You are on page 1of 614

ĠÇĠNDEKĠLER

1 - ÂDEM ĠLE HAVVA'NIN VÜCUDUMUZDAKĠ YERĠ


2 - ÂDEM ĠLE HAVVA'NIN YARADILIġI
3 - ÂDEM ĠLK ĠNSAN VE ĠLK PEYGAMBERDĠR
4 - ÂDEM RĠSALESĠ
5 - ÂDEMĠN YARADILMASI
6 - ALLAH BÜTÜN ĠNSANLARI ZATINA DAVET
EDĠYOR
7 - ALLAH VE MUHAMMED'Ġ NASIL GÖREBĠLĠRĠZ
8 - ALLAH'I NASIL BĠLMELĠ VE GÖRMELĠDĠR
9 - ALLAH'IN ĠNSANDAKĠ ZUHURU
10 - ALLAH'IN ĠNSANI MERKEZ ÜSSÜ OLARAK
SEÇMESĠ
11 - ALLAH'TAN HĠDAYET, PEYGAMBERDEN
ġEFAAT VE RĠRANDAN HĠMMET NE DEMEKTĠR
12 - ALLAH'A KUL OLMANIN VASIFLARI
13 - ARIYA VAHYOLUNMASI NE DEMEKTĠR
14 - ASHAB-I KEHF KISSASI
15 - AġK ATEġĠ NEDĠR
16 - ÂYETLERĠN ÂDEM VE ÂLEDE ZUHURU
17 - BAKARA SÛRESĠNĠN HĠKMETĠ
18 - BERZAH NEDĠR
19 - BĠSMĠLLAHĠRRAHMANĠRRAHĠM NE
DEMEKTĠR
20 - BU KÂĠNATIN ASLI BĠR NOKTADIR
21 - CENAB-I HAKK'I TENZĠH VE TEġBĠH NASIL
YAPILMALIDIR
22 - CENAZE NAMAZINDAKĠ 4 TEKBĠR NEYĠ
ĠFADE EDER
23 - CENAZENĠN YIKANMASI, KEFENLENMESĠ,
NAMAZININ KILINMASI VE GÖMÜLMESĠ NEDĠR
24 - CENNET VE CEHENNEM NEDĠR
25 - CĠN NEDĠR
26 - CUMA
27 - CUMA GÜNÜ ÜÇ DEFA OKUNAN EZANIN
MÂNÂSI
28 - CUMA NAMAZININ FARZININ ĠKĠ,
SÜNNETLERĠNĠN 8 REKAT OLMASNDAKĠ HĠKMET
NEDĠR
29 - DAVUD (A.S) VE SÜLEYMAN (A.S)'IN
HÜKÜMLERĠ
30 - DERVĠġ OLMAK
31 - DÖRT MELEĞĠN GÖREVLERĠ NELERDĠR
32 - DÛHA SÛRESĠNĠN TE'VĠLATI
33 - DÜNYA DERTLERĠNDEN NASIL KURTULUNUR
34 - EHL-Ġ BEYT
35 - EVVEL, AHĠR, ZAHĠR BATIN BENĠM
ÂYETĠNĠN SÛHÛDLARI

ÂDEM ĠLE
HAVVA‟NIN VÜCÛDUMUZDAKĠ YERĠ
Âdem(A.S.) Cennet‟te iken yalnız olarak, her nereye
dönerse dönsün“Allah” diyerek, mutluluk içinde
bulunuyordu. Bir gün başının ucunda bir kişi gördü. Sen
kimsin diye ona sordu.O da ben sana Cenâb-ı Hakk
tarafından verilmiş bir hayat arkadaşıyım dedi. Âdem‟de
ona senin adın Havva olsun diyerek, kabullendi. Havva
hayat sahibi demektir. Cenâb-ı Hakk onlara,bu Cennet‟te
yiyiniz içiniz fakat şu yasak meyveye yaklaşmayınız
diyerek,yasak koydu. Onlar da bir zamana kadar Cennet-
i Âlâ‟da yediler, içtiler, fakat o yasak meyveye
yaklaşmadılar. İblis ise Cennet‟ten kovulduğu için,Cenâb-
ı Hakk‟tan müsaade isteyerek, “Ya Rabbi senin kullarının
yoluna oturarak onları doğru yollarından saptıracağım”
dedi. Cenâb-ı Hakk da “Sen benim doğru kullarımı
saptıramazsın, eğri kullarım için seni bir imtihan vesîlesi
olarak, sana müsaade ettim”dedi.
İblis doğru Cennet‟in kapısına giderek,içeriye girme
formülleri aramaya başladı. Karşıdan yılan geliyordu. Ona
“Beni de Cennet‟e götür” diye dilekte bulundu. O da
“Seni herkes Cennet‟te tanır, ben seninle Cennet‟e
gidemem”dedi. İblis de“ Ben senin ağzının içerisine
girerek, senden gerektiği şekilde oradakilere konuşurum,
beni görmedikleri için, seni konuşuyor zannederler.
Dolayısıyla da beni ne görürler, ne de bilirler” dedi. Yılan
da “O zaman olur” diyerek kabul etti.
İşte, dünya ehli olan yılan ağzından, nefs-i emmâre olan
İblis insanın vücûd ülkesinde,insanın Cennet‟ine girmiş
olur. İblis doğru Havva‟nın yanına giderek,onu
kandırmaya başladı. “Ya Havva size Cenâb-ı Allah ne için
bu meyveyi yasakladı biliyor musunuz” dedi. Havva da
“Hayır” dedi.İblis de,siz ebedî Cennet‟te kalmayasınız
diye yasak koydu.Çünkü bu meyveyi yerseniz ebedîyen
Cennet‟te kalmanız zuhûr edecektir diye onu
kandırdı.Havva da buna kanarak, yedi fakat hiçbir şey
olmadı. Havva doğru Âdem‟in yanına gitti.Ona da “Bak
ben yediğim halde hiçbir şey olmadım. Sen de ye”
diyerek Âdem‟e de yedirdi. Âdem yiyince,bütün mahrem
yerleri açılıverdi.Âdem Cenâb-ı Hakk‟ın Zâtının, Havva
da Cenâb-ı Hakk‟ın sıfâtının sembolüdür.
Âdem akl-ı küll, Havva ise nefs-i küll tecellîsidir.Aklı
temsil eden Âdem nefsi temsil eden Havva‟ya ve
Havva‟daki nefsi emârenin arzu ve isteklerine
uydu.Dünya arzu ve isteklerini temsil eden yılanla
beraber,nefsi emâreyi temsil eden İblis birlikte hareket
ederek, nefs-i küll mazharı olan Havva‟yı tesir altına alıp
akl-ı küllü temsil eden Âdem‟i de Havva‟ya
uydurdular.yılan, ki dünya arzu ve istekleridir, bu
isteklerle birlikte akıl ve irâdenin,emmâre nefse
meyillenmesi, Âdem‟in yasak meyve olan, benlik
devresine girmesine vesîle olur. Havva, yediği halde bir
şey olmaması; aklın bir şeyi kabullenip,kalbin tasdik
etmesi, Âdem‟e yedirmesi demektir. Âdem‟e yedirmeden,
onda hiçbir değişiklik olması mümkün değildir. Zâhirde
bile,bir kişi başka bir kişiyi öldürmek istese, onun bu
isteği fiile dökülmediği müddetçe ceza görmez.Şühûd ve
müşâhede olmadan bir kişi ilimle, kendi varlığını Hakk‟a
verdim derse, kendinde tecellî eden Allah‟ın Vahdâniyyet
zuhûrunu, kendine nisbet edip “Ene” diyerek şirk
işleyeceğinden, Cennet‟ten çıkarılır. Zira Hakk‟a nisbet
edebilmesi için şühûd ve müşâhedesi olması lâzım idi.
Olmadığı için,Tevhîd Cennet‟inden çıkarılarak, süflîyyât
vâdisine geri dönmüş olur.
Cenâb-ı Allah “Ya Âdem, yasak meyveye yaklaşmayın
dediğim halde ne için o yasak meyveye yaklaştınız, diye
sorduğunda, Âdem hatasını anlamış ve “Nefsime
zulmettim” demiştir.
Böylece, Âdem ile Havva Tevhîd Cennet‟inden çıkarıldılar.
Âdem Serendip adasına Havva da Cidde‟ye gönderilerek
yeryüzüne indirildiler. Yetmiş yıl Rablerine tövbe ettiler.
Bir kişi Tevhîd zevklerinden, nefs-i emmâresiyle
uzaklaşırsa, yedi sıfat-ı subûtiyesinin beş zâhir ve beş
bâtın duygusu ile, 70 yıla tekâbül eder. Nedâmet
duyarak tövbe ederse, eski Tevhîd zevkine dönmesiyle
Allah tarafından, tövbesi kabul edilmiş olur. Yoksa,
Serendip adası Hindistan‟da, Cidde de Suudi Arabistan‟da
bir yer. Zâhir olarak, o zamanın vasıtasız ve bilgisizliği
göz önünde bulundurulacak olursa gelmenin ve gitmenin
mümkün olmadığı anlaşılmış olur.Âdem ile Havva‟yı,
Allah(C.C.)Arafat‟ta birleştirdi. Yani Vahdet zevki halinde,
ilimle değil şühûd ve müşâhede ile, kendilerindeki
Hakk‟ın zâhir oluşuna şahitlik yaptılar. Hakk‟a ârif olarak
Arafat‟ta, kendilerinin hiçbir şeyi olmadığını ,her tecellînin
Hakk‟ın tecellîsi olduğunu şühûd ettiler. Oradan
Müzdelife‟ye indiler. Âdem ile Havva birbirlerini çok
seviyorlardı.Hz. Muhammed onların nikâhını Müzdelife‟de
kıyarak evlendirdi.
Yani, zât ile sıfat, vücûd olan Muhammed mazharından
başka bir yerde yaşantısına devam edemeyeceğine göre,
onların nikâhını Hz. Muhammed kıydı denilmektedir.
Âdem ile Havva evlendikten sonra, bu vücûd ülkesinde
zât ve sıfat olarak Muhammed zuhûru ile, evlilikleri
devam edegelmektedir. Yeter ki bizler, Tevhîd zevki ile
zevkiyâb olalım. Yoksa o gün,bu gündür. Aksi takdirde
bizler de Vahdâniyyet Cennet‟inden çıkarılanlardan
oluruz. İkilik yeri olan bu arzda, yedi sıfatımızın (sıfât-ı
subutiyye) Cenâb-ı Hakk‟ın Âdem‟deki tecellîlerini şühûd
edesiye kadar o Tevhîd Cennet‟ine girmemiz mümkün
değildir. Pişmanlık ve canla başla çalışma sonunda
süflîyyât vâdisi olan vehim, hayâl ve vesvese gibi bizleri
Hakk ve hakîkatten uzaklaştıran her şeyden
kurtulduğumuzda, bu lütfa mazhar oluruz. Yoksa,
perişan bir vaziyette arzın üzerinde şaşkın şaşkın
yaşantımızı tamamlamış oluruz. Burada ikilikten kurtulup
mutluluğa eremeyenler,şunu iyi bilsinler ki âlem-i
âhirette de, mutluluğa eremeyeceklerdir.
Âdem ile Havva sırrını gönül âleminde
yaĢayamayan, nasıl olur da âhirette, Âdem ile
Havva‟yı lâtif vücûd ile zevk edebilirler. Cenâb-ı
Hakk bütün kardeĢlerime bu zevkleri ihsân etsin.
Âmin.

ÂDEM ĠLE HAVVA‟NIN


YARATILIġI

Adem yok demektir. Fakirlik veya kendi varlığı


olmayanlara adem denilir. Hakk‟ın, ademden kemâlâtı
ile Rahmâniyyet sıfatının Hüviyyet ve Eniyyet yüzünün
açığa çıkmasına Âdem denilmektedir.Bütün varlıklarda
Allah‟ın tecellîsi vardır.Fakat nâkıstır. Âdem‟de ise tecellîsi
tamdır. Onun için“halifem” denmiştir. İnsan kelimesi ile
Âdem kelimeleri kemâlât mertebesinde aynı anlama
gelir. Tin Sûresi 4.âyetinde “Biz insanı en güzel
biçimde yarattık” buyrulmuştur. “Allah Âdem‟i
kendi sûreti üzerine halk etti” (H.ġ.)‟i bizlere
Âdem‟in yüceliğini sergilemektedir. Buradaki sûret, şekil
değildir. Allah‟ın sûreti, sıfatlarıdır. İşte kemâlât sıfatı
olarak Âdem‟i halk etti demektir. Onun için,Niyazi-i Mısrî
Hazretleri bir ilâhisinde şöyle buyurmuşlardır:

“Hakk‟ı istersen yürü insana bak


ġems-i Zât yüzünde rahĢân eylemiĢ
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zât-ı Rahmân Ģeklini insan eylemiĢ.”
Onun için bizler Allah‟ın Zâtını düşünmeyiz. Fakat
mukayyed olan bu âlemde bütün sıfatlarından Zâtını
ilâneden ve câmi‟-ül esmâ‟ sahibi olan Âdem‟in sırlarını
öğrendiğimizde Hakk‟ı ve hakîkati de zevk etmiş oluruz.
Âdem‟in yaradılışı, Mekke şehrindeki Numan vâdisinden
melâike-i kirâmdan Azrail (A.S.) tarafından çamuru
alınarak Allah‟ın cemâl ve celâl elleriyle yoğrulup insan
sûretinde meydana getirilmiştir. Üç yüz sene ateşte
pişirildikten sonra tam Rubûbîyyet halinde hazır olduğu
görülünce“ve nefahtü fihi min rûhi”âyeti gereğince Rabbi
tarafından ona rûhundan bir rûh üfürülmüş olur. Kız 9
ay, oğlan ise 9 ay 10 gün anne karnında kaldıktan sonra
dünyaya ayak basmış olacaktır. Zâhirde de böyle değil
midir?
Birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde bir çiğnemlik
et parçası,üçüncü 40 günde yani 120 gün sonra el ve
ayaklar teşekkül ederek anne karnındaki çocuk nasıl
hareket ettiği biliniyorsa, aynen mânâda da esfel-i sâfilîn
olan bu dünya içinde hayvani bir yaşantı ile yaşarken,
Azrail olan İnsan-ı Kâmil mazharından gayriyetimizi
öldürerek teslimiyet ve edep toprağı ile ilim suyunu
karıştırarak, dâimî zikirle bizi her nefes yoğuruyor. Ona
layıkiyle kul olacağımız anlaşılınca üç yüz yıl olan ef‟âl
yüzü, sıfat yüzü ve zât yüzleriyle pişiriyor. “Kalbler zikirle
mutmain olur.” âyeti olmadan pişirme fırınına konmaz.
Bu üç yüzyıl da piştikten sonra, ilim sahibi olan Allah,
ma‟lûm olan bizim,kıvama geldiğimizi,emaneti
kaldırabileceğimizi görünce, rûhundan bir rûh
üfürecektir. İşte o zaman o sâlikte anne karnındaki çocuk
gibi hareketler başlayacaktır. Çocuk kız ise 9 ay yani
9 şühûd hali ile veled-i kalbin tecellîsi, oğlan ise 9 şühûd
ve 10 duygu zevkleri ile veled-i kalb yani kalbin
oğlu zuhûr edecektir.Âdem ancak bu saydığımız nefs
âlemi olan fenâ-i tam olmadan Âdem olarak
görünmeyecektir. Fakat ilk insan, Rûhullah (Allah‟ın
rûhu) olarak kişide kemâlâta geldiğinde kemâlât
tecellîleriyle bu sûret ve şekillerden kendini ilân edip
görünmeye başlayacaktır. Onun için insanlar üç sınıftır:
1 - Sûrette insan sîrette hayvan
2 - Sûrette insan sîrette nâkıs
3 - Sûrette insan sîrette de insandır
Kemâlât ve Rahmâniyyeti ile câmi‟-ül esmâ olarak
Rabbimin tek göründüğü yer insan mazharıdır. Bütün
âlemi kendi inhisarı altında cem etmiş olduğu için ona
insan denilmiştir. İbrahim Hakkı Hazretleri “Ey kiĢi sen
âlem-i kübrasın. Kendine dikkatle bak. Cennet de
sende Cehennem de sende, Sırat da sende Mizan
da sende. Sen ceseden küçük bir varlıksın ama
manâda bütün 18 bin âlem sende
toplanmıĢtır.” buyurmuşlardır.
Şu halde sûret olarak görülen bu tene Âdem denmiyor.
Yok mânâsına gelen Adem mazharından, Allah‟ın kemâlât
ve Rahmâniyyetini sîret yönü ile zuhûra gelen ve Allah‟ın
Rûhullah zevkine sahip olan o Vahdâniyyet zuhûruna
Âdem denilmektedir. Âdem bu sırlara sahip iken
yalnızlıkta canı sıkıldığı için Allahü Teala ona hayat
arkadaşı olarak Havva‟yı verdi. “Sen kimsin ”diye
sorduğunda“ Ben sana arkadaş ve dost olarak Allah
tarafından lütfedildim” dedi.Çünkü lâtif olarak rûh
sıfatlardan elbette tecellî etmek isteyecektir. Sıfatlar
olmazsa rûh nasıl kendisini ispat etsin, ilân etsin. Onun
için Âdem‟e de sıfat olan Havva validemiz ihsân edildi
.Çünkü Allah “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi
murâd ettim. Bu halkı yani sıfatlarımı halk ettim”
demekle, Âdem‟den de Havva‟yı zuhûra getirerek neslin
çoğalması dâimlik tecellî etmesi içindir. Allahü Teala Zât
iken Muhammed sıfattı ve Muhammed aynasından
kendinin her an ayrı bir şe‟nde tecellîlerini seyrettiği gibi,
Âdem de zât, Havva sıfat olarak Havva aynasından her
türlü tecellîsini zuhûr ettirmekte ve seyretmektedir.
Şu halde Havva ile Âdem olmasa âlem de olmayacaktı.
Bu âlem, sîret olan Âdem‟in sûret olan yani sıfat olan
Havva‟dan tecellîsinden ibarettir. Allahü Teala
cümlemize Âdem ile Havva‟nın sırrının, zât ile sıfat
sırlarının aynısı olduğunu,zerreden kürreye kadar her
şeyde her an ayrı ayrı tecellîlerini, çoğalmasını şühûd
ederek zevk ettirmek nasîb etsin. Âmin.

ÂDEM ĠLK ĠNSAN VE ĠLK


PEYGAMBERDĠR

Âdem(A.S.)yaratıldığında, bu günkü gibi can kavmi ve


cin kavimleri de vardı. Fakat onların arasında insanlığını
bulmuş Âdem yok idi. Rahmân Sûresi1,2 ve 3.âyetlerde
“Rahmân olan Allah Kur‟ân‟ı tâlim etti ve insanı halk etti”
buyrulmaktadır. İşte Rahmân olan Allah,bir Mürşîd-i
Kâmil mazharından, senin ve benim gibi bu toplumların
içindeki sâliklere nefis kitabını tâlim ederek, isti‟dâdı
olanlara insanlığını buldurdu. Yani ilk Âdem olarak
yaratılmış oldu.Âdem demek insan demektir. “Allah
insanı kendi sûreti üzere halk etti.” buyrulmuştur.
(Allah‟ın sûreti sıfatlarıdır.) İnsan da Cenâb-ı Allah‟ın
Hüviyyet ve Eniyyet yüzlerini kendi inhisarı altında
toplayan mazhar demektir. Dolayısıyla insanın
yaratılması Âdem‟in yaratılması olmuş oluyor. Bir kişi bir
gün denizin kenarında oturmuş, engin denizi
seyrederken, arkasından bir arkadaşı gelerek ona ne
yaptığını sormuş. O da “Denizdeki gelen dalgaları
sayıyorum. ”demiş. Arkadaşı “Denizde ne kadar dalga
varmış?” diye sorduğunda, “Evvelkileri sayma, bu gelen
bir” demiş. Onun için bu güne kadar,milyonlarca bu
âlemden nice Âdemler gelmiş ve geçmiştir. Fakat sîret
yönünden Âdemliğini bulamadıkları için, Rahmân
tarafından halk edilen Âdem ilk olur.Mısrî Niyazi Hz. leri:

Âdemliğini her kim buldu ise odur Âdem


Yoksa görünen sûret bir gölge imiĢ ancak
Buyuruyor.
Sûreti Âdem olup da, içi hayvan olursa o kişi bir cismin
gölgesi gibidir. Güneş bâtınca gölge diye bir şey kalmaz.
Onun için insan üç çeşittir.
1 - Sûrette insan sîrette hayvan
2 - Sûrette insan sîrette nâkıs (henüz insanlığını
bulmamıĢ)
3 - Sûrette insan sîrette de insan. ĠĢte Âdem
budur.
Cenâb-ı Allah Âdem‟i bizlere tanıtırken, bizlerin bildiği
gibi sûretteki Âdemleri değil, sûret ve sîrette Âdemliğini
bulmuş, Cenâb-ı Hakk‟ı Hüviyyet ve Eniyyet kemâlâtıyla
zuhûra getiren Âdemden bahsetmektedir. İşte bu
Âdemliğini bulmuş Âdemler de, ister vücûd ülkesinin ilk
peygamberi diyelim, isterse kendine tâbi olan,
inananların peygamberi diyelim, her ikisine de ilk
peygamber olmuş oluyor. Tevhîd içinde de,ilk
peygamber mertebesi,Âdem olduğu için ilk peygamber
denmiştir.
Peygamberlerin: 1-Fetânet 2- Sıddıkiyet 3-İsmet 4-
Emanet 5-Tebliğ hasletlerinin kemâlâtına sahip
olmasıdır.Bu da Âdemden başlamaktadır. Ondan sonra
diğer peygamberler sırası ile mertebelerde zevk
edilir.Kur‟ân-ı Kerîm‟deki zikredilen 28 peygamber 28
Kur‟ân'daki harflerin karşıtları olduğu gibi,merâtib-i
İlâhiyede 28 İnsan-ı Kâmil mertebesine kadar tahsilde,
Âdem olan safiullahtan,Cenâb-ı Hakk‟ın„ habibim dediği
Resûlullah'a kadar 28 mertebede tahsil edilmektedir. Şu
halde, bir kişinin insan-ı asliyyesini bulabilmesi için
evvelâ bir İnsan-ı Kâmilden kendi Kur‟ân‟ını tâlim etmesi
lâzımdır.Sonra Âdem olarak halk edilmiş olacaktır. Sonra,
Rahmân Sûresi 4.âyette buyrulduğu gibi, ümm-ül kitâb
olan insan kuranını beyan etmesi için onun canlı bir
Kur‟ân, yani peygamber olması demektir.Çünkü
peygamberlik ikidir.
1 - Nübüvvet-i teĢriye
2 - Nübüvvet-i risâlet
Nübüvvet-i teşriye demek, peygamber vârislerinin
sonsuza kadar ümmet-i Muhammed'e Cenâb-ı Hakk‟ın
emir ve yasaklarını Hz. Muhammedin terazisiyle tebliğ
ediyor demektir.
Nübüvvet-i risâlet ise Hz. Muhammed son peygamberdir
ondan sonra hiçbir kitaplı risâlet peygamberi
gelmeyecektir. Fakat teşriye peygamberi olan evliyalar
gelip durmaktadır.Ve gelecektir de. İşte bizlerin anladığı
gibi ilk Âdem ve ilk peygamber şekliyle değil, ilk insan
olarak yaratılması ilk Âdem oluyor.Ve ilk peygamber de
yine ilk irşâd etme yönüyle ilk peygamber olmuş
oluyor.Şu halde,Rahmân Sûresinin başındaki âyetlerde
ifade edildiği gibi,Rahmân olan Allah,evvelâ, şu anda da
mevcut oldukları gibi, can kavmi,cin kavmi, ins olan
henüz Âdemiyetini bulamamış olanlara Kur‟ân‟ı tâlim etti.
İnsanı böylece yaratmış oldu. Âdemliğini bulan bu kişiye
de sonra Kur‟ân‟ı beyan ederek peygamberlik ihsân
edilmiş oluyor.

ÂDEM RĠSALESĠ

Âdem henüz Âdemliğini bulmadan hangi merhalelerden


geçerek Âdemiyetini buldu. Yaratılan varlıkların en yücesi
olarak, Tin Sûresi âyet 3“Biz insanı en üstün
yarattık”sözünü bizlere ne zaman bildirdi. Âdemiyet
sırrına her kişi ulaşabilir mi. “Kur‟ân eĢittir
insana” (H.Ş.) gereğince, canlı Kur‟ân olan Âdem
kitabında:
1 - ġeriat
2 - Tarîkat
3 - Hakîkat
4 - Mârifet
Merdiven basamaklarındaki, kişinin tahsilini dilimin
döndüğü kadar anlatmağa çalışacağım.
Adem demek varlığı olmayan, yok demektir.Âdem
ise,işte o kendine ait varlığı olmayan mazharda, Cenâb-ı
Hakk‟ın Hüviyet ve Eniyetini kemâlâtıyla cem edip zuhûra
çıkarma mazharıdır. Âdem kelimesi kul kökünden
gelmektedir. Onun için, Âdem‟de iki yön vardır:
1-Et ve kemik yönü olan Eniyyeti ki fânidir. Dâima
tebdilâta tâbi olup durmaktadır.Bugün var yarın yok olur.
Rûhumuzun taşıyıcısı, hammalıdır. Günü gelince, görevini
tamamlayıp, bedenlerin çöplüğü olan beden
kabristanlığına defnedilir.Zamanla cemâdâtta görevini
bitirdiğinde, teşriye yönü ile nebâtâta geçer. Oradan
hayvânâta, oradan da insan varlığına intikal ederek devr-
i dâim eder. Her bir mertebeden diğerine geçerek
binlerce sene kalıp, milyonlarca parçalara ayrılarak
yoluna devam eder. Bu dünyanın ağırlığı yaradılışında,
1000 kg. ise, bu günde aynı ağırlıktadır. Ne bir kilo
fazlalaşmış,ne de bir kilo eksilmiştir.
Cenâb-ı Hakk Âdem‟i yaratacağı zaman, Cebrail‟e,
İsrafil‟e ve Mikail‟e, Mekke‟nin Numan vâdisinden, bir
avuç Âdem‟in çamurunu getirmeleri için emir vermiştir.
Onlar getirememişler. Bu sefer Azrail‟e aynı emri vermiş.
Azrail ise hiçbir yalvarışa aldanmadan ,bu Âdem‟in
çamurunu getirmiştir.Cenâb-ı Allah, celâl ve cemâl
elleriyle, Âdem‟in kalıbını yaratmış ve kalan çamurla da
hakîkat şehrini yaratmıştır. İşte bunlar hep şifreden
ibarettir. Ârif olanlar, bu ifadelerin söylendiği gibi
olmadığını bilirler. Beş duygumuzla algıladığımız bu zâhir
zevklerin olmadığını, ancak hiss-i müşterekimiz olan bu
manevî duygularla zevk edilmesi mümkün olduğunu
anlamış olurlar. Çünkü dünya âlemine, unsuriyetimizin
gelmesiyle, bu âlemin âlet ve edavatı olan 5 zâhir
duygumuz da, bizlere ihsân edildi. Bu beş zâhir duygu
da,bu âlemden, âlem-i Âhirete intikal edilesiye kadar,
görevini yapacak, ondan sonra onların da görevi bizlerde
sona erecektir.
Âlem-i Âhirette ise, bâtın olan 5 duygular görev
yapacaktır. Dünyada iken,ölmeden evvel ölmüş âriflerin,
kuş dilini anladıklarını, fakat bu hislerden mahrum
olanların,ne kuş dilini ne de bu hislerden haberdar
olmadıklarını her gün görmekteyiz.
2-Rubûbîyyet yönü, Araf Sûresi âyet 172 “Âdem
oğullarının zürriyetlerini arkalarından çıkartarak,
nefislerini Ģahit tutup,biz sizin Rabbiniz değil
miyiz dedik.Evet Rabbimizsin Ģahit olduk
dediler.” İşte bu Rubûbîyyet (Terbiye ve irşad etmesi)
yönü ile bir kamilden insani asliyesini öğrenir.kişi akıl
baliğ olduğunda, Rabbini idrâk edip bu dünya bataklığı
olan esfel-i safilinden kurtulmağa başlayacaktır. Bedenin
akil baliğ olması 13-14 yaştır. Fakat insan, rûhen bu
yaşlarda Rabbini idrâk edemiyorsa o kişi bedensel olarak
akil baliğ olmuş, fakat rûhen daha Rabbini idrâk
edebilecek bir durumda olmadığı için, akıl baliğ
olmamıştır. Dolayısıyla da îmân edemez. Kişi rûhen, ister
40 ister 50 yaşlarında olsun bunu kabul edebilirse, işte
onun akil baliğ olması o zamandır. Bu kişideki kabulleniş,
onun artık Âdemiyetinin sırrını öğrenme yolculuğuna
başlaması,bir Mürşîd-i Kâmil mazharından Rabbinin
çağırması ile olacaktır.
İşte o Mürşîd-i Kâmile biat etmek için diz dize geldiği an,
onun elest bezmidir. Çünkü henüz daha kendini bilmeyen
bir kişi doğmamıştır ve Rabbi tarafından o andan itibaren
yaratılmaya başlanacaktır.İşte zâhir olarak Araf Sûresi
âyet 172 deki “Ben sizin Rabbiniz değil
miyim” sözünün ispatı, bir Mürşîd-i Kâmil önünde
yapılmış oluyor. İrşâd ve terbiye olmak istemeyen bir
kişinin, kâmil huzurunda ne işi var. Onun hâl ve kâl lisanı
ile bunu,kâmilin huzurunda göstermesi,
îmânını göstermiş oluyor. Bizler Âdem deyince, yalnız
sûret yönü ile herkese Âdem gözü ile bakmaktayız.
Cenâb-ı Hakk, Kur‟ân-ı Kerîm‟inde, herkese Âdem veya
insan demiyor.
Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde:

“Kim ki Âdemliğini buldu odur Âdem,


Âdemliğini bulmayan hayvandır ancak” demiştir.

Şu halde Kur‟ân'ın tabiri ile:


1 - Nas ( insan toplumları )
2 - Ġns ( nâkıs olan, eksik kiĢiler )
3 - Ġnsan (sûrette de,sîrette de Âdemiyetini
bulmuĢ, Âdemiyet sırrına vâkıf olanlar) dır.
Onun için
1 - Sûrette insan fakat sîrette hayvan olanlar
2 - Sûrette insan,sîrette nâkıs olanlar eksik kişiler
3 - Sûrette insan olduğu gibi sîrette de,insan-ı asliyesini
bulan Âdemlerdir.
Âdem bu kâinatta, en son erişilmesi gerekli olan
bir varlıktır. Çünkü, cemâdât, nebâtât ve hayvânâtta
olmayan yüce hasletler bu insan dediğimiz Âdemde
mevcuttur. Bu âleme gelesiye kadar yarım devir yapan
bu insan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri gibi
merhalelerden geçerek, insanlığını bulmaktadır. Bu gün
can kavmi, Cin kavmi, İns kavmi kimlerdir. diye soracak
olursanız;
Can kavmi:
Yiyip içen ve yalnız nefsi için yaşayan,Hakk ve hakikattan
tamamen uzak inançsız toplumumuzdaki kişilerdir.
Cin kavmi:
Cin kavmi ise iki bölümde müteala edilmektedir.
1 - Süfli Cin kavmi
2 - Sünni Cin kavmi

1 - Süfli Cin kavmi:


Bunlar şeytan meşrebli, başkalarının daima kötülüklerini
düşünen ve onun bunun çukurunu kazan kimselerdir.
buna vücut ülkemizde Nefsi emmare kavmide diyebiliriz.
2 - Sünni Cin kavmi:
Bunlar taklidi bir iman sahibi olmaları nedeniyle her ne
kadar ibadet ve taat yapsalarda, bir türlü süfliyet vadisi
olan vehim, hayel, vesvese vadisinden kurtulamayan
kişilerdir. yoksa zan ve hayellerimizde yarattığımız gözle
görülemiyen latif ayrı birer varlık değillerdir. bu latif
varlıklar tecelli ettiği mazharlarda, fiilleriyle kendilerini
Arif olan kardeşlerimiz tarafından daima günümüzde
görülmektedir. bunlar iman etmiş, hatta içerlerinde
şeklen Hacı Hoca gibi isim almış müsliman bildiğimiz
kişilerde mevcuttur.
Ġns kavmi:
Can ve Cin kavim mertebelerini geçerek, bir Mürşidi
kamile tabii olarak, tevhid tahsiline başlamış, fakat henüz
eksikliklerini tamamlayarak İnsanlığını yani Âdemliğini
bulmamış tevhid yolcularıdır. Cenabı Allah siz
bildiklerinizle amel edin Allah size bilmediklerinizi
öğretecektir. buyurmaktadır. işte bu İns kavminden
sonra İnsanı asliyesini bilenler, bundan sonra ancaksın
insan olarak yaratılmış olacaklardır. Rahmân Sûresi 1. ve
2. âyetlerde “Rahmân olan Kur‟ân‟ı tâlim etti”
buyruluyor. Peki kimlere tâlim etti? Elbette henüz daha
insanlığını bulmayan,can kavmi, cin kavmi ve ins
kavimleri gibi çeşitli îmân seviyesinde bulunan eksik
olan kişilere tâlim etti.
Rahmâniyyet,Cenâb-ı Allah‟ın kemâlât sıfatı olan Mürşîd-
i Kâmillerdir.kişiler bu tahsille insanlığını bulmuş
olacaktır. Yoksa,sûrette insan, sîrette hayvan kalınmış
olunur. Rabbinin terbiye etmesiyle, insan-ı asliyesini
öğrenen bir sâlik, nefsini tanımıştır. Nefsini bilen ise
Rabbini bilir. O kişi nefsine ve Rabbına ârif olmuştur.İsra
Sûresi 85.âyette: “Bir de sana rûhtan sorarlar. De
ki: Rûh Rabbimin bir emridir.” buyruluyor. Peki,
irşâd ve terbiye eden Mürşîd mazharından Rabbimiz bize
ne emir vermektedir. Bunu kendimize sorduğumuzda,
hadisât dediğimiz bu âlem ve Âdemde, Cenâb-ı Allah‟ın
üç tecellîsi olan, ef‟alini, sıfatlarını ve Zâtının
öğrenilmesini emrettiğini görmekteyiz. Şu halde
kendisindeki rûh, bu üç tecellî imiş. Zaten kişinin kendi
insan-ı asliyyesini tahsil etmesi demek, kendi diye bildiği,
Cenâb-ı Hakk‟ın varlığı olan bu tecellîleri, bilmesi,
görmesi ve O‟nunla O olup yaşamasından ibarettir. Hem
“la havle vela kuvvete illa billahil aziym” diyoruz. Yani
“kuvvetim ve kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya
Rabbi ”diyoruz, hem de kendimize nisbet ediyoruz. Bu
şirk olmuyor mu? Elbette şirk olmaktadır. Bunu söylemek
çok kolay. Fakat bu merdiven basamaklarını, teker teker
çıkarak, menzile varıp Âdemiyeti bulmak çok zordur.
Sabırla birlikte“mutlaka elde etmeliyim ”diye azim
gereklidir.
Bu kişilerin bedeninde taat, nefsinde boyun bükmek gibi
küllî teslimiyet olmalıdır. Bu kurbiyet onların kalbinde,
huzur ve mutluluk meydana getirecektir. Bu huzur
vâdisinde bulunanlarda, rûhanî şuhûd olacağından, daha
bu âlemde iken Cennet içinde yaşama imkânına
kavuşmuş olacaklardır.
Bu kâinatta, bütün varlıklar, gayriyet vâdilerinden Âdem
meyvesi olabilmesi için, koşu halindedirler. Çünkü bu
kâinat ağacının meyvesi Âdemdir. Kim Âdemiyetini
buldu, işte onlar murâdlarına erdiler. Kimler bulamadıysa
yolda dökülenler oldular. Tarlaya ekilen bir meyve
çekirdeği bile meyve haline dönüşesiye kadar ne
merhaleler geçirerek meyve olmaktadır. Aynen bunun
gibi, bahçıvan olan Mürşîd-i Kâmilin, sâlik olan kişilerin
gönül tarlasına ektiği, Âdemiyet tohumu, bir çok ibtilâ
merhalelerinden geçerek, Cenâb-ı Hakk‟ın kul
mazharındaki üç tecellîsinin, Rûhullah haline
dönüşmesidir. İşte Âdem‟in yaratılma yeri burasıdır.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Bakara Sûresi 30.âyet-i
kerimesinde “Rabbin meleklere, „ben yer yüzünde
bir halife yaratacağım demiĢti. Melekler de, biz
seni hamdinle tesbih ve noksanlardan tenzih
etmekte olduğumuz halde, orada fesat çıkaracak
ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın demiĢlerdi.
Allah: ben sizin bilmediğiniz Ģeyleri bilirim
buyurdu.” Buyruluyor. Bu hitap henüz daha Âdemiyetini
bulmamış sâlik durumundaki melekleredir.
Mürşîd-i Kâmilin etrafındaki sâliklerin hepsi melek
durumundadır. Ayrıca, enfüsümüzde rûh âlemi, kalb
âlemi ve nefs âleminde bunların levhaları olarak sûretleri
vardır. Çünkü “Her Ģeyin hazinesi bizim
indimizdedir” buyrulmuştur. Her şeyin malûmatı
nisbetinde,Cenâb-ı Hakk‟ın tecellî ettiğini Hicr Sûresi
21.âyet bunu bize ispat eder. Onun için Âdem sırrı henüz
zuhûra gelmeden rûh, kalb ve nefs âlemlerindeki
sûretinin vücûdu, Allah‟ın meleklere “Ben yer yüzünde bir
halife yaratacağım” demesidir. Allah Âlim, kullar ise
malûmdur. Cenâb-ı Hakk, Âlimliği ile, nefs, kalb ve rûh
vâdilerindeki, sâliklerin hallerine vâkıf olduğu için, bir
halife yaratacağım demiştir. Melekler bu âlemdeki bütün
sırları bilemedikleri için, halifeliğe kendilerini daha uygun
görmelerinden mütevellit “Biz seni tesbih ve takdis
etmekteyiz” dediler. Melek durumunda olan bir sâlik de,
kendisinin üstünde olan kişilerin irfâniyetinden haberdar
değildir. Ama kendi mertebesinin altındakilerden
haberdardır. Onun için süflîyyâttaki nefs vâdisinde,
Âdem‟in fesat ve kan dökeceğini bildikleri için melekler
“Yer yüzünde, fesat ve kan dökecek bir kimse mi
yaratacaksın” demişlerdir. Cenâb-ı Allah da “Sizin
bilmediklerinizi ben bilirim” demiştir. Elbette her şeyin en
iyisini bilen Allah‟tır. Meleklerin Cenâb-ı Allah‟a karşı
böyle bir hitapta bulunmaları, onların itiraz etmeleri
anlamına gelmektedir.
Nefsten münezzeh olan melekler,Cenâb-ı Hakk‟ın yalnız
emirlerini yaptıkları halde, bu mevzuda neden itiraz
etmişlerdir?
Çünkü buradaki melekler, sâliklerin durumunu
arzetmektedir. Her sâlik Rabbine karşı kurbiyet
içindedir. Her ne zaman içlerinden bir halife seçildiğinde,
ondaki yücelikleri değil de, sûret yönünü görmesi
nedeniyle, süflîyyât vâdisi olan nefsine düşerek itiraz
eder. İşte Bakara Sûresi 31.âyette “Allah Âdeme bütün
isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip, eğer
sadıklardansanız bunların isimlerini bana haber verin
buyurdu” buyruluyor. Yani Cenâb-ı Allah “allemel esmâ”
olan bütün âlemlerin ismini Âdem‟in kalbine ilka etti.
Âdem, bütün esmâları ihâta eder. Nûr-i Muhammedi ve
esmâyı Âdem sûreti ile zâhir oldu.

Âdem dediğin el ayak baĢ değil.


Âdem rûha denir, sûret ile kaĢ değil
Ten, et ve deridir rûh onun serveridir
Hakk sırrıdır rûhsuz beden hoĢ değil.

Ahmet sen kendini Âdem sanma


Âdem sendeki özdür, söz değil.

Hz. Muhammed (A.S) mazharı Zâttır. Âdem ise,mazhar-ı


esmâdır. Nûr-i Muhammed‟in bu âleme zuhûru, Âdemle
olmuştur. Onun için, allemel esmânın tâlim edilmesi,
Âdem‟in rûhundan zuhûra gelmiştir demektir. Resûlullah
efendimiz, bir hadislerinde, (Evvelâ ma halakallahu
Rûhu) “Allah evvelâ benim rûhumu
yarattı” buyuruyor. Resûlullah efendimizin külli rûhu,
bütün 18 bin âlemde tecellî ederek esmâlar aldı. İşte bu
rûhu okuyabilenler, âlemlerin esmâlarını da okumuş
olurlar.Aslında rûh birdir. Parçalanma kabul etmez. Fakat
tecellî ettiği mazharlarda esmâ alır. Bakara Sûresi âyet
32 de “Melekler: seni tenzih ederiz. Senin bize
öğrettiğinden baĢka hiçbir ilmimiz yok. Muhakkak
sen her Ģeyi hakkıyla bilensin.Üstün hikmet
sahibisin dediler” buyruluyor. Çünkü, melek
durumunda olan bütün sâliklerin, ilm-el yakînlikleri,
onların şuhûd sahibi olduğunu göstermez. Âdemiyet
sırrına, rûhun şuhûd zevki ile mümkün olacağından,
vücûdlarında bu Âdemiyet kemâlâtsızlığının zuhûru
şuhûd zevklerine sahip olmadıklarının bir ifadesidir.
Allah‟ın Âlim ve her şeye lâyıkıyle hakim olduğunu
bilmeleriyle de teşbih etmişlerdir. Onun için daha evvel
halifeliğe bizler de lâyıkız dercesine itiraz eden melekler,
allemel esmâ hakkındaki bilgiyi Cenâb-ı Hakk isteyince,
zelil ve hakir olarak, mahcubiyetlerinden eksiklenerek
“Ya Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz bilemeyiz.”
dediler.
Cenâb-ı Hakk da Bakara Sûresi 33.âyette “Allah Âdeme:
„Ey Âdem eşyanın isimlerini, meleklere haber ver‟
buyurdu. Âdem de o isimleri meleklere haber verince,
Allah: “Ben size söylemedim mi, göklerin ve yerin gaybını
ben bilirim. Açıkladığınızı da, gizlediğinizi de elbette ben
bilirim ”buyurdu. Çünkü Âdem, Âdemiyet sırrını
kendi vücûd ülkesinde şuhûdla zevk etmiş idi. Bunu
meleklere tâlim et denmedi. Çünkü sîretteki şuhûd
zevkleri lütf-u İlâhiye‟dir. “Cenâb-ı Allah kimlere
hikmet vermiĢse, onlara pek çok lütuflar ihsân
eder.” âyeti bunun delilidir. Bundan sonra Bakara Sûresi
âyet 34 de “Âdem sizin ulunuzdur. Ona secde edin
denildiğinde, bütün melekler secde ettiler. Ancak
Ġblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi de
kafirlerden oldu.” buyruldu. Burada meleklerin secde
etmeleri, bedenimizin yerlere kadar eğilme secdesi
değildir. Bu secde, tâbilik ve teslimiyet secdesidir.
Meleklerin hepsi, tâbi olma ve teslimiyetlerini gösterdiler.
Fakat, İblis secde etmedi. Araf Sûresi 12. âyette “Allah
Ġblis‟e ben sana secde ile emretmiĢken, seni
secde etmekten alıkoyan ne idi?” buyruldu. “Ġblis
Ģöyle dedi: Ben Âdemden hayırlıyım. Çünkü beni
ateĢten yarattın,onu çamurdan yarattın” Ateş
yandıkça alevleri yükseldiği için bizlerde gurur ve kibri;
toprak ise, alçakgönüllü olmayı, her şeyi yerine göre
kabullenmeyi remzeder. Çünkü toprağa her ne atarsanız
atın hiç kabul etmiyorum demez.
Buna binaen Araf Sûresi 13.âyette “Allah
Ģöyle
buyurdu. Hemen in oradan, sana Cennet‟te
kibirlenmek gerekmez. Haydi çık. Çünkü sen hor
ve bayağı kimselerdensin” buyruldu.
Nefs olan kuvve-i vehimiye, rûhun aklı idrâkini bilemez.
Dolayısıyla da, Âdem‟in sîretini değil, sûretini gördüğü
için, zannındaki Allah‟a ben senden başkasına secde
etmem dedi. Çünkü Âdemdeki varlığın, Hakk‟ın varlığı
olduğunu bilemedi. İblis ezelden Vahdet nuruna perdeli
olduğu için, Cenâb-ı Hakk ona bu hasleti vermişti.
Böylece İblis huzurdan kovulanlardan oldu.
Âdem Cennet-i Âlâ‟da bir zamana kadar, yalnız başına
yaşadı.Yalnızlıktan canı sıkılmaya başladı. Her ne kadar
dâimî zikirle, Hakk‟tan gayri bir şey görmüyorsa da, bir
arkadaş arzu ediyordu. Bir gün uykudan uyandığında,
başı ucunda bir kadın gördü. Ona “Sen kimsin” diye
sordu. O da: “Cenâb-ı Hakk beni sana hayat arkadaşı
olarak verdi. ”dedi. Âdem de onun hayat sahibi olması
nedeniyle “Havva” dedi. Araf Sûresi âyet 19 “Ey Âdem,
ikiniz birlikte Cennet‟te yerleĢin. Dilediğiniz
nimetlerden bol bol yiyin. Ancak Ģu ağaca
yaklaĢmayınız ki, sonra zalimlerden
olursunuz” buyruldu.
Âdem ile Havva bir zamana kadar Cennet‟teki bütün
nimetlerden yiyerek Cennet‟te yaşadılar. Tevhîd
Cennetinden kovulan İblis ise boş durmuyordu. İblis
Rabbine yalvararak Araf Sûresi âyet 14 “Ya Rabbi bana
Kıyâmete kadar ömür ve mühlet ver dedi” Araf
Sûresi âyet15 “Allah da„sen mühlet verilenlerdensin
” buyruldu. İblis buna binaen âyet 16 da“ Yemin
ederim ki, insanoğullarının doğru yolunun üzerine
oturarak onlara vesvese vererek
saptıracağım” dedi. Cenâb-ı Allah da Âdem ile
Havvaya “ġeytan sizin açık bir
düĢmanınızdır” diyerek onlara ikazda bulundu.Buna
rağmen, İblis bir yolunu bularak yılanın ağzından,
Cennet‟e girerek onları saptırdı. Araf Sûresi âyet 20
de “Rabbiniz size Ģu ağacı yasak etmekteki
gâyesi, devamlı cennette kalmamanız
içindir.” dedi. “Ben sizin iyiliğinizi
isteyenlerdenim” deyip, yemin ederek onları inandırdı.
Âdem ile Havva da yasak meyveyi yiyince Araf Sûresi
âyet 22 deki ifade ile “yasak meyveyi yedikleri
zaman, ayıp yerleri kendilerine açılıverdi” Rableri
onlara “ben ikinize de bu ağacı yasak etmedim
mi” buyurdu. Onlar da “Ey Rabbimiz nefsimize
zulmettik Eğer bizi bağıĢlamaz ve bize merhamet
etmezsen, muhakkak biz ziyan edenlerden
oluruz.” dediler.
Bir kişi nefsin kötü sıfatlarından sakınıp, Hakk‟ın
sıfatlarını zuhûr ettiremezse, o zaman ziyan edenlerden
olur. Dolayısıyla da Tevhîd Cennetinden mahrum edilmek
üzere çıkarılır.
İşte bizler de, Âdem gibi Tevhîd Cennetinden çıkarılıp
çıkarılmadığımızı anlamak için:
1 - Vücûdumuzla Hakk‟a taatımızın yaklaĢımı
2 - Ef‟alde fenâ yaklaĢımı
3 - Sıfatta fenâ yaklaĢımı
4 - Zâtta fenâ yaklaĢımı yaptığımıza bakmalıyız.
Taatımız, Hakk‟a boyun büküp teslimiyetimizi, teslimiyet
ve kurbiyetimiz, kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu,
kalbimizdeki huzur da, rûhumuzdaki her tecellînin şuhûd
zevkini meydana getirecektir. yoksa, süflîyyât tecellîsi
olan gaflet, kişiyi vehim ve hayâl şeytanlarına dost
yaparak nefsânî isteklerine tabi kılacaktır.
Halbuki böyle kişiler kendilerini hidâyet bulmuş kişiler
olarak zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim ve
hayâlin vücûd ülkesindeki sultanı “zan” iledir. Zan ise iki
türlüdür:
1 - Su-i zann (kötü zan)
2 - Hüsn-ü zan (iyi zan)
Bu iyi ve kötü zanların her ikisine de itibar edilmez.
Âdem(A.S.)‟e Araf Sûresi 24.âyette “Bir kısmınız bir
kısmınıza düĢman olarak oradan ininiz. Yerde
sizin için, bir zamana kadar yerleĢip kalmak ve
yaĢamak var.” buyruldu. Âdem Serendip adasına,
Havva da Cidde‟ye indirildi. Âdem 70 sene Rabbine
yalvarıp tevbe etti. Çünkü Bakara Sûresi âyet 37“ Âdem
Rabbinden bir takım kelimeler aldı. O‟na yalvarıp
tevbe etti. O da tevbesini kabul buyurdu. Çünkü
tevbeyi çok çok kabul eden asıl esirgeyici
odur.” buyrulmuştur. 70 sene sonunda, Cenâb-ı Hakk
yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile Havva‟yı Arafat‟ta
birleştirdi. Sonra Müzdelife'de mânen nikahları Hz.
Muhammed (A.S.) tarafından kıyılmıştır.
İşte günümüzde de, nefs terbiyesi görenlerin, kendi diye
bildiği varlıklarının Hakk‟ın varlığı olduğunu idrâk ettikten
sonra, rûhullah mertebesinde Âdem‟in yaratılmasını zevk
edecektir. Hakk‟ın zâhir, halkın bâtın olduğu bu
mertebede, kişi Havva‟ya, yani, nefsine uyarsa
Cennet‟ten çıkarılır. Çünkü nefs yönünden “benim” demiş
olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından “Benim” diyen
Cenâb-ı Hakk ise, o yasak meyve yemiş olmaz. Onun bu
sözü kabul gördüğü için,daha üst mertebeye ancak
vuslatı olabilir. Âyet-i kerîmedeki yasak meyveyi
yemek olarak vasıflandırıldığına göre, Âdem‟in bu sözü
kendisinin söylediği anlaşılmaktadır. İşte o
zaman vehim, hayâl gibi gaflet perdeleri kişinin
şuhûdlarını yok edeceği için, o Cemalullah seyrini ona
göstermeyecektir.
Âdem‟le Havva‟nın senelerce tövbe etmeleri, bu
hicâbların kaldırılması için, canla başla Hakk yolunda
çalışıp Muhammedîliğini idrâk etmelerine kadar devam
eder. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden Hakk ve hakîkati şuhûd
ettiğinde, bu Âdem‟in Muhammed yüzü suyu hürmetine
affedilmiş olur.
İşte Hakk‟a ârifiyet mertebesi olan Arafat‟ta, Âdem ile
Havva birleşerek Müzdelife'ye geldiler.Kesret âlemindeki
sıfatlardan, rûhun tecellî etmesiyle, Muhammedîlik zuhûr
eder. Böylece Âdem ile Havva‟nın nikahları da Hz.
Muhammed tarafından manen kıyılmış olunur. Bir kişide,
rûh ve sıfatlar vücûdda birleşip zuhûra gelince,nasıl bir
Muhammedî meydana gelirse, aynen onun gibi, rûh olan
Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda kemâlâtıyla
zuhûr ederse, o da Muhammedî olmuş olur. Her ikisinin
birleşmesine, o vücûd vesîle olduğu için,ona Muhammed
bunların nikahını kıydı denilir. yoksa Hz. Muhammed‟in
yaşadığı devir ile Âdem‟in yaşadığı devir, zâhirde farklı
zamanlarda olduğu için bu yönü ile değildir.
Araf Sûresi âyet 31 “Ey
Âdem oğulları, her
namazınızda, süslü elbiselerinizi giyinin. Yiyin
için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez.” buyrulmakla, Cenâb-ı Hakk‟a
yaklaşırken, amellerde ihlas, kurbiyette tam teslimiyet ve
Cenâb-ı Hakk‟ın rızasından başka, hiçbir şeyle kâim
olmamak sûretiyle, şeriat elbisesini giyip, Hakk ve
hakîkati müşâhede ederek yaşamamızı istiyor.Çünkü bu
zevkler,kalbimizle tenzih,hissimizle teşbih yapılarak
zevkimizde Tevhîd olarak yaşama halidir. İşte Âdemiyet
budur.Cenâb-ı Allah‟ın Hüviyyet ve Eniyyet yüzlerini
kendi mazharında açığa çıkarıp,şerh edenler,Âdemiyetini
kazanmış olurlar.
Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde şöyle diyor :

Hakk yüzü insan yüzünden görünür


Zâtını Rahmân, Ģeklini insan eylemiĢ

İşte Âdemiyetini bulan bunlardır. Yoksa, nefsânî


sıfatlardan geçmeden, yalnız ilim ile Âdemiyetin sırlarına
vâkıf olanlar, Âdemiyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar
zanlarınca, Tevhîdin fenâ mertebelerinde ilm-el yok
olmuşlar, bekâ mertebelerinde de, Hakk‟ın sıfatlarını
kendi süflî sıfatlarında gizleyerek, kendilerinin hidâyet
bulduklarını zannederler. Zan ise vehmin başbakanıdır.
Onun için Cenâb-ı Hakk cümlemize,kulluğumuzu idrâk
etmek ve yaşamak için,aşk versin,güç versin.Âdemiyet
sırrını temkin halinde yaşatmak nasîb ve müyesser etsin.
Âmin.

ÂDEM‟ĠN YARATILMASI

Âdem‟in yaradılıĢı iki bölümden meydana


gelmiĢtir:

1 - Et ve kemikten meydana gelmiĢ olan


fiziksel vücûdunun yaradılıĢı
2 - Rûhsal vücûdu olan sîret vücûdunun
yaratılması
1 - Et ve kemikten meydana gelen vücûdu topraktan
meydana gelmiştir. Yani, teşri devresiyle,cemâdâttan
nebâtâta, nebâtâttan hayvânâta, hayvânâttan da insan
vücûduna geçerek insan vücûdu haline gelmiştir. Ten,
rûhun taşıyıcısıdır. Fânidir. Bu gün var, yarın yok
olacaktır.Rûhun taşıyıcısı olarak,çocukluk devri,
delikanlılık devri, olgunluk devri, dolgunluk devri ve
ölgünlük devirlerinde,ızdırari ölüm tecellî edesiye kadar
görevini yapacaktır.
2 - Rûhsal vücûdumuz olan sîret yönümüz,bezm-i elest
olan Hakk Mürşîdinin dizinin dibinde,Hicr Sûresi 29.âyeti
“Rûhumuzdan bir rûh üfledim” gereğince, Rabbinin
evvelâ zikir rûhunu üfürdüğünde, o sâlikte ne kadar
Rabbine sevgi ve teslimiyeti varsa, o kadar onda zikir
rûhu tecellî etmiş olacaktır.Hakk Mürşîdi tarafından atılan
bu Muhammedî zikir tohumu,ona her yerde ve
işinde,Rabbi ile dâima beraber olma zevkini verecek ve
kendisinden zikredenin de,Rabbi olduğunu anlayacaktır.
O sâlik Rabbini can-ı gönülden seviyorsa, Rabbinden
ayrılmamak için saat gibi gönlünde zikreden Rabbini
yakın takibe alarak, O‟nu dinleyecek ve O‟nunla dâima
zikirde beraber olma zevki ile dirilmiş olacaktır. Bu zikir
rûhundan sonra,onun Hakk Mürşîdi, ef‟al-i İlâhiye
rûhunu,sıfat-ı İlâhiye ve Zât-ı İlâhiye rûhlarını üfürerek,
Muhammedî tohumunu sâlikin gönül tarlasına ekmiş olur.
Sâlikler bu Muhammedî tohumunu, zikir, şuhûd ve
râbıtalarla sulayıp, çapalarsa, o sâlikin Muhammedî
vücûd ağacının, yeşerip dal ve yaprakların arasında çiçek
açtığını görürüz. Artık, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-
i Şerifi gereğince,k endisinin diye bildiği vücûdunun
Rabbinin vücûdu olduğunu anlamıştır. Rabbinin ise, Kaf
Sûresi 16. “Biz kulumuza Ģah damarından daha
yakınız” âyeti gereğince, gönlünde tahtını kurduğunu, o
kulundan duyan, o kulundan gören ve o kulundan her
türlü icraatı yapanın Rabbi olduğunu anlamış olur.
Zikir rûhundan başlayarak ef‟al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı
İlâhiye rûhu ve Zât-ı İlâhiye rûhuna hamile kalan sâlik,
manevî sîret vücûdunu bir anne karnındaki çocuğun
birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde et parçası,
üçüncü 40 günde kol ve bacakları teşekkül ederek
hareket ettiği gibi, hareket edecektir. Biz bu devreye
Âdem‟in Fenâfillâh olan uruc seferi diyoruz. Âdem rûh
sahibi olarak yaratılmış, fakat henüz sıfatlarından zuhûr
etmediği için, kendisini ispat edememektedir. Kadir
Sûresi 4. “O gecede melekler ve rûh Rabbinin
izniyle fecrin doğuĢuna kadar inerler” âyetinde de
belirtildiği gibi,Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdâniyyeti olan gecede,
bütün sıfatlarından kemâlâtıyla zuhûr edesiye kadar,
rûhun, melek olan kuvveleriyle, Rabbinin o kişideki
kabullenişi kadar sıfatlardan tecellî etmiş olur. İşte,
rûhun zuhûruna kadar Âdem‟in urucu ve sıfatlardan
tecellîsiyle nüzûl devresini bitirdikten sonra,
vücûdun vücûdullah olmasının Tevhîd idrâki ile Âdem
yaratılmış olacaktır. Yoksa bu gördüğümüz bütün
insanlar Âdem değillerdir. Onun için Âdem üç nev‟idir.

1 - Sûrette Âdem sîrette hayvan


2 - Sûrette Âdem sîrette nâkıs
3 - Sûrette Âdem sîrette de Âdem
Sûrette Âdem sîrette hayvan olanlar “hay”diri demektir.
“van” varlık anlamına gelir. Yani “hayvan” diri olan canlı
varlıklar demektir. Yiyen, içen, nefsânî bütün istek ve
arzularını yerine getiren anlamındadır.
Sîrette nâkıs olanlar da, Âdemiyet tahsilinde olup, henüz
kemâlâtı elde edememiş kişilerdir.
Sûret ve sîretinde Âdemiyetini bulanlar ise, Hakk
Mürşîdinden rûh üfürülmüş ve Âdemiyetinin idrâk
kemâlâtına vâkıf olanlardır. Âdem‟in bütün varlığı Hakk‟ın
varlığı olduğunu zevk etmiş, Hakk‟ın yeryüzündeki
halifesidir. Cenâb-ı Hakk, Âdem yüzünden Zâtını
ilânetmiştir. Onun sûreti Âdem sîreti Hakk‟tır. Yalnız ona
Hakk denilmez. Âdem‟in başındaki “A” Harfi Allah‟ı
remzeder “dem” de zaman demektir. O dem, bu demdir.
Anlayan anladı. Anlamayanlar da yalnız dinledi.

ALLAH BÜTÜN ĠNSANLARI ZÂTINA


DAVET EDĠYOR
Cenâb-ı Allah Kur‟ân-ı Kerîm‟in Hac Sûresi 27.
âyetinde “Bütün insanlar içinde haccı ilânet ki,
gerek yaya olarak ve gerek uzak yoldan develer
üzerinde sana gelsinler” buyrulmaktadır. Hac ziyâret
etmek demektir. Neyi ziyâret etmemizi Cenâb-ı Allah
istemektedir? Kâbe‟yi ziyâret etmemizi istemektedir.
Kâbe Allah‟ın zâtını remzeder.
Kâbe, zâhir ve bâtın olarak iki şekilde mütalaa edilir. Biri
zâhir Kâbe‟dir ki, zâhiri Kur‟ân-ı Kerîm‟de
emredildiği gibi, Suudi Arabistan‟daki Mekke şehrinde,
Kâbe‟yi ziyâret etmek, bütün Allah‟a ve Resûl‟üne
inanan, en üstün sadakat ve teslimiyetle, ehl-i sünnet vel
cemâat kardeşlerimizin, bedenen o beldeye giderek,
haccın farzları olan: 1-İhrâma girmek 2-
Arafat‟ta vakfeye durmak 3- Kâbe‟yi yedi defa tavâf
etmek, Allah‟ın kulları üzerindeki hakkıdır. İster yaya,
isterse bineklerle, o mübarek Kâbe‟yi ziyâret etmek,
hayatında bir defa her inançlı kardeşimizin, istek ve
arzusudur.
Biri de, bâtın olan Kâbe‟dir ki o da Allah‟ın Hüviyyet ve
Eniyyetini kendisinde, kemâlâtıyla cem eden, Kâbe
kavseyn sahibi olan İnsan-ı Kâmillerdir. Allah‟ın Kâbe
olarak davet ettiği bu kâmiller, bizlerin gönüllerinde
Hakk‟ın Cennet ve cemâlinin, kemâlât tecellîsini zuhûra
getirmesi nedeniyle bizleri onlardan kendi insan-ı
asliyemizi ta‟lîm ve terbiye ederek öğrenmemizi
istemektedir. Kuran-ı Kerîm‟in Müzzemmil Suresinin
başında bizlerin cehâlet uykusundan uyanarak İnsan-ı
Kâmilde Tevhîd tahsili yapmamızı istemektedir. Yine
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Müddessir Sûresi 1 ve
2.âyetlerinde “Ey örtüsüne bürünen, kalk artık
uyar” buyrulmaktadır. Rûhullah olanların kemâlât
sıfatlarında tecellîsiyle onları uyarmamızı istiyor. Bu da
günümüzde Mürşid-i Kâmillerin Îsâ nefesli olmaları
nedeniyle bizlerin uyarılmasıdır. İşte Cenâb-ı Allah‟ın
emri üzerine, hem zâhirini hem de bâtınını idrâk ederek
bu davete icabet edenler, Kâbe‟nin sahibiyle görüşme
lütfuna mazhar oldukları için, hacc-ı ekber (büyük hac)
olurlar. Bunların diğer zâhir davete icabet edenlerden
farkı, zâhir ve bâtın yönüyle Kâbe‟ye ziyâret ibâdetlerini
yapmalarıdır. Gâye taştan yapılmış bir binayı ziyâret
değildir.O ziyâretin sırrını idrâk etmektir.Resûlullah
efendimiz “Kim ki Kâbe‟yi taştan ibaret görürse o hac
yapmamıştır” buyurmuşlardır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah
Hazretleri hüccacın önüne geçerek, nereye gittiklerini
sormuş onlar da hacca gittiklerini söylemeleri üzerine
“Kâbe Kâbe olalı o taştan yapılmış binaya Allah hiçbir
zaman girmedi, fakat bu fakirin gönlünden de hiçbir
zaman çıkmadı” diyerek, Cenâb-ı Hakk‟ın tahsil tavâfının
kendisinde olduğunu söylemiştir. Şu halde, taştan
yapılmış bir bina, bizlere Allah‟ın Zâtın tecellîsi olan,
tavâfların mânâsını ve bu kâinattaki tecellî-i
İlâhisinin îzâhını yapamaz. Kâbe‟ye gitmeden bir İnsan-ı
Kâmilden, Kâbe‟nin Allah‟ın zâtının remzedildiğini, onun
tavâfının ondan merâtib-i İlâhinin tahsili yapıldıktan
sonra, o mübarek yerlerde, bizzât yaşamak gerektiği
vurgulanmıştır. işte bu İnsan-ı Kâmili ziyâret ederek,
Zâtının sıfatlarından, esmâ alarak fiilleriyle eserlerinin
sırlarını öğrenmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir. Zâhirde
bütün inanan kardeşlerimizin kıblesi nasıl Kâbe ise, onun
remzettiği mânâ da, canlı Kur‟ân olan, Kâbe kavseyn
sahibi İnsan-ı Kâmillerdir. Zira Allah‟ın Hüviyyet ve
Eniyyet tecellîleri, onlarda kemâlâtiyle açığa çıkar.
İster yaya olan fiillerimizle, isterse binekler olan
sıfatlarımızla, Allah‟ın zâtını ziyâret etmemiz bizlerin
üzerinde Allah‟ın bir hakkıdır. Zira Harem-i Şerîf‟e girmek,
bedeni arzu ve isteklerimiz olan, bütün nefsani haram
lezzetlerden geçmedikçe, kendi nisbîyetlerimizden
kurtulmadıkça mümkün değildir. Zan ve sûretlerden
geçtikten sonra ancak hakîkatin zevkine ulaşılır. Bu da
İnsan-ı Kâmilleri ziyâret tahsili ile mümkündür. Çünkü
Cenâb-ı Hakk kullarının şirkle,günahkar olarak huzuruna
gelmelerini istemiyor. Zâten şirk ve günahkar olarak
ikilikle Harem-i Şerîf olan Kâbe‟ye girmek mümkün
değildir. Dikkat edilecek olursa, hacılar Hacer-ül Esved
taşını öperek, tavâfa başlamaktadırlar. Aynen bunun gibi,
Hacer-ül Esved rumuzâtı da, kendi insan-i asliyyesini
öğrenmek isteyen inanan kardeşlerimizin bir İnsan-ı
Kâmile gelerek, elini öpmesidir. El ele, el Hakk‟a
denmiştir. Gâye, et ve kemikten meydana gelen İnsan-ı
Kâmilin gölge elini öpmek değil, tende canı,canda cananı
bulmak olup teslimiyeti izhar etmektir. Ondan sonra
hacdaki gibi,kişinin kendisindeki Cenâb-ı Hakk‟ın
tecellîlerini yedi sıfat-ı subûtiyesinden zuhûra getirmektir.
Kur‟ân eşittir İnsan-ı Kâmile. Fatiha-i Şerîf yedi âyettir.
İnsan-ı Kâmildeki Cenâb-ı Hakk‟ın 3 fenâ, 4 bekâ
tecellîleriyle o da canlı bir Kur‟ân‟dır. Fatiha Sûresi 7 âyet
olup, üçü Cenâb-ı Hakk‟a ait bâtın, dördü de kula ait
ifadeler taşıdığı için, zâhir olması nedeniyle İnsan-ı
Kâmiller bizlere bu tahsili yaptırmaktadırlar.3‟ü çalımlı ve
4‟ü sakin olarak tavâfımız, insanlardan tecellî eden üç
bâtın olan Allah‟ın sıfatlarının (hayat, ilim, irâde)
mutmain nefs olarak zuhûra gelmesi içindir. Kişi bir an
evvel şirkten kurtulmak ve buna kavuşması için
koşmalıdır. Dört sakin olan tavâflar da kulun
mazharından açıkta olan Allah‟ın (duymak, görmek,
kelâm, kudret) sıfatlarının, sakin olarak zuhûrunu
istemekten ibarettir.İnsan-ı Kâmilde, üç fenâ mertebesi
ve dört bekâ mertebelerindeki tahsili sonunda,
kendisinde Cenâb-ı Hakk‟ın vahdet ve kesret tecellîlerini
kemâlâtıyla görmek istediği için, insanlar üzerinde bu
Kâbe‟ye daveti Allah‟ın insanlar üzerindeki hakkı olmuş
oluyor.Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde :

Halkı bunca evliya ki geldi davet eyledi


Vahdetin sırrı bilinmektir o davetten garaz
Sanii gör günde yüzbin sanat gösterir
Kendini göstermek içindir o sanattan garaz

Buyurmakla, zâtının bütün sıfatlarındaki ef‟âl tecellîlerini


bilmek ve görmek için olduğu anlaşılmış olunur.
İşte İnsan-ı Kâmilde bu tahsil yapıldıktan sonra, emr-i
İlâhi olduğu için, o mübarek beldeye giderek, her türlü
ziyâret ibâdetlerimizin,taşıdığı rumuzâtlarıyla tekrar zevk
etmek elbette güzeldir. Zâten hac ziyâretini tetkik
ettiğimizde, birinci farzı olan, evvelâ ihrâma girmenin,
kişinin kendi varlığından kurtulması olan Fenâfillâh
olduğunu görürüz. Yunus Emre‟nin bir ilâhisinde:

“AĢkın bahrına dalmayan, canını feda kılmayan


Senin cemâlini görmeyen meydana gelmez
Allah‟ım
AĢık yunus seni ister, lütfunla cemâlini göster
Cemâlini gören aĢıklar, ebedî ölmez Allah‟ım.”
Dediğini görüyoruz. İkinci farz,Arafat‟ta vakfeye
durmaktır. Arafat Hakk‟a ârif olmaktır. Hakk‟a vâkıf
olanlar Bakara Sûresi 115.âyetin “Bununla beraber,
doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada
Allah'a durulacak yön vardır.ġüphe yok ki Allah'ın
rahmeti geniĢtir ve O, her Ģeyi bilendir” idrâkinde
oldukları için, Allah‟ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk
ederler.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri:

“Her neye baksa gözün bil sırrı Sübhan ondadır


Her ne iĢitse kulağın mahzı Kur‟ân ondadır
Her Ģeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur
Hakk gözüyle baki bi Ģek nûr-u Yezdan ondadır.”
Buyurmakla zerreden küreye kadar her varlıktaki Cenâb-ı
Hakk‟ın Vahdâniyyetinin tecellîsini söylemişlerdir. Ayrıca:

“Hakk‟ı istersen yürü insana bak


ġemsü zâtı yüzünde RahĢan eylemiĢ
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zâtı Rahmân Ģeklin insan eylemiĢ”
Demekle de, İnsan-ı Kâmillerin Allah‟ın kemâlât sıfatı
olan Rahmân‟ın İnsan-ı Kâmil‟den
göründüğünü söylemiştir. İnsan-ı Kâmiller Allah‟ın
Rahmân sıfatlarıdırlar.
Üçüncü farziyette, Kâbe‟yi yedi defa tavâf etmek olan,
üçü bâtın sıfatların zuhûru, dördü zâhir olan sıfatlardan
mutmain nefs olarak yedi subût sıfatlar olarak yaşamayı
istemek değil midir? Onun için hac ziyâreti, zâhirde de
bâtında da kişilerin insan-ı asliyyelerini öğrenerek, kul
mazharından Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûrunu seyirden ibaret
olduğu anlaşılmış olunur. Bu da İnsan-ı Kâmilden
merâtib-i İlâhiyeyi tahsil etmekle mümkündür. Allah
bizleri de bu davete icabet edenlerden eylesin.

ALLAH VE MUHAMMED‟Ġ NASIL


GÖREBĠLĠRĠZ

Cenâb-ı Allah zât ve mutlakiyet yönüyle, ne bu âlemde


ne de âlem-i Âhirette görünmesi imkânsızdır. Zira zâtının
yanında başka bir zât lâzım ki onu bilsin ve görmüş
olsun. Onun mülkünde, ondan başkası olmadığı için onu
bilmek ve görmek zât ve mutlakiyet yönüyle imkânsızdır
diyoruz. Onun için zât ve mutlakiyet yönüyle, bizler
Allah‟a îmân eder ve teslim oluruz. Nerededir,
nasıldır.gibi kesafetle bağlı düşünüşler, bizleri ondan
uzaklaştırdığı için düşünmeyiz. Zâten Resûlullah
efendimiz, “Allah‟ın zâtını düşünmeyiniz.” demiştir. Fakat
Allah‟ın Rubûbîyyet yönünü, yani zerreden küreye kadar
bütün sıfatlarındaki kemâlât tecellîlerini bilmek ve
görmek, bizlerin yaratılma gâyemizdir.Onun için sıfatlar
yönüyle O‟nu görürüz, O‟nunla konuşur, sohbet ederiz.
O‟nunla dâima beraber oluruz. Allah‟ın Zâtı sıfatlarını
sayarken, “kıyam bi nefsihi” deriz. Allah‟ın nefsi ise
sıfatlarıdır. Âfâkta kemâlât sıfatları nasıl İnsan-ı Kâmiller
ise,kendi vücûd ülkemizde de, zâtımızın kemâlât
tecellîleri elbette,mutmain olmuş nefsimizdir. Onun için,
Cenâb-ı Allah‟ı kemâlât sıfatlarında görmemiz
mümkündür. Zâten Âdem ve âlemde, zâtının sıfatlarında,
esmâ alarak fiilleriyle eserini zuhûra getirmesi, bilinmesi
ve görülmesi gerekli tek yoldur.Esmâ ve sıfatlara vücûd
verdiğimiz müddetçe onu hayâlden ötede bilip
göremeyiz.
Musa (A.S.)‟ın “Görün bana bakayım sana” dediğinde,
“Lenterani ya Musa, sen beni göremezsin” hitabına
muhatap olduğu gibi, kesafet vücûd varlığımız olduğu
müddetçe görmemiz de mümkün olmayacaktır.Ne zaman
Musa‟nın, karşıki dağa bakarak ateş sûretindeki Cenâb-ı
Hakk‟ın tecellîsiyle, kendinden geçmesi, yani kendi varlık
dağının aşk ateşinde yok olmasıyla, O‟nu görmeye
başlamıştır.yoksa Musa‟nın kesafet bakışıyla görmek
istediği için, ya rabbi seni benim zannım gibi görmek
isteyenlerin ilk tövbecisi ben olayım diyerek,öyle
görünemeyeceğini de bizlere bildirmiştir. İşte bizler de
bu zannımızdaki gibi görmek istersek elbette dâima
“lenterani” sen beni göremezsin hitabına muhatap
oluruz. Cenâb-ı Hakk‟ı zât yönüyle değil, zâtının kemâlât
sıfatlarından, esmâ ve fiilleriyle dâima şühûd etmemiz
mümkündür. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde bakın
ne buyuruyor:
“Zâtı Hakk‟ı anla zâtındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul

Sûreti terk eyle mânâ bulagör


Ko sıfatı bahri Zâta dalagör
Ey Niyazi Ģark ve garba dolagör
Gayre bakma sende iste sende bul”

Kul mazharından 4 türlü görüş vardır:

1 - Hakk‟ın Hakk‟ı görmesi, özden öze


2 - Hakk‟ın kulunu görmesi, özden göze
3 - Kulun Hakk‟ı görmesi, gözden öze
4 - Kulun kulunu görmesi, gözden gözedir.
Kuldaki kemâlât derecesi nisbetinde bu görüşlere sahip
olunmaktadır. Allah‟ın görünmezlik keyfiyeti Ahadiyet
âlemine ait olup, Vahdâniyyet âleminde mazharlardan
hep görünmektedir. Yeter ki Hakk Mürşidinden bu şühûd
ve müşâhedemizi tahsil edelim.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde de şöyle
buyurmuşlardır:

“Hüsnünü izhar eder bunca sıfat


Zâtına insanı bürhan eylemiĢ
Hakk‟ı istersen yürü insana bak
ġemsü zâtı yüzünde RahĢan eylemiĢ

Hakk yüzü insan yüzünden görünür


Zâtı Rahmân Ģeklin insan eylemiĢ”

Hz. Muhammedi de her an görmek mümkündür. O‟nun


zâhir unsur vücûdunu görmek O‟nu görmek değildir.
O‟nun beşer vücûdunu 14 asır evvel Ebucehil de gördü.
O‟nun hakîkat-i Muhammediyyesini, Nûr-i
Muhammediyyesini maalesef göremedi. Görmüş olsa
idi,ona îmân ederdi. Şu halde O‟nun nûr ve hakîkat-i
Muhammediyyesi, taptaze olarak bilinip görülmektedir.
“Levlake levlak vema halaktül eflak” “Sen olmasaydın,
sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım. ”Hadîs-i
Kudsîsinden de anlaşıldığı gibi zâhir ve bâtında Allah‟ın
Muhammed aynaları olmasa, Cenâb-ı Hakk‟ın kendisini
seyretmesi mümkün olmayacaktır. Onun için“Ben gizli bir
hazine idim, bilinmekliğimi murâd ettim. Bu halkı halk
ettim” ifadesinde, kendisini görmek ve seyretmek için,
Muhammed aynasını yarattığını bildirmişlerdir.
Peygamberimizin “evvelâ ma halakallahu Nuru” (Allah
evvelâ benim Nurumu yarattı) “evvelâ ma halakallahu
rûhu” (Allah evvelâ benim rûhumu yarattı) “evvelâ ma
halakallahu Akli” (Allah evvelâ benim Aklımı yarattı)
sözleriyle, küll-i nûr güneşinin, rûh güneşinin ve akıl
güneşinin,evvelâ Resûlullah efendimizin güneşi olarak
yaratıldığını görmekteyiz. Aslında, nûr da,rûh da,akıl da
parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda
esmâlar almışlardır. Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye diye
tarif edilen cemâdâtta, nebâtâtta, hayvânâtta ve
insanlarda ayrı ayrı bu nûr,rûh ve akıl gibi tecellîlerin,
Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye aynalarından da, her
varlığın isti‟dâd ve kabiliyetine göre, bu tecellîsinin
görünmesi zuhûr etmiştir.
Tin Sûresi 4.âyetindeki “Biz insanı en güzel biçimde
yarattık” ifadesinden de anlaşılacağı gibi,Cenâb-ı
Allah‟ın bu âlemde Âdem diye yarattığı bu yüce varlık,
Resûlullah efendimizin aynalarından birer cüz olduğuna
göre,Allah‟ın kemâlât sıfatlarıdır. Bunlarda kemâlâtıyla
tecellî eden Cenâb-ı Hakk, tecellî mazharları da
Muhammed‟i olmuş olur.Muhammedî olan
kardeşlerimiz,kendi gönüllerini yakın takibe aldıklarında,
dört yerde Muhammed‟i göreceklerdir:

1 - Enfüste Muhammed
2 - Âfâkta Muhammed
3 - Vahdette Muhammed
4 - Kesrette Muhammed

Enfüste Muhammed‟in görünmesi kişinin bütün


sıfatlarından mutmain olmuş nefs halinde, rûhun
sıfatlarından tecellîsini zevk etmesidir.
Afakta Muhammed‟in görünmesi; Hakk Mürşidinin
sâliklerinde kendisini kemâlâtıyla nasıl görüyorsa, aynen
onun gibi, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olan bu
âlemde de, her varlığın farkıyla, şühûd ve müşâhede
edilmesidir.
Vahdette Muhammed‟in görülmesi Ahadiyet zevkiyle
zevklenen kardeşlerimizin,6 merâtib-i İlâhiye'den Cenâb-ı
Hakk‟ın tecellîlerini fark gözlüğü ile seyretmesidir. Çünkü
bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Allah, bu âlemi 6 günde
yarattım buyurmaktadır. İnsan da bir âlem-i kübradır.
İşte 6 mertebede Hakk‟ın tecellîlerini seyredenler
Vahdette de Muhammedi bilir ve görürler.
Kesrette Muhammed‟in görünmesi Hadid Sûresi 3.
âyette “O, ilk ve sondur;görünen ve
görünmeyendir. Hem O her Ģeyi
bilendir!” buyrulduğu gibi,Muhammed aynalarından
Cenâb-ı Hakk‟ın tecellî ettiğine göre elbette, cemâdât,
nebâtât, hayvânât ve insanlar gibi bu yerlerde de onu
görmemiz tabiidir.Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde :

“Bu âlem mebdeyi sensin Evvelsin ya Resûlullah


Nübüvvet hatemi sensin Ahirsin ya Resûlullah
Cemi kurb-i ferâizde Bâtınsın Hakk olur zâhir
Nevafil kurb-i hazrette Zâhirsin ya Resûlullah”

Demek sûretiyle, gördüklerini bizlere bildirmişlerdir.


Onun için kendimizdeki,Cenâb-ı Hakk‟ın tenzih ve teşbih
tecellîlerini Tevhîd yaptığımız zaman, Allah ve
Muhammed‟siz hiçbir yerin olmadığını görmüş olacağız.
Dâima onunla beraber olmak, bu âlemde de,âlem-i
âhirette de bizleri, her iki Cennet‟te de yaşatmış
olacaktır.Allah bütün inanan kardeşlerimi, Muhammed‟i
bilerek ve görerek yaşamak nasîb etsin.

ALLAH‟I NASIL BĠLMELĠ VE


GÖRMELĠDĠR
Cenâb-ı Hakk insanlara iki göz ve iki kulak vermiştir. Bu
gözlerin birisi ile, ötelerin ötesinde, mutlak, kahhar,
tecellî ettiği mazharlara benzemeyen münezzeh,
ulaşılamaz olarak bilmelidir. Mekanı, şekli nasıldır diye
düşünülmemelidir. Resûlullah Efendimizin “Allah‟ın zâtını
düşünmeyiniz” diye hadisi vardır. Bu Makâmda ona
mutlak Rab sıfatıyla, yalnız îmân edilmelidir. Zerreden
küreye kadar,bütün varlıklarda, Vahdâniyyeti ile tecellî
eden yalnız O‟dur. O‟na burada soru sorulmaz. Yalnız
itaat edilir. Burası hak arama yeri değil, îmân etme ve
külli kurbiyetle itaat etme Makâmıdır.Fakat aynı kişi,öteki
gözüyle Allah‟ı gönlünde, kalbinde her an tecellî halinde
görür.O bize şah damarımızdan daha yakındır. Bu
Makâmda O dosttur. Sevgililerin en sevgilisi, güzellerin
en güzelidir. Bu Makâmda ona, sadece kulluk edilmez,
aynı zamanda sevilir, özlenir, arzulanır. O‟nunla burada
sohbet edilir. Aradaki perdeleri kaldırıp onunla bir dost,
bir sevgili gibi konuşmak mümkündür.
Allah insanlara iki de kulak vermiştir. Bir kulağı ile Hakk‟ı
duyması, bir kulağı ile de halktaki Hakk‟ın, isti‟dâdlara
göre, farkıyla tecellîlerinin sedâsını duyması içindir.
Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin:

“Her neye baktım ise vechi Rahmân ondadır.


Her neyi duydum ise mahzı Kur‟ân ondadır.”

Buyurdukları gibi, Cenâb-ı Allah‟ın vahdet yüzünün,


bütün varlıklarda tecellî ettiğini, cemâl yüzüyle de,
bütün varlıklarda, bu varlıkların isti‟dâd ve kabiliyetleri
nisbetinde zuhûr ettiğini, fakat tecellî ettiği hiçbir varlığa
benzemediğini görürüz. Onu kemâlâtıyla,
peygamberlerde ve evliyalarda görmek mümkündür.
İnsan-ı Kâmiller onun bir sesi gibi olduğu için,her türlü
müşküllerimizi, onlara sormakla, Hakk‟ın onların
mazharından bizlere cevap verdiğini, bizlerin insan-ı
asliyemizi bulmamıza vesîle olduğunu görürüz.
Ahadiyet sahibi olan bu İnsan-ı Kâmiller,vahdet ve kesret
gözleriyle, Allah‟ın evvel ve bâtın olan celâl yüzünü, zâhir
ve âhir olan cemâl yüzünü görerek ve duyarak gönlünde
Tevhîd yaparak, tek dil azasıyla, sohbetleriyle bizlerin
gönül kitaplarımızı yazarlar. Bizlere, Allah‟ın Zât yönüne
yalnız îmân ederek itaat etmemizi, Rahmâniyyet yönüyle
de, zerreden kürreye kadar her varlıkta tecellîsini
gösterdiği için, O‟nu görmeye, O‟nunla sohbet etmeye,
O‟nu sevmeye, dâima O‟nunla bir olmaya teşvik
etmektedirler. Onlar insanın yaradılışındaki yedi âyette
cem olan canlı Kur‟ân‟ı okuttukları için, Tevhîdin Ahadiyet
mertebesinden, fiilleriyle zuhûra gelesiye kadar, yedi
merâtib-i İlâhiye zevkiyle bizlerin idrâk ve anlayışına göre
îzâh etmektedirler. Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde;

“Söyler kelâm bakar sana, görmez gözü hiç


mâsivâ
VermiĢ gönlünü Hakk‟tan yana, hep gördüğü
dîdâr olur.”

Buyurmakla kâmillerden bizlere bakarak sohbetleri


yapanın kim olduğunu açık açık söylemektedir.
Bizler, kesafet vücûdumuz olan bu dünyada, canımızın
taşıyıcısı, hammalı olan et ve kemikten meydana gelmiş
unsuriyetimize, ihtiyacı kadar ilgi gösterip, esas bâkilikte
yoluna devam edecek sîret vücûdumuzun ihtiyaçlarını
göz önünde bulundurmalıyız. Bu zâhir bedenimiz fânidir.
Sîret vücûdumuz ise bâkidir. Dünya âhiretin madem
tarlasıdır,burada sîret vücûdumuzu ne kadar besler ve
manevî gıdalarla geliştirirsek, âlem-i âhirette o nisbette
Cennet‟e hak kazanmış oluruz. Zâten Cenâb-ı Hakk‟ın
mutluluk refah ve saadeti, Hakk‟la beraber olup,huzur ve
şühûd zevkindekilerdedir.
ALLAH‟IN ĠNSANDAKĠ ZUHÛR
U

Daha Allah ile cihan yok iken


Biz onu var edip ilân eyledik
Hakk‟a hiçbir lâyık mekan yok iken
Hanemize aldık mihmân eyledik

Kendisinin ismi henüz yok idi


Ġsmi Ģöyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kıyafeti resmi yok idi
ġekil verip tıpkı insan eyledik

Bu insan ve kâinat yok iken, Cenâb-ı Allah altında ve


üstünde boşluk olmayan ama‟da idi.Bilinmekliğini murâd
etti ve bu âlemi ondan sonra sevdi ve halk etti. Bu halk
ettiği âlemlerin içinde de en üstün olarak insanoğlunu
yarattı ve onu merkez üssü olarak mekân seçti.
İnsanı yaratmazdan evvel kendisini bilen hiçbir varlık
yoktu. İnsan denen bu varlıkta Cenâb-ı Allah, Hüviyyet
ve Eniyyetini cem ederek insan sûretinde şekillenerek
zuhûr etti. İnsandaki bu yüceliklerden mütevellit ona
“Halifem” dedi. Câmi‟-ül esmâ‟m dedi. Âlem-i kübra, Sin
sahibi, Beytullah, en üstün yaratık gibi bir çok isimlerle
taltif edildi.

Allah ile iĢte burada birleĢtik


Noktayı ama‟ya girdik yerleĢtik
Sırrı küntü kenzi orada söyleĢtik
Ġsm-i Ģerifini Rahmân eyledik.

Kur‟ân-ı Kerîm 28 harften meydana gelmiştir. Bu harfler


de noktadan meydana gelir. 7 noktayı üst üste
koyduğumuzda, bir “elif” meydana gelir. Bu elifi de
değişik şekillere bürüyerek Kur‟ân‟daki 28 harfi meydana
getiririz. Aynen bunun gibi Cenâb-ı Allah da, nokta
sırrındaki altında ve üstünde boşluk bulunmayan
ama‟dan, ulûhiyetine tecellî etti. Allah‟ın ulûhiyet
mertebesi, elif harfinin sırrıdır. Oradan da rubûbiyeti olan
kulluğuna tecellî ederek Kur‟ân‟daki 28 harfin sırlarını
meydana getirmiştir. Allah‟ın gizli hazinesinden, tafsilât-ı
Muhammediyye dediğimiz şu kesret âleminde, zuhûrunu
görüyoruz.Kemâlâtı olan insan-ı şerifindeki
Rahmâniyyetinden evvel,o ne biliniyor,ne de
görünüyordu.

AĢikâr olunca Zâtı sıfatı


Kün dedik var ettik bu semâvâtı
Birlikte yarattık hep kâinatı
Nam-ü niĢanını cihân eyledik.

Yerleri gökleri yaptık yedi kat


Altı günde tamam oldu kâinat
Yarattık içinde bunca mahlûkat
Erzâkını verdik ihsân eyledik

Zâtından sıfatlarına tecellîsini zuhûr ettiğinde, insanlığını


bulan âriflerden görmeye başladı. Ârifler, kemâlât sahibi
olmaları nedeni ile, kendilerini okumaları, kâinatı da
okumak olduğu için, Cenâb-ı Allah‟ın bu kemâlât
mazharlarından, ister Âdemde olsun, isterse âlemde
olsun, yerlerin ve göklerin 7 kat olduğunu ve 6 günde bu
âlemlerin yaratıldığını gördüler. Çünkü bir âyet-i
kerîmede “Allah bu âlemi altı günde
yarattı.” buyrulmaktadır. Yerlerin ve göklerin yedi kat
olmasının sırrı da insandaki 7 sıfat-ı subûtiyesi ile Tevhîd
mertebelerindeki, 6 pencereden kemâlâtı ile zuhûrundan
ibarettir. Bu 6 pencerenin dışında, Cenâb-ı Hakk‟ı, şuhûd
etmek mümkün değildir.

Gerçi kün emriyle var oldu cihan


ArĢı kürsi gezdik durduk bir zaman
BoĢ kalmasın bu kevn-i mekan
Âdem‟in halkını ferman eyledik.

Ârif olan bilir sırrı müphemi


Ġzhar etmek için ism-i âzâmı
Çamurdan yoğurduk yaptık Âdem‟i
Rûhumuzdan bir rûh revân eyledik

Gerçi Cenâb-ı Allah kün emri ile bu cihanı yarattı. Fakat


bu âlem hazır olasıya kadar “ol” emrini vermedi. Hazır
olduğunu gördükten sonra, “Kün”yani“ol” dedi. Buna
binaen de bütün varlıklar da “fe yekün” oldum dediler.
yani oluverdiler. Çünkü Cenâb-ı Hakk‟ın, “ol” demesi için
üçleme sırrı olan varlıklardaki, zaman, mekan ve ihvânın
hazır olması lâzım idi. Bunlardan biri eksik olsa, Cenâb-ı
Hakk, “kün” emrini vermez. İşte onun için, Azrail
Âdem‟in çamurunu Mekke‟nin Numan vâdisinden getirdi.
Cenâb-ı Hakk da onu, iki eli olan celâl ve cemâl elleriyle
yoğurdu ve Âdem şeklinde şekillendirdi. Artan simsime
çamuru ile de hakîkat şehri yapıldı. Bu Âdem şeklindeki
varlık, üç yüz yıl güneşte pişirildi.Yani ef‟al yüzü,sıfat
yüzü, zât yüzü olarak kemâlâta getirildi. Her seferinde,
“sen kimsin, ben kimim” diye Rabbi ona sordu. O da
“Sen sensin, ben benim” demek sûretiyle, henüz
kemâlâta gelmediğini gösterdi. Üçüncü yüzü piştikten
sonra, bu sorulara cevaben “Ben aciz bir kulum. Sen ise
âlemlerin Rabbisin” dedi. Çünkü nefsini bilen Rabbini
bilebilir. İşte ondan sonra “kün” emrini verdi.
Daha evvel “kün” emrini vermiş olsa idi, henüz eksik
olduğu için, “kün” emrini taşıyamayacaktı. Allah‟ın
rahmeti gadabını geçtiği için, emaneti taşıma hasletini
kazanmasını bekledi. Ârif olanlar bu gizli sırrı bilirler. İşte
bu ism-i azam sırrını ehline ifşâ etmek için, bu Âdem‟e
“Rûhumuzdan bir rûh üfledik” âyet-i kerîmesi îzâh edildi.

Âdem ile Havva birlik idiler


Ne güzel bir mekân bulduk dediler
Cennetin içinde buğday yediler
Sürdük bir tarafa payan eyledik

Âdem‟le Havva‟dan geldi çok insan


Nebiler velîler oldu nübeyân
Yüz bin kere doldu boĢaldı cihan
Nuh nebiyyullaha tufan eyledik

Âdem Cennet‟te o kadar mutlu idi ki Bakara Sûresi 115.


“Doğu ve Batı Allah‟ındır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz
çeviriniz, onun yüzü oradadır”âyetinin zevki ile zevkiyâb
olmuştu.Fakat yalnızlıktan canı sıkıldı.Cenâb-ı Hakk da,
ona Havva isminde bir kadın arkadaş ihsân etti.
Beraberce yaşamaya başladılar. Cenâb-ı Hakk
onlara “herĢeyden yiyin için,fakat Ģu yasak
meyveye yaklaĢmayınız” diye yasak koydu.
Âdem ile Havva bir zamana kadar, o yasak meyveye
yaklaşmadan neşe içinde yaşadılar. İblis Âdem‟e secde
etmemekten mütevellit Cennet‟ten kovulmuştu. Artık
Cennet‟e girme müsaadesi yoktu. Cennet‟teki Âdem‟i
kandırmak için çeşitli çareler arıyordu. En sonunda
yılanın ağzına girerek Cennet-i âlâ‟ya girme imkânı buldu
ve Havva validemizi kandırarak, yasak meyveyi yedirdi.
Havva Âdem‟e gelerek “Ben yedim hiçbir şey olmadı,sen
de ye diyerek” o da Âdem‟i kandırdı ve o da yedi. Cenâb-
ı Hakk ise, onlara yasak kıldığı meyveyi“ Ne için yediniz”
dedi. Âdem de “Ya Rabbi nefsime zulmettim” dedi.
Böylece her ikisi de Cennet‟ten çıkarıldılar. 70 yıl, Cenâb-ı
Hakk‟a yalvardılar. Ve sonunda affedildiler. Âdem‟le
Havva‟dan çok insanlar ve nebiler bu âleme geldiler. Bu
âlem yüz binlerce defa doldu boşaldı. Bu cihan, insanlığın
ikinci atası olan Nuh (A.S.) ile tekrar yaşama başladı.
Nuh, necata (kurtuluşa) erdiren demektir. Nuh tufanı ile
bütün insanlar Tevhîd gemisine davet edildi. Binenler
kurtuldu, binmeyenler tufanda helâk oldular. Nuh tufanı
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Hud Sûresi 25-48 âyetleri arasında
anlatılan bir kıssadır.
Nuh (A.S.) kavmini Hakk ve hakîkata davet etmiş fakat
kavmi onu inkâr etmiştir. Cenâb-ı Hakk Nuh (A.S.)‟a bir
gemi yapmasını vahyetmiştir. Sanatı dülgerlik olan Nuh
(A.S.)‟a gemiyi yaptırdıktan sonra canlılardan dişi ve
erkek olarak birer çift alması için vahyedildi.Nuh(A.S.)
inanmayanlara Cenâb-ı Hakk‟ın kendilerini helâk
edeceğini bildirdi. Nuh‟un oğlu Kenan da gemiye
binmeyenlerdendi. Kenan babasına“Ben yüzme
biliyorum, dağcılığım da var, tufanda ben helâk olmam”
diyordu.Hatta Nuh (A.S.) buna binaen Cenâb-ı Allah‟a
münacaatla oğlunun kendisine tâbi olmadığını
bildirdiğinde, Cenâb-ı Hakk da Nuh‟a:“O senin oğlun
değildir. Senin oğlun senin sulbünden gelen değil, senin
yolundan gelendir.” buyurdu.Nuh tufanı, günü gelince
başladı. Gemiye binenler kurtuldu, gemiye binmeyenler
tufanda helâk oldular. Nuh‟un gemisi de tufan sonunda
Cudi dağına oturdu. Gemidekilerin hepsi kurtuldu.
Günümüzde de Nuh (A.S.)‟lar ilmiyle âmil, güzel ahlâk
sahibi, edeb, iffet ve hayâ yüceliklerini sergileyen,
mütevazı Mürşîd-i Kâmillerdir. Onlar peygamber vârisi
oldukları için Hakk ve hakîkati tebliğ görevindedirler. Bu
görevlilerin Tevhîd gemisine davetine icabet etmeyenler
gayriyet ve cehâlet tufanında şirk denizinde boğulup
durmaktadırlar. Resûlullah Efendimiz “Ehlibeytim,
Nuh‟un gemisi gibidir. Her kim o gemiye binerse
kurtulur. Her kim muhalefet ederse gark
olur.” buyurmuştur.
Şu dünya su dolu bir denizdir. Eğer bedeni fâni olduktan
sonra binecek Tevhîd zevkleriyle bir Tevhîd gemisi yaptın
ise, kurtuluşa erenlerden,yapmadın ise o suda helâk
olanlardansın. Cenâb-ı Allah Nuh (A.S.) gibi kurtuluşa
davet eden Tevhîd gemisine binerek şirk
tufanından kurtulanlardan eylesin.

Salih‟e bir deve eyledik ihsân


Kayanın içinden çıktı nâgehân
Pek çokları buna etmedi îmân
Onları hâk ile yeksân eyledik

Nuh (A.S.)‟un davetine icabet etmeyenlerin tufanda


helâk oldukları gibi bir zaman sonra Semud kavmine de
Cenâb-ı Allah Salih isminde bir Peygamber gönderdi. O
da kavmini Hakk ve hakîkate davet ettiği halde kavmi
ona inanmadılar. “Sen hakîkaten peygambersen şu
taştan bir deve çıkar da görelim.” dediler. O an Cebrail
gelip Salih (A.S.)‟e kırk yıl evvel o taşın içinde bir dişi
devenin konulduğunu, Allah‟a dua ettiğinde çıkacağını
söyledi. Salih (A.S.)'de Rabbine münacaatla taşın içinde
dişi bir deve çıkardı. Deve dile gelerek: “Ben şehâdet
ederim ki Allah birdir. Salih onun kulu ve resulüdür.”
dedi. Bu mucizevî olaya binden fazla insan inandı. Salih
(A.S.) suyu, bir gün kavminin, bir gün de devenin
içeceğini söyledi. Bu tebliğine uymayanların helâk
olacaklarını söyledi. O kavmin Salih (A.S.)‟e
inanmayanları bir gece vakti, deveyi ayaklarından
keserek öldürdüler. Salih (A.S.) bunu duyunca çok
üzüldü. O kavim de üç gün içinde evlerinin ve mallarının
ateş içinde yanması ile helâk oldular. Kur‟ân-ı Kerîm‟in
Araf Sûresi âyet 73 den 79‟ a kadar ve Hud Sûresi 64
den 67‟ye kadar, Salih ile ilgili diğer âyet-i kerîmelerde
anlatılmıştır. Bu gün de, Salih (A.S.) gibi bir Mürşîd-i
Kâmile inanır ve tebligatını uygularsak kurtuluşa ermiş
oluruz. Uymadığımız takdirde, ilim ve irfâniyetten yoksun
olarak helâk oluruz.
Salih (A.S.)‟in taştan dişi bir deve çıkarması, taşlaşmış
olan kalp sahiplerinden Tevhîd aşkını ve irfâniyetini
çıkarmaktır. Deve dişidir. Erkek olmuş olsa idi
çoğalamazdı. Bir kişi de,Tevhîd aşkı zuhûr ettiğinde,
elbette“ Ben şahitlik yaparım ki Allah birdir. Salih (A.S.)
onun kulu ve resulüdür” diyecektir.
Suyu bir gün kavmin, bir gün devenin içmesi de,nefs
sahibi kavmin akıllarıyla taklîd şekilde ibâdet etmeleri,
devenin ise irfâniyet ve küllî akılla ibâdet etmeleridir.İşte
günümüzde de Salih (A.S.) kavmi gibi cehâlet ve şirk
halinde olanlar küfür ateşinde yok olup gidiyorlar.

Bir zaman Ashâb-ı kehfi uyuttuk


Hazreti Musa'yı Tur‟da okuttuk
ġid' e çulha yaptık bezler dokuttuk
Ġdris' e biçtirip kaftan eyledik

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Kehf Sûresinde 9. âyetten itibaren


anlatılan bir kıssadır.
Hakk ve hakîkata inanan yedi kişi, o zamanın padişahı
olan Takyanus'tan şiddetli işkence görmüşler. Bu yedi
kişi anlaşarak firar edip Tarsus'taki mağarayı kendilerine
mesken tuttular. Mağarada üçyüz yıl uyudular.
Kendilerine gelip uyandıklarında karınları acıkmıştı.
Aralarından bir kişiyi, ekmek almak için şehre
gönderdiler. Giden kişi, ekmeği alıp Takyanus'tan kalma
parayı verince yakayı ele verdi. Fırıncı, bu paranın
geçmediğini,o zalim hükümdarın öldüğünü, yerine salih
bir hükümdar geldiğini, onun da parasının altından
olduğunu söyledi.Fırıncı ona: “Korkma evladım, her şeyi
anlat” dedi. O kişi de her şeyi açık açık anlattı. Hep
beraber mağaraya gittiler. Mağaraya varınca
beraberindekiler dışarıda kaldı, o bir kişi arkadaşlarının
yanına, mağaranın içine girdi. Bir daha çıkmadı ve hepsi
birden sır oldular.
İşte,Ashab-ı Kehfi uyuttuk demekten mânâ, zâhirde
budur. Bizler de vücûd mağaramızda, nefs-i emmâre
olan nefs hükümdarından şiddetli azap görüp kaçan, yedi
sıfatımızın Hakk ve hakîkat şuhûdu istemesinden
ibarettir. Bir sâlik de Mürşîd-i Kâmilden,kendi vücûd
mağarasındaki, ef‟âl yüzünü, sıfat yüzünü ve Zât yüzünü
tahsil ederse, üçyüz yıl mağarada, uyanasıya kadar
uyudular demektir. Hakk‟ın varlığı ile uyanan sıfatlar
veya kişiler, elbette acıkacaktır. Kalb sahibi olan Mürşîd-i
Kâmilden manevî taamlar için rızık isteyecektir. Fakat
ikilikteki nisbîyet parası, bekâ olan letâfet âleminde
hemen kendisini gösterecektir. Çünkü bekânın
hükümdarı İnsan-ı Kâmillerdir. Parası da bakır değil
altındır. Kendi varlığından geçerek, Hakk‟ın varlığı ile
varlıklanıp, bekâ âlemine geçen kişiler, artık ikilik ve şirk
yeri olan fenâya dönmeyecekleri için de, mağarada sır
olmuşlardır. Dâima Hakk‟la beraberlik zevki onları fâni
olan fenâda sır haline dönüştürmüştür.
Hz. Musa‟nın Tur dağında okutulması da, Musa (A.S.)‟nın
Cenâb-ı Allah‟tan,Tevrat levhaları almak için kavminin
arasından seçtiği yedi kişi ile birlikte, Tûr-i Sina'ya
çıkmasıdır. Ayrıca Kur‟ân-ı Kerîm‟in Araf Sûresi âyet 143
de buyrulduğu gibi “Musa kendisi ile konuĢacağımızı
vaad ettiğimiz vakit gidince, Rabbi ona kelâmını
söyledi. ġöyle dedi: „Cemalini bana göster. Sana
bakayım.‟ Allah da „beni hiçbir zaman göremezsin.
Fakat Ģu dağa bak. Eğer o yerinde durursa sen de
beni görürsün‟ buyurdu. Nihâyet Rabbi dağa
tecellî edince onu yer ile bir etti. Musa da
bayılarak yere düĢtü. Sonra ayılınca Ģöyle dedi.„
Allah'ım, seni tenzih ederim. Tövbe ettim ve ben
mü‟minlerin ilkiyim” diyerek Musa (A.S.)‟nın Tur
dağında Cenâb-ı Hakk‟la konuşmasıdır.
İşte bizim gibi Musalar da her zaman gönül Tûr-i
Sina'sında tecellî ederse Hakk‟la mülâki olmuşlar
demektir. Kendi varlığı olanlar onu maalesef göremezler.
Musa gibi varlık dağlarının yok olması lâzımdır. İşte o
zaman bizlerin bildiği gibi Rabbimizi görmek değil,
irfâniyet ve kemâlât şuhûdu ile görmek olacağını anlamış
oluruz.
Şid (A.S.) de Âdem (A.S.)‟in oğludur. Kabil ve Habil‟den
sonra, Cenâb-ı Allah tarafından hediye olarak verilen ve
50 sahife kitap indirilen bir Nebidir. Şid (A.S.)‟in çulha
yapıp bezler dokuması şeriat-ı ahkâmiyenin tam ve
adaletli olduğunu göstermektedir. Şeriat, Cenâb-ı Hakk‟ın
emir ve yasaklarına tam uyum halinde oluşudur.
Şid (A.S.)‟den sonra İdris (A.S.)‟e peygamberlik verildi.
30 sahifelik kitapçık da indirildi. Terzilik sanatını İdris icat
etti. Elbise dikip giydirirdi. Terzilerin Pîri İdris (A.S.)‟dir.
Bir gün Cennet-i Âlâ‟ya elbise dikmek için davet edildi.
Cennet‟te elbiseleri biçip diktikten sonra, Cennet‟ten
çıkması için, Cebrail ondan söz aldı.O da elbiseleri
diktikten sonra, makasını Cennet‟te bıraktı.Cebrail‟le
birlikte Cennet‟ten çıktıktan sonra İdris : “Eyvah
makasımı Cennet‟te unuttum. Gidip alayım. ”dedi. Cebrail
de: “Peki, git al” buyurdu. İçeriye girince, ben verdiğim
sözü tuttum. Şimdi artık bir daha ben Cennet‟ten çıkmam
dedi. Cebrail Cenâb-ı Hakk‟a bu durumu bildirdi. Cenâb-ı
Hakk da bundan böyle Cennet‟te kalmasına ve elbise
dikmesine müsaade etti. O gün bu gün, İdris Cennet‟te
elbise dikmektedir.
İşte günümüzde de Mürşîd-i Kâmiller,hakîkat şeriatı ile,
Cenâb-ı Hakk‟ın her tecellî ettiği varlığın, farkla şuhûd
etmeyi ve muamele yapmayı öğretmektedirler. Yani her
mutmain olmuş nefsin, şeriat-ı sani elbisesini
dikmektedirler.

