Professional Documents
Culture Documents
Konu devam ediyor. Sayfayı çevirin. Konu bitti. Sonraki içeriğe geçin.
Arkeo Duvar / 2
Kapak görseli: Attika Siyah Figür Kyliks/İçki Kabı,
MÖ 560-550, British Museum.
Yayın Sahibi: AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir
Genel Yayın Yönetmeni: Barış Avşar
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Murat İnceoğlu
Yazı İşleri Müdürü: Nuray Pehlivan
Katkıda bulunanlar: Abdullah Deveci, Seval Konak, Çiler Çilingiroğlu
Yönetim Yeri: Harbiye Mahallesi, Cumhuriyet Cad. Seyhan Apartmanı. No 36/5 Şişli/
İstanbul. Santral: (212) 3463601, Faks: (212) 3463635
e-posta: info@gazeteduvar.com.tr
Arkeo Duvar’da yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı
AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak
gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.
Arkeo Duvar / 3
Editörden
Merhaba…
***
Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce Doğu Akdeniz’de ilk olarak yavaş yavaş baş-
layan, daha sonra ivme kazanan tarım faaliyetleri insan yaşamının her alanını
etkiledi. Bu esnada tek değişen insanların yaşam biçimi veya geçim ekonomileri
değildi. Tahıl ve bakliyat gruplarının evcilleştirildiği, hayvanların ıslah edildiği bu
zaman diliminde insanın doğayla olan ilişki tarzı da temelden bir dönüşüme uğ-
radı. “Neolitik Devrim” pek çok şeyi bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değiş-
tirdi…
***
Anadolu coğrafyasının tahıl ve bakliyatların evcilleştirilmesinde oynadığı rol ise
çok özel. Hatta beslenmemizin temelini oluşturan ürünlerin yaban ataları ilk
olarak bu topraklarda yetişmişti. Buğday, arpa, mercimek, bezelye, nohut besin
yönünden zengin bu bitkilerin en bilinenleri... Ancak Anadolu’nun bu ekolojik ve
tarihsel zenginliğine rağmen, Türkiye son yıllarda buğday ithal eden bir ülke ko-
numuna geldi. Oysa Türkiye, tarih boyunca tüm dünyanın etkilendiği savaş dö-
nemleri dışında buğday ithal etmedi. Ne oldu da yakın dönemlerde buğday ithal
eder olduk? Üstelik bu sadece siyasetçilerin ve tarım politikaları ile ilgili kurumla-
rın karar vereceği bir konu değil. Çünkü sonuçları hepimizi etkiliyor!
***
Bu sayımızda tahıl ve bakliyatların tarih öncesi dönemlerden itibaren Anadolu’da
başlayan serüveninden kesitleri, tarımın gelişim ya da gerileme sürecini, arkeoloji
biliminin ortaya koyduğu verilerden yola çıkarak sunmaya çalıştık.
Keyifli okumalar…
Nuray Pehlivan
Arkeo Duvar / 4
KAZI/ANI
Şemsiyetepe Kazısı/
Muhibbe Darga
Fırat’ın doğu kıyısındaki Şemsiyetepe Höyüğü, 1978-1989 yılları arasında Prof.
Dr. Muhibbe Darga başkanlığında bir ekip tarafından kazıldı. Türkiye’de Önas-
ya Arkeolojisi, Hitit Dili ve Arkeolojisi alanında önemli isimlerden olan Muhibbe
Darga tarafından yapılan kazılar sonucunda Roma döneminden Kalkolitik Çağ’a
uzanan zaman dilimine ait bulgular elde edildi. Şemsiyetepe Höyüğü’nde Roma
dönemi garnizonuna ait olabilecek taş temel kalıntıları ve höyüğün eteklerinde
bu garnizona uzandığı anlaşılan 2 m genişliğinde taş kaplama bir yol ortaya çı-
kartıldı.
Höyükte ayrıca İlk Tunç Çağı III dönemine ait bitişik nizamda ortak taş duvarları
olan dikdörtgen planlı konutların oluşturduğu bir köy yerleşmesi ortaya çıktı. Du-
varları çamur sıvalı ve kirli beyaz badana izlerinin tespit edildiği mekanlarda, du-
var diplerinde sekiler ve at nalı biçiminde tabanlı ocaklar ele geçti. Şemsiyetepe
kazıları, taştan konutları ve boyalı çanak çömlekleri ile MÖ III. binyılda Anadolu
ve Kuzey Mezopotamya ilişkilerine dair önemli bilgiler sunar.
Arkeo Duvar / 5
BU SAYIDA...
7 84
Tarım nerede, neden, nasıl Tarım Devrimi: Bir zorunluluk
başladı? Yaşamda neleri muydu yoksa seçim mi?
değiştirdi? Çiler Çilingiroğlu
Mehmet Özdoğan
97
19 Üzüm ve incir: Amos’un tarlaları
Hitit devletleşme sürecinin en
Fatih Onur
önemli unsuru: Tarım
Metin Alparslan
107
26 Her dönemin gözdesi: Gül
Fikret Özcan
‘Türkiye’nin krizden çıkış
politikaları, Osmanlı’nın
güncellenmiş hali gibi’ 115
Nuray Pehlivan Kırsal kimliğin yaşayan tanıkları:
Tarım terasları
39 Adnan Diler
19. yüzyılda derin yoksulluğun
resmi: Millet’nin ‘Toplayıcılar’ı
Abdullah Deveci 124
Eski Roma’da tarım
45 Ali Güveloğlu
Tarımın mitolojisi: Tohum, teknik
ve mevsim döngüsü
Selim Martin
131
Zaman içinde müzik: Altınçağ
60 (Geç Rönesans)
Tarımın uzak geçmişinden yakın Evin İlyasoğlu
geleceğimize
Elif Koparal 135
ArkeoKitap: Antik toplumların
tarım sosyolojisi
71
Uygarlığın can suyu: Şarap
Baykal Başdemir
Tarım nerede, neden,
nasıl başladı?
Yaşamda neleri değiştirdi?
“İnsanlar kesin olarak şu tarihte topladıkları tohumları ekerek
tarıma başladılar” demek olası değildir. Ancak yine de kazılarda
av hayvanlarına ait kemiklerin sayısı azalırken, tahıl işlemede
kullanılan aletlerin sayısının artması, ambar gibi tahılların
saklanacağı yerlerin gelişmesi ve tahılların çekiciliği ile sayısı
artan fare kemiklerinin çoğalması gibi göstergeler etkin tarıma
geçildiğinin kanıtlarının yalnızca bazılarıdır.
Arkeo Duvar / 7
Neolitik Devrim’in sonuçları daha sonra kentleşme, devlet oluşumundan
başlayarak Endüstri Devrimi’ne kadarki sürecin kurgusunu oluşturdu. Üst
Paleolitik dönemde insanlar el becerilerini geliştirerek doğal çevreleri ile
farklı bir ilişki kurmaya, bulundukları bölgeye göre yeni besin kaynakları-
na yönelmeye başladı. İnce işçiliğin yanı sıra soyutlama yetilerini geliştiren
Homosapiens’in havada dönmeden giden, aerodinamik özelliklere sahip,
esasen basit bir makine olan ok ve yayı geliştirmesi onu uzman avcı duru-
muna getirirken, olta ve zıpkın gibi aletleri yapabilmesiyle su ürünlerinden
de yararlanmaları insan nüfusunun hızla artmasına yol açtı.
Arkeo Duvar / 8
Bu dönemde av ve su ürünlerinin yanı sıra insan toplulukları çevrelerinde
var olan yenebilir bitkileri, özellikle yemiş ve kökleri de daha iyi tanıyarak
beslenmelerini çeşitlendirdi. Üst Paleolitik dönemin ortalarındaki iklim sa-
lınımı giderek etkisini arttırarak ‘Buzul Çağı’ olarak adlandırılan, orta ku-
şakta on beş bin yıl kadar süren olumsuz çevre koşullarının yerleşmesine
neden oldu. Otçul hayvan sürüleri önbuzul kuşağının hareketine göre otlak
alanlarını sık sık değiştirdiler. Bu süreçte insan toplulukları bulundukları
doğal çevre ortamına bağlı olarak farklı beslenme alışkanlıkları geliştirdi.
Beslenmelerini otçul sürü hayvanlarına bağlayan avcı topluluklar da hay-
van sürülerini izleyerek sürekli olarak yer değiştirdi.
Arkeo Duvar / 9
Anadolu’nun tarıma yönelmesi
Başta buğday, arpa gibi tahıllar ile mercimekgillerin tarımı Güneydoğu Ana-
dolu’da, özellikle Karacadağ çevresinde başladı. Bu bir rastlantı değil; Ka-
racadağ’da yeni oluşan doğal çevre ortamının avcılıkla geçinen kalabalık
insan topluluklarının bir yerden diğerine göç etmeden rahatlıkla geçinebi-
leceği bir ortamı sağlamış olmasıdır.
Arkeo Duvar / 10
Tahılların yabanıl ataları, tarıma alınmış günümüzdeki türlerden çok fark-
lı özelliklere sahiptir, taneleri çok daha küçük ve üzerlerinde fazladan bir
kapçık daha vardır. Ancak daha önemlisi yabanıl tahılın başak verdiğinde
tanelerin kendiliğinden dökülerek çevreye saçılmasını sağlayan bir dokusu
vardır, günümüzdeki tahıllar gibi toplayarak taşımaya uygun değildir. Bu
nedenle diğer bitkilerle karışık olarak yetiştiği ortamda biriktirilecek kadar
toplanamaz, toplanabilmesi için diğer otsu bitkiler ile rekabet etmediği bir
ortam gerekir. Buğdayın başak tutması için bahar yağışları yeterlidir, ku-
rak geçen yazdan etkilenmez. Buna karşılık böylesi bir ortamda diğer otsu
bitkiler barınamaz. Karacadağ’da günümüzde yabanıl buğday halen tarla
şeklinde yoğun bir örtü olarak doğal ortamdaki varlığını sürdürebilmiştir.
Büyük bir olasılıkla yabanıl buğdayı nitelikli besin olarak gören insanlar ta-
neleri toplamaya çalışmış, toplayabildiklerini de yerleşim yerlerine getirmiş
olmalıdır. Kuşkusuz bu toplamada, toplamaya daha elverişli olan, sapa di-
ğerlerine göre daha bağlı olan taneler ister istemez öne çıkmıştır. Bu süreç
kuşaklar boyu sürdükçe toplamaya elverişli tanelerin oranının da artmış
olacağını düşünebiliriz.
Tek bir tahıl tanesinin besin için hiçbir çekiciliği olmadığı gibi, avuç dolusu
da toplasanız besin kaynağı olarak görülemez. Taneler kuruyup sertleşti-
ğinde yenmesi daha da zor ve tatsız olur. Buna karşılık biriktirilip saklana-
bilme gibi diğer besinlerde olmayan bir özelliği vardır. Eğer nasıl yararlana-
cağınızı biliyorsanız yazın toplayıp, kışın diğer besin kaynakları azaldığında
yararlanabileceğiniz güvenilir bir besin kaynağı olur. Genel olarak bu tür
sert taneli, tahıl türü bitki ve yemişler ya haşlanıp sulu aş olarak değerlen-
dirilir ya da dövüp, öğütülerek un haline getirilir. Un elde edildikten sonra
bunun mayalandırılması, başka bitkilerle karıştırılması, ateşte közlenmesi
gibi değişik kullanımları olabilir. İnsanlar söz konusu tahıllardan yararlan-
maya çanak çömlek öncesi dönemde başladılar, dolayısı ile un ve tahıllar-
dan sulu aş olarak yararlanmaları söz konusu değildir. Buna karşılık öğü-
tücü taş aletlerin en eski örneklerini Üst Paleolitik dönemin ortalarından
itibaren farklı bölgelerden biliyoruz; olasılıkla bunlar sert taneli yemişlerin
ezilmesi için geliştirildi. Zaten Ön Asya Epi-Paleolitik dönem kazı yerlerinin
Arkeo Duvar / 11
birçoğunda öğütücü taş aletler bulunmuştur. Esasen sorun tahıllardan na-
sıl yararlandıklarından çok, tahılları ne zaman etkin olarak kullandıkları ve
tarımın nasıl olup da yaşamın temeli durumuna geldiğidir.
Arkeo Duvar / 12
bilimciler bu şekilde iyi korunmuş örneklerle alt türlere, yabanıldan tarıma
alınmış türe geçişin hangi aşamasında olduğuna kadar pek çok ayrıntıyı
hassaslıkla tanımlayabilirler. Yine aynı şekilde yanmış bitki sapları, fitolitler
de taneler kadar aynı hassaslıkta olmasa da tür tanımında kullanılır.
Tek bir tahıl tanesinin besin için hiçbir çekiciliği olmadığı gibi, avuç dolusu
da toplasanız besin kaynağı olarak görülemez. Taneler kuruyup sertleşti-
ğinde yenmesi daha da zor ve tatsız olur. Buna karşılık biriktirilip saklana-
bilme gibi diğer besinlerde olmayan bir özelliği vardır. Eğer nasıl yararlana-
cağınızı biliyorsanız yazın toplayıp, kışın diğer besin kaynakları azaldığında
yararlanabileceğiniz güvenilir bir besin kaynağı olur. Genel olarak bu tür
sert taneli, tahıl türü bitki ve yemişler ya haşlanıp sulu aş olarak değerlen-
dirilir ya da dövüp, öğütülerek un haline getirilir. Un elde edildikten sonra
bunun mayalandırılması, başka bitkilerle karıştırılması, ateşte közlenmesi
gibi değişik kullanımları olabilir. İnsanlar söz konusu tahıllardan yararlan-
maya çanak çömlek öncesi dönemde başladılar, dolayısı ile un ve tahıllar-
dan sulu aş olarak yararlanmaları söz konusu değildir. Buna karşılık öğü-
tücü taş aletlerin en eski örneklerini Üst Paleolitik dönemin ortalarından
itibaren farklı bölgelerden biliyoruz; olasılıkla bunlar sert taneli yemişlerin
ezilmesi için geliştirildi. Zaten Ön Asya Epi-Paleolitik dönem kazı yerlerinin
birçoğunda öğütücü taş aletler bulunmuştur. Esasen sorun tahıllardan na-
sıl yararlandıklarından çok, tahılları ne zaman etkin olarak kullandıkları ve
tarımın nasıl olup da yaşamın temeli durumuna geldiğidir.
Arkeo Duvar / 13
tanenin biçimini korumuş
olması gerekir. Genellikle ev
ya da ambar yangınları rüz-
gârsız sakin ortamda olduğu
için kömürleşmiş tanenin ay-
rıntılı tanımı yapılabilir. Arke-
olojik kazı bulguları üzerinde
çalışan bitki bilimciler bu şe-
kilde iyi korunmuş örnekler-
le alt türlere, yabanıldan tarı- Meşe palamutu, pelit.
ma alınmış türe geçişin hangi
aşamasında olduğuna kadar pek çok ayrıntıyı hassaslıkla tanımlayabilirler.
Yine aynı şekilde yanmış bitki sapları, fitolitler de taneler kadar aynı has-
saslıkta olmasa da tür tanımında kullanılır.
Arkeo Duvar / 14
de kazılarda av hayvanları-
na ait kemiklerin sayısı aza-
lırken tahıl işlemede kul-
lanılan aletlerin sayısının
artması ambar gibi tahılla-
rın saklanacağı yerlerin ge-
lişmesi, yaşam düzeninde-
ki değişiklikler ve tahılların
çekiciliği ile sayısı artan fare
kemiklerinin çoğalması gibi Neolitik dönemde tahılların işlenmesinde kullanılan
göstergeler etkin tarıma taş aletler.
geçildiğinin kanıtlarının yal-
nızca bazılarıdır.
Arkeo Duvar / 15
Tarım ve yaşamın kurgusunun değişimi
Tarımın gereği olarak doğadaki bir toprak parçasının büyük emek vererek
değer üretecek şekilde dönüştürülmesi ister istemez o toprağın bireysel
sahiplendirilmesini gündeme taşıdı. Bu durum ileride “tapu” olarak tanım-
lanan toprağın bireyin üzerine geçirilmesiyle çözümlendi. Bu dönüşümün
gereği olarak ortaya çıkan ikinci sorun, sahiplenilen toprağın geleceği, top-
rağın kime ve nasıl aktarılacağı oldu. Bu sorunun çözümü ise miras huku-
kuyla sizin ardılınızın kim olacağının belirlenmesi oldu. Etnografik veriler,
tarıma geçmemiş avcı topluluklarda bireylerin çocuklarının mirasçı ardılı
olarak görülmediğini gösteriyor. Dolayısıyla tarıma dayalı bir yaşam biçi-
miyle birlikte ister istemez tapu, miras, aile, mirasçı gibi yeni ve belirleyici
kavramlar da ortaya çıktı.
Tarım eğer beslenmenin temeli olacak kadar yoğun olarak yapılıyorsa bire-
yin ötesinde iş gücü gerektirir. Bu, kimi durumlarda süreçle birlikte gelişen
miras hukukuyla bağlantılı olarak, birbiriyle soy bağı olan kalabalık ailele-
Arkeo Duvar / 16
rin birlikte çalışmasıyla çözümlenebildi; kimi durumda ise “ücretli iş gücü”
gerekti. Bir bireyin mülkü olarak görülen tarlada başkalarının işçi olarak
çalışması, yeni bir toplum düzenini ve toplum katmanlarını ortaya çıkardı.
