You are on page 1of 53

,

Eric

Vuillard

YOKSULLARIN

SAVAŞI

•can
Çeviri: NİHAN ÖZYILDIRIM çağdaş
Can Çağdaş

Yoksulların Savaşı, Erit Vuillard


Fransızca aslından çeviren: Nihan Özyıldırım
La guerre des pauvres
İlk (çeviride kaynak alınan) baskı: Actes Sud, 2019
© 20 19, Actes Sud
© 20 2 1, Can Sanat Yayınları A.Ş.
Bu eserin Türkçe yayın hakları Kalem Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
Cet ouvrage a benı!fıcie du souıien des Programmes d'aide iı la publication de
/'/nstituı français.
Bu eser, lnstitut français kurumunun yayına destek programından yararlanmıştır.

l. baskı: Kasım 20 2 1, İstanbul


Bu kitabın 1. baskısı 3 000 adet yapılmıştır.

Dizi editörü: Cem Alpan


Editör: Şirin Etik
Düzelti: Melis Oflas
Mizanpaj: Atahan Sıralar

Sanat yönetmeni: Utku Lomlu I Lom Creative (www.lom.com.tr)


Kapak tasarımı: Alper Zeki / Lom Creative (www.lom.com.tr)

Baskı ve cilt: Arı Matbaası


Davutpaşa Cad. Emintaş Kazım Dinçol San. Sit. No: 8 1/39,
Topkapı, İstanbul
Sertifika No: 44009

ISBN 978-975-07-5257-5

CAN SANAT YAYINLARI


YAPIM VE DAGITIM TİCARE T VE SANAYİ A.Ş.
Maslak Mah. Eski Büyükdere Cad. İz Plaza Giz, No: 9/25 Sarıyer/İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 751 25 2 59 88 / 25 2 59 89 Faks: (0 2 12) 252 72 33
canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 435 14
#

ERIC VUILLARD

YOKSULLARIN
SAVAŞI

TARİHSEL ANLATI

Fransızca aslından çeviren

Nihan Özyıldırım
Eric Vuillard'ın Can Yayınları'ndaki diğer kitabı:

Gündem, 2019
ERIC VUILLARD, Film yapımcısı ve yazar. 1968'de Lyon'da doğdu.
Eserleriyle bugüne dek dokuz ödül kazandı. Bunlardan bazıları: Conqu­
istadors (İstilacılar) (2010 lgnatius J. Reilly Ödülü); La batai/le d'Occident
(Batı Cephesi) (2012 Prix Franz-Hessel ve Prix Valery-Larbaud Ödülü)
ve Congo'dur (Kongo) (Prix Franz-Hessel ve Prix Valery-Larbaud Ödü­
lü). Gündem'le 2017'de Fransa'nın en prestijli ödülü Goncourt'u aldı.
Yoksulların Savaşı ile Uluslararası Man Booker Ödülü'nün kısa listesine

girdi.

NİHAN ÖZYILDIRIM, 1972'de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal


Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Kuruluşun­
dan itibaren Çevirmenler Meslek Birliği üyesidir. Çeviri yaptığı ya­
zarların bazıları: Jules Verne, Guillaume Apollinaire, Paul Ricaut, Paul
Veyne, Matthieu Ricard, Jean-François Revel, Evelyne Bloch-Dano,
Andre Gorz ve Marcel Mauss.
THOMAS MÜNTZER'İN HİKAYESİ

Babası asılmıştı. Bir tahıl çuvalı gibi boşluğun içine


düşmüştü. Gece vakti, omuzda taşımak zorunda kalmış­
lardı onu, sonrasında öylece sessizce durmuştu, ağzının
içi toprak dolu. Ardından her şey alev almıştı . Meşeler,
çayırlar, ırmaklar, bayırlardaki yoğurtotları, yoksul top­
rak, kilise, her şey. On bir yaşındaydı.
On beş yaşındayken, Magdeburg B aşpiskoposu'na
ve Roma Kilisesi'ne karşı gizli bir birlik kurmuştu. Cle­
mens'in "Mektuplar"ını, "Polikarpos'un Şehadeti"ni, Pa­
pias'ın "Parçalar"ını okuyordu. Birkaç arkadaşıyla Tanrı'
nın harikalarını terennüm ediyor; ev kıyafetiyle Erden'i
geçiyor1 ve yere tebeşirle, toplanma işareti olan felek
çarkı çiziyor, hepsi sırayla bu çarkın içine uzanıyor, Tan­
n'nın yeryüzüne inmesi için kollarıyla haç işareti yapı­
yorlardı. Sonra babasının cesedini hatırlıyordu, kuruyup
kalmış tek bir söz misali kocaman dilini. "Neşeliydim
fakat ancak korkunç acılar ve umutsuzlukla ulaşılır
Tanrı'ya." İnandığı buydu.
Stolberg'de, Barthol Munzer adlı bir bağcı olduğu
anlatılıyor; Monczer Berid ve Monczers Merth diye biri-

1. Ürdün lrmağı ya da Şeria Nehri, Kutsal Kitap'ın birçok yerinde geçer.


"Erden'i geçmek" bağlamında bkz. "Yeşu", 1: 1-5. (Ç.N.)

9
!erinden de söz ediliyor ama haklarında bir şey bilinmi­
yor. Ayrıca, bir kumarhane kavgası sırasında ölen bir Tho­
mas Miinzer var. Ağzının ortasına bir yumruk mu yoksa
odun darbesi mi yedi bilinmiyor. Diğer Thomas Münt­
zer'le, babası 1500 civarında Stolberg Kontu'nun emriy­
le, meçhul sebeplerden idam edilen -kimilerine göre ası­
lan, kimilerine göreyse yakılan- Thomas Müntzer'le ak­
rabalığı var mı, o da bilinmiyor.

Bundan elli sene önce yakıcı bir macun akmıştı,


Mainz'den Avrupa' nın geri kalan her yerine, her kentin
tepeleri arasında, her ismin harfleri arasında, olukların
içinde, her düşüncenin kıvrımları üzerinde akmıştı ve her
bir harf, her bir fikir zerresi, her bir noktalama işareti,
kendini bir metal parçasının içinde bulmuştu. Onları ah­
şap bir çekmecenin içine yerleştirmişlerdi. Eller, içlerin­
den bir tanesini seçmişti, sonra bir tanesini daha ve böy­
lece kelimeler, satırlar, sayfalar meydana gelmişti . Bunlar
mürekkeple ıslatılmıştı ve müthiş bir güç, harfleri yavaş­
ça kağıdın üstüne bastırmıştı. Kağıtları dörde, sekize, on
altıya katlamadan önce, onlarca kez tekrar tekrar yapıl­
mıştı bu. Sonra da kağıtlar art arda yerleştirilip birbirine
yapıştırılmış, dikilmiş ve meşinle kaplanmıştı. Bir kitap
olmuştu bu. Kutsal Kitap.
Bu yöntemle, üç yılda yüz seksen Kutsal Kitap ya­
pıldı, bir keşişin yalnızca tek bir nüsha yazabileceği süre­
de. Ve kitaplar, cesetteki kurtçuklar gibi çoğaldı.
Küçük Thomas Müntzer de Kutsal Kitap okuyordu.
Hezekiel, Hoşea ve Daniel'le büyüdü fakat Gutenberg'in
Hezekiel'i, Gutenberg'in Hoşea'sı ve onun Daniel'iydi
bunlar. Küçük Müntzer zemini raspalayarak açılıp kapa­
nan çürük kapıyı geçtikten sonra, uzun süre aşağıda, eski

ıo
mutfakta vakit geçirip gözlerini ovuşturuyordu. Ne gör­
düğünü veya ne görmesi gerektiğini bilmiyordu . Bir hır­
sız gibi yalnız ve masumdu.
Zaman akıp gitti. Annesiyle birlikte yaşadı, tutumlu
bir hayattı muhakkak. Yüreği acı içindeydi. Meşelerin,
köknarların altında, Harz'ın yoksul topraklarının üzerin­
de diğer çocuklarla birlikte domuzların arkasından ko­
şarken aniden kendini gülünç hissedip duruyor, tek başı­
na ağlıyor olmalıydı. Evet, küçük, siyah çakıllı bir dere­
nin kıyısında hayal ediyorum onu, Wipper ya da Krebs­
bach (fark etmez) yahut Bode ya da Oker vadisinde,
kasvetli kayaların, aşınmış tepelerin yamaçlarında, ber­
bat turbalıklarda kederle sevgi harmanı içinde boğulur­
ken.
Nihayet Leipzig'de okudu, sonra Halberstadt'ta,
Brunswick'te papazlık yaptı, ardından şurada burada ka­
tedral sorumlusu oldu ve Luther taraftarı avamın arasın­
da yaşanan onca meşakkatin ardından, 1520'de Zwic­
kau'ya vaiz tayin edilmesiyle deliğinden çıktı.

11
ZWICKAU

Zwickau, Saksonya sınırlarının dışında pek tanın­


maz. Burası, yeryüzündeki kıraç yerlerden sadece biridir.
Zwicker burun üstü gözlük, Zwickel koltukaltı, Zwiebel
soğan, zwiebeln ise acı çektirmek, eziyet etmek anlamına
gelir. Fakat Zwickau'nun hiçbir anlamı yoktur ya da daha
doğrusu sebze meyve kabuğu, pipo başı, kelepir anlamı
vardır, evet, bu anlama gelir Zwickau: pipo başı ve kele­
pir. Çünkü Zwickau'da kumaş dokunur, çok fazla doku­
nur, Frankfurtlular için, Dresdenliler için, herkes için ku­
maş dokunur; hatta Paris'te bile, vaktiyle kimilerinin
Zwickau çarşaflarında uyuduğu anlatılır. Ayrıca toprak
kazılır, maden işletilir. Bu yüzden, Welser'ler ve Fug­
ger'lerin 1 hemen arkasından Zwickau burjuvaları gelir.
Burjuvalar, Müntzer' in St. Marien Kilisesi'nde ver­
diği vaazları dinliyorlardı fakat yerine geçtiği Egranus
geri dönünce, Müntzer'i St. Katharinenkirche Kilisesi'ne
atadılar. Bu, dokumacılarla madencilerin yaşadığı bölge­
nin kilisesiydi. Müntzer burada Storch, Stübner, Drech­
sel'den oluşan Zwickau kahinleri topluluğuyla yakınlaş­
tı . Bu üç hayalet, vecd içinde hayaller, rüyalar içinde

1. Bankerlik ve ticaretle uğraşan Welser ve Fugger aileleri, Almanya'nın önde


gelen büyük burjuva aileleriydi. (Ç.N.)

