You are on page 1of 142

Sayı: 10 / Eylül/Ekim 2022

• Abdullah Aysu: ‘Türkiye’nin krizden çıkış politikaları,


Osmanlı’nın güncellenmiş hali gibi’

• Uygarlığın can suyu: Şarap

• Tarım Devrimi: Bir zorunluluk muydu yoksa seçim mi?

• Tarım nerede, neden, nasıl başladı?


Yaşamda neleri değiştirdi?

• Hitit devletleşme sürecinin en önemli unsuru: Tarım

İthal ettiğiniz buğday


bu topraklarda evcilleştirildi!
Kullanıcı Rehberi

Konu devam ediyor. Sayfayı çevirin. Konu bitti. Sonraki içeriğe geçin.

Videoyu izlemek için tıklayın. Müziği dinlemek için tıklayın.

Sesi açın, kapatın. Dergiyi cihazınıza indirin.

Tam ekran boyutuna büyütün. Sayfayı büyütün veya küçültün.

Arkeo Duvar / 2
Kapak görseli: Attika Siyah Figür Kyliks/İçki Kabı,
MÖ 560-550, British Museum.

Buluntu yeri Rodos Adası olan içki kabı, Sir Henry


Hoyle Howorth tarafından 1906 yılında müzeye
bağışlanmıştır. İçki kabının her iki yüzünde,
farklı iki sahne olarak, Thesmophoria bayramı
betimlenmiştir. Bu bayram, ekin ekme zamanı
olan ekim-kasım aylarının 9’u ile 13’ü arasında
beş gün süre ile gerçekleştirilirdi. Yalnızca kadınlar
tarafından kutlanan Thesmophoria Bayramı’nda,
Demeter ve Persephone kutsanarak bereketli
bir hasat için çeşitli ritüeller uygulanıyordu. İçki
kabının bu sahnesinde berekete ithafen toprağın
sürülmesi betimlenmiştir.

Yayın Sahibi: AND Gazetecilik ve Yayıncılık, San. ve Tic. A.Ş. adına Vedat Zencir
Genel Yayın Yönetmeni: Barış Avşar
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Murat İnceoğlu
Yazı İşleri Müdürü: Nuray Pehlivan
Katkıda bulunanlar: Abdullah Deveci, Seval Konak, Çiler Çilingiroğlu

Grafik Tasarım: Özgür Akkaya

Reklam Rezervasyon: reklam@gazeteduvar.com.tr

Yönetim Yeri: Harbiye Mahallesi, Cumhuriyet Cad. Seyhan Apartmanı. No 36/5 Şişli/
İstanbul. Santral: (212) 3463601, Faks: (212) 3463635
e-posta: info@gazeteduvar.com.tr

Arkeo Duvar’da yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı
AND Gazetecilik ve Yayıncılık Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. İzin alınmadan, kaynak
gösterilmeden ve link verilmeden iktibas edilemez.

Arkeo Duvar / 3
Editörden
Merhaba…

Tarım ve tarım politikaları Türkiye’de ve dünyada bugün en fazla konuşulan gün-


dem maddelerinden birisi olmaya devam ediyor. Biz de ArkeoDuvar’ın bu sayısını
geçmişte ve günümüzde hep gündemde olan, görünen o ki gelecekte de gündem-
den düşmeyeceği anlaşılan tarım konusuna ayırdık. Bu sayımızda insanlık tarihi-
nin en önemli gelişmelerinden biri olan tarım, arkeolojinin ortaya çıkardığı bulgu-
lardan hareketle 11 farklı yazıyla ele alınacak.

***
Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce Doğu Akdeniz’de ilk olarak yavaş yavaş baş-
layan, daha sonra ivme kazanan tarım faaliyetleri insan yaşamının her alanını
etkiledi. Bu esnada tek değişen insanların yaşam biçimi veya geçim ekonomileri
değildi. Tahıl ve bakliyat gruplarının evcilleştirildiği, hayvanların ıslah edildiği bu
zaman diliminde insanın doğayla olan ilişki tarzı da temelden bir dönüşüme uğ-
radı. “Neolitik Devrim” pek çok şeyi bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değiş-
tirdi…

***
Anadolu coğrafyasının tahıl ve bakliyatların evcilleştirilmesinde oynadığı rol ise
çok özel. Hatta beslenmemizin temelini oluşturan ürünlerin yaban ataları ilk
olarak bu topraklarda yetişmişti. Buğday, arpa, mercimek, bezelye, nohut besin
yönünden zengin bu bitkilerin en bilinenleri... Ancak Anadolu’nun bu ekolojik ve
tarihsel zenginliğine rağmen, Türkiye son yıllarda buğday ithal eden bir ülke ko-
numuna geldi. Oysa Türkiye, tarih boyunca tüm dünyanın etkilendiği savaş dö-
nemleri dışında buğday ithal etmedi. Ne oldu da yakın dönemlerde buğday ithal
eder olduk? Üstelik bu sadece siyasetçilerin ve tarım politikaları ile ilgili kurumla-
rın karar vereceği bir konu değil. Çünkü sonuçları hepimizi etkiliyor!

***
Bu sayımızda tahıl ve bakliyatların tarih öncesi dönemlerden itibaren Anadolu’da
başlayan serüveninden kesitleri, tarımın gelişim ya da gerileme sürecini, arkeoloji
biliminin ortaya koyduğu verilerden yola çıkarak sunmaya çalıştık.

Keyifli okumalar…

Nuray Pehlivan

Arkeo Duvar / 4
KAZI/ANI

Şemsiyetepe Kazısı/
Muhibbe Darga
Fırat’ın doğu kıyısındaki Şemsiyetepe Höyüğü, 1978-1989 yılları arasında Prof.
Dr. Muhibbe Darga başkanlığında bir ekip tarafından kazıldı. Türkiye’de Önas-
ya Arkeolojisi, Hitit Dili ve Arkeolojisi alanında önemli isimlerden olan Muhibbe
Darga tarafından yapılan kazılar sonucunda Roma döneminden Kalkolitik Çağ’a
uzanan zaman dilimine ait bulgular elde edildi. Şemsiyetepe Höyüğü’nde Roma
dönemi garnizonuna ait olabilecek taş temel kalıntıları ve höyüğün eteklerinde
bu garnizona uzandığı anlaşılan 2 m genişliğinde taş kaplama bir yol ortaya çı-
kartıldı.

Höyükte ayrıca İlk Tunç Çağı III dönemine ait bitişik nizamda ortak taş duvarları
olan dikdörtgen planlı konutların oluşturduğu bir köy yerleşmesi ortaya çıktı. Du-
varları çamur sıvalı ve kirli beyaz badana izlerinin tespit edildiği mekanlarda, du-
var diplerinde sekiler ve at nalı biçiminde tabanlı ocaklar ele geçti. Şemsiyetepe
kazıları, taştan konutları ve boyalı çanak çömlekleri ile MÖ III. binyılda Anadolu
ve Kuzey Mezopotamya ilişkilerine dair önemli bilgiler sunar.

Muhibbe Darga, 1980 yılında Fırat Nehri’ni salla geçerken.

Arkeo Duvar / 5
BU SAYIDA...

7 84
Tarım nerede, neden, nasıl Tarım Devrimi: Bir zorunluluk
başladı? Yaşamda neleri muydu yoksa seçim mi?
değiştirdi? Çiler Çilingiroğlu
Mehmet Özdoğan
97
19 Üzüm ve incir: Amos’un tarlaları
Hitit devletleşme sürecinin en
Fatih Onur
önemli unsuru: Tarım
Metin Alparslan
107
26 Her dönemin gözdesi: Gül
Fikret Özcan
‘Türkiye’nin krizden çıkış
politikaları, Osmanlı’nın
güncellenmiş hali gibi’ 115
Nuray Pehlivan Kırsal kimliğin yaşayan tanıkları:
Tarım terasları
39 Adnan Diler
19. yüzyılda derin yoksulluğun
resmi: Millet’nin ‘Toplayıcılar’ı
Abdullah Deveci 124
Eski Roma’da tarım
45 Ali Güveloğlu
Tarımın mitolojisi: Tohum, teknik
ve mevsim döngüsü
Selim Martin
131
Zaman içinde müzik: Altınçağ
60 (Geç Rönesans)
Tarımın uzak geçmişinden yakın Evin İlyasoğlu

geleceğimize
Elif Koparal 135
ArkeoKitap: Antik toplumların
tarım sosyolojisi
71
Uygarlığın can suyu: Şarap
Baykal Başdemir
Tarım nerede, neden,
nasıl başladı?
Yaşamda neleri değiştirdi?
“İnsanlar kesin olarak şu tarihte topladıkları tohumları ekerek
tarıma başladılar” demek olası değildir. Ancak yine de kazılarda
av hayvanlarına ait kemiklerin sayısı azalırken, tahıl işlemede
kullanılan aletlerin sayısının artması, ambar gibi tahılların
saklanacağı yerlerin gelişmesi ve tahılların çekiciliği ile sayısı
artan fare kemiklerinin çoğalması gibi göstergeler etkin tarıma
geçildiğinin kanıtlarının yalnızca bazılarıdır.

Prof. Dr. Mehmet Özdoğan


İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarihöncesi Arkeolojisi Anabilim Dalı,
Emeritus

U ygarlık tarihinde köklü değişikliklere yol açan bazı önemli dönüm


noktaları oldu; yaşamın yeniden biçimlenmesine neden olacak kadar
önemli sonuçlara yol açtıkları için bu dönüşümler uygarlık tarihinin ‘kırılma’
noktaları olarak da adlandırılır. Bu dönemlerde beslenme alışkanlıkları, kul-
lanılan teknoloji kadar, toplumsal düzen, yaşam biçimi ve insanın çevresi
ile olan ilişkileri gibi kültürü oluşturan ögelerin de hemen hemen tümü de-
ğişti ve yeni bir biçim aldı. “Neolitik” olarak adlandırılan dönem de uygarlık
tarihindeki en önemli kırılma noktalarından biri olduğu için Gordon Childe
tarafından “Neolitik Devrim” olarak da tanımlandı. Ancak buradaki devrim
sözcüğü birçoklarının anladığı gibi değişimin kısa bir süre içinde gerçekleş-
mesini değil, zaman içinde yaşamın tüm kurgusunun yeniden biçimlendiği-
ni tanımlar.

Arkeo Duvar / 7
Neolitik Devrim’in sonuçları daha sonra kentleşme, devlet oluşumundan
başlayarak Endüstri Devrimi’ne kadarki sürecin kurgusunu oluşturdu. Üst
Paleolitik dönemde insanlar el becerilerini geliştirerek doğal çevreleri ile
farklı bir ilişki kurmaya, bulundukları bölgeye göre yeni besin kaynakları-
na yönelmeye başladı. İnce işçiliğin yanı sıra soyutlama yetilerini geliştiren
Homosapiens’in havada dönmeden giden, aerodinamik özelliklere sahip,
esasen basit bir makine olan ok ve yayı geliştirmesi onu uzman avcı duru-
muna getirirken, olta ve zıpkın gibi aletleri yapabilmesiyle su ürünlerinden
de yararlanmaları insan nüfusunun hızla artmasına yol açtı.

Üst Paleolitik Dönem kemik zıpkınlar, yaklaşık 20.000 bin


yıl önce.

Üst Paleolitik Dönem


çakmaktaşı ok ve mızrak
uçları, yaklaşık 30.000 bin
yıl önce.

Üst Paleolitik Dönem kemik balık oltaları,


yaklaşık 30.000 bin yıl önce.

Arkeo Duvar / 8
Bu dönemde av ve su ürünlerinin yanı sıra insan toplulukları çevrelerinde
var olan yenebilir bitkileri, özellikle yemiş ve kökleri de daha iyi tanıyarak
beslenmelerini çeşitlendirdi. Üst Paleolitik dönemin ortalarındaki iklim sa-
lınımı giderek etkisini arttırarak ‘Buzul Çağı’ olarak adlandırılan, orta ku-
şakta on beş bin yıl kadar süren olumsuz çevre koşullarının yerleşmesine
neden oldu. Otçul hayvan sürüleri önbuzul kuşağının hareketine göre otlak
alanlarını sık sık değiştirdiler. Bu süreçte insan toplulukları bulundukları
doğal çevre ortamına bağlı olarak farklı beslenme alışkanlıkları geliştirdi.
Beslenmelerini otçul sürü hayvanlarına bağlayan avcı topluluklar da hay-
van sürülerini izleyerek sürekli olarak yer değiştirdi.

Soğuk dönemlerde dünyanın su bilançosunun önemli bir bölümünün buzul


örtüsüne dönüşmesiyle deniz düzlemleri de günümüze göre alçaldı. Son
buzul döneminde günümüzden yaklaşık 20-25 bin yıl öncelerinde de dün-
ya deniz düzlemleri günümüze göre 120 m alçalırken; bir yanda dünyanın
her yerinde kıyı topoğrafyası değişirken iç denizler ile okyanus sitemlerini
bağlayan boğazların büyük bir kısmı da karaya dönüştü. Dolayısı ile günü-
müzün ve Üst Paleolitik dönemin bölgeler arası bağlantı yolları birbirinden
çok farklıdır. Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi bölgemizde de Buzul
döneminin iklim koşulları MÖ 12.000 yıllarında hızla değişerek günümüzün
çevresini oluşturmaya başlamış, kuzey enlemlerindeki otçul hayvanlar da
büyük sürüler halinde güneye inmişlerdir. Bu süreç içinde, Anadolu’nun ik-
lim koşullarını belirleyen hâkim rüzgâr yönlerinin değişimi ile günümüzde
yarı kurak olan İç Anadolu yağışlı bir dönem geçirdi. Tuz Gölü’nün kapladığı
alan iki katına çıkarak tatlı su gölü durumuna dönüşmesinin yanı sıra, böl-
genin güneyinde Konya Ovası’nda Tuz Gölü’nden de daha büyük bir tatlı su
gölü de oluştu. Çatalhöyük gibi sonraki dönemin Neolitik yerleşimleri bu
gölün kıyılarında gelişti. Güneydoğu Anadolu’da ise Diyarbakır ile Urfa ara-
sındaki Karacadağ’ın bir süre için günümüzde Hindistan’ı etkileyen muson
yağışlarını alması, büyük hayvan sürülerinin barınarak çoğalmasını sağla-
yan çayırlıkları geliştirdi. İşte bu yazının temelini oluşturan tarım, bu altlığın
üzerinde gelişerek küresel bir yaşama dönüştü.

Arkeo Duvar / 9
Anadolu’nun tarıma yönelmesi

Başta buğday, arpa gibi tahıllar ile mercimekgillerin tarımı Güneydoğu Ana-
dolu’da, özellikle Karacadağ çevresinde başladı. Bu bir rastlantı değil; Ka-
racadağ’da yeni oluşan doğal çevre ortamının avcılıkla geçinen kalabalık
insan topluluklarının bir yerden diğerine göç etmeden rahatlıkla geçinebi-
leceği bir ortamı sağlamış olmasıdır.

Ancak insanları bu bölgeye çeken tahıllar değil, av hayvanlarının bolluğu


oldu; başka bir deyişle, insanlar çiftçi olmak için özel bir uğraş vermedi,
yaşamlarını avcılıkla sürdürürken çevrelerindeki bitkilerden yararlanmaya
başlayıp, zaman içinde tahıllara yöneldi. Güneydoğu Anadolu buğday, arpa,
çavdar, fiğ gibi birçok tahıl ile mercimek ve baklagillerin yabani atalarının
doğal yaşama alanıdır. Bunların bir kısmı, özellikle arpa ve çavdarın yabanıl
ataları başka coğrafyalara da yayıldı, ancak buğday ve mercimek bu böl-
genin yerli bitkileridir, dolayısı ile buğday tarımı sadece Güneydoğu Ana-
dolu’da başlamış olmalıdır. Buna karşılık tahıl tarımı Yakındoğu’nun farklı
kesimlerinde, kısmen birbirinden bağımsız, kısmen bölgedeki toplulukların
bilgi ve deneyim paylaşımı ile Filistin ve Zagros’lara kadar olan bölgelerde
de gerçekleşti.

Önasya ve çevresinde Neolitik kültürün başladığı çekirdek bölgeler ve


MÖ 7.bin yıl ortalarında ilk yayılım bölgesi.

Arkeo Duvar / 10
Tahılların yabanıl ataları, tarıma alınmış günümüzdeki türlerden çok fark-
lı özelliklere sahiptir, taneleri çok daha küçük ve üzerlerinde fazladan bir
kapçık daha vardır. Ancak daha önemlisi yabanıl tahılın başak verdiğinde
tanelerin kendiliğinden dökülerek çevreye saçılmasını sağlayan bir dokusu
vardır, günümüzdeki tahıllar gibi toplayarak taşımaya uygun değildir. Bu
nedenle diğer bitkilerle karışık olarak yetiştiği ortamda biriktirilecek kadar
toplanamaz, toplanabilmesi için diğer otsu bitkiler ile rekabet etmediği bir
ortam gerekir. Buğdayın başak tutması için bahar yağışları yeterlidir, ku-
rak geçen yazdan etkilenmez. Buna karşılık böylesi bir ortamda diğer otsu
bitkiler barınamaz. Karacadağ’da günümüzde yabanıl buğday halen tarla
şeklinde yoğun bir örtü olarak doğal ortamdaki varlığını sürdürebilmiştir.
Büyük bir olasılıkla yabanıl buğdayı nitelikli besin olarak gören insanlar ta-
neleri toplamaya çalışmış, toplayabildiklerini de yerleşim yerlerine getirmiş
olmalıdır. Kuşkusuz bu toplamada, toplamaya daha elverişli olan, sapa di-
ğerlerine göre daha bağlı olan taneler ister istemez öne çıkmıştır. Bu süreç
kuşaklar boyu sürdükçe toplamaya elverişli tanelerin oranının da artmış
olacağını düşünebiliriz.

Çanak çömlek öncesi dönem

Tek bir tahıl tanesinin besin için hiçbir çekiciliği olmadığı gibi, avuç dolusu
da toplasanız besin kaynağı olarak görülemez. Taneler kuruyup sertleşti-
ğinde yenmesi daha da zor ve tatsız olur. Buna karşılık biriktirilip saklana-
bilme gibi diğer besinlerde olmayan bir özelliği vardır. Eğer nasıl yararlana-
cağınızı biliyorsanız yazın toplayıp, kışın diğer besin kaynakları azaldığında
yararlanabileceğiniz güvenilir bir besin kaynağı olur. Genel olarak bu tür
sert taneli, tahıl türü bitki ve yemişler ya haşlanıp sulu aş olarak değerlen-
dirilir ya da dövüp, öğütülerek un haline getirilir. Un elde edildikten sonra
bunun mayalandırılması, başka bitkilerle karıştırılması, ateşte közlenmesi
gibi değişik kullanımları olabilir. İnsanlar söz konusu tahıllardan yararlan-
maya çanak çömlek öncesi dönemde başladılar, dolayısı ile un ve tahıllar-
dan sulu aş olarak yararlanmaları söz konusu değildir. Buna karşılık öğü-
tücü taş aletlerin en eski örneklerini Üst Paleolitik dönemin ortalarından
itibaren farklı bölgelerden biliyoruz; olasılıkla bunlar sert taneli yemişlerin
ezilmesi için geliştirildi. Zaten Ön Asya Epi-Paleolitik dönem kazı yerlerinin

Arkeo Duvar / 11
birçoğunda öğütücü taş aletler bulunmuştur. Esasen sorun tahıllardan na-
sıl yararlandıklarından çok, tahılları ne zaman etkin olarak kullandıkları ve
tarımın nasıl olup da yaşamın temeli durumuna geldiğidir.

Tahıl ve baklagillerin yabanıl ataları tarıma alınanlardan çok farklıdır; an-


cak, hangi yol ile olursa olsun yabanıl türün tarıma alınmış türe dönüşümü
birkaç bin yıl gibi oldukça uzun bir süre içinde gerçekleşti. Bu değişim sü-

Tarıma dayalı yaşamın MÖ 6500-5700 yılları arasındaki hızlı yayılımı.

recinin izinin nasıl sürüldüğünü anlatabilmek için, bitkilerin arkeolojik kazı-


larda ‘bulunabilirliği’ üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var. Her türlü
organik madde gibi bitkiler, tahıl taneleri de zamana dayanıksızdır, çürür,
birkaç on yıl gibi kısa bir süre içinde izini bırakmadan yok olur. Olağan
dışı durumlar bir yana bırakılırsa, bu tür organik maddeler ancak yanarak
kömürleşirlerse günümüze ulaşıp arkeolojik kazılarda bulunabilir. Yanarak
kömürleşen bir kalıntının yandığı tarih, genel olarak C14 olarak da adlan-
dırılan, radyoaktivitesinin azalma oranı ölçümüne dayalı olan yöntem ile
saptanabilmektedir. Ancak tür belirlemesi yapılabilmesi için yanarak kö-
mürleşmiş tanenin biçimini korumuş olması gerekir. Genellikle ev ya da
ambar yangınları rüzgârsız sakin ortamda olduğu için kömürleşmiş tanenin
ayrıntılı tanımı yapılabilir. Arkeolojik kazı bulguları üzerinde çalışan bitki

Arkeo Duvar / 12
bilimciler bu şekilde iyi korunmuş örneklerle alt türlere, yabanıldan tarıma
alınmış türe geçişin hangi aşamasında olduğuna kadar pek çok ayrıntıyı
hassaslıkla tanımlayabilirler. Yine aynı şekilde yanmış bitki sapları, fitolitler
de taneler kadar aynı hassaslıkta olmasa da tür tanımında kullanılır.

Tek bir tahıl tanesinin besin için hiçbir çekiciliği olmadığı gibi, avuç dolusu
da toplasanız besin kaynağı olarak görülemez. Taneler kuruyup sertleşti-
ğinde yenmesi daha da zor ve tatsız olur. Buna karşılık biriktirilip saklana-
bilme gibi diğer besinlerde olmayan bir özelliği vardır. Eğer nasıl yararlana-
cağınızı biliyorsanız yazın toplayıp, kışın diğer besin kaynakları azaldığında
yararlanabileceğiniz güvenilir bir besin kaynağı olur. Genel olarak bu tür
sert taneli, tahıl türü bitki ve yemişler ya haşlanıp sulu aş olarak değerlen-
dirilir ya da dövüp, öğütülerek un haline getirilir. Un elde edildikten sonra
bunun mayalandırılması, başka bitkilerle karıştırılması, ateşte közlenmesi
gibi değişik kullanımları olabilir. İnsanlar söz konusu tahıllardan yararlan-
maya çanak çömlek öncesi dönemde başladılar, dolayısı ile un ve tahıllar-
dan sulu aş olarak yararlanmaları söz konusu değildir. Buna karşılık öğü-
tücü taş aletlerin en eski örneklerini Üst Paleolitik dönemin ortalarından
itibaren farklı bölgelerden biliyoruz; olasılıkla bunlar sert taneli yemişlerin
ezilmesi için geliştirildi. Zaten Ön Asya Epi-Paleolitik dönem kazı yerlerinin
birçoğunda öğütücü taş aletler bulunmuştur. Esasen sorun tahıllardan na-
sıl yararlandıklarından çok, tahılları ne zaman etkin olarak kullandıkları ve
tarımın nasıl olup da yaşamın temeli durumuna geldiğidir.

Tahıl ve baklagillerin yabanıl ataları tarıma alınanlardan çok farklıdır; an-


cak, hangi yol ile olursa olsun yabanıl türün tarıma alınmış türe dönüşümü
birkaç bin yıl gibi oldukça uzun bir süre içinde gerçekleşti. Bu değişim sü-
recinin izinin nasıl sürüldüğünü anlatabilmek için, bitkilerin arkeolojik kazı-
larda ‘bulunabilirliği’ üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var. Her türlü
organik madde gibi bitkiler, tahıl taneleri de zamana dayanıksızdır, çürür,
birkaç on yıl gibi kısa bir süre içinde izini bırakmadan yok olur. Olağan dışı
durumlar bir yana bırakılırsa, bu tür organik maddeler ancak yanarak kö-
mürleşirlerse günümüze ulaşıp arkeolojik kazılarda bulunabilir. Yanarak kö-
mürleşen bir kalıntının yandığı tarih, genel olarak C14 olarak da adlandırılan,
radyoaktivitesinin azalma oranı ölçümüne dayalı olan yöntem ile saptana-
bilmektedir. Ancak tür belirlemesi yapılabilmesi için yanarak kömürleşmiş

Arkeo Duvar / 13
tanenin biçimini korumuş
olması gerekir. Genellikle ev
ya da ambar yangınları rüz-
gârsız sakin ortamda olduğu
için kömürleşmiş tanenin ay-
rıntılı tanımı yapılabilir. Arke-
olojik kazı bulguları üzerinde
çalışan bitki bilimciler bu şe-
kilde iyi korunmuş örnekler-
le alt türlere, yabanıldan tarı- Meşe palamutu, pelit.
ma alınmış türe geçişin hangi
aşamasında olduğuna kadar pek çok ayrıntıyı hassaslıkla tanımlayabilirler.
Yine aynı şekilde yanmış bitki sapları, fitolitler de taneler kadar aynı has-
saslıkta olmasa da tür tanımında kullanılır.

Yaşamın tüm kurgusu tarımla birlikte değişti

Ancak yine de sağlıklı ve kap-


samlı bir sonucun elde edile-
bilmesi örnek sayısına bağ-
lıdır. Son yıllarda kazıların
sayısındaki artış kadar kazı
yöntemlerinin de giderek
gelişmesi, beslenme ile ilgili
bilgilerimizi arttırmanın yanı
sıra daha güvenilir yorumlar
yapılmasını da sağladı. An-
cak, yukarıda da değindiği- Toplanan kömürleşmiş parçaların ön kurutması ve
miz gibi yabanıl türün tarıma ayıklanması.
alınmış türe dönüşümü çok yavaş bir süreç içinde gerçekleşti; bu da insan-
ların tahıllardan bilinçsiz rastgele yararlanmadan, bilinçli seçiciliğe, etkin
kullanıma başladıkları tarihi kesin olarak değil, olasılık hesapları ile belir-
lenmesine neden oldu. Bu nedenle, insanlar kesin olarak şu tarihte topla-
dıkları tohumları ekerek tarıma başladılar demek olası değildir. Ancak yine

Arkeo Duvar / 14
de kazılarda av hayvanları-
na ait kemiklerin sayısı aza-
lırken tahıl işlemede kul-
lanılan aletlerin sayısının
artması ambar gibi tahılla-
rın saklanacağı yerlerin ge-
lişmesi, yaşam düzeninde-
ki değişiklikler ve tahılların
çekiciliği ile sayısı artan fare
kemiklerinin çoğalması gibi Neolitik dönemde tahılların işlenmesinde kullanılan
göstergeler etkin tarıma taş aletler.
geçildiğinin kanıtlarının yal-
nızca bazılarıdır.

Ayrıntıları bir yana bırakırsak, Neolitik döneminin sonlarında, Güneydoğu


Anadolu, Kuzey Suriye ile Kuzey Irak yörelerinde insanların beslenmesinde
tarımın av ve toplayıcılığın önüne geçmiş olduğunu, Çanak Çömlekli Neo-
litik dönemin ilk aşamalarında, yaklaşık MÖ 7400 yıllarında bölgedeki top-
lulukların kelimenin tam anlamı ile çiftçi olduklarını söyleyebiliriz. Çiftçiliği,
tarımın başlangıcını yalnızca beslenmedeki bir değişim olarak görmek doğ-
ru değildir. Yaşamın tüm kurgusu tarımla birlikte değişmiştir!

Kulübenin dörtgen yapıya, ‘ev’e Çayönü’nde bir yapıda dizili kafatasları ve


dönüşümü uzun kemikler.

Arkeo Duvar / 15
Tarım ve yaşamın kurgusunun değişimi

Başka besinlerin yanı sıra tahıl tanelerinin toplanması, beslenme alışkan-


lıklarının çeşitlenmesi dışında toplum yaşamına etki yapmaz. Buna karşılık
topladığınız tohumları ekerek ürün elde etmek istediğinizde insan ve çevre
arasındaki yeni bir süreci de başlatmış olursunuz. Sizden önce hiç kimse-
nin eşmediği bitkilerden onların sarmal haline gelmiş köklerinin ayıklanma-
dığı bir toprağa tohum ekmek günümüz koşullarında bile zor başarılacak
bir uğraştır. Tarımın başladığı dönemlerde aletlerin yapımı için kullanılan
hammaddeler, sert kayaçlar, yongalanabilir çakmaktaşı, obsidyen, tahta
ve boynuzla sınırlıdır. Toprağı eşeleyebilecek bir aleti biçimlendirip günü-
müzün kazması gibi bir sapa bağlayıp binlerce yılın birikimi bitki köklerin-
den arındırarak ekim yapabilecek duruma getirmek her anlamda büyük bir
çaba gerektirir. Büyük olasılıkla başlangıçta tohumlar bir sopaya bastırarak
toprağa açılan deliklere tek tek atılarak dikilmiştir. Ekim yapılan toprağın
sözün tam anlamıyla ne zaman sürüldüğünü söyleyecek durumda değiliz;
günümüzde hala kullanılmakta olan kara saban güçlü hayvanların evcil-
leştirilmesinden sonra gelişmiş bir araçtır. Her ne kadar Çanak Çömleksiz
Neolitik dönem içerisinde yaban sığırı evcilleşmişse de bu hayvanın gücün-
den tarla sürmek için ilk kez ne zaman yararlanıldığını ancak varsayımlarla
söyleyebiliriz.

Tarımın gereği olarak doğadaki bir toprak parçasının büyük emek vererek
değer üretecek şekilde dönüştürülmesi ister istemez o toprağın bireysel
sahiplendirilmesini gündeme taşıdı. Bu durum ileride “tapu” olarak tanım-
lanan toprağın bireyin üzerine geçirilmesiyle çözümlendi. Bu dönüşümün
gereği olarak ortaya çıkan ikinci sorun, sahiplenilen toprağın geleceği, top-
rağın kime ve nasıl aktarılacağı oldu. Bu sorunun çözümü ise miras huku-
kuyla sizin ardılınızın kim olacağının belirlenmesi oldu. Etnografik veriler,
tarıma geçmemiş avcı topluluklarda bireylerin çocuklarının mirasçı ardılı
olarak görülmediğini gösteriyor. Dolayısıyla tarıma dayalı bir yaşam biçi-
miyle birlikte ister istemez tapu, miras, aile, mirasçı gibi yeni ve belirleyici
kavramlar da ortaya çıktı.

Tarım eğer beslenmenin temeli olacak kadar yoğun olarak yapılıyorsa bire-
yin ötesinde iş gücü gerektirir. Bu, kimi durumlarda süreçle birlikte gelişen
miras hukukuyla bağlantılı olarak, birbiriyle soy bağı olan kalabalık ailele-

Arkeo Duvar / 16
rin birlikte çalışmasıyla çözümlenebildi; kimi durumda ise “ücretli iş gücü”
gerekti. Bir bireyin mülkü olarak görülen tarlada başkalarının işçi olarak
çalışması, yeni bir toplum düzenini ve toplum katmanlarını ortaya çıkardı.
Bu durumun yansıması, sulu tarım yapmanın gerektiği yarı kurak ve kurak
bölgelerde çok daha abartılı sonuçlar verdi. Sulu tarımla elde edilecek ve-
rim, alan biriminde kuru tarımda elde edilecek ürünün kat kat üzerindedir;
ihtiyaç duyulandan kat kat fazla ürün ortaya çıkar. Genellikle sulu tarımın
yapıldığı bu tür bölgeler Suriye-Mezopotamya örneklerinde olduğu gibi do-
ğal çevrenin çok sınırlı olanaklar sağladığı yörelerdir. Bu durum, elde edi-
len artı ürünün gerek duyulanlar için kullanılmasını, başka bir deyişle artı
ürünün artı değere dönüşmesini sağladı. Esasen sulu tarımın yapılabilmesi
için gereken iş gücü kuru tarımdan kat kat fazladır, oluşan artı değer başka
bölgelerdeki insanların buraya işçi olarak gelmesini sağlayacak “çekim oda-
ğı” oluşturur. Sonuç olarak doğal çevrenin çok sınırlı olduğu, artı değerin
oluştuğu bir bölgede giderek sayısı artan ücretli işçi olarak çalışan bir nüfus
gerekir. Oluşan yeni olgunun temel taşları; bu kalabalığın beslenmesi, dü-
zeni bozmayacak bir şekilde iş yaparak yaşayabilmesi, oluşan artı değere
dayalı bir ekonomi ile ticaretin yapılması, artı değerin korunması, artı de-
ğerle zenginleşen bir toplum katmanının ortaya çıkması, bürokrat, tüccar,
silahlı güç, güçlü yöneticiler, zenginleşmiş ayrıcalıklı toplum katmanı oldu.
Bu dönüşüm, basit tarıma dayalı Neolitik dönem topluluklarının kentleş-
me, devlet, imparatorluk süreçlerinden geçerek Endüstri Devrimi’ne kadar
olan düzenin itici gücü oldu. Buna karşılık sulu tarıma gerek duyulmayan
kuru tarım bölgelerinde Neolitik dönemle birlikte başlayan yaşam, varlığını
gelişen devlet ya da imparatorluklar tarafından sahipleninceye kadar kat-
manları ayrışmamış olarak uzun zaman sürdürebildi.

Burada sözünü ettiğimiz Neolitik dönemle başlayan tarım MÖ 3.bin yılda


İlk Tunç Çağ’da yeni bir sıçrama yaptı; bu, “İkincil Tarım Devrimi” olarak
da adlandırılır. Bu süreçte öncesinden çok daha etkili sonuç verecek tarım
araçları gelişirken, yoğun tarım uygulaması ortaya çıktı. At ve sığırın evcil-
leştirilmesi, bunların gücünden yararlanarak toprağı sürmek için geliştiri-
len saban çok geniş alanların tarıma alınmasını sağladı ve böylece verimi
kat kat artırdı. Artan tarım ürünlerinin hızla işlenmesi için orak bıçakları
geliştirilirken, hayvanların çektiği dövenlerle hasadın hızlı bir şekilde kaldı-
rılması sağlandı. Tarım teknolojisindeki gelişmenin yanı sıra İlk Tunç Çağ,
üzüm, zeytin gibi endüstri bitkilerinin de tarıma alındığı, bunların işlemden
geçirilerek şarap ve zeytinyağı gibi ticari değeri olan ürünlere dönüştürül-
mesiyle ekonominin başka bir boyuta taşındığı bir dönem oldu. Bunu MÖ

Arkeo Duvar / 17
2.binyıldan itibaren madenin tarım aletlerinde kullanılması izledi. Ancak bu
değişimin her bölgeye aynı şekilde yansımaması nedeniyle bölgelerarası
farklılıklar daha da abartılı duruma geldi.

Yakındoğu dışında gelişen tarıma bir bakış

Tarım yalnızca bölgemizde başlamadı; başta Çin, Orta ve Güney Amerika


gibi farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda, farklı süreçler içinde, Anado-
lu’da bizim bölgemizden farklı bitkiler tarıma alındı. Örneğin Çin’de pirinç,
Kuzeydoğu Asya’da darı, Amerika’da patates ve mısır olmak üzere bölgeden
bölgeye değişen oldukça geniş bir yelpaze vardır. Aynı şekilde her bir böl-
gede tarımın başlangıcına neden olan süreç, getirdiği sonuçlar, günümüze
yansıyan etkileri birbirinden farklı oldu. Örneğin, Çin’de yerleşik yaşam MÖ
20.000 yıllarında, Anadolu’dan çok daha önce başladı. Yine Anadolu’dan
çok daha eski bir tarihte MÖ 18.000 yıllarında kilden kap kacak yapımı orta-
ya çıkarken, buna karşılık tarımın başlangıcı MÖ 4000 yıl gibi geç bir tarihte
geldi. İlginç olan Yakındoğu, Çin ya da Amerika gibi birbirinden farklı olan
bölgelerde tarım bir süre sonra her birinde ayrı nedenlere bağlı da olsa
kent, devlet, bürokrasi, ordu, ruhban sınıfı, güçlü yönetim erki sonuçlarını
doğurdu. Ancak bu yazıyla genelleyerek özetlediğimiz sürece farklı bir ba-
kış açısıyla baktığımızda günümüz yaşamının altlığını oluşturan Endüstri
Devrimi’nin bölgemizde Neolitik dönemle birlikte gelişen tarım düzeninin
bir sonucu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Besin üretiminin başladığı başlıca merkezler.

Arkeo Duvar / 18
Hitit devletleşme sürecinin
en önemli unsuru:
Tarım
Hititler döneminde tarım, devlet ve buna bağlı olarak da Anadolu
insanı için en önemli yaşam kaynaklarından biriydi. Özellikle Hi-
tit devletleşme süreci için çok önemli bir unsurdu. Bu nedenle Hitit
devleti bu ekonomik faaliyeti korumaya ve desteklemeye çalışmıştır.

Doç. Dr. Metin Alparslan


İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Hititoloji Anabilim Dalı

H itit ekonomisinin en önemli öğelerinden biri kuşkusuz tarımdı. Tarımsal


ürünler Hititler için sadece ticareti yapılabilen ya da zenginlik sembo-
lü olan mallardan biri değildi. Tarımsal ürünler devletin devamını sağlayan
adeta yaşamın ön şartıydı. Ancak Anadolu’da tarım büyük ölçüde yağmura
bağlı olduğundan, başarılı biçimde sürdürülmesi oldukça zordu. 1-2 yıl üst
üste yeterli yağmurun olmaması sadece halkı değil, Hitit Devleti’ni de zor
duruma sokabiliyordu. Bu nedenle bu coğrafyada bir devletin kurulabilmesi
ve güçlenmesi için öncelikle besin üretiminin güvence altına alınması gereki-
yordu. İşte Hititler bu konuda kendilerinden evvel Anadolu’da yaşayan tüm
toplumlardan daha başarılı oldular. Ve bu sayede siyasi birliklerini önce bir
devlete sonra da bir imparatorluğa dönüştürdüler.

