You are on page 1of 38

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERS NOTLARI

-1
KONU 1: Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi’ne İlişkin
Temel Kavramlar (İnkılâp, Devrim, Islahat, Tanzimat, Hükümet
Darbesi vb.) ve Tarih Bilinci.
Geçmişte yaşanmış ve insan faaliyetiyle bağlı olan olayların neden ve
sonuçlarıyla birlikte yer ve zaman belirtmek suretiyle kaynaklara
dayanarak araştırılmasına, incelenmesine Tarih denir.
Her günlük olay değişik menşeli ve ritimli hareketleri bir araya
getirir. Bu günün olayları dünden, daha evvelden, çok eskilerden
kaynaklanır. Yani tarihte süreklilik ve neden-sonuç ilişkisi söz
konusudur. Olaylar, zincir halkası gibi birbirlerine bağlıdır.
Peki, o zaman tarih ne işe yarar? Tarih insanın kendisini bilmesine
yardımcı olur. Genellikle insanın kendisini bilmesinin çok önemli olduğu
düşünülür. Kendisini bilmesi de, yalnız kişisel özelliklerini ve kendisini
başka kimselerden ayıran unsurları değil, insan olarak kendi tabiatını
bilmesidir. Kendini bilmek, önce insan olmanın ne demek olduğunu
bilmektir. Kendini bilmek ne yapabileceğini bilmektir. Hiç kimse de ne
yapabileceğini denemeden bilemeyeceği için, insanın yapabilecekleri
konusunda elindeki tek ipucu yapmış olduklarıdır. Öyle ise tarih, insanın
ne yaptığını, dolayısıyla ne olduğunu bize öğreten bir bilim koludur.
Geçmiş, bugünün ışığında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak
geçmişin ışığında anlayabiliriz. İnsanın geçmiş toplumu anlaması ve
bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sağlamak tarihin çifte
işlevidir.
Tarih bir ulusun nelere yetenekli olduğunu ve neleri
başarabilme gücünde olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur.
İnsan bugünkü işleri anlamak için, dünkü işleri bilmeye mecburdur.
Bir insan geçmiş yıllarına bakarak tutum ve davranışlarını söz konusu
geçmişin ışığı altında ayarlamak, düzenlemek durumundadır. Geçmişini
tanımayan, unutan bir insan hafızasını yitirmiş, hayatta uçsuz bucaksız bir
boşluk içindedir. Çünkü geçmişten kazandığı deneyim ve birikimlerini, yeni
tutum ve davranışlarında kullanamaz, kendini yönlendiremez.
Her bir birey toplumdan, milletinden soyutlanmış olarak ayrı bir
şekilde yaşamadığı için, yukarıda tarih ve birey, insan bağlamında
anlatılanlar aynı zamanda toplumlar, milletler için de geçerli hususlardır.
Yukarıdaki bağlamda tarihi bilmek, anlamak, öğrenmek, ondan dersler
çıkarmak toplumlar, milletler için de önemlidir.
Toplulukları, milletleri birleştiren en güçlü bağlardan biri
üyelerinin ortak tarih bilincidir. Buna Kollektif tarih bilinci denir.
Bir de fertlerin tarih bilinci vardır. Ferdin tarih bilinci edinmesinde
onun tecrübeleri, dünya görüşünü ve yaşam tarzını şekillendiren olaylar,
ailesi, mensup olduğu toplumsal sınıf, ekonomik durumu tayin edici bir rol
oynarlar. Oysa toplumların (milletlerin) tarih bilinçleri(Kollektif
Tarih Bilinci) , tarih bilgisi sayesinde oluşur. Uzun bir zamanın ürünü
olarak ortaya çıkar; bu uzun zaman içinde bir içtimaî (sosyal) bilince
ulaşılır ki bu da kollektif bilinçtir. Kollektif bilinç, toplumun etrafında

1
birleştiği değerler bütününü ifade eder. Toplumsal bilinci oluşturan en
önemli unsure geçmiştir.
Bu bağlamda, farklı isim altında yazılan ve okutulan Türkiye
Cumhuriyeti tarihi (Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi) Türk milletinin tarih
bilincinin oluşumunda ve gelişiminde önemli bir dönemeci ifade
etmektedir.
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ’NİN TÜRK
TARİHİNDEKİ YERİ
Cumhuriyetin kurulmasından sonra yeni yaklaşımla ele alınan Türk
Tarihi, tarihçiler tarafından aşağıdaki başlıklar altında incelenmektedir:
1. İslamiyetten Önceki Türk Tarihi (Hun, Göktürk vb.)
2. İslam Medeniyeti Dairesinde Türk Tarihi (Karahanlı, Gazneli,
Selçuklu, Osmanlı vb.)
3. Batı Medeniyyeti Dairesinde Türk Tarihi (Türkiye Cumhuriyeti
Tarihi)
Yukarıda tarihteki süreklilikten bahsedilmişti. Bu anlamda “Atatürk
İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Genel Türk Tarihinin devamını ve son
halkasını oluşturmaktadır.” denilebilir.
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERSİNİN KISA
TARİHÇESİ
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi dersinin kökeni 1925 yılında
verilen “İhtilaller Tarihi” dersine kadar götürülebilir. Ankara Adliye
Hukuk Mektebi’nde bu adla verilen dersin amacı, Türk inkılâbının
özelliklerini anlatmak ve kendisinden önce yapılan inkılâp
hareketleriyle karşılaştırmalı bir biçimde incelemekti.
Dersin düzenli olarak üniversitelerde okutulmaya başlaması ise,
1933 yılında İstanbul Üniversitesi bünyesinde İnkılâp Tarihi
Enstitüsü’nün kurulması ile gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde
okutulan dersin adı Türk İnkılâp Tarihi olmuştur.
4 Mart 1934’te dönemin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet
Bayur’un İstanbul Üniversitesi’nde, 20.03.1934’te de Başbakan İsmet
İnönü’nün Ankara’da ilk dersi vermeleri, İnkılâp Tarihi dersine verilen
önemi ve dersten beklentilerin neler olduğunu göstermektedir.
Bunun devamında dönemin dört önemli ismi bu dersleri
vermişlerdir:
1. Siyasi Tarih kısmını - Yusuf Hikmet Bayur,
2. Hukuk bahsini - Mahmut Esat Bozkurt,
3. Ekonomi kısmını - Yusuf Kemal Tengirşenk,
4. İstiklal Harbini askeri cephesi ile iç siyaset kısmını - Recep Peker
Dersler, bu kadrolar tarafından Ankara ve İstanbul’da değişik
günlerde verilmiş ve ayrıca radyo ve gazetelerde de dizi halinde
yayınlanarak daha geniş kitlelere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
15 Nisan 1942’de dersin sorumluluğu Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne bağlı olarak kurulan “Türk İnkılâp

2
Tarihi Enstitüsü”ne verilmiştir. Bu sırada dersin adı, “İnkılâp Tarihi ve
Türkiye Cumhuriyeti Rejimi” olarak değiştirilmiştir.
27 Mayıs 1960’tan sonra dersin, “Türk İnkılâp Tarihi ve Türkiye
Cumhuriyeti Rejimi” adıyla bütün fakülte ve yüksek okullarda, iki yarı yıl
süreyle okutulması kararlaştırılmıştır. 20 Mart 1968’de dersin adı “Türk
Devrim Tarihi” olarak değiştirilmiştir. 12 Eylül 1980 sonrası ders, tekrar
“Türk İnkılâp Tarihi” adını almıştır. Kısa bir süre “Türk İnkılâp Tarihi”
adıyla okutulan ders, 6 Kasım 1981 tarih Yüksek Öğretim Kanunu uyarınca
“Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” adını almış ve başından beri olduğu
gibi zorunlu ders olma niteliğini korumuştur.
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERSİNİN AMACI
1. Türk bağımsızlık savaşı, Atatürk inkılâpları ve Atatürkçü düşünce
sistemi, Türkiye Cumhuriyeti tarihi hakkında doğru bilgiler vermek,
2. Türkiye ve Atatürk inkılâpları, ilkeleri ve Atatürkçü düşünceye
yönelik tehditler hakkında doğru bilgiler vermek,
3. Türk gençliğini ülkesi, milleti ve devleti ile bölünmez bir bütünlük
içinde Atatürk inkılâpları, ilkeleri ve Atatürkçü düşünce
doğrultusunda ulusal hedefler etrafında birleştirmek,
4. Türk gençliğini Atatürkçü düşünce doğrultusunda yetiştirmek ve
güçlendirmek olarak sıralanmıştır.
ATATÜRK İLKELERİ ve İNKILÂP TARİHİ’NE İLİŞKİN TEMEL
KAVRAMLAR
(İnkılâp, ihtilal, devrim, ıslahat, tanzimat, hükümet darbesi
vb)
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi’ni anlayarak okuyabilmek ve
kavrayabilmek için bazı temel kavramların açıklığa kavuşturulması
gerekmektedir.

İnkılâp:
Kavram, Arapça “kalb” kökünden türemiştir, değişme, bir halden
başka hale dönüşme demektir
Mevcut bir düzenin, zamanın gereklerini
karşılayamamasından dolayı, idari, sosyal ve ekonomik kurumları
başta olmak üzere bütün yönleriyle, çok kısa bir süre içerisinde,
kanunlara riayet etmeksizin, kuvvet kullanılarak değiştirilip,
modern ve çağdaş yeni bir düzenin köklü bir şekilde kurulması
olarak ifade edebiliriz.
Mustafa Kemal Atatürk Türk İnkılâbının daha ayrıntılı tanımlarını
aşağıdaki şekilde yapmıştır: “Türk Milleti’ni son asırlarda geri
bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek
medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri
koymuş olmaktır”.
“Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi,
Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve medeni bir toplum
haline getirmektir. İnkılâplarımızın en önemli prensibi budur.”

3
İnkılâbın tam anlamıyla gerçekleşmesi ve yerleşmesi için aşağıdaki
aşamaların yaşanması gerekmektedir. Diğer bir deyişle mevcut düzen
içerisinde inkılâbın yapılmasını haklı kılacak sebepler olmalıdır. Sebeplerin
olgunlaşıp, bir girişim haline gelmesi ihtilali başlatır.
Düzeni oluşturan her türlü kurum ve kuruluşlar ihtiyaçlara cevap
vermiyorsa halkın öğeleri arasında çatışmalar baş gösterir ve toplumsal
bütünleşmede sorunlar ortaya çıkar. Devlet bu sorunları gidermeye çalışır.
Fakat başarılı olamayınca bu durumu dönemin fikir adamları görür ve
çözümlerine yönelik fikirler ortaya atarlar. Ortaya atılan fikirlerden halk
tarafından en fazla kabul görenleri eylemin fikri temelini oluşturur. Bu fikri
temel etrafında birleşen halk, eyleme geçerek inkılâbın ikinci aşaması olan
ihtilal aşamasını başlatır.
1. Hazırlık Aşaması
Türk İnkılâbı’nın hazırlık safhası 18. yüzyılda ortaya konulan ıslahat
hareketleri ile başlar. Fakat bu yeniliklerlerden olumlu sonuçlar
alınamayınca, devletin çöküşüne engel olmak isteyen Ahmet Mithat Paşa,
Ziya Paşa, Namık Kemal ve benzeri 19. yüzyıl yazar ve düşünürleri yeni
yönetim biçimleri, yeni düzenlemeler hakkında fikirlerini halka yansıtmaya
çalıştılar. Benimsenen fikirler halkı yönlendirerek dinamizmin oluşmasını
sağlamıştır.
Hazırlık aşamasını tamamlayan toplumun, etrafında birleştiği
fikirleri gerçekleştirmek için mevcut düzeni yıkma, bütünüyle değiştirmeye
yöneldiği dönemidir. Burada fikri hareketlerden ziyade fiili hareket söz
konusudur. Çok kısa bir süre içerisinde, kanunlara riayet etmeksizin,
kuvvet kullanılarak düzenin ortadan kaldırılması esastır.
2. İhtilâl Aşaması
Türk İnkılâbının ihtilal aşamasını Milli Mücadele Dönemi
oluşturmaktadır. Mondros Mütarekesi sonrasında işgallerin başlamasıyla
“aksiyon” evresine girmiştir. Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve
Cumhuriyetin ilanı ile bu aşama sona erecektir.
3. Yeniden Düzenleme Aşaması
Bu safhada yıkılan düzenin yerine daha çağdaş, modern bir yönetim
kabul edilir. Türk İnkılâbı’nın bu aşamasını Cumhuriyetin ilanından sonra
başlayan Hukuksal, Kültürel, Sosyal alandaki yeniden yapılanmalar
oluşturmaktadır.
Devrim:
“İhtilal” kavramı, “Devrim” kavramıyla karıştırılmamalıdır. Çünkü
yukarıda da ifade edildiği gibi İhtilalde zor ve kuvvet kullanımı ve yasaların
hiçe sayılması söz konusudur. Diğer bir deyişle bunların sonucunda yıkılan
kurumların yerine yenilerinin kurulması, yerleştirilmesi
düşünülmemektedir. Devrim kavramı ise, inkılâp kavramıyla eşanlamlı
olarak kullanılmakta ve eski kurumların yerine yenilerini kurmayı
amaçlamaktadır.
Türkiye’deki siyasi ortamdan dolayı, özellikle de 1960’larda
“devrim” kavramı daha çok “ihtilâl” kavramıyla eşanlamlıymış gibi
kullanılmışsa da, bunlar farklı anlamlar içermektedir.
İsyan, Ayaklanma, Başkaldırı:

4
İhtilal hareketleri kesinlikle başarıya ulaşmak zorundadır.
Eğer başarılı olunmazsa ve mevcut düzen tarafından bastırılıyorsa
bu isyandır. Hukuksal anlamda isyan, insanların şiddet kullanarak
zorla devlete karşı gelmesidir. Ayaklanma, başkaldırı kavramları da aynı
anlamda kullanılmaktadır.
Hükümet Darbesi:
İhtilal hareketi başarıya ulaştığı halde yeni düzenlemelerle idari,
toplumsal yeni bir durum yaratılmazsa ve değişiklik sadece yönetici
kadroyla sınırlı kalırsa buna hükümet darbesi denir.
Islahat-Reform:
Kanunlara uygun olarak, toplumun belirli alanlarında yapılan
iyileştirme. Dilimize Arapça’dan girmiştir. Aksayan yönlerin zor
kullanmadan, ikna yoluyla, inandırılarak düzeltilmesidir.
Tanzimat:
Devlet tarafından idari organlardaki aksaklıkların,
bozuklukların düzene sokulması için yapılan uygulamalar,
iyileştirmelerdir. 3 Kasım 1839 (Gülhane Hatt-ı Hümayûnu) uygulaması
tipik bir örnektir.
Monarşi: Siyasal gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu ve
yönetimin genelde kalıtsal olarak aile bireylerine geçtiği yönetim biçimidir.
Tek kişi, ülkelere göre değişkenlik gösterir. Kral, Kağan, Prens, Sultan,
Padişah gibi.. Sonuçta devletin tepesinde bir “monark” vardır.
Meşrutiyet: Devletin başında bulunan herhangi bir monarkın
yanında, Parlamentonun da olduğu bir yönetim biçimidir. Ama son sözü
monark söyler.
Devlet: İnsanlar tarafından organize edilen, sınırları belli bir toprak
parçası üzerinde yerleşmiş toplumların, düzenli ve adaletli bir yaşam
sürmeleri için oluşturulan, yönetme ve meşru kuvvet kullanma (egemenlik)
yetkisine sahip ve varlığı diğer devletlerce kabul edilmiş siyasal bir
kuruluştur.
Millet: Uzun bir geçmişe sahip olduğundan, tarihi bir miras
yaratarak ortak dil, din ve kültür bağı ile bağlanmış, birliktelik duygusuna
sahip, ortak amaçlar doğrultusunda hareket eden ve bunu sürdürmekte
kararlı olan insanlarınbirleşmesi ile ortaya çıkan toplum olarak tanımlanır.
Halk: Daha çok içinde yaşanılan dönemde devleti oluşturan insan
toplulukları şeklinde tanımlanır.
Ülke(Vatan): Devleti oluşturan insan topluluğunun yaşadığı toprak
parçasına ise “Ülke (Vatan)” denilmektedir. Devlet siyasal otoritesini,
sınırları belli bir toprak parçasında hayatlarını sürdüren insanlar üzerinde
kullanır. Devlet, sınırları belli bir coğrafi alana sahip olmak zorundadır.
Dersle İlgili Ek Okuma Kaynakları:
1. İsrafil Kurtcephe, Aydın Beden, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Alp
yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2006.
2. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, Ankara, 1990.

5
3. Suna Kili, Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2001.
4. Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, editör
Temuçin Faik Ertan, Siyasal kitabevi, Ankara 2011.
5. Bayram Bayraktar, Atatürk İlkeleri ve Türk İnkılâp Tarihi, Detay
yayıncılık, Ankara 2009.
6. Mustafa Kemal Atatürk, Söylev Cilt I-II (Sadeleştiren: Prof. Dr.
Hıfzı veldet Velidedeoğlu, Çağdaş Yyn., İstanbul, 1981.

6
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERS NOTLARI - 2

KONU 2: Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri, Şark Meselesi, Meşruti


Monarşi, 31 Mart Vakası, Osmanlı devletini kurtarmak için ortaya atılan fikir
akımları
OSMANLI DEVLETİ’NİN GERİLEME SEBEBLERİ VE ÇÖKÜŞÜ

Osmanlı İmparatorluğu 1299 tarihinden 1579 tarihine kadar istila devrini yaşayarak XVI.
asırda dünyanın en büyük bir imparatorluğu haline gelmişti. Peki nasıl oldu da bu büyük
imparatorluk 16’ncı yüzyılın sonlarından itibaren çöküş sürecine girdi. Bunu anlamak için çöküş
devrini aşağıdaki dönemler içerisinde incelemek gerekir.

