You are on page 1of 19

14.

Hafta
Yeni Türk Edebiyatı ve Şiir Çözümlemeleri
Osmanlı Devleti 17. yüzyıldan itibaren askerî ve siyasî
alandaki yenilgilerini sonlandırmak için her alanda ıslahat hareketleri
başlatmıştır. Ancak eğitim, ordu, devlet kurumları gibi birçok alanda
yapılan ıslahatlar bu gerilemeyi durduramamış ve Osmanlı Devletini
Batılı devletlerin ilmî, siyasî, teknolojik seviyesine çıkaracak
çözümler aranmaya başlanmıştır. Batılılaşma veya yenileşme adı
verilen bu hareketlerin Türk edebiyatını, kültürünü, hayat tarzını
değiştirecek boyuta gelmesi 1839 yılında Mustafa Reşit Paşa
tarafından hazırlanan Tanzimat Fermanı’nın resmen halka ilan
edilmesi ile başlamıştır. Tanzimat Fermanı dil, din, ırk gözetmeksizin
bütün halkın can, mal ve namus güvenliğinin sağlanacağının, askerlik
ve vergi kanunlarının yeniden düzenleneceğinin, herkesin kanun
önünde eşit olduğunun garantisi niteliğindeydi. O dönem aydınlarının
çoğu hem devlet adamı hem de edebiyatçıydılar. Yenileşme
hareketlerinin halkın her kesimine duyurulması, idrak edilmesinin
sağlanması, çok yönlü olan bu aydınlara düşmekteydi. Halkı eğitme
vazifesini aydın kesim üzerine almış ve bir baba gibi ulaşabildikleri
kadar bireyi aydınlatmaya çalışıyorlardı. Modern yaşam kavramı da
yavaş yavaş toplumun nispeten durumu iyi olan kesimi arasında
yayılmaya başlamıştı. İşte makale, eleştiri, tiyatro, roman, hikâye gibi
türler bu modernleşme çabaları içerisinde Batılılaşmanın olmazsa
olmaz bir unsuru olarak Tanzimat Fermanı’nı izleyen yıllarda
aydınların çabaları ile toplumumuzdaki yerini almıştır.
Türk edebiyatında Batılılaşmayı Şinasi ile başlatmak
yaygınlaşmıştır. Şinasi birçok konuda öncü olmayı başarmıştır.
Edebiyatta Batılılaşma'nın başlangıç yılı 1859 kabul edilebilir.
Edebiyatta Batılı türün ilk önemli örneklerinden biri olan Şâir
Evlenmesi (1860) komedisinin yazılması, Batı'dan yapılan manzum ilk
şiir tercümesi (Tercüme-i Manzûme) bu yıla rastlar.
1
Türk edebiyatında Batılılaşma'nın bu ilk devresi (yaklaşık
1859-1885 arası) diğer edebî devrelerle karşılaştırıldığında ileri
derecede sosyal ve siyasî bir karaktere sahip olduğu görülür.
1831 yılında ilk resmi gazete olan Takvîm-i Vekayi’nin çıkışı
önemli bir yenilik olmakla birlikte Tanzimat Fermanı’nın ilanından
1860 yılında Şinasi ve Âgâh Efendi’nin birlikte çıkardıkları
Tercüman-ı Ahval gazetesine kadar olan süre yenileşme hareketlerinin
alt yapısının hazırlık dönemi sayılabilir. Tercüman-i Ahval gazetesinin
mukaddimesi (önsöz/giriş) Türk Edebiyatında yeni bir dönemin
başladığını bize göstermektedir.
Şinasi Batılı anlamda ilk tiyatro oyunu olan Şair Evlenmesi’ni
de yine aynı gazetede tefrika etmiştir. Halk kültürüne yönelmenin ilk
eseri sayılabilecek Durûb-i Emsâl-i Osmâniyye (1863), Şinâsi'nin
ortaya koyduğu ürünlerdir.
Eski Türk edebiyatı ya da divan edebiyatı diye adlandırdığımız
kolda tevhit, münacat, na’t, mersiye, siyasetname, pendname gibi çok
değişik türde yazılmış manzum ve mensur eserler; aynı süreçte bunun
yanında halk edebiyatı diye adlandırdığımız kolda ise koşma, mani,
halk hikâyesi, destan ve masal gibi daha farklı türde ürünler; yine aynı
yüzyıllarda konusunu doğrudan tasavvuftan alan ve mutasavvıf
şeyhlerin, tarikat önderlerinin ortaya koyduğu birçok eser
bulunmaktadır.
Yeni Türk edebiyatı devresinden önce eğlence olarak da
doğaçlama ve çok az dekor ile oynanan geleneksel halk tiyatrosu
türleri bulunmaktaydı. Ancak nesir şeklinde yazılan olay, karakter,
yer, zaman, mekân gibi unsurların detaylı olarak yer aldığı roman ile
hikâye, bir metne dayalı olarak çeşitli dekorlar eşliğinde sahnelenen
tiyatro, savunulan bir görüşü, fikri başkaları ile paylaşmak için yazılan
makale gibi türler 1860’tan itibaren Türk Edebiyatına Batı etkisi ile
girmiştir. 1860 yılından başlayarak günümüze kadar devam etmekte
2
olan edebiyat anlayışı Yeni Türk Edebiyatı adıyla bir bilim dalı haline
gelmiştir. Dönemin adlandırılması konusunda çeşitli görüşler ortaya
atılmış, “Türk Teceddüt Edebiyatı, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı,
Modern Türk Edebiyatı, Batı Tesirindeki Türk Edebiyatı” gibi isimler
de kullanılmıştır.
