You are on page 1of 50

ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ II

II.ÜNİTE:

ATATÜRK DEVRİMLERİ*

KONU BAŞLIKLARI
A. ATATÜRK DEVRİMLERİ VE AMAÇLARI
1. Devrim
2. İhtilal
3. Ayaklanma (İsyan)
4. Devrimlerin Amacı
B. SİYASİ ALANDA YAPILAN DEVRİMLER
1. Saltanatın Kaldırılması
2. Cumhuriyetin İlanı
3. Halifeliğin Kaldırılması
4. Yeni Türk Devletinde Anayasal Gelişmeler
5. Çok Partili Rejime Geçiş Denemeleri ve Devrimlere Karşı Tepkiler
C. SOSYAL ALANDA YAPILAN DEVRİMLER
1. Kılık-Kıyafette Değişiklik
2. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması
3. Takvim, Saat, Ölçüler ve Rakamlarda Değişiklik
4. Soyadı Kanununun Kabulü
5. Milli Bayramların ve Tatil Günlerinin Belirlenmesi
6. Kadın Haklarının Kabulü
D. EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER
1. Eğitim Alanında yapılan Devrimler
2. Kültür Alanında Yapılan Devrimler
E. HUKUK ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER
1. Medeni Kanun’un Kabulü
2. Ceza Kanunu’nun Kabulü
3. Hakimler Kanunu’nun Kabulü
4. Ticaret Kanunu’nun Kabulü
5. Borçlar Kanunu’nun Kabulü
6. İcra ve İflas Kanunu’nun Kabulü
F. EKONOMİ ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER
G. SAĞLIK ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER


II. Ünite Dr. Öğr. Üyesi M. Hakan Özçelik tarafından hazırlanmıştır.

1
ÜNİTE HAKKINDA

Uzun yıllar boyunca savaş içinde kalmış bir toplum olan Türk milleti, her açıdan büyük
kayıplar vermiş idi. Maddi ve manevi kayıplar toplumun yeniden ayağa kalkmasına çok
büyük engel oluşturmaktaydı. Devlet ekonomik, sosyal, mali, kültürel açıdan bakıldığında hiç
de iç açıcı durumda değildi Eğitimli insan savaşlarda erimiş toplumun geneli kadın, çocuk,
yaşlı erkek ve savaştan dönebilen az sayıda erkek ve gazilerden oluşmaktaydı.
Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’de tüm olumsuzluklara rağmen ülke insanını bir araya
getirmiş, güçlü kılmış ve işgal kuvvetlerine karşı harekete geçirmiştir. Kurtuluş Savaşı sonrası
muharebe meydanlarında kazanılan zafere, diploması alanında kazanılan zaferlerde eklenince
artık gerçek mücadelenin başlama zamanı gelmişti. Fakat şimdi yapılacak mücadele daha
zordu.
Ancak Mustafa Kemal Paşa, daha savaş esnasında savaş sonrasını düşünmüş ve içinden
çıktığı toplumu “çağdaş bir ülke” konumuna getirmenin yollarını tespit etmiştir. Ülkenin
çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşabilmesi için, eğitim, ekonomi, rejim, mali, sosyal,
kültürel, sağlık gibi akla gelebilecek toplumsal her türlü konunun tek tek ele alınması ve
köklü değişikliklere başvurulması gerekmekteydi.
Osmanlı Devleti’nden kalan devlet ve milletin durumu hiç iyi değildi. Mevcut durumu şu
şekilde ifade edebiliriz: Eğitimde, okuryazar oranı ülkede %6 civarında olup bu oran
kadınlarda binde yediydi. Eğitim ülkede adeta yoktu. Sağlık konusunda ise, ülke insanı
hastalıktan kırılmakta ve buna karşı tedbir alabilecek hiçbir kurum kuruluş bulunmamaktaydı.
Ekonomik açıdan ülke iflas etmiş durumdaydı. Üretim yapılamamakta, sanayi ise yoktu.
Ülkede kişi başına düşen millî gelir 75.7 lira ( 45.3 $)’dı. Ülke içinde ulaşım tamamen
yabancıların kontrolündeydi.
Bu durum Milli Mücadele’yi gerçekleştiren kadroyu öncelikle ekonomik, sosyal ve kültürel
sahaya önem vermeye yöneltmiştir. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere diğer mücadele
verenler toplumun çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmasını sağlamak için vakit
geçirmeksizin harekete geçmiş ve bu çerçevede Batı dünyası örnek alınarak toplum baştan
aşağı değişikliğe tabi tutulmuştur.

ÖĞRENME HEDEFLERİ
Bu üniteyi çalıştığınızda:
Yeni Türk Devleti’nin Milli Mücadele sonrası uyguladığı askerî, mali, kültürel, idari ve sosyal
tedbirlerin gerekçelerini irdeleyebilecek,
Kurulmakta olan Yeni Türk Devleti’nin mevcut durumunu anlayarak gerçekleştirilen
değişikliklerin zorunluluğunu anlayabilecek,
Türk Devleti’nin tekrar eski rejime geri dönmemek için yaptığı devrimleri ve devrimlerin
sebeplerini irdeleyebilecek,
Gerçekleştirilen devrimlere karşı ortaya konan tepkilerin sebep ve sonuçlarını
değerlendirebilecek, bilgiye sahip olacaksınız.
Türkiye’nin modernleşmesi için çıkarılan kanunların (örnek olarak 3 Mart 1924 tarihli
kanunlar) çıkarılma gerekçelerini, süreçte ortaya konan görüşleri anlayabilecek,

2
A. ATATÜRK DEVRİMLERİ VE AMAÇLARI

Lozan Barış Antlaşması ile yeni kurulan Türk Devleti'nin tapusunun alınmış olması, Türk Mil-
leti’nin uluslararası camiada varlığını sürdüreceğinin bir ispatıydı. Fakat milletin son
dönemlerde içinde bulunduğu geri kalmışlık halinden kurtarılması ve çağdaşlaşması için, yeni
çalışmalara ihtiyacı vardı.
Milli Mücadele’yi her yönüyle planlayan ve uygulayan Mustafa Kemal Paşa, aslında devrim
stratejisinin ana hatlarını mücadeleyi başlatmadan planlamaya başlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi’nin bitiminde 7–8 Temmuz 1919 gecesi ilerleyen
saatlerde kendisine eşlik eden Mazhar Müfit Kansu’ya not aldırmış ve bundan sonra neler
yapacağını bir bir yazdırmıştır.
“Zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır, bu bir. Padişah ve Hanedan hakkında
zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır, bu iki. Örtünme kalkacak, üç. Dört, fes kalkacak,
medeni milletler gibi şapka giyilecek.”
Mazhar Müfit Kansu bundan sonrasını kendisi anlatıyor. “Yüzüne baktım, o da benim yüzüme
bakıyordu. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan koşusuydu. Paşa ile bazen senli
benli konuşurdum. Neden duraksadın? diye sordu. Darılma ama Paşam, sizin hayal peşinde
koşan taraflarınız var, dedim. Güldü, bunu zaman gösterir Müfit, sen yaz, dedi. Yazmaya
devam ettim. Beş, Latin harfleri kabul etmek...”
Mazhar Müfit bunu da duyduktan sonra Paşa’nın hayal peşinde olduğu kanısına vararak
defterini kapatmış ve Paşa’nın yanından ayrılmıştır. Ancak yıllar sonra Kansu olayların
kendisini nasıl aldattığını ve şapka devrimini Kastamonu’da açıkladıktan sonra Atatürk’le
karşılaştığında ve Atatürk’ün kendisini çağırarak şu soruyu sorduğunu ifade etmiştir:
“Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?”
Türk ordusunun İzmir’e girişinin ertesi günü Atatürk, gazeteleri adına kendisini ziyaret eden
Falih Rıfkı Atay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na büyük mücadeleyi anlattıktan sonra
sözlerini şu şekilde bitirmiştir:
“ Asıl savaşımız bundan sonra başlıyor.”
Bu düşünceler içinde olan, Mustafa Kemal Atatürk, hiç ara vermeden daha önce planlamış
olduğu devrim hareketlerini gerçekleştirmeye başlamıştır. Bunları gerçekleştirirken temel
dayanak noktası Türk Ulusunun ihtiyaçları olmuştur. Bu dönemde yapılan devrimleri aşağıdaki
başlıklarda toplayabiliriz;
-Siyasal alanda yapılan devrimler,
-Hukuk alanında yapılan devrimler,
-Eğitim ve kültür alanında yapılan devrimler,
-Sosyal alanda yapılan devrimler,
-Ekonomi ve sağlık alanında yapılan devrimler
Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimleri anlayabilmek için öncelikle bazı
kavramlar üzerinde durmak gerekir.

1. Devrim
Devrim kavramı, batı dillerinde, kullanılan “revolution” kelimesinin karşılığıdır. “Revolution” ,
gerçek anlamıyla “arkaya doğru yuvarlanmak” demek olan, Latince “rovelvere” sözcüğünden
gelir. Revolüsyon daha geniş anlamıyla; “Bir halden bir hale geçiş, ani ve şiddetli değişme”
demektir.
Devrim ve İnkılâp sözcükleri aynı anlamda kullanılmaktadır. Bu sözcükler arasındaki fark
Devrim’in Türkçe, İnkılap’ın Arapça olmasıdır. Devrim (İnkılap) Arapçada; “kalb” kökünden
gelen, bir halden bir hale dönüşme, biçim değiştirme anlamına gelen bir kelimedir. (Suyun
inkılabı, suyun, sıvı halden, gaz haline geçmesidir.)

3
Devrim, devlet iktidarı için yapılan mücadeledir. Bu kavramın; soyut ve somut anlamda olan
değişiklikler ifade etmek için kullanılması, 14 Temmuz 1789 Fransız Devrimi ile başlar.
Genel olarak devrim, yerleşik toplum düzenini, devlet ve toplum yapısını bütünüyle değiştiren,
köklü, hızlı ve kapsamlı dönüşüm; politik düşüncede, siyasi iktidarın yönetim kurumlarında
temel bir değişime yol açacak şekilde, yasa dışı yollardan ele geçirilmesidir. Devrim, siyasal
değişmeyi anlatan bir kavramdır. Kültür değişmesi anlamında toptan ve kökten bir akımdır.
Bazı düşünürler de “Devrim” konusunda temelde aynı olmakla birlikte birbirini tamamlayacak
şekilde görüşlerini ortaya koymuşlardır. Bu görüşlerden birkaçına bakarak “devrim” tanımına
farklı açılardan bakabiliriz.Ziya Gökalp devrimi şu şekilde tanımlar: “Devrim, bir toplumda
yavaş yavaş hareket eden bilinçsiz gelişimin birdenbire ve bir hamle ile bilinçli hale
gelmesinden başka bir şey değildir. Devrimin amacı; cansız gelenekleri yıkmak, bütün değerleri
ve kudreti canlı kavramlar üzerine toplamaktır.”

Ziya Gökalap Karl Marks P.A.Sorokin

Ünlü sosyolog P. A. Sorokin, devrim için şöyle tanım kullanmıştır: ‘’İlk olarak, Devrim; bir
yandan halkın davranışlarında, bir yandan onun psikolojisinde, inançlarında ve
değerlendirmesinde bir değişmedir. İkinci olarak devrim, halkın biyolojik birleşiminde ve onun
ortalama olarak yaratıcı ve seçici süreçlerinde bir değişimi ifade eder. Üçüncü olarak devrim,
topluluğun sosyal yapısının biçimini bozmayı betimler. Son olarak devrim, temel sosyal
süreçlerin bir değişimi anlamını taşır.’’
Karl Marks’a göre devrim ise; “ekonomik temeldeki değişmenin, üst yapıyı büyük ya da az bir
hızla alt-üst etmesidir”. Bu yaklaşıma göre; herhangi bir gelişmeye devrim diyebilmek için,
toplumun ekonomik temelindeki değişimlerine bağlı olarak, üst yapılar altında toplanan hukuki,
siyasi, dini vb. kurumlar değişecek, alt-üst olacaktır.
Türk Devrimi’nin yaratıcısı Mustafa Kemal Paşa, 4 Haziran 1933’te Türk Devrimi’ni şöyle
tanımlar. “... Mevcut müesseseleri değiştirmektir... Türk Milleti’ni son asırlarda geri bırakmış
olan müessesleri yıkarak, yerlerine milletin en yakın medeni icaplarına göre ilerlemesini temin
edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır...” Burada Mustafa Kemal Paşa, sürekli
yenileşmeyi, bir çıkmaza girmemeyi, gelecek zamanda da, bu niteliği koruyacak sürekli bir
modernleşmenin özüne uygun bir tanım yapmıştır.

2. İhtilal
İhtilal, “Evolution” kelimesinin karşıtı olarak, derece derece gelişme ve değişiklik ifade eden
olgunlaşma, mevcut bir durumun, aniden sarsılması ve o süreçte meydana gelen değişimdir.
Siyasal anlamda ihtilal; Anayasa’nın yasal düzenli yöntemlerle; yapılan değişiklikler yerine,
birden bire ortadan kaldırılması ve yıkılmasıdır. Arapça kökenli bir sözcük olup "hal" kökünden
gelmektedir. Bozukluk, düzensizlik, karışıklık, perişanlık, bozulmuş anlamı taşır. Bir devletin
mevcut siyasi yapısını ve iktidar düzenini kanuni şekillere uymaksızın değiştirmek amacıyla,
zorla yapılan geniş bir halk hareketidir.
Tanımlamalara bakılınca; "devrim" gelişmeye, tekâmüle yani evrime doğru bir değişim
kavramını ortaya koyarken, "ihtilal"; mevcut uyum, bütünlük ve düzeni bozmaya yönelik bir

4
anlam taşır. İhtilal, bozulan düzen yerine yeni bir düzenin oluşması sürecini içermez. Yeni bir
düzen kurulması durumunda ihtilal değil, inkılap, yani devrim gerçekleşmiş olur. İhtilal ve
inkılap kavramlarının ayırt edilememesi nedeniyle bazı yanlış adlandırmalar yapılmaktadır.
İhtilal, “Fransız İhtilali” ifadesinde olduğu gibi yanlış şekilde inkılap kavramı yerine
kullanılmaktadır. Bu durumun nedeni, her iki kavramın da Türkçe’de Fransız Devrimi’nden
sonra kullanılmaya başlanmasıdır. İhtilal kavramının devrimden daha dar kapsamlı bir olguyu
içerdiği unutulmamalıdır. Atatürk'ün ifadesiyle Fransa'da yaşanan olay "tam yüz yıl süreli bir
ihtilaller serisidir ve sonuç olarak bir inkılaptır."
Devrim, ihtilalin zorunlu sonucudur. İhtilal ise devrimin sebebi yani ilk safhasıdır. İhtilaller
belirli şartların gerçekleşmesi sonucunda meydana gelirler. Bir toplumda sosyal ve ekonomik
denge bozulunca, yöneticilerin bozulan durumu düzeltmek için aldıkları önlemler eski sosyal ve
ekonomik düzeni korumak yönünde olursa, toplum içinde büyük huzursuzluklar doğar. Bu
huzursuzluk sosyal ve ekonomik dengeyi aşırı biçimde bozar ve “ihtilal” adı verilen toplumsal
patlama ortaya çıkar. İhtilal, aralarında dengesizlik bulunan toplumsal ögelerin birbirleriyle
şiddetli bir şekilde çarpışmasıdır. İhtilal kısa süreli ve sert bir eylemdir. Dolayısıyla ihtilali
gerçekleştirenler bilirler ki her geçen zaman kendi aleyhlerine işlemektedir. Bu yüzden ihtilali
kısa sürede bitirmek isterler. Bu istek de ihtilalin sertlik derecesini artırır. İhtilal sonucu yıkılan
düzenin yerine, yenisini koymak gerekir. Bu yeni düzen, ihtilalin amacına ulaştığını göstermesi
için çok ileri ve eskisini büyük ölçüde inkâr eden bir nitelikte olacaktır. İşte ihtilal sonrasında
ortaya çıkan bu yeni düzen, o toplum için devrimdir. Artık ihtilal bitmiş ve devrim başlamıştır.
Kısaca şöyle de diyebiliriz: İhtilal, zor kullanılarak yapılan halk hareketi olarak inkılabın bir
evresidir. Yıkılan düzen yerine yepyeni bir düzen oluşması sürecini içermez. Yeni bir düzen
kurma süreci yaşandığında ihtilal, inkılaba dönüşür. Kısaca, ihtilal, mevcut müesseselerin
yıkılmasını ifade ederken, inkılap ise yeniden müesseseleşmeyi ifade eder.

3. Ayaklanma (İsyan)
Sözlük anlamıyla ayaklanma; itaatsizlik, “emre boyun eğmeme” anlamındadır. Kavram
olaraksa; toplum içerisinde belli bir grup ya da bir teşkilatın sınırlı amaçları ve hedeflerini
gerçekleştirmek üzere devlete karşı başkaldırmaları hareketi olarak tanımlanabilir.
İsyanın devrimle olan ilişkisi şu şekilde izah edilebilir: İsyanın, bir gelişme gösterebilirse
ihtilale, ihtilalin de gelişme gösterebilirse devrime dönüşebilmesi mümkündür. Fransız Devrimi
de bu şekilde gerçekleşmiştir: Önce devlete karşı başkaldırma hareketi başlamış, isyan gelişmiş
ve geniş halk kitlesinin desteğini alarak ihtilale dönüşmüş, bu ihtilalin sonucunda geniş, köklü,
kapsamlı değişiklikler yapılarak devrim gerçekleşmiştir. Türk Devrimi’nde ise durum farklıdır.
Devrimin hiçbir aşamasında isyan ya da ihtilal safhası yaşanmamıştır. Devlete karşı bir
başkaldırma olayı olmadığı gibi, mevcut düzene karşı bir halk hareketi de gerçekleşmemiştir.
Mustafa Kemal Paşa'nın 1919 Temmuz’unda İstanbul Hükümeti’ne karşı başkaldırısını bir
isyan olarak nitelendirmek mümkün değildir. Bu süreçte ortada başkaldırılacak bir devlet
bulunmamaktadır. Bir devletin varlık gösterebilmesi için üç unsur gereklidir. Bunlar, vatan,
millet ve egemenlik hakkıdır. 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayan
Osmanlı Devleti, devletin unsurlarından millet dışında kalanları kaybettiğinden hukuki olarak
varlığını yitirmiş durumdaydı. Bu süreçte İstanbul'da bulunan teşkilat, şehri işgal eden İtilaf
Devletleri’nin iradesi doğrultusunda varlık gösteren ve her an sona ermesi muhtemel olan bir
varlık durumundaydı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının kalkıştığı Milli Mücadele hareketi
ise, kaybedilmiş vatan topraklarını kurtarıp yıkılmış bir devleti yeniden kurma hareketi olarak
gerçekleşmiştir.

5
4. Devrimlerin Amacı
Atatürk'ün yapmış olduğu devrimlerin başlıca iki amaca hizmet ettiği görülmektedir:
 Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak. (Çağdaşlaşma)
 Türk toplumunu siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle kalkınmasını
sağlamak. (Kalkınma)
Çağdaşlaşma olgusunun dayandığı temel inanç, akılcılık ve bilimsel denetleme olarak
tanımlanabilir. Çağdaşlaşma, kaynakları akılcı bir biçimde kullanarak çağdaş bir toplum
kurmayı amaçlamaktadır. Çağdaşlaşmak, Ziya Gökalp’a göre “Muasır Medeniyetler seviyesine
ulaşmaktır.” Yani en mükemmel olan kültürel seviyeye çıkmaktır. Çağdaşlaşmak terimini
yanlış yorumlamamak için, en iyisini, teknolojiyi, bilimi ve sanatı almak anlamında kullanımına
dikkat edilmelidir.
Mustafa Kemal Paşa, 10. Yıl Nutku’nda da, “Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en uygar
memleketleri düzeyine çıkarmak” amacını açıklamıştır. Diğer yandan, “Efendiler, yaptığımız ve
yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını, tamamen modern ve
bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir sosyal toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâbımızın asıl
gayesi budur” diyerek çağdaşlaşma hedefini işaret etmiştir.
Kalkınma ise, temel çağdaşlaşmanın içinde yer alan gelişme, milli üretimin, milli gelirin,
kazancın artmasını, toplumun bolluk ve mutluluk içinde yaşamasını amaçlamaktadır. Böylelikle
Türk toplumu dinamik idealine ulaşacaktır.

B. SİYASİ ALANDA YAPILAN DEVRİMLER


Siyasi alanda yapılan devrimler, devlet düzeni ve devletin işleyişiyle ilgili devrimlerdir. Daha
önce Osmanlı devlet sisteminde uygulanmakta olan devlet işleyiş tarzı ve şeklinin değiştirilmesi
amacıyla gerçekleştirilmişlerdir. Bu alanda yapılan devrimlerle, laik ve demokratik bir
yönetime; Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’in gerektirdiklerine geçiş sağlanmaya çalışılmıştır.
Siyasi alanda yapılan ilk devrim, demokratik ve laik cumhuriyete adımların atıldığı 23 Nisan
1920’de TBMM’nin açılmasıdır.

