Professional Documents
Culture Documents
Eric Vuillard - Yoksulların Savaşı
Eric Vuillard - Yoksulların Savaşı
Eric
Vuillard
YOKSULLARIN
SAVAŞI
•can
Çeviri: NİHAN ÖZYILDIRIM çağdaş
Can Çağdaş
ISBN 978-975-07-5257-5
ERIC VUILLARD
YOKSULLARIN
SAVAŞI
TARİHSEL ANLATI
Nihan Özyıldırım
Eric Vuillard'ın Can Yayınları'ndaki diğer kitabı:
Gündem, 2019
ERIC VUILLARD, Film yapımcısı ve yazar. 1968'de Lyon'da doğdu.
Eserleriyle bugüne dek dokuz ödül kazandı. Bunlardan bazıları: Conqu
istadors (İstilacılar) (2010 lgnatius J. Reilly Ödülü); La batai/le d'Occident
(Batı Cephesi) (2012 Prix Franz-Hessel ve Prix Valery-Larbaud Ödülü)
ve Congo'dur (Kongo) (Prix Franz-Hessel ve Prix Valery-Larbaud Ödü
lü). Gündem'le 2017'de Fransa'nın en prestijli ödülü Goncourt'u aldı.
Yoksulların Savaşı ile Uluslararası Man Booker Ödülü'nün kısa listesine
girdi.
9
!erinden de söz ediliyor ama haklarında bir şey bilinmi
yor. Ayrıca, bir kumarhane kavgası sırasında ölen bir Tho
mas Miinzer var. Ağzının ortasına bir yumruk mu yoksa
odun darbesi mi yedi bilinmiyor. Diğer Thomas Münt
zer'le, babası 1500 civarında Stolberg Kontu'nun emriy
le, meçhul sebeplerden idam edilen -kimilerine göre ası
lan, kimilerine göreyse yakılan- Thomas Müntzer'le ak
rabalığı var mı, o da bilinmiyor.
ıo
mutfakta vakit geçirip gözlerini ovuşturuyordu. Ne gör
düğünü veya ne görmesi gerektiğini bilmiyordu . Bir hır
sız gibi yalnız ve masumdu.
Zaman akıp gitti. Annesiyle birlikte yaşadı, tutumlu
bir hayattı muhakkak. Yüreği acı içindeydi. Meşelerin,
köknarların altında, Harz'ın yoksul topraklarının üzerin
de diğer çocuklarla birlikte domuzların arkasından ko
şarken aniden kendini gülünç hissedip duruyor, tek başı
na ağlıyor olmalıydı. Evet, küçük, siyah çakıllı bir dere
nin kıyısında hayal ediyorum onu, Wipper ya da Krebs
bach (fark etmez) yahut Bode ya da Oker vadisinde,
kasvetli kayaların, aşınmış tepelerin yamaçlarında, ber
bat turbalıklarda kederle sevgi harmanı içinde boğulur
ken.
Nihayet Leipzig'de okudu, sonra Halberstadt'ta,
Brunswick'te papazlık yaptı, ardından şurada burada ka
tedral sorumlusu oldu ve Luther taraftarı avamın arasın
da yaşanan onca meşakkatin ardından, 1520'de Zwic
kau'ya vaiz tayin edilmesiyle deliğinden çıktı.
11
ZWICKAU
12
yüzerek, Yüce Tanrı'nın kendileriyle doğrudan konuşaca
ğı anı kollayıp var güçleriyle çırpınıyorlardı. Büyük tar
tışmanın konusu, gönüllü ve bilinçli bir vaftizi savun
maktı. Eh! Bu vaftiz fikri, bu azılı meczupların akılcılığı,
bu ayin vazolarının Aufkliirnng'u' biraz demode görüne
bilir. Fakat söz konusu durum Kilise'nin çürümüşlüğüne,
öğretinin ve ayinlerin akıldışılığına karşı bir tepkidir.
Çünkü onlar, Zwickau'nun azılı meczupları, Augusti
nus'tan ve Aquino'lu Tomas'dan başka şeyler, Erasmus
ve Kues'li Nikolaus okurlar; Ramon Llull ve Jan Hus
okurlar, polemik yaparlar, tartışırlar, hakikatin karşısında
çırılçıplak durmak isterler.
Bu yüzden kent ikiye bölünmüştür. Bir tarafta, yani
St. Marien'de soylular, diğer tarafta, St. Katharinenkir
che'de ise halk vardır. Akıl ve saflık yoksulların olacaktı;
Müntzer onların önünde harekete geçmeye başladı, o
noktada yarası depreşti. Konuştu . Onu dinlediler. İncil'
den alıntılar yaptı: "Hem Tanrı'ya hem paraya kulluk
edemezsiniz." Metinlerin tamamen basitçe, harfi harfine
okunabileceğine ve sahici, saf bir Hristiyanlığa inanıyor
du. Aziz Paulos'ta ak üzerine karayla her şeyin yazılı ol
duğuna, gereken her şeyin dört Incil'de bulunduğuna
inanıyordu. İşte inandığı şey buydu .
Yoksul dokumacılara, madencilere, onların karıları
na, Zwickau'nun bütün biçarelerine vereceği vaaz buy
du. İncil'de yazanları aktarıyor, sonuna bir ünlem işareti
koyuyordu. Ve onu dinliyorlardı. Böylelikle tutkular alev
lenmeye başlıyordu çünkü dokumacılar, bir iplik çekildi
ğinde bütün halının çözülüvereceğini; madenciler ise
yeterince ileriye doğru kazılırsa bütün galerinin göçece
ğini gayet iyi biliyorlardı. Sonra kendilerine yalan söy-
13
lendiğini fısıldamaya başladılar. Uzun süredir huzursuz
edici, can sıkıcı bir etki altındaydılar, anlayamadıkları bir
yığın şey vardı. Tanrı'nın, iki hırsızın arasında çarmıha
gerilen dilencilerin tanrısının neden bunca pırıltıya ihti
yacı olduğunu, onun papazlarının neden bunca şatafata
ihtiyaç duyduklarını anlayamıyorlardı, içlerini sıkıntı ba
sıyordu bazen . Yoksulların tanrısı niçin böyle tuhaf bi
çimde zenginlerin tarafındaydı, sürekli zenginlerle bir
likteydi? Her şeyi bırakmak gerektiğini niçin her şeyi
almış olanların ağzından söylüyordu?
