup nefsini öldürsün zira ona Câlût (düşman)
olan kendi nefsidir.
Tasavvufta nefis, kulun kötü vasıfları, kötü huy ve amelleri yerine kullanılır.
Tasavvufun başlıca gayesi, şeytanın tuzaklarına düşmeden, bedenin ve maddi
isteklerin odaklandığı “nefs”in terbiye edilerek kemale ermesini sağlamak ve Rabb’le
birlikte olmaktır. En meşhur tasavvuf tanımlamalarından birisine göre “Tasavvuf,
Hakk’ın seni senlikten öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi”dir. Ulaşılan bu mertebede
ölümle hayat birleşmekte ölüm, gerçek hayatın sebebi olmaktadır. Buradaki ölüm;
kibrin, gururun, enaniyetin, hasedin öldürülmesi şeklindeki sembolik bir ölümdür.
Yani nefsin hâkimiyet altına alınması, sanki ölüymüşçesine etkisiz hâle getirilmesidir.
Tasavvuf terimine göre bu zühddür, terktir, nihayet “fenâfillâh”tır (Çelik, 2009, s.
121). Câlût da tıpkı nefis gibi karşı konulamaz kudrette bir düşmandır. Yıllarca onu
yenememiş olmalarından sebep İsrailoğullarının yüreklerini korku kaplamıştır.
Tâlût’un emriyle savaşa katılan Hz. Davut, onu sapan taşıyla vurup öldürür. Hz.
Davud, yolda dile gelip de Câlût’un eceli olduklarını söyleyen üçtaşı alır ve nice
kılıçların kesemediği nefesi keser. Bu sebeple Davud’un zaferi aslında inancın
zaferidir. Şair de kişiye nefsinin Câlût’tan da daha kudretli bir düşman olduğunu,
inançla evvela kendi nefsinin Davud’u olmasını söylemekle bu hadiseye telmih
yapmaktadır.
Tâlût da söz vermiş olduğu üzere Câlût’u öldüren Davud’a hem kızını hem de
hükümranlığını verir. Allah demiri Hz. Davud’un emrine vermiştir. Demiri elinde
211
mum gibi121 eğecek kadar kuvvetli olan Davud, hükümdar olmasına rağmen geçimini
eğdiği bu demirden kalkan yaparak sağlamaktadır. Onunla ilgili bir diğer özellik de
hayli hoş sedalı olmasıdır. Rivayete göre Hz. Davud, Zebur okuduğunda çöldeki
hayvanlar ve gökteki kuşlar sema eder, akan sular durur, asi rüzgâr sakinleşirdi.122
Davud, bu özelliğiyle Yunan mitolojisindeki Apollon’u çağrıştırmaktadır. Apollon da
şarkı söylediğinde hayvanlar ve kuşları heyecanlandırırdı (İmâmî, 2019, s. 296).
Keskin kılıç ufuklara ışık saçsa ne olur. Hazret-i Davud’un elinde demir bir
mum oldu.
Kılıç, Hz. Davud’un elinde mum gibi eriyen demirden yapıldığından ufuklara
ışık saçmasına da şaşılmamalıdır denmekle Davud’un demiri eritme mucizesine telmih
yapılmaktadır.
Pembeden nerm idi Dâvud elinde âhen (Ceylan ve Yılmaz, 2005, s.166)
Cevşen hem zırh hem de koruyucu dua manasına gelecek şekilde tevriyeli
kullanılmıştır. Yine bir üstteki beyitte olduğu gibi Keçecizâde İzzet Molla da demirin
Davud’un elinde eridiğine, onu mum ya da pamuk kadar yumuşatıp yoğurabildiğine
telmih yapılmaktadır. Demir cevşenle de onun demirden yapıp geçimini sağladığı
kalkanlar kastedilmektedir. Hz. Davud hem demir erbabı olduğundan hem de Allah’ın
demiri emrine vermesi yönüyle demirin batınına da hükmettiğinden onun yaptığı
zırhlar ve kalkanlar kişiyi her türlü bela ve musibetten koruyabilecek kudrettedir.
Nitekim inanışa göre İsfendiyâr onun zırhıyla zırhlandığı için ok işlemez olmuştur.
Rivayete göre Hz. Davud, Zebur’u 70 makamla okur, onun bu tesbihine dağlar,
taşlar ve kuşlar dahi katılırdı.123 O, sahraya çıkıp Zebur okuyacağı zaman onun
arkasında İsrailoğullarının bilginleri, onların arkasında halk, halkın arkasında cinler,
cinlerin arkasında da şeytanlar dururdu. Vahşi hayvanlar birbirine yakınlaşır, kuşlar
havada kanat kanada çatıp gölge yapar, sular ve rüzgârlar dururdu. Bu sesi işiten
hastalar iyileşir, bazen kendinden geçip ruhunu teslim eden dahi olurdu (Zavotçu,
2006, s. 104). Klasik şiirde içli ötüşü sebebiyle bülbül, âşığa ona feryad figan ettiren
gül de maşuka teşbih edilir. Bu sebeple bülbül, Davud’un aşkla Zebur okurkenki
ahengini kılarsa buna şaşılmaz124 zira onun babası olan Süleymân’ın çadırının üstüne
de maşuku olan gül, söğüt ağacı tutarak gölgelik yapmıştır. Salkım saçak şekli
hasebiyle bir şemsiyeyi andıran söğüt ağacının Süleymân’ın çadırının üzerine
tutulmasıyla, Zebur okurken kuşların kanatlarıyla Davud’un üzerinde gölge yapmasına
telmih yapılmaktadır. Yani burada gül, Süleymân’ı gölgelik altına alınca bülbül de
Davud gibi aşkla sada verecektir.
3.6.14. Tâlût:
Tâlût’la ilgili bilgiler Câlût maddesinde verildiğinden burada tekrar teferuatta
girilmeyecektir. Tâlût’la ilgili bilgilere göre o, İsrailoğullarından Yakup oğlu
Bünyamin’in soyun olan çok fakir bir kimsedir. Tâlût’un, sakalık yapıp geçinmeye
çalıştığı bir iki eşeğinden gayrı bir şeyi yoktur. Bir gün eşeklerinden birisi kaybolur.
Tâlût, eşeğini ararken İşmoil (Şem’ûn) Peygamber onu uzaktan görür ve padişahlık
alametleri taşıdığını, Câlût’u mağlup etmek için bekledikleri emirin o olduğunu anlar
ve onun İsrailoğulları başına bey olmasını ister. Tâlût da İsrailoğulları da fakir olduğu
için bu işin olamayacağını söyleseler de İşmoil, bunun Tanrı yazgısı olduğunu söyler
ve Tâlût, bey seçilir (Taberî I., s. 491).
3.6.15. Şeddâd:
Şeddâd, Yemen’deki Âd kavminin hükümdarıdır. Hud’un peygamberliğini kabul
etmediği için kavmiyle birlikte helak olmuştur (Onay, 2016, s. 389). Ebâ İshak’ın
rivayet ettiğine göre Şeddâd, İbn Âd ‘Âd-i Ûlâ’dandır. ‘Âd ve Şedîd adında iki oğlu
vardır. Aradan zaman geçince önce Âd sonra da Şedîd ölür, böylece Şeddâd tek başına
kalır. Şeddâd yeryüzüne hâkim olmuş, bütün krallar kendisine bağlamış güçlü bir
kraldır. Kitap okumaya düşkün olan bu kral, bir gün kitabın birisinde cennet tasvirini
görür. Bunun üzerine Allah’a başkaldırarak cennetin benzerini dünyada da
yapabileceğini düşünür ve İrem Bağları’nın yapılması emrini verir. Bu iş için 100
kahramanı görevlendirir, her kahramanın emrine de bir yardımcı verir. Kahramanlar
böylesi bir şehir için uygun olabilecek yerin el-cize’u’l-Yemânî denilen yer olduğuna
karar kılarak işe koyulurlar. Şeddâd, bütün dünya krallarına da memleketlerinde ne
kadar cevahir varsa göndermelerini emreder. Bu yapı 300 yıl sürer, Şeddâd o zaman
900 yaşındadır. Şehir bitince Şeddâd’a haber salarlar, ancak Şeddâd şehirde bir de kale
yapmalarını, kalenin etrafına 1.000 köşk, her köşkte de vezirlerden birisinin olduğunu
gösteren 1.000 âlem bulunmasını ister. Bu da tam 10 yıl sürer. Şeddâd ve vezirleri
yerleşmek için yola çıktıklarında şehre bir günlük mesafe kala semadan bir “sayha” ile
hepsi helak olur (Aydemir, 2015, s. 271).
214
Bir dem âmân virdürmedi yedi iklim tutan ana (Yunûs Emre, 1990, s. 11)
Şeddâd cennetini yaptı, girmeden canını aldı, yedi iklim tutan ona bir an aman
vermedi.
Bir başka rivayete göre ise Âd’ın oğulları Şeddâd ile Şedîd, Dahhâk’ın
amcaoğullarıdır. Dindar ve âdil olan Şedîd, üç yüz yıl hüküm sürdükten sonra ölür.
Yerine ise hiçbir dine mensup olmayan despot ve tanrılık iddiasında bulunan kardeşi
Şeddâd geçer. Hûd Peygamber bir gün Şeddâd’ın huzuruna çıkıp, onu dine çağırır.
Şeddâd, onun dinine çağırdığı tanrısının kendisine ne vereceğini sorunca Hûd da onu
sonsuza dek kalabileceği cennetine alacağını söyler. Bunun üzerine Şeddâd ben o
cennetin aynısını bu dünyada da kurarım diyerek İrem bağlarını yaptırır (Yıldırım,
2008, s. 657).
Şeddâd, İrem bağlarının tuğlalarını çeşitli cevahirden örmüş, dört bir yandan
isteyip getirttiği kıymetli cevahirle inşa ettiği bağından, kendisine ona ulaşamadan
ölmek dışında hiçbir şey nasip olmamıştır. Genceli Nizâmî bununla, Şeddâd’ın
cevahirle yapttırdığı cennet benzeri İrem bağlarına ulaşamadan maiyetiyle birlikte yer
altına gömülmüş olmasına telmih yapmaktadır.
215
Güzel (şahid) bakış, güzeli tam bir dikkatle iyice görür. Bilmem Zerkaa-i
Yemame’nin gözüyle mi baktı.
Şahid; gören, şehâdet eden, temaşa edilen zuhurlar, feyz ve tecelli manalarına
gelmektedir. Aynı zamanda sâlikin kalbinde hazır ve mevcut olan, kalbin iştigal ettiği
düşünceye de şahid denmektedir (Cebecioğlu, 2014, s. 450). Şâhid hem güzel hem de
bakan manalarına gelecek şekilde tevriyeli kullanılmıştır. Tasavvufa göre güzel bakıp,
cümle görünenin görünmeyenden olduğu bilinciyle de güzel görmek gerekmektedir.
Şair, şiirin muhatabının görüneni tam manasıyla gördüğünü, onun görüşünü Zerkâ’nın
görüşüne teşbih ederek açıklamaktadır. Zerkâ-i Yemame’nin gözüyle mi baktı da
güzeli tam bir dikkatle görmektedir denmekle Zerkâ-i Yemame’nin görüşünün üç
günlük mesafe uzaklıktakileri görebilecek kadar keskin ve ak sütün içindeki ak kılı
görebilecek kadar da detaylı olduğuna telmih yapmaktadır.
zamana kadar mavi gözlüler uğursuz sayılmakta “gök gözlü” denmektedir. Zerkâ
kelimesi mavi gözlü büyücü olarak çevrilen “ezrak”(mavi) kelimesinin dişilini
çağrıştırmakta, bu bağlamıyla mavi göz ile Zerkâ-yı Yemâme arasında ilişki
kurulmaktadır. Mavi gözlü cadı olan Câdu-yi Ezrak da Zerkâ-yı Yemâme gibi gözleri
sebebiyle mitolojik anlatılara konu olmaktadır (Şentürk, 2017, s. 331). Moğol
mitolojisinde de buna benzer bir motif bulunmaktadır. Efsaneye göre, Cengiz Han’ın
resmi soy kütüğünde bulunan Duva-Sokor’un alnının ortasında tek bir göz vardır.
Duva-Sokor bu tek gözle üç günlük yolu görebilmektedir (Ögel, 2010, s. 70).
Göz değmesi ile ilgili inanışlarda, mavi renk önemli bir yere sahiptir. Mavi
gözlü insanların baktıkları kimseye göz değdireceğine inanılmaktadır. Bu sebeple aynı
renkte boncuk taşınarak göz değmesine125 karşı korunmaya çalışılmaktadır. Kars
yöresinde mavi gözlü insanlara göy gözlü denmekte, bu göze sahip olanlardan
çekinilmekte, tekin olmadıkları kabul edilmektedir (Yılmaz, 2012, s. 133).
Ki her bir tâze zülfin gösterür bir mâr-i zehr-âşâm (Şentürk, 2017, s. 331)
Bazen mavi gözlü cadı bir kocakarı olur, o zaman her bir taze saçını zehir içen
bir yılan gibi gösterir.
da zehir içen bir yılan gibi göstermektedir. Kafasındaki yılanlarla cadı, baktığını
büyüyle taşa çeviren yılan saçlı Medusa’yı çağrıştırmaktadır.
Riyakâr zahit, çimen meydanında mavi gözlerini gizli gizli dikip mahmur
nergise bakar.
Hristiyan sarıklarının da mavi olmasından dolayı mavi renkli hırka, dinde riya
edenleri sembolize etmektedir. Bu sebeple ham sofu da mavi gözlü olarak tasavvur
edilmiştir. Mavi göz ve nazar ilişkisiyle de gözlerini mest olan nergisin üzerine dikip
gizli gizli onu süzmüştür.
Bir büyü kadar tesirli olduğu düşünülen nazarı çürütmek için kurşun dökmek
ve muska yapmak gibi çeşitli ritüeller yapılmaktadır. Göz değmesine karşı yapılan
muskalar klasik şiirde farklı teşbih unsurlarıyla işlenmektedir. Ta’vîz-i çeşm nazar
muskası, akd-i lisân ise dil bağlama muskasıdır. Goncanın yaprakları muskanın kat kat
dürülmüş tılsımlı ve dualı kâğıtların bezlere sıkı sıkıya sarılarak hazırlanmış olmasına
teşbih edilmektedir (Şentürk, 2016, s. 209).
Susen dil değdirip nergisleri hasta etmesin diye goncaya akd-i lisân
ısmarlarım.
Muskalar yalnızca nazar için yazılmaz hastalık, şirinlik gibi daha birçok
hususta da muska yazılabilmekte, yine muskanın etkisini arttırmak için tatbiki de
birçok şekilde yapılabilmektedir. Duanın yazıldığı kâğıt bazen bir muşambaya
konularak boyuna, kola takılabilir ya da elbisenin iç kısmından koltuk altına dikilmek
218
suretiyle üstte taşınabilir. Bazen de suda ezip yutmak ya da suyunu içmek şeklinde
birebir bedene takviye edilmek suretiyle yapılabilir (Onay, 2016, s. 322).
Ey kerametler satan şeyh, muskan aşk illetine hiç derman olmadı, onu ez de
suyunu iç.
Sâbit, kerâmetler satan şeyhe, aşk hastalığından kurtulmak niyetiyle bir muska
yaptırmış. Ancak muskayı yapmış olan her ne kadar kerâmet ehli bir şeyh dahi olsa bu
aşkın büyüklüğü karşısında muska etkisiz kalmıştır. Bunun üzerine şair, şeyhe
muskasının üstte taşımakla faide vermeyeceğini, birebir vücuda takviye edildiği
takdirde belki işe yarayabileceğini söylemektedir. Bununla da muskaların suda eritilip
içilmesi hâlinde tesirlerinin daha da artacağı yönündeki inanışa gönderme
yapmaktadır.
Kimse düşüncemin iç yüzünü inkâr edemez. Benim sözüm haset ehlinin, akd-i
lisan nüshasıdır.
İki kolum hamâyildür yavuz gözden yavuz dilden (Şentürk, 2016, s. 209)
219
Eğer gözden taviz istersen ya da akd-i lisan dilersen, iki kolum kötü göz ve kötü
dilden koruyacak müskalıktır.
Hassân, kollarının hem kötü gözden hem de kötü dil ya da gönülden koruyan
birer muska olduğunu, kolları arasına alacağı sevgiliyi her türlü musibetten
koruyacağını söylemektedir. Bununla da hem muskaların kollara takıldığına hem de
akd-i lisanın göz ve dil bağlayan bir muska olduğuna telmih yapmaktadır.
Senin Bel’am gibi olan ayva tüylerin ne dua okudu da saçlarını Tîh çölü’nde
kafası karışmış Musa gibi eylemiştir.
126
Yezîd-i bed-nâm idi ‘ilimde hahâm idi
İt idi Bel’am idi taşra dili salındı (Şentürk, 2017, s. 173)
220
Sevgilinin ayva tüyleri olan hat, yazı manasına da geldiğinden bununla yazılıp
çizilen muska benzeri dualar kastedilmektedir. Hat bu yönüyle her duası kabul olan
Bel’am’a, sevgilinin başında salınıp duran saçları ise Musa ve İsrailoğullarının Tih
Çölü’nde kırk yıl boyunca dolanıp durmasına teşbih olunmaktadır. Manastırlı Celâl;
Musa, Bel’am ve dua tenesübüyle Bel’am’ın Musa’ya beddua edene kadar bütün
dualarının kabul ediliyor olduğuna telmih yapmaktadır.
Hem İblis hem de Bel’am, Allah’a yakın olan çokça ibadet ve taat eden makbul
kimselerdir. Hak katında yüksek mertebeli olan bu kimseler yaptıkları bir hata sonucu
lanetlenir. Din ve ibadetlerinden de fayda görmeyip en yüksek mertebeden en alçak
mertebeye düşerler.127 İblis, hayli seçkin vasıflı bir melekken Allah’ın, Hz. Âdem’e
secde et emrine uymaz ve yüce dergâhtan sürülür. Bel’am da bütün dualarının Hak
katında kabul gördüğü bir zattır, ancak o da doğru yoldan saparak İsrailoğullarının
isteği üzerine Hz. Musa’ya beddua eder. Allah tıpkı onu da İblis gibi cezalandırır,
eşref-i mahlûkatken dili dışarıda sarkan bir köpeğe dönüşür. Mevlânâ Celâleddin her
ikisinin de ibadetlerinden yarar görmediklerini söylemekle hikmet dolu sonlarına
telmih yapmaktadır.
Âhirün gör ki sakın Bel’am ile şeytâne bak (Şentürk, 2017, s. 173)
221
Zühdüne tayanma gel gör n’oldı Bel’âm-i Ba’ur (Muhibbî, 2016, s. 416)
Kovulan şeytana bak, kibir ve haset etme, zühdüne dayanma Bel’âm-ı Ba’ur’a
ne olduğunu gör.
3.7.1. Behmen:
Şehnâme’de iki Behmen vardır, birincisi kutsal melek, ikincisi ise hükümdar
Erdşîr’in lakabı olan Behmen. İlk Behmen, Zerdüşt inanışında “altı büyük melek”
olarak kabul dilen imşâspendlerin ilkidir. Avesta’ya göre, büyük tanrı Ahura
Mazda’dan hemen sonra gelen Behmen, Ahura Mazda’ın yarattığı ilk varlıktır.
Furûgan furug (ışıklar ışığı) olarak da adlandırılır (Yıldırım, 2008, s. 141). Tanrı
tarafından ilk yaratılan kişinin “ışıklar ışığı” olarak adlandırılması, İslam tasavvufunda
kâinatın özü olan Nur-ı Muhammediye’yi çağrıştırmaktadır. İkinci Behmen ise
Keyâniyan sülalesinden Küştab’ın torunu, İsfendiyâr’ın oğlu olan Erdşîr’dir. Annesi
ünlü tarihsel şahsiyetlerden olan Tâlût’un soyundan gelmektedir. Tarihçilere göre
ferman ve mektuplarda önce Tanrının adını yazan ilk hükümdardır. Tahta çıktıktan
sonra çok geniş coğrafyalara hükmettiği için Dırâzdest lakabıyla da anılmaktadır
(Yıldırım, 2008, s. 142).
3.7.2. Behrâm:
I. Yazdicerd’in oğlu ve on beşinci Sasani hükümdarı olan Behrâm’ın, doğum
tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Küçük yaşta Medâin’den uzaklaştırılıp, Hîre
hükümdarı Münzir’in yanına gönderilmiştir. İki Arap ve bir İranlı sütanne tarafından
büyütülmüştür. Babasının ölümüne kadar Hîre’de kalmış, babası ölünce geri
dönmüştür. Ancak Medâin’in ileri gelenleri babası Yezdgird’in sert yönetimi
sebebiyle oğlu Behrâm’ı tahta çıkarmak istememişlerdir. Taht mücadelesinde
Ermenistan valisi Şahpûr’un ölümü üzerine İran’a hareket eden Behrâm, Münzir’in de
desteğiyle tahtı ele geçirmiş, yiğitlik, adalet ve kahramanlığıyla ünlü bir hükümdar
olmuştur. Rivayete göre onun zamanında saz, söz ve eğlence yaygınlaşmış, insanlar
vakitlerinin çoğunu yiyip içip eğlenerek geçirir olmuştur (Zavotçu, 2006, s. 59).
Ey zamanın Rüstem’i ahu gibi bak ki Behrâm, aşkına boyun eğip yaban eşeği
avını bıraksın.
Şeyhî, sevgilisini zamanın Rüstem’ine teşbih ederek ondan ahu gibi bakmasını
ister. Zira onun bakışı karşısında Behrâm dahi dayanamayacak onunla bütünleşecek
kadar çok sevdiği yaban eşeği avını dahi bırakacaktır. Zira Behrâm’ı ölüme götüren
bu av olmuştur. Eğer Behrâm gûrunu koymayıp, bu avın peşinden giderse çukura
düşüp gûra (mezara) girecektir.129
Gerekirse bilek kuvvetinde Şah-ı Behrâm ol. Bu yaşlı, köhne dünya senin de
sonunu en sonunda mezar edecektir.
Şehnâme’ye göre ferr yani talih, kime geçerse padişah o olacaktır. Nitekim ferri
olan Behrâm, Hüsrev’e karşı galip olmuştur. Ancak beyitte artık bu ferrin elinden
düştüğü söylenmekle Behrâm’ın saltanatının sonlarında olmasına işaret edilmektedir.
Ferrin parlak suyla anılması onun ışık ve parlaklık manasıyla da ilişkilidir. Beyit bu
yönüyle de Behrâm’ın hançerinin parlak oluşuna işaret etmektedir.
Bu meydânda kılıcı ile buldı rütbe-i ‘ulyâ (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 24)
3.7.3. Bijen:
Gîv’in oğlu, Gûderz ’in torunu, Rüstem’in kız kardeşinin oğlu ve Keyhüsrev
döneminin ünlü kahramanlarındandır. Keyhüsrev’in tahta oturduğu dönemde, İran-
Turan sınırındaki Ermân halkı yaban domuzlarının verdiği zarardan şikâyet eder.
Hükümdar, Bîjen ve Gurgîn’i oraya gönderir. Yaban domuzlarını ortadan kaldıran
Bîjen’i kıskanan Gurgîn, onu Turan ortalarına götürerek eğlenceye daldırır.
Efrâsiyâb’ın kızı Menîje de şarkıcılarıyla orada eğlenmektedir. Bîjen Menîje’nin
çadırına gider, kız onu görür görmez âşık olur. Durumu öğrenen Efrâsiyâb, Bîjen’i baş
aşağı kuyuya attırır. Bîjen’in kaybolmuş olduğunun söylenmesi üzerine Keyhüsrev,
câm-ı gîtînumâ’ya bakarak onu bulmaya çalışır. Onun yerini bulduktan sonra da onu
kurtarması için Rüstem’i görevlendirir. Rüstem, Menîje’nin yardımıyla Bîjen’i
kurtarır ve her ikisini alarak geri döner. Keyhüsrev, olanlara çok sevinir ve âşıkları
evlendirir (Yıldırım, 2008, s. 173). Cariyeleriyle eğlenen Menije’yi Bijen’in görmesi
tablosu kırk ince belli kızıyla eğlenen Banu Çiçek’in Beyrek tarafından görüldüğü
tabloyu çağrıştırmaktadır. Öte yandan kıskançlık üzere hile ile tuzağa düşürülme
motifi de Yusuf kıssasıyla müşterektir. Nitekim ceza olarak Bijen’in kuyuya atılıyor
olması da bu motifi güçlendirmektedir. Bijen’in kuyuda baş aşağı asılması da meşhur
Babil kuyusundaki Hârût ile Mârût anlatısıyla müşterektir.
Şair, ey zamanın Rüstem’i gafil olmak reva mıdır? Bizim minnetimiz Bîjen
gibi kuyunun dibine düşmek olmalıdır demekte, bir tarafa Pers tarihinin cihan
pehlivanı Rüstem’i diğer tarafa da yıllarca Yusuf misali kuyuda kalmış olan Bîjen’i
226
Kuyuya atılma motifi sıklıkla rastlanan bir motiftir. En bilindik hâliyle Hz.
Yusuf kardeşleri tarafından bir kuyuya atılır, Bîjen ve Hârût-Mârût bir kuyuya baş
aşağı sarkıtılır. Kelile ve Dinme öykülerinde de kuyu motifine rastlanmaktadır.
Hikâyede bir adam rüyasında çıldırmış olan bir deveden kaçarken sığınacak bir yer
arar ve önüne çıkan kuyuya atlar. Ancak kuyunun dibinde bir ejderhanın ağzını açmış
adamın inmesini beklediğini, ayağını koymak istediği yerde dört yılanın olduğunu,
yukarıya baktığında ise tutunduğu dalları iki sıçanın kemirdiğini görür. O sırada orada
bulunan petekten bal sızdığını görünce eliyle bu baldan alıp yer, ancak bu arada
aşağıdaki ejderhanın ağzına düşer. Adam uyandığında bu rüyasını yorumlatır, petekten
sızan bal nefise delalettir, adam nefsine uymuş olduğu için cihan ejderhasının ağzına
düşüp helak olmuştur. Kuyu motifi Dede Korkut Hikâyelerinde de Salur Kazan Tutsak
Olup Oğlu Uruz’u Çıkardığı boyda görülmektedir. Salur Kazan kâfirler tarafından
kaledeki kuyuya atılır, üzerine bir taş kapatıp yiyeceğini taşın üzerindeki bir delikten
verilir. Eski Türk destanlarından Manas Destanındaki, bir efsanede Er Töştük
düşmanla savaşı kazanır, bir devi de öldürür. Dönerken yolda yer altından bir ses
duyar, bu bir kuyudan gelen yardım sesidir. Er Töştük yardım için döner ve kuyudakini
çıkarır, ancak çıkardığı kişinin şeytan olduğunu anlayınca hemen oradan uzaklaşır.
Câmâsbnâme’de de kuyuya düşen Câmâsb, arkadaşları tarafından orada bırakılır.
Kuyunun içerisinde ilerleyince kuyunun altındaki bir sarayın tahtında oturan Şâh
Mârân’a rastlar. Yılanların şahı ona adının Yemliha olduğunu söyler. Kuyuya atılma
mitosu Battalnâme'de de bulunmakta, Seyyid Battal Gazi de Ketayun’un adamları
tarafından ölmesi için Câh-ı Cehennem denilen bir kuyuya bırakılır ve üzerine taşlar
atılır. Ancak bu taşlar Battal Gazi’ye zarar vermez, uyurken yanına bir ejderha gelir,
Battal Gazi dua ile ejderhayı etkisiz hâle getirir. Ejderha kuyudan çıkarken de Battal
Gazi ejderhanın kuyruğuna sarılarak kurtulur. Buna benzer bir anlatı Saltuk-nâme’de
de bulunmaktadır (And, 2007, s. 39). Kuyuya atılma sembolik ölüm, kurtulma ise
sembolik yeniden doğuşu simgelemektedir, bu bağlamıyla kuyuya düşme/kurtulmayla
kahraman aşama katetmiş olacaktır.
Beyitte, Bîjen’in de tıpkı Yusuf gibi kıskanıldığı için oyuna getirilip kuyuya
düşürülmesine telmih yapılmaktadır. Hint mitolojisinde de kardeş kıskançlığı
neticesinde kuyuya atılma mitosu bulunmaktadır. Veda mitolojisinden anlaşıldığı
kadarıyla, Hint-İran mitolojisi devresinde “Trita” adlı tanrının varlığından söz
edilmektedir. Trita Aptiya adıyla da bilinen bu ikinci derece tanrı Agni’nin sudan
yaratmış olduğu üçüncü kardeştir. Rivayete göre, üç kardeş giderken susarlar ve su
aradıkları bir yerde bir kuyuya rastlarlar, Trita kuyudan su çeker ve kardeşlerine verir.
Ancak kardeşleri diğer anlatılarda olduğu gibi kıskançlık uğruna, mülkünü ele
geçirmek maksadıyla onu kuyuya atıp kuyunun ağzını da büyük bir taşla kapatırlar.
Trita da ancak Hz. Yusuf gibi tanrıya yakararak kuyudan kurtulabilir (Yıldırım, 2018,
s. 249).
Yârin saçının kemendine ulaşmak mümkün olmadı. Dar, sıkıntılı dünya sanki
bana Bîjen’in kuyusudur.
aralayamayanlar için dar ve karanlık bir kuyudan ibarettir. Ancak nefis ipini kesip,
gözlerindeki perdeyi aralayabilenler, kuyudan çıkıp aydınlığa erişeceklerdir.
3.7.4. Cem/Cemşîd:
Pîşdâdî hanedanın dördüncü ve en büyük hükümdarı olan Cemşîd; insanlar,
cinler, devler, kuşlar ve periler üzerinde 700 yıl hüküm sürmüştür. Hem hükümdar
hem de mûbed131 olarak tanrısal güç taşıyan Cemşîd zamanında, dünya huzur ve
refahla dolmuştur. Tıpla ilk ilgilenen, ilk hamamı yaptıran, oku ve yayı ilk kullanan,
şarabı bulan, insanlara bilmedikleri birçok şeyi öğreten seçkin vasıflı biridir. Cemşîd,
Aryan ırkı İran ve Hint kavimleri olarak ayrılmalarından önce de Hint-İran kahramanı
olarak biliniyordu (Yıldırım, 2008, s. 204). İran'ın en büyük kralı olan Cem, aynı
zamanda da ölülerin, sığırların ve şeytanların da mutlak kralıdır. Firdevsî’nin
Şehnâme’deki anlatımıyla hayvan ve periler üzerindeki hâkimiyetiyle İslami
dönemdeki Süleymân'ın karşılığıdır. Cemşîd anlatısında kralın doğum efsanesi,
Dahhâk tarafından öldürülmesi, Dehhâk’ı da Feridûn’un öldürmesi onun sembolik
yükselip alçalması, Güneşin batışı veya bulutun arkasındaki güneşin görünümü ve
gizlenmesi veya canlıların sağlıklı dönemleri, daha sonra hastalığın yayılması
mevzuları doğru ve yanlışın savaşı için ahlaki veya alegorik olabilir. Ancak her
halükârda ve her şekilde, Cemşîd efsanesi tıpkı diğer Ari mitleri gibi birçok tarihî
gerçek içeren, ilk olayların bir yansımasıdır. Hint-Avrupa ırkının kökenleri ve bu ırkın
Avrupa, İran ve Hindistan'a göçü bu toprakların yerlileri ile mücadeleleri ve ardından
özel bir medeniyet kurup yerleşmeleri zaman almıştır. Medeniyetin bileşenlerini ve
aksesuarlarını kendi kendine parçalayan Cemşid, tüm çekiciliği ve zevkiyle bir tanrı
değildir. Tanrı'ya yalan söyleyip tanrılık iddiasına girdiğinden “ferr” ondan ayrılır.
Pers mitolojisindeki Cemşîd sığırlar, tavuklar, balıklar, iblisler ve insanlar dâhil tüm
canlılara hükmeden hükümdar olmak yönüyle İslami inançlardaki Süleymân
Peygamberle müştereklik göstermektedir. Yine her ikisi de olağanüstü özelliklere
sahip yüzüklere sahiptirler (Ferahani, 1695, s. 212).
131
Zerdüşt dînine inanan, ateşe tapanların rûhânî lideri, mecûsî râhibi.
229
yalan söyleyip günah işleyince, İlahi ışık ondan yüz çevirir. Avesta’nın Vendidad
bölümünde ise Yima’nın kişiliğiyle alakalı birçok resim çizilir, ancak günahına hiç
gönderme yapılmaz, o Mezopotamya tufan hikâyesini andıran bir destanda yer
almaktadır. Bu anlatıya göre Yima bin yıl hüküm sürdükten sonra tanrılar, buz ve
soğuk çağının kötülüğünün önlerinde uzandığını söyleyerek ondan, bir erkek ile bir
kadına ve en iyi hayvan ile bitkilerin numunelerine göz kulak olmalarını isterler
(Curtis, 2016, s. 39).
Eğer Cemşîd meyhane ile hamamları icat etmemiş olsaydı, göz ile gönül ne
görürdü.
Devrinde birçok yenilik yapan Cem en çok şarapla ve bezmle anılır zira inanışa
göre şarabı da Cem bulmuştur.132 Rivayete göre Cemşîd, üzümden dört mevsim
yararlanabilmek için suyunu çıkartılıp, saklanmasını emreder. Bir süre sonra bu su
acılaşınca Cemşîd, zehirli olduğunu düşünerek içmeyip, bir küpe doldurup mahzene
kapattırır. Günlerden bir gün cariyelerinden birisi rahatsızlanınca şiddetli ağrı
karşısında dayanamayıp zehirli olduğunu düşündüğü bu sudan içer, ancak zehirlenmek
yerine aksine giderek daha da iyi hissetmeye başlar. Ertesi sabah cariye, bu harika
lezzeti herkese anlatır, olanlar Cemşîd’in de kulağına gider ve o da bunun üzerine
üzüm suyunu birçok hastalığın tedavisinde kullanmaya başlar (Yıldırım, 2008, s. 205).
Buryatlara göre şarabı, Cengizhan bulmuştur (Toyşanulı, 2020, s. 89). Tevrat’a göre
ise şarabı bulan Nuh’tur. Buradaki anlatıya göre Nuh, tufandan sonra çiftçi olur, bağ
eker ektiği bağın üzümünden şarap yapar ve şarapla sarhoş olur. Bir başka versiyona
göre ise Nuh’un gemisi tufandan sonra karaya oturduğunda Nuh, içerisindeki
hayvanları yiyecek ve içecek bir şeyler bulmaları için etrafa dağıtır. Bir keçi gemiye
döndüğünde garip hareketler yapmakta, diğer hayvanlara toslayıp durmaktadır.
Durumu fark eden Nuh, keçiye ne olduğunu öğrenebilmek maksadıyla diğer gün onu
takip eder ve keçinin ağaçlara dolanmış bir asmanın meyvesinden yediğini görür. Keçi
bu meyveden yer yemez yine neşelenerek sarhoş olur. Nuh bu sayede bu içeceğin keyif
verici olabileceğini düşünür ve şarabı bulur. Nuh’un bu içkiden keyif alıp mutlu
olduğunu gören şeytan, asma fidanlarının üzerine kavurucu nefesiyle üfleyerek
fidanları kurutur. Ancak sonradan yaptığına pişman olur ve asmaları tekrar yeşertmeye
karar verir. Şayet asmanın dibine yedi hayvanın kanı dökülürse asmalar yeşerecektir.
Bunun üzerine asmanın köküne aslan, kaplan, köpek, ayı, horoz, saksağan ve tilki kanı
dökülür, böylece asmalar bir yıl sonra yeniden yeşererek meyve verir. Orta Çağ’da
sarhoş olan insanların mizaçlarına göre bu hayvanların özelliklerine büründüğüne
inanılmaktadır. Yani bir aslan gibi güçlü ve cesur, kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi kuvvetli,
köpek gibi kavgacı, horoz kadar gürültücü, tilki gibi kurnaz, saksağan gibi geveze
Misâl-i zâl ola etfâli pîr-i mâder-zâd (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 99)
olmaktadırlar. Şarap, önceleri yalnızca mutluluk verici bir içecek iken sonradan
olumsuz bir yer edinmiş olacak ki şeytanın işin içine karıştığı rivayeti şarap hikâyesine
eklenmiştir. Bu anlatıya benzer bir anlatı da Yunan Mitolojisinde yer almaktadır.
Anlatıya göre bir gün Staphlos adındaki çoban sürüden bir keçinin kaybolduğunu ve
bir süre sonra hayli keyifli ve mutlu bir şekilde geri döndüğünü fark eder. Stao-phylos
da tıpkı Nuh gibi keçiyi takip ederek bu sırra vakıf olmayı diler. Diğer gün keçiyi takip
eden çoban, keçinin bir bitkinin meyvesinden yediğini ve daha sonra keyiflendiğini
görür. Çoban gördüklerini hemen kral Oineus’a anlatır, kral da hemen keçinin yediği
meyvenin suyunun sıkılmasını emreder ve böylece şarap bulunmuş olur (Gezgin,
2018, s. 23). Her iki anlatıda da şarap, keçi sayesinde bulunmaktadır. Yunan
mitolojisinde şarabın bulunmasıyla ilgili bir diğer varyanta göre ise şarabın mucidi
şarap tanrısı Dionysos’tur. Ancak Kutsal Kitap etkisinin daha belirgin olduğu bir başka
Yunan efsanesine göre ise şarabı Yunanlılar’ın Nuh’u olan Deukalion’un oğlu
bulmuştur. Orestheus adındaki bu oğul, bir gün bir dişi köpeğin bir ağaç parçası
doğurduğunu görür, o da bu kütüğü alıp eker. Bu kütük yeşerir ve üzüm veren bir bağ
olur (Baydalı, 2003, s. 43) gerisi de malum bilerek ya da bilmeyerek bu üzümlerden
şarap elde edilir. Üzüm, İran mitolojisinde insan hayatının temel kaynağı olan kanı
sembolize etmektedir. Rivayetlere göre üzüm tohumu, ilk olarak Cemşîd’de sonra
tahta geçen Şemîrân tarafından ekilmiştir. Medlerin son kralı, rüyasında Kûrûş’un
annesi olan kızının göbeğinden bir asmanın çıktığını ve daha sonra bütün Asya’ya
yayıldığını görür. Yunan mitolojisinde asma bağlarının ve şarabın tanrısı
Dionysos’tur. Bazı rivayetlere göre Âdem ile Havva cennette ilk olarak üzüm yemiş
ve bu meyveden sonra neşelenip mutlu olmuşlardır. Son olarak da yasak meyve olan
buğdayı yemiş, bunun sonucunda ise sıkıntılara gark olmuşlardır. Üzüm; Kur’an,
Tevrat, İncil gibi kutsal kitaplarda, efsanelerde ve birçok milletin mitolojisinde yer
almaktadır (Yıldırım, 2008, s. 286).
Nazar, görüş sahibi insanların göz aydınlığı yeter, saf şarap kadehi de
Cem’den kalmadır.
233
Nasıl ki Cem’den kalmış olan saf şarap kadehi yeterliyse nazar sahibi
insanların da göz aydınlıkları olması yeter. Beyitte Cem’in şarabı bulmuş olduğuna
telmih yapılmaktadır.
Devr cevrimden imiş nâle-i ney nevha-i def (Fuzûlî, 2014, s. 278)
Burada devirden kasıt felek yani cihandır. Cemşîd’in devri her yönüyle bir altın
çağdır. Nasıl ki bu dönek felek Cem’in dahi devrini bitirip, yok ettiyse geriye kalan
her şey de yok olacaktır, zira bu fani dünya gelip geçicidir. Klasik şiirde Cem’in bezmi
yahut devri sıklıkla dünyanın geçiciliği ve aldatıcılığı için teşbih unsuru olarak
kullanılmaktadır.
234
3.4.7.1.Cam-ı Cihannüma:
133
Cem komadı elinden içdi müdâm câmı
‘Aks-i lebün görelden câm-ı cihân-nümâda (Bâkî, s. 285)
235
Devran hem dolanma hem devir, zaman manasına gelecek şekilde tevriyeli
kullanılmıştır. Rintlerin içicisi olduğu yani ilahi aşk şarabının sunulduğu kadehten içen
kimselere feleğin hâli aşikâr olacak, sırlar ayan olacaktır. Felek, durmadan devredip
dönmesi yönüyle Cem’in her şeyi gösteren, şarabı döndüren kadehine teşbih
edilmiştir. İnanışa göre Cem’in kadehi yedi kat göğe benzer bir tarzda yedi madenden
yapılmıştır. Bu sebeple de bütün evrendeki durumu, yedi feleğin sırrı dahi onda
görünürmüş. Şair bu bağlamıyla bu kadehten, feleğin talihinin seyredilebileceğini
söylemektedir. Feleğin baht ve talihinin, o rindlerin içicisi oldukları kadehten
seyredilmesiyle de feleklerin dönüşünün insan talihi üzerindeki etkisine telmih
yapılmaktadır.
3.7.5. Dahhâk:
Dahhâk hem tarihî hem de mitolojik bir şahsiyettir. Pers mitolojisinde yılan,
aslan ya da büyük bir hayvan suretinde tasvir edilen, Arap asıllı bir kraldır. Makdîsî,
el-Bed’ ve’t-târîh adlı eserinde onun hakkında şunları söylemektedir;
Kral Biyurseb, namı diğer Dahhâk; ona aynı zamanda iki yılanlı, üç ağızlı ve altı
gözlü, dâhi sapkın ve kötü sihirbaz izdihak da derler. Yedi iklim sahibi bu kral, bir yere
ordusunu gönderirken oraya büyü yaparak fethettikleri bölge insanlarını açlık veya başka bir
musibetten dolayı öldürürdü. Şeytan ona genç bir oğlan şeklinde görünürdü (Usta, 2019, s. 77).
Gül gibi gül hemîşe geçür her demi ferah (Necâtî, 1963, s. 171)
Dahhâk gibi bin yıl yaşamayı arzuluyorsan (eğer) gül gibi gülüp her anı ferah
geçir.
Şair, eğer Dahhâk gibi bin yıl yaşamak istiyorsan, gül gibi her anı ferah ve
gülerek geçir demekle Dahhâk’ın bin yıl ömür sürmüş olduğuna gönderme
yapmaktadır. Gül devri tabiatın uyandığı neşat ve ferahın arttığı bir devirdir. Gülmek
ve ferahlamak insan anatomisine gayet iyi geldiğinden şair, şayet uzun yaşamak
istiyorsa gül gibi olması gerektiğini söylemektedir. Zira bülbül gibi olmak ya kederden
ya da dikenden erkenden öldürecektir.
Dahhâk yılanı Cem’den can almış, felekler ejderhası da sana can vermiştir.
güzel bir genç suretinde gelerek aşçısı olmak ister.138 O zamanlar et yenmez, yalnızca
ot yenirmiş ancak aşçı olan Ehrimen, Dahhâk’a etli yemekler pişirir ve en sonunda da
onu kanlı et yemeye alıştırır. Daha sonra da hile ile iki omzunun arasından öper ve
onun öptüğü yerden iki yılan çıkıp, Dahhâk’a acı vermeye başlar.139 İblis, bir hile daha
yaparak doktor olarak gelir ve yılanlara her gün iki genç beyni yedirirse
rahatlayacağını söyler140 böylece her gün iki gencin öldürülmesini sağlamış olur
(Yıldırım, 2008, s. 228). Şehnâme’de şeytanın, Dahhâk’ı omzundan öpmesi sonucu
onun, omuzlarında yılanlar belirlemesi mitosu, ihtimal ki Avesta’nın üç başlı
ejderhasının deforme olmuş hâlidir. Omuzdan yılan bitme mitosu kadim bir mitostur.
Üç başlı ejderha Babil mitlerinin ve geleneklerinin etkisiyle omuzdan çıkan üç kafadan
ikisinin yerini alır. Babil döneminden kalma oymalarda genellikle yılan ya da yılan
olan tanrılar sembolize edilmiştir. Bu oymalar Doğu Türkistan’daki Budist
binalarındakiyle benzerlik göstermektedir. Nitekim Firdevsî de Şehnâme’de
Dahhâk’ın tazılar diyarından geldiğini söylemekle, efsanenin Babil kökenli olduğuna
atıfta bulunmaktadır. Dahası oymalar ve efsane arasındaki müştereklikler bununla da
sınırlı değildir. Mohsen Foroughi koleksiyonunda Akad dönemine ait olduğu
düşünülen (MÖ 22 ve 24. yüzyıllar) bir silindir mühürde tahta oturmuş olduğu hâlde
omuzlardan yılanların bulunduğu, başının üstünden boğa başının çıkmış olduğu bir
tanrıça resmedilmektedir. Bu kadın muhtemelen bir tanrıçadır. Kanatlarından birinde
insan başı olan bu tanrıçanın başının üzerinde bir kartal belirmiştir. Bu kartalın önünde
duran yılan sembolünde Sümer mitolojisindeki Ettena’nın da rolü olabilir. Ancak
mührün diğer yüzünde ise tanrısal bir boğa bulunmaktadır. Bu bağlamıyla yüzükte
resmedilmiş, omuzlarında yılan bitmiş olan kadın, inek, boğa başlı gürz, kartal başlı
civciv gibi semboller hemen ilk bakışta Feridûn ve Dahhâk anlatısındaki motifler
çağrıştırmaktadır. Silindir mühürde resmedilmiş olan vücudunun alt tarafı yılan
görünümlü olan insan sureti de tanrıyı sembolize ediyor olsa gerektir ( Kalizâde, s. 98)
Dahhâk’ın talihi ona o denli güldü ki sonunda iki omzunda iki yılan bitirdi.
Dahhâk, omuzlarındaki yılanlara her gün iki gencin beynini yakı yapmaya
başlayınca günden güne kötülükler, dev cüsseli yaratıklar artmaya başlayıp, iyilikler
ve insanlar da azalmaya başlar. Buna bir çare arayan halktan güngörmüş olan Ermayil
ve Kermayil, Dahhâk’ın sarayına aşçı kılığında gelerek141 zulmü azaltmak maksadıyla
hiç değilse günde iki insandan birisini kurtarmaya çalışırlar. Böylece her gün getirilen
iki gençten birini dağa kaçırtıp, onun beyni yerine de bir koyun beyni koyarak
Dahhâk’ı kandırırmış olurlar. Ancak yine de zulüm artarak devam eder, halkın da
dayanacak gücü tükenmeye başlar. Dahhâk, ölümüne kırk yıl kala rüyasında birisinin
onu feci şekilde öldürdüğünü görür. Hayli korktuğu bu rüyasını kâhinlerine yordurmak
ister lakin kimse cesaret edip Dahhâk’ın rüyasını yorumlamak istemez. Nihayet Zîrek
adlı bir bilge çıkarak Dahhâk’a, Feridûn adlı henüz doğmamış bir çocuğun babasının
ve kendisine sütnine olan ineğin intikamını almak için onu öldüreceğini söyler.
Dahhâk, bunun üzerine Feridûn’un babası Abtin’i ve yaşadığı yerdeki inek ile dört
ayaklı bütün hayvanları da öldürerek Feridûn’u aramaya başlar, ancak bulamaz (Tökel,
2016, s. 112). Bu anlatıdaki müşterek motifler, yumuşatılarak verilmiştir. Misal olarak
Nemrud ya da Firavun daha doğmamış bir çocuk tarafından öldürüleceği kehânetini
alınca yeni doğmuş bütün erkek bebekleri öldürür ve yeni bebek doğmasına engel
Uzun pınar dimekle meşhur bir pınar var idi. Ol pınara periler konmış idi. Nagehandan
koyun ürkti. Çoban irgece kakıdı ilerü vardı. Gördü kim peri kızları kanat kanada bağlamışlar
uçarlar. Çoban kepeneğini üzerlerine atdı, peri kızının birini tıtdi. Tama’ edip derhal cima’
eyledi… peri kızı kanat urup uçdı, aydur: çoban yıl tamam olıçak, mende emanetun var, gel al
didi. Amma Oğuzun başına zeval getirdin didi (Ergin, 2008, s. 207).
Yıl tamam olunca da peri, Tepegöz’ü pınar başına kötülüğü çağıran çobana
bırakarak oradan uzaklaşır. Dahhâk’ın doğumu ise sembolik bir doğumdur. Hikâye
içerisine genç olarak dâhil olur ama asıl doğumu “aşama” kaydettikten sonradır. O da
şeytana uyarak bir suç işler ve babasını öldürür. Bundan sonrakiler bu hatanın bedeli
olur.
O yıl doğan oğlanı toprak ederler ki Dahhâk’a ondan korku ve kaygı olmasın.
Sevgili, iki omuzunda - iki yılan gibi olan- saçlarının ucu dururken Dahhâk’a
benzer dudaklarıyla yetime tuhaf tuhaf güler.
242
Dahhâk, Feridûn’un babası Âbtîn’i öldürdükten sonra endişe duyacağı bir rüya
görür ve kâhinlerinden rüyayı yorumlamalarını ister. Kâhinler, ona rüyasının doğacak
bir çocuğun kendisinin sonu olacağına işaret ettiğini söylerler. Dahhâk da bunun
üzerine bu çocuğu öldürmek maksadıyla aramaya koyulur. Dahhâk, uzun yıllar bu
çocuğu arar lakin bulamaz. Tam rüyasını unutmuşken Feridûn, babasının intikamını
almak üzere kendisini “yetim” bırakmış olan Dahhâk’a saldırıp, mağlup ederek tahtı
ele geçirir. Beyitte, Dahhâk’ın iki omzundaki yılan başlarıyla ve onların vermiş olduğu
dehşetli görüntüyle sevgilinin omuzlarındaki saçları kastedilmekte, bu dehşetli
görüntüye rağmen sevgilinin yetime cilve ile güldüğünü, asıl niyetinin de ona
zulmetmek olduğu söylenmektedir. Şair, sevgilinin lütfuna muhtaç olanları yetim
olarak addetmekle, merhamet dilemektedir. Zira yetime merhamet duyulması
gerektiği dinî bir emirdir. Hz. Muhammed de her sözüyle her fiiliyle bu duruma işaret
etmekte, “Yetimlerin ihtiyacına koşan, Allah yolunda savaşa giden askerlerle,
gündüzün oruç tutup, geceyi ibadetle geçiren gibidir” (Buhari, 59) sözleriyle de
onların ihtiyacını görenlerin kazanacakları sevabın bütün gününü ibadetle geçiren bir
kimsenin sevabı mukabilinde olacağını söylemektedir. Bu bağlamıyla şayet sevgili
yetim olan âşığa iltifat ederse hayli sevap kazanacaktır.
Feridûn padişah tacıyla otururken Dahhâk hiç gaflet ile mey içebilir mi?
Şarabı Cem bulur, Dahhâk da Cem’in saltanatına son vererek tahtına kurulur
ve şarap başta olmak üzere ondan geri kalanlar üzerinde yıllarca hâkimiyet sürer.
Dahhâk kudretli bir hükümdarlık sürerken bir gün rüyasında Feridûn adında bir çocuk
tarafından öldürüleceğini görür ve onu aramaya başlar. Aradığı süre zarfında da tedbiri
elden bırakmaz. Beyitte Feridûn’un tac ile oturuyor olmasından kasıt Feridûn’un şah
soyundan geliyor olmasıdır, nitekim Gâve de bu sebeple onun sancağı altına girer.
Feridûn’un taçla otururken Dahhâk’ın gafletle Cem’den kalmış olan meyi içemeyip,
ayık kalıp tedbirli davranmak zorunda olmasıyla bu duruma telmih yapılmaktadır.
mitolojisinde şeytani bir hayvan olan ve ejderhaların birden fazla kafası vardır. Rus
mitolojisinde ise biri üç, biri altı diğeri ise dokuz başlı olan üç ejderhadan söz
edilmektedir. Bu üç ejderhanın tutsak etmiş olduğu üç prenses, kahraman tarafından
kurtarılır. Bir diğer anlatıda ise ejderha Ruslar’ın meşhur kahramanı İvan’ın kız
kardeşini tutsak eder. İvan da tıpkı Feridûn’un Cem’in kız kardeşlerini Dahhâk’tan
kurtarmış olduğu gibi ejderhayı yenip kız kardeşini kurtarır. Slav mitolojisinde yılan
ve büyücü geceyle onları alt eden kahraman ise güneş ile ilişkilendirilmektedir. İndra,
Veda mitolojisindeki ejderha Marsan Vitra ile savaşır. Bu ejderha kızları mağaralara,
kulelere ve kalelere hapsedip onlara karısı gibi davranmaktadır. Kadınların ejderhalar
tarafından esir edilmesi mitosu yalnızca İran ve Veda mitolojisine dayanmamaktadır
elbet, bu mitos birçok milletin mitolojisinde görülen müşterek bir motiftir (Kalizâde,
s. 95). Kazak masallarında da ejderha, halktan ağır vergiler alan dev canavarlardır.
Zülme uğrayanların önceden hazırladığı hediyeleri ve insanları diri diri yutan
ejderhalar, umumiyetle kızları yemektedir. Padişahın kızını da yiyip şehri bunalıma
sürükleyen bu canavarla savaşmaya giden kahraman yutulurken kırk kulaç olan
kılıcını sıkıca tutar ve ejderhanın içine öylece girip onu ortasından ikiye ayırır. Böylece
halkı kurtarıp özgürleştirir (Toyşanulı, 2020, s. 158).
Her gün bir/iki insan yiyen yılan Türk halk masallarında sıklıkla görülen bir
mitostur. Masallarda bu motif genellikle şöyle işlenmektedir; halkın su alabildiği tek
bir kuyu vardır, bütün ülkenin su kaynağı olan bu kuyunun başına bir ejderha/yılan
yerleşir, her gün bir insan ve bunun yanında başka bir şey bu değişebilir koyun/tatlı/bal
vermeleri koşuluyla suyu bırakacağını söyler. Halk, bunun üzerine her gün bir insanı
-genellikle kız- ve diğer isteğini feryatlarla ona verir ve ancak böyle suyunu
çekebilirmiş. Bu sıra böyle devam ederken insanların dayanacak gücü kalmaz ve
nihayet sıra padişahın tek çocuğu olan kızına gelir. Padişah da halkı gibi bu isteğe baş
eğmek zorundadır ve kızını hazırlatır tam yola çıkmış götürecekleri esnada bir yabancı
genç çıkarak günlerdir burada olduğunu olanları yaşlı bir teyzeden öğrendiğini bu
durumun böyle yürümeyeceğini söyler. Ancak padişah dâhil herkes çaresiz olduklarını
söylerler. Bunun üzerine genç, kızın yerine geçerek tatlı -ya da her neyse- tabağını
başının üstüne koyarak yılana doğru yürür ve gafil avlayarak başını vurarak ülkeyi bu
kötülükten kurtarır. Ödül de yine çok bilindik bir motif olan padişah kızı ve tahtıdır.
Görüldüğü gibi masaldaki motifler ile Dahhâk anlatısındaki motifler çokça benzerdir.
Dahhâk her gün insan yemekte her ne kadar kendi memleketi olsa da dışarda büyüyüp
244
gelen Feridûn bu zulme son vermektedir. Sıranın padişahın kızına gelmesinin kırılma
noktası olması gibi sıranın Gâve’nin son çocuğuna gelmesi de kırılma noktasıdır. Zira
Feridûn’u direnişe hazırlayan Gâve’dir. Cahiliye Dönemi Arapları da yılanın su
kaynaklarına bekçilik yaptığına inanıyor, bu sebeple de onu “Dâhiyetu’l-gayb” diye
adlandırıyorlardı. İnanışa göre yılan çok kindar, ancak kendisine yapılan iyiliği
unutmayacak kadar da vefalıdır. Rivayete göre ‘Ubeyd b. El-Ebras bir gün Şam’a
gitmek için yola çıkar. Yol üzerinde susuzluktan ölmek üzere olan bir yılan görür,
kuyuya inerek ona su içirir. Aradan zaman geçer ‘Ubeyd’in devesi kaybolur, bütün
aramalara rağmen bulunamayan deve gecenin karanlığında ‘Ubeyd’in kurtarmış
olduğu yılan tarafından kapıya getirilir (Usta, 2019, s. 181). Yine Hinduların büyük
tanrılarından olan İndra’nın da ejderha ile savaşarak dünyayı verimli yapacak olan yedi
nehri özgür bıraktığına inanılmaktadır (Yıldırım, 2018, s. 123). Moğolların
anlatılarında Buka Noyon adlı devlerin babası olan bir yaratık vardır. Bunun dokuz
oğlu vardır, bu oğulların hepsi de Yelbüke yani ejder görünümlüdür. Masallarda
Bükeler suyun önünü keser ve bırakmak için karşılığında kurban isterler (Uslu, 2017,
s. 214).
beklemeye koyulur. Ejderha gelir, dervişler def ve kudüm çalmaya başlarlar Sarı
Saltuk, tahta kılıcıyla ejderhaya saldırarak kellesini keser. Ejderha kaçarak mağarasına
sığınır, Sarı Saltuk da peşinden gider ve onu öldürür. Kızları ve ülkesi kurtulan kral
sözünü tutar ve tebaasıyla birlikte Müslüman olur. Aynı anlatı Hristiyan keşiş Aya
Yorgi veya Saint Georges’e de mal edilmektedir (Su, 2011, s. 149). Bu anlatıda da
yine dışarıdan gelen genç kralın kız(lar)ını ve bütün ülkeyi kurtarır. Ancak burada
“ejderha öldürücü” yılanı kahramanlığıyla değil kerametiyle öldürmektedir.
3.7.6. Dârâ:
Dârâ; İsfendiyâr’ın torunu, Erdeşîr-i Dırâzdest’in oğlu, Keyâniyan sülalesinin
dokuzuncu ve son hükümdarı, on dört yıl boyunca İran’a hükmetmiş olan Ahâmeniş
247
kralıdır. Döneminde II. Philippos ölmüş, yerine oğlu Makedonya kralı olmuştur.
Babasının ölümü üzerine tahta geçen İskender, artık kimseye vergi vermeyeceğin
söyleyince Dârâ ile araları açılır. İskender’in Asya seferi sırasında İskender ile Dâra
karşı karşıya gelir. Dârâ, Makedonya kralı İskender ile aralarında yapılan savaşlarda
yenilerek Kirmân’a çekilir. Barış imzalanmak üzereyken suikasta uğrayarak ölür.
Ölmeden önce kendisini ziyarette gelmiş olan İskender’e nasihatlerde bulunarak kızı
Rûşenek’i de ona eş olarak verir. Dârâ’nın ölümünden sonra İskender hükümdarlığını
ilan eder (Yıldırım, 2008, s. 233). Bir diğer rivayete göre ise İskender’den kaçan Dârâ,
Belh satrapı Bessos’a yakalanır. İskender, Pers hükümdarı Dârâ’yı bulup,
kurtardığında Bessos onu tanınmayacak hâle çoktan getirmiştir. Dârâ’yı Bessos’tan
kurtulur ancak almış olduğu yaralardan kurtulamayıp ölür. İskender de bunun üzerine
Bessos’u yakalatıp parçalatarak ölümüne çokça üzülmüş olduğu Dârâ’nın intikamı
almış olur. İskender ile Dârâ’nın savaşı sırasında Hızır ve Sokrat’ın İskender’in safında
olduğu ile ilgili rivayetler bulunmaktadır (Tökel, 2016, s. 119).
‘Acem Dârâları gibi yerin dar itdi Dârânun (Necâtî, 1963, s. 57)
3.7.7. Efrâsiyâb:
Uzun süre İran padişahlarıyla savaşmış olan Turan padişahı Efrâsyâb’ın adı;
Avesta’da Frangrasiyag, Frangrasyan, Pehlevice Ferâsyâv, Ferâsyâk, Ferâsyab
Farsçada Efrâsiyâb şeklinde geçmektedir. Şehnâme’ye göre ünlü Turan padişahı
Efrâsiyâb’ın babası Peşeng, Münûçehr’in ölümü üzerine oğlunun komutasındaki bir
orduyu İran’a gönderir. Nevzer savaşıp karşı koymaya çalışırsa da Efrâsiyâb
tarafından öldürülür. Keykâvûs, tahta geçince de Rüstem’i Efrâsiyâb’la savaşmak
üzere gönderir, böylece Rüstem kumandasında İran-Turan savaşları başlar. Efrâsiyâb,
Rüstem’e yenilir,142 ancak Keykâvûs’un Hâmâverân hükümdarının zindanında
bulunduğu sırada tekrar saldırarak İran’ı yakıp yıkararak harap eder.143 Avesta’da da
onunla ilgili verilen bilgiler Şehnâme’dekilere benzerdir. Rivayete göre Efrâsiyâb da
Dahhâk ve İskender gibi Ehrimen aracılığıyla ölümsüz olarak yaratılmış, ancak Ahura
Mazda ölümsüzlüğü her üçünden de geri almıştır (Yıldırım, 2006, s. 269).
Efrâsiyâb, kızı Firengis’i ve birçok mal ve mülk vermiş olduğu Pers şehzadesi
Siyâvûş’u komutanlarının entrikaları sonucu öldürür. Firengis, oğlu Keyhüsrev’e bir
zarar gelmesin diye onu her şeyden habersiz büyütür. Ancak dedesi Kâvûs torunundan
haberdar olunca onu yanına aldırıp olanları anlatır. İmtihan neticesinde İran şahı olup
da güçlenen Keyhüsrev, babasının intikamı için dedesi Efrâsiyâb’a saldırır ve onu
mağlup edip öldürür.
hatıraların canlanıp toplanması dikkate değer hadisedir. O kadar ki, bu hadise üzerinde
Şehnâme'nin derin tesiri olduğu bugün cesaretle söylenebilir (Banarlı, 1983, s. 14).
Rindler hâne-i harâbatı
Milk-i Efrâsiyâba vermezler (Hayâlî, 1945, s. 171)
Rindler harap olan haneyi, Efrâsiyâb’ın mülküne dahi değişmezler.
Efrâsiyâb zamanında bin çeşme, gemilerin gidip gelebileceği kadar geniş,
Hâmûn gölüne akan yedi yapay ırmak yaptırmış ve bunun yanında birçok yapıyla
mülkünü abad etmiştir. Rindlerin gözü bu dünyada olanı görmediğinden
tekkeyi/meyhaneyi Efrâsyâb’ın mülküne dahi değişmezler demekle şair, iki zıt unsuru
mübalağalı bir şekilde mukayese etmektedir.
3.7.8. Ehrimen:
İslam kültüründe Şeytan ya da İblis olarak geçen kötülüğün simgesi, aldatıcı
bir güçtür (Yıldırım, 2008, s. 272). Mecusilerin hayır ve şer düalizmindeki şerrin yani
kötülüğün, karanlığın, yer altı dünyasının temsilcisidir. Ehrimen istediği kılığa
girebilen ruhani bir yaratıktır. Bazen bir şeytan bazen kötü bir ruh bazen de vahşi bir
hayvan suretinde kötülüğü yaymaktadır. Zerdüşt inanışına göre de Hürmüz (Ahura-
mazda) iyilik Ehrimen de şer ilahıdır. İkiz kardeş olan bu iki ilahtan Hürmüz ışık ve
aydınlıkla, Ehrimen ise karanlıkla özdeşleştirilmektedir. Ehrimen ışığın harika
gücünden habersiz karanlıkların derinliklerinde yaşarken bir gün Hürmüz’ün ışığını
görür ve onu çok kıskanır. Böylece iyilik ve kötülüğün temsilcisi bu iki kardeş arasında
savaş başlar ve Ehrimen mağlup olur ancak tamamen yok olmaz. Daha sonra Ahura-
mazda hayatı Ehrimen ölümü, Hürmüz göğü Ehrimen cehennemi, Hürmüz iyiyi
Ehrimen ise dünyada kötü ve zararlı olan ne varsa onları seçer. Hürmüz ile Ehrimen
arasında kıyamete kadar sürecek bir mücadele başlar; bu savaşın tam galibi olmayacak
ancak en sonunda Hürmüz, Ehrimen’e galebe çalacak ve evreni baştan başa hayır ve
iyilik kaplayacaktır (Tökel, 2016, s. 126). Semavi dinlerin yanında mitolojik anlatı ve
inanışlarda da iyinin yanındaki kötü, tanrının karşısında duran kötülük temsilcisi
mahlûkatlar bulunmaktadır. Türk mitolojisinde Tanrı Ülgen’e karşı kibrine kapılıp
yeraltında kendi hanlığını kurup, karanlık ruhlara hükmeden Erlik Han ve Yunan
mitolojisindeki cehennem bekçisi Hades de yine Ehrimen gibi kötülüğün simgesi şer
ilahlarıdır.
3.7.9. Feridûn:
Pîşdâdî hanedanın altıncı hükümdarıdır. Cemşîd’den sonra İran tahtına geçen
Feridûn, beş yüz yıl hüküm sürmüştür. Avesta, Şehnâme ve İran dinsel metinlerinde
geçen en eski mitolojik şahsiyettir. Babası Âtbîn, Dahhâk tarafından öldürülünce
Feridûn annesi tarafından kaçırılarak yayla sahibine teslim edilmiş, o da çocuğu
Bermâyûn/Pormâye adındaki ineğin sütüyle büyütmüştür. Dahhâk durumu öğrenince
Feridûn’u ve ineği öldürmek ister, annesi çocuğu kaçırır ancak Dahhâk ineği öldürür.
Öte yandan on altı yaşına gelmiş olan Feridûn, İran’a dönerek annesinden soyu
hakkında bilgi alır. Büyüyüp güçlendikten sonra babasının intikamı için harekete
geçmek ister, tam o sıralarda Gâve, Dahhâk’a karşı ayaklanır, Feridûn’u hükümdar
olarak seçip tahta çıkmasını destekler. Feridûn, Dahhâk’a saldırır,145 Dicle’den
gemisiz geçip Dahhâk’ın alı koyduğu Cemşîd’in kızları olan Şehrnâz ve Ernevâz’ı
kurtarır daha sonra ikisiyle de evlenir. Şehrnâz’dan Selm ve Tûr, Ernevâz’dan ise Îrec
adında üç oğlu olur. Feridûn da tıpkı Oğuz Kağan ve Nuh Peygamber gibi dünyayı
çocukları arasında paylaştırır. Beş yüz yıllık saltanattan sonra tacını ve tahtını torunu
Menûçehr’e bırakır. Menûçehr’in amcalarıyla girdiği savaşlar İran-Turan savaşlarını
başlatır (Yıldırım, 2008, s. 308). Rivayete göre Feridûn, Gâve’den sonra 200 yıl
yaşamış ve cihanı adaletle yönetmiştir. Mugan taifesine göre Feridûn; ateşe tapar,
yıldız ilmine göre yıldızlardan hüküm çıkarır bu hükümlere göre de iş yapardı.
Feridûn; devrinde yıldızları gözlemlemiş, astronomi ilmini kurmuş, hekimlik
145
Alıp İrân-zemîni kabza-i teshîrine hâlâ
Ferîdûn gibi oldu şehriyâr İrân u Turâna (Nedîm, 2017, s. 71)
253
bilgilerini de ortaya koymuştur. Ayrıca Fil üzerine ilk taht oturtan da yine odur (Taberî
I., s. 149).
Feridûn’u şah eden Gâve’dir, onu şahlarşahı eden ise hakikatte Hak’tır.
Beyitte direnişi başlatan Gâve’nin şah soyundan olan Feridûn’u lider seçerek
Dahhâk’a karşı savaş açtığı ve Dahhâk’ı yenen Feridûn’un Gâve sayesinde şah oluşuna
telmih yapılmaktadır.
Feridûn, kutsal bir inek sütüyle büyüdüğünden talihini ele alıp, tahta
oturmuştur. Feridûn, babası öldürüldükten sonra annesi Ferânek tarafından bir çobana
teslim edilir. Çoban Feridûn’u Bermâyûn adlı bir ineğin sütüyle büyütür. Beyitte de
Feridûn’un bir inek tarafından büyütülmüş olduğuna işaret edilmektedir. Şeyhî,
Feridûn’un talihini bu ineğin sütüne bağlamaktadır. Zira bir hayvan tarafından
büyütülen kahramanın gücünün de hayvanî yani insanüstü olması oldukça yaygın bir
254
destan motifidir. Nitekim kutsal ineğin sütannesi olduğu bu çocuk zulme son vererek
tahtı ele geçirmiştir. Dolayısıyla onun devleti bu süt ile büyümesine bağlanmaktadır.
Feridûn’un gav ile anılmasının bir diğer nedeni de onun öküz başlı meşhur
gürzüdür.146
Menekşe, Feridûn gibi cihanı elinde tutmasaydı, baharın gürzü neden öküz
başlı olacaktı.
Bahar Feridûn’a, mor menekşenin top başı da onun öküz başlı gürzüne teşbih
edilerek, nasıl ki bahar cihânda bir uyanış hâsıl edip cümle mevcudata hükmediyorsa,
Feridûn’un da öküz başlı gürzüyle âleme hükmettiğine gönderme yapılmaktadır.
Feridûn anlatısında en dikkat çekici olan “daha doğmamış bir çocuk tarafından
öldürüleceği kehânetini alan anti-kahramanın, kehânetin gerçekleşmemesi için çocuğu
yok etmeye çalışması ve buna engel olmak isteyen annenin, çocuğunu kaçırıp
saklayarak büyütmesi” motifidir. Bu hemen hemen bütün milletlerin anlatı ve
menkıbelerinde görülen bir motiftir. Anti-kahramanı öldürmesi kehânet edilen
kahramanın, saklanması ve kehâneti gerçekleştirmek için geri gelmesi en genel hâliyle
Hz. Musa’nın Firavun’a, Hz. İbrahim’in Nemrud’a karşı giriştikleri mücadelelerin yer
aldığı anlatılarda görülmektedir. Rivayete göre Firavun, zulüm ile hükmederken
İsrailoğulları Hz. İbrahim soyundan gelecek bir çocuğun bu zulme son vereceğinin
kehâneti ile avunuyorlardı. Firavun’un duymasını istemediklerinden bu durumu
saklıyorlardı, ancak bir gün Firavun’un adamları olanları işitir ve Firavun’a anlatır.
Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullarından doğan bütün erkek bebekleri öldürmeye
başlar ve yeni bebeklerin doğmaması için de kadınlar ve erkekleri tıpkı Nemrud’un
yaptığı gibi ayırır. Musa’nın annesi de İbrahim’in annesi gibi hamile olduğunu
anlayınca çocuğunu kurtarmak için çare aramaya başlar. Nihayet doğum gerçekleşir,
kadın bir oğlan doğurur. Şayet Firavun bu çocuktan haberdar olacak olursa onu
öldürecektir, annesi bunu bildiğinden onu bir sandık içinde Nil’e bırakır. Bu sandık
yüze yüze Firavun’un sarayına gelir cariyeler sandığı alıp, Firavun’un karısı Asiye’ye
götürür ve böylece Hz. Musa Firavun’un evlatlığı olarak yanı başında büyür (Aydemir,
2018, s. 114). Tabii burada Feridûn’un Dahhâk’ı öldürmüş olduğu gibi fiilen
öldürmemiştir, Hz. İbrahim ve Nemrud bahsinde olduğu gibi sembolik bir ölümdür.
Kendilerini tanrı ilan eden bu kralların otoriteleri sarsılmıştır. Bir başka anti-
kahraman olan Nemrud anlatısında da her şey bir rüya ile başlamaktadır. Nemrud,
gördüğü rüya üzerine çok korkar ve kâhinlerine rüyayı yorumlatır. Kâhinler,
Nemrud’a memleketinde yeni doğacak olan bir çocuğun kendisini yok edeceğini
söyler. O da diğerlerinin yaptığı gibi yeni doğan erkek çocukları öldürmeye başlar ve
tedbiren erkekleri kadınlardan ayırıp onlarla başka bir köye yerleşir. Günlerden bir gün
Nemrud’un kadınların bulunduğu köyde bir işi çıkar o iş için de en çok güvendiği kişi
olan Hz. İbrahim’in babası Azer’i seçer, eve gitmemesi yönünde sıkıca tembihte
bulunduktan sonra onu gönderir. Ancak kehânet ya da kaderden kaçılamayacağından,
Azer kısa süreliğine eve uğrar ve karısı Hz. İbrahim’e gebe kalır (Aydemir, 2018, s.
57). Nemrud da tıpkı Firavun gibi aradığı çocuğun hayatta ve yanı başında olduğunu
anlamaz, böylece Hz. İbrahim’in doğumu da büyüyüp Nemrud’un karşısına
dikilinceye kadar saklanmış olur.
tıpkı Sîmurg gibi bebeğe zarar vermeyip, onu güvenli bir şekilde bir bahçeye bırakır.
Bir hayvanın aracılığıyla kurtulan bu soylu bebek Feridûn, Keyhüsrev, Artur
anlatılarında olduğu gibi soylu olmayan çoban/çiftçi/bekçiler tarafından büyütülür.
Bebek büyür, dedesini tahtından ederek kral olur ve böylece kehânet de gerçekleşir.
Bu bebek ünlü Sümer kralı Gılgamış’tır (Gezgin, 2014, s. 116).
Ferîdûn Selm ü Tûr’a itdi bahş Îrân u Tûrân’ı (Hayâlî, 1945, s. 63)
Âlemin şahı iki şehzadesine tahtlar verdi. Feridûn, Selm ve Tûr’a İran ile
Turan’ı bağışladı.
Şair, Feridûn’un Selm ile Tûr’a İran ve Turan’ı verip, âlem tahtlarını iki
şehzadesi arasında pay etmiş demekle yukarıda bahsi geçen ana anlatı içerisinde yer
alan Feridûn’un tahtını oğulları arasında üleştirmesine gönderme yapılmaktadır.
Kimi İran’ı kimi Turan’ı zabteden İrec ve Tur gibi nice komutanı vardır.
Nişan (alâmet), altın (tac) giyip gümüş taht üzerine çıkarak, Feridûn’un
iktidarı gibi cihana hükmetti.
Zamanın Feridûn’u suyun diğer tarafına geçmek için A’şar Nehrini askerle
doldurup Dahhâk yılanına karşı zafer buldu.
Şair, zamanın Feridûn’u, A’şâr Nehrini asker ile doldurup, Dahhâk yılanına
karşı zafer buldu demekle Feridûn’un Gâve’nin sancağı altında direnişe başlayıp, gece
karanlığında nehri atlarıyla geçmiş olmasına telmih yapmaktadır. Anlatıya göre
Feridûn, Dahhâk’a karşı ayaklandığında Ervend’e kadar gider, orada nehrin
kolcularına ne kadar gemi ve kayıkları varsa onu ve askerlerini karşı kıyıya geçirmek
için kullanmalarını, oradan da buraya kimseyi bırakmamalarını söyler. Ancak nehrin
kolcusu cihan padişahının emri olmadan, onun mührünü taşıyan bir buyruk gelmeden
hiç kimseye gemi veremeyeceğini söyler. Feridûn bunu duyunca çok kızar ve
padişahlara yaraşan kemerini hırsla kuşanıp aslan yürekli atını derin sulara doğru sürer.
Atlar eyerlerine kadar suya batınca asilerin başı atların suya gömüldüğünü düşünerek
uykuya dalar. Feridûn ve askerleri de başları savaş duygularıyla dolu olarak karaya
çıkar ve Beytü’l-Mukaddes’in yolunu tutarlar. Nehirleri geçmek evrensel ve büyük
kararlarda, yeni hayatın başlangıcı, ölüm, hayat ve yeniden dirilişin sembolüdür
(İmâmî, 2019, s. 138). Tıpkı tufan anlatılarında olduğu gibi Feridûn’un suya gömülüp
çıkması da yeni bir düzenin müjdeleyicisidir.
260
3.7.10. Gâve:
Dahhâk’ın zalimlikleri ile mücadele eden ve sonunda Ferîdûn’un tahta
geçmesini sağlayan demircidir. Gâve’nin on sekiz oğlunun sonuncusu da beyni
Dahhâk’ın yılanlarına yedirilmek üzere götürüldüğünde Gâve, son derece kızgın
olarak Dahhâk’ın huzuruna çıkar ve devletin ileri gelenlerinin de yanında önlük olarak
kullandığı deri parçasını mızrağının ucuna takarak zulme karşı isyan başlatır. Savaşı
kazanıp Ferîdûn’u tahta çıkardıklarında Feridûn uğur olarak Gâve’nin deri önlüğünü
süsleyerek bayrak yapar (Yıldırım, 2008, s. 454).
