You are on page 1of 19

Ordu

Bir “Yeni Türkiye”dir gidiyor. Eskiden “2. Cumhuriyet” falan denilince kıyamet kopardı. Duyanlar
bunu çılgınca bir cüret olarak görür, söyleyenin meczup değilse terörist -genelde de ikisi birden-
olduğu konusundan kimse şüphe etmezdi.

"Yeni Türkiye" bunun makyajlanmış ismi. Temeli elbette yeni bir anayasa. Ama şu kesin :
Sadece anayasa değiştirmekle "yeni" olunmaz. Zihniyeti değiştirmek ve gerçekten "yeni"lenmeyi
istemek şart. Bunun için de, başta ordu ve bürokrasi olmak üzere, yüz yıllık çürümüş, kokuşmuş
kurumları süpürüp temizlemek, hatta bir kısmını tarihe gömmek lazım.

Bunu söyleyince akla ilk ne gelir? Ordu. Evet son 13 yılda yeniçeri ordu içinden temizlendi,
darbe tehlikesi ortadan kalktı. En azından yarın sabah iki kızımın tank sesleriyle
uyanmayacağını biliyorum. Bu bile bir devrim. Ancak bunlar geçmişe yönelik çözümler. Oysa
amaç ıslahatsa, yani geleceğe yönelikse, en cüretkar adım atılmalı :Türkiye Cumhuriyeti Ordusu
derhal terhis edilmeli.

Günümüzde ister büyük olsun, ister küçük, ordu kurumunun hiçbir caydırıcılığı yok. Artık en
caydırıcı silah para, ekonomi… Bugünün askerleri diplomatlar.

İsviçre’yi, San Marino’yu, Vatikan’ı, Gürcistan’ı, Ermenistan’ı, Azerbaycan’ı, Türki


Cumhuriyetlerin hemen her birini, Monaco’yu, kabile gibi Afrika devletlerini neden kimse işgal
etmiyor?

Günümüz dünyasında dosta güven, düşmana korku salmak istiyorsan, bir milyon kişilik bir
orduya sahip olmaktansa, bir milyon kişiye doğrudan etki edecek bir ekonomiyi yöneteceksin.
Yönetemiyorsan bile, o ekonominin çarklarına bir şekilde hükmedecek, etki edeceksin ki, sen
olmazsan çark dursun.

Bugün T.C. ordusunu terhis etmek demek, 400 bine yakın er, erbaş ve yedek subayın
harcamalarından elde edilecek tasarruf demektir. Ama bu bir yana; onları günlük ekonomik
hayata kazandırarak artı değer yaratmak demektir.

Bugün ordunun Türkiye ekonomisine etkisi, doğrudan harcama olarak yıllık 50 milyar dolardır.
Ancak bunun, iş gücü kaybı gibi dolaylı etkilerini de düşünürsek ne demek istediğimi daha iyi
anlayabilirsiniz.*

Yıllık en az 50 milyar dolardan bahsediyoruz. Elde edilecek tasarrufla krizdeki Avrupa’dan ve


Ortadoğu ülkelerinden iki-üç banka, dört-beş şirketin hissesini satın alırsan, değil ülkeni işgal
etmek, sana bir zarar gelmesin, batmayasın diye başında nöbet tutarlar, merak etme…

Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti 90 senedir bağımsız. Yersen. Sokaklarda “düşman” askeri mi


dolaşıyor? “Kahraman ordunun ve Mehmetçiğin” korkusundan bizim iç ve dış politikamıza,
ekonomimize, işleyişimize karışmaya cesaret edemediler mi? Yoksa şu an bal gibi sömürge
miyiz?

Öncelikle zorunlu askerlik uygulamasını kaldırarak, er, erbaş ve yedek subaylar terhis edilmeli.
Eldeki mevcut sözleşmeli uzman erbaş ve astsubaylardan kurulacak birlikler sınır güvenliği için
görevlendirilir. Yani tamam, silahı, bombayı kapan ya da bagaja uyuşturucuyu, nükleer maddeyi
dolduran elini kolunu sallaya sallaya ülkeye girmez. Kamyona mülteciyi dolduran fink atmaz.
Jandarma ise tamamen revize edilerek ordudan kopartılır ve İçişleri Bakanlığı’na bağlanır.
Ancak silahlı kuvvetler, hiç bir şekilde ve durumda iç güvenliğe müdahale edemez.

Türkiye’yi herhangi bir dış tehditten korumak Birleşmiş Milletler’in görevidir. Bu yüzden dış
güvenlik, tamamen BM tarafından -güvencesiyle- sağlanır. Bu amaçla, daha doğrusu bu birliğe
katkı amacıyla, tamamı astsubay ve subaylardan oluşan profesyonel bir birlik kurulur. Bu birlik,
BM komutasında, sadece ve sadece dış güvenlik amacıyla -gerekirse- kullanılır.

“Ordu terhis edilsin." önerisine gelen itirazlar :

"Amerika / İngiltere işgal eder."

Etmez. Bu iki ülkenin Ortadoğu ve Türkiye politikası Osmanlı’nın son döneminden bu yana
aynıdır. Başta Rusya olmak üzere diğer ülkelerin bölgedeki tehdidine karşı güçlü (ve sanırım tek
parça) bir Türkiye işlerine gelir. Ekonomik kıskaç altına alarak örtülü sömürge haline getirmek ve
her istediklerini yaptırmak varken, işgal edip de başlarına dert almakla uğraşmazlar. Şu
unutulmamalı; fiziki işgal her zaman en zor, en kanlı ve en pahalı yoldur. Aranda dostluk,
yakınlık bağı olmayan bir memleketi işgal edeceksin. Dinin farklı, tarihin farklı, kültürün farklı,
dilin farklı, medeniyet seviyen farklı… Sen Avrupalısın, demokrasiyle 250 sene önce
tanışmışsın, karşındaki su katılmamış Ortadoğulu… Senin gibi olamasa da, seni en azından
“anlayabilen” bireyler yetiştirmek için en az iki kuşak beklemen, bu sürede de medyasıyla, eğitim
sistemiyle katı bir asimilasyon politikası izlemen, çuvalla para harcaman gerek. “Sünnetsiz
gavur Müslüman bacıma yan baktı.” diye çarşıda pazarda milleti galeyana getirecek ya da
cennete gitmek için beline bomba bağlayıp ortana dalacak manyaklarla baş etmen gerek. Bir
gram şeker için bir kilo keçiboynuzu gevelemeye gerek var mı? Attığın taş ürküttüğün
kurbağaya değecek mi?

1. Dünya Savaşı’nın sonunda bile “Gelin bizi işgal edin, mandanıza alın.” diye açıkça
yalvarmamıza rağmen kabul etmediler. Zamanında ellerinde bu fırsat varken, fırsatı da bırakın,
bunu yapmak analarının ak sütü gibi haklarıyken bile uzak durdular. Bakmayın siz tarih
kitaplarının, “hain düşmanın ülkemizde gözü vardı” masallarına… Anadolu ve İstanbul’da
yaşanan geçici işgal, savaşta kaybetmenin doğal sonucudur. Adamlara dayılanıp savaş ilan
etmişsin, bir temiz sopa yiyip aşağı oturmuşsun. Galip devletlerin, savaş bitiminde mağlup
devletlerin başkentine ve önemli stratejik bölgelerine asker çıkarmaları, ordularını terhis ettirip,
silahlarına el koymaları, bir çeşit gözdağı vermeleri ve üstünlüklerini ilan etmeleri milletler
hukukunun rutinidir. İnsanlık tarihi kadar eskidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlar da
ayni bizim gibi geçici işgale uğradı. Ortalık biraz sakinleşince durum normale döndü. Kaldı ki
savaş bitiminde, Avrupa ve Anadolu’daki askerlerin memleketlerine dönmesi için İngiliz
Hükümeti üzerinde de inanılmaz bir kamuoyu baskısı vardı. Yani askerlerini daha fazla ülke
dışında tutmaya gönülleri yoktu. Biraz da bundan olsa gerek, aceleyle Sevres’i dayadılar.
Osmanlı içinde dengeler değişip de, darbeci bir paşa kendini “vatan kurtarmaya” adayarak
anlaşmayı bozunca da gözdağı için Yunan’ı maşa olarak kullandılar. Üstelik İngilizlerin, Fransız
ve İtalyanların Anadolu ve Kilikya’daki yürüyüşüne engel olduklarını da göz ardı etmemek gerek.