Divan edebiyatı incelemelerinde genellikle yüzyıllara veya
türlere göre bir tasnif yolu izlenmiştir. Oysa Yeni Türk Edebiyatı
genel bir adlandırma olmakla birlikte çeşitli siyasî, askerî veya edebî
olaylara göre kendi içinde bölümlere ayrılmaktadır. Kronolojik olarak
edebî dönemleri şu şekilde sıralayabiliriz: Tanzimat Dönemi Edebiyatı
(1860-1896), Servet-i Fünun Edebiyatı/Edebiyat-ı Cedide (1896-
1901), II. Meşrutiyet Dönemi Edebiyatı veya Fecr-i Âti Edebiyatı
(1909-1912), Milli Edebiyat Dönemi (1911-1923) ve Cumhuriyet
Dönemi Edebiyatı (1923'ten sonra).
Yeni Türk Edebiyatı’nın ilk dönemi olan Tanzimat
Edebiyatında nazım biçimi olarak divan şiirine bağlı kalınmakla
birlikte işlenen konularda yenilik yapılmıştır. Divan şiirindeki aşk
(dünyevî ve ilahî), güzellik, tabiat gibi konuların yerini, Fransız
İhtilali’nin etkisiyle yayılmakta olan hürriyet/özgürlük, eşitlik,
cumhuriyet, kanun, hukuk, hak, adalet gibi kavramlar almıştır. Başka
bir deyişle eski nazım biçimleri (kaside, gazel, mesnevi, terkib-bent,
müseddes vb.) ile yeni konular işlenmiştir.
Divan edebiyatında şiirlerin özel bir başlığı bulunmamakta ve
tür adı ile divanlarda yer almaktaydı. Oysa Tanzimat edebiyatında
şiirlere başlık konulmaya başlanmıştı. Örneğin “Hürriyet Kasidesi”.
Divan şiirindeki parça (beyit) güzelliği yerine bütün güzelliği veya
konu bütünlüğü anlayışı benimsenmiştir. Amaç yenileşme
hareketlerini, yeni fikirleri toplumun her kesimine yaymak olduğu için
dilde sadeleşme hareketi savunulmuştu. Yeni Türk edebiyatının ilk
dönemi olan Tanzimat’ta aruz ölçüsü ile birlikte hece ölçüsü de
kullanılmıştır. Divan şiirindeki mazmunlardan (kalıplaşmış ifadeler)
3
uzaklaşılmıştır. Batıdan alınan roman türü önceleri sadece tercüme
eserlerde karşımıza çıkarken, ilk yerli romanımız Taaşşuk-ı Talat ve
Fitnat adıyla 1872 yılında Şemsettin Sami tarafından yazılmıştır. Bu
dönemdeki romanlar halkı eğitme amacı ile yazıldığından kahramanlar
tek yönlüdür. İyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Hem roman
da hem tiyatro metinlerinde görücü usulü evliliğin yanlışlığı, yanlış
batılılaşma, cariyelik ve kölelik anlayışından vazgeçilmesi gerektiği,
eğitimin önemi gibi konular işlenmiştir.
II. Abdülhamit döneminde gelişen Servet-i Fünun edebiyatında
karamsarlık, umutsuzluk, bunalımlı ruh hali edebî eserlere yansımıştır.
Toplumsal fayda yerine estetik zevk ön plana çıkmıştır. Bu dönemde
daha çok seyahat, eleştiri ve anı türünde eserler verilmiştir. Şiirde sone
ve terza-rima gibi Batı şiirinden alınan nazım biçimleri kullanılmıştır.
Edebiyatımızda manifesto (bildiri) yayımlayan ilk topluluk Fecr-i Âti
olmuş, “Sanat şahsi ve muhteremdir.” görüşünü savunmuşlardır. II.
Meşrutiyet'ten sonra teşekkül eden Fecr-i Âti topluluğu sanatta
ferdiyetçiliği ve estetik değerleri benimsemiştir.
Millî Edebiyat döneminde Batı taklitçiliğinden vazgeçerek
milli olana yönelme amacı güdülmüştür. Halk şiirini kaynak olarak
aldıkları için aruz ölçüsü yerine hece ölçüsü kullanılmaya
başlanmıştır. Hikâye ve romanda İstanbul dışına çıkılarak Anadolu da
anlatılmıştır.
1923 yılında Cumhuriyetin ilanı ile birlikte edebî açıdan da
yeni bir dönem başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin
toplumda meydana getirdiği değişimler edebî türlere de yansımıştır.
Yeni bir yönetim tarzı ile başlayan bu süreçte yeni eğitim
sistemi, yeni bir başkent, hedeflenen yeni insan tipi gibi konular
roman ve hikâyelerde hemen yer edinmiştir.
Roman, hikâye ve şiirde teknik olarak önemli gelişmeler,
değişiklikler yapılmıştır. Serbest nazım ile başlayan değişiklik
4
zamanla şiirin biçiminde oynamalar, kelimelerin kırılması, kelime
oyunlarının yapılması, imgelerin yoğun olarak kullanılması hatta
anlamın şiirden atılması gibi aşamalara kadar gelmiştir. Romanda
psikolojik derinlik ile tipten karaktere geçiş sağlanmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında realist bakış açısıyla yazılan romanlar,
1950 sonrasında yerini, aktif hale getiren, açık uçlu ve değişik
teknikler kullanılan romanlara bırakmıştır. Türk Edebiyatı, Dünya
Edebiyatında yaşanan gelişmeleri yakından takip eden yazarlar ile
çağı yakalamaya çalışmıştır.