Arkeo Duvar / 19
Hititçe metinlerde “arazi ve tarla” kelimeleri için genellikle Sümerce A.ŠÀ ide-
ogramı kullanılırdı. Bu arazileri üç farklı gruba ayırmak mümkündür. Birinci
grup saraya ait topraklardı. Bu toprakların, angarya (Hititçe: šahhan- ve luz-
zi-) karşılığında özel kişilerin kullanımına verilmesi mümkündü. İkinci grup
tapınağa ya da kentlere ait topraklardı. Hitit kralı hem sarayın yani devletin
hem de dinin başı olduğundan bu iki grubun da mutlak hâkimi durumun-
daydı. Üçüncü grup ise özel şahıslara, kral tarafından bağışlanan toprak-
lardı. Özellikle Hitit başkenti Hattuša’da ele geçen toprak bağış belgeleri bu
grup toprakların somut kanıtlarıdır. Onlar, ortasında kralın çivi yazılı mührün
baskısını taşıyan ve bağışlanan
toprakla beraber ne gibi mal-
ların (taşınmazlar) kimin huzu-
runda (şahitliğinde) bağışlandı-
ğını belgeleyen tabletlerdi. Bu
gibi belgelerde kaydedilen tüm
mallar toprakla beraber (mal ve
mülk) o kişinin vefatı durumun-
Boğazköy-Hattuşa’da ele geçen Toprak Bağış
da varislere kalıyordu. Bu sa- Belgesi. (Boğazköy Kazı Arşivi)
yede Hitit devletinde tarım bir
nebze olsun özel kişilerin eline
de geçmiş oluyordu.

Suçluyu cezalandırmak yerine mağduriyeti


kaldırmak

Hitit kanunlarının en önemli özelliklerden biri yoğun olarak tazminat içer-


mesidir. Farklı bir şekilde söyleyecek olursak, Hitit kanunları suçluyu ceza-
landırmak yerine, bu suç nedeniyle ortaya çıkan mağduriyeti ortadan kal-
dırmayı tercih ederdi. Bu nedenle Hitit kanunlarında toprağın ve mülkiyetin
korunması ile ilgili de birçok madde bulunur. Bir maddede (§168) bir arazi-
nin sınır ihlali suçu söz konusu edilmiştir. Kanuna göre arazi sınırı ihlal eden
kişi doğru sınırı çekmekle beraber 1 koyun, 10 ekmek, 1 kap KA.GAG-birası
(mahiyeti tam olarak bilinmeyen bir bira türü) cezası ödemekle ayrıca, ara-
ziyi dinsel açıdan temizlemekle cezalandırılıyordu. Bu maddeden mülkiyetin

Arkeo Duvar / 20
devlet güvencesi altında olduğunu açıkça anlayabiliriz. Yine metinlerden öğ-
rendiğimize göre bağımsız bir çiftçi 4 gün kendisi için, 4 gün ise tımar arazisi
için çalışırdı.

Bahsettiğimiz toprak bağış belgelerinden topraklar hakkında farklı ayrıntıla-


rı öğrenmemiz mümkündür. Anlaşılması zaman zaman çok zor olan bu tür
metinlerde arsalar üzüm bağı, incir ağacı, harman yeri gibi özellikleriyle, or-
manın arkasında, üzüm bağının arkasında gibi konum özellikleriyle ve ölçü-
leriyle kaydedilmiştir. Bu tür belgelerden sadece arazilerin değil, araziye ait
tüm alet edevatın, hayvanların ya da çalışanlarının da kral tarafından kişilere
devredildiğini anlıyoruz. Devredilen mülkün normal koşullarda geri alınması
ya da başka kişiler tarafından istenmesi mümkün değildi. Böyle durumlara
engel olmak için bu tip belgelere özel bir madde ekleniyordu: “Gelecekte …
kişiye ve onun oğullarına kimse itiraz etmesin!” Buradan mülkün babadan
oğula miras bırakıldığını da öğreniyoruz. Bu gibi miras yoluyla sahip olunan
araziler için kanun maddeleri de vardı. (§46).

Yeraltı tahıl depoları

Tarımı yapılan tahıllar arasında en önemlileri arpa ve buğdaydı. Çoğunlukla


Hitit başkenti Hattuşa’da ele geçen metinlerinden bu tahıllar ile yapılmış yüz-
den fazla ekmek çeşidi belgelenmiştir. Tahılın yanı sıra bağcılık ya da bahçe-
cilik de yaygındı. Üzüm, elma, incir, zeytin ve nar yetiştirildiği gibi mercimek,
nohut, bakla, burçak, kimyon, salatalık, kişniş, pırasa, soğan, sarımsak, saf-
ran, maydanoz da yetiştirilmekteydi.

Dolayısıyla Hititler’in devletleşme sürecinde besin üretiminin kontrol altına


alınması oldukça önemliydi. Bu nedenle başta tahıl olmak üzere birçok zirai
ürününün depolanması gerekiyordu. Gerek tohumluk için gerek kışın kullan-
mak üzere olsun bu İç Anadolu iklim koşullarında bir zorunluluktu. Başkent
Hattuša’da bu iş için inşa edilen çok sayıda magazin binası ve yeraltı tahıl
depoları ele geçti. Büyük Tapınak’ın çevresinde yer alan magazinlerde yere

Arkeo Duvar / 21
gömülmüş olarak ortaya çıkarı-
lan küplerden her biri yaklaşık
2000 lt kapasitedeydi. Tapına-
ğın çevresinde yer almasından
dolayı buraya depolanan tahılın
tapınağa ait topraklardan elde
edildiğini düşünebiliriz. Ancak
bu tahılın daha ziyade yıllık kul-
lanım için olduğunu da düşün-
mek gerekir. Boğazköy-Hattuşa’da Büyük Tapınak olarak
adlandırılan tapınağın yakınında yer alan
pithoslu magazinler. (Boğazköy Kazı Arşivi)

Bu magazinlerin yanı sıra tahılı büyük


miktarda depolamak için Hattuša’da
çok sayıda yer altı silosu da ele geç-
miştir. Büyükkale ve poternli duvarın
yanında ortaya çıkarılan bu yer altı si-
loları sayesinde yüksek miktarda tahıl,
hava almaksızın uzun süre depolana-
biliyordu. Poternli surun kenarında yer
alan silolar 1991 yılında dönemin kazı
başkanı olan Jürgen Seeher tarafından
kazılmıştır. Tonlarca yanmış tahıl ile
dolu olan silo kazıldığı dönemde olduk-
ça yankı uyandırmıştı. Hattuša dışında
Kaman-Kalehöyük, Alaca Höyük ve Ša-
rišša/Kuşaklı’da ele geçen benzeri silo-
lar, tahıl depolamanın devletin organi-
zasyonu altında gerçekleştiğini gösterir.
Bu gibi büyük silolar daha önce bah-
settiğimiz “besin üretimini kontrol altı- Boğazköy-Hattuşa Büyükkale mevkiinde
na alma”nın bir parçası idi. Bu nedenle yer alan ve numaralandırılmış yeraltı
burada depolanan tahıl muhtemelen siloları. (Boğazköy Kazı Arşivi)

bir ya da birkaç yıl sonrası için ayrılan


tohumluk tahıl olmalıdır. Anadolu’nun
zorlu şartlarından ve yağmura bağlı

Arkeo Duvar / 22
Boğazköy-Hattuşa’da yeraltı siloları için Boğazköy Aşağı Şehir’de 1991 yılında ele
rekonstrüksiyon. (Boğazköy Kazı Arşivi) geçen yanmış tahıl örneği.
(Boğazköy Kazı Arşivi)

kuru tarım yapılması nedeniyle üst üste iki ya da üç kez kötü hasat alınması
sıkça karşılaşılan bir durumdu. Bu gibi büyük siloların olması devleti aç kal-
maktan kurtaran bir önlemdi.

Hitit kanunlarının bir bölümü de tarife ve ücretler ile ilgilidir. Hitit devleti bu
sayede bir fiyat standardı getirmeye çalışmış görünüyor. MÖ II. binyılda he-
nüz para keşfedilmemiş olduğundan Hititler ödeme aracı olarak gümüş kul-
lanıyorlardı. Ödemeler ise o dönemin ağırlık ölçüleriyle şekel = 12,5 gr; mina
= 500 gr. şeklindeydi. Bu kanunlarda belirtilen fiyatlara ve ücretlere ne denli
bağlı kalındığı bilmiyoruz ama maddeler arasında tarım ürünleri ile ilgili bazı
fiyatlar zamanın ölçüleriyle ve günümüz karşılıklarıyla şu şekildedir:

Boğazköy-Hattuşa’da ele geçen kanun metni örneği.

Arkeo Duvar / 23
Tarımda esas olan elbette insan gücüydü. Erkekler ve kadınlar aynı şekil-
de çalışırlardı. Bununla beraber tarımda hayvanlar da çalıştırılırdı. Sabanın
önüne öküz koşulurdu ve hasadı kaldırmak için de yine özellikle öküzler kul-
lanılırdı. Farklı bir şekilde söyleyecek olursak, bugünkü traktörün işini o dö-
nemde öküzler yapıyordu. Bu nedenle kanunlarda tarımsal işçilerin ücreti
yanında öküze verilecek fiyat ya da kira ücreti de yer almıştı:

Yukarıda verilen fiyat ve ücretleri dönemin değerleriyle kavramak amacıyla


çapraz fiyatlama yapmak gerekir. Yani bir nevi bizim bugün asgari maaş ile
eşit olan hasat döneminde bir erkeğin aldığı ücreti olan 1,25 şekel gümüş ile
bu kişi isterse toplam ancak yarım şişe saf zeytin yağı alır (yarım şişe 1 şekel)
ve elindekiyle 100 lt arpa alabilir (0,25 şekel). Ya da bir saban öküzü almak
için asgari ücretle çalışan bir hasat işçisinin yaklaşık dokuz buçuk ay çalışma-
sı gerektiğini söyleyebiliriz.

Arkeo Duvar / 24
Sonuç olarak; Hititler döneminde tarım, devlet ve buna bağlı olarak da Ana-
dolu insanı için en önemli yaşam kaynaklarından biriydi. Özellikle Hitit dev-
letleşme süreci için çok önemli bir unsurdu. Bu nedenle Hitit devleti bu eko-
nomik faaliyeti korumaya ve desteklemeye çalışmıştır. Kanunlarla tarımı fiyat
ve ücret yönünden organize etmiş ve koruması altına almıştır. Devletin ge-
lişmesi ve bir imparatorluk haline gelmesinde tarım en önemli faktörlerden
biri olarak kabul edilmelidir.

Arkeo Duvar / 25
‘Türkiye’nin krizden çıkış
politikaları, Osmanlı’nın
güncellenmiş hali gibi’
Türkiye’nin yaşadığı gıda krizinden çıkış yolu için izlediği politika-
ları, Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren içine düştüğü kriz döne-
mindeki çırpınışın güncellenmiş haline benzeten Abdullah Aysu,
“Tek farkı; Osmanlı dönemindeki ana aktörler ulusaldı. Bugün
ise uluslararası aktörlerin olmasıdır. Halklar değil, şirketler için
dünyanın tek ülke haline geleceği bir dönüşüme uyanacağız” di-
yor.

Nuray Pehlivan

Arkeo Duvar / 26
K endisi de kırk yıldır çiftçilik yapan ve aynı zamanda çiftçi haklarının
korunması konusunda yürütülen mücadelenin en aktif üyelerinden
birisi olan Abdullah Aysu ile Osmanlı’dan günümüze tarım politikalarını
konuştuk.

Abdullah Aysu’ya göre Türkiye hâlâ tarıma ilişkin bilgi birikimi, uzman eleman
ve bilge çiftçilerin olduğu bir hazineye sahip. Ancak bu potansiyele rağmen
içinde bulunduğumuz krizin biteceği yok, en azından kısa erimde öyle bir
durum gözükmüyor, tersine derinleşiyor ve süreklilik arz ediyor. Aysu’ya
göre bu krizden çıkıldığında; küçük ve orta ölçekli çiftçilerin önemli ölçüde
tasfiye olduğu, tarım topraklarının Osmanlı dönemindeki ayan kesiminin
eline geçmesi misali şirketlerin eline geçtiği, gıda denetimine tamamen
şirketlerin sahip olduğunu göreceğiz.

‘‘Klasik feodalizmde devlet mülk sahibi değildir”

Osmanlının toprak düzeni ile ilgili birbirinden farklı yaklaşımlar var.


Bazı araştırmacılar merkeziyetçi feodalite derken, bazıları “Asya
tipi üretim tarzı” üzerinde durur. Bir grup araştırmacı da batıdaki
feodaliteye benzemeyen, tamamen kendine özgü olduğu bir toprak
düzeninden bahseder. Tımar konusuna geçmeden önce Osmanlı’da
toprak düzeni hakkındaki bu tartışmalardan bahsedebilir miyiz?

Arkeo Duvar / 27
Asya tipi üretim tarzı geçmişte çok tartışılan ama üzerinde ortaklaşılamayan
ve sonlanmayan bir tartışmadır. Ancak Osmanlı ile Avrupa’daki üretim
tarzlarının aynı olmadığını söylemek pek yanlış olmaz herhalde. Asya üretim
tarzı konusunda, Marx ve Engels’in mektuplarına mutlaka bakmak gerekir.
Marx, 1853 yılında Engels’e yazdığı mektupta; “Bernier haklı olarak Türkiye,
İran ve Hindistan’dan bahsederken, Doğu’daki bütün olayların temelini
toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aramalıdır. Bu doğu cennetinin gerçek
anahtarıdır” diyor.

Marx, Engels’e yazdığı mektupta, toprakta özel mülkiyetin olmadığının altını


kalın bir biçimde çiziyor. Engels ise bu mektuba şöyle yanıt veriyor: “Gerçekten
toprak mülkiyetinin yokluğu bütün Doğu’nun anahtarıdır. Doğu’nun siyasi
ve dini bütün tarihi burada gizlidir. Fakat Doğuluların feodalite şeklinde bile
toprak mülkiyetine gelemeyişlerinin sebebi nedir? Sanırım ki bunun esası,
Sahra’dan Arabistan, İran, Hindistan’a ve Tataristan’dan ta yüksek Asya
yaylalarına kadar uzanan çölün iklimi ve bununla ilişkin olarak toprağın
cinsidir. Buralarda yapay sulama tarımın ilk şartıdır ve (bu iş) ya köyün ya
vilayetin ya da merkezi hükümetin görevidir.”

Bu mektuplaşmalar ve bu mektuplardaki görüşler, bir bakıma Asya tipi


üretim tarzı kavramının ilk nüvelerini oluşturur. Marx, yine 1853’ yılında,
New York Daily Tribune‘de yayınlanan makalesinde    Asya üretim tarzını
şöyle değerlendirir: “… İklim ve bölgesel şartlar, kanal ve su yolları ile yapılan
yapay sulama, Doğu tarımının temelidir. Mısır ve Hindistan’da olduğu gibi,
Mezopotamya ve İran’da sulama kanallarının yardımı ile su baskınları toprağı
bereketlendirsin diye kullanılır. Suyu iktisadi ve ortaklaşa kullanma ihtiyacı…
Uygarlığın geri ve arazinin çok geniş olduğu Doğu’da iradi birleşmelerden
ziyade, merkezi hükümetin müdahalesini gerektirmektedir. Bütün Asya
hükümetlerine düşen iktisadi görev, kamu işleri (public works) yapmaktır…”

Belki yazılanları şöyle özetleyebiliriz: Asya’da başka bir üretim tarzı vardır.
Bu üretim tarzının kendisi klasik feodal üretim tarzı değildir. Çünkü klasik
feodalizmde devlet mülk sahibi değildir. Bu anlatımlara göre Asya ülkelerinde
klasik feodal üretim tarzı değil, değişik bir üretim tarzı uygulanmaktadır.

Arkeo Duvar / 28
Marx’a göre, bu  Asya üretim tarzıdır. Asya üretim tarzının uygulandığı
ülkelerde, özel mülkiyetin ortaya çıkmamasının nedeni; iklim ve toprak
şartlarından dolayı asli ve tek üretim aracı olan topraktan ürün alınabilmesi
için geniş sulama tesislerine ihtiyaç duyulmasıdır. Toprak ya köyün (komün)
ortak mülkü ya da devletin mülküdür.

Dolayısıyla Asya üretim tarzının bu yapısı Osmanlının iktisadi yapısıyla ve


devlet örgütlenmesiyle aynı değildir. Ayrıca Osmanlı toprak düzeni klasik
bir feodalite değildir. Ama Avrupa’dan farklılaşan kendine özgü feodal bir
yapı olduğu da yadsınamaz. Zaten her olguyu bir kalıp içinde değerlendirme
biçimi Marx’ın da yöntemi olmamıştır. Avrupa’da feodalizm her bölgede
diğerinden farklılar göstermiştir.

Abdullah Aysu.

Bağlar ve bahçeler miri arazilerin dışındadır. Bunun temel


nedeni, o dönemde köylülerin geçimi, ordu ve kentlilerin
karınlarının doyurulmasının hububat ekimine, daha çok
buğday ve arpa üretimine bağlı olmasıdır.

Arkeo Duvar / 29
‘Osmanlı toprağı verip kenara çekilmemiştir’

İktisat tarihçileri klasik dönem Osmanlı toplumunda en önemli


mali ve iktisadi kurumun “tımar” olduğunu söylerken daha çok
toplanan vergi ve askeri idari teşkilatlanmasındaki rolü üzerinde
duruyorlar.  Okurlarımız için tımar toprak sistemi hakkında kısa bir
bilgi verebilir misiniz?

İzninizle önce Osmanlı toprak düzeninden kısaca söz edeyim. Miri araziler
devletin mutlak mülkiyetine sahip olduğu, yalnızca hububat ziraatı yapılan
topraklardır. Bağlar ve bahçeler miri arazilerin dışındadır. Bunun temel
nedeni, o dönemde köylülerin geçimi, ordu ve kentlilerin karınlarının
doyurulmasının hububat ekimine, daha çok buğday ve arpa üretimine
bağlı olmasıdır. Tabii afetler dışında kıtlıklar ve kentli isyanlar genellikle
hububat ekiminin azalmasından oluşurdu. Devlet bu nedenle hububat
ekimi üzerinde denetimini eksik etmedi. Tarlaların işlenmesi ve ürün elde
edilebilmesi için kanunlar çıkarttı ve kanunları uyguladı. Aile emek ünitesi
olan “reaya çiftliğini, çift-hane’yi” bu nedenle daima kontrol etti. Buna kısaca
“Miri Arazi Rejimi” diyoruz.
İşte bu miri topraklar ya da arz-ı memleket denilen yerler, öşür, resimler
ve hizmete göre büyük, orta, küçük parçalara ayrılır. Bu şekilde parçalanan
topraklara da  dirlik  denilirdi. Dirlik sahiplerine sahib-i arz denirdi. Dirlik
sahipleri toprağın rekabesine (çıplak mülkiyetine) sahip değildi. Kural olarak
tasarruf hakkı bile kendilerinde değildi. Toprağı eken çiftçilere yani reaya’ya
aitti. Sahib-i arza bu adın verilme nedeni, öşrü kendisine verilen toprakları
işleyen reaya’nın görevini yapamadığı zaman Sultan’a vekâleten onun
elinden alıp, başka birisine verilebilmesinden dolayıdır. Yalnız dirliklerin
devlete hizmet eden, kanunlara uyan devlet için savaşanlara verildiğini
belirtelim. Bu toprak düzeni aynı zamanda fetih işini teşkilatlandırma işlevi
de görüyordu. Dirlikler büyüklüklerine göre has, zeamet ve tımar olarak
üçe ayrılıyordu.

Arkeo Duvar / 30
Has; Şehzadelere, vezire, beylerbeyine ayrılan topraklardı. Bunların
kaydedilen yıllık hâsılatlarının yüz bin akçeden fazla olması gerekirdi. Has
sahipleri savaşa gidecekleri zaman her beş bin akçe için bir cebeli (silahlı
asker) götürmek zorundaydı. Zeamet; Hasılatı yirmi bin akçeden yüz bin
akçeye kadar olan topraklardı. Her beş bin akçeye bir cebeli (silahlı asker)
sağlamak zorundaydı. Tımar ise; Kayıtlı hasılatı üç bin ile yirmi bin arasında
olan dirliklerdi. Tımar beyleri savaşta ilk üç binden sonra her üç bin akçe için
bir cebeli (silahlı asker) götürmek zorundaydılar. Tımarların hasılatı, has ve
zeamete göre azdı, fakat cebeli götürmek konusunda yükümlülükleri daha
fazlaydı. Tımarların sayısı da has ve zeamete göre daha çoktu. Bu yanıyla
Osmanlı’nın savaş gücünü aldığı yerdi.
Ancak Osmanlı tımar sisteminde toprağı verip kenara çekilmemişti. O
toprağın kendisine, “pınarın suyunun devamlılığı” gibi toprağın üzerinden
gelirin akmasını sağlamıştır. Reayanın alın teri olan ürünün bir bölümüne her
yıl el koymuş, sömürmüştür. Sipahiyi de sömürünün aksaksız sürebilmesinin
memuru olarak görevlendirmiştir. Bu konumuyla sipahiler bir ayağı üretimin
diğer ayağı savaşın yani talanın ve yağmanın içinde olanlardı.

‘‘Zulüm ve sömürünün boyutu köylünün


dayanma gücünü aştı’

Osmanlı’da pek çok şey de olduğu gibi idealize edilmiş bir anlatı
vardır. Toprak sistemi için de kusursuz anlatılar var ancak sizin de
söylediğiniz gibi işlerin o kadar düzgün gitmediği de bilinen bir gerçek.
Peki, “Çift bozan” hareketleri hem tarım hem de sosyal yapı için ne
anlama geliyor?

Bilindiği üzere Osmanlı 16. yüzyılda büyük bir krize girdi. Köylü, devletten
kullanma hakkını alarak üzerinde üretim yaptığı, uğrunda öldüğü/öldürdüğü
toprağını işlemekte güçlüğe düştü. Krizi atlatmak için vergi türleri artırıldı ve
oranları yükseltildi. Tarımda çalışabilecek genç nüfusun neredeyse yüzde
75’i askere alındı. Diğer yandan böylesi kriz dönemlerinde bazı vurguncular
ortaya çıkar. Bu vurguncular arazi üzerinde fiili mülkiyet kurma çabasına

Arkeo Duvar / 31
girişir. Öyle de oldu… Köylü böyle zorba vurguncular ve vergi verme zorluğu
karşısında bir de köyde kalmaya mecbur olan kesimdi. Fakat bu zulüm ve
sömürü köylünün dayanma gücünü aştığından köyden ayrılma durumu
oluştu. Köyünden ayrılmak zorunda bırakılan, çiftini çubuğunu terk eden
reayaya o zamanlar “çift bozan” adı verilmekteydi. Osmanlı sipahiye,
köyünü terk eden reayayı bulunduğu yerden toprağa geri döndürme
hakkını vermişti. Çünkü her reayanın ürettiği ürünün onda biri tımarlı sipahi
üzerinden öşür olarak devlete gitmekteydi. Yani köylünün köyünü terk
etmesi demek, üreteceği ürünün onda birinden Sultan’ın mahrum kalması
demekti.

Tabi o dönemde köyünü terk eden reayanın yanı sıra sözü edilen vergi
oranının artırılması ile zulüm ve zorbalıktan kaynaklı Osmanlı’ya karşı ardı
ardına isyanlar da oldu. Bu isyanlar da Celali İsyanları olarak adlandırılmıştır.
Celali İsyanlarının az çok bastırıldığı 17. yüzyılın başlarında, köylerde
geniş şekilde toprak ve sürü ağalığı oluştu. Karışıklıklar döneminde kaçan
köylülerin, padişah tarafından tekrar köylerine dönmesi istendi. Buna
köylülerin cevabı ise, “Biz köylerimize döneriz ama toprağımız yok, borçluyuz,
köylerimizde köy ağaları sürü beslemektedir, dönemeyiz” oldu.

‘Hükümet çiftçilerin değil şirketlerin


çıkarını düşünüyor’

Rant politikalarının tarımsal arazinin feda edilmesini içerdiğini


ve toplumsal yapıyı alt-üst etmesini görmemek mümkün değil.
Bu durum AKP döneminde yoğunlaşsa da önceki uygulamalarla
karşılaştırdığınızda neler söylersiniz?

Osmanlı’da fetihler kazanıldığı sürece her şey yolunda gibi gidiyordu. Ama
fetihler durup talan geliri düşünce/bitince önemli gelir kaynağı olan toprak
üzerinden alınan vergilerin çeşidi ve oranıyla tekrardan oynama, toprak
yönetimini değiştirme yoluna gitti Osmanlı. Yani krizden çıkmanın ana
yollarından biri olarak toprak düzeniyle oynama yoluna gitti. Köylüden vergi
toplama işi sipahiden alınmaya, belli bir bedel karşılığında mültezimlere
verilmeye başlandı. Bir tür iç borçlanma gibi düşünün. Vergileri artık sipahi

Arkeo Duvar / 32
değil peşin para veren mültezimler toplar oldu. Diğer yandan enflasyon
artmış, kamu görevlileri sancak beyi gibilerinin değişmeyen, aynı kalan
aylıkları yetmez duruma gelmişti. Onlar da “benim memurum işini bilir”
özlü sözünün o devre uygun versiyonunu devreye soktu. Devlet ve saray
ileri gelenlerine bol hediye sunanlar, büyük tımarlara sahip oldular.
Tımarları, mültezimlere peşin paralar alarak veren devletin ileri gelenleri,
reayayı mültezimlerin insafına, aldıkları bol hediyeler ve rüşvet karşılığı
terk ettiler. Bol hediye ve rüşvet alan yöneticiler, tımarlıları sıkıştırdı, baskı
altına aldı. Uygulanan baskılar sonucunda tımarlar rollerini mültezimlere
terk etmek zorunda kaldı. Tımarlar böylece çözülmeye başladı. Çözülen,
parçalanan tımarlardan da adına  “ayan”  denilen büyük toprak sahipleri
türedi/türetildi. Her ne kadar, her seferinde Sultan, “topraklar devletindir”
dese de öyle fermanlar yayınlasa da toprak üzerinde özel mülkiyet ve
toprak ağalığı inşa süreci diğer koldan ilerledi. Geçmişte herkes bir çift
öküzle sürülebilecek/ işlenebilecek toprak tasarrufuna sahipken toprak
sahipliğinde/tasarrufunda eşitlik bozuldu. Büyük toprak sahipliği ve az
toprak sahipliği ile topraksız köylü ayrışmasının temelleri atıldı.

Gelelim bugüne… Dünyamız küresel bir kriz girdabında. Bir ülkedeki kriz
bütün ülkeleri sarsıyor. Elbette bazı ülkeleri az, bazılarını çok etkiliyor ama
dünyada genel bir kriz gerçeği var. Türkiye, var olan bu dünya krizinden en
çok etkilenen ülkelerden birisi.  Çokuluslu şirketler, dünyadaki krizi aşmak
için kırsala saldırıp kendini oradan üretmeye çalışıyor. Türkiye çok uluslu
şirket saldırısının altında olan ülkelerin ilk sıralarında yer alıyor. Bu şirketler,
Türkiye’de maden, enerji alanında korkunç, vahşi bir sömürü gerçekleştiriyor.
Bu sömürünün doğa ve halk sömürüsü olduğunu belirtmek durumundayız.
Bir başka yanı, Türkiye’deki hükümetlerin tarımda uyguladıkları serbest
piyasa politikalarının yanı sıra fiyat politikalarıyla çiftçilerin değil, şirketlerin
çıkarına bir politik hat izlemesidir. İzlenen bu ekonomik-politik hat, Türkiyeli
küçük ve orta ölçekli çiftçilerin tasfiyesine neden oluyor. Bu sürecin işleyişinde
rüşvetlerin dönüp dönmediğini takdirinize bırakıyorum. Ama sahip olunan
siyasi ve bürokratik koltuklarının korunması ve süresinin küresel şirketlerin
çıkarlarına ilişkin gösterilen başarıya bağlı olduğu Türkiye’nin gerçekliğini
biliyor ve yaşıyoruz.

Arkeo Duvar / 33
‘Biyoçeşitlilik önemli ölçüde azaldı’

Geç Osmanlı döneminin önemli kaynaklardan birisi de yakın zamanla-


rın il yıllıklarına benzeyen “salname”ler... Ancak bu salnamelerde sa-
yılan bazı meyveler artık o şehirlerde yetişmiyor. Örneğin 19. yüzyılda
Diyarbakır’da muz yetiştirildiğini görüyoruz. Bu durumun yaşanma-
sında iklim değişimlerinin etkisiyle birlikte diğer etkenler neler olabi-
lir?

Osmanlı’nın geç döneminde kendine yeterlik, kapalı ekonomik sistem hâlâ


hâkim durumdu. Aile ihtiyacı kendi bünyesinde ya da köy olanakları ölçü-
sünde karşılanıyordu. Kentle ilişkilenme, ihtiyaç giderme çok düşük düzey-
deydi. Bu nedenle her iklim koşuluna dayanan bitki çeşitliliği denemelerle
bulunuyor, yerelleşiyordu. Örneğin Afyon’da soğuk iklim koşullarında yetiş-
tirilen pamuk ile giysi, koyun yünlerinden giysi ve yatak, yorgan minder gibi
ihtiyaçlar ailenin imkân ve olanaklarıyla yapılıyor, ihtiyaçlar sağlanıyordu.

Arkeo Duvar / 34
Pek çok meyve için de benzer durum vardı. Örneğin Gaziantep’ten Hakka-
ri’ye üzüm bağları vardı, meşe palamudu ticarete konu ediliyordu o gün-
lerde. Biyoçeşitlilik çok fazlaydı. Doğaya saldıran bir sermayenin olmama-
sı, biyoçeşitliliğinin varlığını sürdürmeye, yaşamın canlı organizma halinde
cıvıldaşmasına izin veriyordu. Bu her bölgenin kendi ihtiyacı ve kültürüne
bağlı bir çeşitlilikti. Zamanla ticarete bağlı olarak bazıları tutundu, bazıları
feda edildi. Elbette iklimin de etkisi vardı ama kapalı ekonomilerin pazara
açıldığı oranda ve pazarda hangisinden kazanç elde ediliyorsa o yaşamını
sürdürdü, diğeri ona feda edildi. Biyoçeşitlilik önemli ölçüde tahrip oldu,
azaldı.

‘İthalat konusunda çalınan mızrak


çuvala sığmıyor’

Görünen o ki Tarım Bakanlığı coğrafi işaret tescilli Alaşehir sultani


üzümü ve Aydın’ın inciri gibi gerçekten bu ülkenin tarım ekonomisi
anlamında önemli değerlerini, üstelik yaygın geçim kaynağını “JES”
lere feda ediyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Türkiye’de inşaat sektörü en verimli topraklarda faaliyet sürdürür. Maden


şirketleri su varlıklarının olduğu havzayı kirletir. Suyla toprağın buluşmasını
engelleyecek biçimde akarsular boruların, tünellerin içine alınır, nehir tipi
hidroelektrik santraller inşa edilir. Doğayla barışık olduğu ileri sürüldüğü
yanılsaması yaratılarak Rüzgâr Enerji Santralleri (RES), Güneş Enerji Sant-
ralleri, Jeotermal santraller (JES) kurulur, meralar ve verimli topraklar ile
yaban hayatın yaşamını tehlikeye sokar. En verimli ovalara Termik Santral-
ler yapılır, bölgenin suyunu gasp eder, bulunduğu yerden 50 km çapında
daire kapsamındaki tarımsal ürünü tahrip eder. Maden, inşaat ve enerji iş
kollarından yana tercih politikaları tarımı tahrip eder, çiftçiyi ekmek tekne-
sinden eder. Türkiye’yi tarımsal ürün temininde dışa bağımlı kılar, ithalatçı
yapar. 

Arkeo Duvar / 35
Dünya kuru üzüm üretiminde dünya ikincisi durumunda Türkiye. Üzüm ve
incir fındık ile birlikte önemli döviz sağlayan ürünlerimiz. Aynı zamanda
üzüm bütün Manisa köylüleri, incir Aydınlı üreticiler için iş ve aş kapısı. Bu
illere kurulan JES’ler üzüm ve incirlerin üretimini, verimini ve kalitesini boz-
maktadır. Yöredeki yüz binlerce çiftçinin iş ve aş teknesi, bir elin parmak-
larını geçmeyen enerji şirketlerinin kasalarını şişirmesi için feda ediliyor.
Aynı durum fındık bölgesinde siyanürlü altın arama ve çay üretim alanla-
rında yapılan nehir tipi hidroelektrik santraller ile üretim baltalanmaktadır.
Bu kabul edilemez bir yanlıştır.

Merak edilen sorulardan birisi de Türkiye’de tarım konusunda hep


ithalatın ucuz, üretimin pahalı olduğunun öne sürülmesi. Sizce bu ne
kadar doğru?

İthalat konusunda çalınan mızrak çuvala sığmıyor. En başta şunu söyleyeyim;


eğer dışarıdan ithal edilen ürünlerin içeride üretilen ürünlere göre fiyatları
daha düşük olsaydı halkın daha ucuz gıda tüketiyor olması gerekirdi.

Arkeo Duvar / 36
Türkiye’de 2021 yılında buğday taban fiyatı 2.250 TL/Ton olarak belirlendi.
Dışarıdan buğdayın tonuna 4680TL ödeyerek satın alındı. Ekmekler ucuz
olsun diye fırıncılara ve unlu mamul sektörüne 2.600 TL/Ton üzerinde
verildi, yani ton başına 2030 TL daha düşük fiyatla verildi. Sübvanse edildi.
Eğer dışarıdaki tüccardan 4680 TL’den buğday almak yerine bizim kendi
üreticimize buğdayın fiyatını 4680TL/Ton olarak belirleyip versek, dışarıdan
buğday ithal etmemize gerek kalmazdı, bir yandan ekmeğin gramajı düşmez
ve fiyatı da artmazdı. Türkiye’de yeterince üretiriz. Demem odur ki, dışarıdan
tarımsal ürün almak kendi bindiğin dala balta sallamaktır.

‘Gıda denetimi tamamen şirketlerin eline geçecek’

Tarımda kendi kendine yeten bir ülkeyken şimdi buğday ithal eder
hale geldik. Bu durumun yarattığı sorunlar da giderek derinleşiyor. Son
olarak yaşadığımız tablo konusunda neler söylemek istersiniz? Sizce
Türkiye bu krizden çıkabilir mi?

Her tarımsal ürünün yetişme koşulları farklıdır, her ülkeye uymaz, bu nedenle
üretilemez. Kendi kendine yetenden kastedilen, temel gıda maddelerinde
kendine yetme halidir ki, kendine yeten ülkeler vardır. Türkiye de bu
kategorideydi. Ancak temel gıda maddelerinde kendine yeten ülke olma
üstünlüğünü, özelliğini kaybetti. Türkiye temel gıda maddesi konusunda
kendine yeten bir ülke değil artık. Bu noktaya nasıl geldik diye soracak
olursanız, tarımda uyguladığımız yanlış tarım politikalarıyla derim. Buradan
çıkış var mıdır? Elbette bu potansiyel Türkiye’de var. Türkiye gerçekliğine
uygun, bağımsız, demokratik, sosyal bir tarım politikası uygulanması halinde
Türkiye gibi bir buçuk ülkenin temel gıda maddelerini karşılayacak bir
potansiyele sahip topraklar üzerindeyiz. Eğer çiftçilerimiz doğru ve yeterli
oranda desteklenir, ürün fiyatları maliyet +%25 kazanç+ insanca yaşam payı
(enflasyon oranı) eklenerek fiyatlar belirlenir ve piyasada fiyatlar belirlenen
bu fiyatın altına düştüğünde devlet tarafından destekleme alım şeklinde
satın alınırsa, Türkiye içine düştüğü gıda krizi girdabından rahatlıkla çıkar.
Ayrıca bir daha gıda krizi ile karşı karşıya kalınması istenmiyorsa üretimden
pazarlamaya zincirin bütün halkalarına kurulacak olan üretici ve tüketici
kooperatifleri egemen kılınmalıdır.  Bunu yapacak bilgi birikimi ve uzman
eleman, bilge çiftçi gibi bir hazineye sahibiz hâlâ.

Arkeo Duvar / 37
Ancak bu potansiyele rağmen yanlışta ısrar sürdüğü için bu krizin biteceği
yok, en azından kısa erimde öyle bir durum gözükmüyor, tersine derinleşiyor,
süreklilik arz ediyor. Dünyada uygulanan neoliberal politikalar gereği sürekli
bir kriz girdabına girdiğimiz pek çok ekonomist ve sosyal bilimcilerin ortak
kanısı durumunda. Bu krizden çıkıldığında; küçük ve orta ölçekli çiftçilerin
önemli ölçüde tasfiye olduğu, tarım topraklarının Osmanlı dönemindeki
ayan kesiminin eline geçmesi misali şirketlerin eline geçtiği, gıda denetimine
tamamen şirketlerin sahip olduğunu göreceğiz. Bugün Türkiye’nin yaşadığı
krizden çıkış yolu için izlediği politikalar, Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren
içine düştüğü kriz dönemindeki çırpınışın, çıkış yöntemlerinin güncellenmiş
hali gibi. Tek farkı; Osmanlı dönemindeki ana aktörler ulusaldı. Bugün ise
uluslararası aktörlerin olmasıdır. Halklar değil, şirketler için dünyanın tek
ülke haline geleceği bir dönüşüme uyanacağız.

Abdullah Aysu.

Arkeo Duvar / 38
BU RESMİN HAKKINDA KONUŞALIM

19. yüzyılda derin yoksulluğun


resmi:
Millet’nin ‘Toplayıcılar’ı
Taneleri toplamaktan yorgun düşmüş ve ellerini bellerine götü-
rerek dinlenmeye çalışan bu kadınlar açlık ve yoksulluğun pençe-
sindeki kadınlardır. Bu halleri pazar dağıldıktan sonra tezgahların
altına bırakılmış ve artık ticari kıymeti olmayan tarımsal ürünleri
toplayan günümüz yoksullarını akla getirir. Nereden baksanız gös-
terilen derin yoksulluktur.

Abdullah Deveci
Sanat Tarihçisi, Eskişehir Okulu

Toplayıcılar (Les Glaneuses, 1857), tual üzerine yağlıboya, Paris, musée d’Orsay.