Ricat Devri (Geri Dönme) : 1683-1792


Islahat Devri (İyileştirme) : 1792-1839
Tanzimat Devri (Yeniden Düzenleme) : 1839-1876
Meşrutiyet Devri( Bir hükümdarın başkanlığında parlamenter düzen) : 1908-1920

Gerileme ve Çöküş sebepleri de genel olarak “Dış Sebepler” ve “İç Sebepler” olmak
üzere iki grup altında toplanır.

Dış Sebepler:
1. Avrupa’da Rönesans ve Reform gibi fikri ve dini alanlarda ve güzel sanatlarda
inkılâpların gerçekleştirilmesi
2. Yine Avrupa’da “skolastik bilim (dogmatik)” yerine “pozitivist bilimlerin (akla
dayalı)” doğmuş olması
3. Sosyal bilimlerin ortaya çıkması ve Avrupa devletlerinin cemiyetlerini idare etmek için
birtakım siyasal ve sosyal kurumlar oluşturmaları
4. Coğrafi keşiflerden sonra Avrupa’da sömürgeciliğin gelişmesi
5. Avrupa’nın büyük sanayi devrine girmesi
6. Avrupa deevletlerinin demokrasiyi kabul ederek, millet lehine kanunlar yapmaları
7. Liberalist ve emperyalistbüyük devletlerin ortaya çıkması
8. İktisadi yolların Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na geçmesi
9. Deniz ticaretinin büyümesi ve önem kazanması
10. Büyük üniversitelerin doğuşu
11. Avrupa’da matematik, fizik ve kimya ilimlerinin gelişmesi ve buna bağlı olarak yapılan
icatlar
12. Avrupa devletlerinin deniz ve kara ordularının kuvvetlenmesi ve egemenliklerini
pekiştirmeleri

İç Sebepler.
1. Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemesi ve büyük devletlere komşu olması
2. Avrupa’nın yarı büyüklüğünde genişleyen Osmanlı eyaletlerini idare etmede doğan
güçlükler, dolayısıyla uzak eyaletlerin idaresinin mahalli (yerel) yöneticilere teslimi
3. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde muhtelifırk ve dinden milletlerin bulunması
4. Osmanlı İmparatorluğu’nun ferdi saltanata dayalı ümmetçi bir zihniyete sahip olması
5. Şark (Doğu) uygarlığında yaşamakta ısrarcı olma

1
6. Timar ve Zeamet olarak adlandırılan toprak sisteminin bozulması ve bunun yerine
kurulan İltizam Sistemi’nin (devletin, belli bir süre için belli bir bölgenin gelirlerini
peşin olarak alıp, daha sonra o bölgenin belli vergilerini toplama hakkını mültezime
bırakması) başarısız olması sonucunda merkezi yönetime karşı gelecek Yerel Beylerin
ve Ayanların ortaya çıkması,
7. Şehzadelerin iyi yetişememeleri ve daha sonra padişah olarak devletin başına geçmeleri,
yani onların belli bir vilayette yönetimin içinde yerleşmelerine imkân sağlayan usulün
zamanla terk edilmesi ve bunun yerine en büyük şehzadenin sarayda Kafes’te
yetiştirilmesi, ayrıca çocuk yaşta veya akıl sağlığı yerinde olmayan şehzadelerin padişah
olmaya başlamaları. Yani devletin üst noktalarında bir bozukluğun baş görstermesi
8. Batıdaki demokratik gelişmelerin anlaşılmaması ve demokratik bir düzene
geçilememesi
9. Sarayın sefahat hayatı sürmeye başlaması, vergi usullerinin bozulması ve mali bunalım
10. Yeniçeri Ocağı’nın bozulması
11. Müsbet bilimlerin dışlanması, büyük sanayi devrine girilemeyiş ve kapitalin doğmayışı
12. Anadolu’da Celâli isyanları
13. Türklerin karayollarını Avrupa ticaretine kapamaları
14. Batı uygarlığının, batıyı batı yapan değerlerin anlaşılamaması
15. Türkiye’nin milli bir iktisat sistemine sahip olamayışı
16. Eğitimin gelişememesi, milli bir eğitim sisteminin olmayışı
17. Matbuatın özgür olmayışı
18. Azınlıkların bağımsızlık isyanları
19. Milli ve bağımsız bir dış siyasetin olmayışı
20. Köylerin geri kalması ve bakımsızlığı
21. Esnaf teşkilatının bozulması
22. Vezirlerin (bakan) ihtirasa kapılmaları ve sefahata dalmaları
23. Ahlâki bozukluk ve israfa dönük harcamalar
Esasları yükarıdaki şekilde özetlenen Osmanlı Devleti’nin gerileme sebeplerine kuşkusuz
daha yenilerini de eklemek mümkündür.

ŞARK MESELESİ
Tanzimat fikri, azınlıkları devlete bağlamak ve bu toplulukların Yunan istiklâl hareketinde
olduğu gibi bağımsızlık için isyana kalkışmalarını önlemekti, yani Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü
korumaktı. Fakat bu mümkün olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri arasında Türkleri Avrupa’dan
atmak fikri temeline dayanan Şark Meselesi gelmektedir.
1815 yılında toplanan Viyana Kongresi’nde Rus Çarı I. Aleksandr, kongreye katılan
delegelerin dikkatıni Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hristiyan azınlıklara ve onların durumlarına
çekmek için ilk defa Şark Meselesi kavramını kullanmıştır.
Aslında Şark Meselesi’nin temelini daha eskilere götürmek mümkündür. Şark Meselesi’nin
esasını, Türkleri Avrupa’dan atmak fikri oluşturmaktadır. Zamana ve mekâna bağlı olarak değişik
görünümler altında ortaya çıkmıştır. Bu meseleyi iki safhada ele almak mümkündür. Birinci safha
1071-1683 tarihleri arasındaki safha:
-Türkleri Anadolu’ya bırakmamak
-Türkleri Anadoluda durdurmak
-Türklerin Rumeli’ye geçişini engellemek
-Türklerin Balkanlar üzerinden Avrupa içlerine doğru ilerleyişlerine mani olmak
Bu ilk safhada Türkler taarruzda, Batılı devletler savunmadadır. Türkler durdulamamış ve
Viyana’ya kadar ilerleyebilmişlerdir.

2
İkinci safha ise Viyana’dan itibaren başlıyor ve 1920’lere kadar devam ediyor. Bu sefer
konumlar değişmektedir, Taarruzda Avrupalılar, savunmada olan ise Türk tarafıdır:
- Balkanlardaki Hıristiyan milletleri Osmanlı hâkimiyetinden kurtarmak,
bağımsızlıklarını kazandırtmak,
-Birinci madde gerçekleştirilemezse Hıristiyanlar için imtiyazlar talep etmek,
-Türkleri Balkanlardan tamamen atmak,
-İstanbul’u Türklerden geri almak,
-Osmanlı Devleti’nin Asya’dakı topraklarında Hıristiyanlar lehinde ıslahatlar
yaptırmak,
-Anadolu’yu paylaşarak Türkleri buradan çıkarıp, Orta Asya’daki yurtlarına
sürmektir.
Ama 19. yüzyıl için Şark Meselesi dediğimizde esasında Avrupalı Devletlerin Osmanlı
Devletini parçalamak için yürüttükleri faaliyetler anlaşılmalıdır. Ve bu yüzyıl boyunca Avrupa
devletleri Osmanlı Devleti ile bu amaçları doğrultusunda ilişki kurmuşlardır.
Avrupalı Devletlerin Osmanlının iç ve dış ilişkilerine müdahele etmeleri, iç ayaklanmalar
çıkarmaları ve onları desteklemeleri, Osmanlı topraklarını işgal etmeleri Osmanlı yönetimini bu
güçler karşısında Denge Politikası izlemesine itmiştir. Bu süreç Osmanlı’nın evvel Fransa, sonra
Rusya, daha sonra İngiltere ve en sonunda da Almanya’nın yanında yer alması şeklinde devam
etmiştir. Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşı’na giren Osmanlı Devleti son büyük saldırısını
yaşayacaktır.

MEŞRUTİ MONARŞİ
Meşrutiyetlerin ilanı ve aydınlar

Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminde sayıları giderek artan “Batı tarzında eğitim
veren kurumlar”dan yetişen Osmanlı aydınları, batı fikirlerinden ve özellikle Fransız
düşüncesinden önemli ölçüde etkilendiler. Derinlemesine bir felsefî gelenek oluşturmasa bile,
Osmanlı aydınları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “hürriyet, adalet, eşitlik, toplumsal
dayanışma, parlamento” gibi kavramları fikir kategorileri arasına yerleştirmeye başladı.
Bu tartışmaların ve Tanzimat’la birlikte yeşermeye başlayan “yasalara dayalı devlet” fikrinin
etkisiyle, Osmanlı siyasal hayatında “sistemin değiştirilmesine yönelik” ilk örgütlenmeler de başlamış
oldu. Bu örgütlenmelerden ilki “Genç Osmanlılar Hareketi”dir. 1865 yılında kurulan “Genç
Osmanlılar Cemiyeti”, 1867’ye kadar daha çok, taraftar toplama ve fikirlerini yayma çabası içinde
oldu. Cemiyet üyelerine göre, Osmanlı Devleti’nde meşruti sistem kabul edilirse, seçim yoluyla halk
kendilerini yönetecek idarecileri kısmen seçmiş olacaktır. Seçim sonucunda meclise girecek olan
milletvekilleri her din ve ırktan olacağı için kendi bölgelerindeki seçmenlerinin isteklerini mecliste
dile getirebilecek, buna dönük kararları aldırabileceklerdir. Böylece yapılmak istenilen düzenlemeler,
meclis kararı ve padişah onayı ile gerçekleşebilecektir. Bu da artık Avrupalı devletlerin ülke
içerisindeki gayrimüslimlerin haklarını savunmak adına devletin iç işlerine müdahelesini
engelleyecektir.
Yayınladıkları gazetelerle düşüncelerini yaymaya çalışan bu aydınlar, 1867’de artık yeterli
sayıya ulaştıklarını düşünerek, Babıali’ye yürümek suretiyle bir ihtilâl yapmaya karar verdiler.
Durumdan haberdar olan Sadrazam Âli Paşa, derhal harekete geçerek cemiyet mensuplarından ele
geçirebildiklerini tutuklayarak hapsetti, kurtulabilenler ise yurt dışına kaçtılar. Böylece Türk siyasal
hayatında da bir geleneğin başlatıcısı oldular: muhalefeti yurtdışında yayınladıkları
gazeteler etrafında toplanarak yürütmek.
Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi ve benzeri Türk aydınları yayınladıkları gazetelerle
Osmanlı hükümetine karşı Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde -zaman zaman Avrupa hükümetlerinin
Osmanlı devleti ile olan ilişkilerine bağlı olarak da dozu değişen- bir muhalefet yürüttüler.
1876’da, bir saray darbesi sonucu Sultan Abdülaziz tahttan uzaklaştırıldı ve meşrutiyet
yanlısı olan V. Murat padişah oldu. Meşrutiyet yanlısı Osmanlı yüksek bürokrasisi ile bu aydınlar

3
arasındaki yakınlaşma sonucunda, bu aydınların önemli bir bölümü ülkeye döndü. Bir “Kanun-ı
Esasi Encümeni” kuruldu. Asabı, hükümdarlık yapacak kadar güçlü olmayan V. Murad tahttan
ayrıldı ve yerine meşrutiyeti ilân edeceğine söz veren II. Abdülhamid geçti.
Hazırlanan Anayasa 23 Aralık 1876’da ilân edildi ve ilk Türk parlamentosu 1877
yılının ilk aylarında toplandı. 1876’da Osmanlı ülkesinin pek çok bölgesinden İstanbul’a gelen
“mebuslar”, birbirlerinin farklılıklarını ilk defa bu parlamentoda gayet açık olarak gördüler. Kanun-ı
Esasi ile Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem açılmıştır ki bu “Meşruti Monarşi”
dönemidir. Padişahın, tüm Osmanlı vatandaşlarının hükümdarı ve tüm Müslümanların halifesi
olduğunun belirtilmesi ve hareketlerinde bağımsız olduğunun vurgulanması, yönetimin monarşi
ayağını oluşturur. Öte yandan seçim yoluyla kısmi denetleme ve belirli konularda çalışma esasına
dayanan meclislerin oluşturulması, meşruti ayağı oluşturmaktadır.
Fakat bu ilk “meşrutiyet” de pek uzun ömürlü olmadı. 1877 yılında Rusya ile patlak veren
savaş, Osmanlı ordusunun ağır mağlubiyeti ve Ayastefanos Antlaşması ile son bulunca, Padişah II.
Abdülhamid, savaş kışkırtıcılığıyla suçladığı meclisi tatil etti ve Kanun-ı Esasi’yi askıya aldı. 1878’den
1908’e kadar devam edecek olan kendi kişisel egemenliğine dayalı bir yönetim oluşturdu.
II. Abdülhamid Dönemi
Aydınlar üzerinde katı bir denetimin oluşturulduğu bu dönemde, teb’asının henüz meşrutî
idareyi uygulayabilecek eğitim düzeyinde olmadığını ileri süren padişah; bu düşüncesiyle örtüşen bir
eğitim reformu izlemiştir. Onun döneminde, ilköğrenimin yurt sathında yaygınlaştırılması yoluna
gidilmiş, yükseköğrenimle ilköğrenim arasındaki kopuklukları gidermek üzere ortaöğretim kurumları
faaliyete geçirilmiş ve bu alanda önemli mesafe alınmıştır.
Tanzimat’ın, İstanbul ve Rumeli’nin bazı büyük şehirleri dışına çıkamayan ıslahat hareketi,
II. Abdülhamit döneminde kısmen yaygın hale getirilmeye çalışılmıştır. Yeni açılan okulların
öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere “Muallim ve Muallime mektepleri” kurularak faaliyete
geçirildi.
Sultan, ülke içinde denetimi sağlamanın ve sürdürebilmenin yol ve haberleşme ağı ile ilgili
olduğunu düşündüğü için ciddi bir demiryolu ve telgraf ağı oluşturmak üzere yoğun bir çaba
gösterdi, bunda da başarılı olduğu söylenebilir. Ancak demiryolu siyaseti, 19. yüzyılın en önemli
uluslararası ekonomik rekabetlerinden biri olan “Bağdat Demiryolu” projesi çerçevesinde Osmanlı
Devleti’ni emperyalizmin en önemli rekabet alanlarından biri haline getirdi. Özellikle Almanya,
İngiltere ve Fransa arasındaki bu rekabet, dış politikada da II. Abdülhamid tarafından bir “denge
unsuru” olarak kullanıldı. “Şark Meselesi”nin en gergin safhalarından birini teşkil eden bu dönemde
Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu toprakların da batılı güçler arasında paylaşılması sürdü.
İttihat ve Terakki / Aydın Muhalefeti
Öte yandan hükümdarın kurduğu katı ve baskıcı yönetim, içeride geniş bir aydın
muhalefetini yaygın hale getirdi. 1890’lı yıllardan başlayarak, önce Askeri Tıbbiye’de oluşturulan
“Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” bu muhalefet hareketinin odağı haline geldi.
Hükümdarın meşrutiyeti askıya almasından sonra yurt dışına kaçarak burada yayınladıkları
gazeteler etrafında toplanmak suretiyle II. Abdülhamit’e ve Osmanlı hükümetine karşı muhalefeti
sürdüren aydınların yayınladıkları gazeteler, özellikle İstanbul’daki okullara gizli olarak sokuluyor ve
buralarda bir şekilde çoğaltılarak elden ele dolaşıyordu. Denilebilir ki; sözkonusu eğitim
kurumlarında okuyan öğrenciler arasında “İttihatçılık” neredeyse doğal bir olgu haline gelmişti.
Ancak Sultan’ın muhalifleri yurt dışında da rahat bıraktığı söylenemez. Zaman zaman
gerçekleştirilen teşebbüslerle, bir kısım muhalifler ikna edilerek, onların ülkeye dönmeleri sağlanmış,
bazen “Jöntürk” gruplarının bulunduğu ülkelerdeki hükümetler üzerinde baskı kurulmaya çalışılarak
faaliyetleri engellenmeye çalışılmıştır.
Esasında, yurt dışındaki muhalif hareket de tam bir fikir beraberliği ve birlikte hareket
edebilmekten çok, sadece “yönetime karşı olmak” konusunda birleşebiliyorlardı.
Avrupa’daki bu Jöntürk grupları arasında yaşanan bir dizi çekişme sonucunda ortaya iki
önemli muhalefet örgütü çıkmıştır: Ahmet Rıza Bey’in öncülüğündeki “Osmanlı Terakki ve
İttihat Cemiyeti” ile Prens Sebahattin’in öncülüğündeki “Âdem-i Merkeziyet ve Teşebbüsü
Şahsi Cemiyeti”. Ahmet Rıza Bey’in öncülüğündeki Cemiyet, yurt içinde özellikle Selanik’te