Süleyman‟ı dehre sultan eyledik


Eyyub‟a acıdık derman eyledik
Yakub‟u ağlattık nalân eyledik
Musa‟yı ġuayb‟e çoban eyledik

Davud (A.S.) âlem-i Âhirete intikal ettikten sonra, tahtına


Süleyman (A.S.) geçti. Süleyman (A.S.) zâhir ve bâtın
zamanın padişahı idi. Süleyman (A.S.)‟ın emrinde cinler,
rüzgâr ve kuşlar var idi. Bütün istek ve arzusunu bunlara
yaptırırdı. Hatta Cenâb-ı Allah, Mescîd-i Aksa‟yı, babası
Davud(A.S.)‟a nasîb etmeyip, Süleyman (A.S.)‟a nasîb
ettiğini söylediğinde,Mescîd-i Aksa‟yı da Süleyman
tamamlattı. Süleyman (A.S.) Cenâb-ı Allah‟tan üç şey
istemişti:
1 - Melik olmak
2 - Hikmet ilmine sahip olmak
3 - Beyt-ül Mukaddes‟te iki rek‟at namaz
kılanların günahlarının affedilmesi

İşte bir kişi de vücûd ülkesinde, nefsin padişahlığı değil


de rûhun padişahlığına sahip olabilirse, birinci isteği
kabul edilmiş demektir.Kulun kendine nisbet ettiği, ilim
ve irfâniyetinin olmadığını, ilim Allah‟ın bir sıfatı olduğu
için irfâniyetin Hakk‟ın olduğunu bildiğinde, gönül
semâsından yağacak olan o Rahîmiyyet rahmeti ile ilm-i
ledün hikmet ilmine sahip olmaktır. Süleyman olmak
isteyenler bunu da isterler. Üçüncüsü, Beyt-ül
Mukaddes‟te iki rek‟at namaz kılmakta zâhir ve bâtın
şirklerden kurtularak Cenâb-ı Hakk‟ın,vahdet ve kesret
tecellîsi olan iki rek‟atlık kalb namazı olan vusta namazını
gönül Mescîdinde kılınmasıdır. Çünkü her kim emin
beldeye ayak basmışsa o,günahlardan temizlenmiş olan
emîn kişidir. Süleyman (A.S.)'da bize Tevhîddeki kavseyn
mertebesine kadar vuslat etmemizi ve kuş dili olan bu
hikmet ilmine sahip olmamızı remzediyor.
Eyyûb (A.S.) Yusuf (A.S.)‟dan sonra gelen bir
peygamberdir. Çok zengin ve çok da ibâdet eden bir
kişiydi. İblis bunu çok kıskanıyordu. Cenâb-ı Hakk‟tan
müsaade isteyerek, malına, mülküne, çoluk ve çocuğuna
musallat oldu. Eyyûb bunlara sabrederek “Veren Allah,
alan Allah” dedi. Üçüncü defa İblis vücûduna da
musallat olmak istedi.Cenâb-ı Hakk “Eyyûb‟un aklına,
kalbine ve diline musallat olma da, diğer a‟zalarına
musallat olabilirsin” diye müsaade etti. Eyyûb bu ibtilâ ile
42 derece sıtma hastalığı ateşi ile yatağa düştü.Buna
rağmen, zikrinden ve ibâdetinden hiç eksiklik yapmadı.
Bu ibtilâlara o kadar sabrediyordu ki, Cenâb-ı Allah“ Ya
Eyyûb sen benim sabreden kullarımdansın. Artık
ayaklarını yere vur.” dedi. Eyyûb ayaklarını yere
vurunca, yerden bir sıcak su, bir de soğuk su çıktı.
“Soğuk suyu iç, sıcak su ile de yıkan” denildi. Eyyûb da
aynen öyle yaptı. Sonunda sıhhate kavuştu.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Sad Sûresi âyet 43 de “Eyyûb‟a ve
bütün ehline ve beraberinde daha bir mislini bağışladık.
Eşi ve çocukları da eski iyi günlere döndüler”
buyrulmaktadır.
Eyyûb (A.S.) dan almamız gerekli bir çok dersler vardır.
Eyyûb kul anlamındadır. Bizim gibi, Cenâb-ı Hakk‟a
yüzünü dönmüş kullara, elbette iblis musallat olacaktır.
Onun görevi Hakk yolundaki Hakk yolcularına musallat
olup, Hakk yolundan saptırmaktır. Eyyûb (A.S.)'ın Kur‟ân-
ı Kerîm‟in Sad Sûresi âyet 41 de “Şeytan beni zorluk ve
eleme uğrattı” buyurması, kişinin gaflet zamanlarında
vesvese ve vehim gibi haktan uzaklık hali, ahlâksızlık ve
gadap hallerini nefs yönü ile yaşamasıdır. Şeytan
Eyyûb‟a, üç defa musallat olmuştur. Birincisinde malını
mülkünü almış,yani fiillerin fâili Allah iken onu
engellemiştir. İkincisi çocuklarını elinden almıştır. Yani
sıfatların mevsûfunu örtmüş ve rûh tecellîlerini
engelleyerek nefsine nisbet ettirmiştir. Üçüncüsünde de
vücûduna hastalık vererek eleme uğratmıştır. Yalnız
kalbi, aklı ve dili hariçtir.
İşte bir sâlik de, mürşîdinden, kendine nisbet ettiği,
Cenâb-ı Allah‟ın, bu üç tecellîsini,Allah‟a nisbet etmeyi
öğrendiğinde, enfüsünde nefs-i emmâre olan Şeytanın
vehim ve vesveselerinden kurtularak, kuvve-i rûhun
selametine mazhar olacaktır. Bu tahsilde, her türlü ibtilâ
ve tecellîlere sıdkıyle sabredenler, Tevhîd yolu olan
ayağını yere vurması ile,sıcak ve soğuk su çıkacaktır.
Soğuk su bedenin, sıcak su da sîretin mutluluğu için
kişiyi huzura kavuşturur.Sıcak su, hakîkat-ı
Muhammediyyeyi, soğuk su da şeriat-ı Muhammediyyeyi
remzeder. Bir kişi Fenâfillâh olasıya kadar şeytanın bütün
ibtilâlarına sabredip Hakk‟ın varlığıyla var olursa,
şirklerinden ve vücûd varlığı gibi en büyük günah
hastalığından kurtulmuş ve hakîkat sıcaklığı ile yıkanmış
olur. Cenâb-ı Hakk‟ın her mazhardan farkı ile bütün
tecellîlerini, zevk ettiğinde de Şeriat elbisesini giyerek
soğuk suyu içmiş olacaktır. İşte vahdet zevki
hakîkattır.Kesretteki Cemalullah zevki de Şeriattır.Kendi
diye bildiği malı, mülkü olan ef‟alini, çocukları olan
sıfatlarına ve vücûdu diye bildiği vücûdullahı Cenâb-ı
Hakk ona ihsân etmiş ve eski zenginliğine tekrar
kavuşmuştur. Çünkü Hakk‟ın zenginliğiyle
zenginleştiğinde dâimî mutluluğa ermiştir. Cenâb-ı Hakk
bizlerin de Eyyûb gibi sabırla ve sadakatla teslim
olduğumuz nisbetle, günah ve cehâlet hastalığından
kurtularak mutluluğa erebileceğimizi bildiriyor.
Yakup (A.S.)'da oğlu Yusuf (A.S.)'dan ayrı düşmesi
nedeniyle gelen, geçen kimselere oğlu Yusuf‟u sormak
sûretiyle çok inledi. Ayrılık ateşi onu harâb etti. Kur‟ân-ı
Kerîm‟ in Yusuf Sûresinde, uzun uzun îzâh edilen bu
vak‟aya göre kardeşleri tarafından Yakup (A.S.)‟un oğlu
Yusuf kuyuya atıldı. Kervancıya pul olup satıldı. Kervanla
Mısıra giden Yusuf, köle olarak satıldı. Onun için babası
olan Yakup (A.S.)'dan uzun müddet ayrı kaldı. Bunun
sevgi ve ayrılık ateşi Yakup (A.S.)'ı çok inletti, hatta öyle
hâle geldi ki, gelen geçene oğlu Yusuf'u soruyordu. Diğer
evlatları ona diyorlardı ki: “Baba, sen artık bunadın. O
sorduğun kişiler senelerce evvel ölmüş olan Yusuf‟u
nereden bilecekler ”Yakup (A.S.) da onlara, “Ben
Peygamberim, kime sorduğumu biliyorum, siz kendinize
bakın” dedi. Sonunda Mısır‟a sultan olan oğlu Yusuf,
babasına beyaz bir gömlek gönderince her şeyi anladı.
Ağlaya ağlaya gözleri de kör olmuştu. O beyaz gömleği
gözlerine sürünce gözleri de açıldı ve görmeye başladı.
İşte bu olayda da bizlere çok ibretler var. Ten
Yakub‟u, oğlu can Yusuf‟undan ne zaman ayrı kalır,
dünya kuyusuna atılıp, bir Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd
kervanına pul olarak satılarak, Tevhîd kervanının
tahsilinde, Mısır olan kalp ülkesinde Sultan olasıya
kadarki devrede, Yakup çok ah u figan ederek inler.
Ayrılık ateşi onu yakar. Ne zaman rûhun kemâlâtı
tamamlandı, teselli etmek için kalb Yakub‟u ona ihtiyaç
hissetti. İşte o beyaz gömlek olan Tevhîd gömleği ile
gözleri açıldı ve inlemesi de sona erdi.
Ey ihvân kardeşim, senin de bu inleme ve Hakk‟tan
ayrılık ateşi seni yakıyor ve harap ediyorsa, sen de
kuyuya atıl. Tevhîd kervanına pul olarak satıl ve vücud
ülkesinde hükmünü gösteresiye kadar Yakup gibi
inlemekten kurtul.
Musa (A.S.) da firavunun askerinden birini öldürünce
Mısır‟dan çıkarak Şuayb (A.S.)‟ın ülkesi Medyen e gitti.
Orada Şuayb (A.S.)‟ın emrinde sekiz sene çobanlık yaptı.
Sonunda, kızı ile evlenerek on sene sonra Mısır‟a döndü.
İşte bizler de, nefs firavunundan kaçarak, Şuayb (A.S.)
gibi bir Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd ülkesine giderek ona
sekiz sene çobanlık yaparsak, yani sekiz sıfat-ı
subûtiyemizin aslını tahsil ederek Fenâfillâh olursak,
kendi gönül kuyumuzdan çıkacak olan,o kalbin cemâl
tecellîlerine sahip oluruz. Yoksa bir hikaye olarak
anlamaktan öteye geçemeyiz. Şuayb (A.S.) Musa‟ya
sekiz seneden sonra “İki sene daha hizmet edersen,
doğacak kuzular size veririm. Onlarla geçiminizi
sağlarsınız, hem de memnun olurum” dedi. Musa da
bunu kabul etti. Birinci sene kuzuların hepsi erkek
doğdu. İkinci senede kuzuların hepsi dişi doğdu. Musa
bu erkek ve dişi kuzuları alarak o beldeden, eşi ile birlikte
ayrıldı.
Fenâfillâh olan bir sâlik de, birinci sene olan ferâizde,
vahdet zevki ile zevklenir. İkinci senede ise kesretteki
her varlıkta cemalullahı Muhammedî olarak zevk eder
demektir.

Yusuf u kuyuya attırmıĢ idik


Mısır‟da kul olarak sattırmıĢ idik
Züleyha‟yı ona çattırmıĢ idik
Zellesinden bendi zindan eyledik
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Yusuf Sûresinde anlatılan, Yusuf‟la ilgili
kıssa, hepimize malûmdur.
Bir gün Yusuf babası Yakub‟a, rüyasında on bir yıldızla ay
ve güneşin kendisine secde ettiklerini gördüğünü söyledi.
Buna binaen, babası Yakup “Oğlum rüyanı kardeşlerine
anlatma. Sonra sana bir kötülük yaparlar” dedi. Babası
onun bu rüyasından anladı ki, Yusuf üstün bir isti‟dâda
sahip olup, peygamberliğine vâris olacaktır. Onu
diğer kardeşlerinden fazla sevmeğe başladı. Kardeşleri
de bunu gördükleri için,ona tuzak kurdular. Yusuf‟u
babalarından, oynamak bahanesiyle rica ederek aldılar
ve oyun sahasındaki bir kuyuya döverek attılar. Uzaktan
gelen bir kervanın sucusu onu kuyudan su çıkarırken
gördü ve çıkardı.Bunu gören kardeşleri, kervancı başına:
“O bizim kölemizdir. Size satalım” diyerek Yusuf'u pul
değerinde kervancı başına sattılar. Kervancı başı Mısır‟a
vardığında, Züleyha‟nın kocası maliye nazırına da, ağırlığı
kadar altına sattı. Züleyha Yusuf‟a sahip olmak için çok
diller döktü. Bir gün sahip olamayacağını anlayınca,
yusuf‟un gömleğini arkasından yırttı. O anda kapıdan
içeriye giren kocası bunu gördü. Züleyha kocasına
şikâyetle, “Yusuf bana sahip olmak istedi” diye iftira attı.
Yusuf‟un gömleğinin arkadan yırtılmasını gören efendisi,
suçlunun Züleyha olduğunu ve yalan söylediğini anladı.
Buna rağmen Züleyha yine de Yusuf‟u zindana attırdı.
Böylece Yusuf birçok ibtilâların sonunda Mısır‟a sultan
oldu.
İşte onun için, can Yusufları bu günde, varlık kuyusuna
atılmadan, Tevhîd kervan başı olan bir Mürşîd-i Kâmile
pul olup satılmadan,Tevhîd kervanında merâtib-i İlâhiye
tahsili sonunda, vücûd ülkesinin başşehri kalp Mısır‟ında,
ağırlığı kadar altına o zaman satılabilir.Yani kişi, kendi
varlığını Rabbine, pul değerinde satarsa, Hakk‟ın varlığını
giyeceği için onun değeri de kendi ağırlığı kadar altın
olur.
Yusuf‟un Züleyha ile mücadelesi ise, rûh sahibi olan bir
kişinin nefsi ile mücadelesinden ibarettir. Yusuf‟un halvet
zindanına atılması ve kemâlâta kadar vuslatı sonunda,
kalp Mısır‟ına padişah olmasıdır. Bir kişi de kendi vücûd
ülkesinin padişahlığını, nefsten alarak, idareyi rûha teslim
edebilirse, o kişi kurtuluşa ermiştir. İşte Yusuf kıssası
bizlere bunu anlatmaktadır.

Davut Peygambere çaldırdık udu


Kazâdan kurtardık Lût ile Hud‟u
Bak ne hale koyduk narı Nemrut‟u
Ġbrahim‟e bağı bostan eyledik

Davud (A.S.)‟un çok güzel sesi var idi. Davud,


Makâmında, Cenâb-ı Hakk‟ın emirlerini ilâhîlerle ud
çalarak söylerdi. Kendisine verilen Zebur hep ilâhîlerden
ibarettir. Yanık sesini duyan bütün insanlar, kendisinden
geçiyorlardı. Sen de Davud gibi bir kâmilin sohbetlerinde
bulunursan, hem onun ilm-i ledün olan, sır ilimlerinden
etkilenerek sarhoş olursun. Hem de,kendi varlığını yok
ederek Hakk‟ın varlığı ile dirilmek sûretiyle dâimî
haylığa vâsıl olursun.
Lût(A.S.)‟un kavmi oğlancı idi. Lût (A.S.)‟un Hakk‟a olan
davetini de hiç dinlemiyorlardı. Bir gün Lût (A.S.)‟a oğlan
kisvesinde iki melek geldi. Onun kavmi bu gelen iki
meleği gördü ve onlara sahip olmak istediler. Lût
(A.S.)‟un kapısına gelip dayandılar. “Kapıyı aç, o iki
delikanlıyı bize teslim et” diye direndiler. Lût (A.S.)'da
“Tanrı misafirlerine dokunmayın, isterseniz benim iki
kızım var, onların yerine size kızlarımı teslim edeyim”
dedi. Kavmi ise, “Sen de biliyorsun ki biz kızlara
bakmayız. Bize oğlanlar gereklidir” diye ısrar ettiler.
İçerdeki melekler de “Biz Cenâb-ı Hakk‟ın emrini size
tebliğe geldik. Bu kavmi Cenâb-ı Hakk helâk edecek. Ya
Lût, siz bu beldeyi inananlarla birlikte terk edin”
dediler.Gece karanlığı olasıya kadar,kavminden müsaade
aldı. Gündüz göz göre göre bu livata (oğlana tevessül
etme) olmaz.Gece olunca yaparsınız diye,dilekte
bulundu.Onlar da bunu kabul ettiler. Lût(A.S.),eşi ve ona
inananlar akşam olunca,evin arka kapısından o beldeyi
terk ettiler.“Kimse geriye bakmasın.Bakan olursa helâk
olur”dendiği halde,şehirden çıktıklarında,şiddetli bir
gürültü ile şehirdekiler helâk oldu.Bu gürültüyü duyan
Lût(A.S.)‟un eşi geriye baktığında o da helâk olanlardan
oldu.Böylece Lût(A.S.)ve ona inananlar,bu kötü
kavimden kurtulmuş oldular.
İşte nefs-i emmâre sahipleri dâima Lût(A.S.)gibi,
kâmillerin sözlerini reddettikleri ve o yolda gitmedikleri
için, dâima helâk olup durmaktadırlar. Çünkü çoğalması
mümkün olmayan kesbî ilimler, gönüllere tat vermez.
Dolayısıyla da sönmeye mahkûmdur. Zâhiri, taklîdî ilim
ve ameller kişiye fayda vermediği gibi. İlm-i ledün olan,
vehbî ilimlerle amil olmak, kişileri kurtarır. Nefs
şehrinden gece olan vahdet zevki ile çıkanlar,
Lût(A.S.)ve inananlar gibi o helâktan kurtulmuşlardır.
Lût‟un eşi gibi geriye bakan, yani, nefsinden
kopamayanlar helâk olmaya mahkumdurlar. Cenâb-ı
Hakk‟ın bu gazâbından kurtulmak istiyorsan, bir kâmilin
yolunda gitmeye bak.
Hud (A.S.) da Ad kavmine gönderilmiş bir Peygamberdi.
Hakk ve hakîkata kavmini davet ettiği halde, ona karşı
geldiler. Atalarının dininden dönmemek için Hud(A.S.)‟a
kötülük yapasıya kadar ileri gittiler. Cenâb-ı Hakk da,
âyetlerini inkâr edip, peygamberlerine isyan ettikleri için
Hud (A.S.)ve inananları kurtarıp diğer Ad kavminin
hepsini ağır bir şekilde helâk etti.

Bak ne hale koyduk nâr-ı Nemrud'u


Ġbrahim‟e bağı bostan eyledik

İbrahim (A.S.) bir gün putların yanında kalmıştı. Herkes


bayram yerine gittiklerinde,eline bir balta alarak, bütün
putları paramparça etti. Yalnız büyük putu kırmadı.
Elindeki baltayı da büyük putun boynuna astı. Bu hali
gören bir kişi Nemru'da giderek İbrahim'in putları
parçaladığını haber verdi. Nemrut, İbrahim'in yanına
gelerek, “Bunları sen mi kırdın” dedi. İbrahim de, büyük
putu göstererek, “Balta boynunda, belki o yapmıştır. Ona
sorsanız ya” demiştir. Nemrut,“O konuşamaz” deyince
İbrahim (A.S.) şöyle dedi: “Sizlere cevap vermekten aciz
olan puta tapıyorsunuz da, her şeyi yaratan âlemlerin
Rabbine inanmıyorsunuz.” Bunun üzerine, mancınıkla
yüksek bir yerden ateşe atılmasına karar verildi. Kırk gün
ateş şiddetli bir şekilde yakıldıktan sonra İbrahim (A.S.)
ateşe atıldı. Cenâb-ı Hakk da Kur‟ân-ı Kerîm Enbiya
Sûresi âyet 69‟ da “Ey ateş,İbrahim‟e karşı serin ve
selamet ol” buyurdu. İbrahim düştüğü yerde güllük
gülistanlık olarak oturur bir vaziyetteyken Nemrut onu
görünce,hayretini gizleyemedi. Sonra Cenâb-ı Hakk‟ın
gazâbına uğrayan Nemrut kulağına giren bir sinekle
helâk oldu. Nemrut kafasının içindeki sineğin
vızıldamasından, bir kişi tutarak, devamlı tokmakla
başına vurduruyordu. Ancak biraz o zaman rahat
edebiliyordu. Zamanla ağrıları o kadar şiddetlendi
ki,tahammül edemeyecek hale geldi. Kafasına
tokmakların şiddetli vurulmasıyla da kafası parçalanıp
geberdi gitti. İşte Nemrud'u bu hale koyan ve İbrahim‟i
de güllük gülistanlık içinde mutlu kılan Cenâb-ı Hakk‟tır
buyruluyor.

Ġsmail‟e bedel Cennet‟ten kurban


Gönderdik Ģâd oldu Halil-i Rahmân
Balığın karnında bir hayli zaman
Yunus Peygambere mekân eyledik

İsmail (A.S.) İbrahim (A.S.)'in oğludur. İsmail‟den evvel


İbrahim (A.S.)'in oğlu olmadığı için,Cenâb-ı Hakk‟a
niyazda bulundu. “Ya Rabbi bana bir evlat verirsen
,canımdan daha çok sevdiğimi sana kurban edeceğim”
dedi. İsmail büyüdü. İbrahim (A.S.) Rabbine verdiği
sözü tutmak için koyun ve yüzlerce deve kurban etti.
Fakat rüyasında “Verdiğin sözü yerine getir” diye her
gece ikaz ediliyordu. En sonunda anladı ki, canından
daha çok sevdiği oğlu İsmail‟dir. Saffat Sûresi âyet
102“Ya İsmail, seni rüyamda kurban kesmem emredildi”
dedi.O da, “Ey babam, madem ki sana bu emir verildi,
onu yap” dedi. Bunun üzerine, İbrahim bir iple bir bıçak
alarak, oğlu ile birlikte dağa odun kesmek için yola
çıktılar. Dağa vardıklarında, Hz. İbrahim, oğlu İsmail‟i
koyun gibi kesmek için yatırdı. Elindeki bıçağı boynuna
çaldı. Fakat bıçak kesmedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk
Saffat Sûresi âyet 105 “Ya İbrahim,gerçekten rüyana
sadakat gösterdin.Şüphe yok ki biz güzel amel işleyenleri
işte böyle mükafatlandırırız” dedi. Bunun üzerine gök
yüzünden bir koç gönderildi. “Allahü ekber, Allahü ekber”
nidâsıyla İbrahim(A.S.)‟in yanında belirdi. Bu koçu gören
İsmail de“La ilâhe illallah vallahu ekber” dedi. Hz.İbrahim
de “Allahü ekber velîllahul hamd” dedi. İşte Cennet‟ten
gönderilen bu koç da Allah‟a sonsuz inanç ve ondan razı
olmanın karşılığı olarak,Hz. İbrahim‟e verilmiş oldu. O da
bu olaydan sonra, çok mutlu oldu.
İşte bizler de,inanç ve Hakk‟a olan cömertliğimizi
gösterirsek, yani her türlü varlık şirklerinden kurtulup,
Cenâb-ı Hakk‟ın varlığı ile var olursak, bunun karşılığı
olarak da, bizlere bir koç lütfedilecektir. Zira İsmail, Hz.
İbrahim‟in nefsi idi. Nefsin hiçbir zaman
kesilemeyeceğini, kurbiyetle Hakk‟a yaklaşılacağını
bizlere göstermiş oluyor.
Meleklerin iki defa, “Allahu ekber Allahu ekber” diye koçu
getirmeleri Allah‟ın Hüviyet ve Eniyetinin, yani zâhir ve
bâtındaki ululuğu ve yüceliğidir. Meleklerin bu tekbirini
duyan İsmail de “La ilâhe illallahu Allahu ekber” deyişi,
Allah‟ın zandaki,bilinçteki ululuğu ve büyüklüğü değil,
bizzat şuhûd ettiğimiz zerreden kürreye kadar, bütün
sıfatlardan ilânedilen, Cemalullahını gösteren Allah
büyüktür anlamındadır. Buna cevaben Hz.İbrahim de
“Allahu ekber velîllahu hamd” demekle, zâhir ve bâtın
bütün varlıkların Allah‟a hamd ettiklerini, hepsinin varlığı
Allah‟ın varlığı ile var olabildikleri için, teşekkür ettiklerini
söyledi.
İşte tenzih ve teşbihi,Hz.İbrahim Tevhîd yaparak,bu
tekbiri kâl lisanıyla ifade edilmiş oldu. Bizler de,
kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yaparak, Hz.İbrahim
gibi Tevhîd yapabilirsek, Cenâb-ı Hakk‟ın koç lütfuna
mazhar oluruz.

Balığın karnında bir hayli zaman


Yunus Peygambere mekân eyledik

Yunus (A.S.) otuzüç sene kavmini Hakk ve hakîkata


davet ettiği halde, kavmi ona tâbi olmadı.O da kavminin
üç güne kadar, helâk olacağını söyleyerek, onların
arasından ayrıldı. Ve bir gemiye bindi. Gemide kur‟a
çekildi. Çekilen kur‟ada,denize atılacak kurban, Yunus‟a
isabet etti. Yunus‟u denize attılar. Cenâb-ı Allah da
Yunus‟u, bir yunus balığının yutmasını tecellî ettirdi. Kırk
gün Yunus (A.S.) yunus balığının karnında kaldı. Bu
müddet içinde, yunus hep zikir yapıyordu. Enbiya Sûresi
âyet 87 “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü
minazzalimin” (Noksan sıfatlardan münezzeh olan
Rabbim, beni bir daha zalimlerden eyleme) diyordu. Kırk
gün sonra deniz kenarına çıkarıldı. Karaya çıktığında
üryandı. Kabak yaprağıyla avret yerlerini örterek, kısa
zamanda sıhhatına kavuşup, ümmetinin arasına gitti.
Ümmetinin yüzbin mevcûdu vardı. Hz. Yunus kavminden
ayrılırken onlara söylediği sözler tahakkuk etmişti. Birinci
günde her taraf sararmış, ikinci günde kırmızılaşmış,
üçüncü günde de her taraf kararmıştı.Kavmi bunları
görünce, nedâmet duyarak tövbe edip Cenâb-ı Hakk‟a
yalvardılar. Hz.Yunus‟un geri geldiğini görünce hepsi
birden îmân edip uzun seneler, Hz.Yunus‟la birlikte
mutluluk içinde yaşadılar.
İşte bu, bir kişinin,enfüsünde, rûh Yunus‟unun beden
balık karnında kırk gün kalarak Fenâfillâh olup kendi
insan-ı asliyyesini bulması veya bir Mürşîd-i Kâmilden
ferâiz olan dördüncü mertebeye kadar,merâtib-i İlâhiye
tahsilinde bulunmasıdır. İnsanlar isyanda ve nefs sahibi
oldukları müddetçe, rûhları dâima zulmettedir.Bir İnsan-ı
Kâmile gelip, nefsini terbiye ederek mutmain olabilirse,
balığın karnındaki karanlıktan Hz.Yunus‟un kurtulduğu
gibi, rûh Yunus‟u da, bu ten zulmetinden kurtulmuş olur.
Çünkü bu âlem bir denizdir .Ten balık,rûh Yunus gibidir.
Âfâkımızda ise, kişilerin kâmil olan seçilmiş Yunus
balıkları tarafından dâima yutulmalarıdır. Kırk gün kendi
terbiyelerinde bizleri Tevhîd-i Ef‟âl,Tevhîd-i Sıfât ve
Tevhîd-i Zât günlerinden sonra Vahdâniyyet deryasında
kemâle getiriyorlar.
İşte nisbîyeti olan nefsle, yaptığı kötülükleri idrâk ederek
“Ya Rabbi artık beni zalimlerden eyleme” diye dua etmiş
oluyor. Sahile çıkarıldığında Yunus hasta idi. Yani henüz
daha kemâlâta gelmemişti.Zamanla kemâlâta geldi.
Rabbine şükrânî olarak ilk defa ikindi namazını da Yunus
kıldı. Bizler de, Hz.Yunus gibi dâima tesbihâtla meşgul
olalım. Nefsimizin mutmain olmasıyla uzun seneler
mutluluk içinde, Hz.Yunus gibi yaşayalım. Vücûd
ülkemizde, a‟za ve sıfat kavimlerimizin rûha olan idrâk
tâbiliğini istiyorsak, ikilikteki nefs vâdisinden, teklik vâdisi
olan rûh vâdisine geçerek, vücûdumuzda rûhu padişah
yapalım. Vücudumuzda rûh padişah olunca, bütün sıfat
ve a‟zalarımızda, mutmain olarak onu en güzel bir
biçimde açığa çıkaralım. Artık, kulak Hakk‟ı duyacak, göz
Hakk‟ı görecek, dil Hakk‟ı konuşacak ve hiçbir ihtilaf
kalmayacaktır. Dolayısıyla da mutluluk ve saadet içinde
yaşanmış olunacaktır. Cenâb-ı Hakk‟tan bütün
kardeşlerimin Hz.Yunus‟u örnek almalarını ve onun gibi
mutluluğa kavuşmalarını niyaz ederim.

Bir Mescîde soktuk Meryem Ana‟yı


Pedersiz doğurttuk orda Îsâ'yı
Bir ağaç içinde Zekeriya'yı
Biçtirip kanını rizan eyledik

Zekeriya (A.S.) Meryem validemizin dayısıdır. Ailesi,


Meryem validemizi islami bir terbiye içinde yetiştirmek
istedi. Aile arasında, Meryem‟in terbiyesi için kur‟a
çekildi.Kur‟a Zekeriya (A.S.)‟ya isabet etti. Zekeriya
(A.S.) ona bir Mescîd yaptı. Başkaları ile irtibâtını keserek
hem terbiye ediyor,h em de yemeklerini getiriyordu. Bir
gün Mescîdde Meryem‟in yanında kış ve yaz meyvelerini
gördü. “Ya Meryem bu meyveleri sana kim
getiriyor?” dedi. O da “Bana bunları Rabbim ihsân etti.
Bundan sonra yemek getirme” dedi. Zekeriya'nın
terbiyesinde Meryem tamamen kemâle gelince, bir gün
Cebrail‟i karşısında gördü. Meryem Sûresi âyet 19 da
“Cebrail gerçekten, ben sana temiz bir oğlan vermek için
sırf Rabbimin gönderdiği bir elçiyim” diyerek, Îsâ‟nın
müjdesini verdi. Meryem validemiz de, Meryem Sûresi
âyet 20 de belirtildiği gibi “Benim için nasıl bir oğlan
olur.Bana bir insan dokunmadı ve ben iffetsiz bir kimse
değilim” dedi. Cebrail de “Evet doğru söylersin. Fakat
Rabbin için her şey kolaydır”diyerek,Meryem validemizi
sakinleştirdikten sonra,sağ yakasından üfürmesi ile
Îsâ‟ya gebe kaldı.İşte bir zaman sonra,bir hurma
ağacının dibinde de Îsâ'yı doğurdu. Onun için zâhirde Îsâ
(A.S.)‟nın babası yoktur.
Bizler de Zekeriya gibi bir kâmilden Meryem gibi bir sâlik
olup, nefs terbiyesi alırsak, elbette bizlerde de yaz ve kış
meyveleri olan ilham tecellîleri zuhûr edecektir. Bunu da
bizlere, zâhir ilmiyle irfâniyetimizi geliştiren Mürşîd
mazharından, Rabbimiz zevk ettirecektir. Bu tecellîler
kemâlâta geldiğinde, Cebrail olan, bâtın Rabbimizin bizim
gibi Meryemlerden Rûhullah olan Îsâ‟ları doğurmuş
olacaktır. Îsâ‟nın kişilerde doğması, o kişinin rûh sahibi
olmasıdır.
Mürşîd-i Kâmiller, Fenâfillâh olasıya kadar bizim gibi
Meryemlerin anası, bekâ zevklerine geçince de babası
olmaktadır. Meryem‟de hem erkek hormonu, hem
de kadın hormonu olduğu için“Îsâ‟yı babasız doğurdu”
denmiştir. Bu söz mecâzîdir.

Bir ağaç içinden Zekeriya‟yı


Biçtirip kanını rizan eyledik

Zekeriya (A.S.) bir gün Yahudilerden kaçtı. Çünkü Hakk


ve hakîkata davetinden, kavmi hoşlanmıyordu. Yahudiler
Zekeriya‟nın arkasına düştüler. Zekeriya bir ceviz
ağacının içine gizlendi.Şeytan bunu gördü ve kavmine
haber verdi. Yahudiler bıçkı ile bu ağacı ikiye ayırdılar.
Zekeriya da ağaçla birlikte ikiye ayrılmış oldu.Böylece
Zekeriya, Cenâb-ı Hakk‟ın rızasını kanıyla da kazanmış
oldu. Bir kişi de,vuslatında ceviz ağacına sığınırsa (Çünkü
cevizde üç haslet vardır. 1-YeĢil kabuk, 2-Ağaç sert
kabuk, 3-Cevizin özü) Cenâb-ı Hakk‟ın Ef‟al, ıfat ve
Zâtının zevkleriyle yok olur. Hakk‟ın varlığı ile var
olduğunda,Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîsi iki bölümdür. Vahdet
ve Kesret‟tir. Bu tecellîlerle Hakk‟ın rızası kazanılmış
olunur. Zekeriya (A.S.)‟da celâl ve cemâl tecellîleriyle
zuhûr edip kanı rıza-yı Bâri için akıtılanlardan oldu.

Beyt-iMmukaddes‟te Kudüs Ģehrinde


Nehr-i ġeria‟da Ürdün Ģehrinde
Tathir etmek için günün birinde
Yahya‟yı Îsâ‟yı üryân eyledik

Mukaddes ev olan Mescîd-i Aksa, Orta Doğuda bu günkü


İsrail devletinin işgal ettiği yerdir.Bir
zamanlar,Zekeriya(A.S.)‟nın oğlu Yahya(A.S.)ile Meryem
validemizin oğlu Îsâ (A.S.) da,bu beldede aynı zamanda
yaşamışlardı. Yahya (A.S.)‟yı Cenâb-ı Allah, Zekeriya‟ya,
ihtiyarlığın son deminde, bir armağan olarak ihsân etti.
Hiç günah işlemeyen ve karşılıksız lütuf olarak verilen bu
oğlan, çok güzeldi. Meryem oğlu Îsâ ile aynı devrede
yaşadılar. Her ikisi de Cenâb-ı Hakk‟ın peygamberiydi.
Bir gün ikisi karşı karşıya geldiler. Yahya (A.S.) çok
üzgün ve kederli duruyordu. Îsâ (A.S. Yahya‟ya “Niçin bu
kadar kederlisin, yoksa Cenâb-ı Allah‟ın rahmetinden
ümidini mi kestin?” dedi. Îsâ (A.S.) da, çok neşeli ve
güleçti. Yahya (A.S.) Îsâ‟ya “Sen de çok neşeli ve
güleçsin. Yoksa Cenâb-ı Allah‟ın gadabından emin misin”
dedi. Her ikisi de birbirlerine cevap vermediler.
İşte, akraba olan bu Yahya ve Îsâ (A.S.)'ları, İsrail
oğulları, Allah için Hakk ve hakîkata davet ederlerken,
Yahya‟yı boynundan kestiler. Kanını akıttılar. Îsâ‟yı da
kendi zanlarına göre çarmıha gererek öldürdüler. İşte,
bir sâlik de Hakk‟ta fâni olarak, rûhullah zevki ile
zevkiyâb olursa, gayriyetlerden ve günahlardan
soyunduğu için, üryan olur. Ferâiz zevki kişilerde, Îsâ
(A.S.) olan Rûhullah (Allah‟ın rûhu) şuhûdunu ihsân
eder. Mukaddes ev olan gönül evinde vahdet tecellîleri,
Îsâ ve Yahya‟yı remzeder. Rûh tecellîleri her nerede
zuhûr ederse, esmâ aldığı için çoğalmanın ve tafsilâtta
görünmenin mutluluğu ile Îsâ gibi neşeli ve güleç olur.
Îsâ rûhtur. Yahya candır. Can da her nerede tecellîsiyle
diriliğini gösterse de, rûh gibi esmâ almadığı için üzgün
olur. Bunların her ikisi de,enfüste Hakk‟ın bizlerdeki
tecellîleri olduğu için, gayriyetten temiz olduğu için üryan
denmiştir. Bu mertebede, Hakk‟tan gayri hiçbir şey
görülmediği için de, Tevhîdde o Makâmın hâli üryanlıktır.

Böylece cilvelerle vakit geçirdik


Bu Enbiya ile çok iĢ bitirdik
BaĢka bir Nebi yüz ziĢan getirdik
Onun her nutkunu Kur‟ân eyledik

İşte, böyle zamanın ve toplumun isti‟dâd ve


kabiliyetlerine göre, her devirde Peygamberlerle
toplumları Cenâb-ı Allah imtihan etti. Bu Peygamberlerin
kavimlerle olan münasebetlerini de, Kur‟ân-ı Kerîm‟de
ayrı ayrı beyan etti. Bugün de, evliyaların irşâd
çalışmaları ile toplumların yaşantıları, o günlerdeki gibi
zuhûr edip durmaktadır.O dem bu demdir.

Küffarı KureyĢ'i ettik bahâne


Muhammed Mustafa geldi cihana
Halkı davet etmek için îmâna
Murtaza'yı ona ihvân eyledik

Peygamber olarak en son Hz. Muhammed dünyaya


gelmiştir.Damadı Hz.Ali(K.V.)de ona ihvân,yani talebe
oldu. Böylece Hz.Muhammed zamanında da toplumları
îmâna davet etmek için,bunları Cenâb-ı Allah
görevlendirdi.

Ona kıyas olmaz asla bir nebi


Nebiler Ģahıdır Hakk‟ın habibi
Dünyanın ukbanın O‟dur sebebi
Biz onu Nebiy yi yüz ziĢan eyledik.

Hz. Muhammed ile diğer peygamberlerin herhangi birisi


asla mukayese edilemez. Her ne kadar, Kur‟ân-ı Kerîm‟de
sayılan Peygamberler, Hz.Muhammed gibi görevli
peygamberse de, Hz. Muhammed dünya ve âhiretin
yaratılmasına sebeptir. Çünkü Hadis-i Kudsîde “Levlake
levlak,vema halaktül eflak” (Habibim ya Muhammed, sen
olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım)
buyrulmaktadır. Onun için dünya ve Âhiretin
yaratılmasına yalnız Hz. Muhammed sebeptir. Cenâb-ı
Allah onu rûhanîyet yönü ile ilk Peygamber,unsuriyet
yönüyle de son Peygamber olarak yaratılmıştır.

Hakk Muhammed Ali ile birleĢtik


Hep beraber Kâbe kavseyne gittik
O Makâma pek çok muhabbet ettik
Leyletel esrayı seyran eyledik

Kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok ederek, ölmezden


evvel ölme zevkine sahip olanlar, bu âlemde Cenâb-ı
Hakk‟ın tecellîlerinin velâyet yönünün Ali, nübüvvet
yönünün Muhammed olduğunu çok iyi bilirler. İşte,
tenzih ve teşbih zevklerini birleştirerek, Kâbe kavseyn
olan kalbin Tevhîd zevkinde, dâimlik elde edilir. Bütün
enbiya ve evliyalar orada ikamet ederler .Kâbe kavseyn
Makâmı, rûhanî mi‟rac yapan evliyaların muhabbetle
sarıldıkları bir yerdir. Onun için Peygamber Efendimizin,
gece yolculuğu yaparak, Cenâb-ı Hakk‟ın üstün âyetlerini
seyrettiği gibi, bütün evliyalar da, rûhanî olarak bu
âyetleri seyrederler. Malûmunuz, Peygamber Efendimizin
34 mi‟racı vardır. Bunun 33‟ü rûhanî,biri cismânîdir.
Rûhanî olan 33 mi‟racı bütün evliyalar yapıp, mi‟rac
zevkine sahip olurlar. Fakat cismânî olan Mi‟rac, yalnız
Resûlullah Efendimize aittir. Çünkü Makâm-ı Ahadiyet,
Makâm-ı Mahmûd olduğu için Resûlullah Efendimize
aittir. Kim ki oraya gitmek ister ve cismânî Mi‟rac yapmak
isterse, Resûlullah‟ın izni olmadan oraya giremez. Velevki
müsaade alarak girse bile, kendi esmâ ve sıfatını dışarıda
bırakarak, Muhammed olarak girebilirler. Bütün
evliyaların oraya girenleri, teberrüken, yani Resûlullah
Efendimizi tebrik için girmişlerdir. Yoksa başka türlü
hiçbir peygamber ve evliyanın oraya girmesi mümkün
değildir.
Bu sözlerimi sanma her insan anlar
KuĢ dilidir bunu Süleyman anlar
Bu sırrı müphemi ârifan anlar
Çünkü cahillerden pinhân eyledik

Malûmunuz Süleyman (A.S.) Davud (A.S.)‟un oğludur.


Cenâb-ı Hakk, Süleyman‟ın emrine cinleri, rüzgarı ve
kuşları vermiştir. Mescîd-i Aksa'yı bunlarla
tamamlamıştır. Onun için Süleymanlar gök ehli oldukları
için, bütün dilleri bilirler. Buraya kadar söylediğimiz
sözler, Kur‟ân-ı Kerîm‟de,ilm-i ledün diye bahsedilen sır
ilimleridir. Bu ilmi her kişi bilemez. Yalnız vücûd
ülkesinde bu sırların yerlerini gören ve zevk eden kişiler
anlayabilir. Zira onlar,gök ehli oldukları için, bu kuşların
dilinden anlarlar. Her kişi bu sırları kaldıramayacağı
için,cahil olanlardan, esmâ ve sıfat perdesi ile,onu
Cenâb-ı Hakk‟ın örttüğünü görüyoruz.

Hakk ile Hakk idik biz ezelde


Ta rûz-i eleste kâlu belîde
Makâm-ı Hüda'da bezm-i celide
Cemâlini gördük îmân eyledik

Ervâh âlemi olan rûhlar âleminde iken, orada Cenâb-ı


Hakk‟ın Vahdâniyyetinde, Hakk‟la Hakk idik. Araf Sûresi
âyet 172 de “Elestü Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil
miyim)diye, mürşîd-i Kâmil mazharından, hâl lisâniyle
söylediğinde,(kâlu belî) dedik. İşte o yerde Rabbimizin
cemalini gördük ve îmân eyledik. Çünkü bütün irfâniyet
ve kemâlât Rabbimindir.

Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır


Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hakk‟tır
Her nereye baksan, Hakk mutlaktır
Ahvâli vahdeti beyan eyledik

Rahmân Sûresi 26 ve27. âyetlerde “Her şey yok olucu


ve geçicidir. Ancak Allah‟ın Zât‟ı bakidir” buyrulmuştur.
Onun için, mülkünde O‟ndan başkası yoktur ve mutlak
olan O‟dur.Bu kesret âleminde, Vahdâniyyet ile her türlü
tecellî, O‟nun mazharlardaki renk ve şekilleriyle açığa
çıkmasından ibarettir. İşte biz de, nokta sırrından,
Kur‟ân-ı Kerîm‟de isimleri geçen peygamberler vasıtası ile
bu güne kadar gelmiş geçmiş bütün kavim ve toplumları
nasıl imtihan ettiğini ve ibtilâlardan kurtardığını
Vahdâniyyet zevki ile zevkiyâb olursak,Cenâb-ı Hakk‟ın
bu 18 bin âlemin tecellî sırlarını bilmiş ve görmüş oluruz.

Vahdet sarayına girenler için


Hakk‟ı Hakk-al yakîn görenler için
Bu sırrı HARABĠ bilenler için
Birlik meydanında cevlân eyledik

Harabi Hazretleri gönül vahdet sarayına girip, Hakk‟ta


Hakk oldukta, Hakk-al yakîn olarak görmesi nedeniyle,
bu İlâhiyeyi kendi mazharından Hakk‟ın söylediğini,
kendisindeki her tecellînin birlik meydanında,temâşa
ettiklerini söylüyorlar. Cenâb-ı Allah bizlere de bu zevkleri
ihsân eylesin. Âmin.

ALLAH‟IN ĠNSANI MERKEZ ÜSSÜ


OLARAK SEÇMESĠ
Bir hadiste, “Ġnsan ve Kur‟ân ikiz
kardeĢtir.” buyrulmuştur. Onun için Kur‟ân‟la insan
eşittir. Bütün semâvî kitaplar Kur‟ân‟da cem
olmuştur.Kur‟ân‟ın özü de yedi âyetlik Fatiha Sûresidir.
İnsana baktığımız zaman onun yedi âyetten meydana
geldiğini görüyoruz.
Tevhîd mertebeleri incelendiğinde,yedi merâtib-i
İlâhiyye olduğu,mertebe pencerelerinden bakıldığında
da hem Fatiha ve hem de insanda yedi âyetin nasıl
tecellî ettiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Allah,
Ahadiyetinden “Bismillâhirrahmanirrahim” sırrı ile
tecellîsini göstermektedir. Allah gizli bir hazine iken
bilinmekliğini istemesi ile, Ahadiyet-ül ayn‟ından,
Ahadiyet-ül kesre yüzü olan bu kesret âlemine tecellî
etti.
Bismillâh=Allah‟ın Zâtı
Rahmân=Allah‟ın Sıfatı
Rahîm=Allah‟ın ef‟âl-i Ġlâhisidir.

Bu kesret âlemine tecellîsiyle 99 Esmâ-ül Hüsnası ile


zuhûra geldi.“Elhamdülüllahi Rabbü‟l-Âlemîn”ifadesi
ile,bütün yaratılanlar,yaratan Rablerine karşı,hâl lisaniyle
teşekkür ettiler, hamd ettiler. Çünkü, Cenâb-ı Allah‟ın,
celâl ve cemâl yüzlerinin, Hadid Sûresi
3.Ayetinde evvelde, âhirde, zâhirde ve bâtında kendisini
şerh etmesiyle açığa çıkmış oldu. Biz buna Cenâb-ı
Allah‟ın Ahadiyetinden kavseyn mertebesi olan kalb
mertebesine tenezzülü ile tecellîsi diyoruz.
Fatiha Sûresinin 3. âyetinde Rahmân ve Rahîm
esmâlarıyla da, ister insanda isterse bütün kâinatta,
vahdet ve kesretin sahibi olduğunu,vahdet ve kesret
tecellîleriyle de bunu sergilediğini söylemektedir. Âdem
ve âlemde,zâtının sıfatlarından zuhûra geldiğini, her
şeyin bâtını Hakk,zâhiri Muhammed olduğunu bizlere
söylüyor. İşte Cenâb-ı Hakk‟ın,Cem'ul- Cem
mertebesinden, zâhir yüzü olan Hazret-ül Cem zevk
vâdisinde, Muhammed yüzünden Cemalullahını
sergilediğini görüyoruz.
Dördüncü âyetteki “Maliki yevmiddin” (din gününün
sahibi) ifadesinde, Vahdâniyyeti ile her şeyi şemsiyesi
altına aldığını, onun müsaadesi olmadan bir sineğin bile
kanadını kıpırdatamayacağını söylüyor. Kurb-i Ferâiz
zevki olarak vasıflandırılan bu Cem mertebesinde, ondan
başka hiçbir varlık görülmediği için, “Bu mülk kimindir”
sorusuna, kendisinden başkası olmadığı için yine
kendisinin, “Bu mülk Vahid ve Kahhar olan Allah‟ındır”
cevabının verildiğini görüyoruz. Buraya kadar okunan
Fatiha (Maliki yevmiddîn) Cenâb-ı Hakk, kendisini
Muhammed aynasında (Âdem ve âlemde) seyretmek
için, irfâniyeti henüz sıfatlarından tecellî etmediği için
Hakk‟a aittir. Bundan sonra okunacak âyetler ise kulun
yaratılması idrâki zuhûr ettiği için, kulun isteklerine aittir
denmiştir. Cenâb-ı Hakk,bilinmekliğini istedikten sonra,
Ahadiyetinden, Kavseyn mertebesine tecellî etmiş,
oradan Kurb-i Nevâfil mertebesi olan kesret âleminde
zuhûr etmiş,oradan da din gününün sahibi olarak
Vahdâniyyeti ile bütün varlıklardaki birliğinin mührünü
vurmuştur.
Bundan sonra kesret âleminde, fâni olan kulun istek ve
tecellîleri halinde zuhûra gelmektedir. Başından beri
Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerini idrâk eden bir kişi elbette
“iyyakenabüdü” (yalnız sana ibâdet ederiz) diyecektir.
Çünkü kulun varlığı Hakk‟ın varlığı ile kâimdir. Hakk‟ın
tecellîsi olmasa kul diye bir varlık olamazdı.
“İyyakenestain” (yalnız senden yardım isteriz) İşte kul
dâima Hakk‟a muhtaç olduğu için, her zaman O‟na
yalvarmakta ve O‟nun lütfuna muhtaç olduğunu beyan
etmektedir. “İhdinassıratel müstakim” (bizi doğru yola
ilet) denmektedir. Kulun doğru yolu, Tevhîd yoludur. Kul
doğru yolda olmasa bu âyeti idrâk ederek bu istekte
bulunabilmesi mümkün değildir. Onun için Tevhîd
yolcuları sırât-ı müstakim yolcularıdırlar.
“Sıratallezine enamte aleyhim gayril mağdubi aleyhim
veladdalin” (kendilerine sonsuz ihsânlarda bulunduğun
peygamberlerin ve velilerin yolundan ayırma, sapıkların
ve peygamberlere uymayanların yolundan değil) demek
sûretiyle, hiçbir zaman ikilikte iken kendisinden emin
olamayan,dâima kendisini günahkâr hissederek muhtaç
bir vaziyette yalvarmasını devam ettirmektedir. Bizler de,
Mürşid-i Kâmillerin tarifleri doğrultusunda gitmeyi,onların
Tevhîd doğrultusundaki nasihatlarını dâima kendimize
düstur edinmemizi istemeliyiz. Onların söz ve
nasihatlarını,kendi nefsimizin istek ve arzusuna göre
uygulamamalıyız. Yoksa helâk olanlardan olacağımızı
Kur‟ân ikaz ediyor.

Ġnsanoğlunun iki yüzü vardır:


1- Hakk‟a bakan yüzü
2- Halka bakan yüzü

Halka bakan yüzünü tetkik ettiğimizde,diğer canlı


varlıklar gibi,mahlûkturlar. Diğer varlıklardan hiçbir farkı
yoktur.
Hakk‟a bakan yüzünü tetkik ettiğimizde, Allah‟ın Hüviyyet
ve Eniyyetini kendisinde cem etmiş en büyük varlıktır.
Âlem-i kübradır.Yaratılmışların en yücesidir. Canlı
Kur‟ân‟dır. Yedi âyetlik canlı Fatiha-i Şerîf‟tir.
İşte nasıl Kur‟ân-ı Kerîm‟in kalbi Fatiha-i Şerîfse,bu
kâinatın Fatihası da İnsan-ı Kâmillerdir. Bundan hiç
şüpheniz olmasın. Bir kişi, Tevhîd merâtibini
tamamladığında görecektir ki, allemel esmâyı (isimlerin
ta‟limi) kendinde okuyabilme imkânını bulacaktır. Onun
için insan merkez üssü olarak seçilmiştir. İnsan-ı
Kâmilden çıkan feyz-i İlahînin (manevî frekanslar,şualar)
bütün kâinattaki varlıklara dağıldığını, her bir varlığın
ondan aldığı güç ve enerji ile feyz ve aşkla vuslat ve
yaşantısına devam ettiğini görüyoruz. Tîn
Sûresi 4.âyette “Biz insanı en güzel biçimde
yarattık” buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah onu, bu âlemin
trafosu yapmış. Bütün kâinatın aydınlanma ve yaşama
merkezi olarak insanı görevlendirmiştir. Onsuz bu âlem
ne bilinirdi, ne de görünürdü. Onun için, insan ve Kur‟ân
ikizdir, buyrulmuştur. Kur‟ân‟ı okumakla insanı okumak
aynıdır. Yeter ki bu kemâlâtı elde etmek için gayret
gösterelim.
Gelin kardeşlerim, elimizde daha yaşam fırsatı varken,
kendi Fatihamızı âyet âyet okuyalım. Okuyamıyorsak
okuyan bir Kâmilden okunmasını öğrenelim. Yoksa bu
fırsat bir daha ele geçmez. Cenâb-ı Allah bütün
kardeşlerime bu zevk ve idrâki tattırsın. Âmin.

ALLAH‟TAN HĠDÂYET,
PEYGAMBERDEN ġEFAAT VE
PÎRÂNDAN HĠMMET NE DEMEKTĠR

Şefaat günahkâr kişilerin affedilmesi ve itaatkâr


mü‟minlerin de yüksek mertebelere yücelmeleri için
Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin Cenâb-ı Allah‟tan
niyâzda ve ricada bulunmasıdır. Her ne kadar zâhiren
böyle deniyorsa da Allah‟tan hidâyet, Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizden şefaat, pîrandan himmet, mü‟minlerden de
dua müstecaptır,buyrulmuştur.Bu sözleri incelediğimizde
Allah‟tan hidâyet olması, bir Mürşid-i Kâmilin mânen
bizleri çağırması demektir. Yoksa bizim kendimize ait ne
bir kuvvet ne de kudretimiz vardır. “La havle vela
kuvvete illa billahil aliyyül azim” Tahrim Sûresi
8.âyette: “Ey îmân edenler! Samimi bir tevbe ile
Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin
kötülüklerinizi örter, Peygamber'i ve onunla
birlikte îmân edenleri utandırmayacağı günde
Allah sizi,içlerinden ırmaklar akan Cennetlere
sokar. Çünkü onların nurları, önlerinde ve
yanlarında koĢar da,„ Ey Rabbimiz Nurumuzu
tamamla, bizi bağıĢla, çünkü sen her Ģeye
kâdirsin. derler.” İnsanlardan ilm-i ezeliyede kimlere
ihsân edilmişse kâmil mazharından onlar çağırılmakta ve
tahsil sonunda insan-ı asliyyelerini onlar bulmaktadırlar.
Çünkü onlar “El ulemayı veresetül enbiya” dırlar. Enfal
Sûresi 2.âyet-i kerîmede “Gerçek mü'minler ancak o
mü'minlerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
ürperir; karĢılarında âyetleri okunduğu zaman,
îmânlarını artırır ve Rablerine tevekkül
ederler” buyrulmaktadır.
İşte zanlarımızdaki bir Resûlullah (S.A.V.)'dan değil,
günümüzde onun vârisi olan canlı Mürşid-i Kâmillerden
şefaat aramalıyız. Bir gün Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz
kızı Fatıma validemizi: “Kızım Fatıma, baban
Peygamberdir diye güvenme, benden bugün ne elde
edebilirsen Âhirette kepçene o çıkacaktır. Dikkat et.” diye
ikaz etmişlerdir. Bizler de günümüzdeki görevlendirilmiş
İnsan-ı Kâmillerden şefaata nâil olabilirsek ne mutlu
bize. Çünkü Şura Sûresi 13.âyetinde “Allah dilediğini
kendine seçer ve kendine yöneleni de doğru yola
eriĢtirir” buyrulmuştur.
Pîrandan himmet de aynıdır. Pîr demek Mürşid-i Kâmil
demektir. Mürşid-i Kâmile intisab eden bir sâlik onda
merâtib tahsilini, harfiyen, teslimiyet ve sevgi bağlarıyla
yaparsa himmetini fazlasıyla alacaktır. Teslimiyeti onun
şahsına değil onun mazharından âlemlerin Rabbine
olmalıdır. Teslimiyette ve sevgide eksiklik himmet almayı
engellediği gibi sâlikin vuslatını da durdurur. Çünkü sâlik
himmet nisbetinde vuslat sağlayabilir. Bir sâlikin
mürşidinden aldığı feyz ve vuslatı başka hiçbir yerden
elde etmesi mümkün değildir. Mürşid Allah‟la kulun
arasına girmez ve giremez de.Çünkü Allah‟la kulun
arasında mesafe yoktur ki girsin. Kaf Sûresi
16.âyetinde “Ben kuluma Ģah damarından daha
yakınım” buyrulmuştur. Bir sâlik nefsini bildiği zaman
Rabbini bilmiş olacaktır. İşte o zaman kendi ayrı Rabbi
ayrı olmadığını anlayacak ve kendi diye bildiği varlığın
Rabbinin varlığı olduğunu anlayacaktır. Böylece
kendinden duyanın Rabbi, kendinden görenin Rabbi
olduğunu bilip şühûd edecektir. O zaman kendisinin
Allah‟ın bir âleti olduğunu anlayacaktır. Ve artık Rabbini
uzaklarda değil kendinde bilip şühûd edecektir. Niyazi-i
Mısrî Hazretleri bir şiirinde şöyle buyuruyor:

“Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu,


Ben taĢrada arar idim ol can içinde canan imiĢ,
Öyle sanırdım ayriyem dost gayridir ben
gayriyem,
Benden görüp iĢiteni bildim ki ol canan imiĢ”

Demek ki Allah zanda, hayâlde değildir. Zerreden


kürreye kadar her varlıkta Zâtını ilânedendir. Zâten âyet-i
kerimede “Lâ ilâhe” demekle senin zannındaki hayâlden
ibaret bir ilâh yoktur. “İllallah” demekle de, illa duyduğun
gördüğün Allah vardır. Allah‟ın Resulü: “Siz Allah‟ın Zâtını
düşünmeyiniz” diyerek Allah‟ın Zâtını düşünmeyi
yasaklamıştır.Onun için bizler Allah‟ın Zâtını tefekkür
etmeyiz. Zira Allah‟ın Zâtının yanında ikinci bir zât yok ki
onu düşünsün.Zâtından sıfatlara tecellî etmeyince onu
tefekkür de mümkün değildir. Bizler bu âlemde onu
sıfatlarıyla bilir ve şühûd edebiliriz.
Kul, Allah‟ı hiçbir zaman bilemez ve göremez. Yalnız
“Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu ”Hadis-i
Şerifine mazhar olursa (Kim ki nefsine ârif olur Rabbine
de ârif olur) işte o zaman kendi değil, Rabbi Rabbini bilir
ve görür. Zira Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Rabbimi
Rabbimle bildim ve gördüm” buyurmuşlardır. Hadid
Sûresi 3.âyette “Evvel benim, Ahir benim, Zâhir
benim, bâtın benim” buyrulmuştur. Allah aynı
zamanda zâhirim demektedir. Zâhir ne demektir, açıkça
görünen demektir. O halde bizler neden göremiyoruz?
Çünkü gözlerimizde cahiliyet perdesi var,
irfâniyetsizlik âmâlığı var. Onu irfâniyet ve kemâlât
olmadan kendi zannındaki gibi görmek istersen “Len
terani ya Musa" “Sen beni öyle göremezsin” hitabına
muhatap oluruz. Musa (A.S.) karşıki dağa bakıp ta eridiği
gibi bizler de kendi varlık dağımızı aşk ateşiyle
eritebilirsek, işte o zaman Musa‟nın dediği gibi (benim
zannımdaki gibi görmek isteyenlerin ilk tövbecisi ben
olayım) diyerek O‟nu ancak irfâniyetle bilmenin ve
görmenin mümkün olduğunu anlamış oluruz. Bunun için
de bir Mürşid-i Kâmile gidip ameliyat olmak lâzımdır. Bu
ameliyat zâhirdeki gibi kan akıtılarak yapılan bir ameliyat
değildir. Kansız ve acısız olarak cehâletimizi irfâniyete
tebdil etme, zanlarımızı müşâhedeye tebdil etme
ameliyatından ibarettir. O zaman ayrı bildiğimiz
Rabbimizin bizlerde Rabbil has olarak, bizi bizle sevk ve
idare ettiğini, Rabbimizi Rabbimizin bilip gördüğünü
anlamış olacağız. Dolayısıyla Allah‟la kul arasında bir
boşluk ve mesafenin de olmadığını idrâk etmiş oluruz.
Cenâb-ı Allah‟a zât ve mutlakiyet yönü ile, yalnız îmân
etmeli ve ona küllî teslim olmalıdır. O nerededir, mekanı
var mıdır? gibi düşünüşlerden uzak kalmalıyız. Diğer
Eniyyet yüzü ile de, onunla sevişmeli, onunla konuşmalı
onunla her türlü müşküllerimizi halletmeliyiz. Yoksa O,
ne zanda bir Allah, ne de tecellî ettiği mazharlar yönü ile
görünen resimlerden ibaret değildir. O celâl yönü ile
sîret, cemâl yönü ile de bütün mazharlardan yüzünü
ilânedendir. Mazharlar onun zuhûr yeridir. Bir aynada
insanın zuhûr ettiği gibi. İşte Allah‟ın hidâyeti, Resûlullah
(S.A.V.) Efendimizin şefaati, pîranın himmetinin hepsi
Mürşid-i Kâmilin bizlere yaptığı ameliyat ve uyguladığı
tedavide toplanmaktadır. Yeter ki teslimiyet, sevgi ve
edep kâidelerine uyulsun. Sâlikin teslimiyet ve sevgisi
nisbetinde vuslatı ve himmet alışı vardır. Buna bilhassa
dikkat etmek lâzımdır.
Mü‟minlerden duaya gelince, Enfal Sûresi
2.âyette “Gerçek mü‟min Ģol kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman kalbleri titreyen, âyetler okunduğu
zaman îmânları artanlardır. Onlar yalnız Allah‟a
tevekkül ederler” buyrulmaktadır. Böyle mü‟minlerden
dua istemek lâzımdır. Zira onların mazharlarından
Cenâb-ı Hakk kemâlâtıyla zuhûr edendir. Onlar emîn
beldeye ayak basmışlardır. Mertebesi yüksek bir sâlikin,
aşağı mertebedeki bir sâlikin müşküllerini
gidermesi,ilimle ona dua olduğu gibi, zâhir ve bâtın
yönüyle de ona faydalı olması demektedir. Zâhir
olarak da bir ihvânın diğer bir ihvân kardeşine dua
etmesi onların ağızları birbirleri için günahsız olduğu
için dua etmek müstecaptır. Allah cümlemizi Rabbimizin
yolundan giden, teslimiyette, sevgide, edep ve ahlâk
güzelliğinde iki cihan serverine uyan kullarından eylesin.
Âmin. Son nefese kadar dâim etsin.Âmin.

ALLAH‟A KUL OLMANIN


VASIFLARI

Allah‟a kul olabilmek için kiĢilerde beĢ vasfın


olması lâzımdır.

1 - Sultanla muharebeye girmek


2 - Ganimet malını, beyt-ül mala toplayıp vermek
3 - Gazilere ganimet malını taksim etmek
4 - Kafir (örtücü) olmak
5 - Dar'ül harpten çıkmaktır.
Bir kişi evvelâ sultanla muharebeye nasıl girer? Sultanlar
yani Mürşîd-i Kâmiller nefis ile muharebeye girecek
sâliklerine, fetva ile emir ve yasak âyetleri bildirerek
cihad-ı ekber diye vasıflandırılan nefis muharebesine
onları sokar ve nefsimizde ve ufkumuzdaki âyetleri
(delilleri) fiillerin fâili Allah‟tır diyerek başlar. Nefsinde ve
ufkunda, yani kendinde ve kendisinden başka varlıklarda
fâil yani halk edici Allah‟tır diyesiye kadar
nefisle muharebeye devam eder.
İkincisi, ganimet mallarını yani bütün sıfatlarından
icraatını gösteren hayat sahibinin, ilim, irâde, duyan,
gören, kudret ve kelâm sahibinin kendisinin olmadığını
anlayarak, beyt-ül mal olan, mal sahibine ganimetlerin
hepsini vermektir. Yani bu sâbit sıfatların sahibinin
kendisinin olmadığını anlayıp Hakk‟a vermektir.
Üçüncüsü ise, ganimet mallarını gazilere taksim etmektir.
Bir sâlik nefisle muharebeye girdi, mürşîd-i Kâmilinden
“vela havle vela kuvvete illa billahil azim” diyerek güç ve
kuvvet sahibinin Cenâb-ı Allah olduğunu öğrendi. Ve
bu tâlimatı alarak muharebeye girdi. Burada ganimet
mallarını elde etti. Bu ganimet malları daha evvel nefsin
iken şimdi onun elinden alınarak fiillerin fâili ve fiillerin
tecellî ettiği sıfatların mevsûfunun sahibi olan Cenâb-ı
Allah‟a verdi. Nefsin elinde iyilik ve kötülük yapabilecek
ihtiyacını gören hiçbir ganimet malı kalmadı. İşte bu
ganimet mallarını harpten salimen çıkan gazilere yani
sıfat mazharlarına vücûd ülkesinde taksim et. Bu
mazharlardan daha evvel, emrinde olan ve ona hizmet
eden bu ganimet malları şimdi Allah‟a hizmet etmesi için
gazilere dağıt. Çünkü bütün sıfatlar vücûdda icraatını
yapabilirler. Vücûdun vücûdullah olduğu idraki ile öz
nefsinin Rabbin olduğunun idrâkine varmış olursun.
Kul olmanın dördüncü vasfı ise kâfir olmaktır. Kâfir
burada örtücü demektir.Neyi örtüyor? Kâfirlik iki
türlüdür:
1 - Halkın kâfiri
2 - Hakk‟ın kâfiridir
Burada örtücülük olan kafirlik, halkı görmeyip yüzünü her
nereye çevirirse çevirsin Hakk‟ın yüzünden başka hiçbir
yüz görmemektir. Hakk‟ın kâfiri ise,Hakk'ı görmeyip halkı
görenlerdir. Demek ki Hakk‟ı zuhûra getirmek ve her
yüzde onu görmek dördüncü vasfımız oluyor.
Beşincisi ise dar'ül harbden çıkmaktır. Yani vücûd
ülkesinde nefsin cırtlak seslerinin çıkmama halidir. Bu
vücûd ülkesinde tek sahibinin sesini duymak ve bütün
sıfat olan ahaliden o tek olan rûhun tecellîlerini
gördüğümüzde dar‟ül harpten çıkmış oluruz.
İşte bu beş haslete sahip olduğumuzda kulluğumuzu
elde etmiş oluruz. Kul demek köle demektir. Kölenin de
hiçbir şeyi olmadığı gibi kendi diye bildiği varlığı bile
sahibinindir.Böyle hiç olan varlıkta, yani kulda,Cenâb-ı
Hakk kemâlâtıyla tecellî eder. Kemâlâtıyla tecellî
mazharlarına da Muhammed denir.
İşte bizler de kulluğun uzun idrâki ile Muhammedliğimizi
görebilirsek, lâyıkıyle Allah‟a kul olmuş oluruz. Yoksa
kulluk herkesin bildiği gibi emir ve yasaklara gücümüzün
yettiğince taklîdi olarak uymak değildir.O avâm için
geçerli olabilir.Fakat hakîkatte kul olmak için geçerli
değildir.

ARIYA VAHYOLUNMASI NE
DEMEKTĠR

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Nahl Sûresi âyet 68 de “Senin Rabbin,


bal arısına da vahy etti”buyrulmuştur.Dikkat edilecek
olursa, eşek arısı veya kızıl arı değil de, yalnız bal arısına
vahyolunmuştur. Peygamberden başkasına
vahyolunmadığı halde, hayvan cinsinden bir arıya
vahyolunması ne mânâya gelmektedir?
Cenâb-ı Allah,arıyı dağların arkasındaki çiçeklerin
kokusunu alabilecek hasletlerle yaratmıştır. Arı çeşitli
çiçeklerden polen tozlarını toplayarak, gıda deposunda
biriktirir sonra da kendi butûnunda, onu Rabbinin verdiği
ilhamla bal olarak kusar. Mühendislerin bile hayret
duyduğu altıgen peteklere yerleştirerek sırlar.İşte hem
kendisi için, hem de bütün insanlık için şifa kaynağı olan
bal, imal edilmiş olur. Arıya bal imal etmesini Cenâb-ı
Allah âyetinde vahiy olarak belirtmiştir. Zâhirde vahiy
ifadesi ilham edildi anlamındadır. Bâtınında ise,aynen
âyet-i kerîmede geçen vahiy olarak mütalaa edilir.
Vahiy 4 türlüdür.
1 - Vahiy: Peygamberlere Cebrail vasıtası ile olur.
2 - Ġlham: Evliyalara gönül tecellîleriyle olur.
3 - MürĢîd-i Kâmilin sohbetleri, sâliklere vahiydir.
4 - Kitâb-ı Furkân okumakla (kesret âlemindeki
sıfatların tecellîsi)

Bütün mahlûkata,kendi isti‟dâd ve kabiliyetlerinin


yaratılma yeri olarak ilham olunmuştur.Arının da
isti‟dâdında, böyle bir bal yapma hasleti ile yaratılması
onun bu ilhamlara mazhar olduğunu göstermektedir. Bu
âyet-i kerîme müteşabih âyetlerdendir. Nahl,arı
demektir.

N = Nûr-u Muhammed
H = Hidâyet-i Muhammediyye
L = Lütuf, ihsân demektir.

Şu halde bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerinde elde


ettiği ilm-i ledün diye bildiğimiz, polen tozlarını toplayıp,
kendi fikir laboratuvarında süzgeçten geçirir. Tefekkür
süzgecinden geçtikten sonra, şuhûd ve müşâhede haline
dönüşmesine bal denir. O kişi hem kendisi için, hem
de bütün inananlar için bal imal eden bal arısı
demektir.Vahiy Cebrail vasıtası ile peygamberlere gelir.
İlham ise, âriflerin gönlündeki tecellîlerdir. Bir sâlikin
Mürşîd-i Kâmili onun Cebrail‟idir. Cebrail‟den aldığı altı
merâtib-i İlâhiyyenin irfâniyet ve kemâlât sohbetlerini,
kendisi idrâk ve şuhûd etmeye başlayınca o bal arısı
durumunda olan kişi,altıgen peteklere depo ederek, hem
kendisi için hem de bütün insanlık için şifa dağıtan bir
hale gelmiş olur. Herkese şifa dağıtmaya başlar. Allah‟ın
Nuru Muhammediyyesi, hidâyet ettiği kimlerse bu lütuf
ve ihsâna onlar mazhar olurlar. Eşrefoğlu Rumi Hazretleri
bir ilâhîsinde şöyle niyazda bulunmuşlardır:

“ġeyhim baldır ben onun arısıyım


Ġlâhî arıyı baldan ayırma”

Burada arı sâlik,bal da Mürşîd-i Kâmildir. Onun için bu


âyet-i kerime bizlere, bilhassa arı olan bir sâlik
ile,Mürşîd-i Kâmilin sohbet çiçeklerinden elde ettiği polen
tozlarını kendi idrâk tefekkürleriyle tatlı ve şifa olan bal
haline dönüştürmesini bildiriyor. Onunla yaşama
geçtiğinde hem kendisi için mutluluk ve saadet
meydana getirmekte, hem de insanlık için gönüllere şifa
dağıtmaktadır. Bu balla ilgili âyet-i kerime bizlere,inanan
ve ilmiyle âmil olmak için İnsan-ı Kâmillerden elde edilen
ilm-i ledünü,yaşam içinde uygulamak ve zevk etmemizi
istemektedir.Allah cümlemize bal arısı olmayı nasîb
etsin.Âmin.

ASHAB-I KEHF KISSASI


Kur‟ân-ı Kerîm‟in Kehf Sûresinin 9. âyetinden itibaren
anlatılan, ashab-ı Kehf, zâhir olarak Mersin ilinin Tarsus
ilçesinde dağlık bir mağarada zuhûr etmiştir. Hakk ve
hakîkata inanan yedi kişi, o zamanın padişah olan
Takyanus'tan şiddetli işkence gördüklerinden firar
ederek, Tarsus'taki bu mağarayı kendilerine mesken
tuttular. Mağarada üçyüz yıl uyudular. Kendilerine gelip
uyandıklarında, karınları acıkmıştı.Aralarından bir kişiyi,
ekmek almak için şehre gönderdiler. Giden kişi ekmeği
alıp Takyanus'tan kalma parayı verince yakayı ele verdi.
Fırıncı bu paranın geçmediğini, Takyanus adındaki o
zalim hükümdarın öldüğünü, yerine salih bir hükümdar
geldiğini,onun parasının da altından olduğunu ve
korkmamasını söyledi. O kişi de her şeyi açık açık
anlattı.Hep beraber mağaraya gittiler,mağaraya girince
dönmediler, sır oldular.
İşte zâhir olarak anlatılan Kur‟ân‟daki bu kıssa bizlere, bu
vücûd mağarasındaki, nefs-i emmâre olan nefis
hükümdarından, şiddetli azap görüp kaçan yedi
sıfatımızın Hakk ve hakîkat şuhûdu istemesinden
ibarettir. Bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmilden, kendi vücûd
mağarasındaki,ef‟âl yüzünü,sıfat yüzünü ve Zât yüzünü
tahsil ederse, üç yüz yıl mağarada uyudular demektir.
Hakk‟ın varlığı ile uyanan sıfatlar veya kişiler, elbette
acıkacaktır.Kalp sahibi olan Mürşîd-i Kâmilden, manevî
taamlar için rızık isteyecektir. Fakat ikilikteki nisbîyet
parası,bekâ âleminde geçmeyeceğinden, hemen kendini
gösterecektir. Çünkü bekânın hükümdarı,İnsan-ı
Kâmildir. Parası da bakır değil, altındır. Bekâ âlemine
geçen kişiler,artık fenâya dönmeyecekleri için de,
mağarada sır olmuşlardır. Bir sâlik fenâ mertebelerinde,
üç yüzü ile uyuyup bekâya intikal edince, Cenâb-ı
Hakk‟ın bakiliği ile bekâ bulacağından,kurtuluşa ermiş
olacaktır. Allah cümlemize bu zevkleri nasîb etsin. Âmin.

AġK ATEġĠ NEDĠR

Aşk,sevginin üç mertebesinden sonra bir insanda tecellî


etmeye başlar. Resûlullah efendimiz sevginin pekleşmesi
için
“Aranızda, selamlaşınız” buyuruyor. Telefonlarla,
muhtelif ziyâretlerle, gelen giden dostlarla selam
göndermek ve hal hatır sormalarla, sevgi bağlarını
kuvvetlendirmek lâzımdır. Sevgiler de çeşitlidir.
1 - Tek taraflı sevgi: Tilkinin tavuğu sevdiği gibi bir
sevgidir.Tilki tavuk yemeyi sever ama, tavuğa tilkiyi
sevip sevmediğini sorsak sevmediğini söyleyecektir.
2 - Çift taraflı sevgi: Bu da kulun Rabbini sevmesi,
Rabbinin de kulunu sevme halidir. Kulun Rabbini
sevmesinin belirtisi bütün varlığını Hakk‟a vererek,
ihtiyarî olarak, cehâletinden, günahlarından ve
şirklerinden kurtularak, “Ölmeden evvel ölünüz” Hadis-i
Şerifine mazhar olmasıdır. İşte bundan sonra kişide aşk
hali tecellî eder.Aşk kişinin bütün mevcûdiyetiyle Rabbine
dönmesine denir. Zira aşk üç harf ve beş noktadan
meydana gelmiştir. Üç harfin sırrı Cenâb-ı Hakk‟ın bu
Âdem ve âlemde tecellîsi olan ef‟âl, sıfat ve zât
tecellîlerini remzetmektedir. „Kaf‟ta iki nokta, şin‟de üç
nokta vardır ki toplamı beş eder. İnsandaki beş zâhir
duygularla, bu üç tecellîyi şühûd edip, Rabbine yüzünü
dönenler,bütün mevcûdiyetiyle Rabbine döndükleri için
bu kişilere âşık, bu olaya da aşk denir.
Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde;

“Yanıp yakıldım ateĢ-i aĢka


Kül olup savruldum harmanı aĢka
Hakk‟a varılmaz ucub kibirle
Yandır onları suzan-ı aĢka”
Buyurmaktadır.
Aşk yanıcı bir ateştir. İnsanın benliğini yakar. Ne idi
insanın benliği? Hakk‟ın varlığını kendi varlığı
zannediyordu. İşte o zannettiği varlık hastalığı yanınca,
insanın zanları kül olacaktır. Aşk rüzgârı ile de bu küller
savrulunca, aşkı o kişinin Cennet‟i olmuş olur. Çünkü âşık
için aşktan daha zevkli bir Cennet olamaz. Kişinin varlığı
kül olduğu zaman,yani yanacak hiçbir tarafı kalmayınca
aşk ateşine girmiş olur.Allah‟ın bir adı da Aşk‟tır. Onun
için aşk ateşine girenler Hakk‟ın varlığı ile var olanlardır.
Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde ne güzel söylüyor:

Gezme avare bakma ağyare


Bul derde çare AĢk ateĢinde
Bakma sol sağa olma sen karga
Ver zevk dimağa AĢk ateĢinde

Bul iĢin fendin bilesin kendin


Gör ol bendin AĢk ateĢinde
Bakma uzağa düĢme tuzağa
Dal gülĢen bağa AĢk ateĢinde

Sanma sen gayri Hakk senden ayrı


Bul bu esrarı AĢk ateĢinde
AĢıksan candan korkma sen nardan
Yan çık evhamdan AĢk ateĢinde

Ġstersen yarı kaldır hicabı


Seyret cananı AĢk ateĢinde
Oku akait anla fevait
Bul sen hakayık AĢk ateĢinde

Fehmi kıy cana gir bu meydana


Yan çık pervane AĢk ateĢinde

Ey ihvân kardeşim, Hakk‟a gönül vererek bir İnsan-ı


Kâmile tâbi oldun, artık avare avare gezme.Eski
bilinçlerin sana yabancı oldu. Onları Allah‟a olan aşkın
ateşinde yak.Cehâlet ve gayriyetin, zikir ve fikirlerle
yanmazsa, senin Hakk‟tan ayrı olma hastalığın geçmez.
Bir kişi doktorun verdiği ilaçları kullanmazsa, hastalığının
geçmesi mümkün olabilir mi? Elbette olmaz. Bu göreve
dâima devam edersen,senin aşkın uzakları yakın
edecektir .Çünkü eski bilinçlerin sana Hakk‟ı çok
uzaklarda gösteriyordu. Şerîatta ve tarîkatta çok aradın,
fakat bulamadın. Zira bu arayış seni Hakk‟tan daha
uzaklaştırdı. En sonunda, “Ben bu dünyada bol bol
ibâdetimi yapayım Allah cemalullahını bana âhirette
gösterecek” diye ümidini âhirete bıraktın. Boynunu
büküp elini bağlayarak teslim oldun. “Dünya nasıl olsa
geçici, âhiret ise kalıcı” diyerek bütün ümidini âhirete
bağladın. Hiç Kur‟ân okumadın mı? “Dünyada a‟ma olan
âhirette de a‟madır.” Dünya âhiretin tarlasıdır. Tarlaya
hangi tohumu ektin de bitmedi? Ama çorak toprağa
tohumu saçtın ise,elbette bitmez. Çorak toprak senin
eski bilinçlerindi. Bu eski bilinçlerini bırakmadan,bunun
üzerine ilim ve îmân tohumu saçtın bekliyorsun. “Allah
inşâallah âhirette faydasını gösterecektir” diye de
ümitleniyorsun. Dolayısıyla da kendini aldatmış
oluyorsun.
Ey ihvân kardeşim, sağdan soldan gelen seslere kulak
asma. Bu yol Peygamber Efendimizin Mi‟rac yoludur.
Âlemlerin Efendisi Mi‟raca çıkarken sağdan ve soldan çok
sesler duydu. Bunların hiçbirine itibar etmedi. Ona vahiy
gelerek “Mazagal beşeru mema tega” diyerek onun
gözü, istikametinden ayrılmadı. Biz ihvânlara da bu
istikamet gösterildi. Sakın Hakk‟ı uzaklarda aramayalım.
Bize bizden yakın olduğu halde neden uzaklarda
arayalım.
İşte bu sır bizde gizlenmiştir. Bunu bize göstermeyen
bizim varlığımızdır. Sözümüzde sadakat göstermiş olsa
idik,bu sır bize açılacaktı.Eğer bir âşık tam bir teslimiyetle
Rabbinin celâl tecellîlerine göğüs gerip, zikir ve fikrinde
dâim olursa,bu celâl tecellîler cemâle döner. İşte aşkın
ateşinde olanlar bunlardır. Kur‟ân-ı Kerîm‟de İbrahim
(A.S.) hakkındaki kıssada Nemrud‟un, kırk gün ateş
yakarak,İbrahim (A.S.)‟i mancınıkla ateşe atması,
İbrahim (A.S.)‟i yakmamıştır. Zira Cenâb-ı Allah,“Ey ateş,
İbrahim‟e serin ve selamet ol” emriyle, ateşin
yakmadığını bildirmektedir. Bâtında da, Nemrud‟un
İbrahim(A.S.)‟i attığı ateş, Nemrud‟un cehâlet ve gayriyet
ateşi idi.Çünkü İbrahim‟in gayriyeti kalmadığı için,
yanacak hiçbir tarafı kalmamıştı.O Tevhîd babasıydı. Aşk
ateşinde var olmuştu. Hatta İbrahim (A.S.) mancınıkla
ateşe atıldığı zaman, Nemrud nasıl yanıyor diye merak
edip atıldığı yere baktığında, ateşin içerisinde bir beyaz
elbiseli kişi ile İbrahim (A.S.)‟in beyaz elbise giymiş bir
vaziyette,karşılıklı güllük gülistanlık içinde konuştuklarını
görmüştür. Hayretle İbrahim (A.S.)‟in yanına giderek,
yanındaki beyaz elbiseli kişinin kim olduğunu sormuştur.
O da “Cebrail‟di” diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi,
Cebrail kişinin Rabbidir. İbrahim (A.S.)‟in üzerindeki
beyaz gömlek de, O‟nu gayriyet ve nefs-i emarenin
ateşinden kurtaran Tevhîd gömleği idi. Bir kişi Tevhîd
gömleğini giyer, aşk ateşinde gayriyet ve nisbîyetlerini
yok ederse, o kişi ikilikteki fânîlikten geçip, bekânın
Vahdâniyyetinde yaşıyor demektir. Çünkü yanacak hiçbir
tarafı kalmamıştır. İşte buna aşk ateşi denir. Ayrıca bir
kişinin, şiddetli bir biçimde, Rabbinin hasretinden
mütevellit, zikir ve fikirle gece ve gündüz ah u figan
edip,ona kavuşmak için yemekten içmekten ve
uyumaktan geçmiş olması bütün istek ve arzusunun
sevgilisine kavuşmak için olduğunu gösterir. İşte buna
da aşk ateşine kendini atmış kişi denilir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi Hz.leri,efendisi Şems-i Tebrizi
Hz.lerinin, Konya‟dan uzun bir zaman ayrılması
nedeniyle, O‟na olan hasretinden, gelene gidene onu
soruyordu. Ondan her kim haber verirse,
mükâfatlandıracağını söylüyordu. Halktan bir kişi,
Mevlana‟ya gelerek onu Bağdat‟ta gördüğünü söyledi.
Mevlana da buna binaen o zaman için en kıymetli
hırkasını, sırtından çıkartarak o kişiye mükâfat olarak
verdi. Yanındakiler Mevlana‟ya “Bu kişi yalan söylüyor,
ona inanmayın” dediler. Mevlana da, “Ben onun Şems‟i
gördüğünün yalan olduğunu bildiğim için bu hırkamı
verdim. Ya doğru söylemiş olsa idi,canımı
verirdim”demiştir. Bu vak‟ada da görüldüğü gibi, aşk
ateşine düşenlerin hali böyle olur.
Akıl, insanlarda dünyanın, aşk ise âhiretin malıdır. Onun
için aşksız Hakk‟a varılmaz. Hakk‟a giden tek yol vardır.O
yol da aşk Burak'ına binerek gönül semâlarını kat
etmekle mümkündür.
Allah bütün inanan kardeşlerime„aşk ateşi‟ihsân etsin.
Âmin.
ÂYETLERĠN ÂDEM VE
ÂLEMDE ZUHÛRU

Muhkem âyetler, sağlam, sıkı sıkıya kuvvetli,


değiştirilemeyen, zâhir mânâ taşıyan anlamlarına
gelmektedir. Her türlü ibâdetlerin zâhir anlam ve şekli bu
cümledendir. Allah‟ın emrettiklerini yapmak, yasak
ettiklerinden uzak durmak yani şerîat-ı ahkâmiyeye
uymak diyebiliriz.
Müteşabih âyetlere gelince birbirine benzeyen, açık
olmayan, te‟vilâta muhtaç,(çeşitli mânâlar vermek)onun
bâtın mânâları remzettiğini anlamak, zâhir ifade edilse de
mânâsının bâtın olduğunu, onu ancak Allah ve Allah
yolunda ilimde râsih olanların bilebileceğini bilmektir.
Mesela, Elif, Lâm Mim gibi, Tâ-Hâ gibi, Yâ-Sin gibi, Vel
Asr gibi âyetlerdir. Bunların zâhirlerinden hiçbir şey
anlamak mümkün değildir. Te‟vilâta ihtiyaç vardır. Bir de
hem muhkem hem de müteşabih âyetler vardır ki hem
zâhir mânâsı hem de bâtın mânâsı vardır. Mesela İslâmın
şartı diye bildiğimiz oruç tutmak, namaz kılmak,hacca
gitmek, zekât vermek, kelime-i şehadet getirmek gibi
ibâdetlerin hem zâhiri hem de bâtın mânâsı ve îzâhı
vardır.İnsanlar ilim ve irfâniyetleri derecesinde bu üç
türlü Hakk‟ın tecellîlerini yerinde görür ve kullanırlarsa
hem layıkiyle Allah‟a kul olmuş olurlar hem de saadet ve
mutluluğu yakalamış olurlar. Şerîat âyetlerini hakîkatte,
hakîkat âyetlerini de şerîatta kullanmak nasıl insanları
çıkmaza sokuyor ve ondan layıkiyle faydalanamıyorlarsa
aynen onun gibi muhkem âyetleri yerinde, müteşabih
âyetleri yerinde, hem muhkem hem de müteşabih
âyetleri de zâhirini zâhire göre, bâtınını da batınî yerde
mütalaa ve zevk edersek mutluluğa ermiş oluruz.
Kur‟ân-ı Kerîm‟deki bu âyetler nasıl böyle yerli yerinde
mütalaa ediliyorsa,bu âlem-i Kübra dediğimiz âlem ve
Âdemde de bu âyetler öylece mütalaa edilmelidir.
Âyet deliller demektir. Allahü Teala bu âlemde ve
Âdemde delilleriyle her şeyi zuhûra getirmiştir.Bir âyet-i
kerîmede “Nefsinizde ve ufkunuzda âyetlerimizi
göstereceğiz” demekle hem nefsimizde hem de
ufkumuzda âyetlerini göstermiş ve İsra Sûresi
14.âyette “Oku kitabını, Hesap görücü olarak
bugün sana nefsin yeter!” demekle nefs kitabımızı
okumamız emredilmektedir. İnsanlarda bu üç türlü
âyetlerin yerli yerinde okunması hem de ufkumuzda
bizden ayrı olarak görünen varlıklarda bu üç âyeti ayrı
ayrı okumak,görmek ve yaşama geçirmek gerektiği
anlaşılmaktadır.
Bizler Kur‟ân‟ı yalnız satırlarda okuyup belki oraya göre
mütalaa ettiğimiz için bir türlü yaşama geçiremiyoruz.
Halbuki bu ilim ve irfâniyet bizlerin yaşama geçmemiz ve
onun yaşam zevkine sahip olarak mutlu olmamız içindir.
Toplumdaki çoğu insanlar muhkem âyetleri
okuyabildikleri için üçte bir mutlu olsalar da her şeyi
muhkem açısından mütalaa ettikleri için huzursuzluktan
kurtulamıyorlar.Peçeli ve tamamen şekli benimsemiş
toplumlar plajlarda bulunan açık saçık kadın ve erkeklere
kafir ve aklına ne kadar kötü sözler geliyorsa söylüyorlar.
O açık saçık diye vasıflandırılan toplum da İslâmiyeti dar
çerçevede mütalaa ettikleri için onlara yobaz,gerici,
irticacı gibi sözler söylüyorlar. Biraz evvel söylediğimiz
gibi bu iki topluma göre de Kur‟ân-ı Kerîm ufkumuzda
yazılmış âyetlerden ibarettir.
Sen kemâlât sahibi isen her iki toplum âyetlerini yerinde
görmeye bak. Her varlık yerinde hoş ve güzeldir.Sen
onları yerinde göremiyorsan, bil ki çirkinlik sendedir.
Allahü Teala Âl-i İmrân Sûresi 191.âyette “Onlar ki,
gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları
üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve
yerin yaratılıĢı hakkında inceden inceye
düĢünenler"Ey Rabbimiz, sen bunu boĢuna
yaratmadın, seni bütün eksiklerden tenzih ederiz;
o halde bizi o ateĢ azâbından koru” "Rabbena ma
halakte haza bâtıla” buyurmakla, Allah bâtıl hiçbir şey
yaratmamıştır. Sen nasıl birini iyi, birini kötü görürsün.
İyilik ve kötülük görmek, yerinde görmemekten olur
.Mukayese edildiğinde ortaya çıkar. Ayrıca Allahü Teala
kişileri başkasından sorumlu tutmuyor. Seni, sana
soracak.Senden o mütalaa ettiğin toplumların hesabını
istemeyecek. Onun için en çirkin gördüğümüz nefsimiz
olmalıdır. Allah şeklinize ve amelinize bakmaz, kalb ve
niyetinize bakar. Hepimiz Allah‟ı sevdiğimizi söyleriz.
Onun yarattıklarını da sevmemiz gerekmez mi? Mecnun
Leyla‟nın mahallesindeki köpekleri bile “Leyla‟nın
mahallesinin köpekleri” diye severmiş.
Onun için toplumumuzdaki her türlü inanç ve şekilde
bulunan insanlar Allah tarafından o yerler için
yaratılmışlardır. Allah Âlim‟dir, bizler ise ma‟lûmuz.
Bizlerin ilm-i ezeliyette isti‟dâdlarımız Allah‟a nasıl ma‟lûm
olduysa,o da bizlerde, yaratılma yerimiz neresi ise o
şekilde tecellî etmektedir. Kimimiz meyhane için, kimimiz
kumarhane için, kimimiz inkârcı olarak yaratılmışız. Sen
onu yerinde görüp,ona göre hareket edebiliyorsan, o
zâhir olan âyetleri yerinde kullanmaktan mütevellit
huzurlu ve mutlu olursun. Kullanamazsan mutsuz
olursun.
Bu zâhir ve bâtın âyetleri nefsinde zevk eden ve iç içe
olma zevkiyle nefsinde yaşayanlar ise Kâmillerdir. Onlar
oruç tutarlar, namaz kılarlar.Fakat bedenen zâhir,rûhen
bâtın zevkiyle bu ibâdetlerin sırlarını yaşarlar.Hiçbir
zaman zâhiri bâtından,bâtını da zâhirden ayırmadan her
şeyi yerli yerinde kullanarak mutlu olurlar. Onun için
Kur‟ân-ı Kerîm‟deki bu âyetleri yerli yerinde
kullandığımızda doğruyu ve zevki bulmuş oluyoruz.
Âlemdeki Kitab-ı Furkan‟ı da böylece okuyup dar
çerçevelere İslâmiyeti sıkıştırarak zümreleri tenkit etmek
ve kerih görmek o âyetleri lâyıkıyle anlayamadığımızın bir
sonucudur. Allahü Teala her türlü âyet tecellîlerini yerli
yerinde okuyup yaşayan kullarından eylesin. Âmin.

BAKARA SÛRESĠNĠN HĠKMETĠ

Kur‟ân-ı Kerîm‟in bakara Sûresi 67 ilâ 73.


âyetlerinde “Cenâb-ı Allah size bir bakara (sığır)
boğazlamanızı emrediyor” buyruluyor.Bakara nefs-i
hayvâniyedir. İki köy sınırında, bir kişi ölü
bulunmuş.Bunun kimin tarafından öldürüldüğü
bilinmediği için, Musa (A.S.)‟ya kavmi müracaat ederek,
“Senin Rabbin bu ölenin kimin tarafından öldürüldüğünü
bilir” demişler.Musa (A.S.) Hakk‟a müracaat ettiğinde,
Cenâb-ı Hakk,“Bir sığır kesilerek onun etinin ölüye
vurulması ile dirileceğini ve ölünün dirilmesiyle de, hangi
köy ahalisi tarafından öldürüldüğünü söyleyecektir.”dedi.
Buna binaen,sığırın renginin ne olduğunu, yaşlı olup
olmayacağını ve sığırdaki bütün belirtileri sordu ve
öğrendi.Cenâb-ı Hakk sığırın, sarı renkte olacağını,ne çok
genç ve ne de çok yaşlı olmayacağını, çifte koşulmamış
olacağını, alaca olmayacağını buyurdu.
İşte bu bakara diye ifade edilen,kişinin nefs-i
hayvâniyesidir. Bir kişi Mürşîd-i Kâmile gelerek, kendine
nisbet ettiği fiillerini ve varlığını kesmesidir.Bu kesilmesi
gerekli nefs-i hayvâniye sahiplerinin,rengi Allah‟a sevgi
ve aşkından mütevellit sarı olmalıdır.Akil baliğ olmamış
çocuk kadar küçük ve çok yaşlı duyma ve görme
sıfatlarını kaybetmiş de olmamalıdır. Meratibini bitirmiş
kemâl ehli de olmamalıdır.Çünkü onun kurban olmağa
ihtiyacı yoktur.Yine hiçbir itikada sahip olmayan kişiler de
boğazlanmaya lâyık değildir. İşte böylece hakîkat-ı
Muhammediyye deryasında, kendi insan-ı asliyyesine
talip olan kişi,tarif edilmiş oluyor. Sonra tarif edildiği gibi
yaşlı bir kadının oğluna ait bir sığır bulunuyor. Fakat yaşlı
kadın, sığırın derisini altınla doldurursanız onu
verebileceğini aksi takdirde onu satmayacağını söylüyor.
Musa‟nın kavmi bu teklifi kabul ederek,sığırı kesiyorlar.Ve
sığırın derisini de altınla doldurup kadına
veriyorlar.Kesilen sığırın etinden, ölü olan o kişiye
vurunca ölü diriliyor.Ve dile gelerek, soldaki köy yani
nefs-i emmâre tarafından öldürüldüğünü söylüyor. İşte
yaşlı kadın,kişinin tabiat-ı cismâniyesidir. Oğlu ise,rûhun
oğlu akıldır.Kendi varlığını yok edip, Hakk‟ın varlığında
dirilen ölü ise, kalbin oğlu veled-i kalbdir. Elbette
dirildiğinde, kendisinin nefis köyü tarafından
öldürüldüğünü, rûh köyünün bunda hiçbir suçunun
olmadığını söylemiştir. Bir sâlik de kâmile gelerek,
fiil,sıfat ve vücûd nisbîyetlerini boğazlatarak, bunları
Hakk‟a verince kendi süflî emelleri doğrultusunda
kullanılan kalp, emmâre nefsinden kurtulacaktır. Kalbin
uyanmasıyla Hakk ve hakîkati idrâk etmiş ve nefsin kalp
üzerine istilâsından mütevellit, nefis tarafından
öldürüldüğünü söyleyecektir. Aslında nefis ile rûh
kardeştir.Fakat nefs-i hayvâniye yönü bir kişiyi, şehvet,
gazap vb.gibi istek ve arzularla kalbi katletmiş olurlar. Ve
rûh kuvvelerinin yolu üzerine bırakırlar.İşte Mürşîd-i
Kâmil, bunu çok iyi bildiği için nisbîyet olan fiillerini,
boğazlayınca artık kötülük yapamaz bir hale gelir.
Dolayısıyla da kalbin uyanmasıyla da her şeyi idrâk etmiş
olur.
Bu âyet-i kerimelerle anlatılan kıssa bizlere ne anlatmak
istemektedir? Allah‟a karşı bir sevgi ve arzumuz varsa,
bu dünya çirkefinin içinden kurtulup, insanî aslımızı
bulup huzur ve saadete kavuşmak istiyorsak, mutlaka bir
Mürşîd-i Kâmile gitmemiz lâzımdır. Ona hayvânî nefsimizi
boğazlatıp, bütün Allah‟ın yasak ettiği kötülükleri yok
etmek gerekmektedir. Bu da fiillerin fâilinin Allah
olduğunu bilmekle olacaktır. Böylece kişinin kötülük
yapan damarları kansız ve bıçaksız olarak kesilince, rûh
yönünden gelen Rabbimin nurları o kişiyi istila edecektir.
Böylece kalbi,rûhun nuru ile uyanmış ve Hakk‟ın varlığı
ile varlıklandığını gördüğünde, huzur ve saadet içinde her
iki âlemde mutlu olacaktır. Cenâb-ı Hakk bizleri de bu
gafletten uyandırıp mutlu kullarından eylesin. Âmin.

BERZAH NEDĠR

Dünya ile Âhiret arasına berzah denir.Peki dünya nedir,


Âhiret nedir? Bunları bilmemiz lâzımdır. Dünya bizlerin
bildiği gibi, bu kâinat değildir. Bu gördüğümüz kâinat
dünya olmuş olsa idi, nice peygamberler ve evliyalar da
dünya ehli olurlardı. Dünya, üzerinde yaşadığımız bu
kesret âlemi değil, kişileri Hakk‟tan uzaklaştıran her
şeydir,gaflettir. Onun için, Cenâb-ı Allah ârif olmayan
kişilere, esmâ ve sıfatlarıyla kendini örtmüştür. İlk
bakışta, karşımızda esmâ ve sıfatla bütün varlıkları şuhûd
ettiğimizde, eşyayı eşya, mahlûku mahlûk görmüş
oluruz. Niyazi-i Mısrî Hz. leri ilâhîsinin bir yerinde şöyle
buyuruyor:

“Mahlûka mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk


olur.
Hakk gözüyle bak ki bi Ģek Nûr-u Yezdan
ondadır.”

Meratib-i İlâhiyede bu hicâbları yırtabilen ârifler, eşya ve


mahlûk olarak vasıflandırılan bu sıfatlardaki Hakk‟ın
zuhûrâtını görecekleri için, çok çeşitli esmâ ve sıfatlar
onlara hicâb olmaz. Onlar her varlığı, yaratılma yerine
göre Allah‟ın tecellîlerini şuhûd ederler. İşte dünya bir
yere göre gaflettir. Dünya bir yere göre de Hakk ve
hakîkati görmek için bir vesîle yeridir. Dünya şu
taşıdığımız bedenimizin,Hakk‟tan ayrı olarak, ona hizmet
etmemizdir.
Âhiret ise ismi üzerinde, kesif olan bu vücûdumuzun
sona ermesiyle letâfet âlemine geçmektir. Âhir son
demektir.Neyin sonudur? Dünya âleminin sonudur.
Kendimize nisbet ettiğimiz ve gece gündüz onun ayakta
durabilmesi için çalıştığımız vücûdumuzun yaşamının
sona ermesidir. İnsan varlığının üzerindeki Cenâb-ı
Hakk‟ın nefesinin ondan kesilmesidir. Artık yeni bir âlem
ve yeni bir vuslat devresine girilmiştir.
Tabiatta da, kış mevsiminden yaz mevsimine girerken, ilk
bahar gibi bir berzah devresi geçirmekteyiz. Aynen onun
gibi dünya ile Âhiret arasına da zâhirde berzah denilir.
Tevhidde bütün peygamber ve evliyalar berzahta ikamet
ederler. Gerektiğinde dünya ehillerinin arasına girerler ve
onları irşâd ederler denilmiştir. Çünkü onlar berzah
sahibidirler.
Berzah, kesret âlemi olan dünyadan,Vahdet âlemine
ayak basmaktan ibaret değildir. İnsan-ı Kâmillerin dâimî
ikamet yeri, kavseyn mertebesindeki kesret zevkine
galebe çalan Vahdet yeridir. Yoksa, bu Tevhîd
meyvesinin Vahdet dalı olan cem mertebesi, İnsan-ı
Kâmiller için tek taraflı ikamet yeri olamaz. Hakk‟ın zâhir,
halkın bâtın olduğu bu yer, Tevhîd meyvesinin Vahdet
yüzünün göründüğü sahadır. Muhammediyye yüzü olan
kesret yüzünün isti‟dâd ve kabiliyetine göre, tecellîsi için
bu Tevhîd meyvesinin her iki yüzünün de kemâlâtına
sahip olunması lâzımdır. İşte berzah budur. Yoksa dünya
olan kesretten, Vahdet zevki olan rûhanîyete yükselmek
berzaha intikal etmek demek değildir.
Kıştan yaza hazırlık oluyorsa insanlar da aynen onun gibi
berzahta beklemeye tâbi oluyorlar. Buna biz kişilerin
berzahı diyoruz. Gece karanlığından kurtulup, gündüzün
aydınlığına kadar aradaki seher vakti olan tan yerinin
ağarması da günün berzahıdır. İnsan-ı Kâmiller bu
âlemde gerektiğinde kesret zevkine, gerektiğinde de
vahdet zevkine sahiptirler. Vahdet içre kesret, kesret içre
Vahdet zevkine sahip oldukları için onlara berzah sahibi
denmiştir.
Âhiretin bahçesi olan dünya âleminde,i ‟tikad,amel ve
ahlâk icraatını, yaşamamız müddetince fotoğraflarını
çektirdik. Bu filmleri öldüğümüzde tab için banyoya
verdik. İşte bir kişi için berzah filmlerin banyo odasıdır.
Çekilen filmlerin net görüntülerini sağlamak için filmler
banyo olduğunda, kart üzerinde,kesafet görüntülerimiz
zuhûra gelmiştir. Bu görüntülerin zaman ve yer olarak
gösterildiğinde bizlerin inkâr etmesi de mümkün değildir.
İşte İnsan-ı Kâmiller de tenzih ve teşbih arasındaki
Tevhîd zevkinde ikamet etmektedirler.Her iki tarafı da
aynı mesafede görerek Tevhîd içinde yaşarlar.Yani halk
içinde dâima Hakk‟la beraberdirler. Allah bizlere de bu
yerleri nasîb etsin. Âmin.

BĠSMĠLLAHĠRRAHMANĠRRAHĠM NE
DEMEKTĠR
“Bismillah” Allah‟ın Zâtını remzetmektedir
“Rahmân” Allah‟ın sıfatlarını remzetmektedir
“Rahîm” Allah‟ın ef‟alini remzetmektedir

Bu mukayyed olan Âdem ve âlemde, Cenâb-ı Allah‟ın,


Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle
açığa çıktığını görüyoruz. Bunu bütün kitaplardan
okuyarak zâhir ve bâtınını böylece bilirsek, ilm-el
yakînlikle öğrenmiş oluruz. Ayne‟l-yakîn olarak
besmelenin tecellîsine vâkıf olmak istiyorsak, mutlaka bir
İnsan-ı Kâmilden bunun tahsilini yapmamız gerekiyor.
Zira Âdemiyetini bulmuş olan bu İnsan-ı Kâmiller,
yeryüzünde Allah‟ın halifeleridir.Cenâb-ı Hakk‟ın Hüviyyet
ve Eniyyetini kendilerinde kemâlâtıyla açığa çıkaran çok
yüce Hakk‟ın temsilcileridir. Kâbe nasıl Allah‟ın Zâtını
remzediyorsa, İnsan-ı Kâmiller de Hakk‟ın Zâtını
remzetmektedir. Hac Sûresi âyet 27 de “Bütün
insanlara haccı ilânet, gerek yaya gerekse
bineklerle senin huzuruna gelsinler. Bu Allah‟ın
kulları üzerindeki hakkıdır.” buyrulduğu gibi,
sâliklerin Hakk Mürşîdlerinin ziyâretini yapmasıyla,
Hakk‟ın Zâtının sâliklerdeki Rahmân ve Rahîm
tecellîlerinin, nefislerinde ve ufuklarında nasıl şuhûd
ettiklerini görmelerini sağlayacaktır. Bu, kişilerin Hakk
Mürşîdlerindeki merâtib-i İlâhiye tahsilinde, besmelenin
Ayne‟l-yakînlik olarak şahitliklerini ispat etmektedir.
Hakk-al yakîn olarak bir kişinin canlı bir besmele-i şerîf
olduğunu zevk etmek istiyorsa, Mürşîd-i Kâmilden yaptığı
tahsil ve gösterdiği mertebelerdeki şuhûdlar
doğrultusunda Zâtının, tenzih ve teşbih yüzlerini Tevhîd
yaparak kendisinin yeryüzündeki Allah‟ın halifesi
olduğunu, o mazhardan Cenâb-ı Hakk‟ın bilip ve
gördüğünü zevk edecektir.

Rahmâniyyette iki bölüm vardır.