Şiir Örnekleri: 1

Behçet Necatigil, Evin Halleri


Hayatı
1916 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmet Behçet
Gönül’ün babası aslen Kastamonulu olan din görevlisi Hacı
Mehmet Necati Gönül, annesi İstanbul’un tanınmış medrese hocası
Geyveli Hacı Hafız İbrahim Hakkı Efendi’nin kızı Fatma Bedriye
Hanım’dır. 1918 yılında Behçet Necatigil 2 yaşındayken annesi
öldü. Dedesi de 2 yıl sonra ölünce Behçet Necatigil, anneannesi
Emine Münire Hanım’ın Atikali’deki evinde yaşamaya başladı.
Küçük yaşta annesini, dedesini kaybeden Behçet Necatigil,
babası evlenip eşinin evine yerleşince iyice yalnız kalır. Küçük yaşta
bir cilt hastalığına yakalanır. Bu hastalık ona zor günler yaşatır. 1923
yılında Beşiktaş’ta okula başladı. İlkokul dördüncü sınıftayken babası,
camideki görevinden ayrılarak “Singer Müfettişliği” unvanıyla
Kastamonu’ya taşındı. Behçet Necatigil bu yüzden ilkokul son sınıfı
burada okudu. Daha sonra Kastamonu Lisesi’ne kaydoldu; ancak
5
hastalığı yüzünden okula iki yıl ara verdi. Araya ameliyat ve elektrik
tedavilerini gerektiren hastalıklar girince İstanbul’a geldi. O yıllarda
babası tekrar eski görevine dönünce ailesiyle İstanbul’a geldi. 1931
yılında Kabataş Lisesi’nde okumaya başladı; 1936’da edebiyat
kolundan mezun oldu. Aynı yıl Yüksek Öğretmen Okulu’nun Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kabul edildi.

1937 yılında hocası Reşit Rahmeti Arat’ın çabalarıyla burslu


olarak Almanya’ya gitti. Berlin Üniversitesi’nde dört ay dil kursuna
katıldı. İstanbul’a döndükten sonra Yüksek Öğretmen Okulu’na
devam etti. Aynı üniversitede Cahit Külebi, Mehmet Kaplan, Fahir İz,
Samim Kocagöz, Salah Birsel, Tahir Alangu gibi yazar ve bilim
adamlarıyla birlikte okudu. Ekim 1940’ta İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden birincilikle
mezun oldu.”

Kabataş Lisesindeki öğretmenliği sırasında iki yıl Edebiyat


Fakültesi’nin Alman Filolojisi Bölümüne de devam etti. Öğretmenlik
mesleğine başlamasından dolayı mezun olamadı. 1940 yılında Kars
Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak tayin edildi. Hava şartlarına uyum
sağlayamadığı için bir yıl sonra Zonguldak’a atandı. Necatigil’e
buranın havası da iyi gelmedi; fakat o, 1943 yılına kadar burada
öğretmenlik yaptı ve köhne bir otel odasında kaldı.

Necatigil için Zonguldak sağlık açısından sorunlu, edebî açıdan


verimli bir dönemdir. Kendisi bu yıllarını şöyle anlatır: “…Rüştü
Onur, Muzaffer Tayyip Uslu gibi iki kuvvetli şairle birlikte çalıştık.
6
Zonguldak’ta çıkan Ocak gazetesinde, Kara Elmas Dergisi’nde ve
Değirmen (İstanbul) mecmuasında beraberce şiirler, yazılar
yayımladık.”

1943’te İstanbul’daki Pertevniyal Lisesi’ne edebiyat öğretmeni


oldu. Burada da çok duramaz çünkü bu sefer de askerlik görevini
yapmak zorundadır. Askerliğini İzmir’de yedek subay olarak yapar.
1945 yılında İstanbul’a geri döner. Bu kez tayini Kabataş Erkek
Lisesi’ne çıkmıştır. Şubat 1946’dan itibaren Fahir Onger, Oktay Akbal
ve Salah Birsel’le birlikte Yenilikler dergisini çıkarır.

1949 yılında Sarıyer Ortaokulu’nda öğretmen olan Huriye


Korkut Hanım ile evlenir. İki kızı olur. 1955 yılında Ihlamurderesi
Caddesinde, Camgöz Sokağı 22 nolu evi satın alırlar. Bu sokağın adı
daha sonra “Behçet Necatigil Sokağı” olarak değiştirilmiştir. 1960
yılına kadar bu okulda öğretmenlik yapar. Aynı yıl İstanbul Çapa
Eğitim Enstitüsü’ne geçer ve 1972’de buradan emekli olur.