4
örgütlenmiş olan ve daha çok küçük rütbeli subay ve memurların oluşturduğu “Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti” arasında yapılan görüşmeler sonucunda 1906 yılında birleşme kararı alındı ve “Osmanlı
İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında güçlü bir muhalefet örgütü ortaya çıkmış oldu. Cemiyet
üyelerinin en temel amaçları, II. Abdülhamit iktidarına karşı harekete geçerek Kanun-ı Esasi’yi
tekrar uygulamaya koydurmak, parlamentonun açılmasını sağlamak ve böylece meşrutiyeti ilan
ettirmekti. Bu örgütün 1908 yılı başlarından itibaren yürüttüğü yoğun çalışmalar sonucunda II.
Abdülhamid, 24 Temmuz 1908’de Meşrutiyeti yeniden ilân ederek Kanun-ı Esasi’yi yürürlüğe
koydu.
II. Meşrutiyet Dönemi
Sultan II. Abdülhamit’in meşrutiyeti fiilen ortadan kaldıran fermanı 23 Temmuz 1908’de
yürürlüğe girdi. Meşrutiyetin yeniden yürürlüğe girmesinin ardından Avusturya /Macaristan,
1878’de Berlin Konferansı’nda geçici olarak kendisine bırakılmış olan Bosna-Hersek vilâyetini
topraklarına kattığını duyurdu (5 Ekim 1908). Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. Osmanlı
Devleti bu gelişmeler karşısında, Avusturya’yı protesto etmek için bu ülkeden gelen mallara karşı
“boykot” ilân etmekten öteye gidebilecek bir eylemde bulunamadı.
II. Meşrutiyet’in ilanı ile Kanun-ı Esasi’de önemli değişiklikler yapıldı: Sultanın
yetkileri sınırlandırıldı, meclisin üstünlüğüne dayalı yeni bir sistem kurulmuş, Meclis
karşısında hükümetin yetkileri genişletilmişti. Devlet, yine teokratik bir yapıya sahipti,
monarşik idarenin varlığı kabul edilmekle beraber meşruti bir idarenin özelliklerini
sağlayan değişiklikler yapılmış ve fertlerin hürriyetleri ile ilgili hakları da kabul edilmişti.
Kişi hak ve hürriyetleri bakımından sakıncalı olan kısımlar se çıkarılmıştı.
Öte yandan meşrutiyetin ilânından doğan “serbestlik ortamı” içinde yüzlerce gazetenin
yayınlandığı görülür.
1908 yılının yaz aylarında yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti parlamentoda
çoğunluğu sağlamış görünüyordu, fakat seçilen mebusların cemiyetle bağları oldukça zayıftı. İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin bu zayıflığı, 17 Aralık 1908’de Meclis-ı Mebusan’ın açılmasıyla daha net
biçimde ortaya çıktı. Sadrazam Kâmil Paşa ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında cereyan eden
iktidar mücadelesi başlangıçta basın aracılığıyla sürdürüldü ve kısa bir süre sonra tam bir siyasal
bunalıma dönüştü. Padişah, hükümetle Cemiyet arasındaki bu çekişmede “tarafsız görünmeye”
özen gösteriyordu. II. Meşrutiyet döneminin ilk önemli siyasal buhranı 31 Mart Vakası’dır.
31 Mart Vakası
Olayın patlak vermesine yol açan gelişmelerin başlangıcını, Kâmil Paşa kabinesinin,
mecliste yapılan bir oylama sonucunda düşürülmesi teşkil eder. Cemiyet’e yakın olan Hilmi Paşa’nın
Sadrazamlığında kurulan yeni kabine, 17 Şubat 1909’da programını okuyarak Meclisten güvenoyu
aldı ve göreve başladı. Hilmi Paşa kabinesi, göreve başladığı andan itibaren, Derviş Vahdeti’nin
sahibi olduğu “Volkan” gazetesi başta olmak üzere İttihat ve Terakki karşıtlarının şiddetli
muhalefeti ile karşı karşıya kalmıştır.
Alaylı subaylardan 1400 kadarının ordudan tasfiye edilmeleri girişimi, bunların “mektepli
subaylara” karşı harekete geçmesine yol açtı. Cemiyetin asıl dayanağı durumundaki “cihet-i
askeriye”de ilk çatlak da bu vesileyle kendini göstermeye başladı. Mektepli subayların İttihat ve
Terakki Cemiyeti ile özdeşleştirilmesi, alaylıların aynı zamanda cemiyete de düşman olmalarına
sebep teşkil ediyordu. 6 Nisan’da, İttihat ve Terakki Cemiyeti karşıtı olan Serbesti Gazetesinin
başyazarı olan Hasan Fehmi’nin öldürülmesi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan gelişmeler sonucunda
13 Nisan 1909 tarihinde Avcı Taburları, üniversite (Darülfünûn) öğrencilerinin de katılmasıyla
meşrutiyete karşı bir ayaklanma başlattı.
Bunun üzerine hükümet istifa etti, kabine değişti; mektepli subaylar ve İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin önde gelen isimleri ya saklandı veya İstanbul dışına kaçmak zorunda kaldılar.
Ayaklanmayı desteklediği düşünülen II. Abdülhamit, tahttan indirildi ve yerine V. Mehmet
Reşat tahta geçirildi. Fakat siyasal kargaşa sona erdirilerek istikrarın sağlanması bir türlü mümkün
olmadı. Kısa ömürlü kabineler geldi, gitti ve sonunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin karşısında 11
muhalefet partisinin birleşmesiyle 1911 yılında Hürriyet ve İtilâf Fırkası doğdu. İki siyasi parti
arasındaki cepheleşme, orduya da sıçrayarak İttihatçılara karşı muhalefet eden “Halaskâr Zabitan”

5
grubunun ortaya çıkmasına yol açtı. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa bu grup tarafından düzenlenen
bir suikast sonucunda öldürüldü.
Bu siyasal karışıklıklar sırasında devletin dağılma süreci de bütün hızıyla devam ediyordu.
Osmanlı devletinin dağılmasını hızlandıran iki önemli gelişme üzerinde de kısaca durmak
gerekmektedir. Bunlar Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşlarıdır.
Bosna-Hersek’in işgaline en şiddetli tepkiyi gösteren devletlerin başında Rusya geliyordu.
Boğazlar, Rusya açısından hayati derecede önem taşımaktaydı. Zira buraların rakip büyük güçlerden
birisi tarafından kontrol altına alınması bu devletin durumunu güçleştirecekti. Boğazlarla ilgili olan
diğer devletler üzerinde baskı kurabilmek amacıyla Rusya, Balkanlarda şiddetli bir rekabet içinde
olduğu Avusturya’dan başka bir devletin desteğini almak üzere harekete geçerek, İtalya’ya yaklaştı.
İki ülke arasında imzalanan Racconigi Antlaşması ile Rusya ve İtalya, Trablusgarp ve Boğazlar
üzerindeki menfaatlerini karşılıklı olarak tanımayı taahhüt ediyorlardı.
Anlaşmadan iki yıl sonra İtalya, Trablusgarb’a saldırdı. Rusya ise Boğazlar konusunda
Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunmaya başladı. 1911 Eylül’ünde İtalya, Trablusgarb’ı işgal etmeye
başladı. İngiltere, bu devleti büsbütün küstürerek karşısına almamak için Mısır yolunu Osmanlı
kuvvetlerine kapatınca, buraya asker sevketme imkânı da ortadan kalkmış oldu.
Genç Osmanlı subayları (Mustafa Kemal, Enver, Ali Fethi, Aziz Ali el-Mısrî) kılık
değiştirerek gönüllü olarak Trablusgarb’a geçip, burada bulunan Osmanlı ve Arap kuvvetlerini
örgütleyerek, cetin bir gerilla savaşına giriştiler.
İtalyanlar, beklemedikleri bu şiddetli direniş karşısında şaşırdılar. Bu sırada başlayan Balkan
Muharebesi İtalya’nın işini kolaylaştırdı. 1912 Ekiminde imzalanan “Uşi Antlaşması” ile Osmanlı
Devleti Trablusgarb’ı İtalya’ya terkettiği gibi, Yunanlıların göz koydukları 12 Ada’yı da İtalya’nın
koruyuculuğuna terketti.
Balkan Savaşı
Bulgaristan, bağımsızlığını kazandıktan sonra Balkanlarda aktif bir politika izlemeye
başlamıştı. Bu ülkenin Sırbistan’la bir çatışmaya girmemesi için gayret sarfeden Rusya, her iki devlet
arasında arabuluculuk yaparak Osmanlı Devleti’ne karşı anlaşmalarını sağladı. Gene aynı devletin
teşvikiyle 1912 ortalarında Yunanistan ve Karadağ da bu anlaşmaya katıldılar.
Büyük devletlerden, yenildikleri takdirde sınırların değişmeyeceği garantisini de alan
Balkanlı bağlaşıklar Ekim ayında Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açtılar. Osmanlı Devleti Ordu
içerisindeki siyasî çekişmelerden ötürü, emir-komuta zincirinde ortaya çıkan aksamalar sebebiyle
hemen hemen her cephede ağır bir mağlubiyete uğradı.
Taraflar arasında savaşı bitiren anlaşma 1913 Mayıs’ında Londra’da imzalanmıştır. Bu
anlaşmaya göre: Arnavutluk bağımsızlığını kazanıyor, Girit Adası Yunanistan’a bırakılıyor, Osmanlı
Devleti’nin Trakya sınırı, Edirne’yi dışarıda bırakacak şekilde Midye-Enez hattı oluyordu.
Balkan Savaşında ummadıkları kadar kolay bir zafer kazanan bu devletler, elde ettikleri
toprakların paylaşılmasında anlaşmazlığa düşünce bu defa birbirleriyle savaşa tutuştular. Bunun
üzerine harekete geçen Osmanlı Ordusu Edirne’yi kurtarmayı başardı.
Balkan Savaşı, Türkiye’nin iç politikası üzerinde çok derin etkiler bırakmıştır. O zamana
kadar yaygınlık kazanamayan Türkçülük güçlenmeye ve Balkanlardan gelen göçmenlerin etkisiyle
Türklük şuuru yerleşmeye başladı. Balkan Bozgunu salt bir askeri yenilgiden öteye Türkiye’de çok
derin toplumsal bir travmaya yol açmıştır. “Vatan” olarak benimsenmiş topraklardan Anadolu’ya
akan yüzbinlerce insan yollarda salgın hastalıklardan, açlık ve sefaletten kırılmıştır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Balkan savaşındaki yenilgi üzerine Bâbıâli Baskını’nı
düzenleyerek yönetime el koydu.

6
OSMANLI DEVLETİ’Nİ KURTARMAK İÇİN ORTAYA ATILAN FİKİR
AKIMLARI

Osmanli Devlet sisteminde aksaklıkların su yüzüne çıkışıyla, fikir adamları ve düşünürlerin


yanında, devlet adamları da “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusunu kendilerine sormuşlar ve
bunlara farklı cevaplar vermişlerdir. Söz konusu bu cevaplar etrafında da çeşitli fikir akımları
oluşmuştur. Devletin kurtuluşu için ortaya atılan fikirlerin ilklerine 19. yüzyılda rastlansa da etkili
olduğui dönemler II. Meşrutiyet dönemi ile başlamıştır denilebilir. II. Meşrutiyet her bakımdan
kendisinden sonraki dönemi çok derinden etkileyen bir dönemdir. Bu dönemde ortaya çıkan
tecrübeler ve kazanılan yeni siyasal ya da fikri gelenekler, yapılan münakaşalar, gerçekleştirilmeye
çalışılan reform hareketleri, cumhuriyet döneminde yapılan inkılâplara ışık tutmuştur. Bu akımların
ve genel program ve hedeflerinin bilinmesi bu bakımdan faydalı olacaktır.

Osmanlıcılık:
İmparatorlukların dokusu bir bakıma genel ve özel vatanlardan örülüdür. Huzur ve barış
bu iki doku arasındaki uyumla yakından ilgilidir. Oysa milliyetçilik çağında bu uyumun sürdürülmesi
mümkün olmamıştır. Tanzimat ve Islahat dönemlerinde gelişen Osmanlıcılık fikri işte bu uyumu
sağlama çabasının ideolojisidir. Hiçbir etnik ve siyasî ayrım gözetmeksizin bütün Osmanlı
teb’asının vatandaşlık bağıyla birbirine bağlanması düşüncesi devletin bütünlüğünü koruma
isteğinin resmî ideolojisi olarak geliştirilmiştir. Dini ve fikri serbestliğin tanınmasıyla oluşacak
eşitlilikten yararlanılarak, insanların din ve etnik farklılıklarına rağmen birbirlerine karışması ve ortak
bir vatanda birleşmiş yeni bir milliyetin, “Osmanlı Milleti”nin, ortaya çıkması sağlamaktır.
Özellikle bu düşüncenin yerleşmesi için Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanları Kanun-ı
Esasi (1876) ilan edildi ve Meşrutiyet yönetimine geçildi.
Başlangıçta teorik olarak hayli cazip görünen bu fikir, hayatın gerçekleri karşısında anlamsız
hale gelmekten kurtulamayacaktır. Lâkin her şeye rağmen, yıkılışına kadar Osmanlı Devletinin resmî
politikası olmaya devam etmiştir.
Düşüncenin savunucularından İttihat ve Terakki Cemiyeti de, kuruluşundan Balkan
Savaşlarına kadar Osmanlıcılık düşüncesini uygulamaya çalışmıştır. 1913 yılı itibariyle Balkan
topraklarının büyük çoğunluğunun elden çıkması, artık bu düşüncenin uygulanamayacağı gerçeğini
ortaya koymuş ve cemiyet de ideolojisini değiştirmiştir.

Batıcılık:
Osmanlı ıslahatlarının Tanzimat döneminde hız kazanmasıyla birlikte, batı fikirlerinin
Osmanlı aydınlarını etkilediği görülmektedir. Lale Devri, Nizam-ı Cedit yenilikleri, II. Mahmut
dönemi ıslahatları bu anlayışın ürünleridir. İlk dönemlerde batıcılık fikrinin, bir siyasi düşünce
olmadığı, yenilgiler karşısında devletin modernize edilmesi amaçıyla Avrupa’dan aktarmalar ve
Avrupa’ya benzeme çabaları şeklinde olduğunu göstermektedir. Ancak yapılan ıslahatlar, siyasi ber
teşekkül olan devleti kurtarmaya dönük bir amaç izlediğinden siyasi bir eğilimi de bulunmaktadır.
II. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde artık batıcılık fikrinin, ıslahatçılık hareketi olarak değil
siyasi bir düşünce, bir program olarak kabul edilmeye başlandığı görülmektedir. Bu görüşü
savunanlara göre asıl çözüm, bilim ve medeniyette yatmaktadır. Osmanlı Devleti Batıya
yönelir ise, geri kalış sebepleri bilimsel yöntemlerle araştırılacağından sorunlar çözülecek ve devlet
de Batı’nın uygarlığıyla tanışarak gelişecektir.
Batıcılar, “Bati medeniyetinden neler almalıyız?” sorusunu cevaplarken kendi aralarında
iki gruba ayrılmışlardır: 1. Batı medeniyetinin bir bütün olarak algılanması gerektiğini savunanlar ve
2. Batı medeniyetinin sadece ekonomik ve sosyal hayatının alınması gerektiğini savunanlar.
Türkiye Cumhuriyeti döneminde de devam eden bu akım, yeni kurulan devlette Batı
medeniyetinin temel nitelikleri alınarak Türk milletinin yapısına uygun hale getirilecek ve bu
noktadan sonra ilerlemenin kendi halkı tarafından gerçekleştirilmesi sağlanacaktır.

7
Türkçülük:
Bu düşünceyi savunanlar Osmanlı Devleti’nin ancak dini, dili, soyu ve ülküsü bir
olan topluma dayanarak ayakta kalabileceğini ileri sürmüşlerdir. Osmanlı yönetimi altında
yaşayan Türklere milli bilinç kazandırılmalıdır görüşü etkilidir. Önemli savunucuları Ziya Gökâlp,
Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul’dur. Turancılık, Türkçülük hareketinin siyasi yönüdür.
Bütün dünya Türklerini bir ülkede, bir bayrak altında toplamayı amaçlamaktadır.
Türkçülük düşüncesi, Osmanlıcılık düşüncesi uygulanabilirliğini kaybettikten sonra İttihat
ve Terakki partisi tarafından iç politikada kullanılmıştır.

İslâmcılık:
Hangi milletten olursa olsun bütün Müslümanların halifenin etrafında toplanması
gerektiğini savunmuştur. II. Abdülhamit döneminde etkili olmuştur. Önemli savunucuları
Mehmet Âkif Ersoy ve Said Halim Paşa’dır.
İslamcılık I. Dünya Savaşı’da özellikle Hicaz ve Yemen cephelerinde Arapların Osmanlı’ya
karşı İngilizleri desteklemesi ile uygulanabilirliğini kaybetmiştir.

