You are on page 1of 4

Raphael Lemkin ve Soykırım Sözleşmesi

 Mezar taşında ‘Soykırım Sözleşmesinin Babası’ ibaresi bulunan


Raphael Lemkin (1900-1959) parasız bir şekilde Amerika’da öldüğü
zaman geride hazırlanmasında ve kabul edilmesinde büyük
emekleri olan 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun
Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesini bırakıyordu.
Holokost esnasında annesi ve babası dahil ailesinden 40 kadar
kişiyi Treblinka ve diğer ölüm kamplarında kaybeden Lemkin’in bu
sözleşmeyi geçirmek için var gücüyle çalışmasının temel sebebini
şüphesiz burada arayabiliriz.
Polonya doğumlu Lemkin ülkesinin önce Ruslar sonra da Birinci
Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edildiğine bizzat şahit
olmuştu. Hukuk eğitimini Lvov Üniversitesinde (şimdi Ukrayna
sınırları içerisinde bulunan Lviv şehrinde) alan Lemkin aynı
zamanda filolojiye oldukça meraklı olup, Arapça dahil on lisanı
okuyabilmekteydi. Polonya’da nüfusun yüzde onuna tekabül eden
Yahudiler için otonomi talep eden Lemkin, Siyonizm’e de sempati
duyuyor, Haim Nahman Bialik’i Yahudilerin milli şairi olarak
nitelendiriyordu.

Polonya’da Yahudiler akademisyen olamadıkları ve en fazla asistan


olarak kalabildikleri için 1934 yılında üniversiteden istifa edip, önce
Yargıtay’da görev yapan, sonra da avukat olan Lemkin 1939 yılında
Almanya’nın Polonya’ya saldırması üzerine İsveç’e kaçmış ve
Stockholm üniversitesinde dersler vermiştir. 1941 yılında ise
Amerika’nın prestijli akademik kurumlarından Duke Üniversitesinin
Hukuk Fakültesinde çalışmaya başlamıştır. 

Soykırım (genocide) terimini 1944 yılında basılan ‘İşgal


Avrupa’sında Mihver Yönetimi’ (Axis Rule in Occupied Europe) adlı
kitabında icat etmiştir. Kitabında, Alman ırki karakterinin Alman
militarizmini doğurduğu şeklinde özcü bir yorumda bulunan Lemkin,
Gestapo ve SS mensuplarının cezalandırılması gerektiğini dile
getirmiştir. Aynı zamanda Alman işgal kanunları üzerinde ayrıntılı bir
şekilde duran yazar Holokost’un hukuki altyapısını ifşa etmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nın sorumlularını cezalandırmak için kurulan


Nürnberg Mahkemesi için hazırlanan iddianameye yardımcı olan
Lemkin, Avrupa’da yaşayan on milyon Yahudi’den altı milyonunun
Holokost’a kurban gittiği, Almanya’nın insanları öldürdüğü, yok ettiği
ve köle gibi çalıştırdığı, ayrıca saldırgan savaş yürüttüğü, savaş
suçları ve insanlığa karşı suçlar işlediğine dair suçlamaların
iddianameye girmesinde etkili olmuştur.

En önemli çabalarından birisi ise Soykırımın Önlenmesi ve


Cezalandırılması Sözleşmesinin BM tarafından kabul edilmesi için
tek başına lobici gibi çalışması ve iki hukukçu ile beraber
sözleşmenin taslağının hazırlanması olduğunu ifade etmek gerekir.
ABD’nin sözleşmede bahsi geçen gruplara (ulusal, ırki, etnik ve dini
gruplar) siyasi grupları da ekletmeye çalışmasına, bunların daimi
oluşumlar olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Nitekim Sovyetler
Birliği de bu tanıma olumlu bakmamıştır. Ancak Lemkin’in kültürel
soykırım kavramı üye devletlerce kabul görmemiş ve Sözleşmeye
dahil olmamıştır. Kendisine göre kültürel soykırım bir grubun
çocuklarını başka bir gruba nakletmeyi, entelektüellerinin yok
edilmesini, dilinin yasaklanmasını, kitaplarının yakılmasını ve tarihi
anıtlarının yok edilmesini kapsıyordu ki, bunlar arasında sadece
çocukların transferi nihai sözleşmeye dahil edilmiştir.