Bu durumun yansıması, sulu tarım yapmanın gerektiği yarı kurak ve kurak
bölgelerde çok daha abartılı sonuçlar verdi. Sulu tarımla elde edilecek ve-
rim, alan biriminde kuru tarımda elde edilecek ürünün kat kat üzerindedir;
ihtiyaç duyulandan kat kat fazla ürün ortaya çıkar. Genellikle sulu tarımın
yapıldığı bu tür bölgeler Suriye-Mezopotamya örneklerinde olduğu gibi do-
ğal çevrenin çok sınırlı olanaklar sağladığı yörelerdir. Bu durum, elde edi-
len artı ürünün gerek duyulanlar için kullanılmasını, başka bir deyişle artı
ürünün artı değere dönüşmesini sağladı. Esasen sulu tarımın yapılabilmesi
için gereken iş gücü kuru tarımdan kat kat fazladır, oluşan artı değer başka
bölgelerdeki insanların buraya işçi olarak gelmesini sağlayacak “çekim oda-
ğı” oluşturur. Sonuç olarak doğal çevrenin çok sınırlı olduğu, artı değerin
oluştuğu bir bölgede giderek sayısı artan ücretli işçi olarak çalışan bir nüfus
gerekir. Oluşan yeni olgunun temel taşları; bu kalabalığın beslenmesi, dü-
zeni bozmayacak bir şekilde iş yaparak yaşayabilmesi, oluşan artı değere
dayalı bir ekonomi ile ticaretin yapılması, artı değerin korunması, artı de-
ğerle zenginleşen bir toplum katmanının ortaya çıkması, bürokrat, tüccar,
silahlı güç, güçlü yöneticiler, zenginleşmiş ayrıcalıklı toplum katmanı oldu.
Bu dönüşüm, basit tarıma dayalı Neolitik dönem topluluklarının kentleş-
me, devlet, imparatorluk süreçlerinden geçerek Endüstri Devrimi’ne kadar
olan düzenin itici gücü oldu. Buna karşılık sulu tarıma gerek duyulmayan
kuru tarım bölgelerinde Neolitik dönemle birlikte başlayan yaşam, varlığını
gelişen devlet ya da imparatorluklar tarafından sahipleninceye kadar kat-
manları ayrışmamış olarak uzun zaman sürdürebildi.
Arkeo Duvar / 17
2.binyıldan itibaren madenin tarım aletlerinde kullanılması izledi. Ancak bu
değişimin her bölgeye aynı şekilde yansımaması nedeniyle bölgelerarası
farklılıklar daha da abartılı duruma geldi.
Arkeo Duvar / 18
Hitit devletleşme sürecinin
en önemli unsuru:
Tarım
Hititler döneminde tarım, devlet ve buna bağlı olarak da Anadolu
insanı için en önemli yaşam kaynaklarından biriydi. Özellikle Hi-
tit devletleşme süreci için çok önemli bir unsurdu. Bu nedenle Hitit
devleti bu ekonomik faaliyeti korumaya ve desteklemeye çalışmıştır.
Arkeo Duvar / 19
Hititçe metinlerde “arazi ve tarla” kelimeleri için genellikle Sümerce A.ŠÀ ide-
ogramı kullanılırdı. Bu arazileri üç farklı gruba ayırmak mümkündür. Birinci
grup saraya ait topraklardı. Bu toprakların, angarya (Hititçe: šahhan- ve luz-
zi-) karşılığında özel kişilerin kullanımına verilmesi mümkündü. İkinci grup
tapınağa ya da kentlere ait topraklardı. Hitit kralı hem sarayın yani devletin
hem de dinin başı olduğundan bu iki grubun da mutlak hâkimi durumun-
daydı. Üçüncü grup ise özel şahıslara, kral tarafından bağışlanan toprak-
lardı. Özellikle Hitit başkenti Hattuša’da ele geçen toprak bağış belgeleri bu
grup toprakların somut kanıtlarıdır. Onlar, ortasında kralın çivi yazılı mührün
baskısını taşıyan ve bağışlanan
toprakla beraber ne gibi mal-
ların (taşınmazlar) kimin huzu-
runda (şahitliğinde) bağışlandı-
ğını belgeleyen tabletlerdi. Bu
gibi belgelerde kaydedilen tüm
mallar toprakla beraber (mal ve
mülk) o kişinin vefatı durumun-
Boğazköy-Hattuşa’da ele geçen Toprak Bağış
da varislere kalıyordu. Bu sa- Belgesi. (Boğazköy Kazı Arşivi)
yede Hitit devletinde tarım bir
nebze olsun özel kişilerin eline
de geçmiş oluyordu.
Arkeo Duvar / 20
devlet güvencesi altında olduğunu açıkça anlayabiliriz. Yine metinlerden öğ-
rendiğimize göre bağımsız bir çiftçi 4 gün kendisi için, 4 gün ise tımar arazisi
için çalışırdı.
Arkeo Duvar / 21
gömülmüş olarak ortaya çıkarı-
lan küplerden her biri yaklaşık
2000 lt kapasitedeydi. Tapına-
ğın çevresinde yer almasından
dolayı buraya depolanan tahılın
tapınağa ait topraklardan elde
edildiğini düşünebiliriz. Ancak
bu tahılın daha ziyade yıllık kul-
lanım için olduğunu da düşün-
mek gerekir. Boğazköy-Hattuşa’da Büyük Tapınak olarak
adlandırılan tapınağın yakınında yer alan
pithoslu magazinler. (Boğazköy Kazı Arşivi)
Arkeo Duvar / 22
Boğazköy-Hattuşa’da yeraltı siloları için Boğazköy Aşağı Şehir’de 1991 yılında ele
rekonstrüksiyon. (Boğazköy Kazı Arşivi) geçen yanmış tahıl örneği.
(Boğazköy Kazı Arşivi)
kuru tarım yapılması nedeniyle üst üste iki ya da üç kez kötü hasat alınması
sıkça karşılaşılan bir durumdu. Bu gibi büyük siloların olması devleti aç kal-
maktan kurtaran bir önlemdi.
Hitit kanunlarının bir bölümü de tarife ve ücretler ile ilgilidir. Hitit devleti bu
sayede bir fiyat standardı getirmeye çalışmış görünüyor. MÖ II. binyılda he-
nüz para keşfedilmemiş olduğundan Hititler ödeme aracı olarak gümüş kul-
lanıyorlardı. Ödemeler ise o dönemin ağırlık ölçüleriyle şekel = 12,5 gr; mina
= 500 gr. şeklindeydi. Bu kanunlarda belirtilen fiyatlara ve ücretlere ne denli
bağlı kalındığı bilmiyoruz ama maddeler arasında tarım ürünleri ile ilgili bazı
fiyatlar zamanın ölçüleriyle ve günümüz karşılıklarıyla şu şekildedir:
Arkeo Duvar / 23
Tarımda esas olan elbette insan gücüydü. Erkekler ve kadınlar aynı şekil-
de çalışırlardı. Bununla beraber tarımda hayvanlar da çalıştırılırdı. Sabanın
önüne öküz koşulurdu ve hasadı kaldırmak için de yine özellikle öküzler kul-
lanılırdı. Farklı bir şekilde söyleyecek olursak, bugünkü traktörün işini o dö-
nemde öküzler yapıyordu. Bu nedenle kanunlarda tarımsal işçilerin ücreti
yanında öküze verilecek fiyat ya da kira ücreti de yer almıştı:
Arkeo Duvar / 24
Sonuç olarak; Hititler döneminde tarım, devlet ve buna bağlı olarak da Ana-
dolu insanı için en önemli yaşam kaynaklarından biriydi. Özellikle Hitit dev-
letleşme süreci için çok önemli bir unsurdu. Bu nedenle Hitit devleti bu eko-
nomik faaliyeti korumaya ve desteklemeye çalışmıştır. Kanunlarla tarımı fiyat
ve ücret yönünden organize etmiş ve koruması altına almıştır. Devletin ge-
lişmesi ve bir imparatorluk haline gelmesinde tarım en önemli faktörlerden
biri olarak kabul edilmelidir.
Arkeo Duvar / 25
‘Türkiye’nin krizden çıkış
politikaları, Osmanlı’nın
güncellenmiş hali gibi’
Türkiye’nin yaşadığı gıda krizinden çıkış yolu için izlediği politika-
ları, Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren içine düştüğü kriz döne-
mindeki çırpınışın güncellenmiş haline benzeten Abdullah Aysu,
“Tek farkı; Osmanlı dönemindeki ana aktörler ulusaldı. Bugün
ise uluslararası aktörlerin olmasıdır. Halklar değil, şirketler için
dünyanın tek ülke haline geleceği bir dönüşüme uyanacağız” di-
yor.
Nuray Pehlivan
Arkeo Duvar / 26
K endisi de kırk yıldır çiftçilik yapan ve aynı zamanda çiftçi haklarının
korunması konusunda yürütülen mücadelenin en aktif üyelerinden
birisi olan Abdullah Aysu ile Osmanlı’dan günümüze tarım politikalarını
konuştuk.
Abdullah Aysu’ya göre Türkiye hâlâ tarıma ilişkin bilgi birikimi, uzman eleman
ve bilge çiftçilerin olduğu bir hazineye sahip. Ancak bu potansiyele rağmen
içinde bulunduğumuz krizin biteceği yok, en azından kısa erimde öyle bir
durum gözükmüyor, tersine derinleşiyor ve süreklilik arz ediyor. Aysu’ya
göre bu krizden çıkıldığında; küçük ve orta ölçekli çiftçilerin önemli ölçüde
tasfiye olduğu, tarım topraklarının Osmanlı dönemindeki ayan kesiminin
eline geçmesi misali şirketlerin eline geçtiği, gıda denetimine tamamen
şirketlerin sahip olduğunu göreceğiz.
Arkeo Duvar / 27
Asya tipi üretim tarzı geçmişte çok tartışılan ama üzerinde ortaklaşılamayan
ve sonlanmayan bir tartışmadır. Ancak Osmanlı ile Avrupa’daki üretim
tarzlarının aynı olmadığını söylemek pek yanlış olmaz herhalde. Asya üretim
tarzı konusunda, Marx ve Engels’in mektuplarına mutlaka bakmak gerekir.
Marx, 1853 yılında Engels’e yazdığı mektupta; “Bernier haklı olarak Türkiye,
İran ve Hindistan’dan bahsederken, Doğu’daki bütün olayların temelini
toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aramalıdır. Bu doğu cennetinin gerçek
anahtarıdır” diyor.
Belki yazılanları şöyle özetleyebiliriz: Asya’da başka bir üretim tarzı vardır.
Bu üretim tarzının kendisi klasik feodal üretim tarzı değildir. Çünkü klasik
feodalizmde devlet mülk sahibi değildir. Bu anlatımlara göre Asya ülkelerinde
klasik feodal üretim tarzı değil, değişik bir üretim tarzı uygulanmaktadır.
Arkeo Duvar / 28
Marx’a göre, bu Asya üretim tarzıdır. Asya üretim tarzının uygulandığı
ülkelerde, özel mülkiyetin ortaya çıkmamasının nedeni; iklim ve toprak
şartlarından dolayı asli ve tek üretim aracı olan topraktan ürün alınabilmesi
için geniş sulama tesislerine ihtiyaç duyulmasıdır. Toprak ya köyün (komün)
ortak mülkü ya da devletin mülküdür.
Abdullah Aysu.
Arkeo Duvar / 29
‘Osmanlı toprağı verip kenara çekilmemiştir’
İzninizle önce Osmanlı toprak düzeninden kısaca söz edeyim. Miri araziler
devletin mutlak mülkiyetine sahip olduğu, yalnızca hububat ziraatı yapılan
topraklardır. Bağlar ve bahçeler miri arazilerin dışındadır. Bunun temel
nedeni, o dönemde köylülerin geçimi, ordu ve kentlilerin karınlarının
doyurulmasının hububat ekimine, daha çok buğday ve arpa üretimine
bağlı olmasıdır. Tabii afetler dışında kıtlıklar ve kentli isyanlar genellikle
hububat ekiminin azalmasından oluşurdu. Devlet bu nedenle hububat
ekimi üzerinde denetimini eksik etmedi. Tarlaların işlenmesi ve ürün elde
edilebilmesi için kanunlar çıkarttı ve kanunları uyguladı. Aile emek ünitesi
olan “reaya çiftliğini, çift-hane’yi” bu nedenle daima kontrol etti. Buna kısaca
“Miri Arazi Rejimi” diyoruz.
İşte bu miri topraklar ya da arz-ı memleket denilen yerler, öşür, resimler
ve hizmete göre büyük, orta, küçük parçalara ayrılır. Bu şekilde parçalanan
topraklara da dirlik denilirdi. Dirlik sahiplerine sahib-i arz denirdi. Dirlik
sahipleri toprağın rekabesine (çıplak mülkiyetine) sahip değildi. Kural olarak
tasarruf hakkı bile kendilerinde değildi. Toprağı eken çiftçilere yani reaya’ya
aitti. Sahib-i arza bu adın verilme nedeni, öşrü kendisine verilen toprakları
işleyen reaya’nın görevini yapamadığı zaman Sultan’a vekâleten onun
elinden alıp, başka birisine verilebilmesinden dolayıdır. Yalnız dirliklerin
devlete hizmet eden, kanunlara uyan devlet için savaşanlara verildiğini
belirtelim. Bu toprak düzeni aynı zamanda fetih işini teşkilatlandırma işlevi
de görüyordu. Dirlikler büyüklüklerine göre has, zeamet ve tımar olarak
üçe ayrılıyordu.
Arkeo Duvar / 30
Has; Şehzadelere, vezire, beylerbeyine ayrılan topraklardı. Bunların
kaydedilen yıllık hâsılatlarının yüz bin akçeden fazla olması gerekirdi. Has
sahipleri savaşa gidecekleri zaman her beş bin akçe için bir cebeli (silahlı
asker) götürmek zorundaydı. Zeamet; Hasılatı yirmi bin akçeden yüz bin
akçeye kadar olan topraklardı. Her beş bin akçeye bir cebeli (silahlı asker)
sağlamak zorundaydı. Tımar ise; Kayıtlı hasılatı üç bin ile yirmi bin arasında
olan dirliklerdi. Tımar beyleri savaşta ilk üç binden sonra her üç bin akçe için
bir cebeli (silahlı asker) götürmek zorundaydılar. Tımarların hasılatı, has ve
zeamete göre azdı, fakat cebeli götürmek konusunda yükümlülükleri daha
fazlaydı. Tımarların sayısı da has ve zeamete göre daha çoktu. Bu yanıyla
Osmanlı’nın savaş gücünü aldığı yerdi.
Ancak Osmanlı tımar sisteminde toprağı verip kenara çekilmemişti. O
toprağın kendisine, “pınarın suyunun devamlılığı” gibi toprağın üzerinden
gelirin akmasını sağlamıştır. Reayanın alın teri olan ürünün bir bölümüne her
yıl el koymuş, sömürmüştür. Sipahiyi de sömürünün aksaksız sürebilmesinin
memuru olarak görevlendirmiştir. Bu konumuyla sipahiler bir ayağı üretimin
diğer ayağı savaşın yani talanın ve yağmanın içinde olanlardı.
Osmanlı’da pek çok şey de olduğu gibi idealize edilmiş bir anlatı
vardır. Toprak sistemi için de kusursuz anlatılar var ancak sizin de
söylediğiniz gibi işlerin o kadar düzgün gitmediği de bilinen bir gerçek.
Peki, “Çift bozan” hareketleri hem tarım hem de sosyal yapı için ne
anlama geliyor?
Bilindiği üzere Osmanlı 16. yüzyılda büyük bir krize girdi. Köylü, devletten
kullanma hakkını alarak üzerinde üretim yaptığı, uğrunda öldüğü/öldürdüğü
toprağını işlemekte güçlüğe düştü. Krizi atlatmak için vergi türleri artırıldı ve
oranları yükseltildi. Tarımda çalışabilecek genç nüfusun neredeyse yüzde
75’i askere alındı. Diğer yandan böylesi kriz dönemlerinde bazı vurguncular
ortaya çıkar. Bu vurguncular arazi üzerinde fiili mülkiyet kurma çabasına
Arkeo Duvar / 31
girişir. Öyle de oldu… Köylü böyle zorba vurguncular ve vergi verme zorluğu
karşısında bir de köyde kalmaya mecbur olan kesimdi. Fakat bu zulüm ve
sömürü köylünün dayanma gücünü aştığından köyden ayrılma durumu
oluştu. Köyünden ayrılmak zorunda bırakılan, çiftini çubuğunu terk eden
reayaya o zamanlar “çift bozan” adı verilmekteydi. Osmanlı sipahiye,
köyünü terk eden reayayı bulunduğu yerden toprağa geri döndürme
hakkını vermişti. Çünkü her reayanın ürettiği ürünün onda biri tımarlı sipahi
üzerinden öşür olarak devlete gitmekteydi. Yani köylünün köyünü terk
etmesi demek, üreteceği ürünün onda birinden Sultan’ın mahrum kalması
demekti.
