You are on page 1of 123

JERRY COYNE

: EiMbits

Acımasız bir insan değilim, ama bana yaptıklarından dolayı asla affedemeyeceğim insanlar var. "İyi"
bir insan olma isteğime karşın, bu kişilerin cehennemde çürümelerini, kurtuluşun beyaz ışığını asla
görememelerini ya da lekeli ve kararmış ruhlarının bu ölümlü bedenlerini terk etme zamanı
geldiğinde meleklerin kanat seslerini asla duyamamalannı içtenlikle diliyorum. Korkunç bir şey
söylediğimin farkındayım, ama çocukluğumun hikâyesini okuduğunuzda neden böyle hissettiğimi
belki anlarsınız.

Küçük yaşlarda bakımevine bırakılan ve ergenlik dönemini davrareş bozulduğu olan çocukiann gittiği
bir yatılı okulda geçiren Jerry Coyne’un iç burkan gerçek yaşam hikâyesi ve hukuk fnüoadeM...

I "9EVTMİN ÇOCUĞU” olmakla yaftalanan bir masumun

^ - İBlIğrr VERİCİ ve KAN DONDURUCU anıları.

ri•

"ÛMlt hikâyem, bir tek kişiyi bile adalet aramaya yürektencfiıirse. bu kitap amacına ulaşmış
demektir.’

- Jerry Coyne

ÇOCUĞU

Pu^e^uU^vue/: EmKe/ Po^o^uua/

JERRY COYNE

TREND

yayınevi

yyı»«»<

Ih

TREND YAYINEVİ

Yayın No: 002 Çeviri

Asuman SAYİNER

Düzenleyen Hatice AYDOĞDU

Yayına Hazırlayanlar

Zeynep YEDİERLER - Seçil ÖZER - Çağın GÜLENOĞLU

Grafik & Tasarım Ferhat BEKTAŞ - Pelin GÜÇLÜ

Kapak Tasarım
_ __ • *

• Amber EVLİ YAĞIL

Baskı

Sözkesen Matbaacılık 0 312 - 395 21 10

Trend Yayınevi Tel: 0312- 4190015 Faks: 0312- 4190642 bilgi@trendyayinevi.com


www.trendyayinevi.com facebook.com/trendyayinevi twitter.com/trendyayinevi

ISBN: 978-9944-342-14-8

1. BASIM, 2013, ANKARA

Copyright © 2012 Jerry Coyne and Jane Smith Şeytanın Çocuğu © Trend Yayınevi

Bu kitabın yayın hakları AKÇALI TELİF HAKLARI AJANSI aracılığıyla alınmıştır.

Her türlü basım ve yayım hakkı TREND YAYINEVİ'ne aittir.

Bu kitabın baskısında 5846 ve 2936 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası Hükümleri gereğince alıntı
yapılamaz, fotokopi yöntemiyle çoğaltılamaz, resim, şekil, şema, grafik vb.ler yayınevinin

izni olmadan kopya edilemez.

Yazar Hakkında

Jerry Coyne, Nottingham'da yaşayan bir duvar ustası. Bugüne kadar elde ettiği en büyük başarının,
sonsuz bir sabrı olan, anlayışlı karısı Elena'nın sevgisini kazanmak olduğunu söylüyor. En büyük
umudu, bir gün çocukluk anılarını geride bırakabilmek.

Bu kitabı çocukluğunda tacize uğramış tüm yetişkinlere ve şu anda tacize uğramakta olan çocuklara
adıyorum. Benim hikâyem, bir tek kişiyi bile adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap amacına ulaşmış
demektir.

Teşekkür

Hikâyemi anlatmamı mümkün kılan ve karanlık günlerde benim yanımda olup beni destekleyen
herkese minnettarım.

Gerçek bir melek ve inanılmaz bir kadın olan eşim Eiena. Son sekiz yıldır, bana gülümsemeyi öğretti,
sık sık gördüğüm kâbuslar ve geçmişe dönüşlerimde hiç şikâyet etmeden yanımda oldu. Bana
yaşamak için bir neden verdi. Her sabah kalkıp gülen güzel yüzünü gördüğümde ve beni sevdiğini
söylediğinde, kendimi kutsanmış hissediyorum. Onun, beni sarıp sarmalayan sevgisinden daha güzel
bir şey olamaz.

Mark Keeley, bana inanıp, mahkeme süresince beni destekleyen avukatım (Freeth Cartwright
Avukatlık Bürosu, Nottingham). Şimdiye kadar tanıdığım en iyi insan, ama o kadar alçakgönüllü ki ne
kadar muazzam bir insan olduğunun farkında olduğunu sanmıyorum.

Jane Smith, kitabıma inandığı için. Tanışmamızdan sonraki on dakika içinde, Jane'nin bu kitabı
yazarken bana yardım edebilecek en doğru insan olduğunu anlamıştım. Tüm çabaları ve kararlılığı için
ona sonsuza dek minnettar kalacağım.
Steve ve Sarah Cockburn, en iyi dostlarım. Size sadece siz olduğunuz için teşekkür ediyorum.
Dostluğunuz benim için çok önemli.

Yaşamınızı siz biçimlendirirsiniz. Yaşam benim sevmeyi öğrendiğim bir armağandır.

bölüm 1

Yukarıdan üzerime bir ışık demeti iniyordu. Gözlerim kapalı olmasına rağmen net bir biçimde
görebiliyordum. İşte o zaman

•t■ •• || W | •• •• | *•

olmuş olduğumu duşundum.

Bir zamanlar iki adamın ölüme yakın deneyimlerden bahsettiklerini duymuştum. Galiba, bu konuşma
hafta içi bir gün yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için suçluluk duyarak seyrettiğim sohbet
programlarından birinde geçmişti. O zaman ikisinin de aynı şeyi tarif etmesi bana çarpıcı gelmişti.
Parlak, beyazımsı bir ışık ve o ışığa doğru gitme isteğiydi bahsettikleri. Programdaki adamların ikisi de
sonuçta gerçekten ölmemişler-di elbette. Her iki durumda da adamları o ışığa doğru gitmekten
alıkoyan bir şey olmuştu. Görünüşe göre sonuç benim için farklı olacaktı ve hikâyemi bir sohbet
programında anlatma fırsatını

bulamayacaktım.

Şeytanın Çocuğu

İşte burada öylece yatmış, meleklerin gelip ruhumu karşılamalarını ve beni cennetin kapısına
götürmelerini beklerkenki sakinliğime şaşırdım. Ben huzur içinde cennete gitmeyi umarken aklıma
korkunç bir düşünce gelmişti, belki de rahibeler haklıydı ve ben gerçekten şeytanın çocuğuydum.
Böyle bir durumda standart uygulama ne olurdu hiç bilmiyordum ve zaten bunu düşünmek bile
istemiyordum. Sadece, Tanrı'nın ölümcül günahlarımı affetmeye karar vermesini ve beni cehennemin
ağzından çekip almasını umuyordum.

Tahmin edebileceğiniz gibi, Katolik olarak yetiştirilmiştim. Çocukluğumda yaşadığım olaylar Tanrı'nın
varlığından şüphe duymama ve bir kurum olarak kiliseye sırt çevirmeme sebep olmuştu, ama bir
yanım hâlâ bana öğretilenlere inanıyordu. Bu yüzden, melekler ortaya çıkıp beni cennetin krallığına
doğru yönlendirselerdi hiç şaşırmazdım. Sadece bu kadar erken olmasını beklemiyordum.

Sırtüstü yattığımı fark ettim ve kafamı yavaşça yana çevirince, biri kızgın çelik parmaklarla
boğazımdan yakalamışçasına korkunç bir acı duydum. Nefes alamadım ve paniğe kapılmaya başladım.
Nefes almaya çalışırken, elimi kaldırıp berelenmiş boynuma dokundum. O anda, ölmüş olsam acı
hissetmemem gerekir\ ya da... diye düşündüm.

Boğucu bir hıçkırık çıktı ağzımdan ve aklıma gelen düşüncenin devamını beklemeden silip atmaya
çalıştım. Artık çok geçti:

Şeytanın Çocuğu

Ya da rahibeler haklıydı ve ben gerçekten cehenneme gidip orada sonsuz lanetin acılarıyla
kıvranacaktım.
Hatırlayabildiğim son şey, kız arkadaşım Sarah'ya bağırdığım ve ağlamak istediğimdi. Kızgınlığı başka
bir şeye, üzüntüye, hatta belki de korkuya dönüştüğünde bakışlarının nasıl değiştiğini hatırladım.
Boynuma dokunduğumda acıdan inledim ve bir kadın sesi, "Merhaba Jerry. Demek sonunda aramıza
geri döndün. Kalkma," dedi. Bir el omzuma dokunup, kibarca ama kararlı bir şekilde beni yatağa
doğru geri itti ve aynı ses, "Nerede olduğunu biliyor musun?" diye sordu.

Başka sesler de duyuyordum, ama bunların gerçek mi yoksa kafamın içinden gelen sesler mi olduğunu
ayırt edemiyordum. Kafamı toplamaya çalıştım, ama düşüncelerim karmakarışıktı; zihnimde
durmaksızın hareket eden katı nesneler gibiydiler. O zamana kadar gözlerimi sımsıkı kapalı
tutmuştum, ama sonra yavaşça ve dikkatli bir şekilde açtım.

İlk başta fazla bir şey göremedim. Sadece tepemdeki ışık ve bulanık bir kadın yüzü vardı. Açıkçası
bunlar benim cennet kavramımla hiç örtüşmüyordu. Belki de rahibeler yanılmışlardı, diğer birçok
konudada yanıldıkları gibi.

İşin güzel yanı, burası cehenneme de pek benzemiyordu.

Yine tahmin etmiş olacağınız gibi, aslında ölmemiştim ama ölümün kıyısından dönmüştüm.

Şeytanın Çocuğu

Başımı sesin geldiği yöne doğru biraz çevirdim ve nerede olduğumu bilip bilmediğim sorusuna "hayır,"
diye yanıt vermeye çalıştım. Konuşmak yerine, hırıltılı, kuru bir ses çıkardım ve

boynumdan başıma doğru yükselen şiddetli bir acı yüzünden nefesim kesildi.

"Tamam, Jerry," dedi o ses ve yine omzumda bir el hissettim. "Burada güvendesin. Hastanedesin.
Biraz sonra doktor seni görmeye gelecek. Biliyor musun, hayatta olduğun için çok şanslısın."

Güven duygusu uyandıran bir sesti ve ona inanıp hayatta olduğumu kabul etmeye karar verdim, ama
şanslı olmak konusunda emin değildim. Şanslı olmak benim için, boynunda ve boğazında şiddetli
biracı olması ve beyninin patlayıp kafatasından çıkacakmış gibi hissetmek anlamına gelmese de
duyduklarıma inanmaya hazırdım, en azından şimdilik.

Çok dikkatli bir biçimde, yattığım yatağın yan tarafında duran koyu renk saçlı kadını görene kadar
kafamı çevirdim. Bana ne olduğunu sormak için tekrar konuşmayı denedim, ama bu sefer de sadece
çirkin sesler çıkarabildim ve kadın omzuma dokunup, "Konuşmaya çalışma Jerry. Doktor neredeyse
gelir,"

dedi.

Biri yatağın üzerindeki ışığın yerini değiştirmişti ve artık doğrudan üzerime gelmiyordu, ama yine de
neler olduğunu hatırlamaya çalışırken gözlerimi kapadım.

Şeytanın Çocuğu

Trafik kazası mı geçirmiştim acaba? Belki de emniyet kemeri boğazıma dolanmış ve parmak uçlarımla
hissettiğim, canımı yakan kesiklere ve berelenmeye neden olmuştu. Belki de soyulmuştum veya bir
kavgaya karışmıştım. Aslında bu daha olası bir açıklamaydı, çünkü normalde ılımlı ve hoş bir insan
olmama rağmen birkaç içki içince bana bir şeyler oluyor ve Dr. Jekyll ile Mr. Hyde'ın kötü olanı
hangisiyse, ona benziyorum. Alkol alınca, sonu saldırganlığa varan tartışmalara giriyorum ve bu
yüzden, bir barda içip sonra da bir kavgaya karıştığımı varsaymak için hayal gücümü çok fazla
zorlamaya gerek yok.

Neden bilmiyorum, sonra aklıma bıçaklanmış olabileceğim geldi. Elimin uzandığı kadarıyla tüm
bedenimi dikkatlice yoklayıp bıçak yarası aradım. Belli ki birkaç yerimde morluklar vardı, ama en
azından vücudumun üst tarafındaki tek kesik boynumdaydı. Kafam çok karışık olmasına rağmen,
yaralarımın bir bar kavgasında binlerinin beni çıplak elle boğmaya kalkışmasından meydana
gelemeyeceğini anladım. Belki de eve giderken saldırıya uğramıştım ve boynumdaki acı veren
berelenme ve kesikler saldırganın kullandığı bir ip yüzünden olmuştu.

Birden kalbim hızla çarpmaya başladı ve tüm bedenim ter içinde kaldı. Bunun sebebi, boynuma bir ip
dolanmış olabileceği düşüncesiydi. Paniğe kapılmaya başlamıştım ve sonsuz yükseklikte bir dağdan,
aşağıdan yükselip beni yutmaya hazırlanan bir karanlığın içine düşer gibiydim.

Şeytanın Çocuğu

Kalkıp hastaneden çıkmam gerektiğini biliyordum. Dirseklerimin üzerinde doğruldum, başımı ve


omuzlarımı kaldırıp, etrafıma bakınmak için tüm gücümü harcadım. Kibar yüzlü kadın gitmişti ve oda
insan dolu olmasına rağmen kimse benimle ilgilenmiyor gibiydi. Ben de bacaklarımı yataktan aşağı
sarkıttım ve o şekilde biraz oturup, çok kötü yaralanmış olsaydım doktor şimdiye kadar gelirdi diye
kendimi rahatlatmaya çalıştım.

Hastaların bazıları, yüzleri solgun ve acıdan çarpılmış bir şekilde yataklarda ve sedyelerde yatıyor,
bazıları ise dağılmış ve şaşkın bir şekilde sandalyelerde oturuyordu. Yorgun görünümlü hemşireler
yaraları temizleyip dikerken alkolün kokusunu içlerine çekmemeye çalışıyorlardı. Hastane kokusu her
zaman midemi bulandırmış ve kendimi kötü hissetmeme yol açmıştır. Spor ayakkabılarımı aramak için
eğilip yatağın altına baktığımda bayılacağımı zannettim. Hemen oturup bu duygunun geçmesini
bekledim ve sonra da oralarda koşuşturan bir hemşireye, "Ayakkabılarımı bulamıyorum. Yatağın
altında da yoklar. Nerede olabilirler" dedim.

Hemşire durup, yüzünde şaşkın bir ifadeyle bana baktı. O gece gördüğü ve aklında tutmaya fırsat
bulamadığı birçok hastanın arasında beni hatırlamaya çalışıyor gibiydi. Sonra omzunu silkip, "Buraya
getirildiğinde ayağında ayakkabıların yoktu,"

dedi ve uzaklaştı.

Bu çok tuhaf d\ye düşündüm. Nasıl bir kazada ya da kavgada insanın ayakkabıları ayağından çıkar ki?
Ayağımda sadece çoraplarla eve gittiğimde Sarah kızacak bana.

Şeytanın Çocuğu

Nedense Sarah'yı düşünmek bana hüzün verdi. Kafamın içinde bağırtılar ve çarpan kapıların sesini
duyuyordum ve sonra yanlış bir şey yaptığımın farkına vardığımda hep hissettiğim o endişe duygusu
çıktı ortaya.

Sarah'yla kavga mı etmiştik acaba? O günlerde çok sık kavga ettiğimiz düşünülürse, bu mümkündü
tabii. Ama bana ne kadar kızgın olursa olsun, Sarah'mn canımı yakacak bir şey yapabileceğini
düşünemiyordum bile. Aslında, tartışmalarımızın çoğu benim hatamdı. Genellikle kendime bile
açıklayamadığım nedenlerden dolayı öfke nöbetleri geçiren ben oluyordum. Aynı şeyi mi yapmıştım
yine? İçimde düzenli olarak yükselen ve beni boğan büyük bir dalgaya dönüşen korku ve kendimden
nefret etme duygularına bir çıkış aradığım için, bir bahane uydurup Sarah ile kavga mı etmiştim?
Kendi öfkemden nefret ediyordum, ama bazen içimden patlayarak çıkmasına engel olamıyordum.
Tabii alkol de bunu tetikliyordu.

Kaldırımda hızla yürüyüp hastaneden uzaklaşırken, hala Sarah'yı ve sorunumu ne ona ne de bir
başkasına anlatamadığım için ilişkimize nasıl zarar verdiğimi düşünüyordum. O sırada, tam sokağın
köşesini dönerken, yanımda bir polis arabası durdu ve içinden iki polis indi.

"O kadar aceleyle çıktık ki ayakkabılarımızı giymeyi unuttuk, öyle değil mi bayım?" dedi polislerden
biri, sahte ve alaycı

bir kibarlıkla.

Şeytanın Çocuğu

' Sâna ne bundan?" diye adamı tersledim. "Bildiğim kadarıyla ayakkabısız gezinmek suç değil."

Haklısın," dedi diğer polis. Elleri belinde, bacaklarını birbirinden ayırmış, tam önümde duruyordu.
"Ama kız arkadaşını tehdit etmek suç. Kız arkadaşının canına tak etmiş artık dostum. Senin için
uzaklaştırma emri çıkarıyor. Ama sana iyi bir haberim var; ayakkabıların olmadan bu akşamı
atlatabilirsin, çünkü biz seni götürürüz. Tabii, her iyi haberin yanında bir de kötü haber olur: Seni
tutukluyorum ve seni götüreceğimiz yer de karakol olacak."

Daha sonra, görevli çavuş hastanede kendime gelmeden önce olan olaylardan ne kadarını
hatırladığımı sordu. "Hiçbirini," dedim. "Ama bir kavgaya karıştıysam kaybetmiş olmalıyım, çünkü
vücudumun her santimi ağrıyor. Sıkı bir dayak yedim herhalde."

m9

"Kavga değildi," dedi çavuş. "Kendini asmaya kalktın. Öyle anlaşılıyor ki, komşularından ikisi seni
indirdiğinde artık nefes almıyormuşsun. Hayatta olduğun için çok şanslısın."

Şanslı. Hastanedeki hemşire de böyle demişti. İyi de, madem bu lanet şans benden yana, neden bu
kadar boş ve sefil hissediyorum kendimi?

Kasvetli, küçük hücreye girdim ve kapının arkamdan kapandığını duydum. Odanın bir ucundaki kalın,
mat, küçük cam panellerden yapılmış olan pencere, odaya biraz ışık girmesini sağlıyordu ama dışarıyı
görmeyi engelliyordu. Pencerenin

8*

Şeytanın Çocuğu

altında da beton bir yatak ve üzerinde düzgünce katlanmış, ince mavi plastikten bir şilte vardı. Şilteyi
serip oturdum. Dirseklerimi bacaklarıma dayayıp, başımı ellerimin arasına aldım ve o gün neler
olduğunu hatırlamaya çalıştım. Açıkçası Sarah ile olan ilişkim dibe vurmuştu; zaten bir süredir öyleydi
ve büyük ihtimalle, bu yavaş ve sancılı dibe vuruş çoğunlukla benim hatamdı.

Hayatıma giren her iyi şeye yaptığımı yapmıştım yine. Sonunda milyonlarca parçaya ayrılıp dağılana
kadar, sistematik bir şekilde sınamış, büyük bir gerginlik ve baskı yaratmıştım. Bu yüzden, Sarah eğer
polisin dediği gibi bir uzaklaştırma emri için başvurduysa, bu, benim için gerçekten önemli olan bir
şeyi yine mahvetmeyi başardığım anlamına geliyordu.
Ertesi sabah mahkemeye çıktım ve Sarah'dan uzak durmam emredildi. Öyle görünüyordu ki, özellikle
üzücü bir tartışmanın sonunda, birlikte oturduğumuz evin tavan arasındaki kapağa birtahta
yerleştirmiş, sonra sandalyenin üzerine çıkıp kablonun bir ucunu tahtaya bağlamış, diğer ucunu
boynuma geçirip, altımdaki sandalyeye tekme atmıştım. Sarah öldüğümü düşünmüştü ve gelip beni
kurtaran komşuya koşup yardım istediğinde ben çoktan bilincimi kaybetmiştim.

Benimse o günden hatırladığım tek şey, sabah yoğun bir keder ve umutsuzluk içinde uyandığımdı. Bu
duyguyla nasıl baş edip, hayatıma nasıl devam edeceğimi bilmiyordum.

Şeytanın Çocuğu

Daha önce de kendimi öldürmeye kalkışmıştım. Hem de birkaç kez. İlk denememde henüz küçük bir
çocuktum. Ama gerçekten ölmek istediğimi sanmıyorum. Sadece kâbusların, geri dönüşlerin ve her
günümün her saniyesini dolduran o amansız mutsuzluğun bitmesini istemiştim. O gün ölüme ne kadar
yaklaştığımı fark edince, çocukken başıma gelenleri kabullenmenin bir yolunu bulup hayatımı yoluna
koymam gerektiğini anladım. Elbette, birçok konuda olduğu gibi bunu söylemek yapmaktan kolay.

Sonunda "yeter" dediği için Sarah'yı suçlamıyorum. Anılarımın verdiği acıyı yok etmek ve beynime
yapışıp, içimdeki tüm umudu söküp alan depresyonun pençesinden kurtulmak için, uzun süredir içki
içiyordum. Genellikle geceleri uyuyamıyordum ve sabahları kendimi yataktan sürükleyip çıkaracak
enerjiyi bile zor buluyordum. Normal işlerimi bile yerine getiremiyordum ve sonunda işe gitmeyi de
bıraktım.

Sarah, bana yardımcı olmak için elinden geleni yaptı. Anlayışlı davranıyordu ve inişli çıkışlı ruh halime
mantık çerçevesinde herhangi birinden bekleyebileceğimizden çok daha uzun bir süre katlanmıştı.
Yavaş yavaş, benim kâbuslarım onun da kâbusları olmaya başladı ve sonuçta, öfkemi ondan
çıkarmaya başladığımda, çok haklı olarak artık daha fazla kazanamayacağına karar verdi.

Kendimi asmaya çalışmamdan ve SaralYnın beni evden atmasından birkaç gün sonra bir sabah,
kafamın içinde sürekli yankılanan tek bir düşünce ile uyandım: korkumla yüzleşmek ve hayatımı
düzene sokmak için harekete geçme zamanı gelmişti.

10

Şeytanın Çocuğu

Bir saat sonra, Nottingham şehir merkezine giden otobüsteydim. Şehir merkezine ulaştığımda, Freeth
Cartvvright Avukatlık Bürosunun kapısından girdim ve tedirgin bir şekilde danışma bölümüne doğru
ilerledim.

Danışmada üç kız vardı ve bir an durup onlara baktım. Arkamı dönüp kapıdan geri çıkmam için
düşüncesizce ya da kabaca söylenmiş tek bir kelimenin bile yeteceğini biliyordum. Bu yüzden, kızlar
önce kibar bir beklentiyle, sonra da yüzlerinde biraz rahatsız olmuş bir ifadeyle bana bakarken, bu
üçünden hangisinin daha anlayışlı olabileceğini anlamaya çalıştım. Sonunda, derin bir nefes aldım ve
bana sabırlı ve cesaretlendirici bir gülümsemeyle bakan sarışın kıza yöneldim ve “Ben... Ben... Acaba...
Bir yetkiliyle görüşebilir miyim?"

O kadar kötü kekeliyordum ki ne dediğimi anlamasına şaşırdım. “Ne yazık ki bugün avukatlarımız
müsait değil. İsterseniz bu hafta içinde biriyle görüşebilmeniz için bir randevu ayarlayabilirim," dedi.

“Hayır!" dedim neredeyse bağırarak ve sonra utancımdan kızardığımı hissettim. “Özür dilerim," dedim
daha sakin bir şekilde. “Bu çok... Bu gerçekten çok önemli. Bugün görüşmem
lazım. Lütfen."

Hâlâ acınacak şekilde kekeliyordum ve kız başını sallayıp tekrar gülümsedi. “Pekâlâ," dedi. Sonra beni
alçak bir cam masanın etrafına dizilmiş, pahalı görünen sandalyelere yönlendirdi, “Buyurun oturun.
Ben de ne yapabiliriz bir bakayım, dedi.

11

Şeytanın Çocuğu

Oturdum ve tırnaklarımı kemirerek beklemeye başladım. Oradan kaçıp gitme isteğimi bastırmak için
karşımdaki duvarda asılı maun çerçeveli saate odaklandım. Ilık birgündü, ama benim tepeden tırnağa
tere batmama sebep olan havanın sıcaklığı değildi. Yirmi sekiz yaşındaydım ve başıma gelenleri daha
önce hiç kimseye anlatmamıştım. Peki, neden tüm bunları hiç tanımadığım birine anlatmanın iyi bir
fikir olduğunu düşünmüştüm ki?

Birden midem bulandı. Yapamayacaktım. Çok aptalca bir fikirdi. Ayağa kalktım ve tam o anda, uzun
boylu, koyu renk saçlı ve iyi kesimli takım elbise giymiş bir adam bana doğru gelip elini uzattı.

"Bay Coyne?" dedi. Bir iş adamı gibi konuşmuştu, ama nemli, terleyen elimi sıkarken yeterince samimi
görünüyordu. "Ben Julian Middleton. Konuşabileceğimiz bir yere geçelim mi?" dedi.

Kafamı salladım ve büyük, yüksek tavanlı bir odaya giden uzun bir koridor boyunca, hiç konuşmadan
onu takip ettim. Hayatımda gördüğüm en büyük masanın kenarından bir sandalye çekti ve "Buyurun,
oturun lütfen," dedi. Sonra yanıma oturup, "Evet, size nasıl yardımcı olabiliriz?" diye sordu.

Ağzım kurumuştu ve derin bir nefes almadan önce birkaç kez yutkundum ve "Çocukken cinsel tacize
uğradım. O günler çok sık gözümde canlanıyor ve kâbuslar görüyorum. Geçenlerde kendimi asmaya
çalıştım, ama aslında ölmek istemiyorum. Sadece normal bir hayat yaşayabilmek istiyorum. Ve
yardıma ihtiyacım var," diye patladım.

12

Şeytanın Çocuğu

Başıma gelenleri hayatımda ilk kez anlatırken, gözyaşlarım hiç durmadan akıyordu ve her
zamankinden çok daha kötü kekeliyordum. Ellerimle göğsümü yırtıp açmış ve gözlerinin içine bile
bakamadığım bu yabancıya, varlığımın en derin, en özel yanını göstermiş gibi hissediyordum kendimi.
Hayatta asla atamayacağımı sandığım çok büyük bir adım atmıştım ve geriye dönüş olmadığını
biliyordum, çünkü büyük olasılıkla, kendime bir gelecek kurabilmek için son şansımı kullanıyordum.
Başkasının omuzlarına yüklenemeyecek kadar ağır bir yüktü bu, ama tek yapabildiğim, Julian
Middleton'ın hikâyemin sorumluluğunu geçici olarak bile olsa kabul etmesi ve bana yardım etmenin
bir yolunu bulması için dua etmekti.

Dinlemesi herkes için zor bir hikâye benimki. Julian Middleton'a o gün sadece ufak bir bölümünü
anlatmama rağmen, ben konuşurken sık sık bakışlarını kaçırıp, pencereden dışarı baktı. Kekeleyip
tekleyerek konuşmamın sonuna geldiğimde, bir an sessizlik oldu. Aşağılık duygusuyla ve benim deli
olduğumu düşünebileceğini bilmenin sıkıntısıyla kızardığımı hissediyordum.

Ortalığı fazla karıştırmadan, beni binadan çıkarmanın en iyi yolunun ne olduğunu bulmaya çalışıyor
diye düşünüyordum. Bu yüzden, boğazını temizleyip, sakin ve saygılı bir sesle, "Evet Bay Coyne, size
yardımcı olabileceğimizi düşünüyorum. Meslektaşım Mark Keeley'i görmeniz için bir randevu
ayarlayacağım. Bu iş için en iyi kişi olduğuna inanıyorum," dediğinde şaşırdım.
Sonra, doğrudan gözlerimin içine bakarak, "Elbette sizin için de bir sakıncası yoksa?" diye ekledi.

13

Şeytanın Çocuğu

O gece uyumadım ve ertesi gün, Freeth Cartwright Avukatlık Bürosu'na geri döndüğümde, Mark
Keeley ile tanıştım. İlk bakışta, özellikle bu iş için gerçekten doğru kişi olup olmadığından emin
olamadım. İnce çizgili takım elbisesi, neredeyse baktığınızda kendinizi görebileceğiniz kadar
parlatılmış ayakkabıları ve oval, tel çerçeveli gözlükleriyle, tam yetkili bir avukat olamayacak kadar
genç ve toy görünüyordu. Ne kadar yanılmışım! Aradan geçen on beş yıldan sonra bile hâlâ benim
avukatım ve şimdiye kadar tanıdığım insanlar içinde en çok hayranlık duyduğum kişi. Artık devam
edemeyeceğimi düşündüğüm en kötü zamanlarımda benim yanımda oldu ve yol gösterdi. Daha da
önemlisi, anlattığım her şeyi sabırla, şefkatle dinledi ve bana inandı. Akıl sağlığımı korumamda bana
en çok destek olan sağlam bir kaya o, eminim şimdi bile, o gün ve onu takip eden günlerde benim için
yaptıklarının tam olarak farkında değil.

Çocukken başıma gelenler yüzünden hâlâ geriye dönüşler ve kâbuslar yaşıyorum ve kimi zaman,
kendime duyduğum nefretin ezici ağırlığını üzerimden atamıyorum, ama bu acının hiçbir zaman
tamamen yok olmayacağını kabul ettim ve güçlü olup, buna yenilmemeye kararlıyım.

Acımasız bir insan değilim, ama bana yaptıklarından dolayı asla affetmeyeceğim insanlar var. "İyi" bir
insan olma isteğime karşın, bu kişilerin cehennemde çürümelerini, kurtuluşun beyaz ışığını asla
görememelerini ya da lekeli ve kararmış ruhlarının bu ölümlü bedenlerini terk etme zamanı
geldiğinde meleklerin kanat seslerini asla duyamamalarını içtenlikle diliyorum.

korkunç bir şey söylediğimin farkındayım, ama çocukluğumun hikâyesini okuduğunuzda neden böyle
hissettiğimi belki anlarsınız.

14

BÖLÜM 2

Annemle babam, Nottingham'da tanışıp evlenen İrlandalI göçmenlerdi. Babam, bazı vatandaşlarının
adını kötüye çıkaran "tipik İrlandalInın karikatürü gibiydi. İnşaatlarda işçi olarak çalışır, çalışmadığı
zamanlarda da arkadaşlarıyla içki içerdi. Annem ise evde oturup, benim doğumumla sayısı altıya çıkan
çocuklarına bakar, babam geceleri içki içip eve döndüğünde de

•• ■ _ I • *••*!•*

onun için kum torbası görevi gorurdu.

Annem tüm o yara berelerden ve sevgisiz yaşamaktan bıkmış olmalı ki, ben henüz birkaç haftalıkken,
babamın işte olduğu bir sırada kapıyı ardından kilitleyerek çıkıp gitmiş ve Londra'ya kaçıp, çocuklarını
terk etmişti.

Bir günün içinde çocuklarına tek başına bakmak zorunda olan bir baba durumuna düşmek, zaten
hiçbir şekilde babalıktan nasibini alamamış ve bizleri her zaman lanet baş belalar» olarak görmüş olan
babam için büyük bir şok olmuştu herhalde.

15

Şeytanın Çocuğu
Komşularımız ellerinden geldiği kadar yardım ediyorlardı. Çoğunlukla babam içmeye gittiğinde kapının
önüne yemek bırakıyorlardı ve ben doğduğumda yedi yaşında olan en büyük ablam Geraldine#
yemek pişiriyor, temizlik yapıyor, bebek bezi değiştiriyor ve diğer iki ablama, ağabeyime ve bana
bakabilmek için elinden geleni yapıyordu.

Ben doğduğumda dokuz yaşında olan bir ağabeyim daha vardı. MS hastasıydı ve açıkça söylenmeyen
ruhsal bir rahatsızlığı vardı. O, zaten resmi bir kurumda bakılıyordu. Çok geçmeden, babam bizleri de
başından atmaya karar verdi. Herhalde onun hayatını kısıtlıyorduk. Belki de onu asıl kızdıran, daha
fazla içki içmek için kullanabileceği parayı bize yiyecek almak için harcamak zorunda kalmasıydı. Artık
bunu neden yaptığının bir önemi yok. Sonuçta ben üç aylıkken, bakım altına alınmış ve bizim gibi terk
edilmiş ya da öksüz, yetim kalmış diğer çocuklarla birlikte yaşamak üzere, Nottingham'daki Nazareth
House'a gönderilmiştik.

Nazareth House iki bölümü olan bir bakımeviydi. Bir bölümünde yaşlılar, diğer bölümünde de bizim
gibi çocuklar vardı. Poor Sisters of Nazareth mezhebine bağlı Katolik rahibeler tarafından işletiliyordu
ve yaşamak için çok güzel bir yerdi. Yemek saatleri düzenli ve yemekler de hem güzel hem de boldu.
Ağabeyim ve ablalarımla birlikteydim, sıcak bir yatağım ve temiz gi/silerim vardı. Ayrıca, birlikte
oynayabileceğim ve beni şımartacak başka pek çok çocuk vardı. Kısacası, bundan sonraki dört yıl
boyunca keyfim yerindeydi.

16

Şeytanın Çocuğu

Bakımeviyle ilgili hatırladığım ilk anı, iki duvarı boyunca başka yatakların da sıralandığı, hastane
koğuşuna benzer bir odadaki yatağımın üzerinde ayağa kalktığım. Çok sevilen bir bebektim ve
çalışanlardan ya da diğer çocuklardan birinin gelip beni kucağına alması için fazla beklemem
gerekmiyordu. Herkes tarafından sevilen ve büyüdükçe benim de idolüm ve kahramanım haline gelen
ağabeyim John'la pek fazla iletişimimiz olmuyordu ama ablalarım benimle çok ilgileniyorlardı. Her
sabah, okula gitmeden önce, Geraldine, Teresa ve Carmella yanıma gelip beni kucaklarına alır, ne
kadar iyi bir çocuk olduğumu ve tüm gün boyunca uslu olmam gerektiğini söylerlerdi. Sonra, okuldan
döndüklerinde, gelip beni öper, benimle oyunlar oynar ve tombul kollarımı boyunlarına dolayıp
isimlerini söylemeye çalıştığımda gülerlerdi.

Dört yıl boyunca kendimi güvende hissettim. Henüz çok küçük bir çocuk olduğum için bu konuda pek
düşündüğümü sanmıyorum, düşündüysem bile, tüm çocukların bizim gibi büyük evlerde hep birlikte
yaşadıklarını ve rahibeler tarafından yetiştirildiklerini varsaymış olmalıyım. Annem ve babamla birlikte
yaşamakla ilgili hiçbir anım olmadığı için onları özlemiyordum. Aslında bildiğim tek uanne" ablam
Geraldine'di. O zamanlar mutlu olduğumdan eminim, çünkü o dört yılla ilgili anılarım her

ne kadar bölük pörçük olsa da, hepsi, öpülmek, kucaklanmak ve birlikte oyunlar oynamak gibi
şeylerden ibaret.

Sonra, çocukların yaşadığı bölüme yeni bir rahibe geldi ve her şey değişti.

17

Şeytanın Çocuğu

O dönemle ilgili eksiksiz hatırladığım ilk olay, yüzümde patlayan tokadın ardından merdivenlerden
kafa üstü yuvarlanırken, tanımadığım bir rahibenin bana, "Sen şeytanın çocuğusun/' diye
bağırmasıydı. O günden önce, şeytanla ilgili hiçbir şey duymamıştım, ama sesinin tonundan anladığım
kadarıyla şeytanın çocuğu olmak pek de iyi bir şey değildi.
Merdivenlerin en altına kadar yuvarlandım ve şok içinde, bedenimin her yeri acıyarak orada bir an
yatıp kaldım. Rahibe peşimden merdivenleri indi ve saçlarımdan tutup beni ayağa kaldırdığında
acıdan çığlık attım. Beni saçlarımdan sürükleyerek bir kat aşağıdaki oyun odasına götürürken, bir
yandan da, kızgın ve ürkütücü bir ses tonuyla "Şeytanın çocuğu, şeytanın çocuğu," diyordu.

O güne kadar ne zaman ağlayacak olsam, birileri gelir, gözyaşlarına silip, yumuşak bir sesle, "Ne oldu
Jerry? Hadi ağlama canım," derdi. Ama bu sefer ağladığımda kimse gözyaşlarımı silmedi. Rahibe
saçıma daha çok asılıp, sonra da arkama, bana acıdan çığlık attıran tekmeyi basınca, kafamın iyice
karıştığını hatırlıyorum.

Beni oyun odasının bir köşesine sürükleyip, "Ellerini başının üstüne koy ve yüzünü duvara dön
şeytanın çocuğu," diye tısladığında, artık debelenip karşı koyamayacak kadar şok içindeydim. Orada
öylece durup, olanlara hiçbir anlam veremeden, gözyaşları içinde duvara bakakaldım.

Biz girdiğimizde oyun odası boştu ve nihayet ağlamayı kestiğimde, odaya sessizlik çöktü. Rahibenin
gitmiş olduğunu düşü-

18

Şeytanın Çocuğu

nerek, ellerimi başımın üzerinden indirdim ve arkama döndüm. Ellerini beline dayamış, suratında
sevimsiz bir gülümsemeyle orada duruyordu. Tokadını, bir yılanın çatallı dili gibi hızla bana doğru
savurdu ve yüzüm tekrar duvara bakacak şekilde başımı geri çevirdi. Sonra, saçlarımı kavrayıp,
canımın acısından bağırana kadar parmaklarına doladı ve ben ayaklarının dibine yığılana kadar,
defalarca yüzümü duvara vurdu.

Ellerimle başımı kapatıp yığıldığım yerde kaldım. Başım dönüyor, midem bulanıyordu ve korkmuş bir
hayvan gibi hafif hafif inliyordum. Sonunda cesaretimi toplayıp kolumun altından baktığımda, rahibe
gitmişti.

Hiç kimseye olanları anlatmadım. Neden bilmiyorum. Belki de, buna kendim de bir anlam
veremediğim ve herhangi

birnin bana bu şekilde davranması için çok kötü bir şey yapI 1 I* ■•••• i v •• •
•I* « • 1*1 *

mış olmalıyım diye düşündüğüm içindir. Ayrıca, yem rahibenin neden gelir gelmez benden bu kadar
nefret ettiğini anlamaya çalışıyordum. *

O günden sonra, Rahibe Dominic, kimsenin bakmadığı anları kollayıp sık sık bana vurmaya başladı ve
çok geçmeden ben de, onun yoluna çıkmamayı ve geldiğini gördüğüm her sefer saklanmayı
öğrendim. Ama ne yazık ki, onda beni görmezden gelme isteği yoktu. Tam tersine, bana karşı
duyduğu o güçlü nefreti ve kini, diğer rahibelere benimle ilgili yalanlar uydurarak yaymaya kararlıydı.
Sonunda, onları benim kötü olduğuma ve içimdeki kötülüğü beni döverek çıkarmanın da, birer
Hristiyan olarak, görevleri olduğuna ikna etti.

19

Şeytanın Çocuğu

Çok geçmeden, bana en iyi ve en sevecen davranmış olan rahibeler ve diğer görevliler bile düşmanım
olmuş gibiydiler. Sık sık bana acımasız ve vahşi cezalar veriyorlardı ve daha önce hiçbir şey için
herhangi bir ceza almadığım için, bunu kabullenmek bana daha da zor geliyordu.
Sanki herkes benim anlamadığım bambaşka bir dil konuşmaya başlamıştı. Kendimi güvende
hissettiğim dünya neredeyse bir gecede yok olmuş onun yerine, bana kimsenin açıklamadığı ve tek
başıma da çözemediğim kurallarla yönetilen yeni bir dünya gelmişti.

Gözlerimi kapadığımda, ben dört yaşındayken hayatımı değiştiren o rahibenin nefret dolu suratını
hâlâ çok net olarak görebiliyorum. O noktadan sonra, her şeyin suçlusu benmi-şim gibi davranılıyordu
ve sürekli olarak, nedenini anlamadan başım belaya giriyordu. Rahibeler, genellikle kilisede diz
çökmüş, Tanrı'ya günahlarını affetmesi için dua ederlerken, bana da yerleri sildirirlerdi. Yaptığım işi
beğenmezlerse, ki neredeyse hiçbir zaman beğenmezlerdi, dizlerim ağrıyıp, ellerim kızarana,
yorgunluktan ve mutsuzluktan ağlayana kadar, yerleri tekrar tekrar sildirirlerdi.

Bir gece bir şey beni uyandırdı ve gözlerimi açıp yatağımın kenarında duran üç karaltıyı gördüğümde,
kalbim deli gibi çarpmaya başlamıştı bile. Çığlık attım ama bir el anında ağzımı ve burnumu kapadı.
İçgüdüsel olarak, o elden kurtulup tekrar nefes alabilmek için, panik içinde tekmeler savurmaya ve
yatağımın içinde debelenmeye başladım. Sonra, kulağımın dibinde öfkeli

20

Şeytanın Çocuğu

bir ses, "Kımıldama. Bırak debelenmeyi. Kes sesini ve dediklerimi yap," diye tısladı. Hiç kımıldamadan
yattım ve benden nefret eden rahibenin yüzüne baktım.

Onun arkasındaki kapıdan, karanlık odamıza bir ışık vuruyordu ve bir an, o ışık rahibenin kafasından
çıkıyor gibi göründü gözüme. Korkudan nefesim kesildi ve beni yataktan kaldırıp alırlarken o el tekrar
ağzımı kapattı. O an aklımdan, dişlerimi o kaba ele geçirmek ve bağırıp, hâlâ yataklarında huzur içinde
uyuyan diğer çocukları uyandırmak geçti. Ama daha ağzımı açmaya bile fırsat kalmadan beni odadan
çıkardılar.

Rahibe Dominic'in yanında iki rahibe daha vardı. Beni apar topar, yatak odalarından uzağa, binanın
başka bir bölümündeki bir odaya taşırlarken, rahibelerden biri el bileklerimden, diğeri de ayak
bileklerimden tutmuştu. Oda karanlık ve neredeyse boştu. Duvarlarından birinde asılı olan çok büyük
bir haç ve üzerinde gri yün bir battaniye olan metal bir yatak dışında hiçbir şey yoktu.

Yüzüm neredeyse haça değecek kadar yukarı kaldırdılar beni ve Rahibe Dominic kafama vurup, "Söyle
hadi," dedi. "Ben şeytanın çocuğuyum."

Canımı yakan ellerden kurtulma çabasıyla debelenip inlerken bana tekrar vurdu. Ağzını kulağıma o
kadar yaklaştırmıştı ki, öfkeyle konuşurken çıkan nefesinin sıcaklığını hissedebiliyordum. "Söyle," diye
tısladı.

21

Şeytanın Çocuğu

"Ben şeytanın çocuğuyum/' diye fısıldadım.

Rahibe Dominic sırtıma bir yumruk atıp, "Yüksek sesle!" dedi. "Daha yüksek sesle söyle."

"Ben şeytanın çocuğuyum/' dedim tekrar. Bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilmiyordum, ama
gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı süzülürken içim korkuyla doldu, çünkü bir şekilde, korkunç bir
itirafta bulunduğumu biliyordum.

Sonra, bir an havada uçuyormuşum duygusuna kapıldım ve yüzüstü yatağa çakıldığımda, Rahibe
Dominic titreyen bedenimden pijamalarımı yırtarak çıkardı. Ben hâlâ yüzükoyun yatarken, rahibeler
ellerimi yatağın başucundaki demire, ayaklarımı da birbirine bağlayıp, dua etmeye başladılar.
Dualarını ederken, çıplak bedenime kutsal su atıyorlardı ve buz gibi soğuk olan her damlada irkilip
kollarımı oynattığımda, bileklerimdeki bağlar daha da sıkılaşıyor, derimi zedeliyordu.

Bileklerimdeki bağları gevşetip beni sırtüstü çevirdiklerinde, kalkıp oturmaya çalıştım. Ama Rahibe
Dominic beni yatağa geri itip ellerimi tekrar bağladı. Karnıma peş peşe yumruklar indirirken, bir
taraftan da, "Sen şeytanın çocuğusun. Senin bedenini ele geçirdi ve onu oradan döverek çıkarmak
gerekiyor,"

diyordu.

Diğer rahibeler de bana vurmaya başladılar. Acı o kadar yoğundu ki, sesimi çıkarırsam ve biri beni
duyarsa başıma geleceklerden çok korkmama rağmen, canımın acısı korkuma baskın çıktı ve
bağırdım. Rahibelerden biri derhal ağzıma bir bez

22

Şeytanın Çocuğu

parçası sıkıştırdı. Öğürdüm ve o bez parçasını yutup, boğularak ölme fikrinin verdiği dehşetle yatakta
deli gibi çırpınmaya başladım. Ve ben panik içinde öğürürken, rahibeler, ben zorlukla nefes alıp
nerdeyse kendimi kaybedene kadar, beni yumruklamaya ve tokatlamaya devam ettiler.

Sonra birden beni dövmeyi bıraktılar. Rahibe Dominic bileklerimdeki bağları çözdü ve beni
kollarımdan tutup ayağa kaldırdı.

"Diz çök!" diye bağırdı. "Haçın önünde diz çök, şeytanın çocuğu ve lekelenmiş ruhunu kurtarması
içinTanrı'ya dua et."

Dört yaşındaydım ve çok korkmuştum. Kelimenin tam anlamıyla aklımı kaçırmak üzereydim. Hareketli
ve kimi zaman da kasıtsız olarak küstahlık eden küçük bir çocuktum, ama o kısacık yaşamımda bilerek
ve isteyerek kötü bir şey yapmamıştım. O zaman ruhumu ne lekelemiş olabilirdi? Ve bırakın bir
çocuğu, herhangi birine bu kadar acımasız ve vahşice davranılmasını ne tür birTanrı onaylayabilirdi?
Bana söylenenleri bir mantık çerçevesine oturtamayacak kadar küçüktüm. Bu yüzden, o hücrenin
soğuk, çıplak zeminine diz çöküp, tüm kalbimle, şeytanı içimden çıkarması ve beni iyi biri yapması
içinTanrı'ya dua ettim.

Bana çok uzun, sanki saatler geçmiş gibi görünen bir süre sonunda, rahibeler beni odama geri taşıyıp
yatağıma attılar. Ayak bileklerimi çözdüler, pijamalarımı üzerime fırlatıp, olanlar hakkında herhangi
birine tek kelime bile edersem, başıma çok daha korkunç şeyler geleceğini söyledikten sonra çekip

gittiler.

23

Şeytanın Çocuğu

Onlar gittikten sonra, şaşkınlık içinde yatağıma yatıp, kafamı yastığıma gömdüm ve sessizce ağladım.
Bu kadar acımasız bir cezayı hak edecek bir hata yaptığım için ve ne yaptığımın farkına bile
varamayacak kadar aptal olduğum için kendimden nefret ediyordum. Sonunda, sarsılmış ve bitkin
düşmüş bir şekilde, kâbus dolu, huzursuz bir uykuya daldım.

Ondan sonra uzunca bir süre yatağıma yattım fakat uyumadım. Şeytanın içime nasıl girdiğini
bilmiyordum, ama bunun bir daha olma riskini göze alamazdım. Bu yüzden, sırtüstü yatıp, kollarımı
göğsümün üzerinde çapraz tutuyor ve Tanrı'ya beni kötülüklerden koruması için tutkuyla dua
ediyordum. Uykuya dalma fikri beni dehşete düşürüyordu, çünkü gözlerimi kapar kapamaz şeytanın
beni ele geçireceğinden ve rahibelerin tekrar dayakla onu içimden çıkarmaya çalışacaklarından
emindim.

Daha önceleri herhangi bir korku yaşadığımı hatırlamıyordum. Elbette, tüm küçük çocukların canları
yandığında, bir şey onları ürküttüğünde ya da gece yalnız başlarına uyandıklarında yaşadıkları endişe
dolu anlarım olmuştu. Şimdiyse, özellikle karanlık, şeytan ve siyah elbiseleri, kukuletalı cüppeleri,
soğuk ve öfkeli yüzleriyle rahibeler başta olmak üzere her şeyden korkuyordum.

O ilk geceden sonra, rahibeler başka gecelerde de odama geldiler. Sürekli savunmada olma ve uykuya
yenilmeme konusundaki kararlılığıma rağmen, uyuyup kalır sonra da rahibeleri bir grup cadı gibi
yatağımın etrafında dikilirken bulurdum. Kimi zaman, alçak bir sesle, "Şeytanın çocuğu, şeytanın
çocuğu," diye mırıldanırlar, kimi zaman da, çıplak elle, tahta elbise askılarıyla ya da terliklerle bana
vururlardı.

24

Şeytanın Çocuğu

Gelmedikleri gecelerde bile, kalbim çarparak uyanır, kapının dışında fısıldaştıklarını zannederek
seslerini duymaya çalışırdım. Sonra bir gece, aklıma, geldiklerinde beni bulamamaları için, yatağın
altında uyuma fikri geldi.

Soğuk olmasına rağmen, çıplak zeminde pijamalarımla yatmak daha güven verici gelmişti bana.
Ayrıca, orada yatmanın verdiği rahatsızlık uyanık kalmama yardımcı oluyordu ve uyanık kaldığım
sürece şeytan beni ele geçiremezdi. Üç gece sonrasındaysa rahibeler odama geldiler ve beni
saklandığım yerden sürükleyerek çıkarıp, bu sefer de yatağımda yatmadığım için dövdüler.

Bu olaydan sonra, yatağın ayakucunda, battaniyelerin altında, cenin pozisyonunda kıvrılarak yatmaya
başladım. Çok sıcak oluyordu ve zorlukla nefes alıyordum, ama başımı yastığa koyduğumda
hissettiğim kadar savunmasız hissetmiyordum kendimi. Normal yattığımda şeytan ve rahibeler için
kolay bir av oluyordum.

İlkokula başladığımda, içinde yetiştirildiğim dine bağlı olarak, şeytanın bizi her an gözlediğini ve bizi
ele geçirip cehenneme götürmek üzere, gözden düşmemizi ve bir günah işlememizi beklediğini
anlayacak kadar bilgilenmiştim. Bana anlatılanları tam olarak anlayamayacak kadar küçük olsam da,
şeytan birini ele geçirdiğinde, onu kovmak için yapılması gerekenler konusunda bir fikir sahibi
olmuştum. Bu yüzdendir ki, şeytanın yine içime gireceği korkusuyla, her yemekten sonra ve yatmadan
önce, Meryem Ana heykelinin önünde diz çöküp, içtenlikle dua ediyordum.

25

Şeytanın Çocuğu

Her geçen ay, rahibelerin bana saldırılan daha ac.masız, daha kararlı bir şekle bürünüyor gibiydi.
Bunun sebebi, belki de yaşadığım acıyı ve kafa karışıklığını, azarlandığımda ya da benden bir şey
yapmam istendiğinde asice yanıtlar vererek sergilediğim cesaret gösterisinin ardına saklamamdı. Asıl
yapmak istediğim ağlamak ve herkese, "Beni artık neden sevmiyorsunuz?" diye bağırmaktı.

Beş yaşındayken Saint Patrick's İlkokuluma kaydoldum ve ilk aylarda okulu çok seviyordum.
Öğretmenler kibar ve sabırlıydı. Her şeyi eğlenceli bir hale sokabiliyorlardı ve her gün birkaç saat
okulda olmak, Nazareth House'daki hayatımdan uzaklaşıp rahat etmek anlamına geliyordu. Ama gece
gelen cezalar ve uyuma korkum yüzünden, dikkatimi toplamam giderek zorlaşıyordu. Sınıfta
otururken, öğretmenin sesini, sadece dikkat sınırlarımın çok ötesinden gelen rahatlatıcı bir ses olarak

1 i• «• i•v• i • u• i ^

duyup, bir gece önce yediğim ya da o gece yiyeceğim dayağı

| •» it •» I •«

düşünürdüm.

Bebek olarak geldiğim bakımevinde ilk günden beri sevgi ve ilgi odağı olduğum için, dışa dönük bir
çocuk olarak yetişmiştim ve hem diğer çocuklarla hem de bana bakan yetişkinlerle birlikte olmaktan
keyif alırdım. Okula başlama yaşına geldiğimde, gerçek dünya bana sadece acı ve mutsuzluk getirecek
bir biçimde değiştiği için giderek kendi küçük dünyama çekilmiş, içe dönük ve endişeli bir çocuk
oldum. Bu yüzden, kaçınılmaz olarak, ben sınıfta yapmam gerekenlere odaklanamaz hale geldikçe,
öğretmenlerimin bana karşı sabırları tükendi. Görünüşte bana öğretmeye çalıştıkları şeylere karşı
ilgimi yitirdim ve derslere katılmamaya başladım.

26

Şeytanın Çocuğu

St Patrick'in müdürü, sevimsiz, gürültücü ve ayak bileklerini ısırmaya meraklı küçük köpeğini her gün
okula getiren, ufak tefek kır saçlı bir kadındı. Nazareth House'dan gelen çocukların hiçbirinden pek
hoşlanmazdı ve en az hoşlandığı da bendim. Giderek ne kadar çok kargaşaya sebep olduğum ve artan
asi tavırlarım göz önüne alındığında, benden hoşlanmaması çok da şaşırtıcı sayılmazdı, ama yine de
neden öyle davrandığımı anlamak için biraz zaman ayırabilirdi diye düşünüyorum. Galiba, ben daha
okula başlamadan rahibeler ona benimle ilgili bir rapor vermişlerdi ve benim asi tavırlarım, ona
söylenenleri doğrular nitelikteydi.

Bir gün okulda, beni şimdi ne olduğunu hatırlamadığım yanlış bir şey yaptığım için müdürün odasına
yollamışlardı ve müdür de kahverengi deri bir kayışla birkaç kez kıçıma vurmuştu. Yaptığım her neyse
bunu rahibelere de bildirmiş olmalı, çünkü o gece onlar da beni dövdüler. Bu sefer, Nazareth
House'daki çocukların korkulu rüyası olan, paslanmaz çelikten yapılmış büyük bir kaşıkla avuç içlerime
vurdular. Çocuklar, alçak ve endişeli bir ses tonuyla bu kaşık hakkında konuşur ve ona "demir kaşık"
derlerdi.

Akşam yemeği için salona doluştuğumuzda, rahibelerden biri beni yemek sırasından çıkardı, kaşıkla
bana birkaç kez vurduktan sonra, odanın bir köşesine gidip beklememi söyledi.

"Yüzünü duvara dön ve ellerini başının üzerine koy," diye emretti. "Ve sakın kımıldama." Demir kaşığı
yüzüme doğru sal-iayıpı kelimelere dökmediği tehdidini vurguladı ve ben de umurumda değilmiş gibi
görünmek için epeyce çaba harcadım.

27

Şeytanın Çocuğu

Durduğum köşeden, arkamdaki tabak çanak seslerini ve alçak tondaki konuşmaları duyabiliyordum.
Bu sesler, yavaş yavaş en üst noktasına ulaşan ama uzun masaların ve tahta sıraların arasında dolanan
rahibelerden herhangi birinin elini çırpmasıyla ya da acımasız kelimeleriyle bastırılan bir dalga gibiydi.
Sonra, ablam Teresa'nın tiz, berrak sesini duydum. "Lütfen, Rahibe Peter, Jerry'miz yemeğini
yemeyecek mi?" diyordu.
"Bunun seni ilgilendirdiği fikrine nereden kapıldın, Teresa Coyne?" Rahibe Peter'ın bu sorusuna yanıt
beklemediği çok açıktı. Ama Teresa haksızlığa uğradığını düşündüğü herkesi savunmaya her zaman
hazır ve gönüllüydü.

"Evet ama, Rahibe Peter," dedi, bunu son derece mantıklı bir soru olarak kabul ettiğini ima eden bir
ses tonuyla. "Ben onun ablasıyım ve bu yüzden beni ilgilendiren bir konu bu. Görünüşe bakılırsa
okulda zaten yaptığı şey yüzünden cezalandırılmış. Şimdi de yemek yemesine izin vermemek biraz
haksızlık oluyor."

Teresa da, avucunun içine altı kez kaşıkla vurularak ve henüz bitiremediği yemeği önünden alınarak
cezalandırıldı. Neler olduğunu göremiyordum, ama Teresa'nın ağlamamak için kendini zor tuttuğunu
biliyordum.

Yemekten sonra, tüm çocuklar salondan çıkıp oynamaya gittiklerinde, onlarla birlikte gitmeme izin
verileceği beklentisiyle arkamı döndüm. Ama bu sefer başıma vurup bana öfkeyle, "Yüzünü duvara
dön, şeytanın çocuğu." diyen Rahibe Mary oldu Sonra yemek salonunun ışıkları kapatıldı ve karanlıkta
tek

başıma kaldım.

28

Şeytanın Çocuğu

Gece boyunca, belli aralıklarla yemekhanenin kapısı birden açılıyordu ve ellerim başımın üzerinde,
kollarım ağrıyarak durduğum köşede üzerime bir ışık demeti vuruyordu. Sonra kapı tekrar kapanıyor,
oyun odasında oynayan çocukların gülme sesleri tekrar azalıyordu.

Bazı geceler televizyon seyretmemize izin veriliyordu, ama rahibelerin Katolik çocuklara uygun
olduğunu düşündüğü çok az program olduğu için, seyrettiğimiz programlar her zaman dikkatle
denetleniyordu. Yatmadan önce bize sıcak çikolata ve bisküvi verilirdi. Her zaman dört gözle
beklediğim bir alışkanlıktı bu, çünkü geceleri başıma gelecek en son güzel şeyin bu olduğunu bilirdim.
O gece ise benim için ne televizyon, ne sıcak çikolata ne de bisküvi vardı.

