You are on page 1of 220

FILM

KULUBU
0 0 0 0

“OKUL YOK. İŞ YOK. SORUMLULUK YOK.


SADECE HAFTADA ÜÇ FİLM İZLENECEK.”

4 fo e p p re s e w ta > e

BİR BABA, O ĞL U VE O Ğ L U N U N
RED DED EMEY EC EĞ İ BİR EĞİTİM

domıngo
Telegram: @cinciva
FÎLM KULÜBÜ
“The Film Club” ilk olarak 2007 yılında
Thomas Ailen Publishers tarafından K anada’da yayınlanmıştır.
©David Gilmour, 2008

Türkçe yaym haklan:


© Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.
Asmalımescit Mah. Ensiz Sok.
No:2 D:4 Tünel İstanbul
Tel: (212) 245 08 39
dom ingo@ dom ingo.com .tr

domingo
Domingo, Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.’nin markasıdır.
Yayıncı Sertifika No: 12746
www.domingo.com.tr

Yazar: David G ilm our


Çeviri: Dost Körpe
Kapak ve Sayfa Uygulama: D eniz G uliyeva
Kapak illüstrasyonu: Peter Mac

ISBN: 978-605-88981-5-8
1. Baskı: Mayıs 2010
2. Baskı: Haziran 2010
Graphis Matbaa, İstanbul
100 Yıl Mahallesi, Matbaacılar Sitesi,
2. Cadde, No: 202 A, Bağcılar
(212) 629 06 07

Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tü m ü n ü n veya içeriğinin har-


hangi bir bölüm ünün yayıncının yazılı izni olm adan, fotokopi
yöntemi dahil, elektronik ya da m ekanik herhangi bir yolla ço­
ğaltılması yasaktır.

Telegram: @cinciva
Patrick Crean'e

Telegram: @cinciva
E ğ itim hakkında tek bildiğim şu:

insanoğlunun şim d iy e k a d a r karşılaştığı en

büyük ve en önem li güçlük, çocukların nasıl

yetiştirilm e si ve eğitilm esi gerektiği meselesidir.

- M ichel de M ontaigne ( 1533 - 92 )

Telegram: @cinciva
BOLUM

IjE Ç E N G Ü N BİR KIR MIZI IŞIKTA beklerken


oğlumun bir sinemadan çıktığını gördüm. Yanında yeni kız
arkadaşı vardı. Kız parmak uçlarıyla oğlumun ceketinin yeni­
ni en ucundan tutuyor, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Han­
gi film seyrettiklerini göremedim -çiçeklerle bezeli bir ağaç,
markizi tamamen kapatıyordu- ama aklıma ikimizin baş başa,
film seyrederek, sundurmada oturarak geçirdiği üç sene ge­
lince neredeyse acı verici bir nostaljiye kapıldım; bir baba,
oğlunun ergenliğinin o sihirli son demlerine genellikle pek
tanık olamaz. Artık oğlumu alıştığım (yani gerektiği) kadar
çok görmüyorum, ama o dönem muhteşemdi, ikimiz için
de şanstı.

Ergenken, okulu bırakan kötü çocukların gittiği bir yerin


var olduğuna inanırdım. Dünyanın kenannda bir yerdi, tıpkı

Telegram: @cinciva
2 David G ílm our

fil mezarlığı gibi, ama burası küçük oğlanların incecik beyaz


kemikleriyle doluydu. Hâlâ kâbuslarımda fizik sınavına ça­
lıştığımı, ders kitabımın sayfalarını giderek artan bir kaygıyla
çevirdiğimi, çünkü böyle şeylerle -vektörler ve parabollerle- ilk
ket^ karştlaştığımt görmemin sebebi budur eminim.
Otuz beş yıl sonra, oğlumun notları dokuzuncu sınıfta düş­
meye başlayınca ve onuncu sınıfta dibe vurunca, bir çeşit çifte
dehşete kapıldım, hem olanlar karşısında, hem de hâlâ vücu­
dumda çok canlı olan o hissi anımsadığım için. Eski karımla
evlerimizi değiş tokuş ettik (“Çocuğun bir erkekle kalmaya
ihtiyacı var,” dedi). Ben onun evine taşındım , o da benim eski
bir şeker fabrikasının içinde bulunan ve bir doksan boyun­
daki iri kıyım bir ergenin sürekli kalamayacağı kadar küçük
bir yer olan loftuma. Böylece oğlum un ödevlerini eski eşimin
yerine benim yapabileceğimi farz etm iştim içten içe.
Ama işe yaramadı. H er gece “Ö devin bu kadar m ı?” diye
sorduğumda oğlum Jesse neşeyle “ Kesinlikle!” diye karşılık
veriyordu. O yaz bir haftalığına annesinin yam nda kalmaya
gittiğinde, yatak odasındaki akla gelebilecek her yere gizlen­
miş yüzlerce farklı ödev buldum. Kısacası okul o nu bir yalan­
cıya veya kaypak bir müşteriye dönüştürüyordu.
Onu bir özel okula gönderdik; bazı sabahlar şaşkın bir sek­
reter bizi arayarak Jesse’nin yerini soruyordu. Bir süre sonra
sırık gibi evladım sundurm ada beliriveriyordu. N ereye git­
mişti? Belki de bir banliyödeki veya daha b e rb at bir yerdeki
bir alışveriş merkezinde düzenlenen bir rap yarışmasına, ama
okula gitmediği kesindi. Küplere biniyorduk, ciddiyede özür
diliyordu, birkaç günlüğüne uslu davranıyordu, sonra da tek­
Telegram: @cinciva
rar azıtıyordu.
FİLM KULÜBÜ

İyi huylu bir çocuktu, çok gururluydu, ilgilenmediği hiçbir


şeyi yapamıyor gibiydi, sonuçlardan ne kadar kaygılanırsa kay­
gılansın. Ki epey kaygılanıyordu. Karneleri yorum kısımlan
hariç iç karartıcıydı. Her türden insan tarafından seviliyordu,
eski ilkokulunun duvarlarım sprey boyayla boyadığı için onu
tutuklayan polis bile sevmişti. (Komşular onu tanıyınca göz­
lerine inanamamışlardı.) Polis onu eve bırakırken “Yerinde
olsam suç dünyasına girmeyi unuturum Jesse,” demiş. “Sen
öyle bir insan değilsin.”
Sonunda bir ikindi vakti ona Latince dersi verirken, önünde
ne defter ne de kitap bulunduğunu fark ettim; üstünde Roma
konsüllerinin çevirmesi gereken sözlerinin yazılı olduğu bu­
ruşuk bir kâğıt parçası vardı o kadar. Mutfak masasının diğer
tarafmda başı eğik oturuşunu anımsıyorum; bronzlaşamayan
beyaz yüzünde beliren en küçük huzursuzluk, bir kapının
çarpılması kadar net fark ediliyordu. Günlerden Pazar’dı, er­
genlerin nefret ettiği türden bir gündü, hafta sonu bitmek
üzereydi, ödevler yapılmamıştı, şehir güneşsiz bir gündeki
okyanus misali griydi. Sokakta ıslak yapraklar vardı; sisin
içinden Pazartesi yaklaşmaktaydı.
Birkaç saniye sonra “D ers nodann nerede Jesse?” dedim.
“O kulda bıraktım .”
Dil konusunda yetenekliydi, dillerin içsel mantığım anlıyor­
du, aktör kulağına sahipti, bu ödev onun için çocuk oyunca­
ğı olmalıydı, ama hiçbir şey bilmediği ders kitabım kanştınp
durm asından anlaşılıyordu.
“D ers notlarını neden getirmediğini anlamadım,” dedim,
“işi yokuşa sürdün.”

Telegram: @cinciva
Sesimdeki sabırsızlığı fark etti; rahatsız oldu ve bu beni de
4 D avid G flm our

biraz huzursuzlandırdı. Benden korkuyordu. B undan nefret


ediyordum. Baba oğul arasında norm al bir d u ru m muydu,
yoksa onu kaygılandıran çabuk sinirlenm em , doğuştan gelen
sabırsızlığım mıydı, hiç bilm iyordum. “N eyse,” dedim . “Böy­
le de eğleniriz. Latince’ye bayılırım.”
“Sahi mi?” diye sordu hevesle (konuyu değiştirm eye can
atıyordu). Çalışmasını, tükenm ez kalem i nikotin lekeli par-
maklanyla tutmasını bir süre seyrettim . Ç irkin el yazısını.
“Bir Sabin kadım nasıl kaçırılır baba?” diye so rd u bana.
“Sonra anlatırım.”
Duraksadı. “Miğfer fiil m idir?”
Böyle sorular sorup durdu; ikindi gölgeleri m utfak fayansla­
rına yayılıyordu. Kalemin ucu m asanın vinil yüzeyine çarpıyor­
du. Odada bir çeşit uğultu işitmeye başladım giderek. N ereden
geliyordu? Jesse’den mi? N eden peki? O n a gözlerim i diktim .
Evet, bir çeşit sıkıntıydı, ama nadir b ir tarzda; Jesse yaptığı işin
gereksizliğine cam gönülden, neredeyse tü m hücreleriyle ina­
nıyordu. Aynca tuhaf bir sebep yüzünden, o birkaç saniyede
sanki o can sıkıntısını kendi vücudumda hissettim .
Ah, diye düşündüm , okulda böyle oluyor dem ek. Buna karşı
da elinizden bir şey gelmez. Sonra b ird en okul savaşım ned en
kaybettiğini anladım -bir cam ın kırılışı kadar n e t b ir şekilde-.
Aynı anda, bu mesele yüzünden onu kaybedeceğim i, bu ara­
lar bir gün masadan kalkıp “D ers n o d a n m m ı nerede? D ers
notlarım nerede söyleyeyim. Kıçım a soktum . Ü stü m e gelm e­
yi kesmezsen senin kıçına da sokacağım,” diyeceğini anladım
-hissettim-. Sonra da kapıyı çarparak çekip gidecekti.

Telegram: @cinciva
“Jesse,” dedim usulca. O n a baktığım ı biliyordu ve b u n d a n
rahatsız oluyordu, sanki başı (tekrar) belaya g irm ek üzereydi
FİLM KULÜBÜ 5

de bu aktivite, yani ders kitabının sayfalannı kanştırıp dur­


mak, belayı savuşturm anın bir yoluydu.
“Jesse, kalemini bırak. Bir saniye dur lütfen.”
“N e?” dedi. N e kadar solgun, diye düşündüm. Sigaralar ca­
nını emiyor.
“Bana bir iyilik yapmanı istiyorum,” dedim. “Okula gitme­
yi isteyip istem ediğine karar vermeni istiyorum.”
“Baba, ders nodanm ...”
“D ers n o d a n m boşver. Okula gitmeyi sürdürmeyi isteyip
istem ediğini düşünm eni istiyorum.”
“N eden?”
K alp atışlanm ın hızlandığım, yüzüme kan hücum ettiğini
hissedebiliyordum . D aha önce hiç kalkışmadığım, aklımdan
bile geçirm ediğim bir şey yapmaktaydım. “Çünkü istemiyor­
san sorun değil.”
“N asıl yani?”
Söyle işte, çıkar ağandan baklayı.
“A rtık okula gitm ek istem iyorsan, gitmek zorunda değil­
sin.”
G enzini tem izledi. “ O kulu bırakm am a izin mi verecek­
sin?”
“İstiyorsan. A m a lütfen birkaç gün düşün. Bu çok bü­
yük...”
Ayağa fırladı. H eyecanlanınca ayağa fırlardı hep; uzun
uzuvlan, hareketsiz durm aya dayanamazdı. Masaya eğilerek,
başkalarının duym asından korkarcasına sesini alçalttı. “Bir­
kaç güne ihtiyacım yok.”
“Y ine de birkaç gün düşün. Israr ediyorum .”
Telegram: @cinciva
O akşam iki kadeh şarap içip kendim i hazırladıktan sonra,
6 D avid G llm o u r

loftumda kalan annesini arayıp haberi verdim . İnce ve uzun,


güzel bir aktristi, hayatımda tanıdığım en iyi kalpli kadındı.
“Aktrise benzemeyen” bir aktristi, anlarsınız ya. Am a hep
en kötü ihtimalleri düşünürdü ve haberi alır almaz hayalinde
Jesse’nin Los Angeles’ta bir karton kutuda yaşadığı canlan­
dı.
“Sence özgüveni az diye mi böyle oldu?” diye sordu Mag-

£ e-
“Hayır,” dedim. “Bence okuldan n efret ettiği için oldu.”
“Okuldan nefret ediyorsa onda bir terslik var dem ektir.”
“Ben de okuldan nefret ederdim ,” dedim .
“Belki de senden öğreniyordur.” Böyle b ir süre tartıştık, so­
nunda ağlamaya başladı, bense C he G uevara m isali, sonunu
düşünmeden genellemeler yapıyordum .
“Öyleyse bir işe girmeli,” dedi M aggie.
“Sence nefret ettiği bir aktiviteyi bırakıp başka birine başla­
masının anlamı var mı?”
“Ne yapacak peki?”
“Bilmiyorum.”
“Belki biraz hayır işi yapabilir,” dedi b u rn u n u çekerek.
Gecenin bir vakti uyandığım da k a n m T in a y am m da kı­
mıldandı; kalkıp pencereye gittim . Ay g ö k y ü z ü n d e tu h a f
bir şekilde alçaktaydı; yolunu kaybetm işti ve eve çağrılm ayı
bekliyordu. Ya hata yapıyorsam? diye d ü şü n d ü m . Ya m o d e rn
olacağım diye oğlumun hayatını m ah v e tm e sin e g ö z yu m u ­
yorsam?
Evet, diye düşündüm . Bir şeyle uğraşm ası gerek. A m a ney­

Telegram: @cinciva
le? Okul meselesi gibi olmayacak neyle uğraşm asını sağlayabi­
lirim? Kitap okumuyor; spordan n e fre t ediyor. N eyi seviyor?
FİLM KULÜBÜ 7

film izlemeyi. Bunu ben de seviyordum. Hatta otuzlanmın


sonlarındayken bir televizyon programında cerbezeli bir film
eleştirmeni olmuştum. Bu ne işimize yarardı peki?
Üç gün sonra Jesse akşam yemeği için Le Paradis’e, be­
yaz masa örtüleri ve ağır gümüş sofra takımlan kullanılan
bir Fransız restoranına geldi. Beni dışarıda bekliyordu, bir
taştan korkuluğa oturm uş sigara içiyordu. Restoranlarda tek
başına oturm aktan hazzetm ezdi. Kendini rahatsız hisseder­
di, herkesin onu arkadaşsız bir kaybeden olarak gördüğünü
düşünürdü.
O n u kucakladım ; genç bedeninin gücü, canlılığı hissedili­
yordu. “Şarap söyleyelim, sonra da sohbet ederiz.”
İçeri girdim . E l sıkışmalar. G ururunu okşayan yeüşkin ri­
melleri. H atta barm enle Walton v4//<?j7’ndeki Küçük John hak­
kında şakalaştı. K onuşm adan, biraz dalgınca oturup garsonu
bekledik. İkim iz de kridk bir şeyi bekliyorduk; o gelene kadar
konuşacak bir şey yoktu. Şarabı sipariş etmeyi Jesse’ye bırak­
tım.
“C orbieres,” diye fısıldadı. “ G üney Fransa, değil mi?”
“D o ğ ru .”
“Taşra, değil m i?”
“ E vet.”
“ C orbieres lütfen,” dedi garsona, kafadan attığımı biliyo­
rum am a eğleniyorum dercesine gülümseyerek. Tannm, ne
gü^elgülümsüyor.
Şarabın gelm esini bekledik. “ Sen tat,” dedim. Şişe m antarı­
nı kokladı, şarabı kadehte beceriksizce çalkaladı ve alışık ol­
m adığı bir kaptan süt içen bir kedi gibi bir yudum aldı. “An­
Telegram: @cinciva
layam ıyorum ki,” dedi so n anda panikleyerek.
S D avtd G flm our

“Anlayabilirsin,” dedim. “Sakin ol yeter. Beğenmediysen


beğenmemi şsindir.”
“Geriliyorum.”
“Kokla yeter. Anlarsın. İlk izlenim her zam an doğrudur.”
Tekrar kokladı.
“Burnunu içeri sok.”
“Güzel,” dedi. G arson şişenin ucunu kokladı. “Seni tekrar
görmek güzel Jesse. Babam hep g ö rüyoruz zaten.”
Restorana bakındık. E tobicokelu yaşlı çift oradaydı. Bir
dişçiyle karısı; oğullan B oston’daki bir üniversitenin işletme
bölümünden mezun olm ak üzereydi. E l salladılar. Biz de el
salladık. Yay antikorsam?
“Evet,” dedim, “konuştuğum uz m eseleyi d ü şü n d ü n m ü?”
Ayağa kalkmak istediğini am a kalkam adığım görebiliyor­
dum. Buna sinirlenmişçesine etrafa bakındı. Sonra solgun
yüzünü sır verircesine benim kine yaklaştırdı. “Açıkçası,” diye
fısıldadı, “bir daha hiçbir okula adım atm ak istem iyorum .”
Midem kasıldı. “Tam am öyleyse.”
Konuşmadan bana baktı. B unun karşılığında bir şey iste­
memi bekliyordu.
“Bir şarda,” dedim. “Çalışmak z o ru n d a değilsin, kira ö d e­
mek zorunda değilsin. H er gün beşe kadar uyuyabilirsin. A m a
uyuşturucu yok. Uyuşturucu kullanırsan külahları değişiriz.”
“Tamam,” dedi.
“Ciddiyim. Uyuşturucuya bulaşırsan canına o k u ru m .”
“Tamam.”
“Ama,” dedim, “bir şey daha var.” (K endim i Komiser Kolom-
bo gibi hissettim.)
Telegram: @cinciva
“Ne?” dedi.
FİLM KULÜBÜ 9

“Benimle haftada üç film seyretmeni istiyorum, filmleri


ben seçeceğim. Alacağın tek eğitim bu olacak.”
“Şaka yapıyorsun,” dedi bir an sonra.
Hiç vakit kaybetmedim. Ertesi günün ikindisinde onu
salondaki mavi kanepeye oturttum , sağına geçtim, perdele­
ri kapadım ve ona François Truffaut’nun 400 Darbe (1959)
filmini seyrettirdim. Avrupa sanat filmlerini seyretmeyi öğre­
nene kadar onlardan sıkılacağım biliyordum ve bu film iyi bir
başlangıç olur gibi gelmişti. Bildiğimiz gramerin bir varyas­
yonunu öğrenm ek gibidir.
Truffaut, diye açıkladım, yönetmenlik dünyasına arka ka­
pıdan girdi (kısa kesm ek istiyordum); liseden terkti (senin
gibi), asker kaçağıydı, ufak tefek şeyler çalan bir hırsızdı; ama
filmlere tapardı ve çocukluğunu o günlerde, savaş sonrasında
Paris’in her yerinde açılan sinemalara biletsiz girerek geçirdi.
Yirm i yaşındayken, T ruffaut’ya sempati duyan bir edi­
tö r ona film eleştirmenliği teklifi yapü... böylece ilk adımı
atan T ruffaut yanm düzine sene sonra ilk filmini çekti. 400
Darbe (ki “ yaban yulaflarım hasat etm ek” anlamına gelir)
T ruffaut’n un okulu asarak geçirdiği yıllara otobiyografik bir
bakışıydı.
Yirm i yedi yaşındaki çiçeği burnunda yönetmen, kendisinin
ergenlik halini oynayacak oyuncuyu bulmak için gazeteye ilan
verdi. Birkaç hafta sonra, orta Fransa’daki bir yatılı okuldan
kaçıp da o tostopla Paris’e gelmiş bir çocuk, Antoine rolü için
başvurdu. A dı Jean-Pierre L éaud’du.
A rtık Jesse’nin ilgisini çekmiştim. Bir psikiyatristin muaye­
nehanesinde geçen bir sahne hariç filmin tamamının sessiz
Telegram: @cinciva
çekildiğini -sesler sonradan eklenmişti-, çünkü Truffaut’nun
IV u a v ıa u ıım o u r

ses kayıt cihazlarına yetecek parası olmadığını açıkladım.


Jesse’ve meşhur bir sahneye dikkat etmesini söyledim; o
sahnede bir sınıf dolusu çocuk, bir Paris gezisi sırasında öğ­
retmenlerinden gizlice kaçarlar; m uhteşem bir andan, küçük
Antoine’ın bir kadın psikiyatristle konuşm asından biraz bah­
settim. “Kadın seks hakkında soru sorunca A ntoine’ın gü­
lümsemesine dikkat et,” dedim. “U nutm a ki senaryo yoktu;
bu tamamen doğaçlamaydı.”
Kepekli bir lise öğretm eni gibi konuşm aya başladığım ı
fark ettim birden. Bu yüzden filmi başlattım . Sonuna kadar
seyrettik, Antoine’ın ıslahevinden kaçtığı u z u n sahneyi sey­
rettik; tarlalarda koşar, çiftliklerin yanından ve elm a ağaçla­
nılın arasından geçer, ta ki göz kam aştırıcı okyanusa varana
dek. Sanki okyanusu ilk kez g ö rüyordur. Ö yle engindir ki!
Sonsuzluğa uzanmaktadır sanki. T ah ta basam ak lard an iner;
kumsalda yürür ve orada, tam dalgaların başladığı yerde,
biraz geri çekilip kameraya bakar; g ö rü n tü d o n ar; film b it­
miştir.
Birkaç saniye sonra “Nasıl buldun?” dedim .
“Biraz sıkıcı.”
Pes etmedim. “Antoine’ın durum uyla seninki arasında b e n ­
zerlik görüyor musun?”
Bunu bir an düşündü. “Hayır.”
“filmin sonunda, o son sahnede yüzünde niye öyle tu h a f
bir ifade var sence?”
“Bilmem.”
“Nasıl görünüyor?”
“Kaygılı görünüyor,” dedi Jesse.
Telegram: @cinciva
“Neden kaygılanıyor olabilir?”
FİLM KULÜBİJ 11

“Bilmem.”
“O nun durum unu düşün,” dedim. “Islahevinden ve aile­
sinden kaçtı; artık özgür.”
“Belki de şimdi ne yapacağını düşünüp kaygılanıyordur.”
“Nasıl yani?” dedim.
“Belki de ‘Tamam, buraya kadar geldim, peki şimdi ne ola­
cak?’ diyordur.”
“Tam am , tekrar sorayım,” dedim. “Onun durumuyla se­
ninki arasında benzerlik görüyor musun?”
Sırıttı. “Yani artık okula gitmem gerekmediğine göre ne ya­
pacağımı mı soruyorsun?”
“Evet.”
“Bilmem.”
“E h, belki de çocuğun kaygılı görünmesinin sebebi budur.
O da bilm iyordur,” dedim.
Bir an sonra “Okuldayken düşük notlar almaktan ve ba­
şımın belaya girm esinden çekinirdim,” dedi. “Artık okulda
değilim ve şimdi belki de hayatımı mahvettim diye kaygıla­
nıyorum .”
“Bu iyi,” dedim .
“N esi iyi?”
“Gevşeyip de kötü bir hayata geçmeyeceksin demektir.”
“A m a keşke kaygılanmayı kesebilsem. Senin kaygılandığın
olur m u?”
İster istem ez derin bir nefes aldım. “Evet.”
“Yani insan ne kadar başarılı olursa olsun illaki kaygılanır,
öyle mi?”
“Kaygının niteliği önem li,” dedim. “Artık beni m udu eden
şeyler konusunda kaygılanıyorum.”
Telegram: @cinciva
12 D avid G ilm o u r

Pencereden dışarı baktı. “ Bunları konuşunca canım sigara


çekti. Sonra da akciğer kanseri olur m uyum diye kaygılana­
bilirim.”

Ertesi gün ona tatlı niyetine, Sharon S to n e’un Temel İçgüdü


(1992) filmini seyrettirdim. Yine abartm adan, kısa bir tanıtım
konuşması yaptım. Basit bir ilke: ö zet geçin. D aha fazlasını
merak ederse sorar.
“Paul Verhoeven,” dedim. “ HollandalI bir yönetm en;
Avrupa’da birkaç hit film çektikten sonra H ollyw ood’a geldi.
Muhteşem bir görsel saldırı; nefis ışıklandırm a. Şiddet içeriği
yoğun, ama seyredilir birkaç m ükem m el film çekd. B unların
en iyisi Robocop.” (Kendimi bir M ors alfabesi m akinesi gibi
hissetmeye başlamıştım, ama Jesse’nin kafasını karıştırm ak
istemiyordum.)
Devam ettim: “Aynca tüm zam anların en k ö tü film lerinden
birini, tam bir kamp klasiği olan Shougirls’ü çekd.”
Filme başladık; buğday tenli b ir sarışın, cinsel ilişkiye
girdiği bir adamı bir buz kıracağıyla k a tle d iy o rd u . H o ş bir
giriş. O n beş dakika sonra, Tem el İçgüdü n ü n sadece baya­
ğı insanlarla ilgili olm akla kalm ayıp, bayağı in sa n la r ta ra ­
fından çekildiğim düşünm em ek güç. K o k a in d e ve lezbiyen
“dekadanlığında” , aklı fikri sekste o lan b ir o k u l çocuğu
gibi odaklanılmış. Yine de izlem esi ç o k keyifli b ir film ol­
duğunu kabul etm ek gerek. İn sa n d a h o ş b ir çeşit deh şet
Telegram: @cinciva
uyandınyor. Sürekli önem li ve pis b ir şeyler o lu y o r sanki,
aslında olmasalar da.
FİLM KULÜBÜ 13

Diyaloglar da bir alem. Jesse’ye, eskiden gazeteci olan sena­


rist Joe Eszterhas’a şöyle şeyler yazması için üç milyon dolar
ödendiğini söyledim:

DEDEKTİF: O nunla ne kadar zamandır çıkıyordunuz?


SHARON STONE: Onunla çıkmıyordum. Onunla
yatıyordum.
DEDEKTİF: Ö lü m ü n e ü zü ld ü nüz mü?
SHARON STONE: Evet. O nunla yatmak hoşuma
gidiyordu.

Jesse gözlerini ekrandan ayıramıyordu. 400 Darbeci takdir


etmiş olabilirdi, ama bu bam başka bir şeydi.
“Bir saniye duraklatabilir miyiz?” deyip işemek için tuvalete
koştu; klozet kapağının takırtısını kanepeden işittim ve sonra
öyle bir fışkırm a sesi geldi ki, sanki tuvalette bir at vardı. “Jes­
se, kapat şu kapıyı yahu!” Bugün bir sürü şey öğreniyorduk.
Kapı küt diye kapandı. Sonra Jesse çoraplı ayaklarıyla paldır
küldür koşarak, p a ntolonunu belinden tutarak geri döndü ve
kanepeye adadı. “Baba, kabul etmelisin ki bu muhteşem bir
film.”

Telegram: @cinciva
İR G Ü N E V E B İR K IZ G E T İ R D İ . Kızın adı Re-
becca N g idi, VietnamlIydı ve çok güzeldi. “Tanıştığımıza
sevindim David,” dedi gözlerime bakarak.
David?
“Günün nasıl geçiyor?”
“Günüm nasıl geçiyor?” diye tekrarladım salakça. “Şimdilik
iyi geçiyor.”
Bu mahalleyi seviyor muydum? Evet, seviyordum, teşek­
kürler.
“Birkaç sokak ileride oturan bir teyzem var,” dedi. “Çok iyi
bir insandır. Taşralıdır, eski kafalıdır ama çok iyidir.”
,
Taşralı eski kafalı mı?
Rebecca N g (Ning diye okunur) güzel giyinmişti; üstünde
tertemiz bir beyaz kot pantolon, maron bir uzun yakalı bluz,
bir deri ceket ve Beade çizmeler var. Sanki bu giysileri alabil­
mek için okuldan sonra Yorkville’deki bir butikte çalışmış,
Cumartesileri de Four Seasons Oteü’nin barında müdürlere

Telegram: @cinciva
t« D avid G flm otır

içki servisi yapmış (kalan zam anda da kalkülüs çalışmış) izle­


nimine kapılıyordunuz. Jesse’yle konuşm ak için başım çevir­
diğinde burnuma parfüm kokusu geldi: hafifti, pahalıydı.
“Eee, geldik işte,” dedi.
Sonra Jesse onu aşağıya, yatak odasına götürdü. İtiraz et­
mek için ağzımı açtım. Aşağısı kuyu gibiydi. Penceresi yoktu,
güneş almıyordu. Eski bir yeşil battaniyeyle örtülü bir yatak,
yere saçılmış giysiler, her tarafta CD ler, duvara bakan bir bil­
gisayar vardı o kadar; bir de imzalı bir E lm o re L eonard ki­
tabım (okunmamış), G eorge E lio t’ın Middlemarch im (annesi
iyimserlik edip armağan etmişti) ve kapaklarında kaş çatan
zencilerin fotoğrafları bulunan h ip -h o p dergilerini içeren bir
“kitaplık”. Sehpada su hardaldan duruyordu. Sehpaya yapış­
mış olduklarından, almaya kalktığınızda tabanca gibi ses çıka-
nyorlardı. Aynca somyayla şiltenin arasındaki birkaç “erotik”
derginin ( 1-800-Slui) kenarlan g örülüyordu. Jesse “P o rn o g ra­
fiyle sorunum yok,” demişti bana istifini bozm adan.
“Benim var ama,” demiştim. “Yani o n la n sakla.”
Yandaki çamaşır odasının zem ininde, evdeki havlulann ya­
nsı mayalanmaktaydılar. A m a sesim i çıkarm ıyordum . Şimdi
Jesse’ye çocukmuş gibi davram anın sırası olm adığım hisse­
diyordum: “Haydi çocuklar, siz süt içip kurabiye yiyin, ben
de şu camna yandığınım ön bahçesindeki çim leri biçmeye
devam edeyim!”
Birazdan aşağıdan bir bas gitar sesi yükseldi. R ebecca’nın
müzik eşliğinde şarkı söylediğini duyabiliyordum ; sonra
Jesse’nin daha kalın ve özgüvenli sesini işittim . Sonra neşeli
kahkahalar geldi. Güzel, diye d üşündüm , kız o n u n ne kadar

Telegram: @cinciva
eğlenceli bir insan olduğunu keşfetti.
FİLM KLLCiBLI 17

“O kız kaç yaşında?” diye sordum, Jesse onu metroya kadar


geçirdikten sonra geri döndüğünde.
“O n altı,” dedi. “Ama erkek arkadaşı var.”
“Tahm in ederim.”
Kararsızca gülümsedi. “N e demek istiyorsun?”
“Hiç.”
Kaygılı gibiydi.
“Galiba şunu demek istiyorum ki, erkek arkadaşı varsa se­
nin evinde ne işi var?”
“G üzel kız, değil mi?”
“Kesinlikle. Üstelik bunun farkında.”
“Rebecca’yı herkes seviyor. Herkes onun arkadaşı olmak
istiyorm uş num arası yapıyor. Kendisini arabayla gezdirme­
lerine izin veriyor.”
“E rkek arkadaşı kaç yaşında?”
“Aynı yaştalar. Am a çocuk biraz inek.”
“İyi bir seçim yapmış,” dedim ciddiyetle.
“N asıl yani?”
“İlginç bir kız olduğu belli,” dedim.
M utfak lavabosunun üstündeki aynada kendine göz am.
Başım biraz yana çevirip yanaklannı içeri çekti, dudaklannı
büzdü ve ağırbaşlılıkla kaş çattı. Bu onun “ayna suratı”ydı.
O ifadeyi sadece aynaya bakarken takınırdı. Rakun postuna
benzeyen saçı dim dik olacak sanırdınız.
“A m a bir önceki erkek arkadaşı yirmi beş yaşındaydı,” dedi.
Kız hakkında konuşm ak istediği belliydi. Gözlerini yansıma­
sından güçlükle alarak, yüzünü norm al haline döndürdü.
“Y irm i beş mi?”
“E trafı erkek kaynıyor baba. Sinek gibiler.”
Telegram: @cinciva
18 Davfd G flm our

O anda, onun yaşındaki halimden daha akıllı göründü.


Daha gerçekçi ve daha az kibirliydi; büyük başarı sayılmazdı
aslında. Ama Rcbecca Ng meselesi beni kaygılandırıyordu.
Jesse’nin çok pahalı bir arabaya binişini seyretmek gibiydi.
Yeni koltuk derisinin kokusunu ta buradan alabiliyordum.
“Ona asılıyormuşum filan gibi görünm edim , değil mi?”
“Ab, kesinlikle hayır.”
“Kaygılı filan?”
“Hayır. Kaygılı miydin ki?”
“Sadece ona yakından bakınca öyle oluyorum. Yoksa iyiyim.”
“Bana gayet kendinden emin göründün.”
“Öyleydim, değil mi?” Uzuvlanna yine bir çeşit gevşeklik
geldiği görülüyordu; kaygılarından ve tahm inlerinden kurtu­
lup kısa süreliğine tatile çıkmıştı, ama sanki yerçekimi gibi
onu kendilerine geri çekeceklerdi. O na ne kadar az şey ve­
rebileceğimi düşündüm; böyle biraz içini rahatlatabilirdim o
kadar, hayvanat bahçesindeki nadide bir hayvanı küçük elma
dilimleriyle beslercesine.
Duvarın arkasmdan komşumuz E leanor’un sesi geliyordu.
Eleanor mutfakta gürültü yapıyor, çay hazırlıyor, radyo dinli­
yordu. Yalnız gibiydi. Onu dinleyip bir yandan kendi kaygıla­
rımı düşünürken, aklıma Jesse’nin ilk “manitası” geldi. Jesse
on-on bir yaşlanndaydı. Hazırlanmasına yardım etmiştim;
dişlerini fırçalamasını kollanmı kavuşturarak seyretmiş, mi­
nik koltuk altlanna deodorantımdan sıkmış, kırmızı bir tişört
giydirmiş, saçlannı taramış ve uğurlamıştım. Gizlice peşinden
gitmiştim, çalılarla ağaçlann arkasına saklanarak. O m or saçlı,

Telegram: @cinciva
çöp gibi çocuk gün ışığında öyle güzel görünüyordu ki.
Birkaç saniye sonra yüksek bir Victoria tarzı evin garaj
FİLM KULÜBÜ 19

yolunda, küçük bir kızla birlikte belirmişti. Kız ondan biraz


uzundu. Bloor Sokağı’na gidip bir Coffee Time restoranına
girmişlerdi ve onlan gözden kaybetmiştim.
“ Rebecca’nın bana göre fazla klas olduğunu düşünmüyor­
sun, değil mi baba?” diye sordu Jesse, aynada kendine bakıp
yüzünü çarpıtarak.
“ Hayır, hiçbir kız senin için fazla klas değildir bence,” de­
dim. A m a söylerken kalp atışlarım hızlandı.

O kış epey boş vaktim vardı. Kimsenin izlemediği kısa bir


belgesel program sunuyordum, ama sözleşmem bitiyordu ve
yönetici yapımcı biraz panikle yazdığım mektuplara yanıt
vermeyi kesmişti. Televizyon kariyerimin sona ermek üzere
olduğunu hissediyordum huzursuzca.
“Çıkıp herkes gibi bir iş araman gerekebilir,” dedi kanm.
Bu beni korkuttu. Elli yaşında gidip de şapkamı elime alarak
iş dilenmek.
“İnsanlar öyle bakmıyor bence,” dedi. “İş aramak normal
bir şey. Herkes yapıyor.”
Eski zamanlardan tanıdığım, çalışmalanmı takdir eden
(öyle sandığım) birkaç meslektaşımı aradım. Ama şovlannı,
eşlerini değiştirmişlerdi, yeni bebekleri olmuştu. Cana yakın­
lıklarım, ama beni önemsiz bulduklarını hissediyordum.
Yıllardır görm ediğim insanlarla öğle yemeği yedim. Lise­
den, üniversiteden, Karayiplerdeki hızlı zamanlarımdan tanı­
dığım eski dosdanm la. Yirmi dakika sonra çatalımı bırakıyor
Telegram: @cinciva
ve bunu bir daha yapmamalıyım diye düşünüyordum. (Onlar
20 David G llm our

da aynısını düşünüyorlardı eminim.) Hayatımın geri kalanı


nasıl geçireceğimi merak ediyordum. Beş-on yıl sonrası pek
iç açıcı görünmüyordu. İşlerin “bir şekilde yoluna gireceği­
ne” ve “sonunda iyi olacağına” inancım tükeniyordu.
Karamsarlığa kapılarak küçük bir hesap yaptım. Bir daha
kimse beni işe almazsa, iki yıl yaşamaya yetecek kadar param
vardı; dışanda akşam yemeği yemeyi kesersem daha da uzun
süre yeterdi... hele ölürsem hiç sorun kalmazdı. Peki param
bitince ne olacaktı? Sözleşmeli öğretm enlik mi yapacaktım?
Yirmi beş yıldır yapmadığım bir şeydi bu. D üşündükçe kötü
oluyordum. Sabahın altı buçuğunda çalan telefonla birlikte
yataktan panikle ve ağzımda iğrenç bir tada fırlamak; g öm ­
leğimi ve naftalin kokulu spor ceketimi giyip kravat takmak;
berbat metroya binip bilmediğim bir sem tteki bir tuğla okula
gitmek, fazla aydınlık koridorlar, m üdür yardım cısının odası.
“Sen şu eskiden televizyona çıkan adam değil m isin?” insana
sabahın on birinde içmeyi isteten düşünceler. Ki bunu birkaç
kere yaptım ve sonradan Malcolm Lowry gibi başım ağrıdı
tabii. Hayatım mahvettin.
Bir sabah erkenden kalkıp bilmediğim bir restorana gittim.
Gelen hesap fazla düşüktü; bir hata yapıldığı belliydi ve ara­
daki farkın garson kızın bahşişlerinden kesilmesini istem iyor­
dum. Yanıma gelmesini işaret ettim. “ Fiyatlarınız bu kadar
düşük olamaz,” dedim.
Hesaba baktı. “Hayır, hayır,” dedi gülüm seyerek, “bu Yaş­
lılara Özel Tarife.”
Yaşlılara Özel Tarife... altmış beş ve üstü insanlar için. D aha

Telegram: @cinciva
da zavallıca olanı, biraz m innet duym am dı. Sonuçta jam bon-
lu yumurtadan neredeyse iki buçuk dolar tasarru f etmiştim.
FİLM KliLClBİj 21

Hava giderek kapanıyordu. Kar başladı; pencere camla­


rından ıslak kar taneleri süzüldü. Sokağın karşı tarafındaki
küçük otopark siste gözden kayboldu. Bir çift kırmızı ışı­
ğın hareket ettiği, birisinin arabasım geri geri park ettiğ gö­
rülüyordu. Tam o sırada Jesse’nin annesi Maggie Huculak
(Hu-şu-lek diye okunur) aradı. Loftumda kendine bir bardak
şarap koymuş ve canı muhabbet çekmiş. Sokak lambalan
yandı; lambaların etrafındaki sis sihirli bir şekilde aydınlan­
dı. İki ebeveynin taptıkları çocuklanndan... beslenmesinden
(kötüydü), sportif faaliyetlerinden (yoktu), sigara içmesinden
(kaygılandıncıydı), Rebecca N g’den (belaydı), uyuşturucular­
dan (bildiğimiz kadarıyla kullanmıyordu), kitaplardan (oku­
muyordu), filmlerden (bugün Hitchcock’un Givtfi Teşkilat\m
[1959] seyretmişti), içki içmesinden (partilerde), ruhunun do­
ğasından (düşçüydü) bahsetmeleri için mükemmel bir zaman
gibi geldi birden.
Konuşurken, birbirimizi sevdiğimizi bir kez daha fark et­
tim. Cinsel veya rom antik bir şekilde değil, böyle şeyleri geri­
de bırakmıştık, ama daha derin bir şekilde seviyorduk, gerçi
gençken daha derin bir şeyinyaşanabileceğine inanmazdım. Bir­
birimizin varlığından, birbirimizin sesini duymanın verdiğ
rahadıktan büyük haz alıyorduk. Aynca dünyada oğlumdan
bol bol bahsedebileceğim... Jesse’nin bu sabah ne söylediğini,
ne kadar zekice konuştuğunu, yeni ragbi formasım giyince
ne kadar yakışıklı göründüğünü anlatabileceğim tek kişinin o
olduğunu acı tecrübelerle öğrenmiştim. (“Kesinlikle haklısın!
Telegram: @cinciva
Koyu renkler ona çok yakışıyor!”)
22 D avid G flm o u r

Başkası olsa, böyle şeyleri otuz saniye dinledi mi kendini


pencereden atardı. N e yazık, diye d üşündüm , bir anne baba­
nın birbirlerinden bu kadar soğuyup da böyle keyifli so h b et­
lerden m ahrum kalmaları ne acı.
“Bu aralar erkek arkadaşın var m ı?” diye sordum .
“Havır,” dedi Maggie. “ H oş adam larla tanışm adım .”
“Tanışırsın. Seni bilirim ben.”
“Emin değilim,” dedi. “Birkaç gün önce birisi bana, benim
yaşımdaki bir kadının yeniden evlenm e ihtim alinin, bir terörist
saldınsında öldürülme ihtim alinden düşük olduğunu söyledi.”
“Ağzından bal dam lıyorm uş. B unu söyleyen kim di?” diye
sordum.
Hedda Gabler oyunu için birlikte p ro v a yaptığı ö rd e k suradı
bir aktrisin ismini verdi.
“Repliklerimizi çalışıyorduk ve b itirirken yıllardır tanıdığım
yönetmen ‘Maggie, sek m alt viski gibisin,’ dedi.
“Ya?”
“Aktris de ne dedi biliyor m u su n ?”
“Ne?”
“ ’Hani şu ucu% viskiyi diyorsun, değil m i?’ d ed i.”
Bir duraksam adan sonra “Sen o n d a n d a h a iyi b ir o y u n c u ­
sun Maggie; bu yüzden sana h e p kin tu ta c ak ,” d ed im .
“Bana hep böyle güzel şeyler söylüyorsun,” dedi. Sesi titre ­
di. Suiugöz bir insandı.

Tam olarak hatırlayam ıyorum . R eb ecca N g o sisli g ecenin


Telegram: @cinciva
dördünde aradı galiba veya birkaç g ece s o n ra aram ış d a ola­
FİLM KULÎIBİJ 23

bilir. T e le fo n u n sesi rüyam a öyle m ükem m elen karıştı ki (yaz­


lık ev, m u tfa k ta b a n a do m atesli sandviç hazırlayan annem ,
ç o k ta n yitirdiğim şeyler) h e m e n uyanm adım . Sonra çalmayı
sü rd ü rü n c e açtım . V akit çok geçti, bir kızın bırakın telefon
etm eyi, ayakta o lm ası için bile tu h a f bir saatti. “ Bu saatte
aran m az R e b ec ca ,” dedim .
“ Ü z g ü n ü m ,” dedi ü z g ü n olm ayan bir sesle. “Jesse’nin ken­
di tele fo n u v a rd ır san m ıştım .”
“ O lsa bile...” diye söze başladım , am a dilim tutuldu. K alp
krizi g eçiriyor gibi sesler çıkardım .
B ir e rg e n e sa b a h ilk iş saldırm azsınız, önce dişlerini fırça­
lam asını, y ü z ü n ü yıkam asını, yukarı çıkm asını ve o tu ru p sa­
ha n d a y u m u rta sın ı yem esini beklersiniz. Sonra saldınrsınız.
“ D ü n g ece m esele neym iş?” dersiniz.
“ R üyasında b e n i g ö rm ü ş.” Jesse heyecanını belli etm em eye
çalışsa da, p o k e rd e m u h te şe m b ir el gelm iş bir adam gibiydi.
“ Sana öyle m i d edi?”
“Ona öyle d e m iş.”
“ K im e?”
“ E rk ek arkadaşına.”
“E rkek arkadaşına rüyasında seni gördüğünü mü söylemiş?”
“E v et.” (H a ro ld P in te r oyunlarındaki karakterler gibi ko­
nuşm aya başlam ıştık.)
“T an rım .”
“N e ? ” dedi kaygıyla.
“Jesse, b ir kadının seni rüyasında gördüğünü söylemesi ne
anlam a gelir bilirsin, değil m i?”
“N e?” Y anın biliyordu. D uym ak istiyordu o kadar.

Telegram: @cinciva
“S enden hoşlandığı anlam ına gelir. Seni düşündüğünü söy-
X# Udvid b iim o u r

İçmek istiyor. Cidden düşündüğünü.”


“Doğru. Benden hoşlanıyor galiba.”
“Buna eminim. Ben de seni severim...” Gerisini getiremedim.
“Ama ne?”
“Sinsice bir tavır,” dedim. “Kız arkadaşın sana rüyasında
başka bir erkeği gördüğünü söylese ne hissederdin?”
“Öyle bir şey söylemezdi.”
“Yani seninle birlikte olsa rüyasında asla başka bir erkeği
görmezdi, öyle mi?”
“Evet,” dedi ama kendinden pek em in değildi.
Devam ettim. “Jesse, söylemeye çalıştığım şu: bir kız eski
erkek arkadaşına nasıl davranıyorsa günü gelince sana da öyle
davranır.”
“Öyle mi düşünüyorsun?”
“D üşünm ek değil. Biliyorum. A n n en e bak; eski erkek arka­
daşlarına hep iyi ve yardım sever davranır. Dolayısıyla ne sana
beni çekiştirdi ne de m ahkem ede so ru n çıkardı.”
“O öyle şeyler yapmaz.”
“Ben de onu diyorum ya. Başka bir adam a yapm ıyorsa bana
da yapmaz. Ç ocuğum un annesi olarak o n u seçm em in sebebi
buydu.”
“Ayrılacağınızı biliyor m uydun?”
“Yani karaktersizin tekiyle yatabilirsin, am a o asla çocuğu­
nun annesi olm asın diyorum .”
Bunu duyunca sustu.