1 - Rahmâniyyet olan nübüvvet yüzü
2 - Rahîmiyyet olan Vahdâniyyet yüzü

Nübüvvetin içinde hem cemâl yüzü hem de Vahdâniyyet


olan velâyet yüzü mevcuttur. Hakk Mürşîdleri bizlere
özel olan Rahîmiyyet rahmetinin tahsilini ve bütün
varlıkların sûretinden farkıyla nasıl tecellî ettiğinin
irfâniyet ve kemâlâtını öğretmektedirler. Cenâb-ı Hakk‟ın,
Rahîmiyyet olan Vahdâniyyet yüzünde, halk bâtın olduğu
için,tek taraflı olması nedeniyle, Rahmâniyyete göre
Rahîmiyyet rahmeti kemâlât değildir. Âfâkta ve kendi
vücûd ülkesindeki Cenâb-ı Hakk‟ın rahmet tecellîlerini
şuhûd ederek yaşama hali, onların Hakk-al yakînliği
olacaktır.Zira “Onların cesetleri rûhlarıdır,rûhları
cesetleridir.” Hadis-i Şerifi tecellî etmiş olur.İşte
gönlümüzdeki tenzih ve teşbihi Tevhîd yaptığımız zaman,
canlı bir besmele-i şerîf olduğumuzu zevk etmiş oluruz.
Yoksa Allah Allahlığını kimseye vermez. Kul kuldur. Allah
Allah‟tır.
BU KÂĠNATIN ASLI BĠR
NOKTADIR

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Nûr Sûresi 35.âyetinde“Allah göklerin


ve yerin nurudur.O‟nun nuru,içinde lamba bulunan bir
kandil gibidir. O lambaya nisbet edilmeyen mübarek
zeytin ağacından zuhûr eder.O nûr üstüne nûrdur.”
buyrulmaktadır.
Burada zeytin ağacı insan ağacı gibidir.Doğu Vahdeti,
batı ise kesreti remzeder. Bu îmân nuru,insanın gönül
kandilinde yanan bir ışıktır. Bu insanın gönül fanusunda
yanan kandilin ışığı ne bedene,ne de cana ait değildir.
Cananın bu nuru gönül fanusundan meydana
gelmektedir. Aslında kamu âlem bir noktadır. Fakat bu
âlemde, sıfat ve esmâsıyla,kendini ârif olmayanlardan
gizledi. O‟nun nûr olan güzel yüzünü âriflerden başkası
göremedi.Bu âlem bir fenerdir. Onu aydınlatan,her
varlığın içindeki Zâtının tecellîleridir. Bir lambanın fitili
gibi ışığını verip durmaktadır.Sen ise,hayâli gölgeleri
görmekten,ışığı göremiyorsun. Ondan sonra da, gece ve
gündüz ah u figan edip inleyerek onun aşkı ile
yanıyorsun. Nasıl insanlardaki rûh bülbülü,sıfatları olan
gülün dalında ötmekle kendini sıfatlarından zuhûra
getirince ,sesi kesilir,aynen onun gibi, sen de Zâtından
sıfatlarına,sıfatlarından da esmâ alarak fiilleriyle açığa
çıkarak eserlerini görmeye çalışırsan, bu kâinatın bir
noktadan meydana geldiğini görmüş olursun. Bir hadiste
“İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” buyrulduğu gibi,
ilmin Allah‟ın olduğunu bildiğimizde,cahillik elbette kula
kalmış olur.
İşte Allah da hiçbir varlığı kalmayanlardan,bu ilim ve
tecellîlerini açığa çıkardı.Bir ağacın çekirdeğine dil verip
“Bu ağaç senin açığa çıkış şeklin midir? diye sorsak
“Evet” diyecektir. Bütün ağacın, gövde, kalın dal, ince dal
ve yapraklarına da sorsak onlar da, kökteki çekirdeğin
birer şerhi olduğunu söyleyeceklerdir. İşte bu kâinat
ağacı da öyledir. Bir Hadis-i Kudsî‟de “Ben gizli bir hazine
idim. Bilinmekliğimi murad ettim. Bu halkı halk edip,
onlardan da kendimi seyrettim” buyrulmuştur.
Kemâlâtını bulup, ârif olanlardan her an Cenâb-ı Hakk
seyredip durmaktadır. Bu sırlara vâkıf olmak için,canı
Hakk yolunda fedâ etmek lâzımdır. Hakk‟a canını
verenler canan alır yerine. Böylece Hakk‟ın gizli hazine
kapıları o kişiye açılır. Yoksa her kişiye değil. Cenâb-ı
Hakk bu âlemde Zât, sıfatları, esmâsı, ef‟âli ve eserleri ile
kendini sergilediği halde, hicâb perdelerini
yırtamayanlara sıfat ve esmâsı ile kendi yüzünü örtmüş
ve gizlemiştir. Aslında onu görmemek, kişinin kendi
cehâlet perdeleridir. Yoksa, o her şeyde ayan beyan
görünmektedir. Noktalardan „elif‟ meydana gelir. Elif de
çeşitli şekillere bürünerek 28 Kur‟ân harflerini meydana
getirir. Bunun gibi, noktanın tecellî ettiği yerlerde, şekil
ve zuhûrâtıyla bu âlemdeki nurunu meydana getirdiğini
görmüş oluyoruz. Cenâb-ı Hakk bizlere bu idrakle her
şeye bakmayı nasîb etsin. Âmin.

CENÂB-I HAKK‟I TENZĠH VE TEġBĠH


NASIL YAPILMALIDIR
Tenzih, hiçbir şeye benzemez demektir. Cenâb-ı Hakk,
Zât yönüyle hiçbir şeye benzemez. Cenâb-ı Hakk‟ın
yanında başka bir varlık olması lâzım ki, mukayese
yapılabilsin. O her şeyden münezzehtir denilir.Zira bir
âyet-i kerîmede: “Leyse kemislihi şey‟ün” “O‟nun misli
yoktur ve hiçbir Ģeye benzemez.” buyrulmuştur.
Onun için tenzih keyfiyeti kalble bilinir.
Teşbih, benzetmek demektir. Cenâb-ı Hakk‟ın isim ve
sıfatlarından Cemalini gösteren odur. Her varlık onunla
kâim olduğu için, bu isim ve sıfatlardan tecellî eden,
Cenâb-ı Hakk‟ın Cemalidir. Kur‟ân-ı Kerîm‟in Şura Sûresi
11.âyette “Leyse kemislihi şey‟ün ve hüves-semiy-ul
basiyr-u” (O‟nun misli yoktur. O hiçbir şeye benzemez ve
o her şeyi işiten ve görendir) buyrulmuştur. Burada,
„O‟nun misli yoktur, hiçbir şeye benzemez‟kısmı tenzihtir.
Allah Zât yönüyle hiçbir şeye benzemez. Âyetin
devamındaki „O her şeyi işiten ve görendir‟ kısmı ise
teşbihtir. Cenâb-ı Hakk,tenzih yönüyle yani Zât yönüyle
bilinmiyor. Cenâb-ı Hakk‟ın künhü Zâtı bilinmez.
Fakat,teşbih, yani isim ve sıfatları yönüyle tecellîsi olan
Cemalini görmekle bilinir demektir.
Cenâb-ı Hakk Nûr Sûresi 35.âyetde insanın Zâtının
nurunu miskat yani lamba konan yer olarak vasfetmiştir.
Bundan maksat da, insanın sadrı yani göğsüdür. Zücac
dan maksat kalbdir. Misbah ise insanın sırrıdır. Şecere-i
Mübarekeden (mübarek Ağaç) maksat da, insanlardaki
îmân ağacıdır. Görüldüğü gibi,Kur‟ân-ı Kerîm dahi
benzetmek sûretiyle bizlere târifler yapmıştır.
İşte Hakk‟a olan îmân, halk sûretinde„ Hakk olarak ‟zuhûr
etmesinden ibarettir. Onun için bir kişi Hakk‟ı Zât
yönünden tenzih eder, teşbih etmezse zındık olur. Yalnız
teşbih ederek tenzih etmezse müşrik olur.Bunun her ikisi
de yanlıştır.

Tevhîd cem‟dir fark onun gövdesi


Cem‟e ermiĢse idrâk Ģirktedir kendisi,
Cem‟e varsa da fark etmezse yanılgıdır bilgisi
Cem farkıyla bilinir gizli hazinesi

Ahmet mazharıdır Kur‟ân okur bendesi


Mazharında diridir kelâm eder kendisi.

Muhyiddîn İbnü‟l-Arabî Hz. leri bu mevzuda, “Cenâb-ı


Hakk‟ı tenzih edecek olursan,onu sınırlamış olursun.
Teşbih edecek olursan onu kayıt yapmış olursun. Tenzih
ve teşbihi cem ederek, Tevhîd yaparsan gerçeği söylemiş
ve Allah'ı bilmede, imam ve seyyid (insanların efendisi)
olmuş olursun buyurmuşlardır.
Bir kişi de Cenâb-ı Hakk‟ı, his ile teşbih, kalb ile tenzih
etmelidir ki Makâm-ı Muhammediyye'ye yükselebilsin.
Bizler de Cenâb-ı Hakk‟ı, Zât yönüyle tenzih,yani hiçbir
şeye benzetmeyerek, kalbimizle onun her isim ve
sıfatlarındaki tecellîsi olduğunu tasdik edeceğiz.
Hissimizle, bütün isim ve sıfatlarından görünen onun
Cemali olduğunu hissederek, tecellî eden ve tecellî
olunanı Tevhîd yaparak zevk edeceğiz. Bu zevkimizde,
ne zanna ve hayâle çıkacağız, ne de tecellî olunan
mazharların gölgesine takılıp kalacağız. Zira zâhir tecellî
olan mazharların hepsi Hakk‟ın gölgesidir.
İşte kalb ile tenzih, his ile teşbih zevkine sahip
olduğumuzda, bunları Tevhîd yaparak seyyidlerden
oluruz. Yoksa, tenzih ve teşbihi zevk vâdisinde değil de,
ilim vâdisinde mütalaa edenler aldanmışlardır. Her şeyi
zâhir olarak ispat etmek her zaman mümkün olmayabilir.
Cenâb-ı Allah, Zâtı özellikleri itibariyle eşyadan
münezzehtir.Eşya değildir. Eşyanın hakîkati Hakk‟tır.
Vücûd itibariyle de, Hakk‟ın sıfatları ve mazharlarıdır.
İnsan da öyle değil midir? Gölge Zâtı itibarıyle, onun
dışındadır. İnsana girmemiştir.İnsan O‟nun aynı olmadığı
gibi, o gölgeye muhtaç da değildir. İşte gerçekte insan
da, Hakk‟ın vücûdu ile kâim olduğu halde gölge gibidir.
İnsanın gölgesi de, gölgenin gölgesi olur.

CENAZE NAMAZINDAKĠ 4 TEKBĠR


NEYĠ ĠFADE EDER
Cenaze namazı dört tekbirle kılınan bir namazdır. Bütün
peygamber ve evliyalar kendi cenaze namazlarını
kendileri kılmışlardır. Bizim gibi sâliklerin cenaze
namazlarını da Fenâfillâh olmamışlarsa Mürşid-i Kâmilleri
kılmakta, Fenâfillâh olmuşlarsa onlar da kendi cenaze
namazlarını kendi kılmış olmaktadırlar.
Cenaze tekbirlerinden de anlaşılacağı gibi birincisinde
“Allah için sâlata” denmektedir. Yani „Allah için namaza‟
Namaz ise mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac ise Allah‟la beraber
olmak, konuşmak, buluşmaktır. Kul Allah‟la nasıl konuşur
ve buluşur? Mukayyed olan bu âlemde Zât olan Allah,
sıfatı olan kullarından tecellîsini izhâr edince kulun
kuvvesinden fiileriyle açığa çıkması, kulundan buluşup
konuşması demek olur. İşte bu bütün mazharlarından
zuhûra gelmesi, kulların kendi mazharlarından Hakk‟ı
açığa çıkarmasına sâlat dendi. Onun için “Allah için
sâlata” ifadesi kullanıldı.
İkinci tekbir ifadesi de “Resûlullah (S.A.V.) için salâvâta”
oldu. Çünkü bu âlemde Zât Allah, sıfat ise
Muhammed‟dir. Allahü Teala Muhammed‟siz bilinemediği
için bir Hadis-i Kudsîsinde “Levlake Levlak vema Halaktül
eflak” “Habibim sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım
”buyurmuşlardır. Şu halde Muhammed bir ayna,
kendisini o aynada seyreden Hakk Teala olmuş oluyor.
İşte Resûlullah(S.A.V.)a salâvât, bu âlemdeki dört tecellî
mazharları olan sıfatlardaki (cemâdât-nebâtât-hayvânât
ve insanlar) farkıyla her tecellînin mevsûfunun Allah
olduğunu idrâk et demektir.
Üçüncü tekbir ifadesinde “Meyyid için duaya”
denilmektedir. Yani vücûdun Vücûdullah olduğunu idrâk
ederek ölmezden evvel ölmeyi sağlamaktır. Ondan sonra
da er kişi niyetine veya hatun kişi niyetine denilmektedir.
Bir kişi „birliğe‟ bu tahsilden sonra erebildiyse„er
kişi‟olmuştur. Hayır bu tahsilden sonra ikilikten
kurtulamamışsa o kişi erkek de olsa hatun kişi olduğu
için hatun kişi niyeti yapılmalıdır.
Bir Mürşid-i Kâmilden bu merâtib tahsilini
yapmayanların cenaze namazları nasıl olmaktadır? Bu
anlattıklarım ehl-i Tevhîd içindir,avâmın cenaze namazı
için değildir. Onların cenaze namazları da taklîd olarak
avâm kâideleri içinde kılınmaktadır.
Cenaze namazının mânevî irfâniyeti tekbirler alındığında
namaz içinde okunan dualarda da görülecektir. Birinci
tekbirde „Sübhaneke‟yi okumaktayız. Sübhanekenin
taşıdığı mânâ nedir? Kişinin kendi varlığının olmadığını,
bütün varlıkların Hakk‟ın olduğunu anlamaktır. İkinci
tekbirde “Allahümme Salli” ve “Allahümme Barik”
dualarını okuruz. Yani Resûlullah(S.A.V.) Efendimize,
ashabına, O‟nun yolunda gidenlere, Tevhîd babası
İbrahim (A.S.)ve âline övgü ve dualar gönderilmektedir.
Allah‟ın bu sıfatlardan tecellîsinin övgüsü anlamındadır.
Üçüncü tekbirde ise ölü için dua yapılmakta ve Fenâfillâh
olması için dua edilmektedir. Dördüncü tekbirde hiçbir
şey okunmadan kişi selamete çıktığı için sağ ve soluna
selam vererek namazını tamamlamaktadır. Çünkü
selâmete çıkan selâm verebilir. Selâmete çıkmayan
selâm veremez…..
Cenaze namazı taklîden kılınıyorsa da aslında bir Mürşid-i
Kâmilin tahsilinde merâtib-i fenânın idrâkinden ibaret
olduğu anlaşılmalıdır. Allah cümlemize “Mutu kable ente
mutu” ölmezden evvel ölmeyi ihsân ederek kendi cenaze
namazlarımızı kendimizin kılmasını nasîb etsin.Âmin.

CENAZENĠN YIKANMASI,
KEFENLENMESĠ, NAMAZININ
KILINMASI VE GÖMÜLMESĠ NEDĠR
Ölüm iki türlüdür: 1 - Izdırari ölüm. 2 - Ġhtiyarî
ölüm.

Izdırari ölüm:
Bedenimizin bir gün dünyadaki görevini tamamladıktan
sonra şeriat hükümleri dahilinde, kitaplarda yazıldığı gibi
ölü bedenin yıkanması, kefenlenmesi ve toprağa
gömülmesinden ibarettir. Çünkü bu beden ömrü
müddetince, rûhumuza hamallık yaptığı için ona da
zâhiren saygı ve ihtimam göstermemiz gereklidir.

Ġhtiyari ölüm :
Kendi istek ve arzularıyla ölmeden evvel ihtiyârî bir
ölümle ölenler ise, varlık şirkinden kurtulmuş kimselerdir.
Resûlullah efendimiz, Ebubekir Hazretlerinde bu hâli
gördüğü için “Yiyen, içen, gezen ölü görmek isteyeniniz
Ebubekir'e baksın”diye sahabeye söylemiştir. İşte
Mürşîd-i Kâmile gelen bir sâlik de, kendine nisbet ettiği
ef'alini, sıfatını ve vücûdunun olmadığını idrâk etmesi,
cenaze olan varlığının yıkanmasıdır. Çünkü bütün
nisbîyetlerinden temizlenmiştir. Fenâ-i ef‟âl, fenâ-i sıfat
ve fenâ-i vücûd kişiyi ihtiyârî olarak yok eder. Yani
Fenâfillâh olur. Allah'ta fâni olan artık kefenlenmeye hak
kazanmıştır. Kefen üç parçadan meydana gelen beyaz bir
kaput bezi veya patiskadan ibarettir. Fenâ-i Zât tecellî
Zâtla, fenâ-i sıfat tecellî-i sıfatla, fenâ-i ef‟âl tecellî-i ef‟âl
kefeni ile sarılır.Böylece kişi ölmeden evvel ölüp
yıkanmış ve kefenlenmiş olur. Kişinin idrakinde dâimî
zikirle Hakk‟la beraber olma yoksa,râbıtasında da hissiyle
bu tecellîleri şuhûd etmiyorsa,bu hâle geçemez.
Kefenlendikten sonra tabut olan bu ayaktaki vücûd
tabutu ile cenaze namazı kılınmaktadır. Artık bu kişi
ölmeden evvel ölmüş, Hakk‟ın üç tecellîsi ile de
kefenlenmiş, kendi cenaze namazını da kendisi kılmağa
hak kazanmıştır. Yoksa ölünün cenaze namazını diri
cemaatın kılması bir rumuzâttır. Cenaze namazı dört
tekbirle kılınır. Tekbirlerde ef'alin, sıfatın, Zâtın
idrâkinden sonra birliğe erdi ise,er kişi niyetine, ikilikte
kaldı ise isterse erkek olsun hatun kişi niyetine cenaze
namazı kılınır. Dördüncü tekbirde ise hiçbir şey
okunmadan, sağa ve sola selam verilmesi onun kurtuluşa
erdiğinin ispatıdır.Görüldüğü gibi birinci tekbirden sonra
„Subhaneke‟yi okumakla bütün fiillerin fâilini, ikinci
tekbirde, „Allahumme salli‟ ve „Allahümme barik‟
okumakla, Resûlullah efendimizin Allah‟ın sıfatları olması
nedeniyle övgü ve O‟ndan tecellînin Allah‟ın olduğu,
üçüncü tekbirden sonra,meyyit için duada
da vücûdun Vücûdullah olması idraki ile ölmeden evvel
ölmenin zevkini ve dördüncü tekbirde, hiçbir varlığı
kalmayan kişinin sağına ve soluna selam vermesi ile de
kurtuluşa erdiğinin ispatı olmuş oluyor. Ondan sonra da
ebedi istirahatını sağlamak için gözün göremeyeceği bir
yere götürüp geliyoruz. İşte manevî yönüyle cenaze
biziz. Yıkanması nisbîyet ve şirklerden kurtularak
Fenâfillâh olmaktır. Kefenlenmesi,Cenâb-ı Hakk‟ın varlığı
ile var olmağa kadar Makâmlardaki Allah‟ın yüceliğinin
idrâkidir. Toprağa gömmek ise bizlerin diye bildiğimiz
varlığımızın olmadığını,bu varlığın Cenâb-ı Hakk‟ın varlığı
olduğunun yaşama geçme hâlidir. Cenâb-ı Allah bütün
kardeşlerime bu idrâki nasîb etsin. Âmin.
CENNET VE CEHENNEM
NEDĠR

Cennet, Allah‟a inanan ve O‟na ibâdet eden,ihlasla,


sadakatla hizmet edenlerin ebedîyyen içinde kalacakları
mekân ve meskenlerdir.
Cehennem ise,Allah ve Resulünü inkâr eden kendi
nefislerine uyarak, heveslerinin her istediğini yaparak
işledikleri cürüm ve suçtan dolayı ilâhi adalette ceza
görecekleri yerdir.
Cennetler sekizdir. Dördü amel Cennet‟i,dördü irfâniyet
Cennetleridir Cehennem ise yedidir. İnsanoğlunda
bunların yerlerini göstermek gerekirse, insanlardan tecellî
eden sekiz sıfat-ı subûtiye vardır. Bir sâlik bunların
hepsinin Hakk‟ın bu âleme tecellî pencereleri olduğunu
idrâk eder ve seyrederse sekiz Cennet‟i anlamış ve zevk
etmiş olur. Cehennemin yedi olması ise,bu sıfat-ı
subûtiyelerden ilim sıfatını kaldırdığımızda câhiliyetinden
mütevellit geliştirmemiş kişiler yedi Cehennem‟e girmiş
olurlar. İlimle her şey bilinir ve yaşanır. Yoksa bilmeyen
bir kişi hiçbir zaman cehâlet olan Cehennem azâbından
kurtulmaz. Onun için büyüklerimiz: “Cehennem kişinin
cehâleti, Cennet ise kişinin irfâniyet ve zevkidir.”
buyurmuşlardır.
Cennet‟in dördü amel Cennet‟i, 1-Oruç tutmak 2-Namaz
kılmak 3-Hacca gitmek 4-Zekât vermek gibi ameller
olduğu gibi her türlü manevî gıdayı yemek içmek için sarf
edilen zaman ve sohbetler de amel Cennetleridir.
İrfâniyet Cennetleri de 4‟tür. 1-Tecellî-i ef‟al, 2-Tecellî-i
sıfat, 3-Tecellî-i Zât, 4-Âdem‟de ve âlemdeki hayat
tecellîlerini zevk etmek irfâniyet Cennetleridir. Ayrıca,
irfâniyet Cennetlerine ilaveten, Rahmân Sûresi
62.âyette “Ötelerinden(bu ikisinden baĢka) iki
Cennet daha vardır” buyrulmaktadır.
Şu halde Tevhîd ehli için amel ve irfâniyet
Cennetlerinden daha yüce olarak Allah rûh Cennet‟i ve
Zât Cennet‟i olarak zevk üzerine zevk hallerinin de
mevcûdiyetini bizlere bildiriyor. Bizler cehâletimizle
yaşamamıza devam edersek dünyada Cehennem‟de,
âhirette de Cehennem‟de olacağımız muhakkaktır.İlim ve
irfâniyetimizi geliştirip cehâlet hicablarımızı yırtarsak,
hem dünyada hem de âhirette de Cennet‟te olacağımız
ortaya çıkar. Demek ki dünyada Cennet ve Cehennem
var. Âhirette de Cehennem ve Cennet var.Bir hadis-i
şerifte“Dünya âhiretin tarlasıdır.” buyruluyor.
“Cennet ve Cehennem nerededir” diye soracak olursanız
uzaklara gitmenize gerek yok, her ikisi de sizdedir.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Cennet düz bir boşluk
arazidir. Kim ki Sübhanellah, Elhamdülillah, Allahü Ekber
diyebilirse bütün cennetteki nimetleri tecellî ettirmiş
olurlar.” demiştir. İşte sen daha evvel başıboş, işe
yaramayan bir kişi idin, ilmin irfâniyetin yoktu. Hakk‟a
vâkıfıyetin yoktu. Bir Mürşid-i Kâmilden Hakk ve hakîkate
vâkıf olmayı öğrendin. Sübhanellah demekle senin ve
bütün varlıkların varlığının, Vahdâniyyeti ile Allah‟ın
varlığı olduğunu, bu varlıkların kendine ait varlıklarının
olmadığını bildiğin için „Sen bu varlıklara benzemezsin
seni bu varlıklara benzetmekten tenzih ederim‟ dedin.
Elhamdülillah demekle de bu kesret âleminde her ne
varsa hepsi Hakk‟ın birer sıfatları olduğunu, sıfatlarından
Zâtın tecellîlerini müşâhede edince bütün sıfatların, Zât‟a
hâl ve kâl lisanlarıyla hamd ettiklerini müşâhede ettin.
Allahü Ekber demekle Hakk‟ın sîretiyle, vücûdu olan
sûretinden zuhûr edip tekliğinin idrâki ile başka bir
varlığın olmadığını, Zâtının bütün sıfatlarından Ekber
(büyüklüğü ile her şeyi ihâta eden) olduğunun idrâki ile
Tevhîd yapınca elbette ebedî Cennet‟te kalıcılardan
olunur. Sübhanellah tenzih, Elhamdulillah teşbih, Allahü
Ekber Tevhîd olmuş oluyor.
Cehennem hakkında ise Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz
“Cehennem boş bir arazidir. Buranın ateşi insanlar ve
taşlardır” buyurmuştur.Yani Allah ve Resûlüne îmân
etmeyip taşlaşmış katı kalbli olan insanların Cehennemlik
olduğu anlaşılmaktadır. Bunca peygamber ve evliyalar
Allah‟ın Ahadiyet sırrının Âdem‟de ve âlemdeki
zuhûrunun tahsili için, ayrıca davet ve tebliğ görevi için
de gönderilmiştir. Kendimize “Dünyada ve Âhirette
Cehennem‟liklerden miyizyoksa Cennetliklerden miyiz”
sorusunu dâima sormalıyız. Vücûd ülkemizde sekiz
sıfatımızdan ilim sıfatına sahip değilsek, Cehennem‟lik,
ilim sıfatına sahip isek dünyada da Âhirette de Cennet‟te
olduğumuz anlaşılmış olur. Çünkü Cehennem Allah‟ı
bilmemek ve ondan uzak olarak cehâlet içerisinde
yaşamaktır. Cennet ise, Allah‟ı bilmek ve her an O‟nunla
yaşamaktır.
CĠN NEDĠR

Cin örtmek, gizlemek anlamlarına gelir. Cinler, lâtif


varlıklar oldukları için, gözle görünmemeleri nedeniyle
örtülü denmiştir. Peri Farsça'da Cin demektir. Kur‟ân-ı
Kerîm Hicr Sûresi 27. âyette “Cin yaratığını daha önce,
şiddetli ateşten yarattık” buyrulmuştur. Cinler, sünnî
cinler süflî cinler diye iki kısımda mütalaa edilir.
Sünnî cinler, lâtif varlıklar olup, akıl ve şuurları ile,ibâdet
ve isyan yapabilirler. Çünkü, Zariyat Sûresi 56.âyette“
İns ve cinleri ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım”
buyruluyor.
Onlar Asr-ı Saadette, Resûlullah Efendimiz Kur‟ân
okurken,Kur‟ân dinlemeye gelmişlerdir. Hatta bazı
sahabelerden bunları görenler dahi vardır. Zira letâfet
âlemine geçen bazı ârifler bile, câmide, caddede ve her
yerde bunları görmekte ve bunlarla konuşmaktadırlar.
Bunlar sünnî oldukları için, zararsız ve taklîdî ibâdet
içindedirler. İkinci sınıf süflî cinlerin, insanlardan süflî
olanlarına kötülük yapmaları ve zarar vermeleri
mümkündür. Bunlara şeytanî cinler de denilir.
Bu saydığım ister sünnî cinler, isterse süflî cinler olsun,
âyet-i kerîmede belirtildiği gibi ateşten yaratılmışlardır.
Lâtif varlıklar oldukları için, insanların süflîyyât vâdisinde
olan nefs sahiplerine, nüfûz edebilirler. Onları vehim ve
hayâl gibi görüntülere bağlayarak Ulviyet vâdisine
geçmelerine engel olurlar. Hatta, Kur‟ân-ı Kerîm‟in Nas
Sûresi 6. âyetinde cinlerin ve süflî insanların, kişilere
vesvese verdiğinden bahsetmektedir. Ateşten yaratılan
bu cinler, her şekle girebilirler. Melekler de lâtif
varlıklardır ama, onlar nurânî dir. Ateşte iki haslet vardır.

1 - Yakıcı ve sıcaklık yönü


2 - Ziya, aydınlık ve nûr olan parlaklık yönü

İşte melekler, bu nûr ve ziya yönünden yaratılmıştır.


Cinlerin ateşin yakıcı ve sıcaklık tarafından yaratıldığını,
meleklerinde, nûr ve parlaklık yönünden yaratıldığını
karıştırmamak lâzımdır.
Bu âlemde evvelâ Can kavmi vardı. Sonra ateşten Cin
kavmi yaratıldı.Ondan sonra melek dediğimiz nurânî
varlıklar yaratıldı. En sonunda da İnsan yaratıldı. Onun
için insan, meleklerden üstündür.Cinlerde akıl ve şuur
olduğu için de hayvanlardan üstündür. Cinlerin süflî
olanlarında ateş fazla, sünnî olanlarında hava fazladır.
Süflî olan şeytanî cinler, çoğunlukla hava ve rüzgar gibi
her yere girebildiği gibi, insanın kalbine ve damarlarına
kadar sirâyet edebilirler. Ayrıca hayvan şeklinde bile
görülebilirler.Sünnîleri,insan şeklinde ibâdet
ederler.Hatta,şeklen hacı ve hoca kisvesinde görünmeleri
de mümkündür.İnsanların çoğalmaları meni ile olduğu
halde, cinlerin çoğalmaları gaz (hava) iledir. İnsanların,
cin ile evlenmesi, bir hayâlle olmaktadır. (Gençlerin
rüyalarında ihtilam olmaları gibi..) Süflî cinlerden
korunmak için, onların bulunduğu süflîyyât vâdisinden
çıkmak lâzımdır. Süflîyyât vâdisinden çıkmak için de
dâimî zikir gereklidir. Gafleti yok eden tek çâre, zikirdir.
Sabit bazı şeyleri düşünmek, Hakk ve hakîkatten gafil
olmak, kişileri o süflîyyât vâdisinden uzaklaştırmaz.O
vâdide kalındığı müddetçe de, onlardan kurtulmak
mümkün olmayacaktır. Onlardan kurtulmanın tek çaresi,
bir Mürşîd-i Kâmile tâbi olup onun tâlimatı olan dâimî
zikirden hiçbir zaman ayrılmamaktır. Sayıyla veya zaman
zaman hatırlanarak yapılmakta olan zikirler o kişiyi tam
kurtaramaz.Zikir dâimî olmalıdır.
İnsanların bütün hücrelerine kadar, sirâyet eden bu
varlıklar, bizlerle yaşamaktadırlar. Bizleri dâima nefs istek
ve arzularıyla bağlamakta, Hakk ve hakîkat vâdisi olan
ulviyete çıkmamıza engel olmaktadır. Kişi kendine iyi
baksın. Nefsânî istek ve arzularla yaşamakta ise, bilsin ki
cinlerin az veya çok onun üzerinde etkisi vardır. Böyle
değil de, iyiliğe, doğruluğa, Hakk ve hakîkata doğru,
edep ve ahlâk güzelliği mevcutsa, melekî yönü ağır
bastığı için doğru yoldadır. Allah mübarek etsin.
Cinler, akıl ve şuur sahibi olduğu için, lâtif olmalarından
istifade ederek, bazı gizli mevcut sırları bizlere
getirebilirler. Cinler gelecekten haber veremezler. Yalnız
geçmişten bazı şeyleri bilirler ve haber verirler.Onun için
bazı ârifler, onları emrinde kullanmak sûretiyle, onlardan
istifade ederler. Fakat bunlara aldanmamak lâzımdır.
Çünkü onlar her şeyi bilemezler. Sebe Sûresi 14.âyette
“Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o zilletli azap içinde
bekleyip durmazlardı” buyrulmaktadır. Süleyman (A.S.)ın
ölümüne hükmedildiğinde, asasına dayanan Süleyman
(A.S.)‟ın öldüğünü cinler bilemediler. Bilmiş olsalardı, bu
azâba katlanırlar mıydı diye Kur‟ân-ı Kerîm, onlara
meydan okuyarak, bizlere, cinlerin her şeyi bilmediklerini
söylüyor. Onlardan istifade etmek yerine, zikir ve fikre
sarılıp, gönlümüzü aydınlatmak lâzımdır.Vehim ve hayâl
gibi vesvese hallerinde durmamağa özen göstermeliyiz.
Cin Sûresi 6.âyette “İnsanlardan bazı kişiler,cinlerin
bazılarına sığınıyorlar da, cinlerin kibir ve azgınlıklarını
artırıyorlar” buyruluyor. Görüldüğü gibi fazla itibar edilen
kişiler, kendilerini bir şey sanarak, gurur ve kibire
kapılarak azgınlaşıverirler. Onun için bazı nefs
vâdisindeki kişilerin,cinleri çıkış yolu kabul etmesi, onların
insanlar üzerindeki ilgisini artırmaktadır. Dolayısıyla da
bizleri, hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar. Bizleri dâima
nefs vâdisine çekerek, Hakk ve hakîkatten uzaklaştırmak
için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.
Onun için bizler mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile gidip, dâimî
zikirle kendimize manevî bir sigorta yaptırıp o süflîyyât
vâdisinden kurtulmalıyız. Şunu çok iyi bilmemiz lâzım ki
zikir ve fikirsiz, onların süflîyyât vâdisinden kendimizi
kurtarmamız mümkün değildir.
İnsanlara verilmiş hasletler,cinlerden çok üstün olduğu
için, bu üstünlüklerini kullananlara, cinlerin kötülük
yapması değil, yaklaşması bile mümkün değildir. Ne
yazık ki günümüzde zikir ve fikirsiz,hayâl ve vehim ile
yaşayan bazı kişiler, Allah tarafından kendilerine verilmiş
nimetleri kullanmayı bilmedikleri için bu süflî cinlerin
oyuncağı olmaktadırlar. Mânâ ve idrâkine vâkıf
olmadıkları Âyet-el Kürsî gibi bazı âyetleri kelâmi olarak
okusalar bile onlara fayda sağlamamaktadır. Onları çok
iyi bilmek ve onlarla,ona göre mücadele etmek lâzımdır.
Resûlullah Efendimizin “Küçük cihaddan büyük cihada,
yani cihad-ı ekbere geçtik” buyurmaları işte bunun
içindir. Küçük cihad, belli olan düşmanlarla harp
etmektir.Bedir Muharebesi ve Uhud muharebesi gibi.
Büyük cihat ise nefsle mücadeledir. Lâtif olan süflî
güçlerle muharebedir.
Allah inanan bütün kardeşlerimi süflîyyât vâdisinden
kurtararak, Ulviyet vâdisinde dâim kılsın. Âmin.

CUMA

Cuma mü‟minlerin bayram günüdür. Bayramın birincisine


Ramazan bayramı,ikincisine de Kurban bayramı diyoruz.
Üçüncü bayram ise Ramazan bayramı ile Kurban
bayramını bünyesinde cem etmiş Cuma bayramıdır.
Yahudilerin bayram günü Cumartesidir. Hıristiyanların
bayramı Pazar günüdür. Mü‟minlerin bayramı ise Cuma
günüdür. Resûlullah(S.A.V.)Efendimiz bir Hadis-i
Şerîflerinde “Hz.Îsâ (A.S.)‟nın ümmeti 71 fırkadır. Bunun
70 fırkası dalâlette 71‟inci fırkası hidâyettedir. Musa
(A.S.)‟nın ümmeti 72 fırkadır. Bunun 71‟i dalâlette 72‟si
hidâyettedir. Benim ümmetim ise 73 fırkadır. Bunların da
72‟si dalâlette 73‟üncüsü Fırka-i
Nâciye‟dendir.” buyurmuşlardır.
Neden Hz.Îsâ (A.S.) ümmetinin 71 fırkasının 70‟i
dalâlette biri hidâyettedir. Çünkü Hz.Îsâ (A.S.) tenzih
dininde idi. Bu günde kim ki yedi sıfatı ve on duygusu ile
Bakara Sûresi 115.“Bununla beraber, doğu da
Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz orada Allah'a
durulacak yön vardır! ġüphe yok ki Allah'ın
rahmeti geniĢtir ve O,her Ģeyi bilendir” âyetine
mazhar olamamışsa, yani Allah‟ın birliğini yedi sıfat ve on
duygusu ile 70 eder-ki şühûd edemezse dalâlette, O‟nun
birliğini şühûd etmişse hidâyette olduğunu söylemiş
oluyor.
Musa(A.S.)da teşbih dininde idi. Onun da ümmeti 72
fırka idi.Yedi sıfat-ı subûtiyesi ve zâhir ve bâtın beşerden
on duygusu ile de Allah‟ın birliğini Vahdet yönüyle zevk
etse Musa (A.S.)'ın dini olan teşbih dinine göre
dalâlettedir. Vahdetin bütün sıfatlardan tecellîsini zevk
ettiğinde hidâyette olacaktır.
Hz. Muhammed‟in dini ise tenzihi ve teşbihi birleştirerek
Tevhîd yapan Tevhîd dinidir. Ne Îsâ gibi ne de Musa gibi
tenzih ve teşbih yapsa dahi Hz. Muhammed‟in dini olan
Tevhîd dinine göre dalâlette, tenzih ve teşbihi Tevhîd
ettiğinde ancak hidâyette olduğu anlaşılmış oluyor. İşte
cuma da bunu remzetmektedir. Üç bayramı birlikte cuma
günü kutlayan mü‟minler, hem onların bayram zevkini
hem de ayrıca Tevhîd olan cuma zevkinin üçünü birden
zevk etmektedir. Çünkü bayram dostla görüşmek ve
buluşmaktır. Onun için Cuma namazında iki rek‟at
farz,dört rek‟at ilk sünnet, dört rek‟at son sünnetinden
başka namaz yoktur. Cuma farzının bir rek‟atı kulun
Hakk‟ta yokluğu, ikinci rek‟atta da Hakk‟ın kulundan
zuhûrâtıdır. Fenâfillâh ve Bekâbillâh rek‟atları da
diyebiliriz. Bu altı pencereden Hakk‟ın bütün tecellîlerini
zâhir ve bâtın yönüyle zevk edenler Cumaya çıkmışlardır.
Cuma namazını kılanlar için Allah, Cuma Sûresi
10.âyette “Namaz kılındıktan sonra da yeryüzüne
dağılın, Allah'ın bol nimetinden nasîb arayın ve
Allah'ı çok zikredin ki,kurtuluĢ
bulabilesiniz” buyurmaktadır. Rabbimiz „cuma‟yı idrâk
eden ve zevklenen kullarından eylesin.Âmin.

CUMA GÜNÜ ÜÇ DEFA OKUNAN


EZANIN MÂNÂSI

Cuma günü câmilerimizde üç defa ezan okunmaktadır.1-


Minarelerde okunan dış ezan 2-Câmi içinde okunan iç
ezan 3- Cuma namazı kılınacağı zaman okunan kâmet -
ki o da ezandır-
Ezan ne demektir.Ezan namaza davet ve Vahdâniyyet-i
İlâhiyeyi,Âdem ve âlem-i kâinata bildirmektir.Dış ezan
okunduğunda,bütün mahlûkat,inanan ve inanmayanlar
bu daveti duyarlar.Fakat Cenâb-ı Hakk‟ın murat etmediği
mazharlar,bunu duymalarına rağmen bu davete icabet
etmezler.Murad ettiği mazharlar ise,bu davete icabet
ederek câmilere gelirler.Cenâb-ı Hakk‟ın,celâl ve cemâl
tecellî fiilleri Hakk‟tır.Mülkünde o abes hiçbir şeyde
yaratmamıştır.Âl-i İmrân Sûresi 191.âyeti“Allah bâtıl
hiçbir şey yaratmamıştır.”bunun delilidir.İç ezan
okununca,imam efendi minberde yedinci basamağa
kadar çıkar.Orada hiçbir şey söylemeden, altıncı
basamağa inerek va‟z u nasihatini verir.Çünkü imam o
anda,Resûlullah efendimizi temsil etmektedir.Neden
yedinci basamakta va‟z u nasihatını yapmadı da,altıncı
basamağa inerek va‟z u nasihatını yaptı?Çünkü yedinci
basamak,Tevhidde görüldüğü gibi,Ahadiyet mertebesini
remzettiği için,orada hiç söz ve konuşma olmaz.Birlik
yeridir.Konuşma ikiliktedir.Altıncı basamak
Tevhiddeki,kavseyn mertebesi olduğundan,peygamber
ve vârisleri,va‟z u nasihatlarını hep oradan yaparlar.
Onun için iç ezanda,Cenâb-ı Hakk‟ın
sıfatlarından,Vahdâniyyet-i İlahisinin farkıyla bütün
tecellîlerinin sergileme davetidir.Artık bu ezanı, Cenâb-ı
Hakk‟ın murad etmediği dışarıdaki insanlar duymaz.
Yalnız Allah‟ın murad ettiği kişiler davete icabet ederler
ve onlar bu Rahîmiyyet rahmet lütfundan istifade
ederler.Üçüncü ezan olan kâmet de,iki rek‟at olan Cuma
namazının imama uyarak,bu ilâhî Vahdâniyyet
zevkinin,mutluluğuna erme davetidir.Bu üç türlü ezan,
Cenâb-ı Allah‟ın bu mukayyed olan
hâdisatta,tenzihe,teşbihe ve tevhide davetten
ibarettir.Başka bir deyişle,dış ezan şeriata,iç ezan tarîkat
olan ilim ve ahlâk güzelliğine ve üçüncü ezan da hakîkat-
i İlâhiye'ye davettir diyebiliriz.Çünkü Cuma‟nın içinde üç
bayram vardır.Ramazan bayramı,Kurban bayramı ve
Cuma onun için tenzih daveti,teşbih daveti ve Tevhîd
davetlerinden sonra Cuma ancak kılınabilir.Cuma
namazını kadın da olsa erkek de olsa erliğini bulmuş
olanlar kılabilir.Şu halde,Cuma günü üç defa iç içe
okunan ezanlar,gayriyetten ayniyete doğru vuslat için
davetiyelerden ibaret olduğu anlaşılmış olur.
Cuma namazı zevkine erebilen bir kişi,bu üç davet
mertebelerinden vuslat yaparak, erliğini bulmuş,Tevhîd
zevkine sahip olanlardır.Yoksa bu zevke sahip
olmayanlar hakîkatte Cumayı taklîd olarak
kılmaktadırlar. Sakın“Bizler taklîd Cuma kılıyoruz,öyle ise
kılmayıverelim”diye bir fikre kapılmayınız.Zira, taklîd
olmazsa tahkike erişilmez.Çırak olunmadan usta
olunamadığı gibi.Yeter ki inanç ve hulus-i kalble, bu
Rahîmiyyet rahmetine sahip olmak için talip olun.Sizler
bildiklerinizle amil olun,Cenâb-ı Allah size bilmediklerinizi
ihsân edecektir.Cenâb-ı Allah cümle ümmet-i
Muhammede,Cuma‟yı kılmayı nasîb ve bu ezanların
zevklerine nâil kılsın.Âmin.

CUMA NAMAZININ FARZININ 2,


SÜNNETLERĠNĠN 8 REK‟AT
OLMASINDAKĠ HĠKMET NEDĠR

Cuma günü, cuma namazının farzı iki rek‟at,sünneti ise


sekiz rek‟at olup,hepsi on rek‟atten ibarettir. Cuma günü
bu on rek‟atten başka da hiçbir namaz yoktur. Cuma
vaktinde,vakit namazı olan öğlenin farz ve sünnetleri de
iptal edilir.
Cuma namazı, vaktin farzını iptal ederse, öğlenin son
sünneti ve zuhru evvel veya zuhru âhir diye kılınan
namazlar, kılınır mı ?Tabii ki kılınması mümkün değildir.
Günümüzde maalesef câmilerimizde, taklîd namaz
kılanlar için bu kişilerin câmiye ve namaza ısınmalarını
sağlamak gâyesiyle, fıkıh âlimlerimiz, bunu fıkıh
kitaplarına koymuşlardır. Yoksa Tevhîdde, zanlarla
kılınan bir namaz yoktur.
Haftanın ilk günü Cumartesidir. Yahudilerin bayram
günüdür. Haftanın ikinci günü Pazar günüdür.
Hıristiyanların bayram günüdür. Haftanın son günü ise
Cuma‟dır. Müslümanların bayram günüdür. Bunu Tevhîd
ilminde, tenzih, teşbih ve Tevhîd günleri olarak ifade
edebiliriz. İkilikteki kesret zevki Yahudilerin teşbih
bayramı, tenzihteki vahdet Hıristiyanların tenzih bayramı,
kesret ve vahdeti Cem yaparak Müslümanların Tevhîd
Cuma bayramı oluyor.

Cuma namazında üç bayram zevki vardır

1 - Ramazan bayramı zevki


2 - Kurban bayramı zevki
3 - Cuma bayramı zevki

Malûmunuz bayramlar dost ile buluşmak ve konuşmaktır.


Ramazan bayramı zevkinde kulun ayrı, Hakk‟ın ayrı
idrâkinden Recep, Şaban, Ramazan aylarının tahsili
ile,Fenâfillâh olan bir kişi, Şevval ayının birinde, Ramazan
ayının zevkiyle bayram yapar. Rûhullah mertebesinden,
nevâfil mertebesine tenezzül ederek, kurbiyet yani,
teslimiyeti ile, Kurban bayramı zevkini de elde eder.
Cuma bayramı olan, kalb mertebesinde, Vahdet ve
kesreti cem ederek, evvel, ahir, zâhir, bâtın zevkleriyle
zevkiyâb olarak, evvel ve bâtını celâl, zâhir ve ahiri cemâl
olarak zevk edip iki rek'atlik Cuma'yı kılmış olur.
Bu iki rek‟at Cuma namazının kılınabilmesi için, Cuma
farzından evvel, kılınan dört rek‟atlık Cumanın ilk sünnet
idrâkine vâkıf olması gerekir. Cumanın ilk dört rek‟atlık
sünnetinin idrâki ile bu namazı kılmayanlar, farz olan iki
rek‟atlık farz namazı kılamazlar.Biz kılıyoruz ve oluyor da
diyenlere, siz taklîd Cumayı kılmışsınız derim. Zira
Cumanın dört rek‟atlık sünnetinin idrâki ve şuhûdu
olmazsa,onun iki rek‟atlık farz olan Cuma namazını
kılması ve zevk etmesi mümkün değildir. Bir kişi,bu idrâk
ve zevke sahip olduktan sonra, işi gereği zaman zaman
Cumanın ilk sünnetine yetişememesi veya mazeretinden
mütevellit kılamaması mahzur sayılmaz. Çünkü o kişi
zaten bu îzâh edilen irfâniyete sahipti. Cumanın ilk dört
rek‟at sünnetinin idrâki nedir ki, iki rek‟at Cumanın farzı o
zaman kılmış olsun.
Sünnet Peygamber Efendimizin yaptığı ve “Ben nasıl
namaz kılıyorsam, sizler de öyle namaz kılınız.” diye
târif ettiğidir. Şu halde zâhirde Peygamberimiz her türlü
namazın kaç rek‟at olduğunu ve şekillerini bizlere
göstermiştir. Bizler de bunu aynı şekilde yaparız. Fakat
sünnet olan dört rek‟at Cumanın ilk sünnetinin Tevhîd
idrâki Hadid Sûresi 3.âyetin “Evvel benim, Âhir benim,
Zâhir benim, Bâtın benim” ifadesinin Resûlullah
Efendimizden veya vârislerinden öğrenilmesidir. Bu gün
Cenâb-ı Hakk‟ın dört yerdeki tecellîlerini bizlere İnsan-ı
Kâmiller öğretmektedir. Onun için sünnet denmiştir. Bu
dört yerdeki Allah‟ın tecellîlerini ,Resûlullah Efendimiz
veya O‟nun vârisleri bizlere öğretmemiş olsalar,Allah‟ın
zâhir ve bâtındaki iki farz olan şuhûd ve müşâhedesini
nasıl yapabiliriz? Onun için bu dört yerdeki
tecellîlerini,Resûlullah'dan öğrenemeyenler,evvel ve bâtın
celâl yüzü olarak,zâhir ve âhir cemâl yüzü olarak şuhûd
ve müşâhede edemezler. Dolayısıyla da dört rek‟at
sünnete vâkıf olmayanlar, Cenâb-ı Hakk‟ın, delilleri olan
âyeti,iki rek‟at Cuma farzı olarak müşâhede ve zevk
edemez. Onun için Cuma günü,öğle namazı bile iptal
edilir. Günümüzde Resûlullah Efendimizin vârislerinden,
kalp mertebesinde, iki kulakçık ve iki karıncık olarak
ifade edilen, vahdet ve kesret tecellîlerini öğrenmek,
Resûlullah'tan olduğu için sünnet denmiştir. Tecellîler
de,Cenâb-ı Hakk‟ın olması nedeniyle farz denmiştir.
Son olarak dört rek‟at yine sünnet kılarız. Zira bu kadar
büyük bir nimete vâkıf olan kullar,Cenâb-ı Hakk‟a
teşekkür etmesinler mi? Onun için bu âciz kuluna her
şeyi yerli yerinde görmek ve zevk etmek nasîb ettiği için,
şükür olarak,teşekkür etmek maksadıyla kılınır. “Neden
dört rek‟attır” denecek olursa, “Hakk‟ın dört yerde
tecellîsinin müşâhede ve zevki de dört rek‟at olur.”
derim.
İşte Cuma günü,Cumanın farzından evvel, dört rek‟at
sünnet, Cuma namazının farzından sonra da, dört
rek‟at sünnet kılınarak,sekiz rek‟at sünnet ve iki rek‟at da
farz olarak on rek‟at olarak Cuma ifâ edilmiş olunur.
Cuma günü Cuma namazından başka da hiçbir namaz
yoktur.Zira bu zevke sahip olanlar,üç bayram zevkini de
kendilerinde cem ederek, zevk ettikleri için,başkaca bir
namazın olmadığını bilirler.Kavseyn mertebesinin zevki
ile kılınan bu Cuma namazı bütün kardeşlerime mübarek
olsun.
Şu halde, namaz ve her türlü ibâdetlerimiz,bizlerin dâima
O‟nunla birlikte olma zevkinin idrâki ile,her an O‟nunla
beraber olduğumuzu zevk etmektir.Bir kişi her varlıkta
O‟nu şuhûd ederse, O‟na karşı takınacağı hâl ve tavır,
halka değil,Hakk‟a olacağı için dâima Hakk‟la beraber
olma zevkini ona verecektir. Halka hizmetin ve her türlü
muamelenin Hakk‟la olması onu hem mutlu edecek, hem
de dâima Mi‟rac hâli zuhûr etmiş olacaktır.
Cenâb-ı Hakk‟ın her varlıktaki cemâl yüzünü görmek ve
bütün icraatını bu minval üzere uygulayıp, Kur‟ân-ı
Kerîm‟in yapın diye emrettiklerini yapmak, yasak
ettiklerinden uzak durup yapmamak, bir kişi için dünya
ve Âhiret mükafatı olarak yetmez mi. Onun için,zâhir ve
bâtın abdestimiz ile kendimizi temizleyip, yaşam içinde
bunu uygulamalıyız.Abdest ve namaz gibi bütün
ibâdetler, hakikî yaşamımızda gâyenin tahakkuku için,
birer araç ve gereçtir.Bu aletlerle, sanatımızın mahsulü
olan eserimizi meydana getiremiyorsak, bu araç ve
gereçler, ne kadar çok olursa olsun, hiçbir faydasının
olmadığını görürüz.
İslamiyet bizlere, her şeyde peşin alış veriş yapmamızı
öneriyor.“Sen burada bol bol ibâdet yap, Cenâb-ı Hakk
inşâallah Âhirette mükâfatını verecektir.” diyenlere
inanmayınız. Kur‟ân-ı Kerîm İsra Sûresi 72.âyet “Kim ki
dünyada kör olursa, o Âhirette de kördür” buyruluyor. Şu
halde, yaptığımız ibâdetle hicâblarımızı açıp, cehâlet ve
gayriyet temizliğini yaptığımızda, dünyada körlükten
kurtulduğumuz için, Âhirette de körlükten kurtulmuş
oluruz. Burada bilinçli olarak cehâlet temizliğini
sağlayamamışsak, Âhirette Cenâb-ı Hakk bize Cemalini
gösterecek diye boşuna beklemeyelim. Çünkü,biraz
evvelki âyet,net ve kesin olarak bunu ifade etmiştir. Sen
âyetleri bırakır da, falan feşmekânın sözüne bakarsan,
sen de öyle olursun. “Hoca efendiler bizlere bu güne
kadar, mânâsını bilmeden de, Kur‟ân‟ı oku,ibâdetlerini de
yap dediler.” dersen, ben de sana derim ki “Seni o eski
cehâletinden ve ibâdetsizliğinden kurtarmak için,o
demde onların sözleri doğrudur. Ama sen artık ibâdet
edebilen, yüzünü Hakk‟a çevirmiş bir kişi olarak, daha
iyiyi, daha güzeli yapmak mecburiyetinde kendini
hissetmelisin. ”Peygamberimiz, "İki günü denk olan
aldanmıştır” buyurmuşlardır.
Yaptığın ibâdetlerin,sana fayda sağlayıp sağlamadığını,
her zaman muhasebe yapmalısın. Yoksa aldananlardan
olursun. Bunları bilmiyorsan,git bir bilene sor, öğren.
Yoksa taklîd içinde, uğraşır durursun. Temizliğini de
sağlayamazsın.Cenâb-ı Hakk zâhir ve bâtın abdest
alarak,dünya ve Âhiret yaşamımızda her türlü temizliği
zevk ettirmek nasîb etsin.Âmin.

DAVUD (A.S.) VE SÜLEYMAN (A.S.)‟


IN HÜKÜMLERĠ

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Enbiya Sûresi 78 ve 79.âyetleri iki


kişinin, Davud(A.S.)a gelerek şikâyette bulunmalarıyla
zuhûr etmiştir. Tarla sahibi,“Benim üçyüz dönüm tarlamı,
bu kişinin üçyüz koyunu harâb etmiştir” diyerek şikâyette
bulundu.Davud (A.S.)'da “Madem ki tarla ile koyunlar
eşittir, koyunlar tarla sahibinin, tarla da koyunların
sahibinin olsun.”diye hüküm verdi. Bu kişilerin her ikisi
de dışarıya çıktıklarında, Davud (A.S.)'ın oğlu Süleyman
(A.S.)'la karşılaştılar. Süleyman (A.S.) bu kişilere babası
Davud (A.S.)'ın nasıl bir hüküm verdiğini sordu. Onlar
da, tarlayı koyun sahibine, koyunları da tarla sahibine
verdiğini söylediler. Süleyman (A.S.)'da “Bu hüküm
yerinde ama, her iki taraf için de daha hayırlı bir hüküm
verilebilirdi. ”dedi. Hz. Davud bunu işitti. Süleyman'ı
çağırarak “İki taraf hakkında hayırlı olan hüküm nedir?
Bunu bana söyler misin?” dedi. Süleyman (A.S.) “Bir
zamana kadar, tarla sahibinin koyunların sütünden,
yününden yararlanması için, koyun sahibinin koyunlarını
tarla sahibine vermesini, tarlayı da evvelki haline getirip
biçilecek hale gelinceye kadar, koyun sahibine vermesini,
ekinler kemâlâta gelince, tarlayı kendi sahibine, koyunları
da kendi sahibine vermeyi uygun görürdüm.” dedi.
İşte bu âyet-i kerimedeki hüküm, insanın kendi vücûd
ülkesinde, uygulaması gerekli bir olaydır. Cenâb-ı Allah,
böyle vak‟aları, Kur‟ân-ı Kerîm‟inde anlatarak bizlere
yaşama biçimini öğütlemiş oluyor.
Vücûd ülkemizde tarla sahibi rûhtur. Koyunların sahibi
ise nefistir. Bu vücûdu ayakta tutan ve her türlü
vuslatını sağlayan rûh olduğu halde, nefsin sıfatları olan
koyunlar, nefis doğrultusunda bu rûh tarlasını istila
eder. İşte rûh sahipleri de,İnsan-ı Kâmil olan Davudlara
müracaat ederek hakkını arar. Mürşîd-i Kâmil de,
tarlanın rûha ait olduğunu, yani kişinin kendine nisbet
ettiği ef'alinin,sıfatının ve vücûdunun Hakk‟a ait
olduğunu bildirir.Kişi kendine nisbet ettiği tarlanın yok
olduğunu idrâk edince, rûhun açığa çıkması zuhûr
eder.Zâten Mürşîd-i Kâmillerin de asıl görevleri budur.
Bütün sıfatlarından tecellînin kendisinin olduğu
hükmünü verirken, Davud'un hükmüyle, her tecellîyi
Hakk‟a nisbet etmeye başlayacaktır. Fakat her tecellîyi
Hakk‟a nisbet etmek, farksız olduğu için eksiktir. Onun
için o iki kişi için de hayırlı olan Süleyman (A.S.)'ın
hükmüdür. Süleyman (A.S.) kavseyn mertebesinin sahibi
olduğu için, babası olan Davud'un hükmü yerinde
güzeldir. Fakat, kemâle gelesiye kadar nefis koyunlarının,
süt ve yününden istifade ettikten sonra, ekinlerin başak
vermesi zuhûr edince koyunları koyun sahibine, tarlayı
da tarla sahibine, tekrar verirdim diyor. Yani nefis
mutmain olasıya kadar, koyun olan sıfatların, sütünden
ve yününden istifade eder. Yani ilim ve amelle kemâlât
sahibi olur. Bu kemâlâta sahip olunca, kişi her şeyi yerli
yerinde göreceği için, celâl ve cemâl tecellîleri, farkıyla
zevk edecektir. Süleyman (A.S.) kalp sahibi bir İnsan-ı
Kâmildir. Kalp radar gibi dönücü demektir. Gerektiğinde
yüzünü celâle döndürür. Gerektiğinde yüzünü cemale
döndürür. Onun için Tevhidde Davud (A.S.)‟un hükmü,
celâl ve cemâl tecellîlerinin ayrı ayrı hükmünden ibarettir.
Süleyman (A.S.)‟ın hükmü ise,her ikisini de Tevhîd
yaparak, kemâlât zevkinden ibarettir. Aslında Davud ayrı
Süleyman ayrı değildir.
Kur‟ân-ı Kerîm bizlere Davud'un mertebesinde, Davud'un
hükmünü, Süleyman Makâmı olan kalp mertebesinde de
Süleyman'ın hükmünü bildirmektedir. Bizler de bir
zamanlar,her şeyi nefsimize nisbet ediyor
ve„ben‟diyorduk.İnsan-ı Kâmildeki Tevhîd tahsilinden
sonra anladık ki,bunlar bizim değil Cenâb-ı Hakk‟ınmış.
Zâhir ve bâtınımız Hakk olunca,esmâmızın bile bizlere
verilen, halkiyet esmâsı olduğunu idrâk
ettik.Görenin,bilenin, duyanın O olduğu zevki zuhûr etti.
İşte bu kemâlâta vuslat için, Cenâb-ı Hakk bizlere
Kur‟ân-ı Kerîm‟inde bir Tevhîd eğlencesi sunmuştur.
Rabbim arzu edenlere ihsân etsin.

DERVĠġ OLMAK

Derviş olabilmek için,Niyazi-i Mısrî Hazretleri bakın ne


buyuruyor:
“DerviĢ olan âĢık gerek hem yolunda sâdık gerek
Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek”

Bir kişi, Allah‟ın Vahdâniyyetinin zerreden küreye kadar


her bir tecellîsini görmek ve bunu zevk etmek istiyorsa,
evvelâ Allahü teâlâ‟ya aşık olması lâzımdır. Sonra, bir
İnsan-ı Kâmile sıddıkiyetle teslim olup, onun tâlimatlarını
aynen, eksiksiz uygulayarak, gassaldaki ölü gibi olması
gereklidir. İşte o zaman kişinin gönlü sevgilisi için,gece
ve gündüz, durmadan bülbül gibi öterek ah u figân
etmeye başlar. İşte o zaman onun sevgilisine olan bu
aşkından,gönül kapıları açılarak, Cenâb-ı Hakk‟ın
Âdem‟de ve âlemdeki tecellîlerini görmeye başlar. Bir
hadiste: “Mü‟minin ferâsetinden sakınınız, zira o Allah‟ın
nuruyla bakar” buyrulmuştur. Allah‟ın nuru, mukayyed
olan varlıklardaki üç tecellîsinin yerli yerindeki
zuhûrunun, mü‟minler tarafından müşâhede
edilmesinden ibarettir.

“Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye


AĢk ateĢinde eriye altın gibi sızmak gerek”

Toprak altındaki madenler,altın binlerce sene sonra illete


uğrayarak demir, demirden binlerce sene illete
uğrayarak gümüş, ondan bakır,bakırdan kurşun,
kurşundan kalay olduğu gibi,insan da öldükten sonra
tekrar, insanlığını bulması elli bin yıl gibi bir zaman
geçirerek, bir çok ibtilâlardan sonra, cemâdât, nebâtât,
hayvânâttan geçerek teşriyesini tamamlayıp insan
olabilir. Bu kâinatta bütün varlıkların en üstünü altın
durumunda olan insandır. Altın 500 santigratta erir.
Eriyiğin içindeki altından gayri yabancı maddelerden
temizlenerek %100 som altın olur. Aynen bunun gibi
insan da, alçakgönüllülük içinde, hiçliğini hiçbir zaman
unutmadan, dâima kendi varlığının olmadığını, varlık
sahibinin Hakk olduğunu idrâk etmesi, altın gibi sızması
demektir.

“Zikri Hakk‟a meĢgul ola yana yana taa kül ola


Her kim diler makbul ola Tevhîde boyanmak
gerek.”
Bir kişi, kendisinden zikredenin Allahü teâlâ olduğunu
bilirse,Bakara Sûresinin 115.âyeti “Bununla beraber,
doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada
Allah'a durulacak yön vardır! ġüphe yok ki Allah'ın
rahmeti geniĢtir ve O, her Ģeyi bilendir” gereğince,
Allah‟ın bütün sıfatlarından da,fiilleriyle zikrettiğini zevk
edecektir. İşte bu kişinin kendi varlığı,Allah‟a olan
gönlündeki aşk ateşinde yanıp kül oldu demektir.Kulun
yokluğunda,Hakk‟ın varlığının zuhûr etmesi,Tevhîd
boyasıyla boyanmakla olur.Tevhîd boyası ise, Cenâb-ı
Allah‟ın Âdemdeki, Zât tecellîsinin kemâlât sıfatlarından
esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkmasının zevkinden
ibarettir.

“Eyvan kiĢi yol alamaz maksudunu tez bulamaz


Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek”

Bencil ve kendisini dâima büyük gören varlık sahibi


mütekebbir kişiler,bu yolda mesafe kat edemezler.
Sevgilisi olan Rablerine de,ömürleri bittiği halde
kavuşamazlar. Rablerine kavuşmak isteyenler, evvelâ
kendi varlıklarının olmadığını bilmelidirler. Ezelden varlık
sahibinin Cenâb-ı Allah olduğunu anlayanlar maksûduna
varabilirler.

“DerviĢlerin en alçağı buğday içinde burçağı


Bu Niyazi-i Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak
gerek.”
Tevhîd tahsilindeki sâliklerden en alçak seviyede olanları
zikir sahipleridir. Bir çuval buğdayın içinde tek tük burçak
da vardır.Bu bir çuval buğday değirmene gittiğinde bu
içindeki burçaklar da diğer buğdaylarla birlikte un olur.
Pazarda satıldığında diğer buğdaylarla birlikte aynı para
eder. İşte bunun gibi zikir sâlikleri de ister bu âlemde,
isterse âlem-i Âhirette, kemâl sahipleri gibi, ister
kâmilleri vasıtasıyla,isterse Tevhîd babası olan İbrahim
(A.S.)tarafından mutlaka kemâle erdirilirler.

DÖRT MELEĞĠN GÖREVLERĠ


NELERDĠR

Melek Arapça‟da kuvve, kudret demektir. Lâtif oldukları


için sıfatlardan tecellîsi ile bilinmektedir. Meleklerin en
büyükleri:
Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail isimlerindeki meleklerdir.
Bunlar âfâkta nasıl Cebrail peygamberlere vahiy
getirmekle, Mikail bütün canlı varlıkların rızıklarının
teminiyle, İsrafil sûr üfürmekle, Azrail de canlıların
rûhlarını kabzetmekle görevliyse enfüste yani kişinin
kendisinde de bunlar mevcuttur. Cebrail,akl-ı Resûl,
Mikail, manevî rızıkları ayarlayan idrâk, İsrafil, sûr
üfüren ilim ve irfâniyet, Azrail, ölüm meleği olan şühûd
ve kalbin tasdikidir.
Bu dört melek İnsan-ı Kâmil‟lerde her an görev
yapmaktadırlar. Kâmil dört meleği emrinde
çalıştırmaktadır. İlhamlarıyla akıl sahiplerine sohbet
etmekle Cebrailliğini, sâliklerine Tevhîd telkînâtı ile
teveccühde sur üfürmesiyle İsrafilliğini, sohbetler ve
ahlâk güzelliğini sergilemesiyle Mikailliğini ve sâliklerin
şirk ve gayriyetlerini öldürmesiyle de Azrailliğini yapıp
durmaktadır.
Âfâkta melekler Kâmilin etrafında Tevhîd tahsili yapan
sâliklerdir. Henüz Âdemiyet sırrını bilmeyen bütün sâlikler
melek sınıfındadır. Bakara Sûresi 34.âyetinde “Ve o
vakit meleklere: "Âdem için secde
edin"dedik,derhal secde ettiler. Ancak Ġblis
dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kafirlerden
idi” buyrulmaktadır. Bir Mürşid-i Kâmilin halife tayin
ettiğinde bazı sâliklerin onu tanımaması dahi ona secde
etmeme anlamına gelmektedir.Zira bir Kâmil kendisini
halifesinde görmemiş olsa idi, ona halifelik vermezdi.
Melekler nefisten münezzehtirler,yalnız emre tâbi olurlar.
Kendimize soralım nefsimizle mi hareket ediyoruz, yoksa
(nefisten kurtulmuş) mutmain olan nefs haliyle mi emre
tâbiyiz. Ayrıca namazlarda Sübhanekeyi okuyarak nasıl
nisbet varlığımızdan geçip Hakk‟la konuşma hasletine
sahip oluyorsak, bu dört Melek bizi hem şirklerden
kurtarmakta, hem de manevî kuvvelerimiz olan bu
meleklerin Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerini mazharlarımızdan
bizlere seyrettirmekle Hakk‟ta Hakk olmanın zevkini
vermektedirler.
DUHA SÛRESĠNĠN TE‟VĠLÂTI

1-Vedduha 2-Velleyli iza seca “Andolsun ki kuĢluk


vaktine ve karanlığı çöküp de sükûn bulduğu
geceye” İnsanın iki yönü vardır:
1 - Zulmet yönü
2 - Nûrânîye yönü
Bir insanın iki cihanın câmisi olması nedeniyle, nûr ve
zulmet yönlerine yemin edilerek, cehâlet karanlığından
kurtulup aydınlığa çıkması için, bir Mürşid-i Kâmilin
himmetiyle, her nefeste zikir yapmak sûretiyle kalbinin
gayriyet ve her türlü fitne fücurluktan kurtulması
lâzımdır. İnsanın bedensel olan dünya arzu ve istek yönü
zulmanî, rûhâni letâfet vücûd yönü nurânîdir. İşte,
Cenâb-ı Hakk da“Rabbin hiçbir zaman seni terk
etmedi, darılmadı da” diyor. Çünkü senin diye bildiğin
varlık benim varlığım. Senin gibi en üstün yarattığım
kulumun aynasından kendimi seyretmek istediğim için
seni yarattım. Senden hiçbir zaman,sıfatından zât
tecellîmle ayrı olmadım. Cehâlet ve gayriyet halinde
iken,nefs Makâmında ef‟âl ve sıfatlarından habersiz
olduğun halde yine de seni terk etmedim. “Âhiret senin
için dünyadan daha hayırlıdır.” Dünya gaflet ve ikilik
yeri olduğu için, dünyada huzur ve rahatlık bulmak
mümkün değildir.Nefs âlemine göre,nûr âlemi elbette,
huzur ve mutluluk yeridir. Nûr âlemi huzur ve
mutluluğun membaı olduğu için, insanlar dâima nûr
âlemine davet edilmektedirler.
Yunus Sûresi 25.âyette “Allah selâm yurduna„
Cennet‟e‟ çağırıyor ve dilediğine de bir doğru yola
hidayet buyuruyor” buyrulmaktadır. Çünkü nûr âlemi
nefs âleminden hayırlıdır. “Ġleride Rabbinin sana
vereceklerinden memnun olacaksın” Bir kişinin
kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok ettikten sonra,
hakk‟ın elbisesini giymesi ve O‟nun varlığı ile
varlıklanması, kul için en büyük mükâfat ve memnuniyet
ifadesidir. Artık üzüntü ve kederlerden uzak olarak
Vahdet deryasında zevkle yaşamaktadır.Bütün üzüntü ve
kederler ikilikteki nefs âlemi olan dünyadadır. “O seni
bir yetim iken barındırmadı mı” Seni nefs âleminde,
yetim iken, bir Mürşid-i Kâmil mazharından Rabbin,
“Mutu kable ente mutu” ölmezden evvel ölüp, kendi
terbiyesi ile dirilterek, nûr âleminde kucaklayıp,O‟nun
mazharından zât tecellîsi ile seni yetimlikten kurtardı. Bir
insanın rûhanîyet yönü, süflî nefs ülkesinde
yetimdir.Hz.Muhammed bile bu dünya âleminde yetim
idi. “Seni bilmediğin yolda ilerletmedi mi” Şerîat-ı
evvelde sıfat ve Zâttan habersiz olduğun halde,şerîat-ı
sâni olan hakîkatten sonra gelen şerîatta, hiçbir şeyden
mahcub olmayarak, şerîat-ı ahkâmiye olan fark ile her
şeyi yerli yerinde görmeni sağladı.
Zerreden kürreye kadar, Tafsilât-ı Nûr-i
Muhammediyye‟den, Cenâb-ı Hakk‟ın zâtının şerh edilişini
gösterdi. “Seni bir yoksul iken zengin etmedi
mi” Sen bir zamanlar, cehâlet ve gayriyet içinde
yaşarken, ihtiyarî bir hâl ile, süflî nefs vâdisinden alıp,
kalb temizliği ile Hakk‟ın elbisesini giydin.Kendi varlığını
fenâ edip Hakk‟ın nuru ile sıfatlanarak, her türlü
nimetlerimi yerinde görerek ahlâk güzelliği ile
zenginleştirdiği için şükretmelisin. “Öyle ise yetime
gelince zulüm etme” Sen de gayriyet ve cehâlet
halindeki nefsine tâbi olanları,tatlı bir dille Hakk ve
hakîkata davet et. Onları hâkir görme, elinden geldiğince
yardımcı olmağa bak. Çünkü, Allah‟ın indinde en makbul
insan, insanlığa faydalı olandır. “Dilenciyi de
azarlama” Hakk ve hakîkati öğrenmek isteyen sâlikler
dilencidirler. Sen de Hakk ve hakîkati öğrenmek isteyen,
Cenâb-ı Hakk‟ın cemalini görmek isteyenlere, elinden
geldiğince hidâyet yolunu göstermelisin. “Rabbinin
nimetini söyleyip anlat” İşte, bekâ zevkleriyle
zevklendiğin zaman, sen de aynen benim gibi onlara
Hakk ve hakîkati dâima anlatmakta devam et
buyrulmaktadır. bu sûre bir insanın tevhid
mertebelerindeki aşamaları, mertebeleri Şuhût ve zevk
etmeyi, gerekli her türlü ikaz ve açıklamaları bizlere
yapmaktadır. bir kişi başka hiçbir sûreyi bilmesede yalnız
bu sûrenin sırlarına vakıf olsa, onun için insan-ı asliyesini
bulmasına ve Cenab-ı Hakkın murâdı olan kulluk görevini
yapmasına yeterli olacaktır. Allah bu sûrenin idrakı
doğrultusunda bütün kardeşlerime yaşamak nasip etsin.
Amin.

DÜNYA DERTLERĠNDEN NASIL


KURTULUNUR

Dünyaya gelen her kişi mutlaka bir derde ibtilâ olmuştur.


Dünyaya gelip de dertsiz hiçbir kimse olmamıştır.
Peygamberler bile bir çok ibtilâlar geçirmişlerdir.
Dünyadaki üzüntü ve kederlerden kurtulmak için,
islâmiyette bazı formüller önerilmiştir. Bu formül ve
tavsiyeleri uygulayanlar, Cehennem içinde Cennet‟te
yaşamak imkânını bulmuşlardır.
Elimize bir meyve çekirdeği alalım. Bu çekirdeğin
toprağın altında, rüzgârdan, tipiden, sıcaktan veya diğer
etkenlerden etkilenmesi düşünülemez. Çünkü dış
etkenlerden korunmuş durumdadır. Toprağın altındaki
bu çekirdek filizlenerek ağaç haline dönüştüğünde,
yaprak ve meyveleri, her türlü soğuk ve sıcaktan, tipi ve
kardan etkilenmektedir. Bir ağacın çekirdek hali hiçbir dış
etkenden etkilenmez. Çekirdek ancak ağaç
haline geldiğinde dış etkenlerden etkilenir.
İnsan da bir îmân ağacı gibidir. Çocukken hiçbir
mes‟uliyeti ve derdi yoktu. Büyüyünce okul devresinde
okuma derdi,evlenince idare derdi, evlatları olunca
onların istikbâl derdi, torunlar olunca, hem torun derdi
hem de kendilerinin ve aile efrâdının hastalık vb. gibi bir
çok sıkıntı ve ibtilâlar, kişileri, yaşamdan nefret ettirecek
bir hale getirmektedir.
Bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu,dünya dediğimiz kesret
âlemindeki ayrılıklardan, zıtlıklardan Tevhîd
akîdesiyle,birlik ve Vahdâniyyet idrâkine sahip
olmaktır.Çünkü orada ihtilaf yoktur. Cenâb-ı Allah‟ın
Vahdâniyyeti bir ağacın çekirdeği,kesret olan Tafsilât-ı
Nûr-i Muhammediyyesi de o çekirdeğin ağaç halinde,
Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyesiyle görünmesidir.
Cenâb-ı Allah, Âl-i İmrân Sûresi 191.âyette “Ben abes
hiçbir Ģey yaratmadım” buyuruyor. Şu halde her şeyi
yerinde görmek ve farkıyla ona göre hareket ederek,
Allah‟ın müsaadesi olmadan bir sinek bile kanadını
kıpırdatamaz diyerek, her olayın onun müsaadesiyle
olduğunu bilmek gerekir. Bizler ma‟lûmuz Allah ise
Âlim‟dir.Allah ma‟lûmiyet nisbetinde tecellîsini
göstermektedir. Şu halde bizim mazharlarımızda
eksiklikler var ki, Allah ona göre bizde o ibtilâyı zuhûr
ettiriyor. Hem bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu
bilmek,hem de kendimizdeki eksikliğin gözden
geçirilmesi, bizlerin Vahdâniyyet idrâkine girmemizi
sağlayacak, böylece üzüntü ve kederimiz uzun
sürmeyecektir. Kardeşlerim, kulları Allah‟a şikâyet
etmeyiniz, zira Allah o şikâyet ettiğiniz kula sizden daha
yakındır. Kulları kullara da şikâyet etmeyiniz. Zira o
şikâyet ettiğiniz kullar da sizin gibi âcizdir.Onun elinden
hiçbir şey gelmez. Bütün dertlerinizi, gönlünüzü merkez
üssü olarak kullanan Rabbinize arz ediniz. Kendi
şikâyetlerinizi Rabbinize arz etmeniz şikâyet değildir.
Başkalarını başkalarına şikâyet veya başkalarını Allah‟a
şikâyet, şikâyettir.
İşte, çekirdek misalinde olduğu gibi, Vahdâniyyet
deryasında ihtilaf olmadığı için,huzur ve mutluluk oraya
girenleredir. Onlar sabırla koruğu helva yapmışlardır.
Onlar da bu esfel olan debdebelerle dolu dünyada
yaşadıkları halde, dünyanın olumsuz etkilerinden
Vahdâniyyet deryasında yaşadıkları için emîn kişilerdir.
“Emîn beldeye ayak basanlara, korku ve hüzün yoktur”
buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimi bu
ayrılıklar beldesi olan dünya Cehennem‟inden kurtararak
Vahdâniyyet beldesi olan dünyadaki Cennet vâdisine
ulaşmalarını nasîb etsin. Âmin.
EHL-Ġ BEYT

Beyt ev demektir. Ehl-i Beyt ise ev ahâlisi anlamına gelir.


Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir hadislerinde
Hz.Ali‟yi,Hz. Fatımat-üz Zehra validemizi (kızı olur) ve
torunları Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizi yanına
alarak“ Bunlar benim Ehl-i Beytimdir” buyurmuşlardır.
Dikkat edilirse ev ahâlisi olarak eşi Ayşe validemiz veya
diğer eşleri için “Ehl-i Beytimdendir” dememişlerdir. Bu
da gösteriyor ki bu sözlerde çok sırlar mevcuttur. Ayrıca
Ahzab Sûresi 33.âyette “Hem vakarınızla evlerinizde
durun da önceki cahiliyet devri çıkıĢı gibi süslenip
çıkmayın, namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve
peygamberine itaat edin! Ey Ehl-i Beyt
(peygamberin ev halkı) Allah yalnızca sizden kiri
uzaklaĢtırıp tertemiz pampak etmek
istiyor” buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz bizlere iki
emanet bırakmıştır. Biri Kur‟ân-ı Kerîm, biri de Ehl-i
Beyttir.
Kur‟ân-ı Kerîm yalnız lafzî mushaf-ı şerif değil „Elif, Lâm,
Mim‟olan canlı, şüphe götürmeyen İnsan-ı Kâmillerdir,
Hakk Mürşîdleridir. İlmiyle âmil olan muvahhidlerdir.
Ehl-i Beyte gelince: 1 - Hafi, 2 - Sıddıkiyet, 3 -
Karabet, 4 - Nübüvvet, 5 - Velâyet hallerine vâkıf
olanlar günümüzde Ehl-i Beyttirler.
İnsan vücûdu dört anasır-ı unsurîyeden meydana
gelmiştir. Bunlar: 1-Toprak, 2-Su, 3-Hava, 4-Ateştir.
Toprak gibi Fatımat-üz Zehra,su gibi yani ilim ve
kemâlâtla Hz.Ali, hava ve ateş gibi de Hasan ve Hüseyin
Efendilerimizi vücûd ülkesinde zevk etmeyen,
Hz.Muhammed gibi Muhammedliğini idrâk edemez.
Şu halde Muhammed olan bizler Ehl-i Beytimiz olan
vücûd ülkesindeki dört anasır-ı unsuriyemizi zevk
edemezsek Muhammed olmamız mümkün değildir.
Dolayısıyla da Ehl-i Beyt‟i tanımayan,Ehl-i Beyt‟i
sevmeyen kendi özünü sevmemiş demektir. Ehl-i Beyt‟i
sevmeyen ne Muhammed‟i ne Allah‟ı sevebilir. Zira kendi
teşekkülü Ehl-i Beyt'ten meydana gelmiştir. Muhyiddîn
İbnü‟l-Arabî Hazretleri bunu daha da genişleterek
insanlardaki Muhammediliği şöyle anlatır: “Sağ elin baş
parmağı Hz.Ali‟yi remzetmektedir. İşaret parmağı
Resûlullah efendimizi ve diğer 3 parmak da 3 halifesini
remzediyor. Sol elin 5 parmağı da yine Resûlullah
(S.A.V.) Efendimizi ve Ehl-i Beytini remzetmektedir.
Bunlara inanmayan ve bilmeyenler bütün elleriyle
işledikleri işler, onlarsız yapılamadığı için kendilerini de
inkâr etmektedirler. Sağ elin baş parmağı Hz.Ali, işaret
parmağı Hz.Muhammed, orta parmak ve diğerleri
Hz.Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman‟ı remzetmektedir.
Sol eldeki baş parmak Hz.Ali, işaret parmağı
Hz.Muhammed, orta parmak Hz.Fatma,diğer iki parmak
da Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin efendilerimizi
remzetmektedir.”
Bütün yaşam müddetince fiilerini elleriyle yaptıklarına
göre bunları idrâk etmemek ve dolayısıyla da tanımadığı
için sevmemek kişinin kendisini tanımaması ve
sevmemesi demektir. Kendisini tanıyıp sevmeyen,
Muhammed (S.A.V.)'i de tanıyıp sevmiyor demektir.
Dolayısıyla da Allah Muhammed‟den tecellî eden
olduğuna göre Allah‟ı da tanımıyor ve sevmiyor demek
olur. Seviyorum dese bile zannındaki, hayâlindeki bir
Allah‟ı ve 14 asır evvel geçmiş bir Muhammed‟i ilm‟el
tanımış ve sevmiş olur ki hakîkatte, ne zanda bir Allah
mevcûd ne de günümüzde unsuriyet yönüyle
Muhammed mevcûddur.
Her an ayrı bir şe‟nde tecellîsini gösteren,taptaze
âyetleriyle her an ayrı bir değişiklikle bizlere hitap eden
âlemlerin Rabbi olan Allah‟ı tanıyamamış ve
sevememişse, günümüzde Hüviyyet ve Eniyyeti ile bütün
kemâlâtını Rahmâniyyetiyle izhar eden o Hz.Muhammed‟i
göremiyorsa O‟nu da tanımış ve sevmiş olamayacaktır.
Allah‟ını ve Muhammed‟i tanıyamayan kendini de
tanımamıştır. Buna tasavvufta insan veya Âdem değil
sûrette insan ama sîrette hayvan denilmektedir.
Hayvanlar için de bilmek mecburiyeti yoktur. Onlara
hayvan olarak bir yaşam biçimi yeterli azâb değil
midir?Onun için Ehl-i Beyti sevelim, tanıyalım. Çünkü
tanıyıp sevmemek kendi özünü tanıyıp sevmemek
demektir. Sûrette de sîrette de aynıdır. Hiç değişmez.
Ehl-i Beyt üç türlüdür:
1-Şecere yönüyle Ehl-i Beyt; Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizin sulbünden gelen
2-Rûhânî yönüyle Ehl-i Beyt; Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizin Tevhîd ilim ve irfâniyetine vâris olanlar
3-Hem şecere yönüyle hem de rûhânîyyet yönüyle Ehl-i
Beyt; Her ikisinin de bir kişide birleşmesidir ki bunlardan
kutuplar zuhûr eder.
Görüldüğü gibi Resûlullah yolunda Allah‟a gönül vermiş
ve ilmiyle âmil İnsan-ı Kâmillerin, Mürşid-i Kâmillerin ve
âriflerin hepsinin günümüzün Ehl-i Beyt‟i olduğu
anlaşılmış olur. Zira Kur‟ân-ı Kerîm‟i en güzel idrâk edip
yaşamaya gayret gösteren, Peygamber Efendimizin
bütün güzelliklerini bizzât icraata koymak ve koydurmak
için gece ve gündüz hiç durmadan çalışanlar onlardır.
İlhamlarıyla sohbet ve insan yetiştirmek, onların tek
gâyesidir.Elhamdülillah bu şekildeki bütün Tevhîd
ehillerinin rûhâniyyet yönüyle de Ehl-i Beyt'ten oldukları
anlaşılmaktadır.

“EVVEL, ÂHĠR, ZÂHĠR, BÂTIN BENĠM”


ÂYETĠNĠN ġÜHÛDLARI

Hadid Sûresi 3.âyette "O, ilk ve sondur; görünen ve


görünmeyendir. Hem O her Ģeyi
bilendir!” buyrulmuştur. Bizler buna elbette ilm-el
inanıyor ve îmân ediyoruz. Fakat nerede evvelliğini
tecellîsiyle ilân etmiş, bunu görüyor muyuz?
Görmüyorsak, bu inancımız yalnız ilimden ibaret değil
midir? Ayne‟l-yakînliği nasıl şühûd etmeliyiz? Tevhîd
tahsilinde bu şühûdlara sahip olamayanlar da aynen
zandaki ve hayâldeki bir Allah‟a inanmış insanlar gibidir.
Bir sâlikin evveli zikir hali,bâtını kendi varlığını Hakk‟ın
varlığında yok ederek Rûhullah hâli,zâhiri mutmain olmuş
nefsin zuhûru, âhiri de kalb sahibi olarak evvelliğini,
batınlığını, zâhirliğini,ahirliğini Tevhîd yapma hâlidir.
Meratib-i İlâhiye tahsili yapan kardeşlerim bunu dâima
zevk etmektedirler. Bedensel amellerimiz gönül âlemine
inmediği için ibâdetlerde zevksizliğimiz zuhûr etmektedir.
Bir kişi her şeyi zâhir görüyor ve öyle kabulleniyorsa, o
zâhir amellerinden başka bir amelden zevk alamaz.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri :
“Bir Ģeye mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk olur.
Hakk gözüyle bak ki bî Ģek nûr-u Yezdan
ondadır.”
Buyurmuşlardır.
Kendi varlığını ihtiyarî olarak yok edip Hakk‟ın varlığı ile
varlıklanarak her tecellîye öyle nazar ediyorsa, o zaman
gören ve görünen kendisi olduğu için,evvelinde Ahadiyet
tecellîsi olarak, zâhir ve bâtınında temkin zikrini küllî
olarak görecektir. Ahir tecellîsini de, Tafsilât-ı Nûr-i
Muhammediyye meyveleri olan, ister İnsan-ı Kâmil
mazharlarında isterse dönücü diye vasıflandırdığımız kalb
sahiplerinde, celâl ve cemâl yüzlerini kavseyn zevkiyle
göreceklerdir.
Bu kardeşlerimiz, ormandaki bir ağaç nasıl hizarhanede
kereste, marangozhanede kapı pencere, mobilyacıda
sehpa koltuk olması onun ağaçlığını bozmaz, dâima aslını
muhafaza eder ve bulunduğu hâl üzere isimlendirilirse
aynen bunun gibi,Cenâb-ı Hakk‟ın da tecellî ettiği
mazharlarda her ne şekilde görülürse görülsün,
kişiyi yanıltmaz, O olduğunu bilir, şerîat terazisiyle
tartarak her şeyi yerinde kullanır ve ona göre hareket
eder. Cenâb-ı Hakk‟ın zâhirdeki tecellîsi de bu âlemde
Muhammed mazharları olan Allah‟ın kemâlât
sıfatlarından, Rahmâniyyetiyle zuhûrunu seyretmektir.
Yalnız zâhir sûretleri görmek, onun zâhirini görmek
değildir. O cemâl, Hakk‟ın Vahdâniyyet tecellîlerinin
görünen gölgelerden zuhûra gelmesidir diyerek bu
irfâniyetle bakıyor ve görüyorsa doğrudur. Yoksa eşyaya
eşya gözüyle bakmak mahlûkluktur. Bunu her hayvan da
o gözle görmektedir. Bir Hadîs-i Kudsî‟de “Kulum bana
nevâfille yaklaştığında ben onun görmesine göz,
duymasına kulak konuşmasına dil olurum” buyruluyor.
Onun için, sîret gözlüğünü takmadan bu eşyadaki
tecellîlere Hakk demek ahmaklık olur. Fehmi Hazretleri
bir ilâhisinde şöyle buyuruyorlar :

“Her kime açılsa hicâb, hep gördüğü dîdar olur


Gözüne olmaz serâb, hep gördüğü dîdar olur
Dünya ve ukbâdan geçer,Vahdet ile kanat açar
ġer ve sevabından geçer hep gördüğü dîdar olur

Söyler kelâm bakar sana, gözü görmez hiç mâsivâ


VermiĢ gönlünü Hakk‟tan yana,hep gördüğü
didar olur”

Bâtın tecellîsi de Cenâb-ı Hakk‟ın bu âlemde Vahdâniyyet


tecellîlerinden ibarettir. Zira, zerreden küreye kadar bu
kesret âlemindeki tecellîlerin hepsi Cenâb-ı Hakk‟ın
Vahdâniyyetinin Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyede
tecellîsinin gereğidir.Bir meyve bahçesindeki bütün
meyvelerin kemâlâta gelerek tadı, kokusu ve rengi hep
su ile mümkünse,aynen onun gibi her varlığın hayat
kaynağı da Hakk‟ın Vahdâniyyetinin hayat verişi ile
mümkündür. Görünmediği için biz ona bâtın
diyoruz.Yoksa ehl-i ârif için evveldeki tecellîleri de,
âhirdeki tecellîleri de,zâhirdeki tecellîleri de, bâtındaki
tecellîleri de apaçık görülmektedir. Ârifler şühûd
sahibidirler.İşte İslâmiyet bir ağaç gibidir. Bir ağacın
çekirdeği o ağacın evveli,âhiri ise meyvesidir. Bahçıvanlar
bunu çok iyi bilir ve görür.Gönül bahçıvanları olan ârifler
de görür ve bilirler. İşte onun için, çekirdeğin, toprak
altındaki hâline nasıl bâtın diyorsak, Cenâb-ı Hakk‟ın
sûretlerden tecellî etmezden evvelki Vahdâniyyetine de
bâtın demekteyiz. Çünkü bizlere göre görülmeyen olduğu
için böyle denmektedir. İnsanlar gözlerini görmekte fakat
gözlerinden göreni görememektedirler. Kulaklarını
görmekte fakat kulaklarından duyanı görmemektedir.
Dilimizden konuşmayı duyuyoruz.peki dilimizden bu
kelâmların meydana gelişini görüyor muyuz? İşte onun
için bâtın deriz.Meyve ağacının bütün vücûdunu
gördüğümüz için de buna zâhir deriz. Zira görünene
zâhir denir.Âhir de meyve ağacının dallarındaki gelişmiş
meyvesidir. Ağacın dalındaki meyvenin içindeki çekirdeği
çıkarsak, aynen evveldeki toprak altındaki ilk çekirdeğin
aynısı olduğunu görürüz. Onu toprağa diksek aynen
diğeri gibi bir meyve verdiğini görmek mümkündür. Bu
çekirdek tam mânâsıyla kemâlâta gelmemişse toprağa
dikildiğinde ağaç meydana getiremez. İşte evvelinde
zuhûrâta gelerek bâtınında gelişip zâhir ve âhiriyle,
bütün tecellîlerini sergileyendir.Evvel ve bâtın celâl, zâhir
ve âhir cemâldir.Ârifler her ne kadar ilimle bunları ayrı
ayrı îzâh ederlerse de, aslında Niyazi-i Mısrî
Hazretlerinin;

“Anla hemen bir söz durur yokuĢ değildir düz


durur
Âlem kamu bir yüz durur onu gören hayran imiĢ.
ĠĢit Niyazi‟nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hak‟tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân
imiĢ”

İfadesinde kendisini bulur. Onun için sîret ve sûret


âlemlerindeki bu İslâmî Tûba ağacının, evvelini, âhirini,
zâhirini ve bâtınını şühûd eden bu kardeşlerimiz “lâ” dan
geçip “illa”yı zevk ettikleri için (zikirden Cem‟ul-Cem
mertebesine kadar olan süreç) ondan başkasını
görmezler. Her tecellînin Hakk‟ın tecellîsi olduğunu
seyrettikleri için Âl-i İmrân Sûresi âyet 191 deki “Onlar
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine
yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılıĢı üzerinde düĢünürler. Ve „Rabbimiz! Sen
bunu boĢ yere yaratmadın,Sen yücesin, bizi ateĢin
azâbından koru derler” “Rabbena ma halakte haza
bâtıla” “sen bâtıl bir şey yaratmamışsın” derler. Çünkü
her şeyi yerli yerinde görenlerden olmuşlardır.Allah
bütün kardeşlerime Âdem ve âlemde bu şühûdları nasîb
etsin. Âmin.
ĠÇĠNDEKĠLER

1 - “EVVEL, ÂHĠR, ZÂHĠR, BÂTIN BENĠM”


ÂYETĠNĠN ġÜHÛDLARI
2 - EYYÛB (A.S.) SABRI
3 - EZAN-I MUHAMMEDĠYYE‟NĠN AÇIKLAMASI
4 - FARK VE CEM
5 - FATĠHA SÛRESĠ VE BESMELENĠN SIRRI
6 - FENÂ FĠġġEYH, FENÂ FĠRRESUL, FENÂFĠLLÂH
NE DEMEKTĠR
7 - FĠL SÛRESĠ VE AÇIKLAMASI
8 - HABĠL ĠLE KABĠL
9 - HAC VE UMRE RĠSÂLESĠ
10 - HACCIN SIRLARI
11 - HAK VE HAKÎKATĠ DUYMAK VE GÖRMEK
NASIL OLUR
12 - HAKÎKATA VUSLAT
13 - HALĠFE NEDĠR
14 - HER ÂLEMDE AYRI VÜCÛD GĠYERĠZ
15 - HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR
16 - HĠCRET
17 - HIZIR (A.S.) KĠMDĠR
18 - HIZIR ĠLE ĠLYAS‟IN TAġIDIĞI MÂNÂ
19 - HZ. YUNUS (A.S.) KISSASI
20 - HZ. YUSUF KISSASI
21 - ĠBRAHĠM (A.S.)‟IN YILDIZA, AY‟A VE
GÜNEġ‟E RABBĠM DEDĠĞĠ ÂYETĠN TE‟VĠLÂTI
22 - ĠMAMIN CEMAATĠNĠ SELÂMETE ÇIKARMASI
23 - ĠNSANIN KENDĠSĠNĠ OKUMASI
24 - ĠNSANLAR SAADETĠ NASIL ELDE EDERLER
25 - ĠNSANLARIN HAKK‟I BULMASI VE KUL
OLMASI
26 - ĠNSANLARIN YARATILMA GÂYESĠ NEDĠR
27 - ĠNġĠRAH SÛRESĠ
28 - ĠSLÂMIN BEġ ġARTININ HAKÎKATTEKĠ
ĠDRÂKĠ NEDĠR

EVVEL, ÂHĠR, ZÂHĠR, BÂTIN BENĠM”


ÂYETĠNĠN ġÜHÛDLARI

Hadid Sûresi 3. âyette “O, ilk ve sondur; görünen ve


görünmeyendir. Hem O her Ģeyi
bilendir!” buyrulmuştur. Bizler buna elbette ilm-el
inanıyor ve îmân ediyoruz. Fakat nerede evvelliğini
tecellîsiyle ilân etmiş, bunu görüyor muyuz,
Görmüyorsak, bu inancımız yalnız ilimden ibaret değil
midir. Ayne‟l-yakînliği nasıl şühûd etmeliyiz. Tevhîd
tahsilinde bu şühûdlara sahip olamayanlar da aynen
zandaki ve hayâldeki bir Allah‟a inanmış insanlar gibidir.
Bir sâlikin evveli zikir hali, bâtını kendi varlığını Hakk‟ın
varlığında yok ederek Rûhullah hâli, zâhiri mutmain
olmuş nefsin zuhûru, âhiri de kalb sahibi olarak
evvelliğini, batınlığını, zâhirliğini, ahirliğini Tevhîd yapma
hâlidir. Meratib-i İlâhiye tahsili yapan kardeşlerim bunu
dâima zevk etmektedirler. Bedensel amellerimiz gönül
âlemine inmediği için ibâdetlerde zevksizliğimiz zuhûr
etmektedir. Bir kişi her şeyi zâhir görüyor ve öyle
kabulleniyorsa, o zâhir amellerinden başka bir amelden
zevk alamaz.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri :

“Bir Ģeye mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk olur.


Hakk gözüyle bak ki bî Ģek nûr-u Yezdan
ondadır”

Buyurmuşlardır. Kendi varlığını ihtiyarî olarak yok edip


Hakk‟ın varlığı ile varlıklanarak her tecellîye öyle nazar
ediyorsa, o zaman gören ve görünen kendisi olduğu için,
evvelinde Ahadiyet tecellîsi olarak, zâhir ve bâtınında
temkin zikrini küllî olarak görecektir. Ahir tecellîsini de,
Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye meyveleri olan, ister
İnsan-ı Kâmil mazharlarında isterse dönücü diye
vasıflandırdığımız kalb sahiplerinde, celâl ve cemâl
yüzlerini kavseyn zevkiyle göreceklerdir.
Bu kardeşlerimiz, ormandaki bir ağaç nasıl hizarhanede
kereste, marangozhanede kapı pencere, mobilyacıda
sehpa koltuk olması onun ağaçlığını bozmaz, dâima aslını
muhafaza eder ve bulunduğu hâl üzere isimlendirilirse
aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hakk‟ın da tecellî ettiği
mazharlarda her ne şekilde görülürse görülsün, kişiyi
yanıltmaz, O olduğunu bilir, şerîat terazisiyle tartarak her
şeyi yerinde kullanır ve ona göre hareket eder. Cenâb-ı
Hakk‟ın zâhirdeki tecellîsi de bu âlemde Muhammed
mazharları olan Allah‟ın kemâlât sıfatlarından,
Rahmâniyyetiyle zuhûrunu seyretmektir. Yalnız zâhir
sûretleri görmek, onun zâhirini görmek değildir. O cemâl,
Hakk‟ın Vahdâniyyet tecellîlerinin görünen gölgelerden
zuhûra gelmesidir diyerek bu irfâniyetle bakıyor ve
görüyorsa doğrudur. Yoksa eşyaya eşya gözüyle bakmak
mahlûkluktur. Bunu her hayvan da o gözle görmektedir.
Bir Hadîs-i Kudsî‟de “Kulum bana nevâfille
yaklaĢtığında ben onun görmesine göz,
duymasına kulak konuĢmasına dil olurum.”
buyruluyor. Onun için, sîret gözlüğünü takmadan bu
eşyadaki tecellîlere Hakk demek ahmaklık olur. Fehmi
Hazretleri bir ilâhisinde şöyle buyuruyorlar :

“Her kime açılsa hicâb, hep gördüğü dîdar olur


Gözüne olmaz serâb, hep gördüğü dîdar olur
Dünya ve ukbâdan geçer, Vahdet ile kanat açar
ġer ve sevabından geçer, hep gördüğü dîdar olur
Söyler kelâm bakar sana, gözü görmez hiç mâsivâ
VermiĢ gönlünü Hakk‟tan yana, hep gördüğü
didar olur”

Bâtın tecellîsi de Cenâb-ı Hakk‟ın bu âlemde Vahdâniyyet


tecellîlerinden ibarettir. Zira, zerreden küreye kadar bu
kesret âlemindeki tecellîlerin hepsi Cenâb-ı Hakk‟ın
Vahdâniyyetinin Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyede
tecellîsinin gereğidir. Bir meyve bahçesindeki bütün
meyvelerin kemâlâta gelerek tadı, kokusu ve rengi hep
su ile mümkünse, aynen onun gibi her varlığın hayat
kaynağı da Hakk‟ın Vahdâniyyetinin hayat verişi ile
mümkündür. Görünmediği için biz ona bâtın diyoruz.
Yoksa ehl-i ârif için evveldeki tecellîleri de, âhirdeki
tecellîleri de, zâhirdeki tecellîleri de, bâtındaki tecellîleri
de apaçık görülmektedir. Ârifler şühûd sahibidirler. İşte
İslâmiyet bir ağaç gibidir. Bir ağacın çekirdeği o ağacın
evveli, âhiri ise meyvesidir. Bahçıvanlar bunu çok iyi bilir
ve görür. Gönül bahçıvanları olan ârifler de görür ve
bilirler. İşte onun için, çekirdeğin, toprak altındaki hâline
nasıl bâtın diyorsak, Cenâb-ı Hakk‟ın sûretlerden tecellî
etmezden evvelki Vahdâniyyetine de bâtın demekteyiz.
Çünkü bizlere göre görülmeyen olduğu için böyle
denmektedir. İnsanlar gözlerini görmekte fakat
gözlerinden göreni görememektedirler. Kulaklarını
görmekte fakat kulaklarından duyanı görmemektedir.
Dilimizden konuşmayı duyuyoruz peki dilimizden bu
kelâmların meydana gelişini görüyor muyuz. İşte onun
için bâtın deriz. Meyve ağacının bütün vücûdunu
gördüğümüz için de buna zâhir deriz. Zira görünene
zâhir denir. Âhir de meyve ağacının dallarındaki gelişmiş
meyvesidir. Ağacın dalındaki meyvenin içindeki çekirdeği
çıkarsak, aynen evveldeki toprak altındaki ilk çekirdeğin
aynısı olduğunu görürüz. Onu toprağa diksek aynen
diğeri gibi bir meyve verdiğini görmek mümkündür. Bu
çekirdek tam mânâsıyla kemâlâta gelmemişse toprağa
dikildiğinde ağaç meydana getiremez. İşte evvelinde
zuhûrâta gelerek bâtınında gelişip zâhir ve âhiriyle,
bütün tecellîlerini sergileyendir. Evvel ve bâtın celâl,
zâhir ve âhir cemâldir. Ârifler her ne kadar ilimle bunları
ayrı ayrı îzâh ederlerse de, aslında Niyazi-i Mısrî
Hazretlerinin;
“Anla hemen bir söz durur yokuĢ değildir düz
durur
Âlem kamu bir yüz durur onu gören hayran imiĢ
ĠĢit Niyazi‟nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hak‟tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân
imiĢ”

İfadesinde kendisini bulur. Onun için sîret ve sûret


âlemlerindeki bu İslâmî Tûba ağacının, evvelini, âhirini,
zâhirini ve bâtınını şühûd eden bu kardeşlerimiz “lâ” dan
geçip “illa”yı zevk ettikleri için, (zikirden Cem‟ul-Cem
mertebesine kadar olan süreç) ondan başkasını
görmezler. Her tecellînin Hakk‟ın tecellîsi olduğunu
seyrettikleri için Âl-i İmrân Sûresi âyet 191 deki “Onlar
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine
yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılıĢı üzerinde düĢünürler. Ve „Rabbimiz! Sen
bunu boĢ yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi
ateĢin azâbından koru. ‟ derler” “Rabbena ma
halakte haza bâtıla” “sen bâtıl bir şey yaratmamışsın”
derler. Zira yine evvelimizi niyet olan zatımız, ahirimizi
kemalat irfaniyet fillerinin tecellileri, zahirimizi ise
rahman sıfatlarımız ve batınımızında Ruhumuz olduğunu
zevk eylemek mümkündür. Ve böylece gerek efselden
âlaya, gerekse âlayül âlaya “zevklerden zevkler” olsun
hepsini yerli yerinde görmek en güzeli olacaktıri aynı
zamanda eşyayıda yerinden oynatmamış olunacaktır.
Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde Allah dostları her
şeyi yerli yerinde görenlerden olmuşlardır. Allah bütün
kardeşlerime Âdem ve âlemde bu şühûdları nasîb etsin.
Âmin.

EYYÛB (A.S.) SABRI

Eyyûb peygamber, Yusuf (A.S.)‟ dan sonra gelen, çok


zengin, gece ve gündüz ibâdetinde dâim bir
peygamberdir. Şeytan, Eyyûb‟un bu kadar çok ibâdetini
kıskandı. Bir gün Cenâb-ı Hakk‟a yalvararak “Kulun
Eyyûb çok zengin, hiçbir ihtiyacı olmadığından bu kadar
çok ibâdet yapıyor. Ya Rabbi bana müsaade et, malını
mülkünü elinden alalım gör halini” dedi. Cenâb-ı Hakk da
“Bu müsaadeyi verdim” dedi. Eyyûb'un elinden bir
felaketle ne kadar malı mülkü varsa hepsini aldı. Eyyûb
(A.S.) “Veren Allah, alan Allah” dedi. Hiç kederlenmedi.
İkinci defasında, çocuklarını da bir felaketle elinden aldı.
Yine “Veren Allah, alan Allah” dedi.
Çünkü Eyyûb'un yedi kız ve yedi oğlan evladı vardı. İblis
bunda da muvaffak olamayınca “Ya Rabbi, vücûduna
ibtilâ vereyim de bak yine ibâdetini yapabilecek mi !”
dedi. Cenâb-ı Hakk da “Diline, aklına ve gönlüne
dokunma. Bunlardan gayrisinin ibtilâsına müsaade
ettim.” dedi. Eyyûb hastalandı ve 42 derece sıtma
ateşiyle yatağa düştü. Buna rağmen zikrinde ve
ibâdetinde eksiklik yapmıyordu. İblis, üç defa Eyyûb'a
musallatından bir sonuç alamayınca, çıldırmağa başladı.
Bir gün ailesi, ekmek almak için fırına gitmişti. Daha
önceden İblis‟in “Bu kadın hastalıklı Eyyûb'un eşidir. Ona
saçından bir miktar kesmeden ekmek vermeyin”
telkînâtına binaen ekmek vermediler. Çünkü Eyyûb (A.S.)
çok hasta olduğu için, saçı uzun olan eşinin saçlarına
tutunarak kalkıyordu. Eşi de fırından ekmek alamayınca,
aç kalma korkusu ile saçından kestirdi ve ekmeği eve
götürdü. İblis ise boş durmamış, eşi eve gelmeden
haberi Eyyûb (A.S.)‟a getirmişti. Saçının kesilmesini
gören Eyyûb (A.S.) “İyi olursam sana yüz sopa
vuracağım” dedi. Eyyûb (A.S.) bu ibtilâlara o kadar
sabrediyordu ki, melekler dahi hayrette kaldılar. Bir ara
Cenâb-ı Hakk‟tan nidâ geldi.”Ya Eyyûb ! Sen benim
sabreden kullarımdansın. Artık ayaklarını yere vur.”
Eyyûb ayaklarını yere vurunca, yerden bir sıcak ve bir de
soğuk su çıktı.”Soğuk suyu iç, sıcak su ile de yıkan”
denildi. O da aynen öyle yaptı. Sıhhate kavuştu. Ayrıca
Sad Sûresi 43. âyette de buyrulduğu gibi “Eyyûb‟a
bütün ehlini ve beraberinde daha bir mislini
bağıĢladık” emriyle eşi ve çocukları da, eski güzel
günlere döndüler.
Eyyûb (A.S.)‟un aklına eşine yüz sopa vuracağım diye
verdiği söz geldi. Buna binaen de, Cenâb-ı Hakk, 43.
âyetin devamında nidâ ederek “Eline yüz başaklı bir
demet al ve onu bir defa eşine vur ki, sözünde durasın.
Çünkü biz seni sabırlı bulduk” buyruldu.
İşte Sad Sûresi 41 ilâ 45. âyetlerde Eyyûb (A.S.)‟ dan
bahseden kıssa bizlere, zâhir olarak böylece anlatılmışsa
da, bu gün bizler bir Eyyûb gibi aynı ibtilâları zâhir ve
bâtında geçirmekteyiz. Fakat kendimizden haberdar
olmadığımızdan bu âyetlerin bu gün bizlere hitap ettiğini
bilemiyoruz. Günümüzdeki İblislerin musallat
olmalarından nasıl korunmamız gerektiğini, sabırla
muvaffak olma metodlarını, ehlinden öğrenmediğimiz için
de, ne dünyada ne de âhirette mutluluğa geçemiyoruz.
Eyyûb kul anlamındadır. Bizim gibi Cenâb-ı Hakk‟a
yüzünü dönmüş, emir ve yasaklarıyla âmil olmak için
gayret gösteren kullara İblis musallat olur. Onun görevi
Hakk yolundaki kişilerin doğru yolunun üzerine oturarak,
bu Hakk yolcularını saptırmak ve kendisi gibi bunların da
huzurdan kovulmalarını sağlamaktır. Bu işi de Cenâb-ı
Hakk‟tan müsaade alarak yapması, dikkate şâyândır.
Demek ki şeytan bile Hakk‟tan müsaade almadan bir iş
yapamıyor. İşte Sad Sûresi 41. âyetteki Eyyûb‟un
“ġeytan beni zorluk ve eleme uğrattı” sözü, kişinin
gaflet zamanlarında vesvese ve vehim gibi, Hakk‟tan
uzaklık hâli ile, ahlâksızlık ve gadap hallerini nefis
yönüyle yaşamasıdır. Şeytan üç defa Eyyûb (A.S.)‟ a
musallat olmuştur. Birincisinde malını mülkünü almış,
yani fiillerin fâili Allah iken onu engellemiş, ikincisi
çocuklarını yani sıfatlarının mevsûfunu örtmüş ve rûh
tecellîlerini engelleyerek nefsine nisbet ettirmiş,
üçüncüsünde de vücûduna hastalık vererek eleme
uğratmıştır. Yalnız kalbi, aklı ve dili hariç
İşte bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmile giderek, nefsinin
kendisine ait gibi gösterdiği bu varlıkları Allah‟a nisbet
etmeyi öğrendiğinde, enfüsünde nefs-i emmâre olan,
şeytanın vehim ve vesveselerinden kurtularak, kuvve-i
rûhun selametine mazhar olacaktır. Eyyûb‟un eşi
sıfatlarıdır. Rûhun nurundan mahrum olan sıfat, elbette
nefsin emrinde olacağı için, mahlûku mahlûk görecektir.
Tahsilindeki her türlü ibtilâ ve tecellîlere sıdkıyetle
sabredenler, Tevhîd yolu olan ayağını yere vurmasıyla
sıcak ve soğuk su çıkacaktır. Soğuk su bedenin, sıcak
suda sîretin mutluluğu için kişiyi huzura kavuşturur.
Sıcak su hakîkat, soğuk su şeriattır. Bir kişi Fenâfillâh
olarak şeytanın bütün ibtilâlarına sabreder, Hakk‟ın
varlığı ile var olursa, şirklerinden ve en büyük günah
olan vücûd varlığı hastalığından kurtulmuş ve hakîkat
sıcaklığı ile de yıkanmış olur. Feraiz olan Makâm-ı
Cem‟den, hakikî şeriat olan Hazretü‟l Cem mertebesine
iner. Şeriat elbisesini giyerse, soğuk suyu da içmiş
olacaktır. Vahdet zevki hakîkat, kesretteki cemalullah
zevki de şeriattır.
Bu tenzih ve teşbih zevkine sahip olanlar, kendilerinde ve
bütün tecellîlerde Tevhîd yaparak imtihanı kazanmıştır.
Evvelde kendisine ait diye bildiği malı, mülkü olan
ef‟alini, çocukları olan sıfatlarını ve vücûdu diye bildiği
Vücûdullahı, Cenâb-ı Hakk ona ihsân etmiş ve eski
zenginliğine kavuşmuştur. Çünkü Hakk‟ın zenginliği ile
zenginleştiğinden, dâimî mutluluğa ermiştir. Nefsin
tahakkümünden kurtulan, kul olan Eyyûblar, Cenâb-ı
Hakk‟ın en üstün diye vasıflandırdığı bu insandaki bütün
nimetlerini, kemâlâtıyla o mazhardan açığa çıkarır.
Eyyûb‟un yedi kız ve yedi oğlan evladı vardı. Onlar da
ehliyle birlikte rahmete kavuştular. Bunlar kişinin yedi
sıfat-ı subûtiyesinin, Vahdet ve kesret tecellîleridir. Bütün
vücûddaki, şubeler rûhun emrine girdiği için refah ve
mutluluğa ermiş oldular. Eyyûb‟un ailesine yüz sapı bir
araya getirerek bir defa vurması da 99 esmâ-ül hüsnanın
yüzüncüsü olan Allah isminden cem‟iyle tecellî etmesidir.
Çünkü rûhun, vücûd ülkesinde tasarrufu, kalbin bütün
sıfatlarından onu sergilemesinden başka bir şey olamaz.
Bu yolda, çok sabretmek ve sadakatla teslimiyet şarttır.
Cenâb-ı Hakk bizleri, İnsan-ı Kâmile giderek ilka edilen
üç nisbîyetten kurtulan ve selâmete çıkan kullarından
eylesin. Gayriyet ve cehâlet hastalığından kurtularak
mutluluğa erenlerden eylesin. Âmin.