Saki bugün şarap şişesini direfş-i Gâvyân gibi kaldır da Dahhâk’ın gamını
tamam edelim.
Dahhâk, gördüğü bir rüya üzerine bir gün tacı ve tahtından edileceğini dahası
öldürüleceği bilmekte, yıllarca bunun gamı ve kederiyle yaşamaktadır. Sabrî-i Şâkir,
sakiye nida ederek şarap testisini direfş-i Gâviyân gibi kaldır demektedir zira bu
bayrak Dahhâk’a karşı başlayan direnişin sembolüdür. Kaldır ki Dahhâk o günün bu
gün olduğunu bilsin ve gamı dağılsın.
Ey şah, rakibin başına her an ant içermişsin gel onu kılıç duası hatırına kes.
Zâti, kılıç üzerine yeminin yanında halk inanış ve söylemlerinde yaygın olan
bir diğer yemin, baş üzerine yemini de kullanmaktadır. Bu yemin çok güvenilen ya da
sevilen kişilerin “başın üzre” ya da “başı için” yapılır. Şair, sevgilisinin rakibin başına
148
Visâli gencine tâlibsen Emrî key sakın andan
Tılısm-ı tîgdür ol gamze bin başlu yılan kâkül (Emrî, s. 168)
ant içmekle ona iltifat ettiğini, kutsal demir aşkına, kılıç hakkı için bunu kesmesini
yani buna bir son vermesini istemekte ya da tevriyeli bir söylemle sevgiliden kılıç
duası adına rakibin başını kesmesini dilemektedir.
Bir sihir ile suyu demir etti, ondan bağın vücuduna cevşen etti.
Demir aletler (bıçak) elden ele verilmez, yere konulur, yerden alınır. Bu
uygulamaya uymayıp direkt elinden alacak kişi de tükürmüş gibi yaptığı ritüelle kuralı
bozmamış olur. Demircilerin piri Davut Peygamber olduğundan demircileri de onun
koruduğuna inanılmaktadır (Boratav, 2016, s. 54). Kalevela’da demirin kökeni ile
ilgili bir anlatı vardır. Anlatıya göre yaşlı Vainamöinen sandalye yaparken kendini
yaralar, yaralarını iyileştirebilmek için kendisini yaralayan nesnenin kökenini bilip,
yarayı sarma ritüelini o nesnenin kökenine ait şarkıyı söyleyerek yapmalıdır. Bunun
üzerine diğer büyücüler ile büyücü Vainamöinen demir ile ilgili şunları söylerler;
Analardan ilki Havva’dır. Su, kardeşlerin en büyüğüdür. Ateş ikinci gelir, Demir ise
üçünün de en küçüğüdür. Ulu Yaratıcı Ukko, Kara ve Su’yu birbirinden ayırdı ve toprağı, deniz
olan bölgelerde ortaya çıkardı ama o dönemde demir hâlâ doğmamıştı. O zaman sol dizi
üzerine ellerinin ayarını birbirine sürttü. Böylece üç peri doğdu, bunlar demirin anası oldular
(Eliade, 2018, s. 30).
Görüldüğü gibi birçok millette olduğu gibi Finliler’de de demir kutsal kabul edilmiş,
perilerden doğduğuna inanıldığından ona “büyüsel” bir yetkinlik atfedilmiştir.
Demirci Gâve gibi adalet ve insaf ile bayrağı çekip, Dahhâk’ın zulmünü
kahreder.
maksadıyla Anadolu’ya girip birçok yeri yakıp yıkarak ele geçirmiştir. Ancak daha
sonra Heraklitos’a yenilip aldığı yerleri de terk ederek geri dönmek zorunda kalmıştır.
Yönetimde zevk ve eğlenceye düşkün olması sebebiyle tahttan indirilmiş yerine de
oğlu Şîrûye getirilmiştir (Zavotçu, 2006, s. 228). Hüsrev, klasik edebiyata Ermeni
melikesi Mehîn Bânû’nun kardeşi/yeğeni Şîrîn ile aralarındaki aşk münasebetiyle
konu olur (Yıldırım, 2008, s. 396).
Anda Hüsrev gül derer Ferhâd-ı Miskîn hâr u has (Ahmet Paşa, 1992, s. 179)
Şîrîn’in güzelliği can bağışlayan gül bahçesi iken sen takdiri gör ki orada
Hüsrev gül, miskin Ferhad ise yalnızca çöp ve diken derer.
Kim alur bir demde eflâkün tokuz meydânını (Hayâlî, 1945, s. 427)
265
3.7.12. İsfendiyâr:
Lohrâs’ın torunu ve Goştâsp’ın oğlu olan İsfendiyâr, İran’ın ünlü
kahramanlarındandır. Şahnâme’ye göre Goştâsp, oğlunun kendisini devirmek
istediğini düşünerek onu zindana attırır. Daha sona Ercâsp’a yenilince oğluna ihtiyaç
duyduğundan onu zindandan çıkarır, kardeşinin intikamını alması karşılığında tacı ve
tahtı ona bırakacağını söyler. İsfendiyâr, amcasının intikamı aldıktan sonra Zerdüşt
dinini yaymaya başlar. Bunun üzerine Zerdüşt onu tılsımla “Rûyînten”151 yani tunç
vücutlu yapar, böylece gözleri dışında hiçbir organı tehlikeden etkilenmez olur.
Goştâsp, oğlunu kıskandığı için sözünde durmayarak tahtı ona vermeye yanaşmaz,
Rüstem’i yendiği takdirde vereceğini söyler zira babası, İsfendiyâr’ı ancak Rüstem’in
öldürülebileceğini biliyordur. Nitekim Rüstem, Sîmurg’un yardımıyla152 onu yalnızca
gözünden öldürülebileceğini öğrenir ve gözüne attığı okla İsfendiyâr’ı öldürür153
(Yıldırım, 2008, s. 428). Denkard’da göre ise İsfendiyâr, kral Viştaspa’nın küçük
oğludur. Anlatıya göre kral Viştaspa, Zerdüştlük inancını kabul edince, ödül olarak
geleceği öğrenme dileği kabul edilir. Haoma suyuyla yapılan özel bir karışımı içince
bilinci kapanır ve kendini cennette görür. Viştaspa’nın en yakınlarının da dilekleri
kabul olur; oğullarından biri ölümsüzlük iksiri olan bir fincan süt içer, nazırlarından
Jamasp (Câmasb) kokuları soluyarak bilgiye vakıf olur, diğer oğlu İsfendiyâr ise bir
nar yiyerek yenilmez bir savaşçı olur (Curtis, 2016, s. 82).
Bir diğer rivayete göre ise İsfendiyâr, babasının emri altında bir bey olarak
yaşarken onu sevmeyen vezirler tarafından babasına kötülenir. Vezirlerine kanan
Goştâsp, oğlunu zindana attırır. Goştâsp daha sonra eğlenmek üzere uzaklaşınca
Turanlılar İran’a saldırır. Goştâsp, ülkesini kurtaramayınca tavsiyeler üzerine
İsfendiyâr’ı zindandan çıkararak İran’ı kurtarması karşılığında tahtı ona vereceğini
söyler. İsfendiyâr, ordusuyla İran’ı kurtarır ancak babası bu sefer de Turanlıların kız
kardeşlerini kaçırdığını, onları kurtarması gerektiğini söyler. Olağanüstü güçlere sahip
olan İsfendiyâr, büyük bir orduyla Turan üzerine yürümeye başlar. Bu efsanevi
kahraman, mitolojik yaratıklarla dolu tehlikeli, lakin kısa olan yoldan giderek kız
kardeşlerini kurtarır ve ülkesine geri döner. Ancak babası söz vermiş olduğu tahtı yine
de vermek istemez, kâhinleri çağırarak İsfendiyâr’ın ne kadar yaşayacağını, nasıl
öleceğini sorar. Kâhinler, onu ancak Rüstem’in öldürebileceğini söylerler. Goştâsp,
buna çok üzülür ancak oğlundan kurtulmanın tek yolu da budur. Bunun üzerine onu
Rüstem’in üzerine salmak maksadıyla Rüstem’in kendisine başkaldırdığı söyler.
İsfendiyâr, durumun böyle olmadığını, babasının asıl maksadının kendisinin Rüstem’e
öldürtmek olduğunu anlar ama yine de itaatsizlik yapmak istemez. Durumu öğrenen
annesi tıpkı Dirse Han ile oğlu Boğaç arasında kalan cefakâr anne motifinde olduğu
gibi araya girerek oğlunu gitmemeye ikna etmeye çalışırsa da başarılı olamaz.
İsfendiyâr, Rüstem’in karşısına çıkar ancak yenişemezler. Bir varyantta göre Zerdüşt
tarafından rûyinten yapılmış olduğu, diğer varyanta göre ise Hz. Davut’un zırhını
giydiği için İsfendiyâr’a ok ve kılıç işlememektedir.154 Sonunda Rüstem, Sîmurg’dan
onun yalnızca gözünden öldürülebileceğini öğrenir ve gözüne isabet ettirdiği bir okla
İsfendiyâr’ı öldürür (Yıldırım, 2008, s. 428).
Bu öğüt dolu destan senindir, Rüstem’in söylenen destanı ise sadece hiledir.
Ururdu dest-i red müjgânı tîr-i pûr-ı Destâna (Nedim, 2017, s. 70)
İsfendiyâr şahı helak etmek için bu köhne felek nice işler etti.
Zâl, Rüstem’in babasının adı olmanın yanında eski, koca, yaşlı manalarına da
gelmektedir. Zâl’ın ve destânın birlikte kullanımında hemen her zaman Rüstem
mazmunu gizlidir. Klasik Türk şairi, bütün sıkıntıların müsebbibi olarak feleği görür.
Felek, nice kocadan arta kalmış bir koca karı olarak tasavvur edilir. Şiirde felek,
İsfendiyâr şahı helak etmek için türlü destanlar etti denilmekle hem İsfendiyâr şahın
koca karı feleğin oyunlarıyla hem de Zâloğlu Rüstem’in okuyla öldürülmüş olması
durumlarına gönderme yapılmaktadır.
İsfendiyâr anlatısındaki, en dikkat çekici durum İsfendiyâr’ın babası tarafından
tehlikelere atılıyor olmasıdır. Abdulkadir İnan’a göre baba-oğul mücadelesinin temeli,
hâkimiyeti elde etme isteğidir. Her ne kadar İnan, baba-oğul mücadelesini pederşâhi
bir aile düzenine geçmeden önceki devirlerde ortaya çıktığını savunsa da bu
mücadelenin kökeninde eski ile yeni, ışıkla karanlık, düzenle kaos yer almaktadır.
Ayrıca baba-oğul mücadelesini veya bir başka deyişle düşmanlığını S. Freud’un
psikanaliz metodu ile açıklamaktadır. Türk kültür kodlarında anneye karşı cinsî ilgi
duymak yoktur (aynı şekilde babanın kızı ile evlenmesine de diğer mitolojilerin aksine
hiçbir destani dönemde rastlanmamaktadır), ancak bazı işaretlere bakılırsa psikanalize
yakın bir durum Dede Korkut Destanlarında da görülmektedir (Bayat, 2009, s. 64).
Dede Korkut’ta baba-oğul mücadelesinin kıskançlık bağlamında örneği, Dirse Han’ın
oğlu Boğaç’a karşı duyduğu öfkedir. Dirse Han, nâ-mert olan kırk alpının, oğlunun
269
Rûyinten kahrının ateşini görse erir, Rüstem-i Zâl hışmını işitse benzini
sarartır.
Rûyinten kahrının ateşinden bir anda su gibi erir, kılıcının ateşi dokunacak
olsa Nerimân’ı yumuşatır.
Nerimân, Rüstem’in dedesi olduğundan rûyinten olan İsfendiyâr da Rüstem
tarafından öldürüldüğünden bu iki kahramanın birlikte kullanımında hemen her zaman
Rüstem mazmunu gizlidir. Rûyinten, tılsımlı bir zırhla zırhlandığından kılıç, ok
işlemez olmuştur. Şair, memduhunun kahrının ateşinden Rûyintenin zırhının dahi
270
olduğu gibi burada da kocalar, yol göstericidir. Apollon’un tanrısal gücü gibi Basat’ın
çekmiş olduğu “salavat” da mistik güçtür. Roma mitolojisinde de İolkos kralı Aison,
tahtını üvey kardeşi Pelias’a kaptırır. Aison’un oğlu Jason, delikanlılık çağına gelince
Pelias’ın karşısına çıkıp tahtı geri ister. Pelias, ondan kurtulmak için önce Colchis’e
gidip, Phrixus’un orada bıraktığı altın postu getirmesini buyurur. Jason, yanındakiler
ile bu sefere çıkmak zorunda kalır. Yolculuk sırasında meydana gelen birçok olaydan
sonra Argonaunt’lar, altın postu geri istemek için kral Aietes’in karşısına çıkarlar. O
sırada kralın kızı Medeia, Jason’u görür ve ona âşık olur. Güçlü bir büyücü olan
Medeia, Argonaunt’lara ve Jason’a yardım etmeye başlar. Kral Aietes, görünüşte altın
postu vermeye razıdır, ancak önce Jason’un bir ejderi öldürmesini, ateş püsküren tunç
ayaklı iki boğayı boyunduruğa koşmasını ister. Jason, ister istemez bu koşulları kabul
eder. Büyücü prenses Medeia, Jason’a kendisini eş olarak alması hâlinde yardımcı
olacağını söyler. Sonra yiğit Jason’a “silah işlemeyeceği, gün boyunca yara
almayacağı hatta ölmeyeceği” büyülü bir merhem hazırlayıp sürer. Böylece Jason, bu
tehlikeli görevi de yara almadan başarır. Herkül de Jason’un zırhına benzer bir şekilde
zırhlanmaktadır. Kralın emriyle Nemea Aslanını öldürmeye giden Herkül hiçbir
şekilde hayvanı yaralayamayınca aslanla boğuşmaya başlar ve akıbet hayvanı boğar,
derisini yüzüp, hiçbir okun delemediği bu deriyi zırh olarak kullanmaya başlar (Örs,
2001, s. 12). Yine bunlara benzer bir diğer motif de İskandinav-Cermen
mitolojisindeki Sigurd/ Siegfried anlatısında görülmektedir. Diğer mitolojilerde
olduğu gibi burada da Sigurd’un vücuduna yara işlememektedir. Ancak onun yara
işlemez oluşu, ne Tepegöz gibi annesinin verdiği yüzük sayesinde ne Akhilleus’un
annesinin onu ölümsüzlük suyuna batırması ne de İsfendiyâr gibi Zerdüşt tarafından
kutsanması sonucudur. Sigurd, kendi bileğinin gücüyle rûyinten olmuştur. Tıpkı Oğuz
Kağan’ın, Oğuz iline musallat olan gergedanı öldürmesi gibi bu destan kahramanı da
kendilerine musallat olan Fafnir adındaki ejderhayı öldürür, onun kanında yıkanır ve
böylece yara almaz olur. Ancak tıpkı Aşil’in topuğunda yara almasında olduğu gibi
Sigurd da vücudunun küçük bir bölümünden yara almaktadır. Zira bu destan
kahramanı ejderhanın kanında yıkanırken ağaçtan savrulan bir yaprak vücudunun
küçük bir bölümünü kaplamış böylece ejderhanın kanı buraya temas etmemiştir
(Baydalı, 2003, s. 133).
Sen Rüstem için kin kuyularını kazmadın mı, Rûyinten’in gözlerine okları
dizmedin mi?
3.7.13. Kahraman:
Pişdâdiyan sülalesinden Tahmurs’un oğludur. Hakkında efsaneye göre, küçük
bir çocukken devler tarafından kaçırılır, on dört yaşına gelince bir gün suda aksini
görüp dev olmadığını anlar ve devlerle savaşmaya başlar. Devlerle savaşı sonunda bir
gergedanın sırtına binerek insanların bulunduğu ülkeye gelir. Yine Rüstem tarafından
öldürülmüş olduğu da onun hakkındaki rivayetlerdendir (Zavotçu, 2006, s. 269).
3.7.14. Keyhüsrev:
Keyaniler hanedanın ünlü hükümdarlarından olan Keyhüsrev, Keykâvûs’un
torunu, Siyavûş’un Efrâsiyâb’ın kızı Ferngîs’den olma oğludur. Hayatının büyük bir
kısmını babasının intikamını almaya adamıştır. Efrâsiyâb’ın kızı Ferngîs, kocasının
babası tarafından öldürülmesinden sonra güvende tutmak maksadıyla doğurduğu
oğlunun, çobanlara verilmesini emreder. Bir süre sona Efrâsiyâb durumu öğrenir
ancak çobanların büyüttüğü bir çocuğu tehlike görmediğinden annesinin yanına
getirilmesine izin verir. Daha sonra Gîv, Keyhüsrev ve annesi İran’a götürür. Kâvûs,
tahtını bırakacak kişiyi seçmek niyetiyle bir imtihan yapar. Dedesinin yaptığı imtihanı
kazanan Keyhüsrev, İran tahtına geçer156 (Yıldırım, 2008, s. 464).
156
Oluban yüzelli yıl Kâvûs şâh
Gitdi vü Keyhüsrev oldı pâdişâh (İskendernâme, s. 345)
274
Keyhüsrev İran’a varınca şüphesiz, Kâvûs ölüp yer altında toprak oldu.
Yine burada da Keyhüsrev’in İran’a geldiği sırada, hayli yaşlanmış olan dedesi
Kâvûs’un, tahtı ona bırakıp daha sonra da ölmüş olduğuna gönderme yapılmaktadır.
müşterek mitos da doğacak olan çocuğun mevcut düzeni yıkacağı kehânetidir. Pirân,
doğan Keyhüsrev’i çobanlara teslim ederek büyütürken Efrâsyâb da Keyhüsrev’i
bulup öldürmek niyetindedir. Zira müneccimleri, doğacak olan torununun kendisini
öldürüp, Turan’ı da yok edeceği kehânetini vermişlerdir. Ancak Pirân’ın çabaları
sonucu Efrâsyâb, Keyhüsrev’i bir tehlike olarak görmemeye başlar. Pirân,
Keyhüsrev’e de Efrâsyâb’ın yanında aptal numarası yapmasını tembihler böylece
yıllar geçer. Efrâsyâb, bu sırada onun annesinin yanına götürülmesinde bir engel
görmez ve çocuk annesinin yanına götürülür. Daha şehre girer girmez onun sahip
olduğu üstün vasıflar sebebiyle olağanüstü şeyler olmaya başlar. Onun ayağının
değdiği yerlerde otlar yeşermekte, gittiği yere bereket götürmektedir. Bir diğer özelliği
de insanların içinden geçen gizli sırlara vakıf olması157 ve İskender’in dünyayı
gösteren sihirli aynası gibi sihirli olan Câm-ı cihan-nüma’sının olmasıdır. Câm-ı gîti-
nüma hem Keyhüsrev’e158 hem de Cem’e mal edilmektedir.159 Henüz büyüyen
kahramanın tehlikelerden korunmak maksadıyla olduğundan farklı ve genellikle
yetersiz görünmesini tembihlemek, Batı mitolojisinde de bulunmaktadır. Kral Arthur
Hikâyelerinde, Parzival ile ilgili anlatıda oğlunu tehlikelerden korumak isteyen anne,
tıpkı Keyhüsrev’in annesi gibi oğluna soyu hakkında gerçek bilgiyi vermez.
Dolayısıyla Parzival, bir şövalyenin oğlu olduğunu bilmeden büyür. Yıllar sonra
şövalyelik hakkında bilgi edinen çocuk gitmek istediğini annesine söyleyince anne,
eğer oğlu aptal gibi görünecek olursa onun geri dönmek zorunda kalacağını düşünerek
Parzival’a onu aptal gibi gösterecek at, kıyafet ve öğütler vererek yolcular (Campbell,
2016, s. 468). Yine Odysseus da savaşa gitmek istemediğinden, dava için yararsız
olduğunun görüntüsünü vermek maksadıyla aptal numarası yapar (Leeming, 2017, s.
82). Keyhüsrev, bilinçli olarak aptal gibi davranmaktadır ancak Parzival, nasıl
davranması gerektiğini bilmeyen toy biri olduğundan öyle davranmıştır. Nitekim
onunla ilgili bölüm Büyük Aptal adı altında verilmektedir. Odysseus da
kurnazlığından, savaşa katılmak istemediğinden aptal gibi davranır. Ancak numara
Bendegânı var anın Hüsrev ü Cem’den eşher (Osman Nevres, 2020, s. 68)
158
Ferîdûn’u zamânem devletinde Husrev-i Rümun
Elümde câm-ı Keyhüsrev başumda tâc-ı hâkânî (Hayâlî, 1945, s. 426)
159
Her zaman görüşün aydınlık her zaman azmin güçlü
Biri Keyhüsrev’in kadehi diğeri İskender’in Seddi gibi (Yıldırım, 2006, s. 66)
276
yaptığı anlaşılınca antlaşmanın şartlarına uymak zorunda kalır ve Truva’ya doğru yola
çıkar.
Ey kerem yayan şahlar şahı, adaletli vezir, gevher okuyan, yiğitlik kazanan
Keyhüsrev şah.
Kalenderim ben bana bir hırka bir kaba keçe yeter, Kubâd’ın elbisesiyle
Keyhüsrev’in külahı nedir?
Yüce bir cevher olan zamanın Keyhüsrev’i, gökteki Güneş dergâhın için alnını
yere sürer.
Şair yüce bir cevher olan Keyhüsrev’in, memduhunun gökteki Güneş gibi
parlak ve kudretli dergâhı için alnını yere sürdüğünü söylemekle, Keyhüsrev gibi
kudreti ve itikadıyla bilinen bir padişahın memduhu yanındaki acziyetine gönderme
yapmaktadır.
3.7.15. Mani:
Sasânî hükümdarları I. Erdeşîr ve I. Şapur zamanında yaşamış ünlü bir
ressamdır. Rivayetlere göre annesi, Eşkanî hanedanından soylu biri, babası ise
Hemedânlıdır. Mani, ailesinin Babil’e göç etmesinden sonra Babil’de dünyaya
gelmiştir. Maniheizm kaynaklarına göre Mani, on iki yaşındayken kendisine bir melek
görünmüş, dört yaşına geldiğinde ise bu melekten aldığı öğretilerle yeni dini yaymaya
başlamıştır (Yıldırım, 2008, s. 500). Mani, Hindistan’a ve Çin’e giderek orada
ressamlığı bu alanda en önde gelecek isim olabilecek derecede öğrenmiş,161 seyahati
Senin gibi gönül çeken bir nakkaş Erjeng’deki suretleri bozar, benim seninle
ilgili her bir beytim Mânî’nin Nigâristân’ı gibidir.
muhteşem bir resim olduğunu dolayısıyla bu resmi methedip anlatan her bir beyitin
Mani’nin Nigâristân’ına eş değer olacağını söylemektedir. Buradaki nakış, kendi
hüsnünü temaşa etmek için kâinatı yaratmış olan Mutlak Sevgilinin teceligâhıdır.
Senin güzel yüzün açılınca gönül cennete göz yumar, şekli ruhaniyi görünce
Mânî’nin resimlerinde ne lezzet kalır.
Hayâlî, burada da sıklıkla yaptığı bir şey yapıp mahlasını tevriyeli kullanmıştır.
Şair, bir yandan mahlasını kullanırken diğer yandan da Nigâristân’da hayal ettiğinin,
şiir olduğunu söylemektedir. Burada ayrıca Mâni ve mana sözcüklerinin yazım
benzerliğinden de istifade edilmiştir. Şair, Manî’yi ve olağanüstü güzellikteki
resimlerini unutup, görünenin arkasındaki asıl güzelliğin ve bu resmin ressamını gör
demekle cümle kâinata nakş vereni ve bu nakışlardaki esrarın görülmesi gerektiğini
söylemektedir.
3.7.16. Menûçehr:
Pîşdâdî hanedanının altıncı hükümdarı olan Feridûn’un torunu ve ondan sonra
tahta çıkmış olan yedinci hükümdardır. Babasının intikamını amcaları Selm ve
Tûr’dan alınca dedesi ona tacını ve tahtını bırakır. Yüz yirmi yıl hükümdarlık yapmış
daha sonra tahtını oğlu Nevzer’e bırakmıştır (Yıldırım, 2008, s. 507).
Şair, memduhunu Güneş’e teşbih ederek şayet dilerse bir yüzünü göstermekle
Menûçehr gibi bir şahın dahi yolunu aydınlatabileceğini söylemektedir.
3.7.17. Nerimân:
Dünya pehlivanı Gerşâsp’ın oğludur. Sâm’ın babası Rüstem’in dedesidir. Div-
i sepîd tarafından öldürülmüş, Rüstem de devi öldürerek dedesinin intikamını almıştır
(Yıldırım, 2008, s. 545).
Hışm ile Sâm ve Nerimân’ın üstüne at salsa maiyetinin gözünü daha savaşın
başında toprakla kör eder.
3.7.18. Nûşirevân:
Sasânî hükümdarı Kisrâ I. Hüsrev’e, Pehlevîce “ölümsüz ruh” manasına gelen
Zerdüşt metinlerinde ölüler için övgü sıfatı olarak kullanılan “enûşengrüvân”ın değişik
bir yazımı olan Enûşirvân, Nûşîrevân da denmektedir. 531’de babası Kubâd’ın yerine
tahta geçen Nûşîrevân’ın ilk işi Mazdeizm’in sebep olduğu zararları gidermek
olmuştur. Yaptığı askerî ve idarî reformlarla da meşhur olan I. Hüsrev, ülkeyi dört
idarî bölgeye ayırarak her bölgeye birer ispehbed tayin ederek yönetmiştir. Diğer din
ve mezheplere karşı hoşgörülü bir tutum sergilemiştir (Zavotçu, 2006, s. 228).
Nûşirevân, Sasânî İmparatorluğunun en büyük hükümdarıdır, rivayete göre Hz.
Muhammed onun döneminde dünyaya gelmiştir. Babası Kubâd’tan sonra tahta çıkınca
Bizanslılarla antlaşmış, orduda reformlar yapmış, halka yönelik iyileştirmelerde
bulunmuştur. Onun yönetimde bulunduğu zamanda imparatorluk topraklarının
tamamında büyük kalkınma hamleleri yapılmıştır. Atina Akademisi’nin kapatılması
üzerine birçok filozof gelip sarayına sığınmıştır. Sarayında değişik kavimlerden bilim
adamları bulundurmuş, İslamî döneme kadar tıp eğitimi veren Cundîşâpûr Okulunu
282
Şayet senin şanının yüce kapılı köşkünü görürse hiç şüphesiz Nûşirevân’ın tacı
başından düşer.
Sanırsın ki Güneş Nûşirevân-ı adildir, adalet için lacivert kubbeye altın zincir
asmıştır.
Zencîr-i ‘adl asmaga Nûşîrevân kanı (Tacizâde Cafer Çelebi, 2018, s. 301)
Burada da yine yukarıda olduğu gibi Nûşirevân’ın adaleti tesis etmek üzere
sarayına herkesin ulaşıp hakkını arayabileceği bir zincir astırmış olduğuna telmih
yapılmaktadır. Şair, zalimliklerin artmasıyla adaleti tekrar temin edecek Nûşirevân’ın
gelip, zamanın Ay’ına adalet zincirini asmasını dilemektedir. Ay ışığının yere dik bir
açıyla, bir hortum şeklinde indiği hâli zincire, bir çengeli çağrıştıran hilal şekli de bu
zincirin asılacağı yere teşbih olunmaktadır.
Kimse dimez zulme mâyil sen şeh-i hûbân içün (Revânî, 2017, s. 331)
3.7.19. Rüstem:
İran’ın en ünlü millî kahramanıdır. Dünya pehlivanı Rüstem, İran millî
kahramanı olan Zâl’ın, Kâbil şahının kızı Rûdâbe ile olan evliliğinden olmadır.
Doğumu da yaşamı gibi olağanüstülüklerle doludur. Her şeye çare bulan Sîmurg’un
yardımıyla doğmuş, yaşıtlarından daha hızlı büyüyüp olgunlaşmıştır. Cesur, yiğit bir
savaşçıdır. İran şahı ne zaman dara düşse Rüstem’den yardım ister o da düşmanı dize
getirip her defasında İran halkını tehlikelerden kurtarır. Kahramanlıklarla dolu
hayatında Heft-hân’ı geçip Dîv-i Sepîd’i öldürmüş,164 Bîjen’i Efrâsiyâb’ın elinden
kurtarmış, Eşkebûs’u öldürmüş, Goştâsp’ın hileleri sonucu İsfendiyâr’ı öldürmüş,
bilmeyerek oğlu Sohrâb’ın bağrını parçalamıştır.165 Sonunda üvey kardeşi Şeğâd, onu
atı Rahş’la birlikte hileyle bir kuyuya düşürüp öldürmüştür (Yıldırım, 2008, s. 592).
Gerçekten bu o iri yarı yiğidin beğeneceği garip bir savaştır, çünkü onun her
günü Heft-hân savaşını hatırlatmaktadır.
164
Heft-hân-ı gamı bî-gam güzer eyler ol kim
Bî-muhâbâ bir iki câm-ı levendâne göre (Nedim, 2015, s. 325)
devlere karşı vermiş olduğu savaşından geri kalmadığını, onun kadar çetin aynı
mukabilde de büyük zafer getirdiğini söylemektedir.
Kaşların büktü belini gerçi senin aşk yayın, destandaki Rüstem ile iki rakip gibi
çekişir.
Sevgilini kaşları şekli itibariyle hem yaya hem de bükülmüş bele teşbih
edilmektedir. Rüstem, ok atmakta mahir bir pehlivandır nitekim ok işlemez olan
İsfendiyâr’ı bile gözüne isabet ettirdiği okla öldürmüştür. Sevgilinin âşığı da Rüstem
gibi bir cihan pehlivanına düşmanlık edecek kadar kudretli biri olduğundan ondan
gelen aşk oklarına karşı kaşları çaresiz kalmış, belini bükmüştür.
Burada Kahramân-ı çeşm terkibiyle Kahramân-ı kâtil, saf saf dizilip, savaşan
askerlerle de sevgilinin kirpikleri kastedilmektedir. Kahraman-ı kâtil yalnızca
Rüstem’e yenilmiştir, bu sebeple şiirde kahramana mani olması beklenen de
Rüstem’dir. Rüstem, askerlerini saf saf düzse dahi sevgilinin kahraman/kâtil
gözlerinin çektiği kılıç ve hançere mani olamayacaktır. Zira sevgilinin ok olan
kirpikleri yan bakış yayıyla gerilip fırlatılınca bu oklardan âşığı Rüstem’in etten
ördüğü duvar dahi kurtaramayacaktır.
3.7.20. Siyavûş:
Siyavûş; babası Keykâvûs’tan sonra, Keyhüsrev’den de önce Doğu İran’da
egemenlik sürmüş ve İran-Turan savaşlarında öldürülmüş güçlü bir hükümdardır.
287
Aşk ehli içine düşüp her tarafa taşan, ateş içerisinden ateşte gezinen Siyâvûş
doğdu.
Bu anlatıda üvey oğluna âşık olan kadın motifi hemen ilk bakışta Züleyhâ’nın
evlatlık oğlu Yusuf’a duyduğu aşkı anımsatmaktadır. Nitekim dinî ve millî mitolojiler
arasında motif alışverişleri de tabii bir hadisedir. Şehnâme’nin kahramanı Siyavûş ile
Yusuf kıssasındaki peygamber Yusuf’un hikâyeleri de bu bağlamıyla benzerlik arz
etmektedirler. Bu anlatılarda ilk göze çarpan, Sudâpe’nin Siyavûş’a olan “yasaklı”
ve karşılıksız duyguları ile Züleyhâ’nın Yusuf’a beslediği duyguların benzerliğidir.
Her iki anlatıda da kadınlar, evli oldukları hâlde âşık oldukları gence aşklarını izhar
ederek vuslat talep etmekte, ancak erdemli olan bu gençler tarafından
reddedilmektedirler. Anlatılarda yüzlerinin güzelliğinin etraflıca betimlendiği her iki
genç de reddettikleri kadınlar tarafından iftiraya uğrayarak zor durumda kalmakta,
288
daha sonra bu cürmden aklanmaktadır. Ayrıca her iki anlatıda da kahramanlar gurbete
düşmekte, Hz. Yusuf ailesinden uzakta Mısır’da, Siyavûş da ailesinden uzakta
Turan’da yaşamaktadır (Tökel, 2010, s. 205). Buna benzer bir anlatı da Yunan
mitolojisinde görülmektedir. Minator’u öldürüp, halkı kurtaran Theseus, Atina
krallarının en önemlisi olarak bilinmektedir. Theseus, Amazonlarla savaşmış ve
Amazon kraliçesinin kız kardeşi Antiope ile evlenmiş, Hippolytus adını verdikleri bir
de oğulları olmuştur. Theseus’un ikinci karısı Phaedra, üvey oğlu Hippolytus’u baştan
çıkarmaya kalkışır. Hippolytus, onu reddettiğinde ise üvey annesi onun kendisini
baştan çıkardığı yalanıyla babasına şikâyet eder. Theseus, karısının üvey oğlu için
söylediklerine inanarak oğlunu sürgüne gönderip ölümüne neden olur (Leeming, 2017,
s. 113). Siyavûş’un gurbete düşüşünün nedeni ise babasına küsmesidir. Anlatıya göre
Siyavûş, babasının emri üzerine büyük bir orduyla Efrâsiyâb ile savaşmaya gider
ancak barış imzalarlar, durumu babasına yazan Siyavûş’a babası şayet savaş
yapmayacaksa da ganimet almasını söyler. Ya savaş ya da mal diye direten babasına
Siyavûş, vermiş olduğu sözü çiğneyemeyeceğini bir kere barış imzaladıklarını haber
edince, Keykâvûs oğluna iğneleyici bir mektup yazar bunun üzerine Siyavûş da
babasına darılarak Efrâsiyâb’ın yanına gider. Efrâsiyâb ve Pîrân onun gelişine çok
sevinir ve Pîrân kızı Cerîre’yi Efrâsiyâb da kızı Ferengîs’i ona verir. Ancak Siyavûş’un
kahramanlığından, askerinden ve giyimli beylerinden kuşkulanan Efrâsiyâb, ondan
korkmaktadır. Kendi kahraman ve yiğitleri de Siyavûş’un heybeti ve babayiğitliğini
söylemeye başlayınca, Türk hakanının içine iyice kuşku düşer. Haten’de mutlu bir
hayat süren Siyavûş’u kıskanan Gersîvez de bu kuşkuları büyütür ve sonunda onu
Efrâsiyâb’a öldürttür (Taberî II., s. 6).
Siyâvûş’un kanı hem renk hem de şarabın ilk örneği kabul edilmek yönüyle
şaraba, feleklerin devri hercai oluşları yönüyle şarap kadehine, zaman da fitnelerin
çoğalması sebebiyle Efrâsiyâb’ın devletine teşbih edilerek, Efrâsiyâb’ın devlet
adamlarının fitneleri sonucunda Siyâvûş’u öldürmüş olduğuna gönderme
yapılmaktadır.
Hüsn meydânında cevlân urmaz idi târda (Tacizâde Cafer Çelebi, 2018, s. 465)
Hüsn meydanındaki karanlıktan kasıt sevgilinin; saçı, kaşı, kirpiği, beni gibi
siyah renkli oldukları var sayılan uzuvlarıdır. Târ sözcüğü hem karanlık hem de iplik,
tel, saç teli manasına gelecek şekilde tevriyeli kullanmış olduğundan buradaki târdan
kasıtta saç olsa gerektir. Sümbül, gül yani kırmızı giysili Siyavûş da gece renkli olmasa
güzellik meydanındaki karanlıkta gezinmezlerdi. Bu yönüyle sevgilinin güzellik
meydanı olan yüzündeki dudakları gül giysili sümbüllere, saçları da gece renkli
Siyavûş’a teşbih edilmiştir. Saçın, yürürken ya da rüzgârın etkisiyle dalgalanması,
güzellik meydanında dolaşması olarak hayal edilmiştir. Siyavûş’un gece renkli yani
kara olarak tanımlanmış olması da feleğin kendisine yâr olmamış yani tîre bahtlı
olmasıyla ilişki olsa gerektir.
290
Siyâvuş’un kanıyla Cem meclisinde kadehi sür, dünya işinden ders almak
istersen Dârâ’nın kıssasına bak.
3.7.21. Zâl:
Sâm’ın, ak saçlı doğmuş olması nedeniyle yaşlı manasına gelen Zâl adının
verilmiş olduğu oğludur. Şehnâme’ye göre Sâm, oğlu ak saçlı doğduğu için kendisiyle
292
Ankâ-yı kâf-ı himmeti besler hezârân zâl-i zer (Şeyhülislam Yahya, s. 74)
Sâm, oğlu Zâl ak saçlı doğduğunda kendisine hiç benzemiyor olması sebebiyle
çocuğun kendisinden olmadığı yönünde söylentilerden çekinmiş ve oğlunu Sîmurg’un
yaşadığı Elburz Dağı’nda ölüme terk etmiştir. Ancak mitolojik anlatılarda oldukça
yaygın olan önemli bir adam olacak bebeğin, tanrının müdahalesiyle bir hayvan
tarafından bulunup beslenmesi motifiyle hayatta kalmıştır. Sîmurg, bebeği görünce
çocuklarına yem yapmak üzere yuvasına götürür ancak ilahi bir ses ona çocuğu
büyütmesini söyler. Bunun üzerine Sîmurg, Zâl’ı besleyip büyütmeye başlar. Beyitte
de bu duruma gönderme yapılmaktadır. Anka’nın Kafdağı’nda yaşadığına
inanılmaktadır. Anka’nın ilahi sesi duyabilecek mistik gücü de göz önünde
bulundurulursa bu beslenmenin yalnızca maddi manada bir beslenme olmadığı
görülecektir. Hatırlanacak olursa gaybî ilme de sahip olan Anka, Zâl ve nesline oğlu
Rüstem’in doğumu başta olmak üzere her türlü müşkülattan çıkış yolu göstermiştir.
Pir, aksakallı olmak hem de mistik âlemle bağlantılı olmak gibi vasıfları Zâl’ı, “bilge
tipi” yapmaktadır.
Hücûm etdikde pûr-ı Zâl-i zer Mâzenderân üzre (Nedim, 2015, s. 27)
Ak saçlı sarı Zâl, Mâzenderân üzerine hucüm ederken coşmuş olan kininin
yalnızca bir zerresini dünyaya göstermiştir.
Arıstan Han’ın oğludur. Arıstan Han, savaşta esir düşünce güzel bir kıza âşık olur ve
evlenir. Bir çocukları doğar fakat vücudu alacadır. Arıştan Han, çocuğunun vücudunun
alaca renkli olduğunu görünce bunun kutsuz bir durum olduğunu düşünür ve oğlunu
bir ırmağa bırakır. Çocuğu burada bir balıkçı bulur, bedeni alaca olduğu için ona Alaş
adını verir. Bu çocuk büyüyünce o kadar yiğit ve cesur olup, türlü kahramanlıklar
yapar ki namı her tarafa yayılır. Arıstan Han da olanları duyar ve oğlunun emrine üç
yüz kişi gönderir. Alaş Han emrindeki yiğitlerle çevresindeki halklara boyun eğdirir
(Uslu, 2017, s. 176). Yine 15. yüzyıla ait bir Kısas-ı Enbiya’da da bu durum
görülmektedir. Rivayete göre Kenan adlı bir padişah bir gün avlanırken güzel bir kadın
görür ve kadınla birlikte olmaya çalışır. Kadın evli olduğunu söylese de Kenan, aldırış
etmez o sırada kadının kocası gelir. Kenan, adamı öldürüp kadını alarak oradan
uzaklaşır. Kenan ile bu kadının bir gözü eğri kocaman burunlu, hilkat garibesi bir
çocuğu olur. Kadın çocuktan ürkünce Kenan öldürmelerini ister ancak çocuğu
öldürmek için götürenler ona kıyamayıp bir dağın yamacına bırakırlar. Çocuğu oradan
geçen bir çoban görür, alıp büyütür ancak çocuğun uğursuzluğundan sebep onu bir
ırmak kenarına geri bırakır. Allah’ın lütfuyla bir kaplan her gün gelip onu emzirir.
Büyüyen çocuk dehşet saçmaya başlayınca namı babasına kadar gider babası onu
almaya gelince çocuk babası olduğunu bilmediği bu adamı da öldürür ve diğer birçok
hükümdarı da yenerek hükümdar olur. Tökel, bu durumun müşterek bir motif olan
“ileride büyük bir hükümdâr olacak bir çocuğun terk edilerek kırlara bırakılması”
motifi olduğunu söylemektedir (Tökel, 2016, s. 306). Öte yandan “sihirli diyara karşı
işlenen suç sonucu doğan çocuğun suçu işleyene bela yağdırması” motifinden de söz
edilebilir. Doğan çocuklar, yarı insan olduğu için görünüş olarak ürkütücü ve
gariptirler. Basat ve Odisseas’da olduğu gibi ancak bu devler uyurken alt edilebilirler.
Kadim Tibet’teki bütün efsanelerde de Tibet’in ilk hükümdarının bir dağa yahut dağın
yamacına indirildiği, yüksek rakımların cehennemî bir tanrıçayla evlendiği ve ona
dinin babalığı verilerek iyi ilân edildiği üzerinde birleşmektedir. Tibet mitolojisinde
çocuğun dağa bırakılmasının yanında suya bırakılması motifi de bulunmaktadır.
Anlatıya göre göğün kralı da canavar görünümlü oğlundan kurtulmak maksadıyla onu
bir sandığın içine koyup Ganj Nehri’ne bırakır. Bu çocuk da –yine- bir çoban
tarafından bulunup büyütülür. Büyüyüp kuvvetlenen çocuk kuzey yönünde
Himalayalar’a doğru kaçar ve Tibet’e ulaştığında kral olur (Roux, 2020, s. 116).
295
Misâl-i zâl ola etfâli pîr-i mâder-zâd (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 99)
296
Eğer bir mülke tehdit mektubu varsa Zâl gibi annesinden yaşlı doğan çocuk
misali olmalı.
166
Bu rütbe akl u rüşte mâlik olmak nice mümkündür
Bir âdem Bû Alî yâhûd Aristo olsa da farzâ (Nedim, 2017, s. 119)
297
Ebu Ali Sina gibi tıpta Kanun yazmadıysa, mülke faydalı nice kanun icat etse
ne olur.
Nedim, kimse faydam dokundu demesin, tıp ilminde Ebu Ali Sina’nın yazdığı
Kanun gibi bir keşif yapmadıysa demekle İbn-i Sina’nın Kanun adlı eserine telmihte
bulunmaktadır. Bu söylemle de eserin insanlık için ne kadar faydalı olduğuna işaret
etmektedir.
3.8.2. Aristo:
Aristo, Platon’un öğrencisi İskender’in de akıl hocasıdır.167 Dönemin birçok
ilmine malik olmanın yanında mantık ilmini de ortaya koyan Aristo, Allah’ın birliğine
iman eden büyük bir zattır (Onay, 2016, s. 59). İslam düşüncesi üzerine önemli etkileri
olan bu meşhur Eski Roma filozofu, milattan 384 yıl evvel Trakya’daki Stageira
şehrinde doğmuştur. Bir hekim ailesinden gelen babası Nikoakhos, Makedonya kralı
II. Filip’in babası II. Amyntas’ın özel hekimi ve yakın dostudur. Aristo, M. Ö. 367
yılında Atina’ya giderek Eflâtun akademisinde eğitime başlar. Bu 20 yıllık eğitim
sürecinde önce Eflâtun’un en seçkin öğrencisi, sonra da onun düşünce sistemini
eleştiren başarılı bir rakibi olur. Makedonya kralı Filip, Aristo’yu oğlu İskender’i
yetiştirmesi için Pella Sarayı’na davet eder. Buradaki sekiz yıllık eğitim daha sonraları
Aristo’nun “cihan imparatorunu yetiştiren üstat” adıyla anılmasını sağlar. İskender
Asya seferine çıkınca Aristo, Atina’ya giderek orada kendi okulunu kurar. 322’de 62
yaşında yakalandığı mide rahatsızlığı sonucu ölür. Onun devrinde eskiçağ Yunan bilim
ve düşünce sistemi ulaşabileceği en uç noktaya ulaşır. Başta mantık olmak üzere
birçok bilim dalının kurucusu sayılan Aristo öldüğünde yüze yakın eser bırakır. Aristo
klasik şiir ve nesrinde aklın temsilcisi olarak anılmaktadır (Zavotçu, 2006, s. 30).
Fesahat ilminde Aristo olursa eğer tahmini yanlış, fikri sakat görüşü hatadır.
Fesahat, bir sözün lafız bakımından güzel ve etkili olmasıdır. Aristo aklın
simgesidir, güzel söz söylemek ise ancak kalbe gelen ilhamla mümkün olur. Şair,
Aristo da olsa fesahat ilminde söyledikleri yanlış, fikri sakat ve görüşü hatalı olur
demekle Aristo’nun aklın sembolü olduğuna telmih yapmaktadır.
Aristo’yla ilgili teşekkül etmiş olan menkıbeleler onun kültürdeki yerini açıklar
niteliktedir. İbnü’n-Nedim, Hâlife Me’mûn’un Aristo’yu görüp ona estetikle ilgili
sorular sormuş olduğu rüyasını İslam dünyasında tercüme ve felsefe hareketlerinin
başlamasında en önemli sebep olarak göstermektedir. Aristo’nun fizyonomisiyle ilgili
yapılan tasvir ve minyatürler, Me’mûn’un gördüğü rivayet edilen bu rüya hadisesine
işaretle yapılmıştır. Müslümanlar 8. yüzyıldan itibaren Aristo’nun hayatı, eserleri ve
felsefe sistemi hakkında doğru ve ayrıntılı bilgiye sahiptir. Kelamdan felsefeye geçişi
sağlayan ve ilk İslam fiIozofu olan Kindi, Aristo’ya ait eserlerin sayısını konu ve
muhtevasını tanıtmak maksadıyla Kemmiyyetü kütübi Aristatolis ve mâ yühtacü ileyhi
fî tahzsili’l-felsefe adlı eserini yazmıştır. Meşşai okulunun ikinci müslüman fılozofu
Farabî de eserlerinde çeşitli vesilelerle Aristo’nun kitapları üzerinde durmuş, özellikle
Felsefetü Aristatalis’te bu kitapların her birinin uzunca açıklamasını yapmıştır (Kaya,
1991, s. 376).
Bir âdem Bû Alî yâhud Aristo olsa da farzâ (Nedim, 2017, s. 317)
Farz edelim bir insan Ebu Ali ya da Aristo olsa bile doğruyu bilip ayırt edecek
dereceye (akla) sahip olmak nasıl mümkündür.
İbn-i Sina ile Aristo’nun aklın ve zâhirî ilimlerin âlimî olmasına telmih
yapılmaktadır. Ancak bilmek yalnızca zâhirde görünenle kabil olmadığından şair, eğri
ile doğruyu ayırt edecek bilgiye nasıl ulaşılabileceğini sorgulamaktadır.
3.8.3. Eflâtun:
Milattan 427 yıl evvel Atina’da doğmuştur. İslam felsefesi üzerine önemli
etkileri olan ilkçağ Yunan filozofudur. Kendisine dedesi Aristoklis’in adı verilse de
daha sonraları geniş omuzlu olması sebebiyle Platon olarak anılmaya başlamıştır.
Eflâtun’un en önemli hocası Soktat’tır. Ayrıca Heraklitos mektebinin temsilcisi
299
Şair, Ahmet Han için yazdığı kasidede Aristo ve Platon gibi aklın sembolü olan
filozofların dahi basiretten yoksun olduklarını söylemektedir. Basiret uyanıklık, bir
şeye uyanmak manasının yanı sıra gönül gözü manasına da gelmektedir. Zâhirinden
çok hadiselerin batınını görebilmek için kişinin gönül gözünün açık olması
gerekmektedir. Bu göz akıl ile değil de gönül ile gördüğünden akıllarıyla anılan Aristo
ve Eflatun gibiler göremeyecektir. Şair, memduhunun yanında bu kişilerin akıllarını
beğenmemekte, boş yere halkın hafızalarında yer edinmiş olduklarını söylemektedir.
çocuk gibi öğrenmek için açık ol denmekle Platon’un aklın sembolü olduğuna
gönderme yapılmaktadır.
3.8.4. Diyojen:
Diyojen, İsa’dan 414 yıl önce Sinop’ta doğmuş, doksan yaşında Korent’te
ölmüştür. Klasik Türk şairleri, küp içerisinde bulunan filozofun Eflâtun olduğunu
düşünseler de aslında küpün içerisindeki filozof, Diyojen’dir. Farsça metinlerden
düşmüş oldukları yanılgı sebebiyle Eflâtun ve Diyojen sıklıkla karıştırılmış,
Diyojen’in küpü Eflâtun’a isnat edilmiştir169 (Onay, 2016, s. 139).
Klasik Türk şairleri şiirlerinde, Kelbîlik diye tabir olunan sefil bir yaşam
biçimini seçip de küpte yaşamaya başlayan Diyojen yerine Eflâtun’u
kullanmaktadırlar (Şentürk, 2020, s. 31).
Sen akla uyup gezme Eflâtun bile cihanın şarap küplerinin içinde nice
hikmetler olduğunu bilmez.
Sakın sırrun düşürme dillere Mecnûn-ı rüsvâ tek (Fuzûlî, 2014, s. 282)
Nevfel, Mecnûn için savaşırken Mecnûn, Leylâ’nın babasının savaşı kazanması için
dua etmektedir. Zira Mecnûn, Leylâ’ya o kadar âşıktır ki ona ait hiçbir şeye zarar
gelsin istemez. Nevfel, yenilir ancak pes etmez, bir daha saldırır ve bu sefer galip olur.
Mecnûn’un kendi ordusu yenilsin diye dua ettiğini öğrenmiş olduğundan Leylâ’yı
almadan geri döner. Daha sonra Leylâ, İbn Selâm adlı birisiyle evlendirilir. Leylâ,
aşkına sadık kalabilmek için yalana başvurur. Leylâ, İbn Selâm’a çocukluğundan beri
kendisine âşık olmuş bir cin olduğunu şayet kendisine dokunacak olursa bu cinin her
ikisinin de öldürüleceği söyleyerek kocasını kendinden uzak tutmayı başarır. Bir süre
sonra da Mecnûn’un ahı sonucu İbn Selâm ölür. Leylâ da Mecnûn’u aramaya çıkar.
İki âşık çölde karşılaşır ancak Mecnûn, Leylâ’yı tanımaz ve visâle gücü olmadığını
söyleyerek oradan uzaklaşır. Zira Mecnûn artık maddi varlıktan ilgisini kesmiş ve
manevi bir aşka düşmüştür. O artık Leylâ’dan Mevlâ’yı bulmuştur. Leylâ çaresizce
geri döner, bir müddet acı çeker ve sonra da dayanamayıp ölür. Mecnûn bunu duyunca
Leylâ’nın mezarına koşar ve mezara kapanarak Allah’a kendisinin de oracıkta ölmesi
için dua eder. Yakarışı kabul edilir, Leylâ diyerek son nefesini verir (Pala, 1990, s.
314). Leylâ ve Mecnûn İslamî edebiyatın en çok işlenmiş olan konularındandır.
Hikâyenin başlangıcı Asurlulara kadar gider. Asur kralı Asurbanipal (MÖ 6. yy)’ın
kitaplığındaki çiviyazılı tuğla tabletlerde bu hikâyeye rastlanmaktadır. Arap
yarımadasında yüzyıllar boyunca yaşayan hikâye hicri I. yüzyılda İmirî kabilesinden
Kays b. El-Mülevvah adlı şairin amcasının kızı Leylâ binti Mahdî b. Sa’d için
söylediği aşk şiirleri ile gelişmektedir. Bu şiirler zamanla dilden dile dolaşarak kısa
zamanda Arap yarımadasında yaşayan hikâye ile beslenerek son şeklini alır. Araplarda
doğan bu konuyu İran şairleri daha da ayrıntılı işler. Hikâyeye ilk kez tasavvufi konular
da ekleyip tam bir mesnevi şekline getiren, Genceli Nizâmî’dir (Zavotçu, 2006, s.
296).
Dimen Mecnûna âşık kim başında kuş yuva durmış
Kuşların başında yuva yaptığı Mecnûn’a âşık demem, asıl âşık benim ki
gözyaşlarımı başımdan aşırdım.
171
Nihâl-i derddür Mecnûn yir itmiş sâyesin âhû
303
hayvanlarla söyleşir olan172 Mecnûn’u bile kendi âşıklığı yanında âşık kabul etmiyor.
Kendi gözyaşlarının boyunu aşıp, başından taştığını dolayısıyla da aşk sanatında
kendisinin daha hünerli olduğunu söylüyor.
Degül dâg-ı siyeh başında bir zâg âşiyân itmiş (Emrî, s. 127)
Leylî sözcüğü hem Leylâ hem delirten, zincirleyen hem de gece manasına
gelmektedir. Âşığını delirtip, gece renkli saçlarıyla zincirleyen Leylâ’nın Mecnûn’u
lâledir. Gelincik çiçeği, Mecnûn’a ortasındaki kara leke ise Mecnûn’un saçlarında
yuva yapmış olan kargaya teşbih edilmiştir. Lale bu yönüyle aşk çölüne düşmüş olan
Mecnûn’dur. Beyitte Mecnûn’un çöle düşmesine orada kendinden geçip saçlarında
kuşların yuva yapmış olmasına telmih yapılmaktadır.
Ey Necâtî o ceylan gözlü bana ne için tanıdık değil, Mecnûn’a her an her ahu
arkadaş olur.
Mecnûn, çölde yabani hayvanlarla arkadaş olur, Leylâ’ya olan aşkını onlara
anlatmaya başlar. Sırf gözleri Leylâ’nın gözlerine benziyor diye her gördüğü ahuyla
hasbıhal eder,173 avlanmak üzere olanları da avcıların elinden kurtarır.174 Şair de
Mecnûn Gâlib, o çöle saldığı çok Leylâ’lara ahu adını koyup, daralmış
gönlünü tuzak kılmıştır.
Burada da bir önceki beyitte olduğu gibi Mecnûn’un ahuları gözlerinden sebep
Leylâ’ya teşbih etmesine telmih yapılmaktadır. Ancak şair, Mecnûn’un aksine ahulara
Leylâ adını koymuş değil, Leylâ’lara ahu adını koymuş, avcılardan kurtarmak yerine
kendi gönül tuzağıyla avlamak istemektedir. Leylâ, sevgili için bir sıfattır, ahular da
sevgiliye benzemek yönüyle kıymetlidir. Şair, Leylâ’nın tecelli ettiği ahuları gönül
tuzağıyla avlamayı dilemektedir. Zira görünen ahularda görünmeyen asıl öz olan
Leylâ/Mevlâ’yı görmek, ancak gönül gözüyle mümkün olabilmektedir.
Aşk pazarında Leylâ’nın zincirine Mecnûn olmayan akıllı değil diye bağıran
bir deli gördüm.
Tasavvufta deli, Allah’ın zât tecellisine maruz kalmış, bir şeyhe de bağlı
olmadığından bu tecellinin yüküne tahammül edememiş meczup kişidir. Bu gibi
kimseler zât tecellisiyle akıl nuru yanmış, kendilerinden teklif beklenmeyen kişilerdir
(Cebecioğlu, 2014, s. 121). Klasik edebiyatta da delilik, aşkın galip gelme hâlidir. Bu
aşk, insanın karşı koyamayacağı yücelikte olduğundan akıl kuşu da uçup gitmektedir.
Bazen peri ya da büyücü olan sevgili sihirle alır âşığın aklını, bazen de Mecnûn gibi
sevdiğiyle aralarına girilince aklı kendiliğinden yitip gider. Delileri zincire vurmak
onlardan korunmak için bir tedbir mahiyetindedir. O sebeple zincir sözcüğü hemen her
zaman cünunla birlikte kullanılır. Aşk pazarında geçer akçe âşığın canıdır, canından
geçecek kadar delirmiş olan bu kişi sevgilinin zincirine bağlıdır. Delirmiş olduğundan
sebep gözündeki perdesi aralanmış bir deli, Leylâ’nın zincirine Mecnûn olmayan akıllı
değildir diye bağırmaktadır. Nitekim asıl akıllı kişi de uğruna delirdiğine bağlı kalmış
olan kişidir. Akıllı deli zıtlığıyla oluşturulmuş olan beyitte, sekr hâliyle kendinden
geçen kişinin bu gayeye zincirlenmesine, daha sonra hakikat nuruyla nurlanıp
akıllanmasına, böylece delilikten veliliğe geçmiş olmasına işaret edilmektedir.
Ceresler nâka-yı Leylî’de Mecnûn’a vedâ eyler (Yahyâ Bey, 1977, s. 352)
Dert ehlinin derdini aşk yoluna girmeyen bilmez, Leylâ’nın devesinin çanı
Mecnûn’a veda eder.
Dert ehlinin ne çektiğini aşk yoluna girmeyen anlayamaz. Mecnûn, aşk işinde
o kadar ustalaşmıştır ki çölde hayvanların dilini konuşmanın yanı sıra şimdi de deve
çanıyla halleşmektedir. Deveyle elbette ki parça bütün ilişkisiyle Leylâ
kastedilmektedir. Leylâ’nın Mecnûn’a vedası da İbn Selâm’a gelin gittiği vakittir. Bu
bağlamıyla beyitte, Leylâ’nın başkasıyla evlenmesi hadisesine telmih yapılmaktadır.
Klasik şiirde âşık daima ah eder ve ahı da tutar, sevgili de bu ahla yanar. Ancak
buradaki söylem gibi aleni bir yanış değildir. Bu yanış klasik ananeden ziyade halk
hikâyelerinin meşhurlarından olan Kerem ile Aslı hikâyesinde Kerem’in tutuşmasını
306
Çok mudur Nevfel ne bilsin dîde-i Mecnûna sor (Hayâlî, 1945, s. 179)
Leylâ, yeni gelin olduğunda inci ile yakutunun çok olduğunu Nevfel ne bilsin?
(Onu) Mecnun’un gözlerine sor.
İştar, bir Mısır rölyefinde Anat olarak bir aslanın üstünde ayakta, bir elinde yılan
bir elinde de aşkın sembolü olan Lotus çiçeğini tutmuş şekilde tasvir edilmektedir.
İştar, yalnızca hayatın ve aşkın tanrıçası değil o; savaşın, karanlığın ve tehlikenin de
tanrıçasıdır. Misal olarak bir Kenan mitinde İştar, Kıbrıs ve Salamis’te pencerenin
önünde oturup, dışarıyı izleyen bir fahişe olarak anlatılmakta, aynı fahişeye Tevrat’ın
birçok yerinde de rastlanmaktadır. O, sayısız âşıklarıyla flört eden, onları aşk acısıyla
kıvrandırarak öldüren kadındır. Onun bu özelliği Gılgamış destanına kadar
uzanmaktadır. Gılgamış, Tanrıça İştar’ı reddedince Tanrıça ona ve arkadaşına hayli
ızdırap çektirmiştir. Bu bağlamıyla İştar’ın sevgisinin tehlikeli bir sevgi olduğu
söylenebilir. Yine Salamis’teki Afrodit, aşkından ölen bir gencin cesedi penceresinin
önünden geçirildiğinde zaferiyle öğünmüş olan zalim bir sevgilidir. Afrodit, bu vasfını
Fenike’den ve dolayısıyla Babil’den almıştır. Gerçi Leylâ bu güzel, işveli ama zalim,
âşıklarını öldüren aşk tanrıçası kadar Mecnûn’a zulmetmiş değildir. Ancak zalim
tanrıçaların âşıklarının akıllarını kaybettirdiği gibi Leylâ da Mecnun’u delirtmiştir.
177
Leylî-i zülfün takaldan boynuma zencîr-vâr
Şîşe-i nâmûsı çaldum yire bî-‘âr olmışam (Emrî, s. 187)
Ol saçı Leylî eger bir dem bana râm olmasa (Necâtî, 1963, s. 426)
Eğer o Leylâ/gece saçlı bana bir an boyun eğmese, daima Mecnûn gibi dağlara
düşüp yürürdüm.
Şair, şayet o gece saçlı sevgili bana bir an boyun eğmeyecek olsa Mecnûn gibi
dağlara düşüp yürürdüm demekle Mecnûn’un çöllere düşmesine telmih yapılmaktadır.
Ateşinden duramadım
Ben bir sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti (Âşık Veysel Şatıroğlu)
Klasik şiir ve halk şiirinde sevgilinin yıldıza teşbihi yaygın bir motiftir. Sevgili
parlaklığı, güzelliğinin yanı sıra ulaşılmaz oluşu yönüyle de yıldıza teşbih edilir.
310
Yıldızlar; uzak oluşu, Güneş’in doğuşuyla birlikte gözden kaybolmaları yani bir var
bir yok oluşlarıyla, âşıkların çilelerini arttıran birer sevgili olarak tasavvur
edilmişlerdir. Bu sebeple de zaman içerisinde ulaşılmaz olan sevgililerin yıldıza
dönüştüğüyle ilgili mitoslar teşekkül etmiştir. Şiirde gökyüzünde, Leylâ ile
Mecnûn’un karşılaşması örtük de olsa verilmektedir. Mecnûn, yılda bir kereliğine
Leylâ’sını görmekte, henüz bir şey sorup konuşamadan saniyeler süren bu an bitmekte,
kavuşamamanın verdiği sitemle Leylâ, kaşlarını çatıp âşığını bu yayla yıkıp
geçmektedir. Mecnûn, hâlini nasıl arz edebilsin ki sevgilisinin Ay gibi Güneş gibi
parlak olan çehresinin karşısında bî-çare kalıp, onun güzelliğinden nutku tutulmuştur.
Nitekim Zühre yıldızına dönüşmüş olan sevgili karşısında konuşmak da çok kolay
olmayacaktır. Zira o, Hârût-Mârût’u bile yoldan çıkaracak kadar güzel bir güzellik
tanrıçasıdır. Bu güzelliğin ve aşkın ateşinin karşısında duramayan âşık bu hâlinin
sırrına vakıf olamamıştır. Güneş, doğmaya başlayınca yıldızlar silikleşmeye başlamış
böylece Mecnûn’un, Leylâ’sı da yıldız gibi kayıp geçmiştir.
şöyledir; birçok sefer evlenmiş olan ancak bir türlü çocuk sahibi olamamış olan Çin
hakanı Talmus, özel ressamı Beşir’in seyahatleri sonucu yapmış olduğu resimlerden
Turan şahının kızını Meryem’i görüp beğenir ve kendisine eş olarak alır. Allah onlara
bir erkek evlat verir. Adını Vâmık koyarlar. Vâmık çok güzel bir delikanlıdır, herkes
onun bu güzelliğinden söz etmektedir. Bu güzellik Gazne padişahının, güzelliği dillere
destan biricik kızı Azrâ’nın da kulağına gider. Azrâ görmeden Vâmık’a âşık olur.
Azrâ’nın dadısı da Azrâ’nın resimlerini Vâmık’a göndererek onun da Azrâ’yı
sevmesini sağlar. Vâmık da Azrâ’ya kavuşabilmek için sırdaşı Behmen ile yola çıkar,
birçok tehlike atlattıkları maceralı bir yolculuk geçirirler. Sultan Erdşîr’in kızı Dilpezîr
onlara defalarca yardım eder. Bu arada Dilpezîr de Behmen’e âşık olur. Behmen Tûr’a
esir olunca Dilpezîr, Vâmık’ı Kal’a-i Dilgüşâ’ya götürür. Oradan Lahicân ve Feri adlı
cin ve dev sultanları Vâmık’ı Kafdağı’na kaçırır. Bu arada Azrâ da Vâmık’ı aramaya
çıkar ve yolda Dilpezîr ile karşılaşırlar. Azrâ, Vâmık’ı bulup kavuşursa da Dilpezîr’in
Behmen’i istemesinden dolayı yeni bir maceraya atılır ve birbirlerinde yine ayrı
düşerler. Azrâ’nın resminden ona âşık olan Tûs padişahı Mizbân, Azrâ’yı ele geçirir.
Mizbân’ın eline düşen Azrâ acı çekmekte ve kimseyle konuşmamaktadır. Bu sırada
Vâmık da ateşperest Hintliler tarafından yakalanıp ateşe atılmış ancak ateşte
yanmamıştır. (Vâmık’ın masum olduğu için ateşte yanmaması –ateşle imtihan-
bahsinde de verilmiş olan müşterek bir motiftiftir). Azrâ, Mizbân’ın elinden kaçıp
kurtulur ancak bu sefer de zencilerin eline düşer. Sonunda Azrâ, zencilerden Vâmık
da ateşperestlerden kurtulup Tûs şehrine gelir orada birbirlerini bulurlar. Sonra burada
Lahicân ile Ferî, Behmen ile Dilpezîr, Mizbân ile Hüma adlı güzel bir kız birbirlerine
kavuşurlar. Mizbân eğlenceler düzenler, ziyafetler verir bütün âşıklar birbirlerine
kavuşur. Sonunda Vâmık ile Azrâ, Mizbân’dan izin alarak ülkelerine dönerler (Pala,
1990, s. 510).
Azrâ vasıflı, yanaklarının güzelliğini gül edeli, bülbülü Vâmık gibi yerinde
duramaz etti.
Azrâ, kelime manasıyla ilişkili olarak açılmamış gül yerinde kullanılmıştır. Gül
goncası olan sevgilinin âşığı da bülbüldür. Azrâ, güzelliğini gül edince Vâmık da
bülbül gibi yerinde duramaz olmuştur.
312
Mecnûn ahın kıvılcımıyla tertemiz ateşe yandı, Vâmık suya batıp gözyaşından
helak oldu. Ferhâd hevesle ömrünü yele verdi, onlar toprak oldular şimdi gerçek olan
benim.
3.9.3. Ferhâd-Şirin-Hüsrev:
Doğudaki diğer mesnevilerden -Leylâ vü Mecnun, Yusuf u Züleyhâ- farklı
olarak Hüsrev ve Şirin’in ilahi aşkla hiçbir ilgisi yoktur. Bu mesnevi Sasânî hükümdarı
Hüsrev Perviz ile Ermen melikesi Şirin arasındaki efsanevi aşkın konu edildiği
mesnevidir. Halk arasında bu aşkın erkek kahramanı Ferhâd’dır. Bu hikâye
Şehnâme’de II. Hüsrev’in hayatından küçük bir kesit olarak verilir. Ancak Nizamî, on
ikinci asrın sonlarına ait olan bu destanı genç kadının talih ve felaketleri ekseninde
döndürür. Hikâyenin ana ekseni şöyledir; İran hükümdarı Hürmüz’ün çocuğu
olmamaktadır. Tanrı’ya yakarışlar, adaklar neticesinde bir erkek evladı olur. Adını
Hüsrev Perviz koyarlar. 15 yaşlarına gelen Hüsrev rüyasında dedesi Nûşîrevân’ı görür,
dedesi rüyasında ona; Allah tarafından kendisine Şebdîz178 adlı bir at, Barbed adlı bir
mugannî, taht ve Şirin isimli bir sevgili bağışlandığını söyler. Hüsrev, nedimi
Şâvur’dan Ermen melikesi Mehin Bânû ve onun yeğeni bazı rivayetlerde kız kardeşi
Şirin ile Şebdîz adlı at hakkında bilgi edinir. Şirin ile ilgili söylenenlerden dolayı daha
onu görmeden Şirin’e âşık olur179 ve Şâvur’u Şirin’i istemek için gönderir. Şâvûr,
Hüsrev’in bir resmini yaptırıp Şirin’e gösterir. Şirin de resme bakarak Hüsrev’e âşık
olur ve Gülgûn adlı atına binip av bahanesiyle Hüsrev’i aramaya çıkar. Bu arada
Hüsrev de aynı bahaneyle Şirin’in ülkesine doğru yola çıkmıştır. Âşıklar bir pınar
başında karşılaşır, ancak birbirlerinin kimliklerini öğrenemeden ayrılıp yollarına
devam ederler. Şirin, Hüsrev’in kasrına varınca macerayı öğrenir çok üzülür ve
Medâyin’de kendisi için bir kasr yapılmasını ister. Hüsrev de bu arada Ermen’de
Mehin Bânû tarafından karşılanır, düzenlenen eğlence meclislerinde kederini
dağıtmaya çalışır. Şâvûr’u da yine Şirin’i bulup getirmesi için Medâyin’e gönderir. O
sırada babasının gözlerine mil çektirilerek tahttan indirildiğini öğrenen Hüsrev, hemen
Medâyin’e geri döner. Ancak Behrâm-ı Çûbîn adlı kumandanın entrikaları yüzünden
tahta çıkamaz ve geri dönmek zorunda kalır. Şirin ise Şâvur ile Ermen’e geri
dönmektedir. Yolda karşılaşan âşıklar çok mutlu olur. Hüsrev, Şirin’den vuslat talep
edince Şirin çok sinirlenir ve âşığına gurur kırıcı sözler söyler. Hüsrev de Şebdîz’e
binerek Rum’a doğru yola koyulur. Rum Kayseri, İran şâhının ülkesine gelmesine çok
sevinir ve onu kızı Meryem ile evlendirir. Sonra da emrine 50.000 kişilik bir ordu
vererek, tahtını geri alması için Medâyin’e gönderir. Hüsrev savaşı kazanır ve tahtına
oturur. Bu arada da Mehin Bânû ölmüş, Şirin Ermen melikesi olmuştur. Ancak
Hüsrev’i unutamamıştır. Hüsrev’i bulmak için Medâyin’e gelince Hüsrev’in Meryem
ile evli olduğunu ve mutlu olduklarını görünce onlara görünmeden sessizce kasrına
yerleşir. Şirin’in küçüklükten beri taze süt âdeti varmış, kasrında taze süt
bulunmadığından Şâvûr’dan bu durum için bir çözüm bulmasını ister. Şâvûr da Şirin
için süt doldurulmak üzere bir suyolu, havuz, çeşme yapması için Ferhâd adlı bir
mimar bulur. Ferhâd, Şirin’i görür görmez ona âşık olur, her fırsatta Şirin’e aşkından
söz eder. Hüsrev de bunu duyar ve Ferhâd’ı oyalamak maksadıyla Bîsutun dağında,
ordunun geçmesine yarayacak bir tünel yapılmasını emreder. Tünel, Bîsutûn dağından
geçecektir. Ferhâd, aşkla dağı delmeye başlar.180 Şirin de Ferhâd’ın yaptığı işi görmeye
gider, Hüsrev bunu da hazmedemez ve bir koca karıyı Ferhâd’a Şirin’in öldüğü
yalanını söylemesi için gönderir. Şirin’in öldüğünü duyan Ferhâd, hiç düşünmeden
kendisini dağdan atar ve ölür. Bu sırada Hüsrev’in karısı Meryem de ölmüştür. Nice
maceradan sonra Hüsrev ile Şirin de birbirine kavuşur. Ancak bu mutluluk da çok
sürmez çünkü Hüsrev’in oğlu Şirûye, Şirin’e göz koymuştur. Babasını hançerleterek
öldürür. Şirin’e de bir hafta yas tutmasını, yası bitince de kendisiyle evlenmesini
emreden bir mektup gönderir. Şirin bu mektup karşısında dayanamayıp canına kıyar
(Curtis, 2016, s. 101).
Seyr eyledi cûy-ı şîri Şîrîn
Ferhâd’ına sundı câm-ı lâ’lîn (Şeyh Gâlib, 2010, s. 361)
Şirin, süt havuzunu seyretti. Ferhâd’ına la’l kadehini sundu.
La’l kadehten kasıt sevgilinin kırmızı dudağıdır. Dudak, âşığı sarhoş etmesi
yönüyle sıklıkla şarap kadehine teşbih edilir. Şair, Şirin’in süt havuzunu izlerken,
Ferhâd’ına dudaklarından şarap sunduğunu söylerken; Şirin için Ferhâd’a yaptırılan
süt havuzuna ve bu süt havuzu vesilesiyle Ferhâd’ın aşkına karşılık verdiğine telmih
yapmaktadır.
Görinür güller budaklarda sehr-geh sanasın
Suret-i Pervîzdür Şâvûr asubdur yer yerin (Necâtî, 1963, s. 76)
Sabah vakti budaklarda görünen gülleri Şâvûr’un yer yer astığı Pervîz’in
sureti sanasın.
Hüsrev, Şâvur’dan Şirin ile ilgili bilgi alır ve bu bilgiler neticesinde daha
görmeden ona âşık olur. Böylece Şâvur’u, Şirin’i istemek üzere gönderir. Şâvûr,
Hüsrev’in bir resmini yaptırıp Şirin’e gösterir ve Şirin de resme bakarak Hüsrev’e âşık
olur. Beyitte de hikâyede geçen bu hususa işaret edilmektedir.
Gerçi kim Pervîzun ezdi ağzına Şîrîn şeker
İtmedi şol ‘ayşı kim fürkatde Ferhâd eyledi (Necâtî, 1963, s. 553)
Gerçi Şirin, Pervîz’in ağzına şeker ezdi ama Ferhâd’ın ayrılıkta ettiği safayı
etmedi.
Şirin, tatlı manasına da geldiğinden sıklıkla şekerle birlikte kullanılmaktadır.
Tatlı olan Şirin, âşığı Hüsrev-i Perviz’in ağzına şeker ezmiş ama Ferhâd’ın ayrılıkta
ettiği safayı bile etmemiştir. Ferhâd da Şirin’e âşıktır ancak Şirin bir tek Hüsrev-i
Pervîz’i sevmiş, diğer âşıklarını görmezden gelmiştir.
Tarihçi Mirhun’a göre ise Şirin bir Acem beyinin esiridir ve Hüsrev henüz tahta
çıkmadan önce ona âşık olmuştur. Şirin, kendisini öldürmek isterken Hüsrev ona
yüzüğünü vermiş ve kız kendisini öldürmekten vazgeçmiştir zira efendisi onu Fırat’a
atmaları için emir vermiştir. Bu emri alan kişi -ki bu çok bilindik bir motiftir- kıza
acıyarak onu nehrin kenarına bırakarak kaçmasını sağlar. Şirin yıllarca yalnız yaşayan
birisinin yanında yaşadıktan sonra bir gün evin yanından geçen askerlere Hüsrev’in
yüzüğünü vererek kendisine uğursuz geldiğini ve sahibine geri verilmesini istediğini
söyler. O sıralar tahta oturmuş olan Hüsrev de Şirin’i unutmuş değildir. Yüzüğü getiren
315
askeri ödüllendirip, yüzüğün sahibini getirmek üzere bir bölük vazifelendirir (D’İstria,
1982, s. 36).
Şîrîn lebünden it bize cür’an nisâr kim
Hâkine cân vire nice Ferhâd Husrevün (Necâtî, 1963, s. 321)
Şirin/tatlı dudağından şarap tortusu saç ki toprağına nice Ferhâd ve Hüsrev
can versin.
Hüsrev, Şirin’e âşık olan üvey oğlu tarafından öldürülür. Ferhâd da Bîsutun
dağını delerken Hüsrev’in göndermiş olduğu bir koca karının Şirin öldü demesi
üzerine külüngünü başına indirip canına kıyar. Yani Şirin’in her iki âşığı da ölmüştür.
Şirin sözcüğü hem tatlı hem de Hüsrev ile Ferhâd’ın maşuku Şirin manasına gelecek
şekilde tevriyeli kullanılmıştır. Bu yönüyle Şirin’in kırmızı dudağından sunulan şarap
da şirin/tatlıdır. Şarap tortusunun şarabın kâşifi Cem için toprağa saçı olarak saçılması
geleneği, şirin dudaktan olunca Hüsrev ile Ferhâd için olacaktır.
Şirin’in bir diğer âşığı olan Ferhâd’ı da rivayete göre Hüsrev-i Pervîz
kıskandığı için Bîsütûn Dağının arkasına hapseder. Ancak Ferhâd, Şirin’e olan
aşkından bu dağı deler ve onun için Cûy-ı Şîr suyunu/sütünü getirir.181 Dağı delerek
sevdiğine kavuşacağını düşünürken kendisine gelen Şirin öldü yalan haberiyle kendi
külüngüyle hayatına son verir,182 (Onay, 2016, s. 177) Şirin de onun öldüğünü görünce
kendi canına kıyar.