Tabi o dönemde köyünü terk eden reayanın yanı sıra sözü edilen vergi
oranının artırılması ile zulüm ve zorbalıktan kaynaklı Osmanlı’ya karşı ardı
ardına isyanlar da oldu. Bu isyanlar da Celali İsyanları olarak adlandırılmıştır.
Celali İsyanlarının az çok bastırıldığı 17. yüzyılın başlarında, köylerde
geniş şekilde toprak ve sürü ağalığı oluştu. Karışıklıklar döneminde kaçan
köylülerin, padişah tarafından tekrar köylerine dönmesi istendi. Buna
köylülerin cevabı ise, “Biz köylerimize döneriz ama toprağımız yok, borçluyuz,
köylerimizde köy ağaları sürü beslemektedir, dönemeyiz” oldu.
Osmanlı’da fetihler kazanıldığı sürece her şey yolunda gibi gidiyordu. Ama
fetihler durup talan geliri düşünce/bitince önemli gelir kaynağı olan toprak
üzerinden alınan vergilerin çeşidi ve oranıyla tekrardan oynama, toprak
yönetimini değiştirme yoluna gitti Osmanlı. Yani krizden çıkmanın ana
yollarından biri olarak toprak düzeniyle oynama yoluna gitti. Köylüden vergi
toplama işi sipahiden alınmaya, belli bir bedel karşılığında mültezimlere
verilmeye başlandı. Bir tür iç borçlanma gibi düşünün. Vergileri artık sipahi
Arkeo Duvar / 32
değil peşin para veren mültezimler toplar oldu. Diğer yandan enflasyon
artmış, kamu görevlileri sancak beyi gibilerinin değişmeyen, aynı kalan
aylıkları yetmez duruma gelmişti. Onlar da “benim memurum işini bilir”
özlü sözünün o devre uygun versiyonunu devreye soktu. Devlet ve saray
ileri gelenlerine bol hediye sunanlar, büyük tımarlara sahip oldular.
Tımarları, mültezimlere peşin paralar alarak veren devletin ileri gelenleri,
reayayı mültezimlerin insafına, aldıkları bol hediyeler ve rüşvet karşılığı
terk ettiler. Bol hediye ve rüşvet alan yöneticiler, tımarlıları sıkıştırdı, baskı
altına aldı. Uygulanan baskılar sonucunda tımarlar rollerini mültezimlere
terk etmek zorunda kaldı. Tımarlar böylece çözülmeye başladı. Çözülen,
parçalanan tımarlardan da adına “ayan” denilen büyük toprak sahipleri
türedi/türetildi. Her ne kadar, her seferinde Sultan, “topraklar devletindir”
dese de öyle fermanlar yayınlasa da toprak üzerinde özel mülkiyet ve
toprak ağalığı inşa süreci diğer koldan ilerledi. Geçmişte herkes bir çift
öküzle sürülebilecek/ işlenebilecek toprak tasarrufuna sahipken toprak
sahipliğinde/tasarrufunda eşitlik bozuldu. Büyük toprak sahipliği ve az
toprak sahipliği ile topraksız köylü ayrışmasının temelleri atıldı.
Gelelim bugüne… Dünyamız küresel bir kriz girdabında. Bir ülkedeki kriz
bütün ülkeleri sarsıyor. Elbette bazı ülkeleri az, bazılarını çok etkiliyor ama
dünyada genel bir kriz gerçeği var. Türkiye, var olan bu dünya krizinden en
çok etkilenen ülkelerden birisi. Çokuluslu şirketler, dünyadaki krizi aşmak
için kırsala saldırıp kendini oradan üretmeye çalışıyor. Türkiye çok uluslu
şirket saldırısının altında olan ülkelerin ilk sıralarında yer alıyor. Bu şirketler,
Türkiye’de maden, enerji alanında korkunç, vahşi bir sömürü gerçekleştiriyor.
Bu sömürünün doğa ve halk sömürüsü olduğunu belirtmek durumundayız.
Bir başka yanı, Türkiye’deki hükümetlerin tarımda uyguladıkları serbest
piyasa politikalarının yanı sıra fiyat politikalarıyla çiftçilerin değil, şirketlerin
çıkarına bir politik hat izlemesidir. İzlenen bu ekonomik-politik hat, Türkiyeli
küçük ve orta ölçekli çiftçilerin tasfiyesine neden oluyor. Bu sürecin işleyişinde
rüşvetlerin dönüp dönmediğini takdirinize bırakıyorum. Ama sahip olunan
siyasi ve bürokratik koltuklarının korunması ve süresinin küresel şirketlerin
çıkarlarına ilişkin gösterilen başarıya bağlı olduğu Türkiye’nin gerçekliğini
biliyor ve yaşıyoruz.
Arkeo Duvar / 33
‘Biyoçeşitlilik önemli ölçüde azaldı’
Arkeo Duvar / 34
Pek çok meyve için de benzer durum vardı. Örneğin Gaziantep’ten Hakka-
ri’ye üzüm bağları vardı, meşe palamudu ticarete konu ediliyordu o gün-
lerde. Biyoçeşitlilik çok fazlaydı. Doğaya saldıran bir sermayenin olmama-
sı, biyoçeşitliliğinin varlığını sürdürmeye, yaşamın canlı organizma halinde
cıvıldaşmasına izin veriyordu. Bu her bölgenin kendi ihtiyacı ve kültürüne
bağlı bir çeşitlilikti. Zamanla ticarete bağlı olarak bazıları tutundu, bazıları
feda edildi. Elbette iklimin de etkisi vardı ama kapalı ekonomilerin pazara
açıldığı oranda ve pazarda hangisinden kazanç elde ediliyorsa o yaşamını
sürdürdü, diğeri ona feda edildi. Biyoçeşitlilik önemli ölçüde tahrip oldu,
azaldı.
Arkeo Duvar / 35
Dünya kuru üzüm üretiminde dünya ikincisi durumunda Türkiye. Üzüm ve
incir fındık ile birlikte önemli döviz sağlayan ürünlerimiz. Aynı zamanda
üzüm bütün Manisa köylüleri, incir Aydınlı üreticiler için iş ve aş kapısı. Bu
illere kurulan JES’ler üzüm ve incirlerin üretimini, verimini ve kalitesini boz-
maktadır. Yöredeki yüz binlerce çiftçinin iş ve aş teknesi, bir elin parmak-
larını geçmeyen enerji şirketlerinin kasalarını şişirmesi için feda ediliyor.
Aynı durum fındık bölgesinde siyanürlü altın arama ve çay üretim alanla-
rında yapılan nehir tipi hidroelektrik santraller ile üretim baltalanmaktadır.
Bu kabul edilemez bir yanlıştır.
Arkeo Duvar / 36
Türkiye’de 2021 yılında buğday taban fiyatı 2.250 TL/Ton olarak belirlendi.
Dışarıdan buğdayın tonuna 4680TL ödeyerek satın alındı. Ekmekler ucuz
olsun diye fırıncılara ve unlu mamul sektörüne 2.600 TL/Ton üzerinde
verildi, yani ton başına 2030 TL daha düşük fiyatla verildi. Sübvanse edildi.
Eğer dışarıdaki tüccardan 4680 TL’den buğday almak yerine bizim kendi
üreticimize buğdayın fiyatını 4680TL/Ton olarak belirleyip versek, dışarıdan
buğday ithal etmemize gerek kalmazdı, bir yandan ekmeğin gramajı düşmez
ve fiyatı da artmazdı. Türkiye’de yeterince üretiriz. Demem odur ki, dışarıdan
tarımsal ürün almak kendi bindiğin dala balta sallamaktır.
Tarımda kendi kendine yeten bir ülkeyken şimdi buğday ithal eder
hale geldik. Bu durumun yarattığı sorunlar da giderek derinleşiyor. Son
olarak yaşadığımız tablo konusunda neler söylemek istersiniz? Sizce
Türkiye bu krizden çıkabilir mi?
Her tarımsal ürünün yetişme koşulları farklıdır, her ülkeye uymaz, bu nedenle
üretilemez. Kendi kendine yetenden kastedilen, temel gıda maddelerinde
kendine yetme halidir ki, kendine yeten ülkeler vardır. Türkiye de bu
kategorideydi. Ancak temel gıda maddelerinde kendine yeten ülke olma
üstünlüğünü, özelliğini kaybetti. Türkiye temel gıda maddesi konusunda
kendine yeten bir ülke değil artık. Bu noktaya nasıl geldik diye soracak
olursanız, tarımda uyguladığımız yanlış tarım politikalarıyla derim. Buradan
çıkış var mıdır? Elbette bu potansiyel Türkiye’de var. Türkiye gerçekliğine
uygun, bağımsız, demokratik, sosyal bir tarım politikası uygulanması halinde
Türkiye gibi bir buçuk ülkenin temel gıda maddelerini karşılayacak bir
potansiyele sahip topraklar üzerindeyiz. Eğer çiftçilerimiz doğru ve yeterli
oranda desteklenir, ürün fiyatları maliyet +%25 kazanç+ insanca yaşam payı
(enflasyon oranı) eklenerek fiyatlar belirlenir ve piyasada fiyatlar belirlenen
bu fiyatın altına düştüğünde devlet tarafından destekleme alım şeklinde
satın alınırsa, Türkiye içine düştüğü gıda krizi girdabından rahatlıkla çıkar.
Ayrıca bir daha gıda krizi ile karşı karşıya kalınması istenmiyorsa üretimden
pazarlamaya zincirin bütün halkalarına kurulacak olan üretici ve tüketici
kooperatifleri egemen kılınmalıdır. Bunu yapacak bilgi birikimi ve uzman
eleman, bilge çiftçi gibi bir hazineye sahibiz hâlâ.
Arkeo Duvar / 37
Ancak bu potansiyele rağmen yanlışta ısrar sürdüğü için bu krizin biteceği
yok, en azından kısa erimde öyle bir durum gözükmüyor, tersine derinleşiyor,
süreklilik arz ediyor. Dünyada uygulanan neoliberal politikalar gereği sürekli
bir kriz girdabına girdiğimiz pek çok ekonomist ve sosyal bilimcilerin ortak
kanısı durumunda. Bu krizden çıkıldığında; küçük ve orta ölçekli çiftçilerin
önemli ölçüde tasfiye olduğu, tarım topraklarının Osmanlı dönemindeki
ayan kesiminin eline geçmesi misali şirketlerin eline geçtiği, gıda denetimine
tamamen şirketlerin sahip olduğunu göreceğiz. Bugün Türkiye’nin yaşadığı
krizden çıkış yolu için izlediği politikalar, Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren
içine düştüğü kriz dönemindeki çırpınışın, çıkış yöntemlerinin güncellenmiş
hali gibi. Tek farkı; Osmanlı dönemindeki ana aktörler ulusaldı. Bugün ise
uluslararası aktörlerin olmasıdır. Halklar değil, şirketler için dünyanın tek
ülke haline geleceği bir dönüşüme uyanacağız.
Abdullah Aysu.
Arkeo Duvar / 38
BU RESMİN HAKKINDA KONUŞALIM
Abdullah Deveci
Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu
Toplayıcılar (Les Glaneuses, 1857), tual üzerine yağlıboya, Paris, musée d’Orsay.
Arkeo Duvar / 39
F ransa’da 1789 devrimiyle mutlak monarşi yıkılmış, kilise reformlara zor-
lanmıştı. Ortalık durulmamıştı. 1848 devrimiyle Orleans monarşisi yıkılıp
II. Cumhuriyet kuruldu. Ortalık yine durulmadı. Dokuz yıl sonra Paris Komü-
nü insanlığa yepyeni ufuklar açtı. Komünden on dört yıl önce Jean Franço-
is Millet ‘Toplayıcılar’ (Les Glaneuses/ The Gleaners) adlı resmini yaptığı za-
manlarda Fransa böylesi çalkantılar içindeydi. Resmin yapıldığı zamanlar, bir
komüncünün kurşuna dizilmeden önce “71 gün özgür yaşadım artık ölüm
umurumda değil” sözlerinin açığa vurduğu gibi, hiçbir şeyin gerçekten es-
kisi gibi olmadığı, 18 Mart 1871 – 28 May 1871 tarihleri arasında yaşanan
Paris Komünü’ne gebe zamanlardı. K. Marx’ın sözleriyle “göğe fethe çıkan”
komüncüler genel oy hakkını ve laiklik gibi fikirleri kalıcılaştırdı. Kadınlar artık
hiç olmadıkları kadar toplumsal yaşamda etkin rol oynayan özgür bireylerdi.
Arkeo Duvar / 40
kavrayan ve yansıtan sanat an-
layışları siyasal ve toplumsal de-
ğişimlerin de bir sonucu olarak
ortaya çıkmıştı. Sanatçı gerçekle-
ri olduğu gibi yansıtmalıydı. Ger-
çeği bütün yönleri ile yansıtmak
sanatın konusu olmalıydı. Sanat-
ta çirkin ve ahlaki olmayan diye
bir şey olmamalıydı ve gerçeklik
yansıtılırken pozitif bilimlerden
yararlanılmaydı. J. Berger’a göre,
19. yüzyılda Millet, Courbet, Van
Gogh gibi sanatçılar, bilinçli ola-
rak toplumsal ya da siyasal ne-
denlerle profesyonel ressamlık
geleneğini soylular ve burjuva
Ekin eken (Le Semeur, 1865), kâğıt üzerine
sınıfı dışında diğer sınıfların de-
pastel ve kurşun kalem, Clark Art Institute.
neyimini de ifade edecek şekilde
genişletmeye çalıştılar.
Arkeo Duvar / 41
leştiğinde 30’lu yaşların ortasındaydı. Millet, Normandiya ve Auvergne’e yaptı-
ğı kısa geziler dışında, yaşamının geri kalan bölümünü Barbizon’da geçirmiştir.
Arkeo Duvar / 42
Bu resimle ilgili yanlış yorumlardan birisi ön plandaki üç kadının hasat za-
manı çalışan köylü kadınlar olduğunun söylenmesidir. Resmin isminden
de anlaşılacağı gibi, bu kadınlar hasat sonrası toprağa serpilen başakları ve
tanelerini toplamaktadırlar. Yani toprak sahibinin gözden çıkardığı buğday
başakları ve taneleri tek tek toplanmaktadır. Taneleri toplamaktan yorgun
düşmüş ve ellerini bellerine götürerek dinlenmeye çalışan bu kadınlar açlık
ve yoksulluğun pençesindeki kadınlardır. Bu halleri pazar dağıldıktan sonra
tezgahların altına bırakılmış ve artık ticari kıymeti olmayan tarımsal ürünleri
toplayan günümüz yoksullarını akla getirir. Nereden baksanız gösterilen de-
rin yoksulluktur. Avrupa sanatında önceleri Hristiyanlık inancının tanımladığı
yoksulluk, dini besleyen bir mağduriyet dünyasıyken, 19. yüzyılda yoksullu-
ğun sosyolojisi ortaya çıkar. Bununla birlikte toplumsal nedenlerle yaşanan
mağduriyetler sanatın konusu olmuştur. Yani çaresizliklere dinle çözüm ara-
mak yerine yaşamak ve ayakta durabilmek için çalışıp direnen insanlar sana-
tın yeni konusuydu artık.
Arkeo Duvar / 43
bir mektubunda şöyle anlatır: “Breughel’le Millet arasındaki konularını köyden
köylüden alan resimlere bakıyorum da böyle bir şeyin ‘eskiye’ mal edilemeyece-
ğini anlıyorum. Köylüyle çalışırken, kendi işini yaparken, eylem içinde vermek,
ancak modern sanatın amacı, çekirdeği olabilir...”
Köylülerin köylüsü
Arkeo Duvar / 44
SÖYLENCE
Tarımın mitolojisi:
Tohum, teknik ve mevsim döngüsü
“Sis pencereleri kapladı, evi duman kapladı. Ocaktaki kütükler sıkışıp bo-
ğuldu, ağıldaki koyunlar bunalarak sıkışıp boğuldu. Koyun kuzusunu reddet-
ti. İnek buzağısını reddetti. Telepinu da çekip gitti. Hububat ve hayvanların,
bolluk ve gelişme zenginliğini, bozkır ve verimsiz çayıra döndürdü. Telepinu
da şikâyet edip mırıldanarak ormanın içlerine doğru çekip gitti. Ülkede kıtlık
baş göstersin diye otlaklar, pınarlar kurudu. Arpa ve buğday yetişmez oldu,
inek, koyun ve kadınlar hamile kalamaz oldu, hamileler doğuramadı. İnsan-
lar ve tanrılar açlıktan ölüyordu.”
Arkeo Duvar / 45
Karacadağ’da bir yayla. Fotoğraf- Umut Kaçar-http__www.postseyyah.com_spbgallery_
karacadag.