Arkeo Duvar / 39
F ransa’da 1789 devrimiyle mutlak monarşi yıkılmış, kilise reformlara zor-
lanmıştı. Ortalık durulmamıştı. 1848 devrimiyle Orleans monarşisi yıkılıp
II. Cumhuriyet kuruldu. Ortalık yine durulmadı. Dokuz yıl sonra Paris Komü-
nü insanlığa yepyeni ufuklar açtı. Komünden on dört yıl önce Jean Franço-
is Millet ‘Toplayıcılar’ (Les Glaneuses/ The Gleaners) adlı resmini yaptığı za-
manlarda Fransa böylesi çalkantılar içindeydi. Resmin yapıldığı zamanlar, bir
komüncünün kurşuna dizilmeden önce “71 gün özgür yaşadım artık ölüm
umurumda değil” sözlerinin açığa vurduğu gibi, hiçbir şeyin gerçekten es-
kisi gibi olmadığı, 18 Mart 1871 – 28 May 1871 tarihleri arasında yaşanan
Paris Komünü’ne gebe zamanlardı. K. Marx’ın sözleriyle “göğe fethe çıkan”
komüncüler genel oy hakkını ve laiklik gibi fikirleri kalıcılaştırdı. Kadınlar artık
hiç olmadıkları kadar toplumsal yaşamda etkin rol oynayan özgür bireylerdi.

Bu ortam içinde yapıldı Millet’nin ‘Toplayıcılar’ resmi. Ancak saray estetiğin-


den beslenen akademik resim anlayışı hala Rafael’i izliyor, resmin konusunu
eskilerden seçerken mitolojiyi en önemli konu kaynağı olarak görüyordu.

Diğer yandan günlük yaşamı sanatçının gözünden yansıtan sanat anlayışı


akademiye rağmen gelişmeye başlamıştı. Bu yenilikçiler, A. Hauser’in dediği
gibi, klasik-romantik akımların 1850’li yıllara kadar değişmeden gelmiş olan
eski güzellik ülküsünün etkisinin kaybolduğunu biliyorlardı. Eski güzellik ül-
küsünün köylü ve işçileri çirkin, orta sınıftan gelme kadınları şişman ve kaba
olarak betimlemesinin sınıfsal bir bakış açısı olduğunu anlamışlardı. Edebi-
yatta Balzac ve Flaubert, sonraları Zola gibi yazarlarla, Corot, Courbet, Mil-
let ve Daumier gibi sanatçıların öncü olduğu, toplumu ve doğayı yeniden

Arkeo Duvar / 40
kavrayan ve yansıtan sanat an-
layışları siyasal ve toplumsal de-
ğişimlerin de bir sonucu olarak
ortaya çıkmıştı. Sanatçı gerçekle-
ri olduğu gibi yansıtmalıydı. Ger-
çeği bütün yönleri ile yansıtmak
sanatın konusu olmalıydı. Sanat-
ta çirkin ve ahlaki olmayan diye
bir şey olmamalıydı ve gerçeklik
yansıtılırken pozitif bilimlerden
yararlanılmaydı. J. Berger’a göre,
19. yüzyılda Millet, Courbet, Van
Gogh gibi sanatçılar, bilinçli ola-
rak toplumsal ya da siyasal ne-
denlerle profesyonel ressamlık
geleneğini soylular ve burjuva
Ekin eken (Le Semeur, 1865), kâğıt üzerine
sınıfı dışında diğer sınıfların de-
pastel ve kurşun kalem, Clark Art Institute.
neyimini de ifade edecek şekilde
genişletmeye çalıştılar.

Millet, bazen çağdaşlarından farklı tutumlar takınsa da sonraları Coubert ta-


rafından ismi konulan realizm akımı içinde değerlendirilen yapıtlar vermişti.
Resimlerinden bazılarının çok tutulması ve reprodüksiyonlarının yaygın bir
biçimde evlere asılması, Millet’i daha yaşarken ünlü yaptı. Millet’nin sanatını
iki farklı dönem tasnifi yaparak değerlendirmek gerekir. Önceleri bir portre
ressamı olarak yapıtlar üreten Millet, bu döneminde akademik sanata yakın
durmuştur. Ancak Millet’i sanat tarihinin önemli sanatçılarından biri yapan
dönemi Barbizon’a taşındıktan sonra başlar.

Millet ve Barbizon Okulu

Millet, Narcisse Diaz, Charles Francois Daubigny ve yakın arkadaşı Theodore


Rousseau gibi sanatçılarla birlikte 1848 yılından sonra kolera salgını yaşayan
Paris’ten ayrılarak Fontainebleau Ormanı yakınlarındaki Barbizon köyüne yer-

Arkeo Duvar / 41
leştiğinde 30’lu yaşların ortasındaydı. Millet, Normandiya ve Auvergne’e yaptı-
ğı kısa geziler dışında, yaşamının geri kalan bölümünü Barbizon’da geçirmiştir.

Barbizon’a taşınan sanatçılar 1848 devriminin sonuçlarından derinden etki-


lenmişti. Doğa’nın ve günlük yaşamın olduğu gibi verildiği resimler bu etkiyle
açıklanır. İdeal konular ve soylu kişiler yerine idealize edilmeden ve olduğu gibi
verilen doğa içinde köylü ve işçiler artık resmin konusudur. Millet “Bazı şey-
leri, gördüğüm şeyleri anlatmam gerek. Söylemek istediklerimi söyleyinceye
dek resim yapmaya devam edeceğim.” diyerek resim yapar. ‘Saman Taşıyıcı-
sı’, ‘Oturmuş Çoban Kızı’, ‘Tohum Serpen Adam’, ‘Toplayıcılar’, ‘Istakoz Avcıları’,
‘İneğini Otlatan Köylü Kadın’ ve en ünlü resmi tarlada çalışma öncesi yapılan
duayı betimleyen ‘L’Angelus’ ya da ‘Sabah Duası’ Barbizon’da yapılmıştır.

Başak Toplayan Kadınlar

‘Toplayıcılar’ resmi Türkçe literatürde genellikle ‘Başak Toplayan Kadınlar’ ola-


rak anılır. Resimde Gombirch’in dediği gibi ne dramatik bir olay betimlenmiştir
ne de güldürücü bir öykü. Sadece, hasat sırasında tarlada başak taneleri top-
layan üç kadın görülür. İdealleştirilmiş ve güzel olan doğa değil gerçekte var
olanın/olması gerekenin betimlendiği bir manzara arka planı tamamlar. Ön
plandaki üç kadınla, hasatla uğraşan diğer köylülerin güzelliğin ve zarafetin
idealleştirilmiş anatomilerine ve giysilerine sahip olmadıkları görülür. Gerçek
hayattan bildiğimiz köylülerdir bu
insanlar. Kadınların dışında kom-
pozisyonu buğday sapları, saman
yığınları, at arabası, çiftçiler, at üs-
tünde bir figür ve evler tamamlar.
Gombrich, ağır ve yavaştan çalı-
şan köylü kadınların güçlü vücut-
ları, kararlı davranışları ve kendi-
lerini işine vermiş hallerine vurgu
yapar. Bu halleriyle kadınlar “aka-
demi öğretisine uyan resimlerde-
ki kahramanlardan daha doğal ve
inandırıcı” bir saygınlık içindedir. Sabah Duası (L’Angélus, 1857-1859), tual
üzerine yağlıboya, Paris, musée d’Orsay.

Arkeo Duvar / 42
Bu resimle ilgili yanlış yorumlardan birisi ön plandaki üç kadının hasat za-
manı çalışan köylü kadınlar olduğunun söylenmesidir. Resmin isminden
de anlaşılacağı gibi, bu kadınlar hasat sonrası toprağa serpilen başakları ve
tanelerini toplamaktadırlar. Yani toprak sahibinin gözden çıkardığı buğday
başakları ve taneleri tek tek toplanmaktadır. Taneleri toplamaktan yorgun
düşmüş ve ellerini bellerine götürerek dinlenmeye çalışan bu kadınlar açlık
ve yoksulluğun pençesindeki kadınlardır. Bu halleri pazar dağıldıktan sonra
tezgahların altına bırakılmış ve artık ticari kıymeti olmayan tarımsal ürünleri
toplayan günümüz yoksullarını akla getirir. Nereden baksanız gösterilen de-
rin yoksulluktur. Avrupa sanatında önceleri Hristiyanlık inancının tanımladığı
yoksulluk, dini besleyen bir mağduriyet dünyasıyken, 19. yüzyılda yoksullu-
ğun sosyolojisi ortaya çıkar. Bununla birlikte toplumsal nedenlerle yaşanan
mağduriyetler sanatın konusu olmuştur. Yani çaresizliklere dinle çözüm ara-
mak yerine yaşamak ve ayakta durabilmek için çalışıp direnen insanlar sana-
tın yeni konusuydu artık.

Hauser’e göre, Barbizon sanatçıları egemenlerle hep çekişme içinde olmuş-


tur. Millet, fiziksel güçle yapılan işi yüceltmiş ve köylüyü yeni bir destan kah-
ramanı yapmıştır. “Manzara” resmi bile, “egemen olan toplumun kültürüne
karşı bir gösteri niteliğine dönüşür. Yeni manzara anlayışı, sanayi kentlerinin
yaşamına karşıt bir görünüm olarak ortaya çıkmıştı. Romantik manzara res-
mi ise hâlâ özerk bir dünyayı temsil ediyor, güncel yaşam ile doğrudan iliş-
kili olması gerekmeyen, gerçek dışı ve ülküsel bir var olmanın resmi olarak
varlığını sürdürüyordu. Bu dünya, güncel ve gerçek yaşamdan son derece
değişik olduğu için, bu yaşamın karşısavı olarak kabul ediliyor, fakat henüz
bir protesto anlamını içermiyordu.” Hauser bunu söylerken günümüz siyasal
söylem ve tanımlamalarından farklı bir dil ve duruşu anlamamızı ister. Bu
bakımdan Millet’yi ak ve kara gibi bilinen siyasal bir kompartımana yerleştir-
mek boşuna bir çabadır.

Köy yaşamından sahnelerin olduğu gibi yansıtılması ve bunun devrimci bir


şey sayılması bizlere ilginç hatta yersiz gelebilir. Ama geçmişin sanatında her
yeniliğin içinde devrimcilik de barındırdığını unutmamak gerekir. Eski anla-
yışları tümüyle reddeden bu sanatçılar gerçekliğin peşinde koşmanın bir bi-
çimi olarak bu yaptıklarıyla devrimciydiler. Millet’den çok etkilendiğini bil-
diğimiz ve onun resimleri üzerinden çok sayıda resim ve eskiz çalışan Van
Gogh bu resim anlayışının eskiden çok farklı olduğunu kardeşi Teo’ya yazdığı

Arkeo Duvar / 43
bir mektubunda şöyle anlatır: “Breughel’le Millet arasındaki konularını köyden
köylüden alan resimlere bakıyorum da böyle bir şeyin ‘eskiye’ mal edilemeyece-
ğini anlıyorum. Köylüyle çalışırken, kendi işini yaparken, eylem içinde vermek,
ancak modern sanatın amacı, çekirdeği olabilir...”

Millet’nin sanat anlayışını şekillendiren sadece siyasal dönüşümler olmamış-


tır. Bu dönüşümlerin de nedeni olan 19. yüzyılda artan sanayileşmeyle eko-
nomik ve sosyal değişimlerin gerçeklik algısını değiştirmiş olmasıdır. Makine-
leşme ve teknolojik yenilikler, özellikle de fotoğrafın yaygınlaşması gerçeklik
üzerine düşüncenin farklılaşmasını da beraberinde getirir. Krausse’ye göre,
“Sanayi Devrimi’nin değiştirdiği, buhar makineleriyle, trenlerle ve fabrikalar-
la donattığı hayat, önceleri çok az sayıda olmalarına rağmen bazı sanatçıla-
ra, Romantiklerin hayal dünyalarından çok daha cazip göründü. Motiflerini
gündelik hayatın içinde buluyorlardı. Böylece Millet, Hollandalı ‘’janr ressam-
ları’’ndan sonra işi ve işçiyi bir nesne olarak sanatın içine katan ilk ressamlar-
dan biri olmuştur.’’

Köylülerin köylüsü

Kendisine “köylülerin köylüsü” denmesini seven Millet döneminin yenilikçi


bir ressamı olarak akademik sanatın gelenekçi tarzından farklı gerçekçilik
akımı içinde ürünler verdi.

Millet’nin köylüleri konu edindiği resimlerinde, yoksulluk ve zorluklar içinde


olan ama aynı zamanda güçlü ve dirençli köylülerin tarımsal üretim ve bes-
lenme uğraşları betimlenir. Besin ve beslenme öyle kolayca ulaşılan bir şey
değildir. Açlık önce yoksulların kapısını çalar. Kuraklıklar açlığın ve yoksullu-
ğun diğer bir nedenidir. Çekya’da değişik tarihlerde yaşanan açlık dönemle-
rinde Elbe Nehri’ndeki taşlara yazılar yazıldığı biliniyordu. Bu taşlara “açlık
taşları” adı verilmiş. Kuraklık dönemlerinde Elbe Nehri’nin suları çekildiğinde
bu taşların ortaya çıkması gazete haberlerine konu oldu. Bu açlık taşlarından
birinde görülen “Beni görürsen ağla” yazısı, insanlık hafızası denen bir şey
varsa eğer, anısı belki de en güçlü olanıdır.

Arkeo Duvar / 44
SÖYLENCE

Tarımın mitolojisi:
Tohum, teknik ve mevsim döngüsü
“Sis pencereleri kapladı, evi duman kapladı. Ocaktaki kütükler sıkışıp bo-
ğuldu, ağıldaki koyunlar bunalarak sıkışıp boğuldu. Koyun kuzusunu reddet-
ti. İnek buzağısını reddetti. Telepinu da çekip gitti. Hububat ve hayvanların,
bolluk ve gelişme zenginliğini, bozkır ve verimsiz çayıra döndürdü. Telepinu
da şikâyet edip mırıldanarak ormanın içlerine doğru çekip gitti. Ülkede kıtlık
baş göstersin diye otlaklar, pınarlar kurudu. Arpa ve buğday yetişmez oldu,
inek, koyun ve kadınlar hamile kalamaz oldu, hamileler doğuramadı. İnsan-
lar ve tanrılar açlıktan ölüyordu.”

Öğr. Gör. Selim Martin


Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

D ünyada, insanın beslenmesi için en önemli bitki tartışmasız buğdaydır.


En azından 15.000 yıldır bu böyledir. Epipaleolitik dönem ile birlikte
buzulların erimeye başlaması ve yağışın artması, otsu bitkilerin çoğalmasını
sağlamıştı. Yerleşik hayata geçilmesi ile bu bitkiler yavaş yavaş evcilleştirildi
ve tarım üretimi evcil buğday ve arpa ile başlamış oldu. Eldeki kaynaklara
göre, Karacadağ ve civarı evcil buğdayın anavatanıdır.

Arkeo Duvar / 45
Karacadağ’da bir yayla. Fotoğraf- Umut Kaçar-http__www.postseyyah.com_spbgallery_
karacadag.

Neolitik çağ boyunca Kuzey Mezopotamya’da, Dicle ve Fırat’ın çok kollu-çok


parçalı coğrafyasında, bu nehirlerin taşkınları ve yağmurlarla yapılan buğday
üretimi, Kalkolitik çağın ortalarından itibaren, sulamalı tarımın öğrenilmesi
ile birlikte Güney Mezopotamya düzlüklerine taşındı. Böylece bu yeni teknik
sayesinde ihtiyaçtan fazla buğday üretilebildi.

Ah canım okuyucu, ne olduysa bundan sonra oldu işte. Artı ürünün faydala-
rını ve zararlarını saymaya kalksak ne kelimeler ne kağıtlar ne de günler yet-
mez. Olsun, biz yine de birkaç tanesinin altını çizelim de Mezopotamyalıların
emeği boşa gitmesin. Artı ürün başlangıçta iyi projelendirme, çok sayıda su
kanalı işçisi ve çiftçi ister; sonrasında ise büyük depolar, doğru bir geri dağı-
tım sistemi, satacak tüccar ve koruyacak asker ister. Bu kadar kişi bir araya
gelince; düzen ister sistem ister devlet ister işler kötü gidince bir yaratıcı/
koruyucu ister. Devlet de din de kayıt ister, vergi/kazanç ister ve tabii ki düş-
man ister. Buyurun efendim, işte size medeniyetin (!) tanımı.

Arkeo Duvar / 46
Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağı Mezopotamya’sının kısa tarihini şimdilik bir kena-
ra bırakalım ve asıl işimiz olan söylencelerde, bu tarımsal dünyanın nasıl şe-
killendiğine, her zaman yaptığımız gibi birkaç coğrafya ve çokça yüzyıl geze
geze bakalım.

Neolitik topluluklar tarım toplu-


muna dönüşürken, mitolojilerinin
nasıl biçimlendiği ile ilgili bilgileri-
miz henüz yeterli değil. Bolluk ve
bereketin, üreme ve çoğalma ile
binlerce yıldır ayrılmaz birlikteliği
bize, ilk üretimcilerin de öykülerini
benzer şekilde kurgulamaları ge-
rektiğini düşündürür. Aynı zaman-
da kadınlar ile bitkilerin, Paleolitik
çağdan beri gelen ilişkisinin tarım
üretilirken de sürdüğünü biliyoruz.
Üstüne, sonraki kültürlerde görü-
len uygulamaları da eklediğimizde;
çıplak, doğaya hükmeden ve do-
ğuran kadın figürlerinin, toplumun
Ana Tanrıca Heykelciği, pismiş toprak,
üreyip çoğalması kadar, bitkilerin Çatalhöyük.
büyüyüp gelişmesine de yönelik
bir mesajı olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Ayrıca Neolitik yerleşimlerinin
Ata Kültü ritüellerinin; kurucuların anıldığı örneklerle birlikte bolluk bereke-
te yönelik törenleri de olmalıdır. Bu durumlarla ilgili en dikkat çekici delili;
binlerce yıl sonrasında ortaya çıkan ilk yazılı metinlerde, geçmişe yönelik bir
öykünün izlerinin sürülebileceğini, bir önceki sayıda anlatmıştık. Ancak ko-
nunun önemi bakımından alıntılayıp burada bir kez daha değinmekte fayda
var.

Arkeo Duvar / 47
Sümer mitlerinde, Annunakiler olarak adlandırılan; çoğul, erkek ve kadınlardan
oluşan, Sümerlilerden uzun uzun yıllar önce dünyada hüküm sürmüş bir tan-
rı-tanrıçalar topluluğundan bahsedilir. Eski güzel zamanların – büyük ihtimalle
eski sözlü geleneğin mirası – hikayelerinin anlatıldığı bu mitlerde, Du-ku kutsal
dağında yaşayan Annunakilerin, insanlara evcil buğdayı, evcil koyunu ve doku-
mayı armağan ettiklerinden bahsedilir. Bugün, buğdayın anavatanı olarak ka-
bul edilen – eski volkan- Karacadağ’ı ve bu dağın görülebildiği coğrafyalarda ilk
yerleşik yaşama geçen toplulukların, bitkilerin kültüre alınması, hayvanların ev-
cilleştirilmesi ve dokuma teknolojisinin geliştirilmesinde öncü olduğu düşünülür-
se, Sümer söylencesi daha anlaşılır hale gelmektedir. Görünen o ki; başlangıçta
Neolitik devrimi gerçekleştiren ilk yerleşik köylüler ve bu başarılarını kutladıkları
ata-kültü ritüelleri vardı. Zamanla bizim Karacadağlılar bir Annunaki’ye, evcilleş-
tirdikleri buğday da – her zaman olduğu gibi – bir tanrı armağanına dönüşmüş
görünmektedir.

(S. Martin- Tanrıların armağanları: Bitki, ağaç ve bahçe – ArkeoDuvar 9. Sayı.)

Evrenin dağlarında An, dünyaya getirdiğinde Annunakileri

Dünyaya getirmedi aynı anda Tahılı (Aşnan) ortaya çıkarmadı

Ne de üretti ülkede ipliklerini Uttu’nun

Ne de hazırladı ona dokuma tezgahını…

**

Dolayısıyla bu eski zamanların insanları

Ne ekmek yemeyi bilirlerdi ne de giyinmeyi;

Çıplak dolaşırlardı; koyunlar gibi yeşillikle beslenirler, yerdeki çatlaktan çukura


biriken suyu içerlerdi yalnız,

İşte o zaman “Kutsal Tepecik’te” tanrılar;

Ana dişi koyunu ve tahılı yarattılar

**

Arkeo Duvar / 48
Enki bunun üzerine Enlil’e şöyle dedi:

“Ey Saygıdeğer Enlil ana dişi koyun ve tahıl Kutsal Tepecikteler zaten –yere indi-
relim onları”

İşte böylece ana dişi koyun ve tahıl Kutsal Tepecikten aşağıya indiler.

Küçükbaş Hayvan Tahıla Karşı – Sümer Miti

Büyük bir anlatımdan birkaç parça seçerek aktardığım bu metinde, tanrıla-


rın, tarımı ve dokumayı nasıl yarattığını görmek mümkün. Söylencenin bu-
raya taşımadığım kısımlarında, Annunakilerin kendi ihtiyaçları için insanlara
bunları armağan ettiği bilgisi veriliyor. Metinden anlaşıldığı üzere; tanrıların
oturduğu bu yerden (Kutsal Tepecik) aşağıya (insanların yaşadığı yere) bu
armağan iniyor. İyi, güzel. Peki bu metnin, binlerce yıl öncesinde var olan bir
gerçekliği efsaneleştirdiğini de nereden çıkartıyorsun diye soracak olursanız,
onunda cevabını 1961 yılında S.N. Kramer ve I. Bernhardt tarafından yayın-
lanmış, şimdilik elimizde sadece bir tane kısa metnin yer aldığı bir tabletteki
çeviriden vereyim.

Oysa bir gün Ninazu, erkek kardeşi Ninmada’ya şöyle dedi:

Arpa ve ketenin yetiştiği “Dağ’a” gidelim;

“Dağ’dan”arpa indirelim ve Sümer’e kadar getirelim bu arpayı.

Böylece tanıtmış oluruz arpa nedir bilmeyen Sümer’e.

Tahılların Sümer’e Tanıtılması – Sümer Mitolojisi

Metnin devamında, kardeşlerden bir tanesi bu işe itiraz edecek ve babaları-


nın buna izin vermeyeceğinin altını çizecek. Mezopotamya panteonunda pek
tanınmayan bu iki erkek tanrının, bilinen öyküdeki anlatımdan farklı olarak,
babaları Enlil yasakladığı halde, evcil bitkiyi insanlara taşımalarını anlatan bu
söylence, kayıp parçalarına rağmen oldukça dikkat çekicidir. Düzlük Sümer
topraklarına (Güney Mezopotamya), dağlık bir yerden (Kuzey Mezopotamya)
evcil tahıl gelmesini aktaran bu öykü, bilimsel olarak takip edebileceğimiz bir
sürecin mitolojik anlatımı gibi görünmektedir.

Arkeo Duvar / 49
Sümer mitleri, kendi coğrafyasında yaşayan daha sonraki kültürleri de ol-
dukça etkilemiştir. Mezopotamya’da egemenlik kurmuş Akkad, Babil, Assur
gibi uygarlıklar, dilsel ve ırksal farklılıklarına rağmen, bir iki isimlendirme ve
erkek egemen anlatımları haricinde, çok fazla değişiklik yapmadan, bu öykü-
leri çeşitlendirerek kullanmaya devam ederler. Bu sebeple Mezopotamya’da
söylencelerin, en azından Tunç Çağı boyunca ortak öyküleri içerdiği bilinme-
lidir. Daha sonra bu öyküler, doğudan batıya doğru gittikçe yayılacak, MÖ
1.binyılda Batı Anadolu’da -başka yerlerden gelme öykülerle bir araya gelip-
dünya kültürünün temelini oluşturacaklardır.

Evcil tahılı bir şekilde insanlara ulaştırdık. Tamam da bunu yetiştirmek için
ne yapmak gerekir? Kalabalık nüfusu besleyecek şekilde, evimize/ kentimize
zenginlik getirecek şekilde nasıl yetiştireceğimizi bize kim söyleyecek? Tabii
ki tanrılar! Mezopotamya mitlerinde tarım denilince ilk akla gelen kişi, hepi-
nizin çok iyi bildiği gibi tarım ve savaşın tanrısı Ninurta’dır. Kendisini; “Taş Ül-
kesindeki” isyanı kanlı bir şekilde bastırıp döndükten sonraki hizmetlerinden
kısaca bahsederek bir kez daha hatırlayalım.

Yukarıdan aşağıya doğru yolunu kendi eliyle çizdiği suları; emanet etti.

Bereket kaynağı, kendi icat ettiği sabanı; kazmayı öğrettiği düz oyukları,

ve yığdığı tohum tepelerini ve doldurduğu siloları…

Ninurta ve Taşlar – Sümer Mitolojisi

Ninurta’nın –tarımı icat eden ve ilk uygulayan olduğu için- tarımın hamisi
tanrı olarak tanınmasını “açıklamaya ve gerekçelendirmeye” çalışan bu me-
tinden, nehirlerden su kanalı kazıldığını, toprağı işlemek için saban kullanıl-
dığını ve bu sayede çok fazla ürün elde edildiğini; kısacası “sulamalı tarımın
ve artı ürünün” mitolojik öyküsünü öğrenebiliyoruz.

Arkeo Duvar / 50
Evcil tahıldan sonra, tarım yapmayı da öğrendik nihayet. Şimdi sırada bu ka-
dar önemli bir olayın, beslenmenin; azlığı-çokluğu, varlığı-yokluğu hayatımızı
nasıl şekillendirmiş ona bakalım.

Mevsim mitleri

Yaşadığımız Yakındoğu coğrafyası, ağırlıklı olarak sıcak mevsimlerde yetişen


yiyecekler üzerinden besin ekonomisini yönetir. Geçmişten günümüze bu
coğrafyayı asıl şekillendiren şey, havaların ısınması ile bolluğun ve bereketin
arttığı, soğuyan havayla birlikte besinlerin azaldığı binlerce yıllık bir döngüdür.

Mimarimizden günlük yaşama, siyasi hayatımızdan gelenek göreneklerimi-


ze, hemen her şey bu döngüye göre belirlenir. Size bir tüyo vereyim; bizde
seçimler de aynı düğünler gibi bolluk aylarında yapılır. Kimse besinin az ol-
duğu zamanda rakipleriyle seçim yarışına girmek istemez! Hayatı şekillen-
diren bu döngünün tabii ki söylencelerde de baş köşeyi kapacağı rahatlıkla
tahmin edilecektir. Dünyanın en eski söylenceleri, mevsimlerin döngüsünü
açıklamak üzere ortaya çıkmış öykülerdir. Özellikle Anadolu ve Mezopotam-
ya’nın kadim mitleri, baharın gelmesini ya da havaların soğumasını aynı ne-
dene dayandıran öyküler barındırır.

Mevsim mitleri için en bilinen kurgu, aile içi problemler ya da ergenlik prob-
lemi gibi görünen; evden kaçan tanrı/tanrıça ve bunun çeşitlemesi olarak
kabul edilen kaybolan tanrı/tanrıça öyküleridir. Toplumların ataerkil yahut
anaerkil olması öyküdeki başkarakterin cinsiyetini belirler.

Sevdiklerimizin bir şekilde elimizden alınması veya bizden uzaklaşması bizi


sarartıp soldururken, onlara kavuşmak içimizde çiçekler açtırır. Biz de doğa-
nın bir parçası değil miyiz? O halde süreç, doğada da aynı şekilde olmalı. Tek
farkı, bu olan bitenin, doğayı etkileyecek kadar kudretli karakterlerin başına
gelmesidir.

Arkeo Duvar / 51
İlkbahar yaz, sonbahar kış

Geri dön sevdiğim, bırakma bizi...

S. Martin

Önceden de belirttiğim üzere, eski söylencelerde bolluk ve bereket, üreme-


çoğalma ile eşdeğer tutulur ve sıklıkla birbirlerinin yerine konulur. Soyun de-
vamını sağlayacak kişinin ortadan kaybolması, içinde bulunduğu toplumun
bolluk ve bereketinin yok olması anlamına gelir. Kişi eğer evden kaçmışsa
hemen ikna edilip eve döndürülmeli, kaybolduysa da tez zamanda mutlaka
bulunmalıdır. Kendinizi öyküdeki karakterlerin yerine koyun, en sevdiğini-
zin, çocuğunuzun evden kaçtığını ya da kaybolduğunu düşünün; hayat sizin
için biter, bir şey yemek ya da içmek istemezsiniz, dünyaya küsersiniz. Bir
an önce onu bulmak eve döndürmek istersiniz. İşte dünya da aynı sizin gibi
küser bu süreçte. Kaçan/kaybolan yerine dönmediği sürece solgun, verimsiz
bir yer haline gelir.

Ergen tanrımız evden kaçmıştır

Bu öykülere verilebilecek en güzel örneklerden ilki Hitit mitolojisindendir.


Telepinu’nun evden kaçışı olarak isimlendirebileceğimiz bu öyküde; evin
genç oğlu olan tanrı, öfke ile ailesini ve yurdunu terk edecek, ailesi ve diğer
tanrılar onun gidişiyle birlikte çok çaresiz bir duruma düşüp Telepinu’yu geri
döndürmenin yollarını arayacaklardır. Elimizdeki tabletlerde çokça eksik par-
ça olduğu için, hikâyenin başlangıcı yani tanrının niçin öfkelendiği tam ola-
rak anlaşılmaz. Ancak metinde yer alan Telepinu’nun evi hızla terk ederken
ayakkabılarını ters giymesi gibi detaylar, tanrının öfkesi, telaşı ve şaşkınlığını
çok güzel anlatır. Bir çocuğun evden uzaklaşmasının bence dünya üzerinde-
ki en güzel anlatımlarından biri olan bu söylenceye bir göz atalım.

Arkeo Duvar / 52
“Sis pencereleri kapladı, evi duman kapladı. Ocaktaki kütükler sıkışıp boğuldu,
ağıldaki koyunlar bunalarak sıkışıp boğuldu. Koyun kuzusunu reddetti. İnek bu-
zağısını reddetti. Telepinu da çekip gitti. Hububat ve hayvanların, bolluk ve ge-
lişme zenginliğini, bozkır ve verimsiz çayıra döndürdü. Telepinu da şikâyet edip
mırıldanarak ormanın içlerine doğru çekip gitti. Ülkede kıtlık baş göstersin diye
otlaklar, pınarlar kurudu. Arpa ve buğday yetişmez oldu, inek, koyun ve kadınlar
hamile kalamaz oldu, hamileler doğuramadı. İnsanlar ve tanrılar açlıktan ölü-
yordu.”

Ergen tanrımız evden kaçmıştır kaçmasına ama aynı biz normal insanlarda
olduğu gibi, ülkenin ve ailesinin ona, onun da ülkesine ve ailesine ihtiyacı
vardır.

“Bu kuraklığa çare olur diye, büyük Güneş Tanrısı bir ziyafet vermek için festival
düzenledi ve bin tanrıyı davet etti. Yediler ama doymadılar, içtiler ama kanmadı-
lar, susuzlukları geçmedi. Fırtına tanrısı ülkede olan bu kuraklığın sebebinin oğlu
Telepinu olduğunu hatırlayarak: Oğlum Telepinu burada değil, o öfkelendi, çekip
gitti ve iyi olan her şeyi beraberinde götürdü der. Bunun üzerine büyük ve küçük
tanrılar Telepinu’yu aramaya koyuldular.

Öfke ile evini terk eden tanrıyı bulmak elbette kolay olmayacaktır. Hemen
her öyküde hem gösterilen çaba hem de geçen zaman sıklıkla vurgulanır.
Yıkmanın kolay ama onarmanın ne kadar da zor olduğu herkese hatırlatılır.

“Güneş Tanrısı hızlı kartalı gönderdi ve dedi ki: Git dağları, ovaları ve derin koyu
mavi suları ara. Kartal gitti ama onu bulamadı. Bu sefer Fırtına Tanrısı çıktı oğlu-
nu aramaya, kendi şehrinin kapısına vardı, kapıyı çaldı ama açtıramadı ve fazla
zorlamaktan çekicinin sapı kırıldı. Bunun üzerine vazgeçti ve dinlenmek üzere
oturdu.”

Arkeo Duvar / 53
Gösterilen bunca çabaya rağmen bulamamak öykünün her iki tarafındakiler
için oldukça önemlidir. Kaçan kendisine verilen önemi görür bu çaba saye-
sinde, diğerleri de sevdiklerini kazanmak için ne kadar emek harcamak ge-
rektiğini bir kez daha öğrenirler.

“Sonra Telepinu’yu bulmak için bir arı göndermeyi önerir tanrılar ve Fırtına Tan-
rısı buna itiraz eder. Onu büyük ve küçük bütün tanrılar aradılar fakat bula-
madılar. Bu arı onu arayıp bulmayı nasıl başaracak ki? Hem kanatları hem de
kendisi küçücük.”

Ummadık taş baş yarar demiş atalarımız. Arı gitti, dağları, ırmakları, pınarları
aradı ve Telepinu’yu bir otlakta uyurken buldu ve onu uykusunda sokmaya
başladı.

“Çok kızgınım dedi Telepinu; ben


uyumaya ve kızgınlığımı yatıştır-
maya çalışırken siz niçin beni ko-
nuşmaya zorluyorsunuz? Daha
sonra arı ile birlikte evine döner-
ken telaşa geldi. İnsan neslini,
öküzleri ve koyunları yok etmeye
başladı. Şimşekler çakıyor ve gök
gürlüyordu. Aşağıda kapkaranlık
dünya tam bir karmaşa içindeydi.
Tanrılar, kartalın üzerinde Telepi-
nu’nun geldiğini gördüler. Onun
öfkesini yatıştırmayı bildiler; gaza-
bını yumuşatıp, hiddetini azaltıp, Telepinu-İllüstrasyon, Batuhan Kındıl.
taşkınlığını dizginlemeyi bildiler.”

Arkeo Duvar / 54
“Telepinu tapınağına döndü. Ülkesini düşünmeye başladı. Pencerenin önünde-
ki tozu, bulutu dağıttı, evin üzerindeki dumanı dağıttı. Tanrıların sunakları ha-
zırlandı. Ocaktaki korların tutuşmasına izin verdi; koyunların ağıldan, öküzlerin
ahırdan çıkmasına izin verdi. Ana yavrusuna, koyun kuzusuna, inek buzağısına
kavuştu. Bu defa kral ve kraliçeyi düşündü. Onlara ilerisi için güç, sağlık ve hayat
bahşetti.”

Telepinu’nun Evden Kaçışı – Hitit Mitolojisi

Ölüler Ülkesi’nin Tanrısı Hades

Evden kaçanları bulduk bulmasına da ya kaçırılanlara ne yapacağız? Bu ko-


nudaki cevabı bulmak için haydi hep beraber Ege Denizi’ne doğru yola çı-
kalım. İlk öykümüz tahmin edebileceğiniz üzere, Helen kültürünün bereket
tanrıçası Demeter üzerine. Kızı Persephone’nin kaçırılışı, Demeter’in başrol
sayılabileceği tek öykü olmakla beraber, aynı zamanda tanrıçanın insan ha-
yatı üzerindeki o büyük etkisini net bir şekilde göstermektedir.

Zeus ile Demeter’in birleşmesinden doğan Persephone, bir gün arkadaşlarıy-


la birlikte çayırda çiçek toplarken birdenbire yer yarılacak, Ölüler Ülkesi’nin
Tanrısı Hades, kızı yakaladığı gibi yerin altına geri dönecektir. Kızı eve dönme-
yince çaresiz Demeter, bütün dünyada dolaşmadık yer bırakmayacak ancak
kızını bir türlü bulamayacaktır. Ümitsiz tanrıça sonunda her şeyi gören ve
bilen güneş tanrısı Helios’a kızının yerini soracak ve onun Hades tarafından
yer altına kaçırıldığını böylece öğrenecektir. Buraya kadar günlük hayattan
bir konu gibi gelişen öykünün tanrısal kısmı asıl bundan sonra ortaya çıkar.

Tanrıça olan bitene bir çare bulamayınca, tanrılara küsüp onların yanından
ayrılacak ve sızlayan yüreği ile ıssız bir yere çekilecektir. Demeter, herhangi
bir kişi değil, bereket tanrıçasıdır. O küserse, toprak da küser. Bolluk bereket
biter, ürünler yetişmez, meyveler büyümez ve dünyada insanlar arasında
büyük bir kıtlık baş gösterir. Baş Tanrı Zeus, bu duruma bir çare bulmak ümi-
diyle kâh Demeter’i geri getirmeye, kâh Hades’i kızı geri vermeye ikna etme-

Arkeo Duvar / 55
ye çalışacak ancak başarılı olamayacaktır. Zira, Ölüler Ülkesinden bir lokma
bir şey yiyen kimsenin asla geri dönemeyeceği kesin bir kuraldır ve ne yazık
ki Persephone orada bir nar tanesini çoktan ağzına atmıştır. Velhasıl kelam;
anne üzgün, doğa küsmüş, insanlar hala aç.

Önceki yazıları takip eden okuyucular hatırlayacaktır; Hitit Kralı II. Murşili’nin,
ülkedeki kıtlık ve salgın hastalıklardan sonra tanrıları kibarca (!) uyaran bir
duası vardı. Böyle yapmaya devam ederseniz, size dua edecek, kurban kese-
cek kimse kalmayacak diye söylüyordu. Burada da o hesap; bu kadar uzun
süren kıtlıktan sonra insanlar tanrılara biraz başkaldırmış olmalı. Nihayetin-
de Zeus; Persephone’nin yılın farklı zamanlarını farklı yerde geçireceği bir yol
ile herkes için en uygun çözümü bulacak ve problemi ortadan kaldıracaktır.
E liderlik herkesi memnun etme sanatı değil midir?

Efendim yeni anlaşmaya göre, Persephone yılın üçte ikisini, yani Ege coğraf-
yası için çiçek açma ve meyve zamanı olan sıcak ayları annesi Demeter’in,
geri kalan üçte birini, yani kışı da
eşi Hades’in yanında geçirecek-
tir. Anne kızından ayrılmayacak,
eşler arada birbirini özlediği için
evlilik canlı kalacak, yılın çoğun-
da ürün olduğu için de insanlar
aç kalmayacaktır. Böylece hem
anne hem eş hem de insanlar
mutlu olacaktır. Ölüler Ülkesi’nin
kesin kuralları ne oldu, hani bir
lokma yiyen geri dönemezdi diye
sorduğunuzu duyar gibiyim. E
kurallar çiğnenmek için değil mi-
dir sevgili okuyucu?