Telegram: @cinciva
Seyrettiğimiz filmlerin listesini çıkardım (san kâğıdara ya­
FİLM KULÜBÜ 25

zıp buzdolabına astım ), dolayısıyla ilk birkaç haftada ona


Suçlar ve Kabahatler\ (1989) izlettiğimi biliyorum. Bugünlerde
W oody Allen’ın filmleri baştan savma oluyor, sanki onlan bir
an önce aradan çıkarıp başka şeylerle ilgilenmek istiyor. Maa­
lesef o başka şeyler yeni filmler oluyor. Giderek daha kötüye
gidiyor. Yine de o tu zd an fazla film çekti ve belki de asıl eser­
lerini verm iştir; belki de artık ne yapsa hakkıdır.
Y ine de b ir zam anlar birbirinden güzel filmler çekerdi peş
peşe. Suçlar ve Kabahatler çoğa insanın bir kez izlediği bir film­
dir, oysa tıpkı Ç eh o v ’un kısa öyküleri gibi, ilk seferde anlaşıl­
m az. W oody Allen’ın dünyayı algılayışını sergileyen bir film
gibi gelm iştir hep... bu dünyada kom şulannız cinayet işleyip
yakayı sıyırırlar ve gerzekler bom ba gibi kızlarla çıkarlar.
Jesse’ye film in ustaca anlatım m dan, Martin Landau’nun
canlandırdığı oftalm ologla isterik kız arkadaşı (Anjelica H us­
ton) arasındaki ilişkiyi etkileyici bir şekilde sergilemesinden
bahsediyorum . Çılgınca bir ilişkiden bir cinayet bağlantısına
geçm eleri çabucak gerçekleşiveriyor.
Jesse filmi nasıl buldu? “ G erçek hayatta Woody Allen’ı se­
verdim sanırım ,” dedi. O kadar.
Sonra on a bir belgesel izlettim: Yanardağın Altında: Malcolm
L ow fy’nin Yaşamıyla ve Ölümüyle İlgili B ir Araştırma (1976). Yeri
gelm işken söyleyeyim: Yanardağ hayatımda izlediğim en iyi
belgeseldir. Y irm i yıldan fazla bir süre önce televizyon dün­
yasına girdiğim de, bir kıdemli prodüktöre onu izleyip izleme­
diğini sorm uştum .
“Şaka mı yapıyorsun?” dedi kadın. “Televizyon dünyası­

Telegram: @cinciva
na girm em in sebebi oydu.” O ndan alıntı bile yapabiliyordu.
“ ’Benim kadar çok içmezseniz, sabahın yedisinde bir kantin­
D avid G flm our

de dom ino oynayan yaşlı bir kadının güzelliğini nasıl anlaya­


bilirsiniz?”'
O filmin öyküsü m uhteşem dir: zengin bir çocuk olan Mal­
colm Lowry yirmi beş yaşındayken Ingiltere'den ayrılır, içe
içe dünyayı gezer, sonra da Meksika'ya yerleşip bir kısa öykü
vazmaya başlar. O n yıl boyunca içtikten sonra, o kısa öyküyü
şimdiye kadar içki içmekle ilgili yazılmış en iyi rom an olan
)T
anardağtn Altında ya d önüştürür ve bu arada neredeyse de­
lirir. (Tuhaf bir şekilde, rom anın çoğu V ancouver’in o n altı
kilometre kuzeyindeki küçük bir kabinde yazılmıştı.)
Bazı yazarların hayatlarının da yazdıkları kadar ilginç ve
hayranlık verici olduğunu söyledim. Virginia W o o lf’tan
(boğularak öldü), Sylvia Plath'tan (gazdan öldü), F. Scott
Fitzgerald’dan (durm adan içti ve genç yaşta öldü) bahsettim .
Malcolm Lowry de bunlardan biridir. R om anı, özyıkım ı yü­
celten en rom antik eserler arasındadır.
“Senin yaşındaki kimbilir kaç delikanlının sarhoş olup
aynaya baktıklarım ve M alcolm L ow ry’yi g ördüklerini san­
dıklarım düşünm ek ürkütücü,” diye ekledim . “ K im bilir kaç
delikanlı kafayı çekm enin ötesinde önem li, şiirsel bir şey yap­
tıklarını sanıyorlardı.” Jesse’ye böyle k o n u şm a m ın sebebim
gösterm ek için rom andan bir pasaj o k u d u m . “ K endim i b ü ­
yük bir kâşif olarak gö rü y o ru m ,” diye yazm ış Lowry, “ilginç
bir diyar keşfeden, am a asla o rad an geri d ö n ü p de bildiklerini
dünyaya aktaramayacak bir kâşif. A m a b u d ü n y an ın adı... ce­
hennem .”
“Tanrım ,” dedi Jesse, kanepede sırtına yaslanarak, “ sence
ciddi miydi, kendini gerçekten öyle m i ¿örüyordu?”
Telegram: @cinciva
“ Bence evet.”
FİLM KULÜBÜ) 27

Bir an d ü şü n d ü k te n sonra ekledi: “ Bu yanlış bir şey bili­


yorum , am a tu h a f bir şekilde insanda çıkıp zil zurna sarhoş
olm a arzusu uyandırıyor.” Sonra ona belgeseldeki, çoğunluk­
la L ow ry’nin yazdıklarının seviyesine çıkan anlatıma dikkat
etm esini söyledim . Bir ö rn e k vereyim, Kanadalı film yapım­
cısı D o n a ld B rittain’in L ow ry’nin bir N ew York devlet akıl
hastanesindeki hayatını anlatışından alıntı yapayım: “Bura­
daki insanlar artık kurtarılam az olm alanna karşın yaşamayı
sürdürüyorlardı. B urası artık insanın yum uşak çimenlerin üs­
tüne d ü ştüğ ü, zengin burjuvaların dünyası değildi.”
“ L ow ry’yi o k u m ak için yaşım çok m u küçük sence?” diye
sordu.
Z o r soruydu. H ayatının b u dönem inde, o kitabı en fazla
yirmi sayfa okuyabileceğini biliyordum . “O n d an önce başka
kitapları o k u m an gerek,” diye karşılık verdim.
“ H angilerini?”
“Ü niversiteye b u yüzden gidilir,” dedim .
“ Ü niversiteye g itm eden okuyam az mıyım?”
“ O kuyabilirsin. A m a insanlar okum azlar. Bazı kitaplar an­
cak zorla okutulur. Resm i eğitim in güzel tarafı budur. N o r­
m alde uğraşm ayacağın bir sürü şeyi okum anı sağlar.”
“ Bu iyi bir şey m i peki?”
“Sonuçta evet.”
B azen T ina işten geldiğinde Jesse’yi bir kruvasanla kan­
dırarak m erdivenden çıkarışıma tanık oluyordu... sanki Su
D ünyası’nda bir yunusu eğitiyordum. “Çok anlayışlı bir ailesi
var,” dedi. Ü niversitede okum ak için yazlan, tatillerde, hatta
hafta sonlarında bile çalışm ak zorunda kaldığından, bu ikindi
Telegram: @cinciva
ritüeline biraz sinir oluyordu sanınm .
Tına'dan biraz bahsedeyim. O nu ilk görüşüm de -neredey­
se on beş sene önce- haber odasından telaşla geçiyordu ve
“Fazla güzel. Sana yar olmaz,” diye düşünm üştüm .
Yine de kısa bir flörtüm üz oldu ve Tina birkaç hafta sonra
“iyi bir içki arkadaşı” olsam da “ benden erkek arkadaş olma­
yacağını” net bir dille ifade ederek ilişkimizi bitirdi.
“Yaşım ilerledi,” dedi. “Geleceği olmayan bir ilişkiye iki se­
nemi harcayamam.”
Aradan yıllar geçti. Bir ikindi vakti bir yer altı alışveriş m er­
kezindeki bankamdan çıkarken yürüyen m erdivenin dibinde
onunla karşılaştım. Zam anla yüzü uzam ıştı ve biraz bakım ­
sız görünüyordu. Belki m utsuz bir aşk ilişkisi yaşam ıştır diye
umdum. Şansımı tekrar denedim . Birkaç kez birlikte gezdik
ve sonra bir akşam, evden bir yerlere yürürken o n u n silüetine
baktım ve “Bu kadınla evlenm eüyim ,” diye d üşündüm . Sanki
bir korunma m ekanizm am , soğuk bir gecedeki bir kalorifer
ocağı gibi çalışmaya başlamıştı. Bu kadınla evlenirsen mutlu
ölürsün, diyordu.
Maggie haberi duyunca beni kenara çekip “ Bu seferkini yü­
züne gözüne bulaştırm a sakın,” dedi.
Jesse’ye daha sonra seyrettirdiğim film ler Yurttaş Kane
(1941) (“Gayet iyi ama tüm zam anların en iyi filmi değil,”) ve
John H uston’ın İguana Geceleriydi (1964) (“ S a ç m a ”) Sonra
sekiz O scar kazanmış R ıhtım lar Ü% erinde\i (1954) izlettim .
Retorik bir soruyla başladım : M arlon B ra n d o tü m zam an­
ların en iyi aktörü m üdür?
Sonra devam ettim . Jesse’ye R ıhtım lar Ü ^erinde’risn N ew
York nhtım lanndaki ahlâksızlıkları so n a erd irm ek le ilgili gibi

Telegram: @cinciva
görünse de aslında A m erikan film lerindeki yeni b ir aktörlük
FİLM KULİJBİJ 29

form u olan Y ö n tem ’in ortaya çıkışının hızlanmasıyla ilgili ol­


duğunu açıkladım. A ktörler bir karakteri gerçek yaşam tecrü­
belerine dayanarak kişileştirirler ve bunun sonuçları fazlasıyla
kişisel ve bayağı olabilir, am a b u filmi m uhteşem kılmıştır.
Sonra filmin çeşitli şekillerde yorumlanabileceğini açıklama­
ya geçtim. Edebi açıdan, Brando’nun canlandırdığı ve gerçek
bir vicdan krizi yaşayan genç bir adamın heyecanlı öyküsüdür.
Karakter bir kötülüğün cezasız kalmasına göz yummalı mıdır,
failler arkadaşları bile olsa? Yoksa konuşmak mıdır?
Ama başka bir açıdan da bakılabikr. Filmin yönetme­
ni Eka K azan, insanın öm ür boyu peşini bırakmayan ber­
bat hatalardan birini yapmıştı: elkk yıllarda Senatör Joseph
McCarthy’nin Am erikan Karşıtı Eylemler Komitesi’ne gö­
nüllü ifade vermişti. K om ite’nin “ soruşturm alan” sırasında
pek çok aktörün, yazarın ve yönetm enin Komünist Parti
üyesi olmakla suçlanıp kara ksteye akndıklannı, ocaklarının
söndüğünü açıkladım.
Kazan yalakakğı ve ihbarcıkğı yüzünden “Gammaz Kazan”
lakabım almıştı. E leştirm enler Rıhtımlar U^erinde’m n temelde
onun arkadaşlarını ihbar etm esini sanatsal bir üslupla haldi
gösterm e çabası olduğunu öne sürmüşlerdi.
Jesse’nin kafasının karıştığım gördüğüm den, son olarak
M arlon B rando’yla E va Marie Saint’in bir park sahnesini iz­
lemesini istedim : bu sahnede Brando, Saint’in eldivenini akp
takar; Saint gitm ek ister, ama eldiven B rando’da olduğun­
dan gidem ez. K azan, B rando’dan söz açıknca hep o andan
bahsetm iştir. “ O n u i^ledini^ mi?” diye sorardı röportajcılara,
doğal dünyada gerçekleşm em esi gereken... ama gerçekleşmiş

Telegram: @cinciva
bir eyleme tartıldık etm iş bir adam ın sesiyle.
30 D avid G ílm our

Devam ettik. Kim Korkar Hain K urttan\ (1966), Meryl


Streep’in oynadığı Plenty'İ (1985), G raham G reen’in Üçüncü
Adam 'm ı (1949) seyrettirdim. Jesse bazı filmleri seviyor, ba-
zılanndansa sıkılıyordu. Ama kira ödem ekten ve işe girmek
zorunda kalmaktan iyiydi. O na A H ard D ay’s N ight\ (1964)
seyrettirince şaşırdım.
“Altmışların başlarında genç olmamış birinin Beades’ın
önemini anlaması zordur,” dedim. D aha ergenlikten yeni
çıkmalarına karşın nereye gitseler Rom a im paratorları gibi
ağırlanıyorlardı. Histerikçe popülerliklerine karşın tuhaf bir
şekilde sanki muhteşemliklerini sadece siz anlıyormuşsunuz,
bir şekilde sizin özel keşfinizmişler gibi hissettiriyorlardı.
Jesse’ye onları 1965’te,T o ro n to ’daki M aple L eaf G ardens’ta
canlı izlediğimi söyledim. H ayatım da öyle şey görm edim ;
çığlıklar, patlayan flaşlar, “L ong Tali Sally”yi çalarlarken John
Lennon’ın abartılı hareketleri. Yanım daki ergen kız dürbünü­
mü öyle bir kaptı ki az kalsın kafam ı koparacaktı.
Jesse’ye 1989’da, G eorge H a rriso n so n albüm ünü çı­
kardığında onunla bizzat rö portaj yaptığımı; H andm ade
Records’taki ofisinde beklerken d ö n ü p de onu, o gür siyah
saçlı, zayıf, orta yaşlı adam ı g ö rü n ce az kalsın düşüp bayı­
lacağımı anlattım. “Bir dakika,” dem işti E d Sullivan
aksanıyla, “saçımı taramalıyım.”
Jesse’ye A H ard D ay’s N ig h t’m ne kadar iyi kotanldığını
açıkladım... parlak siyah beyaz çekim lerden tu tu n da, grup
üyelerine trend yaratıcı beyaz göm lekli siyah takım elbiseler
giydirilmesine ve filme bir belgesel havası, gerçekçilik katmak

Telegram: @cinciva
adına el kamerası kullanılm asına dek. O kıpır kıpır, saat altı
haberleri tarzı, bir yönetm enler kuşağım etkilem işti.
FİLM KULÜBÜ

Jesse’nin dikkatini birkaç küçük ve eğlenceli ayrıntıya çek­


tim: G eorge H arrison’ın (yönetmen Richard Lester’a göre
gruptaki en iyi aktördü) berbat gömlekler sahnesine; John
Lennon’ın trende bir Coca-Cola şişesinin tepesini koklama­
sına (kokain şakasını o zamanlar çok az kişi anlamıştı). Ama
en sevdiğim kısım kesinlikle Beatles’ın bir merdivenden ko­
şarak inip açık havaya çıkmasıdır. Arka planda “Can’t Buy *
Me Love” çalarken öyle karşı konulmaz, öyle esrik bir andır
ki, bugün bile derin ve önem li bir şeye yakın olduğum -ama
sahip olam adığım - hissini yaşatır. O nca yıldan sonra hâlâ o
“şeyin” ne olduğunu bilm iyorum , ama bu filmi seyrederken
varlığını hissediyorum .
Filmi başlatm adan hem en önce 2001’de, daha birkaç
sene öncesinde, Beatles’ın geri kalan üyelerinin grubun
bir num aralı hitlerinin bir toplamasım çıkardıklarından
bahsettim . A lbüm otuz d ö rt farklı ülkede doğrudan bir
num ara oldu. K anada’da, A B D ’de, İzlanda’da, Avrupa’nın
her yerinde. Ü stelik otuz sene önce dağılmış bir grubun
albümüydü.
Sonra hayatım boyunca söylemek istediğim şeyi söyledim:
“Bayanlar baylar, huzurlarınızda Beatles!”
Jesse kibarlık ederek filmi sessizce izledi ve bitince “Kor­
kunç,” dedi. D evam etti: “E n kötüsü de John Lennon’dı.” Bu
noktada John L ennon’ın şaşılacak kadar iyi bir taklidini yaptı.
“Şaklabanın teki.”
Dilim tutuldu. O müzik, o film, görüntüleri, tarzı... Ama
hepsinden öte, Beatles’tan bahsediyorduk yahu!
“Bana bir saniye taham m ül et, tamam mı?” dedim. Beatles
Telegram: @cinciva
CDlerimi karıştırıp Rubber Soul C D ’sindeki “It’s Only Love”ı
12 David G flm our

buldum. Şarkıyı dinletmeye başladım, dikkati bir milisaniye


bile dağılmasın diye parmağımı kaldırarak.
“Bekle, bekle,” diye haykırdım vecdle. “Nakaratı bekle! Şu
sese baksana, dikenli tel gibi! 7/jr only love and that is all\ Why
should i feel the way i do... ?”*
Sesimi duyurmak için bağırarak “Rock’n roll dünyasında
gelmiş geçmiş en iyi vokal bu!” dedim.
Şarkı bitince koltuğuma çöktüm . H uşulu bir sessizlikten
sonra, normale dönm eye çalışan bir sesle ( o o rta sekizli beni
hâlâ öldürüyor) “Eee, nasıl buldun?” dedim .
“Vokaller iyi.”
Vokaller iyi mi?
“Ama sana kendini nasıl hissettiriyor?” diye haykırdım.
Annesi gibi beni ihtiyatla süzerek “A çık konuşayım mı?”
dedi.
“Açık konuş.”
“Hiç.” Duraksadı. “H içbir şey h issetm edim .” A vutm ak için
elini om zuma koydu. “Ü zgünüm baba.”
Dudaklarında bir gülümseyiş mi gizliydi? Zırvalayan ser­
sem bir m oruğa mı dönüşm üştüm daha şim diden?

Telegram: @cinciva
* Aid üstü aşk vc hepsi bu, N eden kendimi böyle hissediyorum?
İIÇ İİN C C )
BÖLÜM

A K İT A K ŞA M A G E L İY O R D U , saat neredeyse altı


olmuştu ve Jesse ortada yoktu. Aşağı inip kapısını çaldım.
“Jesse,” dedim. “Girebilir miyim?”
Battaniyenin altında yan yatıyordu, yüzü duvara dönüktü.
Gece lambasını açıp yatağın kenanna ihtiyatla oturdum.
“Sana yiyecek getirdim,” dedim.
D öndü. “Yiyemem baba, cidden.”
Bir kruvasan çıkardım. “Öyleyse ben küçük bir lokma ala­
yım.”
Torbaya açlıkla baktı.
“Eee,” dedim (ağzım doluyken), “ne var ne yok?”
“Hiç,” dedi.
“Rebecca’yla mı ilgili?”
Birden doğruldu. G ür saçı şimşek çarpmışçasına dimdik­
ti. “O rgazm oldu,” diye fısıldadı. İrkildim. Elimde olmadan.

Telegram: @cinciva
O n altı yaşındaki oğlumla yapmak istediğim türden bir soh­
bet değildi bu, en azından aynntılara inmek istemiyordum;
34 Davfd Gflmour

aynntılan arkadaşlarıyla paylaşabilirdi. Ama sırf öyle konuş­


makla, içini açmakla rahatladığını, vücudundaki bir zehri
attığını görebiliyordum. Hamurdan koca bir lokma ısırarak
rahatsızlığımı gizledim.
“Ama sonra ne dedi biliyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum.”
“Dedi ki: ‘Jesse, senden gerçekten hoşlanıyorum, ama sana
sarılınca bir arkadaşıma sarılmışım gibi oluyor.’”
“Öyle mi dedi?”
“Aynen. Yemin ederim baba. Sanki kız arkadaşıymışım veya
gevmişim filan gibi.”
Bir an duraksadıktan sonra “N e düşünüyorum biliyor m u­
sun?” dedim.
“Ne?” Hakkında hüküm verilmesini bekleyen bir davalı gi­
biydi.
“Bence o sana acı çektirmeyi seven baş belası bir kaltak,”
dedim.
“Sahi mi?”
“Sahi.”
Durumun korkunçluğunu yeni fark etm işçesine sırt üstü
uzandı.
“Dinle beni,” dedim. “Birazdan dışan çıkm am gerekecek,
işlerim var ve sen yine bu meseleyi düşünm eye başlayacak­
sın...”
“Muhtemelen.”
Sözcüklerimi özenle seçtim. “Seninle uygunsuz bir konuş­
ma yapmak istemiyorum, arkadaş değiliz, baba oğuluz, ama
şunu söylemek istiyorum. Kızlar fiziksel çekim hissetm edik­
Telegram: @cinciva
leri insanlarla sevişince orgazm olmazlar.”
FİLM KULÜBÜ

“E m in m isin?”
“ Evet,” dedim vurgulayarak.
(Bu doğru mu? diye m erak ettim. Fark etmez. Hele bugünü
atlatalım.)
Jesse’yi C um berland sinemasına, Ben Kingsley’nin oynadı­
ğı Seksi Hayvan (2000) filmine götürdüm. Filmi izlemediğini,
karanlıkta o tu ru p Rebecca N g ’yi ve şu “arkadaşa sarılma” me­
selesini düşündüğünü görebiliyordum. Eve giderken “Bugün
istediğin h e r şeyi konuşm a ûrsatı bulabildin mi?” dedim.
Bana bakm adı. “ Kesinlikle,” dedi. Kapı kapalıydı; sen
kendi işine bak. M etroya kadar tuhaf bir sessizlik içinde git­
tik. K onuşm akta asla sorun yaşamamıştık, ama şimdi sanki
birbirim ize söyleyeceklerimiz tükenmişti. Belki de ona fark
yaratacak bir şey söyleyemeyeceğimi genç yaşına karşın his­
setmişti. B unu sadece Rebecca yapabilirdi. Ama Jesse kendi
sinir sistem inin nasıl işlediğini, konuşmanın onu rahatlattığı­
nı, biraz stres atm asını sağladığını unutmuş gibiydi. Kendini
bana kapam ıştı. B en de davet edilmediğim odalara zorla gir­
meye gönülsüzdüm tu h af bir şekilde. Jesse büyüyordu.
H ava berbattı, ki kalbiniz kırıkken hep öyle olur zaten. Yağ­
m urlu sabahlar; renksiz ikindi gökleri. Kapının önünde bir
araba tarafından ezilmiş bir sincap vardı ve evden çıkarken
o tüylü leşi ister istem ez görüyordunuz. Jesse, annesiyle ve
karım T ina’yla birlikte yediği bir aile yemeğinde bifteğiyle ve
patates püresiyle (favorisiydi) kibarca, ama biraz mekanik bir
hevesle oynayıp durdu. Solgun görünüyordu, hasta bir çocuk
gibiydi ve şarabı fazla kaçırdı. Aslında mesele içtiği miktardan

Telegram: @cinciva
çok içme şekliydi, fazla hızlı içiyor, sarhoş olmaya çalışıyordu.
Bunu bazen yaşlı içiciler de yapar. Bu meseleye dikkat etme-
miz gerekecek, diye düşündüm .
Ona ne isterse yapabileceğini söyledim; kirayı boşvermesini, bütün
yün uyumasını söyledim. Benim gibi babayı öpsün de başına koysuni
Ama ya bir şey olmazsa? Ya onu kapısı, çıkışı olmayan bir
kuyuya artıysam ve arük boktan işlerde çalışıp, b oktan insan­
ların ağız kokusunu çekip, m eteliğe kurşun atar bir halde ken­
dini içkive verirse? Y'a bütün bunların sorum lusu olursam ,
ne olacaka? Masanın diğer tarafından on a bakarken, aklımda
sevimsiz sahnelerin peş peşe belirdiğini fark ettim . O n u n bü­
yümüş haliyle yağmurlu bir gecede şehirde taksi kullandığım,
arabanın esrar koktuğunu, yanındaki koltukta bir bulvar ga­
zetesinin katlı durduğunu g ördüm .
O gece onu sundurm ada tek başına buldum . “ Baksana,”
dedim yanındaki hasır koltuğa yerleşerek, “ bu yapağın şey,
yani okula gitm em ek, z o r bir yol, biliyorsun.”
“Biliyorum,” dedi.
Devam ettim : “N e yapağım bildiğine, sadece d o k u zu n cu
sınıfa kadar okum anın bazı bedellerinin o ld u ğ u n u bildiğine
emin olmak istiyorum o kadar.”
“Biliyorum,” dedi, “ am a ben yine d e güzel yaşayacağım sa­
nırım.”
“Öyle mi?”
“ Evet. Sen de öyle d ü şü n m ü y o r m u su n ? ”
“Neyi düşünm üyor m uyum ?”
“G üzel bir hayaam ın olacağım .”
içten ve narin, dar yüzüne b a k a m ve o n u iyice kaygılandır-
m aktansa intihar etm eyi yeğleyeceğim i d ü şü n d ü m .
“ Bence m uhteşem bir hayaün olacak,” d edim . “ H a tta buna
em inim .”Telegram: @cinciva
FİLM KULliBL) 37

Bir b ah ar ikindisiydi. Jesse beş civarı m erdivenden sende­


leyerek çıktı. Bir şey diyecektim am a dem edim . Anlaşm am ız
öyleydi. Bir dergi işi için birisiyle buluşup içecektim; banka
hesabım suyunu çekm eyi sürdürüyordu, am a Jesse’ye bir film
seyrettir m eye başlayıp so n ra çıkarım diye düşündüm . James
D ean’in g enç b ir kovboyu oynadığı Devlerin A f k î (1956) fil­
mini koydum . Sığırların bulu n d u ğ u taşra m anzarasında je­
nerik akarken Je sse ’nin kruvasan yiyip burnundan soluması
sinirimi b o zd u .
“Şu kim ?” dedi. Yem eyi sürdürüyordu.
“Jam es D e a n .”
D uraksadı. “ H avalı adam .”
Rock H u d s o n ’ın D e a n ’i kendisine yeni m iras kalan küçük
araziyi satm aya ikna etm eye çalıştığı sahneye geliyorduk.
O dadakiler iş adam larıdırlar, göm lekli ve kravatlıdırlar, bu
serserinin satış yapm asını istem ektedirler; civarda petrol bu ­
lund u ğ u n d an şüphelenm ektedirler. H u d so n , D ean’a bir to ­
m ar para tek lif eder. Hayır, d er kovboy, şapkasını gözlerine
indirerek, ü z g ü n d ü r am a biraz araziye sahip olm aktan hoş-
lanm aktadır. Ç o k değilse de benim .
İki büklü m o tu rm u ş konuşurken, sağa sola bakarken, bir
parça iple oynar.
“Şimdi şu n u seyret,” dedim . “ O d a d an nasıl çıktığını, eliyle
ne yaptığını seyret; sanki bir m asanın üstünden kar temizli­
yor. Sanki o iş adam larına siktir çekiyor.”
Film lerdeki h ani şu çok tuhaf, çok beklenm edik, ilk g ö rü ş­
te gözlerinize inanam adığınız sahnelerden biridir.
“Vay,” dedi Jesse doğrularak. “ O kısmı tekrar seyredebi­
Telegram: @cinciva
lir miyiz?” (A n to n Ç e h o v ’a h u şu duyulabilir, ama iş Jam es
38 D avid G İlm our

Dean’e gelince “Vay!” kesinlikle en uygun tepkidir.)


Birkaç dakika sonra gitmem gerekti. Kapıdan çıkarken “Bu­
nun geri kalanını seyretmelisin, hoşuna gidecek,” dedim. Sa­
hiden de hoşlanacağını düşünüp kendimi kuduyordum. Ama
o gece geri döndüğümde (taksiye on bir dolar vermiştim, iş
bulamamıştım), Jesse’nin mutfak masasında oturm uş, bir kâse
spagetti yediğini gördüm. Ağzını kapamadan çiğniyordu. Ona
öyle yapmamasını defalarca söylemiştim. Annesinin bu ko­
nuda taviz vermesine sinir oluyordum. Bir delikanlının sofra
adabına aykın davranmasına göz yummak ona iyilik yapmak
değildir. “Jesse, çiğnerken ağzını kapa lütfen,” dedim.
“Pardon.”
“Bunu daha önce konuşm uştuk.”
“Sadece evdeyken öyle yapıyorum,” dedi.
Buna aldırmamaya çalıştımsa da başaram adım . “ Evdeyken
yapıyorsan dışanda da yaparsın.”
“Tamam,” dedi.
“Eee, nasıl buldun?” dedim.
“Neyi?”
“Devlerin A ffa nı. ”
“Ha, yanda bıraktım.”
Bir an duraksadıktan sonra “Bak Jesse, b u aralar pek bir
şey yaptığın yok,” dedim. “Devlerin A ffa gibi bir filmi cidden
sonuna kadar izlemelisin. Aldığın tek eğitim bu.”
ikimiz de sustuk; baskıcı g örünm em enin bir yolunu bul­
maya çalıştım. “Dennis H opper’ı bilir m isin?” dedim .
“Kıyamet’teki adam.”
“Onunla bir röportaj yapmıştım. Favori a k tö rü n ü sordum .
Telegram: @cinciva
Marlon Brando diyecek sandım. H erkes M arlon B rando der.
FİLM KULÜBÜ 39

Ama o öyle demedi. James Dean dedi. Başka ne dedi biliyor


musun? Hayatında izlediği en iyi oyunculuğu James Dean’in
o ipli sahnesinde gördüğünü söyledi.”
“Şaka yapıyorsun.”
“Ciddiyim.” Bir an bekledim. “James Dean’in hayatım bi­
lirsin değil mi?” dedim. “Üç film çektikten sonra bir araba
kazasmda öldü.”
“Kaç yaşındaydı?”
“Yirmilerin başlarındaydı.”
“Sarhoş muydu?”
“Hayır, fazla hızlı gidiyordu. Devlerin A şkı son filmiydi.
Seyredemeden öldü.”
Bunu bir an düşündü. “Sence en iyi aktör kim baba?”
“Brando,” dedim. “Rıhtımlar Ürerinde ki o sahne.
Brando’nun kızın eldivenini alıp eline koyması tamamen do­
ğaçlama. D aha iyisi yok. Tekrar seyretmeliyiz.” Sonra üniver­
sitedeki ahilerimin bana söylediği bir sözü tekrarladım: bir
filmi ikinci kez seyretmek aslında ilk kez seyretmektir. Ba­
şından sonuna kadar ne kadar güzel kurgulandığım anlayabil­
mek için sonunu bilmeniz gerekir.
N e diyeceğini bilemedi, aklı hâlâ Devlerin A şkı yüzünden
karışıktı, bu yüzden “Tabii,” dedi.

Filmleri düzensizce, rastgele seçiyordum. İyi olmalan,


m üm künse klasik ama sürükleyici olmalan, güçlü bir öyküyle
Jesse’nin ilgisini çekmeleri gerekiyordu. E n azından bu aşa­

Telegram: @cinciva
mada ona Fellini’nin 8 V2 U (1963) gibi şeyler seyrettirmek
40 David G flm our

anlamsızdı. Öyle filmleri belki zamanla sevebilirdi. Onun |


zevkini, eğlence anlayışını göz ardı etm ek istemiyordum. Bır
yerlerden başlamak gerekir; bir insana edebiyatı sevdirmek
istiyorsanız ona en başta Ulysses\ vermezsiniz... ayrıca açıkça
sı Ufyssesl sevmem.
Ertesi gece Alfred H itchcock’un A şk ta n da Üstün unde
(Notorious, 1946) karar kıldım, ki bence H itchcock’un en iyi
filmidir. Ingrid Bergman en güzel ve en narin haliyle, bir Al
man casusun Güney Am erika’daki bir g ru p N azi’ye “kirala
nan” kızı rolünü oynar. Cary G rant, kızın A m erikan denet
çisi rolündedir ve onu elebaşıyla evlenm eye gönderirken bile
kıza âşıktır. Hınçlılığı ve kızın onun planı iptal edip kendi
siyle bizzat evleneceğini biraz um m ası, öyküye m uazzam bir
romantik gerilim katar. Ama film genelde klasik bir gerilim
öyküsüdür. Naziler Bergman’ın gerçek görevini keşfedecek
midir? Cary tam zamanında gelip kızı kurtaracak m ıdır? İlk
seyredişte son beş dakika çok heyecanlıdır.
Kısa bir Hitchcock tanıtımıyla başladım ; Jesse h er zam anki
gibi kanepenin solunda, elinde bir fincan kahveyle o turuyor
du. Hitchcock’un bir İngiliz yönetm en o lduğunu ve filmle
rinde oynayan bazı sanşın aktrislere sulandığım söyledim.
(Dikkatini çekmek istiyordum.) Sonra yarım düzin e başyapıt
çektiğini söyleyip, buna katılmayan insanların m uhtem elen |
film sevmediklerini gereksizce ekledim. Jesse ’ye film deki bazı \
t
şeylere dikkat etmesini söyledim. C aninin R io de Ja n e iro ’daki
evinin içindeki merdiven. U zunluğu ne kadardı? O m erdi
venden inmek ne kadar sürerdi? Sebebini söylem edim .
Zarif, bazen de imalı diyaloğu dinlem esini ve bu filmin
Telegram: @cinciva
1946’da çekildiğini unutm am asını istedim . Bir balo salonu
FİLM KLILİJBL) 41

nun tepesinde başlayan ve bir grup davetlinin üstüne yavaş­


ça inerek sonunda Ingrid Bergman’ın sıkılmış yumruğunda
odaklanan çok meşhur bir kamera çekimini izlemesini iste­
dim. Bergman’ın tuttuğu nedir? (Nazilerin fesatça faaliyetle­
rinin sonuçlarım barındıran şarap şişelerinin konduğu şarap
mahzeninin anahtarıdır.)
Sonra bazı saygın kritiklere göre Cary Grant’ın belki de tüm
yamanların en iyi aktörü olduğunu, çünkü “iyilikle kötülüğü
aynı anda sergileyebildiğim” söyledim.
“’Aynı anda’dan kastımı anladın mı?” dedim.
“Hı hı, hı hı.”
O na Pauline K ael’in G rant hakkında yazdığı, New Yor&r’da
çıkmış bir yazıyı gösterdim . “Çok şey yapamıyor olabilir,” de­
mişti Kael, “ama yaptıklarım ondan iyi yapan yok ve agresif-
likten m edenice uzak duruşu ve kendi aptallığım esprili bir
şekilde kabullenişi, onda kendi idealleşmiş halimizi görm e­
mizi sağlıyor.”
Sonra b ütün lise öğretm enlerim in daha sık yapmalarım is­
tediğim bir şeyi yaptım. Çenem i kapatıp filmi başlattım.
Bir inşaat ekibi sokağın karşı tarafındaki kilisede tadilat ya­
parken (orayı lüks bir apartm ana dönüştürüyorlardı) şunlan
duyduk:

INGRİD BERGMAN, G ra n t’ı öperek: Bu çok tuhaf bir aşk


ilişkisi.
GRANT: N eden?
BERGMAN: Beni sevm ediğin için olabilir.
GRANT: Seni sevm ezsem söylerim.
Telegram: @cinciva
42 Davfd Gflm our

Filmi anlayan Jesse bana birkaç kez bakıp gülümseyerek


kafa salladı. Sonrasında sundurmaya çıktık; bir sigara iste d i 1
inşaat işçilerini bir süre seyrettik.
“Eee, nasıl buldun?” dedim durup dururken.
“İyiydi.” Sigarasından nefesler çekti. Sokağın karşı tarafın- t'
dan çekiç sesleri geliyordu.
“Evde bir merdiven fark ettin mi?”
“Hı hı.” ■|
“Filmin sonunda fark ettin mi? Hani Cary G ra n t’la Bergman
evden çıkmaya çalışırlar ve başarıp başaramayacaklarım bile­
meyiz?” I,
Gafil avlanmış gibiydi. “Hayır, fark etm edim .” ji
“Filmin sonundaki merdiven daha u%un,” dedim . “Hitc-
hcock o final sahnesi için ikinci bir m erdiven yaptırdı. Sebe- [*
i
bini biliyor musun?” \
“Neden?” İ
I
“inmeleri daha uzun sürsün diye. B unu neden istiyordu
biliyor musun?” Î
“Gerilimi arttırmak için mi?”
“Artık Hitchcock’un nesinin m eşhur olduğunu bulabilir J
misin?”
“Gerilim sahnelerinin mi?”
Orada durmam gerektiğini anladım. O n a bugün bir şeyler ]
öğrettin, diye düşündüm. Bir çuval inciri b erb at etm e. “Şim­
dilik bu kadar: ders bitti,” dedim. I
j
Genç çehresinde gördüğüm m innet miydi? Koltuktan j
kalktım ve içeri girdik. “Bir şey söyleceğim baba,” dedi. “Şu ¡i
Telegram: @cinciva
meşhur sahne var ya, hani şu partide Ingrid B ergm an’ın elin- j
de anahtar tuttuğu sahne?”
“Sinema okuyan herkes o sahneyi inceler,” dedim.
“Fena sahne değil,” dedi. “Ama açıkçası bana çok da özel
gelmedi.”
“Sahi mi?” dedim.
“Sen ne düşünüyorsun?”
Bir an d üşündüm . “Aynı fikirdeyim,” dedim ve içeri girdik.

Telegram: @cinciva
J e SSE K E N D İ N E C L A I R E B R I N K M A N diye bir
kız arkadaş buldu; ailesine tapan, okula gitmeyi seven, kla­
sik müzik kulübünün başkam olan, amatör tiyatro oyuncu­
luğu yapan, çim hokeyi oynayan, şehirde tekerlekli patenlerle
gezen ve Jesse’yle yeterince sık yatmadığı için sonunda onun
gözünden düşeceğinden kaygılandığım çilli yüzlü, pozitif, tatlı
bir kızdı. Hem bir hayalede rekabet edemezsiniz ve Rebecca
Ng’nin hayaleti geceleri evde bir kötü ruh misali geziniyordu.
O Haziran’da üçüm üz, Maggie, Jesse ve ben Küba’ya git­
tik: sevgili oğullarıyla birlikte tatile çıkan boşanmış bir çifttik.
Sadece karım düzenli bir işte çalıştığından, Maggie’nin evin­
de kaldı. Dışarıdan bakanlara ve M aggie’nin bazen amansız
olabilen arkadaşlarına bu aile gezisi biraz tuhaf gelmiş olabi­
lir, ama Tina anlayışla karşıladı; M aggie’yle benim artık bir­
birimizle yatmak istemediğimizi biliyordu. Yine de biz Kara-
yıplere giderken onun eski karımın evinde kalması, hayatın
ne kadar tuhaf olabildiğini gösteriyor.

Telegram: @cinciva
Son anda olan bir şeydi. Tam pes etm işken, bir sabah
mobilyaları birkaç dakika boyunca acizce tekm elerken ve
Tina va işsizlikten yakınırken (belgesel kanalındaki iş yatmış­
tı), telesekreterime bir mesaj bırakılmıştı. Bırakan D erek H.
adlı tıknaz, pancar suratlı, alkolik, pasif-agresif bir G üney
Afrikalı Ydı. Viagra hakkında bir saadik bir belgesel hazırlı­
yordu ve belgeseli “sunmak” isteyip istem eyeceğim i merak
ediyordu. On beş bin dolar alacaktım, Philadelphia’yla New
York’a gidecektim, aynca Bangkok’da birkaç hafta kalacak­
tım, ki Derek’e göre oradaki yaşlı adam lar resm en “düzüşe­
rek ölüyorlardı”.
Bir “toplantı” yapuk, ekiple tanıştım, B angkok’ta nehir kıya­
sında bir otel seçtim ve planlama yaptık. T em m uz başıydı. El
sıkıştık. O gece keyifle dışan çıkıp zil zurna sarhoş oldum ve
rüyamda Jesse ve annesiyle birlikte K ü b a’ya gittiğim i gördüm .
Yola çıkacağımız gün Claire B rinkm an iyi yolculuklar di­
lemek için tekerlekli patenleriyle geldi; lim uzinden hem en
önce geldi. Kızarmış gözleri beni kaygılandırdı.
Old Havana’daki El Parque O teli’nde iki tane güzel oda ki­
raladık. Çatıdaki havuzda yüzdük, g ardıroptaki b o l sabahlık-
lan giydik, her sabah Roma şölenlerini çağrıştıran b ir büfede
kahvaltı yaptık. Masraflar M aggie’yi kaygılandırdı -b ir uzak
mesafe telefon görüşmesi bir dakikadan fazla sürse kalbi pıt
pıt atmaya başlayan bir taşralı çiftçi kızdı-, am a b e n ısrarlıy­
dım. Hem oğlumla kaç kere geziye çıkabilirdim ki? Ailesiyle
birlikte gezmeyi daha kaç kere isterdi?
Oradaki üçüncü gecemizde bir olay oldu. O g ü n ü n ikindi­
Telegram: @cinciva
sinde Jesse’yi Devrim M üzesi’ne g ö tü rm ü ş tü m , C a stro ’yla on
alo devrimcisinin gizlice K üba’ya geri d ö n m e k te kullandıkları
FİLM KULÜBÜ 41

tekneye bakmıştık, Prado manzaralı bir binanın balkonunda


içkili akşam yemeği yemiştik, üçümüz yatmadan önce birer
Mojito içmek için Calle Obispo’ya inmiştik, sinek kaynayan
kutu gibi odada bir müzik grubu bangır bangır çalıyordu ve
sonra gözlerim sıcak ve içki yüzünden kapanmaya başlayınca
otele geri dönm üştük. Vakit sabahın üçüne geliyordu. Mag-
gie odasına gitmişti. Jesse’yle ben biraz televizyon izlemiştik.
Sonra yatma vakti gelmişti.
“Televizyonu açık bırakıp sesini kıssam?” diye sordu.
“N eden bir şeyler okumuyorsun?” dedim.
Işığı söndürdük; uyanık ve kıpır kıpır bir halde yattığını
hissedebiliyordum. Sonunda ışığı açtım. “Jesse!”
Uyuyamıyordu. Fazla heyecanlıydı. Çıkıp bir sigara içebilir
miydi? Yakında, sokağın hem en karşısında, hani şu parkın uç
tarafındaki bankta? Buradan görülüyor baba. Sonunda kabul
ettim.
Çabucak giyinip dışarı fırladı. Birkaç dakikalığına orada
uzandım; ışığı kapadım , sonra açtım. Kalktım ve gidip pen­
cereyi açtım. K lim a durdu. O da sessizleşti. Birden her şey
çok net duyulur hale geldi, ağustos böcekleri, İspanyolca ko­
nuşan bir kişi, yavaşça ilerleyen bir araba. Odanın önündeki
koridordan geçen bir servis arabasındaki fincanlar tıngırdı­
yordu.
Pencerenin ö n ü n d e d u ru p dışarıdaki karanlık parka baktım.
Gölgelerin içinde insanlar hareket ediyordu. Fahişeler ağaç­
ların arasında ağır ağır yürüyorlardı; heykelin yanında sigara
içiyorlardı. Biraz ötede D evrim Müzesi’nin kubbesi vardı.

Telegram: @cinciva
Aşağıdaki kaldırım a çıkan Jesse görüş alanıma girdi, şalvar
pantolonuyla, ters takılmış beyzbol şapkasıyla. Bir fılmdey-
48 David G flm our

mişçesine sigara yaktı, etrafa bakındı (yüzünü bir an gör,


düm), sonra da sokağın karşı tarafındaki park bankına doğru
yürüdü. Tam ona dikkatli olmasını seslenecektim ki karanlı­
ğın içinden san gömlekli bir adam çıktı. D osdoğru Jesse’ye
yöneldi, elini uzatarak. Jesse’nin o eli sıkıp sıkmayacağım gör­
meyi bekledim. Sıktı. Hata yapmışa. İki Kübalı daha belirdi,
gülümsüyorlardı, kafa sallıyorlardı, fazla yakın duruyorlardı.
Sokağın ilerisini gösteriyorlardı. İnanılm az bir şekilde (göz­
lerime inanamıyordum), Jesse’yi aralanna çaprazlam a alıp
parktan geçmeye başladılar.
Giyinip asansörle lobiye indim. Büyük, yüksek tavanlı,
mermer döşemeli bir odaydı, buz pateni pisti gibi soğuktu,
asansör müziği çalıyordu; ön kapının yanında telsiz tutan, gri
takımlı bir çift güvenlik görevlisi duruyordu. B ana selam ve­
rip kapıyı açtılar. Dışan çıkınca yüzüm e sıcak hava çarpa.
Sokağın karşı tarafına geçip parka girdim . Bir fahişe beni
gözüne kestirdi. Bir park bankından du m an gibi kalkıp bana
doğru salrndı. Hayır, teşekkürler deyip parkta Jesse’yi aram a­
ya başladım. Yeni arkadaşlarıyla birlikte yan sokaklardan biri­
ne girmiş olmalıydı. Ama hangisine?
Parkın doğu tarafında, taksilere ve üç tekerlekli cocolara
yakın yürürken yeşilliklerin arasında, şehrin büyük tiyatrosu­
na doğru uzanan bir sokak fark ettim . U cunda parlak bir ışık
vardı. Işığa doğru yürüdüm ve sonunda b ir açık hava barının
önüne geldim. Mekân boştu, bir bira içen Jesse’yle onunla
aynı masada, yanında oturan üç dolandırıcı hariç. Jesse’nin
yüzünde kaygı vardı, sanki belki de d u ru m d a bir terslik ol­
Telegram: @cinciva
duğunu anlamaya başlamışa. Yanlarına gittim . “ Seninle bir
saniye konuşabilir miyim?”
FİLM KULÜBÜ 49

Sarı gömlekli dolandırıcı “Sen babası mısın?” dedi.


“Evet,” diye karşılık verdikten sonra Jesse’ye “Seninle ko­
nuşmam gerek,” dedim.
“Hı hı, tabii,” deyip telaşla ayaklandı. San Gömlekli onun
peşinden sokağa çıktı ve yakında takılıp konuştuklanmızı
dinlemeye çalıştı. “Bu adamlar arkadaşın değiller,” dedim.
“Bir bira içiyorum o kadar.”
“Onlarla takılırsan bir biradan çok daha fazlasının bedelini
ödeyeceksin. O heriflere bir şey ısmarladın mı?”
“Henüz hayır.”
Barın sahibi dışarı çıktı, bodur bir adamdı, gayet sakindi.
Bu olanlara hiç şaşırmamıştı. Jesse’nin yanına gelip gömleği­
nin kolundan tuttu.
“N e yapıyorsun?” dedim.
Adam yanıt vermedi. Jesse’yi kolundan çekerek bara doğru
yürüdü. Kalbim in sağlıksız bir şekilde hızlanmaya başladığım
hissettim. İşte başlıyoruz. Lanet olsun, işte başlıyoruz.
Adam a İspanyolca “Sana ne kadar borcu var?” dedim.
Jesse’yi tekrar bara sokmuştu. “O n dolar,” dedi.
“Bir bira için epey fahiş bir fiyat,” dedim.
“Fiyat bu.”
“Al,” deyip masaya beş Amerikan dolan bıraktım. “Gidelim.”
Am a bar sahibi “Bir rom sipariş etti,” dedi. “Hazırladım
bile.”
“Yani bardağa koydun, öyle mi?”
“Aynı şey.”
Jesse’ye “ O içkiye elini sürdün mü?” dedim.

Telegram: @cinciva
Jesse hayır anlam ında kafa salladı; şimdi gerçekten korku­
yordu.
'‘Peşimden gel,” dedim ve sokağın karşı tarafına geçmeye
başladık. Dolandırıcılar peşimizden geldiler. Bir tanesi etrafı­
mızdan dolanıp yolumu kesti. “Bir içki ısmarladı. Şimdi para­
sını vermesi gerek,” dedi.
Etratından dolanmaya çalıştım ama yolumu kesmeyi sür­
dürdü.
“Polis çağıracağım,” dedim.
Dolandıncı “Tamam, çağır,” dedi. Ama geri çekildi.
Yürümeyi sürdürdük, dolandırıcı peşimizi bırakmıyordu,
kolumu çekiştiriyordu, arkadaşları arkam ızdan geliyorlardı;
JesseYe “Ne olursan olsun yürümeyi sürdür,” dedim . Park­
tan geçtik, artık koşar adım yürüyorduk, Jesse bana iyice so­
kulmuştu, sonra otel kapışım görünce “K oş,” dedim .
Koşarak sokağın karşı tarafına geçtik ve gece kapısından
içeri daldık. Ama peşimizden lobiye girdiler. H areket etm e­
yi sürdürerek, san gömlekli adama “ Bas git,” dedim . Ama
hiçbir şeyden korkusu yoktu. A sansör kapısı açıldı; adam
Jesse’yle ve benimle birlikte asansöre binm eye çalıştı, arka­
daşlarıysa lobide kaldılar.
Birden güvenlik görevlileri belirdi. İspanyolca bağnşm alar
oldu, kapılar kapandı. Üç kat çıktık; Jesse’nin ağzım bıçak
açmıyordu. Bana kaygıyla göz adyor, aynada kendine bakıyor,
yine o ifadeye bürünüyordu. O na kızdığımı d ü şünüyordu ve
az çok haklıydı, ama bir çeşit vecd yaşadığım dan habersizdi.
Klişe gibi gelecek ama anma atlayıp onu k urtarm ıştım . O n a
iyi hizmet etmiştim, onu korum uştum , işimi yapm ıştım . A s­
lında bunların yaşanmasına içten içe seviniyordum . Belirli bir

Telegram: @cinciva
yaştan sonra çocuklarınız için çok şey yapam ıyorsunuz; ne
kadar isteseniz de.
FİLM KULÜBÜ

Uyuyamayacak veya televizyon seyredemeyecek kadar he­


yecanlıydık. Açıkçası canım felaket içki çekiyordu. “Belki de
çıkıp bira arasak iyi olur,” dedim.
On-on beş dakika bekledikten sonra otel kapısından dışa­
rı göz attık; Sarı Gömlekli’den eser yoktu. Parkın yakın ucu
boyunca hızla yürüdük, alışveriş plazasının önünden geçip
Calle O bispo’ya girdik ve okyanusa doğru uzanan dar so­
kakta ilerledik. Eski şehir sıcak ve sessizdi. “Ernest Heming­
way eskiden şurada içermiş,” dedim karanlık El Floridita’mn
önünden geçerken. “Artık bir turist tuzağı, biraya on dolar
istiyorlar, ama ellili yıllarda şehrin en iyi banymış.”
Kepenkleri indirilmiş birkaç kafenin önünden geçtik; bu
mekânlar daha birkaç saat önce tıklım tıklımdı, gitar sesleriy­
le inliyordu ve sigara dumanlıydı. Sonra eski tarz bir eczane
gördük, koyu ahşaptan yapılmaydı, arka duvardaki raflara kil
kavanozlar dizilmişti.
Az sonra sokağın ucundaki Ambos Mundos’un, He-
mingway’in eski otelinin önündeydik. “Şu beşinci katta en
berbat eserlerinden bazılarını yazdı,” dedim.
“O kunm aya değer bir yazar mı?” diye sordu Jesse.
“Sen ne yaptığını sanıyordun Jesse?” dedim. “Dolandıncı-
larla ne işin vardı?”
Yanıt verm edi. Söyleyecek doğru sözü bulmaya telaşla ça­
lıştığı, kafasının içindeki kapıları ve dolaplan açtığı belliydi.
“Anlat bana,” dedim şefkatle.
“M acera yaşıyorum sanıyordum. Yabancı bir şehirde sigara
tüttürm ek, rom içmek. Anlarsın ya?”

Telegram: @cinciva
“Peki sabahın üçünde o adam lann öyle dostça davranması
tuhaf gelm edi mi?”
İ2 David Gİlmour

“OnJan gücendirmek istemedim,” dedi. Hâlâ çok genç


dive düşündüm. O boy pos, o geniş dağarcık. İnşam kandı-
rabiliyor.
“O adamlar insanlarda suçluluk duygusu uyandırmakta uz- j
manlar. Bunu sürekli yapıyorlar. İşleri bu.” >
Sokakta yürürken biraz: daha konuştuk. Tepede san lam- !
balar, aşağı bakan balkonlar; bekleyen insanlar gibi kımıltısiz İ
asılı duran çamaşırlar. “Hemingway okuyacaksan,” dedim. )
“Güneş de Doğarı oku. Birkaç kısa öyküsünü de. Diğerleri çok j
ivi değil.” Etrafa bakındım. Çürüyen binaların kokusu geli- j
yordu; Avenida del Puerto’nun diğer tarafındaki sete çarpan ]
okyanusun sesi geliyordu. Ama bar yoktu. “H avana’da istedi- j
ğin zaman istediğini bulabilirsin derler,” dedim , “ ama doğru j
değilmiş anlaşılan.”
Ambos Mundos Oteli’nde, gece resepsiyonisti güzel bir
kızla konuşmaktaydı.
Doğuya uzanan, iki tarafında eski apartm anlann yükseldiği 5
arnavut kaldınmlı dar bir sokakta yürüdük; binalardan kalın
asmalar sarkıyordu, tepede parlak bir dolunay ışık saçıyor­
du; yıldız yoktu, kara göğün ortasında bu parlak bozuk para
durmaktaydı o kadar. Gecenin doruğundaydık. Bir meydana
çıktık, bir ucunda kirli kahverengi bir katedral vardı, diğe­
rindeyse aydınlık bir kafe; meydanın ortasına doğru üç dört
masa konmuştu. Oturduk. Aydınlık kafeden çıkan beyaz ce­
ketli bir garson yanımıza geldi.
"Smons?”
1Dos cervelas, porfavor. ”

Telegram: @cinciva
Sabahın dördünde iki tane buz gibi bira geldi.
“Otelde olanlar için üzgünüm,” dedi Jesse.
FİLM KULÜBÜ 51

“Üniversitede asla göz ardı edilmemesi gereken iki prensip


vardır,” dedim; bulunduğumuz yer çok hoşuma gittiğinden
birden çenem açılmıştı. “Birincisi, pis insanlardan asla de­
ğerli bîr şeyler alamazsın. İkincisi, bir yabancı yanına gelip
sana elini uzatıyorsa, niyeti arkadaşlık etmek değildir. Anlıyor
musun?”
Sanki aramıza susamış bir cin katılmışçasına bira şişeleri­
miz boşalıverdi. “Birer tane daha içsek mi?” dedim. Garsona
iki parmağımı kaldırıp nemli havada döndürdüm. Yanımıza
geldi.
“Bunları nasıl bu kadar soğuk tutuyorsunuz?” diye sor­
dum. Keyfim yerindeydi.
“Q n r
“Önemli değil, no importa. ”
Yakındaki bir ağaçta bir kuş cıvıldadı.
“G ünün ilk kuş sesi,” dedim. Jesse’ye baktım. “Claire
Brinkman’le her şey yolunda mı?” Öne eğildi, yüzü karardı.
“Beni ilgilendirmez,” deyip alttan aldım. “Laf olsun diye so­
ruyorum.”
“N ereden çıktı ki?”
“Biz giderken biraz kötü görünüyordu da.”
Birasını agresifçe yudumladı. Bir an arkadaşlanyla nasıl iç­
tiğini gördüm . “Seninle açık konuşabilir miyim baba?”
“Makul sınırlar içinde evet. İğrenç şeyler söyleme de.”
“Claire biraz tuhaf.” Yüzünde soğuk, sevimsiz bir ifade be­
lirdi, yeni bir eve giren bir sıçan gibi.
“Claire’in üstüne gitme. Z or zamanlar geçiriyor.” Heykel­
Telegram: @cinciva
tıraş babasını liseden tanırdım; birkaç sene önce kendini bir
çamaşır ipiyle asmıştı. Alkoliğin, yalancının, puştun tekiydi.
54 D a v id G ilm o u r

Tam da çocuklarım hiç d ü şünm eden, b u n u nasıl kaldıracak


lannı düşünm eden kendini öldürecek tiplerdendi.
“O meseleyi biliyorum /’ dedi Jesse.
“Öyleyse anlayışlı ol.”
Bir kuş daha ötmeye başladı, bu sefer katedralin arkasından.
“ O ndan çok hoşlanm ıyorum o kadar. H o şla n m am gerekir
ama olmuyor işte.”
‘T o k sa bir kabahat mi işledin Jesse? N in e n in kolyesini çal­
mış gibi bir halin var.”
“Hayır.”
“Claire’den daha çok hoşlanm ıyorsan b u o n u n suçu değil
ki. Gerçi ona kızmam anlıyorum .”
“Sen hiç böyle hissettin mi?”
“Buna hayal kırıklığı denir.”
Konu kapanabilir gibi geldi, am a sanki o anda Jesse ’den
çıkan incecik bir tel vardı ve çekilmesi gerekiyordu, geri kala­
nın -her ne ise- dışan çıkabilmesi için. Sessizlik b u işe yarıyor
gibiydi.
Gökyüzü artık koyu, derin bir maviye b ü rü n m ü ştü , ufukta
da kırmızı bir şerit vardı. B ütün dünyam n sıra dışı bir gü­
zellikle bezendiğini düşündüm . Sebebi bir T a n n ’m n olması
mıydı yoksa milyonlarca yıldır süren m utlak rastlantısalliğın
ürünü müydü sadece? Yoksa mesele yalnızca insanın sabahın
dördünde mutluyken genellikle böyle şeyler düşünm esinden
mi ibaretti?
Garsonu çağırdım. “Puro var mı?”
"Si, senor. ” Sesi boş meydanda yankılandı. Tezgâhtaki bir

Telegram: @cinciva
kavanozdan iki puro çıkanp getirdi. Tanesi on dolardı. Ama
sabahın bu vaktinde başka nereden puro bulacaktık ki?
FİLM KULİlHİj 55

“Başka bir kızla telefonlaşıyorum,” dedi Jesse.


“Ya.” Bir puroyu, ucunu ısırıp kopardıktan sonra ona ver­
dim. “Kiminle?”
Tanımadığım birinin ismini söyledi. Ketum, samimiyetsiz
görünüyor, diye düşündüm.
“Sadece iki kere,” dedi.
“Hı hım.”
Puf puf. Gözlerini kaçırıyordu. “Tek kişiyle idare edemeye­
cek kadar gencim, değil mi?”
“Mesele bu değil ama, değil mi?”
Bir an sonra hafif bir gitar sesi duyduk. Katedral basamak­
larına oturm uş gitarlı bir genç adam, parmaklarını tellerde
yavaşça gezdiriyordu. Mavi sabah ışığında bana bir Picasso
tablosunu anımsattı.
“İnanabiliyor musun?” dedi Jesse. “Hiç bu kadar...” uygun
sözcüğü aradı “ ...mükemmel bir şey gördün mü?”
Bir an sessizce purolarımızı tüttürdük, akorlar ılık yaz ha­
vasına yayılırken.
“Baba?” dedi birden.
“E v e t”
“Telefon ettiğim kız Rebecca.”
“Anlıyorum.” Sessizlik. P u f puf. Cik cik. “Bahsettiğin o di­
ğer kişi değil.”
“K aybedenin teki olduğumu düşünmeni istemedim. Re­
becca N g ’ye kafayı taktiğimi.”
G ökyüzünün mavisi açıldı; ay soluyordu; gitar sesleri sürü­
yordu. “R ebecca’ya kafayı taktım mı?” diye sordu.
“Bir kadına kafayı takmakta bir terslik yok Jesse.”
Telegram: @cinciva
“Sen hiç kafayı taktın mı?”
56 D a v id G flm our

“Aman,” dedim, “o konuya hiç girmeyelim.”