14
TANRI VE H ALK AYNI
DİLİ KONUŞUR
15
beli papazlara artık ihtiyaç yoktu. Sonuç: Kutsal Kitap
İngilizceye çevrilmeliydi . Zannedildiğinin aksine, fikirle
ri bu kadarla kalmayan Wycliffe' in iki-üç korkunç dü
şüncesi daha vardı: Papaların kurayla belirlenmesini tek
lif etmişti . Kendi temayülü içinde hiç de deliliğin sınırın
da falan değildi, köleliğin günah olduğunu ilan etti. Ar
dından, ruhban sınıfının bundan böyle Incil'le uyumlu
bir yoksulluk içinde yaşaması gerektiğini söyledi . Niha
yet, dünyayı gerçekten çileden çıkarmak için, ekmek ve
şarabın İsa'nın etine ve kanına dönüşmesini zihinsel bir
sapma ol arak niteleyip reddetti. En sonunda, en korkunç
fikrini beyan ederek insanların eşit olduğunu vaaz etti .
Bunun üzerine papalık fetvaları yağdı . Papa öfkeye
kapılmıştı ve papa öfkeye kapılınca fetvalar yağar. Vulga
ta'yı 1 İngilizceye çevirmek, dehşet verici ! Bugün en
önemsiz kullanma kılavuzu bile İngilizce, her yerde İngi
lizce konuşuluyor, garlarda, büyük şirketlerde, havaalan
larında, İngilizce metanın dili ve meta bugünün Tanrısı .
Fakat o dönemde yazışmalar Latince yapılıyordu; İngi
lizce ise çul çaput alıp satanlarla rütbesiz askerlerin di
liydi. İşte John Wycliffe Vulgata'yı, Aziz Hieronymus'un
ulvi Latincesini British'e, şu kaba saba dile çeviriyor ve
ekmekle şarabın İsa 'nın etiyle kanına dönüşmesini ya
lanlıyordu -deliye bakın!- ve çömezlerini, yoksul insan
lan, öğretisini en ücra yerlere vazetmeye yolluyordu.
Augustinus ve Lactantius'u haddinden fazla okumuş,
zihni karışmıştı . Lollard'lar2, Devon'un küçük serserile
rinin tehlikeli bir biçimde yudumladıkları eşitlikçi çor
baya, kutsal yoksulluğa dair ipe sapa gelmez fikirler ya-
16
yıyorlardı. Çocuklarının geberip gittiği perişan çiftlikle
rinde bu onlara bir şey ifade ediyordu; sözünü ettikleri
Tanrı'yla rahiplerin, aşar vergilerinin veya kardinallerin
görkemli yaşam tarzlarının aracılık etmediği doğrudan
bir ilişki onlara bir şey ifade ediyordu; İncil'de bahsedi
len yoksulluk onların hayatıydı!
"Her şeyi bırak ve beni takip et!" diyordu İsa; sonu
olmayan bir buyruktur bu, yeni bir insanlık gerektirir.
Gizemli ve çıplak. Dünyanın ihtişamını ayaklar altına
alır. Bir yoksulluk yok eder, başka bir yoksulluksa yücel
tir. Büyük bir esrar vardır bunda: Yoksulları sevmek, nef
ret edilesi yoksulluğu sevmek ve onu artık hor görme
mek demektir. İnsanı sevmektir bu. Zira insan yoksuldur.
Deva bulmaz biçimde. Yoksulluk biziz, arzu ile tiksinti
arasında dolanıp dururuz. Wycliffe'in, Reform'a dönüşe
cek şeyi araladığı tarihin bu anında, Tanrı ve halk aynı
dili konuşurlar.
Roma elbette John Wycliffe' i mahkum etti. Wyclif
fe, derin ve samimi hitabetine rağmen yalnız öldü. Ve
ölümünden kırk küsur sene sonra Konstanz Konsili tara
fından yeniden mahkum edildi, cesedi mezarından çıka
rıldı, kemikleri yakıldı. Dinmeyen bir nefret duyuyorlar
dı ona karşı.
17
Yasadışı inançlarını şiirleştirip bunları geçtiği yollara eki
yordu: "Tanrı bazı insanları kul olarak, bazılarını ise öz
gürce yaşamaya mahkum etmiş olsaydı, muhakkak bun
ları önceden belirlerdi," diyordu yolları arşınlarken. Ball
oradan oraya dolaştıkça köhnemiş düşüncelerin menteşe
leri kapılardan dışarı fırlıyordu. B all çobanpüskülü çe
lenklerinin altında ve tezek sekisinin üzerinde, gölgesini
yutan gölgeyle sabah çiyinin içinde gülümsüyordu. Otuz
altı meslekten insana, yoksul sütannelere, sokak çocukla
rına titreye titreye vaaz veriyordu. Konuştuğu dil sıradan
atasözleriyle, genel ahlak anlayışıyla örülüydü. Fakat John
Ball, ruhların eşitliğinin ezelden beri çalılıkların sık yap
rakları arasında olduğunu biliyordu, bunun kendine yol
gösterdiğini, bildiride bulunduğunu hissediyordu. Çitle
rin ateşli rahibi diyorlardı ona; etrafına korku salıyordu.
Parlamento 1380'de yeni bir poll tax1 kabul edince
köylüler aniden ayaklandı. İ syan Brentwood'da başladı .
Yollar kesildi, şatolar yakıldı . Sonra bunlar Kent' e, Nor
folk' a, Sussex'e yayıldı. John Ball ateş püskürüyor, insan
lığın eşitliğini vazediyordu . Hanlar, hacılar ve meczup
larla dolup taşıyordu. Colchester'da, yün balyalarıyla
soğan dizileri arasında bu konuşuluyordu, Doğu İ ngilte
re'de bu konuşuluyordu, poll t ax'a her yerde itiraz edili
yor, hiyerarşi sorgulanıyordu. Soylular kaçtı. Askerler fi
rar etti. Köy yolları yıkıntılar, tepetaklak olmuş kağnılar
ve kum torbalarıyla doluydu . İ ktidar kaygılıydı . Lancas
ter Dükü emir verdi: John Bali durdurulmalıydı. Mayıs
ayında ateşli vaizi ele geçirmeyi başardılar ve Maidsto
ne'da hapsettiler.
O sırada başka bir adam uyanıyordu. Çok uzakta
değil, Kent'te, Fransa'da hizmette bulunup sonra çiftçili-
18
ğe geri dönmüş eski bir asker. Bir sabah, vergi tahsildarı
vergiyi almaya geldi. Wat Tyler evde değildi, ormana
odun kesmeye gitmişti. Kapıyı kızı açtı, adam eve girdi .
