Professional Documents
Culture Documents
ONUR AKDOĞAN
Yazar Notu
1. TARİH NEDİR?
5. KAVRAMLAR
TARİHİN TANIMI
TARİHİN ÖNEMİ
DERSİN AMACI
DERSİN KAYNAKLARI
KAVRAMLAR
Tarih; geçmişteki olayları yer, zaman ve failleri göstererek kaynaklara dayalı olarak sebep ve
sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen bilim dalıdır.
Tarih nedir? sorusunun daha iyi kavratılabilmesi için tarihin tanımı içerisinde yer alan anahtar
kavramların, tarih bilimi ile olan ilişkilerinin irdelenmesi gerekir.
Bilindiği üzere insan oğlu sosyal bir varlıktır. Bu sebeple çevresiyle birlikte yaşamak
durumundadır. Sağlıklı bir hayat veya düşünce tarzının teşekkülünde ise insanın önce kendisini
tanıması gerekir. Acaba insanlık hangi geçmişten bu zaman geldi? İnsanoğlu geçmişte nasıl
yaşadı? Hangi fikirler veya idealler nasıl uygulandı ne gibi sonuçlar doğurdu? Bu ve buna benzer
bütün sorulara cevap verebilmede öncelikle tarihe müracaat ederiz. Bir başka ifade ile tarih bir
milletin hafızasıdır. Bir fert için hafıza ne ise, meseleyi makro düzeyde ele aldığımız zaman
fertlerin oluşturduğu millet içinde hafıza yani tarih aynı önemi taşır. Hafızasını kaybeden bir
insanın istikrarlı bir geleceği olamaz. Hayatı her an tehlike ile doludur. Bu yüzden toplumların
veya milletlerin varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri, onlar için bir hafıza niteliğinde
olan tarihi öğrenmeleriyle doğru orantılıdır.
Zira tarih, bir milletin hemen hemen bütün varlığına eşittir. Tarih, milletin geçmişteki varlığı,
onun mirası bugüne kalan hatırasıdır. Dil, edebiyat ve umumiyetle kültür kavramına giren her
şey, tarih boyunca gelişmiş, bize tarihten miras kalmıştır. Etrafımıza baktığımızda ecdadımızdan,
yani tarihten kalma, göz kamaştırıcı bin bir şey görürüz. Devrimizde tarih şuurunu taşıyan
milletler milli kudret ve medeniyet hamlelerinde bu hazineden faydalandıkça tarihin onlar için
faydası vardır. Bu sebeple tarih yazılıp bir kültür ve şuur kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan
kıymetli madenler gibi, hiçbir mana ifade etmez.
Kültürün temel birtakım unsurları vardır. Bunlardan biri Tarihtir. Tarih, kültürün zaman içindeki
siyasi sosyal akışını ve sürekliliğini sağlar. Denilebilir ki, bir milletin tarihi onun bütün kültür
varlıklarının aksiyon haline geçmiş şeklidir.
Milletlerin tarihi tecrübeleri, uzviyette olduğu gibi irsi veya tohum olarak nesilden nesle geçmez.
Tarih hakkında bilgi, kültür yani öğrenme yolu ile elde edilir. Bir millet çocuklarına tarihini
öğretemezse, onlar kendiliklerinden bu bilgiyi edinemezler. Hatta buna ihtiyaç bile duymaya
bilirler. Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve
Millet prensibinin dayandığı tarih, fertleri geçmişin hatıraları ile birbirine bağlar. Tarih bir sosyal
ilim olarak hem kavim ve milletlerin kendi bünyeleri içinde, hem de milletlerarası alanda daimî
oluş halindedir. Her geçen gün tarihin malı olur. En yakın dünden en uzak geçmiş devreye kadar
incelenen tarihin, günümüzdeki anlamı, kavim ve milletlerin siyasi kuruluşlarının da dayandığı
medeniyet eserleridir. Bu bakımdan geçmişteki medeniyet eserlerini esaslı ve ayrıntılı olarak
bilmek, bugünkü kuruluşlarla mukayese etmek için gereklidir. Tarih gerçekten değişmenin,
ilerlemenin ve kalkınmanın ilmidir. Tarihten alınacak ders, çoğu zaman sanıldığı gibi dün olmuş
olanın yarın tekrar olacağı şeklinde değildir. Tarih, dünün evvelki günden niçin ve nasıl
farklılaştığını inceleyerek, yarının hangi manada düne karşı çıkacağını sezme vasıtasını bularak,
kalkınmanın yönünü ve dinamiklerini tespit etmektedir.
Bugün hala tarihi, sadece geçmişteki bir olaylar dizisi gibi gören, zekâ ve enerji gerektiren pek
çok verimli saha varken tarih yazmak için zaman harcanmasına akıl erdiremeyenler vardır.
Halbuki tarih, diğer ilim dalları yanında bir konudan ibaret değildir. Aynı zamanda insanlara,
doğru neticelere varmaları için yön veren bir düşünce tarzıdır. Bütün insanların geçmişten cesaret
almaya, onu öğrenmeye ve bu suretle tecrübe kazanmaya ihtiyacı vardır. Her millet atalarının
geçmişteki başarılarıyla iftihar eder. Gerek fertlerin gerekse toplumların ne olduklarını ve
nereden geldiklerini bilmeye ihtiyaçları vardır. Bunun sağladığı ruhi tatmin yanında pratik
birtakım faydaları da mevcuttur. Zira İnsanlar sadece kendi tecrübelerinden değil daha önce dile
getirmeye çalıştığımız gibi; kendilerinden öncekilerin tecrübelerinden de istifade ederler. Tarihi
gelişmelerin bilinmesi, çağdaş değerlerin de daha iyi takdir edilmesine imkân sağlar. İnsana
doğru değerlendirme yapmayı öğreten tarih, insanı çağdışı olmaktan kurtarır, gününü yaşayan,
geleceğe doğru uzanan değerleri içinde yapıcı rol oynamasına yol açabilir.
Tarih ilmi, toplumun kalkınma vetiresiyle sürekli olarak hareket eden ve ilerleyen bir ilimdir. Zira
gelecekte kendisine doğru ilerlediğimiz hedef, ancak biz ona ilerledikçe biçim almaya başlayan
ve biz ileri gittikçe alakalı yorumumuzu aydınlatan bir nesnedir. Bir taraftan toplumun,
tekamülünün yönünü tayin eden tarih, diğer taraftan, hisseden düşünen, tesir eden insan şuuruna
bol malzeme temin eder. Tarih mütefekkire ufkunu genişletmeyi, meselelerin karmaşıklığının ve
iç içeliğinin şuuruna varmayı öğretmekte, ona hayal edemeyeceği ve öngöremeyeceği çözümle
sunmakta veya bu çözüm yollarını tıkayabilecek engelleri gözler önüne sermektedir.
Tarihi yazmak ve öğretmek milletlerin geleceği açısından en az tarih yapmak kadar önemlidir.
Çünkü günümüzde tarih bilinci taşıyan milletler, güç kaynağı olarak bu değerli hazineden
faydalanmaktadırlar. Bu nedenle tarih, yazılıp öğretilerek bir kültür ve bilinç kaynağı hâline
getirilmedikçe, toprak altında kalan değerli madenler gibi hiçbir anlam taşımaz. Bunun içindir ki,
günümüzde bütün ileri ve uygar milletler, yoğun biçimde tarih araştırma, yazma ve öğretme
çabalarına girişmiş ve bu alanda önemli adımlar atmışlardır.
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersleri ilk defa, Ankara'da açılan Adliye Hukuk Mektebi'nde
okutulmuştur. Bu okulun kurucularından olan Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un ve Prof.
Dr. Cemil Bilsel’in teklifleri ile 1925'te “İhtilaller Tarihi” adlı dersin okutulmasına başlanmıştır.
Dersin adı İhtilaller Tarihi olmakla beraber, konusu; Türk İnkılâbının anlatılması ve önceki
ihtilaller gibi siyasi iktidarı ele geçirmek için kan dökülmesini amaçlamadığını ve Türk Milletini
müspet ilmin ışığında medeni bir toplum yapmayı hedef aldığını açıklıyordu. Bu dersin konması
ile büyük bir ihtiyacın karşılandığı görülmüş, diğer yüksekokul ve üniversitelerde de bu ders,
“İnkılâp Dersleri” adı ile okutmaya başlamışlardır.
Cumhuriyetin 10. Yılında (20 Haziran 1933) Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) bünyesinde bir
“İnkılâp Tarihi Enstitüsü” açılmıştır. Üniversite reformu ile birlikte, Darülfünun İstanbul
Üniversitesine dönüştürülmüş; 4 Mart 1934'te dönemin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet
Bayur’un verdiği konferansla başlayan “İnkılâp Tarihi” dersi, 20 Mart 1934'te de Başbakan İsmet
İnönü tarafından Ankara'da Ankara Üniversitesinde verilmiştir. Ayrıca dersin okutulmaya
başlandığı ilk yıllarda, Türk Devrim sürecinin lider kadrosu arasında yer alan, Cumhuriyetin
kuruluşuna tanıklık etmiş, dönemin önemli isimlerinden Yusuf Kemal Tengirşek, Mahmut Esat
Bozkurt ve Recep Peker'de bu dersin verilmesi görevini üstlenmişlerdir. İlk defa İstanbul
Üniversitesi bünyesinde verilmeye başlanan bu dersin daha sonra sorumluluğu 15 Nisan 1942'de
4204 sayılı kanunla, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ne bağlı olarak kurulan
“Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü” ne verilmiştir. Dersin adı “İnkılâp Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti”ne
dönüştürülerek, fakülte ve yüksekokullarda baraj dersi olarak konmuştur. Derslerin ilk başlarda
27 Mayıs 1960'tan sonraki süreçte; “Türk İnkılâp Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti” dersi, 20 Mart
1968'de “Türk Devrim Tarihi” adını almıştır. Türk Devrim Tarihi derslerinin içeriği bazı
değişiklikler ve ilavelerle, bütün fakültelerde iki sömestr, yüksekokullarda ise bir yıl süreyle
okutulmaya başlanmıştır. 12 Eylül 1980'den sonra Devrim sözcüğü İnkılâp olarak değiştirilmiş,
bu dersin adı en son “Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi” olarak düzenlenmiştir.
Türk inkılabı Atatürk'ün dehası, milletimizin anlayış ve fedakârlığı ile gerçekleşmiştir. Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersinin amacı da tarihin genel amaç ve hedefinden soyutlanamaz. Bu
dersin amacı, esas olarak bağımsızlığın hangi şartlarda ve nasıl doğup geliştiğini, Modern Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve milletimizin çağdaşlaşma yolunda büyük önder Atatürk’ün
liderliğinde yaptığı inkılapları ve onun ilkelerini öğretmeyi amaçlar.
İhtilal: Arapça “hal” kelimesinden gelir. Sözlük karşılığı bozma, karışıklık, düzensizlik,
perişanlıktır. Kavram olarak ise bir devletin siyasî yapısını değiştirmek amacıyla yasal kurallara
uymaksızın, zor ve kuvvet kullanılarak yapılan geniş halk hareketi demektir. Bu arada inkılâp ve
ihtilal kavramları yanlışlıkla birbirinin yerine de kullanılmaktadır. Mesela Fransız inkılâbı tabiri
yerine yanlış olarak Fransız ihtilali ifadesi kullanılmaktadır. Hâlbuki ihtilal kavramı inkılâp
kavramından daha dar kapsamlıdır. Atatürk’ün tabiriyle Fransız inkılâbı, “tam yüz yıl süreli bir
ihtilaller serisidir ve sonuç olarak bir inkılaptır. Dolayısıyla ihtilal, inkılâbın bir evresi olup,
yıkılan düzenin yerine yeni bir düzenin oluşması aşamasını kapsamaz.
İsyan: Sözlük manası olarak itaatsizlik, emre boyun eğmeme, ayaklanma anlamına gelir. Kavram
olarak ise; toplumsal desteğe sahip olup olmadığı belli olmayan bir grubun sınırlı amaç ve
hedefini gerçekleştirmek üzere devlete karşı başkaldırma hareketidir. Toplumsal beklentilerin
karşılanamadığı durumlarda ortaya çıkan isyanların fikrî alt yapısı yoktur. Ancak bir isyan
gelişme gösterirse ihtilale, ihtilal gelişme gösterirse inkılâba dönüşebilir.
Hükümet Darbesi: Darbe, bir ülkedeki mevcut iktidarın zor kullanılarak değiştirilmesi eylemidir.
Hükümet darbesi ise devletin emrindeki resmi kuvvetlerden herhangi birisinin mevcut hükümeti
devirmesi ve iktidara el koymasıdır. Darbeler genellikle kan dökülmeden yapılmakla beraber
kanlı biçimde son bulan örnekleri de mevcuttur.
Reform: Toplum hayatında devlet eliyle daha iyiye ve daha güzele doğru gitmek için yapılan
değişikliklere reform denir. Başka bir deyişle, toplum hayatında belirli alanlarda yapılan yenilik
ve düzenlemelerdir. Bu hareketteki asıl amaç, toplum düzenine ve kurumlara yeni bir şekil verme
ve toplumun ihtiyaçlarını daha ileri bir görüşle çözümlemektir. Reform hareketleri, mevcut
yasalara uygun biçimde gerçekleştirilir, yavaş seyreder, zorlayıcı değildir. Reform kelimesi ile
ıslahat kelimesi aynı anlamda kullanılmaktadır.
Bir başka ifadeyle; çağın gelişmiş kurumlarına, gelişmiş uygarlık düzeyine ulaşabilmek için
gerekli olan ekonomik, toplumsal, psikolojik, siyasal değişmeyi gerçekleştirmek demektir.
Rönesans: Kelime olarak yeniden doğuş manasına gelmekte olup; ilim, sanat, fikir ve edebiyatta
yeniden doğuşu ifade eden bir süreçtir. XV. yüzyılda başlayan bu süreç, aynı yüzyıl içinde bütün
Avrupa'ya yayıldı. Avrupa’da bilim ve sanatın geliştirilmesi, canlandırılması için girişilen ve
daha sonra Rönesans adı verilen hareket 1453’te İstanbul’un fethini müteakip ilk defa ciddi bir
şekilde İtalya’da ortaya çıktı. İtalya’da başlayan Rönesans hareketi kısa sürede bütün Avrupa’da
yayılarak, Fransa’da sanat; Almanya’da dinî tablo ve resimler, İngiltere’de edebiyat; İspanya da
ise resim ve edebiyat alanlarında gelişme gösterdi.
Tanzimat: Kelime olarak düzenleme, düzene koyma, mevcut devlet düzenine çekidüzen verme
manasındadır. Tarihimizde devlet düzenini sağlamak için 1839 yılında Tanzimat Fermanı olarak
bilinen Gülhane Hatt-ı Şerifî’nin okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin
adıdır. Tanzimat Dönemi II.Abdülhamit'in 1876'da tahta çıkması ve Meşrutiyet'in ilân edilmesiyle
sona ermiş kabul edilmekle beraber 1922'de Osmanlı Devleti’nin sona ermesine kadar sürdüğü
de söylenebilir.
Meşrutiyet: Arapça şart kökünden türetilmiş bir kavram olan meşrûtiyyet kelimesi, XIX. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren Osmanlı siyasî literatüründe “anayasalı ve meclisli saltanat-hilâfet
rejimi” karşılığında kullanılmıştır. Türkçe literatürde, Kānûn-ı Esâsî’nin ilân edildiği 23 Aralık
1876’dan Meclis-i Meb‘ûsan’ın muvakkaten tatil edildiği 13 Şubat 1878 tarihine kadarki döneme
I. Meşrutiyet, meclisin yeniden toplanmaya davet edildiği 23-24 Temmuz 1908’den 30 Ekim 1918
Mondros Mütarekesi’ne veya 20 Ocak 1921 tarihli Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun neşri ya da
saltanatın ilga edildiği 1-2 Kasım 1922 tarihine kadarki döneme de II. Meşrutiyet denmektedir.
Meşrutiyet kavramı daha sonra Farsça’da “anayasalı monarşi” anlamıyla yer almış, ancak kök dili
olan Arapça literatüre girmemiştir.
Liberalizm: Tarihsel geçmişi XVII. yüzyılın başlarına dek uzanan liberalizm, sosyal bir doktrin ve
felsefedir. Özgürlük, hürriyet ve serbestlik anlamlarına gelen bu sözcük İngilizce kökenli olup
libert kelimesinden türetilmiştir.
Sosyalizm kapitalist sistemi adaletsiz bulduğu için, onu değiştirmek ve yerine geçmek isteyen bir
düzenin adıdır. XIX. yüzyılda bugünkü anlamını ve kapsamını kazanan sosyalizmin
gelişmesinde K. Marx’ın büyük rolü vardır. K. Marx, kendinden önceki bütün sosyalizm
çığırlarına “ütopik”, kendisinin ileri sürdüğü tarihî maddecilik görüşünü ise “ilmî” ya da bilimsel
kabul etmektedir. Bunun sebebi ise bilimsel bir yönteme, deney ve gözleme dayanmasıdır. Yani
evrenseldir. Günümüzde Batı toplumları içinde büyük bir rolü olan birçok sosyalizm akımı,
Monarşilerde kural, başta devlet başkanlığı olmak üzere, üst düzey siyasal makamların babadan
oğula geçmesidir. Bilinen en eski ve yaygın yönetim biçimi olan monarşi günümüzde giderek
azalmıştır. Bazı devletlerde bizde olduğu gibi (1 Kasım1922) tamamen ortadan kaldırıldı.
Kimilerinde ise sembolik olarak devam etmektedir.
Oligarşi: Türkçeye Fransızcadan geçen bu kavram, Yunanca “az-birkaç” anlamlarına gelen “oligo”
ve yönetmek anlamına gelen “arkhein” kelimesinden türetilmiştir. Ünlü düşünür Aristo oligarşiyi
siyasal rejimin iktidardaki grubun kendi çıkarına göre işlediği rejim olarak tanımlamıştır. Bu
kavram günümüzde “azınlık iktidarına dayalı rejimler” olarak değerlendirilmektedir. Buna göre
oligarşi küçük bir grubun iktidarda olduğu yönetim şeklidir. Oligarşilerde iktidara egemen olan
az sayıda kişilerden oluşan grup, bir aile olabileceği gibi, çok dar bir sınıf da olabilir.
ALPARGU, M., ÖZÇELİK, İ., & YAVUZ, N. (2003). ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ
GÜNDÜZ YAY.
589-612.
BUHRAN’NIN SEBEPLERİ
MODERNLEŞME
GERİLEME
İDARİ DÜZENLEMELER
NİZAM-I CEDİD
SENED-İ İTTİFAK
YENİÇERİ OCAĞI
İSYANLAR
Osmanlı Devleti çağdaşı olan Avrupa devletleri ile, bazı önemli farklar olsa da hemen hemen
benzer şartlar altında bulunuyordu. Her iki tarafta da emeğe dayalı, coğrafi şartlara ve zamana
bağlı tarım ekonomisi(tarım-hayvancılık) geçerli idi. İdeoloji olarak Avrupa’da Hıristiyan dini,
Osmanlılarda ise İslam dini hakimdi. Ancak, Avrupa bu dönemde kilisenin, skolastik düşüncenin,
feodalitenin baskısı altında kalıplaşmış ve kapalı bir sistem içinde yaşarken, Osmanlı o günün
şartlarına ve Avrupa’ya göre yüzü dünyaya dönük ve daha dinamik bir sisteme sahipti. Nitekim
bu özelliğiyle siyasî, idarî, askerî, ilmî, soysal bakımdan hızla gelişmiş ve Kanuni Sultan
Süleyman zamanında müesseseleşerek klasik çağına erişmiştir.
17. yüzyıldan 18. yüzyılın başına kadar olan dönem Osmanlı Devleti’nin Duraklama Dönemi
olarak adlandırılır. Bazı tarihçiler duraklama dönemini Kanuni Sultan Süleyman’a kadar
götürmektedir. Bazıları ise dönemin 1579’da Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümünden sonra
başladığını ifade etmektedir. Yorumlar farklı olsa da 16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devlet
sisteminde ve sosyal yapısında ciddi aksaklıkların yaşandığı görülmektedir. Bu husus, dönemin
devlet adamları ve âlimleri tarafından da çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Fakat genel kanaatin
aksine iç ve dış sorunlara rağmen bu süreçte toprak kazanımları sürmüştür. Bu nedenle 17.
yüzyılın sonlarına kadar yaklaşık bir asır devam eden bu dönemi buhran veya bunalım devri
olarak değerlendirmek de mümkündür.
Kanuni Sultan Süleyman saltanatı ardından II. Selim (1566-1574) döneminde Osmanlı Devleti,
Haçlı güçleri karşısında İnebahtı Deniz Savaşı’nı kaybetti (1571). Bu mağlubiyet Sokullu Mehmet
Paşa’nın gayretleri ile Akdeniz’in stratejik adası Kıbrıs’ın fethi tamamlanarak unutturulmuştur.
Devletin toprak kazanımları 1574’te Tunus’un, 1578’de Fas’ta kazanılan el-Kasrü’l-Kebir zaferiyle
sürmüş ve Osmanlı egemenliği Kuzey Afrika’nın en batı ucuna ulaşmıştır. Aynı dönemde
Osmanlılar doğu sınırlarını da genişletme çabası içerisine girmişti. Şah Tahmasp’ın ölümünden
sonra zayıflamaya başlayan Safeviler (İran)üzerine 1578’de yürüyen Osmanlı ordusu, böylece 12
yıl sürecek olan Osmanlı-Safevi savaşını başlatmış oldu. Bu savaş sonunda Osmanlı topraklarının
doğu sınırı Hazar Denizi’ne kadar genişledi. Şah Abbas, 1622’de Safevilerin kaybettiklerini geri
almak üzere on yedi yıl sürecek bir savaş başlattı. Bu savaş sırasında Şah Abbas’ın ele geçirdiği
yerler ise ölümünden sonra tahta geçen Şah Safi döneminde IV. Murat’ın bizzat idare ettiği
seferlerde geri alındı. 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile de bugünkü Anadolu-İran
sınırı çizilmiş oldu.
16.yüzyıl sonlarında Osmanlı geleneksel doğu-batı siyaseti yanında Kuzeyden gelen ciddi bir
tehditle de uğraşmak zorunda kalmıştır. 1594’ten itibaren başlayan Kazak (Kossak) saldırıları bir
süre sonra bunları destekleyen Ruslar ile çekişmeye dönüşmüştür. Rusya ile Karadeniz’de
başlayan ve Balkanlar ile Kafkasya’da süren şiddetli mücadeleler son üç asır boyunca Osmanlı’yı
yıpratan en önemli etken olacaktır.
Osmanlı, Avrupa’daki en önemli rakiplerinden olan Avusturya ile 1593 yılından itibaren
sürdürdüğü savaşı 1606’da imzaladığı Zitvatorok Antlaşması ile sona erdirdi. Bu arada
Avrupa’da yeni dengeler oluşmaktaydı. 1618’de Protestan ve Katolik pek çok devlet arasında
Osmanlı Devleti Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’yla oluşan karmaşadan yararlanarak Kıbrıs’tan
sonra Doğu Akdeniz’in stratejik adası Girit’e sefer başlatmıştır (1645). Çetin mücadelelerden
sonra ada ancak 1669’da ele geçirilebilmiştir. Bu süreçte Osmanlı ordusu 1662’de Erdel
(Romanya)’e girmiş; 1663’te Uyvar (Slovakya)’ın fethiyle de Avrupa’daki en geniş sınırlara
ulaşmıştır. Fakat özellikle uzun süren Girit Seferi esnasında Osmanlı ordu ve donanmasının
Avrupa teknolojisinin gerisinde kaldığı anlaşılmıştır.
17. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’daki bazı gelişmeler Osmanlıların dikkatini tekrar buraya
yöneltmiştir. 1672’de Sadrazam olan Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı ele geçirerek büyük bir hayali
gerçekleştirmek; prestij kazanmak ve Batı’yı da bir tehdit olmaktan çıkartmak istiyordu. Bu
amaçlar doğrultusunda Osmanlı ordusu 1683 baharında Avusturya seferine çıktı. Ancak Osmanlı
ordusu II. Viyana Kuşatması’nda başarısız oldu ve çok ağır bir mağlubiyet aldı.
Viyana hezimeti Avrupa devletlerine moral oldu ve Osmanlı için 16 yıl sürecek bir yenilgiler
dizisi başladı. Nitekim Avusturya, Lehistan ve Venedik aralarında Kutsal İttifak’ı kurdular. Savaş
1699’a kadar sürdü. Zaten bir süredir ciddi sosyal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya olan
Osmanlı, bu savaşlarda da istenilen başarıyı gösteremedi. 1697’deki Zenta bozgunundan sonra
1699’da imzalanan Karlofça (Karlowitz) Antlaşması Osmanlı için bir dönüm noktası oldu.
Antlaşmayla Balkanlar’da ve Ukrayna’da ciddi toprak kayıpları yaşandı; Macaristan elden çıktı.
1.2.BUHRAN’IN SEBEPLERİ
Yüzyılın başında Osmanlı devlet adamlarının pek çoğu son 15 yıl dört cephede savaşıldıktan
sonra 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması’yla alınan kötü sonuçlar sebebiyle önce devletin iç
durumunun düzeltilmesi gerektiği fikrinde birleşmişti. Çünkü ancak bu şekilde devletin
kaybettiği toprakların geri alınmasının mümkün olabileceğine inanılmaktaydı. Öte yandan
Kapıkulu askerleri 1703’te isyan etmiş ve Edirne Vakası olarak anılan bu olayda II. Mustafa
tahttan indirilerek Şeyhülislam Feyzullah Efendi de öldürülmüştü. Edirne Vakası, Osmanlı devlet
adamlarına iç meselelere eğilmenin artık kaçınılmazlığını ve yapılacak ilk işin de merkezî
otoriteyi güçlendirmek olduğunu açıkça göstermişti.
Bütün bu gelişmelerden sonra Osmanlı Devleti'nde ilk defa askeri ıslahat teşebbüsleri başlamıştır.
Kurulan talimgahlarda askerler, mevcut askeri ocaklardan farklı olarak eğitilmeğe başlanmış ve
elde edilen yeni bilgiler uygulamaya konulmuştur. 1720 yılında "Gerçek Davut" adıyla anılan
Davut Ağa adında Müslüman olmuş bir Fransız subay devletin daha önceden var olan
tulumbacılarının yerine "itfaiye teşkilatını" kurmuştur ki, bununla Osmanlı, ıslahat tarihinde ilk
defa batılı bir teşkilat kurulmuştur. Şurası muhakkak ki Osmanlı Devlet hayatının en mühim
garplılaşma faaliyeti matbaanın getirilişidir. Esasında matbaanın devlet hayatına gelişi bir basım
hadisesinden daha çok bir zihniyet değiştirme olarak
değerlendirilmelidir. Bir garplılaşma sembolü olan bu
NOT: mesele tarihçiler ve diğer sahalardaki alimlerce üzerinde
en çok spekülasyon yapılan konulardan biridir. Matbaa
meselesi iyi bir tenkit ve tahlile tabi tutulursa daha iyi
Osmanlı’da ilk matbaa İstanbul’da
neticeler elde edilebilir. Çünkü matbaanın gelişi hem bir
İspanya’dan göç eden Museviler
tarafından 1493 yılında açılmıştı. Yine teknik yenilik hem de getirdiği sosyo-ekonomik neticeleri
Ermeniler 1567, Rumlar ise 1627 olan bir hadisedir. Bundan dolayı mesele devlet
yıllarında kendi matbaalarını hayatında bir medeniyet meselesi olarak değil, iktisadi
kurmuşlardı.
boyutlan da bulunan bir iç bünye meselesi olarak
değerlendirilmelidir.
Ne var ki, bu dönemin yenilikleri buhranın aşılmasına yönelik olarak yapılmış köklü yenilikler
olamamıştır. Batı’daki yenilikleri inceleyen Osmanlı devlet adamları bilimsel, kültürel, askerî ve
teknolojik yeniliklerden daha çok Avrupa’nın saray yaşamının gösteriş ve görkemini Osmanlı
ülkesine getirme eğilimi göstermiştir. Saray’ın güttüğü bu politika halk arasında yoksulluk ve
sıkıntıları artmıştır. Damat İbrahim Paşa halkın yükünü azaltmak üzere 1723’te İran’a sefere
çıkılmasına karar vermiştir. Gerçekten de bu yıllarda Safeviler çökmek ve parçalanmak üzeredir
ve Osmanlıların Safevi Devleti’nin bu zayıf durumundan faydalanması ihtimali yüksektir. 1723-
1725 yılları arasında süren İran Seferi’nde Batı İran tamamen ele geçirilmiştir. Bu zafer halkın
moralini yükseltmiş olsa da çok geçmeden 1729’da II. Tahmasb Batı İran’ın pek çok bölgesini
yeniden ele geçirmiştir.
I. Mahmut’un 1754’te vefatından sonra tahta 55 yaşındaki kardeşi III. Osman geçmiştir. Kısa süreli
hükümdarlık döneminde iç ve dış politikada kayda değer bir gelişme sergileyemeyen III.
Osman’ın 30 Ekim 1757’de ölümünden sonra Osmanlı tahtına 41 yaşındaki III. Mustafa geçmişti.
1769-1770 yıllarındaki çatışmalar Osmanlı devletine çok pahalıya mal oldu. Ukrayna'dan Tuna'ya
doğru ilerleyen Rus ordusu sınır boylarındaki Osmanlı kalelerini ele geçirdikten sonra Buğdan'ı
ve Eflak'ı işgal etti. Osmanlı ordusundan yardım göremeyen Kırım da 177l'de Rus işgaline uğradı.
Ayrıca, Baltık denizinden kalkıp Atlas Okyanusundan Akdeniz'e gelen Rus donanması Ege
adalarına ve kıyılarına saldırıp Çeşme'de Osmanlı donanmasını bozguna uğrattı. Osmanlı devleti
bu yenilgilere karşın Kırım'ın elden çıkmasına razı olmadığından, bir ara duraklayan savaş, Rus
ordularının Kafkasya'ya ve Tuna'yı aşıp Bulgaristan içine yürümesiyle tekrar alevlendi. Rus
ilerlemesine karşı çıkan Osmanlı ordusu Varna yakınlarında bozulup dağılınca Osmanlı devleti
yenilgilerinin Küçük Kaynarca anlaşmasıyla belgelenmesini kabul etmek zorunda kaldı.
ÖNEMLİ NOT: III. Ahmet ile başlayıp I. Abdülhamid dönemine kadar süren 18. yüzyıl Osmanlı
yenileşme hareketi, her ne kadar III. Selim, II. Mahmut ve Tanzimat Dönemi’nin köklü dönüşümlerine
kaynaklık etmişse de yapıldıkları devirde büyük ilerlemeler kaydedilememişti. 18. yüzyıl yenileşmesiyle
Osmanlı Devleti’nin gerilemeden kurtulamamış olmasının nedenleri, bu yüzyılda yapılan yeniliklerin
niteliği ile doğrudan ilişkidir. Lale Devri ile Osmanlı Devleti yönünü Avrupa’daki gelişmelere dönmüş,
yeni müesseselerin kurulmasından ziyade fonksiyonlarını tümüyle kaybetmiş olan eski müesseselerin
ıslahına çalışılmıştır. Bu amaçla Avrupa’dan pek çok uzman getirilmiş, ancak bunlar içinde işinin ehli
olduğu gibi olmayanlar da yer almıştır. Yapılan ıslahatlar kişilerle sınırlı kalmış, kişilerin görevden
ayrılması ile bu ıslahatlar da sona ermiştir.
III. Mustafa’nın ölümü üzerine, 21 Ocak 1774 tarihinde I. Abdülhamid kırk dokuz yaşında tahta
çıkmıştır. Mevcut sorunlara rağmen Sultan I. Abdülhamit, reformların takipçisi olmuş ve
ordunun ıslahı için Avrupalı uzmanların istihdamına devam edilmiştir. Bu devrin öne çıkan
siması ise aslen Macar olan Fransa doğumlu Baron François de Tott’dur. Tott, 1771-1776 yılları
arasında orduyu ve savunma bölgelerini güçlendiren tedbirler aldırmıştır. Teknik eğitim için
daha sonra Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (deniz mühendishanesi) adını alan Hendesehane,
kapsamlı bir askerî okula dönüştürülmüştür.
Osmanlı kamuoyu, ahalisi tamamen Müslümanlardan oluşan ve bir oldu-bitti ile Rusların eline
geçen Kırım’ın kaybını sineye çekememiştir. Kırım’ın geri alınması için fırsat aranmış ve nihayet
1787’de Rusya’ya savaş ilan edilmiştir. Ardından Avusturya da Rusya’nın yanında savaşa
katılmıştır. Bu savaşta beklenen başarı sağlanamadığı gibi çok önemli toprak kayıpları
önlenememiştir. Ocak 1789’da Rusların Özi Kalesi’ni ele geçirip buradaki 25 bine yakın
savunmasız Müslümanı kılıçtan geçirdiği haberi İstanbul’a ulaşınca I. Abdülhamit bu sarsıcı
gelişmenin ardından hastalanmış ve fazla yaşayamayarak 7 Mayıs 1789’da vefat etmiştir.
Osmanlı-Rus ve Osmanlı- Avusturya savaşlarının büyük bir hızla Osmanlı aleyhine sürdüğü 1789
yılında III. Selim, ilk olarak 31 Ocak 1790’da Prusya ile bir ittifak yaparak Avusturya’yı zor
duruma soktu. Avusturya’nın Osmanlı ile savaşta galip gelerek güçlenmesini istemeyen Prusya,
Avusturya ile bir antlaşma yaparak Avusturya’nın savaşı
sona erdirmesini sağladı. Osmanlıların Avusturya ile 4
NOT: Ağustos 1791’de yaptığı Ziştovi Antlaşması ile Osmanlı-
Avusturya savaşı sona erdi. Bu antlaşma ile Osmanlılar
Belgrat dâhil savaş öncesindeki sınırlarına döndü.
Avusturya’nın savaştan çekilmesi müttefik Rusya’yı zor
III. Selim Fransız İhtilali’nin yapıldığı
duruma sokmuşsa da Rus ordusunun en son Maçin’de elde
yıl hükümdar olmuştur. Daha veliaht
ettiği başarı üzerine Osmanlı Devleti barış istemek zorunda
iken Fransa Kralı olan XVI. Luis ile
kaldı. 10 Ocak 1792’de imzalanan Yaş Antlaşması ile
yapılabilecek reformlar konusunda
gizlice mektuplaşarak ondan Osmanlılar Kırım’ı ele geçirme ümidini tamamıyla yitirdi.
tavsiyeler almıştı. Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti Kafkasya’daki nüfuz
bölgelerinde de gerilemiştir.
III. Selim, Ziştovi Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra yenileşme hareketine hız verdi.
Avusturya’ya elçi olarak gönderilen Ebubekir Ratıp Efendi, 1791’de Viyana’dan döndükten sonra
Avrupa’daki askerî ve sosyal hayatı anlatan 500 sayfalık Sefaretname’sini Sultan’a sundu. III.
Selim, 1791 sonbaharında çeşitli kesimlerden seçilmiş 22 kişiden “devletin zaafları ve alınması
gereken önlemleri” içeren layihalar (raporlar) istedi. Hazırlanan bu layihalardaki görüşlerin ortak
noktası “askerî alanda yenileşme yapılmasının zarureti” idi. Layihalarda askerlik alanının yanı
sıra mali, idari, toplumsal ve iktisadi meselelerden de bahsedilmekteydi. Çözüme yönelik olarak
ise Kanuni Sultan Süleyman Devri’ne dönme zorunluluğu, eski kurumların tümüyle tasfiye
edilmesi ve Yeniçeri Ocağı’nın yenilenmesi gibi görüşler öne sürülmüştür. III. Selim bu görüşler
çerçevesinde “Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen)” adı verilen ıslahat hareketine başladı.
Nizam-ı Cedit hareketiyle öncelikle Yeniçeri Ocağı’nın ıslahı, ulemanın nüfuzunun kırılması,
Avrupa’nın ilim, sanat, askerlik, ziraat ve ticaret hayatında yaptıkları yeniliklerin Osmanlı’da da
uygulanması amaçlanmıştı. Bu dönemde merkezî otoritenin güçlendirilmesi, devletin sarsılan
iktidarının sağlamlaştırılması ve devlet sisteminin sağlıklı işleyişini temin etmek için
kanunnameler hazırlanmış; yeni bir düzen kurulmaya çalışılmıştır.
III. Selim, yeniçerileri kuşkulandırmamak için onlara dokunmadan Avrupa tarzında Nizam-ı
Cedit adıyla modern bir ordu kurdu (1793). Nizam-ı Cedit ordusunun giderlerinin karşılanması
Dar bir kadro eliyle yürütülen III. Selim’in reform programı kapsamında Anadolu ve Rumeli’de
eyaletler yeniden düzenlendi; buralara güvenilir ve tecrübeli yöneticiler atandı. Adaleti temsil
eden kadıların görevlerini tam olarak yerine getirmeleri, halktan fazla para talep etmemeleri ve
haksızlıkları önlemeleri sağlandı. Uzun süredir bozulmuş olan tımar ve zeamet sistemi yeni
kanunlarla düzenlenerek tekrar ekonomiye kazandırıldı. Giyim kuşamda pahalı kumaşlar yerine
yerli kumaşlar özendirildi ve ticaret teşvik edildi.
III. Selim dönemine kadar Avrupa devletleri ile ilişkiler, bu devletlerin İstanbul’daki elçileri
aracılığıyla sürdürülmekteydi. Bu uygulamaya son verildi. Devletin yabancı devletlerin
merkezlerinde temsil edilmesi, Avrupa ülkeleriyle olan ilişkiler hakkında doğrudan ve daha
güvenilir bilgi sahibi olması için bu ülkelerde daimî elçiliklerin açılması kararlaştırıldı. Bu amaçla
Londra (1793), Paris (1797), Viyana (1797) ve Berlin’e (1797) birer daimî elçi gönderildi. Bu
elçilikler zaman içinde Osmanlı’nın Avrupa’ya açılan penceresi oldular.
Osmanlı’da reformlar sürerken Fransa, İngiltere ile rekabetin sonucu olarak Osmanlı toprağı
Mısır’ı 1798’de işgal etti. Bu durumda Fransa ile ilişkiler uzun süre koptu ve reformlar aksadı.
Osmanlı, Mısır’ın kurtarılması için İngiltere ve Rusya ile ittifaklar kurdu. Osmanlı-Rus ittifakı, bu
zamana kadar yalnızca savaş meydanlarında karşılaşan iki devletin tarihinde bir ilk olma özelliği
taşımaktadır. Bu ittifak sayesinde Rus savaş filosu ilk defa olarak Boğazlardan geçerek Akdeniz’e
açılabilmiştir. Osmanlı ve müttefikleri kısa sürede başarılı olmuşlar ve 1801’de Fransa’yı mağlup
ederek Mısır’dan çıkarmışlardır.
IV. Mustafa’nın (1807-1808) kısa saltanat döneminde III. Selim’in başlatmış olduğu yenilikler
durdurularak çok sayıda Nizam-ı Cedit yanlısı da öldürüldü. IV. Mustafa Yeniçeri Ocağı ile 31
Mayıs 1807’de bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre Kabakçı İsyanından Yeniçeri Ocağı sorumlu
tutulmayacak ve buna karşılık Ocak da devlet işlerine karışmayacaktı. Bu sırada öldürülmekten
kurtulmayı başarmış olan yenilikçiler Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın etrafında
toplanmıştı. Yenilikçiler, Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa önderliğinde 10 bin mevcutla
İstanbul üzerine yürüdü. Alemdar Mustafa Paşa’nın Saray’a saldırdığı sırada IV. Mustafa hal’
edilmesini önlemek amacıyla III. Selim’i öldürtmüştü. Yenilikçilerin Saray’a karşı elde ettiği
başarı neticesinde II. Mahmut tahta çıkarıldı ve Alemdar Mustafa Paşa da sadrazam oldu.
Ulemanın ve Yeniçeri Ocağı’nın baskıları sebebiyle II. Mahmut askerî reform projelerine tekrar
dönebilmek için uzun süre bekledi. 1826’da yeniçeriler kendilerine karşı gördükleri II. Mahmut’a
karşı yeni bir isyan başlattı. Fakat İstanbul halkı yeniçerilerin bu isyanına karşı cephe aldı.
Ordunun bir bölümünün de desteği ile II. Mahmut bu isyanı çok kanlı bir şekilde bastırarak
Yeniçeri Ocağı’nı tamamen ortadan kaldırdı. Bu hadise o kadar önemli ve hayırlı sayılmıştır ki
Vak’a-i Hayriyye (15 Haziran 1826) adıyla tarihe geçmiştir. Şüphesiz bu adım II. Mahmut’un
başardığı en önemli reformdur. Bu ordunun yerine "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adıyla yeni
bir ordu kurulmuştur. Gerçi zaman bu ordunun iyi yetişmesine fırsat bırakmadan yeni belaları
devlete getirmiştir. 1829-1830 Osmanlı-Rus savaşı bu ordunun devlete neler yapabileceğine fırsat
vermemiştir.
Sultan II. Mahmut saltanatının en kritik dönemi 1821 Yunan İsyanı ve sonrasında yaşadı. Osmanlı
vatandaşı Rum isyancılar kısa süre sonra bütün Avrupa’dan hatta Amerika’dan destek görmeye
başladılar. Osmanlı ordusu Mora ve Ege Adaları’na yayılan isyanı bastırmakta başarısız oldu.
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan askerî yardım istendi. Eğitimli Mısır’ın Cihadiye askeri 1824’te
Mora’ya nakledilince isyan bastırılma aşamasına geldi. Bu arada İngiltere, Fransa ve Rusya Yunan
isyancıları himaye hususunda rekabete başladılar ve Osmanlı iç işlerine müdahale ettiler. Nitekim
üç devlet Osmanlı Donanması’nı Navarin Limanı’nda yaktı (20 Kasım 1827). Bu felaketten kısa
süre önce Osmanlı 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmıştı. Navarin’de donanma yok olunca
imparatorluk bir anda ordusuz ve donanmasız kalmış oldu.
Bu arada Fransa bir bahane ile 1830’da Cezayir’i işgal etti. Yunanistan ve Cezayir kayıplarının
sarsıntısını daha atlatamayan Osmanlı asıl büyük darbeyi Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali
Paşa’nın isyanı ile gördü (1831). Mısır isyanı yaklaşık on yıl sürdü. Devlet bu süreçte çok ağır
kayıplar yaşadığı gibi bu gaileden kurtulmak için Avrupalılarla yapılan ittifaklar nedeniyle yıllar
sonrasını etkileyecek siyasi ve ekonomik tavizler verilmek zorunda kalındı. Osmanlı ordusu
Konya’da bizzat sadrazamın kumandasında iken Mısır birliklerine yenilince Mısır Valisi’ne
İstanbul yolu açılmış oldu. Mısır askeri, Bursa’ya kadar ilerledi (Şubat 1833). Böylece İstanbul ve
Osmanlı hanedanı büyük bir tehditle karşı karşıya kaldı. Bu durumda II. Mahmut, kadim düşman
Rusya’nın yardım teklifini kabul etmek zorunda kaldı. Varılan mutabakat gereği bir Rus filosu
Boğaza girerek Beykoz’a asker çıkarttı (5 Nisan 1833). Ardından Rusya ile 8 Temmuz’da Hünkâr
İskelesi Antlaşması yapıldı. Bu antlaşma ile Boğazların statüsü de yeniden ele alındı ve Rusya
lehine tavizler verildi. Antlaşmanın ardından Mısır meselesi bir anda genel bir Avrupa sorunu
hâline geldi. Bu arada Mehmet Ali Paşa ile Kütahya’da geçici bir uzlaşmaya varıldı ise de sorunlar
devam etti. II. Mahmut, Mısır meselesini kesin olarak bitirebilmek için İngiltere’nin desteğine
yöneldi. Bu süreçte Osmanlı dış politikası Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından
yönlendiriliyordu. Paşanın telkinleriyle İngiltere’ye kapitülasyonların üstünde ticari ayrıcalıklar
sağlayan Balta Limanı Antlaşması imzalandı (16 Eylül 1838).
1839 yılı haziran ayında Mısır Valisi ve II. Mahmut arasında devam eden mütareke hâli silahlı bir
çatışmaya ve son bir hesaplaşmaya dönüştü. Ancak Osmanlı ordusu, Nizip’te mağlup oldu ve
Mısır kuvvetlerinin önünde yine hiçbir engel kalmadı (24 Haziran 1839). II. Mahmut bu son
yenilginin haberini alamadan vefat etti ve bu sırada Osmanlı donanması Kaptanıderyâ Ahmed
Fevzi Paşa’nın hıyaneti sonucu Mısır’a teslim edildi.
Bâbıâli ile Mehmet Ali arasındaki mücadele bir anda tekrar Avrupa güçlerinin en önemli
meselelerinden biri haline geldi ve 27 Temmuz 1839’da beş büyük devletin temsilcileri ortak bir
nota ile Bâbıâli’den yapacakları girişimlerin sonucunu beklemesini istediler. 15 Temmuz 1840’ta
Bâbıâli, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya temsilcileri tarafından Londra Antlaşması
imzalandı. Antlaşma gereği irsî olarak Mısır’ın ve kaydı hayat şartıyla Akkâ’nın idaresi Mehmet
Ali’ye verildi. Fransa’nın telkinleriyle Mehmet Ali bu şartları kabul etmedi. Bunun üzerine
Sultan II. Mahmut’un ölümüyle ile Bundan sonraki süreç, bir taraftan 1839 Tanzimat ve 1856
Islahat fermanlarıyla Batılı tarzda yenileşme hareketlerinin sürdüğü, diğer taraftan da buna
muhalif çevrelerin güçlendiği, Avrupa’nın Osmanlı’nın iç işlerine müdahalesinin ise âdeta
kurumsallaştığı ve nihayetinde devletin zayıflamasının büyük toprak kayıplarıyla hızlandığı bir
dönem olarak öne çıkacaktır.
II. Mahmut’un ordu dışındaki diğer ıslahatlarına bakılacak olursa devletin idari, kültürel ve
içtimai hayatında da önemli değişiklikler yapıldığı görülür. Bu dönemde yapılan ıslahat ve
yeniliklerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
AKÇURA, YUSUF; OSMANLI DEVLETİ ‘NİN DAĞILMA DEVRİ (XVIII. VE XIX. ASIRLARDA),
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
İSTANBUL 2010.
GENCER, ALİ İHSAN-ÖZEL, SABAHATTİN; TÜRK İNKILÂP TARİHİ, DER YAY., İSTANBUL
2010.
KUNT, M., AKŞİN, S., & ÖDEKAN, A. (1988). TÜRKİYE TARİHİ. TÜRKİYE TARİHİ. ISTANBUL,
CEM.
ÖRENÇ, ALİ FUAT; YAKINÇAĞ TARİHİ (1789-1918)-GİRİŞ, AKADEMİ TİTİZ YAY., İSTANBUL
2012.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
MISIR SEYAHATİ
AVRUPA SEYAHATİ
KISA SALTANATI
TANZİMAT
ISLAHAT
İDARİ DÜZENLEMELER
REFORMLAR
DIŞ BORÇ
SEYAHATLER
İlan edildiğinden beri bu hatt-ı hümayunun niteliğine ve bilhassa da içtenliğine ve ona dayalı
Tanzimat politikalarına dair çok şiddetli tartışmalar olmuştur. Hatt-ı hümayunun o sırada ilan
edilmiş olmasının, İmparatorluğun Mehmet Ali ile olan mücadelesinde Avrupa güçlerinin,
özellikle de İngiltere'nin desteğini kazanmayı amaçlamış diplomatik bir hamle olduğu kuşkusuz
doğrudur. Ama metnin Reşit Paşa önderliğindeki reform yanlılarının içten kaygılarını yansıttığı
da aynı ölçüde doğrudur. Vaat edilen reformlar II.Mahmut’un politikalarının açıkça bir
devamıydı. Tebaanın canını, namusunu ve malını güvence altına alma isteği, Avrupa'da
bulunmuş ve Avrupa dillerini bilen Osmanlı devlet adamları tarafından öğrenilen klasik liberal
düşünceyi tekrarlamanın yanı sıra, Osmanlı bürokratlarının padişahın kulları olarak tehlikeye
açık olan konumlarından kurtulma arzularını da yansıtmaktaydı. Kuşkusuz vergilendirme ve
zorunlu askerlik konuları II. Mahmut için en acil olan iki konuydu. Osmanlı Hıristiyanlarına eşit
haklar vaadi kısmen yabancıları etkilemek için yapılmıştı. Öte yandan şurası da açık ki, Reşit Paşa
ve bazı çalışma arkadaşları bu vaadin Hıristiyan cemaatlerin arasındaki milliyetçilik ve
NOT: Fermanın ilan edildiği yıllardaki nüfus verilerine bakıldığında, mesela 1844 yılı itibariyle
imparatorlukta 21 milyon Müslüman; 13 milyon Rum-Ortodoks; 900 bin Katolik; 50 bin Musevi ve 300
bin diğer unsurun yer aldığı dikkati çeker. Böyle bir nüfus yapısı dış müdahaleleri kolaylaştırmaktaydı.
Dolayısıyla Tanzimat uygulamalarının önemli bir ayağını Avrupa ile ilişkiler oluşturacaktır.
Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlı saltanat geleneğinde bazı değişiklikler ortaya çıktı. Sultan
Abdülmecit, eski dönemlerdeki gibi tebdili kıyafetle teftişler yerine, babası II.Mahmut gibi
memleketin çeşitli noktalarını ziyaretleri tercih etti. Mesela 1845 yılında Silistre yöresine, aynı yıl
Girit Adası’na gitti. Hemen her sene başında Babıâli’yi ziyaret ederek hükümetin genel
politikasına dair görüşlerini açıkladı. Zaman zaman Meclis-i Vükela toplantılarına katıldı. Kışla
ve tersane gibi askerî kurumlarda incelemelerde bulundu.