12
yüzerek, Yüce Tanrı'nın kendileriyle doğrudan konuşaca­
ğı anı kollayıp var güçleriyle çırpınıyorlardı. Büyük tar­
tışmanın konusu, gönüllü ve bilinçli bir vaftizi savun­
maktı. Eh! Bu vaftiz fikri, bu azılı meczupların akılcılığı,
bu ayin vazolarının Aufkliirnng'u' biraz demode görüne­
bilir. Fakat söz konusu durum Kilise'nin çürümüşlüğüne,
öğretinin ve ayinlerin akıldışılığına karşı bir tepkidir.
Çünkü onlar, Zwickau'nun azılı meczupları, Augusti­
nus'tan ve Aquino'lu Tomas'dan başka şeyler, Erasmus
ve Kues'li Nikolaus okurlar; Ramon Llull ve Jan Hus
okurlar, polemik yaparlar, tartışırlar, hakikatin karşısında
çırılçıplak durmak isterler.
Bu yüzden kent ikiye bölünmüştür. Bir tarafta, yani
St. Marien'de soylular, diğer tarafta, St. Katharinenkir­
che'de ise halk vardır. Akıl ve saflık yoksulların olacaktı;
Müntzer onların önünde harekete geçmeye başladı, o
noktada yarası depreşti. Konuştu . Onu dinlediler. İncil'
den alıntılar yaptı: "Hem Tanrı'ya hem paraya kulluk
edemezsiniz." Metinlerin tamamen basitçe, harfi harfine
okunabileceğine ve sahici, saf bir Hristiyanlığa inanıyor­
du. Aziz Paulos'ta ak üzerine karayla her şeyin yazılı ol­
duğuna, gereken her şeyin dört Incil'de bulunduğuna
inanıyordu. İşte inandığı şey buydu .
Yoksul dokumacılara, madencilere, onların karıları­
na, Zwickau'nun bütün biçarelerine vereceği vaaz buy­
du. İncil'de yazanları aktarıyor, sonuna bir ünlem işareti
koyuyordu. Ve onu dinliyorlardı. Böylelikle tutkular alev­
lenmeye başlıyordu çünkü dokumacılar, bir iplik çekildi­
ğinde bütün halının çözülüvereceğini; madenciler ise
yeterince ileriye doğru kazılırsa bütün galerinin göçece­
ğini gayet iyi biliyorlardı. Sonra kendilerine yalan söy-

1. (Alm.) Aydınlanma. (Ç.N.)

13
lendiğini fısıldamaya başladılar. Uzun süredir huzursuz
edici, can sıkıcı bir etki altındaydılar, anlayamadıkları bir
yığın şey vardı. Tanrı'nın, iki hırsızın arasında çarmıha
gerilen dilencilerin tanrısının neden bunca pırıltıya ihti­
yacı olduğunu, onun papazlarının neden bunca şatafata
ihtiyaç duyduklarını anlayamıyorlardı, içlerini sıkıntı ba­
sıyordu bazen . Yoksulların tanrısı niçin böyle tuhaf bi­
çimde zenginlerin tarafındaydı, sürekli zenginlerle bir­
likteydi? Her şeyi bırakmak gerektiğini niçin her şeyi
almış olanların ağzından söylüyordu?

14
TANRI VE H ALK AYNI
DİLİ KONUŞUR

Müntzer Zwickau'dan kovuldu, bir yıldan az zaman


geçirdi orada . Sonra Bohemya'ya geldi. Burada bir kay­
naşma hali vardı . Batı Bölünmesi 1 henüz son bulmuştu.
Aşağı yukarı her yerde olduğu gibi, sapkınlıktan sapkın­
lığa koşuluyordu. Saflığa susamışlık hali, kalabalıkları
galeyana getiren eski vaazları hoyratça kestirip atarak
bütün ülkeyi baştan başa dolaşıyordu. Evlerin içine ruh
girmişti birdenbire. Kurbağalar geceleri, adlandırılmamış
bir hakikati vıraklıyordu, adı konacaktı bunun. Akbaba­
nın gagası cesetlerin etlerini kemiriyordu, konuşturacak­
lardı onu. Kutsal Kitap, nihayet insan aklı için ulaşılabilir
olmuştu sanki. Fakat bu büyük sıçrama ilkin İngiltere'de,
bundan iki asır önce gerçekleşmişti. John Wycliffe'in bir
fikri vardı, küçücük bir fikir, hiç mesabesinde fakat bü­
yük gürültü koparacak bir fikir. John Wycliffe, insanlarla
Tanrı arasında dolaysız bir ilişki olduğunu akletmişti. Bu
ilk fikirden, mantıken, Kutsal Kitap sayesinde herkesin
kendi kendisine rehberlik edebileceği sonucu çıkıyordu.
İkinci fikirse bir üçüncüsünü doğuruyordu: Yüksek rüt-

1. Batı Bölünmesi ya da Büyük Şizma (Grond Schisme): 1378- 14 17 yılları ara­


sında Katolik Kilisesi ikiye bölünmüştü ve birbirleri i aforoz eden iki ayrı papa
bulunuyordu. (Ç.N.)

15
beli papazlara artık ihtiyaç yoktu. Sonuç: Kutsal Kitap
İngilizceye çevrilmeliydi . Zannedildiğinin aksine, fikirle­
ri bu kadarla kalmayan Wycliffe' in iki-üç korkunç dü­
şüncesi daha vardı: Papaların kurayla belirlenmesini tek­
lif etmişti . Kendi temayülü içinde hiç de deliliğin sınırın­
da falan değildi, köleliğin günah olduğunu ilan etti. Ar­
dından, ruhban sınıfının bundan böyle Incil'le uyumlu
bir yoksulluk içinde yaşaması gerektiğini söyledi . Niha­
yet, dünyayı gerçekten çileden çıkarmak için, ekmek ve
şarabın İsa'nın etine ve kanına dönüşmesini zihinsel bir
sapma ol arak niteleyip reddetti. En sonunda, en korkunç
fikrini beyan ederek insanların eşit olduğunu vaaz etti .
Bunun üzerine papalık fetvaları yağdı . Papa öfkeye
kapılmıştı ve papa öfkeye kapılınca fetvalar yağar. Vulga­
ta'yı 1 İngilizceye çevirmek, dehşet verici ! Bugün en
önemsiz kullanma kılavuzu bile İngilizce, her yerde İngi­
lizce konuşuluyor, garlarda, büyük şirketlerde, havaalan­
larında, İngilizce metanın dili ve meta bugünün Tanrısı .
Fakat o dönemde yazışmalar Latince yapılıyordu; İngi­
lizce ise çul çaput alıp satanlarla rütbesiz askerlerin di­
liydi. İşte John Wycliffe Vulgata'yı, Aziz Hieronymus'un
ulvi Latincesini British'e, şu kaba saba dile çeviriyor ve
ekmekle şarabın İsa 'nın etiyle kanına dönüşmesini ya­
lanlıyordu -deliye bakın!- ve çömezlerini, yoksul insan­
lan, öğretisini en ücra yerlere vazetmeye yolluyordu.
Augustinus ve Lactantius'u haddinden fazla okumuş,
zihni karışmıştı . Lollard'lar2, Devon'un küçük serserile­
rinin tehlikeli bir biçimde yudumladıkları eşitlikçi çor­
baya, kutsal yoksulluğa dair ipe sapa gelmez fikirler ya-

1. Kutsal Kitap'ın dördüncü yüzyıl sonunda, rahip, teolog ve tarihçi Hierony­


mus tarafından yapılan Latince tercümesi. (Y.N.)
2. İngiltere'de, John Wycliffe'in öncülüğünde, Batı Hıristiyanlığında reform
talebiyle ortaya çıkan hareketin taraftarları. (Ç.N.)

16
yıyorlardı. Çocuklarının geberip gittiği perişan çiftlikle­
rinde bu onlara bir şey ifade ediyordu; sözünü ettikleri
Tanrı'yla rahiplerin, aşar vergilerinin veya kardinallerin
görkemli yaşam tarzlarının aracılık etmediği doğrudan
bir ilişki onlara bir şey ifade ediyordu; İncil'de bahsedi­
len yoksulluk onların hayatıydı!
"Her şeyi bırak ve beni takip et!" diyordu İsa; sonu
olmayan bir buyruktur bu, yeni bir insanlık gerektirir.
Gizemli ve çıplak. Dünyanın ihtişamını ayaklar altına
alır. Bir yoksulluk yok eder, başka bir yoksulluksa yücel­
tir. Büyük bir esrar vardır bunda: Yoksulları sevmek, nef­
ret edilesi yoksulluğu sevmek ve onu artık hor görme­
mek demektir. İnsanı sevmektir bu. Zira insan yoksuldur.
Deva bulmaz biçimde. Yoksulluk biziz, arzu ile tiksinti
arasında dolanıp dururuz. Wycliffe'in, Reform'a dönüşe­
cek şeyi araladığı tarihin bu anında, Tanrı ve halk aynı
dili konuşurlar.
Roma elbette John Wycliffe' i mahkum etti. Wyclif­
fe, derin ve samimi hitabetine rağmen yalnız öldü. Ve
ölümünden kırk küsur sene sonra Konstanz Konsili tara­
fından yeniden mahkum edildi, cesedi mezarından çıka­
rıldı, kemikleri yakıldı. Dinmeyen bir nefret duyuyorlar­
dı ona karşı.

Çünkü onun sözleri yoksulları kışkırttı, büyük bir


kargaşanın tohumlarını ekti. Wycliffe'in çömezlerinden
birinin adı John Ball'di, köylüydü. Doğum tarihi bilinmi­
yor, anasının babasının kim olduğu bilinmiyor, hakkında
neredeyse hiçbir şey bilinmiyor. İzleri, sıradan yazgıların
birbirine karıştığı denizde kaybolup gidiyor. B all l 3 70 ci­
varında, yeşillenmiş vadilerde, tepelerin arasında, kırlarda
dolanmaya başladı. Çiftlikten çiftliğe, köyden köye gitti;
iktidar sahipleri ve zenginlerin aleyhine vaazlar verdi;
serserilere, cahil köylülere, baldırı çıplaklara hitap etti.

17
Yasadışı inançlarını şiirleştirip bunları geçtiği yollara eki­
yordu: "Tanrı bazı insanları kul olarak, bazılarını ise öz­
gürce yaşamaya mahkum etmiş olsaydı, muhakkak bun­
ları önceden belirlerdi," diyordu yolları arşınlarken. Ball
oradan oraya dolaştıkça köhnemiş düşüncelerin menteşe­
leri kapılardan dışarı fırlıyordu. B all çobanpüskülü çe­
lenklerinin altında ve tezek sekisinin üzerinde, gölgesini
yutan gölgeyle sabah çiyinin içinde gülümsüyordu. Otuz
altı meslekten insana, yoksul sütannelere, sokak çocukla­
rına titreye titreye vaaz veriyordu. Konuştuğu dil sıradan
atasözleriyle, genel ahlak anlayışıyla örülüydü. Fakat John
Ball, ruhların eşitliğinin ezelden beri çalılıkların sık yap­
rakları arasında olduğunu biliyordu, bunun kendine yol
gösterdiğini, bildiride bulunduğunu hissediyordu. Çitle­
rin ateşli rahibi diyorlardı ona; etrafına korku salıyordu.
Parlamento 1380'de yeni bir poll tax1 kabul edince
köylüler aniden ayaklandı. İ syan Brentwood'da başladı .
Yollar kesildi, şatolar yakıldı . Sonra bunlar Kent' e, Nor­
folk' a, Sussex'e yayıldı. John Ball ateş püskürüyor, insan­
lığın eşitliğini vazediyordu . Hanlar, hacılar ve meczup­
larla dolup taşıyordu. Colchester'da, yün balyalarıyla
soğan dizileri arasında bu konuşuluyordu, Doğu İ ngilte­
re'de bu konuşuluyordu, poll t ax'a her yerde itiraz edili­
yor, hiyerarşi sorgulanıyordu. Soylular kaçtı. Askerler fi­
rar etti. Köy yolları yıkıntılar, tepetaklak olmuş kağnılar
ve kum torbalarıyla doluydu . İ ktidar kaygılıydı . Lancas­
ter Dükü emir verdi: John Bali durdurulmalıydı. Mayıs
ayında ateşli vaizi ele geçirmeyi başardılar ve Maidsto­
ne'da hapsettiler.
O sırada başka bir adam uyanıyordu. Çok uzakta
değil, Kent'te, Fransa'da hizmette bulunup sonra çiftçili-

1. (İng.) Kelle vergisi. (Ç.N.)