Tahsilat yapmak istedi, genç kızın ödemesi mümkün de
ğildi zira sahip oldukları ancak hayatta kalmalarına yeti
yordu. Tahsildar kızın elbisesini yırtıp onu ot minderin
üzerine fırlattı ve tahsilatını yaptı . Kız on beş yaşınday
dı. Güzeldi . Erdemin ta kendisiydi . Fakat yoksul çocuk
larının hiçbir değeri yoktur. Dudakları maviye dönmüş
tü şimdi, üşüyordu; iki yanı dut ağaçlarıyla kaplı küçük
patikada sendeliyordu; babası uzaktan gördü onu. Deva
sa bulut yığınları ağaçların tepelerini yaladı. Geyik deri
sinin içinde titredi. Wat Tyler kızını kollarında bir ceset
gibi eve taşıdı . Onu komşularına emanet etti ve koştu,
tepenin diğer ucuna koştu, ormanın içinden kestirme
den giderek tahsildarı yakalamak istiyordu . Yola çıktı,
soluk soluğa çömeldi oraya. Adamın geçip geçmediğini
merak ederken tam o anda dörtnala giden bir atın yere
çekiç gibi vuran nal seslerini işitti. Kederli tarlakuşunun
nağmesini duydu ve içinden soğuk bir gözyaşı aktığını
hissetti. Atlı geldi, Wat Tyler yola atılıp kolunu kaldırdı
ve darbeyi indirdi ! Çekiçle adamın kafasını yardı. Atlı
yere düştü, atı kişneyerek kenara kaçtı. Güm ! Günün
kuru parıltısında sırtına bir darbe daha. Omzu kırılmıştı .
Ölü bedenden başka bir şey değildi artık.
Sonra Kent köylüleri de ayaklandı. Wat Tyler onlara
liderlik ediyor, kalabalık Maidstone'a doğru ilerliyordu.
Orada ne yaşandığı tam olarak bilinmiyor. İsyankarların
gelişiyle, Canterbury Başpiskoposu'nun kalabalığı yatış
tırmak için John Ball'ı serbest bıraktığı söyleniyor. Fakat
John Bali serbest kalır kalmaz taraftarlarını başpiskopo
sun sarayına doğru yürüttü, burayı yağmaladılar. Sonra
Lambeth'e yürüdüler. Yolda başpiskoposu esir aldılar ve
hızla Londra Kalesi'ne saldırdılar. Yüzleri yağmurdan sı-
19
rılsıklamdı. Köylüler başıbozuk ilerliyorlardı, sayıca faz
lalardı, yüz binden fazla; dört bir yandan geliyorlardı,
yoksul kalabalıklar toplanıyordu. Bir köpek güneşin al
tında koşarak uzaklaştı, bir kadın çıldırıp herkesi kucak
lamaya başladı, vahşi bir herif efendisini öldürdü, kutsal
su bir çocuğun yüzünü yaktı. Londra telaş içindeydi .
Kral ne yapacağını şaşırmıştı . Burjuvalar ve soylular, ko
ridorlarda gölge gibi dolaşıyorlardı. Fısıldaşıyorlar, ağlaşı
yorlardı. Yoksullar geçtikleri yolların üzerindeki hapis
hanelerin kapılarını kırıp tutsakları serbest bıraktı. İn
sanlar gözlerini kısarak çıktı deliklerden, göremez hal
deydiler. İhtiyarlar, hayaletler. Asiler onları kucaklayıp
yiyecek içecek verdi. Hepsi öldü; en azından hikaye böy
le söylüyor.
Öfke içindeki köylüler yargıçları yataklarından çe
kip meydana sürükledi, kafalarını kestiler. Hava güzeldi.
Kalabalık ter içinde, nefes nefese oradaydı, böylesi bir
kalabalık görülmemişti hiç. Thames ışıldıyor, su parıldı
yor, haykırışlar şehri kaplıyor, duvarları aşıyordu. Tepede
martılar dönüp duruyordu ama kimse duymuyordu on
ları. Wat Tyler, kalabalığa seslenmeleri için adamlarını
yolladı, ölüm cezasıyla yağmayı yasakladı ve konakladık
ları alanı düzenledi . Gün akşama döndüğünde temsilci
heyeti hazırdı; isyancılar kralla konuşmak istiyorlardı.
Kralla mı? Kendisi o sırada hala her türlü eşitliğin üze
rinde görünüyordu, büyük şekilsiz bir çehre, yüce otori
te. Ona başvurdular. Yeryüzünde adaletin son teminatıy
dı o, buna inanıyorlardı . O şeytan işi vergiyi kabul eden
parlamento değil miydi ? Kral bunu istemezdi, halkını
dinlerdi o, onlarla hakikatin kıyısında buluşmaya gelirdi .
Fakat gelmedi ve isyancılar Londra'nın içlerine girdi,
oradaki halkla kucaklaşıp kaynaştı, sokaklarda koşturup
meydanlarda nutuklar attılar. Serfliğin kaldırılmasını ta
lep ettiler. Yani toplumu yerle bir etmek istediler.
20
Geceler şenlik, alkol ve müzik doluydu, geçmiş da
ğılıp gidiyor, otorite çöküyordu. İ ngiltere'nin en itibarlı
yapısı olan Savoy Sarayı'na, kralın amcası Lancaster
Dükü'nün mülküne saldırdılar. Söz konusu vergiyi des
teklemekle suçluyorlardı onu. Dük kalabalığın elinden
kaçtı ama malikane ateşe verildi. Mobilyalar ve halılar
tarifi imkansız, coşkulu bir sevinçle sökülüp T hames'a
fırlatıldı. Her şey küle döndü. Kral on dört yaşındaydı;
Londra Kalesi'ne sığındı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Bundan sonra her şey hız kazandı. Kral 13 Haziran'da
kaçmayı denedi. Bir tekneyle T hames'ı geçti ancak Green
wich'teki kalabalık onun kıyıya yanaşmasına engel oldu .
Ertesi gün at sırtında sıvıştı, Mile End'de durduruldu.
Kral burada nihayet müzakerelerde bulundu, serflere öz
gürlük, vergilerin kaldırılması, isyancılar için genel af ko
nularında uzlaştı. Fakat bunlar artık yeterli değildi. İ syan
cılar Londra Kalesi' ne doğru atıldı, baskın yapıp orayı ele
geçirdi. Canterbury Başpiskoposu kaçmaya çalıştı . Onu
hemen kalenin yanındaki tepeye çıkarıp kafasını kestiler.