Tanzimat döneminde devlet idaresinde en öne çıkan kurum kuşkusuz Babıâli oldu. Nitekim
Tanzimat devri, Babıâli bürokrasinin diktatörlüğü olarak da adlandırılmıştır. Burada diktatörlük
sözü sadece Babıâli bürokratlarının idareye hâkim olmaları ve saltanat makamının sadece onay
makamı durumuna gelmesine işaret etmekteydi.
Osmanlı Devleti’nde öteden beri meclis ve meşveret geleneği mevcuttu. Bu yüzden Tanzimat
döneminde devlet işleyişi ile ilgili konularda müzakereler yapıp kararlar alan yeni meclisler
oluşturuldu. Bunlardan biri 24 Mart 1837 açılan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’dir. Bu meclisin
görevi devletin ihtiyaç duyduğu kanun ve nizamnameleri hazırlamak, devlet ile kişiler arasındaki
davaları karara bağlamaktı. Meclis-i Vâlâ’nın kanun hazırlama yetkisi 1854’te ayrı bir meclis
olarak teşkil edilen Meclis-i Âli-i Tanzimat’a devredildiyse de 1861’de iki meclis tekrar birleştirildi.
Tanzimat ile birlikte Osmanlı’da ilk çağdaş belediye teşkilâtı olan Şehremaneti İstanbul’da
oluşturuldu. 16 Ağustos 1854 tarihinde İhtisap Nezareti lağvedilerek yerine İstanbul ve bağlı
semtlerdeki beledî hizmetler için Şehremaneti teşkilâtı kurulmuş oldu.
Tanzimat devrinde hukuk alanında çok köklü değişiklikler yapılmıştır. Klasik Osmanlı hukuk
sistemini dönüştürmek maksadıyla atılan ilk adım 1840 yılında Fransız kanunlarından
faydalanılarak bir Ceza Kanunu’nun hazırlanmasıyla atıldı. Aynı yıl bir de Ticaret Kanunu
hazırlanmış, ardından Ticaret Mahkemeleri kurulmuştur. 1847 yılında Osmanlı vatandaşları ile
yabancıların her türlü ceza davalarına bakmak üzere karma mahkemeler faaliyete geçmiştir.
Mahkemeler, ölüm cezası hariç, her türlü cezayı vermeye ve tatbike yetkili kılındı. Sadece ölüm
cezalarında padişahın onayı gerekmekteydi.
Tanzimat devri kanunlaşma faaliyetlerinde Fransız etkisi görülmekle birlikte bazı kanunlarda
millî vasıf gözetilmiştir. Bunlardan biri 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunu’dur. Bu kanun Ahmet
Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan ve o zamana kadar uygulanan
hükümleri toplu hâle getiren millî bir kanundur.
Osmanlı’da medeni kanun tartışmaları 1856’dan sonra başlamıştır. Fransız Medenî Kanunu’nun
bazı küçük değişikliklerle benimsenmesine yönelik telkinlere rağmen Ahmet Cevdet Paşa ve
taraftarları buna şiddetle karşı çıktı. Cevdet Paşa, medenî hukuk alanında Müslümanlar için
Hristiyanların kanunlarının örnek olamayacağını belirtiyordu. Sonuçta Cevdet Paşa’nın da içinde
bulunduğu ve bir aralık başkanlığını yaptığı Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti kuruldu.
Cemiyet 1868-1876 yılları arasındaki çalışmaları sonucunda 16 kitap ve 1851 maddeden oluşan
Mecelle’yi hazırladı. Mecelle, günümüzde dahi hukuki mevzularda referans gösterilen, çağını
aşmış bir eser olarak değerini korumaktadır.
Osmanlı tarihinde kâğıt paranın mal değişiminde kullanılmasına yönelik ilk uygulamalar da
Tanzimat’la gündeme geldi. Nitekim ilk kâğıt para olarak nitelendirilebilecek olan kaimeler 1850
yılında 20 ve 10 kuruşluk küçük kupürler hâlindeydi.
Osmanlı Devleti’nin bir Merkez Bankası olmadığından, para basma, dışarıdan kredi bulma işleri,
İngiliz ve Fransız sermayesine sahip olan Bank-ı Osmanî-i Şahane (Osmanlı Bankası) aracılığıyla
yapılıyordu. Bu banka doğal olarak yabancı sermayenin çıkarlarını savunuyordu.
Sistem sorunları nedeniyle mali sıkıntılar devam edince devlet dışarıdan borçlanmayı gündemine
aldı. İlk borç alımı 1854 yılında gerçekleşti. Savaştan sonra dış borç alımları sürüp gitti.
Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra askerlik hizmeti kavramı yeni bir anlayışla ele alındı ve bu
görevin vatanî bir vazife olduğu temel ilke hâline getirildi. Her bölgeden alınacak asker sayısının
mahallin nüfusuna göre belirlenmesi uygun görülerek her aileden bir kişinin askere alınması, tek
çocuklu ailelerden ise asker alınmaması uygun bulundu. Askerlik yaşı 20, ordunun yıllık asker
sayısı 25.000 olarak belirlendi. Ayrıca Avrupa’da olduğu gibi her yıl ordunun beşte birinin
yenilenmesi kararlaştırıldı. Bu işlemde kura usulüne başvurulmaktaydı. Yalnız olağanüstü
hâllerde fetva ve ferman ile daha fazla asker toplama yetkisi hükümete verildi. 6 Eylül 1843’te
çıkartılan kanunla muvazzaf askerlik süresi 5 yıl olarak tespit edildi. Bu fiilî askerlik hizmetini
bitirenlerin yedi yıl da ihtiyatlık süreleri vardı. Bunlar bulundukları kazalarda her yıl eğitime tabi
tutularak yeni silah ve harp tekniklerini öğreneceklerdi.
Bu dönemde yapılan düzenleme ile kara ordusu Hassa, Dersaadet, Rumeli, Anadolu ve Arabistan
orduları olmak üzere beş büyük birime ayrıldı. 1848’de bunlara Irak ve Hicaz orduları da eklendi.
Sonraki yıllarda ihtiyaca göre ordu sayısı daha da arttırıldı. Askerlerin eğitim esaslarını
belirlemek üzere hazırlanan talimatnamelerden piyade ve süvariler için olanı Fransa’dan,
topçular için olanı da Prusya’dan alındı.
Osmanlıda Batı tarzında ilk yükseköğretim çalışmaları da Tanzimat döneminde başladı. 1846
Darülfünun’un kuruluşu Türk yükseköğretim tarihinde önemli bir aşama olmuştur.
Darülfünun’un amacı devlet bürokrasisinde istihdam edilmek üzere bilgili bir nesil yetiştirmekti.
Tanzimatçılar, yüksek eğitimi desteklemek ve planlamak üzere Fransız Akademisi’ni örnek alan
Encümen-i Dâniş adlı bir de akademi teşkil ettiler.
Tanzimat döneminde edebiyat, eğitim ve basın alanında ortaya çıkan yenilikler günümüze kadar
etkisi görülen değişimlere zemin hazırladı. Yeni süreçte bir Tanzimat aydını ve doğal olarak
bunların güçlü bir edebiyat geleneği oluştu. Namık Kemal, Şinasi, Âgah Efendi ve Ziya Paşa gibi
birçok önemli yazar ve şairler bu dönemde yetişti. Önceki dönemin Takvim-i Vekayi gazetesinden
başka yarı resmî Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahvâl ve Tasvir-i Efkâr gibi kamuoyu
oluşturabilen gazeteler yayına başladı.
Abdülmecit’in ve Tanzimat ricalinin karşı karşıya olduğu ilk büyük sorun Mısır Valisi’nin
isyanıydı. Meselenin ikinci safhası Nizip mağlubiyeti ile çok vahim bir hal almıştı. Sultan
Abdülmecit, babası döneminde adeta kangren halini almış bu meseleyi anlaşarak çözmek
amacıyla Mısır’a bir heyet gönderdi. Bu heyet Mehmet Ali Paşa’nın savaştan vazgeçmesi
karşılığında affedileceğini bildirecekti. Ancak Mehmet Ali Paşa, kendisine yapılan tekliflere
olumsuz bir tutum sergiledi. Çünkü Osmanlı ordusu cephede yenilmiş ve donanması da Mehmet
Ali Paşa’nın eline düşmüştü. Dolayısıyla böyle bir durumu fırsat olarak değerlendirmeye çalışan
Mehmet Ali Paşa, Osmanlı Devleti’ne yönelik taleplerini daha da artırmıştır. 1
1
Mehmet Ali Paşa, ancak Mısır'ı, Suriye'yi, Adana ve Maraş'ı Osmanlı Devleti kendisine vermeyi kabul ederse barışı kabul
edeceğini bildirdi.
Bu arada Babıâli büyük devletlerin Mısır meselesine dair notasını kabul etti. Bu kabul ile Osmanlı
bir bakıma fiilî olarak Avrupa devletler topluluğuna katıldığını göstermiş oluyordu. Avrupa
devletleri, aralarında yaptıkları görüşmelerden sonra, Suriye'nin tekrar Osmanlı Devleti'ne
bağlanmasını kararlaştırdılar. Bunun gerçekleşmesi için de Mehmet Ali Paşa'ya bir ültimatom
verilmesini, bunu reddederse, kuvvete baş vurulmasını istediler. Ancak Fransa bu karara karşı
çıktı ve yeniden Mehmet Ali Paşa'nın yanında yer aldı. Hatta savaş hazırlıklarına başladı. Bu ise,
Fransa ve İngiltere'nin arasını açtı.
Mehmet Ali Paşa, Fransa'nın kararı tanımamasından güvence alarak, alınan kararların hiç birisini
tanımadı. Bunun üzerine, Osmanlı İmparatorluğu, Mehmet Ali Paşa'nın üzerindeki bütün
görevleri geri aldı ve O'nu asi ilan etti. Bu gelişmenin hemen ardından da Osmanlı, İngiliz,
Avusturya ortak donanması Suriye kıyılarını kuşattı ve Lübnan'a asker çıkarttı. Diğer taraftan,
Kuzey'den ilerleyen bir Osmanlı Ordusu, İbrahim Paşa kuvvetlerini yenerek Suriye'den
çekilmeye mecbur etti. Askeri alanda bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti, 3 Kasım 1839'da
Tanzimat Fermanı’nı ilan etti.
Fransa, Osmanlı ordularının bu kadar çabuk harekete geçeceğini, Mehmet Ali Paşa kuvvetlerinin
bozulacağını tahmin edemediğinden harekete geçememişti. Bu gelişmelerden sonra da İngiltere
ile bir çatışmayı göze alamadığından, Mısır sorununda taraf değiştirmiştir.
Mehmet Ali Paşa bu gelişmeler karşısında Fransa'nın da desteğini kaybetmiş oldu. Üstelik bu
gelişmeler olurken, 27 Kasım 1840'da bir İngiliz filosu İskenderiye önlerine gelmişti. İngiltere'nin
baskısı üzerine Mehmet Ali Paşa, Mısır valiliğinin babadan oğula geçmesi karşılığında Osmanlı
donanmasını geri vermeyi kabul etti. Osmanlı hükümeti her ne kadar savaşı devam ettirmek
Savaş halinin sona ermesinden sonra, Osmanlı Devleti, kendi toprağı olan Mısır'ın yeni statüsünü
belirlemek için 13 Şubat 1841'de Mısır Valiliği İmtiyaz Fermanı’nı yayınladı. Bu ferman ile Mısır,
Osmanlı Devleti'ne bağlı, ancak özel statüsü olan bir eyalet haline gelmiştir. Mısır'ın bu
statüsünün taraflarca kabul edilmesi ile de 1831 yılından beri sürmekte olan sorun, resmen sona
erdi.
1833 yılında Osmanlı Devleti Rusya ile Hünkâr İskelesi Antlaşmasını imzalamak zorunda
kalmıştı. Rusya’ya Boğazlar üzerinde büyük bir nüfuz sağlayan ve onu diğer devletlere göre
bölgede daha avantajlı hale getiren bu antlaşmanın süresi 1841’de doluyordu. Bu antlaşmanın
yenilenme ihtimali büyük devletleri Boğazlar statüsüne yeni bir şekil vermek için harekete geçirdi.
Sekiz yıllık vadesi dolan Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın yenilenemeyeceği açıktı. Taraflar
Londra’da Boğazlar’ın hukukî statüsünü yeniden belirleyen bir metin üzerinde anlaştılar. Böylece
İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, Prusya ve Osmanlı Devleti tarafından 13 Temmuz 1841
tarihinde 4 maddelik Londra Boğazlar Mukavelenâmesi imzalandı. Anlaşmaya göre Osmanlı
Devleti, barış zamanında hiçbir yabancı savaş gemisini Boğazlardan geçirmeyecekti. Diğer
devletler de bu kurala uyacaktı. Osmanlı dost devlet elçilerinin hizmetindeki hafif savaş
gemilerine özel fermanla geçiş izni verebilecekti. Padişah, bütün dost devletler bu anlaşmaya
uymaya çağıracaktı. Böylece Boğazların barış zamanında tüm devletlerin savaş gemilerine
kapalılığı ilkesi kabul edilmiş oluyordu. Bu durum aslında Osmanlı’nın Boğazlardaki
egemenliğini kısıtlamıştı. Fakat Rusya’nın İstanbul ve Boğazlar üzerindeki himayesini
tanımaktansa, Avrupa devletlerinin toplu garantisini kabul etmek daha yararlı görülüyordu.
Buna rağmen Londra Antlaşması’nın maddeleri Rusya’nın zaferi gibi algılandı. Rusya tıpkı
Hünkâr İskelesi’ndeki gibi Boğazların kapalılığı prensibini devam ettirmiş, Karadeniz’deki
güvenini tekrar sağlamıştı. Doğu Akdeniz’de ve Boğazlardaki egemenlik emelinden vazgeçmesi
de diğer devletlerin çıkarına uyuyordu.
Artık tam manasıyla uluslararası rekabetin konusu haline gelen Boğazlara dair bu son anlaşma
da uzun ömürlü olmayacaktır. 1853 Kırım Harbi esnasında Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni
paylaşma teşebbüsleri sonucunda Fransız ve İngiliz donanmalarının Osmanlılara yardım için
Çanakkale Boğazı’nı geçmeleri üzerine 1841 Londra Antlaşması geçerliliğini yitirecektir.
1815 Viyana Kongresinden sonra Avrupa’da oluşan yeni statüye tepkiler kısa sürede
karışıklıklara dönüştü. İlk karışıklıklar 1830’da Fransa’da yaşandı. Ardından kıta Avrupa’sını
sardı. Avrupa’da 1830 ihtilallerinin rüzgârı dinmeden bu sefer 1848’de Polonya ve Macar
milliyetçilerinin direnişleri ve onlara Rusya’nın şiddetli müdahalesi yaşandı. 1848 ihtilalleride
Fransa’da başladı. Kral Louis Philippe’e karşı başlayan ihtilal, İkinci Cumhuriyet’in ilanıyla
sonuçlandı.
1848 ihtilalleri esnasında Rus kuvvetleri tarafından ezilen Macar ve Polonyalılar İstanbul’a
başvurarak yardım istediler. Osmanlı Devleti ise, 1849 yılının ağustos ayında Macar ve
Polonyalıların Osmanlı topraklarına sığınmasına izin verdi. Bu durum üzerine Avusturya ve
Rusya, asilerin iadesini istedi, yoksa siyasal ilişkileri kesmek tehdidinde bulundular. Osmanlı
yönetimi ise kendi ülkesine sığınan Macar ve Lehlileri, Rusya ve Avusturya’ya teslim etmedi.
Viyana ve Sen-Petersburg hükümetleri, ültimatom niteliği taşıyan notalar göndererek Osmanlı
Hükümeti’ni zor durumda bırakmak istedi. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, mültecilere İslâm
teklifini yaptı. Çoğu da bunu kabul ederek, hayatlarından emin olma yolunu seçti. Avusturya,
her ne kadar buna itiraz ettiyse de İngiltere ve Fransa, Babıâli’yi destekledi. Osmanlılar açısından
mültecileri geri vermek, egemen bir devlet açısından onur kırıcı bir hareket anlamına gelecekti.
Osmanlı yönetiminin, mültecileri iade etmemesi karşısında Avusturya ve Rusya, elçilerini
İstanbul’dan geri çağırdı. Babıâli, bunu pek önemsemedi. Bir adım daha ileri atan Babıâli,
Avrupa’da yayınlattığı bir raporla, insanlıktan doğan hislerle mültecilere sahip çıktığını ilan etti.
Raporun yayınlanması, Avrupa kamuoyunda Osmanlı lehine büyük tepkilerin doğmasını sağladı.
Kırım harbinin çıkmasına sebep olan sorunlardan bir tanesi Kudüs'teki kutsal yerler (makamat-ı
mübareke) meselesiydi. Hristiyanlık için kutsal sayılan yerlerin muhafaza ve bakımı öteden beri
Hıristiyan mezhepleri arasında, özellikle Katolikler ve Ortodokslar arasında bir çekişme ve
rekabet konusu olmuştu. Bir yandan bazı devletlerin bu çekişmedeki taraflardan birine sahip
çıkmaları ve bunu bir prestij meselesi haline getirmeleri, öte yandan Osmanlı Devleti’nin yan
bağımlı durumu, işin daha da hassasiyet kazanmasına yol açıyordu. Uzunca bir süredir Ruslar
Ortodokslara, Fransızlar da Katoliklere arka çıkmaktaydılarsa da Fransız ihtilali dolayısıyla
Fransız1ar işin arkasını bırakmışlardı. 1848 ihtilali ardından Napolyon'un Katolik köylü oylarıyla
önce cumhurbaşkanı, sonra da imparator olması üzerine, Fransa hükümeti bu davayı yeniden
benimsedi. Öte yandan, Rusya, mülteciler meselesinin kendisinde yarattığı ezikliği kutsal
Gelişen bu olaylar karşısında Çar I. Nikola, Prens Mençikof’u olağanüstü elçi sıfatıyla 1853’te
İstanbul’a gönderdi. Mençikof, bütün diplomatik teamüllere aykırı bir şekilde, 5 Mayıs l853'te
sadece Ortodoks Kilisesi'ni himaye
hakkı istemekle kalmayıp -bu
imtiyaz l774'te verilmişti-
imparatorluğun Ortodoks ahalisini
de yani imparatorluk ahalisinin
üçte birinden fazlasını da himaye
hakkı isteyince tehlikeli bir
tırmanma başladı.
Bu savaş Osmanlı İmparatorluğu’nu savunmak için yapılmış olmasına rağmen kendisine barış
koşulları için danışılmadı ve o da koşulları olduğu gibi kabul etmek zorunda kaldı. Barış
antlaşmasının en önemli maddeleri şunlardı: (30 Mart 1856)
Böylece Paris Antlaşması sonucunda Osmanlı kâğıt üzerinde Avrupa Konseyi (Concert
Europeen)denilen devletler sisteminin eşit bir üyesi olarak kabul edildi.
Tanzimat Fermanı ile azınlıklara tanınan hakları yetersiz ve verilen sözlerin de gerçekleşmemiş
olduğunu iddia eden Batılı devletler, 1856 tarihli Paris Konferansı öncesinde, Osmanlı Devleti’ni
Rusya’nın müdahalelerine karşı korumanın bedeli ve Avrupa devletleri topluluğuna kabulün ön
şartı olarak, yeni bazı isteklerde bulunmuşlardır. İngiltere, Fransa ve Avusturya kendi aralarında
çeşitli görüşmeler yaparak bazı kararlar almıştı. Bu kararların başında Islahat Fermanı’nın ilanı
gelmekteydi.
Bu ferman, 18 Şubat 1856 tarihinde “Islahat Fermanı” adı ile padişah Abdülmecit tarafından bir
Hatt-ı Hümayun şeklinde Paris görüşmelerinden altı hafta önce ilan edilmiştir. Islahat Fermanı,
Tanzimat Fermanı’ndaki esas hükümleri teyit ve tekrar etmekle beraber, gayrimüslim unsurlara
daha geniş haklar tanıyordu. Taleplerin dış baskı sonucu değil, bir iç hukuk belgesi gibi
gerçekleştiği görüntüsü verilerek, padişahın konumunun sarsılmaması için bir fermanla ilan
edilmesi sağlanmıştır.
Hedeflenenin aksine ferman hiçbir kesimi memnun etmedi. Özellikle Gayrimüslim ruhanî
liderler, aidat ve bahşiş alma imkânları ortadan kaldırıldığı için rahatsızdılar. Yine diğer
cemaatlerden protokol olarak üstün olan Rumlar, bu imtiyazları ellerinden alındığı için hoşnut
değillerdi. Rumların bazıları “devlet bizi Yahudilerle beraber etti. Biz İslam’ın üstünlüğüne razı
idik” diyerek tepkilerini dile getirdiler.
Bu sürecin önemli bir kazancı olarak Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün Avrupa tarafından
garanti edilmesi gösterilmektedir. Ancak bu beklentinin aksine Avrupalıların Osmanlı’nın iç
işlerine müdahaleleri artmıştır. Hatta bu müdahaleler yeni isyanlara ve imparatorluktan
kopuşlara zemin hazırlamıştır. Müslüman halkın olanlara tepkisi ise sorunları daha da
büyütmüştür.
Islahat Fermanı’nın ilan edilmesine karşı Müslümanlar tarafından gösterilen ilk büyük tepki
1858’de Cidde’de meydana geldi, ardından Suriye ve Lübnan’a sıçradı. Oldukça kozmopolit bir
etnik ve dinî yapıya sahip olan bu coğrafyada Araplar, Türkmenler ve Kürtlerden meydana gelen
Müslümanlar ile birlikte Nusayriler (Arap Alevileri); Lübnan ve Suriye’ye dağılmış olup karışık
inançlarıyla dikkat çeken Dürziler ve özellikle Lübnan Dağları’ndaki Katolik Hristiyan Maruniler
yaşamaktaydı. Osmanlı hükümeti ayaklanmayı bastırmak, Avrupa müdahalesini önlemek için
Hariciye Nazırı Keçecizade Fuat Paşa’yı geniş yetkilerle önce Beyrut’a sonra Şam’a gönderdi.
Krizin kesin olarak bitmesi için İstanbul’da da görüşmeler yapıldı. Nihayet 9 Haziran 1861 tarihli
17 maddeden oluşan ve özerkliği düzenleyen bir Lübnan Nizamnamesi üzerinde anlaşıldı. Bu
Paris Antlaşması ve ilan edilen Islahat Fermanı, Osmanlı’nın iç işlerine Avrupa müdahalelerini
artırmıştı. Bu durum Osmanlı toplumunda tepkiye neden olmaktaydı. Bu tepkiler Sultan
Abdülmecit’e suikast düzenleyip bir taht değişimi girişiminde bulunacak bir cemiyetin
oluşumuna kadar gitmiştir. Kendilerine Fedai Cemiyeti diyen bu grup birtakım müderris, şeyh,
askerî ve sivil bürokratların yanı sıra çeşitli meslek sahibi kimselerden oluşuyordu. Başlarında
Süleymaniyeli Şeyh Ahmet Efendi ve Rumeli ordusu feriklerinden Hüseyin Daim Paşa
bulunuyordu. Suikast girişimi 14 Eylül 1859 tarihli bir ihbarla ortaya çıktı. Cemiyet üyeleri Kuleli
Askeri Kışlası’nda sorgulandı. 8 Ekim 1859’da olay açıklığa kavuşturuldu. Yargılama sonucu
cemiyetin elebaşları idama ve diğer üyeler ise muhtelif cezalara çarptırıldı. Sultan Abdülmecit
idam cezasına razı olmayarak suçluların müebbet hapse mahkûm edilmelerini emretti.
Osmanlı Devleti, Paris Kongresi'nden sonra bir sürü gaile ile uğraşırken, Saltanatı zamanında
Tanzimat ve Islahat hareketlerini gerçekleştirmiş olan Padişah Abdülmecid, 25 Haziran 1861
günü öldü. 1839 da 18 yaşında iken Padişah olmuş ve 40 yaşında da ölmüştü. Abdülmecid'in
yerine kardeşi, 31 yaşındaki Abdülaziz Padişah oldu.
Abdülaziz ilk olarak ekonomiye el attı. Saraydaki altın ve gümüş kapların Darphaneye devri
yapıldı. 1862’de para (kaime) ile ilgili tedbirler alındı. 1841 yılında piyasaya sürülen ve zamanla
kıymeti düşen para tedavülden çekilip Darülfünun kaidesi denilen usulle imha edildi. Ekonomik
tedbirlere kendisi de uyan Abdülaziz, saray masraflarının azaltılmasına razı oldu. Sarayda
yüksek maaş alan gereksiz memurları uzaklaştırdı. Son olarak kendisine tahsis edilmiş olan Hassa
Hazinesi’nin gelirinin üçte birini devlet bütçesine vereceğini ilan etti. Rüşvet ve irtikâp işine
karışanları cezalandırdı. Alınan bu tedbirlerle devletin malî durumu biraz olsun düzeldi.
Abdülaziz’in ilk yılları dış müdahalelere yol açan iç ayaklanmalarla uğraşmakla geçti. Tanzimat
ve Islahat fermanları ile tanınan haklardan memnun olmayan Gayrimüslim tebaanın talepleri gün
geçtikçe artmaktaydı. Rusya’nın teşvik ettiği Karadağ İsyanı savaşa dönüşecek durumdaydı.
Hersek’te büyük bir karmaşa yaşanıyordu. Yine Batılı devletlerin tahrikiyle Lübnan’da Dürziler
ile Marunîler arasında kanlı mücadeleler başladı. Abdülaziz bütün bu olaylarla sarsılmış olan
devlet otoritesini kuvvetlendirmek için yoğun çaba harcadı. Fakat benzer olayları önlemek için
alınan tedbirlere Rusya ve Fransa karşı çıktığından 1864’te bunlardan vazgeçildi. Ve bu durum
da kısa süre sonra Sırbistan, Romanya ve Girit’te de yeni olayların çıkmasına sebep oldu.
Sultan Abdülaziz’in İstanbul dışına ilk seyahati Mısır’a oldu. Padişahı bu seyahate çıkmak için
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın damadı olan Yusuf Kamil Paşa ile Seraskerliğe atanmış olan
Keçecizade Fuat Paşa teşvik etti. Mısır, özellikle Mehmet Ali Paşa döneminden beri adeta
müstakil bir hükümet halini almıştı. Ayrıca Süveyş Kanalı’nın açılması yönünde Avrupa’da
Mısır’da gördüğü ilgi karşısında büyük memnuniyet duyan Abdülaziz dönüş yolunda uğradığı
İzmir’de ve nihayet ulaştığı İstanbul’da büyük şenliklerle karşılandı. Bu ilgi ve coşkuyu karşılıksız
bırakmayan Padişah, İstanbul halkının askerlik yükümlülüğünü kaldırdı.
En büyük hayallerinden biri güçlü bir ordu ve donanma meydana getirerek Rusya’yı dizginlemek
olan Sultan Abdülaziz, Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip etmekteydi. 1867 yılına
gelindiğinde Fransa İmparatoru III. Napolyon,
Uluslararası Paris Sanayi Sergisi’nin açılışı
münasebetiyle Sultan Abdülaziz’i Fransa’ya;
İngiliz Kraliçesi Viktorya da Londra’ya davet etti.
Birtakım diplomatik kazanımlar ümit eden Sultan,
her iki daveti de kabul ederek 21 Haziran 1867
tarihinde yola çıktı. Böylece Osmanlı tarihinde
yabancı ülkelere seyahate çıkan ilk ve tek Padişah;
Hristiyan dünyasını dost sıfatıyla ziyaret eden ilk
Halife Sultan Abdülaziz oldu.
Sultan Abdülaziz bu seyahatte yanına Veliaht Murat ve Şehzade Abdülhamit efendileri de almıştı.
Sultaniye vapuruyla başlanan bu ziyaret esnasında Napoli, Toulon, Paris, Londra, Brüksel,
Viyana ve Budapeşte şehirlerini ziyaret eden Padişah, Rusçuk-Varna üzerinden 7 Ağustos 1867’de
İstanbul’a döndü.
Mehmet Ali Paşa’nın 1849’da ölümü ardından torunları I. Abbas ve Sait Paşa zamanlarında
Mısır’da kalkınma devam etti. Bu dönemde Mısır’daki en önemli gelişme İngiltere’nin etkisinin
artmasıydı. Avrupalı devletler Mısır’a borç veriyor, burayı bir pazar ve hammadde kaynağı
olarak görüyorlardı. Yapılan reformlar dışa borçlanmayı ve bağımlılığı daha da artırmaya başladı.
Mısır için olduğu kadar Türkiye ve dünya tarihi açısından da önemli olan Süveyş Kanalı, Fransız-
Mısır sermayesiyle bitirilerek 19 Kasım 1869’da hizmete açıldı. Süveyş kanalının açılması
Bu tarihten sonra Mısır için büyük bir atılım dönemi başladı. Bayındırlık, sanayi, ziraat ve ticaret
alanlarında önemli gelişmeler kaydedildi. Ayrıca İngilizlerin de desteğiyle güneyde Sudan ve
Habeşistan’a doğru yayılma politikası izlendi. Ancak bütün bu faaliyetlerin masrafları büyük
boyutlara ulaşmış ve beraberinde yüklü dış borçları getirmişti. Mısır Hidivi, çare olarak alınan
tedbirler de fayda etmeyince Süveyş Kanal Şirketi’ndeki bütün hisseleri İngilizlere sattı. Böylelikle
İngilizler bölgedeki en büyük rakipleri olan Fransızlara karşı büyük bir avantaj elde ettiler.
Bu süreçte, Mısır’ın malî durumu daha da bozulmuş ve artık faizler dahi ödenemez duruma
gelinmişti. Sonuçta bir çözüm yolu olarak Avrupalıların denetiminde oluşturulan bir borç
komisyonu, Mısır’ın gelirlerine el koyup borç faizlerini ödemeye başladı. Maliyeye İngiliz ve
Fransız uzmanların yerleştirilmesiyle de Mısır’ın malî ve idari kontrolü tamamen yabancıların
eline geçmiş oldu.
Abdülaziz tahta geçtikten sonra önceliği Rus tehdidine karşı ordu ve donanmanın yenilenmesine
verdi. Silahlanmaya hem kendi tahsisatından hem de borçlanmalarla düzenlenen devlet
bütçesinden milyonlarca lira harcadı. Satın alınan büyük çaplı toplarla Boğazlar ve sınır kaleleri
tahkim edildi. Tophane yenilendiği gibi Feshane genişletildi. Prusya’dan uzman subaylar
getirtilerek 1866’da Harbiye Mektebi yeniden düzenlendi. Askerî Rüştiyeler açıldı. Taşkışla,
Gümüşsuyu Kışlası, Taksim Kışlası gibi yeni askerî binalar inşa edildi. Bugün Beyazıt’ta İstanbul
Üniversitesi merkez kampüsü olarak kullanılan kompleks Seraskerlik olarak hizmete açıldı.
Denizciliğin gelişmesi için Bahriye Nezareti kuruldu (1867). Donanmanın güçlenmesine çalışıldı.
Avrupa’dan zırhlı gemiler alındı. Denizcilik eğitimine önem verildi.
Abdülaziz döneminde yüksek idari ve hukukî alanında da önemli adımlar atılmıştır. Nitekim
1868’de Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ikiye ayrılmıştır. Böylece Tanzimat döneminin kanun
tasarılarını hazırlamış olun bu kurul, bugün Danıştay olarak devam eden Şura-yı Devlet ile
Yargıtay’ı ilk kuruluşu olan Divân-ı Ahkâm-ı Adliye’ye dönüşmüştür.
1870’te Darülmuallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu açıldı. Yüksek eğitimde Darülfünun
yeniden açılması için çalışmalar yapıldı. Bu teşebbüsler sonuç verdi ve İstanbul Üniversitesi’nin
temellerinde biri olan Darülfünun-ı Osmani, Çemberlitaş’ta yeni inşa ettirilen binada (bugünkü
Basın Müzesi) 8 Şubat 1870’te resmen açıldı.
Yerli ürünlerin Avrupa mallarıyla rekabet edebilmesi için yeterli bilgiye sahip eleman yetiştirmek
amacıyla Sultanahmet’te Sanayi Mektebi açıldı. Burada çeşitli meslekler öğretildi. 1866’da
Mekteb-i Tıbbıyye-i Şahane adı ile ilk sivil tıp okulu açıldı. Bu kurum Askerî Tıbbiye binasında
ayrı bir dershanede öğretime başladı. 1867’de de Eczacılık Mektebi açıldı. 1870’te Heybeliada’daki
Mekteb-i Bahriye içinde sivil bir Kaptan Mektebi eğitime başladı.
Bu dönemde Damat Ahmet Fethi Paşa’nın gayretleriyle 1847’de kurulmuş olan ilk müze yeniden
düzenlendi ve 1869’da Müze-i Hümayun adıyla geliştirildi. Osmanlı ülkesinde eski eser
araştırmaları Maarif Nezareti’nin iznine bağlandı. Yapılacak arkeolojik kazılardan çıkacak
eserlerin üçte biri memlekete ait olacaktı.
Bütün bu işlerin finansmanı için dış borç miktarı arttı. Nitekim Abdülaziz zamanında borçlar 200
milyon altına ulaştı. Bir yılda borç ve faiz olarak ödenen miktar 14 milyon altına çıktı. O sıralarda
Osmanlı Devleti’nin takip ettiği mali politika, borcu borçla ödeme ve bütçe açığını yeni borçlarla
kapatma şeklindeydi. Dışarıdan borç alma imkânı olmadığı durumlarda da Galata sarraf ve
bankerlerinden yüksek faizlerle borçlanma yoluna gidiliyordu. Bu politika devleti kısa sürede
iflasa sürükledi.
Sultan Abdülaziz’in son yılları Balkan krizinin ağır baskıları altında geçmişti. Hersek ve
Bulgaristan ayaklanmalarında binlerce Müslümanın katledilmesi, Avrupalıların Osmanlı iç
işlerine müdahaleleri, Selanik olayı 2 ve ağırlaşan ekonomik krizin etkisi gibi gelişmeler, siyasi ve
toplumsal tepkilerin artmasına neden oldu.
6 Ekim 1875 tarihinde çıkarılan Ramazan Kararnamesi’yle devletin borç taksiti ve faiz olarak
ödediği yıllık 14 milyon liranın yarısının beş yıl için kesileceği, buna karşılık %5 faizli devlet
kâğıdı (esham) verileceği ilan edildi. Bu eshama gümrük, tuz, tütün gelirleriyle Mısır vergisi
karşılık gösterilmişti. Hükümet, bahsi geçen 7 milyonun 5 milyonu ile bütçe açığını kapatacak, 2
2 Selanik'te çıkan bir olayda iki konsolosun öldürülmesi Batılı devletleri harekete geçirdi. Batılı devletler "Berlin
Memorandumu" denilen muhtırayı Babıali'ye vermeyi kararlaştırdılar. Ancak muhtıra verilmeden Abdülaziz tahttan
indirildi.
Sultan Abdülaziz ardından tahta V. Murat geçti. Sultan doğal olarak Serasker Hüseyin Avni
Paşa’nın kontrolüne girdi. 5 Haziran’da Çerkes Hasan’ın intikam amacıyla taht değişikliğinde
başrolü oynayan Serasker Hüseyin Avni Paşa ve yanındaki dört kişiyi öldürmesi V. Murat’ın ruh
sağlığını iyice bozdu. Tuhaf davranışlar göstermeye başlayan V. Murat, 31 Ağustos 1876’da akıl
hastalığı teşhisi ve şeyhülislamlık fetvasıyla azledildi. Yerine anayasa ve meşrutiyeti ilan edeceği
taahhüdünde bulunan kardeşi II. Abdülhamit tahta geçirildi. V. Murat tahttan indirildikten sonra
kalan ömrünün 29 yılını Çırağan Sarayı’nda geçirdi.
ARMAOĞLU, FAHİR. (1999). 19. YÜZYIL SİYASİ TARİHİ (1789-1914)., ANKARA: TTK YAYINI.
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
KİTABEVİ.
HTTPS://İSLAMANSİKLOPEDİSİ.ORG.TR/ABDULAZİZ (06.09.2021).
HTTPS://İSLAMANSİKLOPEDİSİ.ORG.TR/ABDULMECİD (06.09.2021).
DÜZCÜ, L. (2016). KORKU İLE TEDBİR ARASINDA BİR İHTİLÂLİ İZLEMEK: 1848 İHTİLÂLİ
BASIMEVİ.
KARAL, E. Z. (2000). OSMANLI TARİHİ. 6. CİLT, 6. CİLT. ANKARA, TÜRK TARİH KURUMU
BASIMEVİ.
KUNT, M., AKŞİN, S., & ÖDEKAN, A. (1988). TÜRKİYE TARİHİ. TÜRKİYE TARİHİ. ISTANBUL,
CEM.
ÖZDEMİR, Y., ÇİYDEM, E., & AKTAŞ, E. (2014). TANZİMAT FERMANI’NIN ARKA
ÜNİTE 4 / BİRİNCİHazırlayan
MEŞRUTİYET DÖNEMİ GELİŞMELERİ
2. YENİ OSMANLILAR
MEŞRUTİYET
YENİ OSMANLILAR
KANUN-I ESASİ
93 HARBİ
BORÇLAR
Kuruluşundan Kanun-i Esasi’nin ilânı tarihine kadar geçen devirde, mutlak yönetim anlayışının
hâkim olduğu, Osmanlı Devleti’nde de Batı’daki bir burjuva hareketi niteliğinde olmamakla
birlikte, XIX. Yüzyılın ortalarına doğru bir takım anayasacılık hareketlerinin başladığı görülür.
Ancak bu hareketler daha çok devlet memurluğundan yetişme bir avuç insanın, çöken devleti
kurtarabilmek için düşünebildikleri ve genellikle Batı’dan aktardıkları çarelerden ibaret olmuştur.
Türkiye’de Anayasal hareketlerin başlangıç noktası konusunda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte,
Tanzimat dönemi boyunca zaman zaman yayınlanan fermanlarda anayasal hareketlere bir
basamak olma niteliği daha açık ve nettir.
2. YENİ OSMANLILAR
Tanzimat reformları ülkede merkezi otoriteyi hâkim kılma yönünde gelişmişti. Ulaşım araçlarının
süratlenmesi ve telgrafın ülke genelinde yaygınlaşması merkezi idarenin yerleşmesine önemli bir
katkı sağlamıştı. Dolayısı ile 19. yüzyılın ikinci yarısında, merkezi otoritenin yaygınlaştığı, ülke
ile ilgili kararların başkentten alındığı, aynı zamanda, idari alanda gerçekleştirilen yeni yapılanma
neticesi kararların alınması ve mekanizmalarının işlemesinde Osmanlı hükümetinin ön plana
çıktığı bir süreç yaşanmaya başlandı. Bu dönemde Mustafa Reşit, Âli ve Fuat Paşalar gibi
yetenekli ve dirayetli devlet adamlarının varlığı da merkezi hükümetin ağırlığının
hissedilmesinde rol oynayan bir faktördü. Diğer taraftan eğitim alanında sayıları çok olmasa da
modern eğitim veren okulların açılması yeni nesillerin daha iyi eğitim almalarını sağlamıştı.
Giderek Tanzimatçı devlet adamlarının uygulamaları ile yetinmeyen, ülkede daha geniş ama aynı
zamanda yerli karakter taşıyan reformlar yapılmasını isteyen bir kesim oluştu. Yeni Osmanlılar
olarak adlandırılan bu kesim İslami vurgulamalar yapıyor, İslamiyet’teki meşveret yani danışma
mekanizmasının işletilmesini savunuyor, buna bağlı olarak da ülke idaresinde anayasa ve
parlamentonun yer alacağı meşruti bir rejimin gerekliliğini savunuyordu. Şinasi, Namık Kemal,
Ali Suavi, Ziya Paşa gibi aydınlar meşrutiyet düşüncelerini topluma benimsetme çabası
içindeydiler. 1860 yılında Agâh Efendi’nin yayımladığı Tercüman-ı Ahval, 1862’de Şinasi
tarafından çıkarılan Tasvir-i Efkâr ve Ali Suavi’nin Muhbir gazeteleri Yeni Osmanlıların
düşüncelerini dile getirdikleri yayın organları olmuşlardı. Burada özellikle Âli Paşa’nın
bulunduğu Osmanlı hükümetinin icraatları tenkit ediliyor, yöneticiler baskıcı ve zalim olmakla
suçlanıyor, İslami esaslara dayalı bir parlamenter sistemin ülke idaresine hâkim kılınması
isteniyordu.
1867 yılında Sadrazam Âli Paşa tarafından çıkarılan bir kararname ile basın üzerine şiddetli bir
sansür uygulandı ve Yeni Osmanlılar Avrupa’ya kaçarak faaliyetlerini orada sürdürmeye başladı.
Orada kendilerine Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın kardeşi Mustafa Fazıl Paşa destek oluyordu. Yeni
Osmanlılar Avrupa’daki faaliyetleri çerçevesinde çıkardıkları gazeteler (Hürriyet, Muhbir, Ulûm)
aracılığıyla düşüncelerini ve isteklerini duyurmaya çalıştılar. Talepleri şu hususlarda
yoğunlaşıyordu: Yönetime İslami esaslara dayalı bir parlamenter sistemin yani meşveret
usulünün hâkim kılınması; devlet adamlarının icraatlarından sorumlu tutulmaları; israfın, dış
borçlanmanın önlenmesi, maliyenin yoluna sokulması; eğitim seferberliği ilan edilerek halkın
cehaletten kurtarılması; maksatlı şekilde maddi sefalete itilen ulemanın bu durumundan
Yeni Osmanlıların bu taleplerine karşılık iktidardaki Tanzimatçı devlet adamları, ülke için gerekli
reformların kendileri tarafından zaten yapılmakta olduğunu, birçok dini ve etnik yapıdan oluşan
Osmanlı İmparatorluğu’nda parlamentolu bir sistemin bütünlükten çok parçalanmaya yol
açacağını ifade ediyor ve Yeni Osmanlıların önerilerine şiddetle karşı çıkıp üzerlerindeki baskıyı
artırıyorlardı. Yeni Osmanlılar ise bir taraftan Avrupa taklitçiliğini tenkit ederken, diğer taraftan,
özellikle batı Avrupa ülkelerindeki beğendikleri bazı uygulamaları örnek olarak göstermekten de
geri kalmıyorlardı. Mesela İngilizlerin medeni oldukları fakat aynı zamanda dinlerine de bağlı
bulundukları, dürüst ve namuslu insanlar oldukları vurgulanıyor, diğer taraftan da “dinimizi,
milliyetimizi bozan taklitçi zihniyetten vazgeçmeliyiz” deniyordu. Esas itibariyle sayıları çok
olmayan ve Osmanlı toplumu üzerinde etkinlikleri sınırlı kalan Yeni Osmanlılarla paralel
düşünenler arasında devlet bürokrasisinde yer alan iki önemli isim de mevcuttu. Bunlar Mithat
Paşa ve Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa idi. O sırada veliaht olan Şehzade Murat da
kendilerine destek oluyordu. Fakat sahip oldukları güç çerçevesinde gerek Yeni Osmanlıların
gerekse Mithat Paşa’nın özledikleri meşruti bir yönetime kavuşmaları zor görünüyordu. Fakat
birtakım siyasi gelişmeler ülkedeki meşrutiyet taraftarlarının önünü açacaktı.
Sultan Abdülaziz döneminin son yıllarında ortaya çıkan gelişmeler, ülkenin kaderini derinden
etkilemiş, geleceğin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı Devleti 1870’li yılların
başlarında gerek siyasi gerekse iktisadi açıdan bir darboğazın içine girmişti. Tanzimat
reformlarının uygulayıcısı ve ülkeyi Batı ile bütünleştirme politikalarının temsilcileri olan
Mustafa Reşit, Fuat ve Âli Paşalar bu yıllarda tarih sahnesinden çekilmiş bulunmaktaydılar. Bu
arada, Tanzimat reformlarını yetersiz bulup anayasalı ve parlamentolu bir meşrutiyet idaresi
talep eden Yeni Osmanlılar da muhalefet hareketlerine hız vermişlerdi. Genellikle basın yoluyla
fikirlerini duyurmaya çalışan Yeni Osmanlılar, önemli ve nüfuzlu bir şahsiyet olan Mithat
Paşa’nın desteği ile devlet kademelerinde de taraftar bulmuş oluyorlardı. Bu arada, Sadrazam
Mütercim Rüştü Paşa, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi ile Serasker Hüseyin Avni Paşa ve
Süleyman Paşa gibi komutanlar da çeşitli sebeplerle Abdülaziz’e muhalif bir konumda
bulunuyorlardı. Aynı yıllarda devletin maliyesi de zor günler geçirmekteydi. Kırım Harbi’nden
beri alınmaya alışılmış olan dış borçlar ülke ekonomisini bir tıkanma noktasına getirmişti.
Nitekim 1875 yılına gelindiğinde devlet borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmişti. Devletin iflası
anlamına gelen bu durumu Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın başında bulunduğu hükümet,
V. Murad üst üste yaşanan gelişmelerden bir hayli olumsuz etkilenmiş ve rahatsızlanmıştı.
Padişahlığı döneminde bu etkileri üzerinden atamadı. Bu arada darbecilerden Hüseyin Avni Paşa,
Abdülaziz’in kayınbiraderi Çerkez Hasan tarafından suikast neticesi öldürülünce, meşrutiyet
taraftarlarının ve Mithat Paşa’nın önü açıldı. Meşrutiyet taraftarları V. Murad’ın hastalıklı haliyle
amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındaydılar. Bu sebeple veliaht Abdülhamid ile anlaşarak onu
tahta çıkardılar (31 Ağustos 1876). Böylece önceleri kimsenin dikkate almadığı Şehzade
Abdülhamid saltanat makamına geçmiş oluyordu.
II. Abdülhamid, önceden verdiği söze uyarak 23 Aralık 1876’da Kanun-ı Esasi’yi (anayasa) ilan
etti. Anayasanın bir an evvel ilanında Mithat Paşa ve arkadaşlarının büyük etkisi oldu. Anayasayı
hazırlamak için bir komisyon kuruldu. Avrupa’da kullanılmakta olan Anayasalardan Fransa ve
Belçika anayasaları incelendi. Ancak padişahın tahttan indirilmesinde anlaşanlar, yeni kurulacak
rejimde hak ve yetkiler konusunda anlaşamadılar. Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa, padişahın
yetkilerinin sınırlanmasına ve hükümetin kuruluşuna getirilen yeniliklere karşı çıktı. Sadrazamın
ısrarı ile Anayasa taslağında bazı değişiklikler yapıldı. II. Abdülhamid de tasarıda hükümdarın
yetkilerini sınırlayan bazı maddeleri değiştirdikten sonra, gerek görülen kimselerin ülke dışına
gönderilmesi yetkisini devlet başkanına veren bir hükmün tasarının 113’üncü maddesine
eklenmesini istedi. Büyük tedirginlik yaratan bu madde padişahın onayının alınabilmesi için
anayasaya kondu.
Kanun-ı Esasi içeriği incelendiğinde de görüleceği üzere mevcut durumda köklü değişiklikler
getirmedi. Padişahın yetkilerini yazılı kanun güvencesi altına almış oldu. Önceki dönemin fikir
12 bölüm, 119 maddeden oluşan Kanun-u Esasî daha çok Osmanlı deneyim ve uygulamasına
dayanan içeriğiyle dikkat çekmektedir. Yasama işleri, Mebusan Meclisi ve Ayan Meclisi’nden
kurulu bir “Meclis-i Umumi (Genel Meclis)” tarafından yürütülecekti. Güçler ayrılığı ilkesi gerçek
olmaktan çok biçimseldi, kurumsal değişiklikler geçmiş uygulamadan köklü bir ayrılış yerine bir
evrimi yansıtmaktaydı. Komisyonun en liberal üyeleri bile bir cumhuriyet kurulmasını ya da
padişahın hükümranlık haklarının temelde kısıtlanmasını önermemişlerdi. Osmanlı
hükümdarlığı halifeliği de koruyarak Osmanlı hanedanının en yaşlı üyesine geçiyordu (3. ve 4.
maddeler). Padişahın kişiliği kutsaldı ve
yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildi (5.
NOT: madde). Böylece tüm Anayasa padişahın iyi niyetine
bağımlı hâle gelmişti. Padişah bakanları atama ve
azletme hakkına sahip olduğu için bakanlar,
parlamento yerine ona karşı sorumlu oluyorlardı. Para
1876 Anayasası padişahın yetkilerinde
bir kısıtlama yapmadığı gibi aksine, bastırılması, hutbelerde adının söylenmesi, yabancı
yetkilerini kanun güvencesi altına devletlerle anlaşmalar imzalamak, savaş ve barış ilanı,
almıştır. Bu nedenle 1876 Anayasası ile şeriat hükümlerinin uygulanmasının gözetimi yasalar
kurulan siyasi sisteme, parlamentonun gereğince verilmiş cezaların hafifletilmesi ya da
varlığı ile desteklenmiş “meşruti affedilmesi, parlamentoyu zamanından önce toplamak
monarşi” diyebiliriz. Halkın seçtiği
veya dağıtmak yetkileri arasındaydı. Padişah,
temsilcilerden oluşan Heyet-i
Mebusan’ın bulunmasına rağmen, parlamento kararlarını yasa hâline dönüştürmek için
padişah, yürütme ve yasama resmen ilan edebilir ve parlamentonun onayına
yetkilerinden hiç ödün vermemiştir. başvurmadan yeni yasalar çıkarabilirdi. Gerekli
Bununla birlikte yine de 1876 Kanun-i gördüğünde olağanüstü durum ilan ederek anayasa
Esasisi, padişahın yetkilerinin güvencelerini geçici olarak kaldırabilir, kendisine ve
kısıtlanması yönünden Sened-i
devlete tehlikeli gördüğü kişileri sürgüne
İttifaktan itibaren başlayan gelişmenin
yollayabilirdi (113. Madde). Anayasa’da dikkat çeken
bir ileri adımıdır. Anayasa, ferman
şeklinde ilan edilmiş olsa bile, halkın maddelerden biri de devletin resmî dilinin Türkçe
temsilcilerini ilk defa geniş çaplı bir olduğunu ifade eden ve memur olmak için Türkçe
şekilde, bir araya getirecek olması bilmeyi şart koşan 18. maddeydi. Aslında bu madde
bakımından önemlidir. hem gerçeğin bir ifadesi hem de millî devlete giden
yolda önemli bir adımdı.