Ah canım okuyucu, ne olduysa bundan sonra oldu işte. Artı ürünün faydala-
rını ve zararlarını saymaya kalksak ne kelimeler ne kağıtlar ne de günler yet-
mez. Olsun, biz yine de birkaç tanesinin altını çizelim de Mezopotamyalıların
emeği boşa gitmesin. Artı ürün başlangıçta iyi projelendirme, çok sayıda su
kanalı işçisi ve çiftçi ister; sonrasında ise büyük depolar, doğru bir geri dağı-
tım sistemi, satacak tüccar ve koruyacak asker ister. Bu kadar kişi bir araya
gelince; düzen ister sistem ister devlet ister işler kötü gidince bir yaratıcı/
koruyucu ister. Devlet de din de kayıt ister, vergi/kazanç ister ve tabii ki düş-
man ister. Buyurun efendim, işte size medeniyetin (!) tanımı.
Arkeo Duvar / 46
Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağı Mezopotamya’sının kısa tarihini şimdilik bir kena-
ra bırakalım ve asıl işimiz olan söylencelerde, bu tarımsal dünyanın nasıl şe-
killendiğine, her zaman yaptığımız gibi birkaç coğrafya ve çokça yüzyıl geze
geze bakalım.
Arkeo Duvar / 47
Sümer mitlerinde, Annunakiler olarak adlandırılan; çoğul, erkek ve kadınlardan
oluşan, Sümerlilerden uzun uzun yıllar önce dünyada hüküm sürmüş bir tan-
rı-tanrıçalar topluluğundan bahsedilir. Eski güzel zamanların – büyük ihtimalle
eski sözlü geleneğin mirası – hikayelerinin anlatıldığı bu mitlerde, Du-ku kutsal
dağında yaşayan Annunakilerin, insanlara evcil buğdayı, evcil koyunu ve doku-
mayı armağan ettiklerinden bahsedilir. Bugün, buğdayın anavatanı olarak ka-
bul edilen – eski volkan- Karacadağ’ı ve bu dağın görülebildiği coğrafyalarda ilk
yerleşik yaşama geçen toplulukların, bitkilerin kültüre alınması, hayvanların ev-
cilleştirilmesi ve dokuma teknolojisinin geliştirilmesinde öncü olduğu düşünülür-
se, Sümer söylencesi daha anlaşılır hale gelmektedir. Görünen o ki; başlangıçta
Neolitik devrimi gerçekleştiren ilk yerleşik köylüler ve bu başarılarını kutladıkları
ata-kültü ritüelleri vardı. Zamanla bizim Karacadağlılar bir Annunaki’ye, evcilleş-
tirdikleri buğday da – her zaman olduğu gibi – bir tanrı armağanına dönüşmüş
görünmektedir.
**
**
Arkeo Duvar / 48
Enki bunun üzerine Enlil’e şöyle dedi:
“Ey Saygıdeğer Enlil ana dişi koyun ve tahıl Kutsal Tepecikteler zaten –yere indi-
relim onları”
İşte böylece ana dişi koyun ve tahıl Kutsal Tepecikten aşağıya indiler.
Arkeo Duvar / 49
Sümer mitleri, kendi coğrafyasında yaşayan daha sonraki kültürleri de ol-
dukça etkilemiştir. Mezopotamya’da egemenlik kurmuş Akkad, Babil, Assur
gibi uygarlıklar, dilsel ve ırksal farklılıklarına rağmen, bir iki isimlendirme ve
erkek egemen anlatımları haricinde, çok fazla değişiklik yapmadan, bu öykü-
leri çeşitlendirerek kullanmaya devam ederler. Bu sebeple Mezopotamya’da
söylencelerin, en azından Tunç Çağı boyunca ortak öyküleri içerdiği bilinme-
lidir. Daha sonra bu öyküler, doğudan batıya doğru gittikçe yayılacak, MÖ
1.binyılda Batı Anadolu’da -başka yerlerden gelme öykülerle bir araya gelip-
dünya kültürünün temelini oluşturacaklardır.
Evcil tahılı bir şekilde insanlara ulaştırdık. Tamam da bunu yetiştirmek için
ne yapmak gerekir? Kalabalık nüfusu besleyecek şekilde, evimize/ kentimize
zenginlik getirecek şekilde nasıl yetiştireceğimizi bize kim söyleyecek? Tabii
ki tanrılar! Mezopotamya mitlerinde tarım denilince ilk akla gelen kişi, hepi-
nizin çok iyi bildiği gibi tarım ve savaşın tanrısı Ninurta’dır. Kendisini; “Taş Ül-
kesindeki” isyanı kanlı bir şekilde bastırıp döndükten sonraki hizmetlerinden
kısaca bahsederek bir kez daha hatırlayalım.
Yukarıdan aşağıya doğru yolunu kendi eliyle çizdiği suları; emanet etti.
Bereket kaynağı, kendi icat ettiği sabanı; kazmayı öğrettiği düz oyukları,
Ninurta’nın –tarımı icat eden ve ilk uygulayan olduğu için- tarımın hamisi
tanrı olarak tanınmasını “açıklamaya ve gerekçelendirmeye” çalışan bu me-
tinden, nehirlerden su kanalı kazıldığını, toprağı işlemek için saban kullanıl-
dığını ve bu sayede çok fazla ürün elde edildiğini; kısacası “sulamalı tarımın
ve artı ürünün” mitolojik öyküsünü öğrenebiliyoruz.
Arkeo Duvar / 50
Evcil tahıldan sonra, tarım yapmayı da öğrendik nihayet. Şimdi sırada bu ka-
dar önemli bir olayın, beslenmenin; azlığı-çokluğu, varlığı-yokluğu hayatımızı
nasıl şekillendirmiş ona bakalım.
Mevsim mitleri
Mevsim mitleri için en bilinen kurgu, aile içi problemler ya da ergenlik prob-
lemi gibi görünen; evden kaçan tanrı/tanrıça ve bunun çeşitlemesi olarak
kabul edilen kaybolan tanrı/tanrıça öyküleridir. Toplumların ataerkil yahut
anaerkil olması öyküdeki başkarakterin cinsiyetini belirler.
Arkeo Duvar / 51
İlkbahar yaz, sonbahar kış
S. Martin
Arkeo Duvar / 52
“Sis pencereleri kapladı, evi duman kapladı. Ocaktaki kütükler sıkışıp boğuldu,
ağıldaki koyunlar bunalarak sıkışıp boğuldu. Koyun kuzusunu reddetti. İnek bu-
zağısını reddetti. Telepinu da çekip gitti. Hububat ve hayvanların, bolluk ve ge-
lişme zenginliğini, bozkır ve verimsiz çayıra döndürdü. Telepinu da şikâyet edip
mırıldanarak ormanın içlerine doğru çekip gitti. Ülkede kıtlık baş göstersin diye
otlaklar, pınarlar kurudu. Arpa ve buğday yetişmez oldu, inek, koyun ve kadınlar
hamile kalamaz oldu, hamileler doğuramadı. İnsanlar ve tanrılar açlıktan ölü-
yordu.”
Ergen tanrımız evden kaçmıştır kaçmasına ama aynı biz normal insanlarda
olduğu gibi, ülkenin ve ailesinin ona, onun da ülkesine ve ailesine ihtiyacı
vardır.
“Bu kuraklığa çare olur diye, büyük Güneş Tanrısı bir ziyafet vermek için festival
düzenledi ve bin tanrıyı davet etti. Yediler ama doymadılar, içtiler ama kanmadı-
lar, susuzlukları geçmedi. Fırtına tanrısı ülkede olan bu kuraklığın sebebinin oğlu
Telepinu olduğunu hatırlayarak: Oğlum Telepinu burada değil, o öfkelendi, çekip
gitti ve iyi olan her şeyi beraberinde götürdü der. Bunun üzerine büyük ve küçük
tanrılar Telepinu’yu aramaya koyuldular.
Öfke ile evini terk eden tanrıyı bulmak elbette kolay olmayacaktır. Hemen
her öyküde hem gösterilen çaba hem de geçen zaman sıklıkla vurgulanır.
Yıkmanın kolay ama onarmanın ne kadar da zor olduğu herkese hatırlatılır.
“Güneş Tanrısı hızlı kartalı gönderdi ve dedi ki: Git dağları, ovaları ve derin koyu
mavi suları ara. Kartal gitti ama onu bulamadı. Bu sefer Fırtına Tanrısı çıktı oğlu-
nu aramaya, kendi şehrinin kapısına vardı, kapıyı çaldı ama açtıramadı ve fazla
zorlamaktan çekicinin sapı kırıldı. Bunun üzerine vazgeçti ve dinlenmek üzere
oturdu.”
Arkeo Duvar / 53
Gösterilen bunca çabaya rağmen bulamamak öykünün her iki tarafındakiler
için oldukça önemlidir. Kaçan kendisine verilen önemi görür bu çaba saye-
sinde, diğerleri de sevdiklerini kazanmak için ne kadar emek harcamak ge-
rektiğini bir kez daha öğrenirler.
“Sonra Telepinu’yu bulmak için bir arı göndermeyi önerir tanrılar ve Fırtına Tan-
rısı buna itiraz eder. Onu büyük ve küçük bütün tanrılar aradılar fakat bula-
madılar. Bu arı onu arayıp bulmayı nasıl başaracak ki? Hem kanatları hem de
kendisi küçücük.”
Ummadık taş baş yarar demiş atalarımız. Arı gitti, dağları, ırmakları, pınarları
aradı ve Telepinu’yu bir otlakta uyurken buldu ve onu uykusunda sokmaya
başladı.
Arkeo Duvar / 54
“Telepinu tapınağına döndü. Ülkesini düşünmeye başladı. Pencerenin önünde-
ki tozu, bulutu dağıttı, evin üzerindeki dumanı dağıttı. Tanrıların sunakları ha-
zırlandı. Ocaktaki korların tutuşmasına izin verdi; koyunların ağıldan, öküzlerin
ahırdan çıkmasına izin verdi. Ana yavrusuna, koyun kuzusuna, inek buzağısına
kavuştu. Bu defa kral ve kraliçeyi düşündü. Onlara ilerisi için güç, sağlık ve hayat
bahşetti.”
Tanrıça olan bitene bir çare bulamayınca, tanrılara küsüp onların yanından
ayrılacak ve sızlayan yüreği ile ıssız bir yere çekilecektir. Demeter, herhangi
bir kişi değil, bereket tanrıçasıdır. O küserse, toprak da küser. Bolluk bereket
biter, ürünler yetişmez, meyveler büyümez ve dünyada insanlar arasında
büyük bir kıtlık baş gösterir. Baş Tanrı Zeus, bu duruma bir çare bulmak ümi-
diyle kâh Demeter’i geri getirmeye, kâh Hades’i kızı geri vermeye ikna etme-
Arkeo Duvar / 55
ye çalışacak ancak başarılı olamayacaktır. Zira, Ölüler Ülkesinden bir lokma
bir şey yiyen kimsenin asla geri dönemeyeceği kesin bir kuraldır ve ne yazık
ki Persephone orada bir nar tanesini çoktan ağzına atmıştır. Velhasıl kelam;
anne üzgün, doğa küsmüş, insanlar hala aç.
Önceki yazıları takip eden okuyucular hatırlayacaktır; Hitit Kralı II. Murşili’nin,
ülkedeki kıtlık ve salgın hastalıklardan sonra tanrıları kibarca (!) uyaran bir
duası vardı. Böyle yapmaya devam ederseniz, size dua edecek, kurban kese-
cek kimse kalmayacak diye söylüyordu. Burada da o hesap; bu kadar uzun
süren kıtlıktan sonra insanlar tanrılara biraz başkaldırmış olmalı. Nihayetin-
de Zeus; Persephone’nin yılın farklı zamanlarını farklı yerde geçireceği bir yol
ile herkes için en uygun çözümü bulacak ve problemi ortadan kaldıracaktır.
E liderlik herkesi memnun etme sanatı değil midir?
Efendim yeni anlaşmaya göre, Persephone yılın üçte ikisini, yani Ege coğraf-
yası için çiçek açma ve meyve zamanı olan sıcak ayları annesi Demeter’in,
geri kalan üçte birini, yani kışı da
eşi Hades’in yanında geçirecek-
tir. Anne kızından ayrılmayacak,
eşler arada birbirini özlediği için
evlilik canlı kalacak, yılın çoğun-
da ürün olduğu için de insanlar
aç kalmayacaktır. Böylece hem
anne hem eş hem de insanlar
mutlu olacaktır. Ölüler Ülkesi’nin
kesin kuralları ne oldu, hani bir
lokma yiyen geri dönemezdi diye
sorduğunuzu duyar gibiyim. E
kurallar çiğnenmek için değil mi-
dir sevgili okuyucu?
Arkeo Duvar / 56
Kaçırılma öykülerine isterseniz bir örnek daha verelim. Ünlü Adonis efsa-
nesi, Akdeniz çevresine yayılmış Mezopotamya İnanna-Dumuzi ve Anadolu
kökenli Kybele-Attis öykülerinin, Helen mitolojisine yansımış bir örneğidir.
Kaçırılan kişinin bu sefer bir erkek olduğu bu öykü; kökeninin Anaerkil yapı-
sını koruyarak Helen mitolojisinde kendine yer bulmuş, buradan da tekrar
Akdeniz coğrafyasında çeşitlenerek yayılmış ve günümüze kadar etkilerini
sürdüren büyük bir efsaneye dönüşmüştür.
Arkeo Duvar / 57
Hephaistos ile evli, Savaş Tanrısı Ares başta olmak üzere çok sayıda tanrı ve
ölümlü ile de sevgili. Böyle bir durumda ortaya çıkan kıskançlığın elbette so-
nuçları olacaktır.
Öykü, kıskanan tanrıların, Adonis’in üstüne gözü dönmüş bir yaban domuzu
salmaları ve o domuzun yakışıklı genci kasığından ısırmasıyla devam eder.
Zavallı Adonis kanaya kanaya can verecektir. Akan kanların suladığı toprak-
tan, bizim Gelincik (Manisa Lalesi) adını verdiğimiz bitki yetişir. Öte yandan
sevgilisinin yardımına koşmaya çalışan Aphrodite’nin de ayağına diken bata-
cak, sıyrığından akan bir damla kan, kimi öykülerde kırmızı gülü yaratacak,
kimilerinde de zaten var olan ve tanrıçanın çiçeği olarak bilinen beyaz gülü
kırmızıya boyayacaktır. Kışın yer altında saklanan ve baharla birlikte yer yü-
züne dönen, hatta Egeliler için baharın gelişinin en net delili olan gelincikle-
rin bu öyküsünün, mevsimlerin dönüşünü nasıl simgelediği çok açıktır. Aynı
zamanda yaz başından itibaren görülmeye başlanan kırmızı güller de bu an-
latımı pekiştiren diğer bir detayı oluşturur.
Arkeo Duvar / 58
Baharın tekrar gelişini, sevdiğimize tekrar kavuşmayı ve onu
çok çabuk tekrar yitirişimizi, Suriyeli kadınların çığlıklarıyla
bir kez daha ünleyelim.
Arkeo Duvar / 59
Tarımın uzak geçmişinden
yakın geleceğimize
Ülkenin dört bir yanında temiz enerji kisvesi altında gereğinden
fazla kurulan RES tesisleri, ülke ekonomisi için çok önemli oldu-
ğu savunulan taş ocakları ve madenler, yine en büyük ekonomik
girdilerden biri olduğu için tarım alanlarımızı, sulak arazilerimi-
zi, zeytinliklerimizin katledilmesini neredeyse meşru bulmamızı
bekleyen mega turizm projeleri ile bugüne dek önemli bir tarım
ülkesi olan Türkiye gıdasını dışarıdan almaya mahkûm edilmekte.
Arkeo Duvar / 60
len en ilgi çekici araştırma alanlarını oluşturuyor. Artık “uygarlığın” çizgisel
bir gelişimden ziyade çok daha karmaşık bir süreç olduğunu biliyoruz. Yeni
keşifler ve arkeolojik bulgular, avcı toplayıcı grupların Göbeklitepe gibi anıt-
sal yapıları inşa edip kullanacak, en önemlisi de buna ihtiyaç duyacak ölçüde
örgütlenmiş ve karmaşık topluluklar olduklarına işaret etmekte. Göçebe bir
yaşam tarzı süren, kalıcı konutlar inşa etmeyen bu toplulukların sosyal ör-
gütlenme biçimleri “kentleşme” olarak tarif edilen süreçle sosyal bağlar bakı-
mından benzerlikler taşıyor olmalıydı. Bu olasılık insanların yerleşik yaşama
geçerek tarım yapmaya başladığı eşiği anlamak için geçmişe daha çıplak bir
gözle bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bizlere.
Arkeo Duvar / 61
merkezi yönetimin güçlenmesindeki
en önemli unsurdu. 1934’te kazıda
parçalar halinde bulunup birleştirilen
ve bugün Berlin Müzesi’nde sergile-
nen Warka Vazosu üzerinde yer alan
betimlerde dört bant halinde bir har-
man mevsimi sonrası ürünün Tanrıça
İnanna’nın tapınağına taşınması anla-
tılır. Tarıma dayalı ekonomi ve ürünün
dolaşımının, merkezi idarede toplan-
ması kuşkusuz devlet mefhumunun
da ortaya çıkışı ile ilgilidir.