EZAN-I MUHAMMEDĠYYE‟NĠN
AÇIKLAMASI

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) in müekkede


sünneti olarak, İslâmiyette günde beş vakit namazlarda
okunmaktadır. Ezan, günün belirli beş vaktinde,
müslümanları namaz kılmak için câmiye davet etmek ve
Allah‟ın her an zuhûrâtının tecellîlerini bildirmek için
okunur. Cenâb-ı Allah‟ın tecellîleri üç kısımdır.

1- Celâl tecellîler
2 - Cemâl tecellîler
3 - Kemâl tecellîlerdir

Ulûhiyyet sahibi olan Allah‟ın, 1- Sıfatlarına 2- Esmâsına


3- Ef‟âline 4- Âsârına bu tecellîlerini gösterdiği için, ezan-
ı Muhammediyye okurken dört defa, „Allahü ekber‟ (Allah
yücedir ) diyoruz. Pir Hazretleri ezan-ı Muhammediyyeyi
şerh ederken, bu mertebenin yüceliklerini şöyle îzâh
etmişlerdir: “Uluhiyet sahibi olan Allah, Rubûbîyyeti olan
Rabliğinden, Rahmâniyyetinden, Rahîmiyyetinden ve
Mâlîkiyetinden büyük olduğu için dört defa Allahü ekber
denmektedir.”
Cenâb-ı Allah‟ın Ulûhiyetinden, bu kesret âlemine dört
yerde de tecellîsi vardır.

1 - Cemâdâtı rûhu ile tecellîsi


2 - Nebâtâtı rûhu ile tecellîsi
3 - Hayvânâtı rûhu ile tecellîsi
4 - Ġnsanî rûhu ile kemâlât tecellîsini

gösterdiği için, bizler ezan-ı Muhammediyye‟de Allah‟ın


yüceliğini şuhûd etmemizden mütevellit dört defa Allahü
ekber diyoruz.

Cenâb-ı Allah

1 - Ef‟âl-i Ġlâhiyesi ile


2 - Sıfat-ı Ġlâhiyesi ile
3 - Vücud-u Ġlâhiyesi ile
4 - Vahdâniyyet-i Ġlâhiyesi ile
Merâtib-i İlâhiyedeki tecellîsini her an “Allahü ekber”
nidasıyla tekrar edip durmaktadır.
Ayrıca Cenâb-ı Allah, Hadid Sûresi 3. âyette de
zikredildiği gibi 1- evvelinde 2- ahirinde 3- zâhirinde 4-
bâtınında tecellîlerinin yüceliğini söylemiyor mu İşte Allah
onun için, eser ve sıfatlarındaki tecellîlerinde kayıttan
münezzehtir. Noksan ve kusurdan paktır. Vahdâniyyet
tecellîlerinde, büyüklük ve Zâtıyla yüceliğini zuhûra
getirmektedir. Bundan sonra müezzin efendi iki defa
“eşhedü enla ilahe illallah” (şehâdet ederim Allah‟tan
başka ibâdete lâyık ilah yoktur.” der. Bunun sebebi
Cenâb-ı Allah zâhir ve bâtın olarak tecellî etmektedir. Bu
tecellînin zâhirine, tafsilât-ı Muhammediyye, bâtınına da,
cem‟i İlâhiye denmektedir. „Eşhedü‟ ben şuhûd ederim ki,
„en la ilahe illallah‟ O‟ndan gayri Zât yoktur. Bu cem-i
zâhîredir, makâm-ı şeriattır. Tevhidde de Hazretü‟l-Cem
mertebesinin zuhûrudur. Bir kere daha yine „eşhedü‟ ben
şuhûd ederim ki, „en lailahe illallah‟ “O‟ndan gayri Zât
yoktur” denmektir. Bu da cem-i bâtına işaretle merâtibde
Makâm-ı Cem zuhûrâtıdır. Bu âlemin zâhiri tafsilât-ı
Muhammediyye, bâtını ise Vahdâniyyet olan Zâtın
tecellîsidir. Ondan sonra iki defa “eşhedü enne
MuhammederResûlullah” (şehâdet ederim Muhammed
Allah‟ın resûlü yani elçisidir) okunur. Bunun birinci defa
okunması, Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin bir
Hadis-i Kudsîsinde “levlake levlak vema halaktül
eflak” (sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi halk
etmezdim. ) buyrulduğu gibi, iki defa sen olmasaydın,
sen olmasaydın buyrulması, Cenâb-ı Hakk‟ın eser ve
sıfatlarının ancak Hz. Muhammedin nuru ile görünmesine
işaret edilmektedir. Birincisi zâhire, ikincisi de bâtına
davetiyedir. Ayrıca birincisi „inse‟, ikincisi de „cinne‟ dâvet
diyebiliriz. Ondan sonra müezzin efendi sağına dönerek,
iki kere „hayyalesselah‟ “namaza gelin” namazın kılınması
için toplanın diye, ins ve cinlerin saidlerini, yani
inananları davet etmekte, sol tarafına dönüp
„hayyalelfelah‟ “kurtuluşa gelin” diye iki defa ins ve
cinlerin şakîlerini, kurtuluşa yani Tevhide davet
etmektedir. Bundan sonra, müezzin efendi kıbleye
dönerek iki defa “Allahü ekber, Allahü ekber” (Allah
yücedir) diye okur. Bu da Allah zâhirde de, bâtında da
yücedir. Onun eser ve sıfatlarındaki tecellîler onun
Zâtının bir zuhûrâtıdır demektir. En sonunda ezanı
bitirirken, bir defa da “Lâ ilâhe illallah” “Allah‟tan başka
ibâdete lâyık ilah yoktur” demekle Allah‟ın zâhir ve
bâtınındaki tecellîlerinin birliğinin idraki ile dâima
görünenin olduğunu söylemekle ezan-ı Muhammediyye
sona ermiş olur.
Görüldüğü gibi ezan-ı Muhammediyyenin başından
sonuna kadar, merâtib-i İlâhiyenin bütün mertebelerinde
Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûrâtının şuhûdlarının ifadesinden
ibaret olduğu anlaşılmış oluyor.

FARK VE CEM

Tevhidde kişi, ister fenâ mertebelerinde olsun isterse


bekâ mertebelerinde olsun, mutlaka fark ve cem‟i
kullanmalıdır. Bu nasıl olacaktır. Tevhîd-i Ef‟âl‟de, “Bütün
fiillerin fâili Allah‟tır.” diyen bir kişi, enfüsünde farkta,
âfâkında cem‟de olmalıdır. Çünkü her ne kadar hayır da,
şer de hakîkatte Cenâb-ı Hakk‟ın fâilliği ile tecellî
ediyorsa da, sen kesret âleminde yaşama zevkine sahip
olduğun için, hayır tecellîlerini, Hakk‟a nisbet et. Fakat
eksik gördüğün Kur‟ân‟ın yasak ettiği halleri de kendine
nisbet et. Kendine eksiklikleri nisbet etmekle, o halleri
kendinde görecek ve o eksiklikleri peyderpey yok ederek,
eksiksiz haline geçeceksin. Yoksa “Allah benden böyle
tecellî ediyor. Benim elimde ne var ki” dersen, hem
Allah‟a eksiklik isnat etmiş olursun, hem de bu eksiklikleri
görüp izale etmediğin için kemâlât kapılarını kapatmış
olursun. Kişi âfâkta ise cem‟de olmalıdır. Çünkü senden
gayri diğer bütün insanlarda, namazsızlık, oruçsuzluk ve
Allah‟ın Kur‟ân‟da yasak ettiği bazı tecellîleri görürsen,
onlara müdâhale etme. Senden yardım isterlerse o
zaman elinden geldiği nisbette onlara yardımcı olmağa
çalış. Fakat senden yardım istemiyorlarsa, onları tenkîd
etme. Onlardaki bu tecellîlerin de fâili Allah‟tır diyerek
cem et. Çünkü Allah herkesi, isti‟dâdları nerede ise,
perçeminden yakalayıp orada kullanıyor. Sen onun
başına, “Neden yasak edilenleri yapıyorsun” diye
balyozla vursan da, Allah hidâyet etmedikten sonra sen
onu hidâyet edemezsin. Yalnız sana düşen görev, onların
da hidâyete nâil olmaları için, dua etmekten ibarettir.
Kendinde yani enfüsünde, farkta ol. Şeriat emirlerini
uygula. Ve eksikliklerin varsa, tamamlamağa çalış. Âfâkta
da cem‟de ol.”Bütün varlıklardan her türlü tecellî Cenâb-ı
Allah‟ındır.” diyerek onları tenkîd etmekle vaktini boşa
harcama. Allah hidâyet ederse, o da eksikliklerini görür
ve yapmaz. Yoksa sen âciz bir kulsun. Elinden ne gelir.
Bir sâlik bekâ zevkleriyle zevklendiğinde, artık bu idraki
tersine dönecektir. Yani bâtın olan gönlünde hep cem‟de,
âfâkta yani zâhirde, hep farkta olacaktır. Çünkü Allah‟ın
mülkünde, Hakk'tan başka varlık kalmamıştır. Dolayısıyla
da gönlümüzde hep Hakk'la beraber olmağa, cem
diyoruz.
Âfâkta yani zâhirde ise Allah‟ın tecellî ettiği cemâdât,
nebâtât, hayvânât ve insanlar diye bildiğimiz dört âlemde
tecellîlerini vasıflarına göre değerlendirmek, hâl ve
kâllerine göre muamele yapmak kemâlâttır. Hukuk,
şeriat, adalet ve yaşam bununla kâimdir. Onun için içimiz
Hakk ile, dışımız halk ile olsun. Kişi kendine dâima
soracak. Benim zevkim Cenâb-ı Hakk‟ın bütün varlıklarda
tecellîsini görme hâli midir, yoksa kendisinin yokluk idraki
ile her varlıkta tecellî eden kendisi midir. İşte öylece fark
ve cem idraki onu mutlu edecektir. Onun için diyorum ki,
“Tevhîd ehli olanlarda, tecellî eden Cenâb-ı Hakk, tecellî
olunan kuldur.” idrâki galip geliyorsa, bu kişiler isterse
merâtibi bitirmiş olsunlar yine de fenâ mertebe zevkine
sahip olduğundan, enfüste fark, âfâkta cem sigasını
kullansınlar. Kendilerinde daha birçok eksiklikler
göreceklerdir. İşte bu eksiklikleri levm ederek böyle
tamamlayabilirler. Mülkünde, Hakk‟tan gayri varlık
görmüyor, “Bütün varlıklar onun sıfatlarıdır.” diyerek
tecellî farkını görüyorsa, o zaman kendisi dâima Hakk'la
beraber olduğu için, gönlünde cem‟de, zâhir varlıklar
denen Hakk‟ın sıfatları ile münasebetinde fark‟ta
olmalıdır.
Yoksa yılanla beraber olayım, o da Hakk‟ın bir tecellîsidir
diyerek cem sigasını kullanırsa idraksizliğinden mütevellit
seni sokar öldürür. Cemâdâta ayrı muamele, nebâtâta
ayrı muamele, hayvânâta ayrı muamele, insanlara ayrı
muamele yapmak âfâktaki farktır. Allah insanı, ahsen-i
takvim üzerine yarattığı için, mülkünde Hakk‟tan
başkasını bırakmayan kişide, Kur‟ân-ı Kerîm‟in yasak
ettiği fiiller zuhûr etmez. Bazıları “Ben Hakk‟ın mülkünde
ondan başkasını bırakmadım” demesine rağmen, Cenâb-ı
Hakk‟ın yasak ettiği bazı fiiller ondan zuhûr ediyorsa,
bilsin ki o yalancıdır. İşte zevkimiz dâima bu olmalıdır.

FATĠHA SÛRESĠ VE BESMELENĠN


SIRRI

Fatiha Sûresi yedi âyettir. Birinci âyeti Besmele-i Şerîftir.


Bu sûreye “Seb-ül- mesânî” yani iki yedi veya iki yerde
(biri Mekke‟de, biri de Medine‟de ) nazil olan denilmiştir.
Zira peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)‟in
“Semâvî kitapların bütün sırrı Kur‟ân‟da, Kur‟ân'ın sırrı
Fatiha-ı Şerîfte, Fatiha'nın sırrı da başındaki Besmele-i
Şerîfte mevcuttur. ‟‟(H.Ş.) buyurdukları gibi hem Âdem‟in
hem de âlemin bütün sırlarını ihâta ettiği anlaşılmaktadır.
Allah lafzının başındaki “Elif” Zât‟ını, iki “Lam” sıfatlarını,
sonundaki “Hu” da ef‟âl-i ilâhiyesini remzettiği gibi,
Besmele-i Şerîfte de Bismillâh Allah‟ın Zât‟ını, Rahmân
Allah‟ın sıfatlarını, Rahîm de Allah‟ın ef‟âlini
remzetmektedir.
Allah bu mukayyed olan Âdem ve âleme yedinci Ahadiyet
mertebesinden „Bismillâhirrahmanirrahim‟ olarak Zât‟ı,
sıfatı ve ef‟âli ile tecellî ettiğini bildiriyor. Ahadiyet
mertebesinde kelâm ve hiçbir fiil olmadığı için cemâat
halinde kılınan namazlarda bile imam efendiler besmeleyi
hafî, ikinci âyetten itibaren Fatihayı ve Zammı sûreyi
cehrî okurlar. Çünkü Ahadiyette besmele gizliliktedir.
Allah (C.C.) böylece Ahadiyetten bu âleme tecellî ederek
“Elhamdülillahirabbilâlemin” buyuruyor. Çünkü bir Hadis-i
Kudsî‟de “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murad
ettim, bu halkı halk eyledim” buyruluyor. Hadid Sûresinin
3. âyetinde de “Evvel de benim, Ahir de benim,
zâhir de benim, bâtın da benim” demek sûretiyle
kavseyn tecellîsini bizlere göstermiş oluyor.
Şu halde evvelde ve bâtında Hakk olan bu Âdem ve
âlemin, zâhir ve ahîrinin Muhammed aynasından Hakk‟ın
görüntüsü olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavseyn
mertebesinde, tenzih ve teşbih tecellîlerini birleştirip
Tevhîd zevki ile zevkiyâb olanlar, Âdem‟de ve âlemde,
âlemlerin Rabbine hamdin ne olduğunu bilirler. Onlar
Tevhîd ettikleri için Muhammediyyûndurlar. Hakîkat-i
Muhammediyyeyi idrâk ettiklerinden seyyidlerden
olmuşlardır. Üçüncü âyetteki Rahmân ve Rahîm
esmâlarına gelince, Rahmâniyyeti ile yarattığı sıfatlara
tecellîsiyle maddî ve manevî rızkını verdiğini
ilânetmektedir.
Yaratılan sıfatların hiçbiri Allah‟ın tecellîsinin dışında
değildir. Her sıfat, varlığını, vuslatını, her türlü güzelliğini
O‟ndan almaktadır. Rahîm esmâsıyla da istediğini
isteyene bol bol verendir. Rahmâniyyet nasıl umumî bir
tecellî membaı ise Rahîm de o nisbette özeldir. Zira “men
talebeni vecedeni” Hadis-i Kudsîsi gereğince ancak tâlip
olanlara lütûf ve inâyetini gösterendir.
İşte mukayyed olan bu âleme, Muhammed aynasından
Rahmân ve Rahîmiyyetiyle, “fetedalla” tecellîsiyle zuhûra
geliyor. Dördüncü âyette de Din gününün sahibi
olduğunu ilân ediyor. Zira Bakara Sûresi 115.
âyette “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da!
Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön
vardır! ġüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniĢtir ve
O, her Ģeyi bilendir.” buyrulmuştur. Cenâb-ı Hakk‟ın
Vahdâniyyet tecellîsiyle mülkünde kendinden başka bir
kimse olmadığı için Din gününün sahibi ancak O‟dur.
Şu halde her anımız bir Din günü olduğu gibi bir ömür de
Din günüdür. Onun sahibi de Allah‟tır. Buraya kadar her
ne kadar kulun dilinden Allah kendi yüceliğini bu
âlemdeki tecellîlerinde mertebe aynalarından zuhûr
ettiğini söylüyorsa da buraya kadar kulun bu âyetlerde
hiçbir hissesi yoktur. İfadeler ikilikle anlatılacağı için Birlik
deryasındaki O Rabbi'min yönlerini kulun dilinden
söylemiş oluyor. Aslında buraya kadar kul yoktur. Fatiha
Sûresinin yarısı Hakk'a yarısı da kula aittir denmiştir.
Beşinci âyet ise “yalnız sana ibâdet ederiz” dir. İbâdet
nedir. Kul nasıl ibâdet eder. Zariyat Sûresi 56.
âyette “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk
etsinler diye yarattım” buyrulmuştur. İbâdet ise
Allah‟ı Tevhîd etmek ve bilmektir.
Şu halde kulun en büyük ibâdeti kendisine nisbet ettiği
vücûd varlığının olmadığını, kendisi diye bildiği o varlığın
Hakk‟ın olduğunu bilmesinden ibarettir. Yoksa herkesin
bildiği gibi bol bol zâhir namaz kılmak, Kur‟ân okumak
gibi ikilikle yapılan ibâdetler değildir. Cehâletten,
nisbîyetten, şirk ve bütün günahlardan kurtulup “Mutu
kable ente mutu” sırrına ermektir ibâdet. Çünkü Allah
şirkle yapılan ibâdetleri kabul etmiyor.
Kul zannındaki nisbetlerinden kurtulunca kendisi yok
olacağı için Allah‟tan başkası kalmayınca aynı zamanda
Tevhîd de edilmiş olacaktır. Zâten ondan başkası yok ki.
Rahmân Sûresi 26 ve 27. ayetlerde “Her Ģey yoktur.
Ġkram sahibi Rabbi'min yüzünden
baĢka” buyrulmuştur.
“İyyakenestain” demekle, yalnız senden yardım isteriz
veya yalnız sana yardımcı oluruz denir. Kulun Allah‟a
yardımcılığı herkesin bildiği gibi bir yardımcılık değildir.
Allah‟ı kendi sıfat mazharlarından kemâlâtıyla zuhûra
getirmektir.
İşte Rabbi‟min gizlilikten, kemâlâtıyla kul mazharında
açığa çıkması ve kulun Rabbi‟ne dâima muhtaç oluşunun
idrâkiyle altıncı âyet olan Sırat-ı Müstakim yolu olan
Tevhîd yolundan ayırma diyerek, kulun dilinden kul
olarak istekte bulunuyor. Çünkü Rabbim hiçbir şeye
muhtaç değildir. Kul ise dâima Rabbi‟ne muhtaçtır.
Doğru yol, Kur‟ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i seniyye
doğrultusunda İnsan-ı Kâmillerin gösterdikleri Tevhîd
yoludur. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz mi‟ractan dönüşte
üç ilimle geldi.

1 - Umumî, herkese
2 - Ġsteyene verilen özel
3 - Kendisine ait
Bu ifadeler umumîdir. Tevhîd içinde mânâ verilirse:
1- Bütün sâliklere merâtib-i İlâhiyenin mertebeleri aynı
telkîn edilir. Hiçbirine ayrım yapılmaz. İnsan-ı Kâmilin
sâlike bu telkîni ilm-el yakîndir.
2- Özel, isteyene ise Rabbine küllî teslimiyeti sonunda
tecellî-i ef‟al, tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zât gibi Tevhîdi
şühûd ve müşâhede zevklerine sahip olup
Muhammediyyûn olmasıdır. Buna ayne‟l-yakîn müşâhede
ehli de denilebilir.
3- Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin kendisine ait olması
ise, o sırdır. Kendisi ve vârislerinin ona vâkıf olmasıdır ki,
o söylenmez.
İşte bir sâlik de Fenâ-i ef‟âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i Zât
mertebelerinde kendi varlığının olmadığını ilm-el yakîn
bilmiş olur. Bekâ zevkleri de, ona tecellî-i ef‟al tecellî-i
sıfat ve tecellî-i zât ile şühûdî zevkleri, gönlünde tecellî
etmesiyle de her kişide isti‟dâd ve kabiliyetine göre zuhûr
ettiği için özel olmuş oluyor. Rabbimden istediği kadar
ihsân edilmiş oluyor. Üçüncüsü ise Makâm-ı
Mahmûd‟dur. Resûlullah (S.A.V.) Efendimize aittir.
Vârisleri de oraya Resûlullah (S.A.V.)‟ın müsaadesiyle
ayak basarlar. Teberrüken girdikleri için Resûlullah
(S.A.V.) Efendimizin Makâmı olması hasebiyle onun
namına imza atarlar. Ayrıca bu yerde lâf ve saft yoktur.
Sır olduğu için anlatılmaz.
İşte bu anlatılanlara vâkıf olan kullar kendi acizliklerini
idrâk ettikleri için yalvarırlar yakarırlar ve her an ayrı
şe‟ndeki tecellîlerinin zevkini bizlere de ihsân et
derler.”Sıratelleziyne en amte aleyhim” demekle de
peygamberlere ve evliyalara verdiğin her türlü ihsân ve
nimetlerini bizlere de ver derler.”Gayril mağdubi aleyhim
veladdallin” peygamberlere uymayan kavimleri helâk
ettiğin gibi, gazâba uğrayanların ve doğru yol olan
Tevhîd yolundan ayrılanlar gibi bizleri ayırma diye
Fatiha‟nın yarısından sonraki âyetlerde de kul olarak
istekte bulunmaktadırlar.
İşte varlığı olmayan fakat Allah‟ın zuhûr etmesi için
Allah‟ın bir sıfatı olan bu Âdem mazhar olarak,
Ahadiyetinden mertebe mertebe yedi âyet halinde tecellî
eden Hakk‟ı kul mazharından zuhûra getirmektedir.
Âdem, yedi âyetten müteşekkil olan Hakk‟ın hüviyyet ve
enniyetini kemâliyle zuhûra getiren Muhammed
aynasından ibarettir. Âdemliğini bulanlar „Elif, Lâm, Mim‟
sırrına sahip, canlı ve şüphe götürmeyen bir kitaptır.
Böylece her gün kırk defa Fatihayı okumamızın nedeni
ortaya çıkmış oluyor.
Namaz kılan bir kişi her Fatihayı okuduğunda tekâmülde
olduğunu bilmeli ve kendi canlı bir Fatiha olduğu için
yedi penceresinden Hakk‟ın her an ayrı bir tecellîsini,
kendini yakın takibe alarak müşâhede etmeye gayret
göstermelidir. Allah cümlemize bu zevkleri tatmak nasîb
ve müyesser etsin. Âmin.

FENÂ FĠġġEYH FENÂ FĠRRESUL


FENÂFĠLLÂH NE DEMEKTĠR
FENÂ FĠġġEYH= Kişinin şeyhinde yok olmasıdır.” Men
arafe nefsehu fakat arafe Rabbehu” “Nefsini bilen
Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifine mazhar olması gereklidir.
Bir kişi kendi diye bildiği, öz varlığının Rabbinin olduğunu
anlayabilmesi için, Mürşîd-i Kâmilden, nefs terbiyesi
tahsilini yapması lâzımdır. Cenâb-ı Allah, Rab esmâsını
Mürşîd-i Kâmil olan mazhardan tecellî eder. Kişinin
Rabbinde ifnâ olmasıyla, gönlünde O‟nun taht kurarak,
kendinden duyanın, kendinden görenin ve kendinden
konuşanın Rabbi olduğu zevki ile Rabbini tanımış olur.
Rab iki türlüdür.

1 - Rabbil has
2 - Rabbü‟l-Âlemîn‟dir

Rabbil has hakkında Kur‟ân-ı Kerîm‟in Kaf Sûresi 16.


âyette “Kuluma Ģah damarından daha yakınım”
buyrulmaktadır. Kendini her yerde ve mekânda
kendinden kendisini sevk ve idare edenin Rabbil
hasından tecellî edenin şeyhi olduğunu bilir. Buradaki
şeyhden murad, beşer olan unsuriyet sahibi kişi değil,
onun sîretidir. Şeyhinde fenâ olduğu için, tırnağından saç
teline kadar, bütün a‟za ve sıfatlarından yetki sahibinin
efendisi olduğunu zevk eder. O‟na olan sevgi ve
aşkından, bütün fiil ve işlerinde, O‟nun muhtarlığını
görür. Sanki O‟nun bütün yetkileri efendisine verilmiş
uzaktan kumanda ile yönlendirilen bir uydu gibidir. Bu
demde kişide tam bir kurbiyet hâli galebe çalar.
FENÂ FĠRRESUL = Resûlullah'ta yok olmak demektir.
Bir kişi, şeyhinde yok olduktan sonra, bilir ki "El
ulemayı veresetül enbiya" (H.Ş.) gereğince, o kişi,
“Benim şeyhim, Peygamber Efendimizin vârisidir.” der.
Peygamber efendimiz de; "Vema erselnake illa
Rahmeten lil âlemin" âyetinde belirtildiği gibi,
âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Ayrıca, her türlü
irfâniyet ve kemâlâtın Muhammedsiz tecellî etmediğini
anlar.
Her fiil sıfattan tecellî ettiği gibi, Muhammedsiz bir
idrâkin gönül penceresinden ilham olarak zuhûr
etmeyeceğini de bilir. Kendi gönül ülkesindeki tahta
oturan şeyhini, Resûlullah‟a tebdil ederek O‟nu
Resûlullah görmeye başlar. Artık şeyhi Resûlü olmuştur.
Kendini daha evvel nasıl şeyhinde yok etti ise, şimdi de
ne kendini ne de şeyhini görebilir, yalnız Resûlü
görmektedir. Çünkü şeyhi fiilleri ise, Rahman sıfatından
tecelli eden aynası Resûlü olmuştur. Aynasız fiil ve
görüntülerin olmadığını anlamıştır.
Bu kişinin bütün yaşamı Resûl‟e uymakta ve ilmi
Resûlullah, ahlâkı Resûlullah, zikri Resûlullah, fikri
Resûlullah, zevki Resûlullah, bir çok yönü Resûlullah‟a
uymuştur. Artık mutmain olmuş nefs tecellîlerine
mazhardır. Rabbini Rabbi ile bilen, Rabbini Rabbi ile
gören olmuştur. Kendi varlığı olmayan ve Âdem diye
bilinen varlıkta, Cenâb-ı Hakk‟a ayna olduğunun bilinci de
zuhûr etmiş, âlemlere rahmet olarak gönderilmenin
sırrını daha güzel anlamıştır. Resûlullah'da fenâ olmak,
Cenâb-ı Hakk‟ın sıfatlarındaki tecellîlerin kemâlâtına
mazhar olmak demektir. O da Âdem‟de görülür.
FENÂFĠLLÂH = Kulun Allah‟ta yok olması demektir. Kişi
fiillerin sıfatlardan, sıfatların da Zâttan tecellî ettiğini
gördüğü gibi, şeyhinin ilim ve irfâniyetinin Resûl‟ün ilim
ve irfâniyeti, Resûl‟ün irfâniyet ve kemâlâtının da Cenâb-ı
Hakk‟ın olduğunu zevk ettiğinde, ölmezden evvel ölmüş,
her varlık diye bildiği mazharlardan tecellî edenin Cenâb-ı
Hakk olduğunun idrâkine ermiştir.”Külli men aleyhe
fânîn ve rabbike zülcelâli vel ikram" “Her şey
yoktur, yalnız Rabbimin celâl yüzü bakidir” zevki ile
zevkiyâbdır. Cenabı Allahın zatının kendi mazharında
kemalat Rahman sıfatlarından tecelli ettiğini, ve bu
rahman sıfatlarındanda şeyhi olan Rabbi has olarak
fiilleriyle tecelli ettiğini görecektir. Artık ne kendisi
vardır, ne şeyhi vardır ne de Resulü vardır. Cenâb-ı
Allah, Allahlığı ile gizlilikteki halinden, bilinmekliğini
istediği için, bütün tafsilât-ı Muhammedi sıfatlarındaki
aynaları yaratmış, bu Muhammed aynalarından kendini
seyretmektedir. Muhammed aynalarının en kemâlâtlısı
olan, şeyh diye ifade edilen Rablarden de bizleri, Hz.
Muhammed'in hakîkat-i Muhammedi nurlarıyla irşâd ve
terbiye etmiştir.
Cenâb-ı Allah, Allahlığı ile gizlilikteki halinden
bilinmekliğini istediği için, kendisini Muhammed aynaları
olan sıfatlardan tecellîsi ile göstermiştir. Bu kemâlât
sıfatları olan, şeyh ve evliya diye bildiğimiz kemâlât
mazharlarından da Rabliği ile bizleri, nûr - i
Muhammediyyesiyle terbiye ve irşâd etmektedir. Bizler
de, Cenâb-ı Allah‟ın bu kemâlât mazharlarından açığa
çıkmasının fiil ve eserlerinin şuhûd ve müşâhedesini zevk
etmiş oluruz. Aslında Cenâb-ı Hakk‟ın mülkünde, O‟ndan
başka hiçbir varlık yoktur. Yalnız tecellî ettiği mertebe
yerlerinde esmâ almak sûretiyle, açığa çıkmasından
ibarettir.
Ulûhiyette Allah iken, Rubûbîyyeti olan kulluğuna tecellî
ederek, Muhammed aynasından Resûllüğünü
ilânetmiştir. Resûlullah efendimize Allah‟ın kulu ve
Resûlüdür diyoruz. O, beşeriyet yönü ile kuldur, fânidir.
Bu gün var, yarın yoktur. Ama sîret yönü ile bâkidir,
Resûlullah'tır.
İşte bu irşâd ve terbiye tahsilinde Âdemiyetini bulanlar,
evvelâ şeyhte, sonra Resûlullah'ta fenâ olmayı ihtiyârî
olarak hak kazanırlar. Resûlullah‟ta fenâ olup Hakk‟ta
bâki olanlar da ihtiyârî olarak bu zevke sahip olurlar.
Allah‟ta bâki olmak, hâşâ Allah olmak değildir. Allah
Allahlığını hiçbir kimseye vermez. Zaten mülkünde
O‟ndan başkası da yoktur. Onun için, Cenâb-ı Hakk‟ın
kemâlât mazharları olan, peygamberlerinden,
evliyalarından, Mürşîd-i Kâmil diye bildiğimiz Rabbü‟l-
Âlemîn mazharlarından irşâd ve terbiyeyi bizzat yapan
Cenâb-ı Hakk‟ın kendisidir. Cenâb-ı Allah, vücûd
birliğindeki tecellîlerinin, bütün varlıklardaki isti‟dâd ve
kabiliyetlerine göre tecellî ettiğini, hiçbir zaman bu tecellî
mazharlarına nisbet etmemek bizlerdeki huzur ve
mutluluğu meydana getirecektir.
Allah cümle kardeşlerime bu idrâk ve müşâhedeyi nasîb
etsin. Cehâlet ve nisbîyet hicâblarını yırtarak, dünya ve
ukbâda bütün tafsilât-ı Muhammediyye‟den tecellî eden
Cenâb-ı Hakk‟ın Cemalini seyrettirsin. Âmin.

FĠL SÛRESĠ VE AÇIKLAMASI


Peygamber efendimizin doğumundan tam 52 gün evvel,
Yemen kralı Ebrehe'nin fil ordularıyla Kâbe'yi yıkmak için,
Mekke şehrine gelmesini ve Cenâb-ı Hakk‟ın da, ebabil
kuşlarıyla onun ordusunu helâk edip, Kâbe‟yi yıkılmaktan
kurtardığının bir kıssasıdır. Yemen kralı Ebrehe, hacıların
hac mevsiminde Kâbe‟ye hacca gittiklerini görünce,
Habeş kralı Neceşi‟ye bir mektup yazarak “Burada senin
için altın ve gümüşlerle süslü bir kilise yaptırdım.
Ziyâretinizi buraya yapınız.” diye bildirdi. Habeş kralı
buna itibar etmeyince, Mekke'deki Kâbe‟yi yıkmağa
yemin etti. Fillerden oluşan ordularıyla birlikte Mekke'ye
girdiler. Otlaklardaki bütün develeri askerleri rehine aldı.
Bu develerin içinde peygamberimizin dedesi
Abdülmuttalib‟in de develeri vardı. Rehine alınan
develerin sahipleri, sözcü olarak Abdülmuttalib'i
Ebrehe‟ye gönderdiler. Ebrehe onu karşıdan geldiğini
görünce anlaşma yapmak için geldiğini zannederek, onu
karşıladı ve saygı gösterdi. Fakat peygamberimizin
dedesi Abdülmuttalib Ebrehe‟ye anlaşmak için
gelmediğini, Kâbe‟nin koruyucusunun Allah olduğunu,
kendisinin, develerin sahibi olarak develerini istemeye
geldiğini söyledi. Ebrehe buna çok sinirlenerek develerini
verdi. Fakat Kâbe'yi de yıkmağa karar verdiğini belirtti.
Bir zaman sonra kırlangıç benzeri kuşlar ayaklarına ve bir
de gagalarında birer nohut büyüklüğünde olmak üzere,
üç taşla Ebrehe ordusuna musallat oldu. Ebrehe'nin
bütün ordusu helâk oldu. Kuşların attığı taş her kime
değdiyse, başından girip ayaklarından çıkmak sûretiyle
onları yakarak öldürüyordu. Bu vak‟adan sonra, Ebrehe
ordusu Allah‟ın gazâbına uğradı diye, Arapların, Harem-i
Şerif olan Kâbe'ye daha fazla sevgi ve saygıları artmış
oldu. Ebrehe'nin de Yemen'de yaptırmış olduğu kilise
harâb oldu. Ona kimse itibar etmedi. İşte, zâhirde
Peygamber Efendimizin doğumundan 52 gün evvel olan
bu olaydan ibret alıp, ona göre Hakk ve hakîkat yolunda,
yardımcımızın Cenâb-ı Hakk olduğu bildiriliyor.
Bu sûreden yeterli istifade etmemiz için gönül âlemine
girmemiz lâzımdır. Yoksa yeterince istifade edemeyiz.
Ebrehe ordusu, nefs-i emmârenin ta kendisidir. İşte nefis
Ebrehesi, kalp Kâbe'sini tahrip ve istilâ etmek için,
kendisine nisbet ettiği vücûd kilisesine rûhânî
kuvvelerimiz olan hacıları çevirmek istiyor. Fakat akıl gibi
rûhânî etkenler, yani kâmilin verdiği irfâniyetle vücûd
kilisesini, yani varlığını yaktı. Bunun üzerine Ebrehe nefis,
gazâb ve şehvet gibi zulmânî askerlerle, vehim şeytanı
fillerle Kâbe‟ye doğru yürüdü. Fakat İnsan-ı Kâmilin
verdiği Tevhîd taşları olan üç taşla hepsi helâk oldu.
Kuş gök ehlidir. Onun için ef‟âl, sıfat, taşlarını kuşun
ayaklarında, Zât taşını da gagasında taşıyan bu kuşlar, fil
kadar varlık içinde olanların varlıklarını yok etti. Cenâb-ı
Allah, Resûlullah efendimizin bu vak‟ayı zâhiren
görmediği halde, Kur‟ân-ı Kerîm‟de bahsetmesi, “bilmek
görmektir.” diyerek her an olup durmakta olduğunu
bildiriyor. Günümüzde nefis sahipleri Ebrehe gibidirler.
Her türlü yaşam ve icraatlarında gönül Kâbelerini
yıkmağa çalıştıkları gibi, arkadaşlarının ve tanıdıklarının
da gönül Kâbelerini yıkmak için çalışma içerisindedirler.
Bunların şerlerinden kurtulmak, ancak İnsan-ı Kâmile
gelip, ebabil kuşları gibi bu üç taşı alıp kullanmakla
mümkün olacaktır. Nisbîyet kilisesini yıkmadan, rûhânî
kuvvelerimizin icraat yapması mümkün değildir. Dikkat
edilirse bu sûre beş âyetten ibarettir. Çünkü Tevhîd
mertebelerinde şeriat-ı sâni diye bildiğimiz fark
mertebesi, kişinin dar'ül harbden çıkması ile mümkündür.
Bütün sıfatlarımızdan rûhânî kuvvelerimizin tahakkukuyla
ancak o zaman selamete çıkıldığı ile bilinmektedir. Beş
âyetten gâye de, Tevhîddeki beş manevî vücûda sahip
olmakla hakikî kurtuluşun olacağı anlaşılmaktadır.
Cenâb-ı Allah, hafî, rûh, nefs, kalp, sır olan manevî
vücûdu bütün kardeşlerime ihsân etsin. Âmin.

HABĠL ĠLE KABĠL

İnsanlığın babası Âdem (A.S.)‟in iki oğlu vardı. Bunlar


Habil ile Kabil idi. Kabil Habil‟den büyüktü. Havva anamız
her seferinde bir kız bir oğlan dünyaya getiriyordu.
Babaları bu iki oğlan kardeşin Kabil ile ikiz doğanını
Habil‟e, Habil ile ikiz doğan kızı Kabil‟e vermek istiyordu.
Fakat Kabil buna razı olmayarak kendisiyle doğan kızı
almak istiyordu. Babaları Âdem (A.S.) buna binaen
ikisinin de Allah‟a birer kurban kesmelerini, Allah
tarafından hangisi kabul olunursa bu kızla o evlenmesini
istedi. Habil‟in kurbanını Allah kabul etti ve gökyüzünden
bir ateş gelip kurbanı yedi. Kabil kendi kurbanının kabul
olunmayışından etkilenerek kıskançlığından “Seni
öldüreceğim” dedi. Habil ise “Allah takva sahiplerinin
kurbanını kabul eder. Sen bana elini uzatsan, ben sana
elimi uzatmayacağım, çünkü ben Allah‟tan korkarım”
diyerek iyi niyetini sergiledi.
Kabil, Habil‟i öldürdü. Kardeşini çuvala koyarak çıplak
arazide kırk gün sırtında taşıdı. Sonunda bu arz üzerinde
saklayacak bir yer bulamadığı için Allah Teala ona ibret
olsun diye iki karga gönderdi. Kabil‟in gözü önünde biri
diğerini öldürdü. Toprağı eşeleyerek gömdü. Kabil
“Yazıklar olsun bana şu karga kadar bile olamadım.
Kardeşimin cesedini gömmekten acizim” diyerek
pişmanlık duyanlardan oldu. Onun için Maide Sûresi 32.
âyette “. . Her kim bir kiĢiyi, bir kiĢi karĢılığı veya
yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın
öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüĢ gibi
olur. Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa, bütün
insanların hayatını kurtarmıĢ gibi
olur.” buyrulmuştur. Bu ifadelerimiz Maide Sûresinde
27‟den 32‟ye kadar ifade edilen âyet-i kerîmelerin
özetidir.
Bizler manevî yönde bu âyetlerden neler anlamamız ve
yaşantımızda Habil ile Kabil olayını nasıl icraata
koymamız lâzımdır. Her şeyden evvel enfüste yani bizim
vücûd ülkemizde ve âfâkta bizim dışımızdaki varlıklarda
Âdem kimdir. Habil ile Kabil kimdir. Âyet-i kerîmede
geçen kurban, kız kardeşler, karga gibi tabirlerin de
te‟vilâtı ve zevki nelerdir. Enfüste Âdem, kalb sahibi olan
sensin, Kabil nefsin Habil ise rûhundur. Âfâkta Âdem
kalb sahibi olan Mürşid-i Kâmildir, Habil emirlerine tâbi
olan sâliktir, Kabil ise nefsine tâbi olan sâliklerdir.
Tevhîd içinde ifade etmek gerekirse Âdem yine İnsan-ı
Kâmil, Habil zikir, râbıta ve şühûdları kullanıp zevke
geçen sâlik, Kabil ise ilimle Tevhîdi bilse bile bir türlü
nefsin buyruğundan kendini
kurtaramayanlardır. Bunların yanında ikiz doğan kız
kardeşleri ise Habil‟le doğan kız kardeşi akıl nimetiyle
rûhun doğrultusunda yapılan ameller, Kabil‟in ikiz kız
kardeşi de "vehim"in nefsânî olan amelleridir. Âdem
(A.S.) Habil‟le doğan kızı Kabil‟e, Kabil‟le doğan kızı
Habil‟e vermek istiyordu. Çünkü rûh doğrultusundaki
amellerle Kabil evlenirse, Kabil nefsin süflî isteklerinden
mutmain olan nefs hâline dönüşecek. Habil de Kabil‟le
doğan kızı yani vehim amellerini eş olarak yanına alırsa,
o da kendi rûh yüceliğini onda tecellî ettirecek. Her iki
taraf da hidâyet bulmuş olacak. Fakat bunu Kabil
anladığı için itiraz ediyor. Maide Sûresi 27. âyetinde
“İkisinin de birer kurban kesmelerini, hangisinin kurbanı
kabul olursa onun isteğinin olacağını” söyleniyor. Kurban
kurbiyet demektir. Yani Allah‟a yaklaşmaktır. Rûh
insanoğlunda Rabbimin bir emri olduğu için Habil‟in
kurbiyeti, edep ve teslimiyetinin karşılığı olarak kabul
edildi. Fakat Kabil‟inki nefsin vehim mahsulü olduğu için
kabul olunmadı. Olunamaz da. Çünkü Allah her fiilin fâili
benim diyor. Kabil‟ler de benim diyor. Bu hal Rabbinin
rızasını kazandırır mı
Kabil ziraatla uğraşır, Rabbi için verdiği her şeyde en
kötü olanlardan verirmiş.
Fenâ sâliklerinin hepsi de ziraatçıdır. Kesbî ilimle vuslat
almak için bütün mevsim mahsul kaldırmak için
uğraşırlar. Bunların içinden vehbî ilme nasibi olanlar
Habil gibi kurbanı kabul olanlardır. Bunun üzerine Kabil
kardeşi Habil‟i öldüreceğini söyledi. Kıskançlığından
kardeşi Habil‟i öldürdü. Yani rûh yönüyle gelen Rabbi‟min
emri olan, bütün fiilerin fâili Allah demekten kesti.
Nefsine nisbet etti. Kırk gün çıplak arazide bitkin bir
halde gezindi durdu. Çünkü rûh, akıl nimetiyle amellerini,
fiilerini yapamazsa nefsi de güçsüz ve kuvvetsiz kalarak
zayıflar, kendini boşlukta hisseder. O duygusu ile
Tevhîdde dördüncü mertebe zevki olan Vahdâniyyet
yerine kadar fiilerin fâilini, sıfatların mevsûfunu,
vücûdunun mevcûdunu kendine nisbet etmekle, onun
kırk gün hamallığını yapar. İşte vehime uyan kişinin hali
böyle olur. Allah ona karga göndererek, gözünün önünde
öldürdüğü kargayı, toprağı eşeleyip gömdüğünü gördü.
Ve yazıklar olsun bir karga kadar olmadım diye pişmanlık
duydu.
İşte Allah nefs arzını eşeleyen hırs kargasını
göndermiştir. Zira rûhun akıl nuruyle kemâlâta vuslatını
engelleyen nefsin vehim kuvvetleri, hırs kargasını örnek
alarak nefsi zulmanîye olan nefs toprağına gömdü. Fakat
çok değerli akıl nimetimi neden kullanamadım diye de
pişman oldu. Onun için Maide Sûresi 32. âyette “Bir
insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir.
Bir kiĢiyi diriltmek bütün insanları diriltmek
gibidir.” buyrulmuştur.
İnsan âlem-i kübradır. Kendi nefsini öldürürse
tırnağından saç teline kadar bütün vücûd ülkesindeki
kişileri de öldürmüş olur. Çünkü nefsi onun aslı idi. Nefs
öldürülmemeli, terbiye edilmelidir. Bir kişi de nefsini
Hakk‟ın varlığıyla diriltirse bütün âlemi diriltmiş olacaktır.
Günümüzde bütün Kabiller mutsuz ve iki yakaları bir
araya gelmeyen zevksiz kişilerdir. Allah‟ın yasak ettiği
bütün musibetler onlardan zuhûr eder. Habiller de
kurbiyet sahibi oldukları için dâima Allah‟ın rızasını
kazanmış, vücûd ülkelerinde rûhu padişah yapmış saadet
içinde bulunanlardır. Zâten İnsan-ı Kâmillerin de bizlere
önerdiği yol olan Allah yolunda yok olmayı başarabilirsek,
Habil‟in karşılığı olarak Âdem (A.S.)‟e veled-i kalb zevki
olan Şit (A.S.) ihsân edilecektir.

HAC VE UMRE RĠSÂLESĠ

„Hac‟ kelimesinin anlamı „ziyaret‟tir. Kur‟ân-ı Kerîm Âl-i


İmrân Sûresi 97. âyette “Orada açık alâmetlerle
Ġbrahim‟in makâmı vardır. Kim oraya girerse
taarruzdan emîn olur. Azık ve binek bakımından
yoluna gücü yeten herkese Kâbe‟yi haccetmesi
Allah‟ın kulları üzerinde hakkıdır. Kim inkâr
ederse bilsin ki Allah âlemlerden müstağnidir.” ve
yine Kur‟ân-ı Kerîm Hac Sûresi 27. âyette “Bütün
insanlara haccı ilân et. Gerek yaya olarak gerekse
bineklerle senin huzuruna
gelsinler.” buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz
de “Ey insanlar üzerinize hac farz kılınmıĢtır. O
halde haccediniz” buyurmuşlardır.
Haccın üç farzı vardır. Bunlar:

1 - Ġhrâma girmek
2 - Arafat‟ta vakfeye durmak
3 - Kâbe‟yi tavâf etmektir
1 - Ġhrâma girmek :
Zâhirde her ne kadar Kâbe‟ye giden bir mü‟min mîkât
denilen yerde dikişsiz iki parçadan ibaret olan elbise
giymesi gerekli ise de, Allah‟ın Zâtını remzeden o Kâbe‟ye
varmadan kendisine nisbet ettiği ef‟âlini, sıfatını ve Zâtını
ifnâ ederek “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk,
lebbeyke lâ Ģerîke leke lebbeyk. Ġnnel hamde ven-
ni‟mete vel-mülke lâ Ģerîke leke” “Buyur Allah‟ım,
buyur çağrına koşup geldim. Buyur. Ortağın yoktur
Sen‟in. Buyur. Hamd Sana‟dır. Nimet Sen‟indir. Ortağın
yoktur Sen‟in.”telbiyesi ile tecellî-i ef‟âli, tecellî-i sıfatı,
tecellî-i Zâtını görmesini istemesinden ibârettir. Kesif
olan kulun kesâfetinden fenâ olmadan Hakk‟a şühûd ve
müşâhedesi mümkün olmaz. Ayrıca, bir kişi zâhir olan
icraatının bâtınını bilmeden veya bâtınını bilip de zâhirini
yapmadan, sîretin sûretten tecellîsini Tevhîd yaparak
yaşamadığı için, Allah‟ın murâdı olan hac farzını yapmış
olamaz. İşte, fenâ-i ef‟al, fenâ-i sıfat, fenâ-i Zât
nisbiyetlerinden soyunmayı zevk ederek tecellî-i ef‟al,
tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zâtı idrâk edenler, Zâtı Ahadiyyet
olan o Kâbe‟yi şühûd ve müşahede edebilirler. Onun için
bu şühûd ve müşahede bir Mürşîdsiz olamayacağı için
Mürşîde gitmek farzdir denmiştir. Şu halde ihrâma
girmek kişinin kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok
etmesi demektir. Kendi varlığı yok olan bir kişi ihtiyârî bir
ölüm hâlinde olduğu için

"Meyyit gibidir önünde cismim


KarĢında göründü böyle resmim
Ġhrâm tenimde bir kefendir
Altındaki bir ölü bedendir
Ama bu bedende can senindir
Can mı yalnız cihan senindir"

diyerek gönül tecellîlerini dillendirir.

2 - Arafat‟ta vakfeye durmak:


Arafat demek, Hakk‟a ârifiyet demektir. Kendi varlığını
Hakk‟ın varlığında yok edenler, kesâfet olan zanlarındaki
o vücûdlarını ifnâ ettikleri için, Hakk‟ı zâhir halkı bâtın
olarak görmeye başlarlar. Orası Hakk‟a ârifiyet yeridir.
Bakara Sûresi 115. âyette “Doğu ve batı Cenâb-ı
Allah‟ındır. Hangi tarafa yönelirseniz Allah‟ın yüzü
oradadır.” buyrulmuştur. Kesret kalabalık her ne kadar
halk ise de onların hepsinden tecellî eden Cenâb-ı
Hakk‟ın Vahdâniyyetidir. Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdâniyyet
örtüsünü zevk edenler halkı göremezler. Zira halk
dediğimiz kesret butûna geçmiştir. Yani kişinin Hakk‟a
ârif olmasıdır. Arafat‟ta vakfe nasıl ayakta Kâbe‟ye doğru
dönerek dua etmekse bu vücûd ülkesinde Rûhullah olan
bir kişinin tırnağından saç teline kadar bütün
sıfatlarından rûhun ilânıdır. Onun için „Arafat‟ta yapılan
dualar anında kabul edilir. ‟ buyrulmuştur. Çünkü Cenâb-ı
Hakk‟ın kendisinin yaptığı dua elbette reddolunmaz.
Bütün tafsilât-ı Muhammediyyeden tecellî eden Allah‟ın
Vahdâniyyetidir. Ayrıca Muhyiddîn İbnü‟l-Arabî Hazretleri
„Enallah‟ diyen ikidir. Biri „Enallah‟ ifâdesinde Allah
ismidir. Biri dahi İnsan-ı Kâmildir. İnsan-ı Kâmili bulup
onun gönlüne girenler, Harem-i Şerîf‟e girmişlerdir.
Girmeyenler dışarıda kalmışlardır. Onun için “Fedhûli fî
ibâdi fedhuli cenneti” âyeti bunun şahididir. Bunu
idrâk ettinse Arafat‟ta vakfenin ne demek olduğunu
anlamışsın demektir.

3 - Kâbe‟yi tavâf etmek:


Zâhirde nasıl taştan yapılmış Allah‟ın Zâtını remzeden
Kâbe‟yi üçü çalımlı dördü de sâkin olarak etrafında
dönerek tavâf ediyorsak aynen onun gibi bir sâlik de
Mürşid-i Kâmilinde üç fenâ, dört bekâ merâtibini tahsil
ederek yeryüzünde Allah‟ın Zâtını remzeden canlı Kâbe
durumundaki İnsan-ı Kâmilleri tavâf etmeleridir. Çünkü
bu ilim ve irfâniyeti başka hiçbir yerde elde etmek
mümkün değildir. İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası
Fakrullah Efendi bir gün hüccâcın önüne geçip nereye
gittiklerini sormuş. Onlar da hacca gittiklerini söylemişler.
Onlara cevaben “Gelin beni yedi defa tavâf edin sizleri
hacc-ı ekber yâni büyük hacı edeyim.” demiştir. Yâni
beni tavâf edin demekten gâye onun etrafını dönmek
değil, onda yedi merâtib-i İlâhînin tahsil edilmesidir.
Çünkü “Kâbe, Kâbe olalı Allah hiçbir zaman oraya
girmedi. Fakat bu fakîrin gönlünden de hiçbir zaman
çıkmadı” buyurmuşlardır. Onun için tavâf Hacer-ül Esved
köşesinden başlar. Zira Kâbe‟nin dört köşesi vardır:

1 - Hacer-ül Esved köĢesi


2 - Irakî köĢesi
3 - ġâmî köĢesi
4 - Yemânî köĢe

Cenâb-ı Hakk‟ın Zâtı Ahadiyyet tecellîsi, Rahman olan


sıfatından zâhir olduğu için ister Kâbe‟deki tavâfa, Hacer-
ül Esved köşesinden veya kâinattaki Allah‟ın halîfesi
Rahman olan, İnsan-ı Kâmil sıfatından tavâfa başlarız.
İnsan-ı Kâmiller kâinatta Allah‟ın hüviyyet ve eniyyetini
cem ederek kemâlâtıyla zuhûra getirdikleri için tavâf
oradan başlar. Onların elini öpmek de Hacer-ül Esvedi
öpmek demektir. El ele, el Hakk‟adır. Yoksa taş şahîdlik
yapamaz onun remzettiği ancak şahîdlik yapabilir.
Kur‟ân-ı Kerîm Araf Sûresi 172. âyet “Ben sizin
Rabbiniz değil miyim, diye buyrulduğu vakit onlar
da „Evet sen bizim Rabbimizsin Ģahîd olduk
demiĢlerdi”sözüne binâen evvelâ Hacer-ül Esved‟i
istîlâm ederek ilm-i ezelîyyetimiz olan ervâh âleminde sizi
ziyâret edeceğime söz vermiştim. İşte sözümde durarak
ziyâretinize gelip sizi tavâf ediyorum şahîd ol diyerek
“Bismillâhî Allahü Ekber” le tavâfa başlarız. İnsan-ı
Kâmille de sâliklerin elestü bezmi olan diz dize telkîn
aldığı andaki verdiği sözle Mürşidindeki merâtîb-i İlâhiyye
tahsiline başlaması aynıdır. Bir kişinin nefs-i emmâre
yırtıcı hayvan sıfat olan şeytânî hâlinden, sakinleşmiş
hayvan sıfatına, oradan da melekleşmiş mutmain hâli
olan Yemânî köşesine kadar “Subhanallahu
velhamdülüllahi velâ ilahe illalahu Allahü ekber
velâ havle velâ kuvvete illâbillahil aziym” tesbih
zikriyle şeytânî, nefsânî ve melekî tecellîleri geçer.
Yemânî köşesi ile Hacer-ül Esved köşesi arasında
mutmain olmuş nefsin kemâlât hâline dönesiye kadar iki
köşe arasında da “Rabbena atina fiddünya
haseneten vefil âhireti haseneten vegina
azabennar.” “Ey Rabbimiz, bize dünyada iyi hâl ver,
âhirette de merhamet ihsân et ve bizi Cehennem
azâbından koru” “Rabbena firliğ veli valideyye velil
mü‟mînine yevme yekümul hisâb” “Ey Rabbim,
annemi babamı ve bütün mü‟minleri hesap gününde
mağfiret et.” tesbihâtıyle tavâflarını yaparak Cenâb-
Hakk‟ın Rahman olan kemâlât sıfatını elde etmiş olur.
Üçünü koşarak ve çalımlı dördü de sâkin olarak tavâf
yapılır. Her tavâfın şahîdliği için Hacer-ül Esved taşına
istîlâm edilir. İster vücûd ülkesindeki üç bâtın olan hayat,
ilim, irâde sıfatlarını zâhire çıkarmak için acele et, isterse
ikilik olan nisbîyyet hâlinden bir an evvel kurtulmak için
ef‟alini, sıfatı, Zâtını ifnâ et. Çünkü bunları fiillerinle zâhir
olarak yaşayamazsan tavâf etmiş olamazsın. Dördü de
sâkin olarak yapılır. Duymak, görmek, kelâm ve kudreti
zâhir olarak kendinde fiillerinle yaşamak demektir. Nasıl
Kâbe‟de bu şekilde dönülüyorsa gönül Kâbe‟sinde de
mutmain olmuş sıfatlar olarak, Cenâb- Hakk‟ın
Rahmaniyyetine mazhar olmak demektir. Sîretin sûretten
zuhûru ile hem Fenâfillahı, hem de Bekâbillahı zevk
ederek yaşayanlar hac farzını yapmışlardır. Niyazi-i Mısrî
Hazretleri “Savm u salât hac ile sanma zâhid biter işin
İnsan-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.”sözü ile bu
sırrı ifşâ etmişlerdir. Kâbe‟de nasıl dört köşe varsa
insanın gönül Kâbe‟sinde de dört köşenin tecellîleri
vardır:

1 - ġeytânî tecellîler
2 - Nefsânî tecellîler
3 - Melekî tecellîler
4 - Rahmanî tecellîlerdir

Gönül Kâbe‟sinin,

Hannan (Hak) (çok merhametli),


Mennan (Muhammed) (ihsânı bol),
Deyyan (Herkesin hakkını ve hesâbını en iyi bilen,
veren),
Subhan (Yarattıklarına benzemekten münezzeh olan
Allah)
köşelerinin idrâkini geçmeden Fenâfillah olup Bekâbillah
zevkleriyle zevkiyâb olamaz. Hacer-ül Esved taşı Allah‟ın
sağ elidir. Onu kim öperse Allah‟ın elini öpmüş olur. İşte
İnsan-ı Kâmiller de yeryüzünde Allah‟ın halîfeleridir.
Onların ellerini öpmek Cenâb- Hakk‟ın elini öpmek
demektir. Onun için tahsil ve Kâbe‟deki tavâfa oradan
başlanır. Onun için hac ibâdeti de bir kişinin kendi insan-ı
asliyyesini bulmasıdır. Tavâftan sonra İbrahim
makamında iki rek‟at şükranî namaz kılmak, dua etmek
ve zemzem suyunu da ayakta üç yudum hâlinde
“Allah‟ım Senden faydalı ilim, geniş rızık, kabul edilmiş
amel ve her hastalıktan şifâ diliyorum.” diye dua etmek
güzel olur. Zemzem suyu İnsan-ı Kâmillerin iki
dudaklarının arasından gönül Tûr-i Sina'sından tecellîsi
olan ilm-i ledünü remzetmektedir.Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdet
tecellîlerini, kesret olan Hakk‟ın kemâlât sıfatlarında
Tevhîd yaparak Allah‟ın Muhammed‟le nasıl seviştiğini
görenler mutluluk içinde kulluklarını, acziyet ve muhtaç
oluşlarını dillendireceklerdir. Bize bu idrâk ve zevkleri
ihsân ettiğin için teşekkürlerini dua halinde arz
edeceklerdir. Zira İbrahim makamı emîn beldedir. Ayrıca
haccın Safa ile Merve arasında sa‟y yapmak, Mina‟da
şeytan taşlamak, Müzdelife‟de vakfeye durmak, saçları
traş etmek, vedâ tavâfı yapmak gibi vacîbleri de vardır.
Safa ile Merve arasında yedi defa üçü koşarak dördü
sakin olmak üzere sa‟y yapmak kişinin ikilik hâli olan
Fenâ mertebelerinde celâl tecellîler kişiyi huzursuz ve
mutsuz yapar. Bunlardan bir an evvel kurtulmak için,
Kâbe‟de koşmak, İnsan-ı Kâmil tahsilinde de cehaletten,
nisbîyyetten ve şirklerden bir an evvel kurtulmak
lâzımdır. Yâni ikilikten kurtulmak için çok çalışmak
gereklidir. Dördü ise sâkindir. Zira kula nisbîyyet
kalmadığı için Bekâ mertebelerinde de sâkin sâkin
Hakk‟ın her an ayrı tecellîlerinin zevki vardır. Merve
demek kulluk demektir. Safa demek ise selâmete çıkmak
demektir. Bizler de kulluktan yâni ikilikten yedi sa‟y
sonunda selâmete çıkanlardan olmuş oluyoruz. Sa‟y Safa
tepesinde bitince hiçbir gayrîyyet kalmadığı idrâki olan
traş olunarak ihrâmdan çıkılır.
Ayakta zemzem suyunu içme sırrı: Zemzem suyu İnsan-ı
Kâmillerden tahsil edilen ilm-i ledün diye
vasıflandırdığımız sır ilimleri, esrâr ilimlerini remzeder.
Çünkü İnsan-ı Kâmiller Tûbâ ağacıdırlar. Onların kökleri
arş-ı âlâda, dal ve meyveleri yerdedir. Onlar ilhamlarıyla
ledün ilmini bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu
zemzem suyunu da onlardan başka hiçbir yerde ve
kitaplarda taze taze bulmak mümkün değildir. Onların bu
ilm-i ledünü kelâm fiili ile zuhûra geldiği için ayakta
içilmektedir. Zira kıyâmda durmak da Hakk‟ın fiilleri ile
açığa çıkışını remzetmektedir.

Mina‟da Ģeytan taĢlamak:


Yetmiş taş yedişer yedişer büyük şeytan, orta şeytan,
küçük şeytan diyerek üç gün atılmaktadır. İşte bunlarda
büyük şeytan dediğimiz kendi varlığımızı, orta şeytan
dediğimiz kendi sıfatlarımızı, küçük şeytan dediğimiz
kendi ef‟alimizi taşlıyoruz. Yâni bunların bizim olmadığını
yedi sıfatımızla kabullenme ameliyesini şeklen ve bâtınen
yapıyoruz. Büyük şeytana yedi taş attıktan sonra
kurbiyyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Yani varlığımızı
Hakk‟ın varlığında yok edip Rûhullah sâhibi olduğumuzda
rûhun sıfatlara tecellî ederek aslını göstermesi kurban
olmuş oluyor. Yâni kurban, rûhun sıfatlarımızdan
kemâlâtıyle zuhûra gelmesi anlamındadır.
Hüccac Arafat‟ta öğle ile ikindi namazlarını ikindi
vaktinde (cem-i tehir) cem ediyor. Müzdelife‟de de
akşam namazı ile yatsı namazını cem ediyor. Bunların
remzettiği mânâ da ikilikteki sıfatlarımız Zât‟a vuslat
bulunduğunda yâni Zât‟ın idâresi altında cem olduğunu
zevk edince sıfat ayrı Zât ayrı mütâlaa edilemez. Öğle
namazı sıfatı, ikindi namazı da Zât‟ı remzetmektedir.
Namaz mü‟minin Mi‟racı, Mi‟rac da Allah‟la beraber
olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki tecellîlerin Zât‟ın
olduğunu irfâniyetle bilmek öğle ile ikindiyi cem etmektir.
Akşam ile yatsı namazının cem‟i ise Müzdelife‟de
olmaktadır. Yani rûhun sıfatlarından zuhûr etmesiyle cem
edilmiş olunur. Kısaca şunu anlıyoruz ki halkın Hakk‟ta
birleşme idrâki Vahdaniyette olduğu için Arafat‟ta cem
ettik. Hakk‟ın da halkta tecellîsi ile yâni kesrette
zuhûratıyla Müzdelife‟de cem ettik demektir.
Kâbe dışında kadınların erkeklerin arkasından namaz
kılmaları gerekli iken Kâbe‟de erkeklerin önünde namaz
kılabiliyor. Neden. Çünkü Kâbe Allah‟ın Zât‟ını remzettiği
için orada kadın erkek diye kesret yoktur. Yalnız insan
vardır. Bütün nehirlerin suları deryâya ulaştığında
deryâdaki suların hiç biri „Ben şu nehrin suyuyum, diğeri
ben bu nehrin suyuyum‟ diyemediği gibi Kâbe‟de kadın
erkek diye bir şey olamaz. Yalnız insan vardır. Kul vardır.
Oradaki kılınan namaz gönül Kâbe‟sinde kılınmaktadır.
Cenâb-ı Hakk‟ın Muhammed sıfatlarından cinsi, ırkı,
rengi, dili ayrı ayrı oldukları halde Âdem diye
vasıflandırılan bu insanlardan Allah ve Muhammed‟in
nasıl seviştiğini, nasıl âyan beyân görüldüğünü, herkesin
Cennet-i âlâ‟da yaşadığını görmemek mümkün değildir.
Orada süflî nefse yer yoktur. İşte onun için kadınların
önde erkeklerin arkada namaz kılmaları dahi mahzurlu
sayılmaz.
Genel olarak zâhirde emr-i İlâhî olarak ömrümüzde bir
defa hac farîzası yapılmalı, aslında da batînen bir İnsan-ı
Kâmilden bu merâtib-i İlâhiyye olan Fenâ ve Bekâ
tahsilini yapıp zevk etmemizden ibarettir. Bâtın haccını
bir İnsan-ı Kâmilden tahsil ettikten sonra zâhirini de
bizzat yerinde Resûlullah Efendimizin yaptığı gibi
oralarda zâhir ve bâtını Tevhîd yaparak yaşama geçirmek
lâzımdır. Yoksa yalnız imkânları varsa haccın zâhirini
yapanlar veya yalnız bâtınını yapanlar eksiktirler. O
sîretteki zevklerini bizzat remzedildiği mahallerde zâhir
ve bâtınını birleştirerek Tevhid zevkiyle zevklenmeleri
Cenâb-ı Hakk‟ın murâdı olacaktır. Yoksa tek kanatlı kuş
gibidirler. Tek kanatlı kuşun uçması mümkün değildir.
Haccın sırrı Mekke şehrindeki Kâbe‟yi ziyaretten gâye bir
rumuzâttır. Onun taşıdığı mânâlar İnsan-ı Kâmilden
meratîb-i İlâhîyyeyi tahsil ederek yedi mertebedeki
Hakk‟ın tecellîlerini zevk etmekten ibârettir.

Umre haccının iki farzı vardır:

1 - Ġhrâma girmek
2 - Kâbe‟yi tavâf etmek

Safa ile Merve arasında sa‟y yapmak, traş olmak gibi


vacîbleri de vardır. Umre hacca göre çok kolaydır.
Arafat‟ta vakfe yoktur. Şeytan taşlama yoktur. Kurban
kesme yoktur. Tevhidde Fenafillah olan kardeşlerimiz
umre yapmış sayılırlar. Allah cümlemize bu zevkleri ihsân
eylesin. Âmin.

HACCIN SIRLARI
Hacca gidecek bir kişinin

1 - Ġhrâma girmek
2 - Arafat‟ta vakfeye durmak
3 - Kâbe‟yi tavâf etmek

farzlarını şekil olarak yapılmasını değil taşıdığı manevî


sırları da bilmesi lâzımdır ki haccın zevkini alabilsin.
Ayrıca 24 vâcib ve bir çok da sünnetleri mevcuttur.
Bunlar neleri remzetmektedirler. Teker teker saymaya
çalışalım. Evinden çıkarak çoluğunu çocuğunu, malını
mülkünü tek Allah için terk ederek, Allah‟ın farziyeti için
hacca hazırlanıp gitmesi gibi bir sâlikin de dünya
zevklerini ve nefsânî her türlü zevklerden vazgeçerek bir
Mürşid-i Kâmile gelip Hakk ve hakîkata talip olmasıdır.
Birinci farziyet olan ihrâma girmek, İnsan-ı Kâmilinde,
kendine nisbet ettiği ef‟âlinin, sıfatının ve vücûdunun
kendisinin olmadığını irfâniyeti ile bilerek Fenâfillâh
olmasıdır. Yani kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok
etmesidir.
İkinci farziyet Arafat‟ta vakfeye durmaktır. Yani kişinin
Hakk‟a ârif olmasıdır. Vakfe nasıl ayakta Kâbe‟ye doğru
dönerek dua etmekse hakîkatinde de Rûhullah olan bir
kişinin tırnağından saç teline kadar bütün sıfatlarından
rûhun ilânıdır. Bakara Sûresi 115. âyetinin “Bununla
beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede
yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır!
ġüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniĢtir ve O, her
Ģeyi bilendir” ifadesi ile ârif olmuş demektir.
Üçüncüsü Kâbe‟yi tavâf etmektir. Zâhirde nasıl taştan
yapılmış Allah‟ın Zâtını remzeden Kâbe‟yi üçü çalımlı
dördü de sakin olarak etrafında dönerek tavâf ediyorsak,
aynen onun gibi bir sâlik de Mürşid-i Kâmilinde üç fenâ,
dört bekâ merâtibini tahsili ederek yer yüzünde Allah‟ın
Zâtını remzeden canlı Kâbe durumundaki İnsan-ı
Kâmilleri tavâf etmeleridir. Çünkü bu ilim ve irfâniyeti
başka hiçbir yerde elde etmek mümkün değildir. İbrahim
Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah Efendi bir gün
hüccacın önüne geçip nereye gittiklerini sormuş onlar da
hacca gittiklerini söylemişler. Onlara cevaben: “Gelin
beni yedi defa tavâf edin, sizleri Hacc-ı Ekber yani büyük
hacı edeyim” demiştir. Yani beni tavâf edin demekten
gâye onun etrafını dönmek değil onda yedi merâtib-i
İlâhiyenin tahsil edilmesidir. Çünkü “Kâbe, Kâbe olalı
Allah hiçbir zaman oraya girmedi. Fakat bu fakirin
gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı” buyurmuşlardır.
Haccın ayrıca vâcib durumunda olan emirleri de vardır.
Merve ile Safa arasında yedi defa üçü koşarak dördü
sakin olmak üzere sa‟y yapmak vardır. Çünkü fenâ
mertebelerinde celâl tecellîler kişiyi huzursuz ve mutsuz
yapar. Bunlardan bir an evvel kurtulmak için koşmak
lâzımdır. Yani ikilikten kurtulmak için çok çalışmak
gereklidir. Dördü ise sâkindir. Zira kula nisbîyet kalmadığı
için bekâ mertebelerinde de sakin sakin Hakk‟ın her an
ayrı tecellîlerinin zevki vardır. Merve demek “kulluk”
demektir. Safa demek ise “selamete çıkmak” demektir.
Bizler de kulluktan yani ikilikten yedi sa‟y sonunda
selâmete çıkanlardan olmuş oluyoruz.
İbrahim Makâmında iki rek‟at namaz kılmak da emin
beldeye ayak basanların şükranî olarak iki rek‟at namaz
kılmaları demektir. İbrahim Makâmı emin beldedir. Kendi
varlıklarını Hakk‟ın varlığında yok edenler emin beldeye
ayak basmışlardır.
Ayakta zemzem suyunu içmeye gelince, zemzem suyu
İnsan-ı Kâmillerden tahsil edilen ilm-i ledün diye
vasıflandırdığımız sır ilimleri, esrar ilimleridir. Çünkü
İnsan-ı Kâmiller Tuba ağacıdırlar. Onların kökleri arş-ı
âlâda, dal ve meyveleri yerdedir. Onlar ilhamlarıyla ledün
ilmini bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu zemzem
suyunu da onlardan başka hiçbir yerde bulmak mümkün
değildir. Onların bu ilmi, kelâm fiili ile zuhûra geldiği için
ayakta içilmektedir. Zira kıyamda durmak Hakk‟ın fiilleri
ile açığa çıkışını remzetmektedir.
Mina‟da şeytan taşlama, büyük, orta ve küçük
şeytanların her birine yedişer adet olmak üzere üç gün
boyunca yetmiş taş atılmaktadır. İşte bunlar da büyük
şeytan dediğimiz kendi varlığımızı, orta şeytan dediğimiz
kendi sıfatlarımızı, küçük şeytan dediğimiz kendi
ef‟âlimizi taşlamak demektir. Yani bunların bizim
olmadığını yedi sıfatımızla kabullenme ameliyesini şeklen
ve bâtınen yapıyoruz. Büyük şeytana yedi taş attıktan
sonra kurbiyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Varlığımızı
Hakk‟ın varlığında yok edip Rûhullah sahibi
olduğumuzda, rûhun sıfatlara tecellî ederek aslını
göstermesi kurban olmuş oluyor. Yani kurban rûhun
sıfatlara yaklaşması anlamındadır.
Hüccac Arafat‟ta öğle ile ikindi namazlarını cem ediyor.
Müzdelife‟de de akşam namazı ile yatsı namazını cem
ediyor. Bunların remzettiği mânâ da ikilikteki sıfatlarımız
Zât‟a vuslat bulduğunda yani Zât‟ın idaresi altında
olduğunu zevk edince sıfat ayrı zât ayrı mütalaa
edilemez. Öğle namazı sıfatı, ikindi namazı da Zât‟ı
remzetmektedir. Namaz mü‟minin mi‟racı, mi‟rac da
Allah‟la beraber olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki
tecellîlerin Zâtın olduğunu irfâniyetle bilmek öğle ile
ikindiyi cem etmektir. Akşam ile yatsı namazının cem‟i ise
Müzdelife‟de olmaktadır. Yani rûhun sıfatlarından zuhûr
etmesiyle cem edilmiş olunur. Kısaca şunu anlıyoruz ki,
Halkın Hakk‟ta birleşme idraki Vahdâniyyette olduğu için
Arafat‟ta cem ettik. Hakk‟ın da halkta tecellîsi ile yani
kesrette zuhûrâtıyla Müzdelife‟de cem edilmektedir.
Kâbe dışında kadınların erkeklerin arkasından namaz
kılmaları gerekli iken, Kâbe‟de erkeklerin önünde namaz
kılabiliyor. Neden… Çünkü Kâbe Allah‟ın Zât‟ını remzettiği
için orada kesret yoktur. Erkek kadın ayrımı da yoktur.
Bütün nehirlerin suları deryaya ulaştığında deryadaki
suların hiçbiri “Ben şu nehrin suyuyum” diyemediği gibi
Kâbe‟de de kadın erkek ayrımı yapılamaz. Oradaki kılınan
namaz gönül Kâbe‟sinde kılınmaktadır. Bedenin hükmü
yoktur. Düşünülemez de. İşte onun için kadınların önde
erkeklerin arkada namaz kılmalarında dahi mahzur
yoktur.
Genel olarak, zâhirde, emr-i ilâhi olarak ömrümüzde bir
defa hac farizası yapılmalıdır. Bâtînen de bir İnsan-ı
Kâmilden bu merâtib-i İlâhiyeyi ömrümüzde tahsil
etmemiz gerekir. Bâtın haccını, ifade edildiği gibi
yapanlar zâhirine “Ne gerek vardır” dememelidir. O
sîretteki zevklerini bizzât remzedildiği mahallerde zâhir
ve bâtınını birleştirerek Tevhîd zevkiyle zevklenmelidirler.
Bu durum tek kanatlı kuşun uçmaya çalışmasına benzer.
Tek kanatlı kuş da menzile varamaz.

Kâbe‟de 4 köşe vardır:


1 - Iraki köĢesi
2 - ġam köĢesi
3 - Yemânî köĢesi
4 - Hacer-ül Esved köĢesi

Hakîkatte gönül Kâbe‟sinin de dört köşesi vardır:


1 - ġeytanî tecellîler
2 - Nefsânî tecellîler
3 - Melekî tecellîler
4 - Rahmanî tecellîler

Çünkü her kişi bu tecellîlerin birinin tahakkümü altında


yaşamına devam etmektedir. Onun için Kâbe‟nin dört
direği vardır. Bunlar: Hannan, Mennan, Deyyan ve
Süphan direkleridir. “Kâbe bu dört direk üzerinde
durmaktadır” denilmiştir.
Iraki KöĢesi : ġeytânî köĢedir
ġam KöĢesi : Nefsânî köĢedir
Yemânî KöĢesi : Melekî köĢedir
Hacer-ül Esved KöĢesi : Rahmânî köĢedir

Tavâfa Hacer-ül Esved köşesinden başlanmakta ve yedi


tavâftan sonra yine orada bitirilmektedir. Çünkü Kâbe
üzerinde Hacer-ül Esved Allah‟ın sağ elidir. Onu öpenler
veya uzaktan da olsa istilam edenler sözleşmeyi
yapmışlardır. Araf Sûresi 172. âyette “Hem Rabbin
Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp
onları nefislerine karsı Ģahit tutarak: „Rabbiniz
değil miyim‟ diye Ģahit gösterdiği zaman „Evet
Rabbimizsin, Ģahidiz !‟ dediler. Kıyâmet günü
„Bizim bundan haberimiz yoktu!‟
demeyesiniz” buyruluyor. İşte o gün verdikleri sözü
tuttuklarını Hacer-ül Esved‟e dönerek şahit ol diyerek
tavâfa başlamaktadır. Bu kâinatta da Allah‟ı Hüviyyet ve
Eniyyetiyle cem edip kemâlâtıyla da zuhûra getiren
İnsan-ı Kâmillerdir. Onlar bu âlemde Zât‟ı remzettikleri
için elini öpenlere o şahitlik yapmaktadır. Yoksa taş
şahitlik yapmaz. Rab irşâd eden ve terbiye eden
mânâlarına geldiğine göre insanların irfâniyet ve
kemâliyet irşâdlarını da onların yaptıkları açık olarak
anlaşılmış olur.
Pirimiz Muhammed Nurul Arabi Hazretleri üç yerde cem
oluruz demiştir:
1 - Ervâh âlemi
2 - Berzah âlemi
3 - Âhiret âlemi

Ervâh âlemi rûhlar âlemidir. Yani bir sâlikin İnsan-ı


Kâmilinin huzurunda toplanıp onun irşâd ve terbiyesini
kabul ederek nefisleri üzerine şahitlik yapmalarıdır.
Berzah âlemi ise İnsan-ı Kâmilin varlığı Hakk varlığı
olduğu için O‟nun varlığında bâtın yönüyle Vahdâniyyet
deryasında cem olmasıdır.
Âlem-i Âhirette cem olması ise ihtiyarî bir ölümle ölüp,
Hakk‟ın varlığında var olarak hafî şirklerden de kurtulup
ibâdet eden, ibâdet ve ibâdet edilen birliğine erildiğinde
de cem olunmuş olmaktadır.
Onun için bu âlemde Allahü Teala, Zâtı yönüyle hiçbir
kimseyi irşâd etmez. Kemâlât sıfatı olan İnsan-ı Kâmiller
mazharından bizzât kendisi irşâd ve terbiye etmektedir.
Buna binaen İnsan-ı Kâmilleri tavâf etmek kişiyi hacc-ül
ekber yapmaktadır. Mekke şehrindeki Kâbe‟yi ziyâretten
gâye bir rumuzâttır. Onun taşıdığı mânâlar İnsan-ı
Kâmilden merâtib-i İlâhiyeyi tahsil ederek 7 mertebedeki
Hakk‟ın tecellîlerini zevk etmekten ibarettir. Allah
cümlemize bu zevkleri ihsân eylesin. Âmin.
HAK VE HAKÎKATĠ DUYMAK VE
GÖRMEK NASIL OLUR

Bir insan, Âdem ve âleme bakarken, Allah‟ın kendisine


bahşettiği iki gözün, iki kulağın ve bir ağzın Tevhîdini
yaparak bakmalıdır. Cenâb-ı Allah insana iki göz vermiş.
Biriyle Allah‟ın Vahdâniyyetini, diğeriyle de, Allah‟ın
kesretteki Tafsilât-ı Muhammediyyesini şühûd etsin diye.
Allah‟ın Zât yüzü olan mutlakiyetine yalnız îmân edilip
teslim olunmalıdır. Allah nasıldır, nerededir, mekanı var
mıdır. diye düşünülmemelidir. Zira Allah‟ın Resûlü
“Allah‟ın zâtını düĢünmeyiniz.” demiştir. Diğer
gözümüzle de Allah‟ın kesret yüzü olan Tafsilât-ı
Muhammediyye‟den, sıfatları yönü ile tecellî edişini,
esmâ alarak fiilleriyle zuhûra gelip âsârını bizlere
gösterdiğini tahsil ederek görüp, yaşamaya çalışmalıyız.
Cenâb-ı Allah‟ın kemâlât tecellîsi, İnsan-ı Kâmillerde
zuhûr ettiği için de, bilmediğimizi onlardan sorup
öğrenmeli, onlardaki kemâlâtın Allah‟ın kemâlâtı
olduğunu hiç unutmadan, sevgide, saygıda, hizmet ve
teslimiyette kusur etmeden, bunları şahsa değil, Hakk‟a
yapmış olduğumuzu bilmeliyiz. Hasan Fehmi Hazretleri:

“Söyler kelâm bakar sana, görmez gözü hiç


mâsivâ
VermiĢ gönlünü Hakk‟tan yana, hep gördüğü
dîdar olur”
Demek suretiyle Hakk mürşidinden sohbet edenin Hakk
olduğunu bizlere bildirmiştir.
Allah insanlara iki de kulak vermiştir. Sağ kulakla
Hakk‟ın, sol kulakla da, halkın sedâsını duysun ve „Hakk‟
ile „halkın‟ ayrı olmadığının idrâkini Tevhîd yapsın diyedir.
Zira halktan tecellî eden Hakk olduğuna göre her neye
bakarsa vech-i Rahmanı görecek, her neyi kulağı duydu
ise mağzı Kur‟ân‟ı dinleyecektir. Bizler, fiziksel bedenlerin
idrâkinden öteye, sîret vücûdların mevcûdunu
göremediğimiz için, bütün Allah‟ın tecellî mazharlarından
Hakk‟ın Kur‟ân sedâsını duymamız mümkün olmuyor.
Hacivat‟la Karagöz‟ün bir gölge olduğunu, onların ses ve
hareketlerinin görünmeyen bir sanatkâr tarafından icra
edildiğini nasıl biliyorsak, Âdem ve âlemde de bu ses ve
hareketlerin, Allah tarafından mazharların isti‟dâdları
nisbetinde yapıldığını bilmemiz gerekmektedir. İşte bu
halk ve Hakk‟ın Tevhîdini zevk etmemiz, bizlerin kemâlâtı
olacaktır.
Cenâb-ı Allah insanoğlunu yaratırken bütün a‟zalarını
melekleri vasıtası ile yaratmış, yalnız burnunu bizzât
kendisi yaratmıştır. Çünkü burun Zâtı remzetmektedir.
Onun için, burnun iki deliğinin rumuzâtı, Allah‟ın celâl ve
cemâl tecellîlerinin kokusunu idrâk ve bilinçlerinde
Tevhîd yaparak, kendi gönül laboratuvarında rapor
yaptıktan sonra, dilleriyle her şeyi yerli yerinde
başkalarına anlatabilmeleridir. Zira Allah iki kulağı ile
duyduğunu, iki gözü ile gördüğünü, kalbinin tasdikini
ifade etsin diye bir de ağız yaratmıştır. İki kulak ve iki
göz ile bu Tafsilât-ı Muhammediyye‟de, Cenâb-ı Hakk‟ın
bütün tecellîlerinin Tevhîd idraki, zamanla insanda
yaşama dönüşecektir. Allah insana iki de el vermiştir.
Hakk‟ın güç ve kuvvetinin bu ellerden fiilleriyle tecellî
ettiğini bilecek ve bu idrâki ile bütün işlerini yapmaya
başlayınca, Hakk ve hakîkatten ayrılmayacaktır.
Çünkü fiillerin fâili Allah‟tır. Zira Allah ve Resûl‟ünün
yolunda gidenler sağcılar olup kitabı sağ tarafından
verilenlerdir. Allah ve Resûl‟ünü inkâr edenler ise solcular
olup kitabı sol tarafından verilenlerdir. Sağ elimiz, Allah‟ın
emirlerini, iyilik, güzellik, insan için faydalı her şeyi
yapmayı remzetmekte, sol elimiz de, Allah‟ın yasakladığı,
insanlığa faydasız olan işleri remzetmektedir. Tevhîdde
sağ, kul mazharından Cenâb-ı Hakk‟ın bütün fiil ve işleri
yaptığını zevk etmek, sol ise kul mazharından tecellî
eden her türlü fiil ve işleri, o kişinin kendisine nisbet
etmesi anlamına gelir.
Onun için, sağ tarafımızda Cennet, sol tarafımızda
Cehennem vardır denmesi rumuzâttandır. İki ayağımızın
da mevcûdiyeti, Hakk ve halk diye vasıflandırdığımız
Tevhîd yolunun vuslatını bizlere ikaz etmektedir. Sağ
ayağımız Hakk yolunu, sol ayağımız da, halk yolu olan
nefse hizmet yolunu remzetmektedir. Bizler bu sıfat ve
a‟zalarımızın Hakk ve halk yönlerinin idrâki ile Tevhîd
yolunda ilerleyip yaşama geçebilirsek, işte o zaman kendi
varlığımız diye bildiğimiz Hakk‟ın, halk sıfatlarında kendi
kendisini seyretmesi zuhûr edecektir. Halk dediğimiz
Hakk‟ın zuhûra gelmesinden ibaret olup ayrı değildir.
Yoksa, Allah ayrı, bizler ayrı olarak bir idraka sahip
olmamız, bizleri nefsimizin yolunda hizmet ettirecektir.
Cenâb-ı Allah‟ın “Hiçbir yere sığmadım mü‟min
kulumun kalbine sığdım” demesi, mü‟min kullardaki,
Cenâb-ı Hakk‟ın kemâlât tecellîsinin idrâkinden ibaret
olduğu anlaşılmış oluyor. Allah hepimize bu idrakları
nasîb etsin.

HAKÎKATA VUSLAT

İnsanoğlu esfel-i sâfilin olan bu dünya âlemine bir


imtihan için gönderilmiştir. Kendi insan-ı asliyyesini
bilmek ve görmek için Kur‟ân-ı Kerîm‟in Enbiya Sûresinin
7. âyetindeki “Fes‟elu ehlez zikri in küntüm la
ta‟lemun” “Siz Allah‟ı bilmiyorsanız ehline gidip öğrenin”
emrine tâbi olmaları lâzımdır. Maddî cisimlerin mahlûku
mahlûk olarak gördüğümüz, beş duygumuza hitap eden
bu fiiller âleminden, sîret âlemi olan letâfet âlemine
geçebilmek için mutlaka bir İnsan-ı Kâmilden bunun
tahsilini yapmak lâzımdır. Bütün fiillerin fâilini,
mazharlara nisbet eden sâlik bu tahsilden sonra hiçbir
varlığın kendine ait fiilinin olmadığını, bütün fiillerin
fâilinin Allah olduğunun bilincine erecektir. Bu bilince
eren sâlik, fiillerin sıfattan ve sıfatın da vücûdu olmadığı
için Vücûdullah olarak, yalnız fiiller penceresinden üç
tecellîyi de görmesiyle, melekût âlemi olan letâfet
âlemine intikal etmiş olacaktır. Çünkü bu letâfet âlemi
beş duygu ile algılanmaz. Yalnız zevk edilir. Fiiller
âleminde maddî varlıklar, şeriat kuralları dahilinde
hareket ederler.
Melekût âlemi olan gözle görülmeyen letâfet âleme
geçerken, fiillerin sıfatlardan tecellî edişinin tefekkürü ve
zaman, mekan ve ihvân durumuna göre ayrı şe‟n ve
tecellîde bilinip görülmesi, onu ahlâk ve edep güzelliği ile
tarîkat seviyesi olan ilim ve irfâniyetteki ayrıcalığa
yükseltecektir. Tarîkat düzeyindeki kişi neyin, neden,
nasıl, ne şekilde oluştuğunu araştırmağa başlar. Yoksa
günümüzdeki kadiri, rufai, nakşi gibi tarîkatlar değildir.
İnsan-ı Kâmilin üfürdüğü rûh ef‟âlin, sıfatın ve vücûdun
sahibinin Allah olduğunu bilmekten ibarettir.”Allah,
Âdem‟i kendi sûreti üzerine yaratmıĢtır” Hadis-i
Şerifi bizlere Allah‟ın Hüviyyet ve Eniyyeti ile Âdem
denen bu varlıkta kemâlâtıyla açığa çıktığını gösteriyor.
Âdem sûreti deyince yanlış anlamayalım. Allah‟ın sûreti
sıfatlarıdır. Yani kemâl sıfatlarını insan varlığından açığa
çıkarmıştır. Tabii ki burada sözü edilen insan, insan
görünümünde olanlar değil, sûret ve sîrette insanlığını
bulan İnsan-ı Kâmillerdir. Lâtif olan Melekût âleminin
ef‟âl, sıfat ve vücûd zevki insanda tecellî edince, her
varlıkta tecellî edenin Cenâb-ı Hakk olduğu bilinci ile
özde ihtilaf ve dargınlıklar kalmaz. Çünkü varlıkların
hiçbir güç ve kuvveti olmadığı gibi hükmü de yoktur.
Onlar yalnız Cenâb-ı Hakk‟ın birer âletidirler. Cenâb-ı
Hakk o varlıkları nerede kullanırsa orada görev yapmak
mecburiyetindedirler. Bu Melekût âleminde, her
varlığından görünen ve bilinen Cenâb-ı Hakk olduğu
bilinci ile hareket ederler. İnsan, rûh itibariyle lâtif âlem
olan Melekut âleminde yaşar ve zevkiyâb olur.
Bundan sonra kişi yoluna devamla, esmâ ve sıfatlar
âlemi olan Mârifet âlemine intikal eder. Burada sâlik her
gördüğü sıfatın esmâsını görür ve esmâlardan da
müsemmayı görerek manevî sûretlerin mânâlarının
zâhirde ortaya çıkışını seyreder. Cemalullah ile zevklenir.
Hangi mazhardan nasıl zuhûra geldiğini yedibin hassas
terazisiyle tartar ve ona göre tavır takınırlar. Her şeyi
yerinde görür ve uygularlar. Bu âlemde vahdetin kesreti
vardır. Yalnız tek olan Allah bilincinin kendi özünde
sayısız tecellî ve mânâlar vardır. Şunu anlar ki bütün
âlemde fâil-i mutlak olan tek Allah‟tır.
Hiçbir varlığın bağımsız, kendine ait vücûdu yoktur. Sıfat
ve esmâ âleminin mânâlarını teşkil eden bu Mârifet
âleminde, çokluk müşâhedesi kaybolduğu için, artık tek
olan Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdaniyet irfâniyeti başlamıştır.
Kişi bu yerde çok dikkat etmesi gereklidir. Bu zevke
sahip olan sâlikte, ilhamlar başlamıştır. İlhamlar iki
yerden geldiği için çok dikkat etmek lâzımdır. 1- Nefisten
2- Rûhtan gelir. Kişi Cenâb-ı Hakk‟tan başka O‟nun
dışında, bir varlık görüyorsa hala şirkten kurtulmamıştır.
Bu gizli şirk hâlidir. Onun için kişi nefsini bilicidir. Bu
yerde zaman zaman çok yükseklerden de sâlik haber
alabilir. Fakat bunlara aldanmamalıdır. Dâima nefsini
dinlemeli ve tam teslimiyet göstermelidir. Buradaki ayak
kaymalarından ve yanılgılardan kolayca kurtularak
vuslatında dâim olmalıdır. Lâhut âlemi, mârifet
âleminden sonra gelen Zât âlemidir. Kişi burada Zâtıyla
yaşadığı için „yalnız ben varım‟ bilincinin kişide
zuhûrudur.
Allah‟ın Resulü “Allah‟ın Zâtı üzerinde tefekkür
etmeyiniz” buyurmuşlardır. Çünkü Allah‟ın Zâtının
yanında başka bir varlık yok ki onu tefekkür etsin. Ayrıca
tefekkür sıfatla yapılacağı için, sıfatın Zâtı ihâta etmesi
imkânsızdır. Onun için böyle buyurmuşlardır. Bu
saydığımız nasut âlemi ( varlıklar âlemi) ayrı, melekût
âlemi (lâtif veya sîret âlemi) ayrı, mârifet âlemi (ceberrut
âlem veya esmâ ve sıfat âlemi) ayrı, lâhut âlemi (Zât
âlemi) ayrı değildir. Bunlar anlaşılması için, sözde dört
yönünün iç içe izâhından ve zevkinden ibarettir. Kişi
insan-ı asliyyesini bu dört mertebede kâmilinden alacağı
tahsilden sonra anlayacaktır. O zaman “Allah ayrı ben
ayrı değilmişim. Cenâb-ı Hakk, bende zuhûra
gelenmiş”diyecektir. Bu kemâlâta sahip olunca kendi
diye bildiği varlığın da, kendisinin olmadığını o varlığın da
Hakk‟a ait olduğunu, bir âlet olarak kullanıldığını zevk
etmek hakîkatin ta kendisiymiş diyecektir. Cenâb-ı Hakk
bizleri bu esfel-i sâfilin olan dünya bataklığından, İnsan-ı
Kâmilin himmetiyle kurtarsın. Maddî vücûdumuzdan,
daha bu âlemde geçerek rûh âlemine, oradan rûhun dört
mertebede tecellî ederek, sıfat ve esmânın mânevî
zuhûrâtının mârifet zevkine, oradan da Zât âleminin zevk
ve yaşamını cümlemize nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

HALĠFE NEDĠR

Cenâb-ı Allah Kur‟ân-ı Kerîm‟inde, Bakara Sûresi 30.


âyette “Meleklere „Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım‟ demişti. Melekler de, „Biz seni tesbih ve
hamd ettiğimiz halde kan dökecek ve fesat çıkaracak
kimse mi yaratacaksın‟ demişlerdi. Allah da „Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim. ‟ buyurdu.” denilmektedir.
İşte, ister peygamberlerden sonra toplumları, saadet ve
mutluluk içersinde yaşayabilmeleri için vârisleri olsun,
isterse, mürşîd-i Kâmillerin dünyada görevlerini
tamamlayıp Âhirete intikal ettiklerinde yerine halifeler
yaratılıp, Cenâb-ı Hakk‟ın tâlimatıyla saadet ve
mutluluklar sağlayacaklardır. İşte bunlar halifedirler.
Peygamberimiz bir hadisinde “Peygamberlerin vârisleri,
ilmiyle âmil olan âlimlerdir” buyurmuştur. Görüldüğü gibi
hitap meleklere yapılmaktadır. Bir Mürşîd-i Kâmilin
etrafındaki bütün ihvânlar melektirler. Meleklerde nefis
yoktur. Şu halde nefis yoksa neden Cenâb-ı Hakk‟ın ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım sözüne itiraz
etmişlerdir. Görüldüğü gibi lâtif olan meleklerden değil
kesâfete bürünmüş olan ihvân durumundaki meleklerden
bahsetmektedir. Çünkü melekler Rableri tarafından ne
emredilmişse onun dışında hiçbir şey yapamazlar. İnsan
vücûdunda göz kuvveleri yalnız görme fiilini, kulak
duyma fiillerini ifâ eder. Onun için bir sâlik de Hakk‟a
küllî teslim olmuşsa, Rabbinin melekleridir. Onların
içersinden günü gelince elbette bir halife yaratılacaktır.
Fakat uzun seneler lâyıkıyle melekleşememiş ve „Rabbim
her şeyi daha iyi bilir‟ diyemeyenler, „Kan dökecek ve
fesat çıkaracak bir kimse mi yaratacaksın‟ diyeceklerdir.
Aslında manevî olarak onların sözleri de doğrudur. Çünkü
halifenin görevi kan dökmek ve fesat çıkarmaktır. Zira
görev gereği cehâlet ve gayriyet kanını akıtmaktır.
Ayniyete duhûl ettiğinde eski emmâre duyguları veya
arkadaşları, onu aralarından ayrıldığını görünce dedikodu
yapacaklardır. Dolayısıyla da fesat çıkarmış olacaktır. İşte
Cenâb-ı Hakk da „Sizlerin bilmediklerini ben bilirim‟
diyerek halife tayin edeceği kişiyi çok iyi bilir ve
Âdemiyetini bulmuş o hâlifeye allemel esmâyı yani
âlemlerin isimlerini özel olarak öğreterek yetiştirmiştir.
Bu âlemlerin esmâsı, merâtib-i İlâhiyedeki zâhir olan
makâmların ilmi değildir. Çünkü İnsan-ı Kâmiller bir
sâlike bütün merâtibi tahsil ettirir. Fakat Ahadiyete
gelince burasını hiçbir kimse telkîn edemez. Ancak o
mertebeyi Resûlullah efendimiz telkîn edebilir. Bazı dar
görüşlüler, “Resûlullah‟ın vârisi benim Mürşîd-i
Kâmilimdir. O da bana bu altı Makâmı telkîn etti. Ben de
altı günde yaratıldım ve Cenâb-ı Hakk‟ın altı günde
yarattım dediği, bu âlemi biliyorum” diyerek ilmî bir
mütalaada bulunuyor. Maalesef aldanıyor.
Efendisinin onun peygamberi ve vârisi oluşu doğrudur.
Fakat kişinin bu merâtib-i İlâhiye sonunda kendisinin
Muhammediyyûn olmasıyla, mânen, bizzat Makâm-ı
Mahmûd sahibi Resûlullah efendimiz, âlemlerin esmâsını
bizzat kişinin kendinde vehbî olarak sırlarını
göstermesidir. Yoksa kelâm olarak söylemek değildir. Bu
da kişinin kesbî ilim sahibi olduğunu fakat vehbî ilim
sahibi olmadığını gösterir. İşte Cenâb-ı Hakk evvelâ
Âdem‟e değil de meleklere „Allemel esmâyı okuyun‟ diye
emir buyurdu. Melekler de “Bize öğretilmeyeni biz
bilemeyiz”dediler. Bilinmesi gerekli esmâlar ilimden
ibaret olsa idi, bütün melek durumunda olan ihvânlara o
ilim öğretilirdi. Demek ki o değildir. Pir Hazretleri Niyazi-i
Mısrî‟nin divanını şerh ederken bir hikaye anlatır. Zâtın
birisi rüyasında kendini, Hz. İbrahim (A.S.) ile Hz. Âdem
(A.S.)‟in kabirlerinin arasında görür. Kabirden bu zâta
“Allemel esmâyı oku” diye bir nidâ gelir. Bu zât da 99
Esmâ-ül Hüsnâ‟yı okur. Fakat üç defa daha bu hitap
tekrar eder. Eksik ya da yanlış okuduğunu düşünerek
Esmâ-ül Hüsnâ‟yı her seferinde daha itinalı okur. Buna
rağmen hitap „Olmadı‟ diye tekrarlanır.”Zürrâ, tâcir, haris
isimlerini okumadın” denir. Burada Hakk ticaret yapar mı
ziraat yapar mı sorusu akla gelir. Gerçekten de Hakk‟ın
kudreti olmazsa hiçbir şey olmaz. Onun için hakîkat-i
insaniyye, Hz. Muhammed (A.S.)Efendimizin ilm-i
Zâtiyesidir. Buna binaen, Âdem‟e „Sen oku‟ diye hitap
edildi. O da hemen okuyuverdi. Çünkü zâhir ve bâtın
yönüyle allemel esmâya vâkıftı. O yüzden “Âdem sizin
ulunuzdur, O‟na secde edin” denildi. Melekler
tereddütsüz secde ettiler fakat İblis secde etmedi. Bu
secde yere kapanarak yapılan secde değil, tâzim ve tâbi
olma secdesidir. Cenâb-ı Hakk İblis‟e secde etmemesinin
sebebini sorduğunda İblis “Ben ateşten yaratıldım, Âdem
ise topraktan yaratıldı. Ben ondan yüceyim” dedi. Yani
O‟ndaki Hakk'ın hilâfet sırrını göremedi. Yoksa her varlık
Hakk‟ın varlığı ile vardır. Cenâb-ı Hakk bütün varlıklarda,
tafsilât-ı Muhammediyyesiyle tecellî edip durmaktadır. Bu
tecellîler başka, hilâfet sırrını taşımak başka şeydir. Onun
için de huzurdan kovulanlardan oldu.
Muhyiddîn İbnü‟l-Arabî Hazretleri “İblis, ef‟âl ve sıfat
kemâlâtına sahip olduğu halde onlara ayrı ayrı vücûd
vermesi nedeniyle, ef‟âlin sıfattan sıfatın da vücûddan
tecellî ettiğini bilemediği için, Âdem‟in ayrı bir varlığı var
zannı ile „Ya Rabbi, ben senden başkasına secde etmem.
Bana ne emredersen yaparım, fakat senden ayrı olan bu
Âdem‟e secde etmemi emretme‟ dedi. Halbuki Âdem‟in
varlığının, Cenâb-ı Hakk‟ın varlığı olduğunu bilemedi.”
demektedir.
Günümüzde de, Âdem‟i ayrı, Hakk‟ı ayrı mütalaa edenler
hem Rablerini cahil, bilgisiz yerine koymaktalar, hem de
halîfe olarak yaratılan kişinin varlığını kendisine nisbet
etmekten mütevellit dâimî şirkte olduklarının farkında
değildirler. Cenâb-ı Hakk böyle düşünenlere iz‟ân versin,
hidâyet ihsân etsin.
“Cenâb-ı Hakk her kime hilâfet vermişse, ona sayısız
hikmetler ihsân edecektir.” âyetinden, halîfe
mazharından tecellî edenin kendisinin olduğu
anlaşılmaktadır. Bunu bilmek ve kabullenmek
istemeyenler helâk olmuşlardır. Kur‟ân-ı Kerîm‟in Bakara
Sûresi 247. âyetinde Musa (A.S.)‟ dan sonra Cenâb-ı
Hakk‟ın Tâlut isminde birini kavmin başına padişah olarak
gönderdiği, Tâlut fakir ve toplumda nüfûzlu bir kişi
olmadığı için o toplum tarafından beğenilmediği,
başlarına lider olarak kabul etmedikleri anlatılır. Cenâb-ı
Hakk da lider olduğunun ispatının Musa ve Harun‟ un
emanet olarak bıraktığı levhaların sandukasının O‟nda
bulunması olduğunu söyler. Rablerinin bu ikazına bazıları
inandı bazıları inanmadı. Musa (A.S.) on levha ile
Rabbinden gelmişti. Rabbi “Bunun yedi levhasını
ümmetine tâlim et. Diğerlerini öğretmeye kalkışırsan
ümmetin onları kaldıramayacakları için seni inkâr
ederler” dedi. O da bu insan vücûdundaki yedi sıfat-ı
subûtiye sırlarını tâlim etti. Sanduka ise vücûd
sandukasıdır. Bu sırlara vâkıf olan Tâlut‟a tâbi olup
inananlar, O‟nunla birlikte yola çıktılar. Bir nehre
geldiklerinde Tâlut “ Allah sizleri imtihan edecek. Kim bu
nehirden içerse benden değildir, kim içmezse bendendir.
Ancak eli ile alıp az bir miktar içenler müstesna “
demiştir. Askerlerin pek azı müstesna, çoğu kana kana
içmişlerdir. İçenler güç ve kuvvetten düştükleri için,
nehri geçememişler ve karşıdaki düşman olan Calut'la da
muharebe edememişlerdir. Çok az sayıda asker, sudan
içmemiş ve „Allah sabredenlerle beraberdir‟ diyerek, daha
güçlü ve kuvvetli olarak Calut'un karşısına çıkmışlardır.
Tabiat suyu olan pozitif ilimden kana kana içip
satırlardan öte sadırlara geçemeyenler, nefs-i emmâre
padişahı olan Câlut'un karşısına çıkma gücünü
kendilerinde bulamayacaklardır. Nefis suyunu içmekle
imtihanı kaybetmişlerdir. Az miktarda içip sabrederek
Câlut'un ordularının karşısına çıkanların arasında Davut
(A.S.) da vardı. Davut (A.S.) Câlut'un karşısına çıkarıldı.
Onu mağlup ederek öldürdü. Cenâb-ı Hakk da âyet-i
kerimesinde “Davud'a padişahlık ve peygamberlik ihsân
ettik.” buyurmaktadır.
Görüldüğü gibi, gerek peygamberlerden sonra gelen
halifelere gerekse İnsan-ı Kâmillerden sonra gelen
halifelere itirazlar hep devam edegelmiştir. Aslında hepsi
aynıdır. Bizler bunları göz önünde bulundurarak, kişilere
nisbet etmeden, Ahmet veya Mehmet mazharından
halifenin Cenâb-ı Hakk olduğunun bilinci ile ona tâbi
olalım. İnsan-ı asliyyemizi bulalım ve ihtilaflarla daha bu
dünyada Cehennemimizi yaşamayalım. Tam teslimiyet ve
inançla mutluluk ve saadeti yakalayıp yaşamımıza
geçirmeyi Cenâb-ı Hakk cümlemize ihsân eylesin. Âmin.