"Rusya işgal eder."

Etmez. Günümüz dünyasında artık bir başına, yalnız kalmış Rusya, kağıttan kaplandır.
Uluslararası camiada sözü geçmez, caydırıcılığı yoktur. Amerika ve Avrupa’yı karşısına almaya,
Ortadoğu’daki dengeleri değiştirmeye cesaret edemez. Çok değil beş sene öncesine kadar
sallama bilimiyle uğraşan fütüristlerin bu konudaki senaryosu Hindistan - Çin - Rusya süper-
birliğiydi. Komünizmin hayaletinin bile ortalıklarda dolaşmadığını fark etmeleri biraz zaman aldı.

"Yunanistan işgal eder."

Sadece bizim İstanbul’un nüfusu Yunanistan’dan fazla. Nasıl işgal edecek? Hangi güçle, daha
da önemlisi, hangi parayla? Ordudan elde edeceğin tasarrufla şu an krizde olan Yunanistan’ı
tarihiyle birlikte satın alırsın.

"IŞİD işgal eder."

En komiği bu. Bu adamlar Amerika’nın Irak ve Suriye’ye -tekrar- operasyon düzenleyebilmek


için kullandığı kuklalardır. Toplamları 5-10 bin maceraperest, büyük bir kısmı kısa yoldan ölüp
kolay yoldan Cennet’e gitmeyi uman tükenmiş zavallılar.

"Hepsi toplanıp işgal eder."

Dünya devletlerinin böyle bir ortak amaçta anlaşıp, ortak hareket edebilmeleri mümkün olsaydı
1. Dünya Savaşı sonrası yaparlardı. Fransızlar ve İtalyanların kağıt üstündeki planları bile
İngilizlere takıldı. Yani savaşı kazanmışken ve “ganimeti bölüşmek” haklarıyken bile
uzlaşamadılar. Bu mesele çok gizemlerle doludur, Fransızlar Kilikya’da neden ilerleyemedi,
neden askerin ilerlemesi "şak" diye bir hatta durdu kaldı? İngilizler onlara neden kazık attı?

Üstelik daha önce de yazdığım gibi, Türkiye’yi herhangi bir dış tehditten korumak da BM’in
görevidir.

"Ordu olmazsa terör azar."

Azmaz. Zaten bunun çözümünün ordu, asker falan olmadığı 30 yılda ispatlandı. 30 yıl süren
savaştaki gerilla, asker ya da sivil, kaybedilen her bir canın sorumlusu T.C. ordusudur. Ordu
olmazsa terörün azmasını bırak, babasının, amcasının, ağabeyinin katillerini evinin sokağında
her gün görmek zorunda kalan bir yurttaşın sırf bu acısı bile dinse, barış adına ne büyük adım
atılmış olur bilemezsiniz…

Genelkurmay

60 küsur senedir Genelkurmay’ın tek bir işlevi vardır : Halkın oyuyla seçilen hükümetlerin ve
Meclis’in tepesinde Demokles’in kılıcını sallandırmak. Milletvekillerinin Cumhurbaşkanı seçeceği
oturumlara tam kadro gelip oturmak, sokaklarda tank dolaştırmak, internette muhtıra
yayımlamak, gizli saklı toplanıp darbe planları yapmak…

Madem zorunlu askerliğin ve hatta ordunun gereksizliğinden bahsediyoruz; kökten bir reform
yapılacak ilk kurum Genelkurmay Başkanlığı’dır.

Silahlı kuvvetlerin savaş ve barışta tüm komutası, fiilen Milli Savunma Bakanı’na devredilmelidir.
Devlet Başkanı, “Başkomutan” sıfatını sembolik olarak üzerinde bulundurur ve gerektiğinde Milli
Savunma Bakanı’na talimat verir.

Savaş, barış ve ateşkes ilan etmek parlamentonun yetkisinde olacaktır.

Genelkurmay Başkanlığı sadece yeterli kurmay tecrübe ve eğitime sahip generallerden oluşan
bir danışma kurulu olarak görev yapacaktır. Genelkurmay’ın görevi, askeri konularda Milli
Savunma Bakanı’na teknik danışmanlık yapmak olacaktır.

Çok basit bir anlatımla; harekat planını Genelkurmay çizer ancak o planın uygulanma emrini
sadece Devlet Başkanı -veya ona vekaleten Milli Savunma Bakanı- verebilir.

Silahlı Kuvvetler’e uluslararası güvenlik konusunda ise BM Karargahı komuta edecektir.

Yurttaşlık

Anayasadan, başta "Türk" ve "Türklük" olmak üzere, tüm etnik kimlik ve tanımlar kaldırılmalıdır.
Yurttaş kimliği, sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” üzerinden tanımlanmalıdır.

Türkiye’de, kendi rızasıyla en az 10 yıl ikamet eden kişiler, talepleri halinde Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığına kabul edilecektir. Bunun haricinde, vatandaşlık hakkı anne ya da babanın
herhangi birinden geçer.

Kimse, hangi sebeple olursa olsun, kendi isteği dışında vatandaşlıktan çıkartılamaz.

Türkiye sınırları içerisinde taşınır ya da taşınmaz mal edinmek, kiralamak, satmak, devretmek,
miras bırakmak vs. vatandaşlık şartı aranmaksızın herkesin temel hakkı olmalıdır. Yabancı ülke
vatandaşları da bu haklardan aynı şekilde faydalanabilmelidir.
Yaşam, sağlık, zorunlu eğitim, iletişim, haber alma, oy kullanma, kamu hizmetlerinden
faydalanma, evlenme, çocuk sahibi olma ve evlat edinme, miras edinme ve bırakma, seyahat
tüm T.C. vatandaşlarının temel hakkıdır, mahkeme kararı dahil hiç bir şekilde engellenememeli,
kısıtlanamamalı, zorluk çıkartılmamalı, ertelenememelidir.

T.C. vatandaşlarının özel hayatına ve kişilik haklarına dair bilgileri, devlet kurumları dahil hiç bir
şekilde fişlenemez, kayıt altına alınamaz. Kimliklerde din, cinsiyet ve medeni durum hanesi yer
alamaz. Kimlikler cinsiyete göre ayrıştırıcı, farklı renklerde olamaz.

Vatandaşların, kamuya karşı olan vergi, idari ya da adli para cezası vs. borçları ile özel kişi ve
kurumlara karşı olan maddi borçları hapse ya da herhangi bir şekilde hak kısıtlamasına
dönüştürülemeyecektir. Yani kimse devlete vergi borcundan ya da bir başkasına olan
borcundan dolayı hapse atılamaz.

Medeni Kanun

Başta kimlikler olmak üzere, her türlü cinsiyet ayrımına son verilmelidir. Cinsiyet, sadece
biyolojik ve tıbbi bir ayrımdır. Kadın ve LGBTİ bireylere uygulanan her türlü pozitif ayrım da bu
kapsamdadır.

Bireylerin cinsel kimliklerinde beyanları esastır. Bu beyan, hiç bir şekilde devlet tarafından kayıt
altına alınamaz ya da kişiler, hiç bir koşul altında cinsel kimliklerini açıklamaya zorlanamaz.

Evlilik için reşitlik ve rıza şartı aranır. Reşit bireyler, kendi hür iradeleri ile evlenme kararı alırlar
ve bunun “gerçekleştiğini” yerel yönetimin ilgili nüfus/adres birimine bildirirler. Bu beyan ile evlilik
bağı kayıt altına alınmış olur. Çoklu evlilik açısından herhangi bir kısıtlama bulunmamaktadır.