1972 yılında Alman hükümetinin misafiri olarak üç aylığına


tekrar Almanya’ya gider. 1974 yılında Yugoslavya Struga Şiir
Festivali’ne katılır. Aynı yıl Tahsin Saraç ile birlikte Belçika’da
yapılan “Şiir Bienali”nde Türkiye delegesi olarak bulunur. Bu tarihten
sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik ve Halkla
İlişkiler Enstitüsü’nde ve Yıldız Yüksek Teknik Okulu’nda dersler
vermiştir.

1979 yılında Akciğer kanseri teşhisi konur. Dönemin başbakanı


Süleyman Demirel’e bir toplantıda Behçet Necatigil’in durumu
7
anlatılır. Bunun üzerine Süleyman Demirel “Devlet şairini bırakmaz!”
der. Tedavi için Londra’ya gönderilmek istenir ancak “memleket bu
haldeyken, devletin dövizini alıp, dışarıya gidemem” diyerek bu teklifi
reddeder. Behçet Necatigil, aynı yıl İstanbul’da vefat etmiştir.
Necatigil Türk şiirinde geleneğe önem vermiş, divan, halk ve
tasavvuf şiirine kadar edebiyatın her alanından kendine özgü bir
biçimde yararlanmıştır. Şiirinin mayasında Yunus Emre, Âşık Paşa,
Fuzuli ve Karacaoğlan gibi şair ve ozanların olduğunu belirtmiştir.
Şair çağdaş ve evrensel olan şiiri de ihmal etmemiş onunla da
kaynaşmak gerektiğini belirtmiştir. Kelimelerin anlam ve ses
zenginliğinden büyük bir ustalıkla yararlanan, modern Türk şiirinde
kültürel birikimi en iyi şekilde kullanan şairlerimizden birisidir.

Evin Halleri
1. Evin yalın hali
İster cüce, ister dev
Camlarında perde yok
Bomboş, ev.
2. Evin -i hali, sabah,
Geciktiniz haydi!
Uykuların tatlandığı sularda
Bırakacaksınız evi.
3. Evin -e hali, gün boyu,
Ha gayret emektar deve!
Sırtınızda yılların yorgunluğu
Akşam erkenden eve.
4. Evin -de hali, saadet,
Isınmak ocaktaki alevde
Sönmüş yıldızlara karşı
Işıklar varsa evde.
8
5. Evin -den hali, uzaksınız,
Hatta içinde yaşarken
Aşkların, ölümlerin omzunda
Ayrılmak varken evden.

Asıl adı Mehmet Behçet Gönül olan Behçet Necatigil, küçük


yaşta önce annesini sonra da kendisine bakan dedesini kaybetmiştir.
Babası başka bir hanımla evlenerek yeni bir aile kurmuştur. Çocukluk
döneminde geçirdiği cilt hastalığı sebebiyle uzun yıllar tedavi
görmüştür. Yalnızlık, sıkıntı, hastalığın verdiği acı duygusu onun
çocukluk dönemiyle ilgili yazdığı şiirlerinde kendini gösterir. Şiir
yazmaya başladığı ilk yıllarda Ziya Osman Saba’nın şiirlerini takip
etmesi zamanla Necatigil’in şiirlerini tematik açıdan etkilemiştir. Ziya
Osman’ın şiirlerinde işlediği “ev” teması onun bu temaya dikkatini
yöneltmesine, hatta Ziya Osman’ın ev ile ilgili düşündüklerini
benimsemesine yol açmıştır. Küçük yaşlardan itibaren yaşadığı
kayıplar ve hastalığı onun içine kapanık bir ruh haline bürünmesine
neden olmuştur. Uzun yıllar mutlu aile yaşantısına duyduğu özlem
nedeniyle olsa gerek 100’e yakın “ev, ev ve aile, ev ve çocukluk”
temalı şiirler yazmıştır. Onun şiirlerinde “ev” sadece dört duvardan
oluşan bir bina olarak değil içinde yaşayanlarla, anılarla, eşyalarla
bütün olarak anlatılır.
1953 yılında basılan Evler kitabında “Evin Halleri” şiiri şairin ev
ve insan arasında kurduğu ilişkiyi ele almaktadır. Oldukça sade ve
açık bir dille yazılan şiirde kısa ve eksiltili cümleler kullanılmıştır.
Şiirde ismin hallerinden yola çıkılarak (yalın, belirtme, yönelme,
bulunma ve ayrılma halleri) evle ilgili beş durum ortaya konulmuştur.
Şiirde isim hal eklerinin eklendiği isme kattığı anlam ve işlevleri
eve, dolayısıyla aileye yansıtmıştır. İsim yalın halde iken başka
kelimelerle ilişkisi yoktur, tek başınadır. Ev de yalın halde iken boş bir
9
evdir, içerisinde insan yoktur, perdesi de. Kelimenin söz diziminde bir
görev üstlenebilmesi için söz konusu isim hal ekleriyle kullanılması
gerekmektedir.
1. Dörtlükte ismin hallerinin ilki olan yalın hali ile boş bir evden
bahsedilmektedir. "İster cüce, ister dev" ile evin büyüklüğü
kastedilmektedir. Evin fiziki olarak küçük veya büyük olması içinde
yaşayan birileri olmadıktan sonra önemli değildir. Evin boş olduğunun
ipucunu aynı dörtlüğün üçüncü dizesinde buluyoruz.
Bir eve taşınırken ilk önce yapılan iş, dışarıdaki kişiler evin içini
görmesin diye camlara perde takılmasıdır. Ancak boş ev bir alıcı
bulmak için perdesiz bırakılır. Perdesizlik o evin bomboş olduğunun
göstergesidir. Şair için bir evin yalın halde yani bomboş olması hayat
belirtisinin olmamasıdır. Ev ancak içinde yaşayanlar ile yalın halden
çıkar. Mekân ile insan yaşantısı, aile hayatı arasında “perde”
üzerinden bir çıkarım yapılmıştır. Aynı zamanda perde evin içi ile dışı
yani sokağı birbirinden ayıran bir eşyadır. Şairin ev temalı şiirlerinde
sokaktan kaçıp eve sığınmak da çok sık karşımıza çıkar. Bu durumda
yalın haldeki perdesiz bir ev asla sığınak olamaz. Bir evi ev yapan
orada oturanlardır. Biçim açısından bakarsak serbest şiir olarak
yazılan “Evin Halleri”nde şair kafiye kullanarak ahenk sağlamıştır.
“Dev” ve “ev” kelimeleri arasında tam kafiye vardır. Kısa ve eksiltili
cümleler kullanılması şiire adeta bir tekerleme havası katmıştır. Ev
kelimesi tekrarlanmıştır.
2. Dörtlükte şair günlük hayattan söz etmeye başlar. Sabahın
erken saatlerinde işe gitmek üzere evden çıkmak gerektiğinden
bahsedilmektedir. Burada evin belirtme hali (ev-i) bırakmak fiiliyle
kullanılmıştır. İnsanlar hayatlarını devam ettirebilmek için çalışmak
zorundadır. Bunun dışında başka günlük meşgaleler de insanları evden
çıkarabilmektedir.

