You are on page 1of 6

T.C.

ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ


FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ
KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYAT BÖLÜMÜ

BAHAR DÖNEMİ KARŞILAŞTIRMALI EDEBİYATI SEMİNERİ II DERSİ

FİNAL SINAVI

GABRİEL GARCİA MARQUEZ’İN ‘’KIRMIZI PAZARTESİ’’ ROMANINDA


‘’TOPLUM’’ ELEŞTİRİSİ VE ESERDEN HAREKETLE LATİN- TÜRK TOPLUMLARI
ARASINDAKİ KÜLTÜREL BENZERLİKLER ÜZERİNE BİR İNCELEME

121920181036 Nagihan Melike DEMİRCİOĞLU

Öğr. Gör. Dr. Zeynep Kösteloğlu

ESKİŞEHİR
2022
ÖZ
Edebiyatın en temel çıkış noktası, hayatın kendisidir. Bu bağlamda edebi bir eserin, yazarının içerisinde bulunduğu
toplumdan izler taşıdığını söylemek mümkündür. Yazarlar kimi zaman eserlerinde topluma dair eleştiriler
getirirler, toplumcu gerçekçi bakış açısıyla ele alınan eserlerdeyse bu unsur eserin bütününe yayılmış bir şekilde
hissedilebilir. Gabriel Garcia Marquez’in ‘’Kırmızı Pazartesi: İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin
Öyküsü’’ eseri de toplum unsurunun yaygın olarak ele alındığı bir romandır. Bu makalede, Kırmızı Pazartesi
romanında yazarın topluma dair bakış açısı, Türk toplumuyla benzerliklerine de değinilerek incelenecektir.

1.GİRİŞ
Dünyanın her yerinde, toplum birey üzerinde egemenliğini kurmaya çalışan bir kurumdur.
Bireyin bağımsızlığın önündeki engelleyici unsurlardan biri olan toplumsal rollere karşı
bireyler gün geçtikçe tepkilerini yükseltmektedirler. Gabriel Garcia Marquez de Kırmızı
Pazartesi eserinde toplumu ve bireyler üzerinde oluşturduğu etkilerini cinayet olgusu üzerinden
ele alır. Eserde iki karakteri cinayete sürükleyen şey, toplumun onlardan beklediklerine
inandıkları bir görevdir, ‘’namus cinayeti’dir. Cinayeti işleyen kardeşlerin, cinayeti daha
gerçekleştirmeden toplum içerisinde yaydıklarına şahit oluruz. Kardeşlerin cinayeti
engellemeleri için toplumdan bir beklenti içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu beklenti
sonuçsuz kalacaktır, kimi insanlar bu cinayetin işleneceğine imkan bile vermezken, kimiyse
ikizlerin, kız kardeşlerinin namuslarını kurtarmaları gerektiği düşüncesindedirler. Yazar bize,
toplumsal roller altında, masum olduğu muhtemel bir insanın hayatının nasıl da bitebileceğini
anlatır. Namus cinayeti ülkemizde de adını duyduğumuz türden bir cinayettir. Farklı
toplumlarda benzer toplumsal sorunlardan söz etmek mümkündür. Eserde yansıtılan Latin
toplumun pek çok noktada Türk toplumuyla benzerlikler taşıdığını görürüz. Eski Kolombiya
Ankara Büyükelçisi Fernando Panesso Serna, Türkiye’ye dair gözlemlerini ele aldığı
‘’Kalbimdeki Türkiye’’ eserinde, Kolombiya ve Türk halkları arasındaki benzerlik ve
farklılıklara değindiği bir bölümde şöyle diyor:

‘’Bilimsel olarak ispatlanmıştır ki, dünyada safkan bir millet mevcut değildir. Türk halkının oluşmasında da
Fenikelilerin, Berberilerin, Yunanların, Memlûklerin, Arapların ve hatta Yahudilerin de katkısının olduğu
bilinmektedir. Türkiye’nin Avrupa’daki en büyük genetik karışıma sahip ülke olduğu tahmin edilmektedir. Bu
zengin karışım yerleşik halk arasında çeşitli fenotiplerle sonuçlanmış ve belki de en belirgin Akdeniz tipi olarak,
erkeklerde gür kaşlar, koyu saçlar ve gür sakallar; kadınlarda ise iri ve etkileyici gözler ile kendini göstermiştir.
Diğer yandan, aynı durum biz Kolombiyalılar için de söz konusudur. Kıtamızın hâlihazırdaki halkı, sadece
İspanyol fatihlerin, yerli halkların ve Afrikalı kölelerin, kısacası üç genetik unsurun karışımından oluşmuş
değildir.’’