TBMM'nin açılışı - 23 Nisan 1920

6
1. Saltanatın Kaldırılması
Saltanat, bir ülkede hükümdarın, padişahın, sultanın egemen olması durumudur. TBMM’nin
açılmasıyla hiçbir gücün TBMM’nin üstünde olamayacağı ortaya konmuştur. Böylelikle de
Osmanlı Devleti’nin varlığı fiilen ortadan kalkmıştır. Ayrıca TBMM’nin yasama ve yürütme
yetkisini kendi bünyesinde toplaması padişahın Türk milleti üzerinde hiçbir resmi ve fiili
yetkisinin kalmadığını göstermiştir. Saltanatın, dolayısıyla padişahın ortadan kalkan egemen
yapısının değiştirilmesi, içinde bulunulan Milli Mücadele nedeniyle gündeme gelmemiştir.
Mudanya Ateşkes Antlaşması sonrası barış görüşmeleri hazırlıklarına başlanmış ve İtilaf
Devletleri, 28 Ekim 1922 tarihinde Osmanlı Devleti ile TBMM Hükümeti’ni birlikte barış
görüşmelerine davet etmişlerdir. Hiçbir temsil gücü kalmadığı halde İstanbul Hükümeti’ni
tanımakta ısrar etmeleri daha önce de başvurdukları politik oyunlardan bir tanesidir. İtilaf
Devletleri, iki hükümetin görüş farklılıklarından yararlanarak Türk tarafını güçsüz bırakıp
görüşmelerden istediğini alarak ayrılmayı planlamışlardır.
İtilaf Devletleri’nin her iki hükümeti de görüşmelere çağırması üzerine İstanbul Hükümeti,
hazırlıklara başlamış ve gerek Mustafa Kemal Paşa’ya gerekse TBMM’ye gönderdiği yazılarda
işbirliği içine girilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922
tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği ilk yazıda, elde edilen zaferin İstanbul ve Ankara
arasındaki anlaşmazlığı ve ikiliği kaldırıp milli birliği sağladığını belirterek konferansa birlikte
katılmaya yönelik ortak hareket etme konusunda yardım istemiştir. Ancak yazının Mustafa
Kemal Paşa tarafından tepkiyle karşılanması üzerine Sadrazam Tevfik Paşa 29 Ekim 1922
tarihinde bir telgraf daha göndermiştir. Elde edilen başarıda kendi katkılarının da bulunduğunu
ifade ederek, Lozan’daki görüşmelere İstanbul Hükümeti’nin temsilcilerinin de katılmasının
uygun olacağı görüşünü yineleyerek savunmuştur. Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgraf
TBMM’de pek çok milletvekili saltanat ve hilafet makamlarına bağlılıklarını sürdürdüklerinden
büyük tartışmalara neden olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, 80 milletvekili ile beraber verdiği
“Saltanatın Kaldırılması” önergesinin tartışıldığı komisyonda tarihi bir konuşma yapmıştır.
Mustafa Kemal Paşa konuşmasında: “Efendiler hâkimiyet ve saltanat kimse tarafından hiç
kimseye ilim icabıdır diye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle
kudretle zorla alınır. Osmanoğulları Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatını zorla el
koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti
bunlara hadlerini bildirerek hâkimiyet ve saltanata isyan ederek kendi eline almış bulunuyor.
Bu bir oldubittidir. Konumuz millete saltanatı bırakmak ya da bırakmamak değildir. Mesele
zaten olup bitmiş bir gerçeği ifade etmekten ibarettir. Bu derhal olacaktır. Burada toplananlar
meclis ve herkes meseleyi olduğu gibi görürse doğru olur. Aksi takdirde gerçek yine gerektiği
şekilde belirtilecektir. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” demiştir.

VI. Mehmet Vahdettin

7
Mustafa Kemal Paşa’nın Saltanat kurumu hakkında yaptığı konuşma sonrası komisyon üyeleri
Saltanat ile Halifeliğin birbirinden ayrıldığını ve Saltanat’ın kaldırıldığını belirten bir yasa
taslağı hazırlamıştır. Taslak, 1 Kasım 1922 günü meclisin tarafından kabul edilerek, Saltanat ile
Hilafet birbirinden ayrılmış ve Saltanat kaldırılmıştır. Zaten 16 Mart 1920 yılında İstanbul’un
işgaliyle Saltanat fiilen ortadan kalkmıştı. Aynı kararla, Saltanat ile birlikte İstanbul
Hükümeti’nin de varlığı sona ermiştir. 4 Kasım günü İstanbul Hükümeti istifa etmiş, VI.
Mehmet Vahdettin de 16 Kasım günü İstanbul’daki İngiliz Temsilciliği’ne gönderdiği yazıda:
“İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere Devleti fahimesine (itibarlı) iltica ve bir
an evvel İstanbul’dan başka bir yere naklimi talep ederim efendim” demiştir. VI. Mehmet
Vahdettin 17 Kasım 1922 günü İngiliz bandıralı Malaya zırhlısı ile ülkeden ayrılarak Malta’ya
gitmiştir.
VI. Mehmet Vahdettin’in kaçmasıyla 18 Kasım 1922 günü mecliste Şer’iye Bakanı Konya
milletvekili Vehbi Efendi tarafından Halifeliğin boş olduğu ifade edilerek o yere layık birinin
seçilmesinin ve seçilenin Halife olarak tanınmasının gerekli olduğuna ilişkin fetvası
okunmuştur. Yapılan seçim ve oylama sonucunda Sultan Abdülaziz’in oğlu ve VI.Mehmet
Vahdettin’in tahta çıkışından sonra hanedanın en yaşlı erkek evladı olarak veliaht sayılan
Abdülmecit, 148 oyla yeni Halife seçilmiştir. Böylece hukuken de ülke ve millet adına resmen
tek temsilci TBMM olmuştur. Bunun sonucunda Lozan görüşmelerine yalnızca TBMM’nin
temsilcilerinin katılacağı ortaya konmuştur.

Son Halife Abdülmecit

Lozan Barış Görüşmeleri’ne davet sorunu gerekçe gösterilmesine karşın, Saltanat’ın


kaldırılmasının yadsınamayacak nedenleri tarihsel gelişmelere dayanmaktaydı. Bu gerçek
nedenler şu şekilde sıralanabilir:
-Osmanlı hanedanının çağın gerisinde kalması,
-I.Dünya Savaşı sonrası monarşilerin yıkılarak yerlerine cumhuriyet yönetimlerinin kurulması,
-Padişah’ın ve İstanbul Hükümeti’nin Kurtuluş Savaşı esnasında ortaya konan milli direnişe
karşı olması,
-Bir kişinin, bir ailenin, bir zümrenin iradesine bağlı yönetimlerin ulusal egemenlik anlayışıyla
tezat olması,
-Mustafa Kemal Paşa’nın amacının ulus egemenliğine dayanan, laik ve demokratik bir devlet
kurmak olması,
-Egemenlik hakkının kişiden, aileden alınıp tüm ulusa mal edilmeye çalışılması.
Birinci TBMM’nin ilk ve tek devrimi olan Saltanatın kaldırılması ile Cumhuriyet yönetimine
geçiş süreci hızlanmış, demokratik bir düzenin kurulmasının önündeki en büyük engel
kaldırılmış, Halifelik ise ulusal egemenliğe bağlı sembolik bir kurumsal yapı haline
getirilmiştir.

8
2. Cumhuriyetin İlanı
Cumhuriyet kelimesi dilimize, kökeni Arapça olan cumhur kelimesinden geçmiştir. Cumhur;
halk, ahali, büyük kalabalık demekle birlikte toplu halde bulunan kavim ya da milleti ifade
etmek amacıyla da kullanılmaktadır. Cumhuriyet kelimesi ise, gücünü halktan alan, halka
dayanan bir devlet şeklini ifade etmek için kullanılır. Bu bağlamda, iktidarın millete, genele ait
olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyet yönetiminde egemenlik ne bir kişi, ne bir aile ne
de bir zümreye değil, toplumun bütününe aittir. Cumhuriyet, devlet başkanı başta olmak üzere,
devletin temel organlarında görev yapan tüm kişilerin seçimle göreve geldikleri, bu kişilerin
göreve getirilmesinde kesinlikle veraset sisteminin rol oynamadığı bir hükümet şeklidir.
Yeni Türk Devleti, 23 Nisan 1920 tarihinde resmi olarak kurulmuştu, ancak bir başkanı yoktu.
Oysa devleti ulusal ve uluslararası alanda temsil edecek, yürütme gücüne gerektiğinde yön
verecek, yasaları onaylayarak yürürlüğe sokacak, ulusun birlik ve beraberliğini simgeleyecek
bir otoriteye ihtiyaç vardı. Yeni kurulan Türk Devleti’nin uluslararası camiada her zaman
karşısına çıkan rejime dair problemlerin çözümü Cumhuriyet’in ilanı ile sağlanmıştır. Aslında
Milli Mücadele’nin devam ettiği günlerde, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da açılan
TBMM’nin varlığı dahi, Cumhuriyet yönetimi adına atılmış çok büyük bir adım olmuştur.
1921 yılında TBMM’de kabul edilen Anayasa’da yer alan, "Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" ifadesi esas alınarak oluşturulan yeni siyasi rejim ise, adı konulmamış bir
Cumhuriyet’ti. Oluşturulan yeni devlet düzeninde millet egemenliği hakim kılınarak, “milli
egemenlik” ilkesi yürürlüğe konulmuştur.

a) TBMM’nin İkinci Dönemi’nin Başlaması


Hilafet ile Saltanat birbirinden ayrılarak Saltanat’ın kaldırılması meclis içindeki İkinci Gruba
mensup vekilleri oldukça rahatsız etmiştir. Rahatsız olan bu muhalif gurubun üyeleri, 2 Aralık
1922’de bir yasa teklifi vererek seçim kanununda değişiklik yapmak istemişlerdir. Bu
değişiklikle seçim kanununa göre, milletvekili seçilebilmenin özelliklerine iki madde
eklemişlerdir. Buna göre, milletvekili seçilebilmek için Misak-ı Milli sınırları içinde doğmuş
olmak ya da milletvekili seçileceği ilde beş yıl ikamet etmek şartı getirilmek istenmiştir. Bunun
amacı bellidir, yasa teklifinin kabul edilmesiyle; Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik doğumlu
olması ve kendisinin beş yıl bir yerde ikamet edememiş olması nedeniyle Mustafa Kemal
Paşa’nın meclise girmesini engellemektir. Mustafa Kemal Paşa meclisteki tartışmalar üzerine
söz alarak özetle; kendisi dahil hiç kimsenin doğum yerini bugünkü sınırlarla belirlemek gibi
bir şansı olmadığını, ayrıca birçok kişinin ülkenin ve vatanın işgalde olduğu bir zamanda
mücadele içinde iken aynı yerde beş yıl sürekli oturmak gibi seçeneğinin olmadığını belirterek
yasa teklifine karşı çıkmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın izahatından sonra meclis yasa teklifini
reddederek yapılmak istenen oyunu bozmuştur.
Bu süreçte, meclis içinde vekiller arasındaki anlaşmazlıklar ve sert eleştiriler gruplar arasındaki
ilişkileri iyice gerginleştirmiştir. Meclisteki gerginlik, sonuç olarak meclisi çalışamaz hale
getirmiştir. Birinci gurubun harekete geçmesiyle, 1 Nisan 1923’te verilen önerge ile TBMM
seçimlerinin yenilenmesi istenmiştir. Gerekçe olarak; ilk meclisin ülkenin bağımsızlığını
sağlamakla görev yaptığını ancak ülkenin önünde barış ve ekonomik sorunlar nedeniyle
yeniden kamuoyunun desteğini alması gerektiği ifade edilmiştir. Kabul edilen önerge
sonucunda seçim yasası çalışmalarına başlanmış ve meclis dağılmıştır.
Yapılan seçimler sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmenin yanında yeni devletin
esaslarını belirleyecek köklü düzenlemeleri yapacak olan ikinci TBMM 11 Ağustos 1923
Cumartesi günü çalışmalarına başlamıştır. Toplam üye sayısı 278 olan Mecliste 13 Ağustos’ta
yapılan başkan seçiminde mevcut 197 milletvekilinden 196’ sının oyunu alan Gazi Mustafa
Kemal Paşa Meclis Başkanı olmuştur. Meclis hükümeti esasına göre oluşturulan kabine 14
Ağustos günü belirlenmiş, mevcut 190 üyenin katılımı ile yapılan seçimde Vekiller Heyeti

9
Başkanlığı’na 183 oyla Fethi (Okyar) Bey getirilmiştir. Yeni meclis ilk olarak eski meclisin
çalışmalarını takdir etmiştir. 23 Ağustos’ta da Lozan Barış Antlaşması’nı onaylamıştır.

b) Ankara’nın Başkent Olması


23 Ağustos 1923 Perşembe günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce onaylanan Lozan Barış
Antlaşması gereği, 2 Ekim 1923 günü yabancı askerlerin son kalıntıları, İstanbul’da
Dolmabahçe Sarayı önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamladıktan sonra çekilip
gitmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa o günleri şöyle anlatmıştır:
“Lozan Antlaşmasının eklerinden olan boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, tümüyle
düşman elinden kurtulan Türkiye’nin bütünlüğü eylemli olarak gerçekleşmişti. Artık yeni
Türkiye Devleti’nin başkentini yasa ile saptamak gerekiyordu. Bütün düşünceler, yeni
Türkiye’nin başkentinin Anadolu’da ve Ankara kenti olması gerektiğinde toplanıyordu.
Coğrafya ve strateji durumu en kesin önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce
saptayarak iç ve dış kararsızlıklara son vermek çok gerekli idi. Gerçekten, başkentin İstanbul
olarak kalacağı, ya da Ankara’ya taşınacağı sorunu üzerinde öteden beri içerde ve dışarıda
kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul’un
yeni milletvekillerinden kimileri, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul’un payitaht olarak
kalması gerektiğini, kimi örneklere dayanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ankara’nın gerek
iklim, ulaştırma araçları, gelişime açık oluşu; gerekse kuruluş ve örgütler bakımından hiç de
elverişli olmadığını söylüyorlar ve “İstanbul’un payitaht olması gereklidir ve buna yazgılıdır”
diyorlardı. Bu sözlere dikkat edilirse, bizim başkent teriminden çıkardığımız anlam ile bu
sözlerde payitaht terimini kullananların görüşleri arasında bir ayrılık görmemek elden gelmez.
Bundan dolayı, başkent seçiminde daha önceden verilmiş kararımızı resmi olarak ve yasa ile
saptayarak böylece “payitaht” teriminin de yeni Türkiye Devleti’nde anlamı ve yeri kalmadığı
belirtilmiş olacaktı. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 günü bir maddelik yasa tasarısını
Meclise önerdi...”
İsmet Paşa’nın Meclis’e sunduğu tek maddelik yasa tasarısı Meclis komisyonlarından bir günde
geçerek 13 Ekim 1923 günü Meclis Genel Kurulu’na gelmiştir. Oturum başkanı Ali Fuat
(Cebesoy) Paşa tasarıyı tartışmaya açmış, Ankara’nın başkent olması çoğunlukla kabul
edilmiştir. Böylece Ankara, Türkiye’nin resmen başkenti olmuştur.
Böylece, 27 Aralık 1919’da, Milli Mücadele sürerken, Mustafa Kemal Paşa’nın bir direniş
merkezi olarak belirleyip gelerek Heyeti Temsiliye’nin çalışmalarını yürüttüğü, ardından 23
Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılması ile başlayan siyasi rejimin ve hükümetin merkezi
olan Ankara, artık yeni kurulmuş olan devletin başkenti olmuştur. Ankara’nın; Anadolu’nun
merkezinde bulunması, kara ve demiryolunun kolaylıkla ulaştığı bir konumda bulunması,
halkının Milli Mücadele’ye diğer yörelere göre daha fazla destek vermesi gibi genel konular
başkent olmasını etkilemiştir. Ayrıca Ankara’nın, Mebusan Meclisi’ne katılacak olan
mebusların İstanbul’a giderken yol güzergâhında olması ve bu kişilerle birlikte hareket etmeye
yönelik görüşmelerin yapılma zorunluluğunun olması, şehrin başkent olmasına katkı
sağlamıştır.

10
Başkent Ankara

Siyasi bir karar alınarak Ankara’nın başkent olması, aynı zamanda yurtiçinde ve yurtdışında
gösterilmek istenilen bir tavrı da beklendiği gibi yansıtmıştır. Yeni yönetimin kimliği ve
eskisinden farklılığı ortaya konularak, saltanat yönetimine dönülmeyeceği ve tüm yetkilerin
yeni başkent Ankara’da toplandığı yolunda bir mesaj verilmiştir.

c) Cumhuriyet’in İlanı
Atatürk'ün devrimlerinin en büyük ve en önemlisinin Cumhuriyet olduğu bilinmektedir.
Cumhuriyet o zamanki basının bir kısmının iddia ettiği gibi birdenbire ortaya atılmış bir sistem
değildir. Saltanat’ın kaldırılmasından itibaren devlet şekli konusunda bir boşluk olduğu ve
Teşkilât-ı Esasiye’de bir değişiklik yapılacağı biliniyordu. Hükümet şeklinin belirlenmesi için
Lozan Antlaşması’nın imzalanması beklenmiştir. Saltanat’ın kaldırılması ama Hilâfet’in devam
etmesi üzerine bazı kişiler ve basın, Hilâfet makamına siyasi bir hava niteliği vermek yoluna
gitmişler, bu da hükümet şeklinin bir an önce belirlenmesine yol açmıştır. Türkiye, 24 Temmuz
1923'te Lozan’da yapılan barış görüşmeleri neticesinde resmen tanınınca artık yeni devletin
siyasi rejiminin de belirlenerek ilan edilmesinin zamanı gelmişti. Atatürk, bir işin yapılması ile
ilgili felsefesini şöyle izah etmiştir: “Bir işi zamansız yapmak, o işi başarısızlığa uğratmak olur.
Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır”.
Yeni kurulan devletin siyasi alanda vermiş olduğu mücadelenin bu dönemdeki en önemli
gelişmesi devletin siyasi rejiminin ne olduğunun belirlenmesi olmuştur. Olağanüstü şartlar
sürerken hazırlanmış olan 1921 Anayasası savaş durumu sona erdikten sonra ihtiyaçlara cevap
veremez hale gelmiştir. Mevcut Anayasa’ya göre devletin bir başkanının olmaması ve kabine
sistemi yerine meclis hükümeti sisteminin olması, hükümet bunalımlarına sebep olmuştur.
Devletin siyasi rejimine yönelik mesele yaşanan bir hükümet bunalımı sonucunda
çözümlenmiştir.
11 Ağustos 1923’de açılan İkinci Meclis’te, İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu), Ali Fethi
(Okyar) Bey’in başkanlığında çalışmalarına başlamıştır. Vekiller Heyeti, 25 Ekim 1923’de
Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında Çankaya’da toplanmış, toplantı sonunda alınan karara
göre, İcra Vekilleri Heyeti ertesi gün istifa etmiştir. 27 Ekim 1923’te istifa eden hükümetin
yerine bir yenisinin kurulamamasının hükümet bunalımıyla sonuçlanması, TBMM Başkanı’nın
mevcut yetkilerinin bu sorunu çözümlemekte yetersiz kalması, devlet başkanına duyulan
ihtiyacı gözler önüne sermiştir. Yürürlükteki Anayasa’ya göre İcra Vekilleri, TBMM’de birer
birer oylanarak çoğunluğun sağlanmasıyla seçiliyordu. Yaşanan bunalım, tam bu noktada, aday
vekilin icra vekili olabilmesi için yeterli çoğunluğu sağlayamamasından, dolayısıyla hükümetin
kurulamamasından kaynaklanmıştır.

11
Hükümet bunalımının; meclis hükümeti sisteminin aksaklıkları, eksiklikleri nedeniyle
aşılamaması, yeni bir hükümet şekli olan kabine sistemine geçmek, dolayısıyla da
gerçekleştirilmek istenen siyasi rejim olan Cumhuriyet’i ilan etmek için uygun bir siyasal ortam
yaratmıştır. Gelişen bu durum karşısında, 28 Ekim 1923 akşamı Mustafa Kemal Paşa, Çankaya
Köşkü’nde yakın çevresine; “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz “ sözleriyle görüşünü ifade
ettikten sonra, 1921 Anayasası’nda yapılacak düzenlemelerle ilgili bir önerge hazırlanmıştır.
Cumhuriyetin ilanıyla ilgili TBMM’ye sunulmak üzere hazırlanan önerge şu ifadeleri
içermiştir:
-Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.
-Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir.
-Türkiye Devleti, hükümetin yönetim birimlerini bakanlar kurulu aracılığı ile yönetir.
-Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından üyeler arasından bir seçim dönemi
için seçilir. Başkanlık görevi, yeni Cumhurbaşkanı’nın seçimine kadar sürer; yeniden
seçilebilmek mümkündür.
-Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerekli gördükçe TBMM ve Bakanlar
Kurulu’na başkanlık eder.
-Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve TBMM üyeleri arasından seçilir.
-Bakanlar, Başbakan tarafından TBMM üyeleri arasından seçilir. Seçilen Bakanlar Kurulu,
Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulur.
Hazırlanan bu önerge 29 Ekim 1923 günü TBMM’de görüşülerek kabul görmüş ve Cumhuriyet
ilan edilmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle siyasal rejimin adı “Cumhuriyet” olarak belirlenmiş ve
Cumhurbaşkanlığı seçimi derhal gerçekleştirilerek Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk Devleti’nin
ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle devletin pek çok önemli sorunu
çözüme kavuşturulmuştur. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:
-Yeni Türk Devleti’nin siyasi rejimi belirlenerek adı konulmuştur.
-Yeni Türk Devleti’nin öncelikle devlet başkanı, sonrasında ise devletin temel organlarında
görev yapacak olan kişilerin seçimleri gerçekleştirilmiştir. Mustafa Kemal, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı; Fethi Okyar, Meclis Başkanı; İsmet İnönü de
Başbakanı olmuştur. Cumhurbaşkanı’nın seçilmesiyle devlet başkanlığı sorunu çözüme
kavuşmuştur.
-Hükümetin kurulma şekli, meclis hükümeti sisteminden, kabine sistemine geçilerek
değişmiştir. Bu değişiklik sayesinde yürütme işlerinin gecikmemesi, belirli bir düzen içinde
kurulup işletilmesi, Başbakanı olan hükümetlerin çalışması sağlanmıştır. Bu yeni sistemle,
Cumhurbaşkanı, Başbakanı atayacak, Başbakanda Bakanları seçip Cumhurbaşkanı’nın onayına
sunacaktır. TBMM Hükümetleri dönemi bu uygulama ile sona ermiş, Cumhuriyet Hükümetleri
dönemi başlamıştır.
-Meclis hükümeti sisteminde aynı kişi olan Meclis ve Hükümet Başkanı, geçilen kabine sistemi
ile birbirinden ayrılmıştır. Böylece güçler ayrılığına yönelik bir değişim gerçekleşmiştir.