Kollarım o kadar çok ağrıyordu ve o kadar yorgundum ki, bir süredir rahibelerin geliş gidişleri arasında
kollarımı başımın üzerinden indirmeye başlamıştım, ama henüz yere oturma fikrinin güçlü cazibesine
boyun eğmemiştim. Kapı sanki saatlerdir açılmamıştı ve artık yukarıdaki pencerelerden içeri hiç ışık
gelmiyordu artık. Sonunda durduğum yerde uyuyakalmış olmalıyım, çünkü kafam birden önüme
düştü ve boyun kaslarımın ağrısı beni kendime getirdi. Tam o anda kapı sonuna kadar açıldı ve Rahibe
Dominic asabi bir penguen gibi içeri daldı.

"Seni tamamen unutmuşum, Jerry Coyne," dedi. "Yatma saatin çoktan geçti. Hadi gel bakalım çocuk.
Sallanma." Tekrar fırlayıp dışarı çıktığında, ben de peşinden koştum. Bir taraftan da, biraz kan gitsin
ve canlansınlar diye kollarımı sallıyordum.

29

Şeytanın Çocuğu

Rahibe Dominic kapıyı açıp bana soyunmamı ve pijamalarımı giymemi söylediğinde, odadaki diğer
çocuklar çoktan uyumuştu.

uSağ kolunu sol kolunun üzerine çapraz olarak koy, sonra da kollarını göğsünün üzerine yerleştir,"
dedi. "Yüzüstü yat."
"A... a... ama öyle yatmak istemiyorum," dedim. "Y... y... yüzüm yastıktayken nefes alamıyorum."

"Ama yapmalısın," diye tısladı. Üzerime o kadar eğilmişti ki, yüzü benim yüzümden sadece birkaç
santim ötedeydi ve çenesindeki siyah kılları çok net görüyordum. "Çünkü şeytan bu gece senin için
gelecek ve ancak böyle yatarsan içine girmesini engelleyebilirsin. Ayrıca, ne kadar çok dua etsen o
kadar iyi olur," dedi.

Odadan çıkarken gülüyordu. Kapıyı arkasından kapatıp beni karanlıkta yalnız bıraktı.

Bana saatler geçmiş gibi görünen bir süre boyunca, kollarım göğsümde çapraz, yumruklarım sıkılı,
yüzüstü yatarken sürekli dua ediyordum. "Lütfen Tanrım, şeytanın içime girmesine izin verme. İyi bir
çocuk olacağım. Söz veriyorum, olacağım. Kötü olmak istemiyorum. Lütfen bebek İsa, şeytanın beni
çocuğu yapmasına izin verme."

Duyduğum en ufak bir seste bile dehşet içinde inliyordum. Sırtüstü dönmeyi umutsuzca istiyordum,
çünkü o zaman şeytan benim için geldiğinde, onu yatağıma yaklaşırken görebilirdim. Ama yüzüstü
yatmazsam beni kesinlikle ele geçireceğini

30

Şeytanın Çocuğu

biliyordum. Bu yüzden, sırtım gecenin dehşetine açık, bekleyerek ve dua ederek öylece yattım.

Yatmadan önce tuvalete gitmem gerekiyordu, ama bunu söylesem zaten öfkeli olan Rahibe
Dominic'in daha da öfkeleneceğini biliyordum ve tabii ki, o odadan çıktıktan sonra, tekrar yataktan
çıkıp, tuvalette şeytanla karşılaşma riskini asla göze alamazdım. Dakikalar yavaş yavaş saatlere
dönüştü ve sonunda yatağımı ıslattım.

Sabah olduğunda, bütün gece uyumadığımı düşünüyordum, ama bir noktada uyuyakalmış olmalıyım.
Çok yorgundum, gözlerim kızarmıştı ve ağrıyordu, ama içimde bir rahatlık, neredeyse bir gurur
duygusu vardı. Geceyi sağ salim atlatıp güvende olduğuma ve dualarımla şeytanı kendimden uzak
tuttuğuma inanamıyordum. Belki de, Tanrı gerçekten beni duyuyordu ve işlediğim o korkunç günahlar
yüzünden beni terk etmemişti.

Ama bir kâbustan kurtulmamın, bir sonraki kâbusa kurban gitme ihtimalini artıracağını bilmem
gerekirdi. Yatağımın kenarında durmuş, üzerimden yeni çıkardığım ıslak pijamalarımı ne yapacağımı
düşünürken, Rahibe Dominic odaya girdi. Her zamankinden daha öfkeli görünüyordu ve peşinden iki
rahibe daha geliyordu. Tek kelime bile etmeden üzerime doğru geldi ve küt parmaklı elini uzatıp, beni
penisimden yakaladı.

"Şeytanın çocuğu! Şeytanın çocuğu!" diye bağırarak beni yere doğru çekti. Acıdan çığlık attım. "Bu
yapacağım son şey bile olsa, şeytanı içinden döve döve çıkaracağım, seni günahkâr,

kötü çocuk."

31

Şeytanın Çocuğu

"Ama kollarımı bütün gece çapraz tuttum," dedim hıçkırıklarımın arasında fısıldayarak. "Bana
söylediğiniz her şeyi yaptım. Yüzüstü yattım ve tüm gücümle dua ettim. Sadece bir dakika
uyuduğumdan eminim. Şeytan içime girmiş olamaz. Lütfen. Rahibe Dominic, doğruyu söylüyorum.
İnanın ki."
"Git banyoya yıkan," diye tersledi beni. Yatağımın yanında, yerde yatmış sızlanırken, eğilip karnıma
yumruk attı. "Aynaya da bakma, çirkin şey," dedi.

Birkaç gün sonra, okulda bana piç diyen ve ailem olmadığı için bana sataşan bir oğlana yumruk attım.
Oyun parkındaydık ve müdür yardımcısı olanları gördü. Beni kulağımdan tutup,

• * i •• •• i ** • ** I • • . *• i • i•

mudurun odasına goturdu ve masaya yatmamı söyleyip, deri bir kayışla dövdü. Sonrasında, kıçımda
oluşan yaraların acısı yüzünden zorlukla yürümeme rağmen, gidip yemek salonunun bir köşesinde,
diğer çocuklar yemeklerini yerken, ayakta beklemem söylendi.

O gün öğleden sonra, dönüş yolunda, serviste sessizce oturup, otobüsün Nazareth House'a ulaşmasını
engelleyecek bir şey, herhangi bir şey, olsun diye dua ettim ama Tanrı yine beni duymadı. Dayak
yiyeceğini bilen, mutsuz ve itaatkâr bir kopek gibi, başımı öne eğip, diğer çocukların peşinden, ön
kapıdan içeri girdim.

Ama şaşırtıcı bir şekilde, rahibelerin hiçbiri bana bir şey söylemedi ve yemeğimi yedim, dışarı çıkıp
oyun oynadım, banyo yaptım, dualarımı ettim ve yattım. Tüm bunlar olurken,

32

Şeytanın Çocuğu

içimdeki rahatlama duygusu giderek artıyordu. Müdür, yaptığım hataya karşılık olarak okulda yediğim
dayağın yeterli olduğuna ve bundan başrahibeye bahsetmemeye karar vermiş olmalıydı. Bu kadar
şanslı olduğuma inanamıyordum ve o gece, öğrendiğimiz dualara bir tane de kişisel dua ekledim.
Tanrı'ya bana gösterdiği merhamet için teşekkür ettim ve kötü bir çocuk olmak istemediğimi, onlar
gibi güzel bir evim ve beni seven bir ailem olmadığı için diğer çocukların benimle alay etmelerinden ve
beni tartaklamalarından nefret ettiğimi söyledim.

Uyanıp yatağımın yanında iki rahibenin durduğunu gördüğümde saat kaçtı bilmiyorum.

"Kalk, tuvalete git," diye fısıldadı rahibelerden biri. "Tekrar yatağını ıslatmanı istemeyiz, değil mi?"

Uyku sersemi, bacaklarımı yatağın kenarından indirip, çıplak ayak, soğuk zemine bastım. Ben yarı uyur
şekilde, odadan çıkıp, koridordan tuvaletlere doğru yürürken, rahibeler de peşimden geldi. Tuvaletin
kapısını açmak üzere elimi uzattığımdaysa, rahibelerden biri alçak sesle, "Hayır, buraya değil. Bu
tuvaletler bozuk. Başka bir yere gitmemiz gerekiyor. Beni takip

et," dedi.

Uykulu bir biçimde tökezleyerek rahibelerin peşinden gittim. Binanın, yaşlılara ayrılmış olan
bölümüne geldik ve daha

**

°nce hiç girmediğim bir odanın önünde durduk.

33

Şeytanın Çocuğu

Buranın tuvalet olmadığını anladığımda, çoktan içeri girmiştim ve kapı ardımdan kapanmıştı. Tam
karşımdaki duvarda büyük bir haç asılıydı ve altında iki ya da üç rahibe durmuş, bana bakıyorlardı.
Kaçmak için arkamı dönüp kapının koluna asıldım, ama güçlü bir el kolumdan yakaladı ve sonra
diğerleri de beni yakalayıp ayaklarımı yerden kestiler.

Çılgınca tekmeler savurarak ve bana saldıranlardan en az birine bir tekme isabet ettirerek savaştım.
Oysa ki ben yalnızca bir çocuktum, hem de yaşına göre bile cılız sayılacak bir çocuktum ve hiç şansım
yoktu.

Birden, rahibeler beni bıraktı ve bir taş gibi yere düştüm.

"Senin bir derse ihtiyacın var gibi görünüyor," dedi rahibelerden biri. Üzerime doğru o kadar eğilmişti
ki, tükürükleri suratıma geliyordu. "Ne cüretle okulda kavga eder, adımızı lekelersin?" Son kelimeyi
söylerken bana tekme attı ve sanki bu hareketi diğer rahibelerin beklediği bir işaretmişçesine, hepsi
birden beni tokatlamaya ve tekmelemeye başladılar.

Ayaklarının altında, kaba ve soğuk taşta yatarken, biri bacağımı ezdi. Çığlık attım ve ellerimi başımın
arkasına koyup dirseklerimi yüzümün önünde birleştirdim. Bir top gibi kıvrılıp, saldırılarından
korunmaya çalışıyordum.

"Şeytanın çocuğu," diyerek vuruyorlardı bana. Haklı olmalılar diye düşündüm.

34

Şeytanın Çocuğu

Sonra, saldırıları başladığı gibi aniden durdu ve odaya bir anlığına sessizlik çöktü. Sadece, harcadıkları
onca güçten sonra kendilerini toparlamaya çalışan rahibelerin nefes alıp verişleri duyuluyordu. Hâlâ
kıvrılmış yatıyordum ve beni yerden kaldırıp odanın ortasındaki yatağın üzerine attıklarında tüm
bedenim titriyordu. İki rahibe ellerimden ve ayaklarımdan tutup beni yatağa yapıştırmışlardı ve ben
orada sırtüstü yatarken, diğer rahibeler de beni tokatlamaya ve yumruklamaya devam ettiler.

Gözyaşlarımın arasından ''Acımıyor işte!" diye bağırdım onlara. "Hepiniz lanet olası uğursuz
piçlersiniz. Şeytanın çocukları sizsiniz. Hepinizden nefret ediyorum." Artık bir kırılma noktasına varmış
gibiydim ve canım yanmasına, hatta her zamankinden daha fazla yanmasına rağmen, rahibelere
duyduğum nefret, acımdan çok daha büyüktü.

Boğazımı kavrayan bir şey hissettim ve nefes almak için debelenmeye başladığımda, beni boğan her
neyse, daha da sıkılaştı ve sonunda, tüm enerjimin bedenimden akıp gittiğini, yaşam gücümün
kalmadığını hissettim.

Varı baygın ve artık bana yapılanlara karşı koyamaz bir duruma geldiğimde birinin, "Durun! Yeter!
Öldüreceksiniz. Çılgınlık bu. Henüz bir çocuk o," dediğini duydum. Sonrasında hatırladığım, boş bir
odada, bir yatakta yattığım ve daha önce hiç görmediğim bir rahibenin bana sarılmış olduğuydu.

Şeytanın Çocuğu

uÇok üzgünüm çocuğum. Çok üzgünüm," diyordu tekrar tekrar ve sanki bir bebekmişim gibi beni
kollarında sallarken, açık mavi gözlerine dolan yaşlar yanaklarından süzülüyordu. Sonra beni, koridor
boyunca odama kadar taşıdı ve yavaşça yatağıma yatırıp, üzerime battaniyeler örttü. Ben uykuya
dalana kadar, elinde tespihi ile yanımda oturdu.

O gece, o zamana kadar gördüğüm en korkunç, en ürkütücü kâbusları gördüm. Sabah uyandığımda,
rahibe gitmişti ve onu bir daha hiç görmedim.

36
BÖLÜM 3

Annemle ilgili hiçbir anım yoktu ve her yıl doğum günümde yolladığı kart elime geçtiği zamanlar
dışında, onu nadiren düşünürdüm. Okuldan döndüğümde, annemden gelen kartı bana verirlerdi ve
ben zarfı açarken, yanımda, elini uzatıp her seferinde kartın içinden çıkan beş poundu "emaneten"
almayı bekleyen bir rahibe olurdu. O beş poundları bir daha asla göremezdim ama bunun bir önemi
yoktu, çünkü önemli olan kartın kendisiydi. Daha doğrusu, kartın içinde yazılı olanlardı:

Sevgili oğlum Jerry'e,

Doğum günün kutlu olsun.

Seni seven annen. xxxxxx

37

Şeytanın Çocuğu

Her yıl aynı şeyleri yazardı ve her yıl bunu tekrar tekrar okur, yolladığı öpücükleri sayar ve bir önceki
kartta kaç tane olduğunu hatırlamaya çalışırdım.

Annemin neye benzediğini bile bilmiyordum ve bazen, kartlarında söylediği gibi beni seven bir annem
varsa, neden öksüz, yetim ve kendilerini sevmediği düşünülen aileleri tarafından terk edilmiş
çocuklarla birlikte yaşadığımı merak ediyordum.

Bakımevinde yaşayan bir çocuksanız, üstelik yaşamınız son derece kafa karıştırıcı ve sefilse, her sevgi
kırıntısı, bu sevgi ne denli şüphe götürür olursa olsun, önemlidir. Bu yüzden, yüzleşmek zorunda
kalmayı hiç istemeyeceğim bir sonuca varmamak için, annemin yazdıklarıyla yaptıkları arasındaki
çelişki üzerinde çok fazla düşünmekten kaçınıyordum. Bunun yerine, nasıl bir köpeğin yüzümü
yalamasını memnuniyetle kabul edeceksem, annemin yazdığı sevgi sözcüklerini de, özlemini çektiğim
bir şefkat belirtisi olarak kabul ediyordum.

Sonunda annem, altı çocuğunun beşinin bakımından sorumlu olan Katolik Çocuklar Derneği ile
iletişime geçip bizi birkaç kez ziyarete geldi ve hiçbir zaman yanımızda uzun süre kalmadı.
Hayatımızda olup bitenleri bilmek istemiyormuş gibiydi. Bunun yerine, kendi hayatından bahsederdi;
ne kadar çok çalıştığını, Londra'da yaşamın ne kadar pahalı olduğunu, Nottingham'a iki saat süren
birtren yolculuğu ile gelmenin kendisini ne kadar yorduğunu anlatırdı.

38

Şeytanın Çocuğu

O zamanlar, annem karşımızda pahalı görünen kıyafetleri içinde oturup, kafamızın üzerinden sigara
dumanını üflerken, ona karşı hayranlıktan başka bir şey hissedemeyecek kadar küçüktük ve sırf bizi
görmeye geldigi için minnet doluyduk. Bizimle tekrar birlikte olabilmek için Nottingham'a geri
gelebilmeyi ne kadar çok istediğini söyleyip içini çektiğinde, onun adına üzüntü bile duyardık.

Bir ziyaretinden sonra, annemle tren istasyonuna kadar yürümüş, peronda oturup treninin gelmesini
beklerken bize Londra'dan ve oturduğu soğuk, iğrenç evden nefret ettiğini, hiç arkadaşı olmadığını ve
işinin dışında hiçbir yere gitmediğini anlattı. Onu dinlerken ve sonra trene bindiğinde ona el sallarken,
hepimiz ağlıyorduk. Aslında benim gözyaşlarını annem için değildi. Geraldine hıçkırarak ağladığı için
ve onu üzgün görmekten nefret ettiğim için ağlıyordum. Benim gözümde, gerçek annem Geraldine'di.
Her zaman yanımda olan, ağladığımda gözyaşlarımı silen, canım yandığında ya da mutsuz olup ona
sebebini anlatamadığımda beni öpüp kucaklayan ve kendimi daha iyi hissetmemi sağlayandı.
Şimdi, sevgi ve ilgimi anneme yönlendirip ziyan etmediğim için memnunum, çünkü yaşantısının, iki
yılda bir Nazareth House'a yaptığı kısa ziyaretlerde bize anlattığı yalnız ve sefil yaşantıdan çok farklı
olduğu ortaya çıktı.

Ben altı yaşındayken bir gün, annem bizi ziyarete geldi ve Londra'nın yeni taşındığı bir bölgesindeki
evine yerleşir yerleşmez, Nottingham'a geri gelip bizi alacağını söyledi. Mutluluktan sarhoş gibiydim.
Tüm dualarım gerçekleşiyordu. An-

39

Şeytanın Çocuğu

neme karşı çok fazla bir şey hissetmiyordum, ama her şeyin üzerinde tuttuğum ve yapmayı en çok
istediğim şey Nazareth House'dan kurtulmaktı. O yaşıma geldiğimde, bütün çocukların
bakımevlerinde, kendilerine karşı daima öfkeli olan ve gecenin yarısında onları dövmek için uyandıran
rahibelerle yaşamadığını artık öğrenmiştim. Şimdi ben de, normal bir evi, bir annesi ve gerçek bir
ailesi olan şanslı çocuklardan olacaktım.

Annem tekrar trene binip gittiğinde "Artık çok az kaldı," diye tekrarlıyordum kendime. "Annem gelip
bizi alacak, onunla Londra'ya gideceğiz ve hep birlikte olacağız. Hepimizin ayrı odası olamaz herhalde,
onun için ben John'la aynı odayı paylaşırım." Bunun düşüncesi bile, kontrol edilemez bir sevinçle
odanın içinde dans etmeme yetmişti.

Rahibeler ne kadar heyecanlı olduğumu görünce, büyük bir zevkle bana, "Annen hiçbir zaman gelip
seni almayacak. Bu asla olmayacak. Hiç kimse seni istemiyor. Şeytanın çocuğunu neden istesinler ki?"
dediler. O kadar kindar ve küçümseyen bir biçimde güldüler ki, bir şeyleri kaldırıp fırlatmak ya da
duvarları yumruklamak istedim.

Bu kadar sinirlenmem rahibelerin haklı oldukları gerçeğini değiştirmedi. Sonraki birkaç yıl boyunca
tekrar tekrar aynı sözleri vermesine karşın, annem bizi yanına almadı ve hiçbirzaman da böyle bir
niyetinin olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden, en azından kardeşlerimin de bakımevinde benimle
birlikte yaşadıklarını kendilerini çok sık göremesem bile, bunun da neredeyse normal bir aileye sahip
olmak anlamına geldiğini düşünerek kendimi rahatlatmaya çalışıyordum.

40

Şeytanın Çocuğu

En büyük ablam Geraldine, kendisi henüz yedi yaşındayken bizim annemiz olmuştu ve bu da, her
zaman yaşından çok daha olgun olması ve çocukluğunu hiç yaşayamaması anlamına geliyordu.
Hepimizin adına konuşur ve bizleri koruyup kollardı ama hiçbir zaman John için endişelenmesi
gerekmedi.

John rahibelerin gözdesiydi ve bizimle ilişkisi çok azdı. Benimle kız kardeşlerimin oynadığı gibi
oynadığını hiç hatırlamıyorum. Her zaman ona karşı saygı ve hayranlık duymama ve benim farkıma
varıp, benimle gurur duymasını sağlayacak bir şey yapma isteğime rağmen, bazen onunla kardeş
olduğumuzu unuturdum. Ne yazık ki, benim dengem bozulup, davranışlarım kötüye gittiği için
herkesin bana karşı olan tavrı olumsuzdu ve John'un benimle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi davranmasını
anlayabiliyordum.

Annem bizi terk edip bakımevine getirildiğimizde, ablam Carmella üç yaşındaydı ve rahibeler ondan
da en az benden ettikleri kadar nefret eder gibiydiler. Geraldine'nin beni korumak için yapabileceği
fazla bir şey yoktu, çünkü tüm gücüyle Carmella'yı beladan ve rahibelerden uzak tutmaya çalışıyordu.
Bir de, ben doğduğumda henüz iki yaşında olan ablamTere-sa vardı. Nazareth House'da farklı bir grup
çocuğun yanına yerleştirildiğini düşünüyorum, çünkü onu çok az görebiliyordum ve birlikte fazla
zaman geçirdiğimizi hatırlamıyorum. Aslında, kardeşlerimin hiçbiriyle fazla zaman geçiremiyordum ve
gittiğim her yerde beni takip eden belaları düşündüğümde belki de _ • • |t

görüşmemiz onlar için en iyisiydi.

41

Şeytanın Çocuğu

John her zaman bir şeylerle meşguldü. Rahibeler ona çamaşırhanenin yan tarafında bir parça toprak
vermişlerdi ve o da burayı küçük bir bahçeye dönüştürmüştü. Saatlerce toprağı kazar, eker ve sulardı.
Ben de genellikle bir pencerenin önünde durup onu seyreder, herkesin sevdiği ve bir erkek gibi bir
şeyler yetiştiren, sorumlulukları olan bir ağabeyim olduğu için gurur duyardım. Kimi zaman cama
vururdum ve John kafasını kaldırıp, el salladığında mutluluktan olduğum yerde zıplardım. Kimi zaman
onu başkalarına gösterir, parmaklarımla cama vururken, v'0 benim ağabeyim John. Bu bahçeyi o
yaptı. Ben de büyüdüğümde bir tane yapacağım," derdim. Dışarı çıkıp ona yardım etmeyi ya da
sadece yanında durup bu kadar mükemmel bir insanın kardeşi olmanın verdiği mutluluk duygusunun
tadını çıkarmayı çok isterdim. Ama buna iznim yoktu. John iyiydi, ben kötüydüm ve rahibeler
aramızda herhangi bir ilişki olmasını hoş karşılamıyorlardı.

Giderek artan bir şekilde başımı belaya sokacak şeyler yaptığım doğruydu ve John'un, adımızın birlikte
anılmasını istemediğini hissedebiliyordum. Bir gün, Nazareth House'da bir oğlanla kavgaya tutuştum.
İlk başta öbür oğlan kazanıyordu. Üstüme çıkmış, iki eliyle beni durmadan yumrukluyordu ve kafama
aldığım üst üste darbelerden başım dönmüştü. Sonra, nasıl olduysa, üstünlüğü ele geçirdim ve tam
çenesine sıkı bir yumruk indirdiğim anda, John gelip suratımın yan tarafına o kadar şiddetli bir yumruk
attı ki, ayaklarım yerden kesildi.

Bir an, oturduğum yerde elimi yüzüme götürdüm ve inanmaz gözlerle John'a baktım. O benim
ağabeyimdi. Beni ko-

42

Şeytanın Çocuğu

ruması gerekirdi, başkasının tarafını tutması değil. Sonra, iki rahibe ve diğer bir çalışan koşarak neler
olduğunu görmeye

geldiler ve John, diğer çocuğa saldırdığım için bana vurduğunu söyledi.

Etrafımızda bir kalabalık oluşmuştu ama ben sadece John'u görüyordum. Yaşadığım şokun acısıyla
gözlerim dolu, "Ama önce o bana yumruk attı. Ben ona vurduğumda o bana çok yumruk atmıştı,"
dedim.

Elbette, kimse bana inanmadı. John beni suçlamıştı ve artık hiç kimsenin, o duruken bana inanması
mümkün değildi.

Henüz gün ortası olmasına rağmen beni odama gönderdiler. Yatağıma yattım. Hâlâ kanayan burnumu
siliyor ve ara ara, yüzümün şiddetle zonklayan tarafına dokunuyordum.

Kapı açılıp, üç rahibe odaya girdiğinde, yaklaşık bir saattir orada oturuyordum. Rahibelerden birinin
elinde bir terlik vardı ve diğeri de öne doğru uzattığı elinde kahverengi deri bir sandalet tutuyordu.
Olacakları düşününce, hıçkırıklarımı zorlukla bastırdım. Sonra birden, bir bezginlik hissettim, çünkü
çaresizdim ve beni koruyacak, tüm dünyaya karşı benim yanımda duracak hiç kimsem yoktu.

Rahibelerden ikisi beni tutup, yüzüstü yatağa attılar. Ellerimi yatağın başucuna uzatıp, parmaklarımı
demir çubuklara kenetledim ve bu sefer, pantolonumu ve külotumu çekip indir diklerinde karşı
koymadım bile. Hassas derime ilk yakıcı darbe geldiğinde bağırdım. Rahibelerden biri, çığlıklarım
duyulmasın

43

Şeytanın Çocuğu

diye yüzümü yastığa bastırırken, bir diğeri de tekme atmamı engellemek için bacaklarıma oturdu ve
acımasız darbeler üst üste yağdı.

Tüm bedenim titriyordu. Nefes alamıyordum ve paniğe kapılmaya başlamıştım. Yastık yüzünün kaba
beyaz kumaşı ağzıma girdiğinde öğürdüm ve neredeyse kusuyordum. Tam boğulup öleceğimi
düşünürken beni bıraktılar. Su yüzüne çıkan bir dalgıç gibi, kafamı yastıktan kaldırıp derin bir nefes
aldım. Elindeki deri sandaleti yüzüme doğru sallayan rahibe, uTanrı şahidim olsun, şeytanı senin
içinden döve döve çıkaracağım," dedi. Yüzü kıpkırmızıydı -herhalde benimki de öyleydi- ve nefes
nefese kalmıştı. Ama hâlâ başımın yan tarafına sandaletle vuracak kadar enerjisi vardı. O kadar
şiddetli vurdu ki, kızgın bir demir sokulmuşçasına acıyan kulağımı tutarak, yataktan yere düştüm.

Odanın köşesine doğru emekledim ve top gibi kıvrıldım; ama rahibeler etrafımı kuşatmıştı bile. Ben
ayağa kalkıp kapıya doğru gitmeye çalışırken, beni bir taraftan aşağılıyor, bir taraftan da
tekmeliyorlardı. Külotumun ve pantolonumun hâlâ ayak bileklerime kadar inik olduğunu unuttum ve
ayağım takılıp düştüm. Kafamı yatağın kenarına çarptığımda neredeyse bayılıyordum.

Kulağım ağrıdan zonkluyordu. Sersemlik hissi beni alt etmeden önce ayağa kalktım, külotumu ve
pantolonumu çekip odadan koşarak çıktım. Merdivenleri inip, kendimi açık olan ön kapıdan dışarıya
fırlattım.

44

Şeytanın Çocuğu

John hâlâ bahçede diğer çocuklarla oynuyordu. Bir an durup ona baktım. Bana arkası dönüktü, ama
ona seslenip yardımını isteyebilirdim. Ancak bunun bir anlamı yoktu. Başımı belaya sokan o olmuştu
zaten. Kasıtlı olarak yapıp yapmadığını bilmiyordum. Ablam Geraldine'i bulmalıydım. Ne yaparsam
yapayım, o beni korurdu.

Çabucak tüm bahçeye baktım, ama onu göremedim ve rahibelerin peşimde olduğunu biliyordum. Bu
yüzden, düz çatılı küçük bir bina olan çamaşırhaneye doğru koştum ve orada saklandım. Sonunda
işçilerden biri beni buldu ve akşamüstü çayını diğer çocuklarla beraber içmem için beni yemek
salonuna yolladı. Orada, olanlar hakkında başka bir şey konuşulmaması beni hem şaşırttı hem de
rahatlattı.

Bu ve bunun gibi başka olayların sonucunda, John'un bana karşı gerçek bir sevgi ya da kardeşçe
duygular beslemediğini fark ettim. Ama yine de ona hayrandım ve zaman zaman, kolunu omzuma
atıp, insanlara gururla, "Bu benim küçük kardeşim Jerry," dediğini hayal ederdim.

Babam bazen bizi Nazareth House'da ziyaret ederdi. Gerçekten gelmek istediğini sanmıyorum,
herhalde kendini ara sıra bizimle ve neler yaşadığımızla ilgileniyormuş gibi görünmek zorunda
hissediyordu. Ne de olsa onun keyfi yerindeydi. Oğullarından birine bir kurumda bakılıyor ve
masrafları devlet tarafından karşılanıyordu. Diğer beş çocuğuna da Katolik Çocuklar Derneği baktığı
için o da vaktini içkiye, kuşlara, başkalarına yaltaklanmaya ya da boş vakitlerinde her ne yapıyorsa ona
kırabiliyordu. Babamın yanında kendimi hiçbir zaman rahat hissetmedim —diğer çocuklarının da
hissettiğini sanmıyorum-Ve o etraftayken hep Geraldine'nin yanında dururdum.

45

Şeytanın Çocuğu

Bir seferinde biz, rahibelerin yaz tatillerinde çocukları götürdüğü University Parkla oynarken
ziyaretimize geldiğini hatırlıyorum. Orası çok güzel bir parktı. Daha önce hiç görmediğim yeşillikte
çimenler, kayığa binebileceğiniz bir göl, bir çocuk havuzu, çıplak ayakla içinde yürüyüp, küçük bir ağla
balık yakalayabileceğiniz bir akarsu vardı. Rahibeler çocuklar için öğle yemeği olarak yanlarında
sandviç ve portakal getirirdi ve saatlerce o parkta kalır, etrafta dolaşır, canımız ne istiyorsa onu
yapardık. Bana özgürlük ve normal olma duygusu verdiği için, o günleri çok severdim.

İlk başta, çimenlerin üzerinde bize doğru yürüyen kendi babamı tanımadım. Herhalde bunun sebebi,
kısmen de olsa, onu orada görmeyi hiç beklemememdi. Bize ayıracak birkaç dakikası olduğu nadir
durumlarda, rahibelere çocuklarını umursayan ve onlarla birlikte olduğunda çocuklarına iyi davranan
bir adam görüntüsü vermekte kararlıydı. O gün bize doğru yürür-kense biraz tuhaf ve huzursuz
görünüyordu. wHaydi, bakalım kim dondurma ister?" diye sordu.

Sesi neşeli çıkmasına rağmen gülümsemesi biraz zorlama gibiydi, ama zaten ondan hoşlanmadığıma
ve ona güvenmediğime çoktan karar vermiş olduğum için başımı hayır anlamında salladım. Ayrıca, o
zamanlar sebebini tam olarak anlamasam da ondan korkuyordum. Ben bir bakımevinde yaşayıp,
düzenli olarak dayak yerken ve taciz edilirken, onun, bize karşı olan tüm gerçek sorumluluklarını
yerine getiren, uiyi bir baba" olduğunu göstermesi için, senede birkaç kez ziyaretimize gelip bize
dondurma almasının yeterli olduğunu düşünmesine kızıyordum.

46

Şeytanın Çocuğu

Tekrar sessizce başımı salladım. O da, yanağımı sıkıp, sahte bir şaşkınlıkla, "Dondurma istemiyor
musun?" diye kükremeden önce, çabucak, ördek havuzunun kenarındaki banklarda oturan
rahibelerden yana baktı. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı, ama gözlerindeki ifade soğuktu.
"Hiç dondurma teklifini reddeden bir çocuk duydunuz mu?" dedi. Kaşlarını kaldırıp, tedirgin bir
şekilde gülen Geraldine'e baktı. Sonra beni yakalayıp çimenlerin üzerine yatırdı ve gıdıklamaya
başladı. Tekrar, "Dondurma yok, öyle mi? Kim duymuş böyle bir şey?" diye kükredi.

John, Geraldine, Carmella ve Teresa hep birlikte teklifini kabul edip ona kibarca teşekkür ettiler.
Bense onu affettiğimi düşünmesine sebep olacak bu tuzağa düşmemeye kararlıydım. Dondurma
istemedim ve yemedim.

Her ne kadar benimle parkta oynayıp, bana küçük sürprizler yapan bir babam olmasını hayatta hiçbir
şeyi istemediğim kadar çok istemiş olsam da gerçekler farklıydı. Ben, bana kötü davranılan ve mutsuz
olduğum bir bakımevinde, öksüzler, yetimler, kaybolmuş ve terk edilmiş çocuklarla birlikte
yaşıyordum. Bu yüzden, bana ne teklif ederse etsin, onun oynadığı oyunu oynamayacak, beni terk
ettiği için kendisini daha iyi hissetmesine yardımcı olmayacaktım. Onun da kötü hissetmesini ve
üzülmesini istiyordum. Gerçi kendini kötü hissetmesi benim ne durumda olduğumu ve ben olmanın
ne demek olduğunu anlamasını sağlamayacaktı ama olsun.

47
Şeytanın Çocuğu

Parkta bizimle daha yarım saat bile geçirmemişti ki, hiçbir açıklama yapmaksızın birden ayağa fırladı
ve çimenlerin üzerinden parkın kapısına doğru koşmaya başladı. John, Geraldine, Carmella,Teresa ve
ben, ağzımız hayretten bir karış açık, babamın hızla kaldırıma çıkıp oradan da otobüse atlamasını
izledik. Büyük olasılıkla saatin kaç olduğunu fark etmiş ve barların açılma saatinin yaklaştığını
görmüştü. Ne bizimle vedalaşmış ne de bindiği otobüs uzaklaşırken dönüp bize bakmıştı. Ona
güvenmemekte ve kendisinden başka hiç kimseyi umursamadığına inanmakta ne kadar haklı
olduğumu gördüğümde, anlamsız, içi boş bir zafer duygusu hissettim.

Sonra bir gün, Nazareth House'un merdivenlerinden indiğimde, babamı koridorda, John, Geraldine ve
Carmella ile birlikte gördüm. Carmella ayağını yere vuruyor, kollarını sallıyor ve bağırıyordu. Ne
dediğini anlayamıyordum, ama kızgınlığı hiçbir şey yapmadan onu seyreden iki rahibeye yönelik
gibiydi.

Aşağı inmeme birkaç basamak kala merdivenlerde durmuştum. Rahibelerden birinin John'a dönüp
alçak sesle, "Ama eminim sen kız kardeşlerinle birlikte gitmek istemiyorsun, değil mi?" dediğini
duydum. Konuşurken gülümsüyordu ve ellerini yalvarırcasına John'a doğru uzatmıştı. John ciddi bir
tavırla, "Bunun görevim olduğunu düşünüyorum," dedi.

Son birkaç basamaktan atlayıp yanlarına koştum ve heyecanla, “Gitmek mi? Kim gidiyor? Neler
oluyor?" diye sordum.

Rahibelerden biri soğuk birtavırla, “Baban çocuklarının kendisiyle birlikte yaşamalarını istiyor. Onları
almaya geldi," dedi.

48

Şeytanın Çocuğu

Beni omzumdan tutmaya çalışta ama yana kaçıp kurtuldum ve tekrar "Ama kim gidiyor?" diye
sordum.

John bana yanıt vermeden, hatta bana hiç bakmadan rahibelere kendisi için yaptıkları her şey için
teşekkür etti ve "Buradaki herkesi özleyeceğim ve hepinize minnettarım," dedi. Henüz on iki yaşında
olmasına rağmen, büyük bir adam gibi konuşmuştu. Sonra yanında duran bavulu aldı ve ön kapıya
doğru yürüdü. Geraldine, Carmella ve babam da arkalarına bile bakmadan onun peşinden gittiler.

"Durun!" diye bağırdım, ama benim orada olduğumun bile farkında değillermiş gibi davrandılar.

Kötü bir şey olacağını hissettiğim zamanlarda sık sık olduğu gibi, kalbim hızla çarpıyordu ve içim
sıkışmıştı. Önce bir rahibeye, sonra da diğerine bakıp, "Ben onlarla gitmiyor muyum?" diye sordum ve
sonunda, orada olduğumun farkına vardılar.

Bana daha yakın olan rahibe saçlarıma yapışıp beni kapıdan uzağa sürüklerken, "Senin gibi birini
neden istesinler ki? Kimse seni istemiyor," dedi. Sonra da kafamın arkasına vurdu. Kapı arkalarından
kapanmadan önce, benden uzaklaşıp giden ailemi son bir kez daha gördüm.

Hiçbir zaman öğrenemediğim nedenlerden dolayı Teresa'yı da geride bırakmışlardı. Farklı bir grup
çocukla birlikte olduğu ve onu nadiren gördüğüm için, bu benim için pek rahatlatıcı bir §eV olmamıştı.
Yedi yaşındaydım, korkuyordum, sevilmiyordum ve görünüşe göre sevilecek bir yanım yoktu. Bu
yüzden,

49
Şeytanın Çocuğu

kafamı karıştıran ve canımı yakan birçok şeyden kendimi duygusal olarak koparabilmek için, bilinçsiz
bir şekilde etrafıma kalın, koruyucu bir duvar örmeye başlamam pek de şaşılacak bir şey değildi.
Genellikle bu bile, içimdeki kızgınlığın en ufak bir kışkırtmada patlamasına engel olamıyordu.

Günler geçtikçe, kardeşlerimi daha da çok özlüyordum. Uzaktan uzağa olsa bile, Geraldine her zaman
beni koruyup kollamıştı ve Carmella da beni desteklemek için sesini yükseltmekten çekinmezdi. Artık
tek başımaydım, beni gerçekten umursayan insanlardan ayrılmıştım ve yalnızlık çekiyordum. Acaba
kardeşlerimi bir daha görebilecek miyim diye düşünüyordum. Sonra da, acaba onlar beni görmek
istiyorlar mı diye merak etmeye başladım.

Geceleri yatağımda, rahibelerin gelip beni "dayak odası"na sürüklemelerini beklerken, kardeşlerimi
düşünürdüm. Bilgimin ve isteğimin dışında şeytanın çocuğu olduğum için hâlâ düzenli olarak, İsa'nın
duvardaki haçtan aşağıya kayıtsız bir biçimde baktığı o "dayak odası"nda cezalandırılıyordum. Sık sık,
kardeşlerimin aydınlık bir odada bir masanın etrafına oturmuş, konuşup gülüşerek babamla yemek
yediklerini hayal ediyordum. Hayalimde canlandırdığım bu resimde bir de köpekleri vardı -hep bir
köpeğim olsun isterdim- ve Carmella, hiç kimsenin bakmadığı anlarda, masanın altındaki köpeğe
gizlice yemek veriyordu.

Düzgün bir aile olmak harika olmalı diye düşünürdüm. Herhalde çok güzel vakit geçiriyorlardır.

50

Şeytanın Çocuğu

Bir gün, bana diğer birçok rahibe kadar kütü davranmayan bir rahibeye, kardeşlerimi bir daha ne
zaman görebileceğimi sordum. Sadece kafama vurup çekilip gitmemi ve aptallık etmememi söyledi.
Bu da, sorduğum sorunun cevabı olmakta

çok uzaktı.

an

Sanırım kardeşlerimle aramdaki bağın giderek zayıflaması ve kalbimde oluşan boşluğun yavaş yavaş
kızgınlıkla dolması kaçınılmazdı. Açıkça görünüyordu ki, tıpkı babam ve annem gibi, kardeşlerim de
beni terk etmişlerdi, çünkü beni sevmiyorlardı ve umurlarında değildim. Bunu fark etmek son derece
acı vericiydi, ama en çok canımı acıtan şey, Geraldine'nin bile beni görmek istememesiydi.

Bildiğim tek "anne" Geraldine olmuştu ve babamla birlikte gittiği güne kadar bana olan sevgisini hiç
sorgulamamıştım. Artık yanıldığımı düşünüyordum, çünkü bulduğu ilk fırsatı değerlendirip buradan
kaçmış ve beni yanına almamıştı. Sanki suratıma bir kapı kapanmış, her zaman hayatımda var olan o
güvenli küçük bölgeyle ilişiğimi kesmişti.

John Nazareth House'dan ayrıldıktan sonra birçok kez geri geldi, ama bu ziyaretlerinin hiçbirinin
sebebi beni görmek değildi. Kimi zaman orada olduğunu bile bilmezdim; ancak o gittikten sonra biri
bana söylerse haberim olurdu geldiğinden. John hep çok becerikli olmuştu. Birçok çocuğun bisikletini
tamir etmiş, onlar için küçük arabalar yapmıştı. Bisikletleri tamir ederken, söktüğü eski bisikletlerden
çıkan parçaları kullanır, ışı ditince bir kat boya atıp yeni görünmelerini sağlardı. Ziyarete geldiği
günlerde de bunları yapmaya devam etti.

51

Şeytanın Çocuğu
Sonra yine bir gün ziyarete geldiğinde, bisikletlerin bulunduğu kulübede durmuş, onun çalışmasını
seyrediyordum. Birden bana, "Bisikletin var mı Jerry?" diye sordu. Nefesimi tutup "Hayır," diye cevap
verdim. Bir an bana baktıktan sonra, eğilip, duvarın kenarındaki yığının içinden eski bir bisikletin
gövde kısmını çekip aldı. Sonra bir raftan paslı metal parçalarına benzeyen bir şeyler aldı ve ışığa
tutup inceledi.

"Burada bir sürü parça var gibi görünüyor," dedi ve tekrar bana baktığında neredeyse gülümsüyordu.
"Gelecek hafta yapmaya başlarım," dedi.

Heyecandan bayılacağımı zannettim. Ne renk boya kullanacaktı acaba? Daha da önemlisi, bisikletimi,
dünyadaki tüm ağabeylerden daha zeki olan ağabeyimin kendi elleriyle benim için yaptığını herkesin
öğrenmesini nasıl sağlayabilirdim?

Sonraki birkaç hafta boyunca, John Nazareth House'a her geldiğinde, o kulübeye gidip, John'un kırık
dökük eski bisikletlerden çıkardığı parçaları temizleyip zımparalamasını, sonra o parçaları seçtiği eski
bisiklete monte etmesini ve bisikletimi parlak kırmızıya boyamasını izledim. Onu kızdırmamak için ne
renge boyayacağını sormaya cesaret edememiştim, ama öyle görünüyordu ki Tanrı bu konudaki
dualarımı duymuştu.

John bisikletin tekerleklerini takıp şişirdikten ve frenlerin ayarını yaptıktan sonra bisikletim artık hazır
sayılırdı. Sonunda, bisikleti olan diğer çocuklarla birlikte dolaşabilecektim ve bu da hep istediğim bir
şeyin gerçekleşmesi anlamına geliyordu: bir

gruba ait olmak.

52

Şeytanın Çocuğu

Ağabeyim bana bir bisiklet yap.yor, hayatta kimse bu kadar güzel bir bisiklet görmedi ve göremeyecek
diye övünmemden diğer çocukların bıktığını biliyordum. Duyduğum mutluluk, o güne kadar
hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu ve kendime engel olamıyordum. Bir seferinde yine böyle
övünüp dururken başka bir oğlan, John'un aslında o bisikleti kendisi için yaptığım söyledi. Daha önce
olsa yapacağım gibi öfkeye kapılmak yerine, yüzüne gülüp beni kıskandığını söyledim.

Sonra, bir cumartesi sabahı, kahvaltıdan sonra yemek salonunun penceresinden baktım ve o çocuğun
bahçede benim güzel kırmızı bisikletime bindiğini gördüm.

Ön kapıdan koşarak çıktığımda çocuğun sevinç çığlıklarını duydum ve ağabeyimin bahçenin kenarında
durup, gülümseyerek çocuğu izlediğini gördüm. Sanki biri karnıma bir yumruk atmıştı, ama ağlayıp
herkese ne kadar üzgün olduğumu belli etmemem gerektiğini biliyordum. Bu yüzden, sessizce orada
durdum ve oğlanın bisikletten inip John'un koluna dostça vurmasını ve heyecanla, "Teşekkür ederim,
John. Harika olmuş!" diye bağırmasını izledim.

Her yanım uyuşmuş gibiydi. Tüm çabalarıma rağmen, gözyaşlarını yanaklarımdan akmaya başladı ve o
anda diğer çocuklardan biri orada olduğumu fark etti. Beni göstererek gülmeye Ve alay etmeye
başladı. Acımasızca ve abartılı bir şekilde benim sesimi taklit edip, "Ağabeyim John sırf benim için yeni
bir bı-siklet yapıyor. John'un ağabeyim olduğunu söylemiş miydim. K,rmızı bir biSjk|et ve sırf benim
için, ağabeyim John benim için yapıyor," dedi.

53

Şeytanın Çocuğu
John;a baktım, ama bana bakmak için kafasını çevirmedi ve o anda ondan nefret ettim. Tekrar
koşarak içeri girdim ve merdivenleri çıkıp odama gittim. Yatağımın altına sürünerek girip tek bir damla
gözyaşım kalmayana kadar ağladım.

Birkaç yıl sonra John'a bu olayı sordum. Neden bana bir bisiklet yapmaya söz verip sonra onu başka
bir çocuğa verdiğini bilmek istedim. Böyle bir şey hatırlamadığını, bisikleti benim için yaptığını
zannettiğimde yanılmış olabileceğimi söyledi. Belki de yanılmıştım. Şimdi bunun bir önemi yok, ama o
gün hissettiğim ihanet duygusunun ve ruhumu paramparça eden hayal kırıklığının bugün bile
üstesinden gelebilmiş değilim. Yedi yaşındaydım ve çok mutsuzdum. Olanlarla ilgili algıladığım şey,
ben de bir tuhaflık, bir yanlışlık olduğuydu. Bu öyle bir şeydi ki, bu yüzden Tanrı benim dualarımı
duymazdan geliyor ve güzel olan hiçbir şeyi hak etmediğim için beni cezalandırıyordu. En acıklısı, bu
güzel şeylerin arasında sevilme arzusunun da olmasıydı.

54

BÖLÜM 4

Gözlerimi açtım. Gerçekten uyuyup uyumadığımı bilmiyordum, ama bir gürültü duyduğumdan
emindim. Rahibelerin bize ısrarla söyledikleri gibi, kollarımı göğsümde çapraz tutarak, hiç
kımıldamadan sırtüstü yattım ve dinlemeye başladım. O kadar karanlıktı ki, sadece diğer yatakları ve
odadaki birkaç parça mobilyayı belli belirsiz görebiliyordum, ama en az iki farklı sesin çok alçak
birtonda fısıldaştığını kesinlikle duyabiliyordum. Sesler kapının tam arkasından geliyor gibiydi. Birinin
benim adımı söylediğini sandım ve sonra sessizlik oldu.

Kalbim hızla çarpıyordu ve yumruklarımı o kadar çok sıkmış-*,rrı ki, tırnaklarım avuç içlerime batıp
canımı yakıyordu, çünkü iliyordum ki, gitmiş olsalar bile, geri geleceklerdi. Gece yarısı Ayakları
travması hiçbir şekilde azalmamıştı, ama bu dayaklan hayatımın bir parçası olarak kabul etmeyi ve
dayak yerken z,hnimi bu olaya kapatıp kendimi başka bir yerde hayal etmeyi

55

Şeytanın Çocuğu

neredeyse öğrenmiştim. Neden bilmem, o gece olacaklar konusunda içimde çok kötü bir duygu vardı
ve korkuyordum.

Beynim bana saklanmamı ya da kaçmamı söylüyordu, ama beklemekten başka yapılacak bir şey
yoktu, çünkü ne saklanacak ne de kaçacak bir yerim vardı. Bu yüzden, yatağımda sırtüstü yatmış,
kafamı yastıktan biraz kaldırıp bir şeyler duymaya çalışıyor ve bekliyordum. Midem bulanıyordu ve
diğer çocukların uykularında mırıldanmaları ya da yatakta dönmeleri gibi en ufak bir seste bile,
ağzımın tükürükle dolmasına ve kusacakmışım gibi hissetmeme neden oluyordu.

Korkudan o kadar gerilmiştim ki, odanın kapısı açılıp, iki rahibe içeriye süzülürcesine girince
neredeyse rahatladım. Hemen gözlerimi kapadım ve nefes alırken, hiç de inandırıcı olmayan, küçük
horlama sesleri çıkarmaya başladım. Rahibelerden

■•••• • ■W W ı| I • /■ •• •••• I|• ..•w•|

biri üzerime doğru eğildi ve nefesim yüzümde hissettiğimde, gözlerimi kapalı tutabilmek için kendimi
zorlamam gerekti. Sonra, güçlü, küt bir parmak göğsümü dürtükledi ve rahibe, "Kalk haydi. Kalk Jerry,
sabahlığını giy. Dua odasında görevlisin. Çabuk ol," diye fısıldadı.

Ben yataktan kalkıp, sabahlığımı giymek için debelenirken rahibeler durup beklediler ve sonra beni
sessizce koridora çıkardılar. Rahibelerden biri dirseğimden tutup, "Hazır mısın?" diye sordu.
"Evet," diye yanıt verdim, ama kafamda oluşan soruyu sormaya fırsat bulamadan, rahibe parmağını
dudaklarına götürüp susmamı işaret etti ve beni arkamdan iteklemeye başladı.

56

Şeytanın Çocuğu

Nazareth House da bulunan küçük kilisedeki mihrapta rahibelerin yardımcısı olarak birçok kez
çalışmıştım ama bunu daha önce hiç gecenin yarısında ve pijamalarımla yapmak zorunda
kalmamıştım. Bu yüzden, aslında başka bir şeyler olacağını biliyordum ve koridorda hızlı hızlı
rahibelerin önünde yürürken, sanki korkum mideme koca bir taş misali oturmuştu.

Saatin kaç olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu, ama küçük kiliseye giden loş koridorlarda
yürürken, duvarda bir saat gördüm; gecenin ikisiydi. Durdum ve arkamı dönüp rahibelere baktım.
İçlerinden biri uzanıp kolumdan yakaladığında, “Ama kiliseye gitmek için çok erken. Anlayamıyorum.
Neden...?" dedim.

“Sadece sana söyleneni yap," diye tısladı. Bir taraftan da, kemikli parmaklarıyla dirseğimi sıkıyor ve
beni yürümeye devam etmem için itekliyordu.

Binanın yaşlı insanlara ayrılmış bölümünden geçerken, onların horultularını ve ara ara da yatak
gıcırtılarını duyuyordum. Bir an, birilerini uyandırmak umuduyla bağırmayı düşündüm. Buradaki yaşlı
insanlardan bazılarını severdim ve bazen yaşlı bir kadının sandalyesinin yanındaki tabureye oturup,
büyülenmiş bir şekilde, o gençken dünyanın nasıl bir yer olduğuyla ilgili anlattığı hikâyeleri dinlerdim.
Buradaki yaşlıların, yardım eden olmazsa tek başlarına birkaç adımı bile zorlukla atabildiklerim
biliyordum ve bu yüzden, yatak odalarından fırlayıp bana yar dıma gelmeleri mümkün değildi. Bunu
düşününce, bağırmanın ne kadar aptalca bir fikir olduğunu fark ettim.

57

Şeytanın Çocuğu

Sonunda, daha önce de bir kez beni dövmek için getirdikleri bir odanın kapısında durduk, ama bu kez
içeriye girip, kapı ardımdan kapandığında yalnızdım. Ancak çok geçmeden, altı ya da yedi rahibe
sessizce odaya doluştular ve etrafımda bir halka oluşturacak şekilde durdular. Yüzlerine bakmadım,
çünkü ellerinde tuttukları sopalara, terliklere ve demir kaşıklara odaklanmıştım. Odaya girdiğimde,
yatağın duvarın kenarına itilmiş olduğunu görmüştüm, ama rahibelerden ikisi yatağı odanın ortasına
taşıdılar ve bana yatmamı söylediler.

Tartışmak ya da karşı koymak aklımdan bile geçmedi, çünkü tamamen aciz bir durumda oluğumu
biliyordum. Kendini üstün gören, bilinçli bir şekilde zalimlik eden ve Tanrının işini yaptıklarına
inandıkları için daha da güçlenmiş altı yetişkine karşı, korkmuş, küçük bir çocuktum. Biraz sonra
olacakları değiştirmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bu yüzden, dayak ne kadar çabuk biterse, o
kadar erken yatağıma dönebilirdim ve en azından gecenin geri kalanında rahatsız edilmeden
uyuyabilirdim.

Ben yatağa yattığımda, kapı tekrar açıldı ve başka rahibeler de geldiler. Ellerim yatağın başucundaki
demirlere bağlanmış, ağzıma bir kumaş parçası tıkıştırılmıştı. Rahibeler ruhumun kurtulması için dua
etmeye başladılar. Bedenimin titremesine engel olamıyordum, ama korkumu başka hiçbir şekilde belli
etmemeye kararlıydım. Belki de rahibeler haklıydı ve bana yapacakları şey gerçekten de Tanrı'nın
iradesiydi. Onlarla kıyaslandığında, ben ne biliyordum ki? O zamana kadar öğrenmiş oldu-

• w
ğum bir şey vardı; hâla Tanrı'ya ve şeytana inanmama rağmen, arada seçim yapmamı kolaylaştıracak
fazla bir şey yoktu.

58

Şeytanın Çocuğu

En sonunda sustuklarında, rahibeler saatlerce dua etmişler gibi gelmişti bana, aslında büyük bir
olasılıkla, sadece birkaç dakika sürmüştü. İçlerinden birisi odaya plastik sürahilerle dolu bir tepsi
getirmişti ve sürahiler elden ele geçerken, ne yapacaklarını merak ederek, bezginlikle onları izledim.
Sonra birden, yüzüme su dökmeye başladılar. Ağzıma tıkadıkları bez yüzünden burnumdan nefes
alıyordum ve paniğe kapıldığımda o da olanaksız hale geldi.

Kafamı deli gibi iki yana sallamaya başladım. Sürahiler boşalıp, rahibelerin üzerime su dökmeleri
bittiğinde, ciğerlerim patlayacak gibi olmuştu. Ben nefes almaya çalışırken, rahibelerden biri,
omuzlarımı tutup beni yataktan kaldırdı ve bir diğeri de, kafama bir yastık yüzü geçirdi. Korkum
anında dehşete dönüştü. Debelenmeye başladım ve etrafa tekmeler savururken, bacaklarımda bir
ağırlık hissettim. Rahibelerden biri bacaklarıma oturmuş ve beni yatağa yapıştırmıştı.

Vücudumun her yerine darbeler inerken duyduğum acı, o zamana kadar duyduğum acılardan çok
daha büyüktü. Ciğerlerime daha fazla hava çekip bağırmaya çalışırken, ağzıma tıka-

W WtW* *

nan bez daha da içeri doğru girdi ve beni boğup, o çığlığı içime itti. Bugün bile, kimi zaman o çığlığın
içimde bir yerlerde hiç durmadan yankılandığını ve bunu benden başka hiç kimsenin duymadığını
düşünürüm. Sonra birden, içimdeki tüm korkunun bedenimi terk ettiğini hissettim. Debelenmeyi
bırakıp, zihnim tamamen boşalmış bir şekilde, hiç kımıldamadan sessizce yat

tim.

59

Şeytanın Çocuğu

Sonunda, odaya da sessizlik çöktü. Duyabildiğim tek ses, rahibelerin aldıkları derin ve hızlı nefes
sesleriydi. Birisi kafamdaki yastık kılıfını çıkardı ve rahibelerden bir diğeri de üzerime eğilip suratıma
bir tokat attı. Gözlerimi kırptım ve sonra rahibenin yüzüne baktığımda, gözlerinde neredeyse çılgınca
bir nefret gördüm.

Ağzımdaki bez parçasını çekip çıkarırken, "Sen şeytanın çocuğusun," diye tısladı bana. "Durma, söyle.
'Ben şeytanın çocuğuyum' de."

"Ben şeytanın çocuğuyum," dedim. Bunu söylerken de doğru olması gerektiğini düşündüm, çünkü
Tanrı'nın rahibelerin canımı bu kadar yakmalarına izin vermesinin başka bir açıklamasını
bulamıyordum.

Rahibe hâlâ bana iğrenerek bakıyordu. Birden, bedenimin her yerinde kızgın bir sıvı gibi dolanan
büyük bir öfkeye kapıldım ve rahibenin suratına, "Sen de şeytanın lanet olası anası-sın," diye
bağırdım.

Bu kelimeler nereden geldi bilmiyordum. Söyler söylemez pişman olmuştum ve yeniden korkmaya
başladım. Rahibenin gözleri büyüdü ve bana tekrar tekrar vururken, yüzü kırmızıdan mora dönüştü.
Alçak sesle ve buz gibi, tehditkâr bir tonda, "Pekâlâ, o zaman. İstediğin buysa biz de daha sert
davranırız," dedi.
Yastık kılıfını tekrar kafama geçirdiler, yatağın demirlerine bağlı olan ellerimi çözdüler ve beni
yataktan kaldırdılar. Bir anlık aptalca kabadayılığım geldiği gibi geçmişti ve "Nereye gidiyoruz?" diye
sorarken, paniğe kapılmanın eşiğindeydim.

60

Şeytanın Çocuğu

"Sen cehenneme gidiyorsun," dedi bir ses. »Bu konuda hiçbir şüphe olmasın." *

Rahibelerden biri kollarımdan tutmuştu. Beni odadan dışarı itip, koridorlarda çekiştirerek
merdivenlerden indirdiler ve binanın ön kapısından dışarı, serin havaya çıktık. Nazareth House'a üç
aylıkken gelmiştim. Binaları ve çevreyi çok iyi tanıdığım için, gül bahçesinin içinden ve işçilerin
kulübesinin önünden geçip, ağaçların altında düzenli sıralar halinde dizilmiş mezarların olduğu
rahibelerin mezarlığına geldiğimizde nerede olduğumuzu gayet iyi biliyordum.

Debelenmeye ve tekmeler atmaya başladım, bunun sonucunda, daha çok sayıda el tüm bedenime
öylesine sıkı yapıştı ki, artık hiç kımıldayamaz oldum. Sonra, kafamdaki yastık kılıfını çıkardılar ve
yerdeki derin, karanlık çukuru gördüm. Açık mezarın tam kenarında duruyordum ve çığlık atıp geriye
doğru kaçmaya çalıştığımda, rahibeler beni daha da öne ittiler.

"Çukura atın," dedi bir tanesi.