“.Anneme söylemedim. Yoksa ağlamaya başlar ve Claire’in
duygularından bahseder. Şaşırdın mı?”
“Rebecca konusunda mı? Hayır. O na olan ilginin sürdüğü,
nü hissetmiştim zaten.”
“öyle mi? Bu doğru bir şey mi peki?” Bu fikir onu he-
yecanlandırmıştı ve birden dehşete kapıldım, o nun yavaşça
hızlanan bir arabayı bir beton duvara doğru sürdüğünü sey­
redercesine. “Sana tek bir şey söyleyebilir miyim?”
“Tabii.”
“Kanlı başlayan aşk ilişkileri genellikle karılı biter.”
Garson gelip yanımızdaki m asadan birkaç sandalye aldı ve
kafenin içine götürdü.
“Aman baba.”

Telegram: @cinciva
BEŞİNCİ
BÖLÜM

l ^ Ü B A ’D A N D Ö N Ü N C E Derek H.’nin telesekretere


mesaj bırakm am ış olm asına biraz şaşırdım. Viagra belgese­
linin çekim lerinin bir ay içinde başlaması gerekiyordu; eli­
mizde tam am lanm ış bir senaryo yoktu. İki gün bekledikten
sonra on a esprili bir e-posta gönderdim . (Kullandığım sahte
dostane üsluptan nefret ettim.) Neredeyse anında yanıt gön­
derdi. N e lso n M andela’yla ilgili iki saatlik bir belgesel teklifi
almış; onunla, eski karısıyla, hatta bazı hapishane arkadaşla-
nyla kısıtlam asız röportaj yapabilecekmiş. Ama zaman faktö­
rü varm ış, M andela seksen altı yaşındaymış, durum u mudaka
anlayışla karşılarm ışım . D erek son olarak çok üzgün olduğu­
nu am a “ daha fazla zam anının kalmadığım” yazmıştı.
Yıkılm ıştım . Ayrıca K üba’ya yapağım ız o “kudam a” gezi­
sinden sonra parasızdım . Ü stüne üsdük kandırıldığımı his­
sediyordum . B eni salak d urum una düşüren önem siz, bayağ
bir işi kabul etm eye yönlendirilm iştim . K atedral m eydanında

Telegram: @cinciva
Jesse’ye b ir m isyonerin şevkiyle söylediğim sözü haürladım :
58 D a v id G flm o u r

“ Pis insanlardan asla değerli b ir şeyler alam azsın.”


Yum ruklarım ı sıkarak, ayaklarım ı vurarak, in tik a m yem in­
leri ederek salonda dolandım ; sessizce dinleyen Je sse suçlu­
luk duygusu yüzünden d o n a kalm ıştı h erhalde. Y atağa sarhoş
gittim ; sabahın d ö rd ü n d e işem ek için uyandım . T a m sifonu
çekerken kol saatim klozete düştü. K lo z ete o tu r u p kendi ba­
şıma ağladım biraz. Je sse ’nin okulu b ırak m asın a izin v e rm iş­
tim, ona bakacağım a söz v erm iştim ve şim di k e n d im e bile
bakacak du ru m u m yoktu. Y alancının tekiydim , tıpkı Claire
B rinkm an’in babası gibi.
Sabahleyin bir çeşit d eh şetin g ö ğ sü m e z e h ir gibi yayıldığını,
kalbimin küt küt attığını hissettim ; sanki g ö v d e m e d olanm ış
bir kem er yavaş yavaş sıkılıyordu. S o n u n d a a rtık d a y an a m a ­
dım. Sırf bir şeyler yapm ak, h a rek e t e tm e k ad ın a bisikletim e
binip şehir m erkezine gittim . Bayıcı b ir yaz g ü n ü y d ü , sıcak
ve rutubetliydi, aynca ortalık sevim siz in san larla doluydu.
D ar bir sokaktan yürüyerek g eçerken, b a n a d o ğ r u ihtiyatla
gelen bir bisikletli kuryenin yolunu kestim . G ü n e ş gözlü k lü y ­
dü, om zuna büyük bir to rb a atm ıştı, eldivenleri parm ak sızd ı.
Am a asıl ilgimi çeken, b enim yaşlarım da gibi görü n m esiy d i.
“Pardon,” dedim . “K uryesiniz, değil m i?”
“Evet.”
Birkaç soruyu yanıtlayacak zam anı o lu p o lm adığım sor­
dum. N e kadar kazanıyordu? G ü n d e $120 civan. B ir günde m il
Hı hı, dedi. N erede çalışağını so ru n c a şirketin ism ini verdi.
Rahat bir adam dı, dişleri bem beyazdı.
“Şirketinde iş bulabilir m iyim sence?” diye so rd u m .
Telegram: @cinciva
G üneş gözlüğünü çıkarıp m asm avi gözleriyle b a n a baktı.
“Sen şu televizyondaki adam değil m isin?”
FİIM KULÜBÜ ^

“Şu an hayır.”
“Seni hiç kaçırmazdım,” dedi. “Michael Moore’la yaptığın
röportajı izledim. O herif hıyarın teki.”
“Eee, ne düşünüyorsun?” dedim.
Sokağa bakıp kaşlarım çattı. “Şey, yaş sınırımız var,” dedi.
“Ellinin altında olm an gerekiyor.”
“Sen ellinin altında mısın?” dedim.
“Hayır, am a ben epeydir orada çalışıyorum.”
“Bana bir iyilik yapabilir misin?” dedim. “Patronuna beni
tavsiye edebilir misin? O n a geçici olmadığımı söyle, en az altı
ay çalışırım, dincim .,,
T ereddüte kapıldı. “Bu çok tuhaf bir konuşma olacak.”
Telefon num aram la ismimi yazıp ona verdim.
“G erçekten m in n e tta r kahrım,” dedim.
Bir gün geçti; sonra birkaç gün; hiçbir şey olmadı; adam
beni aram adı.
“B una inanabiliyor m usun?” dedim Tina’ya. “Bisikletli kur­
yelik bile y apam ıyorum yahu.”
E rtesi sabah, sessiz b ir kahvaltının ortasında kalkıp yatağa
geri d ö n d ü m , ü zerim d e sokak kıyafetleriyle. Başımı batta­
niyenin altına so k u p tekrar uyumaya çalıştım. Birkaç dakika
sonra yatağın k enarında küçük bir kuş gibi bir şeyin varlığını
hissettim .
“Sana b u k o n u d a yardım edebilirim ,” dedi T ina, “ama bana
izin verm eksin. B ana direnm em elisin.”
Bir saat so n ra b a n a yirm i isimlik bir liste verdi. G azete editör­
leri, kablolu televizyon prodüktörleri, halkla ilişkiler uzm anlan,
Telegram: @cinciva
nutuk m etni yazarlan, hatta uzaktan tanıdığımız bir politikacı.
Bu insanlan arayıp onlara iş aradığım söylemelisin,” dedi.
“Aradım zaten.”
“Hayır, aramadın. Eski arkadaşlarını aradın o kadar.”
Listedeki ilk isme baktım. “Bu ibnetoru aramam. Ottu ara-
vamam!”
Beni susturdu. “Bana direnmeyeceğini söylemiştin.”
Direnmedim. Bir gün dinlendikten sonra m utfak masasına
oturup telefon etmeye giriştim. T ina’nın haklı çıkm asına şa­
şırdım. Neredeyse herkes gayet kibar davrandı. Şu anda bana
verecek işleri olmasa da dostaneydiler; teşvik ediciydiler.
Enerjik bir iyimserlik anında (telefon etm ek beklem ekten
daha iyidir) Jesse’ye “Bu benim sorunum , senin değil,” de­
dim. Ama o bir hödük ya da asalak değildi ve çaktırm asa da
durumun farkında olduğunu, on dolar isterken çekindiğini
hissediyordum. Ama ne yapabilirdi ki? M eteliksizdi. Annesi
yardım ediyordu ama sonuçta bir oyuncuydu, hem de tiyatro
oyuncusuydu. Tina’nınsa, aylak ve gevşek tavırlarım büyük
bir özgüvenle desteklediğim oğlum a arka çıkm ak uğruna, on
altı yaşındayken biriktirmeye başladığı paralan harcam ayaca­
ğı kesindi. Gecenin geç vakitlerinde (herhangi b ir şeyi d ü ­
şünmenin pek iyi sonuçlar getirm eyeceği saatlerde), işlerin
ne kadar kötüye gidebileceğini, yalanda şansım dönm ezse
yaşayacağımız para sıkıntısının hayatımızı ne kadar berbat-
laştıracağını merak ediyordum.

Film kulübü sürdü. Jesse’yi film izlemeye ikna ederken ona

Telegram: @cinciva
kendini okuldaymış gibi hissettirm em ek için, b ir “ m uhteşem -
likleri fark etm e” oyunu icat ettim. M uhteşem den kastım , in-
FİLM KLLIJBL) 61

sanın koltuğunda öne eğilmesine, kalp atışlannın hızlanma­


sına yol açan herhangi bir sahne, diyalog veya görüntüydü.
Kolay bir filmle, Cinnet\e (1980) başladık; ıssız bir otelde gi­
derek kafayı yiyen ve ailesini katletmeye çalışan başarısız bir
yazarın (Jack Nicholson) öyküsüyle.
Cinnet m uhtem elen yönetm en Stanley Kubrick’in en iyi fil­
midir, Dr. Strangelove dan (1964) ve 2001 ’d en (1968) bile iyi­
dir. Ama rom anın yazan Stephen King filmden nefret etmiş­
ti ve K ubrick’ten hazzetm iyordu. Kubrick’ten hazzetmeyen
pek çok kişi vardı; aktörlere aynı şeyleri boş yere defalarca
tekrarlatan, kılı kırk yaran, kendine tapan bir adam olduğu
söyleniyordu. Jack N icholson’ın Scatman Crothers’a baltayla
saldırdığı sahneyi kırk kez tekrarlatmıştı; sonunda, Dick Hal-
lorann rolünü oynayan yetmiş yaşındaki Crothers’ın bitkin
düştüğünü g ö re n N icholson, Kubrick’e yeterince çekim yap-
üklannı, o sahnede bir daha oynamayacağım söylemişti.
Daha sonraki bir başka çekimde Kubrick, Jack’in eli bıçaklı
kansının (Shelley Duvall) peşinden merdivenden çıkma sahne­
sini elli sekiz kez tekrarlatmıştı. Bunca çabaya değmiş miydi?
Sadece iki üç kez çekseler olmaz mıydı? Olurdu herhalde.
Ama daha da önem lisi Stephen King, Kubrick’in korku
türünü “anlam adığım ” , işleyişini hiç bilmediğini hissetmişti.
King Cinnet\n ilk gösterim lerinden birine gitmiş ve filmden
tiksinmişti; film in m o to rsu z bir Cadillac’a benzediğini söyle­
mişti. “İçine girebilirsiniz, deri kokusunu içinize çekebilirsi­
niz, ama on u n la h içbir yere gidemezsiniz.” H atta Kubrick’in
“insanları incitm ek için” film çektiğini söylemişti.
Telegram: @cinciva
Buna az çok katılıyorum , ama C inneti bayılırım, çekimle-
n ne ve ışıklandırm asına bayılırım; halıdan ahşaba ve tekrar
62 David G flm our

halıya geçen üç tekerlekli bisikletin çıkardığı seslere bayılırım


Koridorda ikiz kızların belirmesi beni hep korkutur. Ama
benim için en muhteşem an, Jack N icholson’ın halüsinasyon
görüp de İngiliz uşak tarzı soğuk bir otel garsonuyla sohbet
etmesidir. Bu konuşma neredeyse göz kamaştıracak kadar ay­
dınlık, turuncu ve beyaz bir tuvalette gerçekleşir. Diyalog ga­
yet masumane başlar, ama sonra Jack’i uyaran garson, küçük
oğlunun “sorun çıkardığım”, belki de “onunla ilgilenilmesi”
gerektiğini söyler. Philip Stone’un oynadığı garson, m ükem ­
mel sakinliği ve usulca konuşmasıyla sahnenin yıldızıdır; her
cümlenin sonunda kuru dudaklannı nasıl kapadığına dikkat
edin. Sanki zarif, biraz m üstehcen bir nokta koymaktadır.
Garson kendisinin de çocuklarla sorunlar yaşadığını itiraf
eder. Bir tanesi oteli sevmemiş ve yakmaya çalışmıştır. Ama
garson onu “ıslah etmiştir” (bir baltayla). “ K arım görevimi
yapmamı engellemeye kalkınca onu da ıslah ettim .” M ükem ­
mel bir performanstır. Jack’inkiniyse 1980’de ilk izlediğim za­
manki kadar beğenmiyorum. Bu sahnede abartılı, neredeyse
amatör, şaşılacak kadar kötü bir oyunculuk sergiliyor, özellik­
le de o mükemmel bir kontrole sahip İngiliz aktöre kıyasla.
Ama Jesse’nin m uhteşem am o değildi; küçük oğlanın bir
sabah erkenden bir oyuncak almak için Jack’in yatak odasına
girdiği ve babasının yatağın kenarında oturm uş öylece baktı­
ğını gördüğü sahneyi seçti. Jack oğlunu çağınr, çocuk kaygıyla
onun kucağına oturur. Babasının traşsız yüzüne ve sulanmış
gözlerine bakar -Nicholson o mavi sabahlığın içinde hayalet
gibi solgundur- ve ona neden uyumadığım sorar.
Bir an sonra tüyler ürpertici yanıt gelir: ‘kapacak çok işim var.’
Telegram: @cinciva
O garson gibi ailesini baltayla doğramayı kast ettiğini sezeriz.
FİLM KULÜBÜ 63

“İşte bu,” diye fısıldadı Jesse. “Tekrar izleyebilir miyiz?”


Annie H a//’ü (1977) izledik, ki sebeplerden biri Diane
Keaton’ın karanlık bir barda “Seems Like Old Times”ı söy­
lediği sahneydi. Keaton biraz yandan çekilmiştir ve kamera­
nın çekmediği birine bakar gibidir. Bu sahne tüylerimi diken
diken eder... şarkıyı söylerken dramatik anlarda gözleriyle
konuşur sanki. Aynı zamanda, yeni yetme bir müzisyen olan
Anne Hall’ün kendini bulduğu, kaygıyla ama barizce ilk kez
havalanmaya başladığı andır.
Bazı filmler inşam hayal kırıklığına uğratır; onlan seyre­
derken âşık olm anız veya kalbinizin kırılmış olması, bir şeyle
ilgileniyor olm anız gerekir çünkü onları sonradan, farklı bir
ruh haliyle seyrettiğinizde büyüleri kalmaz. Jesse’ye 80 Gün­
de Devr-i A le m \ (1956) seyrettirdim, ki günbatımında Paris’in
üzerinde uçan balon sahnesinin muhteşemliğinden onun ya­
şındayken çok etkilenm iştim , ama şimdi afallatıcı bir şekilde
modası geçm iş ve salakça geldi.
Ama bazı film ler yıllar sonra bile sizi heyecanlandınrlar.
Martin Scorsese’in kariyerinin en başında çektiği bir film
olan A r k a Sokaklar\ (1973) izlettim. New York’un vahşi,
maço K üçük İtalya’sında büyümekle ilgili bir filmdir. Baş­
lardaki bir sekansı hiç unutm am . Kam era Rolling Stones’un
“Teli M e” sinin dram atik akorlan eşliğinde, kırmızı ışıklarla
aydınlanan bir barda yürüyen Harvey Keitel’ı takip eder. Bir
Cuma gecesi sevdiği bir bara gitmiş herkes o anı bilir. Herkesi
tanırsınız, el sallarlar, size seslenirler, önünüzde upuzun bir
gece vardır. K eitel kalabalığın içinden geçer, el sıkışır, şaka­
laşır; m üziğe uyarak yavaşça dans eder, sadece kalçalarıyla;

Telegram: @cinciva
hayata vurgun, b u C um a gecesi bu insanlarla bu m ekânda
64 D avid G İlm our

bulunmaya vurgun bir genç adamın portresidir. Aynı zam an


da genç bir film yapımcısının bir film çekm ekten duyduğu
gerçek hazzı sergiler.
Başka m uhteşem anlar da vardı, ö rn e ğ in G ene
H ackm an’ın Kanunun Kuvveti’n deki (The French Connection,
1971) bar sahnesi. “Tem el Reis geldi!” diye bağ ırarak ko
şarken tezgâhtaki hap kutularını, sustalıları, esrarlı sigara
lan yere düşürm esi. İsh ta r’da (1987) D u s tin H o f fm a n ’m
Libya’nın “ buraya yakın” olup olm adığı s o ru s u n u C harles
G rodin’in geç anlam ası. Paris'te Son Tango ’d a (1972) M ar
lon B rando’nun eskiden b ir hardal tarlasın d a “ ayağa fır
layıp etrafta tavşan var mı diye b a k ın a n ” D u tc h ie adlı bir
köpekle ilgili m onoloğu. Son T a n g o ’yu g e ce g eç vakitte
seyrettik, m asada bir m um yanıyordu ve s a h n e n in so n u n
da Jesse’nin siyah gözlerinin bana baktığını g ö rd ü m .
“Evet,” dedim.
Tiffany’de Kahva/tt1da (1961) Audrey H e p b u rn kum taşından
yapılma bir Manhattan dairesinin yangın m erdivenindedir, sa
çına yıkandıktan sonra havlu sarm ıştır, parm ak lan b ir gitarda
usulca gezinir. “M oon river, wider than a mile, I ’m crossing
you in style some day.”* K am era hepsini çeker, m erdiveni,
tuğlalan, o zayıf kadını, sonra da sadece A udrey’de odaklanır,
“W herever you’re going I ’m going your way”**; so n ra tama
men yakın çekime geçer, Audrey’nin yüzü ekranı doldurur,
o porselen elmacık kemikleri, sivri çene, kahverengi gözler.
G itar çalmayı keser ve başını kaldınp ekranda görünm eyen
birine şaşkınlıkla bakar. “Selam,” der usulca. İnsanların sine

Telegram: @cinciva
* “Ay nehri, kilometrelerce genişsin, seni bir gün yüzerken geçeceğim.”
** “Nereye gidersen git peşinden gelınm
FİLM KULÜBÜ 65

maya gitmelerine sebep olan anlardan biridir bu; yaşınız kaç


olursa olsun, bir kere izlediniz mi unutamazsınız. Filmlerin
yapabileceklerinin, savunm a mekanizmalannızı aşıp kalbinizi
gerçekten kırabilm elerinin bir örneğidir.
Final yazılan akarken, filmin müziği biterken çok duygu­
lanmıştım, am a je s se ’nin sanki çamurlu ayakkabılarla bir ha­
lının üstünden geçm ek istem ezm işçesine ihtiyatlı olduğunu
sezdim.
“Ne?” dedim .
“T uhaf bir film,” dedi, esnem esini bastırarak; bazen kendi­
ni rahatsız hissettiğinde esnerdi.
“N eden?”
“ İki fahişeyle ilgili. A m a film bunun farkında değil san­
ki. Sevimli, deli d o lu b ir şeyle ilgili olduğunu sanıyor gibi.”
Güldü. “G e rç e k te n sevdiğin bir şeye saygısızlık etmek iste­
mem...”
“Hayır, hayır,” diye savunm aya geçtim. “Ben filmi sevmi­
yorum aslında. O kadım seviyorum .” Sonra filmin esinlenildi-
ği kısa ro m an ın y aza n olan T ru m a n C apote’nin filmde Aud-
rev H e p b u rn ’ü n oynam asın d an hiç hoşlanm adığını söyledim.
“Holly G ollig h tly ’n in d a h a erkeksi, daha çok Jodie Foster
tarzında o ld u ğ u n u d ü şü n ü y o rd u .”
“Kesinlikle,” d edi Jesse. “ İnsan Audrey H epburn’ü fahişe
olarak düşü n em iy o r ki. O ysa o filmdeki kadın bir fahişe. Adam
da, o genç yazar da öyle. İkisi de o işi para için yapıyorlar.”
Holly G o lig h tlv b ir fahişe miydi?

Telegram: @cinciva
66 David Gflmour

Jesse bana, Rebecca’nın ona göre fazla klas olduğunu dü


şünüp düşünmediğimi sormuştu. Hayır desem de içten içt
kaygılanıyordum; öyle baş döndürücü bir yaratık için reka­
bete, hele öyle bir havalı yüzeysellikler arenasında girmeyi
kaldıramayacağından kaygılanıyordum. “O olaydan” son­
ra haftalarca solgun kaldığım, bana bakmaya çekindiğini ve
“Galiba Tanrı bana Rebecca Ng hariç hayatta istediğim her
şeyi verecek,” dediğini hatırlıyordum.
Dolayısıyla onu “elde etmesi” beni rahadatmıştı... çünkü
artık en azından muduluğun parmak uçlarının hemen ötesin­
de yattığı şüphesi içini kemirmeyecekd. Şimdi düşünüyorum
da, Rebecca’nın tekrar Jesse’yle, bizim “sarılınabilir” Jesse’yle
ilgilenmesinin sebebi kafeteryada Claire Brinkman hakkında
söylenen dedikodulardı sanırım.
Ama açıkçası, muhteşem fiziğinin etkisinden kurtulduğu­
nuzda Rebecca Ng tam bir baş belasıydı. Ortalığı karıştırmayı
seviyordu, kumpaslara ve sorunlara bayılıyordu, sanki birbiri­
ni boğazlayan insanları görmekle beslenen bir yaratıktı, her­
kesin alt üst olmasını ve kendisinden bahsetmelerini istiyor­
du. Böyle durumlarda o film yıldızlarımnkini andıran, çökük
avurdarına renk geliyordu.
Jesse’yi gecenin geç bir vakti aramış ve rahatsız edici ima­
larda bulunmuştu. Kararsız kaldığım söylemişti. Belki de baş­
ka insanlarla “çıkmalı”, onlarla “şanslarım denemeliydiler”.
Bütün bunları konuşmamn en sonunda söylemişti. Jesse’ye
haddini bildirmek için yapıyordu. “Artık gitmeliyim. Elveda,”
diyen tarafın Jesse olmasım kaldıramazdı.
Böyle saaderce konuşuyorlardı, Jesse yıpranıyor ve üzülü­
Telegram: @cinciva
yordu. O kızın Jesse’yi incitmesinden korkuyordum.
Ama Jesse’nin içinde küçük, elde edilemez bir yön vardı,
Rebecca’ya diğer bütün oğlanlann sunduğu ama hâlâ anlama­
dığım sebeplerden dolayı Jesse’nin kendinde tuttuğu bir yön;
konakta Rebecca’nın giremediği karanlık bir oda vardı ve bu
onda saplantı haline gelmişti. Rebecca oraya elinde fenerle
girer girmez, istediği zaman girip çıkabileceğini bilir bilmez
odanın değeri kalmayacaktı, Jesse’nin değeri kalmayacaktı ve
Rebecca onunla ilgilenmeyi kesecekti, bu belliydi. Ama ora­
nın kapısı şimdilik kilitliydi ve Rebecca dışanda bekliyor, ka­
pıyı açacak anahtan bulmaya çalışıyordu.
Ilık ikindilerde, kuşlar öterken, çim biçme makineleri vızıl­
darken, sokağın karşı tarafındaki kiliseden çekiç sesleri gelir­
ken, Rebecca N g sundurmamızda beliriyordu, sağlıklı ve ışıl
ışıl siyah saçıyla. Benimle iki üç dakikalık havadan sudan bir
sohbet yapıyordu neşeyle, bir hayır işi etkinliğinde konuşma
yapan bir politikacı gibi. Gevezelik edip duruyordu. Göz te­
masından korkmuyordu. Günün birinde dünya çapında bir
otel zincirini yönetecek tarzda bir kızdı.
Görevini yerine getirdikten sonra bodruma iniyordu. Mer­
divenin dibindeki kapı usulca, net bir tıkırtıyla kapanıyordu.
Gençlerin m ınltılannı duyuyordum ve sonra, Jesse’ye dişleri­
ni fırçalamasını hatırlatsam mı veya bir yastık kılıfı versem mi
diye düşünürken (ve bunlan yapmamaya karar verirken), evin
ses geçirmeyen uzak bir köşesine çekiliyordum.
Hep en yüksek nodan alan Rebecca Ng’nin liseden terk bi­
riyle gerçek bir aşk ilişkisi yaşaması ne güzel, diye düşündüm.
Ebeveyni V ietnam ’dan kayıkla kaçarlarken tam da böyle bir

Telegram: @cinciva
şeyi planlamışlardı herhalde?
Rebecca’nın bir yöneticilik kursunda fazlasıyla başarılı ol-
68 David Gflm our

makla veya Genç Muhafazakarlar Toplantısı için bir konUş


ma hazırlamakla meşgul olduğu ikindilerdeyse Jesse’yle ben
kanepede film seyrediyorduk. N ot tuttuğum san kardardan
gördüğüm kadarıyla iki haftayı “Gizli Yeteneklerin” filmleri­
ne ayırmışız. Yani bazılan çok iyi olmasalar da, çok iyi per_
formans sergileyen ve eninde sonunda film yıldızı olacakları
belli aktörleri içeren filmlere. Örneğin Spike Lee’nin Orman
Atefi’ndeki (1991) keş rolünü düşünün. O tuz saniye izleyin­
ce “Kim bu adam?” demeye başlıyorsunuz. Veya Winona
Ryder’ın BeterbÖcek'te (1988) oynadığı küçük rolü.
Avnı şey Sean Penn’in lise seks komedisi Rıdgemont 1Jsesı 'nde
Htylı G ü r d e k i (1982) uyuşturucu müptelası performansı
için de geçerlidir elbette. Kendisiyle konuşan insanlara nasıl
baktığına dikkat edin. Sanki kafasının içindeki cızırtılar yü­
zünden sağırlanmış, kulaklarının arasına bir yastık takıştırmış­
tır. Başrol olmasa da, Penn filmde o kadar sivrilir ki, yeteneği
o kadar özgün ve barizdir ki, diğer herkes geri vokale dönüşür
(Gary Cooper da rol arkadaşlannı aynı şekilde silikleştirirdi).
“Ben yetenekli miyim?” diye sordu Jesse.
“Oldukça,” dedim.
“O yetenek var mı bende?”
Ne denir ki? “Mudu yaşamanın püf noktası,” dedim, “bir şeyde
usta olmaktır. Usta olduğun herhangi bir şey var mı sence?”
“Bilmem.”
Ona yirmi yaşındayken günlüğüne, Paris sokaklarında yü­
rürken gözlerine bakan insanlann ileride başyapıtlar ürete­
ceğini anlamamalanna sinirlendiğini yazan Fransız romancı
André Gide’den bahsettim.
Jesse öne eğildi. “Ben de aynen öyle hissediyorum,” dedi.
Telegram: @cinciva
FİLM KULlIBİj 69

O na Audrey H e p b u rn ’ün Roma Tatilini (1953) izlettim.


İlk başrolüydü, yirm i bir yaşındaydı, toydu, ama Gregory
peck’le rahat ve eğlenceli bir m ünasebet kurmasının tem e­
linde anlaşılmaz bir sanatçı olgunluğu yatıyordu sanki. O
kadar çabuk ustalaşabilm eyi nasıl başarmıştı? Ayrıca o tuhaf
aksanıyla ve duygu yoğunluğuyla, Tolstoy’un romantik kah­
ramanı N atash a’ya benziyordu garip bir şekilde. Ama Mis
H epburn’de öğrenilem eyecek bir şey de vardı, kamerayla
uyum içindeydi, çekici harekederi peş peşe başarıyla gerçek­
leştiriyordu.
Jesse’ye kam era H e p b u rn ’ün yüzünde odaklandığında ne
olduğuna tek rar bakm asım söyledim; kam era sanki bir çe­
kim kuvveti tarafından, ait olduğu yere çevrilmiştir. H ep-
burn Roma Tatili1hdeki perform ansıyla bir O scar ödülü ka­
zanmıştı.
“Gizli Y etenekler” program ım ıza genç bir yönetm enin ilk
filmini dahil ettim . A rtık pek amm sanm ayan bu kısa televiz­
yon filmi, gençlerin çektiği en heyecanlandıncı ve dikkat çe­
kici film lerden biridir.
Televizyon film lerinde dehaya pek rasdanm az, ama Bela
(1971) başlar başlam az bir tuhaflık olduğunu fark edersiniz.
Bir arabamn bir A m erikan şehrinin güzel banliyösünden çı­
kıp ağır ağır şehre d o ğru gidişini bir sürücünün gözlerinden
görürsünüz. Sıcak bir gündür: mavi gökyüzü, giderek seyre-
len evler, azalan trafik; araba yalnızdır.
Sonra birden paslı, on sekiz tekerlekli bir yük kamyonu be­
lirir. Camlan koyudur. Şoförü hiç görmeyiz. K ovboy çizm e­
kti, pencereden çıkanp salladığı eli görünür, ama yüzü asla
görünmez.
Telegram: @cinciva
70 O avfd G ílm o u r

K am yon güneşli bir arazide yetmiş dö rt dakika boyunca


tarih öncesi bir canavar gibi arabayı takip eder. Sanki Moby
Dick, A hab’ın peşine düşm üştür. Yol kenarında bekler, dere
yataklarında gizlenir, vazgeçmiş gibi yapıp birden tekrar be
lirir, tam bir mantıksız kötülük abidesidir; ayak bileğinizi tut
mak için yatağın altında bekleyen eldir. Ama neden? (İpucu.
Y önetm en bu sorunun yanıtını verm em esi gerektiğini o genç
yaşında bile biliyordu.)
Bir kamyonla bir araba; aralarında diyalog yoktur. O toban
da ilerlerler o kadar. Jesse’ye böyle bir şeyin nasıl çekilebile
ceğini sordum . “Bir taşı sıkıp içinden şarap çıkarm ak gibi bir
şey,” dedi.
Yanıt yönetm enin görsel saldırısında bence. Bela sizi ona
bakmaya zorlar. Sanki seyircilere şöyle der: burada ilkel ve
önemli bir şey oluyor; eskiden tam da böyle bir şeyden korkar
diniz ve şimdi tekrar gerçekleşiyor.
Steven Spielberg Belayı çektiğinde yirmi iki yaşınday
dı. Televizyonda biraz çalışmıştı (Kolombo nun bir bölüm ü
nü çekmek işine yaramıştı), ama böyle sürükleyici bir film
çekeceğini kimse tahm in etm iyordu. Bela’m n asıl yıldızı ne
kamyondur, ne de giderek korkusu artan sürücü rolündeki
Dennis Weaver’dır; filmin asıl yıldızı yönetm endir. Büyük
bir romamn ilk sayfalarım okurcasına, m uazzam ve gözü
pek bir yeteneğin huzurunda olduğunuzu hissedersiniz. He
nüz iki kere düşünecek, fazla akıllanacak vakti olmamıştır.
Spielberg’in birkaç sene önceki bir röportajında, Bela1yı iki
üç yılda bir, “onu nasıl çektiğini anım sam ak için” izlediğini
söylerken kast ettiği buydu sanırım. Öyle cesur ve kendinden

Telegram: @cinciva
emin davranmak için genç olmanız gerektiğini ima ediyordu.
FİLM kU lİJllİ] 71

Stüdyo yöneticilerinin Be/a’dan birkaç sene sonra ona fam


(1975) filmini vermelerine şaşmamalı. Spielberg hantal bir
kamyonu korkutucu kılabiliyorsa, tıpkı kamyonun şoförü
gibi filmin çoğunda görülmeyen bir köpekbalığıyla neler ya­
pabilirdi kimbilir. Köpekbalığının etkilerini görürsünüz sade­
ce, kayıp bir köpeği, birden su altına çekilen bir kızı, ansızın
su yüzüne çıkan bir şamandırayı, tehlikenin varlığını haber
veren ama onu asla sergilemeyen şeyleri. Spielberg insanları
korkutmak istiyorsanız hayal güçlerini harekete geçirmeniz
gerektiğini genç yaşta sezmişti.
D V D ’yle birlikte verilen “Belanın Kam era Arkası”m izle­
dik. Jesse’nin Spielberg’in filmin çekilişini sahne sahne an­
latmasını, ne kadar ayrıntılı planlandığım, üstünde ne kadar
uğraşıldığım açıklam asını ilgiyle dinlemesine şaşırdım. Re­
simli taslaklar, çeşitli kameralar, hatta yarım düzine kamyon
arasından en ü rk ü n cü n ü n seçilmesi. “Baksana baba,” dedi
Jesse biraz hayretle, “ şimdiye kadar Spielberg’i pek sevmez­
dim aslında.”
“O bir film m anyağıdır,” dedim . “Biraz farklı bir cinstir.”
Ona kariyerlerinin başındaki Spielberg’le, G eorge Lucas’la,
Brian de P alm a’yla ve M artin Scorsese’le California’da tanı­
şan genç, alem ci b ir aktrisin söylediklerini anlattım. Aktris
onlann kadınlarla veya uyuşturucularla ilgilenmemelerine şa­
şırdığım söylem işti sonradan. Tek istedikleri birbirleriyle takı­
lıp film lerden bahsetm ekm iş. “D ediğim gibi, manyaklar.”
O na İhtiras Tramvayı ’m (1951) izlettim. 1948’de genç ve pek
tanınmamış b ir a k tö r olan M arlon B rando’nun o B roadw ay
prodüksiyonunun seçm elerine katılm ak için N ew Y ork’tan
Tenessee Telegram:
W illiam s’in @cinciva
P rovincetow n, M assachusetts’teki
72 D a v id G flm o u r

evine oto sto p la gittiğini, o m eşh u r oyun yazarım çok kay


gık gördüğünü, elektriğin kesik ve tuvaletlerin tıkalı olduğu,
nu anlattım . Su yoktu. B rando sigortaların arkalarına bozuk
paralar yerleştirip elektrik so ru n u n u hallettik ten so n ra diz
çöküp boruları onarm ışü; bu iş de bitince ellerini kurulayıp
salona geçerek Stanley K ow alski’nin repliklerini oku m u ştu
Söylentiye göre, otuz saniye kadar o k u d u k ta n so n ra , biraz
şaşıran Tenessee onu elini sallayarak su stu rm u ş ve “ İyisin ”
diyerek rolü verip N ew Y ork’a geri g ö n d e rm iş.
Peki ya B rando’n u n p erfo rm an sı? B ra n d o ’n u n 1949’da
Broadway’deki, ihtiras Tramvayı'ridaki o y u n c u lu ğ u n u g ö r­
dükten sonra aktörlüğü bırakanlar o lm u ştu . (T ıpkı Virginia
W oolf’un P ro u st’u ilk o k u yuşunda yazarlığı b ırak m ak iste­
mesi gibi.) A m a stüdyo o film de B ra n d o ’n u n o y nam asını is­
temiyordu. Fazla gençti. Sesi kısıktı. A m a a k tö rlü k ö ğ retm eni
Stella Adler bu “bu tu h a f g en cin ” , kuşağının en b ü y ü k a ktö­
rü olacağı kehanetinde b u lu n m u ştu garip b ir şekilde. Sahiden
de öyle oldu.
B rando’nun aktörlük atölyesine katılan ö ğ re n cile r yıllar
sonra bile onun sıra dışı yöntem lerini, am u d a kalkm ış haldey­
ken bile bir Shakespeare m o n o lo g u n u orad ak i d iğ er herkes­
ten daha inandıncı, daha etkileyici b ir şekilde okuyabildiğini
hâlâ anımsıyorlardı.
‘ihtiras Tramvayı, ’’diye açıkladım, “ cinin şişeden çıktığı oyun­
du; Amerikan aktörlüğünün tarzını tam am en değiştirdi.”
“ Hissediliyordu,” dem işti orijinal B roadw ay p rodüksiyo­
nunda M itch rolünü oynayan K arl M alden yıllar sonra. “Se­
yirci Brando’yu istiyordu, B rando için geliyordu; o sahnede
Telegram: @cinciva
yokken, geri gelmesini istedikleri hissediliyordu.”
FİLM KULÜBÜ 71

Filmi övmeyi abartmak üzere olduğumu fark edince kendi­


mi susmaya zorladım. “ Tamam,” dedim Jesse’ye, “gerçekten
iyi bir film izleyeceksin. Hazır ol.”
Bazen telefon çalıyordu; bundan çok korkuyordum. Arayan
Rebecca N g ise ortam tamamen bozuluyordu, sanki vandakn
teki taş atıp bir pencere camını kırmış gibi. Sıcak bir Ağustos
sonu ikindisinde Jesse Bahtları Sıcak Sever'm (1959) ortasında
telefonla konuşm aya gitti; yirmi dakika sonra döndüğünde
dalgın ve m utsuzdu. Filmi tekrar başlattım ama Jesse’nin dik­
katinin dağıldığının gayet farkındaydım. Gözlerini televizyo­
na sabitlemiş, Rebecca hakkında kaygıyla düşünüyordu.
D V D ’yi hışım la çıkardım . “Bak Jesse,” dedim, “bu filmle­
re epey em ek harcandı, sevgiyle çekildiler. Tek oturuşta iz­
lenmeleri, sahnelerin birbirini takip etmesi gerek. O yüzden
artık bir kural koyuyorum . Şim diden sonra film izlerken tele­
fonla konuşm ak yok. Bu saygısızlık ve boktan bir tavır.”
“Tam am ,” dedi.
“Arayan kim diye num araya bakm ak bile yok, tamam mı?”
“Tam am , tam am .”
Telefon tek rar çaldı. R ebecca okuldayken bile Jesse’nin dik­
katinin başka yerde olduğunu hissedebiliyordu sanki.
“Aç bari. E n a zın d an b u seferlik.”
“Yanım da b a b a m var,” diye fısıldadı. “Seni aranm .” Tele­
fonun kulaklığından sanki içinde küçük bir eşek ansı kısılı
kalmış gibi b ir vızıltı yükseldi. “Yanım da babam var,” diye
tekrarladı Jesse.
Telefonu kapadı.
“Neymiş?” dedim .
Telegram: @cinciva
“Hiç.” S o n ra o ana kad ar nefesini futm uşçasına, bezgince
74 David G flm our

soluk vererek “Rebecca konuşmak için en olmayacak zaman­


lan seçiyor hep,” dedi. Bir an gözlerinin yaşardığım görür
gibi oldum.
“Hangi konuda?”
“İlişkimiz.”
Filme devam ettik ama Jesse’nin aklının başka yerde oldu­
ğunu hissettim. Başka bir filmi seyrediyordu, o telefon ko­
nuşmasına sinirlenen Rebecca’nın kendisine yapacağı kötü
şeyleri hayal ediyordu. Televizyonu kapadım . Başının belada
olabileceğini düşünüyorm uşçasına irkilerek bana baktı.
“Eskiden bir kız arkadaşım vardı,” dedim . “İlişkimiz hak­
kında konuşmaktan başka bir şey yapm azdık. İlişkiyi yaşa­
mak yerine hakkında konuşurduk. C idden baymaya başlıyor.
Rebecca’yı ara. Bu meseleyi hallet.”

Telegram: @cinciva
N ERED EY SE B İ R H A F T A S Ü R E N bir sıcak dal-
gasından s o n r a b ir sa b a h hava değişiverdi. A rabalann kaput-
lannda çiy v a rd ı; g ö k y ü z ü n d e harek et eden bulutlar tuhaf
bir şekilde c an lı g ö rü n ü y o rd u . S o n b ah ar yann veya gelecek
hafta g e lm e y e c e k ti, a m a d u rd u ru lm a z bir şekilde yoldaydı.
K e stirm e d e n g itm e k için B lo o r Sokağı’ndaki M anulife bina­
sından g e ç e rk e n y ü rü y e n m erdivenin yanındaki kafede Paul
B ouissac’ın te k b a şın a o tu rd u ğ u n u gördüm . O tuz yıl önce
bana ü n iv e rs ite d e S ü rre alizm dersi verm iş olan ve o zam an­
dan beri te le v iz y o n kariyerim i biraz aşağılayan bodur, baykuş
suratlı b ir F ra n s ız ’dı. A d a m beni seyretm eye tenezzül etm e­
diğini, a m a elleri telli b ir kâbus olan erkek arkadaşım n büyük
bir hayranım o ld u ğ u n u im a ederdi. (Bundan cidden şüphe­
liydim ya neyse.)
Bouissac to m b u l, beyaz eliyle beni çağırdı. İtaat edip o tu r­
dum. H a v ad a n s u d a n k o nuştuk, sorulan ben sordum (comme

Telegram: @cinciva
d’habitude), o ise so ru la rım ın naifliğine om uz silkti. Sohbet
76 D avid G llm o u r

tarzımız buydu. Jesse konusu açılınca ( “ü t vou~ vous tue^ ¡a


tournée comment') laf kalabalığına başladım , okulu sevm em e­
nin ‘‘patolojik sayılmayacağından”, hatta belki “quelque chose
d'encourage"demek gerektiğinden, oğlum un ne televizyon sey­
rettiğinden, ne de uyuşturucu kullandığından dem vurdum .
Çocuklukları m udu geçen insanların m udu hayatlar sürdük­
lerini filan söyledim. Epey konuştum ve sanki bir merdiveni
koşarak yeni çıkmışım gibi, tu h af bir şekilde nefesim in ke­
sildiğini fark ettim. Bouissac elini sallayarak beni susturun­
ca tabiri caizse küçük arabamın kaldırıma kabaca sarsılarak
yanaştığını hissettim.
“Savunma m oduna geçmişsin,” dedi ağır şiveli İngilizcesiy­
le. (Adam kırk yıldır T oronto’daydı ve hâlâ Charles de Gaulle
gibi konuşuyordu.) Bunun doğru olm adığında direttim ; açık­
lanması gerekmeyen şeyleri açıkladım, kendim i yöneltilm e­
miş suçlamalara karşı savundum .
“Bir öğrenme periyodu vardır. O n d an sonra artık çok geç­
tir,” dedi Bouissac, Fransız entelektüellerinin kadanılm az öz­
güveniyle.
Çok mu geçtir? Ö ğrenm enin bir dile hâkim olm aya ben­
zediğini mi, şiveyi belirli bir yaştan (on iki veya on üç) önce
kapmazsan asla düzgün edinemeyeceğini mi söylüyor diye
merak ettim. Jesse’yi bir askeri okula mı gönderm eliydik?
Şaşkınlıkla verdiğim tepki karşısında ilgisini yitiren (ve bunu
belli eden) Bouissac, bir çift yeni fırın eldiveni almaya gitti. O
kendini beğenmiş küçük piç, o gece bir grup uluslararası işa-
retbılimci için bir akşam yemeği partisi düzenliyorm uş. Yap­
tığımız görüşme beni tuhaf bir şekilde incitmişti. Sanki bir
Telegram: @cinciva
şeye ihanet etmiştim; kendimi satmıştım. Savunm a moduna
FİLM KULÜBÜ 77

k en d im iç in m i g e ç m iş tim y o k s a J e s s e için m i? O k u l b a h ­
ç e sin d ek i o n y a ş ın d a b ir ç o c u k g ib i b ö b ü r le n iy o r m u y d u m ?
Çok mu belli oluyordu? Belki de evet. Ama kimsenin Jesse’ye
kötülük yaptığımı düşünmesini istemiyordum, o esrar dumanlı
taksiyi kullanması görüntüsü aklımdan çıkmasa da.
Yanımdan hışır hışır geçen üç ergen kız sakız ve soğuk
hava kokuyorlardı. Belki de çocuklarımızın üstündeki etki­
miz abartılıyor, diye düşündüm. Bir doksan boyundaki bir
ergen ev ödevi yapmaya nasıl zorlanır ki? Hayır, annesiyle
ben Jesse’yi çoktan kaybetmiştik.
Birden Bouissac’tan beklenmedik bir şekilde nefret ettim
ve onun karşısında tuhaf bir şekilde öğrenci gibi davranma­
mın, bu alıştığım saygı duyma halinin çok değişeceğini his­
settim.
Orada, m asada otururken bir tükenmez kalem çıkardım
ve bir peçeteye üniversiteden tanıdığım ve bir halt olamamış
herkesin listesini çıkardım. B., Meksika’da alkol komasından
ölmüştü; en iyi çocukluk arkadaşım G. uyuşturucu kullanıp
bir adamı suratından pom palı tüfekle vurmuştu; matematik­
te, sporda, her konuda dahi bir çocuk olan M. artık günlerini
bilgisayarına bakarak m astürbasyon yapmakla geçiriyordu,
kansı şehir m erkezindeki bir avukatlık bürosunda çakşırken.
Rahatlatıcı, dram atik bir listeydi. Orada ağabeyim bile vardı,
zavalk, zavallı ağabeyim; üniversitedeyken kraldı, oysa şim­
di bir pansiyonun köşe odasında kakyor, hâlâ aldığı eğitimin
adaletsizkklerinden yakınıyordu.
Ama ya yanıkyorduysam ? Jesse yakın bir zamanda b od­

Telegram: @cinciva
rumdan fırlayıp da hayatına çeki düzen vermezse ne olacak-
Belki de aylaklığı allayıp pullayan saçma sapan bir teori
78 Davfd G flm our

yüzünden onun bütün hayatını mahvetmesine göz yummuş


tum? Yine yağmurlu bir gecede yavaşça ilerleyen bir taksi
canlandı zihnimde. Gece vardiyası. Sabaha kadar açık donut
çuda herkesin tanıdığı bir adam.
[esse son bir yılda benden aldığı eğitim sayesinde herhangi
bir şey öğrenmiş miydi? Değerli herhangi bir bilgi edinmiş
mivdi? Bir bakalım. Elia K azan’ı ve Am erikan Karşıtı Ey
lemler Komitesi’ni biliyor, ama kom ünist nedir biliyor mu?
Paris’te Son Tango’da Vittorio Storaro’nun daireyi aydınlatır
ken ışıklan setin içine değil pencerelerin dışına koyduğunu
biliyor, ama Paris’in yerini biliyor mu? Sofrada yem ek bitene
kadar çatalı aşağı dönük tutm ak gerektiğini, Fransız caber
net üzümlerinin California’da yetişenlerden biraz daha ekşi
olduklannı biliyor. Başka? Yemek yerken ağzım kapam ası ge
rektiğini (bazen yapıyor), sabahları dişlerinin yanı sıra dilini
de fırçalaması gerektiğini biliyor (yavaş yavaş alışıyor). Sand
viç yaptıktan sonra lavabonun kenarındaki to n balığı konser
vesi suyunu silmesi gerektiğini biliyor (sayılır).
Ah, ama şunu dinleyin. Leon’da (1994) G ary O ld m an ’ın elin
de pompalı tüfekle koridorda psikopatça saldırıya geçmesine
bayılıyor. Marlon Brando’nun İhtiras TramvayTnda m asanın üs
tündekileri yere düşürm esine bayılıyor: “İşte, kendim e yer aç
üm. Sana da açayım mı?” Köpekbahklanyla D ans’a (1994) bayılı
yor, sadece başına değil (“H oşm uş,”) sonuna da. “Asd,” diyor,
“o kısmında derinleşiyor!” Yaralı Yündeki {Scarface, 1983) Al
Pacino’ya bayılıyor. O filmi benim Muhteşem Gatsby’deSı parti
leri sevdiğim kadar seviyor. Pis ve yüzeysel olduklarım bilirsi
niz, ama yine de onlara katılmak istersiniz. A nnie HalTü tekrar
Telegram: @cinciva
tekrar seyrediyor. Sabahlan boş D V D kutusunu kanepede bu
luyorum. Neredeyse bütün repliklerini ezbere biliyor, alıntıla­
yabiliyor. Aynısı Hannah ve Kı% Kardeşleri (1986) için de geçerli.
Adrian Lyne’ın JLo/rfc’sına (1997) bayıldı. Noel’de DVD’sini
hediye etmemi istiyor. Bunlara sevinmeli miyim?
Aslında evet.
Ama bir gün, salon penceresinin ardında kar yağarken, Ya­
ralı Y ü^u, A l’ın M iam i’ye geldiği sahneyi tekrar izlerken Jesse
bana dönüp Florida’nın yerini sordu.
“Ha?”
“Buradan,” dedi. “ B uradan oraya nasıl gidilir?”
İhtiyatla duraksadıktan sonra (şaka mı yapıyordu?), “Gü­
neydedir,” dedim .
“E glinton tarafında m ı yoksa King Sokağı tarafında mı?”
“King Sokağı.”
“Ya?”
Her an bir eşek şakasına m aruz kalabilecek birinin dikkatli
ama saygılı ses tonuyla konuşm aya başladım. Ama şaka yap­
mıyordu. “ K in g Sokağı’nd an nehre kadar dosdoğru gidersin;
nehri geçince B irleşik D evleder başlar.” Beni durdurmasını
bekliyorum.
“N ehrin karşı tarafı Birleşik D evleder mi yani?” dedi.
“Hı hı.” D u ra k sa d ım . “ Birleşik Devlederde iki bin iki yüz
elli kilom etre civan ilerlersin, Pennyslvania’dan, Carolinalar-
dan, G eorgia’d a n geçersin,” (hâlâ beni durdurmasım bekli­
yorum), “ so n u n d a denize kadar uzanan parmak şeklinde bir
eyalete vanrsın. İşte orası Florida’dır.”
“Ya.” D u raksadı. “ S onra?”
“Florida’dan sonra mı?”
“Hı hı.” Telegram: @cinciva
SO D avid G llm our

“Şey, düşünerim. Parmağın ucuna kadar gidince karşına


line deniz çıkar; denizde yüz elli kilometre kadar ilerleyince
de Küba’ya vanrsın. K üba’yı hatırladın mı? Hani orada Re­
becca hakkında uzun uzun sohbet etmiştik.”
“Harika bir sohbetti.”
“Devam ediyorum,” dedim. “ K üba’yı geçince, ama epey
geçince Güney Amerika’ya varırsın.”
“Orası bir ülke mi?”
Yine duraksadım. “Hayır, bir kıta. D evam edersin, binlerce
kilometre kat edersin, orm anlardan ve şehirlerden, şehirler­
den ve orm anlardan geçip Arjantin’in sonuna ulaşırsın.”
Gözleri dalgınlaştı. Z ihninde çok canlı bir g ö rü n tü canlan­
mıştı, ama neyin görüntüsüydü Tanrı bilir.
“Orası dünyanın sonu mu?” diye sordu.
“Öyle denebilir.”
Buyaptığım doğru mu?

Maggie’nin sokağına bahar gelmişti. Ağaçlar, uçlarında tır­


nak gibi goncalar bitmiş dallarını göğe uzatıyorlardı sanki.
Şatafatlı sanat filmlerinden birini seyrettirirken çok tuhaf bir
şey, tam da filmin vermeye çalıştığı dersin bir örneği gerçek­
leşti. Yandaki evin satışa çıkarıldığım öğrenm em le başladı.
Eleanor değil -onun evini terk etmesi ancak alnı bir Ingiliz
bayrağıyla örtülmüş cesedinin çıkarılmasıyla m üm kündü-, di­
ğer taraftaki çift, yılan gibi incecik güneş gözlüklü kadınla kel
kocası evlerini satıyorlardı.