10
Korunaklı, sıcacık bir yuva olan evi mecburen terk etmek
zorunda kalırız. Bu dörtlükte aslında toplumsal hayatın da ipuçları
vardır. Yaşamak için çalışma mecburiyeti olan insanlar sabahın erken
saatlerinde yuvalarını, evlerini, ailelerini bırakmak zorundadırlar.
Ayrıca –i hali evden sokağa çıkışı simgeler. Oysa şair için ev ve sokak
karşıt iki kavramdır. Evin içi güvenilir, sokak ise güvenlikli bir mekân
değildir. “Geciktiniz Haydi!” dizesinde işe gitmek zorunda olan
insanlara seslenme ile birlikte evi boş bırakacakları, bütün günü
dışarıda geçirecekleri için bir sitem de vardır. Dışarı çıkmaya geç
kaldınız şeklinde de yorumlanabilir. Haydi ve evi kelimelerinde
yarım kafiye kullanılmıştır.
3. Dörtlükte bütün bir ömür boyu çalışmak zorunda olan
insanların durumu özetlenmiş gibidir: Sabah erkenden işe gitmek,
bütün gün çalışmak ve günün sonunda yorgun argın eve gelmek.
Necatigil evi içinde yaşayan insanlarla tasavvur ettiği için bütün gün
evin dışında olan ve akşam olunca evine dönen ama evin keyfini
çıkaramayan insanlar için üzülmektedir. Burada emektar deve
benzetmesi insanların yıllarca çalışarak bu hayatın keyfini
çıkaramadıklarını, her gün rutin bir hayatın içinde ordan oraya
savrulduklarını ifade etmektedir. Evin –e hali eve geri gelmeyi, eve
dönmeyi simgeler. İnsan istediği kadar dışarıda vakit geçirsin eninde
sonunda evine dönecektir. Boyu-yorgunluğu kelimelerinde iyelik eki
–ı rediftir. Deve ve eve kelimelerinde zengin kafiye vardır. “Emektar
deve” biçiminde sıfat tamlaması yapısında kullanılan kelime grubu
çalışan insan yerine kullanılmıştır. İnsan, emektar bir deveye
benzetilmiş, fakat benzetme ögelerinden yalnızca kendisine benzetilen
söylenmiştir. Burada açık istiare sanatı yapılmıştır.
4. Dörtlükte evin –de hali evde bulunmayı, evin içinde vakit
geçirmeyi simgelemektedir. Diğer dörtlüklerden farklı olarak burada
olumlu ifadeler kullanılmıştır. Bütün gün çalışıp eve dönen kişinin
evin içinde geçirdiği vaktin güzelliği, keyfi, mutluluğu “Evin -de hali,
11
saadet” dizesiyle belirtilir. İkinci mısradaki ocak kelimesi ısıtma için
kullanılan sobayı veya yemek yapılan aracı kastettiği gibi baba ocağı
tamlamasında olduğu gibi aileyi de ifade ediyor olabilir. Zira şair için
mutluluk evin içinde yaşayan insanlarla sağlanabilir. Evde
yaşanıldığına dair birinci iz perde ise ikincisi ışıktır. Üçüncü mısra ile
artık gecenin geldiği ve dışarısının zifiri karanlık olduğu belirtilmek
istenmiştir. Gecenin kendisi karanlık ve tekinsizliği simgeler. Oysa
evin içinde bir ışık yanması orada yaşayanlar olduğunun göstergesidir.
Bu dörtlükte “sıcacık bir yuva” tasavvur edilmektedir. Evin içinden
yayılan ısı ve ışık, mutlu bir evin, aile saadetinin, huzurun işaretidir.
Alevde ve evde kelimelerinde –de bulunma hal eki redif, ev tam
kafiyedir. /I/ sesi ile asonans yapılmıştır.
5. Dörtlük evden kopuşun anlatıldığı bölümdür. Ayrılma/çıkma
halinin (-den), belirtme halinden (-i) farkı vardır. Evi bırakıp giden
kişi bir süre sonra evine geri dönmektedir. Oysa –den hali dönmemeyi
anlatır. Şair burada hem fiziki hem de manevi ayrılmadan
bahsetmektedir. İnsanların evin içinde olsalar bile evin ruhunu
yaşayamadıkları vurgulanmaktadır. Gündelik sorunlar, dış dünyaya
dair kurulan hayaller, istekler eve girdiğimizde de peşimizi bırakmaz.
Şaire göre mutlu ve huzurlu bir aile ortamı, aklımızı dışarıda
bıraktığımız için sağlanamaz. Bu bir anlamda evin ruhuna ihanet
etmektir.
Ölüm veya evlenip gitmek gibi zorunlu ayrılıklar dışında, evin
içinde eve/kendimize yabancı hayatlar sürmemiz eleştirilmektedir.
Yaşarken ve evden kelimelerinde tam kafiye kullanılmıştır.
Kaynakça:
Nurullah Çetin v.dğr., Tanzimat’tan Bugüne Yeni Türk
Edebiyatı: Şiir Çözümlemeleri, İstanbul 2009, s. 290-296 (“Evin
Halleri” adlı şiirin çözümlenmesinde bu kaynaktan yararlanılmıştır).