Konferans Osmanlı itirazlarım dikkate alarak, ufak bazı değişiklikler yapmakla beraber, planının
kabulü için Osmanlı hükümetine bir hafta süre verdi. Red halinde delegeler ve elçiler İstanbul’u
terk edeceklerdi. Salisbury, Abdülhamit ve Mithat nezdinde ültimatomun kabulü için hayli ısrar
etti ve red edilmesi halinde Rusya ile savaş çıkacağını ve Osmanlı devletinin mahvolacağını
bildirdi.
Osmanlı hükümeti özel bir meclise danıştıktan sonra planı reddetti. Elçiler İstanbul’u terk ettiler.
Sadrazam Mithat Paşa, konferansın son bulmasından 16 gün sonra Abdülhamit tarafından hem
azledildi hem ülke dışına sürüldü. Bu suretle Anayasa’nın 113’üncü maddesi, ilk defa, bu
Anayasa’yı yapan Mithat Paşa’ya uygulanmış oldu.
Anayasanın ilanından sonra sıra meclisi oluşturacak seçimlerin yapılmasına gelmişti. Seçimler
sürenin yetersizliği nedeniyle geçici olarak çıkartılan “Seçim Talimatı”na göre yapılmıştır.
Talimata göre 80’i Müslüman, 50’si gayrimüslim olmak üzere 130 mebusun seçilmesine karar
verilmişti. Ancak seçimler zaman yetersizliği nedeniyle tam olarak yapılamadı. 1876 yılına ait
olmak üzere vilayet meclisleri üyeleri ikinci seçmen sayılarak, mebusları bunların belirlemesine
karar verildi.
Birinci mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim olmak üzere toplam 115 mebus bulunuyordu.
İlk Osmanlı Meclisi, 19 Mart 1877 Pazartesi günü Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan bir törenle açıldı.
Meclisin açılış gününde tüm resmî daireler tatil edilmişti. Meclisi Mebusan ilk toplantısını 20
Mart 1877 tarihin de Sultanahmet’teki Darülfünun binasında yapmış, 28 Haziran 1877 tarihinde
ilk toplantı yılını tamamlamıştır. Meclisi Âyan için ise 21’i Müslüman, 5’i gayrimüslim olmak
üzere 26 üye seçildi. Meclisi Mebusanın 13 Aralık 187714 Şubat 1878 tarihleri arasında geçen
ikinci döneminde 106 mebus görev yapmıştır. Bunların 59’u Müslüman, 47’si gayrimüslim idi.
İkinci dönem mebusları da seçim kanunu çıkmadığı için aynen birinci seçimde de olduğu gibi
Talimat-ı Muvakkate çerçevesinde seçilmişlerdi. Yine halkın oyu söz konusu değildir. İkinci
dönem mebusların sayısı daha da düşmüş, 130 olması gereken mebus sayısı 96’da kalmıştır.
Bunların 56’sı Müslüman, 40’ı gayrimüslim idi. Âyan sayısı 38’dir. Meclis 1876-1877 savaşının en
şiddetli döneminde açılmış ve zor ülke şartları ile karşı karşıya kalmıştır.
Meclis-i Mebusan’da görüşmeler devam ederken, Osmanlı-Rus Savaşı’da Osmanlılar için felakete
dönmüş, Rus kuvvetleri Ayastafenos’a (Yeşilköy) yaklaşmışlardı. Mebuslar, açığa vurmamakla
beraber, Padişahı bu kötü gidişten sorumlu tutmakta idiler. Sultan II. Abdülhamid’de kendisinin
savaşın gidişinden sorumlu tutulmakta olduğu hissediyordu. Bu nedenle savaşa devam veya
barış yapmak seçeneklerinden biri hakkında karar vermek için Yıldız’da 43 kişilik olağanüstü
meclis topladı. Toplantıya katılanlar, savaşın devamı lehinde ve aleyhinde konuşurken, İstanbul
mebusu Astarcılar Kethudası Ahmet Efendi’nin kendisini suçlar mahiyetteki sözleri karşısında
“Ben artık Sultan Mahmud’un yolunda gitmeye mecbur olacağım.” diyerek toplantı salonunu terk etti.
Sultan II. Abdulhamid Kanun-ı Esasî’nin kendisine tanıdığı yetkiye dayanarak meclisi süresiz
tatil etti (13 Şubat 1878).
Padişahın meclisi süresiz tatil etmesinin gerçek sebebi tabi ki bu değildi. Bunlar görünen sebepti.
Gerçek sebepleri ikiye ayırmak mümkündür. 1- İç sebepler, 2-Dış sebepler.
İç sebeplerin başında, psikolojik bir sebep olan halkın henüz meşrutiyet yönetimine hazır
olmaması ve eğitimin eksikliği gelmektedir. Türk toplulukları tarih boyunca bir hükümdar
tarafından yönetilmiş, hükümdarlık hakkının Tanrı tarafından verilmiş ilahî bir kuvvet olarak
görülmüştür. Türk toplumu I. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar böyle bir psikoloji içerisinde
bulunuyordu.
Diğer bir sebepte, saray mensuplarının padişahı üzerindeki etkileriydi. Özellikle, torpil, rüşvet ve
benzeri yollarla çeşitli makamlara geçmiş olan saray mensupları ve devlet memurları meşrutiyet
yönetimine taraftar değillerdi. Dolayısıyla bu tür insanlar meşrutiyetin varlığından rahatsız
oluyorlardı.
Sultan II. Abdülhamid, meşrutiyet yöntemine son verirken kendisine karşı koyacak bir güçte
yoktu. Genç Osmanlılar dağılmış, Midhat Paşa sürgüne gönderilmiş, ordu savaş nedeniyle
meşrutiyete sahip çıkacak bir durumda değildi. İşte, II. Abdülhamid bu sebeple meşrutiyet
yöntemine kolaylıkla son vermiştir.
Büyük emperyalist güçlerin oyun alanı hâline gelen Osmanlı topraklarında yapılan bütün
girişimlere karşın istenilen neticelerin alınamaması Balkanlardaki güç dengelerini Rusya lehine
değiştirmiştir. İngiltere ve Fransa’nın 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yanında
yer almaları Rusya’yı dengelemeye yönelikti. Nitekim Paris Antlaşması (1856) ile Rusların
Balkanlara inme ve Boğazları ele geçirme emelleri bir süreliğine engellenmişti. Ancak Rusya, 13
Mart 1871’de Londra Antlaşması ile Karadeniz’de donanma bulundurma hakkını büyük
devletlere onaylatmıştı.
İngiltere özellikle 1880’lerden itibaren, Osmanlı Devleti’ni parçalama ve onun toprakları üzerinde
kendisine bağlı millî devletler kurma politikasını hayata geçirmiştir. İngiltere stratejik çıkarları
doğrultusunda 20 Ağustos 1882’de Mısır’da Port-Said’e asker çıkarmış ve 15 Eylül 1882’de
Kahire’ye girerek Mısır’a fiilen yerleşmiş ve böylece Mısır da Osmanlı Devleti’nin elinden
çıkmıştır. Osmanlı Devleti bu durumu 1885 yılında kabul etmiştir.
Fransa da yeni düzenlemeden payına düşeni aldı. İngiltere ve Almanya, Fransa’nın Tunus’u
almasına göz yumacaklarını belirtince Fransa 1881’de göçebe kabilelerin Cezayir sınırını ihlal
etmesi gibi basit bir bahaneyi öne sürerek ülkeye asker gönderdi. Ardından zorla imzalatılan bir
antlaşmayla askerî işgal resmîleştirildi. Aynı antlaşma uyarınca Tunus Beyi’nin dış ilişkiler ve
maliye alanındaki yetkileri Fransa’ya devredildi ve ortak sorunlarda ilişkileri yürütmek üzere
ülkeye bir yüksek temsilci atandı. Güneyde işgale karşı başlayan direnişin bastırılmasından sonra,
1883 yılında, Fransız Vali Paul Cambon, Tunus Bey’i Ali Bin Hüseyin’e, imzalattırdığı Mersa
Sözleşmesi ile Fransız hükümetinin gerekli göreceği idari, adlî ve mali reformların yapılmasını
sağladı. Böylece Fransa, Tunus’a tamamen hâkim oldu.
Balkanlarda dengeleri sarsan bu gelişmeden rahatsız olan Sırbistan en büyük tepkiyi göstermiş
ve Bulgaristan’a savaş ilan etmiştir. Ordularını Osmanlı sınırlarına yığan Bulgarlar hazırlıksız
yakalanmış, ancak kısa sürede toparlanarak Sofya yakınlarında Slivnitsa’da iki gün süren savaşı
kazanmışlardı. Bu netice, Bulgarlara Belgrad yolunu açmışsa da Avusturya Macaristan’ın
diplomatik müdahalesi ile savaş sona ermiştir.
Sonuçta Osmanlı Devleti, bu ilhakı örtülü bir biçimde kabul etmek zorunda kalmıştır. 1 Ocak
1886’da yapılan anlaşma ile Bulgar Prensi’nin aynı zamanda Doğu Rumeli Valisi olmasına karar
verildi. Her 5 yılda bir Prens Sultan’ın ve büyük güçlerin yeniden onayıyla valiliğe devam
edecekti.
Kırım Savaşı’nın getirdiği büyük masraflar için ilk defa 1854 yılında yabancı bir ülkeye borçlanan
Osmanlı Devleti yirmi yıllık süreçte borç faizlerini dahi ödeyemeyecek duruma düşmüştü. 1877-
1878 Osmanlı Rus Savaşı’ndaki yenilgi sebebiyle Rusya’ya ödenecek savaş tazminatı zaten
ekonomik sıkıntı içinde olan Osmanlı maliyesini iyice bozdu. Artık Osmanlı maliyesi iflas etmek
üzereydi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti dış müdahaleye meydan vermemek için alacaklıların
vekillerini görüşmeye çağırdı. İstanbul’da yapılan görüşmeler sonucunda alacaklılar ile bir
anlaşmaya varıldı. Bu anlaşma 20 Aralık 1881 tarihli (28 Muharrem 1299) bir kararname ile ilan
edildi. Tarihe “Muharrem Kararnamesi” adıyla geçen bu anlaşmayla İstanbul’da “Duyun-ı
Umumiye idaresi” kuruldu. Yedi (7) üyeden oluşan komisyonda alacaklıları temsilen birer İngiliz,
Fransız, Alman, Avusturya, İtalyan ve Galata bankerlerinin temsilcisi ve Osmanlı temsilcisi yer
alıyordu. Duyun-ı Umumiye İdaresi’nin gelir kaynakları, tuz, tütün, ispirto, balık, ipek, pul ve
damga, Bulgaristan vergisi, Kıbrıs vergisi, Doğu Rumeli vergisi gibi geliri çok olan vergilerdi. Bu
şekilde devletin mali gücünü elinden alan Duyun-ı Umumiye, “devlet içinde devlet” durumuna
gelmiştir. Devlet vergi toplama yetkisinin bir kısmını, hem de önemli gelir kaynaklarını
alacaklarına karşılık bu komisyonun insafına terk etmiştir. Faiz oranlarını belirleyen Duyun-ı
Umumiye idaresi, kendi memurlarını atama hakkına da sahipti. 1912 yılında Osmanlı maliye
Duyun-ı Umumiye İdaresi, Millî Mücadele Dönemi’nde de varlığını devam ettirmiş ancak Ankara
Hükûmeti egemen olduğu bölgelerde bu idarenin gelirlerine el koymuştur. Tahvilleri hiç
hükmüne inen alacaklıların bu durumu Lozan Anlaşması ile çözüme kavuşmuş, Osmanlı borçları
yeniden yapılandırılarak 2/3’lük kısmı Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmiştir.
“Kuleli Vakası” ismini cereyan eden olay veya yerden değil de sorumlu bulunanların hapsedildiği
yerden alan bir olaydır. Siyasal muhalefetin ilk icraatı olarak kabul edilebilecek olan Kuleli
Vakasının mahiyeti tam olarak anlaşılamamıştır. Olay meşruti bir idarenin oluşması için mi yoksa
Padişah Abdülmecit’in kişiliğini hedef aldığı için mi yapıldığı tam olarak anlaşılamamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda devleti meşruti bir yapıya getirmek amacıyla girişilen ilk muhalif
hareketler 1865’li yıllarda başlamıştır. Ancak meşrutiyet fikri Osmanlı İmparatorluğu için daha
önce de gündeme gelmiş ancak bunlar önemsiz tavsiyelerden öteye gidememiştir.
Yeni Osmanlılar, artan baskılardan bir süre sonra birer birer yurtdışına gitmişlerdir. Yeni
Osmanlıların yurt dışına gitmeleri görüşlerinin siyasal ve ideolojik alanda biçimlenmesinde
önemli rol oynamıştır. Meşrutiyet talepleri yurtdışında faaliyette bulundukları dönemde
olgunlaşmıştır.
13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebusan süresiz olarak tatil edilmiştir. Bu tatil etme II.
Abdülhamit’in Kanun-i Esasinin Padişah’a tanıdığı yetkiye dayanarak Meclis-i Ayan’dan
çıkartmış olduğu karar ile gerçekleştirilmiştir. Meşrutiyetin tatil edilmesi ve Kanun-i Esasi’nin
askıya alınması yeni bir devrin başlangıcı olarak siyasal hayatta yerini almıştır. Bu dönem 1908
yılına kadar süren yaklaşık 30 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bu süre içinde II. Abdülhamit
idaresinin baskıcı bir yönetim anlayışı geliştirmiş olduğu nitelemelerinden dolayı bu dönem için
“İstibdat Dönemi” tabiri kullanılmıştır.
Abdülhamit idaresinin baskısı arttıkça siyasal faaliyetlerde yeni canlanmalar meydana gelmiştir.
1889 yılında İstanbul’da Askerî Tıbbiye talebelerinden olan Ohrili İbrahim Temo, Kafkaslı
Mehmet Reşit, Diyarbakırlı Abdullah Cevdet ve Arapkirli İshak Sukûti isimli öğrenciler İttihad-ı
Osmanî adıyla Askeri Tıbbiye’de bir cemiyet kurmuşlardır.
Cemiyetin en önemli amacı, Osmanlı Devleti’ni çökmenin eşiğine getiren II. Abdülhamit
tarafından uygulanan istibdatın kaldırılmasıdır. Ancak II.Abdülhamit istibdatının kaldırılması
sadece bu cemiyetin amacı değil bunun dışında bazı oluşumların da gayesidir. Bunun için bu
cemiyetin mensubu olmasa da istibdadı kaldırmak isteyenler ve protesto edenlere Jön Türkler adı
verilmiştir.
Cemiyet yıllar içinde büyümüş ve isimleri çeşitli değişikliklere uğradıktan sonra son olarak
“Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti” adını almıştır. Cemiyetin başlangıçtaki kurucuları İstanbul
Askerî Tıbbiye Mektebi öğrencileri iken sonradan Harbiye, Bahriye, Mühendis okullarında
Cemiyetin gerek Avrupa’daki üyeleri gerekse diğer bölgelerde yaşayan üyeleri arasında tam bir
görüş birliği olduğu söylenemez. Temelde birleştikleri noktalar genel olarak Kanun-i Esasinin
yeniden yürürlüğe girmesi ve parlamentonun yeniden açılması anlamına gelen Meşrutiyetin ilan
edilmesi meseleleridir. Bu konularda hem fikir olan üyeler bu konuların nasıl yerine getirileceği
noktasında görüş ayrılıklarına düşmektedir. Bu görüş aykırılıkları, ılımlı bir şekilde Sultan’ı razı
etmeye, yabancı devletlerin müdahalesinden silahlı bir eyleme girişmeye kadar geniş bir
yelpazede meydana gelmiştir. Hiç kuşku yoktur ki bu görüş ayrılıkların temeli siyasal iktidara
karşı duyulan öfke, hoşnutsuzluk, kırgınlık gibi sebeplerle bir araya gelmiş insanların ortak bir
noktada buluşamamalarıdır.
Damat Mahmut Paşa’nın İstanbul’dan oğulları Prens Sabahattin Bey ve Prens Lütfullah Bey’le
beraber Avrupa’ya II. Abdülhamit idaresindeki hoşnutsuzluğundan dolayı kaçarak gelmeleri Jön
Türk hareketinin yeniden ivme kazanmasına neden olmuştur. Çünkü özellikle 1895’lerden sonra
gerek Ahmet Rıza’dan memnuniyetsizlik gerekse bazı üyelerin İstanbul’a gelerek II. Abdülhamit
tarafından kendilerine verilen memurlukları kabul etmeleri neticesinde üyelikten ayrılmış
olmaları Jön Türklerin faaliyetlerini sekteye uğratmıştır.
Prens Sabahattin Bey gerek Osmanlı Devleti idaresi içinde gerekse Osmanlı Devleti’nin idaresi
dışındaki dağınık bir hal alan Jön Türk hareketinin yeniden toparlanması için büyük çaba sarf
etmiştir. Prens Sabahattin Bey, muhalif grupların birlikte hareket etmesi için büyük bir kongrenin
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
İSTANBUL 2010.
GENCER, ALİ İHSAN-ÖZEL, SABAHATTİN; TÜRK İNKILÂP TARİHİ, DER YAY., İSTANBUL
2010.
KIZILTAN, Y. "I. MEŞRUTİYETİN İLANI VE İLK OSMANLI MECLİS İ MEBUSAN I". GAZİ
ÜNİVERSİTESİ GAZİ EĞİTİM FAKÜLTESİ DERGİSİ 26 (2006 ): 251-272
KUNT, M., AKŞİN, S., & ÖDEKAN, A. (1988). TÜRKİYE TARİHİ. TÜRKİYE TARİHİ. ISTANBUL,
CEM.
ÖRENÇ, ALİ FUAT; YAKINÇAĞ TARİHİ (1789-1918)-GİRİŞ, AKADEMİ TİTİZ YAY., İSTANBUL
2012.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ.
HTTPS://İSLAMANSİKLOPEDİSİ.ORG.TR/MESRUTİYET (30.10.2021).
YAPILAN SEÇİMLER
FİKİR HAREKETLERİ
OSMANLICILIK
İSLAMCILIK
TÜRKÇÜLÜK
BATICILIK
İKİNCİ MEŞRUTİYET
FİKİR HAREKETLERİ
31 MART OLAYI
Demokratik haklar, özgürlükler kısıtlandı, daha kuşkucu ve baskıcı bir anlayış egemen oldu. Bu
süreçte kendisine ve yönetim anlayışına karşı muhalif hareket gittikçe güçlendi. Saltanatı boyunca
farklı fikirlere ve muhalefete tahammül edemeyen padişah, kendisine rakip olarak gördüğü bu
kişileri ya hapse attırdı ya da sürgüne gönderdi. Bu şekilde ülkeden uzaklaştırılan ve
susturulmaya çalışılan muhalifler, Avrupa’da daha çok Cenevre ve Paris’te, Osmanlı ülkesinde
ise Selanik ve Kahire gibi önemli şehirlerde kümeleşerek çalışmalarını buralarda devam ettirdi.
Ülkede “Tıbbiyeli” öğrencilerin 1889’da kurduğu İttihad-ı Osmanî Cemiyeti ile başlayan örgütlü
muhalefet, kısa zamanda Avrupa’daki Jön Türklerin de katılmasıyla büyük bir muhalif harekete
dönüştü. Hepsinin amacı daha çok özgürlük, demokratikleşme ve meşrutiyetin yeniden ilanı
yoluyla katılımcı bir yönetime ülkeyi kavuşturmaktı.1900’lere gelindiği zaman da Osmanlı İttihat
ve Terakki adı altında birleşmeler oldu. Ancak bu durum kısa sürdü ve Jön Türkler arasında da
fikir ayrılıkları ortaya çıktı. 1902’de Paris’te yapılan Jön Türk Kongresi’nde bu ayrılık çizgileri
daha da netleşti.
Bu gibi ayrılıklara rağmen Abdülhamit’e ve yönetim anlayışına muhalif olanlar 27 Aralık 1907’de
Paris’te yeni bir kongre topladı. Kongreye “Terakki ve İttihat, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i
Merkezîyet, Ermeni Taşnaksütyun, Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi, Ahd-ı Osmani Mısır Cemiyeti ile
Ermeniler ve Araplar tarafından yayımlanmakta olan bazı gazete ve dergi temsilcileri” katıldı. Bu
kongrede “Meşrutiyetin” ilanı fikri etrafında padişahı sıkıştırmak için bir dizi çalışma programı
oluşturuldu ve komitelerin kurulması kararlaştırıldı.
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ordu içinde de büyük destekçileri vardı. 1907’de alınan
kararlar çerçevesinde Makedonya’da örgütlenmeye gidildi. Bu çabalara rağmen II. Meşrutiyet’in
ilanını hızlandıran en önemli olay, 8-9 Haziran 1908’de İngiliz Kralı Edward’la Rus Çarı II.
Nikola’nın Reval’de bir araya gelerek Osmanlı Devleti’nin geleceğini görüşmeleri oldu. Bu
gelişmeler üzerine Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti harekete geçti. Onlara göre yegâne çare
Terakki ve İttihat Cemiyeti de 23 Ağustos 1908 tarihinde yayınladığı bir bildiri ile Prens
Sabahattin’in cemiyeti ile birleştiğini ve adını İttihat ve Terakki Cemiyeti yaptığını ilan etmiştir.
Meşrutiyet 24 Temmuz 1908 tarihinde resmen ilan edilmiştir.
İTC’nin idari ve askeri yapılar içinde yasa dışı örgütlenmeye girişmesine ve II. Abdülhamit’i
Kanun-ı Esasiyi (KE) yeniden ilan etmeye zorlamasına ve meşrutiyeti getirme çabasına
yönlendiren birçok etken olmuştur. Bunlar arasında özellikle şu hususlar sayılabilir:
Meşrutiyetin ilanı Osmanlı toplum katmanlarında ise farklı tepkilerle karşılanmıştır. Genel
itibarıyla halk, yeni ve farklı bir döneme girildiğini hissetse de meşruti sistemi tam anlamıyla
idrak ettiği söylenemez. Nitekim belli bir kesim halk tepkisiz kalırken, tepki gösterenler büyük
kalabalıklar oluşturmakla beraber meşrutiyeti vergi vermemek, istediğini yapabilmek, mevcut
Diğer taraftan kimi aydın çevreleri ve halkta meşrutiyetin ilanı memnuniyet ve sevinç meydana
getirmiştir. Reval görüşmelerindeki paylaşımdan Osmanlı Devleti’nin kurtulduğu, padişahların
kaybettikleri yerlerin geri alınacağı havası hâkim olmuştu. Kahraman olarak görülen İTC
mensupları merakla beklenmiş, bütün kesimlerin, din adamlarının, Osmanlı ordusuna karşı
savaşan çetecilerle Türk subaylarının yakınlaşması meşrutiyet havasına yansımıştı. İlanın ilk
döneminde Osmanlı toplumunun bütün kesimleri arasında göreceli bir yakınlık ve kaynaşma
doğmuştu Zihinlerde meşrutiyet rejimi, adeta geçmiş idarenin kötülüklerini ortadan kaldıracak
bir tılsım, sihir olarak görülmüş, açılacak olan meclisin yüzyılların biriktirdiği kötülüklerin,
fenalıkların, sorunların önüne geçeceği düşünülmüştür.
Meşrutiyetin ilanı dış ilişkileri de etkilemiştir. İlk anda Avrupa’da Osmanlı Devleti’ne karşı
oldukça büyük bir sempati doğmuş, İngiliz, Fransız, Alman kamuoyu meşrutiyetin ilanını olumlu
karşılamış ve desteklerini ilan etmişlerdir. Rusya’nın tavrı genel anlamda olumlu görünse de
Osmanlı Devleti’nin ıslahat yapması gerektiğine dair çağrılarından vazgeçmemişlerdir. Ancak
meşrutiyet rejimine karşı duyulan bu memnuniyet ifadelerine, yaklaşımlarına rağmen ilerleyen
zaman içinde II. Meşrutiyet döneminde Osmanlı-Avrupa ilişkilerinde derinden, sarsıcı ve
olumsuz gelişmeler meydana gelmiştir.
II. Meşrutiyet dönemi Türk siyasi yaşamı için önemli yeniliklerin ve gelişmelerin başlangıcıdır.
Bu dönemde anayasalı ve çok partili siyasal yaşam tecrübelerinin adımları atılmıştır. Bu dönemde
önemli siyasi çatışmalar, kavgalar ortaya çıkmış, günümüze kadar süren siyasi akımlar, tavırlar
ortaya çıkmıştır.
23 Temmuz 1908’de Meşrutiyetin ilanıyla 1876 KE’si (Anayasası) yeniden yürürlüğe girmiştir.
Ardından Meclis-i Mebusan’ın (MM) oluşturulması için seçim hazırlıklarına başlanmıştır. Bu
seçimlerde KE’nin yanı sıra 1876 KE’ye kısmen aykırı hükümler içeren ve bir seçim yasası
olmaktan daha çok geçici yönetmelik biçiminde hazırlanmış olan İntihabat-ı Mebusan Kanun-ı
Muvakkatı dikkate alınmış ve iki turlu seçim esası benimsenmiştir. Bu seçim kanunu 1877-1878
Meclis-i Mebusanınca hazırlanmıştı, 2 Ağustos 1908’de Padişah II. Abdülhamit’in onayıyla ancak
yürürlüğe girebilmiştir. Bu seçim kanunuyla kimlerin seçmen ve mebus adayı olabileceği,
seçimlerin nasıl yapılacağı kayıt altına alınmıştı.
Seçimlerin diğer güçlü yapısı Ahrar Fırkası idi. Bu siyasi yapı âdem-i merkeziyetçilerin ve Prens
Sabahattin’in fırkası olarak görülmüştür. Aslında Prens Sabahattin ve arkadaşları II. Meşrutiyet
öncesinde Jön-Türk hareketlerin diğer bir güçlü kolunu oluşturuyordu ve yaşanan bazı siyasi,
fikri farklılıklar ve şahsi tartışmalar sonucunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden kopmuşlardı.
Ahrar Fırkası ileri gelenleri İstanbul’da İTC’ye karşı Rumlarla ittifak yapma kararı alarak Rum
Patriği ile görüşmüşlerdir. Bu siyasi tavır, İTC’yi oldukça endişelendirmiş, II. Meşrutiyet’in
hemen başında İTC ile Ahrar Fırkası ve Prens Sabahattin arasında âdem-i merkeziyet ve Fener
Patrikhanesi imtiyazları çerçevesinde ateşli bir tartışmaların çıkmasına neden olmuştur. Ancak
Ahrar Fırkasının İTC kadar Osmanlı coğrafyasında örgütlendiği söylenemez. Nitekim seçim
sonuçları bu durumu teyit etmiştir.
İTC ise 1908 seçimlerine giren en güçlü siyasi oluşumdur. İTC, 1908 kongresinde seçimlerle ilgili
kendi siyasi programını dair kararlar almış ve 6 Ekim 1908’de Şura-yı Ümmet gazetesinde ilan
etmiştir. Bu siyasi programa göre seçmen yaşının düşürülmesi ve seçmen olabilme kriterlerinin
Osmanlı vatandaşları lehine değiştirilmesi hususu bulunmaktaydı. Ancak bu siyasi programın en
önemli özellikleri milli egemenlik ilkesinin Osmanlı siyasi kurumlarında gerçekleştirilmesiydi.
Bu minvalde Meclis-i Mebusan meşruti sistemin merkezine oturtulmaya çalışılacaktı. Şöyle ki
Meclis-i Mebusan hem padişah hem de hükümet karşısında anayasal açıdan kuvvetlendirilecekti.
Ayrıca padişahın atamasıyla oluşan Meclis-i Ayan’ın temsili özelliğinin halk lehine değiştirilmesi
hedeflenmişti. Buna göre Ayan Meclisi üyelerinin önemli bir bölümü milli egemenlik esası
Seçimlere meşrutiyeti ilan eden siyasi güç olmanın avantajıyla giren, halk nezdinde sempati
kazanan ve mukaddes cemiyet olarak anılan İTC, hızlı bir şekilde taşrada da örgütlenmiştir.
Ayrıca taşrada bölgenin ileri gelenleriyle anlaşmış ve askeri gücü elinde bulundurmanın
avantajını kullanmışlardır. Böylece İTC, 1908 seçimlerinden mebusların biri hariç çoğunluğu
alarak galip çıkmıştır. Ahrar Fırkası, sadece Ankara’dan bir mebus çıkarabilmiştir. Gayri
Müslimler ise İTC’nin de destekleriyle adaylarını Meclis-i Mebusan’a gönderebilmişlerdir. Ancak
bu seçim sonuçları üzerinde durulması gereken önemli bir husus vardır. Bu husus İTC saflarından
Meclis-i Mebusan’a giren mebusların tamamının İttihat ve Terakkiye bağlı olmamalarıdır.
Nitekim II. Meşrutiyetin ilk parlamenter dönemi olan 1908-1912 yılları içinde İTC’nin sürekli
mebus sayısında azalma görülecektir. Hatta Meclis-i Mebusan’da çoğunluğu kaybedecek noktaya
geleceklerdir.
1908-1912 dönemi meclisi büyük törenler ve uluslararası diplomatik, siyasi ve basının katılımıyla
17 Aralık 1908’de açılmıştır. Başlangıçta siyasilerin ve halkın önemli görevler beklediği bu meclis,
kısa bir süre sonra iç ve dış siyasi çekişme ve müdahalelerin etkisi altında kalmıştır. Önceleri İTC,
hükümet işlerini II. Abdülhamit’in paşalarına bırakmıştır. II. Meşrutiyetin başında kurulan
hükümetlerde İTC üyesi ve yandaşı nazırların sayısı çok az olmuştur. Bu durum İTC’yi bir
yandan güçsüz gösterirken diğer taraftan ihtilal ile kazanmış olduğu iktidarı kaybetme noktasına
getirmiştir. Örneğin önce destek verdiği Sadrazam Kamil Paşa hükümetini, İTC kendisinin
sunduğu güven olmamasıyla devirmiştir. Zira Kamil Paşa, İTC’nin dışarından hükümete
müdahalesini engellemeye çalışmıştır. Hatta İttihatçıların meşrutiyet ihtilalinin güvencesi olarak
gördüğü askeri birlikleri, avcı taburlarını İstanbul dışına çıkarmak istemiştir. Bu tavırlar daima
karşı ihtilal korkusuyla ve iktidarı kaybetme endişesiyle yaşayan İttihatçıların hükümet işlerine
müdahale etmesinin bir nedeni olmuştur.
Nitekim İttihatçıların 1908-1912 parlamenter dönem içinde karşılaşmış olduğu önemli bir tehdit
31 Mart Vakası (İsyanı) idi (13 Nisan 1909). İTC’yi iktidardan uzaklaştırma ve siyasi hayat dışına
atma girişimi olan bu isyan, İttihatçı karşıt cephenin içinde olduğu veya desteklediği bir
girişimdir. Parlamentonun içinden olmayan ve aynı zaman meşru siyasi güçlerin dışından gelen
bu isyan girişimine İstanbul’daki bazı askeri birlikler ve basın, bir kısım medrese öğrencileri ve
sokaklarda kalabalıklara iştirak eden halk tabakası katılmıştır. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti
yıkan ve Meclisi basan isyancılar, ancak İTC’nin Makedonya’dan getirttiği askeri birlikler
sayesinde durdurulabilmişlerdir. Her ne kadar İTC’ye karşı yapılmış ise de isyanın başarıya
31 Mart Vakası sonrası İTC karşıtı muhalif siyasi oluşumlar, Meclis-i Mebusan içinde Ahali Fırkası,
Mutedil Hürriyet-perveran Fırkası, Rum, Ermeni, Bulgar ve Arnavutların ayrı ayrı oluşturdukları
mebus grupları altında faaliyet göstermişlerdir. Ancak beklenen etkiyi bu oluşumlar
gösterememişlerdir. Bunun farkına varan ve yeni arayışlar içine giren İTC karşıtları, meclisteki
muhalifleri büyük oranda aynı çatı altında toplamayı başarmışlardır. Bu yeni çatı 21 Kasım
1911’de resmen kurularak Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) adını almış ve çok kısa bir süre sonra
İstanbul ara seçimlerine girmiştir. 11 Aralık 1911’de yapılan İstanbul ara seçimlerini Rum ve
Ermeni ikinci seçmenlerin desteğini alarak bir oy farkla kazanan HİF, İttihatçıları korkutmuştur.
HİF, seçim sonucunu İTC’ye karşı bir zafer olarak değerlendirilmiş ve muhalif cephenin kuvvet
bulması adına propaganda için kullanmıştır.
Gerçekten de HİF’in kısa bir sürede seçim kazanması İttihatçıları endişelendirmiştir. Zira
muhalifler birleşerek önemli bir siyasi oluşum ortaya çıkardıkları gibi, Meclis-i Mebusan’da
İTC’yi azınlık durumuna düşürebileceklerdi. Nitekim meclisteki bazı oylamalarda İTC
hükümetinin düşürülmesine neden olacak kadar sayıya ulaşmışlardır. Bu tehlikenin farkına
varan İTC ileri gelenleri, mecliste tekrar çoğunluğu elde etmek için erken seçime gidilmesini
uygun bulmuşlardır. Muhaliflerin hazırlıksız yakalanacakları bir erken seçimle meclisin
yenilenmesini amaçlayan İTC, hükümet imkânlarını kullanarak yeni meclisin kendi üyelerinden
oluşmasını, 1908 seçimlerindeki hatalarından kurtulmayı düşünmüşlerdir.
İttihatçıların desteğini alan Sadrazam Sait Paşa, 1909 anayasa değişikliğinden geri adım atarak
Meclis-i Mebusan’ı feshetme yolu takip etmiştir. Muhalefetin bütün çabalarına rağmen Padişah
Mehmet Reşat ve Meclis-i Ayan’ın desteğini alan Sadrazam Sait Paşa meclisin feshini ve erken
seçimlere gidilmesini sağlamıştır (18 Ocak 1912). Bu gelişme muhalefet için büyük başarısızlık
olmuştur.
Ocak-Mart 1912’de yapılan seçimlere fırka olarak İTF ve HİF katılmıştır. Bu seçimlere İTC,
desteklemiş olduğu Sait Paşa hükümeti ve bu hükümetteki üyeleri olan Posta Nazırı Talat Paşa,
Nafia Nazırı Cavit Bey ve Dahiliye Nazırı Adil Bey ile avantajlı girmiştir. İdari ve askeri
bürokrasisinin imkânlarını kullanan İTC, seçimden kesin bir zaferle çıkmıştır. Öyle ki İTC, seçim
öncesinde valilik, mutasarrıflık gibi seçim faaliyetlerini etkileyecek devlet kademelerinde
değişikliklere gitmiştir. Yine muhalefetin, HİF mebus adaylarının faaliyetlerini, seçim
çalışmalarını engellemiştir. Muhalif mebus adayları şiddet, darp ve tutuklanma dahil bir çok
baskıya maruz kalmışlardır. Bu yüzden 1912 seçimleri Türk demokrasisinde Sopalı Seçim
şeklinde adlandırılmıştır. Ayrıca İttihatçılar, HİF’in rejim karşıtlarının yuvası haline geldiği ve
HİF’in iktidara gelmesiyle anarşi başlayacağı, Osmanlı Devleti bölüneceği propagandasını
yapmışlardır. Seçimlerde HİF ise, propagandalarını özellikle İTC’nin hükümet imkânlarıyla
muhalefete baskı uyguladığı, İttihatçıların din aleyhtarı olduğu üzerine kurmuşlardır.
Yapılan seçimler sonucu Meclis-i Mebusan’a halk tarafından gönderilen 284 mebusun 15’i hariç
diğerleri İTC/F’ye mensuptu. Bu mebusların çoğunluğu 1908 seçimleri sonucu İttihatçı listelerden
meclise girenlere göre daha hemcins/homojen idi. Böylece İTC kendisi için daha mütecanis bir
meclis meydana getirmiş, 1908-1912 meclisinde yaşamış olduğu azınlıkta kalma endişesinden
kurtulmuştu. Zaten elde edilen bu sonuç erken seçime gidişin temel nedeni idi.
18 Nisan 1912’de açılan meclisin ilk dönemleri Trablusgarp Savaşı’nın devam ettiği günlere denk
gelmişti. Bu yüzden Sadrazam Said Paşa, siyasi programında dış politikaya öncelik vermiştir.
Programda Trablusgarp sorununun ülke menfaatlerine en uygun bir şekilde çözülmesi ve
özellikle komşularla dostluğun artırılması, Balkan devletleriyle var olan yakınlığın karşılıklı
güvene ve ortak çıkarlar ilişkisine dayandırılarak devamı hedeflenmişti.
Ancak İttihatçı destekli Sait Paşa hükümetinin iktidarı uzun sürmemiştir. Önce Harbiye Nazırı
Mahmut Şevket Paşa’nın İttihatçılarla askerin siyasete karışmasına dair yaşadığı tartışmanın ve
gerilimin ardından istifa etmesi, hükümetin sarsılmasına ve İTC destekli kabinenin iktidardan
düşmesine neden olmuştur. Bu kabinenin düşmesinde bir askeri ihtilal hareketi olarak ortaya
çıkan ve İTC destekli iktidarın el değiştirmesi için çabalayan Halaskar Zabitan hareketinin etkisi
çok daha önemlidir. Üstelik bu hareket, Said Paşa’nın iktidardan düşmesinden sonra kurulan
Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesinin Meclis-i Mebusanı kapatmasını sağlayarak Balkan
Savaşlarına meclis olmadan girilmesine neden olacaktır. Böylece Halaskar Zabitan rüzgârının ve
İttihatçı muhalefetin etkisiyle iktidara gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa, kabinesini bu siyasal
Mayıs-Haziran 1912’de İstanbul’da kurulduğu iddia edilen Halaskar Zabitan hareketi, yukarıda
ifade edildiği üzere Said Paşa hükümetini iktidardan düşürmüştü. İlk önemli başarısını
gerçekleştiren Halaskar Zabitan daha sonra İttihatçıları tehditle ve korkutarak İTC ağırlıklı
meclisi dağıtma yolunu takip etmiştir. Bu minvalde Meclis-i Mebusan Başkanı Halil Bey ve Saray
Başkâtibi Halit Ziya Bey’e tehdit mektupları göndermişlerdir. Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa
Halaskar Zabitanla paralel bir şekilde hareket ederek, hükümetinin programını MM’ye getirerek
meclisi kapatma çaresi aramıştır. Sadrazam meclise sunduğu programıyla hükmet ile İttihatçılar
arasında bir kavga ortamı oluşturmak istenmiştir. Böylece daha önce İttihatçıların yaptığı şekilde
meclisin kapatılmasına neden olacak yol açılacak, yani meclis-hükümet anlaşmazlığı üzerinden
MM’nin feshi gerçekleştirilecekti. Nitekim Sadrazam Meclis-i Ayanın desteğiyle Meclisi
feshetmeyi başarmıştır (6 Ağustos 1912).
Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın, Halaskar Zabitan ve HİF’in görüşlerini benimsemesi ve İTC’ye
yakın memur ve askerlerin devlet kadrolarından uzaklaştırmaya çalışması bir devr-i sabık
oluşturmanın, İttihatçıları iktidardan ve daha sonra siyasi sahneden silmek isteyen bir programın
başlangıcı idi. Nitekim bu hükümet döneminde İttihatçı kişi ve yapılar baskı ve şiddete maruz
kalmış, Şura-yı Devlet Reisi Kamil Paşa’nın etkisiyle İTC’nin atadığı vali, mutasarrıf ve memurlar
azledilmiştir. Bu baskılar karşısında İTC, merkezini tekrar Selanik’e taşımak zorunda kalmıştır.
Yaşanan bu gelişmeler meclisin olmadığı bir ortamda meydana gelmiştir. Meclis-i Mebusan ancak
Ocak-Nisan 1914 seçimleri sonucu oluşmuş ve 14 Mayıs 1914’de açılabilmiştir. Diğer taraftan
Balkan Savaşının çıkmasıyla birlikte iktidarda tutunamayan Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Kamil
Paşa’ya sadareti devretmek zorunda kalmıştır. Kamil Paşa’nın sadarete gelişi HİF’e iktidar imkânı
sunarken, İTC için kötü günlerin başlangıcı olmuştur.
1912 Meclis-i Mebusan’ı, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın hükümeti döneminde 4 Ağustos 1912’de
feshedilmiş ve seçimlere gidilme kararı alınmıştır. Ancak uzun bir süre seçimler
yapılamadığından meclis toplanamamıştır. Bunun en önemli sebebi Balkan Savaşları ve İTC ile
HİF arasında yaşanan siyasal gelişmeler olmuştur. İTC’nin Said Halim Paşa hükümeti ile birlikte
14 Mayıs 1914 ile 21 Aralık 1918 tarihleri arasında parlamenter çalışmalarını sürdüren bu mecliste
muhalefetten söz etmek mümkün değildir. Bunun bir sebebi İTC’nin muhalefeti siyasi sahneden
uzaklaştırması iken diğer önemli bir nedeni ise Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı şartları
içinde olmasıdır. Savaş şartları sert muhalefet yapmayı engellediği gibi siyasilerin kenetlenmesini
sağlamıştır. Bu meclisteki mebuslar Birinci Dünya Savaşına dair gelişmeleri, asker alımı, iaşe
benzeri askeri hususları yakından takip etmiştir. Mecliste yeri geldiği zaman savaşın gidişatı
tartışılmış, cephelere heyetler gönderilmiştir. Ayrıca kendi çalışma tüzüğü hakkında geniş
düzenlemeler yapmıştır.
Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü tehlikeye sokan dış
müdahalelerle karşı karşıya kalmıştır. Bunlar Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından
ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı ve Girit’in Yunanistan’a ilhak girişimidir. Hâlbuki
meşrutiyet yönetimiyle birlikte Osmanlı toprak bütünlüğünün korunacağı düşünülmüştü. Ancak
meşrutiyetin ilk aylarındaki yaşananlar beklentilerin aksini göstermiştir. Zira bu üç dış müdahale
ve gelişme II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte bir yandan siyasi boşluktan yararlanma diğer yandan
Osmanlı toplumunun tüm kesimlerinin tek bir meclis çatısı altında toplanmasından kaygı duyan
yabancı devletlerin bir an önce hareket etme arzusundan doğmuştur.
1878 Berlin Anlaşmasına göre Bosna-Herkes bölgesi hukuken Osmanlı Devleti’nin toprağı olarak
kabul edilmişti. Ancak Osmanlı Devleti’nin güvenliği sağlayamayacağı iddiasıyla bu eyaletin
yönetimi fiilen Avusturya-Macaristan Devletine bırakılmıştı. Bu anlaşmanın 25. maddesine
istinaden Avusturya-Macaristan Devleti Bosna-Hersek’i işgal etmişti. Ayrıca Berlin Anlaşması
Bulgaristan’ı, Doğu Rumeli ve Makedonya dışarıda tutulmak kaydıyla Osmanlı Devleti’ne bağlı
özerk bir prenslik olarak belirlemişti. Hem Avusturya-Macaristan Devleti hem de Bulgar Prensliği
Berlin Anlaşmasından sonra fiilen hükümran oldukları topraklardaki hâkimiyetlerini
pekiştirmişlerdi. Bu bölgelerde Osmanlı hâkimiyeti uluslararası hukuk dışında fiilen silinmişti.
Zaten her iki ülke hâkimiyetlerinin hukuken de gerçekleşmesi için büyük devletlerle, özellikle de
Nitekim Bulgar Prensliği, bütün yabancı elçilerin Sadrazam Kamil Paşa tarafından davet edildiği
resmi yemeğe kendi temsilcisinin çağrılmamasını fırsat bilerek 5 Ekim 1908’de Tırnova’da tek
taraflı bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu gelişme Türk tarihinde Bulgar temsilcisinin adından
mülhem Keşof Olayı şeklinde anılmıştır. Ardından yirmi dört saat geçmeden Avusturya-
Macaristan Devleti 6 Ekim 1908’de Bosna-Herkes’i kesinlikle kendi topraklarına kattığını yani
ilhak ettiğini duyurmuştur. Bu gelişmeyi aynı gün 6 Ekim 1908’de Girit’teki özerk yönetimin
Yunanistan’a katılma kararı izlemiştir. Osmanlı Devleti, bir oldu-bitti şeklinde gelişen Girit hariç
Bosna-Hersek’in ilhakı ve Bulgaristan’ın bağımsızlığı kararlarını fiilen kabul etmek zorunda
kalmıştır. Aslında bu üç gelişme üzerine Osmanlı Devleti fiilen toprak kaybettiği söylenemez.
Zira her üç bölgede Osmanlı Devleti fiili yönetimini terk etmişti ve sadece hukuken hakları
bulunmaktaydı. Ancak bu toprak kayıpları yeni meşruti devlet için önemli bir itibar kaybı anlamı
taşıyordu. Nitekim İç ve dış politikada güven ve güç kaybına neden olmuştur. Bununla birlikte
Osmanlı Devleti bir savaşı da göze alamamıştır. Zira Avrupa’nın büyük devletlerinden ciddi
manada destek görememiştir. Bu yüzden hem hukuki haklarını korumak hem de iç kamuoyunda
oluşan tepkiye karşılık verebilmek için Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Yunanistan
aleyhine gösteriler, mitingler tertip edilmiştir. Bu gösterilerin ardından her üç ülkeye, Osmanlı
toplumunun çeşitli kesimlerinin, özellikle liman çalışanlarının iştirak ettiği boykotlar
düzenlenmiştir. Osmanlılar için boykot harb-i iktisadi (iktisadi savaş) anlamı taşımıştır. Boykotlar
dönemi şeklinde adlandırılacak bu süreç, üç devleti, hatta taraf olmayan ülkeleri de etkilemiştir.
Öyle ki boykot, Osmanlı coğrafyasında ticaret yapan yabancı ülkelerin maddi açıdan kaybına
neden olmuştur.
Sonuçta Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan Devleti ile 26 Şubat 1909’da anlaşmaya vararak
Bosna-Hersek sorununu çözme yolunu takip etmiştir. Bu anlaşmaya göre Yenipazar Sancağı
(Sancak) Osmanlı Devleti’ne bırakılacaktı. Ayrıca Osmanlı Devleti’ne, Bosna-Hersek eyaleti için
Avusturya-Macaristan Devleti tazminat vermeyi kabul etmiştir. Ancak bu anlaşmayı kabul eden
Osmanlı Devleti, kültürel, dini ve stratejik açıdan önemli bir toprak parçasını kaybetmiş oluyordu.
Diğer taraftan Bulgaristan ve Girit ile ilgili sorunlar ise nihai olarak Balkan Savaşları sonrasında
halledilebilmiştir.
Türk tarihinde 1908 yılı meşrutî monarşinin kurulduğu, hükümetin yalnızca halk tarafından
seçilmiş bir meclise karşı sorumlu olduğu ve mutlakıyetçi monarşiye hizmet eden sivil-askerî
bürokrasinin gücünün siyasal süreçten dışlanmaya çalışıldığı bir dönemin başlangıç noktası
olması bakımından son derece önemlidir. 1908’den sonra anayasanın bazı maddeleri yedi kez
değiştirilmiş, Mutlakıyet idaresi parlamenter rejime dönüştürülmüş, Meclis’in kabineyi
düşürmesi kolaylaştırılmış, kabinenin Meclis’i feshettirmesi zorlaştırılmıştır. Parlamento artık
kabinenin güvenoyu alamaması halinde feshedilebilecek ve üç ay içinde seçimler yapılacaktır.
Kabinenin padişaha karşı değil, Meclis’e karşı sorumluluğu mekanizması kurulmuştur. Böylece
demokratik bir denetim sistemi oluşturulmuş ve Padişahın 1876’daki yetkisi sınırlanmıştır. Kişi
hak ve hürriyetleri alanında; sansür, sürgün ve kanunun saptadığı nedenler dışında tutuklama
ve cezalandırma usulleri kaldırılmış, toplanma ve dernek kurma hakkı kabul edilmiştir. Ancak
daha sonra İTC muhalefetin güçlenmesini engellemek için meclisi feshetmeyi kolaylaştırmış,
basın ve düşünce özgürlüğünü kısıtlamış, kişisel eylem ve gösteri yapmayı zorlaştırmış,
derneklere sınırlamalar getirmiş, işçi hareketleri ve grevleri kısıtlamış ve kendi iktidarını
güçlendirmek istemiştir. Nitekim Sultan Reşad’a
Abdülhamid’in yetkileri verilmek isteniyordu.
NOT:
Böylece padişahın bütün yetkilerini İTC
kabineleri kullanacaktı. Hürriyet savaşının
bayraktarı bir partinin 1876 sistemine dönüşü,
II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı Devleti’nin ve
kendi kendisini inkâr sayılmıştır. Tevfik Fikret,
toplumunun siyasi, sosyal ve ekonomi
hayatında çok ciddi, yenilikler ve farklılıklar meclisin feshini ve İTC’nin baskılarını yermek
görülmesinin yanı sıra ıslahat kavramı altında için “95’e Doğru” şiirini yazarak bu durumu 1878
değerlendirilebilecek birçok düzenlemelere (1295)’teki Meclisin kapatılmasına benzetmiştir. II.
sahne olmuştur. Bu meyanda siyasal ve sivil
Meşrutiyet’in Türk siyasi hayatına getirdiği en
kurumların resmi ve bir intizam dairesinde
kurulmasını sağlayan 16 Ağustos 1909 mühim yeniliklerden birisi “Milli Hakimiyet”
Cemiyetler Kanunu, çalışma koşulları ve işçi prensibidir. Saltanat etme yetkilerini sembolik bir
hakları ile ilgili olarak 27 Temmuz 1909 Tatil-i mahiyette koruyan hükümdarın anayasaya
Eşgal Kanunu (Grev), 31 Mart İsyanının
bağlılığa mecbur olması ve üstelik bunun meclis
etkisiyle 14 Temmuz 1909 tarihinde İctimaat-ı
Umumiye Kanunu (Toplanma-Toplantı) huzurunda yapılması yanında, yasamanın
çıkarılmıştır. meclise, yürütmenin de hükümete bırakılmasıdır.