181
Daş bağırlu olmasaydı Bî-sütûn Ferhâd içün
Su yirine gözlerinden akıdurdı seyl-i hûn (Fuzûlî, 2014, s. 330)
Nizbetüm Ferhâda kim bir dâğ ile oldu zebun (Fuzûlî, 2014, s. 330)
Kayalar kesüp yol eyler Âb-ı Hayât akıtmaga (Yunûs Emre, 1990, s. 3)
Arz kılmış halka mahbûbın aceb bî-âr imiş (Fuzûlî, 2014, s. 264)
Ferhâd’a almak için Banu’ya savaş açar, onun ordusunu mağlup ederek Şirin’i alır.
Ancak bu sefer de Hürmüz’ün oğlu Hüsrev, Şirin’e âşık olur. Hüsrev, bu aşk yüzünden
yatağa düşünce Ferhâd’a Şirin’i almak karşılığında yine bir dağ delmesi teklif edilir.
Ferhâd, Bîsutun dağını delmeye başlar, tam deleceği sırada Hüsrev’in dadısı gelip ona
boşuna devam etmemesini zira Şirin’in ölmüş olduğunu söyler. Ferhâd bir ah çekerek
külüngünü beynine indirip canına kıyar. Şirin haberi alınca sevgilisinin yanına koşar
ve belindeki hançerle o da kendisini öldürür (Gölpınarlı, 2006, s. 786).
Kûh-ken Şîrîn’ öz nakşın çekip vermiş firîb
Gör ne câhildir yonar daşdan öziyçin rakîb (Fuzûlî, 2014, s. 201)
Dağı kazan Şirin’in resmini yapıp kendini aldatmış, ne cahildir gör kendisi için
taştan rakip yontmuş.
Ferhâd yerine onun epiteti olan “kûh-ken” lafzı kullanılmıştır. Şair, Ferhâd’ın
mağara içerisinde Şirin’in resmini yaparak aşkta birliğe aykırı davranmasını cahillik
olarak görmektedir. Zira sevgili dışındaki her şey âşığı sevgiliden uzaklaştıran birer
rakiptir, bu sevgilinin resmi olsa dahi.
Ali Şîr Nevâî müstakil olarak ele almış olduğu Ferhâd ile Şîrîn’inde, Ferhâd’ı
Çin hakanının oğlu olarak tanıtmaktadır. Hikâye ana hatlarıyla şöyledir; küçüklüğünde
içine kapanık bir çocuk olan Ferhâd, on yaşına kadar dünyevi bilimler ve silah
kullanmayı öğrenir, güçlü ve gözü pek bir savaşçı olur. Ancak hiçbir eğlenceden zevk
alamayıp sıkılmaktadır. Oğlunun durumunu gören hakan, onu avutmak maksadıyla
hazine dairesine gönderir. Ferhâd, orada bir kutu içerisinde İskender-i Rûmî’nin sihirli
aynasını bulur. Bu aynanın tılsımını çözen kişinin geleceği bilebileceğini öğrenen
Ferhâd, bu tılsımı çözebilmek maksadıyla Yunan ülkesine gidip Sokrat’ı bulması
gerektiğini düşünür. Hayli çetin ve maceralı bir yolculuktan sonra Sokrat’ı bulup
konuşarak aynanın sırrına vakıf olur. Çin’e geri dönen Ferhâd, aynaya bakınca yeşil
bir dağ eteğinde Şîrîn’i görür ve ona âşık olur. Bu sefer de aşk için maceralara atılır.
Cezayir korsanlarıyla yapılan bir savaşta Şapur adlı bir nakkaşla arkadaş olur ve
onunla Ermen ülkesine doğru yola koyulur. Uzun bir yolculuktan sonra Ferhâd’ın
aynada gördüğü dağı bulurlar, o dağda bazı kişiler su yolu kazmaktadır. Oradaki
kişilerle konuşan iki arkadaş ülkenin Mihin Bânû adlı bir hükümdarının yeğeni Şirin
için dağdaki suyu köşküne götürmek istediğini, bu sebeple de dağı delmekte vazifeli
olduklarını söylerler. Ferhâd çok sarp ve kayalık olan bu dağda iki yüz ustanın üç yılda
çıkaramadığı suyu bir günde çıkarır. Suyun çıktığını haber alan hükümdar ve yeğeni
oraya gelir. Şirin’i gören Ferhâd oracıkta bayılır. Ferhâd, Şirin için bir de köşk inşa
318
edip, uzun çalışmalar neticesinde suyu köşke getirmeyi başarır. Bu âşıkların aşkı
dillere destan olur, Şirin’in güzelliğini işiten Mağrib hükümdarı Hüsrev Perviz de
Şirin’e âşık olur. Mihin Bânû’dan Şirin’i ister, olumsuz cevap alınca da askerleriyle
onlara saldırır. Ancak Ferhâd ona engel olur. Hüsrev hile ile Ferhâd’ı yakalatıp zindana
attırır. Ferhâd, Şapur aracılığıyla Şirin’le mektuplaşır. Bunu duyan Hüsrev ihtiyar bir
kadın gönderip Mihin Bânû ile barıştığını Şirin ile evlendiğini bildirmesini ister.
Haberi duyan Ferhâd, kendini kayalara vura vura öldürür, bunu duyan Şirin de intihara
kalkışır lakin engel olurlar. Şirin, Ferhâd’ın yapmış olduğu köşkte dinlenmek
istediğini söyler, onu yolda Hüsrev’in oğlu Şîrûre görür ve o da âşık olur. Hem taht
hem de Şirin için babası Hüsrev’i öldürür. Bu sırada Şapur, Ferhâd’ın cesedini köşke
getirir. Odaya giren Şirin, Ferhâd’ın yanına uzanır ve ruhunu teslim eder. Kardeşinin
öldüğünü duyan Mihin Bânû da üzüntüden ölür (Zavotçu, 2006, s. 155).
Kimesne ermedi şâdîye bî-vesile-i gam
Müyesser olmadı Şîrîn visâli bî-Şâpûr (Hayâlî, 1945, s. 6)
Kimse kederlenmeden mutluluğa ermedi, Şapur olmadan Şirin’e vuslat nasip
olmadı.
Mutluluğa giden yol kederli engellerle doludur. Bu yolda ya bir yol göstericiye
ya da yoldaşa ihtiyaç vardır. Ferhâd’ın aşk yolundaki yoldaşı da Şapur’dur. Şirin’in
Şapur olmadan sevdiğine kavuşamıyor olmasıyla Şapur’un Şirin ile Ferhâd’ın arasını
yaptığına, onların mektuplarını götürüp getirdiğine dahası Ferhâd’ın ölüsünü getirip
Şirin’in yanına uzanıp ruhunu teslim etmesini sağlamakla âşıkların öbür dünyada da
kavuşmalarını sağlamış olduğuna telmih yapılmaktadır.
Kâr-ı Ferhâd’ı görüp ey Hüsrev-i Şîrîn-zebân
Kaldı tîşe ağzına barmak koyup hayrân ana (Emrî, s. 19)
Ey Şirin/tatlı dilli Hüsrev, Ferhâd’ın işini görünce ona hayran olarak
parmağını ağzına koyup kazmayı bıraktı.
Ferhâd’ın yaptığı iş Şirin’e süt havuzu yapmak ya da dağı delip su getirmektir.
Hüsrev-i Şirin-zeban hem tatlı dilli Hüsrev hem de Şirin ile Hüsrev manasına gelecek
şekilde tevriyeli kullanılmıştır. Ferhâd’ın yaptığı işi görünce Hüsrev’in parmağı
ağzında kalıp hayran kaldı denmekle Ferhâd’ın dağ deliciliğini gören Şirin’in ona âşık
olup Hüsrev’in reddetmiş olmasına telmih yapılmaktadır.
Tîşe-i fürkatle deldim ben cibâl-i vuslatı
Yol bulup Şîrîn iline hem-çü Ferhâd-ı halâs (Zavotçu, 2018, s. 226)
319
Şirin iline yol bulup kurtulmuş Ferhâd gibi ayrılık kazmasıyla vuslat dağını
deldim.
Yine burada da Ferhâd’ın epiteti olmuş olan dağ deliciliğine telmih
yapılmaktadır. Necmî, Ferhâd gibi ayrılık kazmasıyla vuslat dağını delip Şirin iline
yol bulmak dilemektedir. Ayrılık kazmasıyla vuslat dağını delmekten kasıt, ikilikten
birliğe ermek için engel olan dünyalıklardır. Kişinin önünde bir dağ gibi engel olmuş
olan bu dünyalıkları yıkacak kazma da yine kişinin kendi elindedir.
3.9.4. Yusuf-Züleyhâ:
Yusuf u Züleyhâ mesnevisi, Kur’ân’daki Ahsenü’l-Kassas yani en güzel
kıssa185 olan, 111 ayetten müteşekkil Yusuf kıssasının aşıkâne bir şekilde edebiyata
yansımış hâlidir. Mesnevi kısaca şöyledir; Yusuf Peygamber, çocukken rüyasında 11
yıldız ile Güneş ve Ay’ı kendisine secde ettiğini görür. Sabah olup da Yusuf, rüyasını
babasına anlatınca Yakup Peygamber, onu rüyasını kardeşlerine söylememesi
hususunda tenbihler. Zira Yusuf’un üvey kardeşleri zaten babalarının Yusuf'a daha
fazla ilgi göstermesini kıskanmakta, onun kendilerinden daha üstün olacağının
sinyallerini veren bu rüyayı duyduklarında da ona zarar verebileceklerdir. Yusuf
denileni yapıp rüyayı anlatmaz ancak yine de babalarının Yusuf’a duyduğu sevgiyi
çekemeyen kardeşler ona kötülük etmeyi planlarlar. Yakup Peygamber, ne olursa
olsun Yusuf’un gözünün önünden kaybolmasını istememektedir. Ancak kardeşleri onu
gezdireceğini söylediğinde gitmek için Yusuf da ısrar edince Yakup da Yusuf’un
onlarla gitmesine müsaade etmek zorunda kalır. Kardeşleri, gezinti bahanesiyle evden
çıkardıkları Yusuf’u götürüp bir kuyuya atar.186 Sonra da babalarına, Yusuf'un kanlı
gömleğini getirip Yusuf’u kurt yedi derler. Yakup Peygamber söylenenlere inanmaz,
ancak oğlunu da bulup kavuşamaz. Oğlunun hasretiyle yıllarca ağlamaktan gözleri kör
olur.187 Yusuf, kör kuyuda beklerken su içmek üzere kuyunun başına bir kervan gelir.
Kervanın sucusu kuyudaki Yusuf’u görüp çıkarır. Onları uzaktan izleyen Yusuf'un
kardeşleri, yanlarına gelerek bu çocuğun kendilerinin olduğunu şayet isterlerse onlara
Zemâne Yûsuf-ı Ken’ânı gâh olur ki satar (Âşık Çelebi, 2017, s. 75)
Zelihâ’nın kocası ölmüş, birçok şey değişmiş ancak Zelihâ’nın Yusuf’a duyduğu aşk
değişmemiştir.191 Nihayet yedi bolluk yılından sonra kıtlık yılları gelir. Zelihâ da bu
arada bütün varını Yusuf'tan haber getirenlere dağıtıp fakir düşmüştür. Herkes zor
günler yaşamakta, ülkede kuraklık hüküm sürmektedir. Yusuf ise bollukta geçen yedi
yıl boyunca biriktirilen zahireyi adaletli bir şekilde halka dağıtmaktadır. Kıtlık Ken’ân
diyarında da etkisini sürdürmektedir. Yusuf'un kardeşleri yiyecek almak üzere Mısır’a
gelirler. Yusuf, onları görür görmez tanır, ancak bu durumu onlara belli etmez.
Kardeşlerini güzelce ağırlayan Yusuf, onlara bir dahaki gelişlerinde babaları ve küçük
kardeşlerini de getirmelerini söyler. Yusuf’un başına gelenlerden sonra Yakup,
Yusuf’un özkardeşi Bünyamin’i yanından ayırmamaktadır. Yakupoğulları tekrar
Mısır’a gideceklerinde babalarından Bünyamin’i zorla alıp kendileriyle götürürler.
Bünyamin, gelince Yusuf bir hile ile onu yanında alıkoyar. Kardeşlerine de kendi
gömleğini verip bu gömleği babalarına vermelerini ister. Yakup, oğulları gömlekle
birlikte yaklaşmaya başlayınca Yusuf’un kokusunu duymaya başlar. Gömlek gelince
de onu gözlerine sürer ve böylece gözleri açılır.192 Sonra hanımı ve çocuklarını alıp
Mısır'a gider. Oraya varınca Yusuf'un huzuruna çıkarlar. Kardeşleri yere eğilip onu
selamlayınca Yusuf da kendi kimliğini açıklar. Böylece görmüş olduğu rüya
gerçekleşmiş olur. Yusuf, bir gün şehri gezmeye çıkınca yaşlanmış olan Zelihâ onu
görüp yanına gidip ondan bir dileği olduğunu söyler. Yusuf önce onu tanımazsa da
onun dileğini yerine getirmeye söz verir. Bunun üzerine Zelihâ, eski güzelliğine
kavuşması için Yusuf’tan dua etmesini ister. Yusuf da dua eder böylece Zelihâ eski
güzelliğine kavuşur ve Yusuf’un dinini kabul eder. Yusuf’a, Zelihâ’yla evlenmesi için
vahiy gelir böylece evlenip ve uzun yıllar mutlu yaşarlar (Pala, 1990, s. 497).
Dîde-i Yaʿkûb-ı cân veh kim münevver olmadı (Celilî, 2018, s. 272)
Ey Yusuf yüzlü, sen reyhan saçlının hasretinden, yaseminin gözleri Yakup gibi
beyaz oldu.
Yusuf’a Mısır zindanı mesken olduysa güzelliğe tanık olana da yanağın çukuru
menzil olmuştur.
Çah sözcüğü hem kuyu hem de çukur manasına gelecek şekilde tevriyeli
kullanılmıştır. Bu bağlamıyla sevgilinin yanağındaki gamzeler, âşıkların atıldığı
kuyuya teşbih edilmiştir. Bu yönüyle burada hem Yusuf’un kuyuya atılmasına hem de
Mısır zindanına atılmış olmasına telmih yapılmaktadır.
323
Canına gam kurtçuğu düşmiş belâ Eyyub’uyum, Yusuf’unu kurda yedirmiş fena
Yakup’uyum.
Yüri ey Yûsuf-ı gül-çehre var sen Mısra sultân ol (Âşık Çelebi, 2017, s. 99)
Beni Yakup gibi gam evinde mahzun ve inleyiş içinde koy. Yürü ey gül yüzlü
Yusuf, sen varıp Mısır’a sultan ol.
Yusuf tabiatlıya kırılmak sadakatten gelir, ahlaklı oluşu yırtık gömlekten belli
değil mi?
Kıla ger lutf ile Yûsuf nazarın şâh sana (Mihrî, 2018, s. 54)
324
Ey Mihrî, o şah Yusuf gibi lutufla sana nazar kılarsa seni de Zelihâ gibi genç
eder.
Yakup gibi ayrılıkla çok feryad idersin. Ken’ânlı Yusuf geliyor, gözün aç
ağlayıp inlemeyi bırak.
Züleyhâ gibi Yusuf’un güzelliğini görüp, yolunda malını ve mülkünü feda etti.
3.10.1. Ye’cüc-Me’cüc:
İslam öncesi bu inanış, Yahudî eskatologyasıda mevcuttur. Bu anlatıda âlemin
kuzeyindeki Gog ve Magog adlı iki milletten bahsedilir. İnanışa göre bunlar kıyamete
yakın kalkacak, batıya doğru yürüyerek dünyayı harap edecek, akıbet kendileri de
harap olacaktır. İskender anlatısının Süryani versiyonunda ve Kehf Suresi’ndeki
rivayete göre, Kuzeyde Ye’cüc ve Me’cüc adında bir millet vardır. Onların zulmüne
dayanamayan halk, İskender’den onlara karşı bir sed yapmasını ister. İskender de
istenilen bu seddi çeker.193 Kur’an’a göre Ye’cüc ve Me’cüc bu seddi her gün deler
ancak akşamleyin açtıkları delik yeniden kapanmaktadır. Kıyamet yaklaşınca
tamamıyla delip dünyaya yayılacaklardır (Ritter, 2011, s. 124). Buna benzer bir anlatı
da yine kıyamet alametlerinden olan Deccal hakkındaki anlatıdır. İnanışa göre Deccal,
kıyameti koparmak üzere her gece hazırlanır. Eşeğinin semerini onarır. Bu öyle bir
semerdir ki her telinden bin ahenk peyda olur. İşi bitince uyur, melekler de sabaha
karşı gelip semeri parçalar böylece kıyameti ertelemiş olurlar.
duvarın üzerine de demir, bakır ve kalay dökülmesini, geri kalan boşlukların ise neft
yağıyla kapatılmasını ister. Daha sonra aralıklara da kükürt konularak ateşe verilir. Bir
ay boyunca yanan ateşle sed iyice perçinlenir, böylece sed tamamlanmış olur194
(Taberî II., s. 279). Nuh Peygamberin oğlu Yafes’in soyundan oldukları, kıyamete
yakın bir zamanda çıkıp bozgunculuk yapacakları rivayet edilen Ye’cüc ve Me’cüc’e
Kur’an’da iki yerde temas edilmektedir; “Artık Ye’cüc ve Me’cüc onu (Zülkarneyn’in
seddini) ne aşabildiler ve ne de delip geçebildiler” (Kehf/97), “Ye’cüc ve Me’cüc’ün
seddi yıkıldığı zaman her dere ve tepeden boşanırlar” (Enbiya/96). Kur’an’da bu
kavimlere kısaca temas edilmiş, ancak şifahi ya da İsrailî kaynaklarda onlarla ilgili
nice efsane ve anlatı teşekkül etmiştir. Onların boyları, görünüşleri, dilleri, vatanları,
insanlık için getirecekleri belalar hep efsanelere dayanmaktadır.
Ye’cüc belasına ikinci İskender sed çekti. Böylece cihan yine çelik kılıcınla
güven ve huzur bulmuş oldu.
Fitne Ye’cüc’ü her taraftan baş götürdüyse, zamanın İskender’i nerede ki gelip
gaza eylesin.
Hem Orta Asya hem de Orta Doğu mitolojilerinde “yüksek demir dağlar
ardında kalıp, demir dağı eriterek dışarı çıkıldığı”na dair anlatılar vardır. Hemen her
kutsal kitapta geçen Ye’cüc-Me’cüc kavminin bir dağ ardına hapsedilmesi anlatısında
da bu motif görülmektedir. Bu anlatılar hemen ilk bakışta Ergenekon Destanını
hatırlatmaktadır. Ön Asyalılar ile Avrupalılar, Türkleri bu kavimlerden saymışlardır.
Türk anane ve mitolojisinde ise bu durum kabul edilmemekte, nitekim Kaşgarlı
Mahmud da kitabında bu Ye’cüc-Me’cüc seddinin Çin Seddi olduğunu söylemektedir.
Yahudilik ve Hristiyanlık âleminde doğudan ve kuzeyden böyle bir kavmin geleceğine
ve ardından da kıyametin kopacağına inanılmaktadır. Bu bağlamıyla Hristiyan âlemi
nazarında Orta Asya’dan gelen Türkler asırlardır bekledikleri Ye’cüc ve Me’cüc
kavminden başkası olamazdı. Özellikle Attila Hunlarının her akını bütün Avrupa’da
Ye’cüc ve Me’cüc’ün gelişi gibi kabul edilmiştir (Ögel, 2010, s. 70). “Stature
Deforme” denilen ya çok küçük ya da çok iri cüsseli yaratıklara bütün dünya
mitolojilerinde rastlanmaktadır. Ye’cüc ve Me’cüc de Stature Deforme varlıklar
328
Onların insanın yarısı kadar boylar vardı, her birinin yüz çocuğu olurdu.
Vücutları ağzı dar bardak gibi kıl dolu, pençe ve çengelleri keskin ve uzundu.
3.10.2. Dabbetü’l-Arz:
Semavi dinlerin özellikle de İslamiyet’in dünyanın sonu ile ilgili inançlarından
birisi de Dabbetü’l-Arz’dır. Bu kavramın temelinde eski inançlar ve mitolojik
düşünceler yer almaktadır. Türk mitolojisinde Verbitskiy’ye ait varyanta göre deniz
dibinden dokuz ayrı kara taş çıkar. Bu taş dokuz yerinden yarılır ve dokuz yerden
dokuz demir kaplamalı sandık çıkar. Her sandıktan demir atlı dokuz kişi çıkar. Bu
329
atlıların bindiği atların ön ayakları kılıç, kuyrukları keskin hançer olur. Verbitskiy’nin
anlatısındaki yerin altından çıkan canavarlarla Dabbetü’l-Arz, işlevsellik bağlamında
müşterektir. Dabbetü’l-Arz’ın hem Musevilikte hem de Hristiyanlıktaki tasviri İslamî
kaynaklarda verilen bilgiyle örtüşmektedir (Bayat, 2007, s. 146). Dâbbetu’s-sâet
olarak da adlandırılan bu kıyamet yaratığı, inanışa göre Mekke’nin Safâ tepesinin
yarılması sonucunda oradan dışarı çıkıp Mekke’ye yönelecektir. Yine inanışa göre
elinde Musa’nın asası ve Süleymân’ın yüzüğünü taşıyacak olan bu yaratık, asasıyla
insanların yüzlerine dokunacak, asasını dokundurunca inananların alnında “inanan”,
inanmayanların ise “inanmayan” yazılacaktır. Başka bir rivayete göre ise denizin
ortasında yaşayan bu yaratık aldığı bilgileri Deccal’e iletecektir (Yıldırım, 2006, s.
225).
İnanışa göre kıyamet yaklaştığı zaman kıyamet hayvanı olan Dabbetü’l-arz bir
elinde Hz. Musa’nın asası bir elinde de Hz. Süleymân’ın mührü olduğu hâlde
Mekke’nin Sâfa tepesinden çıkıp gelecektir. Muhîtî de Dabbetü’l-arz bir elinde mühür
bir elinde asa haremden çıktı demekle bu duruma telmihte bulunmaktadır.
3.10.3. Deccal:
Meyhanecinin elinden kadehi çek ancak sofunun elinden su alma ondan sakın
(zira) Deccal’in su havuzu cehennemden başka bir şey değildir.
Korkarım fitne doğup Şâm’da olsun Deccâl (Osman Nevres, 2020, s. 99)
Rivayete göre Deccal, Şam’da zuhur edecek, kırk yıllık saltanatından sonra
İsa-Mesîh gökten inerek onun zülmüne son verecektir. Şair de Deccal’in Şam’dan
çıkıp fitneyi yaymaya başladığını, İsa’nın şehri kurtarması gerektiğinin söylemekle bu
duruma telmihte bulunmaktadır.
Urup katl ide Deccâli ‘adâletle dolar her câ (Şentürk, 2019, s. 64)
Ne vakit İsa gökten inip Deccal’i vurup öldürürse o zaman her yer adaletle
dolacaktır buyurdukları o (söz) nedir?
Yine Nakşî Ali Akkirmânî de üstteki beyitte olduğu gibi Deccal’in fitne ve
zülmüne Mesîh’in gökten inerek son vereceği yönündeki inanışa gönderme
yapmaktadır.
Ancak her şeyden önce mitolojilerde toprak, su, balçık gibi yaratmaya dayanak ve
malzeme teşkil edecek potansiyel unsurların bulunması zorunludur. Zira varlığın
“yok”tan elde edilmesi aklen mümkün görünmemektedir. Aksi takdirde yokluğa
“varlık” yüklenmiş olacak ki, o da mitolojilerde geçen ikinci bir varlık konumundadır.
Yani toprak, su, balçık mitolojilerde hangi anlama geliyorsa yokluk da aynı anlama
gelecektir. Dolayısıyla Tanrı, evreni topraktan yarattı yerine, Tanrı evreni “yok”tan
yarattı olacaktır. Burada yokluk, Tanrı ile var olan ikinci bir varlıktır. İkinci olarak
Türk mitolojisinde geçen Ak Ana tarafından ilham edilen “söz”ün değişik dinî
kültürlerde de önemli bir yeri bulunmaktadır. Zerdüşt kutsal metinlerinde de bu durum
şöyle ifade edilmektedir;
Sana açıkça söylüyorum ki, ey Sapetman Zerdüşt! Saf, kutsal ve becerikli Honover
(kelam?) gökyüzünden önceydi; topraktan önceydi; harfersterlerden (yararlı ve masum
hayvanlardan) önceydi; tüm var olan âlemden, tüm servetlerden ve Ortamuzd’un verdiği saf
tohumlardan önceydi (Taş, 2017, s. 93).
Dolayısıyla denilebilir ki Türk mitolojisinde evrenin tohumu olarak kabul
edilen öge, Tanrı’yla birlikte mevcuttur. Yaratma adına tanrı bu tohumdan evreni
üretmiş, ona yeni bir şekil ve form vermiştir. Zerdüşt anlatısında da kavl (söz)
maddeden öne geçirilmiş, düşüncenin bir ürünü olarak kabul edilen fikir (düşünce)
yani ides, maddeden öncelenmiştir. Altay yaratılış anlatısıyla müştereklik arz eden
Çuvaşların yaratılış anlatısında da yaratılış henüz hiçbir şey yokken Tanrı’yla suda
yüzen akıl ve tinden (logos) söz edilmektedir (Taş, 2017, s. 93).
İşbu varlık yog-ıdı sen var-ıdun
Ne hod âb u bâd u hâk ü nâr-ıdun (İskendernâme, s. 16)
İşte bu varlık yokken sen vardın kendin değil ama su, hava toprak ve ateş idin.
Yaratımdan önce sadece Yaratıcı bulunmakta ve yaratım da ondan olmaktadır.
Hiçbir şey yoktan var edilmemiş, yaratımın mayası birçok kültürde yalnızca su ve
suyun dibinden çıkarılan balçıktır. Burada da yaratımın bizatihi yaratıcının elinden
olduğu ancak yaratım mayasının anasır-ı erbaa olduğu söylenmektedir.
Yaratılışdan önce gök-felek, yer-arzın yaradılması, bunlarla ilgili anlatı ve
inanışların da mitolojilerde geniş yer tutmasına sebep olmaktadır. Gökyüzü ve ona ait
olanlar (rengi de dâhil olmak üzere) her millette kutsal kabul edilmiş yer, yerin dibi ve
ona ait olanlar da kötü kabul edilmiştir. Yunan mitolojisinde yeraltına oranın bekçisi
olan Hades adı verilmiş, Türk mitolojisinde yeraltının hâkimi Erlik Han’dır, Fars
mitolojisinde de oraya Ehrimen hükmetmektedir. Bu inanış semavi dinlerde de devam
334
O ağaç dibinde kuvvet ve kutun onunla yürüdüğü bir çeşme akmaktaydı. Her
kim çocuk isterse gusül abdesti alıp o çeşmeden su içerdi. Gündüz bir koyun kurban
edip, kendisini o ağaca süren, oradan hamile olup giderdi. Gör cihanı Yaratan neler
eder.
Şamanistik inanışa göre ağaç; dallarıyla gökyüzünü, gövdesiyle yeryüzünü,
kökleriyle de yeraltına ulaşabildiğinden kutsal kabul edilmektedir. Bu sebeple ağacın
dibine gömülen yahut dallarına bağlanan dileğin Tanrı katına iletileceği
düşünülmüştür. İslamî dönemde de bir ermiş yahut velinin türbesine yakın ağaçlar bu
işlevi görmeye devam etmiştir. Yine uçsuz bucaksız olması sebebiyle suyun da Tanrı
katından gelip yine O’na döndüğüne inanıldığından akarsulara dilek atılmış, bu inanış
sonraları Hıdırellez’de de devam ettirilmiştir. Kutsal kabul edilen ağaç, su, ocak ve
türbelerden dilenen dileklerin başında da gebe kalamayan kadınları çocuk dilemesi
gelmektedir. Burada hem kutsal sulara hem de kutsal ağaca işaret edilmektedir. Yani
pagan dönemden kalan ritler İslamî dönemde yeni bir yaşmak altında zuhur etmiştir.
Şamanistik inanış olan su, yer ve ağaç kültü burada abdest ve kurban gibi İslamî
ritüellerle yaşatılmaya devam ettirilmiştir. Ağaca sürünme de mitik bir rittir, İslami
tesirle kut atfedilmiş olan ağaca sürünen kadın aslında “benzer benzeri yaratır”
şeklindeki bir çeşit büyüsel bir rit yapmaktadır. Ancak dileği, ağaç ve su aracılığıyla
Yaratıcıdan dilediğinden bunun büyü değil dua ve adağa dönüştüğüne inanılmaktadır.
İlk çağlarda ağaç kültünün yaygın bir şekilde bulunduğu toplumlardan biri
Cahiliye Dönemi Araplarıdır. Onların inanışına göre, melekler ve cinler bazı ağaçları
mekân edinmektedir. Bu inançtan ötürü Araplar, bu kutsal kabul ettikleri ağaçlara adak
ve kurbanlar sunuyor, hastalar için şifa diliyorlardı (Ocak, 2018, s. 131). Ağacın kutsal
ya da insanüstü güçlerle ilişkili olduğu tasavvur edilerek ağaca adak adamanın
İslamiyet’ten sonra da yaşamaya devam etmesi hem eski Türk kültüründe hem de
Cahiliye Dönemi Araplarında ağaç kültünün bulunmasıyla açıklanabilmektedir. Yine
atalar kültünün örüntüsü olarak türbelere yakın ağaçların kutsal kabul ediliyor olması
da İslami cila altında yaşayan arkaik dinî kalıntılardandır.
Orta Asya’nın yüksek kültürlerine göre felek, durmadan yaradılanların üstünde
dönen, Göğün kubbesidir. Bu görüş Batlamyus’tan gelmektedir. Arap ve İran
kültürlerinde bu dönüş hâline “çarh-ı felek” denilmektedir. Bu söz dönüşerek
Türkçede “çarkı felek” şeklini almıştır. Türk kozmik inanışına göre dokuz kat gök
336
Bir an yer işi gök cümbüşünün görüşüne göre olmasa, yedi iklim ve dokuz felek
dönmesin.
195
Bu rûzgârda bir berg-i ayş girmez ele
Felek müsâade itmezse bi-mürüvvet olur (Şeyhülislam Yahya, s. 85)
Döne döne gerçi bî-dâd itdi çarh-ı dûn bana (Fuzûlî, 2014, s. 191)
337
Saki, devr bize içki kadehi mi verir. Kinci intikamcı olan felek gönül ehline
müsaade mi verir.
İşret meclislerinde sakinin döndürdüğü kadehin sırasının âşıklara gelmemesi,
sürenin yetmemesi, zamanın kendisine izin vermemesi şeklinde hayal edilmiştir.
Zamanı da devirleriyle belirleyen felek olduğundan demek ki âşıklara kin besleyip
onların içki kadehinden rahatlamasına müsaade etmeyen de yine felektir.
Cihân-ı pîr ki Rüstemleri zebun itdi
Bir eski kahbedür itme bu pîre-zâle tama’ (Necâtî, 1963, s. 306)
Yaşlı cihan, Rüstemleri aciz kılan eski bir kahpedir, bu kocakarıya tamah etme.
Klasik Türk şairlerine göre dünya, birçok kocadan arta kalmış hilebâz,
acımasız bir kocakarıdır. Burada Rüstem’le birlikte verilmesinde Zâl’e telmih
yapılmaktadır. Zâl, Sâm’ın ak saçlı doğan oğlu, Rüstem’in de babasıdır. Yaşlı bir adam
şeklinde doğduğundan yaşlı manasına gelen Zâl sözcüğüyle adlandırılmıştır. Rüstem,
kimsenin kudretine erişemediği bir cihan pehlivanıdır. Ancak kocakarı olan cihan
onun da sonunu getirmiş, diğer birçok âlime, zâlime, pehlivana yaptığı gibi onu da aciz
ve güçsüz kılmıştır. Felek, dönüşleri sebebiyle kahpe, dönek, sözünde durmaz
addedildiğinden kimse bu yüzyıllanmış kocakarının sözüne güvenip de tamah
etmemektedir.
3.11.2. Yıldız ve Gezegenler
Astronomi biliminin gelişmesinde Orta Çağ Müslüman âlimlerinin etkisinin
çok büyüktür. Ancak konuyla ilgili ilk sistemli çalışmalar, Keldânîler tarafından
yapılmıştır. Keldânîler, Hristiyanlığı kabul etmiş bir millet olup asıl çalışmalarına bu
dini kabullerinden sonra başlamışlardır. Yusuf Çakar, Gizli İlimler adlı eserinde
astrolojinin MÖ dört binli yıllarda Babil, Ur, Uruk kentlerinde ortaya çıktığını,
burçların çoğunu ve Zodyak’ı meydana getirenlerin Keldânlı rahipler olduğunu
söylemektedir. Ömer Ferit Kam ise Divan Şiirinin Dünyasına Giriş adlı çalışmasında
astroloji ile ilgili ilk çalışmaların Keldânîlerden önce Babil’de yaşayan Nebatîlere ait
olduğunu, bu gelişmelerin daha sonra Keldânîlerden Asurlulara, Asurlulardan ise İran,
Hint, Mısır, Roma ve Yunanistan’a geçtiğini söylemektedir. Kur’an-ı Kerim’de geçen
“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O karada ve
denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları
içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır”
(En’am: 59) gibi ayetler sebebiyle Müslümanlar, gaybla ilgili mevzulara temkinli
yaklaşmışlardır. Dolayısıyla astroloji ilmi de İslamiyet’in kabulünden sonra Türkler
338
3.11.2.1. Güneş:
Türk inanç sisteminde Güneş koruyuculuğundan ötürü gök, Ay ve yıldız gibi
iyeler arasındadır. Hunlar, Güneş’i bugün gün manasında olan “kün” diye
adlandırmışlardır. Çin kaynaklarına göre kün’ün kutsanması Hun çağına kadar
uzanmaktadır. Kaynaklar Hun çağında Türk kağanlarının Güneş’e hürmetlerinden
dolayı otaklarını doğuya, Güneş’in doğduğu yere açtıklarını kaydetmektedir. Nitekim
yine aynı sebeple Türklerin büyük bir kısmı evlerinin çadırlarının kapılarını Güneş’in
doğduğu tarafa yapmaktadır. Doğu Hunlarının tarihlerinden bahseden Çin
kaynaklarında ise Hunların Tanhusu’nun gündüzleri Güneş’e, geceleyin Ay’a ibadet
ettiğini kaydetmektedir. Güneş ve Ay ile ilgili inanışlar, Hunlardan sonra Orta Asya’da
devlet kuran Türk Topluluklarında da devam etmektedir. Bu gök cisimleri ile ilgili
inanışlar, MÖ 2. yüzyılda Hunlara bağlı iken sonradan devlet kuran Vu-Hunlarda ve
MS 3. yüzyılda ise Tobalarda rastlanmaktadır. Yapılan modern etnolojik araştırmalar
bu kültün Yakutlarda da devam ettiğini göstermektedir. Hatta Yakutlar, Güneş ve Ay’ı
iki kardeş olarak kabul etmekte ve onlara tanrısal güçler izafe etmektedir. Bazı
kahramanların Güneş ve Ay’ın lütfuyla türediğine inanmakta, yine aynı sebeple Yakut
şamanlarının cübbelerinde ve külahlarında Kün Toyun’un sembolü olarak demirden
ve gümüşten halkalar yer almaktadır. Ayrıca modern şaman davullarının çoğunda
Güneş, Ay ve yıldız sembollerinin yer alması da bu kültün yansımalarıdır. Bu inanışın
mitolojik ve dinsel etkileri Anadolu Türklerinde de bulunmaktadır. Türkler, kendi
iradeleri dışındaki doğa olaylarına kutsiyet atfetmiş ve bunları “aydınlık âleminin
temsilcileri” olarak kabul etmişlerdir. Uygurlar bundan 4000-6000 yıl öncesinde
Güneş’i tanrısal bir tezahür olarak kabul etmekte ve ona kutsallık atfetmekteydiler. M.
Seyidov’a göre eski Türklere ait “tangrı” sözcüğünün kökü “tan(g)”dır. Eski Türk
yazıtlarıyla birlikte birçok çağdaş Türk lehçesinde “tan” Güneş’in doğduğu yer
340
Didi ko egri hayâli kim bulur andan halâs (Celilî, 2018, s. 142)
341
bazen nasıl ki cümle mevcudata ziyasıyla ışık ve hayat veriyorsa yine cümle
mevcudatın yaratılış sebebi olan Hz. Peygamber, bazen de batında her şeyin kaynağı
olmak yönüyle asıl öz olan Allah için teşbih unsuru olarak kullanılmaktadır. Şairin
Güneş’e teşbih etmiş olduğu memduhu o kadar âdildir ki dönek felek dahi devrinde
zerre kadar incitememiş ah ettirmemiştir. Şairin ağlayıp inlemesi bu sefer felekten
değil aşk acısındandır, bu acıyı da bizatihi aşkın özü çektirmektedir.
Birçok efsaneye göre Güneş genç bir kızdır. Bu sebeple kimse ona dik dik
bakamamaktadır. Bir efsaneye göre Ay ve Güneş acımasız bir annenin kızı ve oğludur.
Annesinin zulmüne dayanamayan bu çocuklar evden kaçar ve bir kadının
yönlendirmesiyle bir kaynaktan su içerek yıldıza dönüşürler. Bazı anlatılara göre ise
bunlar karı kocadır. Güneş ve Ay’ın bir araya gelmemesinden de birbirini kovalayan
ancak bir türlü kavuşamayan âşıklar oldukları inanışı teşekkül etmiştir (Boratav, 2016,
s. 96).
3.11.2.2. Ay:
Türk inanç yapısında Ay’ın da yıldızlar ve kün (Güneş) gibi koruyuculuğuna
inanılmaktadır. Kün’ün çekildiği anda yıldızlar ve Ay’ın Tanrı’nın insanoğluna
gönderdiği ışığı yeryüzüne indirdiklerine inanılmaktadır. Bu sebeple de eski Türklerde
karanlıkların içinden iyiliği taşıyan ışık olan “Tündük”ün içeriye sızabilmesi için
çadırın ortası, tepe noktasından delik bırakılırdı. Ay’ın kutsal kabul edilişiyle ilişkili
çeşitli inanışlar zuhur etmiştir, misal olarak Kazak Türkleri yeni Ay’ı gördüklerinde
“Ay gördük, erenlik gördük, yeni Ay’da yarıkla, eski Ay’da esirge” diye dua eder. Ay’a
ve Güneş’e bakarak abdest almanın iyi olmayacağı düşüncesiyle de onlara dönük
abdest almazlardı. Türklerde Ay, aynı zamanda bir güzellik sembolü olarak kabul
edilmektedir. Yine bu sebeple Kuzey Türk destanlarındaki yiğit ve çocuklar “Güneş
gözlü, Ay ağızlı” şeklinde övülmektedir. Dolunay, güzellik ve parlaklığı, hilal ise
bunlarla birlikte yenilik, doğum ve taze hayatı simgelemektedir. Azerbaycan’da Ay,
üç günlük olunca kalbinde bir niyeti olan kimse herkes yattıktan sonra bir eyvana çıkıp
niyet tutar ve Ay’a bakıp daha sonra da yatar. İnanışa göre bunu üç gün tekrar edince
üçüncü gün rüyasında evleneceği kızı görecektir. Yine Ay’ı üç günlük hâliyle gören
ve salavat getiren hamile kadının erkek çocuğu olacağına inanılmaktadır. Tunguzlar
savaşmak için dolunayı bekler. Hiongnular sefere Ay büyüdüğü zaman çıkar,
küçüldüğü zaman ise geri çekilirdi (Kıyak, 2010, s. 136). Türk mitolojik sisteminde
Ay erkek olarak tasavvur edilmiştir. Yine aynı nedenle Anadolu’da Ay’a “Ay dede”
denilmektedir. Devâdârî’nin naklettiği türeyiş efsanesinde Türklerin ilk atası olan
344
“Ay-Ata”nın isminden de anlaşılacağı üzere Ay, daima eril olarak tasavvur edilmiştir
(Ögel, 2010, s. 188). Yunan mitolojisinde ise Kahraman İsolt anlatısındaki Güneş kral
ve Ay kraliçe örneğinde görüldüğü gibi Güneş erkek, Ay ise dişidir (Campbell, 2016,
s. 313). Eski çağlardan beri Ay; tarım, bereket gibi unsurlarla ve kaderin beyaz
elbiseler hâlinde tecelli etmiş şekli olan Moiralar ile birlikte anılmıştır. Moiralar,
başlangıçta doğum tanrıçaları olarak biliniyordu, ancak zamanla kader ile
ilişkilendirilmiştir. Dahası kelime “pay” ve “pay veren” manasına geldiğinden
Moiraların, Ay güçleri ile çalışıp yaşamdaki payı dağıttığına inanılıyordu. Nitekim
dilde kader sözcüğü de etimolojik olarak “iğ”, “örmek” ve “döndürmek” kelimeleriyle
ilintilidir (Gücek, 2017, s. 135). Türk yaratılış mitinde Ay’ın simgesi olan boğanın
erkek olarak tasavvur edilmesinin yanında Ay bazen de kadın ya da bakire kız olarak
bilinmektedir. Ay’ın kadın olarak tasavvuru, onun Mitolojik Ana kültüyle birebir
ilişkili olduğu fikrini doğurmaktadır. Ay’ın bazen dişi bazen erkek olarak tasavvur
edilmesi de mitlerin transformasyonu ile orantılı bir durumdur. Eski Türk mitolojik
düşüncesinde Ay’a atfedilmiş olan mistik sıfatlar, diğer halkların mitolojik
düşüncesiyle müştereklik arz etmektedir. Bir dişil varlık olarak sembolize edilen Ay
Ana simgesi aynı zamanda bakirelik anlamı da içermektedir. Büyük bir ihtimalle
babasız oğul doğuran: Anadolu’daki Kybele Ana, Babil’deki İştar Ana, Mısır’daki İsis
Ana, Meryem Ana, Moğollarda Alangova gibi bakireler Ay tanrının yerdeki
antropomorflaşmış varyantlarıdır. Oğuz Kağan’ın da babasının bilinmemesi Ay Kağan
tarafından doğurulması bakire Ay inancının Türkler arasında da yaygın olduğunu
göstermektedir. Oğuz Kağan destanında Ay Kağan sadece Oğuz’u doğuran değil astral
tasavvurların da baş tanrısıdır (Bayat, 2007, s. 271). Bir yaratılış mitine göre ise ilk
Türk hanedanlığını kuran hanedanın soyunun dayandığı ilk insan “Ay Baba” olarak
adlandırılmaktadır. Memlüklü tarihçi ed-Devâdârî’nin nakletmiş olduğu bu yaratılış
mitine göre ilk insan mağaradaki oyukta biriken çamurun Güneş ısısıyla kuruması
sonucu oluşan Ay-Atam’dır. Ay için kullanılan “ata” “baba” “dede” sıfatlarından da
anlaşılacağı üzere Ay, Türk mitolojisinde her zaman erkek olarak tasavvur edilmiştir.
Yalnız Eski Türklerde değil Anadolu Türklerinde de Ay’ın erkek olduğuna
inanılmaktadır (Boratav, 2016, s. 36). Mısır mitolojisinde de Ay-boğası ile ilgili
inanışlar bulunmaktadır. İnanışa göre Ay; bitki dünyasına tazelik veren gece çiğlerinin
dağıtıcısı, yaşam ilkesini, doğum ve ölüm olan yaşamı temsil etmektedir. Ay-
boğasının ilk mitolojilerine göre Güneş daima savaşçı, parlak, yıkıcı bir ilahtır. Şiddetli
sıcaklarda büyük bir güç olan Güneş, bazen dişi bir aslana bazen de atılgan bir kuşa
345
teşbih edilmektedir. Ay-boğası inanışına göre Ay, simgesel olarak yaşayan ve ölen her
şey gibi ölür ve yeniden doğar. Ölümü bir taraftan kendi yapısının işleviyken diğer
taraftan da dişi aslan olan Güneş’in alıcı kuşunun saldırısı sonucu olur. Yani Güneş
yaşam-ölüm olgusunun gerçekleşmesinde tek yönlüyken, tamamı Ay ile
simgelenmektedir. İlkel inanışlarda Ay, Güneş’ten daha kutsal kabul ediliyorken daha
sonraları durum tam tersine dönmüştür. Yani “Ay boğasının mitolojisi artık yalnız
Mısır’da değil, her yerde Güneş aslanın mitolojisine yenik düşmüştü”. Zira Ay ışığı
yok olur ve canlanır ancak Güneş her daim heybetli ve parlaktır. Ay ölümü
simgelercesine birden kaybolur oysa karanlık, Güneş’e her gün yeniden yenilir
(Cambell, 2016, s. 100).
Necâtî, sufinin kara başına güzelliğinden ne günler geldi. Gece yolcusu olan
Ay’dan korkmaz.
döneceklerdir. Hilale yani yeni aya teşbih edilen kaşı görenlerin çılgına dönmesiyle
aybaşlarında deliliklerin artması inanışına gönderme yapılmaktadır.200
Koca Râgıb Paşa, Ay’ın bulutlar arasından görünmesini ay gibi olan sevgilinin
çehresinin ayva tüylerinin arasından görünmesi şeklinde tasavvur etmiştir. Ay’ın
dolaşımının fitnesi herkesin korkuyla başını döndürmektedir, zira Ay’dan yahut onun
sebep olacağı durumlardan korkulmaktadır.
Sen saçlarını yüzüne saldıkça ben ağlarım çünkü aybaşında bulutlar oynayınca
yağmur yağar.
kaynağı olan Thoht bu gözün parçalarını toplar ve gözü eski hâline getirir, göz iyileşir
ancak 1/64’lük parçası eksiktir (Gücek, 2017, s. 42) bu sebeple Ay’ın kuvveti de bu
oranda Güneş’inkinden eksiktir. Anadolu halklarının mitolojisine göre ise başlangıçta
Güneş ve Ay aynı parıltıya sahiptir. Ancak Tanrı gün ile gece arasındaki farkı
belirginleştirmek için Cebrâil’e Ay’ın ışığından bir kısmını alıp Güneş’e eklemesini
emreder. Cebrâil, Ay’ın yüzeyine kanatlarını sürterek ışığından alır, Ay’ın üzerindeki
lekelerin sebebi de bu kanat izleridir. Başka bir inanışa göre de Hz. Ömer çıplakken
Ay, ışınlarıyla onu rahatsız etmiş. Hâlife Ömer öfkelenmiş ve onun öfkesi sonucunda
Ay’da lekeler oluşmuştur (Boratav, 2016, s. 95). Bir Kazak efsanesine göre ise Güneş
ve Ay birbirlerini çok kıskanan iki güzel kızmış, bu kıskançlıktan dolayı Güneş, Ay’ın
yüzünü tırmalamış ve bu sebeple Ay’ın yüzündeki lekeler oluşmuştur (Kıyak, 2010, s.
138)
Senin güneşinin ışığıyla Güneş tamama erdi. Ay’ı neyleyelim aynası temiz
değil.
Bâkî, Ay’ı bir aynaya, üzerindeki lekeleri de ayna üzerindeki paslara teşbih
ederek Ay üzerindeki lekelere gönderme yapmaktadır. Şair, ışığın kaynağı olan
Güneş’in bile memduhunun güneşiyle tamama erdiğini söylemekle guluvv
derecesinde mübalağa yapmaktadır.
Nûr-ı mâh efzûn olur hurşidden olduça dûr (Fuzûlî, 2014, s. 230)
Ayrılığın gönül yakan yarası günden güne arttı, Ay’ın ışığı da Güneş’ten
uzaklaştıkça artar.201
Ay, Güneş varken onun nurunun gölgesinde kalıp görünmez, devir sırasında
ondan uzaklaştıkça yani Güneş batmaya yüz tutunca ancak görünür olmaya başlar. Ay,
Güneş’e bağımlı olduğundan birinin varlığının ancak diğerinin yokluğuyla mümkün
Nasıl ki yeni Ay, Güneş’ten zerre zerre ışık alıyorsa benim taze, olgunlaşmamış
boyum da an be an kirpiği ister.
Ay’ın yeni hâli boş olan bir küreyi andırmaktadır. Bu küre de gün be gün
Güneş’ten alınan nurlarla doldurulmaktadır. Âşığın boyu, bükülmüş olması yönüyle
yeni Ay’a sevgilinin kirpiği de parlayan Güneş etrafındaki ışık doğrularına teşbih
edilmiştir. Şair nasıl ki yeni Ay, zerre zerre Güneş’ten ışık alıp kemale eriyorsa
sevgilinin kirpiğinin de bükülmüş boyuna öylece destek atıp olgunlaştırmasını
dilemektedir.
Keten ipliğinden bakışları olmuyor, çünkü o ayın teni baştan ayağa gözle
görünür nurdur.
Ketân-ı nâtüvana dûrdan te’sir ider mehtâb (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 349)
349
Koca Ragıp Paşa, Ay’a benzeyen sevgilinin baştan ayağa nur olan bedenine,
âşığın keten ipliğinden olan bakışlarından gömlek giydirilemeyeceğini söylemekle, Ay
ışığının keteni çürüttüğüne gönderme yapmaktadır.
Eskiler her gök cisminin yeryüzünde türlü etkileri olduğuna inanıyordu. Göğe
ait olan gök cisimleri yalnızca insanlar değil, yere ait olan her şey üzerinde etkili
olmaktadır. Öyle ki bitki ve madenlerin tür ve renklerine dahi tesir etmektedir. Nitekim
simyacılar altının vücuda gelmesinde Güneş’in, gümüşün oluşumunda ise Ay’ın
tesirili olduğunu düşünmüştür. Dünyaya en yakın gezegen olan Ay’ın tesirinin, diğer
gök cisimlerinkinden daha fazla olduğuna inanılmaktadır (Şentürk, 2016, s. 422).
Bir tek o gümüş tenli aya gömlek olayım, keten gibi eskiyip bozulsam da
bozulayım.
Hîç reng almaz-idi lâle-i nu’mân-i kerem (Molla Aşkî, 2012, s. 276)
Eğer senin lütuflarının ayı cömertlik çimenliğine ışık vermezse, kerem lalesi
hiç renk almazdı.
Biri tîg-i zer-feşân tutar biri sîmîn siper (Şentürk, 2016, s. 425)
Ey şah, Güneş ve Ay senin iki yalın yüzlü kölendir. Biri altın saçan kılıç, biri
de gümüş renkli siper tutar.
Kadim inanışlara göre şayet Ay tutulacak olsa onu ya gökte yaşayan bir dev ya
da bir ejder kapmıştır. Mehmet Hâlit Bayrı İstanbul Folkloru adlı çalışmasında;
gökyüzünde büyük bir yılan, ayı boğup yutmak için ona saldırır ve bir noktasından dişlerini
geçirir, yavaş yavaş çevreden merkeze doğru çöreklenerek ayın yüzünü ve ışığı tamamıyla
kapatır. […] Ay tutulduğu zaman halk yılan veya ejderha tarafından hücuma uğradığına ve
yutulmak tehlikesinde kaldığına hükmettiği cihetle minarelerde salâ vermeğe ve ezan okumağa
başlar, namaz kılınır, saldıran ejderhayı korkutmak maksadıyla silah atılır (Şentürk, 2016, s.
429).
Eğer senin saçların yüzüne ay tutulması gibi engel olursa, ben de ah ile feleğin
tasını çalarım.
Hâlâyık tas çalarlar ay tutuldı zan idüp yir yir (Şentürk, 2016, s. 430)
Zeynî, o ay yüzlü güzel siyah bir peştamal kuşanarak hamama girerse, millet
ay tutulmuş sanıp tas çalmaya başlar demekle yine yukardaki beyitte olduğu gibi ay
tutulması esnasında tas çalındığına işaret etmektedir.
Kare sürdi yüzine şehr içre teşhir eyledi (Şentürk, 2016, s. 432)
Yerin Ay’ı senin gün yüzünden nur uğurlarken, tutulup yüzüne kara çalınıp
şehirde teşhir edildi.
Ey Güneş yüzlü, eğer gökteki ay sana benzemeye çalışırsa yüzüne kara sürüp
(onu) âleme rüsva et.
Yine benzer bir beyitte ay, güneşe teşbih edilen sevgiliye öykünmüş
olduğundan şair, sevgilinin ayın yüzüne karalar çalarak onu rezil etmesini
istemektedir. Ay’ın Güneş’ten ısı ve ışık alıyor doğal hadisesi, onun hırsızlık yaparken
suçüstü yakalanması, tutulma anında karanlıkta kalması da işlediği bu suç üzerine
352
onun suçluluğunu teşhir etmek maksadıyla yüzüne karalar çalınmış olması olarak
tasavvur edilmiştir.
Ne hikmetdür bu yine cân gibi bir padişâ düşmez (Gelibolulu Mustafa Âli
2018, s. 763)
Türklerde Ay tutulması onun, iki kara iye tarafından çalınıp yenilmesi şeklinde
tasavvur edilmektedir. Altay Türkleri “Yelbegin” adlı bir canavarın Ay’ı yediğine,
böylece Ay’ın karanlığa gömüldüğüne/tutulduğuna inanmaktadır. Bu korkunç
mahlûku kovmak için taş ve silah atılır, teneke çalarak gürültü yapılırdı. Karay
Türkleri gök, Güneş ve yıldızlarla beraber Ay’a da saygı ve hürmet gösterilmektedir.
Karaçay Malkar Türklerinde “Celmavuz” adı verilen kötü ruhlu bir ejderha Ay ve
Güneş tutulmasına neden olmaktadır. İnanışa göre adı “Eğer” olan Ay’ı korumakla
görevli iki çoban köpeği bulunur. Köpekler uyuyunca Celmavuz, Ay’ı kenarından
yemeye başlar. Tutulma sırasında Karaçaylılar, koruyucuları uyandırıp Ay’ı
kurtarmak maksadıyla silah atıp, davul çalarak gürültü yapar. Celmavuz adlı bu kötü
ruhlu ejderha eski Uygur metinlerinde “Yelimagız”, Kırgız Türkçesinde ise
“Celmooz” şeklinde geçmektedir. Yakutlar, kötü ruhların Güneş ve Ay ile mücadeleye
giriştiğine, bazen de onları karanlık dünyasına çekerek hapsettiğine, böylece
tutulmaların gerçekleştiğine inanmaktadır. Bu olaylar esnasında göğe doğru tüfek,
tabanca atılması, davul veya teneke çalınması Türk inanç sisteminde görülen kara ve
ak iyelerle ilgili inançtan kaynaklanmaktadır. Kara iyelerin ışığın yeryüzüne inmesine
engel olduklarına inanıldığından, Ay ve Güneş tutulması ile ilgili birçok efsane
353
teşekkül etmiştir. Azerbaycan bölgesindeki bir efsaneye göre Ay, Güneş’in kocasıdır.
Güneş tutulduğu zaman derler ki güya Güneş yıldızların biriyle kaçıp gitmiştir. Bu
durumu Ay’a haber vermek için havaya ateş edip gürültü yaparlar, bu sesi duyan Ay
ise gidip Güneş’i bulup getirirmiş. Konuyla ilgili bir diğer efsane ise şöyledir; cinler
daima insanlara kötülük etmek istemektedir, bazen gökyüzüne çıkıp Güneş ve Ay’ın
önüne genişçe ve kalın bir perde tutup onların ışığının yeryüzüne ulaşmasına engel
olurlarmış. Yine aynı mantıkla cinleri korkutmak için havaya ateş edilip, demir kapılar
birbirine vurulurmuş. Anadolu, iç Mezopotamya Türkleri ile Bulgaristan Türkleri de
Ay tutulunca Ay’ı tutan cinlerden kurtarılması için teneke, kazan dibi çalar ve taşlar
birbirine vurulup ses çıkararak kötü ruhları korkutup kovmaktadır (Kıyak, 2010, s.
139).
Bugün seher vakti rakibin kara yüzünü gördüm, tutulmuş Ay’ı gören talihim
acaba uğurlu olur mu?
Ey Zühre alınlı, çene çukurunun kuyusu Hârût’u suya götürüp susuz getirir.
kanlı yıldız” denilen bu yıldızın sabah erken doğması yüzünden bir kervan yola çıkmış
ve haydutlar tarafından yok edilmiştir. Bu hadise üzerine Erzurum yöresine ait;
türkü teşekkül etmiştir. Altay Türkleri, “Tang Solbanı”, Sagaylar “Erte Solbanı” yani
“Erte Çolpanı” derler. Osmanlı kitaplarında ise bu yıldız, “Erte yıldızı” olarak
geçmektedir. Kuzey Türk destanlarına göre ise Zühre, Ülker yıldızına âşık güzel bir
kızmış, bu âşıklar karşılaşınca kar fırtınaları koparmış. Zühre ile Ülker’in yaklaşma
zamanı, 6. aydadır. Yakut Türklerine göre bu ayda şiddetli kar fırtınaları kopmaktadır.
Kırgız Türklerine göre ise Zühre, Ay’ın kızı Ülker ise oğludur. Türkler yaygın olarak
bu yıldıza “Çolpan”, “Çobanyıldızı”, Moğollar da “Solbon” demektedir. Kuzey
Türkleri ve Sibirya kavimlerinin inanışına göre de Zühre, at sürülerinin koruyucusudur
(Ögel, 2010, s. 213).
Beşinci Zühre çıktı güzel yüzünü vurdu, sabah vakti karşıla sen de avut
gönlünü.
Oluşması ile ilgili Yunan mitolojisinde de mitik anlatılar vardır. Bir rivayete
göre Zuhal babasını öldürdüğü zaman birkaç damla kan, denizde bir köpüğe dönüşmüş
Afrodit, bu köpükten oluşmuştur. Diğer bir rivayete göre ise denize gökten bir alev
düşmüş, Afrodit bu alevden doğmuştur (Gölpınarlı, 2006, s. 776). Eski Sümer, Babil-
Asur’da sabahyıldızı olarak savaş tanrıçasını, akşam yıldızı olarak da aşk tanrıçasını
sembolize eden Venüs yıldızının yanı sıra Mezopotamya’nın etkileri batıya doğru
ilerlerken, Ay da tanrıçanın sembollerinden biri olmuştur. Zira Mısır mitolojisindeki
Ay tanrıçası; İsis’in etkisiyle, Fenike’de Astarte’nin sembolü, Yunan mitolojisindeki
356
Ay ve Güneş’in sürekli dönüş hâlinde olması doğal hadisesi hüsnü ta’lil ile
sevgilinin, aşkının şevkinden yerinde duramamak olarak hayal edilmiştir. Dönüş aynı
zamanda kadehin döndürülmesinden de kinayeyle işret meclisine telmihtir. Mihr hem
sevgi hem de Güneş manasına gelecek şekilde tevriyeli kullanılmış, Zühre’nin mihrin
şevkiyle ud edinmesi ise onun feleğin ve göğün sultanı Güneş’in sazendesi olmasına
telmihtir.205
Klasik şiirde Zühre, Güneş’in sazendesi Zuhal ise bekçisi olarak anılmaktadır.
Beyitte de bu duruma telmih yapılmaktadır. Dönen Ay’ın şahı, Güneş’tir burada
memduh Güneş’e teşbih edilmiştir.
Sevgilinin aşk meclisinde Zühre rakkas, sultan olan güneş dahi defçi olursa
değersiz zerreler raks etmeyip de ne yapsın. Memduh yahut sevgili o kadar kudretlidir
ki sultan olan güneş, onun aşk meclisinde def çalmaktadır. Bir sultanın defçi olduğu
mecliste değer kişileri raks etmekten başka çaresi kalmamaktadır.
ölecek, ipler kopacak, yer okyanusa gömülecektir (Eliade, 2018, s. 87) demekle bu
duruma işaret etmektedir.
Eski Türklere göre Gök kubbe, kutbundaki bir altın veya demir kazık etrafında
dönmektedir. Burçları taşıdığı düşünülen büyük bir çark şeklindeki ekliptik (çığrı) gök
kubbenin dönmesine dik, diğer bir deveran icra etmekte, canlılar da benzer şekilde
hayat ile ölüm arasında seyretmektedir. Emel Esin’e göre Türkler, sadece Kutup
Yıldızı’nın etrafında dönen semavi cirimlerin değil, 8-9. yüzyıl Uygurlarında semanın
da dönen bir tekerlek şeklinde (kadırık egirçek) olduğuna inanılıyordu. Semanın böyle
tasviri Kâşgari’de “gök çığrısı”, Yusuf Has Hacib’de ise “tezginç” şeklinde
geçmektedir. Kâşgari gök çığrısını Arapçaya felek olarak tercüme etmekte, çığrının
felek gibi yıldızları taşıyarak döndüğünü ve gece ile gündüzün böylece birbirini takip
ettiğini söylemektedir. Kâşgari’de gök çarkının seyrinin günlük bir deveran olduğu
kaydetmiş olduğu şu beyitlerle;
ifade edilmektedir. Yusuf Has Hacib de gök çığrısını bir evren’in (ejder) evirdiğini
söylemektedir. Hint mitolojisinde de felek okla yere bağlanmış bir araba tekerleği
olarak tasavvur edilmiştir (Taş, 2017, s. 154).
3.11.2.4. Merkür:
Yunanlılar, hızlı hareket ettiğinden Merkür’e “Tanrıların habercisi” Hermes,
Romalılar Merkür, Mısırlılar Thoth, Orta Asya’da ise bu yıldıza arzu, tilek
359
Sonra geldi arzu, dilek, arzular, kime yakın gelse, özüne bağlar.
Merkür eski Türklerde tilek olarak adlandırılmaktadır. İnanışa göre her kim
ona yakın gelip dilek dileyecek olsa dileği kabul olacaktır. Beyitte eski Türklerin
Merkür’e karşı dilek dilediklerine gönderme yapılmaktadır.
Utarid hem Kader Salonları’nda yazgıyı yazmak için kalemi eline alan
Marduk’un oğlu Nabu ile hem de ilk yazıyı yazan İdris Peygamberle özdeşleştirilmek
yönüyle feleğin kâtibi olarak adlandırılmaktadır. Semavi dinlerin etkisiyle eski
tanrıların izleri silikleşmiş Kader Salonları’nda bir sonraki yılın kaderini belirleyen
Babilin 12 tanrısı yerini Mutlak Yaratıcıya, onların kâtipleri de yerini peygamberlere
bırakmıştır. Utarid’in kalemle anılması feleğin kâtibi olması yönüyledir. Burada
Utarîd şerm ile dem-beste bürc-i tev’emân üzre (Nedim, 2015, s. 29)
360
kıvılcım kaleminden kasıt şimşek yahut da hızla kayıp giden gezegenin ardında
bıraktığı ziyadır.
Utarid burcunun ona menzili olduğu aşk şahının, benim ahım gibi ok atıcısı
nerde?
Doğunun eski mitolojik astronomi inanışlarına göre Utarid, elinde kalem tutan,
sürekli yazı yazan bir kâtip olarak tasavvur edilmiştir.207 Mitoloji ve edebiyatta ilim,
akıl ve kitabeti sembolize etmesi bağlamında klasik Türk şairi, Utarit’i akl-ı pîr olarak
mazmun etmektedir (Şentürk, 2016, s. 298).
N’ola ‘akl-i pîr ile olsa ‘Utarid hürde-bîn (Şentürk, 2016, s. 298)
Utarid, ihtiyar aklıyla en ince ayrıntılarına kadar dikkatlice baksa bile senin
dudağının sırrına vakıf olamaz.
Kâtip olan Utarid, eline altın kalem alıp sultan olan Güneş’in hükümlerini
işlemektedir. Güneş altın madeni üzerinde etkili olduğundan onun hükümleri de
madeni ve renkdâşı olan altın kalemle yazılmaktadır.
3.11.2.5. Mars:
Babillilerin Negal, Yunanlıların Ares, Romalıların Mars olarak adlandırdığı bu
savaş gezegeni genellikle yeraltı, ölüler ve savaş ile ilişkilendirilmektedir. Yıldızın
kızıl rengi, hemen her toplumda ateş ve savaşın delaleti olarak görülmektedir. Türkler
bu yıldıza “Bakır Sokum” demişlerdir. Anadolu’da Mars’a “Yaldırık” yani “korkunç
ve ateşli” denmektedir. Kutadgu Bilig’de Mars “Kürüd” olarak geçmektedir (Ögel,
2010, s. 206).
Üçüncü Merih olarak adlandırılan Kürüd’ün her kime baksa onları kuruttuğu
söylenmekle, Mars’ın ölümle ilişkilendirildiğine gönderme yapılmaktadır.
Semanın ortasındaki savaş meydanının savaşçısı kızıl renginden dolayı kan ile
özdeşleştirilen bu sebeple de savaş alameti olarak sembolize edilen Merih’tir.208 Elinde
tuttuğu kılıç, sultanı olan Güneş’in ihsanıyla altın/sarı nakış bulmuştur.
İlm-i nücûma göre Merih’in yeri beşinci göktedir. Farsların Behrâm209 adını
verdikleri bu gezegen inanışlarına göre her şemsî ayın yirminci gününde işleri görüp
yoluna koymaya memur bir peridir. Merih eski kimyada demir ve bakıra müneccimlere
göre de harp, şecaât, hiddette ve cinayete işaret etmektedir (Onay, 2016, s. 295).
Behrâm, Farsçada “fetih ve zafer”, Mezdiyesta edebiyatında “zafer meleği, fetih ve
yardım muhafızı”, Arapçada ise Merih olarak anılmaktadır. Yedi gezegenden biri olan
Mars/Merih, en başarılı ve en güçlü tanrılar arasında yer alan savaş tanrısıdır (Yıldırım,
2018, s. 478).
Behrâm elinde kılıca can korkusuyla bakıp, samanyolu üzerinde ayağı eteğine
dolaşsın.
Farsların Behrâm olarak adlandırdıkları Merih, elinde bir kılıç yahut bir
hançerle sembolize edilen fetih, zafer ve savaş meleği/tanrısıdır. Behrâm gibi kılıçla
bütünleşmiş bir savaş tanrısı bile şairin memduhunu kılıçla görünce galakside eli
ayağına dolaşıp ne yapacağını bilemez bir hâle gelmektedir.
3.11.2.6. Jüpiter:
Yıldırımlar tutan ışığın babası Jüpiter, birçok kültürde farklı adlarla var
olmuştur. Yunan mitolojisinde baş Tanrı Zeus da tıpkı Jüpiter gibi yağmur yağdırma,
şimşek ve gök gürlemesinden sorumlu tanrıdır. Mısır mitolojisinde Tanrı Amon, Türk
mitolojisinde Tanrı Ülgen, Pers mitolojisinde Ahura Mazda, Sümer mitolojisinde
Marduk, İskandinav mitolojisinde Thor gibi mitolojilerin en güçlü tanrılarıyla
özdeşleştirilen Jüpiter, yaratıcı ve dölleyicilik işleviyle öne çıktığından, üremenin ve
208
Eserde gamzesi Mirrîh ile mukabildir
Felekte tâli’i yokladı hükmü kan görünür (Onay, 2016, s. 295)
bereketin sembolü olan boğa ile sembolize edilmektedir (Gücek, 2017, s. 147). Eski
Türkler, Jüpiter’e “Eren-tüz” demektedir. Bu yıldız onların takvim bilgisinde çok
önemli bir yere sahiptir. 11. yüzyıldan sonra Müşterî’ye “Ongay” demeye
başlamışlardır. Anadolu’nun birçok yerinde de bu yıldıza “Öngay” ya da “Öngey”
denilmektedir. Bu gezegenin dönüş süresi on iki gezegenin dönüş süresine yakındır
(Ögel, 2010, s. 206). Türk inanışlarına göre Karakuş yıldızı ve Erentüz yıldız kümeleri
hikmet arayanların sembolüdür.
Ondan sonra gelir Ongay ikinci olur. Her evde ayrıca on ay, iki ay kalır.
Ne manzar manzar-ı tâli’ ne tâli’ tâli’-i enver (Ahmet Paşa, 1992, s. 95)
3.11.2.7. Satürn:
Sekendiz, Keyvân, Satürn olarak da adlandırılan Zuhal, yedinci gökte bulunan
bir gezegendir. Nahs-ı ekber (büyük uğursuzluk) olarak anılır. Roma’da tarım tanrısı
olarak bilinen Satürn, Yunan mitolojisinde zaman tanrısı Kronos olarak adlandırılır.
Yunan mitolojisindeki anlatıya göre Gaia ve Uranos’un en genç oğlu olan Kronos,
babasının cinsel organını kesip Rhea ile evlenip altın çağı başlatır. Çocuklarından birisi
tarafından tahttan indirileceği kehânetini alan Kronos, bunun üzerine doğan bütün
çocuklarını yutmaya başlar. Karısı Rhea, altıncı çocuğu doğduğunda kocasını
kandırarak ona bebek yerine taş yedirir ve böylece Zeus kurtulmuş olur. Zeus, büyüyüp
gelince babasını tahttan indirip yerine geçer ve böylece kehânet gerçekleşmiş olur.
Altay Türklerine göre ise Satürn, göklerin 7. katında yaşayan, her şeyi yaratan,
yarattıklarını yaşatan Kayra Han’dır (Gücek, 2017, s. 149). Hermetik kozmolojiye
göre ise Zuhal, uzayın en üstünde olan ölümsüzlük yeridir. En altta ise ölümlülük yeri
olan dünya bulunmaktadır. Zuhal, ilk aklın bütün sırlarını taşıyan yedinci ve son kat
olduğundan ölümsüzlüğe de orada erişilmektedir. Ruhlar, parlak bir ışık içinde olan
Zuhal’dan koparak dünyaya doğru düşmeye başlar. Bu düşme büyük ışıktan inildikçe
yavaş yavaş koyulaşan, karanlığa doğru olan bir imtihandır. Ruh, kısa bir zaman için
yeryüzüne inip maddeyle birleşecek ancak maddeye boyun eğmeyecektir. İnsan ruhu,
külli ruhun parçasıdır, şayet imtihanı kazanamazsa o ruhta bulunan ilahi nur sönecek
ve ruhu karanlık içerisinde yalnız bırakıp yukarıya doğru gidecektir. Ruh da ışıksız
kaldığından karanlığın içinde eriyip tükenecektir. Uzay, inip çıkan ve bu arada eriyip
tükenen sayısız ruhun kasırgasıyla kavrulmakta, imtihanı kazanan ruhlar ise yedi kat
göğe yani Zuhal’e başarıyla yükselip ölümsüzlüğe kavuşmaktadır (Yılmaz, 2019, s.
24).
Felek tâkında keyvân işin işler nakş-ı eyvânun (Necâtî, 1963, s. 56)
Yedinci göğe gelince âlemlere saadet bahşetti. Keyvân, Bilâl’i şefaatçi edip
yüzünü yere sürdü. Siyahı renklerin en yükseği yap, bana özür dilemek için bu gece
yeter dedi.
Eskimiş Keyvan, fil bakıcısı bir Hintli olduğundan yedinci feleğin yükseğinde
oturmuştu.
3.11.2.8. Yıldız:
“Astron” ve “logos” kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkan “astroloji”
(yıldız bilgisi); geçmiş, şimdi ve gelecek zamanın kalitesini yorumlayan bilimdir.
Astrolojinin temelleri tarihsel süreçte tarım ile başlamıştır. Sümer ve Babilli rahiplerin
gökyüzü gözlemlemelerini yazmış oldukları Mul. Apin adlı tabletler sayesinde
gökyüzü hareketleri, onlarla ilgi çıkarım ve inançlar günümüze kadar ulaşmıştır. Tarih
boyunca insan, makrokozmos olan evrenin küçük kopyası bir mikrokozmos olarak
görülmüştür. Erzurumlu İbrahim Hakkı “7 gezegen 12 burca hizmet eder, bedenimizde
7 asıl organın olması gibi gökte de 7 gezegen vardır. Gökte 12 burç olduğu gibi
bedenimizde de dışa açılan 12 yol vardır” (Gücek, 2017, s. 19) demekle bu durumu
açıklamaktadır. Bu 12 burç; Hristiyanlığın 12 havarisi, Mitra kökenli öğretilerde 12
kusursuz ilk nokta, İsrail’in 12 kabilesi, vahiyler bölümündeki gökyüzünün 12 giriş
kapısı, Olimpos’taki 12 tanrı, Alevilikteki 12 İmam gibi dini semboller üzerinde de
zaman içerisinde etkili olmuştur (Gücek, 2017, s. 60). İlm-i nucûm’a göre, bir insanın
özellikle de hükümdar namzedi kimsenin dünyaya gelirken sahip olduğu özellikler
dikkate alınarak onun tüm mizacı ve kader çizgisinde takip edeceği yol hakkında kati
rivayet vermek mümkündür. Aziz b. Erdeşir-i Esterâbadî’ye göre;
Müneccimler, bir insanın doğumunun uğurlu mu uğursuz mu olduğunu öğrenmek
için iki tarihe başvururlar. O iki tarihteki yıldız cetvelinin (zâyice) şeklinden, burçların, uğurlu
ve uğursuz seyyar ve sabit yıldızların o anda bulundukları noktaların durumundan, oluş ve yok
oluş dünyasına gelen kimselerin mutluluğunu, mutsuzluğunu, cömertliğini, cimriliğini,
hastalığını, sağlığını ve diğer durumlarını tespit ederler ve yıldızların o kimseler üzerindeki
devamlı ve geçici etkilerini öğrenirlerdi (Bedirhan, 2018, s. 87).
Rus araştırmacı Sofi Tram-Semen’e göre ilm-i nucûm sistemi, ilk olarak
Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Türklerin İslamiyet’i kabul etmeden önceki
inanışlarında da nucûmla ilgili pek çok inanış ve ritüel bulunmaktadır. Zira eski
Türkler göğe ve göğe ait olan her şeye kutsiyet atfetmekte, gökten gelecek olanda ise
kut olduğuna inanıyordu. Oğuz Kağan’ın çocuklarına Gün, Ay ve Yıldız adlarını
vermiş olması da yine kozmik âlem tasavvurlarından ileri gelmektedir. Türkler,
İslamiyet’i kabul ettikten sonra da önceki inançlarına ilişkin değerleri ve uygulamaları
birdenbire sonlandırmamış, İslam coğrafyasında birçok Türk âlimi nucûm ilmine dair
mühim eserler telif etmiştir. Takvimlerde uygun zamanın seçimi tayin edilerek uygun
kararların alınması sağlanıyor, saray müneccimleri de yine bu maksatla hükümdarlar
için yıldızların seyrine göre takvimler hazırlıyordu. Nitekim Büyük Selçuklu Sultanı
Melikşah da rasatta görünen kamerî aylardaki farktan dolayı Bağdat’ta bir rasathane
kurdurmuş, ilm-i nucûm üstatları ve rasat muhasiplerinin toplanmalarını ve ay
günlerini yeniden belirlemelerini buyurmuştur. Aralarında nucûm ve cebir ilminde
meşhur Ömer Hayyam, Ebû’l- Muzaffer İsfizarî ve Meymun b. Necîb Vâsıtî gibi
meşhur ilim adamlarının da yer aldığı bir heyet, rasathanenin kurulması ve rasad işleri
ile meşgul olmuşdur. Baharın ilk gününün (21 Mart) başlangıç kabul edildiği Güneş
esaslı bir takvim düzenleyip, takvime de sultanın lakabı olan “Celâlî” adını verirler.
İlm-i nucûma hayli ehemmiyet veriliyor olduğu, Dandanakan savaşındaki zaferin
kazanılmasında dahi bir müneccimin etkili olmuş olduğu Beyhakî’nin savaş hakkında
detaylı bilgiler içeren eserinde kayıtlıdır. Buradaki bilgilere göre ünlü bir müneccimin
368
talebesi olan Mevlâzâde adında bir kişi Selçuklulara katılmış, birkaç doğru kehânette
bulunduktan sonra Selçukluların isteği üzerine onlarla Merv’de kalmıştır. Mevlâzâde,
Dandanakan savaşının olduğu cuma günü öğle namazına kadar her saat “bir saat daha
dayanın” diyerek askerin zafere yakın olduğunu belirterek onların direncini arttırmış
ve böylece savaşı kazanmalarına vesile olmuştur. Vezir Nizamülmülk de ilm-i nucûm
üzerinde durmuştur. Siyasetnâme adlı meşhur eserinde müneccimlik hakkında bilgi
vermiş ve hizmetinde de bir müneccim bulundurmuştur. Yine önemli konularda
Müneccim Hekim Mavsili’ye danışmış, Nişabur’da ikamet eden Hekim Mavsili de ona
her yıl takvim ve tahvil göndermiştir (Bedirhan, 2018, s. 87).