18
ğe geri dönmüş eski bir asker. Bir sabah, vergi tahsildarı
vergiyi almaya geldi. Wat Tyler evde değildi, ormana
odun kesmeye gitmişti. Kapıyı kızı açtı, adam eve girdi .
Tahsilat yapmak istedi, genç kızın ödemesi mümkün de­
ğildi zira sahip oldukları ancak hayatta kalmalarına yeti­
yordu. Tahsildar kızın elbisesini yırtıp onu ot minderin
üzerine fırlattı ve tahsilatını yaptı . Kız on beş yaşınday­
dı. Güzeldi . Erdemin ta kendisiydi . Fakat yoksul çocuk­
larının hiçbir değeri yoktur. Dudakları maviye dönmüş­
tü şimdi, üşüyordu; iki yanı dut ağaçlarıyla kaplı küçük
patikada sendeliyordu; babası uzaktan gördü onu. Deva­
sa bulut yığınları ağaçların tepelerini yaladı. Geyik deri­
sinin içinde titredi. Wat Tyler kızını kollarında bir ceset
gibi eve taşıdı . Onu komşularına emanet etti ve koştu,
tepenin diğer ucuna koştu, ormanın içinden kestirme­
den giderek tahsildarı yakalamak istiyordu . Yola çıktı,
soluk soluğa çömeldi oraya. Adamın geçip geçmediğini
merak ederken tam o anda dörtnala giden bir atın yere
çekiç gibi vuran nal seslerini işitti. Kederli tarlakuşunun
nağmesini duydu ve içinden soğuk bir gözyaşı aktığını
hissetti. Atlı geldi, Wat Tyler yola atılıp kolunu kaldırdı
ve darbeyi indirdi ! Çekiçle adamın kafasını yardı. Atlı
yere düştü, atı kişneyerek kenara kaçtı. Güm ! Günün
kuru parıltısında sırtına bir darbe daha. Omzu kırılmıştı .
Ölü bedenden başka bir şey değildi artık.
Sonra Kent köylüleri de ayaklandı. Wat Tyler onlara
liderlik ediyor, kalabalık Maidstone'a doğru ilerliyordu.
Orada ne yaşandığı tam olarak bilinmiyor. İsyankarların
gelişiyle, Canterbury Başpiskoposu'nun kalabalığı yatış­
tırmak için John Ball'ı serbest bıraktığı söyleniyor. Fakat
John Bali serbest kalır kalmaz taraftarlarını başpiskopo­
sun sarayına doğru yürüttü, burayı yağmaladılar. Sonra
Lambeth'e yürüdüler. Yolda başpiskoposu esir aldılar ve
hızla Londra Kalesi'ne saldırdılar. Yüzleri yağmurdan sı-

19
rılsıklamdı. Köylüler başıbozuk ilerliyorlardı, sayıca faz­
lalardı, yüz binden fazla; dört bir yandan geliyorlardı,
yoksul kalabalıklar toplanıyordu. Bir köpek güneşin al­
tında koşarak uzaklaştı, bir kadın çıldırıp herkesi kucak­
lamaya başladı, vahşi bir herif efendisini öldürdü, kutsal
su bir çocuğun yüzünü yaktı. Londra telaş içindeydi .
Kral ne yapacağını şaşırmıştı . Burjuvalar ve soylular, ko­
ridorlarda gölge gibi dolaşıyorlardı. Fısıldaşıyorlar, ağlaşı­
yorlardı. Yoksullar geçtikleri yolların üzerindeki hapis­
hanelerin kapılarını kırıp tutsakları serbest bıraktı. İn­
sanlar gözlerini kısarak çıktı deliklerden, göremez hal­
deydiler. İhtiyarlar, hayaletler. Asiler onları kucaklayıp
yiyecek içecek verdi. Hepsi öldü; en azından hikaye böy­
le söylüyor.
Öfke içindeki köylüler yargıçları yataklarından çe­
kip meydana sürükledi, kafalarını kestiler. Hava güzeldi.
Kalabalık ter içinde, nefes nefese oradaydı, böylesi bir
kalabalık görülmemişti hiç. Thames ışıldıyor, su parıldı­
yor, haykırışlar şehri kaplıyor, duvarları aşıyordu. Tepede
martılar dönüp duruyordu ama kimse duymuyordu on­
ları. Wat Tyler, kalabalığa seslenmeleri için adamlarını
yolladı, ölüm cezasıyla yağmayı yasakladı ve konakladık­
ları alanı düzenledi . Gün akşama döndüğünde temsilci
heyeti hazırdı; isyancılar kralla konuşmak istiyorlardı.
Kralla mı? Kendisi o sırada hala her türlü eşitliğin üze­
rinde görünüyordu, büyük şekilsiz bir çehre, yüce otori­
te. Ona başvurdular. Yeryüzünde adaletin son teminatıy­
dı o, buna inanıyorlardı . O şeytan işi vergiyi kabul eden
parlamento değil miydi ? Kral bunu istemezdi, halkını
dinlerdi o, onlarla hakikatin kıyısında buluşmaya gelirdi .
Fakat gelmedi ve isyancılar Londra'nın içlerine girdi,
oradaki halkla kucaklaşıp kaynaştı, sokaklarda koşturup
meydanlarda nutuklar attılar. Serfliğin kaldırılmasını ta­
lep ettiler. Yani toplumu yerle bir etmek istediler.

20
Geceler şenlik, alkol ve müzik doluydu, geçmiş da­
ğılıp gidiyor, otorite çöküyordu. İ ngiltere'nin en itibarlı
yapısı olan Savoy Sarayı'na, kralın amcası Lancaster
Dükü'nün mülküne saldırdılar. Söz konusu vergiyi des­
teklemekle suçluyorlardı onu. Dük kalabalığın elinden
kaçtı ama malikane ateşe verildi. Mobilyalar ve halılar
tarifi imkansız, coşkulu bir sevinçle sökülüp T hames'a
fırlatıldı. Her şey küle döndü. Kral on dört yaşındaydı;
Londra Kalesi'ne sığındı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Bundan sonra her şey hız kazandı. Kral 13 Haziran'da
kaçmayı denedi. Bir tekneyle T hames'ı geçti ancak Green­
wich'teki kalabalık onun kıyıya yanaşmasına engel oldu .
Ertesi gün at sırtında sıvıştı, Mile End'de durduruldu.
Kral burada nihayet müzakerelerde bulundu, serflere öz­
gürlük, vergilerin kaldırılması, isyancılar için genel af ko­
nularında uzlaştı. Fakat bunlar artık yeterli değildi. İ syan­
cılar Londra Kalesi' ne doğru atıldı, baskın yapıp orayı ele
geçirdi. Canterbury Başpiskoposu kaçmaya çalıştı . Onu
hemen kalenin yanındaki tepeye çıkarıp kafasını kestiler.
Meydanı çevreleyen küçük evler sessizdi, pencereler açık­
tı ama herkes suskunluk içindeydi. Değişmez olan parça­
lanıyordu. Başka büyük adamlarla birlikte hazineden so­
rumlu Lord Robert de Hales'ın da kellesi uçurulmuştu.
Kesilen her kelle, güney kapısının yukarısındaki Londra
köprüsü üzerinde mızrağa geçirildi.
Kral bunun üzerine Smithfield'da, Tyler ile bir gö­
rüşme daha istedi ve verdiği sözleri tekrarladı; isyancılar
ikna olmadı. Hükümdarın samimiyetinden kuşku duyu­
yorlardı. İ ki kez onlardan kaçmaya çalışmamış mıydı?
Fakat kral bütün taleplerin yerine getirileceğine dair te­
minat verdi. Küçük, mavi bir şapkası , altın yaldızlı bir
tuniği, uzun ve güzel saçları vardı. Neredeyse çocuk sa­
yılırdı. Wat Tyler tereddüt etti. Yoldaşları, kendilerine
güvence verilmesini istiyorlardı . Kralın yanındaki baron-

21
lar düşman tavırlı, hava gergin, atlarsa asabiydi. Birkaç
provokatör aniden Tyler' a hakaret edip onu düşürmeye
çalıştılar. Atı savruldu, bir asker hançerini çekti ve orta­
lık karıştı. Adamlardan biri bacağına darbe aldı ve kan
fışkırdı. Atlar dönerek köpükler saçtı, insanlar birbirini
itip kaktı. Taşlar uçuştu. Güneş yüzleri aydınlatıyordu.
Bir bulut geçti. Ve Belediye B aşkanı William Walworth
kılıcıyla aniden Wat Tyler'ı yaraladı. Tyler'ın göğsü kızıla
boyandı, korkunç bir kızıl. Gözleri geriye doğru yuvar­
landı ve kaplumbağa kabuğunun içindeki zaman ağır
ağır aktı. Tyler atından düştü, kalçası kırıldı, zırhı çınladı.
Müthiş bir kargaşayla her şey birbirine girdi, haykırışlar,
tepinmeler, başka bir atlı yere yuvarlandı, sonra bir baş­
kası daha . Ardından bir atlı yerde yatan Tyler'a yaklaştı,
bakıştılar -o an dünyanın bütün kralları iğrenç nefesleri­
ni o atlının kulağına üfledi; sonsuzluk kapıyı kilitlemek
istiyordu fakat kapının kanadı açıktı- atlı işini tamamla­
dı. Karnı deşilen Wat Tyler, boylu boyunca yere serildi.
Sonra her şey daha da hız kazandı. Kral, isyancıları geri
püskürtüp söz aldı: Onların davasını sahipleniyor, bunu
destekleyeceğine dair teminat veriyordu. Endişelenme­
leri için bir sebep yoktu -yemin ediyordu!- fakat şimdi
hemen dağılmaları gerekiyordu ! Gerisini de korku ve
kargaşa halletti. Çarpışmak için Londra'ya gelen bu mu­
azzam kalabalık, onları aciz bırakan derin bir kedere ka­
pıldı aniden. Artık kimi dinleyeceklerini bilmiyorlardı,
çözüldüler. Küçük gruplar halinde Londra'dan uzaklaş­
maya başladılar; kaygı dolu, kralın vaatlerinden şüphe
duyarak, ne yapacaklarını bilmeden.
Kralın komutanlarından biri olan Robert Knolles,
şehrin dışında pusuda bekliyordu. Adamlarıyla birlikte
isyancıların arasına dalıp onları katletti. Ve misilleme
daha yeni başlıyordu. Kral bizzat ordunun başında
Kent'e yürüdü. Birlikler kırsalda dolaşarak artık dağılmış

22
halde olan isyancıları takip etti; hayvan gibi avladılar on­
ları, on binlerce köylüyü oracıkta öldürdüler. Kral bütün
anlaşmalarını iptal etti. Bastırma hareketi soğuk ve uzla­
şıdan uzaktı, iki ay kadar sürdü . Sonunda John Ball yaka­
landı, derhal asıldı ve vücudu parçalara ayrıldı . Poll tax'ın
kaldırılması söz konusu bile olmadı, sertlikse ancak iki
yüzyıl sonra kaldırıldı.
Yine de her şey yeniden başladı . John Ball ve Wat
Tyler, Jack Cade'de yeniden vücut buldu . Cade 1450 yı­
lında, Kent'teki yoksul kasabaların şikayetlerini kaleme
aldı. "Her şeyi düzelmek isteyen John" demeye başladı­
lar ona. Jack Cade temmuzda köylüler, zanaatkarlar, gö­
revden alınmış askerler ve küçük tüccarlardan oluşan
beş bin kişilik bir birliğin başında, Londra Kalesi' ni zapt
etti . Hazineden sorumlu lordun kellesi uçuruldu, Kent'in
eski şerifinin ve başka birkaç kişinin kellesi uçuruldu. İs­
yancılar yeniden Londra'ya girdi ve bu kez şehri yağma­
ladılar. Bir akşam Jack Cade bir bahçeye sığındı, o sırada
bir gölge yanaştı ve karanlığın içinde bir kılıç pırıldadı:
İsyankar artık sadece bir cesetti . Ama iş burada bitmedi .
Sussex'te hemen yeni bir dalga başladı. John ve William
Merfold, soyluların ve rahiplerin öldürülmesi çağrısında
bulundular. Sopalarla silahlanmış adamlar bir araya gelip
o sonbahar boyunca Robertsbridge'de, ruhban sınıfının
aşar vergisini tahsil etmesini engellediler. Eastbourne'da
yüksek arazi kiralarına karşı başkaldırdılar. Toplumsal
düzene meydan okudular. İsyanları, askeri güçler, bas­
kınlar ve idamlarla bastırıldı.