I. Meşrutiyet ise hem kanun yapma hem de
yürütme yetkisini padişahtan alıyordu.
II. Meşrutiyet dönemi Türk tarihinde, eğitim üzerine en çok yazının yazıldığı ve eğitim
sorunlarıyla en çok ilgilenilen bir dönem olmuştur. Kızlar için ilk üniversite ve lise düzeyinde
okullar açılmıştır. Medreselerin mekteplerle uyumu sağlanmak için Matematik ve Fen dersleri
arttırılmıştır. Medreseler Evkaf’tan alınarak Şeyhülislamlığa verilmekle Tefrik-i Tedrisata
gidilmiş. Okulların ıslahı ile uğraşmak için illerde Maarif Encümenleri açılmıştır. 1913 Tedrisat-ı
Ocak 1914’te Enver Paşa kendini iki kez terfi ettirerek Paşa unvanını almış ve Harbiye Nazırı
olmuştur. Enver Paşa, ordudaki subayların büyük bir kısmını tasfiye etmiş ve Limon von Sanders
yönetimindeki 70 kişilik bir Alman askeri heyetine orduyu ıslah etme görevi vermiştir. I.Dünya
savaşı sırasında bu subayların sayıları artıp 700’e vardığında Almanlar büyük nüfuz sahibi
oldular. Tophane ve diğer askeri fabrikalar modernleştirildi. İngilizlere iki savaş gemisi için
sipariş verildi. Bunların parasını ödemek için geniş bir yardım kampanyasına girişildi. Okul,
hastane, cami ve tren istasyonlarına yardım kutuları konuldu. 1912’de ilk uçak alındı ve I.Dünya
savaşında Osmanlı ordusunun kendi hava kuvveti vardı. Askeri eylem ve haber alma örgütü
Teşkilat-ı Mahsusa resmen 1913’te kuruldu. Savaş döneminde taburlar kurması ve gizli
eylemciliği ile dikkat çekti.
II. Meşrutiyet’ten itibaren milli bankacılık benimsenir. Evkaf, İtibar-ı Milli ve Ziraat bankaları
kurulur. İktisadi gücü artan Anadolu tüccarı da 1909’dan itibaren Anadolu’nun çeşitli kentlerinde
yerel bankalar ve kredi kooperatifleri kurarlar. Milli Sultanahmet, Milli Boğaziçi, Heyet-i
Mahsusa-i Ticariye vb. şirketler kuruldu. Borçlanmayla ilgili yasa 3 Nisan 1918’de çıktı. Ulusal
borçlanma denilen Milli İstikraz, devletin doğrudan halka giderek yaptığı ilk borçlanmadır.
Ulusal pazarı bütünleştirmek ve ürünlere talep yaratmak için kara ve demiryolları inşa edildi.
Telefon tesisatları kuruldu. Başkent elektrik ışıklarıyla aydınlatıldı ve elektrikli tramvay sistemi
kuruldu. İTC savaş yıllarında bir Türk burjuvazisi yaratmaya çalışacaktır. Korumacı gümrük
duvarları ardında tarımı ve sanayisiyle birlikte kendi yağıyla kavrulacak bir ekonomi oluşturmak,
milli şirketler, milli bankalar kurmak ve Müslüman esnafı örgütlemek gibi fikirler, Türk
milliyetçiliğiyle uyum gösteriyordu. 1913 yılı Teşvik-i Sanayi Kanunu bu doğrultudaki
adımlardan biridir. Bu yasa yerli sanayiye ayrıcalıklar tanıyor ve devlet desteği sağlıyordu.
1912’de kurulan Islahat-ı Maliye Komisyonu vergi düzeninde reformlar yaptı. Aşar vergisi
üzerindeki iltizamlar kaldırıldı. Tüm devlet memurlarının mali faaliyeti yeni kurulan Mali
Denetim Komisyonu’na verildi.
II. Meşrutiyet devrimin başlıca iki niteliği vardır: istibdat yönetimiyle mücadele ve hangi biçimde
olursa olsun yabancıların devletin iç işlerine karışmasına karşı tepki. Islahatların bazısından
verimli bir sonuç alınmamış olsa da önemli bir fikri hazırlık aşaması olmuş ve II. Meşrutiyet
devrinde başarılamayanlar Cumhuriyet döneminde başarılacaktır.
Osmanlı yönetiminin hayata geçirdiği reformlar ve yeniliklerin ülkenin kötü gidişine ve askerî
yenilgilere çare olamaması üzerine aydınlar ön plana çıkarak toplumun katılacağı fikir
arayışlarını dile getirdiler. I. Meşrutiyet dönemi özellikle Osmanlıcılık ve İslamcılık
tartışmalarıyla geçmiş, II. Meşrutiyet döneminde ise Türkçülük akımı ön planda olmuştur.
3.1. OSMANLICILIK
Aslında Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesinde var olan Osmanlıcılık düşüncesi, II. Mahmut
döneminde devletin merkezileşmesi ile birlikte yeniden gündeme gelmiştir. II. Mahmut “Ben
tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim,
aralarında başka bir fark yoktur” sözü Osmanlıcılık düşüncesinin temelini oluşturur (Özcan,
2007:485). Meşrutiyet döneminde daha da güçlenen bu düşünce akımı Türk ve Türk olmayan
bütün milletler arasında ırk, din, mezhep, farklılıkları yok sayarak herkesi Osmanlı olarak
tanımladı. 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı’nın kanun önünde eşit Osmanlı
vatandaşlığı, 1864 Tabi’yet-i Osmaniyye Kanunu ile hukuki olarak güvence altına alındı.
Osmanlıcılık görüşünün önemli temsilcileri arasında Namık Kemal, Âli Paşa, Fuad Paşa ve Ziya
Paşa sayılabilir.
3.2. İSLAMCILIK
19. yüzyılın ikinci yarısı Hristiyan Batı dünyasının yükselişinin zirvesine, İslam dünyasının ise
âdeta dibe vurmasına şahitlik etmiştir. Osmanlı Devleti, İran, Fas ve Afganistan dışında nispeten
bağımsız bir İslam yönetimi, devleti kalmamıştır. Neredeyse tamamı sömürge durumuna düşmüş
olan Müslüman ülkelerde umut arayan gözler doğal olarak hilafet merkezi İstanbul’a çevrilmiştir.
İslam birliği fikri âdeta bir ihtiyaç hâline gelmiştir. II. Abdülhamid’in 1882 yılından itibaren
devletin ağırlıklı politikası olarak ülke dâhilinde ve dünya Müslümanlarına yönelik hayata
geçirdiği İslamcılık anlayışı içte toplumsal desteği artırırken, dışta sömürge sahibi ülkelere karşı
bir dayanışmanın sağladığı gücün kullanılmasına imkân vermiştir.
İslamiyet, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan Müslümanlar için o dönemde kimlik ifadesi
bakımından en temel ve ayırt edici unsurdu. Osmanlı padişahının halife unvanına da sahip
olması bütün Müslümanların arasında oluşturulacak bir duygu birliğini mümkün kılacak
potansiyele sahipti.
Özellikle II. Abdülhamid bu akımın en önemli temsilcisi ve uygulayıcısı oldu. Sultan, hilafet
makamını siyasi bir vasıta olarak kullanmaya çalıştı. Hicaz demiryolunun inşasını gerçekleştirdi.
Hükümetin desteğinde olan birçok gazete ve dergi de İslamcı politikaları destekledi. Söz konusu
basın-yayın organlarında bu süreçte yer alan yazıların amacı öncelikle Araplar, Arnavutlar ve sair
Türk olmayan Müslümanların sadakatini kazanmaktı. İkinci olarak başta Hindistan olmak üzere,
Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerden siyasi ve maddi destek temin ederek
gelecekte de Osmanlı Devleti ile birlikte hareket etmelerini sağlamak şeklinde izah edilebilir.
Ancak bu politikalar, en büyük Müslüman nüfusa sahip sömürge imparatorluğu durumundaki
İngilizleri rahatsız etti. İngiltere ile rekabet eden Almanya ise İslamcılık politikalarını İngiltere’ye
karşı kullanabileceği düşüncesiyle destekledi. Bu dönemde Osmanlı ile Alman ilişkileri üst
düzeye çıktı.
II. Abdülhamid açısından bu politikaya bakıldığında ise devletin diğer unsurlarını da yok
saymadan siyasi, sosyal ve ekonomik şartlara uygun olarak İslami duyguların ön plana çıkarıldığı
II. Abdülhamid devri İslamcılık politikasını bu bilgiler ışığında üç ana hedef etrafında özetlemek
mümkündür:
Son derece gerçekçi bir politikacı olan II. Abdülhamid’in İslam birliği politikaları, amaçları
itibarıyla ne Panslavizm’e ne de Pangermanizm’e benzemektedir.
3.3. TÜRKÇÜLÜK
Bir kültür hareketi olarak başlayan Türkçülüğün ideolojik olarak Türk Milliyetçiliğine dönüşmesi
II Meşrutiyet döneminde olmuştur. II. Meşrutiyet döneminde Genç Kalemler ve Türk Ocakları
gibi kuruluşlar, Türkçülük düşüncesinin gelişmesinde önemli katkı sağlamışlardır. Balkan
Savaşları sonrasında Türkçülük düşüncesi daha da gelişerek taraftarlarının sayısı artmıştır. Güçlü
Batılı ülkelerinin yönlendirmesi ve teşviki ile ayaklanan etnik gruplar imparatorluğu dağılma
noktasına getirmesi üzerine Türkçülük görüşünü savunanlar, Osmanlı imparatorluğunu Türk
milliyetçiliği temelinde yeni baştan kurmak için mücadele başlattılar.
Bu düşünce akımının temsilcileri olarak Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul,
Fuat Köprülü, Ali Suavi ve Mahmut Celaleddin Paşa söylenebilir. Türkçülük akımının temsilcileri
dil, kültür ve ekonomik konulara yönelik çalışmalar yapmış ve düşünce üretmişlerdir. Osmanlı
kültür yaşantısına ait birçok eseri yayınlayarak Avrupa’da Türkoloji’nin gelişmesine ve Türk
bilincinin yayılmasına katkı sağlamıştır. Rusya’da yaşayan Türklerin ulus bilincine ulaşması ve
burada yetişen bazı aydınların Osmanlı devletine göç etmesi, Türkçülük hareketinin farklı bir
kaynaktan beslenmesine ve güçlenmesine imkân vermiştir. Bu bağlamda Osmanlıya göç eden
Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail Bey, Ahmet Ağaoğlu, gibi aydınlar, Türkçülük düşüncesinin
gelişimine önemli katkı sunmuşlardır. Bu kişiler, Osmanlı’nın dağılmasını önleyebilmenin Türk
3.4. BATICILIK
Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu teknik, kültür, sosyal ve siyasal bakımdan Batıya benzemekte
bulan düşünce akımıdır. Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri bu düşünce akımının
önemli temsilcileridir. Batıcılar kendi içinde ılımlı ve köktenci olmak üzere iki gruba
ayrılmışlardır. İleri Dergisinde yazan Celal Nuri’nin öncülüğünü yaptığı ılımlı Batıcılara göre,
Batının bir bütün olarak her şeyini almak anlamsızdır. Sadece bilimin ve tekniğin alınması
yeterlidir. Öncülüğünü İçtihat dergisinin sahibi Abdullah Cevdet’in yaptığı aşırı Batıcılar için ise
Batı uygarlığından başka ikinci bir alternatif yoktur. Bu nedenle kalkınmayı ve devletin
devamlılığını sağlamak için bir bütün olarak Batıya yönelmek onun maddi ve manevi bütün
değerlerini almak gerekmektedir.
İctihad Dergisinde Kılıçzade Hakkı İmzası ile 1912 yılında yayınlanan “Pek Uyanık Bir Uyku”
başlıklı iki yazıda Batıcıların hedefleri şu şekilde özetlemiştir: “Fes tümüyle kaldırılıp, yerine yeni
XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı modernleşme tarihine damgasını vuran aydınlar iyi eğitimli,
yabancı dil bilen, Avrupa görmüş veya Avrupai fikirleri yakından takip eden kişilerdi. Avrupa’da
bu kuşağa “Jön Türk”, “Yeni Osmanlılar” veya “Genç Osmanlılar” adı verilmişti. Namık Kemal,
Mithat Paşa gibi I. Meşrutiyet uğruna büyük çabalar gösterenlere I. Jön Türk Kuşağı, II.
Meşrutiyet için çalışanlara da II. Jön Türk kuşağı ismi verilmesi adetten kabul edilir.
Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ve bu uğurda çalışan
Jön Türklerin (Yeni Osmanlılar) bir kısmının sürgün edilmesi, bir kısmının da pasifize
edilmeleriyle II. Abdülhamit’in 33 yıl sürecek olan yönetim anlayışı yeni bir ivme kazanmıştı. Bu
tarz gelişmelere rağmen meşruti yönetimi yeniden ihya etmek amacıyla gençlik arasında bazı
örgütlenmeler ortaya çıkmakta gecikmedi.
1895’te İstanbul’daki “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti” mensuplarıyla bir şekilde irtibat kurulmuş ve
Ahmet Rıza Bey’in etkisiyle cemiyetler birleştirilmiş ve yeni cemiyetin adı “Osmanlı İttihat ve
Terakki Cemiyeti” olarak belirlenmişti.
Cemiyet, 1896’da Abdülhamit’e karşı bir darbe tertibi içinde oldu. Ancak bu gibi faaliyetleri daha
önceden haber alınınca elebaşları yakalanarak sürgün edildi. Bu süreçte de yurt dışına kaçmak
zorunda kalan cemiyet üyeleri buralarda gazeteler çıkarmışlar, propaganda ve çalışmalarını
sürdürmüşlerdi.
Zamanla Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde görüş ayrılıkları ortaya çıkmaya başladı.
Bunu fırsat bilen II. Abdülhamit, muhaliflerle temasa geçerek, faaliyetlerine son vermelerini,
yurda dönmeleri hâlinde affedileceklerini ve liyakatlerine göre görevler verilebileceğini
söyleyince, cemiyet üyeleri arasında var olan anlaşmazlıklar sürat kazandı ve başta Mizancı
Murat Bey olmak üzere bir kısım Jön Türk İstanbul’a döndü. Bu gelişmelere paralel olarak 1899’da
Almanların Osmanlı Devleti’nden demir yolu imtiyazlarını almaları üzerine başta İngilizler
olmak üzere Almanya karşıtları da boş durmamış, yurt dışındaki Jön Türklere destek olmuştu.
Jön Türkler arasında iyice belirginleşen görüş ayrılıklarına bir son vermek için 1902’de Paris’te I.
Jön Türk Kongresi tertip edildi. Kongrede askerin siyasete karışması ve cemiyetin faaliyetlerine
aktif olarak katılmasıyla, yabancı devletlerin desteğiyle ihtilalin gerçekleştirilebileceği gibi
görüşler tartışılmış ve kongre sonucunda birleşme yerine ayrılık ortaya çıkmıştı. Kongre
sonucunda iki farklı görüş ortaya çıktı. Ahmet Rıza Bey’in taraftarları, otoriter, devletçi ve
merkeziyetçi yönetimi desteklerken, Prens Sebahattin Bey grubu bireysel girişimleri ve âdem-i
merkeziyet (yerinden yönetim) fikrini savundu. Ahmet Rıza Bey’e göre Prens Sebahattin Bey’in
görüşleri devletin parçalanmasına ortam hazırlayacağı gerekçesiyle eleştirilmeliydi.
Jön Türklerin örgütlenmesi yalnız Avrupa’da olmadı. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Avrupa’ya
açılan kapısı, Balkanlar’da ve Şam’da da kendini gösterdi. 1905’te Şam’da “Vatan” adında bir
örgüt kurulmuştu. Şartlardan dolayı yeterince etkin olamayan örgüt, Mustafa Kemal’in Şam’a
tayin olmasıyla hareketlenmiş ve burada “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” adıyla yeniden
örgütlenmişti. Mustafa Kemal, bu aşamada Selanik’e gizlice giderek burada örgütünün bir
şubesini açmaya çalışmışsa da Şam’a geri dönmek zorunda kalmıştı.
Jön Türkler arasında cereyan eden bu gibi çabalara rağmen kendi aralarında henüz bir birliktelik
sağlanamamıştı. İşte bu gidişe bir dur demek ve Jön Türkler arasında bu birliği yeniden tesis
etmek maksadıyla 27 Aralık 1907’de II. Jön Türk Kongresi gerçekleştirildi. Ancak burada da
beklenen birliktelik sağlanamamış, görüş ve yöntem hakkında görüş farklılıkları giderilememişti.
Buna rağmen Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti inisiyatifi ele almayı becermiş, özellikle
Balkanlar’da hızla örgütlenmeyi bilmişti.
Bu gibi çabalar devam ederken 9 Haziran 1908’de İngiltere Kralı ve Rus Çarı’nın Reval’de bir
araya gelerek Osmanlı toprakları üzerinde planlar yapmaları üzerine Cemiyet, durumdan vazife
çıkarıp, kontrolündeki ordunun desteği ile 23 Temmuz 1908’de Manastır’da Meşrutiyet’i ilan etti.
Gelişmeler üzerine de II. Abdülhamit ikinci kez meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. Bu süreci
müteakip yeni rejime karşı ayaklanmalar ortaya çıktı. 31 Mart Ayaklanması sonrası Harekât
Ordusu’nun İstanbul’a gelerek kontrolü ele alması ve II. Abdülhamit’i tahttan indirerek Selanik’e
sürgün etmesiyle de devletin ve ülkenin yönetimi cemiyetin kontrolüne geçmiş oldu.
Gelinen bu aşamaya rağmen Cemiyet, iktidarı doğrudan doğruya ele alamadı. Yeterli bilgi
birikimleri ve kadro yetersizliği yüzünden 1908-1913 yılları arasında daha çok dolaylı yollarla
“iktidarı” denetlemeye çalıştı. Trablusgarp ve Balkan savaşlarıyla devletin onurunun kırıldığı
gerekçesiyle tarihte “Babıâli Baskını” diye bilinen hareketle 23 Ocak 1913’te Kamil Paşa Hükûmeti
devrilerek, yerine 24 Ocak’ta Mahmut Şevket Paşa Hükûmeti kuruldu. 11 Haziran’da Mahmut
Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle yerine sadrazam olan Said Halim Paşa Hükûmeti Dönemi ise
İttihat ve Terakki’nin tam iktidar dönemi olarak değerlendirilir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası’nı çok zor günler beklemekteydi. İktidara gelişinden kısa bir
süre sonra I. Dünya Savaşı’nın başlaması millet ve devlet hayatı için düşünülen çok önemli
projelerin hayata geçirilmesini engelledi. Bütün zorluklara rağmen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
uzanan çizgide yaptığı çok önemli birkaç faaliyetini ifade etmek gerekirse;
Nice ümitlerle girilen I. Dünya Savaşı, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de sonunu
hazırladı. Savaşı Almanya’nın kaybetmesiyle müttefiki Osmanlı Devleti de bu acı sonu
kabullenmek zorunda kaldı. Mondros Mütarekesi imzalandı.
Bu süreçte cemiyet son kongresini yaptı ve 5 Kasım 1918’de İttihat ve Terakki adı tarih oldu.
Yerine Teceddüd Fırkası kuruldu. Yeni fırka/parti de varlık gösterememiş, ancak ideolojisi ve
kadrosu Millî Mücadele yıllarında Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin kurulmasında büyük roller
oynamıştı. Cumhuriyet Dönemi’nde ise siyasi hayatta kimi gayretlerin içinde olmalarına rağmen
istenilen sonucu alamamışlardır. Her şeye rağmen Cemiyet Türk siyasi ve fikir hayatına büyük
katkılar sağlamıştır.
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
İSTANBUL 2010.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
1. TRABLUSGARP SAVAŞI
2. BALKAN SAVAŞLARI
BLOKLAŞMALAR
TRABLUSGARP SAVAŞI
BALKAN SAVAŞLARI
DÜNYA SAVAŞI
AVRUPADAKİ GELİŞMELER
BLOKLAŞMALAR
MİLLİYETÇİLİK
SANAYİ İNKILABI
Paris Barış Konferansı sonrası Avrupa içinde, özellikle güç dengeleri bakımından, cereyan eden
olaylara baktığımızda ilk olarak Alman ve İtalyan millî birliklerinin kurulduklarını görmekteyiz.
18 Ocak 1871 tarihinde Almanya İmparatorluğu ilan edilmiş ve böylece Bismarck’ın hep
gerçekleştirmek istediği Alman millî birliği Kral I. Wilhelm’in İmparatorluğu ve Bismarck’ın
‘Şansölye’liği ile gerçekleştirilmiş oldu. İtalyan millî birliği ise aynı Alman millî birliğinin
oluşturulması sürecinde olduğu gibi çeşitli aşamalardan ve savaşlardan geçtikten sonra 1870
yılında Roma’nın da 1861’de ilan edilmiş olan İtalyan Krallığı’na dâhil edilmesi ile
tamamlanmıştır. Bundan sonraki süreç içerisinde İtalya’nın doğrudan olmasa da Almanya’nın
Avrupa siyasî dengelerinde çok büyük bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Nitekim
Almanya’nın bu şekilde güçlenerek tarih sahnesine çıkmış olması komşusu Fransa’nın yanı sıra
Rusya ve İngiltere’yi de çeşitli gerekçeler açısından tedirgin etmiştir. Almanya 1870 Sedan
hezimetinin intikamını almak amacında olduğunu düşündüğü Fransa’yı Avrupa siyasî dengeleri
çerçevesinde olabildiğince yalnızlığa itmeye çalışmış ve bunda da son derece başarılı olmuştur.
İtalya ise Avrupa’nın büyük devletlerin kendi aralarındaki mücadelelerinden fırsatlar elde ederek
sömürgeci politikasını gerçekleştirmek için büyük uğraşlar vermiştir.
Bütün dünyada sömürgecilik yarışları hızla devam ederken bu yarışta, İtalya siyasi birliğini
henüz gerçekleştiremediği için çok geç kalmıştı. 1871’de İtalya; siyasi birliğini kurduğunda
sömürgeye elverişli toprakların çoğu paylaşılmıştı. İtalya’nın hedefi Tunus, Trablusgarp (Libya)
ve Habeşistan’ı ele geçirip birleştirerek, Kuzey Afrika’da bir imparatorluk kurmaktı. Zaten bunu
kendisine bir hak ve Roma’nın bir mirası olarak görmekteydi.
Osmanlı Devleti’nde ise bu sıralarda iktidar ve muhalefet arasında ciddi çatışmalar vardır.
Yemen’de, Makedonya’da, Arnavutluk’ta isyanlar çıkmış, Devlet, memurlarının maaşlarını dahi
ödeyemeyecek kadar ekonomik sıkıntı içine girmiştir. Donanmanın güçsüzlüğü ve Çanakkale
Boğazı’nın İtalyan donanması tarafından kapatılmış olması nedeniyle karadan asker gönderilmek
istenmiş, ancak İngiliz idaresindeki Mısır’ın tarafsızlığını ilan etmesinden dolayı bundan da
vazgeçilmiştir. İşte böyle bir ortamda Enver Bey ile Fethi ve Mustafa Kemal Beyler, Trablusgarp’ın
bölgesel kaynaklarla savunulacağı konusunda fikir birliğine vardıktan sonra Harbiye Nezareti
nezdinde gerekli girişimlerde bulunarak Trablusgarp’a gitmişlerdir. Hamdi takma adını kullanan
2. BALKAN SAVAŞLARI
Osmanlı Devleti’nin İtalya ile uğraşmasını fırsat bilen Balkan devletleri, Rusya’nın da katkılarıyla
aralarında bir dizi ittifak antlaşması imzaladılar. 13 Mart 1912’dcki Sırp-Bulgar ittifakını, 29 Mayıs
1912’deki Bulgar Yunan ittifakı izlemiş. Ağustos 1912’de Karadağ ile Bulgaristan arasındaki sözlü
ittifaktan sonra da 6 Ekim 1912’de Karadağ-Sırbistan ittifakı ile Osmanlı Devleti’ne karşı Sofya
merkezli ve Rusya destekli bir ittifaklar zinciri oluşmuştu. Nihayet 8 Ekim 1912’de Karadağ,
Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etmiş onu izleyen iki hafta içinde Bulgaristan, Sırbistan ve
Yunanistan’ın savaş ilanları takip etmişti. Başlangıçta Fransa ve İngiltere Balkanlarda mevcut
Ancak savaş ilan edildiği günlerde Osmanlı iç politikası memnuniyet verici bir halde değildi.
Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve hükümeti İttihatçıları siyasi sahneden silmeye çalışıyordu.
Savaşın başlamasıyla birlikte hükümet bir telaş içine düşmüştür. Hâlbuki Hariciye Nazırı Gabriel
Noradungiyan Efendi, Rus meslektaşının güvencesine dayanarak bir savaşa ihtimal vermezken,
Harbiye Nazırı Nazım Paşa bir savaş halinde Osmanlıların 1-2 gün içinde zafere varacağı
düşüncesindeydi. Savaşın başlamasıyla endişeye düşen kabine üyeleri, dönemin hatıralarına
yansıdığı üzere, savaşın sorumluluğunu İTC’ye yüklemişlerdir. Sebep olarak askerin siyasete
bulaştırılması, meşrutiyet ihtilali ile devletin zaafa uğratılarak Balkan devletlerinin iştahının
kabartılması, İttihatçıların önceden Sırp-Bulgar ittifakını önleyememesi, farkına varamaması,
Kiliseler Kanunu ve Girit sorunu hal yoluna sokulmayarak bir Osmanlı-Yunan ittifakına engel
olunmasını göstermişlerdir.
Savaşın başlaması ile birlikte İttihatçılar ise adeta savaş çığırtkanlığı yapmışlar, Osmanlı Devleti
ve hükümetinin savaşa girmesi için çabalamışlardır. Balkan devletlerinin taleplerinin kabul
Balkan Savaşları esnasında Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti yaklaşık üç haftalık ömrü
olmuştur. Bu dönemde Balkan ittifakını oluşturan ülkeler, çok kısa bir süre içinde Osmanlı
Balkanlarında hızla ilerlemişlerdir. 22 Ekim 1912’de Priştine, Yenipazar, 27 Ekim 1912’de Üsküp,
Adalar Denizi’ndeki birçok ada işgal edilmiştir. Bunun üzerine G. Ahmet Muhtar Paşa istifa etmiş
ve ardından 29 Ekim 1912’de Kamil Paşa sadarete atanmıştır. Kamil Paşa, savaş esnasında daha
fazla HİF’e yanaşmış, İttihatçıları bürokrasiden ve İstanbul’dan uzaklaştırmak istemiştir. Nitekim
Kamil Paşa hükümetinin ilk icraatı mülki amirleri değiştirmek ve yerlerine İTC’ye muhalif
memurları atamak olmuştur. Birçok İttihatçı tutuklanmış veya Anadolu’ya sürülmüştür. Fırsatını
bulabilen bazı İttihatçılar Bâb-ı Âli Baskını’na kadar İstanbul’a dönememek üzere Avrupa’ya
kaçmışlardır. Ordu içindeki bu tür girişimler ise sonuçsuz kalmıştır.
İç politikada bu gelişmeler olurken dış politikada, Balkan Savaşı esnasında büyük bir sorumluluk
altına giren Kamil Paşa hükümeti, İngilizlere dayanarak savaşı sonlandırmak istemiştir. Zira
Bulgar kuvvetleri, Ekim-Kasım 1912’de Lüleburgaz’da galip gelerek ilerlemelerini sürdürmüşler,
9 Kasım 1912’de Selanik Yunan güçlerine teslim olmuş, Yanya ve İşkodra şehirleri Yunan ve
Karadağ kuvvetleri tarafından muhasara altına alınmıştır. Ancak İngilizler beklendiği gibi Kamil
Paşa hükümetine yanaşmamış, istenilen desteği vermemiştir. Kasım 1912 ortalarında Bulgarların
İstanbul’a çok yakın bir konumda olan Midye-Enez hattına, Çatalca önlerine gelmesi üzerine
tekrar İngilizlerin desteği aranmıştır. Bu politikalar bir sonuç vermeyince, İttihatçıların
itirazlarına rağmen Kamil Paşa hükümeti İngilizlerin arabuluculuğunda barış görüşmelerine 3
Aralık 1912 tarihinde başlamıştır. Aralık 1912-Ocak 1913 tarihleri arasında Londra’da yapılan
görüşmelerde Osmanlı karşıtı cephenin teklifine göre:
Kamil Paşa hükümetinin görüşmelerdeki bu teklifi kabul görmediği gibi, 17 Ocak 1913’de
Edirne’nin Bulgaristan’a teslim edilmesi ve aksi halde savaşın tekrar başlayacağına dair
İngiltere’nin notası ile karşılaşılmıştır. Bu kaos ortamına ve savaşın gidişatına son vermek üzere
22 Ocak 1913’de toplanan hükümet içinde Edirne’nin statüsü konusunda fikir ayrılığı çıkmıştır.
Bunun üzerine Cemalettin Efendi’nin teklifiyle Saltanat Şurasının toplanması kararı alınmıştır.
Böylece Balkan Savaşı ve barış görüşmeleri ile ilgili uygulanacak politika konusunda sorumluluk
hükümet dahil geniş bir kesime devredilmek istenmiştir. Saltanat Şurası’nda ortaya çıkan
parasızlık, ordunun durumu ve savaşın gelmiş olduğu kötü hal Osmanlı politikacılarının
çaresizliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Saltanat Şurası, kararı hükümete bırakmıştır.
Ancak Sadarette İngiliz notasına karşı Osmanlı hükümetinin teklif metni hazırlanırken 23 Ocak
1913’de Bab-ı Ali Baskını gerçekleşmiş ve hükümet bir silahlı ihtilalle devrilmiştir. Kamil Paşa’nın
İngiliz notasına sunmak istediği teklifte Edirne, Karaağaç sınır kabul edilerek kendi kendini
yönetecek bir İslam devleti olarak tasarlanmıştı. İsviçre gibi bağımsız, tarafsız bir İslam devleti
şeklinde düşünülen Edirne’nin yönetimi Müslüman bir yöneticiye bırakılacaktı ve bir kadısı
olacaktı. Yeri geldiğinde Osmanlı Devleti tarafından desteklenecekti. Bu teklifin Londra’daki
konferansta kabul edileceği düşüncesi hükümette hâkimdi.
Bab-ı Ali Baskını, bir başka ifade ile Mahmut Şevket Paşa hükümeti, İttihatçıların iktidara tekrar
ve kesin olarak geldiği zamanın başlangıcıdır. Bu tarihten itibaren İttihatçılar, Gazi Ahmet Muhtar
Paşa ve Kamil Paşa döneminde iç politikada kaybettikleri mevzileri, gücü tekrar kazanmak için
çaba sarf etmişlerdir. Yine bu dönemde Balkan Savaşı devam ederken bir devr-i sabık oluşturma
hareketi görülmüştür. Ancak bu hükümetin ilk günlerinde bir yandan genel bir af çıkararak iç
siyasette kızışan ortam yumuşatılmak istenirken, diğer taraftan İttihatçılar geçmiş dönemin
sorumlusu olarak gördüklerini siyasi sahneden silmeye çalışmışlardır. Rıza Nur, Ali Kemal gibi
muhalifler ve Kamil Paşa kabinesinde yer alan Reşid Bey, Cemalettin Efendi, Abdurrahman Bey
gibi nazırların bazıları hapsedilmiş veya yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. İttihatçılar
kabinedeki ağırlıklarını gitgide attırmışlar ve muhaliflere karşı sert tutum göstermişlerdir.
Diğer taraftan Bâb-ı Âli Baskını ve yeni hükümetin savaşın devamı yönündeki politikası
Londra’daki barış görüşmelerinin kesilmesine neden olmuştu. Ancak kendi sadareti esnasında
savaşın daha da kötüleşmesi üzerine Mahmut Şevket Paşa, barış görüşmelerinin tekrar
başlatılmasını istemek zorunda kalmış ve bir teklifte bulunmuştur. Osmanlı hükümeti bu teklifte:
Ancak bu teklif kabul görmemiştir. Devam eden süreçte Edirne ve Kırklareli’nin Bulgaristan’a
bırakılması ve Babaeski-Lüleburgaz hattının Osmanlı’da kalması yönünde kabinede bir eğilim
oluşmuştur. Zira Edirne’nin düşmesi halinde daha kötü şartlarda bir anlaşma imzalamak
zorunda kalınabilirdi. Nitekim anlaşmaya yanaşmayan Bulgarlar 26 Mart 1913’te Edirne’yi işgal
etmişlerdir. Bu ortamda sadrazam Mahmut Şevket Paşa çaresizlik içinde anlaşma yolu ararken,
Talat Bey savaşın devamı taraftarıydı. Zira Bâb-ı Âli Baskınını Edirne’nin verilmemesi üzerine
yapan İttihatçılar, Edirne’nin düşmesi karşısında iktidarı devirmenin gerekçesini kaybetmiş ve
üstelik muhalefete bir ihtilal yapma ortamı hazırlamış olacaklardı. Nitekim Edirne’nin
düşmesinden önce 1913 Mart’ında başarısızlıkla sonuçlanan hükümeti devirme girişimi de
olmuştu.
Mahmut Şevket Paşa hükümeti 30 Mayıs 1913’de Savaşın beklendiği gibi sürmemesi üzerine bir
antlaşmaya yol açacak yeni bir teklif hazırlamıştır. Bu teklife göre:
Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi İttihatçılara muhaliflerini siyasi sahneden sürme fırsatı
verdiği gibi daha homojen ve kendilerine ait bir hükümet kurma fırsatı tanımıştır. Sadarete Said
Halim Paşa getirilmiştir. Onun kurduğu hükümetin muhaliflere karşı uyguladığı politikalar
İttihatçılara ne derece yakın olduğunu da göstermiştir. İçlerinde eski mebus, nazır ve gazetecilerin
bulunduğu oldukça kalabalık muhalif bir grup, yurt içinde sürgüne gönderilmiş (en başta Sinop)
veya Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmıştır.
II. Balkan Savaşı’nın görünen en önemli sebebi, Londra Antlaşması’yla Osmanlı ülkesini paylaşan
Balkan devletlerinin bu paylaşımdan memnun olmamasıydı. Bu antlaşma ile en büyük payı alan
Bulgaristan’a karşı Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya harekete geçmekte gecikmedi.
Avusturya bu gelişmeleri memnuniyetle karşılarken, Rusya Balkan birliğinin bozulmasından
dolayı büyük bir hayal kırıklığı içindeydi.
Avusturya’nın desteğine güvenen Bulgaristan, kendisine karşı ortaya çıkan bu ittifakı dağıtmak
üzere Yunanistan ve Sırbistan’a savaş ilan etti. Romanya’da Bulgaristan’a karşı harekete geçince
Bulgar ordusu büyük bir bozguna uğradı.
Balkan savaşlarının denizlerdeki bölümünde ise maalesef başarılı olunamadı ve Yunanlılar savaş
yıllarında Taşoz, Limni, Sakız, Midilli ve On İki Ada’nın dışında bütün Ege adalarını ele
geçirmiştir.
Osmanlı Devleti o zamanki idari teşkilatlanmaya göre yedi eyalet (Selanik, Manastır, Kosova,
İşkodra, Yanya, Ege Adaları, Girit) olmak üzere 33 il ve ilçeyi kaybetti. Girit Adası kesin olarak
Yunanistan’a terk edildi. Bu savaştan sonra İngiltere ve Fransa gibi büyük devletler, artık
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması yönündeki politikalarını terk etmeye
başlamışlardır. Osmanlı Devleti bu tarihten itibaren Avrupa diplomasisinde yalnızlığa terk
edilmiştir.
Balkan savaşları başında Uşi Antlaşmasıyla İtalya’ya geçici olarak terk ettiğimiz On İki Ada’yı bu
ülke savaştaki yenilgimiz sonrası kendi topraklarına kattığını açıklamıştır. Netice itibarıyla
Balkan savaşları sonucu buralarda yaşayan Türklerin büyük bir kısmı başta Bulgarlar olmak
üzere Yunanlılar ve Sırpların zulüm ve katliamları karşısında can, mal ve namuslarını korumak
amacıyla Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmışlardır.
18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi İnkılabı ile birlikte büyük güçler sanayileşme
yolunda çalışmalarını artırdılar. Buna bağlı olarak 19. yüzyıldan itibaren yeni üretim
sistemlerinin geliştirilmesi ve yeni enerji kaynaklarının üretime uygulanması sayesinde üretim,
iletişim ve ulaşım araçları daha kullanışlı hâle geliyor beyin gücünü iyi kullanan devletler
uluslararası ilişkilerde ağırlıklarını hissettiriyorlardı. Döneme damgasını vuran buluşlar ve
geliştirildikleri ülkeler bu düşünceyi desteklemek amacıyla aşağıda örnek olarak gösterilmiştir;
Dumansız barut
TNT patlayıcılar
İmha gücü yüksek toplar
Şarjörlü tüfekler
Makineli tüfek
El bombası
Tank
Denizaltı
Uçak
Zehirli gazlar
Alev makineleri
Fransız İhtilali ile birlikte yükselişe geçen akımlardan biri olan Milliyetçilik de Birinci Dünya
Savaşı’nın nedenleri arasında gösterilir. Bununla birlikte 18. yüzyılın sonlarında yükselen
Milliyetçilik akımları ile 19. yüzyılın ortalarından itibaren etkisini hissettiren Milliyetçilik
akımları arasında bazı nüans farklılıkları bulunmaktadır. 19. yüzyılın ortalarından itibaren
Avrupa’da etkisini hissettiren Milliyetçilik akımları özetle mensup olduğu devletin gücünü
artırma, itibarını yükseltme ve yayılmasını hızlandırma şeklinde formüle edilebilir. Almanya’da
Pengermenistler, Rusya’da Panslavistler, Fransa’da İntikamcılar, İtalya’da İrredantistler ve
İngiltere’de İmparatorlukçular bu kapsamda değerlendirilebilir. Bahsi geçen Milliyetçilik
akımları yöneticilerden çok kamuoylarını etkileyerek savaşa hazır hâle getirecekti.
Almanya’da Pengermenistler, Weltpolitik olarak nitelendirdikleri politika ile öncelikli olarak Orta
Avrupa’da hegemonya kurarak Balkanlar ve Orta Doğu’da yayılmayı; Mittelafrika politikası ile
Doğu-Batı ve Güneybatı Afrika’da yekpare bir imparatorluk kurarak dünyaya egemen olmayı
planlıyorlardı.
Rusya’da Panslavistler; Asya ve Balkanlarda yaşayan Slav kökenli ırkları birleştirerek, Slav
olmayanları da asimile ederek yayılmayı hedefliyorlardı. Dolayısıyla Panslavizm politikasından
en çok etkilenecek olan devletler Osmanlı Devleti ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu
olacaktı.
İtalya’da İrredantistler; din, dil, ırk ve kültür birlikteliğini gerekçe göstererek dışarıda yayılma
hayalleri kuruyorlardı. Hedefleri arasında Trablusgarp ve Batı Anadolu’nun bulunması bu
politikanın Osmanlı Devleti’ni de yakından ilgilendirdiğini gösteriyordu.
Bütün bunlara karşılık Osmanlıcılık ve İslamcılık politikaları ile bütünlüğünü korumaya çalışan
ancak başarılı olamayan Osmanlı aydınları son çare olarak Türkçülük akımını savunacaklardı.
I. Dünya Savaşı’nın en önemli nedeni, ekonomik rekabet ve buna bağlı olarak ortaya çıkan
sömürgecilik yarışıdır. XIX. yüzyılda sanayileşmenin hızla gelişmesi ve Sanayi İnkılabının
gerçekleşmesi, sömürgeciliğin gelişmesine yol açmıştır. Özellikle Sanayi İnkılabının iki temel
kaynağı olan ham madde ihtiyacı ve pazar edinme gibi sebepler sömürgeci devletleri; Avrupa’nın
dar sınırlarından çıkararak yeni kıtalara ve ülkelere yönlendirmiştir. Dolayısıyla bu sömürgeci
devletlerin ekonomik çıkar çatışmaları, karşılıklı siyasi rekabete ve uyuşmazlıklara sebep
olmuştur.
Güvenlik endişesi de sömürgeciliği hızlandıran başka bir nedendir. Zira sömürgeci devletler
ellerindeki sömürgeleri korumak maksadıyla, sömürgeleri kendi yönetimleri altına alma gereğini
duymuşlardır. Ayrıca sömürgeci büyük devletlerin çeşitli ülkelerde maden, demir yolu, deniz
işletmeleri ve bankacılık gibi yatırımları vardı. Bunların korunması gerekliydi.
Kısaca kolonileri, pazarları, etki sahalarını korumak, stratejik noktaları ele geçirmek ve bunlar
arasında irtibatı sağlamak amacıyla, her ülke kendi menfaatlerini ön planda tutan politikalar
geliştirmiştir. Bu durum sömürgeci devletler arasında karşılıklı rekabet ve çatışma ortamının
doğmasına sebep olmuştur.
3.5. BLOKLAŞMALAR
18. yüzyıldan itibaren gelişerek dünyada gücünü hissettiren Rusya; Baltık Denizi ve Türk
Boğazları aracılığıyla sömürge sahibi olmak istiyor ancak bölgesel ve uluslararası güçlerin tepkisi
ile karşı karşıya kalınca Asya’da yayılma politikasına yöneliyor, Çin’de Vladivostok Limanı’nı
kurarak Uzak Doğu’yu tehdit ediyordu. Bu politikalar İngiltere’yi tedirgin ediyorsa da asıl kaygı
verici faaliyetlere Almanya imza atıyordu.
1871 yılında Almanya’nın siyasi birliğini kurmasının ardından Başbakan Otto Von Bismarck,
ittifaklar dizisi ile Alman İmparatorluğu’nun barış içerisinde gelişmesini sağlayacak koruyucu bir
kalkana sahip olmayı, genişlemeden öte birlik politikasını gerçekleştirmeyi hedeflemişti.
Bismarck; ilk etapta Fransa’ya saldırmak yerine onu dostlarından mahrum bırakmanın daha
işlevsel olduğuna inanıyordu. Böylece Fransa yalnızlığa ve siyasi yalıtılmışlığa mahkûm
edilecekti. Bu uğurda 1879 yılında Almanya, Avusturya Macaristan ile bir ittifak yapmış, 1881
yılında bu ittifak Rusya’nın da dâhil olmasıyla Üç İmparator Ligi adını almıştı. Öyle ki Bismarck
İlk etapta Almanya doğrudan Rusya ve İngiltere ile bir çatışmaya girmek istemiyordu. Fakat
Avusturya- Macaristan ile Balkanlarda sorunlar yaşayan Rusya, Almanya’dan uzaklaşmak
zorundaydı. İngiltere de sanayisi hızla gelişen Almanya’dan rahatsız oluyordu. 1888 yılında II.
Willhem’in tahta çıkması ve Bismarck’ın tasfiye edilmesi neticesinde Almanya’nın izlediği dış
politikada keskin bir değişime gitmesi de buna eklenince İngiltere 18. yüzyıldan beri sorunlar
yaşadığı Fransa ve Rusya ile uzlaşmayı tercih edecekti.
Üçlü İttifak Devletleri’ne karşı 1891-92-94 yıllarında Fransa ve Rusya arasında antlaşmalar yapıldı.
Bu arada İngiltere’nin Rusya ve Fransa ile sorunları devam ediyordu. Dolayısıyla öncelikle bu
sorunların çözüme kavuşturulması gerekiyordu.
1885 yılında Rusya’nın Türkistan’ı işgal ederek Hindistan yolunu, Çin’e sızarak Uzak Doğu’yu
tehdit etmesi İngiltere’yi endişeye sevk etmişti. Ancak İran, Afganistan ve Tibet coğrafyalarındaki
İngiliz nüfuz alanlarından uzak durmaya yönelik teminatları karşılığında İngiltere, Rusya ile
uzlaşmayı seçmek zorunda kaldı.
19. yüzyıl sonlarına doğru Almanya’nın Osmanlı Devleti ile ilişkileri İngiltere’yi rahatsız
ediyordu. İngiltere ile ister istemez bir çatışmaya gireceğini anlayan Almanya; geniş Osmanlı
coğrafyasından geçen sömürge yolları üzerinden İngiltere’ye darbe vurmayı planlıyordu. II.
Willhem’in 1889-98 tarihlerinde Osmanlı topraklarını ziyaretleri ve Müslümanlarla dostluk
vurgusu bu politikanın işaretleriydi. Almanya’nın başta demiryolları olmak üzere Osmanlı
Devleti’nden ayrıcalıklar alması İngiltere’yi kaygılandırmak için fazlasıyla yeterliydi. Zira Berlin-
Bağdat Demiryolu projesi doğrudan İngiltere’nin sömürgelerine giden yolu tehdit ediyordu. Bu
hat sadece İngiltere’yi değil Fransa ve Rusya’yı da endişeye sevk edecek ancak Almanya’nın
finansman sıkıntısı çekmesi ilgili devletlerarasında bir uzlaşma ile neticelenecekti.
Aslına bakılırsa İngiltere’nin Fransa ve Rusya’ya oranla Almanya ile sorunları daha azdı. İki ülke
arasında toprak anlaşmazlığı da yoktu. Almanya, yine yaygın kanının aksine öncelikli olarak yeni
sömürge elde etmeyi değil aksine Orta Doğu’ya barışçı yollardan nüfuz etmek istiyordu. Bu
durum İngiltere’yi rahatsız ediyorsa da Rusya’yı dengelemek isteyen İngiltere bundan kısmen
memnun oluyordu. Ne var ki; iktisadi açıdan Almanya’yı bir tehdit olarak algılayan İngiltere;
Rusya ve Fransa ile ittifakı tercih edecekti.
1900 yılında Fransa ile İtalya arasında imzalanan bir antlaşma ile Fransa, Fas’ta ayrıcalık elde
ettiği takdirde İtalya’ya Trablusgarp’ta davranış serbestisi tanımayı kabul etmişti. Bu antlaşma
İtalya ile İttifak Devletleri arasındaki bağları zayıflatacaktı.
1904 yılında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan antlaşma (Entente Cordiale) ile iki taraf
sömürgelerde nüfuz alanları konusunda uzlaşmaya vardılar.
İrlanda ve Hindistan’daki ulusal direniş kıvılcımları İngiltere’yi Rusya ile uzlaşmaya itti. 1904-
1905 yılları arasında Japonya’ya yenilerek Uzak Doğu’daki emellerini askıya alan ve iç
karışıklıklarla karşı karşıya kalan Rusya da İngiltere gibi güçlü bir müttefike ihtiyaç duyuyordu.
Nitekim iki taraf arasında 1907 yılında bir antlaşma imzalanacak ve daha önce iki tarafla da
antlaşmalar imzalayan Fransa’yla birlikte Üçlü İtilaf Devletleri kurulmuş olacaktı.
İngiltere ile Rusya arasında 1908 yılında yapılan Reval Görüşmeleri ise İttihatçılar tarafından bir
tehdit olarak algılanacak ve uluslararası gelişmeler karşısında pasif kaldığı düşünülen padişaha
karşı tepkinin nedenlerinden biri olacaktır.
İtalya ile Rusya arasında imzalanan (Racconigi) Antlaşması (1909), İtalya ve Rusya’nın
Trablusgarp ve Boğazlara yönelik emellerinin karşılıklı olarak tanınmasını içermesi açısından
öneme sahiptir. Bu antlaşma ile İtalya İttifak Devletleri’nden bir adım daha uzaklaşacaktır.
1908 yılında Avusturya - Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna Hersek’i işgali ile Balkanlardaki
dengeler bozuldu. 20. yüzyılın başlarından itibaren uluslararası arenada yalnız kalan Osmanlı
Devleti, Avusturya mallarına boykot sonrasında Bosna-Hersek’ten vazgeçmek zorunda kalırken
Sırbistan’da savaş hazırlıkları başlamış; Rusya da Sırbistan’ı destekleyeceğini göstermişti.
İngiltere ve Fransa’nın, Rusya’nın yanında durmaları ve ilhak konusunda bilgilendirilmeyen
İtalya’nın İttifak blokundan uzaklaşması nedeniyle bu bunalım “büyük savaşın provası” olarak
değerlendirilir.
1911 yılında Fas’a hâkim olmaya yönelik Fransız-Alman rekabeti sırasında İngiltere’nin Fransa’yı
desteklemesi dengelerin yavaş yavaş oturduğunun göstergesi idi. Fas bunalımından bir hafta
sonra İtalya’nın, Trablusgarp’ı ve On İki Ada’yı işgali sırasında büyük güçlerin tepkisiz kalmaları
malum olduğu üzere İtalya’yı kaybetmeme arzusundan kaynaklanıyordu.
1914 yılında Londra’da düzenlenen Elçiler Konferansı’nın On İki Ada’yı İtalya’ya, İmroz,
Bozcaada hariç Ege Adalarını Yunanistan’a bırakması da Osmanlı Devleti’nin Avrupalılar
açısından bir müttefik olarak değer taşımadığının göstergesiydi.
20. yüzyıl başlarındaki toprak kayıpları sırasında Osmanlı Devleti Almanya’dan dahi destek
bulamıyordu. Ancak Osmanlı Devleti’nin, Almanya ile yakınlığını Üçlü İtilaf Devletleri’ne karşı
bir koz olarak kullanmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Nitekim 1913 yılında Alman komutan
Otto Liman von Sanders’in İstanbul’da I. Ordu Komutanlığına atanması uluslararası bir bunalıma
yol açtı. Üçlü İtilaf Devletleri bunu şiddetle protesto edince Osmanlı Devleti donanmaya İngiliz,
jandarma ve maliyeye Fransız uzmanların atanmasını kabul etmek zorunda kaldı.
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
İSTANBUL 2010.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
ÜNİTE 7 / BİRİNCİHazırlayan
DÜNYA SAVAŞI
SAVAŞIN ÇIKIŞI
o KAFKASYA CEPHESİ
o KANAL CEPHESİ
o IRAK CEPHESİ
o ÇANAKKALE CEPHESİ
DÜNYA SAVAŞI
BLOKLAŞMALAR
SÖMÜRGECİLİK
ÇANAKKALE
KAFKASYA
Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı fikirler, farklı bir dünya anlayışına ve toplumların hayatında
yeni gelişmelere yol açmıştır. Aynı zamanda çeşitli siyasi ve sosyal örgütlerin de ortaya çıkmasına
sebep olmuştur.