HER ÂLEMDE AYRI VÜCÛD


GĠYERĠZ
İnsan denen bu varlık baba sulbünde iken ayrı, anne
karnında ayrı bir vücûd giymektedir. Dünya âlemine
geldiğinde dünya vücûdunu giymektedir. Âlem-i Âhirete
intikal ettiğinde de lâtif olan vücûdu giyecektir.
Biz baba sulbünde meni iken, vücûdumuz bir damla su
halinde idi. Anne rahmine düştükten sonra, birinci kırk
günde kan pıhtısı haline, ikinci kırk günde bir çiğnemlik
et parçası haline geliriz. Üçüncü kırk günde yani yüzyirmi
gün sonra dünyadaki vücudumuzun küçük bir nümunesi
meydana gelecektir. Tıp ilminin bugünkü kadar
gelişmemiş olduğu dönemlerde bunu söyleselerdi
inanmazdık. Bebek anne karnında gıdasını göbek
bağından almağa başlar. Bebek dokuz ay veya dokuz ay
on gün gibi bir zaman sonra dünya vücûdu ile dünyaya
gelir. Anne rahminde geçen sürede bebeğin içinde gelişip
büyüdüğü „son‟ dediğimiz organın da görevi biterek
doğumla birlikte kişiden ayrılır. Artık bebek dünyaya yeni
bir vücûd ve yeni bir gıda mekanizması ile gelmiştir.
Anne karnında iken ilmi, aklı ve her türlü idrâki olmayan
bu varlık, bundan böyle göbek bağından
gıdalanmamakta, ağızdan gıdalanmaktadır. Beş duyusu
anne karnındakinden farklı olarak faaliyete başlamıştır.
Hasılı her ayrı âlemde, her yönü ile ayrı olan bu
insanoğlunun dünya âleminde de yeni bir vücûd giydiğini
ve yeni bir vuslat takviminin yapraklarını koparmağa
başladığını görürüz. Elbette bir gün bu takvim yaprakları
da sona erecek, bu dünya vücûdu da toprakta ifnâ
olacaktır. Fakat öz olan rûhâniyeti ölmeyecek ve yoluna
devam edecektir. Zâten rûh için ölüm yoktur. Ölüm
bedenedir. Bu dünya âleminden, letâfet âlemi olan rûhlar
âlemine geçen insanoğlu, o yeni âleminde de ayrı bir
vücûd giyecektir. Dolayısıyla da “Dünya Âhiretin
tarlasıdır.” Hadis-i Şerifi gereğince, dünyada i‟tikad ve
amel yönü her ne ise, Âhiret diye vasıflandırdığımız
bedensel yaşamın sonu olan Âhiret âleminde bunun ceza
ve mükâfatını görecek ve yaşayacaktır. Âhiret âleminde
dünya vücûdu giymeyecektir. Oranın vücûdu lâtif
vücûddur. Dünya vücûdu ise kesif vücûddur. Onun için
oranın vücûdu ayrı dünyanın vücûdu ayrıdır. Baba
sulbündeki vücûdun ayrı, anne karnındaki vücûdun ayrı,
dünya vücûdunun ayrı olması gibi Âhiret vücûdu da
ayrıdır. İnsanoğlu anne karnında göbek bağından
gıdalanıyordu, dünyaya geldi, vücûdunun gıdasını
ağzından almağa başladı. Âlem-i Âhirette de, rûhun
gıdası olarak idrâk ve beyinden gıdalanmağa
başlayacaktır. Yani beş bâtın duygularımızla. Bütün
varlıklar her merhalede nasıl peyderpey tekâmüle doğru
koşuyorsa, insanoğlu da, baba sulbünden Allah‟ın Lâhut
âlemi olan Zâtına kadar vuslat koşusundadır. Her
devrede, üç yüz bin mertebe geçmekte ve insan-ı
asliyyesini bulmak için çetin mücadelelerle yol
katetmektedir.
Bir meyve çekirdeği sırrını kemâlâtıyla açığa çıkarabilmek
için sonbaharda üç ay üç mertebede vuslat yolculuğu
yapıyor. Kışın, üç ay üç mertebede vuslat yolculuğunu
sürdürerek toparlanıyor. İlk bahar gelince, üç ay
kendisini sergilemeye hazırlıkla vuslat yolculuğuna
devam edip nihâyet yazın üç ay üç mertebede
kemâlâtıyla meyvesinin ispatını yapıyor. Bu devrelerde
yeterli bakımı yapmazsak, ilgi göstermezsek, o nisbette
meyvenin de kemâlâtı eksik oluyor. Aynen insanoğlu da
bunun gibidir.
Dünyada kişi tenceresine ne koydu ise, Âhiret âlemi
dediğimiz letâfet âleminde de kepçesine o çıkacaktır.
Âlem-i Âhirette de kişi üç mertebeden geçerek Zât
deryasına vuslat bulabilir. Bu âlemlerin vücûdları bizim
bildiğimiz gibi cismânî değildir. Hepsi de lâtif olup idrâk
ve hislerle gıdalanırlar. İster Vahdet âleminde, ister
Mârifet âleminde olsunlar, nurânî vücûdlarıyla
Cennettekiler zevkten zevke geçerler. Cehennemdekiler
de azâbtan azâba geçerler. Bir kişi rüyasındayken
vücûdu yatakta olduğu halde rûh yönüyle her yere
gidebiliyor. İşte bunun gibi, lâtif olan rûh için de zaman
ve mesafe mefhumu yoktur.
Geçtiğimiz bu vatanlarda ayrı ayrı vücûdlar giyerek, o
âlemlerde üçer yüz bin mertebe geçerek, Zât deryasına
kadar bir vuslat koşusunda isek de, aslımız hiç
değişmiyor. „Yunus‟ esmâsı olan kişi sonuna kadar her
âlemde „Yunus‟ olarak anılmakta ve bilinmektedir. Allah
cümlemizi her geçtiğimiz âlemde, bütün tecellîlerini
dünyada iken görmek ve zevk etmek nasîb etsin. Âmin.

HER NEFS ÖLÜMÜ


TADACAKTIR

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde: “Küllü nefsin


zaikatül mevd” “Her nefs ölümü
tadacaktır.” buyurmuştur. Dikkat edilecek olursa,
ölecektir demiyor, ölümü tadacaktır diyor. Şu halde,
evvelâ nefs nedir ki, ölmüyor. Nefs, kişinin özüdür. Nefs
kişinin, kendine nisbet ettiği ef‟âli, sıfatı, zâtıdır. Yedi
sıfat-ı subûtiyesinden, bedensel olan zâhir hizmetlerine,
ikilik halinde Hakk‟tan uzak oluşuna süflî nefs,
Ulûhiyetteki rûhun emri doğrultusundaki, zâhir ve bâtın
hizmetlerine de mutmain olmuş nefs diyoruz.
Nefsin tanımı, yalnız kişiye ait nefsin tanımı olmayıp,
bütün varlıklardaki özün tanımı olmalıdır. Zira
Peygamberimiz: “Allah evvelâ benim nefsimi yarattı”
buyuruyor. Bu nefs, küllî nefs idi. Bütün varlıklarda,
isti‟dâdlarına göre tecellîsini gösterdi. Esfel olan bu
dünya yüzünde, irfâniyetsizlikten mütevellit, esmâ ve
sıfatları ayrı görmesi nedeniyle onu, zulmanî perdeler
içinde, Rabbinden ayrı bıraktı. Bir kişinin, bu cehâlet ve
gayriyet bataklığından kurtulabilmesi için, bir kâmil
eteğine tutunarak, süflî nefs vâdisinden çıkması lâzımdır.
İşte, kendisinde ve bütün âlemde tecellî eden, Cenâb-ı
Hakk‟ın tahsili ve üç yüzünü görmesiyle, nefs terbiyesini
yapmış olacaktır. Şu halde nefs öldürülmüyor. Yalnız
terbiye ediliyor. Peygamberimiz “Nefsini bilen Rabbini
bilir” buyurmuşlardır. Dikkat edilirse burada da nefsini
bilen Allah‟ı bilir demiyor, Rabbini bilir buyruluyor. Çünkü
mutlakiyeti ile Allah bilinmez. Allah, Rubûbîyyetine tecellî
edince, kulluk mertebesinde Rabliği ile bilinir. Allah‟ın
Rubûbîyyetinin 1- Nübüvvet yönü 2- Kulluk yönü olarak
iki yüzü vardır. Rabbini bilmeyen Allah‟ı bilemez.
Kişinin nefsi olan özünü bilmesi, bütün varlıklarda tecellî
eden Rabbinin zuhûrunu da bilmesi ve görmesi demektir.
Şu halde nefsimiz olarak bildiğimiz Hakk‟ın bizlerdeki
tecellîsini, zâhir olan vücûd kafesinde hapsolduğu için ve
idrâk edemediğimizden göremiyoruz. Cenâb-ı Hakk
insanın vücûd kafesinde kendisini gizlemiştir.”Kullarım
beni selamete çıkarırlarsa ben de onları ebedî saadet
yurdu olan bâkiliğe kavuştururum, yok onlar beni bu
beden kafesinden, irfâniyet ve kemâlâtları ile
salıvermezlerse, cehâletlerinin gereği olarak, ikilik içinde,
Cehennem‟de yaşayıp duracaklardır” diyedir. İşte
ölmezden evvel ölünüz emri bunun için verilmiştir. Maide
Sûresi 35. âyette “Ey îmân edenler, Allah'tan
korkun, O'na yaklaĢmaya vesîle arayın, O'nun
yolunda cihad edin ki, mutluluğa
erebilesiniz” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi, bir İnsan-
ı Kâmile gidip, nefsimizi tanıyıp, nefs terbiyesini yaparak,
Allah‟a kavuşmanın farz olduğu anlaşılmaktdır. Bir
kişinin, kendi bildikleriyle veya kitaplar okuyarak nefsini
tanıması ve terbiye etmesi mümkün değildir.
İnsan-ı Kâmilde nefs terbiyesini yapanlar kurtulmuş,
tahsil yapmayanlar maalesef esfel olan süflîyyât
vâdisinde kalmaları nedeniyle kurtulamamışlardır.
Bu fiziksel olan bedenimiz fânîdir. Bunun hizmetinde
bulunmak da fânîliği gerektirmektedir. Sîret vücûdumuz
olan rûhsal yönümüz bâkidir, bunun hizmetinde
bulunmak da bâki olacaktır. Bâki olan sîret vücûdumuz
için, ölüm de yoktur. Ne kadar onun hizmetinde
bulunursak o nisbette, selâmete çıkmış oluruz. Bu
âlemde, en fazla % 49 fiziksel bedene hizmet etmek
lâzımdır. Bunun ne kadarını aşağıya çekebilirsek o kadar
manevîyatımız kuvvetleniyor demektir. En az da %51
rûhsal lâtif bedene hizmet etmelidir. Yoksa, bu gönül
fabrikasındaki idare amiri, fiziksel bedeni birinci planda
mütalaa edeceği için, hiçbir zaman süflîyyât vâdisinden
kurtulması mümkün olmayacaktır.
Her kişi kendisini sorgulasın. Yaşantısında birinci plânda
dünya işlerini yapıyor ve gayret gösteriyorsa, bilsin ki
süflîyyât vâdisinde olmaktan mütevellit üzüntü, keder,
stres, alamadım veremedim gibi bir çok dertler içinde
kıvranmakta ve bu kişi yaşadığı müddetçe dünyada iken
bile Cehennem‟de yaşamaktadır. Elbette Âhirette de,
yaptığı ibâdetler yeterli puan alamadığı için, murâdına
eremeyecektir. Birinci plânda Allah‟ı düşünerek, yaptığı
bütün ameller Allah için ve Allah‟ın rızasını kazanmak
içinse, onun gönlünde Hakk‟a yaklaşmaya bir nûr bağı
olacak, her tecellînin Hakk‟ın olduğunu bilecek, her olayı
Hakk gözlüğüyle görmek onu mutlu edecektir. Yaptığı
ibadetler saadet ve refah içinde yaşamasına vesîle
olacağı için, süflîyyât vâdisindekiler gibi dünyada
Cehennemini yaşamayacak, dâima kendisini Cennet‟te
hissedecektir. Âlem-i Âhirette de bu güzel halleri sıfatlara
bürüneceği için Cennet‟te olacaktır. Çünkü, dünya
Âhiretin tarlasıdır. Dünyada gönül tarlana ne ekersen
mahsul zamanı onu biçersin.
Gelin kardeşlerim gönlümüzün tarlasına, hiç olmazsa %
51 rûhaniyet mahsulünü ekmeye gayret gösterelim.
Dâima zikirden, fikirden, şühûdlardan ayrılmayalım. Allah
bütün kardeşlerime kolaylıklar ihsân etsin. Âmin.

HĠCRET
Peygamber Efendimizin, Mekke-i Mükerreme'den,
Medine-i Münevvere'ye gitmesine hicret denilmektedir.
Mekke müşriklerinin peygamberimizi ve dolayısıyle de,
inananları rahatsız etmeleri nedeniyle, evvelâ
Peygamberimiz ve Ebubekir Hazretleri Medine‟ye hicret
etmişler, bunu takiben de, Allah ve Resulüne inananlar
Medine‟ye göç etmişlerdir. Bu göç edenlere „muhacir‟,
muhacirlere ev ve gönüllerini açan Medine ahâlîsine de
„ensar‟ denilmektedir. Mekke‟de iken İslâmiyet, lâyıkıyle
yayılmazken, Medine‟ye hicret edilince, İslâmiyet çığ gibi
yayılmağa başlamıştır. Zâhirdeki hicretle İslâmiyet çok
şeyler kazanmıştır.
Bizler de nefis âleminden rûh âlemine hicret yaptığımızda
çok şeyler kazanmış olacağız. Nefis âlemindeki kişiler,
dünya meşgaleleri, stresler vb. gibi bir çok müşküller
yüzünden rahatsız olmakta huzursuz ve mutsuz bir
yaşam sürmektedirler. Peygamberimizin Medine‟ye hicret
edip de huzur ve mutluluğa ermesi gibi, bizler de
Peygamber vârisi bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile rûh
âlemine hicret ettiğimizde, ikilikteki huzursuzluk ve
mutsuzluğumuzun sona erdiğini göreceğiz.
Kur‟ân-ı Kerîm de Mekke âyetleri ve Medine âyetleri
olarak iki yerde nâzil olmuştur. Mekke‟de nâzil olan
âyetler bizlere i‟tikad, amel ve nefisle mücadele
metotlarını öğretmektedir. Her türlü ikilikteki Allah‟ın
bütün tecellîlerini öğrenmemizi ve cihad etmemizi
emretmektedir. Medine‟de nâzil olan âyetlere baktığımız
zaman da, Allah‟ın Vahdâniyyet deryasında yaşam
biçiminin uygulanması ve her varlıktaki Cenâb-ı Hakk‟ın
fark dediğimiz şeriat gözlüğü ile şuhûd ederek, mutluluk
ve saadet içinde dâimliği göstermektedir.
Şu halde Cenâb-ı Hakk bizlerden, Mekke ahâlisi olan
nefis diyarından, Medine olan rûh diyarına hicret
etmemizi istiyor. Bu da Ebubekir'in, Resûlullah'a tâbi
olarak Medine‟ye hicret ettiği gibi, O‟nun vârisleri
vasıtasıyla ve elbette bir merâtible mümkündür.
Kul ayrı, Allah ayrı iken, sefere çıkan bir sâlik, üç günlük
ef‟âl, sıfat ve Zât yolculuğunu yaparak hicret eder. Allah
kuluna şah damarından daha yakındır. O halde hicret de
kişinin kendinden kendine yaptığı bir seferdir. Yunus
Emre'nin “Şeriat tarîkat yoldur varana, hakîkat mârifet
ondan içeri” buyurdukları gibi bu yol ilim ve irfâniyet
yoludur. Hakk ve hakîkata hicret etmeyenler,
ibâdetlerinde taklîdden öteye geçemedikleri için huzur ve
mutluluğa kavuşamamaktadırlar. Onun için bu dört ilmin
zâhir ve bâtınını tahsil edip, yaşamak gerekir. İşte o
zaman hicret edilmiş olacağından Resûlullah Efendimizin
Medine‟ye hicretinden sonra İslâmiyetin hızla yayılması
gibi, bizlerin de gönül âlemine intikalimizle çok büyük
zevk ve tebdilâtlarla mutluluğa sahip olacağımız
muhakkaktır. Harabi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle
buyurmaktadır:

ġer'i Ģerif inkâr edilmez amma


ġeriat var Ģeriattan içeri
Tarîkatsız Allah bulunmaz amma
Tarîkat var tarîkattan içeri
Gördüğün Ģeriat Ģeriat değil
Gittiğin tarîkat tarîkat değil
Hakîkat sandığın hakîkat değil
Hakîkat var hakîkatten içeri

Gel vech-i Harabi'ye eyle dikkat


Hakk‟ın cemâlini görmek istersen rü‟yet
Sadece Hakk var demek değildir mârifet
Mârifet var mârifetten içeri

Demek ki, şeriat yalnız şekil olarak yapılan ibâdetler,


emir ve yasaklardan ibaret değildir. Cenâb-ı Allah “Ben
gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murat ettim. Bu halkı
halk eyledim” buyuruyor. Zâtından halk dediği, bu
Muhammed sıfatlarına tecellî ederek, onlardan da
fiilleriyle kendisini şerh etmesi şeriattır. Her ne kadar
şeriat Allah‟ın emir ve yasakları ise de, tafsilât-ı
Muhammediyye'de, Cenâb-ı Hakk‟ın fark tecellîsini açığa
çıkarmasından ibarettir.
Tarîkat da yol demektir. Bu yol ilim ve irfâniyet yoludur.
İlim yolculuğuna da tarîkat denir. Tarîkat, bizlerde ahlâk
ve edeb güzelliğini tesis eder. Bu da ef'al-i İlâhiye ve
sıfat-ı İlâhiye zevkini tadanlarda hâl ile kendisini gösterir.
Yoksa isim olarak söylenen şu veya bu tarîkat şeyhlerine
tâbi olmak değildir.
Hakîkat ise Kur‟ân‟ın veya insanın sırlarına vâkıfiyettir.
Her şeyin hakîkatini bilmek ve olmaktır. Her şeyin
hakîkatini ilimle bilmek değil, bizzat kendinden kendine
şuhûd ve müşâhede etmektir. Eşyanın hakîkati ef'al-i
İlâhîyedir. Ef'alin hakîkati esmâ-i İlâhiyedir. Esmânın
hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir. Sıfatın hakîkati de Zât-ı
İlâhiyedir. Şu halde, eşya Hakk değil, eşyanın hakîkati
Hakk‟tır. İşte bunu böyle zevk edebiliyorsak hakîkat
içindeki hakîkati de zevk etmiş oluruz.
Mârifet zâhirde, az bir işi veya bir fiili mârifetiyle
çoğaltmak, sanatın üstünlüğünü göstermekte ise de,
mârifet sıfat ve esmâ ilmidir. Cenâb-ı Allah‟ın Zâtından
cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar mazharlarından
nâmütenâhi esmâlar alarak, şeklinde, renginde, tadında,
kokusunda, tabiatlarında, sonsuz değişikliklerle
ressamlığını, mühendisliğini, nakkaşlığını sergilemesidir.
Görüldüğü gibi şeriat basamağından dört merdiven
çıkarak yani hicret ederek, nefis müşrikliğinden kurtulup,
Medine‟de ensarın arasında mutluluğa kavuşmak bizim
hicretimiz olacaktır. Cenâb-ı Hakk bütün kardeşlerime bu
hicreti nasîb etsin. Âmin.

HIZIR (A.S.) KĠMDĠR


Hızır demek “hazır” demektir. Zâhir ve bâtın Cenâb-ı
Hakk‟ın tecellîlerine vâkıf olan merâtib-i hayat sahibidir.
Bu Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîleri olan zâhir ve bâtın, bütün
müşküllerimizi halleden, Allah‟ın görevli kıldığıdır. Bu ne
demektir. Tevhîd mertebelerinin tamamına vâkıf olup,
esfel olan bu dünya üzerinde ikilikte bulunanlara, her an
hâzır ve nâzırlığı ile yol gösteren, onların sırat-ı
müstakîmde ilerlemeleri için her ne gerekiyorsa yardımcı
olan Allah‟ın mübârek kullarındandır. Sûret ve esmâ yönü
ile bu âlemden göçseler bile, letâfet âleminde de rûhların
seçilmişlerinden olmaları nedeniyle diri olarak dâima
görevdedirler. Onlar bizler gibi fiziksel bedenle kayıtlı
değildirler. Tayy-ı zaman ve tayy-i mekân olan
zamansızlık ve mekânsızlık durumunda oldukları için, bir
vakitte bir çok yerde bulunmaları mümkündür. Hatta bazı
şuhûd ve keşif sahibi evliyâların bunlarla görüştükleri
bilinmektedir. Kesâfet ve letâfet âlemlerine vâkıfiyetleri
nedeniyle, bizlerin bilmediği bir çok sırlara ve olağanüstü
mârifetlere Cenâb-ı Hakk tarafından sahip kılınmış
olmaları onların kesâfet ve ervâh âleminde yetki sahibi
olduklarını gösterir. Dünya ve ukbâya ait Cenâb-ı Hakk‟ın
tecellîlerine vâkıf olmaları nedeniyle, insanlar tarafından,
bazen Hakk Mürşîdi, bazen Hızır, bazen de evliyâ olarak
vasıflandırıldıklarını görüyoruz. Bunların hepsi de
doğrudur. Kur‟ân-ı Kerîm‟de Kehf Sûresinin 60 ilâ 83.
âyetlerinde anlatılan kıssadan da anlayabileceğimiz gibi,
Ulûlazîm peygamber olan Musa (A.S.) ilm-i ledün sahibi
olmasına rağmen bazı şeyleri göremezken, Cenâb-ı
Hakk‟ın verdiği kerâmet-i kevniyye tecellîleriyle, Musa‟nın
göremediği bazı şeylere Hızır‟ın vâkıf olduğunu
göstermiştir. Halbuki Musa Ulûlazîm bir peygamber, Hızır
ise bir velîdir. Musa‟nın bilmediği kevniyye tecellîleri
O‟nda zuhûr etmemiş olsa idi Cenâb-ı Hakk gönderir
miydi. Onun için merâtib-i hayat olarak bilinen Hızır,
bekâ âlemleri olan rûhlar âlemine vâkıfiyetleri nedeniyle,
melekût âleminden, mârifet âleminden, lâhut âleminden
bizlere kevniyye tecellîlerinden de haber getirirler. Onlar
dâima hayydırlar. Gittikleri yerlerin yeşermesi de,
gönüllere ekilen Muhammedî tohumunun yeşermesi
gibidir. Zaten ancak diri olan ölüyü diriltebilir. Yoksa ölü
ölüyü diriltemez. Ölümsüzlük suyu olan ab-ı hayatı içmiş,
nasibi olup da içmek isteyenlere de dâima içirmekte olan
Allah‟ın mübârek kullarıdır. Resûlullah Efendimiz bir
Hadisinde: “Musa Hızır‟a biraz daha sabretmiĢ olsa
idi, O‟ndan çok Ģeyler öğrenecekti.” buyurmuşlardır.

HIZIR ĠLE ĠLYAS‟IN TAġIDIĞI


MÂNÂ

Hızır, İlyas ve Zülkarneyn ab-ı hayatı (ölümsüzlük suyu)


aramak için yola koyulmuşlar. Günlerce yolda
yürümekten Zülkarneyn yorulmuş. Daha ileriye
gidemeyeceğini söyleyince, Hızır ile İlyas, yollarına
devam etmişler. Bir gün ab-ı hayata kavuşmuşlar. Her
ikisi de kana kana içmişler. Beraberinde getirdikleri
kapları da doldurarak, geride bıraktıkları Zülkarneyn‟in
yanına gelmişler. Ona ab-ı hayatı bulduklarını, kana kana
içtiklerin söylemişler. Beraberinde getirdikleri ab-ı
hayattan ona da vermişler. O da içmiş. İşte o gün bu
gündür ölümsüzlüğe mazhar olan Hızır, kara parçasında,
yani dünyada, İlyas ise denizlerde ve deryalarda, yani
letâfet âleminde görevli olarak, bütün varlıklara ab-ı
hayatı içirmekle görevlidirler.
Hızır demek “hazır” demektir. Hızır, insanların nefs âlemi,
kesret âlemi olarak gördüğü bu fânî âlemde, her türlü
müşkülleri halletmekle, insanların mutluluk, huzur, refah,
irfâniyet ve kemâlât gibi Vahdâniyyet zevklerine sahip
olmaları için görevlidir. Fiziksel bedenden beden ötesi
ölümsüzlük âlemine geçmeleri için bir vesîledir. Onun için
sâliklerin Hızırları da Mürşid-i Kâmilleridir. Çünkü bunlar,
talip olanlara kendi insan-ı asliyyelerini buldururlar.
Ölümsüzlük suyunu içirirler. Sâliklerin fânî olan
bedenlerine takılmamalarını, rûhsal lâtif bedenin
ölümsüzlüğünü onlara öğrettikleri için Hızırlarıdır.
Tevhide Hızır bir Mürşidi kamil,İlyasta Mürşidi kamile külli
teslimiyeti ile teslim olan,tevhid tahsili yapan
saliktir.Bunlar Mürşid mazharından tecelli eden tevhid
mertebelerinin ilmi ledün olan ölümsüzlük suyu olarak
tabir edilen ab-ı hayat suyunun elde edilmesidir.
Aslinda,kamilin doğuşları salikin cenabı hakka teslimiyeti
nisbetinde olduğu için ilhamlardan yalniz salik değil her
ikiside istifade etmektedirler. Meratibi ilahinin
sonunda,gül kokanların gül olduğu gibi İlyas da
denizlerde ve deryalarda görevli olması,ayni ab-ı hayat
suyunu içmeleridir. Deniz ve deryalardan kasıt, bekâ
âlemi olan kişinin gönül âlemindeki, Cenâb-ı Hakk‟ın
Vahdet ve kesret yüzleriyle her an ayrı bir şe‟nde
tecellîsini Tevhîd yaparak, fark terazisiyle uygulama
tahsilidir. Çünkü kulluğunu idrak edenler; gören, görme
ve görünen hep kendisi olduğu için, Cenâb-ı Hakk‟ın
varlığı ile varlıklanma ölümsüzlük suyunun içilmesi
demektir.
Günümüzde her Mayıs ayının altıncı günü, gençlerin yol
ortasında ateş yakarak üzerinden atlamaları ve dilekte
bulunmaları, deniz olan yerlerde de, bir şişenin içine
çeşitli dileklerin yazılıp suya bırakılması kendilerindeki
Hızır ile İlyas‟tan haberdar olmamalarının bir sonucudur.
Zülkarneyn ikinci elden ab-ı hayatı içtiği için Kur‟ân‟da
Kehf Sûresi 85. âyetten 99. âyete kadar bahsedilen
“Zülkarneyn evvelâ batıya, yani güneĢin battığı
yere, sonra doğuya, sonra da üçüncü bir yöne
giderek oradaki Ye‟cûc ve Me‟cûc‟ten Ģikâyet eden
kavme, Hakk ve hakîkati anlatarak faydalı oldu.”
denilmektedir. Günümüzde de Zülkarneyn gibi bir çok
kâmillerden inanan kişilerin, irşâd olarak ölümsüzlüğe
kavuştuklarını görüyoruz.
Aslında bir kâmil de, ikilikteki nefs vâdisinde olanlara
Hızır görevini yapmakta, sâliklerin nisbî varlığını yok
ederek, bekâda da İlyas esmâsıyla ab-ı hayatı
ihvânlarına içirip durmaktadırlar. Hızır ile İlyas aynı
kişiden tecellî edebileceği gibi ayrı kişilerden de aynı
kemâlâtta tecellî edebilir. Yeter ki ab-ı hayatı yani
ölümsüzlük suyunu içmiş bu kâmillerden her türlü ihtiyaç
ve eksiklerimizi isteyelim, tamamlayalım. Zanda ve
hayâlde yarattığımız Hızır ile İlyas‟tan istekte bulunursak
murâdımıza kavuşamayız.
HZ. YUNUS (A.S.) KISSASI

Yunus (A.S.) Musul civarında, Ninova şehri ahalisine


gönderilen İsmailoğullarından bir peygamberdir.
Ahalisine otuz üç sene Hakk ve hakîkati anlattığı halde,
kavmi O‟na itaat etmedi. O da üç güne kadar kendine
tâbi olmayışlarından mütevellit helâk olacaklarını
söyleyerek kavminin arasından ayrılıp bir gemiye bindi.
Gemide kur'a çekildi ve kur'a Yunus (A.S.)‟a isabet etti.
O‟nu denize attılar. Cenâb-ı Hakk Yunus (A.S.)‟a, bir
yunus balığının yutmasını tecellî ettirdi ve kırk gün yunus
balığının karnında kaldı. Bu müddet içinde Yunus (A.S.)
hep zikir yapıyordu. Zikrinde “Lâ ilâhe illâ ente
sübhâneke inni küntü minezzâlimin” diyordu. Yani
“Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim, beni
zâlimlerden bir daha eyleme” diye tesbih ediyordu.
Saffad Suresi 139 ilâ 149. âyetlerde bu kıssa anlatıldıktan
sonra âyet-i kerime şöyle devam ediyor: “Biz onu açık bir
sahaya attık. O hasta idi. Üzerine kabaktan bir ağaç
gerdik. Kısa zamanda sıhhate kavuşarak kavminin yanına
gitti. Kavminin yüzbin mevcûdu vardı. Yunus (A.S.)‟un
kavminden ayrılırken söylediği sözler tahakkuk etmişti.
Birinci günde, her taraf sararmış, ikinci günde
kırmızılaşmış ve üçüncü günde de her taraf kararmıştı.
Kavmi bunları görünce nedâmet duyarak tövbe edip
Allah‟ın birliğine inandılar. Kendilerinin arasına Yunus
(A.S.)‟un geri döndüğünü görünce, hepsi îmân edip uzun
seneler Yunus‟la beraber o kavim mutluluk içinde
yaşadılar.” Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde
“Mutluluk içinde en uzun yaĢayan kavim, Yunus
(A.S.)‟un kavmidir” buyurmuşlardır.
Anlatılanlar Tevhîdde, sâlikin enfüsünde rûh Yunus‟unun,
beden balığının karnında kırk gün kalarak insan-ı
asliyyesini bulması veya bir sâlikin Mürşîd-i Kâmil
terbiyesinde kırk gün, yani zâhir ve bâtın beşerden on
duygusu ile Tevhîd mertebesi olan dördüncü Makâma
kadar İnsan-ı Kâmilin tahsilinde bulunmasıdır.
İnsan isyanlarda bulundukça rûhu dâima zulmettedir. Bir
İnsan-ı Kâmile gelip nefsini terbiye ederek kendi diye
bildiği varlığı Hakk‟ın varlığında yok edebilirse, Yunus
(A.S.)‟un balığın karnındaki karanlıktan kurtulması gibi,
rûh da bu ten zulmetinden kurtulmuş olur. Çünkü bu
âlem deniz, ten balık, rûh da Yunus gibidir. Âfâkımızda
ise ten balıkları yanı sıra can balıkları olan İnsan-ı
Kâmiller de mevcuttur. Onlar senin ve benim gibi
seçilmiş rûhânî Yunusları, Cenâb-ı Hakk‟ın emriyle dâima
yutuyorlar. Bizleri kırk gün kendi terbiyelerinde, bizlere
göre karanlık bir yerde tutuyorlar. Sâlik bu terbiye
müddetince nisbîyetlerinden kurtulup nefsini tanıyınca,
Yunus gibi nedâmet duyarak “Ya Rabbim, beni artık
zâlimlerden eyleme” diye dua etmiş olacaktır.
Cenâb-ı Hakk, yasak meyveyi yiyip “Ben nefsime
zulmettim” dediğinde Âdem (A.S.)‟i affettiği gibi, Yunus'u
da affederek selâmet sahiline çıkarıyor. Sahile çıktığında
Yunus (A.S.) hasta idi. Yani henüz daha kemâlâta
gelmemişti. Bir zaman sonra kemâlât zuhûr eder.
Kavmine döndükten sonra kavminden O‟na îmân
etmeyen hiçbir kişi kalmadı. Hepsi îmân ettiler. Çünkü
Yunus aralarından ayrılırken, üç gün içinde îmân
etmedikleri için helâk olacaklarını söylemişti. Onlar da bu
zuhûrâtı gördüler. Birinci günde ef'al-i İlâhiyenin tecellîsi
ile kendi varlıkları sararıp soldu. İkinci günü sıfatların
mevsûfunun Hakk‟a ait olduğunu gördüklerinde ne sevap
ne de günah işleyememe varlıklarının can damarı olan
kanlarının aktığını da gördüler. Güneş bile ziyasını
kaybettiği zaman kızarır. Üçüncü gün ise, vücûdlarının
Vücûdullah olduğunu anladıklarında secdeye kapanarak
Yunus (A.S.)‟un Rabbine îmân ettik dediler. İşte bir
sâlikin de nefsinin mutmain olmasıyla, uzun seneler,
mutluluk içinde Yunus (A.S.)‟un kavmini yaşaması budur.
Yunus (A.S.)‟un bu tesbihi ile dâima meşgul olalım.
Vücûd ülkemizde a‟za ve sıfat kavimlerimizin rûha olan
idrâk tâbiliğini istiyorsak, ikilikteki nefis vâdisinden, teklik
olan rûh vâdisine geçerek vücûd ülkemizde rûhu padişah
yapmamız gerekmektedir. Vücûd ülkesinde rûhumuz
padişah olunca, bütün sıfat ve a‟zalarımız da mutmain
olarak onu en güzel bir biçimde açığa çıkaracaktır. Artık
kulak Hakk ve hakîkati duyan, göz Hakk ve hakîkati
gören olunca, hiçbir ihtilaf kalmayacağı için huzur ve
saadet içinde yaşanmış olacaktır. Cenâb-ı Allah bütün
kardeşlerime Yunus (A.S.)‟un mutluluğu tattırsın. Âmin.

HZ. YUSUF KISSASI

Müşriklerin önde gelenlerinin Resûlullah Efendimize


Yusuf kıssası ile ilgili olarak Yakub (A.S.)‟un Şam‟dan
Mısır‟a ne için göç ettiğini sorması üzerine Yusuf Sûresi
nâzil olmuştur.
Bir gün Yusuf babasına “Babacığım ben rüyamda on bir
yıldızla ay ve güneşi bana secde ederlerken
gördüm”dedi. On bir yıldız kardeşleri idi. Bunlar zâhirdeki
1-İşitmek 2-Görmek 3- Koklamak 4- Tatmak 5-
Dokunmak duyguları ile bâtındaki 1- Hissi müşterek 2-
Hayâl 3- Vehim 4- Hafıza 5- Haset 6- Gazap idi. Ay ise
Yakub‟un eşi olan nefsi, güneş de babası Yakub
(A.S.)‟dur. Yusuf rüyasında kardeşlerini yıldız sûretinde,
babası Yakub‟u güneş sûretinde, Yakub‟un eşini de ay
sûretinde görmüştür. Bunların cümlesinin Yusuf‟a secde
etmeleri, ileride Yusuf‟un cümlesine Sultan olacağına
işarettir. Çünkü rûh veya „Can Yusufu‟ zâten vücûd
mülkünün sultanıdır. Fakat kemâle gelmeden bunu idrâk
etmesi mümkün değildir. Yusuf Sûresi 5.
âyetinde “Babası: "Yavrum, rüyanı kardeĢlerine
anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar; çünkü
Ģeytan, insana belli bir
düĢmandır” buyrulmuştur. Babası Yakub Yusuf‟un
rüyasından sonra O‟nun küllî bir isti‟dâda sahip olduğunu
görünce, peygamber vârisi olacağını anladığı için diğer
kardeşlerinden fazla sevmeğe başladı. Kardeşleri de
bunu gördükleri için tuzak kurdular. Babalarına gelerek
dediler ki: “Ey babamız sen bize neden
inanmıyorsun, onu bizimle kıra gönder de bol bol
yesin oynasın. ġüphesiz ki biz onun
koruyucularıyız” dediler. Yakub dedi ki: “O‟nu
götürmekle hem beni tasaya düĢürürsünüz hem
de gafil bulunurken O‟nu kurda yedirmenizden
korkarım.” dedi. Zira Yakup bir gün rüyasında dağın
başında Yusuf‟a on kurdun birden hücum ettiğini,
Yusuf‟un aralarında kaybolduğunu gördü. Onun için
onlara “Kurt yemesinden korkarım” dedi.
Elbette bir kişi nefsin isteklerine uyarsa, nefs-i emmâre
olan kurda kaptırmış olur. Kardeşleri Yusuf‟u kıra
götürdüler. Ve kuyuya attılar. İşte bizlerdeki can
Yusufunun bu beden kuyusuna atılmasıyla, esfel-i sâfilîn
olan bu dünya bataklığından, Hakk ve hakîkat ticareti
yapan İnsan-ı Kâmil‟in himmetiyle, Tevhîd kervanından
bir sucunun kuyudan su çıkarması sonucu vesîle olarak
kardeşleri tarafından kervancı başına satılması zuhûr
etmiştir.
Yusuf kuyuya atılınca Cebrail hemen ona beyaz bir
gömlek giydirmek sûretiyle O‟nu boğulmaktan
kurtarmıştır. Bu gömlek, İbrahim (A.S.)‟i Nemrut
tarafından ateşe atıldığında ateşten koruyan Tevhîd
gömleği idi. Beden varlık kuyusuna atılan Can Yusufu
kervancı başı olan Mürşid-i Kâmil‟e pul olup satılmıştır.
Mısır ülkesine doğru, kervanda yol alan bir köle olarak
yolunda ilerlemeye devam etti. Hasan Basri Hazretleri
“Yusuf kuyuya atıldığında tam oniki yaşında idi. Babası
ona kırk sene sonra mülâki olmuştur” buyurmakla, bir
sâlikin akıl baliğ olduktan sonra, Hakk‟ta Hakk olup, kalb
sahibi olarak zuhûra gelişini ifade etmektedirler.
Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde “Yusuf‟u
kardeşleri sekiz cevize sattılar” buyurdular. Bu, sekiz
sıfat-ı subûtiyenin nefs-i emmâre tahakkümünden
Mürşid-i Kâmil emrine bir anlaşma ile verilmesi demektir.
Kervanla Mısır ülkesine varıldığında Maliye Nazırına köle
olarak satılması ile Züleyha ile karşılaştı. Züleyha bir
padişahın kızı idi. Rüyasında çok güzel bir erkek
gördü.”Sen kimsin” dedi. O da “ben Mısır padişahıyım”
dedi. Züleyha bu rüyanın te‟sirinde kaldı. O‟nun bu halini
görenler “Bu âşık” diyorlardı. Kendisine evlenmek için
talip olanların da bütün tekliflerini reddediyordu. Bir gün
Mısır padişahının yanına gitti. Rüyasında gördüğünün o
olmadığını görünce üzüldü. Gâipten bir ses “Üzülme
kızım, günü gelince o gördüğüne kavuşacaksın.” dedi.
İşte o zaman şükür secdesi yaptı. Yusuf‟la karşılaşınca
rüyasında gördüğünün o olduğunu anlayıp O‟nun
güzelliğinden mütevellit ona sahip olmak istedi. Çok diller
döktü, ama sahip olamadı. Zorla sahip olmak istediğinde
de gömleğini arkadan yırttı. Gömleğin önü rûh tarafı,
arkası da nefs tarafını remzeder. Tevhîd gömleğinin arka
tarafından yırtılması nefsin onu yırttığını gösterir.
İşte kul Allah‟a tam yönelince, Tevhîd gömleği arka
tarafından yırtılır. Sad Sûresi 83. âyette “ „Ancak
içlerinden ihlâs ile seçilmiĢ has kulların müstesna‟
dedi” buyrulmuştur. İşte burada da görüldüğü gibi
Şeytan Yusuf‟u yolundan saptıramamıştır. Züleyha‟nın
karşısına o anda kocası çıkınca Züleyha yalan söyleyerek
efendisine “Bu köle benim nefsimden murad almak
istemiştir” dedi. Gömleğin arkasından yırtılmasını gören
efendisi ise durumu anlamıştır.
Züleyha‟nın Mısır kadınlarına imtihanına gelince,
şehirdeki bir kısım kadınlar Azizin karısının kölesi olan
Yusuf‟un nefsinden murad almak istediği söylentisini
duyunca “Bu kadın apaçık bir sapıktır” dediler. Şehirdeki
kadınlar nefsin kuvveleridir. Burada Yusuf rûhu, yani
Allah‟ın emirlerine itaatı ve yasaklardan kaçınmayı,
Züleyha dünya ve nefsi, şehvet ve arzuları, Mısır azizi de
dünyaya meyyal olan Züleyhalara söz geçiremeyen
dünya adamlarını remzetmektedir. Züleyha şehirdeki
bütün kadınları topladı ve her birine tabak içinde elma ile
bıçak verdi. Yusuf‟a da karşılarına çıkmasını söyledi.
Karşılarına çıkan Yusuf‟u görünce bütün kadınlar
Yusuf‟un güzelliğinden kendilerini kaybederek önlerindeki
elmaları kesecekleri yerde ellerini kestiler.”Bu bir insan
değil sanki bir melektir” dediler. Rûhun nurunu
görenlerin elbette fiillerin fâilini Allah‟a nisbet ederek
kendilerine nisbetleri kesilecektir. Yusuf‟u dedikodular
kesilinceye kadar zindana attılar.
Zindanda iki arkadaşı vardı. Onlar Yusuf‟a rüya
gördüklerini söyleyerek tâbir yapmasını istediler. Biri
“Ben rüyamda şarap olacak şırayı sıktığımı görüyorum”
dedi. Diğeri de “Rüyamda başımın üzerinde ekmek
taşıdığımı ve bu ekmekten kuşların yediğini görüyorum”
dediler. Yusuf rüya tabirinde, biriniz efendisine şarap
sakîliği yapacak, diğeri ise zindandan çıkınca asılacak ve
kuşlar başından yiyecek dedi. Şarap aşkı remzeder.
Vehbî ilimle Fenâfillâh olup Hakk‟a vâsıl olacağını ve
padişah olan rûha hizmet edeceğini, diğerinin ise kesbî
ilimle ef‟âl, sıfat ve vücûdunun ifna olmasını bekâ kuşu
olan Kâmilin de onun gayriyetlerini yiyerek Hakk‟a kesbî
bir ilimle vâsıl olacağını belirtiyor. Çünkü padişaha aşk
şarabını içiren şarapçıdır. Diğeri ise nefsten ayrılmayan
beden şehrinin ekmekçisidir.
Yusuf, rüyasında şarap gören arkadaşına “Hapisten
çıkınca sahibinin yanında beni hatırlat” demişti.
Arkadaşının bunu unutması sonucu Yusuf yedi sene daha
zindanda kaldı. Rûh Makâmında vücûdu talep etmek
elbette yedi sıfat-ı subûtiyeden zuhûra gelesiye kadar
zindanda kalmak demektir. Çünkü bu mertebede kul
bâtın Hakk zâhirdir. Rûh Yusufu sıfatlanmadan kendini
ispat edemez.

Mısır melikinin rüyası ve Hz. Yusuf‟un tabiri:


Padişah “Ben rüyamda yedi semiz sığırı yedi zayıf sığırın
yediğini ve yeşil yedi başağın da yedi kuru başağa sarılıp
galip geldiğini gördüm” dedi. Yusuf bu rüyanın tabirinde
“Âdetleriniz üzerine yedi sene tohum ekersiniz, mahsulün
ancak yiyeceğiniz kadarının az miktarından maadasını
başaklarında terk ediniz. Sonra bolluk senelerinden sonra
şiddetli yedi sene kıtlık gelecektir. Şiddetli kıtlık
senelerinden sonra da bereketli bolluk seneleri
gelecektir” dedi. Yani normal bir kişinin nefsi
doğrultusunda yedi sıfat-ı subûtiyesini kullanması
bidâyette bolluk yıllarıdır. Sonra Kâmilin nefs terbiyesinin
ardından sâlik, yedi semiz nefs sıfatlarının, rûh sıfatları
olan zayıf yedi sığır tarafından yendiğini görecektir. Yedi
yeşil başak olan rûhânî yeşil başakların yani sıfatların,
kendine nisbet edip zayıflamış ve kurumuş olan başağı
ihâta ettiğini, onun artık hakîkat deryasında hiçbir
sözünün geçmediğini zamanla anlayacaktır. Bir sâlikin
rûhaniyet yönünün nefs yönüne galip gelmesi demek
kuvvetlenmiş olan rûhaniyet yönünün nefs kuvvelerini
dâima bağlamış bir vaziyette tutması demektir.
Yusuf beraatından sonra melikin tahtına oturdu.”Biz onu
yer yüzünde halife kıldık” denildiği gibi kavseyn
Makâmına oturup hazinelerin de tasarrufunu eline aldı.
Yusuf‟un Mısır‟a zâhire almak için giden kardeşlerini can
Yusufu hemen tanıdı. Nefs olan kardeşleri ise hiçbir
zaman Yusuf‟u bilemezler. Yusuf onları tanıyınca
“Babanızdan olan kardeşinizi de bana getiriniz” dedi. Bu
sözüyle „kuvve-i akliyyeyi veya tefekkürü getirmezseniz
bir daha bana yaklaşamazsınız‟ demek istedi. Yakub
(A.S.) oğullarına “Bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı
kapılardan giriniz” diye tenbihatta bulundu. Yani „kalb
şehrine vahdet ve kesreti ile giriniz veya hakîkat ve şerîat
kapılarından giriniz, şerîatsız hakîkat ve hakîkatsız
şerîatla Mısır ülkesi olan gönül evine giremezsiniz‟ dedi.
Yakub (A.S.) ilim sahibidir. Şühûd ve ayan sahibi
değildir. Kemâlât, akıldaki ilimden ibaret değildir. Havvas
sahipleri akl-ı külün ilmini bilmezler. Akl-ı maaş ve akl-ı
meadı bilirler. Yusuf kardeşlerinin içeriye girdiğini
görünce Bünyamin‟e doğru ilerleyerek onu kucaklayıp
bağrına bastı. Gizlice kulağına “Ben senin kardeşinim,
diğerlerinin bize yapmış olduğu ihanet sebebiyle sen
mahzun olma” dedi. Altın tas olan ilim ve irfâniyet
kuvvelerini Bünyamin‟in yüküne koydurdu. Sonra “Ey
kafile, durunuz. Siz hırsızsınız” diye bağırıldı. Çünkü
kalbin isti‟dâdı altın tastır. Yusuf‟un kuyuya atılması ile
Yakub (A.S.)‟un gözleri görmez olmuştu. Yusuf‟un
Makâm ve kemâlâtını idrâk edememekle şühûdsuz kaldı.
Sonunda Yusuf “Bu gömleği babama götürün de
babamın gözlerine sürün. O artık bundan sonra rahatlıkla
görmeye başlar. Sonra bütün ailenizle birlikte bana gelin”
dedi. Yusuf‟un gönderdiği gömlek Tevhîddeki kemâlâtın
cemâl nurlarıdır. Bununla gözleri görmeyenlerin körlükleri
izale olur. Yakub ailesiyle birlikte Mısır‟a vardığında onları
Yusuf karşıladı ve birbirlerine sarıldılar. Babasını ve
annesini tahtının üzerine oturttu. Hepsi O‟na hürmetle
eğildiler.
Yusuf “İşte daha evvel gördüğüm rüyam tahakkuk etti.
Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen tam hikmet sahibi
olan ancak O‟dur.” Ve kırk sene sonra Yakub Yusuf‟una
kavuşmuş oldu. 23 sene daha beraber yaşadılar.
Şu halde Yusuf kıssası, bir sâlikin Mürşid-i Kâmile gelip
merâtib-i İlâhiyeyi tahsil edinceye kadarki bütün
safhalarını tek tek anlatarak üzerinde derin derin
tefekkür etmemizi gerektiriyor. Yusuf Sûresi 111.
âyette “Gerçekten onların kıssalarında akıllılar için
bir ibret vardır! Bu Kur‟ân uydurulur bir söz değil,
ancak kendi önündekinin tasdiki, her Ģeyin
açıklayıcısı ve îmân edecek topluluk için bir
hidayet, bir rahmettir!” buyruluyor.
Muhakkak ki Yusuf (A.S.) ve kardeşlerinin kıssalarında
Tevhîd ehline sayılamayacak kadar ibretler vardır. Bunlar
uydurulabilecek birer söz değildir. Her şeyin tasdiki ve
tafsilinin îzâhıdır.”İman eden bir cemâat için bir hidâyet
ve rahmettir o” denilmektedir. Resûlullah efendimize ilk
defa bu sûre kıssa olarak indirilmiştir. Başka sûrelerde
çeşitli vak‟alardan ve peygamberlerden bahsedildiği
halde Yusuf Sûresinde başka hiçbir vak‟a ve
peygamberden bahsetmeden yalnız 1‟inci âyetten
111‟inci âyete kadar Yusuf vak‟asından başka bir olaydan
bahsedilmemektedir.
Bu da gösteriyor ki Tevhîd ehilleri buna çok dikkat
etmeleri gereklidir. Çünkü merâtib-i İlâhinin bütün
safhaları ayrı ayrı şifreli olarak îzâh edilmiştir. İster
nefsinizden rûhunuza kadar bir enfüsî tahsil
mekanizmasında değerlendirme yapın, isterse Tevhîd
ilmine yeni dahil olan bir kişinin Mürşid-i Kâmili ile
arasındaki münasebetleri mütalaa edin. Enfüsü ve âfâkı
aynıdır. Rabbim bütün sohbetlerde bu kıssayı tekrar
tekrar işlemek ve onunla yaşama geçmek nasîb etsin.
Âmin.

ĠBRAHĠM (A.S.)‟IN YILDIZA, AY‟A VE


GÜNEġ‟E RABBĠM DEDĠĞĠ ÂYETĠN
TE‟VĠLÂTI

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Enam Sûresi 76-79. âyet-i


kerîmelerinde İbrahim (A.S.)‟in çocukluğunda evvelâ
yıldızı görerek “Bu benim Rabbimdir.”demesi, sonra
batmasıyla Ay‟ı görüp “Rabbim bu olsa gerektir” demesi,
sonra Ay da bâtınca Güneş‟in doğmasıyla “Bu hepsinden
parlak, Rabbim budur.” demesi onun da battığını
görünce “Batanlar benim Rabbim olamaz. Yüzümü, yer
ve gökleri yaratan Allah‟a çevirdim.”diyerek Rabbini
layıkiyle bulması ve idrâk etmesi anlatılmaktadır.
Zâhiren böyle ifade edilmişse de, ilim yoluyla da
Rabbimizi bulabileceğimiz bizlere söylenmektedir. Hatta
sohbetlerde ilimle mukayyed olan bu âlemde, Allah‟ın
tecellîlerinden olan ef‟âl yıldızları, sıfat ay‟ı ve Zât güneşi
gibi ilmî bazı tabirlerle İbrahim (A.S.)‟in ilmî zevkine
ortak olmak mümkündür.
Bir Mürşid-i Kâmil‟in irşâdı ile nefs mertebesinde nefs
yıldızlarını gören bir kişi elbette kendi sıfatlarından tecellî
eden duymak, görmek gibi bütün yıldız pırıltılarını
kendisine nisbet eder. Dolayısıyla da onun Rabbi yani
terbiye ve irşâd edeni kendisidir. Onun için kişiye Hakk
teâlâ kendi yıldızını göstermektedir. Ve hâl lisaniyle
“Benim Rabbim budur.” der.
Nefs Makâmından geçip kalb nurlarının doğduğunu
görünce, nefs yıldızlarının kendilerine ait nurunun
olmadığını gecenin zulmanîyetini nuruyla aydınlatan Ay‟ın
aydınlığına binaen “Benim Rabbim budur.” der. Çünkü
kalb bütün vücûdun komutanıdır. İnsan vücûdundaki
sıfatların hepsinden o nurun müşâhedesini yapan kalbdir.
Onun için Mürşîdler kalb sahibidirler. Bütün sâliklerinden
bilen, gören onlardır. Bu yüzden kalb Makâmında
zulmanîyet ve hafî şirk kalmaz. Kişi bu mertebede rûh
güneşinin doğduğunu görünce “İşte bu daha parlak,
batanlar benim Rabbim olamaz, benim Rabbim budur”
der. Çünkü rûh güneşini gören bir kişi kalbinde kendine
has bir nurunun olmadığını, kalbdeki o nurun rûh
güneşinden geldiğini görür ve zevk eder. Çünkü kalb
zaman zaman nefsin hicablarıyla etkilenebilir. Kişi rûh
nurunun tecellîsine mazhar olunca elbette “Rabbim
budur.” diyecektir.
Kişi bir gün fâni olunca ondaki rûh güneşinin battığını
gören bizim gibi İbrahimler işte o zaman her şeyi idrâk
edip “Batanlar benim Rabbim olamaz. Ben yerlerin ve
göklerin yaratıcısı olan Allah‟a döndüm.” diyerek Allah‟ı,
mazharlardaki rûha nisbet etmez. Zâtını bütün
sıfatlarından ilâneden Allah hiçbir mazharla kayıtlı
değildir. Mazharlardaki güneş dâima batmaya
mahkûmdur.
Onun için kişiler nefs Makâmından kalb Makâmına
oradan da rûh Makâmına ve bunların hepsini ihâta eden
âlemlerin Rabbini bilmek suretiyle İbrahim (A.S.) esmâsı
ile vuslat bulmalıdır. Dâima kendini muhasebeye çek.
Sen bu mertebelerin hangisinde yaşıyorsun. Nefsine
hizmet ediyorsan her şeyi ne kadar bilirsen bil, bildiğini
yaşamıyor ve hayata geçiremiyorsan melamî değil
kelâmisin. Yüz yıl yemek yesen yine de doyamazsın.
Kelâmiler hâle geçmeden sohbetlerle kendilerini ayakta
tutmaya çalışırlar. Hal ehliysen ahlâkında ve
hareketlerinde de Tevhîd yönün görünüyor demektir.
Sen kalb ehliysen ve Tevhîdi yaşantına intikal ettirdiysen
rûh ehli olarak hem güneşini vücûd ülkende doğurmuş,
hem de onu kayıtsız olarak zevk ediyorsun demektir.
İnsanlar lâyıkıyle Hakk teâlâ‟yı idrâk etmiş olsalardı
kulların ve herhangi bir şeyin vücûdunun olmadığını, her
şeyin ancak Hakk ile kâim olduğunu bilirlerdi. Halbuki
bütün mevcûdât Hakk‟ın Vücûduyla mevcûddur. O‟ndan
başkasının vücûdu yoktur. Vücûd ancak Hakk‟ındır. Bu
şehâdet âleminin hepsi Hakk‟ın zâhiridir. Gayb âlemi de
Hakk‟ın bâtınıdır. Her bâtının da bir zâhiri vardır.
Dolayısıyla ilim ve bâtın hikmetinin İnsan-ı Kâmil‟den
başka bir mazharı da yoktur. Peygamberler Hakk‟ın sûret
itibariyle zâhiridir. Mânâ itibariyle Hakk‟ın bâtınıdır.
Hakk‟ın ilmi peygamber ve evliyanın kalbine iner.
Lisanından ise zâhir olur. Bunlarla Hakk Teala kullarını
Zâtına davet eder. Bu âlemde kat‟iyen ikilik yoktur.
ĠMAMIN CEMAATĠNĠ SELÂMETE
ÇIKARMASI

Câmilerimizde ezanla birlikte toplandığımızda, farz olan


namazlarımızı imamla kılarız. İmam önder demektir, lider
demektir. İmam Resûlullah Efendimizi temsil etmektedir.
O‟nun vekilidir. Hâl lisanıyla imam “Ey cemaatım, bana
tâbi olursanız, sizi ikilikten kurtarıp birliğe çıkarmaya söz
veriyorum. Bütün mutsuzluk ve huzursuzluklar, Allah‟tan
uzak kalmaktan meydana gelir. Selâmete çıkmak ve
Hakk‟la beraber olmak istiyorsanız, bana tâbi olunuz.
Saadet ve Refaha o zaman kavuşabilirsiniz.
Kulluğunuzun idrâki ile dâima Âhiret mutluluğuna
ermeniz mümkündür.” der. Cemaat da hâl lisanıyla “Biz
bu mükâfatlara sahip olmak için geldik.” diye cevap
verir.
İmam cemaatıyla birlikte kılacağı farz namaza niyet
ederek hep beraber “Allahu ekber” diyerek namaza
başlıyorlar. Allahu ekber „Allah büyüktür. Allah yücedir.
Allah her şeyi ihâta etmiştir. ‟ demektir. Allah‟ın her şeyi
ihâta eden Uluhiyetine doğru, imam önde, cemaat
arkada, kendilerinden kendilerine vuslat yolculuğuna
çıkıyorlar.
İmam nasıl zat ise cemaat sıfat, Resurullah nasıl zat ise
mürşid-i kamiller de ona sıfat olmuş olurlar. Bu gün ise
bizlerin selamete çıkması için mürşid-i kamilleri zat
kendimizi sıfat kabul eyleyip, dizlerinin dibinde teslim ve
tabiyet ile talim ve terbiye görmemizle mümkün
olacağına iman edip inancımızın devamı ile olacaktır. Ve
böylece zaman içerisinde görülen talim ve terbiyeler olan
nisbiyet varlığımızdan kurtulup, hakkın varlığı ile var
olduğumuzda ise göreceğimiz, bu kesret aleminde bile
selbi sıfat olan bu gölgelerden zuhur edenin
“Kurtulmuşların fiilleri olan” selamet fiilleri olduğundan
başkası olmayacaktır. Ve bu hal ve halimizle de Allah‟a
Halife yani Hal‟ifa “halini ifa eden” olmuş oluruz.
Günümüzde de toplumumuzda ve tüm toplumlarda bu
selamet ve mutluluğu arzu edenlerin ehli olan,
Resurullah‟a sıfat olan mürşid-i Kamillerden bu tahsili ve
terbiyeyi almaları ile peyder pey imamlıkları ve selamete
çıkan sıfatlarındaki mutluğun artması ve seyri de zuhur
edecektir.
İmam kurtulmuşlardan olduğu için, cemaatini gaflet ve
gayriyet ikiliğindeki varlık beldesinden alarak, ayakta
durmakla ef‟al-i İlâhiyye beldesini, rükû‟u yaptırmakla
sıfat-ı İlâhiyye beldesini, secdeyi yaptırmakla da Zât-ı
İlâhiyye beldesini geçirerek Hakk‟ın Vahdâniyyet
deryasına vuslat buldurup mola veriyorlar.
İmam efendi cemaatına yat deyince, hepsinin onunla
birlikte yatması, kalk deyince, bütün cemaatın kalkması
ile cemaatın imama uymasının bir delili olmuş oluyor.
Namazın içindeki kıyam, rüku ve secdede tecellîsiyle,
Cenâb-ı Hakk‟la konuşan bu cemaat, oturduğunda,
Ettehıyyâtü'yü okumakla da, Cenâb-ı Hakk‟la konuşup,
selamete çıkmaya hak kazanıyor. Ondan sonra sağa ve
sola selam vererek, nefislerinin de selametini istemekle,
selamete çıkmış olunuyor.
İmam efendi namazın sonunda yüzünü cemaatına
dönerek “Siz benim kıblem, ben de sizlerin kıblesi oldum.
Ben kendimi Zât olarak, siz sıfatlarımda görüyorum. Siz
de, temiz ve pak olarak, kendinizde tecellî edenin Zâtını
görüyor ve zevk ediyorsunuz.” der.
Çünkü selâmete çıkanlar, Zâtın yönünü sıfatlara kıble
ettiğini ve her an ayrı ş‟ende sıfatlardan tecellîlerinin
bilinmekliğini istediğini görecektir. Sıfatlar da Zâtın
tecellîleriyle ayakta durduğunu, dâima kemâlât
tecellîlerini istemeleri nedeniyle kıblelerinin Zâta doğru
dönük olduğunu göreceklerdir. İmam efendi “Haydi hep
beraber ellerimizi gök yüzüne değil, kendimizin gönül
semâsına açarak, mazharlarımızdan Cenâb-ı Hakk‟ın,
cemâl ve kemâlât tecellîlerinin dâim olmasını isteyelim,
istek ve arzularımızı kelâma getirip yalvaralım”
demektedir. Cemaat da hep beraber her türlü dünya ve
Âhiret isteklerini kelâma getirirler.
Ondan sonra da câmiden günahsız ve temiz olarak
çıkıyoruz. Hatta câminin dışında cemaat “Allah
mi‟racınızı, mübarek etsin” diyerek birbirleriyle
musafahalaşıyorlar.
Ne yazık ki dünya diye vasıflandırdığımız gaflet ve
bedenimize ait hizmet ve çalışmalar bizleri rûhumuzun
hizmetinden hem uzaklaştırıyor, hem de lâtif olan
mânevî zevkimizin ateşini söndürüyor. Günde beş vakit
bu hatırlamayı ve Hakk‟la beraber olma zevklerini
lâyıkıyle tadamadığımız için ikilikten bir türlü
kurtulamıyoruz. Stres ve huzursuzluğumuz yaşam
boyunca devam ediyor.
İşte zâhirdeki imama tâbi olma bu şekildedir. Bütün
sâliklerin de imamı Mürşîd-i Kâmilleridir. Onlar ahsen-i
takvîm yani en üstün bir biçimde yaratıldıkları için,
isti‟dâdlarında nasibi olanların, imamıdırlar. Bu kâinat
Mescîdinde, ilim ve irfâniyetleriyle, tâlip olanlara Mi‟rac
yaptırmaktadırlar. Allah ayrı kendileri ayrı olan bu
cemaatları, bu Kâmiller, evvelâ zikirle abdest aldırıp
namaza başlatırlar. Sâlikler kıyamda ef‟allerinin, rükûda
sıfatlarının, secde de kendi vücûdlarının olmadığını
anlayarak zevk ederler. Namazın ikinci rek‟atında da
kıyamda ef‟alin ef‟al-i ilâhîye olduğunu, rükûda sıfatların
sıfat-ı İlâhiye olduğunu, secdede vücûdun vücûd-i İlâhiye
olduğunu zevk ederler. Yani Cenâb-ı Hakk‟ın kendi
mazharlarından nasıl tecellî ettiğini seyrederler. Namazda
oturulduğunda Rabbinin kulundan memnuniyet
konuşmasını yapar, selam vermekle de selamete çıkmış
olurlar.
Bütün namazların aslı iki rek‟atten ibaret olduğu gibi bir
sâlikin de bütün tahsili iki rek‟atlık fenâ ve bekâ namaz
zevklerine sahip olmaktan ibarettir.
Gelin kardeşler, cemaatin câmide imama tam ve eksiksiz
tâbi olduğu gibi bizler de mânevî imamımız Mürşîdimize
tam ve eksiksiz tâbi olalım. Günde beş defa Rabbimizle
konuşmamız dâimî salât olsun. Böylece yaşamamızda her
an ve her zaman Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîleri zuhûr etmeye
başlayacaktır. Allah‟a gönül verenlerin yardımcısı elbette
Allah olacaktır. Yaşamın da bir Mi‟rac olduğunu
unutmayalım. Allah, bütün kardeşlerimi yaşamları
boyunca, vücûd ülkelerinde rûhlarını imam, sıfat ve
a‟zalarını cemaat yapmak suretiyle Mi‟rac halinden
ayırmasın. Âmin.

ĠNSANIN KENDĠSĠNĠ
OKUMASI

Kur‟ân-ı Kerîm eşittir insana. Onun için İsra Sûresinde


„insanı okuyun‟ ifadesi kullanılmamış „ta „kitabını oku‟
ifadesi kullanılarak „okuma‟ emredilmiştir. İlk nâzil olan
sûre Alak Sûresidir. Sûre, “Rabbinin adıyla oku” diye
başlamaktadır. Bir şeyin okunabilmesi için mutlaka bir
okutucudan okumayı öğrenmek gerekir. Ondan sonra
okumaya başlayabiliriz. Yoksa okumayı öğrenmeden
okumak mümkün değildir. Âyet-i Kerîme‟de, “Allah‟ın
adıyla oku” denmiyor.”Rabbinin adı ile
oku” buyruluyor. O‟nun Ulûhiyetteki adı Allah,
Rubûbîyyetteki irşâd ve terbiye eden esmâsı ise Rab‟dir.
Bu âyet bizim Rabbimizi tanımamızı ve O‟nun vasıtasıyla
okunması gerekli olan insan-ı asliyyemizi okumamızı
emretmektedir. Rab, irşâd eden ve terbiye eden,
âlemlerin Rabbi olan Allah‟tır. Allah, Allahlığı ile
Ulûhiyyetinden irşâd ve terbiye etmez. Rab esmâsı olan
Rubûbîyyet mertebesine tenezzül ederek kemâlâtıyla
oradan bizleri okumakta, terbiye ve irşâd etmektedir.
Allah Ulûhiyyet mertebesinde iken bilinmekliğini istedi ve
Rubûbîyyetine tecellî etti. Rubûbîyyetinin iki yönü vardır:
1 - Ubudiyyet olan kulluk yönü
2 - Rab olan irĢâd ve terbiye edicilik yönü

Peygamber Efendimiz de, Allah‟ın kulu ve Resulü idi. Bir


Mürşîd-i Kâmil de, evvelâ beşeriyet yönüyle Allah‟ın
kuludur. Bir mazhardır. Fânidir. Herkes gibi yer içer,
doğar, büyür ve günü gelince aramızdan ayrılır. Çünkü
kuldur. İkinci yönü ise Samadaniyet esmâsına mazhar
olduğu için, hiç kimseye muhtaç değildir. Herkese
karşılıksız verir. İrşâd ve terbiye eder. Çünkü Rab‟dir.
Ölüm ve her türlü noksanlıktan uzaktır. Tecellî ettiği
mazharların esmâsı ile anılır. Kat‟iyen göründüğü esmâya
isnat edilmez. Fakat hikmet sahibi olan mazhardan başka
bir yerde de görünmez. Sâliklerin bunu çok iyi anlayıp
şirk vâdisinden kurtulmaları lâzımdır. Yoksa dâima
küfürde kalırlar. Onun için bir Mürşîd-i Kâmil
mazharından irşâd ve terbiye ediciliği olan Rabliğini izhar
ettiğinde, bunu, onun et ve kemikten meydana gelmiş
kulluk yönü olan bedenine isnat etmemeliyiz. Bu, şirktir,
küfürdür. Bedensiz, lâtif olan, zanda ve hayâlde bir Rab
kabul edersek bu da şirktir. Tek taraflı tenzih veya teşbih
yaparak Rab bilinmez. Tenzih ve teşbihi Tevhîd yaparak
Rab bilinir. İşte böylece Âyet-i Kerîmedeki „Rabbinin adı
ile oku‟ emrinin, bir Mürşîd-i Kâmil vasıtası ile okunması
anlamına geldiği anlaşılmış oluyor.
Alak Sûresinin 2. âyetinde “Ġnsanı bir kan pıhtısından
yaratan Rabbinin adı ile oku” buyrulmaktadır. Allah
neden başka bir misal vermiyor da, insanın bir kan
pıhtısından yaratılmasını misâl vererek okumamızı ısrarla
istemektedir. Âyetin devamında “insanın
bilmediklerini bir kâlemle öğrettiğini”
vurgulamaktadır. İşte kâlemden gâye İnsan-ı Kâmildir.
Kâlemin iki ucu arasından mürekkep akarak nasıl bütün
yazıları yazıyorsa, İnsan-ı Kâmillerin de iki dudağının
arasından, dili ile ilm-i ledün olan bütün ilimleri anlatarak
inananlara, insan-ı asliyyelerini ve nefis terbiye
metotlarını öğretmektedir.
Cenâb-ı Allah bilinmekliğini murat ettiğinde Ulûhiyyet
mertebesinden, Rubûbîyyetine tecellî ederek, Rabliği ile
cin ve ins olan varlıkların arasında göründü. Henüz
insanlığını bilmeyen cin ve ins varlıklarını Hakk ve
hakîkata davet etti. İlm-i ezeliyyede hangi kimselerin
isti‟dâdlarında insanlığını okuyup, insan-ı asliyesini bulma
hasleti var ise onlar Mürşîd-i Kâmili bularak bilinen o
mazhardan okumaya başladılar.
Dikkat ederseniz Rahmân Sûresinin 1. ve 2. âyetlerinde
“Rahmân olan Kur‟ân‟ı tâlim etti” buyrulmuştur. Şu
halde okunması ve öğrenilmesi gerekli olan, insanın
kendisi imiş. Gerçi her ne kadar “Rabbinin adı ile oku.
Ġnsanı bir kan pıhtısından yaratanın adı ile oku.
Kerem sahibi olan Rabbinin hakkı için oku” diye
defalarca tekrar edildiği halde okunması gerekli olan şeyi
söylemiyorsa da biz anlıyoruz ki okunması gerekli olan
Rahmân Sûresinde de anlaşılacağı gibi insanın kendisidir.
Henüz insanlığını bulmamış, cin ve ins seviyesindeki
nâkıs varlıkların, kendi nefis kitaplarını okutmak sûretiyle
insanlığını bulmuş olacaklardır. Böylece bu tahsille onlar
için Rahmân Sûresi 3. âyetindeki “Ġnsanı yarattı”
ifadesi tahakkuk etmiş olacaktır. Bir Hadis-i Şerifte “Men
arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu” “Nefsini bilen
Rabbini bilir” buyrulmuştur. İşte Mürşîd-i Kâmiller de,
nefsin ne olduğunu bizlere öğrettikleri zaman,
Rabbimizin de ne olduğunu öğrenmiş oluruz. Dolayısıyla
da kendi nefis kitabımızı okumakla insanlığımızı bulmuş
oluruz.
Nefis nedir. Nefsin sıfatlarıyla nefis bilinebilir mi. Biraz da
buna göz atalım. Nefis bizim sıfatlarımızdır. Dâima ikilik
istediği için, nefs denmiştir. Süflîyyâttaki adına nefs,
Ulûhiyetteki adına rûh denir. Şu halde nefis ile rûh
aynıdır. Nefs, kişinin özü ve aslıdır. Nefsin sıfatları olan
emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye,
merziyye ve safiye ile nefs bilinemez. Bir kişinin kulağı,
gözü, burnu, ağzı gibi sıfatlarını saysak o kişiyi tam
olarak tanımış, bilmiş olabilir miyiz. Tabii ki bilemeyiz.
Mukayyed olan Âdem ve âlemde Allah'ın üç tecellîsi
vardır. Ef‟âl, sıfat ve Zât tecellîlerinden başka dördüncü
bir tecellîsi yoktur. İşte bu tecellîler insanın özünü teşkil
etmektedir. Kişi cehâletinden mütevellit bunları kendine
nisbet ettiği için ikilik vâdisi olan süflîyetten yani nefis
vâdisinden kurtulamamaktadır.
Cenâb-ı Allah, „Fâil, Mevsûf, Mevcûd benim‟ dediği halde,
kul, „Hayır bunlar benimdir‟ diyor. Dolayısıyla da kişi
Allah‟a karşı şirk koşmuş oluyor. Cenâb-ı Allah her
günahı affeder, fakat şirk günahını asla affetmez. Onun
için Mürşîd-i Kâmiller, bizleri esfel-i safilin olan bu cehâlet
ve dünya bataklığından alarak, üç günlük sefer ile
Rûhullah mertebesi olan Vahdâniyyet vâdisine vuslat
buldurmaktadırlar. Rûhullah, bütün sıfatlarda, isti‟dâd ve
ma‟lûmiyeti nisbetinde tecellîsini gösteren Allah‟ın rûhu
demektir. Teklik idrâkine vâkıf olanlar, Ulûhiyyetteki
tecellî zevkine sahip olmuşlardır. Zaten bütün
huzursuzluk ve mutsuzluk ikiliktedir. Mevlana Celaleddin-
i Rumi Hazretleri Mesnevi‟sinde şöyle bir hikaye
anlatılmaktadır:
Bir gün aslan, kurt ve tilki ormanda ava çıkmışlar. Bir
yaban öküzü, bir yaban keçisi, bir de tavşan avlamışlar.
Bir ağaç gölgesinde istirahata çekilmişler. Ormanlar kralı
aslan kurda dönerek avları taksim etmesini emreder.
Kurt: “Baş üstüne!” dedikten sonra “Padişahım bu yaban
öküzü sizin, yaban keçisi benim, tavşan da tilki kardeşin
olsun” diyerek taksimini beyan eder. Aslan hiddetlenerek
hızla yerinden kalkıp bir pençede kurdu öldürür. Aslan
tekrar yerine geçerek bu kez tilkiye avları taksim
etmesini emreder. O da bu olayın korkusundan
mütevellit, üç defa secdeye kapanıp “Emredersiniz
sultanım” diyor ve hemen taksime başlıyor.”Bu yaban
öküzü sizin sabah kahvaltınız olsun, bu yaban keçisi sizin
öğle yemeğiniz olsun, bu tavşan da sizin akşam
yemeğiniz olsun” diyor. Bu taksimden memnun olan
ormanlar kralı aslan “Tilki kardeş bu taksimi sana kim
öğretti ” diye sorduğunda o da kurdu göstererek
“Kurttan ibret alarak öğrendim.” diyor. Aslan bu olaydan
sonra azametle tilkiye “Ben bu ormanların kralıyım.
Zaten bütün avlar benimdir. Senin bu taksiminden
fazlasıyla memnun oldum. Bu üç avı da sana veriyorum.
Afiyetle hepsini ye !” diyerek onu taltif edip bağışlıyor.
Tilki de açık gözlü oluşunun mükâfatını böylece görmüş
oluyor.
Ey kardeşim, sen de av olarak vasıflandırılan bu
nisbîyetlerini Cenâb-ı Hakk‟a verirsen, kurt gibi
parçalanan değil, tilki gibi avların hepsine sahip
olduğunu görürsün. Çünkü senin varlığın ayrı Hakk‟ın
varlığı ayrı değildir. Senin diye bildiğin o varlık zaten
Hakk‟ındır. Bunu içtenlikle kabullen. Hakk‟ın, senin ve
bütün sıfatlardan her an ayrı bir ş‟ende tecellîsini
seyretmeğe bak. Hakk‟ın bütün tecellî nimetlerinden
faydalan. Kurt, nefsi remzeder. Nefsin emrindeki akılla
hüküm verirsen kurt gibi helâk olanlardan olursun. Tilki
ise burada, ibretle olaydan ders alan akıllı olmayı bizlere
ikaz ediyor.
Mürşîd-i Kâmiller, bizler gibi cin ve ins olan, henüz
insanlık kemâlâtını bulamayan kişileri, esfel-i safilin olan
bu dünya kötülüklerinden kurtarmaktadırlar. Kur‟ân-ı
Kerîm‟in Enbiya Sûresi 7. âyetinde “Siz zikri
bilmiyorsanız onu ehli olandan öğreniniz.”
buyrulmaktadır. Ayrıca bu kâmiller “veresetül enbiya”,
yani Peygamber vârisleridirler. Onun için, günümüzde
peygamber olmadığına göre, Mürşîd-i Kâmillerden bu
mânevî tahsili yapmamız gerekmektedir. Kur‟ân-ı Kerîm
Fetih Sûresi 10. âyette “Gerçekten sana biat edenler,
Allah‟a biat etmiĢ olurlar” buyruluyor. Muhammed‟e
biat Allah‟a biat olduğuna göre, vârislerine biat da Hz.
Muhammed‟e biattir. Dolayısıyla da Allah‟a biat olmuş
olur. Çünkü Kur‟ân-ı Kerîm Âl-i İmrân Sûresi 31. âyette
“Eğer siz Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah
da sizleri sevsin ve günahlarınızı bağıĢlasın. Zira
Allah çok bağıĢlayıcı ve çok merhamet edicidir.”
buyruluyor. Bu ve benzeri bir çok âyetlerden de
anlaşılacağı gibi Peygamber vârisi olan bu kâmilleri
bulmak lâzımdır. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri
“Her köşede mürşîdim diyen çokdurur, fakat binde birinin
irfâniyeti yokdurur” demiştir. Onun için, Mürşîd-i
Kâmilleri bulmak çok zordur. Mısrî Niyazi Hazretleri de bir
ilâhîsinde:

“MürĢîd gerektir bildire Hakk‟ı sana Hakk-al yakîn


MürĢîdi olmayanların bildikleri gümân imiĢ”
buyurmuştur.
Şu halde, ilm-el yakînlik mertebesinde mürşîdler var,
ayne‟l-yakînlik mertebesinde mürşîdler var, Hakk-al
yakînlik mertebesinde mürşîdler var. Siz bunlardan Hakk-
al yakînlik mertebesindeki İnsan-ı Kâmilleri bulunuz
diyor. Bu kâmillerin üç belirtisi vardır:

1 - Onları gördüğünüz zaman, onlar size


Allah‟ı hatırlatırlar.
2 - Onların her sözünün mıknatıs gibi çekicilikleri
vardır
3 - Onların yanında bütün üzüntü ve kederiniz
kaybolur.”Anlatsa da biraz daha dinlesem”
dersiniz. Ġster sorarak, isterse sormadan
müĢkülleriniz hakkında tatminkâr biçimde cevap
vermeleri sizleri memnun eder.

İşte böyle bir kişi bulduğunuzda sizin irşâdınız orasıdır.


Bunu değerlendirmelisiniz. Yoksa bu ilim tasavvufa ait
kitapları okumak ve öteden beriden duyduğun mârifet
sözlerini sermaye yaparak melez bir ilimle elde edilemez.
Bu yol bir aşk ve gönül yoludur. Ayrıca âyetlerdeki “Ey
gayba îmân edenler” diye bahsedilen „gayb‟ Allah
değildir. Bu kâinatta Allah‟tan başka bir varlık yok ki,
O‟nu örtmüş olsun. Allah gayb değildir. Kişilerin
cehâletlerinden dolayı, Allah‟ın Zâtını ve Mutlâkiyetini
zanlarında kabullendikleri için, Hakk‟ın her sıfatından
tecellî eden zuhûrunu görememektedirler. Halbuki
Resûlullah efendimiz, “Allah‟ın Zâtını düşünmeyiniz”
diyor. Bu âlemde gayb olanlar İnsan-ı Kâmillerdir.
Aramızda oldukları halde, onları ehli dışında hiçbir kimse
bilemez. Herkes onları sıradan bir kişi gibi gördüğü için,
unsuriyet yönü ile tanır.
Onlar, tâlip olanlara evvelâ nisa suresi ayet 64 deki gibi
tövbe yaptırırlar. Peygamberimiz “Bir defa tövbe eden,
hiç günah iĢlememiĢ gibidir” buyurmaktadır. Ondan
sonra dâimî kalbî zikir ile gönül kabının kalaylanması ve
pisliklerden temizlenmesi icraatına başlanır. Çünkü bir
Hadis-i şerifte “Kalbler de demirin pas tuttuğu gibi
paslanır.” buyrulmaktadır. İşte bunun da tek tedavisi
Kur‟ân-ı Kerîm‟in İnşirah Sûresi 1. âyetinde belirtilen
kansız ve bıçaksız sadrımızı İnsan-ı Kâmile yardırarak,
içerdeki pislikleri temizleyip zikirle cilalamaktır. Burada
bıçaksız oluşu, kâmilin telkîniyle kalp kabının temizlenip
kalaylanması anlamındadır. Dâimî zikirle kişinin kalbi
mutmain olunca, gönlü Rabbine dönecektir. Zira
“Gönüller zikirle mutmain olur” âyeti bize dâimî
zikrin gönülleri mutmain edeceğini bildirmektedir.
Gönüller mutmain olunca Kur‟ân-ı Kerîm‟in Fecr Sûresi 27
ve 28. âyetlerdeki “Ey mutmain olmuĢ nefs, dön
Rabbine” hitabına muhatap olur. Kâmil ona, hadisât
olan bu âlemde, Allah‟ın üç tecellîsinden biri olan Tevhîd-
i ef‟al mertebesini telkîn eder. Şuhûd ve râbıtası ile bu
âlemdeki, Cenâb-ı Hakk‟ın bir penceresinin açılması ile,
enfüs ve âfâkındaki fiillerin fâilini görmeye başlar. Ondaki
mutluluk târif edilemez. Hiçbir kimse ile ihtilafı kalmaz.
Çünkü iyi ve kötü diye bildiği bütün fiillerin fâilini
tanımıştır. Kişiler birer tecellî mazharı oldukları için
onların hiçbir yetkilerinin olmadığını bilir. Mazharlar
neresi için yaratılmışlarsa, Cenâb-ı Allah‟ın onları orada
kullandığını ve ona göre hareket ettiklerini öğrenmiştir.
Kulun kendine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Saffat
Sûresi 96. âyette “Sizleri ve fiillerinizi yaratan
Allah'tır” buyrulmaktadır. Nasıl olur da bu yerde kişi,
herhangi bir işi kendine veya karşısındaki varlığa nisbet
eder. Her ne kadar hakîkatte “Hayır da şer de
Allah‟tandır” diye bizlere hakîkat yönü bildiriliyorsa da
„Sizden iyi bir fiil zuhûr ederse onu Hakk‟tan, kötü bir fiil
zuhûr ederse onu nefsinizden biliniz‟ emri mevcuttur.
Zira iyilik ve kötülük bizlere nisbet edildiğindedir. Hakk‟a
nisbet olunduğunda cümlesi hayırdır. Günah ismini
almaktan da münezzehtir. Çünkü “Allah kötülük yaptı”
denilmez. Kötülüğü icad eden nisbîyettir. Eğer işin kula
nisbeti olmamış olsaydı, işin iyilik veya fenâlığı tayin
olunamazdı. Bu mertebede „istek kuldan, halk eden
Cenâb-ı Hakk‟ olduğu için, kul, iyiliği istediğinde, Allah
iyiliği halk eder. Ondan memnun olduğu için, mükâfatını
görür. Kul kötülüğü istediği zaman Allah kötülüğü de
halk eder. Yine kul ondan da memnun olduğu için
azâbını çeker. Zira Zilzal Sûresi 7. ve 8. âyetlerde “Bir
kiĢi zerre miktarı bir hayır iĢlerse onun mükafatını
görecek. Zerre miktarı bir kötülük iĢlerse onun
cezasını da çekecektir” buyruluyor. Fâil-i muhtar
Hakk‟tır. Kulun fiil-i ihtiyârîsi de yoktur. İlim Allah‟ın bir
sıfatıdır. Kul ise malûmdur. İlim malûma tâbidir. Malûm
olan kulda nasıl bir istek zuhûr ediyorsa, Cenâb-ı Hakk o
şekilde tecellî ediyor demektir. İlim nerede tecellî ederse
ona Âlim denir. Kul burada zuhûra tabidir. Kendinde ve
âfâkındaki bütün fiillere bakarak Hakk‟ın aynasında
fiillerin fâilini müşâhede eder. Hiçbir zaman fiillerin tecellî
ettiği mazharlara herhangi bir fiili nisbet etmez. Bu
gördüğü fiiller iyi fiiller ise, o mazhara yaklaşır ve
iyiliklerden istifade eder. Yok fiiller kötü ise, o mazhardan
uzak durarak o kişinin eksik bir mazhar olduğuna
hükmederek tedbirli olur. O kişinin kötülüğünün
kendisine sıçramasına engel olur. Uzak durduğu halde
yine de üzerine geliyorsa işte o zaman kendinden ne
tecellî ederse onu yapar. Üzerine gelmeyip o kötülüğü
sana yapmıyor olsa bile, onun yaradılışı eksikler
vâdisinde olduğu için başkalarına mutlaka yapacaktır.
Zira yaradılışı orasıdır. Onun için bu mertebedeki sâlikler
enfüsünde farkta, âfâkında cem‟de olmalıdırlar.
Enfüsteki fark, kişinin kendisini yakın takibe alarak,
Kur‟ân-ı Kerîm‟in yasakladığı fiilleri yapmamak için gayret
göstermesi demektir. Âfâkta cemde olmak ise
kendisinden başkalarının oruç tutmaması, namaz
kılmaması gibi kişilerin eksikliklerine müdâhale etmemek
demektir. Her şeyi yerinde görerek, onların, orası için
yaratıldığını kabullenmek demektir. Çünkü onlardan da
Hakk öyle tecellî etmektedir.
Mukayesede huzursuzluk ve mutsuzluk vardır. Senden
herhangi bir yardım isterlerse onlara elinden geldiğince
yardımcı olabilirsin. Onlar için bol bol duada
bulunmalısın. Yoksa Allah‟tan hidâyet olmazsa, hiçbir
kimse başkasının kötü hâlini değiştiremez. Bu mertebede
sâlikler, kalbi dâimî zikirle birlikte, hissiyle de “Lâ fâile
illallah” düşüncesinde olmalıdırlar. Her iş ve fiilinde halk
edicinin Allah olduğunu düşünen bir kişi fiillerin Tevhîd‟ini
yapmakla, tecellî eden mazharların hiçbirine fiilleri nisbet
etmez. Hata ve eksiklerin mazharlara nisbîyetinden
kurtulmuş olur. Allah‟a tevekkül hâli kişide başladığı için
Allah‟ın her tecellîsine boyun bükerek kabulleniş sergiler.
Fiilleri şuhûd ettiği için kalbinin tasdiki sonunda elde
ettiği müşâhede ile seyir halinde mutlu olur. Her şeyi
yerli yerinde görür.
Günün birinde Bektaşinin biri eksik gördüğü bir olaya
müdahale etmiş. Bu yüzden bir hastalığa yakalanmış.
Çok çare aradıysa da, bir türlü çare bulamamış. Hatasını
anlayıp tövbe etmiş. Ondan sonra birisi bu hastalığın
tedavisinin pislik böceği olduğunu, pislik böceğinin
tozunu su ile günde üç defa içmesini söylemiş. O da
tedaviyi uygulamış ve yedi günde hiçbir rahatsızlığı
kalmamış ve şifaya kavuşmuş. Yine bir gün vapurda
yolculuk yaparken fırtına çıkmış. Yolcular korku ve telaşla
sağa sola koşuşmaya başlamışlar. Bektaşi ise oturduğu
yerde hiç kıpırdamadan onları seyrediyormuş. Telaş
içindekiler “Sen nasıl bir adamsın. Biz canımızla
uğraşıyoruz. Sen ise kılını bile kıpırdatmıyorsun” deyince
Bektaşi “Ben Rabbimin işine bir defa karıştım. Bana pislik
böceği yedirdi. Onun için bir daha O‟nun işine
karışmıyorum. O ne isterse onu yapar.” demiş.
Kıssada anlatıldığı gibi fiillerin fâilini şuhûd eden kişilerin
kimseye nisbet edecek hali kalmaz. Her gün abdest
alırken kendi elleriyle kendisini nasıl yıkadığını,
müştereken kendi mazharından namaz kıldığını
seyrettikçe, O‟nun zuhûrundan başka hiçbir fiil
görmemeye başlayacaktır. Filler aynasından fiil ve fâili
seyreden sâlikin, Allah‟a tevekkülünden yani boyun
bükmekten başka yapacak hiçbir şeyi kalmaz. Zevki ve
mutluluğu had safhadadır.
Fiillerin Tevhîdinden sonra Tevhîd-i sıfat telkîn edilir. Zira
fiillerin tecellîsi sıfatlardan olur. Hiçbir fiil sıfatsız tecellî
etmez. Sâlik bu mertebede sekiz sıfat-ı subûtiyenin de
Allah‟ın olduğunu öğrenir. Bir evvelki mertebede istek
kuldan, halk etmek Allah‟tandır denmişti. Şimdi öğrendi
ki istek de Allah‟tan imiş. O halde, kulun sevap veya
günah işlemesi söz konusu değildir. Çünkü isteyen de O,
halk eden de O‟dur. Kişi madde aleminde iken her şeyi
benden Allah böyle işliyor diyerek kendisini helak
etmemelidir. Buna çok dikkat etmek lazımdır.
Cenâb-ı Allah‟ın ilm-i ezelî kazâsına kişinin isti‟dâdı
denilir. Ezeldeki kazâ da Allah‟ın murâdıdır. Allah‟ın
murâdı, malûmat nisbetinde olmaktadır. Allah ilim
sahibidir. Kimde tecellî ederse Âlim adını alır. Bizler
malûmuz. Malûmiyetimiz bizlerin isti‟dâdına bağlıdır.
İsti‟dâdımızda iyilikler mevcutsa, Cenâb-ı Allah bizlerin
kalplerini o tarafa doğru meyillendirdiği için iyilikler
yapmayı, isti‟dâdımızda kötülükler mevcutsa, yine
kalbimizi kötülüklere meyillendirerek kötülükler yapmayı
isteriz. Bu iyilik ve kötülükler, bizim mazharımızdan
tecellî ettiği için de iyilik tecellîlerinde mutluluk, kötülük
tecellîlerinde huzursuzluk ve mutsuzluk görmüş oluruz.
İyilikler mükâfatı, kötülükler de cezayı getirmiş olur.
Allah için, iyilik ve kötülük yoktur. Bizlere nisbet
edildiğinde günah ve sevap denilmektedir. Enfüsünde ve
âfâkındaki bütün sıfatlardan tecellîlerin Allah‟ın olduğunu
gören kula beratı verilmiş olur. Çünkü bütün sıfatlardan
fâil Hakk‟tır. Cenâb-ı Allah‟ın, ilminden irâdesine,
irâdesinden de kudreti ile sıfatlarından zuhûra geldiğini
şuhûd eder. Kendisinin hiçbir katkısının olmadığını bilir.
Mevsûf sıfatların sahibinin Allah olduğunu, bu sıfatların
da vücûd sahibi Zâtından tecellî ettiğini görmeye başlar.
Şu halde, fiiller sıfatlardan, sıfatlar da vücûddan tecellî
ettiğine göre, tek vücûdu veya fiilleri görmekle, o
mazhardan tecellî eden Hakk‟ı görmüş oluruz. Çünkü
zannımızda bizim diye bildiğimiz bu tecellîlerin, bizim
değil, Hakk‟ın olduğunu artık müşâhede etmiş olduk.
Bizim varlığımız yok imiş. Varlık sahibi Allah imiş. Kul
“Ölmezden evvel ölünüz” hadisine mazhar olmuş olur. Bu
ölüm izdirarı bir ölüm değil, ihtiyâri bir ölümdür. Kişi
neresi için yaratılmışsa, orada bulunduğunu ve oranın
bütün tecellîlerini sergilediğini görecektir. İster kendisi
kendisini seyretsin, isterse başkaları onu seyretsin İsra
Sûresi 14. âyetini “ikra kitabek kefa binefsikel
yevme aliyke hasiba” “nefis kitabınızı
okuyunuz” okumuş, “Nefsini bilen, Rabbini
bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince nefsinin, kendi özü
olduğunu anlamış olacaktır. Bütün sıfatlardan tecellîleri
müşâhede ederek, Rabbinin kendisinden hükmettiğini;
görenin, duyanın, zevk edenin Rabbi olduğunu anlar.
Nasıl bir insan vücûdunda, hiçbir a‟za ve sıfat,
birbirleriyle ihtilafa girmeden uyum içinde görevlerini
yapıyorlarsa, bu kâinatta da bütün toplumların, uyum
içinde, ihtilafsız yaşadıklarını görecek, ihtilâflı
görüntülerin ise mutlaka bir sebebe dayandığını
müşâhede edecektir. Çünkü Allah abes hiçbir şey
yaratmamıştır. Her şeyi yerinde görmek kemâlâttır.
Mukayese ise cehâlettir. Her şeyi kendi bulunduğu
yerdeki terazi ile tartmak lâzımdır.
İnsanın kendi kendisini okuması nefsini okuması ile
mümkündür. Her an ayrı ayrı tecellîleri kendi nefs
sahifelerinde veya kâinat sahifelerinde okuması elbette
bu saydığım irfâniyet ve müşâhede ile mümkündür. İşte,
Mürşîd-i Kâmiller, Rabbü‟l-Âlemîn mazharıdırlar. Bizlerde
tecellî eden Rabbil hasımızı bizler bilmiyorduk. Mürşîd-i
Kâmiller, nefsimizi bizlere öğrettikten sonra, Rabbil
hasımızı kendimizde görmeye başladık. Her kişinin
kendisindeki Rabbil has, Mürşîd-i Kâmil olan Rabbü‟l-
Âlemin mazharlarından bizleri irşâd ve terbiye eden
tecellîler olduğu anlaşılmış olunur. Cenâb-ı Hakk
cümlemize bu kemâlât idrâkini nasîb etsin. Âmin.

ĠNSANLAR SAADETĠ NASIL ELDE


EDERLER

Acaba içimizde saadet aramayan bir kimse var mıdır. Her


insan mutlaka saadet arayışı içindedir ve tek gâyesi de
onu bulmaktır. Fakat insanlar bunu saadet pazarında
değil de esfel-i sâfilîn olan dünya pazarında
aramaktadırlar.
Pazardan aldığımız bir televizyonla birlikte cihazdan en
verimli şekilde yararlanabilmek için bir de kullanma
kılavuzu verirler. Kılavuzu okuyup her türlü talimatı ve
ikazları uygularsak net görüntü sağlayabiliriz. İşte aynen
bunun gibi bu insanoğlu televizyonunun da imalâtçısı
Cenâb-ı Allah‟tır. Onun da saadet içinde yaşaması için
Kur‟ân-ı Kerîm olan tâlimat kitabını göndermiştir. Çünkü
insanların saadete ulaşma metodlarını en iyi bilen yüce
Allah‟tır. Öyle ise onun sözlerine kulak verelim. Yüce
Rabbimiz saadetin iki bölümde kazanılacağı bildiriyor.

Dünya saadeti
Âhiret saadeti

İnsanoğlu et ve kemikten oluşmuş bir beden ve rûhtan


meydana gelmiştir. Beden rûhsuz ayakta duramadığı gibi
rûh da bedensiz icraatını sergileyemez. Onun için beden
ve rûhumuzu Allah‟a teslim etmemiz gerekir. Allah
insanların mutlu olmalarını istiyor. İnsanların saadetinden
başka hiçbir şey istemiyor. Bizlerin ibâdetlerine Allah‟ın
ihtiyacı yoktur. Fakat bu ibâdetlere bizlerin ihtiyacı ise
pek çoktur. Çünkü ibâdetler yapıldığı takdirde saadete
erişmek mümkün, yapılmadığı takdirde saadete
kavuşmak mümkün değildir.
Allah‟ın insanlardan tek istediği Tevhîd edip bilmek ve
mutluluk içinde Hakk‟ın Cemalullahını seyretmektir.
Bunun için de:
1- Nefs ile rûh arasındaki ikiliği kaldırmak gerekir. Çünkü
nefs ayrı rûh ayrı değildir. Süflîyyetteki ikilik adına „nefs‟,
Ulûhiyetteki teklik adına da „rûh‟ denir.
2- Rûhullah âleminde bütün sıfatlarında tecellî eden
Vahdâniyyetin farkı ile Cemâlullahı seyretmek, saadetin
Hakk olduğunu zevk eylemektir.
Nasıl bir hasta doktora giderek ondan tedavi için reçete
alıp hastalığını izale etmek imkânına sahip olabiliyorsa,
saadet reçetesini de, “El ulamayı Veresetül enbiya”
(H.Ş.) gereğince Peygamber vârisleri olan İnsan-ı
Kâmillerden almak ve uygulamak gerekmektedir. Onlara
tâbi olarak insan-ı asliyyelerini öğrenip hidâyete erenler
saadeti yakalamışlar, bu vârislerden uzak kalanlar
dalâlette kalmışlardır. Kasas Sûresinin 50. âyeti “Eğer
yine çağrına uymazlarsa, artık bil ki, onlar sadece
kendi heveslerinin peĢinde gidiyorlar. Allah
tarafından bir doğru delil olmaksızın sırf kendi
hevesleri peĢinde giden kimselerden daha ĢaĢkın
kim olabilir. Muhakkak ki Allah zalimler
topluluğunu baĢarıya erdirmez.” bize nefse
uyulduğu zaman dalâlette olduğumuzu, hidâyete
erebilmemiz için ise Allah‟ın bir hidâyetçisine tâbi
olunması gerektiğini bildiriyor. Taha Sûresi 123.”Allah :
„Ġkiniz de oradan birlikte inin, kiminiz kiminize
düĢman olarak! Sonra ne zaman size Benden bir
doğru yolu gösterici gelir de her kim Benim
kılavuzuma uyarsa, iste o, sapıklığa düĢmez ve
mutsuz olmaz‟ ” Bakara Sûresi 151.”Nitekim
içinizden size bir peygamber gönderdik. O size
âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve
hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz Ģeyleri
öğretiyor” Secde Sûresi 24.”Ġçlerinden, sabrettikleri
zaman emrimizle doğru yolu gösteren öncül
imamlar (önderler) yetiĢtirmiĢtik. Onlar
ayetlerimize kesin bir Ģekilde sarılmıĢlardı” ve
Furkan Sûresi 57. âyette “De ki: „Ben, buna karĢı
sizden bir ücret değil, ancak Rabbine doğru bir yol
tutmak isteyen kimseler (olmanızı) istiyorum. ‟
” buyrulmaktadır. Şu halde dalâletten kurtulup hidâyete
ermeniz, saadete kavuşmamız için hidâyet davetçisi bir
Mürşid-i Kâmile tâbi olmamız gerekmektedir.
Buna da dünya ve âhiret tahsili olarak zikirle
başlanmaktadır. Ankebût Sûresi 45. âyet-i
kerîmesinde “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel
oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz
edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar.
Muhakkak Allah'ı anmak en büyük iĢtir ve Allah,
her ne iĢlerseniz bilir” buyruluyor. Demek ki Allah‟ın
zikri namazdan ve bütün ibâdetlerden önemli bir etken.
Allah hiçbir ibâdeti devamlı emretmemiş. Namaz, oruç,
hac gibi ibâdetler belirli zamanlarda ve belirli miktarlarda
olduğu halde „zikir‟ her nefeste yapılmakta ve insanın
işine de engel olmamaktadır. Nisa Sûresi 103. âyet-i
kerîmesinde “Otururken, ayakta iken ve yatarken
dâima Allah‟ı zikret” emrini görüyoruz. Bu, bir insanın
eline tesbihi alarak gün boyu tesbih çekmesi anlamında
değildir. Kişi dilini damağına yapıştırıp ağzını kapatarak
burnundan derin bir nefes alıp aldığı o nefesi üçe bölerek
burnundan „Allah Allah Allah‟ diyerek verir. Bu zikirle
kalbinde sürûr ve mutluluk nurları parlamaya
başlayacaktır. Kalbin iki penceresi vardır. Biri nefse açılan
pencere biri de rûha açılan penceredir. Zikir dâimleştikçe
nefs tarafına açılan pencere kapanmaya, rûh tarafına
açılan pencere ise açılmaya ve nurları ile kalbi
aydınlatmaya başlayacaktır.
Bu yapılan dâimî zikir hem işlerimizi yapmamıza engel
olmaz hem de “Kalbinizin her atışında Allah‟ı zikrediniz”
emrini yerine getirmiş oluruz. Dolayısıyla da Allah‟ın
davetine icabet etmekten ve kalbin zikir nurlarıyla
nurlanmasından dolayı kişi bütün şartlarda rahatlatıcı
mutluluğa ermektedir.
İnsanların üzüntü ve stres halinde hemen ilk müracaat
ettikleri şey sakinleştirici sinir ilâçlarıdır. Ne yazık ki
onlardan da sonuç alamamaktadırlar. Halbuki Allah‟ın en
büyük rahatlatıcısı olan zikirle meşgul olsa hiç ilaç
almadan sonuca varacaktır. Çünkü insan
televizyonundan saadet görüntüsü almanın yolunu,
yaratıcısı Rabbü‟l-Âlemîn tâlimatında yazmıştır. Bakara
Sûresi 186.”Bana dua edildiği taktirde mutlaka davete
icabet ederim” ve Bakara Sûresi 152. âyetlerde “Siz beni
zikrederseniz ben de sizi zikrederim” buyrulduğuna göre
O‟nun bizdeki zikri, bizim üzüntü ve kederlerden uzak,
stressiz, saadet içinde yaşam halidir. Hem ilaç almak
hem de zaman zaman zikir yapmaya yeltenirsek
maalesef sonuç almamız mümkün olmayacaktır. Bedenin
tedavisi zâhir doktorlarla, rûhun tedavisi ise bâtın
doktorlarla mümkündür.
Zikir yapıldığında kişi ferahladığını ve rahatladığını
görecektir. Zikir yaptığımız zaman gelen rahmet bize
rahatlama hissi verir. Bu rahatlama sebebiyle de ferahlık
duyarız. Bu zikir dâimî olursa dünyadaki mutluluğu
yakalamış oluruz.
Bundan sonra mukayyed olan bu âlemde Allah‟ın ef‟âl,
sıfat ve Zât tecellîlerinin tahsili ile rûhumuzun Allah‟a
ulaşması gerçekleşecektir. Rahmân Sûresi 33. âyet-i
kerîmesinde “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin
ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse
geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan
geçemezsiniz” buyrulmaktadır. Hiçbir kişi Sultan‟ın yani
Mürşid-i Kâmilin yardımı olmadan Allah‟a vuslat bulamaz.
Görülüyor ki rûhun Allah‟a ulaşması mutlaka bir Mürşid-i
Kâmil vasıtasıyla gerçekleşecektir.
Mürşid, i‟tikadının düzelmesi ve irfâniyetinin artması için
sâlike Tevhîd-i Ef‟âl mertebesini telkîn eder. Allah‟ın
delilleri anlamına gelen âyetleri okutur ve gösterir.
Burada sâlikte çok büyük değişiklikler ve i‟tikadında
tebdilât olur. Kendini kınama haliyle, âleme açılan bir
pencereden, kalbine ef‟âl-i ilâhiye nurlarının sızdığını ve
kalbin nisbîyet karanlıklarından kurtulup aydınlandığına
vâkıf olur. Sıfat mertebesinde de ilhamlara mazhar
olarak Âhiret mutluluğuna erer. Yalnız burada ilhamlara
aldanmamak lâzımdır. Çünkü ilhamlar iki türlüdür:
1- Temizlenmiş olan gönülde zuhûr eden Rahmanî
ilhamlar,
2- Nefisten gelen, zulmanî ilhamlar da denilen Nefsanî
ilhamlar.
Rahmanî ilhamlar kalbe rûh penceresinden gelen Vahdet
ve Kur‟ân-ı Kerîm‟e uygun olan ilhamlardır. Bu ilhamlar
kişiyi mutlu ettiği gibi başkalarına anlatıldığında onları da
mutlu eder.
Nefsanî ilhamlar ise nefisten geldiği için kişinin kendisini
mutlu etse bile başkalarını mutlu edemez. Çünkü
Kur‟ân‟a da ters düşmektedir. Bu tecellîler nefsin kişiyi
aldatmasından ibarettir. İnsanda akıl, irâde ve rûh
üçlemesi zuhûr ederse Mürşid-i Kâmilin tariflerini
uygulamada zorluk çekmeden Allah‟a vuslat bulur. Ebedî
mutluluğu elde etmiş olur. Zaman zaman zikir ve
şühûdlardan uzaklaşırsa nefse uyduğu için, ilimle her
şeyi bilse bile, bir türlü dalâletten kurtulamaz. Kişi
vücûdun Vücûdullah olduğunun idrakiyle hem bedenin
hem de rûhun irfâniyetine sahip olarak kemâle erip
saadeti yakalamış olur.
Demek ki saadet, Rabbimize ârif olup Âdem‟de ve
âlemde tecellîlerini görerek huzur içinde yaşamaktır.
İnsanın sulh ve sükûna ulaşması için nefsinin bütün
âfetlerinden kurtulması ve bu vücûd şehrinde âfetlerin
yerine rûh hasletlerini ikame ettirmesi lâzımdır. Bu,
saadete ulaşmaktır. Âl-i İmrân Sûresi 119. âyet-i
kerîmesinde “Onlar sizi sevdikleri halde siz onlara
muhabbet beslersiniz(seversiniz). Çünkü siz
kitabın bütününe tâbi olursunuz” buyrulmaktadır.
Görülüyor ki bu hâl nefsin âfetlerinden kurtulmuş
olanların davranışıdır. Tevbe Sûresi 100.
âyette “Ġslâmiyet inançları dolayısıyla muhacir ve
ensarlar (Mekke‟den Medine‟ye göç edenlere
muhacir, Medine‟de evlerini açanlara ensar denir)
Allah onlardan razı, onlar da Allah‟tan razıdırlar.
Altlarından ırmaklar akan Cennetler ihsân
edilerek orada ebedîyyen
kalacaklardır.” buyruluyor. İşte en büyük saadet
budur.
İşte hem kendimizle hem de cümle âlemle barışık olmak
rûh birliği irfâniyetinin Allah‟a vuslatıyla mümkün olduğu
anlaşılmaktadır. Allah cümlemizi nefs âleminden
kurtararak rûh âlemine vuslatımızı nasîb etsin.
Rûhumuzun mutmain olmuş nefisle Allah‟a kavuşarak
her sıfattan Cemalullahını müşâhede etmeyi nasîb
eylesin. Âmin.