Bireyler mensup oldukları dini ya da etnik toplulukların geleneklerine göre istedikleri türden
seremoniyi, kamuya açık ya da özel herhangi bir mekanda gerçekleştirebilirler. Bunun cami,
kilise, sinagog, parti/dernek binası, nikah salonu ya da şehir parkı olmasında hiç bir sakınca
yoktur. Ayrıca bireyler, kendi din ve inançlarının öngördüğü şekilde evlilik töreni de
gerçekleştirebilirler. Herhangi bir özel devlet seremonisine ihtiyaç yoktur.

Evlilik bağı, resmi olarak bildirim ile başlar. Bu bildirimden sonra bireylerin edindikleri taşınır ya
da taşınmaz mallar, ortak olarak edinilmişse, kayıtlara bu şekilde geçer. Ancak eşler,
birbirlerinden ayrı ve bağımsız olarak mal edinmeye, yeni edindikleri ya da geçmişten var olan
malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunmaya devam edebilirler.

Çiftlerin müşterek dünyaya getirdikleri ya da evlat edindikleri çocukları, eşlerden ikisinin de


beyanı üzerine, nüfus kayıtlarına bu şekilde işlenir.

Yeni doğan nüfus kayıtlarında, ebeveyn hanesinde yer alacak isimlerin beyanı ve kabulü
esastır. Devlet, bunun haricinde ek bir bilgi ve belge talep edemez. Evlilik dışı çocuk dünyaya
getirmenin üzerindeki her türlü baskılayıcı ya da zorlaştırıcı engel kaldırılmıştır. Kadın, dünyaya
getirdiği çocuğun biyolojik babasını açıklamaya zorlanamaz, gerekirse bunu ilerleyen
zamanlarda açıklamak üzere gizli tutabilir ya da beyan eder ancak kayıtlarda gizli kalmasını
talep edebilir. Evlat edinme önündeki zorlaştırıcı her türlü engel kaldırılır ve evlat edinme teşvik
edilir. Evlat edinmeye dair kayıtlar, konunun tarafları (biyolojik ebeveynler, evlat edinen
ebeveynler ve bireyin kendisi) haricinde gizli tutulur ve açıklanamaz.

Boşanma, eğer taraflar arasında bir çekişme yoksa, mal paylaşımı ve çocukların
geleceği/bakımı gibi konularda anlaşıldıysa, yine aynı şekilde yerel yönetimin nüfus/adres
birimine bildirimle gerçekleşir. Eğer bu konularda bir anlaşmazlık varsa, konu önce uzlaştırıcı
aile danışmanları aracılığıyla, yine çözülmezse mahkeme yoluyla çözüme gidilir.

Miras hukukunda, kişi eğer akıl sağlığı yerindeyken, özgür iradesiyle bir tasarrufta bulunduysa
ve bu durum resmi olarak kayıt altına alındıysa buna uyulur. Aksi halde mevcut taşınır ve
taşınmaz mal varlığı, nüfus kayıtlarında gözüken (biyolojik veya evlatlık) çocukları arasında eşit
biçimde pay edilir.

Düşünce ve İfade Özgürlüğü

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan her kişi, yurttaş olsun olmasın, her türlü
düşünce ve görüşünü açıkça ifade etmekte özgürdür. Hiç kimseye, düşünce ve kanaatinden
ötürü cezai yaptırım uygulanamaz. Kişiler düşüncelerini açıklamakta, bunları yaymaya ve
destekçi toplamaya çalışmakta özgürdür. Bu düşünceler, toplumun her türlü norm, gelenek,
kabul ve alışkanlıklarına aykırı ve şok edici de olabilir. Düşünce ve ifade özgürlüğü zaten
“sıradan” fikirlerde değil, rahatsız edici ve uç fikirlerde vücut bulur.

Hakaret etmek de, düşünce ve ifade özgürlüğünün bir biçimidir. Kimse, her kim olursa olsun,
tarihi ya da yaşamakta olan, hayali ya da gerçek, herhangi bir kişiye, kavrama, varlığa vs.
hakaret ettiği gerekçesiyle cezalandırılamaz.

Ancak gerçek kişiler, kendilerine ya da kanunen temsilcisi oldukları üst soylarına hakaret
edilerek zarara uğratıldığı gerekçesiyle manevi ya da maddi tazminat talep edebilir. Bunu
ispatlamaları halinde uğradıkları zarar tazmin yoluna gidilir.

Hakaret değil ama iftira suçtur. İftiradan kasıt ise, bir kişiye ya da gruba, somut olgu isnat
etmektir.

Daha açık örnek vermek gerekirse; bir kişiye “pezevenk” diyerek küfür etmek suç konusu
değildir ancak o kişinin yasadışı olarak fuhuş yaptırdığı iddiası, eğer somut olarak ispatlanamaz
ise, iftira suçunun konusudur.

Tarihe mal olmuş kişi ve olayları tartışmak, bu konularda her ne kadar alışılmışın dışında, uç ve
şoke edici olsalar dahi alternatif tarihi/sosyolojik tezler öne sürmek, bunları savunmak, yaymak
ve destekçi toplamaya çalışmak hiç bir şekilde suç konusu edilemez.
Kişileri veya toplulukları, fikir ve düşünce beyanı yoluyla suç işlemeye teşvik etmek, eğer bu suç
gerçekten işlendiyse, “azmettirme” kabul edilir. Ancak bu durumda bile bir beyanın “azmettirme”
sayılabilmesi için, o suça ve duruma özgün olması gerekir.

Örnek vermek gerekirse; “İslam dininden dönen öldürülür.” şeklinde görüş açıklayan, hatta bunu
savunan (böyle olması gerektiğini telkin eden) bir köşe yazısını okuduktan sonra, yan
komşusunu kesen bir kişi için, köşe yazarı “azmettirici” sayılamaz. Zira bu düşünce, genel bir
olguyu kapsamaktadır. Ancak ben televizyonda, “Bakırköy’deki X kahvehanesine giden herkesin
öldürülmesi gerektiğini” ilan edersem ve beni dinleyenlerden biri de bunu uygular, ifadesinde de
durup dururken, hiç bir başka sebep (kişisel kin, intikam vs.) olmadan sadece benim telkinim
üzerine bu suçu işlediğini söylerse, suçun azmettiricisi olurum. Bu yüzden, her vaka kendi içinde
incelenmeli ve soruşturulmalıdır.

Din İşleri ve Diyanet

Diyanet İşleri Başkanlığı isimli kurumun yegane kuruluş amacı ve işlevi, Sünni Müslüman
çoğunluğa din hizmeti sunmaktır. Bu kurum, Osmanlı devletinin Sünni Müslüman politikasının
devamıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, derhal lağvedilmelidir.

Seküler devlet, hiç bir şekilde, hiç bir din ve inanca özel bütçe ayırarak, farklı inançtaki ya da
inanmayan vatandaşlarına karşı eşitsizlik yaratmaz. Daha doğrusu, farklı inançtaki ya da
inanmayan vatandaşlarından “zorla” aldığı vergilerle, bir dini ya da bir inancı finanse edemez.

Ülkedeki cami, cemevi, kilise ya da diğer dinlerin ibadethanelerinin her türlü masrafı, o dinlerin
mensupları, sempatizanları ya da cemaatleri tarafından karşılanacaktır. Bu, gönüllü bağış
yoluyla gerçekleşir. Bu konuda, Hristiyan cemaatinin kendi ibadethane ve dini kurumlarını
finanse etme pratiğinden örnek alınmalıdır.

Buna ihtiyaç / talep olan yerlere ibadethane inşa etmek de dahildir. Yerel yönetimin görevi, buna
uygun arazi tahsis etmek ve inşaat faaliyetlerini denetlemekle sınırlı olacaktır.