Gelişen milliyetçilik hareketleri bütün dünyayı özellikle de Avrupa’yı yakından etkilemişti. Diğer
taraftan sanayileşmenin hızla gelişmesi ülkeler arasında karşılıklı siyasi ve ekonomik rekabetlere,
sürtüşmelere, çatışmalara sebep olmuştur.
Bu savaşın çıkış sebebi genel olarak XIX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan iki blok (üçlü ittifak-
üçlü itilaf) arasındaki hassas dengenin bozulması olarak kabul edilse de daha farklı özel
sebeplerin var olduğu da bilinmektedir. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz.
İtalya ve Almanya'nın siyasal birliklerine kavuşup güçlü birer devlet haline gelmeleri, Avrupa'da
devletlerarası dengeyi temelinden sarsmıştı. Her iki devlet de birliklerini elde edebilmek için
Avusturya'ya karşı savaşmışlardı. Fransa ise Almanya karşısında büyük bir yenilgiye ve
kayıplara uğramıştı. Birliklerini sağlayan devletler, durumlarını ve üstünlüklerini sürdürmek
amacıyla kendilerine destek arama gereğini duy muşlardı. Yenilenler ve özellikle Fransa,
kaybettiklerini yeniden elde edebilmek için bir "öç alma" siyasası gütmeye başlamıştı. İşte bu
karşıt eğilimler ve yeniden hızlanan sömürgecilik yarışı, çok geçmeden Avrupa'da devletlerin "2"
bloka ayrılması sonucunu doğurmuştu.
Alman İmparatorluğu'nun ilanından sonra ilk anlaşma Rusya ve Avusturya ile yapıldı.
Bismarck'ın çabaları sonucunda Alman, Rus ve Avusturya-Macaristan imparatorları Berlin'de
toplanarak bir anlaşmaya vardılar. Üç İmparator Anlaşması (ligi) denen ve yazılı olmayan bu
anlaşmaya göre, Avrupa'da status-quo (varolan durum) korunacaktı. Bu, özellikle Fransız-Alman
sının için önemliydi. Ayrıca ihtilalci hareketlere karşı iş birliği yapılması kararlaştırılmıştı. Barış
tehlikeye düştüğünde imparatorlar aralarında danışıp ona göre hareket edeceklerdi. Üç
imparator Osmanlı İmparatorluğu'nu ilgilendiren Doğu Sorununda da anlaşmazlıkları birlikte
çözeceklerdi.
Ne var ki Doğu Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu'na ilişkin konularda özellikle Rusya ile
Almanya arasında derin görüş ayrılıkları vardı. Rusya, Osmanlı ülkelerinin paylaşılması
siyasasını güderken Almanya Osmanlı toprak bütünlüğünün korunmasından yanaydı. 1877'de
başlayan Osmanlı-Rus Savaşı bu görüş ayrılıklarını daha da artırmıştı. Rusya'nın Ayastefanos
(Yeşilköy} Anlaşmasıyla Osmanlılardan geniş topraklar elde etmesi, İngiltere ve Fransa'nın yanı
sıra Almanya'nın da karşı çıkması sonucunu doğurmuş ve böylece Berlin Kongresi düzenlenmişti.
İş birliği yapmış olduğu Almanya'nın bu girişiminden memnun kalmayan Rusya, Üç İmparator
Rusya'nın Üç İmparator Birliğinden çekilmesinden sonra, iki devlet kendi aralarında yeni bir
anlaşma yapmak gereğini duymuşlardı. Çünkü Almanya, Fransa'ya karşı güvence ararken
Avusturya-Macaristan da Rusya karşısında yalnız kalmak istemiyordu. Avusturya ile Rusya
Balkanlara ve Osmanlı İmparatorluğu'na ilişkin konularda öteden beri pek anlaşamıyor, zaman
zaman da karşı karşıya geliyorlardı.
Almanya, Berlin Kongresi ile Doğu Sorununa da ağırlığını koyunca Rusya yeniden Almanya'ya
yaklaşmak gereğini duymuştu. Böylece 188l'de Üç İmparator Anlaşması yenilenmişti. Bu kez
yazılı olarak yapılan anlaşma "3" yıl için öngörülmüştü. Bir Alman-Fransız savaşında Rusya ile
Avusturya-Macaristan yansız kalacaklardı. Osmanlı İmparatorluğu bir başka devlete Boğazlarda
ayrıcalık tanıyacak olursa Rusya da Boğazlar bölgesinde harekete geçmede serbest olacaktı. Böyle
olduğu halde Balkanlarda çok geçmeden yeni bir Rusya, Avusturya yarışması baş göstermişti.
1885'te Bulgaristan olayları yüzünden bir bunalım başlayınca da Rusya süresi dolan imparatorlar
anlaşmasını yenilememişti.
Üç İmparator Anlaşması her ikisinde de Rusya tarafından bozulmuştu. Aslında Bismarck eskiden
beri Rusya yerine İtalya ile işbirliği yapmaktan yanaydı. Ancak Tunus'u almak isteyen İtalya bu
konuda Fransa ve İngiltere'nin onayını sağlamaya çalıştığı için böyle bir ittifaka yanaşmıyordu.
Fransa 188l'de Tunus'u işgal edince İtalya umduğunu bulamamanın kırgınlığı ile Almanya'nın
ittifak önerisini kabul etmişti. Böylece üç devleti bir araya getiren son olay yine Osmanlı
İmparatorluğu'na bağlı bir ülkenin ele geçirilmesi sorunu olmuştu.
Üçlü İttifak "5" yıl süreli yapılmıştı. Bu nedenle süresi süresi dolduktan sonra yenilenmişti.
Üçlü Bağlaşmanın gerçekleşmesiyle Almanya'dan öç almak isteyen Fransa, ittifak karşısında tek
başına kalmak tehlikesine düşmüştü. Bundan kurtulabilmek için kendisine müttefikler bulmak
çabasını yoğunlaştırmıştı. Ancak 1907'de son biçimini alabilen bu antlaşma, Üçlü Anlaşma (İtilaf,
Entente) adıyla anılmakta olup "3" ayrı aşamada gerçekleştirilebilmişti:
Fransa, İngiltere ve Rusya ile anlaşmak istiyordu. Fakat söz konusu "3" devlet arasında
yüzyıllardır süren görüş ayrılıkları, çıkar çatışmaları vardı. Fransa ile İngiltere Avrupa'da olduğu
gibi sömürgecilik alanında da birbirleriyle çekişiyorlardı. Rusya ile de Akdeniz ve Osmanlı
İmparatorluğu'na ilişkin siyasette öteden beri bir anlaşma sağlanamamıştı. Kırım Savaşında
olduğu gibi 1877 Savaşı da İngiltere ve Fransa'yı Rusya ile karşı karşıya getirmişti. İngiltere ile
Rusya arasında ise bir başka anlaşmazlık alanı Asya idi. Hindistan'a egemen olan İngiltere,
kuzeye, Afganistan'a doğru çıkmaya çalışırken, Sibirya’yı ve Orta Asya'yı ele geçiren Rusya,
Afganistan üzerinden güneye, Hindistan'a inmek siyasetini güdüyordu. Bütün bu nedenlerle
Üçlü Anlaşma çok güç ve geç gerçekleşebildi.
Fransa, aralarındaki anlaşmazlıklara son vererek İngiltere ile dost olma çabasına düşmüştü.
Sonunda 1904'te adına Samimi Anlaşma (Entente cordiale) denilen bir iş ve görüş birliğine
varılmıştı. Buna göre, Avrupa'da bir çatışma, bir savaş çıkacak olursa İngiltere Fransa'yı bir dost
olarak yalnızca siyasal yönden destekleyecek, doğrudan doğruya savaşa girmeyecekti. Bunun
dışında, Fransa Mısır'ı İngiltere'ye bırakıyor, bunun karşılığında Fas'ı ele geçirme hakkını
kazanıyordu. Böylece "dostluk" gene bir Osmanlı ülkesi Mısır üzerinde pazarlık yapılarak
gerçekleşmişti.
Rusya ile İngiltere arasındaki bu antlaşma ile Üçlü Anlaşma tamamlanmış oluyordu. Böylece
Avrupa devletleri "2" bloka ayrılmışlardı. Yeni bir denge sağlanmış görünüyordu. Ama bir
yandan savaş hazırlıkları da sürdürülüyor, barışı koruma çabaları sonuç vermiyordu. En
sonunda Üçlü Anlaşmanın gerçekleşmesinden "7" yıl sonra 1914'te Birinci Dünya Savaşı
başlayacaktı. Yalnız iki bloku oluşturan devletler değil, Asya ve Amerika'daki birçok devlet gibi
Osmanlı İmparatorluğu da bu büyük savaşa sürüklenecekti.
İki bloka ayrılan devletler içerisinde Osmanlı İmparatorluğu ile ilk önce dostluk ilişkileri kuran
Fransa olmuştu. Bu ilişkiler giderek artmış, XIX. yüzyılda Tanzimat döneminde Fransa'daki
kurumlar örnek alınmış ve Fransa kültürü Türkiye sınırlarından içeriye girmeye başlamıştı. Fakat
Bu durumda doğrudan doğruya Osmanlı ülkelerinden pay istemeyen tek büyük devlet Almanya
görünüyordu. Türkiye ile sınırı bulunmayan ve deniz gücünü yeni yeni oluşturmakta olan
Almanya, Afrika'da sömürgeler kurmaya çalışırken, İngiltere'yi Hindistan yolundan yoksun
bırakmak amacıyla öteki Avrupa devletlerinin aksine, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak
bütünlüğünü korumak siyasası ile ortaya çıkmıştı. Bunun en somut örneğini de Ayastefanos
Antlaşmasını Osmanlılar lehine değiştiren Berlin Kongresini toplamakla göstermişti.
Bu nedenlerle Osmanlı hükümeti, içine düştüğü bunalımdan kurtulabilmek için geçmiş ilişkileri
bir yana bırakarak gerçek bir dost aramaya koyulmuştu. Sadrazam Sait Halim Paşa, Trablusgarp
Savaşının başlarında Meclisteki bir konuşmasında güçlü bir müttefik arandığını açıklamıştı.
İttihat ve Terakkinin sivil kanadı aslında İngiltere yanlısı idi. Talat Paşanın son kongrede belirttiği
gibi "Meşrutiyet hayatına, İngiliz dostluğuna ait ateşli emellerle" girmişlerdi. Bu nedenle bu
kesimin önde gelenlerinden Maliye Bakanı Cavit Bey, 1910'da görüşmeler yapmak üzere
Londra’ya gönderilmişti. O yıl Kuveyt'te baş gösteren bir ayaklanmada İngiltere'nin rol oynadığı
Balkan Savaşının sonlarına doğru, İngiltere aracılığı ile anlaşma devletleriyle dostluk antlaşmaları
yapmak amacıyla yeni bir girişimde bulunulmuştu. Eski sadrazamlardan Hakkı Paşa Londra'ya
gönderilmişti. O sıralarda hükümetlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı güttüğü siyasayı
beğenmeyen kimi İngiliz aydınları Londra'da bir Osmanlı Derneği kurmuşlardı. Bu derneğin
desteğine karşın İngiltere yöneticileri Adalar konusunda Yunanistan'dan yana tutumlarını
değiştirmediklerinden bir anlaşma sağlanamamıştı.
Anlaşma devletleri ile anlaşmak yolunda yapılan girişimler sonuçsuz kalırken, Bulgaristan ile
ittifak etmek için başlatılan görüşmelerden de bir şey elde edilememişti. Osmanlı-Bulgar barış
antlaşmasının imzalanmasından hemen sonra İstanbul'da Talat Paşa başkanlığındaki bir heyetle
General Savof arasında yapılan görüşmelerde, iki devlet arasında savunma iş birliğine dayanan
yeni bir taslak hazırlanmıştı. Bu ikili bağlaşmaya Romanya'nın da alınabileceği öngörülmüştü.
Ancak Bulgar hükümeti böyle bir anlaşma için Almanya ile Avusturya-Macaristan'ın onaylarını
almak gereğini duyunca görüşmeler çıkmaza girmişti. Almanya, söz konusu anlaşma yerine bir
Türk-Yunan-Romen bağlaşmasını yeğlemiş, böylece bu aşamada Bulgaristan ile bir ittifaka olanak
bırakmamıştı.
1914 senesine gelindiğinde bloklaşma son haddine gelmiştir. Savaşa bir bahane gerekmektedir.
Görünen bahane de 28 Haziran 1914’te Avusturya - Macaristan Veliahdı François Ferdinand ve
karısının Saraybosna’yı ziyaretleri sırasında suikasta uğrayarak Gabriel Princip adlı bir Sırp
tarafından öldürülmeleri olmuştur. Avusturya 23 Temmuzda çok ağır şartlarla dolu kesin uyarı
gönderdiği Sırbistan’a Almanya’nın da onayı ile 28 Temmuz 1914’te savaş ilan etmiştir.
Almanya gerektiği zaman Osmanlı İmparatorluğu’nu silah gücü ile korumayı taahhüt etmiştir.
Anlaşma imzalandığı andan itibaren geçerli olup, 1918 sonuna kadar yürürlükte kalacaktır. Baron
von Wangenheim ile Said Halim Paşa’nın imzaladığı
bu anlaşma taraflardan birince vaktinden evvel
NOT:
feshedilmez ise 5 yıl daha yürürlükte kalacak ve her
iki tarafın rızası söz konusu olduğunda ilan edilecekti.
Almanya Osmanlı Devleti’ni bir an önce
savaşa sokmak istiyordu. Bunun Osmanlı Devleti, aynı gün genel seferberliğin yanı
nedenlerine gelince: sıra moratoryum ilan etmiş, Meclis-i Mebusanı tatil
Avrupanın sayıca en kalabalık etmiş, ancak savaşa hemen girmemiştir. Yöneticiler
ordularından biri olan Türk ordusunun
anlaşmanın savunma iş birliği anlaşması olduğunu
yeni ve modern silahlarla donatılıp,
Alman subaylarının sevk ve idaresine savunurken, Alman Genelkurmayı mümkün olan ilk
alınması hâlinde bu ordudan fazlasıyla fırsatta Türkiye’nin savaşa girmesini istemiştir.
istifade edilebilirdi. Alman genelkurmay başkanı Moltke: hiçbir kayda
Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi
tabi olmadan hareket etmek durumunda olduklarını,
hâlinde bu devletin toprakları üzerinde
birden fazla cephe açılacak, bu da Türkiye ile anlaşmanın; Hindistan, Mısır ve
Avrupa cephelerinde Alman ordularını Kafkasya’da “İslam âleminin taassubunu son
rahatlatacaktı. raddeye kadar tahrik etmek imkânını vereceğini”
Stratejik önemi olan boğazlar
bekliyordu. Buna mukabil, İngiltere, Fransa ve Rusya,
kapatılacak. Böylece Rusya’nın İngiltere
ve Fransa ile irtibatı kesilecekti. Osmanlı Devleti’ne tarafsız kalmasını, böylelikle
Osmanlı Devleti savaşa girdiği takdirde toprak bütünlüğünün korunacağını garanti
Almanya bu ülkenin topraklarının her edeceklerini bildirmişlerdir. Ancak bunlar sözlü ve
kesiminden ve her türlü imkânlarından
ayrı ayrı yapılan gayrı resmî bildirimler olduğu için
faydalanabilirdi.
Süveyş Kanalı kapatılmak suretiyle Osmanlı yönetimi de bunlara pek aldırmamıştır.
İngilizler zora sokulabilirdi. Hükümet, muhalefeti önlemek için meclisi, Kasım’a
Osmanlı Devleti’nin Halifelik gücünden kadar tatil ederken, basına da sıkı bir sansür
istifade edilerek, bu savaşa girişi dinî bir
uygulamasına başlamıştır. Buna mukabil 2
sebebe dayandırıp İngiliz, Fransız
sömürgelerindeki Müslümanlar Ağustos’ta İngiltere, parası ödenerek İngiliz
ayaklandırılacak, Rusya’daki tersanelerine sipariş edilmiş olan Reşadiye ve Sultan
Müslümanlar da harekete geçirilecekti. Osman adlı iki savaş gemisine el koymuştur.
Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasıyla savaş alanı genişlemiştir. Birçok cephede savaşmak
zorunda kalan Osmanlı harekât planının temelini İttifak Devletleri’nin Avrupa’daki yükünü
hafifletmek oluşturuyordu. Bunun için Romanya ve Bulgaristan bölgelerinde Karadeniz’e
çıkılacak, Kafkasya’da Ruslar, Süveyş’te İngilizler meşgul edilecekti. Böylece bir yandan Almanya
ve Avusturya’nın yükü hafifletilirken bir yandan da İngiltere’nin Hindistan ile olan deniz yolu
bağlantısına engel olunacak ve güneydeki zengin petrollerden İttifak Devletleri’nin yararlanması
sağlanacaktı.
Kafkas cephesi 1 Kasım 1914’te Rus saldırılarıyla başlamıştır. Ancak bölgedeki Osmanlı orduları
bunu başarıyla durdurmuş ve karşı harekâta geçmişlerdir. Rusların bölgedeki kuvvetlerinin çok
fazla olmaması başkomutan vekili Enver Paşaya Kafkasları zapt etme ümidini vermiştir. Bunda
Alman subayların telkinlerinin de rolü olmuştur. Kafkasya’yı alarak Türkistan coğrafyası ile
doğrudan temasa geçmek ve hatta Hindistan’a kadar ilerlemek gibi stratejik ancak devletin
imkânlarına nispetle hayalci düşüncelerle Boğazlar ve Trakya’da tutulması gereken kuvvetlerin
İngilizlerin asker, mühimmat ve malzeme sevkiyatında can damarı vazifesi gören Süveyş
Kanalı’na yönelik harekât bu damarı kesip, çıkarılacak isyanla Mısır’ı geri almak hedeflerine
yönelik olmuştur. Geri plânda ise İngiltere’yi Orta Doğuda Osmanlı ile uğraştırarak Avrupa’daki
etkisini azaltmak isteyen Alman Genel Kurmayının telkinleri vardır. Ancak harekât plânının
başarı şansının düşük olması Alman General Liman von Sanders’in bile itirazına sebep olmuştu.
Cephe komutanı, Suriye ve Filistin’deki 4. Ordu Komutanı sıfatıyla Cemal Paşa’dır. Öneminden
dolayı İngilizlerin 100.000’i Mısır’da olmak üzere yaklaşık 150.000 kişilik kuvvet yığdıkları
bölgeye 35.000 kişilik kuvvet sevk eden Cemal Paşa, 2-3 Şubat 1915’te Kanal’a gelmiştir. Her türlü
malzemeyi beraberinde getirmeye mecbur kalan askerin en fazla iki günlük yiyeceği vardır. 2
Şubat gecesi yapılan taarruzda 25. fırka askerlerinden oluşan gücün 600 kişilik bir kısmı kanalı
geçebilmiş, sonra da şehit veya esir edilmişler, diğerleri kanalda hayatlarını yitirmişlerdir. 3 Şubat
İngilizler, Filistin ve Suriye cephesini içten çökertmek maksadıyla Şerif Hüseyin’e Suriye, Irak ve
Hicaz’ı içine alan müstakil bir Arap devletinin krallığını vaad etmişlerdi. Ancak bu vaatte
bulunan İngilizler, öte yandan Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bir mektupla
Siyonistlere Filistin’de bir “Milli Vatan” vaat etmişlerdi. Böylece İsrail Devleti’nin kuruluşu için
gerekli zemin hazırlanarak, günümüzde Filistin meselesi olarak bilinen olayların temeli atılmış
oluyordu. 1917 yılında bu cephede en önemli savaşlar Gazze’de olmuştur. İngilizlerin buradaki
Türk savunma hattını kırmak için Mart ve Nisan aylarında yaptıktan taarruzlar başarısızlıkla
1918 yılında İngilizlerin Yafa’dan taarruzuyla başlayan Filistin çarpışmalarında, Arap isyanının
da etkisiyle durum Türklerin aleyhine gelişti. Bu bölgede 7. 8. ve 4. Ordu bulunmaktaydı. Mustafa
Kemal Paşa’nın komuta ettiği 7. Ordu mevzilerini başarıyla savundu. 8. Ordu’yu bozan İngilizler,
Mustafa Kemal Paşa’nın ordusunu yok etmek istemişlerdi. Bunu sezen Mustafa Kemal Paşa,
İngilizlere karşı başarılı savaşlar vererek, ordusunu geri çekmek suretiyle imhadan kurtardı. Bu
gelişmelerle Anadolu Güneyden tehdit altına girmişti. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, cepheden
Erkan-ı Harbiye’ye gönderdiği bir raporda Ordu’nun Türklerle meskûn sahalara çekilmesini
istemiş, savunma hattının bu bölgelerde kurulmasının faydalı olacağı bildirmişti ki zaman O'nu
haklı çıkaracaktı.
Bir kısım Osmanlı birlikleri kutsal yerleri korumak için bu bölgede İngilizlerle çarpıştı. Ancak
gerek çölün olumsuz şartları gerekse güçlü İngiliz kuvvetleri karşısında bir sonuç alınamadı.
Osmanlı Devleti bu cephede, İngilizlerin kışkırttığı Araplarla da mücadele etmek zorunda kaldı;
zor durumdaki Türk birliklerine karşı
İngilizler üstün duruma geçti.
Bununla beraber Medine komutanı
Fahreddin Paşa elindeki kısıtlı
imkânlara rağmen aldığı tedbirler
sayesinde Medine’yi 2 yıl 7 ay
müdafaa etti. Herhangi bir yağma
ihtimaline karşı tedbir olarak,
Medine’deki 30 parça Kutsal
Emaneti 2000 askerin koruması
altında İstanbul’a gönderdi.
Medine’nin etrafı isyancıların eline
geçmeye başlayınca İstanbul’daki
hükümet, Medine’nin
boşaltılmasını istedi. Fahreddin
Paşa “Peygamber’in kabrinin
bulunduğu Medine’deki Osmanlı
bayrağını kendi elimle indiremem”
22 Kasımda Selmân-ı Pâk muharebelerinde büyük bir başarı gösteren Halil Bey kumandasındaki
Osmanlı kuvvetleri Kutü’l - Ammara’da İngiliz kuvvetlerini kuşatmışlardır. Eylül 1915’te Kutü’l
- Ammare’ye yerleşmiş olan İngiliz kuvvetleri 29 Nisan 1916’da komutanları Thownsend ile
birlikte Halil(Kut) Paşa’ya teslim olmak zorunda kalmışlardır. Ancak hiçbir şekilde İngiliz
faaliyetleri durmak bilmemiştir. Bağdat üzerine yürümek için sürekli asker ve mühimmat yığmak
ile meşgul olan İngilizler Şattü’l-Arab’ı kullanarak 13 Aralık 1916’da ileri harekâta başlamışlardır.
11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirmek suretiyle de cephenin en etkili sonucunu almışlardır. 1917
yılı içerisinde başka ciddi saldırıda bulunmayan İngilizler, 30 Ekim’de mütarekenin
imzalanmasından sonra 8 Kasım’da Musul’u işgal etmişlerdir.
Çanakkale Savaşları I. Dünya Savaşı içinde ayrı bir özelliği olan, tarihin kaderini değiştiren, Türk
milletinin en görkemli zaferlerinden biridir.
İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı’na yönelik girişimleri 1914 Ağustos ayından itibaren
başlamıştı. Ancak Osmanlı Devleti o tarihte tarafsız olduğu için bu konu üzerinde fazla
durulmamıştı. Osmanlı Devleti resmen savaşa girdikten sonra yapılacak askerî bir taarruzla
boğazların ele geçirilmesinin mümkün olabileceği düşüncesi İtilaf Devletleri’nce ciddi olarak
düşünülmeye başlandı. Dönemin İngiliz Deniz Bakanı Winston Churchill’in planına göre; şayet
Çanakkale Boğazı donanma ile zorlanırsa, boğazları ve İstanbul’u almak mümkün olurdu.
Churchill bu fikrini İngiliz hükûmetine ve askerlere kabul ettirmeyi başardı.
Çanakkale Cephesi’nin açılması daha savaştan önce İngiliz bahriyesince düşünülen bir husustur.
Bu cephenin açılmasıyla birlikte,
Boğazlardan geçişin sağlanmasıyla Rusya’ya daha çabuk askeri yardım ve malzeme akışı
İtilaf Devletleri, Boğazları ele geçirince İstanbul’un paylaşılmasının gündeme geleceğini, bunun
da İtalya ve Bulgaristan başta olmak üzere tarafsızların paylaşmada yer almak için kendi
yanlarında savaşa katılacağını düşünmüşlerdir. Bu düşüncelerle 17 Mart’a kadar bombardıman
aralıklarla sürmüştür. 18 Mart sabahı Fransızlar Anadolu yakasını, İngilizler Rumeli yakasını
dövmeye devam ederek Boğaz’dan geçmek için hareket etmişlerdir. Daha önce Nusret mayın
gemisiyle Boğaz’ın Karanlık Liman mevkiine mayın döşeyen Osmanlı askeri, yaklaşık 7 saat
süren bu bombardımana metanetle karşı koymuştur.
1) Çanakkale Zaferi, Balkan Savaşları’yla içte ve dışta sarsılmış olan devletin itibarını ihya etmiş ve
güçlendirmiştir. Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu içinde Türk milletinin hâlâ gücünü
ve dinamizmini koruduğunu göstermiştir.
2) Çanakkale Savaşı, Kurtuluş Savaşı’nın öncüsü ve başlangıcı olmuştur. Nitekim Çanakkale’de
savaşan ve çok güçlü düşman ordularını mağlup etme başarısını gösteren birçok komutan
buradan kazandıkları tecrübe ve güvenle Kurtuluş Savaşı’nda da başarıyla görev
yapmıştır.
3) Çanakkale Zaferi’nin Türk milletine en büyük armağanı, şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Mustafa Kemal, yeni kurulan bir tümeni kısa zamanda modern bir kolordu ile muharebe
edecek bir duruma getirmekle, yüksek bir teşkilatçı ve eğitici olduğunu göstermiştir.
Durum ve araziyi kavramaktaki
ustalığı, seri ve isabetli kararlar
vermesi ve bu kararları azimle
uygulaması, Mustafa Kemal’in sahip
olduğu yüksek irade, bilgi ve
kendine güvenin göstergesidir.
Burada asker bir deha ve karizmatik
bir lider olduğunu kanıtlayan
Mustafa Kemal, böylece ülke ve
milletini emperyalizmin
boyunduruğundan kurtararak tam
bağımsız ve çağdaş yeni bir Türk
devletinin kurucusu olma yolunda
yürümeye başlamıştır.
YAYINCILIK.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
TURAN, Ş. (1991). TÜRK DEVRİM TARİHİ (VOL. 28, NO. 28). BİLGİ YAYNEVİ.
İSTANBUL ANTLAŞMASI
LONDRA ANTLAŞMASI
SYKES-PİCOT ANTLAŞMASI
BALFOUR DEKLARASYONU
ANTLAŞMASI
WİLSON PRENSİPLERİ
TEPKİLER
MÜTAREKE
İSTANBUL
İŞGALLER
WİLSON PRENSİPLERİ
ANTLAŞMALAR
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na ülke bütünlüğünü ve bağımsızlığını koruma endişesi içinde
girmeye mecbur kalmıştı. Dört seneden fazla sürecek bu muazzam savaşta kendinden
beklenmeyen bir performans göstermesi İtilaf Devletleri’nin bütün hesaplarını altüst etmişti.
Oysaki İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin savaşın dışında kalması için büyük çabalar
göstermişti. İstedikleri olmayınca da savaşın hesabını bir şekilde Osmanlı Devleti’ne kesmek
istemişlerdi.
İtilaf Devletleri, savaşın sonunda Osmanlı Devleti’nin yıkılacağını hesap edince bu sefer de büyük
Osmanlı coğrafyasını kendi aralarında paylaşmak üzere bazı anlaşmalar yapma gereği duydular.
Yapılan anlaşmalardan en önemlileri şunlardır:
İstanbul Anlaşması, Londra Anlaşması, Sykes-Picot Anlaşması, St. Jean de Maurienne Anlaşması,
Mac-Mahon Anlaşması ve Balfour Deklarasyonu.
İtilaf Devletleri’nin 1915-1917 yılları arasında kendi aralarında gizlice yaptıkları bu anlaşmaların
sebeplerini şöyle izah etmek mümkündür;
Yukarıda ortaya konulan sebepler çerçevesinde tasarlanmış olan gizli anlaşmalar, 1917’de
Rusya’da Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra bizzat yeni yönetim tarafından deşifre
edilmiştir.
İngiltere, Rusya, Fransa arasında yapılan ilk gizli anlaşma, İstanbul Anlaşması’dır. Bu anlaşma,
esas itibarıyla Rusya’nın taleplerine cevap vermek adına yapılır. Rusya’nın bu girişiminin sebebi
ise boğazlar ve İstanbul üzerindeki tarihî emellerine kavuşma arzusuydu.
Bu yeni durum Fransa’yı yeni müttefik aramaya yöneltti. Başlangıçta tarafsızlığını ilan İngiltere
ve Fransa ise söz konusu edilen yerlerin Rusya’ya bırakılmasının çıkarlarına ters düşeceğini
bilmekteydi. Ancak Rusya’yı kendi bloklarında tutmak ve savaşmasını temin etmek için
Rusya’nın bu talebine görünürde sıcak baktılar. Yapılan görüşmeler sonucunda “İstanbul dâhil,
Midye-Enez çizgisinden Sakarya Nehri’nin Karadeniz’e döküldüğü yere kadar bütün Boğazlar bölgesi
Rusya’ya bırakılıyordu.” Buna karşılık Rusya ise İngiltere’nin ve Fransa’nın Anadolu’yla Orta Doğu
üzerinde nüfuz alanlarını kabul edecekti.
Osmanlı Devleti’nin parçalanması için yapılan bu anlaşma İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya
arasında Londra’da imzalandı. Çanakkale Savaşı’nda yaşanan mağlubiyet, Rusya’nın savaşın ilk
yıllarında takındığı tavır ve savaş süresinin kısa olacağı gibi ümitlerin dağılması, İngiltere ve
Fransa’yı yeni müttefik aramaya mecbur bıraktı. İtalya ise İngiltere ve Fransa’nın aradığı devletti.
Çünkü savaş Akdeniz’e yayılmış, Rusya ise gittikçe yük olmaya başlamıştı. Bu aşamada
İtalya’dan yararlanılması elzem olmuştu. Yapılan görüşmeler sonucu 26 Nisan 1915’te Londra
Anlaşması imzalandı. Buna göre; Rodos ve On İki Ada üzerinde yaşanan egemenlik
tartışmalarına son verilerek adı geçen yerler İtalya’ya bırakılıyor, Bingazi ve Derne gibi bölgelerde
Osmanlı’ya ait bütün hakların İtalya’ya geçmesi kabul ediliyor, ayrıca Antalya ve çevresi İtalya’ya
bırakılıyordu.
İngiltere, Fransa ve Rusya bir taraftan İtalya ile Londra Anlaşması’nı imzalarken diğer taraftan da
kendi aralarında İtalya’yı bilgilendirmeden, Osmanlı mirasının taksimi için görüşmeler
yapmaktaydı. İngiliz Diplomat Mark Sykes ile Fransız meslektaşı Georges Picot müzakereleri
yürütecek diplomatlardı.
Rusya ise boğazlar bölgesi başta olmak üzere Erzurum, Trabzon, Bitlis, Muş, Siirt gibi yerleri
alıyordu. Ayrıca bu süreçte İngiltere, savaş yükünü azaltmak için Arapları Osmanlı’ya karşı
kışkırtma gayreti içinde oldu. İngilizlerin Mısır’daki Yüksek Komiseri Mc Mahon bu işleri takip
ediyordu. Mekke Şerifi Hüseyin ile Fransa ve İngiltere arasında yapılan görüşmelerde Türklere
karşı isyan edildiği takdirde bir Arap devleti kurulacağına dair söz de verilmişti.
Böylece bu arayışlar günümüze kadar devam edecek olan bölgesel problemlerin kaynaklarından
biri hâline geliyordu.
Sykes-Picot Anlaşması gizli tutulmasına rağmen olup bitenleri öğrenen İtalya, durumdan çok
rahatsız olmuştu. Bunun için de 1915 Londra Anlaşması gereğince kendisine vaad edilen Osmanlı
topraklarının sınırlarının kesin bir şekilde çizilmesini istemişti. Rusya’nın içinde bulunduğu
sorunlar iyice artınca bu sefer İngiltere, İtalya’nın taleplerini görüşmek üzere Fransa-İtalya
sınırındaki St. Jean de Maurienne İstasyonu’nda bir vagonda bir araya gelerek müzakere
yapmışlar ve sonuçta Antalya’ya ilaveten İzmir vilayeti de İtalya’ya bırakılmıştır. Ayrıca
İskenderun, Hayfa, Akra, Mersin limanlarından da serbest bir şekilde yararlanma hakkı elde
etmişlerdi.
Rusya’nın Bolşevik Devrimi’yle I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılması ve yeni bir rejimin ilanı,
İtilaf Bloğu’nun durumunu sarsmış, Almanya ve müttefiklerini ise bir adım öne çıkarmıştı.
Gelinen bu aşamadan rahatsız olan İngiliz hükûmeti, ABD’nin desteğini alabilmek için orada
yaşayan Yahudileri kazanma politikası gütmeye başladı. Bu maksatla 2 Kasım 1917’de İngiliz Dış
işleri Bakanı Lord Arthur James Balfour, uluslararası siyonizm hareketinin liderlerinden Lord
Rothschild’e bir mektupla müracaat ederek Filistin topraklarında bir Yahudi Devleti’nin
kurulmasını destekleyeceğine dair taahhütte bulundu. Bu teklif uluslararası arenada destek
bulmakta gecikmedi. ABD’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi sürecinde bu diplomatik hareketin
elbette payı olmuştur. Ayrıca bu teklif savaş sonrası “Manda” yönetiminin de temelini
oluşturmuştu.
Rusya'da ihtilalle iş başına gelen Bolşevik Hükümeti, daha iktidarı ilk ele aldığı gün halka barış
yapacağını vadetmişti. Gerçekten Dışişleri Komiseri Trotsky, 21 Kasım 1917’de Müttefik elçilerine
verdiği notalarda bütün cephelerde mütareke yapılmasını istedi. Ayrıca hükümet. Çarlık
hükümetinin bütün gizli antlaşmalarını açıkladı. Osmanlı Devleti’ni paylaştıran anlaşmalar da bu
suretle açığa vurulmuş oluyordu. Gizli anlaşmaların açıklanmasının amacı gerek Rus halkına
gerek Batı ülkeleri işçilerine, yapılan savaşın bir emperyalizm savaşı olduğunu anlatmak ve onları
savaşa karşı yönlendirmekti.
Romanya, 1916 yılında İtilaf Devletleri yanında savaşa girdi. Ancak peş peşe aldığı yenilgilerle
topraklarının önemli bir kısmını kaybetti. Savaşta fazla bir varlık gösteremeyen Rusya’nın Brest-
Litowsk’la yenilgiyi kabul edip ayrılması Romanya’yı da zor durumda bıraktı. Mart 1917’de
mütareke, 7 Mayıs 1918’de ise Almanya ve müttefikleriyle Bükreş Antlaşması’nı imzaladı. Bu
antlaşmaya göre Romen petrollerinin işletmesi en az 30 yıllığına Almanya ve Avusturya’ya
bırakılacaktır. Romanya et ve hububat ürünlerini 1926’ya kadar merkez devletlerine ihraç
edebilecek, Karpatlardan Avusturya’ya toprak verecek ve Dobruca’dan çekilecekti. Ancak
savaşın gidişatının değişmesiyle bu barışı uygulama imkânı ortadan kalkmış oldu.
I. Dünya Savaşı’nın dört yıldan fazla sürmesi Bulgaristan üzerinde ciddi tesirler bıraktı. Özellikle
Almanya’ya devamlı gıda göndermesi tarımla geçinen Bulgaristan halkı üzerinde çok büyük
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu savaş sürecinde büyük sıkıntılar yaşadı. 1918’de ise Çek,
Hırvat, Sloven, Romenler ve Macarların ayaklanarak bağımsızlıklarını ilan etmeleri, Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu’nu parçaladı ve barış için arayışa girdi. 3 Kasım 1918’de İtalya ile
mütareke imzaladı. Barış Konferansı da Avusturya ve Macaristan’ı ayrı ayrı sorumlu tuttu ve 10
Eylül 1919’da Avusturya ile St. Germain Antlaşması imzalandı. Buna göre Avusturya, Macaristan,
Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın bağımsızlığını tanıdı. Önemli toprakları Polonya, Yugoslavya,
İtalya ve Romanya’ya bırakmak zorunda kaldı. Ayrıca askerî sınırlamalar ve yüklü savaş
tazminatı ödemeye mahkûm edildi. Macaristan’da ise ihtilal yaşanmış ve BelaKun liderliğinde
bir hükûmet kurulmuştu. Ancak bu hükûmet uzun yaşayamadı. Sonunda 4 Haziran 1920’de
Trianon Antlaşması’nı imzaladı. Komşusu Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya’ya toprak
vermek zorunda kaldı. Ayrıca Macaristan çeşitli tazminatlar ödemek zorunda bırakıldı.
I. Dünya Savaşı’nın akıbeti belli olunca Almanya, İsviçre aracılığıyla İtilaf Devletleri nezdinde
barış girişimlerinde bulundu. Almanya, yapılan görüşmeler sonucunda 11 Kasım 1918’de ağır
şartları ihtiva eden mütarekeyi imzaladı.
Bu sürecin sonucunda Almanya’da 19 Ocak 1919’da seçimler yapıldı ve yeni bir anayasa ile
Kurucu Meclis, Weimar (Vaymar) da toplandı. Yeni meclisin en önemli önceliği bir an evvel bir
antlaşma ile Almanya’nın haklarının korunmasını temin etmekti. İtilaf Devletleri ise Avrupa’da
ve bütün dünyada savaş sonrası yeni düzenlerini kurabilmek için Paris Konferansı’nı topladı.
Uzun ve çetin görüşmeler neticesinde 28 Haziran 1919’da Paris yakınlarındaki Versailles
Sarayı’nda Almanya ile Versailles Antlaşması imzalandı. 9 Temmuz’da ise Alman Meclisi,
antlaşmayı onayladı. 10 Ocak 1920’de ise yürürlüğe girdi. Böylece Bismarck’ın Almanyası
yıkılmış oldu. İmzalanan bu antlaşmaya göre:
I. Dünya Savaşı’nın sonlarında ortaya çıkan şartlar Osmanlı Devleti’ni mütareke istemeye itmiştir.
Savaşın son yılı içerisinde Osmanlı Devleti, Kafkasya Cephesi dışında başlangıçtaki hedeflerinden
çok uzaktaydı. 3 Mart 1918 tarihinde İttifak Devletleri ile imzaladığı Brest-Litovsk Antlaşması’nı
uygulama noktasında bazı zorluklar çıkaran Sovyet-Rusya’nın engelleyici tavrı üzerine Osmanlı
kuvvetleri, antlaşma ile taahhüt edilen toprakları geri almak üzere harekete geçtiler. Bu minvalde
Osmanlı kuvvetleri önce I. Dünya Savaşı esnasında Ruslar tarafından işgal edilen toprakları,
ardından söz konusu antlaşma ile taahhüt edilen ve 1878 yılında imzalanmış olan Berlin
Antlaşması ile kaybedilen Elviye-i Selase (Kars, Ardahan ve Batum)’yi geri almayı planlıyorlardı.
Bu planın hayata geçirilmesi esnasında Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya’da Sovyet-Rusya
otoritesi çökmüş, gerek Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin faaliyetleri ve gerekse Güney
Kafkasya’da bulunan Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan temsilcilerinin yeni bir düzen kurma
arayışları Osmanlı Devleti’nin bu bölge ile de yakından ilgilenmesini gerekli kılmıştır. Bu süreçte
Osmanlı Devleti öncelikle I. Dünya Savaşı öncesinde sahip olduğu topraklarda otorite kurmaya
çalışırken Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan temsilcileri Maverâ-yı Kafkasya Komiserliği çatısı
altında bir araya gelmişlerdi. Ancak gerek Kafkasya’daki iç dinamikler ve gerekse dış etmenler
Maverâ-yı Kafkasya Komiserliği’nin kısa bir süre içerisinde dağılmasına neden oldu. Gürcistan,
Azerbaycan ve Ermenistan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıkları ilanı sonrasında oluşan yeni
konjonktür ile yakından ilgilenen Osmanlı Devleti siyasi ve askerî bir denge unsuru olarak
bölgede etkinliğini artırmak zorundaydı. Osmanlı Devleti bir yandan yeni kurulan üç
cumhuriyetle siyasi temaslarını sürdürürken diğer yandan teşkil edilen Kafkas İslam Ordusu
1918 yılı Haziran ayı ortalarından itibaren Bakü’ye yönelik bir harekât başlattı. 15 Eylül 1918
tarihine gelindiğinde Bakü, Kafkas İslam Ordusu’nun kontrolüne geçmiş, Osmanlı birliklerinin
bir kısmı da Dağıstan içlerinde mevzi almışlardı. Genel olarak değerlendirildiğinde Kafkasya
Cephesi’nde Osmanlı Devleti savaşın başlarındaki kayıplarını telafi edebilmiş, hatta yeni
kazanımlar sağlanmıştı. Ancak diğer cephelerinde durum hiç de iç açıcı değildi.
İtilaf Devletleri I. Dünya Savaşı’nda birçok cephede üstünlük sağladıkları hâlde savaşa bir türlü
son veremiyorlardı. 1918 yılı Eylül ayı içerisinde İtilaf Devletleri, Makedonya Cephesi’ni açarak
İttifak blokunu parçalamayı planladılar. Bu amaçla Fransız Kumandan Franchet d’Espérey, 15-24
Eylül 1918 tarihleri arasında yaklaşık 70.000 kişilik Makedonya ordusuyla, Manastır - Doyran
hattında taarruza geçerek Bulgaristan’ı bozguna uğrattı. İtilaf Devletleri’ne müracaat eden
Bulgaristan 29 Eylül 1918 tarihinde Selanik Mütarekesi’ni imzalayarak savaştan çekilmek
zorunda kaldı.
Edirne’ye yönelik bir harekât ihtimaline karşılık Meriç Nehri ile Karaağaç arasındaki stratejik
önemi haiz köprülerin tahrip edilmesi ve kış mevsiminin yaklaşması nedeniyle kısa vadede İtilaf
kuvvetlerinin bölgeye yönelik bir harekât başlatma ihtimalleri zayıftı ama baharın gelmesi ile
birlikte harekât kaçınılmaz olacaktı. İtilaf kuvvetleri karşısında Osmanlı Devleti’nin Trakya’yı
savunabilecek ölçüde kuvvete sahip olamaması -ki, bölgede yaklaşık olarak 8.000 neferden oluşan
bir Osmanlı kuvveti bulunmaktaydı- başkentin, dolayısıyla devletin varlığının doğrudan tehdit
altında kalması anlamına geliyordu. Osmanlı Devleti’nin müttefikleri de artık mücadele edecek
kudrete sahip değillerdi. Nitekim 14 Eylül 1918 tarihinde Avusturya ve Macaristan
İmparatorluğu, 25 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan ve 5 Ekim 1918 tarihinde de Almanya İtilaf
Devletleri’ne müracaat ederek mütareke talebinde bulunmuşlardı. Müttefiklerinin durumu, mali
sıkıntılar, Irak, Suriye-Filistin ve Hicaz cephelerindeki başarısızlık ile birlikte Trakya üzerinden
İstanbul’a yönelik bir harekât ihtimali karşısında Osmanlı yöneticileri mütareke istemekten başka
çıkar yol bulamadılar. Bu kadar kötü koşullar altında çok küçük olsa da tek umut, Amerika
Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’ın ABD Kongresi’nde açıkladığı Wilson
Prensipleri idi.
ABD Başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günlü Kongre toplantısında okunan ve tarihe Wilson
prensipleri diye geçen Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin on dört maddelik Amerikan savaş amaçları
bildirisi özetle şöyledir:
Madde 5. Tüm sömürgecilik savları, ilgili halkların çıkarlarını ve egemenlik istemlerini dikkate
alacak biçimde eşitlikçi ve hakkaniyete uygun düzenlemelere tabi tutulmalıdır.
Madde 6. İşgal altındaki Rus toprakları boşaltılarak, Ruslara kendi kurumlarını seçme hakkının
tanınması sağlanmalı ve onlara istedikleri/gerek-sinim duydukları her türlü yardım yapılmalıdır.
Madde 11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı, Sırbistan’ın denize çıkışı
sağlanmalıdır. Tarihsel savları ve ulusal bağları dikkate alınarak çizilecek sınırları içinde Balkan
devletlerinin dostça ilişkiler kurmaları sağlanmalı, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları ile toprak
bütün-lükleri uluslararası güvence altına alınmalıdır.
Madde 14. Özel antlaşmalarla, küçük, büyük tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını ve toprak
bütünlüklerini karşılıklı olarak güvence altına alacak bir uluslar birliği kurulmalıdır.
Genel olarak incelendiğinde açık diplomasi, serbest ticaret, demokrasi ve milliyetçilik düşünceleri
esas alınarak formüle edildiği anlaşılan Wilson Prensiplerinin 1917 yılında İtilaf Devletleri safında
I. Dünya Savaşı’na katılan ABD’nin, savaş sonrasında kurulacak yeni dünya düzeninde pay sahibi,
hatta belirleyici olma düşüncesinin bir ürünü olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Diğer bir
yönüyle Wilson Prensiplerinin ABD’nin gerek I. Dünya Savaşı sırasındaki gerekse savaş
sonrasındaki ideolojik, askerî, ekonomik ve siyasi hesaplarının bir tezahürü olduğu söylenebilir.
Wilson Prensiplerinin doğrudan Osmanlı Devleti’nin geleceğini ilgilendiren 12. maddesi ile
Türklerin çoğunlukta olduğu sınırlar dâhilinde -bağlı ulusların yaşam güvenliklerini ve özerk
gelişimlerini garanti altına almak koşuluyla- millî bir devletin kurulması ve Boğazların
uluslararası güvenceler altında serbest ticarete açılması öngörülmekteydi. Bu maddenin I. Dünya
Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı siyasi çevrelerinde küçük bir umut ışığı olması gayet doğaldı.
Öte yandan I. Dünya Savaşı sonrasında kurulacak yeni düzeni tasarlamak üzere toplanan Paris
Barış Konferansı’nda yapılan görüşmeler sırasında henüz ABD’nin etkili bir aktör olamadığı ve
bu anlamda belirleyici gücün İngiltere olduğu net bir şekilde görülecekti. Wilson’ın 14. maddede
belirttiği uluslar birliği, Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) adı altında kurulacak ancak bu
cemiyet İngiltere’nin kontrolüne geçecektir. Bunun üzerine Wilson geri plânda kalacak ve
prensiplerini hayata geçirme imkânı kalmayacaktır.
Padişah V. Mehmed Reşad’ın yerine 4 Temmuz 1918 tarihinde VI. Mehmed Vahdettin geçmişti.
Vahdettin tahta çıktığında I. Dünya Savaşı İttifak Devletleri aleyhine neticelenmek üzereydi.
Nitekim yaklaşık üç ay içerisinde müttefiklerinin ardından Osmanlı Hükümeti İspanya aracılığı
ile Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a müracaat ederek mütareke teklifinde bulundu (6
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, 18 Ekim 1918 tarihinde Kutü’l Ammare’de esir alınan ve İstanbul’da
esir bulunan İngiliz General Charles Vere Ferrers Townshend aracılığıyla mütareke teklifini
İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Koramiral Arthur Gough Calthorpe’a iletti. İlgili mercilere
danıştıktan sonra bu teklife olumlu yanıt veren Calthorpe, Osmanlı Hükümeti’nin Limni adasının
Mondros Limanı’nda yapılacak mütareke görüşmelerine bir heyet göndermesini talep etti.
26 Ekim 1918 tarihinde Mondros Limanı’na ulaşan Osmanlı heyeti mütareke görüşmelerini İtilaf
Devletleri adına İngiliz Koramiral Calthorpe’un başında bulunduğu bir heyet ile birlikte yürüttü.
27 Ekim 1918 tarihinde görüşmelerin başlamasıyla birlikte Calthorpe, İtilaf Devletleri’nin
mütareke taleplerini içeren bir taslak metni Osmanlı heyetine iletti. Calthorpe, 29 Ekim 1918
tarihinde Osmanlı heyetine Mondros Mütarekesi’nin nihai metnini sunarak bu metnin
imzalanmasını ya da görüşmelere son verilmesini istedi. Bu dayatma karşısında Osmanlı
heyetinin mütarekeyi imzalamaktan ya da görüşmeleri keserek savaşın devam etmesine yol
açmaktan başka seçeneği kalmamıştı. Osmanlı heyeti birinci seçeneği tercih ederek 30 Ekim 1918
tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzaladı.
Madde 1 — Bahr-i Siyah’a mürur için Çanakkale ve Bahr-i Siyah Boğazlarının küşadı ve Bahr-i
Siyah’a mürurun temini Çanakkale ve Bahr-i Siyah istihkâmlarının müttefikler tarafından işgali.
(Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e serbestçe geçişin temini, Çanakkale ve
İstanbul istihkâmlarının İtilaf Devletleri tarafından işgali sağlanacak.)
Madde 3 — Karadeniz’de mevcut torpil mevkileri hakkındaki malumat-ı mevcude ita edilecektir.
(Karadeniz’deki torpiller hakkında bilgi verilecektir.)
Madde 4 — İtilaf hükumatına mensup üsera-yı harbiye ile Ermeni üsera ve mevkufini İstanbul’da
cemedilecek ve bilakaydü şart itilaf hükûmetlerine teslim olunacaktır. (İtilaf Devletlerinin bütün
esirleri ile Ermeni esirleri kayıtsız şartsız İstanbul’da teslim olunacaktır.)