"Hayır, lütfen," diye inleyerek mezardan uzaklaşmaya çalış-

/t t f . V

tim. Tüm bedenim titriyordu ve bacaklarımın arasından aşağıya doğru yayılan ıslaklığı
hissedebiliyordum. Lütfen, lütfen beni çukura atmayın." Hıçkırarak ağlıyor ve o kadar kötü kekeliyor
dum ki, söylediklerim zar zor anlaşılıyordu. Daha çok uğraşa cağım. Şeytanın içime girmesine izin
vermeyeceğim. Sö

yorum. Lütfen."

Şeytanın Çocuğu

Rahibeleri itmeye çalışıyordum, ama beni o kadar sıkı bir şekilde tutuyorlardı ki, mezardan
uzaklaşmak yerine, daha yakına kayıyor gibiydim. Sonra, o dehşet anında, çukurun üzerinde asılı
kalmış gibiydim ve çılgınca bağırmaya başladım. "Hayır, lütfen. Özür dilerim. Özür dilerim." En
sonunda karanlığın içine yuvarlanarak düşerken, neredeyse korkudan felç olmuştum.

Mezarın dibinde sığ bir su tabakası vardı ve ayağa kalkmaya çalıştığımda, suyun altındaki balçık
ayaklarımı aşağı çekiyordu. Yukarıdan üzerime hâlâ toprak düşüyordu ve yukarı baktığımda, o toprağı
üzerime rahibelerin attığını fark ettim.

Acınası bir şekilde inleyip ağlayarak, mezarın kenarlarına tırnaklarımı geçirmiş, yukarıya çıkmaya
çalışıyordum. Sonra, bir mucize olur da, yukarıya kadar çıkıp, sağlam toprağa tutunabilirim umuduyla
zıplamaya başladım, ama çukur çok derindi ve üzerime atılan toprak gözlerime giriyordu. Bu yüzden
zıplamayı kestim ve kusmadan önce öne eğilmeyi başardım.

Tekrar doğrulduğumda, öne doğru bir adım atıp dengemi sağlamaya çalıştım ama ayağım kaydı ve
düştüm. Zaten sabahlığımın üzerine yapışmış olan çamura bir de kusmuklar yapıştı ve titreyen
bedenimin üzerinde, soğuk ve iğrenç kokulu bir tabaka oluşturdu. Hayatımda hiç korkmadığım kadar
korkuyordum, ama kalan son enerji kırıntılarım akıp giderken, korku da beni terk etmeye başladı. Bir
an o mezarın dibinde yatarken, beynime aşırt yüklendiğimi ve etrafımı saran karanlığın yavaşça
kafamın içine de dolmaya başladığını hissettim.

62

Şeytanın Çocuğu

olmalıyım çünkü <,aha so„ra „

kaldırıldığım ve ellerimin, yukarıdan indirilmiş olan bir merdivenin kenarlarına yerleştirilmeye


çalışıldığıydı. Çıkabildiğim kadar süratle, adım adım merdiveni tırmandım. Yukarıda rahibeler hâlâ
grup halinde duruyor, en ufak bir insanlık ya da anlayış kı-

nntısı bile göstermeden homurdanıyor ve ters ters bana bakıyorlardı.

"Onu gömmek daha iyi olurdu," dedi içlerinden biri, saklamaya uğraşmadığı bir iğrenme duygusuyla
bana bakarak. "Şeytanın çocuğundan kurtulmak Tanrı'nın dünyası için çok daha iyi olurdu."

Beni canlı canlı gömmek yerine, üstüm başım hâlâ çamur kaplı ve kusmuk kokarken, kiliseye
götürdüler. Mihrabın önünde diz çöküp, bağışlayıcı ve merhametli Tanrı'ya beni bağışlaması için dua
etmemi söylediler. Bense başımın yukarısında, duvarda asılı duran haça bakıp dua etmek yerine
"gerçekten bir Tanrı var mı? Varsa, neden benden nefret ediyor ve başıma böyle korkunç şeyler
gelmesine izin veriyor? Ben gerçekten çok ama çok dua edersem ve beni affederse ve beni iyi biri
yaparsa, ben rahibeleri hiç affedebilecek miyim?"d\ye sordum.

Tanrı'ya olan inancım ciddi biçimde sarsılmış ve beynime O'nun varlığı ile ilgili şüphe tohumları
ekilmiş olmasına rağmen, bu kadar kirli bir şekilde O'nun evinde diz çöküp dua ediyor ol maktan
utanç duyuyordum. Rahibeler de benim bu duygumu paylaşıyor olmalılardı ki, ben bir süre dua
ettikten sonra, b'r tanesi elinde bir kova su ve paspasla gelip bunları elime turdu. "Tanrı'nın evine
getirdiğin şu pisliğe bak, iğrenç ç Hemen temizle," dedi.

63

Şeytanın Çocuğu

Rahibelerden bazıları gitmişlerdi, ama birkaç tanesi yerleri temizlememi beklediler. İşim bittiğinde,
beni yaşlılar bölümündeki bir banyoya götürüp, pijamalarımı ve sabahlığımı çıkartmamı, sonra da
küvetin içindeki buz gibi sarı renkli suya girmemi söylediler. Küvetteki dezenfektan kokusu çok
güçlüydü. Dişlerim birbirine çarparak ayakta duruyordum, rahibelerden biri oturmam için kolumdan
çekince düşüp kafamı küvetin kenarına çarptım.

Rahibelerden ikisi, titreyen bedenimi tırnak fırçalarıyla ben bütün derimin parça parça soyulup
koptuğunu zannedene kadar ovaladılar. "Acıyor," diye fısıldadığımda, bir rahibe kafama vurup,
"Şeytanı içinden böyle fırçalayarak çıkartmak acıtacak tabii," dedi öfkeyle.

Daha sonra yatağa yattığımda, bir rahibe, alçak sesle, "Bu gece sana olanlarla ilgili tek kelime bile
edersen, gelecek sefere o mezara canlı canlı gömülürsün," diye tehdit etti. Sonra çıkıp gitti ve
sonunda yalnız kaldığımda, gecenin kalan bölümünde yatağımda uyumadan yatıp, tavana vuran
renklerin değişmesini izleyerek Tanrı'ya dua etmeye çalıştım ama nedense, O'na söyleyecek bir şey
bulamadım.

Otuz beş yıl sonra bile hâlâ, o gece başıma gelenlerle ilgili kâbuslar görüyorum ve yaşadığım geriye
dönüşler o kadar gerçek ki, kalbim hızla çarpıyor, aynı korkuyu hissediyorum ve toprak, kusmuk ve
dezenfektan karışımının ekşi kokusunu hâlâ alabiliyorum. Yaşadığım sürece bu anıların benimle
kalacağını biliyorum; bu konuda elimden gelen hiçbir şey yok. O gece

64

Şeytanın Çocuğu

içimde bir şeyler öldü. Bir yanım rahibeleri affedebil bile, yapamam. Onlardan nefret ediyorum.

meyi istese

Ailesi taraf,ndan terk edilmiş ve hiç kimse tarafından sevilmeyen küçük bir çocuktum. O zamanlar
bunun farkına varmamıştım, ama küstahlığımı belirleyen şey, sevilmeme ve sevilebilir olmama
duygularıydı ve rahibelerin benim "kötü davranışlarım" olarak tanımladıkları şey de gerçekte, zaman
zaman patlayan çocukça isyanlardan biraz daha fazlasıydı.

Tanrı aşkına, ben sadece bir çocuktum. Annesinin de, babasının da istemediği, o zamanlar
anlamadığım ve şimdi de hiçbir zaman anlayamayacağımı kabul ettiğim sebepler yüzünden
bakımevine bırakılmış bir çocuktum. Şu anda bildiğim bir şey var: ailemin beni ve kardeşlerimi terk
etmesine sebep olan problemler onların kendi problemleriydi ve asla benim suçum değildi. "İçimdeki
çocuğa" verilen hasarı gidermek için çok geç olsa da, bunların benim suçum olmadığını bilmek
rahatlatıcı.

Tabii ki, diğer çocuklar da rahibelerden aldıkları ipuçlarına dayanarak, benim "kötü bir kişiliğim"
olduğunu bir gerçek olarak kabul etmişlerdi ve zaten ben içimde büyümekte olan kızgınlığı ve
kargaşayı ifade etmeye debelenirken, onları haklı çıkarıyordum. Bu yüzden, her zaman zorunluluğu
bir erdeme, bir güce dönüştürmeye çalıştığım için, yalnızlıktan keyif almaya başladım. Diğer çocuklar
ya gerçekten benden hoşlanmıyorlar dı ya da yaptığım en ufak bir hatayı bile rahibelere bildirerek
onların gözüne girmeye çalışıyorlardı. Hangi açıklamanın doğ ru olduğunu bilmiyorum. Sadece kısa bir
süre içinde onlar uzak durmayı öğrendim.

Şeytanın Çocuğu

Sonradan anladım ki, rahibelerin kötü davrandığı tek çocuk ben değildim. Bu benim için çok
şaşırtıcıydı, çünkü onlardan nefret etmeme rağmen, rahibelerin "hatalı" ya da "kötü" olma İhtimalini
aslında hiç düşünmemiştim. Onlara karşılık verdiğimde ve onları bana karşı adaletsiz davranmakla
suçladığımda bile, zihnimin bir köşesinde, bana verilen cezalan hak etmiş olmam gerektiğini ve
sorunun bende olduğunu düşünüyordum.

Kötü davranılan tek çocuğun ben olmadığımı, uyanıp kapının dışında fısıldaşan sesleri duyduğum bir
gece anladım. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, dua etmeye başladım. "Tanrım lütfen beni dövmelerine izin
verme. Bugün kötü bir şey yapmadığımdan eminim. Lütfen." Kapı açılıyormuş gibi boğuk bir ses
duydum, ama gözlerimi aralayıp, kirpiklerimin arasından baktığımda, benim odamın kapısının hâlâ
kapalı olduğunu

9* I*•

gördüm.

Nefesimi tutup dinledim ve birkaç dakika sonra, sessizce yatağımdan çıkıp, hızla çarpan kalbimin
gümbürtüsünü benden başka kimsenin duymayacağını umarak, parmaklarımın ucunda, odanın diğer
köşesine yürüdüm. Kapının kolunu indirip, tek gözümle koridoru görmeye yetecek kadar araladım.
Ortalıkta hiç kimse yoktu. Tam bunları hayal etmiş olmalıyım diye düşünürken, benim odamın çapraz
karşısındaki odadan, iki rahibenin Caitlin adındaki bir kızı arkalarından sürükleyerek çıktıklarını
gördüm.

66

Şeytanın Çocuğu

Caitlin, korktuğumda zaman zaman benim de yaptığım gibi, miyavlamaya benzer tuhaf bir ses
çıkarıyordu. "Lütfen canımı yakmayın. Özür dilerim. Özür dilerim," diye yalvarıyordu. Onları takip
etme cesaretini nereden buldum bilmiyorum. Sanırım bunun sebebi, belki de "şeytanın çocuğu"
sadece ben değilim düşüncesinin yarattığı şaşkınlıktı. Caitlin de bunlardan biri olabilir miydi acaba?
Bunu öğrenmem gerekiyordu.

Rahibeler, Caitlin'i genellikle beni de götürdükleri, içinde bir yatak, duvarında da büyük bir haç olan
odaya götürdüler. Dışarıda durup, kulağımı kapıya yapıştırdım ve dinledim. Çoğunlukla rahibelerin ne
dediğini anlamıyordum, ama birinin "Sen iğrenç, pis bir kızsın," dediğini duydum. Sonra da, hemen
peşinden gelen bir gümbürtü duydum. Yarısını yutmak zorunda kaldığı çığlıklarını duyduğumda,
Caitlin'i dövdüklerini ve ağzına, bana da yaptıkları gibi, bir şey tıkıştırdıklarını anladım.

Gözyaşlarım sel gibi akıyordu ve gizlice odama döndükten sonra, uzun süre yatağımda oturup,
olduğum yerde öne arkaya sallanarak ağladım.

Ertesi gün, Caitlin'i uzaktan uzağa izledim ve yalnız kaldığı an, ona yaklaştım ve iyi olup olmadığını
sordum.

“İyiyim," diye yanıt verdi. Bakışları soğuk ve mesafeliydi.

"Dün gece başına gelenleri biliyorum," diye fısıldadım. 'Oradaydım. Sana yardım etmek istedim, ama
çok korkmuştum. Çok üzgünüm."

67

Şeytanın Çocuğu

Kısacık bir an, yüzünde büyük bir şaşkınlıkla bana baktı, sonra yüzü kıpkırmızı oldu ve "Sen kendi işine
bak," diye tersledi. Hemen sonrasında, etrafına bakınıp, korku dolu bir sesle çabucak "Burada kız
kardeşimle ve erkek kardeşimle kalmak istiyorum. Bu konuda konuşursam, rahibeler beni başka bir
yere yollayacaklar," dedi. Gözlerimin tam içine baktı ve sonra bana arkasını dönüp odadan çıktı.

Bir başka gece daha Caitlin'i takip ettim. Rahibeler onu kiliseye sürükleyip, mihrabın önünde diz
çökmeye ve Tanrı'nın ruhunu saflaştırması için yüksek sesle dua etmeye zorladılar. Daha sonra onu
dışarıya, dondurucu soğuğa çıkarıp, elleri başının üzerinde beklettiler. Ertesi gün onunla bu olay
hakkında konuşmak istediğimde, olanları inkâr etti ve hayal görmüş olduğumu söyledi, ama
gözlerindeki korku tam tersini söylüyordu.

Yalnız olmadığımı anlamaktan neredeyse mutluluk duyuyordum, bir taraftan da böyle hissettiğim için
utanıyordum. Başkalarının acısı beni her zaman üzmüştür ve söyleyeceklerim bencilce olacak, ama
rahibelerin sadece beni cezalandırmadığını öğrenmek bana yalnız olmadığımı hissettirdi, çünkü hep
yalnız olduğumu düşünürdüm. Caitlin'le ilgili gerçeği Öğrendikten sonra, başlarım belaya sokan diğer
çocukları da gözlemeye başladım. İçlerinden kaçının uzun zamandır benim katlandığım muameleye
maruz kaldığını merak ediyordum.
Dayaklar başladıktan kısa bir süre sonra bende ortaya çıkan konuşma bozukluğu giderek artıyordu. O
kadar kötü kekeliyordum ki, diğer insanlar ne dediğimi anlamakta zorlanıyorlardı, zaten anlamaya da
pek zahmet etmiyorlardı. Kendimi ifade

68

Şeytanın Çocuğu

edememek düş kırıklığım, arttırıyor, bu da hissettiğim kızgınlığı

ve şaşkınlığı iyice tetikleyip, davranışlarımın daha da bozulmasına yol açıyordu.

Okulda da işler benim için pek yolunda gitmiyordu. Sanırım bunun en önemli sebeplerinden biri de,
zaten bana şeytanın çocuğu dendiği için iyi bir insan olma zahmetine katlanmamaya

karar vermemdi.

Böylece bir kısır döngü başlamış oldu: ne kadar çok dayak yersem, o kadar çok kekeliyordum;
kekeledikçe davranışlarım iyice bozuluyordu ve bunun sonucunda daha fazla dayak yiyordum. Aldığım
cezaların tümü, daha önce anlattıklarım kadar kötü değildi. Kimi zaman terlik ya da demir kaşıkla
vuruluyor, kimi zaman da sadece kafama bir tokat iniyordu, ama başımın herhangi bir sebeple belaya
girmediği bir gün bile geçmiyordu.

Beni yıpratan sadece fiziksel taciz değil, aynı zamanda duygusal tacizdi. Çok geçmeden rahibeler ve
diğer çocukların bazılarıyla ortak bir yönüm oluştu: ben de kendimden, onların benden nefret ettiği
kadar nefret ediyordum. Dışlanmıştım ve tam olarak anlayamadığım sebeplerden dolayı, kimsenin
sevgisine layık değildim. Bana bu mesajı veren ve hiçbir açıdan diğer çocuklar kadar iyi olmadığımı
düşündüren birçok olay oldu. Örneğin, kimi zaman benim dışımda herkese şeker verilirdi. Bu beni
üzer ve incitirdi, ama dışlanmamın hayatın doğal akışının bir parçası olduğunu kabul etmeyi
öğrendim. Şeker, sadece hak

edenlere verilen bir ödüldü.

69

Şeytanın Çocuğu

Sık sık, diğer çocukların yaptıkları bir şey için aldıkları övgüleri dinlerdim ve birinin de benim için
benzer şeyler söylemesine duyduğum özlemle kalbim patlayacak gibi olurdu. Ne kadar iyi olmaya
çalışırsam çalışayım, hiçbir övgü almazdım. Bunun yerine tüm duyduğum, zaten giderek yok olan
özgüvenimi iyice zedeleyen alaycı sözler ve eleştirilerdi. Sonunda moralim o kadar bozulmuştu ki,
hiçbir şeyin önemi kalmamıştı.

Cezalandırıldığım zamanlar, yüksek sesle ve acı bir biçimde tüm bu adaletsizliğe tepki gösteriyordum.
Daha sonrasındaysa, kollarım göğsümde çapraz, gözlerim açık yatağımda yatıp, rahibeler o gece beni
almaya gelecekler mi diye beklerken kendime kızardım. "Hepsi senin hatan, Jerry Coyne. Şeytanın
içine girmesine izin vermeseydin, başın sürekli belaya girmezdi ve rahibeler de onu döverek
çıkarmaya uğraşmazlardı," derdim kendi kendime.

Sık sık, şeytan acaba neden beni seçti diye düşünürdüm. Kuşkusuz, ruhları en az benimki kadar
karanlık olan başka çocuklar da vardı. Bakımevindeki küçücük dünyamızda bile başını belaya sokan
çocuklar vardı. O zaman ben neden onlardan daha kötü oluyordum? Neden ailem beni istemiyordu?
Neden ağabeyim ve iki ablam babamla yaşamaya gitmişlerdi de, Teresa'y* ve beni Nazareth House'da
bırakmışlardı?
Kızgınlığım büyüdüğünde, bu duyguyu bastıramazdım ve içimdeki acıyı bir başkasının fiziksel acısına
dönüştürmek üzere yumruklarımı kullanırdım. Böyle zamanların dışında, genellikle hatamın ne
olduğunu bilmezdim ve bu yüzden yaptığım yanlış» nasıl düzelteceğimi anlayamazdım.

70

Şeytanın Çocuğu

örneğin, bir gun okulda yemek yerken, önüme bir çanak muhallebi konulduğunda, kibarca,
“Muhallebi istemiyorum," dedim. Bunu söylemek bana son derece mantıklı gelmişti, çünkü
muhallebiden nefret ediyordum. Kokusu bile midemi bulandırıyordu. Öğretmense benim bu isteğimi
duymazdan geldi ve muhallebiyi bana zorla yedirmeye çalıştı.

Kafamı çevirdim ve “İstemiyorum," diye kekeledim. "Muhallebiden nefret ediyorum. Midemi


bulandırıyor. Yiyemiyorum," dedim. Zorla kaşığı ağzıma sokmaya çalışıyordu, ben de kolumu
savurdum ve kaşık elinden düştü. Öğretmen ayağa fırladığında, ben muhallebi çanağını alıp yere
atmıştım ve "Söyledim sana. İstemiyorum!" diye bağırıyordum.

Öğretmenin öfkesi bir dereceye kadar anlaşılabilir bir şeydi. Kulağıma sımsıkı yapışıp beni ayağa
kaldırdı ve sürükleyerek, okul müdürünün odasına götürdü. Kapıyı çaldı ve ben koridorda otururken,
haklı bir öfkeyle içeri girdi. Birkaç dakika sonra çıktı ve müdürü görmek üzere içeri çağrıldım.

Bana söylenecek olanları zaten tahmin ediyordum. Müdürün çok kızmış olduğu açıkça belliydi ve bu
şekilde davranmama göz yumulamayacağını söyledi. Neler olduğunu açıklamaya Çalıştığımda, bana
bağırarak, "Senin gibi bir Hristiyan'a yakışır şekilde, uygun davranmayı bilmeyen, kıymet bilmez,
uyumsuz bir çocuk yüzünden bu okulun adının kötüye çıkmasını engellemeye kararlıyım," dedi.

71

Şeytanın Çocuğu

Sandalyesini geriye itip ayağa kalktı ve masasının üzerinden bana doğru eğilip bağırdı. "Her istediğini
yapabileceğini sanıyorsun ama yapamazsın. Bela çıkarmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Artık buna
bir dakika bile katlanamam."

Birden ben de öfkelendim ve bağırmaya başladım. "Kurtulun benden o zaman. Ne duruyorsunuz?


Hep bunu yapacağınızı söylüyorsunuz, ama bir şey yaptığınız yok," dedim.

Tam o anda, kapı açıldı ve müdüryardımcısı, üç adımda odayı geçip üzerime yürüdü ve başıma vurdu.
Sonra beni sürükleyerek artık boşalmış olan yemek salonuna götürdü ve bir çanak muhallebi yemeye
zorladı ve ancak gömleğinin üstüne kustuğumda zorlamayı kesti.

Gerçek şuydu ki, isyanlarıma ve görünürdeki kabadayılığıma rağmen, köşeye kıstırıldığımı ya da tehdit
altında olduğumu hissettiğimde çok korkuyordum. Korkumu belli etmemeye kararlı olsam da, içimde
birikip, kontrol edilemez bir güç haline dönüşen bir öfke patlaması olarak çıkana kadar bu korkuyu
bastırıyordum ve sonuç beni daha da korkutuyordu. Kendimi sık sık köşeye kıstırılmış hissediyordum,
çünkü hayal kırıklığı yaşıyordum ve bilmediğim nedenlerden dolayı, insanlar istemediğim şeyleri
yapmam için uğraşıyor gibiydi. Örneğin, benim yaşımda, okula giden çocukların Katolik Kilisesi'ne
kabul edilme zamanı geldiğinde, kendimize göbek adı olarak bir azizin adını seçmemiz gerekiyordu ve
kabul ayininden birkaç gün önce, bir rahibe bana hangi ismi seçtiğimi sordu.

"John," dedim gururla, "ağabeyim gibi."

72
Şeytanın Çocuğu

Bir an bana baktı ve alaycı bir biçimde sırıtarak, "Biz senin için Paul adını seçtik," dedi. #

"Ama ben John olmasını istiyorum," diye kekeledim. "Paul olmasını istemiyorum. Bize isimlerimizi
seçebileceğimiz söylendi ve ben John olmasını istiyorum."

İçimde bir sarsıntı oluşuyordu, tıpkı bir depremin ilk çalkantıları gibi. Cümlemi bitirdiğimde o kadar
kötü kekeliyordum ki, ağzımdan dökülenler gerçek kelimelere benzemiyordu bile.

"Paul olacak," diye çıkıştı rahibe. "Haydi şimdi git ve bu konuda daha fazla konuşma."

Kabul ayinimden bir gece önce, hâlâ ağabeyimin adını almak konusunda ısrar ediyordum. Rahibe
Dominic, yüzü benim yüzüme değecek kadar eğilip, kızgın bir yılan gibi tısladı ve "Ağabeyin senin gibi
bir şeytanın kendi adını kullanmasını istemez. John adını almayacaksın çünkü bu ismi taşımaya layık
değilsin," dedi.

Ona karşılık verdiğimde beni diğer bütün çocukların ayakkabılarını temizleme görevini vererek
cezalandırdı. Tam işimi yarılamıştım ki, kapı sonuna kadar açıldı ve Rahibe Dominic içeri girdi. Bana bir
isim seçmek için vakit ayırmasının kıymetini bilmediğim için ne kadar hayal kırıklığına uğradığını
anlatırken, sağ elinde tuttuğu demir kaşığı tekrar tekrar sol avucuna vuru

yordu.

73

Şeytanın Çocuğu

Benim için yapılanların kıymetini bilmediğim konusunda söylenmeye başladı ve kaşığı yüzüme doğru
üçüncü kez salladığında, elime bir ayakkabı alıp ayağa kalktım ve duvarın serinliğini sırtımda
hissedene kadar yavaşça gerileyerek ondan uzaklaştım. İşte o zaman koluma kaşıkla sertçe vurdu.

Kalbim hızla çarpıyordu ve ellerim terden yapış yapış olmuştu. Elimde tuttuğum ayakkabıyı başımın
üzerine doğru kaldırdım ve ''Vururum. Yaparım bunu. Gerçekten yaparım," diye kekeledim.

Rahibe Dominic bana sert bir bakış attı. Sonra, arkasını dönüp kapıya doğru yürüdüğünde çok
şaşırdım. Eli kapının kolunda, bir an durdu ve dönüp bana bakarak, "Bu konunun burada kapandığını
zannetme," dedi. Sonra kapıyı açıp odadan çıktı.

Çok kötü bir hata yaptığımı hemen anladım. Ona karşılık verip tehdit ederek, kendim için her
zamankinden daha sert bir cezayı neredeyse garantilemiş oluyordum. Artık yapacak bir şey yoktu. Bu
yüzden, ayakkabıları boyamayı bitirdim ve koridorda ilerleyip diğer çocukların televizyon seyretmekte
olduğu

| IV ••••!»•

salona doğru yurudum.

Daha sonra, Rahibe Dominic televizyonu kapatıp yatma vaktimizin geldiğini söylemek için salona
girdiğinde, ben de odadan çıkmakta olan daha uzun boylu bir grup çocuğun arasına girip saklanmaya
çalıştım. Henüz kapıya ulaşamadan, Rahibe Dominic, "Sen kal Jerry Coyne. Seninle konuşmamız
lazım," dedi.

74

Şeytanın Çocuğu
Diğer çocuklardan bazıları güldü ve kapıya doğru yürürken beni itekleyip geçen bir çocuk “demir
kaşık" dedi.

Rahibe Dominic, salonun dışında bir yeri işaret etti ve yüzünde küçük, sevimsiz bir sırıtmayla, “Ben
diğer çocukları yatırırken git koridorda bekle," dedi soğuk bir sesle.

Tekrar aşağıya inip beni ofisine götürdüğünde aradan yaklaşık bir saat kadar zaman geçmişti. Birkaç
dakika sonra, Rahibe Mary de elinde demir kaşık ve oklavaya benzer bir şeyle bize katıldı.

“Beni alt etmeye çalışan günahkâr çocukların başına neler geldiğini göstereceğim sana!" diye bağırdı,
yüzü öfkeden mosmor olan Rahibe Dominic. “Bana karşılık vermek, tehdit etmek neymiş
göstereceğim sana." Sonra kaşıkla bana vurmaya başladı ve ben de bu darbelerden kaçmaya
çalışırken takılıp düştüm.

Saldırısının en kötü darbelerinden kafamı korumak için kollarımı kaldırdım ve ayağa kalkıp kapıya
doğru koşmaya çalıştım, ama Rahibe Mary benden bir adım öndeydi ve kapının önünde durup kaçış
yolumu kapatmıştı. Elindeki oklavayı suratıma doğru sallıyordu. Oklavayla bir kez başımın yan tarafı-

|•••#

na vurdu ve tekrar yere düştüm. Bu kez artık kaçmayı duşun-mek yerine, top gibi kıvrıldım ve
saldırılarına karşı koymaya

Çalışmadım bile.

75

Şeytanın Çocuğu

Daha sonra, Rahibe Dominic gidip kilisede dua etmemi ve kendisinin gelip beni yatağıma götürünceye
kadar beklememi söyledi. Tanrı'ya ne söyleyeceğimi gerçekten bilmiyordum. Sadece, bana aramızda
bir bağ olduğunu hissettireceği için ağabeyimin adını almayı bu kadar çok istediğimi söyleyebildim.

Ertesi gün, kabul ayininde bana göbek adım olarak, rahibelerin seçmiş olduğu Paul ismi verildi. Neden
karşı koymaya çalışmıştım bilmiyorum. Onların karşısında kazanma şansım yoktu. Ya ders almayı
bilmiyordum ya da umutlarımdan vazgeçmeyi reddedecek kadar bir cesaret kırıntısı kalmıştı içimde.

76

BÖLÜM 5

Kimi zaman, rahibeler beni dövdükten sonra bana bir şekerleme ya da çikolata verirlerdi. İçlerinden
biri, bana vereceği şey her neyse, onu kapalı avucunda sımsıkı tutarak elini bana uzatır ve "Biraz önce
aldığın cezadan hiç kimseye bahsetmemen gerektiğini biliyorsun, değil mi? Söz ver bana," derdi. Ben
de, hem o şekeri istediğim için hem de zaten konuşacak kimsem olmadığı için söz verirdim.

• m.

Üzücü olan şu ki, çocuklar hemen hemen her şeye alışabiliyorlar; özellikle de diğer çocuklar için
normal olanın ne olduğunu bilmedikleri için kendi yaşadıklarının normal olmadığını anlayamadıkları
zaman. Bu yüzden, artık beni yıpratan şey yediğini dayaktan çok, bekleme süreciydi. Örneğin,
pazartesi günü bir hata yaptıysam, yatağımın kenarında, karanlıkta bekleyen bir rahibe tarafından
uyandırılmam hafta sonunu bulabiliyordu. ®u arada ben geleceğini bildiğim dayağın beklentisiyle,
geceler boyu uyanık kalır, tükenirdim.
77

Şeytanın Çocuğu

Beni bu kadar bekletmelerinin amacı neydi bilmiyorum, çünkü beni almaya geldiklerinde, genellikle
neden cezalandırıldığımı unutmuş olurdum. Belki bekleme süreci de cezanın bir parçasıydı. Kesinlikle
işkence gibiydi, çünkü her hata yaptığımda, önce o gece, sonra bir gece daha ve bir gece daha dayak
yemeden geçtiğinde, yatağımda yatıp, Belki unutmuşlardır: Belki bu sefer gelmezler, diye
düşünürdüm, ama her seferinde geldiler.

Bir akşam, rahibelerden biri hemen gidip Rahibe Adrian'ı ofisinde görmem gerektiğini söyledi.
Başımın hiçbir şekilde belaya girmediği nadir günlerden biriydi. Tedirgin bir şekilde kapıda beklerken,
ne hata yapmış olabileceğimi anlamak için beynimi zorluyordum. Birden aklıma, belki rahibelerin de,
tıpkıTanrı'nın yaptığı gibi, zihnimi okuyabildikleri düşüncesi geldi. Bu konuda daha önce de
endişelerim olmuştu çünkü, birçok kez aklımdan kötü bir şey geçirdiğimde, rahibelerden biri dönüp
bana dik dik bakmıştı. Gerçekten endişelenmeye başlamıştım, çünkü eğer durum buysa ve bazen
kafamın içinde onlara söylediğim şeyleri biliyorlarsa, başım çok büyük belada demekti.

Avuçlarımı şortuma silip kapıyı çaldım ve odaya girdiğimde, Rahibe Adrian kafasını kaldırıp bana baktı
ve gülümsedi.

ttArtık şu kekeleme probleminden kurtulmamızın vakti geldi," dedi. ''Birlikte diz çöküp dua edelim
mi?Tanrı'nın yardımı için çok dua etmen gerekecek."

Kekelemek benim için, vaktimin büyük bir çoğunluğunu içinde geçirdiğim camdan bir odanın kapısını
kilitleyen bir anahtar gibiydi. Etrafımda olan her şeyi görüyor ve duyuyordum, ama

78

Şeytanın Çocuğu

olayların bir parçası olamıyordum, çünkü söylemek istediğim hiçbir şeyi söyleyemiyordum.
Konuşmaya çalıştığımda da, ya

diğer çocukların sabrı tükeniyor ve lafımı bitirmemi beklemiyorlardı ya da gülerek benim taklidimi
yapıyorlardı. Bu yüzden, kekelemekten ve bunun sebep olduğu o ruhumu paralayan düş kırıklığından
kurtulabilme düşüncesi heyecan vericiydi.

Rahibe Adrian ın yanına, ahşap döşemenin üzerine diz çöktüm. Ellerimi sıkıca kenetleyip, dizlerim
uyuşana ve sımsıkı kapadığım göz kapaklarımın ardında ışık patlamaları görene kadar dua ettim.
Sonra, tam biz ayağa kalktığımızda, kapıya hafifçe vuruldu ve Rahibe Dominic ile Rahibe Mary içeri
girdiler.

Rahibe Adrian İnciTi açtı, masanın üzerinden önüme doğru uzattı ve gösterdiği bölümü okumamı
istedi. Her zamankinden daha da tedirgindim, çünkü genellikle, Rahibe Adrian'ın ofisinde olmak
başımın belada olmasıyla aynı anlamdaydı. Ayrıca, benden en çok nefret eden iki rahibe, yüzlerinde
pek de iyi sak-layamadıkları tiksinme ifadeleriyle durmuş, bana bakıyorlardı. Ama derin bir nefes
aldım ve okumaya başladım.

"V... V... VeT...T ...Tanrı..."

"Dur!" diye bağırdı Rahibe Dominic ve kafama vurdu.

"Tekrar oku," dedi Rahibe Adrian.


Kafamı İncil'e doğru eğdim ve sayfanın her yerinde zıplayıp duruyormuş gibi görünen ilk kelimeyi
durdurabilmek için o ke limeye dokundum. Kendimi zorladıkça daha çok kekeliyo aPtal durumuna
düşüyordum ve ben kekeledikçe de rah kafama daha çok vuruyorlardı.

79

Şeytanın Çocuğu

Birden, Rahibe Mary elini uzatıp kafamı İncirin sayfaların doğru bastırdı ve "Okusana! Oku şunu!" diye
bağırdı. Sonra beni tekmeledi ve yere düştüm. İçgüdüsel olarak kollarımı kaldırıp kafamı korumaya
çalıştım ve bunu yaparken de, tüm bedenimin öfkeyle dolduğunu hissettim. Kasten kekelediğimi mi
sanıyorlardı? Herkes gibi konuşabilmeyi ne kadar çok istediğimi, bir şey söyleyebilmek için
debelenmenin ve sonuçta ağzından çıkan aptalca sesleri kimsenin anlamamasının ne kadar aşağılayıcı
bir durum olduğunu bilmiyorlar mıydı?

Yerde yatarken, hayal kırıklığımın ve kendimden nefret etmemin neden olduğu gözyaşlarını
yanaklarımdan süzülüyordu. Rahibe Dominic masanın üzerindeki Incil'i kaptı ve kafama indirdi. Sonra,
tekrar tekrar, tüm oda kararana kadar bana vurdu.

Rahibeler gerçekten beni dövmenin ve korkutmanın kekele-

• •W* || WI w*

memı geçireceğine, normal konuşmamı sağlayacağına inanıyorlar mıydı, bilmiyorum. Bunun bir işe
yaramayacağını fark etmiş olmalılar ki, beni kiliseye götürüp, şeytanın sebep olduğu bu kekelemeyi
benden alması ve beni affetmesi için Tanrıya dua etmek üzere, yatma saatim gelene kadar beni orada
bıraktılar. Ben de büyük bir istekle dua ettim. Kekelememi geçirmesi, rahibelerin beni dövmesini
engellemesi ve eğer mümkünse beni sevecek birini, herhangi birini, bulması içinTanrı'ya yalvardım.

Sonuçta hiçbir şey değişmedi ve artık doğru şekilde dua etmediğimin ya da doğru kelimeleri
kullanmadığımın çok açıkça belli olduğunu kabul etmek üzereyken, okulda Phil Devlin adında bir
çocukla arkadaş oldum.

80

Şeytanın Çocuğu

Phil'in bana birkaç kez gülümsediğini fark etmiştim ve bir

kez de, oyun sahasında bana attığı topu yakaladığımda "iyi ya

kaladın!" diye bağırmıştı. Sonra bir gün bana, öğretmenlerin neden benden hoşlanmadığını sordu.

"Çünkü ben şeytanın çocuğuyum/' dedim.

Phil şok olmuştu. "Hiç de şeytanın çocuğu değilsin/' dedi. "Kim söyledi bunu?"

"Rahibeler," dedim mutsuz bir biçimde. Sonra, bana iyi davrandığı için ona minnettarlığımı göstermek
amacıyla "Arkadaşım olman iyi bir fikir değil. Kimse beni sevmiyor. Bu yüzden, arkadaşım olursan,
seni de sevmezler," diye ekledim.

Phil yüzünde tuhaf bir ifadeyle bana baktı. İçimde, onu uyararak "doğru olanı" yapmış olmanın
getirdiği küçücük bir erdem pırıltısı hissetmeme rağmen, baskın olan duygum pişmanlıktı çünkü ona
doğruyu söyleyerek bir arkadaş bulma şansımı yitirdiğimi biliyordum.
Ertesi gün sınıfa girdiğimde Phil bana gülümsedi. Sabah boyunca, birkaç kez benimle göz göze
gelmeye çalıştığına yemin edebilirdim. Sonra, öğle tatilinde, oyun alanında bana seslenerek koşup
yanıma geldi ve "Hafta sonu gelip bizimle kalır mısın?" diye sordu nefes nefese.

İlk başta ne demek istediğini anlamadım. Phil gibi bir çocuğun ailesi, benim gibi bir çocuğun, bırakın
tüm hafta sonunu, Varım saat bile evlerinde kalmasını neden istesin ki? Bu çok anlamsızdı. Şaka
yaptığına ve eğer evet dersem, ona inanacak kadar aptal olduğum için bana güleceğine karar verdim.

81

Şeytanın Çocuğu

"Neden?" diye sordum omuzlarımı silkeleyerek. Sesim biraz saldırgan çıktığı için hissettiğim şaşkın
utancı saklamaya çalışıyordum. "Sizinle kalmamı neden istiyorsun ki?"

"Çünkü benim arkadaşımsın," dedi Phil. Yanıt gerektirmeyecek kadar saçma bir soru sormuşum gibi
kaşlarını kaldırdı ve gerçekten de güldü. Benimle alay etmek yerine, elini omzuma koyup, "Harika!
Anlaştık o zaman. Geleceksin değil mi?" dedi.

Bir mucize eseri, Phil'in ailesi başrahibeden izin almayı başardı ve nihayet, tüm hafta sonunu onlarla
birlikte evlerinde geçirmem için gelip beni alacakları o gün geldi. Hâlâ içimde bunun gerçekleşeceğine
inanmayan bir parçam olsa da, heyecandan yerimde duramıyordum. Bu yüzden, başrahibe beni
odasına çağırdığında mahvoldum.

Phil'in ailesinin fikrini değiştirdiğini söyleyeceğinden emindim. Bu yüzden doğrudan gözlerimin içine
bakıp, Nazareth House'daki hayatımdan Devimlere ya da bir başkasına kesinlikle bahsetmemem
gerektiğini sert bir biçimde söylediğinde şaşırdım. Sonra gidip ön kapıda onları beklememi söyledi.

Koridorda durmuş, tüm bedenim heyecan ve beklenti içinde titrerken, yanımdan bir rahibe geçti ve
"Seni sevmiyorlar. Hiç kimse kötü çocukları sevmez," diye fısıldadı. Haklı olduğunu biliyordum.

Phil ve ailesi gelene kadar, onlarla gitmememin çok daha doğru olacağı konusunda kendi kendimi ikna
etmiştim. Büyük

82

Şeytanın Çocuğu

bir hayal kırıklığı yaş.yordum, ama bir hata yapma ve bana bak tıklarında, gözlerinde bir tiksinme
ifadesi görme fikrine de kat lanamıyordum. Bu yüzden, zil çaldığında kapıy, açan rahibenin sevimli ve
dost canlısı bir role bürünmesi beni çok şaşırttı

Phil'in ailesini benimle ilgili olarak uyarmak yerine, ki yapmasını beklediğim şey buydu, omzuma
dokunup gülümseyerek, iyi bir çocuk olmamı ve güzel vakit geçirmemi söyledi. Sonra, ben şaşkınlıktan
ağzım açık ona bakarken, neşeli bir şekilde el sallayıp "Pazar günü görüşürüz," dedi.

Phil'in evi şehrin iyi bir mahallesindeydi ve ailesindeki her-

•*^

kes çok hoştu. Öğle yemeği yemek için hep birlikte sofraya oturduğumuzda, benimle ve neler
yapmaktan hoşlandığımla ilgili sorular sordular. Bu tıpkı zaman zaman bir parçası olduğumu hayal
ettiğim gerçek bir ailedeki anne ve babanın hep yaptığı şeyler gibiydi. Yemekten sonra, Phil'le birlikte
bisiklete bindik, futbol oynadık ve tüm hafta sonu boyunca beni bir an bile yalnız bırakmadı.
Hayatımın en güzel iki günüydü.
Pazar akşamı olup, Nazareth House'a geri dönme vakti geldiğinde, ağlamamak için yumruklarımı
sıkmak zorunda kaldım. Phil'in annesi, o güne kadar hiç deneyimlemediğim bir şekilde bana kocaman
sarılıp, orada olmamdan çok mutlu olduklarını ve çok yakında beni tekrar evlerinde görmeyi
umduğunu söyledi. Kafamın içinde, "Beni geri götürmeyin. Lütfen beni geri göndermeyin," diye
çığlıklar atıyordum, ama kibar bir şekilde, bunu benim de çok ama çok istediğimi ve harika zaman
geçir öiğimi söylemeyi başardım.

83

Şeytanın Çocuğu

Nazareth House'a geri döndüğümde, başrahibe iyi davranıp davranmadığımı, onun ve beni seven,
bana iyi davranan diğer rahibelerin yüzünü kara çıkarıp çıkarmadığımı sordu.

Çok iyi davrandığımı, hatta Bayan Devlin'in beni tekrar davet ettiğini söyledim. Söylediklerimi
dinlemiyor gibiydi ve beni tebrik edip övmek yerine, "Haydi çabuk ol," dedi ve kiliseye gidip dua
etmemi söyledi.

Kilisenin içi soğuk ve karanlıktı. Mihrabın önündeki taş zeminde diz çöktüm. Kafamı kaldırdım ve haça
gerilmiş İsa'ya bakarak Devlin ailesini, onlarla geçirdiğim hafta sonunu ve Phil'in hayatının
benimkinden ne kadar farklı olduğunu düşündüm; sanki birbirinden tamamen ayrı, paralel evrenlerde
yaşıyorduk.

Aradan saatler geçmiş gibi geldi bana. Bir rahibe gelip artık gidip yatmamı söylediğinde, dizlerim
ağrıyordu ve soğuktan kıpkırmızı olmuşlardı. "Seni burada unutmuşuz," dedi, omuzlarını silkip
gülerek. Saate baktığımda, dokuzu yirmi geçiyordu ve bu da, hem çay vaktini hem de akşam yemeğini
kaçırdığım ve tüm diğer çocukların da yatmış olduğu anlamına geliyordu, ama umurumda değildi. Bir
çocuğun yaşayabileceğini düşündüğüm en güzel hafta sonundan bile daha güzel bir hafta sonu
geçirmiştim.

Ertesi gün okulda, Phil hafta sonunu ailesiyle birlikte geçirmekten hoşlanıp hoşlanmadığımı ve bunu
tekrar yapmayı isteyip istemeyeceğimi öğrenmek için sabırsızlıkla bekliyordu. Hoşlandım ve isterim
dedim, ama aklıma gelen düşünceyi söylememenin daha iyi olacağına karar verdim. Aklıma gelen

84

Şeytanın Çocuğu

düşünce şuydu: bana en ufak bir fırsat verilse, çantam, toplar

hemen o gün yanlarına taşınırdım. '

Sonraki birkaç ay boyunca Devlinlerin evine birçok kez daha gittim ve her seferinde, ilk günkü kadar
iyi davrandılar bana. Onlarla olduğum zamanlarda beni kamp yapmaya götürdüler ve ailece yaptıkları
her şeye beni de dâhil ettiler. Buna rağmen Phil'in, arkadaşlığının benim için ne anlama geldiğini ve
ailesinin bana karşı bu kadar iyi davranmasının, çocukluk dönemimdeki sonsuz karanlıkta parlayan tek
ışık olduğunu gerçekten anladığından emin değilim.

Bayan Devlin doğum yaptı ve bebek çok hastaydı. Bütün aile çok üzgündü ve bu da benim
ziyaretlerimin sona ermek zorunda olduğu anlamına geliyordu. Şimdi elbette ki bunun sebeplerini
anlıyorum, ama o zaman tekrar reddedildiğim duygusunu yaşıyordum ve bunun sonucu olarak, hayal
kırıklığımla başa çıkabilmek için debelenip ve bunu başaramazken, yıkıcı ve patlamaya hazır tavırlarım
geri dönüyordu.
Aslında, çocukluğumla ilgili güzel birkaç anım daha var; Na-zareth House'daki tüm çocukların, yazın iki
haftalığına, kıyıdaki misafirhaneye götürülmeleri gibi. Heyecanımız yola çıkmadan günler önce
başlamıştı ve nihayet cumartesi sabahı olduğunda, hepimiz çantalarımızı toparlamıştık. Otobüs saat
onda gelecekti ama herkes çok öncesinde gitmeye hazırdı. Çocuklardan bazıları yolda bekliyor,
otobüsün gelişini ilk gören olabilmek jÇ‘n itişiyorlardı. Rahibeler bile, içimizden taşan heyecanımızı
kontrol altında tutmaya çalışırken her zamanki kadar sert de

dillerdi.

85

Şeytanın Çocuğu

Denize birkaç metre uzaklıkta, büyük beyaz bir ev olan misafirhaneye ulaştığımızda, bizleri karısı Dora
ile birlikte misafirhaneyi işleten Bob karşıladı. Hiçbir şey Bob ve Dora için bir yük olmuyordu ve
onların bir ev dolusu, çığlıklar atan, aşırı heyecanlı çocukla sakin ve sabırlı bir biçimde başa çıkmalarını
sağlayan olağanüstü becerileri sayesinde hayatımızın tatilini yaşadık.

İki kişilik yataklarda, iki, üç ya da dört çocuk, birimizin ayağı öbürünün başının hizasında, burnumuzun
dibinde bir başka çocuğun yosun kokan ayakları olacak şekilde yatıyorduk. Bütün günü güneşin
altında koşuşturarak ve temiz deniz havasını soluyarak geçirdiğimiz için akşamları yorgunluktan bitmiş
oluyorduk. Yoksa eminim tüm geceyi konuşarak geçirir, hiç uyumazdık.

Bob o güne kadar tanığım en iyi, en dost canlısı insanlardan biriydi. Misafirhanenin yanında küçük bir
kafe işletiyordu. Herkes bir şeylerle meşgulken, ben gizlice oraya giderdim. Bana bir dondurma verir,
parmağını dudaklarına götürerek susmamı işaret eder ve bunu diğer çocuklara söylemememi, yoksa
müşterilerine satacak dondurmasının kalmayacağını fısıldardı.

Hava hep güneşliydi ve kahvaltımızı eder etmez sahile koşar, bütün günü denize girip çıkarak, top
oynayarak, yengeç avlayarak ve kumdan kaleler yaparak geçirirdik. Öğleden sonra geç saatlerde,
Bob'un hazırladığı çay sofrası için misafirhaneye geri dönerdik. Daha sonra, hepimize biraz harçlık
verilirdi ve panayıra götürülürdük.

86

Şeytanın Çocuğu

Bu iki hafta, Nazareth House'daki gündelik yaşantımdan çok farklıydı. Bu tatilde bize daha önce
deneyimlemediğim bir özgürlük verilmişti. Sanki bana yapmaktan hoşlandığım her şeyi düşünmem
söylenmiş ve bunları yapmama izin verilmişti. Rahibeler bile bana iyi davranıyordu ya da en azından
kötü davranmıyorlardı. Her günün en güzel dakikaları, panayırdan çıkıp akşam dokuzda
buluştuğumuz, bir taraftan elimizdeki cipsleri yerken, birtaraftan da avazımız çıktığı kadar şarkılar
söyleyerek, hep birlikte misafirhaneye doğru yürüdüğümüz anlardı. Böyle zamanlarda kendimi bir
bütünün parçasıymış gibi hissediyordum ve bu hep özlemini duyduğum bir şeydi.

Öyle görünüyordu ki, rahibelerin de dinlenebildiği tek zaman, yazın o iki haftasıydı. Nazareth
House'daki yaşamın normal akışında, rahibelerden hiçbirinin mutlu olduğuna ya da en azından biraz
da olsa memnun olduklarına ilişkin bir belirti gösterdiklerini hatırlamıyorum. Sanırım, onların genelde
yaptığı gibi gecede sadece dört saat uyumak herkesi sinirli yapabilir, ama sürekli uyku yoksunluğu
çekmek bile hiç kimseyi zalim ve acımasız yapmaz. Bunu biliyorum, çünkü çok uzun yıllardır benim
uykularım kâbuslarla bölünüyor.
Ne yazık ki, tatilimiz bitip Nottingham'a geri dönerken, yolculuğumuzun daha başlarında rahibeler
yine huysuz ve asa biydiler ve Nazareth House'a ulaştığımızda her şey çoktan eski

haline dönmüştü bile.

Benim davranışlarımın da unormal"e dönmesi çok uzun sür medi. Aslında, daha da kötüye gitmeye
başladı. Phıl Devlin tana,

tafta sonlarını artık onlarla geçiremememin tek sebebinin üç

87

Şeytanın Çocuğu

erkek kardeşinin hastalığı olduğunu açıklamış olsa da, ben, onların benim iyi bir çocuk olmadığımı
düşündükleri için bana sırt çevirdiklerine inanmıştım. Benim için çok yıkıcı bir hayal kırıklığıydı ve bir
kez daha reddedildiğimi hissediyordum.

Konuşma bozukluğum da çok ilerlemişti. Bazen o kadar uzun süre kekeliyordum ki, hiç kimsenin ne
demek istediğimi anlayacak kadar beklemeye sabrı olmuyordu. Sözümü bitirmeyi başarabildiğim
zamanlarda bile kimse ne dediğimi anlamıyordu. Zaten öfkeli bir çocuktum ve kekelemem arttıkça
daha da saldırgan olmuştum. Kendimi ifade edememenin sebep olduğu utanç beni öylesine
kızdırıyordu ki, yoluma çıkan herkesi yumruklamaya hazırdım.

Öğretmenlerim benim üzerimdeki tüm kontrollerini yitirmişlerdi ve ben de bunun farkındaydım. En az


kekeleyerek söyleyebildiğim üç kelime, "hayır" ve "siktir git"ti. Güzel kıyafetler giyen, her gün güzel
evine ve güzel ailesine dönen çocuklara hırslanıyordum. Sabahları okula gelişlerini, anne ve
babalarının onları öpüp kucaklamalarını izlerdim ve her öğleden sonra, beni Nazareth House'a
götürecek olan otobüsü beklerken, ailelerinin gelip onları okuldan aldıklarında aynı şeylerin
yaşandığını görürdüm. Bu, bir yaranın kabuğunu, yara tekrar açılıp kanamaya başlayana kadar
kaşımaya benziyordu, ama kendime engel oiamıyordum.

Bir gün bana, "Annen ve baban yoksa o zaman piç olmalısın," diyen, benden büyük iki çocukla kavga
ettim. Benden çok daha büyük ve çok daha güçlüydüler ve kavgalarda bana avantaj sağlayan öfkeme
rağmen beni fena dövdüler. İncinmiş ya da

88

Şeytanın Çocuğu

üzülmüş öldüğümün başkalar ö„flndm içi„ önemli oldugondan, umorümd, değilmlîgibi d.w,„dlm «e
onlar »oroyup giderken, elimin tersiyle yüzüm,]* ka„|a„ Slt, arkalarından, ikinizi de haklayacağım
Bekleyin ve görün. A,'

kanızı kollasanız iyi olur/' diye seslendim.

Bu onlara, burnu kanayan, dudağı yarılmış küçük bir çocuğun acınası boş tehditleri gibi gelmiş olmalı.
İçlerinden biri, arkasına dönme zahmetine bile katlanmadan, omzunun üzerinden bir el hareketi
yaptı. İçimdeki öfkenin gücünü anlamadıkları belliydi.

Ertesi gün, oğlanlardan birini, okulun karşı tarafındaki bir çitin üstünden atlarken gördüm. Çitin öbür
tarafındaki tarlaya inmesini bekleyip peşine takıldım. Ona yaklaştığımda arkası bana dönüktü. Oradaki
ineklere taş atıyor, onlar kaçmaya çalışırken birbirlerine çarpıp itiştiklerinde de gülüyordu.
Yaklaştığımı duymamıştı ve bu yüzden sırtına atlayıp kafasına vurmaya başladığımda hazırlıksız
yakalandı. Yere düştüğünde, yüzünü oradaki inek pisliğine doğru bastırıp, "Bu da ineklerin canını
yaktığın için!" diye bağırdım.

Ertesi gün, o oğlanın arkadaşı oyun parkında yanıma gelip, bana bir torba misket ve biraz para vererek
benimle arkadaş olmaya çalıştı, ama artık çok geçti. Bu iki oğlan, hayatım bo yunca beni inciten her
şeyin fiziksel sembolleri haline gelmişti içimdeki Öfkeyi kontrol edemiyordum. Elindeki misket tor
basını alıp fırlattığımda, misketler oyun bahçesinin her taraf na Yayıldı ve sonra burnuna bir yumruk
attım. Tam o anda, mudu

89

Şeytanın Çocuğu

yardımcısı okul binasından dışarı çıktı. Birkaç saniye sonra beni kulağımdan tutmuş, odasına
götürüyordu ve orada, bu sefer büyük ihtimalle hak ettiğim dayağı yedim.

İsyankârlığımın ve kötü davranışlarımın dışında, öğretmenlerin ve rahibelerin benimle ilgili kabul


edilemez buldukları başka bir şey de solak oluşumdu. Buna "ters eli kullanmak" diyorlardı ve aynı
kekemeliğim gibi solak oluşumu da, benim bilerek ve isteyerek yaptığım bir huysuzluk olarak
görüyorlardı. Rahibeler sık sık kafalarını sallayıp bana, "Bu şeytanın sana dokunduğunun bir
göstergesidir," diyorlardı. Onlara inanıyordum. Bu yüzden, sağ elimi kullanabilmeyi çok istiyordum ve
rahibeler de beni bu konuda çok zorluyorlardı. Ne kadar uğraşsam da, sağ elimle iş göremiyordum ve
bunun sonucu olarak, eğitim hayatımda iyice geri kaldım ve öğretmenlerim de artık bana bir şey
öğretme zahmetine bile girmez oldular.

Herkes benden ümidini kesmişti. Onların gözünde, insanların beni anlamasına engel olacak derecede
kekelemeye ve "doğru" elimle yazmamaya azimliydim. Ayrıca davranışlarım da kötüydü ve kimse de
bunun için geçerli bir sebep bulamıyordu. Nedenlere değil de sadece sonuçlara bakıldığında, herkes
bir çocuktan ümidini kesmeye eğilimli oluyor galiba.

Sonunda, rahibeler bana çatal ve bıçağı "doğru" elimle kullanmayı öğrettiler. Bu, kararlılık ve azimle,
ayrıca her hata yaptığımda dirseklerimi masaya vurarak elde ettikleri bir başarıydı. Bunun dışında,
günlerimi sınıfın bir köşesinde okulun beslediği evcil hayvanlar olan hamsterlarla oynayarak ya da
müdürün ka pısında, en son haylazlığımın hesabını vermek için bekleyerek

90

Şeytanın Çocuğu

geçiriyordum. Bu haylazlık da genellikle, bir öğretmene karsı kaba bir tavır sergilemek ya da bir
öğrenciye, görünürde hiçbir sebep ya da kışkırtma olmadığı halde saldırmak oluyordu.

Sonra bir gün, hiç beklenmedik bir şekilde, rahibelerden biri, hafta sonunu babamın evinde
geçireceğimi söyledi. İlk başta buna inanamadım. Rahibenin benimle alay ettiğini zannettim Önce
beni heyecanlandırıp umutlandıracak, sonra da gülüp bana her zaman söyledikleri şeyi söyleyecekti-.
"Seni kimse istemiyor Jerry Coyne.", ama söylediği doğru çıktı.

Aslında babamı görüp görmemek çok umurumda değildi. Öncelikle bizi bir bakımevine bıraktığı için,
sonra da beni ve Teresa'yı burada bırakıp diğerlerini yanına aldığı için onu af-fedemiyordum. Ama
John'u, Geraldine'i ve Carmella'yı görebilme olasılığı beni çok heyecanlandırmıştı. Babamla gerçek bir
evde yaşamaya gittiklerinden beri onları kıskanıyordum. Fakat, aslında nasıl yaşadıklarını kendi
gözlerimle görünce fikrim değişti.
Yaşadıkları ev kasvetli, soğuk ve iğrençti. Üst katın yerlerinde halı yoktu, sadece eski döşeme tahtası
vardı; duvarlar bomboştu ve üzeri boyanmamış alçıyla kaplıydı. Oturma odası sıcak sayılırdı, ama evin
geri kalanı buz gibiydi. Yatarken ne kadar kalın giyinirsek giyinelim, hâlâ o kadar çok üşüyorduk ki, bir
türlü uyuyamıyorduk. Babamın yatak odasının kapısında bir

Qsma kilit vardı.

91

Şeytanın Çocuğu

Odanın içini hiç görmedim ve içeride ne sakladığını hep merak ederdim, ama herhalde bunu
bilmemekte fayda vardı! Evdeki dondurucu soğuk ve ağır kasvetten de kötüsü, babamın bize karşı
olan tavrıydı. Ben bunca zamandır onları, yüzlerine renk gelmiş, neşeli bir şekilde, yemek masasının
etrafında hep birlikte oturmuş, güzel yemekler yerken ve Devlin ailesinin yaptığı gibi sohbet ederken
hayal etmiştim, ama babamın onlara karşı olan tavrı en baştan beri kötü olmuştu.

Ağabeyimin ve ablalarımın yaşadıkları hayatın gerçekleri beni şok etmişti. O günlerde barlar öğle vakti
dört saat, akşamları da yediden on buçuğa kadar açık olurdu ve babam çalışmadığı saatlerin büyük bir
kısmını mahalledeki barda arkadaşlarıyla geçiriyordu. Hafta sonlarında, Öğleden sonra koltukta
uyurdu, ama sanki içsel bir saati vardı. Hiç aksatmadan, tekrar kalkıp bara gideceği saatte, yediye beş
kala uyanırdı.