Din adamlarının ve ibadethane görevlilerinin maaşı da ayni şekilde gönüllü bağışlarıyla


ödenecektir. Yine cemaat, söz konusu ibadethanede görev yapacak din adamını kendi eğitir,
kendi seçer, anlaşır ve görevlendirir, gerekirse değiştirir. Bu yeni bir adet değildir. Anadolu’da
yüzlerce yıldır, on binlerce köy, kendi imamlarını yetiştirmiş, imamın hatta camide din eğitimi
gören öğrencilerin geçimini, yemesini-içmesini, barınmasını köy halkı imece usulüyle, ortaklaşa
sağlamıştır. Hatta “gezici, mevsimlik imamlık” şeklinde bir meslek türemiş, özellikle Ramazan
aylarında gezici imamlar köy köy gezerek, anlaştıkları köylerde konaklayarak “mesleklerini” icra
etmişlerdir.

Bu işleri yürütmek için, gerek görülürse büyük şehirlerde cemaat içinden “ihtiyar heyeti” benzeri,
gönüllülük esasına göre işleyen heyetler oluşturulur. Ancak küçük yerleşim yerlerinde bu işlerle
ilgilenmeyi kendine görev edinmiş, sosyal kendiliğinden çıkacaktır. “İmamın maaşını
denkleştirmek için” kapı kapı bağış toplamaya çıkan tonton amcalar mucizeler yaratabilir.

Bir ibadethaneye ya da cemaate maddi katkı sunmak için, illa o dinin mensubu ya da inananı
olmaya gerek yoktur. Ancak bu katkı ve bağışların siyasi ya da ticari amaçlarla reklamının
yapılmaması için bağış ve yardımlara dair kayıtlar gizli tutulacaktır.

Bu şekilde bağış ve yardımlarla ibadethane ve din adamlarını finanse edenlere (ilahi mükafatın
yanında) öldüklerinde söz konusu ibadethanede özel tören gibi, o dinin / inancın geleneklerine
göre ayrıcalık tanınabilir.

Herhangi bir kişinin, hiç bir din, mezhep ya da inanca, hiç bir şekilde maddi destekte
bulunmama hakkı vardır. Kimse bunun için zorlanamaz, baskı kurulamaz, teşvik dahi edilemez.

İnananlar, din işlerine dair emir ve tavsiyeleri, kendi dinlerinin / cemaatlerinin görevlendirdiği din
adamlarından alacaklardır. Devlet, açıkça suç içermediği müddetçe, bu emir ve tavsiyelere
(fetva) karışamaz, müdahale edemez, hiç bir şekilde yönlendiremez.

Burada ince bir nokta var; Müslüman din adamının vereceği “dinden çıkan öldürülmelidir” fetvası
suç içerir mi? Bu fetvayı duyan bir Müslüman, silaha sarılıp da mürtedin birini öldürürse, din
adamı azmettirme suçlusu mudur? “Fetvanın suç teşkil etmesi” çizgisi nedir? Yahudi bir din
adamının eşcinseller aleyhinde vereceği fetva nefret suçu mudur?

Dinin günlük hayata etki etmeme ihtimali düşünülemez. Ya da din adamlarının, günlük hayata
hiç karışmadan sadece “öteki dünya” için konuşmaları da beklenemez. Şu halde; din
adamlarının fetva ve söylemleri konusunda, düşünce ve ifade özgürlüğüne dair esaslar -bu
konuya ileride değineceğiz- aynen geçerli olacaktır.

Minimum sayıda cemaat oluşturacak kadar inananı ya da sempatizanı bulunan herhangi bir din,
inanç, mezhep, ekol ya da akım, “ilahi olup olmamasına” bakılmadan ve sorgulanmadan devlet
gözünde meşru kabul edilmelidir. Devlet nezdinde Müslümanlığın Uçan Spagetti Canavarı
dininden farkı yoktur.

Kişilerin din ve inançlarına yönelik bilgiler, başta kimlikler olmak üzere hiç bir yerde kayıt altına
alınamaz. Kişiler, din ve inançlarını açıklamak için zorlanamaz, teşvik edilemez.

Kişiler, kendilerine ya da çocuklarına, istedikleri din ve inanca dair eğitimi vermekte,


verdirtmekte ya da tam aksine bundan muaf tutmakta serbest olmalıdır.

Ceza Kanunları

Temel prensip olarak; kişinin sonucu sadece kendisine zarar veren / verebilecek her türlü eylemi
suç olmaktan çıkartılmalıdır. (Uyuşturucu madde kullanımı, kumar, fuhuş yapmak vs.)
İşlenen suçların doğrudan ya da dolaylı olarak, hedefi veya mağduru çocuklar, zihinsel ve
bedensel engelliler, hayvanlar gibi, başkaları ve otorite tarafından özel olarak korunmaya
muhtaç kesimler olduğunda, özel olarak ağırlaştırıcı tedbirler uygulanır.

Ceza Kanunu, asıl amacın suçluyu esaret altına almak değil, zararı tazmin etmek, zarar vereni
rehabilite ederek topluma kazandırmak ve benzer suçların işlenmesini caydırarak önlemek
olacağı şekilde, silbaştan düzenlenecektir.

Uzun ve sonuçsuz hapis cezaları yerine, toplum yararına çalışma, eğitim ve rehabilitasyon
programlarına katılma, maddi olarak zararı yerine koyma cezaları getirilmelidir.

Devlet otoritesinin amacı, işlenen suçun failini cezalandırmak ve intikam duygusunu tatmin
etmek/ettirmek değil, suçun hiç işlenmemesini, bu sayede kimsenin zarar görmemesini
sağlamak olmalıdır.

Başkanlık Sistemi ve Hükümet Yapısı

Ülkenin yönetim şekli Başkanlık olacaktır.

Devlet Başkanı, görevine 5 sene için seçilir. Bir kişi en fazla iki dönem görev yapabilir. Devlet
Başkanı, bir siyasi parti üyesi olabilir ancak ayni anda o partinin Genel Başkanlık ya da
yöneticiliğini yapamaz.

Devlet Başkanları seçimlerde bir ya da daha fazla siyasi partinin açık desteğini alabilirler. Ancak
şahsen aday gösterilirler. Siyasi partiler adaylar lehine ya da aleyhine kampanya yürütebilir,
çağrıda bulunabilir.

Devlet Başkanı seçilmek için oy veren yurttaşların salt çoğunluğunun oyu gerekir.

Devlet Başkanı, Bakanlar Kurulu’nu seçilmiş Milletvekilleri arasından belirleyebileceği gibi,


uzmanlık ve yetkinlik alanına göre Meclis dışından da Bakan atayabilir. Bakan olarak atanan
kişinin Milletvekilliği askıya alınır. Bakanlıktan istifa ya da azil durumunda Milletvekilliği görevine
devam eder.

Bu durum, Kuvvetler Ayrılığı ilkesi için olmazsa olmazdır.

Hükümet Bütçesi, Meclis tarafından belirlenir ve denetlenir. Devlet Başkanı ve kabinesi,


bütçenin kullanımı konusunda Meclis’e karşı hesap vermekle mükelleftir. Meclis gerektiğinde
bütçede kısıntıya gidebilir ya da ek bütçe aktarabilir.