Serna’nın bu sözlerinden hareketle iki ülkede farklı kültür ve ırkların etkileşiminden doğan bir
benzerlikten söz edebiliriz. Bu anlamda iki toplumun kültürleri arasında da karşılaştırmalı bir
inceleme yapmak mümkün olacaktır.

2. ROMANIN YAZARI GABRİEL GARCİA MARQUEZ’İN HAYATI


Gabriel Garcia Marquez 6 Mart 1927 yılında Kolombiya’nın Aracataca şehrinde doğmuştur.
Çocukluk yıllarını liberal bir aktivist olan albay dedesi ve büyüye, halk efsanelerine ve batıl
inançlara inanan büyükannesi ile geçirmiştir. 20.yüzyılın en büyük yazarlarından biri olarak
görülen Marquez, Latin Amerika edebiyatının en tanınmış iki yazarından biridir ve 1982 yılında
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. Roman türündeki usta yazarlığının yanı sıra, öykü
türünde de başarılı eserler kaleme almış ve gazeteci kimliğiyle de öne çıkmıştır. İyi bir eğitim
almış olmasına karşın Marquez, edebi kişiliğini ailesinden dinlediği hikayelerden esinlenerek
oluşturduğunu ifade etmiştir. Üniversitede hukuk eğitimi görmesine karşın gazetecilik
mesleğine yönelen Marquez, 50’li yıllarda Paris’te muhabir olarak çalışmıştır. Kariyerinin
yanında edebi birikimini de geliştirmek isteyen Marquez burada Sofokles, Virginia Woolf,
William Faulkner, Franz Kafka, James Joyce ve Ernest Hemingway gibi büyük yazarların
eserlerini, çoğunu Fransızca tercümesinden okuma fırsatı edinmiştir. 60’lı yıllara sonuna
gelindiğinde gazeteciliği bırakıp kendini yazar kimliğine adamıştır. 1967 yılında yayınlanan
‘’Yüzyıllık Yalnızlık’’ eseriyle uluslararası bir ün kazanan Marquez, eserlerinde sıklıkla yer
verdiği doğaüstü unsurlarla büyülü gerçeklik akımının en büyük temsilcilerinden biri olarak
görülmüştür. En karmaşık hikayelerde dahi akıcı üslubu ve kullandığı ironi- mizah unsurlarıyla
Cervantes’le karşılaştırılmıştır. Marquez, eserlerinde Kolombiya halkının geçmiş ve bugün
çatışması içerisinde sürdürdüğü gelenek ve inanışların trajikomikliğine sıklıkla yer vermiştir.
Marquez’in eserlerinde ayrıca kendi hayatından ve Kolombiya tarihinden izler bulunmaktadır.
Eserlerine 1958 yılında evlendiği eşi Mercedes Barcha’ya, korkunç bir şekilde öldürülen
çocukluk arkadaşına, anne ve babasının ilişkisine, yüzbinlerce insanın ölümüyle sonuçlanan La
Violencia dönemine, Kolombiyalı işçilere yönelik Muz Katliamına ve daha pek çok kişisel ve
tarihsel unsura yer vermiştir. Edebi kişiliğinin yanında politik kişiliğiyle de öne çıkan Marquez,
1975 yılında Şili’de iktidara gelen diktatör Augustin Pinochet’e görevden ayrılana kadar roman
yazmayacağına yemin etmiştir. Pinochet’nin 17 yıl süren iktidarlığı süresinde, Marquez bu
tutumuyla bir diktatörün kendisini sansürlemesine izin verdiğini fark etmiş ve 1981 yılında
‘’Kırmızı Pazartesi’ eserini yayınlamıştır. “Kolera Günlerinde Aşk” (1985), “Aşk ve Öbür
Cinler” (1994), “Benim Hüzünlü Orospularım” (2004) gibi dünya çapında etki uyandıran
eserleri kaleme alan Gabriel Garcia Marquez, 17 Nisan 2014’te Meksika’da vefat etmiştir.