Sözleşmenin kabulü için dünya çapında bir kampanya yürüten


Lemkin, çeşitli Katolik dernek ve kiliselerinin, AJC, WJC gibi Yahudi
kuruluşların ve Amerika’da bulunan Polonya ve Litvanya kökenli
göçmen derneklerinin, New York Barosunun ve NAACP’nin
desteğini almıştı. Ancak Amerikan Barosu (ABA) ve güneyli
Demokrat Partili senatörlerin bu sözleşmeye kısmen antisemit
duygularla, kısmen linçlerin soykırım olarak nitelenebileceği kaygısı
ve ırk ayrımı politikasını (segregation) bitirebileceği endişesiyle karşı
çıkmışlardır. Bu bağlamda zenci aktivistlerin Amerika’da kendilerine
soykırım uygulandığına dair iddia ile BM’ye başvurmaları da
sözleşmeye karşı olan kesimlerin tepkisini çekmiş ve sonuçları
itibarıyla ters tepmiştir. Dolayısıyla Soğuk Savaş endişeleri,
Amerika’nın ulusal egemenliğine zarar vereceği ve segregation
politikasının biteceği korkusu ile Amerikan Senatosu Sözleşmeyi
onaylamamıştır.

Ayrıca ifade etmek gerekir ki bu dönemde, Lemkin, Türkiye’nin BM


Daimi Temsilcisi Büyükelçi Selim Sarper ile görüşüp, sözleşmeyi
imzalamanın sembolik bir önemi olduğu gerekçesiyle, Türkiye’nin de
bu belgeyi kabul etmesini teşvik etmiş, sonuç olarak Türkiye
sözleşmeyi imzalamıştır.

Sözleşmeye göre bir ulusal, etnik, ırki veya dini grubu kısmen veya
tamamen yok etmek kastıyla öldürmek, ciddi fiziksel veya zihinsel
zarar vermek, yaşamalarını önlemek için bilinçli olarak ölümcül
koşullar yaratmak, doğumlarını engellemek ve çocuklarını başka bir
gruba vermek suçlarından bir tanesinin bile işlenmesi soykırım
suçunun işlendiğini kanıtlamaya yetiyordu. Bu durumda soykırım
suçunu işleyen yöneticilerin, devlet görevlilerinin ve bireylerin yetkili
mahkemelerce cezalandırılması öngörülüyordu.       
Soykırım suçunu olabildiğince genişletmeye çalışan Lemkin Güney
Amerika’da yerlilere ve Sovyetlerin Volga Almanlarına, Kırım
Tatarlarına, Çeçenlere, Karaçay Türklerine, Baltık halklarına ve
Ukrayna köylülerine soykırım uyguladığını düşünüyordu. Ermeni
konusunda ise Osmanlı İmparatorluğunda Hıristiyanlara karşı dini
önyargı sebebiyle hayat hakkı verilmediği gibi, birçok Hıristiyan
devlet görevlisinin varlığından habersiz olduğunu gösteren cahilce
bir ifadede bulunabiliyordu.

Ayrıca 1926 yılında Yahudi pogromlarından sorumlu tutulan


Ukraynalı milliyetçi Symon Petliura’nın Paris’te öldürülmesini “güzel
bir suç” olarak nitelendiriyor ve öncesinde Talat Paşa cinayetine de
olumlu bakabiliyordu. Bu bağlamda soykırım suçu işlediğine
kendisinin inandığı kişilerin öldürülmesini desteklediğini ve acımasız
yaklaşımlarda bulunabildiğini de söyleyebiliriz. 

1950’lerde birkaç kez Nobel Barış Ödülüne aday gösterilmesine


rağmen seçilemeyen Lemkin, geride miras olarak bıraktığı Soykırım
Konvansiyonu ile Amerikan Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın
söylediği gibi uluslararası hukuka ciddi bir katkıda bulunmuştur.
Ancak hukuki bir metnin devletleri otomatik olarak harekete
geçirmediği daha sonra vuku bulan Bosna ve Ruanda soykırımları
ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Sonuç olarak 1990’lı
yıllardaki soykırımların önlenememesi bu sözleşmeyi hızlı ve kararlı
bir şekilde devreye sokamayan büyük devletlerin ve tabi daha da
çok bizzat bu suçu işleyenlerin sorumluluğu olarak görülmelidir.

You might also like