ĠNSANLARIN HAKK‟I BULMASI VE


KUL OLMASI

İnanan her kişi, bu âleme geldiği günden beri, dâima


Hakk‟ı bilmenin, görmenin ve O‟nda O olmanın yollarını
aramış, bulanlar bulmuş, bulamayanlar ortada, ümitsizlik
içinde ömürlerini bitirmişlerdir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri
bakın bir ilâhisinde ne buyuruyor:

`Dermân arardım derdime derdim bana dermân


imiĢ
Bürhan arardım aslıma aslım bana bürhan imiĢ.
Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taĢrada arar idim, ol can içinde canan imiĢ`

İnsanoğlu bu âleme geldiğinden beri hep nereden


geldiğini, nereye gideceğini merak etmiş ve bunu dert
edinmiştir. Cenâb-ı Allah‟a âşık olan bir kişinin derdi,
aşkıdır. Âşık olduğu Hakk‟a kavuşmayı ve bu soruların
cevabını bilmeyi arzular. Bir kişinin derdi olmazsa aşkı da
olmaz. Şu halde dermanı da aşkı olmuş oluyor. İkilikteki
insanlar, Cenâb-ı Hakk‟ı kendilerinden çok uzaklarda
zannettikleri için, hayâllerinde Allah‟ın Zâtı veya
mutlakiyet yönünün dışında, bir bilince sahip olmayışları,
onların îmânlarını kuvvetlendirmemektedir. Îmân üç
bölümde mütalaa edilir:

1 - Bilmek (ilm-el yakînlik) zâhir ilimle, Ģühûdsuz


bilme hâli,
2 - Görmek (Ayne‟l-yakînlik) sıfatlarından
tecellîlerini görme hâli,
3 - Olmak (Hakk-al yakînlik) O‟nda O olma hâli

Kişinin bu idrâke vâkıf olabilmesi için, bir İnsan-ı


Kâmilden Tevhîd tahsilini yapması lâzımdır. İşte o zaman
insan-ı asliyyesini öğrenecek ve Âdem (AS)‟den Hz.
Muhammed‟e kadar bütün peygamberlerin kendi gönül
sevk ve idare eden tecellîsi olduğunu öğrenmiş olur. İşte
bu onun aslı olduğu için âleminde, mevcûdiyetlerini,
görev idrakları ve yaşamını zevk edebileceğini, Cenâb-ı
Hakk‟ın da, kendi gönlünde taht kurarak, her şeye
hükmettiğini görecektir.

“Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiĢ.”

Bir kişi Hakk‟a vuslat etmek için delil yani kılavuz


arıyorsa, onun aslı ona delildir. Bir kişinin aslı nedir ki
ona delil olsun. Kişi kendisine ayrı bir vücûd verdiği için
kendisini ayrı, Rabbini ayrı zanneder. Nefsini bildiğinde,
Rabbinin kendisini delili de o olmuş oluyor.

“Sağı solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu


Ben taĢrada arar idim ol can içinde canan imiĢ”

Bu ikilik hâlimle sağı solu gözleyerek Cenâb-ı Hakk‟ın


yüzünü göreyim diye, Mekke‟de, Medine‟de ve birçok
yerlerde aradım, bulamadım. Rabbimin öğrettiği Tevhîd
tahsilinden sonra anladım ki, aradığım bendeki can
içinde canan imiş. Burada can nedir, canan nedir. diye
bir soru akla gelmektedir. Allah‟ın her bir sıfatının ayrı
ayrı diriliğine can denir, rûh denir. Canan ise, Allah‟ın
bütün sıfatlarının diriliğine veya küllî rûhuna denir.

“Öyle sanırdım ayriyem, dost gayridir ben


gayriyem
Benden görüp iĢiteni bildim ki ol canan imiĢ”
Daha evvel Allah‟ı ayrı, kendimi ayrı olarak biliyordum.
Şimdi anladım ki benim kendime ait hiçbir varlığım
yokmuş, “Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil
aliyyül aziym” kudret ve kuvvet Allah‟ınmış. „Ben
yaptım, ben ettim‟ diye hep şirk hâlinde imişim de
haberim yokmuş. Allah‟ın, bir sıfatı olarak beni, istediği
yerde kullandığını idrâk etmiş oldum.

“Savm, salât, hac ile bitmez zâhit senin iĢin


Ġnsan-ı Kâmil olmağa lâzım olan irfân imiĢ”

Oruç tutmak, namaz kılmak ve hacca gitmek inanan


kişilere Cenâb-ı Allah‟ın farz-ı İlâhiyesidir. Bunların
zâhirini yapmak vücûdumuzun hakkıdır. Rûhanîyetimizin
hakkı ise ikilikten birliğe çıkma irfâniyetine sahip
olmaktır. Namaz mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac ise Allah‟la
beraber olmak ve O‟nunla konuşma sırrına vâkıf olmaktır.
Hac, ziyâret demektir. Sıfatların Zâtı ziyâret edişlerinin
sırlarına vâkıf olup yaşama geçme halidir. Yoksa yapılan
ibâdetlerin irfâniyeti olmadan bedensel hareketlerle
icraat yalnız taklîdden ibarettir. Ancak bunların irfâniyeti
kişiyi kâmil yapabilir.

“Kandan gelir yolun senin ya kanda varır menzilin


Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiĢ”
Ey insanoğlu nereden geldin ve nereye gidiyorsun. Eğer
bunun mânâsını bilmiyorsan Allah‟ın insanlara bahşettiği
akıl nimetini kullan. Akıl nimetinden mahrum, yeme,
içme ve nefsâni arzulardan başka hiçbir şey düşünmeyen
hayvanlardan farkın olsun. Onun için gel, insan-ı
asliyyeni öğren. Fiziksel bedeninle cemâdât, nebâtât,
hayvânât ve insan teşriye devri ile topraktan geldiğini,
rûhsal yönünle de “Elestü bezminden” itibaren
Rabbinden gelip Rabbine rücû edeceğini öğren. Bakara
Sûresinin 156. âyetini “Allah'tan geldiniz tekrar
Allah‟a rücû edeceğiz” biraz tefekkür et.

“MürĢid gerektir bildire Hakk‟ı sana Hakka‟l-Yakîn


MürĢidi olmayanların bildikleri güman imiĢ”

Ey kardeşim, ilm-el yakîn irşâd eden Mürşîdler vardır.


Ayne‟l-yakîn olarak irşâd eden Mürşîdler de vardır. Sen
Hakka‟l-yakîn irşâd eden mürşide tâbi olarak hakîkata
vâsıl olmağa bak. İlm-el yakînlik ehl-i şerîatın ilmidir ve
irşâd olmaktır. Ayne‟l-yakînlik ehl-i tarîkatın ilmidir. Onun
da irşâdı ahlâk güzelliklerine sahip olmaktır. Hakk-al
yakînlik ilmi ise ehl-i hakîkatin ilmidir. İlm-i ledün ve
Kur‟ân‟ın sırlarını bildiren bir ilimdir. Bu ilmi, hakîkat
Mürşîdlerinden başkası öğretemez. Hakîkat mürşidine
tâbi olursan o seni ilm-el yakînlikten ayne‟l-yakînliğe,
ayne‟l-yakînlikten de Hakk-al yakînliğe yükseltir. İlm-el
yakîn veya ayne‟l-yakîn olan bir kâmil seni, bulunduğu
yere kadar götürebilir. Yoksa kitabî bilgilerle ve
mütalaalarla Hakk‟a vâsıl olunmaz. Yani Tevhîd ilmi
sülûksuz olmaz.
“Her MürĢide dil verme kim yolunu sarpa uğratır
MürĢid-i kâmil olanın gâyet yolu âsân imiĢ”

Bir kişinin Mürşid-i Kâmili bulması çok zordur. Zira


günümüzde Mevlana Hazretlerinin “Her köşede Mürşidim
diyen çokdurur, binde birinin irfâniyeti yokdurur” dediği
türden bir çok mürşîd vardır. Bunların hakîkata vâkıf
olanlarının yanına vardığınız zaman, mıknatıs gibi
çekicilikleriyle sizleri etkilediklerini görürsünüz.”Biraz
daha anlatsa da dinlesem” diye gönlünüzde arzu ve istek
tecellî eder. O‟nun huzurunda manevî dertleriniz ve
müşkülleriniz hallediliyor, mutluluğa ve huzura
kavuşuyorsanız, işte sizin irşâd kapınız orasıdır. Tâbi
olmakta vakit kaybetmeyiniz.

“Anla hemen bir söz durur yokuĢ değildir düz


durur
Âlem kamu bir yüz durur gören onu hayrân imiĢ”

Yukarıdan beri anlatılan irfâniyet ve kemâlâta sahip olan


bir kişi, ister esmâsını söylesin, isterse aklı ile O‟nu
düşünsün, zerreden kürreye kadar, onun Tafsilât-ı
Muhammediyyesi olan zâhirinden, Vahdâniyyetinin
zuhûrunu şühûd ve müşâhede ederek hayran kalacaktır.
Cenâb-ı Allah‟ın bu mukayyed âlemde tecellî eden
yüzüne Vahdâniyyet yüzü, tecellî olunan zâhir yüzüne de
Tafsilât-ı Muhammediyye olan kesret yüzü denildiğini
anlayacaktır.

“ĠĢit Niyazi‟nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün


Hak‟tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân
imiĢ”

Mülkünde Cenâb-ı Allah‟tan başka bir varlık yoktur ki


O‟nu örtmüş olsun. Bütün sıfatlarında Zâtını ilâneden
Cenâb-ı Hakk, ârif ve kâmillere, hem cemâlini
göstermekte, hem de o varlıklardan hitâb etmektedir.
Yalnız bu irfâniyet ve kemâlâta sahip olamayanların
hicâbları açılmadığı için, onlar için gizli olduğundan bu
hâli göremezler. Cenâb-ı Allah bizlerin de hicâblarını
açarak bu sırlara vâkıf kılsın. Âmin.

ĠNSANLARIN YARATILMA GÂYESĠ


NEDĠR

İnsanlar bu âleme bir gâye için gönderilmişlerdir. Âşıkın


biri:

“Bekâ mülkünden eyledim teĢrif


Bu dâr-ı fenâya imtihan için
Gece gündüz murâdım budur
Cemâl-i pâkini anlamak için”

Buyurmuştur. Demek ki bu âleme imtihan için gelmişiz.


Ayrıca Zariyat Sûresi 56. âyette “Ben cinleri ve
insanları ancak Bana kulluk etsinler diye
yarattım.” buyrulmuştur. Burada cinlerin evvelâ
zikredilmesi onların gerçekte insten evvel yaratılmış
olmalarıdır. Sahabeler Resûlullah (S.A.V.) Efendimize
“ibâdet nedir” diye sorduklarında “İbâdet Allah‟ı Tevhîd
etmek ve bilmektir.” Yani kul olmaktır buyurmuşlardır.
Demek ki ibâdet herkesin bildiği gibi oruç tutmak, namaz
kılmak ve Kur‟ân okumak gibi bilinçsiz amelî ibâdetler
değildir. Allah‟ın bu âlemdeki ef‟âl, sıfat ve Zât
tecellîlerini yalnız ilmî olarak bilmek de değildir. Allah‟ı
Tevhîd edip bilmek için ibâdetin beş madde halinde
zuhûrunu zevk etmek gerekmektedir.

1- Âdemde ve âlemde Allah‟tan başka hiçbir varlığın


olmadığı ef‟âl-i İlâhiye, sıfat-ı İlâhiye, Zât-ı İlâhiyye
Tevhîdi ile bilmektir.
2- Emir ve yasaklar olan şerîat-ı ahkâmiyeyi bilmek ve
uygulamaktır. Bu da iki bölümde mütalaa edilir:

a) Amel bölümü
b) Muamelât bölümü
Amelî bölümde her türlü zâhir ibâdetlerimiz mevcuttur.
Tevhîd ehli, Mürşîde gelmeden evvel bu Tevhîd akideleri
ona vâcib değilken, zorlama olmaksızın kendi istek ve
arzusuyla Mürşîde gelip “Ben kendi insan-ı asliyyemi
öğrenmek istiyorum” demek suretiyle vacipleştirmiş oldu.
Fetih Sûresi 10. âyetinde “Her halde sana biat
edenler ancak Allah'a biat etmiĢ olurlar. Allah'ın
eli (kudreti) onların elleri üstündedir. Onun için
her kim cayarsa yalnızca kendi aleyhine caymıĢ
olur. Her kim de Allah'a verdiği sözü yerine
getirirse O da ona yarın büyük bir mükafat
verecektir.” “Gerçekten sana biat edenler Bana biat
etmişlerdir.” buyrulmuştur. Biatler Mürşidin şahsına değil
onun mazharından Rabbil Âleminedir. Abdestsiz yere
basmaması, yalan söylememesi, beş vakit namazını
kılması, Ramazan‟da bir ay oruç tutması, eksiklik
aramaması, elinden geldiği nisbette ümmet-i
Muhammed‟e faydalı olmaya çalışması hâsılı Allah‟ın
emrettiklerini yapmayı, yasak ettiklerinden kaçmayı
kendisine vâcipleştirmiş oldu. Bir sâlikin bunlara uyması
gerekli iken, Tevhîdi kendisine uydurmak istemesi,
vagonun raylarından çıkarak trenin menziline
gidememesine benzer.
Muamelât bölümünde de günlük yaşantısında ailesine,
çoluk çocuğuna, komşu ve insanların tümüne muamelesi
emir ve yasaklar doğrultusunda olmalı, her türlü işlerinde
herkese eşit muamelede bulunmalı, ticaretinde kimisine
pahalı, kimisine ucuz mal satmamalıdır. Çünkü sendeki
varlık Hakk‟ın varlığı olduğu gibi karşındaki varlık da
Hakk‟ın varlığıdır. Şu halde karşındakine kötü muamelede
bulunursan, bilmelisin ki Hakk‟a kötü muamelede
bulunmuşsun demektir. Onun için Tevhîd ehli bunlara
riâyet etmeyi kendisine vâcib bilmelidir.
3- Tarîkat halini yaşamak ise, ilimle bildiği ef‟âlinin,
sıfatının, Zâtının Hakk‟ın olduğunu ayne‟l-yakînlik
derecesinde şühûd etmesidir. Ayne‟l-yakînlik derecesini
şühûd eden bir sâlikte elbette edeb, güzel ahlâk ve
tevazu‟un meyveleri görünecektir. İnsanın meyvesi
fiilleridir. Nasıl bir meyvenin rengi, kokusu ve tadı onun
aslını bizlere bildiriyorsa, ayne‟l-yakîn olan bir insanın
fiillerinin rengi Allah‟ın boyası “Sibgatullah” Tevhîd
boyası, kokusu Rahmân‟ın kokusu olan Tevhîd kokusu,
tadı da fiil ve sıfatlarından tecellî eden Tevhîdi yaşama
zevki olarak görünmelidir.
4- Eşya dediğimiz varlıklarda eşyanın hakîkatini bilip her
mazharda O‟nu müşâhede etmektir. Çünkü eşyanın
hakîkati ef‟âl-i İlâhiyedir. Ef‟âlin hakîkati esmâdır.
Esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir. Sıfatın hakîkati de
Zâttır. Zira zerreden kürreye kadar her varlıkta Allahü
Teala ma‟lûmiyeti nisbetinde Zâtıyla tecellî etmekte,
onların kapları ve renkleri nisbetinde varlıklarda kendini
seyretmektedir. Tin Sûresi 4. âyette “Biz insanı en
güzel biçimde yarattık.” sırrını İnsan-ı Kâmil‟lerden
seyretmektedir. Böylece her varlıktaki tecellînin
hakîkatini zevk eden bir sâlik kendi varlığının olmadığını,
varlığın Hakk‟ın varlığı olduğunu, esmâsının dahi Allah‟ın
sıfatlarına verilmiş birer isimden ibaret olduğunu, kul
esmâsıyla dâima muhtaç, Mürşid-i Kâmil mazharından,
Samedâniyyeti ile lütuflarda bulunulduğunu zevkle
müşâhede eder.
İşte bu dört madde halinde saydığımız birinci, ikinci,
üçüncü merdiven basamağı gibi Tevhîd mertebelerini
geçmeden; Allah‟ı bilmek, görmek ve olmak halinde
Tevhîd etmedikçe; mârifet ehli olunamaz. Zira ibâdet,
mârifet miktarıncadır. Ârif olmayan tahkikî ibâdet
edemez. Nitekim Hz. Ali (K.V.) “Görmediğim Rabbime
ibâdet etmem” demiştir. Bu demektir ki Hazreti Ali kendi
vücûdundaki sıfatlarından Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerini
müşâhedeyle zevk etmiştir.
İşte Allah‟ı Tevhîd edip bilmek için bu beş madde ile
vasıflandırdığımız hallerin ehl-i Tevhidde olması
istenmektedir. Elhamdülillah seçilmiş kullardanız.
Seçilmemiş olsa idik bir Mürşid-i Kâmilden bizleri
çağırmaz, Tevhîd ilmini de telkîn etmezdi. Sevilen
kullardanız ki kendi varlığımızın olmadığını, varlık
sahibinin Hakk Teala olduğunu, kendi mülkünde Zâtının
bütün sıfatlarından tecellîsini müşâhede etmeyi nasîb
etti. Kendi tecellîsini bizlerden kendi seyretti. Rabbimize
dâima hamd ederiz.

ĠNġĠRAH SÛRESĠ

Sûrenin 1. âyetinde “Elem neĢrahleke sadrek” “Biz


sizin sadrınızı yarmadık mı” buyruluyor. „Sadır‟ göğüs
demektir. Göğsün yarılması bizlerin bildiği
ameliyatlardaki neşterle yarma değildir. Bıçaksız ve
kansız olarak günümüzde Mürşîd-i Kâmillerin telkînât ve
sohbetleriyle inanan kardeşlerimizin cehâlet ve nisbîyet
pisliklerinden temizlenmesidir. Kâmiller telkînâtlarıyla
sâliklerin gönüllerindeki kötülük damarlarını çıkarıp, iyilik
damarlarını onun yerine koyar. Bir sâlikin, Mürşîde
gelmezden evvel, vücûd kabının darlığından mütevellit
halk ile Hakk‟tan habersiz olduğu için mutlaka gönlünün
açılmasına ihtiyacı vardı. Fenâ mertebelerindeki ameliyat
sonunda sâliklerin vücûdu kalmadığı için, Hakk‟a ve halka
hicâblıdır. Ne zaman Hakk‟ın vücûdunu giyerse işte o
zaman kul olarak „sadrının yarıldığı‟ hitabına muhatap
olur. Kulluğunu giymeyen bir kişi bu hitaba muhatap
olamaz. Bir insanda iki yön vardır:
1- Cin yönü: O kişi dâima süflîyyât tarafına eğilimli
olduğu için kötülükler onu bırakmaz.
2- Melek yönü: Melek yönü galip gelirse, o kişinin iyiliğe,
doğruluğa meyli vardır. Sadrın yarılması ile kişiye melek
kuvveleri olan iyilik ve doğruluk fiilleri hâkim olur.
2. ve 3. âyetlerde “Ve vedana anke vizrekellezi
enkada zahrek” “Senin belini büken yükünü hafifletip
kaldırmadık mı” buyruluyor. Burada insanın belini büken
yük, kişinin kendi nisbîyet varlıklarıdır. Kâmilin telkînâtı
ile bu varlıklar giderilir. Yerine Hakk‟ın varlığı kalır.”Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah” Kuvvet ve kudret
Allah‟ındır. Biz yaptıklarımızdan sorumluyuz. Fakat Allah
yaptığından sorumlu değildir. Çünkü mülkünde başka bir
Allah yok ki, “Bunu neden yaptın” desin. Onun için
belimizi büken yükü de kâmil mazharından bizlerden
kaldırmış oluyor.
4. âyetteki “Ve refana leke zikrek” “Biz senin zikrini
yükseltmedik mi” hitabını peygamberimize yorumlarsak,
güne beş defa ezan-ı Muhammediyye okunduğunda
dâima Allah‟la beraber ismi anılarak semâya
yükselmektedir. Bizler için de, Cenâb-ı Hakk‟ı kemâlâtıyla
açığa çıkarmak ve tafsilât-ı Muhammediliğin kesret
âlemindeki Zâtını idrâk etmek yücelik değil midir.
5. âyette “Fe inne meal usri yüsren” “Bir güçlüğün
yanında bir kolaylık vardır.” buyrulmaktadır. Demek ki
gerçeği arayıp bulasıya kadar elbette müşkülât
çekilmektedir. Kâmili bulduktan sonra Allah‟a vâsıl olmak
kolaylaşıyor. O seni zahmetsiz Vahdâniyyet zevki ile
zevklendiriyor.
6. âyette “inne meal usri yüsra” “İkinci bir defada
güçlüğün yanında bir kolaylık vardır” buyrulmakla insanın
Allah‟a vâsıl olduktan sonra yani Hakk‟la beraber
olduktan sonra tekrar halka dönmesi gerektiğini
anlıyoruz. Çünkü Allah, Allahlığını kimseye vermez. İşte
güç olan da budur. Onun için seyr-i sülûk ikidir. Birincisi,
halktan Hakk‟a vuslattır. İkincisi, Hakk‟tan halka tenezzül
edip kulluğa dönmektir. Ancak bu her babayiğidin harcı
değildir, çok güçtür. Kulluğa döndüğünde iş kolaylaşır.
7. âyette “Feiza ferağte fensab” “O halde boş kaldın
mı, yine kalk yorul.” buyruluyor. Şimdi kulluktan Hakk‟a
ve Hakk‟tan kulluğa vuslat olan iki seyrini tamamlayıp
ikisini birleştirerek Tevhîd yolunda dâim ol. Bu Cenâb-ı
Hakk‟ın Vahdet ve kesret tecellîlerini Tevhîd yaparak
kişinin yaşama geçmesi demektir.
8. âyette de bu yaşam içersinde “Ve ila rabbike
ferğab” “Rabbine dâima rağbet et” buyrulmaktadır.
Zerreden kürreye kadar, bu kesret âlemindeki tafsilât-ı
Muhammediyyedeki tecellîleri zevk et. Onunla dâim ol.
Evvelâ kul mu Allah‟a rağbet eder, yoksa Allah mı kuluna
rağbet eder. Cenâb-ı Allah hidâyet etmeyince hiçbir
kimse yüzünü Rabbine döndüremez. Şu halde evvelâ
Rabbimiz bizlere rağbet edecek, biz de o zaman
Rabbimize rağbet etmiş oluyoruz. Yalnız Allah Âlimdir,
bizler ise malûmuz. Onun için Allah malûmiyetimiz
nisbetinde bizlere rağbet etmiş oluyor. Bizler Rabbimize
nâkısiyet içinde malûm isek o zaman Rabbimiz de bize o
kadar rağbet eder.
Görüldüğü gibi İnşirah Sûresi bizlere Tevhîd de merâtib-i
İlâhiyenin başından sonuna kadar bütün Makâmların
tecellîlerini anlatmaktadır. Tevhîd yapıp Rabbimizi
tanımadan rağbet olmuyor. Yoksa yapılan taklîdi oluyor.
Cenâb-ı Allah cümle ümmet-i Muhammedi Mürşîd-i Kâmil
mazharından bıçaksız ve kansız göğüslerini yararak
cehâlet hastalığından kurtarsın. Zikirlerimizi de
pekleştirerek Vahdet ve kesret Kaf dağlarının zorluklarını
kolaylaştırarak Tevhîd ovasında mutluluk ve saadet
meyvelerini yemek nasîb etsin. Âmin.

ĠSLÂMIN BEġ ġARTININ


HAKÎKATTEKĠ ĠDRÂKĠ NEDĠR

Şeriat-ı ahkâmda islâmîyetin ispatı için evvelâ “La ilâhe


illallah Muhammederresûlullah” kelime-i şehâdeti
gelirse de hakîkat-ı Muhammediyyede önce
oruç gelmektedir. Bunun ispatı, Arabi ifadedeki savm,
salât, hac, zekât ve kelime-i şehâdet ifadesidir.
1 - Oruç, uruc etmektir. Yani yükselmektir. İkilik olan
kulluktan Hakk‟a vuslat olarak, her türlü şirk ve kula ait
bütün günahlardan ihtiyarî olarak kurtulmak diyebiliriz.
Sabahtan akşama kadar aç ve susuz bedenimizin
ihtiyaçlarını vermemek değil, doğduğumuz günden,
öleceğimiz güne kadar, ihtiyarî olarak “Mutu kable ente
mutu” (Ölmezden evvel ölünüz) hadisinin ışığında, bizim
ve gördüğümüz varlıkların kendilerine ait hiçbir varlığının
olmadığını, varlık sahibinin Allah olduğunu, bu varlıkların
O‟nun bu mukayyed âlemde, lâtif varlıkların birer gölgesi
olduğunu bilmektir.
2 - Namaz, mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac ise, Cenâb-ı
Hakk‟la beraber olmak, O‟nunla konuşmaktır. Bir kişi
kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk
olduğunu idrâk ettikten sonra, kul dediğimiz mazhardan
tecellî edenin O olduğunu zevk edince, kendi mazharında
ve bütün mazharlarda O‟nun her an ayrı şe‟nde tecellî
edişini seyredip zevk etmesi, o kişinin Hakk‟la beraber
olup konuşmasıdır. Kıyam, rükû ve secde halinin dışında
O‟nunla konuşma olmaz. Çünkü bu üç tecellî dışında
onun zuhûru yoktur.
3 - Hac ziyâret demektir. Her ne kadar Allah‟ın Zâtını
remzetmesi nedeniyle bizler Kâbe‟yi ziyâret ediyorsak da,
âfâkta bütün sâliklerin Kâbe‟si durumunda olan
Efendilerini ziyâret etmeleri ve Rablerinden merâtib-i
İlâhiyenin tahsilidir. Kâinattaki bütün sıfatların,
kendilerinde tecellî eden Zât-ı İlâhiyye‟yi idrâk ederek,
gönüllerini ona açmış bir vaziyette, “Ya Rabbi Sen
bizlerden tecellî etmesen bizler olmazdık ve şu halimizi
sana muhtacız. Samadaniyetinle bizlere verdiğin bu
lütuflara hamd ediyoruz” demeleri yani bütün sıfatların
Zâtın samedâniyyet tecellîlerini idrâk etmesi hactır.
4 - Zekât vermek zengin olanın fakir olanlara
zenginliğinden kırkta birini vermesidir. Bir kişi mülkünde
Allah‟tan başka bir varlık görmüyor ve gördüğü sıfatların
da O‟nun „kün‟ emrinin bir sonucu olarak O‟na muhtaç
durumda olduğunu görüyorsa zengin olan Allah‟tır. Nasıl
bir vücûdda rûhun bütün sıfatlara tecellîsini
lûtfetmesiyle; kulak duymasıyla, göz görmesiyle, dil
konuşmasıyla zekâtını alıyorsa, bu kâinatta da, Cenâb-ı
Hakk‟ın zerreden küreye kadar bütün varlıklara lütfu
O‟nun zekâtı olmaktadır. Varlıkların isti‟dâd ve
kabiliyetlerine göre bütün varlıklar Hakk‟ın zenginliğinden
zekâtlarını almaktadırlar. Cenâb-ı Hakk‟ın bu âlemdeki
dört tecellîsinin duyguları ile birliğinin idrâkinde olanlar,
dâima zekâtı alan ve verenin, seyir zevkini
yapmaktadırlar. Sakın hakîkatteki bu zekât zevkini
söylediğim için şerîattaki zekâtı inkâr ettiğimi
zannetmeyiniz. Şerîatta şerîat zekâtı, hakîkatte de
hakîkat zekâtı mutlaka verilmelidir.
5 - Kelime-i Şehadet “La ilâhe illallah
Muhammederresûlullah” dır. Bir kişi, “Lâ ilâhe”
demekle bu âlemdeki varlıkların hiçbirinin, zanlarında
hayâllerinde bir ilâhın da bulunmadığını
bilmektir.”İllallah” demek de zerreden küreye kadar bu
gördüğümüz varlıkların kendilerine ait bir varlıklarının
olmadığını, Cenâb-ı Hakk‟ın varlığı ile var olduklarını,
Cenâb-ı Hakk‟ın sıfat olan Muhammed aynasından
görüntüsünden ibaret olduğunu idrâk
etmektir.”Muhammederresûlullah” Muhammed
(A.S.)Allah‟ın kulu ve Resulüdür. Kul demek köle
demektir. Kölenin de hiçbir varlığı yoktur.
Dolayısıyla bir kişi, oruç tutarak, kendi varlığını ihtiyarî
olarak Allah‟ın varlığında yok eder, letâfet vücûda
bürünerek lâtif olan Hakk‟ın kendi mazharında Hakk‟la
konuşarak namazının zevkine ererse, kendinde ve
âlemdeki bütün sıfatların da Zâta muhtaç olmalarının
idrâki olarak hac yaparsa, Hakk‟ın Zâtının zenginliğini
idrâk ederek bütün sıfatlara isti‟dâdları nisbetinde tecellî
ile zekâtını verdiğini zevk edebilirse, işte o zaman kelime-
i şehâdeti getirmiş olur. Yoksa getirilen kelime-i şehâdet
sözde kelime-i şehâdet olur. Görüldüğü gibi, Tevhîddeki
merâtib-i İlâhinin tümü bizlere beş madde halinde,
islâmın şartı olarak sunulmuştur.
ĠÇĠNDEKĠLER

1 - ĠSLÂMĠYET KUR‟ÂN-I KERÎM‟DEKĠ DÖRT ĠLMĠ


BĠLMEKLE ANLAġILIR
a - ABDEST
b - ORUÇ
c - NAMAZ
d - HAC
e - ZEKÂT
f - KELĠME-Ġ ġEHÂDET
2 - KABĠR EHLĠNDEN YARDIM ĠSTEMEK NE
DEMEKTĠR
3 - KADĠR GECESĠ
4 - KÂĠNATTA TEK ĠRġÂD EDEN HZ.
MUHAMMED‟DĠR
5 - KALB TEMĠZLĠĞĠ
6 - KAZÂ VE KADER
7 - KERÂMET NEDĠR
8 - KEVSER SÛRESĠ
9 - KUR‟ÂN‟I YAġAMAK NEDĠR
10 - KUR‟ÂN-I KERÎM‟DEKĠ SÛRELERĠN NÛZÜL
SIRASININ HĠKMETĠ
11 - KUR‟ÂN-I KERÎM‟E VARĠS OLANLAR
12 - KURBAN
13 - KURBAN BAYRAMI
14 - KURBAN BAYRAMINDA GETĠRĠLEN TEġRĠK
TEKBĠRLERĠNĠN MÂNÂ VE MAHĠYETĠ
15 - LÛT (A.S.) KISSASI
16 - MAĠDE SOFRASI NEDĠR
17 - MELAMĠLER NAMAZ KILMAZ MI
18 - MELAMÎYĠZ
19 - MESCÎDLERDE KILINAN NAMAZIN ECRĠ
20 - MEVLĠD KANDĠLĠ
21 - MĠ‟RAC
22 - MUHARREM AYININ TAġIDIĞI MÂNÂ
23 - MUHKEM, MÜTEġABĠH ÂYETLERĠN ZUHÛRU
24 - MUSA (A.S.) VE ASÂ MUCĠZESĠ
25 - MUSA (A.S.) VE HIZIR KISSASI
26 - MUSA (A.S.) KAVMĠNĠ SAMĠRĠ‟NĠN
SAPTIRMASI
27 - MUSA (A.S.)‟NIN ġUAYB (A.S.)‟DAN TAHSĠLĠ
28 - MÜ‟MĠN KĠMDĠR
29 - MÜRġĠD-Ġ KÂMĠL KĠMDĠR
30 - MÜRġĠD-Ġ KÂMĠLLERĠN SÂLĠKLERĠNDEN
ĠSTEDĠKLERĠ
31 - NAMAZ RĠSÂLESĠ VAKĠT NAMAZLARININ
SIRLARI
32 - NAMAZDA ALLAH‟LA NASIL KONUġULUR
33 - NAMAZDA KOLAYLIK
34 - NAMAZDA SÜSLÜ ELBĠSE GĠYMEK NE
DEMEKTĠR
35 - NÂS SÛRESĠ
36 - NASR SÛRESĠNĠN BATINÎ MÂNÂSI
37 - NECM SÛRESĠ

ĠSLAMĠYET KUR‟ÂN-I KERÎMDEKĠ


DÖRT ĠLMĠ BĠLMEKLE ANLAġILIR
1 - ġerîat ilmi (Kur‟ân-ı Kerîm‟deki emredilen emir
ve yasaklardır)
2 - Tarîkat ilmi ( Ahlâk ve edep güzelliği)
3 - Hakîkat ilmi ( Ġbâdet ve âyetlerin hakîkatine
vâkıf olmak)
4 - Mârifet ilmi (Esmâ ve sıfat ilmi olarak
uygulamak)

ABDEST

Bir kişi evvelâ temizlenerek, yani abdest alarak Hakk


yoluna çıkar. Abdestin tam olabilmesi için :

1 - Abdest :
Su ile emredilen a‟zaların yıkanması, su yoksa pak
toprakla teyemmüm edilmesidir. Bu, şerîatın
uygulanması ile ilgili bedensel, dış temizliğimizdir.

2 - Abdestin tarîkat seviyesinde idrâki:


Madem ki göz, kulak gibi sıfat ve a‟zalarımız yıkanarak
temizlenmiştir, kulağımızla gıybet dinlemememiz,
gözümüzle harama bakmamamız, dilimizle yalan
söylemememiz gerekir. Bunlardan her hangi birisi ihlâl
edilirse o sıfat ve azamızın abdesti bozulmuş demektir.
3 - Abdestin hakîkat seviyesinde idraki:
Abdest, „abîd‟ olan kulun „dest‟ olan yıkayıcıdan, yani bir
Mürşid-i Kâmilden, cehâlet, nisbîyet ve şirk kirlerinden
yıkanarak temizlenmesi demektir. Kâmilin bir sâliki
temizlemesi demek, sâlikin Tevhîd tahsilindeki nefs
terbiyesi, cehâlet, gayriyet ve nisbîyet şirklerinden
sohbet ve telkînleriyle kurtulması, kendisinin varlığının
olmadığı, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunun
idrâkine varmasıdır. İşte o zaman, kişinin, her nereye
bakarsa Hakk‟ın yüzünü orada görmesi, Hakk‟ın sesini
oradan duyması ve orada Hakk‟la konuşması zuhûr
edecektir.

4 - Abdestin mârifet idrâki :


Abdestin marifetdeki idrakı ise bu saydığımız üç mertebe
zevkini, kendimizde cem ederek dâimî bir yaşam halinde
devam ettirmek olacaktır. Biz buna uygulama ve icraat
diyoruz.

ORUÇ

1 - ġerîat seviyesindeki oruç :


Bedenle ilgili olduğu için, evvelini, ahîrini ve ikisi arasında
geçen zamanda, yemekten içmekten ve nefsânî
isteklerden uzak kalmaktır diye tanımlanmıştır.
2 - Tarîkat seviyesinde oruç :
hem bedenle hem de rûhla ilgili olduğu için, şerîat
seviyesindeki bedenle ilgili emirleri uyguladığı gibi aynı
zamanda, sıfat ve a‟zalarının Hakk‟tan gayrı şeylerle
meşgul olmaması için zikir ve fikir halinde bulunması,
ona ahlâk güzelliği, edeb güzelliği gibi hasletler
kazandıracaktır. Zâten orucun gâyesi ahlâk güzelliğidir.

3 - Hakîkat seviyesinde oruç :


İkilikten birliğe uruc etmektir. Yani kişi ayrı Allah ayrı
iken, yaptığı Tevhîd tahsilinde kendisi diye bildiği varlığın
kendisinin olmadığını öğrenip, varlık sahibinin Cenâb-ı
Hakk olduğunu anlaması demektir. Yani Fenâfillâh olmak
demektir.

4 - Mârifet seviyesindeki oruç :


Şerîat, tarîkat ve hakîkat seviyesindeki oruç idrâkini
bizzât, yaşama geçirip, eksiksiz uygulamasıdır. Kişi
saydıklarımızdan hangisini uygulayabiliyorsa onun orucu
o seviyededir.

NAMAZ

1 - ġerîat seviyesindeki namaz :


Fıkıhî şekilde tarif edildiği gibi, vakitlerle ilgili olarak
bedenle uygulanan bir emr-i İlâhidir. Bu namazı kılan
kişiler, ta‟dîl-i erkâna ve bütün fıkıh kâidelerine uysalar
bile “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle namaz
kılınız” (H.Ş.) gereğince Resûlullah efendimizi taklîd
etmektedirler. Ne kıyam, rükû, secdenin remzettiği
mânâyı, ne de namazın mü‟minin mi‟racı oluşunu,
mi‟racın ise Allah‟la beraber olmak, konuşmak olduğunu
bilemezler. Yalnız emr-i İlâhi olduğu için, görerek değil
de görüyormuş gibi bu ibâdeti yaptıklarını söylerler.
Maddî isteklerinin yanında, Cennet arzusu ve
Cehennem‟den kurtulmak için namaz kılarlar.

2 - Tarîkat seviyesinde :
Her ne kadar Cehennem korkusu ve Cennet arzusu
olmadan, Allah rızası için namaz kıldıklarını söyleseler de,
kendileri ayrı Allah ayrı olduğu için ikilik içersindedirler.
Kendilerinden tecellî eden Hakk‟ın zuhûrunu bilirler, fakat
zevk edemezler. İlim ve amelleriyle huzu‟, hudû‟ ve huşû‟
haliyle namazlarını kılarlar. Ankebut Sûresi 45.”Sana
vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl!
Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve
uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak
en büyük zikirdir ve Allah, her ne iĢlerseniz
bilir” âyetine mazhar oldukları için ahlâk ve edepleri
şerîat erkanına göre çok farklıdır. Tevhîdde bunların
kıldıkları namaza, Yunus (A.S.)‟un taht-ı serada, yani
balığın karnında kıldığı namaz denilmektedir.

3 - Hakîkat seviyesindeki :
Namaz nedir. Namaz mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac nedir.
Mi‟rac, Allah‟la beraber olmak ve konuşmaktır. Bir kişi
kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk
olduğunu anladığı zaman, Allah‟ın Vahdâniyyetini
kendinde zevk edecektir. Necm Sûresi 8 ve 9.
âyetlerde “8. Sümme dena fe tedella. Fe kane Kâbe
kavseyni ev edna”) “sümmedena” ifadesiyle kişinin
kendisinde Hakk‟ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk etmesi,
“fetedalla” ifadesiyle bütün sıfatlarından zuhûrâtı
(kulağının Hakk‟ı duyması, gözünün Hakk‟ı görmesi. . .
gibi), “Vekane Kâbe kavseyn” ifadesiyle (Allah‟ın
Vahdâniyyeti; bütün sıfatlarından zuhûra gelmesiyle, , iki
yayın birleşmesi gibi Allah‟ın Vahdetini ve kesretini gönül
evinde görmesi ve zevk etmesi) “Evedna” ifadesiyle de
Bir‟le Bir olma hâli anlatılmaktadır. Hakîkat seviyesinde,
kulun mazharından tecellî eden yani namazı kılan Hakk
olduğu için, kul diye vasıflandırdığımız kul sıfatından,
kıyamda ef‟âl-i İlâhisiyle âyet tecellîlerinin zuhûru,
rükû‟da sıfat tecellîlerinin zuhûru, secdede vücûdunun
Vücûdullah tecellîleriyle, kul diye bildiğimiz sıfat dilinden,
bazı kul diliyle bazı Hakk diliyle, karşılıklı yüce
âyetlerinin tecellîlerine namaz denmiştir. Hakîkatte rûh
bedenin emrinde değil, beden rûhun emrine girmiştir.
Rûhun gönül evindeki görüşme zevkini zâhir vücûddan
şerh ettiğini görürüz. Hakîkatte namaz kişinin gönlünde,
kul ile Hakk‟ın konuşmasıdır. Zâtın, sıfatlarından tecellî
idrâkidir. Hakikî sâlikin Mürşidi ile kendi gönül evinde
sohbetidir.

4 - Mârifet seviyesinde namaz :


ġerîat, tarîkat ve hakîkat seviyesindeki namaz zevklerini
kendi şemsiyesi altında toplayarak, hiçbirinden
ayrılmayarak yaşam halinde bunların uygulanmasına,
Peygamber efendimizin buyurdukları gibi, taht-ı istivâda
yani Arş-ı Âlâ‟da Mi‟rac yapmış olurlar. Kişinin
Muhammedi aynasından, tecellî edenin kendisi, tecellî
kendisi, tecellî olunanın kendisi olduğunun idrâk ve zevki
Mi‟rac olacaktır.

HAC

1 - ġerîat seviyesindeki hac :


İçin sağlığı yerinde olma, bir sene yiyeceği olup hac
farzını yapmak için gidip gelecek kadar yeterince maddî
imkâna sahip olma, yolculuğa engel bir durum olmama
şartları aranır. Bundan başka sayılı günlerde bedenen
ihrâma girmek, Arafat‟ta vakfeye durmak ve Kâbe‟yi yedi
defa tavâf etmek kişinin hacı olması için yeterlidir.

2 - Tarîkat seviyesindeki hac :


İhrâma girmenin, Arafat‟ta vakfeye durmanın ve Kâbe‟yi
tavâf etmenin ilim ve irfâniyetleriyle her türlü ziyâretin
mânâları bilinmekte ve bu minval üzere hac farzı yerine
getirilmektedir. Kâbe‟yi ziyâretin taştan bir binayı ziyâret
değil Allah‟ın Zâtının ziyâreti olduğunu, Hacer-ül Esved
taşını öpmenin İnsan-ı Kâmilin elini öpme olduğunu,
Kâbe‟nin yedi tavâfının Kâmilde yedi merâtibin tahsili
olduğunu bilirler. Fakat ilimle bildikleri için müşâhedeleri
yoktur.

3 - Hakikat seviyesindeki hac :


Hac ziyâret demektir. Hakîkat seviyesinde Allah‟ın Zâtını
remzeden Kâbe‟yi, Allah‟ın sıfatları durumunda olan
kullarının ziyâreti anlamına gelmektedir. Rabbinin
irfâniyet ve kemâlâtını sohbetleriyle irşâd olmak isteyen
sâliklerin de, Mürşîdlerini ziyâret etmeleri onların haccı
olmuş olur. Bunun için evvelâ ihrâma girmelidir. İhrâma
girmenin remzettiği mânâ Fenâfillâh olmaktır. Ondan
sonra Hakk‟a ârifiyeti elde eden kişinin, Allah‟ın
Vahdâniyyet tecellîsi ile Arafat‟ta vakfeye durması, yani
kendisinde tecellî eden Allah‟ın Vahdâniyyetinin bütün
sıfatlarından kemâlâtıyla tecellîsini istemesidir. Kâbe yedi
defa tavâf edilmektedir. İlk üç tavâf çalımlı, koşarak
yapılmaktadır. Burada amaç insanın kendi varlığından bir
an önce kurtulma isteğidir. Kendi varlığından
kurtulduktan sonra dört sakin tavâfın da Hakk‟ın varlığı
ile varlıklandığında, Hakk‟ın duyması, Hakk‟ın görmesi,
Hakk‟ın kelâmı ve Hakk‟ın kudreti ile bu dört sıfatından
kemâlâtını sergilemesi olduğunu zevk etmesidir.

4 - Mârifet seviyesinde hac :


Zâhir ve bâtın Cenâb-ı Hakk‟ın zerreden küreye kadar
saydığım bu tecellî zevkine sahip olanlar, zâhirini emr-i
ilâhi olduğu için, bâtınını da, her an ayrı bir tecellîde oluş
zevki ile, bütün kâinattaki sıfatların zâtına muhtaç ve
tavâf ettiklerini görürler.
ZEKÂT

1 - ġerîat seviyesinde zekât :


Maddiyatla mütalaa edildiği için malın kırkta birini
fakirlere vermektir denilmiştir. Mal denilince yalnız
madde olan zâhir maldan başka bâtın mal yok mudur.
Maddî fakirden başka manevî fakirler de yok mudur.
Bunlar kimlerdir. Bunlar hakkında fazla bir bilgileri
olmadığı için, yalnız emr-i İlâhiye‟ye uyarak zâhir ifadeye
göre hareket ederler.

2 - Tarîkat seviyesinde zekât :


Tarikat seviyesindeki zkat verenler zâhir zekâtlarını
verdikleri gibi bâtın olan zekâtlarını da verirler. Kâmilin
tahsilinde kendilerinin varlık sahibi olmadıklarını, varlık
sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anladıklarında
cehâletten, nisbîyetten, şirkten kurtulmakla zekâtlarını
vermiş olurlar.

3 - Hakîkat seviyesindeki zekat :


Zâhir ve bâtın olan zekâtını tamamen veren bir kişi,
kulluğunu, fakirliğini, köleliğini, hiçbir varlığının
olmadığını idrâk ettiğinde zengin olan Cenâb-ı Allah,
kulundan kemâlâtıyla tecellî ederek zekâtını vermektedir.
Çünkü zengin olan Allah, fakir olan kuldur. Böylece
Allah‟ın her an kullarına nasıl zekâtını verdiği seyredilir.

4 - Mârifet seviyesinde zekât :


Marifet seviyesindeki zekatta ise bütün mertebelerdeki
zekât idrâkini bildiği için hepsinin yerli yerinde olduğunu
tasdik ederek, irfâniyet ve kemâlâtı ile her şeyi yerinde
kullanır. Varlık sahibi olan kullar zengin oldukları için
zekât vermek mecburiyetindedirler. Kendi varlıklarının
olmadığını anlayıp “Zengin olan Cenâb-ı Allah‟tır.”
diyebilirlerse, o zaman Allah kullarına zenginliğinin
zekâtını verecektir. Zaten verip durmaktadır.

KELĠME-Ġ ġEHÂDET

1- ġerîat seviyesinde kelime-i Ģehâdet :


İsmi üzerinde şehadet kelimesi demektir. Bu da “Lâ ilâhe
illallah Muhammederresûlullah”dır. Allah‟tan başka ilâh
olmadığına, Hz. Muhammed‟in O‟nun kulu ve Resulü
olduğuna şahitlik etmek anlamına gelen şehadet
kelimesini Müslüman olmak isteyenlerin dilleriyle ikrar,
kalbleriyle tasdik etmeleri yeterli olmaktadır. Ancak, Allah
neden birdir. Neden ondan başka ilâh yoktur. Hz.
Muhammed hangi yönden onun Resulüdür... gibi detaylı
bilgilere sahip değillerdir.
2 - Tarîkat seviyesinde Ģehadet :
“Lâ ilâhe” demekle, hiçbir şeyin kendisine ait bir
varlığının olmadığını, zannımızda, hayâlimizde
yarattığımız böyle bir ilâhın bulunmadığını, zerreden
küreye kadar her şeyde tecellî ettiği halde bu tecellî
ettiklerine benzemeyen bir Allah olduğunu ilmen
bilirler.”İllallah” demekle de mülkünde O‟ndan başkası
olmayınca, bütün sıfatlarından cemalullahını sergileyenin
illâ Allah olduğunu da ilmel
bilirler.”Muhammederresûlullah” demekle de, Hz.
Muhammed‟in, Allah‟ın Vahdet ve kesret olan iki cihanda
da en kemâlâtlı sıfat aynası olduğunu, her an bu
kemâlâtı bütün kâinat aynasında göstererek,
Resûlullahlığı olan tebligatının yapıldığını yine ilmel bilir
ve uygulamaya özen gösterirler.

3 - Hakîkat seviyesinde Ģehadet :


Hakîkatte şehadet, şahitlikten gelmektedir. Görünmeyen
bir şey şeyin şahitliği olmaz. Rahmân Sûresi 26. ve 27.
âyetlerde “Yeryüzünde bulunan her Ģey fânîdir;
Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü
bâkidir” buyrulmaktadır. Âdem ve âleme nazar
ettiklerinde, Allah‟ın bütün sıfatlarından zâtının
kemâlâtıyla zuhûra geldiğini ve bütün sıfatların isti‟dâd
ve kaabiliyetlerine göre Muhammed aynalarından
şerhinin ilân edilişini seyrederler. Seyreden de seyredilen
de kendisidir. Allah‟ın, Ahadiyet deryasından bu
mukayyed âlemdeki Vahdâniyyet tecellîsiyle, Muhammed
aynalarından yüce âyetlerinin şühûd ve müşâhedesini
zevk ederler ve dâima kâl ve hâl lisaniyle “Lailâhe illallah
Muhammederresûlullah” derler.
4 - Mârifet seviyesinde Ģehâdet :
“Lâ ilâhe illalah Muhammederresûlullah” sözünü yalnız
ifade etmekle kalmayıp, taşıdığı sırrı tenzih, teşbih ve
Tevhîd yaparak, müşâhede halindeki bir yaşam biçimidir.
Onun için şehâdet ifadesi her türlü îmân ve ibâdetten
sonra söylenmiştir.

KABĠR EHLĠNDEN YARDIM ĠSTEMEK


NE DEMEKTĠR

“ĠĢlerinizde ĢaĢırırsanız kabir ehlinden yardım


isteyiniz” Hadis-i Şerifi çoklarının bildiği gibi izdirarî bir
ölümle ölüp, toprak altında yatan kabir ehlinden yardım
istemek anlamına gelmiyor. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz
bir İnsan-ı Kâmil‟den tahsil yaparak ihtiyarî bir ölümle
ölmüş, Hakk‟ın varlığı ile dirilip bu ten kabirlerinde dâimî
ölümsüzlüğe erişmiş, yaşayan, yiyen, içen, sohbet yapan
İnsan-ı Kâmillerden yardım istememizi tavsiye
etmektedir.
Bir Hadis-i Kudsîde “Ben hiçbir yere sığmadım,
mü‟min kulumun kalbine sığdım.” buyrulmuştur. Şu
halde kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok etmiş, kalbini
cehâlet ve nisbîyet pisliklerinden temizlemiş bir kişi
elbette Hakk‟ı gönlünde tecellî ettirerek misafir etmiş
olacaktır. İşte orada dâimî misafir olan Hakk‟ın irfâniyet
ve kemâlâtından istimdat istemek, müşküllerimizin
hallolması için o vücûd kabristanlarında dâimî diri ve
kemâlâtıyla bizlerin isteklerini karşılayan kabir ehlinden
yardım istemek gereklidir. Bizler kabir ehli deyince
hemen toprak altındakileri aklımıza getirmekteyiz.
Yardım istenecek kabir ehli deyince aklımıza İnsan-ı
Kâmiller, Mürşid-i Kâmiller gelmeli, onlardan istifade
edilmelidir. Yoksa toprak altında yatanlardan velevki bir
evliya da olsa herhangi bir isteğimizi arz ettiğimizde
ondan herhangi bir söz veya müşkülümüzü halleden
sonuç almak mümkün değildir. Mevlana Hazretleri
“Bizleri kabirlerimizde değil, âriflerin gönlünde
arayınız” buyurmuşlardır. Ayrıca bir Hadiste “Hakk
Teala her canlıda tamam fakat ölüde nâtamamdır.”
buyurarak izdirari bir ölümle ölmüş olanlarda cemâdî
rûhtan başka rûh mevcûdunun olmadığını vurgulamıştır.
Rûh birdir, parçalanma kabul etmez. Yalnız tecellî ettiği
mazharlarda esmâ alır. Toprak, madenler vs. bu
cinstendir. Nebâtâtta tecellî ettiğinde iki rûh olarak
nebati rûh adını alır. Çünkü nebâtâtta hem cemadi rûh,
hem de nebati rûh vardır. Bütün bitkiler bu cinstendir.
Hayvânâtta tecellî ettiğinde üç rûh olarak hayvânî rûh
adını alır. Çünkü hayvânâtta hem cemâdî, hem nebâtî,
hem de hayvânî rûh vardır. Bütün hayvanlar buna
dahildir. İnsanlarda tecellî ettiğinde ise dört rûh olarak
insânî rûh adını alır. İnsanlarda hem cemâdî, hem nebâtî,
hem hayvânî hem de insânî rûh vardır. Onun için
insanlar bütün varlıklardan üstün yaratılmışlardır. Onlara
verilen akıl, fikir, ilim gibi nimetler diğer varlıklarda
eksiktir.
Rûhun saydığımız bu dört yerdeki tecellîlerini Tevhîd
mertebelerinde de şu şekilde bulabiliriz:
Zikir sâliki manevîyatta cemâdî rûha sahiptir. Çünkü
râbıta ve şühûdu yoktur. Her yer onun için Hakk‟ın
yüzüdür. Dâima „Allah‟ der. Tevhîd-i Ef‟âl sâliki nebâtî
rûha sahiptir. Çünkü râbıta ve şühûd verilmiştir. Bu
hadisâtta ona ef‟âl penceresi açıldığı için onda
yeşermeler başlar. Tevhîd-i sıfat sâliki ise hayvânî rûha
sahip olmuştur. Zira “Hay” diri demektir.”Van” ise varlık
demektir. Diri varlık demektir. Fiil ve sıfatlarının sahibinin
Allah olduğunu idrâk edince elbette diri varlık olacaktır.
Hakk‟ın diriliğiyle dirilmiş olanlar mü‟minlerdir. Tevhîd-i
Zâttaki bir sâlik de kendisinin Kâmili olması nedeniyle
insanî rûha sahip olur.
İşte bizler insanî rûha sahip olan İnsan-ı Kâmillerden
yardım talep edeceğiz. Her insan insanî rûha sahip
değildir. Onlar her ne kadar sûrette insan ise de henüz
“Rûhumdan bir rûh üfledim” âyetine mazhar
olamadıkları için sîrette hayvandırlar. Burada bahsedilen
insanî rûh sûret ve sîrette insanlığını bulmuş olanlardaki
rûhtur. İnşâallah cümle ümmet-i Muhammed‟e kabir ehli
olan sûret ve sîrette insanlığını bulmuş olanlardan
istifade ettirir.

KADĠR GECESĠ
Kadir gecesi Ramazan ayının 27. gününe tekabül eden
mübarek bir gece olarak kutlanmaktadır. Bakara
Sûresinin 185. âyetinden Kur‟ân‟ın Ramazan ayında,
Kadir gecesinin de Ramazan ayı içinde olduğu için Kadir
gecesinde inzal olduğunu anlamaktayız. Kadir Sûresinde
“1. Doğrusu Biz onu (Kur‟ân'ı) Kadir gecesinde
indirdik. 2. Kadir gecesinin ne olduğunu ne
bildirdi ki sana 3. Bin aydan hayırlıdır o Kadir
gecesi. 4. Onda melekler ve Rûh, Rablerinin
izniyle (yapılacak) her iĢ için peyderpey inerler. 5.
Bir selam (güvenlik) dir o gece, ta tan yeri
ağarana kadar” buyrulmuştur. Bin ay seksen küsur
sene yapar. İnsanoğlunun ömrü seksen küsur sene olsa
bu ömür müddetince içerisinde kadir gecesi olmayan bir
ömürden hayırlı demektir.
Evvelâ şunu iyi bilmek lâzımdır ki bu gece dünya
gecelerinden bir gece değildir. Yoksa bin aydan hayırlı
olan bu gecede sabaha kadar uyumayıp ibâdet etmekle
o gecenin ihyâsını yapıp ömrümüz boyunca elde
edeceğimiz ecirden fazla ecir elde edebiliriz diye
düşünürdük. Bu bir zevk-i İlâhidir. Bir sâlik Receb ayında
fenâ-i ef‟âli, Şaban ayında fenâ-i sıfatı, Ramazan ayında
fenâ-i Zâtı zevk edebilirse Cenâb-ı Hakk‟ın Tecellî-i Zâtına
mazhar olmasıyla Kadir gecesine erişir. Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz bir hadislerinde “Receb Allah‟ın ay‟ı,
Şaban benim ay‟ım, Ramazan ümmetimin ay‟ıdır.”
buyurmuşlardır. Receb neden Allah‟ın ayıdır. Çünkü
onsekizbin âlem Allah‟ın fiilleriyle zuhûra gelmiştir. Saffat
Sûresi 96. âyetinde “Halbuki sizi ve yaptıklarınızı
Allah yarattı” buyrulmaktadır. Onun için bir sâlik
kendine nisbet ettiği fiilleri Cenâb-ı Hakk‟a verirse Receb
ayını idrâk etmiş demektir. Şaban ayı da sıfatları
remzetmektedir. Bir kişi sıfatların mevsûfunun Allah
olduğunu bilirse Şaban ayını idrâk etmiş demektir. Fiiller
sıfatlardan, sıfatlar da vücûddan tecellî ettiği için
vücûdun Vücûdullah olduğunu bilen bir kişi Ramazan
ayını da idrâk etmiş olacaktır.
İşte fenâ-i ef‟âl, fenâ-i sıfat ve fenâ-i Zâtı zevk ettikten
sonra o kişiye melekler vasıtasıyla bütün vücûddaki
kuvvelerine rûh nazil olacaktır. Kulağa inen rûh kulağı
canlandıracak, göze inen rûh gözü mâsivâyı göremez
hale getirip Hakk‟ı görmeye, dili başka kelâm söylemeyip
Hakk‟ı konuşmaya başlayacaktır. Bu zuhûrât tecellî-i Zât
zevki olarak belirtilmekte ve zevk edilmektedir. Bu
tecellîler fecr zamanına kadar devam eder. Fecr, kişinin
bütün kuvvelerinden tecellî eden Hakk‟ın o vücûd
ülkesinin aydınlığa çıkma zamanıdır. Artık Vahdette olan
rûh bütün sıfat ve kuvvelerden o sıfat ve kuvveleri
aydınlatıncaya kadar bu meleklerin rûh ve selam
getirmeleri devam eder. Nasıl güneş doğmadan her taraf
aydınlanmaya başlarsa aynen onun gibi rûh da bütün
kuvvelerinden aydınlığa çıkar.
İşte Rablerinden melekler vasıtasıyla rûh ve selamın
bütün sıfat ve kuvvelerimize inmesi o vücûd ülkemizi
aydınlığa çıkarmış olacaktır. Bu aydınlık ise her sıfattan
Cemalullahın görünmesi demektir ki hakîkatten sonra
gelen şerîat-ı sânî dediğimiz Şerîat-ı Muhammediyye
budur. Bu yüzden Kadir gecesini dışarıda, dünya
gecelerinde bulmamız mümkün değildir. Onu
enfüsümüzde ararsak Rabbimiz bize onu bulduracaktır.
İşte bu vücûd minarelerinde fenâ-i ef‟âli yaptığımızda
gönlümüzde bir ışık parlar. Fenâ-i sıfatta yine
gönlümüzde bir ışık parlar. Fenâ-i Zât sonunda da
gönlümüzde bir ışık parladığında kandillerimizi yakmış
oluruz. Tecellî-i Zât zuhûr edince de Kadir gecesinin
kandili yanmış olacaktır. Geceler Vahdeti remzettiği için
Kadir gecesini de gecelerde aramaktayız. Bir kişi Allah‟ın
ef‟âlini, sıfatını, Zâtını kendi vücûd ülkesinde
Vahdâniyyetiyle birleyebilirse kadere ereceği için kadir
gecesini kutlamış olur. Bu bir zevk-i İlâhidir. Cenâb-ı
Hakk bütün ihvân kardeşlerimize ihsân etsin. Âmin.

KÂĠNATTA TEK ĠRġÂD EDEN HZ.


MUHAMMED‟DĠR

Bu kâinatta tek Mürşid-i Kâmil vardır. O da Hz.


Muhammed‟dir. Günümüzde Hakk Mürşidi diye bildiğimiz
bütün kâmillerden de irşâd eden yine Hz.
Muhammed‟dir. Çünkü bir Hadis-i Şerif‟te: “Evvelâ ma
halakallahu nûri” “Allah evvelâ benim nurumu
yarattı”, “Evvelâ ma halakallahu rûhi” “Allah evvelâ
benim rûhumu yarattı” “Evvelâ ma halakallahu
akli” “Allah evvelâ benim aklımı yarattı” “Evvelâ ma
halakallahu kâlem” “Allah evvelâ benim gönüllere
nakĢeden sözlerimin kâlemini
yarattı.”buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi “Levlâke
levlâk vemâ halâktül eflâk” Hadis-i Kudsîsi
gereğince, Vahdet ve kesret âlemlerinde, Hz.
Muhammed aynaları olmamış olsa idi, Cenâb-ı Hakk bu
âlemlerdeki varlıkları yaratmayacaktı. Dolayısıyla da,
âlemlerdeki bu varlıklar ne nuru ile görülecek, ne de
rûhu ile diriliğini sergilemiş olacaktı.”Ben gizli bir
hazine idim bilinmekliğimi murat ettim sevdim ve
muhabbet ettim. Bu halkı halk eyledim” Hadis-i
Kudsîsi ile, evvelâ Hz. Muhammed‟in nurunu, rûhunu,
aklını ve kâlemini yaratarak, Cenâb-ı Hakk‟ın yeryüzü
olan sıfatlar âleminde, kâinatta kendini gösteren tek
ayna olduğunu, bunu Tafsilât-ı Muhammediyyesiyle,
cemâdî rûh, nebâtî rûh, hayvânî rûh, insan rûhu
halleriyle sergilediğini, aslında hepsinden, bu varlıkların
isti‟dâd ve kaabiliyetlerine göre, bilinen ve görünenin
Hakk‟ın ta kendisi olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı
Allah Allahlığı ile irşâd ve terbiye etmez. Kesret âlemine
tecellî etmesi ile, kemâlât mazharı olan (mazhar, Allah‟ın
kesret âleminde açığa çıktığı varlığa denir)
Muhammed‟den irşâd ve terbiyesini yapmaktadır. Hz.
Muhammed‟in günümüzde vârisleri olan (el ulemayı
veresetül enbiya) Hakk Mürşîdlerinden irşâd eden de
yine Hz. Muhammed‟in ta kendisi olduğunu anlamış
oluruz. Belki bugün zâhir unsuriyeti ile O‟nu görmek
mümkün olmayacaktır ama bâtın olan Hakîkat-i
Muhammediyye‟siyle, Nûr-i Muhammediyyesiyle
günümüzdeki Hakk Mürşîdlerinden irşâd edenin O
olduğunu görürüz. Karagöz oyunu seyretmişsinizdir.
Aslında ne Hacivat‟ın ne de Karagöz‟ün bir varlığı ve
icraatı vardır. Her ikisinden de söz ve hareketleri yapan
onların gerisindeki görünmeyen sanatkârdır. İşte aynen
onun gibi, günümüzde de, Hakk Mürşîdlerinden irşâd
edenin Hz. Muhammed, bizlerin de insan-ı asliyesini
bulmak isteyen kullar olduğumuzu anlamış oluyoruz.
Temiz elbise olan Muhammed elbisesini giydiğimizde,
kendi Muhammed oluşumuzu anlamış oluruz. Kesafet
âlemi olan bu dünya âleminde, nasıl birbirimizin fiziksel
bedenini görüyor ve şahitlik yapıyorsak, fiziksel
bedenimizi bu âlemde soyunup, rûhlar âlemine
intikalimizle âlem-i Âhirette de rûhlar birbirlerini görüp
şahitlik yapacaktır. Buradaki şahitlik „dış‟ı görmekle değil,
aynı zamanda rûhların kokularını tanımalarıyla olacaktır.
Zira orada beden yoktur. Lâtif olan Muhammed elbisesi
vardır. İçinden dışı, dışından da içi ayan beyan
görünmektedir. Onun için Fehmi Hazretleri bir ilâhîsinde
şöyle buyuruyorlar:

“Gül kokanlar gül olur bülbüle dîdâr olur


Kaftan kafa hükmeden mülke Süleyman olur”

İnşaallah bizler de bir gün, gül olan Hz. Muhammed‟in


ilm-i ledününü kokladıkça, Muhammed olacağımız âşikar
olur. Cenâb-ı Hakk isteyenlere bu zevkleri ihsân etsin.
Âmin.

KALB TEMĠZLĠĞĠ

Bizler günde beş defa abdest alıyor, beş vakit namaz


kılıyor ve Ramazan‟da da bir ay oruç tutuyoruz. Acaba
bunlardan istifade ederek kalbimizi temizleyip hallenerek
yaşantımızda uygulamaya geçebiliyor muyuz. Çünkü
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Bir
müslümanın evinin önünden bir nehir geçse ondan beş
vakit abdest alıp yıkansa o kişide pislik kalır mı. Elbette
kalmaz değil mi” Çeşitli âyetlerde de ellerimizi, yüzümüzü
baş ve ayaklarımızın yıkanması emredildiği için tenimizle
ilgili bu temizliği eksiksiz yapıyoruz. Fakat bunların
getirdiği manevî temizliğin olup olmadığını kendimizi
yakın takibe alarak izlemiyoruz. Günlük muhasebemizi
yaparak eksiklerimizi izale edemiyoruz. ”İki günü bir olan
zarardadır.” (H.Ş.) gereğince zararda olduğumuz açıkça
ortaya çıkmaktadır.
Tevhîd ehli olarak ellerimizin yıkanması ef‟âlin bize ait
olmadığını remzetmektedir. Yüzümüzün yıkanması, sıfat
mahallî olduğu için sıfatların bize ait olmadığını
remzetmektedir. Baş ve ayakların da mesh edilmesi,
başla ayak arasındaki vücûdun Vücûdullah olduğunun
idrâkiyle nisbîyetlerden kurtulmak olduğunu
remzetmektedir. Bunları ilmel öğreniyoruz.
“Fiilerin fâili Allah‟tır” derken şühûd edemediğimiz için
hâlâ karşımızdaki varlık ve kişilere nisbet etmekten
kendimizi alamıyoruz. İlimle yine biliyoruz ki kuvvet ve
kudret Allah‟ındır. Hiçbir kimsenin güç ve kudreti yoktur.
Şu halde bu ikilik içerisinde huzur ve saadeti bulmamız
mümkün değildir. Çünkü kalbimiz temizlenmedi. Abdest
almakla yalnız a‟zalarımızı yıkamaktan öteye geçemedik.
Bu yıkanmanın manevî yönü olan ef‟âl, sıfat ve vücûdun
Hakk‟a ait olduğunun idrâki, kalbimizin tasdik etmesi
bütün a‟zalarımızın onunla hallenmesine vesîle olacaktır
ve kalbimizin temizliğinin meyveleri sıfatlardan tecellî
eden iyi ve güzel fiillerden görünecektir.
Kalb bir komutan, bütün sıfatlar onun askerleridir.
Komutan iyiliği emrederse askerler iyiyi yaparlar.
Komutan kötülüğü emrederse askerler kötülüğü yaparlar.
Komutan olan kalbimizin temiz ve iyi olduğunu görmek
istiyorsak kendi fiillerimize bakalım. Edep, ahlâk, sevgi,
teslimiyet ve alçak gönüllülük gibi Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizin bu yönlerini kendimizde görebiliyor muyuz.
Görebiliyorsak Elhamdulillah kalbimiz temizlenmiştir.
Aldığımız abdestler bizim hem zâhirimiz olan tenimizi
hem de bâtınımız olan kalb temizliğini sağlamış olacaktır.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Ġstediğiniz kadar ilim
öğreniniz, bildiğinizle amel etmedikçe Allah‟a
yemin olsun ki mükâfata nâil olamazsınız.”
buyurmuşlardır. Şu halde bizler de öğrendiklerimizle
amel etmeyince ne zâhir yapılan temizliklerden ne de
ilim ve sözlerden faydalanamayacağımız anlaşılmaktadır.
Namaza gelince, “Namaz mü‟minin mi‟racıdır.” Hadis-i
Şerifi gereğince Mi‟rac ikilikten birliğe uruc etmek,
Allah‟la beraber olmak, Allah‟la konuşmak, Allah‟la
sevişmektir. Zâhir olarak kıyam, rükû, secde halinde
kıldığımız namazlarda yalnız zâhirde kalıyorsak kıyamın,
rükûnun ve secdenin taşıdığı manevî mânâyı bilmiyorsak
zâhir olarak ömrümüz müddetince kıldığımız
namazlardan maalesef layıkiyle istifade edemiyoruz
demektir. Çünkü namaz Allah‟la görüşmekti, görüşmedik.
Onunla beraber olmaktı, olamadık. Zira zannımızdaki bir
Allah bizlere fersah fersah uzaklarda olduğu için ne
görebildik ne de beraber olabildik. Allah ise hayâllerden,
zanlardan münezzehtir. Beş vakit namazı da emr-i ilâhi
olduğu için bilinçsiz olarak devamlı kıldık. Bir günden bir
güne bu kıldığımız namazlardan ne istifade ettiğimizi
düşünmedik. Hep zannımızdaki Âhirette “Mükâfaatı
görürüz inşâallah” dedik. İki cihan serveri
Peygamberimizin dünya ve Âhirette saadet dağıttığını
düşünüp bunlar nelerdir. Nerededir. nasıldır demedik.
Devamlı tenimizle namaz kıldık, rûhumuzun Mi‟racını
düşünmedik. Belki tenimizle kıldığımız namazlardan
bedenen, sıhhat yönünden birçok faydaları sağladık,
fakat manevî faydalardan nasibimizi alamadık.
Allah‟la beraber olmanın yalnız namazda değil her zaman
ve her yerde olduğunu, bu kâinatın bütün nebâtâtı ile
kıyamda, hayvânâtıyla rükûda ve cemâdâtıyla secde
halinde Allah‟ı dâima zikrettiklerini bilmemiz lâzımdı,
bilemedik. Bilmek de yetmiyor, görmek lâzımdı,
göremedik. Göremeyince amel ve muamelelerimizin de
nâkıs ve bilinçsiz olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla da
ikilik içerisinde huzur ve mutluluğu bulmamız mümkün
olmayacaktır. Allah‟la beraber olmanın ve konuşmanın
tek gâyesi O‟nu layıkiyle bilmek, dünya ve Âhirette huzur
ve saadet içinde yaşamaktır. Unutulmamalıdır ki Allah‟ın
bunlara hiç ihtiyacı yoktur. Esas bizlerin ihtiyacı vardır.
Zâten oruç, namaz gibi amelle ilgili ibâdetler gâye değil
araçtır. Bu ibâdetlerin zâhirini yapıp bâtınını bilmemek ve
elde edilen faydaları görmemek emeklerimizin boşa
gittiğini göstermez mi. Namazda Allah‟la konuşabilen bir
mü‟min her gün ve her yerde onunla beraber olduğunu
anlayacaktır ve zevk edecektir. Her kimle alış veriş
yapıyorsa Allah‟la alış veriş yaptığını, halka hizmetin
onlarda Hakk‟ı gördüğü için Hakk‟a hizmet olduğunu
şühûd ederek zevk edecektir.
İşte o zaman emr-i İlâhi olduğu için namaz kılan bir kişi
anlayacaktır ki, her varlık namaz kılmaktadır. Bu kâinatta
namaz kılmayan hiçbir varlık yoktur. Yalnız insanoğlu
kendisine verilen akıl ve ilim nimetleriyle bunun idrâkinde
ve şühûdundadır. Akıl ve ilim nimetinden nasipsiz olan
diğer varlıklar ise bundan habersizdirler. Onlar bu âleme
hayvan gelmiş hayvan gidenlerdendir. Namazın Mi‟rac
olduğunu, Mi‟racın da Allah‟la beraberlik ve konuşma
olduğunu anladığımızda kalbimiz temizlenmiş olacaktır.
Hakk‟tan gayri bir varlığın olmadığı bir yerde ihtilaf
olamayacağı için ikilikte kahır diye bildiğimiz her ne varsa
hepsinin iyiliğe tebdil edildiğini görmüş olacağımızdan
saadet zevkine sahip olmuş oluruz.
Şu halde yaptığımız ibâdetlerin yalnız zâhirini yapıp bâtını
olan ilim ve irfâniyetine sahip olarak hallenmeden
yaşamımıza geçiremiyorsak henüz kalb temizliğine sahip
olamadığımız için bunları fiilerimizden gösteremiyoruz
demektir. Çokları nasıl yalnız zâhir ibâdetlerini yapıp da
bâtınından hiç haberleri olmadığı için yaşantılarında
saadete sahip olamıyorlarsa aynen onlar gibi yalnız ilimle
bâtını bilenler de fiilerinde sevgi, ahlâk, edeb gibi
meyvelerini gösteremedikleri için huzur ve saadet
zevkine eremezler. Çünkü zâhirdekiler taklîdden tahkike
geçemedikleri için bu nimetlerden mahrum
edilmektedirler. Bâtını bilip de yaşamına geçiremeyenler
için de durum aynıdır. Allah‟ın bütün sıfatlarından Zâtını
ilân edişi nasılsa bu irfâniyete sahip olanların da O‟nu
bütün sıfatlarından sergilemesi gerekmez mi. Yaşamak
istemeyenler kelâmda kaldıkları için meyvesiz ağaç
durumundadırlar.
Sözde ârifim diyenler de sîretlerinde henüz ikilikten
kurtulamadıkları için her gün beğenmediklerinin gıybetini
yapmakta, hatta iftiralarda bulunmaktadırlar. Halktaki
Hakk‟ı göremedikleri için onlarla hep ihtilâftadırlar.
Bilmiyorlar ki zâhir bâtınsız, bâtın da zâhirsiz olmaz. Ten
cansız can da tensiz mutluluğa erdiğini gören var mıdır.
Zira eksi ve artı kutuplar olmazsa elektrik lambası bile
yanmıyor.
Gelin kardeşler her türlü ibâdetlerin zâhir ve bâtınını
bilmiyorsak, bilen bir İnsan-ı Kâmilden öğrenelim. Ondan
sonra da isti‟dâd ve kabiliyetimiz nisbetinde yapmaya
gayret gösterelim. Zâhir ibâdetlerde unsuriyetimizin
sayılamayacak kadar faydaları var. Sîretimizin de
irfâniyet ve kemâlâtla şühûd ederek o Resûlullah (S.A.V.)
meyvelerini hem kendimizde hem de her varlıkta görelim
ve gösterelim. Onun saadetiyle yaşamımızda yediğimiz
gibi isteyenlere de yedirelim ki layıkiyle kul olmuş olalım.
Yoksa kuru lâflarla kendimizi aldatmaktan başka bir iş
yapmış olamayız. Allah cümlemizi i‟tikâdımızda layıkiyle
O‟nu bilen, zerreden kürreye kadar her varlıkta farkıyla
O‟nu gören, yaşantısında bildikleriyle amel eden, O‟nda
O olmak saadetine nâil olan kullarından eylesin. Âmin.

KAZÂ VE KADER

Cenâb-ı Hakk‟ın ilm-i Zâtiyesindeki malûmata kazâ denir.


O da ilm-i ezeliyetteki kulun isti‟dâdıdır. Bunların
zuhûrâtının günü ve saati gelince, meşiyyet-i İlâhiye
tecellîleriyle fiillerinden açığa çıkmasına da kader denilir.
Bir kişinin isti‟dâdındaki o hâl, fiile tecellî edince, O‟nun
takdiriymiş diyoruz.

Kazâ iki türlüdür:

1 - Kazâ-yı mübrem (değiĢtirilemeyen, mutlaka


zuhûr edecek)
2 - Kazâyı muallâk (değiĢtirilebilecek, henüz karar
verilmemiĢ)

Biz buna hakîkatte kazânın değişmediğini, şeriatta ise


terbiye ve yönlendirileceğini söyleriz.
Misâl vermek gerekirse, bir badem çekirdeğini toprağa
dikelim. Buna hiçbir müdahalede bulunmadan beklersek,
o badem çekirdeği badem ağacı olacak ve meyvesini
verecektir. Hiçbir değişiklik olmaz. Fakat atılan tohum,
toprak yüzüne çıktıktan sonra, biraz büyüyüp aşı demine
gelince, o fidana şeftali, kayısı gibi bir meyve aşılarsak,
toprağa badem olarak ektiğimiz o tohum aşı sonunda
badem değil, aşılanan şeftali veya kayısı verecektir.
Böylece hakîkatte çekirdek olarak kazânın değişmediği,
şeriatta yani ağaç haline gelince aşılanmakla
değiştirilebileceği anlaşılmış olur.
Bizler ilm-i ezeliyyetteki kazâmızın ne olduğunu
bilmiyoruz. Bir Mürşîd-i Kâmilden, Muhammed aşısı ile
aşılandığımızda, kekremsi olan ahlat meyvelerimizin,
Muhammed meyvesi olan armut haline dönüştüğünü
görüyoruz. Allah ilim sahibidir. İlmiyle her şeyi bilir.
İrâdesi ile murâd eder. Tekvinâtı ile de halk ederek
fiilleriyle açığa çıkar. Yalnız Cenâb-ı Hakk‟ın, ilim, irâde,
tekvin sahibi olması yeterli değildir. Cenâb-ı Allah bir
şeye „ol‟ diyebilmesi için, tecellî edeceği mazharda,
tecellîye uygunluk aramaktadır. Onun için Allah Âlimdir.
Bizler ise malûmuz. Bizlerdeki Cenâb-ı Hakk‟ın
ma‟lûmiyeti, zaman, mekân ve ihvân üçleme sırrı ile
mümkün olur. Yoksa bu üçleme sırrına müsait
olmayanlarda kün (ol) emrini Cenâb-ı Hakk vermez. Şu
halde kişilerin ilm-i ezeliyette, isti‟dâdları ne ise, Cenâb-ı
Allah herkesin isti‟dâdını görüyor. İsti‟dâdı neyi iktizâ
ediyorsa, onu irâdesine, irâdesi de kudretine veriyor. O
da kişilerin isti‟dâdlarını meydana getirmek sûretiyle,
fiilleriyle kendisini göstermiş oluyor. Şu halde kazâ önce
geliyor. Kazâ Cenâb-ı Hakk‟ın Zâtı ilmindeki malûmatıdır.
Herkesin isti‟dâdını bildiği için, ona göre tecellî
etmektedir. Tecellîsi olan fiil görüntüsüne de kader denir.
Çok insanlar isti‟dâdlarını bilmedikleri için, bu tecellî eden
olaylara gamlanıp kederlenmektedirler. Ne zaman Tevhîd
ilmini tahsil ederek, kişiler isti‟dâdlarını bilir ve fiillerinde
O‟nu görürlerse, bu olayın isti‟dâdlarından geldiğini
anlayacak ve hiçbir zaman kederlenmeyeceklerdir. Her
kim, gamlanıp kederleniyorsa, henüz daha
isti‟dâdlarından geldiğini lâyıkıyle bilmiyor ve
görmüyordur.
Cenâb-ı Allah değişmeyen, mübrem kazâyı günü ve saati
gelince, mutlaka tecellî ettirir. Bu, bir silahın
namlusundan çıkan mermiye benzer. Mermi silahın
namlusunu terk ettiyse, onun hedefe isabet etmemesi
düşünülemez. Fakat mermi, silahın içinde ve henüz tetik
çekilmemişse, Cenâb-ı Hakk onun bütün yetkilerini evliya
ve Mürşîd-i Kâmillerden kullanır. Ya da bir dut ağacının
ceviz ağacına aşılanmasının mümkün olmaması gibi o
tecellîyi hiçbir zaman zuhûr ettirmez.

Evliyalar da iki sınıftır :

1 - Bilir ve görür. Tecellîye mani olamaz


2 - Bilir ve görür. Fakat tecellîyi değiĢtirebilir

Bir sâlikin isti‟dâdında her ne kadar kötü tecellîler mevcut


olsa da, İnsan-ı Kâmile gelince Cenâb-ı Hakk‟a verdiği
sözde sadakat gösterdiği müddetçe, bir silahın emniyete
alınması gibi, zikir ve fikirlerinde dâimî oluşu onun
silahını patlatmayacaktır.
İkinci velîler ise silahın tetiği çekilmiş de olsa mermi
namluyu henüz terk etmediği için namlunun ucunu
başka tarafa çevirterek o tecellîyi başka yönde zuhûr
ettirebilir. Bu da bazı kötülüklerin rüyaya tebdil edilmesi
gibidir.
Görüldüğü gibi kişilerin isti‟dâdları ne ise mutlaka
tecellîsini gösteriyor. Fakat bu, gerektiğinde İnsan-ı
Kâmiller mazharından değiştirilebiliyor. Cenâb-ı Hakk
bütün kardeşlerime kazâ ve kaderin idrâkini ve yaşamayı
ihsân etsin. Âmin.
KERÂMET NEDĠR

Kerâmet Allah‟ın velâyet mertebesine yükselen kullarına


tecellî ettiği bir ihsânıdır. Bir ikram ve bağıştır.
Kerâmetler iki türlüdür:

1 - Kerâmet-i kevniye
2 - Kerâmet-i ilmiye

Kerâmet-i kevniye de iki şekilde tecellî eder: Birincisi,


kulun kendi istek ve arzusu ile zuhûra getirilen, mârifeti
ile insan üstü fiiller. İkincisi, gerektiğinde Cenâb-ı Hakk‟ın
velî kullarından insanların faydalanmaları için zuhûrudur.
Günümüzde kerâmet-i kevniyeye hiç itibar kalmamıştır.
Çünkü bir televizyon düğmesine basmakla dünyanın
bütün yönlerini ekranda görebiliyoruz. Bir cep telefonu
ile uydudan dünyanın diğer yönü ile konuşabiliyoruz.
Bunlar günümüzün üstün mârifet görüntüleri değil midir.
Artık bunları görmek güncel fiilleri görmek olduğu için,
bir kişiden mârifet tecellîlerini görmek şahıslarda rûhların
uyanmasını meydana getirmiyor. Ayrıca kerâmet-i
kevniye bir fiilullah olayı olduğu için, o vak‟ayı Cenâb-ı
Hakk'a değil de, kerâmeti gösteren kişiye isnat ettikleri
için açıktan büyük günah olan şirk işlemiş oluyorlar.
Onun için, Tevhîd ehli hiçbir zaman kerâmet-i kevniyeye
itibar etmez. İnkâr da etmez. Çünkü tecellînin aslını
bilmekte ve görmektedir. Devrimiz kerâmet-i ilmiye devri
olduğu için bilhassa kerâmet-i ilmiyeye itibar edilmelidir.
Kerâmet-i ilmiye, Kur‟ân-ı Kerîm‟in ledün ilmi diye ifade
ettiği sır ilmi ve esrar ilmidir. Kerâmet-i ilmiye de iki
bölümdür:

1 - Kesbî ilimle elde edilen kerâmet-i ilmiye


2 - Vehbî ilimle elde edilen, Cenâb-ı Hakk‟ın
ilhamlarıyla her an ayrı bir Ģ‟ende tecellîlerinin
ilmi

Bir kişinin Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerinden veya kemâlât


sahiplerinden elde ettiği ilimle, çeşitli evliyaların
kitaplarından öğrendiği ilimlerin hepsi, bu irfâniyete
sahip olmayanların yanında, üstün ilme sahip olduğunu
gösterebilir. Fakat kendi kuyusundan dâima taze su
çıkaramadığı için, elbette bir gün, bu su bitince, aynı
mevzuları tekrar etmeye başlayacaktır. Dolayısıyla da
dinleyenlerde yenilik tecellîleri olmadığı için bıkkınlık
meydana getirecektir.
Vehbî ilim kerâmetine sahip olanlar Cenâb-ı Hakk‟ın her
an, ayrı ayrı tecellîlerine ayak uydurdukları için, gönül
semâlarından gelen ilhamlara tâbi olduklarından,
gönüllerde dirilik meydana getirirler. Dinleyenler
mutluluk duyarlar ve “Biraz daha anlatsa da dinlesek”
derler. Onlar da âyet ve hadislerin gölgesinde, olayları
ilhamları nisbetinde anlatırlar. İşte bunlar İnsan-ı
Kâmildirler. İnsanları ancak bunlar irşâd edebilir. Bir
zeytin ağacı nasıl yaz ve kış yapraklarını döktüğü halde,
sanki hiç yapraklarını dökmüyormuş gibi hep yeşilse, işte
bu kâmiller de ilim ve kerâmet kemâlâtını hiçbir zaman
yitirmezler. Kendilerine belki o ana kadar duymadığı,
bilmediği bir soru sorulduğu zaman Cenâb-ı Hakk ondan
tecellî edeceği ilhamlarla hem karşısındaki soru sahibini
mutmain eder, hem de kendi anlattığı ile o ilme vâkıf
olur. Çünkü o zamana kadar o sorulan ilmi kendisi de
bilmiyordu. İlhamı ile öğrenmiş oldu. Zira ilim kulun değil
Allah‟ındır. Bilen de Cenâb-ı Hakk‟tır. İşte bu kişiler
ümmet-i Muhammed'e faydalı olanlardır. Her nerede
bunları bulursak onlardan mutlaka istifade etmeliyiz.
Günümüzde itibar edilmesi gerekli kerâmet-i ilmiye
budur.

KEVSER SÛRESĠ

Âyet 1- “ Ġnna ateyna kelkevser” “Biz sana kevseri


verdik.” Kevser nedir. Kevser Cennet‟te bir ırmaktır. Bu,
ilimle dâima söylenen bir sözden ibarettir. Bazı kişilere
Cennet‟in nerede olduğunu sorsak ya toprağın altını tarif
edecek veya zannında bir Cennet yaratarak oradaki
Kevser ırmağından bahsedecektir. Halbuki kevser,
Mürşîd-i Kâmilin sohbetlerindeki ilhamlarıyla gönül
semâsından tecellî eden, ilm-i ledün diye vasıflandırılan
vehbî ilimlerdir. Kâmilin kendi kuyusundan çıkardığı
kevser suyunu sohbetlerde içenler, kendilerinden geçip
sarhoş olurlar. Vahdeti kesrette, kesreti de Vahdette
zevk etme hasletlerini sana lûtfettik buyruluyor. Çünkü
Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd sohbetlerinde ilm-i ledün diye
Kur‟ân-ı Kerîm‟de ifade edilen ilhamlarla bizlere kevser
şarabı sunulmaktadır. İşte o kevser de Cennet‟teki ilm-i
ledün ırmağıdır. Onun için hem Tevhîdde Vahdâniyyet
deryasına girenlerin tafsilât-ı Muhammediyyedeki
Cemalullahı seyretme hasletine sahip olmayı, hem de
nâmütenâhi kesret âlemindeki Vahdâniyyet şuhûduna
sahip olmayı size ihsân ettik buyrulmaktadır.

Âyet 2- "Feselli lirabbike venhar” “O halde namaz kıl


ve kurban kes” İnsan, Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdâniyyetini bu
kesret âleminde şuhûd ettiğinde, kemâlâtıyla ibâdet
etmekten kendini alıkoyamaz. Çünkü, 1- Bedenin taatını
2- Nefsin boyun eğmesini 3- Kalbin huzurunu 4- Rûhun
şuhûdunu noksansız cem ederek bütün tafsilâtın
hukukuna riâyet ederek kemâlâtıyla namaz kılmış
olacaktır. Yoksa bu sayılan beden, nefis, kalp ve rûhun
hakkını, kişi, Fenâfillâh ve Hakk'ta bâkilikle vermiş
olacaktır. İşte o zaman lâyıkıyle namaz kılmış olunur.
Yoksa bunların hakkını vermediği için lâyıkıyle namaz
kılmış olmayacaktır.”Venhar” ile şuhûdunda henüz
kesrette zâhir olmamış benlik devesini boğazla ki halkın
fenalığı ve Hakk‟ın bakîliği zuhûr etsin. Cehâlet ve
gayriyeti akıtmak, kişide irfâniyet ve kemâlâtı zuhûr
ettirecektir. Yoksa akıtmak yalnız kan akıtmaktan ibaret
değildir. Kişinin gönlüne ilim ve irfâniyet akıtmak da
denilebilir, gayriyet ve cehâlette akıtmak da denilebilir.

Âyet 3- “Ġnne Ģanieke hüvel ebter” “Sonu kesik olan


sana buğz edendir.” Sana buğz eden, kin besleyen,
muhalefet eden yani Tevhîd ilmi görmemiş, Hakk ve
hakîkatten haberdar olmayanların bakîlikleri olmayacağı
için, asıl onların kendileri ebterdir. Yani nesilleri
kesilenlerdir. Sen ise Mürşîd-i Kâmilden Tevhîd ilmini
görmüş, kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok ederek
Hakk‟ın bekâsı ile bâki ve dâimsin. Ebediyyen hakikî
zürriyetin olan ehl-i îmân arasında zikrolunursun. Çünkü
o buğz ediciler, hakîkatte fâni ve helâk olmuşlardır. Onlar
zikredilmez bile.
Gelin kardeşler Mürşîd-i Kâmilden dâima kevser şarabını
içelim. Elde ettiğimiz şuhûd ve kemâlâtla namaz kılıp,
Rabbimizle dâima konuşup sevişelim. Cehâlet ve gayriyet
bırakmamağa özen gösterip yaşamaya bakalım. Cenâb-ı
Hakk bu zevki bizlere ihsân eylesin. Âmin.

KUR‟ÂN‟I YAġAMAK NEDĠR

Zuhruf Sûresi 1. ila 4. ayetlerde “1. Ha, Mim. 2. Bu


parlak Kitab'ın kadrini bilin! 3. Doğrusu, Biz onu
Arapça olarak okunacak bir Kur‟ân yaptık ki akıl
erdiresiniz. 4. Ve gerçekten o Bizim nezdimizdeki
Ana Kitapta. Çok yüksek, çok
hikmetlidir.” denilmektedir.
Ha: Hakk ve Hakîkat sırlarını, Mim: Tafsilât-ı Nûr-i
Muhammediyyeyi remzetmektedir. Allah, Zât
hakîkatlarının, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olan
sıfatlarından, sayfa sayfa tecellî ederek, zerreden kürreye
kadar her şeyde âyet âyet yazdığını bildiriyor.
İşte açık olarak beyan edilen bu Kitab‟ı okuyup bilmek,
görmek ve olmak dediğimiz yaşamakla mümkündür.”Ben
gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murâd ettim ve bu
halkı (sıfatları) halk eyledim” (Hadis-i Kudsî). Onun için
Zariyat Sûresi 56.”Ben cinleri ve insanları ancak
Bana kulluk etsinler diye yarattım.” âyetinde de
belirtildiği gibi ibâdetten gâye de, Allah‟ı ef‟âli, sıfatı ve
Zât‟ıyle birlemek ve yaşama geçirmekten ibarettir.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri “Bunca enbiya ve evliya halkı
davet eyledi. Allah'ın bu mukayyed âlemdeki Vahdet
tecellî sırrını öğretmek içindir.” buyurmuştur.
Evvelâ Allah‟ın ayrı, biz yarattıklarının ayrı olmadığını
bileceğiz. Allah‟ın Hakîkat-ı Muhammediyyesinden, bu
görünen tafsîlât-ı Muhammediyyeden Zât‟ını ilân ettiğini,
bu varlıkların hiçbir güç ve kuvvetinin bulunmadığını,
bütün güç ve kuvvetin Allah‟ın olduğunu bileceğiz.
Zâtının sıfatlarından, fiillerinin de sıfatlardan tecellî
ettiğini her varlığın isti‟dâd ve kabiliyeti nisbetinde Hakk‟ı
zuhûra getirdiğini, fiillerinin cibilliyeti nisbetinde Hakk‟ın
ondaki tecellîyatını müşâhede edeceğiz. İ‟tikad yönüyle
böyle bir îmândan sonra bunu yaşamımıza geçirmemiz
gerekmektedir. Yani faydalı olan şeyleri yapmaya gayret
göstermeli, zararlı olan şeyleri terk etmeyi kendimize
prensip edinmeliyiz. Elbette İslâm'ın şartlarını yerine
getirmekteyiz. Fakat bunların gâye değil, araç ve gereç
olduklarını bilmeliyiz.
Kur‟ân'ı yaşamak, i‟tikadımızı düzeltmekle mümkündür.
Fiillerimizde edep, ahlâk, teslimiyet, kurbiyet, sıddıkıyet,
alçak gönüllülük islâmî vecibeleri yerine getirme gibi
hâller görülmelidir. İsra Sûresi 14. âyetinde “Nefs
kitabınızı okuyunuz, bu size hesap günü için yeterlidir.”
buyrulmuştur. Başka bir âyet-i kerîmede de nefsimizde
ve ufkumuzdaki âyetleri okumamız emredilmektedir. İşte
bu âyetleri okuyup idrak ederek âmil olursak Kur‟ân‟ı
yaşamış oluruz.

KUR‟ÂN-I KERÎM‟DEKĠ SÛRELERĠN


NÜZÛL SIRASININ HĠKMETĠ

Kur‟ân-ı Kerîm 6666 âyetten ibarettir. Bunun ikibin âyeti


emirler, bin âyeti yasaklar, bin âyeti tarihçe, bin âyeti
kıssalar, bin âyeti örnekler, beşyüz âyeti haram ve
helâllerle ilgili âyetlerdir. Yüz âyeti ibâdetlerle, altmışaltı
âyeti de kadınlarla ilgilidir.
Bir anne bebeğini doğumundan itibaren şefkatle ve
merhametle iki yıl boyunca emzirir, yedirir, içirir,
ihtiyaçlarını giderir, konuşmayı, yürümeyi, çeşitli davranış
biçimlerini öğretir. Kısaca hayata hazırlar. Bütün bunları
yeri ve zamanı geldiğinde yapar. Allahü Teala da
Kur‟ân‟daki âyetlerini lâyıkıyle öğrenip uygulayabilmemiz
için, sûrelerin iniş sırasını ona göre ayarlamıştır.
Birçok âyette Kur‟ân‟ı nefsimizde uyguladığımız zaman
dünyada ve Âhirette mutluluğa kavuşacağımız
bildirilmiştir. İlk sûre Alak Sûresidir.”İkra
bismirabbikellezi halak” “Oku ! Seni yaratan Rabbinin
adıyla, O insanı nutfeden yarattı.” diye başlayan bu sûre
ilk önce okumamızı, okumadan hiçbir şeyin
bilinemeyeceğini, bilinmeyen bir şeyin de
uygulanamayacağını ikaz ediyor. Üç defa “oku” dediği
halde okunması gerekli olanın ne olduğunu söylemiyor.
Fakat bizler Rahmân Sûresininin 1, 2 ve 3. âyetlerinden
okunması gerekli olanın „kişinin kendisi‟ olduğunu
anlıyoruz. Canlı Kur‟ân olan kişinin kendisini okuyabilmesi
için de “Rahmân olan Kur‟ân‟ı tâlim etti ve
insanlığını buldurdu” âyetini uygulamamız gerektiği
anlaşılmaktadır. Bu da elbette bir Mürşid-i Kâmilden
tahsil edilecektir.
Okuma ile ilgili olan Alak sûresinden sonra ikinci nâzil
olan sûre Kalem Sûresidir. Sûrenin ilk âyeti “Nun vel
kalem vema yesterun” dur. „Nun‟, Nûr-i
Muhammediyyeyi, „vel kâlem‟ İnsan-ı Kâmil mazharından
yazan ve her şeyi söyleyeni, “vema yesterun” sahife
sahife okunması gerekli bu tecellîlerin hepsine yemin
ederek başlamaktadır. Zâtından sıfatlarına ve
sıfatlarından da her varlığın yaratılma yerine göre
fiilleriyle açığa çıkması, kalem olarak vasıflandırılan
İnsan-ı Kâmillerden, merâtib-i İlâhiyenin tahsil
edilmesinin gerekli olduğunu bildirmiş oluyor. Kişi kendi
enfüsünde nefs-i külliyenin akl-ı külliye kâlemi ile bütün
sıfat ve a‟zalarında sahife sahife o nuru uygulaması aynı
şey değil midir. Veya bir Mürşîd-i Kâmilin, irfâniyet ve
kemâlâtını ihvânlarına sahife sahife öğretmesi aynı
mânâya gelmez mi.
Üçüncü nâzil olan sûre Müzzemmil Sûresidir. Bu sûrenin
başındaki “Ey elbisesine bürünüp yatan,
kalk” âyetleriyle cehâlet ve gayriyet uykusundaki kişilere
hitap ediyor. . Allah, „kalk ve Kur‟ân‟ı güzelce oku‟ demek
suretiyle Vahdâniyyet deryasına geçmemizi, kendimize
nisbet ettiğimiz şirklerden kurtulmamızı, İnsan-ı
asliyyemizi öğrenmemizi emrediyor. „Gece kalk‟
denmesinin sebebi ayrılıktan ve şirklerden kurtularak
birlik zevki ile zevklen demektir. Çünkü geceler Vahdeti
remzeder. Müzzemmil Sûresi bizlere, İnsan-ı Kâmillerden
cehâlet ve şirklerden kurtulma ilmini tahsil etmemiz
gerektiği mesajını vermektedir.
Dördüncü nazil olan sûre Müddessir Sûresidir. Sûre,
hakîkat nûr örtüsüne bürünen kişinin kalkıp hakîkatı
insanlara anlatmasını emrederek başlar. „Kendi vücûd
ülkende sıfatlarından tecellî ettirerek topluma örnek ol‟,
„İnsanların arasına gir ve onları irşâd et‟ diyor. Ayrıca
„Elbiseni de temiz tut‟ diye ikaz var. Elbise şeriattır.
Cenâb-ı Hakk bu kemâlâta gelenlerin şeriatlarının da tam
olmasını istiyor.
Beşinci inzal olunan sûre Fatiha Sûresidir. Fatiha Sûresi,
yedi âyetiyle, merâtib-i İlâhiyede yedi mertebede kendi
mazharından açığa çıkaran İnsan-ı Kâmili
remzetmektedir. Şu halde bu beş sûrenin bu sıraya göre
nâzil olmasındaki hikmet, evvelâ okumamız, okuyabilmek
için bir İnsân-ı Kâmilden bunu tahsil etmemiz, cehâlet
örtüsünden kurtulmak için de o kâmilden Fenâfillâh
tahsilini yapıp Bekâbillâh zevki tecellî ettiğinde toplumun
içine girerek onları uyarmamız ve kendimizin de
yaşamımıza geçirmemizdir. Yoksa mânâsını bilmeden
taklîdi olarak yaptığımız ibâdetler ecir getirmeyecektir.
İnsan canlı bir Fatiha olduğuna göre birinci sûreden
dördüncü sûreye kadar Cenâb-ı Hakk'ın yaptığı bu sıraya
göre tahsil yaparsak hem kolay hem de kısa zamanda
gâyeye vâsıl oluruz.
Şu halde evvelâ „Allah‟ın adıyla okumanın‟ ne olduğunu
öğreneceğiz. Sonra kâlem olan İnsan-ı Kâmili bularak
ondan cehâlet ve zulmet karanlığından kurtulma tahsili
yapacağız. Sonra kendi varlığımızı Hakk'ın varlığında yok
edip, bütün nehirlerin deryaya döküldükten cinslerinden
ve isimlerinden eser kalmaması gibi „nûr kabristanlığına‟
dahil olacağız. Ondan sonra da Vahdâniyyet örtülerinden
sıyrılarak ister vücûd ülkemizde kabiliyetimiz nisbetinde
her an ayrı bir ş‟ende tecellîsini seyrederek isterse âfâkta
her varlıkta zuhûrâtını görüp tecellî edişine göre fark ile
Cemalullahı seyrederek dünya ve Âhirette mutlu
olacağız.
Bu 4 sûreden sonra diğer sûrelerin hepsi, yer ve duruma
göre bizlere günlük yaşantımızın çeşitli yönlerini îzâh
etmektedir. Bunu idrâk ettikten sonra, jetonumuz hangi
âyette düşerse düşsün, anlatılan hep insanın kendisidir.
İnsanlık için faydalı olan her şey emredilmiş ve insanlık
için zararlı olan her şey yasak ve haram emredilmiştir.
Bunu anlayıp yaşamına geçmeğe çalışalım.

KUR‟ÂN-I KERÎM‟E VARĠS


OLANLAR

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Fâtır Sûresi 32. âyette “Kur‟ân‟ı,


seçtiklerimize vâris kıldık. Onlardan kimi
nefislerine zulmedicidir. Kimi nefsini kısanlar,
kimi de hayırda yarıĢ yapanlardır” buyrulmaktadır.
Âyette:

1 - Nefsine zulmedenler
2 - Nefsini kısanlar (muktesitler yani orta
halliler)
3 - Hayırda yarıĢ yapanlar olmak üzere üç zümre
zikredilmiĢtir

Nefsine zulmedenler, kendilerine nisbet ettiği, ef‟al, sıfat


ve vücûdlarından geçerek “Mutu kable ente mutu”
“Ölmeden evvel ölünüz” sırrına vâkıf olan ve Hakk‟ın
Vahdâniyyet zevkiyle zevklenenlerdir. nefislerini Âhiret
âleminde mutlu kılmaları için Bunlar Nefis ehli olarak,
ikilikten birliğe vuslat bulmuşlardır. Fenâ-i ef‟al, fenâ-i
sıfat ve fenâ-i vücûd yaparak Resûlullah efendimizin,
“Fakirliğimle iftihar ederim” dediği varlık fakirliğine
erenlerdir.
Muktesitler, yani orta halli olanlar, Muhammedîliğini idrâk
etmiş, Cenâb-ı Hakk‟ın bütün tecellîlerini, Muhammedî
olan mazharlarından zuhûra getirenlerdir. Bunların kendi
varlıkları olmadığı için nefisleri mutmain olmuş, gerçek
mü‟min Nefis sahibi kişilerdir. Bunlar hakkında Enfâl
Sûresinin 2. âyetinde “Gerçek mü‟minler, yalnız o
kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman, kalpleri
korkarak ürperir, onlara âyetler okunduğu zaman
îmânları artar ve yalnız Rablerine tevekkül
ederler” buyrulmuştur. İşte gerçek mü‟minler, her an
zikir yapmakta ve ayrı ayrı mazharlardan âyetleri
okumakta ve bu sıfatlardan Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerini
tenzih ederek îmânları artmaktadır. Hakk‟ın kemâlât
tecellîlerine mazhar olmaları nedeniyle Muhammedîdirler.
Bu kişiler, Âdem ve âleme nazar ettiklerinde her şeyi
farkı ile müşâhede ederek Cemalullahı görürler. Cenâb-ı
Hakk‟ın dört yerdeki tecellîsini, rûhanîyetleri ile şuhûd
ederek, onlarla her türlü muamelelerini ona uygun olarak
yaparlar. Hakk‟a nevâfil ile yaklaştıkları için, onların
görmesine göz, duymasına kulak, konuşmasına dil ve
bütün a‟zaları O olmuştur. Bu yerde Niyazî-i Mısrî
Hazretleri şöyle diyor:

"Hakk yüzü insan yüzünden görünür


Zâtını Rahmân Ģeklini insân eylemiĢ"

Hayırda yarış yapanlar da kalb sahibi İnsan-ı Kâmillerdir.


Kâbe kavseyn sahibidirler. Onun için gece ve gündüz hiç
durmadan köy köy, kasaba kasaba gezerek insanların
ebedî saadetlerini kazanmaları ve insan-ı asliyyelerini
öğretmek için, ilim sadakası, hâl sadakası, iffet, hayâ,
edep, ahlâk sadakalarını dağıtarak hayırda yarış yaparlar.
Ömürlerini buna adamışlardır.”En hayırlınız insanlığa
faydalı olanınızdır” Hadis-i Şerifini kendilerine düstur
edinmişlerdir. Cenâb-ı Hakk onları ilm-i ezeliyyette
insanlığa faydalı olmaları için yaratmıştır. Onlar, Bakara
Sûresi 1. 2. ve 3. âyetlerde sözü edilen „Şüphe
götürmeyen Elif, Lâm, Mim olan canlı kitap‟tırlar.
Kur‟ân‟a en çok vâris olanlar bu zümredir.
Bizler kendimize bu üç zümreden hangisinde
olduğumuzu soralım. Bu üç zümreden değilsek bile
henüz geç kalmış sayılmayız. Birinci zümre olan nefis
terbiyesi vâdisine hemen girmemiz mümkündür. Allah bu
üç zümre zevkini de bizlere nasîb etsin. Âmin.

KURBAN

Kurban, Allah‟ın rızasını kazanmak için bir vesîledir.


Kişinin maddî ve manevî varlığını Allah için fedâ
etmesidir. Biz buna, kurbiyet, Hakk‟a yaklaşma diyoruz.
Her ne kadar Kaf Sûresinin 16. âyetinde “Andolsun ki,
insanı Biz yarattık, nefsinin onu ne ile
vesveselendirdiğini biliriz ve Biz ona habl-i
veridden (Ģah damarından) daha
yakınız” buyrulmakta ise de biz O‟na cehâlet ve
gayriyet itibariyle çok uzaklardayız.

Kurban iki türlüdür:

1 - Afakî kurban
2 - Enfüsî kurban
1 - Afakî Kurban :
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Hac Sûresinde, büyük ve küçük baş
hayvanların Allah rızası için kesilip dağıtılmasının, kişinin
Hakk‟a yaklaşmasına bir vesîle olduğu belirtilmektedir.
Ayrıca Kur‟ân okumak, namaz kılmak gibi ibâdetler de
Hakk‟a yaklaşmaya vesîledir. Bir yoksulu giydirmek,
karnını doyurmak gibi maddî yardımlar da Hakk‟a
yaklaşmaya vesîledir. Elbette her yaklaşmanın bir
derecesi ve birbirinden farkları vardır. Sözünü ettiğimiz
kurban ve yardımlar bizlerin gönlünü Hakk‟a
yaklaştırıyor, teslimiyetimizi arttırıyor ve yaşantımızda
kurbiyet farklılığı meydana getiriyorsa güzel, bunları
sağlamıyorsa âdetlerden ibaret olur.