Telegram: @cinciva
O hafta Jesse’ye İtalyan klasiği Bisiklet Hirsı%lan’nı (1948)
FİL M KULÜBÜ 81

seyrettirm eyi se ç m e m tam a m e n tesadüftü. O n d a n daha acık­


lı bir öykü d ü şü n e m iy o ru m . İşsiz bir adam ın bir işte çalışmak
için bir bisiklete ihtiyacı v ard ır ve bin bir güçlükle bir tane
bulur; tavırları ta m a m e n değişir, cinsel özgüveni geri döner.
Ama bisiklet e rte si g ü n çalınır. A dam perişan olur. A ktör
L am berto M a g g io ıa n i yıkılm ış bir çocuğun aciz yüzüne sa­
hiptir. N e yapacaktır? Bisiklet yoksa iş de yoktur. Oğluyla
birlikte şeh ird e k o ştu ra ra k kayıp bisikletini aram asını sey­
retmek neredeyse dayanılm ayacak kadar üzücüdür. S onun­
da korunm asız b ir bisiklet g ö r ü r ve çalar. Bir başka deyişle,
kendi yaşadığı acıyı b ir başkasına yaşatm ayı seçer. M azereti
bunu ailesinin iyiliği için yaptığıdır, diğer adam gibi değildir;
buradaki kıssadan hisse şu d u r ki, diye açıkladım , bazen ahlaki
duruşum uzu, d o ğ ru ve yanlış anlayışım ızı o anki ihtiyaçlan-
mıza göre belirleriz. Bu fikri ilginç bulan Jesse kafa sallayıp
onayladı. K e n d i h ayatının olaylarını g ö zd en geçirip bir b en ­
zerlik aradığım göreb iliy o rd u m .
Ama bisiklet hırsızı yakalanır; hem de kalabalığın içinde.
Sanki o nun a p a r to p a r g ö tü rü lü şü n ü bü tü n m ahalle seyreder,
yüzünde hiçbirim izin kendi çocuklarım ızda gö rm ek istem e­
yeceğimiz b ir ifade b u lu n an oğlu dahil.
O filmi seyrettiğim iz g ü n veya belki de birkaç gün sonra,
Hatırlamıyorum, yandaki eve gelip gidenler oldu; sıska, fare
suratlı bir herifin ara geçitte, yeni çöp kutulanırım arasında
dolandığım g ö rd ü m . Sonra bir sabah, şehir epey gri g ö rü n ü r­
ken, sanki b ir deniz geri çekilm işçesine sokaklarda su birikin­
tileri kalmışken (insan kaldırım kenarlanndaki oluklarda can
Çekişen balıklar görm eyi bekliyordu neredeyse), bir Satılık
tabelası belirdi. Telegram: @cinciva
82 Davİd Gflm our

Şeker fabrikasındaki bekâr loftumu satıp da (bedeli epey


artmıştı) oğlumla ve sevgili eski karımla birlikte yandaki eve
yerleşsem mi diye, başlangıçta öylesine, sonra giderek artan
bir şevkle düşünmeye başladım. D üşündükçe bir an önce
yapma isteğim artıyordu. Birkaç gün sonra bu mesele çok
önemli gelmeye başladı. Hatta peşinatı verince elimde biraz
para bile kalır, diye düşündüm. Böyle bir şey yapacağımı ön­
ceden hiç düşünmemiştim, ama aklıma gelen en kötü fikir
değildi. Belki de o ikisine yakın yaşamak şans getirirdi. Bir
ikindi sonu, güneş gözlüklü seksi kom şum küçük, kullanışlı
arabasını köşeye park edip elinde evrak çantasıyla m erdiven­
den koşarak çıktı.
“Duyduğuma göre evini saüyorm uşsun,” dedim .
“Evet,” diye yanıtladı, hiç duraksam adan anahtarı kilide so­
karak.
“Bir göz atmamın sakıncası var mı?”
Fare suratlı emlakçının onu bunu yapm am ası için uyardığı
belliydi. Ama kadın iyi bir insandı ve olur dedi.
Ufak tefek bir erkeğe göre bir daireydi, tam bir Fransız
eviydi, ama temiz ve iç açıcıydı, bod ru m u n içleri büe (oysa
Maggie’nin bodrum unda çamaşır m akinesini geçtiniz mi
krokodillerin saldınsına uğrayacağınızdan korkm aya başlı­
yordunuz). D ar koridorlar, dar m erdiven, titizce boyanmış
yatak odalan, ayrıntılı kenar süslemeleri ve m erak uyandıran
bir banyo ecza dolabı... gerçi kadının pürüzsüz cüdine ve
canlı, kararlı görünüşüne bakılırsa kullanılmaya değer hapları
yoktu.
“ N e kadar?” diye sordum .

Telegram: @cinciva
Bir rakam söyledi. Fahişti elbette, am a şeker fa b rik a sın d a k i
FİLM KIJI İJBİJ 83

l o ft u m u n değeri de aynı şekilde epey artmıştı; genç girişim­


cilerin iç bulandırıcı başarı öyküleri (cep telefonları, traş ma­
kineleri) sayesinde “ şimdi moda olduğu” söylenmişti. Kaza­
nanlara, alemcilere göre bir yerdi. Kısacası puştlara göreydi.
Durum um u açıkladım: ergen oğlumla eski karıma yakın
oturmayı çok istiyordum. Bunu duyunca şaşırdı. Evlerini
satma konusunda bana öncelik tanımalarını rica ettim. Olur,
dedi. Kocasıyla konuşacağım söyledi.
Evimiz epey hareketlendi. Bankaları ve lofttaki Maggie’yi
aradım (duyunca sevinçten ağlamaklı oldu), sıska komşumla
tekrar konuştum . İşler yolunda gibiydi.
Ama sonra nedense sıska kom şum la yumurta kafalı koca­
sı bize öncelik tam m am aya karar verdiler. Adam bir akşam
bana soğuk bir edayla, evi önce iki kişiye göstereceklerini,
sonra istersek teklif yapabileceğimizi söyledi. Başka herkesle
birlikte. Bu iyi bir h ab er değildi. G reektow n da moda olmaya
başlamıştı; fiyadar ürkütücüydü. Evlerin fıyadan istenenin iki
yüz bin dolar ü stü n e kadar çıkabiliyordu.
“Evi gezdirm e g ü n ü ” nden bir iki gün önce Jesse’yi bir ke­
nara çektim. O n a birkaç arkadaşım birlikte bir ikindi geçir­
mek için su n d u rm a d a toplam asım istedim. Biralarla sigaralar
bendendi. Ö ğ led en sonra tam 2’de buluşacaktık.
Manzarayı tah m in edersiniz. Yandaki evin taliplileri m er­
divenden çıkarken yan sundurm ada içki içen, sigara tüttüren,
bereli, güneş gözlüklü, soluk benizli yarım düzine “hödüğün”
yanından geçiyorlardı. Bir m etre ötedeki yeni kom şularının,
bazıları arabalarım d u rd u ru p ortam a hayretie göz attıktan
sonra basıp gidiyorlardı.
Telegram: @cinciva
bir saat kadar so n ra fare suratlı emlakçı gelip çocuklara ev
84 Davfld Gflm our

sahibinin evde olup olmadığını sordu. Ben salonda gizleni-


yor, televizyon seyretmeye çalışıyordum; iç organlarım sanki
içimde bir alarm çalıyormuşçasına titriyordu. “ Hayır, h a y ır,”

diye fısıldadım Jesse’ve, “evde yok de.”


D örtte evin gezdirilmesi işi sona erdi. Yirmi dakika sonra,
ben mahalledeki Yiman restoranında bir içki içip sakinleşmek
için ön merdivenden gizlice inerken emlakçı belirdi. Küçük,
kemikli bir suratı vardı; sanki sevimsiz yargılan yüzünden
büzülmüş cildinin parlaklığı iticiydi. “Sundurm adaki beylerin
epey sorun çıkardığını” söyledi. Konuyu değiştirm eye çalış­
tım; ona emlak piyasası, mahalle hakkında sorular sordum
neşeyle; bir ev alacağımı, belki kendisinden bizzat faydala­
nabileceğimi söyledim. Ha, ha, ha diye korsan gibi güldüm.
İstifini bozmadı. Sundurm adakilerin küfürlü konuşmaları
yüzünden bazı müşterilerin kaçağını söyledi gülüm sem eden.
Mümkün değil, dedim kraliçemi savunurcasına.
Ertesi gün, yani Pazar günü de ev gezdirildi. İnce ince yağ­
m ur yağıyordu, gökyüzü açık griydi, parkta alçaktan m artı­
lar uçuyordu, bazılan gargara yaparcasına başlanm geriye
aap gagalanın açarak yürüyorlardı. E pey çekim ser olsam da
stratejimde direttim. Yine bira, yine sigaralar, ydne iki bük­
lüm oturup etrafa bakman hödükler. E vde kalmayı gözüm
yemediğinden işim olduğu bahanesiyle bisikletim e atlayıp
köprüden geçtim. Geri döndüğüm de saat d ö rd ü geçiyordu.
Yağmur dınmişd. Tam sık sık gittiğimiz Y unan restoranının
önünden geçerken Jesse’nin kaldınm da bana d o ğ ru yürüdü­
ğünü gördüm . G ülüm süyordu ama ihtiyatlı, neredeyse him a­
yeci bir edayla.
Telegram: @cinciva
“ Küçük bir sorun yaşadık,” dedi. E vin gezdirilm eye başlan-
r ı u n KIJIUHU

masından birkaç dakika sonra kel adam çimenlikten öfkeyle


geçip *bu sefer güneş gözlüğü takan oymuş- kapıyı yumruk
lafıyla çalmış. O hödükler kendisine bakarken, benimle gö­
rüşmeyi talep etmiş.
Benimle mi?
“Evde yok,” dem iş Jesse, adama.
“Onun ne yaptığını biliyorum,” diye bağırmış Keltoş. 'Sa­
tışa çomak sokmaya çalışıyor. ”
Satışa çomak sokmaya mı? Ağır laftı. Üstelik haklıydı da. Bir­
den mide bulandırıcı bir utanca kapıldım; daha da kötüsü,
başımın büyük d e rtte olduğunu hissettim , sanki bir ergendim
de evde yangın çıkarm ıştım . Sanki ehliyetim yokken babamın
arabasını alıp kaza yapm ıştım . Ayrıca Jesse’nin beni başın­
dan beri haksız bulduğunu hissettim rahatsız edici bir şekil­
de. Üstelik o n u suç ortağım yapmıştım. Ö rnek bir babaydım
doğrusu. K rizlerle başa çıkmayı iyi beceriyordum. İstediğimi
elde etmeyi. Sen Jc sse ’yi bana bırak Maggie, bak nasıl adam
ediyorum.
“Herkesi eve so k tu m ,” dedi.
“Geri d ö n m ek güvenli m i?”
“Bence biraz bekle. A dam çok sinirli.”
Birkaç gün so n ra bir arkadaşım dan beni tanım ıyorm uş gibi
yaparak evi b enim için satın almasını istedim. Ama bunu an­
lamış olmalılar; arkadaşım la d o ğ ru d ürüst ilgilenmediler bile.
Planlarım, aptalca ve ahlaksızca bir kum pasa bir gru p çocuğu
alet etm em boşa gitm işti. Çiçekçi dükkânlan olan bir gey çift
evi yaklaşık yarım m ilyon dolara satın aldı.
Jesse bu olayı hayatının sonuna kadar hatırlayacak mıydı?
Telegram: @cinciva
Ertesi gün o n u b ir kenara çektim . “ Y apağım çok büyük bir
86 David G ílm our

hataydı,” dedim.
“AilenJe komşu olmak istemende bir terslik yok,” dedi
Ama onu susturdum.
“Ben kendi evimi satmaya çakşırken biri bana aymsını yapsa
evine makineli tüfekle giderdim,” dedim.
‘T in e de doğru davrandığım düşünüyorum ,” dedi ısrarla.
Fikrini değiştirmek güçtü. “Bisiklet Hırsızlan ndaki adam­
dan farkım yok,” dedim. “Bir şeyi yapmam gerekiyorsa bir
kılıf uydur uveriyor um.”
“Ama yagerçekten doğru davrandıysan?” diye karşılık verdi.
Daha sonra, bir filmin ardından sigara içm ek için dışarı
çıktığımızda, K eltoş’la karısının etrafta olm adıklarına emin
olmak için sağa sola kaçamak bakışlar fırlattığımı fark ettim.
“Sonucu görüyor m usun?” dedim. “A rtık ne zam an sun­
durmaya çıksam o herif ortalıkta mı diye bakınm am gereke­
cek. İşte bedel bu. Gerçek bedel bu.”

Telegram: @cinciva
YEDİHC8
B Ö L IIM

S e y r e t m e m iz iç in bazi “Hareketsizlik” filmleri


seçtim. B unlar, s ır f kım ıldam am akla nasıl ilgi odağı bir aktör
olabileceğinizi g ö s te re n film lerdi. Kahraman Şerifle (1952)
başladım elb e tte . F ilm le rd e sanki her şey tesadüfen yerine
oturur bazen. D o ğ r u senaryo, d o ğ ru yönetm en, doğru oyun­
cular. Ka^ablanka (1942) b ir örnektir, Baba (1972) ise başka
bir örnek; Kahraman Ş erif d e bu film lerden biridir. Bir şerif,
Gary C o o p e r, yeni karısıyla kasabadan ayrılırken çok kötü
bir adam ın h a p is te n yeni çıktığını ve kendisini oraya yollayan
adamı b ulm ak için üç arkadaşıyla birlikte gelm ekte olduğunu
öğrenir. Ö ğ le n treniyle geleceklerdir. C ooper kasabada sağa
sola koştu ru p yard ım arar; herkesin hayır dem ek için geçerli
bir sebebi vardır. S o n u n d a boş bir sokakta, d ö rt tane silahlı
adamla tek b aşına karşı karşıya kalır.
Filmin çekildiği d ö n e m d e kovboy filmleri genellikle renk­
Telegram: @cinciva
liydiler ve ç o ğ u n d a g ra n it çeneli, ahlak timsali, insandan çok
Ç!zgi film k arakterine benzeyen kahram anlar bulunuyordu.
88 Davfd Gflm our

Kahraman Şerif ise siyah beyaz çekilmişti, ne güzel günbatirrv


lannı içeriyordu ne de muhteşem sıradağları; berbat görünen
küçük bir kasaba sergileniyordu o kadar. Öykünün merkezin­
de de bir sıra dişilik vardı: incinmekten korkan ve bunu belli
eden bir adam.
Jesse’ye filmin ellilerin başında çekildiğini, o sıralar
Hollywood’da süregelen cadı avıyla film arasında bir paralel­
lik kurulabileceğini anımsattım. Solcu olduklarından şüphe­
lenilen insanlar bir gecede arkadaşsız kalıyorlardı.
Şimdi inanması güç ama Kahraman Şerif çekildiğinde yer­
den yere vuruldu. Amerikan karşıtı olduğu söylendi. Öykü­
nün sonunda kasabalılardan um udu keserek çekip giden bir
sözde kahramanla ilgili olduğu söylendi. Filmin senaristi Cari
Foreman, İngiltere’ye göçmek zorunda kaldı; damgalanmıştı
ve kimse ona iş vermiyordu. Korkak ve düşüncesiz delikan­
lıyı oynayan Lloyd Bridges iki sene iş bulamadı: “Amerikan
karşın” yaftası yedi.
Filmde muhteşem, sanatsal şeyler bulunduğunu söyledim.
Filmdeki boş tren raylarının nasıl gösterildiğine bakın. On-
lan defalarca görürüz. Bir tehlike hissi uyandırm anın sözsüz,
olaysız bir yoludur bu. O rayları her görüşüm üzde kötülüğün
o taraftan geleceğini anımsarız. Aynısı saatler için de geçerlı-
dir: tik, tik, tik, tik. H atta öğlen yaklaşökça yavaşlarlar.
Bir de Gary Cooper vardır. O nunla birlikte çalışan aktörler
sahnelerde çok az şey yapmasına şaşırırlardı genellikle. N ere­
deyse hiç aktörlük yapmazdı, neredeyse hiçbir şey yapmazdı
sanki. Ama sahnedeki perform ansı herkesi geri plana iter.
A ktörler onun yatımdayken perform anslarının silikleştiğini

Telegram: @cinciva
görürler.
FİLM KULÜBÜ 89

“O nun sah n elerin d e gö zlerin in nereye baktığına dikkat et,”


dedim Jesse’ye. “ K e n d in i a k tö r olarak hayal et ve onunla reka
bet etmeye çalıştığını d ü şü n .”
Biraz da eğlenm ek için ona Gı^lı ilişkileri (1990) seyrettir
dini. Richard G e re ahlaksız bir polis rolündedir. D engesiz bir
p0Üs (William B aldw in) tanıklık etm eye çağrıldığında, G e re ’in
kötü adam ro lü n ü n e kadar iyi oynayabildiğini, başrol oyun
cusundan daha iyi old u ğ u n u g ö rü rü rü z. O küçük gözleriyle,
Iago’nun L A P D * (* L os A ngeles Polis Teşkilatı) versiyonudur.
Gere’in dinginliği -ve b u n u n sergilediği ahlaki özgüven- hip
notik bir şekilde çekicidir. Bu karakterin eski kansından bile
vazgeçmediğini anlarsınız. A ynca kendini tehdit altında hisset
dğinde herhangi b ir şeyi yapabileceğini. Jesse ye G ere’in sakince,
hatta eğlenerek söylediği sadece birkaç cümleyle, kendisini so
ruşturmakla görevlendirilm iş polisin (Andy Garcia) cinsel kor
kulanın yüzeye çıkardığı sahneye dikkat etm esini söyledim.
“Havalı ve yakışıklı g ö rü n ü şü n e ve so h b et program ı tarzı
felsefi laflarına ald an m a,” dedim . “ Richard G ere gerçek bir
oyuncu.”
Sırada C ro n e n b e rg ’in Ölüm Bölgesi (1983) adlı filmi vardı.
Christopher W alken yalnız bir m edyum rolündedir: yürek
paralayıcıdır; tam bir hareketsizlik prensidir. Sonra Baba IFyi
(1974) seyrettik. “ K oca A l” Pacino hakkında ne söylenebilir?
Bir mağaranın girişinde d u ran bir m urana gibidir. Pacino’nun
bir kum arhane lisansı için verdiği ikinci ve daha düşük tekli
finin önem ini anlayam ayan senatörün bulunduğu m uhteşem
sahneye dikkat edin.
Bullitt i (<Gangsterin Kaderi, 1968) izlettim; neredeyse kırk yıl
Telegram: @cinciva
once Çekilmesine karşın hâlâ etkileyicidir; mavi gözlü Steve
90 David G flm our

McQueen o filmde en yakışıklı halindedir. M cQueen çok az şev


yapmanın önemini anlamış bir aktördü; büyük başrol oyuncu
lannın hoş sakinliğiyle dinler. Bodrumdan, M cQueen’in oyna
dığı üç film çekmiş olan geveze Kanadalı yönetmen Norman
fevıson’la yapılmış eski bir röportajı bulup çıkardım.
“Steve sahneye çıkıp bir sandalyeye oturarak sizi eğlendi
recek tarzda bir aktör değildi,” demişti Jewison. “O bir film
aktörüydü. Kamerayı severdi, kamera da onu. H ep gerçekti
ve bunun bir sebebi hep kendini oynamasıydı. Bir repliğini
çıkarsanız umursamazdı bile. K am era onda odaklandığı süre
ce muduydu çünkü sinemanın görselliğinin farkındaydı.”
McQueen zor bir hayat sürm üştü. Suç işlemiş çocukların
kaldığı bir ıslahevinde iki sene geçirm işti. Bir süre bahriyeli
olduktan sonra N ew York’a gidip aktörlük dersleri almıştı.
Bir başka deyişle, diye açıkladım Jesse’ye, dram a kulübü baş
kam tarzı sanatsal bir adam değildi. Y etenek bazen beklen
medik yerlerden çıkar, dedim.
Alain Delon’un oynadığı Kiralık Katil\ (Le Samourai, 1967),
Lauren BacalTın oynadığı Derin U yku’y u (1946) ve elbette muh
teşem Clint Eastw ood’un oynadığı (biraz daha sakin dursa ölü
derdiniz) Bir Avuç Dolar\ (1964) izledik. Clint’in üstünde epey
durulabilir. O nda sevdiğim beş şeyi saymakla başlayayım.

1. Bir Avuç Dolar’da tabut imalatçısına d ö rt parm ağım


kaldınp “Pardon, yanılmışım. D ö rt tabut,” demesine
bayılıyorum.
2. 1993’te L ondra’daki Ulusal Film T iyatrosu’nda

Telegram:
Prens Charles’ın @cinciva
yam nda d u rduğunda asıl prensin
kim olduğunu herkesin anlam ış olm asına -ki bunu
FİLM KULÜBÜ 91

dile getiren İngiliz eleştirmen David Thomson’dı-


bayılıyorum.
y C lint’in film çekerken asla “Motor” dememesine
bayılıyorum. Usulca, hafifçe “Hazırsanız
başlayalım,” der.
4. C lin t’in A ffed ilm eyen i (1992) atından düşmesini
izlem eye b ayılıyorum .
5. Clint’in Kirli H arry rolünde bir San Francisco
sokağında bir elinde tabanca, diğer elinde bir sosisli
sandviçle yürüm esine bayılıyorum.

Jesse’ye S onsu%O lum un (1969) ve daha sonra Eastwood’un


Mutlak G ü çü n ü n (1997) senaryolarım yazan William
Goldman’le bir keresinde kısa bir yürüyüş sırasında yaptı­
ğım bir sohbeti anlatıyorum . G oldm an, Eastw ood’a tapardı.
“Clint en iyisiydi,” dem işti bana. “E golann egemenliğindeki
bir dünyada m ükem m el bir profesyoneldi. Eastwood’un se­
tinde,” dem işti, “işe gelirsiniz, işinizi yaparsımz, eve gidersi­
niz; genellikle eve erk en gidersiniz çünkü golf oynamak ister.
Öğle yemeğini de herkesle birlikte kafeteryada yer.”
Bir Avuç D olar\n senaryosu C lint’e teklif edilmeden önce
epeydir ortalıktaydı. C harles B ronson reddetmiş, onun haya­
tında gördüğü en k ö tü senaryo olduğunu söylemişti. James
Coburn da red d etm işti, çünkü film İtalya’da çekilecekti ve
Italyan y ö n etm en ler hakkında kötü şeyler duymuştu. Clint
filmde oynam ayı o n beş bin dolar karşılığında kabul etmiş,
ama -Jesse’ye b u n u vurguladım - senaryoyu kısaltmakta diret-
Telegram: @cinciva
mı?> oynayacağı k arakterin daha az konuşm asının daha ilginç
olacağını d ü şü n m ü ştü .
92 David G flm our

“Bunu istemesinin sebebini tahmin edebilir misin?” dedim.


“Tabii. Konuşmayan bir adamla ilgili kafanda bir sürü şey
kurabilirsin,” dedi Jesse. “Ağzım açtığı anda gözünde b irk a ç
beden küçülür.”
“Kesinlikle.”
Birkaç saniyelik dalgınlıktan sonra ekledi: “G erçek hayatta
öyle olmak hoş olurdu.”
“Ha?”
“Çok konuşmamak. D aha gizemli olmak. Kızlar bundan
hoşlanıyor.”
“Hoşlanan da vardır, hoşlanm ayan da,” dedim . “Sen ko­
nuşkan birisin. K adınlar konuşkanlan da severler.”
Eastw ood filmin tam am lanm ış halini üç sene sonra izle­
mişti. O sıralar artık filmi epey unutm uştu. Ö zel bir gösterim
odasına birkaç arkadaşım çağırmış ve “ Bu cidden boktan bir
şeydir herhalde, ama bir göz atalım ,” dem işti.
Birkaç dakika sonra arkadaşlarından biri “A h, Clint, bu ga­
yet iyi bir film,” dedi. Bir A vuç Dolar, o sıralar artık yaşlı film
yıldızlan için bir nevi huzurevi haline gelm iş olan westerni
canlandırmıştı.
Film den sonra Jesse’den Devlerin A ş k ı \ıdaki Jam es D ean’in
ip sahnesini tekrar izlem em izi rica ettim . D ean , onunla anlaş­
maya çalışan kurnaz iş adamlarıyla çevrilidir; Rock H udson
masaya bin iki yüz dolar koyup “B u kadar parayla ne yapa­
caksın Jed?” der. H erkes hareket etm ekte, konuşm aktadır,
D ean hariç; D ean öylece oturur. “Bu sahnenin yıldızı kim?”
diye sordum . “Film in yıldızı kim?”
Televizyon dünyasına bile girdim , M iam i Vice’da. (1984-
Telegram: @cinciva
1989) siyah takım elbiseli polis şefini oynayan E d w a rd James
FİLM KULÜBÜ 91

Olmos’tan bahsettim . “ Gerçekçi olmayan, salak bir dizidir,


ama Olm os’a dikkat et, adam sanki sihirbaz. Kımıldamaması,
bir sırrı bildiğini gösteriyor sanki.”
“Hangi sırrı?”
“Hareketsizliğin illüzyonu budur işte. Sır yoktur. Sadece sır
sahibiymiş gibi g örünm ek vardır,” dedim. Bir şarap eleştir­
meni gibi konuşm aya başlamıştım.
DVD’yi çıkardım .
“Dizinin geri kalanım izlemek isterim,” dedi Jesse. “Olur
mu?”
Böylece sokağın karşı tarafında inşaatçılar apartmanın (her
geçen gün büyüyordu) ikinci katinda çekiç, testere, pürmüz
kullanırlarken, Jesse’yle ben Miami Vice’m üç bölümünü peş
peşe izledik. Bir ara kom şum uz E leanor pencerenin ardın­
dan gürültülü adım larla geçerken içeri göz attı. İkimizin gün
be gün televizyon seyretm em iz hakkında ne düşündüğünü
merak ettim. Salakça b ir dürtüye kapıldım, kadının peşinden
koşup televizyon değil film seyrettiğimizi söylemek istedim.
Bugünlerde Je sse ’yle ilgili konularda bazen sevimsiz bir açık­
lama telaşına kapıldığım ı fark ettim .

Salonda d u rd u ğ u m yerden, Rebecca N g ’nin otoparkın


köşesinden saptığını görebiliyordum . Beyaz kot pantolon,
beyaz kot ceket, açık yeşil tişört, uzun simsiyah saç. Kilise
duvannın d ibindeki inşaat işçileri birbirlerine işaret çaktılar

Telegram: @cinciva
ve Rebecca g e çe rk en o n a baktılar. G ri güvercinler havalanıp
yumruk şeklinde batıya uçtular.
94 D a v id G llm o u r

Yeni Alm an Sinem ası’na geçm iştim . O g ün Werner


H e rzo g ’un Aguirre, Tanrı'nın G azabıhı (1972) izliyorduk ve
Jesse’vi conquistadonm* kan lekeli kaya sahnesine hazırlamak
niyetindeydim ; bazen filmi başlatm adan yarım saat önce araş­
tırm a yapıyordum . Jesse dışarıdaydı. A kşam dan kalmaydı.
Söylemese de yukarı çıktığında o n d a n içki kokusu almıştım.
A rkadaşlarından biri, M organ d ü n gece h a pishaneden çık­
m ışa (darptan otuz gün yatm ışa) ve uğram ışa. O n u sabahın
dördünde kibarca kovup Je sse ’yi yatağa g ö n d erm iştim .
D urum um uz hassasa ve bazen kaosla düzensizliği ve so­
rum suzluğu bir kırbaçla bir sandalye kullanarak uzak tuttuğu­
m u hissediyordum . Sanki evin etrafında bir o rm a n bitiyordu,
dallarıyla asm alarım h er an pencerelerden, kapım n alandan,
bodrum dan içeri sokacakm ış gibi g ö rü n e n b ir o rm an. Jesse
okulu bırakalı bir yıldan fazla oluyordu, o n yedi yaşına bas­
m ışa ve henüz “ adam olacağına” dair b ir belirti yoktu.
Yine de film kulübüm üz vardı. B uzdolabındaki sarı kartlar,
izlenen her filmin üzerine çekilen çizgi, bana en azından bir
şeylerin gerçekleştiği konusunda güvence veriyordu. Kendi­
mi kandırm ıyordum . Jesse’ye sistem atik b ir sinem a eğitimi
verm ediğim in farkındaydım. M esele b u değildi zaten. Film
seyredeceğimize aletsiz dalış veya pul koleksiyonu filan da
yapabilirdik. Filmler hem birlikte yüzlerce saat geçirmemizi,
hem de çeşitli konularda... Rebecca, Z o lo ft, diş ipi, Vietnam,
iktidarsızlık, sigara gibi konularda so h b et etm em izi sağlıyor­
lardı o kadar.

Telegram: @cinciva
*16. yüzyılda Peru’daki İnka topraklarını işgal edip yağmalayan İspanyol fatihler­
den bin olan Lope de Aguirre.
FİLM KULÜBÜ 95

Jesse bazen röportaj yaptığım insanlar hakkında soru so­


ruyordu: G eorge H arrison nasıl bir insandı? (İyi bir insan,
ama Liverpool aksanım duyduğunuzda tepinerek “Sen
geatles’taydın. Bir sürü kızla yatmış olmalısın!” diye haykır-
mamak epey güçtü.) Peki ya Ziggy Marley (Bob’un oğlu; so-
ınurtkan puştun teki); Harvey Keitel (iyi aktör ama beyinsiz);
Richard G ere (insanların onu akıllı olduğu için değil sırf film
yıldızı diye dinlediklerini hâlâ anlayamamış klasik bir sözde
entelektüel aktör); Jodie Foster (Fort K nox’a zorla girmeye
çalışmak gibi bir şey); D ennis H o o p er (ağzı bozuk, komik,
harika bir insan); Vanessa Redgrave (sıcak, sütun gibi, Kra­
liçe edalı); İngiliz yönetm en Stephen Frears (traş losyonunu
abartan İngilizlerden. K adınların başlannı bu heriflerin ku-
caklanna koyam am alarına şaşmamak); Yoko O no (son “pro­
jesinin” hedefi sorulunca “Bu soruyu Bruce Springsteen’e so­
rar miydin?” diye karşıkk veren savunmacı, ukala, sıkıcı biri);
Robert Altman (konuşkan, okum uş, rahat biri; aktörlerin üç
kuruş para için onunla çakşm alanna şaşmamak); Amerikak
yönetmen O kver Stone (gayet m askülen bir adam, yazdığı
senaryolardan anlaşılmayacak kadar zeki: “Sava/ ve Ban/ mı?
Tannm, bu ne biçim soru? Saat daha sabahın onu!”)?
Aitmışk yıllardan konuşuyorduk, Beatles’tan (fazlasıyla
sık, ama Jesse bana anlayış gösteriyordu), içkiyi ağzınla iç­
memekten, içkiyi ağzınla içm ekten; sonra Rebecca’dan biraz
daha bahsediyorduk (“ Beni terk eder mi sence?”), A d o lf
bitlerden, D achau’dan, Richard N ixon’dan, sadakatsizkkten,
Truman C apote’den, M ojave Ç ölü’nden, Suge K n ig h t’tan,

Telegram: @cinciva
^e2biyenlerden, kokainden, eroin m odasından, Backstre-
et Boys tan (bu konuyu ben açm ıyordum ), dövm elerden,
9« D avid G ilm oıar

Johnny Carson’dan, Tupac’tan (o açıyordu), alaycılıktan, vü­


cut geliştirmeden, penis boyundan, Fransız aktörlerden ve e.
e. cummings’ten. Acayip eğleniyorduk! Bir iş bulmayı bekler­
ken havan kaçırmıyordum kesinlikle. Hayat yanıbaşımdaydı
hasır koltuktaydı. Çok iyi zaman geçiriyordum... ama bunun
bir sonu olacağını az çok anlıyordum.
Bugünlerde Maggie’nin evine akşam yemeğine misafir
olarak gittiğimde duygulanarak sundurmada duraksıyorum.
|esse’yle benim akşamleyin buraya birer bardak kahve alıp
geleceğimizi biliyorum, ama film kulübündeki gibi olma­
yacak. Tuhaf bir şekilde, Maggie’nin evinin geri kalanında,
mutfakta, yatak odasında, salonda ve banyoda benden hiç iz
kalmadı. Orada geçirdiğim zamanın bir rezonansım, bir yan­
kısını hissetmiyorum. Sundurma hariç.
Neyse, nerede kalmıştım? Ha evet, o güzel bahar ikindisin­
de Rebecca’nın ziyaretinden bahsediyordum.
Merdivenden hafif adımlarla çıktı; Jesse ayağa kalkmadı.
Konuştular; Rebecca’mn elleri ceket ceplerindevdi, yüzünde
sevimsiz bir laf işittiğini düşünen ama emin olamayan bir
hostesin ifadesi vardı. Kibar ama tedbirli bir gülümseyiş. Tu­
haf bir şeyler oluyordu. Uzaktaki inşaat işçilerinden birinin
bir merdiveni yan tarafından tutarak hareketsiz durduğu, bu
tarafa baktığı görülüyordu.
Kapının açıldığım işittim ve içeri girdiler. “Selam David,”
dedi Rebecca. Neşeliydi, enerjikti. Veya en azından öyle gö­
rünmek istiyordu. “Bugün nasılsın?” dedi. Yine gafil avlan­
dım. “Nasıl mıyım? Şey, bir düşüneyim. İyiyim sanki. Okul
nasıl gidiyor?”
Telegram:
“Kısa bir tatildeyiz,@cinciva
o yüzden G ap’ta çalışıyorum.”
FİtM KDI İ Hİ) 97

“Bu gidişle dünyanın hâkimi olacaksın Rebecca.”


“K endi param ı kazanmayı seviyorum o kadar” dedi. (Ki­
naye mi yapıyordu?) Jesse onun arkasında bekliyordu.
“Seni tekrar g ö rm ek güzel Rebecca.”
“Seni de D avid,” dedi. Asla Bay G ilm our demiyordu.
Aşağı indiler.
İkinci kata çıktım . Bilgisayan açıp mesaj gelmiş mi diye o
gün üçüncü kez baktım . Maggie dünyadaki hâlâ çevirmeli in­
ternet bağlantısı kullanan son insanlardan biriydi, dolayısıyla
bağlanu kurulm adan önce hep beklemek gerekiyordu ve cı­
zırtılar, iniltiler ve çığlıklar duyuluyordu.
İnternetten sabah gazetesini okudum . Arka pencereden
bakınca kom şum uz E le an o r’un arka bahçesini çapayla eşe­
lediğini gördüm ; yeni ekim sezonuna hazırlık yapıyordu. Ki­
raz ağacı çiçek açm ıştı. Biraz sonra merdivenin başına gittim.
Bodrumdan gelen m ın ln lar duydum. Rebecca hızlı konuşu­
yordu; Jesse’nin sesiyse tu h a f bir şekilde cansızdı, fazla ton-
lamasızdı, sanki g ö ğ sü n d en konuşmaya çalışıyordu. Ezbere
konuşur gibiydi.
Sonra sessizlik ve ardından iki çift ayağın sesleri geldi. Ko­
nuşmadılar. Ö n kapı dikkatle açıhp kapandı, sanki birisi beni
rahatsız etm ek istem iyorm uş gibi. Aşağı inince Jesse’yi gör­
düm. Ö ne eğilmişti, yüzü ciddiydi. Rebecca’nın uzakta, küçü­
cük kalmış bir halde, otoparkın diğer ucuna doğru ilerlediğini
gördüm, in şa at işçileri ona bakıyorlardı.
Oturunca koltuk gıcırdadı. Bir an öylece oturduk. Sonra
Hayrola?” dedim .

Telegram: @cinciva
Jesse gözlerini elleriyle gizleyerek bana döndü. Ağlayıp ağ­
lamadığını m erak ettim . “Ayrıldık.”
9* D avltf G flm o u r

Bundan korkuyordum. Lüks bir dairesi ve arabası olan yeni


bir adam, bir borsacı, genç bir avukat. Rebecca’nın kariyer
hedeflerine daha uygun birisi.
“Ne söyledi?” dedim.
“Bensiz yaşayamayacağını söyledi.”
Bir an vanlış duyduğumu sandım. “Ne?”
Tekrarladı.
“Sen mi Rebecca yı terk ettin?"
Başıyla onayladı.
“Neden?”
“Sürekli buraya gelip ilişkimiz hakkında konuşmasından
bıktım galiba.”
Ona, soluk benzine, şeffaf* gözlerine uzun uzun baktım.
Bir an sonra “Bunu sorm ak istem ezdim ama m ecburum ,”
dedim. “Bugün akşamdan kalma mısın?”
“Biraz ama alakası yok.”
“Tannm .”
“Cidden alakası yok baba.”
İhtiyatla konuşmaya başladım. “ Hayatta şunu öğrendim
Jesse: alkol aldıysan hayatınla ilgili bir karar verm ek asla iyi
bir fikir değildir.” K onuşm ak için ağzım aça. “A lkolün doğru­
dan ilgisi olmasa bile. Mesela akşam dan kalm aysan bile.”
Uzaklara baka.
“ Bu yapağım telafi etm e şansın var mı?” dedim .
“ İstem iyorum .” İnşaat işçilerini fark etti. Sanki onları gör­
m ek içinde bir şeyi pekiştirdi.
“ Pekâlâ,” dedim , “ sana bir şey söyleyeceğim, ondan sonra
istediğini yapabilirsin, tam am mı?”

Telegram: @cinciva
‘T am am .”
FİLM KİİLİIHİJ 99

“Bir kadını terk e d in c e, önem sem eyeceğini sandığın peyler


olur. O lunca da aslın d a gayet önem sediğini fark edersin.”
“Başka erkeklerle çıkm ası gibi m i?”
“Bu ko n u d a zalim lik e tm e k istem iyorum , am a birisiyle ay­
rılırken bazı fa k tö rleri g ö z ö n ü n d e b u lu n d u rm an gerek,”
dedim. “ B u n lard a n biri, genellikle en önemlisi, o kişinin başka
insanlarla b irlikte olacağıdır. Bu gayet n ahoş bir deneyim ola­
bilir inan.”
“N ahoş ne d e m e k ? ”
“Tatsız. S enin d u ru m u n d a , d e h şe t verici.”
“Rebecca’n ın b a şk a b ir erkek arkadaş bulacağını biliyorum ,
kast ettiğin buysa.”
“Sahi mi? B u n u cidden d ü şü n d ü n m ü peki?”
“Hı hı.”
“Sana bir şey a n la tab ilir m iyim ? İzninle?”
“Hayır, hayır.” D ik k a ti dağılm ış gibiydi. T anrım , diye d ü ­
şündüm. Bu d a h a başlangıç. “ Ü niversitedeyken bir arkada­
şım vardı,” diye sö z e başladım . “A slında o nu tanırsın. Batı
Yakası’nda o tu ru y o r. A rth u r C ram ner.”
“A rthur’u sev erim .”
“Eh, A rth u r’u n seveni çoktur. P roblem in bir kısmı buydu.
Çok eskiden b ir kız arkadaşım vardı, senin şimdiki halinden
birkaç yaş d a h a b ü y ü k tü m sanırım . İsm i Sally Buckm an’di.
Bir gün A rth u r’a -ki en iyi arkadaşım dı- Sally’den ayrılmayı
düşündüğüm ü söyledim . ‘H adi ya?’ dedi. O n d a n hoşlanıyor­
du. O nu seksi bulu y o rd u . Sally sahiden seksiydi.
“D edim ki: ‘S o n rasın d a, anlarsın ya, Sally ûe görüşmek ister­
sen benim için s o ru n d e ğ il/ B unu inanarak söyledim. A rak
Telegram: @cinciva
Sally’yi istem iyordum . Birkaç hafta, belki bir ay sonra Sally
ıoo Davfd Gflm our

Buckman’den ayrıldım ve hafta sonunu bir arkadaşın göl ^


yısındaki yazlığında geçirdim. Dinliyor musun?”
“Hı hı.”
Devam ettim. “O sıralar A rthur’la ben am atör bir grupta
çalıyorduk; ben bateristtim, o da vokal yapıp armonika çalı­
yordu; kendimizi rock yıldızlan sanıyorduk. D ar kalçalı, karşı
konulmaz erkekler.
“Hafta sonunu yazlıkta m arihuana bitkilerinin köklerini
haşlayıp tersten asarak, Sally’yi hiç özlem eden geçirdikten
sonra Pazar gecesi şehre geri döndüm . Ö zlem ek bir yana,
bazen yanımda olmadığına seviniyordum.
“Dosdoğru grubun provasına gittim. A rthur oradaydı.
Sevgili, sevimli A rthur Cram ner arm onika çalıyor, basçıyla
sohbet ediyor, harika bir insan gibi davranıyordu. A rthur gibi
davranıyordu. Prova boyunca ona bakıp durdum , hafta so­
nunda ben yokken Sally’yle görüştün m ü diye sorm ak iste­
dim. Ancak fırsat bulamadım. A m a kaygılanıyordum. Artık
merakın ötesinde korkmaya başlamıştım.
“Prova bitip de diğerleri gidince A rth u r’la arabaya bindim.
Sonunda ona dönüp, um ursam azm ışçasına ‘E ee, hafta sonu
Sally ile görüştün mü?’ diye sordum . A rth u r da neşeyle “Hı
hı, görüştüm ,” dedi, ilginç bir soruya ilginç bir yanıt verirce­
sine. Ben de -kelimeler ağzım dan çıkıverdi- ‘A ranızda bir / ey
oldu mu?’ diye sordum . O da gayet ciddiyede ‘H ı hı, oldu,’
dedi.
“ Bak Jesse. Sanki biri filmi o n kat hızlı oynatm aya başla­
mıştı. H er şey çok hızlanmıştı. K onuşam adım , çadak bir ses
çıkardım o kadar. ‘Al, sigara iç,’ dedi. Bu nedense kendimi

Telegram: @cinciva
ip ç e kötü hissettirdi. Çok hızlı konuşm aya başladım , ‘Benim
■ lu n liD L U D IJ 1IM

için sorun yok,’ filan d e d im , am a hayat ne tuhaftı, işler ne


çabuk değişm işti.
“Sonra o n a b e n i Sally’n in evine götürm esini söyledim.
3eni kızın B ru n sw ic k Sokağı’ndaki dairesinin önüne bıraktı.
Numarayı hâlâ h a tırlıy o ru m . M erdiveni yangın varmışçasına
koşarak çıktım ve k apıya tak tak tak vurdum ; Sally üstünde
sabahlığıyla kapıyı açtı, nasıl desem , atılgan bir çekingenliği var­
dı. Sanki ‘H a , sa n a g ö n d e rd iğ im pakette bom ba mı vardı?’
der gibiydi.
“Hüngür hüngür ağlamaya başladım, ona âşık olduğumu,
doğru yolu bulduğumu söyledim. Öyle şeyler söyledim işte.
Durmadan konuşuyordum. H e r söylediğimde samimiydim
de. Anlıyorsun değil mi?
“Böylece o n u n la te k ra r çıkm aya başladım . Yatak çarşafla­
nın çöpe a ttırd ım ve b ü tü n olanları anlattırdım . Şunu yap­
tın mı, b u n u y a p tın m ı? İğ re n ç sorular; yanıtları da iğrençti.”
(Jesse güldü.) “ Sally’n in n e kad ar sıkıcı olduğunu anımsamak
bir ayımı aldı, s o n r a d a o n u tekrar terk ettim. Am a bu sefer
gerçekten. A m a o n u te rk e d erk e n A rth u r’un şehir dışında ol­
masına ö z en g ö s te rd im . Y in e o num arayı yapacağım hissetti­
ğimden, A rth u r’u n e tra fta olm asını istem edim .”
“Kız yine aym şeyi y a p tı m ı?”
‘Yaptı. K a ç ık ağabeyim i b u lu p onunla yattı. O kız tam bir
belaydı, am a an la tm a y a çalıştığım b u değil. Anlatmaya çalıştı­
ğım şu ki, b a z e n böyle d u ru m la rd a ne hissedeceğini anladı­
ğında iş işten g e çm iş olur. A cele karar verm em elisin.”
Eleanor sundurm asına çıkıp çöp kutusuna bir şarap şişesi
atü- Sokağa ıstırapla, orada yağmur veya vandallar gibi iste­
Telegram: @cinciva
mediği bir şey görm ü şçesin e baktıktan sonra bir metre öte-
102 D avld G llm our

deki bizi fark etti.


“Ah.” İrkildi. “İkinize de m erhaba. Ofısinizdesiniz bakiyo.
rum .” Pişmiş kelle gibi sırıttı.
|csse onun gitmesini bekledi. “Arkadaşlarım dan hiçbirinin
Rebecca Via çıkmak isteyeceğini sanm am .”
“Mesele şu ki Jesse,” dedim , “ Rebecca illaki biriyle çıkacak
ve inan bana bunu öğrenm eni sağlayacak. Bunu düşünmüş
müvdün?”
O vedşkin sesiyle, norm alden kısık bir sesle “ Birkaç hafta
zorlanırım, sonra da onu unuturum herhalde,” dedi.
Israr ettim. “Tam am öyleyse, son bir şey söyledikten sonra
konuyu kapatacağım. Bu durum u telafi edebilirsin. H em en şim­
di telefon edip onu geri çağırabilirsin ve kendini bir sürü sı­
km adan kurtarabilirsin.” B unu düşünm esini bekledim . “Onu
arak gerçekten istem iyorsan o başka.”
Bir an duraksadı. “O n u arük istem iyorum .”
“E m in misin?”
Kiliseye, kilisenin dibinde hareket eden insanlara tereddütle
baka. Kararsız kaldığını sandım . Sonra “A ğlam akla erkekliğe
bok sürm üş m ü oldum sence?” dedi.
“N e?”
“Ayrılırken. O da ağlıyordu.”
“Tahm in ederim .”
“ Peki çocukluk m u ettim sence?”
“ Bence asıl ağlamasan soğuk ve sevim siz b ir insan olduğun
anlam ına gelirdi,” dedim .
Bir araba geçip gitti.
“Sen hiç bir kızın ö nünde ağladın m ı?” diye sordu.
Telegram: @cinciva
“ Ö n ü n d e ağlamadığın kız var m ı diye sorsana,” dedim . Gü-
FİLM KULÜBÜ 101

liişünü d uyunca, b ir anlığına da olsa yüzündeki mutsuzluğun


güzel bir m a sa d a n rü z g ârın alıp götürdüğü küller misali si­
lindiğini g ö rü n c e k e n d im i dah a iyi hissettim , sanki hafif bir
mide b u la n tısın d a n k u rtu ld u m . Keşke hep böyle olmasını
sağlayabilsem, diye d ü şü n d ü m . A m a Jesse’nin sabahın üçün­
de uyanıp R e b e c c a ’yı d ü şü n eceğ in i, bir beton duvara tosla­
mak üzere o ld u ğ u n u ta h m in edebiliyordum .
Ama e n a z ın d a n şim dilik toslam am ıştı. Şimdilik sundur­
madaydık, J e s s e ’n in keyfi yerindeydi, am a güneş batınca mo-
ralsizleşeceğini b iliy o rd u m . O n a Paris'te Son Tango’y u tekrar
izletecektim , a m a iyi b ir fikir gibi gelm edi. Tereyağı sahnesi
çeşitli sev im siz h a y allere yol açabilirdi. Öyleyse ne izlemeliy­
dik? Tootsie (1 982) fazla ro m a n tik ti, Vanya42. Cadde’d t (1994)
fazla R us’tu , R a n (19 8 5 ) o k a d ar iyiydi ki Jesse’nin onu dik­
kati d ağ ın ık k e n iz le m e m e si gerekirdi. Sonunda buldum; bir
pompalı tü fe k a lıp d a kendi a rab a n ız ın kapısına birkaç el ateş
etmek is te m e n iz e yol a ç a c a k b ir film. Bir “ canın cehennem e”
filmi.
D V D o y n a tıc ıs ın a M ic h ae l M a n n ’in H /rj/^ in ı (1981), dokuz
m ilim etrelik b ir ş a r jö rm ü ş ç e s in e taktım . T ü m zam anların en
iyi açılış s a h n e le r in d e n b iri b aşladı; iki adam bir kasayı zorla
açıyorlardı. M ü z ik T a n g e r in e D r e a m ’dendi, cam borulardan
akan su sesi g ib iy d i: p a s te l yeşil, elektrik pem besi, neon m a­
visi. M ak in e ç e k im le r in in nasıl yapıldığına, pürm üzlerin ve
m atkapların n a sıl se v g iy le ışık la n d ın lıp çekildiğine dikkat et,
dedim; k a m e ra o n la r d a a le d e rin i g ö z d e n geçiren bir m aran­
gozun sevgisiyle o d a k la n ır.

Telegram: @cinciva
Bit de J a m e s C a a n v a rd ır tabii. K ariyerinin doruğunda-
^t- Biraz p a ra a lm a k için b ir tefe cin in ofisine girm esini ve
104 David Gflmour

adamın onun neden bahsettiği anlamamış gibi yapmasını 0


muhteşem anı seyret. Caan’ın duraksamasını seyret. Sanki 0
kadar sinirlenmiş tir ki konuşabilmek için nefes alması gere­
kir. “Ben dünyada zıdaşmak isteyeceğin son insanım,” der.
“Kemerlerini bağla,” dedim. “İşte başlıyor.”

Rebecca ertesi günün ikindisinde döndü. Çok özenli giyin­


mişti: siyah ipek gömlek, minik altın sansı düğmeler, siyah
kot pantolon. Jesse’nin neler kaçırdığım görm esini istiyordu.
Sundurmada oturup biraz konuştular. Ben evin arka tarafın­
daki mutfakta tavalarla, tencerelerle gürültü yaptım, radyo­
nun sesini iyice açtım. Şarkı söylemiş bile olabilirim.
Konuşmaları uzun sürmedi. Bir göz atm ak için usulca sa­
lona girdiğimde tuhaf bir sahne gördüm . Jesse hasır koltu­
ğunda fiziksel rahatsızlık yaşıyormuşçasına, bir otobüste yer
boşalmasını beklermişçesine oturuyordu; aşağısında, kaldı­
rımdaysa Rebecca (üstündeki siyah giysilerle şimdi karadul
gibi görünüyordu) Jesse’nin eve uğramış ergen arkadaşlanyla
hararetle konuşmaktaydı. Tavrında zarif ve m utlu bir rahatlık
vardı, yüzünde cazibesini yeni yitirmiş birinin ifadesi yoktu
ve onda tehlikeli bir yön sezdim. Bunu Jesse de sezmişti ve
bıkmıştı. Jesse’nin benden daha sağlıklı olduğunu düşündüm.
Ben o kadar güzel bir kızı, diğer herkesınkinden daha güzel
bir kız arkadaşa sahip olmamn kokainim si hazzını hayatta bı­
rakamazdım. Bu adice, korkunç, zavallıca bir şey biliyorum.
Biliyorum.
Telegram: @cinciva
Az sonra sundurmaya ergen delikanlılar doluştu. Rebecca
FİLM KULÜBÜ lOS

tnîişti. Jesse’yi içeri çağırıp kapıyı kapadım. “O çocuklara


ne söylediğine dikkat et, tamam mı?” dedim.
Solgun yüzünü bana çevirdi. Heyecandan terlemişti, koku­
sunu alıyordum. “Bana ne dedi biliyor musun? ‘Beni bir daha
hiç görm eyeceksin,’ dedi.”
Elimi salladım. “ Bu iyi. Ama ne söylediğine dikkat edece­
ğine söz ver.”
“Tabii, tabii,” dedi çabucak, ama daha şimdiden ağzından
çok şey kaçırdığını konuşm a tarzından anladım.