3. KIRMIZI PAZARTESİ ROMANINA BİR BAKIŞ


Kolombiya'nın kuzey kıyısındaki küçük bir kasabada, Angela Vicario ve Bayarda San
Roman’ın şaşalı düğünlerinin sabahında, herkes tarafından tanınan bir adam olan Santiago
Nasar, evinin önünde vahşice öldürülür. Bu cinayet, Angela Vicario’nun bekaretini Santiago
Nasar yüzünden kaybettiğini söylemesi üzerine, kızın ikiz kardeşleri tarafından işlenir.
“Kırmızı Pazartesi: İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü”, tüm kasaba halkının
haberdar olduğu ancak önüne geçmediği bu namus cinayetini anlatır.
Düğün gecesinde eşinin bakire olmadığını anlayan Bayardo San Roman, Angela Vicario’yu
ailesinin evine geri getirir. Aile, genç kızlarını bu duruma kimin sebep olduğunu anlatmak için
zorlamaları üzerine Santiago Nasar cevabını alır. Gelinin erkek kardeşleri kız kardeşinin
namusunu temizleyerek ailelerinin haysiyetlerini korumak için Nasar’ı öldürmeye karar
verirler. Yol boyunca karşılarına çıkan herkese Nasar’ı öldüreceklerini söylerler, kimisi onlara
inanmazken kimisiyse bunun gerekliliğini savunurlar. İkiz kardeşlerin işleyecekleri cinayeti
herkese duyurmalarının altında, kendilerine engel olunmalarını içten içe istiyor oluşları
yatmaktadır. Fakat bu beklenti asla gerçekleşmeyecek, bu cinayete gerçekten engel olmaya
yeltenen kimse olmayacak; Santiago Nasar belki de gerçekten sorumlusu olmadığı bir namus
cinayetine kurban gidecektir. Gabriel Garcia Marquez, büyülü gerçeklik akımının etkilerini
hissettiğimiz bu romanında töre, toplumda kadının yeri ve namus gibi temaları ele alır.
Márquez, Santiago Nasar’ın öldürülmesine sebep olan olayı neden yaptığını veya yapıp
yapmadığını söylemesini gizli tutmuştur; çünkü büyülü gerçekçiliğin amacı duyguları
uyandırmak değildir. (Tanrıtanır, Çalışkan, 2017)

4. KIRMIZI PAZARTESİ ROMANINDAN HAREKETLE LATİN- TÜRK


TOPLUMLARI ARASINDAKİ KÜLTÜREL BENZERLİKLER
Kırmızı Pazartesi romanında geçen kimi toplumsal ögelerin, töre, gelenekler, namus kavramı
gibi unsurların Türk toplumunda da karşılıkları olduğunu söylemek mümkündür. Bu başlık
altında, Kırmızı Pazartesi romanından hareketle Latin ve Türk toplumları arasındaki kültürel
benzerlikleri madde madde ele alınacaktır.

A) Evlilik ve Düğün

Anlattığına göre, davetliler için kırk hindiyle on bir domuz kesmişlerdi,


ayrıca damadın kasaba halkı için meydandaki ateşte çevirttiği dört tane dana vardı.

Türkiye’de de özellikle köy ve kasaba gibi yerel bölgelerde, düğünlerde kazanlarla etli
yemekler pişirildiği bilinmektedir.

Damada, adı Gotik harflerle Fabrika ambleminin altına yazdırılmış üstü açılır bir otomobil armağan edilmişti.
Geline de mahfazası içinde som altından yirmi dört kişilik bir çatal bıçak takımı.