3. Halifeliğin Kaldırılması
Halife, Arapça “halef“ sözcüğünden türemiştir. Birinden sonra onun yerine geçen, onun
görevini devralan kimse demektir.
İslamiyet’te Halife, hem cismani hem de ruhani bir kişilik olarak kabul edilir. Bu bağlamda,
Halife, hem devlet hem de hükümet başkanı olmakla birlikte ordu komutanlığı görevini de
üstlenir. Bu özellikleriyle dünyaya ait iktidarı temsil ederken, aynı zamanda başimam olarak
ahiret işlerini de yürütür. Halife’nin kendi ülkesindeki Müslümanların üzerinde olduğu kadar
dünyadaki diğer Müslümanlar üzerinde de büyük tesiri vardır. Hz. Muhammed hayattayken din
ve devlet işlerinin başkanıydı. Peygamberliğinin yanı sıra hem İslam Devleti’ni yönetiyor hem
de orduya komutanlık ediyordu.

12
Halifelik, İslam tarihinde Hz. Muhammed’in vefatından sonra ortaya çıkmıştır. Hz.
Muhammed’in vefatından sonra ilk dört Halife seçimle belirlenmiş ve Halife olarak görev
yapmışlardır. Ancak Emeviler döneminde uygulanan seçim sistemi kaldırılarak, Halifelik
babadan oğluna geçen saltanat haline geldi. Bu uygulama Abbasiler döneminde de devam
ettirildi. Abbasiler zayıflayınca Halife siyasi gücünü kaybetti. Bu dönemde İslam aleminde aynı
zamanda birden fazla Halife ortaya çıkmıştı. Bu da Halifeliğin İslam dünyasında
birleştiriciliğini yitirdiğini ve egemenlik kuramadığını göstermektedir. Abbasi Devleti’nin
parçalanmasıyla yeni bağımsız İslam devletleri kurulmuş ve Halifelik Mısır'da kurulmuş olan
Memlükler Devleti'ne geçmiştir.
İslamiyet’in dünyada geniş bir alana yayılmasıyla, bazı sultanlar, değişik yerler ve zamanlarda
bir hükümranlık ve bir otorite ifadesi olarak da Halifelik ünvanını kullanmaya başlamışlardır.
Osmanlı Devleti’nde ise I. Murat döneminden itibaren bazı sultanların çok olmamakla birlikte
bu ünvanı kullandıkları bilinmektedir.
Halifelik, Osmanlı Devleti’ne Yavuz Sultan Selim'in 1517 yılında Mısır’ı fethetmesinden sonra
geçmiştir. 1517 itibarıyla artık Osmanlı Devleti’nin Padişahları aynı zamanda Halife de
olmuşlardır. Böylece, hem Osmanlı Devleti tebaasının hükümdarı, hem dünyadaki tüm
Müslümanların dini lideri durumuna gelmişlerdir.
Osmanlı Devleti Padişahları, Halife oldukları zaman aslında İslam dünyasının en güçlü siyasi
otoritesi konumundaydılar. Dolayısıyla, siyasi otoritelerine bağlı olarak üstünlükleri sürdüğü
müddetçe ayrıca Halifeliğe dayalı bir nüfuz elde etmeyi, Halifelik makamının her türlü maddi
ve manevi gücünden faydalanmayı düşünmemişler, gerek duymamışlardır. Ancak, XIX.
yüzyılda milliyetçilik fikirleri bütün dünyada etkili olmaya başlamıştı. Osmanlı Devleti
yöneticileri, devletin milliyetçilik akımından olabilecek etkileri önleyebilmek veya en aza
indirebilmek amacıyla Panislamizm politikasını bir kurtuluş yolu olarak görmüş ve bu süreçte
uygulanmasına karar vermişti. Görünüşte sadece dini olan Hilafet makamı, İslam dünyası
üzerinde birleştirici ve toplayıcı unsur olabilmesi zaman zaman bazı girişimler denenmiş, fakat
başarılamamıştı. Bu tür girişime en iyi örnek, II. Abdülhamid’in kendine özgü metotlarla
yürüttüğü Hilafet siyasetinin, Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınlanan “Cihad-ı Ekber”
fetvasıyla tam bir başarısızlığa uğraması sayılabilir. Halifenin “Cihad-ı Ekber” yayınlamasına
rağmen Müslüman Araplar, İngilizlerin tesiriyle yer yer Müslüman Türk askerlerine karşı
silahlı mücadeleye girmişler, yani “Cihad-ı Ekber”in aleyhinde hareket etmişlerdir.
Milli Mücadele’nin ardından siyasal alanda yapılan değişikliklerle 1 Kasım 1922'de Saltanat’ın
kaldırılmasına, Halifelik makamının sembolik de olsa devam etmesine karar verilmiştir.
Türkiye artık yeni bir devlet anlayışına kavuşmuştur. Milli Mücadele döneminde Mustafa
Kemal Paşa ile birlikte çalışmış ancak, Cumhuriyet’in ilan şeklinden rahatsızlık duymuş bazı
önemli şahsiyetler, muhalefetlerini Halife Abdülmecit Efendi etrafına toplanmak ve ona destek
vermekle göstermeye başlamışlardır. Halife Abdülmecid Efendi’nin, Saltanat dönemini
andıracak, Cumhuriyet idaresine ters gelecek tavırlar takınmasında, TBMM adına İstanbul’da
bulunan Refet Paşa ile olan samimi münasebetleri; Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi
şahsiyetlerin kendisini sık sık ziyaret etmelerinin katkısı olmuştur.
Diğer taraftan başta İngiltere olmak üzere Müslüman sömürgeleri olan devletlerin gelişmeleri
merakla izledikleri ve menfaatlerine uygun ortamda müdahale edebilme imkânı araştırdıkları
görülmektedir. İlk hareket Hilafetin nüfuzundan çok çekinmiş ve hâlâ çekinmekte olan
İngiltere’den gelmiştir. Hindistan Müslümanlarının lideri İmam Ağa Han ve Emir Ali,
Hindistan Halifelik Komitesi adına, Başbakan İsmet Paşa’ya bir mektup göndererek, Halifelik
makamının manevi kuvvetinin arttırılmasını ve bu makamın muhafazasına yönelik isteklerini
iletmişlerdir. Özellikle Emir Ali'nin, İngiltere Kralı’nın özel danışmanı olması, Mustafa Kemal
Paşa’yı, Halifeliğin yabancı güçlerce zararlı bir şekilde kullanılabileceği, bu bağlamda yabancı
devletlerin devletin içişlerine karışılabileceği endişesine sevk etmiştir. Artık milliyetçilik ve
milli egemenlik ilke ve kavramı üzerine kurulmuş olan Cumhuriyet ve ümmetçilik düşüncesine

13
dayalı Halifeliğin bir arada yürütülemeyeceği anlaşılmıştır. Yani Halifeliğin Cumhuriyet
yönetim sistemine ve laikliğe aykırı bir kurum olmasının yanı sıra, ortaya çıkan devleti tehdit
edebilecek gelişmeler Halifeliğin kaldırılmasına neden olmuştur.
1924 yılının Ocak ayı başında bir tatbikat için İzmir'de bulunan Atatürk, İsmet Paşa’dan gelen
22 Ocak tarihli Hilafet ve Halife ile ilgili telgrafa aynı gün cevap vermiştir. Atatürk, "Halife ve
bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, bugün var olan ve korunmakta olan Halifenin ve
Halifelik makamının gerçekte ne dini ve ne de siyasi bakımdan hiçbir anlamı ve var olma
gerekçesi yoktur. Bizce Hilafet makamı olsa olsa tarihi bir hatıra olmaktan öteye bir önem
taşımaz" ifadesiyle, Halifeliğin kaldırılması yönünde karar verdiğini de göstermiştir.
Atatürk, 1 Mart 1924 tarihinde yaptığı Meclis açış konuşmasında "Müslümanlığın yüzyıllardan
beri yapıla geldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmasından kurtarılmasının ve
yüceltilmesinin şart olduğunu" öne çıkararak, Halifeliğin kaldırılmasına yönelik kararlılığını
ortaya koymuştur.
2 Mart 1924 tarihinde Halk Fırkası Grubu toplantısında gerçekleşen görüşmelerden sonra
Halifeliğin kaldırılması konusunda karara varılmış ve Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmesi
kararlaştırılmıştır. 3 Mart 1924 günü toplanan Meclis Genel Kurulu, Halifeliğin kaldırılması
konusunu görüşmüştür. Görüşmelerde, Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Bey ve 50 kadar arkadaşı
tarafından hazırlanarak Meclis Başkanlığı’na sunulan, "Hilafetin Kaldırılması ve Osmanlı
Hanedanı’nın Türkiye Dışına Çıkarılması” ile ilgili kanun teklifi, gerçekleşen tartışmalı
görüşmeler neticesinde kabul edilmiştir. Böylece 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın
kaldırılmasıyla sembolik bir kurum haline gelen Halifelik, kanunen de kaldırılmıştır.
Halifeliğin kaldırılmasıyla, devletin laikleşmesi konusunda mevcut olan büyük engel
kaldırılmıştır. Yapılacak devrimlerin laik bir devlet düzeni içerisinde gerçekleştirilmesi daha
kolaylaşmıştır. Milli egemenlik anlayışı güçlenmiş, laikliğe geçiş süreci hızlanmıştır.
Yeniliklere, değişikliklere karşı olan saltanat ve hilafet yanlılarının, saltanattan sonra hilafetinde
kaldırılmasıyla artık dayanacak, destek alacak, güç alacak önemli bir makamları kalmamıştır.
3 Mart 1924 tarihinde Halifeliğin kaldırılmasının yanı sıra Türk Devrim Tarihi’nde önemli yer
tutan bazı diğer düzenlemelere de yer verilmiştir. TBMM’de yapılan görüşmeler sonucunda
teklif edilen tasarıların kabulüyle çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim ve öğretim
birleştirilmiş; mevcut bakanlıklardan Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti (Vakıflar Bakanlığı) ile Erkân-
ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti (Ordu Bakanlığı) kaldırılmıştır.

4. Yeni Türk Devletinde Anayasal Gelişmeler


a) Anayasanın Anlamı ve Tarihçesi
Bir devletin yönetim biçimini ve gücünü nereden aldığını belirten; yasama, yürütme ve yargı
güçlerinin niteliğini, kullanımının ne şekilde olacağını belirten, vatandaşların temel hak ve
ödevlerini belirleyen temel yasaya Anayasa denir. Anayasa, devleti tarif eden yasadır.
Devletin yönetim biçiminin ve gücünün ne olduğunu, egemenliğinin kime ait olduğunu, bu
egemenliğin kimler tarafından ne şekilde kullanılacağını, vatandaşların sahip oldukları hak,
özgürlük ve ödevlerin neler olduğunu, bu hak ve özgürlüklerin ne şekilde kullanılacağını,
egemenliği oluşturan yasama, yürütme ve yargı güçlerinin kimler tarafından ne şekilde
kullanılacağını, devlet organlarının neler olduğunu, yetkileri, sorumlulukları ve çalışma esasları
Anayasa’da belirlenir.
Anayasa, bir çerçeve yasadır. Çerçevenin kenarlarını, yani sınırlarını çizer. Çerçevenin içi ise
diğer yasa, yasa hükmünde kararname, tüzük, yönetmelik, yönerge ve tüm bu esaslar
çerçevesinde yapılan uygulamalarla doldurur. Hiçbir hukuk kuralı veya uygulama Anayasa’nın
çizdiği çerçevenin dışına çıkamaz, yani Anayasa’ya aykırı olamaz.
Osmanlı Devleti’nde anayasallaşma sürecinin başlangıcı 1808’de II.Mahmut ile Âyanlar
arasında imza altına alınan “Sened-i İttifak” sayılmaktadır. Kabul edilen bir Anayasa

14
olmamakla birlikte, Sened-i İttifak ile ilk kez Padişah’ın yetkileri kısıtlanmıştır. Bundan sonraki
aşama yayımlanan fermanlarla devam etmiştir.
Türk Anayasal gelişmeleri açısından önemli bir aşama olan Tanzimat Fermanı, 1839 yılında
Abdülmecit tarafından ilan edilmiştir. Ferman, anayasa özelliklerini taşımamakla birlikte,
anayasal düzen içinde bir yönetime kavuşmak isteyen ve bunun için mücadele veren aydınların
yetişmesine katkı sağlayarak, anayasal düzene geçiş için önem taşıyan bir adım olarak kabul
edilmiştir. Türk tarihinde ilk kez halkın can ve mal güvenliği devlet teminatı altına alınmış,
Müslüman-Gayrimüslim ayrımı kaldırılarak eşitlik yolunda önemli bir adım atılmıştır.
Birinci Meşrutiyet, Mithat Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan ve 23
Aralık 1876 tarihinde padişah II. Abdülhamit tarafından ilan edilen Anayasa (Kanun-u Esasi)
ile başlamıştır ve “Meclis-i Mebusan” adıyla ilk meclis açılmıştır.
İkinci Meşrutiyet ise 1908 yılında ilan edilmiştir. Kanun-u Esasi tekrar yürürlüğe konmuş ve
Meclis-i Mebusan yeniden açılmıştır. Kanun-u Esasi bir Anayasa olmasına rağmen gerçek
anlamda demokrasiyi uygulayacak bir yapıda değildir. Padişahın yetkileri çok fazladır. Halkın
temsilcilerinden oluşan Meclis-i Mebusan’ın sadece yasama yetkisi vardır. Meclis’in aldığı
kararlarda da son karar mercii padişahtır.

b) Yeni Türk Devleti’nin Anayasaları


Yeni Türk Devleti, milli egemenlik esasını benimsemiş olması sebebiyle, egemenliğin kaynağı
konusunda Osmanlı Devleti'ne göre farklı özellikler gösteriyordu. Sadece bu farklılıkla da
yetinmeyen yeni devlet, modern ve halkçı bir yapıyı benimseyip geliştirmek düşüncesindeydi.
Bu yapının gerçekleşebilmesi için ise, sistemin temelini oluşturacak bazı yeni kanunların ha-
zırlanarak uygulamaya konulması gerekiyordu.
24 Nisan 1920 tarihinde, TBMM’nin açılışından bir gün sonra, Mustafa Kemal Paşa harekete
geçerek TBMM’ye bir önerge sunmuştur. Mustafa Kemal Paşa tarafından Meclis’e ilk sunulan
önerge şu maddeleri içermekteydi:
-“Hükümetin kurulması zorunludur.
-Geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişah’a bir vekil tanımak mümkün değildir.
-Mecliste yoğunlaşan milli iradenin, doğrudan doğruya vatanın kaderine el koymuş olduğunu
kabul etmek temel ilkedir. TBMM'nin üstünde herhangi bir kuvvet yoktur.
-TBMM, yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplar. Meclisten seçilecek ve vekil olarak
görevlendirilecek bir heyet, hükümet işlerine bakar. Meclis Başkanı, bu heyetin de başkanıdır.
-Not: Padişah ve Halife baskı ve zorlamadan kurtulduğunda, Meclis’in düzenleyeceği kanuni
esaslar çerçevesinde durumunu alır.”
Yeni devletin yapısını ortaya koyan ve ilk hükümetin kurulmasına imkân veren bu önerge, aynı
zamanda devlet hayatına yeni ilkeler ve devlete yeni özellikler kazandırmıştır. Özellikle milli
egemenlik prensibinin gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik olması sebebiyle büyük bir önem
taşırken, aynı zamanda devletin temel ilkesinin de bu prensip olacağının hukuki anlamdaki
güvencesi olmuştur.
TBMM tarafından kabul edilen ve Milli Egemenlik ilkesini esas alan bu kanunlar, devlet
düzenine getirdikleri yapı değişikliği ve yeni prensipler ile adeta bir Anayasa niteliği
taşımaktadırlar. Bu sebeple bu kanunlar, ilk Anayasa’nın kabul edilmesinden önce, Anayasa
niteliği taşıyan kanunlar olarak kabul edilirler.
Yeni Türk Devleti'nde ilki 20 Ocak 1921 ve diğeri 20 Nisan 1924'te olmak üzere, iki anayasa
hazırlanarak meclis tarafından kabul edilmiştir.

(1) 1921 Anayasası


1921 Anayasası’nın ifade edildiği gibi “Anayasa” olmasına karşın resmi adı “Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu”dur. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılması ile yeni Türk devleti kurulmuş

15
ancak başlangıçta, devletin Anayasası hazırlanarak yürürlüğe konulamamıştır. Yine de, yeni
Türk Devleti'nin Anayasa ihtiyacını karşılamak için TBMM hazırlıklara başlamıştır.
Bu çalışmaların temelini; 24 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa tarafından TBMM’ye
sunulan ve milli egemenlik ilkesini esas alan önerge ile 13 Eylül 1920 tarihinde TBMM’ye
sunulup 18 Eylül’de Meclis oturumunda okunan ve devletin siyasi, idari, askeri ve sosyal
bakımlardan takip edeceği politikaları ortaya koyan önerge oluşturmuştur. Çalışmaların tamam-
lanmasıyla hazırlanan Anayasa metni 20 Ocak 1921 tarihinde mecliste kabul edilmiştir. İlk
Anayasa olan Teşkilât-ı Esasiye’nin kabul edilmesiyle, Yeni Türk Devleti'nde Anayasal dönem
de başlamıştır.
1921 Anayasası, Milli Mücadele’nin içinde bulunduğu olağanüstü koşullar dahilinde
hazırlanmış, Meclis’in ve Hükümet’in durumu, yetkileri, şekil ve niteliklerini tespit ve ifade
etmiştir. 23 maddeden oluşmakta olup kabul edilen maddelerle çelişmiyorsa 1876 Kanun-u
Esasi’yi geçerli saymıştır.
Bu Anayasa’da yer alan temel maddeler şunlardır:
 Hakimiyet kayıtsız- şartsız milletindir. Yönetim şekli, halkın kendi kaderini bizzat fiili
olarak yönetmesi ilkesine dayanır.
 Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM’de belirir
ve toplanır.
 Türkiye Devleti, TBMM tarafından idare edilir, hükümet, "TBMM Hükümeti" adını taşır.
 Büyük Millet Meclisi iller halkı tarafından seçilen üyelerden oluşur.
 TBMM seçimleri iki yılda bir yapılır. Seçimle göreve başlayan üyelerin üyelik süresi iki
yıldır, yeniden seçilmek mümkündür. Yeni meclis toplanıncaya kadar eski meclis görevine
devam eder. Seçimleri yenilemeye imkân görülmediği taktirde, görev süresi bir yıla kadar
uzatılabilir. TBMM üyeleri, sadece kendini seçen ilin vekili değil, bütün milletin vekili olarak
görev yapar.
 TBMM’nin Genel Kurul’u her yılın Kasım ayı başında davet usulüne gerek olmaksızın
toplanır.
 Şeriat hükümlerinin uygulanması; kanunların yürürlüğe konulması, değiştirilmesi,
yürürlükten kaldırılması; antlaşma ve barış imzalanması ve vatan savunmasıyla ilgili savaş ilanı
gibi temel haklar, TBMM’ye aittir. Kanun ve tüzüklerin düzenlenmesinde, halk için en yararlı
ve zamanın ihtiyacına en elverişli fıkıh ve hukuk hükümleriyle, örf ve adetler ve teamüller esas
olarak alınır. Bakanlar Kurulu’nun görev ve sorumlulukları özel kanunla belirtilir.
 TBMM, hükümeti oluşturan bakanlıkları, özel kanun gereğince seçtiği bakanlar vasıtasıyla
yönetir. Meclis, yürütme ile ilgili işlerde bakanlara görevlendirme yapar, gerektiğinde de
bunları değiştirir.
 TBMM Genel Kurulu tarafından seçilen Başkan, bir seçim dönemi süresince TBMM
Başkanı olarak görev yapar. Başkan sıfatıyla TBMM adına imza atmaya ve Bakanlar Kurulu
kararlarını onaylamaya yetkilidir. Bakanlar Kurulu üyeleri içlerinden birini Başkan seçer.
Ancak TBMM Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun da doğal başkanıdır.
 Kanun-u Esasi’nin bu maddelere aykırı olmayan hükümleri aynen yürürlüktedir.
1921 Anayasası’nda egemenlik, yani yönetme yetkisi kayıtsız ve şartsız millete verilmiştir.
Millet adına söz söylemeye yetkili tek mercii olarak TBMM gösterilmiştir. Yasama ve yürütme
güçleri TBMM’nin elinde toplanmıştır. (Güçler Birliği Esası). 1921 Anayasası’nda yargı bir
esasa bağlanmamıştır. Yargı hususunda 1876 tarihli Kanun-u Esasi’nin maddelerinin geçerli
olduğu değerlendirilebilir. Fakat uygulama hiç de öyle olmamıştır. Bu dönemin olağanüstü
koşullarının etkisiyle kurulan İstiklal Mahkemeleri ile yargı gücünün de Meclis’in elinde
olduğu fikri hâkim olmuştur. Böylelikle TBMM, yargı gücünü de kontrolü altına almış ve
böylelikle güçler birliği tam olarak uygulanmıştır. Böylece millet ve onun temsilcisi olan
Meclis ön plana çıkarılmıştır.

16
1921 Anayasası olağanüstü bir dönemde, olağanüstü özellikler taşıyan, gelecekte kurulacak
olan Cumhuriyet rejiminin temellerini atan bir devrim anayasasıdır.