Madde 5 — Hudutların muhafazası ve asayiş-i dâhilinin idamesi için lüzum görülecek Kuvayı
askeriyeden maadasının derhal terhisi {işbu kuvayı askeriyenin miktar ve vaziyetleri itilaf
hükümeti tarafından Devlet-i Aliye ile müzakere edildikten sonra takarrür ettirilecektir.}
(Hudutların korunması ve iç asayişin temini dışında, Osmanlı ordusu derhal terhis edilecektir.)
Madde 6 — Osmanlı kara sularında zabıta ve buna mümasil hususat için istihdam edilecek sefain-
i sagire müstesna olmak üzere Osmanlı sularında veya Devlet-i Aliyye tarafından işgal edilen
sularda bulunan káffe-i sefain-i harbiye teslim olunup gösterilecek Osmanlı liman veya
limanlarında mevkuf bulundurulacaktır. (Osmanlı harp gemileri gösterilerek teslim edilecek ve
Osmanlı limanlarında demirli bulundurulacaktır.)
Madde 8 — Elyevm Osmanlı işgali altında bulunan bilcümle liman ve demir mahallerinden İtiláf
sefaini tarafından istifade edilmesi ve itilafla hal-i harpte bulunanlara karşı mesdut
bulundurulması. Süfunu Osmaniyede ticaret ve ordunun terhisi hususlarında şerait-i
mümasileden istifade edeceklerdir. (Osmanlı demiryollarından İtilaf Devletleri istifade edecekler
ve Osmanlı ticaret gemileri bu devletlerin hizmetinde bulundurulacaktır.)
Madde 11 — İran’ın şimali garbi kısmındaki kuva-yi Osmaniyenin der-hal harpten evvelki hudut
gerisine celbi hususunda evvelce ita edilen emir icra edilecektir. Mavera-yi Kafkas’ın evvelce
Kuva-yi Osmaniye tarafından kısmen tahliyesi emredildiğinden kısmı mütebakisi müttefikler
tarafından vaziyet-i mahalliye tetkik edilerek talep olunursa tahliye edilecektir. (İran içlerinde ve
Kafkasya’da bulunan Osmanlı kuvvetleri işgal ettikleri yerlerden geri çekileceklerdir.)
Madde 12 — Hükümet muhaberatı müstesna olmak üzere telsiz ve telgraf ve kabloların İtiláf
memurları tarafından murakabesi. (Hükümet haberleşmesi dışında telsiz, telgraf ve kabloların
denetimi İtilaf Devletlerine geçecektir.)
Madde 14 — Memleketin ihtiyacı tatmin olunduktan sonra mütebaki kömür mahrukat ve bahri
levazımın Türkiye menabiinden mübayaası icin teshilát ibrazi {mevad-ı mezkurenin hiçbiri ihraç
olunmayacaktır}. (İtilaf Devletleri kömür, mazot ve yağ maddelerini Türkiye’den temin
edeceklerdir. Bu maddelerin hiçbiri ihraç olunmayacaktır.)
Madde 15 — Bilcümle hutut-i hadidiyeye itiláf murakabe zabitleri me-mur edilecektir. Bunlar
meyanında elyevm hükûmet-i Osmaniye’nin taht-ı murakabesinde bulunan Mavera-yı Kafkas
hutut-i hadidiyesi aksamı dâhildir, işbu Kafkas hutut-i serbest ve tam olarak itilaf memurlarının
tahtı idaresi-ne vazedilecektir. Ahalinin ihtiyacının tatmini nazari dikkate alınacaktır. İşbu
maddede Batum’un işgali dâhildir. Hükümet-i Osmaniye Bakü’nün işgaline muteriz
bulunmayacaktır. (Bütün demiryolları, İtilaf Devletlerinin zabıtası tarafından kontrol altına
alınacaktır. Kafkas sınırı İtilaf memurları tarafından idare edilecek ve Bakü’nün işgaline Osmanlı
karşı çıkmayacaktır.)
Madde 16 — Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’da bulunan muhafız kıtaat en yakın
itilaf kumandanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki kuvvetlerin intizamı muhafaza için
muktezi miktarından maadası beşinci maddedeki şeraite tevfikan tekarrür ettirilecek veçhile geri
çekilecektir. (Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletlerinin
kumandanlarına teslim olunacaktır.)
Madde 18 — Mısrata da dâhil olduğu halde Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanların en yakın
İtilaf muhafaza kıtaatına teslimi. (Trablus ve Bingazi’de Osmanlı işgali altında bulunan limanlar
İtalyanlara teslim olunacaktır.)
Madde 19 — Alman, Avusturya bahri, berri ve sivil memurin ve tebaası-nın bir ay zarfında ve
uzak mahallerde bulunanların bir aydan sonra mümkün olan en kısa zamanda Memalik-i
Osmaniye’yi terk etmeleri. (Asker ve sivil Alman ve Avusturya uyruğu, bir ay zarfında Osmanlı
topraklarını terk edeceklerdir.)
Madde 20 — Beşinci madde mucibince terhis edilecek kuva-yı Osmaniye’ye ait teçhizat, esliha,
cephane ve vesait-i nakliyenin tarz-i isti-maline dair ita edilecek talimata riayet olunacaktır.
(Gerek askeri teçhizatın teslimine gerek Osmanlı ordusunun terhisine ve gerekse nakil
vasıtalarının İtilaf Devlerine teslimine dair verilecek herhangi bir emir derhal yerine getirilecektir.)
Madde 21 — Muteliflerin menafiini siyanet için iaşe nezareti nezdinde itilaf mümessilleri merbut
bulunacak ve kendilerine bu babda lüzum görülecek káffe-i malumat ita edilecektir. (İtilaf
Devletleri adına bir üye, iaşe nezaretinde çalışarak, bu devletlerin ihtiyaçlarını temin edecek ve
isteyeceği her bilgi kendisine verilecektir.)
Madde 22 — Osmanlı üsera-yi harbiyesi itilaf devletleri nezdinde muhafaza edilecektir. Sivil
üsera-yi harbiye ile esna-yi askeriye haricinde olanların tahliyesi nazar-i dikkate alınacaktır.
(Osmanlı harp esirleri, İtilaf Devletleri nezdinde saklı kalacaktır.)
Madde 24 — Viláyat-i sitte ’de iğtişas, zuhurunda mezkûr vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali
hakkını İtilaf Devletleri muhafaza ederler. (Altı Vilayet adı verilen Erzurum, Bitlis, Van, Elazığ,
Diyarbakır ve Sivas illerinde bir kargaşa olursa, İtilaf Devletleri bu vilayetlerden herhangi birini
işgal edebilecek.)
Mondros Mütarekesi gereği mütarekenin yürürlüğe gireceği 31 Ekim 1918 günü öğleden sonra
tarafların savaşı kesinlikle durdurmaları ve mütarekede belirtilen hükümleri uygulamaları
gerekiyordu. Ancak İtilaf kuvvetleri ilk etapta içerisinde “işgal”, “teslim”, “denetim” ya da
“kontrol” ibarelerinin geçtiği mütareke hükümlerini gerekçe göstererek haksız bir şekilde
İskenderun, Musul ve İstanbul gibi stratejik öneme sahip Osmanlı topraklarını işgal altına almak
isteyecekler; bu aşamada hanedan ve üst düzey devlet ricalinin galiplere ve özellikle İngilizlere
karşı yaklaşımlarında derin fikir ayrılıkları ortaya çıkacaktı.
Irak Cephesi’nde ise İngiliz kuvvetleri, Kerkük’ü işgal etmiş ve Ali İhsan (Sabis) Paşa’nın başında
bulunduğu Osmanlı kuvvetleri ancak Musul’un yaklaşık 120 kilometre güneyinde yeni bir
savunma hattı kurabilmişti. Mütareke’nin yürürlüğe girmesinin üzerinden henüz 24 saat dahi
geçmeden İngiliz Irak Cephesi Komutanı General William Marshall, Osmanlı kuvvetlerinin
Musul’un tahliye ederek kendilerine teslimini talep etti. Oysa ne mütarekede böyle bir hüküm
bulunuyordu ne de mütareke sonrasında Musul’u işgali gerektirebilecek herhangi bir durum
ortaya çıkmıştı. İngilizlerin bu tavrı karşısında şaşıran Ali İhsan Paşa bir yandan bölgede bulunan
İngiliz komutana mütarekeye göre işgali gerektirecek bir sebep olmadığını bildirmiş diğer
yandan da İstanbul’dan sergilenecek tavır konusunda talimat istemişti. Ali İhsan Paşa’ya verdiği
cevabında General Marshall, genel olarak mütareke hükümlerini uygulamak ve Irak’taki Türk
birliklerini teslim almak amacıyla Musul’a girmek istediklerini bildirmiş, ayrıca mütarekenin 7.
maddesine göre gerekli görecekleri herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olduklarını
vurgulamıştı. Oysa Ali İhsan Paşa bu gerekçelerin mütarekede bulunmadığını ve söz konusu 7.
maddenin yürürlüğe girmesi için hiçbir sebep oluşmadığını gayet iyi biliyor, işgale engel olmaya
çalışıyordu. Hükümetin cevabı gecikince iki ordu arasındaki hatlar birkaç metreye kadar indi ve
taraflar arasında yeniden çatışma ihtimali belirdi. Bu arada Ali İhsan Paşa, İstanbul’dan ilginç bir
Mondros Mütarekesi’nin ilk iki maddesi Boğazların, mayın ve torpillerden temizlenerek serbest
geçişe açılmasını ve Boğazlardaki istihkâmların İtilaf kuvvetleri tarafından işgalini öngörüyordu.
Mütareke ertesinde Çanakkale Boğazı çevresinde bekleyen İtilaf donanması bu hükümlerin
derhal yürürlüğe geçirilmesi amacıyla harekete geçmişti.
İtilâf Devletlerinin ilk uygulamaları mütareke sonrasında İstanbul’a hâkim olan iyimser havanın
kısa süre içerisinde yok olmasına neden oldu. Savaşın bitmesi ile oluşan beklentiler yerini
belirsizliğe ve endişeye bırakmıştı. Mütareke görüşmeleri sırasında sonradan İngiltere’nin ilk
İstanbul Yüksek Komiseri olan Calthorpe, Rauf Bey’e mütareke şartlarına uyacaklarına ve
İstanbul’u işgal etmeyeceklerine dair sözlü teminatta bulunmuştu. Fakat yazılı hükümlerin dahi
sıradan gerekçelerle uygulanmadığı devletlerarası münasebetlerde sözlü bir teminata
güvenilemeyeceği biliniyordu.
Musul, İskenderun ve İstanbul’un işgal tehlikesi ile karşı karşıya olduğu sıralarda İngilizlerle iyi
geçinmek niyetinde olan Padişah Vahdettin, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nde yer alan ve İttihatçı
oldukları bilinen Fethi, Rauf ve Cavit Bey gibi nazırların kabineden çıkarılmalarını talep etti.
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın bu talebi geri çevirmesi üzerine Padişah, başka bir Sadrazam
atayarak yeni bir hükûmet kurmaya karar verdi. Padişah’ın isteği üzerine 8 Kasım 1918 tarihinde
Ahmet İzzet Paşa istifa etti ve 11 Kasım 1918 tarihinde İngilizlerin daha sempati ile baktığı Tevfik
Paşa Hükümeti kurdu.
Bu arada 1 Kasım 1918 tarihinde önde gelen İttihatçılardan Talat, Cemal ve Enver Paşaların
İstanbul’dan ayrılmaları ile daha da zayıflayan İttihatçı harekete muhalif olan şahsiyetler ortaya
çıkarak geçmişten intikam alma ve hesap sorma arayışına girmişler, ülke siyasi bir bunalımın
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nin istifası ve Tevfik Paşa Hükümeti’nin kurulması sırasında İtilaf
donanmasına bağlı kuvvetler, Çanakkale Boğazı’ndaki istihkâmları işgal ederek İstanbul doğru
ilerlediler. 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul önlerine gelen İtilaf donanmasına bağlı kuvvetler
karaya çıkmak ve İstanbul’da stratejik noktalara yerleşmek suretiyle başkenti fiilen işgal altına
aldılar. Bundan sonra Trakya üzerinden kara yolu ve Çanakkale Boğazı’ndan deniz yoluyla
takviye edilen İtilaf kuvvetleri İstanbul’daki hâkimiyetlerini pekiştirdiler. Böylece İstanbul dâhil
olmak üzere Boğazlar bölgesi tamamen İtilaf Devleti’nin denetimine girdi.
İtilaf Devletleri işgal konusunda hemfikir olmakla birlikte İstanbul’u yönetme noktasında faklı
emel ve düşüncelere sahiptiler. İşgalin baş aktörü İngiltere, müttefiklerine haber vermeden
İstanbul’da Osmanlı Devleti ile tek taraflı siyasi ve diplomatik ilişki kurabilecek yüksek
komiserlik teşkilatı kurdu. İngiliz Yüksek Komiseri’nin İstanbul’da görev yapacak İtilaf askeri
temsilcileri ile koordinasyon içerisinde çalışabilmeleri için gerekli düzenlemeler yapıldı. Kısa bir
gecikmeden sonra Fransız ve İtalyanlar da İngilizlere benzer bir teşkilat kurdular. Bu aşamada
İtalya geri planda kalmayı tercih ederken İngiltere ve Fransa arasında ciddi bir rekabet yaşandı.
İşgalin ilk günlerinde İstanbul’da bulunan İtilaf temsilcileri arasındaki koordinasyonsuzluk, işgal
uygulamalarında farklılıklara neden oldu. Fakat bu sorun, İtilaf Yüksek Komiserlerinin
uzlaşmasıyla aşıldı. 28 Kasım 1918 tarihinden itibaren başta yüksek komiserler olmak üzere
İstanbul’da bulunan İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcileri haftalık toplantılar yaparak Osmanlı
Hükümeti’nin yetki sahasına giren meselelerle ilgili kararlar aldılar. Böylece İstanbul işgal
yönetiminin temelleri atıldı. İşgal yönetimine İngiltere, Fransa ve İtalya dışındaki İtilaf Devletleri
dâhil edilmedi. Özellikle Amerika ve Yunanistan’ın bu yöndeki çabaları başarısızlıkla sonuçlandı.
İtilaf Yüksek Komiserleri arasında yapılan toplantılarda İstanbul işgal yönetimi ile ilgili kararlar
alındı. Başlangıçta İtilaf temsilcileri aldıkları kararları Osmanlı Hükümeti ve makamları
aracılığıyla uygulamaya çalıştılar. Ancak bazı kararların uygulanması esnasında aksama,
gecikme, engelleme ya da direniş hareketleri görülüyor, süreçte tıkanmalar yaşanıyordu. Gerçi
Osmanlı Hükümeti, mütarekenin uygulanması esnasında yaşanan sorunları aşabilmek
maksadıyla Muhtelit Mütareke Komisyonu’nu kurmuştu. Ama mütarekeye aykırı talep ve
eylemlerde bulunan İtilaf Devletleri, Muhtelit Mütareke Komisyonu’nu devre dışı bıraktılar.
Mondros Mütarekesi’ne aykırı işgaller ve eylemler karşısında ilk Osmanlı Hükûmetleri genel
olarak İtilaf Devletleri’ne notalar vererek siyasi yollardan çözüm arayışına girecekler ancak bu
arayışlar herhangi bir netice vermeyecektir. Bu arada özellikle siyasetçiler, basın mensupları ve
1-
12 (2010): 367-400
YAYINCILIK.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
TURAN, Ş. (1991). TÜRK DEVRİM TARİHİ (VOL. 28, NO. 28). BİLGİ YAYNEVİ.
HAVZA GENELGESİ
AMASYA GENELGESİ
3. KONGRELER
4. AMASYA PROTOKOLLERİ
MİLLİ MÜCADELE
KONGRELER
GENELGELER
MİSAK-I MİLLİ
MEBUSAN MECLİSİ
Ancak Mustafa Kemal Paşa, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi ve sürekli milleti istiklal yolunda
motive etti. 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri’nin savaş gemileriyle İstanbul sularına demir
attıkları gün Mustafa Kemal, “geldikleri gibi giderler” tarihî ifadesi ile Türklerin muhakkak
istiklalini koruyacağı ve zafere ulaşacakları müjdesini vermişti. 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa
(Sabis), mütareke hükümlerini uygulamaktan kaçınmış ve durumu protesto etmiş idi. 9. Ordu
Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın da mütarekeye muhalif millî teşkilatlanma faaliyetleri, İngilizleri
rahatsız etmiş ve hükûmet tarafından İstanbul’a çağırılmak durumunda kalmıştı. Bunun gibi,
Fevzi Paşa, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa, İsmet Paşa gibi şahsiyetlerin, Mustafa Kemal
Paşa ile birlikte Şişli’deki bugün müze olan evde toplantılar yaparak Mondros Mütarekesi sonrası
Türk milletinin içine düştüğü durum karşısında millî kurtuluş çareleri aradıklarını biliyoruz.
Askerî ve siyasi alanda bu tür gelişmeler olurken Türk halkı da Mondros ve sonrasında başlayan
işgaller karşısında oldukça tedirgin ve muhakkak bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu.
Özellikle İzmir’in işgali, gaflette olan bazı insanları da uyarmaya yetmişti. Bir taraftan millî
teşkilatlanmalarla vatan savunmasına hazırlanılırken bir taraftan da miting ve protestolar ile
kamuoyu oluşturulmaya ve Türk milletinin haksızlığa uğratıldığı anlatılmaya çalışılıyordu.
29 Kasım 1918’de İstanbul’da, Abdurrahman Şeref Bey, Halide Edip Adıvar ve Cami Baykurt gibi
dönemin önde gelen isimleri tarafından düzenlenişi bakımından ayrı bir özellik taşıyan ve yeni
bir teşkilât kurmaktan çok mevcut çeşitli kuruluşları bir araya toplayıp iş birliği amacı güden Millî
Kongre Cemiyeti kuruldu. Türk Ocağı, Kızılay ve Muallimler Cemiyeti başta olmak üzere 70
kadar cemiyetten ikişer temsilcinin katılımıyla partiler üstü bir teşkilat olarak kurulan Millî
Kongre Cemiyeti, Millî Mücadele’ye fikren hizmet ettiyse de aktif bir harekete dönüşemedi.
Mebusan Meclisi’nin kapatılmasından sonra bazı üyeleri Anadolu’ya geçerek TBMM’ye katıldılar
ve mücadeleye devam ettiler.
Diğer taraftan İstanbul ve İzmir başta olmak üzere çoğu Müdafaa-i Hukuk adını alan cemiyetler
kuruldu. Bunların birincisi, 2 Aralık 1918 tarihinde merkezi Edirne olmak üzere Trakya
bölgesinde vatansever Türkler tarafından kurulan Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i Osmaniye
Cemiyeti idi. Bu cemiyetin amacı, Trakya’da yaşayan Türkleri örgütleyerek işgallere karşı
koymaktı. Ayrıca, Trakya’yı Osmanlı Devleti’nden koparmaya yönelik her türlü girişimi
engellemek, hatta Trakya’da bağımsız bir devlet kurmak düşüncesinde olan cemiyet daha sonra
Sivas Kongresi kararlarına uyularak Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını aldı. Trakya
bölgesini esas alan kongreler düzenleyen cemiyet “Yeni Edirne” ile “Ahali” gazetelerini çıkardı.
Hatta son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapatılmasından sonra da Anadolu’da yapılan seçimlere
katılarak Ankara’da kurulan TBMM’ye milletvekili gönderdi.
İstanbul’da kurulan bir başka cemiyet de Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti
idi. 4 Aralık 1918’de kurulan cemiyetin amacı, Ermeni tehlikesine karşı Doğu vilayetlerinin
haklarını korumaktı. Bu amaçla cemiyet, Erzurum ve bazı doğu illerinde şubeler açtı. Bu arada
cemiyet tarafından yayınlanan bir bildiride, vatan topraklarından kesinlikle göç etmemekten, her
ne şekilde olursa olsun bu topraklar bir Ermeni saldırısına uğrarsa bunu şiddetle karşılamaktan
söz edilmekteydi. Daha da önemlisi söz konusu cemiyet, Erzurum kongresinin toplanmasında
merkezi bir rol oynadı.
21 Aralık 1918’de İstanbul’da kurulan Kilikyalılar Cemiyeti Adana ve çevresinde Fransızlara karşı
bölge halkının haklarını korumayı amaçladı.
10 Şubat 1919’da Trabzon’da kurulan Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin amacı,
Karadeniz bölgesinde Rumların bir Pontus Rum devleti kurma düşüncelerini engellemekti. Bu
cemiyetin en büyük başarısı, İstanbul merkezli Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin
Erzurum Şubesi ile Erzurum’da ortak bir kongre yapmış olmasıydı. Bilindiği gibi bu kongre,
bölgesel nitelikli de olsa, Millî Mücadele Hareketi’nin kurumsal anlamda ilk adımıydı.
Görüldüğü gibi bu cemiyetler, bölgesel nitelikli de olsa işgallere karşı önemli direniş örgütleriydi.
Başlangıçta bölgesel faaliyetlerde bulunan bu cemiyetlerin çoğu, Sivas Kongresi’nden sonra
ulusal örgütlenmenin içinde yer aldılar. Bu da işgaller karşısında Millî Mücadele Hareketi’nin
daha da güçlenmesini sağladı.
Mütareke sonrasında Türk milleti istiklalini koruma ve var olma mücadelesine girdiğinde, bazı
azınlıklar da o zamana kadar ekmeğini yediği suyunu içtiği, kimliğini muhafaza edegeldiği
vatandaşı bulunduğu devleti aleyhine tavır almaktan ve işgalcilerle iş birliği içine girmekten
kendilerini alıkoyamadılar. Hatta bu konuda teşkilatlanmaya bile gittiler. Rumlar, Patrikhanenin
başını çektiği Etnik- i Eterya ve Mavri Mira örgütleri ile Doğu Trakya, Batı Anadolu ve İstanbul’u
Yunanistan’la birleştirmek istiyor, öte yandan Karadeniz bölgesinde bir Rum Pontus Devleti
kurmayı amaçlayan Pontus adlı örgütle silahlı propaganda yapıp terör estiriyorlardı. Tabii ki esas
hedef Megali İdea’yı gerçekleştirmeye yönelik idi. Millet- i sadıka olarak bilinen Ermeniler de
bulanık suda balık avlamak misali, emperyalistlerin maşası olarak Doğu Anadolu ve Çukurova
İstanbul’da kaldığı sürece Mustafa Kemal Paşa boş durmadı. Memleketin durumu için birkaç kez
Sultan Vahdeddin ile görüştü. Bu görüşmelerdeki amacı, Harbiye Nazırı olmak ve Sultanı da
alarak Anadolu’ya geçerek işgallere karşı mücadele etmekti. Ayrıca, Ahmet Tevfik Paşa
Hükümeti’nin güvenoyu almaması için siyasi kulis faaliyetlerinde bulunmuşsa da başarılı
olamamıştı. 21 Aralık 1918’de Mebusan Meclisi’nin kapatılması üzerine Mustafa Kemal Paşa,
İstanbul’da kalınarak işgallerin sona erdirilmesinin mümkün olmadığını anladı. Bu amaçla
Mustafa Kemal Paşa, ordu komutanı olan Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali Fuad Cebesoy ve
Cafer Tayyar Paşa gibi arkadaşlarıyla toplandı. Ali Fuat Paşa’nın Millî Mücadele Hatıralarında
yazdığına göre, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları İstanbul’da önemli işler başarmaya imkân
olmadığı, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’da duruma her gün biraz daha hâkim oldukları, millî
direnişi İstanbul’dan değil, Anadolu’dan idare etmenin zorunlu olduğu düşüncesinde birleştiler.
Sonunda, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, ordu komutanları olarak bir an önce Anadolu’ya
geçme ve ordu elindeki silah ve cephanenin düşmana teslim edilmemesi yönünde karar aldılar.
Bunun üzerine, Ali Fuat Cebesoy, Ankara’daki 20. Kolordu Komutanlığına, Cafer Tayyar Paşa,
Edirne’deki I. Ordu Komutanlığına, Kazım Karabekir ise önce Tekirdağ’daki 14. Kolordu
Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinden dört gün sonra, 19 Mayıs
1919’da Samsun’a çıktı. İlk iş olarak emrindeki vilayetler ile askerî yetkililerden bölgelerindeki
durum hakkında raporlar istedi. Kendisi de Samsun ve çevresindeki karışıklıkların sebeplerini 21
Mayıs 1919’da Harbiye Nezareti’ne bir rapor hâlinde bildirdi. Bu raporda özetle şu görüşlere yer
verilmiştir:
“Seferberliğin başlangıcında liva dahilinde, özellikle asker kaçaklarından ve Müslüman, Rum, Ermeni gibi
unsurlardan ayrı ayrı oluşan birtakım çeteler, adi hırsızlıkla ara sıra da öldürmelerle meşgul olmuşlar, Rum
ve Ermeni sürgünü esnasında bu unsurlardan ortaya çıkan bazı çeteler ise, siyasi bir hüviyet kazanmıştır.
Rusların istilası başlayınca, memleket içinde karışıklık meydana getirmek için bunlar, Ruslar tarafından da
teşvik ve denizden desteklenmişlerdir.
Bugün liva dahilinde Ünye çevresinde bir iki Ermeni çetesinden başka Ermeni çeteleri yok denecek kadar az
ve faaliyetleri hissedilmeyecek derecede etkisizdir.
Ateşkesten sonra bütün Rumlar, Yunanlılık milli emelleri ile her tarafta şımardıkları gibi, bu bölgede de
Pontus hükümetinin kurulması gibi bir safsata etrafında toplanmış ve bütün Rum çeteleri düzenli bir
program altında tamamen siyasi bir hüviyet kazanmışlardır.
Liva dahilinde ezici bir çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar da ürkek bir vaziyette, mal ve geleceklerinin
hukukundan, kötü olaylar karşısında kırılmaktan endişe duyuyorlar. Buraya geldiğimi haber alan köylüler,
bizzat gözyaşları içinde başvurarak durumlarını arzetmekte ve bunlardan bazıları kendilerine saldıran
Rum eşkıya reislerinin isimlerini söylemekten kaçınmaktadırlar. Bu durumun gerektirdiği bütün tedbirlere
başvurulmuştur.”
Hemen belirtelim ki Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı günlerde Batı Anadolu’daki Yunan
işgali genişlemekteydi. Ayrıca İtalyanlar Konya, Antalya, Akşehir, Fethiye, Burdur bölgelerine
asker çıkarmış, Fransızlar da Adana ve çevresine yerleşmişlerdi. Bu gelişmeler yaşanırken
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’da daha fazla kalmasının anlamsızlığını gördü ve 25 Mayıs’ta
Havza’ya geldi.
25 Mayıs sabahı maiyetiyle birlikte Samsun’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa aynı günün
akşamı Havza’ya varmıştı. Paşa ve maiyetinin -Miralay İbrahim Tali Bey, Kaymakam Arif Bey,
Binbaşı Hüsrev Bey, Doktor Refik Saydam, Yüzbaşı Cevat Abbas, İstihbarat Müdürü Süreyya
Bey- askeri bir kıta ile birlikte Havza’nın münevver ve ileri gelenlerince karşılamasının ardından,
kendisi için Ali Baba’nın Mesudiye Oteli, maiyetindekiler için Ali Osman Zadelerin konağı
hazırlanmıştır. Ertesi gün Havzalılardan mürekkep bir heyet Paşa’yı ziyaret etmişti. Görüşmede
Mustafa Kemal Paşa, ziyaretçileri üstünde Türkiye haritası bulunan bir masa etrafına toplayarak,
haritada düşman işgal sahalarını göstermiştir. Mustafa Kemal Paşa muhataplarına “bizi öldürmek
değil, canlı canlı mezara gömmek istiyorlar. Şimdi uçurumun kenarındayız. Hiçbir zaman ümitsiz
olmayacağız. Hep beraber çalışacağız ve memleketi kurtaracağız. Zaten başka türlü hareket imkânı yoktur”
şeklinde umut vermiştir.
Havza, Rum çetelerinin en yoğun faaliyetlerde bulunduğu ve Müslüman halka saldırdığı bir
yerdi. Halk da bu saldırılardan tedirgindi. Diğer taraftan ise Yunanlılar da Batı Anadolu’da
işgallerini genişletmekteydiler. O günlerde Havza’ya gelmiş olan Mustafa Kemal Paşa, şehrin ileri
gelenlerini toplayarak bu gelişmelere karşı direniş kararı alınmasını sağladı. Bu amaçla, Müdafaa-
i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve şehirde halkın katılımı ile bir miting düzenlendi.
Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’da bulunduğu sırada yaptığı en önemli iş, 28 Mayıs 1919’da bütün
valilere ve bağımsız mutasarrıflıklara, 15. 13. ve 20. Kolordu Komutanlıklarına ve Konya’daki 2.
Ordu Müfettişliğine hitaben bir genelge yayınlamak oldu. Bu genelgede, İzmir’in arkasından
diğer Anadolu vilayetlerinin de işgale uğrayabileceği ve buna karşı protesto mitingleri yapılması;
yabancı ülke temsilcileri ile İstanbul Hükümeti gibi gerekli yerlere telgraflar çekilmesi istendi.
Bu tamimden sonra bir taraftan mitingler yapılırken, diğer taraftan da İtilaf Devletleri'nin
İstanbul'daki temsilcilerine protesto telgrafları çekilmeye başlanmıştır. Bu durum üzerine
Harbiye Nezareti, ülkedeki bu faaliyetlerin mahiyetinin ne olduğu konusunda Mustafa Kemal
Paşa'dan aydınlatıcı bilgi istenmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti'ne verdiği cevapta;
İstanbul'a çekilmiş olan bütün telgrafların, milletin işgaller karşısındaki memnuniyetsizliğinin bir
sonucu olduğunu, bu duygunun ülkenin her köşesine yayıldığını, yani umumi olduğunu, devlet
memurları ile ordunun şimdilik tarafsız kaldığını belirtmiştir.
Bu cevapla, Anadolu'daki hareketin şahsi değil, bütün milletin isteyerek iştirak ettiği bir hareket
olduğu belirtilmektedir. Aynı zamanda, cevaptaki şimdilik ibaresi de dikkat çekicidir. Ordu ve
Bu durumdan oldukça rahatsız olan İngilizler, Osmanlı Hükümeti’ne baskı yaparak Mustafa
Kemal Paşa’nın İstanbul’a geri çağrılmasını istediler. İlk önce hükümetin isteğiyle İstanbul’a
çağrılmak istenen Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti’ndeki vatanseverlerden işin aslını
öğrendi. Sonunda Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin baskısı üzerine 8 Haziran’da İstanbul’a
resmen geri çağrıldı. Fakat bu talep, o günlerde Mustafa Kemal Paşa tarafından reddedildi. 12
Haziran’a kadar Havza’da kalan Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Amasya’ya geçti.
Amasya’ya gelen Mustafa Kemal Paşa, ülke çapında merkezi bir direniş örgütlenmesi yönündeki
çalışmalarına ara vermeden devam etti. Mustafa Kemal Paşa, evvel emirde bir genel kongre
toplanması taraftarıydı. Bu amaçla, en yakın arkadaşları olan Rauf Bey (Orbay) Ali Fuat Paşa
(Cebesoy), Refet Bey (Bele), Konya’da bulunan 2. Ordu Müfettişi (Mersinli) Cemal Paşa ve
Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile temas kurdu. Yapılan
görüşmeler sonunda ortaklaşa birtakım kararlar aldılar. Genellikle, “Amasya Tamimi / Genelgesi
olarak bilinen bu “Amasya Kararları”, 21-22 Haziran 1919’da tüm askerî ve idari makamlara
bildirildi. Amasya Genelgesi’nin hükümleri şunlardı:
Sonuç olarak, genelge ile Türk milletine egemenliği ve bağımsızlığı yolunda bir çağrıda
bulunulup, kendi kaderini kendisinin tayin etmesi istenmiş ve milli mücadelenin esasları yazılı
bir metin haline getirilmiştir. Yayınlanan kararların duyulması halk arasında memnuniyetlik
yaratmıştır. Milletten söz edilmesi ve Türk milliyetçiliğini gündeme getirmesi halk üzerinde iyi
ve güven verici etki oluşturmuştur.
Tabii ki bu genelge İstanbul Hükümeti’ni, oldukça rahatsız etmişti. Mustafa Kemal Paşa
yetkilerini aştığı düşüncesi ile İstanbul’a geri çağırıldı. Mustafa Kemal ve kadrosu bu sırada
toplanacak Kongre için Erzurum’a gelmiş bulunuyorlardı. 7-8 Temmuz gecesi Saray tarafından
makine başında resmî görevinden azledilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa askerlikten de
istifasını bildirdi. Mustafa Kemal Paşa aslında üzgündü. Çünkü başlamış olduğu mücadele yarıda
kalabilir miydi? Acaba komutanlar ve arkadaşları kendisinden ayrılabilirler mi idi? Nitekim
karargâhının Kurmay başkanı Kâzım (Dirik) Bey, koltuğu altındaki dosya ile odaya girerek
“Paşam, askerlikten istifa ettiğinize göre, bundan sonra benim göreve devam etme imkânım kalmadı evrakı
kime teslim etmemi emir buyurursunuz” diyerek ilk örneğini vermişti. Ama bu örnek iki olmadı.
Aksine, arkadaşları ona bağlılıklarını ortaya koydular. 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir
Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı ziyarete geldi. Hazır ol durumunda selam verdikten sonra
“Kolordum ve ben emrinizdeyim Paşam” diyerek yüksek bir karakter örneği sergiledi.
Mustafa Kemal Paşa, üniformasından ve resmî görevinden ayrılmış milletin bir ferdi olarak
mücadeleye devam edecekti. Bu sırada Erzurum Kongresi’nin hazırlıkları devam ediyordu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf Devletleri işgallerine karşı Anadolu ve Trakya’da birçok
kongreler yapılmış ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti benzeri direniş örgütleri kurmuşlardı. Ayrıca
bu örgütlerin bir kısmı, Doğu Anadolu ve Elviye-i Selase bölgelerinde olduğu gibi “kongre
hükümeti” şeklinde örgütlenmiş ve bir kısmı da sadece bölgesel direniş örgütleri hâlinde
kalmıştır. Anayasa hukukçusu Bülent Tanör’ün tespitlerine göre, Millî Mücadele döneminde
yirmi sekiz (28) kongre yapılmış olup bunun on üç (13) tanesi Sivas Kongresi öncesine
rastlamaktadır. Bir başka deyimle, Millî Mücadele Hareketi, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri
benzeri örgütler ve onların yaptıkları kongreler üzerinde gerçekleşmiştir.
Bu kongre, merkezi İstanbul’da olan Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum
Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin 30 Mayıs 1919’da ortaklaşa aldıkları
karar üzerine toplanmıştır. Esas itibariyle Orta ve Doğu Karadeniz’deki Pontus ve Ermeniler ile
Doğu vilayetlerindeki Ermeni tehlikelerine karşı yapılmıştır. İlk önce 10 Temmuz’da yapılması
planlanan bu kongre, o tarihlerde delegelerin gelemeyeceğinin anlaşılması üzerine daha sonra 23
Temmuz’a ertelendi. Bu arada, Kazım Karabekir’in daveti üzerine Erzurum’a gelen Mustafa
Kemal Paşa da bu kongreye katıldı ve kongre başkanı seçildi. 7 Temmuz’a kadar süren kongrenin
sonunda alınan kararlar bir beyanname hâlinde yayınlandı.
1. Trabzon Vilayeti ve Canik (Samsun) Sancağı ile Doğu Vilayetleri adını taşıyan Erzurum,
Sivas, Diyarbekir, Elaziz, Van, Bitlis Vilayetleri ve bu çevrenin içindeki bağımsız livalar,
hiçbir sebep ve bahane ile birbirinden ve Osmanlı toplumundan ayrılmak imkânı
tasarlanamayan bir bütündür.
Bu bölgeler halkı, kıvanç ve tasada tam bir beraberliği kabul eder ve mukadderatı hakkında
aynı ülküyü amaç olarak alır. Bu çevrede yaşayan bütün İslam toplumları, yürekleri
birbirine karşı fedakârlık duygularıyla dolu, muhit ve soy özelliklerine saygılı, öz
kardeştirler.
Alınan bu kongre kararlarını yürütmek üzere, başkanlığına Mustafa Kemal’in getirildiği 9 kişilik
bir Temsil Heyeti oluşturuldu. Mahalli amaçlı tertiplendiği halde bu kongrede ülkenin tamamını
ilgilendiren temel kararlar alınmıştır. Bu sebeple Erzurum Kongresi toplanış amacı mahalli, aldığı
kararlar yönüyle milli bir kongre niteliğindedir. Milli Heyet tarafından bundan sonra
gerçekleştirilecek bütün girişimlerin (Sivas Kongresi’nin ve hatta Büyük Millet Meclisi'nin
yürüttüğü çalışmaların) temelini oluşturmuştur.
Erzurum Kongresinden sonra İstanbul hükümeti tarafından yeniden gündeme getirilen Mustafa
Kemal'in tutuklanması girişimi, yine hedefine ulaşamadan sonuçsuz kaldı. Zira bu işle yeniden
görevlendirilen Kazım Karabekir Paşa, hükümetin 30 Temmuz tarihli telgrafına 1 Ağustos’ta
gönderdiği cevabi telgrafında böyle bir uygulamanın doğru olmayacağını, dolayısıyla emri yerine
getiremeyeceğini bildirmiştir.
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra, bütün Ege Bölgesi'nde yayılma istidadı gösteren
Yunan işgal hareketine karşı Batı Anadolu Bölgemizin hamiyetperver insanları, hükümetin
olaylar karşısında tepkisiz kalması üzerine birtakım teşebbüslerde bulundular.
Bunlardan ilk girişim. Hacım Muhittin Bey’in bölgeye gelip, ön çalışmaları tamamlamasından
sonra, 26 Temmuz 1919 ’da Balıkesir’de “Hareket-i Milliye Kongresi’nin toplanmasıdır. Erzurum
Kongresi’nden üç gün sonra açılan ve 30 Temmuz'a kadar devam eden Kongreye Balıkesir.
Bandırma, Burhaniye, Edremit, Gönen, Balya, Soma, Sındırgı, Akhisar, Kırkağaç kazalarının ve
yöredeki bazı nahiyelerin temsilcileri katılmıştır. Başkanlığını Hacım Muhillin Bey’in yaptığı bu
kongrede de yerel kuruluşların hareketlerini birleştirmek için altı kişilik bir Heyet-i Merkeziye
Alaşehir’de de Hacım Muhittin Bey’in öncülüğünde 16 Ağustos 1919 ’da Milli bir kongre tertip
edildi. Muhittin Bey, bu kongre aracılığı ile Doğu Anadolu’da kurulan Milli Teşkilâtla
bütünleşmeye çalıştı. Erzurum’da bulunan Kâzım Karabekir Paşa bu kongreden memnuniyetini,
Ali Fuad Paşa’ya gönderdiği 24 Ağustos tarihli telgrafında belirtmiştir.
20 Ağustos’ta kongrece yayınlanan beyannamede Yunan zulmüne karşı mücadeleye devam etme
hususu vurgulandıktan sonra; kongrenin milli bir çalışma olduğu, tertipçilerinin saltanat
makamına bağlı olduğu, particilik ve siyasetle ilişkilerinin olmadığı, tek amaçlarının karşı karşıya
kalınan durumdan bölgelerini ve ülkeyi kurtarabilmek olduğu açıklanmıştır.
Erzurum Kongresi’nden sonra Mustafa Kemal Paşa bir müddet daha Erzurum’da kalmıştır.
Ardından 9 arkadaşı ile birlikte Erzurum Kongresi kararlarını uygulamak ve daha geniş bir
kongre yapmak üzere 29 Ağustos 1919’da Erzurum’dan Sivas’a hareket etmiştir. 2 Eylül 1919’da
Sivas’a varan Mustafa Kemal Paşa, Vali Reşit Paşa, Kolordu Kumandanı Selahattin Bey ile asker,
öğrenci, sivil halk tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Ardından Mustafa Kemal Paşa ile
arkadaşları kongre binası olarak kullanılacak Mekteb-i Sultanî’ye geçmişlerdir.
İstanbul Hükümeti, Sivas’ta ulusal bir kongre yapılmasını engellemeye çalışmışsa da bunu
başaramadı. 4 Eylül’de başlayan Sivas Kongresi’ne 38 delege katıldı. Kongre sonunda Anadolu
ve Rumeli’deki bütün cemiyetler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla tek çatı
altında toplandı.
Kongre’de en çok tartışılan konulardan birisi de “manda meselesi” olup her türlü mandanın kabul
edilemeyeceği her fırsatta dile getirildi. Ancak, kongre delegeleri arasında özellikle Amerikan
mandası taraftarları oldukça güçlüydü. Biraz da bu taraftarları teskin etmek için Kongre, manda
konusunda “emperyalist emel beslemeyen herhangi bir devletin mali ve ekonomik yardımını
talep etme kararı” aldı. Hiç şüphesiz bu devlet, Amerika Birleşik Devletleri idi. Bunun dışında bir
manda talebi kesinlikle reddedildi.
Bu Kongre’de Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar olduğu gibi kabul edilerek genelleştirilmiş
oldu. Buna göre; Mütareke’nin imzalandığı tarihteki sınırlarımız savunuluyor, Mebusan
Sivas Kongresi, her şeyden önce katılan delegeler ve bütün ülkeyi kapsayan kararlarıyla, millî bir
nitelik taşımaktadır. Amasya Tamimi ve Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar burada
genişletilmiş ve Millî Mücadele’nin programı niteliğinde olan “Misak- ı Millî” ana hatlarıyla
burada şekillenmiştir. Millî Mücadele’nin amaç ve hedeflerinin ortaya konduğu Kongre’de, millî
iradeye sıkça yapılan atıflar, “İrade- i Milliye” adlı gazetenin çıkarılması, Temsil Heyeti’nin
genişletilmesi uygulamaları, Türk Demokrasi tarihinde önemli bir gelişmeyi de ifade etmektedir.
1. Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan mütarekenin imza olunduğu 30
Ekim 1918 tarihindeki sınırımız dâhilinde kalan ve her noktası İslam çoğunluğu ile meskûn
olan Osmanlı vatanının birbirinden ve Osmanlı topluluğundan ayrılmaz bir bütündür. Bu
topraklarda yaşayan bütün İslam unsurları birbirine karşı karşılıklı hürmet ve fedakârlık
hisleriyle dolu ve örfi ve sosyal hukuklarıyla çevrelerine bağlı öz kardeştirler
2. Osmanlı toplumunun tamamı ve millî istiklâlimizin te’mîni ve hilafet ve saltanatın
korunması için kuvâ-i milliyyeyi âmil ve irade-i milliyyeyi hâkim kılmak temel esastır.
3. Osmanlı vatanının herhangi bir parçasına karşı olacak müdâhale ve işgale ve bilhassa
vatanımız dâhilinde müstakil birer Rumluk ve Ermenilik oluşturma amacına yönelik
harekâta karşı Aydın, Manisa, Balıkesir cephelerinde Millî Mücadele’de olduğu gibi ortak
savunma ve direniş meşru temel kabul edilmiştir.
4. Öteden beri aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız bütün Müslüman olmayan unsurların
her türlü eşit hukukları tamamen korunduğundan dolayı bu unsurlara siyasi hâkimiyet ve
sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilmesi kabul edilmeyecektir.
5. Osmanlı Hükümeti, bir dış baskı karşısında memleketimizin herhangi bir kısmını terk ve
ihmâl etmek durumunda kaldığı takdirde hilafet ve saltanat ile vatan ve milletin
bütünlüğünün korunması yolunda yeterli her türlü tedbirlerin alınması kararlaştırılmıştır.
6. İtilaf Devletleri’nce mütarekenin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırımız içinde
kalıp İslam çoğunluğu ile meskûn olan hürriyeti ve medeni üstünlüğü Müslümanlara ait
bulunan topraklarımızın parçalanması nazariyesinden feragatle bu topraklar üzerindeki
hukuki tarihiyye, ırkiyye, diniyye ve coğrafiyyemize ri’âyet edilmesine ve bu karşı
Yıpranan ve zor durumda kalan Damat Ferid, 2 Ekim 1919'da sağlık durumunun da uygun
olmadığını beyan ederek istifa etti. Yerine yönetimi devralan Ali Rıza Paşa kabinesinde yer alan
hükümet üyelerinin çoğu, vatanın ve milletin karşı karşıya kaldığı meseleler karşısında Mustafa
Kemal ve arkadaşları gibi düşünüyorlardı. Anadolu’daki Kuva-i Milliyecilere de sempatiyle
bakan kabine üyelerinin bu nitelikleri sayesinde millet ve memleket için pek hayırlı işler
başlatılacaktır.
Ancak, Anadolu’da bir meclis fikri, Ekim-Kasım 1919 dönemi Temsil Heyeti toplantılarında
tartışma konusu olmuş ve özellikle Kazım Karabekir başta olmak üzere bazı kişiler, İstanbul’da
faal olmasa da mekân olarak bir meclis var iken Anadolu’da meclisi toplamak meşruluk açısından
sorunludur. Sonunda Mustafa Kemal Paşa, yapılan itirazları haklı görerek İstanbul’da meclisin
toplanmasını uygun bulmuştur. Bunun üzerine seçimlerin yapılması ve Mebusan Meclisi’nin
toplanması kararlaştırılmıştır.
1-
BÖLÜM KAYNAKÇASI
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
İSTANBUL 2010.
YAYINCILIK.
SANCAKTAR, F. M. (2020). SİVAS KONGRESİ (4-11 EYLÜL 1919) DELEGELERİNE DAİR BAZI
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
TURAN, Ş. (1991). TÜRK DEVRİM TARİHİ (VOL. 28, NO. 28). BİLGİ YAYNEVİ.,
BİRİNCİ GRUP
İKİNCİ GRUP
BMM
GRUPLAR
İSYANLAR
MİSAK-I MİLLİ
SON MECLİS
SEVR ANTLAŞMASI
Birinci Madde‐ Devlet‐i Osmâniyye’nin münhasıran Arab ekseriyyetiyle meskûn olub 30 Teşrîn‐i evvel
[Ekim] 1918 tarihli Mütârekenin hîn‐i akdinde muhâsım orduların işgali altında kalan aksâmının
mukadderâtı, ahâlisinin serbestce beyân edecekleri ârâya tevfîkan tâyin edilmek lâzım geleceğinden, mezkûr
hatt‐ı mütâreke dâhil ve haricinde dînen, örfen2, emelen müttehid ve yekdiğerine karşı hürmet‐i mütekâbile
ve fedakârlık hissiyyâtıyla meşhûn ve hukuk‐i ırkiyye ve ictimâiyyeleriyle şerâit‐i muhîtiyyelerine tamamiyle
riâyetkâr, Osmanlı İslâm ekseriyyetiyle meskûn bulunan aksâmın hey’et‐i mecmuâsı hakîkaten veya hükmen
hiçbir sebeble tefrîk kabul etmez bir külldür. (Alkışlar).
[Birinci Madde‐ Osmanlı Devleti’nin, özellikle Arap çoğunluğunun yerleşik olduğu, 30 Ekim
1918’de [Mondros] mütârekesinin imzalandığı sırada, düşman ordularının işgali altında kalan
kesimlerin mukadderâtı, halkının serbestçe verecekleri karara/iradeye/reylere uygun olarak
belirlenmesi gerekeceğinden, adı geçen mütâreke hattı içinde (Mondros Mütârekesi imza edildiği
İkinci Madde‐ Ahâlisi ilk serbest kaldıkları zamanda ârâ‐yi âmmeleriyle anavatana iltihâk etmiş olan Elviye‐
i Selâse için lede’l‐îcâb tekrar serbestce ârâ‐yi âmmeye3 müracaat edilmesini kabul ederiz.
[İkinci Madde‐ Halkı, ilk serbest kaldıkları zaman halkın oylarıyla anavatana katılmış olan üç
sancak –Kars, Ardahan (Oltu, Şenkaya ve Olur dâhil), Batum (Artvin, Ardanuç, Şavşat ve Borçka
dâhil)– için gerektiğinde yeniden serbestçe halkoyuna başvurulmasını kabul ederiz.]
Üçüncü Madde‐ Türkiye sulhüne tâ’lîk edilen Garbî Trakya vaziyyet‐i hukukiyyesinin tesbîti de sekenesinin
kemâl‐i hürriyyetle beyân edecekleri ârâya teb’an vâki’ olmalıdır. (Bravo sadâları).
[Üçüncü Madde‐ Türkiye ile yapılacak barışa bırakılan Batı Trakya’nın hukuki durumunun tespiti
de, halkın tam bir serbestlik içinde beyân edecekleri oylara uygun olarak gerçekleşmelidir.]
Dördüncü Madde‐ Makarr‐ı Hilâfet‐i İslâmiyye ve Pâyitaht‐ı Saltanat‐ı Seniyye ve Merkez‐i Hükûmet‐i
Osmâniyye olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin emniyyeti her türlü halelden masûn olmalıdır. Bu
esâs mahfûz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticaret ve münakalât‐ı âleme küşâdı hakkında
bizimle sâir bi’l‐umûm alâkadar devletlerin müttefikan verecekleri karar muteberdir. (Alkışlar).
[Dördüncü Madde‐ İslâm Hilafet ve Saltanat Merkezi/Karar yeri ve Osmanlı hükümet merkezi
olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden uzak/korunmuş
olmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret
ulaşımına açılması hakkında, bizimle diğer bütün ilgili devletlerin ittifakıyla verecekleri karar
geçerlidir.]
Beşinci Madde‐ Düvel‐i İtilâfiyye ile muhâsımları ve bazı müşârikleri arasında takarrür eden esâsât‐ı
ahdiyye dairesinde ekalliyyetler hukuku – memâlik‐i mütecâviredeki Müslüman ahâlinin de aynı hukukdan
istifâde etmeleri emniyyesiyle– tarafımızdan teyîd ve temîn edilecekdir.
[Beşinci Madde‐ İtilâf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan antlaşma
esasları çerçevesinde azınlıklar hukuku –komşu ülkelerdeki Müslüman ahâlinin de aynı hukuktan
yararlanmaları güvencesiyle– tarafımızdan teyit ve temin edilecektir.]