Telegram: @cinciva
P İ R K O R K U F E S T İV A L İ D Ü Z E N L E D İK . Şim­
di düşünüyorum da, duyarsızca bir seçimdi belki -Jesse öne
sürdüğünden daha hassas bir haldeydi herhalde-, ama film
seyrederken sıkılıp da düşüncelere dalarak üzülmesini iste­
medim.
Şeytan tarafından hamile bırakılan bir New Yorklu’nun
(Mia Farrow) öyküsünün anlatıldığı gotik bir kâbus olan
emary'nin Bebeğiyle (1968) başladım. Jesse’ye “Yaşlı bir ka­
dının (Ruth G ordon) telefonla konuştuğu meşhur sahneye
dikkat et,” dedim. “Kim inle konuşuyor? Ama en önemlisi,
Çekimin kompozisyonuna dikkat et. Yönetmen Roman Po-
knski bir hata mı yapmış yoksa bir etki uyandırmaya mı ça-
kşiyor?”
Jesse ye Polanski’nin acı dolu hayatından biraz bahsettim:
uÇük bir çocukken annesinin Auschwitz’de ölmesinden; eşi
Sh
ar°n Tate’in hamileyken Charles Manson’ın mürideri tara-
an öldürülmesinden; on üç yaşında bir kızla cinsel ilişki-

Telegram: @cinciva
108 D avid C llm o u r

ye girm ekten hüküm giydikten sonra Birleşik devletlerden


kaçmasından.
|essc “Sence bir insan on üç yaşında biriyle seks yaptı diye
hapse girmeli mi?” dedi.
“ Evet.”
“Ama o on üç yaşındaki kişiye bağlı değil mi? O yaşta ben­
den daha tecrübeli olan kızlar tanıyorum .”
“ Fark etmez. K anuna aykırı ve öyle olm ası gerek.”
Konuyu değiştirip ilginç bir gerçekten, Polanski’nin
Roscmary'nin Bebeği'hin çekim lerinin ilk g ününde Paramount
Pictures’ın kapısından arabayla girerken... gerçek film yıldız­
larıyla, ıMia Farrow ’la, Jo h n Cassavetes’le birlikte büyük bir
Hollywood film prodüksiyonuna başlarken, “ sonunda başar­
m ışken” kendini tu h af bir şekilde hayal kırıklığına uğramış
hissetm esinden bahsettim . Jesse’ye P olanski’nin otobiyogra­
fisinden şu pasajı okudum : “ E m rim d e altm ış teknisyen var­
dı ve m uazzam bir bütçenin -en azından d aha önceki stan­
dartlanm a kıyasla- sorum luluğunu taşıyordum , am a aklımda
sadece yıllar önce, ilk kısa filmim Bisiklet i çekm eden hemen
önce Krakow’da geçirdiğim uykusuz gece vardı. O ilk seferin
heyecanını bir daha asla yakalayam ayacaktım .”
“ Bu öyküden ne anlıyorsun?” diye sordum .
“ işlerin her zam an beklediğim iz gibi gitm ediğini.”
“ Eee, başka?” diye ısrar ettim .
“Şu an sandığından daha m utlu olabileceğini.”
“ Eskiden hayatım üniversiteden m ezun olunca başlayacak
sanırdım . Sonra bir rom anım yayınlanınca veya m eşhur ol­

Telegram: @cinciva
duğum da filan başlayacak diye düşündüm .” O n a ağabeyimi11
bir keresinde bana şaşırtıcı bir şey söylediğini... h a y a tın ı n
FİLM KULÜBÜ 109

elli yaşından önce başlamayacağını düşündüğünü söyledim,


“peki ya sen?” dedim Jesse’ye. “Senin hayatın ne '/aman baş­
layacak sence?”
“Benim mi?” dedi Jesse.
“Evet. Senin.
“Ben öyle şeylere inanm am ,” dedi heyecanla, fikirlerin he­
yecanıyla ayağa kalkarak. “ N e düşünüyorum biliyor musun?
Bence hayatın doğduğunda başlar.” Salonun ortasında durur­
ken neredeyse titriyordu. “ Bu doğru değil mi sence? Haklı
değil miyim sence?”
“Bence sen çok akıllı bir adam sın.”
O zaman kendini tutam ayıp keyifle el çırptı, şak diye!
uBen şöyle d ü şü n ü y o ru m ,” dedim . “ Bence senin yerin üni­
versite. O rada yaptıkları b u d u r işte. O tu ru p böyle şeylerden
konuşurlar. A m a bab an la bir salonda baş başa oturmazsın,
etrafta zilyon tane kız vardır.”
Bunu duyunca başım kaldırdı. “ Sahi mi?”
Tıpkı ilk g ündeki gibi -artık aradan asırlar geçmişti sanki-,
400 Darbe'yi seyrettiğim iz gündeki gibi, uzatm am am gerekti­
ğini anladım.

Ona alt kon u su salakça olan düşük bütçeli bir filmi, Üvey
Baha'yı (1987) izlettim ; am a bir em lakçının -kendi çocuklannı
yeni öldürm üştür- b ir alıcıya b o ş bir evi gezdirdiği sahneyi
bekleyin; bir m üşteriyle değil bir psikiyatristle konuştuğunu
Telegram: @cinciva
Ederek anlayışım izleyin. S onra Teksas Katliamı'm (1974) sey-
rettdk, ki çekim i çok k ötü olsa da fikir öyle korkunçtu ki ancak
no D a v id G flm o u r

bilinçaltından çıkmış olabilirdi; sonra David Cronenberg’jn


ilk filmlerinden olan Ürpertileri izledik (1975). Toronto’daki
sıkıcı bir yüksek binada parazitlerle ilgili bilimsel bir deney
ters gider. Koridorlarda seks manyakları dolanır. Ürpertiler,
yıllar sonra çekilen Yaratık (1979) filmindeki patlayan karın
sahnesinin prototipiydi. Jesse’ye rahatsız edici finale, larvaya
benzer arabaların bela saçmak için apartm andan çıkıp etrafa
yayılmalarına dikkat etmesini söylüyorum. T uhaf bir şekilde
erotik olan bu çok düşük bütçeli film, Cronenberg’in eşsiz
duyarlılığının, cinselliğe düşkün bir zihne sahip akıllı bir ada­
mın gelişinin habercisiydi.
Sonra Hitchcock’un Sapık ina (1960) geçtik. Sizi derinden
etkileyen filmleri nerede izlediğinizi anımsarsınız. Ben Sapık i
gösterime girdiği sene, 1960’ta T oronto’daki N ortow n sine­
masında izlemiştim. O n bir yaşındaydım ve korku filmlerin­
den nefret etsem ve ailemi kaygılandıracak kadar ürksem de,
bu sefer onlarla birlikte gitmiştim çünkü çok cesur bir çocuk
olan en iyi arkadaşım da gidiyordu.
Bazen korkudan felç olursunuz, parmağınızı bir duvar pri­
zine sokmuşsunuz gibi vücudunuza elektrik yayılır. Sapık ’taki
birkaç sahnede bana öyle oldu: duş sahnesinde değil, çünkü
o kısımda artık kafamı kollarımın arasına göm m üştüm , ama
hemen öncesinde, banyoya bir şeyin girdiğini duş perdesinin
ardından görebildiğiniz sahnede. O yaz ikindisinde N ortow n
sinemasından çıkarken gün ışığında bir terslik olduğunu dü­
şündüğümü ammsıyorum.
Akademik bir not düşeyim ki, Jesse’ye filmin porno film
havası katmak için 8 mmlik çekildiğinden bahsettim . Ayrıca
Sapık in bir başyapıtın kusurlu olabileceğinin kanıtı olduğunu
Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 111

söyledim, ama sebebini açıklamadım. O konuşmalı, berbat


sonu kast etmiştim, ama Jesse’nin bizzat anlamasını istiyor­
dum.
Sonra nadide bir filme, Onibabayz (1964) geçtim. On dör­
düncü yüzyıl feodal Japonya’sındaki sazlıklı ve bataklıklı, düş-
sü bir dünyada geçen bu siyah beyaz korku filmi, yolunu şa­
şıran askerleri öldürüp silahlarını satarak geçimlerini sağlayan
bir ana kızla ilgilidir. Ama filmi asıl konusu sekstir, ona biraz
olsun yaklaşan herkesin delirmesine ve şiddete başvurmasına
yol açabilmesini anlatır. K onuşurken Jesse’nin düşüncelere
daldığını görüyorum . Rebecca’mn kimbilir ne haldar kanştır-
dığını düşünüyor; kiminle ve nerede olduğunu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
“O.J. Sim pson’ı,” dedi. “Altı ay daha beklese, kansının ki­
minle birlikte olduğunu umursamayacaktı.”
Jesse’yi korkunç bir sahne, yaşlı kadının yüzündeki bir şey­
tan maskesini çıkarm aya çalıştığı sahne konusunda uyardım.
(Maske yağmurda çekmişti.) A nne maskeyi yırtar, çekiştirir,
boğazından kanlar dam lar; kızı maskeye bir taşla vurur. O
maskenin sonradan W illiam Friedkin’e tüm zamanlann en
korkutucu filmi olan, şeytanın fiziksel portresini sergileyen
Şeytan (1973) filmi için ilham verdiğinden bahsediyorum. Lis­
tede sıradaki filmdi bu ve bizi resm en bitirdi.
Şeytan i ilk kez 1973’te izlediğimde öyle korkm uştum ki
yarım saat seyrettikten sonra sinemadan kaçmıştım. Birkaç
gün sonra tekrar denem iştim . Yarısına kadar izliyordum, ama
küçük kız kiriş çıtırtıları eşliğinde başım yavaşça geriye dön­
dürünce sanki kanım buz kesiyordu ve yine tabanları yağ­

Telegram: @cinciva
ıyordum. O sahneyi ancak üçüncü seferde, parm aklarım ın
«12 D a v id G flm o u r

arasından bakarak ve baş parmaklarımla kulaklarımı tıkayarak


bitirebildim. Neden geri dönüp duruyordum? Çünkü bunun
“büyük” bir film olduğunu hissetmiştim -entelektüel açıdan
değil, çünkü yönetmenin kendisi bile filmdeki fikirleri önem­
semiyordu belki de-, eşsiz bir sanatsal başan olduğu için. Son
derece yetenekli bir yönetmenin sanatsal olgunluğunun do­
ruğundaki eseriydi.
Ayrıca o sıralar Kanunun Kuweti’m yeni bitirm iş olan Willi­
am Friedkin’in pek çok kişinin söylediğine göre bir zorba ve
bir borderline psikopat olduğunu belirttim. Ekiptekiler ona
“Kaçık Willie” diyordu. Eski ekolden bir yönetm endi, insan­
lara bağınyordu, ağzından köpükler saçıyordu, sabahlan kov­
duğu insanları öğleden sonraları tekrar işe alıyordu. Aktörle­
ri korkutmak için sette tabanca sıkıyordu ve tu h af kasederi
-Güney Amerika ağaç kurbağalannın seslerini veya Sapık in
film müziğini- sinir bozacak kadar yüksek sesle çalıyordu.
Şeytan in bütçesini -dört milyon dolar olacaktı- tek başına
on iki milyona çıkardı. Söylentiye göre bir gün N ew York’ta
filmi çekerken, bir ızgarada pişen bir beykının yakın çekimi
sırasında beykının kıvrılmasından hoşlanm am ış; çekimi dur­
durmuş ve N ew York’ta katkı m addesiz, kıvrılmayacak bey-
km aramışlar. Friedkin o kadar yavaş çalışıyormuş ki, hastala­
nan bir ekip üyesi üç gün sonra sete geldiğinde hâlâ o beykın
sahnesinde olduklarım görm üş.
Prodüktörler baş şeytan kovucu Rahip K arras’ı Marlon
Brando’nun oynamasını istiyorlardı, am a Friedkin belki de
paranoyakça bir kaygıya kapıldı, filminin bir “B rando filmi”
olarak görülm esinden çekindi. (Anlayışsız kişiler aynı şeyi o
Telegram: @cinciva
sıralar yeni gösterim e giren Babayla ilgili olarak Francis Ford
FİLM KULÜBÜ 11J

Copp°,a ^ in söylc m iŞİerdi.)


Yıllarca k u lak ta n kulağa aktarılan b ir söylentiye g ö re Fri-
edkin bir sa h n e d e, ra h ip ro lü n d e oynattığı gerçek bir ra h ip ­
ten beklediği p e rfo rm a n s ı alam ıyorm uş. Bu yüzden rahibe
“Bana g üveniyor m u su n ? ” diye so rm u ş. T a n n ’nın adam ı evet
deyince W illie geri çekilip ad am ın suratına tokadı basm ış,
priedkin sahneyi istediği şekilde çekm iş. R ahip D a m ie n ’in
merdivenin d ib in d e y k e n ellerinin titrediğini g ö rü rsü n ü z .
Jesse’ye d a h a ö n c e yeten ek b a ze n tu h a f ve o n u hak e tm e ­
yen kişilerde g ö rü lü r d e m iştim . F ried k in em besilin teki ola­
bilir, diyorum , a m a görsellik anlayışı tartışılm az. K am eran ın
m erdivenden ç o c u k o d a sın a h e r çıkışında, yeni ve ö n c ek in ­
den de b e rb a t b ir k o rk u n ç lu k la karşılaşacağınızı bilirsiniz.
Jesse o g ece k a n e p e d e , iki lam bayı da açık tu tarak uyudu.
Ertesi sabah, d ü n gece k o rk tu ğ u m u z için ikim iz de biraz
utanmıştık ve festivale b ir süre ara verm eyi kararlaştırdık.
Muhteşem ko m ed iler, k ö tü kız film leri, W oody Ailen film ­
leri, yeni dalga film leri, h e rh an g i b ir şey seyredebilirdik. Yeter
ki korku filmi o lm asın d ı. Şeytan’d aki bazı sahneleri, örneğin
küçük kızın y atakta hiç k ım ıldam adan o tu ru p da bir erkeğin
sesiyle sakin sakin k onuşm asını seyrederken insan sanki asla
gitmemesi g e rek e n b ir yerin eşiğinde d u rd u ğ u n u hissediyor.

Telegram: @cinciva
Ş İM D İY E K A D A R Y A Z D IK L A R IM I okuyunca,
belki de hayatımda film seyretmekle oğlumun hayatına bur­
numu sokmak dışında pek bir şey yapmıyormuşum izlenimi­
ni uyandırdığımı fark ediyorum. Oysa öyle değildi. Artık ufak
tefek işler alıyordum, kitap eleştirileri, rötuş gerektiren bir bel­
gesel, hatta birkaç günlüğüne vekil öğretmenlik (iç açıcı görün­
müyor tabii, ama tahmin ettiğim kadar gurur kinci değildi).
Şeker fabrikasındaki loftumu sattım ve oradan gelen pa-
rayla, kanmla ben Chinatown civarındaki Victoria tarzı bir
evi satın aldık. Maggie nihayet evine döndü. Çok sevindi; bir
yddan fazla olmuştu. Ama hâlâ Jesse’nin başında bir erkeğin
bulunması gerektiği kanısındaydı. Ben de öyle. Neyse ki ka-
nrn da Öyle düşünüyordu. N oel’deki bir aile partisinde, emek-
^ bir lise müdürü olan ufacık, serçe sesli bir teyzem bana
^ a n dikkat et,” demişti. “Ergen oğlanlarla yeni doğmuş
^bekler kadar ilgilenmek gerekir. Ama bu ilgiyi babalarının
^termesi şarttır.”

Telegram: @cinciva
116 D a v id G llm o u r

Jcsse içleri giysilerle ve düzinelerce kutusuz CD ile dolu


üç tane büyük boy çöp tenekesiyle birlikte Tina’yla benim
peşimden şehrin diğer ucuna geldi. Üçüncü kattaki göl man­
zaralı mavi yatak odasına yerleşti. Evin en iyi, en sessiz, en
ferah odasıydı. Ona John W aterhouse’un gölde yüzen çıplak
kızlar tablosunun bir reprodüksiyonunu aldım ve duvanna,
Eminem (tipsizin teki) ve purolu Al Pacino (Yaralı Yü%) pos­
terlerinin ve üzerinde kafasına naylon çorap geçirip suratını­
za 9 mmlik bir tabanca doğrultm uş bir adamın fotoğrafıyla
bunun alanda “Kötü adamlara merhaba de” yazısı bulunan bir
posterin arasına asdm.
Aslında bunlan yazarken Jesse’nin koridordaki şimdi boş
olan mavi yatak odasından sadece bir m etre ötedeyim; göz­
den çıkardığı göm leklerinden biri hâlâ kapının arkasında
asılı duruyor. O da bugünlerde daha derli toplu, sehpasında
bir Chunking Ekspresi D V D ’si, Middlemarch (hâlâ okumadı),
Elm ore Leonard’ın G lit^ı (en azından satmadı), Tolstoy’un
Kabakları (benim fikrimdi) ve A nthony B ourdain’in The Nasty
Bits i duruyor, ki bu kitabı odada kız arkadaşıyla geçirdiği son
gece bırakmıştı. Bunlar bana huzur veriyor, sanki Jesse’nin
en azından ruhen hâlâ burada olduğunu, günün birinde geri
döneceğini hissettiriyor.
Yine de, ki aşın duygusallaşmak istem iyorum , bazı geceler
çalışma odam a gitmek üzere yatak odasının ö nünden geçer­
ken içeri bir göz atıyorum. Yatağına ay ışığı düşüyor, odada
hiç kıpırtı yok ve o zam anlar Jesse’nin gittiğine inanamıyo­
rum . O odaya başka şeyler yapacaktık, başka reprodüksiyon­
lar asacaktık, duvara bir elbise askılığı daha çakacakak. Ama
Telegram: @cinciva
zam an kalmadı.
FİLM KLİLLIBL) 117

C hinatow n,d a s o n b a h a r; şe h rin kuzeyindeki dev o rm an


lardaki y a p ra k la r k ıza rıy o rd u . E v im izin ö n ü n d e n bisikletle
geçen k a d ın la r e ld iv e n tak m ay a başlam ıştı. Jesse “ bir itfaiye
dergisi” için p a ra to p la y a n iki tan e telepazarlam acı puştun
vaninda y a n m g ü n çalışm aya, tele fo n la pazarlam a yapmaya
başladı.
Bir a k şa m ın b a ş ın d a , içle rin d e işe yaram az bir beyaz gen­
cin, bir P a k istan lIn ın , ö n ü n d e ko ca b ir şişe kola duran şişm an
bir kadının o t u r u p te le fo n la k o n u ştu ğ u altı yedi kabinden
oluşma pis, k ü ç ü k b ir m e k â n o la n “ o fise ” uğradım . Tanrım ,
diye d ü ş ü n d ü m . J e s s e b e n im y ü z ü m d e n bu şirkette çalışmaya
başladı. G e le c e ğ i b u ra sı.
Jesse o radaydı, e n arkadaydı, kulağında telefon vardı, sesi ak­
şam yemeği v a k tin d e b ir sü rü ihtiyara, yatalağa ve sa f insanlara
yalakalık y a p m a k ta n kısılm ıştı. T elefonla pazarlam a işinde iyi
olduğu belliydi. İn sa n ları tele fo n d a tutuyor, gözlerine giriyor,
güldürüyor, o n la rla şakalaşıyor ve so n u n d a ikna ediyordu.
P atronlar d a o ra d a y d ı, sarı rüzgârlık giym iş parlak suratlı
bir cüce ile D a le adlı g ü le r yüzlü, yakışıklı, düzenbaz p a rt­
neri. K e n d im i ta n ıttım . J e s s e ’n in en iyi çalışanları olduğunu
söylediler. K a tta b ir n u m aray m ış. A rkam ızdaki neredeyse a n ­
laşılmaz b ir İn g iliz c e y le k o n u şa n D o ğ u A vrupalı’m n şivesi o
kadar g ü çlüydü ki, sa n k i b ir sitk o m d a oynuyordu; başka bir
kabinden b ir B e n g alli’n in sesi geliyordu; sonra bir kadın b o ­
ğuk bir sesle k o n u şm a y a başladı, arada sırada bir pipetle buz
küpleri e m iy o rm u ş g ib i sesle r çıkararak. Sanki birisi b eto n a
kürek sü rtü y o rd u . Telegram: @cinciva
118 D a v id G flm o u r

Jesse geldi, mutlu olduğu zamanlardaki fütursuz yürüyü­


şüyle, sağa sola bakınarak. “Biraz dışarıda konuşalım,” dem e­
si, patronlarıyla fazla konuşmamı, “itfaiye dergisi” hakkında
sorular sormamı istemediğinin göstergesiydi. Dergiye bir güz
atabilir miyim diye sordum. (Ellerinde yokmuş.)
O gece Jesse’yi Le Paradis’e, akşam yemeğine götürdüm.
(İçkinin, kokainin ya da porno dergilerin değil, meteliğe kur­
şun atarken bile restoranlarda karnımı doyurm anın müpte-
lasıydım.)
“Bu itfaiye dergisini h iç gördün m ü?” diye sordum . Jesse yas­
sı bifteğini bir an çiğnedi, ağzım kapam adan. Belki de sebep
o ikindi vakti doğru dürüst şekerleme yapamayışımdı, ama
Jesse’ye yerken ağzım kapalı tutm asını d ö rt bin kez söyleme­
me karşın hâlâ aynı şeyi yapması beni küplere bindirdi.
“Jesse,” dedim, “lütfen ama.”
“N e?” dedi.
Dudaklarımla çok kaba bir hareket yaptım .
N orm alde güler geçerdi (yaptığım kom ik olm asa bile) ve
özür dilerdi, böylece konu kapanırdı, am a bu gece duraksadı.
Benzinin biraz solduğunu gördüm . Fiziksel bir tepkiyi diz­
ginlemekte zorlam yorm uşçasına başım tabağına eğdi. Sonra
“Tam am ,” demekle yetindi. A m a o rtam hâlâ gergindi. Sanki
bir fınm n kapağım açıp kapam ıştım .
“Sorfa adabı konusunda uyarm am ı istem iyorsan...” diye
söze başladım.
“ Sorun değil,” dedi elini sallayarak. Bana bakm adan. Aman
T am ım , onunla dalga geçtim, diye düşündüm . O salakça yüz
ifadesini takınmakla gururunu incittim. Bir an öylece oturduk;
o tabağına bakarak lokmasım çiğniyordu, bense ona giderek
Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 119

^tafl bir kararsızlıkla bakıyordum. “Jesse?” dedim usulca.


“Ha?” Başını kaldırıp baktı, ama babasına bakar gibi değil
j e Al Pacino’nun Carlito'nun Yolu'nda puştun tekine baktığı
gibi. Bir aşam adan geçmiştik. Benden korkm aktan bıkmıştı
ve bunu bilmemi istiyordu. Üstelik dengeler epey değişmişti.
Şimcü ben onun hoşnutsuzluğundan ürkmeye başlamıştım.
“Sakinleşmek için dışarıda bir sigara içmek ister misin?”
dedim.
“İyiyim.”
“Yaptığım kabalıktı,” dedim. “Özür dilerim.”
“Sorun değil.”
“Beni affetm eni istiyorum , tam am mı?”
Karşılık verm edi. Başka bir şey düşünüyordu.
“Tamam m ı?” diye tekrarladım usulca.
“Tamam, olur tabü. A ffettim gitti.”
“Ne oldu?” diye so rd u m daha da usulca. Peçetesini m a­
sanın bir n o ktasım n ü stü n d e ileri geri sallayıp duruyordu.
James D ean ’in iple oynadığı sahneyi m i anım sıyordu? K e n ­
disinden isten en h e r neyse, hayır diyordu.
“Bazen beni fazla etkilediğini d ü şünüyorum ,” dedi.
“Nasıl yani?”
“Başka çocukların babalarıyla tartışınca...” uygun sözcüğü
aradı “... felç geçirm iş gibi olduklarım sanm ıyorum . Bazıları
babalanna siktir çekiyorlar.”
“Bizim asla öyle olm am ızı istem em ,” dedim; neredeyse n e­
fesim kesilmişti.
“Hayır, ben de istem em . A m a senden biraz daha az etkilen­
mem gerekmez mi?”
Telegram: @cinciva
‘Çok mu etkileniyorsun ki?”
120 D a v id G ilm o u r

“Başımın belaya girmemesinin sebebi bu. Bana kızarsın


diye ödüm kopuyor.”
Onu bütçemi aşan bir akşam yemeğine davet ederken ak­
lımda olan sohbet bu değildi.
“Neden ödün kopuyor ki? Seni asla dövmedim. Asla...”
Sustum.
“Küçük bir çocuk gibiyim.” Gözlerinde öfke belirdi. “Se­
nin yanında bu kadar kaygılanmamalıyım.”
Çatalımı bıraktım. Yüzümün solduğunu hissediyordum.
“Beni tahmininden daha çok etkiliyorsun.”
“Sahi mi? Mesela ne zamanlar?”
“Mesela şu an.”
“Beni fa^la etkilediğini düşünüyor musun?” dedi.
Nefes almakta zorlanıyordum. “Hakkında iyi düşünmemi
istiyorsun sanırım,” dedim.
“Senden korkan küçük bir bebek olduğumu düşünmüyor
musun?”
“jesse, boyun bir doksan. Pardon ama istesen beni eşek
sudan gelene kadar döversin.”
“Dövebilir miyim sence?”
“Dövebileceğim biliyorum.”
Bütün vücudu gevşedi. “Şimdi o sigarayı istiyorum ,” deyip
dışan çıktı ve balkon kapışırım ardında ileri geri dolandığını
gördüm; bir süre sonra masamıza geri dönerken, üniversiteli
gibi görünen esmer bir kız gözlerini ona dikti. Jesse’nin mut­
lu olduğunu, sağa sola baktığını, seke seke yürüdüğünü göre­
biliyordum; tekrar masaya oturdu, peçetesini aldı, ağzım sildi.
O na şimdilik istediğini verdim, diye düşündüm , ama yakında
daha fazlasını isteyecek.
Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 121

“İtfaiye d e rg isin d e n b ahsedebilir miyiz?” dedim.


“Olur,” ded i k e n d in e b ir b ardak daha şarap koyarak. (Ge­
nellikle şarabı b e n koyardım .) “ Bu restorana bayılıyorum,”
dedi. “ Z en g in o lsa m b u ra d a h e r gece yerdim herhalde.”

/fa m ız d a b ir şeylerin değiştiği barizdi. Yakında düelloya


tutuşacağımızı v e k aybedeceğim i biliyordum . Tıpkı gelmiş
geçmiş b ü tü n b a b a la r gibi. B ir sonraki filmimizi bu yüzden
seçtim.
Şu sözleri h a tırlıy o r m u su n u z : “N e düşündüğünü biliyo­
rum... altı el m i a te ş e tti, yoksa sadece beş el mi diye düşü­
nüyorsun. E h , a çık çası o h e n g a m e d e ben de saymadım. Ama
bu bir 4 4 ’lük M a g n u m , d ü n y a n ın en güçlü tabancasıdır ve
kafanı u ç u rab ilir, dolayısıyla k e ndine şu soruyu sormalısın:
kendimi şanslı h is s e d iy o r m u y u m ? E ee, kendini şanslı hisse­
diyor m u su n se rse ri? ”
Ulu T a n n , C lin t E a s rw o o d ’u yanm a çağırdığında bu konuş­
ma, Kirli H a r r y ’n in yaralı b ir b a n k a soyguncusuna tabanca­
sını d o ğ ru lta ra k h a d d in i bildirdiği sahne, dünyanın her ye­
rindeki ak şam h a b e r le r in d e gösterilecek. O film -hatta belki
de o k o n u şm a - C lin t E a s tw o o d ’u n Jo h n Wayne ve M arlon
Brando gibi b ir A m e rik a n film yıldızı olm asını sağladı. İki yıl
sonra, 1973’te C lin t E a s tw o o d ’u telefonla arayan bir senarist,
Brezilya’daki ö lü m m a n g a la n hak k ın d a araştırm a yaptığını,
f a k s ı z p o lis le rin su ç lu la rı m ahkem eye çıkarm adan öldür­
düklerini söyledi. K irli H arry , L A P D ’de ölüm m angalannın

Telegram: @cinciva
bulunduğunu k e şfe ts e n e o lu rd u peki? B unun filmine Siîabm
Gücü (Magnum Force) a d ın ı verdiler.
122 D a v id G flm o u r

Film çekildi; ertesi yılın tatil sezonunda gösterime girdiğin_


de, Kirli Harry den bile daha çok gişe yaptı, hatta birkaç haf­
tada Warner Brothers’a daha önceki herhangi bir filminden
daha çok para kazandırdı.
Magnum Gücü, Kirli Harry fıin devam filmlerinin kesinlikle
en iyisidir ve film izleyicilerinin “bir arabanın m otorunu yüz
metreden paramparça edebilen” tabancaya olan aşklannı pe­
kiştirmiştir.
“Ama,” dedim Jesse’ye, “sana izlettirmemin sebebi bu de-
ğü”
“Öyle mi?” dedi.
Filmi polis “Kirli” H arry Callahan’ın San Francisco’da gü­
neşli bir günde bir kaldırımdan inip bir m aktulün arabasına
yaklaştığı sahnede durdurdum ; ceset içeridedir ve başında
büyük bir yara vardır. E astw ood’un arkasında uzun saçlı, sa­
kallı bir adam durmaktadır.
“Onu tamdın mı?” dedim.
“Hayır.”
“Ağabeyim,” dedim.
Sahiden de film çekilirken San Francisco’dan geçmekte
olan, bana yabancılaşmış ağabeyimdi o. Bir tarikata katılmak
için dört gün boyunca batı yönünde deli gibi araba sürmüş­
tü; hangi tarikattı unuttum . Ama kapılarım çaldığında girme­
sine izin vermemişlerdi. O da Merv Griffin Şov’a seyirci olarak
katılmıştı. Sonra geldiği gibi apar topar T o ro n to ’ya geri dön­
müştü. Ama o ilk günde bir ara bir film çekim ine rastgelmiş-
ti.
“O senin amcan,” dedim.

Telegram:
Ekranı
@cinciva
inceledik; o dağınık saç sakalın ardında Kns
HLW KULUBU m

^ s to f f e r s o n ’a b e n z e y e n yakışıklı, yirmi beş yaşında bir genç


adam vardı.
“O nunla ta n ıştım m ı?” diye sordu Jesse.
“Sen k ü ç ü k k en b ir k ere gelm işti. Bir şey istiyordu. Seni eve
geri gö n d erd iğ im i a n ım sıy o ru m .”
“N eden?”
Tekrar e k ra n a b a k tım . “ Ç ü n k ü ,” dedim , “ ağabeyim insan­
ların arasını a ç m a k k o n u s u n d a b ir dahiydi. Sen on dört ya-
şındaydın, h a k k ım d a k ö tü şeyler duym aya hazırdın ve beni
sana k ö tü le m e sin i iste m iy o rd u m . B u yüzden onu senden
uzak tu ttu m .”
Sonra film i d e v a m e ttird ik ; sah n e harekedendi ve ağabeyim
gözden k a y b o ld u .
“Ama tek s e b e p b u d eğil,” d e d im . “Asıl sebep şu ki, ondan
kısaydım ve ö d ü m ü p a tla tıy o rd u . İn sa n ö d ü n ü padatan kişi­
lerden s o n u n d a n e f r e t e diyor. B eni anlıyor m usun?”
“Hı hı ”
“A ram ızda b ö y le b ir şey o lm a sın ı istem em ,” dedim . “Lüt­
fen.”
Sırf o “l ü tf e n ” k e lim e si, yüz ö z ü rd e n veya açıklam adan
daha ço k işe y a ra d ı.

İtfaiye d e rg isi fila n y o k tu ; yalandı. B irkaç hafta sonra Jesse


0 işyerine g ittiğ in d e k a p ıy a kilit v u ru ld u ğ u n u , D a le ’le cüce-
Nn sırra k a d e m b a s tık la rım g ö rd ü . J e s s e ’n in birkaç yüz dolar

Telegram: @cinciva
alacağı k a lm ıştı a m a u m u r u n d a değil gibiydi. İstediğini elde
etmişti, o iş s a y e s in d e e b e v e y n in e b ağım lılıktan k u rtu lm a n ın
124 D a v id G flm our

ilk adımlanın atmışa. Mali bağımlılığın duygusal bağımlılığa


vol açağım seziyordu samnm.
Etrafta daha kötü işler vardı ve Jesse kısa süre sonra bit
tane buldu. Yine bir telepazarlama şirketine girdi; bu se­
ferki Güney’in içlerindeki, Georgia, Tennessee, Alabama
Mississippi’deki fakir ailelere kredi kartı satıyordu. Bu sefer
patronla tanışmaya davet edilmedim. Jesse’nin konuşmak­
tan ve sigara içmekten sesi kısılmış bir halde eve döndü­
ğü bazı gecelerde onu sorguya çekiyordum. “Bana neden
MasterCard’ın kredi kartı satmak için beyzbol şapkalı gençler
kullandığım açıkla/’ diyordum. “Anlamıyorum.”
“Ben de anlamıyorum baba,” diyordu, “ama işe yanyor.”
Bu arada Rebecca’dan hiç ses çıkmıyordu; kulüplerde veya
sokakta görülmüyordu, telefon etmiyordu. Sanki Jesse’nin
yaklaştığım haber veren bir radar geliştirmişti ve ortadan
kayboluveriyordu. “Beni bir daha hiç görmeyeceksin,” de­
mişti ve sözünü tutmuştu.
Bir gece durup dururken uyandım. Yanımda uyuyan ka-
nmın yüzünde bir matematik problemi çözüyormuş gibi
bir ifade vardı. Tamamen uyanmış ve biraz kaygılı bir halde
pencereden dışarı baktım. Ayın etrafı sisle çevriliydi. Robdö-
şambnmı giyip merdivenden indim. Kanepede açık bir DVD
kutusu duruyordu. Jesse geç vakitte gelmiş ve biz uykudayken
bir film izlemiş olmalıydı. Filmin ismini öğrenmek için maki­
neye gittim ama yaklaştıkça ürkmeye başladım, sanki tehlikeli
bir bölgeye girdiğimi ve hoşlanmayacağım bir şey bulacağımı
hissettim. Belki de iğrenç bir porno film, çocuk yetiştirme
konusundaki becerime olan inancımı sarsacak bir şey.

Telegram: @cinciva
Ama inatçılık, sinir veya bir denetm enin sabırsızlığı gibi
FİLM KULÜBÜ 125

his ihtiyatlıkğıma baskın çıktı ve DVD oynatıcıyı açtım.


• ■¿en ne çıktı dersiniz? Tahmin ettiğim şey değil. Jesse’ye
lar önce izlettiğim bir Hong Kong filmi olan Ckunking
^fepresiydi (1994). Bir yabancının evinde tek başına dans
den zayıf bir Asyalı kız. Şarkı neydi? Ha evet, “California
The Mamas and the Papas’ın hit şarkısı, kulağa
p r e a m in ’” ,

^tflyşlardakinden çok daha m odern ve etkileyici geliyordu.


Tuhaf bir dikkate kapıldım, sanki bir şey bakıyordum ama
0nu tanıyamıyordum. Tıpkı Hitchcok’un 39 basamak indaki
(1935) paha biçilmez pullar gibi. Neydi peki?
Evin bir yerinden çok hafif bir tıkırtı geliyordu. Merdi­
venden çıktım; ses yükseliyordu; sonra üçüncü kata çıktım.
Jesse’nin kapısını çalacaktım ki -gecenin bir vakti bir genç
adamın yatak odasına habersiz girilmez- kapı aralığından onu
gördüm.
“Jesse?” diye fısıldadım.
Yanıt gelmedi. O dada yeşil bir ışık yanıyordu, Jesse bilgi­
sayarın başındaydı, sırtı bana dönüktü. Taktığı kulaklıktan
böcek sesleri geliyordu. Birisine bir şeyler yazıyordu. Mah­
rem bir andı, tık tak, tık, tık tak, ama öyle yalnızdı ki, sabahın
dördünde binlerce kilom etre ötedeki bir çocuğa yazıyordu;
neyden bahsediyordu? Rap, seks, intihar? Hayalimde yine
onun tuğladan yapılmış sıvalı, ışıldayan bir kuyunun dibin­
de kısık kaldığı, tırm anam adığı (duvar fazla kaygandı), duvan
parçalayamadığı (fazla sertti), tepede bir şeyin, bir bulutun,
bir çehrenin, aşağı atılan bir ipin belirm esini öylece beklediği
canlandı.

Telegram: @cinciva
birden neden o filmin, Chunking Ekspresi n\n Jesse’nin dik-
^atini çektiğini anladım. Filmdeki güzel kız ona Rebecca’yı
126 David Gílmour

anım satm ış»; o filmi sey retm ek o n u n la o lm a k gibiydi biraz.


Yatağa geri d ö n ü p u yudum . K o rk u n ç rü y a la r g ö rd ü m . Hjr
çocuk rutubetli bir kuyuda b ekliyordu.
Jesse ertesi g ü n ü n ikin d isin d e an ca k ü ç ü n c ü seslenişim de
kalktı. Yukarı çıkıp o m z u n u ha fifç e sa rstım . F azla d e rin uyu­
yordu. Aşağı inm esi yirm i dakika sü rd ü , ik in d i s o n u aydınlı­
ğında ağaçlardan taç yaprakları d ö k ü lü y o rd u . O p arlak sarı­
larla ve yeşillerle çevriliyken sanki d e n iz altın d ay d ık . T epedeki
bir elektrik k a b lo su n d an b ir çift k o şu ayakkabısı sarkıyordu
(bir m uziplik). Sokağın ilerisinde b a şk a ay ak k a b ıla r d a vardı.
K ırm ızı tişörtlü bir oğlan bisikletle ö n ü m ü z d e n g e ç ip küçük
yaprak yığınlarının arasın d an uzaklaştı. Je ss e keyifsiz gibiydi.
“Bence sp o r salonuna g itm eye b a şla m a k sın ,” diyecektim
ama dem edim .
Bir sigara çıkardı.
“ K ahvaltıdan ö n c e içm e lü tfe n .”
Ö ne eğilip başım yavaşça ileri geri salladı. “ R e b e c c a ’yı ara-
sam mı?” dedi.
“O n u hâlâ d ü şünüyor m u su n ? ” (A ptalca b ir so ru y d u .)
“ H er gün, her an. B üyük b ir h a ta y a p tım g a h b a .”
Bir an sonra “ Bence R ebecca tam b ir baş belasıydı ve ucuz
kurtuldun,” dedim .
Sigara istediğini, b ir tane içm e d en k e n d in e gelem eyeceğini
görebiliyordum . “ İstersen b ir tane yak,” d e d im . “ Beni kötü
yapıyor biliyorsun.”
Akciğerlerine sigara dum anı d o lu n ca sakinleşip (benzi iyice
grileşmiş gibiydi) “ H ep böyle mi sürecek?” dedi.
“N e?”
“Rebecca’yı hep özleyecek m iyim ?”
Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBl) 127

yVldınıa eskiden kalbimi kırmış bir kız, Paula Moors geldi;


nıın y ü z ü n d e n ik i haftada dokuz kilo vermiştim. “Onun ka­
dar hoşlandığın birini bulana kadar özleyeceksin,” dedim.
“Herhangi bir kız arkadaş olmaz mı?”
“Olmaz.”
“peki ya sadece iyi bir kız olsa? Annem öyle birini bulmamı
söylüyor.”
O laf -“iyi” bir kızın Jesse’nin Rebecca’ya karşı duyduğu
cinsel arzuyu unutturacağı iması- Maggie’nin hem sevimli,
hem de çıldırtıcı bir yönünü sergiliyordu. Küçük bir Saskatc­
hewan köyünde lise öğretm enliğini yapmış, yirmi beş yaşın­
dayken aktör olm ak istediğine karar verince ailesiyle tren is­
tasyonunda ağlayarak vedalaşıp T o ro n to ’ya -üç bin kilometre
yol kat ederek- gelm iş bir kadındı.
Onunla tanıştığım da saçı yeşildi ve bir punk müzikalinde
oynuyordu. A m a n ed en se oğlum uza hayatından, özellikle de
“geleceğinden” b a h se d erk e n b ü tü n bunlan unutuverir ve in­
sanı sinir edecek k ad ar basit tavsiyeler sıralamaya başlardı.
(“Belki de b u yaz m atem atik kam pına katılmalısın.”) N o r­
malde sezgileri güçlü ve zeki bir insandı, ama Jesse için kay­
gılanınca zekâsı sekteye uğruyordu.
Jesse’ye yaptığı e n büy ü k iyilik ona dem okratça iyi davran­
mak, insanları h e m e n yargılam am ak konusunda bizzat örnek
olmaktı; bense b a z e n insanları çabuk yargılıyordum.
Kısacası Je sse ’n in ru h u n a tatlılık katıyordu.
Annen iyi niyetli,” dedim , “ am a o konuda yanılıyor.”
Rebecca’nın bağım lısı m ı o ldum sence?” dedi.
Tam olarak değil.”

Telegram: @cinciva
Aa bir daha hoşlanacağım başka birini asla bulam azsam ?”
Aklıma yine Paula Moors ve beni terk edişinden sonra yak
tığım yağlar geldi. Esmerdi, dişlerinin biraz çarpıklığı ona tu­
haf bir seksilik katıyordu. Tanrım, onu nasıl da özlemişti^
Onu arzulamıştım. Kurduğum tu h af tu h af hayaller yüzün­
den gecemn bir vakd tişörtümü değiştirm ek zorunda kalmış­
tım.
“Paula’yı hatırlıyor musun?” dedim. “O gittiğinde on ya­
şındaydım”
“Bana kitap okurdu.”
“Hayatımın sonuna kadar, kiminle olursam olayım onu
unutamam sanmıştım. Evet, ama bu kadın Paula değil ki, diye
düşünürüm sanmıştım.”
“Sonra?”
Lise muhabbetine girm em ek için kelimeleri özenle seçtim.
“Ondan sonra hayatıma giren ilk, ikinci ya da üçüncü kadın
onu unutturamadı. Ama sonra tensel uyum yaşadığım biriyle
çıkmaya başladım ve ilişkimiz yolunda gidince Paula’yı unut­
tum.”
“Bir ara yıkılmıştın.”
“Hatırlıyor musun?” dedim.
“Hı hı.”
“Ne hatırlıyorsun?”
“Akşam yemeklerinden sonra kanepede uyuduğunu hatır­
lıyorum.”
“Uyku haplan kullanıyordum,” dedim . “ Büyük hataydı.’
Duraksadım. “Sen de birkaç kere kullandın, değil mi?”
O berbat bahan düşündüm , güneş fazla parlaktı, parkta

Telegram: @cinciva
iskelet gibi yürüyordum , Jesse bana ürkek bakışlar fırlatıyor­
du. Bir keresinde elimi tutup “ K endini daha iyi hissetmeye
H I M KULÜBÜ 129

başladın, değil mi baba?” demişti. O n yaşındaki bu küçücük


çocuk, babasına göz kulak oluyordu. Tanrım.
'fa ris’te Son Tango 'daki adam gibiyim,” dedi jesse. “Hani
şu karısının aşağıdaki ropdöşam brlı adama kendisine yapü-
g şeyleri yapıp yapmadığım merak eden.” Bana kararsızca
baküğını, devam edip etm em ek konusunda emin olamadığım
gördüm. “ Sence b u doğru mu?” dedi.
Ne d üşündüğünü biliyordum. “Böyle şeyleri düşünmek an­
lamsız bence,” dedim .
Ama daha fazlasına ihtiyacı vardı. Gözleri yüzümü tarıyor­
du, küçücük bir noktayı ararcasına. Bazı geceler yatakta ya­
tarken Paula’nın olabilecek en pornografik hallerini gözümde
canlandırmaya çalıştığımı hatırlıyordum. Bunu duyarsızlaş­
mak, bir an önce kurtulm ak, parmaklanyla yaptıklarını veya
ağzına aldıklarını um ursam az hale gelmek için yapmıştım .
“Bir kadım unutm ak zam an ister Jesse. Tırnak büyütmek
gibidir. İstediğini yap, ister hap kullan, ister başka kızlarla
takıl, spor salonuna git, spor salonuna gitme, iç, içme, fark
etmez sanki. D iğer tarafa geçişini bir saniye bile çabuklaşüra-
mazsın.”
Sokağın karşı tarafına baktı; Çinli komşularımız bahçede
çalışıyor, birbirlerine sesleniyorlardı. “Yeni bir kız arkadaş
bulmayı beklem eliydim ,” dedi.
“O zam an o daha önce davranıp seni terk edebilirdi. Bunu
bir düşün.”
Uzun dirsekleri dizlerine dayalı halde bir an uzaklara baka,
kimbilir neler düşünerek. “O nu arasam mı?”
Telegram: @cinciva
Karşılık verm ek için ağzımı açtim; Paula’nın beni terk et­
mesinden sonra gri bir Şubat sabahı erkenden uyandığımı,
IJO D a v ld G llm o u r

pencere camından ıslak karların süzülüşünü gördüğümü Ve


önümdeki sonsuz günü yaşarken delireceğimi düşündüğümü
anımsamıştım. Bu çok hassas bir mesele. Adım larını dikkatli at
“Ararsan ne yapacak biliyorsun, değil m i?”
“Ne?”
“Seni cezalandıracak. Seni kendine çekecek ve tam rahatla­
dığında perdeyi indiriverecek.”
“Öyle mi dersin?”
“O aptal değil Jesse. N e istediğini h em en anlar. Ve sana
vermez.”
“Sesini duymak istiyorum o kadar.”
“Sanmam,” dedim, ama sonra m utsuz yüzüne, süzülmüş
vücuduna baktım. “Bence onunla tek rar çıkarsan pişman
olursun. Bitiş çizgisine az kaldı.”
“Bitiş çizgisine mi?”
“O nu unutmana.”
“Hayır, az kalmadı. D aha çok var.”
“Sandığından daha ileridesin.”
“Bunu nereden biliyorsun ki? K abalık e tm e k istem em baba,
ama bunu nereden biliyorsun?”
“Aşağı yukan üç milyon kez yaşadım , o ra d a n biliyorum,”
dedim sertçe.
“O nu asla unutam ayacağım ,” dedi u m u tsu zlu ğ a teslim
olarak. Cildimde sinir bozucu karıncalanm alar hissettim , ter
gibiydiler; sinirlenm em in sebebi beni sorgulam ası değildi,
m utsuz olmasıydı ve bu konuda e lim d en b ir şey, hiçbir şey
gelmemesiydi. Jesse’ye kızdım , d ü şü p k e n d in i inciten bir ço­
cuğa vurm ak istercesine. Bana yıllar ö n c e s in d e n anımsadığını

Telegram: @cinciva
bir bakış fırlattı, kaygılı b ir bakış, ey'vah sinirleniyor bakışı.
FİLM KULÜBÜ 111

«Sigarayı bırakm ak gibidir,” dedim. “Bir ay geçer, sarhoş


olursun, bir iki taneden ne olacak dersin. İkinci sigaranın ya­
tısında niye bıraktığım hatırlarsın. Ama artık tekrar başlamış-
sındır. Böylece on bin civarında sigara içtikten sonra aynen o
ilk sigarayı yakm adan önceki noktaya geri dönersin.”
Jesse ellerini beceriksizce, şefkatle kaldırıp omzuma do­
kundu ve “Ben sigarayı da bırakamam ki baba,” dedi.

Telegram: @cinciva
S adece B İR K A Ç G Ü N sonra Maggie’yle akşam ye­
meği yedim. O akşam onun Greektown’daki evine bisikletle
gitmiştim, ama yemekten sonra, daha doğrusu şaraptan son­
ra kente gitmek için bisikletle köprüden geçmeyi göze alama­
dım. Bu yüzden bisikletimi çeke çeke metroya bindim.
Eve gitmem uzun sürmedi, on-on beş dakika kadardı,
ama bu yolculuğu o kadar çok yapmıştım ki dayanılmaya­
cak kadar yavaş geldi ve yanımda okuyacak bir kitap getir-
mediğime hayıflandım. Penceredeki yansımama, gelip giden
yolculara, hızla geçip giden tünellere baktım, sonra birden
Paula Moors’u gördüm . Metro vagonunda karşımda, beş-altı
koltuk ileride oturuyordu. Ne kadar zamandır oradaydı ve
nereden binmişti bilmiyorum. Bir an profiline, sivri burnuna
Ve Çenesine baktım. (Dişlerini düzelttirdiğini duymuştum.)
Şimdi daha uzun olan saçı hariç, o korkunç sözü söylediğin-
de|d halinin aynısıydı. “Sana aşık olmamaya meyilliyim...” Ne
k'Çİm bir cümleydi bu! N e biçim sözcük seçimiydi!
Telegram: @cinciva
■jr* u d v ıu u ıım u u r

Yokluğunu aid ay, belki de bir yıl boyunca (unuttum ) $


ağrısı çekercesine hissetmiştim. G eceleri öyle m ahrem şeyley
paylaşmışdk ki, öyle özel şeyler söylemiş ve yapm ışdk ki; şlrrı
divse aynı metro treninde konuşm adan oturuyorduk. Daha
genç olsam trajik gelirdi, ama şim di, nasıl desem , hayatın
esef verici bir gerçeği gibi görünüyordu. Fantastik, hüzünlü
pis veya komik değildi, olağan bir d u ru m d u , insanın hayatına
birinin girip çıkmasının gizemi gizem li değildi aslında.
Jesse’ve bunu nasıl anlatabileceğimi, önüm üzdeki ayları
belki de bir seneyi adadp da günün birinde uyandığında nefis
bir şekilde artik özlemden, diş ağrısından kurtulduğunu fark
etmesini, esnemesini, ellerini başının altına koyup “ Bugün ev
anahtanmın yedeğini yaptırmalıyım. Sadece bir anahtarımın
olması tehlikeli,” diye düşünm esini nasıl sağlayabileceğimi
düşündüm (bu arada D oğu H indistanlı b ir kadın Broadway
istasyonunda indi). M uhteşem bir şekilde banal, özgürleştirici
düşünceler; yanığın acısı geçmiş, anısı o kadar silik ki neden o
kadar uzun sürdüğünü, meseleyi neden o kadar büyüttüğünü
anlayamıyorsunuz, eski sevgilinizin v ücuduna kim in ne yap­
ağım umursamıyorsunuz (bakın, kom şular yeni bir huş ağacı
ekmişler).
Sanki bir çapanın zinciri kopm uş gibi (nerede olduğunuzu
veya ne yaptığınızı tam anım sam ıyorsunuz), birden düşünce­
lerinizin tekrar size ait olduğunu hissediyorsunuz; yatağınız
artık boş değil, size ait o kadar, üstünde ister gazete okursu­
nuz ister uyursunuz... bugün ne yapacaktım yahu? Hah, ön
kapının anahtan! Evet.

Telegram: @cinciva
Jesse’yi bu noktaya nasıl getirebilirdim?
Metro vagonunda etrafa bakınırken (içeri cips yiyen genç
FİLM KULÜBÜ «5

kif kacbn giriyor), Paula’nın gitmiş olduğunu fark ettim. Ö n ­


ceki bir d urakta inm işti. O n u n oradaki varlığını unuttuğumu
fark edince biraz şaşırdım ; karanlık tünellerden birlikte geç­
miştik, ikim izin de aklı o kadar başka yerlerdeydi ki -aynı şeyin
onun için de geçerli olduğuna emindim-, beş dakikada birbiri­
mizin varlığına alışm ış ve ardından kayıtsız kalmıştık. Nasıl...
ne? Tuhaftı. U ygun sözcük bu sanırım. Ama bu düşüncenin
bile yerini başkası aldı hem en. Platform da bisikletimi çekerek
yürürken, cips yiyen kızın dişlerinin telli olduğunu fark ettim.
Yerken ağzını kapam ıyordu.

Jesse bir g ü n ö ğleden önce uyanınca bu olayı kutlamak adı­


na ona Dr. N o *yu (1962) izlettim. İlk James Bond filmiydi.
Jesse’ye o Jam es B o n d filmlerinin altmışların ortalannda ilk
belirdiklerinde uyandırdıkları heyecanı anlatmaya çalıştım.
Öyle m edeni ve m üstehcen bir havaları vardı ki. İnsan çok
gençken film lerden belirli ölçüde etkilenir, diye açıkladım;
hayali deneyim leri büyükken m üm kün olmayan bir şekilde
yaşatırlar. S o nradansa o kadar “inandırıcı” gelmezler.
Artık bir filme gittiğim de bir sürü şeyi fark ediyorum, birkaç
sıra ötede bir adam ın kansıyla konuşmasını, birisinin patlamış
mısırını bitirdikten sonra pakedini yere atmasını; filmin nasıl
edit edildiğini, berbat diyalogları ve ikinci sınıf aktörleri fark
ediyorum: bazen bol figüranlı bir sahneyi izlerken bunlar ger­
çek aktörler mi, figüranlıktan memnunlar mı yoksa ön plana
Telegram: @cinciva
Çıkmadıkları için m utsuzlar mı diye merak ediyorum. Örneğin
N o ’n un başlangıcındaki haberleşme merkezinde genç bir
kız var. Bir iki cümJc söylüyor, ama onu başka hiçbir f il^
görmedim. O kalabalık çekimlerindeki, parti sahnelerindeki
onca insana ne olduğunu merak ettim: hayatları nasıl geçmişti?
Aktörlüğü bırakıp başka meslekleri mi seçmişlerdi?
Bütün bunlar film deneyimimi etkiliyor; eskiden kafamın
yanında tabanca patlatsanız konsantrasyonum bozulmazdı
dikkatimi karşımdaki beyazperdede oynatılan filmden ayır­
mazdım. Eski filmlere geri dönm em in sebebi sırf onlan
tekrar izlemek değil, ilk izleyişimdeki hisleri tekrar yaşamayı
umuşum; bu sadece filmler için değil, her şey için geçerli.

jesse sundurmaya çıktığında sarsılmış görünüyordu. Ay­


lardan yine Kasım’dı, on sekizinci doğum gününe birkaç gün
kalmıştı. Bu nasıl mümkün olabiliyordu? Sanki artık dört
ayda bir Jesse’nin doğumgünü geliyordu, beni mezara doğru
götüren zaman giderek hızlanıyordu.
Ona akşamının nasıl geçtiğini sordum ; evet, bir terslik çık­
mamıştı, ama özel bir şey yaşamamıştı. Bir arkadaşına uğra­
mıştı. Hı hı. Hangi arkadaş? Duraksadı.
“Dean.”
“Dean’i tanımıyorum, değil mi?”
“Ahbabım işte.”
Ahbap mı? Böyle tuhaf kelimeler duyunca insanın içinden
polisi aramak geliyor. Jesse kendisine baktığımın farkındaydı.
“Eee, neler yaptınız?”
“Çok şey yapmadık; biraz televizyon izledik; sıkıcıydı de­
Telegram: @cinciva
nebilir.” Yanıt verirken sanki radar ekranından uzak durmaya
çalışıy°r> sohbeti kısa kesmek istiyordu. Kaldırımdan yüzü
erken yaşlanmış bir kadın geçti.
“Saçını boyatmak,” dedi jesse.
“Bugün biraz yorgun görünüyorsun,’” dedim. “Dün gece
ne içtin?”
“Sadece bira.”
“Sert içkiler içm edin mi?”
“Birazcık.”
“Ne içtin?”
“Tekila.”
“Tekilanın akşamdan kalmalığı berbattır,” dedim.
“Kesinlikle.”
Yine sessizlik. T uhaf bir şekilde hareketsiz bir gündü. Gök­
yüzü beyazdı.
“Peki tekilanın yanında uyuşturucu kullandınız mı?” de­
dim.
“Hayır,” dedi rahat bir edayla. Sonra: “Evet, kullandık.”
“Ne tür uyuşturuculardı Jesse?”
“Sana yalan söylemek istemiyorum, tamam mı?”
“Tamam.”
Duraksadı. Kendini hazırladı. Sonra söyledi. “Kokain.”
Yaşlı yüzlü kadın, bakkaliye dolu küçük bir plastik torba
taşıyarak geri döndü.
“Kendimi berbat hissediyorum,” dedi Jesse. Bir an ağlaya­
cak sandım.
“Kokain sonradan insana kendini çok kirli hissettirebilir,”
dedim usulca ve elimi onun zayıf omzuna koydum.
Sanki bir yoklamada ismi söylenmişçesine hemen doğrul­
Telegram: @cinciva
du. “Evet, aynen öyle. Kendimi çok kirli hissediyorum.”
138 D a v td G flm o u r

“Dean’in evinde mi kullandın?”