Persephone’nin Dönüşü- Frederic Leighton,1891.

Arkeo Duvar / 56
Kaçırılma öykülerine isterseniz bir örnek daha verelim. Ünlü Adonis efsa-
nesi, Akdeniz çevresine yayılmış Mezopotamya İnanna-Dumuzi ve Anadolu
kökenli Kybele-Attis öykülerinin, Helen mitolojisine yansımış bir örneğidir.
Kaçırılan kişinin bu sefer bir erkek olduğu bu öykü; kökeninin Anaerkil yapı-
sını koruyarak Helen mitolojisinde kendine yer bulmuş, buradan da tekrar
Akdeniz coğrafyasında çeşitlenerek yayılmış ve günümüze kadar etkilerini
sürdüren büyük bir efsaneye dönüşmüştür.

Gelincikler ve kırmızı gül

Söylence, Aphrodite’nin lanetine uğrayan bir kızın, kendi babasına tutulması


ve onunla birlikte olmak için çeşitli oyunlar yapması ile başlar. Öykünün en
bilindik çeşitlemelerinde bu kız, Suriye veya Kıbrıs kralının kızı olarak anlatı-
lır. Baba oyuna gelecek ve 12 gece kızıyla birlikte olacaktır. 12. gece durumu
fark eden kral, bu utançla kızını öldürmeye çalışır ama tanrılar, kıza acıyarak
ve onu bir Mersin ağacına çevirir. Öykünün bu açılışı, kötülüğün tanrılardan
gelmesi, aile içi ilişkilerin utancı gibi çok farklı mesajlar içermesi bakımından
ilginçtir.

On ay kadar sonra, ağacın kabuğu çatlar ve gövdesinden dünyalar güzeli bir


bebek çıkar. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite onu tüm insanlardan
saklamak isteyecektir. Birisini insanlardan saklayacak en iyi yer tabii ki ölüler
ülkesidir. Aphrodite Adonis’i, büyütsün diye yeraltı tanrıçası Persephone’ye
verir. Ancak Adonis serpilip de büyümeye başladıkça Persephone de çocuğa
tutulacak ve onu bir daha geri göndermeye hiç yanaşmayacaktır.

Tanrıçalar arasında kopan kavgaya müdahil olan Zeus, önceki tecrübesinden


olsa gerek, çözümü çok kısa sürede bulur. Adonis’in yılın dört ayını Persep-
hone’nin, dört ayını da Aphrodite’nin yanında geçirmesi kararlaştırılır. Yakı-
şıklı genç, yılın geri kalan zamanında da canı nerede isterse orada yaşayabi-
lecektir. Bizim oğlan, o dört ayda da Aphrodite’nin yanında kalmayı seçince
olaylar karışır. Aphrodite, adı üstünde aşk ve güzellik tanrıçası; Demirci Tanrı

Arkeo Duvar / 57
Hephaistos ile evli, Savaş Tanrısı Ares başta olmak üzere çok sayıda tanrı ve
ölümlü ile de sevgili. Böyle bir durumda ortaya çıkan kıskançlığın elbette so-
nuçları olacaktır.

Öykü, kıskanan tanrıların, Adonis’in üstüne gözü dönmüş bir yaban domuzu
salmaları ve o domuzun yakışıklı genci kasığından ısırmasıyla devam eder.
Zavallı Adonis kanaya kanaya can verecektir. Akan kanların suladığı toprak-
tan, bizim Gelincik (Manisa Lalesi) adını verdiğimiz bitki yetişir. Öte yandan
sevgilisinin yardımına koşmaya çalışan Aphrodite’nin de ayağına diken bata-
cak, sıyrığından akan bir damla kan, kimi öykülerde kırmızı gülü yaratacak,
kimilerinde de zaten var olan ve tanrıçanın çiçeği olarak bilinen beyaz gülü
kırmızıya boyayacaktır. Kışın yer altında saklanan ve baharla birlikte yer yü-
züne dönen, hatta Egeliler için baharın gelişinin en net delili olan gelincikle-
rin bu öyküsünün, mevsimlerin dönüşünü nasıl simgelediği çok açıktır. Aynı
zamanda yaz başından itibaren görülmeye başlanan kırmızı güller de bu an-
latımı pekiştiren diğer bir detayı oluşturur.

Adonis’in Uyanışı, John William Waterhouse,1899.

Arkeo Duvar / 58
Baharın tekrar gelişini, sevdiğimize tekrar kavuşmayı ve onu
çok çabuk tekrar yitirişimizi, Suriyeli kadınların çığlıklarıyla
bir kez daha ünleyelim.

Ahh Adonis! Vah Adonis!

Hem Demeter hem de Adonis öykülerinde, toprağın bereketi ve kıymetli olan


bitkilerin yetişmesi hadisesi; Bereket Tanrıçası’nın kızının ya da Güzellik Tan-
rıçası’nın sevgilisinin kaçırılması gibi iki farklı şekilde kurgulanmış görünse
de aslında daha önce belirttiğimiz gibi, bolluk-bereket kavramının üreme-ço-
ğalma ile eşdeğer tutulduğunun ve sıklıkla birbirlerinin yerine kullanıldığının
en net örneğini ortaya koymaktadır.

Son olarak, Adonis efsanesinin sadeleşerek, bu topraklarda binlerce yıldır,


baharın yani bolluk ve bereketin gelişinin kutlandığı bayramlardan birisine
dönüşmesinden söz ederek yazımıza son verelim.

Yakın zamana kadar Suriyeli kadınlar, bahar bayramı öncesinde saksılara ve


sepetlere lale tohumu eker ve onları sıcak su ile sularlardı. Bu sayede bitkiler
çok çabuk büyüyerek hemen çiçek açarlardı. Ancak hızlı büyüyen laleler kısa
zamanda solup ölünce, kadınlar Adonis Bahçeleri adı verilen bu saksı ve se-
petlerin karşısında yas tutarlardı. Baharın tekrar gelişini, sevdiğimize tekrar
kavuşmayı ve onu çok çabuk tekrar yitirişimizi, Suriyeli kadınların çığlıklarıyla
bir kez daha ünleyelim.

O Ton Adonin! (Ahh Adonis! Vah Adonis!)

Arkeo Duvar / 59
Tarımın uzak geçmişinden
yakın geleceğimize
Ülkenin dört bir yanında temiz enerji kisvesi altında gereğinden
fazla kurulan RES tesisleri, ülke ekonomisi için çok önemli oldu-
ğu savunulan taş ocakları ve madenler, yine en büyük ekonomik
girdilerden biri olduğu için tarım alanlarımızı, sulak arazilerimi-
zi, zeytinliklerimizin katledilmesini neredeyse meşru bulmamızı
bekleyen mega turizm projeleri ile bugüne dek önemli bir tarım
ülkesi olan Türkiye gıdasını dışarıdan almaya mahkûm edilmekte.

Doç. Dr. Elif Koparal


Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Arkeoloji Bölümü

T arım gezegenimizin derin tarihinde insan topluluklarının doğal çevre


ile olan ilişkisinin kavranabilmesinde temel bir olgu. Bu kavrayışta en
az tarım kadar önemli bir diğer olgu ise kentleşme. Modern dünyada tarım
ve kırsal hayat ile kentleşme her ne kadar karşıt bağlamlar gibi görünse de
aslında yerleşik hayat ve kentlerin ortaya çıkışını tetikleyen sürecin insanın
tarım yapmaya başlaması olduğunu arkeolojik verilerden biliyoruz. Bundan
yaklaşık 10 bin yıl önce avcı toplayıcılıkla geçinen, doğal barınakları konut
olarak kullanan insanların bitkileri kültüre alıp hayvanları evcilleştirmesi ve
böylelikle yerleşik bir hayata geçmesindeki temel etkenlerin ne olduğu ha-

Arkeo Duvar / 60
len en ilgi çekici araştırma alanlarını oluşturuyor. Artık “uygarlığın” çizgisel
bir gelişimden ziyade çok daha karmaşık bir süreç olduğunu biliyoruz. Yeni
keşifler ve arkeolojik bulgular, avcı toplayıcı grupların Göbeklitepe gibi anıt-
sal yapıları inşa edip kullanacak, en önemlisi de buna ihtiyaç duyacak ölçüde
örgütlenmiş ve karmaşık topluluklar olduklarına işaret etmekte. Göçebe bir
yaşam tarzı süren, kalıcı konutlar inşa etmeyen bu toplulukların sosyal ör-
gütlenme biçimleri “kentleşme” olarak tarif edilen süreçle sosyal bağlar bakı-
mından benzerlikler taşıyor olmalıydı. Bu olasılık insanların yerleşik yaşama
geçerek tarım yapmaya başladığı eşiği anlamak için geçmişe daha çıplak bir
gözle bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bizlere.

Tarım ve kentleşmenin karmaşık ilişkisi sadece geçmişi anlamak için değil,


bugün ve gelecek için de önemli bir konu. Arkeoloji, bu karmaşık ilişkinin di-
namiklerini anlamaya gayret ederken, kent- kırsal ikiliğine dayalı söylemleri
de yeniden sorguluyor.

Tarıma dayalı ekonomi

Geleneksel anlayış, geçmişte kentlerin merkezi-


leşen otoriteler olarak büyüyüp giderek despot-
laştığı, kırsalın da merkezi besleyen bir konumda
sabitleştiği bir modeli benimsiyordu. Günümüz-
de Irak sınırları içinde kalan Fırat havzasında
MÖ 4. Binde kurulan Uruk yerleşimleri halen ilk
kentler olarak tanımlanıyor. Hem sosyal bağlar
ve sembolizm gibi soyut hem de anıtsal yapı, ka-
musal alan ve düzenli yerleşim gibi somut bile-
şenleri ile Uruk kültürüne ait yerleşimler kent ta-
nımının tüm gereklerine sahiplerdi. Bu kentlerin
ortaya çıkışı kuşkusuz Fırat’ın verimli taşkın ova-
larında yapılan tarım ile yakından ilgiliydi. Artı
ürünün merkezde yani idari bir kurum olan İnan-
na Tapınağı’nda toplanması, ardından merkez- Warka Vazosu, Uruk, MÖ
den dağıtılmasına dayalı ekonomi, sınıflaşma ve 3200-3000 (wikimedia).

Arkeo Duvar / 61
merkezi yönetimin güçlenmesindeki
en önemli unsurdu. 1934’te kazıda
parçalar halinde bulunup birleştirilen
ve bugün Berlin Müzesi’nde sergile-
nen Warka Vazosu üzerinde yer alan
betimlerde dört bant halinde bir har-
man mevsimi sonrası ürünün Tanrıça
İnanna’nın tapınağına taşınması anla-
tılır. Tarıma dayalı ekonomi ve ürünün
dolaşımının, merkezi idarede toplan-
ması kuşkusuz devlet mefhumunun
da ortaya çıkışı ile ilgilidir.

Warka Vazosu detay (wikimedia).


Anıtları, düzenli planlanmış konutları ve mezarlıkları, kamu alanları, kanali-
zasyon sistemleri ile kent, yoğun nüfusun barındığı ve belli kurallara göre ya-
şanan mekanlar iken kentleri çevreleyen alan, tarım arazilerinin, terasların,
korulukların, çiftlik ya da mezra gibi küçük yerleşimlerin bulunduğu yabani
ve ehlileşmemiş yerlerdi. Bu şema geçmişteki pek çok uygarlık için geçerli,
ancak antik Yunan uygarlığının alameti farikası sayılan polis (antik Yunan’da
kent-devlet), bu karşıtlığı en net ifade eden örnek. Kuşkusuz bu durum bü-
yük ölçüde antik yazarlardan bugünün araştırmacılarına, polis hakkında bü-
yük bir külliyatın yaratılmış olmasından kaynaklanıyor.

Hellen dünyasında tarım ve kırsal hayat

Çoğumuz antik dünyanın Egeli ve Ak-


denizli sakinlerini her ne kadar be-
yaz sütunlu yapılarda yaşayan, çok-
ça şarap, balık ve zeytinyağı üretip
tüketen insanlar olarak hayal etsek
de tahıl tarımı ve hayvancılık ekono-
mik döngünün belkemiğini oluşturu- Attika üretimi kyliks üzerinde çift süren
çiftçi, MÖ 560-550 (wikimedia).
yordu. 1970’lerde Kıta Yunanistan’da
başlayan öncü yüzey araştırmaları
ile beraber antik dönem toplumları-

Arkeo Duvar / 62
nın kent merkezlerinde yaşayan, şö-
lenlerde sefa süren, agorada politika
tartışan, büyük savaşlarda mücadele
eden mitolojik kahramanlardan iba-
ret olmadığı anlaşıldı. Kuşkusuz ya-
zılı kaynaklardan ve ikonografiden
yola çıkarak Hellen dünyasında tarım
ve kırsal hayata ilişkin bilgi edinmek
mümkün. Başta Hesiodos’un İşler ve
Günler’inden tutun Homeros’un İlya-
da ve Odysseia’sındaki pek çok kısım-
da kırsal hayatın izini sürebiliriz. Bu-
nun yanı sıra Solon ve Peisistratos’un
Arkaik dönemde Atina’da gerçekleş-
tirdikleri toprak reformları, tarımın
ekonomik ve sosyal refah açısından
Attika siyah figür amphora üzerinde
önemini vurgular nitelikte.
zeytin toplayanlar, MÖ 520 (Vulci, İtalya)
(wikimedia).

Moses Finley, 1981’de yayınladığı ‘Antik Yunan’da Ekonomi ve Toplum’ baş-


lıklı kitabının en can alıcı kısımlarından birinde, Antik Çağ’ın Yunanlı ve Ro-
malı toplumlarını modern çağ öncesindeki tüm toplumlardan daha “kent-
li/ kentleşmiş” olarak tanımlar. Bunun sebebi, nüfusun büyük kısmının kent
merkezlerinde yaşadığının kabul görmesidir. Bugün artık Yunanistan, İtalya
ve Türkiye’de yürütülen sistemli yüzey araştırmaları sayesinde antik dünya-
nın kırsal hayatı hakkında çok daha fazla bilgimiz var. Yüzey araştırmaları,
son yıllarda kentler ve çevresindeki yerleşim düzenlerini anlamanın ötesine
geçti. 1970’lerden bu yana yeni araştırma ve analiz yöntemleri ile zenginle-
şen “Kırsal Arkeoloji” ayrı bir çalışma ve uzmanlık alanı olarak bize sıradan
insanların gündelik hayatlarına ilişkin canlı bir resim sunmakta. Gelişen yön-
temler sayesinde bugün antik çağlarda insanların tarım teraslarını ne zaman
kullanmaya başladıklarını ne kadar aralıkla bu terasları onardıklarını, ne ye-
tiştirdiklerini, hayvanlarını nerede nasıl tuttuklarından hayvansal ürünleri
nasıl muhafaza edip değerlendirdiklerini, şarap ve zeytinyağının üretimini
ve bunun gibi kırsal yaşam ekonomisine dair pek çok bilgiyi edinebiliyoruz.

Arkeo Duvar / 63
Kuşkusuz Neolitik dönem araştırmaları için bunlar başından beri en önem-
li konular. Ancak bu araştırmalar, kent ve kırsal alan ayrımının belirgin ve
sosyal örgütlenme açısından tanımlayıcı olduğu sonraki süreçler için görece
daha yeni bir çalışma alanı. Anıtsal mimari, kentli yaşam ve muktedir sınıfın
politik tarihinden gözümüzü ayırdığımızda geçmişte çok daha büyük bir ço-
ğunluğun nasıl yaşadığını anlayabilmemiz mümkün. Bir tapınak ya da kent
iskân alanının kazılması kadar küçük bir çiftliğin ya da köyün kazılması da
önemli, çünkü geçmişin yaşam döngüleri hakkında çok şey söyleme potansi-
yeline sahip. Yakın geçmişe dek kazılarda bezemesiz, kaba, günlük kullanım
kapları diye kenara atılan seramik buluntular üzerinde yapılan tortu analiz-
leri tarımsal ürünler ve üretim zincirleri hakkında bize bilgi vermekte. Kentle-
rin etrafını çevreleyen tarım alanlarından alınan toprak örnekleri ile yapılan
polen analizleri, palinoloji çalışmaları ile geçmişteki paleocoğrafyaları anla-
yabiliyoruz. Araştırmaların odağı kentler, anıtlar ve kentli yaşamdan daha
gündelik bir döngüye, sıradan insanlara ve kırsal peyzaja çevrilmiş durumda.
Bu sayede tanıdığımızı ve bildiğimizi sandığımız bir dünya hakkında halen
pek çok yeni şey öğrenmekteyiz.

Doğal felaketler ve kıtlıklar


geçmiş toplulukları da etkiledi

Yerleşik hayata geçiş ve kentleşme uygarlık olgusu ile koşut giden kavramlar.
İçinde yaşadığımız çağda insan merkezli bir varoluş hali eleştirilerek sonumu-
zu hazırlayan sürecin tarım ve yerleşik hayata geçiş olup olmadığı tartışılıyor.
Doğal çevreye ve diğer türlere verdiğimiz zararlar ve bu tahrip edici eylemle-
ri en aza indirgeyecek bir anlayışın yaygınlaştırılması günümüzün en önemli
tartışma konularından. Her zamankinden daha yakın görünen küresel kıtlığın
yaklaşması ile bu tartışmalar hararetlense de böylesi bir yaklaşım ve düşünce-
nin izlerini en azından bir elli yıl öncesine dek sürmek mümkün. Uzun zaman-
dır hem çevrebilimciler hem de arkeologlar geçmişte sıkı sıkıya tutundukları
bazı inanışlarından vazgeçtiler. Artık çevrebilimciler “doğanın kendi dengesi
var” söylemini bir yana bırakırken arkeologlar da yavaş yavaş insanlığın derin
geçmişinde toplumların “doğayla barış içinde yaşadığına” dair ütopik fikirler-
den vazgeçiyorlar. Arkeolojinin giderek çeşitlenen çok disiplinli yaklaşımları ve

Arkeo Duvar / 64
yöntemleri sayesinde iklim krizleri, doğal felaketler ve kıtlıkların geçmiş toplu-
lukları nasıl etkilediğini artık daha iyi biliyoruz. Kuşkusuz insanlar ve diğer tüm
canlılar gezegenimizin uzun ömrü boyunca bizim felaket olarak nitelediğimiz
düzeni bozan doğa olaylarını defalarca yaşadılar ve bazılarımız yeryüzünden
silindi. Diğer bir deyişle dünya var olduğundan bu yana hep bir debdebe ha-
linde ama insan hep kendi ömrünce bir pay biçiyor hayata.

Bugün dünya nüfusunun yüzde 55’i kentlerde yaşıyor, bu oranın 2050 yılı ile be-
raber yüzde 68’e yükselmesi öngörülmekte. Sanayi devrimi öncesi dünya ile kar-
şılaştırıldığında bu büyük bir oran ve çok hızlı bir ivme. Kentleri çevreleyen kırsal
alanlar ve yabani doğa giderek kentler tarafından yutulmaya devam ediyor.

Kent yaşamı koşullar açısından bakıldığında halen keskin bir sınıflaşmaya


dayalı. Kentli sakinlerin azımsanamayacak bir kısmı sosyal açıdan sağlıklı ve
iyi bir yaşam sürme şansına sahip değil. Bu durum kırsal hayata dönüş akı-
mının da en önemli tetikleyicisi kuşkusuz. Daha iyi bir yaşam seçeneği olarak
kırsal hayatı seçenler çoğunlukla yine kentte daha iyi koşullara sahip olan-
lardan oluşuyor. Uzaktan bakıldığında köye dönüş ekolojik açıdan bir çözüm
olarak görünse de genellikle kırsalı soylulaştırmaktan öteye gitmeyen bir sü-
reç. Görünen o ki insanlığın geleceği yine kentleşerek inşa olma yolunda.

Tarımın geleceği için geçmişinin anlaşılması

Binlerce yıldır var olan ancak giderek artan bir hızla saçaklanarak büyüyen
kentler tarafından yutulan ve tahrip edilen tarım arazilerini, meraları, orman-
ları, makilik alanları korumak kolay değil. Pek çok ülkede sürdürülebilirliği
odak alan yeni kentleşme yaklaşımları akıllı büyüme, yeşil kentleşme veya
yeni şehircilik gibi etiketler altında ekolojik planlar geliştiriyor. Bunlardan biri
de tarımsal kentleşme adı verilen, sürdürülebilir tarımsal üretimi kente en-
tegre eden anlayış. İnsanlığın geçmişinde önemli bir olgu olan kent-kırsal
ayrımını ters yüz eden, kent ve kırsalı bütünleştiren bir anlayış. Kent dokusu
içinde yamalar halinde var olan kırsal ve tarımsal alanların değerlendirilme-
sini öngören bu ekolojik yaklaşımın uygulanabilirliği halen soru işaretleri ta-
şısa da potansiyeli yüksek çözümlerden biri.

Arkeo Duvar / 65
Bu durumda yaşamın sürdürülebilmesi ve ekonomik dengenin sağlanma-
sında halen anahtar olan tarımın geleceği ne olacak? Tarımın geleceği için
geçmişinin anlaşılması, kadim tarım havzalarının belirlenmesi, geleneksel ve
doğal çevreyle barışık yöntemlerin tekrardan hafızamıza girmesi önem ta-
şıyor. 1990’lardan bu yana hızla değişen dünya politikası ve neoliberalizmin
hakimiyeti ile ekolojik dengeler hızla altüst olmuş durumda. Belki de arkeo-
loji ve ekolojinin iş birliği bugün çok daha anlamlı ve işlevsel. Antroposen’in
getirdiği yeni kavrayışlarla ikisi arasındaki bağ giderek kuvvetlenmekte. Daha
iyi bir gelecek için geçmişten öğreneceğimiz çok şey olduğu düşüncesi gide-
rek yaygınlaşmakta. Ancak yaşadığımız ülkede tarımın hem geçmişi hem de
geleceği büyük tehlike altında. Önce geçmişinden başlayalım;

Türkiye’de kırsal arkeoloji yapmak...

Dünyada arkeoloji son elli yıldır farklı yöntem ve araştırma metotlarını kulla-
narak çok daha niş alanlara yöneldi. Böylelikle küçük parçaları bir araya geti-
rerek insanlığın derin tarihi hakkında çok daha detaylı ve renkli bir manzara
sunma çabasına girdi. Ancak bu değişim ve gelişimi Türkiye arkeolojisinde
uygulamak bugünlerde pek mümkün görünmüyor. Arkeolojinin politika ve
bürokrasi ile olan malum bağı kaçınılmaz olarak pratiğini de şekillendiriyor.

Evrensel nitelikteki arkeolojik yaklaşım ve uygulamalar kırsal peyzajı, tarım


pratiklerini, üretim zincirlerini, kırsal ekonomiyi, gündelik yaşam döngülerini
anlamaya ve kavramaya yönelirken Türkiye arkeolojisinde bu alanlar halen
hak ettiği takdiri kazanmış değil. Oysa geçmişteki kırsal yaşamı anlamak bize
doğayla daha barışık bir yaşamın kapılarını açıyor. Geçmişten süregelen üre-
tim gelenekleri, tarım uygulamalarındaki derin hafızanın hepten unutulma-
dan korunması ve bilgimizin artması belki gezegenimizi kurtarmaya yetmez
ama daha iyi bir ömür geçirmemize ve daha iyi bir gelecek inşa etmemize
yarayabilir. Bu da ancak araştırmaların yapısal olarak gelişimi ile mümkün.

Arkeo Duvar / 66
Türkiye’nin tarım politikaları
Bugün Türkiye arkeolojisinde en büyük bütçeler iyi korunmuş antik kentlerin
hızla restore edilmesi ve turizme açılmasına ayrılmakta. Adeta bilime yapılan
yatırımın hızla karşılığını almak üzerine kurulu bir anlayış var. Yüzey araştırma-
ları ve kırsal arkeoloji çalışmalarının hakkını vererek yapılabilmesi ise mevcut
koşullarda pek mümkün değil. 2020 yılında alınan bir karar ile Ankara’da bulu-
nan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü ve Koç Üniversitesi laboratuvarlarında yıllardır
bulunan, arkeobotani alanında eğitim için referans koleksiyon olarak kullanı-
lan tohumlara “kamu malı” olduğu ve “ata tohumu araştırmalarında kullanıla-
cağı” gerekçesiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından el konuldu. Bu sene
projelere yollanan ve her tür organik bulgunun analizlerinin yapılmasına kısıt-
lama getiren karar yazısı da bu yeni yaklaşımın son halkası. Bu topraklardaki
tarımın geçmişinin çağdaş bilimsel anlayıştan ziyade tekelci ve devletçi bir an-
layışla araştırılması planlanıyor. Bir yandan karbonlaşmış tohumlardan muci-
zevi biçimde bire sekiz ürün veren ata tohumu peşinde koşarken bir yandan
da var olan tarım arazilerinin kullanılmaz hale getirildiğiniz izliyoruz.

Son 20-30 yıldır izlenen tarım politikaları, bu alandaki bilimsel çalışmalara


ilişkin alınan kararlar, bugünkü yaşam kalitemizi düşürürken bir yandan da
bu topraklardaki tarımın geçmişini anlamamıza engel olmakta.

Derin geçmişinden pek yakın zamana dek bir tarım ülkesi olan Türkiye’de
arkeolojik araştırmalar açısından tarım, belki de bugüne dek vurgulanandan
çok daha önemli. Türkiye arkeolojisinde arkeobotani, arkeozooloji, çevresel
arkeoloji gibi çok önemli çalışma alanlarında yetişen uzmanların sayısı henüz
bir elin parmaklarını geçmemekte. Organik buluntuların analiz için ilgili üni-
versitelere dahi gönderilemiyor olması, uluslararası iş birliklerinin kurulma-
sının önüne konulan bir engel olarak gelişmeye başlamış araştırma alanları-
nın ülkemizde ölü doğmasına en büyük sebep. TÜBİTAK ve diğer kurumların
destekleri ile ileri teknolojilerle donatılan laboratuvarlar uzman yetersizliğin-
den daha kullanılamadan atıl hale gelmiş durumda. Tüm bu sorunlar bu top-
raklarda derin bir geçmişi ve gelişimi olan tarımın bilimsel olarak araştırıl-
masına engel teşkil etmekte. Oysa geçmişteki toplulukların tarımla ilişkisini
yeterince anlayabileceğimiz çok disiplinli, çok sesli bir bilimsel ortam uzun
vadeli de olsa çevresel sorunlar açısından en yapıcı çözüm.

Arkeo Duvar / 67
Peki ya tarımın geleceği?

Ülkemizde tarımın ve kırsalın arkeolojisine yönelik çalışmalar büyük bir sek-


teye uğramış durumda. Tarım arazilerinin ve zeytinliklerin imara açılması, bu
alanlarda maden işletilmesine, turizm sahaları inşa edilmesine, taş ocakları
açılmasına izin veriliyor olması antik kırsal peyzajın geri dönülemez biçimde
tahribatına sebep olmakta. Ancak bu politikalar kuşkusuz sadece tarım ve
kırsal peyzajın geçmişine dair bir kayıp değil, aynı zamanda geleceği için de
büyük bir risk.

Son yirmi yılda tarım arazilerinin, meraların, ormanlık alanların ve zeytinlik-


lerin imar, madencilik, taş ocaklarına açılması yönünde durmaksızın yönet-
melik değişiklikleri yapılıp kanun tasarıları hazırlanmakta. Ülkenin dört bir
yanında temiz enerji kisvesi altında gereğinden fazla kurulan RES tesisleri,
ülke ekonomisi için çok önemli olduğu savunulan taş ocakları ve madenler,
yine en büyük ekonomik girdilerden biri olduğu için tarım alanlarımızı, su-
lak arazilerimizi, zeytinliklerimizin katledilmesini neredeyse meşru bulma-
mızı bekleyen mega turizm projeleri ile bugüne dek önemli bir tarım ülkesi
olan Türkiye gıdasını dışarıdan almaya mahkum edildi. Çiftçinin ve hayvan-
cının desteklenmemesi, bilakis ürününü çöpe dökecek raddeye getirilmesi,
tarımla uğraşan ailelerde yeni neslin bunu sürdürmemesi ve hatta köyleri
terk etmesi ile sonuçlanıyor. Böylelikle tarım alanlarının fiziki ihlalinin yanı
sıra nesiller boyu elde edilen kırsal yaşam hafızası ve iyi tarıma dair bilgi de
kaybolmak üzere. Sadece ekip biçmek değil hayvancılık da önemli ölçüde
küçülmüş ve yine bu alandaki sağlıklı hayvancılık yöntemleri unutulmaya yüz
tutmuş durumda.

Sözgelimi, yıllardır Toroslardan Ege’ye bu toprakların en eski sakinlerinden


olan keçilerin beslenmesi ormanları tahrip ettikleri gerekçesi ile 2012’de ya-
saklanmıştı. Sürü sahipleri ve çobanlar bir anda geçimlerini kaybetmiş ve
hayvanlarını devletten gizlenerek kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde mağa-
ralarda saklamaya çalışmışlardı. Oysa bu coğrafyada yaşayan herkes keçile-
rin doğal ekosistemin ayrılmaz parçası olduklarını ve öne sürülen gerekçenin
aksine filizleri yiyerek orman yangınlarının azalmasına katkıda bulunduğunu

Arkeo Duvar / 68
İzmir, Urla Güvercinlik mevkiinde Tunç Çağı kalesi ve antik tarım teraslarını tahrip eden
RES inşaatı ve arkada görünen RES’ler (KLASP arşivi).

biliyordu. Bugün neredeyse her yerde peyzajın bir parçası haline gelen RES’ler
ölçüp tartmadan meskûn mahallerin yakınına, köylere yapıldığından, önce arı-
ları, kuşları sonra da köy sakinlerini yerinden ediyor. Adeta kaş yapayım derken
göz çıkartır gibi temiz enerji vaadiyle pek çok yerde arıcılığın son bulmasına ve
köylerin boşalmasına neden oluyorlar. Ne tesadüftür ki temiz enerji vaadinde
bulunan RES şirketlerinin çoğu rantın yüksek olduğu bölgelerde hazine arazi-
lerinde kuruluyor. Taş ocaklarına gelince inşaat sektörünü doyurmak için ade-
ta giderek büyüyen bir canavarı beslercesine dağlar oyulmaya devam ediliyor.
Taş ocaklarının yegâne zararı bitkisel dokuyu tahrip etmek değil. Taş çıkartma
işlemi sonucunda ortaya çıkan yüksek miktardaki toz, bu ocakların çevresin-
deki ağaçların kurumasına sebebiyet verdiği gibi yine tarımın yapıldığı pek çok
köyde yaşamın sürdürülmesine engel teşkil ediyor. Mega turizm projeleri ise
yüzlerce kilometrekarelik alanlarda oteller, kulüpler ve golf sahaları inşa ede-
rek dış turizmden gelir sağlamayı planlarken kıyılarda, sulak alanlarda binler-
ce yıllardır var olan ve gelişen ekosistemler yok olma tehlikesi ile yüz yüze.

Urla-Çeşme otobanı üzerinde terkedilmiş Karaköy yakın zamana dek arıcılıkla geçiniyordu
(KLASP arşivi).

Arkeo Duvar / 69
Urla yakınlarında zeytinağacı ve taşocağı (KLASP arşivi).

Sözün özü, tarım insanlık tarihinde uygarlığın en önemli parçası. Arkeoloji


aracılığıyla geçmişi daha iyi kavrayabilmemiz için antik kırsal peyzajın bel-
gelenmesi, anlaşılması ve korunması çok önemli. Bu alanlar aynı zamanda
günümüzün de kadim tarım havzaları. O nedenle hem geçmişimizi hem de
geleceğimizi kurtarmak adına tarım alanlarını, ormanları, meraları, makileri,
sulak alanları, keçileri, domuzları, kuşları ve tüm doğayı savunmamız ve ko-
rumamız boynumuzun borcu.

Arkeo Duvar / 70
Uygarlığın can suyu:
Şarap
Başlamadan belirtmek gerekir ki; bir arkeoloğun şarapla ilgi-
li yazısında uzun uzun bahsetmesi beklenen konuları bu me-
tinde okuma şansınız olmayacak. Eğer şarapla ilgili buluntu
yerleri, üzüm çekirdekleri, atölyeler, amphoralar, tarihlendir-
meler, antik metinler, mitler, analizler, ekonomik çıkarımlar
gibi konularda detaylı bilgi almak istiyorsanız geniş bir litera-
tür var emrinizde. Ama bu yazı o literatürün bir parçası de-
ğil. Aşağıdaki yazıyla uygarlığın damarlarında şarap denen
bir can suyunun gezdiğini vurgulamayı umdum. Biraz da
merak uyandırmayı...

Baykal Başdemir
Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü

Arkeo Duvar / 71
İnsanın yolculuğu

İnsanın bugüne nasıl geldiğini belirleyen en baskın -büyük ihtimalle de tek-


etken, doğadır. Doğanın yani evrendeki tüm canlı ve cansız varlıkların ara-
sında kendi biyolojik varlığımızı sürdürebilmek için çırpınışlarımız bizi biz
yaptı. Zamana ve dünyaya yayılmış insan kültürleri ve uygarlıklarının as-
lında sadece doğa ile kurduğumuz ilişkinin farklı biçimleri oluğunu söyle-
mek mümkün. İnsanın doğayla olan bu ilişkisini betimlerken “doğaya kar-
şı mücadele etme”, “doğadan faydalanma”, “doğayı tahrip etme”, “doğayla
uyumlu yaşama” gibi doğa ve insanı birbirinden ayrı tutan sözler kullanıldı-
ğını görürüz. Oysa insan ve doğa arasında böyle bir ikilik yoktur. Zihnimizin
prangalarından kurtularak insanlığa biraz dışardan bakmayı başarırsak, in-
sanın devasa evren içinde çırpınan bir zerre olduğunu görürüz. O zerreyi
bugünlere ulaştıran kendince uzun ve tantanalı yolculuktan geriye kalan iz-
leri okuyup insanlığın “gerçek” öyküsünü anlatmak ise arkeologların işidir.

Yolculuğun öyküsü

Biz arkeologların anlamaya ve anlatmaya çalıştığı insanlık öyküsünün en


heyecanlı, en göz alıcı, en ilginç sahnelerinin kahramanlık destanları, büyük
savaşlar ve unutulmaz aşklar olduğu sanılır. Ama aslında öykünün öylesi
önemli sahnelerinin çoğu karın doyurma çabasından oluşmakta ya da bir
sofra başında geçmektedir. Yeme ve içme ihtiyaçlarımız, zorunluluklarımız
ve koşullarımız; kültürlerimizi ve uygarlıklarımızı “kurarken” bizi yönlendi-
ren doğal etkenler arasında en güçlülerinden. Biyolojik zorunluluk yanında,
insan kültürleri ve uygarlıklarının ekonomik temelleri de asıl olarak yeme
ve içme üzerine kuruludur. Uygarlık tarihi, bir anlamda yeme ve içme ta-
rihidir. Yeme ve içme açısından tüketebildiklerimiz, tüketemediklerimiz ve
tüketim şekillerimiz sebebiyle “böyle” olduk. Yani ne yersek, ne yediysek
oyuz!

Arkeo Duvar / 72
İnsanlığın öyküsünü özetlediğimizde aslında yeme ve içme aşamalarımızı sı-
raladığımızı vurgulamakta yarar var. Avcılık ve toplayıcılık, öykünün çok uzun
giriş bölümünü oluşturur. İnsanların yediklerini ve içtiklerini “avladığı ve top-
ladığı” Paleolitik Dönem, aynı zamanda insanın biyolojik yapısının oluştuğu
ve sosyal yapısının temellerinin atıldığı dönemdir. O zamandan beri iki ayak
üzerinde duruyor, alet kullanıyor, toplu halde yaşıyor ve iş bölümü yapıyo-
ruz. Neredeyse tamamen yeme ve içme ile ilgili özelliklerimiz bunlar.

Avcılık ve toplayıcılığın ardından görece çok çok yakın bir zamanda, artık in-
sanın yiyecek ve içeceklerini ürettiği bölümü başlıyor öykünün: Neolitik dö-
nem. Yani yeni besin kaynakları, tarım ve hayvancılık, besinin depolanması,
toplumsal tabakalar, yiyecek deposu tapınaklar, devlete giden yol, ekmeğin
kutsallığı ve “ekmek kavgası.” Öykünün devamında denizaşırı yiyecek tüc-

Anıtsal bir birahanede toplanmak... Göbeklitepe’de ele geçen taş teknelerden/havuzlardan


biri. 160 litreye kadar hacimleri olan bu teknelerin dibindeki kalsiyum oksalat kalıntısı,
bira üretiminin kanıtı olarak yorumlanıyor. Teknenin içinde -sol altta- duran kürek
kemiğinin fermantasyon sırasında tahılı karıştırmak için kullanıldığı düşünülmekte.
Göbeklitepe’deki erken anıtsal yapıların inşa edilmesinin -bira da içilen- toplu ziyafetlerle
ilişkili olduğu iddia ediliyor. (https://www.dainst.blog/the-tepe-telegrams/2016/04/24/out-
for-a-beer-at-the-dawn-of-agriculture erişim: 26.08.2022)

Arkeo Duvar / 73
carı imparatorluklar, kıtaları aşan bir tarım organizasyonu, endüstri devri-
mi, artık evde kurulmayan turşular, obezlerin yanı başında açlıktan ölenler,
sosyal medyada pazar kahvaltısı keyfi fotoğrafları... Kısacası besinlerimiz,
bizim öykümüzün başkarakterlerinden.