Arkeo Duvar / 62
nın kent merkezlerinde yaşayan, şö-
lenlerde sefa süren, agorada politika
tartışan, büyük savaşlarda mücadele
eden mitolojik kahramanlardan iba-
ret olmadığı anlaşıldı. Kuşkusuz ya-
zılı kaynaklardan ve ikonografiden
yola çıkarak Hellen dünyasında tarım
ve kırsal hayata ilişkin bilgi edinmek
mümkün. Başta Hesiodos’un İşler ve
Günler’inden tutun Homeros’un İlya-
da ve Odysseia’sındaki pek çok kısım-
da kırsal hayatın izini sürebiliriz. Bu-
nun yanı sıra Solon ve Peisistratos’un
Arkaik dönemde Atina’da gerçekleş-
tirdikleri toprak reformları, tarımın
ekonomik ve sosyal refah açısından
Attika siyah figür amphora üzerinde
önemini vurgular nitelikte.
zeytin toplayanlar, MÖ 520 (Vulci, İtalya)
(wikimedia).
Arkeo Duvar / 63
Kuşkusuz Neolitik dönem araştırmaları için bunlar başından beri en önem-
li konular. Ancak bu araştırmalar, kent ve kırsal alan ayrımının belirgin ve
sosyal örgütlenme açısından tanımlayıcı olduğu sonraki süreçler için görece
daha yeni bir çalışma alanı. Anıtsal mimari, kentli yaşam ve muktedir sınıfın
politik tarihinden gözümüzü ayırdığımızda geçmişte çok daha büyük bir ço-
ğunluğun nasıl yaşadığını anlayabilmemiz mümkün. Bir tapınak ya da kent
iskân alanının kazılması kadar küçük bir çiftliğin ya da köyün kazılması da
önemli, çünkü geçmişin yaşam döngüleri hakkında çok şey söyleme potansi-
yeline sahip. Yakın geçmişe dek kazılarda bezemesiz, kaba, günlük kullanım
kapları diye kenara atılan seramik buluntular üzerinde yapılan tortu analiz-
leri tarımsal ürünler ve üretim zincirleri hakkında bize bilgi vermekte. Kentle-
rin etrafını çevreleyen tarım alanlarından alınan toprak örnekleri ile yapılan
polen analizleri, palinoloji çalışmaları ile geçmişteki paleocoğrafyaları anla-
yabiliyoruz. Araştırmaların odağı kentler, anıtlar ve kentli yaşamdan daha
gündelik bir döngüye, sıradan insanlara ve kırsal peyzaja çevrilmiş durumda.
Bu sayede tanıdığımızı ve bildiğimizi sandığımız bir dünya hakkında halen
pek çok yeni şey öğrenmekteyiz.
Yerleşik hayata geçiş ve kentleşme uygarlık olgusu ile koşut giden kavramlar.
İçinde yaşadığımız çağda insan merkezli bir varoluş hali eleştirilerek sonumu-
zu hazırlayan sürecin tarım ve yerleşik hayata geçiş olup olmadığı tartışılıyor.
Doğal çevreye ve diğer türlere verdiğimiz zararlar ve bu tahrip edici eylemle-
ri en aza indirgeyecek bir anlayışın yaygınlaştırılması günümüzün en önemli
tartışma konularından. Her zamankinden daha yakın görünen küresel kıtlığın
yaklaşması ile bu tartışmalar hararetlense de böylesi bir yaklaşım ve düşünce-
nin izlerini en azından bir elli yıl öncesine dek sürmek mümkün. Uzun zaman-
dır hem çevrebilimciler hem de arkeologlar geçmişte sıkı sıkıya tutundukları
bazı inanışlarından vazgeçtiler. Artık çevrebilimciler “doğanın kendi dengesi
var” söylemini bir yana bırakırken arkeologlar da yavaş yavaş insanlığın derin
geçmişinde toplumların “doğayla barış içinde yaşadığına” dair ütopik fikirler-
den vazgeçiyorlar. Arkeolojinin giderek çeşitlenen çok disiplinli yaklaşımları ve
Arkeo Duvar / 64
yöntemleri sayesinde iklim krizleri, doğal felaketler ve kıtlıkların geçmiş toplu-
lukları nasıl etkilediğini artık daha iyi biliyoruz. Kuşkusuz insanlar ve diğer tüm
canlılar gezegenimizin uzun ömrü boyunca bizim felaket olarak nitelediğimiz
düzeni bozan doğa olaylarını defalarca yaşadılar ve bazılarımız yeryüzünden
silindi. Diğer bir deyişle dünya var olduğundan bu yana hep bir debdebe ha-
linde ama insan hep kendi ömrünce bir pay biçiyor hayata.
Bugün dünya nüfusunun yüzde 55’i kentlerde yaşıyor, bu oranın 2050 yılı ile be-
raber yüzde 68’e yükselmesi öngörülmekte. Sanayi devrimi öncesi dünya ile kar-
şılaştırıldığında bu büyük bir oran ve çok hızlı bir ivme. Kentleri çevreleyen kırsal
alanlar ve yabani doğa giderek kentler tarafından yutulmaya devam ediyor.
Binlerce yıldır var olan ancak giderek artan bir hızla saçaklanarak büyüyen
kentler tarafından yutulan ve tahrip edilen tarım arazilerini, meraları, orman-
ları, makilik alanları korumak kolay değil. Pek çok ülkede sürdürülebilirliği
odak alan yeni kentleşme yaklaşımları akıllı büyüme, yeşil kentleşme veya
yeni şehircilik gibi etiketler altında ekolojik planlar geliştiriyor. Bunlardan biri
de tarımsal kentleşme adı verilen, sürdürülebilir tarımsal üretimi kente en-
tegre eden anlayış. İnsanlığın geçmişinde önemli bir olgu olan kent-kırsal
ayrımını ters yüz eden, kent ve kırsalı bütünleştiren bir anlayış. Kent dokusu
içinde yamalar halinde var olan kırsal ve tarımsal alanların değerlendirilme-
sini öngören bu ekolojik yaklaşımın uygulanabilirliği halen soru işaretleri ta-
şısa da potansiyeli yüksek çözümlerden biri.
Arkeo Duvar / 65
Bu durumda yaşamın sürdürülebilmesi ve ekonomik dengenin sağlanma-
sında halen anahtar olan tarımın geleceği ne olacak? Tarımın geleceği için
geçmişinin anlaşılması, kadim tarım havzalarının belirlenmesi, geleneksel ve
doğal çevreyle barışık yöntemlerin tekrardan hafızamıza girmesi önem ta-
şıyor. 1990’lardan bu yana hızla değişen dünya politikası ve neoliberalizmin
hakimiyeti ile ekolojik dengeler hızla altüst olmuş durumda. Belki de arkeo-
loji ve ekolojinin iş birliği bugün çok daha anlamlı ve işlevsel. Antroposen’in
getirdiği yeni kavrayışlarla ikisi arasındaki bağ giderek kuvvetlenmekte. Daha
iyi bir gelecek için geçmişten öğreneceğimiz çok şey olduğu düşüncesi gide-
rek yaygınlaşmakta. Ancak yaşadığımız ülkede tarımın hem geçmişi hem de
geleceği büyük tehlike altında. Önce geçmişinden başlayalım;
Dünyada arkeoloji son elli yıldır farklı yöntem ve araştırma metotlarını kulla-
narak çok daha niş alanlara yöneldi. Böylelikle küçük parçaları bir araya geti-
rerek insanlığın derin tarihi hakkında çok daha detaylı ve renkli bir manzara
sunma çabasına girdi. Ancak bu değişim ve gelişimi Türkiye arkeolojisinde
uygulamak bugünlerde pek mümkün görünmüyor. Arkeolojinin politika ve
bürokrasi ile olan malum bağı kaçınılmaz olarak pratiğini de şekillendiriyor.
Arkeo Duvar / 66
Türkiye’nin tarım politikaları
Bugün Türkiye arkeolojisinde en büyük bütçeler iyi korunmuş antik kentlerin
hızla restore edilmesi ve turizme açılmasına ayrılmakta. Adeta bilime yapılan
yatırımın hızla karşılığını almak üzerine kurulu bir anlayış var. Yüzey araştırma-
ları ve kırsal arkeoloji çalışmalarının hakkını vererek yapılabilmesi ise mevcut
koşullarda pek mümkün değil. 2020 yılında alınan bir karar ile Ankara’da bulu-
nan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü ve Koç Üniversitesi laboratuvarlarında yıllardır
bulunan, arkeobotani alanında eğitim için referans koleksiyon olarak kullanı-
lan tohumlara “kamu malı” olduğu ve “ata tohumu araştırmalarında kullanıla-
cağı” gerekçesiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından el konuldu. Bu sene
projelere yollanan ve her tür organik bulgunun analizlerinin yapılmasına kısıt-
lama getiren karar yazısı da bu yeni yaklaşımın son halkası. Bu topraklardaki
tarımın geçmişinin çağdaş bilimsel anlayıştan ziyade tekelci ve devletçi bir an-
layışla araştırılması planlanıyor. Bir yandan karbonlaşmış tohumlardan muci-
zevi biçimde bire sekiz ürün veren ata tohumu peşinde koşarken bir yandan
da var olan tarım arazilerinin kullanılmaz hale getirildiğiniz izliyoruz.
Derin geçmişinden pek yakın zamana dek bir tarım ülkesi olan Türkiye’de
arkeolojik araştırmalar açısından tarım, belki de bugüne dek vurgulanandan
çok daha önemli. Türkiye arkeolojisinde arkeobotani, arkeozooloji, çevresel
arkeoloji gibi çok önemli çalışma alanlarında yetişen uzmanların sayısı henüz
bir elin parmaklarını geçmemekte. Organik buluntuların analiz için ilgili üni-
versitelere dahi gönderilemiyor olması, uluslararası iş birliklerinin kurulma-
sının önüne konulan bir engel olarak gelişmeye başlamış araştırma alanları-
nın ülkemizde ölü doğmasına en büyük sebep. TÜBİTAK ve diğer kurumların
destekleri ile ileri teknolojilerle donatılan laboratuvarlar uzman yetersizliğin-
den daha kullanılamadan atıl hale gelmiş durumda. Tüm bu sorunlar bu top-
raklarda derin bir geçmişi ve gelişimi olan tarımın bilimsel olarak araştırıl-
masına engel teşkil etmekte. Oysa geçmişteki toplulukların tarımla ilişkisini
yeterince anlayabileceğimiz çok disiplinli, çok sesli bir bilimsel ortam uzun
vadeli de olsa çevresel sorunlar açısından en yapıcı çözüm.
Arkeo Duvar / 67
Peki ya tarımın geleceği?
Arkeo Duvar / 68
İzmir, Urla Güvercinlik mevkiinde Tunç Çağı kalesi ve antik tarım teraslarını tahrip eden
RES inşaatı ve arkada görünen RES’ler (KLASP arşivi).
biliyordu. Bugün neredeyse her yerde peyzajın bir parçası haline gelen RES’ler
ölçüp tartmadan meskûn mahallerin yakınına, köylere yapıldığından, önce arı-
ları, kuşları sonra da köy sakinlerini yerinden ediyor. Adeta kaş yapayım derken
göz çıkartır gibi temiz enerji vaadiyle pek çok yerde arıcılığın son bulmasına ve
köylerin boşalmasına neden oluyorlar. Ne tesadüftür ki temiz enerji vaadinde
bulunan RES şirketlerinin çoğu rantın yüksek olduğu bölgelerde hazine arazi-
lerinde kuruluyor. Taş ocaklarına gelince inşaat sektörünü doyurmak için ade-
ta giderek büyüyen bir canavarı beslercesine dağlar oyulmaya devam ediliyor.
Taş ocaklarının yegâne zararı bitkisel dokuyu tahrip etmek değil. Taş çıkartma
işlemi sonucunda ortaya çıkan yüksek miktardaki toz, bu ocakların çevresin-
deki ağaçların kurumasına sebebiyet verdiği gibi yine tarımın yapıldığı pek çok
köyde yaşamın sürdürülmesine engel teşkil ediyor. Mega turizm projeleri ise
yüzlerce kilometrekarelik alanlarda oteller, kulüpler ve golf sahaları inşa ede-
rek dış turizmden gelir sağlamayı planlarken kıyılarda, sulak alanlarda binler-
ce yıllardır var olan ve gelişen ekosistemler yok olma tehlikesi ile yüz yüze.
Urla-Çeşme otobanı üzerinde terkedilmiş Karaköy yakın zamana dek arıcılıkla geçiniyordu
(KLASP arşivi).
Arkeo Duvar / 69
Urla yakınlarında zeytinağacı ve taşocağı (KLASP arşivi).
Arkeo Duvar / 70
Uygarlığın can suyu:
Şarap
Başlamadan belirtmek gerekir ki; bir arkeoloğun şarapla ilgi-
li yazısında uzun uzun bahsetmesi beklenen konuları bu me-
tinde okuma şansınız olmayacak. Eğer şarapla ilgili buluntu
yerleri, üzüm çekirdekleri, atölyeler, amphoralar, tarihlendir-
meler, antik metinler, mitler, analizler, ekonomik çıkarımlar
gibi konularda detaylı bilgi almak istiyorsanız geniş bir litera-
tür var emrinizde. Ama bu yazı o literatürün bir parçası de-
ğil. Aşağıdaki yazıyla uygarlığın damarlarında şarap denen
bir can suyunun gezdiğini vurgulamayı umdum. Biraz da
merak uyandırmayı...
Baykal Başdemir
Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü
Arkeo Duvar / 71
İnsanın yolculuğu
Yolculuğun öyküsü
Arkeo Duvar / 72
İnsanlığın öyküsünü özetlediğimizde aslında yeme ve içme aşamalarımızı sı-
raladığımızı vurgulamakta yarar var. Avcılık ve toplayıcılık, öykünün çok uzun
giriş bölümünü oluşturur. İnsanların yediklerini ve içtiklerini “avladığı ve top-
ladığı” Paleolitik Dönem, aynı zamanda insanın biyolojik yapısının oluştuğu
ve sosyal yapısının temellerinin atıldığı dönemdir. O zamandan beri iki ayak
üzerinde duruyor, alet kullanıyor, toplu halde yaşıyor ve iş bölümü yapıyo-
ruz. Neredeyse tamamen yeme ve içme ile ilgili özelliklerimiz bunlar.
Avcılık ve toplayıcılığın ardından görece çok çok yakın bir zamanda, artık in-
sanın yiyecek ve içeceklerini ürettiği bölümü başlıyor öykünün: Neolitik dö-
nem. Yani yeni besin kaynakları, tarım ve hayvancılık, besinin depolanması,
toplumsal tabakalar, yiyecek deposu tapınaklar, devlete giden yol, ekmeğin
kutsallığı ve “ekmek kavgası.” Öykünün devamında denizaşırı yiyecek tüc-
Arkeo Duvar / 73
carı imparatorluklar, kıtaları aşan bir tarım organizasyonu, endüstri devri-
mi, artık evde kurulmayan turşular, obezlerin yanı başında açlıktan ölenler,
sosyal medyada pazar kahvaltısı keyfi fotoğrafları... Kısacası besinlerimiz,
bizim öykümüzün başkarakterlerinden.
Uygarlığın damarlarında
Yaşamak için su içmek zorundayız ama su hiç enerji vermeyen bir içecek.
Aynı zamanda su içmek oldukça tehlikeli bir uğraş olmuş. Modern zamanlar
öncesinde içinde bir şey yüzmeyen ve kokmayan su, genellikle içmek için
yeterince temiz sayılıyordu. Bu sebeple atalarımız, içtikleri sudan hastala-
nan hatta ölen pek çok insan gördü. Türümüzün içme suyunu elde etmek,
taşımak, biriktirmek, süzmek, temizlemek için yaptıkları saymakla bitmez.
Fakat meraklı, gözlemci, deneyci, çıkarcı, yaratıcı atalarımız sadece suyla
yetinemezdi. Sudan başka sıvıları keşfetmekte ve icat etmekte gecikmedi-
ler. Sudan daha besleyici, su kadar hasta etmeyen, bir de meşhur organı-
mız beyne oyunlar eden sıvılar...
Arkeo Duvar / 74
Köpüren besinler
Bulduğu pek çok nesneyi ağzına atıp yemeyi denemiş -bu yolda kurbanlar
vermiş- insanlar; tüm duyularıyla sınaya sınaya sonunda daha kolay sin-
dirilen, daha besleyici ve yiyeni hasta etmeyen, öldürmeyen seçeneklerin
hangileri olduğunu öğrendiler. Ayrıca gıdaların belli koşullar altındaki de-
ğişimlerini de uzun süre deneyimlediler. Kuruyan yiyeceğin daha uzun da-
yandığını, bazı yiyeceklerin suda yumuşadığını ve ateşte pişen et ile sebze-
nin daha yenilesi olduğunu bir kez kavrayan insanların artık yiyeceklerini
işlemek için onlara taşla vurmaktan fazlasını yapmaya başlamaları kaçınıl-
mazdı.
Doğada tecrübe edilebilen belki de en sıra dışı besin, fermente olmuş (ma-
yalanmış) meyve olmalı. Alışılagelmiş meyvenin şekli, rengi, dokusu, koku-
su ve tadı; fermantasyon sonucunda değişiyor. Köpüren, hafif kokan, biraz
itici bir hal alıyor. Ama bu fermente meyve, aynı zamanda çok besleyici.