Teresa'yla birlikte eve gittiğimiz ilk hafta sonu, rahibeler bize biraz harçlık vermişlerdi ve biz de bu
parayı Geraldine'e verdik. Babam cumartesi gecesi çıktıktan sonra, gece geç saatlere kadar açık olan
bir kafeye gidip pinball oynadık. Sonra, barlar kapanmadan önce eve ulaşmak için koşuştururken,
kalan parayla kocaman bir paket cips alıp yedik. Babamın dışarı çıktığımızı anlamasını istemiyorduk.

Tek rahat edebildiğimiz zamanlar, babamın müşterek bahis oynamaya ya da bara gittiği zamanlardı. O
durumda bile, bazen sessizce eve geri gelip ne yaptığımızı kontrol ederdi. Bu yüzden, John'ı gaz
sayacından para çalarken yakalamadığı için şanslıydık. Sayaçtaki delikten bıçağı sokup biraz bozuk
parayı

92

Şeytanın Çocuğu

oradan "kurtarmak" oldukça uzun sürüyordu, ama John cok sab.rl.ydi ve sonunda bir teknik geliştirdi.
Yine de, John, savac görevlisi sayaçta biriken parayı almaya geldiğinde endişeleniyordu, çünkü
babamın durumdan haberi olursa dayak yiyeceğini biliyordu. Sayaç görevlisinin pek umurunda değildi
galiba çünkü hiçbir zaman ağzını açıp bir şey söylemedi. Bu da, rahibelerin Teresa'ya ve bana harçlık
vermediği günlerde bile, genellikle gidip pinball oynayacak ve cips alacak paramız olması anlamına
geliyordu.

Babam bizi korku faktörünü kullanarak yönetiyordu. Eve gittiğim ilk hafta sonu bile, kardeşlerimin
gerginliği neredeyse gözle görülebilecek kadar yoğundu. Ondan sonra birkaç hafta sonu daha eve
gittim ve birbirimize sokulup sessizce oturarak babamın eve dönüşünü beklemenin ve eve ne gibi bir
ruh halinde geleceğini merak etmenin nasıl bir duygu olduğunu hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Bizi yatmaya
gönderdiğinde, kendimizi özgür bırakılmış gibi hissederdik. Özellikle de ben öyle hissederdim, çünkü
orada olmanın en iyi yanı, gece rahibelerin gelip beni yatağımdan dayak atmak üzere sürükleyerek
çıkarmayacaklarını bilmekti.Tabii kâbuslarımdakini saymazsak.
John ve ablalarımın haftada sadece bir kez yıkanmaya izinleri vardı ve o da hafta sonundaydı. Orada
olduğum zamanlar-benim de yıkanmam gerekiyordu. Geraldine tencerelerde su ısıtıp bunları küvete
doldururdu ve hepimiz sırayla bu suda yıkanırdık. Önce kızlar, sonra John ve en sonra da, suyun rengi
9hye dönüp soğuduğunda, ben. Bu temizlenmek için pekiyi bi V°l değüd^ bu yüzden, John beni
arkadaşı Arthur un evine vı Anmaya götürdüğü zamanlar çok memnun olurdum.

93

Şeytanın Çocuğu

Arthur çok iyi bir insandı. Sıcak, rahat bir dairede yaşıyordu ve evinde sonsuz bir sıcak su kaynağı var
gibiydi (babamın evindeki musluklardan hiçbirinden sıcak su akmıyordu). Babamın bize nasıl
davrandığını biliyordu galiba, ama onun hakkında asla kötü bir şey söylemezdi. Bizi mutlu etmek için
sıcak suyla yıkanmamıza izin verir, banyodan sonra güzel bir yemek pişirir ve ardından da o güne
kadar gördüğüm en büyük bardaklarla çay ikram ederdi. John için, babamın olduğundan çok daha iyi
bir baba modeli ve ihtiyaç duyduğunda kaçabileceği bir sığınaktı.

Babamın evinde kaldığım hafta sonlarında gün babamın bizi uyandırmak ve kahvaltıya çağırmak için
bağırmasıyla başlardı. Kahvaltı da diğer öğünler gibi korkutucu geçerdi. Bir tabak yiyecek ve bir fincan
çay almamız için bizi teker teker mutfağa çağırırdı.

Sonra da, biz dikkatli bir şekilde oturma odasına doğru yürürken arkamızdan, "Sakın dökmeyin! Lanet
olası adımlarınıza dikkat edin!" diye bağırırdı. O kadar gergin olurdum ve ellerim o kadar çok titrerdi
ki, çayı hep yere dökerdim ve oturma odasına vardığımda fincanımdaki çay yandan az olurdu.

Geraldine hâlâ "annemiz" ve ailenin barış elçisiydi. Birçok kez babamın bizlerden birine vurmasını
engellemek için araya girmiş ve sonunda tokatları kendi yemişti, ama hiçbir zaman şikâyet etmedi.
Babamdan çok korkuyordum ve o evdeyken genellikle Geraldine'nin dizine otururdum. Bu kendimi
güvende hissettiğim tek yerdi ve barlar tekrar açılıp babam evden gidene kadar, Geraldine'e yakın
durmaya çalışırdım.

94

Şeytanın Çocuğu

Carmella da çok değişmemiş gibiydi. Hâlâ doğru bildiği şeylerin arkasında durmaktan kaçınmıyordu ve
babamla kendi fikrini tartışırken, saldırgan bir rekabet içine girebiliyor, sonra da savunduğu fikir için
dayak yiyordu. John'un sorunlarla başa çıkma yöntemiyse bunun tam tersiydi: Babam ona bağırır söv
lenir ve aşağılarken, John yüzünde bomboş bir ifadeyle öylece dururdu ve "Bana istediğin kadar bağır.
Hiçbir önemi yok, çünkü biliyorum benim de vaktim gelecek," diye düşündüğünü

layabilirdiniz.

an-

Babam her ne kadar kendi evinin efendisi de olsa, Hiyi bir Katolik" olma konusunda, zamanın
gereklerine boyun eğerdi. Benim orada olduğum her pazar sabahı, "lanet olası yataklarımızdan"
kalkmamız için bize bağırır, biz çabucak kahvaltımızı

i• •* . •* »* •* I * ,• I** I1 ı

edip, ustumuzu değiştirmek için panik içinde koşuştururken, kendisi takım elbisesini giymiş, çıkmaya
hazır bir şekilde ön kapıda beklerdi.
Bizim evimizden St. Patrick Kilisesine gitmek, normal bir insanın yürüyüşüyle on beş dakika kadar
sürerdi, ama babam arkamızdan bir başçavuş edasıyla emirler yağdırarak gelirken biz oraya beş
dakikadan daha kısa bir sürede koşarak giderdik. Kiliseye vardığımızda, birkaç İrlandalI aile daha
gelmiş olurdu. HePsi kapının dışında sıraya girer, kilisenin rahibine ve komşu-tanna, içlerindeTanrı
korkusu olan düzgün Katoliklerolduklarını göstermeye çalışırlardı. Eğer her pazar kiliseye gitmezseniz,
ra bunun sebebini öğrenmek için evinize gelirdi ve bu da, top

,Um *Çinde utanç verici bir şekilde aşağılanmak anlamına geldiği 'Çin, babam da dâhil hiç kimse bu
riske girmek istemezdi.

95

Şeytanın Çocuğu

Bu yüzden, çocuklarını her pazar, hiç aksatmadan ayine sürüklerdi. Kiliseye girdiğindeyse ne bir dua
okur ne de ilahi söylerdi. Ayin bitene kadar sessizce ya oturur ya da ayakta bekler, omuzlarını geriye
atıp, gözlerini biraz ilerideki pencereye dikerdi. Sonra hepimiz dışarı çıkar, kilisenin önündeki
patikada, rahibin hepimizin orada olduğunu görmesine yetecek kadar bir süre beklerdik ve ardından,
hızla yürüyüp, babamın bara gidip arkadaşlarıyla buluşacağı saatten hemen önce evde olurduk.

Babam evden çıkıp kapıyı arkasından kapar kapamaz, tuttuğumuz nefeslerimizi bırakır, monopoli
oyununu çıkarırdık. Biz buna "kavga oyunu" derdik, çünkü hiçbir oyunu Carmella ve John anlaşmazlığa
düşüp, kavgaya tutuşmadan bitiremezdik. Yine de herhangi bir normal ailede, herhangi bir çocuğun
yaptığı gibi ağabeyim ve ablalarımla oyun oynamak eğlenceliydi.

En başından beri, arada sırada hafta sonu için bile olsa, babamın beni o evde istemediğini biliyordum.
Benimle hiç ilgilenmediği belliydi; herhangi bir şey için bana bağırmanın dışında benimle nadiren
konuşurdu. Ziyaretlerimi her ne kadar hoş karşılamasa ve uygunsuz bulsa da, en azından, sosyal
güvenlik kurumundan daha fazla para alıyor ve bu parayı barlarda ve at yarışlarında harcayabiliyordu.
Asıl amacı da buydu.

Kimi zaman, benim bakımımdan sorumlu olan Katolik Çocuklar Derneği, geleceğim konusunda
konuşmak üzere toplan tılar ayarlardı, ama babam bu toplantılara hiç katılmazdı. Ne

96

Şeytanın Çocuğu

zaman ki, beni de sürekli olarak onun yanında yaşamak üzere yollayacaklar, konusunda tehditler
savurdular, babam o zaman takım elbisesinin içinde oracıkta bitiverdi ve benim iyiliğim ve refahım
konusundaki endişelerini ifade etti. Aslında böyle endişeleri olmadığını herkes biliyordu galiba. Babam
oradaki rahibe, onun yanında yaşamamı gerçekten istediğini, ama ne yazık ki yüksek tansiyonu
olduğunu ve özellikle de şiddetli davranış bozukluğu gösterdiğim göz önüne alındığında, benimle başa
çıkmasının mümkün olmadığını anlattı.

Bu benim davranışlarımda bir bozukluk olduğunu açıkça belirttiği birkaç durumdan biriydi. Normalde,
diğer insanların yanında bu durumu hafife alır, omuzlarını silker ve benimle ilgilenen sosyal görevliye
bunların ubüyüyünce geçeceğini"söylerdi. Diğer herkes gibi o da, neden davranışlarımın bozuk
olduğunu ve öfke dolu olduğumu düşünme zahmetine katlanmadı, çünkü galiba, yine diğer herkes
gibi o da umursamıyordu.

Babamın beni yanına almamaktaki kararlılığının benim için bir önemi yoktu. Çünkü biliyordum ki,
Nazareth House'dan ayrılıp babamın evine gitmek, kızgın tavadan çıkıp ateşe atlamak 9’bi bir durum
olacaktı. Olumlu yanı, John'la ve ablalarımla yaşamak, bana annelik yapan ve koruyan Geraldine nin
yanında olmak ve artık rahibelerden dayak yememek olacaktı. Olum suz yanı ise, babamın soğuk, sefil
evinde yaşamak -Nazareth House'da en azından odalar temizdi ve yemekler iyiydi ve her 9ece korku
içinde babamın bardan eve dönmesini beklemek olacaktı. Canı sıkkın olduğu zamanlarda, ki bu da
neredeys

evde olduğu her an demekti, yiyeceğimiz dayağı saymıyoru bile.

97

Şeytanın Çocuğu

Bu yüzden kendi kendime babamın beni istememesi umurumda değil diyordum. Zaten onu
sevmiyordum, ama gerçek şu ki, bu da bir reddedilmeydi ve rahibelerin bana hep söyledikleri bir
şeyin doğrulanmasıydi: hiç kimse beni istemiyordu ve hiç kimse beni sevmiyordu, kendi babam bile.

98

BÖLÜM 6

Rahibelerin benden hoşlanmadıkları artık bir sır olmaktan çıkmıştı ve zamanla herkes onları örnek
almaya başladı. Na-zareth House'dakiler benimle alay etmek ve beni itip kakmak

için sıraya girmiş gibiydi. Bu yüzden sürekli kavgaya karışıyordum.

Bir gün akşam yemeğimizi yerken bir oğlanla tartışmaya başladım ve benim yüzümü tırmaladı. İçimde
her an o kadar çok olumsuz duygu oluyordu ki, bunun gibi küçük bir olay bile bardağı taşıran son
damla olabiliyor ve bir öfke patlamasına yol açabiliyordu. Bir sandalye kapıp kafasına indirdim. Her
yer kan içinde kaldı ve yaptığıma kendim bile inanamadım. Çok da korkmuştum, çünkü rahibeler beni
yakaladığında dayak yiyeCeğimi biliyordum. Bu yüzden, herkes hâlâ çığlıklar atıp, kafası kesilmiş
tavuklar gibi ortalıkta koşuştururken yemek salonun-^an f,rlayıp çıktım ve karmaşanın en yoğun
olduğu birkaç saat

k°yunca saklandım.

99

Şeytanın Çocuğu

Sonunda saklandığım yerden çıkmam gerekiyordu ve olduğum yerden çıkar çıkmaz Rahibe Mary'nin
beni beklediğini gördüm. Çok kızgın olduklarında bazı rahibelerin en çok tercih ettikleri davranış şekli
beni saçımdan yakalayıp sürüklemekti ve Rahibe Mary de bir istisna değildi. Beni çamaşırhaneye
götürdü ve kafama saç fırçası gibi bir şeyle vurmaya başladı. Etrafta dönüp duruyor, kollarımla başımı
korumaya çalışıyordum. Bir elinin parmakları hâlâ saçlarıma dolanmış durumdaydı, bana neredeyse
her vurduğunda hedefi tutturmayı başardı ve başım dönene kadar vurmaya devam etti.

Sonunda bana saldırmayı bırakıp, "Sana gösterilen ilgiyi hak etmeyen kötü bir çocuksun," diye
bağırdığında, ben duvarın dibinde büzülmüş yatıyordum. Sonra beni çamaşırhaneye kilitleyip gitti.
Ben de "gösterilen ilgi" derken neyi kastetmiş olabileceğini merak ettim.

Yatma saatinde geri gelip kapıyı açtığında, cezamın daha bitmediğini anladım. O gece yatakta
yatarken uyumamaya çalıştım, böylece geldiklerini duyabilecektim, ama Rahibe Mary omzumu
dürtüp sert bir şekilde, "Benimle gel," dediğinde sıçrayarak uyandım. Yatak odasının dışında, kapıda
bekleyen en az iki rahibe daha vardı ve ben Rahibe Mary'nin peşinden koridorda yürürken
arkamızdan geldiler. Belki biraz sonra alacağım cezayı hak ettiğimi bildiğim için herzamankinden daha
çok korkuyordum ve binanın yaşlılara ayrılan bölümüne geldiğimizde altıma işemiş, pijamamı
paçalarına kadar ıslatmıştım.

100

Şeytanın Çocuğu

Rahibe Mary beni bir banyoya götürdü, sanki bir düzine el ayaklarımı yerden kesmek için el ve ayak
bileklerime uzanıyor gibi hissettim. Zaten korkudan titrer bir durumdayken, beni yarı yarıya buz gibi
suyla dolu olan küvete attılar ve bunun şokuyla sanki ciğerlerim donmuşçasına, nefes alamaz oldum.
Nefesimi henüz tam toparlayamadan, kafamın arkasında, beni suyun altına iten bir el hissettim. Panik
içinde tekmeler atarak debelendim ve tam öleceğimi düşünürken, başımdaki baskı kalktı.
Boğulurcasına öksürerek ve ciğerlerime hava gitmesi için uğraşarak sudan fırlayıp çıktım.

Ben hâlâ aksırıp tıksırırken, ikinci kez suyun altına itildim ve tam o anda rahibelerden biri bana ahşap
elbise askısı gibi bir şeyle vurdu ve sırtımda keskin bir acı hissettim. Bu ilk darbe diğer rahibelere bir
işaret olmuş gibiydi. Rahibe Mary, kafamı suyun altına sokma, bayılmama ramak kala sadece birkaç
nefes almama yetecek bir süre için kafamı sudan çıkarıp sonra tekrar sokma döngüsünü
tamamlarken, diğer rahibeler de sırtıma ve kollanma vuruyorlardı.

Durduklarında göğsüm ağrıyordu ve hıçkırıklar içinde nefes almaya çalışıyordum. Rahibe Mary bana
bağırmaya başladı, ama ne dediğini anlamıyordum, çünkü bu sefer gerçekten beni öldüreceklerini
düşünüyordum ve dehşet içindeydim. Beni küvetten çekip çıkardıklarında Rahibe Mary hâlâ bana
zehir kusuyordu. Rahibelerden biri pijamalarımı yırtarcasına çekip çıkardı ve bana bir havlu fırlatıp,
"Kurulan şeytanın çocuğu, dedi. Son ra bütün rahibeler gülüp benimle alay ettiler ve buz gibi olmuş,

titreyen bedenimi çimdiklediler.

101

Şeytanın Çocuğu

Yaşım biraz daha ilerlediğinde beni yatılı bir okula gönderme konusu konuşulmaya başlandı, ama
rahibelerin ve St Patricks'in müdürünün benim becerilerim ve davranışlarımla ilgili yazdıkları raporla
tüm ülkede beni kabul edebilecek bir okul olduğundan şüpheliydim. Babam bir Katolik okuluna
gitmem konusunda ısrar ediyordu. Bu da, benim eğitimim ve iyiliğimle kesinlikle hiç ilgilenmediği
düşünülünce, oldukça tuhaf bir durumdu. Tüm bunlardan ve normal bir anne babanın ilgilenmesi
beklenen diğer konulardan sorumlu olduğu söylenen bir sosyal hizmet görevlim vardı ve bana bir okul
bulma konusunda kararlıydı. Bir gün beni görmeye gelip, eğer davranışlarımı düzeltmezsem hiçbir
okulun beni kabul etmeyeceğini söylediğindeyse, o da ilk baştaki kararlılığını kaybetmiş gibi
görünüyordu.

Ona, aslında böyle davranmak istemediğimi söyledim. Rahibeleri ve gecenin yarısında beni nasıl
uyandırıp dayak attıklarını anlatmaya çalıştım, ama rahibeler hakkında konuşmak her zamankinden
daha da çok kekelememe neden oldu ve kadının beni dinlemiyormuş gibi görünmesi de çok şaşırtıcı
değil sanırım.

Sözümü kesip, Nazareth House'daki rahibelere ve diğer çalışanlara bana böylesıne iyi baktıkları için
minnet duymam gerektiğini söylediğinde öfkeme yenildim ve başka bir sosyal hizmet görevlisi
istediğimi haykırdım. Ayağa kalkıp çantasını aldı ve odadan çıktı. Arabasına kadar peşinden gittim ve
kapıyı açıp araca/a bindiğinde, bu sefer daha sakin bir biçimde, "Beni ne zaman dinleyeceksin? Sana
gerçeği anlatıyorum. Yalan söyle yen t>en değilim rahibeler. Beni dövüyorlar ve herkese çok kötü
102

Şeytanın Çocuğu

davrandığımı söylüyorlar. Senin benden yana olman gerekir ama söylediklerimi dikkate almıyorsun ve
onlara minnettar ol' mam gerektiğini söylüyorsun," demeyi başardım.

Arabasının açık penceresinden bana baktı ve içini çekip bana, "Sana yardım etmeye çalışıyorum
Jerry," dedi. Sonra kafasını yavaşça birkaç kez sallayıp uzaklaştı.

O gittikten sonra, kendimi o gelmeden önce hissettiğimden daha sefil ve cesareti kırılmış hissettim.
Aslında, birini yumruklamak ya da bir kavgaya karışmak gibi gerçekten kötü sayılabilecek şeyleri çok
sık yapmıyordum. Öyle görünüyordu kı yaptığım en küçük, en çocukça hata bile abartılıyordu ve
bunun sonucu olarak toplum dışına itiliyor, dışlanıyordum.

Çocukluğumda gerçekten gevşeyip eğlendiğim çok fazla durum hatırlamıyorum. Sabırsızlıkla


bekleyebileceğim çok fazla bir şey yoktu, ama aşağı salona koşup Noel ağacının altında torbalar
dolusu oyuncak gördüğümüz bir Noel sabahını hatırlıyorum. Nazareth House'da geçirdiğim tüm
Noeller boyunca -hayatımdaki tüm Noeller bunlardı zaten- böyle bir şey görmemiştim. İlk başta
durup, önce bir çocuğun, sonra bir diğerinin ve bir diğerinin daha, üzerinde isimlerinin yazılı olduğu
torbalan bulduklarında heyecanla bağırmalarını izledim. Çok geçmeden, torbalarını açıp içlerindeki
oyuncakları çıkardıkça tüm kızlar çığlık atmaya, oğlanlar da keyifle bağırmaya başlamışlardı.

Bense geride durdum. Torbadan torbaya koşup isimler, ni arayan diğer çocuklara katılmadım, çunku
benim »çın ~ hediye olduğunu zannetmiyordum ve bu şüphemin qe çege

103

Şeytanın Çocuğu

dönüşmesini mümkün olduğunca geciktirmek istiyordum. Sonunda, diğer bütün çocuklar oyuncak
dolu torbalarını aldıktan sonra, ağacın altında açılmamış bir torba daha kalmıştı.

Umutlanmaya bile cesaret edemeyerek yaklaştım ve yan gözle üzerindeki etikette yazılı olan ismi
okudum: Jerry Coy-ne. Bir kez daha baktım ve biri gelip, uBu senin değil Jerry, bir hata yapmışız/'
demeden, kendimi neredeyse torbanın üzerine attım ve içindeki oyuncakları birer birer çıkardım.
Noellerde almaya alışık olduğumuz hediyeler genellikle, içine yaşımız ve cinsiyetimiz gözetmeksizin,
ucuz oyuncaklar konulmuş kutular olurdu. Bu yüzden, şimdi önümde sıralanmış duran harika
oyuncaklara baktıkça gözlerime inanamı-yordum ve hâlâ hiç kimse hızla odaya girip bunları önümden
çekip almamıştı.

İnanılmaz bir Noel'di. Çalışanlar bize harika bir Noel yemeği hazırlamışlardı ve genellikle asık suratlı
olan rahibeler bile neşeliydi. Çatlayana kadar yediğimiz yemekten sonra da bol miktarda çikolata
yedik ve rahibeler eşyalarımızı toplamamızı söyleyene kadar oyuncaklarımızla oynadık. Sonra
torbalarımızı odalarımıza taşıdık. Ben kendiminkini yatağımın altına koydum, böylece uyumadan önce
elimi uzatıp ona dokunabilecek ve bütün bugünün olağanüstü bir rüya olmadığından emin olacaktım.

O dönemde odayı üç çocukla daha paylaşıyordum. Rahibe Mary ışığımızı kapatmak üzere odamıza
girdiğinde her zamanki sert tavrı geri gelmişti ve "Artık sessiz olun ve uyuyun,

104

Şeytanın Çocuğu
dedi. Ama uyuyamayacak kadar heyecanlıydık ve hâlâ fısılda-şıyorduk ki, kapı sonuna kadar açıldı,
ışıklar tekrar yandı ve Rahibe Mary odaya dalıp, "Seni uyarmıştım Jerry Coyne. Sana da diğer
çocuklarla aynı oyuncaklar verildi, ama Tanrı biliyor ki onları hak edecek bir şey yapmadın. Sana
yapılan iyiliklere böyle mi karşılık veriyorsun?" diye bağırdı.

A... A... Ama bir tek b... b... ben değildim ki, Rahibe Mary," diye kekeledim.

"Tabii ki şendin/' diye tersledi. "Konuşarak öbür çocukların uyumasını engelleyen sensin." Konuşurken
bir taraftan eğilip yatağımın altındaki oyuncak torbasını aldı ve ışığı kapatıp kapıyı çarparak odadan
çıktığında da yanında götürdü.

"Sabah hepsini geri alırsın/' diye fısıldadı oğlanlardan biri. "Merak etme Jerry. Sadece sana ders
vermeye çalışıyor."

Ertesi sabah, Rahibe Mary'nin yaptığı haksızlığa hâlâ öfke duyuyor olsam da, oyuncaklarımı geri
almamın, ona yaptığı haksızlığı anlatmaya çalışmaktan çok daha önemli olduğuna karar verdim. Bu
yüzden, bir kereliğine bile olsa küstahlık etmeden ve kızgınlığımı göstermeden, uyumam gereken
saatte uyumayıp konuştuğum için özür dilemeyi başardım ve oyuncaklarımı geri alıp alamayacağımı
sordum. Sadece burun kivi np, "Hak ettiğin zaman alırsın," dedi. Sonra bana arkasını dö

nüp uzaklaştı.

Hiçbir zaman bunu hak edemedim ve oyuncaklarımı geri alamadım. Birkaç gün sonra ben bahçede
oynuyordum ve Ra

105

Şeytanın Çocuğu

hibe Mary de ailesini ziyaret etmek için okuldan ayrılmaya hazırlanıyordu. Onu tren istasyonuna
götürmek üzere bekleyen minibüsün yanına bir bavul ve bir de torba koyduğunu gördüm. Rahibe
Mary ne o anda ne de arkasını dönüp binaya geri girdiğinde beni görmedi. O gözden kaybolur
kaybolmaz koşarak minibüse gittim ve torbayı açtım. Omzumda bir el hissettiğimde hâlâ gözlerimi
dikmiş, torbanın içindeki oyuncaklara bakıyorum.

Rahibe Mary'nin elinden kurtulmayı başardım ve wBunlar benim oyuncaklarım. Nereye götürüyorsun
bunları?" diye bağırdım. Bana buz gibi bakarak, "Bunları geri kazanmak için her türlü fırsatın vardı,
ama tüm yaptığın sorun çıkarmak. Sana hediye verilmesini hak etmiyorsun. Hepsini götürüp
atacağım," dedi.

Hiçbir hata yapmadığımı biliyordum. Noel'den beri başım neredeyse hiç belaya girmemişti ve
yaptığım hatalar da Noel hediyelerimi kaybetmeme kesinlikle yol açmayacak kadar küçük, aptalca
şeylerdi.

Rahibe Mary'nin erkek kardeşinin benim yaşlarımda bir oğlu olduğunu biliyordum ve benim
oyuncaklarımı aslında ona götürüyor olup olmadığını merak ediyordum. Bu doğru olsa bile,
uzaklaşmakta olan minibüsü izleyip, arkasından, "Senden nefret ediyorum. Kötü olan sensin!" diye
bağırmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu.

1 nc

Şeytanın Çocuğu

Tekrar bahçeye koştum, çocukların birinin elindeki futbol topunu kaptım ve binanın duvarlarından
birine doğru tekmeledim. Elimden geldiğince sert bir şekilde topa tekrar tekrar vurdum. Aslında bir
pencereye nişan alıyordum, ama her seferinde ıskaladım ve kızgınlığım giderek öfkeye dönüştü. Eğilip
topu

yerden aldım ve tüm gücümle attım. Pencerenin camı binlerce parçaya ayrıldı.

Birkaç saniye sonra Rahibe Dominic'in odasına çağrıldım.

uO camı kırdığını kendi gözlerimle gördüm, Jerry Coyne," dedi bana. uBu kasten yapılmış sersemce bir
şiddet eylemi. Sen kötü bir çocuksun ve bu camın tamiri için gereken para son kuruşuna kadar
ödenmeden cep harçlığı alamayacaksın." Sonra beni demir kaşıkla dövdü. Bedenimdeki her bir kemik
zedelenmiş gibiydi ve ağrıyordu.

Camı neden kırdığımı anlatmaya çalışmamın bir faydası olmadığını biliyordum, ama Rahibe Dominic'in
beni dövmesi bittiğinde, yine de anlattım. Noel gecesi konuşanın ben olmadığım halde Rahibe
Mary'nin oyuncaklarımı ceza olsun diye nasıl aldı-

ğını, biraz önce onları minibüse koyarken gördüğümü, benim

oyuncaklarımı yeğenine götürdüğünden emin olduğumu ve bu yüzden, Rahibe Mary onları tekrar hak
etmem gerektiğini söylemiş olmasına rağmen artık asla geri alamayacağımı anlattım.

Ona karşılık verme küstahlığını gösterdiğim için Rahibe Dominic'in beni tekrar döveceğini sanıyordum.
Ancak, Rahibe Mary ile konuşacağım ve eğer düzgün davranıp beladan uzak durmaya söz verirsen
oyuncaklarını geri alacaksın, dediğinde

Çok şaşırdım.

*m

Şeytanın Çocuğu

Söz verdim elbette ve o gece yatağa yattığımda, Tanrı'ya tekrar tekrar, Rahibe Mary'nin oyuncaklarımı
geri verebilmesi için beni iyi bir çocuk yapsın diye dua ettim. Kollarımı göğsümün üzerinde çapraz
yapıp yatmama rağmen, şeytan bir şekilde içime girmiş olmalı, çünkü Rahibe Mary Nazareth House
geri döndüğünde, verdiğim sözü tutamayıp başımı belaya soktum. Onu yemek salonunda
gördüğümde, öfkeyle, "Hediyelerime ne yaptığını biliyorum ve seni asla affetmeyeceğim," dedim.

"Attım onları," dedi ve "Yalan söylüyorsun!" diye bağırdığımda beni tokatladı.

Bana küçümseyerek baktı ve "Noel'de baban sana ne aldı? Ya annen hangi güzel hediyeleri aldı?"
derken sesi tiksinti doluydu.

Ona bakakaldım. Gözlerimi yakan yaşların akmasına engel olmaya çalışıyordum ve keşke ona verecek
bir yanıtım olsa diye düşünüyordum.

"Evet, doğru ya" dedi Rahibe Mary acımasız bir biçimde. "Hiçbir şey. Başka hiç kimse sana hediye
almadı. Peki, neden almadılar dersin? Neden olduğunu söyleyeyim Jerry Coyne: çünkü hiç kimse seni
sevmiyor ve hiç kimse seni istemiyor."

Yüzündeki alaycı ve acımasız ifadeyi görmemek için arkamı döndüm, bir sandalye kaptım ve odanın
öbür ucuna doğru fırlatırken, "Lanet olası bir yalancısın. Senden nefret ediyorum. O ianet hediyelerin
sende kalsın. Hiçbirinizden hiçbir şey istemiyorum," diye bağırdım. Sonra masayı devirdim ve elime
geçen her şeyi tutup duvara fırlatmaya başladım.

108
Şeytanın Çocuğu

Bu yaptığımdan dolay, sert bir biçimde cezalandırıldığımdan eminim, ama ne olduğunu


hatırlamıyorum.

Ayrıca uyurgezerliğimin de ne zaman başladığını hatırlamıyorum. Bir gece uyandığımda kendimi


rahibelerin beni gece dayakları için sık sık götürdükleri odada buldum. Pencereyle neredeyse aynı
hizada olan ay ışığı dışında oda karanlıktı ve ben haçın önünde dua eder gibi ellerimi birleştirmiş
duruyordum.

Kendi yatağımdan başka herhangi bir yerde uyanmak her zaman çok ürkütücü oldu. Uyandığımda
korkardım, kafam karışırdı ve nerede olduğumu anlamak birkaç saniyemi alırdı, ama bu seferki her
zamankinden daha kötüydü. Odanın diğer ucunda duran ve rahibelerin beni bağladığı yatağa
baktığımda tüm bedenime yağmur gibi inen darbeleri gerçekmiş gibi hissedebiliyordum. Nefesim
sıkışmaya başladı ve sonra kendimi odanın köşesinde çömelip dizlerimi göğsüme çekmiş, dehşet
içinde hıçkırırken buldum.

Aklımdaki tek düşünce, bir an önce rahibelerden biri oraya gelmeden ve gerçekten dayak yemeden
oradan çıkmaktı. Ayağa kalkmaya çalıştığımdaysa, bacaklarım beynimin onlara gönderdiği talimata
uymadılar ve sonunda ayağa kalkmayı başarıp, parmak ucunda yatağıma geri dönmek sonsuza kadar

sürdü gibi geldi bana.

109

Şeytanın Çocuğu

O zamanlar geriye dönüşün1 ne olduğunu bilmiyordum, ama galiba yetişkin hayatımda da devam
eden birçok geriye dönüşün ilkiydi bu.

Başka bir gece o odaya tekrar gittim, ama bu sefer uyandığımda, duvarın dibinde, kendi idrarımdan
oluşmuş bir gölcüğün içinde büzüşmüş oturuyordum. Kalbim hızla çarpıyordu ve terliyordum.
Çevreme bakındığımda, odadaki her şeyin ters dönmüş olduğunu gördüm. Genellikle yatağın üzerinde
duran gri yün battaniye kapının yanında yerdeydi, yatağın üzerindeki döşek kenardan aşağı sarkmıştı
ve en korkunç olanı da, duvarda asılı olan haç yerde, yanımda duruyordu.

Acıklı bir inilti duyuyordum ve bunun kendi sesim olduğunu fark edene kadar aradan birkaç saniye
geçti. Göğsüme çektiğim dizlerime daha da sıkı yapıştım ve tekrar haça baktım. Sonra bir anda kalbim
duracak gibi oldu. İsa neredeydi? Haçın üzerinde olması gereken gümüş tasviri yerde emekleyerek
ararken, bir taraftan da ağlıyordum. Birden, sol elimde sımsıkı tuttuğum bir şey olduğunu fark ettim.
Yavaşça parmaklarımı araladım ve İsa'nın yüzüyle karşı karşıya kaldım. Bir çığlık atıp elimdekini odanın
öbür ucuna fırlattım ve bunu yapar yapmaz da ayağa fırlayıp peşinden gittim.

Odayı toparlayıp, yarattığım karmaşayı elimden geldiğince gidermeye çalışırken hâlâ inliyordum. İsa'yı
haçın üzerine tek-

1 Flashback: Geriye dönüş. Çeşitli kaynaklar geriye dönüşü, geçmişte yaşanan bir deneyimin ya da
travmanın tekrar yaşanması olarak tanımlamaktadırlar. Bu geriye dönüşler istemsiz olup, kimi zaman
o kadar yoğun ve güçlüdür ki, kişi bunun geçmişte kalmış bir anı olduğunun tam olarak farkında
olmayabilir ve bir gerçekmiş gibi deneyimleyebilir. (ç. n.)

110

Şeytanın Çocuğu
rar sabitlememin bir yolu yoktu. Bu yüzden ikisini de dikkatlice, duvarda asılı durdukları yerin tam
altına koydum. Sonra mümkün olduğunca hızlı ve sessiz bir şekilde odama koşup yattım ve örtüyü
kafama çekip hiç kimse ne yaptığımı anlamasın diye

dua ettim.

Başka bir gece uyandığımda kendimi kilisenin arka sıralarından birinde otururken buldum. Sabahın
erken saatleri olmalıydı, çünkü rahibeler çoktan gelmiş mihrapta dua ediyorlardı ve buz gibi soğuktu.
Çok dikkatli bir şekilde, kimsenin fark etmemesini umarak, oturduğum ahşap sıranın üzerinde öne
doğru kayıp sırtımı kamburlaştırdım ve bu arada ne yapacağımı düşünmeye başladım. Avuçlarımın içi
terden yapış yapış olmuştu ve paniğe kapılmamak için nefesimi yavaş yavaş burnumdan alıp vermem
gerekiyordu.

Rahibeler dua ederken kilisenin ana kapısından sessizce süzülür çıkarsam kimsenin dikkatini
çekmeyeceğime karar verdim. Üşümüş, çıplak ayağımı tam yere basmıştım ki, omzumda bir elin
ağırlığını hissettim ve o anda Rahibe Dominic, "Gecenin bu saatinde burada ne yapıyorsun?" diye
tısladı.

Geçerli bir cevap bulabilmek için beynim son sürat çalışıyordu ve birden bir ilham geldi. "Uyandım ve
tekrar uykuya dalamadım, Rahibe Dominic. O yüzden buraya dua etmeye geldim. İyi bir insan olmaya
çalışıyorum," diye fısıldadım.

Konuşurken ona bakıyordum ve yüzündeki ifadeden bana inanmadığını anlamıştım, ama daha geçerli
başka bir açıklama olmadığı için omzumu bırakıp, kısık gözleriyle kilisenin ^aP,s^ na doğru sessizce
yürümemi seyretmekten başka bir seçeneğ

kalmamıştı.

111

Şeytanın Çocuğu

Giyinme odasında, bir banyoda, yaşlıların oturma odasında ya da yemek salonunda uyandığım birçok
gece oldu. Yemek salonuna gittiğim bir gece hâlâ uyur durumdayken, muhabbet kuşunu kafesinden
çıkarmıştım ve uyandığımda onu tekrar yakalamak için neredeyse bir saat uğraştım. En kötüsü de, bir
tarlada uyandığım geceydi. Sol omzumda sıcak ve ağır bir şeyin beni aşağı doğru ittiğini
hissedebiliyordum ve burnuma hiç bilmediğim iğrenç, leş gibi bir koku geliyordu. Hâlâ yarı uykulu bir
vaziyette çığlık attım ve o da her neyse, insanın kanını donduran yüksek bir sesle bağırdı. Başımın yan
tarafına güçlü bir şekilde vurdu ve ben de dehşet içinde titreyerek çamurun içine düştüm.

Başımın dönmesi geçip gözlerimi açmaya cesaret edebildiğimde, Mickey'nin yani Nazareth House'un
sakinlerinden olan eşeğin, bana baktığını gördüm. Anırırken açtığı dudakları yüzüme o kadar yakındı
ki, nefesinin kokusu neredeyse bayılmama sebep olacaktı.

Uyurgezerliğimin en üst noktasına ulaştığı dönemde beni bir dizi doktor, psikolog ve terapiste
gönderdiler. Şimdi geriye dönüp baktığımda, benim sorunumun ne olduğunu anlamak için dahi
olunması gerekmediğini görüyorum. Uzmanlar, bana nasıl davranıldığını bilmedikleri için, ortak
kararları benim ‘'uyumsuz" olduğumdu. Sanırım bu da ilişkilerle ve günlük yaşamın getirdiği stresle
başa çıkamadığım anlamına geliyordu. Uyum sağlayamadığım söylenen wgünlük yaşam" benim
açımdan; şeytanın günahkar dölü olduğum için rahibelerden düzenli

112

Şeytanın Çocuğu
olarak dayak yediğim ve herkesin beni sevmediğini ve umursamadığını haykırdığı bir zaman dilimi olsa
da, uzmanların tespiti

çok doğruydu.

Doktorlardan birine neler olup bittiğini anlatma cesaretini gösterdiğimde, bana rahibelerle ve
Nazareth House'daki yaşantımla ilgili birçok soru sordu ve bir sonraki görüşmemizde bu soruları
yineledi, ama hiçbir şey yapmadı. En azından sonuçları bana yansıyan ve hayatımda herhangi bir
değişikliğe yol açacak bir şey olmadı.

Başka bir uzman ise bana hiçbir soru sormadı. Sadece bana oynamam için oyuncaklar verdi ve ben
bürosunda otururken o da telefon görüşmeleri yaptı, masasının üzerindeki kâğıtları karıştırdı ve
zaman zaman da sadece daha sessiz oynamam gerektiğini çünkü çalıştığını söylemek için kafasını
kaldırıp bana baktı.

Herkes için sorun olmuştum ve sonunda Katolik Çocuklar Derneği benim sorumluluğumu üstlenecek
bir koruyucu aile bulabilmek için yerel kilisenin haber bülteninde beni ‘'ilana çıkarmaya" karar verdi.
Sosyal hizmet görevlim bana bu haberi verdiğinde çok heyecanlandım. Bir aileyle yaşamak benim hep
istediğim bir şeydi. Bu konuda bir haber çıkmasını beklerken, yatağımda oturup dizlerimi göğsüme
kadar çekip sarılır, yeni hayatımın nasıl olacağını hayal etmeye çalışırdım.

Bir iki tane arayan oldu, ‘'ilana": ‘'Bu çocukta davranış bo 2ukluğu vardır," yazdıklarını düşününce bu
şaşırtıcı bir şevd

113

Şeytanın Çocuğu

Sanırım ilgilenen biri olduğunda o kişiye "davranış bozukluğumun" neleri kapsadığını belirten uzun bir
liste okumuşlardır ve "Alo? Orada mısınız? Alo?" diyen kendi seslerinin yankısını duyduklarında karşı
tarafın telefonu kapadığını anlamışlardır.

Böylece, genç yaşımda başıma gelen diğer birçok şey gibi bu da çok büyük bir hayal kırıklığı ve zaman
kaybı olmuştu. Aslına bakarsanız, on bir yaşıma geldiğimde içimde hâlâ bir umut kalmış olması
şaşırtıcıydı. Galiba küçük çocukların başlarına ne gelirse gelsin, içlerinde bir umut taşımaya devam
edecek kadar saf ve temiz kalabiliyorlar.

Aslında bu deneyimin etkisi, çok fazla belli etmesem de, çok yıkıcı olmuştu. Sosyal hizmet görevlimin
insanlara kendi bildiği kadarıyla "gerçeği" anlatmak zorunda olduğunu şimdi tabii ki biliyorum. O
dönemde neden kimsenin beni evlat edinmek istemediğini anlamamış olsam da bu durum rahibelerin
bana her zaman söylediği şeyin bir başka kanıtıydı. Gerçekten de hiç kimse beni istemiyordu; benim
için harcadıkları zaman ve girdikleri zahmetin karşılığında oldukça iyi bir miktarda maddi yardım
alacak olmalarına rağmen.

İyi bir çocuk olmak için gerçekten uğraşıyordum. Binanın yaşlılara ayrılan bölümünde temizliğe
yardım ederek ve onların anlattıkları hikâyeleri dinleyerek saatler geçiriyordum. Aslında anlattıklarını
dinlemek benim de çok hoşlandığım bir şeydi, o yüzden belki de iyi olma çabası sayılmıyordun Bir
süre için muhbirlik bile yaptım. Rahibelere yalakalık edip diğer çocukların yaptıkları hataları
gammazlıyordum, ama yaptığım hiçbir şey işe yaramadı.

114

Şeytanın Çocuğu
Nazareth House'da yaşadığım süre boyunca öğrendiğim işe yarar tek şey nezaketti. İkinci bir şansımız
asla olmazdı: bir şey istediğimizde "lütfen" demezsek, istediğimizi alamazdık ve istediğimiz şey bize
verildiğinde “teşekkür ederim" demezsek, bize verilen şey elimizden geri alınırdı. Aslına bakarsanız,
psikolojik olarak hasarlı olsam da, hayatınızda tanıyabileceğiniz en kibar insanlardan biriyim hâlâ!

Öyle görünüyor ki, sözde iyi bir Katolik terbiyesiyle yetiştirilmenin acısını çeken sadece ben değilim.
Şu anda, internet üzerinden iş gören bir çocuk istismarı çetesinin bir üyesi olduğu için hapiste olan
Angela Ailen da benimle aynı dönemde Nazareth House'da yaşayan çocuklardan biriydi. Gazetelerin
yazdığına göre, polis dedektifleri Angela'yı “kötü niyetli ve şeytani", bir doktor da “duygusal açıdan
zayıf" olarak nitelendirmiş. Belki o da çocukluğunda yaşadığı olaylardan zarar görmüştür, ama yine de
çocuklara cinsel tacizde bulunanlar için ne iyi bir bahane ne de yeterince uzun bir hapis cezası olabilir.
İnanın, bunun yol açtığı inanılmaz derecede korkunç hasarı biliyorum.

bölüm 7

Bir akşam rahibelerden biri bir duyuru yaptı: Hepimiz İrlanda dansı öğrenecektik.

"Dersler her hafta perşembe akşamları olacak," dedi rahibe. "Bunun isteğe bağlı olmadığını açıkça
söylememe gerek yok. Herkes bu derse katılacak."

Kızların çoğu heyecanlanmışlardı ve hemen odanın içinde dans etmeye başladılar, ama oğlanlar o
kadar memnun olmamışlardı. Bu konuda çok fazla söz hakkımız olmadığını biliyorduk, çünkü sonuçta
hep bize söyleneni yapmak zorunda kalıyorduk.

İlk İrlanda dansı dersimiz yemek salonunda yapıldı. Bütün masa ve sandalyeler duvarların dibine
çekilmişti ve bir rahibe, özellikle oğlanların gururlarını korumak ve özgürlüklerine kavuşmak İçin
kaçmalarını engellemek üzere bekliyordu. Tuhaftır

116

Şeytanın Çocuğu

ki, herhangi bir şeye katılma konusunda neredeyse mükemmel bir kayıtsızlık ve ilgisizlik maskesi
geliştirmiş biri olmama rağmen ben bile, karnımda heyecana benzer bir burulma hissediyordum.

Dans öğretmenimiz, dans konusundaki tutkusu bulaşıcı olan Sylvia adında genç, güzel, koyu renk saçlı
bir kadındı. İlk başlarda diğer oğlanlar kadar yüksek sesle homurdanmama rağmen aslında perşembe
akşamlarını dört gözle bekler olmuştum.

Kız kardeşim Teresa'nın doğuştan dansçı olduğu ortaya çıktı. Bize öğretilenlere özel bir yeteneği vardı
ve kısa sürede aramızdaki en iyi dansçı oldu. Ben de oldukça iyiydim ama asla Teresa kadar güzel dans
edemedim. Beni özendiren şey biraz da Sylvia'dan hoşlanmaya başlamış olmamdı ve onun da beni
sevmesini istiyordum. Bu amaca ulaşmanın en iyi yolu da çok çalışmak gibi görünüyordu bu yüzden
ben de kızlardan bazılarıyla çalışıyor, bir sonraki derse kadar şu anda adını hatırlamadığım tüm
figürleri öğrenmiş oluyordum. Sonra bir gün Sylvia bazılarımızı bir yarışmaya sokacağını söyledi ve ben
de buna dâhildim.

Yarışma günü çok heyecanlıydım, ama başarmaya kararlı olduğum için heyecanımı kontrol altında
tutabildim ve ikinci oldum. Sylvia beni içtenlikle kutladı ve gerçekten mutlu olmuş görünüyordu, ama
ben hayal kırıklığına uğramıştım. Bana hiçbir şeyi başaramadığım o kadar çok söylenmişti ki -çatalı ve
bıçağı bile "ters elimde" tutuyordum- hiç olmazsa bir tek şeyi diğer herkesten daha iyi yapmak
istiyordum. Bu yüzden, bir sonraki yarışmaya kadar, dansları uykumda bile yapacak duru

^ gelene dek çalıştım.

117

Şeytanın Çocuğu

Ne yazık ki çocukluğumda çenemi ne zaman tutmam gerektiğini öğrenememiştim ve yarışma


gününden çok önce herkese geçen yarışmada aldığımdan daha iyi bir sonuç alacağımı söylemiştim
bile. Bu da eğer başaramazsam herkesin benimle alay edeceği ve aşağılayacağı anlamına geliyordu,
ama bu sefer bu kadar çok çalışmamın sonucunu aldım ve birincilik madalyasını kaptım. Benim için bu
olimpiyatlarda altın madalya kazanmak gibiydi. Sylvia'ya koşup madalyamı gösterdim ve o da
gülümseyerek bana "şampiyon" dediğinde duyduğum gururu hiç unutmadım.

Ondan sonra birçok yarışmaya katıldım ve hepsinde iyi sonuçlar aldım, ama birincilik haricindeki diğer
sonuçları başarı olarak görmüyordum. Aslında Sylvia bana İrlanda dansından çok daha fazlasını
öğretti. Başarının nasıl bir şey olduğunu de-neyimlemem için bana fırsat tanıdı. Ayrıca kendi
tutkusunun bir kısmını bana aktardı ve bu da daha önce hiçbir şey için hissetmediğim bir duyguydu.
Bunun kötü yanıysa, bugün bile hâlâ benimle olan yenilgiyi kabullenememe duygusu.

İrlanda dansları dışında Nazareth House'da yapılan etkinliklerin birçoğuna katılmadım, ama birlikte
dolaştığım iki oğlan vardı ve dolayısıyla tamamen yalnız değildim. Rahibeler bu iki oğlanı da benim
gibi baş belası olarak görüyorlardı, fakat oğlanların umurunda değildi. Şimdi geriye dönüp
baktığımdaysa belki onlar da benim kadar iyi rol yapıyorlardı bu konuda, diye düşünüyorum.

Bunlardan biri, iri yarı olan Dave Phillips, bir sabah okula gitmek üzere hazırlanırken yanıma geldi ve
"Buradan kurtulmak ister misin?" diye sordu. Ağzının kenarından ve Humphrey Bo-

118

Şeytanın Çocuğu

gart'ınkine benzer bir ses tonuyla sormuştu bu soruyu ve ben

de güldüm, ama sonra bunun aslında ciddi bir soru olduğunu fark ettim. Omuzlarımı silkip, "Tamam,"
dedim.

Birkaç dakika sonra çamaşırhanenin yanında buluştuk ve Nazareth House sınırları içinde, pencereden
bakıyor olabilecek herhangi birinin görüş alanı dışına çıkana kadar yan yana yürüdük ve sonra
koşmaya başladık. Yoldan görünmeyecek bir şekilde, tarlaların içinden koşmaya devam ettik. Sonra
nefes nefese kalmış ama coşkulu bir şekilde kendimizi bir çitin kenarındaki çimenlerin üzerine attık.

Tekrar nefesimizi toparladığımızda ne yapacağımızı konuştuk ve çok geçmeden verdiğimiz ortak karar,
İrlanda'ya giden bir gemiye kaçak olarak binmekti. Öncesindeyse kasabadaki dükkâna gidip çikolata
çalacaktık.

Kısa bir süre sonra, tekrar koşuyorduk, ama bu sefer ceplerimiz tıka basa çikolata doluydu ve
peşimizden de dükkânın sahibi geliyordu, adamın kesik kesik çıkan hırıltılı soluğu sonunda gerilerde
kalıp duyulmaz oldu.

Güneşin altında tarlalarda yürürken omuzlarımdan bir yük kalkmış gibiydi ve kendimi özgür
hissediyordum. Sonra Dave, "Artık polis bizi aramaya başlamıştır herhalde," dedi. Bu fikir onu
heyecanlandırmış gibi gözüküyordu ama ben bu konuyu hiç dü Şünmemiştim ve hemen korkup
endişelenmeye başladım.

Daha sonra, kırlık arazide dolaşmaktan yorulduğumuzda,

Londra'ya gitmek için kamyonlara otostop yapmayı denedik.

119

Şeytanın Çocuğu

Önümüzde duran tek kamyon şoförü de o kadar korkutucuydu ki, Dave'le birbirimize baktık ve tekrar
tarlalara doğru koştuk. Yoldan yeterince uzaklaşıp güvenli bir mesafeye geldiğimizde durduk ve katıla
katıla gülmeye başladık.

Bir süre sonraysa, güneş ağaçların tepesinden batıp hava soğumaya başladığında Dave Nazareth
House'a geri dönmekten bahsetmeye başladı.

"Ama kaçtık biz," dedim. "Artık geri dönemeyiz. Rahibeler çıldırmıştır şimdi."

Dave'in ciddi olduğuna inanamıyordum. Yaptığımız şey bir rahibeye kafa tutmaya ya da bize piç
dedikleri için birini yumruklamaya benzemiyordu. Kaçmak gerçekten çok kötü bir davranıştı ve eğer
geri dönersek cezamızın ne olacağını düşünmek bile istemiyordum.

Dave'in bu konuda ciddi olmadığını bilsem kaçmayı kabul etmezdim. Tek başıma devam etmekse
birçok sebepten ötürü bana hiç cazip gelmiyordu. Dave beni yarı yolda bıraktığı için hayal kırıklığına
uğramıştım. Bu yüzden tartıştık ve tekrar geriye, bizi bekleyen belaya doğru uzun ve sessiz
yürüyüşümüze başladık.

Binanın arka kapısından gizlice içeri girdik ve daha koridorda birkaç adım atamadan yakalandık. Dave
kendi grubuna katılmak üzere üst kata yollandı ve bana da gidip vestiyerde beklemem söylendi.

120

Şeytanın Çocuğu

Vestiyer denen yer, bir duvarında metal dolaplar olan ve dışarıya giydiğimiz ayakkabılarımızla
paltolarımızı koyduğumuz

ince uzun bir odaydı. Odanın içinde aşağı yukarı yürürken başparmağımı kemiriyor ve başıma
gelecekleri düşünmemeye ça-

hşıyordum.

Sonunda kapı açıldığında, yanında başka bir rahibeyle birlikte Rahibe Mary içeri girdi. Kollarını
kavuşturup önümde durdu ve bana nereye gittiğimi sordu.

"Dışarıdaydım," derken sesimin rahat ve güvenli çıkmasına gayret ediyordum, ama aslında duyduğum
korkuyu gizlemek için de fazla bir şey yapamamıştım.

Rahibelerin ikisi de bir şey demedi. Rahibe Mary eğilip yerden bir ayakkabı aldı ve başıma öyle bir
vurdu ki, savrulup metal dolaplara çarptım.

"Başımıza açtığın dertleri anlamıyor musun?" diye bağırdı. "Polis bütün gün sizi aradı. Senin gibi
değersiz, kötü, bencil bir çocuğu aramaktan daha önemli işleri olmadığını mı sanıyorsun Jerry Coyne?"
Aslına bakılırsa, Dave bunu söylemeden önce, polisin bu işe karışacağı ya da herhangi birilerinin bizi
aramaya çıkacağı hiç aklıma bile gelmemişti. Galiba benim için herhangi bir zahmete girmeyeceklerini
çünkü beni umursamadıklarını düşünmüştüm.

İki rahibe beni hâlâ ayakkabılarla döverken ablam Geraldine °daya girdi. Onu görünce hem şaşırmış
hem de rahatlamıştım, Çünkü rahibelerin beni ablamın önünde dövmeye cesaret ede deyeceklerini
biliyordum. Geraldine'nin oraya nasıl geldığtns

121

Şeytanın Çocuğu

hiç öğrenemedim. Herhalde beni bulamayınca başrahibe babamı aramıştı ve o da büyük olasılıkla
barda olacağı için Geraldine gelmişti.

Tam ona doğru bir adım atmak üzereyken, gözünde yaşlarla, tek kelime etmeden o bana doğru geldi
ve bana vurdu. O vuruşun şiddetiyle geriye, duvara doğru sendeledim ve ben yaşadığım hem
duygusal hem de fiziksel şoktan kurtulamadan arkasını dönüp odadan çıktı.

Herhalde, Geraldine'nin neden kaçtığımı anlayacağını ummuştum. Ne yapmasını beklediğimi


bilmiyorum ama kendimi her zamankinden daha yalnız hissettim, çünkü güvende olduğumu
öğrendiğine sevinen hiç kimse yok gibiydi. Ben her zaman Geraldine'nin rahibelerin bana nasıl
davrandığını bilmediğini, eğer bilseydi engellemek için bir şeyler yapacağını sanmıştım. O günden
sonraysa, acaba olanların hep farkında mıydı diye merak etmeye başladım. Çoğunlukla da bunu dü-
şünmemeye çalıştım, çünkü her zaman güvendiğim tek insanın da bana ihanet etmiş olma ihtimali ile
yüzleşmek zorunda kalmak istemiyordum.

Kendime okuldaki ve Nazareth House'daki çocukların arasından nadiren de olsa arkadaş


bulabiliyordum, ama öğretmenlerim, rahibeler ve bakımevinde bize yemek pişiren, çeşitli şekillerde
bizimle ilgilenen personel de dâhil olmak üzere, yaşamımdaki yetişkinlerle ilişki kurmakta
zorlanıyordum. Sonra bir gün, okuldan döndüğümde Judith Harding'in Nazareth House'daki personele
katılmış olduğunu gördüm.

122

Şeytanın Çocuğu

judith'i görür görmez sevdim ve inanılmaz biçimde o da beni sevmiş gibiydi. Tanıdıklarımın içinde,
benimle ilgili söylenenleri dikkate almayan tek yetişkindi ve benimle normal bir insanmışım gibi
konuşuyordu. Bana okulla ilgili sorular soruyor, neleri sevdiğimi ya da sevmediğimi öğrenmek
istiyordu ve mutsuz olduğumda, yaptığı iş ne olursa olsun kenara bırakıp tüm çabasını beni
gülümsetmeye yöneltiyordu.

Judith ile kurduğum ilişki, çocukluğumda kurduğum en önemli ilişkiydi. Aynı zamanda olumlu olan tek
ilişkiydi ve zamanla Judith'i dünyadaki her şeyden ve herkesten çok sevdim.

Zaman zaman bakımevinde çalışanların arabalarını yıkardım. Judith'in küçük arabasını yıkamak,
cilalamak ve parlatmak için de saatlerimi harcardım ve sonunda araba ayna gibi parlardı. Baktığınızda
kendinizi görebilirdiniz. İşim bittiğinde o da dışarı çıkar ve yaptığım işi çok beğenirdi. Ona bir tek leke
bile bulamayacağını söyleyerek meydan okuduğumda güler, arabasının hiç kuşkusuz tüm ülkedeki en
temiz araba olduğunu söylerdi.
Nazareth House'daki hiçbir çocuğun, kıskançlığa sebep olacak şekilde dikkatleri üzerine çekmesi pek
de iyi bir fikir değildi. Birden bire artan neşemi ve özgüvenimi farkeden bazı çocuklar alaycı bir sesle
benimle dalga geçip, Judith'in sevgilim olduğu nu söylemeye başladılar. Bu umurumda değildi.
İstedikleri ka dar kıskançlık edip aptalca davranabilirlerdi, çünkü hayatların da onlar için özel olan
birisi yoktu ama benim vardı ve onların alayları ve kıskançlıkları ile baş edebilirdim.

123

Şeytanın Çocuğu

Sonra yeni bir rahibeye aralarında benim de bulunduğum bir grup çocuğun sorumluluğu verildi.
Neden olduğunu bilmediğim bir sebepten dolayı -belki sırf kendi mutsuz olduğu ve bu yüzden
başkalarını da mutlu görmek istemediği için- bu kadın sahip olduğum tek gerçek dostluğu
mahvetmeye kararlı gorunuyordu.

Rahibe Frances kısa boylu, şişman bir kadındı ve sadece Tanrı'nın ve kendisini çocuğuna çok adamış
bir annenin sevebileceği bir yüzü vardı. Çenesinde sırtüstü yatıp bacaklarını uzatmış örümceklere
benzeyen, kıllı, kocaman benler vardı. Gözlerini çok büyük gösteren ve yüzünü kızmış, şaşırmış bir
baykuşa benzeten kalın camlı bir gözlük takardı. Aslında onu itici yapan yüz hatları değil, acımasız,
kindar kişiliği ve yüzünden açıkça belli olan darfikirliliği ve kötü düşünceleriydi.