12
Nurullah Çetin, Behçet Necatigil; Hayatı, Sanatı veEserleri.
Ankara 1988.
Behçet Necatigil, Düz Yazılar II, 2. bs..,İstanbul 2006.
Hasan Pulur, “Kırık, Dökük Anılar”, Kitaplık, sy. 46: Mart-
Nisan 2001. İstanbul 2001. s.163.

Şiir Örnekleri: 2

Cevdet Kudret, Yedikule’de Akşam

Hayatı
1907 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sadullah Efendi, I.
Dünya Savaşı sırasında Cevdet Kudret Solok 10-11 yaşlarındayken
Musul’da şehit oldu. 1930 yılında İstiklal Lisesi’ni, 1933 yılında ise
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1934’te Kayseri
Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak tayin edildi. 1938’den sonra
Ankara’ya gelerek Maarif Koleji, Atatürk Lisesi ve Ankara Devlet
Konservatuarı’nda edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. 1945-1950 yılları
arasında Türkiye Ansiklopedisi’nde edebiyat sekreteri olarak görev
yaptı. 1951’den itibaren İstanbul ve Ankara’da avukatlık yaptı. Birkaç
yıl Türk Dil Kurumu’nda redaktör olarak çalıştı. 1974-1986 yılları
arasında Bodrum’da yaşayan yazar 10 Temmuz 1992’de İstanbul’da
öldü.
1927 yılında Servet-i Fünun dergisinde ilk şiiri yayımlandı. Bir
yıl sonra yedi genç yazar bir araya gelerek Yedi Meşale adında bir şiir
kitabı yayınladı. 1928’te Cevdet Kudret’in de şiirlerinin yayımlandığı
Meşale dergisi sekiz sayı çıktıktan sonra kapandı. Cevdet Kudret bu
dergide çıkan şiirlerini 1929 yılında Birinci Perde adlı kitabında bir
araya getirdi.

13
Cevdet Kudret Solok, şiir dışında tiyatro, roman, hikâye,
edebiyat tarihi, araştırma-inceleme türünde çeşitli eserler de kaleme
aldı. 1929 yılında 3 perdelik “Tersine Akan Nehir”, 1930 yılında
“Rüya İçinde Rüya”, 1933 yılında “Kurtlar” adlı tiyatro oyunları
Dârülbedâyi tarafından sahnelendi. “Tersine Akan Nehir”
yayımlanmadı, “Rüya İçinde Rüya” 1934 yılında Varlık dergisinde,
“Kurtlar” oyunu ise Gündüz dergisinde 1936 yılında tefrika edildi.
1931’de yazılan “Danyal ve Sara” adlı oyunu 1938 yılında Varlık
dergisinde tefrika edildi.
Süleyman’ın Dünyası adlı üçleme romanında Birinci ve İkinci
Dünya Savaşları arasında kalan yıllarda Türk toplumundan kesitler
sundu. Üçlemenin birinci kitabı Sınıf Arkadaşları 1943, İkinci kitabı
Havada Bulut Yok 1958, Karıncayı Tanırsınız 1976’da basıldı.
1974’te Sokak adlı hikaye kitabı yayımlandı.
1951-1955 yıllarında “Abdurrahman Nisari” müstear ismiyle
Metinli Türk Edebiyatı, Metinli Batı Edebiyatı gibi liseler için
edebiyat kitapları hazırladı. Türk ve Batı Edebiyatı’ndan Seçme
Parçalar (1-II, 1980-198), Örneklerle Edebiyat Bilgileri (I-II, 1980),
Türk Edebiyatı’nda Hikâye ve Roman (I-III, 1965-1990), Karagöz (I-
III, 1968-1969), Ortaoyunu (I-II, 1973-1975) gibi çeşitli kitaplar
yayımladı. Dil ile ilgili denemeleri Dilleri Var Bizim Dile Benzemez
(1966) adıyla basıldı. Deneme türünde sayılabilecek olan Bir Bakıma
(1977), Benim Oğlum Bina Okur (1983), Kalemin Ucu (1991) gibi
eserleri de bulunan Cevdet Kudret’in bunların dışında çeşitli derleme
ve inceleme kitapları da bulunmaktadır.