“Adı Dean değil.” Duraksadı. “C hoo-choo.”
Bu ne biçim isim yahu? “Bu C hoo-choo ne iş yapıyor?” cıetj-
“Beyaz bir rapçı.”
“Öyle mi?”
“Hı hı. Kesinlikle.”
“Çalışan bir müzisyen mi?”
“Pek sayılmaz.”
“Yani kokain sancısı?”
Yine duraksadı. Kam pı çoktan terk etm iş askerlerini geri
topluyordu. “D ün gece evine gittim . K o k ain çıkarıp duru­
yordu.”
“Sen de kullanıp durdun m u?”
Başıyla onayladı, sokağa donuk gözlerle bakarak.
“Choo-choo’nun evine daha ö n c e g itm iş m iydin?”
“Bunu şimdi gerçekten konuşm ak istem iy o ru m ,” dedi.
“Şimdi konuşmak isteyip istem e m e n u m u ru m d a değil.
Choo-choo’nun evine daha ö nce g ittin m i?”
“Hayır. Gerçekten.”
“Daha önce hiç kokain kullandın m ı?”
“Bu şekilde hayır.”
“Bu şekilde?”
“Hayır.”
Bir an duraksadıktan sonra “Bu k o n u y u d a h a önce konuş­
mamış mıydık?” dedim.
“Kokain konusunu m u?”
“Neyden bahsettiğimi biliyorsun,” ded im .
Telegram: @cinciva
“Evet, konuşmuştuk.”
“ Seni ııvusfıırıırn kullanırken v a k a la r sa m anlasm aflllZ ip
FİLM KULÜBÜ 139

0lur demiştim. Kira, cep harçlığı, hepsi biter demiştim. Ha­


tırlıyor m usun?”
“Hı hı.”
“Şaka yaptığım ı mı sanmıştın?”
“Hayır, ama bir şey diyeceğim baba. Beni yakalamadın ki.
Ben söyledim.”
O an buna verecek karşılık bulamadım. Bir süre sonra
“Kimseye telefo n ettin mi?” dedim.
Şaşırmış gibiydi. “N ereden bildin?”
“Kokain kullananlar genellikle öyle yapar. Telefona sa­
rılırlar. H er seferinde de pişm an olurlar. Sen kimi aradın?
Rebecca’yı m ı?”
“Hayır.”
“Jesse?”
“D enedim . E v d e yoktu.” Koltuğunda öne eğildi. “Bu daha
ne kadar sürecek?”
“N e kadar kullandın?”
“B ütün gece. D u rm a d a n yenisini çıkarıyordu.”
Eve girip ço rap çekm ecem den bir uyku hapı aldım ve bir
bardak da su alıp dışarı çıktım. “Seni bu seferlik affediyo­
rum,” dedim . “ Bir daha yaparsan sonuçlarına kadamrsın.”
Ona hapı v erd im ve yutm asını söyledim.
“Bu ne?” dedi.
“Ö nem i yok.” Y utm asını ve dikkatini bana yöneltmesini
bekledim. “ B u konuyu şim di konuşmayacağız, tamam mı?”
dedim. “A nlıyor m usun?”
“Hı hı.”
Telegram: @cinciva
Hap y ü zü n d en uykusu gelene kadar yanında durdum . Biraz
Çenesi açıldı.
"Yanardağın Altında belgeselindeki konuşmayı hatırlı
musun?” diye sordu. “Hani konsolos akşamdan k a lm a lr
dan, pencerenin ardından insanların geçip durduğunu ve adı
nı horgörüyle söylediklerini duyuşundan bahseder?”
Hatırladığımı söyledim.
“Aynısı bu sabah bana oldu,” dedi. “Tam uyanırken. Sen
sonum o adamınki gibi mi olacak?”
“Hayır.”
Sonra üst kata çıktı. Onu yatırıp üstünü örttüm . “ U yanınca

biraz depresif olacaksın,” dedim.


“Bana kızdın mı?”
“Hı hı. Kızdım.”
O ikindi evde takıldım. Hava kararınca aşağı indi. Kurt gibi
acıkmıştı. Chicken Chalet sipariş ettik. Bitirince, yağlı dudak-
lannı ve parmaklanın silip kanepeye uzandı. “D ü n gece çok
aptalca laflar ettim,” dedi. Sonra kendine zulm etm e ihtiyacı
duyarcasına devam etti. “Bir ara kendim i rock yıldızı filan
sandım.” İnledi. “Sen hiç öyle şeyler yaptın m ı?”
Yanıt vermedim. Beni kandınp suç ortağı yapm ak istediği­
nin farkındaydım. Ama yemezlerdi.
“Choo-choo’nun evinden çıktığımda g ün ağarıyordu,” dedi.
“İçerisi pizza kutulanyla doluydu, cidden b o k tan bir daireydi,
kusura bakma, ağzımı bozdum ama tam b ir çöplüktü. Kafa­
ma ne takmıştım biliyor musun? Bir çeşit bandana.”
Bütün bunlan bir an daha düşündü. “A nnem e söyleme, ta­
mam mı?” dedi.
“Annenden sır saklayacak değilim Jesse. B ana söylediği11
Telegram: @cinciva
her şeyi ona söylerim.”
Bunu soğukkanlılıkla karşıladı. H afifçe kafa sallayıp ona)
FİLM KULÜBÜ 141

ladı. Şaşırmadı, itiraz etmedi. Aklından ne geçiyordu bilmi­


yorum; dün gece söylenen bir sözü, tuhaf bir tavn, anlatıl-
marnası her zaman daha iyi olan sevimsiz bir kibri anımsamış
olabilirdi. Ama ruhunu hafifletmek, pizza kutulannı ve bok­
tan daireleri ve şafak sökerken, metroyla eve dönüş yolcu­
luğunda, etrafındaki herkes yeni bir güne yeni uyanmış ve
dinç bir halde başlarken aklından mutlaka geçmiş olan bütün
çirkin şeyleri zihninden kovmak istiyordum. İçini dışına çı­
karmak ve iç organlarını hortum tutarak ılık suyla yıkamak
istiyordum.
Ama içi ne kadar güneşli acaba diye merak ettim. Bu fütur­
suz yürüyüşlü çocuğun içi. O konağın odalannın gerçekte nasıl
göründüğü konusunda bir fikrim var mı? Bazen alt katta tele­
fonla konuştuğunu işitince, sesinde bir yabancılık, bir sertlik,
hatta bazen bir kabalık algıladığımda ve kendime bu o mu,
^ yoksa rol m ü yapıyor, yoksa bana sergilediği yüzü mü rol diye
j sorduğumda fikrim var gibi geliyor. O boktan apartmanda
| kokain kullanan, kabadayı bir rock yıldızı gibi davranan ço-
| cuk kimdi? Onu hiç gördüm mü?
\ “Sana izletm ek istediğim bir şey var,” deyip DVD oynatı­
cısına gittim.
Çok kırılgan bir sesle, kimseyle başının belaya girmesini
istemeyen bir sesle, hiç tanımadığı yabancılar tarafından to­
katlanmayı bekleyen bir yüz ifadesiyle “Şimdi film izleyebile­
ceğimi sanm ıyorum baba,” dedi.
“Biliyorum. Bu yüzden sana sadece bir sahne izleteceğim.
Bir Italyan film inden. Annem in favorisiydi. Yazlığımızda
Telegram: @cinciva
müziğini durm adan çalardı. İskeleden dönerken evimizden
Bu müziğin yayıldığını duyunca, annemin kapalı balkonda
14İ D a v id G llm o u r

oturup cin tonik içerek bu albümü dinlediğini anlardım


müziği ne zaman duysam aklıma annem gelir. Neden bilmj
yorum ama bana hep mutluluk verir, iyi bir yaz geçirmiş^
herhalde.
“Her neyse, sana filmin son sahnesini izleteceğim. Sebe
bini hemen anlarsın sanırım. Bir adam -Marcello M astroi­
anni tarafından canlandırılır- içki içm ekte, kadınlarla düşüp
kalkmakta, her gece hayatını ziyan etm ektedir; sonunda bir
sabah şafak sökerken kendini bir kum salda, bir grup alem ci­

nin arasında bulur. Choo-choo’nun dairesinde pizza kutuları


olduğunu söylediğinde bunu anımsadım.
“Adam kumsaldadır, akşamdan kalmadır, üstünde hâlâ par­
ti giysileri vardır ve genç bir kızın kendisine seslendiğini işitir.
Dönüp bakınca kızı görür ama ne dediğini anlayamaz. Kız o
kadar güzel, o kadar saftır ki, sanki denizle aydınlık sabahın
vücut bulmuş halidir, belki de adam ın çocukluğunun vücut
bulmuş halidir. Bu sahneyi izlemeni ve şunu anımsamanı is­
tiyorum. Bu adam, bu partilerin adam ı, hayatının doruğuna
ulaşmıştır, artık inişe geçmiştir; b u nun farkındadır, kumsal­
daki kız da farkındadır. Sana gelince, senin hayatın daha yeni
başlıyor, önünde uzanıyor. Ziyan edip etm em ek sana kal­
mış.”
Federico Fellini’nin Tatlı H aja t\m koydum (1960) ve son
sahneye, Mastroianni’nin kumlarda ayak bileklerine kadar
bata çıka yürüdüğü, bir kızın elli m etre ö ted e n , küçük bir su
birikintisinin ardından ona seslendiği sahneye geçtim. Mast­
roianni anlamıyorum dercesine om uz silker, elleriyle bir hare­

Telegram: @cinciva
ket yapar. Dönüp gitmeye başlar, arkadaşları beklemektedir.
Kıza parmaklarını hafifçe büküp sallayarak, kom ik bir şekil'
FİLM KULÜBÜ 143

veda eder. Sanki eli biraz buz kesmiştir. Adamın kendisi


buz kesmiştir. K ız o n u n yürüyerek uzaklaşmasını seyreder;
hâlâ gülüm sem ektedir, önce m üşfikçe ve anlayışla, ama son­
ra sertçe. Sanki tam am , m adem öyle istiyorsun, demektedir.
Ama sonra çok yavaşça d ö n ü p kameraya bakar. Peki ya sen,
der gibidir seyirciye, senin hayatın ne olacak?
“Sana kokain hakkında sadece şunu söyleyeceğim,” dedim.
“Sonu hep böyle olur.”
Ertesi sabah Şahane H ayat’ı (1946) izledik. Başlangıçta
filmden, aşın enerjik oyunculuğundan, sahteliğinden, James
Stewart’in sevimli sıkılganlığından nefret edeceğini biliyor­
dum; Jesse böyle şeylerden hazzetm ezdi. Hele o haldeyken,
dünyayı bir çeşit -o nun yaşındayken ne derdik-, ha evet, dün­
yayı bir çeşit “kozm ik pazarlık bo d ru m u ” olarak görürken.
Ama film karanlıklaşınca ve Jam es Stewart da karanlıklaşın­
ca (o kadar rahatsız edicidir ki, sanki ebeveyninizin düzenle­
diği bir partide bir m isafirin suratına içki çalan birisi gibidir),
Jesse’nin ister istem ez kendini filme kaptıracağım biliyordum.
Sonunu m erak ediyordu, kendi adına merak ediyordu çünkü
artık ekrandaki öykü onun öyküsü olmuştu. Hem herhangi
biri, gece kokain çekip tekila içmiş depresif bir ergen bile, o
filmin son anlarına direnebilir mi?

Jesse çocukluğum un mahallesinin hemen yanında bulunan


St Clair Caddesi’ndeki bir restoranda bulaşıkçılık yapmaya
başladı. Bu işi ona al yanaklı, uzun boylu bir genç olan yar­
Telegram: @cinciva
dımcı şef bulmuş. Jack bilmemne. Bir “rapçı”. (Herkes “rap
144 D a v id G flm o u r

yapıyordu” anlaşılan.) Soyadını hâlâ bilmiyorum ama bazen


gece vardiyası bitince Chinatown’daki evimize geliyorlar.
bodrumda kafiyeli şarkılar söyledikleri ve “kötü çocuk” nu_
marası vapnklan duyuluyordu. İnanılmayacak kadar şiddet
içeren, kaba (üstelik çalıntı) şarkı sözleri. İnsanın bir yerden

başlaması gerekiyor herhalde, diye düşündüm . Onlara lcl


Want to Hold Your Hand”i çalmak anlamsızdı.
Jesse’nin bulaşıkçılığa dört günden fazla kadanabileceğini
"İp sanmıyordum. Un plongeur. Kolay pes eden biri veya hanım-
evladı olduğundan değildi, ama o iş... acımasız restoran mer­
diveninin en alt basamağıydı, günde sekiz saat kirli tabakların
ve kabuk bağlamış tencerelerin yıkanmasını gerektiriyordu...
Jesse’nin yataktan kalkıp giyindiğini, m etroya binip geceyarı-
sına kadar o işi yaptığım hayal edem iyordum .
insan çocuklan konusunda j ı k yanılır ve ben de yine
ım. O nlan herkesten iyi tanıdığınızı sanırsınız, onları
yıııarca merdivenlerden indirip çıkarm ışsım zdır, yatırıp üzer­
lerini örtmüşsünüzdür,jizgün, m udu, kaygısız, kaygılı halle­
rini bilirsiniz... ama onlan iyi tanım ıyorsunuzdur. Sonunda
aklınıza gelmoni^ bir^şeyler yaparlar hep.
Altı hafta sonra bir ikindi vakit m utfağa neşeyle dalıp da
“Terfi ettirildim,” dediğinde kulaklanm a inanm akta zorlan­
dım. Anlaşılan Jack başka bir restoranda çalışm ak için istifa
etmiş ve artık yeni yardımcı şef Jesse’ymiş. B unu duyunca

rahadadım. Sebebini kestirmek güç. Babasının aksine, mec­


burken en boktan işi bile yapabileceğini ve başarı k a z a n a b ile ­

ceğini anladığım içindi sanınm.


Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 145

pQş geldi, pencereler erkenden karardı. Gecenin ortasın­


da çatıları ince bir kann kapladığını fark ettim; evlerin bir
camekândaki pastalar gibi, biraz masalsı görünmesine yol
açıyordu. Geceyarısından sonra bir yaya bodrum pencere­
lerime yaklaşsa, gündüzleri şeflik, geceleriyse rapçılık yapan
iki uzun boylu delikanlının gettoda büyümenin rezilliğinden,
eroin kullanmaktan, dükkân soymaktan, tabanca satmaktan;
babalarının torbacı, annelerininse keş oluşundan öfkeyle
bahsedişini duyabilirdi: Jesse’nin çocukluğu aynen böyle geç­
mişti cidden! (Jack’in babası bir yeniden doğuş Hristiyanı’ydı
ve kiliseye giderdi.)
Arada sırada bodrum merdiveninin tepesinden onlara ku­
lak kabartırken, şarkılarının giderek -nasıl desem- etkileyici
hale gelmeye başladığım fark ettim ister istemez. Bol giysiler
giyen o iki çete çocuğunun uyumları iyiydi. Tannm, belki de
Jesse yeteneklidir, diye düşündüm.
Bulutsuz, buz gibi bir gecede bodrumdan bir heyecan au-
rası yayılıyordu. Yüksek sesli müzik, ciyaklayan insan sesleri.
Corrupted Nostalgia (artık gruplarına verdikleri isim buydu)
merdivenden koşarak çıktı; beyzbol şapkaları, bandanalan,
şalvar pantolonları, güneş gözlükleri ve üzerlerine büyük ge­
len kapşonlu hırkaları vardı. İlk konserlerine giden çok belalı
iki tip.
Ben de gelebilir miydim?
Hiç şansım yoktu. Birazcık olsun şansım yoktu.
Çıkıp bir yerlere gittiler; Jesse bir LA polisiyle iş yapan bir
zenci gibi başım geriye atmıştı.
Telegram: @cinciva
Sonra sanki çabucak bir konser daha verdiler; sonra bir
tane daha ve bir tane daha; sigaranın serbest olduğu basık
tavanlı, pis kulüplerde.
“Şarkı sözlerimizi nasıl buluyorsun?” diye sordu Jesse bir
gün. “Dinlediğini biliyorum.”
Bu soruyu haftalardır bekliyordum. G özlerim i kapatıp ken­
dimi suya attım (mecazi anlamda). “Bence mükemmeller”
(Hut'una suyuna git, T.S. E liot’tan filan hiç bahsetme.)
“Sahi mi?” Kahverengi gözleriyle yüzüm ü inceledi, y a lan
söyleyip söylemediğimi anlamaya çalıştı.
“Bir öneride bulunabilir miyim?” dedim .
Yüzü şüpheyle karardı. Şimdi adım larına dikkat et. İn­
sanlar böyle şeyleri elli yıl sonra bile hatırlarlar -ve yazarlar-.
“Belki de kendi hayatına daha yakın bir şeyler yazmayı dene­
melisin.”
“Mesela nasıl şeyler?”
Bir an düşünür gibi yaptım. (Bu kısm ın provasını yapmış­
tım.) “Önemsediğin şeylerle ilgili.”
“Mesela.”
“Mesela, şey... Rebecca N g ile.”
“Ne?”
“Rebecca hakkında yazsana.”
“Baba.” Ailenin arabasını gece vakti “g e zm ek ” için almak
isteyen sarhoş bir amcasıyla konuşuyordu sanki.
“Henry Miller ne demişti bilir m isin Jesse? B ir kadının etki­
sinden kurtulmak istiyorsan o nu edebiyata d ö n ü ştü r.”
Birkaç hafta sonra o ve Jack o gece n e red e sahneye çı­
kacaklarını konuşurlarken tesadüfen m erdivenin tepesin­

Telegram: @cinciva
deydim. O tuz yıl önce kız tavlamaya gittiğim b ir yerde ge'
ceyansından sonra sahneye çıkacaklardı (başka yarım düzine
FİLM KULÜBÜ 147

On bir buçuğu biraz geçene kadar bekledikten sonra usul­


ca buz gibi havaya çıktım. Parktan (kendimi hırsız gibi hisse­
diyordum) ve Chinatown’dan (çöp gecesiydi, her taraf kedi
doluydu) geçip sokakta yürüyerek kulübün kapısına geldim.
Kulübün önünde duran bir düzine genç adam sigara içiyor,
gece havasına dum an salıyor ve kahkahalar atıyorlardı. Bir de
tükürüyorlardı. Hepsi tükürüyordu.
Jesse aralarındaydı, arkadaşlannın çoğundan bir baş uzun­
du. Sokağın karşı tarafındaki bir kafeye, onlan fark edilme­
den izleyebileceğim bir mekâna gizlice girdim. Chinatown’da
Cumartesi gecesiydi; elektrik yeşili ejderhalar, patlayan kedi­
ler, sabaha kadar açık olan çirkin floresan lambalı büfeler.
Sokağın karşı tarafında, Scott Mission’ın* önünde şehrin fa­
kirleri battaniyelere sarınmış halde toplanmışlardı.
Beş dakika geçti; sonra on beş; gençlerden biri eğildi; mer­
divende, kulübün hem en içinde duran biriyle konuşur gibiy­
di. Sonra Jack belirdi. Öyle masum bir yüzü vardı ki. Koro
oğlanı gibiydi. H erkes ona baktı. Buharlı nefes. Titremeler.
Sonra birden hep birlikte içeri koştular; son delikanlının fır­
lattığı izm arit havada uzun, zarif bir kavis çizerek trafiğin or­
tasına düştü.
O nların gitm esini bekledikten sonra işlek sokağın karşı
tarafına geçtim . M erdiveni ihtiyatla çıktım; havanın değişti­
ğini hissediyordunuz; her adım da daha sıcak ve pis kokulu
(yavru köpek ve bayat bira kokuyordu) hale geliyordu. Bir
arka odadan kayıtlı m üzik sesi geldiğini işittim. Henüz başla-

Telegram: @cinciva
Düşkünlere yardım eden bir Hristiyan derneği.
rro udvıu uıııııuur

mamışlardı. Onlar başlayana kadar girişin önünde bekledim-


sonra usulca içeri girdim. Merdivenin tepesine çıkıp köşede
saptım; bir ankesörlü telefonla konuşan genç bir adam başım
kaldınp gözlerime baktı. JesseVdi.
Ahizeye “Seni ararım,” deyip telefonu kapadı. “Baba,” dedi
sanki sevinçle. Bana gülümseyerek yaklaştı, koridora girme­
mi vücuduyla engelleyerek. O m zunun üstünden göz attım.
“Mekân burası mı?” dedim.
“Bu gece giremezsin baba. Başka bir gece olur, ama bu
gece hayır.”
Beni çok kibarca ters döndürdü ve m erdivenden inmeye
başladık.
“Sanınm burada Rolling Stones konser verm işti,” dedim
başımı umuda geri çevirerek; Jesse’nin güçlü kolu (amma
güçlüydü!) beni durm adan aşağı indirdi, ta ki birlikte kaldı­
rıma varana dek.
“Tek bir şarkı dinlesem olmaz mı?” diye yalvardım .
“Seni seviyorum baba, ama bu gece senin gecen değil,”
dedi. (Bu Rıhtımlar Üsçrinde’&ç, B rando’n u n taksinin arka kol­
tuğunda ağabeyine söylediği söze b enzem iyor m uydu?) “Baş­
ka zaman olur, söz veriyorum,” dedi.
Yirmi dakika sonra yatağıma usulca girerken kanm ın ka­
ranlıkta döndüğünü işittim. “ E nselendin ha?” dedi.

Telegram: @cinciva
ON BİİÎİNÖ
BÖILİIM

j İ E S S E B İR G E C E Ö Y L E S İN E bir laf etti; akşam ye


meğinden sonra eve yürüyorduk ve o mor saçlı bir çocukken
ve sokağın ilerisinde oturan bücür bir kız arkadaşı varken
içinde oturduğum uz tek katlı, eski bir evin önünde bir an
durm uştuk.
“Burada durduğun olur mu hiç?”
“Hayır. İçinde başkaları kalmaya başladığından beri pek
hoşum a gitmiyor. Sanki işgal altında gibi geliyor biraz.”
Ev hiç değişm em işti, dokunsan yıkılacak gibiydi, ön tara
fında eski bir kazık çit vardı. “Amma küçükmüş meğer. Ço
cukken çok büyük geliyordu,” dedi.
Biraz daha kalıp annesinden ve Jesse’nin sokağın karşı tara
fındaki okulun duvarına sprey boya püskürttüğü için tutukla
tuşından bahsettik; sonra güneye, evimize gittik.
O gece konuşm am ızın etkisinden çıkamayarak videocu
Telegram: @cinciva
ya gidip Gençlik Y tlla n ’m ÇAmerican Grajfiti, 1973) kiraladım.
Jesse’ye filmin ism ini söylemedim, yoksa itiraz edeceğini ya
ISO David Oilmour

da CD ye bakıp kapağında bir kusur bulacağını veya filmjn


“modası geçmiş” göründüğünü söyleyeceğini biliyordum. Bu
filmi yirmi yıldır izlemiyordum ve artık eskisi kadar cazip Ve
eğlenceli gelmeyeceğinden kaygılanıyordum. Yanılmışım, jjj^
izleyişte fark etmediğim kadar derin, büyüleyici bir film, (jyj
filmler eskiden sandığımdan daha entelektüel oluyorlar, en
azından çekim süreçleri itibarıyla.)
Gençlik Ytllan sadece bir grup gencin bir Cumartesi gece­
sini anlatmıyor. Richard Dreyfiıss’un çok genç haliyle yerel
radyo kanalına geldiğinde Wolfman Jack’in rutin bir şekilde
konuştuğunu gördüğü an muhteşem. D reyfuss birden evre­
nin merkezinin aslında ne olduğunu anlıyor: bir yer değil, asla
hiçbir şeyi kaçırmama arzusunun som udaşm ış hali... bir baş­
ka deyişle, gidebileceğini^ bir yer değil, bulunmak istediğiniz bir
yer. Ayrıca filmde eskiden bir depo benzinin şehri turlamaya
yeterken şimdi beş dakikada bittiğinin söylenmesine bayıl­
dım. Aslında çocukluğun sona erişinden bahsediliyor farkın­
da olmadan. Siz fark etmeden dünya küçülüveriyor, tıpkı o
eski evin Jesse’nin gözünde küçülmesi gibi.
Proust’tanve Gençlik Yıllan’nd&n bahsederek Jesse’nin ca­
nım sıkmak istemiyordum, ama D reyfuss’un görüş alanının
kenarında bir belirip bir kaybolan o T h u n d erb ird ’deki güzel
kızı Proust’un sahipliğin ve arzunun karşılıklı dışlayıcı ol­
dukları fikrinin bir örneği olarak görm em ek, o kızın o kız
olabilmesi için sürekli uzaklaşması gerektiğini düşünm em ek

mümkün mü?
“Sence bir kadına sahipken onu arzulam anın m üm kün ol­

Telegram: @cinciva
madığı doğru mu baba?” dedi Jesse.
“Hayır, bence değiL Ama senin yaşındayken öyle d ü şü n ü r-
FİLM KULÜBÜ 151

dürn* Benden çok hoşlanan kızları uzun süre ciddiye alamaz


dım.
“Değişen nedir?”
“Ö rneğin m innettarlık kapasitem,” dedim.
Boş televizyon ekranına kasvetle baktı. “ Rebecca Ng,
T hunderbird’deki kız gibi, değil mi?”
“Hı hı, am a b u n u n iki taraf için de geçerli olduğunu unut
mamalısın. Şu tekerlekli paten kayan eski kız arkadaşın Claire
Brinkman’i düşün. Ayrıldığınıza seni nasıl biri olarak görmüş
tür sence?”
“T h u n d erb ird ’e binm iş bir adam gibi mi?”
“M uhtem elen.”
“Ama bu du ru m d a ondan ayrılmasam benden o kadar hoş
lanmayacaktı, öyle mi baba?”
“Ulaşılamaz olm an yüzünden seni norm alden çok daha çe
kici bulm uş olabilir.”
Yine d u ru p düşündü. “Rebecca N g ulaşılamaz olup olma
mama aldırm ıyordur bence.”
“Öyle um alım ,” deyip konuyu değiştirdim.

Bir keresinde D avid C ronenberg’e (muhteşem Ölü ik ille rin


[1988] tanıtım ını yapıyor, ilgilenen herkesle konuşuyordu)
filmler konusunda “suçlu hazlara” sahip olup olmadığını...
yani kötü olduğunu bilse de sevdiği filmler olup olmadığını
sormuştum. Samimi bir yanıt vermesini sağlamak için, Ju
Telegram: @cinciva
lia Roberts’ın oynadığı Ö%el Bir Kadın a (Pretty Woman, 1990)
zaafım olduğunu itiraf etmiştim. Tek bir anı bile inandırıcı
değildir, ama öyküsü o kadar etkileyici anlatılır ki, hoş Sa^
neler öyle peş peşe gelir ki direncinizi k ırar ve sizi salak ça bir
şekilde etkisine aldıktan sonra geri d ö n ü ş z o rd u r.
“ Hrisdyan televizyonu” dedi C ro n e n b e rg te re d d ü ts ü z
Tombul suratlı güneyli evangelistlerin kalabalıklara v aaz ver
meşini büyüleyici buluyorm uş.
Film kulübünün biraz sıkıcılaşmaya başladığından korktu­
ğum için (peş peşe beş tane güzel yeni dalga filmi izlemiştik)
Şubat’takİ ilk haftamızda seyredebileceğim iz suçlu haz filmleri­
nin bir listesini çıkardım. Aynca Jesse’yi kalitesiz filmler seyret­
mekten keyif alamama banalliğinden uzak tu tm a k istiyordum
İnsanın böyle şeylere kendini bırakm ayı ö ğ ren m esi gerek.
Rocky III le (1982) başladık. M r T ’n in b e rb a t, küçücük
mekânında kan ter içinde m ekik ve b arfik s çekm esini sey­
retmenin ucuz ama karşı konulm az h ey ec an ın d a n b ah set­
tim. O nun m antar desenli haklan ve ib n ec e latteleri yoktur!
Sonra G ene Hackm an’ın 1975 tarihli film i Gece Kimiitilan m
izledik; bunda on sekiz yaşındaki M elanie G riffıth azgın bir
kız rolündedir. O nu uzaktan seyreden, o n d a n ‘"büyük” erkek
arkadaşı Hackm an’e “Bir kanun çıkarılm alı,” der. H ackm an
istifini bozm adan “Var zaten,” diye karşılık verir.
Sonra N ikita ’ya (1990) geçtik. G ü z el b ir keşin b ir devlet su-
ikastçisine dönüşm esini anlatan saçm a b ir film dir. Am a cazip
bir tarafı, en alt tabakaya özgü bir çekiciliği vardır... muhte­
m elen görüntüleri m uhteşem o ld uğundan. L uc Besson görü­
nüşe göre kamerayı nereye koym ası gerektiğini bilen, sarsıcı
görsel deneyimleri hedefleyen ve b u n u büyük bir şevkle ya­

Telegram: @cinciva
parak filmin salakçalığıru ve inandırıcılıktan uzaklığını affetti­
ren parlak, genç bir Fransız yönetm endi.
FİLM KULÜBÜ 1»
Filmin nasıl başladığını izleyin, sokaktan üç adam gelir, ar­
kadaşlarından birini sürükleyerek. Bir rock videosu gibidir,
Gary Cooper’ın Kahraman Şerif inin liserjik asit halüsinasyo-
nU versiyonudur. Sonra silahlar patlar: eczanedeki silahlı ça­
tışmayı izleyin: kurşunların esintilerini hissedersiniz resmen.
Ama N ikita sadece ısınmak içindi. Arak suçlu hazlann kra­
lına, evinizde başkalarıyla birlikte izlemeye utanacağınız ger­
çekten berbat bir filme hazırdık. Şehvetli, anlamsız ve çirkin
olan Showgirls (1995) esir almayan türden bir filmdir. Seyir­
cilerin hayretle kafa sallamalarına yol açar: Las Vegas’ta şov
kızbğı yapmak için evini (ne evdir ama!) terk eden genç bir
kızın öyküsünün anlatıldığı bu filmde sırada ne olabileceğini
soranz. Meraklısı için bol bol kadın vücudu gösterilir, ama
filmin sonunda artık meraklısı değilsinizdir. Olamazsınız.
uShowgirls\ ” dedim Jesse’ye, “bir sinema garabetidir, tek bir
iyi perform ans bile barındırmayan bir suçlu hazdır.”
Showgirls gösterim e girdiğinde eleştirmenler ve halk tarafın­
dan hayret ve horgörü çığlıklarıyla karşılanmışa. Daha gös­
terime girm eden, yıldızı Elizabeth Berkley’in kariyerini bi­
tirmişti; veteran aktör Kyle MacLachlan {Mavi Kadife [1986])
bıyık buran azgın “eğlence direktörü” rolüyle kendini rezil
etmişti. Showgirls bir gecede herkesin “1995’in en kötü filmi”
listesinde bir numaraya yerleşmişti. Sinemalar interaktif hale
gelmiş, seyirciler beyazperdeye küfretmişti.
Ama en büyük iltifat New York’un gey topluluğundan
gelmiş, orijinal başyapıtın oynatıldığı dev bir ekranın önü­
ne geçen travestiler repliklere göre dudak oynatarak filmdeki
oyunculukları taklit etmişlerdi. Sevgili A nne^den (1981) beri
Telegram: @cinciva
böyle şamata görülmemişti.
154 David G flm our

Jesse’ye Mis Berkley’in bir odadan hışımla çıktığı sahnel

savmasını istedim. Bir taksi şoförüne sustalı çektiği sahn ^


özellikle izlettirdim. Son derece özel bir oyunculuktur ^
“Eğitici korkunçluk,” dedi Jesse. Dağarcığı genişliyorcju
“Shotıgirls, ” dedim son olarak, “hepimizi proktoloğa dönüş
türen bir filmdir. Bazıları tüm zamanların en kötü filminin
Ugayltlann 9 Numaralı Planı olduğunu iddia etseler de bu edinil
miş bir düşüncedir o kadar. Ben oyumu bu filme veriyorum ”
Mis Berkley’in bir striptiz kulübünde bir dem ir direği yala­
maya başladığı sıralar, Showgirls ’e 400 Darbe ’d en ve Fransız

Yeni Dalgası’nın tam amından daha uzun bir tanıtım yaptığı­


mı fark ettim.
Suçlu hazlara ikisi de çok iyi aktörler olan ve rollerine cuk

oturan Gary Busey ve Tom m y Lee jo n e s ’un canlandırdı­


ğı iki kötü adamı içeren eğlenceli bir saçmalık olan Kuşatma
A ltın d a ğ (1992) devam ettik. İkisini de izlem ek gayet keyif­
lidir. Çekimler arasında diz çöküp kahkahadan kırıldıklarını
bilirsiniz Jesse’ye Busey’in kendi gem i arkadaşlarını boğmakla
suçlandığında “Z aten beni sevm ezlerdi,” dediği sahneye dik­

kat etmesini söyledim.


Son olarak televizyon dizisi Walton A ile si’m n (1972-1981)
ilk birkaç bölüm ünü izledik. Jesse’nin h er bölüm ün sonun­
daki monologları, anlatıcının olayları bir yetişkinin perspekti­
finden, anı defteri tarzında özetlem esini dinlem esini istedim.
N eden bu kadar etkililer? diye so rd u m ona.
“ Ha?”
“Hiç yaşamadığın bir hayata nostalji duym anı sağlamayı
nasıl başanyorlar.”

Telegram: @cinciva
“N eyden bahsettiğini anlam adım baba.”
FİLM KULÜBÜ 155

Je sse ’yle üç a rk a d a ş ın ın b ir ra p k o n se ri için arabaya atla-


y!p M o n tr e a l’e g itm e le ri b e n i kaygılandırdı. O n a yüz d o lar
v erdim , o n u se v d iğ im i sö y le d im ve ö n k a p ıd an fırlayıp g it­
m esini s e y re ttim . B a h ç e d e n g e ç e rk e n p e ş in d e n seslendim ;
üç d elik an lı b iris in in b a b a s ın ın a ra b a s ın d a ciddiyetle o tu r u ­
yorlardı.
O na ne d e d im bilm iyorum am a buz tutm uş bahçede geri
döndü. T ek istediğim o n beş-yirm i saniye gecikmesiydi,
böylece başın a b ir iş gelecekse o birkaç saniye sayesinde
ölüm den kıl payı -m etrelerle, saniyelerle- kurtulacaktı.
E rtesi P a z artesi gecesinin geç bir vaktinde gelip tuhaf
bir öykü anlattı. K o rk u n ç görü n ü y o rd u , derisi patlayacak
gibiydi. “ B izim le gelen adam lardan biri Jack’in arkadaşıy­
dı,” dedi. “ Şişm an b ir zenciydi. O n u tanım ıyordum . A raba­
da o n u n yanında o tu ru y o rd u m ve T o ro n to ’dan yüz altmış
kilom etre k a d ar uzaklaşm ışken cep telefonu çaldı. Arayan
kimdi biliyor m usun? Rebecca. Rebecca N g ’ydi. Şimdi
M ontreal’de o tu ru y o rm u ş; orada üniversiteye gidiyorm uş.”
“T anrım .”
“Y anım daki zenci on u n la konuşm aya başladı. K itap oku­
maya, p e n c e re d e n bakm aya filan çalıştım; ne yapacağımı
bilm iyordum . D ü z g ü n düşünem iyordum . K alp krizi geçire­
ceğimi veya kafam ın patlayacağını sandım , hani şu filmdeki
adam gibi...”
trYarayıcılar. ”
“Sonra zenci telefona ‘Jesse G ilm our burada. O nunla ko­
nuşmak isdyor m usun?’ deyip telefonu bana uzattı. Rebecca
telefondaydı. O n u bir yıldır görm em iştim ama telefonday­
dı. Rebecca. R ebecca’m .”
Telegram: @cinciva
KM» David biim our

“Eee, nc dedi?”
“ Her zamanki gibi espri yapıyor, flörtöz davranıy0rcj
‘Vay, çok şaşırdım. Hiç beklem iyordum filan yani,’ <jeçj.
M ontreal’de nerede kalacağımı sordu, bir otelde dedim
da ‘Bu gece ne yapıyorsun? Sırf otelde takılmazsm uma
rım,’ dedi.
“Ben de ‘Bilmem ki. Arkadaşlara bağlı,’ dedim . O da ‘Şey
ben bir kulüpte olacağım, neden oraya gelm iyorsun?’ dedi
“M ontreal’e varmak altı-yedi saat sürdü. Belki daha da
uzun; kar yağıyordu. Oraya varınca otele yerleştik; berbat
bir yer, Holiday In n ’in ikinci sınıf versiyonu gibi, ama öğ­
renci gettosunun tam ortasında.”
“Çıkıp bir ton bira aldınız...”
“Çıkıp bir ton bira alıp otele geri d ö n d ü k ; hepim iz aynı
odada kalıyorduk, Rebecca’yı tanıyan zenci adam tutmuştu.
O gece on-on bir civarı...”
“Hepiniz zil zurna sarhoştunuz.”
“Hepimiz zil zurna sarhoştuk ve o bara gittik. Rebecca’nın
bahsettiği kulübe. St C atherine Sokağı’n d a b ir yerlerde. İçe­
risi öğrenci kaynıyordu. B unun ne anlam a geldiğini anlama­
lıydım. Ama anlamadım. M ekâna girince bıyıklı, zebellah
gibi bir adam önüm üzü kesti. K im lik sordu. Bende yoktu.
Arkadaşlarda vardı. H epsi girdiler. A m a o h e rif benim gir­
meme izin vermedi. O na eski kız arkadaşım ın içeride oldu­
ğunu, onu epeydir görm ediğim i filan söyledim . İşe yarama­
dı. Kaldırımda kalakaldım, b ü tü n arkadaşlarım içerideydi,
Rebecca içerideydi ve hayatım da b u n d a n k ö tü bir şey yaşa­

Telegram: @cinciva
madığımı düşünüyordum .
“Ama sonra Rebecca dışarı çıktı. O n u hiç o kadar güzel
FİLM KULÜBÜ 157

görm em iştim ... nefes kesiciydi. K apıdaki korumayla konuş­


t a bilirsin, h e r zam anki tarzıyla, adam a yakın durup gözle­
rini kırpıştırarak. H erife resm en asılıyordu. Sonunda adam
utanarak gülüm sedi ve ikim ize bakm adan ipi kaldırıp geç­
meme izin verdi.”
“Vay.” (Başka ne d enir ki?)
D evam etti. “ B arda R ebecca’nın yamna oturdum ve içki­
leri peş peşe g ö tü rd ü m ...”
“O çok içti m i...”
“Hayır, am a biraz içiyordu. Rebecca çabuk sarhoş olur
zaten.”
“ Sonra?”
“Zil z u rn a sa rh o ş oldum . C idden acayip sarhoştum . Tar-
nşmaya başladık. B irbirim ize bağırıyorduk. Barm en beni
susturdu; so n ra k o ru m a gelip ikimize gitmemizi söyledi.
K aldırım a çıktık, kar dinm işti ama hava soğuktu, Montreal
soğuğu vardı, nefeslerim iz buharlı çıkıyordu ve hâlâ kavga
ediyorduk. B eni hâlâ sevip sevm ediğini sordum . ‘Seninle
bunu k o n u şam am Jesse. Yapam am. Birisiyle birlikte yaşıyo­
rum,’ dedi. B ir taksiye atlayıp gitti.”
“O nu b ir d aha g ö rd ü n m ü?”
“M erak etm e, dahası da var...” D u ru p sokağın karşı tara­
fına baktı, b ir şeyi anım sam ışçasına, karşısında duran birini
birden tam m ışçasına.
“N e?” dedim kaygılanarak, sinirli bir sesle.
“O na b u n u sorm akla zayıflık mı ettim sence? Beni hâlâ
sevdiğini sorm akla?”
Telegram: @cinciva
“Hayır. A m a bilirsin...” Bir an nasıl ifade edeceğimi dü ­
şündüm.
158 Davfd G flm our

"AVy/ bilirim?” diye sordu h em en, ceketim in altında b


bıçağım varmışçasına.
“Son bir yıldır söylediğim şey işte. İçkiliysen asla önemli
konuşm alar yapm ayacaksın.”
T anrım , beni dinle, diye d ü şü n d ü m .
“Ama önem li konuşm aları sadece o zam an y a p m a k istiyor
insan,” dedi.
“E vet, so ru n da bu ya. H e r neyse, d ev am e t.”
D evanı etti. “ D ö rd ü m ü z o tele geri d ö n d ü k . Birisinde bir
şişe tekila vardı.”
“Tanrım .”
“E rtesi sabah otel o dasında u y an d ığ ım d a başım çatlıyor­
du. H e r tarafta bira şişeleri vardı, giyin ik tim , b ütüm param
bitm işti. R ebecca’va beni hâlâ sevip sev m ed iğ in i soruşumu j
ve ‘Seninle bunu k o n u şam am ,’ diyerek taksiye a tla y ıp gidi- j

şini hatırlayıp d u ru y o rd u m .” j
“ K o rk u n ç.”
“T ekrar uyum aya çalıştım .”
“E vet.”
“ O n u tekrar g ö rü n c e ne diyeceğim i m ily o n kere planla­
m ıştım ve böyle b ir şey o lm u ştu .”
Sokağın karşı tarafındaki eve baktı. “ Sen hiç öyle bir şey
yaptın m ı?” diye sordu.
“Sonra ne oldu?” dedim .
“ K ahvaltıya çıktık, b e n hâlâ sa rh o ş tu m herh ald e, çünkü
o tele geri d ö n ü n c e k u stu m .”
“ K ahvaltının parasını kim ö d e d i? ”
“Ja c k ’ten biraz b o rç aldım . M erak e tm e , b e n hallederim-
Telegram: @cinciva
D uraksayıp b ir sigara yaktı. D u m a n ı üfledi. “ E r te s i gu
FİLM KULÜBÜ 159

ne yaptık hatırlam ıyorum ; Royal Dağı’na gittik galiba, ama


çok soğuktu. Uygun bir ceket getirm em iştim ve eldivenim
yoktu. O rad a bir süre takıldık, öğrenciler filan vardı, kızlar­
la tanışm ak için iyi bir m ekân olabilir diye düşündük, ama
tepede rüzgâr esip duruyordu, pantalonum bacaklarıma ya­
pışıyordu.
“O gece rap konserine gittik ve gayet iyiydi, ama gözlerim
Rebecca’yı arayıp duruyordu. K onser salonunda olduğunu
hissediyordum, orada olduğunu biliyordum , ama göremiyor-
dum. E rte si sabah o şişm an zenci adam bir şey, bir paket
almak için R ebecca’nın evine gitm esi gerektiğini söyledi.”
“Sen de gittin m i?”
“ O n u g ö rm e k istiyordum . N ed en rol yapacaktım ki?”
B enden daha cesur, diye düşündüm .
“E vine gittik. E rkek arkadaşıyla kaldığı yere. Asansörle
çıkarken, h e r g ü n b u asansöre biniyor, diye düşündüm ; her
gün bu k o rid o rd an geçiyor; bu o nun kapısı...”
“T anrım , J esse.”
“E vde yoktu; erkek arkadaşı da yoktu, bizi içeri bir oda
arkadaşları, b ir kız aldı. A m a gidip Rebecca’nın yatak oda­
sına göz attım . K endim i tutam adım . Burada uyuyor, sabah­
ları b u rad a giyiniyor, diye düşündüm . Sonra geldi. Rebecca.
A ynanın karşısında b ir saat geçirip kıyafet seçmiş gibi bir
hali vardı.”
“ Öyle yapm ıştır herhalde.”
“ K öşede o tu ru p o n u n adam larla konuşm asını izledim.
H er zam anki gibi davranıyordu. Çene çalıyor, şakalaşıyor,
ben hariç herkesle konuşuyordu.”
“Sonra?” Telegram: @cinciva
160 David Gilm o u r

“Sonra kalkıp gittim ve eve geldik.”


“Uzun bir yolculuktu herhalde.”
Dalgınca kafa sallayıp onayladı. O soğuk
RebeccaVıın yanına geri dönm üştü bile, ona kend' • ^
^ısiıu Koia
sevip sevm ediğini soruyordu. Ia

Telegram: @cinciva
ON İKİNCİ
BÖLÜM

SoN R A G Ü N E Ş D O Ğ D U . Bir Kurosawa filminden


hemen sonrasıydı. R an*dı (1985) herhalde. Jesse normalden
daha ilgili gibiydi, savaş sahnelerine bayıldı, hain metresin
kellesinin uçurulm asına bayıldı; kör budalanın uçurumun ke-
nanna gittiği final sahnesi başım döndürdü.
Son birkaç günde Jesse’nin tavırlan değişmişti. Bir hedefi
olan bir genç adam gibiydi tuhaf bir şekilde. Sanki yakında
ulaşacağı bir hedefi vardı. Moralinin böyle bariz bir şekilde
düzelmesinin sebebi hava, güzel bahar günleri, san günler,
nemli toprak kokusu, iç karartıcı kışın geride kalması mıdır
diye merak ettim. H er ne ise mahrem olduğunu seziyordum;
ama bir yandan da anlatmaya can atıyordu. Doğrudan sor­
sam ürkeceğini, kabuğuna çekileceğini biliyordum, dolayısıy­
la pasif kalmalıydım; uygun bir anda gözlerine bakıp dilini
Çözmeliydim.
Telegram: @cinciva
Sundurm ada oturuyorduk, Ran*\n etkisinden yavaşça çık­
maktaydık, Çinli komşu kadın bahçesinde çalışıyordu, as-
162 David G ilm our

malan ve gizemli meyveleri için toprağa direkler saplıyordu


yetmişlerinin sonlarındaydı ve güzel ipek ceketler giyerdi
Tepede toparlak güneşin ortalığı kavurm ası bu mevsimde
tuhaftı.
“Mart’ın kötü tarafı şudur,” dedim olabildiğince donuk bir
sesle. “Kış bitti sanırsın. Burada kaç yıl yaşarsan yaşa, hâlâ
aynı yanılgıya düşersin.” Jesse’nin doğru d ü rü st dinlemediği­
ni görünce devam ettim. “İşte bitti, kışın belini kırdık, dersin.
Ama bunu der demez ne olur biliyor m usun Jesse?”
Yanıt vermedi.
“Ne olur söyleyeyim. K ar yağmaya başlar. D urm adan kar
yağar.”
“Yeni bir kız arkadaşım var,” dedi.
“Bahar insanı kandırır,” dedim . (K endim i bile sıkıyor­
dum.)
“Eski arkadaşın A rthur C ram ner’den b ah setm iştin ya. Hani
şu kız arkadaşlarından birini elinden alan adam .”
Genzimi temizledim. “G erçi artık ö n em i yok evlat, aradan
yıllar geçti, ama yine de şunu söyleyeyim ki elim den aldı sayıl­
maz. Ben o kızdan vaktinden önce vazgeçtim o kadar.”
“Biliyorum, biliyorum,” dedi. (İçin için gülüyor muydu?)
“Ama benzer bir şey benim de başım a geldi.” Arkadaşı
Morgan’ı hatırlayıp hatırlam adığımı sordu.
“işyerinden arkadaşın.”
“Beyzbol şapkalı adam.”
“Ha evet, hatırladım.”
“Chloe Stanton-M cCabe diye bir kız arkadaşı vardı; lise­
den beri birlikteler. Kızı pek um ursam ıyordu. O n a ‘O kızdan

Telegram: @cinciva
gözünü ayırma M organ, cidden güzel b ir kız,’ derdim . O da
FİLM KULÜBÜ 163

(Jesse burada bir geri zekâlının sesini taklit etti) ‘Bir şey ol­
maz,’ derdi.”
Başım la onayladım .
“Kız Londra, Ontario’da üniversiteye gidiyor. İktisat okuyor.”
“ Buna rağmen Morgan’la mı çıkıyor?”
“M organ iyi çocuktur,” dedi hemen. “Her neyse, bir sene
kadar önce ayrıldılar. Birkaç gün sonra Jack, grubumdan bir
çocuk...”
“O da beyzbol şapkalıdır.”
“Hayır, beyzbol şapkah olan Morgan.”
“Şaka yapıyorum .”
“Jack al yanaklı olan.”
“Biliyorum, biliyorum. Devam et.”
“Jack bir gece beni aradı ve barda Chloe Stanton-McCabe
diye bir kızla tanıştığını ve kızın durm adan benden bahsetti­
ğini, çok hoş bir çocuk olduğumu, çok espritüel olduğumu
filan söylediğini söyledi. Kız sürekli beni övmüş.”
“Ya?”
“İşin tuhafı, o gece yatakta karanlıkta yatarken o kızla bir­
likte olm anın, onunla evlenm enin nasıl bir şey olacağını me­
rak ettim baba. Kızı doğru dürüst tanımıyordum. Partilerde
ve birkaç barda görm üştüm , ama yanında hep birileri vardı
ve pek m uhabbetim iz olmamıştı.”
“D u ru p dururken öyle bir telefon konuşması yapmak şa­
şırtıcı olm uştur.”
“Evet. Kesinlikle. Ama bir hafta sonra kız yine M organ’la
çıkmaya başladı. Biraz hayal kırıldığına uğradım. Ama önem ­
sem edim de. Başka kız arkadaşlanm vardı. Ama evet, hayal

Telegram: @cinciva
kırıklığı yaşadım. Aslında epey.”
104 llavtd ifiım our

Sokağın karşı tarafına bakd; karşıdaki ap artm anın ikincj


katında gerilmiş bir çam aşır ipinde çarşaflar ve küçük bjr
çocuğun şortu asılıydı. Sokaktan ılık b ir rü z g âr esiyordu.
Jesse devam etti. “ Bir gün işten sonra M o rg an biraz sarhoş,
ken ‘Kız arkadaşım bir haftalığtna filan se n d e n hoşlanıyordu ’
dedi ve bu çok kom ikm iş gibi güldü. B en de güldüm .
“Sonrasında C hloe’yi birkaç kere g ö rd ü m ; gayet flörtözdü
ama hâlâ M organ’la birlikteydi. B arda d u ru rk e n kıçıma bir e]
dokunuyordu ve d ö n ü p bakınca o sarışın kızın ben d en uzak­
laştığını görüyordum . M organ’a bir k eresinde C h lo e ’yle çık­
sam ne hissedeceğini sordum , ‘Çık, u m u ru m d a değil. Onunla
yatmaktan hoşlanıyorum o kadar,* dedi. G e rçi kullandığı ke­
lime farklıydı.’*
“Tahm in ederim .”
“Ama kıza alenen asılmamaya acayip dikkat ettim . M organ’ın
benimle dalga geçm esini, ‘Ben o n u istemekken sen elde edemi­
yorsun,’ demesini istem iyordum .”
“İyiymiş.”
“Evet.” Kendini toplam ak, son gelişm eyi hakkıyla anlat­
m ak için gerekli hazırlıklan yapm ak istercesine sokağın kar­
şı tarafına baktı. “G eçen hafta Q u een Sokağı’ndaki bir bara
gittim. A rk a Sokaklar’d&Vi sahne gibiydi. Yeni duş almıştık,
saçımı yıkamıştım, tem iz giysiler giym iştim ve kendim i zımba
gibi hissediyordum. Bara girdiğim de çok sevdiğim bir şarkı
çalıyordu ve kendimi dünyada istediğim h e r şeyi elde edebi­
lirmişim gibi hissettim. Chloe oradaydı; hafta sonluğuna geri
dönm üş. Bir masada arkadaşlanyla o tu ru y o rd u ve hepsi ‘Oo-
ooo, Chloe, bak kim geldi!’ dediler.
Telegram: @cinciva
“ G idip onu yanağından öptüm ve ‘Selam C hloe,’ dedim;
FİLM KULÜBÜ 165

oturmadım. Barın ucuna gidip tek başıma içtim. Biraz


sonra yanıma geldi; ‘Gel dışarıda sigara içelim,’ dedi.
“Dışarı çıktık; barın önündeki parmaklığa oturduk ve ‘Seni
öpmeyi çok istiyorum,’ deyiverdim.
“Sahi mi?’ dedi.
“Hı hı,’ dedim.
“Sonra ‘M organ ne olacak?’ dedi.
“M organ’ı ben hallederim,’ dedim.”
“Öğrendi mi peki?”
“O na ertesi gün söyledim, (jesse sesini bir oktav kalınlaştır­
dı) ‘Bana ne, um urum da değil,’ dedi. Ama o gece işten son­
ra bira içmeye gittiğimizde çabucak zil zurna sarhoş oldu ve
‘Şimdi C hloe’yle birliktesin diye kendini bir şey sanıyorsun,
değil mi?’ dedi.
“Ama ertesi gün beni aradı; üzücüydü, ama yaptığı cesur-
caydı da; ‘Bak dostum , onunla birlikte olman biraz tuhaf
geliyor,’ dedi.”
“Ben de ‘Aynen, bana da,’ dedim.”
Bir sigara yaktı ve koltuğun diğer tarafında, benden uzakta
tuttu.
“Sıkı m aceraymış,” dedim. Sokağın karşı tarafındaki çama­
şırlar hafif bir esintiyle kımıldıyordu. Jesse dosdoğru ileriye
bakarak sırtına yaslandı, kimbilir neyin hayalini kuruyordu,
Chloe’yle birlikte doğum kurslarına gitmenin, Em inem ’le
turneye çıkm anın.
“M organ’la sürer mi sence? Yani arkadaşlığımız. Sen Art-
hur C ram ner’la arkadaş kalabilmişsin.”
“Sana d ü rü st olm am gerekiyor Jesse. Kadınlar bir çeşit kan
sporu olabiliyor.”
Telegram: @cinciva
D av id G flm our

“Nasıl yani?” dedi. Chloe Stanton-M cCabe’den biraz dah


bahsetmek istiyordu. Fazla hızlı anlatmıştı.