Uygarlığın damarlarında

Besin denince öncelikle aklımıza yiyecekler gelir. Bir karbonhidrat kayna-


ğı bulup depolayabilmiş kültürlerin, karmaşık ve büyük toplumlar kurabil-
dikleri ve uygarlaştıkları yönünde bir genellememiz vardır. Buğday, pirinç,
mısır, darı, manyok, taro, patates ve diğerleri dünyadaki çeşitli insan top-
luluklarının temel direğidir. Yeterince olduğunda uygarlıklar kurulur. Uy-
garlıkları temel karbonhidrat kaynaklarına göre tanımlamak ve sınıflamak
da alışkanlığımızdır. Fakat çiğnenip yutulabilen besinlerin dışında bir de
yudumlanabilen besinlerimiz var. Su başta olmak üzere içeceklerimiz de
insan beslenmesinin bir parçası. Herkesin bildiği gibi “uygarlıklar su kay-
naklarının yanında kurulmuştur”. Mavi gezegenimizde su olmadan yaşam
olmaz. Su, öncelikle içmek için gereklidir. Ancak sadece içmek için değil-
dir elbet. Uygarlıklar için işlevi çoktur: tarım, temizlik, ulaşım, enerji, ritüel,
sembol, ses, süs... Suyla ilgili mimari yapılar, uygarlıkların simgesi olmuş-
tur: Mezopotamya’nın su kanalları, Roma’nın su kemerleri, El-hamra Sara-
yı, Hoover Barajı...

Yaşamak için su içmek zorundayız ama su hiç enerji vermeyen bir içecek.
Aynı zamanda su içmek oldukça tehlikeli bir uğraş olmuş. Modern zamanlar
öncesinde içinde bir şey yüzmeyen ve kokmayan su, genellikle içmek için
yeterince temiz sayılıyordu. Bu sebeple atalarımız, içtikleri sudan hastala-
nan hatta ölen pek çok insan gördü. Türümüzün içme suyunu elde etmek,
taşımak, biriktirmek, süzmek, temizlemek için yaptıkları saymakla bitmez.
Fakat meraklı, gözlemci, deneyci, çıkarcı, yaratıcı atalarımız sadece suyla
yetinemezdi. Sudan başka sıvıları keşfetmekte ve icat etmekte gecikmedi-
ler. Sudan daha besleyici, su kadar hasta etmeyen, bir de meşhur organı-
mız beyne oyunlar eden sıvılar...

Arkeo Duvar / 74
Köpüren besinler

Bulduğu pek çok nesneyi ağzına atıp yemeyi denemiş -bu yolda kurbanlar
vermiş- insanlar; tüm duyularıyla sınaya sınaya sonunda daha kolay sin-
dirilen, daha besleyici ve yiyeni hasta etmeyen, öldürmeyen seçeneklerin
hangileri olduğunu öğrendiler. Ayrıca gıdaların belli koşullar altındaki de-
ğişimlerini de uzun süre deneyimlediler. Kuruyan yiyeceğin daha uzun da-
yandığını, bazı yiyeceklerin suda yumuşadığını ve ateşte pişen et ile sebze-
nin daha yenilesi olduğunu bir kez kavrayan insanların artık yiyeceklerini
işlemek için onlara taşla vurmaktan fazlasını yapmaya başlamaları kaçınıl-
mazdı.

Doğada tecrübe edilebilen belki de en sıra dışı besin, fermente olmuş (ma-
yalanmış) meyve olmalı. Alışılagelmiş meyvenin şekli, rengi, dokusu, koku-
su ve tadı; fermantasyon sonucunda değişiyor. Köpüren, hafif kokan, biraz
itici bir hal alıyor. Ama bu fermente meyve, aynı zamanda çok besleyici.
Fermente olmuş meyveleri -ve çiçek nektarlarını- yiyen pek çok hayvan var.
Böcekler, kuşlar, yarasalar ve diğer memeliler... Hatta Güney Asya’da yaşa-
yan sivri sincapçık, fermente nektarı beslenmesinin ana unsurlarından biri
haline getirecek bir metabolizmaya, çok güçlü bir alkol toleransına sahip.
Diğer hayvanlardan eksiği -ve fazlası- olmayan insan da geçmişinin pek çok
noktasında fermente olmuş meyvelerle karşılaştı elbet. Ve o meyveleri yedi
de... Ardından fermente besinleri üretmeye giden bir yola girdi.

Mantarlar ve bakteriler sayesinde besinlerimizi işlediğimiz fermantasyon,


belki de doğayla ilk ve en büyük iş birliğimiz. Fermantasyonu sağlayan man-
tar ve bakteriler “evcilleştirdiğimiz” ilk canlılar bile olabilir. Avcı-toplayıcı
insanların temel -tatlı- şeker kaynakları, meyve ve bal. Meyve veya suyla
seyrelmiş bal, fermente olduğunu ilk gördüğümüz ve ardından fermente
etmeye başladığımız gıdalar olmalı. Ardından nişastalı gıdalar, et, balık, süt,
sebze. Ne bulduysak fermente etmişiz. Fermantasyon yoluyla ortaya çıkan
asitli ve alkollü ortam sayesinde besinlerimiz daha temiz olmuş ve daha
uzun süre dayanmış. Ayrıca pek çok gıdanın daha besleyici, sindirimi daha
kolay ve daha lezzetli olmasını sağlamışız. Pamuk gibi kabarmış bir somun

Arkeo Duvar / 75
ekmek, yanında bir parça peynir, leziz birkaç dilim sucuk, kütür kütür turşu
ve tercihinize göre bir bardak ayran, bira ya da şarap. İşte fermantasyon
sayesinde mümkün olan bir menü...

Nihayet karşımızda: Şarap

Şekeri -ve bitkilerin şekeri depolamak için ürettiği depo polisakkariti nişas-
tayı- fermente etmeyi dünyanın farklı yer ve zamanlarında birden fazla kez
öğrendi insan. Ardından, sayısız besinin üretiminde kullandı. Bu besinle-
rin bir kısmı da alkollü içecekler. Yani içinde suyun yanında alkol ve diğer
bazı maddeleri içeren içecekler. Alkollü içeceklerden bira ve şarap, “bizim
coğrafyamızın” temel ve kadim iki içkisi. Mezopotamya ve Akdeniz uygar-
lıklarının damarlarındaki can suyu. Sümerlere göre, yabani insan Enkidu
ekmek yiyip -yedi maşrapa- bira içtikten sonra uygar insan olmuş. Elbet

İçki, mülkiyet ve devlet birlikte... MÖ 2600-2350 yılları arasına tarihlenen Irak (Khafajeh)
buluntusu bu silindir mühür ve baskısında, kamışlarla bira içen iki insan görüyoruz.
(https://oi-idb.uchicago.edu/id/61722c88-6efd-4b76-a98f-8bd9acf7b43a erişim:
26.08.2022).

insanlığın uzun geçmişindeki ve insanın yayıldığı geniş coğrafyadaki bira


ve şaraptan bahsederken, günümüzdekilerden farklı içkileri de bu terim-
lerin altına dâhil etmemiz gerekiyor. Çok kaba bir genellemeyle nişastalı
besinlerin fermantasyonu sonucu üretilen içkilere bira, şekerli besinlerin
fermantasyonu sonucu üretilen içkilere ise şarap diyoruz. İnsanlığın uzun

Arkeo Duvar / 76
öyküsünü incelerken, “sadece üzümden üretilen içkilere şarap denebilece-
ği” gibi iddiaları veya “pirinç şarabı” gibi istisnaları -not ettikten sonra- bir
kenara bırakmamız gerekiyor.

Hayat ve uygarlık için vazgeçilmez olan su, yine de yukarda belirtilen de-
zavantajlara sahip bir içecek. Alkollü içeceklerin ise tek başına içilen suya
göre bazı avantajları var. Fermantasyon sonucu ortaya çıkan alkol, asit ve
karbondioksit; içkileri -antiseptik olmasa bile en azından- aseptik hale ge-
tirmekte. Yani içkiler, mikropları öldürmek için kullanabileceğimiz kadar
güçlü olmasa da en azından mikroptan arınmış sıvılar. Temiz içme suyu
tesisatlarına kavuştuğumuz modern zamanlara kadar çok sayıda hekimin
su yerine bira ya da şarap içmeyi salık vermiş olması tam da bu sebepten
kaynaklanıyor. Suyla değil şarapla yıkanmış yaraların daha başarılı iyileştiği
de Antik Çağ’a ait bir bilgi. İnsanlar henüz mikropları bilmese de tecrübe
sayesinde neyin temiz, neyin pis olduğunu ayırabilmiş.

Elbette şarabın susuzluğu giderme gücü, suyunki kadar değil. Hatta özel-
likle içeriğindeki alkolün idrar söktürücü etkisi sebebiyle tek başına içilen
şarabın susuzluğa yol açtığı bir gerçek. Ancak eski insanların genelde yük-
sek alkol içeriğine sahip şaraplar üretemediği unutulmamalı (eski biralar
da biraz bozaya yakın olmalı).
Üstelik dudaklarından kadehi ek-
sik etmeyen Antik Hellenlerin ve
Romalıların şarabı sulandırarak
içtiğini de akıldan çıkarmamalı-
yız. Günümüzde yaklaşık bire bir
su ve şarap oranı, şarabın idrar
söktürücü etkisinin üstesinden
gelmeye yetiyor. Şarabı sulan-
dırarak içmek, sabahtan içmeye
başlayan antik insanın gününü
sızmadan tamamlamasına da
yarıyor. Hem de içme suyuna Misafirlere şarap ikramı... Symposion denen
katılan şarap sayesinde o suyun içkili davetlerde şarap ve suyu karıştırıp servis
daha temiz hale gelmesi sağlanı- etmek amacıyla kullanılan, MÖ 520 civarında
yor. üretilmiş bir “krater”. (https://www.getty.edu/
art/collection/object/103T31 26.08.2022)

Arkeo Duvar / 77
Sudan daha “temiz” içecekler olmalarının yanında şarap ve biranın o döne-
min pek çok yiyeceğinden daha yüksek kalorili ve daha besleyici olması da
bir diğer avantaj. Ayrıca -bira üretiminde de kullanılan- tahılları uzun süre
depolayabilmek mümkün olsa bile eski zamanlar için muazzam bir enerji
kaynağı olan şekerli ve sulu meyveleri uzun süre bozulmadan saklamak
pek zor. Modern teknikler gelişmeden önce meyveleri kurutmak veya şara-
ba dönüştürmek en sık kullanılan yöntemler. Fakat elimizde şarap yerine
sadece kuru meyveler varsa yeniden bir içeceğe ihtiyaç duyacağımız ve en
başa döneceğimiz de bir gerçek. Yani şarap başlı başına bir çözüm olmuş.

Temiz bir şekilde susuzluğu giderebilen, besleyici ve enerji verici, üstüne


üstlük depolanabilen besinler olan şarap ve bira dâhil içkilerin antik uygar-
lıklar için vazgeçilemez ürünler olması çok doğal. Ancak bu ürünlerin bir di-
ğer özelliği var ki, bizim modern zihnimizde diğer tüm özelliklerini bastırmış
durumda. Alkol, günümüzde en yaygın kullanılan psikoaktif maddelerden.
İnsanların algılarını, bilinçlerini, duygularını değiştirme özelliğine sahip al-
kol; eski insanları güçlü şekilde etkilemiş olmalı. İçkinin sosyal bir işlevi var.
Bu sebeple şarap bir sosyalleşme aracı olarak da kullanılmış ve kullanılma-
ya devam ediyor. Ama insanlar psikoaktif maddelere dünyevi sosyal işlev-
ler dışında daha “ruhani” işlevler de yüklemiş. İnsanlık, uzun geçmişi bo-
yunca her fırsatta zihnini değiştirmeye, dünyayı algılayışını çeşitlendirmeye
çalışmış. Uyarıcı, uyuşturucu ve halüsinojenik maddelere erişebilmek için
sayısız bitkinin, mantarın ve hayvanın çeşit çeşit kullanımını bulmuş (ayrı-
ca danstan oruca farklı yöntemler kullanmış). Bu sayede maddi dünyadan
çok faklı bir evreni görmüş. Bu tuhaf algılar ve sıra dışı tecrübeler pek çok
inanç, ritüel ve dine yol göstermiş. Bazı dinlerde belirli psikoaktif maddeler
kutsal sayılırken, bazı dinlerde ise belirli psikoaktif maddelere özel yasak-
ların olmasının sebebi de aslında bu maddelerin insanlık üstündeki derin
etkisini göstermekte.

İçkiler hem besin hem de psikoaktif madde olarak biyolojik, ruhani, sosyal
işlevler görmüş. Bunun yanında ağrı kesmek, sindirime yardımcı olmak -ve
daha yakın tarihte öğrendiğimiz üzere makul miktarda şarabın kalp-damar
sistemine faydası- gibi tıbbi bazı işlevlere de sahip (sağlığa zararları da var
elbette)... Bu sebeplerle içkiler aynı zamanda önemli birer zenginlik kayna-

Arkeo Duvar / 78
ğı, değişim aracı ve ticari mal. Sonuç olarak insanlık hayatta kalabilmek ve
günümüze uzanan toplum yapılarını oluşturmak için bol miktarda içki -ve
diğer psikoaktif maddeleri- kullanmış.

Şarabın tarihi

Arkeologlar -ve arkeoloji haberlerine ilgi gösterenler-, nedense “en”lere


meraklıdır. En sevdikleri en ise “en eski”dir. O yüzden peşinen söylemekte
fayda var: bira ve şarabın hangisinin en eski olduğunu hiçbir zaman tam
olarak öğrenemeyeceğiz. Ancak fermente meyveler doğada zaten bulun-
duğundan ve doğrudan şekerin fermantasyonu -nişastanın fermantasyo-
nuna göre- daha basit bir süreç olduğundan şarabın bir cins atasının en
erken içki olduğu iddiası daha akla yatkın görünüyor. Kuşkusuz ki modern
standartların çok uzağına düşen bu ilk “şarap”, üzüm dışındaki bir meyve-
den -veya baldan- üretilmiş olabilir. Hatta bu şarap, insan dahli olmadan
fermente olmuş meyvelerden elde edilmiş olmalı. Eski insanın tatlı ve bes-
leyici meyveyi sadece bir bölümü mayalandı diye elinin tersiyle itmiş olma-
sı mümkün değil. Elbette insan karbonhidrata karşı iştahını sadece şeke-
re yönlendirmemiş. Tarım devrimi denen eşik aşılıp buğday tarlaları ufka
uzanmadan önce bile nişasta açısından zengin gıdalar yediğimiz biliniyor.
Nişastalı kökler, yabani tahıllar ve yabani baklagiller; tarım devriminden
çok önce diyetimizde yerlerini almıştı. Dolayısıyla nişastayı mayalayıp bira-
nın atalarını üretmemiz de bir ihtimal tarım devriminden ve yerleşik hayata
geçişten önce olabilir. O geçiş aşamasından bahsetmişken: Göbeklitepe’de
bulunan büyük taş teknelerin/havuzların içindeki kalsiyum oksalat kalın-
tıları, bira üretimine kanıt olarak yorumlanmakta. Yani “dünyanın en eski
tapınağı” aynı zamanda “dünyanın en eski birahanesi” olmalı. (Fırsattan is-
tifade paylaşılan çok şahsi bir görüş: gönlüm isterdi ki “en eski” takıntımızı
ve “tarihi baştan yazma” merakımızı bir kenara bırakıp bir şeyleri yarıştır-
madan bilimsel bilgi üretebilseydik.) Biranın ataları konusunda bilgilerimiz
giderek artıyor. Ama uzun süredir kesin olarak biliyoruz ki mayalı ekmek
üretimiyle bira üretimi iki kardeş, anneleri de büyük ihtimalle tahıl lapası.
Hatta ekmeğin ilk başta bira hammaddesi olarak üretildiği yönünde görüş-
ler bile bulunuyor. Ama tekrar vurgulayayım, avcı-toplayıcıların daha kolay
-ve olasılıkla daha önce- buldukları içki, doğada fermente olmuş meyveler-

Arkeo Duvar / 79
den ibaret şarap olmalı. Yani dünyanın asıl “en eski tapınakları” sayılabi-
lecek -mağara sanatı barındıran- mağaralarda şarap içilmiş olma ihtimali
var. Ne olursa olsun şunu söyleyebiliriz: hem şarap hem bira gayet kadim
birer gelenek. Ama şarap sanki biraz daha kadim gibi.

Şarabın arkeolojik kanıtları

Şarabın geçmişinin çok eski olduğu söylenebilirse de arkeolojik kanıtları


nispeten daha yakın zamanlara ait. Daha yakın zamanlar derken yine de
son binlerce yıldan bahsediyoruz aslında. Ama insan ve ataları yüz binlerce
(milyonlarca!) yıl avcı-toplayıcı olarak yaşadı ve insanın geçmişi söz konu-
suysa üç beş bin yılın lafı olmaz, beş on bin yıl bile aslında “daha dün”. Nasıl
ki insanın ataları ve uzun bir geçmişi var, diğer canlıların da ataları ve geç-
mişleri var. Şarabın en meşhur hammaddesi olan üzümün (asmanın) atası
olan ve bazıları hala yaşamlarını sürdüren yabani asma türleri, Kuzey Ame-
rika, Avrupa ve Asya’da yayılmış. Yanından geçen avcı-toplayıcılar, üzümleri
koparıp ağızlarına atmayı aksatmamış olmalı. Tahmin edebileceğiniz gibi
o dönemde insanların üzümü yediğini, hele hele üzümden şarap yaptığını
gösterecek kanıtları elde etmek pek kolay değil. Ama yerleşik hayata geçil-
mesiyle birlikte, insanların yaşam alanlarında üzüme ait kalıntılar görülme-
ye başlıyor. En çok da üzüm çekirdekleri... Üstüne basarak belirtmek gere-
kir, bu “en eski” üzüm kalıntıları henüz kültüre alınmamış (yani hala yabani)
asmalara ait. Asmanın kültüre alınmasının (tarımının yapılmasının) ise en
azından günümüzden 8000-7000 yıl önce Gürcistan’ın bulunduğu Güney
Kafkasya’da, Gürcistan dolaylarında olduğu anlaşılıyor. Ardından asma ta-
rımı çevreye yayılmış.

Çekirdeğini bulduğumuz her yabani üzüm veya kültür üzümünün şaraba


dönüştürülmemiş olması mümkün. Ama üzümün içindeki besin ve enerjiyi
uzun süre saklamak için fermente etmek en etkili yöntemlerden. Dolayı-
sıyla tarihöncesi mekânlarda küplerin dibindeki toplu üzüm çekirdekleri
gibi üzümün depolandığına dair bulgular, orada şarap üretilmiş olduğunun
işareti sayılıyor. Kapların dibinde birikmiş tartarik asit ve potasyum bitar-
tarat gibi şaraba yönelik daha belirgin kanıtlar da bulunmakta. Fakat şarap

Arkeo Duvar / 80
üretimi üzerine yorum yaparken dar görüşlü bir kolaycılığa kaçmamak için
üzüm dışında meyvelerden ve baldan da şarap yapılmış olabileceğini ve
üzüm dışında da tartarik asit içeren meyveler olduğunu akıldan çıkarma-
mak gerekli.

Avrasya’nın bu tarafında günümüzden yaklaşık 12000 yıl önce -yabani- üzüm-


den şarap üretilmekte olduğunun kanıtları elimizde. Daha erken dönemlerde
şarap üretildiği ise henüz kanıtlanabilmiş değil. Diyarbakır’daki Körtiktepe, Ake-
ramik (Çanak Çömleksiz) Neolitik döneme ait, günümüzden ortalama 12000 yıl
önce insanların yaşadığı bir yerleşim. Körtiktepe’de çok sayıda bulunan, güzel

Köklü bir gelenek... Solda: Gürcistan’dan Erken Neolitik döneme ait, ağız kenarında
üzüm kabartmaları bulunan bir şarap küpü. (Https://www.pnas.org/doi/10.1073/
pnas.1714728114 erişim: 26.08.2022) Sağda: Günümüzde Gürcistan’da qvevri isimli
küplerin içinde şarap üretme geleneği hala sürdürülmekte. (https://gwa.ge/wp-content/
uploads/2019/03/Alaverdi-Qvevri-WInemaker.jpg erişim: 26.08.2022)

bezenmiş ve ritüeller için kırıkları da kullanılmış taş kapların ikisinin içinde


olasılıkla yabani üzümden üretilmiş şaraba dair kalıntılar var. Asmanın büyük
olasılıkla ilk kez kültüre alındığı Gürcistan’da, günümüzden neredeyse 8000
yıl önceye tarihlenen ve üstlerinde üzüm kabartmaları olan kaplarda şarap
izlerine rastlanmış. Gürcistan’daki bu buluntuların tarihi, asmanın kültüre
alındığı tarihle de örtüşüyor. Gürcistan’ın bulunduğu Güney Kafkasya’nın
komşusu Kuzeybatı İran’daki Hacı Firuz Tepe’de günümüzden 7400-7000 yıl
önceye ait şarap kalıntıları, 350 km güneydoğusundaki Godin Tepe’de günü-

Arkeo Duvar / 81
müzden yaklaşık 5500 yıl öncesinin şarabına ait kanıtlar var. Yine Güney Kaf-
kasya’daki Ermenistan’da keşfedilen günümüzden yaklaşık 6000 yıl önceye
ait bir şarap atölyesi, şimdilik bulabildiğimiz en eski şaraphane.

Şarap pek çok dönemde ve yerde birbirinden bağımsız olarak tekrar tek-
rar keşfedilmiş olmalı. Avrasya’nın doğusunda, Çin’de şimdilik bilinen en
eski içkilerden birinin kanıtları tespit edilmiş. Henan Eyaleti’nde ele geçen,
günümüzden 9000 yıl önceye tarihlenen bir kabın cidarında pirinç, bal ve
meyve karışımı bir içkinin kalıntıları var. Kullanılan meyve büyük olasılıkla
alıç, belki üzüm ya da ikisi birden. Bu içkinin üretiminde hem nişastanın
(pirinç) hem de doğrudan meyve ve baldaki şekerin fermente edildiği anla-
şılıyor. Yani bir anlamda, bira ile şarabın karışımı bir içki söz konusu.

Saraylardan mezarlara

Depolanabilen önemli bir be-


sin ve zihni etkileyen bir madde
olarak uygarlığın başlangıcında-
ki can suyu olmuş şarabın, öy-
künün devamında oynadığı bazı
sahneleri de listeleyelim ister-
seniz: Özel kaplarıyla ve ritüelle-
riyle şaraba ait belirgin bir “içki
kültürünün” ortaya çıkması. Sa-
raylardan fakir evlere, mezarla-
Tanrıların armağanı... MÖ 8. yüzyılın
ra kadar yayılmış şarap testileri.
ikinci yarısına tarihlenen İvriz Kaya Anıtı
Elinde kadeh ve salkım taşıyan (Konya, Halkapınar) üstünde Tuwana Kralı
tanrılar. Bağbozumu ritüelleri. Warpalawas ile Fırtına ve Bereket Tanrısı
İlle de sanatta şarap, asma yap- Tarhuntaş’ın kabartmaları var. Tarhuntaş bir
elinde buğday başakları, diğer elinde üzüm
rağı ve üzüm salkımı. Şarabın salkımları tutuyor. (http://www.konya.gov.tr/
Akdeniz’deki stratejik denizaşırı konya-ivriz-kaya-aniti erişim: 26.08.2022)
ticaret malına dönüşmesi. Kara-
deniz’e, Ukrayna kurganlarına, İngiltere’ye, Hindistan’a ulaşan antik şarap
amphoraları. 2000 yıl öncesinin kitaplarında her detayıyla bağcılık ve şarap-

Arkeo Duvar / 82
çılık dersleri. İsa’nın kanı, İslam’ın
yasağı. Manastır mahzenleri.
Arap ve Avrupalı simyacıların im-
biklerinden süzülen alkol damla-
ları. Damıtılıp konsantre edildik-
ten sonra fıçılara yüklenen “yanık
şarap” brendinin -ve ardından
romun- okyanuslardaki yayılma-
cılıkta bayrağı şaraptan devral-
ması. Atlantik’teki şeker, alkol ve
köle ticareti. Yeni Dünya’dan ge-
lip Avrupa şarapçılığını neredey-
se yok edecek asma bitine karşı
yine Yeni Dünya asmalarının yar-
dıma koşması. Endüstrileşmenin
ayık işçi sınıfı ihtiyacı sonucu al-
kolün ayıplanması ve çay ile kah-
ve molaları.

İnsanın bugün bildiğimiz insan Ekmek ve şarap... MÖ 4. yüzyılın sonlarında


(Hellenistik Dönem başı) Kyrenia (Girne)
olmasını sağlayan, besinlerle yakınında batmış bu geminin ana kargosunu
olan ilişkisidir. Şarap dâhil alkol- 400’den fazla Rodos şarap amphorası
lü içecekler de insanlığın günü- oluşturuyordu. Fotoğrafta amphoraların
müze kadar ulaşabilmesini ve yanında görünen dikdörtgen taşlar, un
öğütmekte kullanılan değirmenler. Un
uygarlıklar kurabilmesini sağla- değirmenleri ve şarap dolu amphoralar
yan önemli etkenlerdendir. Kısa- müşterilere ulaşamamış. (Katzev M. L., Katzev
cası insanın öyküsünü anlamak S. W. “Kyrenia II, Research on an Ancient
için biraz da içkilerin öyküsünü Shipwreck Comes Full Circle İn A Full-Scale
Replication”. INA Newsletter, vol. 13, no. 3. 4.
bilmek gerekir. Şarapçı ataları- 1986.)
mızın kurduğu uygarlığımızda
üzüm gibi ezilmediğimiz günler
yaşamamız dileğiyle…

Arkeo Duvar / 83
İYİ ARKEOLOJİ

Tarım Devrimi:
Bir zorunluluk muydu
yoksa seçim mi?
Tarım, tarihin zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik dö-
nemden itibaren özelleşmiş, çok değişkenli ancak çizgisel ya da
ereksel olmayan süreçlerin sonunda, bazı toplumların çevrele-
rindeki canlılarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişiminin taşma-
sıdır.

Doç. Dr. Çiler Çilingiroğlu


Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi

R usya’nın Ukrayna’yı işgali sadece enerji alanında değil tahıl tedariki ala-
nında da büyük bir risk yarattı. Ukrayna’da üretilen buğdaya bağımlı hale
gelmiş ve bu bağımlılığın taşıdığı risklere karşı hiçbir B planı olmayan birçok
ülke bu ani savaşın etkilerine maruz kaldılar. Buğdayın anavatanı ve ilk ıslah
edildiği coğrafya olan Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Tahıl koridoru açılma-
sı için yapılan diplomatik müdahalelerle Avrasya steplerinin tonlarca buğdayı
yeniden gemilerle Güney’e taşınmaya başlandı.

Arkeo Duvar / 84
Bu krizin tetiklediği buğday kıtlığı ve olası açlık senaryoları bizi insanlığın en
temel besin kaynaklarından birinin tarihini yeniden düşünmeye teşvik etti. Ar-
keologlar için bu en önce Neolitik dönemi düşünmek anlamına geliyor, yani
insanların avcı-toplayıcılığı bırakıp yiyecek üretimciliğine geçtiği, diğer bir de-
yişle, tarım ve hayvancılığa başladığı dönemi.

Bu yazıda benim sormak istediğim soru şu: Tarım tarihsel bir zorunluluk ola-
rak mı ortaya çıktı? Yoksa biricik ve olumsal süreçlerin akışı içinde insanın kül-
türel tercihlerinin bir sonucu muydu?

Böylesi büyük bir soruyu bu kadar kısa bir yazıda yanıtlamak kolay değil, kabul
ediyorum; ancak benim önerim sizinle arkeolojik düşünce tarihi içinde kısa bir
gezintiyle bu tartışmayı serimlemeye çalışmak olacak.

Geleneksel yöntemle çapa yapan kadın çiftçi.

Arkeo Duvar / 85
Tarım Devrimi’ne ilişkin ilk öneriler

Daha henüz arkeoloji diye bir bilim dalı ortaya çıkmamışken tarihçiler tarı-
mın ortaya çıkışı üzerine kafa yormuştur. Önce Antik Yunan’da insanların
gelişim aşamaları incelenmiştir. Daha sonra İncil’de Adem’in Yakındoğu’da
tarım yaptığı, önce tunçtan sonra da demirden aletler kullandığı söylenmiş,
insanlığın çeşitli teknolojik gelişmelerden geçerek bugüne geldiği konusun-
da genel bir resim çizilmişti.

Ancak adına “insanlık tarihi” denilen bütüncül bir anlatının gelişmesi için Ay-
dınlanma Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Aydınlanma Çağı’nın önemli
düşünürlerinden Turgot ve Condercet tarımın ortaya çıkışını Avrupa-mer-
kezci, ilerlemeci ve çizgisel tarihsel kavrayışıyla ele almışlar; onu insanlığın
medeniyete doğru ilerleyen süreçler içinde geçirdiği zorunlu aşamalardan
biri olarak tespit etmişlerdir. 1750 tarihli “İnsan Zihninin Gelişmeleri Üzeri-
ne” yapıtında Turgot tarımı, çobanlık ve göçebelik aşamasından sonra gelen
zorunlu bir ilerleme olarak kaydeder. 1794 tarihli “İnsan Zekasının İlerleme-
leri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı” metninde Condercet benzer olarak av-
cılık-balıkçılık ve göçebelik aşamasının sonrasına yerleştirir “çiftçi milletler”i.

19. yüzyıla geldiğimizde, evrensel tarih anlayışını en çok etkileyen Lewis Hen-
ry Morgan’ın ‘Ancient Society’ kitabı olur. Kitabında Morgan tarımın başlan-
gıcını barbarlık aşamasının ilk evresine yerleştirmeyi uygun bulmuş. Ondan
ziyadesiyle etkilenerek ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ kitabını
yazan Friedrich Engels de Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel anlatıya son
şekillerini vererek bilim ve düşün dünyasında tarımın evrensel tarihin zorun-
lu bir aşaması olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir. Buraya kadar saydığımız
herkes tarımın ortaya çıkışı sorusuna arkeolojik veriler olmaksızın yanıtlar
vermiştir.

Arkeo Duvar / 86
Tarıma ilişkin belirlenimci kuramlar

20. yüzyıldan itibaren ise arkeolojik veriler de kuramsal düşünüşte yerini alır.
20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan tarım devrimine ilişkin kuramları “belirle-
nimci kuramlar” genel başlığı altında ele almak mümkün. Bu teoriler kendileri-
ne ekoloji, ekonomi veya nüfus baskısı gibi göstergeleri temel alıyor ve tarihsel
süreçleri bu belirlenimler içinden açıklıyorlardı.

Ne var ki, ilk başlarda sadece arkeoloji değil paleoekoloji verileri de henüz ye-
terli değildi bu konuya doyurucu cevaplar sağlamak için. Bunun en güzel ör-
neği Pumpelly’nin “vaha kuramı” önerisidir. Buzul Çağı sonunda gelişen büyük
bir kuraklığın tüm canlıları sulak alanlara sıkışmaya zorladığı ve bunun sonu-
cunda yoğunlaşan türler arası etkileşimin yiyecek üretimciliğine yol açtığı yö-
nündeki önerisi bugünkü paleoiklim bilgilerimizle taban tabana çelişmektedir.
Bugün biliyoruz ki, asıl kurak dönem Buzul Çağı’ydı. Holosen’le birlikte iklim
bol yağışlı ve ılıman hale gelmiş, bu ani değişimle de dünya yüzünde bitki ve
hayvan toplulukları hiç olmadığı kadar çoğalmış, serpilmiş ve yayılmıştı.

Pumpelly gibi, Childe da tarıma


ilişkin önerilerini şekillendirirken
doğal olarak kendi zamanının pa-
leoiklim verilerini temel almış, Ho-
losen’in kurak olduğu yönündeki
yanlış kanıyı yenilemiştir. Ayrıca Nil
Vadisi’ni tarımın kökeni olarak öne-
rerek başka bir hataya daha imza
atmış olduğunu görüyoruz. Hâlbu-
ki ta 1884’de tarımın ortaya çıkışını
dört farklı disiplinin bilgileriyle sen-
tezleyen Alphonse de Candolle buğ-
dayın ilk olarak Fırat Havzası’nda
ıslah edildiği önerisini geliştirmişti
bile. Yine daha 1927’de H. Peake ve
H. J. Fleure yabani buğdayın coğrafi
dağılımına dayanarak Güneydoğu Neolitik Devrim kavramının yaratıcısı
Anadolu’yu buğdayın evcilleştirildi- Avustralyalı arkeolog Gordon Childe.
ği bölge olarak tespit etmişlerdi.

Arkeo Duvar / 87
Pumpelly’den farklı olarak ise, Childe tarıma geçişi ekolojik belirlenimle açık-
lamaktan kaçınmış, onun yerine kendi teorik çerçevesine uygun olarak üre-
tim tarzındaki değişimi bu süreç için başat etken olarak belirlemiştir. Marksist
materyalist felsefenin tınısını kendinde barındıran yaklaşımıyla Childe, eko-
nomik belirlenimi Neolitik Dönem araştırmalarının temel sorusu ve sorunu
haline getirdi. 1952 tarihli kitabındaki ünlü pasajında şöyle diyordu Childe:

“Gıda üretimi -gıda bitkilerinin, özellikle de tahılların bilinçli olarak yetişti-


rilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, ıslah edilmesi ve seçilmesi ekono-
mik bir devrimdi, ateşin kontrolünden sonra insanlık tarihindeki en büyük
devrim. Bu devrim insanlığın kendi çabalarıyla elde ettiği daha zengin ve
daha güvenilir bir gıda kaynağının önünü açtı.”

Gelelim 20. yüzyılın ikinci yarısına. Leslie White, Neolitik için nüfus baskısı-
nın önemine daha 1959’da değinen ilk araştırmacılardan biridir. Sonrasında
Cohen’in 1977 tarihli ‘Food Crisis in Prehistory’ kitabı gelir. Cohen’in anlattığı
üzere, insanlık tarihinin yüzde 99’u avcı-toplayıcı olarak geçmiştir ve bu esa-
sen insanın geliştirdiği en başarılı adaptasyondur. O nedenle tarım ancak ve
ancak bir itici neden sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Cohen’e göre, Holo-
sen Dönemin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan yerleşik yaşam insan nüfusu-
nun aniden ve hızla çoğalmasına yol açmıştı. Göçebe yaşam biçiminde sade-
ce tek çocuk sahibi olan aileler, şimdi kısa aralıklarla çok daha fazla çocuğa
sahip olabiliyordu. Birden artan nüfusla baş edebilmek için insanlık tarım
ve hayvancılığı geliştirmiş, öngörülebilen hasat zamanları ona güven vermiş,
yiyeceğini depolayarak ve uzun süre saklayarak besin ihtiyacını gidermiştir.

Bu ekonomik belirlenimli modellerin Neolitik araştırmalarını 20. yüzyılın son-


larına kadar etkisi altına aldığını belirtmek mümkün. Neolitik çalışmaları, ge-
leneksel olarak, flora, fauna, iklim, tarım teknikleri ve evcilleştirme eksenli
bilimsel ürünler vermeyi sürdürmüş; sosyal, kültürel ve ideolojik etmenler
uzun zaman görmezden gelinmiştir. Sözgelimi, Jarmo ve Çayönü’nde kazılar
yürüten Robert ve Linda Braidwood Toros-Zagros yayını çevreleyen bol ya-
ğışlı dağ eteklerinde ilk tarımın ortaya çıkabileceği önerisini arazide test eden
ilk araştırmacılardandır. “Bereketli Hilal’in dağlık yamaçları” olarak adlandır-

Arkeo Duvar / 88
dıkları bu ekolojik nişin Batı Asya’daki tarımın çekirdek bölgesini oluşturdu-
ğunu isabetli bir biçimde öne sürmüşlerdir. Ayrıca zooarkeoloji ve arkeobo-
tani gibi disiplinleri araştırmanın olmazsa olmaz bileşenleri haline getirerek
geçim ekonomisine ve evcilleşmeye odaklanan Neolitik metodolojisini kur-
muşlardır.

Dünyada buğdayın ilk ıslah edildiği yer olan Karacadağ (Diyarbakır).

Bugün baktığımızda, Neolitik yaşam biçiminin ortaya çıkışında ne ekolojik


ne ekonomik ne de nüfus baskısı belirlenimli kuramlara ilişkin destekleyici
somut veriler buluyoruz. İklim değişikliği tek başına tarıma geçişi açıklamak
için yetersiz. Üretim biçiminin ve araçlarının değişimi Holosen başındaki in-
san toplumlarını anlamak için çok mekanik, hatta sığ bir bakış açısı sunuyor.
Nüfus baskısı Batı Asya’da tarih boyunca hiçbir zaman büyük dönüşümleri
tetiklemiyor: coğrafya çok geniş, insan sayısı az. Bugünkü bakış açımız 20.
yüzyılın sonlarından itibaren bambaşka tarihsel düşünüşlere doğru evrildi.

Evrimsel süreçte dezavantajlı konumda olan sert omurgalı


bitkiler, insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale
gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi
tarımın ortaya çıkışını hazırlamıştı.

Arkeo Duvar / 89
Ekoloji- insan etkileşimi olarak tarıma geçiş

Ana akım Neolitik araştırmaları geçim modeline odaklanmaya devam etsin,


1960’lardan itibaren çizgisel ve ilerlemeci tarih felsefeleri arkeoloji ve antro-
poloji içinden tam olarak eleştiriye açılmıştı. Diğer yandan, ekolojik belirle-
nim bazı araştırmacılar tarafından sorgulanmaya başlanmış ve insanın fail-
lik kapasitesinin çok fazla geri planda bırakıldığı vurgulanmıştır. Bu noktada
önemli figürlerden biri kuşkusuz “kültürel ekoloji” anlayışına “ekolojik ola-
nakçılık” diye yeni bir soluk getiren Marshall Sahlins’tir. İnsanın pasif, doğal
çevresinin aktif olarak sunulduğu bir teorik yaklaşımın karşısında insanın ak-
tif, çevrenin pasif olduğu yeni bir bakış açısı getirmiştir. 1964 tarihli ‘Culture
and Environment’ kitabı ekoloji-insan arasındaki diyaloğun önemine vurgu
yapan önemli bir çalışma olarak duruyor.

Amerikalı antropolog Marshall Sahlins.