23
BOHEMYA'DA

Fakat hikaye burada bitmedi. Mesele hiçbir zaman


kapanmadı . Bohemya'da yürek yeniden çarpmaya haşla­
dı; Wycliffe'in İngiltere'deki isyanı son a erdikten hemen
sonra nöbeti Jan Hus diye biri devraldı ve onun Trialogus
adlı eserini Çekçeye tercüme etti. Ardından o da hareke­
te geçti, Prag'daki Bethlehem Şapeli'nde Kilise reformu
lehine vaaz verdi. Her şey yeniden başladı. Papa, Bohem­
ya'ya doğru süzülen fakat Prag'ın küçük çan kulelerine
takılan birkaç fetva daha gönderdi.
Ve sonrasında Napoli kralına karşı Haçlı Seferi çağ­
rısı yaptı . Jan Hus ise küçük Bethlehem Şapeli'nin kür­
süsüne çıkıp itaatsizliği, İsa'nın düşmanları için bile sev­
giyi, duayı vazediyor ve gerçek tövbeye ne endüljans
parasıyla ne şiddetli Haçlı Seferleri'yle ne de prenslerin
kudretiyle ulaşılabileceğini haykırıyordu . Beklenen oldu.
Biçimi ve vurgusu değişse de hedefi değişmeyen, geri
döndüklerinde paraya, güce ve iktidara hırsla saldıran bu
küçük sözler bir kez daha tekrarlandı: Ne parayla ne güç­
le ne de prenslerin kudretiyle. Bu sözler yavaş yavaş hi7.im
sözlerimiz olacak. Bize ulaşmaları uzun, çok uzun za­
man alacak. Yine de onları belli belirsiz Jan Hus' un vaaz­
larında duyuyoruz, muhtemelen daha önce hiç bu kadar
net duymamıştık.

24
Ve kargaşa başladı. Halk ayaklandı. Prag alev aldı.
İsyankarların peşine düşüldü. Talebeler papalık fetvaları­
nı yaktı, bu yüzden baltayla doğrandılar. Ve sonra her şey
daha da kızıştı.
Bunun üzerine bir konsil toplandı. O dönemde üç
papa Petrus'un tahtında hak iddia ediyordu: Roma pa­
pası, Pisa papası, Avignon papası. XII. Gregorius, XXIII.
loannes, XIII. Benedictus. Akılda tutulması gereken çok
fazla isim ve sayı var, epey karmaşık. Ve bütün bu kar­
maşanın ortasında Hus'ün bedenini incelediler. En iyi
kilise hukukçuları mesele hakkında kafa patlattı: Hus bir
sapkın mı ? Karaciğerine, safrasına, sünnet derisine bir
bakalım.
Evet. Sapkın. Kesinlikle. Ayin ekmeğinin İsa'nın eti­
ne dönüşmediğini söyledi. Onu derhal Konstanz'a getirt­
tiler, sonra hapse attılar, yargıladılar ve yaktılar. Başında
kartondan bir piskopos başlığıyla kazığa bağladılar onu.
Jan Hus yandı, odun gibi, saman gibi yandı. Yürek gibi
yandı!

Sonra Bohemya'da, Jan Hus'un Bohemyası'nda -üze­


rinden epey zaman geçmiş olsa da hatırası canlıydı ve
fikirleri güçleniyordu- dik kafalı Thomas Müntzer ortaya
çıktı. Başkaldıran halk yirmi beş yıl boyunca Avrupa'nın
müttefik ordularına kafa tutmuş; yirmi beş yıl boyunca
Hussit'lerle, Taborit'lerle1 her türlü fanatikliği tecrübe
etmişti . Lipany Savaşı' nda on sekiz bin kişi ölmüştü. Yir­
mi beş yıl boyunca Araf'ı bir kenara bırakmışlar, büyük
günahları hükümsüz kılmışlar, yalnızca Tanrı'nın krallığı
için monarşiyi reddetmişlerdi. Hatta devletin son bul­
masını ve bütün mülklerin paylaşılmasını dahi talep et­
mişlerdi. Durum buydu.

1. Bohemyalı Hus yanlılarının militan grubu. (Ç.N.)

25
Thomas Müntzer gelir gelmez Prag Manifestosu'nu
kaleme aldı. Almanca yazdı, Çekçeye tercüme ettirdi.
Müntzer ilahiyat alimleri arasındaki tartışmaları reddet­
ti, ezoterizm tiksindiriyordu onu. Halkın düşüncesine
hitap ediyordu o. Azametinin ayırt edici niteliklerinden
biri buydu . En derin savlar herkes tarafından bilinmek
ister.
Kendini dürtüsel biçimde, belli bir düzen izlemeden
ifade ediyor; arzusunun yakıcı seyrini takip ediyordu.
Thomas Müntzer'in bir arzusu vardı ve insanı kardinal
yapanla Thomas Müntzer yapan aynı arzu değildi. Yaka­
sını bırakmayan, onu allak bullak eden korkunç bir şey
vardı içinde. Öfkeliydi . Muktedirlerin leşini istiyordu,
Kilise'yi yerle yeksan etmek istiyordu, bütün bu pislikle­
rin karnını deşmek istiyordu fakat muhtemelen henüz
bunun farkında değildi ve şimdilik bunalıyordu. Bu şaşa­
aya, bu rezilce şatafata son vermek istiyordu. Yozlaşma
ve zenginlik içini kemiriyordu, ikisinin bir arada olması
içini kemiriyordu. Korku uyandırmak istiyordu. Münt­
zer ile Hus arasındaki fark Müntzer'in susamış olması,
fena halde aç ve susamış olmasıydı ve hiçbir şey onu
doyuramazdı, susuzluğunu dindiremezdi; eski kemikle­
ri, dalları, taşları, çamuru, sütü, kanı, ateşi parçalayıp yu­
tacaktı . Hepsini.

26
BÜTÜN DÜNYA

Müntzer birkaç ay sonra Prag'dan ayrıldı, sonra bir


buçuk yıl boyunca göçebe bir hayat sürdü. Bu dönem­
den biri Melanchthon'a, diğeri Luther'e yazılmış olmak
üzere birçok mektubu var elimizde. Luther'e yazdığı ce­
vapsız kaldı. Müntzer burada gür bir sesle konuşuyor,
kitaplardan değil ancak yürekten çıkabilecek keskin söz­
ler söylüyordu. Tanrı konuşuyor, yapraklar ve rüyalarda­
ki karaltılar aracılığıyla bize sesleniyor. Fakat Müntzer'in
şevki diğer ilahiyatçıları korkutuyordu . Carlstadt, Tanrı'
nın iradesini bilmenin çok zor olduğunu, onun krallığı­
nın bu dünya olmadığını öne sürerek Müntzer'e karşı
çıktı ve mesafe aldı. l 522'ye gelirken küçük rahibimiz
tamamen yalnızdı artık. Allstedt' e yerleşip Protestation'u
orada yazdı . Saldırgan bir metinle, insanlığın can alıcı
tecrübesinin ıstırap olduğunu dile getirdi. Yalnızca ıstı­
rap Tanrı kelamını anlamamızı sağlayabilirdi . Ayrıkotla­
rını biçerek ruhu temizleyen tırpandı o; amansız bir
İsa'ya sesleniyordu. "Köpekler İzebel'i tamamen parçala­
yıp yutmamıştı henüz ! "1 Böyle yazmıştı. Amansız İsa,
onun en sefil ve en etkileyici imgesiydi.

1. Bkz. Eski Ahit, "I. Krallar'', 2 1 :23. (Ç.N.)

27
Sonra aklı suçladı. Erasmus bitmişti! Seneca bitmiş­
ti! Yeniden doğmak için önce öldürülmek gerekiyordu.
Kabından taşıyordu Müntzer, içi içine sığmıyordu. Ona
göre akıl çarmıhtı. Hayat çarmıhtı. Hakikat çarmıhtı .
Ayinin ardındaki sahici acıyı, ilk aydınlığı yeniden keş­
fetmek istiyordu. Çünkü ruh, İsa idi. Evet, küçük ruh
Tanrı'yı aramak için tıpkı Kristof Kolomb gibi dünyayı
kat etmeliydi; dizleri dikenlere sürtmeli, yanakları dallar­
la berelenmeli, ciğerleri soğuk rüzgarla yanmalıydı. T ho­
mas Müntzer yapmacıklıktan kurtulmak, pisliğin ve ıstı­
rabın ardından küçük ruhunu en duru, en arı haliyle his­
setmek, bedenini gün ışığına çıkarmak istiyordu.
Ritüeller hiç umurunda değildi. Vaftiz ister çocuk,
ister yetişkin için olsun, ne fark ederdi? Tek vaftiz, ruhsal
olandı . Üzerine su serpilen küçük ruhtu, tufan sırasında
Nuh'un gemisine binen, akşam çökerken Gomorra'dan
çıkan da oydu .
Protestation'da her şeyi cömertçe anlatıyordu Münt­
zer; Yahudilere, putperestlere, Türklere sesleniyordu !
Onları ikna etmek, Hıristiyanlığa döndürmek istiyordu.
İslamla, Yahudilikle, putperestlikle savaşıyordu. Bütün
dünya için yazıyordu.