İkimiz için de iyi bir yazdı. Ben ufak tefek işler b u ld u m

(kısmetim açılıyor gibiydi); birkaç televizyon programında


konuk yönetmenlik, bir radyo kitap program ı için H a lifa x ’a

yolculuk, David Cronenberg’le bir röportaj daha, bir erkek

dergisi röportajı için M anhattan’a yolculuk. Tapi o lam ıy o r-

dum, kazandığımdan çok harcıyordum , am a artık durmadan


para kaybettiğim ve beş yıl sonra beni trajik olayların b ek le­

diği hissini yaşamıyordum.


Sonra bir cümlenin sonuna konan nokta gibi gelen bir şey
oldu. Kötü şansımın sona erdiğini hissettirdi. D ıştan b ak a n

birine önemli gelmezdi. Bir ulusal gazete için bir film eleşti­
risi yazmam istendi. Ü cret düşüktü ve bir seferlik yazacak­
tım, ama -nasıl desem- hep yapm ak istediğim bir şeydi. Böyle
şeyler bazen maddiyatın çok ötesinde değer taşırlar, tıpkı bir
akademisyene S orbonne’da konferans verm esinin veya bir
aktöre Marlon B rando’yla aynı film de oynam asının teklif
edilmesi gibi. (Berbat bir film olabilir. Fark etm ez.)
Jesse akşam vardiyasında çalışıyordu. H âlâ yardımcı şef­
ti, sebzeleri yıkayıp doğruyordu, kalam ar tem izliyordu, ama
bazen ızgaracılık yapmasına izin veriyorlardı, ki benim film
eleştirisi yazmam kadar cazip bir şeydi o n u n gözünde. Böyle
işler can sıkıcı bir şekilde geçici oluyor.
Izgaracılar sert, gayet m aço olurlar; terlem eyi, k ü f r e tm e y i,

Telegram: @cinciva
içmeyi, saatlerce çalışmayı, “vajinalardan” ve “ işsizlik m aaşı
FİLM KULÜBÜ 167

alan aylaklardan” bahsetmeyi severler. Jesse artık onlardan


piriydi- Vardiyasından sonra -ki en sevdiği vakitti- beyaz giy­
silerini çıkarmadan sigara içip gece olanlan anlatmayı, do­
kuzdan sonra müşterilerin akın ettiğinden (hep birden gel­
diklerinden), bir garson kızı “ceza kutusuna” koyduklarından
(siparişleri geciktirmiş) bahsetmeyi seviyordu. Mutfaktaki
çocuklara asla yamuk yapılmaz.
O mutfakta tuhaf, şaka yollu bir ibne muhabbeü dönüyor­
du -Jesse’nin dediğine göre bütün mutfaklarda öyleymiş-, er­
kekler birbirlerine ibne diyorlardı, kimin arkadan aldığından
filan bahsediyorlardı. Birine söylememeniz gereken tek keli­
me “göt”tü. Bu ciddiymiş, gerçekten hakaret sayılıyormuş.
Jesse burnuna elmas iğne takan, Marilyn Monroe’ya benze­
yen Chloe’nin kendisini iş çıkışında almasından hoşlanıyor­
du. E trafta oturan bütün adamlar bunu fark ediyormuş.
“ C hloe’yi sevdin mi?” diye sordu bana bir gece, yüzünü
epey yaklaştırarak.
“Evet,” dedim .
“T ereddüt ettin.”
“Yo, kesinlikle hayır. Bence müthiş bir kız.”
“Öyle mi?”
“Öyle.”
Bir an düşündü. “Benden ayrılsa da öyle der miydin?”
“Senin tarafım tutardım .”
“Nasıl yani?”
“Yani kendini iyi hissetmen için ne gerekiyorsa söylerdim.”
Duraksadı. “ Sence benden ayrılır mı?”
“Yapm a Jesse.”
Telegram: @cinciva
İMİ D a v id G llm o u r

Film seyrediyorduk, ama artık eskisi kadar sık değildi. Haf


tada iki kez, bazen daha da az. Sanki dünya ikimizi de sa
lonun dışına çekiyordu ve değerli bir şeyin doğal bir sona
yaklaştığını hissediyordum. Fin dejeu. Beyaz kurdele.
Bir Gömülü Hazineler program ı başlattım .
Jesse’ye Robert Redford’un Ş ike’sını (1994) izlettim, ki her
sevredişte güzelleşir. Yakışıklı, hoş bir üniversite profesörü
olan Charles Van D oren’in (Ralph Fiennes) ellilerin yanşma
programı skandallanna kanşm asını anlatır; yanıtlar yarışma­
cılara önceden veriliyormuş meğer. 1919’daki World Series
şikesi gibi bu da saf ve güvenen A m erikan halkının kalbine
hançer gibi saplanmıştı. Hele ünlü bir âlim in oğlu olan Mark
Van D oren’in (m uhteşem Paul Scofield tarafından canlandı­
rılır) bu işe bulaşması iyice üzücü olm uştu.
Muhteşem Gatsby gibi Şike de sizi ahlâksız bir dünyaya götü­
rür, ama orayı öyle güzel gösterir ki insanların oraya gitmeyi
ve orada kalmayı neden yeğlediklerini anlarsınız. Jesse’nin
dikkatini kongre müfettişi R ob M o rro w ’la hayır demesi gere­
ken bir şeye evet diyen Ralph F ien n es’in arasındaki mükem­
mel uyuma çektim.
Filmdeki en iyi aktörlük p e rfo rm a n sların d a n bazılannı,
en etkileyici anlan Ralph Fiennes gözleriyle gerçekleştirir.
(Bazı sahnelerde sanki ona fazladan g ö z m akyajı yapılmış­
tır.) Jesse’ye birisinin F iennes’e “ D ü rü s t A be IJncoln”un
bir yanşma program ında başanlı o lu p olm ayacağını sorma­
sından sonra yapılan konuşm aya dikkat etm esini söyledim.
Fiennes’in gözleriyle ne yaptığına dikkat et. R ob M orrow’la

Telegram: @cinciva
konuşurken nasıl kımıldadıklarına dikkat et: o genç adama
öyle bir bakar ki, sanki içinden “A caba ne kadannı biliyor?
FİLM KULÜBÜ 169

Acaba ne kadarını biliyor?” diye sormaktadır usulca.


poker oynadıkları bir sekans vardır: Fiennes para sürünce
IVforrow “Yalan söylediğini biliyorum,” der. Neredeyse nefes
kesici bir paranoyayla “ Kast ettiğin şey blöf, blöf denir,” diye
karşılık veren Fiennes’in kalp atışlannı duyarsınız neredeyse,
postoyevski’nin Suç ve Ce^a sındaki Raskolnikov’u çağnştmr.
“Televizyona çıkmayı özlediğin oluyor mu?” diye sordu
jesse film bitince.
“Bazen,” dedim . Televizyondan para kazanmayı özlediğimi,
ama en çok da doğru dürüst tanımadığım insanlarla bir dü­
zine tam am en yüzeysel, otuz saniyelik konuşmalar yapmayı
özlediğimi söyledim. “Bu insanın gününe renk katabiliyor,”
dedim, “ister inan ister inanma.”
“Ama televizyona çıkmayı özlüyor musun?” dedi.
“ Hayır. Hiç özlem iyorum . Sen?”
‘Televizyona çıkan bir babam olmasını mı? Hayır, özlemi­
yorum. Aklıma bile gelmiyor.”
Sonra kakıp yukarı çıktı; fiziksel duruşuyla, hareketlerinde­
ki rahatlıkla -en azından şimdilik- arnk bir ergene benzemi­
yordu.

G öm ülü H âzinelere devam ettik. Buzdolabından yeni çık­


mış m uzlu pasta yemek gibiydi. (Tabağı filan boşverin.) “Jack
Nicholson’ı sevm em iz için beş sebep,” dedim.

1• Ç ünkü onun dediği gibi, “ Zirveye çıkmak zor


Telegram: @cinciva
değildir. O rada kalmak zordur.” Jack otuz beş yıldır
170 D a v id G ílm o u r

filmlerde oynuyor. Kim se o kadar uzun süre “sırf


şanslı olduğu” veya insanları kandırdığı için başarılı
olamaz. Çok iyi olm anız gerekir.
2. Jack N icholson’ın - Çin Mahallesi'mn büyük
bölüm ünde- burnu bandajlı bir dedektifi
oynamasına banlıyorum .
3. Cinnet’t e Jack’in yazdığı m anyakça rom anın
sayfalanın okuyan karısına “B eğendin m i?” diye
sorm asına bayılıyorum.
4. Jack’in ellisinden sonra golfa başlam asına
bayılıyorum.
5. Jack’in Son A ynntıda. tabancasını p a t diye bara
koyup “Ben lanet olası sahil devriyesiyim !”
dem esine bayılıyorum.

N icholson’ın en iyi pe rfo rm a n sım Son A yrın tıd a sergile­


diğini düşünenler vardır. Bir genci h apishaneye götürmekle
görevlendirilen B uddusky adlı p u ro içen, ağzı b o z u k bir bah­
riyeli rolündedir. Jack o gencin cezası başlam adan önce iti
vakit geçirmesini, “içm esini ve bir kadınla yatm asını” ister.
Film gösterim e girdiğinde R o g er E b e r t “ N icholson öyle
eksiksiz ve karm aşık bir karakter yaratü ki, film i düşünme­
yi kesip sırf o nun şim di ne yapacağım g ö rm ey i bekliyoruz,”
diye yazmıştı. Bazı film ler k ü fü rü sanata dönüştürürler. Füll
Metal Jacket'daki (1987) to p çu çav u şu n u hatırladınız mı? S
harfiyle başlayan sözcüğün, tıpkı yum urtalı yem ekler gibi çe­
şitli varyasyonları vardır ve bunları Son A yn n tF da bol bol du­
yarsınız. Stüdyo yöneticileri film çek ilm ed en ö n c e senaryo­
Telegram: @cinciva
yu biraz törpülem ek istediler. K ü fü rlerin bo llu ğ u karşısında
FİLM KULÜBÜ 171

dehşete kapılmışlardı ve Jack Nicholson’ın onlan gayet güzel


söyleyeceğinin farkındaydılar. Bir Columbia yöneticisi şunu
anımsar: “ İlk yedi dakikada sikmek sözcüğü 342 kere kulla­
nıldı. Colum bia’da böyle sözcükler yasaktı, seks yasaktı.”
Senarist R obert Towne {Çin Mahallesi [1974]) “Columbia
filmlerinde sevişme sahnesi varsa 300 metre uzaktan çekil­
mesi gerekiyordu,” dedi. “Ama filmlerdeki sansür azalıyordu
ve bu bahriyelilerin gerçek konuşma tarzlannı senaryoya ge­
çirmek için iyi bir fırsattı. Stüdyonun yöneticisi beni karşısına
oturtup ‘B ob,yirm i tane “puşt” kelimesi kırk tane “puşt” ke­
limesinden daha etkili olmaz mı?’ dedi. ‘Hayır, insanlar aciz
kaldıklarında öyle konuşurlar,’ dedim. ‘Sızlanırlar.’” Towne
taviz verm edi. N icholson onu destekledi... ve Jack o zaman-
lann bir num aralı yıldızı olduğundan dediği oldu.

İnsanlara film seçm ek riskli iştir. Bir bakıma mektup yaz­


mak gibi insanı ele veren bir şeydir. Düşünce tarzınızı sergi­
ler, sizi neyin etkilediğini sergiler, hatta bazen dünyanın siıÇ
nasıl görd ü ğ ü n e dair fikrinizi bile sergileyebilir. Dolayısıyla
bir filmi heyecanla tavsiye ettiğinizde, “Ah, bu cidden müt­
hiştir, bayılacaksın,” dediğiniz bir arkadaşınızın sizi ertesi gün
gördüğünde kaşlarım çatarak “Sen ona komik mi diyorsun?”
demesi kötü bir tecrübedir.
Bir keresinde çok hoşlandığım bir kadına îshtar\ (1987)
tavsiye ettiğim i ve bir sonraki görüşm em izde bana ters ters
baktığım anım sıyorum . Ya, diyordu o bakış, demek sen öyle
bir insansın. Telegram: @cinciva
Dolayısıyla yıllar geçtikçe, videocularda hiç tanım adığım in
sanlara uyanlarda bulunma, ellerindeki filmi kapıp şaşkın surat­
larına şu diğer tîlminyşuradaki filmin daha iyi bir seçim olduğunu
söyleme dürtüsüne direnerek çenem i kapalı tutm ayı öğrendim
Ama asla yüzümü kara çıkarmayan birkaç film var. The l Mtt
Sbow (1977) bunlardan biri. Seçtiğim sıradaki film oydu.
Los Angeles’ta bir dizi cinayete karışan b itm iş b ir dedektif­
le (Art Carney) kaçık bir g enç m e d y u m u n (Lily T om lin) öy­
küsünü anlatan basit bir m acera film idir. F ilm o tu z yıllık olsa
da sanki kimse seyretm em iş. A m a se y red in c e, e n azından
tavsiye ettiğim insanlar hoş bir şaşkınlık yaşayıp m innettar
kalıyorlar. H atta bazı insanlann h a k k ım d a k i k a n ıla rın ı olumlu
yönde değiştirdiğine inanıyorum .
TheLateShow uJesse için hazırlarken, P auline K a e l’in 1977’de
iV fr Yorker’d z çıkan röportajına rastgeldim . F ilm e bayılmıştı
ama bir türe oturtam ıyordu. “M acera film i sayılm az,” demişti,
“eşsiz bir film, bayağılığı hem övüyor, h e m yeriyor.”
E M e Coyle’un Arkadaşları 1973’te kısa b ir s ü re g ö ste rim d e
kalmıştı. Şimdi bile videocularda b u lu n m a z , F in la n d iy a kor­
ku filmlerini bile satan şu küçük ö zel film d ü k k â n la rın d a bile
yoktur. Yönetmeni Peter Y ates’ti ÇBulliti), a m a asıl önem siz
suçlu Eddie Coyle rolünü oynayan şu u y k u lu g ö z lü sihirbaz,
Robert M itchum için izlenir. E d d ie gibi, y an lış k a ra rla r ver­
m ek için doğm uş bililerini hep im iz tan ırız. V a n y a A m c a ’nın
sürekli suç işleyen versiyonudur.
Robert M itchum giderek usta la şm ışa ... o fıçı g ö ğ sü y le , ka­
im sesiyle, filmlerde bir akşam yem eği p a rtis in e g ire n b ir kedi
gibi rahatça geziniverm esiyle. Ç o k y e te n ek liy d i a m a tu h a f bir
Telegram: @cinciva
şekilde yeteneğini inkâr e tm e k te n k a b ad a y ıc a b ir h a z alıyor-
FİLM KULÜBÜ 173

üu. ‘‘ÜÇ tane yüz ifadem var,” derdi, “sağa bakarım, sola ba­
karım, ileri bakarım.” Oynadığı Caniler Avast (1955) filminin
yönetmeni Charles Laughton o huysuzca “umurumda değil
bebek” tavrının rol olduğunu söylemişti. Robert Mitchum’ın
güzel konuşan ve yaşayan aktörler arasında Macbeth rolüne
en uygun kişi olan okum uş, müşfik, iyi kalpli bir adam oldu­
ğunu söylemişti. M itchum ise farklı telden çalıyordu: “Be­
nimle diğer aktörlerin arasındaki fark, benim hapishanede
daha çok zam an geçirmiş olmam dır.”
Ama birlikte bu filmleri seyrederken, Jesse’nin pek keyif al­
madığım fark ettim bazen. W oody Allen’ın Stardust Anılan'm
(1980) yarım saat seyrettikten sonra sıkıldığım fiziksel duru­
şundan, dirseklerine yaslanmasından anladım ve filmi sırf bana
eşlik etm ek adına izlediğinden şüphelenmeye başladım.
‘‘S tardustin kam eram anı kimdi bil bakalım,” dedim.
“Kim di?” dedi.
“K aranlıklar Prensi.”
“G o rd o n Willis mi?”
“Baha'nın çekim lerini yapan adam .”
“Fahişe’n in (.Klute) çekim lerini yapan adam ,” dedi dalgınca.
Kibarca duraksadıktan sonra “O n u n Fahişe’nin çekimlerini
yaptığını sanm ıyorum ,” dedim usulca.
“Aynı adam .”
“Beş dolarına bahse girerim ki G o rd o n Willis Fahişe’nin
çekimlerini yapmadı, ” dedim .
K azanınca, kıçım kanepeden kaldınp da parayı arka cebine
koyarken b öbürlenm edi, gözlerim e bakmadı. “Fahişe'hin çe­
kimlerini M ichael Ballhaus yaptı sanıyordum ,” dedim süngü­
sü düşm üş bir halde. Telegram: @cinciva
174 D a v id G flm o u r

“ Fark ettim,” dedi. “Şu ilk dönem Fassbinder filmlerini ha


tırlamış olabilirsin. G örüntüleri grenlidir.”
G na gözlerim i diktim ve sonunda başım kaldırıp bana bak­
tı. “N e?” dedi. Oysa niye baktığımı pekâlâ biliyordu.

Telegram: @cinciva
ON ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM

2 005 G Ü Z Ü . C H IN A T O W N . İş İdaresi bölümüne ge-


çen Chloe, L ondra, O ntario’daki okuluna geri döndü. Kısa
süre sonra Jesse restorandaki işinden ayrılıp kuzeye gitmek
ve orada bir aylığına, uzaktan tanıdığım bir gitarist arkadaşın­
da kalıp beste yapm ak istediğini söyledi. Delikanlının babası
eğlence sektöründe avukatlık yapan biriymiş ve Coochiching
G ölü’nde büyük bir evi varmış. Bir de teknesi. Orada kira
verm eden kalabilirlermiş. Yöredeki bir restoranda bulaşıkçı­
lık yapabilirlerm iş. N e düşünüyormuşum? Bunun aslında bir
soru olm adığını ikimiz de biliyorduk. Olur dedim.
Sonra gidiverdi. E h, on dokuz yaşına geldi, normaldir diye
düşündüm . E n azından Michael Curtiz’in belki üzücü son tu­
tulmaz diye Ka^ablankayz iki ayrı son çektiğini biliyor. Bu bil­
gi dünyada m utlaka işine yarar. Oğlumu dünyaya donammsız
gönderdiğim söylenemez.
C hinatow n’daki mavi üçüncü kat odası ilk kez boştu. Sanki
Telegram: @cinciva
birisi evin b ütün yaşam enerjisini emmişti. Ama ikinci hafta
civan bundan hoşlanm aya başladım . M utfak dağınık değj}^
buzdolabının kolunda yapışkan p a rm a k izleri yoktu, sabahın
üçünde m erdiveni paldır küldür çıkan yoktu.
Jesse bazen telefon ediyordu, biraz g ö re v niyetine; ağaç
lar çıplakmış, göl soğukm uş am a işin d en m e m n u n m u ş, diğer
her şey de gayet yolundaym ış. Bir sü rü b e ste yapıyorlarmış
Geceleri bir battaniyeye sarınıp tek n e d e yatıyor, yıldızlara ba­
kıyormuş, arkadaşı gitar tıngırdatırken. Belki şe h re döndü­
ğünde Joel’le (gitaristin ismiydi) birlikte b ir d a ire tutarm ış. Bu
aralar bir hafta sonu C hloe gelecekm iş.
Sonra bir gün (bisikletliler yine eldiven tak m a y a başlam ış­
lardı) telefon çaldı ve Je sse ’nin sesini d u y d u m . D ik k a tin i top-
layamayan, buzda ayağı kayan b ir a d a m g ib i sesi titriyordu.
“D em in tekm eyi yedim ,” dedi.
“İşten mi atıldın?”
“ Hayır. Chloe. D e m in b en i te rk etti.”
Telefonda Jesse’nin am açsız h ay an , h a y ta a rk ad aşları ko­
nusunda tarnşm ışlar; C hloe o n la ra “g a r s o n v e hav aalan ı per­
soneli olacak tipler” dem iş. Birisi b iris in in y ü z ü n e telefonu
kapatmış. Chloe genellikle te k ra r a ra rm ış. (B u n u d a h a önce
yapmışmış.) A m a b u sefer aram am ış.
Birkaç gün geçti. Jesse ü ç ü n c ü s a b a h ta , y a p ra k la rın bakır
rengi göründüğü aydınlık b ir sa b a h ta u y a n ın c a C h lo e ’nin
yeni bir erkek arkadaş b u ld u ğ u n a sa n k i b ir film d e görm üşçe-
sine em in olmuş.
“B u yüzden ona telefon e ttim ” dedi. “A çm adı. Sabahın seki­
ziydi.” Hayra alamet değil, diye d ü şü n sem d e b ir şey demedim.

Telegram: @cinciva
O gün restoran m utfağ ın d an o n u d e fa la rc a a ram ış; b ir sürü
mesaj bırakm ış. L ütfen ara. Ö d e m e li ara. B u a ra d a o erkek
FİLM KULÜBÜ 177

arkadaş meselesi konusundaki tmtnliği, ciddi ve benzersiz bir


durumla karşı karşıya olduğu hissi vücuduna bir mürekkep
lekesi gibi yayılıyormuş.
Nihayet o gece saat onda Chloe onu aramış, Jesse arka­
dan sesler geldiğini duyuyor muş. Müzik, boğuk konuşmalar.
Chloe neredeymiş? Bir bardaymış.
“Seni bir bardan mı aramış?” dedim.
Jesse ona bir terslik olup olmadığım sormuş: konuşmakta
zorlanıyormuş. Bir yabancıyla konuşur gibiymiş. “Konuşma­
mız gereken şeyler var,” demiş Chloe. Anlaşılmaz bir şeyler
söylemiş. Jesse em in değilmiş ama sanki Chloe eliyle ahizeyi
kapatıp barm enden bir m artini istemiş gibi gelmiş.
Jesse vakit kaybetmeyip (bu yönünü hep etkileyici bulmuşum-
dur) direkt konuya girmiş. “Beni terk mi ediyorsun?” demiş.
“Evet,” dem iş Chloe.
Sonra Jesse bir hata yapmış. Telefonu Chloe’nin yüzüne
kapamış. K apatıp Chloe’nin ağlayarak aramasını beklemiş.
Kuzeydeki yazlığın salonunda ileri geri dolanarak telefona
bakmış. Y üksek sesle C hloe’yle konuşmuş. Ama telefon çal­
mamış. Jesse, C hloe’yi aramış. “Neler oluyor?” demiş.
Sonra C hloe durum u açıklamış. Bu konuyu düşündüğünü
ve birbirlerine uygun olmadıklannı söylemiş; o gençmiş, üni­
versiteye gidiyorm uş, “heyecan verici bir kariyerin” eşiğin­
deymiş. Klişeleri peş peşe, yeni bir “özgür kız” sesiyle sırala­
mış; Jesse bu sesi daha önce de biraz duysa da, şimdi Chloe’yi
boğm ak istem esine, ondan ürkmesine yol açmış.
“Buna pişm an olacaksın Chloe,” demiş.
“Olabilir,” dem iş Chloe fütursuzca.

Telegram: @cinciva
“Tam am öyleyse, hayatından çıkıyorum,” demiş Jesse.
17« üdvfci G flm o u r

“O zam an ne dedi biliyor m usun baba? ‘I loşçakal )Cssc»


Adımı çok usulca söyledi. Adımı öyle söylemesi, ‘I loş<;ak'i|
Jessc,’ demesi gerçekten kalbimi kırdı.”
O gece arkadaşı Jocl m utfaktaki vardiyası bitince eve gel­
miş. Jesse ona olanları anlatmış.
“Sahi mi?” demiş Joel. Akustik gitarına yeni teller takarken
jesse’yi on dakika kadar dinledikten sonra anlaşılan sıkılmış
ve konuyu değiştirm ek istemiş.
“ Uyudun mu?” diye sordum .
“ Evet,” dedi bu soruya şaşırm ışçasına. B enden bir şey iste­
diğini ama bir yandan da on a son kırk sekiz saattir bünyesin­
de biriken zehirden kurtulm anın yolunu g ö ste rm e k te n başka
bir yardımım dokunam ayacağını bildiğini hissediyordum .
Sonunda “ Keşke sana yardım edebilsem ,” ded im acizce.
O zam an konuşm aya başladı. N e dediğini hatırlam ıyorum ,
önemli değil, d urm adan k o nuştu o kadar.
“Belki de eve gelm elisin,” dedim .
“Bilmiyorum.”
“Sana biraz tavsiye verebilir m iyim ?” dedim .
“Tabii.”
“Kendini uyuşturuculara, içkiye filan v erm e. Birkaç bira iç,
kendini berbat hissediyorsun biliyorum , am a sa rh o ş olursan
sabah uyanınca kendini c eh e n n em d e sanırsın.”
“ Z aten öyle sanıyorum ,” dedi acı b ir k ah k ah a atarak.
“ İnan bana,” dedim , “ d u ru m u n çok d a h a kötüleşebilir.”
“U m anm beni hâlâ seviyorsundur.”
“Tabii ki seviyorum .”
Duraksadı. “Sence C hloe’nin yeni b ir erkek arkadaşı var
m ıdır?”
Telegram: @cinciva
İ İI M KDUJIIİJ 17«»

“bilm iyorum canım . Ama sanm am .”


“ N eden?”
“Nasıl neden?”
“Yani neden yeni bir erkek arkadaşı olduğunu sanmıyor
sun?
“ bu kadar çabuk bulacağını sanm ıyorum o kadar.”
“Ama o çok güzel bir kız. Sürekli asılanlar oluyor.”
“ b u onları evine götüreceği anlam ına gelmez ki.” bunu
söyler söylem ez sözcük seçim im e pişm an oldum. Jesse’nin
aklına yeni fikirler getirm iş olmalıydım. Ama bir sonraki dü­
şünceye geçm işti bile.
“N eyden korkuyorum biliyor m usun?” dedi.
“ Kvet, biliyorum .”
“ Hayır,” dedi, ucidden korktuğum şeyi kast ediyorum .”
“N edir?”
“ M o rg an ’la yatm asından korkuyorum .”
“ b u n u n olacağını sanm am ,” dedim .
“N e d en ? ”
“A nladığım kadarıyla onunla işi bitm iş.”
“ Başkası olsa o kadar canım sıkılmaz.”
Bir şey d em edim .
“Am a M o rg a n ’la yatarsa cidden çok kötü olurum .”
U zun b ir sessizlik oldu. O taşra evindeki halini, ıssız gölü,
çıplak ağaçları, o rm an d a gaklayan bir kargayı hayal edebili­
yordum .
“ Belki de eve gelm elisin.”
Yine uzun, düşünceli bir sessizlik; korkunç şeyler hayal etti­
ğini seziyordum . “ Biraz daha konuşalım mı?” dedi.
Telegram: @cinciva
“Tabii,” dedim . “ B ütün günüm boş.”
18 0 O d v fd G flm o u r

Bazen gece geç vakitte teiefo n çalınca bir an tereddüte


kapılıyordum . Jesse’nin dindirilem ez ıstırabıyla yüzleşme­
ye hazır olup olm adığım ı m erak ediyordum . Bazen açma­
yayım diye düşünüyordum . Yarın k o nuşurum . Ama sonra
Paula M o o rs’u ve fazla erken kalktığım o ürkütücü kış sa­
bahlarını, beni upuzun ve kork u n ç bir g ü n ü n bekleyişini
anım sıyordum .
“C hloe’nin seni bazen sıktığını söylediğini hatırlıyor mu­
sun?” dedim bir gece ona telefonda.
“ Öyle mi dedim ?”
“O nunla yolculuğa çıkm aya k o rk tu ğ u n u , ç ü n k ü uçaktay­
ken seni sıkabileceğini söyledin. Seni arad ığ ın d a telefonu
kulağından uzakta tu ttu ğ u n u çü n k ü kariyer planlarından
bahsedip du rm asın a artık d ay anam adığını söyledin.”
“Öyle hissettiğim i hiç a n ım sa m ıy o ru m .”
“ H issettin am a. G e rçe k b u .”
U zun bir sessizlik. “ B abam la b u n ları k o n u şm a m ço­
cukluk m u sence? A rkadaşlarım la k o n u şa m ıy o ru m . Ap­
tal aptal şeyler söylüyorlar, kasıtlı o lara k değil, am a beni
cidden üzecek laflar e tm e le rin d e n ç ek in iy o ru m . Anlıyor
m usun?”
“ E lbette.”
N ihayet bir suçu itira f e d en b ir a d a m gibi hafifçe ses
to n u n u değiştirdi. “ O n a te le fo n e ttim ,” d ed i.
“Ve?”
“ O n a so rd u m .”
“ C esurca dav ran m ışsın .”
“ H ayır dedi.”
Telegram: @cinciva
“ N eye hayır dedi?”
FİLM KULÜBÜ 181

«Başkasıyla yatmıyormuş ama yatsa bile beni ilgilendir­


mezmiş.”
«Boktan bir laf etmiş,” dedim.
“Beni ilgilendirmekmiş? D a h a b irk aç g ü n ö n c e birlikteydik,
şim di de k alkm ış sen i ilg ilen d irm ez diyor.”
«Sen n e ...” K e n d im i d u rd u rd u m . “ C h lo e senin o n u bu
kadar k ız d ıra c a k n e y a p tığ ın ı düşünüyor?”
« M o rg a n o n a b o k gibi d a v ra n ırd ı. D u rm a d a n aldatır­

d ı”
«Sahi m i? ”
“ H ı h ı.”
“ İyi a m a se n n e y a p tın J e sse ? ”
“ B ir d a h a o k a d a r g ü z el b ir kız ark ad aş bu lab ilir m iyim
sence?”
Böyle k o n u ş u p d u ru y o rd u . O so n b a h a r başka so ru n la ­
rım vardı: k a rım , F la u b e rt’le ilgili u z u n b ir dergi yazısı,
ü ç ü n cü k a t ç a tısın d a n d ü ş e n kirem itler, “ o g a z e te ” için b ir
başka film e le ştirisi, b o d r u m d a kalan ve kirasını z am an ın ­
da ö d e y em ey e n b ir kiracı k adın, k u ro n kaplam a yapılm ası
gereken azı dişim (T in a ’n ın sig o rtası m asrafın ancak yarı­
sını karşılıy o rd u ); am a J e s s e ’n in cinsellikle ilgili kapıldığı
dehşeti n e d e n s e a k lım d an çıkaram ıyordum .
İn sa n la r “ B ir şey o lm az. H ay at böyledir, h epim izin b aşı­
na gelir,” d iy o rlard ı, am a b e n g e ce n in bir vakti insan ın ka­
fasının için d e oynayan o film leri biliyordum, insanı a cıdan
deliye d ö n d ü re b ile c e k le rin i biliyordum .
Ayrıca tam Je ss e ’nin yokluğuna, yaşının ilerlem esiyle
birlikte dış dünyaya çekilm esine alışm ışken bir şekilde
Telegram: @cinciva
geri gelm esi tu h aftı. Böyle olm asını istem iyordum . Sosyal
182 D a v id G flm o u r

listesinin dibindeki adam olmayı, ancak b ü tü n o-ı ,


' kadaşia
rı meşgulken birlikte akşam yemeği yediği babası
yeğlerdim kesinlikle.

Telegram: @cinciva
ON DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM

f^ İR K A Ç H A FT A SO N RA EVE D Ö N D Ü ; hava
soğuktu, rüzgâr sokağımızda bir haydut gibi dolanıyordu;
dışarı çıkmanızı bekliyordu ve evden fazla uzaklaştığınızda
yakanızdan tuttuğu gibi yumruğu çakıyordu. O ilk günleri
çok net hatırlıyorum: Jesse dışandaki hasır koltukta donuk
gözlerle oturuyor, aynı şeyleri düşünüp duruyor, durumunu
daha az berbat kılmanın bir yolunu anyor, kabul edilemez
şeyden artık kurtulmaya çalışıyordu.
Yanında oturuyordum. Gökyüzü sokağın uzantısıymışçası­
na beton grisiydi, sanki ikisi ufukta birleşmişlerdi. Jesse’ye ya­
şadığım bütün korkunç maceralan anlattım: sekizinci sınıfta­
ki D aphne’yi (beni ağlatan ilk kızdı), lisedeki Barbara’yı (beni
bir dönmedolaptayken terk etmişti), üniversitedeki Raissa’yı
(“Seni sevmiştim bebeğim, gerçekten sevmiştim!”)... bağrı­
ma saplanan yarım düzine hançeri.

Telegram: @cinciva
Ona keyifle ve hevesle anlattığım bu öykülerin kıssadan
hissesi hepsinden de sağ kurtulmuş olmamdı. Öyle ki artık
D a v fd G flm o u r

onlann korkunçluklarından, “o anki umutsuzluğumdan”


bahsetmek eğlenceliydi.
Ona bu öyküleri anlatmamın sebebi -ki bunu an latm aya ıs­
rarla çalıştım-, ellerine buz kıracağı almış o dilberlerin, beni
ağlatan ve bir öğle vakti büyüteç altına alınmış bir solucan
gibi kıvranmama yol açan o kızlarla kadınların hiçbiriyle şim­
di birlikte olmayacağımı anlamasını istem emdi. “ Haklıydılar
Jesse. Beni terk etmekte haklıydılar. O nlara uygun a d am de­
ğildim.”
“Sence Chloe beni terk etm ekte haklı mıydı baba?”
Hata yapmıştım. Arabanın bu yola sapacağını tahmin et­
memiştim.
Bazen beni su altından bir kamışla nefes alan bir adam gibi
dinliyordu; sanki sağ kalabilmesi anlatacaklanm ı dinlemesi­
ne, bunlardan oksijen almasına bağlıydı. Bazense -dikkatli
olmam gerekiyordu- akimda korkunç hayaller canlanmasına
yol açabiliyordum.
Sanki ayağına bir cam parçası saplanm ıştı; başka şey düşü-
nemiyordu. “Böyle konuşup durduğum için çok üzgünüm,”
diyor, sonra da biraz daha konuşuyordu.
O na söylemediğim şuydu ki, durum u düzelm eden önce,
uyanıp da “Hımm, ayağım su toplam ış galiba. Bakayım. Aaa,
evet! Su toplamış. D urum um hiç fena değilm iş meğer. Kimin
aklına gelirdi ki?” diye düşünm eden önce büyük ihtimalle çok
daha kötüye gidecekti.
İzleyeceğimiz filmleri seçerken dikkatli olm am gerekiyor­
du. Ama seksle ya da ihanetle ilgili olm ayan bir şey seçtiğim­

Telegram: @cinciva
de bile (ki maalesef öyle filmlerin sayısı çok değil), Jesse’nin
ekranı ıstırap verici fantezileri için bir çeşit tram plen niyetine
FİLM KULÜBÜ 185

kullandığını, ekrana bakarak beni kandırabileceğini düşün­


düğünü, film izler gibi yaparken bir konaktaki hırsız misali
kendi zihninde gezindiğini görebiliyordum.
“Her şey yolunda mı?” diyordum.
Kanepede uzun cüssesini kımıldatıyordu. “İyiyim.” Ona
bir Göm ülü Hazineler filmi daha seyrettiriyordum, bir ço­
cuğa ana yemekten önce tatlısını verircesine. Yeter ki kendini
suçlamaktan vazgeçsindi. Yeter ki gülsündü.
Ona lshtar\ (1987) izlettim. O film yüzünden peş peşe
darbeler aldım ama ısrarlıyım. Warren Beatty ile Dustin
Hoffman’ın çöl krallığı Ishtar’a gelip de yerel siyasete kanş-
malanndan sonra filmin çuvalladığına kimse itiraz etmez. Ama
öncesinde ve sonrasında öyle güzel espriler vardır ki; Warren’la
Dustin küçük kafa bandan takarlar, şarkı söyleyip dans ederler.
Muhteşemdir. Isbtar kusurlu ama güzel bir filmdir; huysuz ga­
zeteciler onu daha başta yerden yere vurdular, çünkü Warren’m
bir sürü güzel kızla çıkmasından bıkmışlardı.
Ama Jesse’yi neşelendirmedi. Bir çivi fabrikasıyla ilgili bir
belgesel izletm iştim sanki.
Sonraki birkaç haftada bir sürü gömülü hazine seyrettik.
Yanımdaki kanepede oturan Jesse’nin huzursuzluğunu hisse­
debiliyordum; vücudu karanlıkta bekleyen bir hayvan misali
gergindi. Bazen filmi durduruyordum . “Devam etmek istiyor
musun?” diyordum.
“Tabii,” diyordu bir transtan çıkmışçasına.
Elm ore L eonard’la ilgili hep sevdiğim bir öykü vardır. Ellili
yıllarda C hevrolet’nin reklam yazarlığını yapıyordu. Leonard
yanm tonluk kamyonlarla ilgili akılda kaba bir reklam m etni
Telegram: @cinciva
yazabilmek için onları kullanan adamlarla konuşmuş. Bir ta­
n e si “ Hu o r o s p u ç o c u ğ u n u e s k itm e k m ü m k ü n d eğil. Sonun
d a o n u g ö r m e k te n s ık ılıy o rsu n v e y e n isin i a lıy o rs u n ,” demiş
I^eo n ard b u n u re k la m m e tn in d e k u lla n m a k is te y in c e Chevy
y ö n e tic ile ri g ü lm ü ş le r a m a o lm a z d e m iş le r ; ü lk e n in h e r ve­
rin d e k i ilan p a n o la rın d a g ö r m e k is te d ik le r i m e tin b u değil­
m iş. A m a I^ eo n ard o n yıl s o n r a d e d e k t i f r o m a n la r ı yazmaya
b a şla d ığ ın d a ta m d a b ö y le la fla r k u lla n d ı. S ır a d a n o lm adan
sıra d an lık h issi v e riy o rla rd ı.
1995’te çekilen Tut Şu Bücürü hdeki şu sahneyi hatırlıyor mu­
sunuz? Hani bir restoranda Chili Palm er’ın pahalı bir ceketi
çalınır; “Hey, ceketim nerede, ona d ö rt yüz dolar verdim,”
demez. Hayır, hayır. Restoranın sahibini bir kenara çeker ve
“ Uzun kollu, takım elbise ceketi klapalı, siyah bir deri ceket
görüyor musun? G örm üyorsan bana üç yüz yetm iş dokuz
dolar borçlusun,” der. Tam bir E lm ore L eonard diyalogudur
bu. Eğlenceli ve nettir.
Peki 1995’te çekilen m acera film i, Riding the Kap 'deki şu
sahneye ne demeli? Am erikalı polis m ü d ü rü Raylan Givens
bir arabayı çalm akla m eşgul iki suçluyu basar. Leonardo
daha sonra olanları şöyle anlatır: “ G iv e n s o iki adam a pom ­
palı tüfeği d oğrulttu ve b ü tü n k anun ad am ların ın dikkati
ve saygıyı garantilediğini bildikleri b ir h a re k e t yaptı. Pom­
palı tüfeği ateş etm eye hazır hale g e tird i ve o se rt metalik
sesi duyan iki adam h em en teslim o ldular; d ü d ü k çalmaktan
daha iyiydi.”
Elm ore L eonard’ın pek çok ro m an ın ın filmi çekilmiştir.
1967’de Paul N ew m an’ın oynadığı A s i Kabadayı, Bay Majes-
tik (1974), 1985’te B urt R eynolds’un oynadığı Stick, 52 Pd-
Telegram: @cinciva
kup (1986). Bu ilk filmlerin çoğu, kitaplardaki kara mizahı ve
FİLM KULÜBÜ 187

eğlenceli diyalogları yansıtamadılar. Bunu ancak bir sonraki


neslin yeni ve genç yönetmenleri başarabildi. Quentin Ta­
rantino Jackie Brown (1997) adlı, biraz fazla uzun ama hoş bir
film çekti; Tut Şu Bücürü Elm ore Leonard’ın üslubunu ya­
kaladı; ayrıca rom andaki diyalogların kullanılmasında filmin
yıldızı John Travolta’nın direttiğini belirtmekte fayda var.
Sonra 1998’de yönetm en Steven Soderbergh, George
Clooney ile Jennifer L opez’in oynadığı A ş k ve Parayı çekti.
Eleştirm enler bayıldılar ama maalesef pek gişe yapmadı ve
çabucak o rtadan kayboldu. Oysa o senenin en iyi filmlerin­
den biriydi. Klasik bir göm ülü hazine olduğundan Jesse için
seçtim.
Film başlam adan önce Jesse’ye filmdeki Steve Zhan diye
bir aktöre dikkat etm esini söyledim. Glen adlı keş bir kaybe­
deni oynar. Jennifer L opez’le G eorge Clooney’nin arasından
sivrilebiliyor m u em in değilim, ama buna epey yaklaşır. Ta­
nınmamış bir aktördü, bu arada H arvard mezunuydu, filmin
seçmelerine bile katılam am ıştı, kendi videosunu hazırlayıp
yönetm ene g ö n d erm ek zorunda kalmıştı. Soderbergh kasedi
on beş saniye izledikten sonra “İşte adamımız,” dedi.
Jesse’nin bu filmin de ne kadarım gerçekten “izlediğini”
bilm iyorum. A ra ara dikkati dağılıyor gibiydi ve bitince rahat­
ladı sam nm ; hem en üst kata koştu.
Sonra turnayı g ö zü n d en vurdum , o kadar iyi bir film seçtim
ki, Jesse filmi o kadar beğendi ki birkaç saatliğine Chloë’yi ta­
m am en u n u ttu sanki.
Yıllar önce bir yaz günü T o ro n to ’daki Yonge Sokağı’nda
yürürken eski bir arkadaşım la karşılaşmıştım. Epeydir g ö rü ş­
Telegram: @cinciva
m üyorduk ve hem en bir film seyretmeye karar verdik, ki si-
nemaya gitm enin en iyi yoludur. Y akındaki b ir sinem aya bak­
tık; alo film oynuyordu. “B unu izlem elisin,” dedi. “ M utlaka

izlemelisin.”
İzledik. Çılgtn Romantik (1993) n ered e y se dayanılmayacak
kadar keyifli bir filmdir. K endinizi kısıdayın, en fazla altı ayda
bir seyredin. Kokainle, cinayede ve gen çlik aşkıyla ilgili bu
filmin senaryosunu Q u e n tin T a ra n tin o yirm i beş yaşınday­
ken yazdı. İlk senaryosuydu. Senaryoyu sa tm a k için beş yıl
uğraşü; kimse alm ıyordu. Stüdyo yön eticileri senaryonun
değişikliğini “kusurlulukla” karıştırıyorlardı. A m a Tarantino
Rezervuar Köpekleri’ni (1992) çekip d e k e n d in i kanıtiayınca İn­
giliz yönetm en Tony S cott senaryoyu kab u l etti.
Çılgın Romantik 'te, D en n is H o p p e r’la C h ris to p h e r W alkenin
sekiz-dokuz dakikalık bir diyalogu vardır, ki b e n c e film in bel­
ki de en iyi sahnesidir. (Bunu sadece b ir k ere söyleyebilirsiniz
biliyorum, ben de şu ana kadar bek lem iştim .) İyi aktörlerin
güzel bir diyalogla neler yapabileceklerini g ö rm e k harika bir
his. Aynca birbirlerinden aldıkları keyfi d e görüyorsunuz.
Gövde gösterisi yapıyorlar. K aran lık sin e m a d a o tu ru rk en , o
sahne başladığında, C h risto p h er W alken “ B e n D eccaFim
dediğinde arkadaşım kulağım a eğilip “ Ş im di iyi izle,” diye fı­
sıldadı.
Filmin başka hoş taraflan da var: saçları rastalı bir uyuş­
turucu saücısı rolündeki teatral G a ry O ld m a n ; şiddet sah­
nelerini o kadar iyi kotarıyor ki, Je sse ’n in dediği gibi “olay
başlamadan birkaç saniye ö nce çu buklarla Ç in yem eği yiye­
biliyor.” Brad Pitt, Californialı b ir keş, Val K ilm e r ise Elvis
Presley’nin hayaleti rolünde... liste uzayıp gidiyor.
Telegram: @cinciva
Jesse’ye filmin sonundaki aşk sahnesine, C h ristia n Slater’la
FİLM KULÜBİ) 189

Patricia A rq u e tte ’nin bir M eksika kum salındaki sahnelerine,


güneşin altın sansı ve kan kırm ızısı bulutların arasından bat­
masına, Patricia A rq u e tte ’nin “ Harikasın, harikasın, harika-
SIn,” deyip d u rm asın a dikkat etm esini söyledim.
O so n sah n e h o şu n a gitti. Sanki bir gece bir barda uygun
bir şarkı çalarken güzel bir kız yanına gelecekmiş gibi hisset­
tirdi. t(Harikasın
S onradan, paltolarım ızın içinde büzülm üş otururken, ilk
parlak kar taneleri yere d üşünce kayboluyordu. “Chloe’yle
film seyretm eyi hiç sevm ezdim ,” dedi Jesse. “Söylediği şey­
lerden n e fre t ederdim .”
“B irlikte sinem aya gidem eyeceğin bir kızla birlikte olamaz­
sın,” dedim , kendim i D ed e W alton gibi hissederek. “Nasıl
şeyler söylüyordu ki?”
Yağan k a n izledi bir an; sokak lam balannın ışığında gözleri
çok parlak, cam gibi görünüyordu. “Salakça şeyler. Beni kız­
dırmaya çalışırdı. G e n ç profesyonel tavnnın bir parçasıydı.”
“Can sıkıcı gibi geldi.”
“C idden sevdiğin bir filmi seyrediyorsan acayip can sıkı­
cı oluyor. Y anındakinin ‘ilginç’ olmaya çalışmasını istemi­
yorsun ki. Film i sevm esini istiyorsun o kadar. Bir keresinde
ne dedi biliyor m usun? Stanley K ubrick’in Lo/ita’sı Adrian
Lyne’ınkinden daha iyiymiş.” K afa sallayıp öne eğildi. Bir an
genç bir asker gibi g öründü. “Yanılıyor bence,” dedi. “Adrian
Lyne’ın Ljoltta ’sı bir başyapıt.”
“Öyle.”
“O na Baha'yı izlettim ,” dedi. “Ama başlamadan hem en
önce ‘Bu filmi eleştirm eni cidden istem iyorum, tamam mı?’
dedim.”
Telegram: @cinciva
190 Davfıf G llm our

“Ne dedi?”
“ ‘Baskıcı’ davrandığımı söyledi. İstediğini düşünebilirmiş”
“Sen ne dedin?”
"Baha filmi hakkında istediğini düşünem ezsin,” dedim.
“Sonra ne oldu?”
“Tartıştık galiba,” dedi bezgince. K ar yağışı artmış gibiydi;
kar taneleri sokak lambalarının ışıklarında dönüp duruyordu;
sokağımızdan geçen arabaların far ışıklarında da görülüyor­
du. “Filmi sevmesini istemiştim. Bu kadar basit.”
“Bilmem ki Jesse, bana rüya gibi bir aşk ilişkisi gibi gelme­
di. Birlikte sinemaya gidem iyorsunuz, çünkü sinirini bozuvor;
birlikte yürüyüşe çıkamıyorsunuz çünkü canın sıkılıyor.”
Başını salladı. “Tuhaf,” dedi bir an sonra, “ bütün bunlan
arak anımsayamıyorum. Tek anım sadığım birlikte geçirdiği­
miz güzel zamanlar.”
Karım dışan çıktı; sundurm anın ışığı yandı. Ahşap üstün­
deki koltuk ayaklan gıcırdadı. Sohbetim iz kesildi, sonra de­
vam etti. K anm gitm ek bilm iyordu. Bir süre sonra ikisini baş
başa bıraktım. K anm ın Jesse’ye kendini daha iyi hissettirecek
bir şeyler söyleyebileceğini düşündüm . Benim T ina genç­
liğinde, üniversitedeyken tam bir parti kızıydı. Bu Morgan
meselesine farklı bir yorum getirebileceğini biliyordum , ama
anlatacaklannı duym am am ın daha iyi olacağını hissediyor­
dum . Bir ara salon penceresinden baktım ; birbirlerine çok
yakın oturuyorlardı. Karım konuşuyordu; Jesse dinliyordu;
sonra beklemediğim bir şey duyup şaşırdım ; kahkaha sesleri;
gülüyorlardı.
H er akşam sundurm aya çıkıp sigara içm eye ve sohbet et­
Telegram: @cinciva
meye başladılar. O nlara asla eşlik etm iyordum , kendi araların-
FİLM KULÜBÜ

¿a konuşuyorlardı ve Jesse’nin konuşabileceği, kendisinden


yaşlı bir kadının bulunduğunu bilmek rahatlatıcıydı. Tina’nın
ona üniversite yıllarıyla, kendi tabiriyle “parti yıllarıyla” ilgili,
m uhtemelen bilmediğim şeyler anlattığının farkındaydım. Ne
konuştuklarını asla sorm adım . Bazı kapıları açmamak iyidir.
Sarı kartlarım dan gördüğüm kadarıyla Jesse’ye Şahane
Hayat\ tekrar izletmeyi düşünm üşüm , ama Donna Reed’i
Chloe’ye benzetebileceğinden çekinip son anda vazgeçmişim
ve onun yerine Kalp M ınltısı’m (1971) izletmişim. Bir Fransız
sanat filmi seyrettirm ek istemiyordum -Jesse’nin eğlenmek
istediğini biliyordum-, ama bu film o kadar iyiydi ki deneme­
ye değer gibi geldi.
400 Darbe gibi, Louis Malle’nin Kalp Mırıltısı da büyümekle,
erkekliğin eşiğindeki genç oğlanların tuhaf beceriksizlikleriy­
le, son derece zengin iç dünyalarıyla ilgili bir filmdir. Yazarlar
o ilginç kırılganlık dönemini işlemeye bayılırlar... sanırım in­
sanın dış etkilere çok açık olduğu, betonun henüz kurumadı­
ğı bir dönem olduğundan.
Kalp Mırıltısı'ndaki oğlan dünyada zürafa gibi sağa sola çar­
parak dolanırken bu kırılganlığı vücudunda, hafif toparlak
omuzlarında, uzun ve ince kollannda taşır sanki. Bu film­
de m üthiş bir nostalji hissi vardır; sanki senarist Louis Maile
çok, çok m utlu geçirdiğini ancak yıllar sonra fark ettiği bir
dönemini anlatmaktadır. Aynca bu filmde ergenliğin küçük
ayrıntıları öyle güzel verilir ki, hepsi tamdık gelir... sanki siz
de ellili yıllarda bir kasabada, bir Fransız ailenin yanında bü­
yümüşsünüz gibi hissedersiniz.
Hele sonu müthiştir. Louis Malle’nin filmi o şekilde bitir­

Telegram: @cinciva
meyi seçmesi neredeyse inanılmazdır. Şu kadarını söyleyeyim
192 D avid G llm oıır

ki, arada sırada öyle bir olay yaşarsınız ki bir insanı ne kad'
iyi tanıdığınızı düşünürseniz düşünün, o kişinin hayatının bu
tün önemli anlarını bildiğinizi sansanız bile aslında bilmedi
ğinizi ve bilemeyeceğinizi anımsatır.
“Ulu Tannm!” dedi Jesse bana önce hayretle, sonra huzur­
suz bir neşeyle, ardından da takdirle bakarak. “Cidden cesur
bir yönetmenmiş!”
Bu gömülü hâzineleri seyrederken Jesse arada sırada yo­
rumlar yapıyordu ve son üç senede filmler hakkında bu kadar
çok şey öğrenmesine şaşıyordum. Gerçi onun pek umurunda
değildi; bütün bunlan bilmektense telefonun çalmasına razıy­
dı sanırım.
“Bakıyorum da,” dedim film bitince, “gayet iyi bir film
eleştirmeni olmuşsun.”
“Ya?” dedi dalgınca.
“Ben CBC’de ulusal film eleştirmenliği yaparken filmler
konusunda senin kadar bilgili değildim.”
“Ya?” Pek ilgilenmemişti. (Neden iyi bildiğimiz şeyleri yap­
mayı hiç istemeyiz?)
“İstesen film eleştirmeni olabilirsin” dedim.
“Sevdiğim filmleri biliyorum. O kadar.”
Bir süre sonra usulca “Peki, bazı sorular sorayım, tamam
mı?” dedim.
‘Tamam.”
“Fransız Yeni Dalgasıyla birlikte gelen üç yeniliği sayabilir
misin?”
Gözlerini kırpıştırıp dikeldi. “Eee, düşük bütçeler...?
“Hı hı.”
“Akıcı kamera çekimleri?”