2 - Enfüsî kurban iki türlüdür:

a) Koç kurbanı
b) Can kurbanı

Koç kurbanı kendi diye bildiğimiz vücûd varlığımızı,


Rabbimize teslim ederek, her türlü, cehâlet ve
gayriyetten kurtulmakla kurban olmaktır. Tevhîd
tahsilinde buna bedenden rûha vuslat olan „uruc‟
denmektedir. İkilikten birlik olan rûha vuslattır. Kişi bir
Mürşid-i Kâmilden aldığı Tevhîd tahsiliyle, kendi varlığının
olmadığını, varlık sahibinin Rabbü‟l-Âlemîn olduğunu
idrâk ettiğinde Cenâb-ı Allah‟ın gönlünde tecellî ettiğini
rûh olarak görecektir. İşte bu kişi, âlemlerin Rabbine
inandığı için, Rabbine teslim olarak, kurban olduğunu
göstermek sûretiyle, cehâlet ve gayriyetlerinden
kurtulup, Rûhullah olarak yaklaştığını zevk edecektir. İsrâ
Sûresi 85. âyetinde “Bir de sana rûhtan soruyorlar.
De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. Size ise pek az
bilgi verilmiĢtir” buyrulduğu gibi, Rabbimin emirler
âlemindeki tecellîsinden ibarettir. Tevhîd tahsilinde
bulunan bütün kardeşlerim, Rablerinin kendilerine, telkîn
ettiği, rûhun tecellîsi olarak mukayyed olan Âdem ve
âlemdeki ef‟âl-i İlâhinin, sıfat-ı İlâhinin ve Zât-ı İlâhi
olduğunu bilirler. Şu halde rûhumuzun ne olduğu da
anlaşılmış olur.
Can kurbanı ise candan canana nüzûl olan, her varlıktaki
Cemalullahı görme yaklaşımıdır. Hakk‟ın varlığı ile
varlıklanan bir kişinin, bütün sıfat ve a‟zalarından
kemâlâtıyla mutmain olmuş bir nefs halinde zuhûrunu
göstermesine tenden cana vuslat, bir salikin urucu
candan canana, yani rûhun sıfatlardaki nüzûlüne de can
kurban denilmektedir. Kişi bu yaklaşımıyla, ihtiyarî
olarak, kendinin diye bildiği sıfat ve vücûdunun, Allah‟ın
lâtif olan Muhammed sıfatına tebdil olduğunu görecektir.
Allah nasıl lâtif ise, Muhammed‟in de lâtif olarak
kendisindeki tecellîlerini görüp zevk etmekten mutluluk
duyacaktır. Zira Allah‟ın bütün tecellîleri, Muhammed
olan kemâlât sıfatlarından zuhûr eder. Cenâb-ı Allah‟ın
kişinin gönül semâsından tecellî eden manevî gıdalarını,
hem kendisi zevkle yer, hem de ihtiyacı olan bütün
kardeşlerine dağıtır.
Kendi varlığımızı kurban etmeye koç kurbanı diyoruz. Koç
kurbanı devresinde Fenâfillâh olasıya kadar, bizlere
kemâlât ilmi, ahlâk güzelliği ve amelî menfaatler gibi bir
çok manevî gıdalar lütfedilmektedir. Canımızı Hakk‟a
vermeye ve Muhammed olan mazharımızdan, Hakk‟ın
kemâlât tecellîlerini seyretme yaklaşımına da can kurbanı
diyoruz.
Bizlerin ister koç kurbanı, isterse can kurbanı olsun
Hakk‟a kurban olabilmemiz için Rabbimize küllî
teslimiyetle Tevhîdi zevk etmemiz gerekmektedir.
Zâhirde hayvanların kesilerek fakir ve fukaraya
dağıtılması elbette Hakk‟a bir yaklaşma vesîlesidir. Her
türlü hayır hasenât da Cenâb-ı Hakk‟a yaklaşma
vesîlesidir. Cenâb-ı Allah, Âl-i İmrân Sûresi 92.
âyette “Sevdiğiniz Ģeylerden baĢkalarına da
vermedikçe, tam bir iyilik vasfına eremezsiniz.
Her ne harcarsanız Ģüphesiz Allah onu
bilir” buyurmaktadır. Cenâb-ı Allah, İbrahim (A.S.)‟den
de en sevdiğini kurban etmesini istemiştir. Bizlerin de en
çok sevdiği kendi varlığımız ve canımızdır. Aslında
olmayan, zannımızdaki bir varlığı, Hakk‟ın varlığında yok
etmek, bizlere, Allah‟ı, Allah‟ın sıfatlarından, Allah‟ın
zikrettiğini ve Allah‟ın Muhammed sıfatlarından
kemâlâtıyla tecellî ettiğini gösterecektir. İnşaallah
Rabbim bütün inanan kardeşlerime can kurban etmeyi
nasîb eder.

KURBAN BAYRAMI
Kurban kurbiyet demektir. Yani kulun Allah‟a yaklaşması
demektir. Bir kulun Allah‟a yaklaşabilmesi için enfüste ve
âfâkta ibâdetlerini lâyıkıyle yapması lâzımdır. İbâdetler
mâli ve amelî ibâdetler olmak üzere iki türlüdür.

a) Mâli ibâdetler :
Kur‟ân-ı Kerîm‟de bahsedilen (en‟âm) kurban olması
gerekli hayvanların Allah için kanlarının akıtılması ve
etlerinin üçe bölünerek fakirlere, eşe dosta ve kendi
ailesine ziyafet çekmesidir. Dikkat edilirse bu üç sınıfın
hepsi de nefsin ziyafetidir. Hac Sûresi 37.
âyette “Elbette onların etleri ve kanları Allah'a
ulaĢmayacaktır. Ancak O'na sizin takvanız
erecektir. Onları bu Ģekilde sizin buyruğunuza
verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı
tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!)
Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri
müjdele” buyruluyor. Elbette bir kişinin inancı olmasa
yüzlerce lirayı Allah için bir kurbana vermezdi. Demek ki
malını ve imkânlarını Hakk için harcaması onun Allah‟a
yaklaşmasına vesîle olmaktadır. Fakirlerin, eşin dostun
bundan istifâde ederek memnun olması da Hakk‟a
yaklaşmasına vesîle olmaktadır. Dolayısıyla halktaki
Hakk‟ın memnuniyeti Hakk‟ın da o kuluna yaklaşmasına
sebep olmuş olur. Onun için Resûlullah Efendimiz “Ben
iki kurban atasının evladıyım” buyurdular. Onun için her
sene birini kendi için birini de ümmeti için olmak üzere
iki kurban kesmiştir. Ayrıca bir yoksula sadaka vermek,
gıda, yakacak, giyecek, ilaç vb gibi ihtiyaçlarını gidermek
de kurban olmasa bile kişileri Hakk‟a yaklaştırabilir.
b) Amelî ibâdetler :
Kur‟ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca
gitmek ve zekât vermek gibi ibâdetler amelî ibâdetlerdir.
Amelî ibâdetler de bizlerin Hakk‟a yaklaşmamıza birer
vesîledir.
Allah kendine yaklaşmamız için bizlerden ne
istemektedir. Kur‟ân-ı Kerîm‟in bir çok yerinde, Allah‟a
yaklaşmak için vesîle aramamız emredilmektedir.
Bulduğumuz İnsan-ı Kâmillerden Allah‟a yaklaşma iki
safhada ta‟lîm edilir:

1 - Koç kurbanı
2 - Can kurbanı

Bir kişinin Mürşid-i Kâmile tâbi olarak aldığı Tevhîd tahsili


sonunda, halka dönük nefsinin, cehâlet, şirk ve nisbîyet
günahlarından temizlenerek Hakk‟a uruc ederek
yaklaşmasına koç kurbanı diyoruz. Çünkü ten
mezbelesinden rûh âlemine kişinin vuslatı Hakk‟a koç
kurbanıdır.
Can kurbanı ise, candan canana erişmektir. Allah‟ın
Rûhullah olan Vahdet deryasından sıfatlarına tecellî
ederek kendi cemâlini izhar etmesine de, rûhun sıfatlara
nüzûlü olan kurbiyetinin gereği can kurbanı denmiştir. Bir
kişi Hakk‟a kurban olmak istiyorsa, evvelâ koç kurbanı
olan varlığını Hakk‟a vermelidir. Hakk‟ın varlığı ile
varlıklanan kişinin de ister kendi vücûd sıfatlarından,
isterse âfâktaki Hakk‟ın bütün sıfatlarına yaklaşması,
Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûru olduğunu görmektir. Yani
kurban, bir sâlikin vuslatı içinde „uruc‟ ve „nüzûl‟den
ibarettir.
Onun için koç kurbanı kendimize nisbet ettiğimiz
varlığımızı kurban etmektir. Fenâfillâh olmaktır. Can
kurbanı ise, canın birlik zevki ile zevklenen kişinin,
sıfatlarından kemâlâtı ile zuhûra gelmesidir. Yunus Emre
Hazretleri hakîkati şöyle ifşâ ediyor:

“Ġsmailem Hakk yoluna canımı kurban eylerem


Çünkü bu can kurban sana ben koç kurbanı
neylerem”
buyurmuşlardır.

KURBAN BAYRAMINDA GETĠRĠLEN


TEġRĠK TEKBĠRLERĠNĠN MÂNÂ VE
MAHĠYETĠ

Teşrik tekbiri “Allahü ekber Allahü ekber. Lâ ilâhe


illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillâhil-
hamd” ‟dir. Teşrik tekbirleri Kurban bayramı arefesi
sabah namazından başlayarak dördüncü bayram günü
ikindi namazı da dâhil olmak üzere yirmiüç vakit getirilir.
Teşrik tekbirleri vâcibdir. Farz namazlarının hemen
arkasından getirilmelidir. Ferdî namaz kılarken
unutulursa son sünnetlerden sonra da getirilebilir.
İbrahim (A.S.) oğlu İsmail (A.S.)‟i kurban etmek için
boynuna bıçağı çaldığında bıçak kesmedi. Taşı ikiye
böldüğü halde bıçak İsmail‟i bir türlü kesmiyordu. İşte o
zaman iki melek, bir koçla birlikte iki defa “Allahü
ekber, Allahü ekber” nidâsıyle zuhûr ettiler. İki defa
söylemelerinin nedeni Allah‟ın Hüviyet ve Eniyetinde
yüceliği, ululuğu, büyüklüğünün zâhir ve bâtında
olmasındandı. Bir kez söylenmiş olsaydı Allah‟a eksiklik
isnâd edilmiş olurdu. Meleklerin bu tekbirini duyan İsmail
(A.S.) cevaben “Lâ ilâhe illallahü Allahü ekber”, yani
zannımızdaki, hayâlimizdeki Allah‟ın ululuğu, büyüklüğü
değil bizzât şühûd ettiğimiz, zerreden kürreye kadar
Zâtını bütün sıfatlarından ilân eden ve zuhûra çıkıp
Cemâlullahını gösteren “Allah büyüktür” dedi. Buna
cevaben de İbrahim (A.S.) “Allahü ekber Velillahil-
hamd” demekle zâhir ve bâtın bütün varlıkların Allah‟a
hamd ettiklerini, hepsinin varlığının Allah‟ın varlığıyla var
olabildiği için teşekkür ettiklerini söyledi. Böylece tenzih
ve teşbihi İbrahim (A.S.) Tevhîd yaparak, tekbiri, kâl
lisaniyle ifade etmiş oldu.
Tevhîd ehli de merâtib-i İlâhi tahsilinde Tevhîd-i ef‟âl,
Tevhîd-i sıfat ve Tevhîd-i Zât idrâkine sahip olduğunda,
Allah‟ın Vahdâniyyetinin idrâki ile Allah‟tan başka bir
varlık göremediği için zâhir ve bâtın yönüyle “Allahü
Ekber” yani “Allah uludur, Allah büyüktür” diyerek O‟nun
yüceliğini ifade eder. Vahdâniyyetinden sıfatlarına
tecellîsi ile her varlıktaki cemâlini şühûd etmesiyle de “La
ilâhe illallahü Allahü ekber” demiş olur. Cenâb-ı
Hakk, Vahdâniyyeti bütün sıfatlardan tecellî ettiği halde
bu tecellî ettiği sıfatların hiçbirine benzemez. Çünkü
İsmail (A.S.), İbrahim (A.S.)‟in nefsi idi. Nefsin
kesilemeyeceğini, ancak kurbiyetle yaklaşılabileceğini
bizlere göstermiş oldu. Böylece Tevhîd babası İbrahim
(A.S.)‟in “Allahü ekber velillahil-hamd” demesiyle,
tenzih ve teşbihi Tevhîd yaptığını, hem tekbirin, hem de
insandaki Kur‟ân‟ın, kemâlâtıyla tamamlanmış olduğunu
anlamaktayız. Kur‟ân-ı Kerîm 23 senede tamamlandığı
için bizler de bu kurban diye vasıflandırdığımız kurbiyet
yani yaklaşmanın zâhir ve bâtınını, 23 vakit (Kurban
bayramı arefesi sabah namazından başlayıp dördüncü
bayram günü ikindi namazı dahil olmak üzere)namazların
farzlarının arkasından bir defa tekbir getirmekle
tamamlamış oluruz
Müslümanların üç bayramı vardır. Ramazan bayramı üç
gündür. Receb, Şaban ve Ramazan irfâniyetine sahip
olanlar bâtında da bu üç gün bayramı yapmaya hak
kazanmışlardır. Çünkü bayram, dostla buluşmak,
görüşmek ve sevişmektir. Kurban bayramı da dört
gündür. Allah‟ın Vahdâniyyet zevkiyle zevkiyâb olanlar
evvelde, âhirde, zâhirde ve bâtındaki tecellîleri
zevketmeleriyle dört gün bayram yapmış olacaklardır.
Tevhîdde de tecellî mertebeleri bekâ mertebesi olarak
tahsil edilmektedir. Bu bayramların, bayram namazları da
vâcibdir. Üçüncü bayram ise Cuma‟dır ki Ramazan ve
Kurban bayramı namazlarını bünyesinde cem ederek
Tevhîd yapıp farz olmuştur. Onun için Cuma günü
mü‟minlerin bayramıdır.
Bayram namazlarında Sübhanekeden sonra üç defa
tekbir alınıp el bağlanması Fenâfillâh olan bir kimsenin
nisbîyetlerini bağlamasını, ikinci rek‟atta ise üç tekbirden
sonra bağlamayıp dördüncü tekbirde rükû‟ya eğilmenin
de bekâ zevkiyle dört mertebe yönüyle Hakk‟ın tecellîsini
remzetmesi bizlere fenâ ve bekâ zevkiyle merâtibin ta
kendisi olduğunun zevkini vermektedir. Hakîkatte vâcib
“mutlaka” demektir. Nasıl bir barutla bir ateş yan yana
gelince onun infilak etmesi kaçınılmaz olursa, aynen
onun gibi bir sâlikin kendine nisbet ettiği varlıkları Hakk‟a
vermesi ile Rabbinin onda tecellî etmesi de vacîbtir.
Hakk, Vahdâniyyeti ile sıfatlarına tecellî edince o
sıfatlardan gören, duyan Hakk‟tan başkası olamaz. Bir
sâlike de böyle tecellî ederse o sâlikten duyan, gören ve
konuşan Rabbi olmuş olur.
Kurban bayramında kesilen kurbanlık hayvanlardan da
bir nebze bahsedelim. Kevser Sûresindeki “Fe salli li
Rabbike venhar” âyeti “Sen de Rabbin için namaz
kıl ve kurban kes!” şeklinde tefsir edilmiştir.”Venhar”
akıt demektir. Bu âyetten “kan akıtmak” anlamı yanında
cehâlet ve nisbîyetlerin de akıtılması anlamı çıkarabilir.
Hatta bu ilim ve irfâniyetle, boş olan gönlünüze irfâniyet
ve kemâlât akıtın şeklinde de zevk edebiliriz. Hac
Sûresinin 37. âyetinde “Sizlerin Allah için kestiğiniz
kurbanların ne kanları ne de etleri Allah‟a ulaĢır.
Allah‟a ulaĢan takvanızdır.” buyrulmuştur. Kurban
kesme konusunda açıklık olmadığı için zâhirde farz değil
de vâcib denmiştir.
Onun için zâhirde eti yenen hayvanlardan kurban
yapıyorsak da hakîkatinde kurbanın “kurbiyet” yani
Allah‟a yaklaşma olduğunu bilmeli, kul olarak Allah‟a
yaklaşmaya gayret göstererek Rabbimizi kendimizde
zuhûra getirmeliyiz. Kâmil isek de ihvânlarda zuhûra
gelmeliyiz.

“Sür çıkar gayriyi gönülden tâ tecellî ede Hakk.


PadiĢah konmaz saraya hâne mâmur olmadan”

Allah cümlemize bu zevkleri ihsân etsin. Âmin.

LÛT (A.S) KISSASI

Bir gün İbrahim (A.S)‟a oğlan sûretinde iki melek misafir


geldi. İbrahim (A.S.) çok misafirperver bir kişi olduğu
için, hemen bir hayvan keserek önlerine yemek olarak
koydu. Misafirler yemekten yemeyince İbrahim (A.S)
korkmaya ve endişelenmeye başladı. Onlar “Biz Allah
tarafından gönderilen görevli iki meleğiz. Lût
(A.S)‟un kavmi oğlancılık yapmak sûretiyle iyice
azıttı. Onları helâk edeceğiz.” dediler. İbrahim (A.S.)
onların içinde Lût ve ona inananların da olduğunu
söyleyerek “Onlar da mı helâk olacaklar” deyince
melekler “Hayır, onlar helâk olmayacaklar.” dediler. Lût
(A.S) İbrahim (A.S)‟in kardeşinin oğludur. Yani yeğeni
olur. Lût (A.S)‟un kavmi, güzel birer genç oğlan
sûretindeki bu iki meleğe sahip olmak için onları takip
ettiler. Melekler, Lût (A.S)‟un kapısını çalarak kendilerinin
Tanrı misafiri olduklarını söyleyerek içeri alındılar. Lût
(A.S)‟un kavmi, o gelen oğlanların kendilerine teslim
edilmesini, aksi halde Lût (A.S)‟a da zarar vereceklerini
söylediler. Lût (A.S) her ne kadar onların Tanrı misafiri
olduklarını söyleyip “Beni rezil ve mahcub etmeyiniz”
diye yalvardıysa da dinlemediler. Lut iki kızının olduğunu,
misafirlere dokunmamaları şartıyla onları kendilerine
teslim edebileceğini söylediğinde kavmi “Ya Lût, sen de
iyi biliyorsun ki bizim kızlarla hiçbir ilişiğimiz olamaz.”
dediler. Melekler Lût (A.S)‟a “Biz bu beldeyi helâk etmek
için, Cenâb-ı Hakk‟ın elçileri olarak geldik. Geceye kadar
onlardan müsaade al. Gece olunca bizler arka kapıdan
çıkar gideriz. Bu belde de ondan sonra helâk olur”
dediler. Lût (A.S) kavminden geceye kadar müsaade
etmelerini, gece olunca o misafirleri teslim edebileceğini
söyledi. Kavmi Lût (A.S.)‟un bu teklifini kabul etti. Lût
(A.S.) ve ona inananlar gece olunca arka kapıdan çıkıp
gittiler. Geride kalanlar sabaha karşı gökyüzünden yağan
çamurlu taşlar ve şiddetli bir gürültüyle beldenin göçmesi
sonucu helâk oldu. Bu gün bile Ürdün ile Filistin arasında
bulunan Lût gölü yanındaki o beldede helâk olayının
yaşandığına dâir apaçık deliller mevcûddur. Lût (A.S)‟ın
karısı, Lût (A.S)‟a tam inanmıyordu.”Hiçbir kimse sakın
geriye bakmasın, yoksa o da helâk olanlardan olur” diye
tembih edildiği halde, söz dinlemeyen karısı geriye baktı
ve hemen oracıkta taş kesiliverdi. Lût (A.S) ile inananlar
da böylece o kötü kavimden kurtulmuş oldular.
İşte bu vak‟a günümüzde de her an olup durmaktadır.
Yeter ki, olaya Tevhîd açısından bakarak bu âyetleri
günümüzde de görmeye çalışalım.
Görevli olarak gönderilen iki melek “akıl” ve “idrâk”tir.
Bunlar Cenâb-ı Hakk‟ın insanlara elçi olarak verdiği en
güzel nimetlerdir. Evvelâ Tevhîd babası olan İbrahim
(A.S.)‟e uğradılar. Zira Tevhîdsiz, nefs-i emmâre olan
süflî emellerin helâkı mümkün değildir. Melek
durumunda olan lâtif varlıkların zâhir nimetlerdeki gıdaya
ihtiyaçları yoktur. Vücûd ülkesi olan Lût (A.S.)‟un kavmi
oğlancılık ibtilâsına yakalanmışlardı. Yani nefs-i emmâre
olan süflî istek ve arzular içinde bulunuyorlardı. Nasıl bir
erkeğin bir erkekle cim‟asıyla nesli çoğalamazsa nefs-i
emmâre istekleriyle bir kişinin Rabbinin rızasını
kazanması da mümkün değildir.
Nefs-i emmâre emrinde olan bütün şûbeler, elçi olarak
bu ülkeye gelen oğlan sûretindeki „akıl‟ ve „idrak‟a sahip
olmak istemektedirler. Lût (A.S) olan insandaki rûh da,
onların tanrı misafiri olduğunu söyleyerek teslim etmek
istememektedir. Zira nefs-i emmâre insandaki akıl ve
idraka sahip olursa o kişi, hakîkatte helâk olmuş
demektir. Lût (A.S) kavmine, misafirlerine ilişmemeleri
koşuluyla iki kızını verebileceğini söylemiştir.
İnsanoğlunda iki türlü amel vardır:

1 - Nefsin amelleri
2 - Rûhun amelleri

Nefsin amelleri „kız‟ durumundadır. Lût (A.S) nefsin ameli


olan kızları vermek istediğinde, onlar bunu çok iyi
bildikleri için kabul etmemişlerdir. İlle de rûhun ameli
olan o iki „oğlan‟ı istemişlerdir. Çünkü çok iyi biliyorlar ki,
bu iki oğlana sahip olduklarında, o vücûd ülkesi kendi
istek ve arzuları doğrultusunda yönetilecektir. O iki
melek durumunda olan akıl ve idrâkin, Lût (A.S)‟dan
geceye kadar müsaade istemeleri, gece ülkeyi terk
edeceklerini, ülkenin (nefs ülkesi) helâk olacağını
söylemelerindeki anlam ise gecenin Vahdeti
remzetmesidir. Çünkü bir kişi Vahdet zevkine girince,
nefs-i emmârenin istek ve arzuları helâk olur. Lût ve
kavminden kendisine tâbi olanlar nefs ülkesini terk
etmişlerdir. Onun için arkada kalan nefslerini terk etmek
sûretiyle o beldeden ayrılmışlardır. Lût (A.S)‟un karısı
eski nefs bilinçlerini bırakmadığı için geriye bakmak
suretiyle helâk olmuştur. Bu kıssada olduğu gibi bir sâlik
de şayet Mürşid-i Kâmilin telkînlerini uygulamazsa Lût‟un
karısı gibi helâk olur. Lût (A.S)‟un kavmi nefs-i emmâreyi
remzettiği için, kötü isteklerini dâima uygulamak isterler.
Cenâb-ı Hakk da, gönlü Hakk‟a dönmüş kişilerin vücûd
kavminde nefs-i emmâreyi helâk eder. Lût (A.S) olan
Mürşid-i Kâmillerin etrafında toplanan sûrette inanmış
görünüp sîrette inanmayan sözde sâlikler Lût kavminin
helâk olanları gibidir. Bir kişinin Rabbinin bazı
tâlimatlarına uyup bazılarına uymaması demek o kişinin
inanmadığı mes‟elelerde hakîkati idrâk etmemesi demek
olup, o sıfat idraklarının taş haline dönmesi demektir. Bir
sâlikin de Kâmile inanmaması aynı şeydir. Onun için
hiçbir kardeşimiz vuslatında “geriye” bakmamalıdır. Hep
ileriye bakmalı ve yeni tecellîlerle zevklenmelidir. Tevhîd-i
ef‟âl mertebesinden, Tevhîd-i sıfat mertebesine geçen bir
kardeşimizin râbıta ve şühûdlarında, ef‟âl şühûdunu
kullanmaya devam etmemesi, yalnız bulunduğu
mertebenin şühûdunu kullanmasının gerektiği
söylenmektedir. Çünkü her mertebenin şühûdunda bir
önceki mertebelerin râbıta ve şühûdları vardır. O halde,
sâlikin eski ilmine, eski hallerine dönmemesi
gerekmektedir.
Kur‟ân, Lût (A.S) kıssasında Hakk ve hakîkata vuslatın,
ancak kâidelere uymak sûretiyle mümkün olduğunu
anlatmaktadır. Allah hepimize uygulamayı nasîb etsin.
Âmin.

MAĠDE SOFRASI NEDĠR

Maide „sofra‟ demektir. Teslimiyeti olanlara indirilen


Kur‟ân-ı Kerîm‟in ilm-i ledün diye bahsettiği manevî bir
sofradır. Sır ilimlerini öğrenmek anlamına gelmektedir.

M : Muhammed
A : Allah
Ġ : İlim
D : Dünya (her an tecellî eden mazharlar)
E : Hakk‟ın emirlerini ifade eder

Hadis-i Kudsî‟de Allah “Küntü kenzen mahfiyyen


feahbebtü en unefe fe halektel halka li uref” “Ben
gizli bir hazine idim bilinmekliğimi murâd ettim ve
bu halkı halk eyledim ki bilineyim” diyerek Zâtından
sıfatlarına, sıfatlarından esmâ alarak fiillerine zuhûr edip
âsârıyla kendini ilân ettiğini buyurmaktadır.
Hz. Îsâ (A.S.)‟ın hâvârileri bu tecellî sırrını bilmediği için
peygamberleri olan Hz. Îsâ (A.S.)‟ya Maide Sûresi 112.
âyette “Ey Îsâ! Senin Rabbin gökten bir sofra
indirmeye kâdir olur mu” dediler. „Rabbimizden iste‟
demediler. Çünkü onların Rabbi buna kâdir olamazdı. Hz.
Îsâ (A.S.) da “Eğer Allah‟a inanıyor ve mü‟minler
iseniz Allah benim dileğimi reddetmez.” dedi.
İşte bir sâlik de, zamanın Îsâ‟sı olan Mürşid-i Kâmilinden,
Ahadiyet sırlarının bu mukayyed varlıklara tecellîlerinden
istifade etmek istiyorsa maide sofrasını istemelidir. Yalnız
kâmilinin resminden tecellî eden o hakîkat sırlarına
inanmalı, sevgisinde, edebinde, teslimiyetinde zerre
miktarı eksiklik olmamalı, tam inanmalıdır. İşte o zaman
arzu edilen sofra iki bulut arasından yani kâmilin iki
dudağının arasından ilm-i ledün olarak inmeye başlar.
Yoksa inanç ve i‟tikâdında eksiklik olanlar bu sofradan
yeterince faydalanamazlar.
Hz. Îsâ (A.S.) duayı yaptığında iki bulut arasından bir
tepsi içinde örtülü vaziyette sofra indiriliyor. Hz. Îsâ
(A.S.) Besmele ile örtüyü kaldırıyor. Bakıyor ki tepsi
içinde kızartılmış bir balık, başucunda tuz, balığın kuyruk
tarafında sirke, ayrıca beş yufka ve her bir yufkanın
üzerinde 1- Yağ 2- Bal 3- Zeytin 4- Piyaz 5- Pastırma var.
Bütün buna „inanıyoruz‟ diyenleri buyur etti. Böylece kırk
gün sofra, birer gün aralıklarla indi. Kırk günün sonunda
da Hz. Îsâ (A.S.)‟ya vahiy geldi. Vahiyde Allah, “Bu
sofradan fakirler yiyecek zenginler yemeyecek”
demekteydi. Bu emri duyan zenginler isyan ettiler.”Bu
açık bir sihirdir” demeleri yüzünden Allah da onları helâk
etti.
Bu sofra inanan ihvâna her zaman inip durmaktadır. Bu
sofranın kâmilin iki dudağı arasından indirilen ilm-i ledün
dediğimiz Tevhîd ilmi olduğunu söylemiştik. Kızartılmış
olan balık senin Hakk‟a dönmüş olan sevgi ve aşkındır.
Çiğ olmuş olsa idi balık yenmezdi. Balığın başındaki tuz
iştahı açan kâmilin sana telkîn ettiği dâimî zikirdir. Balığın
kuyruk tarafındaki sirke de Tevhîdi idrâk ettikten sonraki
zevkidir. Salikin merâtib-i İlâhiye tahsilinde Âdem‟de ve
âlemde Hakk‟ın tecellîsi olan ef‟âl, sıfat ve Zâtın
idrâkinden sonra kendinin diye bildiği bu varlıkların
Hakk‟ın olduğunun müşâhedesiyle manevî varlık tam
olarak zuhûr etmiş olur. Sâlik beşi zâhir beşi bâtın on
duygusu ile dördüncü rûh mertebesi olan Vahdâniyyet
mertebesine kadar ikilikten âri olamayacağı için, kırk gün
fakir de zengin de bu sofradan yer. Fakat Vahdâniyyet
mertebesinde mürşidin telkînâtı gereği, sûretten sîrete
geçildiği için kesâfette kendi varlığından geçemeyen
zengin olanların, letâfetteki tecellîleri müşâhede etmeleri
mümkün değildir. Kendi kuyularından sularını
çıkaramadıkları için zevk edemezler.
Onun için kırk gün sonra Hz. Îsâ (A.S.)‟ya „zenginler
yemeyecek fakirler yiyecek‟ emri, hâl ve idrâk lisâniyle
tecellî etmiş olur. Zenginler dediğimiz kendi varlığından
geçemeyenler, diğer kardeşlerimiz bu zevklere sâhip
oldular da biz neden olamadık diye âsi olurlar. İnkâra
kalkıp isyan ederlerse Allah da onları bu Tevhîd yolundan
uzaklaştırmak sûretiyle helâk eder. Allah bizleri onlardan
eylemesin. Âmin.
İşte fakirleşmiş olanlar da Mürşidinin himmetiyle gönül
semâsından sıfatlar arzına yağ şifresiyle bildirilen ef‟âl,
sıfat ve Zât zevki, bal olan Cemâlullah seyri, zeytin olan
fark dediğimiz tahkîk-i Şerîat zevki, piyaz denilen de celâl
ve cemâl tecellîlerinin iç içe kemâlât ve Tevhîd zevki ve
pastırma da kokması, bozulması olmayan Ahadiyet sır
zevkinin zuhûr etmesinden ibarettir.
Bir sâlik kendi varlıklarından ihtiyarî olarak geçip
vücûdunda Hakk‟ı tecellî ettirip edep ve güzel ahlâkla
ahlâklanırsa îmân-ı taklîdden îmân-ı tahkîke geçmiş olur.
Şerîat idrakiyle de, taklîdden, mutmain olmuş tahkik-i
şerîata geçmiş olur. Şerîat ikidir:
1- Şerîat-ı evvel (Taklîd şerîat)
2- Şerîat-ı sânî (Hakikî şerîat)
Bizler de bu manevî sofradan istifade etmek istiyorsak,
nefs deryası olan unsûriyet idrâkinden geçip, rûh deryası
olan Rûhullah‟ı müşâhede etmemiz gerekmektedir.

MELAMĠLER NAMAZ KILMAZ


MI

Melamîler, Mürşîd-i Kâmile gelmezden evvel, taklîd şeriat


gereği, Allah‟ın emir ve yasaklarını uygulamak için gayret
gösterip, taklîdi olarak yaptıkları ibâdetlerin mânâ ve
sırlarını bilmeden de olsa oruç da tutarlar, namaz da
kılarlardı. Mürşîde geldikten sonra orucun ve namazın
sırlarını sohbetlerde öğrenince sırların irfâniyeti daha
câzip gelmeye başlayıp bundan zevk aldıkları için,
şekildeki vakitlerle ilgili namaza itibar etmemeye
başlarlar.”Namaz mü‟minin miracıdır. Miraç ise, Hakk‟la
konuşmak ve Hakk‟la beraber olmakmış.” diyerek
bedenin yaptığı ibâdet hareketlerinin ayrı, irfâniyetinin
ayrı olduğunu mütalaa ederek henüz melamî olamamış,
kelâmi olarak vasıflandırdığımız bazı kişilerde namaz fiili
görülmemektedir. Yine “Oruç ikilikten birliğe
yükselmekmiş, sabahtan akşama kadar aç kalmak
değilmiş.” diyerek oruç tutmayan bazı sözde melamîlere
de rastlıyabiliyoruz.
Halbuki, sîretin sûretsiz zuhûra gelmesi ve yaşanması
mümkün değildir. Melamîler kelâmilikten ve yalnız sohbet
eden zümreden ibaret değildir. Melamînin, kendi varlığını
Hakk‟ın varlığında yok edip, Resûlullah efendimizin güzel
ahlâkı ile ahlâklanması, bu irfâniyet ve kemâlâtla da hem
kendi mazharından Cenâb-ı Hakk‟ı bütün yönleriyle açığa
çıkarması, hem de âfâkta bütün tecellîleriyle O‟nu
seyretme imkânına kavuşması gerekir. Rûh cesetsiz
icraatını gösteremediği gibi cesedin de rûhsuz ayakta
durması mümkün değildir. Onun için mânâ ve sırrına
vâkıf olmadan, kılınan namaz, taklîdden öteye
geçemediği gibi, bedensiz fiile dökülmeyen, namazın da
hükmü yoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah fiilleriyle açığa çıkmış
ve âyetlerini göstermiştir. Kendilerini en üstün kişiler
olarak ifâde edenler, fiilleriyle, ister emir fiilleri olsun,
isterse ahlâk fiilleri olsun, açığa çıkaramadığı için
zındıklıktan kurtulamamışlardır. Onlar yalnız ilim ile
Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdâniyyetini bilmişler, kendi varlıkları
yok olmadığı için nefsî istekleri yüzünden zındık
olmuşlardır.
Tevhîd yalnız ilim ve irfâniyet değildir. Bir yaşam
biçimidir. Melamîler, kendi varlıklarını Hakk‟ın varlığında
yok ettikleri için, ne sevap ne de günah işleyebilirler.
Çünkü varlıkları yoktur. Varlığı yok olanlarda, Cenâb-ı
Allah bütün kemâlâtı ile tecellî ederek zuhûra gelir. İşte
artık onların kendileri oruç tutmazlar, namaz kılmazlar.
Fakat, Cenâb-ı Hakk onların mazharından kemâlâtı ile
namaz kılar, oruç tutar. Her türlü tecellîsini kemâlâtıyla
açığa çıkarır. Zâten Cenâb-ı Hakk da, bilinmekliğini
istemiş ve onun için bu halkı halk etmiştir. O mazhar
aynalarında, Cenâb-ı Hakk kendisini seyretmek
istemektedir. O mazharlarda eksiklik görülürse, hâşâ
„Allah eksiktir‟ mi diyeceğiz. Hayır, o eksiklik kulundur.
Çünkü su girdiği kabın renginde görünür. Suyun rengi
yoktur. Renk kaplardadır. Onun için, irfâniyete sahip olan
kardeşlerim, Cenâb-ı Allah‟ın, Zâtından sıfatlarına
tenezzül ettiği gibi, onlar da Mürşîd-i Kâmillerinde elde
ettikleri irfâniyet ve kemâlâtı namaz fiillerinde açığa
çıkararak, günde beş vakit namazlarında bizzat şuhûd
ederler. Cenâb-ı Hakk‟ın bazı tecellîlerini irfâniyetle kabul
edip, ibâdet emirlerindeki fiillerle açığa çıkmasını inkâr
etmezler. Mülkünde ondan başka fâil yoktur. „Bizden
böyle tecellî ediyor‟ diyorlarsa o da doğrudur. O zaman,
kendi mazharlarında Kur‟ân-ı Kerîm emirlerine göre her
türlü ibâdet ve yaşam fiillerine baksın. Hayvanî fiiller
zuhûr ediyorsa o kişinin yeri ve hâli odur. Sakın
insanlıktan bahsetmesin. İnsanlık fiilleri zuhûr ediyorsa
onda Resûlullah efendimizin güzel ahlâkı görülüyor,
İslâmî yaşam mevcuttur demektir. İşte o melamîdir.
Mübarek olsun. Şu halde, ismi melamî olup da namaz ve
ibâdet fiilleri görünmeyenler, melamî değil, kelâmidir,
müşriklerden hiçbir farkı yoktur. Cenâb-ı Allah, bütün
melamîyim diyen kardeşlerime, evvelâ Fenâfillâh olup,
kendi varlıklarını Hakk‟ın varlığında yok etmek nasîb
etsin. Sonra da, Âdem ve âlem mazharlarından her an,
ayrı ayrı tecellîlerini zâhir ve bâtın olarak müşâhede
etmeyi nasîb etsin. Âmin.

MELAMÎYĠZ

Melamî kendi varlığını Hakk‟ın varlığında yok edip


Resûlullah efendimizin güzel ahlâkı ile ahlâklanmaya
denir. Melamî, kınamak ve kendi eksikliğini sürekli yok
etme gayreti içinde olma mânâsını da taşır. Melamîlik bir
tarîkat değildir. Kur‟ân-ı Kerîm ahkâmı ve sünnet-i
seniyye neşvesiyle hallenerek yaşamaktır. Meslek-i
Resûlullah'tır. Bu meslek ve meşrebin icraatında zikir ve
fikir esastır. Taç, hırka, tekke, zâviye yoktur. Melamîlik
bir sohbet yoludur. Sohbetlerimiz de gizli değildir.
Herkese açıktır. Meslek-i Resûlullah olan Melamîliğin
birinci dönemi Pîr Hamdun Kassar‟la başlar. (hicri 271)
İkinci devre Hacı Bayram Velî Hazretlerinin halîfesi
Bıçakcı Ömer Dede (milâdî 1475) ile devam eder.
Üçüncü devre Melamîliğin kurucusu ise Pîrimiz Şeyh
Muhammed Nûr Hazretleridir. (milâdî 1887)
Melamîler Vahdet-i Vücûd zevki ile zevkiyâbdırlar. Bir
Hadis-i Şerifte “Bir saatlik tefekkür yetmiĢ yıllık
ibâdetten üstündür.” buyrulmuştur. İşte melamîler
yetmiş yıllık bilinçsiz taklîdi ibâdetleri değil, bir saatlik
bilinçli tefekkür yolu yolcuları olup beş vakit namazın
üstüne sünnetlerden başka bir şey eklemezler.
Kalpleriyle dâimî zikirde olmaları nedeniyle Allah‟la
beraberdirler. İlimde derin ilim ve irfâniyete sahiptirler.
Allah‟ın seyyid dediği ve âlemlerin efendisi Hz.
Muhammed onların içindedir. Gönüllerimiz Hakk‟la,
dışımız halkla beraberdir. Yani sûretimiz nakşî, sîretimiz
melamîdir. İnsanları kendilerine bağlamazlar. Kendilerine
biat ettirmezler. Allah‟a bağlarlar, Allah‟a biat ettirirler.
Râbıta Allah‟adır. Mürşîde değil.”Ġnsanların hayırlısı
insanlara faydalı olandır” düsturu ile hareket ederler.
Bir kişinin melamî olabilmesi için “La mevcûde
illallah “ diyerek Allah‟tan başka bir varlık tanımaması
lâzımdır. Gönlünü Allah aşkıyla doldurması gerekir.
Melamî, tasavvufta manevî mertebenin en yücesi olan
melamete vardığı için, İlâhî nura kavuşmuş olup, gönlü
Cenâb-ı Hakk‟la doludur. Bu seviyeye gelen melamî ile
Cenâb-ı Hakk arasına kimse giremez. Artık o Hakk ile
Hakk olma sırrına ermiştir. Muhyiddîn İbnü‟l-Arabî Hz.
leri Fütuhât-ı Mekkiye‟sinde melamîler için “Eşyaya
Allah‟ın baktığı nazarla bakarlar. Gerçeği birbirine
karıştırmazlar. Bunlar Allah‟tan başkasına muhtaç olmayı
da reddederler. Allah‟a karşı fakirdirler.” buyurmuştur.
Melamîler kerâmet-i kevniyyeye itibar etmezler.
Kerâmet-i ilmiyeye itibar ederler. Melamî anlayışında
kesinlikle çirkin davranışlarla halkın nefretini kazanmak
ve halktan uzaklaşmak yoktur. Aksine halkın sevgisini
kazanmak ve halk ile barışık olmak esastır. Müslüman
olmanın bilinci ile namazını kılan, orucunu tutan, zekatını
veren, hac farizasını yerine getiren kişilerdir. İbadetlerini
nefsi için değil, Hakk için ve Hakk ile yapma gayretinde
olan kişilerdir. İslamî vecibeleri bilmekten öte, uygulayan
kişilerdir. Halka hizmetin, Hakk‟a hizmet olduğu
bilincindedirler. Toplumdan kopmadan, toplumun içinde
zâhiren halk ile bâtınen Hakk ile olduğunu zevk ederek
kalıbının halk, kalbinin Hakk ile olduğunu tefekkür ederek
yaşama zevkine erişenlerdir. İnsan yeryüzünde Allah‟ın
halifesidir. Bu nedenle mazhar-ı tamdır. Hakk‟ın
aynasıdır. Aynadaki görüntü aynanın kendisine ait
olmadığı gibi, insandaki görüntü ve tecellîler de
kendisine ait değildir. İnsan, bu görüntü ve tecellîlerin
zuhûr yeridir, yani mazharıdır. Mazharın sahibi değildir.
Mazharı sahiplenmek emânete ihanet etmektir.
Emrolunduğu gibi dosdoğru olma yoludur. İşte bu
sayılamayacak kadar çok hasletleri öğreten yüce bir
vuslat müessesesidir.

Melamî silsilemiz Ģöyledir :

1 - Pîr Muhammed Nûr-ül Arabî Hazretleri


2 - Hacı Salih Efendi Hazretleri
3 - Ali Rahmi Efendi Hazretleri
4 - Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi Hazretleri
5 - Hasan Özlem Efendi Hazretleri
6 - Ahmet Arslan Efendidir
MESCÎDLERDE KILINAN NAMAZIN
ECRĠ

Bir Hadis-i Şerîf‟te “Mescîd-i Haram‟da kılınan iki


rek‟at namaz baĢka yerlerde kılınan yüzbin rek‟at
namazdan efdaldir. Mescîd-i Nebevi‟de kılınan iki
rek‟at namaz baĢka yerlerde kılınan bin rek‟at
namazdan efdaldir. Mescîd-i Aksâ‟da kılınan iki
rek‟at namaz baĢka yerlerde kılınan beĢyüz rek‟at
namazdan efdaldir.” buyrulmuştur.
Zâhirde Mescîd-i Haram, Kâbe‟nin bulunduğu yerdir.
Mescîd-i Nebevi Resûlullah Efendimizin kabrinin
bulunduğu yerdir. Mescîd-i Aksâ da Kudüs şehrindeki
Aksa Mescîdidir. Taşıdığı mânâ yönünden bu mescîdlerin
idraki kimlerde mevcûdsa, onlar bu yerlerin ecirlerini
nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oralara gitmeden de
alırlar.
Kâbe Allah‟ın zâtını remzetmektedir. Dâima Cenâb-ı
Hakk‟la beraber olma hasletine vâsıl olan bir sâlik Kur‟ân
okurken onun hitabını duyuyor, namaz kılarken onunla
beraber olup onunla konuşma zevkine sahip oluyor ise,
elbette üç fenâ mertebelerini geçip Vahdâniyyet zevki ile
zevkiyâb olarak tenzih ve teşbih mertebelerinden sonra
Tevhîd zevki ile zevkiyâb olacaktır. Yüzbindeki üç sıfır
Fenâfillâh'ı remzetmekte, iki sıfır da tenzih ve teşbih
mertebelerini remzetmektedir. Bunların hepsinin ifnâsı,
“Bir” olan Cenâb-ı Hakk‟ın varlığının meydana gelmesidir.
Mescîd-i Nebevi ise sıfatları remzetmektedir. Onun için
sünnet ve hadislerle âmil olmak kişiye bin rek‟at namaz
ecri verdirecektir. Elbette farz olan Allah‟ın emirlerinin
yanında sünnetin derecesi yüzbine karşı bindir.
Mescîd-i Aksâ ise, bir konu hakkında âlimlerin toplanıp
âyet ve hadisler doğrultusunda verdikleri karar olan
icma-i ümmet demektir. Fıkıhta Edille-i Şer‟iye dörttür.
Bunlar:

1 - Kitab (Kur‟ân-ı Kerîm)


2 - Sünnet
3 - Ġcma-i ümmet
4 - Kıyas

Günümüzde bazı inananların yalnız Kitab‟la âmil


olduklarını, bazılarının sünnet ile şekil ve hallerini tanzim
ettiklerini, bazılarının da kitap ve sünnete itibar etmeden,
falan âlim şöyle demiş, filan âlim böyle kıyas yapmış
diyerek iç içe uygulanması gerekli edille-i şer‟iyeyi
kendilerine göre yorumlayarak İslâmın ana gövdesinden
ayrıldıklarını görüyoruz.
İslam ağacı evvelâ farz olan ana gövdeden başlar.
Bunları Kur‟ân-ı Kerîm‟in âyetlerinde görebiliriz. İkincisi,
ağacın dalları nasıl ana gövdenin açıklaması ise,
Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesi de Cenâb-ı
Hakk‟ın âyetlerinin açıklamasıdır. İnce dallar icma-i
ümmeti, yapraklar da ilim ve irfâniyetle ahlâk güzelliğini
insanlarda göstermektedir. Farzları bırakıp sünnetleri
yapmakla veya farzları bırakıp âlimlerin kıyasını ön plana
almakla insan ağacında meyve meydana gelmez.
Onun için Allah nefislerinde âyetleri uygulayanlara yüzbin
ecir vermektedir. Âyetlerden sonra da sünneti
uygulayanlara bin ecir daha veriyor. Âyet ve hadislerin
üstüne bir de âlimlerin inceliklerini uygularsa, ayrıca
beşyüz ecir daha veriyor. Yoksa islâm ağacının sadece
dal ve yapraklarıyla uğraşmak bize fazla fayda sağlamaz.
Farz olan âyetleri nefsinde ve ufkunda okumayanlar İsra
Sûresinin 14. âyetindeki “Oku kitabını! Hesap görücü
olarak bugün sana nefsin yeter!" emrini yerine
getirmiş olamayacaklardır. Bu âyetleri okuyamayan bir
kişi ne kadar şekil olarak sünnete sarılsa da sonuç
alamayacaktır. Bir ağaçtaki meyveyi yemek için evvelâ
ana gövdeye çıkar, sonra kalın dallara, ardından ince
dallardaki yaprakların arasındaki meyveye
ulaşırız. Meyveden ancak bu yöntemle istifade edebiliriz.
Yoksa direkt meyveye ulaşmak mümkün değildir. Onun
için öncelikle farzlara dikkat etmeliyiz. Sonra sünnet ve
diğerlerini imkânımız nisbetinde uygulamalıyız.
Bir sâlik Mürşid-i Kâmilin verdiği her görevi farz olarak
kabul edip uygulamazsa vuslatı oracıkta kalır. Her
nefeste „Allah‟ zikriyle meşgul olması gerektiği halde
mânâsını bilmediği çeşitli tesbihlerle uğraşması o sâlikin
zevksizliğini, hiçbir şey anlamadığını ve anlamayacağını
gösterir. Çünkü teslimiyeti olsa idi aynen uygulayacaktı.
Demek ki teslimiyeti yok, vuslatı da yok. Bunlara Allah
iz‟ân versin. Âmin.

MEVLĠD KANDĠLĠ

Mevlid kandili Rebîu‟l-evvel ayının 12. gecesine tekabül


eden Peygamber Efendimizin doğum günüdür. Miladi
takvime göre de Nisan ayının 20‟sine tekâbül eder. Nisan
ayında ağaçlar çiçeklerini açar, kuzuların meleşir, kuşlar
cıvıldaşır, tabiat kış uykusundan uyanır. Bunlar ilk
baharın müjdecisidir. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz de
dünyaya teşrif ettiklerinde de ateşe tapanların ateşlerinin
sönmesi, Kisra saraylarının sütunlarının yıkılması, putların
devrilmesi gibi şahit olunan bir çok vak‟a zuhûr etmiştir.
Peki unsûrî vücûdlarının bu âleme teşrifleriyle böyle
olağanüstü vak‟alar zuhûr ettiğine göre, Peygamber
Efendimizin doğumu olan Mevlid kandilinde biz
inananlarda da çok büyük değişiklerin olması gerekmez
mi. Bizler Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi vücûd ülkemizde
zuhûra getirmeliyiz ki zâhirdeki gibi bizde de irfâniyet ve
yaşam değişikliği olmalıdır. Her sene Mevlid kandillerini
ihyâ ediyoruz. Fakat hiçbir irfâniyet ve değişiklik
göremiyoruz. Oysa bu mübarek günler, bizler için, o
günlerin taşıdığı mânâları idrâk etmek ve yaşamak için
bir fırsattır. Bu mübârek gecelerin ihyâsı ilimle bilmekten
ibaret değildir.
Arabî aylar onikidir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Receb
ayında Regaip kandilinde anne rahmine düşmüş, Şaban,
Ramazan, Şevval, Zilkade, Zi‟l-hicce, Muharrem, Safer ve
Rebîu‟l-evvel aylarını geçirerek dünyaya teşrif etmişlerdir.
Aynen bunun gibi bir kişi de İnsan-ı Kâmile gelerek kendi
insan-ı asliyyesinin tahsiline Hakk ve hakîkate rağbetle
başlar. Merâtib tahsilinde dokuz ay on günde
Muhammediyyûn olur. Onun için Âdemde ve âlemde
Muhammed‟i zuhûra getirebilmesi için dört yerde onu
zevk etmesi icap etmektedir.

Enfüste Muhammedin zuhûru


Âfâkta Muhammedin zuhûru
Vahdette Muhammedin zuhûru
Kesrette Muhammedin zuhûru

1 - Enfüste Muhammedin Zuhûru :


Kişinin Zâtının Hakk, sıfatlarının Muhammed olduğunun
idrâki olduğunda bütün sıfatlardan tecellî eden Hakk‟ın
zuhûr zevki de enfüste Muhammedi zuhûra getirmek
olacaktır. Çünkü Allah bilinmekliğini istediği için
Muhammed olan sıfatları halk etti. Zât Allah, sıfat
Muhammed‟dir. Sıfatlar olmazsa Hakk‟ın tecellîsi
görülemez. İşte enfüsümüzde rûh güneşinin kalb
ayından geçerek sıfat yıldızlarından parlayarak cehâlet
karanlığımızı aydınlatma irfâniyet ve zevkine enfüste
Muhammedin zuhûru denilmektedir.
2 - Âfâkta Muhammedin zuhuru :
İnsan-ı Kâmilin kemâlât nurunun bütün ihvân ve
inananlarda zuhûr etmesidir. Çünkü bu kişilerin bütün
irfan ve kemâlâtı, İnsan-ı Kâmilin onlardaki isti‟dâd ve
kemâlâtı nisbetinde duyması, görmesi, konuşması değil
midir. Elbette her türlü icraat mazharların değil,
Hakk‟ındır. Komutanın her yönü askerlerinde görülür.

3 - Vahdette Muhammedin Zuhûru :


Allah‟ın Ahadiyetinden merâtib-i İlâhinin altı mertebeden
zuhûrunun zevkidir. Çünkü bu Muhammed olan
aynalardan Hakk‟ı müşâhede etmek Muhammedliğin ta
kendisidir.

4 - Kesrette Muhammedin zuhuru :


Allah‟ın dört yerde tecellîsinin esmâ aldığı rûhların
cinsleriyle idrâk zevklerine denir. Hakk Teala 1-
Cemâdâtta cemâdî rûh ile 2- Nebâtâtta nebâtî rûh ile 3-
Hayvânâtta hayvânî rûh ile 4- İnsanlarda da insânî rûh
ile tecellîsini göstermiştir. İşte bu kâinatta her sıfat
eksiklik veya kemâlâtıyla Muhammed aynasıdır. Hakk‟ı
zuhûra getirmek için yaratılmıştır. Yoksa “Levlâke
Levlâk vemâ halaktül eflâk” “Sen olmasaydın, sen
olmasaydın bu âlemi halk etmezdim” diye Hadis-i Kudsî
olmazdı. Biz Muhammed‟i kemâl sıfatlarda görür ve zevk
ederiz. Muhammed noksan sıfat tecellîlerinden
münezzehtir deriz.
İşte Âdemde ve âlemde Muhammed‟i bu dört yerde
zuhûra getirenler Muhammed‟in ölmediğini dâima şühûd
ederler. Hakk teâlâ her an ayrı bir şe‟nde taptaze
âyetlerini sergilediği gibi Muhammed‟in taptaze
yaşadığını ve bu hicabları açanları irşâd ettiğini
görmekteyiz. Allah bütün insanlara bu zevki nasîb etsin.
Âmin.

MĠ‟RAC

Mi‟rac, Receb ayının 27 sinde zuhûr etmiştir. İsra Sûresi


1. âyette “Uzaktır bütün noksanlıklardan O ki,
kulunu bir gece Mescîd-i Haram'dan, çevresini
mübarek kıldığımız Mescîd-i Aksâ‟ya götürdü; ona
ayetlerimizden gösterelim diye. Gerçek Ģu ki,
O'dur iĢiten gören!” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi,
zâhirde Mekke‟deki Haram-ı Şerîf‟ten kulu alınarak, şu
anda İsrail devletinin toprakları içinde bulunan Mescîd-i
Aksâ‟ya, Cenâb-ı Hakk‟ın sonsuz kudretinin delilleri olan
âyetlerini göstermek için götürüldüğü ifade edilmektedir.
Âyetler deliller demektir.”Mekke‟de bu yüce deliller yok
muydu da Mescîd-i Aksâ‟ya götürülmüştür.” sorusu akla
gelebilir. Bunların cevabını zâhir olarak vermek mümkün
değildir. Ayrıca her ne kadar, Kur‟ân-ı Kerîm, Resûlullah‟a
indiği için, bizler peygamberimize atfen, „Peygamberimiz
Hz. Muhammed, Mekke‟deki Haram-ı Şerîf‟ten Mescîd-i
Aksâ‟ya götürüldü‟ diyoruz. Âyette O‟nun ismi
geçmemektedir. Her kim bu Mi‟racı, tarif edildiği gibi,
mânen yapabilirse, o kişi de bu hitaba mazhar olmuş
olacaktır. Çünkü Resûlullah efendimiz, "Namaz mü‟minin
Mi‟racıdır.” buyurmuşlardır. Şu halde bizler de
namazımızda bu Mi‟racımızı yapabilmeliyiz.
Bir kişi, kendi diye bildiği, varlık beden Mekkesinden,
Hakk ve hakîkata gönül vererek aşk Burak'ına binip
Mürşid-i Kâmil olan Mescîd-i Aksâ‟ya götürülür. Mescîd-i
Aksâ‟, kalb sahibi, gönül sahibi olan Kâbe kavseyn
mertebesi sahiplerinin bulunduğu yerdir. Zira o Kâmilin
ilhamları ile, irfâniyet ve kemâlât âyetlerini Cenâb-ı Hakk
ona, o Kâmil mazharından zâhir ve bâtın olarak
gösterecektir. Yani merâtib-i İlâhiyenin Makâmlarında
Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerini tahsil ettirecektir. Yoksa, bir
kişinin Kâmilden irfâniyet ve kemâlâtını kazanmadan, bu
âyetleri görmesi mümkün değildir.
Onun için, bu gece yolculuğu denilen Vahdet zevki ile,
Tevhîd-i ef‟âl, Tevhîd-i sıfat, Tevhîd-i Zât merdiven
basamakları olan Mi‟rac ile çıkmakla mümkün olacaktır.
Zira Mi‟rac, merdiven demektir.
Resûlullah efendimiz, Mescîd-i Aksâ‟da, bütün enbiya ve
evliyalara imam olarak iki rek‟at namaz kıldırdıktan
sonra, tekrar aşkı olan Burak‟a binerek Sidret-ül
Müntehaya kadar gitmiş, orada Burak‟tan inerek Refref'e
binip, Cenâb-ı Hakk‟la görüşüp, beş vakit namaz müjdesi
ile ümmetinin arasına dönmüştür.
Mescîd-i Aksâ‟da bütün enbiya ve evliyaya kıldırmış
olduğu bu iki rek‟atlık namaz nasıl bir namazdı. Zira daha
Mi‟raca çıkılmadığı için namaz farz kılınmamıştı. İşte, bu
namaz Resûlullah‟ın atası İbrahim (A.S.)‟in sünneti olan
bir namazdı. Resûlullah efendimiz, İbrahim (A.S.)‟in
soyundan gelmektedir. Bizlerin de bedensel olarak
kıldığımız namazların zâhir görüntü kısmı onun sünneti
olur. Bizler de, Mürşid-i Kâmile gittiğimizde, beş vakit
namazımızı İbrahim (A.S.)‟in sünneti gibi kılıyorduk.
Namazın ne kıyamının, ne rükûsunun, ne secdesinin, ne
de bütün farz ve vacibiyetlerinin mânâsını bilmeden emr-
i İlâhiye olduğu için Peygamberimizi taklîden kılıyorduk.
Yalnız şekil olarak, mânâsını bilmeden Allah‟ın rızasını
kazanma inancı ile kılınan bir namazdı. Mürşid-i Kâmile
geldiğimizde, Necm Sûresi 8 ve 9. âyetlerdeki “Sonra
yaklaĢtı ve sarktı. Aradaki mesafe iki yay boyu
oldu, hatta daha yakın” Mi‟rac âyetinin mertebelerle
bizlere delillerini îzâh edip gösterince, hakikî Mi‟racın ne
olduğunu öğrenmiş olduk.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in başka bir âyetinde Resûlullah
Efendimizin bir gün, iki kıbleli mescîd diye bilinen Mescîd-
i Kıbleteyn‟de namaz kılarken yüzünü Mescîd-i Aksâ‟dan
Mescîd-i Haram‟a çevirmesi emrini aldığını görüyoruz. Bu
âyette, bir sâlikin zâhirdeki Mürşid-i Kâmilin mazharından
bilip öğrendiği Hakk‟ın âyetlerini artık bundan böyle,
kendi haremiyeti olan gönlündeki Kâbe‟ye yüzünü
dönerek namazını kıl denmektedir. Çünkü o güne kadar
bir sâlikin kıblesi Mürşidi idi. Yüzünü ona dönerek
sohbetleriyle Rabbü‟l-Âlemîn mazharı olan Kâmilinin
Rabbil has olarak kendi gönlünde taht kurduğunu, her
türlü vücûd ülkesinde onun kendisini inanç ve teslimiyeti
nisbetinde sevk ve idare ettiğini anlamıştı. Kaf Sûresi 16.
âyetteki “Andolsun ki, insanı Biz yarattık, nefsinin
onu ne ile vesveselendirdiğini biliriz ve Biz ona
habl-i veridden -Ģah damarından- daha
yakınız” ifadesi onun gönlüne inmesine vesîle oldu. İşte
âfâktaki Rabbini kıble edinen bir kişi, bundan böyle
gönlündeki, gönül Kâbesine yüzünü çevirecektir. Artık bu
kişi yüzünü o güne kadar âfâktaki Rabbi olan Kâmiline
dönerek kıldığı bir rek‟at vuslat namazından sonra bu
emirle de yüzünü Mescîd-i Haram olan gönül mescîdine
dönerek namaz kılar. Resûlullah efendimiz iki kıbleli
mescîdde namazının bir rek‟atını kıldıktan sonra, ikinci
rek‟atta yüzünü Kâbe‟ye doğru dönerek kılmıştır.
İşte bir sâlik de, kıldığı birinci rek‟atta kendi varlığının
olmadığını öğrenip Fenâfillâh olarak bir rek‟at kıldıktan
sonra, ikinci rek‟atı kendi mazharından Hakk‟ın
tecellîlerini gönül zevkiyle, gönül Kâbesine dönerek kılmış
olur. Kulun kıldığı namazın bir rek‟atı kula aittir. İkinci
rek‟atı kulun mazharından Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîsi
olduğunu idrâkiyle Hakk‟a aittir. Sâlik, Kâmildeki bu tahsil
idrâkinden sonra gönül haramiyetindeki âyetleri
okuyabilir.
Resûlullah, Aşk Burak‟ına binip, aklın gidebileceği son yer
olan Sidret-ül Müntehaya kadar geldikten sonra
Burak‟tan inip Refref‟e binerek Cenâb-ı Hakk‟la mülâki
olmuştur. Sıfat mertebesinin sonu Sidret-ül Münteha‟dır.
Akılla her şey oraya kadar tahlil edilir ve her şey dille
ifade edilebilir. Fakat sıfat mertebesinin sonunda Zât
zevkine geçilince orada akıl yanar. Zira Cebrail olan Akl-ı
Resûl “Bir adım daha atarsam yanarım” demiştir. Ondan
sonra Resûlullah yoluna yalnız devam etmiş ve Cenâb-ı
Hakk‟la mülâki olduktan sonra bizlere de beş vakit
namazı hediye getirmiştir.
Herkesin yakînen bildiği, Amenerresûlü dediğimiz,
Bakara Sûresinin 285 ve 286. âyetleri Resûlullah‟a
Mi‟rac‟ta vahyolunmuştur. Resûlullah Efendimizin Cenâb-ı
Hakk‟a ait çok büyük dua ve niyâzları mevcuttur. Ayrıca,
namazların sonunda oturarak okuduğumuz, Ettehiyatü
hadisi de Mi‟rac‟ta tecellî etmiştir. Adı geçen hadisteki
ifadelere baktığımız zaman, karşılıklı Hakk‟la konuşmanın
ve Meleklerin bile “Allah birdir, Hz. Muhammed onun
kulu ve Resûlüdür” diyerek tasdikini görüyoruz. Nasıl
oluyor da Cebrail, bir adım daha geçersem yanarım
dediği Sidret-ül Münteha‟da kaldığı halde, Ettehiyatü
hadisindeki Cenâb-ı Hakk‟ın huzurundaki karşılıklı
konuşmaların sonunda melekler de “Biz şahidlik yaparız
ki Allah birdir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resulüdür”
diyerek şahitlik yapabiliyorlar. Melekler orada ne arıyor.
Ahzab Sûresi 56.”Muhakkak ki, Allah ve melekleri,
peygambere hep salât ile ikramda bulunurlar. Ey
îmân edenler, haydi ona teslimiyetle salât ve
selam getirin!” âyetinde olduğu gibi, Allah melek olan
kuvveleriyle, kudretiyle Muhammed‟de tecellî etmektedir.
Herkesin bildiği melek ayrı bir varlık olarak bilinen melek
değil, kuvvet ve kudret demektir. Kişinin kuvveleriyle
tecellî ettiği için melekler tasdik etmiş olmaktadır. Bir
kişinin namazda her türlü ifade ve zevklerini, kişinin
kendi kuvveleriyle aldığı için, melekler şahidlik yaptı
denmektedir.
Otuz yıl evvel bir Cuma namazındaydım. Câminin içinde
dizimin üzerine Muhammed oturuşu ile otururken imam
efendinin hutbeye çıkışı anında bana bir hal oldu.
Gözlerim cemâat ve imamı görmez oldu. Sanki gözüme
gayriyeti örten bir perde çekildi. Önümde Resûlullah
Efendimiz zâhir oldu. Bana “Ahmet efendi, gel seninle
beraber Mi‟rac yapalım” dedi ve benim sağ bileğimden
tuttu. Sonra aynen kitaplarda okuduğumuz gibi, Mescîd-i
Aksâ‟ya, oradan yedi kat semâyı geçerek Sidret-ül
Münteha‟ya vardık. Oradan da ileriye geçerek yeşillik ve
sulak bir alanda durduk. Burada “Yaklaş ya Muhammed
!” diye bir sesin geldiğini duydum. Resûlullah Efendimiz
sağ tarafımda olduğu için, Resûlullah Efendim nasıl bir
harekette bulunacak diye sağıma dönerek Resûlullah
efendimize baktım. Yanımda Resûlullah Efendimiz yoktu.
Kendimi Muhammed olarak orada gördüm. Bu sefer bu
ses Cenâb-ı Hakk‟ın sesidir, O‟nun Cemalullahını çok
merak ediyorum, acaba nasıldır diye sesin geldiği yere
dönerek baktığımda, yine o sesin sahibinin Cenâb-ı Hakk
olarak kendim olduğunu gördüm. O anda, “Allah” diye
beni bir sahika yakaladı. O beni ihâta eden nûr içinde bir
hayli kendimden geçmiş vaziyete kaldım. O zamanımı
kelâmla anlatmam mümkün değildir. Sonra, tekrar
oradan yine yedi kat semâyı kat ederek kendi halime
avdet ettim. Kendime geldiğimde, imam efendi hutbe
için birinci basamaktan ikinci basamağa yeni çıkıyordu.
Anladım ki, zaman içinde bir zamanda, Mi‟rac
yaptırılmıştım. Bu, hayatımda bir defa zuhûr etmişti.
Yirmi sene Uşakî tahsilimden sonra, onbeş sene de
Hasan Özlem Hazretlerinden Tevhîd merâtibi tahsilimi
yaptım. Her vakit namazlarımda, kelâmın kelâmullah
olduğu, kıyam, rükû ve secde fiillerinin fiilullah olduğu
müşâhedesi idrâkiyle her gün Hakk‟la konuşmak ve
O‟nunla beraber olma zevki beni istilâ etti. Hakk‟ın sîret
tecellîleriyle, O‟nunla beraber olmak ve O‟nu dâima
kelâm ve fiilleriyle seyretmek bana zevk ve dostla
beraber olma mutluluğu verdi. Ondan sonra anladım ki,
ömründe bir defa misâlî bir görüntü ile Mi‟rac
yapmaktansa, her an ve her zaman zâhir olarak onunla
beraber olmak ve her an ayrı bir tecellîsini seyretmek ve
konuşmak kişinin Cennet‟i olduğunu anladım.
İşte namaz kılan bir kişi, gönlündeki Zâtının tecellîlerinin
sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle kendi
Muhammediliğinden kemâlâtıyla zuhûra geldiğini
seyredebilirse, hem bütün a‟za ve kuvveleri onu tasdik
ediyor, hem de o kişi Mi‟rac yapıyor demektir. Bizler
namazımızda, kıyam, rükû ve secde fiillerindeki fâili,
Allahü Ekber tekbiri ile başlayıp, Subhaneke, Fâtiha-i
Şerîf ve Zamm-ı Sûreler gibi namaz içindeki bütün tekbir
ve ifadelerin, kelâm kelâmullah olduğunu ve kendisini
yakın takibe alarak seyretmesi ve zevk etmesi, O‟nu
görerek ibâdet etmenin ta kendisidir.
Bütün Enbiya ve evliyalar rûhânî olarak Mi‟rac
yapmışlardır. Yalnız Yunus (A.S.) ile Resûlullah Efendimiz
Hz. Muhammed hem rûhânî, hem cismânî Mi‟rac
yapmışlardır.
Neden bütün Peygamber ve Evliyalar rûhânî Mi‟rac
yapmışlar da, Yunus (A.S.) ile Hz. Muhammed hem
rûhânî hem cismânî Mi‟rac yapmıştır. Çünkü, Yunus
(A.S.) balığın karnında Mi‟racını yaptı. Bu, bir sâlikin
mürşidinden Fenâfillâh tahsilini yapmasını ifade
etmektedir. Hz. Muhammed‟in Mi‟racına gelince
Muhammed Cenâb-ı Hakk‟ın en yüce sıfatının kemâlât
mazharıdır. O kemâlâta nâil olanlar, Makâm-ı Mahmûd
yani Makâm-ı Muhammed mertebesine ayak basmış
demektir. O Makâm ise yalnız Resûlullah Efendimize
aittir. Oraya nâil olan her peygamber veya evliya kendi
esmâ ve sıfatını o Makâmın dışında bırakır. Dolayısıyla da
oradaki Muhammedîlik zevki ile zevkiyâb olan kişi,
kendisini göremediği için yalnız Muhammedliğini görür.
Mi‟racını da Ahmet veya Mehmet olarak değil,
Muhammed olarak yapar. Onun için „Makâm-ı
Muhammed‟e girmek isteyenler, Hz. Muhammed‟den
müsaade isterler, ancak ondan sonra oraya girebilirler‟
denilmiştir. Ama rûhânî olarak bütün evliyalar Mi‟rac
yapmaktadırlar. Yaptıkları makamı Muhammed Mi‟racı ise
tarif ettiğim şekilde, kendi isim elbiselerini dışarıda
bırakarak, Muhammed olarak yaparlar. Çünkü orası
yalnız Resûlullah Efendimizin Makâmıdır. Dışarıya çıkınca
tekrar kendi isim elbiselerini giyerler. Resûlullah
Efendimizin otuzdört Mi‟racı vardır. Bunun otuzüçü
rûhânî biri ise cismânîdir. Bu 33, rûhanî Mi‟rac, üçün üçle
zevkinden ibârettir. Yani Cenâb-ı Hakk‟ın bu hadisâttaki
ef‟âl, sıfat, Zât tecellîlerinin tenzih, teşbih ve Tevhîdini
gönülde zevk etmek anlamına gelir.
Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimin gönül lambâlarını
yakarak, bütün sıfat ve a‟zalarından Tevhîd tecellîlerini
zevk etmek nasîb etsin. Bizlerin kendimizi yakın takibe
alarak bu önemli günler vesîlesiyle muhasebemizi dâima
yapmamızı ihsân etsin. Âmin.

MUHARREM AYININ TAġIDIĞI


MÂNÂ
Muharrem ayı hicrî ayların birincisi ve Hicrî yılbaşıdır. Bu
ay Peygamberimizin Mekke‟den Medine‟ye hicreti olarak
kabul edilmiştir. Bu ayda Âdem (A.S.)‟in Cennet‟ten
çıkarıldıktan sonraki duasının kabulü, Nuh tufanının sona
ererek Nuh (A.S.)‟un gemisinin Cudi dağında selâmete
çıkması, Musa (A.S.)‟nın firavundan kurtulması, İbrahim
(A.S.)‟in Nemrud‟un ateşinde yanmayıp kurtulması,
Yunus (A.S.)‟un balığın karnından selâmete çıkması gibi
bir çok vak‟alar gerçekleşmiştir. Hicrî ayların altısı bâtın,
altısı zâhirdir. Bâtın tecellî ayları 1- Muharrem 2- Safer 3-
Rebîu‟l-evvel 4- Rebîul-âhir 5- Cemaziye‟l-evvel 6-
Cemaziye‟l-âhir‟dir. Altı zâhir aydan Receb, Şaban,
Ramazan ayları, kulların kendi insan-ı asliyelerini
öğrenme ayları olup, ef‟âl şirkinden, sıfat şirkinden,
vücûd şirkinden kurtulma tahsilini yapma aylarıdır. Tin
Sûresindeki “En üstün bir biçimde yaratıldıktan
sonra aĢağıların aĢağısına indirdik” âyeti gereğince,
aşağıların aşağısı olan bu dünyadaki emmâre nefsinden,
Hak Mürşidinin himmetiyle kurtulanlar, ihtiyarî olarak,
ölmeden evvel ölme mutluluğuna erdikleri için, dostla
bayram yapmağa hak kazanmışlardır. Şevval ayının
birinci günü Fıtır bayramıdır. Şevval, Zilkade ve Zi‟l-hicce
ayları ise Hakk‟ın mülkünde Hakk‟tan başkasının
kalmamasıdır.”Bu mülk kimindir” nidasına,
kendisinden başkası kalmayınca “Bu mülk Vahid-ül
Kahhâr olan Allah‟ındır” cevabını yine kendisinin
vermesidir. İşte bu üç ay, O‟ndan başka bir şeyin
olmadığının, Zâtının sıfatlarına ve sıfatlarından da
fiileriyle kemâlât tecellîlerinin bu kesret âlemindeki şerhi
olmaktadır.
Muharrem ay‟ı, kullar için Hakk Mürşide henüz yeni biat
etmiş bir sâlike zikir ay‟ı, Allah‟ın gizlilikten bilinmekliğini
murâd edip henüz açığa çıkmadığı Ahadiyet ay‟ı da
diyebiliriz. Bir sâlikin zikir dersi elbette onun yılbaşısıdır.
Çünkü yeni bir dönem ve yeni bir hayata başlamaktadır.
Bir âyet-i kerîmede “Siz ölü idiniz diriltildiniz, tekrar
öldürülüp tekrar diriltilecek ve Rabbinize
döndürüleceksiniz” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi,
cehâlet ve gaflet uykusunda iken, Hak Mürşidi bizleri
zikirle diriltti. Böylece yeni bir hayata başlamış olduk.
Tevhîddeki temkin zikrinde, bütün mertebelerin zevki
gizli olarak mevcuttur. Onun için “zikir Ahadiyeti vurur”
denmiştir. Nasıl bir ağacın çekirdeğinde, o ağacın
gövdesi, dalları, yaprak ve meyveleri gizli olarak
mevcutsa, aynen onun gibi, zikir de merâtibin içindeki
bütün mertebeleri bünyesinde cem etmiştir. Günü ve
vakti geldiğinde, merâtib-i İlâhinin mertebelerindeki
şühûdî zevklerin kişide tecellî etmesi gibi, her
peygamberin başından geçen olaylar Muharrem ayında
olmuştur diye cem sigasıyla ifade edilmiştir. Yoksa tek bir
ay olan Muharrem ayında bütün olayların olması
düşünülemez. Muharrem ayı çok değerli bir ay olduğu
için, peygamberimiz “Ramazan ayında tutulan
oruçtan sonra en üstün oruç Muharrem ayında
tutulan oruçtur.” buyurmuşlardır. Oruç uruc etmektir.
Yani kişinin ikilikten birliğe yükselmesi, ihtiyarî olarak
şirklerinden kurtularak Hakk‟ın varlığı ile varlıklanmasıdır.
Biz kulların, hakîkatteki Ramazan orucunu tutmadan
Muharrem ayındaki orucu tutmamız mümkün değildir.
Her ibâdetin bir taklîdi, bir de tahkikî olduğu gibi, bunu
da elbette yapmamızda fayda vardır. Yeter ki yerini
bilelim. Ramazan ayındaki oruç bizlere farzdır. Muharrem
ayı orucu ise sünnettir. Oruç ikilikten birliğe
yükselmektir. İkilikten birliğe yükselemeyen bir kişi nasıl
olur da “dâimî birlikte kalmak” olan nevâfil orucu
tutabilir. Biz kullar, evvelâ farz olan Ramazan orucunu
mutlaka tutmalı, ondan sonra da sünnet olan Muharrem
ayı orucunu tutmaya gayret göstermeliyiz.
Melamîler, elhamdülillah hakîkat ehli oldukları için, zâhir
ve bâtın ibâdetlerini beraber yaparlar. Zâhiri bâtından,
bâtını da zâhirden hiçbir zaman ayırmazlar. Çünkü zâhir
bâtınsız eksiktir. Bâtın da zâhirsiz zevk edilemez. Onun
için bu zümre, daha zikirde iken her nefeste “Allah Allah
Allah” demekle Allah‟tan başka bir şeyle meşgul olmadan
dâimî zikir birliğine erdikleri için baştaki Muharrem
orucunu tutmuş olurlar. Çünkü Allah‟ın zikir birliğine nâil
olanlar gafletten, vehimden, vesveseden uzak kalırlar.
Zira her nefeste zikirle meşgul olmaları, onları gaflet
vâdisinden uzaklaştırır. Zâhiren sünneti uygulamak
isteyenler, şeriat-ı evvel ahkâmına göre bu ayda oruç da
tutabilirler. Bu tutulan oruç taklîdi oruç olur. Melamîler,
Receb ayında da oruçludurlar. Yalnız herkesin tuttuğu
gibi bu bedenin gıdasını vermemekle değil, fiilerin fâilinin
Allah olduğunun şühûd ve râbıtasıyla, fiiller birliğine
ermekle ef‟âl orucunu tutmaktadırlar. Şaban ayında da
henüz vücûd kokusu duymayan bu Tevhîd ehilleri
sıfatların mevsûfunun Allah olduğunun birliği ile oruçlu
olmuş olurlar. Ramazan ayı gelmesiyle o güne kadar
bâtınî olan zikir birliği, ef‟âl birliği, sıfatlar birliği oruçlarını
bu ayda vücûdların da vücûdullah olduğunun bilinciyle
bâtınî ve zâhirî birliğe erme olan orucu tutarlar. Toplum
bunların yalnız zâhirlerini gördüğü için bedenen tutulan
oruçlara “oruç tuttu” demekte, bâtınî olan oruçlara itibar
etmemektedir. Bâtınî oruç tutma hasletine sahip
olamayanlar, nefislerinin ıslah ve terbiyesi için, şerîatın
emrettiği bedensel oruçlarını mutlaka tutmalıdırlar.
Muharrem ayının on gününün oruçlu olunmasının hikmeti
ise, ef‟âl-i İlâhiyenin, sıfat-ı İlâhiyenin, Zât-ı İlâhiyyenin
zâhir ve bâtın (zâhirde: işitme, görme, koklama,
dokunma, tad alma; batında: hafî, rûh, nefs, kalb, sır) on
duygu ile zevkinden ibarettir.
İşte Muharrem ayının üstün ay olmasındaki hikmet
böylece anlaşılmış oluyor. Onun için Ramazan‟da bir ay
sûret ve sîret orucu tutmak bizlere emredilmiş,
Muharrem ayındaki oruç ise, herkesin bu zevke nâil
olamayacağı için nevâfil olmuştur. Zâten Hakk‟ın
mülkündeki bütün tecellîler nevâfildir. Allah, bütün
kardeşlerime Muharrem ayının getirdiği hikmet ilimlerini
nasîb etsin.Amin.

MUHKEM, MÜTEġABĠH ÂYETLERĠN


ZUHÛRU

Muhkem âyetler sağlam, sıkı sıkıya kuvvetli,


değiştirilemeyen, an tecellisi anlamlarına gelmektedir.
Her türlü ibâdetlerin emirler kaynağı anlamına
gelmektedir.Allah‟ın emrettiklerini yapmak, yasak
ettiklerinden uzak durmak yani şerîat-ı ahkâmiyeye
uymak diyebiliriz.
Müteşabih âyetler ise birbirine benzeyen, açık olmayan,
te‟vilâta muhtaç (çeşitli mânâlar vermek) âyetlerdir. Bu
âyetler bâtın mânâlar remzetmektedir. Zâhir ifade edilse
de mânâsı bâtındır. Bu tür âyetleri ancak Allah ve Allah
yolunda ilimde râsih olanlar bilebilir.”Elif, Lâm Mim”, “Tâ-
Hâ”, “Yâ-Sin”, “Vel Asr” gibi âyetler müteşabih âyetlerdir.
Bunların zâhirlerinden hiçbir şey anlamak mümkün
değildir. Te‟vilâta ihtiyaç vardır.
Bir de hem muhkem hem de müteşabih âyetler vardır ki
hem zâhir mânâsı hem de bâtın mânâsı vardır. Mesela
İslâmın şartı diye bildiğimiz oruç tutmak, namaz kılmak,
hacca gitmek, zekât vermek, kelime-i şehadet getirmek
gibi ibâdetlerin hem zâhir hem de bâtın mânâsı ve îzâhı
vardır.
İnsanlar, ilim ve irfâniyetleri derecesinde bu üç türlü
Hakk‟ın tecellîlerini yerinde görür ve kullanırlarsa hem
layıkiyle Allah‟a kul olmuş olurlar hem de mutluluğu
yakalamış olurlar. Şerîat âyetlerini hakîkatte, hakîkat
âyetlerini de şerîatta kullanmak nasıl insanları çıkmaza
sokuyor ve ondan layıkiyle faydalanamıyorlarsa aynen
onun gibi muhkem âyetleri yerinde, müteşabih âyetleri
yerinde, hem muhkem hem de müteşabih âyetleri de
zâhirini zâhire göre, bâtınını da bâtına göre mütalaa ve
zevk edersek mutluluğa ermiş oluruz.
Kur‟ân-ı Kerîm‟deki âyetler nasıl yerli yerinde mütalaa
ediliyorsa, âlem-i kübra dediğimiz âlem ve Âdemde de
bu âyetler öylece mütalaa edilmelidir. Âyet, delil
demektir. Allahü Teala bu âlemde ve Âdem‟de delilleriyle
her şeyi zuhûra getirmiştir.”Nefsinizde ve ufkunuzda
âyetlerimizi göstereceğiz” âyetiyle hem nefsimizde hem
de ufkumuzda âyetlerini göstereceğini söyleyen Allah
İsra Sûresi 14. âyette de "Oku kitabını! Hesap
görücü olarak bugün sana nefsin yeter!" demekle
nefs kitabımızı okumamızı emretmektedir. İnsanlarda bu
âyetlerin yerli yerinde enfüs ve âfâkımızda okunmasıyla
görerek yaşama geçirmek gerektiği anlaşılmaktadır.
Bizler Kur‟ân‟ı yalnız satırlarda okuyup mütalaa ettiğimiz
için bir türlü yaşama geçiremiyoruz. Halbuki bu ilim ve
irfâniyet, bizlerin yaşama geçmemiz ve onun yaşam
zevkine sahip olarak mutlu olmamız içindir. İnsanların
çoğu Kur‟an âyetlerini tamamen muhkem olarak mütalaa
ettikleri için huzursuzluktan kurtulamıyorlar. Peçeli ve
tamamen şekli benimsemiş topluluklar plajlardaki
insanları kâfirlikle, dinsizsizlikle suçlarlarken o kâfirlikle,
dinsizlikle suçlanan topluluklar da İslâmiyeti dar
çerçevede mütalaa ettikleri kendilerini suçlayanları
yobazlıkla, gericilikle suçlamaktadırlar. Biraz evvel
söylediğimiz gibi bu iki topluluğa göre de Kur‟ân-ı Kerîm
ufkumuzda yazılmış âyetlerden ibarettir.
Sen kemâlât sahibi isen her iki toplum âyetlerini yerinde
görmeye bak. Her varlık yerinde hoş ve güzeldir. Sen
onları yerinde göremiyorsan, bil ki çirkinlik sendedir.
Allahü Teala Âl-i İmrân Sûresi 191. âyette “Rabbimiz!
Sen bunu boĢ yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi
ateĢin azâbından koru” buyuruyor. Allah bâtıl hiçbir
şey yaratmamıştır. Hal böyle iken sen nasıl birini iyi,
birini kötü görebilirsin. İyilik ve kötülük görmek, her şeyi
yerinde görmemekten olur. Mukayese edildiğinde ortaya
çıkar. Ayrıca Allahü teâlâ kişileri başkasından sorumlu
tutmuyor. Seni, sana soracak. Sana “O mütalaa ettiğin
toplumların hesabını ver” demeyecek. Onun için bizlerin
en çirkin olarak gördüğümüz şeyin kendi nefislerimiz
olması gerekir. Allah şeklinize ve amelinize bakmaz, kalb
ve niyetinize bakar. Hepimiz Allah‟ı sevdiğimizi söyleriz.
O‟nun yarattıklarını da sevmemiz gerekmez mi. Mecnun
Leyla‟nın mahallesindeki köpekleri bile „Leyla‟nın
mahallesinin köpekleri‟ diye severmiş.
Onun için toplumumuzdaki her türlü inanç ve şekilde
bulunan insanlar Allah tarafından o yerler için
yaratılmışlardır. Allah Âlim‟dir, bizler ise ma‟lûmuz.
Bizlerin ilm-i ezeliyette isti‟dâdlarımız Allah‟a nasıl ma‟lûm
olduysa, O da bizlerde, yaratılma yerimiz neresi ise o
şekilde tecellî etmektedir. Kimimiz meyhane için, kimimiz
kumarhane için, kimimiz inkârcı olarak yaratılmışız. Sen
onu yerinde görüp ona göre hareket edebiliyorsan o
zâhir olan âyetleri yerinde kullanmaktan mütevellit
huzurlu ve mutlu olursun. Kullanamazsan mutsuz
olursun.
Bu zâhir ve bâtın âyetleri nefsinde zevk eden ve iç içe
olma zevkiyle nefsinde yaşayanlar kâmillerdir. Onlar oruç
tutarlar, namaz kılarlar. Fakat bedenen zâhir, rûhen
bâtın zevkiyle bu ibâdetlerin sırlarını yaşarlar. Hiçbir
zaman zâhiri bâtından, bâtını da zâhirden ayırmadan her
şeyi yerli yerinde kullanarak mutlu olurlar. Onun için
Kur‟ân-ı Kerîm‟deki bu âyetleri yerli yerinde
kullandığımızda doğruyu ve zevki bulmuş oluyoruz.
İslâmiyeti dar çerçevelere sıkıştırıyor, zümreleri tenkit
ediyor ve kerih görüyorsak âlemdeki Kitab-ı Furkanın
âyetlerini okuyamamışız demektir. Allahü teâlâ her türlü
âyet tecellîlerini yerli yerinde okuyup yaşayan kullarından
eylesin. Âmin.

MUSA (A.S) VE ASÂ


MUCĠZESĠ

Cenâb-ı Allah bir gün Musa (A.S.)‟ya, Tâhâ Sûresi 17.


âyette belirtildiği gibi “Ya Musa sağ elindeki nedir”
diye sordu. Musa (A.S.) da “Ona dayanırım,
davarlarıma yaprak silkerim ve sürümü onunla
yönlendirmek gibi bir çok ihtiyaçlarımı gördüğüm
asâmdır.” dedi. Allah, “Onu yere bırak” diye buyurdu.
Musa asâyı yere bırakınca bir ejderha olduğunu gördü ve
korkmağa başladı. Allah “Ya Musa, korkma, biz onu
evvelki haline getireceğiz” dedi. Musa (A.S.) asâyı
yerden alınca asâ eski haline geldi. İkinci bir mucize
olarak da, Tâhâ Sûresi 22. âyette “Elini koynuna sok
ve çıkar. Kusursuz olarak bembeyaz olsun “
buyruldu. O da elini koynuna soktu ve çıkardığında, eli
bembeyaz olmuştu.”Bu iki mucize ile firavuna git.
Çünkü o çok azıttı. Ona yumuĢaklıkla yaklaĢ, Hakk
ve hakîkata davet et.” denildi.
İşte ister kendimizde kalp Musa‟sının hakîkat şeriat
asasıyla, davarları olan sıfatlarına, rûh yönünden gelen
rûhani tecellî yaprakları olsun, isterse rûhani tecellîler
doğrultusunda yönlenmesi olsun, Hakk ve hakîkat
yolunda ona dayanmak sûretiyle onu kullanıyorum
demesidir.
Afakta ise, Mürşîd-i Kâmilin sâliklerini taklîdi şeriat ile
değil, hakîkatten sonra gelen şeriat-ı sâni ile irşâd etmesi
demektir. Musa‟nın asası, mutmain olmuş Musa
(A.S.)‟nın nefsidir. Yere bırakması ise: akıl nimeti ile onu
yönlendirirse insanlarda kabulleniş olmaz. Onun için
kendi kontrolünden çıkması için “bırak asanı yere”
buyruldu. Yani kesbî ılımını bırak ki Allah‟ın vehbî ilmi
zuhûr etsin, demektir. Bir kişi aradan çekilirse kalır
Yaradan. Allah‟ın güç ve kudreti sonsuzdur. İşte o zaman
kişilerin akıl nimetiyle düzdüğü ilim cümlelerinin yanında,
Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîleri ejderha oluverir.
İkinci mucizeye gelince; bir sâlik, nisbîyetlerinden
kurtulup, Hakk‟ın varlığı ile var olduğunda, her ne fiil
işlerse işlesin, ondan işleyen Hakk olduğu için lekesiz ve
bembeyaz olacaktır. İşte bir sâlik de, Musa olarak
kendine nisbet ettiği süflîyyâttaki nefsini, mutmain olan
nefse tebdil ederek ona göre hareket eder ve yine
Hakk‟ın varlığı ile var olur ve bunu yaşantısına intikal
ettirirse bütün fiil ve işleri bembeyaz olacaktır.
Dolayısıyla da selamete çıkmış olarak nefis firavununun
karşısına bu iki mucize ile çıktığında galip gelecektir.
Musa (A.S.) mucizelerle Firavuna gider. Firavun “Senin
Rabbü‟l-Âlemîn dediğin nedir”diye sorduğunda Şuara
Sûresi 24. âyette belirtildiği gibi Musa (A.S.) “Rabbü‟l-
Âlemîn, yerlerin ve göklerin ve ikisi
arasındakilerin Rabbidir” dedi. Firavun çok zeki
olduğu için, Musa (A.S.)‟nın nübüvvet yönüyle verdiği bu
cevabı hafife alarak, “Ben hakîkatini soruyorum, o
ise nereden cevap veriyor” dedi. Halbuki, hakîkat
yönünün kelâmla ifade edilemeyeceğini bilmiyordu.
Çünkü hiçbir zaman, Zâtın sıfatla îzâhı mümkün değildir.
O bir zevk-i İlâhî‟dir. Ayrıca “ Rabbü‟l-Âlemîn
doğunun ve bâtının ve aralarındaki mevcûdun da
Rabbidir”diyerek sözünü bitirdi. Firavun, Musa (A.S.)‟yı
sihirbazlıkla suçlayarak tayin edilen bir yerde
karşılaşılmasını istedi. Musa (A.S.)'nın sihrini kim mağlup
ederse, ona büyük mükafatlar vereceğini söyledi.
Sihirbazlar garanti bizim galip gelmemiz görülecektir
diyerek Firavuna cesaret verdiler Firavun üçyüz sihirbazla
meydana geldi. Sihirbazlar Musa (A.S.)'ya “Sen mi
mârifetini göstereceksin, yoksa biz mi gösterelim”
dediler. Musa (A.S.) da “Siz buyurun.” dedi. Her biri
ellerindeki, ipleri yere bırakınca, tabiatta ne kadar yılan
çeşidi varsa (çıngıraklı yılan, kobra yılanı, . . gibi ) hepsi
ortalığı istila ettiler. Musa (A.S.) da asâsını yere
bırakınca, asâ ejderha olup bütün sihirbazların yılanlarını
yedi. Yani Musa (A.S.) ilm-i ledün diye bilinen hakîkat
şeriatını ortaya koyunca, bütün âlimim diyen kesbî ilim
sahiplerine galip gelir. Yunus Emre bir ilâhîsinde “Bir
sinek, kartalı aldı vurdu yere, ben de gördüm tozunu”
demekle bunu îzâh etmişlerdir. Sihirbazlar, yani nefs-i
emmâre firavununun âlimleri ilhamla tecellî eden Cenâb-ı
Hakk‟ın vehbî ilmi karşısında insanın gücünün
olamayacağını, bunların âlemlerin Rabbinin olduğunu
düşünerek “Harun ve Musa'nın Rabbine inandık.”
dediler. Tabii ki, Firavun bu yenilgi karşısında
hiddetlendi. Sihirbazlara “Sizin kol ve bacaklarınızı
çarprazlama kestireceğim.” dedi. Bu, „Ef‟âl ve
sıfatlarınızı Allah‟a nisbet etmekten men ederek, sizleri
bu zevkten mahrum edeceğim. ‟ anlamına
geliyordu. Onlar da “Bizler inandık, sen istediğini
yapabilirsin” dediler. Bir sâlikte de nefs-i emmâre olan
Firavunun bu engellemesi dâima olup durmaktadır. Kişi
tam inanır ve teslim olursa sihirbazlar gibi zarar görmez
ve kurtulmuş olur. Firavun, Musa taraftarlarını yok etmek
için ordularını toplamağa gittiğinde Musa (A.S.) da
taraftarlarıyla orayı terk ederek deryaya doğru yol aldı.
Cenâb-ı Hakk “Ya Musa asânı suya vur. Sana
deryanın ortasından bir yol açılacaktır.”dedi. Musa
da vurunca 12 yol açıldı. Deryanın ortasına geldiklerinde
Firavun da ordularıyla birlikte deryanın kenarına
gelmişlerdi. Musa ile birlikte olanlar Firavunun ordularıyla
birlikte arkalarından geldiklerini görünce yakalanacaklar
diye çok korktular. Musa (A.S.) ise onlara, “Korkmayın
! Cenâb-ı Hakk bizimle beraberdir.” dedi. Firavunun
orduları deryanın ortasına gelince, suların kapanmasıyla
hepsi orada helâk oldular. Musa ve taraftarları da
selâmete çıktılar.
İşte bizler de Musa (A.S.) gibi bir Mürşîd-i Kâmile tâbi
olur, onun Tevhîd okulunda merâtib-i İlâhiye‟yi tahsil
edebilirsek, asâ ve elimizi koynumuza soktuğumuzda
bembeyaz olma mucizesine sahip olmamız zuhûr
edecektir. Böylece, ister enfüsümüzde nefs-i emmâre
Firavununa, isterse âfâkımızdaki nice Firavunlara galip
gelmiş oluruz. Çünkü ebedî mutluluk, dünya ve Âhiretteki
saadet ve selamet bununla mümkündür. Mevlâm
cümlemize bu yolu nasîb etsin. Âmin.
MUSA (A.S.) VE HIZIR
KISSASI

Kur‟ân-ı Kerîm‟in Kehf Sûresinin 60 ilâ 83. âyetlerinde


kıssa olarak anlatılan Musa ile Hızır vak‟ası bizlere
sayılamayacak kadar ders vermektedir. Bizim gibi
Musaların, her zaman hazır ve bütün müşküllerimize
devâ olabilecek Hızırlara yani Mürşîd-i Kâmillere ihtiyacı
vardır. Onlar şeriat ve hakîkat deryalarının birleştiği
Marec-el Bahreyn mertebesinin sahipleridir. Orda
bulunurlar. Âyetlerin zâhiri aynen anlatıldığı gibidir. Zâhir
olarak da ibret almamız lâzımdır. Fakat, kıssada geçen
olayların bâtınını bilmezsek remzettiği mânâ ve şifreleri
anlamadığımızdan, lâyıkıyle istifade edemeyiz.
Bir gün Musa'nın kavmi Musa (A.S.)‟ya “Senden üstün
âlim bir kimse var mıdır ” diye sordular. Musa (A.S.)
“Yoktur” dedi. Çünkü âfâkta peygamberlerden üstün âlim
kimse olmaz. Enfüste kişinin nefs-i emmâresi de benlik
ve çok bilmişlikten mütevellit “Yoktur” diyecektir. Cenâb-ı
Hakk Musa (A.S.)‟ya “İki denizin birleştiği yerde bir
kulum var, onunla görüş” dedi. Musa (A.S.) “Onu ben
nasıl bulabilirim” diye sordu. Cenâb-ı Hakk da, sepete
yiyecek olarak, koyacakları balığın bulduracağını söyledi.
Arkadaşı Yuşa ile yola çıkan Musa, yollukları olan balığı
alarak yürüdüler. Balık aşkı, arkadaşı Yuşa ise nefsi idi.
İki deryanın birleştiği yerde mola verdiler. Musa uykuya
daldı. Musa uykuya dalınca sepetin içindeki balık bir yol
bularak denize gitti. Çünkü balığın denize gittiği vakit
kalp Musa‟sı uykudayken nefis Yuşa'sı uyanık olur. Vehim
şeytanı, nefis Yuşa'sının kalp Musa'sına balığı
hatırlatmasını unutturdu. Tekrar yollarına devam ettiler.
Bir zaman sonra Musa (A.S.) “Yuşa balığı getir yiyelim”
dedi. O da “Senin uyuduğun o iki denizin birleştiği yerde,
o denize bir yol buldu gitti” dedi. Musa “İşte gitmemiz
gerekli yer orasıdır” dedi ve geri döndüler. Oraya
geldiklerinde, bir pîr-i fânî gördüler. Selam vererek,
yanına yaklaşıp arkadaş olmak istediğini söyledi. O da
“Otur bakalım, evvelâ bir yemek yiyelim, sonra bu
mevzuyu konuşuruz” dedi. Yemekte Hızır'ın önünde
pişmiş bıldırcın eti ve kudret helvası vardı. Musa‟nın
önünde de çiğ bir tavuk vardı. Musa bunun hikmetini
sordu. O da “Senin gibi bu yiyeceğin de çiğ, onun için
seninle arkadaşlık yaptığımda sen benim sözlerime itiraz
edersin” dedi. Musa da “İtiraz etmem, çok şeyleri de
sizden öğrenirim inşâallah” dedi. İşte, Hızır olan Mürşîd-i
Kâmillere, Hakk ve hakîkati öğrenmek için gelen sâlikler,
hiç itiraz etmeden vuslatlarını tahsil etmelidirler. İtiraz
ederlerse, oracıkta kalır, bir adım dahi ilerleyemezler.
Daha sonra Hızır'la Musa, bir gemiye bindiler. O beldede
Hızır'ı herkes tanıdığı için, onlardan gemiye binme ücreti
bile almadılar. Hızır denize açılınca gemiyi deldi. Musa
itiraz ederek, ücretsiz bindikleri gemiyi neden deldiğini
sordu. Hızır da kendisine itiraz etmemek üzere söz
verdiğini hatırlatarak bu şekilde işlerine karıştığı takdirde
ayrılacaklarını söyledi. Sonunda karaya çıktılar. Orada bir
çocuk topluluğunun oyun oynadıklarını gördüler. Hızır, o
çocuklardan birisinin başını koparıverdi. Bunu gören
Musa tekrar itiraz ederek “Günahsız bir çocuğu ne için
öldürdün” dedi. Hızır da çocuğun kürek kemiğini çıkarıp
“Sen kürek ilminden anlarsın” diyerek Musa‟ya verdi.
Musa baktı ki çocuğun anne ve babası çok temiz
insanlar, fakat çocuğun ileride bir fesatçı olacağını gördü
ve anladı. Hızır Musa‟ya “Bir daha itiraz edersen
yollarımız ayrılacaktır.” dedi. Tekrar yollarına devam
ederek bir şehre geldiler. Orada bunlara hiç kimse
yiyecek vermedi. Buna rağmen Hızır yıkılmak üzere olan
bir duvarı düzeltti. Musa “Bu işimizin karşılığında ücret
alır ve yiyeceğimizi de temin ederdik” deyince Hızır “İşte
bizim arkadaşlığımız buraya kadardır. Ben onu ücret
karşılığı değil, fîsebilillah yaptım. Hem ben bu üç olayı
Cenâb-ı Hakk‟ın emirleriyle yaptım. Kendiliğimden
yapmış değilim” dedi. Musa “Madem Cenâb-ı Hakk‟ın
emriyle yaptınız, bana bunun hikmetlerini söylerseniz
memnun olurum” dedi. Hızır “Gemiye bindikten sonra,
gemiyi delmemdeki hikmet, o gemi on yetimin malı idi.
Yakında seferberlik ilân edilecek, ülkenin zalim padişahı
bu delik gemiyi emrine almak istemeyecek. Yetimler de
gemi ticaretiyle uğraşmaya devam ederek mağdur
olmalarını önlemek için yaptım” dedi.
Mürşîd-i Kâmiller de kendilerine tâbi olan sâliklerin beş
zâhir beş bâtın duygularının Hakk ve hakîkat yolunda
irfâniyetlerini sağlayabilmeleri için varlık gemilerini
delerler. Çünkü zalim hükümdar olan nefs-i emmâre, bu
duyguların malı olan o varlığa sahip çıkmasın. Bir sâlik
de, Kâmilinin verdiği zikirden sonra Tevhîd-i Ef‟âl‟i
aldığında, bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu anlayınca,
varlık gemisine su girdiğini görecektir. Yani, o ilim nûru
olan suyun, varlık gemisine ef‟âl deliğinden girerek
gemiyi istilâ ettiğini anlayacaktır. Tabii ki Musalar da o
güne kadar kendine nisbet ettiği bütün fiillerin fâili
Allah‟tır denince itiraz edecektir. Çünkü hemen
kabullenmek çok zordur.
Hızır çocuğun başını koparılması ile ilgili olarak “Anne ve
babası çok temiz insanlar olduğu halde, bu çocuk
büyüyünce fesatçı olacağı için Cenâb-ı Hakk‟ın ilhamı ile
başını kopardım.” dedi. Bu, o güne kadar nefs-i
emmârenin doğrultusunda zâhir olan kin, gadap, şehvet
vb. gibi sıfatların öldürülmesidir. İnsanlarda baş,
sıfatların tecellî mahalli olduğu için „başı koparıldı‟
denmiştir. Anne ve babanın temiz kişiler olması da, rûh
ve onun tecellî sıfatları olan nefsin, aslında Rabbimin
emirlerinden olmasındandır. Ne zaman emmâre nefse
uydu, o zaman fesat çıkarır.
Duvarın yıkılıp tekrar yapılması konusunda Hızır “O
duvarın altında iki yetimin hazineleri vardı. O yetimler
henüz küçük oldukları için, akıl baliğ olmadan duvar
yıkılıp o hazineleri başkaları almasın diye duvarı
yeniledim. Çünkü o zamana kadar çocuklar büyüyecek,
hazineler duvarın altında olduğu için de hiç kimsenin
haberi olmasın diye yaptım” dedi. Duvardan murâd senin
diye bildiğin vücûdundur. Bazı zevât “Duvarın
altındakilerden biri „lâ ilâhe illallah‟, diğeri de
„Muhammeden resullullah‟dır.”, bazıları “Biri öz, biri de
söz hazine küpleri”, bazıları da “O duvarın altındaki
hazineden kasıt, biri celâl biri de cemaldir” demişlerdir.
Sendeki bu hazine biri ten, biri de candan ibarettir. Hızır
gibi Kâmillerden aldığın telkînâtla, vâriyetini, ef‟âl
burgusuyla delmeli ve harap etmeli, sıfatlarından zuhûr
eden nefsinin, kendine nisbîyet isteklerinin başını
koparmalı ve vücûdun Vücûdullah olduğu idraki ile
mülkünde O‟ndan başkasını bırakmayarak, dâima
Zâtından sıfatlarına tecellî ile sıfatlardaki fiilleri müşâhede
etmen gerekir. Peygamber Efendimiz, “Musa (A.S.)
Hızır‟a biraz daha sabretmiş olsa idi daha çok şeyler
öğrenecek idi.” demiştir. Dikkat edilirse, Musa her
seferinde itiraz etmiş ve sonunda da özür dileyerek
kendini levm ( kınama) etmiştir. Bu da bir sâlikin her
Hakk‟ın doğru tecellîlerine itiraz etmesi doğarsa da,
Kur‟ân-ı Kerîm terazisiyle tartınca hemen levm etmesi,
yani hata yaptığını kabul edip tövbe etmesi gereklidir.
Kişinin vuslatını bu levm etmeler yükseltecektir. Bu kıssa
bir sâlik ile bir Mürşîd-i Kâmilin arasındaki olaydan
ibâdettir. Yukarıdaki kıssada gemiden murâd kişinin
vâriyetidir. Variyet gemisini delmeli, harab etmeli, yani
vâriyeti bırakmalıdır. Öldürülen erkek çocuğundan murâd
ise insanın kendine nisbet ettiği nefsidir. Eski duvarın
yıkılması da insanın kendi vücûdudur. Eskiden vücûd
senindir zannederdin, sonra onu düzeltip Hakk‟ın
olduğunu anlamış oldun. Rûh Makâmı, Cem Makâmıdır.
Bir kimse Kâmilden aldığı tahsille, kesreti tabiyeden
kurtulur. Çünkü ef‟âl, sıfat ve vücûdun Hakk‟ın olduğuna
vâkıf olunca kesreti tabiyye kalmaz. Vahdâniyyet deryası
olan rûh Makâmı yani Makâm-ı Cem‟e vuslat bulmuş
olur. Cenâb-ı Allah cümle ihvâna bu kıssayı lâyıkıyla idrâk
etmek nasîb etsin. Âmin.