Kültürel ekolojinin Neolitik araştırmaları bağlamındaki önemli bir kahramanı


Kent Flannery’e geldi sıra. Burada Flannery’nin, botanikbilimci Hans Helba-
ek’in çalışmalarından etkilenerek geliştirdiği Neolitik kuramını hakkını vere-
rek anlatmaya yerimiz yok. Yine de şöyle özetlemeye çalışayım: Flannery,
insanın tahılları toplarken bilinçli bir şekilde omurgaları (rakisleri) kırılgan
olan bitkileri değil de tam tersine sert olup kendiliğinden kırılıp etrafa tohu-

Arkeo Duvar / 90
munu saçmayanları seçtiğini belirtir. Evrimsel süreçte dezavantajlı konumda
olan sert omurgalı bitkiler, insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale
gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi tarımın ortaya
çıkışını hazırlamıştı. Artık tahılların gen havuzunda sert omurgalı mutantlar
sayıca artmıştı. Her hasat dönemi, insan eliyle yaratılan bu müdahaleyi güç-
lendiriyordu. İnsanlar ayrıca aynı süreçler içinde tahılları kavuz ve kapsülle-
rinden ayırmaya yarayan teknolojileri de geliştirmiş, ezgi ve öğütme taşlarıyla
tohumları işlemiş, böylece hasat edilen bitkiler besin olarak tüketilebilmiştir.
Flannery bu öngörüleri sonucunda Yukarı Mezopotamya’nın meşe-fıstık ya-
yını tarımın ilk geliştiği ekolojik ortam olarak ortaya atmış ve bunda da yanıl-
mamıştır.

Yabani buğday başakları.

Neolitik araştırmalarında insanın keşfi

Görüldüğü gibi, tarımın ortaya çıkışında Flannery’e kadar insanın bu süre-


ce katkısı neredeyse tamamen ikinci plana atılmıştır. İklim, nüfus, ekoloji,
dağlar, meşeler, fıstıklar, buğdaylar, mercimekler konuşulurken, insan kendi
dışındaki her türlü etmenin etkisinde mekanik ve rasyonel hareket eden bir
çeşit siborg gibi hayal edilmeye devam ediyordu.

İnsanın failliği bu devrimsel sürecin tam olarak neresinde kalıyordu? Bu so-

Arkeo Duvar / 91
ruyu sorabilmek için insanı ve kültürü yeniden arkeolojinin teorik dünyasına
taşımak gerekliydi. Post-süreçsel arkeoloji tam olarak bunu başardı diyebiliriz.
Toplumları, ekolojik veya termodinamik sistemler olarak tasavvur eden Yeni
Arkeoloji, 1970’lerin sonundan itibaren kendi sorduğu sorulara cevap vere-
mez olmuş, koymak istediği evrensel yasalara ulaşamamıştı. Post-modern dü-
şüncenin Aydınlanma düşünüşünün karşısındaki tavrıyla birlikte de arkeoloji
daha önce hiç olmadığı kadar zengin ve renkli bir çoğulculuğa kavuştu. Tüm iyi
bilindiği sanılan tarihsel süreçler sil baştan sorgulanmaya başlandı.

Bu teorik gelişim Neolitik araştırmalarını doğrudan etkiledi. Neolitik Devrimin


ortaya çıkışı ilk defa olarak Avrupa-merkezci, teleolojik ve çizgisel olmayan bir
görüyle tartışmaya açıldı. Ayrıca disiplinin geleneksel yapısındaki erkek-mer-
kezli ve erkek-merkezci bakış açısının sorgulanmaya başlaması Neolitik Dev-
rim’de, özellikle bitki bilgisinin derinliği nedeniyle kadınların tarımın ortaya
çıkışındaki büyük payının teslim edilmesine yol açtı. Son olarak, insanlık ta-
rihindeki önemli dönüm noktalarında ideolojinin, yani kültürlerin kozmolo-
jik kavrayışlarının onların doğayla kurdukları ilişkilerdeki rolü ilk defa olarak
ciddiyetle ele alındı.

Bu yeni teorik açılımlar içinde üç önemli figürden bahsetmek istiyorum: Bar-


bara Bender, Brian Hayden ve Jacques Cauvin.

Ana failler ekoloji değil toplumsal yapılar

Bender’in ‘Gatherer-Hunter to Farmer: A Social Perspective’ başlıklı 1978


tarihli makalesi bu konuda en sevdiğim yazılardan. Bender sadece erkeği
önceleyen “avcı-toplayıcı” terimini “toplayıcı-avcı” yapmakla kalmıyor, aynı
zamanda tarıma geçişi toplumsal dinamikleriyle bir arada incelemeye alı-
yor. Bunu yaparken ekoloji, iklim ve nüfus gibi dışsal etmenleri değil, içsel
toplumsal dinamikleri önceliyor. Antropolojik ve etnografik kayıtların bize
net olarak gösterdiği bir şey vardır ki, o da tarihsel süreçlerdeki ana faillerin
ekoloji değil toplumsal yapılar olduğudur. O halde, arkeologların eğilmesi
gereken nokta toplumların yapılarıdır.

Arkeo Duvar / 92
Bender’in sosyal perspektifini geliştirirken başvurduğu kaynaklar, yaklaşı-
mının teorik çerçevesini bize anlatmaya yetiyor. Marshall Sahlins’in “hane
üretim modeli” veya “domestic mode of production” görüşü bunların başında
geliyor. Bu modelde amaç zenginliği biriktirmek değil, kendini yeniden üre-
tebilmektir. Dolayısıyla Neolitik hane böyle bir açıdan ele alınmalıdır.

Fransız post-Marksist antropologları da Bender’in faydalandığı diğer kaynak-


lar arasında. C. Meillassoux ve M. Godelier’in devlet öncesi geleneksel top-
lumların işleyişine ilişkin geliştirdikleri ve Marksist teorinin bu alandaki eksik
ve gediklerini kapatmaya giriştikleri proje, Bender’in sosyal bakış açısını kur-
masında önemli bir yer tutuyor. Takas, dayanışma ağları, eş bulma pratik-
leri, yeniden üretimin denetimi, mobilite, sosyal eşitlik ve statü gibi konular
Neolitik araştırma dünyasına adımlarını atıyor. Bender makalesini şu güçlü
sözlerle bitirmiş: “Nihayetinde toplumu ifade eden ve evrimsel modeli belirleyen
sosyal ilişkilerdir.”

Brian Hayden, Bender’in sosyal içerikli kuramına “rekabetçi şölen” kavramını


eklemleyerek tarımın ortaya çıkışında içsel sosyal nedenlerin etkisini daha
da perçinledi diyebiliriz. Bender gibi, Hayden da sosyal yapıdaki değişim ve
dönüşümlerin yiyecek üretimciliğini ortaya çıkaran temel etmen olduğunu
savunuyor; ancak, Bender’den farklı olarak Hayden eşitlikçi ve dayanışmacı
pratiklerden ziyade, toplum içindeki kimi bireylerin statü kazanmak için gös-
terişli törenlerle varsıllıklarını kamusal ortamda paylaştıkları şölen etkinlik-
lerine odaklanıyor. Hayden’a göre, bu türde rekabetçi bireylerin toplumsal
arenada hareket etme özgürlüğü dünyadaki ender sayıda yerde ortaya çıkıp
serpilme şansı buluyor. Bu toplumlar da eşitlikçi hiyerarşik örgütlenmeden
çıkarak “transegaliter” toplumlar olma yolunda gelişiyorlar.

Bu bakış açısına göre, tarım bir zorunluluk değil. O daha çok


bir aykırılık, bilmeden ve istemeden “keşfedilen” bir teknoloji,
hatta bilinçsiz bir devrim olarak beliriyor.

Arkeo Duvar / 93
Tarım bir zorunluluk değil

Tarım, bu anlamda insanların daha güvenli besine erişme çabasını değil, kafa
yapıcı içeceklerin statü sembolü olarak belirdiği coğrafyalardaki olumsal bir
tarihsel gelişimi ifade ediyor. Tarım, rekabetçi bireylerin statü uğruna yoğun-
laşan ritüellerinin beklenmeyen bir sonucu. Batı Asya’da bira, Doğu Asya’da
pirinç rakısı (sake), Orta Amerika’da ise çikolata gibi fermente içecekler bu
dönüşümde katalizör görevi üstlenen ürünler. Bu bakış açısına göre, tarım
bir zorunluluk değil. O daha çok bir aykırılık, bilmeden ve istemeden “keşfe-
dilen” bir teknoloji, hatta bilinçsiz bir devrim olarak beliriyor.

Neolitik dini ve tarımın ortaya çıkışı arasında


ilişki var mı?

Son olarak Jacques Cauvin’e gelelim. Fransız arkeolog Cauvin ‘The Birth of
the Gods and the Origins of Agriculture’ adlı kitabını 1994 yılında kaleme
alıyor. Kitap 2000 yılında İngilizce yayımlanıyor. Cauvin, tüm determinist ku-
ramları ret ederken, insanın toplumsallığındaki ideolojik dönüşümün tarih-
sel süreçleri yönlendirmedeki rolünü ön plana çıkarıyor. Ona göre devrimsel
olan ekonomik değişim değil; sembollerin dönüşümüdür. Annales Okulu’nun
mentalite tarihçiliği kolundan etkilenen Cauvin için Neolitik Devrim’i müm-
kün kılan insan formunda doğaüstü, aşkın varlıkların yaratılmasıdır. Neolitik
öncesinde hayvan sembolizminin ağır bastığını belirten Cauvin, Neolitik dö-
nemle birlikte tanrı ve tanrıçaların icat edildiğini bildirir.

“Psiko-kültürel yaklaşım” olarak adlandırılan bu görüş, ideolojik dönüşüm-


lerin toplumsal olanı kurma yönündeki gücünü göstererek, önce fikir, sonra
eylem olarak tanımlayabileceğimiz idealist felsefeye göz kırpmaktadır. Ayrı-
ca ideolojinin tarihsel süreçlerdeki önemini vurgulayan Frankfurt Okulu da
burada aklımıza gelir ister istemez.

Arkeo Duvar / 94
Cauvin, Neolitik kozmolojiyi, birbiriyle karşıtlık içindeki eril ve dişil sembolle-
rin içerildiği yeni bir din olarak tarif eder. Eril semboller özellikle fallik imge-
ler ve boğa ile temsil edilirken; dişil simgeler şişman, doğum yapmış kadın
figüriyle özdeşleşir. Üretimi ve yeniden üretimi simgeleyen bu ikili sistemde
güç, kudret, bereket, doğurganlık gibi toplumların dayandığı biyolojik ve eko-
nomik sisteme ilişkin tahayyüllerin bilinçdışında işgal ettiği önemli yer vur-
gulanır. Elbette Cauvin’in teorisi tartışmaya ve eleştiriye fazlasıyla açık. Hatta
bugünkü bilgilerimizle bu hipotezin yer yer arkeolojik veriyle çeliştiğini de
rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak bu başka bir yazının konusu olsun.

Olumsal bir taşma olarak Neolitik

Sonuç olarak, Neolitik Devrimi dışsal etkenlerle açıklamaya meyilli güçlü bir
modernist gelenek içinden sıyrılmayı başardıkları için sosyal ve ideolojik ku-
ramları bugün daha fazla önemsiyoruz. Bu teoriler bize insanın failliğinin
tarihsel süreçlerdeki başat önemini hatırlatmıştır. İnsan-dışı veya insan-üstü
failleri görünür kılan ve tarihte onların edindiği rolleri vurgulayan moderni-
te-öncesi ve modernite gelenekleri, Marksizm ve post-modernizmden sonra
artık yüzünü insana ve insanın toplumsal, bilişsel, psikolojik ve ideolojik dün-
yasına çevirmek zorunda kalmıştır.

Bu bağlamda, tarım dışsal etmenlerin insana dayattığı ve evrensel tarihin


olmazsa olmaz bir gelişim “aşaması” değil; oldukça özelleşmiş ve çatallaşmış
tarihsel süreçlerin olumsal bir uğrağıdır. Sürecin kendisi toplumsal arenada
statü biriktirmek isteyen rekabetçi bireylerin yapıp etmeleri olarak başlamış
olabilir veya dayanışmacı ittifaklar kurarak geniş bir ağ içinde yaşamlarını
sürdüren, yerleşikliği seçen toplumların doğal çevreyle girdikleri yeni ilişki-
lerin bir sonucu olabilir. Kozmolojik kavrayışı dönüşüme uğrayan Holosen
Dönemin yerleşik insanının yeni semboller ve inançlar yaratma çabasının
içine gömülü bir yan sonuç bile olabilir tarım. Bu önerilerden hangisi geçerli
olursa olsun tarımın tarihin zorunlu bir gidişatı olmadığı gün geçtikçe belir-
ginleşiyor.

Arkeo Duvar / 95
Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak”
tarıma geçmezler. Bir toplum ancak ve ancak bilinçli tercihler
sonucunda tarımcı olmayı benimsemiştir.

Buğdayın tarihi yazılmaya devam ediyor

Tarihin yüzde 99’u toplayıcı-avcılıkla ve tarımdan sonraki zamanın büyük bir


bölümü de yine toplayıcı-avcılıktan vazgeçmeyen toplumlar tarafından oluş-
turulmuş. Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak” tarıma geç-
mezler. Bir toplum ancak ve ancak bilinçli tercihler sonucunda tarımcı olma-
yı benimsemiştir. Tarımcı toplumlarla ilişki içinde olup hiçbir zaman tarıma
geçmeyen toplayıcı-avcıları anımsayalım.

O halde, benim başta sorduğum soruya verdiğim cevap şudur: Tarım, tarihin
zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik Dönem’den itibaren özelleşmiş,
çok değişkenli ama çizgisel ya da ereksel olmayan süreçlerin sonunda belli
coğrafyalardaki toplumların bilinçli bir şekilde çevrelerindeki bitki ve hay-
vanlarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişimidir. Bu insanlar, ne var ki, kendi
eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını elbette hiç ama hiç tahayyül etmemiş-
tir. Kafa yapıcı fermente içeceklere olan Neolitik ilgi bugün tarıma tümüyle
bağımlı ulus devletlerin küresel bir açlık ve kıtlık krizine gelmesinde bir kele-
bek etkisi yarattı dersek yanılmış olmayız sanırım. Buğdayın tarihi bitmedi,
devam ediyor.

Arkeo Duvar / 96
YAZITLARIN DİLİ

Üzüm ve incir:
Amos’un tarlaları
Günümüzde Marmaris’ten Amos’a doğru ilerlediğinizde yol bo-
yunda yanmış dağ yamaçları görüp derin bir üzüntüye kapıldık-
tan sonra bahsi geçen düzlük kısımlarda çok az tarım yapıldığı-
nı, buraların çoğunlukla yazlıklar, siteler ve tatil tesisleri ile işgal
edilmiş olduğunu görürsünüz. Hatta öyle yapılaşmalar vardır ki
tüm bir koyu işgal etmiştir. Yazıtlarda anlatılan o tarım bolluğu-
nun yerine neredeyse her tarafı kaplayan yapılaşmayı görmek
içinizi burkar ve tarımın can çekişmesini, geri dönüşü neredeyse
imkânsız bir şekilde yaralanmış doğayı hüzünle seyredersiniz ...

Prof. Dr. Fatih Onur


Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü

Arkeo Duvar / 97
İ nsanın doğa üzerindeki en büyük tasarruflarından bir tanesini tarım ara-
cılığıyla gerçekleştirmiş olduğu bir gerçek. Tarımın insan hayatındaki va-
roluşu, göçebe yaşamdan yerleşik hayata geçişin de etkisiyle doğanın sun-
duğu yiyeceklerin artık yetmediği, temel yiyecek temininin zorlaştığı ya da
depolama yapma ihtiyacı ile şekillenen çok uzun bir süreç. Daha sonraki dö-
nemlerde de arazi sahipliği, çalışma olgusu ve ekonomik dönüşüm süreçle-
ri çerçevesinde tarımsal üretim gittikçe arttı. Dolayısıyla tarım, özellikle en-
düstrileşme öncesinde gerek yiyecek sağlama gerekse ekonomik açıdan en
önemli unsurlardan biri olarak toplumdaki yerini her zaman korudu.

Hayvancılık da tarım kadar önemli diğer bir geçim ve ekonomi kaynağıydı


ve tarımla paralel bir şekilde gelişti. Özellikle yerleşik toplumlar için hayati
önem taşıyan tarım, coğrafi ve fiziki koşullara uygun olarak çok çeşitli ürün-
lerle ve değişik şekillerde yapılabiliyordu. Buğday, arpa, çavdar, nohut, mer-
cimek gibi temel gıdalar en erken tarım ürünleri arasında yer aldı. Fasulye
türleri, soğan ve sarımsak gibi kök bitkiler ile zeytin, üzüm, elma, bostan ve
incir yetiştiriciliği de tarımda oldukça yaygındı. Bunlar ve bu yazıda adı geç-
meyen sayısız ürünün yetiştirilmesi ve ekonomik döngüye katılabilmesi için
çeşitli dönemlerde resmi düzenlemeler yapıldı.

Tarla kiralama
sözleşmeleri

Bu düzenlemelerin en ilginç örneği,


antik dönemde Rodos’un Anadolu
yakasındaki Rhodos Peraia’sında,
günümüzde ise Marmaris’in yakla-
şık 4 km güneybatısında Hisarbur-
nu’nda yer alan Amos kentinde ele
geçen bir yazıt grubu aracılığıyla
elimize ulaştı. Bu yazıtların aktar-
dığı tarla kiralama sözleşmeleri,
Rodos’un tarım ekonomisini dön-
dürdüğü sistemlerden bir tanesi Rodos’un Anadolu yakasındaki Amos
için güzel bir örnek oluşturur. kenti.

Arkeo Duvar / 98
1948-1950 yılları arasında, Bozburun Yarımadası’ndaki gezileri esnasında
Marmaris çevresindeki bölgeyi araştıran G. E. Bean, Amos antik kentinde her
iki yüzünde de yazıtlar bulunan stel parçaları buldu. Bu parçaları bir araya
getirerek üç ayrı sözleşme metni elde eden Bean’in yayınından sonra konu
üzerine pek çok yorum yapıldı. 2001 yılında yani yaklaşık 50 yıl sonra, jan-
darma tarafından el konularak Marmaris Müzesi’ne teslim edilen yeni bir
parça bu gruba eklendi. Günümüzde Amos’ta devam eden sistematik kazı
çalışmaları aracılığıyla bu yönde daha fazla bilgi geleceğine şüphe yok.

Tarım faaliyetleri için


kurallar

Muhtemelen kent içindeki Apollon Sam-


naios tapınak alanına dikilmiş olan ya-
zıtlar, MÖ 3. yüzyıl sonlarına tarihlenir.
Yazıtlar yine aynı tapınağa ait olan ara-
zilerdeki tarım faaliyetlerinin ne şekil-
de sürdürülmesi gerektiğine dair detay
Amos kira sözleşmelerinden bir parça
kurallar sunarlar. Metinlerden tama ya-
(Fotoğraf: Wolfgang Blümel).
kın bir yazıtın içinden seçilen sadeleşti-
rilmiş ve basitleştirilmiş bir bölümünün
Türkçe çevirisi şu şekildedir:
... [filanca kişi] elli yıllığına, yıllık iki yüz kırk drahmi karşılığında tarlayı
kiraladı, Thymokhares oğlu Kharidamos buna kefildir; kiracı kirayı her yıl
Panamos ayında, görevlilere (hieromnamones) ve Amos Birliği’ne ödesin;
ödemezse, geçen her bir ay başına otuz drahmi ceza eklensin; Cezayı öde-
mede Kent (Rodos) idaresinden kaynaklı bir gecikme oluşursa akabinde
belirlenen süre içinde cezayı görevlilere ve Amos Birliği’ne ödesin; ödemez-
se onda biri eklenerek bir sonraki altı ay içerisinde ödemesine izin verilsin;
Eğer bunu da ödemezse, görevlilere ve Amos Birliği’ne kiranın bir buçuk
katını ödesin ve tarlayı terk etsin; görevliler tarlayı bir sonraki ay meclis
huzurunda, bir öncekiyle aynı sözleşmeye göre Amoslular arasından en
yüksek teklifi verene kiralasın; kirayı ödemeyen kişiye, herhangi bir baha-
neyle tarlayı kiralamasına izin verilmesin; Eğer ödemede bir açık çıkarsa,

Arkeo Duvar / 99
daha önce kiralayan kişi bu açığı görevlilere ve Amos Birliği’ne geri öde-
sin; tarla içerisine üçten az olmamak üzere binalar inşa etsin; her birinin
uzunluğu yirmi beş ayaktan (yak. 7,5 m) ve genişliği yirmi ayaktan (yak. 6
m) az olmasın; kira bedelinin her bir mina’sı (para ölçüsü; 100 drakhme)
için asma ve incir dikecektir. Her bir incir fidesi için, aralıkları kırk ayaktan
(yak. 12 m) az olmamak üzere, dört ayaktan (yak. 1,2 m) az olmayan bir
derinliğe kadar kazarak kırk incir ağacı ve üç ayak (yak. 90 cm) derinliğe
kadar kazarak bin asma diksin, asma fidelerinin arasına altı ayaktan (yak.
1,8 m) az olmayan bir aralık bıraksın ... eğer sözleşmeye aykırı olarak ke-
reste keserse, bu keresteler yerinde kalsın; tarladan hayvan yemi, sap, sa-
man ve gübre almasın; eğer alırsa, aldığı her bir şey için her yıl görevlilere
ve Amos Birliği’ne iki yüz drahmi ödesin; Kiralayan kişinin kiralanan tar-
laya ölü gömmesine izin yoktur; aksi durumda, görevlilere ve Amos Birli-
ği’ne yüz drahmi gümüş ödesin ve ölüyü tarladan çıkarsın; aynı sözleşme-
ye göre tarlayı Amos’lular arasından dileyen bir kişiye devredebilir; eğer
devredecek olursa, görevliler kalan süre için aynı şartlarda bir sözleşme
hazırlasınlar ve devralan kişi görevlilerin uygunluğunu incelemesi için gü-
venilir kefiller belirlesin; kefiller uygun bulunduğunda, devralan kişi ile bir
sözleşme yapılsın; kutsal alandaki stele bu devir kısmı da eklensin; buraya
devralanın ve tüm kefillerin adları ve devir tarihi yazılsın...

Kiralama işlemi Amos Birliği ve Rodos’a özgü görevliler olan hieromnamones


(kutsal koruyucular) tarafından ortak bir şekilde yapılırdı. Sözleşme 50 yıllık-
tı. Kiralayan kişi kefil getirir, bu kefiller görevliler tarafından incelenir ve onay
sonrası kira işlemleri başlatılırdı. Kira miktarı metinlere göre yıllık 240 drah-
mi civarındaydı ve bu miktar belirlenen zamanda tek seferde ödeniyordu.
Ödenmeyen kira miktarlarına gecikilen her ay için 30 drahmi faiz geliyordu.
Kiracı bunu da ödeyemezse tarla ile ilişkisi kesiliyor ve 20.000 drahmi cezaya
çarptırılıyordu. Kiracı detaylı talimatlar uyarınca ekimini ve dikimini yapardı.

Üzüm ve incir

Arazilerin büyük bir kısmının üzüm, bunun yanı sıra da incir yetiştiriciliği için
kullanıldığını, üzüm ve incir fidelerinin bulundukları arazi tipine göre ne de-
rinlikte ve sıklıkta dikileceği gibi bilgileri içeren yazıtlar işin ciddiyetini gösterir.

Arkeo Duvar / 100


Temel amaç üzüm dolayısıyla şarap üretimi olmakla birlikte incir gibi diğer
ürünlerin de yetiştirilmesi toprağın belli seviyedeki verimliliğini dolayısıyla
üzüm kalitesini korumaktı. Tarla içerisinde dikilen her bir ürün türünün tar-
la boyutuna göre belli bir oranı bulunuyordu. Bununla birlikte metinlerden
anlaşıldığı üzere alanın düzlük ya da yamaç olmasına bağlı olarak ölçülerin
değiştiği de gözlenir. Örneğin yamaçlarda yaklaşık 1440 m2 lik bir tarlaya bin
tane asma fidesi dikilirken düzlük alandaki 2430 m2 lik bir tarlaya bin asma
fidesi dikilmekteydi. Buna göre günümüz hesabıyla 1 hektarlık alana, düz-
lük ya da yamaç olmasına göre, 4100-7000 arasında üzüm asması dikildiğini
düşünebiliriz. Bunların arasına dikilen ortalama 40 incir ağacının her birisi
de yaklaşık 144 m2 lik bir alanı kaplıyordu. Arazi içerisine çiftçiler ev ve de-
polar da yapardı. Bu binaların ne ölçüde olacağına dair bilgiler de verilmişti.
Binalar yapılıp fide ve fidanlar dikildiğinde sözleşmenin önemli bir aşaması
tamamlanmış oluyordu.

Tarlalara özel kurallar

Eğer bu aşamaya kadar tüm işlemler düzgün bir şekilde yapılıp kira miktar-
ları düzenli bir şekilde ödenmişse kefillerin adı stellerden siliniyor ve kalan
yıllar için sözleşme yenileniyordu. Her ne kadar kefaletin kaldırılması riskli
gibi görünse de kiracının bu aşamaya kadar gelmesi ve bu süreç boyunca
işini düzgün yapması için büyük bir motivasyon kaynağı olmaktaydı. Kiracılar
umumi yolları ve ötesini işgal edemezler ya da bu yollara zarar veremezlerdi.
Bunun cezası 3000 drahmi kadardı. Ayrıca kiracılar tarla içerisinde ihtiyacı
olabilecek asma çubuklarını temin etmek dışında tarladan kereste kullana-
mazlardı. Bunun cezası da 3000 drahmiydi. Tarladan hayvan yemi, sap, sa-
man ve gübre taşınamazdı, bu da 200 drahmi cezaya tabiydi. Tarlaya defin
yapmak yasaktı, yapana 100 drahmi ceza kesiliyordu. Kiracı istediği herhangi
bir dönem, tarlayı bir başka Amoslu’ya devredebilir, bu durumda kiralayan
ve kiracı arasında yeni bir sözleşme hazırlanırdı. Mevcut kefiller de çekilmiş-
lerse kiracı yeni kefiller getirmeliydi. Bu yeni sözleşme, varsa yeni isimlerle
birlikte, ilgili stellere ekleniyor ya da ayrıca kaydediliyordu. Bu süreçte kiracı
herhangi bir şekilde ceza almış ve altı ay içinde ödememişse 20.000 drahmi ek
ceza alıyor ve tarlayı terk etmek durumunda kalıyordu. Sözleşme sona erdi-

Arkeo Duvar / 101


ğinde kiracı tarladan belirtildiği şekilde
çekilmek üzere yapmış olduğu binaları,
asma çubuklarını, 10 yaş üstündeki tüm
ağaçları sağlam, canlı ve kullanılabilir
bir şekilde teslim etmek durumunday-
dı. Eldeki metinlerden kiralayanların da
Amoslu olduğu, Amosluların işlemlerin
yürütülmesinde doğrudan Rodos’a kar-
şı sorumlu olduğu ve söz konusu arazi-
lerin Apollon Samnaios tapınağına ait
olduğunu anlıyoruz. Rodos’un doğru-
dan kendi ada topraklarında görülme-
yen fakat Amos’ta, dolayısıyla Peraia’da
görevlendirdiği kutsal koruyucular da
bu dini içeriği yansıtır. Amos ve çevresi.

MÖ 4. yüzyılın sonlarında yaşayan Aiskhines, Rodos Peraia’sına ziyarette bu-


lunduğu dönemlerde Amos’tan aldığı mülklerden, kentin zeytinliklerinden,
bağlarından ve geniş ekim alanlarının kiralanmasından bahseder. Amos me-
tinleri kent içerisinde, muhtemelen kutsal alan sınırları içerisinde bulunmuş
olmakla birlikte bahsedilen araziler kent merkezi dışında bir yerdeydi.

Rodos şarabının iyileştirici özelliği

Antik kaynaklar, üzüm yetiştirmek için ne kuru ne de çok nemli toprakları


tavsiye eder. Modern araştırmalar, metal toksisitesi olan toprakların üzüm
için uygun olmadığını, tuz içeriği fazla olan toprakların da üzüm kalitesini
düşürdüğünü belirtir. Ayrıca hava koşulları açısından alanın çok soğuk ya da
kavurucu sıcaklıkta olmaması, ılık ve kuru bir bölgede olması gerekir. Amos
yazıtlarında bahsi geçen arazilerin nerede olabileceğine dair de çeşitli fikir-
ler mevcuttur. Tahminler arasında Marmaris’in hemen güneyinde yer alan
İçmeler/ Gölenye düzlüğü, Amos’un hemen kuzeyindeki Turunç ve kentin
hemen güneyindeki Kumlubük yer alır. 2013 yılında yapılmış bir araştırma,
arazilerin, metinlerde belirtilen işlemlerin vaktinde yapılabilmesi için kente
uzak olmaması gerektiğini, bunun aynı zamanda üzümün taşınması esna-

Arkeo Duvar / 102


sında oksitlenme ve zarar görme risklerine karşı da önlem olacağını belirti-
yor. Araştırma aynı zamanda topografik ve topraksal tespitlerle birlikte hem
yamaç hem de düzlük içermesi gereken bu arazilerin çok büyük ihtimalle
Kumlubük düzlüğünde olması gerektiği sonucuna varmakta. Bu arazilerin
her birinin yaklaşık 4-5 hektarlık bir alanı kapsadığı, bunun da yaklaşık 40-
50 kiracı ile yürütülebileceği düşünülür. Kumlubük bu anlamda yaklaşık 200
hektarlık bir alana sahiptir. Fakat bu sayılar ve yer kesin olmamakla birlikte,
kent ve çevresinde yapılacak araştırmalarla daha belirgin bir hale gelebilir.

Kumlubük Koyu (Fotoğraf: Duygu İleri).

Tüm bu sistem, Rodos şaraplarının ticari değerini korumak üzere ekonomik


amaçlara hizmet ederdi. Her ne kadar Rodos şarabı, Lesbos (Midilli) ve Khi-
os (Sakız) gibi iyi şaraplara göre daha kalitesiz olsa da fiyat uygunluğu ve özel
lezzeti ile oldukça geniş bir coğrafyada fazlasıyla tercih edilirdi. Antik kay-
naklarda, Rodos şarabının iyileştirici özelliklerinden ve içine katılan bir parça
deniz suyundan bahsedilir. Rodos amphoralarına ait parçaların özellikle am-
phora mühürlerinin Akdeniz’in yanı sıra Karadeniz’e hatta Basra Körfezi’ne
ve Güney Hindistan’a kadar yayılımına dair arkeolojik kanıtlar bu şarapların
temelde ihraç edildiğini gösterir.

Arkeo Duvar / 103


Üzüm ve incir.

İncirin önemi

İncir ise tarih boyunca üzümle birlikte anılan ve yetiştirilen, insanlığın işlediği
en eski ürünlerden biridir. Doğada yabani şekilde bulunan incirin en iyi türleri
insan tarafından yetiştirilir. Yaratılış hi-
kayesine göre Âdem ve Havva’nın cinsel
organlarını örtmek için incir yaprağını
kullanmışlardı. Hatta bazı yorumcular
Cennet Bahçesi’nde olduğu belirtilen
ve Âdem ile Havva’nın kovulmasına ne-
den olan Bilgi Ağacı’nın incir ağacı ol-
duğunu düşünür. Bu nedenle de kimi
yorumcular bu ağaca “baştan çıkarıcı”,
“günaha çağıran” yönlerine izafeten
“pişmanlık ağacı” da derler. Tabi ki bu
noktada incirin yüksek bir afrodizyak
etkisi olduğunu da hatırlatmakta fayda
var. Bazı yorumcular Nuh’un gemisi-
Âdem ve Havva’nın cennetten kovuluşu,
ne üzümün yanı sıra incir fideleri almış
Raphael’in Vatikan freskinden bir 18.
olması gerektiğini düşünürler ve Eski yüzyıl el kopyası. (V&A arşivi).
Ahit’te pek çok yerde üzüm-incir ikilisi

Arkeo Duvar / 104


anılarak “Kendi asması ve incir ağacı altında özgürce oturmak” deyimi çok
defa kullanılır. George Washington da Amerika’nın kuruluş aşamalarında öz-
gürlüğe atfen bu ikiliyi söylev ve mektuplarında benzer şekilde kullanmıştı.
Örneğin 1783 yılında J. Armstrong’a yazdığı bir mektupta şöyle der: Kendi
asma dallarımızın ve incir ağaçlarımızın altında oturduktan sonra takdiri ilahi
izin verirse, nice mutlu yıllara kavuşmak için sağlığınızın ve ruhunuzun yerinde
olmasını dilerim.

Kuran’da da yaratılış ile ilgili bir ayette incir üzerine yemin edilir ve İslami
gelenekte incirin cennetten geldiğine dair kayıtlar mevcuttur. Öte yandan,
günümüzde bizlerin de “ocağına incir ağacı dikmek” ifadesini kullanmamız
belki ilginç bir tesadüf olarak alınabilir. Bu ifadenin açıklaması çoğunlukla
incir ağacının hızlı yayılımı ve güçlü kökleri ile bulunduğu mekânın dibini sar-
malamasıdır.

Doğu Akdeniz ve Mezopotamya’da da üzüm ve incir yan yana yetiştirilirdi.


Bunların yanı sıra zeytin de oldukça önemli olup bu üçü Akdeniz çevresinde-
ki insanların en temel gıdalarıydı. Eski Mısır belgelerinde de rastlanan ve Batı
Asya kökenli olduğu düşünülen meyvenin elden ele dolaşarak tohumlarının
tüm Akdeniz çevresine yayıldığı düşünülür. İncir, özellikle kurutulmuş olarak
çeşitli şekillerde uzun süre korunabilen, oldukça besleyici ve kolay elde edi-
lebilen bir meyveydi. Amos’un da içerisinde olduğu Karya Bölgesi’nin incir-
leri yenilebilen en iyi incir türünü temsil etmekteydi. Türkiye’de günümüzde
incirin en fazla üretildiği bölge Aydın-Muğla sınırlarındadır, Karya ve Likya
boyunca iyi incir fazlasıyla bulunabilir. Tüm bunlar bir yana incir ağaçlarının
asma tarlalarında olmasının oldukça işlevsel ve anlaşılır bir yanı var aslında:
Üzüme zarar verebilecek sinekler ve kuşların dikkatini dağıtmak! İncirin içeri-
sindeki öz, bu hayvanları doğrudan kendi üzerine çeker, böylelikle de üzüm-
ler bu tehlikeden uzak tutulmuş olur. Bu kadim bilginin, günümüzde asma
bahçelerinde ya da zeytinliklerde benzer amaçla dikilen incir ağaçlarında
varlığını sürdürdüğünü görebilirsiniz. Üzüm, zeytin ve incir aynı dönemde
temmuz-ağustos aylarında olgunlaşmaya başlar ve diğer ikisinin meyveleri-
nin incir aracılığıyla korunması sağlanır.

Arkeo Duvar / 105


Günümüzde Marmaris’ten Amos’a doğru ilerlediğinizde yol boyunda yanmış
dağ yamaçları görüp derin bir üzüntüye kapıldıktan sonra bahsi geçen düz-
lük kısımlarda çok az tarım yapıldığını, buraların çoğunlukla yazlıklar, siteler
ve tatil tesisleri ile işgal edilmiş olduğunu görürsünüz. Hatta öyle yapılaşma-
lar vardır ki tüm bir koyu işgal etmiştir. Yazıtlarda anlatılan o tarım bolluğu-
nun yerine neredeyse her tarafı kaplayan yapılaşmayı görmek içinizi burkar
ve tarımın can çekişmesini, geri dönüşü neredeyse imkânsız bir şekilde yara-
lanmış doğayı hüzünle seyredersiniz ...

Arkeo Duvar / 106


Her dönemin gözdesi:
Gül
İtalya’da güllerin sonbahardan itibaren açmaması nedeniyle,
Roma’da lüks yaşamın gül tüketimini körüklemesi karşısında,
gül talebine cevap vermek için Nova Carthago ve Mısır’dan
gül getiriliyordu. Romalılar topraklarına yeni eyaletler katınca
Roma’nın buğday ve tahıl ihtiyacı Mısır ve diğer kolonilerden
karşılanmaya başladı. Önceden tahıl üretimi yapılan yerlerde artık
gül yetiştiriliyordu!
Prof. Dr. Fikret Özcan
Süleyman Demirel Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü

Campania’dan mezar resmi, MÖ 4. yüzyılın 2. Yarısı. Dresden, Albertinum, Hettner 116-248
kaynak K. Knoll, Die Antiken im Albertinum.
Arkeo Duvar / 107
G ül tarih boyunca güzelliğin, gençliğin simgesi olması yanında geçici-
liğin de simgesi oldu. Pek çok tanrı ve tanrıça için yapılan törenler
dışında ölüler için yapılan dinsel törenlerde de kullanıldı. Güzel görünüşü,
hoş kokusu ve çok renkli oluşuyla gül binlerce yıldır insanların en çok ilgi
gösterdiği bitkilerden biri oldu. Grek kadın şair Sappho’nun “çiçeklerin kra-
liçesi” diye nitelediği güle en erken Homeros’un İlyada Destanı’nda rastlı-
yoruz. Homeros, Şafak Tanrıçası Eos’u, “Gül parmaklı şafak” olarak niteler.
Bu nitelemenin tazelik, gençlik ve yeni başlayan bir şeyi tanımlamada kulla-
nılmış olduğunu daha sonraki kaynaklardan anlıyoruz. Geometrik ve Erken
Arkaik dönemde tanrı ve tanrıçalara layık görülen veya adı onlarla birlikte
anılan gülün, Sappho ve Anakreon’la birlikte dünyevileştiğini, insanlar katı-
na indiğini görüyoruz.