Yedikule'de Akşam
1. Güneş vurdu başını bir kale kemerine!
Kuşlar yine bu akşam surlara otursunlar.

14
Baksınlar şu kocaman mahalle üzerine…

2. Kızıl bir aydınlıkta şaşırıp kaldı bunlar:


Ufak saksılar gibi görünüyor uzaktan,
Pencere camlarında kurutulan sabunlar...

3. Mademki aynı yükü sürüyecek her zaman:


Ne çıkar, çevirdiği dolabın kenarında
Şu bostan beygirinin gözünü bağlamaktan?..

4. Akşam Yedikule’nin gezer sokaklarında:


Kızıl bir şerit gibi yolların ucu yandı,
Güneş, yardı başını bir kal’a duvarında.

5. Bostan korkulukları sanki bir kahramandı,


Kuşlara bahsederken büyük tasavvurundan!
Sular olduğu yerde bir defa halkalandı:

Akşam, attı kendini Yedikule surundan

I. Biçim İncelemesi
Cevdet Kudret, 1928-1933 yılları arasında Türk şiirinde
“canlılık, samimiyet ve daima yenilik” ilkesini savunan Yedi
Meşaleciler edebi topluluğunun bir üyesidir. Sabri Esat Siyavuşgil,
Yaşar Nabi Nayır, Kenan Hulusi Koray, Vasfi Mahir Kocatürk,
Muammer Lütfi, Ziya Osman Saba gibi isimlerin bulunduğu bu
grubun hecenin 7+7 kalıbıyla sade bir dil kullanarak şiir yazma
anlayışı daha sonraki yıllarda yine Cevdet Kudret tarafından devam
ettirilmiştir.

15
“Yedikule’de Akşam” şiiri hece ölçüsünün 7+7=14’lü kalıbıyla
yazılmıştır. Oldukça sade bir dil kullanılmıştır. Nazım biçimi olarak
genellikle üçlükleri kullanan şairin bu şiiri 5 tane üçlük +1 tane tek
dizeden oluşur. Kafiye kullanılarak ses ahengi sağlanmıştır. Ayrıca /k/
sesi içeren kelimelerin sık kullanımı ile aliterasyon yapılmıştır. Kızıl
kelimesinin tekrarı ile gün batımı manzarası resmedilmeye
çalışılmıştır. Renkler ile görsellik yaratılmak istenmiştir. Şair adeta bir
tabloyu kelimelere dökmüştür. Cevdet Kudret’in, kendi şiirlerinin
başlıklarında akşam, gün, kuşlar gibi sözcükleri kullanması Ahmet
Haşim’in etkisinde kaldığı şeklinde yorumlanmıştır.

II. İçerik İncelemesi


Yedi Meşaleciler’e göre şiir ideolojik olmamalı ve siyasi
fikirlerin propagandası için kullanılmamalıdır. Bu nedenle bu gruba
mensup şairler “ölüm, yalnızlık, eşyaların insan psikolojisindeki yeri,
çocukluk, yaşadıkları kente ait izlenimler” gibi temalarda şiirler
yazmışlardır.
Cevdet Kudret, yaşamının büyük bir kısmını İstanbul’da
sürdürmüş ve kente duyduğu sevgiyi, kentin kendisinde bıraktığı
izlenimleri sık sık şiirlerinde dile getirmiştir.
“Yedikule’de Akşam” şiirinde İstanbul’un Yedikule semtinde
bir akşam vakti tasavvur edilmektedir. Şiirde akşam vakti Yedikule
Mahallesi’nin genel hali anlatılırken doğa varlıklarına, insana özgü
nitelikler atfedilmiştir.
Şiir “Güneş vurdu başını bir kale kemerine” diyerek
başlamaktadır. Bu ilk dizede güneş “başını taşa vuran bir insan”a
benzetilmiş ve batmakta olan güneşin ışınlarının surlar üzerine
yansıması ve bu esnada kuşların her akşam olduğu gibi surların
üzerine konduğu/oturduğu dile getirilmektedir. Bu ilk üç dizede
güneşin batmasına yakın bir zaman dilimi anlatılmaktadır.
Şiirin yazıldığı dönemin hayat şartlarıyla ilgili ipuçlarını ikinci
üçlükte bulabiliriz: Fakir bir mahalledir burası. Sabun oldukça değerli
bir üründür. Bugünkü gibi bol bulunmadığından erimesin diye