Herkes -hem çocuklar hem de çalışanlar- onun kindarlığının ve çarpık espri anlayışının hedefiydi,
benden özellikle nefret ediyordu ve Judith ile aramdaki arkadaşlığın farkına vardığında, Judith'e
aramızdaki ilişkinin hiç uygun olmadığını söyleyerek onu uyarmaya çalıştı.

Judith'in beni savunmaya çalıştığını ve dostluğumuzun "uygunsuz" bir yönü olduğunun ima
edilmesine çok şaşırıp kızdığını

biliyorum. Ben sadece bir çocuktum ve Judith de benim şefkate

•*

ne kadar aç olduğumun farkına varıp bana ilgi gösteren iyi ve anaç bir kadındı. Ne yazık ki sonunda,
üzerinde kurulan baskıya en azından bir dereceye kadar boyun eğmek zorunda bırakıldı ve benimle
konuşurken daha dikkatli davranmaya başladı.

124

Şeytanın Çocuğu

Benimle konuşurken görülmek konusunda neden dikkatli olması gerektiğini bana anlatmaya çalıştı ve
ben de anlamaya çalıştım, ama bana fiziksel şefkat gösteren tek yetişkinle olan kısacık dostluğumu
kaybettiğim için incinmiş ve hayal kırıklığına uğramıştım.

Eğer rahibeler Judith'in anaç tavrından hoşnut kalmadılar-sa, belki Frank Cameron'un bazı oğlanlarla
arkadaşlık kurma

yöntemini onaylarlardı.

Frank'in Nazareth House'da işe alınmış olma sebebinin oğlanları disiplin altında tutmak olup
olmadığını merak ederdim. Asi olan ve kimi zaman da kötü davranışlar sergileyen bir tek ben
değildim. Rahibelerin ve diğer çalışanların birçoğu onu seviyordu, ama ben onu ilk gördüğümde
ürkütücü bir yanı oldu-

| t« t« m . t«
ğunu düşünmüştüm.

Benim de içinde olduğum çocuk grubundan sorumlu olmamasına rağmen, birkaç kez benimle çene
çaldı; belli ki arkadaşça davranmaya çalışıyordu. Sonra bir gün arabasıyla gezmek isteyip
istemeyeceğimi sordu. Normal olarak hayatımın monotonluğunu kıran ve bana bakımevinden bir süre
de olsa uzaklaşma fırsatı veren herhangi bir şey, hemen kabul ederdim, ama Frank'ten
hoşlanmadığım için hayır dedim ve o da omuzlarını silkip bana tuhaf bir biçimde gülümsedi.

Onu bir sonraki görüşümde hiçbir şey olmamış gibi davrandı rahibelerin bana kafayı takmış olduğunu
bildiğini, benim de neler hissettiğimi anladığını söyledi. Beni anladığını ve benden Vana olduğunu
anlattı. Judith bana karşı her zaman iyi davrandı ve başım belaya girdiğinde ya da herhangi bir
nedenle canım

125

Şeytanın Çocuğu

sıkkın olduğunda hep beni neşelendirmeye çalışmıştı, ama rahibelerle ilgili olumlu ya da olumsuz
hiçbir şey söylememişti. Bu yüzden birinin ulu orta bu şekilde konuştuğunu duymak benim için yeni
bir deneyimdi ve yarım yamalak gülümseyerek, "Peki tamam," dedim.

Belki de tuhaf tavırlarına engel olamıyordur ve herkese gerçek kişiliğini göstermesi için bir fırsat
verilmesi gerekir diye düşündüm. Bunu kimse benden daha iyi bilemezdi. İki gece sonra uyanıp, onu
yatağıma oturmuş, bana bakarken bulduğumda korkuyla sıçradım. Ona orada ne aradığını
sorduğumda, "Senin için endişelendim. İyi olduğundan emin olmak istedim. Sorun yok. Hadi uyu,"
dedi. Sonra ayağa kalkıp odadan çıktı.

Bunun çok tuhaf olduğuna hiç şüphe yoktu, ama hayatımda okadar çok tuhaf şey vardı ki bu konuya
çok kafa yormadım ta ki birkaç gece sonra uyanıp onu, battaniyelerin arasından bacağımı okşarken
bulana kadar.

Hâlâ yarı uykulu bir halde kalkıp oturmaya debelendim ve "Ne halt ediyorsun burada?" diye sordum.

Frank parmağını dudaklarına götürüp, "Şşşşş- Yok bir şey. Bir gürültü duyup kontrol etmeye geldim,"
diye fısıldadı.

Odama bir sonraki gelişi birkaç hafta sonraydı ve bu sefer beni özellikle uyandırıp, "Arkadaş mıyız?"
diye sordu.

Hem sorduğu soru hem de bu soruyu sormak için seçtiği saat oldukça tuhaftı, ama dediğim gibi,
benim yaşadığım dünyada tuhaf, sıradan bir şeydi ve bu yüzden, "Evet," dedim.

126

Şeytanın Çocuğu

Nefesi alkol kokuyordu ve hâlâ uyku sersemiydim ama bir an ona acıdım. Büyük olasılıkla yalnızlık
çekiyordu ve konuşabileceği, onu gammazlamayacak birine ihtiyacı vardı. Tam onun için gerçekten
üzülmeye başlamıştım ki, birden elini battaniyenin altına soktu ve baldırımı sıktı. Bağırıp yatağımdan
fırladım ve odayı paylaştığım diğer çocuklar yataklarında dönüp uykularında mırıldanınca, Frank
çabucak ayağa kalktı, kapıyı açtı ve koridoru kontrol ettikten sonra çıkıp ortadan kayboldu.

O geceden kısa bir süre sonra, diğer çocuklardan Frank Cameron'un tavırlarıyla ilgili birçok söylenti
duymaya başladım, ama Frank'in işten kovulması için bir süre daha geçmesi gerekti. O arada ben
zaten bakımevinden ayrılmıştım.
Hem okulda hem de rahibelerle hâlâ başım belaya giriyordu ve bir gün müdür yardımcısına saldırdım.
Diğer bazı çocuklarla kovalamaca oynuyorduk ve koşarak müdür yardımcısının yanından geçerken
elini uzatıp beni saçlarımdan yakaladı. Ona bağırarak piç dedim ve "siktirip gitmesini" söyledim. Uzun
lafın kısası, o beni yemek salonunda kovalamaya başladı ve ben de onu yavaşlatmak için sandalye
dâhil elime ne geçerse ona doğru attım.

Buna benzer olaylar olduğunda, sanki biri beni kurup bırakmış gibi, içimdeki zemberek enerjisini son
zerresine kadar boşaltmadan durmayı başaramıyordum. Bu olayda, beni yaka layıp kıçım kıpkırmızı
olana kadar kemerle dövdükleri, müdür

yardımcısının odasına sürüklediklerinde bile sakinleşememiş tim.

127

Şeytanın Çocuğu

Her zamanki gibi, müdür olanları bakımevindekilere bildirdi ve o gece başrahibe öfkeyle bana artık
tamamen kontrolden çıktığımı söyledi. İki rahibe beni dövdükten sonra, ellerimi göğsümün üzerinde
çaprazlayıp yatağıma yattım ve hiçbir ölümlü varlık beni affedemese bileTanrı'nın günahlarımı
affetmesi için dua ettim.

Birkaç gün sonra, o sabah okula gitmeyeceğimi çünkü hastaneye gitmem gerektiğini söylediler.
Sebebini sorduğumda, rahibelerden biri bana bir test yapılacağını ve bu testin deli olduğumu
kanıtlayacağını söyledi. Çocuklardan bazıları rahibenin söylediklerini duydular ve parmaklarıyla beni
göstererek gülmeye ve "Jerry Coyne delirdi. Jerry Coyne delirdi," diye tempo tutarak alay etmeye
başladılar.

Kahvaltıdan sonra, herkes okul otobüsünü yakalamak için koşuştururken ben de salonda korkumu
belli etmemeye çalışarak oturmuş, kaçmanın bir yolunu bulmak için beynimi zorlu-yordum. İki rahibe
beni almaya geldiklerinde, hazırlayabildiğim tek "plan" onlarla birlikte gitmeyeceğimi söylemek
olmuştu.

"Beni zorla götüremezsiniz," diye bağırdım. "Ben deli değilim ve o lanet hastaneye gidip o lanet testi
yaptırmayacağım."

Düşünemeyecek kadar paniğe kapılmış olmasaydım bana vuracaklarını varsayardım ama vurmadılar
ve bunun yerine rahibelerden biri omuzlarını silkip, "Tamam o zaman," dedi. Sonra bana arkasını
dönüp kapıya doğru yürürken, omzunun üzerinden bakıp, "İstemiyorsan hastaneye gelmek zorunda
değilsin. Onlar buraya gelirler ve seni alıp ömrünün sonuna ka-

128

Şeytanın Çocuğu

dar bir hücrede kalacağın akıl hastanesine götürürler. Yaşlı bir adam olana kadar orada yaşamak
zorunda kalırsın ve sana her gün elektroşok uygularlar. Bir daha asla ne gün ışığını ne de ailenden
herhangi birini görürsün, ama tabii istediğin buysa..."

"Bekle!" diye bağırdığımda kapıya ulaşmıştı bile ve bir an geri dönmeyeceğini düşündüm.

Hastanede bir danışman, rahibelerden birinin benim şiddete eğilimli olduğumu ve davranışlarımın
kötü olduğunu anlatmasını dinledikten sonra, kibarca ama kesin bir tonda, kendisi benimle
konuşurken dışarıda beklemelerini söyledi. Rahibenin öfkelendiğini görebiliyordum, ama danışman iki
elinin parmak uçlarını birbirine dokundurarak rahibeye gülümsedi.
Rahibe bir an tereddüt etti ve yanakları bu duruma içerlediğini belirtecek şekilde kızardı. Sonra ayağa
kalktı ve bana "doktorun karşısında iyi bir çocuk" olmamı söyleyip, başını dik tutarak odadan
süzülürcesine çıktı.

Oturduğum koltuğun ahşap kollarına sımsıkı yapıştım ve gözlerimi doktora diktim. O da gözlüklerinin
üzerinden bana bakıp gülümseyerek, "Korkman için hiçbir sebep yok, dedi. Masasında duran kalın bir
dosyayı açtı ve tekrar bana bakıp, Buradasın çünkü hayatını kolaylaştıracak bir şeyler yapıp ya

pamayacağımıza bakacağız," diye ekledi.

Beni kandıramazdı; nasıl bir oyun oynadığını biliyordum. Bana rahibelerin söylediği tüm o korkunç
şeyleri yapabilme 'Çin önce sahte bir güven duygusu vermeye çalışıyordu. Beni

129

Şeytanın Çocuğu

kadar kolay alt edemeyecekti. Eğer bana elektroşok vermek ve deli olduğumu kanıtlayacak o testi
yapmak istiyorsa bunun için mücadele etmesi gerekecekti.

Bu yüzden bir şey söylemedim. O dosyasından başka bir kâğıt çıkarmış okurken, parmaklarımla
koltuğun kollarında inatçı bir ritim tutturmuş ve gözlerimi kafasının biraz yukarısında duvara dikmiş
oturuyordum.

Biraz sonra tekrar kafasını kaldırıp bana baktı ve "Pek mutlu bir çocuk değilsin, öyle değil mi?" dedi.

Omuzlarımı silktim.

"En çok ne yapmaktan hoşlanıyorsun?" diye sordu. "Futbol oynamak mı? Ödevlerini yapmak mı?"
Güldü ve ben de gülmemek için kendimi tuttum. Sonra bana hayatımla ilgili bazı sorular sordu -
ailemi, okulu ve Nazareth House'da yaşamayı sevip sevmediğimi. Bazılarına gerçekten yanıt vermek
istesem de, pes etmemem ve hiçbir şey söylememem gerektiğini biliyordum.

Sonunda patladım. "Ne yapmaya çalıştığını biliyorum. Rahibeler neden burada olduğumu söylediler.
Bütün yapmak istediğin benim deli olduğumu kanıtlamak. Bana ne yaptığın umurumda değil. Onun
için ne yapacaksan yap artık," dedim.

Doktor bana gerçek bir anlayış ve şefkat ifadesiyle baktı, ama ben hâlâ ona dik dik bakıyordum.

130

Şeytanın Çocuğu

»Hayır Jerry," dedi sonunda. "Kimse senin deli olduğunu ka-nttlamaya çalışmıyor. Bugün burada
yapacağımız şey...”

Onu dinlemiyordum. Yaptığım cesaret gösterisine rağmen

çok korkuyordum ve bana yapacakları şeylerin ürkütücü ayrıntılarını dinlemeye dayanamazdım.

Birkaç dakika sonra beni başka bir odaya aldılar ve bir hemşire gülümseyerek oradaki bir sandalyeye
oturmamı söyledi. Sonra bir makineyi iterek bana doğru yaklaştırdı. Sandalyenin kollarına o kadar sıkı
yapıştım ki, eklem yerlerim bembeyaz oldu ve seğirmeye başladı.

Makineden çıkan bir sürü kablo vardı ve hemşire kafama başlık gibi bir şey takıp kabloların uçlarını da
bu başlığa taktı. İşte o zaman bana elektroşok vermek için o kabloları bağladığını fark ettim. Paniğe
kapıldım ve kabloları deli gibi çekip hemşireye bağırmaya başladım. uNe yaptığını biliyorum.
Dokunma bana. Beni rahat bırak. Ben deli değilim. Elektroşoka ihtiyacım yok."

Beni, onları dinleyebilecek kadar sakinleştirmek doktorla hemşirenin birkaç dakikasını aldı. Sonra tüm
yapacaklarının hana bazı sorular sormak ve ben yanıt verdikçe de televizyon akranına benzer bir şeyin
üzerinde belirecek olan şekilleri izle mek olduğunu açıkladılar.

Anlattıklarına inanmamı sağlamak için -ya da en azından kafama o başlığı tekrar takmalarına ve
kabloları bağlamalarına vermem için- birkaç dakika daha uğraştılar.

131

Şeytanın Çocuğu

Şansıma, söyledikleri doğru çıktı, ama yine de korkunç bir deneyimdi, çünkü sürekli olarak beynime
verilecek olan ilk elektrik dalgasını bekliyordum ve bu arada, Ya yapacakları şey gerçekten deli
olduğumu kanıtlarsa ve beni hayatım boyunca yalnız kalacağım bir yere kilitleyip her gün elektroşok
uygularlarsa • * • • • • |

diye duşunuyordum.

Sonuçta beni herhangi bir yere kilitlemediler. Onun yerine, testin sonunda doktor bana gülümseyerek
üzerinde dalgalar şeklinde çizgiler olan bir kâğıt parçası verdi ve WAİ bakalım. Deli olmadığını ve
beyninde bir sorun olmadığını kanıtlamak için bunu herkese gösterebilirsin," dedi.

Daha sonra, hastanenin ana kapısından çıkarken o kâğıdı neredeyse rahibenin burnuna sokuyordum.
Doktorun söylediklerini anlattım, ama o benim kanıtımı elinin tersiyle itti ve bakmadı bile. Sonra
gözlerini kısıp, yüzünde anlayamadığım bir ifadeyle bana baktı.

Hastaneye gidişimle ve yapılan testle ilgili olarak bir daha başka hiçbir şey konuşulmadı. Birkaç gün
sonraysa, öğleden sonra okuldan döndüğümde, Nazareth House'daki tüm çocuklara bakan doktorun
beni beklediğini söylediler.

Bakımevine yeni bir oğlan gelmişti ve hemen birbirimize ısınmıştık. Adı Sam Oliver'di ve benim gibi o
da başkalarının kendisi için ne düşündüklerini umursamıyordu -ya da benim gibi umurunda değilmiş
gibi davranıyordu demeliyim- ve birlikte sonsuz haylazlıklar yapıyorduk.

132

Şeytanın Çocuğu

Kaçınılmaz olarak başımız sürekli belaya giriyordu, ama özellikle bizim ikimizden neredeyse tutkulu bir
biçimde nefret eden kişi Rahibe Marydi. Genellikle yaptığımız bir şeyden dolayı bize cep harçlığı
vermeyi reddederdi ve utanarak söylüyorum, ama böyle durumlarda şekerleme ve gazoz alabilmek
için kiliseden para çalar, sonra da aldıklarımızı saklanma yerimize, yani kazan odası ve çamaşırhanenin
üzerindeki düz bir alan olan çatıya götürürdük.

Birlikte gülebileceğim bir arkadaşımın olması harika bir şeydi ama sonunda, her zaman olduğu gibi
rahibelerin kazanacağını bilmemiz gerekirdi.

O gün okuldan sonra Sam'in de doktoru görmesi gerekiyordu ve ben dışarıda sıramı beklerken
doktorun odasına ilk giren o oldu. Yanımdan bir rahibe geçtiğinde ben koridorda beklemeye başlayalı
birkaç dakika olmuştu. Ona, "Doktora görünmeme gerek yok. Ben hasta değilim," dedim. Bana soğuk
bir tavırla gülümseyip, "Bu belki de olaya nasıl baktığınla ilgilidir, Jerry Coyne. Bırakalım da doktor
versin kararı, olmaz mı?" dedi. Sonra da yürüyüp gitti.
Dışarı çıktığında Sam'le konuşma fırsatım olmadı ve doktor da, steteskop'un soğuk metalini göğsüme
bastırıp kulaklarıma ışıkla bakarken ve dilimi çıkarmamı söylerken sorduğum soruların hiçbirine cevap
vermedi. Sonunda doktor benimle konuş

j r ■ *• •

tuğunda, her gün okuldan dönünce bir ilaç almam gere ıgını söyledi. Neyim olduğunu söylemedi ve
sorduğumda da sadece kafasını sallayıp "İlaç iyi gelecek,” dedi. Sonra elini kapıya doğru salladı ve ben
de odadan çıktım.

133

Şeytanın Çocuğu

Ertesi gün, Sam'le birlikte okuldan döndüğümüzde, ikimize de küçük birer pembe hap ve birer bardak
süt verildi. Birbirimize baktık, omuz silktik ve ilaçları yutup sonra da bunu bir daha düşünmedik.

O akşamın ilerleyen saatlerinde, çayımı içtikten sonra salondaki sandalyemde uyuyakaldım.


Rahibelerden biri gelip yatma saati olduğunu söylemek için beni uyandırdığında başım dönüyordu ve
aklım karışmıştı. Daha önce hiç bu şekilde uyuyakalmamıştım ve ayağa kalkmaya çalıştığımda
dengemi bulmakta ve ayaklarımın üzerinde durmakta zorlandım. Ondan sonraki her akşam aynı şey
oldu. Neredeyse sürekli yorgundum ve çayımı içer içmez uyuyakalıyordum. Merdivenleri çıkıp
yatağıma yatmam için beni uyandırmaları gerekiyordu.

İlaçların sadece Sam ve bana verildiğini fark ettiğimde bu hapları almaya başlayalı epeyce zaman
geçmişti ve o zaman kasten uyuşturulduğumuzu anladım. Ertesi akşam rahibe ilacı bana uzattığında
almayı reddettim ve bunu zorla ağzıma tıkmaya çalıştığında masaya koyduğu süt bardağını devirdim
ve elindeki ilacı kapıp suratına fırlattım.

Hiç kimseye güvenmiyordu m ve ilaçlardan sersemleşip doğru düzgün düşünemediğimde kendimi her
zamankinden daha savunmasız hissediyordum ve daha çok korkuyordum. Bu yüzden, Sam kendisine
söyleneni yapsa da ben ilaçları daha fazla kullanmamaya kararlıydım, ama o ilk geceden sonra
rahibelerin bu konuda ısrar etmemesi beni şaşırttı.

134

Şeytanın Çocuğu

Hayatımda ilk kez onlara karşı küçük bir zafer kazanmış gibi hissediyordum, ama her gece çayımı
içtikten sonra neden hâlâ sandalyede uyuyakaldığımı anlamıyordum. Belki de, bu aşırı uyku haline ve
kendimi zombi gibi hissetmeme neden olan şey ilaçlar değildir ve bende gerçekten bir sorun vardır
diye düşünmeye başladım. Sonra bir akşam yediğim patates püresinin içinde pembe tanecikler
görünce, rahibelerin, hiç olmayacak bir şekilde, neden benim isteğime boyun eğmiş gibi
göründüklerini anladım.

Çok öfkelenmiştim. Hem beni kandırdıkları için hem de bana yaptıkları şeyden derin bir şüphe
duyduğum için. Ayağa kalkıp tabağımı aldığımda ve tüm gücümle duvara fırlattığımda öfkem
neredeyse içimde kaynamakta olan bir sıvı gibiydi. Rahibe Mary, beni tutmak ister gibi ellerini uzatıp,
bana doğru hızla birkaç adım attı ve ben de hiç düşünmeden uzanıp kafasındaki başlığı çekip aldım ve
yere fırlatıp üzerinde tepindim. Sonra masanın ucunda duran yemek arabasına koştum ve onu
devirdim. Kırık seramik parçaları ve yemekler yerlere yayıldı.

O kadar kızmış ve çileden çıkmıştım ki kontrolümü kaybettim ve bağırıp küfretmeye başladım.


Rahibeleri beni öldürmeye çalışmakla suçluyordum. Diğer çocuklar odanın dört bir köşesine dağılmış,
şaşkınlık ve korkudan bembeyaz olmuş yüzlerle duvarların dibinde birbirlerine sokulmuşlardı.
Rahibelerse benî sakinleştirmeye çalışırken alçak sesle konuşuyor, kimse n,n bana zarar vermek
istemediğini, tek yapmak istediklerinin bana yardım etmek olduğunu söylüyorlardı Beni gecen«n yaf

135

Şeytanın Çocuğu

smda yatağımdan sürükleyerek çıkarıp, şeytanı içimden döverek atmaya çalıştıkları birçok durumda
yaptıkları gibi bir "yardım etme" biçimiydi bu herhalde.

Sanırım hemen o günlerde ilaçları ezip yemeğime katmaya son verdiler ve yemek salonundaki bu
olaydan kısa bir süre sonra yeni bir okula gönderildim.

Okul tam bir mezbelelikti. Binaların çoğu İkinci Dünya

Savaşandan kalmış gibi görünen ahşap kulübelerdi. Okulun sadece görüntüsü bile içler acısıydı. Tam
olarak dibe vurduğunuzda ve artık kimsenin nerede olduğunuzu ve ne yaptığınızı umursamadığında
gönderileceğiniz bir okula benziyordu.

"Problemli oğlan çocuklarımın gittiği bir okuldu -yani benim gibilerin- ve öğretmenler tüm
zamanlarını, tüm enerjilerini bizi kontrol altında tutmak için harcıyorlardı. Bu da, gerçek eğitim
anlamında bize çok az şey verilmesi anlamına geliyordu. Her gün, kendi seçtiğimiz üç şeyi yapmamız
gerekiyordu ve eğer bunları tamamlarsak, yıldız kazanıyorduk. Beş yıldız bir fiş demekti ve bu fişi de
öğleden sonra oynayabileceğimiz bir oyuncak "satın almak" için kullanabiliyorduk ama düzgün
davranmazsak bu oyuncağı kaybediyorduk. On bir yaşındaydım ve oyuncaklarla oynayabilme ihtimali
olumlu bir şeyler yapmak için yeterli bir teşvik değildi. Sonuç olarak, yaramazlık yaptığınızda verilen
gerçek bir ceza yoktu, ama okulun tek bir iyi yönü vardı, o da müdürüydü.

136

Şeytanın Çocuğu

Şişman ve kafasının yanlarındaki saç tutamlan dışında kel bir adamdı. Her zaman neşeli bir şekilde
şarkı söyler ya da mırıldanırdı. Gerçekten iyi bir insandı ve ondan hoşlanmamak mümkün değildi.
Çocukluğum boyunca karşılaştığım ve bana normal bir çocukmuşum gibi davranan çok az sayıdaki
insanlardan biriydi. Daha da şaşırtıcı olanıysa beni sevmiş olmasıydı ve Judith'in dışında, yetki sahibi
birisi tarafından sevilmek benim için yepyeni bir deneyimdi.

Bazı cumartesi sabahları beni Nazareth House'dan alır ve oğluyla birlikte yüzmeye götürürdü. Sonra
onların evlerine giderdik ve karısı bize yiyecek bir şeyler hazırlardı. Öğleden sonraları da, evlerinin
arkasındaki parkta oğluyla futbol oynardık.

Daha önce, belki ağabeyim John dışında, ki onunda beni babamdan daha fazla sevmediğini
anlamıştım, hayatımda hiç baba figürü olmamıştı. Bu yüzden hiçbir erkekle güçlü bir bağ
kuramamıştım ve sanırım okul müdürü benim için bir baba yerine geçmişti. Bütün hafta onunla ve
ailesiyle geçireceğim cumartesi günlerini dört gözle bekler olmuştum. Daha da önemlisi, onun beni
sevmesini ve onaylamasını istiyordum.

Sonra, bir gün, müdür bana, neredeyse gelişigüzel bir tavırla evlat edinilme ya da koruyucu bir aile ile
yaşama konusunda ne hissettiğimi sordu. Neredeyse kalbim duracaktı ve bir an ona bakakaldım.
Onun ve ailesinin gidip onlarla gerçekten oğulla nymışım gibi birlikte yaşamamı isteyebileceklerine
inanamı-

yordum.

Şeytanın Çocuğu

"Her zaman bir ailem olsun istedim," dedim ve konuşurken de içimden, eğer bu inanılmaz olayın
gerçekleşmesine izin verirse, bu gerçekten aynı çocuk mu diye kontrol etmesini gerektirecek kadar iyi
bir insan olacağım konusunda Tanrıya yemin ettim.

O gün okuldan sonra Nazareth House'a geri döndüğümde, yüzümdeki gülümsemeyi silemedim.
Mantığım bana yapılacak en iyi şeyin bu olduğunu söylese bile hâlâ çenemi tutmayı öğrenememiştim
ve önüme gelen herkese, dinlese de dinlemese de, gidip okulumun müdürüyle yaşayacağımı anlattım.
"Çok kısa bir süre sonra buradan gideceğim," dedim. "Ve asla geri dönmeyeceğim."

Ondan sonraki her gün okuldaki tavırlarım mükemmeldi. Bir kez bile başım belaya girmedi ve
öğretmen herhangi bir konuda yardımcı olacak bir gönüllü aradığında hevesle parmak kaldırdım.
Günler haftalara döndü ve müdür bana evlat edinmek konusunda başka hiçbir şey söylemedi. Giderek
endişeleniyordum.

Bir sabah, öğretmenlerden biri için bir iş yapmak üzere okulun koridorunda yürürken müdür ıslık
çalarak ve sekerek bana doğru geldi. Durup bana yaklaşmasını bekledim ve sonra endişeli bir şekilde,
"Geçen gün bana bir şey söylemiştiniz ya efendim..." dedim.

Bana bakıp gülümsedi ve sonra kaşlarını kaldırıp devam etmem için beni cesaretlendirircesine başını
sallayarak, "Evet?

ded«.

138

Şeytanın Çocuğu

»Evlat edinilme konusunda.” Parmaklarımı birbirinin üzerine öylesine sıkı kıvırmıştım ki, eklemlerimin
çatırdadığını

duydum.

"Aa evet/' Müdürün yüzündeki gülümseme bir an için yok oldu ve tekrar gülümsediğinde bu pek
inandırıcı olmayan küçük bir gülümsemeydi. Sonra omzuma vurdu ve ‘'Şimdilik pek bir şey yok. Sosyal
Hizmetler ellerinden geleni yapıyor, ama daha sana uygun bir aile bulamadılar. Üzülme. Başını dik tut
delikanlı. Yarının ne getireceğini kim bilebilir?" dedi.

Koridor boyunca sekerek benden uzaklaşmasını seyrederken tamamen uyuşmuş gibiydim. Müdürün
söylediği şeyi nasıl bu kadar yanlış anlamış ve nasıl onun beni evlat edineceğini düşünecek kadar
aptallık etmiştim? Ailesi beni istemiyordu. Neden beni isteyebileceklerini düşünmüştüm ki?

"Yarının ne getireceğini kim bilebilir?" diye sormuştu. Ben biliyordum. Ömrümün her yarını ne
getirdiyse o da aynı şeyi getirecekti: hiçbir şey. Başka türlü olabileceğini hayal ettiğim için utanmıştım
ve kendimi aşağılanmış hissediyordum.

En çok da, herhangi bir şeye inanmanın bir yararı olmadığını kabul etmek yolunda bir adım daha
atmış olduğumu hissediyordum, çünkü umut etmek sadece incinme ve hayal kırıklığına yol açmıştı
şimdiye kadar.
O akşam Nazareth House'da çay saatinde incinme duygusu sonunda içimde bir öfke birikimine sebep
oldu. Yemek salonu sanki sisler içindeydi ve birtünelin içinde kasırganın uğultusun*.

139

Şeytanın Çocuğu

duyar gibiydim. Ayağa kalktım, masayı kenarından tutup kaldırdım ve tüm gücümle ittim. Masanın
üzerindeki her şey yere düşüp parçalandı. Bir an sessizlik oldu ve tüm gözler bana çevrildi, kimse
yerinden kımıldamadı. Rahibe Frances gelip beni kolumdan tutarak yemek salonunun bir köşesine
sürükleyene kadar, "Lanet olsun! Hepinize lanet olsun!" diye bağırdım.

Diğer çocuklar çaylarını bitirene kadar, ellerim başımın üzerinde, yüzüm duvara dönük durdum ve
herkes yatmaya gittiğinde ben hâlâ oradaydım. Kollarımdaki tüm kaslar yanıyordu, ama kollarımı
indirmeye de cesaret edemedim, çünkü başımın belaya girmesinden sıkılmıştım ve içinde
bulunduğum durumun olduğundan daha da kötüye gitmesini istemiyordum.

Rahibeler beni almaya geldiklerinde içimde olabilecek kavgacı ruhun kırıntısı bile kalmamıştı ve benim
için planlamış olabilecekleri hertürlü cezaya boyun eğmiştim. Nedendir bilmem, bu sefer dayak
yemedim. Onun yerine beni kiliseye götürüp elime bir bez ve bir kova su verip yerleri silmemi
söylediler. İşim bittiğinde Rahibe Dominic bana yerleri tekrar sildirdi ve sonunda yatmama izin
verildiğinde o kadar yorgundum ki, rahibelerin haklı çıktığını ve hiç kimsenin beni istemediğini
keşfetmenin hayal kırıklığından kaynaklanan yürek acısı da dâhil hiçbir şeyi düşünecek halde değildim.

140

BÖLÜM 8

Merdivenlerin altında, çalışanların temizlik malzemelerini koyduğu ve bazı geceler beni götürdükleri
bir dolap vardı. Kapıdaki, gözünüzü yaklaştırıp baktığınızda dışarıyı görebileceğiniz birkaç delik dışında
havalandırması yoktu. Oraya kilitlenip bırakılacak bir cezayı hak etmek için ne yaptığımı genellikle
bilemezdim ve rahibeler de bana söylemezlerdi. Sadece gecenin yarısında beni yatağımdan kaldırıp
oraya götürür ve sabahın erken saatlerindeki ayin için vakit geldiğinde, kilisede görev yapmam için
dolabın kapısını açıp beni çıkarırlardı.

Kış aylarında merdivenin altındaki dolap buz gibi soğuk olurdu, ama bana asla battaniye vermezlerdi
ve ısınmak için öne arkaya ne kadar sallansam da işe yaramazdı. Bir gece, isyankâr ve kaba
davranışlarımdan dolayı oraya kapatıldığımda o kadar üşüdüm ki, hiç uyuyamadım. Bu yüzden
sonunda kaP*yı yavaşça araladım, etrafta kimsenin olmadığından emin olunca üst kata odama çıkıp
yatağımdan bir battaniye aldım Ve tekrar aşağı, dolaba gittim. Battaniye inceydi ve beni pek

141

Şeytanın Çocuğu

ısıtmıyordu ama yine de battaniyeye sarındım ve sonunda uyuyakaldım.

Sabah olduğunda, rahibe kapıyı açınca beni duvara yaslanmış ve battaniyeye sarınıp uyumuş halde
bulmuş olmalı. Öfkeyle eğilip kafasını ve omuzlarını küçücük dolabın içine zorla sıkıştırdı ve beni
kolumdan tutup dışarı sürükledi. Hâlâ yarı uyur halde tökezledim ve kapının üst kısmına kafamı
çarptığımda acıyla bağırdım. Sonra rahibe bana tokat atıp, "Sen kötü bir çocuksun ve bu düzenbazlığın
için cezalandırılacaksın," dedi.
O gece yatağıma yattığımda beni almaya geleceklerini biliyordum. Bu yüzden uyanıp yatağımın
yanında duran iki rahibeyi görür görmez neler olduğunu anladım. Beni duşa sokup bütün bedenim
morarıp acımaya başlayana kadar soğuk suyun altında tuttular ve suyu kapadıktan sonra, ben hâlâ
çıplak ve titreyen bir durumdayken beni merdivenlerden indirip o küçük dolabın içine ittiler.

Kapıyı kapattıklarında, o kaba, kıymıklı ahşap zemine oturup kollarımı dizlerime doladım ve
bacaklarımı göğsüme doğru çektim. Tenimin her milimetresine sürekli olarak sivri i batıyor gibiydi ve
bedenimin hâlâ uyuşuk olan bölümlerinde bile acıyı hissedebiliyordum.

Kapı açılıp Rahibe Josephine beni kolumdan tuttuğunda aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum.
Bacaklarım kaskatı kesilmişti bu yüzden ayağa kalkmam birkaç saniyemi aldı ve o da sabırsızlıkla, "Çık
dışarı çocuk. Çabuk ol," diye terslendi.

142

Şeytanın Çocuğu

Beni yatağıma geri götüreceğim sanıyordum, ama bana koridorda diz çöktürüp dua ettirdi ve sonra
tekrar dolaba sokup sabaha kadar orada bıraktı.

Bugün bile hâlâ o dolaba kilitlenmekle ilgili kâbuslar görüyorum. Kâbuslarım o kadar gerçek ki,
uyandığımda nefes almaya debeleniyor oluyorum ve o can acıtan soğuğu bedenimin her yerinde
hissedebiliyorum. Kâbuslardan daha da kötüyse, soğuk havanın tetiklediği geri dönüşler, çünkü bu
olduğunda, içimde hızla oluşan panik duygusuna yenilmemek için tüm dikkatimi toplamam gerekiyor.

Büyük olasılıkla Nazareth House'daki rahibeler, sosyal hizmet görevlim, okuldaki müdür ve
öğretmenler kendi aralarında, benim başka türlü açıklayamadıkları kötü tavırlarımın, tedavi
gerektiren zihinsel bir sorundan kaynaklandığına karar verdiler. Bu yüzden beni bir psikoloğa
gönderdiler. Bir kez daha, deli olduğumu ispatlamaya çalıştıklarından emindim, böylelikle beni bir akıl
hastanesine kapatabileceklerdi ve ben de orada bir başkasının sorunu ve sorumluluğunda olacaktım.

Rahibelerden biri beni Nottingham'ın merkezinde bulunan büyük bir eve götürdü ve bir odaya girdik.
Gri takım elbiseli bir adam masasından kalktı ve gelip elimi sıktı. Odanın bir ucunda, bahçeye bakan
büyük bir pencerenin yanında kutular dolusu oyuncak vardı. Hem ilk gittiğimde hem de daha sonra
birçok kez o oyuncaklarla oynadım. Takım elbiseli adam masasında oturup önündeki kâğıtlara bir
şeyler yazar, ara sıra da kafasını

kaldırıp bana soru sorardı.

143

Şeytanın Çocuğu

İlk başlarda ona çok fazla bir şey anlatmadım - kaderimi belirleyecek ve bir tımarhaneye
gönderilmeme sebep olacak bir şey söylemekten korkuyordum. Haftalar geçtikçe onu sevmeye
başladım ve sonunda rahibelerin beni sık sık dövdüğünü, bana şeytanın çocuğu dediklerini anlattım.

Bana inanmadığı belliydi. Neden inanabileceğini düşünmüştüm bilmiyorum. Hayatımın o aşamasına


kadar içimdeki tüm iyimserliği yok edecek olumsuz deneyimler yaşamıştım ve hiç kimsenin
söylediklerimi dinlemeyeceğini bilmem gerekirdi. Bana baktıkları ve benim iyiliğimi düşündükleri için
Nazareth House'daki tüm o iyi insanlara minnettar olmam gerektiğini söyledi.

Ardından "Bu kadar iyi insanlar hakkında yalan söylemen çok yanlış, Eminim seni sadece kötü
davrandığın zamanlar cezalandırıyorlardı ve bunu da senin iyiliğin için yapıyorlar." dedi.
Bu konuşmadan sonra ona çok fazla bir şey anlatmadım. Sadece bir seferinde sorduğu ısrarlı sorular
karşısında ona rahibelerin beni mezarlığa götürdükleri geceyi anlattım. O geceyle ilgili hiç kimseyle
konuşmamıştım ve mezarın içine nasıl düştüğümü, o geceyle ilgili nasıl kâbuslar gördüğümü ve bazen
gün ortasında uyanıkken bile o olayı tekrar oluyormuş gibi hissettiğimi anlatırken her tarafım
titriyordu.

Gözlerindeki ifadeden bütün bunları uydurduğumu düşündüğünü hemen anladım. Bir an duygusuz bir
biçimde bana baktı ve sonra kafasını yavaşça sallayarak, "Hayal dünyası çok sorunlu olan bir
çocuksun," dedi.

144

Şeytanın Çocuğu

Çocukken birçok şey olmuştum -kesinlikle sorunlu, kızgın mutsuz, davranış problemi olan, güvensiz,
korkmuş, şüpheci ve çok yalnız- ama gerçekleri anlatmıştım, tabii bu da ne işime

yaradıysa.

Nazareth House'da, çocuklar, yaşlılar, rahibeler ve orada çalışan personel dâhil olmak üzere yaklaşık
yüz kişi vardı, ama genellikle yalnız başıma da olsam çok fark etmeyecekmiş gibi gelirdi bana. Aykırı
olan, dışlanan hep ben oluyordum. Bunda, diğer çocukların farklı bir okula gidiyor olmasının da etkisi
vardı, çünkü bu yüzden onların birlikte yaptıkları hiçbir şeye katılmama izin vermiyorlardı. Kekeliyor
olmamın, incindiğimde ya da hayal kırıklığı yaşadığımda öfkelenerek tepki göstermemin ve
kaybetmekten hoşlanmadığım için oyunlarına dâhil edilmememin de bu konuda katkısı vardı elbette.

Kimi zaman top oynardık ve ben bu konuda iyiydim, ama hem çok popüler olmadığım için hem de
kazanma konusundaki kararlılığım yüzünden kaybettiğimde hayal kırıklığımı saklaya-madığım için,
herhangi birtakıma seçilen en son ben olurdum. Sonuç olarak, oyunlara katılmak yerine,
çamaşırhanenin çatısındaki gizli yerimde oturur, diğer çocukların oyunlarını izler ve kendi kendime
umursamadığımı söylerdim.

Zaman zaman, kendimi öldürmeyi düşünürdüm. Yaşamak İstemiyor olmama rağmen, ölmekten de
çok korkuyordum. Rahibelerin hepimize aşıladıkları inanca göre, iyi bir insansa n,z ölünce cennete
gidersiniz, ama kötüyseniz sonsuza kadar Cehennem ateşinde yanarsınız - ama daha önce tahta bir
kutu Ç'nde toprağın derinliklerine gömülürsünüz!

145

Şeytanın Çocuğu

Bazen yalnız başıma oturur, ölürsem beni Özleyecek ya da öldüğüme üzülecek tek bir insan bulmaya
çalışırdım. Belki, Ge-raldine hariç, mezarımın başında gözyaşı dökecek hiç kimse yoktu bu dünyada.
Bu çok üzücüydü ve bu düşünce aklıma geldiğinde kendimi daha iyi hissetmek için yapabildiğim tek
şey, kendi kendime zaten hiç kimseye ihtiyacım olmadığını ve bu yüzden de bunu hiç
umursamadığımı söylemekti.

İçimden öyle söylesem de, elbette ki umursuyordum - hem de hepsini. Her zaman korku içinde
olmayı, yalnızlığımı, herkesin benden nefret etmesini, incindiğim zaman davranışlarımı kontrol
edememeyi ve bunun sonucu olarak herkesin benden daha çok nefret etmesini umursuyordum.

Beni aralarına almak ve konuşmak isteyen birileri olsa bile, o kadar şiddetli kekeliyordum ki zaten
doğru düzgün iletişim kuramıyordum. Kendimi toplum dışına itilmiş hissediyordum. İncinme duygusu
giderek öfkeye dönüşüyor ve sonunda patlayana kadar içimde birikip kötü bir şey yapmama neden
oluyordu. İşin tuhafı da kimse bunun sebebini merak etmiyordu.

Sonra bir gün, her şey her zamankinden daha umutsuz ve daha anlamsız göründüğünde, oyun
odasından bir ip aldım ve Nazareth House'ın etrafında dolanıp kendimi asabileceğim bir yer aramaya
başladım.

Tam olarak ne yaptığımın farkındaydım ama hareketlerimin kontrolünü yitirmiş gibiydim. Beynimin
temel kararları almamı sağlayan bölümü hâlâ normal çalışıyordu, ama herhangi bir duygu yaşamamı
sağlayan bölüm iptal olmuş gibiydi. Bir ara,

146

Şeytanın Çocuğu

kafamın içinde bunu yapmamamı söyleyen bir ses duydum ama bunu yapmam için beni zorlayan çok
daha yüksek bir ses

onu hemen bastırdı.

Kendimi bir ağaca asamayacağımı biliyordum, çünkü bütün ağaçlar bakımevinin pencerelerinden
görülebiliyordu. Bu yüzden dolaşmaya devam ettim ve çamaşırhanenin arkasındaki duvarda, tam da
bu işi yapmak için ihtiyacım olan bir metal boru olduğunu fark ettim.

Çamaşırhanenin çatısının ilk bölümüne tırmandım ve ipi boruya bağlayıp birkaç kez çekiştirerek
sağlamlığını kontrol ettim. Sonra ipin diğer ucunu boğazıma bağladım ve atlamak için gereken cesareti
toplayana kadar bekledim. En az on kere, içimdeki enerji arttıkça yumruklarımı sıkıp atlamaya
yeltendim, ama son dakikada durakladım. Ayaklarım kurşundan yapılmış ya da çatıya yapışmış gibiydi
ve onları kımıldatamıyordum.

Sonra birden düştüm. Gerçekten atladım mı yoksa ayağım mı kaydı bilmiyorum, ama her nasıl
olduysa, boynumdan asılı kalmıştım ve dayanılmaz bir acı hissediyordum. Debelenmeye başladım;
ayaklarımı basacak sağlam bir yer ararken kollarımı sallıyor, boşlukta çılgınca tekmeler atıyordum,
ama bana destek olabilecek hiçbir şey yoktu.

Kollarımdaki kaslar ağrıyordu. Sonra tekme atmayı bırak *,rn- Sanki kafamın içi, tüm kanımı
kulaklarıma doğru zorlayan bir şeyle doluymuş ve kulaklarım patlayacakmış gibi hissettim. ^ndan
sonra hatırladığım, öksürerek ve nefes almaya çalışarak

yerde yattığımdı.

147

Şeytanın Çocuğu

Boynum yanıyor gibiydi ve Rahibe Dominic çamaşırhanenin köşesinden dönüp bana doğru gelmeye
başladığında hâlâ boğazımdaki ipi çözmeye çalışıyordum. Bir an durdu, acınası küçük bir yığın halinde
yattığım yere baktı ve alaycı bir şekilde gülerek, "Belki bir dahaki sefere şansın yaver gider," dedi.
Sonra da bana arkasını dönüp uzaklaştı.

Bir başka gün başım belaya girdiğinde yine çamaşırhanenin çatısında saklanıyordum - burası
herkesten uzaklaşıp düşünmeye ihtiyacım olduğunda sık sık gittiğim bir yerdi. Bir sebeple, hiç kimse
bakmıyorken yemek salonundan küçük bir bıçak çalmıştım ve bıçağı cebimden çıkarıp birkaç kez
elimde döndürdükten sonra kolumu kestim. Derin bir kesik değildi ve neden yaptığımı bilmiyorum,
ama önceden planlamış olmalıyım yoksa o bıçağı çalmazdım.
Kanımın kolumda açtığım yaradan yavaşça akmasını izlerken, sanki duygusal acılarım fiziksel acıya
dönüşmüştü ve bir şekilde bu acılar akan her parlak kırmızı damlayla birlikte bedenimden çıkıp
temizleniyordu. Çok tuhaf ama bazı açılardan da güzel bir duyguydu ve sonuçta kendimi kesmek beni
boğacak gibi olan bezginliği ve kızgınlığı dışarı atmamı sağlayan bir araç haline geldi.

Okul müdürünün ve ailesinin beni evlat edinmek istediklerini düşünme yanılgısına kapıldıktan sonra,
okuldaki davranışlarım giderek bozuldu ve on bir yaşındayken beni "özel" bir yatılı okula göndermeye
karar verdiler. Ne yazık ki "özel" kelimesi Eton ya da Harrovv gibi bir okul anlamına gelmiyordu ve
sanırım şimdilerde "davranış bozukluğu olan erkek çocuklar için yatılı

okul" denen bir yer.

148

Şeytanın Çocuğu

Tüm ilgili tarafların, yani Katolik Çocuklar Derneğimin Sosyal Hizmetler Kurumu'nun ve babamın bir
araya gelip eğitimimin devamında benimle ilgili tüm sorumluluklardan kendilerini

kurtaracak çözümün ne olacağını bulmaya çalıştıkları toplantıların ve tartışmaların konusu olduğumu


bilmek özgüvenimi hiç

de arttırmadı.

Babamın bu işe karışmayı istemediği açıkça belliydi ve alınacak kararlarla yapılacak düzenlemeleri
başkalarına bırakmaktan mutluydu, ama bir konuda ısrarcıydı: Gideceğim okul bir Katolik okulu
olmalıydı. Sanırım bu anlaşılabilir bir şeydi, kendisi de Katolik'ti, ama o zamana kadar bana bakan
Katoliklerin yaptığı mükemmel iş göz önüne alınsaydı bu karar anlaşılabilir bir şey olmaktan çıkardı!

Sosyal hizmet görevlim birçok Katolik okuluyla iletişim kurmaya başladı ve sanırım başlangıçta gelen
yanıtlar ümit vericiydi. Sonrasındaysa büyük olasılıkla, benimle ilgili olarak dikkatle hazırlanmış
dosyaları okuduklarında, istisnasız hepsi, benimle uzaktan yakından bir ilişkileri olmasını
istemediklerini söyledi-^er~ tabii tam olarak bu kelimeleri kullanmamış olabilirler.

Sonunda sosyal hizmet görevlim babamla tekrar konuştu ve e9er Katolik olmayan bir yer aramasına
izin vermezse benim onunla yaşamak üzere eve gönderilmemi önereceğini ve gereğimle ilgili tüm
sorumluluğun yalnızca babamda olacağını

söyledi. Sanırım babam daha sosyal hizmet görevlim cümlesini bile hv

Girmeden gerekli yere imzasını atmıştır.

149

Şeytanın Çocuğu

Tesadüfen -yani öyle sanıyorum- o sıralarda annem beni ve kardeşim Teresa'yı görmek için Nazareth
House'a geldi. Nadiren ve düzensiz aralıklarla yaptığı ziyaretlerden biriydi. Her zaman olduğu gibi,
babamın bu ziyareti öğrenmemesi konusunda ısrarcıydı ve çok kısa bir süre kaldı. Annem oradayken,
sosyal hizmet görevlim onunla geleceğim hakkında konuşmak istedi. Annemin Londra'dan
Nottingham'a olan uzun, yorucu ve riskli yolculuğu son on bir yılda sadece dört kez yaptığı
düşünülürse, bu istek çok tuhaftı.

Annemin nasıl bilgece inciler ya da annelere özgü sezgiler


■ ı •« v m •• I «I • I I •• I I*W.I

döktürdüğünü bilmiyorum ve bu konunun onun söylediği herhangi bir şeyle ilgisi olduğundan çok
şüpheliyim, ama onun bu kısa ziyaretinden kısa bir süre sonra Leicestershire'da bulunan Knossington
Grange adında bir okul benimle görüşmeyi kabul etti.

Knossington Grange, şehir dışında kendi geniş arazisi üzerinde kurulmuş, çok büyük ve her şeyden
uzak bir konaktı. Yatılı bir "eğitim tesisi" olarak hizmete başlayalı sadece birkaç ay olmuştu ve bu da
müdür Mr. Smith'in benim gibi bir dosyası olan bir çocuğu neden kabul etmeyi düşünebildiğini
açıklıyor.

Okuldaki görüşmeye sosyal hizmet görevlim de benimle birlikte geldi. Binaya girdiğimizde bizi koyu
renk saçlı, tıknaz bir adam olan Mr. Smith karşıladı. Sarsılmaz bir özgüveni varmış gibiydi. Ama çok
korkutucu biri gibi görünmüyordu ve burada olmak harika olur diye düşündüğümü hatırlıyorum,
özellikle de böyle bir adamla başa çıkabileceğime inanmıştım.

150

Şeytanın Çocuğu

Sosyal hizmet görevlimle konuşup okul ile ilgili planların, ve "bu genç delikanlı Jerry" gibi çocuklar için
neler başarabileceğini anlatırken ben konudan kopmuştum, sonra dikkatini yine bana yönlendirdiğini
fark ettim.

"Evet Jerry, dedi dostça bir ses tonuyla. "Ne düşünüyorsun? Knossington Grange'nin ilk
öğrencilerinden biri olmak ister misin?"

Aslında söylemek istediğim, MBenim ne düşündüğümün ne önemi var? Neden bana sorma zahmetine
giriyorsun ki? Hayır desem ne fark eder?"di, ama bunun yerine sadece

omuzlarımı silkip yere baktım. Sonuç olarak, benim bu yoğun hevesimi de göz önüne alarak iki ay
sonra bu okula başlamama karar verildi.

Büyük gün yaklaştıkça duygularım karmakarışık olmuştu. Nazareth House'da son derece mutsuz ve
yalnız olmama rağmen, burada bana karşı gösterdikleri tavrın benim gibi çocuklara gösterilen normal
bir tavır olduğunu varsayıyordum herhalde ve yeni okulda da bu tavrın devam edeceğini
düşünüyordum. Ayrıca korkuyordum çünkü bilinmeyene doğru bir adım atma ihtimali genellikle
bildiğiniz bir durumdan, bu durum ne kadar •ç karartıcı olursa olsun daha korkutucudur.

Rahibe Dominic ve özellikle Rahibe Mary, ellerine geçen her fırsatta, yüzlerinde pis bir gülümsemeyle
bana, Knossington Grange'de her şey senin için daha farklı olacak Jerry Coyne, diyorlardı ve bunun da
elbette benim heyecanımı yatıştırma Çabalarıma hiçbir katkısı olmuyordu. Rahibe Dominic bana Na

151

Şeytanın Çocuğu

zareth House'da gösterilen "şefkat"i yeni okulumda asla bulamayacağımı söylediğinde neredeyse
kahkahalarla gülecektim. Daha büyük çocukların beni "hizaya sokacağını" ve zorbalık görmenin
aslında nasıl bir şey olduğunu o zaman anlayacağımı söylediğindeyse, içimden hiç de gülmek gelmedi.

Büyük gün geldiğinde birsiniryumağı gibiydim, bu da normal sayılır herhalde. Yeni okuluma doğru yola
çıktım. Yanımda bir rahibe ve ablam Geraldine vardı, ama oraya vardığımızda sadece birkaç dakika
kaldılar ve beni tek başıma bırakıp gittiler. Kendimi yalnız ve terk edilmiş hissediyordum, ama
hatırlayabildiğim ilk günden beri rahibelerin bana nasıl davrandığı düşünülürse böyle hissetmem
aslında çok tuhaftı.

Okul çok kısa bir süre önce açılmış olduğundan hâlâ öğrenci sayısını artırmaya çalışıyorlardı ve ben
oraya gittiğimde benden başka yedi çocuk daha vardı. Beni yurt müdürü olan Mr. Johnson ile
tanıştırdılar. Boyu yaklaşık 1.90 olan iri yarı, arkadaş canlısı bir adamdı ve beni kalacağım odaya
götürürken espriler yapıyordu.

Odada dört ranza vardı ve Mr. Johnson alt yataklardan birini göstererek, "Bu senin yatağın ve bu da
David'in; senin üstündeki yatakta yatacak," dedi. Ayrıca beni odayı paylaşacağım diğer çocuklarla
tanıştırdı. Biri Edward adında bir oğlandı ve diğeri de Harrison adında şişmanca bir çocuktu.
Harrison'un ailesi onu okula getirdiklerinde hepimize aylarca yetecek kadar yiyecek de bırakmışlardı.
Daha sonra Mr. Johnson ellerini ovalayarak, "Oldu işte. Bırakayım da siz birbirinizi tanıyın biraz. Belki
daha sonra biraz dolaşıp çevreyi tanımak istersiniz, dedi.

152

Şeytanın Çocuğu

Samimi ve esprili tav.rlanna rağmen, Mr. Johnson', qördü

ğüm andan itibaren hıç hoşlanmamıştı™ ve bizi yalnız bırakın gittiğine memnun oldum. p

Odamdaki oğlanlara “doğru" izlenimi vermek istiyordum-yani sert olduğumu ve bana


budamayacaklarını, ama ayn, zamanda da arkadaş canlısı olabileceğimi göstermek istiyordum. O anda
aklıma gelmemişti, ama herhalde diğerleri de aynı şeyi düşünüyorlardı. Birbirimizle oldukça iyi
anlaştığımızı fark ettiğimdeyse rahatladım ve bavullarımızı boşaltır boşaltmaz, hep birlikte, Mr.
Johnson'ın önerdiği gibi çevreyi keşfe çıktık.

Knossington Grange, çimenler ve ağaçlarla çevrelenmiş eski, muazzam bir evdi ve etrafı dolaştıkça,
belki de bundan sonra her şeyin yolunda gitme ihtimali gerçekten vardır diye düşünmeye başladım.
Belki orada olmak bana kendimi yeniden yaratma, arkadaşlar edinme ve hayata yeniden başlama
fırsatı verecekti. İlk on bir yıl çok iyi geçmemişti, ama belki de bana yeni bir başlangıç sunuluyordu. Bu
düşünce beni hem heyecanlandırdı hem de tedirgin etti.

Nazareth House'dan ayrılmadan Önce, oradan iki paket sigara almama yetecek kadar para çalmıştım
ve ağaçlık alana geldiğimizde diğer çocuklara da ikram ettim. Onların gözünde birkaç puan topladığımı
fark ettim, ancak Mr. Johnson nereden geldiğini anlamadığımız bir şekilde birdenbire orta ya çıkıp bizi
sigara içerken yakaladığında bu puanlan tekra kaybedeceğimi düşündüm. Bizi -ya da en azından beni
d meşini bekliyordum ve bu yüzden sadece kaşlarını çat p 9 ularımızı elimizden alması ve yere atıp
ayakkabısının t p

153

Şeytanın Çocuğu

ile ezdikten sonra tek kelime bile etmeden çekip gitmesi beni çok şaşırttı. Sigara paketini almamıştı ve
o gider gitmez birer tane daha yaktık. Edvvard Knossington Grange'de hayatın "hiç de fena
olmayacağını" söylediğinde hepimiz gülüp kafamızı sallayarak onayladık.

Zaman geçip okula daha fazla çocuk geldiğinde, bir hiyerarşi oluşmaya başladı ve itilip kakılacak biri
olmadığımı açıkça ortaya koymak konusunda hevesli olduğum için bir dizi kavgaya karıştım. Herkesle,
hatta cüssesi benimkinin iki katı olan çocuklarla bile dövüşebileceğim konusunda hızla adım çıktı ve
doğam gereği azimli ve kararlı olduğum, asla geri adım atmadığım ve pes etmediğim için, kısa sürede
hepsi benimle uğraşmaktan vazgeçtiler.

Ne yazık ki, benimle uğraşılamayacağı gerçeğini başarıyla ortaya koymuş olmamın sonucunda, şiddete
eğilimli ve ne yapacağı belli olmayan biri olarak tanınmaya başladım. Bunun bana verdiği gücü
sevmeme rağmen sonuçta diğer çocuklar benden uzak durmanın daha akıllıca olacağına karar
verdiler. Daha iyi uyum sağlamak için birkaç kavgada yenilmem gerektiğini anlayana kadar yine yalnız
kalmıştım.

Her şeyi dengelemeye çalışmak zordu, çünkü terazinin ya bir kefesi ya da diğeri ağır basıyordu ve
doğru nokta asla bulunamıyordu. Bu durumda da böyle oldu ve eski durumuma tekrar kavuşmak
istediğimde başlangıçtaki avantajımı kaybetmiştim.

Oğlanlar arasında oluşan hiyerarşideki konumumuz için debelenirken, evin arkasındaki avlunun
hemen yanında bulunan

154

Şeytanın Çocuğu

prefabrik binada derslere giriyorduk. Dersler bittikten sonra Mr. Johnson daha küçüklerin
denetlenmesi işini üstleniyordu ve ona Mr. Bell, o izinli olduğunda da yatakhane görevlisi Sally

yardımcı oluyordu.

Her gece yatma saati geldiğinde Mr. Johnson hepimizi yatırır, iyi geceler derken bizi öperdi. Bu benim
için yeni bir deneyimdi ve bir müddet Mr. Johnson'dan tedirgin olsam da, kısa bir süre içinde hepimiz
için bir baba figürü haline geldi. Bir süre sonra çocukların arasında bazılarını daha çok sevdiği açıkça
ortaya çıktı. Bir an size karşı çok iyi davranabilir, sonrasındaysa

asla anlayamadığım bir sebeple tavrı değişebilirdi. Bu yüzden,

I * _l * w * * I ** •* w

zaman zaman beni sevdiğim düşünmeme rağmen, onun gözündeki yerimi asla gerçekten bilemedim.