Telegram: @cinciva
3 FİLM KIJLİJBİ) 19J
4
İ »i . >>
I “Evet.
I “Stüdyolardan sokaklara çıkan kameralar?”
I “Üç tane Yeni Dalga yönetmeninin ismini sayabilir mi-
i Sinr
j “Truffaut, Goddard ve Eric Rohmer.” (Havaya girmeye
başlamıştı-”

i “Yeni Dalga’nın Fransızcası nedir?”
“Nouvelle vague. ”
i “Hitchcock’un Kuşlar filminin en sevdiğin sahnesi?”
’ “Tipi Hedren’in arkasında bir oyun parkı vardır ve tekrar
gördüğümüzde kuşlarla dolmuştur.”
i “Bu sahne neden iyidir?”
{ “Çünkü seyirciye kötü bir şeyler olacağım haber verir.”
] “Buna ne denir?”
“Gerilim,” dedi. “H itchcock’un Aşktan da Üstün’d e ikinci
bir merdiven yaptırması gibidir.” Sustu; bu bezgin bilgiçlik
ı halinden hoşlandığı belliydi. Bir an sanki Chloe’nin odada
olduğunu, bütün bunları dinlediğini hayal ediyormuş gibi gel­
di.
“Bergman’ın favori kameramanı kimdi?”
“Bu kolay. Sven Nykvist.”
“Nykvist, W oody Allen’ın hangi filminde çalıştı?”
“Aslında iki filminde. Suçlar ve Kabahatler’d e ve Bir Başka
Kadın’da.”
“Howard Hawks’a göre bir filmi iyi kılan nedir?”
“Üç tane iyi sahnesinin olması ve hiç kötü sahnesinin ol­
maması.”
“Yurttaş Kane’de bir adam elli yıl önce N ew Jersey’de bir
nhtımda gördüğü bir şeyden bahseder. Nedir?”
Telegram: @cinciva
194 D avid G ilm our

“Güneş şemsiyeli bir kadın.”


“Son soru. Bunu da bilirsen akşam yemeği benden V
’ trıi
Hollywood akımından üç yönetmenin ismini söyle.”
İşaret parmağını kaldırdı: “Francis Coppola... Martin Scot
cese... Brian De Palma.”
Bir an sonra “Ne demek istediğimi anladın mı?” dedim

Onu biraz gaza getirmiş olmalıyım ki, o gece bilgisayanma


bir CD-ROM taktı. “Serttir/’ dedi tanıtım niyetine. Kuzeyde,
Chloe dönmemecesine gittiğinde, rüzgârın pencereleri sars­
tığı gecelerde bestelediği bir şarkıydı. Bir kemanın kısa bir
ezgiyi defalarca tekrarlamasıyla başlıyordu; sonra basla bateri
giriyordu, ardından da Jesse’nin vokali.
Çoğumuz çocuklarımızı dahi sanarız biliyorum, öyle ol­
masalar bile (yaptıkları lekeye benzer küçük resimleri sanki
Picasso’nun tablolarıymışlar gibi buzdolabına asarız), ama
“Angels” adlı bu şarkıyı geçen gün, Chloe meselesinin b it­

mesinden çok sonra dinledim ve şunu söyleyebilirim: sada­


katsiz bir genç kadına verilen bu mesajda etkileyici bir taraf
vardı. Sanki yanımdaki kanepede oturup da şarkıya s e s s iz c e

dudaklarım oynatarak eşlik eden çocuk değil de özgüvenli bir


başkası tarafından bestelenmişti.
Ama beni asıl etkileyen bu değildi. Şarkının sözleri epe}
değişikti. Suçlamalardan yalvarmalara geçiliyordu. S e r tt i le r ,
hedefleri incitmekti, müstehcendiler, sanki besteci t a m a m e n
içini dökmüştü. Ama aym zamanda ilk kez sa m m iyd iler; artık
gettoda büyümek, şirketlerin açgözlülüğü, ç o c u k l u k t a a rk a
Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 195

Bahçe’deki şırıngalarla prezervatiflerin arasında yürümek gibi


açmalıklar yoktu. “Angels” içtendi.... sanki birisi Jesse’nin
derisinin bir tabakasını yüzmüş ve çığlıklarını kaydetmişti.
O şarkıyı dinlerken Jesse’nin benden yetenekli olduğunu
fark ettim -bu tuhaf bir şekilde rahatlatıcıydı, rahatsız edici
değildi-* Doğuştan yetenekliydi. Chloe yüzünden çektiği acı,
yeteneğini ortaya çıkarmıştı. Chloe, Jesse’nin besteciliğindeki
çocuksuluğun törpülenmesini sağlamıştı.
CD’deki ses alçalırken, inleyen keman alçalırken (ileri geri
hareket eden bir testere gibiydi, dürtülen ve kurcalanan bir
yaraydı) Jesse “Nasıl buldun?” dedi.
Tadını çıkarsın diye yavaşça, düşünceli bir edayla “Bence
çok yeteneklisin,” dedim.
Aynen okulu bırakmak isteyip istemediğini sorduğum za­
manki gibi ayağa fırladı. “K ötü değil, değil mi?” dedi heye­
canla. Ah, Chloe’den kurtulmasının yolu bu olabilir, diye dü­
şündüm.

O akşam eve geç geldim; sundurma karanlıktı; Jesse’yi


gördüğümde çarpmama ramak kalmıştı. “Tanrım,” dedim.
“Beni korkuttun.” Arkasında, mutfak penceresinin ardındaki
aydınlık mutfakta hareket eden Tina’yı görünce içeri, onun
yanına gittim.
Normalde Jesse peşimden eve girip durmadan konuşurdu.
Bazen tuvaletin önünde beklediği, kapının arkasından konuş­
tuğu bile oluyordu. Karıma o günün iyi haberlerini verdim
(sağdan soldan işler almıştım, ortalık iş kaymyordu), sonra da

Telegram: @cinciva
196 David Gflmour

tekrar dışarı çıktım. Işığı açtım. Jesse bana bakmak için başını
geriye çevirdi; dudaklarında gergin bir gülümseyiş vardı.
Yanına usulca oturdum. “Hani olmasından korktuğum bir
şey vardı ya?” dedi.
“Evet.”
“Oldu.”
Bir arkadaşı telefon edip haber vermiş.
“Emin misin?”
“Hı hı.”
“Morgan olduğunu nereden biliyorsun?”
“Çünkü Morgan arkadaşıma söylemiş.”
“Sana söyleyen arkadaşına mı?”
“Evet.”
“Tannm, niye böyle bir şey yapsın ki?”
“Çünkü Chloe’den hâlâ hoşlanıyor.”
“Yani arkadaşın sana neden söylemiş?”
“Arkadaşım olduğu için.”
Sokağın karşı tarafında oturan Çinli kadın elinde süpürgey­
le çıkıp basamaklarım hararede süpürmeye koyuldu. Jesse’ye
bakmaya cesaret edemiyordum neredeyse.
“Bence Chloe korkunç bir hata yapıyor,” dedim acizce.
Küçük kadın durmadan süpürürken küçük kafasıyla etrafa
kuş gibi bakınıyordu.
“Artık Chloe’yi geri kazanmam imkânsız,” dedi Jesse.

“İmkânsız.”
Koltuğundan kalkıp sundurma basamaklarından inmeye
başlayınca kulaklannı fark ettim. Kırmızıydılar, sanki kol­
tuğunda iki büklüm otururken kulaklarım o v u ştu r m u ştu

O kırmızı kulakları ve yürüyerek uzaklaşması -gidecek yefl

Telegram: @cinciva
FİLM KLLLBİJ 197

yokmuşçasına, Chloe dışında her şey boşmuşçasına, dünya ta


ufka kadar uzanan boş bir otoparkmışçasına- yüreğimi sızlat-
0 ve arkasından seslenmek istememe yol açtı.

Jesse’ye bir Jean-Pierre Melville filmi olan Gecelerin Adam ı ’ru


\ (1974) izletmek üzereydim, ama onun yerine Chunking
Ekspresi’n i istedi. Gidip yukarıdaki odasından getirdi. “Olur
mu?” dedi. “Chloe’yle çıkmadan önce izlediğim bir şeyle-
j ri seyretmek istiyorum.” Am a filmin yansında, “California
Dreamin’” televizyondan bangır bangır yayılırken, tığ gibi
! kız dairede dans ederken, filmi durdurdu. “Olmuyor,” dedi.
! “Bana ilham verir sanmıştım.”
“Nasıl yani?”
“Anlarsın ya... Rebeca’yı unuttum ; şimdi de Chloe’yi unu­
tacağım.”
“Evet.”
“Ama geçmişe geri dönemiyorum. Rebecca’dan hoşlanmak
nasıl bir şeydi anımsamıyorum. Bu film Chloe’yi düşünmeme
yol açıyor o kadar. Fazla romantik. Ellerimi terletiyor.”
Ertesi gece eve gelmedi; telesekretere oldukça gergin, cid­
di bir mesaj bırakıp geceyi “ stüdyoda” geçireceğini söyledi.
Orayı hiç görmemiştim, ama ufak olduğunu biliyordum.
i*

öyleyse Jesse nerede uyuyacaktı? Ayrıca sesi tuhaf bir şekil­


de soğuktu. Bir araba çaldığını idraf eden genç bir adamın
| se siy d i.

O gece rahat uyuyamadım. Ertesi sabahın sekizinde, hâlâ


kaygdı bir halde Jesse’nin cep telefonunu aradım; bir mesaj
Telegram: @cinciva
198 D avid G ílm our

bıraktım; iyi olduğunu umduğumu söyledim; ilk fırsatta bd


basını arayabilir miydi? Sonra kendisini kötü hissettiğini bil
diğimi, ama herhangi bir uyuşturucunun, özellikle de kokain
nin muhtemelen hastanelik olmasına yol açacağını söyledim
Hatta belki onu öldüreceğini.
“Bu meselenin kolay bir çıkışı yok,” dedim, güneş dışa­
rıdaki sundurmayı aydınlatırken boş salonumda dolanarak
“Kestirme bir yolu yok.” Kibirli görünen ve hiç inandırıcı
olmayan bir konuşmaydı. Ama telefonu kapatınca biraz sa­
kinleştim; en azından söyleyeceklerim içimde kalmamıştı.
Yirmi dakika sonra beni aradı. Bu kadar erken kalkması tu­
haftı. Yine de oradaydı işte, sesi biraz boğuk geliyordu, biraz
dikkatli konuşuyordu, sanki benimle konuşurken birisi üstüne
tabanca doğrultmuş veya çok yakından seyrediyormuş gibi.
“Her şey yolunda mı?” dedim.
“Evet, evet, gerçekten.”
“Sesin iyi gelmiyor.”
Sinirle burnundan soludu. “Tatsız bir şey yaşıyorum.”
“Biliyorum Jesse,” dedim. Duraksadım. Araya girmedi.
“Gece görüşürüz öyleyse.”
“Prova yapabiliriz,” dedi.
“Evet, şey, öyleyse provadan sonra görüşürüz. T in a ’yla şa­
rap içersin.”
“Duruma göre bakarım, ” dedi.
Duruma göre bakarım. (Kan bankasına bağış yap filan de­
miştim sanki.)
Üstüne gitmemem gerektiğini, yoksa isyan e d e b i l e c e ğ i m Ç°k
yoğun bir şekilde hissettim. Çok gergindi. Hoşçakal d e d im -
Tuhaf bir şekilde güzel bir gündü, güneş göz kamaştın'

Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 199

c)VCjı, ağaçlar çıplaktı, bulutlar gökyüzünde hızla ilerliyordu.


Rüya gibi bir gündü.
T elefon tekrar çaldı. D onuk bir ses. Tonlamasız. “Yalan
jövlediğim için üzgünüm,” dedi jesse. Duraksadı. “Dün gece
uyuşturucu kullandım. Şimdi hastanedeyim. Kalp krizi geçiri­
yorum sandım; sol elim uyuşunca ambülans çağırdım.”
“Hassiktir,” diyebildim o kadar.
“Üzgünüm baba.”
“Neredesin?”
Hastanenin ismini verdi.
“Orası nerede ki?”
Telefonu eliyle örttüğünü işittim. Sonra açıp bana adresi verdi.
“Şimdi bekleme odasında mısın?” dedim.
“Hayır. Yanımda hemşireler var. Yataktayım.”
“Sakın bir yere ayrılma.”
Birkaç saniye sonra, giyinirken annesi aradı; sokakta bir
oyunun provasındaymış, öğle yem eğine gelebilir miymiş?
Tina’nın arabasına binip M aggie’yi aldım ve o aydınlık ikin­
di vakti hastaneye gittik; arabayı park ettim; koridorlarda beş
kilometre kadar yürüdük; acil servisin resepsiyon masasın­
daki birisiyle konuştum; kapılar açıldı; şakalaşan hemşirele­
rin, doktorların ve mavi üniformalı paramediklerin yanından
geçtik, sola saptık, sonra sağa saptık, 24 numaralı yatağa git­
tik. Jesse oradaydı. Ceset gibi beyazdı. Gözleri mermer gibiy­
di; dudakları kararmış ve kabuk bağlamıştı; tırnaklan kirliydi.
Başının tepesinde bir kalp m onitörü bipliyordu.
Annesi onu ahundan şefkatle öptü. Bense ona soğuk bir
edayla tepeden baktım. Kalp monitörüne baktım. “Doktor-
tir ne dedi?” dedim. Jesse’ye dokunamıyordum.
Telegram: @cinciva
200 David Gilmour

“Kalbim çok hızlı atıyormuş ama kalp krizi değilmiş.”


“Kalp krizi değil mi dediler?”
“Olmadığım tahmin ediyorlarmış.”
“Tahmin ediyoruz mu dediler, yoksa emini^ mi dediler?”
Annesi bana azarlarcasına baktı. Elimi Jesse’nin bacağına
koydum. “Ambülans çağırman iyi olmuş.” Umarım parasını
bana ödetmezler diyecektim az daha (ama kendimi tuttum)
Sonra Jesse ağlamaya başladı; beyaz tavana bakarken ya­
naklarından yaşlar süzüldü. “O kazandı,” dedi.
“Kim?”
“Chloe. O dışarıda eski erkek arkadaşıyla eğleniyor, bense
bu lanet olası hastanedeyim. O kazandı.”
Sanki bir çift güçlü parmak yüreğimi söküyormuş gibi his­
settim. Bayılacağım sandım. Oturdum. “Hayat çok uzundur
Jesse. Bu raundu kimin kazanacağım bilemezsin.”
“Bu nasıl oldu?” diye hıçkırdı. “Bu nasıl oldu?”
Göğsümün sarsılmaya başladığım hissediyordum. Tanrım,
riolur artık ağlamasın, diye düşündüm.
Jesse “O herifi aradı, herif de onu becerdi,” deyip bana
öyle ıstıraplı bir bakış fırlattı ki gözlerimi kaçırmak zorunda
kaldım.
“Durum biraz kötü görünüyor, biliyorum,” dedim.
“Evet, ” diye haykırdı, “çok kötü görünüyor. U y u y a m ıy o ­
rum, gözlerimi kapatamıyorum. Bu görüntüleri aklım dan
çıkaramıyorum.”
Ölecek, diye düşündüm.
“Böyle hissetmende kokainin payı büyük canım,” dedim-
“İnsanın savunmasını alaşağı eder. İşleri olduğundan kotu
gösterir.” Öyle faydasız, öyle zavallıca ve iğrenç bir şekilde

Telegram: @cinciva
FİLM K t l T B İ J 201

etkisiz sözlerdi ki. Bir buldozerin yolundaki taç yaprakları gi­


biydiler.
Tuhal bir sesle “Sahi mi?” deyince, bir cankurtaran yeleği­
ne elini uzatan bir adam gibi konuşması beni cesaretlendirdi.
On beş dakika konuştum; annesi gözlerini onun yüzünden
avırmıvordu. Durmadan konuştum; sanki karanlık bir odada
etrafı el yordamıyla yokluyor, parmaklarımla sağa sola do­
kunuyordum, bir cebe, bir çekmecenin içine, bir örtünün al­
tına, lambanın yanına; o “Sahi mi?” sözünün ruh halini ve
getirdiği anlık rahatlamayı tekrar yaşatacak uygun sözcükleri
anyordum.
“Bu kızı unutabilirsin, ama kokainle olmaz,” dedim.
“Biliyorum,” dedi.
Stüdyoya sırf prova yapmaya gittiklerini söyledi. Jack’in bir
şeyler bildiğini ve kendisinden gizlediğini gün boyu hisset­
miş. Belki de Chloe onu başından beri aldatıyormuş; belki de
Morgan dünyada bir numaraymış... falan filan.
uBana söylemediğin bir şeyler biliyor musun?” demiş.
Kız arkadaşı, C hloe’yi uzaktan tanıyan Jack “Hayır,” de­
miş; Jesse biraz üstelemiş. Hayır, yeni bir şey yokmuş, sadece
şimdiye kadar beş kez anlattığı durum varmış: yani Chloe’nin
Morgan’ı araması, Morgan’ın bir otobüse adayıp Londra,
Ontario’ya gitmesi; akşamı dairede “cidden hoş” şarkılar din-
kyerek geçirmeleri. Sonra Chloe onunla yatmış. Jack bundan
fazlasını cidden bilmiyormuş.
Sonra birisi kokain çıkarmış. Yedi saat sonra, herkes uyur­
un Jesse halıya diz çöküp yerde kokain aramaya başlamış.
Sonra kolu uyuşmuş; dışarı çıkmış, dışarısı ışı1 ışılmış, ara­
balar parlıyormuş, açık bir bar bulmuş; ambülans çağırması
Telegram: @cinciva
202 D avid G flm our

gerektiğini .söylemiş; barmen “Burada öyle şeyler yapmayız ”


demiş.
Bunun üzerine Jesse bir telefon kulübesine gitmiş, ya.
kit artık öğlene geliyormuş, dünya fırıl fırıl dönüyormuş,
çok korkunçmuş, 9 İTİ aramış. Kaldırım a o tu ru p beklemiş.
Ambülans gelmiş; onu arka tarafa yatırmışlar. Hastaneye gi­
derlerken Jesse arka pencereden dışarı bakmış; güneşli so­
kakların geride kaldığım görebiliyormuş; bir hem şire ona ne
aldığım sormuş; ailesinin telefon num arasını istemiş; Jesse
vermemiş.
“Sonra pes ettim /’ dedi. “Pes edip onlara her şeyi anlattım.”
Bir an kimse konuşmadı; öylece oturup, eliyle yüzünü örten
solgun oğlumuza baktık.
“Yapmamasını istediğim tek şey buydu,” dedi. “Tek şey.
Neden o tek şeyi yaptı?” Soluk, çocuksu çehresinde şu dü­
şünce okunuyordu: Yatakta neleryapmışlardır kimbilir.
“Boktan bir şey yapmış,” dedim.
D oktor geldi, genç bir Italyan adam dı, keçi sakallı ve bı­
yıklıydı; sırım gibiydi; Jesse’ye “Biz buradayken doktorla açık
konuşabilir misin?” dedim.
“Bu önemli,” dedi doktor, birisi zekice bir espri yapmışça-
sına, “açık konuşmak önemli.”
Jesse evet dedi. D oktor bazı sorular sordu; Jesse’nin kal­
bini ve sırtım dinledi. “V ücudun kokaini sevm iyor,” dedi gü­
lümseyerek. “Sigarayı da sevmiyor anlaşılan.” D oğruldu.
“ Kalp krizi geçirmemişsin,” dedi. Anlayam adığım bir açık­
lama yaptı, yumruğunu sıkarak bir kalbin durm asını taklit etti.
Telegram: @cinciva
“Ama şunu söyleyeyim. Senin yaşında biri buraya kalp krizi
yüzünden geliyorsa sebebi m udaka kokaindir. M udaka.”
FİLM KULÜBÜ 203

Sonra doktor gitti; üç saat sonra biz de gittik; jesse’nin an­


n e s in i metroya bıraktım. Jesse’yi evime geri götürdüm. Tam
garaj yoluna girerken tekrar ağlamaya başladı. “O kızı çok
özlüyorum,” dedi. “Çok.”
O zam an ben de ağlamaya başladım. “Sana yardım etmek
için her şeyi yapanm, her şeyi,” dedim.
Öylece oturup ağladık.

Telegram: @cinciva
© N ¡B E ŞİN C İ
BÖLÜM

| SüNRA BİR M U C İZ l? G R R Ç H K L K Ş T İ (ama bel-


| ki de şaşırtıcı değildi). Kariyer düşkünü Chloe tereddüte
4 kapılmış anlaşılan. Söylentilere göre Morgan’ı terk etmiş.
I Yoklama çekmeye girişmiş. C h loe’nin en iyi arkadaşı bir
| partide “ tesadüfen” Jesse’yle karşılaşmış ve ona Chloe’nin
4 “onu çok ama çok özlediğini” söylemiş.
1 Jesse’nin yüzüne tekrar renk gelmiş gibiydi; yürüyüşün-
I de bile gizleyemediği bir canlılık vardı. Bana bir şarkı çaldı;
sonra bir tane daha; Corrupted Nostalgia’nın işleri yaver
■ gidiyor gibiydi. Queen Sokağı’ndaki bir barda çalıyorlardı.
* Onları izlemeye gitmem hâlâ yasaktı.
Gömülü Hazineler programımızın cazibesini yitirmeye
- başladığını hissedince başka şeyler aramaya başladım. Yaz-
\ makla ilgili bir şeyler bulmalıydım, çünkü Jesse artık buna
dgi duyuyor gibiydi. Sonra buldum: senaryoları gayet iyi ya­
zılmış filmler seyredecektik. Woody Allen’ın Manhattan\m
= (1979) tekrar izleyecektik. Ucu% Koman\ da (1994) tekrar

Telegram: @cinciva
206 D a v id G flm ou r

izleyecektik, ama iyi bir senaryoyla eğlenceli bir senarvo


yu birbiriyle karıştırmadan, i Jcııy Roman çok eğlenceli olsa
da, diyalogları mükemmel ve ilginç olsa da, insani açıdan
sıfırdır. Jesse’ye bir ara Çehov’un bir Moskova tiyatrosun
da İbsen’in Bebek E v i oyununu seyrederken bir arkadaşına
dönüp “Ama gerçek hayatta böyle olmaz ki,” deyişini anlat
mayı aklıma koydum.
Öyleyse neden ona Louis Malle’nin Vanya 42. Cadde’de’ûm
(1994) izletmiyordum? Evet, Çehov için fazla gençti, onu sı
kabilirdi, ama Wally Shawn’in sızlanan, şikayet eden, romantik
Vanya’sına, özellikle de Profesör Serybryakov hakkında atıp
tutmasına bayılacağım tahm in ediyordum. “Adam bir çiftlik
makinesi gibi, çıkardığı şeyler kimsenin umurunda değil!”
Evet, Jesse, Vanya’yı severdi. “ Kendini asmak için mü
kemmel bir gün!”
Sonra tatlı niyetine ona Sahip O lm ak y a da Olmamak\
(1944) izletecektim. Bu film Hem ingway’in romanından
uyarlanmıştı (Hemingway o sıralar kafayı yemişti, bol bol
martini içiyor, hap kullanıyor, sabahın dördünde saçma sa
pan şeyler yazıyordu); senaryosu E olita’ya bayılan William
Faulkner’a aitti; sahildeki otelin üst katındaki, BacaU’ın ken
dini B ogart’a şöyle diyerek sunduğu sahne müthişti: “Bir
şey yapmana veya söylemene gerek yok; ıslık çal yeter. Islık
çalmayı bilirsin, değil mi Steve? Dudaklarını büzüp nefes
vereceksin o kadar.” Senaryo birinci sınıftı.
Laf açılmışken, ona David M am et’in (işte gövde göste
risini seven bir adam) A m erikalılar inı (Glengarty Gien R°S)'
1992) izlettim. Üçüncü sınıf emlakçıların çalıştığı bir ş'r
kettekiler bir “motivasyoncudan” azar işitirler. "H/n/k ?u
Telegram: @cinciva
F İL M K U LÜ B Ü 207

kahveyi,” der Alec Baldwin, şaşkın Jack Lem on’a. “Kahve


jş bitiriciler içindir.”
Planım buydu. Sonra belki bir film noir daha izlerdik, Pic-
fcup on South Street\ (1953)... Keyifli olacaktı.
Sonra N o e l tatili geldi; geceleyin Jesse’yle dışarıda otu ­
ruyordum, ince ince kar yağarken. Kış göğünü tarayan ışıl­
daklar kimbilir ne arıyor, kimbilir neyi kutluyorlardı. Jesse,
Chloe Stanton-M cC abe’yi ne görm ü ştü, ne de onunla ko­
nuşmuştu; kız telefon etm em iş, e-p osta gönderm em iş, ama
bu aralar ailesiyle bir hafta geçirm ek için dönecekm iş. Bir
parti düzenlenecekm iş. Jesse on u orada görürm üş.
“Ya yine aynı şeyi yaparsa?” diye sordu.
“Neyi yaparsa?”
“Adamın tekiyle birlikte giderse.”
Artık kendim den em in konuşm am ayı öğrenm iştim ; M or­
gan m eselesi beni gafil avlamıştı.
“Tolstoy ne der biliyor m usun?” dedim .
“Hayır”
“Bir kadın, insanı asla aynı şekilde iki kez incitem ez,”
der.
Tek yönlü sokağım ıza bir araba tersten girdi; ikim iz de
seyrettik. “Sence bu doğru m u?” dedi.
Düşündüm. (Jesse her şeyi anımsıyor. Vaatlerine dikkat
ct-) Beni terk etm iş sevgililerim in listesini hızla taradım (şa­
şılacak kadar uzundu). E vet, bir kadının beni ikinci seferde
¡İkindeki kadar incitm ediği doğruydu. Am a aynı zamanda
genellikle aynı kadın tarafından ikinci kez incitilebilm e şan­
ona sahip olmadığımı da fark ettim. M utsuz sevgililerim
kaçtılar mı geri dönmüyorlardı.

Telegram: @cinciva
208 Davfd G ilm otır

“Evet,” dedim biraz sonra. “Bence doğru.”


Birkaç gece sonra, N o e l’e sadece birkaç gün kalmışken
ağaçla uğraşıyordum, ışıkları yanıp sönüyordu, bazıları çak
şıyordu, bazılarıysa çalışmıyordu, bu içinden çıkılmaz fizik
bulmacasını ancak karım çözebilirdi; o sırada merdivenden
tanıdık sesler geldiğini, paldır küldür inildiğini işittim, oda­
ya yoğun bir deodorant kokusu doldu (sanki bisiklet pom­
pasıyla sıkılmıştı) ve genç prens kaderini keşfetmek üzete
soğuk geceye çıktı.
O gece eve dönm edi; ertesi sabah telesekretere erkeksi,
yetişkin bir sesle mesaj bıraktı; çim enlik yeni yağmış karla
kaplanmıştı, güneş yükselm ekteydi. Jesse ikindi vakd geri
döndü, geçirdiği akşamı neyse ki kısaca ama güzelce özet­
ledi. Partiye gitmiş; beyzbol şapkalı, b ol göm lekli, kapşonlu
hırkalı birkaç arkadaşı birlikte geç bir vakitte içeri girmiş;
Chloe oradaymış, sigara dum anlı kalabalık salonun orta­
sındaymış, bangır bangır m üzik çalıyorm uş. Birkaç dakika
konuştuktan sonra Chloe “Bana öyle bakmaya devam eder­
sen seni öpm ek zorunda kalacağım,” dem iş. (Tanrım, böyle
lafları nereden öğreniyorlar? Böyle partilerden önce evde
Tolstoy mu okuyorlar?)
Jesse sonrasım ayrıntılı anlatmadı (neyse ki). Partide kal­
mışlar; ikisinin de acelesi yokmuş; sanki son birkaç ay içinde
olanlar gerçek değilmiş tuhaf bir şekilde. (Oysa gerçekti ve
sonradan onlar hakkında bol bol konuşacaklardı.) Şimdilik
frensiz bir bisikletle bir tepeden aşağı inmek gibiymiş; iste­
seniz bile duramazsınız.
Film kulübünü düşününce, o gecenin sonun başlangıcı ol­
duğunu anlıyorum. Jesse’nin hayatında yeni bir dönem açtı-

Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 209

O sırada anlaşılmıyordu; o sırada her şey aynı gibiydi, sanki


Chloe m eselesi hallolduğuna göre artık film kulübüne geri
dönebilecektik.
Ancak bunları yazarken bile ihtiyatlıyım. David
Cronenberg’le yaptığım son röportajda iç karartıcı }>> göz­
lemde bulunduğumu, çocuk yetiştirmenin bazı şeylere peş
peşe veda etm ek olduğunu, önce bebek bezlerine, sonra
kar kıyafetlerine, nihayetinde de çocuğunuza veda ettiğinizi
söylediğimi hatırlıyorum. Kendisinin de yetişkin çocuklan
olan David C ronenberg araya girip “Evet, ama cidden gidi­
yorlar mı?” deyince “Gençliklerini sizi terk etmekle geçiri­
yorlar,” demiştim.*
Birkaç gece sonra inanılmaz bir şey oldu. Jesse beni canlı
performansına davet etti. Bir zamanlar Rolling Stones’un
konser verdiği, köşenin ardındaki kulüpte çalıyordu; başba­
kanımızın eski karısı o gece Rolling Stones’un gitaristlerin­
den birini götürm üştü sanırım. Jesse’nin bir sene önce beni
kovduğu yerdi. Kısacası hatırı sayılır bir geçmişe sahip bir
mekândı.
Sabahın birinden ön ce ön kapıya gelm em ve uslu dur­
mam söylendi, ki Jesse’nin bundan kastı sevgi gösterisinde
bulunup da onun tehlikeli, heteroseksüel, sert “sokak ada­
mı” imajım zedelem em em gerektiğiydi. Bunu hemen kabul
ettim. Tina davet edilmedi; hayran hayran bakan, gözleri
yaşlı iki yetişkin... bu kadan fazla olurdu. Tina buna hiç iti­
raz etmedi. Pek yağlı olmayan, zayıf bir kadındır ve gecenin
bir vakti, buz gibi havada, Ontario G ölü’nden gelen don­
durucu rüzgârların eşliğinde bir kuyrukta kırk beş dakika
beklemektense merakım gidermemeyi yeğledi.
Telegram: @cinciva
210 David Gfilmour

O gece yarımda buz tutmuş kaldırıma çıkıp parktan geç.


tim. Chinatown’daki ıssız bir sokakta yürüdüm; gölgelerde
kediler ağza alınmaz şeyler kemiriyorlardı. Köşeden saptım
ve arkamdan rüzgâr eserken El M ocam bo’nun ön kapıla­
rına kadar yürüdüm. Orada yine aynı genç adamlar grubu
bekliyor gibiydi, sigara içiyorlardı, küfrediyorlardı, gülüyor­
lardı, donan nefesleri yüzlerinin hem en önünde konuşma
balonları gibi asılı kalıyordu. Jesse de oradaydı. Hemen ya­
nıma geldi.
“İçeri giremezsin baba,” dedi. Panik halinde gibiydi.
“Neden?”
“Ortam iyi değil.”
“Nasıl yani?”
“Çok kişi yok; bizden önceki grup sahnede çok kaldı; se­
yircilerin bir kısmını kaybettik...”
Bu kadarı yeterdi. “Buz gibi havada beni bu saatte sıcak
yatağımdan kaldırdın; giyinip apar topar buraya geldim; saat
sabahın biri, bunu günlerdir bekliyorum ve şimdi kalkmış
giremezsin diyorsun, öyle mi?” dedim.
Birkaç dakika sonra beni m erdivenden çıkardı; beni bir
keresinde girmeye çalışırken yakaladığı yerden, a n k e s ö rlii

telefonun önünden geçtik. (Zaman ne çabuk geçiyor.) Kü­


çük, basık tavanlı bir salona girdim, çok karanlıktı ve bir
ucunda ufak bir kare şeklinde sahne vardı. Sahnenin y a n ın ­

daki sandalyelerde birkaç sıska kız oturuyordu. B a c a k la r ın ı

sallıyor ve sigara içiyorlardı.


Jesse boşuna kaygılanmıştı; sonraki on dakika içinde saç
fıleli tıknaz zenci gençler ve siyah göz kalemi çekmiş uzun

boylu kızlar geldi (rakun hayaletleri gibiydiler). Chloe de

Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 211

geldi. Burnunda elmas iğnesiyle ve uzun sarı saçıyla. (Jesse


haklıydı, kız sahiden de film yıldızı gibiydi.) Beni yaz ta­
tilinde okul m üdürüyle karşılaşmış bir kolejli kızın neşeli
kibarlığıyla selamladı.
Uzak köşeye, devasa siyah küplerin arasına oturdum (işe
yaramayan hoparlörler m iydiler yoksa tahta kasalar mıydılar
bilmiyorum). O rası o kadar karanlıktı ki yanımdaki iki kı­
zın yüzlerini görem iyordum . A m a parfüm lerinin kokusunu
alabiliyor v e şen şakrak, küfürlü konuşm alarını duyabiliyor­
dum.
Jesse yerimden ayrılmamamı söyleyip gitti. Halletmesi ge­
reken “bir mesele” varmış.
Karanlıkta oturarak, neredeyse dayanılmaz bir kaygıyla
bekledim. Beklemeye devam ettim. Başka gençler geldi;
içerisi canlandı; sonunda sahneye bir genç adam çıktı ve
tezahüratlar eşliğinde seyircilere Corrupted Nostalgia’yı al­
kışlamalarını söyledi!
Corrupted Nostalgia sahneye çıktı. Sırık gibi iki oğlan,
Jesse’yle Jack; “Angels” başladı, Jesse mikrofonu dudakları­
na götürdü ve o suçlayıcı şarkı sözlerini söylemeye başladı,
Tristan’ın İsolde’ye sitemi gibiydi, Chloe bana sırtım dön-
nıüş halde ayakta duruyordu, Morgan ortalıkta yoktu, bazı
seyirciler ellerini sahneye uzatıyorlardı.
işte oradaydı, Jesse, sevgili oğlum, benden soyutlanmıştı,
benimle ilgisi yoktu, sahnede doğal bir otoriteyle geziniyor­
du. Bu başka bir oğlumdu; onu ilk kez görüyordum.
Hınçlı, aşağılayıcı şarkı sözleri sürüyordu, Chloé sallanan
kalabalığın ortasında duruyordu, o vahşi saldırıdan sakın­
mak istercesine başım biraz yana çevirmişti; seyircilerin inip

Telegram: @cinciva
212 D avid G ilm our

kalkan kolları sahneye doğru ağaç dalları misali uzanıyor


du...
Jesse’yle beni pek çok şey bekliyordu: birkaç ay sonra
“A ngels”a klip çekti*; “kız” rolünü Chloe oynadı, çünkü
kiraladıkları aktris kokain alemine dalıp çekimlere gelme
di. Jesse benim le Le Paradis’de akşam yemeği yemeyi, sun
durmada Tina’yla sigara içm eyi sürdürdü (şimdi bunları
yazarken bile fısır fısır konuştuklarını, seslerinin yükselip
alçaldığım duyuyorum); film izlem eye devam ettik, ama
artık sinemaya gidiyoruz, sol tarafta, önden dokuzuncu ya
da onuncu sırada oturuyoruz, “bizim yerim izde”. Jesse’nin
Chloe Stanton-M cC abe’yte kavga edip barıştığı oldu; ak
şamdan kaldığı, zam an zam an özen siz davranışlar sergile
diği, durup dururken aşçıük üstüne yazmakla ilgilendiği,
Japon bir şefin yanında zor bir çırakük dönem i geçirdiği ve
İngiüz müzik dünyasını “ fethetm eye” çalışıp başarısızlığa
uğradığı oldu (“Onların kendi rapçıları varmış baba!”).
Ayrıca Rebbecca N g (başka kim olacaktı ki?) hukuk fakül
tesinde ikinci sınıftayken şüphe uyandırıcı bir doğumgünü
kartı gönderdi.
Sonra bir gün -sanki durup dururken- Jesse “Okula geri
dönm ek istiyorum,” dedi. K endini cezalandırmak istercesi
ne üç aylık bir hızlandırılmış programa yazıldı: matematik,
biüm, tarih, önceden başarısız olduğu bütün dersler. Sınıtta
saatlerce kıçının üstünde oturmaya katlanabileceğim sannıı
yordum. O kadar çok ödevi vardı ki. Ama yine yanıldım.

* K. N : A rtık J e s s e -v e ta b i J a c k v e C h lo e - ile ta n ış m a k is te rs e n iz , in te rn e tle “Cor

Telegram: @cinciva
r u p te d N o s ta lg ia - A n g e ls ” a ra m a s ı y a p a r a k k lıb e u la şa b ilirsin iz .
F İL M K U LÜ B Ü 213

bskiden taşrada lise öğretm enliği yapan annesi ona


Greektown’daki evinde ders verdi. Her şey yolunda gitme
di, özellikle de matem atik. Jesse bazen mutfak masasından
hiddet ve sıkıntıdan titreyerek kalkıyor, bloğu deli gibi tur
luvormuş. A m a mutlaka geri geliyorm uş.
Orada kalmaya başladı... böylece “sabahları hem en ders
çalışmaya başlayabiliyorm uş” . Sonra evim e gelmeyi tama
men kesti.
Final sınavından ö n c e beni aradı. “Sonuç ne olursa ol
sun,” dedi, “gerçek ten denediğim i bilm eni istiyorum.”
Birkaç hafta sonra p osta kutum a beyaz bir zarf bırakıl
dı; Jesse’nin sundurm a m erdiveninden çıkmasını, mektubu
çıkarıp titreyen elleriyle açm asını, satırları okurken başının
hareket etm esini izlem ek te zorlandım .
“Başardım,” diye bağırdı yüzünü kaldırıp bakmadan, “ba
şardım!”
Tekrar evim e yerleşm edi. A n n esin d e kaldı, sonra da okul
da tanıştığı bir arkadaşıyla daire tuttu. Sanırım bir kızla ilgili
bir sorun yaşadılar ama hallettiler. Veya halletmediler. Ha
tırlayamıyorum.
Büyük Senaryolar program ına asla başlayamadık. Vakti
miz yetm edi. Ö n em li değildi sanırım, nasılsa izleyemediği
miz filmler olacaktı hep.
Jesse büyüyüp film kulübünü geride bırakü ve bir bakıma
beni de geride bıraktı, babasının çocuğu olmayı geride bırak
ö- Bu aşamanın yıllarca yavaş yavaş yaklaşuğı belliydi, ama
sonra birden geliverdi. İnsan metin olmazsa sarsılabiliyor.
Bazı geceler Jesse’nin üçüncü kattaki yatak odasının
önünden geçiyorum ; girip yatağının kenarına oturuyorum;
Telegram: @cinciva
214 D avid G flm o u r

Jesse'nin yokluğu inanılm az geliyor ve ilk birkaç ay o odaya


girm ek üzücü oldu, jesse’nin yatağının yanındaki sehpaya
C hunking E kspresi’ni bıraktığını fark ettim ; artık bu filme
ihtiyacı vok; ondan gerekeni aldı ve filmi geride, deri döken
bir yılan misali bıraktı.
O yatakta o tururken Je sse ’nin artık eskisi gibi gelm eyece
ğini fark ediyorum . A rtık bir m isafir olacak. A m a bir genç
adam ın norm alde kendini eb eveyninden soyutlam aya baş
ladığı bir dönem de o üç yılı yaşam ak ne tu h af, m ucizevi,
beklenm edik bir lütuftu.
Ve işsiz olduğum için, o kadar ço k b o ş v aktim o lduğu için
ne şanslıydım (o zam anlar öyle g elm ese de). G ü n d ü z lerim ,
akşam larım , ikindilerim b o ştu . Zamanım vardı.
Hâlâ bir A bartılm ış Film ler p ro g ra m ın ın hayalini kuru
yorum ; Çöl A slanı (1956) h akkında ve o film in şaşırtıcı bir
şekilde yere göğe sığdırılam am ası, yapılan salakça analizler
hakkında konuşm aya can a tıyorum ; veya G e n e K elly’nin
Yağmur A ltında daki (1952) habis sahteliği h a k k ın d a konuş
maya. Jesse’yle ben im yine birlikte g eçirec e k zam anım ız
olacak, am a öyle bir zam an değil, b ir in san la birlik te yaşa
m anın gerçek özelliği olan o gayet tek d ü z e ve b a z e n sıkıcı
zam an değil, sonsuza dek süreceğini sandığınız ve g ü n ü n
birinde ansızın sona eriveren zam an değil.
Jesse’nin yaşayacağı başka pek ç o k şey vard ı, ü niversitede
ki ilk günleri, üstünde ism i ve fo to ğ rafı yer alan b ir öğrenci
kartına sahip olm anın ifade edilem ez hazzı, ilk ö d e v i (“Jo
sep h C o n ra d ’ın Karanlığın Kalbi R o m an ın d ak i Ç o k lu A nla

Telegram: @cinciva
n c ıla n n Rolü”), okul çıkışı ilk kez b ir üniv ersite arkadaşıy
la bira içm esi. A m a şim dilik sadece b ir sa h n e d e m ik ro fo n
FİLM KIJI İIIHJ 21*»

tu ta n uzun boylu bir delikanlı o kadar. Karanlıkta, o kayak


ceketli ve rakun gözlü kızların arasında otururken çaktır
m adan biraz ağladığımı itiraf ediyorum. Neden ağladım bil
m iyorum ... Jesse’ye, o haline, zamanın geri döndürülemez
liğine ağladım galiba; bu arada Çılgın KomantikXtY\ şu söz
a klım dan çıkm ıyordu: “ Harikasın, harikasın, harikasın!”

Telegram: @cinciva
TEŞEKKÜR

Akrabalarınızla ilgili bir kitap yazmak, özellikle de onlara


tapıyorsanız, zor bir deneyimdir ve yakın zamanda yineleye­
ceğimi sanmıyorum. Bu konuda önce oğlum Jesse’ye, kendi­
sini iyi yansıtacağıma güvendiği ve yazdıklarımı yayınlatma­
ma okumadan izin verdiği için teşekkür etmeliyim. Onu ve
yaşadıklarını uygun bir şekilde aktarabildiğimi umuyorum.
Annesi Maggie Huculak’a da, burada sayamayacağım kadar
çok şey için teşekkür ederim. Aynca kızım Maggie Gilmour
(artık büyüdü ve California’da yaşıyor), bu öyküde yer almasa
da, hayatımda çok önemli ve vazgeçilmez bir yer tutmaktadır.
Annesi Anne Mackenzie’ye neredeyse kırk yıllık bir teşekkür
~ve muhtemelen para- borçluyum.
Bu kitabı editörüm ve yayıncım olan Patrick Crean’a, ya­
rarlık hayatımı kurtardığı için adadım; aynca ajanım Sam
^iyate’ye kimsenin aramadığı zamanlarda sergilediği ilgi
Ve Şevk için teşekkür ederim. Twelve’deki Jonathan Carp’a;
Tolstoy işi için Marni Jackson’a ve Queen Video’da çalışan,
er* önemsiz filmler için bile yorulmadan, uzun uzadıya açık-
krnalar yapan delikanlılarla kızlara teşekkürler. Her zamanki
Telegram: @cinciva
118 David Gflm our

gibi, bu kitabın bazı kısımlarını yazdığım Le Paradis restora­


nındaki garsonlara teşekkür etmeliyim.
Ayrıca karım Tina Gladstone’un sevgisi ve ısrarlı desteği ol­
masa, bu kitaba... veya bana neler olurdu bilemiyorum tabii.

Telegram: @cinciva
KİTAPTA BAHSEDİLEN
FİLMLEM*

2001: Bir Uzay Destanı / 2001: A Space Odyssey


39 Basamak / 39 Steps
400 Darbe / The 400 Blows
52 Pick Up
80 Günde Devr-i Alem / Around the World in 80 Days
81/2
A Hard Day’s Night
Affedilmeyen / Unforgiven
Aguirre, Tanri’nm Gazabı I Aguirre, the Wrath of God
Amerikalılar / Glengarry Glen Ross
Annie Hall
Arka Sokaklar / Mean Streets
Asi Kabadayı / Hombre
Aşk ve Para / Out of Sight
Aşktan da Üstün / Notorious

Baba / The Godfather


Baba II / The Godfather: Part II
Bay Majestik / Mr. Majestyk
Bazıları Sıcak Sever / Some Like It Hot
Beterböcek / Beetlejuice
Bela / Duel
Bir Avuç Dolar / A Fistful of Dollars
Bir Başka Kadın / Another Woman
Telegram: @cinciva
(Bazı film isimlerinin çevirilerinde, benimsenmiş Türkçe isimleri kullanılmıştır.)
220 David Gflmour

Bisiklet Hırsızları / The Bicycle Thief

Caniler Avcısı / Night of the Hunter


Carlito’nun Yolu / Carlito’s Way
Chunking Ekspresi / Chunking Express
Cinnet / The Shining

Çılgın Romantik / True Romance


Çin Mahallesi / Chinatown
Çöl Aslanı / The Searchers

Derin Uyku / The Big Sleep


Devlerin Aşkı / Giant
Domino
Dr. No
Dr. Strangelove or: How I Learned to
Stop Worrying and Love the Bomb

Eddie Coyle’un Arkadaşları / The Friends of Eddie


Coyle

Fahişe / Klute
Full Metal Jacket

Gangsterin Kaderi / Bullitt


Gece Kımıltıları / Night Moves
Gecelerin Adamı / Un Flic
Gençlik Yılları / American Graffiti
Gizli İlişkiler / Internal Affairs
Gizli Teşkilat / North by Northwest

Hannah ve Kız Kardeşleri / Hannah and Her Sisters


Hırsız / Thief

Ishtar

Telegram: @cinciva
FİLM KIJLLIBII 221

İguana Geceleri / Night of the Iguana


İhtiras Tramvayı / A Streetcar Named Desire

Jackie Brown
Jaws

Kahraman Şerif / High Noon


Kalp Mırıltısı / Murmur of the Heart
Kanunun Kuvveti / The French Connection
Kazablanka / Casablanca
Kıyamet / Apocalypse Now
Kim Korkar Hain Kurttan / Who’s Afraid of Virginia
Woolf
Kiralık Katil / Le Samourai
Kirli Harry / Dirty Harry
Köpekbalıklarıyla Dans / Swimming With Sharks
Kötü Ruh / Poltergeist
Kuşatma Altında / Under Siege

Leon
Lolita

Magnum Gücü / Magnum Force


Manhattan
Mavi Kadife / Blue Velvet
Miami Vice (televizyon dizisi)
Muhteşem Gatsby / The Great Gatsby
Mutlak Güç / Absolute Power

Nikita I La Femme Nikita

Onibaba
Orman Ateşi / Jungle Fever

Ölü İkizler / Dead Ringers

Telegram: @cinciva
222 D avid G flm our

Ölüm Bölgesi / Dead Zone


Özel Bir Kadın / Pretty Woman

Paris’te Son Tango / Last Tango in Paris


Pickup on South Street
Plenty

Ran
Rezervuar Köpekleri / Reservoir Dogs
Rıhtımlar Üzerinde / On the Waterfront
Riding the Rap
Ridgemont Lisesi’nde Hızlı Günler / Fast Times at
Ridgemont High
RoboCop
Rocky III
Roma Tatili / Roman Holiday
Rosemary’nin Bebeği / Rosemary’s Baby

Sahip Olmak ya da Olmamak / To Have and Have Not


Sapık / Psycho
Seksi Hayvan / Sexy Beast
Sevgili Anne / Mommie Dearest
Showgirls
Son Ayrıntı / The Last Detail
Sonsuz Ölüm / Butch Cassidy and the Sundance Kid
Stardust Anıları / Stardust Memories
Stick
Suçlar ve Kabahatler / Crimes and Misdemeanors

Şahane Hayat / It’s A Wonderful Life


Şeytan / The Exorcist
Şike / Quiz Show

Tarayıcılar / Scanners
Tatlı Hayat / La Dolce Vita

Telegram: @cinciva
FİLM KULÜBÜ 223

Teksas Katliamı / The Texas Chainsaw Massacre


Temel İçgüdü / Basic Instinct
The Late Show
Tiffany’de Kahvaltı / Breakfast at Tiffany’s
Tootsie
Tut Şu Bücürü / Get Shorty

Ucuz Roman / Pulp Fiction


Uzaylıların 9 Numaralı Planı / Plan 9 From Outer Space

Üçüncü Adam / The Third Man


Ürpertiler / Shivers
Üvey Baba / The Stepfather

Vanya 42. Cadde’de / Vanya on 42nd Street

Walton Ailesi / The Waltons (televizyon dizisi)

Yağmur Altında / Singin’ in the Rain


Yanardağın Altında: Malcolm Lowry’nin Yaşamıyla ve
Ölümüyle İlgili Bir Araştırma / Under the
Volcano: An Inquiry into the Life and Death of
Malcolm Lowry
Yaralı Yüz / Scarface
Yaratık / Alien
Yurttaş Kane / Citizen Kane

Telegram: @cinciva

You might also like