Fermente olmuş meyveleri -ve çiçek nektarlarını- yiyen pek çok hayvan var.
Böcekler, kuşlar, yarasalar ve diğer memeliler... Hatta Güney Asya’da yaşa-
yan sivri sincapçık, fermente nektarı beslenmesinin ana unsurlarından biri
haline getirecek bir metabolizmaya, çok güçlü bir alkol toleransına sahip.
Diğer hayvanlardan eksiği -ve fazlası- olmayan insan da geçmişinin pek çok
noktasında fermente olmuş meyvelerle karşılaştı elbet. Ve o meyveleri yedi
de... Ardından fermente besinleri üretmeye giden bir yola girdi.
Arkeo Duvar / 75
ekmek, yanında bir parça peynir, leziz birkaç dilim sucuk, kütür kütür turşu
ve tercihinize göre bir bardak ayran, bira ya da şarap. İşte fermantasyon
sayesinde mümkün olan bir menü...
Şekeri -ve bitkilerin şekeri depolamak için ürettiği depo polisakkariti nişas-
tayı- fermente etmeyi dünyanın farklı yer ve zamanlarında birden fazla kez
öğrendi insan. Ardından, sayısız besinin üretiminde kullandı. Bu besinle-
rin bir kısmı da alkollü içecekler. Yani içinde suyun yanında alkol ve diğer
bazı maddeleri içeren içecekler. Alkollü içeceklerden bira ve şarap, “bizim
coğrafyamızın” temel ve kadim iki içkisi. Mezopotamya ve Akdeniz uygar-
lıklarının damarlarındaki can suyu. Sümerlere göre, yabani insan Enkidu
ekmek yiyip -yedi maşrapa- bira içtikten sonra uygar insan olmuş. Elbet
İçki, mülkiyet ve devlet birlikte... MÖ 2600-2350 yılları arasına tarihlenen Irak (Khafajeh)
buluntusu bu silindir mühür ve baskısında, kamışlarla bira içen iki insan görüyoruz.
(https://oi-idb.uchicago.edu/id/61722c88-6efd-4b76-a98f-8bd9acf7b43a erişim:
26.08.2022).
Arkeo Duvar / 76
öyküsünü incelerken, “sadece üzümden üretilen içkilere şarap denebilece-
ği” gibi iddiaları veya “pirinç şarabı” gibi istisnaları -not ettikten sonra- bir
kenara bırakmamız gerekiyor.
Hayat ve uygarlık için vazgeçilmez olan su, yine de yukarda belirtilen de-
zavantajlara sahip bir içecek. Alkollü içeceklerin ise tek başına içilen suya
göre bazı avantajları var. Fermantasyon sonucu ortaya çıkan alkol, asit ve
karbondioksit; içkileri -antiseptik olmasa bile en azından- aseptik hale ge-
tirmekte. Yani içkiler, mikropları öldürmek için kullanabileceğimiz kadar
güçlü olmasa da en azından mikroptan arınmış sıvılar. Temiz içme suyu
tesisatlarına kavuştuğumuz modern zamanlara kadar çok sayıda hekimin
su yerine bira ya da şarap içmeyi salık vermiş olması tam da bu sebepten
kaynaklanıyor. Suyla değil şarapla yıkanmış yaraların daha başarılı iyileştiği
de Antik Çağ’a ait bir bilgi. İnsanlar henüz mikropları bilmese de tecrübe
sayesinde neyin temiz, neyin pis olduğunu ayırabilmiş.
Elbette şarabın susuzluğu giderme gücü, suyunki kadar değil. Hatta özel-
likle içeriğindeki alkolün idrar söktürücü etkisi sebebiyle tek başına içilen
şarabın susuzluğa yol açtığı bir gerçek. Ancak eski insanların genelde yük-
sek alkol içeriğine sahip şaraplar üretemediği unutulmamalı (eski biralar
da biraz bozaya yakın olmalı).
Üstelik dudaklarından kadehi ek-
sik etmeyen Antik Hellenlerin ve
Romalıların şarabı sulandırarak
içtiğini de akıldan çıkarmamalı-
yız. Günümüzde yaklaşık bire bir
su ve şarap oranı, şarabın idrar
söktürücü etkisinin üstesinden
gelmeye yetiyor. Şarabı sulan-
dırarak içmek, sabahtan içmeye
başlayan antik insanın gününü
sızmadan tamamlamasına da
yarıyor. Hem de içme suyuna Misafirlere şarap ikramı... Symposion denen
katılan şarap sayesinde o suyun içkili davetlerde şarap ve suyu karıştırıp servis
daha temiz hale gelmesi sağlanı- etmek amacıyla kullanılan, MÖ 520 civarında
yor. üretilmiş bir “krater”. (https://www.getty.edu/
art/collection/object/103T31 26.08.2022)
Arkeo Duvar / 77
Sudan daha “temiz” içecekler olmalarının yanında şarap ve biranın o döne-
min pek çok yiyeceğinden daha yüksek kalorili ve daha besleyici olması da
bir diğer avantaj. Ayrıca -bira üretiminde de kullanılan- tahılları uzun süre
depolayabilmek mümkün olsa bile eski zamanlar için muazzam bir enerji
kaynağı olan şekerli ve sulu meyveleri uzun süre bozulmadan saklamak
pek zor. Modern teknikler gelişmeden önce meyveleri kurutmak veya şara-
ba dönüştürmek en sık kullanılan yöntemler. Fakat elimizde şarap yerine
sadece kuru meyveler varsa yeniden bir içeceğe ihtiyaç duyacağımız ve en
başa döneceğimiz de bir gerçek. Yani şarap başlı başına bir çözüm olmuş.
İçkiler hem besin hem de psikoaktif madde olarak biyolojik, ruhani, sosyal
işlevler görmüş. Bunun yanında ağrı kesmek, sindirime yardımcı olmak -ve
daha yakın tarihte öğrendiğimiz üzere makul miktarda şarabın kalp-damar
sistemine faydası- gibi tıbbi bazı işlevlere de sahip (sağlığa zararları da var
elbette)... Bu sebeplerle içkiler aynı zamanda önemli birer zenginlik kayna-
Arkeo Duvar / 78
ğı, değişim aracı ve ticari mal. Sonuç olarak insanlık hayatta kalabilmek ve
günümüze uzanan toplum yapılarını oluşturmak için bol miktarda içki -ve
diğer psikoaktif maddeleri- kullanmış.
Şarabın tarihi
Arkeo Duvar / 79
den ibaret şarap olmalı. Yani dünyanın asıl “en eski tapınakları” sayılabi-
lecek -mağara sanatı barındıran- mağaralarda şarap içilmiş olma ihtimali
var. Ne olursa olsun şunu söyleyebiliriz: hem şarap hem bira gayet kadim
birer gelenek. Ama şarap sanki biraz daha kadim gibi.
Arkeo Duvar / 80
üretimi üzerine yorum yaparken dar görüşlü bir kolaycılığa kaçmamak için
üzüm dışında meyvelerden ve baldan da şarap yapılmış olabileceğini ve
üzüm dışında da tartarik asit içeren meyveler olduğunu akıldan çıkarma-
mak gerekli.
Köklü bir gelenek... Solda: Gürcistan’dan Erken Neolitik döneme ait, ağız kenarında
üzüm kabartmaları bulunan bir şarap küpü. (Https://www.pnas.org/doi/10.1073/
pnas.1714728114 erişim: 26.08.2022) Sağda: Günümüzde Gürcistan’da qvevri isimli
küplerin içinde şarap üretme geleneği hala sürdürülmekte. (https://gwa.ge/wp-content/
uploads/2019/03/Alaverdi-Qvevri-WInemaker.jpg erişim: 26.08.2022)
Arkeo Duvar / 81
müzden yaklaşık 5500 yıl öncesinin şarabına ait kanıtlar var. Yine Güney Kaf-
kasya’daki Ermenistan’da keşfedilen günümüzden yaklaşık 6000 yıl önceye
ait bir şarap atölyesi, şimdilik bulabildiğimiz en eski şaraphane.
Şarap pek çok dönemde ve yerde birbirinden bağımsız olarak tekrar tek-
rar keşfedilmiş olmalı. Avrasya’nın doğusunda, Çin’de şimdilik bilinen en
eski içkilerden birinin kanıtları tespit edilmiş. Henan Eyaleti’nde ele geçen,
günümüzden 9000 yıl önceye tarihlenen bir kabın cidarında pirinç, bal ve
meyve karışımı bir içkinin kalıntıları var. Kullanılan meyve büyük olasılıkla
alıç, belki üzüm ya da ikisi birden. Bu içkinin üretiminde hem nişastanın
(pirinç) hem de doğrudan meyve ve baldaki şekerin fermente edildiği anla-
şılıyor. Yani bir anlamda, bira ile şarabın karışımı bir içki söz konusu.
Saraylardan mezarlara
Arkeo Duvar / 82
çılık dersleri. İsa’nın kanı, İslam’ın
yasağı. Manastır mahzenleri.
Arap ve Avrupalı simyacıların im-
biklerinden süzülen alkol damla-
ları. Damıtılıp konsantre edildik-
ten sonra fıçılara yüklenen “yanık
şarap” brendinin -ve ardından
romun- okyanuslardaki yayılma-
cılıkta bayrağı şaraptan devral-
ması. Atlantik’teki şeker, alkol ve
köle ticareti. Yeni Dünya’dan ge-
lip Avrupa şarapçılığını neredey-
se yok edecek asma bitine karşı
yine Yeni Dünya asmalarının yar-
dıma koşması. Endüstrileşmenin
ayık işçi sınıfı ihtiyacı sonucu al-
kolün ayıplanması ve çay ile kah-
ve molaları.
Arkeo Duvar / 83
İYİ ARKEOLOJİ
Tarım Devrimi:
Bir zorunluluk muydu
yoksa seçim mi?
Tarım, tarihin zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik dö-
nemden itibaren özelleşmiş, çok değişkenli ancak çizgisel ya da
ereksel olmayan süreçlerin sonunda, bazı toplumların çevrele-
rindeki canlılarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişiminin taşma-
sıdır.
R usya’nın Ukrayna’yı işgali sadece enerji alanında değil tahıl tedariki ala-
nında da büyük bir risk yarattı. Ukrayna’da üretilen buğdaya bağımlı hale
gelmiş ve bu bağımlılığın taşıdığı risklere karşı hiçbir B planı olmayan birçok
ülke bu ani savaşın etkilerine maruz kaldılar. Buğdayın anavatanı ve ilk ıslah
edildiği coğrafya olan Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Tahıl koridoru açılma-
sı için yapılan diplomatik müdahalelerle Avrasya steplerinin tonlarca buğdayı
yeniden gemilerle Güney’e taşınmaya başlandı.
Arkeo Duvar / 84
Bu krizin tetiklediği buğday kıtlığı ve olası açlık senaryoları bizi insanlığın en
temel besin kaynaklarından birinin tarihini yeniden düşünmeye teşvik etti. Ar-
keologlar için bu en önce Neolitik dönemi düşünmek anlamına geliyor, yani
insanların avcı-toplayıcılığı bırakıp yiyecek üretimciliğine geçtiği, diğer bir de-
yişle, tarım ve hayvancılığa başladığı dönemi.
Bu yazıda benim sormak istediğim soru şu: Tarım tarihsel bir zorunluluk ola-
rak mı ortaya çıktı? Yoksa biricik ve olumsal süreçlerin akışı içinde insanın kül-
türel tercihlerinin bir sonucu muydu?
Böylesi büyük bir soruyu bu kadar kısa bir yazıda yanıtlamak kolay değil, kabul
ediyorum; ancak benim önerim sizinle arkeolojik düşünce tarihi içinde kısa bir
gezintiyle bu tartışmayı serimlemeye çalışmak olacak.
Arkeo Duvar / 85
Tarım Devrimi’ne ilişkin ilk öneriler
Daha henüz arkeoloji diye bir bilim dalı ortaya çıkmamışken tarihçiler tarı-
mın ortaya çıkışı üzerine kafa yormuştur. Önce Antik Yunan’da insanların
gelişim aşamaları incelenmiştir. Daha sonra İncil’de Adem’in Yakındoğu’da
tarım yaptığı, önce tunçtan sonra da demirden aletler kullandığı söylenmiş,
insanlığın çeşitli teknolojik gelişmelerden geçerek bugüne geldiği konusun-
da genel bir resim çizilmişti.
Ancak adına “insanlık tarihi” denilen bütüncül bir anlatının gelişmesi için Ay-
dınlanma Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Aydınlanma Çağı’nın önemli
düşünürlerinden Turgot ve Condercet tarımın ortaya çıkışını Avrupa-mer-
kezci, ilerlemeci ve çizgisel tarihsel kavrayışıyla ele almışlar; onu insanlığın
medeniyete doğru ilerleyen süreçler içinde geçirdiği zorunlu aşamalardan
biri olarak tespit etmişlerdir. 1750 tarihli “İnsan Zihninin Gelişmeleri Üzeri-
ne” yapıtında Turgot tarımı, çobanlık ve göçebelik aşamasından sonra gelen
zorunlu bir ilerleme olarak kaydeder. 1794 tarihli “İnsan Zekasının İlerleme-
leri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı” metninde Condercet benzer olarak av-
cılık-balıkçılık ve göçebelik aşamasının sonrasına yerleştirir “çiftçi milletler”i.
19. yüzyıla geldiğimizde, evrensel tarih anlayışını en çok etkileyen Lewis Hen-
ry Morgan’ın ‘Ancient Society’ kitabı olur. Kitabında Morgan tarımın başlan-
gıcını barbarlık aşamasının ilk evresine yerleştirmeyi uygun bulmuş. Ondan
ziyadesiyle etkilenerek ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ kitabını
yazan Friedrich Engels de Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel anlatıya son
şekillerini vererek bilim ve düşün dünyasında tarımın evrensel tarihin zorun-
lu bir aşaması olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir. Buraya kadar saydığımız
herkes tarımın ortaya çıkışı sorusuna arkeolojik veriler olmaksızın yanıtlar
vermiştir.
Arkeo Duvar / 86
Tarıma ilişkin belirlenimci kuramlar
20. yüzyıldan itibaren ise arkeolojik veriler de kuramsal düşünüşte yerini alır.
20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan tarım devrimine ilişkin kuramları “belirle-
nimci kuramlar” genel başlığı altında ele almak mümkün. Bu teoriler kendileri-
ne ekoloji, ekonomi veya nüfus baskısı gibi göstergeleri temel alıyor ve tarihsel
süreçleri bu belirlenimler içinden açıklıyorlardı.
Ne var ki, ilk başlarda sadece arkeoloji değil paleoekoloji verileri de henüz ye-
terli değildi bu konuya doyurucu cevaplar sağlamak için. Bunun en güzel ör-
neği Pumpelly’nin “vaha kuramı” önerisidir. Buzul Çağı sonunda gelişen büyük
bir kuraklığın tüm canlıları sulak alanlara sıkışmaya zorladığı ve bunun sonu-
cunda yoğunlaşan türler arası etkileşimin yiyecek üretimciliğine yol açtığı yö-
nündeki önerisi bugünkü paleoiklim bilgilerimizle taban tabana çelişmektedir.
Bugün biliyoruz ki, asıl kurak dönem Buzul Çağı’ydı. Holosen’le birlikte iklim
bol yağışlı ve ılıman hale gelmiş, bu ani değişimle de dünya yüzünde bitki ve
hayvan toplulukları hiç olmadığı kadar çoğalmış, serpilmiş ve yayılmıştı.
Arkeo Duvar / 87
Pumpelly’den farklı olarak ise, Childe tarıma geçişi ekolojik belirlenimle açık-
lamaktan kaçınmış, onun yerine kendi teorik çerçevesine uygun olarak üre-
tim tarzındaki değişimi bu süreç için başat etken olarak belirlemiştir. Marksist
materyalist felsefenin tınısını kendinde barındıran yaklaşımıyla Childe, eko-
nomik belirlenimi Neolitik Dönem araştırmalarının temel sorusu ve sorunu
haline getirdi. 1952 tarihli kitabındaki ünlü pasajında şöyle diyordu Childe:
Gelelim 20. yüzyılın ikinci yarısına. Leslie White, Neolitik için nüfus baskısı-
nın önemine daha 1959’da değinen ilk araştırmacılardan biridir. Sonrasında
Cohen’in 1977 tarihli ‘Food Crisis in Prehistory’ kitabı gelir. Cohen’in anlattığı
üzere, insanlık tarihinin yüzde 99’u avcı-toplayıcı olarak geçmiştir ve bu esa-
sen insanın geliştirdiği en başarılı adaptasyondur. O nedenle tarım ancak ve
ancak bir itici neden sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Cohen’e göre, Holo-
sen Dönemin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan yerleşik yaşam insan nüfusu-
nun aniden ve hızla çoğalmasına yol açmıştı. Göçebe yaşam biçiminde sade-
ce tek çocuk sahibi olan aileler, şimdi kısa aralıklarla çok daha fazla çocuğa
sahip olabiliyordu. Birden artan nüfusla baş edebilmek için insanlık tarım
ve hayvancılığı geliştirmiş, öngörülebilen hasat zamanları ona güven vermiş,
yiyeceğini depolayarak ve uzun süre saklayarak besin ihtiyacını gidermiştir.