28
KELAM

Müntzer bilhassa Latinceyi eleştiriyordu. Onun kar­


şısına halkın basitliğini koydu ki bu basitlik bayağı değil­
di, dönüştürülebilirdi. Çamur altındı. Luther Kutsal Ki­
tap'ı Almancaya çevirirken, Müntzer okuma yazma bil­
meyenlere kendi dillerinde hitap ediyordu.
Luther'den çok daha ileri gitti. Almanca ayini bü­
yük gürültü kopardı. İnsanlar Allstedt yakınlarından,
Tanrı kelamını dinlemeye geliyordu. Kalabalıklar, onlara
ilk kez kendi dillerinde hitap eden bir rahibi dinlemek
için yola düzülmüştü. Allstedt kilisesinde Tanrı Almanca
konuşuyordu .
Düşmanlar hemen karşılarına dikildi. Kont Ernest
von Mansfeld, Müntzer'i dinlemek için Allstedt'e gitme­
ye kalkan tebaasını kılıçla tehdit etti . Çünkü işçiler, za­
naatkarlar, cahil halkın tamamı ve hatta burjuvalar hızla
toplanıyorlardı . Kelamı Almanca duymak istiyorlardı,
onca zamandır kendilerine yabancı bir dilde anlatılanla­
rın ne olduğunu nihayet bilmek istiyorlardı; amen diye­
rek hiç anlamadıkları kıtaları tekrar edip durmaktan bık­
mış usanmışlardı . Tanrı'dan kibarca kendi dilimizi ko­
nuşmasını istemek ona hakaret değildi .
Müntzer ayini Almanca gerçekleştirdi. Kont von
Mansfeld kendi tebaasına onu dinlemeye gitmeyi yasak-

29
layınca üslubu değişti ve İncil'de bahsedildiği gibi hid­
detli ve öfkeli, başka bir Müntzer ortaya çıktı. Hitabeti
sertleşti; bir sonraki adımını iyi değerlendirmediğimiz
taktirde bu fanatizm hakkında hiçbir şey anlayamaz, sa­
dece dehşete kapılırız. Fakat attığı adımı ve nedenlerini
iyice tartar, böylesi bir buyruğun gururlu bir insanda -
yani kendini diğerleriyle eşit gören bir insanda- nasıl bir
öfke uyandıracağını kavrayabilirsek, işte o zaman Münt­
zer'in sertleşen üslubunu, konta yazdığı mektubu kafir
kıran diye imzalamasına yol açan, yüreğini zapt eden bu
sarsıcı çılgınlığı biraz olsun anlamaya başlarız.

30
PRENSLERE VAAZ

Evet, hiddetli, öfkeli Müntzer işleri bir adım ileriye


taşıdı. Kontun derebeyi olan Prens Friedrich'e yazdı fa­
kat kulağa hoş gelen bir üslup kullanmıyordu artık, tum­
turaklı selamlamaları bir kenara bırakmıştı . Doğru dav­
ranışlarından korkulması gereken yegane kişilere, yani
prenslere çıkıştıktan sonra sesini belirli bir seviyenin
üzerine yükseltip babasının darağacının tepesine, urga­
nın kalasa düğümlendiği yere, bahtsızlığın ve adaletsizli­
ğin tepesine çıkardı ve buradan Ekselanslannı, prenslerin
halkın sevgisini kazanmak yerine onları korkutmak için
tuttukları yolu kınamaya davet etti, sonra sözü kılıca ge­
tirdi ve tehditte bulundu: Aksi halde kılıç onlann elinden
alınacak ve öfkeli halka verilecek.
Böyle bir şey belki de ilk defa duyuluyordu: Kılıç
onlann elinden alınacak ve öfkeli halka verilecek. Kulağa
nasıl güzel geliyor, nasıl iyi hissettiriyor!
Kısa bir süre sonra Dük Johann'ın, veliaht prensin,
başyargıcın, belediye başkanının ve meclisinin karşısına
çağırıldı . Böyle bir adamın öğretisi hakkında daha kesin
bir fikir sahibi olmak istiyorlardı . Fakat Müntzer onlara
bekledikleri savunmayı vermek yerine bir rüyayı -hem
de herhangi bir rüyayı değil, Daniel'in krala krallığının
sonunu haber verdiği, Nabukadnezar'ın rüyasını- yo-

31
rumlamaya girişti. Altından baş düşer, kilden ayaklar
toza döner. Babil Krallığı'nın yerini alan bütün krallıklar
yıkılacaktır, biri hariç. Bu Tanrı'nın krallığıdır, onun yıkıl­
ması imkansızdır.
Prensler, karşılarında krallıkların yıkılışından söz
edilmesinden hoşlanmaz. Bu fikir kederlendirir onları.
Nabukadnezar'ın rüyası bir felaket kehanetidir.

Fakat Müntzer bu incelikli tefsirle yetinmedi, hara­


ret daha da arttı . Yuhanna'nın sözlerini aktardı: "İyi mey­
ve vermeyen her ağaç kesilmeli ve ateşe atılmalı."
Luka'nın sözlerini aktardı: "Düşmanlarımı buraya geti­
rin ve gözümün önümde öldürün." Mezmurların sözleri­
ni aktardı: "Tanrı, eski çömlekleri demir bir sopayla par­
çalayacak." Bütün bunlar gırtlağına kadar gelip taşmış
gibi şiddetlenmişti bir anda. Ve bu dehşetli yergi esna­
sında, korkutucu bir ciddiyetle birkaç tuhaf hakaret kaç­
tı ağzından . Fakat hepsinden önemlisi Müntzer, Tanrı'nın
ezelden beri sözü edilen iyi halkı yerine -sessiz, zavallı,
itaatkar, üstlerine kutsal su serpilen bu iyi halk yerine­
başka, daha talepkar, daha gürültücü, ruhban olmayan­
lardan ve yoksul köylülerden ibaret gerçek bir halk sun­
muştu. Din kitaplarındaki şu genellemeden, uysal Hıris­
tiyanlardan çok uzaktı durum, sıradan insandı söz konu­
su olan .
Bu insanlar kokuyordu, homurdanıyordu ama aynı
zamanda düşünüyordu. O halde af,çaklar, kılıç, enkaz,
gırtlak/ayın onlan gibi ifadelerin bir cümle olarak, ruh­
ban olmayanlann ve yoksul köylülerin üzerinde ne fena
bir etki yaratacağını düşünün. Prensler hoşlanmadı bun­
dan. Üstelik Müntzer vaazının sonunda, Tann'nın gaza­
bı, İsa'nın gazabı, ilahi hikmetin gazabı gibi sözleri art
arda sıraladı . Bu haşmetli seyircilerin karşısında, mızrak
darbeleriyle delik deşik olan, kayıp Abşalom'u hatırlatı-

32
yordu. Soylular yüzlerini ekşitti ama iş daha da sarpa
sardı: Müntzer durumun uzlaşma yoluyla çözülebilece­
ğini reddediyordu. O esnada ağzı burulmuştu muhak­
kak; uzlaşma hayır, böyle olmayacak, ateşle sınanmak
gerekiyor dedi infiale kapılanlara karşı. Çünkü mukte­
dirler hiçbir şey vermezler, ne ekmek ne de hürriyet. İşte
o sırada Müntzer, onlara en korkunç sözünü söyledi.
Dük Johann' a, veliaht prense, Başyargıç Zeiss' e, belediye
başkanına ve Allstedt meclisine kılıçtan, yoksullardan,
Nabukadnezar'dan ve Tanrı'nın gazabından sonra şöyle
dedi: KAFİR HÜKÜMDARLAR ÖLDÜRÜLMELİDİR.

33
YAZ KAPIYA DAYANDI

Mund ağız, Zerstörung ise yıkım anlamına gelir. Öyle


ki, insan Thomas Müntzer'de söz ile inkar arasında bü­
yük bir yakınlık duymakta özgürdür. Elbette onu tıbbın
alaya aldığı şu tutkulu idealistlerden biri olarak görebilir,
Rousseau'yu, Tolstoy'u, Lenin'i divana oturtup ağızla­
rından istediğimiz lafı alabiliriz. Herhangi bir isyanda ve
herhangi bir coşkuda suret değiştirmiş kişisel bir ıstırap
görülebilir; bunda ne var ki?
Aniden başlar döndü ve bedenler ışığın hafifliğine
kavuştu. Artık her şey söylenebilirdi ! Düşünceler yiv yiv
açıldı, birbirini çekti, hiçbir söz söylemeyenler sonsuza
dek düştü. Deliğe düştüler. Artık onları duymuyor, gör­
müyoruz. Pişmanlıkla seviyoruz onları; pişmanlık insana
iyi geliyor. Boşluğun yüce eşitliği.
Evet Müntzer hiddetliydi, evet Müntzer hezeyan
içindeydi. Şimdi ve burada Tanrı'nın krallığını istiyordu,
fazlaydı bu sabırsızlık. Çileden çıkmışlar böyledir, haya­
letlerin duvarların içinden süzülmesi gibi onlar da günün
birinde halkların başından dışarı çıkıverirler.
Fakat iktidarın büyük safsataları, hangi ayrıcalık ve
yetki değeriyle, ruhun hangi kıvrılışlarıyla ayakta durur?
Binlerce doz zehirle; söylenmiş, uydurulmuş, kabullenil­
miş, inanılmış, tekrarlanmış yalanlarla; samimi önyargı-

34
lar, yarım ağızla itiraf edilmiş pişmanlıklar, sırlar ve insan
ruhunun mümkün olan bütün eğilip bükülmeleriyle in­
celikli, ustalıklı, kesinlikle beklenmedik ve aynı zamanda
utanç verici bir hikaye anlatmak gerekir bunun için.
Yine de sıkıntı dolu iki uzun dönemin arasında ses­
ler yükseldi. Sıkıntılar ne kadar süreklilik kazanırsa ses­
ler o kadar aksak çıkar. Ve otorite ne kadar bütünleşmiş
görünürse sesler o kadar bireyselleşir. Müntzer bir sesti.
Prens ya da hizmetkar, zengin ya da fakir, Tanrı'nın hepi­
mizi aynı oluk çamurundan şekillendirdiğini, aynı sandal
ağacından yonttuğunu haykırdı.
Müntzer deliydi, doğru. Bağnazdı. Evet. Mesihçiydi .
Evet. Müsamahasızdı. Evet. Yakıcıydı . Belki . Yalnızdı. Bir
anlamda. Şöyle yazmıştı: "Dinle, sözlerimi senin ağzına
koydum, seni bugün insanların ve imparatorlukların üze­
rine koydum, kökünden sökesin, parçalayasın, yıkıp sa­
vurasın, altüst edesin, inşa edesin, ekesin diye." Şunu da
yazmıştı: "Bırakın savaşsınlar! Dinsiz ve güçlü tiranların
mahvını getirecek zafer harikuladedir." Ayrıca: "Sevgili
kardeşlerim, bunca bekleyiş, bunca tereddüt yeter! Gün
bugündür. Yaz kapımıza dayandı . Kafirlerle dostluğa son
verin, Tanrı kelamının var gücüyle etki etmesine engel
olur onlar. Prenslerinize dalkavukluk etmeyin, aksi halde
kendinizi onlarla birlikte mahva sürüklersiniz. Uysal
alimler bana gücenmeyin, başka türlü konuşmak elimden
gelmez." Ya biz, bizim elimizden gelmeyecek olan ne?