Bütçe her yasama yılı başındaki ilk Meclis oturumunda görüşülür ve oylanır. Aynı şekilde her
yasama yılı sonunda Hükümet, bütçeye dair raporunu Meclis’e sunar. Meclis’teki tüm bütçe
görüşmeleri halka açık olarak yapılır ve tüm medya organlarından sansürsüz biçimde yayınlanır.
Hükümetin bütçeye dair talepleri ve bütçe raporları, Milletvekilleri içerisinden oluşturulacak ve
uzmanlık alanlarına göre (Maliye, Kamu Yönetimi ve Denetimi, Hukuk vs.) seçilmiş
Milletvekillerince ön komisyonlarda görüşüldükten sonra Meclis’e sunulur. Bu komisyon
toplantılarıyla eş zamanlı olarak, talep ve sonuç raporları, tamamen şeffaf biçimde halkın
erişimine açılır. İlgili meslek örgütleri ve STK’ların, ayrıca siyasi partilerin bu raporları
incelemeleri ve kendi görüş, eleştiri ve tavsiyelerini Meclis komisyonlarına yazılı olarak iletmeleri
teşvik edilir. Komisyon toplantılarında dışarıdan gelen tüm bu görüş, öneri ve tavsiyeler dikkate
alınacaktır. Özellikle yasama yılı sonundaki bütçe raporlarına dair hususlar, gerekirse suç
duyurusu kabul edilerek, açılacak soruşturmalara konu edilecektir.

Hükümetin bütçe ya da ek bütçe talepleri Meclis’te reddedildiği takdirde, Hükümet bu konudaki


programında gerekli düzenleme ve değişiklikleri yaparak, Meclis’e farklı bir teklifle gelir ya da
talebini erteler.

Hükümetin yasama yılı sonunda bütçe kullanımına dair Meclis’e sunduğu raporda herhangi bir
eksiklik tespit edilirse, ilgili Bakanlıktan ek bilgi ve belge talep edilir. Eğer bir usulsüzlük şüphesi
varsa, derhal konuyla ilgili yargı soruşturması başlatılır. Bu soruşturma, Milletvekili olsun
olmasın, herhangi bir vatandaşın suç duyurusuyla açılabilir. Hakkında yargı soruşturması
başlatılan bakan ve ilgili Bakanlık bürokratları, görülecek lüzum üzerine görevden geçici olarak
el çektirilebilir ya da tedbir uygulanır. Eğer soruşturma sonucu yargılama kararı alınırsa,
yargılama bitene kadar ilgili bakan ve bürokratlar, görevlerinden açığa alınır, yerlerine geçici
atamalar yapılır. Aynı durum, Devlet Başkanı için de geçerli olacaktır

Devlet Başkanı ve Bakanların da, Milletvekilleri gibi kürsü dokunulmazlıkları haricinde herhangi
bir yargı dokunulmazlıkları olmayacağı için, bu yargılamalar özel mahkemeler yerine, söz
konusu suçla ilgili yerel mahkemede görülür. Yargılamanın adilliği ve tarafsızlığını sağlamak
üzere alınacak, tutuklu yargılama dahil her türlü hukuki tedbir, her kim olursa olsun aynı şekilde
ve titizlikte uygulanır.

Devlet Başkanı’nın yolsuzluk şüphesiyle yargılanmaya başlanması ile -tutuklama olsun olmasın-
görevi düşer. Bu durumda derhal erken seçime gidilir.

Seçim Sistemi ve Milletvekilliği

Milletvekili seçimleri dar bölge sistemiyle yapılır. Seçim barajı bulunmaz.

Milletvekilliğine aday gösterilecek isimler, her partinin kendi seçim bölgesi örgütlerince, ön
seçimle ve çarşaf liste esasıyla belirlenir. Dileyen kişiler ise bağımsız olarak Milletvekili adayı
olabilir.

Milletvekili adayı olabilmek için en az üniversite mezunu olmak şarttır.


Devlet Başkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri birlikte yapılır. Meclisin düşmesi, Devlet Başkanı’nın
istifa etmesi, görevinin düşmesi, ölmesi gibi durumlarda ise ayrı ayrı seçimler yapılabilir.

Eyalet valileri, halk tarafından seçilir. Vali seçimi de Başkanlık seçimi ile ayni ilkeleri taşır. Valiler
de siyasi partiler tarafından desteklenebilir ancak şahıs olarak aday olur ve seçilirler. 5+5 yıl
sınırlaması burada da geçerlidir. Eyalet valisi, Devlet Başkanı’nın temsilcisidir.

İl ve ilçe belediye başkanları, siyasi partiler tarafından aday gösterilir. İl belediye meclisleri, ilçe
meclis üyelerinden oluşur. İlçe belediye meclisleri için bağımsız meclis üyesi seçilebilmeyi teşvik
edecek düzenlemeler yapılacaktır.

Eşitlik ilkesinin sağlanabilmesi için, Milletvekilliği başta olmak üzere, Belediye Başkanlığı, Valilik,
Belediye Meclis Üyeliği gibi seçimlerde devlet tarafından hiç bir başvuru harcı vs. maddi talepte
bulunulmaz.

Devlet Başkanlığı ve Valilik seçimleri için seçim kampanyası harcamaları, adayların şahsi
bütçesinden ve/veya açılacak bağış hesaplarına, kişi ve kurumların yapacağı bağışlarla finanse
edilir. Kampanya başlangıcında aday, belirlenen bir hesap numarasına, kendi şahsi bütçesinden
kampanya için harcamayı öngördüğü rakamı nakit olarak yatırır. Bu rakam açık olarak ilan edilir.
Tüm seçim harcamaları bu hesaptan, faturalandırılarak gerçekleştirilir. Eğer bağış toplama
yoluna gidilecekse, bu paralar da aynı hesapta toplanır. Bağış yapan kişi sayısı ve toplam
rakam bilgileri de anlık ve şeffaf olarak paylaşılır. Ancak bağışçıların isim ve unvan bilgileri gizli
tutulur. Kampanya sonrası kampanya hesaplarında kalan paralar, bağlı olan yerel yönetimlerin
sosyal yardımlaşma bütçelerine aktarılır ve ihtiyaç sahipleri için kullanılır.

Eyalet Yapısı

Türkiye’nin idari yapısı, eyalet sistemi olacaktır.

Halihazırda bulunan ve coğrafi, iklimsel ya da demografik olarak hiç bir anlam içermeyen yedi
coğrafi bölge ayrımına son verilmelidir. Afyon Ege’deyken, Balıkesir’in Marmara Bölgesi’nde
olması, Tokat ve Çorum Karadeniz’deyken, Çankırı’nın İç Anadolu Bölgesi’nde kalması gibi
saçmalıklar yerine Trakya, Marmara, İzmir, Doğu Ege, Akdeniz, Kilikya, Orta Anadolu,
Karadeniz, Lazistan (Doğu Karadeniz) ve Doğu Anadolu ve Kürdistan eyaletleri kurulacaktır.

Bu eyalet sınırları ve kapsadıkları iller, ortak dil, lehçeler, gelenekler, coğrafi ve iklimsel özellikler
gözetilerek belirlenir. Gerekirse bazı illerin ve ilçelerin sınırları değiştirilir, yeniden düzenlenir.
Gerek duyulursa bazı iller bölünerek yeni iller oluşur ya da var olan iller birleştirilir.

Eyaletleri halk tarafından seçilmiş valiler yönetecektir. Valiler Devlet Başkanı’nı ve merkezi
hükümeti temsil ederler. Valiler bir siyasi parti üyesi olabilir, siyasi partiler tarafından aday
gösterilebilir ya da desteklenebilir, ancak seçimlerde partileri adına değil, kendileri adına aday
olurlar.
Yasalar, merkezi parlamento tarafından oluşturulacak, yürütmesi de merkezi hükümetçe
sağlanacaktır. Yasalar, eyaletlere göre değişen şekilde farklı uygulanabilir, bu yine yasa
metninde belirtilir. Bu değişiklikler, söz konusu eyaletlerin gelenekleri, coğrafi özellikleri, sosyo-
ekonomik durumları, iklimleri gözetilerek belirlenir. Ancak hiç bir şekilde, örneğin “Kürdistan
eyaletinde töre saikiyle işlenen cinayetlerde indirim yapılması” gibi suça özendirici, teşvik edici
ya da egemen çoğunluğun lehine olacak değişiklikler yapılamaz.

Her eyaletin kendine ait bir bütçesi bulunur. Bu bütçe, vatandaşların vergilerinden, her türlü adli
ve idari kamu alacağından, kamuya ait olan doğal kaynaklar, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin
işletilmesinden / kiralanmasından oluşur. Eyaletler, tüm bu alacakları kendileri tahsil ederler,
belli bir oranda merkezi hükümete pay verirler.