Altıncı Madde‐ Millî ve iktisadî inkişâfâtımız daire‐i imkâna girmek ve daha asrî bir idâre‐i muntazama
şeklinde tedvîr‐i umûra muvaffak olabilmek için, her devlet gibi bizim de temîn‐i esbâb‐ı inkişâfâtımızda
istiklâl ve serbesti‐i tâmme mazhar olmamız üssül‐esâs‐ı hayât ve bekâmızdır. (Şiddetli Alkışlar).
Tahakkuk edecek düyûnâtımızın şerâit‐i tesviyyesi de bu esâsâta mugayir olmayacakdır. 28 Kânûn‐ı sânî
1336 [28 Ocak 1920]
[Altıncı Madde‐ Millî ve iktisadî gelişme imkânlarını elde etmek ve daha çağdaş ve intizamlı bir
yönetim şeklinde işleri yürütmeyi başarabilmek için, her devlet gibi bizim de gelişme
sebeplerimizin temin edilmesinde tam istiklâl ve tam serbestliğe kavuşmamız, varlığımızın ve
hayatımızın temel esasıdır.
Bu sebeple, siyasî, adlî, mâlî ve sâir gelişmelerimize engel kayıtlara/ bağlara muhalifiz.
Tahakkuk edecek borçlarımızın ödeme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır. 28 Ocak 1920]”
Görüldüğü üzere Misak-ı Millî beyannamesi, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, İtilaf
Devletleri’nin Osmanlı Devleti’nin geleceğiyle-daha doğrusu parçalanmasıyla- ilgili belirlediği
şartlara karşılık Osmanlı Mebusan Meclisi’nin “devletin istiklali ve milletin istikbali adına”
hazırladığı “Türkiye’nin asgari barış şartlarıdır.” Atatürk için Misak-ı Millî beyannamesi, Nutuk’ta
belirtildiği üzere “Milletin emel ve amaçlarını içeren kısa bir program” idi. Aynı şekilde Atatürk,
“Millî Misak, barış imzalamak için en makul ve en asgari şartları bir araya getiren bir programdır.”
Görüşünü savunmaktaydı. Diğer taraftan, Misak-ı Millî’nin uluslararası meşruiyet kaynağı
Wilson ilkeleri olurken ulusal meşruiyeti sağlayan etken ise millet ve onun bağımsız / egemen
yaşama ideali idi. Bu sebepten dolayıdır ki Misak-ı Millî beyannamesi, genel çerçevede “Türklerin
bağımsızlık bildirisi” olarak tanımlanmıştır.
Ne var ki Son Mebusan Meclisi’nin Misak-ı Millî’yi kabul ve ilanı İtilaf Devletleri’ni rahatsız etmiş
ve Ali Rıza Paşa Hükümeti’ne karşı baskılarını artırmıştır. Sonunda bu baskılara dayanamayan
Ali Rıza Paşa Hükümeti istifa etmiş ve yerine Salih Paşa Hükümeti atanmışsa da İtilaf
Devletleri’nin tepkileri dinmemiştir.
Nitekim Türk milletinin mücadele şifresi sayabileceğimiz Misak-ı Millî’nin ilanı İtilaf Devletleri’ni
rahatsız etmiştir. Baskılara direnemeyen Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin istifasıyla yerine Salih Paşa
Hükümeti kurulmuşsa da tepkiler dinmemiştir. İtilâf Devletleri, Anadolu’daki direnişin
güçlendiği ve İstanbul Hükûmetinin yönetim kontrolünü kaybetmeye başladığını görünce
Londra Konferansı’nda 5 Mart 1920 tarihinde aldıkları karar üzerine, 16 Mart 1920 tarihinde
İstanbul’u resmen işgal ederek bütün resmî kurumları ele geçirmiştir.
Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında alınan “Misak-ı Millî” kararlarının ardından yaşanan
baskılar, meclisin dağıtılması, mebusların tutuklanarak hapsedilmeleri ve nihayetinde
İstanbul’un resmen işgali hadisesi ülkede birtakım belirsizliklere ve umutsuzluklara ortam
hazırlamıştı.
Ülkede yaşanan bu süreç, uzunca bir zamandır tartışılan meşruiyet tartışmalarına da son noktayı
koydu. İstanbul’daki Son Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması, yetkilerinin gasp edilmesi Ankara’ya
ve Mustafa Kemal Paşa’ya yeni bir Meclis’in açılması için meşru bir zemin hazırladı. Bu
gelişmeleri fırsata dönüştürmede zaman kaybetmek istemeyen Mustafa Kemal, 17 Mart 1920’de
ordu komutanlarına gönderdiği bir genelgede görüşlerini belirterek takip edilecek yol haritası
hakkında şu bilgileri vermekteydi: “İstanbul Meclis-i Mebusan’ına ve hükûmet merkezine başta
İngilizler olduğu hâlde İtilaf güçleri tarafından resmen ve zorla el konulmuştur. Osmanlı Devleti’nin
bağımsızlığı ve egemenliği zedelenmiştir. Devletin genel durumunda esaslı bir değişiklik meydana gelmiştir.
Kanûn-ı Esâsî’nin koruyuculuğunda bulunması gereken yasama ve yürütme gücü bugün mevcut
değildir… Bir Meclis-i Müessisan (Kurucu Meclis) oluşturmak zorunludur. Hilafet makamını Saltanatın
dokunulmazlığını ve bağımsızlığını, İstanbul’un kurtarılmasını sağlayacak Milli Mücadele’nin Meclis-i
Müessisan’ın kontrol altında bulunması gerekir. Meclis’in onbeş gün içinde çoğunluğu teşkil edecek şekilde
toplanması kararlaştırılmıştır”.
Ancak bu genelgeye III. ve XV. Kolordu Komutanları ve Sivas Valisi; “Meclis-i Müessisan (Kurucu
Meclis)” tabirine milletin pek yabancı olduğu ve toplumda bu fikirlere karşı tepkiler olabileceği
gerekçesiyle itiraz etmişlerdir. İhsan Güneş, Meclis-i Müessisan fikrinin Mustafa Kemal Paşa
tarafından vurgulanmasını şöyle izah ediyor: “Meclis-i Müessisan” ile mevcut rejimi değiştirmeyi
düşünüyordu. Çünkü Osmanlı parlamenter sistemiyle rejimi değiştirmek olası değildi”.
Mustafa Kemal Paşa, 17 Mart 1920 tarihli genelgeye karşı tepkileri de göz önüne alarak yeni bir
genelge hazırladı. 19 Mart 1920 tarihli bu genelgede yeniden seçimler yapılmasını istemiş,
Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin toplanacağını bildirmiştir. Bu genelge
aşağıdaki şekildedir:
İtilaf devletleri tarafından devlet merkezinin bile resmen işgali, devletin, yasama, yargı ve yürütmeden ibaret olan
millî güçlerinin işlemez duruma sokmuş ve bu durum karşısında görev yapmaya imkân bulamadığını hükümete
resmen bildirerek Meclis-i Mebusan dağılmıştır. Şu hâlde, devlet merkezinin korunmasını, milletin bağımsızlığını ve
devletin kurtarılmasını sağlayacak tedbirleri düşünmek ve uygulamak üzere, millet tarafından olağanüstü yetkiler
taşıyan bir meclisin, Ankara'da toplantıya çağırılması ve dağılmış olan milletvekillerinden Ankara’ya gelebileceklerin
de bu meclise katılmaları zarurî görülmüştür. Bu bakımdan aşağıda verilen talimat gereğince seçimlerin yapılması,
yüksek ve derin vatanseverlik anlayışından beklenir:
1. Memleket işlerini yürütmek ve denetlemek üzere, Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclis
toplanacaktır.
2. Bu meclise üye olarak seçilecek kimseler, milletvekilleri ile ilgili yasa hükümlerine bağlıdırlar.
3. Seçimlerde sancaklar esas alınacaktır.
4. Her sancaktan beş üye seçilecektir.
5. Seçim her sancakta, o sancağın kendi ilçelerinden çıkaracağı ikinci seçmenlerle, sancak merkezinden seçilecek
ikinci seçmenlerden, sancak idare ve belediye meclisleriyle Müdâfaa-i Hukuk yönetim kurullarından; illerde,
il merkez kurullarıyla, il yönetim kurullarından; illerde il merkez kurullarıyla, il yönetim kurullarından il
merkezindeki belediye meclisinden, il merkezi ile merkez ilçesi ve merkeze bağlı ilçelerin ikinci
seçmenlerinden oluşturulmuş bir kurul tarafından aynı günde ve aynı oturumda yapılır.
6. Bu meclis üyeliğine, her parti, zümre ve dernek tarafından aday gösterilmesi mümkün olduğu gibi, her ferdin
de bu kutsal mücadeleye fiilen katılması için bağımsız olarak adaylığını istediği yerden koyma hakkı vardır.
7. Seçimlere her bölgenin en büyük sivil yöneticisi başkanlık edecek ve seçim güvenliğinden sorumlu olacaktır.
8. Seçim, gizli oyla ve salt çoğunluk esasına göre yapılacak; oylar, kurulun kendi içinden seçeceği iki kişi
tarafından ve kurul önünde sayacaklardır.
9. Seçim sonunda, bütün kurul üyelerinin imzalayacakları veya kendi mühürleri ile mühürleyecekleri üç nüsha
tutanak düzenlenecek; bir tanesi yerinde alıkonularak, öteki iki nüshadan biri seçilen kişiye verilecek, diğeri
Meclis’e gönderilecektir.
10. Üyelerin alacakları ödenek daha sonra Meclisçe kararlaştırılacaktır. Ancak, geliş yollukları, seçim
kurullarının zarurî masraflar olarak uygun görecekleri miktar üzerinden mahallî idarelerce karşılanacaktır.
11. Seçimler, en geç on beş gün içinde Ankara'da çoğunlukla toplanmayı sağlayacak şekilde tamamlanarak,
üyeler hareket edecek ve sonuç üyelerin adlarıyla birlikte derhal bildirilecektir.
12. Telgrafın alındığı saat bildirilecektir.
Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın, önergenin sonuna eklemiş olduğu “Padişah ve halife, baskı ve
zordan kurtulduğu zaman meclisin düzenleyeceği yasal ilkeler içinde durumunu alır” şeklindeki ifadesi,
milli iradenin ve temsilcisi durumundaki Meclis’in artık belirleyici bir konuma geldiğini
göstermesi bakımından önemli bir tespit olmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve mücadelesinin ana hatları, Mustafa Kemal Paşanın 24 Nisan
tarihli konuşması ile belirlenmiştir. Meclisin ülke ve milletin kaderiyle doğrudan ilgili bir heyet
olduğunu vurgulayan Paşa, bütün işlerin ayrıntıları ile ilgilenmek işini meclisin belirleyeceği bir
hükümetin yapacağını belirtiyordu. Meclis başkanı olacak kişinin aynı zamanda meclisin seçeceği
hükümetin de reisi olması gerektiğini savunan Paşa ülkenin kurtuluşu için bütün güçlerin iş
birliğini şart görmektedir. M. Kemal Paşa devlet ve yönetim anlayışında tam anlamı ile bir devrim
sayılabilecek şu noktayı da dikkatlere sunmuştu: Padişah ve halife, mücadelenin başarıyla
sonuçlanıp yurdun işgalden kurtarılmasından sonra “Meclisin düzenleyeceği kanuni esaslar
dairesinde yerini alacaktır”. Bu o ana değin devlet ve millet için neredeyse yegâne karar mercii olan
halife- padişahın durumunu milletin temsilcilerinin belirleyeceğinin de ilanıdır. Dolayısıyla artık
millet ve devlet işlerinde hâkim olan millî iradedir, millettir.
Söz konusu esaslar 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar meclisin adeta anayasası hükmünde
işlev görmüştür. Bu arada 2 Mayıs 1920 tarih ve 3 sayılı “Büyük Millet Meclisi İcra Vekillerinin Suret-
i İntihabına Dair Kanun” gereği 4 Mayıs’ta meclisin yürütme organı olan 11 üyeli hükümet
oluşturulmuştur. İcra vekillerinin meclis üyeleri arasından ve mutlak çoğunlukla seçilmeleri,
aralarında çıkacak anlaşmazlıkları Meclisin çözeceği esası getirildi. Burada söz konusu olan
hükümet tam anlamı ile bir meclis hükümetidir. Vekilleri vasıtasıyla Millet, ülkeyi ilgilendiren
her hususta doğrudan rey ve karar sahibi bir konuma gelmiştir. Bu aynı zamanda kuvvetler birliği
esasının da fiilen uygulanmasıydı ki çıkarılan kanunların uygulanmasına meclisin memur
kılınması da bunu göstermektedir.
Bu büyük adımdan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922 tarih ve 308 numaralı kanun
ile “... Asıl halk kütlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk hükümeti
idaresi tesis ve vaz ettiğini...” ilan etmiştir.
23 Nisan 1920’te dualarla açılan meclisin yapısı toplumun adeta bir aynasıydı. Düşünceleri kadar
kılık kıyafetleri de farklı, çeşitli meslek gruplarından insanların aynı amaç etrafında
kenetlenmeleriyle bu seviyeye gelinmiştir.
Birinci Meclisin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilene kadar olan faaliyet süresi içerisinde
çıkarılan kanunların kaynağı ile ilgili bir hesaplama bize İcra Vekilleri Heyeti’nin kabul edilen 104
kanundan 83’ünü teklif ederek adeta meclisi yönlendiren bir etkinlik gösterdiğini ortaya
koymaktadır. Meclis reisi olarak aynı zamanda vekiller heyetinin de reisi olan Mustafa Kemal
Paşanın da bu hususta önemli katkısı söz konusudur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin temsilci yapısına baktığımızda toplumun her kesiminden
yansımalar görmek mümkündür. Yapılan istatistik değerlendirmeler üyelerin %34,2’sinin sivil
bürokrasiden, %24’ünün serbest meslek sahiplerinden, %13,2’sinin askerlerden, %8,6’sının din
adamlarından %12,7’sinin yerel yönetim görevlilerinden, %4’ünün doktor ve
eczacılardan, %1,2’sinin aşiret reislerinden %1’inin teknik elemanlardan oluştuğunu göstermiştir.
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin eğitim düzeyinin de oldukça yüksek olduğu
görülmektedir. Gerçekten de üyelerin %39,4’ü yüksek öğretim, %27’si orta öğretim, %22’si
medrese, %3,8’i meslek okulu mezunudur. Gençler arasında Fransızca, orta yaşlılar arasında
Arapça ve Farsçanın yaygın olduğu Mecliste üyelerin yarısının bir yabancı dil bildiği dikkat
çekmektedir.
Klasik partileşmenin görülmediği TBMM’de hemen her fikirden üyenin yer almasına paralel
olarak hepsinin ortak hedefinin ülkenin düşman işgalinden kurtarılması olduğunu ve üyelerin
büyük bir kısmının Meclis kürsüsünden fikirlerini açıkça ifade etme ve tartışma imkânı
bulduğunun altı çizilmelidir. Bu yönüyle son derece demokratik olgunluk sahibi meclisin adeta
Son derece kısıtlı imkânlar ile çalışan vekiller, hiçbir lüksü olmayan küçük bir Anadolu
kasabasında, dönemine göre de ilkel şartlar içinde gerçekleştirdikleri mücadelenin sonunda
İngiltere ve Fransa gibi dönemin büyük güçlerinin askerî, ekonomik ve siyasi desteğine sahip
işgalci güçlerini ülkeden kovmayı başarmıştır. Bunu yaparken zaman zaman halkın arasında,
gerektiğinde ellerinde silah cephede askerin yanında yer aldıkları gibi “Asker Kaçaklarını Önleme
Kanunu”nu uygulamak için kurulan İstiklal Mahkemelerinde hâkim ve savcı olarak da görev
yapmışlardır.
Birinci Meclis’in amacı ülkeyi düşmanlardan temizlemek ve Osmanlı’yı kurtarmak olduğu için
ilk başta Mecliste çok farklı dünya görüşünden milletvekili olsa da hiçbir siyasi parti
kurulmamıştır. Herkes vatanın kurtulması gayesinde birlikte hareket edebilmiştir. Ancak
zamanla insan fıtratının gereği olarak mecliste milletvekilleri arası gruplaşmalar olmuştur. Bu
gruplardan en etkin olanları Birinci Grup ve İkinci Gruptur.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu/ Birinci Grup: Mustafa Kemal Paşa
önderliğinde 10 Mayıs 1921 tarihinde kurulan grup ağırlıklı olarak inkılapçı zihniyete
sahip üyelerden oluşmaktaydı. Grubun; Misak-ı Millî esasları çerçevesinde ülkenin
düşman işgalinden kurtarılması, milletin istiklalini sağlayacak barışa ulaşılması, devlet
teşkilatının anayasa dairesinde hazırlanması şeklinde özetlenecek programı hemen her
üyenin kabul edeceği esaslar olduğu için ayrımcılık yapıldığı eleştirilerine yol açmaktan
kurtulamadı. Düzenli bir çalışma programı ve kendi içinde oluşturulan teşkilatlanmayla
birinci grup ikinci dönem seçimleri sonrasında siyasi parti (Halk Fırkası) hâline geldi. Sivas
Kongresini partinin ilk kongresi kabul ederek Millî Mücadele’nin sahipliğini de üstlendi.
Üyeler arasında tam bir dayanışma olmaması ve gündeme gelen konulara blok oy
kullanılamaması dolayısıyla üye tam sayısı belirlenememiştir.
İkinci Grup: Birinci grup içine alınmayan ve ağırlıklı olarak siyasi rejimin devamı
konusunda muhafazakâr tavırlı olan milletvekillerinden oluştuğu söylenebilir. Erzurum
milletvekilleri Hüseyin Avni (Ulaş), Süleyman Necati (Güneri), Vasıf Bey, Selahattin Bey
gibi isimlerin öne çıktığı grup 1922 başlarında nispeten düzenli bir hâle gelecektir. Ancak
ikinci dönem seçimleri için örgütlü bir şekilde mücadele edemedikleri için başarı
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Türk istiklal harbini yönetirken karşılaştığı zorlukların ve
maddi imkânsızlıkların yanında en çok uğraşmak durumunda kaldığı mesele iç isyanlar olmuştur.
Başta İngiltere ve müttefikleri her türlü propaganda vasıtasını kullanarak millî hareketi daha işin
başındayken bitirmek istediler. Ülkenin çeşitli yerlerindeki işgalleri dışında Ankara’ya
gönderdikleri casusları vasıtasıyla da ellerinden geleni yapmaktan geri durmadılar. Mustafa Sagir
olayı bunların en bilinenidir. Buna ilaveten İstanbul’da Damat Ferit Paşa hükümetlerine baskı
yaparak hem Millî Mücadele’nin önderlerini müşkül durumda bırakmak hem de kamuoyunda
desteklenmelerinin önüne geçmek istediler. 11 Nisan 1920 tarihli Padişah iradesi, hükümet
beyannamesi ve Şeyhülislamlık fetvası ile Anadolu hareketinin kurucuları ve destekleyicilerini
Gerek devletin çeşitli kademelerinde görev yapan bürokratlar gerekse sade halk kalabalığı
arasında ciddi bir zihin karmaşası ortaya çıktı. Gerçekten de milletin bir bütün hâlinde TBMM
hükümeti etrafında kenetlenmesi ve ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasında önemli
adımların atılması işaret edilen kafa karışıklığının giderilmesinden sonra mümkün olmuştur.
TBMM hükümeti de dini konularda oldukça hassas olan kamuoyunda meşruiyetini korumak için
Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’nin öncülüğünde o sırada Bursa’da ikamet etmekte olan Libyalı
meşhur Şeyh Ahmed Sünusi başta olmak üzere çok sayıda (150 civarında) din adamının
imzaladığı karşı fetva ile hareketin dini, millî ve meşru olduğunu ilan etti. Halk nezdinde Meclisin
meşruluğunu göstermekte son derece etkili oldu.
Dini ve siyasi otoriteye isyan eksenli suçlamaların etkisiyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde çıkan
isyanlar TBMM’yi en fazla uğraştıran iç meselelerin başında gelmiştir. Mondros Mütarekesi
hükümlerine göre ordunun terhis edilmesi de ülke genelindeki kanunsuz eylemleri
cesaretlendiren bir başka unsurdu. Zorlukla bastırılan Düzce- Hendek ve Adapazarı isyanı,
Yozgat, Konya isyanları Meclise acilen düzenli ordu kurması gerektiği göstermiştir. Koçgiri, Millî
aşiret isyanları; hükümetin yakın desteğini alan Anzavur Ahmet’in isyanı ciddi tehlikeler
yarattılar. Damat Ferit Paşa hükümetinin kurduğu Kuva-yı İnzibatiye Ali Fuad Paşa
kuvvetlerinin kontrolündeki Geyve Boğazını ele geçirmek istemişse de başarılı olamamıştır.
Amasya merkezli oluşturulan Nureddin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu da Orta Anadolu
Bölgesindeki aşiret ve etnik kökenli ayaklanmaların bastırılmasında önemli katkı yapmıştır.
Ancak 5000 kadar silahlının katıldığı Düzce isyanı bölgede bulunan 24. Tümen komutanı Albay
Mahmut Bey’in şehit olması ve birliğinin esir edilmesiyle ciddi tehdit oluşturmuştu. Elde düzenli
ordu olmadığı için Anadolu’da emniyet ve asayişi sağlamada ve otorite kurmada büyük zorluklar
çekildi. Batı Anadolu’da Efelerin öncülüğündeki sınırlı sayı ve etkinlikteki kuvvetler ve Ethem
Beyin Kuva-yı Seyyare birlikleri bu süreçte dikkate değer hizmetler gördüler. Ancak düzenli
orduya geçilme sürecinde söz konusu kuvvetleri kontrol altına almak ayrıca problem yaratmıştır.
Bunlardan bir kısmı köyüne dönüp hayatını devam ettirirken bir kısmı düzenli ordunun
kontrolüne girmeyi reddederek farklı arayışlar içine girmişlerdi.
Ülkedeki otoritenin Ankara ve İstanbul arasında dağıldığı süreçte Meclisin asker almada
zorlukları olmuştur. Askere alınanların da bir kısmının kendilerine verilen silah ve teçhizat ile
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin otoritesinin ülke geneline yayılmasına paralel olarak milletin
bütün gücü ile işgalciler karşısında seferber olması mümkün olmuştur. TBMM’nin Mehmet Akif
(Ersoy) gibi halk üzerinde etkili olabileceğini düşündüğü milletvekillerinin katılımıyla nasihat
heyetleri oluşturarak halka ulaşmak ve aydınlatmak çabası içerisinde olmasının bu süreçteki
katkısı büyük olmuştur.
Türk milleti, Mondros Mütarekesi sonucu kendisine biçilen kefeni giymemek ve yeniden
dirilmenin mücadelesi içinde bulunurken, İtilaf Devletleri de bir an önce, savaşı kaybeden
devletlerle antlaşmalar yaparak emperyalist niyetlerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Bunun için
18 Ocak 1919’da Paris’te toplanmışlar ve takip eden aylarda, Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve
Macaristan ile antlaşmalar imzalamışlar sıra Türkiye’ye gelmişti. Osmanlı Devleti, geniş
toprakları ve başta petrol olmak üzere ekonomik kaynakları ile sömürgeci ülkelerin iştahını
kabartıyordu. İtilaf Devletleri, değişik zamanlarda Türkiye’yi paylaşma tasarılarını görüşmüşler,
19-26 Nisan 1920’de İtalya’nın San Remo kasabasında taslağa son şeklini vermişler ve bu
kararlarını da 11 Mayıs’ta Osmanlı heyetine iletmişlerdi. Tevfik Paşa’nın başında bulunduğu
heyet, “teklif edilen barış şartlarının bağımsız bir devletin kabul edebileceği türden olmadığını”
söyleyerek itirazlarda bulunmuşsa da Saltanat Şurası hükümleri uygun bulmak mecburiyetinde
kaldı. Damat Ferit her ne olursa olsun antlaşmayı imzalamak niyetinde idi. Ankara Hükûmeti ise
bu antlaşma taslağına kesinlikle karşı olduğunu bildirmesi üzerine, İtilaf Devletleri, Ankara’yı
söz konusu antlaşmayı kabule zorlamak için 22 Haziran’da Yunan kuvvetlerini harekete
geçirdiler. Öte yandan, Damat Ferit Hükümeti’nin gönderdiği temsilciler 10 Ağustos 1920’de
Paris’in Sevr semtinde antlaşmayı imzaladılar.
Sözde “barış antlaşması” adı altında yer alan bütün bu hükümler, Türk milleti için bir ölüm
fermanından başka bir anlam ifade etmiyor idi. Bu yüzden, Ankara Hükûmeti, İstanbul
Hükûmeti’nin imzalayacağı hiçbir antlaşmayı kabul etmeyeceğini ilan etmişti. Ankara
Hükûmeti’nin “Misak- ı Millî” dışında bir çözümü kabul etmesi mümkün değildi. Aslında Misak-
ı Millî, o zamanın şartlarında kolu kanadı budana budana, yalnızca gövdesi kalmış ve gövdesinin
de parçalanmasıyla yok olacak bir milletin feryadı ve haklı direnişinden başka bir şey değildi.
Sevr Antlaşması’nın yaralı ve mazlum bir milleti ölüme mahkûm etmekten başka bir anlamı
yoktu.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
BERKES, NİYAZİ; TÜRKİYE’DE ÇAĞDAŞLAŞMA (YAY. HAZ. A. KUYAŞ), YAPI KREDİ YAY.,
İSTANBUL 2010.
YANLIŞ BİLDİKLERİMİZ.
374.
KAYNAK YAYINLARI.
107-128.
https://islamansiklopedisi.org.tr/sevr-antlasmasi (23.12.2021).
DOĞU CEPHESİ
ADANA CEPHESİ
MARAŞ’IN KURTULUŞU
ANTEP MÜDAFAASI
URFA’NIN KURTULUŞU
TRAKYA CEPHESİ
BATI CEPHESİ
LONDRA KONFERANSI
İZMİR’İN İŞGALİ
KURTULUŞ SAVAŞI
BÜYÜK TAARRUZ
İNÖNÜ SAVAŞLARI
30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti'ne bir oldu bitti neticesi dikte ettirilen Mondros
Mütarekenamesi, devletin bir nevi ölüm fermanı niteliğinde olup, altı asırlık mevcudiyetine son
veren en ağır hükümleri içeriyordu. Mütareke hükümlerine dayanarak hareket eden İtilâf
Devletleri 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Musul, İskenderun, İstanbul ve Çanakkale Boğazları
ile memleketin çeşitli yerlerine, mütarekenamenin yedinci maddesine göre -ki, İtilâf Devletleri
güvenliklerini tehdit eden bir problemle karşılaştıkları takdirde istedikleri yerleri işgal
edebilecektir görüşünden hareketle- asker çıkardılar. Avrupa’nın Büyük Devletleri'nin görünüşte
asayişi korumak için yaptığı işgaller, gerçekte bir ilhakın bütün özelliklerini taşıyordu.
İtilâf Devletleri, 12 Ocak 1919 tarihinde toplanan Paris Barış Konferansı’nda, Batı Anadolu'nun
Yunanistan'a verilmesini kararlaştırmışlardı. İtilâf Devletleri'ni bu karara iten gelişmeleri Birinci
Dünya Harbi başlarına kadar götürmek mümkündür. Birinci Dünya Harbi başlarında
tarafsızlığını ilân eden Yunanlıları kendi yanlarına çekebilmek için, Dışişleri Bakanları Edward
Grey'i görevlendirmişlerdi. İngilizler, Yunanlıların kendilerine 1821 yılından beri hedef olarak
belirledikleri "Megali İdea" (Büyük Yunanistan fikri) doğrultusunda birtakım vaatlerde
bulunmuşlardı. İngiliz hükûmeti 15 Ocak 1919'da Yunan hükûmetine gönderdiği notada,
Yunanlılara İzmir ve Batı Anadolu taraflarının verilebileceğini belirtmişti. İngiltere’nin çıkarlar
gereği bu sırada aşırı derecede Yunan taraftarı ve Venizelos hayranı olarak görünen İngiliz
Başbakanı Lloyd George, Balkanlar ve Anadolu'ya hâkim olan güçlü bir Yunanistan’ın
Akdeniz'de İngiliz ticaret ve sömürge yollarının bekçiliğini yapacağına inanıyordu. Nitekim
Yunanlıları Osmanlı Devleti'nin mirasçısı olarak gören L.George, o sırada dünya silâh ticaretini
elinde tutan Yunan asıllı armatör Basil Zaharof'la da yakın ilişkide bulunuyordu. Öte yandan
Venizelos, Paris Barış görüşmelerinden bir kaç ay evvel, L.George'a gönderdiği mektupta; "Küçük
Asya’nın Yunan olan Batı kısmının kendilerine verilmesini" istemekte idi. Zaten bu sırada Yunan basını
da kendilerini Bizans’ın vârisi olduklarını ileri sürerek; "...Biricik çözüm yolu, Yunanistan’ın İstanbul'a
kadar uzanmasıdır... İstanbul Yunan’ın idi ve bir gün gene Yunan olacaktır" şeklinde yazılar
yayınlamakta idi. Barış konferansında L.George ve Venizelos'un hazırladıkları formüle göre, Batı
Anadolu'da halkın çoğunluğu nüfus itibariyle Türk olmakla beraber, onların görüşüne göre Türk-
Yunan karışımı idi. L.George, İngiltere'de daha önce başbakanlık yapmış olan ve Doğu Sorununu
İngiltere çıkarlar doğrultusunda çözmek isteyen Gladston'un, Türkiye hakkındaki menfi
fikirlerini miras aldığından ve Ortadoğu Hristiyanlığını himayesi altına alarak bölgede büyük bir
güç olma heyecanına sahip olduğundan Yunanlıları bu sırada her bakımdan desteklemekte idi.
Paris Barış Konferansında Venizelos, Yunan isteklerini sıralarken Trakya, Batı Anadolu, Adalar
(Ege) Denizi ve Doğu Karadeniz (Yunanlıların Pontus dedikleri) bölgelerinde Rumların yoğun
olduğunu ifade ederek buralarının kendilerine verilmesini istemekte idi. Yunanlıları destekleyen
L.George'a nazaran İngiliz devlet adamlarından Lord Curzon bu istekler karşısında şaşkınlığını
gizleyemediği gibi, 18 Nisan 1919 tarihli muhtırasında bu istekleri gülünç bulduğunu şu ifadelerle
açıklıyordu: "...Selânik kapılarına beş mil mesafede asayişi sağlayamayan Yunanistan’ın Batı
Anadolu'da barış ve güvenlik sağlamakla görevlendirilmesini anlayamıyorum!" Öte yandan
büyük devletler tarafından daha önce İtalyanlara verilmek istenen Batı Anadolu bölgesi sonuçta
-Roma’nın mirasçısı olarak görülen güçlü İtalya'ya verilmektense- İngiltere'nin kolaylıkla
istediklerini yaptırabileceği Yunanistan'a verilmesi daha münasip bulundu.
Yunan kuvvetlerini taşıyan gemiler 13 Mayıs 1919’da Yunan ve İngiliz muhriplerinin eşliğinde
Ege’nin karşı kıyısına doğru hareket etmişlerdir. Diğer taraftan 14 Mayıs günü Osmanlı-Türk
yetkililere İtilaf Devletleri tarafından verilen notalar ile İzmir’in sonraki gün Yunan kuvvetleri
tarafından işgal edileceği bildirilmiştir. Bu kaygı verici gelişmeler sebebiyle İzmirli Türk
vatanseverler Maşatlık’ta toplanmışlar, işgal sabahı İzmir’in bir Türk ve İslâm kenti olduğunu
göstermek amacıyla halkın topluca rıhtımda toplanması fikrinden vazgeçerek, bir kurulun
Amiral Calthorpe’a gönderilmesini kararlaştırmışlardır. Ancak İngiliz amirali İzmirliler adına
kendisini ziyaret eden kurula, “Siz mağlup olduğunuzu bilmiyor musunuz? Mağluplar her şeye
katlanacaklardır” sözleriyle hitap etmiştir.
15 Mayıs 1919 günü Yunan gemi konvoyu saat 07:30’da İzmir önüne gelmiş ve tümen birlikleri
saat 08:30 dolaylarında plan gereğince karaya çıkmaya başlamışlardır. Bu arada rıhtıma
toplanmış olan Rumlardan “Yaşasın!” nidaları yükselmektedir. Avcılar Kulübü önünde İzmir
Metropoliti Hrisostomos Yunan bayrağını kutsamış, Yunan Evzon Alayı Komutanı Albay
Stavrianopulos da eğilerek Metropolit’in elini öpmüştür. Ancak bir süre sonra Hasan Tahsin,
Hükümet Meydanı’ndan geçip Karantina Caddesi’ne doğru ilerleyen Yunan taburuna ateş
etmiştir. Yunan kuvvetlerine sıkılan bu ilk kurşunu takiben Türklere karşı sayısız şiddet ve yağma
olayı meydana gelmiş, Yunan birlikleri tarafından kışla ateşe tutulmuş, kışlada bulunanlar teslim
alınarak on beş, yirmi erin koruması altında gemiye götürülmüşlerdir. Türk subaylar sevk
edilişleri esnasında rıhtımdaki evlerin balkonlarında bulunan Rumların ateşine maruz
kalmışlardır. Kafileye Leon muhribinden de ateş edilmiş, kafileyi korumakla görevli Yunan
askerleri de Türk askerlerini süngülemeye başlamışlardır. Bu şekilde seksen, doksan subayın
otuzu can vermiştir. On beş, yirmi kadarı yarasız, fakat başları dipçik darbelerinden ezik ve
perişan bir şekilde gemiye ulaşabilmişlerdir. Hükümet Konağı da işgal edilmiş, vali dâhil
memurlar silah darbeleri eşliğinde rıhtıma götürülmüşlerdir. Öyle ki Venizelos, işgal ordusu
komutanlığını da üstlenmiş olan 1. Yunan Kolordusu Komutanı General Nider’e gönderdiği 18
Temmuz 1919 tarihli telgrafı ile Batı Anadolu’daki ilk günlerinde yaptıkları taşkınlıklar sebebiyle
Yunanistan’a leke sürüldüğünü söyleyerek işgal ordusu mensuplarını uyarmıştır.
İzmir’in Yunanlar tarafından işgalinin, millî potansiyeli harekete geçirmesi bakımından önemli
bir yeri vardır. Nitekim Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan hemen sonra Osmanlı topraklarının
pek çok yeri İtilaf Devletleri tarafından işgale uğramışsa da hiçbiri İzmir’in Yunanlar tarafından
işgalinde olduğu derecede tepkiye sebep olmamıştı. Bu tepkinin sebebi işgal esnasında
Yunanların gerçekleştirmiş oldukları taşkınlıklar olabileceği gibi, aynı zamanda Batı Anadolu’da
İlk kez ne zaman kullanıldığı bilinmemekle birlikte 19. yüzyılın ikinci yarısında 1877-1878
Osmanlı-Rus ve Balkan Savaşı sırasında sivil halkın direniş ve teşkilatlanması olarak
değerlendirilen Kuva-yı Milliye, “Milli Mücadele döneminde bir kavram olarak ele alındığında geniş bir
anlam kazanmakta olup; hiçbir devlet ve milletin egemenliğini kabul etmeyen, kendi azim ve iradesiyle
direnişini gerçekleştirip bağımsız bir şekilde varlığını idame etme manasına gelmektedir.”
Düzenli olmayan silahlı birlikler ve kuvvetler için kullanılan Kuva-yı Milliye, “vatanın işgali
karşısında halkın malının, canının, dininin, ırz ve namusunun korunması, kısaca ülkeye karşı olabilecek
her türlü saldırıya karşı eski askeri komutan ve askerler ile bunlara katılan askerlerin kendi aralarında
oluşturdukları savunma birliklerine denilmektedir”.
Bir başka tanıma göre Kuva-yı Milliye, “önce Yunan istilası ve sonra da Güneydoğu’da Fransız işgaline
karşı oluşan milis kuvvetleridir”. Halkın, askerin ve efelerin oluşturduğu bir direniş hareketinin
ortak noktası vatan savunması ve Türklük duygusu olmuştur. Milli cepheyi oluşturan bu
kuvvetlere ve harekete, dar anlamıyla “Kuva-yı Milliye Hareketi” denildi. Bu anlamıyla Kuva-yı
Milliye, silahlı direnişi ifade etmekteydi. Sivas Kongresi’nde anlamı genişledi ve bütün yurdun
savunması anlamına geldi.
Kuva-yı Milliye’nin faaliyetleri, milli kurtuluş olmak üzere birçok sebebe bağlı plan ve program
çerçevesinde öncelikle Türk devletinin parçalanarak ortadan kaldırılma düşüncesini önlemek
şeklinde kendisini gösterecek, halkın içinden milli duygularla oluşmuş meslek, gelir düzeyi, yaşlı-
Ermeniler 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti’nin çeşitli yerlerinde
ayaklanmışlardır. Rusya ve İngiltere gibi büyük devletler tarafından da desteklenen Ermenilerin
amacı, Osmanlı Devleti’nden koparacakları topraklar üzerinde bir Ermeni devleti kurmaktı.
Ermeniler Osmanlı Devleti’ne karşı bu olumsuz tutumlarını Birinci Dünya Savaşı yıllarında
arttırarak sürdürmüşlerdir ve içlerinden Rus Ordusu’na yazılarak Türk topraklarına saldıranlar
olmuştur. Diğer taraftan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Erzurum’daki 15. Kolordu hariç ordular
terhis edilince Ermeniler için uygun bir zemin ortaya çıkmıştır. Öyle ki Ermeniler, Paris Barış
Konferansı’nda da Anadolu’dan taleplerde bulunmuşlar ve Ermenileri müttefik olarak yanına
almak isteyen Yunanistan Başbakanı Venizelos tarafından da bu taleplerinde desteklenmişlerdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Sovyetlerle ilişkilerinin zedelenmemesi için Ermeniler
üzerine taarruzu bir süre ertelemişse de Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa
komutasındaki Türk birliklerinin 1920 yılı Eylül’ünde başlattıkları harekâtla Sarıkamış, Menderek
ile Kars Ermenilerden geri alınmıştır. Ermenilerin barış istemesi üzerine iki taraf arasında 2 Aralık
1920’de Gümrü Antlaşması imzalanmıştır.
Türkiye açısından Ermeni meselesini kapatan ve TBMM’nin ilk askerî başarısı olan Gümrü
Antlaşması ile 1878’den itibaren Rus işgalinde kalan Kars ve havalisi geri alınarak Türkiye’nin
Doğu sınırları güvenlik altına alınmış oldu. Böylece, Doğu’daki kuvvetlerimizin Yunan
kuvvetlerine karşı kaydırılma imkânı da doğmuş oldu. Bu antlaşmadan hemen sonra TBMM
Gürcistan’a bir nota vererek, bir Türk yurdu olan üç sancağın (Kars, Ardahan, Batum) Türkiye’ye
iadesini istedi. Görüşmeler sonunda Gürcü hükûmeti bu sancakları Türkiye’ye bırakmak zorunda
kaldı. Ancak kısa bir süre sonra Bolşevik Rusya’nın Gürcistan ve Ermenistan’ı işgal etmesi üzerine
durum değişmiş ve 16 Mart 1921 Moskova, 13 Kasım 1921 Kars Antlaşmalarıyla, Batum dışındaki
yerler Türkiye’ye katılmış oldu. Doğu Cephesi’nde bu askerî faaliyetler devam ederken aynı
İngiliz ve Fransız kuvvetleri 26 Aralık 1918’den itibaren Ceyhan, Kadirli, Kozan, Feke, Saimbeyli,
Osmaniye, Erzin, Dörtyol, İskenderun, Adana ve çevresini işgale başladılar. 1918 sonlarına doğru
bir İngiliz Hint taburu Mersin’e çıkarıldı. İngilizler, Fransızların Musul üzerindeki isteklerinden
vazgeçmeleri üzerine Urfa, Maraş, Antep ve Adana gölgesini Fransızlara terk etmişlerdi. 1919
Eylülünden itibaren Fransızlar İngilizlerden buraları devraldılar. İçlerinde Ermeniler ’in de
bulunduğu Fransız kuvvetleri bölgenin işgaline başladılar. Hazırlıkların tamamlanmasından
sonra Fransız ve Ermeni kuvvetlerine karşı harekete geçen millî kuvvetler 1920 Nisan’ında
Haçkırı, Kelebek ve Bilemedik mevkilerinde düşmana ağır darbeler vurdular. Başka bir Fransız
birliği de mayıs ayı içinde Pozantı’da kuşatıldı. 27 Mayıs’ta Fransızlar bir yarma hareketini
takiben kuşatmadan kurtulur gibi oldularsa da kendilerine kılavuzluk eden Gülekli Hatice Hatun
Fransızları Kar Boğazı’na sokmayı başardı. Kurtulma ümidi kalmayan Fransızlar teslim oldular.
TBMM ordularının I. ve II. İnönü’de kazandıkları başarı Fransızların 21 Mayıs 1921’de Kelebek’te
mütareke şartlarını görüşmeye yanaşmalarını sağladı. Nihayet Ankara İtilâfnâmesi ile
Çukurova’yı boşalttılar.
Şehirdeki Fransızların sayısı arttıkça yerli Ermeniler ‘in de kötülükleri artmıştı. 1919 Ekim ayı
içinde evine gitmekte olan bir kadına yapılan saldırı Maraş’ta ilk silahın patlamasına sebep oldu.
Sütçü İmam olarak bilinen bir vatanperver duruma dayanamayarak silahını çekip tecavüze
yeltenen Ermeni’yi vurmuştur. Olayı müteakip Sütçü İmam dağa çıkmıştı. 1919 Kasımının bir
cuma günü Maraş’a yeni gelen Fransız komutanının Ermeni mebus Hırlakyan Agop’un evinde
verilen ziyafet sırasında kur yaptığı bir Ermeni kızının arzusuna uyarak, Maraş kalesindeki Türk
bayrağını indirtmesinden sonra Avukat Kısakürek Mehmet Ali Bey sert bir bildiri yayınladı.
Cuma namazına gelenler ise imamın “kalesinde bayrağı dalgalanmayan esir bir ülkede Cuma namazı
4. Ocak 1920 tarihindeki Ermeni ve Fransız birliklerinin Cumalar ve Sarılar köyündeki katliamını
duyan Maraşlılar, birbirlerinden habersiz olarak harekete geçmişler ve şehirdeki Fransız
kuvvetlerini sararak imha etmişlerdir. 15 Ocak 1920 tarihinde İslâhiye yöresinden gelen Fransız
takviye birlikleri Maraş’a giremediler. 20 Ocak 1920 tarihinde Öğretmen Hâfız Veliyeddin Efendi
ile din bilgini Mustafa Efendi şehit edilmeleri Maraş savunmasını gittikçe şiddetlendirdi. Şehir
içindeki savaşı Elbistanlı polis komiseri Arslan Bey yönetiyordu. Şehrin yardımına 3 gün sonra
Kılıç Ali Bey ile Doktor Mustafa Bey, Eczacı Lütfü Bey müfrezeleri yetiştiler. 24 Ocak 1920
tarihinde Mustafa Kemal Paşa Sivas’taki 3. Kolordu’nun Maraş’ın yardımına koşmasını emretti.
3. Kolordu komutanı Selahaddin Bey aldığı talimat üzerine iki top ve iki ağır makineli tüfekle
takviyeli bir süvari birliğini hemen Maraş’a gönderdi. Alev alev yanan Maraş’ta sokak savaşları
bütün şiddetiyle devam ediyordu. 7 Şubat 1920 tarihinde İslahiye’den hareket eden Albay
Norman komutasındaki Fransız birlikleri şehirdeki Fransız kuvvetlerinin yardımına koşmuş, 8
Şubat’ta şehrin Fransızların elinde bulunan kısmına geçmeyi başarmıştı. 10 Şubat’tan itibaren
Maraşlı kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar ellerine ne geçirebildilerse mücadeleye bütün
hınçlarıyla katıldılar. Askerî birliklerin yetişmesine fırsat kalmadan, Fransızlar bu şahlanmış
millet karşısında 11 Şubattan itibaren şehri top ateşine tutarak terk etmeye başladılar. 12 Şubat’ta
tamamen şehir Türkler’in eline geçti. 13 Şubat 1920 tarihinde Mustafa Kemal bir bildiri
yayınlayarak Maraş’ın kurtuluşunu her tarafa duyurdu.
Ocak 1919 tarihinde Mondros hükümlerinin aksine İngilizler tarafından işgal edilen Antep’e
bilahare İngiliz-Fransız anlaşmasından sonra Fransız bildirileri gönderilmişti. İngilizlerin işgali
döneminde ilk defa olarak Rışvan Oymağı’nın Kabalar aşireti reisi Karayılan (Mamo oğlu
Mehmet) aşiretini silahlandırmış hazır bekliyordu. Fransız işgalinden hemen sonra fırsat
buldukça Fransız nakliye kollarını basmaya başladı. Fransızlar bölgeye geldikten sonra bir
Ermeni fırkası oluşturdular. Ayrıca Ermenilerden polis ve jandarma kuvveti kuruldu. Bu arada
Türk polis ve jandarması ise Fransız komutanların emrine verildi. Fransız işgal kuvvetlerinin
onur kırıcı davranışları karşısında Antepliler “Cemiyet-i İslâmiye” adından bir cemiyet
kurmuşlardı. Bu arada Akyol Camii’ndeki Türk bayrağının indirilmesi, çarşafını yırtmak isteyen
bir Türk kadının karşı koyması karşısında müdahale etmek isteyen bir Fransız askerinin kadının
12 yaşındaki çocuğunu süngüleyerek şehit etmesi Antep’teki direnme hareketinin başlamasına
sebep oldu. Daha sonra şehirde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin şubesi
Urfa’daki Kuvay-ı Milliye hareketi diğer bölgelere nazaran daha ileri idi. Bölge jandarma
komutanlığına atanan Ali Saip Bey (Ursavaş) kısa zamanda Kuvay-ı Milliye hareketini
teşkilâtlandırmış “Namık” takma adıyla millî mücadeleyi yönetiyordu. Bölgedeki teşkilâtlarla
gerekli teması kurduktan sonra Urfa’daki Fransız komutanına ültimatom veren Ali Sap Bey 24
saat içinde Fransızların şehri terk etmesini istedi. Bu isteğin yerine getirilmemesi üzerine 8 Şubat
1919 tarihinde şehre giren Ali Saip Bey, halkı silahlandırarak şehirdeki Fransız-Ermeni
kuvvetlerine karşı mücadeleyi başlattı. Birecik ve Suruç’ta ise çarpışmalar şiddetle devam
ediyordu. 21/22 Şubat gecesi Bucak ve İzali aşiretleri Bediüzzaman Karakolu’nu işgal ederek
Ermenilerle Fransızların irtibatını kesmeyi başardılar. 26 Şubat’ta Cerablus tarafındaki
demiryolunu bozan Kuvay-ı Milliyeciler Fransızların yardım gönderme ihtimalini de
önlemişlerdi. Nisan ayına kadar bölgede savaşlar devam etti. Urfa’daki muhasara altındaki
Ermeniler Türkler’e başvurarak muhasaranın kaldırılmasını istediler. Türkler ise Fransız işgali
devam ettiği sürece kuşatmanın kaldırılmayacağını söylediler. Bu durumda Ermeniler
Mondros Ateşkesi sonrasında Uzunköprü - Hadımköy demiryolu hattı bir Yunan taburu
tarafından tutulmuş ve bu durum bölgede huzursuzluk yaratmıştır. Yunan taburu demiryolu
istasyonundan başka hat boyundaki Hadımköy, Çatalca, Çorlu, Muratlı, Lüleburgaz ve
Uzunköprü gibi Türk şehirlerine de küçük müfrezeler yerleştirmiştir. Bu durum bölgedeki Rum
çetelerini cesaretlendirdiği gibi, Osmanlı Hükümeti’nin otoritesini de sarsmıştır.
Trakya’da I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (Eğilmez) Bey liderliğinde bir direniş ortaya
konmuş ve Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Edirne ile Doğu Trakya’nın Yunanistan’a
bırakılmasını reddetmişlerse de Yunan ordusu Batı Trakya’nın ardından Doğu Trakya’yı işgal
etmiştir. Doğu Trakya’nın işgali 1920 yılı Temmuz’unda bir yandan Meriç’i geçen, diğer yandan
ise Tekirdağ ve Marmara Ereğlisi’ne çıkarılan Yunan birliklerince gerçekleşmiştir. Çatalca’ya
kadar bütün Trakya’yı ellerinde bulunduran ve bölgede bir idare tesis etmiş olan Yunanlar, Doğu
Trakya’yı Mudanya Ateşkes Antlaşması hükümleri gereğince terk etmişlerdir.
Millî Mücadele sırasında Anadolu’nun birçok bölgesinde cepheler oluşturularak işgalcilere karşı
mücadele verilmiştir. Ancak Türk milletinin kaderini yakından etkileyen en önemli savaşlar Batı
Cephesi’nde, özelikle de düzenli ordunun kurulmasından sonra cereyan etmiştir.
15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali ile başlayan ve Batı Anadolu’yu tamamen istila amacını güden
Yunan saldırılarına karşı ilk anda oluşturulan Kuva-yı Milliye birlikleri, işgallere karşı direnmeye
çalışmışlarsa da düzenli Yunan tümenlerine karşı yeterli olamamışlardır. Yunanlılar kısa sürede
Manisa, Aydın, Ayvalık, Edremit, Ödemiş’i işgal etmişlerdir. Mondros Mütarekesi hükümlerine
aykırı olan bu işgaller, Batı Anadolu halkının tepkilerini arttırarak savunma ruhunun daha da
uyanmasına ve Kuva-yı Milliye fikrinin daha güçlü bir şekilde gelişmesine sebep olmuştur.