8
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERS NOTLARI - 3

KONU 3: Birinci Dünya Savaşı’nın sebepleri, Osmanlı Devleti’nin Savaşa


girmesi, Cepheler, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması ile ilgili gizli antlaşmalar,
Savaşı sonuçlandıran antlaşmalar, Birinci Dünya Savaşı’nın Sonuçları

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN SEBEPLERİ


Dünya savaşının sebepleri, daha önceki yüzyıllardan srkıp gelen ve 19. yüzyıl gelişmeleri ile
aktif duruma geçen gelişmelerde yatmaktadır.
19. yüzyılda kendini gösteren hızlı sanayileşme, Avrupa’yı dünyanın sermaye, sanayi ve
üretim merkezi haline getirdi. 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik, özgürlük, eşitlik ve
benzeri ilkeler bu kıtadaki kuvvetler dengesini büyük ölçüde değiştirerek, yeni “ulus-devletlerin”
ortaya çıkmasına yol açtı. Bu sürecin sonucunda Avrupa’da Koalisyon savaşları yaşandı. Bu
savaşların önünü almak için 1815 yılında Viyana Kongresi ile Kutsal İttifak oluşturuldu. Bu ittifakın
esas amaçlarından biri Avrupa’da yaşanacak yeni savaşlarda veya ülkelerin iç çalkantılarında
birbirlerine yardım etmekti. Fakat Kutsal İttifakın ömrü uzun sürmedi, Çünkü dünyadakı -tabi
dünya derken bu dönemde esasında kastedilen Avrupadır- ekonomik, teknolojik, siyasi ve askeri
gelişmeler bu Kutsal İttifakın sonunu getirdi ve Avrupada yeni İttifaklar sistemini ortaya
çıkardı. Tabii ki bu dönemde Avrupa siyasi arenasında İtalya ve Almanya siyasi birliğinin
ortaya çıkmasını da önemle vurgulamak gerekiyor. Çünkü yeni yapılanmanın ortaya çıkmasında
diğer etkenler yanında bu siyasi birliğin oluşması da etkin bir rol oynamıştır.
İlk olarak İtalya siyasi birliğine bakabiliriz: Daha 1853 yılında, Kırım Savaşı döneminde
İtalya Avrupa’da sesini duyurmaya başlamıştı. Tabi o dönemde sesini duyuran devletin adı İtalya
değildi, o dönemde İtalya şehir devletleri arasında seçilen “Piyemonte” ismi ön plana çıkmaktaydı.
1853 yılında Kırım Savaşı döneminde Piyemonte Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa girerek onu
desteklemiş ve pek etkin olmasa da Avrupa’da sesini duyurabilmiştir. Daha sonraki yıllarda etkin
konuma geçen Piyemonte devleti etrafında İtalya şehir devletlerinin birleşme süreci devam etmiştir.
Ve 1870 yılında İtalya şehir devletleri, İtalya adı altında siyasi birliğini oluşturmuştur.
Tabii diğer taraftan biz, Trablusgarp savaşı döneminde de İtalya’nın ismini duymuştuk.
Siyasi birliğini oluşturan İtalya bu dönemde sömürge ve pazar arayışı içinde idi. Bu amaçla da
Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki son toprağı olan Trablusgarb’ı 1912 yılında Uşi Antlaşması’yla ele
geçirmişti. Bu savaş döneminde Avrupa’nın güçlü devletleri olan İngiltere ve Fransa, İtalya’ya, yeni
siyasi birliğini oluşturan Almanya’nın yanına kaymaması için seslerini çıkarmamışlardı.
Tabii ki İtalya’nın isteği bununla da bitmemekteydi. Avusturya ve diğer ülkelerin elinde olan
topraklarını geri almak ister. Esas amaç İtalya İrredenta (İtalyan Birliği) oluşturmaktır. Kendini
Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak görüyor ve “Bizim Akdeniz” politikası güdüyordu.
Bunu gerçekleştirmek için de her türlü dostluğu, savaşı ve düşmanlığı göze almaktadır.
Bu dönemde siyasi alanda sesini duyuran ve Avrupa haritasının değiştirilmesine
sebep olacak diğer bir devlet Almanya’dır. O da 1871 yılında siyasi birliğini oluşturmuştur.
Özellikle Alman Birliği’nin kurulması sırasında şekillenen Alman-Fransız uzlaşmazlığı I.
Dünya Savaşı’na yol açan gelişmelerin temelini oluşturmaktadır. Zira bir Orta Avrupa gücü olan
Prusya’nın öncülüğünde doğan Almanya, Avusturya-Macaristan ve Fransa ile ortaya çıkan
çatışmalar sonucunda kurulmuştu. Prusya; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun onurunu
koruyarak yanına almayı başarırken “Germen Birliği”nin öncülüğünü de üstlenmişti. Ancak;
imparatorluğun kurulması, Fransa’ya indirilen ağır bir darbenin sonucunda gerçekleşmiş ve Alman
İmparatorluğu’nun kuruluşu işgal edilen Paris’te ilân edilmişti. Fransız onuruna indirilen bu ağır
darbe, Alman / Fransız uzlaşmazlığının sebeplerinden biridir.
Alman Birliği’nin gerçek mimarı olan Prusya Şansölyesi Prens Bismarck, Fransa’nın
muhakkak bir intikam savaşına gireceğini tahmin ediyor ve bu ihtimali ortadan kaldırmak için de

1
usta bir diplomasi uyguluyordu. Fransa’nın Avrupa’da yalnız bırakılması esasına dayalı olan bu
politika şu mantığa dayanıyordu: Fransa’nın Almanya ile tek başına savaşması mümkün değildi.
Avusturya / Macaristan İmparatorluğu 1868 Beyaz Garanti Antlaşmasıyla Alman politikalarına sıkı
şekilde bağlanmıştı. Bu durumda, Fransa’nın işbirliği yapabileceği iki devlet kalıyordu: İngiltere ve
Rusya. Bismarck’ın uyguladığı politika, Fransa’nın, Almanya’ya karşı bu devletlerle anlaşmasını
önlemek olarak özetlenebilir. Bunun için bir yandan, Rusya’nın Balkanlar’da izlediği yayılma
politikalarını denetim altında tutmaya ve Avusturya / Macaristan İmparatorluğu ile Rusya
arasında, söz konusu bölgede devam eden rekabette bu iki devlet arasında olabildiğince
dengeli davranmaya özen gösterirken; öte yandan İngiltere ile de bir çatışmadan
kaçınıyordu.
Bismarck, 1890’lı yılların başlarına kadar bu ilkelere saygılı davranmış ve
Almanya’nın bir dünya gücü durumuna gelmesi için harekete geçmekten kaçınmıştı.
Sömürgecilik rekabetinden kaynaklanan çatışmaları Avrupa dışında tutmayı ve İngiltere’yi
ürkütmemeyi önemseyen Bismarck’ın izlediği bu politika, İlk Alman İmparatoru I. Willhelm’in
ölümüne kadar başarıyla uygulandı. Uzlaşmazlıklar, diplomasi yoluyla çözüldü ve Fransa’nın Rusya
ve İngiltere ile birleşmesi engellendi.
Ancak 1890’da amcasının ölümü üzerine Almanya İmparatoru olarak tahta geçen II.
Willhelm, Şansölyenin bu politikasını korkakça buluyor ve bir dünya gücü haline gelmek için
harekete geçme zamanının geldiğini düşünüyordu. Bismarck’ı işbaşından uzaklaştıran II.
Wilhelm, bu hedeflerine ulaşmak için öncelikle güçlü bir donanma oluşturmak üzere hazırlıklara
girişti. Hamburg’da kurulan tersanelerde büyük gemiler inşa ederek denizlerdeki İngiliz
egemenliğini tehdit etmeye yöneldi.
Osmanlı Devleti ile ilişkilerini geliştirerek, “doğuya doğru atılım” politikasını
uygulamaya girişti. Osmanlı ülkesinin sınırları, Arap Yarımadası dolayısıyla Hint
Okyanusu’na kadar ulaşıyordu.
Almanya’nın Osmanlı Devleti ile yakınlaşması, İngiliz sömürgelerinin ciddi şekilde tehdit
altına alınması anlamına geliyordu. Bu durumu gören İngiltere, Almanya’nın artık durdurulması
gerektiğini düşündüğünden, Rusya ve Fransa arasındaki pürüzleri ortadan kaldırarak bir ittifak
oluşturmayı temel siyaset olarak benimsedi. Bu yeni İngiliz politikasının sebeplerinden biri Osmanlı
Devleti’nin zayıflığıydı ve 1877/1878 Osmanlı-Rusya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin tek başına ayakta
durmasının artık mümkün olmadığı kanaatini kuvvetlendirmiş bulunuyordu.
Bağdat Demiryolu’nun inşası için ortaya çıkan rekabet, Almanya’nın doğuya sarkmaktaki
kararlılığını iyice göstermiş bulunuyordu ve Sultan II. Abdülhamid’in büyük devletler arasındaki
rekabetten yararlanarak Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürme şeklinde özetlenebilecek “denge
politikası”, aslında Osmanlı ülkesini, rekabet eden güçlerin neredeyse açık bir çatışma alanı haline
getirmişti.
19. yüzyıl boyunca İngiltere’nin izlediği dış politika üç temel esas üzerine oturtulmuştu:
1. Avrupa’da “kuvvetler dengesini” korumak, yani; kıtada herhangi bir gücün
egemen duruma gelmesine mani olmak ki; Almanya’nın 1870’den itibaren
dengeleri sarstığı ortadaydı.
2. Denizlerde rakipsiz bir güç olarak egemenliğini sürdürmek.
3. Sömürgeleri arasındaki bağlantı noktalarının güvenliğini sağlamak.
Sömürge toprakları kendi topraklarının 104 katıydı.
Fransa’nın da büyük sömürgeleri vardı. Sömürgeleri kendi topraklarının 20 katına
ulaşmıştı. Fransa Almanya ile yaşanan Sedan Savaşı sonucu 1871 yılında önemli kömür madenlerini
kaybetmiştir ve ekonomik olarak güç kaybı yaşayan bir ülkedir. Ayrıca Almanya, Fransa’nın
yenilgisini Paris’te ilan ederek onun gururunu kırmıştır. Tüm bunlar Fransa’yı Almanya’ya karşı öç
alma politikasına doğru itmekteydi.
Bu dönem Avrupa haritasında etkin olan diğer bir güç Rusya’dır. Rusyanın 1700’lerden
beri sıcak denizlere inme politikası vardır. Sıcak denizlere inmek için de İstanbul ve Boğazlar ele
geçirilmek istenmektedir. Söz konusu bu politikanın esasını oluşturan, Rusya tarihi için de önemli

2
bir şahıs olan Deli Petro’dur. Rusya niye sıcak denizlere ihtiyaç duyar, Çünkü Kuzey, Batı ve Doğu
yönlerindeki denizler, yılın çoğu dönemlerinde buzlanmakta ve gemiciliğin aktif olarak çalışmasını
engellemekteydi. Denizciliğin, dünyaya hükmetmede önemli olduğu bir çağda Rusya bundan
mahrum olmak istememektedir.
Tabii ki Rusya, sıcak denizlere inme politikası yanında Slav Birliği politikası gütmektedir.
Bu politikasını gerçekleştirmek için en uygun ortam veya yer Balkanlardı. Buradaki Slavları
eğemenliği altında birleştirmek, olmazsa bağımsız devlet şekinde etkisi altında tutmak istemektedir.
Tabii ki sıcak denizlere inmek için sadece İstanbul üzerinden değil, Orta Asya üzerinden de
yollar aranmaktadır. Fakat o coğrafyanın, güçlü İngiltere ve Fransa’nın elinde bulunması Rusya’nın
buradaki konumunu zayıflatmaktadır.
Diğer bir güç Avusturya-Macaristan’dır. Sınırları içinde çok sayıda milleti
birleştirmektedir. Sınırlarını koruma çabası içindedir ve parçalanmayı önlemek istemektedir. Bu
alanda karşısına çıkan devlet Rusya’dır, çünkü Rusya’nın amaçladığı Slav Birliği’nin oluşumunda rol
alacak devletlerin esası bu imparatorluğun sınırları dahilindedir. Şunu da hatırlayalım ki, daha
sonraki dönemde Avusturya-Macaristan’ın parçalanması sonucu, sınırlarında çok sayıda devlet
oluşacaktır.
Bulgaristan ise esasında Birinci Balkan savaşı sonucu elde ettiği ve İkinci Balkan Savaşı
sonunda kaybettiği toprakları geri almak peşindedir.
Bu gelişmeler sonucunda Avrupa’da bir bloklaşmanın da temelleri atılmış oldu. Bir tarafta
1868 Anlaşması’yla birbirine sıkı sıkıya bağlanmış olan Almanya ve Avusturya/Macaristan
İmparatorluklarının oluşturduğu “Pan Germen Bloku”, gevşek bağlarla da olsa İtalya’yı da yanına
alarak “Üçlü İttifak”; diğer tarafta ise Avusturya ile rakip durumda bulunan ve Osmanlı ülkesinin
“Doğu Anadolu” ve “Balkan Yarımadası”ndaki topraklarını kendi doğal yayılma alanı olarak gören
Rusya, Almanya’dan intikam almak için fırsat kollayan Fransa ve kendi imparatorluk politikalarını
tehdit altında gören İngiltere’nin oluşturdukları “Üçlü İtilâf”vardı.
Bloklar arasında giderek artan silahlanma yarışı, bunalımı tırmandırdı ve 1914 yılında
Balkanlarda patlak veren bir kıvılcım, Avrupa’nın “dünya egemenliğinin” sonunu getirecek olan I.
Dünya Savaşı’nın patlak vermesine yol açtı. Bir Sırp milliyetçisinin, Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu veliahtına suikast düzenleyerek öldürmesi (28 Haziran 1914), bu ülkenin Sırbistan’a
saldırmasına, Sırbistan’la anlaşmış olan Rusya’nın Avusturya-Macaristan’a savaş açmasına,
Avusturya’ya garanti vermiş olan Almanya’nın Rusya’ya ve bunun üzerine Fransa ile İngiltere’nin de
Almanya’ya savaş açmasına yol açtı. Birbirlerine ittifaklar yoluyla bağlanmış olan devletler zincirleme
olarak kendilerini bir savaş içinde buldular ve tam bir Avrupa savaşı başladı (28 Temmuz 1914).
İtalya ve Osmanlı Devleti savaşın başında tarafsızlıklarını ilân ettiler.
Almanya, üzerindeki baskıyı hafifletmek ve savaşı geniş bir cepheye yayabilmek için
Osmanlı Devleti’ni kendi yanında savaşa sokmak üzere ciddi bir çaba içine girdi.
Savaşın genel sebeplerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:
1. Ekonomik Yayılma, sömürge edinme. Bu dönemde Afrika’nın 90.4%’ü, Asya’nın
56.5%’i, Avustralya’nın 100.0%’ü, Amerika’nın 27.2%’si sömürge altındadır.
2. Sanayi İnkilabı’nın ortaya çıkardığı hammadde ve pazar arayışı,
3. Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı ulusalcılık ve nasyonalizm, hızlı silahlanma,
militarizm,
4. Avrupa’da İttifaklar sisteminin ortaya çıkması: 1882’de Almanya-Avusturya-
Macaristan-İtalya arasında Üçlü İttifak; 1894’te Fransa-Rusya, 1904’de İngiltere-
Fransa ve 1907 yılında İngiltere ile Rusya arasında yapılan antlaşmayla Üçlü İtilaf
grubu oluşmuştu.
5. Hanedanlar Çekişmesi: Rusya’da Romanovlar, Avusturya’da Habursbuglar,
Almanya’da Hohenzollern, İngiltere’de Hannover hanedanları vardı ve birbirleri ile

3
akrabalıkları söz konusuydu. Ayrıca, başka bir devlete kendi istedikleri kişileri kral
seçtirmek için onların iç işlerine karışıyorlardı.
Yukarıda dile getirilen dünya konjönktürü ışığında yapılan değerlendirmeler sonunda
uzmanlar, savaşın patlamasına yol açan sebepleri “Yakın Sebepler” ve “Temel Sebepler”
olarak sınıflandırmışlardır.
Yakın Sebep; Avusturya Prensi Ferdinand ve eşinin, 28 Haziran 1914 tarihinde Sırplı bir
terörist tarafından öldürülmesidir.
Temel Sebepler ise; Emperyalizm, Almanya’nın Güvenlik Sorunu, Güç Dengesinin
Değişmesi ve Uluslararası Güvensizlik, Uluslararası Örgüt Eksikliği, ayrıca Osmanlı Mirası
Üzerinde Paylaşım başlıkları altında toplanır.

OSMANLI DEVLETİ’NİN SAVAŞA GİRMESİ

1913 yılında yönetime el koyan İttihat ve Terakki Cemiyeti, hemen akabinde diğer siyasi
partilerin faaliyetlerini engelledi ve en önemli siyasal rakibi olarak görünen Hürriyet ve İtilâf
Fırkası’nın ileri gelenlerini İstanbul dışına göndererek ülkede fiilen bir “Tek Parti Yönetimi”
oluşturdu.
Yaklaşmakta olan bir Avrupa savaşının farkında olan yönetim, bu hesaplaşmada yalnız
kalmamak için müttefik aramaya çaba harcamıştır. Osmanlı Devleti geleneksel dostu saydığı
İngiltere’den ve Fransa’dan bu girişimlerine olumlu cevap alamadı. Buna karşılık Almanya, Osmanlı
Devleti ile ilişkilerini yoğunlaştırmaya ve geliştirmeye dönük ciddi çaba harcıyordu. Çünkü bu
dönem Osmanlı yönetimini de savaşa zorlayan şartlar ve aynı zamanda beklentileri vardı:
1. 19. yüzyıl boyunca İtilaf devletleri grubunda yer alan devletlerin Osmanlı
Devleti’ne karşı izlediği politikalar.
2. Osmanlı Devleti’nin daha önceki savaşlarda kayıp ettiği toprakların geri alınması
düşüncesi
3. Osmanlı yönetiminin, özellikle de İttihat ve Terakki Partisi yöneticilerinin
Almanya’nın savaşı kazanacağına olan inançları
4. Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Turan devleti, Turan Birliği kurma
düşüncesi,
5. Bozulan ekonominin Almanya’nın yardımı ile düzeltileceğine onan inanç
Bu durumda Osmanlı yönetimi de Almanya ile anlaştı ve yapılan görüşmeler sonunda 2
Ağustos 1914’de gizli olmak kaydıyla bir Türk-Alman İttifak Antlaşması imzalandı. Osmanlı
hükümeti adına imzalanan bu anlaşma, askeri yönetimin liderleri tarafından kabul edilmiş ve
başlangıçta hükümetten gizlenmiştir.
Sadrazam Sait Halim Paşa’nın bile olaylardan geç haberdar olduğu bilinmektedir.
Savaş başladığında (28 Temmuz 1914) Osmanlı hükümeti tarafsızlığını ilân etti ve
bu fırsattan faydalanarak kapitülasyonları da kaldırdığını duyurdu. Gerçi bu karar savaşan taraflarca
ciddiye alınmadıysa da İttihat ve Terakki Hükümeti bunu fiilen uygulamıştır. Arkasından Osmanlı
Hükümeti kısmî seferberlik hazırlıklarını başlattı.
Bu dönemde iki Alman gemisi, İngiliz donanmasının saldırısından kaçarak Osmanlı
Devleti’ne sığındı. Ve Almanya’nın baskısıyla Osmanlı Devleti sözü edilen gemileri satın aldığını ilan
etti. Fakat bu gemilerin, mürettebatı değiştirilmeden Yavuz ve Midilli adını almak suretiyle
Osmanlı donanmasına katılmış olması Almanlara Türkiye’yi savaşa sokacak gerekçeyi yaratma fırsatı
verdi.