(2) 1924 Anayasası


1921 Anayasası (Teşkilât-ı Esasiye) olağanüstü koşullarda yapılmış bir anayasa olduğundan,
gelişen yeni devletin tüm ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktı. Yeni ihtiyaçlara, değişmelere
ve gelişmelere cevap veren yeni bir Anayasa 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilmiştir.1924
Anayasası da, 1921 Anayasası olduğu gibi “Anayasa” değil, “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ”
olarak adlandırıldı.
20 Nisan 1924 Anayasası, toplam altı bölüm ve 105 maddeden meydana gelmiştir. Türkiye
Cumhuriyeti'nin bu ikinci anayasası, Milli Mücadele’nin kazanılmasından ve Cumhuriyet’in
ilanından sonra kararlı bir düzene kavuşmuş olan yeni devletin demokrasi prensiplerine değer
veren bir nitelik taşımıştır. 1924 Anayasası’nın kabulüyle, 1876 Kanun-u Esasi ve 1921
Anayasası yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece 1921 Anayasası döneminde yargıdaki “ikili
anayasal düzen” de yürürlükten kaldırılmış olmuştur.
1924 Anayasası, 1921 Anayasası’na göre, parlamenter sisteme geçişte kolaylık sağlayacak
şekilde yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermiştir. Anayasa’nın birinci bölümünde
Cumhuriyet ve güçler birliğinin temel ilke olduğu ifade edilmiştir. Anayasa’nın birinci maddesi
olan "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" ifadesiyle, devletin yönetim şekli ve demokratik
yapısı kanunen güvence altına alınmıştır. Anayasa’da, 1921 Anayasası’ndaki gibi, milli
egemenlik, devletin varlık sebebi sayılırken, bütün güç ve yetkilerin kaynağı millet olarak kabul
edilmiştir. Güçler birliği sisteminin doğal sonucu olarak yasama ve kanunları yorumlama
yetkisi TBMM’nindir. Bağımsız mahkemeler ve yargıçların varlığı kabul edilmekle birlikte
yargıyı ilgilendiren kanunların yasama organı meclisçe çıkarılması sebebiyle yargı gücü de
dolaylı olarak meclise bağlıdır. Çünkü meclisi denetleyecek hiçbir organ olmadığından yargı
bağımsızlığı devleti yönetenlerin tutumuna bırakılmıştır. Cumhurbaşkanı, meclisin
yasalaştırdığı bir yasayı sadece bir kez yeniden görüşülmek üzere meclise gönderebilir. Ayrıca
savaş ilanı, barış, antlaşma yapmak, para basımı gibi tüm yetkiler TBMM’ye aittir.
Yürütme gücü de TBMM’ye aittir. Meclis her zaman hükümetin üstündedir. Cumhurbaşkanı
meclis tarafından seçilir. Cumhurbaşkanı, meclis içinden bir milletvekilini başbakan olarak atar,
başbakan da bakanlar kurulunu ve hükümet programını oluşturur ve meclise sunar. Güvenoyu
alındıktan sonra göreve başlarlar.
1924 Anayasası’nda laikliğe aykırı bir takım hükümlere de yer verilmiştir. Halifeliğin
kaldırılmasından sonra yürürlüğe giren anayasada bu tür hükümlerin bulunmasının nedeni
toplumun tepkisini en aza indirmektir.
Anayasa içeriğinde zaman zaman değişiklikler yapılmıştır. En kapsamlı değişiklik 1928 yılında
yapılmış ve “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslam’dır” gibi laikliğe aykırı hükümler
kaldırılmıştır.1937 yılında da laiklik ilkesi Anayasa’ya konulmuştur. Bütün bunların yanı sıra 5
Aralık 1934’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve 5 Şubat 1937’de Cumhuriyet
Halk Partisi’nin altı umdesinin (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, Laiklik
ve Devrimcilik) 1924 Anayasası’na girmesi önemli Anayasa değişikliklerindendir.
Türkiye Cumhuriyeti'nde; 1921 ve 1924 Anayasalarının yanında, 1961 ve 1982 yıllarında
olmak üzere, iki anayasa daha kabul edilmiş ve böylece yürürlüğe giren anayasa sayısı dörde
çıkmıştır.

5. Çok Partili Rejime Geçiş Denemeleri ve Devrimlere Karşı Tepkiler


Siyasi parti, halk desteği alarak devlet mekanizmasının yönetimini ele geçirmeye ya da
sürdürmeye çalışan, sürekli ve istikrarlı bir teşkilata sahip siyasi oluşumdur. Modern siyasi
sistemlerin en önemli unsurlarından biri kabul edilen siyasi partiler, demokrasinin olmazsa
olmazlarındandır.

17
Demokrasi, siyasi partiler olmadan hayata geçemez ve Türkiye, TBMM’nin açılmasıyla
demokrasiye yolunda önemli bir adım atarak, ülkenin siyasi sistemini ve rejim özelliklerini
belirleyebileceği, siyasi partilerin kurulması için gerekli ortamı sağlayabilecek duruma
gelmiştir. Çünkü demokrasinin olmazsa olmazı, siyasi sistemdeki parti veya partilerin
nitelikleri, yapısal ve fonksiyonel özellikleri, siyasal sisteme damgasını vurur ve onun bir bütün
olarak işleyişini yakından takip eder ve etkiler. Yani partiler ülkenin demokratik bir yönetime
kavuşması ve demokrasinin ülkede yerleşip gelişmesinin teminatıdır.
Osmanlı Devlet politikası gereği batılı anlamda olduğu gibi bir siyasi parti örgütlenmesi ortaya
çıkmamıştır. İkinci Meşrutiyet dönemine kadar da, İttihat ve Terakki Cemiyeti dışında bir
siyasal oluşumdan söz etmek pek mümkün değildir.
1889 tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıyla çok partili hayata adım atmış olan
Osmanlı Devleti’nde bu dönemde; Osmanlı Özgürlükler Fırkası (Osmanlı Ahrar Fırkası), İslam
Birliği Cemiyeti (İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti), Ilımlı Liberal Parti (Mutedil
Hürriyetperveran Osmanlı Fırkası), Osmanlı Sosyalist Fırkası, Osmanlı İşçi Partisi
(Ameleperver Fırkası) vb. fırkalar kağıt üstünde de olsa kurulmuş, ancak fiilen faaliyet
göstermemişlerdir. Egemen roldeki İttihat ve Terakki Cemiyeti, 13 Nisan 1913 tarihinde;
Hükümeti (Bab-ı Ali) basarak, bir hükümet darbesi ile yönetimi ele geçirmiş, muhalif hiçbir
gücün yaşamasına izin vermeyerek, 1918 tarihine kadar da ülkeyi yönetmiştir.
Yeni kurulmakta olan Türkiye'de ise siyasi partilerin kurulması, çok partili yaşama geçiş
denemeleri TBMM’nin açılmasıyla başlamıştır.

a) Halk Fırkası
23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM’nin milletvekilleri, meclise katılma şekilleri bakımından
üç gruba ayrılmıştı. Bunlar: 19 Mart’ta yapılan seçimlerde seçilenler, Mebusan Meclisi üyesi
olup Ankara'ya gelebilenler ile Yunanistan ve Malta'dan sürgünden dönenler idi. Bu nedenle
milletvekilleri tek bir siyasi görüş altında birleşmediği gibi herhangi bir siyasi partiyi de temsil
etmiyordu. Ancak bütün milletvekillerinin tek bir amacı tek bir inancı vardı o da ülkenin
yeniden bağımsızlığını sağlamak ve Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek idi.
Amaç bu olduğu için Kurtuluş Savaşı sırasında siyasi partilerin kurulması söz konusu
olmamıştır. Çünkü bu dönem birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan dönemdi. Ancak
meclisteki farklı görüş ve düşünceler zamanla kendisini göstermeye başlamıştır. Bu da mecliste
gruplaşmaları beraberinde getirmiştir. Aynı düşünceye sahip milletvekilleri bir araya gelerek
gruplar oluşturmuşlardır. Bu gruplardan öne çıkanlar:
 Tesanüt (Dayanışma) Grubu,
 İstiklal (Bağımsızlık) Grubu,
 Müdafaa-i Hukuk (Hakları savunma) Grubu,
 Halk Grubu,
 Islahat (Reform) Grubu’dur.
Oluşan grupların arasında yaşanan çekişmeler Meclis’te çalışmaları yavaşlatmıştır. Mustafa
Kemal Paşa, bu olumsuz durum karşısında harekete geçmiş ve Meclis’teki bu grupları bir araya
getirmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Oysaki ülkenin dört bir yanından TBMM’nin
kararlarını, uygulamalarını bekleyenler vardı. Mustafa Kemal Paşa, ülke insanının beklentilerini
karşılayabilmek için meclisin hızlı çalışarak kanunların çıkmasını sağlayacak yeni formüller
aramaya başlamıştır. Sonuç olarak; Meclis’te büyük bir grup oluşturarak çoğunluğu sağlamak
ve böylelikle meclisi istenilen şekil ve hızda çalıştırmak en uygun formül olarak
benimsenmiştir. Bu çerçevede Mustafa Kemal Paşa, 151 arkadaşıyla bir araya gelerek 10 Mayıs
1921 günü Meclis’te, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurmuş ve
grubun başkanlığına seçilmiştir.
Meclisin en büyük grubunu kurarak, isteğini gerçekleştiren ve Meclisi verimli ve hızlı
çalıştırma konusunda önemli bir adım atan Mustafa Kemal Paşa, Meclis’teki bütün

18
milletvekillerine de yeni oluşan bu grubun doğal üyesi olduklarını ifade etmiştir. Ancak bazı
milletvekilleri Mustafa Kemal Paşa’nın yürüttüğü siyaseti onaylamadıkları için grup dışında
kalmayı tercih etmiş ve muhalefete başlamışlardır. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu
dışında kalarak muhalefet gösteren gruba da İkinci Grup adı verilmiştir. Böylece Meclis içinde
ilk muhalefet de ortaya çıkmıştır.
Mustafa Kemal Paşa grup kurmakla yetinmemiştir. Gerçekleştirmek istediği devrimleri halka
mâl etmek konusunda daha etkili olacağı ve ilerleyen süreçte yapılacak seçimlere bir parti ile
girmenin gruplarının gücünü artırırken muhalefetin gücünü etkisizleştireceği inancıyla
partileşmeye karar vermiştir. Çalışmaların başlamasıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Grubu’nun, Halk Fırkası adı altında bir partiye dönüştürülmesine karar verilmiştir. Bu konuda
yapılan çalışmalar sonucunda Türk Devleti’nin ilk siyasi partisi “Halk Fırkası” adıyla 9 Eylül
1923’te kurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa kurucusu olduğu bu partinin başkanlığına seçilmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 10 Kasım 1924’de de partinin adı Cumhuriyet Halk
Fırkası olmuştur.
İkinci Meclis’te sayısal çoğunluğu ulaşan Cumhuriyet Halk Fırkası; devlet kuran bir parti
olarak, yeni devletin esaslarını ortaya koymuş, devrimlerin öncülüğünü yapmış ve ekonomide
devletçiliği benimsemiş, cumhuriyet devrinin ilk siyasi partisi olmuştur.

b) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası


Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra, devrimlerin yapılmasına gelince, Mustafa
Kemal Paşa ile birlikte mücadele verdiği bazı arkadaşları arasında görüş ayrılıkları ortaya
çıkmıştır. Milli Mücadele sırasında Mustafa Kemal Paşa ile birlikte hareket eden bu kişiler
özellikle devrimlerin şekli ve zamanlaması konularında farklı düşünüyorlardı. Zaman içinde
taraflar arasındaki bu görüş ayrılıkları daha da belirginleşmiş ve çok geçmeden bu kişilerin,
kendilerinin de üyesi oldukları Halk Fırkası'nın uygulamalarına muhalefet etmelerine sebep
olmuştur. Halk Fırkası içindeki bu muhalefet yanlıları yapılan yeniliklere karşı çıktıkları için
artık bu parti içinde kalmayı uygun bulmuyorlardı. Bu sebeple aralarında Kazım Karabekir, Ali
Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Refet Bele gibi isimler olan milletvekilleri
Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa etmişlerdir.
Siyasi gidişattan memnun olmadıkları ve bireysel olarak da siyaseten etkili olamayacakları
inancı taşıdıkları için Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan ayrılan bu grup, 1924 Anayasası’nın çok
partili siyasi hayata geçilmesine fırsat tanımasından faydalanarak, 17 Kasım 1924 tarihinde
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur. Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal
Paşa'nın etrafındaki ilk halkayı oluşturan kişiler tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası; muhalefet kontrolü olmadan tüm kuvvetlerin mecliste toplanmasının doğuracağı
otoriter sistemi endişe verici buluyordu. Cumhuriyet dönemi siyasi tarihinde kurulmuş ilk
muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mecliste etkili bir muhalefet
oluşturarak demokratik bir denge kurmak amacını taşıyordu.
24 Kasım günü yapılan toplantıda; Fırka Genel başkanı olarak Kazım Karabekir Paşa
seçilirken, Rauf (Orbay) Bey, İkinci Başkanlığa, Parti Genel Sekreterliği’ne de; Ali Fuat
(Cebesoy) getirilmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, tüzüğünde; egemenliğin halkta
bulunduğunu, cumhuriyet yönetimini yaşatmak ve geliştirmek istediğini ve liberalizm ile
demokrasinin, partinin ana görüşleri olduğunu belirtmiştir. Genel olarak hürriyetlere taraf olan
parti, din ve inançlara saygılı olduğunu vurgulamış ve idari yönden de, yerinden yönetimin
gerçekleştirilmesi esasını benimsediğini ifade etmiştir.

19
Kazım Karabekir Ali Fuat Cebesoy Rauf Orbay

Çok partili rejimin, demokrasinin vazgeçilmez şartlarından biri olduğu fikrini taşıyan Mustafa
Kemal Paşa, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu memnuniyetle karşılamıştır.
Ancak yeni kurulan parti kısa bir süre sonra Cumhuriyet’in ilanına ve Hilafet’in kaldırılmasına
muhalefet edenlerin toplandığı bir merkez olarak rejimi tehdit eder bir duruma gelmiştir.
“Dinsel fikirlere ve dini inançlara saygılı” olacağı hükmüyle hükümetin laik uygulamalarını
çarpıtmış ve bu uygulamalara karşı muhalefet oluşturmuştur. Bu muhalefet kısa sürede meclis
dışına çıkmış ve yeni kurulmakta olan rejim için büyük bir tehlike oluşturmaya başlamıştır.
Fırkanın devrimleri önleyebilecek son umut haline gelmesiyle Mustafa Kemal Paşa'nın da bu
partiyle ilgili düşünceleri değişmiştir. O, bunun bir göstergesi olarak da çeşitli zamanlarda
yaptığı konuşmalarla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın programını eleştirmiştir.

(1) Şeyh Sait İsyanı


Lozan'da halledilemeyen Musul meselesi ile ilgili olarak, sorunun çözümü konferans sonrasında
Türkiye ile İngiltere arasında yapılacak görüşmelere bırakılmıştı. Bu görüşmelerde de bir sonuç
alınamadığında konunun Milletler Cemiyeti’ne taşınıp burada alınacak karara uyulması
kararlaştırılmıştır. İngiltere, petrol bölgesi olan Musul’u kendi politikaları için çok
önemsediğinden, bölge halkının Türkiye ile birleşme arzusunu ve böylece oluşacak geniş alana
yayılmış bir Türkiye'nin Ortadoğu'da kendi aleyhine yeni bir oluşum yaratmasını önlemeye
çalışmıştır. Sorun kendisinin üye olmakla birlikte etkin olduğu Milletler Cemiyeti’ne
taşındığında bölgeyi Türklerden almayı hedeflemiştir. Bunu sağlamak için de, Türkiye'de bir
takım karışıklıklar çıkarmak istiyor ve iç karışıklıkları körükleyerek, Türkiye'yi zayıflatmayı
planlıyordu.
Bu çerçevede Şeyh Sait tarafından 13 Şubat 1925 tarihinde Diyarbakır ili Piran Köyü’nde isyan
başlatılmıştır. Dini içerikle başlatılan isyan, İngiltere'nin desteği ile kısa sürede milli karakter
kazanarak Türkiye’nin doğusundaki illerin bir kısmını sarmış ve İngiliz himayesinde bir Kürt
devleti kurulmaya çalışılmıştır. İngilizlerin teşvikiyle Kürtçülük fikrini benimsemiş olan Şeyh
Sait ve taraftarlarının isyanı, bir bölücülük hareketi idi. Ancak halkın büyük kesiminden bu
gerçek amaç gizlenmiş ve halk dini motiflerle, din elden gidiyor şeklindeki propaganda ile
kandırılmıştır. Temelde gerçek amaç ise, Cumhuriyet ve yapılan devrimlerin ortadan
kaldırılması idi.
Bu süreç içinde Cumhuriyet ve devrimlere bir şekilde karşı olanların da kendilerinin egemen
olduğu günlere dönülmesini sağlamak maksadıyla Şeyh Sait isyanını desteklemesiyle isyan bir
anda oldukça genişleyerek ciddi bir boyuta ulaşmıştır. Bu durum Hükümeti güç durumda
bırakmış, meclisteki tartışmalar sonucunda 1 Mart 1925’te Ali Fethi Bey Başbakanlık’tan istifa

20
etmiştir. 3 Mart 1925’te İsmet Paşa’nın ikinci kabinesi göreve gelmiştir. Yeni hükümet, hem
isyanın bastırılarak asayişin yeniden sağlanması, hem de vatanın parçalanmasını önleyerek,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını devam ettirebilmesi için bir takım önlemler almıştır.
Bu ciddi önlemlerin bir tanesi, 4 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun
çıkarılması, bir diğeri de yine aynı gün, biri isyan bölgesi, diğeri de Ankara'da olacak şekilde iki
tane İstiklal Mahkemesinin kurulmasıdır.
Bu sırada, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın programında yer alan bazı maddeler mevcut
durumu suiistimal ederek faydalanmak isteyen bazı kişilerin partiye üye olmalarına vesile
olmuştur. Hem bu kişilerin halkı isyana yönelik teşvik ve cesaret edici tutum ve davranışlar
içinde olması hem de parti üyeleri tarafından gerçekleştirilen propagandaların halkı isyana
cesaretlendirdiği inancının ön plana taşınması üzerine, Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi,
isyanla ilgileri bulunduğu gerekçesiyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın bölgedeki tüm
şubelerinin kapatılmasına karar vermiştir. Bu karardan sonra, Ankara’da kurulan İstiklal
Mahkemesi de, Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrasıyla ilgili gerçekleştirdiği araştırma
neticesinde, fırkanın yaptığı propagandalarda din ve dince kutsal sayılan şeyleri siyasete alet
ettiğini ileri sürmüştür. Mahkemenin bu kararı üzerine de Bakanlar Kurulu, Takrir-i Sükûn
Kanunu'nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak aldığı bir kararla, 3 Haziran 1925 tarihi
itibarıyla Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı ülkedeki bütün şubeleriyle birlikte kapatmıştır.
Şeyh Sait isyanı da 15 Nisan 1925 tarihinde bastırılmış, elebaşı Şeyh Sait ve 48 isyancı dini ve
etnik kökenli bir devlet kurmak için zor kullanarak pek çok suçsuz vatandaşın ölümüne sebep
oldukları, yağma ve hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle mahkemeye verilmişlerdir. 2 kişi hapis
diğerleri ise idam cezasına çarptırılmıştır.
Şeyh Sait İsyanı’nın ortaya çıktığı süreçte Musul sorununu incelemek üzere bölgeye gelen
Milletler Cemiyeti gözlemcileri, bölgedeki karışık durum sebebiyle, Türkiye aleyhine rapor
hazırlamışlardır. Sonuç olarak; Şeyh Sait ayaklanması Musul’un 16 Aralık 1925’te Milletler
Cemiyeti kararıyla Irak’a bırakılması sürecini hızlandırmış ve Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası'nın kapatılmasıyla da Türkiye'de ilk çok partili rejim denemesi başarısızlığa uğramıştır.

(2) Takriri Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri


Takrir-i Sükun Kanunu, İsmet Paşa Kabinesi tarafından, hem isyanın bastırılmasıyla asayişi
yeniden sağlamak hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını devam ettirebilmek
amacıyla 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılmıştır. Takrir-i Sükun Kanunu’nun maddeleri şöyledir:
 İrtica ve isyana ve memleketin toplumsal düzenini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve
asayişini bozmaya yönelik çeşitli örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri, girişimleri
ve yayınları, Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle ve kendi başına yasaklamaya yetkilidir.
 Kanun yayınlanmasından itibaren 2 yıl müddetle geçerlidir.
 Bu kanunun tatbikine Bakanlar Kurulu memurdur.
İstiklal Mahkemeleri ise iki dönem içerisinde ayrı ayrı değerlendirilebilir. 1920-1923 yılları
arasında İstiklal Mahkemesi’nin ilgi alanına giren yargılamalar; ayaklanma çıkaran ve
yağmacılar, bozguncular, orduya ait silah ve mühimmatı çalanlar, casus, asker kaçakları, Milli
Mücadele’yi engelleme amacıyla propaganda yapanlar. 1923-1927 yılları arasında ise İstiklal
Mahkemeleri, Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, karşıt güçleri, isyancıları,
Osmanlı döneminden kalma eşkıya ve ittihatçıların tasfiyesinin yanı sıra suikast suçlarını
yargılamak için özel kanunla kurulmuştur.
Bazı kesimlerin tepkisini toplayan Takrir-i Sükun Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri’ni Mustafa
Kemal Paşa şu şekilde izah etmiştir:
"Takrir-i Sükun Kanunu'nun ve İstiklal Mahkemeleri’ni istibdat vasıtası olarak kullanacağımız
fikrini ortaya atanlar ve bu fikri aşılamağa çalışanlar oldu. Biz, olağanüstü sayılan ve fakat
kanuni olan tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun üstüne çıkmak için, vasıta olarak
kullanmadık, aksine memlekette düzen ve güvenlik kurmak için uyguladık; devletin hayat ve

21
bağımsızlığını temin için kullandık. Biz o tedbirleri milletin medeni ve sosyal gelişmesinde
istifadeli kıldık. Bu sebeple, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir görüşten istifade ederiz. O
görüş şudur: Türk milletini, medeni dünyada layık olduğu yere yükseltmek ve Türk
cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade kuvvetlendirmek. Ve bunun
için de, istibdat fikrini öldürmek."