16
kullanıldıktan sonra güneşte kurutulur. Pencerelere asılan veya
pervaza bırakılan sabunlar bu amacı gösterir.
Üçüncü üçlükte geçen bostan beygiri ile bu bostanlardan
toplanan mahsulü taşıyan at arabalarından bahsedilmektedir. Atların
dikkati dağılmasın, sağa sola bakınıp arabayı devirmesinler diye
gözlerinin iki yanı kapatılır. Halk arasında “at gözlüğü” diye tabir
edilen kavram budur. Şiirde atın gözünün bağlanmasıyla bu gerçek
olguya işaret edilmek istenmiştir. Bu bölümde ayrıca çok bilinen
“Dolap beygiri gibi dönüp durmak” deyiminden de yararlanarak her
gün durmadan aynı yerde aynı işin yapıldığı anlatılmak istenmiştir. Bu
semtte aşağı yukarı her gün aynı şeylerin yaşandığı dile getirilmiştir.
Bu deyimle bir işin sürekli, devinimli olarak yapıldığı da
belirtilmektedir. Ayrıca bu bölüm her gün güneşin doğup batması,
sabahın akşama, akşamın sabaha dönmesi eylemiyle de tutarlı bir
anlatım göstermektedir.
Dördüncü üçlükte vakit biraz daha ilerlemiş ve güneş ışınlarının
kızıl gölgeleri sokaklardan çekilmeye ve etraf yavaş yavaş kararmaya
başlamıştır. Bu durum “Akşam Yedikule’nin gezer sokaklarında”
dizesi ile belirtilmiş ve akşam kelimesi kişileştirilmiştir. Yine burada,
güneş batarken yansıttığı kızıl ışıklarla sokakların bir şerit gibi alev
rengiyle kaplandığı anlatılmıştır. Şiirin ilk dizesinde güneşin “başını
bir kale kemerine vurduğu” belirtilmişti, burada ise “güneşin başının
yarıldığı” ifade edilmiştir. Başını taşa vuran kişinin başı nasıl
yarılacaksa kişileştirilen güneşin başı da aynı şekilde yarılmıştır.
Beşinci üçlükte, o yıllarda Yedikule semtinde sebze ekilen
tarlalar tasvir edilmiştir. Kargalar/kuşlar zarar vermesin diye insanlar
geçimlerini temin etmek için ekip biçtikleri bostanlara korkuluk
dikmişlerdir. Burada kişileştirilen bostan korkuluğu ile kuşlar
arasındaki ilişkiye de gönderme yapılmıştır. Bütün gün bostanları
koruyan korkuluklara kuşlar eşlik etmiş ancak akşam olunca
korkulukların tek dostu kuşlar bile onları terk etmiştir. Artık akşam
olmuş, güneş batmıştır. Kuşlar surdan veya bostandaki korkuluklardan
hava kararınca havalanmış ve denizin üzerinden geçerken denizde bir
dalgalanma olmuştur. Burada “bir defa dalgalandı” ifadesinden
kuşların o akşam son kez havalandığını ve oradan ayrıldıklarını

17
anlıyoruz. “Korkuluk, akşam, kuş ve güneş” kavramları
kişileştirilmiştir.
En son dizede ise akşamın gelmesi, “kendini surdan atan bir
insan” benzetmesi ile karşılanmıştır. Bu noktada Yedikule surlarının
Osmanlı döneminde cellatların icraat yeri olduğunu da söylemek
gerekir. Yedikule zindanlarından dolayı o muhit uzun yıllar ölüm
mekânı olarak anılmıştır. Akşamın olmasının, kendini surdan atan
insana benzetilmesi bu gerçek olgu ile de ilişkilidir.
Cevdet Kudret bu şiirinde benzetme ve kişileştirme gibi söz
sanatlarından ve imgelerden faydalanmıştır.
Cevdet Kudret’in bu şiirinde Ahmet Haşim’in “Bir Günün
Sonunda Arzu” ve “Merdiven” şiirlerine imgesel açıdan gönderme
yapılmaktadır. İki şiir arasında ifadesel açıdan benzerlikler
bulunmaktadır. Ahmet Haşim’in “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirinde
yer alan “Altın kulelerden yine kuşlar” dizesi ile surların üzerinde
durup hava kararınca havalanan kuşlar benzetmesi yapılmıştır. Benzer
bir şekilde Cevdet Kudret’in bu şiirinde “Kuşlar yine bu akşam surlara
otursunlar.” ifadesi kullanılmıştır. Haşim’in “Merdiven” şiirinde
“Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” dizesi yer alırken
“Yedikule’de Akşam” şiirinde “Akşam Yedikule’nin gezer
sokaklarında / Kızıl bir şerit gibi yolların ucu yandı” denmektedir.
Görüldüğü gibi Cevdet Kudret kendisinden daha önce yazılmış bir
şiirde kullanılan imgelere gönderme yapmıştır.

KAYNAKLAR
Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul 2004, s.
264-265.
Mehmet Behçet Yazar, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı,
İstanbul1938, s.115-126.
Mehmet Can Doğan, Yedi Meşale, Ankara 2012.

18
19

You might also like