35
SIRADAN İNSANIN İSYANI

Köylü Savaşı Konstanz Gölü yakınlarında, Schwa­


ben' de başlamıştı. Sonra Tirol'e ve kuzeye doğru yayıldı.
Sadece köylülerin değil, kentlilerin, işçilerin de katıldığı
bir isyan silsilesiydi bu. Müntzer yoksullara seslendi ve
bir süre hoşnutsuz kalabalıkları birleştirmeye çalıştı.
Mansfeld Kontu'na "küçüklerin karşısında alçalmasını"
emretti. Kont daha önce hiç böyle bir şey duymamıştı!
Müntzer, kuşların prenslerin etini kemireceğini ilan etti.
İncil'den bir alıntıydı bu.
Mektuplarını, Gideon'un1 kılıcını kuşanan Müntzer
diye imzalıyordu. Yoldan çıkmıştı. İlham aldığına inanı­
yordu. Alıyordu da. Yeşil yapraklardan, at pisliklerinden,
frengiden, bulutlardan, kentlerin karınca yuvasını andı­
ran kalabalığından, kurtuluş fikirlerinden, çiğnenmiş tar­
lalardan , küçük çiftliklerden ve malikanelerden, kökün­
den sökülmüş asmalardan, vergilerden, mükellefiyetler­
den, onur kırıcı lakaplardan , tırpanlardan, çitlerden, ka­
zıklardan, mızraklardan ilham alıyordu; evet hasta cana­
varın devasa sırıtışından, yırtılan perdeden, patlamalar­
dan, işliklerden, rutin çalışmalardan ve yığınla gerçekten

1. Gideon karakteri için bkz. Eski Ahit, "Hakimler", 6-8. (Ç.N.)

36
ilham alıyordu; evet Tanrı'dan ilham alıyordu fakat Tanrı
yaranın ta kendisiydi, onunla ilişkimiz belirsiz, "hüsran
ve uyuşuklukla kararmış kağıt tomarıydı ."'
Müntzer Allstedt'da, Thüringen'deki isyanı örgütle­
meye çalışırken diğer vaizlerden koptu. Vaziyet toplum­
sallaştı, çığırından çıktı. Destekçileri arasındaki hali vak­
ti yerinde kesim korkmaya başladı . Müntzer ayrıcalıkla­
rın, mülkiyetin, devletin olmadığı bir dünyadan bahsedi­
yordu. Zulme karşı şevkle hareket ediyordu. Luther için,
"Wittenberg'de müreffef bir hayat süren et parçası" di­
yordu. "Bütün dünya büyük bir darbeyle sarsılmalı," di­
yordu. "Yoksulları kendilerine düşman eden senyörlerin
kendileri. Ayaklanmanın sebeplerini ortadan kaldırmaya
yanaşmazlarsa, uzun vadede nasıl düzene girecek her
şey? Ah haşmetli efendiler! Tanrı'nın eski çömlekleri de­
mir çomakla parçaladığını görmek ne güzel olacak! Bu­
nu söylediğim andan itibaren bir asiyim . Haydi ilerleye­
lim! " Ve ilerledi.

Onun gelişinden birkaç gün sonra, 1 7 Mart l SZS'te


Mühlhausen ayaklandı. Çok erken sökün eden bu isyanı
istememişti Müntzer. Vakıalar böyledir, istedikleri za­
man gerçekleşirler. Müntzer kadere boyun eğdi. Ma­
demki isyan patlamıştı, "Köyleri ve kentleri ayaklandırın,
özellikle de davamıza çok faydası dokunacak madenci
yoldaşlarla diğer yiğit delikanlıları . Bundan sonra uyu­
mamalıyız! " diye haykırdı . Balthazar'ı, Barthel Krump'ı,
Valtein'ı ve Bischof'u ayaklanmaya öncülük etmeleri
için cesaretlendirdi. Yürek bütün şatolardan daha büyük,
bütün zırhlardan daha sağlam olmalıydı. Demir tavın­
dayken ilerlemek gerekiyordu. "Haydi, haydi ! " diye ha-

l. Çağdaş Fransız şair Jacques Dupin'in l'Embrosure eserinden bir alıntı. (Y.N.)

37
ğırdı. "Onlar hayatta olduğu sürece insan korkusundan
kurtulamazsınız. Onlar üzerinizde hakimiyet kurduğu
sürece size Tanrı' dan bahsedilemez. Haydi, haydi ilerle­
yelim gün ışıdığı sürece! Takip edin ! İsa' yı takip edin !"
Sonra Kurt von Tutcheroda ona katıldı, Heinrich
Hack ona katıldı, Christoph von Altendorf ona katıldı.
Müntzer mektup üzerine mektup yazdı, ilk savaşı yazıyla
verdi. Yazmayı iyi bilirdi; diri ve ölümcül bir şey vardı
onda, alev alev yanan bir kin, kötücül bir zihniyet ve aynı
zamanda nezaket. Nietzsche, Müntzer'in taşkınlığından,
onun aşırılığından gizlice ilham alacaktı. Fakat Müntzer
eylem insanıydı, yazdıkları sürükleyip götürüyordu onu.
Sıradan insanı, avamı küçük görmezdi. Müntzer nergis ve
devedikeniydi, ısırganotu ve cansuyuydu. Daniel' ın söy­
lediklerini aktarıyordu: "İktidar halka verilecek." Nietzs­
che ise bundan çok uzaktır.

İsyan gürül gürül yayılıyordu. Hessen'de, Oberfran­


ken'de, Thüringen'de, Harz'da, Sachsen'de, dört bir yan­
da insanlar itişip kakışıyor, çarpışıyordu. Mühlhausen ve
Erfurt halk ayaklanmasının merkeziydi. Şatolar yıkılmış,
surlarda gedikler açılmıştı; köylülerin ayaklandığı, Roma'
ya kadar gidecekleri anlatılıyordu her tarafta. Hıristiyan
aleminin en uzak sınırlarında bile -Türkler arasında bi­
le- isyanlar çıktığı anlatılıyordu!
ilk başta prensler ne yapacaklarını bilemedi. Dünya
daha hızlı soluk alıp veriyordu sanki , sürekli gün ışığı
vardı, kuşlar toprak yiyor, hayvanlar ayakta uyuyordu.
Hessen Prensi ''.Alicenap" 1. Philipp yirmi bir yaşındaydı.
Akıllı bir delikanlı olsa da bencil ve eğitimsizdi. Son de­
rece çirkin bir yüzü vardı. Bundan yaklaşık on yıl sonra-

38
sına ait -bugün Wartburg Müzesi'nde bir köşede, fazla­
sıyla aydınlatılmış camın altında duran- çok güzel port­
resinde şişkin alnını, pörtlek gözlerini, asık suratını ve
yağlı derisini görebilirsiniz.
1504 yılı civarında Philipp dünyaya gelirken oradan
çok uzakta, Hıtay'da1 iyi yürekli Shen Zhou, portakalları
ve kasımpatıları resmediyordu. Önce zihninde çizmişti
bunları, yaprak yaprak, zar zar, parça parça, çekirdek çe­
kirdek çizmişti. Ve o gün, uzun bir rulo üzerine bunları
boyayacağı sırada buz gibi bir rüzgar esti. 13 Kasım 1 504
günü, mürekkep rulosuyla açık renkler birbirinin üstüne
katlandı. Manzara üzerinde kuşlar uçuştu, münzevi ba­
lıkçı kafasını kaldırdı, kestaneler suya düştü, kayık bir
anlığına kıyıdan uzaklaştı. Ve taşların arasında filizlenen
uzun otların içinden, ölü dalların arasından, zamanın kü­
çük yengeci ressamın parmaklarını gıdıklamaya geldi.
Shen Zhou yaşlıydı, nehir kıyısında oturuyordu; cansu­
yunun ve soluğunun birazının kendisinden uzaklaştığını
hissetti; ayın yuvarlak görüntüsü kovanın içine aksetti.
Biraz gri ve siyah dokunuş eklendi, bir yaprak öldü . Res­
sam olarak kendini yavaş ve geç ortaya koymuştu, ölü­
müyse yumuşak olacaktı. Manzaralar, çiçekler, hayvanlar
resmetmişti, bodur ağaçlardan oluşan bir ormanın içinde
öldü . Tam o sırada, binlerce kilometre ötede Hessen'li
Philipp yani ileride Hessen prensi olacak beş yaşındaki
küçük çocuk, sanki eski zamanlardan çıkıp gelen tuhaf
bir ürperti hissetti. Dalın biri duvarı sıyırdı, gece ilerli­
yordu . Çakılların ve kuşların Çinli ressamının, Hessen
prensiyle esrarengiz bir ruh akrabalığı olup olmadığı
umurunuzda değilse bile fanteziler yine de hakikate gi­
den yollardan biridir. Tarih Philomela'dır ve ırzına geçil-

1. Ortaçağ Avrupa'sında Çin'in kuzeyine Hıtay denirdi. (Y.N.)

39
diği, dili kesildiği, ormanların derinliklerinden geceleri
ıslık çaldığı söylenir.

Hessen prensi bu karmaşa karşısında ne düşüneceği­


ni bilemiyordu; genç ve coşkuluydu. Luther'in odasında,
bu büyük adamın yerleştiği odada dönüp duruyor ve kü­
çük pencereden Wartburg'un çatılarına bakıyordu. Hava
güneşliydi . Kırlar yemyeşildi ve şömine bacaları artık
tütmüyordu. Kent epey büyük ve güzeldi fakat o gün,
böyle yukarıdan bakıldığında, üzerinde hafif bir sis, bir
hale dolanıyormuş gibi geldi prense; bunun ne olduğunu
bilemedi.
Fakat Müntzer'e örgütlenmesine yetecek zamanı ver­
memek için bir karara varması gerekiyordu . Nisan ayın­
dan beri ordusu hazırdı. Bütün mülkü üzerinde sefer
emri vermiş, bazı ayaklanmaları bastırmıştı . 3 Mayıs'ta
Fulda köylülerini yenilgiye uğratmıştı. Bununla birlikte
tereddüt içindeydi, Mühlhausen üzerine yürümeli miy­
di? Müntzer'in karşısına çıkmalı mıydı ?

Müntzer, Mühlhausen'de reformlarla meşguldü fa­


kat isyan zanaatkarların basit demokrasisiyle son buldu .
Allstedt'teki yoldaşları gelip ona katıldı; o da derhal
Mühlhausen'in dokumacılarına, Mansfeld'in madencile­
rine vaaz vermeye koyuldu: "Kim Türklere karşı savaş­
mak ister, uzaklara gitmesine gerek yok, onlar burada!
Prenslerin ruhları acı içinde, çünkü Tanrı onları köklerin­
den söküp atmak istiyor." Fakat bu sesleniş bile yetmi­
yordu artık; yeteri kadar insanı coşturamıyor, işleri yete­
rince hızlandırmıyordu. Müntzer, Frankenhausen'de bir
grubun ayaklandığını ve etraftaki köylülerle kalabalığın

40
gitgide büyüdüğünü öğrenince Sachsenhausen kentini
isyana çağırdı: "Kartalın yuvasına saldırın!"
Tehdit iyice belirginleşti; prensler kendilerini topar­
ladı. Hessen prensi, Frankenhausen ile Franconia'da bu­
lunan diğer köylü birlikleri arasındaki bağlantıyı kopar­
dı. 12 Mart 1525'te Müntzer yola çıktı. Yanında tıpkı
Gideon gibi üç yüz adam vardı, daha fazlası değil. Efsa­
neyi tekrarlayacağına inanıyordu. Kutsal Kitap' taki gibi
harbe gidiyordu, dualar ederek, sevinçle, bir mucize bek­
lentisiyle, dünyanın sonu gelmişçesine.