4
Ekim ayının sonlarında, devriye ve tatbikat amacıyla İstanbul Boğazı’ndan geçip
Karadeniz’e çıkan bu gemiler, 29-30 Ekim gecesi Odessa ve Sivastopol’u bombaladılar.
Bunun üzerine Rusya ve müttefikleri peş peşe Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ettiler.
Böylece 30 Ekim 1914’te Türkiye I. Dünya Savaşı’na girmiş oldu.
CEPHELER

Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasıyla savaş alanı genişlemiş oldu. Osmanlı harekât
planının esasını, İttifak Devletleri’nin Avrupa’daki yüklerini hafifletmek oluşturuyordu.
Osmanlı orduları I. Dünya Savaşı’nda yedi cephede savaştı: Kafkas, Kanal, Irak,
Çanakkale, Hicaz-Yemen ve Galiçya ile Romanya ve Makedonya Cepheleri

Kafkas Cephesi:
Bu cephe taarruz cephesidir.
Bu cephenin açılması Rusları yeni bir cepheye yöneltmek demekti. Rus gücünü
parçalamak anlamına da gelirdi. Kafkaslardan Rusların arkasına geçip Rusları arkadan vurmak
hedeflenmektedir. Aynı zamanda Orta Asya’daki Türklerle birleşerek Turancılık düşüncesini
gerçekleştirmek amaçlanmaktadır. Aynı zamanda Almanlar, bu cepheyi açmakla Orta Asya
üzerinden İngiliz sömürgesi olan Hindistan’a varmayı ve oradaki Müslümanları
ayaklandırmayı amaçlamaktadırlar. Ayrıca Bakü petrolleri de Almanları heyecanlandırmaktaydı.
Bu cephenin en önemli savaşlarından biri Sarıkamış Savaş’dır. Sarıkamış’ta 21 Aralık 1914
tarihinde Osmanlı ordusu büyük bir yenilgi aldı ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu savaşta Enver
Paşa’nın emrinde olan 90 bin askerin, yaklaşık 60 bini savaş alanında veya soğuk kış şartlarında
donarak öldü. Enver Paşa buradaki savaşta başarısız oldu.
Ermeniler, çeteler kurarak Ruslara yardım ettiler. Bunu önlemek için de Devlet 1915
yılında Tehcir Kanunu’nu çıkarttı. Bu kanun devlete karşı gelip Ruslara yardım edenleri göç
ettirmeyi amaçlamaktaydı.
Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal ettiler ve Erzincan’a kadar gelebildiler. Fakat Rusya’da iktidar
değişikliği, Çarlığın yıkılıp yerine Bolşeviklerin geçmesi sonucu Rusya savaştan çekildi.
Bunu değerlendiren Osmanlı ordusu daha sonraki aşamada Kafkaslara kadar ilerleyerek
Azerbaycan’da Demokratik Cumhuriyet’in kuruluşuna yardımda bulundu. Ordu, Dağıstan’a kadar
ilerledi. Fakat Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra ordu buralardan geri çekilmek zorunda
kaldı.
3 Mart 1918 yılında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşmasıyla Ruslar savaştan önceki
sınırlarına geri döndüler.
Kanal Cephesi:
Taarruz cephesidir
Bu cephenin açılmasındaki amaç; İngilizlerin Akdeniz yoluyla Süveyş kanalından geçerek
sömürgesi olan Hindistan’a ulaşmak ve oradan askeri takviye yaparak Avrupa’daki cepheleri
kuvvetlendirmekti. Bu, Almanya’yı zor durumda bırakıyordu. Bu cephenin açılmasıyla İngilterenin
önü kesilmek istenmiştir, fakat başarılı olunamamıştır.
Irak Cephesi:
Irak cephesi İngilizler tarafından açılmıştır. İngilizlerin petrol yatakları ile sömürgelerini
güvence altına almak amaçlanmaktadır. Aynı zamanda buradan yukarıya hareket ederek Ruslarla
birleşilecekti. Burada Osmanlı orduları zaman zaman başarılar gösterse de, İngilizleri esir alsalar da
sonuçta bu cephede de İngilizler etkili oldular.
Çanakkale Cephesi:
Amaç, İstanbulu ele geçirmek ve Osmanlı Devleti’ni saf dışı bırakmak, Rusya’da zayıf
konuma düşen devleti desteklemek, Rus mallarını, buğdayını Avrupa pazarına çıkararak

5
Avrupa’daki gıda sıkıntısını gidermek, aynı zamanda henüz savaşa katılmayan Balkan
ülkelerini etkisi altına almaktır.
Denizden yapılan harekât, Nusrat Gemisi’nden boğaza döşenen mayınlar sayesinde
başarısız oldu. Denizde başarılı olamayan İngilizler karadan harekâtı denediler. Fakat burada da
Yarbay Mustafa Kemal’in dehası ve direnci ile karşılaşan İngilizler, karadan da geçemediler.
İtilaf devletlerinin buradaki yenilgisi, Rusya’daki Çar yönetimini zor durumda bıraktı.
Yardım alamayan Çarlık yönetimi ortadan kaldırıldı ve yerine Bolşevik yönetimi iktidar oldu ve
devamında da savaştan çekilme kararı aldılar.
Çanakkale Savaşları’nın dünya tarihinde önemli bir yeri vardır. Bu savaşta karşılıklı 500
bine yakın insan zarar gördü, öldü veya yaralandı. Önemlisi ise, Mustafa Kemal bu dönemde adını
Anafartalar Kahramanı olarak duyurdu.
Hicaz-Yemen Cephesi:
Osmanlı Devleti’nin Panislamist politikasını iyi anlayan İngilizler buna karşı Araplarla
anlaşma yolunu seçtiler.
Bu cephedeki amaç, Osmanlı Devleti’nin kutsal yerleri korumak istemesi, İngilizlerin
ise bağımsızlık peşinde koşan Mekke Emir’i Şerif Hüseyin’e destek vermek istemesidir. Dolayısıyla
Müslümanları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırma politikası izlenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden sonra, muharebelerin gün geçtikçe şiddetlenmesi
ve “Cihat Fetvası”nın yoğun Müslüman nüfusun yaşadığı İngiliz sömürgelerinde etkili olmaya
başlaması ihtimali, İngilizleri Haşimi ailesinden Şerif Hüseyin ile anlaşmaya itti. Çünkü Şerif
Hüseyin, Peygamberimizin ailesindendi ve onun İngiltere’in yanında yer alması, İslâm Halifesi’in
nüfûzuna ağır bir darbe indirmekle kalmayacak; Irak-Suriye-Filistin cephelerinde de İngiltere’yi
rahatlatacaktı. Şerif Hüseyin, bütün Arap Yarımadası ile Irak ve Suriye’nin tamamını içine alacak
bağımsız bir devlet kurulmasını ve başına da kendisinin getirilmesini istiyordu. 1915 yılındaki uzun
müzakerelerden sonra İngiltere ile Şerif Hüseyin arasında 1916 Ocak ayında bir anlaşmaya varıldı.
İngiltere, Şerif Hüseyin’in, Lübnan hariç bütün isteklerini kabul etmişti.
1916 yılında Araplar Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandılar. Osmanlı ordusu, Araplar ve
İngilizlere karşı başarılı savaşlar vermesine rağmen geri çekilmek zorunda kaldı.
Galiçya ve Romanya ve Makedonya Cepheleri:
Osmanlı Devleti müttefiklerine yardım amacıyla, aslında sınırları dışındaki bu cephelere de
kuvvet gönderip savaşmak zorunda kalmıştır.

OSMANLI DEVLETİ’İN PAYLAŞILMASIYLA İLGİLİ GİZLİ ANTLAŞMALAR

Savaşın devam ettiği yıllarda İtilaf Devletleri Osmanlı Devleti topraklarını gizli antlaşmalarla
kendi aralarında paylaşmışlardır. Bu antlaşmalar savaş devam ettiği süreçte Rus Çarlığının yıkılması
ve yerine gelen Bolşeviklerin grişimi ile açıklanmıştır.
1915 İstanbul Antlaşması
Bu Antlaşma bir belgeden ibaret değildir. Bu antlaşma bir kaç haftalık süre içinde Rusya,
İngiltere ve Fransa’nın aralarında bir dizi diplomatik yazışmaları kapsamaktadır. Türkiye’ye
karşı Birinci Dünya Savaşı’nda düzenlenen ilk gizli antlaşmadır.
Bu antlaşmaya göre; İngiltere ve Fransa İstanbul’u, Boğazları ve çevresini Ruslara
bırakıyordu, karşılığında da Rusya, Anadolu ve Ortadoğu’nun İngiltere ve Fransa arasında
paylaşımını kabul etmiş oluyordu.
Antlaşma Rus Çarlığının yıkılması ile geçerliğini kaybetmiştir.

6
1915 Londra Antlaşması
Bilindiği gibi İtalya savaşa Üçlü İttifakta başlamıştı, fakat kısa süre sonra tarafsızlığını ilan
etti. İtilaf Devletleri İtalya’yı müttefik olarak kendi yanlarında savaşa sokmak amacıyla 1915
yılında Londra’da yaptıkları antlaşmayla Anadolu’dan ona pay veriyorlardı. Antlaşmaya göre
Antalya ve havalisi İtalya’ya veriliyor ve 12 Ada ile Trablusgarp’a sahip olacağı kabul ediliyordu.
Gerçekten de antlaşmadan kısa süre sonra İtalya, Avusturya’ya, ayrıca Almanya ve Osmanlı
Devleti’ne savaş ilan edecektir
1916 Sykes-Picot Antlaşması
İngiltere ve Fransa arasında imzalanmıştır. Antlaşma adını onu hazırlayan İngiliz Sir Mark
Sykes ve Fransız Charles Georges-Picot’un adından almıştır
İtalya ve Rusya’ya verilen topraklar dışındaki (Anadolu ve Ortadoğu) toprakları
paylaşılmıştır. Şöyle ki; Ürdün ve Irak’ın bir bölümü İngiltere’ye veriliyor, Suriye, Lübnan ve
Adana yöresi Fransaya bırakılıyordu.
1917’de St. Jean De Maurienne Antlaşması
Öte yandan, İtalya’nın İtilâf Devletleri safında savaşa katılması ve Anadolu’dan ısrarla pay
istemesi sonucunda 21 Nisan 1917’de St. Jean De Maurienne’de görüşmeler yapıldı ve sonunda
şu kararlara varıldı: İtalya, 1916’da İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılmış olan tüm anlaşmaları
kabul ediyordu. Buna karşılık Mersin hariç olmak üzere Antalya, Konya, Aydın ve İzmir
bölgeleri İtalya’ya bırakılıyordu. İngiltere ve Fransa İzmir’de birer serbest liman kurabileceklerdi.
Ancak bu anlaşmanın yürürlüğe girmesi Rusya’nın da onayı şartına bağlanmıştı ki; Rusya’da geçici
hükümet iktidardan düşünceye kadar bunu onaylayamamıştır. Bu olay savaş sonrasında yapılan Paris
barış görüşmelerinde İtalya ile müttefiklerinin arasını bozmuştur.
SAVAŞI SONA ERDİREN ANTLAŞMALAR
Artık 1918 yılında İtilaf Devletleri’nin bariz üstünlüğü görülmekteydi ve İttifak Devletleri teker
teker savaştan çekilmekteydi. Bir barış ortamı hazırlığı görülmekteydi. Böyle bir zamanda ABD
Cumhurbaşkanı Wilson barış düzenini tespit etmek için 14 maddelik “Wilson
Prensipleri”ni açıkladı.
Avrupa’da milliyetler esas tutularak siyasi harita ona göre düzenlenecekti. Bağımsız bir
Polonya, Belçika ve Macaristan kurulacaktı. İşgal edilen yerler derhal boşaltılacak ve küçük
devletlerin bağımsızlık teminatları büyük devletler tarafından sağlanacaktı. Siyasete şeffaklık
getirilecek, gizli antlaşmalar yapılmayacaktır. Bu prensibin 12. maddesi ise Osmanlı Devleti ile
ilgiliydi. “Osmanlı Devleti’nin Türklerle meskûn olan kısımlarında Türk hâkimiyeti sağlanacak, Türk
olmayan milletlere özerk gelişme imkânları verilecekti. Çanakkale Boğazı bütün milletlerin
gemilerine açık olacak ve bu durum milletlerarası garanti altına alınacaktı.
3 Mart 1918 yılında Rusya ile “Brest Litovsk Anlaşması” yapıldı. Rusya durumundan
dolayı savaş öncesi topraklarına geri çekildi.
Almanya ile “Versailles (Versay) Antaşması”: Almanya ile 11 Kasım 1918 yılında
ateşkes imzalandı. 28 Haziran 1919 tarihinde ise barış antlaşması yapıldı. Almanya, Belçika, Fransa,
Çekoslovakya ve Polonya’ya toprak verdi. Avusturya, Çekoslavakya ve Polonya’nın bağımsızlığı
tanındı ve Almanya, Deniz aşırı sömürgelerini kaybetti. Asker sayısına sınırlama getirildi ve Almanya
ağır savaş tazminatına mahkûm edildi.
Avusturya ile St. Germain Antaşması: Avusturya-Macaristan Ekim-Kasım 1918 yılında
parçalanmıştı, 30 Ekim 1918 yılında Avusturya Cumhuriyeti kurulmuştu. Eylül 1919 tarihinde barış
antlaşması yapıldı. Avusturya Macaristan, Çekoslavakya ve Yugoslavya’nın bağımsızlığı tanınıyor.
Toprak kayıpları yaşıyor, mecburi askerlik kaldırılıyordu.
Bulgaristan ile Kasım 1919 yılında “Neuilly Antlaşması” yapıldı. (Bulgaristan 29 Eylül
1918 tarihinde savaştan çekilmişti.) Romanya’ya, Yunanistan’a, Yugoslavya’ya bazı topraklarını
kaybediyor, Ege adasıyla sınırları kalkıyor. Askeri konularda sınırlamalar getiriliyor, askeri tazminata
mahkûm ediliyordu.

7
Macaristan ile Haziran 1920 yılında “Trianon Antlaşması” yapılıyor. Nüfusunu ve
topraklarını 3/2 oranında kaybediyor, savaş tazminatı ödemeye mahkûm oluyor, ayrıca askeri
sınırlamalar getiriliyordu.
Osmanlı Devleti ile de “Mondros Mütarekesi” imzalanacaktır.

SAVAŞIN DOĞURDUĞU GENEL SONUÇLAR


1. Avusturya-Macaristan, Osmanlı, Alman İmparatorlukları parçalandı ve yerine yeni ulus
devletler kuruldu,
2. Savaş sonucu İngiltere ve Fransa yeniden Avrupa’da etkin güç oldular,
3. İmparatorlukların yıkılmasıyla yeni rejimler kuruldu. Sovyetlerde sosyalizm, Avusturya ve
Almanya’da Cumhuriyet gibi...
4. Oluşan yeni statü ve güçler dengesinin korunması için Milletler Cemiyeti kuruldu.
5. Bu savaşın ortaya çıkarttığı yeni huzursuzluklar, II. Dünya Savaşı’nın en önemli
sebeplerinden olacaktır.
6. Savaş sonucunda yeni bir siyasi güç olarak Amerika dışına taşmaya başlayan Amerika
Birleşik Devletleri, etkin konuma geldi ve Avrupa merkezli siyaset anlayışı
Amerika’ya taşındı.

SAVAŞIN OSMANLI İMPARATORLUĞU AÇISINDAN DOĞURDUĞU


SONUÇLAR
1. 1914-1918 yılları arasında Çanakkale Cephesi dışında, savaşta ölen askerlerin sayısı
60 bin, hastalıklardan ölen askerlerin sayısı 400 bindir.
2. Hastalık ölümleri; başta tifüs, dizanteri ve lekeli hummadan sonra soğuktan ve
gıdasızlıktandır.
3. Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, hastalıktan ölenlerin savaşarak ölenlerden daha
fazla olduğu tek ülkedir.
4. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı başında 1.710.000 kilometrekare olan
yüzölçümü, 400 bin kilometrekareye inmiştir.