Eyalet içerisindeki güvenlik, sağlık, eğitim, kamu kurumu ve memur - işçi maaşı, altyapı ve
üstyapı harcamaları, eyalet bütçesinden sağlanır.

Adalet teşkilatı, hem yerel, hem merkezi yönetimden bağımsızdır ancak adalet harcamalarının
tamamı, yerel etki ve unsurları en aza indirmek için merkezi bütçeden yapılır.

İç güvenlikte, polis teşkilatı İçişleri Bakanı’na bağlıdır ancak eyalet valisi tarafından yönetilir.
Silahlı kuvvetler ise merkezi yönetimce, Milli Savunma Bakanı tarafından idare ve komuta edilir.
Silahlı kuvvetler, hiç bir şart altında iç güvenliğe karışmazlar. Jandarma, İçişleri Bakanlığı’na
bağlıdır ve polis teşkilatının kırsal alanda görev yapan birimidir. Silahlı Kuvvetler bütçesi,
merkezi hükümet tarafından karşılanır.

İl belediyeleri, yerleşim birimlerinin planlama ve altyapı hizmetlerinden sorumludur ve bunun


yürütücüsüdür. Bu konuya yerel yönetimler başlığında değinilecektir.

Yerel Yönetimler

Tüm yerel yönetim birimleri seçimle iş başına gelir. Yerel yönetimde ademi merkeziyetçilik ilkesi
esastır.

Yerel yönetimlerde, belediye başkanlığı ve meclis üyeliğine bağımsız olarak aday olmayı ve
seçilmeyi kolaylaştıran (partiler sistemiyle fırsat eşitliği yaratan) düzenlemeler getirilir.

Belde ve ilçe belediyelerinin görevi; sosyal belediyecilik hizmetlerini yerine getirmek olmalıdır.
Bu belediyeler, nüfusa, sosyal yapıya ve ihtiyaca göre sayıda aşevi, kadın sığınma evi,
huzurevi, gece ve gündüz kreşi, öğrenci yurdu, engelli bakım ve rehabilitasyon merkezi, kültür
merkezi, kültür evi, sergi salonu, çok amaçlı sahne, kütüphane, sinema, çamaşırhane, eşya-
giysi takas/bağış merkezi, sağlık tarama merkezi vb. kurmak ve işletmekle yükümlü olacaktır.

Ayrıca yine ilçe ve belde belediyeleri, yerleşim yerindeki sosyo-kültürel hayatın kalitesini
arttırmakla, düzenli ve sürekli olarak kültürel ve sosyal faaliyetler düzenlemekle, sosyal
sorumluluk projeleri hazırlayıp yürütmekle, STK’lar ve vatandaşlarca hazırlanan sosyal
sorumluluk projelerini maddi ve lojistik olarak desteklemekle, vatandaşları bilinçlendirici
çalışmalar yapmakla, ayrıca il belediyesi, eyalet yönetimi ve merkezi hükümetle vatandaşlar
arasında köprü olmakla yükümlü olacaktır.

Her belde ve ilçede, halk meclisleri kurulacak ve her türlü siyasi müdahaleden bağımsız biçimde
çalışacaktır. Halk meclislerinin gençlik, kadın, çocuk, engelli, lgbt vs. alt komisyonları olacaktır.
Bu meclisler, ilçe ve beldenin kaderini etkileyecek her türlü kararda söz ve itiraz hakkına sahip
olmalıdır.

İl belediyeleri, il merkezi ve bağlı bulunan ilçe ve beldelerin tüm planlamalarını yapar, imar
düzenlemelerini gerçekleştirir, gerekli izinleri verir, denetlemeleri yerine getirir. Bu planlamalar,
her ilçe ve belde için ayrı ayrı kurulan komisyonlarca yapılır ve takip eden tüm imar izinleri, bu
planlamalarda belirlenen esaslara göre verilir.

İl merkezi, ilçe ve belde planlamaları, şehircilik esaslarına uygun, birbirlerini tamamlayıcı ve


mutlak suretle kamu faydası gözetilerek yapılacaktır.

Yine il belediyeleri, merkez ve bağlı tüm ilçe ve beldelerin, altyapı ve üstyapı (kanalizasyon,
arıtma, yol, kaldırım, otopark, yaya ve araç geçitleri, yeşil alan ve parklar vs.) hizmetlerini yerine
getirmekle sorumlu olacaktır.

İl belediye meclisleri, ilçe ve belde belediye meclis üyelerinden oluşacaktır. Her ilçe ve belde için
ayrı komisyonlar kurulur. Tüm bu komisyonlarda, seçim bölgeleri ve uzmanlık alanlarına göre
meclis üyeleri görev alır. Komisyonlarda görüşülüp tartışılarak karara bağlanan konular, meclis
genel kurulunda oylanır.

Başta imar planları olmak üzere, il merkezi, ilçe ve beldelerin kaderini etkileyecek her türlü
karar, meslek odaları, dernekler ve halk meclislerinin katılımına ve fikir belirtmesine açık
komisyon toplantılarında tartışılarak alınacaktır. Kararlar alınmadan önce gerekirse anketler ve
kamuoyu yoklamaları yapılarak halkın fikri sorulur. Teknik konularda mutlaka tarafsız bilirkişi
heyetlerinden ve akademisyenlerden görüş istenmelidir.

Alınacak her türlü karara mahkemelerde itiraz yolu açık olacaktır.

Belediye başkanlıklarına aday olmak için en az üniversite mezunu olmak, belediye meclis
üyeliği için ise bir meslek ve uzmanlık sahibi olmak şartı aranacaktır.

İl, ilçe ve belde belediyelerinin bütçesi, eyalet bütçesinden aktarılır.

Kuvvetler Ayrılığı

Devlet yönetiminde mutlak kuvvetler ayrılığı ilkesi esastır.


Bugüne kadarki uygulamanın aksine, yasama ve yürütme de birbirinden tamamen ayrılmalıdır.

Yasama organı, seçimle göreve gelen Meclis’tir. Yürütme organı olan Bakanlar Kurulu ise
Meclis dışından oluşturulacaktır. Yani yasaları yapanlar ve bunları hayata geçirmekle sorumlu
olanlar aynı kişiler olamaz.

Bakanlar Kurulu, Devlet Başkanı tarafından belirlenecektir. Bakan olmak için en az üniversite
mezunu ve bir alanda akademik uzmanlık sahibi olmak şarttır. Bakanlık için ayrıca T.C.
vatandaşlığı şartı aranmaz. Şirketini yabancı yöneticiye emanet edebiliyorsan, devleti de
etmelisin.

Eğer bir Milletvekili Bakan olarak görevlendirilirse, Milletvekilliği görevi askıya alınır. Yasama ve
diğer Meclis faaliyetlerine ve oylamalarına katılamaz. Bakanlıktan istifa ve azil durumlarında,
Milletvekilliği görevine kaldığı yerden devam eder.

Yargı, yasama ve yürütmeden tamamen bağımsız olmalıdır. Yüksek yargı organı seçim ve
atamaları, yargı mensupları arasında seçim ve teamüllerle gerçekleşir.

Ancak yargının siyaset üzerinde, siyasi kurumların ise yargı üzerinde herhangi bir tehdit unsuru
oluşturmaması ve olası bir hakimler/savcılar vesayetine izin verilmemesi için gerekli tedbirler de
alınmalıdır.

Bürokrasi

Bugün Türkiye’nin önündeki en büyük engellerden biri nedir diyecek olursanız, Osmanlı’dan bu
yana devam eden bürokrat sultasıdır derim.

Aynı asker gibi, bürokrat da iğrenç cehaleti ve vizyonsuzluğunu, bitmek tükenmek bilmeyen bir
kibir arkasına saklar. Kendisini memleketin tek hakimi olarak ilan etmiştir.