41
SON MEKTUPLAR

Bundan sonra her şey çok hızlı gelişti . Müntzer'in


ne süvarisi vardı ne de topçusu. Sadece birkaç tane gülle.
Karşısındaysa düzenli, eğitimli ve iyi beslenmiş altı prens­
lik kıtası . Asilere yeni takviyeler geliyordu ama prensler
yollarını kesti. Dük Albrecht von Mansfeld müzakerele­
re başladı. Düşmanın maneviyatını bozmak ve zaman
kazanmak için bu görüşmelerin uzatılması gerekiyordu.
Müzakere bir savaş tekniğiydi .
Albrecht von Mansfeld yedi numaraydı, ailesindeki
7. Albrecht'ti. O zamana dek altı Albrecht daha gelip
geçmişti. 5. Albrecht ya da 6. Albrecht hakkında hiçbir
şey bilmiyorum, fakat 4. Albrecht zarif bir adamdı, kırk
yaşında dişsiz ve mutlu öldü . 3. Albrecht hakkındaysa
söyleyecek bir şeyim yok, varlığı da tartışmalı zaten. B a­
zıları adının aslında Gerhard ya da Abdel olduğunu id­
dia ediyor ki bu kesinlikle imkansız. Peki 2. Albrecht? Ya
l . ? Bilmiyorum, Askanier, Henneberg ve Mecklenburg
hanedanları arasında kayboluyor insan. Fakat 7. Albrecht
tam bir hinoğluhindi, muktedirlerin güçlerini bir araya
toplayabilmeleri için müzakereleri nasıl zamana yaymak
gerektiğini biliyordu . Üstelik bekleyiş, savaşa alışık ol­
mayanlarının maneviyatını yer bitirir ve onları uzlaşma­
ya sevk eder. Varoluşlarının başlangıcından beri onları

42
kaygı duymaya öyle bir alıştırmışlardır ki prenslerin sö­
züne bir kere daha kanmaya hazırdırlar. İnsan hep baba­
sının sözüne inanmayı tercih eder. Arzumuz onun kütü­
ğüne uyum sağlar.
Müntzer müzakerelerden çekiniyordu, tuzak koku­
su alıyordu bu işten. Prenslerin onları içine hapsettiği
efsunu kırmak için, Albrecht'in danışmanlarından biri
olan Manderscheid Kontu'na zehir zemberek bir mek­
tup gönderdi: "Martin'ci pisliğinin içinde debelenirken,
Hezekiel'in XXXIX. bölüm, 1 7-20'de ne söylediğini hiç
duymadın mı? Tanrı gökteki tüm kuşlara prenslerin etini
yemelerini ve hayvanlara hiç düşünmeden önemli şahsi­
yetlerin kanını emmelerini emreder. Vahiy Kitabı'nın
XVIII . ve XIX. bölümlerinde yazanı okumadın mı?" Da­
ha ileride Daniel'den alıntı yaparak, "Tanrı'nın iktidarı
halka verdiğini" belirtip mektubu şöyle imzaladı: Gide­
on 'un kılıcını kuşanmış Thomas Müntzer. Sert çıkmıştı.
Yıpratma stratejisini boşa çıkarıp onu çarpışmaya itmek
için kontun gururunu yaralamaya çalışmıştı şüphesiz.
Kautsky bunu iddia ediyor. Bloch da böyle düşünüyor.
Engels herhangi bir şey söylemiyor. Tanrı ise bu konuda
sessizliğini koruyor.
Müntzer, Almanca ayini yasaklayan Kont Ernst'i
unutmadı. Ona gönderdiği birçok mektupta şöyle yazdı:
"Söyle bakalım zavallı, sefil kurtçuk torbası (mektup böy­
le başlıyordu) , Tanrı'nın kendi kanını akıtarak günahtan
kurtardığı bu halka kim prens yaptı seni?" Gün güzel
başlamıştı zira gerçekleri duymak her zaman faydalıdır.
Sonra şöyle devam etti: "Küçüklerin karşısında eğilmeyi
kabul etmezsen, bil ki derhal icra edilecek bir emir var
elimizde, sana bildiriyorum: Ebedi ve diri Tanrı, bize ve­
rilen güçle seni tahtından söküp alacağımızı vaat etti.
Çünkü sen Hıristiyanlık alemi için faydasızsın, Tanrı
dostlarının mahvı ve felaketisin, yuvan parça parça edi-

43
lip çiğnenecek. Cevabın hemen bugün elimize ulaşsın:
Sakın kendini. Tanrı'nın bize buyurduğu görevi hiç vakit
kayb etmeden yerine getireceğiz; elinden geleni ardına
koyma. Yoldayım .'' İki mektup yerine ulaştırıldı . İkisi de
cevapsız kaldı .

44
KELİMELER

Bu sırada birlikler sabırsızlanıyordu . Müntzer' in ateş­


li vaazlarıyla prenslerin süvarileri arasında kalmışlardı .
Diğer ordular da Frankenhausen' e doğru ilerliyordu . Va­
ziyet günden güne daha da korkutucu bir hal alıyordu .
İşte o esnada Hessen ' li Philipp, sekiz yüz süvari ve
üç bin piyadeden oluşan ordusuyla birlikte çıkageldi.
Müntzer'in kuvvetlerinden aniden saftan ayrılanlar oldu,
müzakere yeniden düşünüldü. Korkmuşlardı . Haklılardı
da. Yoğun bir diplomatik faaliyet başladı, kurnaz ve iğ­
renç bir kafa bulandırma faaliyeti . Prensler, Müntzer ve
en yakın yoldaşlarının kendilerine teslim edilmesini ta­
lep ediyorl ardı . B urada hikaye belirsizleşiyor ve ancak
düzmece bir Melanchthon'un kaleminden çıkmış yazı­
larda, düzmece bir Müntzer'in saçma nutuklarını bula­
biliyoruz. Peki gerçekten ne dedi ? Gerçekten ne yaptı­
lar? Tahmin edebiliriz. Thomas Müntzer bu birkaç gün
içinde yanıp tutuşmuş olmalıydı . Bütün gücüyle esip
gürlemiş, inancını haykırmış, sefaleti, gazabı, umutsuz­
luğu ve umudu seferber etmiş olmalıydı . Prenslere atfe­
dilen konuşmalar ise sahte manifestolardır. Derler ki ha­
kikatin birçok yüzü varmış, bunlardan biri yalandan da­
ha çirkinmiş ama o her daim gizliymiş . Kırmızı külahlı
katip bozuntularının zulüm görenlerin hafızasını kasten

45
sildiklerini, düzmece olanı yazmayı kabul ettiklerini dü­
şünmek tuhaf
Ne var ki sahte söz bile satırların arasından bir haki­
kat ışığı sızdırır. Daha işin başında, dehşete düşmüş bir
hayranlık çığlığıyla, "Ayaklanan köylüler değil, Tanrı ! " di­
yecektir Luther. Fakat Tanrı değildi . Ayaklanan düpedüz
köylülerdi . Tanrı 'yı açlık, hastalık, zillet, paçavra olarak
adlandırmak istiyorsanız başka tabii . Ayaklanan Tanrı de­
ğil karşılıksız ve zorunlu çalışm aydı, tımar vergisiydi, aşar­
dı, ölenlerin mallarına el koyma hakkıydı, toprak kirasıy­
dı, haraçtı, yol harcıydı, saman hasadıydı, ilk gece hak­
kıydı, kesilmiş burunlar, oyulmuş gözlerdi, işkence çarkı­
na gerilmiş, kerpetenle parçalanmış, yakılmış bedenlerdi .
Ahirete dair didişmeler aslında dünya işleriyle ilgilidir.
Saldırgan teoloj ilerin üzerimizde h ala sahip olduğu tesir
budur. Onların dilini sırf bu yüzden anlarız. Onların az­
gınlığı, sefaletin şiddetli bir ifadesidir. Avam tabaka yeni­
den ayaklanıyor. Köylülere saman ! İşçilere kömür! Yol
işçilerine kuru toprak! Serserilere para ! Bize de kelime­
ler! Nesnelerin bir başka çırpınışı olan kelimeler.

46
FRANKENHAUSEN MUHAREBES İ

Böylelikle, imparatorluğun dört bir yanından sefalet


içinde güruhlar çıkıp geldi . Müntzer haykırıyor, kalaba­
lıklar akın ediyordu. Hessen prensi gözlerine inanamı­
yordu. Ardından şehirdeki işçiler, meczuplar, bütün köy­
lüler bir anda ayaklandı . Soylular ve burj uvalar büyük
bir dehşete kapıldı . Kadınlar evlerini bırakıyor, çocuklar
Kutsal Ruh' u takip ederek tarlalarda yürüyordu . Genç
kızlar, serseriler, sefil ayaktakımı, hatta havyanlar! İki-üç
kişi bir arada ya da tek başına, yanına hiçbir eşya alma­
dan ilerleyen her türden insan vardı . Ne istediklerini
kimse bilmiyordu. Senyörler ve silahlı çeteleri artık hiç­
bir şey yapmaya cüret edemiyor, dehşet içinde onların
geçişini seyrediyorlardı . Müphem bir kaygı yükselmeye
başladı . Nasıl bir karar vermelilerdi? Hiç böyle bir şey
görmemişlerdi daha önce. Herkes evini barkını arkasın­
da bırakıp hareket halindeki kalabalığa katılıyordu . Peki
ama nereye gidiyordu bunca insan? Bilmiyorlardı . Onla­
rı dağıtmaktan dahi korkuyorlardı. Ormanlarda, saman­
ların arasında uyuyordu insanlar, düşler görerek.
Fakat ilk şaşkınlık geçtikten sonra prensler yeniden
harekete geçti; kuvvetlerine yeniden toplanma emri ver­
diler. Savaş tecrübesi olan, iyi silahlanmış birkaç bin kişi
demekti bu. Diğerleri, baldırıçıplaklar ise devasa bir ova-

47
da düzensizce toplanmış, öylece duruyorlardı, hiçbiri
tam olarak bilmiyordu neler olup bittiğini .
Önce bir çığlık duyuldu . Birkaç süvari düzensiz ka­
labalığın saflarını yardı, sonra atları iki kamp arasında
durdu . Biraz yağmur yağdı . İnsanlar büyük, ölü ağaçların
altına sığındı. Askerler demirden zırhlarının altında ter
döküyorlardı. Uzakta, köylüler arasında bazı karaltıların
hareketlendiğini gördüler.