Antik dönemde gül çeşitleri

Kültür gülünün Anadolu’ya ve oradan batıya nasıl ulaştığını bilmiyoruz. Fa-


kat genel görüşe göre gül, Çin (?) ve Persler üzerinden Anadolu’ya gelmiş
olmalı. Günlük yaşama dair hemen her şeyi betimlemiş olan Eski Mısır’dan
günümüze ulaşan resimler arasında gül tasvirine pek rastlanmazken me-
tinlerde güle yer verilmiştir. Dolayısıyla gül, Eski Mısır’da Pers Kralı Kamby-
ses’in Mısır’ı fethinden çok önce, muhtemelen MÖ 12.-11. yüzyılda, yetiş-
tirilmese de bilinmekteydi. Modern yazarlar, Büyük İskender sonrası Grek
Kültürü’nün doğuya yayılmasıyla gülün Mısır’da yetiştirilmeye başlandığını
kabul eder. Homeros ve Hesiodos gibi MÖ 8. yüzyıl şairlerinin güle değin-
melerinden, bu bitkinin değerli bir çiçek olarak kabul gördüğü bilinse de
yetiştirilmesine ve türüne dair bilgiden yoksunuz. MÖ 5. yüzyılda ise tarihçi

Arkeo Duvar / 108


Herodot Makedonya’da, Midas’ın bahçeleri olarak adlandırılan yerde (Ber-
mion Dağı etekleri?) kendiliğinden yetişen altmış yapraklı gülün olduğunu
ve bu gülün diğer güllerden çok daha hoş koktuğunu aktarır. Herodot’un
burada sözünü ettiği gül, yaban gülüne benzer bir gül olmalıdır. Yazarın
diğer güllerden de bahsetmesinden yola çıkarak en geç MÖ 5. yüzyılda çe-
şitli gül türlerinin bilindiğini veya yetiştirildiğini söyleyebiliriz. Tarihsel kay-
nakların yetersiz olmasına karşın, Batı’nın yeni gül türleriyle tanışmasının
Büyük İskender’in Doğu seferleriyle ve daha sonra da Orta Çağ’da Haçlı
Seferleri ile gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

Güller hakkında ilk sistematik bilgiyi ve


tanımlamaları Aristoteles’in öğrencisi
Theophrastos’tan öğrenmekteyiz. Theo-
phrastos, Aristo’nun hayvanlar için yap-
tığı sınıflandırmayı bitkilere uygulamış,
Historia Plantarum adıyla bilinen eserin-
de güle de yer vermiştir. Theophrastos
bu eserinde üç gül çeşidinden bahseder
ve bunların tanımlamasını yapar. Bu ta-
nımlamalara dayanarak bunların rosa
canina, rosa sempervirens ve rosa centi-
folia olduğu varsayılır. Roma döneminde
ise Yaşlı Plinius’un anlatımlarından, par-
füm yapmakta kullanılan güllerin bölge-
lere göre nitelik farkı olduğunu anlıyo-
ruz. Yaşlı Plinius’un ‘Doğa Tarihi’nin XXI.’
kitabında çiçekler, çelenkler ve özellikle de güller üzerine yazdıkları, antik
dönemdeki özellikle de Roma İmparatorluk dönemindeki güller hakkında
ayrıntılı bilgiye sahip olmamızı sağlar.

Plinius, Romalıların başlangıçta çelenk için bahçelerde sadece menekşe ve


gül yetiştirdiklerini aktarır. Antik edebiyatta ömrü az olarak bilinen menek-
şe ve gülün aslen ölü kültü ile ilgili olduğunu ve belli törenlerde kullanıldı-
ğını düşünürsek, o dönemdeki bitki ve çiçeklerin, dinsel gereklerin ihtiya-
cını karşılamaya yönelik olduğunu savlayabilirdik. Ne var ki yazar, gülün
çelenkler için kullanılmadığını, bilakis merhem yapımında veya yemek ve
içecekleri kokulandırmakta kullanıldığını belirtir. Plinius, gülün başlarda di-
kenli, hoş ancak zayıf kokulu bir bitki olduğunu vurgulamasından dolayı o
dönemde gülün henüz kültüre alınmadığını diğer bir deyişle yaban gülünü
kastettiğini anlıyoruz.

Plinius gül türlerini yaprak sayısına, gövdenin az ya da çok dikenli oluşuna,


renk ve kokusuna göre tasnif eder. On iki gül çeşidine değinmekle birlikte
bu güllerin özelliklerinden çok az bahseder. Bu nedenle Plinius’un bahset-
tiği güllerin günümüzde teşhis edilmesi hemen hemen imkânsızdır. Zira
yazar gülleri türlerine göre değil, yetiştiği yere göre adlandırır. Güllerin açış
zamanı, çiçeklerinin ne kadar süre açık kaldığı da Plinius’a göre sınıflamada
önemli bir ölçüttür. Romalılarda en gözde gül rosa campana ve rosa pra-
enestina’dır. Bu güllerden rosa campana en erken, rosa praenestina ise en
geç açandır.

Tahıl yerine gül

Plinius, Pangaeus Dağı yakınlarında yetişen yaprakları küçük ama çok olan
gülden bahsederken bu gülün tarlalara ekildiğini dile getirir ve orada oturan
halka bir ‘ekmek kapısı’ açtığını söyler. En hoş kokusu olan gülün Kyrene gülü
olduğunu anlatan yazar bu nedenle en güzel gül merhemi/balsamının orada
yapıldığını anlatır. Plinius’a göre İspanya’daki Roma kolonisi Nova Cartha-
go’da yetişen güllerin özelliği ise tüm kış boyunca açmasıdır. İtalya’da güllerin
sonbahardan itibaren açmaması nedeniyle, Roma’da lüks yaşamın gül tüke-
timini körüklemesi karşısında, gül talebine cevap vermek için Nova Carthago
ve Mısır’dan gül getiriliyordu. Romalılar topraklarına yeni eyaletler katınca
Roma’nın buğday ve tahıl ihtiyacı Mısır ve diğer kolonilerden karşılanmaya
başladı. Önceden tahıl üretimi yapılan yerlerde artık gül yetiştiriliyordu!
Plinius, Romalıların Grek gülü, Greklerin ise Lychnis diye adlandırdığı gülün
ne kokusunun ne de görünüşünün kayda değer bir yönü olmadığını söyler.
Daha sonra bu gülün nemli yerlerde yetiştiğini belirterek gül ile gül yetişti-
rilen yerlerin toprakları arasındaki ilişkiyi anlatır. ‘Küçük Grek Gülü’ olarak
adlandırılan başka bir güle de değinen Plinius, bu gülün yapraklarının çok
büyük olduğunu, ama hep gonca şeklinde kapalı olduğunu, ancak elle doku-
nulduğunda yapraklarının açıldığını söyler.

Arkeo Duvar / 110


Güle ilişkin arkeolojik buluntu ve bulgular

Güle ait ilk resimsel betimlemeleri ise Grek kültüründen çok önce Minoslarda,
MÖ 1600-1500 civarında Girit’teki saray fresklerinde görebiliriz. Miken tab-
letlerinde gül yağından/parfümünden söz edilmesi nedeniyle, Geç Bronz ça-
ğında gülün sadece bilinmekle kalmayıp ondan farklı biçimlerde yararlanıldı-
ğını söyleyebiliriz. MÖ 7.-6. yüzyıllarda aryballos adı verilen, yüksekliği 10 cm.
yi geçmeyen pişmiş toprak kaplarda muhafaza edilen parfüm ve balsamlar
arasında gül yağının da olduğunu varsayabiliriz. MÖ 6. yüzyılda başlara gül
çelengi takıldığını, gülün aşkın ve zarafetin simgesi olduğunu, Tanrıça Afro-
dit’le bağdaştırıldığını yazılı kaynaklardan öğreniyoruz. Tarihçi Herodot’un
aktarımından da en geç MÖ 5. yüzyılda çeşitli gül türlerinin bilindiğini veya ye-
tiştirildiğini söyleyebiliriz. MÖ
4. yüzyılda vazo resimlerinde
bitkisel motif ve bezemelerin
karmaşıklaşmasıyla birlikte di-
ğer bitki ve çiçeklerin yanında
gül de kendine yer edinmiştir.
Sikkeler üzerindeki ilk gül tas-
viri ise adı gülle bağdaştırılan
Rodos kenti sikkelerinde kar-
şımıza çıkar. Rodos sikke bası-
mına MÖ 408-407’de başlamış Rodos sikkesi.
ve sonrasında yirmi yıl kadar
bastırdığı sikkelerde güle yer
vermiştir.

Hellenistik dönem edebiyatta pastoral şiirin, konut mimarisinde villaların ve


bahçe kültürünün ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde gülün de ayrı-
calıklı bir yeri vardır. Hellenistik dönemden gül tasvirine örnek olarak Perga-
mon’daki (Bergama) V. Saray’ın altar mekânının taban mozaiğinde bulunan
güller gösterilebilir. Erken İmparatorluk dönemi gül tasvirlerinden ise Ro-
ma’dan Casa di Livia evindeki freskleri, Pompei’den bir villanın kabul salonu
fresklerini örnek verebiliriz. MS 4. yüzyılın ilk çeyreğine tarihlenen, Sicilya’da
Piazza Armerina yakınlarında bulunan Villa Casale’deki meşhur “Bikinili Kızlar”
mozaiğinde, atletizm yarışlarında birincilik kazanan bir kadının ödül olarak
başına defne yapraklarıyla yapılmış taç yerine güllü bir taç koyması oldukça
dikkat çekicidir. Kartaca’da bulunan ve MS geç 4. yüzyıla tarihlenen Dominus

Arkeo Duvar / 111


Iulius mozaiği, gül hasadını göstermesi açısından ilginç olduğu kadar, Kuzey
Afrika’da, Geç Antik dönemde endüstriyel gül yetiştiriciliğine de bir kanıt ola-
rak değerlendirilebilir. Paganizmden Hıristiyanlığa geçişte gülle ilişkili olan
tören ve şölenler reddedilmiştir. Ancak MS geç 4. yüzyıldan itibaren yeni bir
resim dili oluşturulmuş ve gül, din uğruna ölen azizlerin, öldükten sonra di-
rilmenin, öteki dünyada mutlu ve huzurlu yaşamın simgesi olmuştur.

Gül yağı, gül suyu, gül parfümü

Roma kaynakları hoş kokulu yağ ve merhemlerin Doğu’nun ve özellikle de


Perslerin buluşu olduğunu aktarırlar. Bu yağ ve merhemler, başlangıçta kült-
sel törenlerde veya kült heykelinin yağ ve balsamlarla ovulmasında ve cena-
ze merasimlerinde daha sonraları şölen gibi toplu yenen yemeklerde, sabah
uyandıktan sonra banyo sırasında ve sonrasında kullanılmaktaydı. Söz konu-
su yağlar arasında gülyağı da bulunuyordu. Gülün tanrılara has bir bitki ol-
maktan çıkıp dünyevileşmesi sürecinde, gül yağı ve gül parfümü de müstesna
yere sahip olanların manevi anlamda diğerlerinden farklı kılınmasına aracı
bir madde olmaktan çıkıp sıradanlaşır, ölümlülerce “dikkat çekme” çabasının
bir aracı durumuna dönüşür. Bu sürecin Geç Arkaik dönemde başladığını
varsayabiliriz. Hellenistik dönemin şatafatını başlangıçta reddeden ama Kıta
Yunanistan’ı, Anadolu, Mısır ve Suriye topraklarında egemenliği eline geçir-
dikten sonra yavaş yavaş kültürel anlamda Grek yaşam biçimini benimseyen
Erken İmparatorluk Dönemi Roma’sında artık ihtiyaç olarak görülen madde-
ler arasında gülyağı veya gül balsamı gibi maddeler de bulunuyordu.

Baharın simgesi olarak gül

Günümüzde olduğu gibi geçmişteki algı da baharın gelişinin güllerin açma-


sıyla, gülün açmasının baharın gelişiyle olduğu yönündedir. Yazılı kaynaklar
her ne kadar çok önceden baharın gelişini veya bahar ayını gülle özdeşleştir-
seler de antik dönem eserlerinde gülün baharın simgesi olarak gösterilmesi
genellikle Roma dönemine rastlar. Özellikle dört mevsimi gösteren moza-
iklerde veya ‘mevsim lahitleri’ olarak adlandırılan lahitlerde gül, elinde gül
demeti tutan veya başında gül çelengi olan genç bir kadın olarak gösterilir.

Arkeo Duvar / 112


Gül ve aşk

Aşk tanrıçası Afrodit’in simgesi de güldür. Arkaik dönemden başlayarak aşka


dair pek çok şiir ve düz yazıda her ikisi birlikte anılır. Sevenler sevdiklerine
gül çelengiyle gider. Roma kaynaklarında gelinin başında gülün de olduğu
çeşitli çiçeklerden oluşan bir çelenk taşıdığına değinilir. Gelin çelengi bu şek-
liyle bereket ve üretkenliğe işaret eder.

Özel yaşamda gül

Grekler toplu yapılan içkili yemeklerinde bir araya geldikleri mekânı sarma-
şık dalı ve çeşitli çiçeklerle süslemekle kalmıyor, başlarında da hoş kokulu çi-
çeklerden ve özellikle de gülden çelenkler taşıyorlardı. Greklerin şölen gele-
neği Romalılara da geçmiş, başlarda gül çelengi taşıma âdeti devam etmiştir.
Romalıların yaptığı “gül yemeği” ve içkili partilerinin en pahalısının İmparator
Nero tarafından düzenlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Gül ve ölüm

Campania’daki bir mezar odasında bulunan tasvir, gülün tazeliğin ve güzelli-


ğin olduğu kadar solmanın ve faniliğin de simgesi olduğunu göstererek güle
ilişkin yeni bir simgesel boyuta işaret eder. İlk önce Geç Klasik dönemde de-
ğinilen gülün solması ve dünyada geçicilik teması Hellenistik dönemden iti-
baren de şairlerin başlıca konularından biri olmuş ve Orta Bizans dönemine
dek gülün solması hastalık, yaşlılık ve ölümle bağdaştırılmıştır. Özellikle me-
zar epigramlarında genç yaşta ölme, narin bir çiçeğin veya gülün açmaktay-
ken koparılmasına benzetilir.

Ölü kültü ve gül, Rosalia

Antik Roma’da şölen ve törenlerde çelenkleri hazırlayanların oluşturduğu,


kendilerine coronarii ya da kadınlardan oluşuyorsa coronariae adı verilen
çelenkciler bir meslek grubu olarak ortaya çıkmıştır. Roma dönemi lahitlerin-
de bu meslek grubu çalışırken gösterilmiştir. Bu lahitlerde gül girlandlarını
sepetlerle taşıyanların rosalia adı verilen ve mayıs ayında yapılan, ilkbaharın
gelişini kutlamaya yönelik şenliklerle ilgili olduğu öne sürülebilir.

Arkeo Duvar / 113


Rosalia töreni kesintisiz olarak
Hıristiyanlık dönemine dek de-
vam etmiştir. Aynı tören içerik
değiştirerek Hıristiyanların tö-
ren geçidi olarak devam eder.
Rosalia Festivali’nin diğer bir
yönü de mezarlıklarda ve ölen
kişinin mezarı başında yapılan
törenlerdir. Gülle ilgili ve yine
mayıs ayı başlarında, muhte-
melen 9-13 Mayıs tarihleri ara-
sında yapılan diğer bir şölen
de Roma ordusunun Rosaliae
Signorum festivalidir. Bu tören-
de ordu flamaları gül ve gül çe-
lenkleriyle süslenirdi.

Anadolu’da gül dikimi ve gülsu-


yu üretimi yapıldığını ise ünlü
gezgin İbn-i Batuta’nın seya-
hatnamesinden öğrenmekte-
yiz. 20. yüzyılda Bulgaristan’dan Anadolu’ya yapılan göçlerle gül tarımı ile
ilgilenenler yeniden gül üretimini canlandırmıştır. Günümüzde ise gelişen
endüstri ile beraber gül, özellikle farmakolojide, gül suyu, gül yağı olarak kul-
lanılır ve gül lokumu, gül şerbeti olarak tüketilir.

Arkeo Duvar / 114


Kırsal kimliğin yaşayan
tanıkları: Tarım terasları
Gerekçesi ne olursa olsun kontrolsüz hayvancılık gerçekte tarıma
karşıdır ve onun işlevini giderek yitirmeye başlamasına koşut bir
tahribat gösterir. 20. yüzyılın ortalarından itibaren geleneksel ta-
rımda baş gösteren çöküş süreci sadece Leleg/ Bodrum Yarımada-
sı’nı değil tüm Ege ve Akdeniz bölgesini kapsadı. Bu süreçte büyük
ölçüde terkedilen tarım terasları da ekilip dikilmeyen alanlara dö-
nüştü.

Prof. Dr. Adnan Diler


Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü

B ir kültür kuramcısı olan Victor Hehn avcı-toplayıcı ilkel toplumdan yer-


leşik yaşama geçişin ilk ve en önemli adımının sanıldığı gibi tarım değil
ağaç dikimi ile ilgili olduğuna dikkat çekmişti. Onun savına göre tarımcılık-
ta öngörü denilen şey “yalnızca bahardan güze kadardır” oysa ağaç meyve
verene kadar yıllarca bakılmak ister. Gerçekten, toprağı işlemekle başla-
yan ve uzun yıllar devam eden bir emek gerekir ki farklı tarım yapıları ve
döşemlerinin ortaya çıkıp gelişmesine de bu uğraş öncülük etmiştir. Tarım
yapılarının geçmişten günümüze ulaşan en önemli kalıntıları ise göçebe
kültürlerle bağdaşmayan tarım teraslarıdır.

Arkeo Duvar / 115


Tarım terasları, zeytin ve üzüm asmaları ile Ege-Akdeniz bölgesinin kırsal
peyzajını temsil eder. Tüm bahçelerin prensesi zeytin ağacını ana vatanı
Anadolu-Kuzey Suriye-Levant bölgesinden batıya taşıyan göçmenler, onu
marjinal alanlarındaki tarla sınırlarından başlayarak giderek yükselen nis-
peten az verimli yamaçlarda yetiştirmiştir.

Termera. Tarım Terasları ve kırsal peyzaj. Gerga tarım terası.

Tarım terasları, bereketli düz alanlar dışında kalan bölgelerdeki eğimli ara-
zilerde tarıma elverişli yeni alanlar yaratmak, zeytin ağacı ve asma kütüğü
gibi kök gelişimine uygun bitkiler için derin bir toprak dolgusunu oluştur-
mak ve yağışlı bölgelerde yağmur sularının derinde toplanarak toprağın
nemini uzun süre korumak gibi amaçlar için inşa edilmiştir. Tarım terasları-
nın bugün artık hiç kullanılmayan birçok bölgedeki örneklerinin üzerindeki
toprakla günümüze sapa sağlam ulaşması onların erozyonunu önleyici çok
önemli bir işlevini de gösterir. Öyle ki tarım teraslarının yıkıldığı alanlarda
toprak, anakaya düzlemine kadar neredeyse tamamen yok olmuştur.

Tarım teraslarının hangi bitkiler için yapıldıkları sorusuna yanıt vermek her
zaman yanıltıcıdır. Ayrıca teraslara dikilen bitkilerin insan eliyle sulandığına
dair neredeyse hiçbir yerde kanıt bulunamamıştır ki onların kuru tarım için
inşa edildiğini söyleyebiliriz; sulama sadece yabanıl ağaçların taşınmasın-
da zorunludur. Bunun yanında tahıl ekimi için toprağı sürmede kullanılan
pulluğu üst üste dizgeler halinde devam eden teraslara taşımanın güçlüğü
düşünülürse Ege ve Akdeniz’in yan yana yetişen karakteristik bitkileri olan
zeytin ağacı ve asma için daha uygun olduğu söylenebilir. Buna karşın yerle-

Arkeo Duvar / 116


şim merkezlerinden kısmen uzak
yerlerdeki düz arazilere yakın
yerde sulamaya olanak tanıyan
terasların hububat ve baklagiller
için de kullanıldığını söyleyebiliriz.
Araştırmacı H. Lohmann Girit’te
yerleşimlerden uzak marjinal ta-
rım arazilerindeki terasların 1950
yıllarından önce hububat ekimi
için kullanıldığını söylemektedir.
Özellikle ömrü çok uzun zeytin
ağaçları ender de olsa hâlâ te-
raslar üzerinde yaşıyor olabilir ki
bunlar tarım teraslarının geçmişe
dönük kullanımları için de bir fikir
verebilir. Zeytin ağacı (Suat Çağlayan Arşivi).

Yazılı belge ve kaynakların eksikli-


ği nedeniyle tarım teraslarının na-
sıl bir organizasyonla inşa edildi-
ği konusunda doyurucu bilgilere
sahip değiliz. Rodos’un karşı kıyı-
sındaki Datça-Bozburun yarıma-
dalarında yoğun olarak görülen
tarım terasları Rodos’un mülkiye-
Bozburun, Üçeren mevkii tarım terasları.
tindeki topraklarda kalır. Bu ne-
denle MÖ 3. yüzyılın ilk yarısından
MÖ 2. yüzyıl içlerine kadar devam
eden süreçte Rodos kontrolünde
ve aynı dönem içinde inşa edil-
diklerini söyleyebiliyoruz. Eğimli
arazilerde yapılan teraslarda açı
ortalama 25-35 derece civarında-
dır. Santoroni’de olduğu gibi bazı
durumlarda eğimi 45 dereceye
kadar yükselen yamaçlarda inşa Bozburun, Adaboğazı Karagöl Tepe mevkiii
teras duvarı.
Arkeo Duvar / 117
edilen teraslar, arazinin yapısına
göre paralel, basamaklı ya da cep
şeklinde tasarlanmıştır. Teraslara
ulaşım aşağıdan kısa patikalarla
sağlanabilmektedir. Toplama yer-
li taş ve kazılan alanlardan çıkarı-
lan toprak dolgudan inşa edilen
teraslar her zaman kuru duvar
tekniğinde inşa edilseler de sağ-
lam bir yapıdadır. Pedasa kazısın- Pedasa tarım terasları.
da incelediğimiz örneklerde teras
duvarlarının altta anakaya düzle-
mine düzeltilerek özenle oturtul-
duğu tespit edilmiştir. Dayanık-
sızlığı nedeniyle toprak teraslar
ender bir uygulamadır.

Hayvanların kolayca tırmanama-


yacağı yüksekliğe sahip teras du-
varları sığır, keçi ve koyun gibi hay-
vanlara karşı mülkiyeti de temsil
eden çevre duvarlarıyla (hamasa)
sınırlandırılmışlardır. Ancak bu-
nun her zaman böyle olmadığını
söyleyebiliriz. Hayvan sürülerinin
çobanlar tarafından kontrollü ot-
latıldığı bölgelerde çevre duvarla-
rı görülmez. Bu durum Rodos’un
karşı kıyısında tarımın merkezi
yönetim tarafından denetlendiği
dönemlerde yapılan teraslarda
da böyledir.

Leleg Yarımadasında kırsal peyzaj. Bodrum


Mimarlık Kütüphanesi, Suha Özkan Arşivi.

Arkeo Duvar / 118


Tarihlenen ve tarihlenmeyen tarım terasları

Kırsal nüfus, merkezi kentlerde yaşayan okur yazar kesime göre yazı kullan-
mıyordu. Bu nedenle arazi sınırlarını tanımlayan horos (sınır taşları) dışın-
da onların ne zaman inşa edildikleri hakkında yazılmış bir belge neredeyse
hiç yoktur. Bazı araştırmacılar yapı duvarlarıyla karşılaştırarak teraslar için
bir tarih önerse de üzerinde yapı olmaması nedeniyle kuru duvar tekniğin-
de inşa edilen terasları bu yolla tarihlemek neredeyse olanaksızdır.

Doğu Akdeniz bölgesinde Kalkolitik dönemden beri tanınan zeytin ağacı ar-
keolojik kayıtlara göre Anadolu, Girit ve Kıbrıs’ta Orta ve Geç Tunç Çağı bo-
yunca yaygınlaşmış olsa da ağaç dikimlerinin ne zamandan beri teraslara
taşındığı konusunda bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Girit Adası’nın doğu ucun-
daki tarım terasları MÖ 1750 yıllarına tarihlendirilmiştir. Ayrıca, Miken’de
teraslar üzerinde tarım yapıldığı konusunda araştırmalara dayalı bilgiler
bulunuyor. Polen analizlerine göre, teraslar üzerinde tarımın yaygınlaştığı
zaman, Erken Demir Çağ olarak kabul edilmektedir. Bu döneme ait tarım
yapı ve teraslarının örnekleri antik belgelerde Karyalılar’ın (Kar’lar) ataları
olarak gösterilen Leleg toplumu tarafından kurulan önemli kentlerden biri
olan Termera teritoryumunda tarafımızdan belgelenmiştir. Benzer şekil-
de Yarımada Leleg yerleşmelerinin metropolisi olan Pedasa’da yerleşimin
mutlak yönetim merkezi olan Yukarı Kale’yi dört yönde saran tarım terasla-
rının MÖ 6-5. yüzyıllarda inşa edildikleri anlaşılmaktadır. Aynı teraslar Geç
Antik ve Doğu Roma Dönemi boyunca da kullanılmıştır.

Eski Çağ’da tarım sadece Anadolu için değil tüm bölgelerde yaşamsal öneme
sahipti. Attika gibi güçlü bölgelerde MÖ 4. yüzyıldan itibaren tüm araziler
tarım teraslarıyla donatılmıştı. Ege’nin doğu ve batı yakasındaki kentlerde
yaşayan halkların yüzde sekseni kırsal kesimde barınıyordu. Teraslar, Ege
ve Akdeniz’de Hellenistik ve Roma dönemlerinin değişen zaman aralıkla-
rında farklı bölgelerdeki siyasi, ekonomik, sosyal ve doğal çevrenin değişen
koşulları tarafından tanımlanan süreçlerde kullanım görmüştür.

Helenistik dönem boyunca Rodos’un parea’sı (mülkü) olan topraklarda MÖ


3. yüzyılın ilk yarısından başlayıp MÖ 2. yüzyıl boyunca devam eden süreç-
te Rodos’un kontrolünde Datça ve Bozburun yarımadası yerleşmelerinde

Arkeo Duvar / 119


eğimli yamaçlar neredeyse tamamen teraslarla donatılmıştı. Bununla am-
phora üretim atölyeleri ve geniş arazilere yayılan çiftlikler ışığında üretimin
Rodos kontrolünde dış pazara hizmet ettiği anlaşılıyor. Bölgede W. Held
başkanlığında yürütülen araştırmalar sonucunda MÖ 3. yüzyıl boyunca de-
vam eden hareketliliğin 2. yüzyılda giderek gerilemeye başladığını ve MÖ
1. yüzyıldaki canlanmanın ardından MS 5.- 6. yüzyıllarda yeniden hareket-
lendiğini anlıyoruz. Rodos’un karşı kıyısı için çizilen bu resim başta Kilikya
olmak üzere birçok bölgede az ya da çok benzer değişimle yinelenmiştir.
Karya ve Likya gibi ulaşımı güç ve nüfusun yüzde doksandan fazlasının kır-
sal bölgelerde yaşadığı bölgelerde tarımsal üretimlerin tümüyle yönetim
tarafından kontrol edildiği düşünülemez. Filistin ve Suriye’deki MS 6. yüzyıl
başında görülen büyük kuraklık ve 603- 630 yılları arasındaki Arap Akınla-
rı ve işgaller tarımın gerilemesi hatta bazı bölgelerde yok olmasına neden
olmuştur. Roma’nın yayılmacı politikası Traian’ın doğu seferi ve Veteranla-
ra verilen imtiyazlar tarımın başta Antiocheia gibi kentlerde canlanmasına
neden olmuştur.

Yarımada’nın eski yerleşik halkı olan Lelegler tarımı tepe düzlüklerinde,


eğimli arazilerde inşa ettikleri teraslarda yaptılar; hayvanlarını otlaklarda,
tokatlarda, çevirmelerde yetiştirdiler. W. Radt’ın yaptığı yüzey çalışmaları ile
yaptığımız kazı ve araştırmalarda tespit ettiğimiz tarım terasları, bize Leleg
Yarımadası’nın ekonomisi, tarımsal üretimi ve bunların sosyal yaşantıları
hakkında bazı bilgiler veriyor. Yarımada’nın Antik Çağ işlik ve tarım teras-
ları barışın simgesi zeytin ağacı ve üzüm asmalarının yaşadığı bu coğrafya,
zeytinyağı ve şarap üretiminin belgeleriyle döşelidir. Yarımada’da Myndos
ile kuzey kıyının doğusundaki Bargylia arasındaki bölgeden başka; Küdür
Yarımadası’nda yürüttüğümüz
yüzey araştırmasında belir-
lenen işlik ve tarım terasları
ışığında, sezon başına 45 bin
litre yağ üretilerek dış pazara
sunulduğu ortaya konulmuş-
tur. Kefaluka (Aspat) Eski Çağ
buluntuları, bu yörede şarap
üretimi ve sevkiyatının yoğun-
luğu hakkında değerli kanıtlar-
dır. Küdür, Paşa Limanı ve zeytinyağı işlikleri.

Arkeo Duvar / 120


Ege ve Akdeniz’in tüm bölgele-
rinde tarım terasları, çiftlik ev-
leri ve hayvan çevirmeleri olan
tokatlar yan yana görülürler.
Üreticilerin kendini geçindir-
diği küçük ölçekli ekonomileri-
nin Antik dünyadan günümüze
ulaşan örnekleri Leleg Dönemi
çiftlik evleri olan “compound”
türü yuvarlak, birleşik yapılar- Pedasa, Evcil Ören, çiftlik evi.

dır. Büyük çoğunluğu ulaşımı


zor, eğimli tepe ve yamaçla-
rındaki kayalık alanlarda ko-
numlanan bu yapıların, büyük
ölçüde keçi beslemeye yöne-
lik kırsal yaşamla ilgili olduğu
açıktır.

Terkedilen tarım terasları

Ege ve Akdeniz’in tüm bölge-


lerindeki mütevazı koşullara
sahip kırsal nüfus, hayatını
ancak tarımsal üretim ve hay-
vancılığa dayalı geçim ekono-
misi ile sürdürebilmiştir. Bu
resim 1970’li yıllar ve sonra-
sında turizmin giderek ağırlık
kazanan bir sektöre dönüşme-
si sürecine paralel bir şekilde
değişecektir. 1980’li ve izleyen
yıllarda bölgenin, turizme dö-
nük yüzüyle ekonomisine yön
verdiğini görüyoruz. Tarlalara,
çayırlara, mandalina bahçele-
Zeytin Hasadı (Mingioli,1901).
rine, otlaklara oteller, apartlar,

Arkeo Duvar / 121


yazlık evler, siteler yapılmış; bir zamanlar üzerinde tarım yapılan ve geçmi-
şin kırsal karakterini yansıtan tarım terasları terkedilmiş; doğal ve kültürel
çevreyle uyumlu bir yaşamdan uzaklaşılmış; yeşil ise binaların çevresinde
doğanın bir parçası olmanın ötesinde bir süs unsuru, bir dekorasyon ola-
rak işlevlendirilmiş; sular kirletilmiştir. Kırsal kimliği temsil eden doğal silu-
et bozulmakta; ormana, tarihi kalıntılara ve geleneksel yapılara duyarsızca
zarar verilmektedir. Oysa doğa ile bütünleşmiş yüksek kaliteli kültür turiz-
minin gereksinimi olan gerçek ama görülmeyen değerler bunlardır, bölge-
mizde ihtiyaç duyulan turizmin tam da bunlara ihtiyacı vardır.

Zeytinyağı ve şarap üretimi

Karya’ da eski çağın zeytinyağı ve şarap üretiminin boyutunu saptamada


yazılı belgeler dışında kullanabileceğimiz somut veriler tarım terasları ve
işliklerdir İşliklerin anakaya içine oyulmuş örneklerinde donanımların yağ
ve şarap gibi ne tür bir endüstriyel üretime yönelik olduğunu anlayabiliyo-
ruz. Bunun yanında, büyük kısmı kaybolmuş ya da tahrip edilmiş işliklerin
günümüze kaçta kaçının ulaşmış olabileceğini tam olarak söyleme olanağı-
mız ise neredeyse yoktur. Akdeniz’in bütün zamanlarının en değerli bitkisi
olan zeytin ve asma için oluşturulan tarım teraslarıyla; pek çok bölgede ol-
duğu gibi Karya’ da da yağ ve şarap üretiminin boyutu ve dönemi konusun-
da önemli bilgilere ulaşılabilir. Bu konuda tarım teraslarına yakın alanlarda
bulunan yerleşik işlik döşemleri önemli bir dayanaktır. Gerek W. Radt’ın
yaptığı yüzey çalışmaları ile gerekse tarafımızdan yapılan yüzey çalışmaları,
Pedasa ve Termera kazıları sonucunda Leleg Yarımadası’ndaki ekonomik
yapı ve tarımsal üretimin boyutu ve insan yaşamındaki rolü hakkında belli
ölçülerde bilgi sahibi olabiliyoruz.

‘Mareşal’ yardımının etkileri

Geçtiğimiz yüzyılın ortasına yaklaşık kredi borçlanmalarıyla makinalı tarı-


ma geçişi sağlayan “Mareşal” yardımına kadar tarihi ve doğal peyzaj değiş-
memişti. Adını, programı hazırlayan, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mar-
shall’dan alan kredi kullanıcıları, yardımı o zaman iyimser bir yaklaşım ile

Arkeo Duvar / 122


üretim verimini arttırma yönünde değerlendirmişlerdir. Ancak makinalı ta-
rıma geçiş sürecinin başlangıcı olan bu dönem, aynı zamanda geleneksel
üretimlerin terk edilmeye evrileceği gelişmeleri de hayata geçirmiştir. Ör-
neğin Bodrum Yarımadası’ndaki mandalina bahçelerinde kuyulara motor
takılarak ağaçların sulanması bu dönemde gerçekleşen yeniliklerdendir.
Mandalina üretimi artmış, ürün sevkiyatında kamyon taşımacılığı öne çık-
mış, buna karşılık deniz taşımacılığı giderek terkedilmiştir. Naylonlar, plas-
tikler, margarinler çarşıda, pazarda satılır olmuş. Günlük yaşama giren nay-
lon pabuç, sentetik dokuma gibi pek çok eşya insanların işini kolaylaştırmış
gibi gözükse de doğal çevrenin ve geleneksel üretim ve doğa kullanımları-
nın olumsuz yönde etkilendiği bir yok oluş süreci de böylece başlamıştır.

Kontrolsüz hayvancılık tarıma karşıdır

Gerekçesi ne olursa olsun kontrolsüz hayvancılık gerçekte tarıma karşıdır


ve onun işlevini giderek yitirmeye başlamasına koşut bir tahribat gösterir.
20. yüzyılın ortalarından itibaren geleneksel tarımda baş gösteren çöküş
süreci sadece Leleg/Bodrum Yarımadası’nı değil tüm Ege ve Akdeniz böl-
gesini kapsadı. Bu süreçte büyük ölçüde terkedilen tarım terasları da ekilip
dikilmeyen alanlara dönüştü. Tarım teraslarının üzerinde inşa edildiği yak-
laşık 1m kalınlığındaki birkaç bin yılda oluşmuş toprağın tanımı bir arkeo-
log, bir jeolog ya da bir sosyoloğa göre değişebilir. Ancak değişmeyecek tek
doğru tanım onun kaynak değeri olan yaşamı temsil etmesi ve geçmişte
olduğu gibi bugün ve geleceğin dünyası için taşıdığı önemdir.

Dağa bırakılmış sığırlar (Bodrum Mimarlık Kütüphanesi, Suha Özkan Arşivi.)

Arkeo Duvar / 123


BESLENMENİN TARİHİ

Eski Roma’da
tarım
Roma tarımına en çok hizmet eden teknolojik buluş su kemerleriy-
di, şehirlere uzak su kaynaklarından taze ve devamlı su sağlamak
amacıyla inşa edilen su kemerleri arazilerin verimini artırmaya da
yardımcı oldu. Bu sayede daha iyi sulanan arazilerden daha çok
verim elde edildi. Sulamayla birlikte doğal gübrelemeden de ha-
berdar olan Romalı çiftçi ürününün kalitesini ve miktarını artır-
mak amacıyla her yolu denedi diyebiliriz.

Doç. Dr. Ali Güveloğlu


Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

İ nsan, dünyaya yaşamını sürdürebilmek için durmaksızın beslenme zo-


runluluğuyla geldi. İlk zamanlarda seyrek nüfusun içinde yaşadığı bere-
ketli çevrede bu gereksinimini hiç zorlanmadan giderdi. Ne kadar süreyle
bu şekilde beslendiklerini ve ihtiyaçlarının ne kadarını düzenli olarak kar-
şılayabildiklerini söylemek zor, ancak günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce
Yakındoğu’da birileri bu gidişattan sıkılmış olacaklar ki ellerinin altında da-
imî yiyecekleri olsun istemişler. Toprağı işleyip sürekli besin kaynağına sahip
olan atalarımız evlerinin yakınına inşa ettikleri ahırlara da küçük baş hay-
vanlar koyarak hayvansal ürünlerden de yararlanmanın yolunu bulmuşlar.

Arkeo Duvar / 124


Tarlalarının yakınında yerleşik hayata geçmek konforlu gelmiş olacak ki iki
bin yıl içinde bilinen dünyanın büyük çoğunluğu bu tür bir yaşam ve üretim
biçimini benimsemişti. Romalılar önce İtalya’yı ardından tüm Akdeniz coğraf-
yasını kontrolü altına aldığında insanlık, tarım kültürünü başlatalı en azından
7 bin yıl olmuştu.

İlk çiftçilerin kullandığı aletler. Tarımın yayılımı.

Eski Roma’da tarım faaliyetlerinin yürütüldüğü araziyi üç farklı evrede görü-


yoruz. İlkin kuruluş döneminde seçkin ailelere eşit miktarda verilen veya zor-
la elde ettikleri manucipium adlı arazilerle bir nevi kişisel mülkiyet oluşturu-
yordu. Cumhuriyet dönemiyle birlikte mülkiyet biçimi dominium adını aldı;
artık toprak sahibi kökten sahiplik iddiasında bulunamıyor, sadece işlediği
topraklarda hakim olduğu iddiasını sürdürüyordu. MÖ 3. yüzyıldan itibaren
Romalılar önce İtalya’nın tamamını ardından da Sicilya, Korsika, Kuzey Afrika,
Makedonya ve MÖ 133-129 arasında Batı Anadolu topraklarını ele geçirme-
ye başladılar. Her şeye uygun bir isim bulma konusunda mahir olan Roma-
lılar deniz aşırı ülkelerde ele geçirdikleri tarım arazilerini proprietas olarak
adlandırdılar. Bu ismi türetirken provincia teriminden yararlandılar.