Meydanı çevreleyen küçük evler sessizdi, pencereler açık
tı ama herkes suskunluk içindeydi. Değişmez olan parça
lanıyordu. Başka büyük adamlarla birlikte hazineden so
rumlu Lord Robert de Hales'ın da kellesi uçurulmuştu.
Kesilen her kelle, güney kapısının yukarısındaki Londra
köprüsü üzerinde mızrağa geçirildi.
Kral bunun üzerine Smithfield'da, Tyler ile bir gö
rüşme daha istedi ve verdiği sözleri tekrarladı; isyancılar
ikna olmadı. Hükümdarın samimiyetinden kuşku duyu
yorlardı. İ ki kez onlardan kaçmaya çalışmamış mıydı?
Fakat kral bütün taleplerin yerine getirileceğine dair te
minat verdi. Küçük, mavi bir şapkası , altın yaldızlı bir
tuniği, uzun ve güzel saçları vardı. Neredeyse çocuk sa
yılırdı. Wat Tyler tereddüt etti. Yoldaşları, kendilerine
güvence verilmesini istiyorlardı . Kralın yanındaki baron-
21
lar düşman tavırlı, hava gergin, atlarsa asabiydi. Birkaç
provokatör aniden Tyler' a hakaret edip onu düşürmeye
çalıştılar. Atı savruldu, bir asker hançerini çekti ve orta
lık karıştı. Adamlardan biri bacağına darbe aldı ve kan
fışkırdı. Atlar dönerek köpükler saçtı, insanlar birbirini
itip kaktı. Taşlar uçuştu. Güneş yüzleri aydınlatıyordu.
Bir bulut geçti. Ve Belediye B aşkanı William Walworth
kılıcıyla aniden Wat Tyler'ı yaraladı. Tyler'ın göğsü kızıla
boyandı, korkunç bir kızıl. Gözleri geriye doğru yuvar
landı ve kaplumbağa kabuğunun içindeki zaman ağır
ağır aktı. Tyler atından düştü, kalçası kırıldı, zırhı çınladı.
Müthiş bir kargaşayla her şey birbirine girdi, haykırışlar,
tepinmeler, başka bir atlı yere yuvarlandı, sonra bir baş
kası daha . Ardından bir atlı yerde yatan Tyler'a yaklaştı,
bakıştılar -o an dünyanın bütün kralları iğrenç nefesleri
ni o atlının kulağına üfledi; sonsuzluk kapıyı kilitlemek
istiyordu fakat kapının kanadı açıktı- atlı işini tamamla
dı. Karnı deşilen Wat Tyler, boylu boyunca yere serildi.
Sonra her şey daha da hız kazandı. Kral, isyancıları geri
püskürtüp söz aldı: Onların davasını sahipleniyor, bunu
destekleyeceğine dair teminat veriyordu. Endişelenme
leri için bir sebep yoktu -yemin ediyordu!- fakat şimdi
hemen dağılmaları gerekiyordu ! Gerisini de korku ve
kargaşa halletti. Çarpışmak için Londra'ya gelen bu mu
azzam kalabalık, onları aciz bırakan derin bir kedere ka
pıldı aniden. Artık kimi dinleyeceklerini bilmiyorlardı,
çözüldüler. Küçük gruplar halinde Londra'dan uzaklaş
maya başladılar; kaygı dolu, kralın vaatlerinden şüphe
duyarak, ne yapacaklarını bilmeden.
Kralın komutanlarından biri olan Robert Knolles,
şehrin dışında pusuda bekliyordu. Adamlarıyla birlikte
isyancıların arasına dalıp onları katletti. Ve misilleme
daha yeni başlıyordu. Kral bizzat ordunun başında
Kent'e yürüdü. Birlikler kırsalda dolaşarak artık dağılmış
22
halde olan isyancıları takip etti; hayvan gibi avladılar on
ları, on binlerce köylüyü oracıkta öldürdüler. Kral bütün
anlaşmalarını iptal etti. Bastırma hareketi soğuk ve uzla
şıdan uzaktı, iki ay kadar sürdü . Sonunda John Ball yaka
landı, derhal asıldı ve vücudu parçalara ayrıldı . Poll tax'ın
kaldırılması söz konusu bile olmadı, sertlikse ancak iki
yüzyıl sonra kaldırıldı.
Yine de her şey yeniden başladı . John Ball ve Wat
Tyler, Jack Cade'de yeniden vücut buldu . Cade 1450 yı
lında, Kent'teki yoksul kasabaların şikayetlerini kaleme
aldı. "Her şeyi düzelmek isteyen John" demeye başladı
lar ona. Jack Cade temmuzda köylüler, zanaatkarlar, gö
revden alınmış askerler ve küçük tüccarlardan oluşan
beş bin kişilik bir birliğin başında, Londra Kalesi' ni zapt
etti . Hazineden sorumlu lordun kellesi uçuruldu, Kent'in
eski şerifinin ve başka birkaç kişinin kellesi uçuruldu. İs
yancılar yeniden Londra'ya girdi ve bu kez şehri yağma
ladılar. Bir akşam Jack Cade bir bahçeye sığındı, o sırada
bir gölge yanaştı ve karanlığın içinde bir kılıç pırıldadı:
İsyankar artık sadece bir cesetti . Ama iş burada bitmedi .
Sussex'te hemen yeni bir dalga başladı. John ve William
Merfold, soyluların ve rahiplerin öldürülmesi çağrısında
bulundular. Sopalarla silahlanmış adamlar bir araya gelip
o sonbahar boyunca Robertsbridge'de, ruhban sınıfının
aşar vergisini tahsil etmesini engellediler. Eastbourne'da
yüksek arazi kiralarına karşı başkaldırdılar. Toplumsal
düzene meydan okudular. İsyanları, askeri güçler, bas
kınlar ve idamlarla bastırıldı.
23
BOHEMYA'DA
24
Ve kargaşa başladı. Halk ayaklandı. Prag alev aldı.
İsyankarların peşine düşüldü. Talebeler papalık fetvaları
nı yaktı, bu yüzden baltayla doğrandılar. Ve sonra her şey
daha da kızıştı.
Bunun üzerine bir konsil toplandı. O dönemde üç
papa Petrus'un tahtında hak iddia ediyordu: Roma pa
pası, Pisa papası, Avignon papası. XII. Gregorius, XXIII.
loannes, XIII. Benedictus. Akılda tutulması gereken çok
fazla isim ve sayı var, epey karmaşık. Ve bütün bu kar
maşanın ortasında Hus'ün bedenini incelediler. En iyi
kilise hukukçuları mesele hakkında kafa patlattı: Hus bir
sapkın mı ? Karaciğerine, safrasına, sünnet derisine bir
bakalım.