Yavaş yavaş yatma saatindeki atmosferde değişti. Bizi "yatırma" süreci neredeyse saldırgan bir hal
almıştı ve beni iyi geceler diyerek öptüğünde, bunu benim hayalimdeki "babacan" tavırla değil, zoraki
ve duygusuz bir biçimde yapıyor gibiydi. Sonra bir gece, elini yatak örtüsünden içeri sokup mahrem
yerlerime dokundu.

On iki yaşıma yeni girmiştim ve neler olup bittiğini anlamamıştım. Yaptığı şey bana doğru gelmemişti
ve hoşuma da gitmemişti. Neyin normal olduğunu bilmiyordum ve şikâyet ederek kendimi aptal
durumuna sokmaktan ya da onu kızdır faktan korktuğum için hiçbir şey söylemedim ve bir kez daha
geceleri yatağa yatmaktan korkmaya başladım.

155

Şeytanın Çocuğu

Mr. Johnson'a karşı içimde oluşan korkuya rağmen, okulun ilk döneminde yeni düzenime yavaş yavaş
alışıyordum, burada hayat çok kötü olmayacak gibi görünüyordu. Ara tatilde Nazareth House'a geri
döndüğümde, rahibelerin beni orada istemedikleri açıkça belliydi. Beladan uzak durmaya çalışsam da,
sosyal hizmet görevlime bana kalacak başka bir yer bulması konusunda baskı yaptıklarını biliyordum.
Bu yüzden okulda yeni dönem başladığında tekrar Knossington Grange'ye ka-çabildiğime
memnundum. Orada da zaman zaman başım belaya giriyordu, ama en azından kimse bana şeytan
olduğumu söylemiyordu.

Yeni dönemin ilk gecesinde, Mr. Johnson üstümü örtüp iyi geceler diledi. Dudaklarımı ezercesine öptü
ve elini pijamamın içine soktu. Hiç düşünmeden, ben de elimi örtünün altına sokup onu ittirmeye
çalıştım, ama mahrem bölgemi acıtırcasına sıkıp diğer eliyle nefes almamı engelleyecek biçimde
ağzımı ve burnumu kapadı. Sonra soğuk bir sesle ve alçak bir tonda, "Çeneni kapa yoksa karışmam,"
dedi. Yüzü benim yüzüme sadece birkaç santim uzaktaydı. Gözlerindeki ifadeyi çözemedim ama sesi
öfkeliydi.

Rahibelerin bana en iyi öğrettiği şeylerin başında korkmak geliyordu. Nazareth House'da onların
dayaklarından korkuyordum; onların inandığıTanrı'nın gerçekten var olma ihtimalinden hâlâ
korkuyordum; şeytandan korkuyordum; gece uyumaktan korkuyordum ve en önemlisi de hiç kimse
beni sevmeden ölüp gideceğimden korkuyordum. Şimdi de Mr. Johnson'dan korkuyordum.

156

Şeytanın Çocuğu

Rahibelerin özgüvenimi mahvetmelerine ve başıma gelen kötü şeylerin benim suçum olduğuna beni
inandırmış olmalarına rağmen bu konuda yalnızca onları suçlayamıyordum.

Karşı koymanın bir faydası olmadığını biliyordum. Bu yüzden başımı sallayıp Mr. Johnson'ın
söylediklerini duyduğumu ve çenemi tutacağımı belirttim ve o da ağzıma bastırdığı elini biraz gevşetti.
Bir süre daha mahrem bölgelerime dokunmaya devam etti ve sonra ayağa kalkıp neşeyle hepimize iyi
geceler diledikten sonra odadan çıkarken ışıkları kapadı.

O gittikten sonra, bana saatler gibi gelen bir süre boyunca uyuyamadım ve neler olduğunu anlamaya
çalıştım. Neyin “normal" olduğunu bilmiyordum ve Mr. Johnson'ın yaptıklarını birilerine anlatmak
aklıma bile gelmedi galiba. Bu konuda konuşmam ihtimaline karşı savurduğu “yoksa karışmam"
tehdidini ciddiye almıştım ve nedenini tam anlamasam da, bu konuda konuşmamın beni daha
savunmasız bir duruma getireceğini içgüdüsel olarak biliyordum. "Dik başlı"çocuklann olduğu bir
okulda yapmamanız gereken tek şey, herhangi bir şekilde diğerlerinden daha zayıf bir durumda
olduğunuzu belli etmektir.

Ertesi sabah ders arasında Mr. Johnson pencereyi açıp oyun alanına baktı ve beni çağırdı. Ben binaya
doğru yürürken, o ko ridora çıkmış beni bekliyordu ve beni boş bir yatak odasına gö

türdü.

Kapıyı kapatıp yüzünde sert bir ifadeyle dönüp bana Ve "Kimseye söyledin mi?" diye sordu.

157

Şeytanın Çocuğu

Ne demek istediğini derhal anladım ve söylemediğim konusunda güvence verip, "Ama yaptığından
hoşlanmadım," dedim.

Ben daha neler olduğunu anlayamadan o bana doğru bir adım atmış ve sağ eliyle beni boğazımdan
yakalamıştı. Ayaklarım yerden kesilene kadar beni havaya kaldırdı ve sonra beni duvara yasladı. Diğer
eliyle suratımı tutmuştu ve yanaklarımı öylesine sıkıyordu ki, nefes alamıyordum.

Başım dönmeye başlamıştı ve tam bayılacağımı düşündüğüm anda yüzünü benim yüzüme yaklaştırdı
ve çok yavaş bir biçimde, "Sana ne istersem onu yaparım ve sen de bundan hiç kimseye
bahsedemezsin. Yoksa seni öldürürüm," dedi. Sonra beni yere attı, bir kez karnımı tekmeledi ve
odadan çıktı.

Bir an beni attığı yerde yatıp kaldım ve içimi o tanıdık umutsuzluk ve hayal kırıklığı duyguları kapladı.
Sorun bende miydi? Alnımda sadece şiddet meraklısı zorbaların okuyabileceği bir şekilde beni taciz
edebileceklerini bildiren yazılı bir davetiye mi vardı? Knossington Grange'deki hayatımın daha iyi
olabileceğine inanmıştım, ama her şey yeniden başlıyordu ve Nazareth House'dan çok da farklı
olmayacaktı.

Kısa sürede pijamamın içine zorla elini sokmak ve kimi zaman canımı yakacak şekilde, kimi zaman da
başımı döndürüp midemi bulandıracak şekilde bana dokunmak Mr. Johnson'ın her gece tekrarladığı
bir ritüel haline geldi. Gündüz vakti, merdivenlerde ya da koridorda karşılaştığımızdaysa, genellikle
kimse görmeden mideme bir yumruk atar ve "Herhangi birine söylersen seni öldürürüm. Unutma ki
burada yalnızsın küçük piç," diye fısıldardı.

158

Bölüm 9

Bir gece uyandım ve Mr. Johnson'ı yatağımda otururken buldum. Gözlerimi açtığımda beni kucağına
aldı ve babam bardan döndüğünde nasıl kokuyorsa aynı öyle kokuyor diye düşündüğümü
hatırlıyorum. Beni odadan dışarı çıkardı ve koridorun sonundaki boş bir odaya kadar taşıdı. Beni
bıraktığında bastığım yer buz gibiydi. Sonra pijamalarımı çekip çıkardı ve bir anda tamamen uyandım.
Karşı koymaya çalıştım, ama o iri yarı bir adamdı, bense on iki yaşında küçük, cılız bir çocuktum. Zaten
benim debelenmem sanki dikkatini bile çekmemişti.

Bana dokunmaya, bugün bile anlatmaya dilimin varmadığı şeyler yapmaya başladı ve işi bittiğinde
beni boğazımdan tutup duvara yapıştırdı. Eli nefes boruma baskı yaptığı için nefes alalıyordum ve
çılgın gibi tekmeler atmaya başladım, ama sanki benim hiçbir ağırlığım yokmuş gibiydi ve hâlâ tek
eliyle beni du

Vara yapıştırmış tutuyordu.

159

Şeytanın Çocuğu

"Bu bizim küçük sırrımız. Ya bu sırrı tutarsın ya da senin hayatını karartırım/' dedi. Sonra güldü ve elini
boğazımdan çekince yere düştüm. Üzerime eğilip alaycı bir şekilde, "Zaten kimse sana inanmaz/' diye
ekledi.

Haklı olduğunu biliyordum. Son sekiz yıldır rahibelerin bana uyguladığı şiddetle ilgili olarak çok az
sayıda insanla konuşmuştum, olanları anlatmaya çalıştığım bu insanlar da ya beni dinlememiş ya da
bana inanmamıştı. Bu yüzden Mr. Johnson'un yaptıklarını herhangi birine anlatmanın hiçbir faydası
olmazdı. Çok mutsuz olduğumda ve içimde biriken duygularla başa çıkamadığımda hep yaptığım şeyi
yaptım: kötü davranmaya ve başımı belaya sokmaya başladım.

Nazareth House'da yaptığım gibi kendi küçük dünyama çekildim ve hem kendime hem de başkalarına
karşı, hiç kimse ve hiçbir şey umurumda değilmiş gibi davranmaya başladım. İçimdeki çatışma daha
çalkantılı bir hale geldikçe daha kötü kekelemeye başladım. Sanki bilinçaltım kendimi.başkalarından
soyutlamam için bir bahane yaratıyor gibiydi.
Okul müdürünün kapısı hepimize açıktı ve bize sık sık kendisiyle her an her konuda konuşabileceğimizi
söylerdi. Tüm yapmamız gereken ofisine gidip kapısını çalmaktı. Bunu yapmayı ya da çoğu iyi insanlar
olan diğer çalışanlardan biriyle konuşmayı düşündüm.

Daha önceki deneyimlerimden, özellikle bir çocuk içlerinden birini eleştirdiğinde, yetişkinlerin
birbirine destek olma eğilimi

160

Şeytanın Çocuğu

olduğunu öğrenmiştim ve bu yüzden bu da iyi bir seçenek gibi görünmüyordu. Kime güvenebileceğimi
bilmiyordum - daha doğrusu hiç kimseye güvenmiyordum. Sonuçta, olup bitenleri ne müdüre
anlatma cesaretini toplayabildim ne de bir başkasına

Mr. Johnson ın nasıl davranacağını öngörmek genellikle çok zordu, ama daha küçük çocukları idare
etme konusunda iyiydi. Çocuklardan bazıları akşam televizyon seyrederken onun kucağına oturma
ayrıcalığına sahip olmak için kavga ederlerdi. Ben onun dikkatini çekmek için yaratılan bu karmaşaya
hiç katılmazdım ama bazen bana bakar, dizine vurur, "Gel bakalım delikanlı, buraya otur," derdi. Uzak
durmaya çalışırdım, ama bir kez daha aynı şeyi daha sert bir şekilde tekrarlardı. Hem ondan
korkuyordum hem de diğer çocukların neden bunu reddettiğimi sorgulamalarını istemiyordum.

Televizyon seyrederken her zaman tepedeki ışığın kapatılması konusunda ısrar ederdi, ama ekranın
ışığı, kucağında oturan çocuk kim olursa olsun, ellerini o çocuğun pijamasının içine soktuğunu açıkça
görmek için yeterliydi. Gözdesi, kucağına oturmak için yaratılan karmaşada diğer çocuklardan daha
sık galip çıkan çabuk öfkelenen küçük bir oğlandı. Bu çocukla her zaman çatışırdım ve bu yüzden Mr.
Johnson dan sayısız tokat

ve yumruk yedim.

Bir cuma akşamı, biz yattıktan sonra Mr. Johnson^oda gelip bize çikolata dağıtmaya başladı. Hevesle
uzattığım bir çikolata attıktan sonra eğilip, "Bu akşam senin için g ğim küçük piç," diye fısıldadı.

16i

Şeytanın Çocuğu

Işık söndükten sonra elimden geldiğince uzun bir süre uyanık kalmaya çalıştım, ama eliyle ağzımı ve
burnumu kapattığında uyuyordum ve beni yatağımdan kaldırdığında uyandım. Beni merdivenlerden
yukarı, binanın en üst katında bulunan sanat atölyesine taşıdı ve yere bırakıp ağzıma bir bez parçası
tıkadığında ve ellerimi arkadan bağladığında korkudan taş kesilmiş gibi öylece kalakaldım. Işığı
açmamıştı ve camdan vuran ay ışığı duvarda ürkütücü şekiller ve gölgeler oluşmasına neden
oluyordu.

Birden, Mr. Johnson yüzünü yüzüme o kadar yaklaştırdı ki, nefesinin sıcaklığını yanağımda hissettim.
Burnuma alkol ve sigara kokusu doldu ve bir eliyle beni boğazımdan yakalayıp kafam neredeyse
tavana değene kadar kaldırırken diğer eliyle de pijamalarımı çıkardı. Mahrem yerlerimi gözlerimden
yaş gelip acıdan neredeyse bayılana kadar sıktı. Sonra beni kafa üstü, oradaki masaya fırlattı.

Sanat atölyesi, personelin yaşam alanıyla aynı kattaydı ve masanın üzerine düşen bedenimin çıkardığı
ses birilerini uyandırmış olmalı, çünkü birkaç saniye sonra kapının altındaki karanlık ince bir ışık
demetine dönüştü. Johnson parmağını dudaklarına götürüp susmamı işaret etti ve koridorun ışığı
sönüp, uzakta bir kapının kapandığını duyana kadar nefes almaya bile cesaret edemeden donup
kaldım.
Sanat atölyesi iki bölüme ayrılmıştı Johnson suçüstü yakalanma tehlikesinin ortadan kalktığına emin
olunca beni kucağına alıp daha içeride olan odaya taşıdı ve kapıyı arkamızdan

yavaşça ayağıyla kapadı.

162

Şeytanın Çocuğu

Ağzım ve ellerim hâlâ bağlıydı. Bu yüzden beni bir duvara fırlattığında ve ben yere düştükten sonra
tekmelediğinde attığım çığlık sadece kafamın içindeydi. Saçlarımdan tutup beni ayağa kaldırdı, yüzü
benim yüzümle aynı hizaya gelene kadar eğildi ve “Gördün mü küçük piç? Sana istediğim an istediğimi
yapabilirim/' dedi. Karnıma yumruk atı ve kafamı defalarca

odanın ortasındaki ahşap sütuna vurdu. O kadar sersemlemişim ki tam bayılacağımı zannettiğim anda
beni çöpe atılacak bir paçavra gibi yere bıraktı, bütün giysilerini çıkardı ve yanıma

oturup bir sigara sarmaya başladı.

Sigarasını içerken bana, uBu dünyada seni seven bir tek ben varıma, ama unutma ki istediğim an seni
öldürebilirim," dedi.

Beni sevdiği konusundaki iddiasına hiçbir anlam vereme-sem de, eğer söylediklerini yapmazsam beni
öldürebileceğine inanmamı engelleyecek hiçbir şey yoktu. Yerde inleyerek yatarken, rahibelerin beni
yatağımdan sürükleyerek çıkarıp dövdükleri gecelerde hissettiğimden çok daha fazla korku ve yalnızlık
hissediyordum.

Johnson sigarasını bitirdiğinde ellerimi çözdü ve beni odanın ortasındaki bir direğe doğru sürükledi.
Boynumun etrafına bir kablo bağlayıp kablonun diğer ucunu da neredeyse iki metre yükseklikteki bir
kancaya bağlayabilmek için beni kaldırdığın da, bir taraftan titriyor, bir taraftan burnumu çekiyordum.
O ar,a kadar yaptıklarından dolayı karşı koyamayacak kadar şok Çizmiştim. Sonra beni bıraktı, kordon
boynumu sıkarken P9*"19 kapılıp çıigmca debelenmeye başladım, ama bu her şey da kötü bir hale
getirdi.

163

Şeytanın Çocuğu

Odadaki her şey karanlığa gömülmeden birkaç saniye önce bedenimdeki tüm kaslar gevşerken
debelenmeyi bıraktım. Ölümün kıyısına geldiğim anda Johnson beni biraz yukarı kaldırıp

kordona binen yükü nefes almamı sağlayacak kadar hafifletmiş olmalı.

"Bana bak," dedi Johnson. Sesi, kafamın içinde bir sis bulutu gibi dönüp duran panik duygusunu delip
geçene kadar bunu birkaç kez tekrar etmek zorunda kaldı ve kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda, "Seni
ölüme terk edeyim mi?" diye sordu. Kafamı şiddetle iki yana doğru salladım ve "Hmm, bir türlü karar
veremiyorum," derken gülüyordu.

Birden beni bıraktı ve bu sefer tekme atacak kadar bile gücüm kalmamıştı. Hatırladığım son şey,
ciğerlerimdeki hava boşalırken hırıltılı, boğuk bir ses çıktığı ve yerde yatarken Johnson'ın üzerime
doğru eğilip, "Beni sevdiğini söyle. Haydi söyle! Seninle sevişmemi istediğini söyle," dediğiydi.

Bir an nerede olduğumu anlayamadım. Sonra neler olduğunu hatırladım ve sessizce Johnson'ın
yüzüne baktım. Vazgeçmeye hiç niyeti yoktu ve parmaklarını acıyan, berelenmiş boğazıma dolamış
tekrar tekrar, "Haydi söyle," diyordu ve sonunda
söyledim.

Johnson, anlayamadığım sebeplerden dolayı bana büyük bir utanç duygusu verip midemi bulandıran
ve canımı yakan iğrenç, korkunç şeyler yaparken, duvarın kenarındaki döşekte yatıp ağladım. İşi
bittiğinde, beynimi dolduran şok ve acı duygusu düşünme yeteneğimi yok etmiş gibiydi ve bir süre hiç
kımıldamadan yattım. Johnson da yanımda yatmış, saçlarımı okşuyordu.

164

Şeytanın Çocuğu

Ayağa kalktığımda boynumdaki kordonu gevşetip kafamdan çıkardım ve odanın öbür ucuna yürüyüp
sanat atölyesinin dıç bölümüne çıkan kapıyı açtım. Yerden pijamalarımı almak için eğildiğimde,
bacaklarımdan aşağı bir şey aktığını hissettim ve elimi sürüp baktığımda kan olduğunu gördüm.

Elimde olmadan çığlık attım ve Johnson hemen iki odanın arasındaki kapıda belirdi. Ona kanamadan
bahsetmek istedim ama o kadar kötü kekeliyordum ki, kelimeler ağzımdan bir türlü çıkmıyordu. O
kelimeleri duymasına zaten gerek yoktu, çünkü ne durumda olduğumu görebiliyordu ve paniğe
kapılmak üzereydi. Beni kucağına alıp alt katta bir banyoya götürdü ve her şeyin yoluna gireceğini
fısıldadı, belki de benim kadar kendisini de sakinleştirmeye çalışıyordu.

Beni yıkayıp temizledikten sonra odama geri götürdü ve titreyen bedenimi örterken, "sırrımızı" hiç
kimseye anlatmamam konusunda beni bir kez daha tehdit etti. Sonra parmak uçlarına basarak
odadan çıktı ve beni karanlıkta yalnız bıraktı.

Ertesi sabah, bütün bunların korkunç bir rüya olduğuna inanmak istiyordum, ama o gece başıma
gelenler, uyur ya da uyanık ne durumda olursam olayım, benim hayal gücümün çok ötesindeydi. Gün
boyunca zihnim yoğun ve anlaşılarnaz bir şeyle dolu gibiydi ve hiçbir derse odaklanamadım. Diğer
Çocukları bir şeylerin ters gittiği konusunda şüphelendirecek hiçbir şey yapmamam ya da
söylememem gerektiğini bil y dum ve ders arasında futbol oynarken Mr. Johnson dışarı ç p

heni çağırdı.

165

Şeytanın Çocuğu

Oyun sahasından onun durduğu yere doğru yürüdüm ve ona yaklaştığımda beni okul binasının
köşesine; kimsenin göremeyeceği bir yere çekip herhangi biriyle bu konuda konuşup konuşmadığımı
sordu. Hiç kimseye söylemediğime yemin ettim ve “Ama çok canım acıyor ve bir daha yaparsan
birilerine söyleyeceğim," dedim.

Söylediklerime anında pişman oldum. Mr. Johnson'ın suratı kıpkırmızı oldu ve boğazıma yapışıp, “Bir
dahaki sefere seni orada ölene kadar asılı bırakırım/' diye hırladı. Sonra kafama o kadar şiddetli vurdu
ki yere düştüm ve tekrar kafamı kaldırıp baktığımda müdürün bize doğru geldiğini gördüm.

Bir an Mr. Smith durup yüzünde sorgulayıcı bir ifadeyle bana baktı ve sonra Mr. Johnson'a bakıp "Bir
sorun mu var? Neler oluyor?" diye sordu.

“Bu küçük piç bana tekme attı Müdürüm," dedi Mr. Johnson hiç tereddüt etmeden.

“ A... a... a. . . atmadım," diye kekeledim, ayağa kalkıp içgüdüsel olarak ondan uzaklaşırken, “Gülünç
olma çocuk," diye tersledi beni Mr. Smith. “Haydi dersine git. Çabuk ol," dedi.

Gitmek için arkamı döndüm ve tekrar Mr. Johnson'a baktığımda, bir kaşını kaldırıp bana sırıttı.
166

Şeytanın Çocuğu

Okulda hem öğretmenlerle hem de diğer çocuklarla yasadığım çatışmaların çoğu, dolaylı ya da
dolaysız olarak kekele memden kaynaklanıyordu. Sürekli olarak kekeliyordum ama özellikle kızgın ya
da mutsuz olduğumda daha da kötü oluyordu ve genellikle konuşmaktan kaçınıyordum. Dikkatimi
toplayamamamın ve derslerde hiçbir ilerleme kaydedememenin daha da önemli bir sebebiyse, Mr.
JohnsoıVın bana yaptıklarının artık düzenli olarak tekrarlanıyor olmasıydı.

Sınıf öğretmenim espri anlayışı olan bir adamdı. Ona saygı duyuyordum ve onun için elimden geleni
yapmak istiyordum, ama aradaki açığı kapatmam ve eğitimimde aslında olmam gereken seviyeye
gelmem için artık çok geçti. Bana bireysel ilgi gösterilseydi daha başarılı olma ihtimalim olabilirdi, ama
okul, öyle ya da böyle özel ihtiyaçları olan, ilgi gerektiren, sorunlu çocuklarla doluydu ve
öğretmenlerden hiçbirinin herhangi birimize faydalı bir şeyler Öğretmek için dil döküp ikna etmeye
ayıracak fazladan vakitleri yoktu.

Her şey bir yana, bütün öğretmenlerimiz derslerin büyük bir bölümünü çocukları kontrol etmeye ve
kavga edenleri ayırmaya çalışarak harcıyorlardı ve bu da doğru düzgün bir eğitim verebilmeleri İçin
fazla vakitleri kalmadığı anlamına geliyordu. Sanırım iyi işlere girebilmek için kendi kaderimizi
değiştirmek ve hayatımızın geri kalanı için kendimizi hazırlayıp donatmak açısından kendi kendimizin
en kötü düşmanıydık.

107

Şeytanın Çocuğu

Her şeyi elime yüzüme bulaştırmadığımı ve başarısız olmadığımı düşündüğüm nadir durumlardan biri
futbol oynamaktı. Futbolu çok seviyordum ve Knossington Grange'deki çocukların hepsinin bir sorunu
olduğu için, kaybetmeye karşı duyduğum nefret, Nazareth House'da olduğu gibi benim takımlardan
dışlanmama neden olmuyordu. Her ders arasında ve okuldan sonra futbol oynuyorduk. Oyun alanının
bu bölümü betondu, ama bu gol yememek için kalede pike yapmamı engellemiyordu ve kısa sürede
adım "çılgın kaleci"ye çıktı.

Futbol oynadığım zamanlar dünyada başka hiçbir şey yokmuş gibi hissediyordum. Geceleri uğursuz bir
yırtıcı hayvan gibi odama süzülüp beni sanat atölyesine ya da kendi yatak odasına taşıyan Mr.
Johnson yoktu. Sürekli olarak bana şeytanın dölü olduğumu ve kimsenin beni istemediğini hatırlatan
rahibeler yoktu. Rahibelerin söylediklerinin canlı kanıtı olan ve beni terk eden bir ailem yoktu. Kalenin
önünde durduğum ve top yaklaşırken coşkulu bir heyecan yaşadığım o kıymetli birkaç dakika boyunca
bunların hiçbirini düşünmüyordum ve neredeyse mutluydum.

Dönem bittiğinde rahibelerin istediği olmuştu ve tatilimi geçirmek için beni Nottingham'da
belediyenin bakımevi olan VVollaton House'a gönderdiler ve Nazareth House'a bir daha hiç
dönmedim.

Wollaton House'daki beyaz çocukların bazıları benimle aynı

*•

cüssedeydi, ama siyahi çocukların çoğu çok iriydi ve kısa surede oradaki belirgin hiyerarşide beyaz
çocukların hiç de yen olmadığını öğrendim. Oraya gittiğim ilk gün, binadan içeri gi-

168
Şeytanın Çocuğu

reli henüz birkaç dakika olmuştu ki, siyahi bir oğlan bana doğru geldi ve hiç beklenmedik bir şekilde
beni kafa kola aldı. Neyse ki debelenip kendimi kurtarmayı başardım. Gülerek bana bir sigara verdi ve
"Çelimsiz bir çocuk olmana rağmen kendi başının çaresine gayet iyi bakabiliyorsun," dedi. Olup
bitenin önemini tam olarak anlamamıştım, ama kısa sürede bu olayla beni mimlediği ve böylece beni
denemek isteyebilecek diğer çocuklara karşı koruduğu ortaya çıktı.

VVollaton House gördüğüm en gürültülü yerlerden biriydi ve insanın gözünü korkutan bir yerdi.
Rahibeler beni bir problem olarak görüyorlarsa gelsinler de burada, küfür etmeden konuşmayan,
ortalıkta açıkça sigara içerek dolaşan bazı genç-

• a İt •• t•I 1t I •• • • I •• V •• I t•I i

lerle bir gun geçirsinler diye düşündüğümde gülmeme engel olamadım.

Kafa koldan sıyrılıp kurtulmamın yanı sıra kalecilikteki becerimin de faydasını gördüm. Futbola çok
meraklı, yetenekli ve benimle şutlarını çalışma olanağı bulduğu için mutlu olan bir çocukla sık sık iki ya
da üç saat futbol oynuyordum. Benim için çok şaşırtıcı olsa da VVollaton House'da seviliyordum.
Gerçek şu ki, elimden geldiğince gevşeyip kendim olabileceğim tek yerdi burası.

Her şeyden önemlisi, VVollaton House benim için Knos s,ngton Grange'de yaşadığım o yoğun ve
giderek artan s ten kaçabileceğim bir yer oldu. Her dönem sonunda Na House'a dönme fikri beni
korkutuyordu, ama şimdi, hayatım a

ilk kez, okul tatillerini iple çeker olmuştum

169

Şeytanın Çocuğu

Bununla birlikte yeni dönemin başlaması da ayrı bir konuydu. Bu beni çok korkutuyordu ve otobüs
okul alanına girdiğinde karnım ağrıyordu, ter içinde kalmıştım ve midem bulanıyordu Son birkaç
gündür artık inanmadığım Tanrı'ya her şeyi değiştirecek bir olay olması için dua ediyordum. En çok
hoşuma giden seçenek, otobüs okul binasının ana kapısında durduğunda müdürü bize yurt
müdürünün değiştiğini söylemek için beklerken bulmaktı. Kafamda, müdürün bize hep ciddi ya da
önemli bir şey söylerken kullandığı ses tonuyla, "Çocuklar ne yazık ki Mr. Johnson okulumuzdan
ayrılmak zorunda kaldı ve asla geri gelmeyecek," dediğini duyabiliyordum.

Ne yazık ki başıma tam tersi geldi. Otoparkta bekleyen Mr. Johnson'dı. Ellerini önünde kavuşturmuş,
okula dönen bizleri yüzünde büyük bir gülümsemeyle karşılarken, konağın efendisi gibi görünüyordu.
Otobüsten dışarı atladım ve ondan uzaklaşmaya çalıştım ama kolumdan yakalayarak beni ne kadar
özlediğini söyledi. İşte o zaman hiçbir şeyin değişmeyeceğinden emin oldum: yeni başlayan dönem bir
öncekinden farklı olmayacaktı ve bu süreyi nasıl atlatacağımı hiç bilmiyordum.

Bir sabah, Mr. Johnson cebime on sigara ve bir kutu kibrit sıkıştırarak, "Bunların karşılığını daha sonra
ödersin," dedi. Günün geri kalanında okulda onun yoluna çıkmamaya çalışarak dolandım ve üstelik
ona rastlamamak için öğlen yemeğini bile kaçırdım. Çay saati geldiğinde acıkmıştım ve yemek salonu
kalabalık olacağı için güvendeyse olacağımı düşündüm. Çayımı içerken onun çocuklarla ve diğer
çalışanlarla gülüp şakalaşmasını izledim ve tenimin üzerinde onlarca eşek arısı dolanıyor-

muş gibi hissettim.

170
Şeytanın Çocuğu

o gece yattıktan sonra uyanık kalmaya çalıştım, ama çok yorgundum ve gözlerim kapanıyordu. Birkaç
dakikada bir gözlerimi birden açıyor ve uyuyakalmış olduğumu fark ediyordum. Sonunda aklıma gelen
saçma sapan bir fikirle kalktım ve Mr. Johnson geldiğinde beni koruyacağını düşünerek pijamaları-mm
üzerine günlük kıyafetlerimi giydim.

Beni yatağımdan nasıl kaldırdığını hatırlamıyorum. Uyandığımda sanat atölyesindeki iç odaya


gelmiştim bile. Johnson kızgınlıkla beni neredeyse yere atarak, "Neden elbiselerinle yattın?" diye
sordu, ama yanıt vermemi beklemeden kıyafetlerimi üzerimden çıkardı ve ellerimi arkamdan bağladı.

"Lütfen, lütfen canımı yakma," diye yalvardım. Beni boğazımdan yakalayıp, "Sesini kesmezsen seni
öldürürüm," dediğinde bunu gerçekten yapacağını biliyordum. Bu yüzden titrememe ve hıçkırıklarıma
engel olmaya çalıştım.

Bir eliyle hâlâ boğazımı sıktığı için yutkunamıyordum ve tam içimde büyüyen o boğucu panik
duygusuna yenilmek üzereyken beni bıraktı, odanın öbür ucuna yürüdü ve bir köşede yığılı halde
duran çarşafları kaldırıp bir şişe çıkardı. İç, dedi şişeyi ağzıma yaklaştırarak.

Viskinin keskin kokusu yüzünden öğürdüm ve kafamı yana çevirip ”H... h... hayır... lütfen..." dedim. "İç
şunu!" diye bağırırken parmaklarını saçlarıma doladı, başımı arkaya yatırdı ve ş Şeyi ağzıma o kadar
sert bir şekilde soktu ki neredeyse diş

kırılıyordu.

171

Şeytanın Çocuğu

Viskinin tadı iğrençti ve boğulur gibi olup öksürmeye başladığımda, eliyle ağzımı kapatıp sessiz
olmamı söyledi. Sonra bana tekrar tekrar o viskiden içirdi. Artık göğsüm yanıyor gibiydi ve oda
etrafımda dönmeye başlamıştı. Daha önce de onun karşısında hiç kendimi savunabilecek bir durumda
olmamıştım, ama bu sefer bedenimin hiçbir bölümünü kontrol edemiyordum.

Johnson beni saçımdan tutup odanın öbür köşesine sürükledi ve kafamı ahşap sütuna vurmaya
başladı. Bayılmış olmalıyım, çünkü hatırladığım bir sonraki şey, yerde yüzüstü yatmış, deli gibi kusuyor
olduğumdu. Öleceğimi zannettim, ama sonunda midemdeki her şeyi ve bedenimdeki her damla sıvıyı
çıkarmıştım ve yattığım yerde yan dönmeyi başardım.

Midem bulanıyordu ve ağzımda iğrenç bir tat vardı. Ayrıca başım dönüyordu ve her yerim ağrıyordu.
İşte o zaman, ben baygın durumdayken Johnson'ın bana tecavüz ettiğini anladım.

Benden biraz uzakta oturmuş, sarma sigarasını içiyordu ve ona baktığımda gözlerimdeki nefreti
görmüş olmalı, çünkü birden uzanıp kafama vurdu ve "Bana öyle bakma seni küçük piç kurusu. Bu
dünyada benden başka kimsen yok. Seni başka hiç kimse sevmiyor, kendi ailen bile," dedi. Sonra,
sanki çok komik bir şey söylemiş gibi güldü ve bir sigara daha yakıp bana uzattı.

Ben baygınken ellerimi çözmüştü. Doğrulup oturdum ve bana verdiği sigarayı içtim. Beynim düzgün
çalışmıyordu, midem hâlâ bulanıyordu ve aklım karışıktı, ama bu karmaşanın içinde bile söylediklerine
karşı çıkacak bir durumda olmadığımı

172

Şeytanın Çocuğu
fark edebiliyordum. Sonuçta ailem konusunda haklıydı- beni n kadar umursamıyorlardı kı, onları
aylardır görmemiştim. Ayrıca, benden yana olacak ve beni koruyacak başka hiç kimse olmadığı
konusunda da kesinlikle haklıydı. Hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı. Hayatım boyunca savaşmış ama
gerçekten önemi olan hiçbir savaşı kazanamamıştım.

Ayağa kalkmayı denediğimde oda etrafımda o kadar hızlı dönmeye başladı ki, dengemi kaybedip küt
diye yere oturdum tekrar. İkinci denememde ayağa kalkmayı başardım ve ben üstümü giyerken
Johnson sürekli konuştu. Ne söylediğini pek dinlemedim -beni seven tek kişinin kendisi olduğu
hakkında saçma sapan konuşuyordu- ama giyindikten sonra odanın öbür ucuna yürüdüm, elimi
kapının koluna koydum ve dönüp ona baktım. Derin bir nefes alıp alçak sesle, "Bunu bir daha yapma,"
dedim.

Onun tepki göstermesine fırsat kalmadan kapıyı açıp odadan çıkmayı planlamıştım ama ben daha
kapının kolunu bile çeviremeden ayağa fırladı, sıçrayıp yanıma geldi ve boğazıma

yapıştı.

“Aptal mısın sen?" diye tısladı. Gözleri öfke saçıyordu. Hiç

öğrenemeyecek misin?"

Johnson boğazıma bir kordon bağlayıp beni ahşap sütü na kadar taşırken ve kordonun diğer ucunu
kancaya bağlay P, bana tekrar tecavüz ederken kulaklarım uğulduyordu. Bu Ç°k sakindim. Belki de
artık umursamadığım bir noktaya g diştim ya da hiçbir şey düşünemeyecek kadar sarhoştum.

173

Şeytanın Çocuğu

Viskinin tadı iğrençti ve boğulur gibi olup öksürmeye başladığımda, eliyle ağzımı kapatıp sessiz
olmamı söyledi. Sonra bana tekrar tekrar o viskiden içirdi. Artık göğsüm yanıyor gibiydi ve oda
etrafımda dönmeye başlamıştı. Daha önce de onun karşısında hiç kendimi savunabilecek bir durumda
olmamıştım, ama bu sefer bedenimin hiçbir bölümünü kontrol edemiyordum.

Johnson beni saçımdan tutup odanın öbür köşesine sürükledi ve kafamı ahşap sütuna vurmaya
başladı. Bayılmış olmalıyım, çünkü hatırladığım bir sonraki şey, yerde yüzüstü yatmış, deli gibi kusuyor
olduğumdu. Öleceğimi zannettim, ama sonunda midemdeki her şeyi ve bedenimdeki her damla sıvıyı
çıkarmıştım ve yattığım yerde yan dönmeyi başardım.

Midem bulanıyordu ve ağzımda iğrenç bir tat vardı. Ayrıca başım dönüyordu ve her yerim ağrıyordu.
İşte o zaman, ben baygın durumdayken Johnson'ın bana tecavüz ettiğini anladım.

Benden biraz uzakta oturmuş, sarma sigarasını içiyordu ve ona baktığımda gözlerimdeki nefreti
görmüş olmalı, çünkü birden uzanıp kafama vurdu ve "Bana öyle bakma seni küçük piç kurusu. Bu
dünyada benden başka kimsen yok. Seni başka hiç kimse sevmiyor, kendi ailen bile," dedi. Sonra,
sanki çok komik bir şey söylemiş gibi güldü ve bir sigara daha yakıp bana uzattı.

Ben baygınken ellerimi çözmüştü. Doğrulup oturdum ve bana verdiği sigarayı içtim. Beynim düzgün
çalışmıyordu, midem hâlâ bulanıyordu ve aklım karışıktı, ama bu karmaşanın içinde bile söylediklerine
karşı çıkacak bir durumda olmadığın^

172

Şeytanın Çocuğu
fark edebiliyordum. Sonuçta ailem konusunda haklıydı; beni o kadar umursamıyorlardı ki, onları
aylardır görmemiştim. Ayrıca, benden yana olacak ve beni koruyacak başka hiç kimse olmadığı
konusunda da kesinlikle haklıydı. Hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı. Hayatım boyunca savaşmış ama
gerçekten önemi olan hiçbir savaşı kazanamamıştım.

Ayağa kalkmayı denediğimde oda etrafımda o kadar hızlı dönmeye başladı ki, dengemi kaybedip küt
diye yere oturdum tekrar. İkinci denememde ayağa kalkmayı başardım ve ben üstümü giyerken
Johnson sürekli konuştu. Ne söylediğini pek dinlemedim -beni seven tek kişinin kendisi olduğu
hakkında saçma sapan konuşuyordu- ama giyindikten sonra odanın öbür ucuna yürüdüm, elimi
kapının koluna koydum ve dönüp ona baktım. Derin bir nefes alıp alçak sesle, "Bunu bir daha yapma,"
dedim.

Onun tepki göstermesine fırsat kalmadan kapıyı açıp odadan çıkmayı planlamıştım ama ben daha
kapının kolunu bile çeviremeden ayağa fırladı, sıçrayıp yanıma geldi ve boğazıma yapıştı.

"Aptal mısın sen?" diye tısladı. Gözleri öfke saçıyordu. Hiç öğrenemeyecek misin?"

Johnson boğazıma bir kordon bağlayıp beni ahşap sütü na kadar taşırken ve kordonun diğer ucunu
kancaya bağlayıp, bana tekrar tecavüz ederken kulaklarım uğulduyordu. Bu şefe Çok sakindim. Belki
de artık umursamadığım bir noktaya ge m‘Ştim ya da hiçbir şey düşünemeyecek kadar sarhoştum.

173

Şeytanın Çocuğu

Kollarım iki yanımda sarkmış duruyordu ve hiç karşı koyma dım. Kordon boynumu iyice sıkmaya
başladığında bile ağır basan duygum, her şeyin bitmek üzere olduğunu bilmenin verdiği rahatlıktı.
Sonra, ben tam bayılmak üzereyken kordonu çıkardı ve beni yatağıma taşıdı.

Ertesi sabah derin ve hiç rüya görmediğim bir uykudan uyandığımda kafama binlerce balyoz
vuruluyormuş gibiydi ve hâlâ hayatta olduğumu bilmenin hayal kırıklığı ile ağladım.

Mr. Johnson'ın cinsel tercihi ile ilgili hikâyeler okuldaki çocuklar arasında yaygın biçimde
konuşuluyordu ve bu hikâyeler öğretmenlerin kulağına gittiğinde bize böyle korkunç söylentiler
yaymaktan vazgeçmemiz söylendi. Bu durumda Mr. Johnson kendini güvende hissetmiş olmalı. Benim
açımdan bakıldığında, Mr. Johnson'un bana yaptıkları ile ilgili suskunluğumu sürdürmem neredeyse
kesindi, çünkü herhangi bir şey söyleyecek olursam başıma gelecekleri biliyordum. Okul müdürü ve
öğretmenler bana inanmayacaklardı ve diğer çocuklar da, en iyi ihtimalle, beni aşağılayacak ve
zorbalık edeceklerdi. Zaten herhangi bir çocuğun başa çıkabileceğinden daha fazla sorunum vardı ve
bu sorunlara bile bile bir yenisini eklemeye niyetim yoktu.

Sanırım birçok insan hayatlarında değiştiremeyecekleri şeyleri kabul etme yolunu seçiyorlar. Kuraklık
döneminde Afrika da açlık çekiyorsanız, herhalde zamanınızı başka bir yerde olmayı

dileyerek geçirmiyorsunuzdur. Neredeyseniz orada yaşarsınız, bu sizin hayatınızdır ve bu da sizin


deneyiminizdir. Gerçekleri

174

Şeytanın Çocuğu

değiştirmek için yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Bu yüzden bu durumla barışıp, kaderinizin sizin için
başka neler hazırladığını görmek için beklemek zorundasınız.
Belki çocuklar için daha da geçerli bir durum bu: nerede olurlarsa olsunlar ve içinde bulundukları
şartlar ne olursa olsun, onlara ne söylenirse onu yaparlar ve hayatlarında olup bitenleri "normal"
olarak kabul ederler. Yaşamın akışını değiştirme konusunda hiçbir deneyimleri olmamıştır ve
dolayısıyla bunu yapabileceklerine inanmak için herhangi bir nedenleri yoktur. Benim hissettiğim de
buydu: yaşadığım hayat böyleydi ve benim üzerimde gücü olan insanlar-bu da hemen hemen herkes
demekti- ne derlerse onu yapmak zorundaydım. Ne yazık ki bu insanlardan biri, bana ve başka birçok
küçük çocuğa bakmakla yükümlü olan, geceleri bizi yatağımıza yatıran, çocuk tacizcisi bir canavardı.
Durum bundan ibaretti. Korku içinde olmaya alışıktım-işin gerçeği, hayatımın korkmadan geçirdiğim
herhangi bir anı olduğunu bile hatırlamıyordum-ve bu yüzden bunu kabul etmeyi öğrenmekten başka
seçeneğim yoktu.

Knossington Grange'de kaldığım süre içinde, beceri ve 9özü kara bir umursamazlığın karışımıyla kale
önünde pike

yapabilmenin dışında, bir konuda daha iyi olduğumu keşfet tim. Koşu konusunda doğal bir yeteneğim
vardı ve her hafta n|n benim için en önemli olayı kır koşusuydu. Koşmanın heye canını ve bana verdiği
özgürlük duygusunu çok seviyordum. Ayrıca benim için yeni olan, bir konuda iyi olma duygusunu

Çok seviyordum.

175

Şeytanın Çocuğu

Bir kez koşmaya başladığımda, gün boyu devam edebilirmişim gibi hissediyordum ve okulda, kır
koşusunda beni geçebilecek ne benden daha büyük ne de küçük herhangi bir çocuk vardı. Her yıl spor
gününde her türlü yarışa katılırdım -800 metre, 1500 metre, 5000 metre- ve pekiyi olmadığım kısa
mesafe koşulan dışında hepsini kazanırdım. Bir süre Olimpiyatlara katılma hayali bile kurdum, ama
"başarısız" damgasını yemiştim bir kere ve sanırım bu yüzden beni desteklemek ya da teşvik etmek
kimsenin aklına bile gelmemiştir.

Okul müdürüne bir konuda teşekkür borçluydum. Artık o kadar kötü kekeliyordum ki neredeyse hiç
iletişim kuramıyordum ve müdür bana bir haftalık yoğun bir konuşma terapisi kursuna katılmam için
gerekli ayarlamaları yaptığını söyledi. Bunu bana gerçekten yardım etmek istediği için yaptığına
inanıyorum. İlk başta endişeliydim ve bu kursa katılma konusunda pek istekli değildim, ama bir
haftanın sonunda konuşmam o kadar düzelmişti ki, gerçekten umutlanmıştım.

Son gün Mr. Smith beni almaya geldi ve gösterdiğim gelişmeye çok şaşırdığı açıkça belli oluyordu.
Knossington Gran-ge'deki herkes çok şaşırmıştı. Mecbur kalmadıkça konuşmaktan kaçınırken -
özellikle de kendi kekeleyen aptal sesimden nefret ettiğim için- birdenbire her konuda söyleyecek bir
şeyleri olan bir çocuk haline gelmiştim ve sonraki birkaç gün içinde hayatım boyunca katıldığım
toplam sohbetlerden çok daha fazlasına katıldım.

176

Şeytanın Çocuğu

Ne yazık ki, bu gelişme çok uzun ömürlü olmadı. Kekelememek için düzenli olarak terapiye gitmem
gerekiyordu ve bu olmayınca, bana öğretilen teknikleri hızla unutmaya başladım. Hatırlamaya
çalıştıkça da daha çok kekeler oldum. Normal ko-nuşabilmenin, öfke ve utanç duymadan bir şeyler
söyleyebilmenin biraz da olsa tadına varmıştım ve bu yüzden Mr. Smith'e gidip daha fazla terapiye
katılıp katılamayacağımı sordum, o da ilgileneceğine söz verdi. Bu konuda bir daha bir şey
konuşulmadı ve kısa bir süre sonra başladığım noktaya geri dönmüştüm. Tek fark, artık kekelemeden
konuşabileceğimi bildiğim için

daha da sinirli olmuştum.

İT?

BÖLÜM 10

Okulun her yaz başında temizlenen ve suyla doldurulan bir havuzu vardı. Daha çok büyük çocuklar
tarafından geceleri kullanılıyordu, kimi zaman, mayolarımızı giyerken sırıtarak bizi seyreden Mr.
Johnson'ın denetiminde biz küçükler de bu havuzda yüzerdik.

Bir yaz akşamı, yüzme havuzunda oynarken bir çocukla kavga etmeye başladım. İkimiz birden
havuzdan çıkarken bana yumruk attı ve bu yüzden ben de onu tekmeledim. Mr. Johnson hemen
koşarak geldi ve bana o kadar sert bir tokat attı ki, sırtüstü çitlere düştüm. Tenim arı sokmuş gibi
yanıyordu ve her yerim çizilmişti. Mr. Johnson canımın acıyıp acımadığını sorduğunda, acıdığını
söyledim.

MDaha sakin olman lazım," dedi. Sesi kızgın çıkmamıştı ama beni saçımdan tutup birkaç kez
döndürdü ve sonra havuza attı.

178

Şeytanın Çocuğu

Tamamen bos bulunmuştum ,« b„ »ûtden Süy, d0 b„ce nefesimi tutmabrsatım olmam, s,ı. Suyun y^ ^
çıkmaya çalışırken ciğerlerim patlayacak gibiydi.

öksürüp tükürerek havuzun kenarına yüzdüm. Ben oradaki parmaklıklara tutunmuş öksürürken, Mr.
Johnson diğer oğlanları, nemli giysileri kollarının altında, okulun ana binasına yolladı. Eğilip beni
beton döşeme taşlarının üzerine doğru çekti. Sonra beni, havuzu ağaçlıklı alandan ayıran tepeye
doğru sürükledi. Ağaçların bazıları çürümüştü ve devrilme riski olduğu için o bölgeye girmemiz
yasaktı.

Tepeye çıktığımızda bana elinin tersiyle vurdu ve ben de kafa üstü ağaçlara doğru yuvarlandım. Dibe
vardığımda her tarafım çamur olmuştu ve başım dönüyordu. Yukarı nereden çıkacağımı anlamaya
çalışırken Johnson yamaçtan aşağı bana doğru koşmaya başlamıştı bile.

Johnson orada durmuş gülerken etrafıma bir göz attım ve okul binalarından görülemeyecek bir yerde
olduğumuzu fark ettim. Ne yaptığımı anlamış olmalı, çünkü eğildi, elini mayomun içine sokup cinsel
organımı sıktı ve "Bizi burada kimse göremez. Bu yüzden bir çukur kazıp seni gömsem kimsenin
haberi bile olmaz/' dedi. Sonra beni tepeden yukarı taşıdı, havuza attı ve neredeyse kelimeleri
tükürürcesine, "Çok pissin. Temizlen,

dedi.

Mr. Johnson küçükler için bir izci grubu kurmuştu. Toplantı ,ar her perşembe akşamı yapılıyordu ve
katılmak zorunluydu. 6u toplantılardan nefret ediyordum. Rozet kazanabilmek için tnr

179

Şeytanın Çocuğu
şeyler yapmamız gerektiğini biliyordum, ama Mr. Johnson bu rozetleri sevdiği çocuklara hiçbir şey
yapmadıkları halde dağıtıyordu. Bu utanç vericiydi; özellikle de Mr. Johnson'ın gözdesi olan ve
sonuçta üniforması yamalı bohçaya dönen bir oğlan için.

Mr. Johnson okulun yukarısındaki arazide kamp yapmaya karar verdiğinde hepimiz bunun çok aptalca
olduğunu düşündük. Bu, tatile gideceğinizi zannederken, çadırınızın arka bahçenize kurulmuş
olduğunu görmek gibi bir şeydi. Aslında, Mr. Johnson'a yalnızken yakalanmamayı başarırsanız, kamp
yapmak eğlenceliydi. Birçok etkinlik yapıldı ve okulun diğer çalışanları bizimle birlikteyken Mr.
Johnson voleybol ve futbol gibi oyunlar organize ediyordu, ama onlar gidip bizimle baş başa
kaldığında durum değişiyordu.

Bir akşam bizi iki gruba ayırdı ve "Hangi grup daha çok odun toplarsa, o grup bir ödül kazanacak,"
dedi. O daha lafını bile bitirmeden, heyecanla bağırışarak fırlayıp ağaçların arasına daldık. Yakacak
odun aramak bir süre için eğlenceliydi, ama çok geçmeden bazılarımız küçük bir grup halinde, gizlice
sigara içebileceğimiz bir yer aramaya koyulduk. Diğer çocukların hâlâ odun aramakta oldukları
alandan uzaklaştık. Tam sigaramızı içebileceğimiz uygun bir yer bulduğumuzu düşünürken, çalıların
arkasında Mr. Johnson'ı oğlanlardan birinin üzerine abanmış bir şekilde gördük. Johnson'ın ne yaptığı
apaçık ortadaydı. Bir an bize baktı; tepki veremeyecek kadar irkilmişti, ama hemen kendisini
toparladı. Bu sırada utançla bakışlarını bizden kaçırmaya çalışan çocuğun adıTom'du. Biz onları
gördüğümüzü belli etmemeye çalışırken Mr. Johnson hiddetle bizlere bağırarak

180

Şeytanın Çocuğu

gidip biraz daha odun toplamamızı yoksa akşama

kalacağını söyledi.

herkesin aç

Daha sonra biz ateşi yakarken, çocuklardan bazılan kendi aralarında mırıldanarak Johnson'.n bir
oğlan, ağaçların arasında becerirken nasıl basıldığını konuşuyorlardı. Bu aslında bizim gördüğümüz
şeyin iğrenç bir şekilde abart,Imasıydı, eğer o anda onlara rastlamamış olsaydık Tom'un başına neler
gelebileceğini de düşünmeden edemedim.

İki gece sonra, herkes uyurken kalktım, emekleyerek çadırdan dışarı çıktım ve parmaklarımın ucunda
çardağın arkasındaki tuvalete doğru yürürken, küçük bir oğlan çişini yaparken Johnson'ın da onun
yanına eğilmiş olduğunu ve çocuğu okşadığını gördüm. Onlar beni görmediler. Ben de sessizce
çadırıma geri döndüm. Her şey göz önüne alındığında, tuvalete gitme ihtiyacımın sandığım kadar acil
olmadığına ve kesinlikle sabaha kadar bekleyebileceğime karar verdim.

Ertesi geceyse benim sıram gelmişti. Uyandığımda Johnson çadırın içinde, yanımda duruyordu ve ben
gözlerimi açtığımda parmağını dudaklarına götürüp susmamı işaret etti. Sonra beni kucağına alıp
arabasına götürdü. Beni yarı kaldırıp yarı itekleyerek arka koltuğa bindirdi ve kendisi de yanıma gelip
arabanın

kapısını kapadı.

Korkmuştum, ama daha önceleri olduğu gibi sanat atölye s,nde iki kapalı kapı ardında olmak yerine
nispeten açık ha\,3 ds olmak bana direnme cesareti verdi. Beni rahat bırakm ^ Ve ÇJidip uyumak
istediğimi söyledim. O ise sadece guid^

181
Şeytanın Çocuğu

kutu bira açıp, ben hiçbir şey söylememişim gibi bana uzattı. uİç," dedi ve ben duraksayınca, kutuyu
suratıma çarparcasına uzatıp, "İç şunu.* Hepsini bitir," dedi.

Biranın tadı acı ve iğrençti, ama bir yudum aldım ve Johnson iki tane sigara sarıp, ikisini de yaktıktan
sonra birini bana uzatırken bir yudum daha içtim.

"Biliyor musun," dedi gelişigüzel bir tonda, sohbet eder gibi, "sana söylenenleri yapmayı bir
öğrenebilsen, buradaki hayatını çok daha rahat bir hale getirebilirim." Uzanıp biranın kalanını
bitirmem için elimi ağzıma doğru itti ve sonra bir bira daha açıp bana uzattı.

İkinci birayı bitirdiğimde başım dönüyor, midem bulanıyordu. Bu yüzden Johnson ön koltukların
arasına uzanıp sonra da ağzıma bir bez parçası tıkıştırdığında, olup bitenin pek farkında değildim.
Öğürdüm ve bu bez parçasının boğazıma takılıp ölmeme sebep olacağını düşündüğüm için bir ucunu
tutmaya çalıştım. Nedense, kollarımın hareketini kontrol edemiyor gibiydim ve parmaklarımı ağzımın
önünde, hiçbir şey tutamadan boşlukta sallayıp duruyordum.

Belli ki sarhoş olmuştum, ama Johnson bana tecavüz ettiğinde o acıyı hissedecek kadar da ayıktım -
en azından bayılana kadar. Kendime geldiğimde çadırımdaydım ve oğlanlardan biri beni ayağıyla
dürterek hemen kalkmazsam kahvaltıyı kaçıraca-

W •* ■*• |

ğımı soyluyordu.

182

Şeytanın Çocuğu

Bütün sabah, sigara içmek için gizlice ağaçlar.n araşma kaçma hatasını yapana kadar Mr. Johnson'dan
uzak durmayı başar dım. Kimsenin beni görmediğinden emindim, ama bir daim kırıldığını duyunca
arkama dönüp baktım ve benden biraz uzakta durduğunu gördüm.

Sigarayı yere atıp kaçmaya çalıştım. Ama cüssesine göre şaşırtıcı şekilde çevik ve süratliydi. Ben daha
birkaç adım atmadan beni boğazımdan yakaladı ve bir ağaca yapıştırdı.

"Seni öldürmenin benim için ne kadar kolay olduğunu asla unutma." Kelimeleri suratıma doğru
tükürürcesine söylemişti. "Şimdi tekrarla: Sırrımızı kimseye söylemeyeceğime yemin ederim."

Ben de söyledim, aslında bana yemin ettirmesine gerek yoktu, çünkü ondan o kadar çok korkuyordum
ve yaptıklarından o kadar iğreniyordum ki zaten kimseye anlatamazdım.

Boğazımı yakaladığı elini gevşetince yere düştüm ve yürüyüp gitmesini izledim. Bir an durup omzunun
üzerinden baktı ve "Arabanın bagajında bir kürek var. Senin mezarını kazmak beş dakikamı bile
almaz," dedi. Ona inandım.Tıpkı, onunla gönülsüz bir biçimde paylaştığım sırrı okul müdürüne ya da
bir başkasına anlatsam bile, bunu öğrendiğinde hiç kimsenin beni °nun yapacaklarına karşı
koruyamayacaklarına inandığım gibi.

Artık Johnson'ın bir tek bana cinsel tacizde bulunmadığını

biliyordum, ama hâlâ ne yaptığını tam olarak anlayamamıştım

Sırasıyla, önce agresif olup hepimizin ondan korkmasını sağlı

183
Şeytanın Çocuğu

yor, sonra benim ve büyük bir olasılıkla diğer birçok çocuğun asla sahip olamadığı bir baba gibi
sevecen davranıyor ve böylelikle sorumluluğu altındaki tüm çocukları kontrol ediyordu. Hepimiz bir
şekilde zarar görmüş çocuklardık ve hepimizin geçmişinde duygusal, zihinsel, maddi ya da başka bir
yoksunluk vardı ve Mr. Johnson hepimizin sevgiye ve şefkate olan ortak ihtiyacını kullanarak bizi idare
ediyordu.

Yazın Knossington Grange'de ülkenin her yanından gelen ailelerin katıldığı halka açık bir gün
düzenlenirdi ve ağabeyim John'ın da iki arkadaşıyla birlikte geldiğini görünce son derece şaşırdım. O
kadar heyecanlandım ki, koşup boynuna sarılmamak için kendimi zor tuttum. Onun okuldaki varlığı
bana daha önce hiç sahip olmadığım bir kimlik vermiş gibiydi. Onun orada olmasından ve diğer
çocuklara tamamen yalnız ve sevilmeyen biri olmadığımı gösterebilmekten gurur duyuyordum. Benim
için de gelen biri vardı; üstelik o gün oraya gelen ziyaretçilerin birçoğundan çok daha etkileyici olan
biri.

Okul alanında birçok tezgâh açılmıştı ve okçuluk, atıcılık gibi etkinlikler düzenleniyordu. Alan, eğlenen
insanların sesiyle canlanmıştı. Mr. Johnson gelip kendisini John'a tanıttığında -o ortalıkta dolandığında
hep olduğu gibi- endişelenmiştim. Ağabeyimle tanışması ve kendisinin her zaman iddia ettiği gibi bu
dünyada yapayalnız, sevilmeyen bir çocuk olmadığımı görmüş olmasıyla bana büyük bir tatmin
duygusu verdi. Yine de bu duygunun kısa ömürlü olacağını bilmem gerekirdi. Mr. Johnson
anlattıklarıyla beni John'un önünde aşağılarken ve beni kontrol altında tutmak için kullandığı
yöntemleri anlatırken, gözlerimi ayakkabılarıma diktim ve ağlamamaya çalıştım.

184

Şeytanın Çocuğu

Birkaç dakika sonra, John'un dikkati kısa bir süre icn b l. bir Seye Ç«vril™5ken, M, Johnson ,ğ!m,n
ke„annda„Ç

„,p bana' 5lt blr S'9ara Ha"«n' Ağabeyini, konuşmak i, tiyorum," dedi. Tartışmanın bir anlam,
olmadığını biliyordum

Bu yüzden çimenlerin üzerinden yürüyüp onlardan uzaklaştım ve sınıflardan birinin arkasına geçip
kimsenin göremeyeceği bir yerde sigaramı yaktım.