Arkeo Duvar / 88
dıkları bu ekolojik nişin Batı Asya’daki tarımın çekirdek bölgesini oluşturdu-
ğunu isabetli bir biçimde öne sürmüşlerdir. Ayrıca zooarkeoloji ve arkeobo-
tani gibi disiplinleri araştırmanın olmazsa olmaz bileşenleri haline getirerek
geçim ekonomisine ve evcilleşmeye odaklanan Neolitik metodolojisini kur-
muşlardır.
Arkeo Duvar / 89
Ekoloji- insan etkileşimi olarak tarıma geçiş
Arkeo Duvar / 90
munu saçmayanları seçtiğini belirtir. Evrimsel süreçte dezavantajlı konumda
olan sert omurgalı bitkiler, insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale
gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi tarımın ortaya
çıkışını hazırlamıştı. Artık tahılların gen havuzunda sert omurgalı mutantlar
sayıca artmıştı. Her hasat dönemi, insan eliyle yaratılan bu müdahaleyi güç-
lendiriyordu. İnsanlar ayrıca aynı süreçler içinde tahılları kavuz ve kapsülle-
rinden ayırmaya yarayan teknolojileri de geliştirmiş, ezgi ve öğütme taşlarıyla
tohumları işlemiş, böylece hasat edilen bitkiler besin olarak tüketilebilmiştir.
Flannery bu öngörüleri sonucunda Yukarı Mezopotamya’nın meşe-fıstık ya-
yını tarımın ilk geliştiği ekolojik ortam olarak ortaya atmış ve bunda da yanıl-
mamıştır.
Arkeo Duvar / 91
ruyu sorabilmek için insanı ve kültürü yeniden arkeolojinin teorik dünyasına
taşımak gerekliydi. Post-süreçsel arkeoloji tam olarak bunu başardı diyebiliriz.
Toplumları, ekolojik veya termodinamik sistemler olarak tasavvur eden Yeni
Arkeoloji, 1970’lerin sonundan itibaren kendi sorduğu sorulara cevap vere-
mez olmuş, koymak istediği evrensel yasalara ulaşamamıştı. Post-modern dü-
şüncenin Aydınlanma düşünüşünün karşısındaki tavrıyla birlikte de arkeoloji
daha önce hiç olmadığı kadar zengin ve renkli bir çoğulculuğa kavuştu. Tüm iyi
bilindiği sanılan tarihsel süreçler sil baştan sorgulanmaya başlandı.
Arkeo Duvar / 92
Bender’in sosyal perspektifini geliştirirken başvurduğu kaynaklar, yaklaşı-
mının teorik çerçevesini bize anlatmaya yetiyor. Marshall Sahlins’in “hane
üretim modeli” veya “domestic mode of production” görüşü bunların başında
geliyor. Bu modelde amaç zenginliği biriktirmek değil, kendini yeniden üre-
tebilmektir. Dolayısıyla Neolitik hane böyle bir açıdan ele alınmalıdır.
Arkeo Duvar / 93
Tarım bir zorunluluk değil
Tarım, bu anlamda insanların daha güvenli besine erişme çabasını değil, kafa
yapıcı içeceklerin statü sembolü olarak belirdiği coğrafyalardaki olumsal bir
tarihsel gelişimi ifade ediyor. Tarım, rekabetçi bireylerin statü uğruna yoğun-
laşan ritüellerinin beklenmeyen bir sonucu. Batı Asya’da bira, Doğu Asya’da
pirinç rakısı (sake), Orta Amerika’da ise çikolata gibi fermente içecekler bu
dönüşümde katalizör görevi üstlenen ürünler. Bu bakış açısına göre, tarım
bir zorunluluk değil. O daha çok bir aykırılık, bilmeden ve istemeden “keşfe-
dilen” bir teknoloji, hatta bilinçsiz bir devrim olarak beliriyor.
Son olarak Jacques Cauvin’e gelelim. Fransız arkeolog Cauvin ‘The Birth of
the Gods and the Origins of Agriculture’ adlı kitabını 1994 yılında kaleme
alıyor. Kitap 2000 yılında İngilizce yayımlanıyor. Cauvin, tüm determinist ku-
ramları ret ederken, insanın toplumsallığındaki ideolojik dönüşümün tarih-
sel süreçleri yönlendirmedeki rolünü ön plana çıkarıyor. Ona göre devrimsel
olan ekonomik değişim değil; sembollerin dönüşümüdür. Annales Okulu’nun
mentalite tarihçiliği kolundan etkilenen Cauvin için Neolitik Devrim’i müm-
kün kılan insan formunda doğaüstü, aşkın varlıkların yaratılmasıdır. Neolitik
öncesinde hayvan sembolizminin ağır bastığını belirten Cauvin, Neolitik dö-
nemle birlikte tanrı ve tanrıçaların icat edildiğini bildirir.
Arkeo Duvar / 94
Cauvin, Neolitik kozmolojiyi, birbiriyle karşıtlık içindeki eril ve dişil sembolle-
rin içerildiği yeni bir din olarak tarif eder. Eril semboller özellikle fallik imge-
ler ve boğa ile temsil edilirken; dişil simgeler şişman, doğum yapmış kadın
figüriyle özdeşleşir. Üretimi ve yeniden üretimi simgeleyen bu ikili sistemde
güç, kudret, bereket, doğurganlık gibi toplumların dayandığı biyolojik ve eko-
nomik sisteme ilişkin tahayyüllerin bilinçdışında işgal ettiği önemli yer vur-
gulanır. Elbette Cauvin’in teorisi tartışmaya ve eleştiriye fazlasıyla açık. Hatta
bugünkü bilgilerimizle bu hipotezin yer yer arkeolojik veriyle çeliştiğini de
rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak bu başka bir yazının konusu olsun.
Sonuç olarak, Neolitik Devrimi dışsal etkenlerle açıklamaya meyilli güçlü bir
modernist gelenek içinden sıyrılmayı başardıkları için sosyal ve ideolojik ku-
ramları bugün daha fazla önemsiyoruz. Bu teoriler bize insanın failliğinin
tarihsel süreçlerdeki başat önemini hatırlatmıştır. İnsan-dışı veya insan-üstü
failleri görünür kılan ve tarihte onların edindiği rolleri vurgulayan moderni-
te-öncesi ve modernite gelenekleri, Marksizm ve post-modernizmden sonra
artık yüzünü insana ve insanın toplumsal, bilişsel, psikolojik ve ideolojik dün-
yasına çevirmek zorunda kalmıştır.
Arkeo Duvar / 95
Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak”
tarıma geçmezler. Bir toplum ancak ve ancak bilinçli tercihler
sonucunda tarımcı olmayı benimsemiştir.
O halde, benim başta sorduğum soruya verdiğim cevap şudur: Tarım, tarihin
zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik Dönem’den itibaren özelleşmiş,
çok değişkenli ama çizgisel ya da ereksel olmayan süreçlerin sonunda belli
coğrafyalardaki toplumların bilinçli bir şekilde çevrelerindeki bitki ve hay-
vanlarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişimidir. Bu insanlar, ne var ki, kendi
eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını elbette hiç ama hiç tahayyül etmemiş-
tir. Kafa yapıcı fermente içeceklere olan Neolitik ilgi bugün tarıma tümüyle
bağımlı ulus devletlerin küresel bir açlık ve kıtlık krizine gelmesinde bir kele-
bek etkisi yarattı dersek yanılmış olmayız sanırım. Buğdayın tarihi bitmedi,
devam ediyor.
Arkeo Duvar / 96
YAZITLARIN DİLİ
Üzüm ve incir:
Amos’un tarlaları
Günümüzde Marmaris’ten Amos’a doğru ilerlediğinizde yol bo-
yunda yanmış dağ yamaçları görüp derin bir üzüntüye kapıldık-
tan sonra bahsi geçen düzlük kısımlarda çok az tarım yapıldığı-
nı, buraların çoğunlukla yazlıklar, siteler ve tatil tesisleri ile işgal
edilmiş olduğunu görürsünüz. Hatta öyle yapılaşmalar vardır ki
tüm bir koyu işgal etmiştir. Yazıtlarda anlatılan o tarım bolluğu-
nun yerine neredeyse her tarafı kaplayan yapılaşmayı görmek
içinizi burkar ve tarımın can çekişmesini, geri dönüşü neredeyse
imkânsız bir şekilde yaralanmış doğayı hüzünle seyredersiniz ...
Arkeo Duvar / 97
İ nsanın doğa üzerindeki en büyük tasarruflarından bir tanesini tarım ara-
cılığıyla gerçekleştirmiş olduğu bir gerçek. Tarımın insan hayatındaki va-
roluşu, göçebe yaşamdan yerleşik hayata geçişin de etkisiyle doğanın sun-
duğu yiyeceklerin artık yetmediği, temel yiyecek temininin zorlaştığı ya da
depolama yapma ihtiyacı ile şekillenen çok uzun bir süreç. Daha sonraki dö-
nemlerde de arazi sahipliği, çalışma olgusu ve ekonomik dönüşüm süreçle-
ri çerçevesinde tarımsal üretim gittikçe arttı. Dolayısıyla tarım, özellikle en-
düstrileşme öncesinde gerek yiyecek sağlama gerekse ekonomik açıdan en
önemli unsurlardan biri olarak toplumdaki yerini her zaman korudu.
Tarla kiralama
sözleşmeleri
Arkeo Duvar / 98
1948-1950 yılları arasında, Bozburun Yarımadası’ndaki gezileri esnasında
Marmaris çevresindeki bölgeyi araştıran G. E. Bean, Amos antik kentinde her
iki yüzünde de yazıtlar bulunan stel parçaları buldu. Bu parçaları bir araya
getirerek üç ayrı sözleşme metni elde eden Bean’in yayınından sonra konu
üzerine pek çok yorum yapıldı. 2001 yılında yani yaklaşık 50 yıl sonra, jan-
darma tarafından el konularak Marmaris Müzesi’ne teslim edilen yeni bir
parça bu gruba eklendi. Günümüzde Amos’ta devam eden sistematik kazı
çalışmaları aracılığıyla bu yönde daha fazla bilgi geleceğine şüphe yok.
Arkeo Duvar / 99
daha önce kiralayan kişi bu açığı görevlilere ve Amos Birliği’ne geri öde-
sin; tarla içerisine üçten az olmamak üzere binalar inşa etsin; her birinin
uzunluğu yirmi beş ayaktan (yak. 7,5 m) ve genişliği yirmi ayaktan (yak. 6
m) az olmasın; kira bedelinin her bir mina’sı (para ölçüsü; 100 drakhme)
için asma ve incir dikecektir. Her bir incir fidesi için, aralıkları kırk ayaktan
(yak. 12 m) az olmamak üzere, dört ayaktan (yak. 1,2 m) az olmayan bir
derinliğe kadar kazarak kırk incir ağacı ve üç ayak (yak. 90 cm) derinliğe
kadar kazarak bin asma diksin, asma fidelerinin arasına altı ayaktan (yak.
1,8 m) az olmayan bir aralık bıraksın ... eğer sözleşmeye aykırı olarak ke-
reste keserse, bu keresteler yerinde kalsın; tarladan hayvan yemi, sap, sa-
man ve gübre almasın; eğer alırsa, aldığı her bir şey için her yıl görevlilere
ve Amos Birliği’ne iki yüz drahmi ödesin; Kiralayan kişinin kiralanan tar-
laya ölü gömmesine izin yoktur; aksi durumda, görevlilere ve Amos Birli-
ği’ne yüz drahmi gümüş ödesin ve ölüyü tarladan çıkarsın; aynı sözleşme-
ye göre tarlayı Amos’lular arasından dileyen bir kişiye devredebilir; eğer
devredecek olursa, görevliler kalan süre için aynı şartlarda bir sözleşme
hazırlasınlar ve devralan kişi görevlilerin uygunluğunu incelemesi için gü-
venilir kefiller belirlesin; kefiller uygun bulunduğunda, devralan kişi ile bir
sözleşme yapılsın; kutsal alandaki stele bu devir kısmı da eklensin; buraya
devralanın ve tüm kefillerin adları ve devir tarihi yazılsın...
Üzüm ve incir
Arazilerin büyük bir kısmının üzüm, bunun yanı sıra da incir yetiştiriciliği için
kullanıldığını, üzüm ve incir fidelerinin bulundukları arazi tipine göre ne de-
rinlikte ve sıklıkta dikileceği gibi bilgileri içeren yazıtlar işin ciddiyetini gösterir.
Eğer bu aşamaya kadar tüm işlemler düzgün bir şekilde yapılıp kira miktar-
ları düzenli bir şekilde ödenmişse kefillerin adı stellerden siliniyor ve kalan
yıllar için sözleşme yenileniyordu. Her ne kadar kefaletin kaldırılması riskli
gibi görünse de kiracının bu aşamaya kadar gelmesi ve bu süreç boyunca
işini düzgün yapması için büyük bir motivasyon kaynağı olmaktaydı. Kiracılar
umumi yolları ve ötesini işgal edemezler ya da bu yollara zarar veremezlerdi.
Bunun cezası 3000 drahmi kadardı. Ayrıca kiracılar tarla içerisinde ihtiyacı
olabilecek asma çubuklarını temin etmek dışında tarladan kereste kullana-
mazlardı. Bunun cezası da 3000 drahmiydi. Tarladan hayvan yemi, sap, sa-
man ve gübre taşınamazdı, bu da 200 drahmi cezaya tabiydi. Tarlaya defin
yapmak yasaktı, yapana 100 drahmi ceza kesiliyordu. Kiracı istediği herhangi
bir dönem, tarlayı bir başka Amoslu’ya devredebilir, bu durumda kiralayan
ve kiracı arasında yeni bir sözleşme hazırlanırdı. Mevcut kefiller de çekilmiş-
lerse kiracı yeni kefiller getirmeliydi. Bu yeni sözleşme, varsa yeni isimlerle
birlikte, ilgili stellere ekleniyor ya da ayrıca kaydediliyordu. Bu süreçte kiracı
herhangi bir şekilde ceza almış ve altı ay içinde ödememişse 20.000 drahmi ek
ceza alıyor ve tarlayı terk etmek durumunda kalıyordu. Sözleşme sona erdi-
İncirin önemi
İncir ise tarih boyunca üzümle birlikte anılan ve yetiştirilen, insanlığın işlediği
en eski ürünlerden biridir. Doğada yabani şekilde bulunan incirin en iyi türleri
insan tarafından yetiştirilir. Yaratılış hi-
kayesine göre Âdem ve Havva’nın cinsel
organlarını örtmek için incir yaprağını
kullanmışlardı. Hatta bazı yorumcular
Cennet Bahçesi’nde olduğu belirtilen
ve Âdem ile Havva’nın kovulmasına ne-
den olan Bilgi Ağacı’nın incir ağacı ol-
duğunu düşünür. Bu nedenle de kimi
yorumcular bu ağaca “baştan çıkarıcı”,
“günaha çağıran” yönlerine izafeten
“pişmanlık ağacı” da derler. Tabi ki bu
noktada incirin yüksek bir afrodizyak
etkisi olduğunu da hatırlatmakta fayda
var. Bazı yorumcular Nuh’un gemisi-
Âdem ve Havva’nın cennetten kovuluşu,
ne üzümün yanı sıra incir fideleri almış
Raphael’in Vatikan freskinden bir 18.
olması gerektiğini düşünürler ve Eski yüzyıl el kopyası. (V&A arşivi).
Ahit’te pek çok yerde üzüm-incir ikilisi
Kuran’da da yaratılış ile ilgili bir ayette incir üzerine yemin edilir ve İslami
gelenekte incirin cennetten geldiğine dair kayıtlar mevcuttur. Öte yandan,
günümüzde bizlerin de “ocağına incir ağacı dikmek” ifadesini kullanmamız
belki ilginç bir tesadüf olarak alınabilir. Bu ifadenin açıklaması çoğunlukla
incir ağacının hızlı yayılımı ve güçlü kökleri ile bulunduğu mekânın dibini sar-
malamasıdır.
Campania’dan mezar resmi, MÖ 4. yüzyılın 2. Yarısı. Dresden, Albertinum, Hettner 116-248
kaynak K. Knoll, Die Antiken im Albertinum.
Arkeo Duvar / 107
G ül tarih boyunca güzelliğin, gençliğin simgesi olması yanında geçici-
liğin de simgesi oldu. Pek çok tanrı ve tanrıça için yapılan törenler
dışında ölüler için yapılan dinsel törenlerde de kullanıldı. Güzel görünüşü,
hoş kokusu ve çok renkli oluşuyla gül binlerce yıldır insanların en çok ilgi
gösterdiği bitkilerden biri oldu. Grek kadın şair Sappho’nun “çiçeklerin kra-
liçesi” diye nitelediği güle en erken Homeros’un İlyada Destanı’nda rastlı-
yoruz. Homeros, Şafak Tanrıçası Eos’u, “Gül parmaklı şafak” olarak niteler.