Evet. Sapkın. Kesinlikle. Ayin ekmeğinin İsa'nın eti
ne dönüşmediğini söyledi. Onu derhal Konstanz'a getirt
tiler, sonra hapse attılar, yargıladılar ve yaktılar. Başında
kartondan bir piskopos başlığıyla kazığa bağladılar onu.
Jan Hus yandı, odun gibi, saman gibi yandı. Yürek gibi
yandı!
25
Thomas Müntzer gelir gelmez Prag Manifestosu'nu
kaleme aldı. Almanca yazdı, Çekçeye tercüme ettirdi.
Müntzer ilahiyat alimleri arasındaki tartışmaları reddet
ti, ezoterizm tiksindiriyordu onu. Halkın düşüncesine
hitap ediyordu o. Azametinin ayırt edici niteliklerinden
biri buydu . En derin savlar herkes tarafından bilinmek
ister.
Kendini dürtüsel biçimde, belli bir düzen izlemeden
ifade ediyor; arzusunun yakıcı seyrini takip ediyordu.
Thomas Müntzer'in bir arzusu vardı ve insanı kardinal
yapanla Thomas Müntzer yapan aynı arzu değildi. Yaka
sını bırakmayan, onu allak bullak eden korkunç bir şey
vardı içinde. Öfkeliydi . Muktedirlerin leşini istiyordu,
Kilise'yi yerle yeksan etmek istiyordu, bütün bu pislikle
rin karnını deşmek istiyordu fakat muhtemelen henüz
bunun farkında değildi ve şimdilik bunalıyordu. Bu şaşa
aya, bu rezilce şatafata son vermek istiyordu. Yozlaşma
ve zenginlik içini kemiriyordu, ikisinin bir arada olması
içini kemiriyordu. Korku uyandırmak istiyordu. Münt
zer ile Hus arasındaki fark Müntzer'in susamış olması,
fena halde aç ve susamış olmasıydı ve hiçbir şey onu
doyuramazdı, susuzluğunu dindiremezdi; eski kemikle
ri, dalları, taşları, çamuru, sütü, kanı, ateşi parçalayıp yu
tacaktı . Hepsini.
26
BÜTÜN DÜNYA
27
Sonra aklı suçladı. Erasmus bitmişti! Seneca bitmiş
ti! Yeniden doğmak için önce öldürülmek gerekiyordu.
Kabından taşıyordu Müntzer, içi içine sığmıyordu. Ona
göre akıl çarmıhtı. Hayat çarmıhtı. Hakikat çarmıhtı .
Ayinin ardındaki sahici acıyı, ilk aydınlığı yeniden keş
fetmek istiyordu. Çünkü ruh, İsa idi. Evet, küçük ruh
Tanrı'yı aramak için tıpkı Kristof Kolomb gibi dünyayı
kat etmeliydi; dizleri dikenlere sürtmeli, yanakları dallar
la berelenmeli, ciğerleri soğuk rüzgarla yanmalıydı. T ho
mas Müntzer yapmacıklıktan kurtulmak, pisliğin ve ıstı
rabın ardından küçük ruhunu en duru, en arı haliyle his
setmek, bedenini gün ışığına çıkarmak istiyordu.
Ritüeller hiç umurunda değildi. Vaftiz ister çocuk,
ister yetişkin için olsun, ne fark ederdi? Tek vaftiz, ruhsal
olandı . Üzerine su serpilen küçük ruhtu, tufan sırasında
Nuh'un gemisine binen, akşam çökerken Gomorra'dan
çıkan da oydu .
Protestation'da her şeyi cömertçe anlatıyordu Münt
zer; Yahudilere, putperestlere, Türklere sesleniyordu !
Onları ikna etmek, Hıristiyanlığa döndürmek istiyordu.
İslamla, Yahudilikle, putperestlikle savaşıyordu. Bütün
dünya için yazıyordu.
28
KELAM
29
layınca üslubu değişti ve İncil'de bahsedildiği gibi hid
detli ve öfkeli, başka bir Müntzer ortaya çıktı. Hitabeti
sertleşti; bir sonraki adımını iyi değerlendirmediğimiz
taktirde bu fanatizm hakkında hiçbir şey anlayamaz, sa
dece dehşete kapılırız. Fakat attığı adımı ve nedenlerini
iyice tartar, böylesi bir buyruğun gururlu bir insanda -
yani kendini diğerleriyle eşit gören bir insanda- nasıl bir
öfke uyandıracağını kavrayabilirsek, işte o zaman Münt
zer'in sertleşen üslubunu, konta yazdığı mektubu kafir
kıran diye imzalamasına yol açan, yüreğini zapt eden bu
sarsıcı çılgınlığı biraz olsun anlamaya başlarız.
30
PRENSLERE VAAZ
31
rumlamaya girişti. Altından baş düşer, kilden ayaklar
toza döner. Babil Krallığı'nın yerini alan bütün krallıklar
yıkılacaktır, biri hariç. Bu Tanrı'nın krallığıdır, onun yıkıl
ması imkansızdır.
Prensler, karşılarında krallıkların yıkılışından söz
edilmesinden hoşlanmaz. Bu fikir kederlendirir onları.
Nabukadnezar'ın rüyası bir felaket kehanetidir.
32
yordu. Soylular yüzlerini ekşitti ama iş daha da sarpa
sardı: Müntzer durumun uzlaşma yoluyla çözülebilece
ğini reddediyordu. O esnada ağzı burulmuştu muhak
kak; uzlaşma hayır, böyle olmayacak, ateşle sınanmak
gerekiyor dedi infiale kapılanlara karşı. Çünkü mukte
dirler hiçbir şey vermezler, ne ekmek ne de hürriyet. İşte
o sırada Müntzer, onlara en korkunç sözünü söyledi.
Dük Johann' a, veliaht prense, Başyargıç Zeiss' e, belediye
başkanına ve Allstedt meclisine kılıçtan, yoksullardan,
Nabukadnezar'dan ve Tanrı'nın gazabından sonra şöyle
dedi: KAFİR HÜKÜMDARLAR ÖLDÜRÜLMELİDİR.