Bürokrat diyerek çıtayı yükselttiğime bakmayın, aslında tüm devlet memurlarını kastediyorum.
Kasabanın tapu memuru İbrahim Bey ile öğretmen Aysel Hanım dahil.

Bunun için en radikal çözüm olarak, mevcut devlet memuru kadrosu, %90 oranında
azaltılmalıdır.

Masabaşı işlerin tamamına yakını, internet üzerinden yürütülecektir. Vatandaş her türlü başvuru
ve müracaatını, ödeme ve tahsilatını kendi bilgisayarından, cep telefonundan ya da kamu
kurumlarına ve merkezi yerlere yerleştirilen KIOSK’lar aracılığıyla yapabilmelidir. Devlet bu
konuda teknik ve fiziki altyapıyı kurmak ve geliştirmekle, vatandaşları buna teşvik edip
yönlendirmekle mükelleftir.
Fiziki emek / varlık gerektiren işler, sözleşmeli işçilik yoluyla istihdam edilecektir. Mümkün olan
iş kollarının tamamı ise özel sektöre ihale edilecektir.

Eğitim başlığında da belirtildiği gibi, öğretmenler, her okulun idaresi ve velileri tarafından,
dışarıdan anlaşıp, görevlendirilecektir.

Devletin, hasbelkader üniversite bitirmiş herkesi memur olarak atamak veya kadro vermek gibi
bir zorunluluğu yoktur.

Özel sektöre devredilen ya da sözleşmeli personel tarafından görülen tüm kamu hizmetleri, hem
bağlı bulunan müdürlük, bakanlık vs. tarafından, hem de bağımsız kamu denetleme kuruluşları
tarafından sürekli olarak denetlenecektir.

Kurulacak olan bağımsız kamu denetleme kurumları, uzmanlık alanlarına göre kurumlarda
sürekli denetlemeler yapacak, raporlarını ilgili müdürlük ve bakanlığa, ayrıca suç unsuru
görülüyorsa savcılığa bildirecektir.

Kamu kurumlarına, özel sektöre devredilen (ihale edilen) hizmetlere ve kamu denetleme
kurumlarının çalışma ve incelemelerine, bunların raporlarına ait her türlü bilgi tamamen şeffaftır
ve halka açıktır. Bu bilgiler, ilgili internet sitelerinde güncel olarak bulundurulacaktır.

Eğitim

Eğitimin zorunlu olmasına sanırım kimsenin itirazı yoktur. Toplam 12 ya da 13 senelik ilk - orta
ve lise eğitimi, kesintisiz ve zorunlu olmalı.

Ancak öğrencinin (ve ailesinin) dilediği gibi okul seçebilme, tercih edebilme, değiştirebilme hakkı
da olmalı. Yani “kesintisiz” derken blok halinde bir eğitim sürecinden, ilkokula başladığın okulda
liseyi de bitirmekten bahsetmiyorum.

İmkanın varsa ilkokulu mahalle mektebinde, ortaokulu Robert Kolej’de, liseyi Galatasaray’da
okursun. İstersen ortada imam hatipe gider de, meslek lisesinde torna tasfiyeyi seçersin. Bu
çeşitlilik, zenginliktir. Tanıdığım, bildiğim kimseye bir zarar getirdiğini görmedim.

Eğitim dili ne olmalı? İlla anadil diye diretmek, açılım değil aksine içe kapanmaktır. Kazanım
değil, kaybetmektir. Anadilim Türkçe ya da Kürtçe diye adam gibi bir eğitim imkanından vaz mı
geçeyim? Eğitim dili tamamen serbest bırakılmalı. İsteyen okul İngilizce eğitim verir, isteyen
Fransızca, isteyen Kürtçe ya da Arapça, Lazca… Özel okullarda tamam, sonuçta hür
teşebbüstür, “dükkanı döndürecek” öğrenciyi bulursan Çince de okul açarsın. Ya devlet okulları?

Devlet okullarında seçenekler çok fazla değil. Sanırım bu durum alabildiğine esnek bırakılmalı...
Öğrenci velilerinin talebine göre, anadilde, ortak dilde ya da herhangi bir “yabancı” dilde eğitim
verilebilir.
Dil bilen öğretmen mi yok? Köy lisesinden mezun olup da, üniversiteyi 7 senede kopyayla ya da
final bütünlemesinde hocaya yalvara yalvara, ittire ittire bitiren, KPSS’den ucu ucuna yetecek bir
puan koparıp “20 bin atama istiyoruz, 30 bin atama istiyoruz!” diye sabah akşam kafa ütüleyen
“atanamayanlar” bir zahmet oturup, adam gibi bir yabancı dil öğrenecek, kendini geliştirecek.
Yoksa kolay, ithal öğretmen getirilir. Yabancı bir ülkede hem çalışıp, hem de 3-5 sene macera
yaşayacak adam dolu dışarısı...

Elbette burada kastettiğim, yabancı dil eğitimi değil, farka dikkat; eğitim dili. Yani ilkokuldan
başlanarak, tüm dersler, matematik, fizik, kimya, tarih, coğrafya… O dilde görülecek. Anadil
tamam, haktır, sosyo-psikolojik yönünü göz ardı etmemek gerek, kültürel aidiyeti güçlendirir.
Ancak yabancı dille, örneğin İngilizce eğitim artık çok daha önemli. Ben İngilizce öğrenmeye
ortaokulda başladım, ama keşke ilkokulda başlayabilseydim. Eğer birinci sınıftan itibaren
İngilizce eğitim veren bir okul olsa, hiç düşünmem kızlarımı gönderirim.

Yabancı dil öğrenimi ise üzerinde tartışılmayacak bir konudur. Kanaatim, anadilde eğitim veren
okullarda, biri ilkokuldan başlamak üzere iki yabancı dil, yabancı dille eğitim veren okullarda ise
orta öğretimden başlamak üzere ikinci bir yabancı dil öğretimi zorunlu olmalıdır. Yani Türkçe
eğitim veren bir okula gidiyorsan, örneğin İngilizce ve Fransızca da öğreneceksin. Ama zaten
İngilizce eğitim veren bir okulsa, bir de Fransızca öğrensen yeter…

Hepsini saydık ama Türkçe kaldı. Bu konuya ileride, vatandaşlık başlığında geleceğiz ama
ülkenin yaygın dili Türkçedir. Bölgeler (eyaletler) arası ortak dil de Türkçe olacaktır. Bu yüzden,
Türkçe eğitimi, grameri, edebiyatı, hangi dilde eğitim yaparsa yapsın tüm okullarda verilmelidir.
Yani İngilizce eğitim veren okula da gitsen, Kürtçe eğitim veren okula da gitsen, Türkçe (dil
bilgisi) ve Türk edebiyatı dersi alacaksın. Üç yabancı dili bülbül gibi bilsen de, Türkçe
okuduğunu anlayacak, oturup üç beş satır mektup, en azından bir dilekçe yazabilecek halde
olacaksın.

Din eğitimi tamamen serbest bırakılmalıdır. Sadece İslam dini değil, Alevilik, Hristiyanlık,
Musevilik gibi diğer dinler de seçmeli dersler arasında yer almalıdır. Bunların dışında, hiç bir
şekilde dini eğitim almamak ya da dinler tarihi - din felsefesi dersi seçebilmek de mümkün
olmalıdır.

Peki bunu kim “seçecek”? Yani her ne kadar özgür bıraksan da, çocuğa isteği dışında İslam
dersi aldırılmasını nasıl engelleyeceksin? Baba korkusuyla o dersi zorla seçmesinin önüne nasıl
geçeceksin? Okul yönetiminin “öğretmen yok” gibi bahanelerle zorla İslam dini dersi
dayatmasının sigortası ne?