Sordum ahvâlümi ışkundan müneccimlerden
Bakdılar tâli’ ivine didiler kan görinür (Fuzûlî, 2014, s. 246)
Aşkından hâlimi müneccimlere sordum, bakıp talih evinde kan görünür dediler.
Müneccimler insanların yıldızının konumuna bakarak talihi hakkında bilgi
verecek haritalar çıkarmaktadır. Önemli bir kişi doğduğunda, önemli bir adım
atılacağında yahut bir savaşın başlangıç zamanını tayin için de müneccimlere
danışılıyordu. Âşık için de en önemli hadise aşkının haletidir. Şair bu âşıklık durumunu
müneccimlere danışmış, müneccimler ona talih evinde kan göründüğünü söylemişdir.
Bu durum bir bakıma iyi bir bakıma kötüdür. Kan, yüreğin rengi olmak yönüyle aşkın
da rengi olması yönüyle iyi; savaşın, acının, ateşin ve âşığın sevgili uğruna akıtacağı
kanlı gözyaşlarının rengi olmak yönüyle de kötüdür. Şair her iki durumdan da memnun
olacaktır zira hepsi aşk için birer merhaledir.
Şamanist Türk ve Moğol kavimlerine göre yıldızlarla insan kaderi arasında
bağlantı bulunmaktadır. İnanışa göre başın tepesindeki nokta insanın gökyüzü ile
irtibatını sağlayan, gökten gelen enerjinin kabul edildiği yerdir. Dolayısıyla bu
noktanın gökyüzünde bağlı bulunduğu yıldızın sönük ya da parlak olması insanın
enerjisi ve gücünü göstermekte, insan öldüğünde ise yıldızının kayıp gittiğine
inanılmaktadır215 (Bayat, 2007, s. 296).
Dil-i âvâre kûy-ı yâre gider
Uçarak gökte bir sitâre gider (Hâmâmîzâde İhsan, 2019, s. 123)
Avare gönül sevgilinin mahallesine gider, gökte uçarak bir yıldız gider.
Fürûg-ı pertev-i hûrşîd-i rahşâna olur mâni’ (Âşık Çelebi, 2017, s. 117)
369
El öpmek için bana sevgili elini vermezse ne olur ki buna benim uğursuz talihim
ile kötü yıldızım mânidir.
Nisârî, sevgilinin elini öpmek şayet nasip olmuyorsa bunun nedeninin kötü
talihi ve uğursuz yıldızı olduğunu söylemekle başına gelenlerin müsebbibi olarak
yıldızının konumunu göstermektedir.
Ne kara baht ü bed-ahter sitârem var ki zulmetle
Fürûg-i pertev-i hurşîd-i rahşâna olur mâni’ (Âşık Çelebi, 2017, s. 117)
Ne kara baht ve kötü yıldızım var ki karanlığıyla, parlak Güneş’in ışığına bile
mâni olur.
Âşığın yıldızı, Güneş’in dahi ziyasını gölgeleyecek kadar sönük ve karanlık
olduğundan, bahtı da aynı nispette karadır. Bu söylemle kişinin bahtının, yıldızının
konumuyla ilişkili olduğu yönündeki inanışına telmih yapılmaktadır.
Gök Tanrı inancına bağlı olarak ortaya çıkan Güneş, Ay ve yıldızlar ile ilgili
inanışlar, İslamiyet’in kabulünden sonra da halk arasında şifahi olarak; destan, masal,
efsane, halk hikâyesi, türkü, mâni vb. gibi türlerde varlığını sürdürmüştür. Söz konusu
astrolojik inanmalar bir anlamda metafizik üzerine kurulmuş olan gökyüzündeki
olağanüstülüklerin, yeryüzündeki fenomenlerle aynı ritimlerde olduğunu gösteren ilk
arketipsel yansımalardır (Eyüboğlu, 1998, s. 92).
Anadolu inançlarına göre yıldızlar ile insanlar arasında bir yazgı (alın yazısı)
bağlantısı vardır.219 Gökte parlayan insanların sayısınca yazgı vardır. Gökten yıldız
düştüğünde (kaydığında) bir insan ölür. Kimin yıldızı düşerse o ölür, kiminki parlarsa o
yükselir (Eyüboğlu, 1998, s. 93).
Ey Fuzûlî ahter-i bahtum müsâid olmadı
Kim olam bir dem mukârin ol meh-i tâbân ile (Fuzûlî, 2016, s. 106)
Ey Fuzûlî, bahtımın yıldızı müsait olmadı ki o parlak Ay ile bir an
yakınlaşayım.
Şair, parlak aya teşbih ettiği sevgiliyle yakınlaşamamasını, bahtının yıldızının
konum olarak Ay’a uzak olmasına bağlamaktadır. Talih yıldızının bir türlü bu
buluşmaya müsaade etmediğini söylemekle, yıldızların insan talihi üzerindeki etkisine
gönderme yapmaktadır.
Eski Türk inancında Tanrı eril; insanların, halkların ve devletlerin
“alınyazı”larını yazan bir varlık olarak görülüyordu. Bu inanç, Orta Çağ Moğollarında
ve Hakaslarda daha iyi korunmuştur. Personalize edilen aydınlık tanrısı Tengri Han,
kozmik ölçülerdeki Gök Tanrı ile özdeşleştirilmektedir (Taş, 2017, s. 56). Gök ve göğe
ait unsurlara tanrısallık atfedildiğinden, tanrının yazdığı alınyazısı zamanla tanrıya ait
olduğu düşünülen “yıldızlar”a mal edilmiştir. Bu alın yazısına bağlı olarak yıldız-
nâmelere bakmak gelenek olmuştur.220 Yıldızı parlak olan talihli, düşük olan ise
talihsiz olarak nitelendiriliyordu.221 Özellikle önemli kişilerin yıldızlarına bakılırdı,
bunun için müstakil eserler dahi teşekkül etmiştir.
Dün ahter-i bahtun oldı tîre
Devrân sitem etdi sen fakîre (Fuzûlî, 2016, s. 223)
Felek sen fakire sitem etti, dün bahtının yıldızı karardı.
Şair, dün bahtının yıldızı sönükleşti/karardı böylece felek/zaman sana sitem etti
demekle kişinin gökyüzündeki yıldızının parlaklığı ile talihi arasındaki bağlantıya
dikkat çekmektedir. Yıldızı sönükleşenin talihi artık yaver gitmeyecektir. Nitekim öyle
de olmuştur bu beyti Leylâ’nın evlendiğini Mecnûn’a söylemeye gelen Zeyd,
Mecnûn’a hitaben söylemiştir.
Ağladukca göz yaşı dûr itdi der-gehden beni
Yılduzum barışmadı sen mâh ile şâhum benüm (Necâtî, 1963, s. 368)
Her kimün devr-i kamerde tâli’i fîrûz olur (Fuzûlî, 2014, s. 248)
Şahım, yıldızım senin gibi bir ay ile barışmadı. Ağladıkça gözyaşı beni
dergâhtan uzaklaştırdı.
Sevgili, parlaklık ve dikkat çekiciliğiyle Ay’a, âşığın gözyaşları da tane tane
ışıldaması yönüyle yıldızlara teşbih edilmiştir. Âşık her ağladığında ay olan sevgiliyle
arasına yıldız ekmekte böylece ondan uzağa düşmektedir. Anlaşmak, uzlaşmak
manasına gelen yıldızı barışmak deyimiyle de yine yıldız ile talih ilişkisine gönderme
yapılmakta, âşığı sevgiliden uzak düşürenin yıldızın konumu olduğu söylenmektedir.
Yıldızı sönük olan âşık, ay gibi parlak sevgilinin dergâhına yüz sürmek yerine
bilmeden de olsa araya mesafe koyduğundan, âşıklık yolunda mürşidiyle
uzlaşamamakta bir türlü yıldızı barışmamaktadır.
Yirde kaldı kanlu yaşum gibi âh-ı derd-nâk
Yılduzum yok mı ‘aceb göklerde Allâhum benüm (Necâtî, 1963, s. 368)
Kanlı (göz) yaşım gibi dertlilerin ahı yerde kaldı, Allah’ım göklerde acaba
benim de yıldızım yok mu?
Ah, göğe doğru yükselen bir duman şeklinde hayal edilmektedir. Ahı yükselip
de yıldızını/talihini bulmayan dertlilerin ahı, yerde kalmaktadır. Mazlumların kanının
yerde kalmaması yıldızlarının konumuna bağlıdır. Şair, olup olmadığını sorgulayacak
kadar görünmeyen, sönük bir yıldızı olduğunu bu sebeple de kanlı gözyaşlarının yerde
kaldığını söyleyerek talihsizliğinden yakınmaktadır. Bununla da yıldızın sönük yahut
parlak olmanın kişinin bahtı üzerindeki etkisine telmih yapmaktadır.
Bağrı başlu gözi yaşlu yılduzı alçak olur
Her kişi düşmen olur ger eylese gavgâ garîb (Necâtî, 1963, s. 161)
Kimsesizlere düşman olup da kavga edenin bağrı başlı, gözü yaşlı yıldızı alçak
olur.
Kimsesizlerle düşmanlık edenin iflah olmayacağı yıldızının düşük olacağı,
bağrı ve sinesi yara bere içinde dolacağı, gözyaşının dinmeyeceği söylenmektedir.
Beddua niteliğindeki bu sözler arasında yıldızın alçak olmasının da bulunması inanışın
yaygınlığına delalet etmektedir. Aslında diğer her iki durum da yıldızın konumuyla
ilişkilidir. Zira kişinin talihli ya da talihsiz olması yıldızın alçak, düşük parlak, yüksek
olmasına bağlıdır.
Tutdı cihânı âteş-i âhum şerâresi
Kimdir ki ‘âşık olanın olmaz sitâresi (Necâtî, 1963, s. 529)
Cihanı ahımın ateşinin kıvılcımı tuttu, âşık olanın yıldızı olmaz.
373
Âşık olan kimse talih, huzur ve ferahlık beklemesin zaten girdiği yolda onu
nice müşküller beklemektedir. Âşığın ah ateşinin kıvılcımı gökyüzündeki yıldızları
tutuşturduğundan yıldızı da yoktur. Yıldızı olmamak da hem ölmüş olmaya hem de bu
dünyadan bir şey beklemeyecek kadar silikleşmiş olmaya delalet etmektedir.
Yıldızlarla ilgili mitolojik inanışların bir diğeri de yıldızların göksel varlıklar
olmakla birlikte, köken itibarıyla yerel varlıkların gökselleşmiş şekli olmalarıdır. Bu
görüş bilhassa “yedigen” yıldızı için geçerlidir. Bu hususta yıldızların kökenini ortaya
koyan kozmogonik ve metamorfik (dönüşüm) mitler muhafaza edilmiştir. Bu
etimolojik anlatılardan bazıları şöyledir; yaşlı bir avcı, ailesini götüren bir tilkinin
peşinden koşar, onları o kadar takip eder ki sonunda onlarla göğe çıkar ve orada
“yedigen” yıldızına dönüşürler. Diğerine göre üç köpek ile iki avcı, at üstünde ava
çıkarlar. Bunlar av esnasında yollarını kaybeder, at ve köpekler ile donan bu avcılar
gökte Büyük Ayı takımyıldızına dönüşürler (Taş, 2017, s. 188). Yunan mitolojisinde
ise bu yıldız kümesinin adı Pleiades’tir. Pleiadler; Alkyone, Merope, Kelaino, Elektra,
Taygete, Sterope ve Maia adlı yedi kız kardeştir. Bunlar Atlas’la Pleione’nin kızlarıdır.
Bu kızlardan Alkyone ve Kelaino, Podeidon; Elektra, Taygete ve Maia Zeus; Sterope
de Ares ile birleşir, Merope ise Sisyphos ile evlenir. Yedikardeş arasında yalnızca
Merope bir ölümlüyle birlikte olmuştur. Bu sebeple onun ışığı ötekilerden daha azdır.
Anlatıya göre bu kızlar ve anneleri bir gün Boitio’dan geçerlerken avcı Orion ile
karşılaşırlar. Daha sonra avcı annelerine saldırmaya yeltenince kızlar ve anneleri
çareyi kaçmakta bulurlar. Bu kaçıp kovalamaca yedi yıl sürer ve sonra Zeus kızlara
acıyarak onları birer yıldıza dönüştürür (Baydalı, 2015, s. 421). Benâtü’n-na’ş olarak
da adlandırılan bu yediger yıldız kümesinin oluşumuyla ilgili bir diğer efsaneye göre
ise bunlar ölü kızları yahut da tabut bekleyen kızlardır. Zira eskiler Büyükayı ve
Küçükayı’nın kepçelerini birer tabuta kulp kısmını da tabutun önünde duran kızlara
teşbih etmişdir. Büyükayı’nın kepçe ve kulpunu oluşturan yedi parlak yıldız “Heft-
evreng” (yediger) olarak adlandırılmaktadır.222 Benâtün-na’ş’ın en belirgin özelliği
Eğer okunun ve yayının haberi feleğe erişecek olsa, Ülker yıldızı korkudan
Benâtü’n-na’ş gibi ölür.
Nola kılsam Binât-ün na’ş ile yeksan Süreyyâyı (Fuzûlî, 2014, s. 350)
Klasik şiire şekil ve sayı olarak konu olan yıldız kümelerinin en bilindik olanı
Süreyya/Pervin/Ülker yıldız kümesidir. Bu yıldız kümesi yedi yıldızdan oluştuğundan
hayaller de yedi sayısı etrafında teşekkül etmektedir. Burada şairin Ay’ı yedi gündür
görememiş olmaktan yakınması da bu sebepledir. Ayrıca beyitte geçen bir diğer yıldız
kümesi Benât-ün na’ş da yedi yıldızdan meydana gelmektedir. Şair ahının kıvılcımını
yıldıza teşbih ederek bu yıldızlarla dağınıklığı sembolize eden Benât-ün na’ş ile
birlikteliğin sembolü olan Süreyya’nın arasını doldurup onları bir kılmayı
dilemektedir.
3.11.2.9.Burçlar:
Burçlarla ilgili en erken tarihî bilgilere, Sümerler’e ait çivi yazılı metinlerde
muğlak bir şekilde rastlanmaktadır. Bununla birlikte Ön Asya’da buna ait sistemli
bilgiler milattan önce 2. bin yıldan itibaren yazılan Akkadca, Elamca ve Hititçe
metinlerde göze çarpmaktadır. Tanrı Marduk’un yörüngeyi nasıl on iki burca böldüğü,
Ninevâ’da (Ninova) Asurlular’a ait kral kütüphanesinde ele geçirilen metinlerde
anlatılmaktadır. Milattan önce 1. bin yıldan itibaren tam olarak ele geçen Asur-Bâbil
burç isimleri şöyledir; Kusarikku (Koç), Alpu (Boğa), Tuâmu rabûti (İkizler), Pulukku
(Yengeç olmalı), Arû (Aslan), Siru (Başak), Zibânitu (Pençe, tam bilinmiyor), Akrabu
(Akrep), Qastu (Ok), Saha (Keçi, tam bilinmiyor), Kâ (Kova olmalı), Nunu (Balık).
Daha erken devirlere ait metinlerde adları tam olarak tespit edilemeyen bu burçların
yılın belli dönemlerinde sabit bir yörünge boyunca hareket ettiğine ve bu
hareketlerinin yeryüzündeki hayatı etkilediğine inanılıyordu. Mezopotamya
geleneğinde gök cisimlerinin tanrı olarak kabul edilmesi ile bu inanç arasında yakın
bir ilişki bulunmaktadır. Buna göre insanlar hangi burcun altında doğarlarsa o burcun
tanrısının etkisi ve himayesinde olacaktır. Misal olarak Akrep döneminde doğanlar en
kızgın ilahların hâkimiyetinde oldukları için tehlikeli insanlardır. Boğa döneminde
doğanlar ise savaş tanrılarının himayesinde bulunduklarından iyi birer savaşçı özelliği
taşımaktadır. Mısır’da Helenistik döneme kadar burçlarla ilgili herhangi bir kayda
rastlanmamış, orta krallık döneminde ise “dekan” adı verilen değişik bir burç sistemi
ortaya çıkmıştır. Burçların insan üzerine yaptığı etki hakkında en ayrıntılı bilgiler
Mezopotamya ve özellikle Asur geleneğini takip eden Yahudi-İbrânî literatüründe
görülmektedir. İbrânîcede burç “mezzolot” olarak adlandırılmaktadır. Eski Ahit’in
376
adını almaktadır. Budist telakkiye göre tanrı niteliği taşıyan burçlar insan üzerinde
doğrudan etkilidir. Sasani dönemine ait İran metinlerinde on iki, Çin geleneğinde
de “siu” adını alan 28 burç bulunmaktadır. İslam öncesi telakkilerde burçların
astronomik detaylardan ziyade insan üzerine olan etkilerinin işlenişi, bu telakkinin
dinle olan yakın temasından ileri gelmektedir. İlâh olarak addedilen gök cisimlerinin
insan eylemlerini yönettiğine inanılıyordu. Burçlarla kehânet yahut da fal arasında çok
yakın bir ilişkinin bulunduğuna inanıldığından, ilahlarla ve dolayısıyla gök
cisimleriyle ilişki kurma çabasından özel kehânet formülleri geliştirilmiştir (Demirci,
1992, s. 421). Fal ve muskalar da yine gezegenlerin konumlarına göre
düzenlenmektedir. Herhangi bir gezegenin Zodyak takımyıldızı içinde ulaştığı en
yüksek nokta “burc-i şeref”dir. Eskiler her insanın bir yıldızı olduğuna, nasıl ki her
yıldız kendi şeref burcundayken güçleniyorsa insanların yıldızlarının da ait oldukları
burca gerince güçlenerek, ait olduğu kimseyi güçlendirdiğine inanıyordu223 (Şentürk,
2017, s. 307). Üfürükçüler de bu sebeple yapacakları muskaları her seyyarenin
hareketinden dönüşü olan bu zaman-ı şereflerde tertip etmektedir224 (Levend, 1984, s.
215).
Sevgilinin la’l gibi kırmızı dudağının üstündeki tüyler, yazıya teşbih edilmiştir.
Dudak sahir olduğundan bu tüyler de büyüsel olacaktır. Bâkî, âftâb olan yârin yüzünün
üstüne şeref-i âftâbda, hattı müşkbârla şirinlik muskası yazdırıyor demekle
üfürükçülerin müska zamanı olarak tayin ettikleri zaman-ı şerefte sevgilinin şirinlik
muskası yazdığına gönderme yapmaktadır.
223
Burc-ı şerefde anun başına gün toğuptur
Fark-ı felekde dikdi kadr-i mehe livâyı (Zâtî, 2017, s. 213)
224
Şeref-i şems-i kerem saat-i nevruz-ı himem
Pertev-i nur-ı harem âyet-i nasr u te’yit (Levend, 1984, s. 215)
378
Bürc-i şerefde zerrelerüm âfitâb olur (Tâcizâde Cafer Çelebi, 2018, s. 237)
Burada şeref burcunda olan alelade bir yıldız değil, feleğin sultanı Güneş’tir.
Âşığın sevgiliyi görmekle talihi o kadar yükselmektedir ki vücudunun her bir zerresi
şeref burcundaki birer güneş olmaktadır. Şair, ne zaman o ay ışığı gibi sevgiliyi
görecek olsa parçalara ayrıldığını, bu parçalardan her birisi onun ışığıyla kendi
burcunun şerefinde olan parlak birer güneşe tebdil olduğunu söylemekle, yıldızın şeref
burcunda olmasıyla talih arasındaki ilişkiye225 telmih yapılmaktadır. Sevgiliyi bir an
görmenin şeref burcundaki binlerce güneşe mukabil olmasıyla da guluvv derecesinde
mübalağa yapmaktadır.
Beyitlerde şeref burcunun güneşi ifadesi genellikle sevgili, memduh veya Hz.
Muhammed için kullanılmaktadır. Ancak burada İki cihan güneşi olan Hz.
Muhammed’in babası şeref burcunun en parlak yıldızı olan güneşe teşbih edilmiştir.
Hz. Muhammed’in babası Abdullah, şeref burcunun güneşi olmasaydı yani kâinatın
yaratılış sebebi ondan muştulanmamış olsaydı, elestten beri ona hasret kalmış
gönüllerin ah ateşi hasretle göğe yükselirdi.
Cediyy ü Delv ile Hût kıldı zemistânda karar (Pala, 1990, s. 90)
Koç, boğa, ikizler bahar mevsiminde; yengeç, aslan, başak yaz; terazi, akrep
ve yay sonbahar; oğlak, kova ve balık da kışın gelir.
Hamel bâ-sevr ü pes cevzâ vü harçeng ü esed ‘azrâ (Süheylî, 2017, s. 53)
380
pek belirgin değildir. Müslüman filozof ve bilginlerin bir kısmı, astronominin yanı sıra
“yıldızların mevkilerinden belirli anlamlar çıkarma sanatı” şeklinde nitelendirilen
astrolojiyi (ilm-i ahkâm-i nucûm veya tencim) bir matematik veya tabiat bilimi olarak
kabul etmiş, bir kısmı ise reddetmiştir. Ancak astroloji, birçok ilim adamı tarafından
reddedilmesine ve bir hurafe olduğunun iddia edilmesine rağmen gerek gizli bilim
gerekse sembolizm temelinde önemini daima korumuştur. Burçlar kuşağı ise
astronomi ve astrolojinin açıklama tarzlarında gezegen/yıldızların hareketini tayin
eden veya anlamlı kılan bir sabit referans sistemi olarak iş görmüştür. Abdurrahman
es-Süfi’nin Batlamyus’un el-Mecistî’sine dayanarak hazırladığı ve burçlar kuşağını da
incelediği resimli gök haritası türünden eseriyle Birünî’nin astrolojinin ilkelerini
tartıştığı Kitubü’t-Tefhim’i gibi eserlerin etkili olduğu İslam felekiyat literatürü,
burçlar feleğini merkezi bir kavram olarak kullanmıştır. Özellikle âlemin ve âlem-
insan münasebetlerinin bir bütünlük içinde ele alındığı kozmolojik izahlarda burçlar
feleği âdeta metafizik âlemle fiziki âlemi birleştiren bir kuşak ve metafizik varlık
nurunun içinden geçip farklılaştığı ve kutuplaştığı bir prizma gibi düşünülmüştür.
Zuhur âlemini varlığın çeşitli renklerine büründüren bu prizma, Allah’ın varlığının
hem perdelendiği hem de zuhur ettiği nesnelerin başlangıçtaki ilk ve ilahi örnekleri
olan “enmüzec-i evvel”leri meydana getirmektedir. Varlığın zaman, mekân ve sayı
nispetleri içinde belirmesi şeklinde yorumlanan bu tasavvur, göklerin yer üzerine
yaptığı farz edilen tesir hakkındaki eski inanışla birleştirilmiştir. Böylece burçlar, yön
ve zaman ölçümünden tabii hadiselerin oluşumuna, buradan da olayların tahminine
kadar uzanan birçok açıklamanın semavi ilkesi durumuna getirilmiştir. Sayılarla
unsurlar ve unsurlarla keyfiyetler arasında kurulan ilişki, mevsimlerin ve rüzgârların
zamanı, yönü ve keyfiyetiyle ilgili meteorolojik tezahürlerin ilkesini oluşturmuştur.
Dört unsur, dört keyfiyet ve dört ahlatta ilişkisi içinde kâinatın küçük bir numunesi
olan insan da doğumundan ölümüne kadar aynı semavi etkilere açıktır; böylece
organları ve vücut salgıları ile insan fizyolojisi burçlarla ilişkiye girmiş olur. Her
organa karşılık bir burcun bulunuşu veya burçların dört unsur ve dört ahlat ile ilgili
özellikleri, geleneksel İslam babında da bir bilgi disiplini olarak önem kazanmıştır.
Birünî’nin Kitubü’t-Tefhim’de, İhvan-ı Safa’nın derlediği bilgiye çok şey ekleyerek
incelediği bu konular daha sonra Muhyiddin İbnü’l-Arabi tarafından sembolik
anlamlar katılarak zenginleştirilmiştir. Onun ortaya koyduğu kozmolojik şema, âlem-
i vahdet içinde tefekkür edebilmek için bir yoğunlaşma aracı görünümündedir. Bu
şemada burçların arketip özelliklerine tekabül eden varlık mertebeleri, ilahi isimlerin
382
On iki burç vardır bunlardan başka, kimisi iki evli, kimisi tek evlidir. Yaz
yıldızı Kuzu, sonra da Boğa gelir. İkizler, Kuçık ile dostça yan yana gelir. Gör. “Aslan”
burcu ile komşu “Buğday başı”, sonra Terazi burcu sonra Yengecin eşi. Sonra geldi
Oğlak, Kova hem Balık. Bunlar doğarsa eğer, aydın olur, Gök kalık.
Bil ki bunlardan üçü bahar, üçü yaz yıldızıdır. Üçü güz, üçü kış yıldızıdır, bil!
Üçü ateş, üçü su, üçü rüzgârdır bil! Üçü toprak oldu, Dünya ve iller oldu! Bil!
Bunlardan biri, birine düşman, Tanrı düşmana düşman verdi, kesti savaşı, uyuşmaz
düşmanlar, barıştı, içlerinde, görüşmez düşmanlarsa kaldırdı öçlerini! Düzenleyen
Tanrım, özlere düzen verdi! Düzen verdi, düzdü, hepsini barıştırdı.
Gören dir mihr-i rahşân ile Mirrîh ıktırân itmiş (Âşık Çelebi, 2017, s. 135)
384
şekilde bir araya gelmesine Eşref Saati de denilmektedir.228 Eğer tersine uğursuz
yıldızlar bir araya gelirse “kırân-ı nahseyn” (büyük felaketler) olur (Unat, 2002, s.
437). İki yıldızın aynı burcun aynı derecesinde bulunmasına kırân-ı kevâkib
denilmektedir. Müşterî sa’d-i ekber, Zühre de sa’d-i asgar olduğundan bu yıldızların
kırânına da kırân-ı sa’deyn denilmektedir (Levend, 1984, s. 215).
Burç-i âbîde kırân eyledi san mihr ile mâh (Levend, 1984, s. 215)
Kırân iki gezegenin aynı burçta yan yana gelmesi hadisesidir. Güneş, feleğin
sultanı olduğundan şaha, onun ışınlarıyla parıldayan Ay da vezirine teşbih edilmiştir.
Gündüz mavi renginden, gece de uçsuz bucaksız oluşundan dolayı denizi
andırdıklarından suya, içinde parıldayan en parlak yıldızlar olan Güneş ve Ay da
burada kayığa binmiş sultan ile damadına teşbih edilmiştir. Yarım Ay’ın gece
görünüşü bir kayığı andırdığından bunların kırân ettiği yer de bir kayığın içidir.
Her yirmi yılda bir Zuhal ile Müşterî’nin kıran ettiği bilinir.229
Kırân kelimesi tek başına kullanıldığında Müşterî ile Satürn’ün aynı burçta
bulunması manasına gelmektedir. Bu durum “kırân-ı ulviyyân” olarak
adlandırılmaktadır. Uğurlu yıldızların bin yılda bir kırân etmesine Eşref Saati de
denilmektedir. Burada da bu durumun bin yılda bir değil de yirmi yılda bir
gerçekleştiği söylenmektedir.
228
Kara tonlı Ka‘bedür biri birisi kıblegâh
Eşrefî sâ‘atde togmışdur sanasın mihr ü mâh (Gelibolulu Sun’î, 2018, s. 35)
doğrudan etkilidir. Romalılara göre bu on dört burcun her biri insanın belli bir yönü
üzerinde tesir göstermektedir. İnanışa göre Koç insan bedeni ve kişiliği, Boğa
zenginliği, İkizler bilgi ve anlatım gücü, Yengeç sadakat, deha ve merak itkisini, Aslan
soy, zevk ve hayalcilik, Başak sağlık ve görev bilinci, Terazi evlilik ve ortaklık
duygusu, Akrep yeniden doğuş ve ölüm, Yay ideoloji, Oğlak meslek, makam ve rütbe,
Kova umut ve dostluk, Balık sınırlama ve kuşatma güdüsü üzerinde etkilidir (And,
2007, s. 332).
230
Burc-ı hamelde revzen-i hûrşîdden saçıldı zer
Çıkdı ‘adâlet kasrına nev-rûz-ı sultânî meger (Nev’î-zâde Atâyî, 2017, s. 162)
Nev’î, Güneş, Hamel burcuna girerek nevruz sultanının mizacını ölçülü, ılımlı
hâle getirdi diyerek Koç burcunun bahar dönemine denk gelişine gönderme
yapmaktadır. Güneş’in Koç burcuna girmesi uğurlu kabul edildiğinden232 bu burçta
doğanların karakterlerini de ılımlı kılıp sakinleştirmektedir. Bahar, kâinatın yeniden
uyandığı mevsimdir, gülistanlarıyla sarayı andıran baharın müjdeleyicisi nevruz da
sultana teşbih edilmiştir.
Koç takımyıldızı, Yunan mitolojisinde geçen “Jason ve Altın Post Peşinde”
adlı parçalanmış bir ailenin mutsuz çocukları ile başlayan bir hikâye ile bağlantılıdır.
Bunlar Boeotia kralı Athamas ve eşi Nephele’nin çocukları olan Phrixus ve kız kardeşi
Helle’dir. Bulutu simgeleyen varlık olan Nephele’nin adı, İksion masalında da
geçmektedir. İksion, Zeus’un karısı Hera’ya âşıktır. Zeus onu yanıltıp karısından uzak
tutmak için Hera biçiminde bir bulut yaratarak İksion’un onunla birleşmesini sağlar.
Bu bulut kadın (Nephele) Kentaur’ların anasıdır. Bu aile kraliçenin ölümüyle sarsılır.
Daha sonra kral Athamas, Thebe kralı Cadmus’un kızı Ino ile ikinci evliliğini yapar.
Ancak Ino çocuklara tahammül edemez ve onlara bir tuzak kurar. Önce Boeotia
tarlalarına zararlı bir madde dökerek ürünlerin zarar görmesini sağlar. Kral ürünlerin
zarar görmesinin nedenini ve ürünlerin nasıl kurtulacağını tanrılara sordurmak üzere
baş danışmanlarını Delphi’ye yollar. Bu arada kraliçe Ino danışmanlara rüşvet vererek
“çocukların kurban edilmesi” yanıtını krala götürmesini sağlar. Kral, çocukları kurban
etme konusunda tereddütte düşer. Ama Ino burada tekrar devreye girer ve yerel
rahiplere de rüşvet verir. Tüm rahipler çocukların kurban edilmesi konusunda ısrar
etmeye başlar. Kral, çocuklarını kurban etmek için yakınlarda bulunan bir dağa
götürür. Bu arada olan biten her şeyi öz anneleri Nephele, cennetten seyretmektedir.
Tanrılardan çocuklarını koruması için altın bir post yollamalarını diler. Kral tam
çocuklarını kurban etmeye hazırlanırken “Altın Postlu Koç” (Aries) çocukları almaya
gelir. Çocuklar koçun sırtına binerler. Koç onları uçarak Asya’ya doğru götürür. Ne
yazık ki bugünkü Çanakkale Boğazı üzerinde küçük Helle dengesini kaybedip, koçun
üzerinden aşağı düşer. Bu yüzden, Yunan mitolojisinde Çanakkale boğazına
“Hellespont” denir. Bazı hikâyelerde Helle boğaza düştükten sonra deniz tanrısı
Poseidon tarafından kurtarılmıştır. Poseidon’un Helle’ye âşık olduğu ve bu
birleşmeden üç çocuğun doğduğu anlatılır. Phrixus, her şeye rağmen yoluna devam
eder. Koç onu Caucausus dağlarında Colchis (Kuzeydoğu Karadeniz bölgesi,
232
Burc-ı hamelde revzen-i hûrşîdden saçıldı zer
Çıkdı ‘adâlet kasrına nev-rûz-ı sultânî meğer (Nev’î-zâde Atâyî, 2017, s. 162)
387
Gürcistan) denen yere bırakır. Phrixus, minnettarlığını göstermek için koçu Zeus’a
kurban eder. Zeus, koçu gökyüzüne çıkarır, koçun altın postunu da kutsal meşe ağacına
asar. Altın Post, ağacı saran ve hiç uyumayan dev bir yılan tarafından (Serpent)
korunur (Örs, 2001, s. 9). Bu anlatıdaki motifler Hz. İsmail kurban edileceği sırada
Allah’ın emriyle gökten indirilmiş olan koç anlatısında da bulunmaktadır.
geçmektedir. Europe’nin parlak teni ve göz alıcı bakışları dillere destan olmuştur.
Gezmeyi, eğlenmeyi seven Europe, sabahları erken kalkar ve hemen arkadaşlarını
çağırır. Arkadaşlarıyla güllerin açıldığı, suların tatlı şırıltılar çıkararak aktığı bahçelere
giderler. Europa ve arkadaşları deniz kenarında bulunan bahçelerde çiçek toplarken
Zeus, Europa’yı görür. Europa’nın parlak beyazlığı ve güzel gözleri Olympos’un baş
tanrısının çok hoşuna gider. Zeus hem karısı Hera’ya farkettirmemek hem de arzu
ettiği utangaç Europa’yı ürkütmemek için bir boğa şekline girer. Kızların çiçek
topladıkları bahçenin etrafında dolaşmaya başlar. Europa bu beyaz muhteşem hayvanı
görür. Boğa için çiçeklerden bir taç yapar ve boğanın boynuzlarının çevresine takar.
Bu uysal görünüşlü hayvanın üzerine biner, boğa aniden suya doğru ilerlemeye ve
Girit’e doğru prensesi taşımaya başlar. Girit adasına vardığında, Zeus kıymetli yükünü
bir çınarın gölgesine yerleştirir. Zeus, tanrı şeklini alarak kendisini Europa’ya tanıtır.
Europa, Zeus’un kolları arasında uyur ve bütün dünya krallarının ilki ve en iyisi olan
Girit kralı Minos bu sevgiden doğar. Bu mutlu birleşmenin yapıldığı yere gölge saldığı
için o günden beri çınar ağacı yapraklarını hiç dökmez. Ayrıca boğa, Zeus’un yaptığı
pek çok aşk kaçamaklarından biri ile de ilgilidir. Burada boğa, Argos kralı İnachus’un
kızı İo’yu temsil etmektedir. Zeus, İo’ya âşık olduğundan eşi Tanrıça Hera, Zeus’un
bu ihanetinin bedelini genç kıza ödetmiş ve onu beyaz bir boğaya çevirmiştir. Başka
bir masala göre ise Hyades, bir Titan olan Atlas ile Trezene kralının kızı Aethra’nın
kızlarıdır. Yunanlılara göre tanrılar evreni yaratmamış evren, tanrıları yaratmıştır.
Tanrılardan önce yer ve gök vardır. Titanlar onların çocukları, tanrılar da torunlarıdır.
Yaşlı tanrılar diye anılan Titanlar, çağlar boyu evreni ellerinde tutmuşdur. Kronos,
oğlu Zeus kendisini tahttan indirinceye kadar Titanları yönetmiştir. Hyades’in
kendisinden büyük bir erkek kardeşi vardır ve onun adı da Hyas’tır. Hyas, cesur ve
usta bir avcıdır ancak bir gün bir aslan tarafından öldürülmüştür. Kardeşini çok seven
Hyades onun ölümünden çok etkilenmiştir. Hyades'in dinmek bilmeyen acılarını gören
tanrılar, bu kardeşlere merhamet ederek onları gökyüzüne yıldızlar arasına
yerleştirmiştir (Örs, 2001, s. 14).
Felekten onun yolunda kurban olarak bağışlamak için değil koç, boğa dahi
istese ne olur.
Şair, koç burcu felekten sevgili yolunda kurban olarak bağışlanmak için öküz
bile istese ne olur ki demekle felekteki koç ve boğayı sevgili için kurban olarak
seçmekte, bununla da boğa ve koç burcuyla kurban ilişkisine işaret etmektedir.
Tâli’üm yâr olmadı bahtum sâ‘id hey meded ( Edirneli Nazmî, 2018, s. 823)
Ey medet varsa eğer devran tersine döndü, çünkü yâr varıp gayrılarına yâr
olup da bana eziyet etti. Talihim, yâr bahtım, kutlu olmadı sanki Boğa burcu o Güneş
ceylanına menzil oldu.
Sevr burcına gelübdür sanur iy âfet-i mâh (Edirneli Nazmî, 2018, s. 3111)
Nazmiyâ sankim gelür bir menzile şems-ile sevr (Edirneli Nazmî, 2018, s. 1077)
391
Devr iderken sevr burcına varur san âfitâb (Edirneli Nazmî, 2018, s. 496)
Mecliste mey kadehi daima cahile varıyor, sanki Güneş devrederken Boğa
burcuna varıyor.
Edirneli Nazmî, yine burada da bir üstteki beyitte olduğu gibi Güneş’in, Boğa
burcunda olmasını kötüye işaret olduğunu düşünüp, mecliste şarap kadehinin devamlı
akılsıza varmasını da Güneş’in devrederken Boğa burcuna varmasına bağlamaktadır.
Lütuf denizinin ümit suyunun sızıntısı olmasa ahımın ateşi feleğin boğasını
kebap ederdi.
Âşığın ahı öylesine yakıcıdır ki eğer lütuf denizinin ümit suyu sızıp da
söndürmeyecek olsa bu ateş yükselerek feleğin boğasını kebap edecektir. Boğa da
kesilip kurban edilebilen bir hayvan olduğundan, Hamel burcunda olduğu gibi Boğa
burcunun da kurban olup âşığın ahıyla kebap olması söz konusudur.
bunlar ölüm acısını hafifleterek insanlara iyilik edecek, acı içinde çırpınan ve can
vermek üzere olan gemicilerin yardımına koşan tanrılar olacaklar. Gerçekten
kudurmuş fırtınalar, denizin üzerine atıldıkları ve gemicilerin şaşırmış hâlde
gemilerinin başında onlara yalvararak, onlardan yardım istedikleri zaman; hızlı kanat
çırpışlarıyla gökleri yararak, senin iki oğlun bulutların içinde görünecek,
zincirlerinden boşalmış, azgın rüzgârların soluklarını kesip, dalgaların gürültülerini
azaltacak, gemiyi sapa sağlam limana ulaştıracaklar diye fısıldar. Kâinatın sahibi ve
buyrukçusu işte böyle buyurur. Dokuz ay sonra Leda, ormanların içinde bir yumurta
yumurtlar. Yumurtadan birbirine tamamen benzeyen iki çocuk çıkar. Onlar
yumurtadan çıkar çıkmaz, parlak bir yıldız başlarından aşağı nur döker. Sonra ikisi de
aynı ata binerek ve ellerinde mızraklarla dörtnala uzaklaşırlar. Başka bir anlatıya göre
ise tanrısal yumurtayı yumurtlayan Leda değil, öç tanrısı Nemesis’tir. Zeus güzel gözlü
Nemesis’e tutkundur lakin öc tanrıçası Nemesis onu istememekte ve tanrıların tanrısı
Zeus’tan kurtulmak için şekilden şekle girmektedir. Bir gün Nemesis, Tayyetse
dağlarındaki sazlıkta kaz şeklinde uyurken Tanrı Zeus ona kuğu kuşu şeklinde yanaşır.
Bunun üzerine Nemesis yumurtlar bu yumurtayı çobanlar bulup Leda’ya getirirler,
Leda yumurtayı saklar. Ancak bu yumurtadan meşhur ikizler değil uğruna Troya
savaşının yapıldığı güzeller güzeli Helene doğar. Helene çok güzel kız olduğundan
Leda, onu diğer çocuklarıyla birlikte kendi kızıymış gibi büyütür. Diğer bir rivayete
göre Kastor ve Polluks birbirinden hiç ayrılmayan, anaları bir, babaları farklı kardeştir.
Troya savaşı öncesinde, Jason (İason) zamanında yaşamışlardır. Kastor iri yapılı bir
yarı at, yarı insan, aynı zamanda iyi bir dövüşçüdür. Bir gün bir sığır sürüsünün
paylaşılması esnasında İdas, hileyle tüm sürüyü almak istemiş buna karşı çıkan kuzeni
Kastor’u (ölümlü) öldürmüştür. Kardeşinin ölümüne çok üzülen Polluks, babası
Zeus’a kendisini de öldürmesi için yalvarır. Zeus, Polluks’a acıyarak ömrünün yarısını
Kastor’a verir. İki kardeş bu olaydan sonra hiç ayrılmazlar. Bir gün Hades’te, bir gün
Olympos’ta otururlar. İnanışa göre Dioskurlar, deniz tanrısı Poseidon’un buyruğu
altında, tehlikede olan gemilere ve gemicilere yardım etmektedirler (Örs, 2001, s. 17).
Tıpkı Hızır’ın Allah’ın emriyle denizde darda kalanların imdadına yetişmesinde
olduğu gibi. Eski çağlardan beri kutsal İkizler sembolizmi birçok yerde görülmektedir.
İkiyüzlü tanrı Janus, Roma mitolojisindeki Remulus ve Romus, Yunan mitolojisindeki
Castro ve Pollux kardeşler, Türk-İslam kültüründeki Hızır ve İlyas arketipi bu
sembolizmin örneklerindendir (Gücek, 2017, s. 74).
393
Utârid şerm ile dembeste bürc-i tev’eman üzre (Nedim, 2015, s. 29)
Utarid, feleğin kâtibi olduğundan hemen her zaman kalemle bir anılmaktadır.
Ancak burada kalemi elinde tutan feleğin kâtibi değil sevgilidir. Cevza burcunun
ikizleri kalem tutan parmaklara, Utarid de kâtip olmasından sebep bu parmakların
tuttuğu kaleme teşbih edilmiştir. Ancak bu halette bile feleğin kâtibi, sevgilinin
parmakları arasındaki kalemi gördüğünde hayran kalmaktadır.
Kevkeb-i dürrîden a‘lâ öyle bir sa‘d ahteri (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 304)
Felekte Cevza ve Zühre’nin gözü, inciden olan yıldızdan yüksek, uğurlu yıldız
görmemiştir.
İkizler burcunda, birçok sabit yıldızın içerisinde iki parlak yıldız daha da ön
plandadır. Bu yıldızlar şekil olarak gözü andırdığından, bazı beyitlerde de göze teşbih
edilmektedir. Sünbülzâde Vehbi, Rabia Sultan’ın doğumu üzerine yazmış olduğu
tarihte, Rabia Sultan’ı uğurlu bir yıldıza teşbih ederek Zühre ve İkizler burcunun gözü,
dünyada inciden olan bu yıldızdan daha yüksek daha uğurlu bir yıldız görmemiştir
demektedir.
Görünür çeşme-i hurşîd ana ‘ayn-ı seretân (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 239)
Sıtmaya tutulmuş, ateşlenmiş biri feleğe ateşli bir ok atsa Güneş’in gözü ona
seretânın gözleri gibi görünür.
etmektedir. Yengeç burcunun gözlerinin Güneş gibi belirgin bir yıldıza benzetilmesi,
yengeçlerin gözlerinin öne çıkık ve belirgin olmasından kaynaklanıyor olsa gerektir.
Benzer ana kim meh vara burc-ı seretana (Edirneli Nazmî, 2018, s. 2940)
Yüzünün hayali gözüme aksa gözyaşım akar çünkü Ay burcu suya erse yağmur
yağar.
olarak resmedilmektedir (Gücek, 2017, s. 82). Yengeç ve Başak burçları arasında yer
alan Aslan burcunun oluşumuyla ilgili mitolojik öykü bulunmamaktadır. Eski
astronomi bilgisine göre Güneş’in evi Aslan burcundadır237 (Şentürk, 2016, s. 352).
Çünki ekser güneşe menzil olur bürc-i esed (Mesîhî, 2020, s. 137)
O ahuyu vahşi yırtıcılar avlarsa ne olur çünkü Aslan burcu genellikle Güneş’e
menzil olur.
Burada ahu gözlü sevgili bütün görkemiyle Güneş’e, rakipler de vahşi bir
yırtıcı olan aslana teşbih edilerek, Güneş’in evinin Aslan burcu olduğuna gönderme
yapılmaktadır.
Hurşûdin olur bürc-i esed sanki mekânı (Arpaemînizâde Mustafa Sâmi, 2017,
s. 127)
Ay’ın süs, eyer olduğu ağırbaşlılık atına bindikçe sanki Güneş’in mekânı Aslan
burcu olur.
Ay’ın hilal şekli at eyerine, Güneş feleğin sultanı olmak yönüyle memduha,
aslan da bu sultanın bindiği ağırbaşlılık atına teşbih edilerek memduhun atına binişi
Güneş’in, Aslan burcuna girmesi şeklinde tasavvur edilmiştir.
Gezer âhû hemîşe bîşesinde şîr-i garrânun (Azmîzâde Haletî, 2017, s. 143)
San ki Esed bürcine geldi meh-i tâbân bu gice (Edirneli Nazmî, 2018, s. 3160)
397
Cananı sinemin üzerinde ansızın gören sanki Ay, Aslan burcundadır dedi.
San esed burcın idinür menzil ü cây âfitâb (Edirneli Nazmî, 2018, s. 521)
Ey vahşi gazalım sen boyun eğip, itaatle sineme gelince Güneş, Aslan burcunu
yer ve menzil edinmiş sanılır.
Burada da bir önceki beyitte benzer bir söylem bulunmaktadır. Ancak burada
aslan burcuna giren sevgili, Ay değil Güneş’tir. Şair, sevgiliyi Güneş’e, kendi göğsünü
de aslana teşbih ederek Güneş’in Aslan’ı menzil etmesini dilemektedir. Bununla
Güneş’in, Esed burcunda bulunmasının uğurlu sayıldığına gönderme yapılmaktadır.
Esed burcına itdi âftâb ey mehlikâ tahvil (Behiştî Ahmed, 2018, s. 271)
büyük kişileri görmek, derdini söylemek, bilimle uğraşmak, mektup yazmak, düşmana
saldırmak, resim yapmak, yeni giysiler giymek gibi eylemler kutlu sayılmaktadır240
(And, 2007, s. 341). Bir rivayete göre de Âdem Peygamber sünbüle devrinde dünyaya
gelmiştir. Sünbülenin buğday başağı manasına gelmesi onun buğday tanesi sebebiyle
cennetten çıkarılmış olmasına bağlanmaktadır (Şentürk, 2016, s. 98).
Feleğin sultanı Güneş’in makamı Başak’ın doruk noktası yani burc-ı şerefi
oldu. Yıldızın parlamasıyla talih arasındaki ilişkiden yola çıkılarak Güneş gibi
galaksinin en parlak yıldızının, bu burcun en yüksek noktasını makam edinmesiyle
kişinin yıldızının hem parlaklıkta hem de yükseklikte uç noktaya ulaştığına işaret
edilmektedir. Sünbül sözcüğüyle hüsn ü tahallüs yapan şair, memduhunun Başak
burcunun şeref noktasında olduğunu söyleyerek, bir insanın ulaşabileceği en parlak
noktada olan memduhuna bu vakitten sonra ancak kendisine yardım nuruyla ihsanda
bulunmanın yakışacağını söylemektedir.
Gâhî burc-ı sünbüle basmaz mı pây-ı âfitâb (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 212)
Ey Vehbi, Güneş başak burcuna ayak basınca bir gün senin de gözlerin
aydınlanmaz mı?
Gözleri aydın olmak deyimi herhangi bir mutluluk karşısında kullanılan bir
deyimdir. Şair, Güneş’in başak burcuna girişinin kutlu haberlerin muştulayıcısı
olduğuna işaretle gözlerinin aydınlanacağını söylemektedir. Sünbülzâde Vehbi,
Şeyhülislam Piri-zâde Sahib Osman Efendi için yazdığı kasidesinde memduhunu,
Güneşe’e kendisini de Güneş’in cömertliğiyle olgunluk bulan başak burcu yahut da
buğday başağına teşbih etmektedir. Her iki durum için de Güneş’in konumu hayli
ehemmiyetlidir.
Elde Terazi, gözlerim o parlak Ay’a düştü, (onu öyle görünce) Güneş, Mizan
burcuna girmiş diye hayal ettim.
Burc-ı ‘akrebde kırân itdi meh ile Merrîh (Edirneli Nazmî, 2018, s. 770)
Bürc-i ‘Akrebde yine seyr ider ol mâh didi (Şentürk, 2016, s. 234)
Gönül senin gibi put kadar güzeli, rakiple görünce ah çekip o Ay yine akrep
burcunda dolanıyor dedi.
Zülfi ‘Akreb burcıdır kim mâh-i tâbân andadur (Ahmet Paşa, 1992, s. 138)
242
Rakîb ile seni görse ölür Zâtî velî ey meh
Sefer câiz degül mâhun olıcak menzili ‘Akreb (Şentürk, 2016, s. 235)
403
zararlı bir hayvan olması yönüyle rakibe teşbih etmekte hem de kendisini bırakan o
Ay’ın Akrep burcuna girmekle başlarına kötü bir şey geleceğine telmih yapmaktadır.
Çıkma sefere ki oldı mehün menzili ‘Akreb (Ahmet Paşa, 1992, s. 124)
Ey gönül, sevgilinin yanağını ve saçını görerek bizi terk etme zira Ay’ın menzili
Akrep burcu olunca sefere çıkılmaz.
Kim kamer gelseydi ‘Akreb burcına bârân olur (Şentürk, 2016, s. 235)
Perçeminden alnın gizlense gözüm yaşarır çünkü Ay, Akrep burcuna girince
yağmur yağar.
iyiye işaret sayılamayacağını işaret etmektedir. Ayrıca zülüflerin vahdete yani nura
benzetilen yüze ulaşmaya engel olduğuna da işaret etmektedir.
Düştü dil sevdâ-yı zülfünden geçüp ebrûsuna
Gönül saçının sevdasından geçip kaşına düştü. Güneş gibi akrebi yaydan
dönüştürdü.
Seyyit Kelim, gönlünün akrep gibi olan zülfünün sevdasından, kavse benzeyen
kaşının sevdasına düştüğünü söylemekle Güneş’in Akrep’ten sonra Kavs (yay)’a
geçtiğine işaret etmektedir. Akrep, rengi ve kuyruğundaki kıvrımlı şekil itibariyle saça,
sevgilinin kaşı da yine şekli yönüyle yaya teşbih edilmiştir.
etmektedir (Örs, 2001, s. 36). Bu burç Burc-ı keman, Han-ı keman olarak da
adlandırılmaktadır. Yıldızların iki kümesine Ne’âyim-ı vâride ve Ne’âyim-i sâdire
denilmektedir. Kamer bu burca gelince hamama gitmek, kimya ile ilgilenmek, doğan
avlamak, cinsel ilişkide bulunmak, bina yapmak, ilaç içmek, düşmana mektup yazmak,
düşmana saldırmak kutlu sayılmaktadır (And, 2007, s. 344).
O gece savaşın sesini yağmur oku gibi etmek için Utarid, Yay burcundan eline
yay aldı.
Yeni ay, Yay burcuna değiştiğinde Ay’ın Merih saçan hançeri doğdu.
Pan ile bağlantılıdır. Pan, tarım yapan köylülerin, kırsal kesimde yaşayan insanların
tanrısıdır. Bazı kaynaklara göre bereket ve doğurganlık tanrısıdır. Tanrıların habercisi
Pan, Hermes’in oğludur. Hermes onu sıcak tilki postuna sararak Olympos’a
götürdüğünde, bu gülünç varlığı gören bütün tanrılar gülmekten kırılırlar ve ona
“bütün” manasına gelen Pan adını takarlar. Pan, müziği çok sever, hatta kendi adını
verdiği bir müzik aleti hâlâ onun adıyla anılmaktadır. Pan, çok güçlü bir sese sahiptir,
zamanının çoğunu genellikle hanımların peşinde koşarak geçirir ve eğlencesinin
sonuçlarını fazla düşünmez. İnanışa göre insanların, hayvanların uyuduğu kızgın, ıssız
yaz öğlenlerinde birdenbire beklenmedik gürültüler koparıp, dört bir yana Pan’a özgü
(panik) korkular saçarmış. Peri Syrinx, Pan’ın aşırı ilgisinden kaçmak için kendisini
saz kamışına çevirir. Pan, tam periyi kucakladığında kucakladığının sadece bir demet
saz olduğunu görüp hayal kırıklığına uğrar. O sırada sazlar arasından esen rüzgârın
sesi Pan’ı büyüler. Hemen farklı boyda sazlar seçip onları bal mumu ile birleştirerek
flütünü yapar. Böylece Pan, müzik aletini bulmuş olur. Müzik aletinin ilham kaynağı
peri Syrinx olduğu için, flütün adı daha sonra Syrinx olarak da anılır. Pan kısa boylu,
tüylü, alnında iki boynuzu olan keçi görünümlü bir tanrıdır. Hristiyan tasvirlerindeki
şeytana benzerliği ile dikkat çekicidir, tek farkı Pan kırmızılar içinde değildir.
Capricornus’un şekli, Zeus gibi yeni nesil tanrılar ile Titan gibi eski nesil yaşlı tanrılar
arasında geçen büyük kozmik savaştaki bir olayın anısını yansıtır. Bu savaş sonucunda
yeni nesil tanrılar, savaşı kazanıp evrenin hâkimiyetini ele alır. Ancak eski ana tanrıça
olan Gaia, yeni nesil tanrıların davranışları karşısında öfkelenir ve Typhon adında çok
güçlü bir canavarı, yeni nesil tanrıların üzerine yollar. Bu canavar, yaptığı yıkımlar ve
olağanüstü gücüyle yeni tanrılar için büyük tehlike manasına gelir. Canavar yeni nesil
tanrılara saldırmak için yaklaşırken Pan, olayı fark edip diğer tanrıları uyarıp hepsinin
canavardan korunmak için birer hayvan kılığına girmelerini söyler. Kendisi de bir
balık kılığına girmeye çalışır, ancak aceleden yalnızca arka kısmı balık olarak değişir.
Böylece Capricornus takımyıldızı genelde balığın kuyruğundan çıkan keçinin ön
ayakları olarak betimlenir. Daha sonra Zeus, canavarla çok çetin bir mücadeleye girer,
birçok yerinden yaralanır ancak Hermes ve Pan’ın yardımıyla tedavi olur. İyileşip
gücünü yeniden kazanan Zeus, Typhon’u yıldırımlarla yaralayıp onu Etna Dağı’nın
derinliklerine hapseder. İnanışa göre bu bölgede gerçekleşen deprem ve volkanik
etkinliklerin sebebi Typhon’un gürültülü horultularıdır. Bütün bu hadiselerden sonra
Zeus, Titan’a karşı olan savaşta göstermiş olduğu yararlılıklar nedeniyle, Pan’ı
gökyüzünde yıldızlar arasına koyarak onurlandırır. Capricornus literatürde, “Boynuzlu
407
Feleği kıvılcım saçan ateş ile yakayım, ateşimle Koç ve Oğlak’ı kebap edeyim.
Felek, Miraç gecesi için bayram edip oğlak burcunun feleğini Muhammed için
kurban eyledi.
adamı olan Ganymede’dir. Bu gencin görevi tanrıların içeceği olan hoş kokulu nektar
Ambrosia’yı taşımaktır. İnanışa göre Ganymede bir gün bu durumdan sıkılır ve artık
tanrılara nektar taşımaktan vazgeçer. Böylece onun testisindeki tüm nektar dünyaya
düşer ve günlerce yağmur yağmasına sebep olur. Dünyada sebep olduğu seller
yüzünden Zeus, onu Kova takımyıldızına dönüştürür (Gücek, 2017, s. 105). Başka bir
rivayete göre Yunanlıların on iki büyük tanrısı Olympos’ta otururdu. Olympos dağının
Ulu tanrısı, dünyanın sahibi, tanrıların ve insanların babası, her güzel varlığın yaratıcısı
olan Zeus, yalnız kadınların güzelliğine vurgun değildir. O güzel olan her şeye, hatta
delikanlılara bile gönlünü kolayca kaptırmaktadır. Zeus, bir gün yeryüzünde
olağanüstü güzelliğe sahip bir delikanlı görür. Ganymedes adını taşıyan bu delikanlı,
Truva şehri kralı Tros’un oğludur. Su taşıyıcısı olarak bilinen Ganymedes, Olympos
dağında yaşayan tanrılara fincan veya kupalarda içecek taşımakla görevlidir. Bu
delikanlı o kadar hoş ve güzeldir ki Zeus, onun cazibesinden kendini kurtaramaz ve
fanilerin arasında görüp beğendiği bu genci daima yanında bulundurabilmek için onu
yeryüzünden kapıp, Olympos’a çıkarmayı düşünür. Bir gün Ganymedes, İda Dağı’nın
yamaçlarında sürüsünü otlatırken bir kayanın üzerine oturup kaval çalmaya başlar. O
sırada kocaman bir kartal şekline giren Zeus, Olympos’un tepesinden aşağı doğru
süzülerek, ansızın Ganymedes’in üzerine çullanır ve onu kaptığı gibi doğruca
tanrıların dağına uçurur. Bu genç çoban burada Olympos tanrılarının yiyeceği olan
Ambrosia ile içenlerin ölümsüz olduğu, tanrılara mahsus bir içki olan nektarla beslenir.
Böylece güzel yüzü, hoş endamıyla tanrıların gözünü okşamak için ebedî gençliğini
muhafaza etmiş olur. Mısır kökenli bir masala göre ise Aquarius, Nil Nehri tanrısı
olarak bilinir. Büyük ihtimal, Aquarius’un kupasından dökülen su, Nil Nehri’nin
kendisini temsil etmektedir. Aquarius, su tanrısı olarak da bilinmektedir. Bazı
toplumlara göre iyi bazılarına göre ise kötü bir tanrıdır. Kuru iklimlerde yaşayan
Etiyopya ve Yunan toplumları için Aquarius çok iyi bir tanrıdır zira hasat zamanı
kendilerine bolca yağmur getirmektedir. Ancak Babiller için iyi bir tanrı değildir.
Onlar, Güneş’in Aquarius’a geldiği ayda yağmurun lanetinden söz etmeye
başlamaktadır. Güneş, Aquarius’a girdiği an yeni yıl başlar, yani bahar yaklaşır. Suyun
başladığı bu mevsim, bereketli ürünlerin de müjdeleyicisidir. Aquarius, kuzey
yarımkürede Pisces (Balık) ve Cetus (Balina) takımyıldızlarının yanında bulunur. Su
taşıyıcısı kendi kupasındaki suyu Piscis Austrinus’un (Güneybalığı) ağzına döker
(Örs, 2001, s. 41).
409
Meger kim çarh-ı arza düşdi delvi çarh-ı gerdânun (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s.
294)
San burc-ı delv idi bu gice menzil-i kamer (Yıldırım, 2013, s. 351)
Yüzünün hayalinin oturduğu yer, beni taze gözümden etti. Sanki bu gece Kova
burcunun menzili Ay oldu.
Güzellik tanrıçası Aphrodite ve oğlu aşk tanrısı Eros ise canavardan daha rahat
kaçabilmek maksadıyla, Nil Nehri’ne atlayıp bir çift balık hâlini alırlar. Athena
sonradan bu olayı ölümsüzleştirmek için bu iki balık figürünü yıldızların arasına
yerleştirir. Efsaneye göre bir ilkbahar sabahı, Kıbrıs adası kıyılarında kıpırtısız olan
deniz, birdenbire köpüklü beyaz bir dalga ile hareketlenir ve bu dalgayla birlikte bir
sedef kabuğu kıyıya vurur. Sedefin kapağı açıldığında içinden güzeller güzeli
Aphrodite ve beraberinde aşk tanrısı olan oğlu Eros çıkmışdır. Aphrodite, güzelliğiyle
sadece tanrıların değil insanların da gönlünü fethetmiştir. Aphrodite, insanların
kalplerine sevgi ve aşk tohumları serpip onlara sevinç verir, ancak gücünü sadece
insanlar üzerinde göstermez, bütün tabiata söz geçirebilmektedir. Aphrodite gibi Eros
da tanrıların ve insanların kalplerinde aşkın ilahi ateşini yakıp, onların mutluluklarını
veya bahtsızlıklarını hazırlamaktadır. Eros, elinde oklar veya tutuşmuş kızgın bir
meşale ile sembolize edilmektedir. İnanışa göre insan ruhu, neşesini de ızdırabını da
hep Eros’a borçludur. Burçlar kuşağındaki Pisces, Aphrodite ve Eros’un birbirlerine
iple bağlı görünen iki balık figürünü temsil eder (Örs, 2001, s. 44). Pisces balık
çağında, ilahi bir balıkla sembolize edilmekte, Güneş tanrısı da bu çağda insanları iki
küçük balık ile doyurmaktadır. Kadim dönemlerden kalan birçok figürde Tanrıça
İsis’in başında balık bulunmaktadır. Bu sembol daha sonra Hristiyanlıkta kullanılan
gizli sembollerden biri olup, İsa’yla birlikte Tanrı’yı da sembolize etmeye başlar. Balık
sembolü, Hristiyanlığın ortaya çıktığı ilk zamanlarda, Roma İmparatorluğu’nun pagan
inanışlarından dolayı reddedilmesi sonucu daha da ehemmiyet kazanır zira
Hristiyanlıkta “İsa Mesih Tanrının Seçilmiş Oğlu” cümlesinin baş harfleri Yunanca
balık manasına gelmektedir. Balık, birçok kültürde kurtarıcı olarak görülmektedir.
Nitekim İslami gelenekte dalgalarla boğuşan Hz. Yunûs’u kurtaran da yine Allah’ın
göndermiş olduğu bir balıktır. Yunan mitolojisinde ise Balık, Aphrodite ve oğlu
Eros’un Fırat/Nil Nehri’nde canavar Typonon’dan kaçarken iki balığa dönüşmeleri ve
ayrılmamak için iple birbirine bağlı iki balık şeklinde sembolize edilmektedir (Gücek,
2017, s. 109). Kova ve Koç burçları arasında yer alan Balık burcuna, Güneş 19
Şubat’ta girmektedir. Klasik şiir geleneğinde balık burcu gök denizinde yüzen bir balık
olarak tasavvur edilir o aynı zamanda Müşterî243 gezegeninin de evidir (Şentürk, 2017,
s. 56).
243
Hilâl ebrû-yi fahr-i kâ’inâta müşterî oldı
Bişürdü tâve-i ‘aşkında hûtı kıldı biryânı (Şentürk, 2017, s. 56)
411
Nazif, talihin döndü hamamda sevgiliyi gör zira parlak Güneş bugün su
burçlarından doğar.
3.12.2. Sîmurg:
Sîmurg; her tarafı renkli tüylerle dolu244 dörder kanadı olan, 1700 yıl yaşayan,
üç yılda bir yumurtlayan ancak yavruları 25 yıl sonra yumurtadan çıkan, iri ve heybetli
mitolojik bir kuştur. Bütün kuşlar arasında en parlak çehreli kuş olarak tasvir edilir.
Çin mitolojisinde ise “sein he” Sîmurg’un işlevini görmektedir. Sanskritçe ve
Avestada avcı kuş manasına gelmektedir. Farsçada şahin sözcüğünün de bu eski
kökten geldiği söylenmektedir. Sîmurg, efsanevi mitolojik bir kuştur, ancak bu
Hezârân reng ile bir bâl-i sîmurg-ı letâfetdir (Şeyh Gâlib, s. 49)
412
Herkes gibi bizim de talebimiz kokmuş dünya değil, bir bölük Ankalarız kanaat
Kaf’ını bekleriz.
Sîmurg, Şehnâme’de sadece ilahi güçlerle donanmış bir yaratık olarak değil,
aynı zamanda bütün evrenin sırlarından haberdar olan, zorlukları aşabilen, geleceği
gören yeteneklere sahip bir yaratık olarak kabul edilmektedir.247 Çok iri yapısı, son
derece güçlü olması, Elburz Dağı’nda yuvasının bulunması, bilge ve akıllı olması, aynı
zamanda evrenin gizliliklerini bilmesi, her hastalığa çare bulması ve her sorunu
çözebilecek bilgilere sahip olması onun başlıca özelliklerindendir. Sîmurg
anlatısındaki rüya, mistik bir şifredir. Sufi herhangi bir sıkıntıyla yüz yüze geldiğinde
Allah’a duada ve yakarışta bulunduktan sonra gördüğü rüyadan kendisine birtakım
çözüm yolları bulmaya çalışır. Rüyada pirin görülmesi “müridini desteklediği ve
elinden tuttuğu” şeklinde yorumlanır. Uyku “salikin olgunluğa erişmesi için” çok
önemli bir unsurdur. Birçok gerçek tarikat yolcusu, uyku aracılığıyla olgunluğun
doruklarına kanat çırpmıştır. Sîmurg bu bağlamıyla bir pir ya da mürşid-i kâmil olarak
Zâl’ı büyütmektedir.248 Sîmurg tipi Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ındaki uyanık gönül, akıl
ve ilahi feyz ile eş değerdir. Sîmurg’un ruhanî yönü ve metafizik boyutu, Farsça diğer
metinlerde farklı renklerde kendini göstermektedir. Fars tasavvuf edebiyatında
Sîmurg, efsanevi, nerede olduğu bilinmeyen bir yaratıktır. Mecazi manada da çoğu
zaman gözlerden uzak “insan-i kâmil”i ve “pir”i simgelemektedir.249 Sohreverdî’nin
Safîr-i Sîmurg’una göre Sîmurg; kanatsız uçarak mesafeler kat eder, bütün nakışlar
ondan kaynaklanır ancak onun rengi yoktur. Herkes onunla meşguldür ancak o
kimseyle ilgilenmez, bu yönüyle de Sîmurg, Hakk’ın ilahi bir tecellisidir. Mevlânâ’ya
göre o, yüceler âleminin bir temsilcisidir. Hakanî-yi Şirvanî bu kuşu ruhun en yücelere
uçuşunun simgesi olarak kabul etmektedir (Yıldırım, 2018, s. 419). Zerdüşt inancında
ise Veretranga, savaşçı tanrıdır. Kötülük karşısındaki muzaffer güçtür. Zerdüşt, Ahura
Mazda’ya düşmanın lanetinden etkilenecek olursa ne yapması gerektiğini sorunca
Ahura Mazda ona bir kuş olarak vücut bulmuş olan Veretragna’nın tüyünü almasını
söyler;
Bu tüyü kendi bedenine süreceksin, bu tüy ile hasımlarına laneti geri göndereceksin. Eğer ki
biri bu kuvvetli kuşun bir kemiğini tutarsa elinde, hiç kimse o talihli adamı yakalayamaz veya
ondan kaçamaz. O kuşun tüyü, kişiye yardım getirecektir (14. Yaşt, 35).
248
Çok nâtüvânı eyledi Yahyâ tüvânger lutf-ı şâh
Ankâ-yı Kâf-ı himmeti besler hezârân Zâl-i Zer (Şeyhülislam Yahya, s. 74)
249
Bu kalbi her nice pâk eylerem men-i derviş
Simurg-ı ışk gelüp konmaz âşiyâna henüz (Karakoyunlu Cihanşah, 2017, s. 28)
415
Sîmurg tipi Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ındaki uyanık gönül, akıl ve ilahi feyz ile eş değer
olduğundan ondan himmet talep edilmektedir. Mantık’u-tayr’da kuşlar Yaradıcıya
duydukları aşkın hevasıyla, nice macera ve tehlikeye aldırış etmeden yola çıkarlar.
Sîmurg’un yerinin Kafdağı olduğuna inanılmaktadır. Mistik bir yer olan Kaf, dünyanın
bittiği yerdedir, bu bağlamıyla maddi âlemden manevi âleme geçişi simgelediği
düşünülebilir. Bu sebeple şair, Sîmurg’u aşkın heves ve tutkusuyla Kaf’a kaçırıp, her
kuştan kendisinde alamet olan Sîmurg’un himmet kanadını da iki metre kanat
açıklığıyla en geniş kanatlı kuş olması sebebiyle kartal kanadı gibi açtığını
söylemektedir.
3.12.3. Hüma:
Farsların hümâ, hümây: Arapların bulah, Türklerin hüma, huma ve kumay
dedikleri hüma; devlet kuşu, talih ve kut kuşu olarak da bilinmektedir. Eski Türk
inanışındaki Tanrıça Umay ile ilgili inanışlar da hüma kuşuyla bir ölçüde
örtüşmektedir. Türk ve Fars mitolojilerinde kuşların en asili sayılması ve devlet kuşu
olarak da bilinmesi hümanın, başta Roma olmak üzere değişik kültürlerdeki güç ve
kuvvet sembolü olan avcı kuşlarla karıştırılmasına zemin hazırlamıştır. Bir rivayete
göre hüma; kuzgun büyüklüğünde, yeşilbaşlı, kanat uçları siyah olan bir kuştur.
İnanışa göre bu kuşun ayakları olmadığından hiç yere inmez sürekli uçar, yere
inmediğinden havada yumurtlar, yavrusu da havada yumurtadan çıkarak uçmaya
başlar. Diğer bir rivayete göre ise hüma sürekli karlarla kaplı bir yerde yaşar, güvercin
büyüklüğünde, sarı gagalı, kanadı zümrüt yeşili ve beyazlı, kemikle beslenen bir
kuştur. Yere kırk arşın yaklaştığında gölgesinin üstüne düştüğü insan ya padişah ya da
çok zengin olurmuş. Bu bağlamıyla Hüma talih, saltanat, iyilik ve cennetin
sembolüdür. Yine kendisiyle ilgili inanışa göre Hz. Musa zamanında yaratılmıştır.
Şehnâme’de Hüma, İsfendiyâr’ın kızı ve kız kardeşinin, Behrâm-ı Gûr’un da karısının
adıdır (Ceylan, 2007, s. 117). Hümanın, Kafdağı gibi mitolojik bir yerde yahut Hint
okyanusu adaları, Çin Cezayir’i gibi real yerlerde yaşadığına inanılmaktadır. Rivayete
göre bu kuşun ayakları yoktur bu sebeple daima yükseklerde uçar yeryüzüne
inemez.250
250
Nice ayrılsun Necâtî ‘ışk-ı dil-berden kim ol
Bir hümâdur ki âşıyânı ol hevâ üstindedür (Necâtî, 1963, s. 219)
padişah ya da çok zengin olmuş. Bu sebeple şair, eğer devlet dilersen hümadan dile
demektedir.
Kâküli sanman görinen tâ’ ir-i devlet hümâ
Sâye salmışdur o şâhenşâh-ı hûbân üstine (Bâkî, s. 268)
Görüneni kâkül sanma o, güzeller şahının üstüne gölge salmış, devlet kuşu
hümâdır.
Sevgili, güzeller şahı olduğundan saçları da devlet kuşu olan hüma olacaktır.
Şair, sevgilinin kâkülünü devlet kuşu hümaya teşbih edip, saçın yüze gölge salmasının,
onun padişahlığına delalet ettiğini söylemektedir. Bununla da hümanın gölge saldığı
kişinin talihinin döndüğüne dahası padişah olduğuna dair inanışlara telmihte
bulunmaktadır.
Hümây sâyesi kime düşerse olur şâh
Bu şâhı gör ki bugün sâyesi hümâya düşer (Dehhânî, 2017, s. 107)
Hümanın gölgesi kime düşerse şah olur, bu şahı gör ki bugün gölgesi hümaya
düşer.
Şair, memduhunun gölgesinin hümanın gölgesinden daha yüce olduğunu,
hümanın onun gölgesiyle gölgelendiğinden talih, makam, padişahlık bahşettiğini
söylemekle hümanın talih ve devlet kuşu olduğuna telmihte bulunmaktadır.
Cîfe-i dünyaya çok meyl itmedüm kerkes kimi
Bir hümâ-tab’um gıdâ besdur bana bir üstühân (Fuzûlî, 2014, s. 111)
Kokmuş dünyaya herkes gibi çok meyletmedim, bir hüma yaratılışlıyım gıda
olarak bana bir kemik yeter.
Şair, hüma yaratılışlı olduğundan kokmuş dünya nimetlerine herkes gibi
kapılmadığını, bir lokma bir hırkaya kanaat ettiğini, hümanın kemikle beslendiği
yönündeki inanışa telmihle açıklamaktadır.
Mürg-i revânı göklere irdi hümâ gibi
Kaldı hazîz-i hâkde bir iki üstühân (Bâkî, s. 57)
Akan kuşu göklere hüma gibi erdi, en aşağı yerdeki toprakta bir iki kemik kaldı.
Eski Türkler ölümü, uça bardı, mutasavvıflar da ten kafesinden uçup gitti gibi
deyimlerle açıklamaktadır. Burada da akan kuştan kasıt ruhtur, ölümün vuku
bulmasıyla ruh, bedeni terk ederek hüma kuşu gibi en yükseklere çıkmış, beden ise
toprağın altına gömülmüştür. Toprağın altında çürüyen etten geriye ise yalnızca bir iki
kemik kalmıştır. Hüma ile kemik ilişkisiyle de hümanın gıdasının kemik olduğuna
telmih yapılmaktadır.
418
İran geleneklerinde de bu kuşun çok özel bir yeri vardır. İnanışa göre
Cemşîd’in emirlerinden Şemîrân, bu kuşu yılanın elinden kurtarır. Bir yıl sonra kuş,
bu iyiliğe karşılık Cemşîd’e bir asma tohumu getirir. Cemşîd, tohumun ne olduğunu
anlamak maksadıyla ekince asmadan yeşil üzümler biter ve böylece Cemşîd, bu
asmadan elde ettiği üzümler sayesinde şarabı bulmuş olur (Yıldırım, 2008, s. 389).
Hüma, mitik özellikleriyle Anka, Simurg, Garuda, Kaknüs ve Phoenix gibi diğer
efsanevi kuşlarla karıştırılmaktadır. Hümanın Türk inancındaki Tanrı Umay’la olan
benzerliği ve Çepni boyunun sembolünün bu kuş olduğu da kaynaklarda onunla ilgili
söylenenler arasındadır (Batislam, 200, s. 188). Hüma devlet kuşu olması yönüyle
ekseriyetle hümâyûn sözcüğüyle birlikte anılmaktadır.
Sâye-i zülfün Hümâsın salma ağyar üstüne
Bir siyeh-rûdur anun bahtın hümâyûn eyleme (Ahmet Paşa, 1992, s. 251)
Saçlarının hüma gölgesini, ağyarın üstüne salma, o kara yüzlü biridir onun
bahtını devletli etme.
Rakip siyah yüzlü, kara bahtlıdır onun talihini döndüren ancak sevgilinin
lütfudur. Bu yönüyle devlet bahşeden sevgilinin saçları siyahlığı sebebiyle Hüma’nın
gölgesine teşbih edilerek, bu gölgenin en fakiri bile padişah yapabilecek derecede
talihli kıldığı söylenmektedir. Bununla da hümanın gölgesinin düştüğü kişinin devletli
olacağı inanışına telmih yapılmaktadır.
3.12.4. Anka:
Anka kelimesi İbranice anak kelimesinden türemiştir. Anak, isim olarak
gerdanlık, uzun boyunlu dev, fiil olarak da gerdanlık takmak, boğmak, boğazı sıkmak
manalarına gelmektedir (Batislam, 2002, s. 198). Anka, Kafdağı’nda yaşadığına
inanılan, renkli tüylü, yüzü insan yüzüne benzeyen, gayet uzun boyunlu, kendisinde
her hayvandan bir alamet bulunduran büyük bir kuştur (Levend, 1984, s. 183). İbn-i
Kelbî’nin rivayetine göre Râs halkının yurtlarında Demh adlı bir mil yüksekliğinde bir
dağ vardır. Bu dağa bütün kuşlardan büyük, boynu uzun, tüylerinde bütün rengârenk
olan bir kuş gelip diğer kuşları av etmektedir. Bir gün avlayacak kuş bulamayınca önce
bir oğlanı sonra da bir kızı kapıp götürür, halk bunun üzerine peygamber Safân oğlu
Hanzala’ya şikâyette bulunur. Peygamber Hanzala’nın duasıyla Ankâ’nın üzerine
yıldırım düşer ve böylece soyu tükenir (Onay, 2016, s. 58). Yahudi inanışlarına göre
Tanrı, Musa Peygamber zamanında bu dişi kuşa, bir erkek yaratmıştır. Necîd ve Hicaz
taraflarına doğru iyice çoğalmış olan bu kuşlar, daha sonraları çocukları kapmaya
başlayınca halk, onları peygamberlerine şikâyet eder. Peygamberlerin bedduası
419
üzerine bu kuş türü Tanrı tarafından yok edilir (Gölpınarlı, 2006, s. 772), kimi
rivayetlere göre ise Kafdağı’nın ardına hapsedilir.