33
YAZ KAPIYA DAYANDI
34
lar, yarım ağızla itiraf edilmiş pişmanlıklar, sırlar ve insan
ruhunun mümkün olan bütün eğilip bükülmeleriyle in
celikli, ustalıklı, kesinlikle beklenmedik ve aynı zamanda
utanç verici bir hikaye anlatmak gerekir bunun için.
Yine de sıkıntı dolu iki uzun dönemin arasında ses
ler yükseldi. Sıkıntılar ne kadar süreklilik kazanırsa ses
ler o kadar aksak çıkar. Ve otorite ne kadar bütünleşmiş
görünürse sesler o kadar bireyselleşir. Müntzer bir sesti.
Prens ya da hizmetkar, zengin ya da fakir, Tanrı'nın hepi
mizi aynı oluk çamurundan şekillendirdiğini, aynı sandal
ağacından yonttuğunu haykırdı.
Müntzer deliydi, doğru. Bağnazdı. Evet. Mesihçiydi .
Evet. Müsamahasızdı. Evet. Yakıcıydı . Belki . Yalnızdı. Bir
anlamda. Şöyle yazmıştı: "Dinle, sözlerimi senin ağzına
koydum, seni bugün insanların ve imparatorlukların üze
rine koydum, kökünden sökesin, parçalayasın, yıkıp sa
vurasın, altüst edesin, inşa edesin, ekesin diye." Şunu da
yazmıştı: "Bırakın savaşsınlar! Dinsiz ve güçlü tiranların
mahvını getirecek zafer harikuladedir." Ayrıca: "Sevgili
kardeşlerim, bunca bekleyiş, bunca tereddüt yeter! Gün
bugündür. Yaz kapımıza dayandı . Kafirlerle dostluğa son
verin, Tanrı kelamının var gücüyle etki etmesine engel
olur onlar. Prenslerinize dalkavukluk etmeyin, aksi halde
kendinizi onlarla birlikte mahva sürüklersiniz. Uysal
alimler bana gücenmeyin, başka türlü konuşmak elimden
gelmez." Ya biz, bizim elimizden gelmeyecek olan ne?
35
SIRADAN İNSANIN İSYANI
36
ilham alıyordu; evet Tanrı'dan ilham alıyordu fakat Tanrı
yaranın ta kendisiydi, onunla ilişkimiz belirsiz, "hüsran
ve uyuşuklukla kararmış kağıt tomarıydı ."'
Müntzer Allstedt'da, Thüringen'deki isyanı örgütle
meye çalışırken diğer vaizlerden koptu. Vaziyet toplum
sallaştı, çığırından çıktı. Destekçileri arasındaki hali vak
ti yerinde kesim korkmaya başladı . Müntzer ayrıcalıkla
rın, mülkiyetin, devletin olmadığı bir dünyadan bahsedi
yordu. Zulme karşı şevkle hareket ediyordu. Luther için,
"Wittenberg'de müreffef bir hayat süren et parçası" di
yordu. "Bütün dünya büyük bir darbeyle sarsılmalı," di
yordu. "Yoksulları kendilerine düşman eden senyörlerin
kendileri. Ayaklanmanın sebeplerini ortadan kaldırmaya
yanaşmazlarsa, uzun vadede nasıl düzene girecek her
şey? Ah haşmetli efendiler! Tanrı'nın eski çömlekleri de
mir çomakla parçaladığını görmek ne güzel olacak! Bu
nu söylediğim andan itibaren bir asiyim . Haydi ilerleye
lim! " Ve ilerledi.
l. Çağdaş Fransız şair Jacques Dupin'in l'Embrosure eserinden bir alıntı. (Y.N.)
37
ğırdı. "Onlar hayatta olduğu sürece insan korkusundan
kurtulamazsınız. Onlar üzerinizde hakimiyet kurduğu
sürece size Tanrı' dan bahsedilemez. Haydi, haydi ilerle
yelim gün ışıdığı sürece! Takip edin ! İsa' yı takip edin !"
Sonra Kurt von Tutcheroda ona katıldı, Heinrich
Hack ona katıldı, Christoph von Altendorf ona katıldı.
Müntzer mektup üzerine mektup yazdı, ilk savaşı yazıyla
verdi. Yazmayı iyi bilirdi; diri ve ölümcül bir şey vardı
onda, alev alev yanan bir kin, kötücül bir zihniyet ve aynı
zamanda nezaket. Nietzsche, Müntzer'in taşkınlığından,
onun aşırılığından gizlice ilham alacaktı. Fakat Müntzer
eylem insanıydı, yazdıkları sürükleyip götürüyordu onu.
Sıradan insanı, avamı küçük görmezdi. Müntzer nergis ve
devedikeniydi, ısırganotu ve cansuyuydu. Daniel' ın söy
lediklerini aktarıyordu: "İktidar halka verilecek." Nietzs
che ise bundan çok uzaktır.
38
sına ait -bugün Wartburg Müzesi'nde bir köşede, fazla
sıyla aydınlatılmış camın altında duran- çok güzel port
resinde şişkin alnını, pörtlek gözlerini, asık suratını ve
yağlı derisini görebilirsiniz.
1504 yılı civarında Philipp dünyaya gelirken oradan
çok uzakta, Hıtay'da1 iyi yürekli Shen Zhou, portakalları
ve kasımpatıları resmediyordu. Önce zihninde çizmişti
bunları, yaprak yaprak, zar zar, parça parça, çekirdek çe
kirdek çizmişti. Ve o gün, uzun bir rulo üzerine bunları
boyayacağı sırada buz gibi bir rüzgar esti. 13 Kasım 1 504
günü, mürekkep rulosuyla açık renkler birbirinin üstüne
katlandı. Manzara üzerinde kuşlar uçuştu, münzevi ba
lıkçı kafasını kaldırdı, kestaneler suya düştü, kayık bir
anlığına kıyıdan uzaklaştı. Ve taşların arasında filizlenen
uzun otların içinden, ölü dalların arasından, zamanın kü
çük yengeci ressamın parmaklarını gıdıklamaya geldi.
Shen Zhou yaşlıydı, nehir kıyısında oturuyordu; cansu
yunun ve soluğunun birazının kendisinden uzaklaştığını
hissetti; ayın yuvarlak görüntüsü kovanın içine aksetti.