Bu nitelemenin tazelik, gençlik ve yeni başlayan bir şeyi tanımlamada kulla-
nılmış olduğunu daha sonraki kaynaklardan anlıyoruz. Geometrik ve Erken
Arkaik dönemde tanrı ve tanrıçalara layık görülen veya adı onlarla birlikte
anılan gülün, Sappho ve Anakreon’la birlikte dünyevileştiğini, insanlar katı-
na indiğini görüyoruz.
Plinius, Pangaeus Dağı yakınlarında yetişen yaprakları küçük ama çok olan
gülden bahsederken bu gülün tarlalara ekildiğini dile getirir ve orada oturan
halka bir ‘ekmek kapısı’ açtığını söyler. En hoş kokusu olan gülün Kyrene gülü
olduğunu anlatan yazar bu nedenle en güzel gül merhemi/balsamının orada
yapıldığını anlatır. Plinius’a göre İspanya’daki Roma kolonisi Nova Cartha-
go’da yetişen güllerin özelliği ise tüm kış boyunca açmasıdır. İtalya’da güllerin
sonbahardan itibaren açmaması nedeniyle, Roma’da lüks yaşamın gül tüke-
timini körüklemesi karşısında, gül talebine cevap vermek için Nova Carthago
ve Mısır’dan gül getiriliyordu. Romalılar topraklarına yeni eyaletler katınca
Roma’nın buğday ve tahıl ihtiyacı Mısır ve diğer kolonilerden karşılanmaya
başladı. Önceden tahıl üretimi yapılan yerlerde artık gül yetiştiriliyordu!
Plinius, Romalıların Grek gülü, Greklerin ise Lychnis diye adlandırdığı gülün
ne kokusunun ne de görünüşünün kayda değer bir yönü olmadığını söyler.
Daha sonra bu gülün nemli yerlerde yetiştiğini belirterek gül ile gül yetişti-
rilen yerlerin toprakları arasındaki ilişkiyi anlatır. ‘Küçük Grek Gülü’ olarak
adlandırılan başka bir güle de değinen Plinius, bu gülün yapraklarının çok
büyük olduğunu, ama hep gonca şeklinde kapalı olduğunu, ancak elle doku-
nulduğunda yapraklarının açıldığını söyler.
Güle ait ilk resimsel betimlemeleri ise Grek kültüründen çok önce Minoslarda,
MÖ 1600-1500 civarında Girit’teki saray fresklerinde görebiliriz. Miken tab-
letlerinde gül yağından/parfümünden söz edilmesi nedeniyle, Geç Bronz ça-
ğında gülün sadece bilinmekle kalmayıp ondan farklı biçimlerde yararlanıldı-
ğını söyleyebiliriz. MÖ 7.-6. yüzyıllarda aryballos adı verilen, yüksekliği 10 cm.
yi geçmeyen pişmiş toprak kaplarda muhafaza edilen parfüm ve balsamlar
arasında gül yağının da olduğunu varsayabiliriz. MÖ 6. yüzyılda başlara gül
çelengi takıldığını, gülün aşkın ve zarafetin simgesi olduğunu, Tanrıça Afro-
dit’le bağdaştırıldığını yazılı kaynaklardan öğreniyoruz. Tarihçi Herodot’un
aktarımından da en geç MÖ 5. yüzyılda çeşitli gül türlerinin bilindiğini veya ye-
tiştirildiğini söyleyebiliriz. MÖ
4. yüzyılda vazo resimlerinde
bitkisel motif ve bezemelerin
karmaşıklaşmasıyla birlikte di-
ğer bitki ve çiçeklerin yanında
gül de kendine yer edinmiştir.
Sikkeler üzerindeki ilk gül tas-
viri ise adı gülle bağdaştırılan
Rodos kenti sikkelerinde kar-
şımıza çıkar. Rodos sikke bası-
mına MÖ 408-407’de başlamış Rodos sikkesi.
ve sonrasında yirmi yıl kadar
bastırdığı sikkelerde güle yer
vermiştir.
Grekler toplu yapılan içkili yemeklerinde bir araya geldikleri mekânı sarma-
şık dalı ve çeşitli çiçeklerle süslemekle kalmıyor, başlarında da hoş kokulu çi-
çeklerden ve özellikle de gülden çelenkler taşıyorlardı. Greklerin şölen gele-
neği Romalılara da geçmiş, başlarda gül çelengi taşıma âdeti devam etmiştir.
Romalıların yaptığı “gül yemeği” ve içkili partilerinin en pahalısının İmparator
Nero tarafından düzenlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Gül ve ölüm
Tarım terasları, bereketli düz alanlar dışında kalan bölgelerdeki eğimli ara-
zilerde tarıma elverişli yeni alanlar yaratmak, zeytin ağacı ve asma kütüğü
gibi kök gelişimine uygun bitkiler için derin bir toprak dolgusunu oluştur-
mak ve yağışlı bölgelerde yağmur sularının derinde toplanarak toprağın
nemini uzun süre korumak gibi amaçlar için inşa edilmiştir. Tarım terasları-
nın bugün artık hiç kullanılmayan birçok bölgedeki örneklerinin üzerindeki
toprakla günümüze sapa sağlam ulaşması onların erozyonunu önleyici çok
önemli bir işlevini de gösterir. Öyle ki tarım teraslarının yıkıldığı alanlarda
toprak, anakaya düzlemine kadar neredeyse tamamen yok olmuştur.
Tarım teraslarının hangi bitkiler için yapıldıkları sorusuna yanıt vermek her
zaman yanıltıcıdır. Ayrıca teraslara dikilen bitkilerin insan eliyle sulandığına
dair neredeyse hiçbir yerde kanıt bulunamamıştır ki onların kuru tarım için
inşa edildiğini söyleyebiliriz; sulama sadece yabanıl ağaçların taşınmasın-
da zorunludur. Bunun yanında tahıl ekimi için toprağı sürmede kullanılan
pulluğu üst üste dizgeler halinde devam eden teraslara taşımanın güçlüğü
düşünülürse Ege ve Akdeniz’in yan yana yetişen karakteristik bitkileri olan
zeytin ağacı ve asma için daha uygun olduğu söylenebilir. Buna karşın yerle-
Kırsal nüfus, merkezi kentlerde yaşayan okur yazar kesime göre yazı kullan-
mıyordu. Bu nedenle arazi sınırlarını tanımlayan horos (sınır taşları) dışın-
da onların ne zaman inşa edildikleri hakkında yazılmış bir belge neredeyse
hiç yoktur. Bazı araştırmacılar yapı duvarlarıyla karşılaştırarak teraslar için
bir tarih önerse de üzerinde yapı olmaması nedeniyle kuru duvar tekniğin-
de inşa edilen terasları bu yolla tarihlemek neredeyse olanaksızdır.
Doğu Akdeniz bölgesinde Kalkolitik dönemden beri tanınan zeytin ağacı ar-
keolojik kayıtlara göre Anadolu, Girit ve Kıbrıs’ta Orta ve Geç Tunç Çağı bo-
yunca yaygınlaşmış olsa da ağaç dikimlerinin ne zamandan beri teraslara
taşındığı konusunda bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Girit Adası’nın doğu ucun-
daki tarım terasları MÖ 1750 yıllarına tarihlendirilmiştir. Ayrıca, Miken’de
teraslar üzerinde tarım yapıldığı konusunda araştırmalara dayalı bilgiler
bulunuyor. Polen analizlerine göre, teraslar üzerinde tarımın yaygınlaştığı
zaman, Erken Demir Çağ olarak kabul edilmektedir. Bu döneme ait tarım
yapı ve teraslarının örnekleri antik belgelerde Karyalılar’ın (Kar’lar) ataları
olarak gösterilen Leleg toplumu tarafından kurulan önemli kentlerden biri
olan Termera teritoryumunda tarafımızdan belgelenmiştir. Benzer şekil-
de Yarımada Leleg yerleşmelerinin metropolisi olan Pedasa’da yerleşimin
mutlak yönetim merkezi olan Yukarı Kale’yi dört yönde saran tarım terasla-
rının MÖ 6-5. yüzyıllarda inşa edildikleri anlaşılmaktadır. Aynı teraslar Geç
Antik ve Doğu Roma Dönemi boyunca da kullanılmıştır.
Eski Çağ’da tarım sadece Anadolu için değil tüm bölgelerde yaşamsal öneme
sahipti. Attika gibi güçlü bölgelerde MÖ 4. yüzyıldan itibaren tüm araziler
tarım teraslarıyla donatılmıştı. Ege’nin doğu ve batı yakasındaki kentlerde
yaşayan halkların yüzde sekseni kırsal kesimde barınıyordu. Teraslar, Ege
ve Akdeniz’de Hellenistik ve Roma dönemlerinin değişen zaman aralıkla-
rında farklı bölgelerdeki siyasi, ekonomik, sosyal ve doğal çevrenin değişen
koşulları tarafından tanımlanan süreçlerde kullanım görmüştür.
Eski Roma’da
tarım
Roma tarımına en çok hizmet eden teknolojik buluş su kemerleriy-
di, şehirlere uzak su kaynaklarından taze ve devamlı su sağlamak
amacıyla inşa edilen su kemerleri arazilerin verimini artırmaya da
yardımcı oldu. Bu sayede daha iyi sulanan arazilerden daha çok
verim elde edildi. Sulamayla birlikte doğal gübrelemeden de ha-
berdar olan Romalı çiftçi ürününün kalitesini ve miktarını artır-
mak amacıyla her yolu denedi diyebiliriz.
Arazi–mülkiyet kavramları
Provincia’yı biz eyalet olarak adlandırsak da ilk ortaya çıktığı dönemde bir ko-
mutana deniz aşırı toprakları ele geçirmesi için sınırlı bir süre ve alan için ge-
çerli olan emretme yetkisi anlamına geliyordu. MÖ 1. yüzyılın son çeyreğin-
Roma’da saban, kürek, kazma, bel, dirgen gibi basit el aletlerinin yanı sıra ha-
sat sırasında işi kolaylaştıran dönemine göre gelişmiş aletler de bulunuyor-
du. Bunlar günümüzün biçer döverlerinin atası gibi iş görürken bir hayvan
tarafından sürülüyor ve bir insan tarafından kullanılıyordu. Teknik olarak ön
tarafa takılan orakların kestiği buğday sapları ile birlikte aletin ön tarafın-
da bulunan hazneye birikiyordu. Gallic Vallus olarak da adlandırılan bu il-
kel alet Romalıların işini epeyce kolaylaştırmış olmalı. Ancak Roma tarımına
en çok hizmet eden teknolojik buluş su kemerleriydi, şehirlere uzak su kay-
naklarından taze ve devamlı su sağlamak amacıyla inşa edilen su kemerle-
ri arazilerin verimini artırmaya da
yardımcı oldu. Bu sayede daha iyi
sulanan arazilerden daha çok ve-
rim elde edildi. Sulamayla birlikte
doğal gübrelemeden de haberdar
olan Romalı çiftçi ürününün kalite-
sini ve miktarını artırmak amacıyla Roma Dönemi hasat makinesi (Gallic Vallus).
her yolu denedi diyebiliriz.
İtalya toprakları her zaman güllük gülistanlık değildi; bir kere kendi güven-
liğini sağlamak zorundaydı. Çünkü gece yarısı baskınıyla hemen her zaman
çiftliğiniz yağmalanabilirdi, ancak biz daha büyük tehlikelerden söz edeceğiz.
Mesela MÖ IV. yüzyılın ilk çeyreğinde Roma’yı kuşatıp ağır bir yenilgiye uğ-
ratan Galler saldırıları sırasında çevre köylere ağır zararlar verirken, köylü-
ler topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmıştı. Yaklaşık 150 yıl sonra Orta
İtalya köylüsü bu sefer daha büyük ve daha uzun süren bir tehditle karşı
karşıya geldi. MÖ 218-201 arasında Kartacalı komutan Hannibal’in İtalya’da
yürüttüğü kovalamaca ve savaşlar Roma’nın tarım kültürüne ciddi anlamda
zarar vermişti, bu savaşlar sırasında orta İtalya’da yerleşik tarımla uğraşan
köylü sınıfı can güvenliğini sağlamak için korunaklı şehirlere yerleşti. Savaş-
lar kısa sürse de etkileri büyük oldu, toprağı terk eden köylüyü bir kez daha
toprakla bütünleştirmeye daha çok vardı. Nihayet MÖ 146’da Kartaca tehli-
kesi bertaraf edildi. Ancak çok geçmeden MÖ I. yüzyıla damgasını vuran iç
Romalıların tarım kültürüne dair yazılı eserleri ilk olarak Kartacalı Mago’nun
kendi dilinde kaleme aldığı düşünülen ‘Rusticatio’ adlı eserine dayanır, eser
günümüze ulaşmadıysa da uzmanlar Romalı yazarları etkilediği yönünde
hemfikirler. Akıllı bir imparator olan Augustus MÖ 27’de yönetimin başına
geçerken bu kesintinin farkındaydı. Onun teşvikleriyle başlatılan bir devi-
nimle Columella, Varro ve Plinius’un eserleri Romalı köylünün yeniden top-
rakla bağ kurmasını sağladı. Eski bilgiler yeniden hatırlandı ve İtalya köylüsü
yeniden tarım yapmaya başladı. Roma devleti emri altındaki ager publicu-
sun miktarını biliyor, bu araziden ne kadar tahıl üretileceğini öngörüyor, bu
miktar üzerinden alacağı vergiyi hesaplıyor ve gereksinimlerini düzenleyebi-
liyordu. Hatta bu araziden çıkan tahılla ne kadar asker besleyebileceğini ve
halkı doyurabilmek için daha ne kadarına ihtiyacı olduğunu da biliyordu.
Kaybedilen topraklar
Evin İlyasoğlu
16. yüzyılın ilk yarısında İtalyan kiliselerinde, özellikle Roma ve Venedik’te gö-
rev yapan Franko- Flaman besteciler, Fransız şansonundaki melodik çizgi ve
yalın çokseslilik özelliğini İtalyan müziğine taşımışlardır. 1527’de Venedik’te
San Marco Kilisesi’nin müzik yönetmeni olan Belçikalı Adriaan Willaert, bura-
da pek çok İtalyan müzisyen yetiştirmiştir. Venedik, 16. yüzyılda ticarette ve
sanatta doruğa tırmanmış, zengin bir kenttir. San Marco Kilisesi ise Venedik
müzik yaşamının merkezi olmuştur. Andrea Gabrieli ve yeğeni Giovanni Gab-
rieli bu dönemin San Marco’dan yetişen ünlü müzikçileridir. Andrea Gabrie-
li 1566’dan ölümüne dek San Marco’da orgculuk yapmış; 1571’de Osmanlı
Donanması’nın İnebahtı yenilgisi üstüne bir kutlama müziği bestelemiştir.
Giovanni Gabrieli, Festive Moteti’nde üç müzik grubu kullanmıştır: Birincisi
a cappella özelliğinde, çalgı eşliği olmayan korodur. İkincisinde solo sesler
org eşliğinde söyler. Üçüncü grup ise yalnız çalgı topluluğundan oluşur. Bu
düzenleme şekli, Barok dönemin çalgılarla insan sesi arasında denge kur-
ma hazırlığıdır. Tüm Avrupa ülkelerinin önceden Flaman müzik okuluna olan
bağlılıkları, artık İtalyan dünyasına kayar. 17. yüzyıl başında her ülke, kendi
üslubunu geliştirmeye başlar ve böylece ulusal stiller doğar.
Madrigalin doğuşu
Antik toplumların
tarım sosyolojisi
Çevirmen: Özgür Balkılıç, Gamze Karaca
Ne var ki kitabın yoğun içeriğinin yer yer zorlayıcı bir nitelik taşıdığını söyle-
mek gerekir. Özellikle de akademik araştırma ve yazının, sınırları daha müte-
vazi bir şekilde çizilen özelleşmiş sorulara yönelmesinin bir norm haline gel-
diği günümüzde, farklı uygarlıkların siyasi, ekonomik ve kültürel yapılarını ve
bu yapıların geçirdiği dönüşümleri üç bin yıllık bir tarihsel süreç içinde analiz
‘Tarım’dan ‘Yazı’ya
Duru, Refik. ‘Tarım’dan ‘Yazı’ya Burdur Yöresi ve Yakın Çevresinin Altı bin Yılı
(MÖ 8000- MÖ 2000). Antalya: Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı, 2016.
Hititler ve Hattuşa
Çığ, Muazzez İlmiye. Hititler ve Hattuşa: İştar’ın Kaleminden.
Kaynak Yayınları, 2006.
Doğer, Ersin. Antik Çağ’da Bağ ve Şarap. İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.
Büyük Şölen
Ünal, Ahmet. Büyük Şölen: Eski Anadolu’nun 3500 Yıllık Yemek ve İçkileri:
Arazi Mülkiyeti, Tarım, Hayvancılık, Avcılık ve Arıcılıkla Birlikte.
Bilgin Kültür Sanat, 2019.
Zeytin ve Zeytinyağı
Standage, Tom. İnsanlığın Yeme Tarihi. Çev.: Gencer Çakır. Maya Kitap, 2016.
Alkol Tarihi