c) İzmir Suikastı
Şeyh Sait isyanından sonra devleti uğraştıran diğer bir önemli olay Mustafa Kemal Paşa’ya
yönelik gerçekleştirilmek istenen suikast girişimi olmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Türk
Milleti’ni çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak maksadıyla gerçekleştirdiği devrimlerle,
millete yeni ufuklar açarken bu durumdan menfaatleri zarar gördüğü için rahatsız olan bazı
çıkar grupları ortaya çıkmıştır. Onlar için en önemli konu, kendi menfaatlerini koruyabilmek
idi. Kendilerince menfaatlerini korumak için de, çeşitli yollara başvurmayı tabii olarak
değerlendiriyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olanlar siyasi mücadele yoluyla
çalışmalarına engel olamayınca işi suikasta kadar götürmüşlerdir.
Birinci TBMM’de Rize Milletvekili olan Ziya Hurşit Cumhuriyetin ilanından sonraki
gelişmeler karşısında Meclis’teki muhalefeti yetersiz ve pasif bularak Mustafa Kemal Paşa’yı
ortadan kaldırmaya kalkışmıştır. Bu olaya ittihatçı kökenli eski milletvekillerinin de bir ölçüde
karışması bunun uzun süreli bir hesaplaşma teşebbüsü olduğunu düşündürmüştür.
Hazırlık aşamasında, gelişmelerden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticilerinin haberdar
olması, girişimi erteletmiştir. Ancak çoğu Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele
dönemindeki yakın çalışma arkadaşları olan bu şahsiyetlerin olayı ciddiye almadıkları
gerekçesiyle resmi makamları haberdar etmemeleri onların da olaya dahil oldukları şeklinde
yorumlanmıştır.
Plana göre, Rize Milletvekili Ziya Hurşit’in ayarladığı tetikçiler, Mustafa Kemal Paşa İzmir’e
geldiğinde suikastı gerçekleştirip limanda hazır bulunması planlanan motorla Sakız Adası’na
kaçacaklardı. Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’e gelişinin bir gün ertelemesi üzerine
teşebbüsün haber alındığından endişe duyarak hiç olmazsa kendini kurtarmak isteyen motorcu
Giritli Şevki durumu İzmir Valiliğine haber vermiştir. Saklandıkları yerde yakalanan
suikastçılar her şeyi itiraf ederek suçlarını kabullenmişlerdir.
Olayı soruşturan İstiklal Mahkemesi’nin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ileri gelen
yöneticilerini de tutuklaması Başbakan İsmet Paşa’nın devreye girmesine yol açmıştır. Yapılan
duruşmalarda parti yöneticilerinin suçsuzluğu anlaşılmış, sadece yurt dışında olan Rauf Bey,
gıyabında cezalandırılmıştır. Mahkeme, ittihatçı ileri gelenlerinden Cavit Bey, Dr. Nazım ve
Hilmi Beyler ile Kara Kemal Bey dışında eski milletvekillerinden Şükrü, Halis Turgut, İsmail
Canbolat, Rüştü, Ziya Hurşit, Hafız Mehmet, Sarı Efe Edip, Albay Arif’in yanı sıra askerlikten
emekli Çopur Hilmi, Rasim, Gürcü Yusuf, Laz İsmail, eski Ankara valisi Abdulkadir Beyleri
ölüm cezasına çarptırmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, suikast teşebbüsünün ortaya çıkarılması üzerine karşıtlarının kendi
şahsında aslında Cumhuriyete karşı olduklarına dikkat çekerek “Benim naçiz vücudum bir gün
elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” demiştir.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayacağını bütün dünyaya ilan etmiştir.

d) Serbest Cumhuriyet Fırkası


Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili rejime geçiş için ikinci deneme ilkinden 5 yıl sonra,
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ile gerçekleşmiştir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatıldığı 1925 yılından sonra, 1930 yılına kadar
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tek parti olarak varlık gösterdiği bir sistem sürdürülmüştür. Bu
siyasi durum, dışarıdan bakılınca yanlış değerlendirmelere neden olmuş ve sanki Türkiye
diktatörlükle yönetiliyormuş gibi algılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye ile ilgili böyle

22
yanlış bir değerlendirmenin yapılmasından rahatsız oluyor ve Türkiye'de çok partili rejimi
gerçekleştirebilmek için yeniden teşebbüse geçilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Bunun dışında, Türkiye'de, Milli Mücadele’nin zaferle sona ermesinin ardından 1922- 1930
yılları arasında yapılan devrimler hükümete karşı bir direniş meydana getirmişti. Özellikle 1929
yılındaki Dünya Ekonomik Krizi’nin ve hükümetin bu kriz dolayısıyla uyguladığı sanayileşme
siyaseti ile alkollü içki, tütün ürünleri, şeker, tuz ve deniz nakliyatının devlet tekeline alınması
mevcut hoşnutsuzluğu daha da artırmıştır. Ortaya çıkan ekonomik ve siyasal bunalımın,
toplumsal patlamaya neden olmasını istemeyen Mustafa Kemal Paşa, bu gibi sorunların
çözümünü bir muhalefet partisinin kurulmasında görmüştür. Ancak, Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası deneyiminden ders çıkaran Mustafa Kemal Paşa kurulması düşünülen muhalefet
partisinin başkanlığını da güvendiği bir arkadaşına önermiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası
karşısında yer alacak bu muhalefet partisinin başkanı olarak eski arkadaşı ve eski bir başbakan
olan Ali Fethi (Okyar) Bey’i seçmiştir.

. Ali Fethi Okyar

1930 yazında tatilini geçirmek üzere Türkiye’ye gelmiş olan Paris Büyükelçisi Fethi Bey,
Yalova’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumla ilgili
rapor sunmuştur. Ayrıca hükümet ile ilgili eleştirilerini de Mustafa Kemal Paşa’ya iletmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Ali Fethi Bey’e siyasi bir parti kurmasını teklif etmiş ve bu arada
Yalova’ya gelmiş bulunan İsmet Paşa’nın da bu konudaki fikri alınmıştır. İsmet Paşa’nın yeni
bir partinin kurulmasından memnun kalacağını ifade etmesi üzerine Fethi Bey tarafından
Serbest Cumhuriyet Fırkası adı altında yeni bir partinin kurulmasına karar verilmiştir.
12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulmasıyla Türkiye'de ikinci defa çok
partili hayata geçiş için adım atılmış oldu. Serbest Cumhuriyet Fırkası adında bir muhalif
partinin kurulmasından maksat, birikmiş memnuniyetsizliklerin giderilmesini sağlamak ve
hükümeti, kusurlarını düzeltme ve ekonomik sıkıntılara kalıcı çare aramaya sevk edecek bir
kontrol sistemi yaratmak idi. Ali Fethi Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Genel
Başkanlığı’nı üstlenirken, Genel Sekreterliğe ise Nuri Conker seçilmiştir.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın programı partinin, Cumhuriyet Halk Fırkası’nda olduğu gibi
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Laiklik esaslarına bağlı olduğunu, Liberalizm ve kadınlara
siyasi haklar verilmesini savunduğunu ifade etmiştir.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, özellikle Ege Bölgesi’nde büyük destek görerek taraftar buldu ve
teşkilatlandı. Aynı yılda yapılacak olan yerel seçimler dolayısıyla Fethi Bey’in yaptığı seçim
gezilerinde halk, hükümet ve devrimler ile laiklik aleyhinde gösteriler yapmıştır. Bu durum
devrimlerin sürdürülebilirliğini mümkün kılmak açısından henüz bir muhalefet partisi
kurulması zamanının erken olduğunu açıkça gösteriyordu. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kısa
sürede Cumhuriyet ve devrimlere karşı gelenlerin toplandığı bir parti haline gelmesi üzerine
Fethi Bey, 17 Kasım 1930 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçede yer alan “Fırkanın

23
Gazi Hazretleriyle siyasi sahada karşı karşıya gelebileceği anlaşılmıştır. Bu durumda kalacak
siyasal bir kuruluşun varlığını parti kurucusu olarak korumayı ve sürdürmeyi yersiz buluyorum.
Bu sebeple Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın feshine karar verdim” sözleriyle partiyi kapattığını
açıklamıştır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendisini feshetmesiyle Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren
çok partili hayata geçiş için atılan ikinci adım da başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

e) Menemen Olayı
Kısa bir sürede Cumhuriyet ve devrimlere karşı olanların yuvalandığı bir parti durumuna gelen
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kendini fesh etmesiyle, Cumhuriyet, Laiklik ve devrim
karşıtları, Türkiye'deki bu değişimi sonlandıracak bir başka arayış içine girmişlerdi. Onlara
göre, bir isyan çıkarıp Türkiye'de eski düzene dönüş sağlamak, başvurulabilecek yollardan
birisi olarak görülüyordu.
Bu bağlamda, ilk çekirdeğini on dört kişilik bir grubun teşkil ettiği devrim karşıtları,
Nakşibendi tarikatına mensup Derviş Mehmet adında birisinin önderliğinde 23 Aralık 1930
günü şeriat istiyoruz diyerek Menemen'de isyan etmişlerdir. İsyancılar, Derviş Mehmet'i ahir
zaman peygamberi ilan ederek halkı kutsal sancak altında toplayarak hükümeti ele geçirmek
amacıyla Manisa’ya doğru harekete geçmişlerdir.
İsyancılara ilk müdahaleyi genç idealist öğretmen yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay
yapmıştır. Kubilay, emrindeki askerleri belediye meydanına getirdikten sonra ileri fırlayarak,
asilere dağılmalarını ihtar etmiştir. Hemen silahlı mukabelede bulunan isyancılar, Kubilay'ı ağır
yaralamışlar ve daha sonra şehit etmişlerdir. Takviye birliklerin olay yerine ulaşmasından sonra
isyan bastırılmış ve suçlular yakalanarak yargılanmışlardır. Yargılama sırasında, bu isyan
hareketinin sadece Menemen ile sınırlı olmayıp teşkilatlı bir şekilde bütün memlekette
taraftarlarının bulunduğu anlaşılmıştır.
Devrim karşıtlarının ve dini duyguları sömürenlerin tertiplediği bir hareket olan Menemen
olayı, ülkede demokrasi için şartların henüz oluşmadığını ortaya koyarken, 1946 yılından önce
çok partili hayata geçiş mümkün olmamıştır.

C. SOSYAL ALANDA YAPILAN DEVRİMLER


Sosyal alanda yapılan devrimler; toplum hayatını yeniden düzene sokmak, batının yaşam
standartlarında çağdaş bir sosyal hayat oluşturabilmek ve batılı devletlerle kurulan ilişkilerde
olası karışıklıkları ortadan kaldırmak amacıyla gerçekleştirilmişlerdir. Çağdaş uygarlıklar
seviyesinin üstüne çıkmayı hedefleyen Türkiye’de sosyal alanda yapılan devrimler, Türk
Milleti’ne özgü olan bazı durumlar haricinde çoğunlukla batıdan örnek alınarak
gerçekleştirilmiştir.

1. Kılık-Kıyafette Değişiklik
Osmanlı Devleti sınırları içinde değişik dinlere ve kültürlere sahip çeşitli milletler
yaşamaktaydı. Farklı dinlerden cemaatler kendi geleneklerine göre bir kıyafet kullanıyordu.
Dolayısıyla kıyafette birlik yoktu. Müslüman halk ile Hıristiyan halkın giydiği kıyafetler
birbirinden farklıydı. Hatta III. Selim Dönemi’nde Müslümanların, Ermenilerin, Rumların ve
Yahudilerin giyecekleri kıyafetlerin renkleri birbirinden farklı olarak belirlenmişti.
Ülkedeki bu kıyafet karışıklığı ve batı toplumlarıyla olan farklılık Cumhuriyetin ilk yıllarına
kadar devam etti. Mustafa Kemal Paşa, Türk Milleti’nin her alanda çağa uyum sağlayan bir
görüntü ve kimlik taşıması gerekliliği düşüncesini taşırken bunun yanı sıra kılık kıyafet
hususunda da bir devrime ihtiyaç duyulduğu düşüncesindeydi. Çağdaş uygarlıklar seviyesinin
üstüne çıkabilmek için yürütülen Türk Devrimi’nde, batı medeniyetinin bütün olarak ele
alınması uygun görülmüş, Türk toplumuna uygun olmayan unsurlar haricinde batının
uygulamaları kabul edilmiştir. Buna göre, batılı toplumların giydiği medeni kıyafetlerin kabul

24
edilerek benimsenmesi istenmiştir. Bu amaçla, Mustafa Kemal Paşa halka giyilen kıyafetlerin
herhangi bir milli unsur taşımadığını ve daha çağdaş bir görünüme kavuşulması gerektiğini
anlatmıştır. Mustafa Kemal Paşa, 24 Ağustos 1925'te ilk kez gittiği Kastamonu ve İnebolu'da,
"Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa
kadar medeni olacaktır. Medeni ve beynelmilel kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir.
Onu giyeceğiz" demiş, taşıdığı şapkayı da halka göstermiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın Kastamonu ve İnebolu'ya gerçekleştirdiği seyahatteki bu konuşması
ve şapka giyerek halkın karşısına çıkması bu konudaki kararlılığının bir sonucu olarak, 25
Kasım 1925’de TBMM’de kabul edilen kanunla fes, kalpak ve benzeri bütün başlıklar
yasaklanmış, şapka ve kasket kullanılmaya başlanmıştır.

Atatürk, Şapka ve Kıyafet Devrimi Konuşmasını Yaparken, Kastamonu'da...

TBMM’de 2 Eylül 1925 tarihinde alınan bir kararla da, din adamı dışında kalan kişilerin
cüppe ve sarık giymeleri yasaklanarak kılık kıyafette medeni bir görünüm sağlanırken aynı
zamanda dinin ve din adamlığının bazı kimseler tarafından suiistimal edilmesinin önüne
geçilmek istenmiştir. Sadece din görevlisinin giymesine izin verilen dini kıyafetlerin de 3
Aralık 1934 tarihinde alınan bir kararla, , en yüksek din görevlisi hariç, yalnız ibadet
yerlerinde giymeleri esası getirilmiştir.
Bu suretle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, kılık kıyafet alanında gerçekleştirilen devrimlerle
ülke içinde birlik beraberlik sağlanmış ve halk çağdaş kıyafetlere bürünerek daha modern bir
görüntü kazanmıştır. Dini kıyafet istismarcılığının önüne geçilmiş, günlük hayatta laikliğe
aykırı görüntüler sona ermiştir.

2. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması


Tarikatların Selçuklular’dan itibaren Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında, daha
sonra Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde büyük hizmetleri olmuştur. Türkmenlerin
dini yaşamları üzerinde ve Hıristiyan halkın İslam Dinine kazandırılması konusunda ve
özellikle de Balkanlarda İslamiyet’in yayılmasında büyük rol oynamışlardır. Tarikatlar ve
tarikatların kurumsallaşmış hali olan Tekkeler, ilerleyen yüzyıllarda esas işlevselliklerini
yitirmişlerdir. Böylece, esas varoluş nedenlerini kaybetmişlerdir.
Kuruluş amaçlarının dışında hareket eden Tekke ve Zaviyeler, iç düzeni sağlamak ve rejimi
sağlamlaştırmak amacıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen bazı devrimlere karşı
durmaya başlamışlardır. Cumhuriyet rejiminde, rejim ve devrimlere karşı hareket eden ve
tavırlarıyla halkı olumsuz şekilde etkileyebilecek bu tarz kuruluşlara ve yapılanmaya yer
olmadığı gibi izin de verilemezdi. Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1925 tarihindeki
konuşmasında; "Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi

25
olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır" ifadesiyle, hedefini bir kez daha
hatırlatmıştır.
Osmanlı toplumunda, türbeler de hatırı sayılır yerlerdi. Bu türbeleri bekleyen kişilere türbedar
adı verilirdi. Bu kişiler türbeleri ziyaret edenlerin adakları ile geçinirlerdi. Türbeler eski
zamanlarda yaşamış büyükleri anmak amacıyla yapılmıştır. Ancak bu yerlerde halkın bir
kısmı dünyaya ait ihtiyaçları için dua edip adaklar adıyordu. Yani türbeler batıl inançların
sürdürülmesine bir araç olarak kullanıyor ve istismar ediliyordu. Ölülerden maddi- manevi
yardım ummak, akla mantığa ve de İslam’a aykırı bir durumdu. Mustafa Kemal Paşa
Kastamonu gezisi sırasında tekkelerle ilgili düşüncelerini açıklarken, türbeler üzerindeki
görüşlerini de şu şekilde belirtmiştir. “Türbelerden, ölülerden yardım istemek medeni bir
toplum için lekedir.”
Mustafa Kemal Paşa’nın yürüttüğü kararlılığa uygun şekilde, 30 Kasım 1925 tarihinde kabul
edilen bir kanunla, Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatılmıştır. Tekke ve zaviyelerden camii ve
mescit amacıyla kullanılanlara dokunulmamıştır. Türbelerden de Türk toplumunun atası kabul
edilen büyük devlet adamı ve bilginlere ait olanlar halkın ziyaretine açık bırakılmıştır. Aynı
kanun, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, halifelik, falcılık,
büyücülük, muskacılık, türbedarlık benzeri unvan ve lakapların kullanılması ve bunlara ait
elbiselerin giyilmesi de yasaklanmıştır.
Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması ile laikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır.

3. Takvim, Saat, Ölçüler ve Rakamlarda Değişiklik


Osmanlı Devleti zamanında kullanılan takvim, saat, ölçü ve rakamlar batılı devletlerden
farklıydı. Hafta tatili cuma günüydü ve takvim olarak Hicri ve Rumi takvimler kullanılıyordu.
Hicri Takvim ay yılı esasına göre düzenlenmiş olup takvim başlangıcı Hz. Muhammed’in
Mekke’den Medine’ye göç tarihi olan 622 yılı kabul edilmiştir. Hicri Takvim devlet
yönetiminde ve mali işlerde karışıklıklara neden olduğu için Osmanlı Devleti bu takvimi
değiştirme gereği duymuştu. Yapılan değişiklik sonucunda devlet dairelerinde Rumi veya
Mali Takvim denilen yeni bir takvim kullanılmaya başlandı. Resmi yıl ve mali işler için Rumi
Takvim geçerliydi. Bu takvimde yılbaşı mart ayının birinci günü başlıyordu. Halbuki batı
dünyasında Hz. İsa’nın doğumunun takvim başlangıcı olarak kabul edildiği, güneş yılı esasına
göre düzenlenen Miladi Takvim kullanıyordu. Bu takvimde yılbaşı olarak ocak ayı kabul
edilmiştir. Takvimdeki bu farklılıklar Osmanlı Devletinin, batı ülkeleriyle olan ticari ve resmi
ilişkilerinde olduğu kadar kendi içinde devlet işlerinin yürütülmesinde de zorluklara yol
açıyordu.
Osmanlı Devleti’nde günlük saat sistemi, güneşin batışı esasına göre düzenlenmişti. Alaturka
(Ezani) saat sistemi olarak isimlendirilen bu esasa göre, yazın ve kışın güneşin battığı an, saat
12 olarak kabul ediliyordu. Osmanlı’da zamanla Alaturka saatin yanında Alafranga denilen
batı saati de kullanılmaya başlandı. Zaman ölçülerinin böylesine karışıklık içinde olması hem
devlet içinde hem de devletlerarası ilişkilerde zorluklara ve aksamalara neden oluyordu.
Türk toplumunun kullandığı Arap rakamları da birçok bakımdan ve özellikle de uluslararası
ticaret alanında pek çok problem çıkarıyordu. Çünkü batı dünyası bu rakamları tanımıyordu.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde, her alanda içinde yer almak istediği Batı
medeniyetinin ve uluslararası normların kabul gördüğü sistemi kurmak düşüncesi mevcut idi.
Bu sebeple, Osmanlı Devleti döneminde kullanılan takvim, saat, ölçü ve rakamların
değiştirilmesi fikri önem kazanmıştır. Batı dünyası ile ilişkilerde yaşanacak karışıklık,
yanlışlık ve çelişkileri ortadan kaldırabilmek için, Batılı devletlerde kullanılan sistemin
benimsenmesi uygun bulunmuştur.
TBMM’de 26 Aralık 1925 günü kabul edilen bir kanunla Osmanlı Devleti’nde kullanılan
Hicri ve Rumi takvimlerin yerlerine batıda kullanılan Miladi Takvim getirilmiştir. Batılı

26
devletlerle olan farkı ortadan kaldırmak amacıyla kabul edilen bu kanunun yanı sıra
uluslararası saat uygulamasına geçilmesi de benimsenmiştir.
Uluslararası takvim ve saatin yanında, yine 1925 yılında yapılan düzenlemeyle Arap
rakamları yerine uluslararası rakamlar olarak ifade edilen Avrupa rakamlarının kullanılması
kabul edilmiştir.
26 Mart 1931 tarihinde TBMM’de onaylanan kanunla Osmanlı Devleti’nde kullanılmış olan
okka, arşın, endaze, çeki gibi, bölgelere, kişilere, durumlara göre farklılık gösterebilen
uzunluk ve ağırlık ölçülerinin kaldırılmasına karar verilmiştir. Bunların yerine dünyada
yaygın bir şekilde kullanılan “metre” ve “kilogram” gibi ölçü birim ve sistemleri kabul
edilmiştir.
1935 yılına gelindiğinde de, hafta tatili olan cuma günü yerini pazar gününe bırakmıştır.
Böylece batılı ülkeler ile olan tatil günü farklılığının ortaya çıkardığı karışıklık ve aksaklıklar
giderilmiştir.
Gerçekleştirilen bu değişikliklerle hem ülke içinde birlik ve beraberlik gerçekleştirilmiş, hem
de uluslararası siyasi, ekonomik, sosyal ve ticari ilişkilerin düzene konulmasında gözle
görülür kolaylıklar sağlanmıştır.

4. Soyadı Kanununun Kabulü


Osmanlı toplum düzeninde aileler soyadı yerine dini vurgular yapan, sosyal durumu ifade
eden, asalet vurgusu yapan ya da ailenin özelliğini ifade eden lakaplar taşıyordu. Bu durum,
insanlar arasında eşitliğe aykırı ve ayrımcı bir durum yaratmakla birlikte toplumsal ilişkiler ve
nüfus, askerlik gibi resmi işlerde karışıklıklara neden oluyordu. Cumhuriyetin tüm insanları
eşit kabul eden özelliğiyle çelişen bu durumun yarattığı ayrımcılık, eşitsizlik ve
bölünmüşlüğün değiştirilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nde gerekli görüldü. Bu bakış açısıyla,
Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları, "Hiçbir farklılığın olmadığı kaynaşmış bir Türk Milleti’nin
ortaya çıkarılması ve milletin çağdaşlaşmasının önündeki engellerin kaldırılması" parolası
kullanılarak kutlanmıştır. Ayrımcılığa yer vermeyen, kaynaşmış bir Türk toplumunun
oluşması devletin temel hedeflerinden birisi olarak belirlenmiştir. Birlik ve bütünlük içinde
bir toplum oluşturmak, “kaynaşmış bir Türk Milleti” parolasını hayata geçirebilmek ve ortaya
çıkan her türlü karışıklığa engel olabilmek için 21 Haziran 1934’te yapılan düzenlemeyle
Soyadı Kanunu kabul edilmiştir.
Soyadı Kanunu ile her vatandaşın, kendi ön adı dışında ailesiyle birlikte ortak olarak
kullanacağı bir soyadı alması kabul edilmiştir. Belirlenecek soyadlarının Türkçe olması;
rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet isimleri ile gülünç ya da ahlaka aykırı kelimelerin
soyadı olarak kullanılmaması da karara bağlanmıştır.
TBMM, 24 Kasım 1934 günü onaylanan bir kanunla Mustafa Kemal Paşa’ya, Atatürk
soyadını vermiştir. “Türklerin Atası” olarak karşılık bulan Atatürk soyadı, sadece Mustafa
Kemal Paşa’ya mahsus olarak benimsenmiştir. Akrabaları dahil hiç kimse Atatürk soyadını
taşımamaktadır.