Biraz gri ve siyah dokunuş eklendi, bir yaprak öldü . Res
sam olarak kendini yavaş ve geç ortaya koymuştu, ölü
müyse yumuşak olacaktı. Manzaralar, çiçekler, hayvanlar
resmetmişti, bodur ağaçlardan oluşan bir ormanın içinde
öldü . Tam o sırada, binlerce kilometre ötede Hessen'li
Philipp yani ileride Hessen prensi olacak beş yaşındaki
küçük çocuk, sanki eski zamanlardan çıkıp gelen tuhaf
bir ürperti hissetti. Dalın biri duvarı sıyırdı, gece ilerli
yordu . Çakılların ve kuşların Çinli ressamının, Hessen
prensiyle esrarengiz bir ruh akrabalığı olup olmadığı
umurunuzda değilse bile fanteziler yine de hakikate gi
den yollardan biridir. Tarih Philomela'dır ve ırzına geçil-
39
diği, dili kesildiği, ormanların derinliklerinden geceleri
ıslık çaldığı söylenir.
40
gitgide büyüdüğünü öğrenince Sachsenhausen kentini
isyana çağırdı: "Kartalın yuvasına saldırın!"
Tehdit iyice belirginleşti; prensler kendilerini topar
ladı. Hessen prensi, Frankenhausen ile Franconia'da bu
lunan diğer köylü birlikleri arasındaki bağlantıyı kopar
dı. 12 Mart 1525'te Müntzer yola çıktı. Yanında tıpkı
Gideon gibi üç yüz adam vardı, daha fazlası değil. Efsa
neyi tekrarlayacağına inanıyordu. Kutsal Kitap' taki gibi
harbe gidiyordu, dualar ederek, sevinçle, bir mucize bek
lentisiyle, dünyanın sonu gelmişçesine.
41
SON MEKTUPLAR
42
kaygı duymaya öyle bir alıştırmışlardır ki prenslerin sö
züne bir kere daha kanmaya hazırdırlar. İnsan hep baba
sının sözüne inanmayı tercih eder. Arzumuz onun kütü
ğüne uyum sağlar.
Müntzer müzakerelerden çekiniyordu, tuzak koku
su alıyordu bu işten. Prenslerin onları içine hapsettiği
efsunu kırmak için, Albrecht'in danışmanlarından biri
olan Manderscheid Kontu'na zehir zemberek bir mek
tup gönderdi: "Martin'ci pisliğinin içinde debelenirken,
Hezekiel'in XXXIX. bölüm, 1 7-20'de ne söylediğini hiç
duymadın mı? Tanrı gökteki tüm kuşlara prenslerin etini
yemelerini ve hayvanlara hiç düşünmeden önemli şahsi
yetlerin kanını emmelerini emreder. Vahiy Kitabı'nın
XVIII . ve XIX. bölümlerinde yazanı okumadın mı?" Da
ha ileride Daniel'den alıntı yaparak, "Tanrı'nın iktidarı
halka verdiğini" belirtip mektubu şöyle imzaladı: Gide
on 'un kılıcını kuşanmış Thomas Müntzer. Sert çıkmıştı.
Yıpratma stratejisini boşa çıkarıp onu çarpışmaya itmek
için kontun gururunu yaralamaya çalışmıştı şüphesiz.
Kautsky bunu iddia ediyor. Bloch da böyle düşünüyor.
Engels herhangi bir şey söylemiyor. Tanrı ise bu konuda
sessizliğini koruyor.
Müntzer, Almanca ayini yasaklayan Kont Ernst'i
unutmadı. Ona gönderdiği birçok mektupta şöyle yazdı:
"Söyle bakalım zavallı, sefil kurtçuk torbası (mektup böy
le başlıyordu) , Tanrı'nın kendi kanını akıtarak günahtan
kurtardığı bu halka kim prens yaptı seni?" Gün güzel
başlamıştı zira gerçekleri duymak her zaman faydalıdır.
Sonra şöyle devam etti: "Küçüklerin karşısında eğilmeyi
kabul etmezsen, bil ki derhal icra edilecek bir emir var
elimizde, sana bildiriyorum: Ebedi ve diri Tanrı, bize ve
rilen güçle seni tahtından söküp alacağımızı vaat etti.
Çünkü sen Hıristiyanlık alemi için faydasızsın, Tanrı
dostlarının mahvı ve felaketisin, yuvan parça parça edi-
43
lip çiğnenecek. Cevabın hemen bugün elimize ulaşsın:
Sakın kendini. Tanrı'nın bize buyurduğu görevi hiç vakit
kayb etmeden yerine getireceğiz; elinden geleni ardına
koyma. Yoldayım .'' İki mektup yerine ulaştırıldı . İkisi de
cevapsız kaldı .
44
KELİMELER
45
sildiklerini, düzmece olanı yazmayı kabul ettiklerini dü
şünmek tuhaf
Ne var ki sahte söz bile satırların arasından bir haki
kat ışığı sızdırır. Daha işin başında, dehşete düşmüş bir
hayranlık çığlığıyla, "Ayaklanan köylüler değil, Tanrı ! " di
yecektir Luther. Fakat Tanrı değildi . Ayaklanan düpedüz
köylülerdi . Tanrı 'yı açlık, hastalık, zillet, paçavra olarak
adlandırmak istiyorsanız başka tabii . Ayaklanan Tanrı de
ğil karşılıksız ve zorunlu çalışm aydı, tımar vergisiydi, aşar
dı, ölenlerin mallarına el koyma hakkıydı, toprak kirasıy
dı, haraçtı, yol harcıydı, saman hasadıydı, ilk gece hak
kıydı, kesilmiş burunlar, oyulmuş gözlerdi, işkence çarkı
na gerilmiş, kerpetenle parçalanmış, yakılmış bedenlerdi .
Ahirete dair didişmeler aslında dünya işleriyle ilgilidir.
Saldırgan teoloj ilerin üzerimizde h ala sahip olduğu tesir
budur. Onların dilini sırf bu yüzden anlarız. Onların az
gınlığı, sefaletin şiddetli bir ifadesidir. Avam tabaka yeni
den ayaklanıyor. Köylülere saman ! İşçilere kömür! Yol
işçilerine kuru toprak! Serserilere para ! Bize de kelime
ler! Nesnelerin bir başka çırpınışı olan kelimeler.
46
FRANKENHAUSEN MUHAREBES İ
47
da düzensizce toplanmış, öylece duruyorlardı, hiçbiri
tam olarak bilmiyordu neler olup bittiğini .
Önce bir çığlık duyuldu . Birkaç süvari düzensiz ka
labalığın saflarını yardı, sonra atları iki kamp arasında
durdu . Biraz yağmur yağdı . İnsanlar büyük, ölü ağaçların
altına sığındı. Askerler demirden zırhlarının altında ter
döküyorlardı. Uzakta, köylüler arasında bazı karaltıların
hareketlendiğini gördüler.