Ey Necâtî şekk ider ‘âlem vücudundan senün
Varlığın ‘Anka gibi bir ad kalmışdur hemân (Necâtî, 1963, s. 393)
Ey Necâtî âlem senin varlığından şüphe eder, varlığın Anka gibi bir addan
ibaret kalmıştır.
Anka’nın ismi var ancak cismine hiç kimse rastlamamıştır.252 Çocukları
kaçırdığı için insanlardan ayırılıp Kafdağı’nın ardına atıldığına, orada yaşadığına
inanılmaktadır. Şair de kendisine hitaben söylediği beyitte Anka gibi sadece adının
olduğu varlığından âlemin şüphe duyduğunu söylemekle bu duruma telmih
yapmaktadır.
Rivayete göre Anka, cennet kuşuna benzeyen yeşil bir kuştur, bu sebeple ona
zümrüdüanka denilmektedir. Farslar, Anka’ya üzerinde otuz kuştan birer renk ve
alamet bulundurduğu için sîmurg ya da sîreng demektedir. Anka’nın eski Oğuzca’da
“anmak” (an-) kökünden “bir şey hatırlatan resim” manasına geldiği düşünülürse
Zümrüdüanka da “sîmurga benzeyen” manasına gelecektir (Pala, 1990, s. 36). Anka,
Hint mitolojisindeki Garuda gibi İslamî gelenekte de “kuşlar padişahı”dır. Birçok
mitolojide Anka’nın çeşitli dinsel ve büyüsel etkilerinin olduğuna inanılmaktadır. Bu
inançlar da eski Mısır inançlarına dayandırılmaktadır. Ancak Anka ya da onun
misyonu Çin’den, İran mitolojisine ve Müslümanlıktan, Hristiyanlığa kadar geniş bir
inanç alanına yayılmıştır (Batislam, 2002, s. 197). İnanışa göre Anka, Kafdağı’nın
tepesinde direkleri sandal ve öd ağacından yapılmış köşk benzeri bir yuvada yaşayan,
yassıca burunlu, köpek başına benzeyen bir başı bulunan bir kuştur. Asırlarca ömür
sürebilen Anka’nın vücudunda her hayvandan bir alâmet bulunmaktadır. Rivayete
göre dişi olan Anka’nın Hz. Musa zamanında erkeği de yaratılmış ve böylece
çoğalmışlardır. Yine inanışa göre çok yüksekten uçar, cüssesi çok iri olduğundan
uçtuğu zaman hava kararır ve bu hâliyle yağmurlu mercan bir bulutu anımsatmaktadır.
Uçarken sel sesine veya gök gürültüsüne benzer bir ses çıkarır, çok parlak olduğundan
kimse ona bakamaz zira bakanın gözü kamaşırmış. İnsanlar gibi düşünüp konuşmanın
yanı sıra çok geniş bilgi ve hünere de sahiptir, bu yönüyle de kendisine başvuran
hükümdar ve kahramanlara akıl hocalığı yapmaktadır. Rivayete göre Hz. Süleymân’ın
meclisinde de bulunmuştur. Şehnâme’de Zâl ve neslinin Anadolu’da ise Keloğlan’ın
252
Yâr-ı sâdık arayup n’eylersin ey Şâhî kim ol
Fi’l-mesel Ankâ gibi bir ismdür kim cism yok (Şâhî, 2018, s. 84)
420
etmektedir. Bu yönüyle İmdugud ile bir şekilde bağlantılı olan Yahudi mitolojisindeki
Phoenix (Ziz), İslam mitolojisindeki Anka’yı da andırmaktadır. Hatta İslam
mitolojisindeki iri cüsseli, heybetli Anka’yla aralarında daha fazla benzerlik
bulunmaktadır (Tekin, 2008, s. 428).
Mihr ü mehdir bâl ü per ankâ-yı beyt-i na’tına
Lîk evc-i aczdan pervâz ederler rûz u şeb (Şeyh Galib, s. 4)
Acziyetin doruğundan gündüz-gece uçan Anka’nın kanat ve tüyü, naat evinin
Güneş ve Ay’ıdır.
Anka gece Ay’a, gündüz ise Güneş’e teşbih edilerek, mitolojilerde Anka’nın
gökyüzünün en parlak ve güçlü unsurlarıyla ilişkilendirildiğine telmih yapılmaktadır.
Şair, naatını güneşin kuşu olan Anka’nın kanat ve tüylerine teşbih etmekle eşârının
benzersiz görkem ve güzellikte olduğuna işaret etmektedir.
Nokta-veş bu kûhsâr-ı kevni eyler zîr-i bâl
Her kaçan ‘Ankâ-yı dil per ile bâl üstündedir
Ne zaman gönül Anka’sı kanat açıp da uçmaya başlarsa bu kâinat dağını
kanatlarının altında bir nokta gibi yapar.
Nev’î, gönlü Anka’ya Kafdağı’nı da evrenin dağına teşbih etmekte, Anka
kanatlarını açıp da uçtuğu zaman bütün evrenin kanatlarının altında bir nokta gibi
göründüğünü söylemekle yine Anka’nın kozmik bir kuş olduğuna işaret etmektedir
(Tekin, 2006, s. 222 dipnot).
3.12.5. Semender:
Farsça sâm-ender kelimesinin muhâlifi olan semendere Farslar semendel,
semendûr, âzer-şep, âzer-şîn, âteş-hâr da demektedir. Batı mitolojisindeki adı da
salamanderdir. Semender, su kertenkelesine benzer bir hayvandır. Vücudunun her iki
yanında su boşaltım kesesi bulunan bu hayvan kıvılcımlı kül üstünde yürüdüğünde
geçtiği yerleri suladığından yanmaz,254 bu sebeple de onun ateşte yaşadığına hatta
ateşten çıkması durumunda öleceğine dair inanışlar teşekkül etmiştir. Fars şairleri gibi
klasik Türk şairlerinin hemen hepsi de ateş içerisinde yaşadığına inanılan255 bu
254
Semenderveş semendün yanar od içre atar kendin
Su gibi akıdur degse şirâr-ı na’li sindânı (Bâkî, s. 13)
mevhum hayvanın kuş olduğunu kabul etmiş ve murg-ı semender dedikleri bu hayvana
pek çok beyitte kanat izafe etmişlerdir. Bunda kendi nağmeleriyle tutuşan ve
küllerinden yeniden doğan bir başka mitolojik Şark kuşu olan kaknüsün etkisi de olsa
gerektir (Ceylan, 2007, s. 212). Nitekim kimi efsanelerde semenderin gagası da
kaknüsün gagası gibi neye teşbih edilmiştir.256 Yine efsaneye göre ötüşüyle çıkardığı
güzel sesle bilinen semender, ömrünün sonuna geldiğinde bir ağacın dalına konup,
büyüleyici bir şekilde ötmeye başlar, bu yanık ve yankılı sesi duyan diğer kuşlar kulak
kesilir dinlemeye başlarmış. Semender, bu ötüşü sebebiyle Çinliler tarafından dans ve
müziğin yaratıcısı kabul edilmektedir (Gezgin, 2014, s. 18).
Muhabbet erbabı arasında bulunduğu yeri ateşe vermeyen kim vardır? Âşıklar
da semenderler gibi ateş içerisinde yaşayan, ateş sakinleridir.
şayet çıkacak olursa da ölürmüş. Semender, bazılarına göre bir kuş, bazılarına göre
ateş perisi, Hindistan’daki Mecusilere göre ise yaktıkları ateşte ısının artmasıyla hâsıl
olan böcektir, ancak bu efsanevi yaratığı gerçekte gören yoktur (Pala, 1990, s. 435).
Anka ve kaknüsle birlikte anılan hatta yer yer birbirlerinin yerine kullanılacak kadar
karıştırılan bu üç efsanevi kuş genellikle ateşle birlikte anılmaktadır.
Yârin narçiçeği yanağına her kimse ki değer biçer, onun meskeni semender
gibi ateşin içi olsun.
Zâhid bin yıl da aşk ateşine düşse pişmez, ateşin özelliği semenderden görünür
mü?
Ateşte yaşamasına rağmen ateş nişanesi taşımayan semender gibi zahit de bin
yıl aşk ateşinde kalsa yine de pişmez. Şair, semenderin ateşte yaşadığına, ham sofuyu
da yalnızca aşk ateşinin pişirdiğine gönderme yaparak yalnızca bedenen bir yerde
olmanın bir şey ifade etmediğine işaret etmektedir.
Semender-vâr olmışdur ana dün gün mekân âteş (Necâtî, 1963, s. 299)
Ey nakış gibi güzel sevgili, yanağının siyah beni nasıl bir sihirbazdır ki ona
semender gibi gün be gün ateş mekân olmuştur.
ölülerini hem de kutsal gün ateşlerini büyüsel bir ayinle belli astronomik zamanlara
göre yakarlar. Sevgilinin beni âşığı yemleyip, tuzağa düşürüp avladığından bir
sihirbaza, beninin bulunduğu yanağı da kızıllığından dolayı ateşe teşbih edilmiş,
yanakta sabit duran benin semender gibi sürekli ateşte yaşadığı söylenmekle de
semenderin ateşte yaşadığına telmih yapılmaktadır.
3.12.6. Kaknüs:
Kuknûs, kûkinûs, mûsîkâr ve murg-ı âzer-efrûz olarak da adlandırılan kaknüs,
Yunanca “kuğu” manasındaki “kiknos” sözcüğünden türemiştir. Bütün dünya
mitolojisinde güzelliğin sembolü olan kuğu, inanışa göre öleceği vaktin yaklaştığını
sezince âhenkli bir şekilde ötmeye başlarmış. Doğu efsanelerinde geçen kaknüs ise
batılıların kuğusundan biraz farklıdır. Hindistan’da yaşadığına inanılan kaknüs
rengârenk tüylü mitolojik bir kuştur. İnanışa göre gagasında 360 delik vardır. Yüksek
dağların zirvesinde rüzgâra karşı oturduğunda gagasındaki deliklerden çeşit çeşit ses
çıkar, bunu duyan diğer kuşlar yanına yanaşınca da kuşları yakalayıp yiyerek hayatını
devam ettirirmiş. Efsaneye göre bin yıl yaşadıktan sonra ölümüne yakın çalı çırpı
toplayıp üzerine çıkarak ötmeye başlar, ötüşü kendisini coşturunca da kendinden geçip
kanatlarını çırpar, kanat çırpışlarıyla üzerinde olduğu çalı çırpı tutuşur böylece
yanmaya başlarmış.257 Yanıp kül olunca küllerinden bir yumurta zuhur eder, bu
yumurtadan yavru olarak yeniden çıkarmış. Mısır efsanelerindeki Feniks kuşu
hakkındaki rivayetler de benzer motifler barındırmaktadır (Ceylan, 2007, s. 134).
Feleğin altın kanatlı kaknüsü ateş nefesli olmuş, bu ateş içerisinde kendi de
yansa buna şaşılır mı?
Seccâdenişîn-i kahvehâne
Güneş, ateşten olan yapısı itibariyle altın kanatlı bir kaknüs olarak tasavvur
edilmiştir. Yeni doğan kaknüsün ateşten çıkmasıyla Güneş’in her gün yeniden doğuşu
ilişkilendirilerek kaknüsün küllerinden yeniden doğduğu yönündeki inanışa telmih
yapılmaktadır. Bütün feleği yakan Güneş’in ömrünün sonlarında çalı çırpıyı
tutuşturunca yanan kaknüs gibi kendi ateşiyle kendisinin de yanmasına şaşılmamalıdır.
Zira yeni bir doğum için bu yanış zorunludur.
Ateşin içinde rakseden, coşup ateş saçan nice kaknüs, vücudunu (bir) bakışla
yakarmış.
Kaknüs, yaşamının sonunda şiddetli kanat çırpıp dans ederek etrafınfa toplamış
olduğu çalı çırpıyı tutuşturur. Kendi cismini de tutuşturmuş olduğu ateşte yakar. Daha
sonra külerinden yeniden doğar.
427
Per salıp kendi yakar cismini nâra kaknûs (Onay, 2016, s. 241)
3.12.7. Şahmârân:
Rivayete göre insan başlı yılan gövdeli bir yaratıktır. İsminden de anlaşılacağı
üzere o yılanların şahıdır. Yer altında bağlık bahçelik bir mağarada yaşayan Şahmârân,
zebercetten bir tahtta oturur, insanlar gibi de konuşurmuş. Günlerden bir gün Danyal
Peygamberin oğlu Câmasb, yoldaşlarıyla dolaşırken yağmura yakalanmış, bunun
üzerine bir mağaraya sığınmışlardır. Mağaranın içini eşeleyince içi balla dolu bir kuyu
bulmuşlar, balı almak için Câmasb’ı kuyuya indirmişler (Kartal, 2008, s. 379). Daha
sonra Câmasb’ın arkadaşları, satmak üzere çıkardıkları balı alıp Câmasb’ı da orada
bırakarak şehre dönerler. Câmasb ne yapacağını düşünürken kuyunun dibinden sızan
bir ışık görür, bu ışığı takip ederek Şahmârân’ın olduğu yere ulaşır ve ona misafir olur.
Şahmârân, ona nice hikmetli hikâye anlatır. Yedi yıl burada kalan Câmasb, artık eve
dönmek için Şah-ı Mârân’dan izin ister, Şahmârân da sırrını ifşa etmemek koşuluyla
gitmekte serbest olduğunu söyler. Bu sırrı Câmasb izhâr etmek niyetinde değildir,
ancak yıllarca yılanlarla yaşamış olduğundan sırtı yılan derisiyle kaplanmıştır bu
sebeple çok dikkatli olması gerekmektedir. Günlerden bir gün devrin padişahı
hastalanmış, sihirbaz olan veziri de ilacının ancak Şahmârân’ın eti olduğunu
söylemiştir. Lakin Şahmârân’ı ne bilen vardır ne de duyan, vezir bir büyü ile
Câmasb’ın bu yeri bildiğini öğrenir. Bu sebeple Câmasb tutuklanarak huzura getirilir.
Câmasb, başlarda bu yeri bildiğini inkâr eder lakin sırtındaki yılan derisi onu ele verir,
vezir ondan zorla o yeri öğrenip Şahmârân’ı getirttir. Öldürülmek üzere olan
Şahmârân, Câmasb’ın onu isteyerek ele vermediğini anlayınca ona dönerek, kendisini
öldürüp etini kaynatacaklarını; etinden çıkan ilk suyu vezire içirmesini, ikinci suyu da
kendisinin içmesini, etini de padişaha yedirmesini öğütler. Câmasb, denileni yapar.
Zehir olan ilk suyu içen vezirin karnı şişip ölür. İkincisini içen Câmasb, Şahmârân’ın
428
hikmetleriyle bilge olur. Şifa olan eti yiyen padişah da iyileşir, Câmasb sayesinde
kurtulduğu için de onu kendisine veziri yapar. Böylece saadetle bir ömür sürerler
(Levend, 1984, s. 184).
Sanki zevk ve safa mezarına tılsım oldu, acaba o dam için kullanılan iri aydınlık
ağaç Şâh Mârân mıdır?
Yarı hayvan yarı insan mitosu bütün mitolojilerde görülen müşterek bir
motiftir. Yine yer altının sihirli kapıları olan kuyu ve mağaraların kahramanlar için
sembolik ölüm ve yeniden diriliş olması da müşterektir. Nitekim Câmasb da Hz. Yusuf
gibi kuyudan çok aşama kat ederek çıkmıştır. Kahraman, kendini bulmak için önce
kaybolur ve bu arayışta yarenleri tarafından yalnız bırakılır, yer altındaki bu gizemli
dünyada yalnız kalan kahraman çıktığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Câmasb, balı indirmek üzere yani bir zevk ve safa uğruna kuyuya inince arkadaşları
onu orada bırakır ve burası ölüme terk eder. Böylece burası Câmasb için mezar olur.
Ancak bu mezara Şâh Mârân’ın hükümranlığı tılsım olur, Câmasb ölümden kurtulur.
Şâh Mârân, Câmasb’ı aydınlık dünyaya yeniden iletecek, yer altından yeryüzüne
ulaşan damın direğidir. Bu yönüyle o, hikmetleriyle aydınlatacak nurlu bir ağaçtır.
3.12.8. Ejderha:
Ejderhâ, Farsçada ejder, ejdhâ, ejderhâ, Arapçada tinnîn ve so’bân büyük yılan
olarak bilinmektedir. Acâyibul’l-mahlûkat’ta göre “yılanın ejderha olabilmesi için
uzunluğunun 30 metreyi, yaşının da yüzü geçmiş olması” gerekmektedir. Ejderhalar
kimsenin karşı koyamayacağı büyüklüğe erişirler. İnanışa göre oldukça uzun boylu,
iki kanatlı, timsah görünümlü, yüzü ata benzeyen ejderhalar hareket ettiklerinde
büyüklüklerinden dolayı denizde dalgalara sebep olmaktadır. İnsanlara zarar
verdiklerinden dolayı Allah, onları Ye’cüc ve Me’cüc bölgesine gönderip onlara yem
etmiştir. Bu devasa yaratıklar halk hikâyelerinde genellikle kötülüğün simgesi olarak
bilinir ve hikâye kahramanı tarafından yenilgiye uğratılırlar. Arkaik dönemlerden beri
ejderha, çeşitli halkların mitolojilerinde yer almaktadır. İran mitolojisinde Ehrimen ve
kadınların temsilcisi dişi dev Cehî’nin kışkırtması sonucu, yeraltından gelen ejderhalar
Ahura Mazda’ya saldırırlar (Yıldırım, 2008, s. 276). Ejderha Çin mitolojisinde ve halk
kültüründe önemli yer tutmaktadır. Çin mitolojisindeki MÖ dördüncü bin yıla kadar
429
Enki, Tanrıça Erechkigal’in Kur isimli ejderha tarafından kaçırılması üzerine ona
savaş açar ve onu yenerek tanrıçayı kurtarır. Babil rivayetine göre ise M. Ö. 1950
yıllarında büyük tanrılar arasında yer alan Tanrı Marduk, Tiamatu adındaki dev cüseli
ejderha görünümlü deniz canavarını öldürüp, onun parçalarıyla da dünyayı yaratmıştır.
E. O. James, Etiler’deki fırtına ve gök tanrısı ile ejderha İlluyanka arasındaki
mücadeleyi anlatan efsanenin mezkûr Sümer ve Babil efsanelerinden aktarıldığını ve
onlar gibi kozmolojik mahiyette olduğunu, dahası Yahudi mitolojisindeki yedi başlı
ejderha mitosunun da Mezopotamya kaynaklı olduğunu söylemektedir (Ocak, 2018, s.
230).
Felek dünya hazinesine baştan ayağa dolanmış yedi başlı bir ejderhadır.
Felek, yedi gökten sebep yedi başlı ejderhaya, dünya da hazineye teşbih
edilmektedir. Feleğin dünya hazinesine dolanarak onu muhafaza ettiğiyle ejderhaların
hazine bekçiliğine telmih yapılmaktadır.
Her demde tapun bigi hezâr ola gıdâsı (Şeyhî, 2018, s. 26)
Saçlarının hayalini virane gönle yerleştirdim çünkü yedi başlı ejderhayı gam
hazinesine bekçi yaptım.
Yine buna benzer bir diğer motif olan “dört başlı ejder” motifi de Çin, İran ve
Türk mitolojisinde görülmektedir. Bu motifin ilk tespit edildiği yer, Tonyukuk
anıtındaki pişmiş topraktan yapılmış olan dört ejder maskesidir. Motif zamanla
dokumalarda da yerini almıştır. Feleğin yedi gezegen hasebiyle yedi başlı ejdere teşbih
edilmesinin yanında, varlık âlemini oluşturan dört unsur da dört başlı ejder olarak
tasavvur edilmiştir (Şentürk, 2019, s. 290).
Karîb olmak mümkin ana keyd-i dîde-i hussâd (Arpaemînizâde Sâmî, 2017, s.
189)
Dört ejderin bekçi olduğu Süleymân tahtıdır, ona haset gözlerin hilesinden
yakın olmak mümkündür.
Aceb yok kim gümân-ı genc eder halk ejderhâ görgeç (Fuzûlî, 2014, s. 217)
Âlem, gizli aşkını ahımın dumanından bilirse buna şaşılır mı şüphesiz halk
ejderha görünce hazineyi tahmin eder.
Âşık, aşkını gizli tutmaktadır ancak her ah edişte aşkın yakıcılığından ağzından
çıkıp da yükselen duman bu aşkı ele vermektedir. Gönül sandığında pinhan edilen aşk
hazineye, bu aşkın yakıcılığından yükselen ah dumanı da ejderhaya teşbih edilerek
ejderhaların hazine bekçiliğine telmih yapılmaktadır.
Sevgilinin yüzü âşığın hazinesine, iki yana atılmış iki saç örgüsü de yüzü
örttüğünden yüz hazinesini bekleyen ejderhalara teşbih edilmiştir. Şair bu kara,
büklüm zülüften korkmadığını zira hazine dileyenin ejderhadan korkmaması
gerektiğini söyleyerek ejderhaların hazine bekçisi olduğuna gönderme yapmaktadır.
anlatısına göre de geyik, Süreyya yıldızının sonbahardaki bir bakışından gebe kalmış,
daha sonra tekrar gökyüzüne yükselen bir ejderle yeryüzüne inmiştir. Bölgedeki
inanışa göre Karacadağ’da toplanan bulutlar bu ejdere aittir. 15. yy’la ait Hacı Bektaş
efsanesine göre de ejder, Hacı Bektaş’ı düşmanlarından korumak maksadıyla bir
mağarada saklar daha sonra Hacı Bektaş’ın emriyle gökyüzüne çıkar (Boratav, 2016,
s. 66). Şiddetli fırtınaların neden olduğu devasa hortumları açıklayamayan halk,
hortumu bir ejderhanın gökyüzüne çekiliyor olmasına bağlamış olacaktır.261
Hortumların yanında bazen de ejderhaların Güneş ışığında gizlenmiş olduğu hayal
edilmiştir.
Ey Emrî görüneni parlaklık sanma Güneş, sarı zincir takıp ahımın ejderlerini
felekten yana çeker.
Şair göklere çıkan ahını ejdere, yakıcılığını da Güneş ışığına teşbih ederek
Güneş’in sarı zincirle yukarıya çektiği hortumun kendi ah dumanı olduğunu
söylemektedir. Böylece halk arasında hortumun göğe çekilen bir ejder olarak tasavvur
edildiği inanışına telmihte bulunmaktadır.
Kapunda seyr idüp ol ejdehâ-dem rahş-ı zîbâyı (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 125)
Yola düşüp dosta gider gine aslın ulaşmağa (Yunûs Emre, 1990, s. 3)
İnanışa göre ölüm hâlinde insanın ruhu bir kuş gibi uçup gidermiş. Bu sebeple
Güney Kazakistan’da bugün hâlâ evlere yuva yapmış kırlangıçlar, ölmüş ataların
ruhları olabilir inancı ile taşlanıp kovulmazlarmış. “Uçmak” kelimesinin ölümle ilgili
olması ruhun kuş şeklinde tasavvuru ile bağlantılı görülmektedir. Uçmak sözcüğü
burada da hem cennet manasına hem de canın yolcuğunda uçmak fiiline gönderme
yapacak manaya gelecek şekilde tevriyeli kullanılmıştır. Can beden kafesinden kuş
437
gibi uçup gittiğinde gayrı hiçbir yerde tutunamayacak aslına rücu etmek üzere yola
revan olacaktır.
burada mitlerde geçen kargaların renklerini dikkate alarak çok ilginç sonuçlara varabiliriz.
Cinsel dürtülerle alakalı kuşlar genellikle erkek ve dişi güvercin, kanarya ve beyaz kuşlardır.
Diğer taraftan hislere göre daha akılcı davranan tüm kuşlar siyah renktedirler. Ama rengârenk
kuşlar ise duygusallığı simgelemektedirler (İmâmî, 2019, s. 139).
olmamış gibi evine döner ve karısına kız kardeşinin öldüğünü söyler. Bu kara haber
karşısında genç kadın yıkılır. Bu durum böyle sürüp giderken bir gün Philomela,
Tereus’un muhafızlarından fırsat bularak başından geçenleri bir bez parçasına yazarak
hizmetçi kadın vasıtasıyla ablasına ulaştırır. Olan biteni okuyan Prokne hem üzülür bir
o kadar da öfkelenir. Derhal kılık değiştirerek kardeşinin tutulduğu kulübeyi bulur ve
kardeşini oradan kurtarır. Yüzleşmek için eve gelirler. Genç kadın o kadar
sinirlenmiştir ki kocasına olan hırsından oğlu Itys’i kesip kocası için yemek yapar. Her
şeyden habersiz adam eve geldiğinde yemeğini yer daha sonra karısı kardeşi ile
kocasının karşısına dikilerek ona kendi oğlunu yedirdiğini söyler. Tereus, kendini
yerden yere vurarak haykırmaya ve daha sonra da iki kız kardeşi kovalamaya başlar.
Kızlar kaçmaya başlar. Tanrılar, bu aileye acıyarak onları kuşa çevirirler. Güzeller
güzeli Philomela bülbül, ablası Prokne kırlangıç, Tereus da tarlakuşuna dönüşmüştür.
İşte bu yüzden bülbül daima başından geçenleri anlatıp yanık yanık ötermiş (Gezgin,
2014, s. 62). Hakaslarda kuşa dönüşme kurtuluş için değil bir ceza sonucudur. Tanrı,
günahkâr kadını kuşa dönüştürür. Kırgız ve Tatarlarda ise kuşa dönüşme
çaresizliktendir (Toyşanulı, 2020, s. 45).
Doğu efsanelerine göre ise bülbül, gülün amansız âşığıdır. Aşk şehidi olan
bülbülün hikâyesi özetle şöyledir; bülbül sabaha kadar maşuku gülün dalına konup ah
u figan edip, aşkına bir karşılık yani gülün açılmasını bekler ancak bekleyişi her
seferinde boşunadır. Sabaha karşı uyku basınca uykuya yenik düşer. Yine bir gün
sevdiğine yalvarırken uyumamaya karar verir ve uyanık kalabilmek için gülün
dikenlerine dayanır ancak kan kaybetmeye başlar. Sabaha kadar bekler gül açılır ancak
bülbül de derman kalmamıştır. Gülün üzerine akan kanları gülü kırmızıya boyar263
(Pala, 1990, s. 189).
Gülistandur anun yiri makam olmaz ana bağlar (Yunûs Emre, 1990, s. 45)
Neye düşse anı yakup kül itmek şân-ı âteşdür (ŞeyhülislamYahya, s. 80)
Ey bülbül, seni bu şekle koyan gülün aşkıdır, neye düşse onu yakıp kül etmek
ateşin şanındandır.
Bülbül sürekli yanık yanık ötmektedir, onu bu hâle sokan da güle duyduğu
derin aşktır. Aşkın doğasından olan yakıcılık ateşin şanındandır. Bu bağlamıyla aşk
yolcusu, yanışı daha en başından göze almış olan kimsedir. Bülbül, kırmızılığından
dolayı ateşe teşbih edilmiş olan gülün âşığıdır dolayısıyla yanıp kül olmak da onun
kaderidir. Nitekim bu uğurda canını verip aşk şehidi olmaktadır.
Karşusında bâd-ı subh ile güler oynar gül (Necâtî, 1963, s. 61)
Bülbül, gonca gibi gam dikenlerinden kan yutar. Gül, karşısında sabah
rüzgârıyla güler oynar.
Gonca, kırmızı renginden dolayı kana teşbih edilmiştir. Bülbül sabaha kadar
feryad ve figan ederek gonca hâlindeki gülün açılarak aşkına karşılık vermesini
dilemekte, ancak sabaha karşı uykuya yenik düştüğünden gülün açıldığını
görmemektedir. Bülbülün inleyişleriyle açılmayan gül, sabah rüzgârının esintisiyle
açılıp, bülbüle nispet edercesine karşısında gülüp oynamaktadır. Havanın ısınmaya
başlaması, rüzgârın hafif esintisiyle çiçeklerin açılması doğal hadisesi hüsn ü ta’lil ile
gülün, bülbüle nispet etmesi şeklinde hayal edilmiştir. Gül sözcükleri cinaslı
kullanılmış, rüzgârın etkisiyle gülün sallanması, onun gülerek oynaması şeklinde
tasavvur edilmiştir.
canına kıymış olduğu söylenmektedir. Bülbül, uyanık kalmak maksadıyla gül dikenine
dayanınca dikenler bağrını deler buradan akan kan da güle kırmızı rengini verir.
Sevgili de âşığı öldürüp kanıyla al al olmuş olduğundan güzelliğinin hükümdarlığı ilân
etmiştir.
Mesnevilerde sâdık âşık sıfatıyla yaygın olarak ortaya çıkan bülbül, aşkı
yüzünden birçok cefaya katlanmak zorunda kalır. Gülün cefası, rakiplerinin özellikle
de dikenlerin fitne ve saldırılarına maruz kalır. Sevgiliye ulaşmak için çektiği çileler
onu hayli yıpratır, gece-gündüz ağlayıp inlemesine sebep olur. Bu süre zarfı içerisinde
aşkındaki sabır ve sebatı onun aşk imtihanından galib çıkmasına, sâdık âşık olarak
anılmasını sağlar (Zavotçu, 2006, s. 77)
Ey çılgın bülbül, ettiğin nağmeler güzeldir söz yok ama bu dediklerin bir de
gülün kulağına girse.
Bülbül iyi bir âşıktır, akşamdan sabaha kadar gülün aşkından acı acı öter. Lakin
gül onun bu feryatlarına kayıtsızdır, onu duymaz söyledikleri bir kulağından girip
diğerinden çıktığından gülün katında bülbül bir türlü itibar görmemektedir.
Rivayete göre Nemrud, Hz. İbrahim’i ateşe atacağı zaman onun önünde saf
tutan kuşlardan birisi de bülbüldür. Kuşların Hz. İbrahim’in önünde saf tutarak
kendilerinin onunla birlikte ateşe bırakmaları Allah’a hoş gelir ve onlara Cebrâil
vasıtasıyla ne dilediklerini sorar. Bülbüle sorulunca bülbül, Allah’ın bin isminden
yalnızca yüzünü bildiğini, kalan dokuz yüzünü de öğrenmeyi dilediği söyler. İşte Hak
Teâla’nın bütün isimlerini öğrettiği bu kuş kıyamete kadar gönülleri dağlayan sesiyle
Allah’ı zikretmektedir (Ceylan, 2007, s. 62). Diğer bir rivayete göre bülbül, Hz.
Süleymân’ın dergâhından izinsiz ayrılmıştır. Aşkı uğruna ölümü bile göze alan bu kuş,
sevgiliye ancak temiz bir gönülle ulaşılabileceği düşüncesindedir. Doğu edebiyatında
bülbül gül ile birlikte ele alınmaktadır. Özellikle şiirde gülün hemen yanı başındadır.
Öte yandan bülbülsüz bir gül de hemen hemen hiç yoktur. Bir dalda sebat etmez,
sabırsızdır, daldan dala konup bin makamda öter. Böylece gülşen ehlini sabahlara
kadar uyutmaz ve canından bezdirir. Bülbülün gülşendeki bu ötüşü, güle duyduğu
içten ve samimi aşkın göstergesi olarak yorumlanmaktadır (Zavotçu, 2006, s. 76).
441
Derde yoh sabrı anun her lahza min feryâdı var (Fuzûlî, 2014, s. 228)
Ey gül, ben ihtiyat ehliyim beni bülbüle benzetme, onun derde sabrı yok her
anda bin feryadı var.
Bülbül sürekli acı acı ötmekte bu ötüşle de aşkını izhar etmektedir. Ancak aşkın
doğası gereği aşkı dışarıya yansıtmak hamlık olacaktır. Aşk bir dereceye kadar ikilik
sonrasında da ikilikten birliktir. Yani herkesin sırrı kendi gönül sandığında kilitli
kalmalıdır. Aşk sabır ve sebat işidir ancak bülbül sabırsız ve tez canlı bir âşıktır. Şair
kendisinin aşk yolunda pişip sabır zırhıyla zırhlandığı, bülbül gibi bir âşıkla
kıyaslanamayacak kadar olgun, tedbirli olduğunu söylemektedir.
girmesine yardım ettiği için dışlanan bir hayvandır.266 Schimmel’e göre onun göz alıcı
tüyleri aslında aldatıcı bir güzelliktir, onun ayaklarına bakılacak olsa bu çirkinlik
hemen göze çarpacaktır. Bu özelliğinden dolayı bazılarına göre tavus kuşu ilahi
cemâlin sembolü olarak gösterilmektedir. Hint geleneklerinde ise tavus kuşu Tanrıça
Sarasvati’ye adanmış olduğundan tüyleri insanları kutsamak için kullanılmaktadır
(Gezgin, 2014, s. 163). Bu yönüyle onun rengârenk güzel tüyleri ilk bakışta onun eşsiz
bir güzellikte olduğu hissettirmektedir. Tıpkı bu dünyanın aldatıcılığı güzellikleri gibi,
çirkin ayakları ve çirkin sesi de yine bu dünyadaki çirkinlikleri sembolize etmektedir.
Sevgilini yanağı cennete, yanak üzerine düşen saçları da tavusa teşbih edilerek,
tavusun cennet kuşu olduğuna telmih yapılmaktadır.
Eski Hıristiyan sanatında tavus tüyü de Anka kuşu gibi “diriliş”i sembolize
etmektedir. Augustinus’un “ölü tavus kuşunun etini kokuşmadan daima tatlı tutan
Tanrıdan başka kimdir” sözlerinden de anlaşılacağı üzere etinin çürümediğine
inanılmaktadır. Ayrıca tavus, evrenin her yıl (ilkbaharda) yeniden yenilenmesi gibi
yılda bir kez tüylerini döküp yeni tüyler çıkartarak yenilenir. Tavus kuşunun
kuyruğundaki gözlere benzer motifler ile ilgili de inanışlar bulunmaktadır. İnanışa
göre bu gözler varoluş temelinde kendi gövdesinin evrenini görmek için gözlerin
açılmasını anlatan bir hikmettir. Bunlar gece göğünün gözleri, yıldızlarıdır; içkin Göz
Tanrıçasının gözleridir; rahmet dolu Bodhisattva’nın uzatmış olduğu ellerin gözleri ve
İsa’nın hayalarındaki yaralardır. Ya da tavus tüyündeki göz, alındaki gözdür. Bu göz,
acak insan sonsuzluğu görebildiğinde açılır. Odyssea’da Odiysseus’un içinden geçtiği
Kiklop’un gözüdür. Bu bağlamıyla tehlikeli gözün kuşu olan tavus kuşu, Hindu
ikonografyasında savaş tanrısı Kartikeya’nın atıdır (Campbell, 2016, s. 538).
Gördügi dem nice olmaz mâyilün âdem senün (Başpınar, 2008, s. 342)
443
Yeni yeni salınmaya başlayan o taze şuhu seyretmek için cennet tavusu baştan
ayağa göz olsun.
Yeni salınmaya başlayan o taze güzeli seyredebilmek için cennet kuşu olan
tavus baştan ayağa göz olsun denmekle tavus kuşunun kuyruğunun tüylerindeki
gözlere benzer motiflere gönderme yapmaktadır.
Vücûdundan geçip âlemde bir ad eyle ankaa tek (Fuzûlî, 2014, s. 282)
Tavus gibi suretinin süsüyle kibirlendiğin yeter, vücudundan geçip anka gibi
âlemde bir nam edin.
Şair, Tavus gibi dış görünüşle böbürlenmek yerine, kimsenin görmemiş olduğu
ancak bir adı bir namı olan Anka gibi olmak yeğdir demekle hem tavusun kibrine hem
de Anka’nın görünmezliğine telmih yapmaktadır. Tavus, dış görünüşü yüzünden kibre
kapılmış, bu sebeple ayakları ve sesi çirkin yaratılmıştır. Kendisine bakıp her
mağrurlanmasında gözleri ayaklarına ilişir, çirkin olan ayakları ona cennetten
kovulmuş olduğu gerçeğini hatırlatır. Dış görünüşüyle övünen Tavus gibi bu dünya
nimetlerine takılmak yerine nefsini terk ederek makamdan mevkiden, varlığından dahi
vazgeçerek Anka gibi yalnızca ismen bilinmek daha yeğdir. Ölmeden nefsi öldürerek
cisimden azade bir isimle yaşamak, güzel fiillerle anılmakla âlemde iyi bir nam
verecektir.
444
Tavus’un eski astrolojide de zengin bir çağrışım alanı vardır. Çeşm-i tâvûs,
tavus suretinde görünen sabit bir yıldıza tâvûs-ı maşrık-hırâm, gökyüzüne tâvûs-ı âteş-
per, âteşperest, zerrîn bâl gibi adlandırmalar da güneş için kullanılmaktadır (Ceylan,
2007, s. 230).
Âlemin parlak kanatlı tavusu her seher vakti çıkıp gök kubbede dolansın.
Güneş, etrafına saçtığı ışınlarıyla gök kubbede kanat açmış olan bir tavusa
teşbih edilmiştir. Güneş’in seher vakti doğup günün diğer vakitlerinde gökyüzünün
farklı konumlarına gelmesi tavusun gök kubbede dolanması şeklinde hayal edilmiştir.
Hint kökenli bir rebap çalgısıyla ilgili anlatıda da tavus kuşu geçmektedir.
Anlatıya göre nağmeleriyle kendisine hayran bırakan bu çalgıcıyı kimse yaşarken
görmez. Günlerden bir gün çalgıcı ortadan kaybolur, rebabı da tavus kuşu tüylerinden
oluşan bir yığının yanında bulunur (Boratav, 2016, s. 102). İnanışa göre ya rebab
çalgıcısı tavus kuşudur ya da çalgıcı öleceği sırada bu kuşa dönüşmüştür. Bu inanış
kaknüs kuşuyla ilgili inanışlarla müştereklik arz etmektedir. Şifahi olan motiflerin
yayılıp anlatıların iç içe geçmesi sonucunda çalgı, müzik, raks ve değişik bir formatta
da olsa küllerinden doğma gibi kaknüs kuşuna özgü mitik unsurlar tavusa da mal
edilmiştir. Çalgıcının daha önce hiç görülmemiş olması da ismi olup da cismi olmayan
Anka’yı çağrıştırmaktadır.
denilmektedir. Yahudi geleneğinde bu kuş ile ilgili birçok anlatı vardır (İvgin, 2013,
s. 44).
Çalışıp çabalayıp can hüdhüdünü Süleymân’a yoldaş kıl, o sır tutan kuşu gör
ki külah sahibidir.
3.13.4. Güvercin:
Haberci kuş olarak bilinen güvercinin267 ilk olarak Tufan zamanında Hz. Nuh’a
haber taşıdığına inanılmaktadır. Rivayete göre yeryüzündeki suların çekilip
çekilmediği öğrenmesi istenilen karganın dönmemesi üzerine bu görevi güvercin
üstlenmiştir. Güvercin, yeryüzünde bulunan suyun derinliğini ölçmek için ayaklarını
sokmuş, sudaki tuzdan dolayı ayaklarının tüyleri dökülmüştür. Ayaklarının tüysüz
olması da bu sebepleymiş. Bir başka rivayete göre gagasında zeytin dalı, ayaklarında
balçıkla döndüğü için Nuh, suların çekildiği anlamıştır. Güvercin, Yunan
mitolojisindeki Afrodit’e olan aşkıyla da peyk-i ışk yani aşk mesajcısı olarak
adlandırılmaktadır (Yıldırım, 2008, s. 455). Güvercin aynı zamanda tinselliğin, ruhun
ve göğe yakınlığın da sembolüdür. Özellikle saflık ve temizliği sembolize etmek
yönüyle beyaz güvercine hemen her kültürde yumuşak, barışçı ve ürkek bir kaftan
biçilmektedir (Saydam, 1997, s. 132).
Saçının akşamıyla gönül Mısrı harap oldu diye güvercin, döne döne sana
haberi iletti.
Kebuterler eger nâme uçursan Kâfa ‘Ankâya (Âşık Çelebi, 2017, s. 57)
Sevgilinin akşama teşbih edilmiş olan siyah saçları, yüzüne düştükçe aşkın
meskeni olan gönül imarethanesine akşam çökmekte böylece yıkılıp harap olmaktadır.
Sevgili bu yaptıklarından bî-haberdir bu haberi ona âşığın ten kafesine sığmayan,
sürekli sevgiliyle âşık arasında bir akışta olan gönül kuşunun iletmesi gerekmektedir.
Bu iş de mesajcı kuş olan güvercine düşmektedir.
olamayacaklarını düşünerek oradan uzaklaşırlar (Gezgin, 2014, s. 95). Buna benzer bir
anlatıyı da Taberî, Hz. Davud hakkında nakletmektedir. Rivayete göre Câlût’u
öldürmüş olması sebebiyle Tâlût, Hz. Davud’a hem kızını vermiş hem de onu
kendisine yardımcı kılmıştır. Zaman içerisinde halkın çoğu Davud’a uyup da onu
Tâlût’an daha fazla sevmeye başlayınca Tâlût, içten içe Davud’dan rahatsız olmaya
başlar. Ancak İşmoil Peygamberin korkusundan bir şey yapamaz. Otuz yıl sonra
İşmoil Peygamber ahirete göçünce Tâlût, Hz. Davud’an kurtulmaya karar verir.
Tâlût’un kızı babasının kocasını öldüreceğini haber alınca hemen Davud’u bu durum
karşısında uyarır. Davud, Tâlût’un birkaç saldırısını bertaraf eder. Davud ve karısı bir
gün bir sahrada giderlerken ansızın Tâlût bunların önü sıra gelir, Davud’u görünce de
atını onun üstüne sürmeye başlar. Davud bu saldırıyı giderip atını ileri sürünce Tâlût
da onun ardından gider. Hz. Davud, bir dağ başına varır, orada bulunan mağaranın
içine girer. Allah Teâlâ bir örümceğe, kapıyı ağla örmesini buyurur. Tâlût, Davud’un
peşinden bu mağaranın kapısına kadar gelir, ancak orada bozulmamış ağı görünce geri
döner (Taberî I., s. 498).
Kebûter beyzasıyla verdi zîbâ lü’lü’-i lâlâ (Ceylan ve Yılmaz, 2005, s. 58)
Örümcek hemen ipeksi perdesini mağara kapısına çekti, güvercin de parlak bir
inci gibi olan yumurtasıyla orayı süsledi.
Hicret esnasında Hz. Peygamber yanında Hz. Ebûbekir ile Mekke çıkışında
kendilerini takip eden müşriklerden korunmak için Hira dağında bir mağaraya
sığınırlar. Onlar içeri girer girmez bir örümcek kapıya ağ örer, iki güvercin de bu ağda
yuva yapıp oraya yumurtlarlar. Böylece müşrikler, içeride kimse olmadığını düşünüp
oradan uzaklaşırlar.268 Keçecizâde İzzet Molla, örümceğin ipeksi perdesini mağaraya
çektiğini, güvercinin de parlak inci gibi olan yumurtalarıyla orayı süslediğini
söylemekle bu durma telmih yapmaktadır.
268
Anâkib perde-i zünbûru çekdi bâb-ı gâr üzre
N ’ola görmezse çeşm-i düşmene bir ağ idi gûya (Pala, 1990, s. 219)
448
Güvercin ile ilgili inanışlar hayli yaygındır. İlk çağlarda Venüs, Hristiyanlar
arasında tek başına kutsal ruhu, haç üstünde 12 güvercin ise havarileri sembolize
etmektedir. Tevrat’taki, Nuh Peygamberin güvercini tufan sonrasında suların çekilip
çekilmediğini anlamak maksadıyla göndermesi anlatısından dolayı Yahudi mitolojisi
ve edebiyatında güvercine hayli ehemmiyet verilmektedir. İslam kültüründe de Hz.
Peygamberi hicret sırasında saklandığı mağarada örümcekle birlikte koruduğundan
saygı görür. Deli Dumrul Hikâyesi’nde Azrail güvercin suretindedir. Hacı Bektaş-ı
Veli güvercin donuna girer. Meclid ve benzeri eserlerde geçen Dâsitân-ı Güvercin
hikâyesinde de Mikâil, güvercine Cebrâil ise doğana dönüşmektedir. Hz. İbrahim’in
Tanrı buyruğuyla kestiği dört kuştan birisi de yine güvercindir (Ceylan, 2007, s. 103).
İlk mukaddes yapı olan Kâbe’nin üzerinde kuşlar ve diğer uçucuların konmasını
engelleyen güçlü bir hava akımı vardır. Ancak inanışa göre kuşlar, bu makama saygı
duyduklarından oraya konmamaktadır. Bu sebeple Kâbe etrafındaki güvercinler
bûterân-ı Harem olarak adlandırılıp Müslümanlar arasında saygı görmektedir.
Senin iki kara gözün inip de üstüne süzülünce, gönül sülünü şahinin eline
düşmüşe döndü.
Şair, avcı olan sevgilinin iki kara gözü, âşığın gönül sülünün üstüne eğilince
gönül en yırtıcı avcılardan olan şahinin eline düşmüşe dönmüş demekle şahinin avcı
kuş olmasına telmih yapılmaktadır.
3.13.6. Kartal:
Veda edebiyatında kartal, soma bitkisini yağmur tanrısı İndra’ya ulaştıran ulak
olarak geçmektedir. Tarih öncesi devirlerde tanrısal ve seçkin bir güç olarak Ay’ı ve
Güneş’i sembolize ettiğine inanılan bir totemdir. Kuzey Amerika’da Güneş’in simgesi,
Kuzey Asya’da ise dinsel ve mitolojik hayattaki güneş manasına gelmektedir.
Mısırlılara göre Güneş’in oğlu olan kartal, kutsal bir kuştur. Keykâvûs, gökleri
egemenliği altına almak isterken tahtına dört kartal bağlayıp onlarla tahtını
uçurmuştur. Şehnâme’de defalarca kartal simgeli bayraktan söz edilmektedir
(Yıldırım, 2008, s. 698). Türk mitolojisinde de göklerin hâkimi kartal ile ilgili anlatılar
yer almaktadır. Bu kuş ile ilgili pek çok efsane anlatılmış hatta diğer yırtıcı hayvan
olan “kurt”ta olduğu gibi kartaldan da türeyiş ile ilgili anlatılar teşekkül etmiştir.
Bunların en bilindik olanı ise “kartal yuvasında doğan Şato hükümdarı” anlatısıdır.
Aşkının arzusuyla can kuşunu avlamak için saçlarının ucu, kartal pençesi
saçların ise kartal olmuş.
Nesr-i felek eylemez bâl ü per-efşân semâ’ (Ceylan ve Yılmaz, 2005, s. 489)
Eğer feleğin dokuz katlı yuvası bir Mevlevihane olmasaydı, Kartal takımyıldızı
da kolunu kanadını çırparak böyle semâ eylemezdi.
Keçecizâde İzzet Molla, dokuz kat gökten kinaye olarak feleğin dokuz katlı
yuvası terimini kullanmış, feleği bu katmanlarıyla bir Mevlevihane’ye teşbih etmiştir.
Sema, Mevlevi âyinlerinde dönmek, oynamak, güzel ses ve müzikle vecde gelmek
Bu zamanda okun kadar yürekli mi var? Başına kartal tüyü takılırsa ayıp
olmaz.
3.13.7. Karga:
Karga, Kızılderililer ve Sibirya halklarınca kültür ve uygarlığı sembolize
etmektedir. Tarihsel geçmişi Hâbil ve Kâbil olayına kadar gitmektedir. Mezkûr vaka
özetle şöyledir; Kâbil, kardeşi Hâbil’i öldürdüğünde onu nereye koyacağına karar
veremez sırtında taşır. O esnada bir karganın diğerini öldürüp gömdüğünü görür.
Bunun üzerine o da kardeşini gömer. Tufan’da Hz. Nuh (güvercinden önce) kargayı
suların çekilip çekilmediğini öğrenmesi için gönderir, ancak karga bir leş bulur ve onu
yemeye başlar. Geri dönmediği için çok sinirlenen Hz. Nuh ona lanet ederek bundan
sonra senin rızkın leş olsun der. Kur’an’da Hz. İlya’ya yemek götürür, Mitraist
inanışına göre ise Tanrı’nın mesajlarını Mitra’ya ulaştıran haberci ve müjdeci bir
varlıktır. İran edebiyatına göre ayrılık ve uğursuzluğun simgesidir (Yıldırım, 2008, s.
733). Türk mitolojisinde karga, hain bir kuştur. Kargat Gölü Terene’lerinde derlenmiş
bir destanda “Kozu-Körpös adlı yiğit, kargaya hep annem babam diyor, karga da hain
olduğundan ona kargışta bulunuyor” diğer bir yerde de “senin kanını kaşıkla içerim”
(Ögel, 2010, s. 551) diyen karga, Türk mitolojisinde sevilmeyen hatta “kuzgun”la bir
anılan kuşlardandır.
Deli gönül, durumunu senin kara zülüflerine açar. Zira zülfün gaip olandan
haber veren bir kargadır.
Proto-Türk sanılan Choular devrinde ve daha önceki Çin’de, bazı yırtıcı kuşlar
Gök Tanrı’nın timsali sayılır, bunlara çeşitli kurbanlar sunulurdu. Chou sülalesinin
kendisine kurban sunulan al kargası da bunlardan birisidir. Başta ala kargalar olmak
üzere kimi karga türleri sonbaharda topladıkları yiyecekleri toprağa gömerek kış için
hazırlık yapar. Bunu gören klasik Türk şairleri, bu durumu karganın remmâle bakıp
454
Âlem mülkünün doğanı olmak dilersen, kimseye karga gibi kara haber uçurma.
Yine burada da bir üstteki beyitte olduğu gibi karganın kara haber taşıyıcılığı
konu edinmektedir. Doğan, birçok mitolojide yer almış kutsallığına inanılan bir kuştur.
Karga da tam tersi uğursuz görünüşlü ve uğursuz ötüşlüdür. Sabrî-i Şâkir, şayet âlem
mülkünde doğan gibi iyi bir yer edinmek istiyorsan, karga gibi kara haber taşıyıcısı
olma demekle bu duruma işaret etmektedir.
Karga rakip senin gül bahçesi gibi mahallende ne yapar, gerçekte oranın güzel
nağmeli kuşu Ankâ olmalıdır.
Sevgilinin mahallesi gül bahçesine, rakip de uğursuz olması, kara yüzlü olması
gibi sebeplerle kargaya teşbih edilmiştir.272 Karganın orada olmaması gerekmektedir
zira gülün esas âşığı, hoş ötüşlü bülbüldür. Şirâzlı Ankâ, hüsn-i tahallüsle böylesine
3.13.8. Doğan:
Türk mitolojisinde doğan, çok önemli bir yere sahiptir. Öyle ki “Macar Kralı
Almos’un annesinin bir doğandan gebe kalması” anlatısında olduğu gibi doğandan
türeyiş anlatıları teşekkül etmiştir (Ögel, 2010, s. 588). Ayrıca doğan, Türk
mitolojisinde sadece bir avcı kuş sembolü değildir. O, Türk devletleri ile Tanrı
arasında gidip gelen bir elçidir. Misal olarak Ay ve Güneşi pençeleri ile tutan bir doğan
Cengiz Han’a hanlığını müjdelemiştir (Ögel, 2010, s. 128). Türkler, İslamiyet’i kabul
ettikten sonra İslam öncesi inançlarını yeni dinin inançlarıyla birlikte yaşamaya devam
etmiş, kutsiyet atfedilmiş olanlar ise kutsal kalmışdır.
Kangı şâhun çeşm-i mestün gibi bir şâh-bâzı var (Şeyhülislam Yahya, s. 127)
Hangi şahın senin mest gözlerin gibi doğanı var, ip mi yoktur ki gönül kuşu
terki bağı olarak bağlanmıştır.
3.13.9. At:
Veda yaratılış destanına göre, ezeli suyun ortasında çıkan ilk varlık at şeklinde
bir ateştir. Onun yeri sudadır yaratıcı, at görünümünde tecelli etmiştir. Japon
mitolojisinde at, efsanevi kahramanlardandır. Çin efsanelerine göre ise atların en
önemli vasfı onların kanatlı olarak tasavvur ediliyor olmasıdır. Tanrı Behrâm, üçüncü
büyük Hint tanrısı Vişnu, yedinci tecellisinde güzel beyaz bir at suretinde
görünmüşlerdir. Hint-Avrupa halklarının inanışlarına göre at; Ay tanısı, Güneş tanrısı
ve rüzgâr tanrısı olarak da isimlendirilmektedir. Rüstem’in Rahş’ı, Behzâd’ın
Şebreng’i, Feridûn’un Gulreng’i ve Siyavûş’un atı İran mitolojisinde üstün vasıfları
olan özel atlardır (Yıldırım, 2008, s. 296). Rüstem’in Rahş’ı ilk kez Şehnâme’nin
başlarında anlatılmaktadır. Anlatıya göre Rüstem, kralların kralı Keykubad’ı
kurtarmak için dağlara büyük bir sefer düzenlemeden önce memleketi Zebulistan’ın
sürüleri arasında uygun bir at arar. Atların dayanıklılığını ölçmek için elini sırtlarına
456
bastırdığı her at çöker, yük taşıyamaz. Rüstem, tam o sırada kulakları iki kama gibi
dışarı çıkmış, aslana benzeyen bir kısrak görür. Rüstem kara gözleri, uzun kuyruğu ve
çelik gibi toynaklarıyla kısa ve hızlı adımlarla annesini takip eden bu tayı yakalamak
için kemendini kullanmak ister. Ancak çoban kendisine bunu yapmamasını çünkü bu
tayın sahipli olduğunu söyler. Rüstem, tayın sahibini sorunca çoban bilmediğini ancak
bu tayın Rüstem’in Rahş’ı olarak anıldığını söyler.273 Bunun üzerine Rüstem kraliyet
kemendini tayın boynuna geçirir. Tayın üzerinde kısa bir gezintiden sonra çobana onun
fiyatını sorar, çoban kendisine bu atın fiyatının bütün İran olduğunu, yani eğer o
Rüstem ise gidip İran’ı düşmanlardan kurtarıp kederden arındırması gerektiğini söyler
(Curtis, 2016, s. 68). Yunan mitolojisinde de yine üstün vasıflı atlar bulunmaktadır.
Tanrı Poseidon’un ilk yarattığı canlı olan at Skyphios, kanatlı at Pegasos, yarı at yarı
insan olan Kentauroslar, Troya savaşı kahramanı Akhilleus’un savaşlardaki en büyük
yardımcıları olan ölümsüz atları Balios ve Ksanthos bu üstün vasıflı atlardandır. Sümer
mitolojisinde de ata ehemmiyet verilmektedir. Öyle ki Tanrıça İnanna’nın âşık oldu
Silili bir attır. Ata en çok gereksinim duyulan coğrafyaların başında gelen Orta
Asya’da da at ile ilgili anlatılar yaygındır. Bu kültürde at kutsal sayılmıştır. Yiğidin
yoldaşı olan at, kardeşten yeğ tutulmuştur.274 Atın hayatı insan hayatıyla eş değer
tutulmuş öyle ki at öldüren de ölümle cezalandırılırmış (Gezgin, 2014, s. 33).
Yürüyüşte her biri deniz Şebdîz’i, Ay’ın atı Güneş’in Gülgûn’unu geçer.
Köroğlu destanında Köroğlu’nun meşhur atı Kır-At sudan çıkan bir aygır ve
bir kısrağın çiftleşmesi sonucu doğmuştur. Yine bu üstün vasıflı atın bakımı ve
büyütülmesi üzerinde de destanda çokça durulur. Rivayete göre Köroğlu’nun babası
Kırat’ı ışık sızmayan bir ahırda uzun süre özel bir bakıma tabi tutmuş, bunun
sonucunda da atın kanatları çıkmıştır. O zeki, güçlü, seçkin vasıflı bir savaş atıdır.
Diğer bir efsaneye göre ise Kırat gölün taşkınlarından inen mucizevi bir attır. Seçkin
ve mucizevi olan diğer atlar; Hızır’ın Boz-At’ı, Şah İsmail’in Kamer-Tay’ı,
Hamza’nın Aşkâr’ı, Hz. Ali’nin Düldül’üdür. Ed-Devadari mucizevi atların ırkının
kökeni ile ilgili aktarımda bu atların “ateş at”ın soyundan geldiği ve sihirli güçlerinin
olduğunu söylemektedir. Bu atlar sahibiyle konuşabilen, rüzgâr kadar hızlı
koşabilen,276 kahramanı tamamlayıcı bir yerde “yardımcı kahramanlar”dır (Boratav,
2016, s. 74). Moğol ve Kazaklara göre at, yelesi ve kuyruğu kanat gibi, dört ayağı polat
olduğu hâlde gökten inmiştir. Hunlar döneminde de yine atın gök ile ilişkili hayvan
olması yönüyle Davan Dağı ardındaki “gök atlar”ı hakkında anlatmalar bulunmaktadır
(Toyşanulı, 2020, s. 89). Manas Han’ın üstün vasıflı atı Akkula; sahibine sadık, zeki,
hızlıdır. Rivayete göre Akkula, Manas ile aynı gün doğmuş, çölde taşların arasında,
yedi kısrağın sütüyle büyümüştür. Sahibiyle aynı gün doğmuş olmak at ile sahibi
arasında gizli bir kader birliğini sembolize etmektedir. Çok görkemli olan bu hayvanın
bacakları o kadar uzunmuş ki altından bir dev dahi geçebilirmiş (Uslu, 2017, s. 171).
Hz. Muhammed’in Miraç’ta binmesi için cennetten Burak adındaki atın gönderilmesi,
İslamî kültürde de atın ehemmiyetini göstermektedir.277
Sabâdan tîz-rev sür‘atde her bir esb-i reh-vârı (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 255)
277
O şeb geldi berîd-i hoş-nüvîd-i hazret-i ‘izzet
458
O Burak ki şimşek gidişli, nazlı hareketli, melek huylu, peri yüzlü, anber saçlı,
melek çehreli bir attır.
Cennetten Hz. Muhammed’e binek olması için gönderilen seçkin vasıflı at olan
Burak, tasvir edilmektedir. Burak’ın, Miraç yolculuğunda belli bir yere kadar
çıkabilmesi bile kültürde atın yerini göstermektedir.
O bâlâ hurmetiyle kaldı anda vâlih ü şeydâ (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 25)
Refref adlı güzel at, o mevkide durup yüz vurdu ayağına, o yüce saygısıyla
orada şaşkın ve divane kaldı.
Diğer bir rivayete göre de Miraç’ta Hz. Muhammed’in üzerine bindiği, onu
Allah’ın huzuruna götüren bineğin adı Refref’tir.278 Beyitte de atın Hz. Peygamberle
karşılaşma anı konu edinmektedir.
Şair, kendisini Hz. Ali’ye, şairlik tabiatını da Düldül’e teşbih etmekle Hz.
Ali’nin üstün vasıflı atına telmih yapmaktadır. Nasıl ki Hz. Ali’nin her zaferinde
Düldül yoldaşıysa şairi yücelten de şairlik istidadıdır.
Getürdi hidmet-i peygambere bir rahş-ı bî-hemtâ (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 23)
Geh Burâk u gâh Refref üzre olur şeh-süvâr (Defter Eminî Mustafa Çelebi, 2018, s. 75)
459
Küheylan atını aşağı doğru sürüp, bütün gücüyle saldırınca, Düldül’e binmiş
Haydar-ı kerrâr sanırlar.
Haydar-ı kerrar, Hz. Ali’nin döne döne saldıran aslan manasına gelen lakabı,
Düldül de atıdır. Şair, memduhunun haşmetini methederken onu Hz. Ali’ye atını da
Düldül’e teşbih etmektedir.
Hamza-i bâd-ı şitâ çün gurriş-i aşkar kılur (Şeyhî, 2018, s. 102)
Nevruz olan Rüstem aradan Rahş gibi kaçsa ayıplanır mı? Çünkü kış rüzgârı
olan Hamza, Aşkar’ı kükretir.
Türk mitik anlatılarında; sahipleriyle birlikte silkinip daz (kel) bir hayvana
dönüşen atlar vardır. Fantastik anlatı türü olan masallardaki atlar da fantastik bir
şekilde konuşabilen, uçabilen atlardır. İyi at; uçan kuşa bile yetişebilecek kadar hızlı
koşan, düşmanı önceden hissedip sahibini uyaran, kahramanın durumunu anlayıp ve
ona göre davranan, sahibi yaralansa onu iyileştirebilecek birinin yanına, ölünce de
vatanına götüren attır. At, sahibiyle bir algılandığından eski Türklerde at, sahibi ile
gömülürdü. Bu motif daha sonra yumuşayıp, sahibi ölen atın kuyruğunun kesilmesine
dönüşmüştür. Yine inanışa göre at rüzgârdan yaratılmıştır, bu sebeple de rüzgârın gücü
ve hızı ata geçmiştir. Türklere göre özellikle kutlu atlar Güneş’ten yeryüzüne
indirilmiştir. Köroğlu’nun Kırat’ı gibi soylu atların sudan çıktığına inanılmaktadır.
Moğollarda insanın düşünce gücü bir taya benzetilir ve adına da Rüzgâr Tayı
denilmektedir. Yine at olan eve şeytanın girmediği, onun soluğunun kötü ruhları
kovduğu, ruhları öbür dünyaya taşıdığı da atla ilgili yaygın inanışlardandır (Uslu,
Beyrek’in İç Oğuza Taş Oğuzun Asi Olup Beyrek Öldüği Boy’da Aruz
tarafından ağır yaralandıktan sonra kırk yiğidine nasihatinde de ölen yiğidin atının
kuyruğunun kesilmesi görülmektedir. Yine böyle bir niyetle cenge giden yiğit atının
kuyruğunu bağlayıp gitmekte ve böylece ölümü göze aldığını göstermektedir.
Eski Türklerde yas âlemeti olarak atın kuyruğunu kesmenin yanı sıra saç kesme
geleneği de bulunmaktadır. Bu gelenek çok kadim Şamanistik bir rittir. Türk
kavimlerinin muhtelif kültür dairelerine girmelerine ve muhtelif dinlere girip
çıkmalarına rağmen Şamanizm kalıntıları İslam dininin merkezi olan yerlerde dahi
tutunmaya, yeni dinin cilası altında yaşamaya devam etmiştir. Nitekim Osmanlı
coğrafyası gibi sünnî bir coğrafyada bile Şamanistik rit ve inanışlar İslam örtüsü
altında varlığını sürdürmüştür. Misal olarak Fatih’in veziri Mahmut Paşa adına yazılan
“Destur nâme-i Enveri”de Aydın Oğlu Mehmet Paşa’nın ölümün üzerine oğlu Umur
beyin saçını keserek matem ilân ettiği kayıtlıdır.
Demek ki Aydın Oğuzlarında 14. yüzyılın ortalarına kadar matemde saç kesme
geleneği devam etmiştir. İbn Fadlan bu geleneği Bulgar Türkleri arasında bizzat
görmüş olduğunu söylemektedir. Fadlan, Altaylardaki donmuş mezardan çıkarılan
atların durumunu örnekleyerek, defin töreninde at kuynuğu kesme geleneğinin milatan
önceki 3-4. yüzyıllarda da bulunduğunu nakletmektedir. Bu devirde atın kuyruğunu
461
kesme yerine yelesini kesip kuyruğunu örme geleneği de bulunmaktadır. (İnan, 2002,
s. 706).
3.13.10. Pervâne:
Klasik şiirde şem’ ile pervâne yaygın olarak âşık ile maşûku sembolize
etmektedir. Şem’e âşık olan pervâne ışığın çevresinde yanacağını bile bile dolaşır ve
bu ışığın büyüsüyle sonunda kendini ateşe atarak kül olur.280 Şem’ ile pervanenin
aşkının konu edildiği mesneviler 13. yüzyılda İran ve 14. yüzyıldan itibaren de Türk
edebiyatında görülmektedir. Klasik Türk şairi, meclisini aydınlatan şem’in parlaklığını
sâkînin yüzüne, dumanını saçına, yağ kısmını ince uzun bedenine, fitilini ise cânına
(ruhu) teşbih etmektedir. Tasavvufi şiirlerde şem’in yağ kısmının eriyip gitmesi âşığın
(insan-ı kâmil) eriyip giden maddi yanını, kan ve tenden oluşan bedenini; yanmayıp
kalan fitil kısmı ise cânını (ruhu) simgelemektedir (Zavotçu, 2006, s. 502).
Ey gönül, mum gibi bir gönül yakıcı güzellik gelse, pervanelerden önce atarsın
canını.
Şair, gönlünden yana serzeniştedir. Pervanenin tabiatında olan ateşe yani ışığa
karşı koyamama durumunu kendi gönlüne de isnat etmektedir. Gönül aşkın evi
olduğundan, aşktan yana âşığın başına gelenlerin de müsebbibidir. Nasıl ki pervane,
muma karşı koyamıyorsa şayet mum gibi gönül yakıcı bir güzeli görecek olsa gönül
de karşı koyamayacak, pervaneden önce âşığı o ateşe atacaktır.
3.13.11. Yılan:
Yılan hemen her mitolojide karanlığı simgelemektedir. O, en bilindik vasfıyla
Havva’yı kandırmış, yasak ağacın meyvesinden yemesini sağlamıştır. Havva, yılanın
aldatmaları sonucu yasak meyveyi yiyip Âdem’e de yedirince üçü de cennetten
kovulur. Ahd-i Atik’in “Çıkış” kitabının 7. bölümünde de yılandan söz edilmektedir.
Buradaki anlatıya göre Hârun değneğini Firavun’un önüne atar, değnek o anda bir
yılan olur. Bunun üzerine Firavun’un sihirbazları da değneklerini yılana dönüştürür
ancak bu sefer de Hârun’un yılanı diğer yılanları yutar. Ahd-i Atik’in Eyyub
Kitabı’nda da timsah görünüşlü birden fazla, muhtemelen yedi başlı bir yılan olan
Leviathan’dan söz edilmektedir. Yeni Ahit’in Apokalis Kıtabı’nda ise yılan azmanı
olan yedi başlı, on boynuzlu, taçlı bir ejderden söz edilmektedir. Bu yılan azmanı,
cennette yasak meyveyi Havva’ya yediren o yılandan başkası değildir bu da şeytanın
ta kendisidir282 (Baydalı, 2003, s. 127).
Yüzi üzre sürüne rûz-ı cezâ hem-çü yılan (Şeref Hanım, 2018, s. 44)
Dilerim ceza günü yılan gibi iki eli ve iki ayağı birden kopsun, yüzü üstünde
sürünsün.
Saçını cennet-i hüsninde mâra benzetdüm (Tacizâde Cafer Çelebi, 2018, s. 431)
cezalar verir. İnanışa göre yılan, önceleri dört ayaklı güzel bir hayvan iken bu
cürmünden dolayı Allah, ayaklarını ve güzelliğini alıp onu yerde sürünmeye mahkûm
etmiştir. Şair de bu olaya telmihle mahşer günü beddua ettiği kimsenin de cezasını
çekmesi, yaptığı suç mukabilinde elleri ve ayaklarının kopup yılan gibi sürünmesini
dilemektedir.
İncil’de de Eski Ahit’e geçen yılanın ayartıcı rolü devam etmektedir. Yılan ya
şeytandır ya da şeytanın yaratmasıdır. Yılanın yaratılış miti Hristiyanlığın bir mezhebi
olan Bogomolizm’de şöyle anlatılmaktadır; başlangıçta Tanrı’nın iki oğlu vardır,
bunlardan küçük olan İsa, büyük olanı ise şeytandır. Şeytan yani Satanel diğer bütün
melekler gibi başlangıçta iyi yaratılmıştır. O, Tanrı’nın kâhyasıdır. Satanel, zamanla
kibre kapılır ve Tanrı’ya bağımlı olmak istemeyip kendi tahtını Tanrı’nın tahtıyla aynı
seviyeye getirir. Kendisine yakın olan üç melek de şeytanı destekler, bunun üzerine
Tanrı, Satanel’i ve üç meleğini cennetten kovar. Boşlukta kalan şeytan, Tanrı’ya rakip
olabileceği yeni bir gök yaratmaya karar verir ve böylece kozmosu yaratır.
Bogomolislere göre böylesine bir dünyayı ancak şeytan yaratabilirdi. Şeytan, yarattığı
iğrenç şeye baktı, sonra içine koymak için sudan ve topraktan Âdem’i yarattı. Âdem’in
sağ ayağından ve yılan biçimindeki işaret parmağından hayat damlıyordu. Şeytan,
yarattığı bu şeyden sıkıldı ve ona ruh üfledi ancak bu sefer de Âdem, tamamen yılana
dönüşür. İnsanı yaratamayacağını anlayan şeytan, Tanrı’dan yardım ister. Bu dünyada
söz sahibi olması koşuluyla Tanrı ona yardım etmeyi kabul eder ve bunun üzerine
Âdem ile Havva’yı yaratır. Şeytan yine durmaz, Havva ile cinsel ilişkiye girer, Havva
bu ilişkiden Kâbil ve kız kardeşi Calomena’yı doğurur. Ardından Âdem’den de Hâbil
dünyaya gelir. Tanrı, şeytanı Havva ile ilişkiye girdiği için lanetleyip, yaratma gücünü
elinden alır. Havva’nın şeytandan olan çocukları da dünyaya cinayet başta olmak üzere
türlü kötülük sokarlar (Gezgin, 2014, s. 179). İlk çağlarda ise toprağın altında
yaşamasından ötürü ölü atalarla ilişkilendirilen yılanın, yeryüzüne ataların ruhunu
taşıdığına inanılıyordu. Amerika yerlilerine göre ise yılan, yeraltı güçlerin
temsilcisidır. Yılanın ölümsüzlük sırrına erdiği Gılgamış destanına
dayandırılmaktadır. Yunan mitolojisinde de yılanın bu sırra vakıf olduğuyla ilgili
anlatılar bulunmaktadır. Girit kralı Minos’un oğlunu dirilten Polyeidos’un diriltme
sırrını yılanın getirmiş olduğu ottan bulduğu Lokman maddesinde detaylı bir şekilde
verilmiştir. Anlatı kısaca şöyledir; Girit kralı Minos’un ve Pasiphae’nin Glaukos
adında bir oğulları vardır. Hayli hareketli olan çocuk bir gün bir fareyi kovalarken bal
465
dolu bir küpün içerisine düşüp ölür. Kral, oğlunu her yerde arar, en son cansız bedenini
bulur. Oğlunun ölümüne çok üzülen kral, onu geri döndürmek için her yolu dener.
Bütün hekimlere, kâhinlere haber salar kâhinler krala oğlunu yalnızca Girit’e renk
değiştiren ineğin sırrını çözebilecek olan kişinin geri getirebileceğini söyler. Sabah
beyaz, öğle kırmızı, akşam da siyah olan bu ineğin sırrını ancak kâhin Koiranos’un
oğlu Polyeidos çözer, verdiği böğürtlen rengi cevabı doğru cevaptır. Bunun üzerine
kral, Polyeidos ile oğlunun cesedini bir odaya kapatır ve ona geri getirmesi için
çalışmasını söyler. Çocuğun cesedinin başında bekleyen Polyeidos, cesede
yaklaşmakta olan bir yılan görür, cesede zarar verir diye yılanı öldürür. Bir süre sonra
içeriye başka bir yılan girer, yerdeki ölü yılanı görünce de hemen geri çıkar. Bir süre
sonra ağzında bir otla geri dönüp otu ölü yılana yedirmeye çalışır, bunun üzerine yılan
dirilir. Bunu gören Polyeidos, hemen geri kalan otu kaparak çocuğa yedirir böylece
çocuk da dirilir (Gezgin, 2014, s. 173).
bir yılan görürlerse de onun cin akrabalarından korktuklarından onu kaldırıp “senin
derin intikamını alsın” ya da üzerine beyaz kül saçıp ona “seni göz değmesi öldürdüğü
için intikam alıcın da yoktu” diye dua ederlermiş. Şayet birisi uzun süre hastalıktan
kurtulamamışsa bu kişinin yılan öldürdüğüne dolayısıyla onun cin akrabaları
tarafından cezalandırıldığına inanılıyordu (Usta, 2019, s. 179). Sümer mitolojisinde
Gılgamış’ın bulmuş olduğu ölümsüzlük otunu bir yılanın kapmasından dolayı derisini
değiştiren yılanın yeniden doğduğuna bu bağlamıyla ölümsüz olduğuna inanılmaktadır
(Campbell, 2016, s. 24). Eski Sümer yılan tanrısı Ningizzida, ölümlü yaşamın dirilip
geriye döndüğü, yeraltı ırmak cehenneminin en eski arketipidir (Campbell, 2016, s.
26). Yılan, ilaç ve hastalıklardan kurtarıcı bir simgedir. Sağlık tanrısı Asklepios’un
yaratılışında ve yapısında gösterilmekte, onu simgelemektedir. Epidauros’ta bulunan
Asklepios tapınağının bir bölümünde yılan için törenler yapılmaktadır. İnanışa göre
yılan, Asklepios’a özgü bir varlık olarak hayat gücünü sembolize etmektedir. Yunan
mitolojisindeki efsanevi Tanrı Hermes açılmış kanatlar şeklinde bir asa taşır, bu asanın
etrafında birbirine sarılmış iki yılan vardır. Afrika’da yılan, akıl ve bilgelik
sembolüdür, Tevrat’a göre çöl hayvanlarının en akıllısıdır. Mitra ayinlerinde, Mitra
göklere yükseliş için bir arabaya binmiştir. Hermes ve Merkür bu arabanın kılavuz ve
sürücüleridir, başının üstünde bulunan kanatları ve iki yılanın çevrelediği asasıyla
görülmektedir. Ateşin bulunuşu efsanesinde Ehrimen, ölümle aynı soydan gelen yılanı
yaratmış, Ahura Mazda ise yok etmek için ateşi yaratmıştır. Yahudi kaynaklarının
etkisinde kalmış İslam sonrası döneme ait inanışlarda; yılan güzel, deveye benzer dört
ayaklı bir şekilde canlandırılmış cennet bekçilerinden olarak nitelendirilmiştir. Ancak
İblis ile birlik olup Âdem ile Havva’yı kandırıp günaha sokup daha sonra da cennetten
kovulmalarına sebep olduğu için Allah tarafından cennetten çıkarılıp İsfehân’a
sürülmüştür. Ceza olarak ise yerde sürünecek ve toprak yiyecektir. Yılan, sürekli şekil
değiştirip kıvrılarak sürünmesiyle ruhun olgunlaşma evrelerini gösterdiği, hayatın
düzenini simgelediği için de hayatı yenileme modeli olarak kabul edilmektedir
(Yıldırım, 2008, s. 502). Türk mitolojisinde de hekim tanrı yılanla birlikte anılmakta,
hekimlerin koruyucusu olan Akbuga, kolunda taşıdığı büyük beyaz bir yılanla, elinde
bilgiyi ve bilgeliği temsil eden asasıyla simgelenmektedir. Asasıyla her kime dokunsa
hemen iyileştiren Akbuga’ya hekimler duada bulunup yardım dilermiş (Uslu, 2017, s.
169). Yılan, Türk mitolojisinde de önemli bir röle sahiptir. O, aynı zamanda On iki
Hayvanlı Türk Takviminde yer alan hayvanlardan birisidir. Gardizi, daha ileri giderek
yılanı Başkurtların on iki tanrısından birisi olduğunu öne sürmüştür. Ancak bu on iki
467
hayvan, Tanrı değil birer ongon hayvanı olsa gerektir. Bozkırlarda bulunan mezarların
başındaki birçok heykelin, uzun örgülerden oluşan saç şekilleri vardır. Bu geleneğin
bir yılan ya da kamışın şeklini yansıttığı düşünülebilir. En azından sonraki dönemlerde
saç örgüleri bunların yardımıyla betimlenmektedir (Roux, 2015, s. 139). Nitekim
klasik şiirde de sevgilinin örgülü saçları daima yılana teşbih edilmektedir.