27
Mustafa Kemal Atatürk'e ait Nüfus Cüzdanı

24 Kasım 1934 tarihinde TBMM’de alınan bir diğer kararla soyadı olarak hacı, hoca, ağa,
molla, hafız, bey, efendi, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri ve bunlar gibi unvan
ve lâkapların alınması yasaklanmıştır.
Kanunun kabul edilmesiyle, toplumsal hayatta düzen ve disiplin sağlanmış, aile ve aile
bireylerinin tanınması mümkün kılınmıştır.
Toplumda sosyal üstünlük veya sınıf farkı anlayışına sebep olan unvan ve lakapların
kullanılmasının yasaklanması, Atatürk’ün Halkçılık ilkesine uygun bir gelişmedir.

5. Milli Bayramların ve Tatil Günlerinin Belirlenmesi


Her milletin tarihinde önem taşıyan ve çeşitli sebeplerle gelecek nesillere aktarılmasına
ihtiyaç görülen olaylar mevcuttur. Milletler tarihte yaşadıkları iyi kötü olayları gelecek
nesillere aktararak, yaşanan olaylardan ders alınmasını sağlamayı isterler. Milletlerin
geleceklerini güvence altına alma düşüncesiyle yakından ilgili olan bu durum sayesinde yeni
nesiller, benzeri olaylarla karşılaştıkları zaman, yaşanmış olaylara bakarak yapmaları ya da
yapmamaları gerekenler hakkında fikir sahibi olabilirler.
Bu maksatla, TBMM’nin açılışından tam bir yıl sonra, 23 Nisan 1921’de TBMM’ye sunulan
bir önergeyle 23 Nisan’ın, Türk Milleti’nin bağımsızlığını elde ettiği gün olarak Hakimiyet-i
Milliye Bayramı adıyla resmi bayram olarak kabul edilip kutlanması istenmiştir. Önerge
kabul edilmiş ve 23 Nisan, Milli Bayram olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Batılı ülkelerle olan ilişkilerde, karışıklık yaratıyor olması hafta sonu tatilinin de
düzenlenmesi ihtiyacı doğurmuştur. Milli Bayramları tespit ederek gelecek nesillere
aktarılması kabul edilirken, batı medeniyeti ile her konuda uyum sağlamak düşüncesiyle 27
Mayıs 1935 günü yapılan düzenlemeyle “Milli Bayramlar ve Genel Tatiller Kanunu”
çıkarılmıştır.

28
Cumhuriyet Bayramı Kutlamaları – 1924

Milli Bayramlar ve Genel Tatiller Kanunu’nun kabulüyle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin


milli bayramları belirlenirken hafta sonu tatili konusunda da uygun görülen değişiklik
gerçekleştirilmiştir. Milli Bayramlar ve Genel Tatiller Kanunu’na göre Türkiye’nin ulusal
bayramı yalnız Cumhuriyet Bayramı, genel tatiller de Zafer Bayramı, Ulusal Egemenlik
Bayramı, Bahar Bayramı, Şeker Bayramı, Kurban Bayramı ve Yılbaşı günü olarak
belirlenmiş; hafta tatili Pazar gününe alınmıştır.

6. Kadın Haklarının Kabulü


Eski Türk devletlerinde kadın ve erkek eşitti. Kadınlar aile yaşamında, mirasta, devlet
yönetiminde hak sahibiydiler. O dönemde tek kadınla evlilik esastı. Ev, eşlerin ortak malı
sayılırdı. Çocuklar üzerinde anne- baba hakkı eşitti. Kadın, aile içerisinde üstün yere sahip
olduğu gibi siyasal hayatta da rol alırdı. Kağan seçimi ve bazı önemli devlet işleri için
toplanan kurultaya kadınlar da katılırdı. Elçilerin kabulünde, savaş ve barış meclislerinde
Kağan’ın eşi olan hatun hükümdarla birlikte bulunuyordu. Kadınlar, devlet işlerinde önemli
yerlerde çalışırdı. İslamiyet’in kabulünden sonra din hukukuna dayalı Osmanlı Devleti’nde
Türk kadını bu hakların büyük bir kısmını yitirdi. Bilhassa; 1517 tarihinde Hilafet kurumunun
Osmanlılara geçmesi ile durum daha da katılaştı. Çünkü çok eşlilik (poligami) esastı. Bir
erkek dört kadınla evlenebilirdi. Evlenmede yaş sınırı yoktu. Bütün uygulamalar erkeklerin
lehine idi. Kadınlar erkek toplumuna katılamazlardı. Vapur, tren, otobüs gibi toplu taşıma
araçlarında haremlik-selamlık usulü yürürlükteydi. Kadın yalnız evinde çalışırdı. Ekonomik
hayatın getirdiği çalışma hayatında kadının yeri yoktu.
Türk Milli Kurtuluş Savaşı’nın maddi-manevi yükünü Türk kadınları çekmişti. Erkek iş
gücünün gerektirdiği alanlarda cephe gerisinde, hatta çeşitli cephelerde düşmanlara karşı dişe
diş mücadele vermişti. Bunun yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti’nin çağdaş
uygarlık seviyesine ulaşması ve kalkınmasını isterken, kadınların bu sürecin dışında
bırakılmasının söz konusu olmayacağını belirtmiştir. Atatürk, yaptığı konuşmalarda,
kadınlara bir takım haklar tanınması konusunda topluma mesajlar vermiştir. Bir
konuşmasında “Bir millet kadın ve erkekten meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir

29
topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin"
ifadesini kullanarak, kadın-erkek eşitliğinin önemini açıkça vurgulamıştır.
Bu durum 17 Şubat 1926 tarihinde Medeni Kanun’un kabulüne kadar devam etmiştir. Medeni
Kanun ile kadınlar gerek aile içinde gerekse toplumsal ve ekonomik hayatta erkeklerle eşit
haklara sahip olmuştur. Ancak bu Kanun’da kadınlara siyasi hakların tanınmasıyla ilgili
hükümler yoktu. Dolayısıyla bu alanda kadınlarla erkekler arasında eşitsizlik bulunuyordu.

Atatark ve Türk Kadınları

Türk kadını, 3 Nisan 1930 tarihinde kabul edilen Belediye Kanunu ile ilk olarak belediye
seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı elde etmiştir. 26 Ekim 1933’te yapılan bir diğer
düzenlemeyle muhtarlık seçimlerinde de aynı hakkı elde etmiştir. 5 Aralık 1934 tarihinde
gerçekleşen Anayasa değişikliğiyle birlikte kabul edilen Milletvekili Seçimi Kanunu ile
milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur.
1930 yılından itibaren aşamalı olarak yapılan düzenlemeler sonucunda Türk kadınları, siyasi
haklarını erkeklerle eşit şekilde kullanmaya başlamışlardır. Türk kadınları, seçme ve seçilme
hakkını pek çok Avrupalı hemcinslerinden çok daha önce elde etmişler ve kullanmaya
başlamışlardır.

D. EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER


Eğitim; insan davranışında, kendi yaşantısı yoluyla istediği değişimi meydana getirme
sürecine denilir. Genellikle eğitim, örgün eğitim şeklinde algılanarak, okullarda yapılmakta
olan öğretme - öğrenme faaliyetlerini ifade etmek için kullanılır. Bu anlamda eğitim devletin
asli görevidir.
Kültür ise, bir milletin sahip olduğu maddi manevi değerler bütünüdür. Bu alandaki zenginlik,
milletin ve devletin gücünün bir ifadesi olarak kabul görmektedir.
Eğitim ve kültür, toplumun bilgili, dinamik ve problemleri çözebilen bir yapıda olmasını
sağlar. Her devlet, kendi milletinin bu özelliklere sahip olmasını arzu ettiğinden, kendine
uygun bir eğitim ve kültür politikası belirleyerek uygulamaya koyar. Bu çerçevede, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti de kuruluşunda, yeni eğitim ve kültür politikaları benimsemiş ve bunları
uygulamak için eğitim ve kültür alanında bazı devrimler gerçekleştirmiştir.

30
1. Eğitim Alanında Yapılan Devrimler
a) Tevhidi Tedrisat Kanunu ( Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi )
Osmanlı Devleti'nde Selçuklulardan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle, 18. yüzyılın
sonlarından itibaren Avrupa'dan esinlenerek kurulan yeni okulların yer aldığı bir eğitim
sistemi mevcuttu. Eğitim sistemi içindeki bu iki yapı gerek müfredat programları gerekse
kuruluş amaçları ile birbirinden çok farklı idi. Bu farklılık, medreseler ile Avrupa tipinde
kurulmuş olan okullardan mezun olan insanların yaşam biçimleri, dünya görüşleri, noktasında
kendisini gösteriyordu. Bu farklılıkla iki taraf birbirine tamamen zıt dünya görüşlerine sahip
oluyorlardı.
Devlete bağlı okullardan iki farklı insan tipi yetişirken, bununla birlikte azınlıkların, yabancı
devletlerin ve misyonerlerin giderek artan okulları da eğitim sistemini içinden çıkılmaz bir
durumu getiriyordu. Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşları istedikleri gibi müfredata sahip
okullar açıyor ve istedikleri şekilde eğitim-öğretim yapıyorlardı. Bu karışıklık sonucu
zamanla ortaya çıkan mektepli-medreseli ayrımı, aydınlar arasında bölünmelere sebep
olurken, aynı zamanda toplumun ilerlemesinde de büyük engel teşkil ediyordu.
Bu durumun düzeltilmesi gerektiğini düşünen Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele yıllarında
yaptığı bir konuşmada, "Osmanlı Devleti'nde mevcut olan mektepli - medreseli çekişmesinin
sona ermesi için, bu iki tip öğretim sisteminin ortadan kaldırılması gerektiğini, bütün
memleket evladının yüksek öğretime kadar birlikte okutulması ve aynı bilim ve teknolojiyi
öğrenmeleri lazım geldiğini, ancak böylelikle medreseler ve diğer vakıf okulları probleminin
çözülebileceğini" vurgulamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, 16 Temmuz 1921 tarihinde Ankara'da Maarif Kongresi’ni açarken
yaptığı konuşmada, "milli kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederken, aynı zamanda
toplumun eğitim ve kültür konularındaki bölünmüşlüğünün de ortadan kaldırılması"
noktasında dikkatleri çekmiştir. TBMM'nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında yine
bu konuya değinerek, eğitim ve öğretim alanında devrimler yapılması gerektiğinden
bahsetmiştir. Gerçekleştirilecek devrimlerin de; milletin sosyal ve hayati ihtiyaçları ile çağın
icaplarına uygun ve milli, medeni ve ilmi zihniyete sahip bir nesil yetiştirmeye yönelik olması
gerekliliğini ifade etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, eğitim ve öğretim alanında ülke çapında birlik sağlanması hususunda en
ufak bir gecikmenin ne kadar büyük bir zarara neden olacağını düşünüyordu. Bu sebeple
toplumun menfaati ve zararın en az olması için yapılacak olan düzenlemeleri önceden
planlamıştır. Sıra bu düzenlemelerin gerçekleştirilmesine gelmişti ve bu plan dahilinde,
dönemin Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar Bey ve elli arkadaşı Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve
Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge hazırlayarak TBMM'ye sunmuşlardır.
Bu kanun ile eğitimde yanlış uygulamalara ve batıl fikirlere yer verilmeyeceği vurgulanırken,
medreselerin işlevselliği kaldırılmış, bütün eğitim- öğretim kurumlarını tek bir çatı altında
toplanmış ve eğitime millilik vasfı kazandırılmıştır.
Eğitim - öğretim alanında bir başka önemli değişiklik de Maarif Teşkilâtı Hakkındaki Kanun
ile 2 Mart 1926 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla da laik eğitime uygun bir anlayış
benimsenmiştir. İlk ve orta öğretimin esasları laik anlayış çerçevesinde belirlenmiş, eğitim
hizmetleri modern hale getirilmiş ve devletin haberi olmaksızın, izni alınmadan hiçbir okulun
açılamayacağı esasa bağlanmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 7 Kasım 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 174.
maddesinde belirtilen, Devrim Kanunları’nın korunması kapsamında olup Anayasa’nın kabul
edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde
anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olamaz.

31
b) Harf Devrimi
Türkler, Müslümanlığı kabul etmeden önce, Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmışlardır.
Fakat İslamiyet’in kabulüyle Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardı. Bu çerçevede, diğer
Müslüman Türk devletleri gibi, Osmanlı Devleti'nde de Arap alfabesi kullanılıyordu. Ancak,
uzun yıllar Arap alfabesini kullanan Osmanlı Devleti'nde, 19. yüzyılın ortalarından itibaren bu
alfabenin değiştirilmesi ya da yeniden düzenlenmesinin gerektiği şeklinde tartışmalar
başlamıştı.
Aslında Arap harfleriyle Türkçeyi yazmak ve okumak daima bir mesele olmuş ve yıllarca
çalışmayı gerektirmişti. Daha doğrusu, Arap harfleri Arap fonetiğine uygun olarak
hazırlanmış bulunduğundan, Türk diline, fonetiğine uymaktan çok uzak idi. Bu sebeple Türk
ağzı, müsait olmadığı Arap harflerinin hakkını vererek telaffuz etmek için oldukça
zorlanıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra, Arap alfabesinin kullanılmasındaki zorluklar
göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında, bu harflerin Türkçe’nin yapısıyla
uyuşmadığı görüşü hakim olmaya başlamıştır. Özellikle Arap harflerinin okunup yazılmasının
zorluğu ve buna bağlı olarak ülkedeki okuryazar oranının düşük olması, halkı büyük ölçüde
okuryazar yapmayı hedefleyen devlette, bu alfabenin değiştirilmesi hususunda bir tartışma
başlatılmasına sebep olmuştur.
Bu tartışmalar devam ederken, Türkiye Cumhuriyeti'nde 1925 yılında gerçekleştirilen takvim
ve rakamlar konusundaki değişikliğin halk tarafından kolaylıkla benimsenmesi ve kolay
uygulanır olması, alfabenin de değiştirilebileceği konusunda olumlu kanaatleri arttırmıştır.
Buna çerçevede, Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili
çalışmalar yapmak üzere 1926 yılında Bakanlar Kurulu tarafından, Dil Encümeni adıyla, dil
konusunda uzmanlardan oluşan bir çalışma grubu kurulmuştur. Dil Encümeni, bu tarihten
itibaren, Latin harflerinin Türkçenin yapısına uyacağı düşüncesiyle, bu harflerden oluşan
farklı birçok alfabeyi incelemeye başlamış ve Türk halkı için en uygun Latin harfleri tespit
etmeye yoğunlaşmıştır.
Dil Encümeninin kurulmasıyla alfabe devrimine doğru gidiş hızlanmıştır. Encümenin bu
konudaki çalışmaları sürerken, Türkiye'de 1927 yılından itibaren, doktor reçetelerinin Latin
harfleriyle yazılması uygun görülmüş ve bununla birlikte alfabe konusundaki tartışmalar da
ciddi boyutlara ulaşmıştır.
Alfabe konusunda ciddi tartışmaların yaşandığı bu dönemde, Dil Encümeni, 26 Haziran 1928
tarihinde Ankara'da yaptığı bir toplantıda, bu konuda şimdiye kadar yapmış olduğu
çalışmaları değerlendirirken ve yaklaşık iki yıl süren çalışmaların sonucu olarak "Elifba
Raporu" adıyla bir rapor hazırlamıştır. Raporda, 1928 yılı içinde, alfabe değişikliği ile ilgili
neler yapılması ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiğine dair hususların yer almaktaydı.

32
Atatürk Yeni Türk Harfleri Konferansını dinlerken- 25 Ağustos 1928

Bu konuda yapılan çalışmaları baştan beri titizlikle izleyen Mustafa Kemal Paşa, 9 Ağustos
1928 tarihinde İstanbul'da, Dil Encümeni tarafından hazırlanan raporun sonuçlarını da göz
önünde bulundurarak yaptığı bir konuşmada, "Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni
Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenktar zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini
gösterecektir." diyerek alfabenin değiştirileceği konusunda ilk haberi vermiştir.
Mustafa Kemal Paşa'nın bu konuşmasından sonra, alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk
alfabesinin kabul edilmesi noktasında nihai hedefe ulaşmak maksadıyla çalışmalar
hızlandırılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde çıkan büyük gazetelerden birisi olan
Washington Post, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki değişmeleri okuyucularına şu şekilde
aktarmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti beşinci yılını kutluyor. Bu ülkenin siyasal, toplumsal ve
ekonomik bakımlardan uğradığı değişim, yüzyılımızın şaşırtıcı olaylarından biridir… Kemal
Paşa, Türkiye’yi çağdaşlaştırmakla dünyayı şaşırttı. Fes ve peçe gitti. Eski Arap alfabesi de
gidiyor. Eski başkentin yerini yenisi aldı ve yeni başkent, her Amerikan kenti gibi, hızla
gelişiyor… Türkiye’de her bakımdan yepyeni bir yaşam açıkça görünüyor… Türkiye gerçek
bir cumhuriyet olarak, ilerici ülkeler arasındaki yerini almayı hak etmiştir.”

33
Eski ve Yeni Türkçe'nin bir arada kullanılması

1 Kasım 1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclis’nin üçüncü dönem ikinci yıllık
toplantısı açılmış ve yeni Türk Alfabesi’nin kabulü hakkında bir önerge sunulmuştur. Bu
önerge, TBMM'de yapılan görüşmelerden sonra, aynı gün, "Türk Harfleri’nin Kabul ve
Tatbiki Hakkında Kanun" adıyla kabul edilmiştir. Yasa, 3 Kasım 1928 günü Resmi Gazete’de
yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

34
Arap harflerinin terk edilerek, Latin harflerinin benimsenmesi suretiyle yeni Türk harflerinin
kabulünü sağlayan bu kanunla, aynı zamanda, Türk fonetiğine uygun bazı değişiklikler de
yapılmıştır. Ayrıca bu kanunla, bütün yurtta eğitim - öğretim seferberliği başlatılmış ve devlet
dairelerindeki bütün yazışmaların yeni harflerle yapılması ile her türlü basılacak malzemenin
yeni harflerle basılması hükmü getirilmiştir. Bu çerçevede 1 Ocak 1929 günü, bütün devlet
daireleri, bankalar, ticarethaneler vb. yeni yazıya geçmişlerdir. Basın ve yayın alanında da
yeni yazı kullanılmaya başlanmıştır. Eski yazıyla kitap, gazete, dergi basılması sona ermiştir.
Yeni harflerin kabulünden sonra, Mustafa Kemal Paşa bazı yerlerde bizzat dersler vermiş ve
yeni harfleri halka öğretmek amacıyla başöğretmenlik yapmıştır. Yeni harflerin öğretilmesi ve
halkın bu harflerle okuyup yazmasının sağlanması konusunda yapılan çalışmalar daha sonraki
dönemlerde de sürmüştür. Bu çerçevede, 1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açılmış, bu
kurumlar, halkın okuma- yazma öğrenmesine büyük katkı sağlamıştır. Millet Mekteplerinin
açılışı Milli Eğitim Bakanı Necati Beyin ölümüne rastlamıştı ama ertelenmemişti. Yalnız
İstanbul’da 2.655 Millet Mektebi açılmış, bunlara 104.458 öğrenci kayıt olurken, bütün
Türkiye’de Millet Mekteplerine yazılanların sayısı 856.000’e ulaşmıştır.

Atatürk Türk harflerini halka öğretirken

c) Üniversite Reformu
Üniversiteler; eğitim öğretim yapmak, nitelikli insan gücü yetiştirmek gibi klasik amaç ve
görevlerinin yanında, araştırma yapmak, bilgi üretmek, bu bilgileri yaygınlaştırmak,
korumak, topluma önderlik etmek ve kamuoyu oluşturmak şeklinde amaçları da olan özerk
kuruluşlardır. Bu sebeple, bir toplumun kalkınma ve gelişmesini sağlayacak temel
unsurlardandırlar.

35
Darülfünun, İstanbul, 1930

Bu özellikleriyle üniversite, her alanda ileri gitmek düşüncesi taşıyan Türkiye Cumhuriyeti
için en önemli kurumlardan birisidir. Çünkü üniversite, hem devrimleri anlayacak ve onları
koruyacak hem de dönemin dinamik yapısına itici bir güç olarak katkıda bulunacak insanların
yetiştirilmesini sağlayacak bir kurum olacaktır. Dolayısıyla üniversite, Cumhuriyetin
ideallerine ulaşabilmesi noktasında kendisinden önemli hizmetler elde edilebilecek bir kurum
durumundadır.
Bu sebeple Türkiye'de yeni bir üniversitenin açılması için çalışılmalara başlanmış ve bu
çerçevede, dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey tarafından, üniversite konusunda bir
araştırma yapmak üzere, İsviçre'den Prof. Dr. Albert Malche Türkiye'ye davet edilmiştir. Prof.
Malche, çalışmaları sonunda, içinde bir üniversitenin açılması için neler yapılması gerektiğine
dair bazı önerilerin yer aldığı bir rapor hazırlayarak Atatürk'e sunmuştur.
Almanya'dan getirilen 15 profesörün de bu çalışmaların içine katılması ve getirdikleri öneriler
doğrultusunda bir Üniversite Reform tasarısı hazırlanmıştır. Bu tasarının 31 Mayıs 1933
tarihinde kabul edilmesiyle de İstanbul Darülfünunu kapatılmış ve yerine 1 Nisan 1934'te
eğitim ve öğretime bağlamış olan İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.
Gerçekleştirilen üniversite reformu ile yükseköğretim alanında şu yenilikler getirilmiştir:
 İlmi ve idari özerklik sağlanmıştır.
 Her dalda öğretim elemanı yetiştirilmiş ve akademik kariyer almak işi kanunla
düzenlenmiştir.
 Üniversitelerin bütçeleri eskisi ile kıyaslanamayacak kadar artırılmış ve katma bütçe
ile idaresi sağlanmıştır.
 Öğretim ve araştırma araçları arttırılmıştır.