48
atışı yeniden başladı . Toplarl a biçilen köylüler çılgınca
koşuyordu . Prenslerin tarafında piyadeler arkebüzlerin
arkasına konuşlanmış, gelecek emirleri bekliyordu . Sü
variler de bekliyordu . Müntzer adamları yüreklendiriyor,
Tanrı'ya güvenini haykırıyordu, kollarından tutup çeki
yordu onları, ne yapıyordu bilmiyorum ama muhteme
len gözlerinden yaşlar boşanıyordu, öfkeden köpürüyor
du . Bedenler otların arasında yalvarıp yakararak inildi
yordu . Ulu ağaçlar çaresizlik içinde koll arını kaldırıyor
du . Gökyüzü şimdi engin, korkunç bir maviydi . Tam o
sırada bir başka haykırış, daha ziyade bir uluma, uğultu
duyuldu. S aldırıya geçen piyadelerle süvarilerdi bunlar.
O ana kadar sağlam duran ilk sahaki köylüler dağıtıldı .
Karşı tarafta, birkaç atlı tırpan darbeleriyle yere yu
varlandı. Köylüler onların üzerine atıldı, zırhlarını p arça
ladı ve sonra da kendi atlarının ayakları altında ezilmeye
bıraktılar. Fakat birliklerin büyük bölümü ön cepheyi
yarmıştı. İ ki ya da üç noktada direniş sürüyordu. Köylü
ler küçük ve sıkışık gruplar oluşturuyor, atları hırpalıyor,
kol ve bacak zırhlarına, neyi bulurlarsa oraya sertçe ası
lıp adamı düşürüp gebertinceye kadar çekiştiriyorlardı .
Fakat süvarilerin donanımı onlara öyle bir üstünlük
sağladı ki direniş çok çabuk kırıldı . Hessen 'li Philipp
daha sonra bizzat şöyle yazacaktı: "Birliklerimizle birlik
te harekatı hızlandırdık ve elimize düşen herkesi katlet
tik. Hemen arkasından şehre baskı n yapıp kontrolü ele
geçirdik ve orada bulunan herkesi öldürdük, şehri yağ
maladık ve böylece, Tann'nın yardımıyla, o gün zafere
ve galibiyete eriştik, hayırlı bir işi tamamlayıp yerine ge
tirmiş olma umuduyla, Kadir-i Mutlak'a şükran borçlu
yuz elbette." Dört bin kişi ölmüştü .
49
B OYNU VURULAN MÜNTZER
50
palarından ve gözleri oyulduktan sonra hayatının bağış
landığını biliyoruz. O sırada hamile olduğu, dayak yediği
ve hakarete uğradığı anlatılanlar arasında . Tek bir mek
tubu var elimizde, bir dilekçe : "İçinde bulunduğum bü
yük sefaleti ve yoksull uğu Prens Hazretleri 'nin göz
önünde bulundurmasını acizane istirham ederim. Prens
Hazretleri'nin man astıra dönmem yolunda lütufkar bir
düşüncesi olduğunu duydum . Kendisinden dilediğim ih
san da budur." Ernst Bloch, bu mektubun tutarsızlıkl arla
dolu olduğunu yazar, bana sorarsanız yürek paralayıcı.
Müntzer'in çocukları olduğu da söylenir. Zulümden
kaçmak için adlarını değiştirmek, "bozuk para", "sadaka"
anlamlarına gelen, biraz kısaltılmış Münzel adını benim
semek zorunda kalmışlardı .
51
Şimdi ölecek Müntzer. Ölecek. Otuz beş yaşında .
Öfkesi onu buraya taşıdı. Buraya kadar. Bedenini burdu
lar, kollarını, bacaklarını, kan kaybetti. Takatinin sonuna
geldi .
Sonra balta yükseldi . Yüzlerce surat o tarafa bakı
yordu . Dehşet içinde izliyorlardı, olanları tam olarak an
ladıklarından emin değillerdi . Dilenciler, debbağlar, orak
çılar, zavallı herifler bakıyorlardı, bakıyorlardı ! Peki ne
gördüler? Büyük bir mihnet altında küçük bir adam gör
düler. Bedeni zincire vurulmuş kendileri gibi bir adam.
İnsan ne kadar da küçük, kırılgan ve şiddetli, değişken ve
katı, coşkulu ve ıstırap dolu. Bir bakış. Bir yüz. Bir deri .
Birden balta indi, boynunu biçti. Ah ! Ne kadar ağırdır
bir kelle, birkaç kilo kemik ve pelte. Ve nasıl kan fışkırır
ondan ! Kellesi kazığa geçirilecek. Bedeni idam sehpası
nın üzerinde sürüklenip köpeklere atılacak. Gençlik
sonsuzdur, eşitliğimizin sırrı ebedidir ve yalnızlık olağa
nüstüdür. Şehitlik ezilenler için bir tuzaktı r; arzu edilesi
tek şey zaferdir. Anlatacağım.
52
On a l t ı n c ı y ü z y ı l Avru p a ' s ı : Protestan Refo r m u Katol i k K i l i s e s ı ' n e . g ü ç l ü lere
h e m e n s a h i p o l m a d ı k l a r ı n ı s o rg u l a maya b a ş l a r . B u n u n n e t i c e s i n d e . m u k
ted i rl e r l e a ra l a r ı n d a k ı s a s ü rede a l ev l e n e n ş i d d e t l i b i r m ü ca d e l e p a t l a k
v e r ı r . Ta r i h e d a m g a s ı n ı v u ra c a k b u m ü c a d e leye b i r i l a h ı y a t ç ı ö n d e r l ı k e d e
ve s ı ra d a n i n s a n l a r ı n h i kôyesi.
yazı l d ı ğ ı a n l a rd a n b i r i n e g ö t ü rüyor. Ya k l a ş ı k 5 0 0 y ı l ö n c e g e r ç e k l e ş m e s i n e
ka r ş ı n g ü n ü m üze d e k u za n a n e ş i t s i z l i k l e r l e i l i ş k i s i n i h ô l ô ko ruyan b u i s ya n ı
ke n d i n e özgü ü s l u b u y l a y e n ı d e n yo r u m l uyor.
b i r p a r ç a s ı . e ş i t s i z l i ğ i n öfke l i b i r i f ş a s ı . "
T h e N e w Yorker
I S B N : ., ?ı!ı - ., 7 5 - 0 7 - 5 2 5 7 - 5
1 7,5 TL