Gizli hazine bekçisinin arasında gezinen saçın mı yoksa kıvrım kıvrım yılan
mı?
yoktur. Misâl olarak Hz. Âdem, yılanın oyununa gelmiştir. Bunun gibi Yunan
mitolojisinde Herakles, Hesperides’in bahçesindeki altın elmaları çalmak istediğinde,
ağacı bekleyen ejderhayı ya öldürmek ya da onu uyutmak zorundadır. Yine aynı
mitologyada Kolkis’in altın koyun postunu ele geçirmek için Jason’un bu postu
bekleyen ejderhayı öldürmesi gerekmektedir (And, 2007, s. 94). Amerikan
kızılderileri, yılanın vücudu yakılsa dahi kalbinin yanmadığına inandığından onu tıpta
ve büyücülükte kullanmışlardır. MÖ iki bin beş yüz yıllarında Britanya’da yaşayan
ilkeller arasındaki bir mite göre, Güneş her şeyi ve herkesi bir araya toplar ve kimin
sonsuza kadar yaşamak istediğini sorar. İnsan sonsuza kadar yaşamak istemez ancak
yılan ve taşlar ölümsüzlüğü dilerler ve bunun üzerine onlar ölümsüz olur. Yılan,
sürekli deri değiştirmesiyle yenilenmeyi sembolize etmektedir (Seyidoğlu, 2017, s.
82). Yılan, uzun bir süre yer altında, karanlıklar ülkesinde uyuduktan veya öldükten
sonra ilkbaharda yeryüzünde tekrar görülmeye başlar. Gömlek, kav değiştirmesi
durumu veyahut hareketleriyle ölüp yeniden dirilmeyi sembolize etmektedir. Düzgün
bir halka şeklinde çöreklenmiş hâliyle derisindeki ve hep açık duran gözünün meydana
getirdiği halkalar ile gözünün içindeki halkalarla büyüleyici özelliği vardır. Koca
karıların, güzel avrat otu ile evlenme çağındaki genç kızların göz bebeklerini
büyüterek onları “elâ gözlü dilber” hâline getirip “Sehhar”, “cazip”, “büyüleyen
kadın” yapmaya çalışmaları durumu hep yılanla ilişkilidir (Begenç, 1974, s. 72).
Geh süzüp çeşmini câdû ile şehbâz etdi (Osman Nevres, 2020, s. 355)
Gah çözüp perçemini sihir ile yılan etti, gah süzüp gözünü cadı ile doğan etti.
O meşhur yolun başındaki cadıdır, bu yalan değil saçının her bir teli yılandır.
Yine burada da cadı olan sevgili, kafasında onlarca yılan olduğu hâlde tasavvur
edilerek cadı, yılan münasebetine atıf yapılmıştır. Kafasında yılan olan kadın hemen
469
Klasik edebiyatta sevgili ile yılan arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır.
Genel benzerlik sevgilinin kıvrım kıvrım, öldürücü olan saçının yılana teşbihidir. Saç
aynı zamanda uzunluğu bakımından “hayatı” sembolize etmektedir. Sevgilinin yılana
teşbih edilen saçı da zalim, acımasız aşk ve savaş tanrıçası İnanna (İştar, Astarte,
Afrodit)’nın elindeki yılan gibi hayatı sembolize etmektedir. Âşıklarına mutluluk
getirmeyen, zalim tanrıçalar gibi sevgili de uzun ve siyah saçlarının ucuna bağlanmış
olan âşıklarını hayatları boyunca süründürmektedir. En eski Sümer efsanesi
Gılgamış’tan beri yılan, hayat suyunu bulan ve edebî hayata, ölümsüzlüğe kavuşandır.
Ancak klasik edebiyat geleneğine göre saç hem yılana teşbih edilmesi hem de saçın
ömrü simgelemesi bağlamında ayrı söylemlerde ve ilişkilerde ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte ömrü simgeleyen saç ile hayatı simgeleyen yılan, bu özellikleri
bakımından birbirlerine benzemektedir. Nitekim klasik edebiyatta da saç-yılan-hayat
kavramları arasında açık bir ilişki bulunmaktadır (Tekin, 2009, s. 192).
Ey can, bir hayvana dudaklarınla ve sünbülünle değme, Âb-ı Hayvân ile uzun
ömür vermek neden?
3.13.12. Köpek:
Yahudi ve İslam inanışları başta olmak üzere klasik kültürlerin hemen
hepsinde köpek kötü bir yaratık olarak bilinmektedir. Mısır mitolojisinde; köpek
insanlar tarafından Tanrı’ya ölümü insanlardan uzak tutması için elçi olarak
görevlendirmiştir. Ancak köpek, Tanrı’nın huzuruna zamanında varamadığı için onun
470
Dîve yâ Rab yâr olur mı şöyle bir nesl-i perî (Münirî, 2017, s. 371)
Çaresiz gönül, köpek rakibi sevgiliyle görüp yâ Rab böyle bir peri soylu
(güzel), dive hiç yâr olur mu dedi.
Eski Türklere göre de köpek aşağılık bir yaratıktır. Zira onların yaratılış
mitlerinde de köpek, şeytana kanarak insanlığı zor durumda bırakmıştır. Altay ve
Yakut Türklerine ait bir yaratılış destanında bu durum şöyle anlatılmaktadır; Tanrı, ilk
insanı çamurdan yapar ve ona sonsuz ruh aramak üzere oradan ayrılır. Daha sonra
şeytan gelip bu şekilleri muhafaza etmek için görevlendirilmiş olan köpeği kandırıp
suretleri kirletir. Bunun üzerine Tanrı çok sinirlenir, yarattığı bu ilk insanlara birer ruh
vererek onları dünyaya salar. İnsanoğlu da böylece köpek yüzünden çok sıkıntı,
hastalık ve ölüm görmüş olur (Ögel, 2010, s. 475). Sibiryalı kara Tatarlarda da buna
benzer bir anlatı vardır. İnanışa göre, yarı tanrı Pagona ilk insanları biçimlendirir
ancak onlara yaşam veren bir ruh veremez. Bu durumda cennete gidip Yüce Tanrı
Kudai’den ruh istemesi gerekmektedir. O da bunun üzerine yapmış olduğu suretleri
tüysüz bir köpeğe emanet edip tanrının yanına gider. O gittiğinde Erlik gelip köpeğe
kendisine altın tüyler vermesi karşılığında ruhsuz olan insanları ister. Köpek, şeytana
kanar. Erlik de insanları salyasıyla kirletmeye başlar tam o sırada Tanrı’nın insana
yaşam vermek üzere yaklaştığını görüp, uzaklaşır. Tanrı, Erlik’in kirletmiş olduğu dışı
içine çıkarır. İşte bu sebeple insanın bağırsakları kirlidir (Campbell, 2017, s. 260).
Türk mitolojisinde köpeğin belli vakitlerde havlamasına da çeşitli manalar
yüklenmiştir. T’uküelerin inanışına göre kırmızı renkli yağmurlara köpek
havlamalarının eşlik etmesi uğursuzluk getirir ve kısa zaman sonra bir hükümdar ölür.
Bunun aksi olarak Volga Bulgarlarında da köpek havlaması uğurlu bir işaret olarak
kabul edilmektedir. Bu durum köpeğin Bulgarlar ve Kumanlar yani batı halkları
tarafından kurban edildiğine de işaret etmektedir (Roux, 2015, s. 87).
3.13.13. Geyik-Ahu:
Anadolu’da özellikle Ramazan gecelerinde Muhammediye, Hz. Ali cenkleri
gibi kitaplar okunmaktadır. Muhammediye’deki anlatıya göre, Hz. Muhammed’in
torunu Muhammed Hanefi avlanırken bir geyik görüp onun peşine düşer. Geyiğin peşi
sıra giden Muhammed Hanefi bir mağaraya varır, geyik mağaradan içeri girince o da
geyiği takip edip mağaraya girer ve yer altına doğru yol almaya başlar. Bir zaman
sonra, bağlık bahçelik bir yere varır ve orada da eşi Mine Hatun’u görür. Ögel’e göre
bu hikâye İslamiyet’te uydurulmuş bir tür Ergenekon destanıdır (Ögel, 2010, s. 578).
Türk mitolojisinde yol gösterici ya da avcıyı peşine takan geyik motifi İslamiyet’ten
sonra da devam etmiştir. Bu motifin en güzel örneği şüphesiz Hz. Peygamberin
putperestlerle yaptığı mücadelenin Destân-ı Geyik adlı eserde anlatılmasıdır.
472
Müşriklerin, Hz. Muhammed’e saldırmasıyla birlikte bir geyiğin peyda olup Hz.
Hamza’ya yol göstermesinde görüldüğü gibi geyik, gaybdan gelen kutsal bir varlığı
sembolize etmektedir. Kaygusuz Abdal’ın avda yaraladığı geyiğin peşine düşerek
Abdal Musa’nın tekkesine varması daha sonra yaraladığı geyiğin, geyik donuna girmiş
olan Abdal Musa olduğunu görerek seyr-i suluka girmesi olayında olduğu gibi geyik,
yalnızca maddi manada bir yol gösterici de değildir. Benzer olaya eski şaman
inanışında da rastlanmaktadır. Orada da evliya, geyik donuna girip yardım etmek veya
müridi yapmak istediği kişiyi peşine takıp istediği yere çekmektedir (Dalkesen, 2015,
s. 67). Bazı Hristiyan azizlerine de benzer menkıbeler izafe edilmektedir. Cüzam
hastalığına yakalanan kız kardeşinin hastalığına deva bulmak maksadıyla Mar
Mattai’yi aramaya koyulan mecûsi Pens Behram’ın anlatısı bunlardan birisidir.
Anlatıya göre Prens, yerini kimsenin bilmediği rahibi, arkadaşlarıyla avdayken
karşısına aniden çıkan geyiği takip ederek bulmuştur. Geyik, rahibin bulunduğu
manastıra gelince diğer rivayetlerde olduğu gibi gözden kaybolur. Prens kardeşini
rahibe getirir, rahip kızı iyileştirince ikisi de Hristiyan olur. Batı kültüründe, Kaygusuz
Abdal’ın menkıbesine benzer bir menkıbenin yanında İbrahim b. Ethem’e ilahi ikazı
getiren geyik anlatısının hemen hemen aynı anlatılar da bulunmaktadır. Bu anlatıya
göre Saint Hubert de Liége avcılık yapan bir kimsedir. Bir gün yine avlanırken
karşısına boynuzları arasında haç taşıyan bir geyik çıkar ve ona kendisinin Hz. İsa
olduğunu söyler. Bunun üzerine avcılığı bırakıp Hristiyan olan Hubert zamanla
avcıların azizi olur. Hasluck’a göre bu menkıbenin Hacı Bektaş’a ait olabileceği daha
kuvvetli bir ihtimaldir. Zira ona göre Hacı Bektaş’ın bu menkıbeye çok benzer bir
menkıbesi bulunmaktadır. Roux da Hristiyan azizlerine mal edilen bu menkıbelerin
Türklerin Anadolu’ya gelmesinden daha eski olmadıklarını, hayvanlarla ilgili bu tip
inançların Orta Asya’daki temel inançlardan olduğunu söylemektedir. Roux’a göre
eski Orta Asya topraklarında hayvanların iktisadî hayattaki önemli rölü, coğrafyanın
hâkim inanç sistemi olan Şamanizm’e de yansımıştır. Hayvan-insan olan Şamanların
düşman ruhlarla savaşırken hayvan kılığına girmesi daha sonraları geyik kılığına giren
Türk dervişlerine dönüşmüştür (Ocak, 2018, s. 209).
Ey gönül, yârin gözünün peşine düşüp gitme zira o bir cadıdır kendisini sihirle
geyiğe dönüştürmüştür.
Sevgilinin gözü, sihirbaz olması yönüyle cadıya teşbih edilmiştir. Cadı olan
göz, sihir ile kendisini ahuya tebdil etmiş, sevgili böylece ahu gözlü olmuştur. Âşık,
gönlüne nida ile bu ahu göze kanmaması gerektiğini zira cadıların geyik donuna
girerek avcıyı tuzağa çekmeyi âdet edinmiş olduğunu söylemektedir. Burada sihir ve
büyüyle geyiğe dönüşmüş olan güzelin, âşığı/avcıyı peşine takmasıyla geyik donuna
giren kız inanışına gönderme yapılmaktadır.
Türk kültüründeki geyik motifinin mesnevilerde ahuya dönmesi ile ilgili Cihan
Okuyucu şunları söylemektedir;
Niksar’da 14. yüzyıldan kalma olduğu sanılan Çöreği Büyük Tekkesinin taç kapısı
üzerinde çömelmiş, başı arkaya uzanan bir geyik motifi vardır… Bu geyik figürü,
uzanmış hâliyle Orta Asya’da hareket hâlinde çizilmiş hemcinslerinden ayrılır.
Hayvan burada durağanlaşmış, âdeta düşünen bir tavır sergilemektedir. Bir ileriki
adımda ahu, tezhip elemanı olarak karşımıza çıktığında onun artık bir bitki gibi
çizildiği görülür. Böylece eskiden yeniye, doru, organik olandan çizgi olana doğru bir
akış söz konusudur. Divan edebiyatındaki sevgilinin çeşitli yönleriyle ahuya
benzetilmesindeki ısrarı, söz konusu motifin millî tahteşuurdaki yeriyle açıklamak
herhâlde yanlış olmaz (Okuyucu, 2011, s. 14-15).
Türklerinden derlemiş olduğu Yestey Möngkö masalında geyiğin yer ile bağlantısı
daha da iyi anlaşılmaktadır. Masala göre;
Geyik-kız, yeraltının bittiği yerde, oturuyordu. Yestey Möngkö adlı bir yiğit, geyiği bir gün
yeryüzünde gördü. 7 yıl, yorulmadan ve yılmadan geyiğin peşine düştü ve kovaladı. (Bu
kovalama, yer altına doğru, oluyordu). En sonunda onu bir taş evde yakaladı ve geyik kızla
evlendi. Yer Kara-Alp adlı bir yer ruhu ise onlara düşman olur. Geyik kız, Yer Kara-Alp’ın
baldızı imiş. Bundan sonra savaş hazırlığı başlar. Geyik kız da kocası gibi silahlıymış (Ögel,
2010, s. 103).
Geyik kız gibi insanî hüviyete büründürülen geyik motifleri yanında, konuşan
geyik motifi de yine Türk halk masallarında sıklıkla karşılaşılan bir motiftir. Bu
geyikler bazen insanlara yardım eder bazen de insanlardan yardım ister. Yine
Radlof’un Baraba-Om Türklerinden derlediği bir masalda yavrusu kötürüm olan bir
geyik bir delikanlıya gelerek yavrusunu iyileştirmek için ilaç ister. Yiğit, geyiğe
yardımcı olup istediği ilacı verir. Yavrusu iyileşen geyik, bundan sonra yiğide çeşitli
yardımlarda bulunur. Kuzey Türk destanlarında geyik birebir Tanrı ile
ilişkilendirilmektedir (Ögel, 2010, s. 103). Doğu masallarında da geyiğe dönüşen ya
da dönüştürülen olağanüstü güzellikteki kız motifi vardır. Masala göre güzel kız cadı
üvey annesi tarafından ceylana çevrilir, bu ceylan sarayın avcısı tarafından
yakalanarak sultanın huzuruna getirilir. Bu esnada sihrin süresi biter ve ceylan sultanın
huzurundan güzeller güzeli bir kıza dönüşür. Sultan daha önce görmediği güzellikteki
bu kızı görünce diğer yedi hatununu unutup bu kızla evlenir. Klasik Türk şairlerinin
“âhû-yı sihr” ya da “âhû-yi füsun”dan kasıtları bu kız olsa gerektir (Şentürk, 2016, s.
188). Geyik, dönüşüp/dönüştürülmüş olma, avcılarını peşine takıp avlama, büyüleyici
güzellikteki gözleri286 sebebiyle hemen her zaman sihir ve büyüyle birlikte
anılmaktadır.
O gözleri ahu, sihir ve büyü yaparak benim gibi bir aslanı görüp avladı.
Sevgilinin gözleri ahuya, âşık da aslana teşbih edilmiştir. Geyik donuna giren
güzel, sihir ile bu aslanı avlamaktadır.287 Ormanın kralı aslanın ürkek bir hayvan olan
geyiğe av olması da ancak sihir ile kâbil olabilecektir. Klasik şiirde sevgilinin gözleri
hemen her zaman avcı birer sâhirdir. Beyânî, sevgisinin gözlerini ahunun gözlerine
teşbih etmekle, geyik donuna girip avcıyı peşine takıp bazen yer altına kadar götüren,
genellikle başka bir âleme ait olan geyik-kıza telmih yapmaktadır.
- Adam: bu şehrin ismi Me’rib, halkının ismi ise “Arîm”dir. Bu şehrin sakinleri cinlerden
oluşmaktadır. Benim adım, el-Yeleb b. Sa’b’dır. Bu kavmin kralıyım ve sen de benim gibi
bir kral olan Hedhâd b. Şurahbil’sin
- Hedhâd: evet desem dahi bana bu konuda kim destek olur ki.
- el-Yeleb: birtakım gizemli olayları sana anlatıp, öğretmem ve göstermem karşılığında, kızımı
seninle evlendirir ve bu konuda da sana destek olurum.
- Hedhâd: ama ben bu kadını daha önce hiç görmedim ve onu tanımıyorum.
- el-Yeleb: o kız, aslında senin kurttan kurtardığın ceylanın ta kendisidir. Kızıma yaptığın
yardım karşılığında onu sana mükâfat olarak veriyorum der (Usta, 2019, s. 79).
Bir dem uçar Belkîs’ıla sultân-ı ins ü cân olur (Yunûs Emre, 1990, s. 41)
Bir zaman ya dev ya da peri olur, (böylece) viraneler yeri olur. Bir zaman da
Belkıs ile uçup insan ve canlıların sultanı olur.
Vahdet-i Vücut teorisine göre ruh, kavs-ı nüzul ile inip kavs-ı huruç ile yeniden
yükselir, öze ulaşıncaya kadar çeşitli formlara girer. Beyitte örtük olarak bu duruma
işaret edilmektedir. Ruh bazen dev ile peri olup viraneleri yer edinir bazen de Belkıs’la
uçup insanlara ve canlılara hükmeden Süleymân olur. Belkıs’ın uçması elbette ki
Süleymân’ın rüzgâra hükmeden tahtıyla da olabilir. Ancak uçmak perilere, cinlere de
özgüdür. Belkıs’ın uçması, peri ve cin ilişkisiyle Belkıs’ın annesinin cinlerden olması
rivayetine de telmih yapılmaktadır.
Kimi yazarlara göre geyik, yerin simgesi veya yer ile ilgili olandır. Fakat bu
tam kesin değildir. Muhtemel ki geyiğin peşine taktığını mağaralardan yer altına
indiriyor olması bu düşünceyi doğurmuştur. Irk Bitig’de Gök Tanrı’nın geyiğe kut
verdiği söylenmekle geyik, tanrıyla yakın ilişki içerisinde gösterilmektedir (Roux,
2015, s. 72). Moğol mitolojisinde de geyik kutsal sayılmıştır. Öyle ki Cengiz Han’ın
soyunun mavi bir kurt ve dişi bir geyikten geldiğine inanılmaktadır. İnanışa göre
göksel bir emirle doğan mavi kurt Börte Çino, Ko’ai Maral adındaki vahşi bir geyikle
evlenir ve bu evlilikten Cengiz Han dünyaya gelir (Roux, 1994, s. 160).
477
3.13.14. Kaplan:
Mezopotamya kültüründe İnanna/İştar’ın savaş sırasında uyandırdığı korku ve
dehşet, aslan ve kaplan ile sembolize edilmektedir. Ancak kaplan, yalnızca bu yönüyle
değil, renginin siyahlığı bakımında da geceyi ve gece karanlığında gökyüzünü
sembolize etmesi bağlamıyla da İnanna ile ilişkilendirilmektedir. Nitekim Musul
yakınlarındaki bir kaya üzerinde İnanna, bir kaplanın üzerinde ayakta durmuş, sağ eli
selam verir gibi havada, sol elinde Ay’ı imleyen yuvarlak yüzük, başındaki yüksek
288
Devletle olup kâm-bîn izz ü saʿâdetle karîn
Olsun hatâlardan emîn mânend-i âhû-yı harem (Nedim, 2015, s. 121)
Sevgili, sayısız siyah beniyle güzellik dağında can avlayan bir kaplana teşbih
edilerek, leylî yani siyah ile kaplan ilişkisine gönderme yapılmaktadır. Buradaki siyah
benekler yara izi değil sevgilinin her biri âşığı avlamak için yem ettiği benleridir.
Ey gözi âhû senünle bana her tağ üsti bâğ (Celilî, 2018, s. 151)
Ey gözi âhû anı çün derde hem-dem eyledün (Celilî, 2018, s. 170)
Ey ahu gözlü, Celilî gam dağının kaplanıdır sanki zira onu dertle yoldaş
eyledin.
Âşık, sevgilinin ona çektirdiği dertlerle dövünmekten vücudu yara bere içinde
kalmış bu hâliyle gam dağında gezen bir kaplana dönüşmüştür.
Her gün o yüzü cennetin gül bahçesi gibi olan güzeli beklerim; her gece o,
ebedî hayat olan saçı beklerim.
480
Sevgili hemen her zaman güle, gül bahçesine teşbih edilir. Ancak burada teşbih
edildiği gül bahçesi alelade bir gül bahçesi değil kusursuz yer olan cennetin gül
bahçesidir. Âşık böylesine kusursuz bir güzeli beklemekte her gece ebedî hayat olan
saçını beklemektedir. Saç siyahlığından dolayı gece olarak tasavvur edilmiş, saçın
ebedî hayata teşbihiyle de saç ile uzun ömür ilişkisine atıf yapılmıştır.
Kızgın ateşle dağlanmak, cismini kaplanla aynı renk etmeyecek zira o ceylan
gibi güzel, âşığını köpek yerine bağlamaz.
3.13.15. Aslan:
aslan kötüğü sembolize etmekte, yılandan sonra şeytanı simgelen ikinci hayvan olarak
anılmaktadır (Gezgin, 2019, s. 25).
Padişahın Zülfikâr’ı saltanat evliyası olan Allah’ın aslanı, seni yanına takdı
dersem ne olur?
Allah’ın aslanı Hz. Ali’nin lakabı, Zülfikâr da Hz. Ali’nin, bir ucu ilmi bir ucu
da adaleti sembolize eder iki uçlu kılıcıdır. Şair, memduhuna Allah’ın aslanı seni
yanına kattı demekle memduhunun hem âdil hem de aslan lakabını alan Hz. Ali gibi
cengâver olduğu söylemektedir. Bununla da Hz. Ali’nin aslanla ilişkilendirilmesine
telmihte bulunmaktadır.
Pençesi altında kor mânend-i şîr-i ner güneş (Münirî, 2017, s. 87)
Güneş, eğri yoldaki felek kurdunun tilkiliğini görünce, onu aslan gibi
pençesinin altında tutar.
Felek, eğri yolda yürüyen hep fenalık düşünen kurnaz bir tilkiye, Güneş de bu
canavarı pençeleriyle zapteden bir aslana teşbih edilerek Güneş ve aslan ilişkisine
telmih yapılmaktadır.
Meğer Güneş, aslanın peşine düşmüş, (böyle olunca) cihan gece hırkasından
çıkmaz.
Sarardı havf ile benzinde kalmadı kanı (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 35)
Kabrimde yeşil selvi ah dumanı olsun çünkü boyunun kederiyle vücudum harap
oldu.
serve benzeyen uzun boyudur demekle âşığın cenneti olan sevgilinin mahallesinde
mutlu olmayı dilemektedir.
3.14.2. Gül:
Aslında dikenli bir çalı türü olan “gül” güzel kokusu ve rengi sebebiyle çağlar
boyunca insanları etkilemiş, çeşitli kültürlerde efsaneleşecek kadar etki bırakmıştır.
Gül; Hafız’dan Ronsard’a, Yunûs’tan Tagore’a, Hayyam’dan Goethe’ye, Fuzûlî’den
Rilke’ye kadar bütün dünya şairlerinin üzerinde birleştiği tek çiçektir. Gül, maşuku
bülbül ise âşığı sembolize etmektedir.294 Gülün rengi ile ilgili birçok kültürde “köken
(etimolojik) mitleri” teşekkül etmiş olması ona verilen ehemmiyete delildir. Doğu
kültüründeki anlatıya göre gül, rengini aşkına karşılık bulamayan bülbülün kanından
almıştır. Efsane göre bülbül her gece gül dalına konup sabaha kadar feryat eder, sabaha
karşı gül açılacağı sırada uykuya yenik düştüğünden bir türlü gülün (açılmasını
görmez) lütfuna mazhar olamazmış. Bir gece uyumamaya karar verir, uyanık
kalabilmek için ise gülün dikenlerine dayanır, gülün dikenleri bülbülün bağrını deler295
bülbül de feryat ve figan ederek296 ölür.297 Akan kan da güle kırmızı rengini verir
(Ayvazoğlu, 2008, s. 92). Kazak Türklerinde de gül ile bülbül anlatısı bulunmaktadır.
Anlatıya göre Viliya Nehri boyunda yaşayan Danyas adlı yiğit delikanlı, şarkı
söyleyen gençler arasına katılır ve orada çok güzel bir kıza âşık olur. Kızın etrafında
divane olmasına rağmen, kız güzelliğiyle gururlanır ve delikanlıya yüz vermez.
Delikanlı çareyi ölümde bulur ve nehrin sularına kendisini bırakır. Tanrı, bir süre sonra
genci diriltip bir bülbüle dönüştürür. Bülbül, sevdası yüreğinde saklı olan
delikanlıların duygularına tercüman olurken, genç kız delikanlının ölümüyle aslında
yüreğinde sevda ateşinin yandığını fark eder. Danyas’ın ölümüne neden olduğu ve
saadetten elleriyle mahrum kaldığı için o da çareyi intiharda bulur. Tanrı, ona da acır
ve kızı yüz yapraklı bir kızıl güle çevirir. Bülbül ve gül, bu sayede gül mevsiminde
buluşup, aşklarını herkese ilan edermiş (Çetindaş, 2013, s. 24).
Burada bülbülün gülün aşkıyla durmadan feryat ve figan edip, onu görmek için
dikenine dayandığında gülün dikeninin hançer olup, bülbülün bağrını delmesi
hadisesine telmih yapılmaktadır.
Ey gönül, sen gülün elinde diken hançerini görüp feryad edip inleyen bülbüle
âşık mı dersin?
Klasik Türk şairi, sürekli feryad ve figan eden bülbülü aşk yolunda sabırlı
bulmaz onlara göre sırlarını ve maşukunu izhar eden bülbül toy bir âşıktır. Bu sebeple
şairler sürekli bülbülden daha üstün birer âşık olduklarını söyler. Burada da şair, sen o
inleyen bülbüle âşık mı dersin derken kendisinin aşk sanatında daha mahir olduğuna
işaret etmektedir. Bülbülün, gülün elindeki diken hançerini görüp feryat etmesiyle de
yine bülbülün ölüm şekline telmih yapılmaktadır.
batar, akan bir damla kan bu tanrının çiçeği olan beyaz gülü kırmızıya boyar (Gezgin,
2015, s. 83). Bir diğer rivayete göre ise gül, Chloris adlı bir çiçek tanrıçası tarafından
yaratılmıştır. Anlatıya göre Chloris, ormanda gezerken, ağaçların arasında bir perinin
cansız bedenini bulup onu bir çiçeğe dönüştürür. Daha sonra kendisine yardım etmeleri
için diğer Tanrıları çağırır; Dionysos, çiçeğe hediye olarak güzel kokmasını
sağlayacak bir öz, Afrodit de güzellik bahşeder. Rüzgâr tanrısı Zefhirus, onun
üzerinden bulutları uzaklaştırır ve güneş tanrısı Apollo, ışıklarını onun için seferber
edip açmasını sağlar. Böylelikle çiçek, tanrı ve tanrıçaların desteğiyle bütün
eksiklerinden arındırılmış olur. Bu şekilde tanrıların elinde yaratılan gül, çiçeklerin
“kraliçe”si olarak nitelendirilir (Çetindaş, 2013, s. 15). İslamî gelenekte de Hz.
Peygamberin terine telmih olarak kullanılan gül, diğer çiçeklerin sultanı olarak kabul
edilir. Bektaşi rivayetlerinde Hz. Ali ölmeden hemen evvel Selman’dan bir deste gül
istemiş ve onu kokladıktan sonra vefat etmiştir. Bu bağlamıyla Alevî-Bektaşi
kültüründe de gül önemlidir. Klasik edebiyatta rengi, şekli, kokusu, dikenleri ve kısa
ömürlü oluşu gibi özellikleriyle sembol değeri kazanan gül, sık sık ateşe de teşbih
edilir. Nemrud’un İbrahim Peygamberi mancınıkla içine attığı ateşin, Allah’ın emriyle
gül bahçesine dönüştürmüş olduğu inanışı da bu sembolizasyonu
kuvvetlendirmektedir (Gezgin, 2015, s. 84)
Mübarek hûyı hoş-bûyundan aldı bûyı ahmer gül (Açar, 2019, s. 278)
edebiyatlarında geniş yer tutmaktadır. Doğu’da gül kokusunu ilk defa işleyen İran ve
Hint edebiyatlarıdır. Gül, Çin şiir ve minyatürleri ile klasik edebiyatında bazen genç
bir delikanlı olarak tasavvur edilmektedir. Eski Roma ve Yunan şiirinde de gül sevgili
ve güzel olarak sembolize edilmektedir (Zavotçu, 2006, s.183). Gül ile ilgili bir diğer
inanış da onun şifa kaynağı olmasıdır. Bu inanış Doğu medeniyetine dâhil toplumlarda
hayli yaygındır. Çin mitolojisinde kırmızı çiçeklerin, ruh malzemesi ya da hayat özü,
hayat ateşi ya da deva olduklarına inanılmaktadır. Özellikle masallarda gülün şifa
kaynağı olma durumu sıklıkla işlenmekte ve ona arketipsel bir veri olarak yer
verilmektedir. Gül, mitolojik birikiminin yanında önemli bir mazmun ve arketip olarak
da klasik kültür ve edebiyatta yer edinmiştir. Geleneksel birikimde İslamî ve tasavvufi
terminolojiye de bağlı olarak şekillenen gül, farklı anlam katmanları kazanmıştır
(Çetindaş, 2013, s.23).
Ey servi gibi salınan sevgili, sen cennet gülüysen ben de cennetler bülbülüyüm,
el çek benim bir avuç kanımdan.
3.14.3. Nergis:
Nergis; koyu sarı renkli, içi yeşil küçük bir çiçektir. Bu çiçek ile ilgili anlatılar,
Yunan mitolojisine dayanmaktadır. Rivayete göre Nergis ya da Narsis bir ırmakla bir
perinin aşkından doğmuş çok yakışıklı bir gençtir. Bütün kızlar, peri kızları da dâhil
olmak üzere ona âşık ama o hiçbirine yüz vermezmiş. Ona âşık peri kızlarından biri
olan Eko, onun aşkından taşa döner, geriye yalnızca sesi kalır ama Nergis yine de oralı
olmaz. Nergis’in bu tavrına daha fazla tahammül edemeyen kızlar, ona bedduada
bulunur. Nergis, bir gün ırmaktan su içerken suda kendi aksini görür ve o da diğer
herkes gibi görünen bu yüze âşık olur. Kendi aksini kucaklamak isterken de suya düşüp
boğulur (Levend, 1984, s. 180). Bir diğer rivayete göre ise öldükten sonra vücudundan
489
bir çiçek peyda olur. Kendi adıyla anılan bu çiçek, göze benzediğinden bu durum onun
bütün güzellikleri seyretmesi olarak hayal edilmiştir298 (Gölpınarlı, 2006, s. 780).
Nergis gözünü iyice utanarak dikip bakarken, lale dudağın yanında ciğ
tanesine diş vurdu.
Nergis, klasik şiirde hemen her zaman göz yerinde kullanılmaktadır. Sevgilinin
gözü ile nergisin içerisindeki uyuşturucu madde arasında bir ilişki kurularak sevgili,
baygın bakışından dolayı nergis gözlü olarak anılmaktadır. Lale hem darlığı hem de
kırmızılığından dudağa üstündeki çiğ taneleri, dişlere sevgilinin gözleri de nergise
teşbih edilmiştir. Nergisin göz dikip utanarak bakması karşısında lale gibi olan dudak
çiğ tanelerine diş vurmuştur. Diş vurmak, hayret durumu karşısında vuku bulan
gayriihtiyari bir eylemdir. Nergisin göz süzüp utanarak bakması laleye dudak
ısırtmıştır.
Mest-i lâ-ya’kıl olub her demde hâb üstindedür (Necâtî, 1963, s. 275)
Üstüme göz dikdi nerkisler nigehbân oldu hep (Nedim, 2015, s. 254)
Çimende ıssız bir içki içme olmadı, nergisler hep üstüme göz dikip gözcü oldu.
Niçün tutar gözini nergisün humâr ile hâb (Şeyhî, 2018, s. 39)
491
Şair bahar geldi, kadehe benzeyen laleyi yapmacıksız, riyasız tutalım, nergis
nasıl doğal sarhoşsa biz de öyle olalım derken nergisin yapısındaki narkoza gönderme
yapmaktadır.
3.14.4. Nar:
Doğu toplumlarında eski çağlardan beri nar ağacı en kutsal bitkiler arasında
yer almaktadır. Tevrat’ta defalarca, Kur’an’da ise iki yerde nardan söz edilmektedir301
(En’am 6/99, 6/141). Aşk ve şehvet tanrıçası Afrodit, Kıbrıs adasına kutsal nar ağacını
kendi elleriyle dikmiştir. Zeus’un oğlu Dionysos, üvey annesinin kışkırtmaları sonucu
parçalanarak öldürüldüğünde kanından nar ağacı bitmiştir. Bu anlatı İran mitolojisinde
Siyâveş’in kanından Siyâveşân bitkisinin bittiği anlatıyı çağrıştırmaktadır. Ayrıca
narın tanelerinin bereketi Nâhid’in hamileliğini sembolize etmektedir (Yıldırım, 2008,
s. 285). Nar, Sümer mitolojisinde doğurganlığın simgesidir. Ancak yaygın görüşün
aksine nar, burada dölleyici unsur olarak kullanılmıştır. Anlatıya göre Bakire Nana
biçimindeki Ana Tanrıça, bir narı tohumlarından birinin içine girip hamile kalmasına
neden olacak şekilde kucağına koyar ve kış gündönümünde de Ana Tanrıça Kibele,
Attis’i doğurur (Leeming, 2017, s. 54). Sümer mitolojisindeki anlatıyla müşterek olan
Yunan mitolojisindeki anlatıda da nar dölleyici unsurdur. Tek farkla burada tanrıça
narı kucağına almamış, göğsüne bastırmıştır. Anlatıya göre Saggarios’un kızı Nana,
ağaçtan bir nar kopararak göğsüne bastırır ve böylece Attes’e gebe kalır. Yunan
mitolojisinde nar, Tanrıça Hera’ya adanmıştır. Ayrıca Hades’in Demeter’in kızı
Persephone’yi ölüler ülkesine kaçırdığında bir daha geri dönememesi için ona
yedirdiği yiyecek de nardır. Anadolu masallarında da nar, yer yer doğurganlığı
simgelemektedir. Bir Anadolu masalında çocuğu olmayan, kaderdaş iki aile varmış.
Aileler kutsal kabul edilen Murat suyuna giderek çocuklarının olması için dileklerde
bulundukları sırada suyun üzerinde bir nar belirir. Onlar da bunun bir işaret olduğunu
anlayıp, narı bölüşüp yerler. Aradan dokuz ay geçer birinin oğlu, birinin de kızı olur.
Oğlana Asman, kıza da Zeycan adını koyarlar. Bir narın parçaları olduğundan bu
çocukların kaderi de birdir, bu sebeple de hiç ayrılmazlar (Gezgin, 2018, s. 146).
Çocuğu olmayan ailelerin bir meyveden gebe kalması mitosu en yaygın hâliyle elma
motifiyle ifade edilmektedir. Başta Kerem ve Aslı hikâyesinde olduğu gibi birçok
anlatıda durum böyledir. Ancak Asman ve Zeycan masalında olduğu gibi aynı işlevi
bazen nar da görebilmektedir.
Çünkü hepsi eşit olan nar tanesiydi. Can sırrının ardında gizli olduğu
perdelerdi.
3.14.5. Arpa:
Baubo, tanrıçanın kederli hâlini fark edince keyiflensin diye ona arpa suyu ikram eder.
Tanrıça arpa suyunu içer içmez doğum sancısı çeken kadınlar gibi çığlık atarak Eleusis
misterliğinin yöneten Tanrı İakkhos’u dünyaya getirir. Arpa diğer kültür ve
mitolojilerde de önemli yere sahiptir. Mısır mitolojisinde Güneş tanrısı Ra, kendisini
memnun eden diğer tanrılara ödül olarak bir torba arpa verir. Arpadan elde edilen en
önemli kültür ürünü biradır. Mısır mitolojisinde bira, insanlığın tanrıların öfkesinden
kurtulmasına yol açan kutsal bir içecektir. Bu anlatıya göre; insanlar dünya işlerine
öylesine yoğunlaşırlar ki tanrılara şükretmeyi unuturlar. Tanrılara saygısızlık
yapanların da sayısı böylece artmaya başlar. Ra, bu duruma son vermek maksadıyla
Tanrıça Hathor’u yeryüzüne gönderir. Hathor, insanların bu yoldan çıkmış olma
durumuna öfkelenip onlara bir felaket göndererek insanlığı yok etmeye karar verir. Ra,
insanların tamamen yok olmasına razı olmaz ve onlara bir hak daha tanımaya karar
verir. Bunun üzerine Ra, Hathor’u insanları yok etmek kararından vazgeçirmek
maksadıyla tarlaları, kırmızı bira dolu bir göle çevirir. Tanrıça Hathor, kırmızı bir ayna
gibi kendi yansımasını seyrettiği bu göle ilgiyle yaklaşır. Sonunda dayanamayıp
biradan içer ve sızıp uykuya dalar. Uyandığında ise insanlık için düşündüğü fenalık
çoktan aklından uçup gitmiştir. Böylece insan soyu Ra’nın göndermiş olduğu bira
sayesinde yok olmaktan kurtulmuş olur. Mezopotamya mitolojisinde de arpa sapı
kutsal kabul edilmektedir. Tarımla ilişkili olduğu düşünülen Tanrıça Şala, elinde bir
arpa sabı tuttuğu hâlde tasvir edilmektedir. Germen mitolojisine göre birayı kemancı
Gambrinus, bulmuştur. Mitosa göre Gambrinus, aşk acısı yüzünden kendini asacakken
karşısına şeytan çıkıp onunla bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre Gambrinus’a otuz
yıllık eğlenceli bir zaman verilecek o da bu zaman diliminde hem sevgilisinden
intikam alacak hem de keyif çatacaktır. Otuz yılın sonunda ise ruhunu şeytana verip
cehenneme gidecektir. Gambrinus, elde etmiş olduğu bu yeni şansta bira ve çanı icat
eder. Bu yeni içkiyi çok beğenen Roma imparatoru, Gambrinus’u dük ilân eder.
Böylece hem fakir bir kemancı olduğu için kendisini reddeden sevgilisinden intikam
almış olur hem de şan, şöhret ve refah içerisinde yaşamaya başlar. Bu böyle tam otuz
yıl devan eder. Otuz yılın dolduğu gece şeytan, adamlarından birini onu cehenneme
götürmek üzere gönderir. Gambrinus, şeytanın adamına kendi icadı olan birayı içirince
adam, bu tattan vazgeçemeyip sabaha kadar içer ve sonra da sızar. Uyandığında ise
utancından cehenneme geri dönemeyip gözden kaybolur. Gambrinus da böylece iki
yüz yıl boyunca eğlenceli bir hayat sürer, en sonunda da çokça bira içmekten bir fıçıya
dönüşür. İslam kültüründeki Hızır inanışında da arpa geçmektedir. İnanışa göre
494
Bozatlı Hızır, hiç beklenmedik anda çıkıp gelerek insanlara yardım edecektir.
Hızır’dan bolluk, bereket ve yardım bekleyen insanlar onun atı için kapıya arpa
asmaktadır. Sabah kalkıp arpa kabının boş olduğunu görünce de gece aksakallı Hızır’ın
Bozatı’yla uğramış olduğuna inanmaktadır (Gezgin, 2018, s. 20).
Ey Hızr-ı zinde sun bana lutf eyle mâ-yı cev (Ravzî, 2017, s. 60)
Ey Hızır diri tut bana arpa suyunu lutf et. Senin cömertlikle, el açıklığıyla
bağışladıkların karşısında benim gönlüm susamıştır.
Arpa suyu, Hızır’ın âb-ı hayatına teşbih edilerek, Hızır’ın bu suyu sunması
beklenmektedir. Hızır’ın arpayla birlikte anılması ve ondan cömertlik bağışlaması
dilenmesiyle, Hızır’dan bereket duası alabilmek maksadıyla atı için evin kapısına arpa
asma geleneğine telmih yapılmaktadır.
Ey muradına ermiş, bahtiyar şah, ben o işret arttıran arpa nerde vardır diye
cihanı gezdim.
3.14.6. Buğday:
rotasyon yaparak ekmeyi keşfettiği, şifalı bitkiler hususunda da hayli bilgi edinmeye
çalışırken zehirlenip öldüğü için tanrılar onu yeniden diriltip ölümsüzlükle
mükâfatlandırmışdır (Gezgin, 2018, s. 40). Fars kökenli bir mitik anlatıya göre Âdem
ile Havva’nın cennette yaşarken yedikleri ilk meyve üzümdür. Üzüm yiyen Âdem ve
Havva neşelenip mutlu olmuştur. Cennette yedikleri son meyve ise yasak meyve olan
buğdaydır.302 Rivayete göre Âdem ile Havva buğdayı yedikten sonra içlerini bir sıkıntı
kaplar, büyük bir pişmanlık ve üzüntü duyarlar. Bu sebepten üzümün neşe, buğdayın
ise keder getirdiğine inanılmaktadır. Cennetten şeytanın ayartması sonucu kovulan
Âdem ile Havva dünyada bütün nimetlerden mahrum, sıkıntı ve açlık içerisinde
yaşarken Cebrâil, Âdem’e bir avuç buğday getirip bunu tohum yaparak ekmesini,
böylece kendisinin ve çocuklarının rızkını çıkarmasını söyler. Böylece onları
cennetten eden buğday, yeryüzünde de onların soyundan gelen bütün insanlığın yaşam
kaynağı olur. Fars mitolojisine göre ise Ahura Mazda’nın ilk insanlar olan Meşy ile
Meşyâne’ye buğday ekme işini öğrettiği, bu işte kullanılacak araçları ve bilgileri
ilettiği aktarılmaktadır (Yıldırım, 2008, s. 331).
Âdem ile Havva cennette her şeye sahipken, Allah’ın onlara yasakladığı tek bir
meyveyi de yemek isterler. Âdem ile Havva şeytana/nefislerine uyup yasak meyveden
yiyince de cennetten kovulurlar. Bu meyvenin ne olduğu ile ilgili muhtelif görüşler
vardır. Kimilerine göre bu yemiş elma kimilerine göre ise buğdaydır. Âdem ile Havva
dünyada sıkıntı içerisindeyken Cebrâil’in, Âdem’e buğdayı getirip onu ekmesini
söylemesi ve tohumu ona verirken de işte seni cennetten eden yemiş budur demesi
rivayetinden yola çıkarak, umumiyetle bu yemişin buğday olduğuna inanılmaktadır.
Âdem, yanağındaki misk kokulu beni buğday gibi görüp tanenin ardından
gelince tuzağa düştü.
Allah’ını seversen cennet yüzündeki benin tanesine bak, insan olan nasıl
sabretsin.
Buğday dalı gibi fidan boylu sevgili de (kendisini) gören insanları şeytan gibi
cennetten çıkarır.
3.14.7. Elma:
497
Cennetten kovulma mitosundaki yasak meyve bir diğer rivayete göre elmadır. Bu
mitosla ilişkili olarak elma, birçok kültürde cinsellik simgesi olmuştur (Gezgin, 2018,
s. 66).
Sen anun yüzine bakma ol elmayı ele elma (Edirneli Nazmî, 2018, s. 113)
Eyvahlar olsun sana ki ağyarın sanıp o elmayı alma, sen onun yüzüne bakma
o elmayı eline alma.
Beyitte örtük de olsa elmanın cennetten düşüşe neden olan yasak meyve
olduğuna telmih yapılmaktadır. Klasik şiirde rakip olan ağyarla ilgili çizilen kötü
portreden hareketle ağyar şeytan yerinde kullanılmıştır. Şeytanın elmasını yemeye
yeltenen sevgilinin ise âşıktan uzak düşeceği düşünülürse ağyarın elmasının cennetten
kovulmaya neden olmuş olan yasak meyve olduğu düşünülebilir. Nitekim şeytan
Havva’yı aldatınca, Âdem’i kandırmak da Havva’ya düşmüştür. Burada da âşık,
sevgilisini ondan uzağa düşmeye, yani cennetten çıkarılmaya neden olacak hataya
karşı uyarmaktadır.
Melikşah masalında da derviş, çocuksuz bir padişah ile karısına kerametli bir
elma verip bu elmayı yediklerinde bir oğlan çocuğa sahip olacaklarını söyler. Derviş,
ayrıca padişah ve karısına elma kabuklarını da atlarına yedirmelerini tembihler.
Dervişin vermiş olduğu elmayla padişah ve karısı erkek çocuk sahibi olunurken,
elmanın kabuklarını yiyen padişahın atının da çocukla aynı gün doğan bir tayı olur.
Saim Sakaoğlu’na göre bu at, oğlanın biniti olacak olan, üstün vasıflı attır. Hatta bazı
hikâyelerde çocuğa ad koymaya gelen Hızır, atın da adını vermekten geri durmaz.
Manas Destanı’nda Yakup Han elmanın üremeyle ilişkili olduğuna işaret ederken
çocuklarının olmayışını, karısı Çıyrıçı’nın elmalı yerlerde hiç yuvarlanmıyor olmasına
bağlamaktadır;
Alevî ve Bektaşiler, elmanın Cebrâil tarafından bir nar, bir ayvayla birlikte
cennetten getirilmiş olduğuna inandıklarından elmayı kutsal kabul etmektedir. Yine
rivayete göre Cebrâil, getirmiş olduğu bu meyveleri Hz. Muhammed’ e vermiştir. Hz.
Peygamber de birer parçasını saklamalarını tembihleyerek meyveleri Hasan ile
Hüseyin’e verir. Onlar da kendilerine denileni yapar ve meyvelerin sadece yarısını
yiyip diğer yarısını da saklarlar. Hz. Fatma öldüğü zaman narın, Hz. Ali şehit düştüğü
zaman ayvanın, Hz. Hüseyin şehit olduğu zaman ise elmanın saklanan parçalarının
kaybolduğuna, Hz. Hüseyin’in de Kerbelâ’da bu elma yarısı ile susuzluğunu gidermiş
olduğuna inanılmaktadır (Altun, 2008, s. 265).
3.14.8. Lale:
Lale, kadeh şeklinde kırmızı bir çiçektir.303 Ateş renkli gül olarak da bilinen,
kenarları koyu kırmızı, orta kısmı siyah bir çiçek olarak tanımlanan laleye; Araplar
Bûy-ı mey gelmez demâg-ı nûşa câm-ı lâleden (Haşmet, 2018, s. 209)
Neden lale gibi kana bulanmış bütün kefenler (Yıldırım, 2008, s. 485)
Çimendeki güller ayrılık şehitleri değillerse, neden bütün kefenler lale gibi
kana bulanmış.
304
Cûylar kim tolanur dâmen-i sahrâlarda
Jâleler kim görinür lâle-i Nu’mân üzre (Bâkî, s. 60)
‘Aceb mi lâle-veş pür-dâğ edersem sîne-yi zârı (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 187)
306
Derûnu lâle gibi dâğ dâğ-ı hasret olur
‘Ulüvv-i himmet ü temkinin anlasa kühsâr (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 266)
Ali Şîr Nevâî çimendeki gülleri ayrılık şehidine, laleleri de şehit kanına teşbih
ederek lalenin umumiyetle şehit kanı olarak tasavvur edilmesine gönderme
yapmaktadır.
Ey selvi boylu, çevrende görünen lalelerin her biri, bir şehidin kan dolu
gözleridir.
Lalenin kalbindeki ahtan yara, divane gönül müdür? Kevser’in kadehinden mi,
vuslatın şarabından mıdır?
Umumiyetle lalenin şekli kadeh, ortasındaki siyah leke de yanık yarası olarak
tasavvur edilir. Lalenin ortasındaki yara aynı zamanda dertli, sıkıntılı insanın kalbini
de sembolize etmektedir. Şair, lalenin ortasındaki ahtan yara, divane gönül müdür
demekle bu duruma işaret etmektedir. Kevser’in kadehi, vuslatın şarabı demekle de
lalenin şekil yönüyle kadehe, renk yönüyle de şaraba teşbih edildiğine gönderme
yapılmaktadır.
Lâle-veş ˓arz-ı derûn-ı dâğ-dār etmem sana (Sünbülzâde Vehbi, 2017, s. 345)
3.14.9. Üzüm:
Ey gonca, gül zamanıdır gel seninle gül bahçesine açılıp bağ kızını avlayalım.
Üzüm klasik şiirde bağın kızı, şarap da üzümün kızı terkipleriyle sıklıkla
geçmektedir. Gül goncası renk yönüyle şarabın ham maddesi olan kara üzüme, şekil
yönüyle de şarap kadehine teşbih edilmiştir. Sevgili, güzelliği ve körpe oluşu yönüyle
açılmamış gül goncası; üzüm ise kırmızı rengin sembolizasyonuyla neşat artırıcı bağ
kızı olarak tasavvur edilmektedir. Bu yönüyle şairin, sevgilisiyle gül bahçesinde bağ
kızını avlamaya gitmek istemesinden kastı sevgiliyle işret bezminde şarap içmektir.
Ey üzümün kızı, (asıl) niyetin o gül yüzlüye (varmak mıdır? Yoksa) parlak
ruhumdan utanma perdesini giderdiğin hile midir?
Rivayete göre Kaf, yerküreyi kuşatmış olan yeşil zebercedden bir dağdır ve
semânın etrafı onun üzerindedir. Köşkleri dünyanın üzerinde durduğu kayaya ulaşır,
inanışa göre depremin sebebi de bu dağdır (Aydemir, 2015, s. 376). Bir diğer rivayete
göre yeryüzünün dörtte biri ve harap olmuş kısımları Bahr-ı muhit ortasında karpuz
gibi dururmuş. Burası yaşam için elverişli olmadığından bu dağın ardında sadece
cinler, ejderhalar ve insanlara zarar veren hayvanlar yaşarmış. Tanrı, yetmiş altı bin
altı yüz yetmiş üç dağ yaratıp bunlarla arzı yerinde durdurmak istemiş, ancak yer yine
de yerinde durmamıştır. Bunun üzerine bir melek tanrının emriyle cennet derelerinden
lacivert bir cevher çıkarıp yerin etrafına bastırmış ve böylece Kafdağı peyda olmuştur.
Yani bu dağ bir nevî yerin mıhı vazifesindedir. Eğer bu dağ olmasaydı yer yerinde
duramazdı. Bu cevherin rengi sebebiyle Kafdağı zeberced rengindedir (Seyidoğlu,
2017, s. 47). Mitolojik bir kuş olan Anka’nın burada yaşadığına inanılmaktadır.308
Normalde mitolojik bir yer olan Kafdağı bazı rivayetlere göre ise İran’daki Elburz
Dağıdır309 (Onay, 2016, s. 58).
Sâye-i bâl-i hümâ arz etmesin devlet bana (Onay, 2016, s. 58)
Kim kûh-ı Kâf hamlesini görse yan verir (Nedim, 2015, s. 15)
Gönül kanaat Kaf’ında Anka ile baş başa uçuyor, hümanın kanadının gölgesi
bana arz etmesin.310
Hüma talih kuşudur. İnanışa göre gölgesi her kimin üzerine düşecek olsa o
kimse devletli olacaktır. Anka, ismi olan lakin cismi olmayan bir kuş olmak yönüyle
maneviyatı sembolize etmektedir. Anka’nın yeri Kafdağı’dır, gönül kanaat Kaf’ında
Anka ile uçtuğundan talih kuşuna da ihtiyaç duymayacaktır.
Kaf’dan zümrüt dağı remzine aşina ol, devranı yeşerten Hazreti Monla’nın
kubbesidir.
Şair, halkın yedinci cins olan devlerin Kafdağı’nda yaşadığını söylemekle cin,
dev, zararlı hayvan gibi mahlûkatın Kafdağı’nın ardında hapsedilmiş olduğu inanışına
telmih yapmaktadır.
görülmemiş, cennet benzeri, bağlık, bahçelik bir şehir yaptırmaya başlar. Bahçenin
yapımı bittiğinde onu görmek için yola çıkar ancak o sırada şiddetli bir yer sarsıntısıyla
kendisi ve kendisine bağlı olanlar bir yanda Bağ-ı İrem de bir yanda yerin altına batar
(Gölpınarlı, 2006, s. 783). Kur’an’ın 89. Suresi olan Fecr suresinin 6-8. ayetlerinde de
bu bağın daha önce benzeri görülmemiş bir bağ olduğu söylenmektedir.
Senin yüzünün güzelliği, sanki İrem bağıdır gülleri durmadan yaz ve kış açılır.
Âd, büyük uğraşlar sonucunda İrem Bağını yaptı. Bir an orada oturup şad
olmadı.
Vehb İbnü Münebbih’in rivayetine göre Abdullah İbn Kılâbe, kaçıp kaybolan
devesini bulmak maksadıyla Aden çölünde dolaşırken, çöl içinde üzerinde kale
bulunan, kalenin etrafında çok sayıda köşkleri olan bir şehir görür. Şehre yaklaşıp
deveyi soracağı bir adam bulmak için kaleden içeriye girince, karşısına ömründe
görmediği kadar büyük, beyaz ve kırmızı yakutlarla işlenmiş iki kapı çıkar. Kılâbe,
hayretler içerisinde kapılardan birini açınca daha önce görülmemiş olan bir şehir görür.
İçerideki köşklerin üstünde odalar o odaların üstünde de gümüş ve altından yapılmış
başka odalar varmış, bütün bu odalar da inci, misk ve za’ferandan yapılmış taşlarla
süslüymüş. Abdullah İbn Kılâbe, çeşit çeşit meyve ağacının, her ağacın altında gümüş
kanallardan akan suların olduğu sokaklarda dolanır fakat kimseyi göremez. Kendi
kendisine bu olsa olsa cennetin ta kendisidir der. İnci, misk ve za’feran taşlarından
bineğine yükleyerek Yemen’e geri döner ve gördüklerini ahâliye anlatır. Bu sözler
Muâviye’nin kulağına da gider. Muâviye bir de kendisine anlatması için Abdullah İbn
507
Kılâbe’yi çağırttır, adam gördüklerini ona da anlatır. Bunun üzerine Muâviye, Ka’bü’l-
Ahbâr’a haber salıp, ona böyle bir şeyin olup olmayacağını sorar. Ebâ İshak da ona
buranın Şeddâd İbn Âd tarafından yaptırılmış olan İrem Zâtü’l-Imâd olduğunu söyler
(Aydemir, 2015, s. 270).
Safa bahşeden inci dişini görenler, böyle temiz ve düzenli inciyi Aden’de dahi
görmedik dediler.
Sevgilinin safa bahşeden inci gibi dişlerini görenler, böyle temiz ve düzenli
inciyi Aden’de bile görmedik demiştir. Şair, böylesine değerli bir incinin Aden’de dahi
bulunmadığını söylemekle Şeddâd’ın İrem bağlarını, dört bir yandan getirtmiş olduğu
her türden nadide cevahirle süslemiş olduğuna telmih yapmaktadır.
Meğer çimenin etrafı Aden denizinin sahiliymiş, onun için Güneş’in eli bugün
mücevher toplar oldu.
Bunların üçü âteş, üçü su, üçü yel ve üçü topraktır. Bunlardan dünya ve
memleketler meydana gelir.
Uygurlarda da bu ana unsurlar dört tanedir. Ancak toprağa daha büyük önem
atfedilmiştir. İslamî dönemde ehemmiyet kazanan bu dört unsura Eski Türk
tasavvufunda özellikle de Bektaşi Devriyelerinde genişçe yer verilmektedir312 (Ögel,
2010, s. 487).
Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün (Yunûs Emre, 1990, s. 118)
Bu vücudun sermayesi ateş, su, toprak ve havadır. Her biri aslına gider gafil
olmak senin neyinedir.
Şair, yaratılışın dört asli unsur olan hava, su, toprak ve ateşten olup da her şeyin
aslına rücu edeceği söylemektedir. Kavs-ı nüzulla inen ruh, sırasıyla bütün formlara
girecek sonunda da topraktan yaratılmış olan insan bedenine girecektir. Ruh bedeni
terk edince de beden, aslına gidip yeniden toprak olacaktır.
312
Niteligüm soran işit hikâyet
Su vü toprak od u yil oldı sûret
Tarih kaynakları dört unsur inancının İslamiyet’e girmeden çok önce eski
Türklerde tanıyor olduğunu kaydetmektedir. Bizans İmparatoru Maurice adına Batı
Göktürklerine elçi olarak giden heyette bulunan Théophilacte Simocatta’nın “Türkler
ateşe, fevkalade bir kutsiyet izafe ediyorlar. Aynı şekilde hava ve suyu takdis edip
toprağa büyük bir önem veriyorlar” sözleri eski Türklerin dört unsurla ilgili
telakkilerini açıklar niteliktedir. Batı Göktürkleri’nin dışındaki Türklerde de toprak,
su, hava, ateş gibi dörtlü unsurun yanı sıra bazen de toprak, su, ateş, ağaç, demir ya da
toprak, su, ateş, ağaç ve rüzgâr gibi beşli unsur telakileri de bulunmaktadır. 13.
yüzyılda Moğollar’da da Güneş, Ay, ateş, su ve topraktan müteşekkil bir beşli unsur
sistemi bulunmaktadır. Unsurladaki ekleme ve çıkarmalar unsurların menşei hakkında
muhtelif fikirlerin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Chavannes’in kaydetmiş
olduğu, Wang Toh’ong’a ait bir metinde beş elementten söz etmekte ancak sadece
ağaç, toprak, su ve ateş olmak üzere dört elementi zikretmektedir. Chavannes bir başka
eserinde ise 6. yüzyılda İranlıların gök, toprak, Güneş, Ay, su ve ateşten oluşan beş
unsuru kutsadıklarını söylemektedir. 9. yüzyılda İbnu’n-Nedim de Maniheist
İranlılar’daki beş unsur telakisinden söz etmekte hava, rüzgâr, ışık, su ve ateşi
listelemektedir. İbnu’n-Nedim’deki ışık, Chavannes’in metindeki Güneş ve Ay olsa
gerektir. İlk devir Budizim’indeki anâsır telakisi, menkabelerdekine tam manasıyla
uymaktadır. Rum Abdalları hakkında teşekkül eden menkıbelerde dört unsur bu
hâliyle sıklıkla geçmektedir. Hacı Bektâş’a ait olduğu düşünülen Makalat'a göre
Âbidler denilen şeriat ehli yelden, tarikat ehli olan zâhidler oddan, marifet ehli olan
ârifler sudan, muhabbet ehli olan muhibler ise topraktan yaratılmışlardır. Yine
Gülistan’da Allah’ın Âdem’in yüzüne su, toprak, ateş ve yelden yaratılmış olan bir
perde indirdiği söylenmektedir (Ocak, 2018, s. 238).
Âdem ile bile bir baş idim ben (Ocak, 2018, s. 239)
510
3.16.2. Ateş:
Ateşin kutsallığı hadisesi İÖ 20. yy’la değin yani Sümerlerden daha eskiye
dayanmaktadır. İran’da Zerdüşt dininde göre ateş, kutsal sayıldığından
Ateşgedelerdeki ateş hiçbir vakit söndürülmezmiş. Eski Mısırlılarda da Hititlerde de
ateş kutsal sayıldığından, ateşle ilgili de çokça ritüeller bulunmaktadır. Ateşe kutsallık
atfedilmesi etrafında teşekkül eden ateş kültü çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.
Anadolu’da dinden ayrılan ancak halk inanışlarında varlığını sürdürmeye devam eden
bu kült, yaşayan dinî inançlarda genişçe bir yer tutmaktadır. Hintliler için ateşin çok
özel bir yeri vardır. Ateşe adak adamak, saçı saçmak kadim bir gelenektir. Bazen de
ateş yalnızca bir aracı olmuş, tanrılara sunulan kurbanları onlara ulaştırmak için
vazifelendirilmiştir (Eyuboğlu, 2014, s. 71). Her halükârda ateş kutsaldır, ona saygı
gösterilir ve belli bir adapla ancak söndürülebilir. Ateşle ilgili kötü düşüncelerin
başında ise ateşten yaratılmış olan İblis’in Âdem’e secde etmemesi ve bunun
sonucunda da lanetlenmiş olması gelmektedir.
O taşlanmış, kovulmuş dev ateşten ayrılmadı. Ateş ki baş çekti ve büyük kibir
etti.
Birçok milletin inanç sisteminde yer alan ateş ilahı ve kültü, en geniş olarak
Hindistan ve İran’da görülmektedir. Ateşin ilahi bir güç olarak somutlaştırılmasının
en belirgin örneği Hindistan’daki ateş ilahı Agni’dir. Vedalar devrinde kurban ateşinin
büyüye karşı koruyucu olduğuna inanılıyordu. Vedalar sonrası Brahmanizm
aşamasında ise ateş ile insanın ölüm döşeğindeki soluğu arasında ilgi kurulmuştur.
511
Kıvılcım ile ateş arasındaki bu ilişkiden hareketle insan ruhuyla Brahman’ın ruhu
arasında da ilgi bulunduğuna inanılmaktadır. Eski Zervanizm ile Mazdeizm’in
birleştiren Mecusilikte de ateşin önemi büyüktür. Bazı rivayetlere göre Hz.
Muhammed’in doğumu sırasında söndüğünü yazdıkları ateş, Sasânîlerin sönmeyen
ateşidir (Yıldırım, 2018, s. 121).
yağlayıp ateşe verdikleri bir paçavrayı “alas, alas” diye gezdirir, böylece hastalığı
sağalttıklarına inanmaktadır. Bu işleme Anadolu’da “alazlama” denilmektedir. “Alas”
kelimesi Altay şaman dualarında çokça geçmektedir. Yakut oyun-kamları ateşle kötü
ruhları kovarlarken “alias, alias” diye bağırır. Kutsal olan aile ve ocak kültü de “atalar
kültü” ile bağlantılıdır. Zira kutsal ateşi atalar yakmıştır. Hem Şamanist Türklerde hem
de Müslüman Türklerde düğün törenlerinde yakılan kutsal ateş önemli bir yer
tutmaktadır. Budist Buret’ler de gelin ve güveyi ateşe secde ettip dua okutmaktadır
(İnan, 2006, s. 68). Menander’e göre, “Türk büyücüleri Roma elçisini alevlerin
arasından yürüterek onu arındırıyorlardı” daha başka yeni tanıdıkları, yabancı
nesneleri de bu ritüellerden geçiriyorlardı. Birçok gözlemci, aynı arınma kaygısıyla
bazen ölülerin de yakıldığını söylemektedir. Bu duruma, Hudud al-‘alam yazarı “Onlar
ateşe tapmakta ve ölüleri yakmaktalar” sözleriyle işaret etmektedir. Makdisi, “Onlar,
ateşin ölüyü bütün kirlerinden arındırdığına inanıyorlar”, Marvazi ise “Onlar, ateşin
ölülerini arındırdığı ve temizlediği gerekçesiyle ölülerini yakıyorlar” demektedir
(Roux, 2015, s. 40). Bizans kaynakları gibi bazı Arap ve Fars kaynakları da çeşitli
eski Türk zümreleri arasındaki ateş ritleriyle ilgili önemli bilgiler vermektedir.
İdrisî’ye göre Uygurlar’ın önemli bir Zerdüştî olup, ateşe tapmaktadır. Adı geçen eski
Türklerden olan Uygurlar ve Kırgızlar’ın ateşe taptıkları söylenemezse de ateşin
mübarek sayılarak çeşitli ritüellerde kullanıldığı, dahası temizleyiciliğine
inanıldığından dolayı Kırgızlar’ın ölülerini yaktığı yine kaynakların verdiği bilgiler
arasındadır. Mes’ûdî, Acâibu’d-Dünyâ adlı eserinde zamanı ve adı tayin etmeksizin
Türklerde ateşle kehânetlerde bulunulduğunu söylemektedir. Buna göre hükümdar
belli bir günde büyük bir ateş yaktırmakta bu ateşe de kurbanlar sunulup dualar
edilmektedir. Daha sonra ateşin içerisinden bir çehre yükselmekte bu çehrenin rengine
göre ise kehânet belirlenmektedir. Kehânet ateşinden çıkan çehre; yeşil ise berekete,
beyaz ise kuraklığa, kırmızı ise savaşa, sarı ise salgın hastalığa, siyah ise de
hükümdarın ölümüne delalet ettiğine inanılmaktadır (Ocak, 2018, s. 244).
ateşin suya atılması bu uygulamalardandır (Şentürk, 2016, s. 182). Nazar defi için
kullanılan kurşun dökmek, Şamanistlerde de benzer bir maksatla uygulanmaktadır.
Şamanistler, kötü ruhlardan birinin çaldığı kutu, yani “talih, saadet unsurunu” geri
döndürmek için yaptıkları bu sihirli büyüsel ritüeli “kut kuyma”, “kut dökme” olarak
adlandırmaktadır (İnan, 2002, s. 711). Her iki durumda da başında kurşun dökülen
kişiden fenalıkların defedilmesi amaçlanmaktadır.
İtmek içün haste çeşmünden senün def’-i gezend (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s.
155)
Senin hasta gözünden musibeti defetmek için, suda kor ateş söndürmedim. O,
göz bebeğimdir.
Şair ağlamaktan kan çanağına dönmüş olan gözlerini kor hâlindeki ateşe,
gözyaşlarını da korun içine atıldığı suya teşbih ederek suya kor atma ritüeline
gönderme yapmaktadır. Burada âşık, sevgilisinin nazarına karşı önlem almaktadır.
Zira âşığı zarara, ziyana, musibete salan sevgilinin gözleridir. Bu ritüel muhtemel ki
ateşin altından geçmekle kötü ruhların kovulacağı inanışının daha sonra değişime
uğramış hâlidir. İslami etkiyle ateşin kutsiyetinin gitmesi ona büyü ve fal gibi yepyeni
bir mecra açmıştır. Her iki durumda da işlevi değişmemekte ateş, kötülükleri kovarak
kişiyi arındırmaktadır.
Gönül, hilalin nalını ah ateşiyle ateşe koyar. Ne yapsın çaresiz, kaşına büyü
yapmak ister.
Sevgilinin kaşı kavisli olmak yönüyle hilale, hilal şekil benzerliğinden nala,
âşığın ahı da yakıcılığından sebep ateşe teşbih edilmiştir. Âşığın ah dumanı göğe
yükselip orayı kaplamakta bu hâliyle hilalin bir ateş içerisinde olduğu izlenimini
uyandırmaktadır. Şair, sevgilisinin hilal kaşını nal olarak tasavvur edip, ah ateşiyle bu
nalı çevreleyip “benzer benzeri yaratır” metoduyla büyü yapacağını313 söylemekle
ateşe nal atmakla büyü, sihir yapımına gönderme yapmaktadır.
313
Emriyâ âteşe kor na‘l-i hilâli âhum
515
Kadim İran’da ateşe üç anlam yüklenmiştir; ilki bağışlayıcı ateş olan “ocak
ateşi” ikincisi kötülükleri uzaklaştırdığına inanıldığı için hiç söndürülmeyen “kurban
ateşi”, üçüncüsü ise meydanda yakılarak etrafında eğlenilen “şölen ateşi”. Hayatın her
alanına yayılmış olan kutsal ateşin suçsuzları da yakmayacağına inanılıyordu. Bu
sebeple suçlu olduğu söylenen kişinin ateşten geçmesi istenir, şayet yanmazsa da
suçsuz olduğuna inanılırdı. Bu imtihana üvey annesi tarafından iftiraya uğrayan
Siyavûş anlatısında da rastlanmaktadır (Yıldırım, 2016, s. 92). Kişinin masumiyetini
ispatlamak için ateş üzerinden geçmesi Zerdüştlük öncesine dayanan bir uygulamadır
(Curtis, 2016, s. 65). Benzer durum Türk mitolojisinde de görülmektedir. Sibirya
Şaman söylentilerinde kutsal kabul edilen Şaman ve Kamların ateşe atılıp yanmadan
çıktıkları söylenmektedir. Abdulkadir İnan’ın Anohin’den aktardığı bir şaman
efsanesinde de bu duruma değinmektedir. Anlatıya göre;
XVII. yüzyılda Kalpas adlı bir kam vardı. Budizm’i yaymak için gayret eden Oyrat Beyi,
Kalpas’ı ateşe attırdı. Kalpas havaya uçmak istemişti. Fakat yanında bulunan başka bir kam
arkadaşı bir türlü havalanamadı. Kalpas ateş sönünceye kadar kaldı, yanmadı. Yalnız kendisi
değil, arkadaşını da kurtardı. Oyrat beyi, Kalpas’ı tekrar ateşe attırdı. Ateşi körüklediler. Fakat
Kalpas yanmadı. Oyrat beyi, Kalpas’a; “Güneşte yanmayan boz taş, ayda yanmayan altın taş”
diyerek onun büyük bir kam olduğuna inandı (İnan, 2006, s. 87).
gönderdi. Sizi Müslümanlığa davet etmek için geldim, ancak bu keşiş sizi doğru
yoldan ayırır, beni onun sözüyle üç gün kaynattınız şimdi de ateşe atmak isterseniz.
Ben kendi dinim için girerim lakin bu keşiş de sizin dininizin ulusu, o da varsın
benimle girsin hangimiz yanmazsak onun dinini kabul edin der. Han da kabul eder.
Karadonlu Can Baba keşişin elinden tutup ateşe yürür. Üç günün sonunda ateşten
çıkma vakti geldiğinde keşişten geriye yalnızca Can Baba’nın avucundaki parmakları
kalır.314 Can Baba parmakları Han’ın önüne atıp keşişin onlara parmaklarını verdiğini,
gönlünü vermediğini, dervişlik işinin de gönülle olduğunu söyler (Bayat, 2007, s.127).
Buna benzer bir anlatı da Sarı Saltuk’un Dobruca’daki ejderhayı öldürüp kralın
kızlarını kurtardığı menkıbenin sonlarında bulunmaktadır. Menkıbede Sarı Saltuk
ejderhayı öldürünce kralın papazı da ejderhanın organlarını krala götürüp ejderhayı
kendisinin öldürdüğünü söyler. Kızlarla oraya gelen Sarı Saltuk, kızların şahitliğiyle
gerçekleri anlatır. Ancak kral şüphe duymaya devam eder. Bunun üzerine Sarı Saltuk,
kendisinin ve papazın bir kazana konarak kaynatılmasını, böylece kerametlerinin
sınanmasını ister. Kral denileni yapar. Sarı Saltuk’un kazana konduğu Kırşehirde
bulunan Hacı Bektaş’a malum olur. Hacı Bektaş, Saltuk’a himmet eder. Bir süre sonra
kazanın ağzı açıldığında Saltuk’un yalnızca terlemiş olduğu, papazın da kaynamaktan
etlerinin erimiş olduğu görülür. Böylece kral, Sarı Saltuk’un kerametlerine inanır ve
tebaasıyla birlikte Müslüman olur (Su, 2011, s. 151). Yine benzer bir rivayet Vilâyet-
i Abdal Musa’da da bulunmaktadır. Anlatıya göre Teke Beyi, Abdal Musa’nın
veliliğine bir türlü inanmayıp Abdal Musa’yı sınamak maksadıyla meydana dağ gibi
bir ateş yaktırıp, ondan ateşin içerisine girmesini ister. Abdal Musa müritleriyle
birlikte ateşin içerisine girer ve Bey’in gözleri önünde onların bastıkları yerlerdeki
ateşler sönmeye başlar. Böylece ateşten hiç zarar görmeden geçerler. Bu kerameti
gören Teke Beyi, Abdal Musa’nın vilayetine kani olur. Yine Hacım Sultan’dan da
ateşle imtihan kerâmeti istenir. Bu rivayete göre ise Seyitgazi Tekkesi’ndeki dervişler,
Hacım Sultanın peygamber evradından olup olmadığını sınamak maksadıyla ondan
ateş dolu bir tandıra girmesini ister. Hacım Sultan da bunun üzerine müridi Burhan
Abdal’ı istenilen tandıra sokar, Burhan Abdal tandıra girip sema etmeye başlayınca
ateş söner. Abdal da ateşten incinmemiş bir şekilde dışarı çıkar. M. Eliade’ye göre
ateşin yakıcılığına karşı koyabilme gücü, Şamanizm’in dışındaki bazı büyü
sistemlerinde de görülmektedir. Şamanların ateşe hükmetme durumları yalnız Türkler
Zahit, âşıkları ateşle korkutmasın ârif olan karanlıkta gelen beladan korkmaz.
Burada ârif olanın gece gelecek musibetleri de gündüz gibi göreceğine, ancak
zahitlerin ateşten korkabileceği söylenmekle ateşte sınanmada irfana gönderme
yapılmaktadır.
Altın gibi kalbi saf olan gelsin, mey ateşinde onları imtihan edelim.
Bir yandan Orta Asya şaman geleneklerine diğer yandan da Türk öncesi
Anadolu tarihine dayanan Anadolu’daki ateş-kültünün izleri bugün bile çeşitli ritüel
ve inanışlarda görülmektedir. Ateş arındırıcıdır, bu sebeple Betlem Bayramında ateş
üzerinden atlanarak bütün yıl boyunca hastalıklardan korunulacağına inanılmaktadır.
Ateş kültü “ocak kültü” ile ilgili inanışlara dayanmaktadır. Nitekim ocak sözcüğü de
ateşten türetilmiştir. Bugün Anadolu “Şeyh”lerin aile ve soylarına da ocak
denmektedir. Müslüman Türklerden olan Rifai tarikatındaki müritler,
dayanıklılıklarını ispat edebilmek için ateşi kullanmakta, ritüellerinin büyük bir
bölümünü de ateşin ve kızgın demirin maharetle kullanılması oluşturmaktadır
(Boratav, 2016, s. 34).
Emrî, çalışıp çabala ocağını külsüz bırakma, bırak aşk ateşi tenini yakıp kül
etsin.
Yüzünün ayrılığının ateşiyle beni yakmaktan kaçın zira ocağına âşığın gözü su
koyar.
Sevgili, ayrılığın ateşiyle âşığı yakmaya devam edecek olursa âşık, akıtacağı
gözyaşlarından onun ocağına su döküp söndürecektir. Ocağın sönmesi şerre delalettir.
Şair, sevgilisine şayet âşığın ahını almaya devam edecek olursa âşığın akıtacağı
gözyaşlarından ocağının söneceğini söylemekle, onun bu yoldan dönmesi gerektiğini,
aksi takdirde musibetlerin peşini bırakmayacağına işaret etmektedir.316
3.16.3. Hava:
Yakutlar rüzgârın bir ruhu olduğuna, Altay Türk toplulukları ve Moğollar ise
rüzgârın yada, cada, cadı taşı adı verilen bir taştan çıktığına inanmaktadır. Divan-ı
Lügati’t-Türk’te de zikredilen yada taşı (yağmur taşı) ile iklimleri bile değiştirmek
mümkündür. Makdisî, Türklerin arasında istedikleri zaman yağmur, kar veya dolu
yağdırabildiğini iddia eden kişilerin, İbn Haldun ise Türklerin ülkesinde bulutlara büyü
yapıp diledikleri bölgenin üstüne yağmur yağdırabilen kişiler olduğunu söylemektedir.