2. Kültür Alanında Yapılan Devrimler


a) Türk Tarih Kurumu
Tarih, toplumun geçmiş hayatıdır. Geçmişe ait belgelerin, yorumlanması, sorgulanması ve
eleştirilmesi ve geçmişin metodolojik olarak incelenmesidir. Bir başka deyişle tarih;
insanların yeryüzünde göründükleri andan itibaren, geçirdikleri gelişmeleri, evreleri, bilimsel
yön temle inceleyen bir bilim dalıdır. Bu açıdan tarih, toplumların hayatında belirleyici bir
unsurdur.
Türk tarih anlayışına tarihi süreç göz önünde bulundurularak bakıldığında, tarihin araştırılma
boyutu ve tarih öğretiminin gerçekleştirilmesi konusunda beklenilen seviyeye gelinemediği
gibi belirli bir metodun da olmadığı görülmektedir. Örneğin, Osmanlı Devleti’nde eğitim
anlayışının laik bir yapıda olmaması nedeniyle eğitim alanında ortaya çıkan ikili anlayış,
aynen tarih sahasına da varlığını sürdürmüştür. Bu ayrışım, medreselerin çoğunlukla İslam

36
Tarihi ile diğer okulların da Osmanlı Tarihi ile ilgilenmeleriyle ortaya çıkmıştır. Her iki
eğitim kurumunun da kendi ilgi alanları yönünde tarih araştırması ve öğretimini
gerçekleştirdikleri gözlemlenmektedir.
"Tarih bir milletin nelere müsait olduğunu ve neler başarmaya muktedir bulunduğunu
gösteren en doğru bir kılavuzdur" düşüncesindeki Atatürk Cumhuriyetin ilk yıllarında,
Türklerin tarihi ile ilgili bilgi eksikliğini ve tarihten istendiği düzeyde bir fayda
sağlanamadığını tespit etmiştir. Bir millet için önemli ve büyük bir hazine olduğunun
bilinciyle tarih alanında kapsamlı ve ciddi bir çalışmaların yapılmasını istemiştir. Tarihin
toplum üzerindeki gücünün ne kadar etkili olduğunu göz önünde bulundurarak Türk tarihinin
yeniden ve gerçekçi bir şekilde araştırılmasını ve yazılmasını istemiştir. Atatürk, "Tarih
yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat
insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır" sözü ile tarih yazıcılığına verdiği önemi ortaya koymuş
ve takip edilmesi gereken yolu da ifade etmiştir.
Atatürk, geçmişten ders çıkararak geleceğe bakabilmek için tarihle meşgul olmak gerektiğini
düşünmüştür. Aynı zamanda, Türk toplumuna, ulusal değerlere sahip çıkmayı da amaç edinen
bir tarih anlayışı kazandırabilmek için yapılan çalışmalara öncülük etmiştir. "Biz şimdiye
kadar hakiki, ilmi, müspet manasıyla milli bir devir yaşamadık. Binaenaleyh milli bir tarihe
malik olamadık. Bu noktayı biraz izah edebilmiş olmak için hep beraber Osmanlı tarihini
hatırlayalım. Osmanlı tarihinde bütün gayretler, bütün mesai milletin arzusu, emelleri ve
gerçek ihtiyaçları nokta-i nazarından değil, belki şunun bunun hususi emellerini, ihtiraslarını
tatmin nokta-i nazarından vuku bulmuştur" diyerek milli tarihle ilgilenmenin gerekliliğini
hatırlatmıştır. Osmanlı Devleti’nde daha çok dini tarih anlayışı benimsenerek Osmanlı tarih
yazıcılığı İslam tarihini ön planda tutarak gelişmiştir. Bu nedenle, Orta Asya Türk tarihine
değinilmeden, Türk tarihi, Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden ibaretmiş gibi ele alınmıştır.

Atatürk Samsun Lisesi’nde Tarih dersinde bir öğrenciyi dinlerken-26 Kasım 1930

Ulus devletlerin dünya sahnesinde ağırlıklı olarak yer almasından itibaren artan şekilde
medeni milletler milli bir tarih anlayışı benimseyerek, bilim metotlarını kendi toplumlarına
uygun şekilde ortaya koymuşlardır. Türkiye'de de milli tarih ile ilgili çalışmalara
başlanabilmesi için öncelikle tarihe milli bir vasıf kazandırılması gerekmiştir. Bu durum, tarih

37
biliminin Türk Milleti’nin kendi meseleleriyle ilgilenmesiyle mümkün olacaktı. Yani tarih
bilimi, milli tarihe, milli kaynaklara ve milli mevzulara yönelecekti. Atatürk’e göre,
gerçekleşecek devrimlerin başarıya kavuşabilmesi ve kalıcı olabilmesi için, Osmanlı
Devleti’nde benimsenen tarih anlayışının ve görüşünün değişimi gerekmekteydi. Milli bir
tarih anlayışına sahip olmak Türkiye'de milli bir kimlik oluşturularak gerçekleştirilebilirdi.
Atatürk, bu çerçevede başlattığı çalışmalarla, Türk tarihinin bir bütün olarak ele alınıp
araştırılmasını istemiştir. Bunun için “Türk Tarih Tezi”ni ileri sürerek yapılacak
araştırmaların çıkış noktasını tespit etmeye çalışmıştır.
Türk Tarih Tezi’nin ana hatları şu şekilde sıralanabilir:
 “Uygarlığın ilk ortaya çıkış yeri Orta Asya’dır.
 Brekisefal ve beyaz ırkın ilk yurdu da Orta Asya’dır.
 Brekisefal ve beyaz ırktan olan Türklerin ana yurtları Orta Asya’dır.
 İlk uygarlığın yaratıcısı Türklerdir.
 Tarih öncesi devirlerde Orta Asya’da ortaya çıkan ve uzun zaman devam eden
büyük kuraklık sebebiyle bu uygarlık dağılmış ve uygarlığın kurucusu Türkler, Hindistan,
Çin, Mezopotamya, Anadolu, Kafkasya ve gibi dünyanın pek çok yerine göç etmişlerdir. Göç
sırasında ulaştıkları yerlere uygarlıklarını götürmüşlerdir. Böylece medeniyet, ulaşılan
yerlerde yaşayan toplumlara Türkler tarafından öğretilerek dünyaya yayılmıştır.
 Anadolu’daki ilk yerli halk olan Hititler Orta Asya’dan gelen Türklerin atalarıdır.”
Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi, Türk tarihinin yalnızca Selçuklu ve Osmanlı
tarihinden ibaret olmadığını vurgulamış, Türklerin İslamiyet öncesi geçmişlerinin
bulunduğunu ortaya koymuştur. Tezin bilimsel yöntemlerle araştırılarak gerçeklerin su
yüzüne çıkarılması amaçlanmıştır. Bu tez ile Türklerin İslamiyet’i kabulünden önceki
devirlerini öğrenmek ve anlamak amacıyla eski Türk tarihine önem verilerek İslamiyet’i kabul
etmeden önce de Türklerin çeşitli medeniyetler kurdukları ve kendilerine has özellikleri olan
milli bir hayat sürdükleri ifade edilmiştir.
Atatürk, ortaya attığı görüşlerin gerçekçi bir yapıya kavuşması konusunda da kişisel uğraş
vererek öncülük etmiştir. Türk Ocakları’nın 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan VI. Kurulta-
yı’nda, Türk Ocakları’na bağlı olarak Türk Tarihi Tetkik Heyeti adı verilen bir encümen
kurulmasını sağlamıştır. 15 Nisan 1931 tarihinde Türk Ocakları kapatıldığında, Türk tarihinin
araştırılması çalışmalarının aksamaması için sonradan Türk Tarih Kurumu adını alacak olan
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur.
Bilimsel araştırma ve çalışmaları sürdürmek için günümüzde Ankara Üniversitesi bağlı olarak
varlığını sürdüren Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi, 14 Haziran 1935 tarihinde kurulmuştur.
Açılan bu kurumlar aracılığıyla Türk tarihi gerçeklerinin bilimsel yönden ortaya konulması
sağlanmaya çalışılmıştır.
Öğrenme metotları da incelenerek Türk tarihinin nasıl öğretilmesi gerektiği konusunda da
çalışmalar yapılmıştır. Tarih eğitiminin milli tarih bilinci oluşturularak verilmesi düşüncesinin
ağırlık kazanmasıyla Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından, 1931 yılında, okullarda
okutulmak amacıyla dört ciltlik tarih kitabı hazırlanmıştır. Bu tarih setinin, birinci cildinde
İnsanlık Tarihi, ikinci cildinde İslam Tarihi, üçüncü cildinde Osmanlı Tarihi ve son cildinde
Cumhuriyet tarihi ağırlıklı olarak yer almıştır. Atatürk’ün kişisel çabalarıyla desteklenen bu
süreçte yapılan çalışmalar sonucunda, Türk tarihine bakış açısı kazandırılarak Türk tarihinin
ele alınışıyla ilgili önemli bir devrim gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.

38
I.Türk Tarih Kongresi – 1932

b) Türk Dil Kurumu


Dil, insanlar arasında iletişimin kurulmasını mümkün kılan araçtır. Sosyal ve edebi hayatın
oluşmasını gerçekleştiren önemli bir faktördür. Aynı zamanda, bir milletin milletleşme
sürecinde kazandığı maddi manevi değerlerin nesilden nesile aktarılmasını sağlama
fonksiyonuna sahiptir. Bu özelliğiyle dilin milletlerin hayatındaki yer ve önemini göz ardı
etmek mümkün değildir.
Dil, yaşayan bir varlıktır. Yer ve olayların etkisinde kalarak zaman içinde değişikliklere uğrar.
Türk dilinin de yıllar boyunca, yaşadığı süreçlerden etkilenerek değişikliğe uğradığını
söylemek mümkündür. Osmanlı Devleti zamanında Türkçe dili Arapça ve Farsça kelimelerin
karışımıyla karışık bir hal almış, netice itibarıyla Osmanlıca da denilen bir dil kullanılmaya
başlanmıştır. Resmi hayatta ve yazışmalarda kullanılan bu dile halk itibar etmezken, günlük
hayatta halk dili kullanılmaya devam edilmiştir. Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde ortaya
çıkan dildeki bu çarpıklık, Tanzimat devriyle beraber dil konusunda yeni arayışların ve
araştırmaların ortaya çıkmasına neden olmuştu. 20. yüzyıl başlarında ise, Türkçenin yabancı
kelimelerden arındırılarak sadeleştirilmesi konusunda çalışmalar ön plana çıkmıştı.
Atatürk, gençliğinden itibaren Türk dilinin reforma ihtiyacı olduğu düşüncesini taşımıştır. Her
alanda ihtiyaç duyulan düzenlemelerin gerçekleştirildiği Cumhuriyetin ilk yıllarında, dil
konusunda da hazırlıklar tamamlanınca bir devrim yapılmıştır. Türk Harfleri’nin kabul
edildiği 1928 yılından sonra da dil konusundaki çalışmalar dikkatle yürütülmüştür. 1932
yılında yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal Paşa, "Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki
güzellik ve zenginliğe kavuşması için bütün devlet teşkilâtımızın dikkatli olmasını isteriz"
ifadesini kullanarak çalışmaların sürdürüleceği mesajını vermiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın girişimleriyle önceden başlatılmış olan çalışmalar sonradan Türk Dil
Kurumu olarak isimlendirilecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Türkçe dilbilgisi, sözcük, terim, cümle bilgisi ve
etimolojisini inceleyerek gelişmesini sağlamak amacıyla 12 Temmuz 1932 tarihinde
kurulmuştur.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasıyla, Türk diliyle ilgili konularda yapılan çalışmaların
yanı sıra, halk dilinde yaşayan bazı kelimelerin dile yeniden kazandırılmasıyla yazı dili ve
39
konuşma dili arasında uyum sağlanmıştır. Böylelikle, zaman içerisinde konuşma ile yazma
arasında farklılıklar ortadan kaldırılmış ve büyük bir dil devrimi gerçekleştirilmiştir. Türklük
bilincini geliştirmeyi hedefleyen dil devrimi, Türk devriminin amacına da uygun şekilde dilde
millileşmeyi sağlarken, aynı zamanda gerçekleştirilen ve gerçekleştirilecek olan devrimlere
güç kazandırmıştır.
c) Güzel Sanatlardaki Gelişmeler
Eğitim ve kültür alanında devrimler gerçekleşirken güzel sanatları kapsamaması
düşünülemezdi. "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birisi kopmuş demektir"
diyen Mustafa Kemal Paşa, bu anlayışa uygun şekilde, sanat alanında da önemli gelişmelerin
gerçekleşmesi için öncülük etmiştir.
 Halkı eğitmek için Halk Evleri açıldı.
 Güzel sanatlara büyük önem verildi.
 Müzik, resim, heykeltıraşlık, mimari gibi sanat dallarında büyük ilerlemeler
sağlandı.
 Tiyatro, sinema alanında da büyük gelişmeler yaşandı. Toplumun eğitilmesi,
gelişmesi ve çağdaşlaşması için sanatın her dalı desteklenmiş ve geliştirilmiştir.

E. HUKUK ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER


Hukuk; kelime olarak haklar, hakikatler demektir ve kavram olarak kanunların verdiği haklar
anlamında kullanılır. Bu noktada hukuk, adaletin temin edilebilmesinin temel şartıdır. Adalet
ise devletin temelidir. Adaletin olmadığı bir devletin var olması ve yaşayabilmesi mümkün
değildir.
Osmanlı Devleti döneminde uygulanan hukuk, dini kurallara göre tanzim edilmiş olan şer'i
hukuk ile gelenek ve görenekler neticesinde ortaya çıkmış kurallardan oluşan örfi hukuk
sistemine dayanmaktaydı. Hatta teokratik bir yapıda olan Osmanlı Devleti, şeriatı devletin
etkin hukuku haline getirmişti. Dolayısıyla, yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'nin, başlattığı Batılılaşma hareketinin bir gereği olarak, Osmanlı hukuk sistemiyle
yoluna devam etmesi mümkün değildi.
Çağdaş ülkelerde kullanılan modern hukuk kurallarını benimseme isteğinde olan Türkiye
Cumhuriyeti, laiklik ilkesinin gereklerini hukuk alanında da uygulamaya koymak ve yasa
yaparken dini kurallara değil, akıl, mantık ve bilimsel sonuçlara göre hareket etmek istemiştir.
Bu sebeple, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde bir hukuk devrimi yapılarak, eski hukuk
sisteminin değiştirilmesi gerektiğini düşünen Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1924 tarihinde
yaptığı Meclisi açış konuşmasında bu düşüncesini açıkça ortaya koymuştur.
Aslında, 20 Ocak 1921 ve 20 Nisan 1924 tarihlerinde kabul edilmiş olan Anayasalar, bu
alanda yapılmış önemli değişiklikler durumunda idi. Ancak, bunun yanında diğer kanunların
da, Batı normlarına uygun hale getirilmesi ve modern hukuk kurallarına göre değiştirilmesi
arzusu, Mustafa Kemal Paşa tarafından sürekli gündemde tutulmuştur. Hukuk alanında,
özellikle 1926 yılından itibaren önemli devrimler gerçekleştirilmiştir.

1. Medeni Kanun’un Kabulü


Medeni Kanun; bireyin sosyal bir varlık olarak, bir başka kişi ile ve toplumla olan ilişkisini,
bu bağlamda ilişki içinde olunan tüm bireylerin ve toplumun hayatını doğrudan etkileyen
yasadır. Kişinin doğumuyla ölümü arasındaki süreçte, özel hukuk açısından önemi olan
ilişkilerini düzenleyen, kişi ve toplum hayatında çok önemli olan bir yasadır.
Osmanlı Devleti'nde 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan Batılılaşma hareketiyle birlikte,
bazı konularda şer'i hükümler yetersiz kalmaya başlamış ve bunun sonucu olarak, yarı
teokratik, yarı laik bir yapıda olan Mecelle hazırlanarak yürürlüğe konmuştu. Gerçi Mecelle;
miras, aile, taşınır - taşınmaz mallardaki mülkiyet ilişkileri gibi konularda Fıkıh yani İslim

40
hukukuna dayanan ve köklerini ona bağlamış olan bir kanundu ama bunun yanında kara
ticareti, deniz ticareti gibi konularda ise Fransız kanunları örnek alınarak hazırlandığından
Fransız hukukuna dayanıyordu.
Mecelle, dini esaslara dayandığı için yeni ihtiyaçlara göre değişme esnekliği gösteremiyor ve
sadece Hanefi mezhebinden derlenen hükümler doğrultusunda hazırlanmış olduğundan zaman
zaman yetersiz kalabiliyordu. Bu sebeple yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Batı normlarına
göre hazırlanmış, Batı standartlarında bir Medeni Kanunu, hukuk alanında gerçekleştirilecek
devrimlerin temeli olarak görmüştür.
Bu görüş doğrultusunda İsviçre Medeni Kanunu esas alınmasıyla hazırlanan Medeni Kanun,
17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiştir. Bu Kanun, 937 madde olup şahıs hukuku, aile
hukuku, miras ve ayni haklar olmak üzere toplam dört bölümden oluşmaktadır.
Yeni Medeni Kanun ile Müslüman ve gayr-ı Müslimlere uygulanacak hukuk kaideleri tek bir
esasa bağlanmıştır. Bunun sonucu olarak da bütün hukuk sistemimizin aynı esaslara göre
yeniden oluşturulması icap etmiştir. Bu çerçevede, evlenme, boşanma, miras, kadın-erkek
eşitliği gibi konularda çıkarılan kanunlarla, hem hukuk alanında hem de sosyal hayatta önemli
değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Ayrıca, Türkiye'de yaşayan Gayrimüslimlerin, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, Lozan
Antlaşması’yla kendilerine verilmiş olan örf ve adet kurallarının uygulanması hakkından
feragat ederek, Medeni Kanun’a uymak istediklerini bildirmeleri de gerçekleştirilen
değişikliklerin etki alanını genişletmiştir.
Türkiye'de Medeni Kanun’un kabulüyle, Avrupalı toplumları idare eden ve bütün insanlığın
malı olan bir görüş de benimsenmiştir.
Medeni Kanun’un, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni
nikah esası ile 110. maddesinde yer alan hükmü, 7 Kasım 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının 174. Maddesinde belirtilen Devrim Kanunları’nın Korunması kapsamında olup
Anayasa’nın kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğu
şeklinde anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olamaz.

2. Ceza Kanunu’nun Kabulü


Osmanlı hukuk sisteminde kabul edilmiş prensip gereği, insanlar, dinlerine göre farklı hukuk
kurallarına tabiydiler. Bu sebeple, tabi oldukları kanunlar gereği, aynı suçu işlemiş olsalar
dahi farklı cezalara çarptırılabiliyorlardı. Bu durum, temel prensibi eşitlik ve adalet olması
gereken hukukun, bu ilkelerden uzaklaşmasına sebep oluyordu.
İşte, bunu önlemek maksadıyla Türk Ceza Kanunu, İtalya'dan adapte edilerek 1 Mart 1926
tarihinde kabul edilmiştir. Kabul edilen yeni Ceza Kanunu’yla, Müslüman olan ya da olmayan
bütün vatandaşlara uygulanacak cezalar standart hale getirilmiş ve aynı suça aynı ceza esası
temel prensip olarak benimsenmiştir.
Ceza Kanunu ile ilgili olarak daha sonra da, Alman Federal Ceza Usulü Muhakemeleri
Kanunu tercüme edilerek, Ceza Yargılama Usulü Kanunu kabul edilmiştir.

3. Hakimler Kanunu’nun Kabulü


Hakimler Kanunu, 3 Mart 1926 tarihinde kabul edilmiştir. Bu kanunla mahkemeler bağımsız
hale getirilirken, hakimlere verecekleri kararlar sırasında baskı yapılmasının önüne
geçilmiştir. Hakimlerin kararlarını kanunlar çerçevesinde sadece vicdanlarının sesini
dinleyerek vermeleri sağlanmıştır.
Ayrıca, siyasi güçlerin, hakimler üzerinde olabilecek olumsuz tesirlerinin önüne geçilmesi
maksadıyla, tayin, terfi gibi işlerin de kendi içlerinden oluşturulacak kurullar vasıtasıyla
yapılması sağlanmıştır.

41
4. Ticaret Kanunu’nun Kabulü
Ticaret Kanunu, Alman ve İtalyan Ticaret Kanunları esas alınarak hazırlanmıştır. Yeni Ticaret
Kanunu, Kara Ticaret Kanunu ve Deniz Ticaret Kanunu olmak üzere iki bölümden
oluşmaktadır. Kabul tarihi ve yürürlüğe giriş tarihi farklı olan bu kanunlardan Kara Ticaret
Kanunu 29 Mayıs 1926'da kabul edilmiş ve 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiş iken,
Deniz Ticaret Kanunu ise, 13 Mayıs 1929'da kabul edilmiştir.

5. Borçlar Kanunu’nun Kabulü


Borçlar Kanunu, 8 Mayıs 1928 tarihinde kabul edilmiştir. Ticaret Kanunun bir tamamlayıcısı
olarak kabul edilen kanun ile Ticaret hayatında sürekli yaşanabilecek alacak - borç sorunu
belirli kurallar çerçevesinde çözümlenmeye ve tarafların karşılıklı zarar etmelerinin önüne
geçilmeye çalışılmıştır. Ayrıca taraflar arasında ticari ahlâkın korunmasının sağlanması da bu
kanunun kabul sebeplerindendir.

6. İcra ve İflas Kanunu’nun Kabulü


İsviçre’nin İcra ve İflas Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanun, 24 Nisan 1929 tarihinde
kabul edilmiştir. Daha sonra çeşitli konularda eksikleri görülen kanun, 1932 yılında günün
şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir.
Çeşitli tarihlerde kabul edilen bu kanunlarla birlikte, 1925 yılında ülkenin ihtiyacı olan
hukukçuların yetiştirilmesi için Ankara Hukuk Mektebi'nin açılması, “Baroların kurulması,
Mahkemelerin yeni düzene uygun olarak kurulması ve kadınlara da kademeli olarak, 193'da
Belediye Meclisi seçimlerinde, 1933'te Muhtarlık seçimlerinde ve nihayet 5 Aralık 1934
tarihinde de Milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının verilmesi, şüphesiz hukuk
alanında gerçekleştirilen köklü değişiklikleri ihtiva etmektedir.