Bekir Sami (Anday), Köprülü Kâzım (Özalp), Mehmet Şefik (Aka), Bekir Sami (Günsav) gibi asker
ve Hacim Muhittin (Çarıklı), Vasıf (Çınar), Mahmut Celal (Bayar) Beyler gibi sivil aydınların
öncülüğünde Kuva-yı Milliye hareketi daha da genişleyerek İstiklal Savaşı’nın batıdaki cepheleri
Mayıs 1919’dan itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ali Fuat Paşa ve Çerkez Ethem’in Ankara’nın muhalefetine rağmen 24 Ekim 1920’de birlikte
yapmış oldukları Gediz Taarruzu ise istenilen sonucu vermemişti. Bu durum TBMM’de Batı
Cephesi’yle ilgili daha radikal kararların alınmasını gündeme getirmiş ve düzenli ordunun
kurulması konusunda bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Bir müddet sonra Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey ile Çerkez Ethem arasında anlaşmazlık
başlamıştır. TBMM’nin bütün Kuva-yı Milliye birliklerinin düzenli orduya bağlanma emrine
birçok Kuva-yı Milliye birliği olumlu yaklaşmasına rağmen, Çerkez Ethem ve kardeşleri bu emre
uymadıkları gibi, bazı Kuva-yı Milliyecileri TBMM’ye karşı kışkırtmışlardır. Demirci Mehmet Efe
de bu doğrultuda ayaklanmış; fakat üzerine gönderilen millî kuvvetler karşısında teslim olmuştu.
Bütün bunlara rağmen Mustafa Kemal Paşa, Albay İsmet Bey ile Çerkez Ethem’in arasını bulmak
istemişse de bir başarı elde edememişti. Tüm olumlu yaklaşımlara rağmen Albay İsmet Bey’in
emrine girmek istemeyen ve mücadelesinden vazgeçmeyen Çerkez Ethem ve kuvvetleri
TBMM’ye karşı ayaklanmışlardır.
Bunun üzerine 29 Aralık 1920’de harekete geçen millî kuvvetler Çerkez Ethem kuvvetlerini
mağlup edince, Çerkez Ethem kardeşleriyle birlikte Yunanlılara sığındı. Kuva-yı Seyyare’ye ait
birlikler ise silahlarıyla birlikte millî kuvvetlere katıldı. Böylece düzenli ordunun kurulmasına
karşı son engel de ortadan kalkmış oldu.
I. İnönü Savaşı düzenli Türk ordusunun Batı Cephesi’nde Yunan ordusu ile yaptığı ilk savaştır.
Yunan Ordusu’nun 6 Ocak 1921’de başlattığı taarruzun başlıca sebebi, seçimlerden sonra kurulan
yeni hükümetin İtilaf Devletleri’nin güvenini kazanmak için yeni bir harekâta ihtiyaç duymasıydı.
Yunanlar ayrıca düzenli ordu birliklerine tâbi olmak istemeyen Çerkes Ethem Ayaklanmasının
yarattığı bunalımdan yararlanarak henüz kurulmuş olan düzenli Türk ordusunun daha fazla
güçlenmesine fırsat vermek istemiyorlardı. Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet (İnönü) Bey
Yunan birliklerini İnönü mevzilerinde karşılamaya karar vermiştir. Yunan ordusu 9 ve 10 Ocak
günlerinde İnönü mevzilerinde gerçekleşen şiddetli çarpışmaların ardından hezimete
uğratılmıştır. I. İnönü olarak adlandırılacak muharebenin en çetin günü 10 Ocak olmuş, Türk
kuvvetleri yorgun bir hâlde cepheye yetiştikleri hâlde kendilerinden beklenmeyecek şiddette,
büyük bir inat ve kararlılıkla savaşarak Yunanların iradesinin çökmesine sebep olmuşlardır.
I. İnönü Savaşı askerî bakımdan mütevazı ölçekte de olsa nihai zafere inancı ve Büyük Millet
Meclisi’nin prestijini arttırmıştır. Zafer için ordu, orduyu yaratmak için zaferin gerektiği durumda,
bu iki ucu bir araya getirmiştir. Bundan böyle vergi toplama ve askere alma işlemleri daha düzenli
bir hal almış, BMM bu zaferin kazandırdığı prestijle 20 Ocak 1921’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu
adıyla yeni bir anayasa yapmıştır. Yunan tarihçi Psirukis I. İnönü Muharebesini değerlendirirken
“…1921 Ocak başında, Yunan askerinin Anadolu cephesinde yeni bir harekâta geçmesine karar verildi.
Yeni harekâtın amacı, Orta Doğu’da İngilizlerin siyasetinin devamını sağlayacak koşulları oluşturmaktı…
Bu sebeple de harekât, İstanbul – Musul – Bağdat demiryolu hattı doğrultusuna yöneldi. Taarruz Eskişehir
yönünde gerçekleşti. Bazı demiryolu hatlarının işgalinden sonra, Yunan askeri 10 Ocak 1921’de I. İnönü
Savaşı ile durduruldu… Ocak 1921’deki (Yunan ordusu’nun) başarısızlığı İngilizleri zor durumda
bırakmıştır. Fransa ve İtalya açıkça Sevr’in yeniden gözden geçirilmesini istemeye başlamışlardır.
Osmanlı Devleti’nde başlangıçla bir istiklal marşı yoktu. Batılılaşma hareketlerine paralel olarak,
Avrupa devlet temsilcileri ile yapılan törenlerde bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır. Resmi bir
istiklal marşı olmamakla birlikle İkinci Mahmut’tan itibaren birbirinden farklı güfte ve besteler
okunarak bu ihtiyaç giderilmeye çalışılmıştır, ikinci Meşrutiyet döneminde bir milli marş
benimsenmesiyle ilgili teşebbüslerde bulunulmuş fakat gerçekleşmemiştir.
Milli Mücadele başladığı zaman, Mehmet Akif'in “Ordunun Duası" isimli şiirinin Ali Rıfat
(Çağatay) tarafından bestelenmiş şekli, Genelkurmay Başkanlığı tarafından askeri birliklerde
okutulmuştur. Birinci Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra bu konu tekrar ele alınıp 18 Eylül
1920 tarihinde bir milli marş için yarışma açılması ve şartları kabul edildi. Bu çerçevede 21 Aralık
1920 tarihine kadar Maarif vekâletine 724 şiir gönderildi. Ancak bunlar arasında milli marş güftesi
olmaya layık şiir bulunamamıştır. O tarihle Maarif vekili olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Milli
Marş olacak şiiri Mehmed Akif'ten beklediğini beyan etti. Mehmed Akif bu yarışmaya hükümet
tarafından konmuş olan 500 lira mükâfatı kabul etmediğinden katılmayacağını belirtince, bu
şartın kaldırılabileceği kendisine bildirildi. Bunun üzerine, Mehmed Akif uzun zamandan beri
üzerinde çalıştığı eserini tamamlayıp Maarif Vekâlet’ine gönderdi. İstenen şartlara uygun yedi
şiir içerisinden M. Akif in şiiri 12 Mart 1921 ’de Meclis tarafından kabul edildi. Resmi hale
geldikten sonra marş Hamdullah Suphi Bey tarafından bir defa daha okunmuş bütün mebuslar
tarafından ayakta alkışlanmıştır. Mehmed Akif İstiklal Marşını Millî Mücadele'nin en heyecanlı
anlarının yaşandığı bir sıradaki duyguları ile yazmış ve milletine armağan etmiştir. “O benim değil
milletimindir" diyerek bütün şiirlerini topladığı ‘'Sefahat"ına almamıştır.
Mehmet Akif, Trablusgarp ve Balkan Savaşlarından itibaren aralıksız savaşmış bir milletin
evlatlarının, “şehit oğullarının” Mondros Ateşkesi sonrasında başlayan işgallere karşı
mücadelesini yansıttığı İstiklâl Marşı’nın, Türk milletinin eseri olduğunu beyan etmiştir. Nitekim
halkın bağrından kopan Kuvâ-yı Milliye birlikleri Aydın’da olduğu gibi Batı Anadolu’nun her
yerinde, Ayvalık’ta, Bergama’da, Soma’da, Akhisar’da, Salihli’de ve Nazilli’de kendini zincirlere
vurmak isteyenlere karşı enginlere sığmayarak taşmışlardır. Anadolu’nun güneyinde Fransız
işgaline karşı ilk direnme Dörtyol’da olmuş, ancak bu bölgede Fransızların işbirlikçileri olan
“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”
dizeleriyle başlayan İstiklâl Marşı, “Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet; Hakkıdır, Hakk’a
tapan milletimin istiklâl” dizeleriyle son bulmaktadır. “Türk milleti hakikaten büyük millet. Hüner ona
layık kumandan olabilmekte…” demiş olan Mustafa Kemal İstiklâl Marşı’nın önemine, “Bu marş,
bizim inkılâbımızın ruhunu anlatır… İstiklâl Marşı’nda davamızı anlatması bakımından büyük manası
olan mısralar vardır…” sözleriyle dikkat çekmiştir.
B.M.M. Hükümeti’nin Sevr projesine karşı tutumundan rahatsızlık duyan İngiltere, gerekirse bu
projeyi zorla kabul ettirmek için Yunan kuvvetlerini bir tehdit unsuru olarak Türklere karşı
harekete geçirmişti. Ancak bütün tehdit evç baskılara rağmen Millî Hükümet, Misak-ı Millî
Projesi’nden asla taviz vermeme kararındaydı, nitekim I. İnönü Zaferi bunun göstergesi olmuştu.
Türklerle yapılması gereken barışın çok geciktiğini, bu nedenle de işlerinin oldukça zorlaştığını
gören ve giderek de zorlaşacağından kaygılanan İngiliz Hükümeti, Türk Kuvvetlerinin bu ilk
başarısından sonra, oldukça rahatsızdı. Ortakları Fransa ve İtalya da İngilizleri Türklerle diyalog
konusunda devamlı sıkıştırıyorlardı.
Bu gelişmeler sonunda İtilaf Devletleri Londra'da bir konferans tertip etmeye ve bu konferansa
yine Türk Milleti adına İstanbul Hükümetini çağırmaya karar verdiler. Ancak Damat Ferit'in
istifasından (17 Ekim 1920) sonra işbaşına gelen Tevfik Paşa kabinesi Ankara’yla İstanbul
arasındaki ayrılıkları gidermek düşüncesindeydi. Bu sebeple Londra’ya gidecek heyetin arasında
bir de Ankara’nın temsilcisinin bulunmasını istediği için durumdan Mustafa Kemal’i haberdar
elti. Millî Hükümet Londra’ya doğrudan çağrılmadıkça gitme niyetinde olmadığını bildirdi.
Fakat muhtemel bir çağrı durumunda da gecikmemek için Hariciye Vekili Bekir Sami Bey
başkanlığında bir heyeti Roma’ya gönderdi. İtalyan Hükümeti'nin araya girmesiyle B.M.M.
Hükümeti de Londra’ya doğrudan çağrılınca, zaten Roma’da hazır bekleyen Bekir Sami Bey
Heyeti Londra’ya ulaştı.
21 Şubat’ta başlayan konferansta İngiltere ve ortakları görüşlerini koyduktan sonra, Türk Milleti
adına Osmanlı Hükûmeti heyetine söz verdiğinde heyet başkanı Tevfik Paşa “Söz hakkı milletin
Yapılan müzakereler sırasında İtilaf Devletleri, Sevr Projesinde çok küçük değişiklikler yaparak,
bir bakıma Türk Milleti’ne konferans yoluyla kabul ettirme çabası içindeydiler. Bu değişiklikler
şöyle özetlenebilir:
Bu teklifleri yapan ve cevap vermek için bir ay süre tanıyan İtilaf Devletleri bu süreyi beklemeden
Yunan kuvvetlerini taarruza geçirdiler. Beklememeleri gayet normaldi, çünkü Türk heyeti bu
teklifi kesinlikle kabul etmeyeceğini, kabul edebileceği asgari şartların Misak-ı Millî projesi
olduğunu İtilaf Devletlerine bildirmişti.
Müzakereler 10 Mart tarihi itibariyle sonuçsuz kalınca Bekir Sami Bey, kendi inisiyatifini
kullanarak İngiltere, Fransa ve İtalya ile ikili anlaşmalar yaptı. Ancak hakkaniyet esasına
uymadığı gerekçesiyle bu anlaşmalar BMM’ce onaylanmadı. Daha sonra Bekir Sami Bey bu
nedenle görevinden alındı.
Londra Konferansı’nın tek olumlu sonucu, BMM Hükümeti’ni şimdiye kadar tanımak istemeyen
İtilaf Devletleri’nin, bu konferansta Milli Hükümet’in temsilcilerini resmen muhatap olarak kabul
etmek durumunda kalmalarıdır.
1917 yılında Rusya’da çarlık rejimi yıkılmış ve yerine Sovyet yönetimi kurulmuştur. Rusya I.
Dünya Savaşı’ndan çekilmiş ve yeni uygulamalara yönelince İtilaf Devletleri tarafından tehdit
edilmiştir. Ruslar ortak tehdit sebebiyle Anadolu hareketi ile iyi geçinmek yoluna yönelmişlerse
Türkiye, Moskova Antlaşması ile doğu sınırlarının güvenliğini sağlamış, Batı Cephesi’ni
güçlendirme imkânı yakaladığı gibi pazarlık gücünü de arttırmıştır. Bu sayede Millî Mücadele’de
ihtiyaç duyulan bir miktar para ve silah Sovyetlerden temin edilebilmiştir.
Yunan Ordusu’nun 23 Mart 1921’de Bursa üzerinden Eskişehir, Uşak üzerinden Afyon yönünde
giriştiği taarruzun başlıca nedeni I. İnönü Savaşı’nda kaybettiği prestijini kurtarmak, Eskişehir-
Kütahya – Afyon stratejik bölgesini ele geçirerek Yunan Cephesi’ni İzmir’den İzmit’e kadar
kesintisiz bir demiryolu zinciriyle birleştirmek ve Türk ordusunun daha fazla güçlenmesine fırsat
vermemektir. Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Bey Eskişehir’in kuzeybatısına yığınak
yapmış, Yunan birliklerini yine İnönü mevzilerinde karşılamaya karar vermiştir. Bu mevziler ilk
muharebeden bu yana daha da sağlamlaştırılmışlardır.
Dumlupınar ve Aslıhanlar
muharebeleri sonrasında Yunan
kuvvetleri yeni bir harekâtın
hazırlığına girdiler. Yunanlar,
İnönü- Kütahya- Döğer mevziini
tutmuş olan Türk kuvvetlerini
güneyden kuşatmak üzere 8
Temmuz’da ileri harekâta geçtiler.
14-18 Temmuz’da Kütahya-
Nasuhçal mevzilerinde şiddetli
çarpışmalar oldu. Ancak sayı ve
silah bakımından çok üstün olan
Yunan kuvvetleri karşısında Türk
kuvvetleri geri çekilmenin doğru
olacağını düşünerek 18
Temmuz’da Eskişehir’in
doğusunda Seyitgazi hattına çekildi. 21 Temmuz’da Yunanlar Eskişehir istikametine taarruza
geçti. Bu bölgede çok şiddetli çarpışmalar oldu sonuçta Türk kuvvetleri 25 Temmuz’da Sakarya
gerisine çekilmek durumunda kaldı. Bu harekât sonunda Eskişehir, Kütahya, Afyonkarahisar
Yunanların eline geçti. Tabii ki bu gelişmeler yurtta ve Mecliste büyük moral kırıklığına ve
tepkilere yol açtı. Hatta, Meclisin Ankara’dan Kayseri’ye taşınması bile dile getirildi.
Başkomutanlık üzerine yöneltilen eleştiriler karşısında Mustafa Kemal, kararlı ve makul
açıklamaları ile moralleri ve güven duygusunu güçlü tutmayı başardı. Meclis, 5 Ağustos’ta kabul
ettiği kanunla Mustafa Kemal Paşa’ya üç ay süreyle Başkomutanlık yetkilerini verdi. Mustafa
Kemal, ilk işi olarak Tekâlif- i Milliye emirlerini yayınladı.
On maddeden oluşan Tekâlif-i Milliye uyarınca her ilçede Tekâlif-i Milliye Komisyonları
kurulacak, hiçbir komisyon üyesine hizmetleri karşılığı ücret ödenmeyecekti. Her Tekâlif-i
Milliye Komisyonu emirlerde belirtilen malları toplayarak kendisine bildirilen cepheye
Görüldüğü gibi Tekâlif-i Milliye Emirleri uyarınca her Türk ferdi ve ailesi zafer için elinden gelen
tüm imkânları ortaya koymuş, bu şekilde ordunun yedirilmesi, giydirilmesi ve donatılması için
olanak yaratılmıştır. Emirler 7-8 Ağustos 1921 günlerinde peş peşe yayınlanarak hemen
uygulamaya konulmuştur. Seferberlik ilan etmiş olan Mustafa Kemal Paşa, düşünce ve kararlarını
çabuk yürütmek zorunluluğunu hissederek Millet Meclisi’nin yetkilerini şahsında toplamıştır.
Yunanların saldırıya
geçmesiyle Mangal Dağı,
Beylik Köprü, Türbetepe,
Gedikli, Köseaptallı, Çaldağı,
Duatepe ve Kartaltepe
mevkilerinde pek çok kritik
muharebe yaşanmıştır. Ancak
Yunanlar Türklerin
kuvvetlerini tam zamanında
takviye etmelerinden dolayı
amaçlarına ulaşamamışlardır.
Yunan tümenleri büyük
kayıplar vermişler ve Yunan
askeri takviye edilememiştir.
6-12 Eylül, artık Türk
kuvvetlerinin üstünlüğü ele aldığı ve taarruza geçtiği günlerdir. 10 Eylül’de başlayan Türk
taarruzuna dayanamayan Yunan kuvvetlerinin gerileyişi, 13 Eylül’de Sakarya’nın doğusunu
tamamen boşaltmaları ile neticelenmiştir.
Stratejik kurallar gereği, Yunan ordusunun durmadan takip edilmesi gerekirdi. Ancak Türk
Ordusu o anda bunu gerçekleştirecek yeterli kuvvet ve olanaklara sahip değildi. Batı Cephesi
birlikleri Meydan Muharebesi’nin akabinde oldukça ağır zayiata uğramış ve yıpranmışlardı.
Takip vasıtaları eksikti ve arada Sakarya Nehri’nin bulunması takip hareketini daha da
güçleştirmekteydi. Buna rağmen kuzey ve özellikle güney kanatlardan piyade ile takviyeli süvari
birlikleriyle yapılan takip harekâtı Yunan ordusunu güç duruma düşürerek, hızla çekilmek
zorunda bırakmıştır.
7 Eylül 1921’de 3. Kolordu Komutanı olarak atanmış olan Kazım (Özalp) Bey Yunanların Sakarya
Savaşı’nda yenilmelerinin pek çok sebebi olduğunu, planlarında ve stratejilerinde hatalar
bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak en büyük hataları, Türkleri küçük görmeleri olmuştur.
Sakarya Zaferi Türk milletinin dünya karşısında verdiği topyekûn bir mücadelenin eseridir ve
nihai zafere olan inancı arttırmıştır. TBMM 19 Eylül 1921’de başarılı bir strateji uygulamış olan
Mustafa Kemal Paşa’ya gazilik unvanı ve müşirlik (mareşallik) rütbesi vermek suretiyle minnetini
göstermiştir. Bu zafer Türk ve Yunan ordularının rollerini değiştirmiştir. Zira bundan böyle
taarruz sırası Türk ordusuna geçmiştir. Diğer taraftan Yunan ordusunun geri çekilişinin
birliklerin disiplini ve maneviyatı üzerinde negatif etkisi olmuştur.
Bu zaferin çok önemli askerî, siyasî ve sosyal sonuçları vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Türk ordusunun 1683 Viyana Kuşatmasından sonra başlayan geri çekilişi, bu savaştan sonra taarruz
aşamasına geçişi sağlamıştır.
Batı ülkelerinin Yunanlılara olan güveni sarsılmıştır.
Yunan ordusunun gücü kırılmış, üstünlük Türk ordusuna geçmiştir.
Büyük taarruz için zaman ve zemin hazırlamıştır.
Bu zaferle Türk milletinin ve ordumuzun morali yükselmiş, milletimizin orduya ve Mustafa Kemal Paşa’ya
olan güveni artmış, hâkim gücün Ankara yönetimi olduğu anlaşılmıştır.
Bu savaştan sonra dış politikada olumlu gelişmeler kendini göstermiş, Kafkas Cumhuriyetleri (Gürcistan-
Ermenistan ve Azerbaycan) ile 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması, Fransızlarla 20 Ekim 1921’de Ankara
Antlaşması, 2 Ocak 1922’de Ukrayna ile de bir dostluk antlaşması imzalanmıştır.
İtalyanlar ise artık Anadolu’da tutunamayacaklarını anlayıp 1921’in sonuna kadar işgal ettikleri yerleri
boşaltmışlardır.
Bu zaferden sonra imzalanan önemli antlaşmalardan biri de 23 Ekim 1921’de gerçekleşmiş, Malta’da
bulunan Türk esirleri ile Anadolu’da tutuklu bulunan İngilizlerin değişimi sağlanmıştır. Böylece İngiltere
de Ankara Hükümeti’ni tanımıştır.
Bu büyük başarıdan dolayı TBMM, 19 Eylül 1921 tarihinde Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya kanunla
Gazi unvanı ve Mareşal (Müşir) rütbesi vermiştir.
Sovyet Rusya’nın aracılığıyla 13 Ekim 1921’de TBMM Hükümeti’ni temsilen Kâzım Karabekir
Paşa başkanlığındaki bir heyet ile Kafkas Cumhuriyetleri (Ermenistan-Gürcistan ve Azerbaycan)
temsilcileri arasında Kars’ta bir antlaşma imzalanmıştır. Moskova Antlaşması’nın bir tekrarı gibi
Sakarya Zaferi’nin diğer siyasi sonucu, 20 Ekim 1921 tarihli ve Türkiye- Fransa arasında bir ön
barış niteliğindeki Ankara Antlaşması’dır. Ankara Antlaşması ile savaşa son verilmiş, Fransa’nın
işgalindeki Suriye ve Türkiye arasında sınır belirlenmiş, daha sonraki ilişkiler açısından kimi
ilkeler konulmuş, ancak müttefiklerle bir arada çözümlenmesi gereken sorunlar ister istemez
sonraya bırakılmıştır ki bu antlaşma için “ön barış” nitelemesinde bulunmamızın sebebi budur.
Güney Cephesi’nde (Urfa, Antep, Maraş, Adana) güçlü bir direnişle karşılaşan ve çok ağır
kayıplar veren Fransızlar, I. ve II. İnönü Savaşları’nın kazanılması, Rusya ile Moskova
Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Türkiye’ye yakın durmaya başlamışlardı. 1921 Mart
ayından itibaren Türkiye ile görüşme zemini oluşturmaya çalışmışlar, hatta Ankara’ya özel bir
temsilci olarak Franklin Bouillion’u göndermişlerdi. Görüşmeleri bizzat Mustafa Kemal Paşa
yapmıştır. Fransızların Sevr Antlaşması çerçevesinde yeni bir antlaşma isteğine karşılık, Mustafa
Kemal Paşa Misak-ı Millî ’den kesinlikle taviz verilmeyeceğini belirtmiştir. Görüşmeler olumlu
bir şekilde sürerken Yunan saldırısı başlayınca Fransızlar görüşmeleri askıya aldılar. Ancak Türk
ordusunun Sakarya Savaşı’nı kazanması üzerine Fransızlar tekrar tutumunu değiştirdi ve
Türkiye ile barış yapmaya karar verdi. İki taraf arasında 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması
(Ankara İtilafnamesi) imzalandı. Bu antlaşmaya göre;
Bu antlaşma ile Misak-ı Millî görüşümüz Fransızlar tarafından resmen tanınmış oldu.
Sakarya Zaferi’yle dost ve düşman herkes TBMM’nin gücünü anlamış oldu. Bu durum millî
hükümete diplomasi alanında daha rahat hareket imkânı verdi. Sakarya Zaferi’nden sonraki bir
yıllık süre içerisinde barış arayışları devam etti. Çünkü TBMM Hükümeti Sakarya Zaferi’nden
sonra, elde ettiği avantajını diplomaside kullanabilirse yeni bir savaşa gerek kalmadan barışı
gerçekleştirmek mümkün olabilirdi. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey,
Avrupa’ya gönderildi. Yusuf Kemal Bey, Paris ve Londra’da temaslarda bulunup millî davamızı
anlatmaya ve bir barış konferansının toplanması konusunda İtilaf Devletleri’nin temsilcilerini
ikna etmeye çalıştı ise de İtilaf Devletleri mütareke fikrinde ısrar ettiler.
Bunun üzerine İtilaf Devletleri’nin Dışişleri Bakanları kendi aralarında bir konferans toplayarak
22 Mart 1922 tarihli mütareke önerilerini Ankara, İstanbul ve Atina’ya ulaştırdılar. Bu öneriye
göre;
İtilaf Devletleri’nin önce mütareke, daha sonra barış teklifine, TBMM daima barıştan yana
olduklarını; ancak işgal altındaki Türk topraklarının tamamen boşaltılması şartıyla kabul
edebileceğini duyurdu ve 5 Nisan 1922’de karşı bir teklifte bulundu. Ancak İtilaf Devletleri,
TBMM’nin bu barışçıl isteklerine 15 Nisan 1922’de olumsuz cevap verdi. Bu durumda yapacak
başka bir yol kalmayınca, işgallere karşı top yekûn bir savaş için TBMM, yeni bir hazırlık için
kolları sıvadı.
Bu süre içerisinde meydana gelen başlıca gelişmeler arasında önemli bir konuda Başkumandanlık
Kanunu’nun süresinin uzatılması meselesiydi. Bu konu TBMM’de büyük tartışmalara sebep oldu.
Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif bazı milletvekilleri Sakarya Zaferi’nden sonra aylar geçtiği halde
ordumuz neden taarruz etmiyor? gibi eleştirileri sık sık gündeme getiriyorlardı. Bu sorulara
Mustafa Kemal Paşa, Meclisin gizli bir oturumunda şu cevabı vermiştir:
“Ordumuzun taarruz etmesi isteniyor. Zaten kararımız taarruzdur. Fakat biz taarruzu geciktiriyoruz.
Çünkü hazırlıklarımızı bitirmek için biraz zaman lazımdır. Yarım tedbirlerle yapılacak taarruz hiç taarruz
etmemekten fenadır.” demiştir. Bunun üzerine TBMM, Başkumandanlık Kanunu’nu tekrar ele
alarak Başkumandanlık yetkisini iki defa üçer ay, daha sonra da kendisi istemediği hâlde sınırsız
olarak uzatmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığı Cumhurbaşkanı seçileceği tarihe
kadar devam etmiştir.
Sakarya Zaferi’nin ardından Türk Ordusu hemen taarruza geçmemiş, hazırlığını iyice
tamamladıktan sonra genel ve sonuçlu bir taarruz gerçekleştirmesi düşünülmüştür. Bu
doğrultuda ordunun eksikliklerini giderme yoluna gidilmiş, ağır topların sayısını arttırmak ve
süvari birliklerini kuvvetlendirmek gayreti içinde olunmuştur. Türk Ordusu Mustafa Kemal
Paşa’nın deyimi ile “Büyük bir önemle dünya önünde vereceği sınava hazırlanırken”, bir yandan da
batı dünyasının düşüncelerini ve bunlardan lehimize bir sonuç çıkarma ümidi olup olmadığını
anlamak üzere önce Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey, ardından İçişleri Bakanı Ali
Fethi (Okyar) Bey Avrupa’ya gönderilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa Türk ordusunun ihtiyaç ve eksikliklerini tamamlamak üzere olduğu
günlerde Büyük Taarruz kararını vermiş, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yla görüştükten sonra
Adapazarı ve İzmit yöresine yapacağı gezi için Ankara’dan ayrılmıştır. İstanbul’dan gelecek
annesini karşılayacağını sebep göstererek Kocaeli Grubu’nu denetlemek amacıyla 11-12 Haziran
gece yarısından sonra özel bir trenle Ankara’dan ayrılan Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma
Bakanı Kazım (Özalp) Paşa’yı da beraberinde Sarıköy İstasyonu’na kadar götürmüştür. Buraya
davet ettiği Cephe Komutanı İsmet Paşa’nın da katılımıyla yapılan görüşmede, genel taarruzun
Ağustos sonlarında yapılabileceği anlaşılmıştır. Annesi ve Türk dostu Fransız edibi Claude
Farrére ile de görüşmüş olan Mustafa Kemal Paşa, 24 Haziran’da Ankara’ya dönmüştür.
Türk Ordusu verilen karara göre yığınak yapmaya karar verdiğinde ve kuvvet kaydırmaya
başladığında, olabildiğince dikkatli hareket ederek taarruz planını Yunanlardan gizli tutmak
gayreti içinde olmuştur. Mustafa Kemal Paşa 23 Temmuz 1922’de Ankara’dan ayrılıp, Batı
Cephesi Karargahı’nın bulunduğu Akşehir’e gitmiştir. 28 Temmuz günü öğleden sonra yaptırılan
bir futbol maçını görmeleri ileri sürülerek ordu komutanları ve kimi kolordu komutanları da
Akşehir’e çağrılmışlardır. Bu vesileyle Mustafa Kemal Paşa komutanlarla taarruz hakkında
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa anılarında kıtaların kaydırılmasında gösterdiği dikkati, “Hiçbir
kıtanın boşalttığı yerde, buranın boşaltıldığına dair bir emare bırakmasını istemiyorum. Kıta
kumandanlarına kesin talimatlar veriyorum. Yeni geldikleri yerde mevcudiyetlerini bildirecek herhangi bir
işaret olmasını istemiyorum… Bizim asıl taarruz edecek kuvvetlerimizin sol cenahında Süvari Kolordusu
yığınağını yapacak. Yürüyüş hep gece olacak. Bu yürüyüşün atları ile, arabaları ile, malzemesi ile hiçbir
işaret vermeyecek surette yapılmasını sağlamaya mecburum” sözleriyle anlatmış, gündüz yürüyen bir
süvari kıtasını gördüğünde müdahale ettiğine değinmiştir. İfadelerinden beş bin atlıyı
yürütmenin tüm zorlukları hissedilen İsmet Paşa’ya göre Yunanlar bir şeyler sezinlemişler, ancak
Türklerin aldığı önlemleri asla anlayamamışlardır.
Mustafa Kemal Ankara’dan ayrılışını gizlemek amacıyla, kendisinin Çankaya’da davet verdiğini
gazetelerde yayınlatmıştır. Mustafa Kemal Paşa arabayla Konya’ya gitmiş ve buraya varır varmaz
telgrafhaneyi denetim altına aldırarak Konya’da bulunduğunun hiçbir yere bildirilmemesini
sağlamıştır. 20 Ağustos 1922’de Mustafa Kemal Paşa Akşehir’de bulunmaktadır ve komutanlarla
görüşmenin ardından 26 Ağustos’ta taarruzun başlaması emrini vermiştir. 24 Ağustos 1922’de
karargâhlar Akşehir’den saldırı cephesi gerisindeki Şuhut Kasabası’na getirilmiş ve 25 Ağustos
1922 sabahı Şuhut’tan savaşın yönetildiği Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha
gidilmiştir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa 26 Ağustos sabahı Kocatepe’dedir.
Bozguna uğramış olan Yunan ordusu üç koldan gerilemiş, ancak bu gerileyişi esnasında pek çok
tahribat gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emri
uyarınca Türk Ordusu 4 Eylül’de Kula ve Alaşehir’i, 6 Eylül’de Salihli’yi kurtarmış ve 9 Eylül
1922’de de İzmir’e girmiştir. Bursa ise 11 Eylül’de kurtarılmıştır.
Böylece üç yıldır devam eden Milli Mücadele’nin silahlı safhası artık sona ermiştir. Türklerin
Yunanlılar karşısındaki zaferi Anadolu’nun her tarafında sevinçle karşılanmıştır. Ankara’da
Cuma Namazı kılındıktan sonra, burada bütün halk toplanmış ve hep birlikte ‘Amin’ sesleri her
tarafta yankılanarak dualar etmişlerdir. Dua edildikten sonra da Ankara Mebusu Hacı Mustafa
Efendi bir konuşma yapmış ve ardından şükür kurbanları kesilmiştir.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI TÜRKİYE KÜLTÜR PORTALI PROJESİ, (1- 12).
2. LOZAN ANTLAŞMASI
KONFERANSIN TOPLANMASI
MUDANYA
LOZAN
SALTANAT
3 Ekim 1922’de toplanan Mudanya görüşmelerinde Türkiye’yi Batı Cephesi Komutanı İsmet
(İnönü) Paşa başkanlığında askerî bir kurul temsil etmiştir. İngiltere, Fransa ve İtalya adına da bu
devletlerin İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanları ve yardımcıları katılmışlardır. Ayrıntılı
olarak İngiltere adına General Harington, Fransa adına General Charpy ve İtalya adına da General
Mombelli bu görüşmelerde hazır bulunmuşlardır. Yunanistan, General Aleksandros Mazarakis
Enian ve Albay P. Sariyannis’i görevlendirmiştir. Ancak Yunan temsilciler 4 Ekim’de akşam
saatlerinde Mudanya’ya ulaşmışlarsa da konferansa katılmamışlardır.
Mudanya Konferansı, İsmet Paşa’nın Doğu Trakya’nın derhal boşaltılması isteğinin kabul
edilmemesi nedeniyle 5 Ekim’de tehlikeye girmiş, ancak bu kriz Fransa’nın arabuluculuğuyla
aşılmış ve ülke temsilcileri 6 Ekim’de Mudanya’ya geri dönmüşlerdir. 7 Ekim’de görüşmeler
yeniden başlamış ve Mudanya Ateşkes Antlaşması (Mütarekesi) 11 Ekim’de İsmet Paşa ve
müttefik devletlerin temsilcileri tarafından imzalanmıştır. Yunan temsilcisi ise, yetkili olmadığını
bildirerek ateşkesi imzalamaktan kaçınmıştır. Ancak General Harrington’un, ateşkesin
Yunanistan’ın bu tutumuna karşın müttefiklerce uygulanacağını açıklamasından üç gün sonra
İstanbul’daki Yunan temsilcisi Sinopulos, Yunanistan’ın ateşkese katıldığını müttefikler
2. LOZAN ANTLAŞMASI
2.1. KONFERANS ÖNCESİ DURUM
Lozan görüşmeleri ile ilgili olarak Ankara’nın gündemini belirleyen ve tartışmalara neden olan
bir başka konu daha vardı. Görüşmelerde TBMM heyetinin başkanlığını kimin yapacağı idi.
Mustafa Kemal Paşa, Mudanya’da ateşkes görüşmelerini yürüten İsmet Paşa’yı heyet başkanlığı
için uygun görmüştür. TBMM Hükümeti, barış görüşmelerini yürütecek heyetine 14 maddelik bir
talimatname vererek, Türk tarafının savunacağı tezi/politikayı belirlemiştir. Bu tez şu şekilde idi:
Türkiye’nin Sınırları
Doğu Sınırı: Bu sınırın belirlenmesinde Sovyetler Birliği ile varılan antlaşmalar temel
alınacaktı. Kesinlikle Ermeniler veya bir Ermeni bölgesi oluşturma gibi bir husus
konferansta gündeme gelmeyecekti. Aksi taktirde müzakerelere son verilecekti.
Irak Sınırı: Mondros Mütarakesi imzalandığı andaki Osmanlı Devleti’nin sınırları dikkate
alınacaktı. Bu noktada Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarının Türkiye’ye geri
verilmesi istenecekti. Konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa hükümetten talimat
alınacaktı.
Suriye Sınırı: Fransızlarla varılan Ankara Anlaşması çerçevesinde halledilecekti ve bu
sınırda bazı avantajlar sağlayacak düzeltmelerin yapılmasına çalışılacaktı.
Adalar: Ege ve Akdeniz’de bulunan Anadolu’ya yakın adalar Türkiye’ye verilmesi
sağlanacaktı.
Trakya Sınırı: 1914 tarihindeki Osmanlı Devleti’nin sınırının kabul ettirilmesine
çalışılacaktı. Batı Trakya’da Misak-ı Milli esasları çerçevesinde halk oylaması (plebisit)
yapılmalıydı.
Marmara Boğazları: Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında yabancı asker
bulundurulmasına karşı çıkılacaktı.
Kapitülasyonlar: Barış görüşmelerinin kesilmesiyle sonuçlansa dahi kapitülasyonlar
devamı kesinlikle reddedilecekti.
Azınlıklar: Nüfus mübadelesi yöntemi, azınlıklar probleminin çözümünde temel yöntem
olacaktı.
Borçlar: Duyun-ı Umumiye (Borçlar İdaresi) kaldırılacak ve borçlar Osmanlı Devleti’nden
ayrılan ülkeler arasında eşit paylaştırılması sağlanacaktı. Türkiye’ye devredilecek Osmanlı
borçları, Yunanistan’dan alınacak savaş tazminatına karşılık silinecekti.
Diğer Konular
Türkiye Lozan’da adeta tüm dünyaya karşı tek başına mücadele edecekti. Görüşmelerin çok zor
geçeceği belli idi. TBMM Hükümeti görüşmelerde temel ilke olarak Misak-ı Millînin esas
alınmasını ve iki konuda kesinlikle taviz verilmemesini Lozan’a gidecek heyete bildirmişti.
Birincisi topraklarımızda kurulması düşünülen bir Ermeni devleti kesinlikle kabul edilmeyecek,
ikincisi ise yüz yıllardır Osmanlı Devleti’ni her yönden sömüren kapitülasyonlar muhakkak
kaldırılacaktı. Şayet İtilaf Devletleri bu konularda ısrar ederlerse, Türk heyetine müzakereleri
kesme ve Lozan’dan dönme yetkisi verildi.
Lozan Konferansı 20 Kasım 1922-4 Şubat 1923 ve 23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923 tarihleri arasında
iki safhada gerçekleşmiştir. Konferansın ilk safhası 20 Kasım 1922 Salı günü saat 16.00’da Lozan
Şehri’ndeki Mont Benon Gazinosu’nda, İsviçre Federal Devleti’nin Başkanı Monsieur Habb’ın
açılış konuşmasıyla başladı.
20 Kasım 1922’den 4 Şubat 1923’e kadar devam eden konferansın ilk devresinde görüşmeler çok
çetin ve uzun müzakerelere sahne oluyordu. Özellikle İngiltere temsilcisi Lord Curzon meselelere
Mondros Mütarekesi ve Sevr gözlüğüyle bakarken, Türk tarafı ise Misak-ı Millî açısından
bakıyordu.
Barış görüşmelerinin ikinci devresi, tarafların yeni bir savaşı göze alamaması üzerine,
savundukları tezlerden karşılıklı olarak bazı kısmi tavizler vermeyi kabul etmeleriyle 23 Nisan
1923’te yeniden başladı. Bu dönemde İngiltere, Lord Curzon’un yerine Sir Hoare Rumbold’u
temsilci olarak göndermiştir. 17 Temmuz 1923’e kadar süren çalışmalar sonunda üzerinde
anlaşma sağlanamayan pürüzler ortadan kaldırılmış ve temel hususlara büyük ölçüde son
şekilleri verilmişti. Nihayet anlaşmaya varılamayan bazı noktalar ve çözümü sonraya bırakılan
bazı hususlar olmasına rağmen heyetler antlaşma metnine son şeklini verdiler. Nihai antlaşma 24
Temmuz 1923’te sekiz aylık uzun bir müzakere sürecinden sonra Lozan Üniversitesi’nin merasim
salonunda imzalanmıştır.
Sınırlar
Suriye Sınırı: 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanmış olan Ankara Antlaşması’nın
hükümlerine göre kabul edildi. (Hatay hariç belirlenmiştir.)
Irak Sınırı: Musul Meselesi ve Irak sınırı Lozan Konferansı’nda sonuçlanamadı. Türkiye-
İngiltere arasında dokuz ay içinde sonuca bağlanmak üzere ertelendi.
Bulgaristan Sınırı: Karadeniz kıyısındaki Rezve Deresi ağzından başlayıp, Türk-Yunan
sınırı olan Meriç nehrinin kesiştiği yere kadar olacaktır.
Yunanistan ve Adalar: Yunanistan ile Meriç Nehri sınır olarak kabul edildi. Karaağaç
savaş tazminatı olarak Türkiye’ye iade edildi. İmroz, Bozcaada ve Tavşan Adaları
Türkiye’de kalacaktı. On iki Ada İtalya’da kaldı. Diğer Ege adaları Yunanistan’a bırakıldı.
Azınlıklar
Türkiye’de yaşayan gayrimüslim azınlıklara ayrıcalıklar verilmedi. Türk vatandaşı olan azınlıklar
kanun önünde eşit vatandaş olarak kabul edildi. Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları dışında
kalan Türkler ve Rumların karşılıklı mübadelesi esas kabul edildi. Yunanistan ile nüfus
mübadelesi uzun yıllar sürdü.
Kapitülasyonlar
Borçlar
Osmanlı Düyûn-ı Umumiye teşkilatı kaldırıldı. Osmanlı Devleti’nin Kırım Harbi (1854) sonrası
Avrupalı devletlerden almaya başladığı ve devleti iflasa götüren dış borçları, Lozan
Konferansı’nın en çok tartışılan konularındandı. Özellikle Türkiye ve Fransa arasında cereyan
eden bu konu ileriki yıllarda yapılacak olan ikili görüşmelere bırakılmıştı. Bu görüşmelerde de
Boğazlar savaş tehlikesi karşısında veya Türkiye’nin savaşa girmesi hâlinde silahlandırılacaktı.
Boğazların her iki yakasında 15 km bir bölge silahsız kalacaktı. Boğazların yönetimi “Boğazlar
Komisyonu” adı verilen uluslararası bir komisyon tarafından sağlanacaktı. Savaş gemilerinin
boğazlardan geçişi belirli esaslara bağlandı. Ticaret gemileri serbestçe geçiş yapabileceklerdi.
Türkiye harbe girmiş ise tarafsız devletlerin gemileri boğazlardan geçebilecekti.
Antlaşmanın TBMM tarafından onaylanmasını takiben bir buçuk ay içinde İtilaf Devletleri
İstanbul ve Boğazlar bölgesindeki kuvvetlerini çekecek ve Türkiye’yi terk edeceklerdi.
Boğazlar Meselesi
Hatay Meselesi
Adalar Meselesi
Patrikhane Meselesi
Lozan Antlaşması’nın önemini anlamak için Osmanlı Devleti’nin yıkılışını, Anadolu’nun işgalini
ve Sevr’i hatırlamak lazımdır. Lozan Antlaşması, Türk milletinin ve devletinin bağımsızlığını
tescili millî sınırlar içinde Yeni Türk Devleti’nin dünyaya ilanıdır. Tam olarak olmasa da o günkü
şartlar içinde Misak-ı Millî’nin büyük oranda gerçekleşmesidir. “Şark Meselesi” olarak Batılı
devletlerce adlandırılan ve Türklerin Anadolu’dan da atılmasını amaçlayan projeleri Lozan
Antlaşması ile iflas etmiştir.
I. Dünya Savaş’ında yenilen Türk Milleti, bu savaşın galiplerinin kendisi için tasarladığı ölüm
fermanını kabul etmemiş, bunun üzerine galiplerle Türkler arasında yeniden başlayan savaş hali
1922 yılının sonlarına kadar devam etmiştir. Türk Milleti için tam anlamıyla bir ölüm-kalım
mücadelesi biçiminde geçen Kurtuluş Savaşının silahlı mücadelesi kesin bir Türk zaferiyle
sonuçlandı. Bu büyük başarıdan sonra I. Dünya Savaşının galipleriyle barış masasına eşit şartlara
sahip olarak oturma imkânı elde edildi. Galiplerin l. Dünya Savaş’ından sonra Osmanlı
hükümetine imzalattıkları, Anadolu’yu parçalamayı ve bu topraklar üzerinde Türklere hayat
hakkı tanımamayı öngören Sevr Projesini bir kâğıt parçası olmaya mahkûm etti. Lozan Barış
Antlaşması, yalnız Anadolu’nun parçalanmasını önlemekle kalmadı. Antlaşmayla Osmanlı
Devletinden miras kalan asırlık meseleler çözüldü. Kapitülasyonların kaldırılıp, Osmanlı
borçlarının bir esasa bağlanmasıyla Türkler üzerindeki ekonomik baskılar kırıldı. Ayrıca yeni
siyasî sınırların kesin olarak belirlenmesi, resmen kabul ve tasdik edilmesi suretiyle askerî
baskılar, azınlıklar için vatandaşlık esası kabul edilerek sosyal ve siyası baskılar büyük ölçüde
ortadan kaldırıldı.
Lozan, tarihi bir hesaplaşma olması dolayısıyla çok çetin müzakereler sürecinin yaşandığı bir
antlaşmadır. Türkler açısından barışa rağmen bazı meseleler tam olarak çözüme kavuşmamıştır.
Irak sınırının istendiği gibi belirlenememesi, bütün olumlu yanlarına rağmen boğazların
idaresinin uluslararası bir komisyona bırakılmış olması, Ege Adaları meselesi ve Türkiye'nin
hissesine düşen borç diliminin ödenmesinin alacaklı devletlerle kararlaştırılması gibi meseleler
antlaşmadan sonra da Yeni Türk devletini bir süre daha meşgul etmiş, ancak bütün bunlara
rağmen Antlaşmanın Türk Milleti bakımından önemini en güzel şekilde Mustafa Kemal Paşa’nın
şu sözleri ifade etmiştir: “Bu antlaşma Türk Milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr
Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın, sonunda neticesiz bırakıldığını ifade eder bir
vesikadır”.
Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nı geçersiz kılan bir antlaşmadır. Bu sebeple Sevr’in iyi
bilinmesi gerekmektedir. Nitekim Mustafa Kemal, Nutuk’ta Lozan ile Sevr Antlaşmalarını
karşılaştırmış ve Lozan’ın önemini ortaya koymuştur. İki antlaşmayı şu şekilde karşılaştırmak
mümkündür:
Trakya Hududu: Sevr’de, Bütün Doğu Trakya Yunanistan’a bırakılmış ve Edirne için özel bir
statü tanınmıştır. Lozan’da, Karaağaç’ta bizde olmak üzere Meriç Hattı.
Boğazlar
Sevr’de, İstanbul ve Boğazlar için, Müttefik Devletlerin azalarından oluşacak bir Boğazlar
Komisyonu kurulacaktı. Boğazlardan geçişi bu komisyon tanzim edecektir. Lozan’da, Türk
murahhas başkanlığında Boğazlar Komisyonu kurulacak, savaş ve barış dönemlerinde değişen
statülere göre denizden ve havadan serbest geçiş sağlanacaktı. Ayrıca Boğazların her iki yakası
askerden arındırılacaktı.
Kapitülasyonlar
Kürdistan
Sevr’de, Fırat’ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan mıntıkada İtilaf
Devletleri murahhaslardan mürekkep bir komisyon mahalli muhtariyete ihzar edecektir.
Antlaşmanın akdinden bir sene sonra Kürdistan, Türkiye’de çoğunluğunu Cemiyet-i Akvam’a
ispat ederse her türlü hukuktan istifade edecektir. Lozan’da, söz konusu olmamıştır.
İstanbul
Sevr’de, Türklere kalacak ancak bir karışıklık çıkarsa geri alınacaktır. Lozan’da, söz konusu
olmamıştır.
Azınlıklar
Sevr’de, Doğu Anadolu’da ABD gözetiminde bir Ermeni Devleti kurulacaktır. Lozan’da,
İngilizlerin dayatmasına rağmen konferans gündemine dahi sokulmamıştır.
Lozan’da, İstanbul’daki Rum Ortodoks Patrikliği Türkiye’de bırakılmış, İtilaf Devletleri isteği
üzerine 150’likler hariç olmak üzere genel af ilan edilmiş ve İstanbul Rumları ile Batı Trakya
Türkleri hariç olmak üzere Türkiye ve Yunanistan’da bulunan Türk ve Rum ahalisi karşılıklı
Osmanlı Borçları
Sevr’de, Türk maliyesini idare etmek üzere İtilaf Devletleri temsilcilerinden oluşan bir komisyon
kurulacak, bu komisyon Duyun-u Umumiye varidatı hariç ülkenin bütün gelirlerini toplayacaktı.
Duyun-u Umumiye gelirleri de doğrudan ve bütün Türkiye’ye teşmil edilerek toplanacaktı.
Lozan’da, Osmanlı Devlet borçları, topraklarından ayrılan ülkeler arasında pay edilerek
ödenecekti. Ayrıca Duyun-u Umumiye İdaresi kaldırılacak ve borçların ödemesi Milletler
Cemiyeti gözetiminde bir komisyon aracılığı ile yapılacaktı.
Görüldüğü üzere Lozan Antlaşması, Sevr’e göre Türkiye’ye birçok şey kazandırmış ve Sevr’i
geçersiz bırakmıştır. M. Kemal’in Nutuk’ta da belirttiği üzere dört yıllık savaşımız ulusumuza
yaraşır bir barışla sonuçlanmıştı. Böylece Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeci ve
emperyalist devletlerin kurdukları yeni dünya düzenini tanımadığını onlara kabul ettiren ilk
devlet olmuştur. Lozan Barışı, Müttefik Devletlerin ve onun ötesinde dünyanın, yeni Türk
Devleti’nin varlığını, ulusal sınırlarını ve Türk Ulusunun bağımsızlığını eşitlik ilkesi içerisinde
tanınmasının resmi ve uluslararası hukuk yönünden temel belgesini oluşturmuştur. Bu barış
antlaşmasıyla, Türk milleti verdiği mücadeledeki haklı davasını bütün dünyaya kanıtlamış ve
Anadolu’nun bir Türk vatanı olduğunu kabul ettirmiştir. Buna rağmen Batılı emperyalist
devletlerin Lozan’ı tam anlamıyla kabul ettiği söylenemez. Bu devletler Lozan’ı kabul etmekle
birlikte hiçbir zaman Sevr projesinden vazgeçmemişlerdir. Bu sebeple Batılı emperyalistler,
günümüzde bile Sevr projesi çerçevesinde ülkemize yönelik bir siyasi politika takip etmektedir.
Ancak buna karşın bu devletlerin oyununa gelmemek, Lozan Antlaşması’nın getirdiği esaslara
bağlı kalmakla mümkündür.
TURAN, R., SAFRAN, M., HAYTA, N., ÇAKMAK, M. A., DÖNMEZ, C., & ŞAHİN, M. (2011).
, 247-263