Düğünlerde gelin ve damada getirilen hediyeler ele alındığında, Türk toplumunda da damada
alınan daha kişisel bir hediyeyken, geline alınan hediyenin bir ev ihtiyacını karşılamak üzere
olduğunu görmek mümkündür.

Buna karşılık, Angela Vicario'nun duvağıyla portakal çiçeklerini bakire olmadığı halde takmaya
cesaret edebilmesi, daha sonra saflığın simgelerine karşı büyük bir saygısızlık olarak yorumlanacaktı.

Latin toplumlarında gelinin bekaretini temsil etmesi için taktığı portakal çiçeklerinin Türk
toplumundaki karşılığını kırmızı kuşak olduğu görülmektedir.

B) Toplumsal Cinsiyet Rolleri

Oğlanlar erkek adam olacak şekilde büyütülmüşlerdi.


Kızlarsa evlenmek üzere yetiştirilmişlerdi.

Gergef işlemeyi, makineyle dikiş dikmeyi, kukalı dantel örmeyi, çamaşır yıkayıp ütü ütülemeyi,
yapma çiçekler, kendi uydurdukları tatlılar yapmayı, aşk pusulaları yazmayı bilirlerdi.

"Şu senin salak kuzinin," derdi bana Santiago Nasar, "artık kız kurusu olup çıktı."

Babası Poncio Vicario, orta halli bir kuyumcuydu, aileyi namusuyla geçindirebilmek için
altından onca güzel şey yapmaktan gözleri bozulmuştu.

Günümüz Türkiyesi’nde bu durum yüksek oranda değişmekte olmakla birlikte, geleneksel Türk
aile yapısında da erkeklerden beklenenin meslek edinmesi ve evini geçindirmesiyken,
kadınlardan beklenilenin iyi bir eş bulup evinde çocukları ve eşinin bakımını sağlayabilmesi
olduğu bilinen bir gerçektir. Kadınların annelerinin yanında yemek yapma, temizlik yapma,
çeyiz düzenleme gibi işlerle uğraşması beklenir. Eğer bir kadın belirli bir yaşa kadar
evlenmediyse bu kızın ‘’evde kaldığı’’ veya ‘’kız kurusu olup çıktığı’’ gibi yorumlar yapılarak
kadın üzerinde aile ve toplum tarafından bir baskı yaratıldığı görülür.

C) Ahlak, Namus ve Bekaret Kavramları

Angela Vicario, yani bir gün önceki düğünle evlenmiş olan o güzel kız, ana babasının evine geri gönderilmişti,
çünkü damat onun bakire olmadığını anlamıştı.

Namus kavramı, önceleri toprak ve mülkiyet kavramları üzerinden kadın, kadın bedeni, bekaret,
kadın cinselliğiyle ilişkilendirilerek zamanla toplumlara bağlı olarak değişmiştir (Kalav, 2012;
Altunel, 2012). “Bekaret” kavramı Türk toplumunda da özellikle kadınlar üzerinde baskı
oluşturan bir tabu olarak varlığını sürdürmektedir.

Kendisine böyle bir hediye yollaması, üstelik de bunu hiç kimsenin gözünden kaçmayacak kadar gösterişli bir
biçimde yapması için Bayardo San Român'a hiç cesaret vermediğine annesiyle babasını inandırması zor
olmuştu.

Angela Vicario'nun bakire olmadığı ne kimsenin aklına gelirdi ne de bunu söyleyen olmuştu. Daha önce
sevgilisi olduğu hiç duyulmamıştı, demir gibi sert bir annenin sımsıkı yönetimi altında ablalarıyla birlikte
büyümüştü. Pura Vicario, onun Bayardo San Român'la oturacakları evi görmeye birlikte gitmelerine bile izin
vermemiş, kızının iffetini koruyabilmek için gözleri görmeyen babasını da peşine takarak onlarla gitmişti.