Ankara Hukuk Fakültesi – 1925

Batı ülkelerinden alınan veya Batıdaki örnekler incelenerek hazırlanan bu kanunlar, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin hukuk alanında gerçekleştirdiği büyük bir devrimi ifade etmektedir.
Gerçekleştirilen bu devrim ile kabul edilen yeni kanunların ortak noktası kuşkusuz, teokratik

42
düzene, yani din kurallarına göre değil, laik düzene, yani akıl, mantık ve bilime göre
hazırlanmış olmalarıdır.

F. EKONOMİ ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER


Bir milletin refah içerisinde yaşayabilmesinin temel şartı, şüphesiz ekonomik kalkınmışlıktır.
Bu sebeple, ekonomi, devlet - millet hayatındaki en önemli unsurlardan birisidir.
Osmanlılar zamanında, tarım ve hayvancılığa dayalı Türk ekonomisi, özellikle son
dönemlerde kapitülasyonlar ve uzun süren savaşlar yüzünden büyük krizler yaşamış
dolayısıyla çökme noktasına gelmişti. Bu dönemde millet, yoksulluk içinde sıkıntılı günler
yaşamaya ve bağımsızlığına kasteden düşmanlarına karşı büyük bir mücadele vermeye
mecbur kalmıştı.
Ülkenin ve milletin içinde bulunduğu bu zor şartlardan kurtarılmasını sağlamak maksadıyla,
Yeni Türk Devleti'nin kuruluşuyla birlikte ülkeyi kalkındırma programı ele alınınca, bunun
önce ekonomik alandaki kalkınma ile mümkün olabileceği görülmüş ve ekonomik faaliyetler
bir bütün olarak ele alınmaya çalışılmıştır.
Daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce, 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir'de, değişik iş
çevrelerinden temsilcilerin de katıldığı I. Türkiye İktisat Kongresi toplanarak ekonominin
durumu incelenmiş ve alınması gereken tedbirlerle, yapılması gereken işler görüşülmüştü.
Atatürk, burada yaptığı konuşmada; "Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa
olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli
olamaz. Yeni Türkiye'yi layık olduğu kuvvete yükseltebilmek için birinci derecede ve en çok
ekonomimize önem vermek mecburiyetindeyiz" diyerek, bütün devletler için olduğu gibi,
Yeni Türk Devleti için de ekonominin önemini açıkça ortaya koymuştur.
Bu kongrenin çalışmaları çerçevesinde, Türk ekonomisinin o günkü durumu ve geleceğiyle
ilgili olarak yapılan tartışmalar sonucu, Türkiye'nin o zamanki imkân ve ihtiyaçları da göz
önünde bulundurularak, Misak-ı İktisadi denilen, Milli Ekonomi İlkesi benimsenmiştir. Milli
Ekonomi İlkesiyle, büyük devletlerin boyunduruğu altına girmeden, Türkiye’nin kendi çabası
ve kaynakları değerlendirilerek kalkınma öngörülmüş ve aynı zamanda ekonomideki
yabancılaşmayı önlemek için, yabancı şirketlerin elinde bulunan işletmelerin devlet tarafından
satın alınarak, millileştirilmesi amaçlanmıştır. Bunun yanında, bu ilke ile ekonomik
kalkınmanın finansmanını sağlamak amacıyla, gerekli kredi organizasyonlarının kurulması ve
iyi bir organizasyonun yapılması da gerçekleştirilecek hedefler arasında gösterilmiştir.
Milli ekonominin hedefleri arasında:
 Yatırım yapacak şirketlere kolaylık sağlanması,
 Milli bankanın kurulması,
 Demiryolu yapımına önem verilmesi,
 Yerli malı kullanımı teşvik edilmesi, yer almıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra da, hemen ekonomik alandaki bu hedeflere ulaşmak için
çalışmalara başlanmıştır. Bu çerçevede, önce sanayi işletmelerinin sermaye ve kredi
ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla, Atatürk'ün de özel ilgisi ile 26 Ağustos 1924 tarihinde
Türkiye İş Bankası kurulmuştur. 1925 Yılında Öşür Vergisi kaldırılırken, 1926 yılında da
Kabotaj Kanunu kabul edilmiş, bu kanun ile Türk karasularında ticaret yapma hakkı Türk
denizcilere verilmiştir. Özellikle 28 Mayıs 1927'de kabul edilen Teşviki Sanayi Kanunu’yla,
çağdaş anlamda sanayileşmeye doğru adım atılırken, özel sektör de sanayi alanına çekilmeye
çalışılmıştır.

43
Gazi Orman Çiftliği, Ankara, 1929

1928 yılında kurulan Tarım Kredi Kooperatifleri vasıtasıyla da çiftçiye destek verilmek sure-
tiyle ekonomi canlandırılmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan ;
 Atatürk Orman Çiftliği gibi modern tarım yöntemlerini uygulayan örnek çiftlikler
kurulmuş,
 Ticaret alanında, esnaf ve sanayiciye ucuz kredi verilmiş,
 Büyük tesisler, askeri fabrikalar kurulmuş,
 Yer altı kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi için Maden Tetkik Arama
Enstitüsü açılmış,
 Bayındırlık işlerine hız verilip demiryolları ve karayolları yapılmış,
 Köprüler, barajlar, sulama için kanallar yapılmış,
 Hastane ve okullar inşa edilip yepyeni şehirler kurulmuştur.

Atatürk, Ankara'da Sümerbank'ın Açılışında

44
G. SAĞLIK ALANINDA YAPILAN DEVRİMLER
Sağlık alanında yapılan hizmetler, en eski devirlerden beri Türk Devlet anlayışına göre kutsal
devlet hizmetlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Ancak, Osmanlı Devleti’nin milli bir
sağlık politikası yoktu. Sürekli savaşlar ve göçler, Sıtma, Tifo, Veba, Frengi vb. bulaşıcı
hastalıklar nedeni ile devlet bu alana yeteri kadar gerçekçi yatırımlar yapamamıştır. Osmanlı
Devleti'nin son döneminde ülkede sağlık hizmetleri istenilen seviyeye ulaşmamıştı.
Sağlık hizmetlerinde ciddi ve bilimsel çabalar, ilk defa, TBMM’nin kurulması ile
gerçekleşmiştir. TBMM, 3 Mayıs 1920 tarihinde benimsediği 3. sayılı yasa ile “Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığı” kurarak, sağlık hizmetleri, yeni devletin asli görevi haline
gelmiştir.
Bu alandaki hizmetlerin yetersizliği sebebiyle acil tedbirler alınması gerektiği şeklindeki
düşünce neticesinde, Yeni Türk Devleti'nde belirlenen sağlık politikası doğrultusunda 1921
yılında kimsesiz ve muhtaç çocukların kötü durumlara düşmelerini önlemek ve devlet
tarafından korunmalarını sağlamak maksadıyla Çocuk Esirgeme Kurumu kurulmuştur.
Kurtuluş Savaşı’nın ağır koşullarını yaşanmasına ve o tarihlerde gelişmiş birkaç ülke hariç
diğer ülkelerde ayrı bir Sağlık Bakanlığı örneği olmamasına karşın, Sağlık Bakanlığı’nın
kurularak hayata geçirilmesi; sağlık hizmetlerinin bu derece üst düzey ve bu öncelikli olarak
ele alınması, dönemin yönetiminin konuya verdiği önem ve ileri görüşlülüğü göstermektedir.
TBMM Hükümeti kurulduğunda, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na Dr. Adnan Adıvar
Bey getirilmiş, bakanlık halkın sağlığını korumak için ölüm oranını düşürmek, nüfusu
çoğaltmak için, halkı bulaşıcı ve salgın hastalıklardan korumak, bu surette, vatandaşların
sağlıklı kalmasına ve çalışmaya kabiliyetle, sağlıklı kişiler halinde yetişmesini sağlamak, bu
bakanlığın görevleri arasında sayılmıştır.
1930 tarihinde; sağlık hizmetlerinin anayasası özelliğinde olan “Genel Sağlık Hizmetleri”
yasası, “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” çıkarılmış, böylece, sağlık hizmetlerinin anayasal
uygulaması esası getirilmiştir.
Yine aynı tarihte çıkarılan “Belediyeler Sağlık Hizmetleri” Yasası ile de, her türlü bulaşıcı
hastalıkları önlese ve tedavisi, ücretsiz; devlet tarafından yerine getirilmesi kararlaştırılmıştır.
Günümüzdeki sağlık hizmetlerinin hala o yasalarla yürütülmesi, bu yasaları hazırlayanların ne
derece ileri görüşlü oluşlarının önemli bir kanıtıdır.
Sağlık hizmetlerinin önemli bir yanı da; yeterli sayıda nitelikli personel bulunmamasıdır. Buna
karşın, Bakan Dr. Refik Saydam döneminde; tüm sağlık hizmetleri devletin asli görevleri
arasına alınmıştır.
Öte yandan halkın sağlık yönünden eğitilmesi amacı ile halk eğitimine önem verilmiştir. 1945
tarihinde İstanbul Üniversitesine bağlı bir Tıp Fakültesi kurulmuştur. Gerçekleştirilen bu
çalışmaların yanında, bu dönemde halkın sağlık yönünden eğitilmesini sağlamak maksadıyla,
Halk Eğitim çalışmalarında sağlık konularında yer verilmiş ve okullara sağlık ile ilgili dersler
konulmuştur.
Sonuç olarak; Türk Devrimi büyük zorluklarla gerçekleştirilmiş eşsiz bir devrimdir. Osmanlı
Devleti’nde yapılan ıslahatlar gibi sadece aksayan taraf düzeltilmeye çalışılmamıştır.
Toplumun yapısı kökünden değiştirilmiş, bugünkü çağdaş, demokratik, laik Türk toplumunun
temelleri atılmıştır. İçte refah ve özgürlük, dışta saygınlık sağlanmıştır. Bizlere düşen en
büyük görev, Türk Milleti’ne çağdaş ve aydınlık bir geleceğin kapılarını açan Atatürk
Devrimleri’ni benimsemek ve onlara sahip çıkmaktır.

45
ÖZET

16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan hareketle başlayan 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak
basmasıyla şekillenen Milli Mücadele, sırasıyla Havza Genelgesi, Amasya Tamimi, Erzurum
Kongresi, Sivas Kongresi ile zirve noktasına ulaşmıştır. Milli Mücadele’nin lideri Mustafa
Kemal Paşa Temsil Heyeti Başakanı olarak heyetin diğer üyeleri ile 27 Aralık 1919 günü
Ankara’ya gelerek mücedelenein yeni merkezini de işaret etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin hükümetinin yanısıra İtilaf devletleri ve onların teşvik ve destekledikleri
isyancılara karşı verilen milli mücadele Kurtuluş Savaşı ile nihayete erdirilmiştir. I. İnönü
Muharebesi ile başlayan Milli Mücedele’nin silahlı boyutu ; II .İnönü Muharebesi, Eskişehir-
Kütahya Muharebesi, Sakarya Meydan Muharebesi, Büyük Taarruz ve Başkomutanlık
Meydan Muharebesi iele düşman İzmir’de, geldikleri yerede denize dökülmüştür. Muharebe
meydanlarında kazanılan zafer, Mudanya Ateşkeş Antlaşması ve Lozan Barış Antlaşması ile
diplomatik alana taşınmış ve Yeni Türk Devleti artık bağımsız, özgür ve diğer devletlerle eşit
konuma gelmiştir. Ancak aslında mücadele yeni başlıyordu. Simdi ki düşman ise toplumu
elinde tutan gerikalmışlık, cehalet, fakirlik, eğitimsizlik, bölünmüşlük, özgüven eksikliği,
teslimiyet, hukuksuzluk, bağnazlık idi.
Bu çerçevede, Mustafa Kemal Atatürk, mücadelesine hiç ara vermeden daha önce planlamış
olduğu devrim hareketlerini gerçekleştirmeye başlamıştır. Bunları gerçekleştirirken temel
dayanak noktası Türk Ulusunun ihtiyaçları olmuştur.
Atatürk devrimlerini sırası ve zamanı geldikçe gerçekleştirirken özellikle iki amaca ulaşmayı
hedeflemiştir:
 Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak. (Çağdaşlaşma)
 Türk toplumunu siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle kalkınmasını
sağlamak. (Kalkınma)
Bu amaçlara ulaşmak için süreç içinde yapılan devrimleri aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz;
 Siyasal alanda yapılan devrimler,
 Hukuk alanında yapılan devrimler,
 Eğitim ve kültür alanında yapılan devrimler,
 Sosyal alanda yapılan devrimler,
 Ekonomi ve sağlık alanında yapılan devrimler
Çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı hedefleyen devrimler arkası arkasına yapıldıkça, toplum ; baştan
aşağı değişmiş ve belirli bir medeniyete dahil olmak yolunda yürümüştür. Tek bir medeniyete
dahil olabilmek için « uluslaşmak » en önemli kavram olarak kendisini göstermiş ve Mustafa
Kemal Paşa da toplumu bir ulus kavramı içinde toplamış ve bunu yaparken de kendi tarih ve
kültüründen beslenmesi için tarih, dil, antropoloji bilimlerini en detaylı şekilde kullanmıştır.
Sonuç olarak ; devrimler sayesinde ülke içinde birlik vr beraberlik sağlanırken Türkiye
Cumhuriyeti Devleti aynı zamanda uluslar arası arenada da kendini kabul ettirmiş ve dünya
medeniyetine entengre olmuştur. Diğer taraftan, bölgesel olarak Türkiye’nin bulunduğu coğrafi
konum, bağlı olduğu müslüman dünyası içindeki diğer ülkelere bakıldığında, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin ne kadar farklı bir yerde olduğunu görebiliriz. « Bu gün çevre
ülkelerde ortaya çıkan şavaşlar, işgaller, katliamlar, patlayan bombalar ülkemizde neden
olmuyor ? » diye sorarsak, bu sorunun tek cevabı vardır ; Atatürk Devrimleri sayesinde.
Atatürk’ün ve onun fikirdaşlarının gerçekleştirdiği devrimlerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti,
demokratik, sosyal, laik ve hukuka dayalı yönetimi benimsemiş, böylelikle yukarıda sözü edilen
ülkelerin düştüğü durumdan kendini kurtararak çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma yolunda
adımlarını hızla atmaya başlamıştır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki « çağdaş medeniyetler
seviyesine ulaşma » hedefi her daim yenilenerek devam etmesi gereken bir devrimci harekettir.

46
Gözden Geçir
Türk Devleti’nin yeni rejime geçiş için gerçekleştirdiği devrimlerin sebeplerini
değerlendiriniz.
Siyasal alanda yapılan devrimlerin ortaya çıkardığı değişimleri açıklayınız.
Sosyal alanda yapılan devrimlerin Türk toplumuna etkisini değerlendiriniz.
Türk Devrimi’nin amaç ve hedeflerini gerçekleştiği alanları ele alarak gözden geçiriniz.

Kendini Dene

1) Aşağıdakilerden hangisiyle, hukukî alandaki ikilikler sona ermiştir?

A) Tevhid-i Tedrisat kanunu’nun çıkartılmasıyla


B) Medenî Kanun’un kabûl edilmesiyle
C) Ölçü birimlerinin değiştirilmesiyle
D) Medreselerin kapatılmasıyla
E) Soyadı Kanunu’nun kabûl edilmesiyle

2) I.Evlenme hakkı
II.Miras hakkı
III.Meslek seçme hakkı
IV.Seçme ve seçilme hakkı
V.Eğitim hakkı
Yukarıdakilerden hangisi, Türk kadınının pek çok Avrupalı hemcinsinden daha önce
sahip olduğu bir haktır?

A) I B) II C) III D) IV E) V

3) Aşağıdakilerden hangisi, yeni Türk alfabesinin kabul edilmesinin sebeplerinden biri


değildir?

A) Arap alfabesinin Türk dilinin yapısına uymaması


B) Konuşma dili ile yazı dili arasında fark olması
C) Okuma – yazma oranının arttırılmak istenmesi
D) Batı ile ekonomik ilişkileri geliştirme amacının güdülmesi
E) Bilimsel gelişmelerin yakından izlenmek istenmesi

4) 1921 Anayasası, Kuvvetler Birliği ilkesini benimsemiştir. Kanunları yapan da uygulayan


da TBMM’dir.
Anayasanın bu özelliğinin sebebi, aşağıdaki seçeneklerin hangisinde belirtilmiştir?

A) İstanbul Hükûmeti’ni etkisizleştirmek


B) Halkı İstanbul Hükûmeti’ne karşı ayaklanmaya teşvik etmek
C) Önemli kararların hemen uygulanmasını sağlamak
D) Egemenliğin kayıtsız – şartsız millete ait olduğunu göstermek
E) Saltanatın kaldırılmasına zemin hazırlamak

47
5) Aşağıdakilerden hangisi, Halifeliğin kaldırılmasının sebeplerinden biri değildir?

A) Halifenin târikat ileri gelenleriyle ilişki kurması


B) Kurum olarak kalmasının yapılacak inkılâplara aykırı olması
C) Halife Abdülmecit Efendi’nin kendini TBMM’nin üzerinde görmesi
D) Halifenin Cumhuriyet aleyhtarı ayaklanmalar çıkartması
E) Yeni devletin lâik yapıya kavuşturulmak istenmesi

6) Aşağıdakilerden hangisi, Atatürk Dönemi’nde sosyal alanda yapılan yeniliklerden


birisi değildir?

A) Kılık-kıyafet Kanunu
B) Soyadı kanunu
C) Milâdî Takvim’in benimsenmesi
D) Pazar gününün hafta sonu tatili olarak kabûl edilmesi
E) Türk Tarih Kurumu’nun açılması

7) Aşağıdakilerden hangisi, Soyadı Kanunu’nun kabûl edilmesinin sebeplerinden


değildir?

A) Miras hakkını düzenlemek


B) Toplumsal kargaşayı önlemek
C) Çağdaşlaşmak
D) Halkçılık ilkesini uygulamak
E) Toplumsal eşitliği sağlamak

8) Aşağıdakilerden hangisi, Siyasal alanda yapılan devrimlerden biri sayılamaz?


A) Cumhuriyetin ilânı
B) Saltanatın kaldırılması
C) Kadınlara seçme-seçilme hakkının verilmesi
D) Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması
E) Medenî Kanun’un kabûlü

9) Yeni harflerin kısa zamanda öğrenilmesi ve okur yazar oranının arttırılması için
aşağıdaki okullardan hangisi açılmıştır?
A) Ankara Hukuk Mektebi B)Halk evleri C)İlköğretim okulları
D)Millet mektepleri E)Orta öğretim okulları

10) Aşağıdakilerden hangisi, Türk Devleti’nin uluslararası ekonomik ilişkilerini


düzenleyen bir yeniliktir?

A) Türk Tarih Kurumu’nun açılması


B) Kadınlara siyâsî hak verilmesi
C) Takvim ve saat sisteminin değiştirilmesi
D) Türk harflerinin kabûlü
E) Medenî Kanun’un kabûlü

Kendini Dene Cevap Anahtarı: 1.B 2.D 3.D 4.C 5.D 6.E 7.A 8.E 9.D 10.C

48
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR

Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler


Ahmet Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Tan Matbaası, İstanbul, 1945
Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İnkılâp Kitapevi,
Ankara, 1986
Anıl Çeçen, Kemalizm, Fark Yayınları, Ankara, 2007
Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, AKDTYK Yay., Ankara, 1991,
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul, 2006
Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), 2.B., İstanbul, 2002
Coşkun Üçok, -Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi Ders Kitabı, Sevinç Matbaası, Ankara,
1976
Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplum Bilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, İstanbul,
1994
Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, İstanbul, 1986
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, TTK, Ankara, 1970
Ercan Kabal, Egemenlik, Milli Egemenlik ve Atatürk, TBMM Yay., Ankara
Ergun Özbudun, Atatürk ve Devlet Hayatı, Atatürkçülük, Ankara, 1986
Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul, 1998
Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1986
Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi, Ankara, 1990
İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2003
İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları, Cilt I (1920-1945), TTK Yayınları,
Ankara, 2000
Kadir Depsen, Atatürk’ün İzinde, Biz Bize Basın Yayın Eğitim Hizmetleri, Ankara, 2007
Kamuran Gürün, Savaşan Dünya ve Türkiye, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1986
Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1996
Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Siyasal Sistemin Evrimi, 2. Baskı, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2011
Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, 12. Baskı, Altın Kitaplar Yayınevi,
İstanbul, 1994
M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İstanbul, 1981
Mehmet Gönlübol- Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), Ankara,
1997
Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları (Bugünkü Türkçe ile), Haz. İbrahim Sadi Öztürk,
Ankara, 2004
Mustafa Barut, Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri, Der Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2008
Mustafa Baydar, Atatürk ve Devrimlerimiz, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları,
İstanbul,1973
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, AKDTYK Yay.
Mustafa Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler, AKDTYK Yay.
Oral Sander, Siyasi Tarih, Birinci Dünya Savaşı’nın Sonundan 1980’e Kadar, İmge, Ankara,
1989
Recai Okandan, Umumi Amme Hukuku, İstanbul, 1961
Refik Turan, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 2011, Okutman Yayıncılık, 2011
Sami Selçuk, “Özlenen Demokratik Türkiye”, Yeni Türkiye Yayınları
Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011
Sina Akşin, Türkiye Tarihi, C.III, İstanbul, 1997
Sulhi Dönmezer, Atatürk ve Hukuk, Sanat ve Yayın Kuruluşu Yayınları no:32, Ankara, 1987
Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli

49
Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi, 5. Baskı, Ankara, 2001
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1986
Temuçin Faik Ertan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2011
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1836-1950), İmge Kitabevi, İstanbul, 1999
Türk İnkılap Tarihi, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, Gn.Kur. Basımevi, Ankara, 1973
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No: 2709, Kabul Tarihi: 7.11.1982,
www.tbmm.gov.tr.
Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971
Yücel Özkaya, Türk İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi, Ankara, 1981
Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Haz. Yusuf
Çotuksöken, 1976
Zübeyde Yalın Öktem, Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi, Tarihçi Kitabevi, İstanbul, 2010

50

You might also like