Sol kanattan ansızın bir gürültü geldi; mühim olma­


makla birlikte sarsıntı dalgası, samanların arasında süzü­
len hafif bir esinti gibi, hayvandan hayvana, süvariden
süvariye yayıldı . Atlardan biri, diğerini itmiş olmalıydı,
adamların birkaçı yerdeydi şimdi . Kont Albrecht bekle­
melerini işaret etti. Saflar gevşedi . Silah tıngırtıları du­
yuldu . Herkes hazırdı . Serseri birliği uzaktan hiç de hü­
cuma hazırlanıyor gibi görünmüyordu; öyle bir düzen­
sizlik söz konusuydu ki anlaşılan ne planları vardı ne de
komutanları . Köylüler teslim olmaya isteksizdi, topçular
gülleleri doldurmayı bile becerememişti . Tam bir kar­
maşa hakimdi . Tam o sırada gökkuşağı çıktı birdenbire.
Çıplak tepe parıldadı . Gökyüzü masmavi oldu. Müntzer
beklediği işareti gördü orada. Konuştu. Onu dinlediler.
Kendisinden önceki birçokları gibi, o da bir işaret istedi
ve Tanrı' nın işaretini gördü; kesin karar anıydı şimdi : Er­
den geçilecekti .
Ardından dua etmeye başladılar ama dizlerinin üze­
rinde değil, ayakta . Paçavralara sarınmış, gökyüzüne ba­
kan binlerce silahlı insan; tuhaf bir görüntü olm alıydı
bu. Sonra, henüz son elçinin cevabı beklenirken prensle­
rin topçuları ateş açtı .
Tarifi imkansız bir kargaşa yaşandı . Vurulan beden­
ler yere yuvarlanıyordu. Çığlıklar koptu, dumanlar yük­
seldi, insanlar canlarını kurtarmak için koşuyordu . Top

48
atışı yeniden başladı . Toplarl a biçilen köylüler çılgınca
koşuyordu . Prenslerin tarafında piyadeler arkebüzlerin
arkasına konuşlanmış, gelecek emirleri bekliyordu . Sü­
variler de bekliyordu . Müntzer adamları yüreklendiriyor,
Tanrı'ya güvenini haykırıyordu, kollarından tutup çeki­
yordu onları, ne yapıyordu bilmiyorum ama muhteme­
len gözlerinden yaşlar boşanıyordu, öfkeden köpürüyor­
du . Bedenler otların arasında yalvarıp yakararak inildi­
yordu . Ulu ağaçlar çaresizlik içinde koll arını kaldırıyor­
du . Gökyüzü şimdi engin, korkunç bir maviydi . Tam o
sırada bir başka haykırış, daha ziyade bir uluma, uğultu
duyuldu. S aldırıya geçen piyadelerle süvarilerdi bunlar.
O ana kadar sağlam duran ilk sahaki köylüler dağıtıldı .
Karşı tarafta, birkaç atlı tırpan darbeleriyle yere yu­
varlandı. Köylüler onların üzerine atıldı, zırhlarını p arça­
ladı ve sonra da kendi atlarının ayakları altında ezilmeye
bıraktılar. Fakat birliklerin büyük bölümü ön cepheyi
yarmıştı. İ ki ya da üç noktada direniş sürüyordu. Köylü­
ler küçük ve sıkışık gruplar oluşturuyor, atları hırpalıyor,
kol ve bacak zırhlarına, neyi bulurlarsa oraya sertçe ası­
lıp adamı düşürüp gebertinceye kadar çekiştiriyorlardı .
Fakat süvarilerin donanımı onlara öyle bir üstünlük
sağladı ki direniş çok çabuk kırıldı . Hessen 'li Philipp
daha sonra bizzat şöyle yazacaktı: "Birliklerimizle birlik­
te harekatı hızlandırdık ve elimize düşen herkesi katlet­
tik. Hemen arkasından şehre baskı n yapıp kontrolü ele
geçirdik ve orada bulunan herkesi öldürdük, şehri yağ­
maladık ve böylece, Tann'nın yardımıyla, o gün zafere
ve galibiyete eriştik, hayırlı bir işi tamamlayıp yerine ge­
tirmiş olma umuduyla, Kadir-i Mutlak'a şükran borçlu­
yuz elbette." Dört bin kişi ölmüştü .

49
B OYNU VURULAN MÜNTZER

Hikayeler duymak istiyoruz, bunların bizi aydınlat­


tığını söylüyoruz ve hikaye ne kadar gerçekse, onu o ka­
dar çok seviyoruz . Fakat kimse gerçek hikayelerin nasıl
anlatılacağını bilmiyor. Ancak biz hikayelerden yaratıl­
dık, çocukluğumuzdan beri onlarla büyülendik: " Dinle­
yin ! Okuyun! Bakın ! " Böylece hakikatimiz ortaya çıksın,
bizi yaklaştırsın, imgeler ve sözlerle bizi mümkün oldu­
ğunca uzaklara götürsün .

Thomas Müntzer'in akıbetiyle ilgili, pek çok versiyo­


nu bulunan bir korkaklık efsanesi mevcuttur. Güya
Müntzer kaçıp saklanmış, onu bulup Mansfeld Kontu 'na
teslim etmişler, bir zindana tıkmışlar, işkence etmişler, her
şeyi inkar etmiş, prenslerin merhameti için yalvarmış ve
Mühlhausen sakinlerine bir pişmanlık mektubu yazmış.
Hiçbirine inanmıyorum . Bu alçakça efsaneler, söz hakkı
onlardan alındığında döneklere boyun eğdirir ancak. Tek
amaçl arı içimizde bize işkence eden sesi, kendimizi gi­
zemlerine bırakıp hayatlarımızı ona teslim edecek kadar
derinden bağlı olduğumuz düzenin sesini çınlatmaktır.
Müntzer evliydi; karısı hakkında neredeyse hiçbir şey
bilmiyoruz. Sadece önceden rahibe olduğunu, sonra ko­
casının davasını sahiplendiğini, felaketten, işkence seh-

50
palarından ve gözleri oyulduktan sonra hayatının bağış­
landığını biliyoruz. O sırada hamile olduğu, dayak yediği
ve hakarete uğradığı anlatılanlar arasında . Tek bir mek­
tubu var elimizde, bir dilekçe : "İçinde bulunduğum bü­
yük sefaleti ve yoksull uğu Prens Hazretleri 'nin göz
önünde bulundurmasını acizane istirham ederim. Prens
Hazretleri'nin man astıra dönmem yolunda lütufkar bir
düşüncesi olduğunu duydum . Kendisinden dilediğim ih­
san da budur." Ernst Bloch, bu mektubun tutarsızlıkl arla
dolu olduğunu yazar, bana sorarsanız yürek paralayıcı.
Müntzer'in çocukları olduğu da söylenir. Zulümden
kaçmak için adlarını değiştirmek, "bozuk para", "sadaka"
anlamlarına gelen, biraz kısaltılmış Münzel adını benim­
semek zorunda kalmışlardı .

Ve şimdi Thomas Müntzer babasıyla aynı yerde. So­


nunda kendini orada, kalabalığın ortasında, zincire vu­
rulmuş halde bulmak korkunç bir şeydi muhakkak. Ne
düşünüyordu bilmiyorum . Kuşkuyu, ihaneti, inkarı red­
dediyorum. Önemi yok. Nefret beslemeyi bilmediği için,
varoluşunun sebeplerini kendisinden bu kadar uzakta
aradığı ve kinini kekre bir inanca dönüştürdüğü için, =

işaretinin anlamını ve ekmek ya da özgürlüğün ancak


onu söküp alarak elde edilebileceğini derinden hissettiği
için kendini orada bulmuştu işte.
Onun düşüncelerini daha fazla kurcalamayacağım;
bunları kendisine bırakıyorum. İşte karşımızda, idam seh­
pasının üzerinde, muhteris zevklerden bin fersah uzakta .
Thomas Müntzer' i görüyorum ! Ve o eskinin küçük Tho­
mas'ı, Harz'ın haylaz oğlanı, ölü adamın oğlu değil artık,
hayır, bir araştırma konusu dahi değil, herhangi bir adam,
herhangi kısacık bir hayat.

51
Şimdi ölecek Müntzer. Ölecek. Otuz beş yaşında .
Öfkesi onu buraya taşıdı. Buraya kadar. Bedenini burdu­
lar, kollarını, bacaklarını, kan kaybetti. Takatinin sonuna
geldi .
Sonra balta yükseldi . Yüzlerce surat o tarafa bakı­
yordu . Dehşet içinde izliyorlardı, olanları tam olarak an­
ladıklarından emin değillerdi . Dilenciler, debbağlar, orak­
çılar, zavallı herifler bakıyorlardı, bakıyorlardı ! Peki ne
gördüler? Büyük bir mihnet altında küçük bir adam gör­
düler. Bedeni zincire vurulmuş kendileri gibi bir adam.
İnsan ne kadar da küçük, kırılgan ve şiddetli, değişken ve
katı, coşkulu ve ıstırap dolu. Bir bakış. Bir yüz. Bir deri .
Birden balta indi, boynunu biçti. Ah ! Ne kadar ağırdır
bir kelle, birkaç kilo kemik ve pelte. Ve nasıl kan fışkırır
ondan ! Kellesi kazığa geçirilecek. Bedeni idam sehpası­
nın üzerinde sürüklenip köpeklere atılacak. Gençlik
sonsuzdur, eşitliğimizin sırrı ebedidir ve yalnızlık olağa­
nüstüdür. Şehitlik ezilenler için bir tuzaktı r; arzu edilesi
tek şey zaferdir. Anlatacağım.

52
On a l t ı n c ı y ü z y ı l Avru p a ' s ı : Protestan Refo r m u Katol i k K i l i s e s ı ' n e . g ü ç l ü lere

ve a y r ı c a l ı k l ı lara ka rşı b i r i sy a n a g ı r ı ş i r B ö y l e c e . k e nd ı l e r ı n e ya l n ı zca cen­

nette eşitlik vaat edılen köy l ü l e r ve yok s u l l a r . b u e ş i t l i ğ e n e d e n b u ra d a ve

h e m e n s a h i p o l m a d ı k l a r ı n ı s o rg u l a maya b a ş l a r . B u n u n n e t i c e s i n d e . m u k ­

ted i rl e r l e a ra l a r ı n d a k ı s a s ü rede a l ev l e n e n ş i d d e t l i b i r m ü ca d e l e p a t l a k

v e r ı r . Ta r i h e d a m g a s ı n ı v u ra c a k b u m ü c a d e leye b i r i l a h ı y a t ç ı ö n d e r l ı k e d e ­

c e k t i r: T h o m a s M ü ntzer. Ke n d i s i A l m a nya'yı ateşe vere c e k o l a n k i ş i . Ne

Martın L u t h e r ' ı n ne d e K a to l i k K i l i s e s ı nin y a n ı n d a . Yoksulların Savaşı onun

ve s ı ra d a n i n s a n l a r ı n h i kôyesi.

E ş ı t s i z l i ğ i n u z u n ve kork u n ç b ı r t a r i h i var. Ve henüz s o n b u l m a d ı . Eric Vu i l ­

lard. k u r m a c a n ı n i m kô n l a r ı n d a n fayd a l a n arak o k u r u b i r kez d a h a t a r i h i n

yazı l d ı ğ ı a n l a rd a n b i r i n e g ö t ü rüyor. Ya k l a ş ı k 5 0 0 y ı l ö n c e g e r ç e k l e ş m e s i n e

ka r ş ı n g ü n ü m üze d e k u za n a n e ş i t s i z l i k l e r l e i l i ş k i s i n i h ô l ô ko ruyan b u i s ya n ı

ke n d i n e özgü ü s l u b u y l a y e n ı d e n yo r u m l uyor.

"Ye n ı d e n tahayyül e d i l e n t a r i h ı n . devri m c i bir v a a z ı n göz ka m a ş t ı r ı c ı

b i r p a r ç a s ı . e ş i t s i z l i ğ i n öfke l i b i r i f ş a s ı . "

Uluslararası B o o k e r Ödülü Jü risi

"Sa n a t s a l . . . s i n e m a t o g raf ı k . . . [ Vu i l l a rd l . ' i k t i d a r ı n b ü y ü k s a fsata l a r ı ·

ü ze r i n e g ü ç l ü , öfke l i b i r yo r u m l a ö r ü y o r h i kôyes i n i . "

T h e N e w Yorker

halk #yoksu lluk #eşltsızl l k

I S B N : ., ?ı!ı - ., 7 5 - 0 7 - 5 2 5 7 - 5

1 7,5 TL

lll canyayin lari.com 1 f 1 ;;:ı 1 'fi canyayi n l a r i tarihsel anlatı


9 789750 752575

You might also like