Arazi–mülkiyet kavramları

Provincia’yı biz eyalet olarak adlandırsak da ilk ortaya çıktığı dönemde bir ko-
mutana deniz aşırı toprakları ele geçirmesi için sınırlı bir süre ve alan için ge-
çerli olan emretme yetkisi anlamına geliyordu. MÖ 1. yüzyılın son çeyreğin-

Arkeo Duvar / 125


de yönetimin Cumhuriyetten İmparatorluğa dönüşmesiyle birlikte diğer pek
çok şey gibi arazi–mülkiyet kavramlarında da değişiklik yaşandı. Artık kişiler
ellerinde bulundurdukları topraklar üzerinde mülkiyet iddiasından çok hü-
kümdarlık iddiasını yürütüyordu; tarım yapılan arazi devlete aitti ve adı ager
publicus idi. Özel mülkiyetteki arazi ager privatus olarak adlandırılmıştı, bu
tür arazide yapılan tarım başlarda küçük çaplı olduğundan ya bölgesel kalıyor
ya da kişinin kendi ihtiyaçlarını karşılıyordu. Ager privatus’un sakıncalı yan-
larından birisi satışının mümkün olmasıydı. İmparatorluk dönemi zenginleri
bu açık kapıyı bir fırsata çevirmiş ve küçük çiftlikleri tek elde toplayarak dev
arazilere sahip olmuştu. Bu sayede arazinin üzerindeki devlet kontrolünü kı-
sıtlayarak latifundium adlı çiftliklerde üretim yaptılar. Aslına bakılırsa bu so-
runu ilk fark edip çözüm bulmaya çalışan kişi Tiberius Sempronius Gracchus
olmuştur. MÖ 133 yılında halk temsilcisi olarak seçilirken kişilerin elinde bu-
lundurabileceği arazi miktarını 500 iugara (yaklaşık 125 hektar) ile sınırlan-
dırma sözü veren Graccus’un amacı bu miktarı aşan araziye el koyup onu bir
aileye yetecek boyutlara bölüp yoksul köylülere dağıtmaktı. Başlarda yoksul
halk tarafından hoş karşılanan bu girişim yasa teklifini oylayacak senatörler
tarafından engellenmeye çalışıldı; çünkü büyük arazi sahiplerinin çoğu onlar
arasında yer alıyordu. Gracchus ilk yılında küçük bazı başarılar elde ettiyse
de asıl amacına ulaşamadan MÖ 132’de yeniden temsilci seçilmeye çalışır-
ken zengin toprak sahiplerinin kışkırtması sonucunda öldürüldü.

Ager Publicus ve Latifundium

Ondan on yıl sonra MÖ 123’te bu


kez küçük kardeşi Gaius Sempro-
nius Gracchus aynı vaatlerle orta-
ya çıkıp aynı mevkiyi ele geçirdi;
kaderi ve sonucu da ağabeyinin-
kinden farklı olmadı. İki kardeşin
toprak reformu vaatleri sırasında
küçük çaplı kazanımlar ve bir mik-
tar da toprak elde etmeyi başar-
mış olan küçük bir grup daha MS Gracchus Kardeşler (Temsili Çizim).

Arkeo Duvar / 126


1. yüzyılın ilk çeyreği dolmadan ellerindeki toprakları ve imtiyazları kaybettiler.
Böylece latifundialar artık Roma tarım tarihinin resmi birer parçası olmaya
başladı.

Artık MS 2. yüzyıla gelindiğinde Romalıların Ager Publicus ve Latifundium adlı


iki farklı tür arazide kendi dönemleri için konvansiyonel denilebilecek boyutta
tarımsal üretim yaptıklarını biliyoruz. İsimleri ve statüleri farklı olmasına karşın
her ikisinde de üretim süreçleri köle gücüne dayalıydı. Romalılar bu topraklar-
da ilk olarak arpa, buğday ve akdarı üretiyorlardı. Bunlardan başka en çok üre-
tilen sebzeler arasında soğan, pırasa ve lahana yer alıyordu. Plinius’tan öğren-
diğimize göre İtalya’nın kuzey bölgeleri üzüm üretiminde daha revaçta iken
güneyde elma, armut, erik gibi ağaçlarda yetişen meyveler üretiyordu. Zey-
tin yarımadanın en önemli tarımsal ürünüydü, çünkü ürün hasadından sonra
endüstriyel bir boyuta taşınıyor ve zeytin yağına dönüştürülüyordu. Tarımla
birlikte hayvancılığın gelişmesi beklendiği gibi oldu. Adını Herkül’ün kaybettiği
danası Vitilius’tan alan İtalya yarımadasında en çok yetiştirilen dört bacaklı hay-
van sığır oldu, onu koyun ve domuz takip etti. Çiftliklerin yakınlarında bulunan
ahırlarda yetiştirilen hayvanlardan
köleler sorumluydu. Cato ve Colu-
mella arazinin ne şekilde işlenme-
si gerektiğini ayrıntılı olarak anlat-
mışlardı, daha güçlü erkek köleler
ağır işlerde çalıştırılmalı, güçsüz-
ler, kadınlar ve çocuklar toprak ça-
palama, çürük meyveleri ayıklama
ya da ambar ile tarla arasında yük
taşıma işlerine koşulmalıydı. Üre-
timi koruma ve sürdürme ama-
cı güden bu tür çiftliklerde hasta
kölelerin bulundurulması bile hoş
karşılanmıyordu, bunlar hem iyi-
leştirme masrafı çıkarıyor hem de
hastalığı diğer kölelere bulaştırma
riski taşıyordu, o halde derhal sa-
tılmalıydılar Cato’ya göre.
Roma dönemine ait bir çapa.

Arkeo Duvar / 127


Su kemerleri

Roma’da saban, kürek, kazma, bel, dirgen gibi basit el aletlerinin yanı sıra ha-
sat sırasında işi kolaylaştıran dönemine göre gelişmiş aletler de bulunuyor-
du. Bunlar günümüzün biçer döverlerinin atası gibi iş görürken bir hayvan
tarafından sürülüyor ve bir insan tarafından kullanılıyordu. Teknik olarak ön
tarafa takılan orakların kestiği buğday sapları ile birlikte aletin ön tarafın-
da bulunan hazneye birikiyordu. Gallic Vallus olarak da adlandırılan bu il-
kel alet Romalıların işini epeyce kolaylaştırmış olmalı. Ancak Roma tarımına
en çok hizmet eden teknolojik buluş su kemerleriydi, şehirlere uzak su kay-
naklarından taze ve devamlı su sağlamak amacıyla inşa edilen su kemerle-
ri arazilerin verimini artırmaya da
yardımcı oldu. Bu sayede daha iyi
sulanan arazilerden daha çok ve-
rim elde edildi. Sulamayla birlikte
doğal gübrelemeden de haberdar
olan Romalı çiftçi ürününün kalite-
sini ve miktarını artırmak amacıyla Roma Dönemi hasat makinesi (Gallic Vallus).
her yolu denedi diyebiliriz.

İtalya toprakları her zaman güllük gülistanlık değildi; bir kere kendi güven-
liğini sağlamak zorundaydı. Çünkü gece yarısı baskınıyla hemen her zaman
çiftliğiniz yağmalanabilirdi, ancak biz daha büyük tehlikelerden söz edeceğiz.
Mesela MÖ IV. yüzyılın ilk çeyreğinde Roma’yı kuşatıp ağır bir yenilgiye uğ-
ratan Galler saldırıları sırasında çevre köylere ağır zararlar verirken, köylü-
ler topraklarını bırakıp kaçmak zorunda kalmıştı. Yaklaşık 150 yıl sonra Orta
İtalya köylüsü bu sefer daha büyük ve daha uzun süren bir tehditle karşı
karşıya geldi. MÖ 218-201 arasında Kartacalı komutan Hannibal’in İtalya’da
yürüttüğü kovalamaca ve savaşlar Roma’nın tarım kültürüne ciddi anlamda
zarar vermişti, bu savaşlar sırasında orta İtalya’da yerleşik tarımla uğraşan
köylü sınıfı can güvenliğini sağlamak için korunaklı şehirlere yerleşti. Savaş-
lar kısa sürse de etkileri büyük oldu, toprağı terk eden köylüyü bir kez daha
toprakla bütünleştirmeye daha çok vardı. Nihayet MÖ 146’da Kartaca tehli-
kesi bertaraf edildi. Ancak çok geçmeden MÖ I. yüzyıla damgasını vuran iç

Arkeo Duvar / 128


savaşlar patlak verdi. Bu sırada Roma özellikle buğday temininde neredeyse
tamamen dışa bağımlı hale geldi. Topraklar terk edildiği gibi çiftçilik geleneği
de kesintiye uğramış, yeni gelen birkaç neslin atadan kalma bilgi birikimiyle
bağlantısı kesilmişti.

Romalıların tarım kültürüne dair yazılı eserleri ilk olarak Kartacalı Mago’nun
kendi dilinde kaleme aldığı düşünülen ‘Rusticatio’ adlı eserine dayanır, eser
günümüze ulaşmadıysa da uzmanlar Romalı yazarları etkilediği yönünde
hemfikirler. Akıllı bir imparator olan Augustus MÖ 27’de yönetimin başına
geçerken bu kesintinin farkındaydı. Onun teşvikleriyle başlatılan bir devi-
nimle Columella, Varro ve Plinius’un eserleri Romalı köylünün yeniden top-
rakla bağ kurmasını sağladı. Eski bilgiler yeniden hatırlandı ve İtalya köylüsü
yeniden tarım yapmaya başladı. Roma devleti emri altındaki ager publicu-
sun miktarını biliyor, bu araziden ne kadar tahıl üretileceğini öngörüyor, bu
miktar üzerinden alacağı vergiyi hesaplıyor ve gereksinimlerini düzenleyebi-
liyordu. Hatta bu araziden çıkan tahılla ne kadar asker besleyebileceğini ve
halkı doyurabilmek için daha ne kadarına ihtiyacı olduğunu da biliyordu.

Tarımsal üretim hesaplamaları bir kenara bırakıldı, Odoakr


krallığında tarımsal ürün elde etmenin yolu sefere çıkmak
olmuştu!

Arkeo Duvar / 129


Germenler şarap yerine bira içtikleri için Romalıların engin
üzüm bağları sahipsiz kaldı, bira yapmak için gerekli
arpayı ya yağma yaparak ele geçiriyor ya da kölelerine
yetiştirtiyorlardı.

Kaybedilen topraklar

MS 3. yüzyıldan itibaren işlerin Roma aleyhine yol aldığını söylemek yanlış


olmaz. Önce Mezopotamya ve Balkanlar sonra Güneydoğu Avrupa ve Afrika
toprakları birer birer kaybedildi, ardından İtalya ve Roma da kaybedildi. Böy-
lece 476 yılında Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı, yerine Germen kabile şef-
lerinden Odoakr tarafından İtalya Krallığı kuruldu. Böylece bin yıldan uzun
süredir aralıksız olarak devam ettirilen gelenekler birdenbire kesintiye uğra-
dı. Germenler şarap yerine bira içtikleri için Romalıların engin üzüm bağları
sahipsiz kaldı, bira yapmak için gerekli arpayı ya yağma yaparak ele geçiriyor
ya da kölelerine yetiştirtiyorlardı. Ekmek tercihleri de buğday yerine arpaya
yönelmişti, hayvancılık tarımsal üretimden daha değerliydi. Bu nedenle vergi
toprak üzerinden değil hayvan sayısına göre toplanmaya başlandı, çoğun-
luğu kölelerden oluşan çiftçiler domuzlarını beslemek için ormandan meşe
palamudu toplamaya başladı. Böylece vergi hesaplamaları arazi ölçüsüne
göre değil ormandan toplanan yemişe göre hesaplanmaya başlandı. Tarım-
sal üretim hesaplamaları bir kenara bırakıldı, Odoakr krallığında tarımsal
ürün elde etmenin yolu sefere çıkmak olmuştu!

Arkeo Duvar / 130


Zaman içinde müzik:
Altınçağ (Geç Rönesans)
Madrigallerin çoğu duygusaldır ve şiirin ritmini müzikle yansıtır-
lar. Gündelik yaşamın her kesitine girebilirler. Örneğin bir mü-
nazara öncesi ya da bir diploma töreni ardından madrigal söy-
lenebilir. Giderek, her tür sosyal toplantıda madrigal söylemek
zamanın modası halini alır.

Evin İlyasoğlu

Arkeo Duvar / 131


Müzik çağlarını katı kurallarla, keskin çizgilerle bir diğerinden ayırmamız ola-
naksızdır. Gotik dönemin son diliminde Rönesans özelliklerini bulurken, Rö-
nesans olarak adlandırdığımız 1450-1600 arasındaki yıllarda, bir sonraki ça-
ğın Barok özelliklerine rastlayabiliriz. 15. yüzyılın ikinci yarısı, müzik tarihinde
Geç Rönesans ya da Altınçağ olarak anılır. Altınçağ’daki belirtiler Barok mü-
ziğin ilk dönemini muştular. Bu dönemde müzikteki en önemli olay İtalyan
bestecilerinin egemenliği ele almış olmasıdır. Artık müzik de mimari, resim,
heykel gibi İtalyan sanatçılarının Rönesans’ına katılmıştır. Dindışı müzik ge-
lişerek, kilise müziği kadar önem kazanır. Bu çağ, dramatik müziğin ortaya
çıktığı, madrigal ve masque gibi vokal dramatik biçimlerin çağıdır. Ve yolcu-
luğumuz, bizi çağın sonundaki operanın doğuşuna dek götürecektir.

16. yüzyılın ilk yarısında İtalyan kiliselerinde, özellikle Roma ve Venedik’te gö-
rev yapan Franko- Flaman besteciler, Fransız şansonundaki melodik çizgi ve
yalın çokseslilik özelliğini İtalyan müziğine taşımışlardır. 1527’de Venedik’te
San Marco Kilisesi’nin müzik yönetmeni olan Belçikalı Adriaan Willaert, bura-
da pek çok İtalyan müzisyen yetiştirmiştir. Venedik, 16. yüzyılda ticarette ve
sanatta doruğa tırmanmış, zengin bir kenttir. San Marco Kilisesi ise Venedik
müzik yaşamının merkezi olmuştur. Andrea Gabrieli ve yeğeni Giovanni Gab-
rieli bu dönemin San Marco’dan yetişen ünlü müzikçileridir. Andrea Gabrie-
li 1566’dan ölümüne dek San Marco’da orgculuk yapmış; 1571’de Osmanlı
Donanması’nın İnebahtı yenilgisi üstüne bir kutlama müziği bestelemiştir.
Giovanni Gabrieli, Festive Moteti’nde üç müzik grubu kullanmıştır: Birincisi
a cappella özelliğinde, çalgı eşliği olmayan korodur. İkincisinde solo sesler
org eşliğinde söyler. Üçüncü grup ise yalnız çalgı topluluğundan oluşur. Bu
düzenleme şekli, Barok dönemin çalgılarla insan sesi arasında denge kur-
ma hazırlığıdır. Tüm Avrupa ülkelerinin önceden Flaman müzik okuluna olan
bağlılıkları, artık İtalyan dünyasına kayar. 17. yüzyıl başında her ülke, kendi
üslubunu geliştirmeye başlar ve böylece ulusal stiller doğar.

Madrigalin doğuşu

1501’de Venedik’te Petrucci, müzik basıp yayınlamaya başlar. Önceleri mis-


salar, mo tetler ve İtalyan frottola şarkılarını basar. Frottola’da üst ses in-
san sesidir, alt sesler çalgı eşliğidir ya da eşliksiz koroyla söylenir. Genelde
silabik söylenen bu şarkılarda şarkıcı, melizmatik doğaçlamalar yapmakta

Arkeo Duvar / 132


özgürdür. Frottola halk ezgilerini içermez. Fransız şansonuna karşı bir tep-
ki olarak “soylu müziği” niteliğindedir ve saraylarda etkindir. Frottola’nın
dinsel karşılığı lauda’dır. Lauda’nın ezgileri, dindışı müzikten alınmıştır, söz-
leriyse dinsel içeriklidir. Dört sesli düzendedir. Birinci ses a cappella olup,
diğerleri çalgılardan oluşur. Aynı yıllar basılan Petrarca’nın şarkı gibi oku-
nan canzoniere adlı şiirleri, tüm İtalyan sanatçılarını etkiler. Floransa ve
Roma’da besteciler canzoniere’leri önceleri frottola biçiminde bestelemeye
çalışırlar. Oysa frottola’nın tekdüze, yalın ve yüzeysel yapısı, bu derin aşk şi-
irlerini yansıtmakta yetersiz kalır. Daha duygusal, dramatik anlatımı içeren
bir çerçeve gerekmektedir. Böylece, Petrarca’nın aşk şiirlerini seslendir-
mek üzere madrigal biçimi ortaya çıkar. Bu çağdaki madrigal sözcüğü 14.
yüzyıldaki madrigal ile karışmamalıdır. Önceki, nakaratlarla söylenen yalın
bir şarkı türüdür. 16. yüzyıl madrigalinde nakarat ya da eski müzik öğele-
rinden herhangi biri yer almaz. Madrigal sözcüğünün matrix (anadilinde)
veya mandra (koyun ağılı) ya da mateialis (özgür biçim) sözcüklerinden tü-
remiş olabileceği söylenir. İlk İtalyan madrigalleri, 1520’lerde bestelenmiş-
tir. Madrigal, dindışı konuları içeren bir biçim olarak ortaya çıkmış ve öyle
gelişmiştir. İçeriği, aşk, taşlama, alegori, yergi, şehvet gibi çeşitli dünyevi
konulardan oluşabilir.

Madrigallerin çoğu duygusaldır ve şiirin ritmini müzikle yansıtırlar. Günde-


lik yaşamın her kesitine girebilirler. Örneğin bir münazara öncesi ya da bir
diploma töreni ardından madrigal söylenebilir. Giderek, her tür sosyal top-
lantıda madrigal söylemek zamanın modası halini alır. Başlangıçta 3-7 ses
arasında çalgı eşliği olmadan söylenen madrigaller, eksik sesi tamamlamak
üzere bir çalgıyla destek bulmaya başlar. Böylece eşlikli madrigallere yol
açılmış olur. Madrigal 16. yüzyılda daha karmaşık bir yapıya bürünür ve çe-
şitlenir. Orlando di Lasso, 16. yüzyıl ortasındaki en önemli madrigal beste-
cisidir. Luca Marenzio, pastoral şiirleriyle çağın sonuna doğru dikkati çeker.
Palestrina, aslında dindışı olan bu biçimi yapısal niteliğiyle kiliseye taşır.
Orazio Vecchi ilk kez madrigal komedilerini besteler. Bu komedilerde dişi
karakter rolü, falsetto tekniğiyle söylenir. Aslında ilk madrigaller için sahne-
leme, dekor, kostüm gibi tiyatro öğeleri gerekmezken, Vecchi’nin comme-
dia dell’arte geleneğinden yararlanmasıyla kostümler gündeme gelmiştir.
İtalya’nın Rönesans sonundaki en ünlü madrigal bestecisi Venosa Prensi
Carlo Gesualdo’dur.

Arkeo Duvar / 133


16. yüzyılın son yıllarında İtalyan bestecileri daha hafif, eğlenceli müzik yaz-
ma peşine düştüklerinde, sahne sanatlarıyla birleşen, dramatik yolla bir
öyküyü anlatan, değişik kostümlerle izleyenin düş dünyasını genişleten ne-
şeli yapıtlar ortaya çıkar. Balleti başlıklı, “fa-la” nakaratıyla süslü şarkılar
dans müziği benzeridir. Villanelle ya da canzonetta olarak adlandırılan Na-
politen köylü şarkıları, uyumlu, uçarı ve yalın, madrigal tipinde şarkılardır.
Madrigal, 16. yüzyıl sonunda İtalya’nın sınırlarını aşıp Münih, Prag, Viyana
gibi Avrupa’nın çeşitli kentlerine yayılır. Ancak İtalya’dan sonra madriga-
lin ikinci anayurdu olarak anmamız gereken ülke, İngiltere’dir. İngiltere’de
madrigal, daha uçarı bir kimlik kazanmıştır.

Madrigallerin çoğu duygusaldır ve şiirin ritmini müzikle


yansıtırlar. Gündelik yaşamın her kesitine girebilirler.

Arkeo Duvar / 134


ARKEO-KITAP

Antik toplumların
tarım sosyolojisi
Çevirmen: Özgür Balkılıç, Gamze Karaca

F ol Kitap, Weber’in ‘Antik Top-


lumların Tarım Sosyolojisi’ni
çevirmemizi önerdiğinde yüz yı-
lın hastalığı olan endişenin ama
aynı zamanda kesif bir heye-
canın bizi sardığını itiraf etme-
miz lazım. Heyecanlanmamak
mümkün müydü? Geçtiğimiz
yaklaşık iki yüzyılın devlet teo-
risinden, toplumsal sınıflara ka-
dar önde gelen birçok tartışma-
Özgür Balkılıç. sında alan açmış, yol göstermiş
bir yazardan, Max Weber’den
bahsediyoruz. Dahası dilimize daha önce hiç kazandırılmamış bir eserinden…
Endişe de bir o kadar doğaldı, zira bu teklifin yapıldığı andan itibaren bilin-
cimiz altıyla üstüyle bizi, şu tek cümlelik, basit ama ezici soruyla karşı karşı-
ya bıraktı kaçınılmaz olarak: Yapabilecek miydik? Hadi biraz daha “sofistike”
hale getirelim soruyu: Bu zor görevin altından hakkıyla kalkabilecek miydik?
Endişemizin kitabı ilk incelememizle bir nebze olsun yatıştığını ve hatta heye-
canın bu duyguya galebe çaldığını belirtmeliyiz. Zira Weber’i ve bu kitaptaki
düşünsel ağırlığını dilimize kazandırmak her ne kadar halen korkutucu olsa
da kadim uygarlıklara Weber gözüyle bakmanın ne denli heyecan verici ola-
bileceğini keşfetmiştik. Gerçekten de sonradan fark ettiğimiz üzere, böylesi
bir eserin Türkiye’deki okuyucuyla buluşmasına aracılık ediyor olmanın keyfi
olumsuz duyguların ve çevirinin zorluğunun verdiği bunalımın üstesinden
gelebilmemizi sağladı.

Arkeo Duvar / 135


Sosyolojinin nesnesi ve yöntemi
Kitabın taşıdığı önemi kavramada göz önünde bulundurulması gereken hu-
suslardan biri, kuşkusuz sosyolojinin kendi nesnesine ve yöntemine sahip
bir bilim statüsü kazanması sürecinde kurucu figürlerden biri olarak kabul
edilen Weber’in sosyolojik düşünceye katkısıdır. Kabaca 20. yüzyılın başları-
na denk geldiğini söyleyebileceğimiz bu süreçte alana hâkim olan iki temel
yaklaşım söz konusuydu: Bunlardan ilki, her ne kadar nesneleri itibariyle ay-
rılsalar da sosyal bilimlerin doğa bilimleriyle metodolojik bir uyum içinde
olması gerektiğini savunan ve sosyal olguları sebep oldukları etkiler aracılı-
ğıyla dışsal bir incelemeye tabi tutan ‘pozitivist’ yaklaşımdı. Diğeri, en belirgin
ifadesini Alman tarihselciliğinde bulan ve doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin
nesneleri gereği birbiriyle bağdaşmaz bir epistemik ayrılık etrafında örüldü-
ğüne dikkat çeken, ekoldü. Weber’in yorumlayıcı sosyolojisi, esasında ‘sos-
yal’ olanın bilinebilirliğini sorunsallaştıran ve bu anlamda günümüzde bile
tam anlamıyla çözülebildiğini iddia edemeyeceğimiz ihtilafta üçüncü bir yo-
lun imkanına işaret etmesi bakımından heyecan vericidir.

Weber’in sosyolojinin nesnesi ve yöntemine dair geliştirdiği bu yaklaşımı


doğrudan konu ettiği metodolojik yazıları ve bunları uygulamaya koyduğu
‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ her ne kadar elimizdeki kitabın ya-
zım tarihinden sonraki döneme denk gelse de oldukça kısa bir özetini sun-
maya çalıştığımız temel prensipler, ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi’nde
de kendini hissettirmektedir. Örneğin Weber, farklı uygarlıkları ve tarihsel
süreçleri ele alırken içerikleri sabitlenmiş kavramları doğrudan kabullenmez
ya da formel ayrımlara riayet etmez. Bir kavramı kullanırken önce onun ha-
lihazırda neyi işaret etmek için kullanıldığını belirler, ardından bu kavram
yapısal ve ekonomik faktörler baz alınarak farklı şekilde içeriklendirildiğinde
kavramın nasıl farklı bir işlev ve açıklayıcılık kazandığını tartışır.

Kuramsal ve metodolojik kökenleri hatırlamak


Sözgelimi kapitalizmin Antikçağın tümünde, özellikle de ‘altın çağları’ olarak
nitelendirdiğimiz dönemlerinde hüküm sürmüş olduğuna dair iddiası, böyle
bir yaklaşımın ürünüdür. Bu iddianın nasıl bir doğruluk değeri taşıdığı el-
bette burada tartışmaya açamayacağımız kadar yüklü bir konudur; ancak
bu ve benzeri muhakemelerin sıklıkla karşımıza çıktığı söz konusu kitabın,
cevaplar vermede olduğu kadar soruları gündeme getirmekte de maharetli

Arkeo Duvar / 136


olduğu kanaatindeyiz. Buradan hareketle bilhassa sosyal bilim formasyonu-
na sahip okuyucunun, sunulan yoğun içerikten bir ölçüde sıyrılıp Weber’in
neyi nasıl yaptığına dikkat ettiği takdirde, gittikçe mekanikleşen araştırma
pratiklerinin ötesinde alanın kuramsal ve metodolojik kökenlerini hatırlayıp
bunların tarihsel bir analizde nasıl işe koşulabileceğini, tanıklık edeceğini ve
bu yolculuktan çıkarken entelektüel ufkunun hatırı sayılır şekilde genişleye-
ceğini düşünüyoruz.

İktisadi-toplumsal yapıların gelişimi


Ama Weber’in kendi çalışmaları ve ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi’yle
yaptığı müdahale, sosyal bilimlerin o güne kadar doğal bilimlerine özgü ol-
duğu düşünülen tarihsel ve toplumsal olguları nedensel mekanizmalarla yo-
rumlama ve açıklamaya muktedir olduğunu göstermesinden ibaret de de-
ğildi. Weber, çalışmalarıyla aynı zamanda sosyal bilimlerde, bizatihi tarih ve
sosyoloji disiplinleri arasındaki ayrışmaya da müdahale etmişti. Zira özellikle
18. ve 19. yüzyılla birlikte tarihin, ulusların kendi özgül gelişimlerini açıklama-
ya indirgeyen, sadece anlatıya dayalı bir disiplin haline getirilmesine karşın,
evrensel soyutlamaların farklı coğrafyalar ve dönemlerdeki gelişmeleri açık-
lamak için kullanılabileceğini ve hatta bunun elzem olduğunu bize ilk göste-
ren eserlerden birisiydi ‘Antik Toplumların Tarım Sosyolojisi.’ Bu anlamda da
bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısında kuramsal ve ampirik çalışmalarla daha
sağlam bir zemine oturan, salt anlatı temelli tarihsel çalışmalarını reddeden,
problem-merkezli, karşılaştırmalara ve böylece evrensel tarihsel süreçler içe-
risindeki farklılıkları bulmaya çalışan tarihsel sosyoloji disiplinine giden yolu
döşeyen figürlerden birisi olarak da rahatlıkla görülebilir. Hülasa, kitabı eline
alan okuyucu kolayca fark edecektir, Weber’in bu eserde asıl derdi uygarlık-
ların ortaya çıkışını ve çözülüşünü o güne kadar çoğu tarihçinin yaptığı gibi
devlet yöneticilerinin kararlarıyla değil, iktisadi-toplumsal yapıların gelişimi,
sınırlılıkları ve dönüşümleriyle açıklamaktır.

Ne var ki kitabın yoğun içeriğinin yer yer zorlayıcı bir nitelik taşıdığını söyle-
mek gerekir. Özellikle de akademik araştırma ve yazının, sınırları daha müte-
vazi bir şekilde çizilen özelleşmiş sorulara yönelmesinin bir norm haline gel-
diği günümüzde, farklı uygarlıkların siyasi, ekonomik ve kültürel yapılarını ve
bu yapıların geçirdiği dönüşümleri üç bin yıllık bir tarihsel süreç içinde analiz

Arkeo Duvar / 137


etme çabası, yalnızca alana kıs-
mi bir aşinalığa sahip okuyucu-
nun değil, sosyal bilimcinin de
tahayyüllerini zorlayacak kadar
hayranlık uyandırıcıdır. Bu zor-
luğu çeviri sürecinde de fazla-
sıyla yaşadık. Metni anlaşılabi-
lir kılma gayemiz, çoğu zaman
kullanılan terim ve kavramları
özgül bağlamlarından kopar- Gamze Karaca.
mama gayretiyle karşı karşıya
gelip bizi seçim yapmaya zorladı. Usta bir çevirmen kimliğinin yanında 19. ve
20. yüzyıl Türkiye tarihinde de çalışkan bir akademisyen olan Çağdaş Sümer
gibi isimlere sıklıkla danışıp bu kişilerin önerilerini dikkate alarak Türkçede
doğrudan bir karşılığa sahip olmayan terim ve kavramları çoğunlukla olduğu
gibi bıraktık. Bu, her ne kadar okuyucunun işini belli bir düzlemde zorlaştıra-
caksa da sunulan analizin inceliklerini ve işaret ettiği ayrımları ortaya çıkar-
manın tek yoluydu. Çeviriyi iki kişinin üstlenmesi ise, sunduğu tartışma or-
tamı nedeniyle yaptığımız işi bizim için bir dayanışma pratiğine ve öğrenme
sürecine dönüştürdü. Hem okuduğumuz materyalle kurduğumuz ilişki hem
de çeviri sürecinde birbirimizin ifade biçimlerine ve dil hassasiyetine ettiği-
miz tanıklık, ortaya koyduğumuz işin doyuruculuğunu pekiştiren etmenler
oldu. Okuyucunun da kitapla kurduğu ilişki
ve deneyimde benzer bir doyuma ulaşması-
na katkı sağlamış olmayı temenni ediyoruz.

Antik Uygarlıkların Tarım Sosyolojisi


Editör: ismail yılmaz
Fol Kitap

Arkeo Duvar / 138


Daha fazlası için...
“Tarım” insanlık tarihinin en büyük devrimi. Konuyu işlerken karşımıza çıkan
araştırma ve incelemelerin niteliği ve niceliği, bu sayı ile dergimizde bir ye-
nilik getirmemizin kapısını da açtı. Artık her sayımızda ele alınan konu hak-
kında ilgi çekeceğini düşündüğümüz yayınlardan daha fazla okuma yapmak
isteyen okuyucularımız için öneriler sunacağız. İşte tarım okumalarınız için
önerilerimiz...

Cennette İlk Sofra


Ataman, Mine. Cennette İlk Sofra: Bilge Kadın: Geçmişten Günümüze
Anadolu Uygarlıklarında Ekmeğin, Buğdayın, İnsanın Bilinmeyen Öyküsü.
Elma Yayınevi, 2018.

Buğdayın Akdeniz’deki Yolculuğu


Konferans Bildirileri / Yayına Hazırlayan Ertekin Akpınar. İzmir Büyükşehir
Belediyesi Akdeniz Akademisi, 2019.

‘Tarım’dan ‘Yazı’ya
Duru, Refik. ‘Tarım’dan ‘Yazı’ya Burdur Yöresi ve Yakın Çevresinin Altı bin Yılı
(MÖ 8000- MÖ 2000). Antalya: Batı Akdeniz Kalkınma Ajansı, 2016.

Osmanlı’da Tarım Politikaları


Aysu, Abdullah. Osmanlı’da Tarım Politikaları. Yeni İnsan Yayınevi, 2020.

Orta Anadolu Erken Neolitik Topluluklarında


İnsan ve Bitki İlişkisi
Ergun, Müge. Orta Anadolu Erken Neolitik Topluluklarında İnsan ve
Bitki İlişkisi: Aşıklı Höyük’te Bitki Tüketimi ve Tarım. İstanbul Üniversitesi (Tez).

Hititler ve Hattuşa
Çığ, Muazzez İlmiye. Hititler ve Hattuşa: İştar’ın Kaleminden.
Kaynak Yayınları, 2006.

Klazomenai Antik Kenti Zeytinyağı İşliği


Klazomenai Antik Kenti Zeytinyağı / Güven Bakır…[ve öte]
Özercan Matbaacılık, 2007

Arkeo Duvar / 139


Yakın Doğu’da Besin Üretimi Doğuşu ve Yayılışı

Çıvgın, İzzet. Yakındoğu’da Besin Üretimi Doğuşu ve Yayılışı: İklim, Doğal


Kaynaklar, Yerleşiklik, Çiftçilik, Çobanlık, Erken Ticaret, Kültürel Karşılaşmalar
(MÖ. 12500-5500). Doruk Yayıncılık, 2019.

İlk Üretimciliğe Geçiş Evresinde Anadolu ve


Güneydoğu Avrupa
Esin, Ufuk. İlk Üretimciliğe Geçiş Evresinde Anadolu ve Güneydoğu Avrupa:
(G.Ö. 10500-7000 Yılları Arası): Kültürler Sorunu. İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1981.

Antik Dönemde Beslenme

Delemen, İnci. Antik Dönemde Beslenme. Türk Eskiçağ Bilimleri


Enstitüsü Yayınları, 2003.

Zeytin, Üzüm ve İncir


Hehn, Victor. Zeytin, Üzüm ve İncir: Kültür Tarihi Eskizleri.
Çev.: Necati Aça. Dost Kitabevi, 1998.

Antik Çağ’da Bağ ve Şarap

Doğer, Ersin. Antik Çağ’da Bağ ve Şarap. İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.

Dağlık Kilikia’da Bir Kırsal Yerleşimin Arkeolojisi


Kanytellis Kanlıdivane: Dağlık Kilikia’da Bir Kırsal Yerleşimin Arkeolojisi.
Pitura, 2015.

Antik Çağ’da Beslenme ve Damak Tadı

Güveloğlu, Ali. Antik Çağ’da Beslenme ve Damak Tadı.


Pinhan Yayıncılık, 2018.

Eski Anadolu’da Tarım ve Hayvancılık


Kiriş, Esma Öz. Kültepe Metinleri Işığında Eski Anadolu’da Tarım ve
Hayvancılık. Türk Tarih Kurumu, 2020.

Neolitik’ten Günümüze Tarım


Şahinöz, Ahmet. Neolitik’ten Günümüze Tarım, Ekonomi ve Politikaları.
Ankara: Turhan Kitabevi, 2015.

Arkeo Duvar / 140


Dünya Tarım Tarihi

Mazoyer, Marcel. Dünya Tarım Tarihi: Neolitik Çağ’dan Günümüzdeki Krize,


Çev.: Şule Ünsaldı, Epos Yayınları, 2010.

Büyük Şölen

Ünal, Ahmet. Büyük Şölen: Eski Anadolu’nun 3500 Yıllık Yemek ve İçkileri:
Arazi Mülkiyeti, Tarım, Hayvancılık, Avcılık ve Arıcılıkla Birlikte.
Bilgin Kültür Sanat, 2019.

Altı Bardakta Dünya Tarihi

Standage, Tom. Altı Bardakta Dünya Tarihi. Çev.: Ahmet Fethi.


Kırmızı Kedi Yayınları, 2020.

Zeytin ve Zeytinyağı

Zeytin ve Zeytinyağı / Editör: İbrahim Yokaş. Bölüm yazarları: Tülin Pekcan,


Murat Güneri, Fikret Keven Karademir, Selma Atabey. Efil Yayınevi, 2016.

İnsanlığın Yeme Tarihi

Standage, Tom. İnsanlığın Yeme Tarihi. Çev.: Gencer Çakır. Maya Kitap, 2016.

Zeytinin Akdeniz’deki Yolculuğu

Zeytinin Akdeniz’deki Yolculuğu (2015: İzmir) Zeytinin Akdeniz’deki Yolcu-


luğu: Konferans Bildirileri/ Editör. Alp Yücel Kaya; Çev.: Ali Çakıroğlu. İzmir
Büyükşehir Belediyesi İzmir Akdeniz Akademisi, 2018.

Alkol Tarihi

Phillips, Roderick. Alkol Tarihi / Çev.: Dilek Berilgen Cenkçiler.


Maya Kitap, 2016.

Yayınlara ait ayrıntılı bilgilere http://www.toplukatalog.gov.tr/ bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Hazırlayan: Nevin Karaca

Arkeo Duvar / 141


Toprak ve bereket
ondan sorulur: Kibele
A ntik Anadolu coğrafyasında hayatın sürekliliğini ve bereketini simge-
leyen, bu güçleri kendinde topladığına inanılan güç, Friglerin verdiği
isimle bilinen Kibele’ydi. Tanrıça bu özellikleriyle Yunan ve Roma mito-
lojisinde de kendisine önemli bir yer edinmişti. Baharın gelişiyle birlikte
doğanın canlanmasını temsilen kutlanan Kibele şenlikleri müzikli, dans-
lı büyük eğlencelere sahne olurdu. Kibele temsillerinde de genellikle bu
özellikleri ön plana çıkartılmış, iki yanında aslanların durduğu bir tahtta
oturan tanrıça, elinde bir def tutar şekilde betimlenmiştir.

Hititlerin başkenti Hattuşaş’ta (Çorum-Boğazkale)


1960’lı yıllarda bulunan ve Frig dönemine ait
olduğu düşünülen bu heykelde tanrıçanın yanında
iki aslan yerine, biri flüt, diğeri arp çalan iki
genç müzisyen durur. Gösterişli bir başlığı ve
elbisesi olan tanrıçanın elindeki nar ise bolluk ve
bereketi simgeler. Ankara Anadolu Medeniyetleri
Müzesi’nde sergilenen kireçtaşı heykel, 126 cm
yüksekliğindedir.

Hazırlayan: Heval Bozbay

Arkeo Duvar / 142

You might also like