8
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERS NOTLARI
-4

KONU 4: Mondros Mütarekesi

MÜTAREKENİN HAZIRLIK AŞAMASI


Birinci Dünya Savaşı’nın ortalarından itibaren yeni müttefikler
kazanan İtilaf Devletleri, üstünlüğü gözle görülür şekilde eline geçirmişti.
Bu nedenle de savaşın sonuna yaklaşıldığı dönemde savaşın neticeleri her
iki taraf için belli olmaya başlamıştı denilebilir. Artık 1918 yılının sonlarına
doğru İttifak Devletleri tek tek savaştan çekilmeye ve anlaşmalar yapma
yoluna girmişlerdi.
İttifak Devletleri’nden olan Bulgaristan savaştan çekilen ilk devlet
oldu. 29 Eylül 1918 yılında İtilaf Devletleri ile ateşkes imzalayan
Bulgaristan savaştan çekilerek Osmanlı Devleti ile müttefiklerin
bağlantısının kesilmesine neden oldu. İttifak Devletleri’nden olan diğer bir
devlet Avusturya-Macaristan daha savaş bitmeden 1918 yılının Ekim-
Kasım aylarında ülkede baş veren iç çatışmalardan dolayı
parçalandı ve savaş dışında kaldı. Ve önceden değinildiği gib İttifak
Devletleri sonraki süreçte Avusturya ve Macaristan ile ayrı ayrı anlaşma
yapma yoluna gittiler.
Balkanlarda iki İttifak devletinin savaştan çekilmesi ve İtilaf
devletlerinin burada etkili olmaya başlamaları, İstanbul ve Boğazlar
üzerinde yeni planlar yapmaları, doğal olarak Osmanlı Devleti’ni İtilaf
Devletleri ile ateşkes arayışına itti.
Aslında1918 yılının ortalarından itibaren İtilaf devletleri ile ateşkes
arayışı fikri tartışılmaya başlanmıştı. Bu dönemde Osmanlı Devlet
yönetiminde İttihat ve Terakki Fırkası bulunmaktaydı. Talat Paşa
hükümeti İttihat ve Terakki’nin etkisinde idi. Padişah V. Mehmet
Reşat’ın ölümü üzerine yerine Vahidettin (VI. Mehmet) getirilmişti.
Talat Paşa hükümeti ilk olarak İngiltere nezdinde ateşkes
arayışına girmiştir. İngiltere ateşkes anlaşmasına sıcak bakmamış, fakat
Akdeniz’deki İngiliz Donanması Komutanı Amiral Calthorpe ateşkes
taleplerini incelemek için görevlendirmişti. Talat Paşa hükümetinin ateşkes
konusunda ikinci girişimi İspanya hükümeti aracılığıyla Amerika
Birleşik Devletleri başkanı Wilson üzerinde olmuştur. Fakat bu
girişimden de sonuç alınamayınca, Talat Paşa hükümeti 8 Ekim 1918
yılında istifa etmiştir.
Yeni Hükümeti kurma görevi Tevfik Paşaya verilmiş, fakat o
hükümeti kurmakta başarılı olamayınca, hükümet kurma yetkisi bu kez
Ahmet İzzet Paşaya verilmiş, o da 14 Ekim 1914 tarihinde yeni
hükümeti kurmuştur. Aşağıda da göreceğimiz gibi bu hükümet, İtilaf
Devletleri ile ateşkes imzalamaya muvaffak olmuştur.
Yeni hükümet, ilk iş olarak İtilaf Devletleri ile ateşkes arayışı işine
girmiştir. Bu dönemde Irak Cephesinde esir alınan İngiliz General
Towshend’den de arabuluculuk yapma teklifi geldiği görülür. Bu
teklif hükümet tarafından kabul edilmiş ve görüşme yapmak üzere İngiliz

1
general davet edilmiştir. İzzet Paşa ile yapılan görüşmede ona gerekli
bilgiler verildikten sonra bir Türk yetkilisi, Mondros’ta bulunan İngiliz
Donanma Komutanı Calthorpe’a gönderilir. Calthorpe’dan gelen bilgi
üzerine hükümet bunu padişahla görüşmüş ve ateşkes görüşmelerini
yapmak için gönderecek heyeti belirlemiştir. Heyet; Bahriye Nazırı Rauf
Bey, Hariciye müsteşarı Reşat Hikmet ve Kurmay Yarbay Sadullah
Beylerden oluşuyordu.
Limni Adası’nın Mondros limanında 30 Ekim 1918 tarihinde
Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri adına İngiliz Amiral Calthorpe
ile Mondros Mütarekesi (Ateşkes Antlaşması) imzalanmıştır.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, Bulgaristan’dan sonra Osmanlı
Devleti, İtilaf Devletleri ile ateşkes imzalayan ikinci devlet olmuştur.

MÜTAREKENİN MADDELERİ
Bu kısımda mütareke maddeleri üzerinde durulacaktır.
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, 25
maddeden oluşmaktadır. Bu maddelerin ayrı ayrı açıklamaları üzerinde
durmak yerine, benzer içerikte olan konuları gruplaştırmak suretiyle
incelemek daha doğru olacaktır.
1, 2, 3 ve 6. Maddeler, açılacak olan İstanbul ve Çanakkale
Boğazları ile Karadeniz’deki mayınlı sahaların İtilaf devletlerine
bildirilerek temizlenmesi, sahil koruma dışındakı Türk savaş gemilerinin
belirli limanlarda kalmasına dairdir,
5. madde, sınırların korunmasını ve iç güvenliği sağlayacak
miktardan fazla olan askerlerin terhis edilmesi, bunların silah ve
teçhizatlarının tesliminin denetlenmesini öngörür,
7. madde, İtilaf devletlerinin güvenliklerinin tehlikeye düşmesi
halinde, herhangi bir stratejik bölgeyi işgale haklarının olduğunu;
8, 9, 13 ve 14. maddeler İtilaf devletlerinin demiryollarından,
ticaret gemilerinden, limanlardaki tamir araçlarından
faydalanmalarını, kömür ve yağ gibi maddeleri alabilmelerini, bahri,
askeri ve ticari malzemelerin tahrip edilmesinin önlenmesini;
10 ve 12. maddeler, hükümet yazışlmaları dışındakı telgraf ve
telsiz haberleşmesinin denetlenmesini ve Toros tünellerinin İtilaf
kuvvetleri tarafından işgal edilmesini;
11, 15, 16 ve 17. maddeler İran ve Kafkasya’da bulunan Türk
kuvvetlerinin harpten önceki sınırlara çekilmesini, Hicaz, Yemen, Asir,
Suriye, Irak, Trablus ve Bingazi’deki Türk birliklerinin en yakın İtilaf
kumandanlıklarına teslim olmalarını ve İtilaf devletlerinin demiryollarından
faydalanarak Kafkasya ve Baku’yu işgal edebileceklerini;
19 ve 20. maddeler asker ve sivil Alman ve Avusturya teb’asının
en kısa zamanda Türkiye’den ayrılmasını ve Osmanlı Devleti’nin bu
ülkelerle işbirliğine son vermesini;

2
4 ve 22. maddeler İtilaf Devletleri ve Ermeni esirlerinin derhal
serbest bırakılmasını, Türk esirlerinin ise onların emrinde kalmasını;
24. madde Doğu Anadolu vilayetlerinde (Erzurum, Sivas, Elazığ,
Van, Bitlis ve Diyarbekir) bir karışıklık çıkması halinde buraları işgal etme
hakkının doğacağını,
25. madde ise 31 Ekim 1918’de gece yarısından itibaren her
türlü harp halinin sona ereceğini öngörmektedir.
Mütareke maddelerinden de görüldüğü üzere bu antlaşma metni
Osmanlı Devleti’nin “kayıtsız şartsız teslim”, diğer bir deyişle “teslim
oluş vesikası”dır.
Aslında mütareke metnine, maddelerine baktığımızda boğazlar hariç
doğrudan işgal veya parçalanma söz konusu değildir. Ama maddeleri
açıkladığımızda mütarekenin amacının hiç de dışarıdan göründüğü gibi
hafif olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, ilk olarak Boğazın işgal olunması ve İstanbul’un İttilaf
Devletleri’nin eline geçmesi Osmanlı Devleti üzerinde kurulacak bir
baskının göstergesidir. Sonraki dönemlerde de görüleceği üzere İtilaf
Devletleri’nin İstanbul’a yerleşmeleri padişah ve hükümet üzerinde bir
baskı unsuru oluşturduğundan hükümete ve padişaha istediklerini
yaptırmaya muvaffak olmuşlardır.
Ordunun terhisi ile muhtemel ayaklanmalar, başkaldırılar,
direnmeler ortadan kaldırılmış oluyordu.
Haberleşmeye el konulmakla her türlü bilgi elde
edilebilecektir.
Demiryolu İtilaf devletlerin hareket kabiliyetini
kolaylaştıracaktı.
Ayrıca anlaşmanın 24. maddesinde geçen Vilayat-ı Sitte (altı il)
anlaşmanın İngilizce metninde The Six Armenian Provinces (Altı
Ermeni ili) şeklinde geçmektedir ki, bu da İngiltere devletinin ileride
kurmak istediği Ermeni Devleti planının bir göstergesi idi.
Türk milletinin istiklâlini tehdit eden en önemli madde ise, kuşkusuz
7. madde idi. İtilaf devletleri, her hangi bir bahane ile istedikleri
toprakları bu maddeye dayanak işgal ede bileceklerdi.
Ayrıca mütareke metninde yer alan coğrafi isimlerin Türk ve
İngiliz taraflarınca farklı algılandığı da görülmektedir. Örneğin: Türk
tarafı Suriye ve Irak terimlerini Osmanlı idari yapısı içindeki Suriye ve Irak
vilayetleri olarak anlamaktaydı, İngilizler ise Musul’u da Irak’a dahil
ediyorlardı. Oysa Musul Osmanlı idari yapısı içinde Irak’tan ayrı bir
vilayetti. Ayrıca mütareke metninde Kilikya, Mezopotamya, Irak gibi
sınırları belli olmayan tarihi terimler kullanılmış ve bu da karşılıklara yol
açmıştır.
Mütareke bildiğimiz gibi savaş durumuna son veren bir geçici
anlaşmadır. Kesin durum ise barış antlaşmasının imzalanması ve bu
antlaşmanın hükümetler tarafından onaylanmasından sonra
yürürlüğe girer. Fakat İtilaf devletleri Mütareke imzalanmasından hemen
sonra barış antlaşmasının imzalanmasını beklemeden Osmanlı
topraklarını işgale başladılar.

3
Bu Mütareke Osmanlı Devleti’nde nasıl karşılandı?
Osmanlı Devleti hükümeti Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gün
mecliste görüşmüş ve tartışmalara rağmen İzzet Paşa’nın ılımlı
konuşmaları sonucu onaylamıştır. 31 Ekim’de ordu ve vilayet merkezlerine,
2 Kasım’da ise tüm makamlara bildirilmiştir.
İzzet Paşa, “Genel durum başka türlü hareket etmemize imkân
bırakmadı” şeklindeki açıklamasıyla hükümetin tavrını ortaya koymuş
oluyordu. Aynı zamanda Anlaşma metnine imza atan Rauf Bey
gazetecilere şu açıklamayı yapıyordu: “mütarekenin şartları ağırdır.
Bununla beraber onları yerine getirmeye sadakatle çalışacağız.
İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sadık, vaatlerine vefakâr
olduklarına itimadımız vardır. Bu inanç, üzerimize düşen ağır
vazifeyi yapmakta bize cesaret verdi”. Yani hükümet kanadı, mütareke
metinlerine uyulduğu taktirde sorun çıkmayacağı üzerinde fikir birliği
içindedir. Bu konuda İngilizlerin sadakatına, verdikleri sözü tutacaklarına
da güvenilmektedir.
Mütareke, Türk basını tarafından da oldukca iyimser karşılanıyordu.
Basın ister mütareke öncesi, isterse mütareke sonrası sürekliliği olacak bir
ateşkesle, barışın sağlanacağı üzerinde duruyor ve gelecekten umutlu
olunması üzerine yazılar yayınlıyordu.
Hükümet üyelerinin olumlu tavırlarına karşın, mütareke koşulları
ordu çevresinden tepkiyle karşılandı. Özellikle de bu dönemde Yıldırım
Orduları Komutanlığı’na atanıp Adana’ya gelmiş olan Mustafa Kemal
Paşa, mütareke metnine sert tepki vermiş ve bu ateşkes
anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin kendisini kayıtsız şartsız
düşmanlara teslim ettiğini belirtmiştir.
Mustafa Kemal Paşa aynı zamanda merkez-İstanbul’la yazışmalara
başladı. Anlaşma metinindeki belirsizlikleri soruyor ve onların ortadan
kaldırılmasını istiyordu. Aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa, İstanbul
Hükümeti’ne emri altındakı yedinci ordu ile mücadeleye devam edeceğini
de bildirmişti. Zaten bunun üzerine de İstanbul’a geri çağrılacaktır.

4
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERS NOTLARI
-5

KONU 5: Ülkenin İçerisinde Bulunduğu Durum/ İlk İşgaller/


Milli Cemiyetler ve Milli Cemiyetlere Karşıt Cemiyetler

MÜTAREKENİN UYGULANIŞI VE İLK İŞGALLER


Mütarekenin imzalanmasından 36 saat geçmeden İngilizler
Musul’un ve az sonra da İskenderun’un teslimini resmen istediler.
Musul’da bulunan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa İngilizlerin bu
isteklerini reddetti ve söz konusu isteklerinin mütareke metnine
uymadığını İstanbul’a bildirdi.. Fakat İstanbul’dan olumsuz cevap gelince,
Ali İhsan Paşa Musul’u boşaltmak zorunda kaldı ve 3 Kasım 1918
yılında İngiliz birlikleri Musul’a girdi ve Osmanlı bayrağını indirerek
kendi bayraklarını çektiler.
Aynı durum İskenderun için de söz konusu oldu. Fakat burada da
İstanbul’un “İskenderun yüzünden ateşkesi bozmayalım, şehri teslim
edin” cevabı üzerine şehir teslim edildi. Daha sonra İstanbul’a dönen Ali
İhsan Paşa da İngilizler tarafından hapsedilip Malta adasına sürülecektir.
Benzeri bir durumla Mustafa Kemal Paşa da karşılaştı.
Önceden vurgulandığı gibi Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Hükümeti’ne
“İngilizler işgale başladıkları takdirde buna ateşle karşılık
vereceğini” bildirince İstanbul Hükümeti işgallere hiç bir karşılık
verilmemesini istedi, arkasından Mustafa Kemal’in komutasında olan
Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ve 7. Ordu Karargâhı
lağvedildi ve Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti emrine alınmak
üzere İstanbul’a çağrıldı. Böylece Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a
hareket etmek zorunda kaldı.
İngilizler 6-10 Kasım tarihlerinde Çanakkale Boğazını ve
çevresini ele geçirdiler. 9-12 Kasım tarihlerinde ise İngiliz, Fransız,
İtalyan ve Yunan savaş gemileri Çanakkale boğazını geçerek
İstanbul’a yanaştılar. 13 Kasım 1918 yılında boğazdan geçen İtilaf
kuvvetleri 55 parçadan oluşan bir filoyla İstanbul önlerine geldiler
ve Marmara Denizi’ne demirlediler. Bu tarihte İstanbul, fiili olarak
işgal edilmiş olacaktır.
Aynı tarihte, yani 13 Kasım 1918 tarihinde trenle Adana’dan
İstanbul!a gelen Mustafa Kemal Paşa da Haydarpaşa Garı’na
inmiştir. Kendisini karşılayan arkadaşlarıyla birlikte küçük bir tekne
ile karşıya geçmekte olan Mustafa Kemal Paşa, tekne, toplarını da
Yıldız Sarayı’na çevirmiş zırhlıların arasından geçerken o ünlü,
“Geldikleri gibi giderler!.” sözünü söyleyecektir.
İşgalin genel çerçevesine bakılacak olursa, İtilaf devletlerinin veya
yanlarında yer alan kuvvetlerin aşağıdaki yerleri işgal ettikleri görülür.
İngiltere: Musul, İskenderun, Urfa, Antep, Maraş, Kars, Batum’u
işgal ettiler, Samsun, Merzifon, Eskişehir, Afyon’a asker sevk etti.
Fransa: Adana, Mersin, Hatay Dörtyol ve Afyon istasyonunu işgal
etti.

1
İtalyanlar: Önce pasif kaldılar. Ancak Yunanistan’ın lehine
gelişmelerin yaşanması, onların harekete geçmelerine neden oldu.
Antalya, Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Fethiye’yi işgal ettiler. Ayrıca
Konya ve Akşehir’e askeri birlik yolladılar.
Ermeniler: 18 Kasım 1918’de Lord Curzon’un “Kürt, Ermeni, Rum
ve Yahidulerin Türk eğemenliğinden kurtarılacağından söz etmesi”
Ermenileri harekete geçirdi. Ermeni İntikam Alayları, Doğu Anadolu’da
Müslüman halka baskı ve zulümlerini artırdı. Kozan, Adana, Mersin
ve Osmaniye’ye giren Fransız birliklerine katıldılar ve onlara destek
sağladılar.
Yunan İşgalleri
İtilaf Devletleri ve bilhassa İngilizler tarafından desteklenen ve
kışkırtılan Yunanistan, I. Dünya Savaşı sonunda “Büyük Yunanistan”
ülküsünü gerçekleştirmek için Batı Anadolu ve Trakya’yı ele geçirmek
istiyordu. İngiltere de sömürgelerine giden yollarının güvenliği
açısından, Batı Anadolu’nun İtalya gibi güçlü bir ülkenin eline
geçmesini istemiyor ve Yunan emellerini destekliyordu. Ancak
Yunanistan’ın istekleri Batı Anadolu’da gözü olan İtalya’nın menfaatleri ile
çatışıyordu.
Paris Barış Konferansı’nda Yunanistan, Türk toprakları
üzerindeki isteklerini açıkladı. Bu bölgede tarihi hakları olduğunu
ve burada yaşayan nüfusun çoğunluğunu Rumların oluşturduğunu
ileri sürdü. İngiltere Başbakanı Lloyd George, Paris görüşmeleri
sırasında İtalyanların Anadolu’da yayılmalarına karşı çıkarak, Yunanlıların
İzmir’deki Rumları korumak gerekçesiyle İzmir’e asker
çıkarmalarına izin verilmesini önerdi. Bu teklifi Fransa ve ABD kabul
etti. Yalnız kalan İtalya istemeyerek de olsa durumu kabullenmek zorunda
kaldı. Konferansta Yunanistan’ın tüm Batı Anadolu’nun işgali için
görevlendirilmesine karar verildi. Karar İtalya tarafından Osmanlı
Hükümetine sızdırıldı ise de güçsüz durumda bulunan hükümet karşı
tedbirler almayı başaramadı.
15 Mayıs 1919’da İngiliz, Amerikan ve Fransız gemilerinin
koruması altındaki bir Yunan Ordusu İzmir’e çıktı ve şehri işgale
başladı. İşgal kısa bir süre sonra katliama ve yağmaya dönüştü. Yerli
Rumlar işgal sırasında öldürme, tecavüz ve yağmaya katıldılar. İtilaf
Devletleri’nin gözleri önünde iki gün devam eden katliam sonunda
5000’e yakın Türk öldürüldü. İzmir’in işgali ile başlayan vahşet, Türk
kuvvetleri mütareke gereğince etkisiz hale getirildiği için güçlü bir askeri
direnişle karşılaşmayan Yunan işgalinin genişlemesiyle devam etti. Üç
koldan ilerleyen Yunan kuvvetlerinin ilk kolu Gediz’den başlayarak
Menemen, Manisa, Turgutlu, Salihli ve Alaşehir’e, ikinci kol
Menderes vadisinden başlayarak Torbalı, Bayındır, Ödemiş’e üçüncü
kol Torbalı’dan Aydın’a inecekti.
Hükümetin seyirci kaldığı işgallere yerli Rumlar rehberlik ettiler.
Hükümetin aksini bildirmesine rağmen Türk askerleri, çeteciler ve sivil
halk Bergama, Ödemiş, Ayvalık ve Aydın’da Yunan ordusuyla kanlı
çarpışmalar yaptı. Yunanlılar bu sırada Batı ve Doğu Trakya’yı da işgale
başladılar.
ÜLKENİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM

2
Mondros Mütarekesi, ilk günlerde, Türkiye toprakları üzerinde
yaşayan çeşitli kesimlerde değişik tepkilere neden oldu. Asırlardır Anadolu
toprakları üzerinde Türklerle birlikte yaşayan ve daima hoşgörüye mazhar
olan azınlıklar ülkede hakim unsur olmaya kalkıştılar. İktidardaki
İttihatçıların ülkeyi terk etmelerinin ardından iş başına gelen Osmanlı
Hükümeti olup bitenler karşısında tam anlamıyla çaresizlik içindeydi.
Ateşkes anlaşması, uzun zamandan beri savaşmakta olan Türk
milleti için de başlangıçta olumlu bir gelişme gibi gözükmüştü. Çünkü
hakkaniyet esası göz önünde bulundurularak gerçekleştirilecek bir barış
anlaşmasına kimsenin itirazı yoktu. Hükümet kaynaklı propagandalara
bakılırsa, mütarekeden sonra gerçekleştirilecek barış antlaşması
konusunda endişeye mahal yoktu. Aksini savunan iddialar memleketi bu
hale getiren İttihatçıların kötü niyetli propagandalarıydı. Aslında mütareke
şartları her şeyi gayet açık bir şekilde anlatıyordu. Başta Mustafa Kemal
Paşa olmak üzere, anlamak isteyenler nelerin olup bittiğini, daha kötüsü
istenirse böylesine ağır şartlar taşıyan mütareke hükümlerine dayanılarak
daha nelerin yapılabileceğini pekâlâ anlamışlar ve ilgilileri de ısrarla ikaz
etmişlerdir. Türkler, savaş sonunda imzalanacak barış antlaşmalarının
Wilson prensiplerine uygun olarak gerçekleştirileceğini ümit ediyorlardı.
Nitekim bu prensiplerin 12. maddesi, Türklere de kendi milli iradelerine ve
milli karakterlerine uygun olarak, kendi toprakları üzerinde hür yaşama
hakkı tanıyordu. Ancak mütarekenin imzalanmasından sonrakı gelişmeler,
bunun kolaylıkla mümkün olamayacağını göstermekte gecikmedi.
Sonuçta, Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan bu anlaşma ve
uygulamalar Türk Milleti’nin, Mustafa Kemal’in önderliğinde yeni
bir mücadeleye girmek suretiyle yeni baştan bağımsız bir Türk
Devleti kurmasını sağlayacak bir süreci başlatacakt
1. Milli Cemiyetlere Karşıt Cemiyetler
a) Azınlıkların Kurdukları Cemiyetler
1. Rumların Kurdukları Cemiyetler
Türk topraklarının işgali başlamadan hemen önce örgütlenmeye
girişen Rum ve Ermeni azınlıklar, İzmir’in işgalinden cesaret alarak
oldukça faal hale geldiler.
Bu ders notunda; ilk olarak Rumların o döneme kadar ve o dönem
içinde gütmüş oldukları amaçlar ve kurdukları cemiyetler üzerinde
durulacaktır.
Bilindiği gibi Rumlar, önce Eflak’ta daha sonra da 1821 yılında
Mora’da ayaklanarak bağımsızlık savaşını başlattılar. 1829 yılında
amaçlarına ulaşarak Osmanlı Devleti’nden ayrılıp bağımsızlıklarını
kazandılar. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ise “Megali İdea” (Büyük
Ülkü, Büyük İdeal) veya “Helenizm” (Panhelenizm) adını verdikleri
“Büyük Yunanistan” emelini gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu emelin ilk
aşaması, Batı Anadolu ve Trakya’ya yerleşmek, On iki Ada, Girit ve
Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak, Ege Denizi’ni bir Yunan denizi
haline getirmek, sonraki aşaması ise, İstanbul merkez olmak üzere
yeni bir Bizans İmparatorluğu kurmaktı.
II. Mahmut döneminden itibaren yukarıdaki amaçlarını
gerçekleştirmek için aktif faaliyete geçen Rumların, çeşitli cemiyetler

3
kurdukları görülmektedir: Etnik-i Eterya (Ulusal Dernek), Mavri Mira
Cemiyeti (Kara Gün Cemiyeti), Pontus Cemiyeti vb.
Cemiyetlerin faaliyetlerine geçmeden Fener Rum Patrikhanesi’nin
faaliyetlerinden de bahs etmemiz gerekmektedir. Zira Milli Mücadele
döneminde de Patrikhane’nin etkili olduğu görülür. Daha 1821 yılında ilk
ayaklanmalar başladığında Fener Rum Patriği’nin olaylarla ilişkisi devlet
tarafından tespit edilmiş ve Patrik, Patrikhane’nin Petro (Ortakapı)
Kapısı’nda asılmıştı. Üzerine de patriğin görevleri ve yaptığı suçlarla ilgili
yazılı kâğıt asılıydı. Bu olay bundan sonra Patrikhane ile Rumların Türklere
karşı faaliyetlerini artırarak devam etmelerine neden olacaktır.
II. Meşrutiyet’ın ilanından sonra Patrikhanenin faaliyeti daha da
genişleyecektir. Patrikhane ile ilişkiler Yunanistan’da E. Venizelos’un
Başbakan olmasından sonra daha da genişlemiştir. Böylece Büyük
Yunanistan düşüncesi bu iki gücü birleştirmekteydi. Venizelos’un
“Patrikhane, Yunanistan’ın emrine girmelidir; bu suretle birleşmiş
bir Patrikhane’nin ilerideki milli davalarda rolü pek büyük
olacaktır” sözleri bu girişimin hedefini gösteriyordu.
İzmir’in işgali döneminde “Yunan askerlerinin Hıristiyanlık adına
giriştikleri bu savaşta, Türkiye Rumlarının Yunan ordusuna
katılması için” patrikin beyanname yayınlaması ve İstanbul’un işgalinde
de patrikhanenin kapısına çift kartallı Bizans bayrağını çekmesi,
patrikhanenin üstlendiği görevini yerine getirme açısından ilginç notlardı.
Mondros Mütarekesi dönemine kadar esasen Rum kuruluşları ile
ilgilenen patrikhane bundan sonra hedefini genişleterek Osmanlı hükümeti
ile ilgisini kesip “Şark Büyük Ortodoks Kilisesi Merkezi” adı ile
bağımsızlık arayışına girmiştir.
Esasında Yunan hükümetiyle de bağlantılarını devam ettiren
Patrikhane, İtilaf Devletleri’nin işgallare başlamasıyla birlikte Rumların
yeni cemiyetler kurup faaliyetlerini devam ettirmelerine yardım etmekte,
bağlantılarını güçlendirmekteydi.
Bu dönemde etkili olan cemiyetlerin esas amaçları, Yunan işgalini
kolaylaştırmak ve bunun mümkün olduğu kadar geniş alanlara yayılmasını
sağlamaktı.
Patrikhane’nin desteği ile kurulan “Yunan Komitesi” ve “Trakya
Komitesi” adlı iki örgüt, Trakya’da Türk direnişini kırmaya çalışıyordu.
Bunların yanında yukarıda adlarını saydığımız diğer dernekler
(cemiyeti) üzerinde de durmak gerekiyor.
Etniki Eterya (Ulusal Dernek) Cemiyeti: Yunan bağımsızlığını ve
bunun için Rumların isyan etmesini sağlamak amacıyla 1814 yılında
kurulmuştur. Görünürdeki amacı Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanlar
arasında eğitim ve öğretimi yaygınlaştırmaktı. Gizli amacı ise Yunan
Patriği’nin güdümünde eski Bizans İmparatorluğu’nu kurmak için
çalışmaktı. Amacı, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra
Balkan Savaşları’na kadar olan dönemdeki Yunan sınırlarını genişletmek,
sonraki dönemde ise Karadeniz’de Pontus Rum Devleti’ni kurma
faaliyetlerinde bulunmaktı.
Mavri Mira Cemiyeti (Kara Gün Cemiyeti): Mondros
Mütarekesi’nden sonra 1919 yılında İstanbul’da kurulmuştur. Etkisini

4
kaybeden Etnik-i Eterya Cemiyeti’nin mirasçısı olarak, onun hedefleri
doğrultusunda çalışmıştır. Fener Rum Patrikhanesi ve Yunan hükümetinin
maddi ve manevi desteğini almıştır.
Esas amacı ise Osmanlı Devleti’nde silahlı çeteler kurmak, gösteri
ve propaganda faaliyetlerinde bulunmak, Rum okullarında izci grupları
oluşturmak, buraya gençleri toplamak ve onları yetiştirerek amaçları
doğrultusunda kullanmaktı. Çoğunlukla Anadolu, Marmara, Tekirdağ,
Kırklareli bölgelerinde etkili olmuşlardır.
Pontus Cemiyeti: 1904 yılında Rumlar tarafından kurulmuş gizli bir
cemiyettir. Batum’dan İnebolu’ya kadar tün Karadeniz’de şubeler
açmıştır. Amacı Yunanistan ve Patrikhane’den aldığı destek ve teşvikle
Trabzon, Ordu, Samsun, Giresun’un sahil bölgelerini ve Kastamonu,
Gümüşhane, Erzincan ve Sivas vilayetlerinin de bir kısmını içine alacak
şekilde başkenti Samsun olacak bir Pontus Cumhuriyeti kurmaktı.
Daha sonra ise burayı Yunanistan’la birleştirmeyi amaçlamaktaydı.
Cemiyet bu amaçları doğrultusunda haritalar hazırlamış, Pontus
gazetesini yayınlamıştır. Aynı zamanda çeşitli Pontus çeteleri kurarak bu
bölgede katliamlar gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal Paşa Samsun’a
çıktığında bu bölgede çetelerin sayısı 40’a ulaşmıştı.
Bu cemiyetlerin yanında yukarıdaki amaçlara hizmet eden çok
sayıda farklı Rum cemiyetleri de bulunmaktaydı; propagandalara kaynak
sağlayan Rum Matbuat Cemiyeti, Anadoluya göçler gerçekleştirmek,
ayaklandırmalar çıkarmak için kurulan Göçmenler Derneği vb.
2. Ermenilerin Kurdukları Cemiyetler
Savaşın son yılı içinde ABD Cumhurbaşkanı Wilson’un ortaya
koyduğu 14 İlke’ye dayanarak “Bağımsız Ermenistan” isteğiyle
etkinliklerini artıran Ermeniler, Adana yöresi ve Doğu Anadolu’da
ülkülerini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. İzmir’in işgalinden önce
Adana’da Fransız makamlarının desteği ile kurulan “Ermeni İntikam
Alayı” büyük tedhiş hareketlerine girişmiştir. Ermeni patriği Zaven Efendi,
Mavri Mira heyeti ile birlikte çalışmış ve Rumlarla işbirliği yapmıştır.
Patrik, Büyük Ermenistan’ın başkentinin Garin/Erzurum olacağını
söylüyordu. Ancak, Anadolu’daki tek derli toplu güç olan l5. Kolordu ve
kolordu komutanı Kâzım Karabekir Paşa Doğu’daki Ermeni baskısına
şiddetle karşı koymakta kararlıydı.
Hınçak Komitesi (Çan Sesi Komitesi): 1887 yılında İsviçre’nin
Cenevre kentinde Kafkas Ermenileri tarafından kurulmuştur. Amaçları,
Ermenilere yeni ve özerk bir idare sağlamaktı. Bunun için de Ermenilerin
yaşadığı bölgelerde komitenin örgütlenmesini sağlamak, ihtilallerine
hazırlıklar yapmak, terör ve suikastler için maddi kaynak sağlamak, çeteler
kurarak Osmanlı Hükümeti’ni devamlı meşgul etmekti.
Taşnaksutyun Komitesi (Ermeni İhtilal Cemiyetleri Birliği):
1890 yılında üç Ermeni tarafından Tiflis’te kurulmuştur. Amaçları çeşitli
Ermeni cemiyetlerini (Genç Ermenistan, Ermeni Cemiyeti-
Armenaganlar ve Hınçak Komitesi’ni) birleştirmek ve Türkiye’ye
çeteler sokmaktı. Ermenileri silahlandırmak, isyanlar çıkarmak ve bu
vasıtayla Ermenistan Devleti’ni kurmaya zemin hazırlamak, ona özgürlük
kazandırmak da temel amaçlarından birisi idi.

5
Başlangıçta Ermeni ve Rumlarla birlikte hareket etme eğilimi
gösteren Yahudiler de toprak isteği yerine ellerindeki ticaret, din ve kültür
serbestliği gibi imtiyazlarını kaybetmemek için İstanbul’da “Macabi” ve
“Alyans İsrailit” adlı örgütler kurmuşlardı. Ancak, Yahudiler
imparatorlukta rahat bir hayat yaşadıklarından ve geleneksel
temkinlilikleri ile diğer azınlıklar kadar yıkıcı faaliyetler içinde
olmamışlardır.
b) Diğerleri
Azınlıkların kurdukları ve faaliyet gösterdikleri milli varlığa karşıt bu
cemiyetlerin yanında Türklerin kurdukları ve katıldıkları cemiyetler de
vardır. Bu cemiyetlerin bir bölümü, doğrudan doğruya “direniş” fikrine
karşı çıkarken bir kısmı “çekingen” davranmak suretiyle mücadele azmini
zayıflatmaktaydı. Bazılarının ise doğrudan ayrılıkçı hedefleri
bulunmaktaydı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası: İlk kez 1911’de kurulan Fırka,
İttihatçıların siyaset sahnesinden çekilmesi üzerine 1919’da yeniden
siyasete atılmıştır. Pek çok partiyi bünyesinde toplayan ve milliyetçiliği
reddeden fırka, İngiliz taraftarı olarak bilinmektedir. Milli Mücadele
aleyhinde çalışan ve Osmanlıcılığı benimseyen bir fırkaydı. Etkili ismi
Damat Ferit Paşa’dır.
Eski İttihat ve Terakki Partililere karşı ava çıkmışlardır. Bu nedenle
önemli lider tabakasından insanları tutuklayıp Malta’ya sürmüş ve Milli
Mücadele döneminde Anadolu’da Milli Mücadeleyi verenlere karşı çeşitli
ayaklanmalar tertip etmişlerdir. Milli Mücadele’nin başarısından sonra
fırka ortadan kalkmıştır.
Teâli-i İslam Cemiyeti: Kuruluş aşamasında adı “Cemiyet-i
Müderrisin” (Medrese Öğretmenleri Derneği) olan derneğin kurucu ve
yöneticileri medrese öğretmenleridir. Dernek, İslamı yükseltmek, Osmanlı
Devleti’ni içine düştüğü buhrandan, kuvvet yolu ile değil de iman, din,
ahlâk ve sosyal vasıtalarla kurtarmaktır. Cemiyet, dünya Müslümanlarını,
birlik ve kardeşlik bağlarıyla Osmanlı Padişahı-Halife etrafında
birleştirmek istiyordu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’nın vilayetlerdeki merkez ve şubeleriyle işbirliği yapmıştır.
Anadolu’da sadece, Konya ve çevresinde şube açabilmiştir. Milli
Mücadele’ye karşı faaliyet göstermiştir.
Milli Mücadele’nin başarısından sonra 1925 yılında liderleri İstiklâl
Mahkemesi tarafından cezalandırılmışlardır.
Kürdistan Teâli Cemiyeti: 19l9 Mayısı’nda Seyyit Abdülkadir
tarafından kurulan dernek, Kürtleri ayrı bir kavim sayıyor ve Ermeniler
gibi Wilson ilkelerine dayanarak bağımsız bir Kürdistan kurmayı
amaçlıyordu. Dernek, önemli gördüğü yerlerde şubeler ve kulüpler açmış,
Kürdistan ve Jin adlı gazeteler yayımlamıştır.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti: İngilizler tarafından kurulan derneğin
amacı, Halifenin etrafında bütünleşerek, İngiltere’nin sempatisini
kazanmak suretiyle bir İngiliz mandası oluşturmaktı. Milli Mücadele’nin
başlamasıyla birlikte bu cemiyet, Türk halkının uyanan milliyetçilik
bilincini yok etmek ve ecnebi müdahalesini kolaylaştırmak üzere, milli
direnişe karşı bir dizi ayaklanmayı organize etti. Derneğin mensupları,
İngilizleri “seçkin kavim“ olarak görüyor ve onlarla olan dostluğun

6
kuvvetlendirilmesini istiyorlardı. Dernek Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile tam
bir işbirliği yapmıştır. Derneğin üyeleri arasında Damat Ferit ve kimileri
de kabinede bakan olan çok sayıda Osmanlı bürokratı vardır.
Wilson Prensipleri Cemiyeti: İstanbul’daki bazı aydınlar, Türklerin
bağımsız olarak bırakılamayacağı düşüncesi ile hiç değilse parçalanmadan
ve bütün olarak büyük bir devletin, özellikle Osmanlılara hiçbir zaman
zararı dokunmamış olan ABD’nin koruyuculuğu altına girmeyi uygun
buluyordu. Amerikan mandası isteyen aydınlar, 4 Ocak l9l9’da “Wilson
Prensipleri Cemiyeti”ni kurmuşlar ve Wilson’a bir muhtıra yollamışlardı.
Mandacılar konuyu, Sivas Kongresi’nde açıkça savunmuş ise de, Mustafa
Kemal ve arkadaşlarının tam bağımsızlık düşüncesi karşısında etkili
olamamışlardı. Ancak, Halide Edip başta olmak üzere dernek
mensuplarından bazıları sonradan Kurtuluş Savaşına katılacaklardır.
Sulh ve Selâmeti Osmaniye Fırkası: Osmanlı Sulh ve Selâmet
Cemiyeti ile Selâmeti Osmaniye Fırkasının birleşmesi suretiyle
kurulmuştur. Meşrutiyet ve demokrasiye taraftar olduğunu ilan etmiştir.
Dernek, ülkenin kurtuluşunun kuvvet yolu ile değil de anlaşma, barış yolu
ile sağlanacağına inanmaktaydı. Bu nedenle onlar da Milli Mücadelecilerin
karşısında yer almışlardır.
Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti: Doğu
Karadeniz’in İtilafçı kesimi tarafından merkezi İstanbul’da olmak üzere
kurulmuş ve Doğu Karadeniz vilayetlerinde şubelerinin açılmasına
teşebbüs edilmişti. İstanbul hükümetleri paralelinde çalışan dernek bölge
halkının şiddetli tepkileri üzerine hiçbir varlık gösteremeden dağılmış ve
bir süre sonra da Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılmıştır.