İki dakika geçmeden, Mr. Johnson binanın köşesini dönüp yanıma geldi, beni boğazımdan yakalayıp
duvara yapıştırdı ve “Umarım aptalca bir şey yapmayı düşünmüyorsundur/'dedi.

Gözlerimi kaçırdım ve "Hiçbir şey söylemedim," diye mırıldandım.

"İyi," diye terslendi. "Söyleme zaten. Unutma ki ağabeyin biraz sonra eve gidecek ve o gittiğinde sen
hâlâ burada olacaksın. Biliyorsun ki herhangi bir şey söylersen seni öldürürüm/' dedi. Sonra döndü,
gömleğinin önünü düzelterek uzaklaştı.

Günün geri kalanını John'la birlikte geçirip onun yanımda olmasının tadını çıkarmaya çalıştım. Onun
eğlenmesini o kadar çok istiyordum ve bu konuda o kadar çoktelaşlanmıştım kı, bir türlü
rahatlayamıyordum. Günün sonunda arkadaşlarıyla birlik-arabaya binip uzaklaşmalarını izlerken, ya
iyi vakit geçirme diyse ve geldiğine pişman olduysa, daha da kötüsü ya bir daha âsla gelmek istemezse
diye düşünerek endişelendim.

^r- Johnson'ın sizi endişelendiren şeyi tahmin edip b . Allanma konusunda olağanüstü bir becerisi
vardı ve o a ş
4 ftt

Şeytanın Çocuğu

diğer çocukların önünde, "Seninle ilgili gerçeği kendisine anlattığıma göre, ağabeyin artık seninle bir
ilişkisi olmasını istemeyecektir. Bir daha seni görmeye gelmeyeceğine iddiaya var mısın?" diyerek
dalga geçti.

Hepimiz Mr. Johnson'ın izinden giderdik. Örneğin, herhangi biri için "iyi çocuk" derse, o çocuk popüler
olurdu, çocuklardan birinin gözden düşmesine karar verdiğinde o çocuk dışlanırdı ve herkes ondan
nefret ederdi. Okuldaki hayatınızın nispeten rahat ve makul ölçülerde olabilmesi için onayını almanız
gereken tek kişi oydu. Bu yüzden, John'la ilgili bu acımasız ve alaycı yorumları yaptığında, diğer
çocuklardan bazılarına ağabeyimle övündüğüm için benden intikam almalarını sağlayacak mükemmel
bir fırsat çıkmış oldu. Mr. Johnson'dan yüz bulan çocuklar, yanaklarım aşağılanma ve utanma
duygusuyla kızarmış halde dönüp ona wS...tir" diye bağırana kadar, benimle dalga geçip güldüler.
Bunun üzerine Mr. Johnson o anda ondan beklemediğim bir sakinlikle beni odama gönderdi.

Daha sonra, diğer çocukların televizyon seyrettiğini bildiğim bir saatte odamın kapısı açıldı ve Mr.
Johnson içeri girdi. Söyledikleri yüzünden ve ağabeyimin ziyaretinden duyduğum mutluluğu benden
çaldığı için hâlâ incinmiş durumdaydım ve öfkeliydim. Bana bağırmak yerine, yatağa, yanıma oturdu
ve John hakkında söylediği şeyler için üzgün olduğunu söyledi.

Özür dilediğini duymak beni çok şaşırtmıştı, ama odama sadece üzgün olduğunu söylemek için
gelmediğini anlamalıydım. Kafamı kaldırıp ona baktığımda, "Ama gerçeği bilmen gerektiğini
düşünüyorum. Bugün okula gelmesi için ona yalvardım. Gelmek istemiyordu. Seninle konuşmak
zorunda kalmamak

186

Şeytanın Çocuğu

için arkadaşlarını da yanında getirdi deflerine de gelmeleri için yalvardın

söyledi," dedi.

Okul müdürünün kız kar-ln,< hepsinin reddettiğini

Ağlamaya başladım, ama gözyaşlanm, görmezden qe|İD sesinde sahte bir içtenlikle konuşmaya
devam etti, »okul anne ve babana da birer mektup yolladı," dedi.»Ama cevap verme zahmetine bile
katlanmadılar." Ayağa kalkıp açık duran kapıya doğru yürüdü ve yüzünde haince bir zafer ifadesiyle
dönüp bana bakarak, "Seni bir tek ben seviyorum/' dedi. Sonra odadan çıkıp kapıyı ardından kapadı.

O gece uyuyana kadar, diğer çocuklar beni duymasın diye sessizce ağladım ve Johnson beni almaya
geldiğinde uyuyordum. Beni yatağımdan kaldırıp en üst kata taşıyıp, sanat atölyesinin bir köşesinde
duran çarşafların üzerine bıraktı ve ailemle ilgili konuşmaya başladı. Canımı en çok acıtacak noktayı
çok iyi biliyor, oraya bir bıçak saplıyor ve sonra da o bıçağı yaranın içinde acımasızca döndürüyor
gibiydi.

Rahibeler hiç kimsenin beni sevmediği ve istemediği inan cini içime yerleştirmişlerdi ve Johnson da
onların başlattığı özsaygımı ve özgüvenimi -ya da bu duygulardan Knossingt Grange'ye geldiğimde
geriye ne kalmışsa- yerle bir et

cini devam ettiriyordu.


Hep söylediklerinin doğru olduğunu varsaymışım, ' kendimi bildim bileli yalnızdım. Bu yüzden o gun.
iumor.

okulda görünce, onların yanılmış olablleCekü^'n]ohnson'ın an-sayan binlerinin olabileceğini


düşünmüş

187

Şeytanın Çocuğu

(attıklarıysa sadece kendimi kandırdığını fark etmeme neden oldu. Hiçbir şey değişmemişti, hiç
kimsenin umurunda değildim ve yalnızdım.

Johnson konuşurken başımı okşuyordu ve birden, "Bana babacığım de. Bana babacığım dersen her
şey yoluna girecek," dedi. Ona arkamı dönmeye çalıştım, ama başımı sıkıca iki elinin arasında
tutuyordu ve tekrar tekrar, "Haydi bana babacığım de," diyordu. Sonunda, hıçkırarak ağlarken,
"Babacığım," diye fısıldadım ve bana tecavüz etti.

İşi bittiğinde, bana sarma bir sigara ve bira verdi. Ne yaptığımın farkında bile olmadan sigarayı ve
birayı içtim. Bundan sonra işlerin böyle yürüyeceğini biliyordum ve yenilmiştim. Zaten ne önemi vardı
ki? Tek yapmam gereken o anda yaşadığım uyuşmuşluk hissini sürdürmenin biryolunu bulup,
sevilmek gibi aptalca ve zaman kaybı olan şeyleri artık umursamamaktı. Kaderim belirlenmişti ve artık
şikâyet etmeyi kesip durumu kabul etmeliydim.

Bir gün ders sırasında öğretmenimiz bizi mezar taşlarındaki kabartmaların kâğıt üzerine kopyalarını
çıkarmak üzere mezarlığa götürdü. Kaassington Gronge'da canınızın herhangi bir konuda sıkkın
olduğunu belli etmek hiçbir zaman iyi bir fikir değildi, çünkü çocuklar size anlayışla yaklaşıp, sizi
neşelendirmeye çalışacak türden değildi. Mezarlıkta olmanın sinirlerimi bozduğunu ve beni huzursuz
ettiğini saklamaksa kolay olmayacaktı. Hâlâ rahibelerin beni Nazareth House'daki mezarlığa din diri
gömmekle tehdit ettikleri gece ile ilgili kâbuslar görü-

188

Şeytanın Çocuğu

yor ve geri dönüşler yaşıyordum. Diğer, koyulduklarında panik atağım başlamak

h. Yanıma oturdu ve canım, sıkan şeyin ne olduğunu sordu. Herhalde konuşmaya ihtiyacım vardı -
zaten beni dinleyecek anlayışlı birini bulma konusunda fazla bir seçeneğim olduğu da söylenemezdi-
ve bu yüzden ona anlattım. Ağlayarak ve biraz da tutarsız bir biçimde, rahibelerin beni yatağımdan
nasıl sürükleyerek çıkardıklarını, açık bir mezarın üzerinde tutarlarken ne kadar çok korktuğumu ve
kalbimin duracağım zannettiğimi, beni mezarın içine nasıl attıklarını ve beni din diri gömeceklerine
gerçekten inandığımı anlattım.

Mr. Johnson anlattıklarımdan anlayabildiği kadarına gerçekten çok şaşırmıştı. Ama korkunç
deneyimlerden oluşan kısacık hayatımda başıma gelen en kötü şeyi anlatmayı bitirdiğimde bana
böylesine bir cezayı hak etmek için ne yaptığımı sordu.

"Hiçbir şey," yapabilir ki?"

," dedim. "Böyle bir cezayı hak etmek ıçm kim, ne

189

Şeytanın Çocuğu
Belkemiğimde bir böcek yürüyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Mr. Johnson'ın beni sevip sevmediği
tartışılırdı, ama o anda kesinlikle bildiğim şey, korkmam gereken tek kişinin o olduğu ve onunla
konuşarak çok büyük bir hata yapmış olabi-leceğimdi.

Diğer çocuklarla hâlâ kavga ediyordum ve başım hem bu yüzden hem de öğretmenlerle ve diğer
çalışanlarla çatıştığım için belaya giriyordu. Mr. Johnson'dan başka hiç kimseden pek korkmuyordum.
Daha büyük bir oğlandan dayak yediğimde ve kendimi savunmaya çalışıp bunu başaramadığımda bile
korkmuyordum. Burnum kanayabilir, her yerim morarmış olabilirdi, ama öfkem beni acıya karşı
duyarsız yapıyordu ve ölmekten korkmuyordum. Bana bu duyguyu yaşatan sadece Mr. Johnson'dı.

Şu anda, Mr. Johnson'a en kötü, en berbat korkumu neden anlatmış olabileceğimi bilmiyorum, beni
hassas bir durumda yakalamıştı, çünkü o gün okuldaki mezarlığa gitmek beni savunmasız bırakmıştı.
Onunla bu konuda konuşmak aptalca bir tavırdı ve ona verdiğim bilgiyi bana karşı kullanacağını
bilmem gerekirdi.

O günden sonra yanlış bir şey yaptığımda sık sık bana, "Aklını başına toplamazsan seni mezarlığa
götürürüm," ya da "Böyle devam edersen senin mezarını kazarım," demeye başladı. Olabilecekleri
hisseder ve korkudan yaptığım yanlış her neyse hemen ona bir son verirdim.

Sonra bir gece, Johnson beni uyandırdığında bir yumruk savurdum ve o da yüzüne isabet etti. Bilerek
ve isteyerek olma-

190

Şeytanın Çocuğu

mıştl - problemli bir çocuk olabilirdim, ama aptal değildim ve onunla kavga etmeye cüret edemezdim;
tamamen içgüdüsel bir tepkiydi, çünkü tam olarak uyanamam.ş ve boş bulunmuştum.

Hiçbir şey söylemedi, ama eliyle ağzımı kapatıp beni yataktan çıkardığında öfkesini hissedebiliyordum.
Daha önce beni sadece üst kata götürmüştü ve merdivenlerden aşağı inmekte olduğumuzu fark
ettiğimde her zamankinden daha da fazla endişelendim.

Beni binadan dışarı taşıdı, otoparktan geçtik ve ağaçların ardındaki tepeye tırmandığımızda artık
paniğe kapılmıştım. Beni yere bırakması için debelenmeye ve kıvranmaya başladım. Çok güçlüydü ve
bir eliyle hâlâ ağzımı sımsıkı kapatıyor olmasına rağmen diğer eliyle beni kolaylıkla zapt edebiliyordu.

Mezarlığa ulaştığımızda ben hıçkırarak ağlıyordum ve Johnson'ın göğsüne kapanmıştım. İçimdeki


korku giderek büyüyor ve diğer tüm düşünceleri, tüm duyguları bastırıyordu.

"Hangi mezara gömülmek istersin?" diye sordu Johnson ve beni odama geri götürmesi için
yalvardığımda, kafasını geriye doğru atarak güldü. Gerçekten eğleniyordu. Eğilip, başım me zar taşına
değecek şekilde beni bir mezarın üzerine yatırdığında hâlâ gülüyordu. Ağlamayı kesmiştim, çünkü
içimdeki korku ° kadar büyümüştü ki nefes bile alamıyordum.

191

Şeytanın Çocuğu

Johnson'ın ruh hali aniden değişti. Gülmeye devam ederken karnımı ben kusana kadar defalarca
yumrukladı. Sonra saçlarıma yapıştı ve beni mezarın üzerinden çekip çimenlerde sürüklemeye
başladı. Başka bir mezarın yanında durdu ve yüzümü pürüzlü, gri mezar taşına yapıştırdı. Sonra başka
bir mezara, oradan da bir diğerine sürükledi ve sonunda beni yere bırakıp yanıma oturdu.
Ben mezarın kenarında, aklımın alamayacağı bir korkuyla felç olmuş sessizce yatarken, bir sigara sardı
ve sırtını mezar taşına yaslayıp içmeye başladı. Birkaç dakika sonra Johnson ayağa kalktı, beni
kucağına alıp okula geri taşıdı. Beni banyoya götürüp pijamalarımı çıkardı ve toprağın üzerime sinen
buruk kokusunu çıkarmak için yıkadı.

Daha sonra beni yatağıma yatırıp üzerimi örterken eğildi ve doğrudan gözlerimin içine bakarak "Sen
benimsin," dedi. Sonra odadan çıktı ve kapıyı ardından kapadı.

Johnson'ın beni uyandırmadığı gecelerde bile iyi uyuyamıyordum. Uyuduğum zaman daha
savunmasız olduğumu biliyordum ve bu yüzden olabildiğince uzun bir süre uyanık kalmaya
çalışıyordum. Sonunda göz kapaklarım artık kapandığında da kâbuslar görüyor, çığlıklar atarak ve ter
içinde uyanıyordum. Kaçınılmaz olarak derslere odaklanmakta giderek daha da zorlanıyordum ve
hiçbir şey öğrenemiyordum. Ayrıca, çok çabuk sinirleniyordum ve bunun sonucu olarak da daha fazla
kavgaya karışıyor, hem derslerde hem de ders dışında başımı sürekli belaya sokuyordum.

192

Şeytanın Çocuğu

içimde büyümekte olan bir şey var gibiydi -bir tür olumsuz

enerji-ve birine bulaşıp ona yumruklarımla giriştiğimde, bunun

bir parçasını içimden atıyordum. Bu attığım enerjinin artarak yenilenmesiyse fazla zaman almıyordu
ve tüm bu baştan başlıyordu.

süreç yeni

Tüm bunlara rağmen henüz durumumun ne kadar kötüye gittiğini tam olarak anlamamıştım. Bir gün
bir oğlanla bahçede kavgaya giriştik ve öğretmenlerden biri gelip de beni onun üzerinden aldığında
çocuğu neredeyse boğuyordum. Ne yaptığımın hiç farkında değildim, kafasını tekrar tekrar yere
çarpmıştım ve kendimi tamamen kaybettiğimi fark ettiğimde şok geçirdim. Öyle görünüyordu ki,
kızdığım zaman hareketlerimi kontrol edemiyordum ve bu da beni korkutuyordu.

Okulda sürekli kalan bir psikolog vardı ve onun vereceği hizmete hepimizin farklı ölçülerde de olsa
ihtiyacı vardı. Sanırım bize aykırı düşmemek ve bizden biri olduğu duygusunu verebilmek çabasıyla,
kot pantolon, tişört ve spor ayakkabılar giyen iyi bir adamdı. Herhalde bazı çocuklarda bu çaba sonuç
veriyordu, çünkü ona içini döküp bazı şeyleri anlatanlar olduğunu biliyordum. On iki ve on dört
yaşlarım arasında hayatımda emin olduğum çok az şey vardı ve bunlardan biri de herhangi birine
kendimle ilgili herhangi bir şey anlatmanın çok ciddi bir hata olduğuydu. Mr. Johnson'a, rahibelerin
Nazareth House'da-ki Mezarlıkta bana neler yaptıklarını anlatmadan Önce de bunu biliyordum, üzgün
olduğum için savunmamı indirmiş ve bunun bedelini ödemiştim, ama bu tekrar olmayacaktı.

193

Şeytanın Çocuğu

Psikologla haftada bir dersimiz vardı. Bizi bir çember oluşturacak şekilde yere oturtur ve "oyun"
oynatırdı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, bütün bunların güven, empati ve içimizi döküp
korkularımızla ilgili konuşmamızı sağlamaya yönelik olduğunu görebiliyorum. Onun bakış açısından bu
iyi bir fikir olabilir. Ama Knossington Grange gibi bir okulda, bırakın korkularınızı anlatmayı, diğer
çocuklara herhangi bir korkunuz olduğunu söylemenin bile sadece var olan sorunlarınızı arttırmaya
yaracağını fark etmek için çok geniş bir hayal gücüne gerek yoktu. Hepimizin duygusal, davranışsal ve
gelişimsel sorunları vardı ve psikologun tüm çabalarına rağmen birbirimize karşı duyduğumuz ilgi ve
anlayış hep yetersizdi.

Beklenmedik bir biçimde bazı çocuklar içlerini döktüler ve hemen sonrasında bu saflıklarının bedelini
ödediler. Bense, bu derslerde ve sonrasında çenemi hep sımsıkı kapalı tuttum. Bu yüzden psikolog
benimle bire bir çalışmaya başladı ve beni hipnotize etmeye çalıştı.

Benim kekemeliğimi düzeltmeye çalışıyordu ve iyi niyetli olduğunu biliyorum. Yaptıkları işe yaramasa
da, hiç olmazsa denediği için ona minnettardım. Sanırım hipnozun başarılı olması için güvendiğiniz biri
tarafından yapılması gerekiyor ve

•*

bırakın çok az tanıdığım birine, benim herhangi bir insana güvenme ihtimalim neredeyse hiç yoktu.
Hipnotize edildiğimde başıma gelecekler beni korkutuyordu çünkü, beni yaralayacak ya da kendimle
ilgili hiç kimsenin hatta benim bile bilmek istemeyeceğim bazı şeylerin örneğin; gerçekten şeytanın
çocuğu olduğumun ortaya çıkmasından çekiniyordum.

194

Şeytanın Çocuğu

On uçuncu doğum gunumun sabahında uyandığımda yatağımın ayakucuna bir balon bağlanmış
olduğunu gördüm. Onun yanında bir torba şekerleme, üzerinde gülen yüz olan bir fincan ve bir rozet
vardı. Bu hediyelerin Mr. Johnson'dan geldiğini biliyordum. Kendi sorumluluğunda olan çocukların
hepsine doğum günlerinde aynı hediyeleri verirdi, ama ben doğum günlerinden nefret ederdim.
Eğlendiğim hiçbir doğum günüm olmamıştı ve ben de doğum günlerimi yok sayar, sıradan birgünmüş
gibi davranırdım.

Biz okula gitmek üzere hazırlanırken Mr. Johnson odamıza geldi, bana bir zarf uzattı ve "Haydi, durma
aç," dedi. Salak gibi sırıtıyordu ve ben o acınası karta yazdığı kelimeleri okurken saçımı okşuyordu. O
gün alacağım tek kartın o olacağını biliyordum. Üzerinde "Seni seven annen" yazan doğum günü
kartları ve beş poundlar uzun bir süredir gelmiyordu artık ve bunu umursamadığıma neredeyse
kendimi ikna etmiştim.

Mr. Johnson'ın elinin altından çekildim, ama o sahte neşeli gülümsemesini sürdürdü ve gurur duyan
bir babanın ses tonuna benzer bir ses tonuyla, "Artık bir ergen oldun!" dedi. Sonra daha alçak ve
neredeyse tehditkâr bir tonda, "Senin için başka hediyelerim de var. Okuldan sonra görüşürüz, diye
ekledi.

Sonra odadan çıktı.

O gider gitmez, şekerlemeleri yere, doğum günü kartını çöp tenekesine attım ve banyoya gidip verdiği
aptal fincanı yerdeki

seramiklerin üzerine fırlatıp kırdım.

O sabah ders arasında, ben bahçedeyken Mr. Johnson yan

gelip gizlice bana teneke kutuda bir bira verdi, ben de sigera içmek için ağaçların arasına gittiğimizde
diğer iki çoc

Pâylaştım.

195
Şeytanın Çocuğu

Okuldan sonra odama gittiğimde Mr. Johnson,ı yatağımın yanında dikilirken buldum. Doğum
günümün güzel geçip geçmediğini sordu ve ben de evet anlamında kafamı salladığımda. uÇok da
eğleniyormuş gibi görünmüyorsun. Daha sonra seni neşelendirmek için özel bir şeyler yapmam
gerekecek," dedi. Odadan çıkarken havlar gibi güldü ve ben de yatağıma oturup, kaburgalarıma
çarparcasına atan kalbimin sakinleşmesini ve mide bulantımın geçmesini bekledim.

O akşam ondan uzak durmaya çalıştımsa da ama kader, karar vericinin ben olmadığımı hatırlatıyordu,
her zamankinden daha çok rastlaştık. Her karşılaştığımızda, hevesle beklediğimiz bir entrikanın
ortaklarıymışız gibi sırıttı ve sonunda benim için planladığı her neyse ona kazanamayacağımı anlayıp
okuldan kaçmaya karar verdim.

196

1*

bölüm ıı

Akşam yemeğinden sonra/ gizlice okuldan çıkıp ağaçların arasına gittim ve hava kararırken bir ağacın
altına oturup sigara içtim. Gidebileceğim bir yer bulmak için beynimi zorlarken sanki gökyüzü yarıldı
ve birkaç saniye içinde iliklerime kadar

ıslandım.

Kafamı kaldırıp yüzümü yağmura çevirdim ve yüksek seste gökyüzüne doğru küfrettim. Benim için
hiçbir şey yolunda gitmiyor gibiydi. Çevremdeki toprak çamura dönüşüyordu ve hava karanlıkken
fırtınada kaçmaya çalışmanın bir anlamı olmayacağını biliyordum. Bağırmayı ve küfretmeyi
sürdürerek okul binasına koştum ve soyunma odasında üzerimden yerlere Sular akıtarak ve titreyerek
oturdum. Bir sigara daha içip o gece başıma gelecekleri düşünmemeye çalıştım.

197

Şeytanın Çocuğu

Metal dolaplardan birinin üzerinde, elimde bir sigarayla büzülmüş otururken, içeri bir öğretmen girdi
ve gidip televizyon seyretmekte olan grubuma katılmamı söyledi. Televizyon odasının kapısında
durdum, gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım ve odaya girdiğimde Mr. Johnson beni abartılı bir
memnuniyetle karşıladı. Dizine oturmuş olan çocuğu neredeyse yere iterek "onur koltuğu"nun benim
olduğunu, çünkü doğum günüm olduğunu ve artık neredeyse bir ergen olduğumu söyledi. Tereddüt
ettiğimi görünce uzanıp kolumdan yakaladı. Dizinde birkaç dakika oturduktan sonra kekeleyerek
tuvalete gitmem gerektiğini söyleyip odadan çıktım.

O gece uyumamaya çalıştım ve gözlerim fal taşı gibi açık yatağımda yatmış, gözyaşlarım başımın
altındaki yastığı ıslatırken, beni duyabilecek her kim varsa ona sessizce dua etmeye başladım. Mr.
Johnson beni almaya geldiğindeyse, yine uyumuştum.
Beni kucağında personelin kaldığı en üst kata taşırken, bir üst katımızdaki holde ayak sesleri duyduk.
Bana uyarır gibi baktı ve tuvalete daldı. Beni yere indirip parmağını dudaklarına götürerek susmamı
işaret etti ve sessizce, "Seni öldürürüm," dedi. Sonra kapıyı açıp hole çıktı.

Johnson'ın izinli olduğu gecelerde bize bakan kadının sesini duydum uzaktan. Sonra Johnson'ın gülüp,
"İyi geceler," dediğini işittim. Bir an yardım istemeyi düşündüm, ama o kadar korkmuştum ki eğer
bunu yaparsam Johnson'ın beni gerçekten öldüreceğinden emin olmasam bile, artık çok geçti.
Tuvaletin

198

Şeytanın Çocuğu

kapısı açıldı ve içeri girdi. Kapıyı kilitleyip eliyle ağzım, kapadı

ve "En ufak bir ses çıkarırsan yemin ederim seni öldürürüm," diye fısıldadı kulağıma. 1

Avucuna dişlerimi geçirip çığlık atmak için ani ve karşı konulmaz bir istek duydum. Bunun ne yararı
olurdu ki? Ne yaparsam yapayım, gecenin bir yarısında, bakımından sorumlu olduğu çocuklardan
biriyle tuvalette olması gibi açıklanması imkânsız bir durum için bile bir bahane bulacaktı. Ayrıca
biliyordum ki, ne söylerse söylesin ve bu söylediği ne kadar inanılmaz olursa olsun, o dururken kimse
bana inanmazdı.

Bu yüzden elini ısırmadım ve bağırmadım. Bir süre sonra kapıyı açtı, beni kucağına aldı ve kendi
odasına doğru koridor boyunca taşıdı.

Johnson'ın odası alkol, tütün ve ter kokuyordu. Dağınık bir odaydı ve sadece tek kişilik bir yatak, bir
dolap ve televizyonun karşısında duran bir koltuk vardı. Beni yatağın üzerine bıraktı, yerdeki yığının
içinden bir bira kutusu alıp bana uzattı. Ben kafamı sallayıp reddedince, parmaklarını saçıma dolayıp
birayı boğazımdan aşağı döktü. Sonra bir bira daha alıp aynı şeyi tekrarladı ve ikinci kutu boşaldığında
oda etrafımda dönmeye

başlamıştı bile.

Midem bulanıyordu. Kollarım ve bacaklarım ağırlaşmıştı, kafam omuzlarımın üzerinde havada


süzülüyor gibiydi ve duy duğum sesin ne olduğunu anlayana kadar birkaç saniye g ç ^apı çalınıyordu.
Her şeyi bulanık görüyordum ama sank p nın kolu... Ve o anda Johnson kendini odanın diğer tarafına
attı

199

Şeytanın Çocuğu

Ayağını kapının arkasına dayadı ve kapıyı sadece birkaç santim açtı. Öyle bir açıda duruyordu ki, o
kocaman gövdesi kapıda duran kişinin içeriyi görmesini engelliyordu. Bir kadın sesi duydum ve
Johnson konuştuğunda sesi sinirliydi. Sonra kapıyı kapattı ve anahtarı çevirip kilitledi.

Önce beni soydu, sonra da kendi elbiselerini çıkardı ve Polaroid bir fotoğraf makinesiyle resimlerimi
çekmeye başladı. Midemin bulandığını söyledim, ama yanıt vermedi. Fotoğraf çekmeye devam
ederken bedenimi farklı pozisyonlara sokuyordu - sanki gerçek bir insan ve bir çocuk değil de cansız
bir modelmişim gibi.

Kendimi kaybetmiş olmalıyım, çünkü ayıldığımda sanat atölyesindeydik ve bir şiltenin üzerinde
yatıyordum, oraya nasıl geldiğimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordum. Ayağa kalkmaya çalıştım, ama
Johnson karnıma bir yumruk attı ve nefesim kesildi. Ağzıma bir bez tıkıştırıp ellerini boğazıma doladı
ve başparmaklarım nefes borumun üzerine bastırdı. Gülerek beni boğazımdan ahşap sütuna astığında
hâlâ nefes almaya çalışıyor, çılgınca tekmeler atıp kollarımı havada sallayarak boşu boşuna tutunacak
bir şeyler arıyordum.

Daha sonra bana tecavüz etti ve biraz daha fotoğraf çekti. Ben şiltenin üzerinde yatarken yanıma
oturup bir sigara sardı. Sigarasını içtikten sonra beni merdivenlerden aşağı taşıdı ve yatağıma
yatırdıktan sonra üzerime eğilip, "Çeneni kapalı tut yoksa seni öldürürüm," diye fısıldadı yine.

200

Şeytanın Çocuğu

Ertesi sabah toplandığımızda okul müdürü sorunlar hakkında konuştu. Herkesin sorunları olduğunu ve
bunlar, irimi™ atmamamız gerektiğini söyledi. Kapısının her zaman bize açık

olduğunu ve onunla her konuda konuşabileceğimizi hatırlattı Bunları daha önce birçok kez söylemişti,
ama bu sefer sanki doğrudan benimle konuşuyor gibiydi ve ona Mr. Johnson'dan bahsetmeye karar
verdim.

Daha sonra o sabah ofisine gittiğimde, Mr. Smith'le görüşmek için bekleyen başka çocuklar da vardı
ve ben de sıraya girdim. Mr. Johnson'ın bize doğru geldiğini gördüğümde hâlâ sırada bekliyordum.
Yanıma geldiğinde, uSeni arıyordum. Odan domuz ahırı gibi. Hemen yukarı çık ve odanı toparla,"
diyecek kadar durdu. Sonra merdivenlere doğru yoluna devam etti.

Tartışmanın bir anlamı yoktu. Sıradan çıkıp onu takip ettim ve odama girer girmez kapıyı kapatıp
neden müdürün kapısında beklediğimi bilmek istedi.

"Ona anlatacağım/' dedim. Birden bir cesaret gelmişti ve cüretkâr bir biçimde yüzüne bakıp, "Bana
neler yaptığını Mr. Smith'e anlatacağım," dedim.

Mr. Johnson güldü ve parmaklarını boğazıma sımsıkı kenet leyerek ayaklarımı yerden kesti. "Sana
inanacağını düşünüyor musun gerçekten? Benim gibi biri yerine senin gibi sürekli so run çıkaran birine
inanacak biri var mı?" diye tısladı öfke dolu bir hainlikle. Sonra, yapmayı planladığım şeyin ne kadar
ya s,z olduğunu anlamadıysam diye, neredeyse sohbet ede g ,

201

Şeytanın Çocuğu

"Tekrar mezarlığa küçük bir ziyarette bulunmak ister misin?" diye ekledi. Bu sefer güldüğündeyse
gerçekten bundan keyif alıyor gibiydi. Boğazıma kenetlediği parmaklarını o kadar aniden gevşetti ki,
yere düşerken kalçamı yatağın kenarına sert bir şekilde çarptım. Kapıyı çarparak odadan çıktığında
ben hâlâ yerde yatıyordum.

Geri dönüp müdürle görüşmek için bekleyen sorunlu çocukların arasına katılmadım. Mr. Johnson,
savurduğum tehditten az da olsa çekinmiş olmalı, çünkü günün ilerleyen saatlerinde gelip beni buldu
ve bana sigarayla para verip eğer çenemi tutarsam daha fazlasını vereceğine söz vererek sırtımı
sıvazladı.

û•

Öğle yemeğinden sonra oyun alanında dolaşırken Mr. Smith yanıma geldi ve hiç düşünmeden, "Mr.
Johnson benim canımı yakıyor efendim," deyiverdim.
Müdür kim olduğumu hatırlamak ister gibi bana baktı ve sonra dalgın bir şekilde kafasına dokundu.
"Gerçekten canımı yakıyor. Bir sorunumuz olursa gelip sizinle konuşabileceğimizi söylediğiniz için ben
de sizinle Mr. Johnson'ın yaptıklarıyla ilgili olarak konuşmak istiyorum," diye ekledim çabucak.

Ne yazık ki, kelimeler ağzımdan tam olarak böyle çıkmadı, çünkü kekeliyordum ve bu yüzden bazı
kelimeler dilime takılıp kaldı. Belki de Mr. Smith ne demeye çalıştığımı anlamamıştı, çünkü kaşlarını
çatarak bana baktı ve "Saçmalama çocuk. Haydi, sınıfına dön," dedi. Belki de yurt müdürü tarafından
cinsel tacize uğruyor olmamız onunla paylaşmamızı istediği türde bir

sorun değildi.

202

Şeytanın Çocuğu

Okuldan sonra, yatağımda otururken kapı ardına kadar acilci, ve Mr. Johnson içeri dalıp elinin tersiyle
kafama öyle şiddetli bir biçimde vurdu ki yere düştüm. Bağırarak odadaki diğer iki oğlana dışarı
çıkmalarını söyledi. İkinci bir kez söylemesine gerek kalmadan çocuklar neredeyse birbirlerini ezerek
hızla odadan çıktılar ve Mr. Johnson da arkalarından kapıyı çarpıp kapadı.

Tam ayağa kalkmıştım ki, bana dönüp tekrar kafama vurdu. Onun kızgın halini sık sık görmüştüm, ama
hiç böylesine öfkeli görmemiştim. Yüzü kıpkırmızı olmuştu ve bana tükürürcesine, MSen ne yaptığını
sanıyorsun? Çeneni tutmazsan seni öldüreceğimi söylemedim mi? Şimdi de müdür senin benimle ilgili
şikâyetlerin olduğunu söylüyor. Doğru olabilir mi bu?" dedi. Saçıma yapışıp, ona bakmamı sağlamak
için başımı geriye doğru çekti ve "Doğru mu?" diye bağırdı.

"Artık bir önemi yok bunun," dedim kekeleyerek. Kendimi korumak için otomatik olarak kolumu
kaldırıp yüzümü saklamıştım. "Smith bunu duymak bile istemedi. Güvendesin yani, dedim. Mr.
Johnson yanıt vermedi; sadece bana tekrar vurup

odadan çıktı.

O gece odamdaki diğer çocukların uyumaması için elim den geleni yaptım, ama ışıklar söndükten
birkaç dakika sonra o karanlıkta uyanık olanın bir tek ben olduğumu biliyordum. Bu beklemelerden
nefret ediyordum. Tüm bedenim ter içindeye! ve sonunda kalbim çarparak kalktım ve emekleyerek
yatağ.m

altına girdim. Johnson beni almaya geldiğinde orada uyuva

mıştım.

203

Şeytanın Çocuğu

Beni yatağın altından sürükleyerek çıkardı, bir eliyle ağzımı kapadı ve beni odadan dışarı taşıdı.
Merdivenlerden indik, ön kapıdan çıktık ve otoparktan geçerek ağaçlıklı bölgeye geldik. Tek başına bu
bile neredeyse aklımı kaçırmam için yeterliydi. O gece Johnson'ın tavırlarında, sık sık savurduğu
tehdidi gerçekleştireceğini ve beni öldüreceğini düşündüren bir şey vardı.

Ağaçların arasında ilerleyip okuldan görülemeyecek kadar uzaklaştığımızda beni yere bırakıp
pijamalarımı çıkardı. Yere diz çökmemi ve ellerimi bitiştirip kafamı önüme eğmemi söyledi. Sonra,
benim etrafımda dolaşarak soğuk ve tehditkâr bir sesle, "Ben sana ne yapacağıma karar vermeye
çalışırken sen de bana dua et," dedi.
"Lütfen canımı yakma," diye fısıldadım. "Özür dilerim. Neden Mr. Smith'le konuştuğumu bilmiyorum,
ama bana inanmadı zaten. Bir daha yapmayacağım. Söz veriyorum. Özür dilerim," dedim.

"Seni duyamıyorum," dedi Johnson. "Bir daha söyle ve bu sefer hiç olmazsa biraz içtenlikle söyler gibi
yap."

"Özür dilerim," dedim tekrar, daha yüksek sesle.

Johnson yanıma sırt çantasını bıraktı ve içinden bir koli bandı çıkardı. Belli bir uzunlukta koparırken
çıkan ani ve keskin yırtılma sesi ağaçların arasında yankılandı. Bandı ağzıma yapıştırdı ve elini tekrar
bana doğru uzattığında ondan kaçmaya çalışmama güldü. Ellerimi iki yanıma indirip bedenime bantla-
dı Sonra beni ayağa kaldırdığında, elim kolum bağlı, karşısında

durmuş titriyordum.

204

Şeytanın Çocuğu

Tekrar sırt çantasına uzandığında artık gerçeklerden kop muş gibiydi, sanki transa geçmişti. Çantadan
kalın bir ıp g-kardı, bir ucunu ayak bileklerime bağladı ve diğer ucunu da tepemizdeki ağacın
dallarından birine atmaya çalıştı, jpj her attığında ıskaladı ve her denemeden önce öfkeyle küfretti

Sonunda ip dala dolandı ve boşta kalan ucu yere, ayaklarının dibine düştü.

Johnson bana bakıp ipi çekmeye başladı, baş aşağı kafam onun yüzünün birkaç santim ötesine gelene
kadar beni yerden yavaş yavaş kaldırdı. Sonra ipin boşta olan ucunu daha alçak bir dala bağladı ve
beni öne arkaya sallamaya başladı. Kan kulaklarıma dolup kafamın içinde gümbürdemeye
başladığında aniden korkunç bir düşünceye kapıldım. Ya beni orada, kan kafama iyice dolup dışarı
taşmaya başlayana kadar asılı halde bırakırsa? Ya ip kopar veya düğümler gevşer, ben de tepe üstü
düşüp kafamı kırarsam?

Johnson yanımda durmuş, yüzüme bakıp gülüyordu ve sonra ipi çözüp beni yere indirdi. Çok üşümüş,
çok korkmuştum ve ayak bileklerimin derisi yanıyordu. Yine de Johnson ın yeterince eğlendiğini ve
ağzımı açıp konuşma cüretini gösterdiğim için aldığım cezayı atlattığımı düşünerek inanılmaz
derecede rahat ladım. Bu kadarla kalmayacağını bilmeliydim.

Ben nemli toprakta yatarken, Johnson ayak bileklerim ipi çözdü ve bu sefer ipi boynuma bağlarken,
Yaptığına p^ş mısın?" diye sordu. Ben sessizce kafamı sallarken, du ^ bağıma yaklaştırıp, "Yalancı,"
diye fısıldadı. Sonra ip'Ç boynumda dayanılmaz bir acı hissettim. Kollarım haa - »

205

Şeytanın Çocuğu

nımda bağlı olduğu için debelenemiyordum onun için tekmeler

attım, ama bunun sonucunda boğazımdaki ip daha da sıkıştı ve nefes alamaz oldum.

Johnson bir an beni kaldırıp ipe binen ağırlığı azalttı, sonra beni tekrar bıraktı, hemen altıma, yere,
spot ışığı gibi bir el feneri koydu ve fotoğrafımı çekti. El fenerini kapattığında etraf daha önce
olduğundan da karanlıkmış gibi geldi ve birden korkum daha da arttı.

Johnson etrafımda deli bir İngiliz köylü dansçı gibi dans etmeye başladı. Ara sıra durup ipe binen
ağırlığı hafifletmek ve nefes almamı sağlamak için beni birkaç saniye kaldırıyor ve sonra birkaç kez
öne arkaya sallıyordu. Boynum kopacakmış gibi hissediyordum. Öleceğimden korktum, ama beni
kırbaçlayıp tecavüz etmeye başladığında bu ölüm korkusu ölme isteği-

I•* •• . «ı

ne donuştu.

Beni çözüp yere bıraktığında beynim tamamen uyuşmuştu. Ölmemiştim, ama içimde beni ben yapan
her şey yok olmuş gibiydi ve ağlamaya bile halim kalmamıştı.

Johnson yanıma oturup, umursamaz bir şekilde sırtını ağaca yaslayarak bir sigara sardı ve yakıp bana
uzattı. Kazananların muzaffer edasıyla gülümseyerek, "Şimdi anladın mı bana ait olduğunu? Sana ne
olacağına ben karar veririm, başkası değil. Benden başka kimse seni umursamıyor. Haklı olduğumu
biliyorsun değil mi?" dedi.

Başımı salladım, çünkü haklı olduğunu biliyordum.

206

Şeytanın Çocuğu

Johnson pijamalarımı giydirip beni odama taşıdıktan sonra derin, bitkin, kâbuslarla dolu bir uykuya
daldım ve çığlıklar atarak uyandığımda Johnson yatağımın yanında bekliyordu. Biran nerede
olduğumu anlayamamıştım ve kafam karışmıştı. Uyuduğumu hayal etmiş olabilir miydim? Beni
yatağıma daha yeni mi yatırmıştı? Sonra sabah olduğunu fark ettim. Diğer çocuklar etrafta
mırıldanarak üstlerini değişiyorlardı.

Kalkıp oturmaya çalıştım, ama Johnson omuzlarımdan itip beni geri yatırdı ve bir elini battaniyenin
altından pijamamın içine soktu. Sonra cinsel organımı sıkıp, "Benimsin. Ne zaman istersem. Tamam
mı?" dedi. Ben de tekrar kafamı salladım.

O gün uyandığımda, içimde bir şeylerin koptuğunu ve artık daha fazla dayanamayacağımı hissettim.
Johnson'ın bana yaptıklarına engel olamayacağımı biliyordum ve bu utançla baş etmenin bir yolunu
bulmalıydım. Bu yüzden Johnson'ın beni almak için geldiği bir sonraki sefer, ablam Geraldine nin beni
dizine oturttuğunu, bana sımsıkı sarılıp çenesini hafifçe başımın üzerine dayadığını, o sakin ve huzur
veren sesiyle bana konuşabilen hayvanlar ya da kötülüklere karşı savaşan kahramanlarla ilgili masallar
anlattığını hayal ettim. Zihnim de Geraldine ile birlikte olduğum sürece bedenimin sadec boş bir
kesekâğıdı gibi olduğunu ve eğer ben içinde değ s , Johnson'ın bu boş kese kâğıdına neler yaptığının
bir ö

Radığını düşündüm.

?07

Şeytanın Çocuğu

Zihnimle bedenimi birbirinden ayırmak işe yaramış gibiydi, çünkü Johnson'm yaptıkları hâlâ canımı
yakmasına rağmen sanki bunları gerçekten artık bana yapmıyor gibiydi. Bu kendimi olup bitenlerden
biraz da olsa soyutlamama yardım ettiği gibi, bana bir tatmin duygusu da veriyordu, çünkü ona karşı
gizli bir zafer kazanmışım gibi hissediyordum ve bu da onun benim üzerimdeki gücünü -
ölçülemeyecek kadar az bir miktarda olsa da- azaltıyordu.

Arsenal ve Manchester United arasında kupa finalinin oynandığı 1979 yılında on dört yaşındaydım.
Okuldaki tüm çocuklar maçı seyrettiler. Yaşı daha büyük olanlar bir televizyonda seyrederken, daha
küçükler ve ara grup Mr. Johnson'la birlikte başka birtelevizyonda seyrettiler. Mr. Johnson Arsenal
taraftarı olduğu için biz de o takımı destekliyorduk, ama büyükler Manchester United takımı için
bağırarak tezahüratta bulunuyorlardı. İki takımdan biri gol attığında, o takımın taraftarları koşarak
odanın diğer takımın taraftarlarının oturduğu bölümüne gidiyor, avaz avaz bağırarak havalara sıçrıyor
ve sevinç gösterisinde bulunuyorlardı.

Tüm bunlar neşeli ve eğlenceli bir ortamda yapılıyordu ve bazı çocukların en küçük bir kışkırtmada
bile nasıl delirdikleri düşünülürse, bu ortamın yaratılmış olması büyük bir

başarıydı.

Maç bittiğinde -Arsenal 3-2 kazanmıştı- Mr. Johnson "aramızdaki tek gerçek Arsenal taraftarını"
odasına götürüp ona şekerleme vereceğini ilan etti. Çocuk, Mr. Johnson'ın peşinde odadan akarken
utançtan kıpkırmızı kesilmişti ve kapı arkala-

208

Şeytanın Çocuğu

nndan kapanır kapanmaz büyükler kıs kıs gülmeye başladılar. Mr. Johnson'a "lanet sübyancı" ve
"nonoş" diyorlardı. O anda fark ettim ki, ne olursa olsun, Mr. Johnson'ın bana yaptıklarını

* w «*V/

hiçbir çocuğun öğrenmemesi için elimden gelen her şeyi yapmam gerekiyordu.

Yaptığınız kötülüklerin fark edilmemesinin ve bunların bedelini ödememenin ilginç bir yanı var. Bu
süre uzadıkça, insanlar kendilerinin dokunulmaz olduğuna, genel ahlak değerlerinin ve suç işlemekle
ilgili kuralların kendileri için geçerli olmadığına daha da fazla inanma eğilimi gösteriyorlar. Bence bu
durum Johnson için de geçerliydi.

Arkasından konuşanlar sadece çocuklar değildi: Okul çalışanlarının da onu tavırlarıyla başa çıkmakta
zorlandıkları açıkça ortadaydı, Özellikle de ciddi ölçüde içtiği gerçeğini artık çok fazla saklayamaz
duruma geldiği için. Çocuklar artık diğer öğretmenlerin onu eskisi kadar yürekten desteklemediklerini
anladıklarında, onunla ilgili duygularını daha açık bir şekilde ifade etmeye başladılar, ama yine de
öğrencilerden herhangi biri öğretmenlerin duyabileceği şekilde Johnson'ı aşağılayacak olursa azar
işitiyor ve kesin bir dille çenesini kapaması söyleniyordu.

Sonra bir gün, çocuklar arasında bir söylenti yayıldı: Johnson müdürün odasındaydı ve Mr. Smith
Johnson a hakkında Şikayetler olduğunu söylediği için birbirlerine bağırıyorlardı. Şikayet konusu çok
içki içmesi ve çocuklara karşı tavrıydı. Biz halâ duyduklarımızın etkisindeyken, başka bir söylenti ilk
söylentiv» gölgede bıraktı - Mr. Smith, Johnson'ı cinsel tacız suçlamasıyla

tşten atmıştı.

209

Şeytanın Çocuğu

Ben Johnson bavullarını arabasına yerleştirene kadar bu söylentiye inanmamıştım. Bir süre sessizce
onu izledikten sonra öfkeyle, "Bir gün yaptıklarının bedelini ödeyeceksin!" diye bağırdım. Orada
olduğumu yeni fark etmiş gibi bana

baktı, sonra güldü ve kalan eşyalarını almak için tekrar okula girdi.
Arabasına bindiğinde hâlâ orada bekliyordum ve okulun ana kapısından çıkıp uzaklaşmasını izledim.
Bu okula geldikten kısa bir süre sonra üzerime çöken ağırlık artık kalkıyor gibiydi. Polisin gelmesini ve
soracakları tüm o soruları dört gözle beklemiyordum elbette - Johnson'ın taciz ettiği çocuklardan biri
olduğumu itiraf etme fikri beni çok korkutuyordu ama yaptıkları için cezalandırılmayı hak etmişti ve
sonunda adaletin yerini bulmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Hepsinden önemlisi, Johnson gitmişti ve
iğrenç tacizleriyle sürdürdüğü saltanatı sona ermişti. .

Günler geçip de polisler ortada görünmeyince, giderek daha fazla endişelenmeye başladım. Ne Mr.
Smith ne de diğer öğretmenler Johnson'ın adını anıyorlardı, ama çocukların tek konuştuğu konu
neredeyse buydu ve bir kurt sürüsü gibi, Johnson'ın gözdesi olma şanssızlığına uğramış olanlara
saldırıyorlardı.

Üzerimden kalkan ağırlık tekrar geri çökmüştü ve her an birinin beni de hedef almasını bekliyordum.
Sonunda benim de "Johnson'ın oğlanlarından biri" olduğumu hiç kimsenin bilmediğini hatırladım. Bu
bilgiyi paylaşmaya hiç niyetim olmadığına göre, adım çıkmadan bu işten sıyrılabilirdim.

210

Şeytanın Çocuğu

Johnson'ın gözdelerinin ağaçlara kadar kovalanıp aşağılanmalarını ve dövülmelerini izledim. Maruz


kaldıkları o korkunç taciz yüzünden onları suçlamak çok büyük bir haksızlıktı ve onlar için
üzülüyordum. Bu çocukları rahatsız edenlerden bazılarının da Johnson'ın kurbanları olduğunu
biliyordum. Sadece Johnson tarafından benim de taciz edildiğim gerçeğini saklayabilmek umuduyla
dayak atan gruba katılmaktan ben ne kadar derin bir utanç duyuyorsam, onların da aynı derecede
utandığını varsayabildim.

Avlanan yerine avcı olmamızın amacı sadece kendimizi korumaktı. Uyumsuz çocuklarla dolu bir
okulda, zayıflıklarınızı ortaya dökmenin, zorbalığın kurbanı olduğunuzu itiraf etmenin hiçbir manası
yoktu. Okulda kendi başımın çaresine bakabilecek biri olarak tanınıyordum. Bana zorbalık etmeye
kalkışan bir çocuğu yumruklamakla, zaten yeterince zarar görmüş duygularımla oynayan ve eğer
dediklerini yapmazsam beni öldüreceğini çok inandırıcı bir biçimde söyleyen bir yetişkine karşı
kendimi savunmak arasında dağlar kadar fark vardı. Fakat diğer çocukların bu farkı görebileceklerini
hiç sanmıyordum. Bu yüzden, bu kovalamacalar ve saldırılara katılmaktan ve kendimden nefret
ederek yaşamaktan başka bir seçeneğim

yoktu.

Günler haftalara dönüyor ama hiç kimse Johnson la ilgi li herhangi bir soru sormuyordu ve giderek
herkes bu konuy olan ilgisini yitiriyordu. Onun kurbanlarından biri olduğum *aya çıkmadığı için
rahatlamıştım, ama bu aynı zamanda on

211

Şeytanın Çocuğu

hesap sorulmayacağı anlamına da geliyordu. Yaptıklarının yanına kâr kalacağını anladığımda içimde
öylesine bir öfke birikti ki bu duyguyu kontrol etmekte zorlandım.

Johnson okuldan ayrıldığına göre, geceleri hiç kimsenin odama gizlice girip beni üst kata
götürmeyeceğini bilmenin verdiği güvenle yatağıma yatabilirdim. Artık uyuyabilirdim, ama kâbuslar
görüyordum. Neredeyse her gece ter içinde, kalbim çarparak uyanıyordum ve nerede olduğumu
anlayana kadar birkaç saniye geçiyordu. Johnson'ın gitmiş olduğunu hatırlamam ise daha uzun
sürüyordu. Bunun sonucu olarak da, gün boyu yorgun ve hâlâ sürekli olarak endişeliydim.

Dersler konusunda da ipin ucunu kaçırmıştım. Sınıfta devamlı olarak kavga başlatıyor, düzeni bozuyor
ve başımı belaya sokacak aptalca şeyler yapıyordum. Belki de cezalandırılmak istiyordum.
Çocukluğumdaki olaylar yüzünden kolay incinebilir bir durumdaydım ve Johnson bu duygusal
kırılganlığımı anlamış, kendi çıkarı için kullanmıştı. Davranışları bilinçli olarak, ona bağımlı hale
gelmem için sevgimi kazanmaya çalışmakla ile beni kontrol altında tutmak için korkutup tehdit etmek
arasında gidip geliyordu. Beni taciz etmesini engellemek için yapabileceğim hiçbir şey olmadığını
bilmeme rağmen hâlâ suçluluk

hissediyordum.

Zamanla Johnson'ın bana kendimi ne kadar aciz, korkmuş ve mutsuz hissettirdiğini unutmaya
başlasam da kabuslar peşimi bırakmıyor ve o duyguları yeniden hatırlatıyordu. Johnson

212

Şeytanın Çocuğu

hem zihinsel hem de fiziksel taciz uygulayarak özgüvenimden

geriye kalanları ve dolayısıyla ona karşı koyabilme becerimi de elimden almıştı. Artık gittiği için,
zayıflık göstermiş olduğ ve beni taciz etmesinin bir biçimde benim suçum olduğ düşünüyordum.
Kâbuslar beni yiyip bitirirken, Johnson ben'İ boynumdan astığında ve ölümün başıma gelebilecek en
kötü

umu

unu

şey olduğunu sandığımda, keşke beni gerçekten öldürseydidiye düşündüm sık sık.

Çoğunlukla yaşça daha büyük ve daha iri çocuklarla kavga edip dayak yiyerek, hak ettiğim cezanın bir
kısmını çektiğimi düşünüyordum. Sanki kendime zarar vermek için vekil tayin edilmiştim. Kimi zaman
ilk yumruğu atar, sonra da orada öylece durur ve hiç nedensiz saldırdığım çocuk posamı çıkarmak için
elinden geleni yaparken kendimi savunmazdım.

Okuldaki çocuklardan biri bir yerlerden esrar buluyordu ve ben de esrar alabilmek için gereken parayı
borç almaya, çalmaya ve para vermeleri için ona buna yalvarmaya başladım. Esrarı içer, bu madde
içimde yeterince birikip acımı yavaşça silmeye başlayana ve hiçbir şeyin bana ulaşamayacağı bir hayal
dünyasında salınıp durana kadar beklerdim. Hiçbir şey bana ulaşamazsa, hiçbir şey beni incitemezdi.
Sorun, esrarı sağlayan çocukla iyi geçinemiyor olmamdı ve bir gün yine kavga ettikten

sonra artık bana esrar satmaz oldu.

Esrar içmeyi bırakır bırakmaz içimdeki acı, kâbuslar kendimi öldürme isteğim toptan geri döndü ve
sonu dimi ne kadar kötü hissettiğimden başka hiçbir şey duşunem

213

Şeytanın Çocuğu

diğim bir noktaya geldim. Bir gece sabahlığımın kuşağını aldım ve beni kimsenin göremeyeceği bir yer
olan okulun ön tarafın daki ağaçlıklı bölgeye gittim.
Karanlık ağaçlar soluk ay ışığında uğursuz ve tehditkâr görünüyorlardı, ama ağaçlardan birine
tırmanırken çevreme pek fazla dikkat etmedim. Kuşağın bir ucunu boynuma, diğer ucunu da başımın
hemen üzerindeki kalın dala bağladım. Orada oturup bir taraftan kendimi atlamaya zorlarken, bir
taraftan da bunu yapamayacak kadar acınası bir durumda olduğum için kendimden nefret ederek
kafamda kendimi öldürmemek için ne gibi sebeplerim olduğunu düşünmeye başladım. En olmayacak
sebepleri bile dâhil etmeme rağmen çok kısa bir liste oluştu. Buna rağmen hâlâ atlayacak cesareti
bulamıyordum.

Dalın üzerinde tüneyip yalnız ve mutsuz olduğum için, hayatımdaki her şey umutsuz bir durumda
olduğu için ve ne kadar denersem deneyeyim, gelecekte beni bekleyen iyi bir şeyler göremediğim için
ağladım. Zayıf ve içler acısı bir durumda olduğum için kendi kendime kızarken, ayağımın altındaki dal
çatırdadı ve sonra etrafta yankılanan yüksek bir "çat" sesiyle ikiye bölündü ve tam o anda boynumda
dayanılmaz bir acı hissettim.

Belki ayağım kaydı -Nazareth House'da kendimi asmaya kalkıştığımda da böyle olduğunu
düşünmüştüm- belki de gerçekten atladım. Gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğim. Orada asılı

kalmış ölmeyi beklerken, kordon boynumu çok acıtmasına rağmen hâlâ nefes almakta olduğumu fark
ettim. Belli ki kordona düğüm atarken bir hata yapmıştım çünkü elimi uzatıp dokunduğumda kordon
aniden çözüldü ve gürültüyle yere düştüm.

214

Şeytanın Çocuğu

Yere çarptığ.mda bacağım, incittim Aöarl* , mış, bacağım, göğsüme çekip küfrederken lî r 3t'nda
sesin, "Başaramadın. Zaten hiçbir sevi ba« 8 amm 'Ç'nde bir ğini duydum. Bu sesin hatlı
___________________,.. ramıyorsun," dedi-

ğin. auyaum. Bu sesin haklı olduğunu bildinim ı • , ' aedl‘

me kızıyordum ama önemli değildi, çünkü bir nün'^

da biliyordum.

9un başaracağımı

:-k

215

BÖLÜM 12

Johnson gidip okuldaki işler normale döndüğünde ve her ergende olduğu gibi hormonlarım azdığında,
ilgi odağım kızlar olmaya başladı.

Bir cumartesi günü, Oakham kasabasına gittim ve Susie adında çok hoş bir kızla tanıştım. Oakham
dört mil uzaktaydı, ama çok geçmeden her gün okuldan sonra Susie'yi görmek için oraya kadar
yürümeye başladım. Birlikte uzun yürüyüşlere çıkıyor ve her konuda konuşuyorduk, ya da sinemaya
gidiyorduk, ama seyrettiğimiz filmlerden hiçbirinin konusunu anlatamam, çünkü en arka sırada
oturup öpüşüyorduk, yani ekranda olup bitenlere dikkatimizi veremeyecek kadar meşguldük. Daha
sonra, Knossington Grange'ye geri dönerken dört mil boyunca Susie'yi ve sonunda binlerinin beni
gerçekten umursadığını bilmenin ne kadar olağanüstü bir duygu olduğunu düşünürdüm.

216

Şeytanın Çocuğu

Kısa bir süre sonra kasabanın delikanlılar, Knossinaton Grange'den birinin "kendilerinden bir kız" |a
görüştüğünü öö rendiler ve bir akşam karanlıkta okula dönerken birkaç gen

beni tuzağa düşürdü. Tamamen gafil avlanmıştım ve bu yüzden onlar beni dört bir yandan
yumruklayıp tekmelerken kendimi savunmaya fırsatım olmadı. Sonra bana defolup gitmemi ve
Oakham'a bir daha geri dönmememi söylediler.

Ertesi gün aynı saate kasabaya yaklaşırken, bir önceki gece bana saldıran gençlerden ikisini gördüm.
Onlar beni henüz görmemişlerdi, bu yüzden çabucak eğilip yerden bir tahta aldım ve bir duvarın
arkasına saklandım. Benim saklandığım yere yaklaşırlarken artan seslerini dinleyerek bekledim.Tam
duvarın hizasına geldiklerinde karşılarına çıktım ve en yakınımda duran çocuğa elimdeki tahtayla
vurdum. Bir patates çuvalı gibi yığıldı ve ben daha arkamı bile dönemeden arkadaşı kasabaya doğru
koşarak kaçmaya başladı.

Vurduğum oğlan yerde kafasını ovuşturarak otururken ona, "Bu sizin kasabanız olabilir, ama ben
istediğim zaman buraya geleceğim," dedim. Hafifçe sendeleyerek ayağa kalkarken bana çabucak bir
bakış attı ve herhalde ona tekrar vurmamı beklediği için koluyla yüzünün kapadı. Ama kimseyle kavga
et meye niyetim yoktu, sadece bir mesaj vermek istemiştim. Bu yüzden bir adım geri çekilip ona yer
açtım ve o da sendeleyerek

kasabaya doğru uzaklaştı.