Daha sonraları yağmur taşı her yere yayılmıştır. Kazvinî de bunun Türklerin buluşu
olduğunu belirtmiştir. Timur ve Babür bile bu ritüelden haberdardır (Roux, 2015,
s.136). Eski Türk geleneğinde hem rüzgâr hem de yağmur için kullanılan kutsal
“yada” taşlarının bulunuyor olması, yağmurun bu taşlardan beklendiği yanlış yargısını
Sevgilinin kalbi, katılığından dolayı sert bir taş gibidir. Âşık da onun bu tutumu
karşısında çokça gözyaşı dökmektedir. Şair, gözyaşlarını çokluğu itibariyle yağmura,
sevgilisinin kalbini de gözyaşlarını yağdırdığından yada taşına teşbih etmekle yada
taşıyla yağmur yağdırılmasına gönderme yapmaktadır.
ve rüzgârın esişi ile bütün eşya, varlık ve hayat kazanmıştır”. Attar da şiirlerinin her
açışta koku yayan misk kesesi olduğunu söylemekle, yine bu kokuya gönderme
yapmaktadır. Rahmanî nefesten kasıt bütün bunların yanında Allah’ın bezm-i Elestte,
ruhlara can bahşettiği (ruh üflediği) nefestir. Nitekim Allah bezm-i Elest’te ruhlara can
bahşettiğinde kendi nefesinden üflemiştir (Açar, 2018, s. 10). Yakutlar’da da ruh-can
olgusu tın, kut ve sür kelimeleriyle ifade edilmektedir. Tın kelimesi aynı zamanda
esinti, rüzgâr, nefes manalarına da gelmektedir (İnan, 2006, s. 176).
Sürün anı bundan gitsün tururısa çok iş ider (Yunûs Emre, 1990, s. 65)
Burada sohbetten kasıt Elest bezmidir. Hak nefesi de Allah’ın bizatihi insana
üflediği ruhtur. Tabi ki bütün insanlar oradaydı herkes o nefesten aldı ancak şairin o
nefesten almayanla kastettiği himmet manasındaki nefestir. Yani kişi orada verdiği
sözü, aldığı nefesi unutmuşsa âşıklar meclisinden sürülüp gönderilmelidir. Zira orayı
ve Allah’ı unutan çok kötü iş edecektir.
3.16.4. Su:
Su, felsefi açıdan evrenin özü sayılmaktadır.317 İlk insandan beri tabiattaki
sonsuz çeşitliliğin temel bir özdekten çıktığına inanılmaktadır. Bu temel özdek
Sümerlerden Amerika yerlilerine, Antikçağ Yunan felsefesinden İslam dinine bütün
inanışlarda “su”dur. Kur’an’da da bu duruma “Ve minel mâi külli şey’in hayy (bütün
varlıkların özü sudur)”, “Gökler ve yer yapışık iken onları ayırdığımızı, bütün
canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi?” (Enbiyâ, 30) ayetleriyle işaret
edilmektedir. Yunan mitolojisinde tanrılar, su üzerine yemin ederdi. Bazı mitolojilerde
de su, bizzat Tanrı’nın kendisidir. Bazılarında ise arıtma, temizleme işleviyle kutsallık
atfedilmiştir. Türk mitolojisinde de her suyun bir iyesi bulunur, bunu kızdırmamak için
de suya saygı gösterilir (İvgin, 2013, s. 14). Çin kaynaklarına göre T’u-küeler, Gök
Tanrı’ya kurban sunmak maksadıyla beşinci ayın onuncu ile yirminci günü arasında
Tamir Nehri kıyısında toplanmaktadır. Orhon Yazıtlarına göre, Tamir Nehri kutsal bir
Cümle ‘âlem toludur berr ile bahr içinde (Yunûs Emre, 1990, s. 249)
522
yerdir. Su, Türk mitolojisinde genel olarak kutsal kabul edilmektedir (Roux, 2015, s.
101). Ucu bucağı belli olmayan nehirler inanışa göre Tanrı’dan gelip Tanrı’ya
dönmektedir. Eski Türklerin beşinci ayda dilek dilemek için nehrin başında
toplanmaları, İslamî dönemde yine beşinci aya tekabül eden Hıdırellez ritüellerini
anımsatmaktadır. Türkler hiçbir dönemde suya tapılmamış ancak su, Tanrı’yla insan
arasında bir aracı olarak kabul edilmiştir. Zira inanışa göre su kendisine atılan dilek
mektuplarını Tanrı’ya değin sürükleyip götürmektedir. Bu sebeple İslamiyet sonrası
ritüellerinden olan Hıdırellez kutlamalarında, Allah’a ulaştırılması için bugün hâlâ
suya dilek kâğıdı atılmaktadır.
Son ucu su olan yine sudur, lakin temiz ve gayet temiz kokulu olarak yetişir.
Ahmedî, suyun döngüsel olarak aktığı yere geri döndüğünü söylemekle, suyun
Allah’tan gelip yine ona döndüğü inanışına gönderme yapmaktadır. Nitekim ulaşanın
temiz ve güzel kokulu bir su olması hemen akla cennet bahçesinde akan suları
getirmektedir. Çeşitli merhalelerden geçip dönüşünü tamamlayan su, O’nun katına
arınıp, pak u temiz olmuş bir şekilde ulaşmaktadır.
Ey gözyaşı, sevgiliye git. Bizzat gidip şu mektubu ona su gibi oku ama yine
cevap getirmek için geri gel.
Şair, akarsuya teşbih ettiği gözyaşını aracı olarak kullanıp sevgiliye mektup
göndereceğini söylemekle suya, nâme ve dilek kâğıdı atılması ritine gönderme
yapmaktadır. Eskiden şişe içerisine mektup koyulup su yardımıyla sevgiliye gönderilir
ve yine aynı şekilde cevap alınırdı. İlk bakışta şiirin bu durama işaret ettiği
düşünülebilir. Ancak suya nâme ve dilek atılma arkaik olarak suyun tekrar Tanrı katına
döneceği inanışına da dayandırılabilir. Nitekim Hıdırellez kutlamalarında suya dilek
atılması da suyun Allah’a döneceği inanışından kaynaklanmaktadır. Burada şair,
suyun sevgiliye gidip geleceğini söylemekle bu döngüye işaret etmektedir.
523
Bütün mitolojilerde yaratımdan önce var olan ilk şey sudur. Tekvin Kitabı’nın
girişinde “Allah’ın Ruhu, suların yüzü üzerinde hareket ediyordu” yazılmaktadır. Su
ve rüzgâr, madde ve ruh, yaşam doğurucusu gibi zıt çiftler yaşam deneyimlerinde
birbirlerine geçmiştir. Eski Ahit’te de Tantrik Budizm’inde de “dünya ve yaratıcısı”nın
birleşimleri ilahi erkek ve dişinin kucaklaşmasıyla imlenmektedir. Makrokozmosun
kökeni hakkındaki gizem, mikrokozmosun meydana getirilmesi olarak anlaşılır.
İnsanın bir “damla su”dan oluşması ve anne karnında onu çevreleyen sıvı, birçok
mitolojide ilk yaratımın su olduğu inanışını doğurmaktadır. Bu bağlamıyla da yaratılış
efsanelerinde her şeyden önce var olanın su olduğu nakledilmektedir. Sokrates öncesi
Yunan filozoflarından Miletli Thales de her şeyin özünün su olduğunu söylemektedir
(Campbell, 2016, s. 75).
Eflâtun, ey ulu kişi bil dedi. Bütün mevcudatın aslı su oldu. Sudandır çünkü
taze hayvan ve bitki, şüphesiz kâinatın aslı su olur.
İkinci ön varlık olarak kabul edilen su, mitolojik düşüncede zorunlu olarak
kabul edilmiştir. Kaostan evreni var edecek bir ön varlığın mevcudiyeti kabul
edildikten sonra bu varlığın var olabileceği bir mekâna ihtiyaç vardır. Türk
mitolojilerinde bu unsur sudur (Taş, 2017, s. 89). H. Ziya Ülken, Radlof tarafından
derlenen Altay yaratılış anlatısını şu şekilde değerlendirmektedir: “Efsanede Karahan
(gören) ve su (görünen) idi. Yani epistemolojik söylemle biri nefs, birisi de mevzuyu
temsil etmektedir. Karahan, şekilsiz ve gayrimuayyen bir kuvvet, bir nevi kaos olan
“su”dan kişiyi yarattı ve böylece kendini yanlızlıktan kurtarmak istedi”. H. Ziya
Ülken’e göre bu yaratılış şeklinde iki akidenin esasları görülmektedir. Bir taraftan,
orada hayatın menşei olarak suyu kabul eden Thales’in kozmolojisi, diğer taraftan
524
orada bütün İslam tasavvufunda devam eden ve eski Yunan kozmolojisinde de görülen
zuhur akidesi görülmektedir. Buna göre Allah insanı “yok”tan var etmiş değildir. O
zaten şekilsiz ve fevzai tabiatın içinde Allah ile beraber mevcuttur. Fakat orada kuvve
hâlinde olan şey Allah tarafından fiil hâline çıkarılmış, müphem ve şekilsiz olan, vuzuh
ve şekil kazanmıştır (Taş, 2017, s. 91). Suyun işlevi her dinî inançta müştereklik arz
etmektedir. Suların; biçimleri çözüp ortadan kaldırmakta, günahları temizlemekte,318
saflaştırıcı ve yeniden hayat verici olduğuna inanılmaktadır. Bu bağlamıyla suların
kaderi, yaratılışı öncelemek ve bir biçime sahip olamadıklarından yaratılışı yok
etmektir. Su, mevcudiyetin evrensel toplamını simgelemektedir.319 Bir başka deyişle
sular tüm varlık ihtimallerinin hazineleridir. Her yaratılışın örnek imgesi, suların
içerisindeki “ada”lardır. Suya dalmak ise biçimlenme yani varoluş öncesinin
farklılaşmamış dünyasıyla yeniden bütünleşmeyi simgelemektedir.320 Sudan çıkma
biçimsel ortaya çıkışın kozmogonik hareketini tekrarlamakta, suya dalma biçimlerin
yok olmasıdır. Bu sebeple su simgeciliği “ölüm” kadar “yeniden doğuş”tur321 da suyla
temas her zaman yeniden doğumu içermektedir. Su kaynaklı kozmogoniye insanlığın
sudan doğduğu yönündeki inanışlar tekabül etmektedir. Tufanlar veya kıtaların
dönemsel olarak sular altında kalmaları, insanî düzeyde ruhun “ikinci ölümü” olarak
sembolize edilmektedir. Tertullianus’a göre su, o sıralarda onu diğer bütün unsurlara
tercih eden tanrısal ruhun ilk “makamı”dır. Canlı yarattıkları üretmesi ilk suya
emredilmiş ve Tanrı, insanı oluştururken de suyu kullanmıştır (Eliade, 2017, s. 171).
Suyu geçmek, Yunûs ve Musa kıssalarında olduğu gibi sembolik yeni bir hayatın
başlangıcı ya da hayatının diğer kısmına geçiş için bir kırılmadır.322 Rüstem ve
O damlası ihsan olan sahilsiz denizin sahili üzüntüyle oturana inciler saçar.
Terklik denizinden kasıt, kişinin kendi zat ve sıfatını terk edip, Allah’ın zat ve
sıfatında fâni olduğu fenâ hâlidir. Cevhere ait hakikat nefes-i Rahmanî’dir. Yani kişi
dünyevi giysilerinden kurtulup, benliğinden geçip Vahdet denizine dalmazsa öz olan
cevhere de ulaşamaz. Bu bağlamıyla suya atlayanla sudan çıkan aynı kişi değildir, kişi
kendi içerisinde bir aşama katetmiştir. Bu da sudan çıkan diğer efsanevi şahsiyetlerde
olduğu gibi mistik bir kırılmadır.
Dostlar bu ten gemisi fena bahrine düştü. Himmet eyleyin ki esenlikle bekâ
yakasına çıksın.
da “Dokuz Oğuz budun, ‘yerin, subın ıdıp’, Tabgaçgaru bardı” şeklinde geçmektedir.
İslamî dönemde de Türkler, su ile ilgili inanışlarını muhafaza etmiş, İslamî cila altında
yaşatmaya devam etmiştir. İyi ruh ve iyelerin makamı olan suyun kirlenmemesi
gerektiği Dede Korkut Hikâyelerinde “arı sudan abdest aldı” denmekle yaşatılmaya
devam etmiştir. “Yunmak, arıtınmak” yani yıkanıp arınmak anlayışı eski Türkçe
Budist metinlerinde de görülmektedir. Budizm’de “et ve özünü arıg yunmak,
yıkanmak ve arı don giyme” dinin ana prensiplerindendir. Yani ibadetten önce bedeni
ve ruhu arındırmak ritüeli Türklerde İslamiyet’ten önce de bulunuyordu. Yine uçsuz
bucaksız olması yönüyle Tanrı’dan gelip yine ona döndüğüne inanılan suyun ancak
Tanrı’nın izin verdiği takdirde geçit vereceği de “kanlı kanlı sular, geçit versin”
ibareleriyle yaşamaya devam etmektedir (Ögel, 2010: 316).
Suyı mu‘allak kodı üstinde yir eyledi (Yunûs Emre, 1990, s. 288)
Göğe dön, Ay ve Güneş yürüsün dedi. Suyu asılı koyup üstüne yer eyledi.
Yûnus sen gör özüni suda toprakda mısın (Yunûs Emre, 1990, s. 205)
Bu tenimin düzeni ateş, toprak, hava ve sudur. Yunûs sen özünü gör suda mı,
toprakta mısın?
Maddi âlemin esasını teşkil eden dört asli unsur ateş, su, hava ve topraktır.
Ancak insan balçıktan yaratıldığından özü su ve topraktır. Âdem’in yaratıldığı
toprağın da suyun altından çıkarıldığı hatırlanacak olursa suyun ilk var olan ve
kendisinden var edilen olduğu anımsanacaktır.
Sudan geçmenin bir aşama olduğu gibi bazı sulardan içmek de aşamadır. Bu
suların en bilindik olanı şüphesin ölümsüzlük suyu olan âb-ı hayattır. İnanışa göre bu
sudan içen kıyamete kadar yaşayacaktır.325 Rivayete göre İskender, bir memlekete
vardığında oradaki halk ona ileride bir deniz olduğunu, deniz geçilince karanlıklar
ülkesine varılacağını, karanlıklar ülkesinde ölmezlik suyu olduğunu söyler. İskender
de bunun üzerine Hızır ile İlyas Peygamberleri de yanına alıp o suyu bulmak için yola
düşer. Karanlıklar ülkesine vardıklarında İskender, ayrılarak aramalarını söyler. 326
Yanına karanlıkları aydınlatan iki mücevher alır. Oraya varınca birisini Hızır ve İlyas’a
verip kim önce suyu bulursa bu mücevherle diğerine haber vermesini söyler. Hızır ile
İlyâs hayli yol kat edip yorulur ve bir şeyler yemek için bir pınar başında konaklar.
Sen eylük it suya sal eylük cihânda bitmez (Tacizâde Cafer Çelebi, 2018, s. 375)
Hızır ellerini yıkayınca ellerini yıkadığı sudan birkaç damla pişmiş olan balığa damlar
ve balık canlanıp suya atlar. Hızır böylece aradıkları suyun bu su olduğunu anlar,
İlyâs’la kana kana içerler. Tam İskender’e haber verecekken de ilahi bir mesajla haber
vermemeleri gerektiği emredilir. Diğer bir rivayete göre ise İskender, karanlıklar
ülkesine girmeye cesaret edemediğinden bu sudan içemez (Gölpınarlı, 2006, s. 782).
Her hâlükârda İskender, bütün aramalarına rağmen bu sudan nasiplenememiştir.327
Saçının âdeti, Hızır devleti ise İskender’dir. Dudağı, âb-ı hayat çeşmesi saçları
da zulümattır.
Sevgilini saçları siyah renginden dolayı zulümatta, talihi bir imparator olan
İskender’e, dudağı da bu zulümat içerisinde olup da canlar bahşettiğinden âb-ı hayata
teşbih edilmiştir. Hızır, âb-ı hayat, zulümat ve İskender tenasübüyle Hızır ile
İskender’in zulümatta âb-ı hayatı aramış olmasına telmih yapılmaktadır.
Nuş id nûrânî cân kim âb-ı hayvân bundadur (Şeyhî, 2018, s. 89)
Susuzluktan Hızır ve İskender’i koy zulümeti gezsin, nuranî canı iç ki âb-ı hayat
bundadır.
Rivayete göre İskender, âlemi terk ettikten sonra bir de ölümsüz olmayı diler.
Civardaki halk da ona ölümsüzlük suyunu ancak karanlıklar ülkesinde bulabileceğini
söyler. Bunun üzerine İskender, burayı arayıp bulur. Ancak karanlıklar ülkesindeki yer
çok çeşmeli olduğundan İskender, hangi çeşmeden ölümsüzlük suyu aktığını
anlayamaz. Bu sırada aşçısı yemek pişirirken ölümsüzlük suyunun aktığı çeşmeyi
keşfeder. Kimseye söylemeden suyu içip yıkanır böylece ölmez olur. Oradan
Bin yıl gerekse Hızr ile seyr-i Skender e (Levend, 1984, s. 175)
530
uzaklaştıktan sonra aşçı, durumu İskender’e anlatır. İskender çok kızar ve aşçıyı denize
attırır. Aşçı, suda deniz iblisi olur. İskender’e mal edilen bu hikâye aslında müstakil
bir hikâyedir. Hikâyenin aslı Glaukos (yeşil) adındaki bir balıkçının hikâyesidir.
Glaukos, bir gün balık avlarken ölü balıklardan birinin yeşil bir ota değerek canlandığı
görür, o da bunun üzerine bu ottan yer ve bir şeytan olur. Kur’an’da da bu anlatının bir
yansıması vardır. Kur’an’a göre Musa ve hizmetçisi, tefsiratlara göre Musa ve Hızır
yola düşerler. Musa hizmetçisine; “ben denizlerin içtima ettiği yere varmayınca
dinlenmeyeceğim” der (Kehf, 59-63). Fakat oraya vardıklarında, yemek için yanlarına
almış oldukları pişmiş balıkları unuttuklarını fark ederler. Balık bir yeraltı kanalından
denize kaçmıştır. Bayağı yol katettikten sonra Musa, hizmetçisine yemeği
hazırlamasını söyleyince hizmetçi, olanları hatırlayıp ona balıkla ilgili gerçeği anlatır.
O zaman Musa “işte istediğimiz oydu” diyerek geri döner. Kur’an’da bu ayetten sonra
başka bir mesele gelir. Teferruatlı bir açıklama olmamakla birlikte Kur’an’a göre
Musa’nın maksadı ölümsüzlük değildir. Mecma’ül-bahreyn’e göre ise Musa ile yola
çıkan bir adam vardır. Bu adam Musa’dan akıllı olduğunu kanıtlar. Gemileri batırır,
yıkılan duvarı onarır, her şeyi bilinçli yapan marifet sahibi bir adamdır. Müfessirlere
göre bu adam Hızır’dır. Hızır ölümsüz bir peygamber/velidir. Denizde ve karada darda
kalan Müslümanların imdadına yetişir.328 İskender’in aşçısı ile Hızır arasındaki
bağlantı bu olsa gerektir. Taberî’de Hızır, İskender’in âb-ı hayvanı bularak ölümsüz
olmuş olan veziridir. Meşhur müfessir İbn-i Abbas’a göre ise Musa’nın hizmetçisi,
ölümsüzlük suyundan içip ölümsüz olunca denize gönderilir. Muhtemel ki Musa’nın
hizmetçisi olarak gösterilen de Hızır’dır. Bu bağlamıyla bu anlatı Kur’an’daki ile
müştereklik arz etmektedir. Hızır yeşil demektir, Glaukos da yeşil demektir. Ölümsüz
olduktan sonra Glaukos, denize atılarak deniz iblisi olur (Ritter, 2011, s. 122) Hızır da
denizde darda kalanların imdadına yetişmek gibi kutsal bir işlev edinir.
328
San Hızrdur ki hâzır olur yaşda kurıda
Fikr-i hatun ki çeşm ü dil-i pür-belâdadur (Emrî, s. 109)
Gönül İskender’i aşk diyarına şah olur, yeşil donlu Hızır’ın yolu ona ah
dumanı olur.
Yeşil tüylerin ancak o la’l (gibi) bitkiyi öper, nitekim âb-ı hayatı da ancak Hızır
içer.
Sevgilinin dudağının üstündeki taze ayva tüyleri Hızır’a, la’l dudağı da âb-ı
hayata teşbih edilmiştir. Yeni bitmeye yani yeşermeye başlayan tüyler, Hızır’a teşbih
edilerek aynı zamanda Hızır’ın yeşil manasına da geldiğine gönderme
yapılmaktadır.329 Dudağın üstüne dökülen tüyler Hızır’ın âb-ı hayat içmesi olarak
tasavvur edilmiştir. Nasıl ki dudağı ancak üzerindeki tüyler eğilip öpebiliyorsa âb-ı
hayat da yalnızca Hızır’a nasip olmuştur.
Eski Türk inanışına göre “Semrük adlı çift başlı kartal”, “mengülük suyu”nu
içtiği için Kafdağı’nda yaşayan ölümsüz bir yaratıktır. Kutadgu Bilig’de “hayat suyu”,
“tiriglig subı” yani dirilik suyu olarak geçmektedir (Ögel, 2010, s. 327). Altay
efsanelerine göre göğün on ikinci katına kadar uzanan Dünya Dağı’nın üzerinde bir
kayın ağacı, bu ağacın altındaki kutsal çukurda da Hayat Suyu bulunmakta, bu suya
da kutsal bir ruh bekçilik yapmaktadır. Uygurların Türeyiş efsanelerinden Er Sogotoh
Destanı’nda da bu motif vardır. Rivayete göre zirvesi dokuz göğü delen
Hakanağacı’nın dibinde insanlara ölmezlik veren Hayat Suyu kaynarmış (Uslu, 2017,
s. 54). Âb-ı hayat, hemen bütün söylencelerde, bulunması güç yerlerdedir. Bazen
karanlıklar diyarında bazen de kutsal ağaçların kovuğunda bulunur. Suyun yaşamsal
bir unsur, denizlerin engin olması onu sonsuzluğa kavuşturan ve ölümsüzlüğe ulaştıran
bir güç olduğuna inanılmasına yol açmaktadır.
Tatlı âb-ı hayatla zevk bulan, ebedî hayat atıyla dizgindaş olur.
Ebedî hayat, ata teşbih edilerek âb-ı hayatı içmiş olanın bu atın dizginini tutup
onunla yol alacağı yani ölümsüz olacağı söylenmektedir. Sembolik olarak kullanılmış
olan atın ölümsüzlüğü, örtük de olsa ölümsüzlük suyundan içmiş olan atları da
anımsatmaktadır. Âb-ı hayatı içmiş olanın Hızır olduğu düşünülürse bu at onun Bozat’ı
ya da Köroğlu’yla birlikte ölümsüzlük suyunu içen atı, Kırat olabilir.
Böylece Juventa gençlik tanrıçası olur. Hint mitolojisinde Soma, bitkilerden yapılan
bir içkidir, ayrıca kutsal sıvı tanrısının ya da sarhoşluk tanrısının da adıdır. Bu
mitolojide Amrita denilen yaşam ve ölümsüzlük sağlayan bir içki ya da yiyecek
bulunmaktadır (And, 2007, s. 42). Malekula’da, Ölüler Ülkesi’ne giden yolcu
mağaradan geçmek zorundadır. Bu mağarada çeşitli “sınama” ritlerini geçtikten sonra
orada büyük bir su, Yaşam Suyu bulunduğunu keşfeder. Suyun kıyısında yükselen
ağaçtan tırmanarak yeraltı sularına ulaşabilir (Campbell, 2016, s. 81) bu motifler
aslında çok bilindik motiflerdir. Buradaki karanlık mağara, İskender’in “zulümat
ülkesi” su, âb-ı hayattır. Ağaç da Türk mitolojisinde önemli bir yere sahip; kökleriyle,
yer altını dallarıyla, gökyüzünü gövdesiyle, yeryüzünü çevreleyen “hayat ağacı”dır.
3.16.5. Toprak:
İlkel dinlerden semavi dinlere kadar bütün inanışlarda ilk insan, topraktan
yaratılmıştır. Mısır mitolojisinde de ilk insan topraktan yaratılmıştır. Eridu’ya göre
tapınak kentinin tanrısı Enki’nin çevirisi olan Ea, “su evinin tanrısı”, Enki de “toprak
tanrıçanın efendisi” manasına gelmektedir. İnanışa göre gökleri ve yeri doğuran
Tanrıça Nammu’dur. Alt bölüm olan toprak (Ki) dişi, üst bölüm olan gök (An) erildir.
An, yeri ve göğü ayıran hava tanrısı Enlil’in babasıdır. Tıpkı klasik Hesiodos
anlatısındaki Gaia (Toprak) ve Uranos’un (Gök) oğulları Kronos (Satürn) tarafından
koparılmasında olduğu gibi burada da göğü ve yeri oğulları ayırmıştır. Ayrılmadan
sonra kozmik düzende sıra, yaratmaya gelmiştir. Yaratma ile ilgili inanış da şöyledir;
Enki uyurken babası Nammu onu uyandırır ve zekâsına güvendiği Enki’ye tanrıların
durumunu anlatır. Ondan uykudan uyanıp zekâsını kullanarak tanrıların işlerini
görecek hizmetçiler yaratmasını ister. Enki, yerinden kalkıp annesine bunu
yapılabileceğini söyler ve annesinden gidip yeryüzündeki su dolu uçurumun
yüzeyinden bir avuç “çamur” alıp ona kalp şeklini vermesini ister. Enki, iyi ve
muhteşem ustalara o çamura uygun yoğunluğu verdireceğini, gövdeye ise biçimi
tanrıların vermesini isterdiğini söyler. Onlara sizin üstünüzde toprak ana, eşim tanrıça
doğuracak, sekiz doğum tanrıçası da ona yardım edecek, yeni doğanın kaderini de siz
belirleyeceksiniz der. Böylece iş yapılır. Enki’nin karısı toprak ana, su dolu uçurum
tanrıçasının üzerinde durur. Sekiz tanrıçanın yardımıyla çamur alınır ve bebek
annesinden ayrılır gibi ayrılır (Campbell, 2016, s. 118). İlkel bir Apaçi yaratılış miti,
yerde “yalnızca karanlık, su ve kasırga varken” Hactcinler denilen maskeli tanrılardan
başka hiçbir şey yoktu diye başlar. Bu Hactcinler her şeyin kendisinden yaratıldığı
534
“öze” sahiplerdir. Böylelikle dünyayı yaratırlar, en güçlü tanrı olan Kara Hactcin,
hayvanları yaratmaya başlar. Onlara çamurdan suret verdikten sonra hilkatlarına göre
yapmaları gerekenleri söyler, hayvan da söylenenleri yapar (Campbell, 2016, s. 235).
Türk mitolojisinde de bu misyonu Kayra Han üstlenmektedir. Kabul gören yaratılış
anlatısına göre kâinat, on sekiz bin “dünyadan” oluşur. Toprağın yaratılışı da
insanınkinden öncedir. Rivayete göre toprak, her tanesi 250 dirhem ağırlığında olan
buğdayla tamamen kaplanır. Tanrı, 20 günde bu tanelerden ancak birisini yiyen bir kuş
yaratır. Âdem de ancak bu kuş bütün buğday tanelerini otuzar kez yedikten sonra
yaratılır. Yazıcıoğlu’nun Muhammediye’sindeki yaratılış öyküsüne göre Tanrı’nın
bakışı altında uzayın ana maddesi “ateş” ve “su” olmak üzere iki elemente ayrılır. Bu
elementlerin birbirine temas etmesi sonucunda gökyüzünü oluşturan buhar ve
yeryüzünü oluşturan köpük doğar. Tanrı, yeryüzü ve gökyüzünü yedi parçaya ayırır.
Gökyüzünde yedi ilahi kalabalığı, yeryüzünde de yedi farklı adları olan halkları
yaratır. Ateşten bir çift yaratır, bu çiftten Can denilen halkı türetir. Daha sonra
dünyadan getirilen balçıkla insan yaratılır330 (Boratav, 2016, s. 92). İnsanın topraktan
yaratılması Sümer mitolojisinde de görülmektedir. Gılgamış destanında Yaratmanın
tanrıçası Arura, Gılgamış’ı bir yabanıl boğa kadar güçlü, kimsenin yenemeyeceği
kadar kudretli bir silahşör olarak yaratır. Tanrılar, Gılgamış’ın zorbalıklarına artık
tahammül edemeyip onu tanrıçaya şikâyet eder. Tanrıların yakınmalarını duyan
tanrıça, bu sefer de ölümlü insan olan Enkidu’yu yaratır. Enkidu da tıpkı İslamî
yaratımdaki gibi çamurdan yaratılır (Baydalı, 2003, s. 25). Yunan mitolojisinde durum
biraz farklıdır. Zeus, insanı cansız topraktan değil, oğlu Dionysos’u yiyen Titanların
küllerinden yaratır. Yani insanın bir parçası ölümsüz Dionysos’un özü, bir parçası da
ölümlü Titan’dır (Campbell, 2016, s. 24).
Dört ferişte yogurdı bir peygamber eyledi (Yunûs Emre, 1990, s. 288)
Azrail gökten indi bir avuç toprak aldı, dört melek yoğurdu bir peygamber
eyledi.
Tarîk-i üns dut kim her avuç toprak bir âdemdür (Fuzûlî, 2016, s. 341)
Kabir içerisindeki yalnızlığı anıp ölmekten nefret etme, alışma yolunu tut ki her
avuç toprak bir insandır.
Her şey aslına rücu edecek, topraktan yaratılmış olan insan, öldüğünde toprağın
koynuna girip orada yine toprağa dönüşecektir.331 Şair, topraktan gelip yine toprağa
dönüleceğini hatırda tutup bu fikre alışılması gerektiği, her avuç toprağın bir insan
olduğu bilinciyle kabirdeki yalnızlıktan korkulmaması gerektiğini söylemektedir.
Beyaz renk; çeşitli mitoloji ve kültürlerde aydınlık, ışık, güneş, hava, saflık,
temizlik, iffet, masumiyet, sadelik, mükemmellik, kutsallık, kurtuluş, ruhsal yetkinlik
manasına gelmektedir. Beyaz renk, Türk kültür ve mitolojisinde de yaygın olarak yer
olan renklerdendir. Onun bu yaygınlığı gök renginin yerine geçip onu ikinci planda
bırakmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum Gök Tanrı kavramının yerini birçok
Türk topluluğunda görülen Ülgen’in almasıyla ilişkili olabilir. İkinci derecede bir tanrı
olan Ülgen, daha sonra Gök Tanrı’nın yerini almış, bu sebeple beyaz renk de yerini
maviye bırakmıştır. Ak rengin bu yüce ve olumlu manalarından dolayı soy ve ruhun
soyluluğu bu renk aracılığıyla ifade edilmektedir. Yine bunun yanında ataların ak
olması ve buna bağlı olarak ana ve babanın saç ve sakalının aklığı, evin ya da otağın
aklığı, doğa varlıklarının aklığından söz etmek eski Türk metinlerinde sıklıkla
geçmektedir. Yine Altay Türklerine ait ak ata destanlarında da ak renk, insanlığın
babası olan Âdem’in simgelemektedir. Beyaz renk ayrıca ölüm ya da ölümden dolayı
duyulan üzüntüyü ifade etmek için de kullanılmaktadır. Bu rengin yas rengi olması
muhtemel ki Maniheizm, dolayısıyla Uygur devriyle ilişkilidir. Nitekim Maniheizmde
ışıgı simgeleyen bu renk, iyiliğin sembolü olan rahiplerin elbiselerinin rengidir
(Çoruhlu, 2000, s. 191). Verbitskiy’in derlemiş olduğu Altay yaratılış mitosunda Tanrı
Ülgen’e yaratma ilhamını veren deniz ilahesi “Ak-Ene”dir. Efsane metninde “Ak-
Ana”nın buyruğu üzerine “Tanrı böyle yaptı” demektedir. Bu demek oluyor ki Ak-
Ana, Tanrı Ülgen’den güçlü olmasa bile daha akıllı ve bilgilidir. Ak-Ene’nin yanı sıra
Ülgen’in kızlarına da “Ak-Kızlar” deniliyor olması Türk mitolojisinde “aklık” özelliği
taşıyan başka Deniz İlaheleri de olduğunu göstermektedir. “Ak” sözü Altay
Türkçesinde cennet manasına gelmekte, cennette oturan tanrılara da “Aktu” (aklılar)
yani ruhu ap ak olan denilmektedir. Bu tanrılar göğün üçüncü katında oturmaktadır.
Tanrılarla aynı katta insanların bütün hayatı ve ruhun bağlı olduğu “Süt-Ak-Köl” yani
süt rengi gibi ak olan göl de bulunmaktadır. Yakutlarda da bütün dünyayı ve her şeyi
yaratan en büyük Tanrı Ak-Yaratıcı (Ürüng-Ayığ-Toyon) ve dişi yaratıcı (Ayığsıt)
vardır. Moğolların inanışında da beyaz renk ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Cengiz Han’ın
ilk ataları ile ilgili efsanede “Dişi beyaz geyik” geçmektedir. Bu geyik Göktürklerdeki
Ak-Geyik ve Bozkurt ile aynı işleve sahiptir. Nitekim boz da beyazın bir tonudur
(Ögel, 2010, s. 570). Bu durum ak renginin kutsal kabul edildiğinin de göstergesidir.332
Hızır’ın atının boz renkli olması da yine bu kutsallıkla ilişkilidir.
Araplar için ise beyaz, bir bakıma hayatı simgeler. İçtikleri su, ekmek
yaptıkları buğday hep beyaz renklidir. Beyaz, Arapların içine öyle işlemiştir ki bazen
“onu iki beyazdır (iki gün ya da iki ay) görmedim” şeklinde zaman ölçüsü olarak
kullanıp günleri beyaz diye nitelendirirler. Zira Araplar için günler tıpkı Güneş gibi
beyazdır. Araplar, ruh temizliğini ve iffeti de beyazla ifade eder. Kur’an’da da beyaz,
Arap kültürünün olumlu çağrışımlarına uygun olarak geçer. Tur’da Hz. Musa'ya
bahşedilen mucizeler arasında “Beyaz el” mucizesi de yer alır. Beyaz, cennette de iyi
bir renk olarak anılır. Kur’an’da müminlerin sevinmesi, kâfirlerin üzülüp dehşete
kapılmaları, Yakup Peygamberin üzüntüden gözlerini kaybetmesi hep renklere dayalı
anlatımlarla canlı tablolar şeklinde sunulur (Gündüzöz, 2003, s. 79).
Gûşâde-hâtır idi şevk ile nehâre dönüp (Yahyâ Bey, 1977, s. 165)
Ak giysiler dolanıp, nurdan bir minareye dönüp, gönlü şevkle gündüz gibi açık
ve aydınlıktı.
333
Âyîneye yüz aklığı sîm-âbdır ey Nedîm
Sâf oldu sînemizde dil-i bî-karâr ile (Nedim, 2015, s. 327)
Gerçi kim gören seni bir kâfir-i bî-dîn sanur (Celilî, 2018, s. 92)
539
Ölüm her ne kadar kara renk ile sembolize edilmiş olsa da şehitlik durumunda
beyaz rengin kullanıldığı görülmektedir. Nitekim Türklerde “şehit bayrağı” da yine bu
sebeple beyaz renklidir. Bu durumun İslam geleneklerine uygun olarak kefenlenme ile
açıklama çabalarına karşılık, eski Türklerde bazı yas tutma durumlarında da beyaz
elbise giyiliyor olması bu uygulamanın çok daha eskiye dayandığına delalet
etmektedir. Osmanlılarda Livâ-i Beyza (Ak Sancak)’nın Peygamber bayrağını
sembolize etmesi de yine bu eski şehitlik inanışlarıyla ilişkilidir (Toker, 2009, s. 101).
Nedim, kutsal olan bayram gününde zengin, yoksul herkesin beyaz elbise
giydiğini söylemektedir. Bu yönüyle beyazlığın sadece maddi değil, aynı zamanda
saadetin de rengi olduğuna vurgu yapılmaktadır (Öntürk, 2017, s. 978).
Cebîn-i necm-i bahtı subh-ı ıyd-âsâ sefîd olsun (Nedim, 2017, s. 128)
Cihanın şahlar şahının feyz güneşinin iltifatından, baht yıldızının alnı bayram
gibi beyaz olsun.
3.17.3. Mavi:
Tengri (Tanrı) sözü başlangıcından beri Türkler için göğü ve göğün rengini
karşılamaktadır. Çin düşüncesinde de hem gök hem Tanrı için “T’ien” sözcüğü
kullanılmaktadır. Moğollarda da 13. yüzyılda bile “Tengeri” sözü yalnızca gök
manasında kullanılıyordu. Göğü ve tanrıyı sembolize eden bu kutsal renk, Türklerde
“Kök Tengri” ve “Kök Türk” deyimlerinde de bütün azametiyle görülmektedir. Eski
Moğol dilinde Hakanlık defteri (kökö bicik) ve Hakanlık kadehi (kökö cung) de gök
renkli olarak tanıtılmaktadır. Altay destanlarında geçen; “Dünya topraklarının bittiği
540
yerde sonsuz Mavi Deniz (Kök Tengiz) vardı” ibarede de görüldüğü gibi “gök” rengi
daha da geniş bir alana yayılmıştır. Yine destanda adı geçen hakanlar da “Kök-Han”
ve “Kök-Katayé gibi gök rengiyle tanıtılmaktadır. (Ögel, 2010, s. 151). Gök rengi
genellikle olumlu, tanrısal manalarında kullanılmaktadır. Misal olarak eski Türkçe
metinlerde geçen gök kurt, gök böri terimiyle Gök Tanrı kastedilmektedir. Nitekim
Gök renkli erkek kurt Güneş gibi bir ışıktan ortaya çıkmıştır. Bu ifade içerisinde çok
eski Güneş kültü ya da Güneş tanrısı inanışlarının izlerini de görülmektedir. Bunun
gibi “gök sakallı”, “ukaralı göklü otağ”, “gök polad”, “kök temür”, “gök bidevi adar”
gibi ifadelere Orta Çağ Türk metinlerinde rastlanmaktadır. Mavi renk Budist devirde
de yüz ya da saç renk olarak görülmekte, bu bakımdan Buda’nın ya da birtakım Budist
ilahların tasvirlerinde saç ya da yüz rengi olarak mavi kullanılmaktadır. Mavi rengin
bazı olumsuz manaları da vardır. Orta Çağ Türk metinlerinden bu renk; en çok cenaze,
cenaze evi gibi ölümle ilgili yas ifadelerinde ortaya çıkmaktadır. Özellikle Manas
Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri’nde bu tip ifadeler görülmektedir. 14-16. yüzyıllar
arasında Türkmen, Timurlu, Memlük ve Osmanlı yazmalarındaki cenaze törenlerinde
insanların giysilerinde mavi, mor ve siyahın vurgulandığı anlaşılmaktadır (Çoruhlu,
2000, s. 189).
Menekşe onun için lacivert rengini giydi, gül onun yasından kana battı.
Arkaik yas törenlerinde göğe uçtuğuna inanılan kişi için gök renginde giyinip,
yaka bağır hatta akan gözyaşların kanla karışıp kanlı gözyaşı olabilmeleri için
hususiyetle yanak yırtarak kan akıtmak riti yaygındır. İskender'in ölümü üzerine
menekşenin onun için mavi giymesi, gülün de yasından kana batmış olmasıyla bu
duruma işaret edilmektedir. Yas kıyafetlerini giyenin menekşe olması onun rengi olan
lacivert ya da çivit mavinin yas ifadesi olarak kullanılıyor olmasından ötürüdür.
Mavi, Eski Türklerin aksine Araplar için iyi bir renk değildir. Onlar suyu bile
çoğu zaman mavi olarak değil beyaz olarak anarlar. Mavi, âşık oldukları kadınların
göz rengi, aynı zamanda da düşman demektir. Kur’an’da geçen zurka (mavi oldukları
hâlde) ifadesi, ruhi bir bunalımı ve kâfırlerin bedbahtlık hallerini sembolize
etmektedir. Rüyadaki renklerin yorumu yapılırken de mavi renge, bilhassa koyu mavi
renge menfi bir mana yüklenmektedir. İnanışa göre rüyada koyu mavi renk görmek
541
Aç iki nergisini ibret eyleyip bak ki menekşe mavi giyip büyük matem tutar.
Burada da yası tutmuş olanın menekşe olmasıyla mavinin yas rengi olmasına
işaret edilmektedir. Nergis, içerisindeki uyuşturucu madde sebebiyle baygın bakan
gözlere, menekşe de renginden dolayı yas tutmuş kimseye teşbih edilmiştir. Şair, ölüm
karşısında gafil olunmaması gerektiğini ibret gözüyle bakılırsa menekşenin gök rengi
giyip büyük bir matem tuttuğunu söylemekle gök renginin matem rengi olduğuna
işaret etmektedir.
Âlemin bağı da baharı da gül bahçesi de hazanlıdır. Zevk ve safa meclisi daima
gül ve erguvanlıdır.
3.18. Siyah:
Gülsüz kara toprak ise ay ışığı olmayan, kara toprak gibidir” demekte, Dede Korkut
kitabında Kazan Beg otağını “kara yerin” üzerine kurmaktadır. Ölüm ve yeraltı da
“kara” rengiyle sembolize edilmektedir. Kutadgu Bilig’de “Nice saray ve köşkün
olsun… Ölüm bozdu mu, kara-yeri görürsün” denmekle ölenin yerinin “kara”
olduğuna işaret edilmektedir (Ögel, 2010, s. 256).
Kara yer altında tek başıma kalınca, orada da sayısız rahmetini bana ulaştır.
Yerin altına ölüm hâlinde girilmektedir. Yer hem toprağın renginden hem de
yeraltının kara olduğu ile ilgili mitik inanışlardan kalma kalıntılarla kara renkli olarak
tasavvur edilmiştir. Şairin, kara olarak hayal ettiği yeraltında olan mezarında yalnız
kalınca da Allah’ın rahmetinin kendisine ulaşacağını söylemesi, yerin kara rengiyle
ilişkili olduğuna inanıldığını göstermektedir.
Eski Türklerde mavi olan yas rengi, İslamî dönemde değişikliğe uğramıştır.
Önceleri yalnızca kâfirler ve dervişler kara ton giyinir,336 Oğuzlar ise ağ tonlu olarak
nitelendirilirdi. Oğuzlar, yalnızca matem esnasında ağ tonlarını çıkarıp, kara ton
giyerdi. Nitekim geçiş döneminin en mühim eserlerinden olan Dede Korkut
Hikâyelerinde, Beyrek öldüğünde Ak-Boz atının kuyruğu kesilir, kırk elli yiğit ak
giysilerini çıkarıp gök sarınırlar, sarıklarını yere vururlar, nişanlısı Banıçiçek de ak
kaftanını çıkarıp karalar giyer (İnan, 1987, s. 470). Renkler günlük hayatta da birer
sembol olarak kullanılmaktadır. Nitekim Karabağ Terekeme toylarında kızı olan kadın
“pembe” yazma, oğlu olan kadın “beyaz” yazma, oğlu kızı olmayan kadın ise “mavi”
yazma takmaktadır. Buradaki uygulama yine mavinin yas rengi olmasıyla ilintilidir
(Kalafat, 2012, s. 258). Bu durum zamanla değişikliğe uğramıştır. Yukarıdaki duruma
en güzel örnek Dede Korkut Hikâyeleri’nde geçmektedir. Dirse Han Oğlu Boğaç Han
boyunda Bayındır Han, düzenlediği toyda beyleri çadır renklerine göre tasnif eder.
Durum hikâyede şöyle geçmektedir; Hanlar hanı Han Bayındır yılda bir kere toy idüp
Oğuz Beylerini ağırlardı. Yine bir gün toy ettiğinde bir yere “ak” otağ, bir yere “kızıl”
otağ bir yere de “kara” otağ diktirmişti. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa, oğlu
kızı olmayanı da kara otağa kondurup, altına kara keçe döşenmesini, önüne de kara
koyun yahnisinin konulmasını buyurur. Oğlu kızı olmayan oturup yer ise yesin
yemezse varıp gitsin onu Tanrı Ta’ala kargamış bu yüzden biz de kargarız der (Ergin,
2008, s. 78). Oğlu kızı olmayanın kara renklerle ilişkilendiriliyor olması da kara rengin
olumsuz çağrışım yaptığına dahası matem rengi olmasıyla ilintilidir.
Gökyüzü mavi giysilerini siyah kılsın, şahın matem giysilerini bütün cihan
giysin.
Kara renginin kötülüğe ait olan kategorisinde yer almasıyla yas rengi de
maviden karaya dönüşmüştür. Öyle ki Bâkî, meşhur mersiyesinde Kanunî’nin ölümü
sebebiyle mavi olan gökyüzünün mavileri çıkarıp siyaha bürünerek yas tutmasını,
böylece o büyük şahın matemini gökyüzünün altında olan bütün dünyanın tutmasını
istemektedir.
Türk kültüründe kara, genellikle toprak rengi, yağız yer anlayışıyla birlikte
kullanılmaktadır.337 Halk kesimine kara budun, kölelere ise kara kul, karavaş ya da
karabaş denilmektedir. Birçok kavim, kuzeyin karanlıklar ülkesi olduğunu
düşünmüştür. Bu düşünceyle Müslümanlar, kuzeye diyar-ı zulmet demişlerdir.
Türklerde de bu düşünceyle kara, “kuzey”i sembolize etmektedir. Kuzeyden esen yele
“Karayel” denmesi de yine bu düşünceden ileri gelmektedir. Anadolu halkının karaya
karşı tavrı sürekli olumsuz olmuştur. Karanın yıkıcı ve ürkütücü bir anlam taşıyor
olması, karanlığı çağrıştırıyor olmasından ileri geliyor olsa gerektir. Yine bu sebeple
halk arasında karayılan, kara kedi, karasinek, kara domuz, kara köpeğin kut
taşımadığına inanılmaktadır. Karanın ölüm ve yası çağrıştıran uğursuz bir renk
olduğuna inanıldığından338 çok dayanıklı olmasına rağmen karaağaç, ölü mezarına
Kâra yir gibi niçe kimse gezer bî-pervâ (Neşâtî, 2019, s. 219)
Benzer ki tutmadın sen anınçün azâ dirîg (Ahmet Paşa, 1992, s. 115)
Misk kokulu saçlarının hevesi Emri’yi toprak etmiştir. (Bu sebeple) bağ
sümbülü kara giysin, nisan bulutu ağlasın.
Kara geydi tutdı mâtem âb-ı hayvân ağladı (Ravzî, 2017, s. 387)
Hızır, kara ve âb-ı hayat tenasübüyle Hızır’ın zulümatta âb-ı hayatı arayıp
bulduğuna telmih yapılmaktadır. Şair, sevgilisini can bahşedici yönüyle âb-ı hayatın
yerini bilen tek kişi olan Hızır’a teşbih etmektedir. Zamanın Hızır’ından ayrılan âşığın
ölümü üzerine âb-ı hayatın karalar giyip ağlaması onun zulümatta olmasıyla ilişkidir.
Âb-ı hayatın karanlıklar diyarında olması onun karalar giymiş olması, akarsu olması
da ağlaması olarak tasavvur edilmiştir. Âşığın ölümü üzerine karalar giyerek
ağlamasıyla da kara rengin matem rengi olduğuna gönderme yapılmaktadır.
Yine benzer bir maksatla tabut üzerine siyah badem atılmaktadır. Siyah
bademden kastın siyah gözler olduğu339 düşünülse de Türk Ansiklopedisi’nde erkek
çocuğun cenazesi geçerken tabutuna çiçek, konfeti, badem ve incir atılmasından söz
ediliyor olması bu durumun sadece siyah gözlerden kinaye olmadığını göstermektedir.
Bu ritüel bugün hâlâ Ermenistan’daki cenaze merasimlerinde görülmektedir (Şentürk,
2017, s. 16).
Sevgilinin gözü tuzağa çeken, kaş yayıyla gerdiği kirpik okuyla vurup
öldürendir. Sevgilin şuh gözleri, âşığı öldürecek olursa badem gibi siyah gözlerden
akan gözyaşları onun üzerine saçılacaktır. Ya da mezarına gerçek manada siyah badem
atılarak yas tutulacaktır. Her halükârda ölenin üzerine siyah badem atılıyor olması
tabut üzerine siyah badem atılması ritine işaret etmektedir.
kara kunduz derisindendir. Erlik’in oğullarına “temir paştuu kara uuldar” yani “demir
başlı kara oğullar” denilmekte, Erlik’in dokuz kızı da kara yüzlü kara saçlı olarak tasvir
edilmektedir. Bu renk eski Türk inanışında toprakla birlikte anılmaktadır. Reşat
Genç’e göre yağız yer tanımlaması kara yerden daha önce kullanılmaya başlanmıştır.
Şamanizm’de ak ve kara olmak üzere iki tür şaman vardır. Schmidt’e göre asıl
Şamanizm Türkistan’da görülen ve bu kara şamanlar tarafından sunulan Şamanizmdir.
Kara şamanların bu vecd hâlini ölü topraklarına yaptıkları bir yolculuk olarak
yorumlanmaktadır (Yıldırım, 2012, s. 141). Altaylılara göre de Erlik Han yerin en alt
katında, kara çamur içinde, kara bir sarayda ikamet etmektedir.
Gönül çeken kaşlar, siyahlık saçan iki kılıçtır. Siyah, sarhoş büyücü gözü yine
naz elidir.
Güneş, ayrılık ateşinle yansın yakılsın, bulutlar derdinle kara çullara girsin.
Güneş’in ateş kütlesi olması doğal hadisesi hüsn ü ta’lile sevgilinin ayrılık
ateşinden yanması olarak hayal edilmiştir. Yine havanın kararıp bulutların
belirsizleşmesi durumu da onların kara çullara girmesi olarak tasavvur edilmiştir.
Bulut yağmur taşıdığı zaman da kararmaktadır. Yağmurun ağlamak olarak tahayyül
edildiği gelenekte kararmış olan bulutların dertlenip ağlamak üzere olduğu da
düşünülebilir. Sonuç olarak dertlenmiş olan bulutların kara çullara girmesi kara rengin
olumsuz durumları çağrıştırdığını göstermektedir.
548
Hasretlerle karalar içindeki kulları, ölü dirili dert ile mahşere kadar ağlasın.
Şair, hasret ve kederi ifade etmek için kara rengi seçmiştir. Ruhlar bezminde
görülen sevgiliye duyulan hasret bir ömür sürer, bu hasretle bütün kullar karalara
bürünerek ızdırap çeker. Yeniden diriliş günü olan mahşere kadar ölü diri herkes o
ayrılık hasretiyle, karalar giyip, yas tutup ağlayacaktır.
340
Siyeh çeşmün senün şemşîr-zen bir kara kâfirdür
Ki serhaddinde İslamun niçe niçe dil almışdur (Emrî, s. 337)
Alna dökülen saçın, kaşa ve göze yakın olması onların kafa dengi olması olarak
tasavvur edilmiştir. Siyah rengi ve öldürücülüğünden dolayı kâfire teşbih edilen göz
ve kaşla aynı fikirde olan saç da kâfirlikle suçlanmaktadır. Burada siyah renk yerine
kâfirin kullanılmış olmasıyla, kâfirlerin kara tonlu olduğuna dahası kara rengin Türk
kültüründeki olumsuz çağrışım alanına işaret edilmektedir.
Recep Demir, Divan Şiirinde Renkler adlı çalışmasında siyah renge Eski Türk
kültüründe olumsuz bir anlam yüklenmediğini, zamanla karşılaşılan diğer kültürlerin
etkisiyle siyah rengin olumsuz bir anlam kazandığını söylemektedir. Klasik Türk
şiirinde siyah daha çok olumsuz çağrışımlarla yer almaktadır. Nitekim sevgiliye ait
saç, göz, kaş ve ben gibi güzellik unsurları ve rakip siyah renktedir. Şairler, sevgiliye
ait bu unsurlarla daha çok sevgilinin olumsuz özelliklerine vurgu yapmaktadır.
Osmanlı şiirinde sevgilinin en fazla bahsedilen güzellik unsuru saçtır. Sevgilinin
yüzünü örtmesi yönüyle kâfir olarak nitelendirilen saç, tasavvufi metinlerde kesreti
temsil eden bir unsur olarak hep siyah renk tablosuyla ifade edilmektedir. Hat da yine
saç gibi sevgilinin güzellik unsurlarından biridir. Hat sözcüğünün kullanım alanı çok
çeşitlidir. Aslında yazı manasına gelen bu sözcük sevgilinin yüzündeki tüyler
manasında kullanıldığında siyah renkle ifade edilmektedir. Sevgilinin kaşları, zülf,341
341
Saçdun yine tâze keş-â-keş dil ü câne
İy zülf-i siyeh hâtır-ı nâ-şâde mi geldün (Neşâtî, 2019, s. 173)
550
göz,342 hat, ben343 gibi acı çektiren güzellik unsurları siyah renkle ifade edilmektedir.
Klasik şiirde kan dökücülüğü yönüyle cellatta, büyüleyici özelliğiyle de câdû (cadı’)ya
teşbih edilen sevgilinin gözü de kara renklidir.344 Klasik şiirde gece de sevgilinin
yüzünü örtmesi, kötü kader gibi mutsuzluğu ifade etmesi yönüyle olumsuz
çağrışımlarla anılmaktadır. Kara gün kavramı da klasik şiirde kötüyü çağrıştıracak
şekilde kullanılmakta, giyilen siyah elbise genellikle olumsuz bir anlam ifade
etmektedir. Bu renge farklı kültürlerde farklı anlamlar yüklenmektedir. Misal olarak
Mevlevilikte siyah rengin olumlu bir çağrışım alanı olduğu belirtilmektedir (Öntürk,
2017, s. 976).
Şayet mahallenin başında âşıklar kavgası olmasın dersen, kâfir rakibi öldür ne
savaş ne de kavga olsun.
342
Hücûm-ı gamze-i şûhıyla fitneler zinde
Siyâh-mestî-i çeşmiyle şehr-i dil pür-şûr (Neşâtî, 2019, s. 148)
Men-i bed-baht ana her gâh kim bahdum kara gördüm (Fuzûlî, 2016, s. 183)
Felek bana yüz kere kara bahtımın aynasını gösterdi. Kara bahtlı ben, ona her
baktığımda kara gördüm.
yazgılı olarak addetmektedir. Bahtın kötü olanının kara renkle ifade ediliyor olması da
yine kara rengin olumsuz çağrışımıyla ilişkilidir.
Bir âfet olur ‘âleme her bir nigeh-i mest (Neşâtî, 2019, s. 135)
O sarhoş siyah göz naz meyini çektikçe, her bir sarhoş bakışı âleme bir afet
olur.
Siyeh mest terkibiyle sarhoşluğun aşırı hâli kastedilmekte, aşırı sarhoş olan göz
de siyah olarak tasavvur edilmektedir. Siyah gözün bir bakışla âleme afet olması yine
siyahın olumsuzluğu çağrıştırmasıyla ilişkilidir.348 Baygın bakan göz sarhoş olarak
hayal edilmiş, bu sarhoş gözün her bir bakışı âlem için felaket olmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de “renk” kelimesi birkaç ayette geçmektedir. Buna yakın bir
kavram da sıbga (boya) sözcüğüdür. Kur’an’da beyaz, siyah, kırmızı, mavi, sarı, yeşil
renk imgelerine yer verilmektedir. Bunlardan en sık kullanılanları beyaz ve siyahtır.
Bu iki renk genellikle “yüzleri beyaz oldu” ya da “yüzleri siyah oldu” şeklinde
geçmektedir (Gündüzöz, 2003, s. 77). Renklere farklı coğrafya ve kavimlerde farklı
manalar yüklenmiştir. Ancak siyah ve beyazın çağrıştırdığı manalar hemen her
toplumda aynıdır. Beyaz, aydınlığı siyah da karanlık ve kaosu simgelemektedir. Bu
keskin renkler bazen de yön ve takvimler için kullanılmaktadır. Bu bağlamıyla ak;
Türkler ve Çinlilerde batıyı, Hintliler’de doğuyu, Eski Ahit’te güneyi, Mayalar’da
kuzeyi temsil etmektedir. Kırmızı, Batı toplumlarında aşkın simgesi olabilir ama
İrlanda’da savaşı, Eski Gal’de bilimi, Romalılar’da fethi, Kızılderililer’de tutku ve
isteği, Japonlar’da mutluluk ve içtenliği simgelemektedir. Çin kültüründe dört mevsim
renklerle tanımlanmaktadır (Gündüzöz, 2003, s. 73). İslam öncesi geleneksel Fars
toplumunda din adamları beyaz elbiseler, savaşçılar kırmızı tonlar, köylü kesim ise
genellikle mavi ve koyu renkli elbiseler giyerdi (Yıldırım, 2018, s. 95).
İş bu yüzüm karasıyla vasl isterem senden yana (Yunûs Emre, 1990, s.13)
348
Nigeh-i şûhı ider zühdi siyeh-mest-i cünun
Olsa gâhî ol iki çeşm-i siyeh mestâne (Neşâtî, 2019, s. 193)
553
3.17.3. Kırmızı:
Kırmızı renk Güneş’in ve tüm savaş tanrılarının rengidir. Eril hareket ilkesini,
ateşi, hükümdarlığı, aşkı, hazzı, gelin ve evlilikle ilgili birtakım hususları ifade
etmektedir (Çoruhlu, 2002, s. 186). Eski Türklerde Al ruhu, al ateş terimlerinin sıklıkla
kullanılıyor olması Türk kültüründe kırmızı rengin önemini göstermektedir. Kudreti
ve temizleme gücüyle Türk kültüründeki en önemli kültlerden olan ateşin kırmızı
olması da bu rengin önemini daha da arttırmaktadır. Türklerin Al Bayrak kullanmaları
da ateş kültü ile ilişkilidir. Nitekim Kazak ve Kırgızlar, bayrak sözcüğü yerine Yalav
sözcüğünü kullanmaktadır ki bu sözcüğün aslı alav-alevdir. Al ve kızıl renkler, çok
kadim zamanlardan beri Türk ruhu ve inancını yansıtmaktadır. 11. yüzyıldan sonra al,
bir renk adı olduğu kadar, bayrak adı da olmuştur. Ancak bayrağın kırmızı ile
ilişkilendirilmesi daha eski zamanlara dayanmaktadır. Öyle ki Çin kaynakları, Kırgız
hanlarının otağında kırmızı bayraklar bulunduğunu nakletmektedir. Dede Korkut
Hikâyelerindeki bilgilere göre ise Oğuzlarda kırmızı, düğün toylarının rengidir.
Nitekim “kırmızı kaftan”, güveylik elbisesini, “al duvak” ise gelinliği sembolize
etmektedir. Osman Gazi savaşlarda al sancak kullanmıştır. Bu bağlamıyla kırmızı
Osmanlılarda da bayrağı sembolize eden, saygın bir renktir349 (Rayman, 2014, s. 13).
Dede Korkut hikâyelerinde en çok sevilen renk; ergenliğin, mutluluğun ve muradın
simgesi olan kırmızıdır (Ögel, 1991, s. 385). Banı Çiçek’in otağı ve Beyrek’in giydiği
güveylik kaftan, kırmızıdır. Aynı şekilde Kazak, Kırgız hikâyelerinde kızıl kaftan; eski
Başkurtlarda ise kızıl cepken, güveylik alametidir (İnan, 1987, s. 189). Banıçiçek’in
Yalançıoğlu Yaltaçuk’la düğünü olurken giydiği gelinlik kaftan da kırmızıdır.
Oğuzlarda olumluluğun simgesi olan kırmızı renk gelin/güvey elbiselerinde ve
otağlarda kullanılır. Beylerden birçoğunun çadırı ve evi aladır. Yine güzellik unsuru
olan yanağın rengi, duvak, şarap ve şarabın keskini al renklidir. Deli Dumrul, kılıç ile
üzerine yürüdüğünde al kanatlı Azrail, güvercin olur ve pencereden uçup gider. Kız
çocuğu olanların gireceği otağın rengi, develerin tüyü kızıldır. Bay Püre’nin evine
şiven girince kızı, gelini ak ellerine kızıl kına yakmaz olurlar. Beyrek’e nişanlısından
ergenlik bir kırmızı kaftan gelir. Oğuz Türkleri’nde güveyiler, nişanlılar kırmızı/kızıl
kaftan giyerken bekârlar, beyaz kaftan giyer (Küçük, 2010, s. 192). Uygurlar’da ise al
kaftan hakanlık sembolü olarak kullanılmaktadır. Budizmi benimsedikten sonra Türk
geleneklerini kaybetmeyen Uygurlar, tahta çıkmadan önce al giysiler giymeye devam
etmiştir. Ögel’e göre bu gelenek Gök-Türklerden kalmadır (Yıldırım, 2012, s. 98).
Lale, yeni gelin olan gül gibi kırmızı gömlek üzerine şebnemden inciyi yuvarlak
elbise yakası etti.
Sabah serinliğinde lale üzerinde peyda olan çiğ taneleri inciye teşbih edilmiştir.
Yaprakların alt tarafında biriken bu çiğ taneleri lalenin elbisesinin yakasını incilerle
süslemesi olarak hayal edilmiştir. Gülün renginden dolayı kırmızı gömlek giymiş yeni
geline teşbih edilmesiyle kırmızının al duvakta olduğu gibi gelinlik rengi olarak
kullanımıyla ilişkilidir. Yeni gelinin kırmızılar giymesi, incilerle süslenmesi
kırmızının olumlu çağrışım alanına işaret etmektedir.
O ölçülü, biçimli sevgili baştan ayağa gül renkli la’l kırmızısı elbise giyindi.
Lale orduyu çözüp al bayraklar açtı, çimen meydanında nevruz sancağı dikildi.
Seyrâna çıkdı şâh-ı gamun sürh otâg ile (Bursalı Rahmî, 2017, s. 262)
Gönül vadisi taze yara ile süslendi sanma, gam şahının kızı kırmızı otağıyla
seyrana çıkmıştır.
Savaş meydanında kırmızı renk giyinip, bu hâle tte düşmana korku salınmış
olmasıyla kırmızı rengin kan ve rezmgâhla ilişkili olduğuna işaret edilmektedir.
Kim olmış ana mâh-ı nev altun ile tamgâ (Bursalı Rahmî, 2017, s. 79)
Bayram oldu diye şafak kırmızı atlas giydi ki yeni Ay da ona altın ile tamga
olmuş.
Ey cihan işvelisi böyle güzel renk olmaz, yanakların hileyle hemen Bâkî’nin
gönlünü alsın.
Yanakların, al ile âşığın gönlünü almış olmasıyla hem al olan yanakların âşığı
cezbetmiş olması hem de yanakların hileyle gönlü çalmış olmasına gönderme
yapılmaktadır. Renk sözcüğü de hem oyun, hile hem de bilinen renk manasına gelecek
şekilde tevriyeli kullanılmıştır. İşveli sevgilinin renk yani hile unsurunun, al yanak
olması yine al rengin hilebâzlığı imlemesiyle ilişkilidir.
Dudağının kadehinin hasreti şu denli etki etti ki kıpkızıl divane mey abdalın
baş açık su kabarcığı oldu.
Dudak rengi ve neşe bahşedici yönüyle şarap kadehine teşbih edilmiştir. Dudak
aynı zamanda bir olmasıyla da vahdettir. Divane mey terkibiyle şarabın etki derecesi
arttırılmakta, kendinden geçme hâli kastedilmektedir. Meyin kıpkızıl olması hem aşkın
hem de çilenin şiddetinin artık olduğuna işaret etmektedir. Bu yönüyle kızıl, divane
meyin abdalın baş açık su kabarcığı olmakla, içten dışa doğru kaynayan aşkın
yoğunluğu sembolize ettiği söylenebilir.
Bela ve kıyamet gibi kırılma durumlarının kızıl renkle tasavvur ediliyor olması
bu rengin, siyah ile beyaz arasında bir geçiş rengi olduğunu göstermektedir. Ateş rengi
olmak yönüyle de hararet ve yakıcılığın simgesi olan kızıl, genellikle aşk için
kullanılmaktadır. Burada da Aşk, çetin bir imtihandadır. Ateşler içerisinde yüzdürdüğü
mumdan gemileriyle kıyıya varmak için aşkını diri tutup, çilesini doldurması
gerekmektedir.
Taşların oluşumu, şekli ve işlevi etrafında teşekkül eden mitik anlatılar hemen
her toplumda görülmektedir. Mitolojik anlatıların yanı sıra adlarının kutsal kitaplarda
zikrediliyor olması taşlara kutsiyet atfedilmesine de sebep olmaktadır. Bütün mitik
anlatılarda olduğu gibi taşlar da öncelikle Tevrat’ta zikrolunmuştur. İncil ve Kur’an’da
da özellikle cennet tasvirleri gibi düşünce üstü tasvirlerde değerli taşların büyüsüne
başvurulmuştur.
Ahmed Bîcân, Dürr-i Meknûn adlı eserinde, Hak te’ala bu âlemi halk etmek
diledi ve evvel ululuğu yerlerden ve göklerden yüce olan bir taş cevher yarattı. Bütün
mevcudatı da bu taştan yarattı, denilmekle yaratılışın özünün bir taş cevherde gizli
olduğuna işaret etmektedir. İbn Abbas (r. a.) evvel ahir ne olduğu ve ne olacağının
yazılı olduğu levhin ak inciden yaratıldığını, etrafının ise kızıl yakutlarla bezendiğini
nakletmektedir. Allah göğü yarattıktan sonra arşı da yeşil bir cevherden yaratmıştır.
Zemahşerî;
Cennet kim vardır, ağaçlardır, lâtif bahçelerdir, budakları birbirine dolaşmıştır. Türlü
türlü fevâkih ağaçları altında lâtif sular, acâib irmaklar, köşkler, saraylar vardır. Anları görenler
559
vâlihi hayran olur… Hak te’ala cenneti sekiz yaratmışdır. Evvelki Dârü’l-celâldir. Ak
incidendir. İkinci Dârü’s-selâmdır. Kızıl yâkutdandır. Üçüncü Cennetü’l-me’vadır. Yeşil
zeberceddendir. Dördüncü Dâr’ül-hulddur. Sarı mercandandır. Beşinci Cennetü’n-na’imdir.
Ak gümüştendir. Altıncı Cenetü’l-firdevsdir. Kızıl altındandır. Yedinci Dârül’l-karardır.
Misktendir. Sekizinci Adn uçmağıdır. Lâtif incidendir….uçmağın sekiz kapısı vardır cevahirle
murassa’dır, tahtları altındandır (Ahmed Bîcân, 1999, s. 23)
yapmış olduğu cennet tasvirinde cennetin katmanlarına göre değerli taşların kutsiyetini
de derecelendirmiştir (Ahmed Bîcân, 1999, s. 28). Aynı zamanda peygamber
kıssalarında da değerli taşlar çokça geçmektedir. Misal olarak Hz. Süleymân’ın ve
Belkıs’ın cevâhirle süslü tahtları, Havva’nın yaratılmasıyla meleklerin üzerine inci,
mercan saçı edilmesi, Âdem’in cennetten kovulduktan sonra pişman olup çokça
ağlaması ve bu gözyaşlarından yakut taşının oluşması gibi daha birçok efsane ve
menkıbede değerli taşlar zikrolunmaktadır.
3.18.1. Yada:
Eski Türkçe metinlere göre yıldızlar, insan hayatına tesir etmekte, tabiat
olaylarında da önemli rol oynamaktadır. Yine Turfan’da bulunan Göktürk harfli, 18.
yüzyıla ait olduğu tahmin edilen Türkçe bir metin de Yada taşlarının bu işlevde
kullanılıyor olduğu nakledilmektedir. Metinde birtakım yıldızlar, bazı renklere sahip
taşlarla temsil edilerek onların etkileri şöyle anlatılmaktadır;
Başlandı yedi seyyareler, yine beş türlü mücevherlerin, taşların faziletini
bildiren sözler, yine mavi açık taş Merkür esasıdır, bu açık taş Jüpiter aslındandır. Sarı
taş Venüs esasıdır. Kara taş Satürn esasıdır. Sarı kırmızı taş Ay’ın esasıdır. Yine bütün
taşların kendi alameti, fazileti vardır. Yine eğer açık taşı alırsa, kızıl su zuhur ederse,
o taşı kendi üstünde tutsa, her şeye galebe çalınır. Yine ne iş emredilirse, her şeyde işi
muvaffak olur. Açık taşı alıp mavi açık su zuhur ederse, o taşı kendinde tutsa, yabancı
adam tehlikeli olmaz, hedefine, cennete vasıl olur. Yine aynı taşın suyu yeşil olursa,
kim kendinde tutsa, zehirli solucan, böcekler tehlikeli olmaz (Taş, 2017, s. 187).
Metinden de anlaşıldığı üzere birtakım taşların gökteki yıldızları karşıladığına
ve aynı zamanda bu taşların birtakım olayları yönlendirdiğine inanılmaktadır (Taş,
2017, s. 187).
Türk kavimlerinde çok eski çağlardan beri yaygın olan inanca göre, büyük
Türk tanrısı Türklerin büyük ceddine “yada” denilen sihirli bir taş vermiştir. Türklerin
ceddi bu taşla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırabilir, fırtına çıkarabilirdi. Bu
taş her devirde kamların ve hakanların elinde bulunurdu. Bu sihirli taş ile ilgili ilk
malumatlara Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Tang sülalesi kaynaklarına göre
560
lehçelerde cay denilmektedir. Yada taşının işlevi ile ilgili hadiseyi gördüğünü söyleyen
ilk yazar, Kaşgarlı Mahmud’dur. Kaşgarlı Mahmud, meşhur eserinde “yat”ın sihirli ve
özel taşlarla yapılan bir nevi kâhinlik olduğunu, bununla yağmur, kar yağdırılıp fırtına
estirilebildiğini söylemektedir. Kaşgarlı’nın çağdaşı Gardizî de Zeynü’l Ahbar adlı
eserinde yada taşının menşeinden söz etmektedir. Oradaki rivayete göre Hz. Nuh
dünyayı dört oğlu arasında pay ettiğinde Türklerin atası olan Yafes’e şark diyarını
vermiş, ayrıca onun istediği zaman yağmur yağdırabilmesi için de Allah’a dua etmiştir.
Allah sevgili peygamberinin duasını kabul etmiş ve Yafes’e bu duayı lütfetmiştir.
Yafes de bu duayı unutmamak için onu bir taşa yazdırıp boynuna asmıştır. Yafes
öldükten sonra ise bu taş Oğuzlara geçmiştir. Şehnâme’de yada, yadacılık, yedecilik,
ve cadılığın sihir olduğundan bahsedilir. Tuluy Han’ın yağmur yağdırıp Hıtay
askerlerini perişan ettiği rivayet edilmektedir. Radloff, 1861 yılında Altay’da Abakan
Irmağı kaynağı çevresinde bulunduğu sırada, şiddetli bir yağmur yağdığını bir
yadacının da sihirli bir manzume okuyarak bu yağmuru durdurduğuna şahit olduğunu
söylemektedir. Bu da demek oluyor ki yadacılar sadece yağmur yağdırmaz, aynı
zamanda insanların zarar görmesine engel olabilmek maksadıyla şiddetli yağmurları
da kesmektedir. Harzemşah Sultanı Mehmet, Cengiz istilasından önce Çin taraflarına
giderken yolda şiddetli yağmur ve kar yağmaya başlamış, bunun yağmur taşı kullanan
iki yadacıdan kaynaklandığı anlaşılınca da bu iki yadacı siyah keçelere sarılarak
gömülmüş ve böylece yağış da durmuştur. Yağdırma işleminin aynı şekilde olduğunu
yine Şaban Şifai de anlatmaktadır. Cabir bin Hayyan, El havasül Kebir Kitabü’l adlı
eserinde yada taşının Karluk Türklerine ait bir derede bulunduğunu, derede ayrıca
elmaslar, yılanlar ve yırtıcı hayvanların bulunduğu korkunç bir yer de olduğunu
anlatmaktadır. Faruk Sümer, Türkistan’da bir dağ geçidi olduğunu, bu geçitten
geçirilecek atların nallarının keçeye sarıldığını, şayet nallar taşlara sürtecek ya da
taşların sürtünmesine neden olacak olursa yağmur yağdığını söylemektedir.
Anadolu’da ise yağmur yağdırmak İslamî bir cila altında verilmektedir. Yağmur
yağdırma ritüelinde kırk taşa dua okunup suya atılması durumunda yağmurun
yağacağına inanılmaktadır (Uslu, 2017, s. 58).
Benzer ol tatara kim sihr ile bârân yağdurur (Necâtî, 1963, s. 236)
Yan bakışların can ülkesine kirpikten oklar yağdırması, sihirle yağmur yağdıran
bir Tatar’a benzemektedir.
3.18.2. İnci:
İnci, İran zihin dünyasında, Hristiyanlıkta ve yüksek ilahiyata büyük bir rol
oynamaktadır. İncinin ekonomik değeri, onun dini simgeselliğini asla yok etmemiştir.
Doğu kökenli bir gelenek incinin doğumunu, midyenin içerisine giren şimşeğin ürünü
şeklinde yorumlamaktadır. Buna göre inci, “ateş” ile “su”yun356 birleşmesi sonucu
oluşmuştur. Aziz Efraim bu eski miti hem Meryem’in bakire olduğu hâlde gebe kalmış
olmasında357 hem de İsa’nın ateş vaftizindeki ruhani doğumunu tebarüz etmek için
kullanmaktadır. Bu yönüyle inci hem İsa’yı hem de insan ruhunu sembolize
etmektedir. Stig Wikander incinin İran’da kurtarıcının en mükemmel simgesi
olduğunu göstermektedir. Macaire’nin bir metninde inci, bir yandan İsa/Kral’ın öte
yandan da Kral’ın ardılını yani Hristiyanı sembolize etmektedir. Yine Doğulu bir
hükümdar canavar görünümlü yılanlar tarafından korunan inciyi aramak için Mısır’a
Rahm-i Meryem gibi tabı sadef-i dürr-i yetîm (Nef’î, 2018, s. 47)
564
gelir. Hükümdar o inciyi elde etmek için birçok deneyimden geçmek zorundadır ve
nihayet kralların kralı olan babasının –göksel baba imgesi- sayesinde başarı elde
edebilir. Bu metinde inci, bir yandan karanlıklar dünyasına düşmüş olan insan ruhunu
diğer taraftan ise kurtulmuş kurtarıcı’nın kendisini sembolize etmektedir (Eliade,
2017, s. 166). Görüldüğü gibi kullanım alanındaki yaygınlığın yanında incinin geniş
bir imgelem gücü de bulunmaktadır. Methedilenin inciye teşbihi de yine incinin bu
kadim imgelem gücüne dayanıyor olsa gerektir. Klasik şiirde sultan olan sevgilinin
yahut da memduhun ve şairin sözlerinin inciye teşbih edilmesi,358 hükümdarların
taçlarındaki incilerin vurgulanması bu inci/kral imgesiyle ilişkilendirilebilir.
O taze dilli kalem sözü, şahlara layık inci gibi başak başak dünyaya ihsan eder.
Şair, sözünün dünyaya şahlara layık olan inciler gibi ihsanda bulunduğunu
söylemekle hem yaygın kullanım alanıyla sözü inciye teşbih etmekte hem de inci/kral
ilişkisine telmih yapmaktadır. Ter sözcüğü hem taze hem de ıslak manasına gelecek
şekilde tevriyeli kullanılmış bununla da incinin oluşum maddelerinden olan suya
gönderme yapılmıştır.
Şair, gözünü uçsuz bucaksız bir denize, sevgilisinin dişini de kapalı dudak
ardından parlamak ve beyaz olmak yönüyle henüz kabuğundan çıkmamış, ancak
şahlara layık olabilecek kadar nadide olan inciye teşbih etmektedir. Yine burada da
inci/sevgili/kral ilişkisine işaret edilmektedir.