2. Milli Cemiyetler
Birinci Dünya Savaşı sonunda bazı milliyetçi subaylar, Osmanlı
Devleti’nin parçalanacağını ve yurdumuzun işgale uğrayabileceğini tahmin
etmişler ve bunu elden geldiğince önleyebilmek için bazı hazırlıklara
girişerek gizli komiteler oluşturmuşlardı.
Bunların ilki Teşkilat-ı Mahsusa tarafından savaş yıllarında İngiliz
ve Fransız sömürgelerinde faaliyet göstermek üzere kurulan İttihad-ı
İslâm İhtilâl Komiteleri’dir. İttihat ve Terakki fedailerinin oluşturduğu bu
komiteler, savaştan sonra da faaliyetlerini durdurmamış, ancak yurt
içindeki etkinliklerini arttırarak, işgale uğrayan yörelerle özellikle Rum
çetelerin etkin olduğu yerlerde silahlı mücadeleye girişmişlerdir. Sivil halk,
yurdun her yerinde çoğunluğu ittihatçı bir geçmişe sahip olan aydınların
önderliğinde işgallere karşı örgütlenmeye başlamış, Türk bağımsızlığını
devam ettirmek, Milli Mücadeleye fiilen katılmak ve desteklemek amacıyla
birçok dernek kurmuştur.
Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Reddi İlhak gibi daha çok
“bir hak savunması” maksadıyla kurulan Milli dernekler, Sivas Kongresi
sırasında 7 Eylül 1919’da alınan bir kararla “Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiş ve yerel örgütler
olmaktan çıkarılmışlardı. Bu örgütler şunlardır:

7
Kars Milli İslâm Şurası: I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı ordusu
“Elviye-i Selase”den (Kars, Ardahan, Batum) mütareke hükümlerine göre
1914 sınırı gerisine çekilmek zorunda kalınca, Ermenistan ve Gürcistan
Cumhuriyetlerinin istilasına engel olmak üzere “Wilson Prensiplerine”
göre 5 Kasım 1918’de kurulmuştur.
Batum, Ahıska Hükümeti ve Aras Türk Hükümeti Milli Şurâ
Hükümeti’ne katılarak bölgeyi savunacak güçlü bir birlik oluşturmuşlardı.
Milli Şurâ hükümeti Batum’da çıkardığı Saday-ı Millet adlı gazete ile milli
varlık ve dayanışmanın esaslarını yayımlamıştır.
İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti: İzmir ilinin
Yunanlılara verileceği haberinin duyulması üzerine kurulan dernek, ilk
aşamada İzmir’in yabancılara verilmesini önleyebilmek için Wilson
İlkelerine dayanarak bölgenin Türklüğünü göstermeye çalışmış ve
Fransızca “Türk İzmir“ adlı bir dergi yayımlamıştır. Kongrelerinde Vali
Nurettin Paşa’dan yardım gören bu derneğin çalışmaları, İstanbul
hükümeti tarafından “İttihatçılık ve Bolşeviklik”le suçlanarak
engellenmiştir.
Dernek, amacını açıklamak ve İzmir vilayetinin haklarını
savunabilmek için İstanbul ve Paris’e temsilciler göndermeye çalışmış,
İzmir’in işgali üzerine buradaki faaliyetine son vermişti. Çalışmalarını
Redd-i İlhak adı altında sürdüren dernek, İstanbul’a taşınmış ancak eski
etkinliğini gösterememiştir.
Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti: Trabzonlu
aydınlar tarafından Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu Rumlar
ve Ermenilere karşı mücadele etmek amacıyla kurulmuştur. Dernek;
Trabzon ilinin Türklüğünü, coğrafya ve etnik durumunu belirten ayrıntılı
raporlar hazırlamış, derneğin fikirlerini yaymak amacıyla da İstikbal
Gazetesi’ni yayımlamıştı.
İzmir’in işgali karşısında daha geniş bir örgütlenmenin gerekliliği
dikkate alınarak tüm doğu illeri temsilcilerinin katılacağı bir kongre
toplanması için girişimde bulunulması kararlaştırılmış ve böylece Erzurum
Kongresi’nin toplanmasına destek olunmuştur. Dernek, Şarki Anadolu
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne katılarak çalışmalarını genişletmiştir.
Milli Kongre: Rumların, İstanbul’da teşkilatlanıp “Megali İdea”
(Büyük Yunanistan) uğrundaki çalışmalarına engel olmak için, göz Doktoru
Esat (Işık) Paşa’nın çağrıları ile 70 kadar dernekten ikişer temsilcinin
katılması ile 29 Kasım 1918’de partiler üstü bir teşkilat olarak kuruldu.
Amacı, bütün milli güçleri birleştirmek, vatanın haklarını ve yararlarını
koruyacak ve gerçekleştirecek yolları ve araçları bir araya getirmekti.
İstanbul’da düzenlediği bir dizi toplantıyla bunu gerçekleştirmeye çaba
harcamışsa da başarılı olamamıştır. Ermeni ve Rum propagandalarına karşı
kaleme alınan bazı kitaplar, broşürler ve beyannameler yayınlamıştır. 23
Mayıs 1919’da düzenlenen Sultanahmet mitingi de bu cemiyet tarafından
gerçekleştirilmiştir..
Kongre değişik nedenlerden dolayı umulan etkinliği sağlayamadı.
Esat Paşa Sinop’a sürülünce örgüt başsız kaldı. Son Mebuslar Meclisi’nin
açılması ile Milli Kongre’nin etkinlikleri de sona erdi.
Parçalanma tehlikesi karşısında hep birlikte hareket etme
düşüncesinden doğan ikinci girişim Milli Blok diye de adlandırılan

8
Vahdeti Milliye (Ulusal birlik) idi. Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey’in
liderliğine soyunduğu Vahdet-i Milliye hareketi hemen hemen hiç bir
faaliyet gösteremeden silinip gitmiştir.
Karakol Cemiyeti: Bu cemiyet İttihat ve Terakki’nin devamı
niteliğinde olup Enver ve Talat Paşaların talimatıyla Kasım 1918 yılında
İstanbul’da kurulmuştur. Amacı İttihatçıları bir bayrak altında toplamak ve
korumaktı. Bunların yanında vatanın kurtuluşu ve milli bağımsızlık yanlısı
tavır takınmıştır. Türk milletininin zararına çalışanlara karşı mücadele
vermiştir.
Ayrıca Milli Mücadele döneminde kurduğu Menzil Hattı Teşkilatı
ile de Anadolu’ya silah, insan, subay taşıyarak Milli Mücadeleye yardımda
bulunmuştur. Bunun dışında İngilizlerin İstanbul’daki faaliyetleri hakkında
Mustafa Kemal Paşa’ya bilgiler aktarmıştır.
Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi: Bölgesel amaç
güden derneklerden ilki,
2 Kasım l9l8’de Edirne’de kurulmuştu. Amacı, Trakya’nın Osmanlı
Devleti’ne bağlılığını ve toprak bütünlüğünü korumaktı. Trakya’nın tarih,
ırk, kültür ve ekonomi yönlerinden Türk olduğunu kanıtlamak için yayımlar
yapan dernek, Trakya adlı bir gazete de çıkarıyordu.
Dernek, l9l9 Temmuz’undan başlayarak bir dizi kongreler
düzenlemiştir. Bu çerçevede İtilaf Devletleri temsilcilikleriyle ilişki kurmuş
ve Paris Barış Konferansına bir heyet göndererek dileklerini içeren bir de
rapor sunmuştu. Yunan işgaline karşı imkânsızlıkları yüzünden birkaç çete
ile sarp yerlerde karşı koymuş daha fazla bir varlık gösterememiştir.
Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti: Doğu
illerinin Ermenilere verilmek istenmesi üzerine Doğulu aydınlar tarafından
2 Aralık l9l8’de İstanbul’da kurulan dernek, bölgelerinin Türk olduğunu
kanıtlayıcı yayınlar yapma ve gerekirse Avrupa’ya heyetler gönderme
kararı almış, Türkçe Hadisat ve Fransızca Le Pays (Vatan) adlı gazeteleri
yayımlamıştır.
Derneğin ilk şubesi Erzurum’da açıldı. Albayrak gazetesi yeniden
yayımlanarak derneğin fikirlerini yaymaya başladı. Dernek Mustafa Kemal
Paşa başkanlığındaki Erzurum Kongresini yaparak 7 Ağustos 1919’da,
Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katıldı.
Adana Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti (Kilikyalılar
Cemiyeti): Adana ve yöresinin Fransızlara verileceğine ilişkin haberler
üzerine İstanbul’da bir araya gelen o yöreden aydınlar, dereneği 21 Aralık
1918’de kurmuşlardı. Bu dernek de diğerleri gibi bölgenin Türk olduğunu,
yöre halkının anavatandan ayrılmak istemediğini ispat edecek yayınlara
öncelik vermiş ve Feryatnâme adlı bir makale yayımlamıştı.
Fransızların Kasım 1919’da Antep, Maraş ve Adana’yı işgal etmeleri
üzerine dernek merkezini Adana’ya naklederek, buradaki “İntibah
Cemiyeti” ile birlikte Toroslar cephesinde silahlı teşkilat kurdu. Ancak,
dernek yöneticileri değişik bahanelerle tutuklanıp sürgüne
gönderildiklerinden fazla bir etkinlik gösterememiştir.
Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti: Türk kadınlarının
Milli Mücadele’ye büyük kararlılıkla katılışını simgeleyen dernek, Sivas
Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit ve arkadaşları tarafından 9 Aralık

9
1919’da Sivas’ta kurulmuştur. Kısa zamanda Anadolu’nun çeşitli
şehirlerinde şubeler açmıştır. İtilaf Devletleri ve İstanbul hükümetine karşı
protestolar yapmış, Milli Ordu’ya para ve mal kampanyaları açmış, Milli
Mücadele için Anadolu’ya geçenlere kutlama mesajları göndererek onları
teşvik etmiştir. Dernek Heyet-i Temsiliye ve Ankara Hükümeti ile yakın
ilişkiler içerisinde olmuştur.

10
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ DERS NOTLARI - 6
KONU 6: Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişliği
Görevine Atanma Süreci

İtilaf Devletleri donanmasının İstanbul limanına geldiği l3 Kasım


1918 tarihinde Mustafa Kemal Paşa da, önceden vurgulandığı gibi
İstanbul’a gelmişti. Marmara’ya demirleyen İtilaf Devletleri’ne ait zırhlıları
gördüğünde ise çok sinirlenmiş ve “geldikleri gibi giderler” demişti.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a geldiği zaman Ahmet İzzet Paşa
Hükümeti çekilmiş ve yerine Tevfik Paşa kabinesi kurulmuştu. Bu,
Mustafa Kemal Paşa’da büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Çünkü Ahmet İzzet
Paşa’ya güveni vardı ve kabinesinin istifasını bir “izzeti nefis” meselesi
olarak değerlendiriyor, dolayısıyla onunla işbirliği yaparak bir çıkış yolu
bulabileceğini umuyordu. Hatta yeniden kurulacak Ahmet İzzet Paşa
Kabinesi’nde “Harbiye Nazırlığı”nı (Savunma Bakanlığı) üstlenmeyi ve
kendisi dışında birkaç arkadaşının da kabinede yer almasını düşünüyordu.
Söz konusu düşüncesinin gerçekleşmesi durumunda Milli Mücadele’yi
daha güçlü bir pozisyonda ve zeminde verebilecekti. Bu nedenle Mecliste
kendisine yakın arkadaşlarıyla birlikte Tevfik Paşa kabinesini düşürme
girişiminde bulunmuş, ancak başarılı olamamıştı. Mustafa Kemal Paşa, yine
de girişimlerine son vermemiş, 15 Kasım’da da Padişah Vahidettin ile
yaptığı görüşmeden de yine umduğu sonucu alamamıştı. Bu sırada Mustafa
Kemal Paşa’nın Pera Palas’ta dönemin önemli gazetelerinin muhabirleri ile
mülakat yaparak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştığı görülür. Ayrıca ortak
olduğu Minber gazetesi de yine kamuoyunu aydınlatmak ve padişahı
uyarmak için Tevfik Paşa aleyhinde dozu giderek artan bir kampanya
sürdürmüştür.
Mustafa Kemal Paşa’nın Tevfik Paşa Kabinesi’ne muhalefet ediş
nedeni; Tevfik Paşa’nın azim ve iradeden yoksun bir yönetim anlayışına
sahip oluşudur. Padişah Vahidettin ise, ümidini İngilizlere bağladığı için
kendisine bütünüyle itaat edecek Tevfik Paşa Kabinesi’nin işbaşında
kalmasında ısrarcıdır. Yukarıda belirtildiği gibi Mustafa Kemal Paşa, sonuç
alamamış ve Padişah Vahidettin’in görüşü doğrultusunda Tevfik Paşa
Hükümeti iş başında kalmıştı. Ancak, bir süre sonra 21 Aralık 1918
tarihinde de Meclis-i Mebusan’nın Padişah tarafından feshedildiği görülür.
Padişahın bu girişimi üzerine, Mustafa Kemal Paşa, bir biçimde
Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’yi oradan başlatmayı planlamaya
başlayacaktır. Beyoğlu’ndaki Pera Palas otelinde kalıyor ve iş başında
görülen bütün şahsiyetlerle temas imkânları aramaya, onları
yakından tanıyıp değerlerini tartmaya kendilerine güvenilip
öğrenmeye çalışıyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın, bir müddet sonra Şişli’de kiraladığı bir eve
yerleştiği görülür. Şimdilerde “İstanbul Şehri Atatürk Müzesi” olan bu
ev, İstanbul’dan ayrılıncaya kadar Mustafa Kemal’in çalışmaları ve
Milli Mücadele doğrultusundaki hazırlıkları için bir merkez haline
gelmiştir.
Mustafa Kemal, İstanbul’da kaldığı altı ay zarfında, 16 Mayıs 1919’a
kadar çoğunlukla sözü edilen bu evde arkadaşlarıyla görüşmelerini
sürdürmek suretiyle meşru (yasal) bir zeminde ülkeyi içinde bulunduğu

1
kötü durumdan kurtarmanın yollarını aramaya koyulmuş, İstanbul’da
herhangi bir şey yapılamayacağını anladığından Anadolu’ya geçmek için
uygun fırsatı beklemeye başlamıştır.
Bu fırsat, İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe’un, Sadarete
(Başbakanlık) başvuruda bulunarak işbaşındaki hükümetin (Damat Ferit
Paşa Hükümeti) Karadeniz Bölgesi’ndeki asayişsizliği önlemek üzere bir
görevlendirme çıkarmasını istemesiyle doğacak ve Mustafa Kemal Paşa
bunu çok iyi bir şekilde değerlendirecektir.
Calthorpe, Karadenzi Bölgesi’ndeki yerel milli direniş örgütlerinin,
bölgede bulunan İngilizleri ve Rumları rahatsız ettiklerinden ve Mondros
hükümlerinin uygulanmadığından yakınmaktadır.
Calthorpe’un 21 Nisan 1919 tarihli bu notası (uyarı),
“görevlendirme yapılmadığı taktirde, bölgenin işgal edileceği”
tehdidini de içermektedir.
İşte Mustafa Kemal Paşa, bu süreci çok iyi yönetmiş, yakın
arkadaşlarının yardımı ve akıllıca kurduğu iyi ilişkiler sonucunda 9. Ordu
Müfettişliği görevini üstlenmiştir. Görevlendirmede ibrenin neden
Mustafa Kemal’e döndüğünü anlamak için yukarıda sözü edilen ilişkiler
ağını çok iyi kavramak gerekir. Ancak Mustafa Kemal’in kurduğu ilişkiler
ağından başka onu ön plana çıkaran başka nedenler de vardır. Sonuçta,
geniş bir bölgedeki bütün askeri ve mülki makamlara emir verebilme
yetkisini içeren bir “Emirnâme” ile görevlendirilmiştir. Bu bir “İrâde-i
Seniye” (Padişah iradesi)dir. Ancak güdülen amaçlar farklı farklıdır. Yani
İstanbul Hükümeti ile Padişah’ın görevlendirmeden güttüğü amaç ile
Mustafa Kemal’in güttüğü amaç başkadır.

You might also like