Bayardo San Roman herhangi bir çekince duymaksızın Angela Vicario’ya hediye
gönderebilirken, Angela Vicario’nun onu cesaretlendirmediğine dair ailesine açıklama yapması
gerekmektedir. Türk toplumunda da flört ve sevgililik gibi evrelerde erkek ve kadının aynı
çekinceleri paylaşmadığını görürüz. Erkeğin ailesine kız arkadaşından bahsettiğinde bu
herhangi bir problem teşkil etmezken, kadın aile ve toplumsal baskılar sebebiyle erkek
arkadaşını gizleme iç güdüsü hissetmektedir.

Onların inandıkları tek şey, çarşaflarda


gördükleridir," demişlerdi ona. Böylelikle kızlığını yitirmiş
gibi görünsün, zifaf gecesinin sabahında iffetinin izini
taşıyan pamuklu çarşafını evinin avlusunda güneşe
asabilsin diye ona
birtakım kocakarı hileleri öğretmişlerdi.
Bu gelenek de yüksek oranda geçmişte bırakılmış olmakla birlikte, Türk toplumunda kimi
kesimlerde düğün gecesi çiftin beraberliğinden sonra çarşafı aileye göstermek veya asmak
gibi bir gelenek olduğu bilinmektedir.

Avukat, cinayetin namus uğruna meşru müdafaa olduğu tezini savunmuş, bu da mahkeme
heyeti tarafından kabul edilmişti; davanın sonunda ikizler bu suçu aynı nedenlerle bin kez de olsa yeniden
işleyeceklerini beyan etmişlerdi.

Onu bilinçli olarak öldürdük," demişti Pedro Vicario,


"ama biz masumuz."
"Belki Tanrı katında öylesinizdir," demişti Peder Amador.
"Tanrı katında da insanların gözünde de" demişti Pablo Vicario da.
"Bu bir namus sorunuydu."

Ancak cinayeti engelleyebilmek için bir şeyler yapabilecekken yapmayanların çoğu, namus sorunlarının ancak
faciada rol almış kişilerin erişebildiği kutsal alanlar olduğu bahanesiyle kendilerini avutmuşlardı.
"Namus aşktır," dediğini duyardım annemin.

“Namus kirletmek” “namus temizlemek” gibi olguların kültürümüzde yer edindiği üzücü bir
gerçektir. Türkiye’de işlenen cinayetler ele alındığında, bunların azımsanamayacak kadar bir
kısmının namus kavramıyla ilişkili olduğu görülmektedir. Failleri namus cinayetine teşvik eden
unsurun da büyük çoğunlukta aile ve toplum baskısı olduğu bilinmektedir. Kadından namus
adı altında bekaretine sahip çıkması beklenirken, erkekten de bunun bekçiliğini yapması
istenmektedir. Buna ek olarak kadınlar, önce aile baskısı sonra toplum baskısı altında
özgürlüklerinin kısıtlandığı bir hayata zorlanmakta ve bu durum namus kavramı ile
bütünleştirilmektedir. Dolayısıyla erkeklere göre ikinci planda kalan kadınlar istemedikleri
kişilerle zorla evlendirilmekte ve karşı çıkılması durumunda “namus cinayeti” adı altında
yaşamlarına son verilmektedir. (Aksoy, Vefikuluçay Yılmaz, 2019) Kırmızı Pazartesi romanı
da hikayesini bu toplumsal problemden, namus kavramı üzerinden kurmaktadır. Namus
kavramının 21.yüzyılda dahi özellikle kadınlar üzerinde etkisi olduğu görülmektedir.

KAYNAKÇA
Aksoy, A, Vefikuluçay Yılmaz D. (2019) Bir İnsan Hakları İhlali: Namus Cinayetleri,
Researcher, c. 7, sayı. 1

Kalav, A. (2012). Namus ve Toplumsal Cinsiyet. Akdeniz İnsani Bilimler Dergisi, 2 (2), 151

Marquez, G. G, (1981) Kırmızı Pazartesi, Can Yayınları, İstanbul

Serna F.P. (2021) Kalbimdeki Türkiye, Ankara Üniversitesi Latin Amerika Çalışmaları
Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları

Tanrıtanır, B. C., Çalışkan A.M. (2017), Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi
Romanıyla Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm Romanında Büyülü Gerçekçilik, Ç.Ü. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 26, Sayı 1,

You might also like