Gevher-i zâtı ile fahr ede tâc u dîhîm (Nef’î, 2018, s. 47)
Gün ipi, methinin incisiyle süslensin. Tacı, mücevher olan zatıyla övünsün.
Günlerin art arda sıralanmış olması onların ipe dizilmesi şeklinde tasavvur
edilmiştir. Bu gün ipine dizilenin değerli kılınması yani hayatın mana kazanması ancak
memduhu methetmekten geçmektedir. Memduh o kadar kudretli ve kıymetlidir ki -
mücevherden yapılmış olan- tacı, yapısında kendisinden daha değerli cevherler
bulundurmak yönüyle zatıyla övünmektedir. Tacın mücevherden yapılmış olması yine
incinin kadim zamanlardan beri gücü imlemesiyle ilişkilidir.
Belli bir alandaki kozmolojik simge, iyilik getiren kutsal güçlerden yana zengin
nesne olan bir şey zaman içerisinde estetik nitelikleri ve ekonomik değerinin yanında
süsleme unsuru hâline de gelebilmektedir. Nitekim mutlak “gerçeklikteki” inci
simgesinin, değerli bir eşyaya dönüşene kadarki süreci birçok aşama şeklinde
gerçekleşmiştir. Takkur kanamalara ve sarılığa karşı kullanılan, cin çarpması ve
deliliği iyi gelen incinin tıbbi gücü ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Bu yönünden
dolayı inci hem Doğu hem de Batı tıbbında hayli mühim bir rol oynamıştır. Yine
Keşmirli tabip Narahari, Râjanigantu adlı eserinde incinin göz ağrıları ve
zehirlenmeleri, verem gibi hastalıkları iyileştirip güç ve sağlık verdiğini
nakletmektedir. Kathâsaritsâgara’da ise incinin zehri, iblisleri, yaşlılığı ve hastalığı
kovduğu yazılmaktadır. Harshacarîta incinin ay tanrısının gözyaşlarından doğduğunu
hatırlatıp onun ay kökenli olmak yönüyle ebediyen iyileştiren, her türlü zehir için
panzehir olabilecek kudrette olduğunu söylemektedir (Eliade, 2017, s. 162) İnci,
kadim imgelem gücü ve estetik yapısı itibariyle edebî metinlerde sıklıkla başvurulan
teşbih unsurlarındandır. Estetik unsur olarak kullanımının yanında, insan sıhhatine iyi
gelmesi yönüyle de ehemmiyet kazanmaktadır. İnci, birçok derde deva olan şifalı bir
taştır. Bunların başında onun gözdeki sinirlere iyi gelmesi gelmektedir. Münasip
otlarla karıştırıp ya da münasip sularla dövülerek göze sürme olarak çekildiği takdirde
görme yetisini de kuvvetlendirdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca inciyi macunlarla
yemek, suya koyup o suyu içmek sevdadan olan ızdırap ve keyifsizliği giderir. İbni
Züher, inciyi daima ağızda tutmanın yüreğe kuvvet verdiğini, Aristotales ise inciyi baş,
566
Yakut ve inci ile yapılan ilaç kalp derdine iyi gelir, yüreğe de kuvvet verir.
İnci, kalp hastalığına iyi gelmek gibi maddi tesirinin yanında sevdadan olan
ızdıraba da iyi gelip yüreğe kuvvet vermesi yönüyle kişiyi psikolojik yönden de
rahatlatmaktadır. İncinin bu yönü onun eski dini ve ayinsel gücüyle ilişkilendirilebilir.
Sadef kanda bahâda kıymet-i dürr-i ‘Aden kanda (Mezâkî, 1991, s. 383)
oluşumu şöyledir; nisan ayında sedef bulunan denizlerde Allah’ın emriyle latif bir
yağmur iner. O yağmurun indiği sırada deniz diplerindeki sedefli canavarlar deniz
yüzeyine çıkıp ağızların açar ve o yağmurdan nasipleri kadar kapıp kaçar. Yeniden
deniz diplerine inen sedeflerin kursaklarındaki nisan yağmuru suyun ve sedefin cinsine
göre terbiye olur. Vakti gelince de inci oluşmuş olur (Argunşah, 1999, s. 78).
Nisan bulutu gibi bu mücevher yüklü kalem de cihanın kulağını değerli incinin
sedefi eyledi.
Kalem içinin dolu olması yönüyle nisan bulutuna, kulaklar şekil itibariyle sedefe,
kalemden dökülen sözler de değerli olmaları yönüyle en kıymetli inciye teşbih
edilmiştir. Şair, nisan bulutu gibi yüklü olan kaleminden dökülenlerin, duyanların
kulaklarını değerli inci sedefine dönüştüreceğini söylemekle nisan yağmurunun
istiridyeye düşünce inciye dönüştüğüne gönderme yapmaktadır.
Dür olur her katre kim ol ebr-i nîsân yağdurur (Necâtî, 1963, s. 237)
3.18.3. Akîk:
Sanuram kim yedi taşdan geçer agu getürür (Necâtî, 1963, s. 256)
Akîk, Yemen’de bulunan kıymetli bir taştır. Bu taşın rengini Süheyl yıldızının
yansıttığı ışıktan aldığına inanılmaktadır.361 Hâfız şârihî Sûdî Efendi, akîkin madenden
bal mumu gibi çıkarıldığını, daha sonra bazı karışımlarla kaynatılarak kıvam
bağladığını nakletmektedir. Akîkin vücuttan akan kanı durdurma,362 göze sürme olarak
çekildiğinde görme yetisini arttırma,363 kirpikleri güzelleştirme, kalbi kuvvetlendirip
sıkıntıları giderme gibi insan sağlığı üzerinde çokça tesiri bulunmaktadır. Ayrıca
yüzük olarak kullanıldığında fakirliği giderdiği yönünde bir hadisin bulunduğu da
rivayet edilmektedir (Onay, 2016, s. 50).
Şeker, Yemen akîkinin kanda sertleştiğini duyunca, başını ortaya koyup la’le
benzeyen kızıl dudağına kasteder oldu.
Sevgilinin la’l gibi kızıl dudağı, kana şeker de akîk taşına teşbih edilmiştir.
Sevgilinin dudağı erişilmezdir. Şekerin dudakla birlikte zikredilmesi dudaktaki şerbet
ve şarapla ilişkilidir. Şekerin yemen akîkinin kanda sertleştiğini duyunca başının
gideceğini bile bile sevgilinin dudağına kastetmiş olmasıyla akîkin kanı durduğuna
361
Felekde her ne ederse himmet-i sitâre eder
Ki kadr u kıymeti yok sengi la’l-pâre eder (Onay, 2016, s. 50)
Senin güzelliğin, Süheyl ışığının akîki la’l rengi yapması gibi gözyaşımın
yıldızına kan rengi verdi.
Yine rivayete göre akîki üzerinde taşıyan kimse savaşta düşmanından korkmaz
ve kan kaybetmezmiş. Cemâlî, üzerinde akîk taşıyan yüklü kadınların düşük
yapmadığını, vaktinde doğurduğunu söylemektedir. Akîkle ilgili bir diğer inanışa göre
üzerinde akîk taşıyan kimse çok iyi fal bakabilen, faydalı ve mübarek bir kimsedir
(Argunşah, 1999, s. 162). Dua esnasında üzerinde akîk taşınması durumunda duaların
kabul olacağına inanılmaktadır. Yine rivayete göre sihir, büyü ve cifr gibi gizemli
işlerde de akîk taşının üzerine yazılan dualar etkili olmaktadır (Şentürk, 2016, s. 223).
Hatmi çiçeğinin ortasındaki sarılıklar yahut sıralı şekilde olan çiçekler akîke,
nergis ise göze teşbih edilmektedir. Nazar, gözle ilgili olduğundan nergis çiçeği nazar
değmesi ile ilişkilendirilmiştir. Mahmut Paşa, Hatmi çiçeği nergisin gözü zarar
vermesin diye gerdanına Yemen akîkinden bir levha bulup takar demekle, akîkin göz
değmesine karşı koruyucu bir muska olarak kullanımına gönderme yapmaktadır.
Süheyl’in ışığı Bedehşan taşını la’l eder. Lakin senin kulağındaki inci gözümün
yaşını yakut eyledi.
Şair, Süheyl yıldızının ışığı nasıl ki Bedehşân taşını la’le çeviriyorsa sevgilinin
kulağındaki inci de gözyaşlarımı öyle yakuta çeviriyor derken yıldızların taşlar
üzerindeki tesirine gönderme yapmaktadır.365
Her ne kadar taş koptuğu yerde ağır olsa da yıldız var ki akîki Yemen’de
kimsesiz eder.
365
Yahyâ ne hâl var nazar-ı ehl-i aşkda
Virdi akîk hâle tini seng-i hâreye (Şeyhülisâm Yahya, s. 355)
571
3.18.4. Mihenk:
Mihenk, altın ve gümüşün ayarını tespit etmek için kullanılan siyah, sert bir taştır.
Ayarı öğrenilmek istenilen maden, önce mihenk taşının üzerine sürülür sonra da üstüne
kezzap ve tuz ruhu dökülür. Taşın üzerinde beliren renge göre ise altın ve gümüşün
ayarı tespit edilir. Mihenk, beyitlerde altın ile gümüşün ayarını tespit etmede yardımcı
olma özelliği dışında, siyah rengi sebebiyle sevgilinin beni ve saçı için teşbih unsuru
olarak da kullanılır (Kırbıyık, 2007, s. 71).
Ey server, siyah benine sararmış yüzümü süreyim zira sarraflar altını mihenke
sürerler.
Şair sararmış yüzünü altına, sevgilin siyah benini de mihenk taşına teşbih
etmiştir. Nasıl ki sarraflar altını mihenke sürerek ayarını tespit ediyorsa o da sevgilinin
mihenke benzeyen benine altın gibi sararmış yüzünü sürüp ona biçtiği değeri tespit
etmek istemektedir.
3.18.5. La’l:
La’l, yakut gibi kırmızı ve kıymetli bir taştır. Rivayete göre la’l renksiz bir
taştır, ciğer kanına batırılıp Güneş’e bırakıldığında ancak kırmızı renge dönüşür. Diğer
bir efsaneye göre ise la’l taşı, büyük bir deprem sonucu Bedahşân366 yakınlarındaki
Sekenan dağının yarılması sonucu ortaya çıkmıştır. İşte la’lin en değerlisi de bu
dağlardan çıkarılanıdır (Onay, 2016, s. 277). Klasik şiirde sevgilinin dudağı kırmızı
renginden ve âşığın ciğerinden akan kanlarla oluşmuş olması367 yönünden umumiyetle
la’lin en değerlisi olan la’l-i Bedahşân’a teşbih edilmektedir.
Vücudumu yaralarla baştan ayağa kan eyledim. (Bu sebeple) mahallenin her
taşını da Bedehşân la’li eyledim.
Âşığın vücudu hem dövünmekten hem de aşk ateşiyle dağlanmaktan yara bere
içerisindedir. Klasik şiirde âşık, sevgilinin açmış olduğu yaralarla daima övünür. Zira
âşığı âşık yapan sevgiliden gelen her türlü cefa ve eziyette talip olmasıdır. Hayâlî de
yaralı olmaktan daima memnun olan âşığın sevgilinin sokağının ayrılmaz dilencisi
olduğunu, yaralarla örülü olan vücudundan akan kanlarla sevgilinin mahallesindeki
her taşı lâ’l-i Bedahşân ettiğini söyleyerek bu taşın kırmızı rengini ciğer kanından
alıyor olduğunu gönderme yapmaktadır. Sevgili uğruna acı çeken âşığın yarası da
nitekim ciğerinde olacaktır.
La’linin hayaliyle içtiğim ciğer kanı şimdi gözümden parça parça çıktı.
sevgiliye susayan âşık, onun la’le benzeyen dudağını arzu etmekte böylece
susuzluğunu kandırmayı dilemektedir.
Eyleye ben teşneyi sîr-âb o la‘l-i âb-dâr (Nev’î-zâde Âtâyî, 2017, s. 179)
Eğer (o) narçiçeği renkli (dudağı) yakut gibi ağzıma alsam, ben susamışı o su
dolu la’l suya kandırır.
La’lini bugün ruha nevruz gıdası edelim. Yakut hokkasıdır yense ferah vaktidir.
Sevgilinin dudağı kırmızı renginden dolayı la’l taşına, la’l taşı neşat ve farahı
arttırmak yönüyle yakuta, ağız da açıldığında mücevher saçması yönüyle hokkaya
teşbih edilmiştir. Yakut, ferahı arttırdığından sevgilinin yakut gibi olan la’l dudağını
ruha gıda eden âşığın da ruhu tazelenecek, bahar bayramı yaşayacaktır.
Lale gibi la’l hokkanı macunla sarf etsin, sabah rüzgârı ruha gıda eylesin
(çünkü) Nevruz’dur.
Lale rengi itibariyle la’l, sabah rüzgârı da laleyi açması yönüyle baharın
müjdeleyici olarak tasavvur edilmiştir. Râmî, bahar bayramını kutlamak için ruhunda
bir uyanış hâsıl edecek olan keyif verici bir madde talep etmektedir. La’l macunlarla
karıştırılıp alınması durumunda kederi dağıtıp, neşatı artırmaktadır. Şair, şekil
itibariyle kâseye benzeyen la’l renkli lalenin, müferrih macunlardan yapmasını
isteyerek la’lin keyif verici yönüne gönderme yapmaktadır.
574
Ey Bâkî, rintler halkası desem yaraşır zira onun yüzüğü Cem, kadehi Bedehşân
la’lidir.
3.18.6. Zümrüt:
Zümrüt taşı ile ilgili inanışlara Doğu mitolojisi kaynaklık etmektedir. İnanışa
göre şayet bir kimseyi zehirli bir hayvan sokacak olsa ya da zehir verilmiş olsa iki arpa
büyüklüğünde zümrüt dövülüp içirildiği takdirse zehir bertaraf edilmiş olacaktır. Yine
inanışa göre yılan bu taşı görecek olsa kör olur.370 Yılan ve akrebin zümrütten korkup
kaçtığı düşünen eskiler bu taşı üzerlerinde taşırmış (Onay, 2016, s. 441). Nitekim
Felek eğrilmiş, zümrüt renkli bir yılandır. Yine o can sıkıcıyı kör edecek de
vücududur.
Şair, zümrüt renkli kıvrım kıvrım bükülmüş bir yılan gibi olan felek, yine
kendi vücudunu ısırıp kör edecektir demekle, yılanların zümrüdü görünce kör
olmasına gönderme yapmaktadır.
Şair, sakiye meclise zümrüd renkli kadehi götürelim de yılan yaratılışlı hasut
kimselerin gözlerini kör edelim demekle zümrüdün yılanların gözlerini kör ettiğine
gönderme yapmaktadır.
Cemâlî’ye göre zümrüd za’feranla ezilip göze çekildiğinde göze sıhhat verir,
görmeyi de kuvvetlendirir. Aristotales de benzer bir şekilde zümrüde bakmayı âdet
edinenin gözünde uçuk çıkmayacağını, ayrıca nurunun artacağını, yüzük kaşında yahut
herhangi bir yerinde zümrüd taşıyanda dahi uçuk çıkmayacağını söylemektedir. Yine
üzerinde zümrüd taşıyan kimseye zehirli hayvanların yaklaşamayacağına, o kimseye
kötü gözün değmeyeceğine, cin, peri ve devin dahi yaklaşamayacağına, kâbus
görmeyip hep iyi rüya göreceğine, dolayısıyla ferah ve şad olacağına inanılmaktadır.
Yunan mitolojisinde zümrüdün hıfz gücüne inanılmaktadır. Nitekim Yunan hekimleri
padişah ve beylerin çocuklarına zümrüd asmakta, bu yolla da onların hastalıklardan
korunduğuna inanmaktadır. Bağır üstüne ya da mide üstüne asılan zümrüdün; kan
576
öksürmeyi ve bağırdan gelen ishali önlediğine, mide ağrısını dindirdiğine, süt ile
dövülen sekiz arpa büyüklüğündeki zümrüdün zehirli bir hayvan tarafından ısırılan
kişiye içirilmesinin de zehri vücuttan defettiğine inanılmaktadır (Argunşah, 1999, s.
128).
Yeni çıkan ayva tüylerinin güzelliği gayrılar ne bilsin, zümrüdün yumuşak tozu
hiç yılanın gözüne sürme olabilir mi?
3.18.7. Yakut:
Tîgâşî’nin rivayetine göre yakutun yeri Serendîb adasından kırk fersah
uzaklıkta bulunan Bashîrân adındaki büyük adadır. Yine rivayete göre bu adada hiç
kimsenin çıkamadığı Râhun adlı büyük bir dağ vardır. İşte yakut, elmas ve benefşenin
yeri de bu dağdır. Öyle ki bu dağa Güneş ışığı gelecek olsa cevahir parıltıları her yere
düşermiş, bu ışığa da “berk-i Râhûn” denilirmiş. İnanışa göre Hz. Âdem cennetten
çıktığında o dağa inmiş, orada çokça gözyaşı dökmüştür. Hakk Ta’ala da onun
gözyaşlarından işte bu cevahiri yaratmıştır. Diğer bir rivayete göre ise Allah, Âdem’in
ayağının bereketiyle bu kıymetli taşları yaratmıştır. Kimsenin çıkamadığı sarp, yolu
olmayan bu büyük dağdan cevahire de ancak yağmurların oluşturduğu seller
vasıtasıyla ulaşılabilmektedir. Yakutun madeni ile ilgili bir diğer rivayet de Şemse’d-
dîn-i Belhî’nin Kenzü’z-zevâhîr fî Ma’rifeti’l-Cevâhir adlı cevhernâmesinde
geçmektedir. Belhî’de geçen rivayetlerden birisine göre yakutun madeni yoktur.
İskender onu zulümattan çıkarmıştır, diğer rivayete göre ise yakut ve zümrütün madeni
Cezâyir-i Hâlidât ve Yunan denizindedir (Argunşah, 1999, s. 103). Şemse’d-dîn-i
Belhî, yakuta bakmak ve yakuttan nesnelerde yiyip içmek yüreğe kuvvet ve ferahlık
verir,371 görme melekesini artırır demektedir. Rivayete göre İskender, Çin vilayetine
gittiğinde Çin hakanı ona kızıl yakuttan yapılmış bir kadeh hediye etmiştir. Bu kadeh
öyle bir kadehmiş ki her kim ondan bir kez içecek olsa bir gün bir gece neşatı ve farahı
gitmezmiş. Yine rivayete göre Keyhüsrev’in Cam-ı Gîtinûması da yakuttanmış
(Argunşah, 1999, s. 114).
Senün mest-i mey-i la’l-i leb-i handânunam sâkî (Üzgör, 1991, s. 670)
Saki, ferahlık veren yakut renkli şarap beni hayran etmez. Ben senin la’le
benzeyen dudağının sarhoşluğundan neşeliyim.
Fehîm, sakinin sunduğu ferahlık veren yakut renkli şarap beni sarhoş etmez,
beni asıl sarhoş edip neşelendiren sevgilinin la’le benzeyen dudağıdır demekle hem
yakutun hem de la’lin neşat ve ferahlık verdiğine gönderme yapmaktadır.
Tevârîh’de gördüm, dimişler durur: ‘Zaman-ı kadimde bir yâkût vardı. Gicede çırâk
gibi yanardı, çevresine aydınglık virüridi, ana kevkeb-i şeb-efrûz dirlerdi, gevher-i şeb-çırâğ
diyü ol yâkûta ad komışlardı. Ol gevher Keyhüsrev eline girmişdi. Keyhüsrev ana câm-ı cihân-
nümây diyü ad komışdı. Ol yâkût sonra Anûşirvân-ı ‘Âdil eline girdiydi ve Anûşirvân
hazinesinden Bağdâd halîfelerinün hazinesine girdi (Argunşah, 1999, s. 119)
demektedir.
Sâgara leb-rîz olunca konsa yâkût-ı müzâb (Azmîzâde Haletî, 2017, s. 246)
Sevgilinin dudağının kenarından akan sıvı yahut söz, erimiş yakuta teşbih
edilmiştir. Bu erimiş yakut kadehe dökülecek olsa donup kalacak ve yüzük taşına
dönüşecektir. Bu yüzük taşı öylesine talih bahşedicidir ki altın devrin padişahı Cem’in
mührü dahi bu yüzükten baht, devlet bulacaktır. Yakutun Cem’in mührüyle
mukayesesi onun kadehinin yakuttan olduğu inanışına telmihtir.
Her şarap kadehinin kabarcığı, Cem’in meclisi nihayete erdikçe baş aşağı
olmuş, yakuttan bir kadehtir.
İnci dolu la’lin kızıl yakuttan bir hokkadır. Onda hasret kılıcının yarasına
merhem vardır.
Sevgilinin kızıl, la’l dudakları yakuttan bir hokkaya, dişleri de inciye teşbih
edilmiştir. Sevgilinin ağzından çıkan sözler, âşığın derdinin devası olduğundan ağız,
merhem dolu bir hokka olarak tasavvur edilmiştir. Yakut, gamı defedip, ferahı
arttırdığından içerisinde hasret yarasının merheminin bulunduğu hokka da yakuttan
olacaktır.
3.18.8. Firuze:
Firuze yeşil bir taştır. Firuzenin madeni Horosan vilayetinde Besâd adlı köye
yakın bir yerdir. Besân köyü, Nişabur ile Tûs arasında dağlık bir yerdir. Ancak
firuzenin madeni yalnızca burası değildir. Firuze Nîşâbur’da, Türkistan’da, Tübüt’de,
Îlâk’da ve Kirmân’da dahi bulunmaktadır. Ancak Nîşâbur’dan çıkarılanı diğerlerinden
daha kıymetlidir. Firuze ile ilgili inanışlar hem doğu hem de batı mitolojilerinde yer
almaktadır. Selçuklular tarihindeki rivayete göre Sultan Alp Arslan, Fars vilayetini ele
geçirdiğinde İstahr kalesinde ona firuze bir kadeh takdim edilir. Bu kadehin içine Irak
batmanıyla iki batman misk ve anber sığarmış. Kadehin üzerinde ise kâfir lisanıyla
579
Gonca, nergisin gözünden mestliği kovmak için daima firuze renkli kovayı
çalıp durur.
3.18.9. Elmas:
Elmas kırıntıları içildiğinde mide ve bağırsakları tahriş edip öldürdüğünden
eski tıpta zehir olarak kullanılırmış. Rivayete göre Hz. Hasan hanımı tarafından elmas
tozu içirilerek zehirlenmiştir. Ayrıca yaraya elmas parçaları ekildiğinde verdiği acı da
daimi olur. Bu sebeple ciride alıştırılan atlar, üzengi yaralarına cam tozu, elmas
kırıntısı ekilerek terbiye edilir (Yılmaz, 2008, s. 89).
Yine elmâs-ı rîze merhem-i zahm-ı derûn olsa (Fehîm, 1991, s. 640)
Gamzenin keskin ucu içimi yara bere eder, bu derin yaraya yine elmas kırıntısı
merhem olsa.
Sevgili yan bakışının keskin ucuyla âşığın içini yara bere etmekte, ancak âşık
bu yaraya derman talep etmek yerine elmas kırıntısı basıp kendine işkence etmeyi
dilemektedir. Zira âşığı âşık yapan sevgilinin açtığı yaranın acısının şiddetidir. Yara
ne kadar derin ve acılı olursa âşık da o denli aşkına sadıktır. Şair, aşk yarasına elmas
kırıntısı basmayı istemekle, elmas tozu ekilen yaranın verdiği acının devamlı oluşuna
gönderme yapmaktadır.
Elmasın bitmeyen aşkın simgesi ve nisan ayında doğanların doğum taşı olduğu
inanışı hayli kadim bir inanıştır. Hint mitolojisine göre elması yanında taşıyan
kimselere yıldırım çarpmaz. Rivayete göre elmas, giysiye asıldığında sancıya ve mide
fesadına iyi gelir. Doğumdan sonra çocukların boynuna ya da koluna bağlanırsa
çocukta korku hâsıl olmaz. Ağızda çok tutulursa dişleri kırıp parçalar. Ezilip diş otları
ile karıştırılır ya da dişe sürülürse dişin kirini giderip, beyazlatır. Böbreğinde taş olan
kişinin başına, bakır veya gümüş mîl-cû ile takılıp, idrar yolundan böbrekteki taşa
eriştirilirse taşı parça parça edip idrar yoluyla dışarı atılmasını sağlar. Eğer
küçültülmüş elmas yutulursa bağırsakları delip, parça parça eder ve hemen öldürür.
Merhemlere katılıp gövde üzerine sürülürse o yeri yara edip iltihaplandırır. (Yılmaz,
2008, s. 93). Bu sebeple de yaraya elmas ekmek eski işkence yöntemlerindendir.372
Sabit, sinende o elmas renkli, zehirli su veren okun yeri yüz parçadır.
Şair, sevgilinin elmas renkli, zehirli su veren okunun elinden sinesinin yüz
parça olduğunu söylemekle hem elmas tozunun zehir olarak kullanıldığına hem de
yaraya ekildiği takdirde yarayı azdığına işaret etmektedir.
SONUÇ ve ÖNERİLER
Mitoloji, ilkelin etrafında olup biteni anlamlandırma çabaları neticesinde
teşekkül ettiğinden, müştereklik de kaçınılmaz olacaktır. Sanatçı sanat eserini
oluştururken kendi kültürel geçmişi, yaşadığı çağ ve coğrafyadan akan pınarlarla can
suyunu verecektir. Bu pınarlara civardaki dağlardan da suların aktığı düşünüldüğünde
suyun tek bir pınara ait olmadığı görülecektir. Dolayısıyla kültür alış-verişleri ve
mitolojinin daha en başından müşterek olan yönü neticesinde yüzer-gezer motiflerde
de bu saflık aranmamalıdır. Kendi çağında devletlerinin cihan devleti olduğu Osmanlı
şairi için de bu sulardan beslenmiş olmak gayet tabiidir. Sanat eserinde millîliği
aramak –birebir millî bilinci uyandırmak gayesiyle yazılanlar dışında ki onlarda dahi
isimler dışındaki vakalarda müştereklik kaçınılmazdır- beyhude bir çabadır.
Birebir kitabî olan yanı hariç, tasavvufun köken bilgisine bakıldığında tasavvuf
sistemindeki rit ve mitlerin kadim dinlerle ilişkili olduğu görülecektir. Zaten tasavvuf
sisteminin dinin yorumlama biçimi olduğu da göz önünde bulundurulursa en azından
halk inanışlarından izler barındırabileceği gayet tabiidir. İlaveten İslamiyet’in ilk
yıllarında okur-yazar olmayan Türklere seyyah dervişler tarafından, onların
anlayabileceği bir şekilde izah edilen İslam’ı, göçer Türkler kendi dinî sistemleriyle
örtüştürerek benimsemişlerdir. Bu durum da onların, yeni dinlerinde kadim inançlarını
da yaşatmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim Heterodoks İslam anlayışında bugün hâlâ
eski din ve inanışlara ait ritler ve mitler yaşatılmaktadır. Halk inanışlarında Şamanistik
ve kadim dinî inançların isim ve form değiştirmiş dahi olsalar hâlâ yaşıyor olmasının,
klasik şiirde yaygın bir şekilde görülmesi, İslamî cila altında yaşayan inanışların
yaygınlığını göstermektedir. En başından kutsal kabul edilen mit, zamanla kutsalı yani
dini değişmiş halk tarafından terk edilmemiş, bilakis her seferinde farklı bir formda
bir sonraki kuşaklara aktarılmıştır. Nasıl ki halk, kökenini bilmediği ancak kuşaktan
kuşağa aktarılagelmiş gelenek ve inanç uygulamalarını göz ardı edememişse halktan
olan sanatçı da bu duruma kayıtsız kalamamıştır. Özellikle büyük bir kesiminin ocak
ve tekkelerde yetiştiği klasik Türk şairinin inanç boyutu belli başlı bir tez konusu dahi
olabilecek hacimdedir. Ancak burada mitik unsurun beyitlerde birebir geçmesi ön
koşul olarak alındığından, bir başlık altında ele alıp, derine inemeden, çok bilindik
olan inanışlar üzerinden açıklamakla yetinilmiştir.
Sonuç olarak denilebilir ki cihanın bir ucunda teşekkül eden mit ve ritler ister
yayılarak ister de aynı ihtiyaçlardan ortaya çıkmış olarak olsun, her halükârda
müşterek bir yapı göstermektedir. Mitolojik müşterekliğin klasik şiir bağlamında
incelendiği çalışmada, klasik şiirde geçen mitolojik birçok şahıs ve unsurun diğer
milletlerin edebiyat ve inanışlarda da müşterekliği tespit edilmiştir. Nasıl ki sanatçının
bir cam fanus içerisinde yaşaması beklenmiyorsa kendi kültürel geçmişi ve yaşadığı
sosyal çevreden soyutlanması da beklenmemelidir. Bu bağlamıyla bir zümre edebiyatı
olduğu söylenen klasik şiirin mitik arka planı incelendiğinde sanatçının halkla olan
kadim bağları ve sanat eserinin köken birliği daha iyi anlaşılmış olacaktır.
587
KAYNAKLAR
KİTAPLAR
Ahmed Bîcân (1999). Dürr-i Meknun, haz. Necdet Sakaoğlu. İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları.
Ahmet Paşa (1992). Ahmet Paşa Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Armstrong, K. (2017). Mitlerin kısa tarihi (çev. Dilek Şendil). İstanbul: Alfa
Yayıncılık.
Banarlı, N. S. (1983). Resimli Türk edebiyatı tarihi I-II. İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi.
Bayat, F. (2007). Türk mitolojik sistemi –kutsal dişi* mitolojik ana, Umay
paradigmasında ilkel mitolojik kategoriler* iyeler ve demonoji-2. İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
Bayat, F. (2016). Mitten tarihe sözden yazıya Dede Korkut Oğuznâmeleri. İstanbul:
Ötüken Neşriyat.
Bayat, F. (2018). Mitten tarihe sözden yazıya –Dede Korkut Oğuznameleri-. Ankara:
Ötüken Neşriyat.
Campbell, J. (2016). Doğu mitolojisi -tanrının maskeleri II- (çev. Kudret Emiroğlu).
İstanbul: Islık Yayınları.
Campbell, J. (2017). Kahramanın sonsuz yolculuğu (çev. Sabri Gürses). İstanbul İthaki
Yayınları.
Ceylan, Ö. (2007). Kuşlar dîvânı Osmanlı şiir kuşları. İstanbul: Kapı Yayınları.
Curtis, V. S. (2016). İran mitleri (çev. Fatma Esra Aslan). Ankara: Phoenix Yayınevi.
589
D’istria, D. (1982). Osmanlılarda şiir (çev. Semay Taneri). İstanbul: Havass Yayınları.
Ebû Cafer Muhammed Bin Cerir’üt-Taberî (t.y). Tarih-i Taberî I. II. III. IV. Cilt, çev.
M. Faruk Gürtunca. İstanbul: Sağlam Yayınevi.
Eliade, M. (2018). Mitlerin özellikleri (çev. Sema Rifat). İstanbul: Alfa Mitoloji
Yayınları.
Eliade, M. (2018). İmgeler ve simgeler (çev. Mehmet Ali Kılıçbay). Ankara: Doğu-
Batı Yayınları.
Eliade, M.-Coulıano, I. P. (2018). Dinler tarihi sözlüğü (çev. Ali Erbaş). İstanbul:
İnsan Yayınları.
Fuzûlî (1990). Fuzûlî Divanı, haz. Kenan Akyüz vd. Ankara: Akçağ Yayınları.
Fuzûlî (2014). Fuzûlî Türkçe Divan, haz. İsmail Parlatır. Ankara: Akçağ Yayınları.
Fuzûlî (2016). Leylâ vü Mecnûn, haz. Hüseyin Ayan. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Gücek, E. (2017). Tıbbi astroloji –burçlara göre sağlık, beslenme ve mitolojik öyküler-
. İstanbul: Librum Kitap.
Hayâlî Bey (1945). Hayâlî Bey Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Yayınları.
İmâmî, S. (2019). Farsça tefsir metinlerinde mitoloji (çev. Betül Yeşil). Ankara: Hece
Yayınları.
İspir, M (2014). Münîrî’nin gülşen-i ebrâr ve maden-i esrâr mesnevisi. Ankara: Gece
Kitaplığı.
Jung, C. G. (2009). İnsan ve sembolleri (çev. Ali Nihat Babaoğlu). İstanbul: Okuyan
Us Yayın Eğitim Danışmanlık Tıbbi Malzeme ve Reklam Hizmetleri.
Jung, C. G. (2017). Dört arketip (çev. Zehra Aksu Yılmazer). İstanbul: Metis Öteki
Yayınevi.
Kalafat, Y. (2018). Mitoloji -Türk halklarının inanç araştırmaları IV-. Ankara: Berikan
Yayınevi.
Leeming, D. A. (2017). A’dan Z’ye dünya mitolojisi- dünya halklarının tüm yaratılış,
tanrı ve kahraman mitleri- (çev. Nurdan Soysal). İstanbul: Say Yayınları.
Mezâkî (1991). Hayatı, edebî kişiliği ve Divanı’nın tenkitli metni, haz. Ahmet
Mermer. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını.
Molla Aşkî (2012). Molla Aşkî Divanı, haz. Ahmet Atillâ Şentürk-Nurcan Boşdurmaz.
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Mütercim Âsım Efendi (2009). Burhân-ı Kati (haz. Mürsel Öztürk-Derya Örs),
İstanbul: TDK Yayınları.
Nâbî (2020). Nâbî Divanı Tenkitli Basım Cilt 1-2, haz. Ali Fuat Bilkan. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Nâilî (1990). Nâilî Divanı, haz. Haluk İpekten. Ankara Akçağ Yayınları.
Necâtî Beg (1963). Necâtî Beg Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan. İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi.
Nesîmî (2014). Hayatı, edebî kişiliği, eserleri ve Türkçe divanının tenkitli metni, haz.
Hüseyin Ayan. Ankara: Türk Dil Kurumu yayınları.
592
Nedim (2015). Nedim Divanı, haz. Abdülbâki Gölpınarlı. İstanbul: İnkılâp Kitapevi.
Nedim (2017). Nedim Divanı, haz. Muhsin Macit. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü.
Onay, A. T. (2016). Açıklamalı Divan şiiri sözlüğü (haz. C. Kurnaz). Ankara: Kurgan-
Edebiyat Yayınları.
Roux, J.-P. (1994). Türklerin ve Moğolların eski dini (çev. Aykut Kazancıgil).
İstanbul: İşaret Yayınları.
Roux, J.-P. (2015). Eski Türk mitolojisi (çev. Musa Yaşar Sağlam). Ankara: BilgeSu
Yayıncılık.
Roux, J. P. (2020). Kral mitler ve simgeler (çev. Nuri Fudayl Kıcıroğlu). İstanbul:
Dergâh Yayınları.
Saydam, M. B. (1997). Deli Dumrul’un Bilinci- “Türk-İslam ruhu” üzerine bir kültür
psikolojisi denemesi. İstanbul: Metis Yayınları.
Sears, K. (2018) Mitoloji 101 –eski Yunan ve Roma mitolojisi hakkında bilmeniz
gereken her şey. (çev. Ekin Duru). İstanbul: Say Yayınları.
Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (2018). Niyâzî-i Mısrî Dîvânı Şerhi, haz. Mustafa
Tatçı-İbrahim Özay. İstanbul: H Yayınları.
Şeyh Gâlib (2010). Hüsn ü Aşk, haz. Orhan Okay-Hüseyin Ayan. İstanbul: Dergâh
Yayınları.
Usta, İ. (2019). İslam öncesi Arap mitolojisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Üzgör, T. (1991). Fehîm-i Kadîm Hayatı, sanatı, Divan’ı ve metnin bugünkü Türkçesi.
Ankara: Atatürk kültür merkezi yayını.
Yahyâ Bey (1977). Dîvan –tenkitli basım-, haz. Mehmed Çavuşoğlu. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını.
Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân (1999). Dürr-i Meknûn, haz. Necdet Sakaoğlu. , İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Yunûs Emre (1990). Yunûs Emre Divanı, haz. Mustafa Tatçı. Ankara: Kültür
Bakanlığı yayınları.
Zâtî (1968). Zâtî Divanı (Edisyon kritik ve transkripsiyon) Gazeller kısmı I. cild, haz.
Ali Nihat Tarlan. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Basımevi.
Zâtî (1970). Zâtî Divanı (Edisyon kritik ve transkripsiyon) Gazeller kısmı II. cild, haz.
Ali Nihat Tarlan. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Basımevi.
MAKALELER
Açar, Z. (2018). Şeyh Gâlib’in “düşdü” redifli gazeli İle Kul Yusuf’un “düştü” redifli
deyişindeki müşterek tasavvufi kavramlar üzerine bir değerlendirme. Journal of
Turkish Language and Literature, S. 4, s. 1-16. Erişim adresi: 10.20322/littera.368819
Açar, Z. (2019). Bilinmeyen bir gül kasidesi: Ayıntablı Reşid’in gül kasidesi ve şerhi.
Hikmet-Akademik Edebiyat Dergisi, S.11, s. 272-301. Erişim adresi: hikmet.581793
Altun, I. (2008). Türk halk kültüründe elma. Turkish Studies, S. 3/5 s. 262-281. Erişim
adresi: http://turkoloji.cu.edu.tr
Ay, Ü. (2009). Divan şiirinde güneşin sevgili tipine yansıması hakkında bir
değerlendirme, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, S. 2, s. 117-162. Erişim
adresi: 10.15247/dev.9
Baş, M. K. (2010). Yûsuf İle Züleyhâ aşkının klasik ve modern ifadesi: Hamdî ve
Nazan Bekiroğlu Örneği. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 51, S. 1,
s. 349-394. Erişim adresi: https://www.academia.edu
Batislam, D. (2002). Divan şiirinin mitolojik kuşları: Hümâ, Anka ve Simurg. Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi 1. İstanbul; s. 185-208. Erişim adresi:
https://www.yumpu.com/tr
596
Dalkesen, N. (2015), Orta Asyadan Anadoluya Türk kültüründe geyik kültürü. Milli
Folklor, S. 106, s. 59-67. Erişim adresi: https://millifolklor.com
Demir, R. (2015). Divan şiirinde kırmızı renk. Türkiyat Mecmuası. 25/57-91. Erişim
adresi: https://dergipark.org.tr
Eren, A. (2008). Bâkî Divanı’nda kırmızı renk. A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, S. 37, s. 31-69. Erişim adresi: https://dergipark.org.tr
Feraharani, E. V. (1695). Morveri ber huzur-i esâtir-i İrânî şi’r-i asr-ı Selçukî ba
mahuriyyet-i eş’âr-ı Khaghani Shervani. Kerman Şahid Bahonar Üniversitesi, 15. Yıl
Siyam sayısı, s. 210-222. Erişim adresi:
https://jis.uk.ac.ir/article_1629_cb88295c265da03fff90fb0ed2db5e79.pdf
Gündüzöz, S. (2003). Kur’an’da renklerin büyülü gücü - semiotik bir inceleme. EKEV
Akademi Dergisi Yıl: 7 S. 16 s. 71-84. Erişim adresi: http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg
597
İçli, A. (2012). Yaratılışın öyküsü olarak mevlid: Mevlid ve mitoloji ilişkisi. Turkish
Studies, Ankara: S. 7/3 s.1499-1516. Erişim adresi: https://www.batman.edu.tr
Kalizâde H. (t.y). Dahhâk, mâr-ı gorgsân-ı der esâtir-i İrânî. Peyknour Fars Dili ve
Edebiyatı Dergisi. S. 1, s. 79-102. Erişim adresi:
https://www.virascience.com/article/238325/
Kaya, M. (1991). Aristo. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara: TDV
Yayınları. C. 3, s. 375-378. Erişim adresi: https://İslamansiklopedisi.org.tr/aristo
Küçük, S. (2010). Eski Türk kültüründe renk kavramı. Bilig, S. 54, s. 185-210. Erişim
adresi: http://bilig.yesevi.edu.tr
Küçük, S. (2007). Gerçekler ışığında Kağızmanlı Hıfzî ve yayınlanmamış bir şiiri.
https://www.edebiyatdefteri.com
Kırbıyık, Mehmet (2007). Bazı XVI. yüzyıl divanlarında kıymetli taşlar. Selçuk
Üniversitesi/Selçuk University Fen-Edebiyat Fakültesi/Faculty of Arts and Sciences
Edebiyat Dergisi/Journal of Sociaf Sciences, S. 18, 61-75. Erişim adresi:
https://dergipark.org.tr
598
Ocak, A. Y. (2009). İslam'ın temel inançları etrafında oluşan “mitolojik” kültür: “İslam
mitolojisi” yahut İslam ilahiyatının ihmal edilmiş önemli bir sorunsalı (Bir “mise-en-
question” Denemesi). Milel ve Nihal. C.6 S.1 s. 137-163. Erişim adresi:
https://dergipark.org.tr
Öntürk, A. (2017). Divan şiirinde renkler. Ulakbilge, C.5, S. 12, s. 973-982. Erişim
adresi: https://ulakbilge.com
Sümer, N. (2017). Mitolojik ve dinsel bir sembol olarak ayna. Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Degisi, S. 52, s. 1367-1375. Erişim adresi:
http://dx.doi.org/10.17719/jisr.2017.1986
Şenocak, E. (2010). Mitolojik konulu bir halk hikâyesi “Leyla ile Mecnûn Hikâyesi”
merkezinde yıldıza dönüşüm. Milli Folklor, S. 86 s.20-29. Erişim adresi:
https://doi.org/10.33692/avrasyad.509344
Unat, Y. (2002). Kırânât. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 25/437 Ankara:
TDV Yayınları. Erişim adresi: https://İslamansiklopedisi.org.tr/kiranat
Tanyeli, H. (1952). Divan şiirimizde İran’lı kahramanlar: I Cemşîd. Türk Dili Dergisi;
C. I, S. 8 s. 467-470. Erişim adresi: http://www.tdkdergi.gov.tr
Tanyeli, H. (1952). Divan şiirimizde İran’lı kahramanlar: II Dahhâk. Türk Dili Dergisi;
C. I, S. 10 s. 582-583. Erişim adresi: http://www.tdkdergi.gov.tr
Tanyeli, H. (1952). Divan şiirimizde İran’lı kahramanlar: III Feridun Selm Tur İreç.
Türk Dili Dergisi; C. I S. 11 s.632-634. Erişim adresi: http://www.tdkdergi.gov.tr
Toker, İ. (2009). Renk simgeciliği ve din: Türk kültür yapısı içinde ak-kara renk
karşıtlığı ve bu karşıtlığın modern Türk söylemindeki tezahürleri üzerine. Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 50: 2 s. 93-112. Erişim adresi:
https://doi.org/10.1501/Ilhfak_0000001002
Tökel, D. A. (2009). Kutsal metinleri anlamada mitolojinin rolü. Milel ve Nihal, 6 (1),
165-193. Erişim adresi: http://isamveri.org/pdfdrg
Tökel, D. A. (2016). Divan şairi niçin mitojik kahramanlara gönderme yapar Şehname
ne kadar Divan şiirinin kaynağıdır. Journal Of Turkish Studıes- Türklük Bilgisi
Araştırmaları; S. 45 s. 245-259. Erişim adresi: https://www.academia.edu
Yıldırım, A. (2006). Renk simgeciliği ve Şeyh Galib’in üç rengi. Milli Folklor. S. 72¸
s. 140. Erişim adresi: https://www.millifolklor.com
Yıldırım, H. (2015). Divan şairlerine göre burçlar. Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, C. 8, S.41, s.340-351. Erişim adresi: 10.17719/jisr.20154115023
TEZLER
Yılmaz, M. (2008). XVII. yüzyıl klasik Türk Şiiri’nde değerli taşlar (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi). Niğde Üniversitesi. Niğde: Sosyal Bilimler Enstitüsü.
601
E-DİVANLAR
Âhî (t.y). Âhî Divanı, haz. Mustafa S. Kaçalin, Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78356/ahi-divani.html
Ahmedî (t.y). Ahmedî Divanı, haz. Yaşar Akdoğan. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78357/ahmedi-divani.html
Ahmedî (t.y). İskendernâme, haz. Yaşar Akdoğan. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78415/ahmedi---iskendername.html
Ahmed Rıdvân (2020). Hüsrev ü Şîrîn, haz. Orhan Kemal Tavukçu. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78414/ahmed-ridvan---husrev-u-sirin.html
Âşık Paşa (2000). Garib-nâme, haz. Kemal Yavuz. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78417/asik-pasa---garib-name.html
Aşkî (2017). Heft Peyker, haz. Aslı Aytaç. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-191380/aski-heft-peyker.html
Azmîzâde Hâletî (2017). Azmîzâde Hâletî Divanı, haz. Bayram Ali Kaya. Ankara:
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-196456/azmizade-haleti-divani.html
602
Bâkî (t.y). Bâkî Divanı haz. Sabahattin Küçük. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78361/baki-divani.html
Behiştî Ahmed (2018). İskendernâme, haz. Bünyamin Ayçiçeği. Ankara: T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-206269/behisti-ahmed-iskender-name.html
Bursalı Rahmî (2017). Bursalı Rahmî Divanı, haz. Mustafa Erdoğan. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-195643/bursali-rahmi-divani.html
Celilî (2018). Celilî Divanı, haz. Şevkiye Kazan Nas. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-211944/celili-divani.html
Celilî (2019). Hüsrev ü Şirin, haz. Şevkiye Kazan Nas. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-240981/celili---husrev-u-sirin.html
Defter Eminî Mustafa Çelebi (2018). Varka ve Gülşâh, haz. Ayşe Yıldız. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-209346/defter-emini-mustafa-celebi-varka-ve-
gulsah.html
Edincikli Ravzî (2017). Ravzî Divanı, haz. Yaşar Aydemir. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-196580/ravzi-divani.html
603
Edirneli Nazmî (2018). Edirneli Nazmî Divanı, haz. Sibel Üst. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-206284/edirneli-nazmi-divani.html
Edirneli Şevkî (2018). Edirneli Şevkî Divanı, haz. Tuba Işınsu Durmuş- Rıdvan
Canım. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-210484/sevki-divani.html
Emrî (t.y). Emrî Divanı, haz. Mehmet A. Yekta Saraç. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78368/emri-divani.html
Es-seyyid Pir Mehmed Çelebi (2017). Âşık Çelebi, haz. Filiz Kılıç. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-195827/asik-celebi-divani.html
Fatih Sultan Mehmet (t.y). Avnî Divanı, haz. Muhammed Nur Doğan. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78360/avni-fatih-divani.html
Gelibolulu Mustafa Âlî (2018). Gelibolulu Mustafa Âlî Divanı, haz. İ. Hakkı Aksoyak.
Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-208602/gelibolulu-mustafa-
ali-divani.html
Gelibolulu Sun’î-Mehmet Çelebi (2018). Gelibolulu Sun’î Divanı, haz. Halil İbrahim
Yakar. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-204115/gelibolulu-suni-
divani.html
Gülşehrî (t.y). Mantıku’t-yayr, haz. Kemal Yavuz. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78427/gulsehri---mantikut-tayr.html
Hamdullah Hamdi (t.y). Hamdullah Hamdî Divanı, haz. Ali Emre Özyıldırım. Ankara:
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78375/hamdullah-hamdi-divani.html
Hecrî (2010). Hecrî Kara Çelebî Muhyi’d-dîn Mehmed Divanı, haz. Ömer Zülfe.
Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/10618,hecripdf.pdf?0
Karamanlı Aynî (2020). Karamanlı Aynî Divanı, haz. Ahmet Mermer. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-275960/karamanli-ayni-divani.html
Karamanlı Nizamî (2020). Karamanlı Nizamî Divanı, haz. Haluk İpekten. Ankara:
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-265523/karamanli-nizami-divani.html
Kânûnî Sultan Süleymân (2016). Muhibî Divanı, haz. Kemal Yavuz. İstanbul: Türkiye
Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları. Erişim adresi:
http://ekitap.yek.gov.tr/urun/muhibbi-divani--takim-2-cilt
Lâmiî Çelebi (2017). Ferhâd ile Şîrîn, haz. Hasan Ali Esir. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-195825/lamii-celebi-ferhad-ile-sirin.html
Malatyalı Şehrî (2017). Şehrî Divanı, haz. Şener Demirel. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-197364/sehri-divani.html
Mehmet Sun’î Çelebi (2018). Gelibolulu Sun’î Divanı, haz. Halil İbrahim Yakar.
Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
605
Mesihî (2020). Mesihî Divanı, haz. Mine Mengi. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-
272452/mesihi-divani.html
Mezâkî (1991). Hayatı, edebî kişiliği ve Divanı’nın tenkitli metni, haz. Ahmet
Mermer. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını.
Mihrî (2018). Mihrî Hâtun Divanı, haz. Mehmet Arslan. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-208575/mihri-hatun-divani.html
Mustafa Zihnî (2018). Erzurumlu Zihnî Divanı, haz. Muhsin Macit. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-208572/erzurumlu-zihni-divani.html
Mu’înî (t.y). Mesnevî-i Murâdiyye, haz. Kemal Yavuz. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78437/muini---mesnevi-i-muradiyye.html
Münirî (2017). Münirî Divanı, haz. Ersen Ersoy. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-196156/muniri-divani.html
Nâbî (2018). Hayrâbâd, haz. Melike Gökcan, Hamza Koç. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/59849,nabi-hayrabad.html
Nâbî (2019). Hayriyye, haz. Mahmut Kaplan. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/67684,nabi-hayriyye.html
Nef’î Ömer Efendi (2018). Nef’î Divanı, haz. Metin Akkuş. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-206118/nefi-divani.html
606
Neşâtî Ahmed Dede (2019). Neşâtî Divanı, haz. Mahmut Kaplan. Ankara: T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/67330,nesati-divani.html
Nev’î-zâde Atâyî (2017). Nev’î-zâde Atâyî Divanı, haz. Saadet Karaköse. Ankara:
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-194357/nevi-zade-atayi-divani.html
Nigârî (2017). Nigârî Divanı, haz. Azmi Bilgin. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-194361/nigari-divani.html
Osman Nevres (2020). Osman Nevres Divanı, haz. Bayram Ali Kaya. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-273352/osman-nevres-divani.html
Revânî (2017). Revânî Divanı, haz. Ziya Avşar. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-196374/revani-divani.html
Sehî Bey (2020). Sehî Bey Divanı, haz. Hakan Yekbaş. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-273692/sehi-bey-divani.html
Sultan I. Ahmed (2019). Bahtî Divanı, haz. İsa Kayaalp. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-242306/bahtisultan-i-ahmed-divani.html
Süheylî Ahmed bin Hemdem Kethudâ (2017). Süheylî Divanı, haz. M. Esat Harmancı.
Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-194364/suheyli-divani.html
Sünbülzâde Vehbi (2017). Sünbülzâde Vehbi Divanı, haz. Ahmet Yenikale. Ankara:
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-196833/sunbulzade-vehbi-divani.html
Şeref Hanım (2018). Şeref Hanım Divanı, haz. Mehmet Arslan. Ankara: T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-215362/seref-hanim-divani.html
607
Şeyyâd Hamza (2017). Yûsuf ve Zelîhâ, haz. İbrahim Taş. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-199893/seyyad-hamza--yusuf-ve-zeliha.html
Şeyh Gâlib (t.y). Şeyh Gâlib Divanı, haz. Naci Okçu. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78404/seyh-galib-divani.html
Şeyhî Hekim Sinan (2018). Şeyhî Divanı, haz. Hâlit Biltekin. Ankara: T.C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-215511/seyhi-divani.html
Şeyhülislam Yahya (t.y). Şeyhülislam Yayha Divanı, haz. Hasan Kavruk. Ankara:
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78405/seyhulİslam-yahya-divani.html
Unat, Y. (2002). Kırânât. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 25/437 Ankara:
TDV Yayınları. Erişim adresi: https://İslamansiklopedisi.org.tr/kiranat
Tacizâde Câfer Çelebi (2018) Tacizâde Câfer Çelebi Divanı, haz. İsmail E. Erünsal.
Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-211662/taci-zade-cafer-celebi-
divani.html
Vizeli Ramazan Behiştî (2018). Vizeli Ramazan Behiştî Divanı, haz. Yaşar Aydemir.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü.
Ankara. Erişim adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-199899/vizeli-ramazan-behisti-
divani.html
Yûsuf Hâs Hâcib (t.y). Kutadgu Bilig, haz. Mustafa S. Kaçalin. Ankara: T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim adresi:
https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-78447/yusuf-has-hacib---kutadgu-bilig.html
Zâtî (2017). Zâtî Divanı (Gazeller dışındaki şiirler), haz. Orhan Kurtoğlu. Ankara: T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü. Erişim
adresi: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-195592/zati-divani.html
608
DİZİN
Âdem, 44, 48, 74, 81, 82, 81, 83, 84, 85, 86, İbn-i Sina, 296, 297
87, 88, 89, 90, 91, 92, 97, 131, 132, İbrahim, 29, 81, 97, 98, 100, 101, 102, 103,
140, 167, 174, 178, 179, 180, 187, 230, 104, 105, 116, 159, 185, 186, 187, 194,
232, 359, 399, 442, 463, 467, 468, 196, 201, 233, 255, 291, 295, 367, 380,
496, 511, 534, 535, 536, 559, 577 441, 449, 476, 487, 541, 603
İbrahim Ethem, 185, 186, 187
Belkıs, 121, 122, 438, 445, 466, 476, 477,
İlyas, 36, 119, 120, 141, 150, 152, 158, 159,
559, 605
206, 393, 430, 529, 600
Câlut, 209, 213, 447
İsa, 33, 56, 97, 98, 131, 132, 133, 134,
Câmasb, 129, 192,226, 266, 427, 428
135, 136, 138, 140, 152, 157, 159, 164,
Can Baba, 101, 516
307, 410, 443, 447, 464, 468
Circîs, 141, 152, 155, 156, 157,158, 159, 160,
İskender, 24, 29, 44, 115, 140, 142, 143, 149,
588
Danyal, 77, 129, 131, 163, 192, 202, 259, 151, 152, 163, 199, 200, 202, 203, 204,
427 205, 206, 207, 233, 234, 235, 247, 248,
Davud, 97, 121, 210, 211, 212, 263, 267, 273, 275, 276, 297, 317, 325, 326, 327,
269, 447, 484 505, 529, 530, 531, 533, 541, 574,
Eflâtun, 297, 299 577, 579, 600
Eyyub, 96, 110, 111, 112, 163, 323, 376, İşmoil, 213, 447
463 Kâbil, 167, 168, 170, 171, 284, 285, 438, 453,
Ezrâ, 165 465
Firavun, 77, 112, 114, 115, 196, 241, 255, Kârûn, 196, 197, 198, 199
463 Lokman, 136, 160, 161, 162, 163, 164, 215,
Hâbil, 167, 168, 170, 171, 453 465
Hârun, 14, 113, 119, 163, 463 Ma’ruf, 193
Harûra, 476 Mansûr, 192, 193, 296
Hârût, 33, 34, 131, 171, 172, 173, 174, 175, 176, Mârût, 34, 131, 171, 172, 173, 174, 175, 176, 178,
178, 179, 180, 184, 190, 226, 259, 354, 550, 596 179, 180, 184, 190, 226, 259, 354, 355, 596
Hassân, 219 Me’cüc, 115, 201, 325, 326, 327, 328, 429,
Havva, 81, 83, 84, 86, 87, 89, 90, 91, 92, 505
140, 168, 169, 170, 232, 263, 442, 463, Meryem, 98, 132, 133, 137, 311, 313, 344,
464, 465, 467, 495, 496, 497, 502, 559 447, 468
Mesih, 98, 111, 132, 134, 136, 137, 138, 140, 162,
Hızır, 39, 114, 115, 120, 121, 140, 141, 142, 279, 411, 529
143, 144, 145, 147, 148, 149, 150, 151, Musa, 81, 97, 112, 113, 114, 115, 116, 117,
152, 158, 159, 164, 167, 201, 202, 203, 118, 134, 140, 143, 145, 147, 148, 152,
204, 206, 247, 285, 393, 412, 457, 494, 196, 198, 209, 219, 255, 275, 276, 278,
498, 505, 529, 530, 531, 532, 533, 291, 295, 413, 416, 419, 420, 446, 472,
546, 600 525, 530, 538, 574, 601
Davut, 160, 163, 211
609
Nemrud, 29, 98, 100, 101, 194, 195, 196, Ye’cüc, 115, 201, 325, 326, 327, 328, 429,
241, 255, 275, 278, 441, 487 505
Nuh, 13, 18, 29, 81, 92, 93, 94, 95, 96, 97, Yunûs, 18, 37, 39, 48, 50, 51, 52, 57, 77, 81,
140, 231, 237, 252, 258, 326, 328, 445, 85, 96, 102, 103, 104, 122, 159, 176,
447, 448, 453, 484, 525, 560, 561 178, 186, 193, 197, 206, 317, 320, 321,
Süleymân, 11, 121, 122, 123, 124, 125, 126, 411, 437, 476, 485, 486, 496, 509, 521,
127, 128, 129, 163, 176, 191, 201, 525, 527, 528, 535, 536, 537, 553, 605
202, 205, 212, 231, 232, 233, 234, 235, Yusuf, 29, 30, 51, 77, 79, 105, 106, 107,
274, 276, 307, 420, 435, 438, 441, 442, 108, 109, 110, 159, 199, 201, 225, 226,
445, 521, 559, 574, 591 227, 235, 257, 285, 287, 291, 312, 338,
Yakub, 109, 110, 213, 257, 291, 538, 542 358, 359, 428, 538, 587, 588
Yakut, 261, 340, 355, 450, 471, 513, 573, Züleyhâ, 30, 79, 106, 107, 108, 287, 312
577 Zülkarneyn, 115, 141, 142, 199, 202, 204, 206,
258, 326, 328, 420
610
âfitâb, 301, 320, 357, 378, 386, 391, 397, Anka, 504
Afrodit, 178, 307, 308, 354, 356, 446, 469, Antik, 9, 10, 86, 396, 511
Aslan, 9, 232, 236, 253, 259, 273, 345, 376, Başak, 376, 385, 396, 398, 399, 400
380, 385, 390, 394, 396, 397, 398, bâtınî, 3, 25, 187, 413
422, 459, 478, 481, 483, 591 Baubo, 493
Astarla, 356 bâzûda, 223
Astarte, 356, 469 Behlûl, 193
Astrea, 400 Behmen, 200, 221, 222, 311, 362, 605
Asur, 24, 82, 84, 94, 302, 356, 376, 421, Behrâm, 222, 223, 224, 225, 264, 279, 313,
422, 521 362, 363, 364, 416, 456, 605
Aşkâr, 457 Behrâm-ı Gûr, 224
Aşkî, 374 Behzâd, 274, 276
At, 256, 456, 457, 460 Behzâd, 412, 456
Ateş, 99, 117, 168, 263, 423, 509, 510, 511, Bektaşi, 426
512, 514, 518 Bel’âm, 219, 220, 221
ateş,, 9, 39, 103, 104, 377, 384, 508, 509, Belkıs, 121, 122, 438, 445, 466, 476, 477,
511, 512, 528, 557 559, 605
Ateşperest, 23 Benâtü’n-na’ş, 374
Athamas, 387 Bermâyûn, 252, 254, 256
Atlas, 373, 390 Beşiz Tanrı Hormuzta, 59
Atman, 92 Betullah, 376
Attis, 40 Beyânî, 407
Avesta, 15, 19, 27, 176, 221, 229, 230, Beyaz, 437, 536, 553
233, 236, 248, 252, 256, 277, 286, 354, Beyrek, 554
470, 584 Bezm, 57, 233, 247, 291, 357, 578
Ay, 9, 37, 39, 43, 45, 46, 52, 53, 61, 78, 90, 98,
Bihzad, 316
101, 103, 105, 107, 177, 283, 308, 309, 310,
319, 334, 338, 339, 341, 342, 343, 344, 345, Bircîs, 363, 364
346, 347, 348, 349, 350, 351, 352, 353, 355, Bîsutun, 314, 317
356, 357, 367, 369, 370, 371, 372, 375, 379,
Boeotia, 387
380, 384, 388, 389, 390, 392, 395, 396, 397,
398, 400, 401, 402, 403, 404, 409, 422, 433, Boğa, 246, 253, 376, 383, 385, 389, 390,
450, 455, 456, 457, 471, 472, 478, 479, 483, 391, 392, 401
509, 511, 527, 528, 556, 560, 589, 597
Boğaç, 32, 266, 269, 413, 544
Ay-Atam, 91, 345
Boitio, 373
ayna, 37, 40, 43, 44, 45, 203, 206, 207, 208,
Boz-At, 457
209, 347, 493, 552, 602
Börte Çino, 477
Ay-Wa, 91 buğday, 79, 85, 171, 383, 399, 495, 496, 497, 534,
Ayzıt, 356 537
Azrâ, 311, 312, 399 Burc-ı âbî, 411
Bağ-ı İrem, 506 burc-ı büz, 407
Bahr-i Muhit, 505 burc-ı büzgâle, 407
Bakire Nana, 492 burc-ı şeref, 399
Balık, 145, 151, 376, 383, 385, 396, 407, 409, 410, burc-i hamel, 388
411, 530
burcu, 150, 360, 376, 379, 383, 388, 389,
bâliğ, 253
390, 391, 393, 394, 396, 397, 406, 408,
Balih, 452
410, 411
Balios, 457
Bamsı Beyrek, 246, 291, 474 buyan evirme, 67
Banı Çiçek, 32, 33, 291, 474, 554 Bülbül, 100, 212, 327, 436, 437, 438, 439,
Barbed, 313, 457 440, 441, 485, 486, 487, 488, 557
Bashîrân, 577
612
Cadı, 34, 154, 180, 181, 183, 469, 473 Danyal, 77, 129, 131, 163, 192, 202, 259,
Cadmus, 387 427
Calomena, 465 Danyas, 486
Câm, 44, 207, 231, 233, 234, 235, 236, 275, Dârâ, 28, 117, 200, 247, 248, 273, 290, 291,
391 292
câm-ı Cem, 234 dehr, 223, 228, 283, 483
Cam-ı Cihannüma, 234, 234, 274, 275 delv, 380, 409
Cam-ı Gîtinûması, 577 Demeter, 398, 492, 493, 495
Cancer, 394 Demh, 419
Capricornus, 406 demir kazık, 357
Castro, 393 Demirdağ, 505
Caucausus, 387 Demophon, 493
Cedy, 380, 389, 407, 408 deryâ, 114, 120, 249, 250, 505, 525, 545
Cehî, 429 Deukalion, 18
Celmavuz, 353 dev, 42, 124, 209, 240, 245, 272, 273, 293,
Celmooz, 353 311, 350, 387, 410, 419, 429, 430,
Cem, 13, 44, 46, 69, 70, 207, 208, 218, 228, 458, 477, 511
229, 230, 231, 233, 234, 235, 238, Diana, 354, 405
242, 247, 248, 273, 275, 291, 292, 315, Dike, 400
575, 578, 585 Dionysos, 232, 396, 410, 468, 487, 492,
Cemşîd, 25, 26, 28, 46, 140, 228, 229, 230, 502, 535
231, 232, 233, 234, 236, 238, 239, Dionysus, 479
247, 252, 259, 418, 501, 603 Dioskurlar, 393
cengâver, 267, 481 direfş-i Gâvyân, 260
Cengiz Han, 43, 199, 216, 285, 455, 474, 477, dîv, 81, 124, 125, 252, 273, 476, 506, 511
537 Div-i sepîd, 281
Centaur, 404 Doğan, 294, 451, 455
Cetus, 409 Dragon, 430
cev, 45, 394, 494, 504 Dumrul, 33, 449
cevşen, 262, 263 Dumuzi, 56, 169, 179
Cevza, 387, 393, 394 Düldül, 457, 459
cevzâ, 379 400, 497, 592
Cherion, 404, 405 eflâk, 52, 136, 238, 357
Chiron, 404 Efrâsiyâb, 225, 228, 249, 273, 288
Chloris, 487 Ehrimen, 46, 86, 88, 89, 139, 230, 238, 239, 248,
251, 252, 334, 429, 467
Cihân, 39, 85, 222, 326, 337
Ejderha, 80, 115, 227, 238, 245, 429, 430,
cihân-ârâ, 29
433, 434, 435,436
Cilşâh, 92
ejdhâ, 429
Colchis, 387
Eje, 85, 86
Çâh-ı Bîjen, 227
Elazar, 165
Çri, 356
Elburz Dağı, 414, 533
Dabbetü’l-Arz, 329, 330
Dagım, 376 Elektra, 373
Dahhâk, 19, 77, 116, 134, 140, 214, 236, 237, 238, Eleusis, 493
239, 240, 241, 242, 244, 245, 248, 252, 255, elma, 413, 492, 496, 497, 498, 499, 588
256, 257, 258, 259, 260, 263, 603 Elmas, 580, 581
Daidalos, 246, 462 el-Yeleb, 476
Enem Yayuçı, 48
613
koç, 104, 105, 167, 199, 202, 376, 379, 385, Mansûr, 192, 193, 296
386, 387, 388, 389, 390, 407, 410, 411, Mantıku’t-tayr, 188, 412, 413, 414, 415
450, 476 Manu, 96
Koç burcu, 377, 386, 388 Manûk, 88
Koiranos, 465 mâr, 115, 217, 238, 262, 303, 431, 432,
Kolkis, 468 464, 467, 469, 576
Kova, 376, 383, 385, 408, 409, 410, 411 Mâr, 87, 259, 465
kozmik, 9, 333, 334, 336, 339, 368, 371, Marduk, 17, 359, 360, 363, 375, 430, 478,
406, 423, 534, 585 521
Kök Tengri, 540 Mars, 339, 361, 362
Köpek, 470, 471 mavi, 47, 77, 216, 217, 218, 224, 332, 477,
Köroğlu, 256, 274, 457, 460, 527, 532, 533 484, 540, 541, 542, 543, 544, 547, 552,
Kronos, 18 560
Ksanthos, 457 Mecnûn, 53, 54, 73, 301, 302, 303, 304, 305,
Kudai, 471 306, 307, 308, 312, 316, 372, 477,
Kûh-ı Kâf, 413 480, 551, 555
Kûrûş, 501 Medâin, 222
Kusarikku, 376 Medusa, 163, 217, 245, 430, 469
Kün Ay Tengri, 341 Meh, 106, 342, 350, 362, 369, 388, 397
Küştab, 222 Menije, 13, 225
Kybele, 40, 344 Menîje, 225
la’l, 31, 70, 123, 125, 126, 151, 175, 188, Menûçehr, 253, 257, 281
208, 314, 378, 491, 532, 555, 557, 568, merdüm, 168, 233
569, 570, 571, 572, 573, 574, 575, Merih, 222, 338, 362
577, 579 Merkür, 339, 359, 360, 466, 560
La’l, 314, 572, 573 Merope, 373
lâ’l-i Bedahşân, 572 mesh, 38
Lale, 303, 489, 499, 554, 555, 574 Meşy, 86, 496
lâl-i Bedahşân, 567, 572 Meşyâne, 86, 496
Lat, 342 Metaneira, 493, 495
Leda, 392 Mevlevi, 427, 451
Leo, 394 Mihenk, 571
Leon, 481 Mihin Bânû, 318
Leşker, 249 Mihr, 36,122, 123, 125, 127,339, 341, 342, 343,
Levh, 54, 55, 56 356, 357, 379, 384, 389, 394, 399, 401,
Leylâ, 54, 73, 75, 301, 302, 304, 305, 306, 307, 411, 422, 507, 540
308, 310, 316, 372, 477, 479, 480
Minos, 163, 245, 389, 462, 465
Libra, 400
Minotauros, 245, 462
Liriope, 490
Minuçihr, 281
Lohrâs, 265
Mirrîh, 362
Lykaon, 96
Mitra, 35, 341, 367, 453, 466, 512
mâh, 348, 357, 369, 371, 372, 378, 384, 390, 397,
400, 401, 402, 403, 411, 554, 556 Mitraist, 453, 521
Maia, 373 mîzân, 380
Manas, 150, 226, 261, 285, 458, 460, 498, Moiralar, 344
541 Moznayim, 376
Mani, 93, 278, 341, 527 Murugon, 41
Mânî, 279, 280 Müşterî, 177, 338, 363, 364, 384, 385, 411
616
Nûşirevân, 202, 265, 281, 282, 283, 313, Poseidon, 97, 246, 387, 393, 402, 457
od, 63, 196, 370, 423, 442, 508, 509, 528 Prometheus, 82, 285, 512, 513
Oğuz, 13, 14, 27, 52, 72, 77, 150, 184, Ra, 342, 347, 493
285, 334, 336, 344, 357, 367, 450, 527, Rahş, 272, 284, 435, 456, 457, 458, 459
Olympos, 199, 201, 205, 389, 392, 393, 399, Râmî, 574
Osiris, 16, 116, 152, 165, 171, 253, 278, Remus, 171, 295
Perseus, 134, 163, 245, 278, 394, 395, 433 Rûyînten, 222, 265, 269, 272
Pervâne, 461, 462 Rüstem, 11, 28, 29, 201, 223, 224, 225, 226,
Pervin, 374, 375 248, 249, 265, 266, 267, 268, 269, 270,
Peşeng, 248, 249 272, 281, 284, 285, 286, 287, 293, 337, 413,
Pheniks, 421 415, 456, 459, 525
Saha, 376 527, 529, 532, 533, 535, 537, 543, 558, 560,
561, 562, 581
Sâkibü'l-mâ, 409
Susano-O, 433
Salur Kazan, 67, 226, 431
Süheyl, 568, 569, 570, 571
Sâm, 20, 92, 281, 292, 293, 296, 328, 337
Sünbüle, 380, 398, 399, 400
Sâmi, 397
Süreyya, 375, 390, 435, 601
Sartaz, 376
Şâh Mârân, 130, 163, 192, 227, 427, 428
Satürn, 339, 365, 384, 385, 534, 560 Şahin, 449
Scorpius, 401 Şahmârân, 431
sebak, 73, 247 Şahpûr, 222
Sefer Yesirah, 376 Şaman, 66, 426
Selket, 401 Şamaş, 342, 452
Selvi, 33, 483 Şâpûr, 225
Semender, 422, 423, 424, 425 Şebdîz, 264, 265, 313, 457
Semrük, 532 Şehenşâh, 28, 29, 540
Serendîb, 577 şem’, 364, 461, 462
Seretân, 379, 380, 387, 395 Şemîrân, 501
Serpent, 387 Şems, 338, 342
Seth, 347 Şeytan, 64, 81, 221, 236, 251, 453, 464
Sevr, 379, 380, 387, 390, 391, 401, 483, şimşek, 63, 363
484, 485, 488, 528, 545 Şirin, 264, 312, 314, 315, 316, 317, 318, 319
Shen Nong, 495 Şurahbil, 466
Shor, 376 Şuruppak, 95
Silili, 457 Tahmurs, 272, 273
Simâk-ı A’zel, 399 Taleh, 376
Sîmurg, 15, 29, 253, 256, 265, 266, 267, 268, Tanrıça Nammu, 534
269, 270, 273, 284, 285, 292, 293, 412, Tanrıça Saravsati, 354
413, 414, 415, 438 Tartaros, 410
Sin, 339 Taurus takımyıldızı, 389
sipeh, 250, 504 Tavus, 442, 443, 444
siper, 268, 350, 371 Taygete, 373
Siru, 376 Taymat, 478
Sisyphos, 373 Te’omim, 376
Siyâveş, 492 Teiresisas, 490
Siyavûş, 101, 109, 247, 273, 274, 287, 288, Teogoni, 9, 20
456, 515 Tepegöz, 13, 184, 241, 245, 270
Siyâvuş, 247, 289, 291 Terazi, 376, 383, 385, 401, 402
Skyphios, 457 Tereus, 438
Sokrat, 247, 318 Teşter, 360
Solbon, 355 Themis, 400
Sterope, 373 Theseus, 246, 288, 462
Styks, 533 Thetis, 533
Su, 35, 36, 39, 47, 49, 57, 60, 93, 94, 97, 103, 111, Thoht, 347
113, 132, 135, 141, 145, 149, 152, 153, 177,
Thoth, 359
178, 182, 183, 184, 185, 204, 208, 210, 213,
224, 227, 231, 243, 244, 245, 269, 270, 290, Tılısm, 261, 262
295, 301, 303, 315, 318, 333, 343, 354, 363, Tiamat, 17
377, 384, 395, 408, 409, 411, 423, 428, 435,
Tîr, 360
437, 445, 466, 484, 489, 490, 505, 508, 509,
514, 516, 517, 518, 519, 520, 522, 523, 524, toli, 43
618
toprak, 39, 57, 58, 69, 82, 160, 190, 282, Yezdgird, 222
312, 333, 377, 383, 384, 398, 410, 467, Yezdicerd, 225
508, 520, 527, 533, 536, 543, 545, 546 yılan, 9, 83, 86, 87, 88, 89, 143, 163, 217,
Toprak, 82, 265, 533, 534, 536 236, 238, 239, 240, 243, 244, 245, 261,
Törüngey, 86 262, 306, 326, 348, 350, 387, 395,
Trickster, 86 410, 427, 429, 430, 431, 433, 435,
Triptolemos, 495 451, 463, 464, 465, 466, 467, 468,
Troya, 393 469, 484, 505, 562, 575, 576
Truva, 276, 408 Yılan, 83, 227, 431, 433, 451, 463, 464, 466, 468
yıldız, 58, 63, 105, 194, 234, 253, 278, 308, 311,
Tuâmu rabûti, 376 339, 355, 359, 362, 363, 367, 369, 370, 371,
Tûr, 117, 118, 119, 249, 252, 258, 281, 311 373, 375, 377, 378, 380, 390, 392, 394, 403,
Typhon, 407, 410, 430 406, 571
Uluğ Türk, 77 Yima, 89, 93
Urgula, 396 Zâl, 28, 29, 52, 223, 224, 266, 268, 269,
Uruz, 67, 226 273, 284, 285, 292, 293, 296, 337, 412,
Utarid, 338, 360, 361, 393, 405 414, 420, 456
Utârid, 361, 393, 405 Zebulistan, 456
Ülker, 355, 374, 375, 376 Zerdüşt, 15, 27, 88, 93, 133, 134, 139, 140,
Üzüm, 232, 495, 501, 502 176, 221, 228, 233, 251, 257, 265, 266,
Vâmık, 311, 312 267, 269, 270, 279, 281, 295, 333,
Veda, 177, 227, 230, 342, 354, 450, 456 354, 414, 483, 510, 512
Zerkâ’-i Yemâme, 215, 216
Venüs, 308, 339, 342, 354, 355, 356, 448,
Zervan, 46
478, 479, 560
Zeus, 29, 30, 90, 95, 96, 98, 150, 163, 246,
Veretranga, 414
258, 270, 278, 285, 292, 363, 365, 373,
Vişnu, 96
386, 389, 392, 394, 399, 400, 405, 406,
Yada, 65, 519, 520, 559, 560, 561, 562,
408, 410, 430, 449, 451, 492, 512, 535
563, 564, 585
Zeyd, 372Zhulong, 429
Yafes, 92, 178, 237, 326, 328, 561
Zibânitu, 376
Yakut, 261, 340, 355, 450, 471, 513, 573,
Ziz, 422
577
Yang, 433 Zodyak, 338, 377, 400, 404, 407
Yay, 376, 385, 402, 404, 405 Zuhal, 356, 357, 365, 366, 367, 385, 407,
597
Yazdicerd, 222
Zuhâl, 338
Ye’cüc, 115, 201, 325, 326, 327, 328, 429,
Zulm, 238, 283, 339
505 Zühre, 172, 174, 175, 176, 178, 179, 180, 190, 308,
Yel Büke, 431 338, 354, 355, 356, 357, 375, 384, 394, 401
Yelimagız, 353 Züleyhâ, 30, 79, 106, 107, 108, 287, 312
Yemliha, 227 Zülkarneyn, 115, 141, 142, 199, 202, 204, 206,
Yengeç, 376, 385, 394, 395, 396 258, 326, 328, 420
Yestey Möngkö, 474 Zümrüdüanka, 433, 419
Yeşim Taşı, 561 Zümrüt, 575