Olanlar hakkında Susie'ye hiçbir şey anlatmadım, çunku canını sıkmak istemiyordum. Bu konunun
kapanma 9 yordum ve o akşam kasabadan çıkıp okula giden ge

217

Şeytanın Çocuğu

boş olan yolda yürürken beni bekleyen karşılama komitesiyle yüzleşmeye hazırdım. Yolun ilerisinde
durmuş, onlara doğru yürümemi izliyorlardı ve onları görür görmez etrafa bir göz atıp uygun bir silah
aramaya başladım. Yürüyüş tempomu neredeyse hiç bozmadan eğilip yolun kenarından yaklaşık otuz
santim uzunluğunda kalın bir tahta parçası aldım ve elimde sımsıkı tutup, hiçbir şey yokmuş gibi
kolumu aşağı indirdim.

Dört kişiydiler; acımasız ve korkusuz görünmek istememe rağmen midem kasılıyordu. Onlarla aramda
birkaç metre kaldığında durdum ve "Haydi bakalım. Önce hanginiz gelecek?" dedim. İçlerinden biri
gülerek öne çıktı ve elimdeki tahta parçasını öylesine güçlü bir şekilde savurdum ki, başının yan
tarafına vurduğumda ayakları yerden kesildi.

Diğer üçüyle yüzleşmek için katliama hazır bir şekilde hemen arkamı döndüm. Hiçbiri yerinden
kımıldamadı ve yanlarından geçip karanlığa karıştığımda sadece orada durmuş, beni izliyorlardı.
Yaklaşık on beş dakika kadar yürüdükten sonra arkamdan gelen bir motosikletin sesini duydum. Bir
şey yapmama fırsat kalmadan kendimi başımda keskin biracıyla, yolun kenarındaki hendekte yatar
buldum. Motorun sürücüsü bana her neyle vurduysa, neredeyse kafamı dağıtacaktı, ama öfke insanı
inatçı yapabiliyor, bu yüzden geri çekilmeye hiç niyetim yoktu. Dörde karşı bir olduğumuz için pek
fazla şansım yoktu, ama çok önemli bir avantajım vardı: Onlar sadece "sosyal ve davranışsal
problemleri" olan çocukların gittiği okulda okuyan bir yabancının, "onlardan biri" olan bir kızla
görüştüğü için kızgındılar. Bense hayatım boyunca içimde bastırılmış öfke, düş kırıklığı ve mutsuzluk
biriktirmiştim ve bu da patlamak için bir bahaneydi.

218

Şeytanın Çocuğu

Bir sonraki karşılaşmamızda bir silaha ihtiyaç,m olacaâ.n, biliyordum. Bu yüzden, ertesi gün okuldan
ayrılmadan önce gizlice mutfağa girdim ve küçük bir meyve bıçağı alıp pantolonumun içine, bacağıma
bantladım.

Sinemanın önünde Susie'yi beklerken çocukların bana doğru geldiğini gördüm. Eğilip bacağımdaki
bıçağı çıkarmaya fırsat

kalmadan dört çocuğun içinde en iri yarı olanı gelip önümde durdu. Benden birkaç santim uzundu ve
yüzünü benimle aynı seviyeye getirebilmek için hafifçe eğilip, "Lanet olası bir kaçıksın sen. Buraya
gelmeye devam edeceksin, değil mi?" dedi.

"Her gün ahbap," diye yanıt verdim doğrudan gözlerinin içine bakarak. "Her gün."

Birden güldü ve elini uzattı, tokalaştık. Onu Oakham'da bir sonraki görüşümde bana gülümseyerek
selam verdi ve ben de ona gülümsedim, çünkü hayatımda ilk kez birinin saygısını kazandığımı
hissettim.

On altı yaşıma geldiğimde ve Knossington Grange'den ayrılma zamanı yaklaştığında, bundan sonra ne
yapacağımı düşünmeye başladım. Johnson gittikten sonra okuldaki hayatım daha rahat olmuştu, ama
yine de buradan ayrılıp Nottingham a dönmeyi dört gözle bekliyordum. Özleyeceğim tek insan Susie
ydi.

Sadece, tek bir sınavdan geçmiştim -matematikte bir derece alabilmek için- ve eğitimimde neredeyse
hiçbir başarı yakalaya mamış olmam, işverenlerin beni işe almak için pek de beves mayacakları
anlamına geliyordu. Her zamanki gibi kaderim’ Y Hizmetler belirleyecekti ve sosyal hizmet görevlim
de be 9‘bi" kişilere, yani problemli ve vasıfsız insanlara yardım

nusunda uzmanlaşmış bir kariyer danışmanıyla görüşm , ‘

219

Şeytanın Çocuğu

Kariyer danışmanı açık sözlü bir insandı ve bana o ana kada benim ne yapmak istediğimi soran tek kişi
olmuştu. "Sosyal hiz met görevlisi olmak istiyorum/' diye cevap verdiğimde kafasını masasının
üzerinde incelemekte olduğu kâğıtlardan o kadar hızla kaldırdı ki, neredeyse gözlükleri burnunun
üzerinden ka~ yıp düşecekti. "Sosyal hizmet görevlisi mi olmak istiyorsun?" diye tekrarladığında, ses
tonundan bunu inanılmaz bulduğunu anlamamak mümkün değildi.

"Evet," derken, zaten kırılgan olan özgüvenimin sonunda bir cam parçası gibi kırılıp dağılırken
çıkaracağı sesi duyacağımı sanıyordum.
"Pekâlâ. Hmm." Boğazını temizledi, gözlüklerini burnunun üzerinde yukarı doğru itti ve çalışma
masasının üzerinden bana doğru eğildi. "Dinle delikanlı, bunun için notlarının şu ankinden daha iyi
olması gerekir ve sosyal hizmet görevlisi olabilmen için dört yıl daha eğitim görmen lazım." Üzgün bir
şekilde gülümsedi ve omuzlarını silkti.

"Bana ne yapmak istediğimi sordunuz, ben de söyledim. Bunun için dört yıl daha okumam gerekirse
okurum," dedim gülmeye çalışarak ve ekledim, "Ne de olsa sosyal hizmetlerin ne olduğu ve nasıl
işlediği hakkında bir fikrim var."

İlgili ve anlayışlı görünmeye çalıştığı açıkça belliydi, ama bana insanın amaçlarının olmasının övgüye
değer olduğunu, ancak benim amacımın ve daha ileri seviyede herhangi bir eğitim alma düşüncemin
gerçekçi olmaktan çok uzak olduğunu açıklarken sabırsızlığını gizleyemiyordu. Sonra bana resim
çerçevelemeyi öğrenme konusunda bir olanak sundu ve ben de bir duvara tosladığımı anladığım için
görüşmeye gitmeyi kabul ettim.

220

Şeytanın Çocuğu

Kariyer danışmanı, yöneticiyle görüşmek için resim çerce veleri yapan şirkete benimle birlikte geldi ve
önerilen işi benim adıma kabul etti. Daha sonra da son derece övgüye değer bir iş yapmış gibi
gülümseyerek bana baktı. Herhangi bir iş bulmanın bile bir tür başarı sayılabileceği konusunda
kendimi ikna etmeye çalışıyordum, ama yapmak istediğim iş bu değildi.

Hayatım benim için daha önceden planlanmış gibiydi ve son on altı yıldır benimle ilgili hiçbir konuda
bana bir seçenek sunulmadığı halde, okul bittikten sonra her şeyin farklı olacağı fikrine

nereden kapılmıştım bilmiyorum.

Knossington Grange'ye döndüğümde Mr. Smith işe kabul edildiğim için beni kutladı ve aslında
yapmak istediğim şeyin bu olmadığını söylediğimde, omuzlarını silkip, “Dilencilerin seçme hakkı
yoktur," dedi - bu söylediği her ne kadar doğru olsa da tüm umutlarımı kırdı.

İş görüşmesinden birkaç gün sonra, sosyal hizmet görevlim beni görmeye geldi. Nottingham'da
bulunan ve özellikle devletin himayesinde yetişmiş çocukların kaldığı bir pansiyondan bahsetti. Bir
hafta sonra beni kasabanın zorlu bir bölgesinde, hemen karakolun yanında bulunan (bu da çok uygun
bir durumdu) büyük bir eve götürdü. Hiç kimseye güvenmiyordum, ama oranın yöneticisi olan adam
iyi birine benziyordu ve benim ora ya taşınmamdan mutluluk duyacağını söyledi.

Okuldan ayrılmadan önceki son gecemi Susie ile birlikte g Çirdim. Ağlayarak iletişimi sürdürmeye söz
verdik, ama bunun olamayacağını biliyorduk. Ertesi sabah çim ^ üzerine oturdum ve Knossington
Grange ye bakarak g 9 mın nasıl olacağını hayal etmeye çalıştım.

221

Şeytanın Çocuğu

Hâlâ neredeyse her gece, rahibelerin, Johnson'ın bana yaptıklarıyla ilgili kâbuslar görüyordum ve
Knossington Grange'de geçirdiğim yılları düşündüğümde öfkeme engel olamıyordum Johnson sadece
beni değil, sorumluluğunu aldığı birçok çocuğu taciz etmiş, ama yaptıkları yanına kâr kalmıştı ve hiç
kimsenin bu konuyu önemsememiş olması, bizi de hiç önemsemedikleri konusunda çok net bir mesaj
veriyordu. Buna rağmen okuldan ayrılmak ve bilinmeze doğru bir adım atmak beni korkutuyordu -
tanıdığın düşman tanımadığın dosttan iyidir deyiminde oldu-gu gibi.
Bir saat sonra Nottingham'daki pansiyonun resepsiyonunda, bu dünyada sahip olduğum eşyalarla içi
yarı yarıya dolu bavuluma yapışmış duruyordum. Aslında bir evi olmadığı halde evine gitmek isteyen
bir çocuk gibi değil de, sert ve umursamaz biri gibi görünmeye çalışıyordum, ama bu konuda pek
başarılı olduğum söylenemezdi.

Pansiyonda benden başka on dört genç daha kalıyordu ve göz ucuyla beni süzüp, bir tehdit unsuru
olup olmadığıma karar vermeye çalıştıklarını görebiliyordum. Şansıma, orada kalanlardan ikisi
VVollaton House'dan tanıdığım çocuklardı. Çok geçmeden oraya yerleşmiş, iyi arkadaşlar edinmiş ve
belki de şansım dönmüştür diye düşünmeye başlamıştım.

Çerçeve işinde çalışmaya başladım ve yaptığım sadece dağınık depoları temizleyip yerleri silmek
olmasına rağmen, birkaç hafta çok sıkı çalıştım. Sonra, her yer tertemiz ve düzenli bir hale geldiğinde,
yöneticiye gidip bana ne zaman işi öğretmeye başlayacaklarını sordum.

222

Şeytanın Çocuğu

"Öğrenmene değmez” dedi bana. "Bu sadece altı aylık bir iş. O sürenin sonunda burada senin için bir
iş olmayacak. Sana

çıraklık teklif edemeyiz." '

Ofisinin kapısını açtım, binadan çıktım ve oraya bir daha

dönmedim.

Olanlardan kimseye bahsetmedim, ama hem kızmış hem de hayal kırıklığına uğramıştım, çünkü
hayatımın geri kalanını yerleri silerek geçirmeye hazır değildim ve bana hiçbir değerim yokmuş gibi
davranılmasından bıkmıştım. Okulda derslerle çok fazla ilgilenmemiştim ve akademik başarısızlığım
yüzünden başkalarını çok fazla suçlayamazdım, ama öğretmenlerimizin çok düşük beklentilerini bile
karşılayamayan tek çocuk olduğuma da inanmıyorum. Aptal olmadığımı kanıtlayacak daha fazla sınav
sonucum olsaydı bile, insanlar benim kekelediğimi duyduklarında eminim zekâ düzeyimle ilgili ön
yargıları olacaktı. Bu son derece can sıkıcıydı, çünkü bazen benim de dinlenmeye değer fikirlerim,
öğrenme yeteneğim ve hayatımı yaşanmaya değer bir hale getirme becerim vardı-tabii bana bir fırsat
verilseydi.

Pansiyonun yöneticisi çerçeve işinden ayrıldığımı duyunca beni ofisine çağırdı. Sorumluluklarımla ve
bir işi yarım bırakma manın önemiyle ilgili olarak bir söylev çekti.

Bir süre bu konuda tartıştık, ama sonunda anlattık ^

dinlediğinde bana hak verdi. Haklı çıkmak bana yeni ş 9

Ihmadı ve sonraki birkaç hafta boyunca her gün pans’y taklık ederek vakit öldürdüm.

223

Şeytanın Çocuğu

Knossington Grange'ye başladıktan sonra ağabeyimi ve ablalarımı çok fazla görmemiştim, ama bir
gün, annemin Nottingham'a yaptığı o nadir ve düzensiz ziyaretlerinden birinde onlarla buluştum. O
sabah hepimiz tren istasyonunda annemi karşılamak için buluştuk ve nasıl olduysa, o öğleden sonra
annem beni kendisiyle yaşamak üzere Londra'ya davet etti İstasyona geri dönmüş, aradan geçen o
kayıp yılları telafi etmek isteyen annemle yeni bir hayata başlayabilmem için bana Londra'ya gidiş
bileti alıyorduk.

Annem bu öneriyi yaptığında ablalarım hemen karşı çıkmışlardı, ama artık hepsi ya evliydi ya da
birlikte yaşadıkları biri vardı, oysa benim hiçbir şeyim yoktu ve bu nedenle kaybedecek bir şeyimde
yoktu. Onlara kalmam için iyi bir neden göstermelerini söylediğimde, akıllarına hiçbir şey gelmedi. Bu
yüzden, annemizle bir ilişki başlatıp bir bağ kuracak olan ben olduğum için kıskançlık duyuyorlar diye
düşündüm kendi kendime. Daha önce hiçbirimizin bunu yapmaya fırsatı olmamıştı.

On altı yıl sonra nihayet ailemden biriyle yaşayacağıma ina-namıyordum. Londra'ya giden trende
insanlara, "Evet, ama annem diyor ki...'' dediğimi hayal ettim ve bu arada salak gibi sırıtıp durmaktan
vazgeçmem gerektiğini kendi kendime sürekli olarak hatırlatmak zorunda kaldım.

Annemin erkek arkadaşı Frank ile birlikte yaşadığı apartman dairesi hayal ettiğimden çok daha kötü
durumdaydı. Annemin yaşadığı yerde eksik olan şeyler olsa da, Frank'in varlığı bunları telafi etmeye
yeterliydi. Onu görür görmez sevdim ve anneme çok düşkün olduğu açıkça belliydi.

224

Şeytanın Çocuğu

Londra'ya gittiğimde enerji ve iyimserlikle doluydum Yen hayatıma başlamak için sabırsızlanıyordum
ve ilk yaptığım T'

iyi bir amatör futbol takımına katılmak oldu. Bu hem bana^J-pacak bir şeyler sağlamış hem de arkadaş
edinmem konusunda yardımcı olmuştu. Sonra da iş aramaya başladım. Ama ne yazık ki, İngiltere
ekonomik bir kriz içindeydi ve bunun sonucu olarak da yeni eleman arayan işveren sayısı çok azdı.
Zaten eleman arayanlar da, on altı yaşında, vasıfsız, iyi bir eğitimi olmayan ve tecrübesiz birini
aramıyorlardı. Bu yüzden zamanımı futbol oynayarak ve koşarak geçiriyor, dışarı çıktığımda annemin
bana verdiği günlük harçlığım olan bir poundla bir içecek ve bir paket cips alarak idare etmeye
çalışıyordum.

Şefkate o kadar açtım ve birine "ait olmayı" o kadar çok istiyordum ki, kendime annemle huzurlu ve
mutlu bir ilişki kurabileceğimi umut etme ayrıcalığını tanımıştım. Annem işte olmadığı zamanlar dışarı
eğlenmeye çıkıyordu, bu yüzden çok az görüyordum ve birlikteyken de onu gerçekten sevdiğimden
çok emin olamıyordum. Onun da benim için deli olduğunu gösteren hiçbir belirti yoktu zaten.

On altı yıldır ona maddi olarak hiçbir şekilde yük olmadığım düşünülürse, beni beslemek ve arada
sırada giyecek bir şeyler almak anneme çok pahalıya patlamıyordu, ama bu duruma sinirlendiğini ve
bozulduğunu görebiliyordum. Bu yüzden, $ekiz ay sonra bir hata yaptığımı kabul edip Nottinghama g
döndüm. Londra'ya giderek aldığım riski biliyordum, kından denemiştim ve artık hayatımın geri kalan
böü *

Acaba...?" diyerek geçirmeyecektim

225

Şeytanın Çocuğu

Düşünemediğim bir konu vardı. Yokluğumda, beni yerel yetkililerin sorumluluğuna veren bakım emri
iptal edilmişti ve artık o pansiyonda da kalamayacaktım. Ancak şansım varmış ki evsizlerin kaldığı bir
barınakta bana bir yatak bulunana kadar birkaç gece kalmama izin verdiler.
On yedi yaşındaydım ve büyük, pis, sağlıksız bir evde beş adamla bir odayı paylaşıyordum. Bu beş kişi,
burada kalan tüm diğerleri gibi, içki içtiklerini ve hiçbir şeyi umursamadıklarını saklamaktan uzun süre
önce vazgeçmişlerdi. Daha iki adım bile ilerleme fırsatım olmadan yolun sonuna gelmiş gibiydim.

Kim bilir belki de tüm o adamlar benimle aynı duyguları paylaşıyorlardı. Belki onların bu umursamaz
ve sert tavırları, yitip gitmiş umutlarını ve derin bir kayıp duygusunu gizleme çabasıyla kendilerinin
yarattığı aldatıcı bir görünümdü, tıpkı benimki gibi. Belki de benim gibi onları da, aslında onlara
dokunmak bile istemeyen birileri kaldırıp almış, kendilerinden bir kol boyu mesafede taşıyarak, hiçbir
işe yaramayacak ve kendileri için hiçbir zahmete girmeye değmeyecek insanların atıldığı çöplüğe
bırakmışlardı. İfade ettiğim öfkemdi, ama hissettiğim, umutsuzluk ve binlerinin beni umursaması için
duyduğum neredeyse elle dokunulur bir özlemdi.

Ayrıca korkuyordum, çünkü o evdeki adamların boş bakan, kanlanmış gözlerinde kendi geleceğimi
görebiliyordum. Herhangi bir zamanda, herhangi bir umutları olduysa bile, bunu uzun zaman önce
yitirmişlerdi. Hepsi fazla yaşlanamadan öleceklerdi. Sokaklarda geçirdikleri yıllar ve içki onları
öldürdüğünde, arkalarından ağlayacak kimseleri olmayacaktı.

226

Şeytanın Çocuğu

Hepsi yaşlıydı ya da en azından yaşlı görünüyorlardı Ve hPn on yedi yaşındaydım. Hayatım yeni
başlıyordu, ama sanki bir

leH alnıma bir dövme yapmış ve "umutsuz" yazmıştı Bu hic adil

değildi. Deneyimleri -nedenleri her neyse- bu adamlar, gelen yeni günü sarhoş olmadıkça
karşılayamaz ya da karşılamak istemez bir duruma sokmuştu, ama ben onlarla birlikte birkena-ra
atılmak istemiyordum.

Buradan kurtulmam gerektiğini biliyordum. Geleli henüz birkaç gün olmasına rağmen neredeyse tüm
eşyalarım çalınmıştı, ben de kalanları toplayıp oradan ayrıldım.

Yaşadığım yerden ayrıldığımda, kaçınılmaz olarak "evsiz barınağında yaşayan" birinden sadece "evsiz"
durumuna düştüm. Birkaç hafta boyunca köprü altlarında yattım, dükkânlardan ve dükkânların
arkasındaki çöplerden yemek çaldım ve sefil

I• * | •• •• •• | U | ••

bir serseriye dönüşmüş olmama rağmen öyle görünmemeye kararlı olduğum için halka açık
tuvaletlerde yıkandım. Kilo kaybediyordum ve zayıfladıkça hastalanmaya başladım. Sonra bir gün bir
tuvaletin aynasında kendime baktım ve bana yardım edecek birini bulmam gerektiğini anladım.

uDüşün Jerry," dedim kendime. "Biri olmalı. Aklına hiç kimse gelmezse yirmi yaşına varamadan
öleceksin. O zaman keşke

kendini henüz bir çocukken öldürseydin. Hiç olmazsa yaşadığın

tüm bu rezilliği yaşamak zorunda kalmazdın.

Ama yardım edecek hiç kimse yoktu. Sonra ağabey kadaşı Arthur geldi aklıma. Bana her zaman iyi
davranmış ve

karşılığmda hiçbir şey beklememişti. Beni yargılam Çümsemezdi; belki bana yiyecek ve giyecek bir
şeyler venr
227

Şeytanın Çocuğu

Yarım saat sonra Arthur'un kapısını çalıyordum ve kapıyı açtığında ağlamaya başladım.

Beni tanımak birkaç saniyesini aldı ve sonra çabucak, "Tamam. Sana lazım olan güzel sıcak bir banyo
ve yemek," dedi. Sonra beni kolumdan tutup kapıdan içeri çekti.

Arthur ile iki yıl kaldım. Kendi ayaklarımın üzerinde durmama ve bir duvar ustası olarak -babam gibi-
iş bulmama yardım etti. Ne yazık ki uzun bir süre aynı işte kalamıyordum, çünkü bazen düzgün
çalışabilmek için kâbusların ve geri dönüşlerin pençesinden kurtulmayı beklemem gerekiyordu. Yine
de bazen normal bir hayat yaşayan normal bir genç olduğuma inanmayı başarabiliyordum.

Arthur'un benim için yaptıklarını asla unutmayacağım ve bunun karşılığını asla ödeyemem. Benim için
yaptıklarının içinde en önemlisi, bu dünyada güvenilir insanlar olduğunu, herhangi bir çıkarları olduğu
için değil, sadece yardımlarına ihtiyacınız olduğu için size yardım eden iyi insanlar olduğunu
göstermekti.

Arthur ile kalırken, ilkokuldan tanıdığım bir kızla görüşmeye başladım. Altı yıl birlikte olduk ve
ayrıldıktan sonra iki yıl kadar keyfimce yaşadım, ama Sarah ile tanışana kadar hiç kimsenin bana çok
yaklaşmasına izin vermedim.

Sarah ile birlikte yaşamaya başladığımızda, geçmişi tamamen arkada bıraktığıma gerçekten
inanmıştım. Bir kızımız oldu -bugüne kadar dünyaya gelen en güzel bebekti- ve onu kollanma ilk
aldığımda gözyaşlarım dinmek bilmedi. Bir ömür boyu içimde birikmiş olan duygular ve dökülmemiş
olan gözyaşları

228

Şeytanın Çocuğu

sanki sel gibi taşıyordu. Baba kavram, ile ilgin hiçbir h

yoktu, ama artık ben bir babayd™ „ wğumu

hep koruyacaktım ve kimse ona zarar veremeyecekti. '

peşimi hiç b,takmam,s ota, kâbusla™ * ge„ g daha sıklaşmasın, ve yoğunlaşmasın, tetikleyen belki
kıZ,ma karşı duyduğum sorumluluk, belki de kendi çocukluğumun anılarıydı. Sebep her neyse, artık
bunlarla yaşamak zorlaşıyordu. Sarah ile ilişkim bozulmuştu ve tartışmalarımız daha sık, daha
anlamsız olmaya başlamıştı. Sonunda, her gün başka bir sebeple tartışır olduk. Aramızdaki sorunların
çoğunun benden kaynaklandığını biliyordum. Büyük bir süratle ilişkimizin sonuna doğru gidiyorduk ve
ben freni bulup basamıyordum. Kendimi hiçbir şeyi değiştiremeyecek kadar aciz hissediyordum. Acıyı
yok edebilmek ve hayatımdaki uçurumlara dönüşen çatlakları görmemek umuduyla içmeye başladım.

Her şeyi daha da berbat ettiğimi benden başka herkes açıkça görüyordu ve sonunda ben de bunu fark
ettiğimde, kendimi asmaya kalktım. Gözümü hastanede açtığım ve birkaç gün sonra kendimi Freeth
Cartvvright Avukatlık Bürosu nda bulduğum

dönem işte budur.

229

BÖLÜM 13
Avukat Mark Keeley'e hikâyemi anlattığımda polisle iletişime geçti ve onlar da soruşturmalarına
"Büyük Operasyon" adını verdiler. O gün avukatlık bürosuna gitmeden önce bu konuda düşünmüş
olsaydım, polise ve büyük olasılıkla başkalarına da hikayemi anlatmam gerekeceğini fark ederdim.
Sadece Markla konuşmak için bile tüm cesaretimi toplamam gerekmişti ve eğer sonrasında olacakları
düşünmüş olsaydım, onunla da konuşamazdım.

Polisle tek gerçek karşılaşmam, sarhoş olup bir barda adamın birine yumruk attığımda olmuştu.
Çocukluğumla ilgili hiç kimseyle konuşmak istemiyordum ve bunun düşüncesi bile kendimi
aşağılanmış hissetmeme ve kendimden nefret etmeme yetiyordu. Bu yüzden kendime potansiyel
sırdaşlar listesi yapacak olsam, polisler bu listenin en sonunda yer alırdı. Bu sefer ise, bana olan
tavırları mükemmeldi.

230

ve ağ-eden

Her görüşmemizde, ben kekeleyip, laflar, geveler larken polisler beni anlayışla ve sabırla dinlediler
Takip' korkunç süreç boyunca da her zaman kibar ve sayg.l,Tv randılar. Johnson',n taciz edip zarar
verdiği benim ve diğer çocukların başına gelenlerin bedelinin ödenmesi ve adaletin yerini bulması
onlar için gerçekten önemliydi. Operasyon ilerleyip polisler araştırmalarını sürdürürken, Johnson',n
yirmiden fazla eski öğrencisi ortaya çıkıp korkunç hikâyelerini anlattılar. Bu öğrenciler sadece
Knossington Grange'den değildi. Bazıları Alan Johnson'ın daha önce çalışmış olduğu başka bir
okuldandı.

İntihar etmeye kalkıştığımda ve Sarah beni evden attığında 1993 yılının Ağustos ayıydı ve yirmi sekiz
yaşındaydım. Aynı yılın Ekim ve Kasım aylarında polise resmi ifademi verdim. Johnson mahkemeye
çıkarıldığındaysa takvimler 6 Mart 1995 Pazartesi gününü gösteriyordu. Sorumluluğunda olan ve
hayatlarını geriye dönüşü olmayan bir biçimde karartmış olduğu çocuklara karşı işlediği ağıza bile
alınamayacak suçlarla yüzleşeceği anı yıllarca hem beklemiş hem de bundan korkmuştum.

Ömür boyu hissettiğim suçluluk ve kendimden nefret etme duyguları hayatımı her açıdan etkilemişti
ve şimdi insanla önünde, yabancılarla dolu bir mahkeme salonunda ş gelenleri anlatmak zorunda
kalacaktım. Mahkemeye ç y # ömür boyu lekeli ve kirli olarak damgalanmayı kabu etme g

*• M |

goruyordum.

231

Şeytanın Çocuğu

Ruhsal durumumu değerlendirmek üzere benimle görüşen adli psikolog raporunda, Johnson'ın bana
yaptıklarının sonucunda kendimi ıvtelafi edilemez bir şekilde kirletilmiş" gibi hissettiğimi belirtmiş. Bu
tespitinde kesinlikle haklıydı. Tacizler bittikten on altı yıl sonra bile mahkemede bu konuda konuşma
fikri beni çok kaygılandırıyordu. Ama daha da kötüsü, ben hayatımın her gününü Johnson'ın tacizinin
bende yarattığı psikolojik sonuçlarıyla yaşamaya devam ederken, onun bir saygınlık maskesi ardına
gizlenmesi ve hem kendini hem de başkalarını aldatarak hiçbir yanlış yapmamış gibi yaşamasıydı. Bu
yüzden korkumu yenmem ve sıram geldiğinde mahkeme salonunda tanık kürsüsüne çıkmam
gerekiyordu.

Johnson'a karşı, iki okuldan on sekiz farklı çocuğa tecavüzü içeren yirmi yedi dava açılmıştı ve bunların
her biri için "suçsuz" olduğunu iddia etti.
Ben ifade vermek üzere perşembe günü mahkemeye çıktığımda sinirlerim çok yıpranmıştı ve o kadar
kötü kekeliyordum ki kimi zaman ne dediğim anlaşılmıyordu. Mahkeme salonuna girdiğimde kalp
atışlarım kulaklarımda yankılanıyordu ve sanki biri midemi sıkıyormuş gibi hissediyordum.

Bana dönmüş yüzlere odaklanmaktan kaçınıyordum, çünkü onların gerçek, tanıyabileceğim insanlara
dönüşmesini istemiyordum. Johnson'a baktım -sadece bir kez- ve bir an bayılacağımı zannettim, ama
bana verdiği zarara karşın yenilmediğimi görmesini istiyordum.

232

Şeytanın Çocuğu

İfade vermek için tanık kürsüsüne çıktına •• .

yüzöndeki c,ddl ifadeyi gördam „ ya^” 2*";;

Tam kürsüden inmeye yeten»,,*™ ki, a^an *£ bakışlı, yüzünde anlayşl, bi, ifade b„luro„ yad u„ ^

göze geldim. Bakışlar, beni cesaretlendirdi ve o andan Laren sa dece ona odaklandım, soruların
cevaplannı ona verdim.

Beni ilk olarak savcılığın avukat, Mr. Calder-Jose sorguladı sonra da savunma avukatı Mr. Hunt. Hâkim
de arada sorular sordu ve kekelediğim için anlaşılmaz hale gelen cümleleri de kimi zaman jüriye
açıkladı. Bana sorulan her soruda ruhumun bir parçasının büzüşüp öldüğünü ve giderek daraldığını
hissettim.

Knossington Grange'ye ne zaman başladığım, o zaman kaç yaşında olduğum ve Johnson'la ilk
karşılaştığımda onunla ilgili ne düşündüğüm soruldu. Ben de on iki yaşında olduğumu, Johnson'ın bir
baba figürü olduğunu söyledim ve hayır, bana ilk başta dokunmadı dedim. Sonra bana yatakhanedeki
diğer çocukların isimleri soruldu, ama o kadar heyecanlıydım ki sadece

üçünün adını hatırlayabildim.

"Mr. Johnson gece seni görmeye geldiğinde neler oluyor du?" diye sordu Mr. Calder-Jose.

“İyi geceler dilemeye geliyordu/' diye yanıt verdim. Çok kötü kekeliyordum ve bazı insanların
söylediklerimi anlamak ıçm otur duklar, yerde öne doğru eğildiklerini görünce çok utandım

Mr. Calder-Jose söylediklerimi

ister gibi işaret etti. Ben de,

tekrarladı ve devam etmem. -Ve bizi kucaklayıp öperdi,' d-ve

devam ettim.

233

Şeytanın Çocuğu

"Yanaklarınızdan mı öperdi yoksa dudaklarınızdan mı?Yok-sa başka bir yerinizden mi?" diye sordu
avukat.

"Dudaklarımızdan," diye yanıt verirken, bu yanıtla birlikte gozumun önünde canlanan o korkunç
görüntünün kaybolması için biran gözlerimi kapadım.
Sorular devam etti ve sonunda, acı içinde, o müşfik bakışlı kadına Johnson'ın bana nasıl dokunmaya
başladığını, daha sonraları beni nasıl yatağımdan kaldırıp merdivenlerden yukarı, sanat atölyesine ya
da kendi odasına nasıl taşıdığını, orada bana nasıl tecavüz ettiğini ve o günden beri bunun
kâbuslarıma nasıl girdiğini anlattım.

"Bu ne sıklıkta olurdu Mr. Coyne?" diye sordu avukat.

"Kaç kez olduğunu bilmiyorum," dedim.

"Ayda bir mi örneğin, yoksa on beş günde bir mi?"

"Kimi zaman haftada üç ya da dört kez," diye fısıldadım ve o iyi yürekli kadın dehşet içinde, acıyarak
baktı bana.

Bazı soruların tekrar edilmesi gerekti ve yanıt verdiğimde, hâkim jüriye dönüp söylediklerimi açıkladı.
Avukat sürekli olarak ona anlatmak istediğim ayrıntılar için baskı yapıyordu, bende herkesin
Johnson'ın ne kadar kötü bir insan olduğunu bilmesini istiyordum, ama bu ayrıntılar, bırakın yüksek
sesle anlatmayı, kendi kendime bile itiraf edemeyeceğim kadar korkunçtu.

"Işı bittiğinde bir şey söyler miydi?" diye sordu Mr. Calder-Jose.

234

Şeytanın Çocuğu

"Bunun onun sırrı, bizim sırrımız oldnfi.

kekeledim. “ °ldü9Unu ^i,* d,ye

-O olanları h„hs„gl blri„e

nız mı.'

nmedi-

"Hayır."

"Neden?"

"Anlatamazdım."

"Anlatamaz mıydınız? Mr. Johnson size eğer birine anlatırsanız başınıza geleceklerle ya da
gelebileceklerle ilgili bir şey söyledi mi?"

Tekrar o iyi yürekli kadına baktım ve "Beni götürüp bir yere kilitleyeceğini söylerdi," dedim.

"Belirli bir yere mi?" diye sordu Mr. Calder-Jose.

"Örümceklerle dolu bir odaya/' diye kekeledim ve gözlerimi yakan gözyaşı denizinden kaçan birkaç
damlayı sildim çabucak.

Ben yanımda duran bardaktan su içerken avukat biraz bekledi ve sonra, "Neden örümcek diyordu?"
diye sordu.

"Ben örümceklerden çok korkarım/' diye yanıt verdim. Bar dağı yerine koyarken ellerim titriyordu.

"Bu olanları herhangi birine anlattınız mı? diye sorduğ ^ "Evet," diye cevap verdim. Neden fikrimi
değiştirip an attığımı
sorduğunda ona gerçeği anlattım. "Artık dayanamıyor

tık kâbuslara dayanamıyordum ve ölmek istiyor

235

Şeytanın Çocuğu

Mr. Hunt beni çapraz sorguya çektiğinde, beni güvenilmez bir tanık olarak göstermeye ve her
söylediğim şeyde bir boşluk yakalamaya çalıştı. Ne yapmaya çalıştığını ve bunun olacağını bilmeme
rağmen ondan nefret ettim, ama gerçekleri anlattığınızda, hiç kimsenin sizin bir açığınızı yakalama
şansı yoktur.

Okuldayken zaman zaman saldırgan ve idaresi zor bir çocuk olduğumu, bir psikologla görüştüğümü ve
konuşma terapisine gittiğimi ortaya döktükten sonra, Mr. Hunt bana bu uzmanlardan herhangi birine
neden Mr. Johnson'ın bana yaptığını iddia ettiğim şeyler hakkında tek kelime bile etmediğimi sordu.
Daha sonra, daha etkileyici olabilmek için ya da bir gerizekalıyla konuştuğunu zannettiği için yavaş
yavaş ve açık bir şekilde konuşarak, "Bütün bunları uydurduğunuzu söylemek zorundayım, Mr. Coyne.
Size hiçbir şekilde taciz edilmediğinizi söylemek durumundayım," dedi.

"Neden?" diye bağırmak istedim ona. "Bir insan korkunç bir yanlışı düzeltmek ve düzinelerce çocuğa
anlatılamayacak kadar zarar vermiş bir adamın ceza almasını sağlamak dışında nasıl bir sebeple
kendisini bilerek ve isteyerek böylesine acı veren, küçük düşüren, ruhunu yok eden bir duruma
sokar?" diye bağırmak istedim, ama tek söylediğim "Hayır. Bu söylediklerim gerçek," oldu.

Okulu bıraktıktan birkaç yıl sonra Knossington Grange'de işe girmek için başvurmuştum ve Mr. Hunt
sorgulaması sırasında bu konuyu açarak, bu kadar kötü bir biçimde taciz edilmiş bir insanın "suç
mahalline" dönmek istemeyeceğini söyledi.

236

Şeytanın Çocuğu

airif uıyc iuıuu.

âynı konuya de-ak dönmek iste-

Bu kez yanıt verirken doğrudan ona baktım ve "Çünkü tüm

hayatım kurumlarda geçmişti ve dışarıda olmak beni korkutuyordu," dedim.

Hâkim, "Jüriye sadece şunu açıklayın: bu olanlar, neden daha önce hiç kimseye anlatmadınız?" diye
sorarken sesi sertti

ama bakışlarında anlayışlı bir ifade vardı.

"Bilmiyorum," dedim. "Bu herkese anlatabileceğiniz bir konu değil."

Başıyla işaret edip, "Evet, teşekkür ederim. Gidebilirsiniz artık," dedi. Sanık kürsüsünün
merdivenlerinden inip mahkeme salonundan çıktım.

Bitmişti - en azından bu bölümü bitmişti. Çocukluğumda tekrar tekrar cinsel tacize uğradığımı hiç
kimsenin bilmesini istememiştim. Bu yüzden bu kadar utanç ve suçluluk duygusunu bunca süre
içimde tutmuştum. Şimdi bütün dünya öğrenecek ti. Başka seçeneğim yoktu. Konuştuğum için
ödemem gereken bedel ne olursa olsun, bunu yapmak zorundaydım, çünkü eğe yapmazsam
Johnson'ın yaptıkları yanına kâr kalacaktı. B ' kinin H.cmHa ha<;ka hircok hayatı daha karartmıştı ve
ence

237

Şeytanın Çocuğu

vam etmiş, normal ve mutlu bir hayat yaşamak için kalan fırsatımı da yok etmişti.

Mahkemeye çıkıp konuşmak neredeyse kalabalıklar önüne çıkıp, "Ben önemliyim," demek gibiydi ve
bunu yaparak belki de özgüvene ve yıllarca içimde yanan o öfke ateşini söndürmeye giden o uzun,
büyük olasılıkla sonsuz yolda bir adım atmıştım.

Knossington Grange'deyken zamanla Johnson'ın benim dışımda başka çocukları da taciz ettiğini fark
etmiştim, ama bunların hangi çocuklar olduğunu ve tacizin ne seviyede olduğunu bilmiyordum.
Mahkeme tutanaklarını ve diğer ifadeleri okuduğumdaysa, ağlamaya başladım ve Alan Johnson'dan
her zamankinden daha fazla nefret ettim.

Johnson'ın mahkemesi ben ifade verdikten tam bir hafta sonra sonuçlandı. Karar açıklanırken
mahkeme salonu tıklım tıklım doluydu. Salonda, adaletin yerine geldiğini görmek isteyen ve ülkenin
çeşitli bölgelerindeki farklı polis güçlerinden gelen görevliler de vardı.

Johnson'a atfedilen her bir suç okunduğunda, jüri sözcüsü "suçlu" bulunduğunu açıkladı ve mahkeme
salonunda bulunanların kararı duyduklarında, bir zafer duygusuyla "evet!" diye fısıldadıklarını
duyabiliyordum. Bense sadece gözyaşları içinde oturuyordum. Neler hissettiğimi anlatamam: bunlar
rahatlama ve gurur gözyaşlarıydı, çünkü sonunda ayağa kalkıp sesimi duyurmuştum. Bunlar aynı
zamanda minnet duygusuyla dolu gözyaşlarıydı - avukatım Mark Keeley'e, polise, o müşfik

238

Şeytanın Çocuğu

bakışlı kadına ve diğer tüm jüri üyelerine minnet a çünkü anlattıklarımı dinlemiş, bana inanm.slard,
Uy“y°rdum' Johnson'ın yaptıklarının bedelini ödemesini saöl ^ ^°ylellk,e rumluluğundaki birçok
çocuğun saklamat 9 amı5 So-

korkunç sır artık açıga çıkmıştı ve artık korkmalar, gerekmlor du - tabii benim de. yereKmıyor-

Johnson on beş tecavüz, dört fiili livata ve iki fiili Hvataya teşebbüs suçundan hüküm giydi. Teorik
olarak her tecavüz ve fiili

livataya teşebbüs suçundan sekizer yıl, her fiili livata suçundan da on ikişer yıl ceza almıştı ve bu da
toplamda, fazlasıyla hak ettiği yüz seksen dört yıl hapis cezası anlamına geliyordu. Uy-

gulamadaysa, yasalar gereği sadece on iki yıl hapis yatacaktı.

Bu benim ve birçok başka kişinin düşüncesine göre yeterli değildi; özellikle de birçok insanın hayatına
telafisi mümkün olmayan hasarlar verdiği düşünüldüğünde. Aslında tek istediğim suçlu bulunmasıydı
ve o cezasını çekmek üzere götürülürken, ben de hayatımda ilk kez kendimi özgür hissederek
mahkeme

salonundan çıktım.

Açığa çıkmasını istemediğiniz bazı sırların olması ve lardan bu sırrı saklamalarını istemeniz normal
olabilir. Be rümün yarısından fazlasında beni zehirleyen ve n b(f
keten korkunç bir sırrı saklamak zorunda ka,m'şt,m^ J b k. - çıktığına on ık,

mayan suçluluk »a utanç duyğulannın o tt»»9*1» rımda daha fazla taşımak zorunda değildi

239

Şeytanın Çocuğu

Elbette, sırtımda bu yük olmadan yaşamaya alışmak ve artık özgür olduğuma göre, kendime yeni bir
hayat kurmaya çalışmak zannedildiği kadar kolay değildi. Bundan sonraki beş yıl boyunca bir işten bir
işe, bir ilişkiden bir ilişkiye sürüklendim.

Johnson'ın duruşmasından sonra, daha önce polisin isteği üzerine duruşmadan önce beni
değerlendirmeye alan adli psikolog Paul Britton tarafından bana danışmanlık hizmeti verildi. Kendisi
mükemmel bir insan ve hâlâ taciz kurbanlarını değerlendirme ve tedavi etme konusundaki en iyi
uzmanlardan biri. Aklımdan geçenleri içgüdüsel olarak biliyor gibiydi. Beni korkularımı kabul edip
onlarla yüzleşmeye yüreklendirdiği gibi, hayatımın her alanına damgasını vuran suçluluk ve
kendimden nefret etme duygularımı anlamama ve bu duygularla barışmama yardımcı olarak iyileşme
sürecine girmemde en önemli rolü oynamıştır.

Paul Britton raporunda, aslında dışa dönük ve hayat dolu bir çocuk olduğuma ve daha sonra
Knossington Grange'ye gönderilmeme yol açan anti sosyal davranışlarımın, rahibelerin bana karşı
olan tavırlarından kaynaklandığına inandığını belirtti. Raporuna, bana Nazareth House'da verilmiş
olan zararın, daha sonra Knossington Grange'de bana sağlanabilecek olan uygun bir eğitim ve bakımla
giderilebileceği ve bu etkilerin ortadan kaldırılabileceği, ancak bunun da yurt müdürü Alan Johnson'ın

tavırları yüzünden mümkün olmadığı yönündeki görüşlerini de ekledi.

240

Şeytanın Çocuğu

p™l Brıtton b,ni > bir M „ yltek

de s«fka. duygusu u«,„- bir adam *rak değert.«,irdi. I» har g,r,ş,m,m,n, emsal tacizden kaynakl,„„ d
(ksikHğe

verilen anlaşılabilir bir tepki" olduğunu, çünkü bu durumun in san.n özsaygısın, derinden etkilediğini
ve bu durumdan kurtulmanın, rahibelerin bana uyguladığı fiziksel tacizin etkilerinden kurtulmaktan
çok daha zor olduğunu belirtti. Benim “zihinsel fonksiyonlarına uygun bir işte sürekli çalışamayan" biri
olduğumu söyledi ve bu da daha sonraki birkaç yıl boyunca duvar ustası olarak farklı yerlerde
çalışmamı ve bir ilişkiden diğerine sürüklenmemi açıklayabilir - bunlardan bazıları iyiydi, bazıları o
kadar iyi değildi.

Bir başka psikolojik değerlendirme raporunda da, travma sonrası kronik stres bozukluğu yaşadığım,
ciddi Ölçüde intihar riskim olduğu ve cinsel tacizin etkilerinden hiçbir zaman kurtulamayacağım
belirtildi. Tabii ki, Johnson'ın hüküm giyip hapse girmesininde umduğum gibi sihirli bir etkisi olmadı
üzerimde.

Eşyalarını toparlayıp arabasıyla okuldan son kez ayrılmasını izlediğim gün, bir gün bu yaptıklarının
bedelini ödeyeceğim söylemiştim ona. O anda bu sözler, öfkeli ve yaralı bir çocuğun savurduğu boş
bir tehditti. Bu sonunda gerçekleştiğindeyse, psikolojik ve duygusal yaralarımın iyileşmeye başlayacağ
umuyordum. Johnson'ın yaptıklarıyla yüzleşip bedelini ö y ceğini bilmek bir tatmin duygusu yaşattı
bana. Gerçe t y '
yaşımda başlayarak önce rahibeler, ^k,

dan maruz bırakıldığım vahşetin açtığı y^ de asla iyileşemeyecek kadar derin ve ağırdı.

241

Şeytanın Çocuğu

İyileşmek için önümde uzun ve zorlu biryol olduğunu ve hedefime belki de asla ulaşamayacağımı
biliyordum. Beni bekleyen yolculuğun belki de en iç karartan ve göz korkutan yanı ise bunu yalnız
yapmak zorunda olduğum gerçeğiydi.

Ve sonra Elena ile tanıştım.

Onu ilk kez Nottingham'ın merkezinde bir mağazadan çıkarken gördüm. Yanında bir kız arkadaşı vardı,
ama onunla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Heyecanla konuşuyorlardı ve hiç kımıldamadan durup ona
baktığımın ayırdına vardığı an ikisi de güldü ve başını çevirip baktığında beni fark ettiğini anladım.

Bana gülümsedi ve ben de salak gibi bakışlarımı kaçırdım, çünkü yüzümün kızardığını
hissedebiliyordum. Tekrar bakışlarımı ona çevirdiğimde ortadan kaybolmuştu. Bir an, bir şey
kaybetmişim duygusuyla orada kalakaldım ve gün boyu yüzü

• •« •* I *1* I* 1*1 v• 1*1*

gözlerimin önünden silinmedi, ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Belki ertesi gün onu gördüğüm
mağazanın önünde bekler, tekrar gelebilir umuduyla orada dolanabilirdim ve bu arada şüpheli bir
şahıs olarak görülüp tutuklanabilirdim.

İki gün sonra, kasabadaki bir barın kapısını açıp içeri girdiğimde, arkasını dönüp önce biraz merakla,
sonra da gözlerinde beni tanıdığını belirten bir ifadeyle bana baktı.

Gecenin kalanını konuşarak geçirdik. Daha önce kendimi hiç kimsenin yanında bu kadar rahat
hissetmemiştim ve kalp atışlarım bana zaten bildiğim bir şeyi söylemeye çalışıyordu, ama bir sorun
vardı. Elena İngiltere'ye hızlandırılmış bir dil programına katılmak üzere kısa bir süre için gelmişti ve
ertesi sabah

Rusya'ya geri dönecekti.

242

Şeytanın Çocuğu

Gece sona erdiğinde, onu hayatım boyunca tan.yormuşum gibi hissettim. Belli ki "normal" bir ilişkimiz
asla olamayacaktı. Birbirimizin telefon numaralarını ve e-posta adreslerini alıp haberleşeceğimize söz
verdik. Yine de evine döndüğünde benimle iletişim kurmak isteyebileceğini düşünme cesaretini bile
gösteremedim. Bu yüzden, iki gün sonra e-postama yanıt verdiğinde

dünyalar benim oldu.

Sonraki birkaç ay boyunca, önce e-posta sonra da telefonla sürekli olarak haberleştik. Kısa sürede
Elena'ya, daha önce hiç kimseyle paylaşmadığım ve bana utanç veren kötü şeyler de olmak üzere her
şeyi anlatabileceğimi hissettim. Birbirimize duygusal olarak bir yakınlık duysak da, gerçekte aramızda
1500 millik bir mesafe vardı ve aramızdaki yakınlığın gerçek bir ilişki olup olmadığını ve eğer öyleyse
bu ilişkinin nereye gittiğini merak etmeye başladım.
Bir akşam, Elena Moskova yakınlarındaki dairesinde kahve yaparken kaydettiği bir videoyu
gönderdikten sonra, telefonla konuşurken ona şaka olsun diye bana ne zaman kahve yapaca ğını
sordum ve o da hemen, "Beni görmeye geldiğinde, diye

yanıt verdi.

Tek ihtiyacım olan bu davetti.

Vize almam iki ay sürdü ve vizem çıkar çıkmaz Moskova ya giden uçakta yer ayırttım.

Moskova Havaalanı'nda bagaj teslim bö,u™un^ , |hatta mu aldığımda endişelenmeye başladım.


Donuş ı e

243

Şeytanın Çocuğu

sonrası içindi ve eğer yüz yüze geldiğimizde Elena benim son birkaç aydır telefonda görüştüğü kişi
kadar hoş bir insan olmadığımı düşünürse ne yapardım bilmiyordum. Çevremin hiç anlamadığım bir
dilde konuşup duran insanlarla çevrili olması da kafa karıştırıcıydı. Boyumu çok aşan bir durumda
olmak ve başıma gelenler ya da çevremde olup bitenler üzerinde hiçbir kontrolümün olmaması beni
hep endişelendirmiştir. Gümrük ve göçmen bürosu görevlilerinin yanından geçerken ve ter içinde

ı I •• •• I •• w •• • • I _I •* I I I •

ve aşırı heyecanlı göründüğüm için benden şüphelenmelerini bekliyordum ve ihtiyacım olan en son
şey de bu endişeydi.

İlginç bir şekilde bana neredeyse bakmadılar bile ve gelen

■i *ı•w» i i• •••• • • ı »• ■

yolcular bölümüne girdiğimde, bir suru gülen yuz arasında Elena'yı görmeye çalıştım.

Önce tuttuğu isim tabelasını gördüm. Başının üzerinde elleriyle bir karton tutuyordu ve üzerinde tek
bir kelime yazılıydı: Jerry. Ona sarılıp yanağından öptüğümde ağlamaya başladı ve etrafımızdaki
kalabalığa ve hareketliliğe aldırmadan birbirimize sarılıp öylece kaldık birkaç dakika.

Sonunda, yüzünü görebilmek için kendimi geri çektiğimde o kartonu niye yazdığını sordum.

“Beni tanıyamayacağını düşündüm," dedi. "Beni daha farklı hatırlayabilirdin."

"Haklısın," dedim gözleri yaşla dolarken, "Gerçekten ne kadar güzel olduğunu hatırlayamamışım.
Kusursuzsun. Porselen b«r bebek gibisin," diye ekledim.

244

Şeytanın Çocuğu

Yüzünü omuzuma yasladı ve "Jerry, benim Jerry'im," diye

fısıldadı ve ben de ona, "Evet senin Jerry'in," derken gülümsüyordum.

Çok basmakalıp bir laf olacak, biliyorum, ama sonraki iki hafta göz açıp kapayana kadar geçti.
Neredeyse her günün her anını birlikte, el ele tutuşup konuşarak geçirdik. İnanmaya cesaret
edemediğim bir şey doğrulanmıştı: Elena benim ruh eşimdi. İngiltere'ye geri dönme günüm
geldiğinde, ona evlenme teklif ettim ve mutluluk gözyaşları içinde parmağına nişan yüzüğünü taktım.

Moskova Havaalanında bankoya yaklaşıp pasaportumu kontrol edilmesi için uzatmadan önce son bir
kez Elena'yı görebilmek için arkamı döndüm ve o da sanki uzanıp bana dokunmak istercesine elini
uzattı. Gözyaşlarını görmek onu arkamda bırakıp gitmeyi daha da zorlaştırdı benim için. Uçakta tek
başıma, kendimi yalnız hissederek otururken aklım onunla o kadar doluydu ki başka hiçbir şey
düşünemedim.

Nottingham'a döndüğümde dikkatimi hiçbir şeye veremedim. Çalışırken ne yaptığımın farkında bile
olmuyordum ve akşamları evim bana boş ve ruhsuz geliyordu. Uyuyamıyordum, ama her şeyden
kötüsü de neredeyse iki ay boyunca Elena ile

iletişim kuramamaktı.

Bir sabah bilgisayarımı açtığımda, ekran karardı ve ne yaparsam yapayım düzeltemedim. Bilgisayarda
kayıtlı olan her şey, tüm e-posta adresleri de dâhil olmak üzere yok olmuştu ve yirmi dört saat içinde
cep telefonumu da kaybettim. Elena'nın açık adresim bilmiyordum ve telefon numarasını da başka
hıç-

245

Şeytanın Çocuğu

bir yere kaydetmemiştim. Bu yüzden onunla iletişim kuramı-yordum. Ne yapacağımı bilemiyordum ve


bir süre neredeyse, bunun kaderin bana onu unut deme şekli olduğuna inanıp hiçbir şey yapmadım.
Daha sonra beni cep telefonumdan her gün aradığını öğrendim ve birkaç hafta sonra mucize eseri
telefonumu bulup onu aradığımda o kadar çok ağladı ki ilk başta ne

dediğini anlamadım.

‘'Beni terk ettiğini sandım," diye hıçkırdı. "Beni artık isteme-

I • V • • I •• •* I ** //

dığını duşundum.

Onu asla terk etmeyeceğimi ve hiçbir şeyin bizi ayıramaya-cağını söylerken ben de ağlıyordum.

"Seni almak için Rusya'ya geri geliyorum," dedim. "Ne olursa olsun seni almadan gitmeyeceğim."

Noel'de Moskova'ya döndüm ve ne yapmam gerektiğini bulana kadar Elena ve ailesiyle birlikte bir
otelde kaldım. Isı neredeyse hep eksi 40 dereceydi ve Moskova'nın tek bir sokağında bile benim
ömrüm boyunca yaşadığım kışlarda gördüğüm toplam buz ve kardan çok daha fazlası vardı.

Noel'den sonra, Elena ile birlikte İngiliz Büyükelçiği'ne gittik. Bana Elena için vize almamın çok düşük
bir ihtimal olduğu söylendi.

"O zaman beni çok iyi tanıyacaksınız," dedim, bana yüzünde çok ciddi ve "resmi" bir ifadeyle bakan
ama gözlerindeki anlayışı saklayamayan şık giyimli genç adama, "Önümüzdeki altı ay boyunca ya da
Elena için vize almak ne kadar sürecekse o süre boyunca her sabah buraya geleceğim."

246

Şeytanın Çocuğu
Bu konuda ciddi olduğumu anlamış olmalı -ya da âşık olmanın ne demek olduğunu biliyordu ve bana
acıdı— çünkü bir saatlik bir görüşmeden sonra, Elena'ya vize alabileceği ve benimle İngiltere'ye
dönebileceği söylendi.

Londra'ya dönerken dört saatlik yolculuk boyunca ellerimiz sımsıkı birbirine kenetlenmiş olmasına
rağmen, bunun bir rüya olmadığından ve gerçekten yanımda olduğundan emin olmak için dönüp
dönüp ona baktım.

Elena'yla tanışmadan önce birinin beni gerçekten sevebileceği ve hayatını benimle paylaşmak
isteyebileceği konusundaki umutlarımı yitirmek üzereydim. Ömür boyu yalnız olma olasılığını kabul
etmeye çalışıyordum. Bunu bilinçli bir şekilde düşünmesem bile, İngiltere'de birlikte "normal" bir
hayat yaşamaya başladığımızda Elena ile aramızda bazı şeylerin değişmesinden korkuyordum, ama
daha inançlı olmam gerekirmiş.

Elena ile İngiltere'ye geldikten altı ay sonra evlendik. Gelinliğinin içinde her zamankinden güzel
görünüyordu ve evlendirme dairesinde yanımda dururken, yaşadıklarımın güzel bir rüya değil de
gerçek olduğuna inanamıyordum.

Şimdi, altı yıl sonra birlikte çok mutluyuz ve dünyadaki en şanslı erkek olduğumu düşünüyorum. Hâlâ
kâbuslar görüyor ve geri dönüşler yaşıyorum. Bunların büyük olasılıkla geri kalan hayatımın bir parçası
olacağını sonunda kabul ettim, ama artık eskisi kadar sık değiller ve uyandığımda uzanıp Elena'ya
dokunduğumda güvende olduğumu ve korkmam gerekmediğini biliyorum.

247

Şeytanın Çocuğu

Rahibeler geceler boyu şeytanı içimden döverek çıkaracaklarını söylediklerinde sadece küçük bir
çocuktum. Şeytanın çocuğu olduğumu söylediklerinde onlara inanmıştım. İşte bu inanç yüzünden ve
belki de birinin beni sevmesini istediğimden Johnson'ın korkunç tacizine maruz kalmıştım. Gerçeği
anlayana kadar yıllar geçti - eğer şeytan varsa, acı, öfke ve vahşetle yok edilemez.

Üzerimde bir damga var, ama bu şeytanın damgası değil: ruhumda asla tamamen iyileşmeyecek bir
yara var ve işte bu

• •I « • 1*1 i m , ** i •• v »* iw •

yüzden şeytana inanmasam bile kötülüğün varlığına inanıyorum.

Bana çocukken verilen zararın bir bölümü -beni bugün bile etkiliyor ve sonsuza kadar etkileyecek- son
derece sıradan, bencil ve düşüncesiz tavırların sonucudur: örneğin ailemin beni terk etmesi ya da
ilkokuldaki öğretmenlerimin neden o şekilde davrandığım ve saldırgan olduğum konusunda kafa
yormamaları. Bir kısmı da kötü insanların kasıtlı davranışlarının sonucudur: Nazareth House'daki bazı
rahibeler ve Knossington Gran-ge'deki yurt müdürü Alan Johnson gibi. Bana yaptıkları şeyler için
onları affetmiyorum ve eğerTanrı varsa umarım o da affetmez.

Gece yattığımda artık kollarımı göğsümde çapraz bir biçimde tutmam veTanrı'ya beni koruması için
dua etmek üzere uyanık kalmam gerekmiyor, çünkü yanımda, kalbime girip şeytanı uzaklaştırmış olan
bir melek huzur içinde uyuyor.

248

Xojt(mwtO': V\(WroAr

You might also like