Din eğitimi dersleri yoklamasız ve dileyen tüm öğrencilerin katılımına açık yapılır. Aynı şekilde
bu derslerin sınavları, başarıyı ve notları etkilemez, karnede yer almaz. Böylece aynı zamanda,
ailesinin baskısıyla din dersi aldırılan çocuğun dersi kırmasına ya da derste sevgilisine mektup
yazmasına da bir açık kapı bırakırsın. Bu, aynı zamanda fişlemenin de önüne geçer.
Din eğitiminin içeriğini ve müfredatını, her dinin kendi cemaati belirler. Milli Eğitim Bakanlığı, bu
müfredatın pedagojik ilkelere uygun olup olmadığını denetler. Aynı şekilde eğitim verecek olan
eğitimciler de, ihtiyaç duyulursa cemaatin din adamları arasından görevlendirilir. Alevilik dini için
ders verecek “din bilgisi” öğretmenin yoksa, cemevinden birini iste. Kimse “pedagoji” falan
demesin; bu ülkede yıllarca Milli Savunma dersine muvazzaf subaylar girdi. Bir Ortodoks
papazının, çatık kaşlı bir albaydan daha iyi eğitim vereceğinden şüphem yok.

Devlet okullarında eğitim tamamen ücretsiz olacak, özel okullarda ve vakıf okullarında ise fiyat
politikası serbest bırakılacaktır. Ancak devlet, zeki, başarılı ve özel yetenekli çocukların
herhangi bir özel eğitim kurumunda da ücretli olarak okumasına burs desteği verecektir.

Engelli bireyler, diğer tüm yurttaşların sahip olduğu eğitim haklarına sahip olacaktır. Özel
yetenek ve zekaya sahip çocuklar, yetenekleri ve becerileri doğrultusunda özel eğitim
kurumlarında eğitim göreceklerdir.

İnternet ve mobil teknolojiler aracılığıyla uzaktan eğitime ağırlık ve önem verilecek, uzaktan
eğitim teknolojilerinin geliştirilmesi ve kullanılması devlet eliyle teşvik edilecektir. Tüm eğitim
kurumlarında elektronik kitap kullanılacak, sınavlar elektronik ortamda yapılacaktır. Mümkün
olan dersler, internet üzerinden video konferans yoluyla yapılacaktır.

Bu sistem aynı zamanda, öğretmen eksikliğinin de bir nebze önüne geçebilir. Yani bir okulda
Kürtçe fizik dersi verecek öğretmen yoksa, öğrenciler bu derse, başka bir okulun, başka bir
sınıfındaki dersten, video konferans yoluyla katılabilir.

Eğitimde, hazırlık, ilk, orta ve lise öğretiminde, uzmanlar tarafından belirlenecek yaş sınırları
vardır. Bu üst yaş sınırlarını geçtiği halde mezun olamamış öğrenciler, örgün öğretimden, açık
ve uzaktan eğitime geçirilirler.

Lise ve Üniversite Eğitimi

Eğitim ana başlığında belirtildiği gibi, lise eğitimi zorunludur. Ancak bireyin hangi tür lisede
okuyacağı, kendi ve ailesinin seçiminin yanı sıra, uzman rehber eğitimcilerin, öğrencinin zeka ve
yeteneğine göre yapacakları yönlendirmeyle belirlenir.

Ön lisans ve lisans eğitimi, lise mezunu herkese açık ve eşit olmalıdır.

Bugünkü yüksek işsizlik düzeyinde ve işsizler arasında üniversite mezunları oranının fazla
olmasında, istediği meslekle ilgili olanı değil, sırf “puanı yettiği” ve “üniversite okumuş olmak
için” rastgele bölümler okuyanların payı çoktur. Bunun önüne geçmek için tedbir alınmalıdır.

Üniversiteye girmek değil, çıkmak zor olmalıdır. Üniversite eğitimi uluslararası standartlarda ve
bilim insanı / uzman yetiştirmek amaçlı verilmelidir.

Üniversiteler
Üniversiteler, özerk eğitim kurumlarıdır. Her üniversite, bir vakfa bağlı olacaktır ve vakıf yoluyla
idare edilecektir.

Üniversitelerin yerleşke, idari bina, laboratuvar, kütüphane, sosyal tesis, spor tesisi, yurt, park,
yeşil alan vs. taşınmazları ile taşınır varlıkları, bağlı olduğu vakfın malı sayılacaktır. Hiç bir
şekilde el konulamaz, istimlak edilemez, haczedilemez, devredilemez.

Üniversitelerin idari ve maddi işleri, bağlı olunan vakıf idare heyeti ve bu heyet tarafından
görevlendirilecek yöneticilerce yürütülür. Eğitim ve öğrenime dair konular ise rektörlük
tarafından idare edilir.

Rektörler, üniversite ile anlaşmalı öğretim üyeleri arasından, seçim yoluyla belirlenir. Yine bölüm
başkanlıkları ve dekanlıklar da, kendi içlerinde seçimle belirlenir ve görev yapar.

Her üniversite yönetimi, uygun ve ihtiyaç olan pozisyonlarda, istediği öğretim üyeleri ile
çalışabilir.

Laboratuvar ve kütüphane, bir üniversitenin olmazsa olmazıdır. Bu konuda uluslararası


standartlarda en az birer laboratuvar ve kütüphaneye sahip olmayan her üniversiteye, bu
konuda gerekli arsa ve bina tahsisi yerel yönetimce, maddi yardım ise merkezi yönetimce derhal
sağlanmalıdır.

Üniversite kürsülerinde hukuki yönden akademik dokunulmazlık söz konusu olacaktır. Hiç bir
akademisyen, üniversite kürsüsünde eğitim ve öğretim amaçlı olarak söylediklerinden,
yazdıklarından ve paylaştıklarından dolayı yargılanamaz.

Üniversiteler herkesin kullanımına ve girişine açıktır. İsteyen herkes, üniversite


kütüphanelerinden faydalanabilir, dersleri takip edebilir.

Yerel yönetimler, kendi sınırları içerisindeki üniversite öğrencilerine, uygun ve yeterli konaklama
alternatifi sunmak zorundadır. Ancak bu yurtlardan yararlanmak, öğrencinin seçimine bağlıdır.
Dilediği zaman bu hakkını kullanır ya da vazgeçebilir. Aynı şekilde yine yerel yönetimler
tarafından üniversite öğrencilerine yönelik aşevleri ve çorba evleri, kişisel temizlik ve
çamaşırhane, sosyal faaliyetlerden yararlanma gibi imkanlar sunulur.

Üniversite içerisindeki kantin, yemekhane gibi sosyal tesisler, mutlaka birden fazla alternatifli
olmak üzere, özel sektör tarafından işletilir. İhale ile işletilecek olan bu tesislerin her birinden,
mutlaka birden fazla olmasının sebebi, fiyat politikası yönünden rekabetin önünü açmaktır.
Üniversite yönetimleri ayrıca bu sosyal tesis işletmelerini, mümkün olan en az karla satış yapıp
hizmet vermeleri konusunda teşvik edecektir.

Üniversite öğrencilerine ulaşım ücretsiz olarak sağlanacak, yerel yönetimler bu konuda gerekli
tedbirleri alacak ve gerektiği takdirde ek ulaşım alternatifleri sağlayacaktır.
Üniversite öğrenci kulüpleri, öğrencilere yönelik her türlü kararda söz hakkı sahibi olacaktır.
Demokrasi kültürünün bu yaşlarda oturup temellendirilmesi açısından, üniversite yönetimleri,
öğrenci birlik ve kulüplerinden gelen her türlü eleştiri, fikir ve protestoyu dikkate almakla,
kararları öğrenci temsilcileri ile görüşüp tartışmakla yükümlüdür. Öğretim üyeleri ve
akademisyenler de, öğrencileri üniversite yönetimine karşı bu şekilde davranmaya teşvik eder
ve destekler.

Her üniversite yönetimi, genç ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretim üyelerinin yetiştirilip
görevlendirilmesi için gerekli teşviği sağlayacak, bu alanda önlerini açacaktır.

You might also like