MUSA (A.S.) KAVMĠNĠ SAMĠRĠ‟NĠN


SAPTIRMASI
Musa (A.S.) Rabbinden Tevrat levhalarını almak için
kavminden yetmiş kişi seçerek Tûr-i Sînâ‟ya gitti. Yerine
de kardeşi Harun (A.S.)‟u vekil bıraktı. Dönüşünde
kavminin Samiri tarafından aldatıldığını görünce kardeşi
Harun‟un yakasından tutarak “Ey anamın oğlu ! Bunlara
neden sahip olmadın.” dedi. Bu sırada elindeki Tevrat
levhaları yere düştü. Tûr-i Sînâ‟da kavminin önünden
acele ederek gittiğinde, Cenâb-ı Allah ona “Ya Musa!
Seni acele ettiren sebep nedir” dedi. Musa (A.S.) “Ya
Rabbi sana bir an evvel kavuşmaktır.” buyurdu. Cenâb-ı
Allah da “Ben senin kavmine fitne verdim” dedi. İşte bu
söz aklına geldiğinde fitneliğin de Cenâb-ı Hakk‟tan
olduğunu düşünerek kardeşi Harun‟un yakasını bıraktı.
Tevrat levhalarını da yerden toplayarak Samiri‟nin yanına
gitti.”Ey Samiri senin yaptığın bu iş nedir” diye sordu. O
da, “Ben İsrailoğullarının görmedikleri Cebrail‟in atının
ayak izinden bir avuç toprak alarak altından yaptığım
buzağının üzerine serptim ve böğürttüm. Bunu bana
nefsim hoş gösterdi.” dedi. Musa (A.S.) altından yapılmış
böğüren buzağıyı ezdi ve tozunu da denize savurdu.
Samiri‟ye de “Haydi defol git. Hayatın boyunca benimle
temasın olmasın” diyerek huzurdan kovdu.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Tâhâ Sûresi 83. âyetten 98. âyete
kadar anlatılan bu olay bizlere birçok ibretler
vermektedir. Bu âyetleri zâhir ve bâtın olarak zevk etmek
mümkündür. İsrailoğulları maddiyata düşkün, altın ve
para için hemen dönüş yapıveren bir topluluktu.
Günümüzde de taklîdi bir îmân ile inanmış kişilere, altın
ve para gibi dünya ile ilgili nefsin isteklerini teklif
ettiğimizde herkes sıraya girmez mi. Musa (A.S.) henüz
Tûr-i Sînâ‟dan Tevrat levhalarını kavmine getirip tebliğ
etmediği için, kavmi, Musa‟nın Rabbini zanda, hayâlde
görünmeyen bir Rab olarak kabul etmişti. Samiri'nin altın
ve mücevherleri eriterek altından bir buzağı yapması ve
Cebrail'in atının ayak izlerinin tozundan bir miktar alıp
yaptığı bu buzağının üzerine serpmesi buzağıyı
böğürtmüştür. Elbette o kavim de gördüklerine
inanmaları nedeniyle Samiri'ye hemen inanmışlardır.
Günümüzde de çok güzel konuşan bazı kişiler, toplumun
cehâletinden istifade ederek, onların üstünde bir ilimle
onları kandırmıyorlar mı. Konuşurken öyle ateşli, öyle
inandırıcı akıl buzağısını böğürtüyorlar ki, şühûd sahibi
olmayanların çoğu bunlara kanıyor. Bâtında da, Musa‟nın
kavmi, ibâdetle amellerini yapan, fakat yaptığı ibâdetlerin
tahkikî irfâniyetine sahip olmayan bir topluluktu.
İbâdetlerini taklîd yapıyorlardı. Samiri‟nin onların ziynet
ve altınlarını eriterek buzağı yapması ise nefislerinin süflî
tabiat isteklerine tâbi olması ve altın gibi dünya
muhabbetinin ağır basmasından ileri gelmiştir.
Musa (A.S.) nübüvvet sahibi olduğu için toplumun
seviyesine inerek onları irşâd ve ikna etmesi
mümkündür. Kardeşi Harun (A.S.) ise velâyet sahibi
olduğu için onda Vahdâniyyet zevki galipti. Sözlerindeki
şeriat eksikliğinden dolayı kavmi ona tâbi olmadı. Musa
(A.S.)‟nın Harun‟u yakasından tutarak, „Ey anam oğlu!”
diye sallaması, rûha yakın olan Vahdâniyyet zevkine
sahip olan Harun‟u, nefis olan kesret tarafına yani,
Musa‟nın nübüvvet yönü Hakk tarafına çekmesidir. Bütün
fiillerin fâilinin Allah olduğunu idrâk ettiğinde, bu da
Hakk‟ın bir tecellîsidir diyerek, “Fitne de Allah‟tandır”
dedi. Musa (A.S.) Samiri'ye, “Haydi defol git” dedi. Bu
kelâm Musa‟nın gazâbından sâdır olmuştur. Çünkü
enbiya ve evliya Hakk‟ın kemâl sıfat mazharlarıdır. Bunlar
her kime gazâb ederse o kimse Hakk‟ın kahrından dünya
ve âhirette şaki ve ebedi azâbla cezalanır. Benden
uzaklaş diye kovulsa da, bâtıl davete icabet edenlerin,
Hakk ve hakîkatten uzak kalmalarından ibarettir. İşte
vücûd ülkemizde de emmâre nefis komutanının bir çok
dalavere ile süflîyyât istek ve arzularını, güzel
göstererek, kendi inanç doğrultusunda, bu vücûdumuzun
kavimleri olan sıfatlarımızı Hakk ve hakîkat yolundan
ayırmak istemektedir. Rûh da Rabbinden aldığı emirler
doğrultusunda bütün sıfatların gayriyeti değil, ayniyeti.
Huzursuzluğu değil, refah ve mutluluğu istemektedir.
Bizlere, Cenâb-ı Allah, Samiri gibi aldatıcı ve süflî
isteklerden kurtulup, Musa ve Harun gibi Hakk ve hakîkat
yolunda tahkike ermemizi istiyor. İlm-el yakîn olan
ibâdetlerimizi, ayne‟l ve Hakk-al yakîn olarak yapmamızı
öneriyor. Her düzgün konuşan kişilerin, her konuşmasını
Kur‟ân terazisiyle ile tartmamızı istiyor. Cebrail gibi,
Mürşîd-i Kâmillerin sözlerinden bir miktar alıp, kendi malı
gibi satanlara kanmamamızı istiyor. Cenâb-ı Hakk bütün
kardeşlerimizi böyle Samirilerden muhâfaza etsin. Âmin.

MUSA (A.S.)‟NIN ġUAYB (A.S.)‟DAN


TAHSĠLĠ

Musa (A.S.) bir gün evinden çıktığında, Firavunun


adamlarından iki kişinin birbirleriyle kavga ettiğini gördü.
Birisi düşmanına karşı Musa‟dan yardım istedi. Musa da,
karşıdaki kişiye bir yumruk vurunca onu öldürdü. Musa
bu olaya üzüldü ve Rabbine yalvararak, hata yaptığını,
affetmesini istedi. Allah da onu bağışladı.
Şehrin öteki başından gelen bir kişi, Musa‟ya, Kasas
Sûresi 20. âyette belirtildiği gibi “Ey Musa, Ģehrin ileri
gelenleri seni öldürmek için hakkında müzakere
yapıyorlar. Buradan çık git”dedi.
İşte bizim gibi Musalar, nefs-i emmâre Firavununun
vehim ile akıl adamlarını kavga ederken buldu. Hakk ve
hakîkata gönül veren Musalar, bunlardan birisi olan
„vehim‟i vurunca öldürdü. Bu Musa‟nın düşmanlarından
idi. Kişilerin ikisi de nefs-i emmârenin kuvveleri olduğu
için korktu. Şehrin öteki başından gelen rûhun Akılı onu
ikaz ederek oradan kaçmasını söyledi. Musa da Medyen‟e
doğru yol aldı. Medyen, kendi varlığından geçerek,
Hakk‟ın varlığı ile var olan kurtulmuşların diyarıdır.
Medyen suyuna varınca hayvanlarını sulayan bir kısım
insanları buldu. Suyun başında, herkes sıraya girmiş,
fakat iki kız da davarlarını sulamak için, en sonda sıra
bekliyordu. Kızlara Musa yaklaşarak, onların durumunu
sorarak, başka suyun olmadığını öğrendi. Kızlar işaret
ederek, karşıdaki büyük bir taşın altında, bir suyun
olduğunu, fakat babaları ihtiyar olduğu için davar
sulamaya gelmediğini, kendilerinin de buna güçlerinin
yetmediğini söylediler. Onun için herkes suladıktan
sonra, sıra bize geldiğinde sulayabileceklerini söylediler.
Musa güçlü kuvvetli olduğu için o büyük taşı kaldırarak
kızların davarlarını suladı. Kızlar da, erkenden babalarının
yanına döndüler.
Babaları Şuayb (A.S.) kızlara “Bu gün erken geldiniz”
dedi. Kızlar da, Musa isminde bir çobanın kendilerine
yardım ettiğini, onun güçlü kuvvetli ve çok temiz
olduğunu babalarına söylediler. Ücretli olarak onu çoban
tutması için babalarına ricada bulundular. Şuayb (A.S.)
kızların tekliflerini kabul ederek, Musa'yı çağırmalarını
söyledi. Musa geldiğinde pazarlık başladı. Bu durum
Kasas Sûresi 27. âyette şu şekilde anlatılmıştır: “Bana
sekiz yıl ücretle çalıĢırsan, bu kızlarımdan birini
sana nikâh yaparım. Eğer on seneyi tamamlarsan,
bu beni daha memnun eder”
İşte bir sâlik de, Mürşîd-i Kâmile gider, onun tahsilinde
sekiz sene çalışır, yani sekiz sıfat-ı subûtiyesinin terbiye
tahsilini görürse, rûhun, rûh sıfatlarından tecellî eden
ameli olan kızına sahip olur. Bu, kişinin kendine nisbet
ettiği sıfatları fâni etmekle, Hakk‟ın sıfatlarının kendi
mazharından tecellî zevkine sahip olur demektir. Musa,
sekiz sene sonunda Şuayb (A.S.)‟dan kızını alarak
ayrılırken, Şuayb (A.S.) Musa‟ya “Bir sene daha kalırsan,
davarların kuzularını da sana hediye ederim. Sermayeniz
olur.” dedi. Musa bir sene daha Şuayb (A.S.)‟ın yanında
kaldı. O sene kuzuların hepsi erkek doğdu. Şuayb (A.S.)
“Musa ! Bir sene daha kalırsan, inşâallah Rabbim kuzuları
dişi verir. Böylece çoğaltırsınız” dedi. Musa bir sene daha
kaldı. Bu sefer kuzuların hepsi dişi doğdu. Musa eşi ile
birlikte, erkek ve dişi kuzuları da alarak yola çıktı. İşte bir
kişi de Fenâfillâh olup, sekiz sıfatının, Hakk‟ın tecellîsi
olduğunun zevkine erince, o kişi Rûhullah olur.
Vahdâniyyet zevki, onun bütün erkek kuzu olan Vahdet
tecellîlerine mazhar olur. Bir sene daha kalarak, dişi
kuzuların doğması da rûh mertebesinden kesret âlemine
sıfatlardaki tecellîsi ile nevâfil olarak yaklaşımıdır. Şu
halde, bizim gibi Musalar, Firavun olan nefs-i emmâre
ülkesinden, Şuayb (A.S.)‟ın bulunduğu, Mürşîd-i Kâmilin
ülkesi Medyen‟e gitti. Mürşîd-i Kâmilde sekiz sıfatından
tecellî eden, her tecellînin kendisinin olmadığını, bunların
Hakk‟ın olduğunu tahsil etmekle, amellerindeki şirk
halindeki bekâ tecellîleriyle müşerref olarak, Rabbinin
tecellîleri ve ameli olan kızını da almış oldu.”İki sene
daha kalırsan memnun olurum” sözü ise birinci senede
kuzuların erkek doğması, Vahdâniyyet zevki ile kişinin
zevklenmesi ve Hakk‟tan başka hiçbir şeyi görmemesi
demektir. İkinci senede kuzuların dişi doğması, kişinin
bütün sıfatlarından Hakk‟ı zuhûr etme zevkine sahip
olmasıdır. Kul olma zevki, kişinin Muhammed olma
zevkine sahip olmasıdır. Kasas Sûresi 19 ilâ 29. âyetleri
arasında anlatılan bu kıssa, ulûlazîm peygamber olan
Musa (A.S.)‟nın hikayesi olarak bizlere anlatılmışsa da,
ibret olarak bizim gibi Musaların, bir Mürşîd-i Kâmil olan
Şuayb (A.S.)‟a sığınmamız gerektiğini anlatıyor. Sekiz
sene hizmet ederek tahsil etmemizin gerektiğini
bildiriyor. Bu tahsili yapmayanların helâk olacağını
anlatıyor. Cenâb-ı Allah, bütün kardeşlerimi nefsin
tahakkümünden kurtarsın. Vuslatında kolaylıklar ihsân
etsin. Âmin.

MÜ‟MĠN KĠMDĠR
Mü‟min Allah ve Resulüne inanan Kur‟ân-ı Kerîm‟de
emredilen emir ve yasakları uygulayarak emniyete
kavuşan kimsedir. Enfal Sûresi 2. âyet “Gerçek
mü'minler ancak o mü'minlerdir ki, Allah anıldığı
zaman kalpleri ürperir; karĢılarında ayetleri
okunduğu zaman, îmânlarını artırır ve Rablerine
tevekkül ederler”, Enfal Sûresi 3. âyet “O kimseler
ki, namazı dürüst kılarlar ve kendilerini
rızıklandırdığımız Ģeylerden baĢkalarına
dağıtırlar” ve Enfal Sûresi 4. ayetlerde “ĠĢte gerçek
mü'minler onlardır! Onlara Rablerinin katında
dereceler vardır, mağfiret ve güzel rızık
vardır!” buyrulmuştur.
Bu âyet-i kerîmelerde geçen bu ifadeleri açmak
gerekirse; dâimî zikirle Allah‟ı her nefeste zikreden sâlikin
korkarak kalbi ürperir, titrer. Zira kendinin güç ve
kuvvetinin olmadığını, güç ve kuvvet sahibinin Allah
olduğunun bilincindedir. Allah‟ı Allah‟la zikrettiği
tâlimatını göz önünde bulundurarak kendisine şah
damarlarından daha yakın olan Rabbinin, kendi kalb
davuluna tokmağını vurduğunu, bu nedenle kalbinin
dâima titrediğini hissedecektir. Bu tokmağın vuruş sedâsı
vücûd ülkesindeki bütün sıfat ve a‟zalarımızın dikkatini
oraya toplayacaktır. Ayrıca, Tevhîd tokmağını vurdukça,
gözlerinden yaş akması, tüylerinin diken diken olması,
kalbinin hop hop hoplaması ve cezbeye gelmesi onun
kalbinin titremesinin ispatıdır. Kendini yakın takibe alan
kişi gafletten kurtulduğunda bu tokmağın vuruş
sedâlarındaki nurların kalbi zamanla ihâta ettiğini
görecektir. Artık “Zikirle kalbler mutmain olur” âyeti
tecellî ettiği için, nefse mahsus olan zikir kapısı
kapanmış, kalbe mahsus olan sıfat zikriyle mutmainlik
tecellî etmiş olacaktır.
İşte bu demden sonra o kimseye sırasıyla ef‟âl âyetleri,
sıfat âyetleri ve Zât âyetleri, zâhir ve bâtında
okunduğunda îmânları artacaktır. Zira sâlik daha evvel
bu âyetlerden yani Allah‟ın delillerinden habersizdi.
Okuyup, tecellîsini şühûd ettiğinde elbette ilm-el
yakînlikten ayne‟l ve Hakka'l yakınlığa vâkıf olunca îmânı
artmış olacaktır. Dolayısıyla da taklîdi bir îmândan tahkikî
îmâna geçtiklerinden, nefislerini bilmeleriyle Rablerini de
bilmiş olacakları için onlar Rablerine tevekkül ederler.
Çünkü her an ayrı bir şe‟nde tecellîsini gösteren Allah,
fiillerin fenâsı, sıfatların fenâsı, vücûdun fenâsından
terakkî ederek fiilerin fâilini, sıfatların mevsûfunu,
vücûdun mevcûdunu şühûd ederek her işini Allah‟a
bırakarak onun her tecellîsine rıza gösterir. Ayrıca onlar
kendi varlıklarından geçip Necm Sûresi 8. ve 9. âyetlerde
sözü edilen Allah‟la konuşmayı gerçekleştirmiş olurlar ve
bu zevkle namazlarını gereği üzere kılarlar. Her an ayrı
ayrı tecellîleriyle beraber olarak Hakk‟la konuşmuş
olurlar. Zira Allah‟ın bu Âdem ve âlemde altı pencereden
ayrı ayrı tecellîlerinin irfâniyetine sahip oldukları için
hepsini bir terazi ile tartarak değil, her penceredeki
Hakk‟ın terazisi olan fark kantarı ile tartarak huzur-u
kalble namazlarını dâimî salât olarak kılarlar. Bu manevî
zenginliklerini de kendilerine ve isteyenlere Hakk yolunda
harcarlar. İşte bunlar gerçek mü‟minler olup Rableri
katından onlara dâima ilhamlar zuhûr edip saadet içinde
amel edip Cennet‟teki tükenmez nimetlerden istifade
etmektedirler. Bunların bir adı da melamîdir. Çünkü
onların özü Kur‟ân, sözü Furkan, yüzü vech-i Rahmândır.
Cenâb-ı Allah, fâil-i mutlak resminde bu kişilerden tecellî
etmektedir. Fakat bunu görmek her insana nasîb
olmadığı için bilmeyenler onun yalnız resmini görür.
Allah‟ın en güzel esmâlarından biri de El-Mü‟min'dir. Emîn
edicidir. Zâhirde halk içinde herkes gibi yaşamlarını
sürdürürler. Fakat bâtında Hakk iledirler. Allah
cümlemize bu hasletleri nasîb etsin. Âmin.

MÜRġĠD-Ġ KÂMĠL KĠMDĠR

Mürşid-i Kâmil, irşâd eden, doğru yolu gösteren, terbiye


eden, insanları gafletten kurtaran, peygamber vârisi
olan, “El ulemayı veresetül enbiya” (H.Ş.) gereğince
“Elif, Lâm, Mim” sırlarını kendinde toplayan canlı bir
kitaptır. Allahü Teâla ilmi ezeliyette onları seçmiştir.
Onlar her insan gibi devrin yarısını bu âleme gelinceye
kadar tamamlamış, cemâdât, nebâtât, hayvânât ve
insana kadar gelerek baba sulbü, anne sulbü ve tabiat
âlemlerini takip ederek Tin Sûresi 5. âyetinde tarif
edilen “Sonra da çevirdik aĢağıların aĢağısına
kaktık” aşağıların en aşağısına, insan-ı asliyesini bulmak
isteyenler için gönderilmiştir.
Tin Sûresi 6. âyette “Ancak îmân edip yararlı iĢler
yapan kimseler baĢka; onlar için kesilmez bir
mükâfat vardır” buyrulmaktadır. Bu insanlar nefs
âleminden yolculuğa çıkarak bir Mürşid-i Kâmilin eteğini
tutup, nefs-i emmârelerinin tahakkümü olan nisbîyet ve
şirklerinden kurtularak insan-ı asliyesini öğrenip Rûhullah
olacaklardır. Kendi varlıklarını Hakk‟ın varlığında ihtiyarî
olarak yok edip, Cenâb-ı Hakk‟ın kemâlâtıyla tecellîlerini
kendi varlıklarında zuhûra getirirler.
İlm-i ezeliyette kendisine Mevlâ tarafından lütfedilen
irşâd göreviyle, toplumun içine inerek, onları nefs
âleminden rûh âlemine veya kesâfet âleminden letâfet
âlemine vuslat için irşâd ve çeşitli terbiye metodlarıyla,
kendisi daha evvel İnsan-ı Kâmilinden nasıl irşâd olduysa
aynen öyle irşâd edecektir. Çünkü Nahl Sûresi 78.
âyetinde “Allah, sizi annelerinizin karınlarından
hiçbir Ģey bilmediğiniz bir halde çıkardı. Öyle iken
size, iĢitme, gözler ve kalpler verdi ki,
Ģükredesiniz” buyrulmuştur. İşte bizler daha evvel
hiçbir şey bilmezken, manevî anamız olan Mürşid-i
Kâmilimiz butûnundan bizleri irfâniyet ve kemâlâtıyla
çıkarıp kulaklarımızla Hakk ve hakîkati duyan,
gözlerimizle Hakk ve hakîkati gören, kalblerimizle de
cehâlet zincirlerini kırarak tefekkür eden bir hale
dönüştürdü. Bizlerin isti‟dâdlarında bu kemâlât olmamış
olsaydı, bizler ne Mürşid-i Kâmil mazharından bu Tevhîd
yoluna çağırılır ne de nefs âleminden rûh âlemine vuslat
bulabilirdik. Buna ne kadar şükretsek azdır.

Mürşid-i Kâmilin üç belirtisi vardır:

1- Onun yüzüne baktığınız zaman onlar Allah‟ı


hatırlatıcıdır.
2- Sohbette iken ve hâllerinde mıknatıs gibi kişileri
çekicilikleri vardır.
3- Sohbet ettiklerinde, dinleyenler sohbetinden
hoşlanırlar, “anlatsa da biraz daha dinlesek” derler.
Onların yanında her türlü üzüntü ve sıkıntımızın yok
olduğunu görürüz. Soru sorulduğunda tatmin edici
cevaplar alınır. Alçak gönüllüdürler. Sâliklere, Cebrail‟in
Meryem validemize Hz. Îsâ (A.S.)‟yı müjdelemeye geldiği
gibi yaklaşmayı düstur edinmişlerdir. Kur‟ân-ı Kerîm
ahkâmı ve sünnet-i seniyyeden kat‟iyen ayrılmazlar.
Ellerini, dillerini, evlerini, gönüllerini, imkânları nisbetinde
açan zâhir ve bâtın cömert kişilerdir.
Onlar sâlikleri kendilerine bağlamazlar, râbıta
yaptırmazlar. Hakk‟a bağlar, Allah‟a râbıta yaptırırlar.
Kendilerindeki Rabbü‟l-Âlemîn‟in zikrini, fikrini, müşâhede
ve yaşamını öğretirler. Böylece dünyada Âhiretin
mutluluğunu ve Cennet‟ini yaşarlar. ”Ġnsan benim
sırrım, Ben de onun sırrıyım” Hadis-i Kudsîsi onları
tarif eder. Cenâb-ı Allah Mürşid-i Kâmil resminde tecellî
etmektedir. Herkese bunların sîretini görmek nasîb
olmadığı için, bazıları onun resmini görür, maalesef
sîretini göremez. Mürşid-i Kâmil resminden Hakk‟ı ancak
Allah‟ın nasîb ettikleri görebilir.

MÜRġĠD-Ġ KÂMĠLLERĠN
SÂLĠKLERĠNDEN ĠSTEDĠKLERĠ
Tasavvufta, vuslat nefsten rûhadır. Nefs terbiyesi için,
kişinin kendi insan-ı asliyesini öğrenmesi şarttır. Bunun
için de Mürşid-i Kâmili olan Rabbine, sevgi, teslimiyet ve
sadakatle sarılması lâzımdır.
Sevgi, sıradan bir sevgi, teslimiyet sıradan bir teslimiyet
olursa, onun vuslatı mümkün değildir. Kişiler belki
sohbetlerde çok ilim de elde edebilir. Fakat nefsin
elinden kurtularak rûh vâdisine intikâl edemez.
Bir kişi, ister kabir ziyâretine gitsin, ister bir velinin türbe
ziyâretine gitsin, onun diri değil de ölü olduğu idrâkiyle
ziyâret ettiği müddetçe ondan hiçbir fayda sağlayamadığı
gibi, onunla irtibat da kuramaz. Bizler de aynen bunun
gibi, Kâmillerin Hakk‟ın varlığı ile diri olduğunu, Mürşîd
mazharından bizzât Cenâb-ı Hakk‟ın terbiye ve irşâd
ettiğini, herhangi bir kişinin huzurunda veya sohbetinde
değil, bizzât Hakk‟ın huzur ve sohbetinde olduğumuzu
hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Mürşid-i
Kâmillere sâliklerin sevgi ve teslimiyetleri tam olmazsa
onların da vuslatı olmaz. Çünkü sâliklerin sevgi ve
teslimiyeti nisbetinde Cenâb-ı Hakk onlarda algılama ve
kabulleniş zuhûr ettirmektedir. Dolayısıyla da, kendi
gönüllerinde, yalnız ilm-el değil, Hakka‟l-yakîn olarak
zevk idrâki tecellî edecektir.
Ma‟lûmunuz sevgi, tilkinin tavuğu sevmesi gibi tek taraflı
olursa, bu, arzu edilen sevgi değildir.
Rûhun sevgisi olan, kulun Hakk‟ı sevmesi ve Hakk‟ın da
kulunu sevmesi olan çift taraflı sevgi veya ilâhi sevgi
olan, kişinin bütün mevcûdiyetiyle Rabbine dönme hali
olursa, işte o zaman seviyorum diyebiliriz.
Sevginin kişilerde geliştirilebilmesi için, Peygamberimiz
“selamlaşınız, selamlaşma sevgi bağlarını pekleştirir.”
buyurmuşlardır. Onun için, selamlaşmalar ve
imkânlarımız nisbetinde sık sık ziyâretler yapmalıyız.
Ziyâret imkânımız olmasa bile, telefonla hal hatır sormalı,
gelen gidenlerle selam göndererek sevgi bağlarını
kuvvetlendirmeliyiz. Ancak sadece telefon etmek yeterli
olmamaktadır. Çünkü, kişilerin sevgisinin belirtisi
kendisindeki, hâl ve tutumundan görülmektedir. Bir
Fransız yazar "Söz Söylemek ve İnsanlar Üzerinde Tesir
Yapmak" adlı kitabında, "karşınızdaki kişilerin
hoşlanacağı bir şekilde karşınızdakine hitap ediniz"
demektedir. Güzel sözün etkisini eşlerimiz üzerinde
müşahede etmişizdir. Eşlerimize “Hayatım, gülüm,
canımın içi. .” gibi sözler kullandığımızda onların bizim
hakkımızdaki olumsuz fikirleri hemen değişir ve sevgi
bağlarının kuvvetlendiği görülebilir.”Tatlı dil yılanı bile
deliğinden çıkarır” denmiştir. Büyüklerimiz “Sevdiğin
nisbette sevilirsin” buyurmuşlardır.”Yemen‟dedir
yanımdadır, yanımdadır Yemen‟dedir” buyrulmuştur. Bazı
kişileri gönülden sevgileri nedeniyle, Yemen kadar uzakta
olsalar bile onları yanımızdaymış gibi hissederiz. Bazen
de bedenen yanımızda olsalar bile, sevgilerinin
yetersizliğinden Yemen kadar uzakta olduklarını
düşünürüz.
Mürşîd-i Kâmiller sâliklerinden teslimiyet isterler.
Teslimiyet „İslâm‟ kelimesinden gelir. Toplumda birçok
kişi İslâm olduklarını söyleyip dilleriyle “Lâ ilâhe illallah,
Muhammederresûlullah” dedikleri halde, İslâmın emir ve
yasaklarını uygulamazlar. Bunlar kelimenin Cennet‟ine
elbette gireceklerdir. Başka da herhangi bir îmân ve
amel olmadığı için, bunların Cennetlerinden de
mahrumdurlar. Bu teslimiyet Allah‟ın indinde yeterli
midir. Sizler bunun cevabını veriniz.
Bazıları da, kelime-i şehâdet getirirler, beş vakit
namazlarını da boynumuzun borcudur diye taklîdi olarak,
mânâsını bilmeden, nefislerini tatmin ederek kılarlar.
Bunlar da elbette amel Cennet‟ine gireceklerdir. Fakat
irfâniyet Cennetlerinden mahrumdurlar. Bir de bütün
bunları yapıp, bu yaptığı ibâdetlerin irfâniyetine sahip
olup, hem amel Cennetlerinde, hem de irfâniyet
Cennetlerinde, Cenâb-ı Hakk‟ın sevgili kulu olarak
bulunmaları ve yaşam müddetince huzur, refah ve
saadet içerisinde bir yaşam sürmeleri daha iyi değil
midir. Aynen onun gibi teslimiyetinde de, Ebubekir (R. A.
) Efendimiz gibi, bir sıddıkiyet içersinde Rabbimize teslim
olup, dâima kendimizde Rabbimizi müşâhede etmemiz,
Cennet‟imizde onunla beraber olmamızı sağlayacaktır.
Cenâb-ı Allah insanı merkez üssü olarak seçmiştir. Bütün
bu âlemdeki varlıkların özü, insan olan Âdem‟in merkez
üssünden, frekans, şua, cereyan ve dalgalar gibi kesafet
yönü ile göremediğimiz bir çok etkilenme nurunu, ilâhi
bir emirle Âdem‟in merkez üssünden kendilerine
aktarılmaktadır. Elbette, Rabbü‟l-Âlemîn mazharları olan
Mürşid-i Kâmillerden de onlara sevgi ve teslimiyet içinde
bulunan sâliklere, sevgi ve teslimiyetleri nisbetinde bu
nurun, yüksek bir cereyan halinde intikâl etmesi
görülecektir. Şu halde, bizi bizimle yönlendiren ve sevk
eden, zâhir olarak göremediğimiz, fakat fiillerin tecellîsini
gördüğümüzde anlayabildiğimiz güçlerin olduğu açıktır.
Onun için bizler sevgi ve teslimiyetimizi tam olarak
gösterirsek menzile ulaşmamız mümkün olacaktır. Soğuk
bir demir bile, ateşte kızardıktan sonra, ustanın elinde
istediği şekli alabiliyor. Yoksa soğuk olarak şekillenmesi
mümkün olmuyor.
Kardeşlerimin, sevgi ve teslimiyet içinde vuslat
bulmalarını Cenâb-ı Hakk‟tan niyaz ederim. Kendilerine
sorsunlar. Mürşîdlerini üzerlerindeki elbise gibi mi
zevketmektedirler, yoksa tam bir sıdkıyet ile kendi
rûhlarının efendilerinin olduğunu, onunla sevk ve idare
edildiklerini mi zevk etmektedirler. Üzerlerindeki elbise
gibi zevkediyorlarsa bu elbisenin banyoda veya
eskidiğinde çıkarılması ve değiştirilmesi mümkün olduğu
için vuslat bulamaz. Kendi rûhunun efendisi olarak,
dâima onunla beraber olduğunu, kendisinden sevk ve
idare edenin Rabbi olduğunu idrâki ederek yaşama
geçerse işte o zaman vuslat bulabilir. Tam bir sadakatle
teslim olamıyorlarsa o yerde durmamalarını, her kime
tam olarak teslim olabiliyorlarsa, manevî tahsillerini
orada tamamlamalarını öneririm.
Tek mürşid-i Kamil Alemlerin Rabbı olan Resurullah
S.A.V‟dir. günümüzde ise Mürşid-i Kamillerden O‟nun
kemalatıyla tecelli eden Allah‟tır. Mürşid-i Kamilleri
dinlemek, Zat-ı Hakk‟ı dinlemektir. Zatı hakk‟ı dinleyenler
ise müşkülleri nisbetinde paye olarak Zat-ı Hak‟dan
payesini olmış olurlar. Eğer ki kişideki kabulleniş bu idrak
ve daha aşağı bir kabulleniş ise karşısındaki Mürşid-i
Kamili de sıradan bir insan ne biliyor bende biliyorum
dercesine dinliyor ise o kişideki vuslat zor ve imaknsız
olur. Tüm kardeş ve kardeşlerimize Mürşid-i Kamilleri çok
iyi tanımaları ve onların mazharlarından bizleri irşad
edenin kim olduğunu, verilen söz ve sözlerin kime
verildiğinin iyi bilinmesi gerektiğini unutmamalıdırlar.
Allah cümle kardeş ve kardeş olacaklara bu idrakla
idraklanmayı nasib eylesin.

NAMAZ RĠSÂLESĠ VAKĠT


NAMAZLARININ SIRLARI

İlk defa sabah namazını Âdem (A.S.) kılmıştır.


Âdem (A.S.) Cennet-i Âlâda Havva validemiz ile
yaşarlarken, Cenab-ı Hakk onlara“ Yiyiniz, içiniz, fakat,
şu yasak meyveye yaklaşmayınız! ”emrini vermiştir.
Âdem ile Havva uzun yıllar Cennet‟te beraber yaşadılar.
Daha evvel Cenab-ı Hakk “Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” demişti. Melekler de “Biz size lâyıkıyle
ibâdet yapıyoruz, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan
dökecek bir kimse mi yaratacaksın” dediler. Cenab-ı
Hakk da Âdem‟e „allemel esmâ‟yı tâlim ederek, bütün
meleklere “allemel esmâyı okuyunuz” dedi. Melekler
okuyamadıkları için bu emri yerine getiremediler. Âdem‟e
“Sen oku” deyince o bir çırpıda okudu. Buna binâen
“Âdem sizin ulunuzdur. O‟na secde ediniz.” denildi.
Âdem‟e bütün melekler secde ettikleri halde Şeytan
Âdem‟e secde etmedi.”Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise
balçıktan yaratıldı” diyerek huzurdan kovulanlardan oldu.
İblis günlerce Cennet‟e girip Âdem ve Havva‟yı
kandırmak için Cennet‟in kapısında bekledi. Yılanı
görünce ona “Sen Cennet‟e girip çıkıyorsun, ben Cennet‟i
çok görmek istiyorum. Ne olur beni de Cennet‟e
beraberinde götür.” dedi. Yılan “Seni herkes tanıyor. Ben
seni içeriye sokamam.” dedi. Şeytan “Ben senin ağzının
içine küçülerek girerim, beni kimse görmez. Senden ben
konuşurum, seni konuşuyor zannederler.” dedi. Yılan
bunu kabul etti ve Şeytan yılanın ağzına küçülerek girdi.
Böylece mel‟ûn Şeytan cennete girmiş oldu. İşte
günümüzde de, nefs-i emmâre olan nefs şeytanının
dünya olan yılanın ağzına girerek, diğer bir tâbirle,
dünyadaki Cenab-ı Hakk‟ın bütün nimetlerini Hakk ve
hakîkat yolunda kullanması gerekli iken nefsinin istek ve
arzusu doğrultusunda kullanması o kişinin Tevhid
cennetinden sürülmesine vesile olmaktadır.
Şeytan Havva validemizin yanına giderek “Şu ağaçtan
meyve yemeniz neden size yasak edildi biliyor musunuz.
Eğer siz o yasak meyveden yerseniz ebedî olarak
Cennet‟te kalacaksınız. Yemezseniz öleceksiniz de ondan
size yasak edildi.” dedi. Bu sözlere kanan Havva
validemiz giderek o ağaçtan yedi. Bir şey olmadığını
görünce, Âdem‟e gelerek “Ya Âdem benim karşıma bir
kişi çıktı. Bana „Bu ağaçtan yerseniz Cennet‟te ebedî
kalırsınız, eğer yemezseniz ölürsünüz‟ dedi. Ben de
yedim bir şey olmadım, sen de ye!” diyerek Âdem‟in de o
yasak meyveden yemesine vesîle oldu. Âdem, o yasak
meyveden yiyince, üzerindeki elbiseler alınıverdi. Havva
validemizle birlikte Âdem(A.S.) de böylece Cennet‟ten
çıkarılmış oldu.
Âdem (A.S.) Cennet‟ten dünyaya çıkarılınca dünyayı
karanlık buldu. Sabah olup ortalık aydınlığa kavuşunca
şükrânî olarak iki rek‟at namaz kıldı. Bu kıldığı namazın
bir rek‟atı karanlıktan kurtulduğu içindi. Bir rek‟atı da
aydınlığa kavuştuğu içindi. İşte bu gün bizler de,
nefsimizin dünya isteklerinden ve cehâlet karanlığından
kurtulduğumuz için bir rek‟at, fiillerin fâilinin Allah
olduğunu idrâk ettiğimizde de, gönlümüzdeki fiiller
aydınlığına kavuştuğumuz için de bir rek‟at olmak üzere
toplam iki rek‟at namaz kılarız.
İnsanlar nefsin tahakkümünde dünyada yaşarlarken,
gece karanlığı gibi cehâlet içindedirler. Çünkü daha evvel
„Dünyaya ne için geldi, neye geldi, nereye gidecek, gibi
soruların cevabını bilmiyordu. Dünyaya yemek, içmek,
nefsâni istekleri için geldiğini zannedip ne kendisinden
ne de Rabbinden haberi yoktu. Hakk Mürşîdine tâbi
olunca, onun hidâyetiyle kendisine nisbet ettiği fiil
karanlığından kurtulmuş oldu. Fiil şirkinden kurtulduğu
için bir rek‟at, fiil aydınlığı olan fiillerin fâilinin Allah
olduğunun idrâkına varınca da ikinci rek‟atı kılmış oldu.
Burada bir kişinin aydınlığa çıkması fiil şirkinden
kurtulması demektir.
Hasan Fehmi Hazretleri şöyle buyuruyor:

"Sabah namazına hâzır olanlar


Onlardır ef‟âli Hakk‟a verenler
Fâil Hakk‟tır diye huzûr ederler
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahâr vaktinde"
Bir insan sabah namazını kılabilmesi için nasıl hazırlık
yapmalıdır. Evvelâ uykudan uyanmalıdır. Zira uyuyan
kişinin uykuda iken yaptığı ibâdet geçerli değildir. Bu
uyanma yalnız vücudun uyanması değildir. Aynı zamanda
gönlünün de gaflet uykusundan uyanması lazımdır.
Çünkü bir kişi daha evvel cehâlet devri geçirmekte idi.
Bu cehâlet ona göre gece karanlığı gibidir. Cenâb-ı Allah,
“Ben kulumun sûret ve ameline bakmam, kalp ve
niyetine bakarım.” buyuruyor. Peki bir kişinin kalbi nasıl
uyanır. İşte bizlere de evvelâ Mürşîdimiz tarafından her
nefes daimî zikir telkin edildi. Sâlik, Mürşid-i Kâmilden
aldığı daimi zikirle her nefes Hakk‟la berâber olma
idrâkına sâhib olduğunda gaflet uykusundan uyanmış
olacaktır. Fiillerin fâilliğini de Allah‟a nisbet ederek, ef‟al-i
İlahiye aydınlığına sahip olarak sabah namazını huzur ile
kılmış olur. Çünkü Saffat Sûresi 96. âyette “Sizi halk
eden Allah olduğu halde fiillerinizi de halk eden Allah‟tır.”
buyrulmaktadır. İşte bizler de Âdem (A.S.) gibi bu gün
cehâlet ve şirk karanlığından kurtulduğumuz için bir
rek‟at, ef‟al-i İlâhiye aydınlığına çıktığımız için ikinci
rek‟at‟ı kılarak sabah namazımızı kılmış oluruz. Sabah
namazının evvelinde iki rek‟at sünnet kılarız. Bu,
Peygamber Efendimizin bizlere sabah namazını
sohbetleriyle açıklamasından ibârettir. Dikkat edilirse
ister sabah namazının sünneti olsun isterse sabah
namazının farzı olsun niyet farkından başka hiçbir
değişikliği yoktur. İster sünnette olsun isterse farzda
olsun Fâtihâ ve Zamm-ı Sûreler aynıdır. Yalnız niyette
sünnete sünnet, farza da farz diye niyet edilir. Onun için
sabah namazının ilk iki rekâtı sünnet olmuş oluyor.
Sabah namazının sünneti olan bu sohbetlerle sabah
namazının farzının idrâki olmadan farz kılınmamalıdır
denilmiştir. Zira bir kişi Hakk Mürşîdinden bu ilmi tahsil
etmeden nasıl aydınlığa çıkmış olabilir. Günümüzde de
Hakk Mürşîdlerinin sabah namazının iki rekât oluşunu,
tâdil-i erkâniyle içindeki bütün farz, vâcib ve sünnetlerin
nasıl yapılacağını bizlere öğretmektedir. Namazdaki
kıyâmda, rükû‟da ve secdedeki farz oluşunun mânâlarını
ve sabah namazının bütün namazlara şahîd olmasının
hikmetlerini anlatmaktadırlar.
Öğle namazını ilk defa İbrahim (A.S.) kılmıştır. O‟nun
dört türlü belâsı mevcûddu. Bunlardan kurtulunca
şükrânî olarak dört rek‟at öğle namazı kıldı. Bu
belâlar ne idi. Bir insanın yedi subut sıfatı vardır.
Bunların üçü bâtın, dördü zâhirdir. Zâhir olanlar duymak,
görmek, konuşmak ve kuvvetimizdir. Bizler bu güne
kadar hep kendimizin duyduğunu, gördüğünü,
konuştuğunu ve kuvvet sâhibinin kendimizin olduğunu
zannederdik. Meğer bizden duyan, gören, konuşan ve
kuvvet sahibi olan Hakk imiş.”Lâ havle velâ kuvvete illâ
billâh” demekle bunların bizim değil Hakk‟ın olduğunu
anlamış olduk. Bunları kendimize nisbet ettiğimizde
bunlar bizim için belâ olmuştu. Çünkü bütün günâhları
bunlarla işleriz. İşte bunlardan kurtulduğumuzda dört
rekât öğle namazı kılmayı hakketmiş oluruz. İbrahim
(A.S.) de dört rekât öğle namazını bu belâlardan öğle
vaktinde kurtulduğu için şükrânî olarak kılmıştır. Bizler de
bu gün bu dört belâdan kurtulduğumuz vakit öğle
namazını kılmaya hak kazanmış oluruz.Hasan Fehmi
Hazretleri öğle namazı için bakın ne diyor:

"Öğle namazını kılan mü‟minler


Her sıfatı Hakk‟a nisbet ederler
Her nazar mevsufu Ģuhûd ederler
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahar vaktinde"

Demek ki öğle namazını kılabilmek için mü‟min olmak


gereklidir. Mü‟min kimdir. Mümin Allah‟ın zikriyle meşgul
olup fiil ve sıfatların Hakk‟a ait olduğuna inanan kişilerdir.
Bunlar her sıfatın mevsûfunun yâni bu sıfatları
sıfatlananın Cenâb-ı Hakk olduğunu idrâk ederek öğle
namazını edâ etmiş olurlar. Yoksa böyle bir bilgiye sahip
olmadan uzun yıllar „kıldım‟ zannıyla öğle namazını
kılsalar yine de kılmış olamazlar. Öğle namazından önce
dört rek‟at sünnet, farzdan sonra da iki rek‟at sünnet
kılmaktayız. Bunların mânâsı nedir. Sabah namazının
sünnetinin izâhında belirttiğim gibi öğle namazı hangi
idrâkle, nasıl ve kaç rekât kılınmalıdır. İbrahim (A.S.) bu
belâlardan nasıl kurtuldu. İşte bizlerin de bu belâlardan
kurtulmamızı, sohbet ve telkînleriyle Mürşîdimizin izâhları
sünnet olmaktadır. Allah‟ın tecellîleri farz, Peygamber
Efendimizin târif ve icraatına sünnet demekteyiz. İşte
öğle namazından evvel dört rek‟at sünnetin kılınmasının,
gerekli olan farzın Resûlullah Efendimiz tarafından izâhı
olduğu anlaşılmaktadır. Bütün namazların aslı iki
rek‟attır. Bir rek‟atı kulun Hakk‟a vuslatı, ikinci rek‟at da
Hakk‟ın kulundan tecellî etmesinin idrâki ve seyrinden
ibârettir. Dikkat edilirse sünnetlerin dört rek‟atında
Zamm-ı Sûreler okunmakta, farzların iki rek‟atında
okunup ikisinde Zamm-ı Sûreler okunmamaktadır. Çünkü
okunan Zamm-ı Sûreler, fiillerin tecellîsini
remzetmektedir. Sünnette yalnız kulluk idrâk ve zevki
olduğu için okunmakta, farzda ise yarısı kulun idrâk ve
zevki yarısı da Hakk‟ın kulundaki tecellî idrâk ve
zevkinden ibarettir. Öğle namazının sonundaki iki rek‟at
sünnet de Cenâb-ı Hakk‟ın zâhir ve bâtındaki tecellîlerinin
şuhûd ve zevkine erdiğimiz için Rabbimize teşekkürdür.
İkindi namazını ise ilk defa Yunus (A.S.) kılmıştır. Yunus
(A.S.) balığın karnında kırk gün kaldı. Bir ikindi vakti idi.
Yunus (A.S.) günâhlarını idrâk ederek “Beni zâlimlerden
eyleme.” diye dua etti. İşte bir kişinin, yunus balığı olan
Mürşîd-i Kâmil tahsilinde kendi varlığının olmadığını
anlayıp varlık sahibinin Hakk olduğunu anladığı zaman
tövbe ederek „Beni bundan sonra zâlimlerden eyleme‟
diye dua etmesidir. Cenâb-ı Hakk da onun günahlarını
affederek balık onu sâhile çıkardı. İşte Yunus (A.S.)
kendi diye bildiği vücûd varlığının kendisinin olmadığını,
bu varlığın Cenâb-ı Hakk‟a âit olduğunu anlayınca
şükrânî olarak dört rek‟at ikindi namazını
kıldı. Yâni Yunus (A.S.) “Bu vücûd varlığımı bu güne
kadar kendime nisbet ederek Senin varlığının yanında
ben de varlık sâhibiyim diyerek şirk işliyordum. Şimdi
anladım ki varlık benim değil Seninmiş. Beni bu idrka
vâkıf kılrak vücûd şirkinden kurtardın. Sana ne kadar
teşekkür etsem azdır.” diyerek şükrânî olarak ikindi
namazını kılmıştır. Hasan Fehmi Hazretleri bakın ikindi
namazı için ne buyuruyor:

"Ġkindi namazını cemaatle kıl


Vücud Vücûdullah gayrî yoktur bil
Cümle âlem fâni Hakk bâkîdir bil
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahar vaktinde"

Bir kişinin bütün namazlarını cemaatle câmîlere giderek


kılması mümkün değildir. İnsan cem-ül esmâdır. Âlem-i
kübrâdır. Âlemde ne varsa Âdem‟de o mevcûddur. Onun
için câmîyi kendimizde bulursak her zaman cemaatle
namaz kılmış oluruz. Cenâb-ı Hakk‟ın vücûdu nedir. Bizim
diye bildiğimiz Allah‟ın ef‟âli, sıfat ve bunları toplayan
vücûda diyoruz. İşte bütün âlemde görünen ve
görünmeyen zâhir ve bâtın bu âleme Vahdet-i Vücûd
diyoruz. Peki bizim vücut ülkemizde câmî nerededir. İşte
gönlümüzü câmî, rûhumuzu imam, a‟za ve sıfatlarımızı
da cemaat yapar, kıblemizi de Allah‟ın yüzü yapabilirsek,
ikindi namazını cemaatle kılmış oluruz. Bakara Sûresi
115. âyeti “Doğu, batı Allah‟ındır. Yüzünüzü ne tarafa
çevirirseniz Allah‟ın yüzü oradadır.” tecellî etmiş olur.
Bugün bizler de ef‟âlimizin, sıfatımızın ve vücûdumuzun
olmadığını, bunların hepsinin Cenâb-ı Hakk‟ın olduğunu
idrâk ve zevk ettiğimizde ikindi namazını edâ etmiş
oluruz. İkindi namazının farzından evvel dört rek‟at gayri
müekkede olarak kılınan sünnet de güneş doğarken
evvelâ tan yerinde bir kızarıklık olur ondan sonra güneş
doğar aynen onun gibidir. Kişinin varlığının olmadığını
idrâk etmesi müekkede sünnet değil gayri müekkede
sünnet hâlidir. Resulullah Efendimiz de bu sünneti çok
zaman
yapmamış zaman zaman yapmıştır. Ayrıca öğle
namazının müekkede sünnetinde Kâmilimizin bizlere dört
rekât farzın nasıl her yönüyle kılınacağını izâh etmesi,
ayrıca ikindi namazının dört rekâtlık farzının kılınması
izâhı olan sünnetine de gayri müekkede sünnet diyoruz.
Dikkat edilirse öğle ve ikindi namazlarının farzları
cemaatle kılındığında sessiz olarak ifâ edilmekte, diğer
vakit namazları ise sesli kılınmaktadır. Çünkü bir kişi
kendine nisbet ettiği ef‟âlini, sıfatını ve vücûdunu Hakk‟a
verdiğinde onun sesi çıkmaz. Onun için bu iki vakit
namaz sessiz kılınır. Akşam, yatsı ve sabah namazları
sesli kılınır. Sabah namazında sıfat olan kelâm ve kudret
olan sıfatlar henüz kişinin kendisine nisbet etmesi
nedeniyle sesli olur. Meraâtib-i İlâhiyeyi bitirenler çok iyi
bilirler ki Cenab-ı Hakk‟ın fiilleriyle açığa çıkmasının
idrâkinin bütün namazlara ahîd olduğunu zevk ederler.
Akşam namazını ilk defa Îsâ (A.S.) kılmıştır. Yahudiler,
Allah, Meryem ve Îsâ olmak üzere üçlü bir varlık isnâd
ediyorlardı. Bu da şirk olduğu için, Îsâ (A.S.)‟yı Cenâb-ı
Allah semaya ref‟ etti. İşte Îsâ (A.S.) bunlardan Akşam
vaktinde kurtulduğu için üç rek‟at şükrânî olarak akşam
namazını kıldı. Akşam namazını kılabilmemiz için
rûhumuzu imam, a‟za ve sıfatlarımızı cemaat yaparak
gönül mescidinde Cenâb-ı Hakk‟ın Ulûhiyyet tecellîsine
dönerek kılmamız lâzımdır. Peki ruhumuzu nasıl imam
yaparız. Vücûd ülkesinde rûhumuz bütün sıfat ve
a‟zalarımızdan kendisini şerh etmektedir. Duymamız,
görmemiz, konuşmamız hep rûhun kalp komutanına
verdiği emirle hareket etmektedir. Hakk‟ı duymak, Hakk‟ı
görmek, Hakk‟ı konuşmak için bu sıfat ve a‟zalarımız
yaratılmıştır. Bir kişi Hakk‟ı duymuyor, Hakk‟ı görmüyor
ve Hakk‟ı konuşmuyorsa “Ey insan! Sana Ben duymak,
görmek ve konuşmak için a‟zalar verdim. Neden bunları
yerinde kullanmadın” diye Cenâb-ı Hakk soracaktır. Bir
kişi Hakk‟ı duymuyorsa gıybet dinlemekten, gözü Hakk‟ı
görmüyorsa harama bakmaktan, dili Hakk‟ı
konuşmuyorsa yalan söylemekten kurtulamaz. O kişi bu
sıfat ve a‟zalarını yerinde kullandıysa Hakk‟ı duyan,
Hakk‟ı gören ve Hakk‟ın konuştuğunu zevk eden kişide
zulmet perdeleri açıldığı için her nereye bakarsa baksın
vech-i Rahmân‟ı, her neyi duyarsa duysun Hakk‟ın sesini
duyacağı için bu sıfatlarımız görevlerini yapmalarından
akşam namazını kılmış olacaktır.
Bizler de Cenâb-ı Hakk‟ın ef‟âlinin, sıfatının ve Zâtının
Hakk‟ın Vahdâniyyet tecellîsinin tekliğinde üç rek‟at
akşam namazı kılarız. Akşam namazında Hakk zâhir
olduğu için, duyan da, gören de, söyleyen de, işleyen de,
konuşan da hep Hakk olur. Dolayısıyle insan burada
yalan söylemekten, gıybet dinlemekten, harama
bakmaktan vb. kurtulmuş olur. Bunları bilmek, görmek
demektir.

"AkĢam namazını imamla kılan


Onlardır Allah‟ı hem zâhir gören
Hakk söyler ene-l Hakk kulun dilinden
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahar vaktinde"
Akşam namazını imamla kılabilmemiz için gönül
mescîdinde rûhumuzu imam, sıfat ve a‟zalarımızı cemaat,
kıblemizi „semme Vechullah‟ yapabilirsek, Hakk zâhir
olduğu için Allah‟ı da bu kişiler apaçık zâhir olarak
görürler. Kulun kendi varlığı olmadığı için varlık sâhibi
Cenâb-ı Hakk olduğundan kulundan duyan, gören,
konuşan hep Hakk‟tır. Bizler de bu zevkle akşam
namazını üç rek‟at olarak kılarız. Farzdan sonra iki rek‟at
sünnet de yine Cenâb-ı Hakk‟ın zâhir ve bâtın, Vahdet ve
kesret tecellîlerine beni vâkıf kıldığın için teşekkür ederim
demektir.
Yatsı namazını da ilk defa Musa (A.S.) kılmıştır. Musa
(A.S.) Firavunun tehlikesinden kurtulması için “Ya Musa!
Elindeki asâyı Nil nehrine vur. Sana oniki
yol açılacaktır.” dediğinde asâyı Nil‟e vurunca oniki yol
açıldı. Firavunun tehlikesinden kurtulduğu için dört rekât
yatsı namazını şükrânî olarak kıldı. İşte bizler de bu gün
Musa (A.S.) gibi nefs firavunundan kurtulup mutmain
nefs haline kavuştuğumuz için dört rekât yatsı namazını
kılarız. Bir insan yatsı namazını kılabiliyorsa huzurlu olur.
Zira Hadîs-i Kudsîde “Kulum bana nevâfillerle yaklaştığı
zaman Ben o kulumu severim. Sevdiğim kulumun
duymasına kulak, görmesine göz, konuşmasına dil,
tutmasına el, yürümesine ayak hatta tüm a‟za ve cevâhiri
Ben olurum” buyrulmuştur. Bir kişi böyle idrâk ve zevke
erdiğinde huzur bulur. Bizlerin de nefs firavunundan
kurtularak Nil nehri olan ilim ve irfâniyetle mutmain
olmuş nefs tarafına geçip nefs firavunundan kurtulmamız
bizlerin de huzur bulmamız ve yatsı namazını kılmamız
olacaktır. Bizlerdeki bütün icraat Hakk‟ın olursa, O‟nun
tecellîlerini seyretmek elbette kişiye huzur ve mutluluk
verir. İşte yatsı namazının
hakîkati budur.”Bizler bu kadar yatsı namazını kılıyoruz
ama neden huzur bulamıyoruz” derseniz “Bu idrâklara
sâhib olmadığınız için sûret namazı kılıyorsunuz da
ondandır.” derim. Sûret namazında insan huzur bulamaz.
Hasan Fehmi Hazretleri yatsı namazı için bakın ne diyor:

"Yatsı namazında eyle sen huzûr


Muhammed yüzünden Hakk zâhir olur
Hakk bâtın ile halk zâhir olur
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahar vaktinde"

Şu halde namazlarımızda ve yaşantımızda huzur bulmak


istiyorsak Muhammed olan mutmain kemâlât
sıfatlarımızdan Hakk‟ı seyretmemiz gerekiyor. Sîret olan
Cenâb-ı Hakk‟ın sûret olan bu kemâlât sıfatlarından her
an tecellîlerini seyretmek, O‟nunla berâber olmak
namazın hakîkati değil midir. Yatsı namazının evvelinde
dört, farzdan sonra da iki rek‟at sünnet kılmaktayız. İlk
dört rek‟at sünnet yine ikindi namazının ilk sünneti gibi
gayri müekkede sünnettir. Güneş batarken nasıl evvelâ
bir kızarıklık görünüp sonra da kızarıklığın kaybolup gece
olan Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdet tecellîsinin zuhûruna
kavuştuğumuz gibi ilk dört rek‟at sünnet gayri müekkede
sünnetlerdendir. Çok zaman kılınmayan, zaman zaman
da kılınması gerekli sünnet demektir. Son iki rek‟at
sünnet de akşam namazının sünneti gibi müekkede
sünnetten olup Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdet ve kesret
tecellîlerinin zevkinin
kişiye ihsân edilmesinin teşekküründen ibârettir. Zaten
farzlardan sonra kılınan sünnetler, bu lütüflara nâil
olduğumuz için hamd etmek teşekkür içindir. Vitr
namazını ilk defa Peygamber Efendimiz kılmıştır.
Peygamberimiz Mi‟raca çıkacağı zaman Ebubekir‟e
“Rabbim beni Mi‟raca dâvet ediyor. Rabbimle
konuşacağım.” dediğinde Ebubekir “Ya Resulullah !
Rabbinin huzurunda benim için de bir rek‟at namaz kılar
mısın” dedi. Peygamber Efendimiz de Rabbinin
huzurunda bir rek‟at Allah için farz, bir rek‟at kendisi için
sünnet, bir rek‟at da Ebubekir için olmak üzere üç rek‟at
namaz kıldı. Buna vitr namazı dendi. Bu namazda vâcib
oldu. İşte bizler de bir rek‟atı Allah‟ın emri olduğu için
farz, bir rek‟atı Peygamber Efendimizin sünneti olduğu
için sünnet, bir rek‟atı da kulluğumuzun idrâki olarak üç
rek‟at vitr namazını kılarız. Vitr üçün tekliği demektir.
Tecellî eden Hakk, tecellî Hakk, tecellî olunan Hakk
olunca ihlâs olunmuş olur. İhlâs demek katkısız, saf,
temiz, O‟ndan başkası yok demektir. Artık burada hafî
şirk de kalkmıştır. Aslında namazın özü de budur.

"Teheccüd namazı farz değil sana


Yetim malıdır yakar baĢtan baĢa
Teberrüken kılar Fehmi yok hâĢâ
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahar vaktinde"
Fehmi Hazretleri bu namaz yalnız Peygamber Efendimize
âit bir ibâdettir. Bu namazı ben dahi kılamam. Çünkü
İsrâ Sûresi 79. âyette “Sen gecenin bir hıfsında kalk,
sana mahsus olarak Rabbine teheccüd namazı kıl.
Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd‟a
ulaĢtırır.” buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi bu emir yalnız
Peygamber Efendimizedir. Makâm-ı Mahmûd yalnız
Peygamber Efendimizin olduğunu bütün enbiyâ evliyâlar
bildiği için oraya tebrik için girerler buyuruyor. Makâm-ı
Mahmûd‟a her bir enbiyâ ve evliyâ teheccüd namazını
kılmak isterse kendi esmâsını dışarıda bırakarak
Muhammed esmâsı ile o Makâma girer ve tebrik ederek
tekrar dışarıya çıkınca kendi esmâsını giyer. Hiçbir
peygamber ve evliyâ kendi esmâsı ile oraya giremez.
Onun için bütün peygamberler bile âhîr zaman nebîsi
Hazreti Muhammed‟e “Bizleri de ümmet eyle” diye duâ
etmişlerdir. Makâm-ı Mahmûd‟un şefaati yalnız Hazreti
Muhammed‟e âittir. İnsanların bu namazı kılmaları bu
Makâmı istemeleri demektir. Bir Âyet-i Kerîmede “Siz
yetim malına yaklaĢmayınız.” buyrulmaktadır.
Peygamberimiz mânen yetim olduğundan dolayı Yalnız
sana mahsûs olmak üzere “teheccüd namazı kıl.”
buyrulmuştur. Yetim kime denilmektedir. Babasız, anasız
kalmış kişiye denilmektedir. Peygamber Efendimizin
rûhânîyeti anne ve babadan gelmedi. O‟nun rûhânîyeti
“Ol” emri ile oldu. Günümüzde taklîdî olarak mânâsını
bilmeden teheccüd namazı kılanlar sevap için teheccüd
namazı kılıyorlar. Teheccüd namazı idrâki olmadan sevap
için gecenin bir saatinde nâfile olarak kılınan bu
teheccüd adı altında şeriat‟ı evvel mertebesinde elbette
çok faydalar sağlamaktadır. Hakîkat seviyesindeki bu
ifâdelerimiz bu yerleri idrâk etmeyenler tarafından kerih
görülmesin. Her ibâdet yerinde ve mertebesinde
doğrudur. İsrâ Sûresi 78. âyet “GüneĢin zevâlinden
gece karanlığına kadar gereği üzere namaz kıl. Bir
de sabah namazı kıl. Çünkü sabah namazında
gece ve gündüz melekleri hazır
bulunur.”buyrulmuştur. İşte bu namazların idrâkinden
sonra teheccüd namazı yalnız Resûlullah Efendimize
emredilmiştir.
Tevhîdde aslında beş kısım halinde namaz kılınır :

1 - Hafî mertebesinde cehâletten, nisbîyetten, Ģirk


ve günahlardan soyunma namazı
2 - Ruh mertebesinde Ģuhûd namazı
3 - Mutmain nefs mertebesinde fiilullah namazı
4 - Kalp mertebesinde huzûr namazı
5 - Sır mertebesinde münâcât namazı

1 - Bir kişi Tevhide girmesiyle, Fenâ mertebelerinde nefs


tezkiyesi sonunda cehâletinden, nisbîyetinden, şirkinden
soyunarak kendi varlığını Hakk‟ın varlığında ihtiyârî
olarak yok etmesi hafî yâni gizli olan soyunma
namazıdır.”Men arefe nefsehû fakat arafe Rabbehû”
Hadis-i Şerifi bu yer içindir.
2 - Nisbîyetlerinden kurtularak Rûhullah mertebesine
gelen bir kişi rûhunu
imam, sıfat ve a‟zaların vücûdda cemaat, gönül
mescîdinde kalp komutanı tarafından akıl nimetiyle
Hakk‟ın yüzü olarak gördüğü Cenâb-ı Hakk‟a şuhûd
namazı kılmış olacaktır. Zira şuhûd görmek, şâhid olmak
demektir. Kendi
vücûdunda O‟ndan başkası yok ki başkasını görsün.
Rûhunun kalp komutanına nasıl tecellî ettiğini, kalp
komutanın emrindeki sıfat ve a‟zalara rûhun emrini nasıl
ilettiğini, sıfat ve a‟zaların da fiilleriyle nasıl zuhûra
geldiğini seyretmesidir. İşte kendisinin tecellîlerini
seyretmesine de şuhûd namazı diyoruz.
3 - Rûhun Muhammed elbise vücûdunu giymesiyle,
mutmain olmuş nefs tecellîlerin zâhir ve bâtın farkıyla
zuhûr ve müşâhedesi o kişinin fiilullah namazını kıldığını
göstermektedir. Çünkü bütün mazharların isti‟dâd ve
kabiliyetlerinin fiillerle açığa çıkması, onun fiillerini
seyretmesidir. Mutmain olmuş Muhammed sıfatlarından
elbette Hakk ve hakîkati duyma, görme ve kelâm gibi
filler zuhûr edeceği için buna da küllî teslîmin fiiller
namazı denilmektedir.
4 - Bir kişi Cenâb-ı Hakk‟ın celâl ve cemâl tecellîlerini
gönül evinde cem‟ edebildiyse, Allah‟ın kahrı ve lütfunu
birlemesi nedeniyle ihlâsa ermiş demektir. Zira tecellî
eden, tecellî ve tecellî olunan hep Hakk‟tır. Tafsilâtta her
ne kadar çeşitli esmâ ve sıfatlarla Zâtını ilân etmişse de
özdeki birliği ve mazharlardaki tecellîleri kişiyi yanıltmaz.
Sîretteki birlik idrâki kesret ve tafsilâttaki adalet ve şeriat
zevkini meydana getirir. Gayrîyetin zâhir ve bâtını yok
olduğu için huzûr namazını kılmıştır. Artık O‟nda O
olmuştur. Her türlü değişik tecellîler onu aldatmaz. Hep
huzûrdadır.
5 - Salât-ül Vitr namazının üçüncü rek‟atından sonra
rükû‟ya eğilmeden tekrar tekbir getirerek Kunût duâsını
okumakla en son mertebenin kulluk mertebesi olduğunu
anlıyoruz. Aynen onun gibi merâtib-i İlâhiyyenin
sonundaki sır da kulluğun idrâki ile Cenâb-ı Hakk‟a
münâcatla münâcat namazıdır. Bütün tecellî Hakk‟ın
Zâtından olduğu, tecellî mazharları ise Hakk‟ın muhtâc
olan sıfatlarıdır. Bu sıfatlara biz kul diyoruz. Dâima kulun
muhtâclığı böylece anlaşılmış oluyor. Onun için kul
olanlar bu idrâkle Cenâb-ı Hakk‟a münâcat ederek dâima
bu sıfatlarından her an ayrı şe‟ndeki tecellîlerini ihsân et.
Bu bizim mazharlarımızdan seyreyle diye duâ
etmektedirler. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerime bu idrak
ve şuurla namaz kılmayı, dâima O‟nda O olmayı ve
O‟nunla dâima konuşmayı nâsîb etsin. Âmin.

NAMAZDA ALLAH‟LA NASIL


KONUġULUR

Namaz mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac ise Hakk ile


konuşmaktır. Bir mü‟min namazında Hakk‟la nasıl
konuşur. Zâten namazında Hakk‟la konuşmayan ve
konuştuğunu bilmeyen namaz kılmamıştır. „Allahü ekber‟
tekbiriyle namaza başladığımızda evvelâ „Sübhaneke'yi
okumaktayız. Bunu okumaktaki gâyemiz kendi varlığımızı
yok ederek Hakk‟ın varlığını zevk etmektir. Ondan sonra
okuduğumuz yarısı Hakk‟a, yarısı da halka ait tecellîlerin
ifadesi olan Fâtiha-i Şerîfte, mü‟minlerin canlı bir Fâtiha
olduğu anlaşılmaktadır. Ayakta durma idraki bizlere
fiilerin fâilinin Hakk olduğunu bildirmektedir. Fakat fiilerin
vücûdu olmadığından nereden tecellî ettiğini anlamak
için tecellî ettiği sıfatlara nazar ediyoruz. Gördüklerimizle
bütün sıfatlardan fiilerin tecellî ettiğini, hiçbir sıfatın
kendine ait bir gücünün, kudretinin, duymasının,
görmesinin, bütün mevsûf sıfatlarının olmadığını,
yalnız mevsûf sıfatların sahibinin Allah olduğunun şühûd
ve müşâhedesi ile rükûda “Sübhâne Rabbiyel azîm”
diyoruz. Yani “Rabbim, bu gördüğüm noksan sıfatlardan
münezzeh, azîm olandır.” diyoruz. Üç defa demekteki
gâyemiz Allah‟ın bu mukayyed olan Âdem veya âlemdeki
ef‟âl, sıfat ve Vücûdullah olan üç tecellîsine binâendir.
Allah da kulun dilinden “Semi Allahülimen hamide”
“Kulumun hamdini işittim” diyor. Kul kıyama kalkarak
“Rabbena lekel hamd” “Hamd yalnız Rabbime
mahsustur” diyerek Hakk‟ın sözüne cevap veriyor.
Görüldüğü gibi Hakk ve halk kuldan tecellî ediyor. Yine
üç defa “Sübhâne Rabbiyel alâ” “Noksan sıfatlardan
münezzeh olan Rabbim en alâdır, yücedir” diyoruz. Ne
gördük de bunu diyoruz. Çünkü kıyamda fiilerin fâilinin
Allah olduğunu, rükûda sıfatlardan tecellî eden mevsûfun
O olduğunu, secde de bunların vücûddan tecellîsini
müşâhede ederek Vücûdullahtan başkasının olmadığını
görüp zevk ederek yüceliğini ifade ediyoruz. İkinci
rek‟atta oturunca da „Ettehiyyatü‟yü okuyarak namaz
içindeki Rabbiyle karşılıklı konuşmanın özetini tekrar
yapıyoruz. Evvelâ kul „İbâdetler, dualar ve bütün tesbihât
Sanadır ya Rabbim‟ diyerek acziyetini, kulluğun gereği
olan saygı ve hürmetini bildiriyor. Rabbi de ona cevaben
„Selamım, selâmetim, bereketim, mutluluğum senin ve
bütün inananların üzerine olsun‟ diye kulun diliyle, kula
cevap veriyor. Melekler de bu Yaratan ve yaratılanın
konuşmalarına şahit oldukları için “Şehadet ederiz ki
Allah tektir, Hz. Muhammed onun kulu ve Resûlüdür”
diyorlar.
İşte böylece Mi‟racımızda Rabbimizle görüşmüş oluyoruz.
Rahmân Sûresi 26 ve 27.”Yeryüzünde bulunan her
Ģey fânîdir; Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü
bâkidir” âyetlerde de buyrulduğu gibi mülkünde
kendisinden başkasının olmadığını, bilinmekliğini murat
ettiği için biz sıfatlarını yarattığını ve fiileriyle de bizlerin
isti‟dâdları nisbetinde tecellî ettiğini her yönüyle bizlere
bildirmektedir.
İşte günümüzde her an ve her nefes birliği bozmayan bir
ikilikle, Aynı kulakla hakk‟ı duyar iken, Hakkın da aynı
kulakla halkı duyduğunu, Aynı gözle Hakk‟ı görür iken
Hakk‟ın da Aynı gözle Halk‟ı gördüğünü yani sıfatlarını
seyreylediğini, ve yine aynı dille Namazda olduğu gibi
rukuda, Hamdi rabbımıza yapar iken “aynı dille hakk‟a
hamd eder iken” ve yine aynı dille doğrulur iken, işittim
kulumun hamdini diyerek Rabbımızın işittim dediği dilin
aynı olduğunu bu vucut ülkemizde görmemiz ve daim
seyrininde Namaz oluşunun zevkiyle Daim namazda
olmuş oluruz. Allah cümle kardeşlerimize Salat-ı daimun
olan daim namazı, daimi seyri nasib eylesin. Amin.
NAMAZDA KOLAYLIK

Kur‟ân-ı Kerîm‟de üç türlü namazdan bahsedilmektedir:

Salât-ı Vukuta (yani vakitlerle ilgili)


Salât-ı Vusta (kalb namazı, orta namaz)
Salât-ı Dâimûn (dâimî olarak Hakk‟tan başka
görmemektir)

Vakitlerle ilgili namazımızı câmiye gitme imkânımız var


ise elbette cemâatle kılmalıyız. Câmiye gitme imkânımız
yoksa evimizde veya işyerimizde de kılabiliriz. Fakat
çalıştığımız yerde bu imkânların hiçbiri yoksa kendimizi
zorlamaya gerek yoktur. İmkân nisbetinde öğle ile
ikindiyi cem ederiz. Akşam ile yatsı namazlarını da yalnız
farzlarını kılmak sûretiyle cem edebiliriz. Uzun bir
yolculuk veya yirmidört saat nöbet gibi iki vaktin dışına
çıkacak bir zaman içersinde namazımızı ta‟dîl-i erkânla
veya cem ederek kılamıyorsak yalnız farzlarını îmâ ile
yâni akıl nimetiyle kılabiliriz.
Allah bize namaz kılacak bir imkân tanımamışsa biz
Allah‟tan daha üstün bir imkâna mı sahibiz de onu
yaratmaya kalkışıyoruz.”Dinde kolaylaĢtırıcı olunuz.
ZorlaĢtırıcı olmayınız.” Hadis-i Şerifinde ve Âl-i İmrân
Sûresi 191.”Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken
ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı
anarlar; göklerin ve yerin yaratılıĢı hakkında
inceden inceye düĢünenler "Ey Rabbimiz, sen
bunu boĢuna yaratmadın, seni bütün eksiklerden
tenzih ederiz; o halde bizi o ateĢ azâbından
koru” âyetinde “Onlar ayakta iken, otururken ve
yatarken Allah‟ı zikrederler.” Yani namaz kılarlar. Onun
için dinde zorlama yoktur. İmkânımız neye elveriyorsa
ona göre hareket etmemiz gereklidir.
Namaz nedir. Namaz mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac nedir.
Mi‟rac Allah‟la beraber olmak ve konuşmaktır. Bizler her
varlıkta Allah‟ın tecellîlerini görüyorsak yalnız câmide
değil her zaman ve her yerde O‟nunla konuşma imkânına
sahibiz demektir. Doktor veya hemşire bir kardeşimiz
günümüzdeki yasaklamalar nedeniyle kollarını sıvayarak
lavaboda abdest alma imkânı bulamıyorsa, seccadeyi
serip kıyam, rükû ve secde etme imkânı yoksa, bu
kardeşlerimiz îmâ ile abdest alıp îmâ ile namaz
kılabilirler. Her ne kadar şerîat-ı evvelde namazın kazâsı
vardır ama, şerîat-ı sânî olan hakîkatte namazın kazâsı
yoktur. Şerîat-ı evvel zevkinde olan kardeşlerimiz
namazlarını kazâ da yapabilirler.
Zâhir imkânlara sahip olmayan bir mü‟min, bâtın diye
vasıflandırdığımız kalben Allah‟la konuşmayı terk
etmemelidir. İmkânı olduğunda zâhir ve bâtınını
birleyerek her ikisini de yapabilir. Bâtın Hakk‟la beraber
olmak her zaman ve her durumda mevcuttur. Fakat
günümüzün koşullarına göre zâhiri ibâdet imkânlarımız
zaman zaman engellenebilir. İmkân mevcûd olmayabilir.
Çalıştığımız yerin durumuna göre bizlere gerici, yobaz
gibi tabirler kullanılabilirler. İşte böyle yasaklamalarla
karşılaştığımızda ibâdetleri terk etmek değil, onlarla
sürtüşmek değil, zâhirini terk ederek, bâtına geçip
gönlümüzden bağları sağlamlaştırmak en çıkar yoldur.
Zira İslamiyette zorda kalınca, haram olan leş yemek bile
helal olur. Ayrıca Allah bizlerin sûretlerimize,
amellerimize bakmaz. Kalb ve niyetimize bakar. Şu halde
cem etme imkânımız varsa evvelâ öğlenin yalnız farzını
sonra da ikindinin farzını arka arkaya kılabiliriz. Evvelâ
akşamın farzını sonra da yatsının farzını kılar, cem
edebiliriz.
Namazlarımızı vaktinde geçirmeden mutlaka kılmalıyız.
Kazâya bırakmak olmaz. Çünkü kazâ namazı avâm
içindir. Tevhîd ehli namazlarını kazâya bırakmaz. Mutlaka
vaktinde kılar. Kılamadıysa hem zamanında vakti
geçmeden îmâ ile onu kılar hem de imkânı olunca evinde
cem eder. İnsanların Cehennem‟i cahilliği, Cennet‟i ise
irfâniyet ve zevkidir. İşte bu kâideleri bilmeyenler
„zamanında namazımı kılamadım diye‟ dâima azâb
içindedirler. Allah ümmet-i Muhammed‟i bu azâblardan
bir an evvel kurtarsın. Âmin.

NAMAZDA SÜSLÜ ELBĠSE GĠYMEK NE


DEMEKTĠR

Kur‟ân-ı Kerîm Araf Sûresi 31. âyeti “Ey Âdemoğulları!


Her mescîde gidiĢinizde güzel giysilerinizi giyin ve
yiyin için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf
edenleri sevmez” buyurmaktadır. Zâhirde temiz
elbiselerimizi giyerek mescîdlere gitmemiz elbette
gereklidir. Oradaki diğer mü‟min kardeşlerimizi ayak ve
ter kokularımızla rahatsız etmemiz elbette ki Allah‟ın
bizlerden istemediği bir davranıştır. Hiç kimsenin
başkasını rahatsız etmeye hakkı yoktur.
Bu emr-i İlâhiyeyi bâtın yönüyle mütalaa edecek olursak,
burada namazdan gâye, Allah‟a secde ederek, O‟nunla
beraber olma ve konuşmaktır. Allah, bu Âdem ve
âlemdeki tecellîlerine vâkıf olmamızı, nefs vâdisindeki
kirli cehâlet ve nisbîyet elbiselerinden kurtularak, Cenâb-ı
Hakk‟ın nuru olan ziynet elbiselerini giyerek beraber
olmamızı ve konuşmamızı istemektedir. Bu ziynet
elbisesine bir kişinin sahip olabilmesi için, 1- İhlaslı
olarak fiillerin fâil secdesini 2- Teslimiyetin gereği olan
tevekkül ile sıfatların mevsûf secdesini 3- Cenâb-ı
Hakk‟ın rızası ile kâim olan mevcûd secdesi ile hak ve
hakîkatin tahakkuku istikametinde, hukuk ve şerîatına
uygulaması gerekmektedir.
Bir Hadîs-i Kudsî‟de “Kulumun bana en yakın olduğu
an secde anıdır.” buyruluyor. Şu halde, bir kişi de O‟na
ef‟âl-i İlâhiyenin secdesi, sıfat-ı İlâhiyenin secdesi, zât-ı
İlâhiyyenin secdesi ile yaklaşabilir. Daha evvel kendisine
nisbet ettiği bu Cenâb-ı Hakk‟ın tecellî varlığını, sahibine
vermekle üzerindeki kirli ve pis elbiselerini çıkarmış
olacaktır. Çıkarmış olduğu bu elbiselerin yerine, Hakk‟ın
üç tecellî elbisesini kabullenmesi de onun bu süslü
Hakk‟ın elbiselerini giymesi demektir. Yani kendi varlık
elbiselerini çıkararak Hakk‟ın nûr elbiselerini giymesi,
aynı zamanda Muhammed elbisesini giymesi demektir.
Şirk ve nisbîyet içerisinde iken kendisindeki Muhammed
elbisesinin gizli olması nedeniyle kendisine nisbet ettiği
bu elbise kirli ve pis olduğu için, Cenâb-ı Hakk ile
konuşamıyor ve ibâdetlerini de taklîd olarak yapıyordu.
Bu kirli ve pis olan şirk ve nisbîyet elbiselerini çıkarıp
Nûr-i Muhammedî elbisesi olan mutmain nefsin
sergilediği Allah‟ın Rahmân sıfatları olan Muhammed‟in
temiz ve pak elbiselerini giymesi ve şerîat-ı ahkâmiye ile
kendi kul mazharından dâima zuhûra getirmesi, o kişinin
süslü ziynet elbiselerini giyerek namaz kılması olacaktır.
O kişi bundan sonra, Cenâb-ı Hakk‟ın her an ayrı şe‟nde
tecellîsi ile, bu tecellîleri yerinde, farkıyla zevk edecek,
manevî gönlündeki bu gıdayı yiyip içip israf da
etmeyecektir. Zira yenen ve içilen rûhun gıdalarıdır,
cesedin gıdaları değildir. Onun için her şeyi yerli yerinde
farkı ile zevk etme gayretinde olacaktır. Zâhirde
âlemlerin Rabbi olan Allah‟ın huzuruna durduğumuzda,
abdest alarak temizleniyor ve temiz elbiselerimizi de
giyerek huzura duruyorsak, aynen bunun gibi, bâtında
da kendimize nisbet ettiğimiz varlığı çıkararak, Hakk‟ın
varlığı ile varlıklanıp, nefsin mutmain olarak Nûr-i
Muhammedi elbisesini giyip, ancak o zaman Rabbimizle
konuşabiliriz. Kur‟ân-ı Kerîm‟in Tâhâ Sûresi 12.
âyetinde “Ben Ģüphesiz senin Rabbinim. Hemen
ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vâdi
olan Tuvâ'dasın” buyrulmaktadır. İşte biz de Hakk ile
beraber olmak ve onunla konuşmak istiyorsak, gayriyet
ve cehâlet olan şirk ayakkabılarımızı çıkarmamız
gerekmektedir. Aynı kirli elbiselerimizin çıkarılması gibi. .
İşte o zaman onunla beraber olma ve konuşma zevkine
sahip olabiliriz.
Böylece eski elbiselerimizi çıkartarak yeni ve süslü
elbiselerimizi giymiş ve dâima onunla beraber olma
zevkine ermiş oluruz. Farkı ile zevk ettiğimiz için yiyip
içtiğimizi israf da etmemiş oluruz. Cenâb-ı Allah bütün
kardeşlerime ziynetleriyle namaz kılmak nasîb etsin.
Amin.

NÂS SÛRESĠ

Âyet 1- “Kul eûzü birabbin nâsi” “De ki, nâsın


Rabbine sığınırım.” Nâs ne demektir. Nas içersinde her
türlü inanç ve mertebede bulunan insan toplumları
demektir. Bunların Rabbi kimdir. Bunların terbiye edici ve
öğreticisi, zanlarındaki ve hayâllerindeki bir Rabdır. İşte
öyle, zanlarında yarattıkları bir Rabden, bizzat kemâl
sıfatlardan kendini ilân eden âlemlerin Rabbine sığınırım.
Âyet 2- “Melikin nâsi” “Nâsın Melikine sığınırım. ) Melik
idâre eden hükümdar demektir. Nâsın Meliki ise,
herkesin işini ve kazancını bilen ve idâre eden kendisidir.
Halbuki Cenâb-ı Allah onların güç ve kuvvetlerinin
olmadığını, yalnız güç ve kuvvet sahibinin kendisi
olduğunu söylüyor. Onların mazharlarından, onları da
idâre edenin kendisi olduğunu söylüyor. (Limenil mülkü
yevm lillâhi vâhidül kahhâr) “Bu mülk Vahid-ül Kahhâr
olan Allah‟ındır.” beyânı ile Malik Allah‟tır.
Âyet 3- “Ġlahinnas” “Nâsın ilahına sığınırım.” Nâsın ilâhı,
kendilerine nisbet ettikleri ef‟âl, sıfat ve vücûd idi. Bu üç
tecellîyi kendi vücûd ülkelerinde kendilerine nisbîyetle
onlarında onların ilahları, fâil, mevsûf ve vücûdları
kendileri olduğu için şirkleri oldu. İşte bir kişi, fâilin,
mevsûfun ve mevcûdun Cenâb-ı Hakk olduğunu idrâk
edince, nisbîyetlerinin fânî, hakîkî ilâhın ise Cenâb-ı Hakk
olduğu meydana çıkmış olacaktır.
Âyet 4-5- “Min Ģerril vesvâsil hannasi” “Vesvese
veren şeytanın şerrinden sığınırım” Şeytan kişilere gaflet
halinde vesvese verir. Gafletten uyanıp, Allah‟ı zikir
edince, Şeytan kişiden uzaklaşır. Onun için kişileri
gafletten kurtaran tek ilaç zikirdir. Kim ki gaflete
giriyorsa Şeytan hemen ona vesvese verir. Fenâfillâh
olunca vücûd kalmaz. Dolayısıyla vesvese de yok olur.
Fenâdan sonra, Hakk teâlâ Hazretleri Mâbud olunca,
abdin zuhûru ile Şeytan zâhir olur. Kişilerin kalbine
hortumunu uzatarak onların vehim ve vesvese gibi
hallerle Hakk‟ın tecellîlerini görmelerine engel olur.
Âyet 6- “Minel cinneti vennas “ Vesvese veren Şeytan
iki nev‟îdir:
1- Cinler gibi lâtif olan, vehim ve hayâl gibi görünmeyen
haller,
2- Mudil esmâsına mazhar olan emmâre nefisli
insanlardan his ile görülen hallerdir.
Bu iki sınıf vesvese verenlerden, âlemlerin Rabbine
sığınmak lâzımdır. Bu da merâtib-i İlâhiyeyi tahsil etmek
ve yaşamakla mümkündür. Yoksa nâsın Rabbi, nâsın
meliki, nâsın ilâhından kurtulamadığımız için şeytanın her
an vesvesesinden de kurtulamayız. Dolayısıyla da gaflet
içinde kalan sapıklardan oluruz. Cenâb-ı Allah bütün
ihvânı kurtuluşa erenlerden etsin. Âmin.
NASR SÛRESĠNĠN BATINÎ
MÂNÂSI

Bu sûre üç âyetten ibaret olup:

1- Allah‟ın yardımı bizlere geldiğinde,


a) Nefsin fethi, b) Kalbin fethi, c) Rûhun fethi ile Cenâb-ı
Hakk‟ın Esmâ ve sıfat tecellîlerini geçip fethederek
kurtuluşa erildiğinde,
2- Vücûd ülkendeki bütün sıfat ve a‟za kavimlerinin,
bölük bölük, tabur tabur, alay alay mutmain nefs olarak
sana tâbi olduklarını görürsün.
3- Kurtuluşa ererek, bütün sıfat ve a‟zalarının grup grup,
mutmain nefs olarak sana tâbi oluşlarına karşılık Rabbine
hamd ederek, dâima onu tesbih et. O, kalbinle tenzih,
hissinle teşbih ve gönlündeki müşâhede ile de Tevhîd
yapman nedeniyle, kendine rücû edenlerin rücûsunu
kabul edendir.
„Nasr‟ kelime mânâsı itibariyle de, yardım edilen,
üstünlüklere sahip olan demektir.

N: Nûr-i Muhammediyye
S: Selâmete çıkan
R: Rahmete mazhar olan

Kimler Allah‟ın rahmetine mazhar olmuşlarsa, onların


Cenâb-ı Hakk‟ın Nûr-i Muhammediyyesiyle selâmete
çıkacağı bildirilmektedir.
İşte, sâlikler de bu sûrede belirtildiği gibi, Allah‟ın yardımı
geldiğinde, ikilikteki hallerinden kurtulup Hakk‟a vâsıl
olmak için bir Mürşid-i Kâmile gelerek, nefs terbiyesini,
kalb ve rûhun özelliklerinin irfâniyet ve fethini yaptıktan
sonra melekût âlemindeki kurtulmuşlardan olur. Cenâb-ı
Hakk‟ın Vahdâniyyet deryâsında, Tevhîd Cennet‟inde
yaşamaya başlarlar. Bunlar ölmeden evvel ölmüş ve
Hakk‟ın varlığını dâima zerreden kürreye kadar
seyredenlerdir. Bu demde kişi ister yüzünü doğuya
isterse batıya çevirsin, Cenâb-ı Hakk‟ın yüzünden başka
hiçbir şey göremeyecektir.
Bundan sonra kişi, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olarak
bildiği cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insan olarak her
varlıktan Hakk‟ın sedasını mutmain nefs olarak duymaya
başlayacaktır. Her sıfat ve mazharın, senin bir tecellîn
olduğunu haykıracaktır. Artık vücûd ülkende, dar-ül
harb‟den çıkılmış ve her şeyi farkı ile görmeye ve farkı ile
muamele etmeye başlanmıştır.
Böylece, kalbin ile Cenâb-ı Hakk‟ı tecellî ettiği mazharlara
benzetmeden, hissin ile teşbih, kalbin ile tenzih etmek
suretiyle tecellî ettiği bütün mazharlardan görünenin O
olması nedeniyle, her ikisini (teşbih ve tenzihi)
birleştirerek Tevhîd yapmanız sizi menzile ulaştıracaktır.
Kalb dönücü olduğu için tabiattaki celâl tecellîlere
dönerek celâl yüzünü gösteren, cemâl tecellîlere yüzünü
dönerek cemâl tecellîlerini gösteren, bir idrakla, her şeyi
müşâhede edebilirsin.
Artık kişi, birinci âyette tenzih, ikinci âyette teşbih,
üçüncü âyette de Tevhîd yaparak mutluluk ve huzur
içinde yaşamaya devam edecektir. İnsanoğlu beşer
olması nedeniyle zaman zaman hata yapabilir. Fakat
Cenâb-ı Allah, tövbeleri kabul eden, lütfunu da kulunun
üzerinden eksik etmeyendir.
Bir sâlikin Mürşid-i Kâmilinden elde edebileceği bütün
mükâfatlar Nasr Sûresinin sırrından ibârettir. Cenâb-ı
Allah bütün kardeşlerime bu sûreyi idrâk ettirsin. Âmin.

NECM SÛRESĠ

Yıldız anlamına gelen „necm‟ ile başlayan bu sûre, parlak


yıldızlarla, kişilerin yönlerini bulabileceğini bildirmektedir.

N = Nûr-i Muhammediyye'dir
C = Cemâl-i İlâhiyedir
M = Tafsilât-ı Muhammediyye demektir

Bir kişi, kendi gönül âlemindeki Nûr-i Muhammediyyeyi


görmek isterse, Vücûd-u İlâhiyesi olan Tafsilât-ı
Muhammediyye olan sıfatlarında, Cenâb-ı Hakk‟ın
cemâlini seyretsin veya rûh olan sîretimizin, kalb gözü
olan irfâniyet idrâkimizle, bütün sıfatlarımızdan görünen
Cenâb-ı Hakk‟ın cemâlinin zuhûru demektir. Bunun da bir
İnsan-ı Kâmilden Tevhîd tahsili yapmadan elde edilmesi
mümkün değildir. Nahl Sûresi 16.”Ve iĢaretler koydu.
Yıldızla da yollarını bulurlar onlar” âyetinin zâhir
mânâsı, kervancıların ve gemicilerin bu yıldızlarla
yönlerini bulabileceklerini aklımıza getirse de, Hakk ve
hakîkat yolunda, cehâlet ve gayriyet karanlığında
inananların yönlerini ve kıblelerini bulmaları, ilim ve
irfâniyeti ile parlayan İnsan-ı Kâmillerin vasıtasıyla,
insanların Hakk ve hakîkati bulmaları demektir.
İsra Sûresi 70. âyette “Andolsun ki: Biz, Âdem
oğullarını üstün bir Ģerefe mazhar kıldık; karada
ve denizde binitlere yükledik ve güzel güzel
nimetlerle besledik; yarattıklarımızdan çoğunun
üzerine geçirdik” buyrulmaktadır. İnsanlar kara ve
denizde yönlerini bulmak ve menzillerine varmak için
parlayan bu yıldızlardan istifade etmektedirler. Ayrıca
herkes bu yıldızlarla kıblesini de bulurlar. Zâhir ve bâtın
birdir. Zâhirde nasıl kıble veya yönlerini bu parlayan
yıldızlarla buluyorlarsa, bâtında da İnsan-ı Kâmiller halk
arasında parlayan yıldızlar gibidir. Ancak bunlarla, kişinin
gönül Kâbe'sini bulması ve bütün icraatını ona dönerek
yapması mümkündür.
Cenâb-ı Allah “Karada ve denizde insanoğlunu
yüklendik” ifadesi ile “kara” demek, kesret âlemi, fenâ
âlemi demektir.”Deniz” demek, Vahdet âlemi, bekâ âlemi
demektir. Ayrıca, „beden‟ kara, „rûhaniyet‟ yönü de deniz
demektir. İnsan-ı Kâmil her ikisini kendisinde cem eden
„Marecel Bahreyn‟dir. Yani onları karada ve denizdeki
vuslatlarında İnsan-ı Kâmil mazharından taşıdık
demektir.
Onun için insanlar, dünyadaki yaşantılarında, cehâlet
karanlığında, yönlerini bulmak isterlerse, Cenâb-ı Hakk‟ın
her varlıktaki o yüce tecellîlerini seyretsinler.
Cenâb-ı Hakk, Nûr-i Muhammediyyesinin idrakinin, bütün
sıfatlarından tecellî eden Cemalullahını seyretmekle
mümkün olduğunu bizlere bildiriyor. Maide Sûresi 35.
âyette “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'na
yaklaĢmaya vesîle arayın, O'nun yolunda cihad
edin ki, kurtuluĢa erebilesiniz” buyrulmaktadır. İşte
bu vesîleler toplum içinde bulunan parlak yıldızlar
durumunda olan İnsan-ı Kâmillerdir. Bu parlak yıldız
durumunda olanlar, kişilerin hem kıblesini, hem de
menzilini buldurabilirler.
Bir âyet-i kerîmede “Ey gayba îmân edenler”
denmektedir. Gayb, Allah değildir. Çünkü Allah‟ın
yanında, O‟ndan büyük bir varlık olması lâzım ki O‟nu
örtmüş olsun. Ârifler için o gizli değildir. Toplum içinde
„gayb‟ durumunda olan işte bu İnsan-ı Kâmillerdir. Onları
ehli çok iyi tanır. Onlar parlak yıldızlar gibi yönünü ve
kıblesini bulmak isteyenlerin yön ve kıblesini
buldurmaktadırlar. Sâlik durumunda olan kişilerin de,
karada ve denizde, yâni fenâ ve bekâ âlemlerinde
vuslatlarını sağlayan Rableridir. Zira o kuluna şah
damarından daha yakındır. Kulun kendi varlığı yoktur.
Varlık sahibi Cenâb-ı Hakk ise, elbette menzile kadar
yüklenen ve taşıyan da Rabbimiz olacaktır.
Cenâb-ı Allah, bütün inananlara bu parlak yıldızları vesîle
kılsın.

Ġ Ç Ġ NDEK Ġ LER

1 - NĠÇĠN MELAMÎ OLUNMALIDIR


2 - NUH (A.S.) VE NUH‟UN GEMĠSĠ
3 - NÛRÂNÎ VE ZULMANÎ PERDELER
4 - ORUÇ
5 - ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE DEMEKTĠR
6 - ÖLÜM ÖTESĠ
7 - PEYGAMBERĠMĠZĠN SEVR MAĞARASINA
SIĞINMA VAK‟ASI
8 - RAHMÂN SÛRESĠ
9 - RAMAZAN BAYRAMI
10 - RAMAZAN AYI
11 - RECEB AYI
12 - REGÂĠB KANDĠLĠ
13 - RESÛLULLAH EFENDĠMĠZLE DÂĠMA BĠRLĠKTE
OLMAK
14 - RESÛLULLAH EFENDĠMĠZĠN BĠZLERE
GETĠRDĠĞĠ HEDĠYE
15 - RÛH NE DEMEKTĠR
16 - RÜYA
17 - SALĠH PEYGAMBERĠN DEVESĠNĠN HĠKMETĠ
18 - SÂLĠKĠN HĠCABLARININ AÇILMASI
19 - SÂLĠKLERDE EDEB NASIL OLMALIDIR
20 - SEVGĠ VE AġK
21 - SEVMEK VE SEVĠLMEK
22 - SÜLEYMAN (A.S.) ĠLE BELKIS HADĠSESĠ
23 - ġERĠAT NE DEMEKTĠR
24 - ġERÎAT NEDĠR
25 - ġERÎAT SOHBETĠ
26 - ġĠRK NEDĠR
27 - TASAVVUFTA GÂYE NEDĠR
28 - TAYY-I ZAMAN VE TAYY-Ġ MEKÂN
29 - TEMĠZLĠK ÎMÂNDANDIR
30 - TEN GÖZÜ, KALB GÖZÜ, CAN GÖZÜ NEDĠR
31 - TERÂVĠH NAMAZI NE DEMEKTĠR
32 - TESBĠH NE ĠÇĠN ÇEKĠLĠR
33 - TEVHÎD NEDĠR
34 - TEVHÎD GÖMLEĞĠ NEDĠR
35 - TEVHÎD MERTEBELERĠ VE YAġAM ġEKLĠ
36 - TEVHÎD NASIL YAġANIR
37 - TEVHÎDE DAVET
38 - TĠN SÛRESĠNĠN MÂNÂSI
39 - VAHDET-Ġ VÜCÛD MUHAMMEDÎ OLMAKTIR
40 - VAKĠT NAMAZLARININ HĠKMETLERĠ VE
SÜNNETLERĠNĠN SIRLARI
a) SABAH NAMAZI :
b) ÖĞLE NAMAZI :
c) ĠKĠNDĠ NAMAZI :
d) AKġAM NAMAZI :
e) YATSI NAMAZI :
f) SALÂT-Ġ VĠTR NAMAZI :
41 - VEL ASR SÛRESĠ
42 - ZÂTĠYYUN VE SIFATIYYÜN VELÎ NE
DEMEKTĠR
43 - ZEKÂT NASIL VERĠLMELĠDĠR
44 - ZĠKĠR NEDĠR, NASIL YAPILIR
45 - ZĠKĠRLE BĠRLĠKTE RÂBITA NASIL
KULLANILIR
46 - ZĠYÂRET NĠYETĠYLE MESCÎDLERĠ GĠTMEK
47 - ZÜLKARNEYN (A.S.) KĠMDĠR
48 - RUHUN KABZEDĠLMESĠ
49 - MUSEVĠLĠKTE ĠSEVĠLĠKTE VE
MUHAMMEDĠLĠKTE NAMAZ
50 - RABBĠL HAS VE RABBĠL ALEMĠN NE
DEMEKTĠR
51 - ÂDEME RUH ÜFÜRÜLMESĠ

NĠÇĠN MELAMÎ OLUNMALIDIR

Bir kişinin tasavvuftaki vuslatı, Mi‟rac yaparak Allah‟ın


dâima Zâtının sıfatlarıyla beraberliğinin ve sevişmesinin,
her sıfattaki ayrı ayrı tecellîlerini her an zevk ederek
seyretmektir. Bu da bir İnsan-ı Kâmilin tahsilinden
geçmekle mümkündür. Hakk‟a gönül verenlerin, kendi
İnsan-ı Kâmilindeki bu tahsilinde, biat etmekle birlikte,
zikirde nasıl Mi‟rac yaptığını, ef‟âl mertebesinde, fiilleriyle
nasıl Mi‟rac zuhûrunun görüntüye girdiğini, sıfat
mertebesinde varlıklarla olan bütün temaslarındaki Mi‟rac
zevkinin nedenlerini ve Zât mertebesinde de O‟nunla O
olmanın zevki ve bunları kendi gönül laboratuvarında
işleyerek, Allah‟ın bütün sıfatlarının isti‟dâd ve
kabiliyetleri nisbetinde, Zâtının sıfatlarından tecellî edişi
Mi‟racı olacaktır. Günlük ibâdet ve çalışmalarında kendini
dâima yakın takibe alarak,kendine telkîn edilen bu
anayasa maddelerini hiçbir zaman unutmamaya gayret
göstererek zikirle birlikte mutlaka fikir edilmelidir. Cenâb-
ı Allah, kâinatta bütün varlıkların imal etme ve çoğalma
fabrikalarını kendi içindeki çekirdeğin içine koymuş ve
her an ayrı bir biçimde sonsuza kadar tecellîlerini zuhûr
ettirmektedir. İşte bizler de, Cenâb-ı Allah‟ın bir sıfatı
olarak, “En üstün yarattım” dediği bu insan varlığının
özünde kendini, Hüviyyet ve Eniyyeti ile gizlemiş
olduğundan O‟nu kendi gönlümüzde zuhûra getirmek
olmalıdır. Kişi o zaman anlamış olacaktır ki, kişi diye
bildiğimiz ve kabul edip oyalandığımız varlık, bizlerin
olmadığını, varlık sahibinin Allah‟ın insan sıfatından
zuhûrunun bir görüntüsü olduğunu anlamış
olacaktır.kâinatta bütün varlıkların imal etme ve çoğalma
fabrikalarını kendi içindeki çekirdeğin içine koymuş ve
her an ayrı bir biçimde sonsuza kadar tecellîlerini zuhûr
ettirmektedir. İşte bizler de, Cenâb-ı Allah‟ın bir sıfatı
olarak, “En üstün yarattım” dediği bu insan varlığının
özünde kendini, Hüviyyet ve Eniyyeti ile gizlemiş
olduğundan O‟nu kendi gönlümüzde zuhûra getirmek
olmalıdır. Kişi o zaman anlamış olacaktır ki, kişi diye
bildiğimiz ve kabul edip oyalandığımız varlık, bizlerin
olmadığını, varlık sahibinin Allah‟ın insan sıfatından
zuhûrunun bir görüntüsü olduğunu anlamış
olacaktır.kâinatta bütün varlıkların imal etme ve çoğalma
fabrikalarını kendi içindeki çekirdeğin içine koymuş ve
her an ayrı bir biçimde sonsuza kadar tecellîlerini zuhûr
ettirmektedir. İşte bizler de, Cenâb-ı Allah‟ın bir sıfatı
olarak, “En üstün yarattım” dediği bu insan varlığının
özünde kendini, Hüviyyet ve Eniyyeti ile gizlemiş
olduğundan O‟nu kendi gönlümüzde zuhûra getirmek
olmalıdır. Kişi o zaman anlamış olacaktır ki, kişi diye
bildiğimiz ve kabul edip oyalandığımız varlık, bizlerin
olmadığını, varlık sahibinin Allah‟ın insan sıfatından
zuhûrunun bir görüntüsü olduğunu anlamış olacaktır.“En
üstün yarattım” dediği bu insan varlığının özünde
kendini, Hüviyyet ve Eniyyeti ile gizlemiş olduğundan
O‟nu kendi gönlümüzde zuhûra getirmek olmalıdır. Kişi o
zaman anlamış olacaktır ki, kişi diye bildiğimiz ve kabul
edip oyalandığımız varlık, bizlerin olmadığını, varlık
sahibinin Allah‟ın insan sıfatından zuhûrunun bir
görüntüsü olduğunu anlamış olacaktır.“En üstün
yarattım” dediği bu insan varlığının özünde kendini,
Hüviyyet ve Eniyyeti ile gizlemiş olduğundan O‟nu kendi
gönlümüzde zuhûra getirmek olmalıdır. Kişi o zaman
anlamış olacaktır ki, kişi diye bildiğimiz ve kabul edip
oyalandığımız varlık, bizlerin olmadığını, varlık sahibinin
Allah‟ın insan sıfatından zuhûrunun bir görüntüsü
olduğunu anlamış olacaktır.
Allah‟ın Zâtı olmasa, bu insan mazharlarının, ne bir gücü
ne de kuvveti vardır. Meğerse kendi sıfatından bilen de,
gören de, açığa çıkan da Cenâb-ı Hakk‟mış. İşte böyle bir
idrâk ile, kişinin her varlıkta tecellî eden Allah imiş
demesi bile ikilik olduğundan bu kişiler, zevklerinde ve
gönüllerinde, O‟nda O olmanın zevkiyle her neredeki
mazharda tecellî ediyorsa, kendi tecellîsini, kendisi
seyredeceği için, hem dâima mutlu, hem de hiçbir
varlıkla ihtilafı kalmayacaktır. Çünkü kendi varlığının
yanında başka bir varlık yok ki ihtilafa girsin. Bütün
ihtilaflar ve çekişmeler ikiliktedir. Zerreden küreye kadar
her sıfatında Zâtını ilâneden Hakk‟tır.
Sizlere biraz da Makâm ve mertebelerdeki Mi‟ractan
bahsedeyim. Zikir, Makâm değil, mertebedir. Her
mertebenin Mi‟racı olduğu gibi, bizlere “Allah‟ı Allah‟la
zikret” dendiği için, Allah‟ı biz değil, Allah bizlerden
zikretmektedir.”Velâ havle velâ kuvvete
illâbillahilalîyül aziym” kuvvet ve kudret sahibi biz
değil Allah‟ın olduğu anlaşılmış olur. Zikredenler mest
olur, onlar Allah‟la dâima dost olur. Tefekkür ettiğimizde,
kendimizdeki Allah‟ın bizden nasıl zikrettiğini,
gönlümüzde yaşadıkça, O‟nunla beraber olmanın ve
O‟nun zikriyle gönlümüzün huzur ve saadet içinde
aydınlandığını hissederiz. Daha bu demde iken bile,
„Senden zikreden Allah‟tır‟ dendiği için, Allah‟ın Mekke‟de
Medine‟de değil, kendi gönlümüzde olduğunu
hissetmeğe başlarız. Allah‟a gönül veren kişinin, her işi
O‟nunla olacağı için, gaflete girmemeye özen göstererek,
saat gibi kalbinin zikrini sağlamaya ve dâima onunla
beraber olmak Mi‟racını yapmış olacaktır.”Zikirle
gönüller huzur ve sükûna kavuĢur” ve “Zikirle
kalbler itminan olur” âyetlerinden de anlayacağımız
gibi, kulun gönlünde çok zevkli tecellîler vardır. Bütün
ibâdetlerde, ibâdete mutlaka bir zaman ayırmak
mecburiyetindeyiz. Fakat zikir ibâdetine zaman
ayırmamız gerekmemektedir. Zira her zaman ve her
yerde yapılabilir. Dâimî zikre giren kardeşlerimiz, dâimî
Mi‟racı da elde etmiş olabilirler. Zira Ankebut Sûresi 45.
âyette “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve
namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten
ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak zikir en
büyük iĢtir ve Allah, her ne iĢlerseniz
bilir.” buyrulmuştur. Görüldüğü gibi bütün ibâdetlerin
üstünde Allah‟ı zikretmek, en büyük üstünlüktür. Yeter ki
zikirle birlikte fikir de yapalım. Bütün tarîkatlarda zikir
vardır. Fakat Allah‟ın Vahdâniyyet tecellî fikri yoktur.
Tevhîd-i Ef‟âl mertebesinde, bütün mazharlardan tecellî
eden Cenâb-ı Hakk‟ın fiillerinden fâil olanı görmek, o
kişinin Mi‟racı olacaktır. Zira abdest alırken, namaz
kılarken veya başka birisi ile herhangi bir iş yaparken,
fiillerin fâilini düşünmek ve ona göre hareket etmek,
elbette günbegün kişiyi bunları seyredecek bir hale
getirecektir. Yeter ki gönül verelim. İlimde „Fiillerin fâili
Allah‟tır‟ dedikleri halde, bazı kişiler fiili ayrı fâili ayrı
mütalaa ettiklerinden fiilleri kişilere nisbet ederek ilimden
öteye geçemiyorlar. Allah lâtif olduğu için onun fiilleri de,
fâilliği de bir mazhardan tecellî ettiği için lâtiftir. Sen
yalnız zâhir mazharı görür de lâtif olan tecellî edeni
göremezsen, bil ki lâtif olan fâil ve fiilin o mazharın
isti‟dâdına göre, o mazhardan tecellî ettiğini henüz idrâk
edememişsin demektir. Bu ilmi,amellerimizle uygulamaya
koymadığımız müddetçe, artı ve eksi kutupların bir araya
gelmeden lambayı yakmadığı gibi, gönlümüzdeki fiillerin
Mi‟racını yapmamız da mümkün değildir. Fiillerin Mi‟racı,
abdest alırken senin elinden seni nasıl yıkadığını
seyretmektir. Namazda, kıyamını, rükûunu, secdeni senin
mazharından nasıl ta‟dîl-i erkân ile yaptığını kendi
mazharından seyretmektir. Âfâktaki bütün sıfatları, her
neresi için yaratılmışlarsa orada onu nasıl kullandığını,
onun mazharından fiilleriyle nasıl zuhûra geldiğini ve ona
göre şerîat doğrultusunda hareket etmek olduğunu
uygulamak onun Mi‟racı olacaktır. Cenâb-ı Hakk‟la
beraber olmak ve dâima onunla konuşmak isteyen
kardeşlerim, hem kendisini, hem de çok geniş sahaya
sahip olan fiiller âlemini yakın takibe alarak, verilen
telkînât doğrultusunda izlemeyi hiç bırakmasın.
Günbegün,fiillerin Mi‟rac zevkine sahip olacaktır.
Sıfat mertebesinde, sabit olan sıfatların, ister kişinin
kendisinden tecellî eden kelâm ve kudret olsun, isterse
âfâktaki bütün sıfatlardan tecellîler olsun, Cenâb-ı
Hakk‟ın tecellîleri olduğunu bilip zevk etmek de kişinin
sıfat Mi‟racı olacaktır. Kur‟ân okurken, namaz kılarken
kelâmın kelâmullah olduğunu zevk ettiğimizde, Zâtını
bizim gibi insan sıfatlarından nasıl açığa çıkarmak
istediğini, uygulandığında da namazdaki gibi açığa
çıktını, fiilleriyle görür, kelâmı ile de duyarız. Artık
kıldığımız namazları Rabbimizi görüyormuş gibi değil,
bizzât görerek icra ederiz. İki cihan serveri güzel
Peygamberimiz bunu, namazın ta‟dîl-i erkânında îzâh
etmişlerdir. Rükûda iken kulun üç defa, “Subhâne
rabbiyel azîym” “Noksan sıfatlardan münezzeh olan
Rabbim yücedir” yani „Bütün sıfatlardaki yüceliğini
gördüm. Bu gördüğüm sıfatlardan tecellî ettiğin halde
hiçbirine benzemesin. Bunların hepsinden yücesin‟
sözüne karşılık, Cenâb-ı Hakk‟ın “Semi Allahhülimen
hamide” demek sûretiyle “İşittim kulumun hamdini”
diyerek kulun dilinden kula cevap vermesi, kul ile
Rabbimin karşılıklı konuşması değil midir. Halka hizmetin
Hakk‟a hizmet olduğunu dâima söyler dururuz ama
şühûd sahibi olamadığımız için halk diye bildiğimiz
sıfatların Hakk‟ın Zâtının açığa çıkma mazharları
olduğunu, sıfatların kendilerine ait varlığının olmadığını,
varlık sahibi Cenâb-ı Hakk olduğu için hizmetin de O‟na
olduğunu zevk edemeyiz. Ancak bu zevke sahip olanlar,
fiil ve sıfat Mi‟raclarını iç içe yapmış olurlar. Hacı Bayram
Velî Hazretlerinin :

“Kim bildi ef‟âlini, o bildi sıfatını


Onda buldu zâtını sen seni bil sen seni
Görünen sıfatındır onu gören zâtındır
Gayri ne hacetindir sen seni bil sen seni”

ilahilerdeki ifadelere vâkıf olanlar kendi gönüllerinde zevk


ederler.
Zât mertebesinde ise varlık günahı kalmayınca, tecellî
eden Cenâb-ı Hakk‟ın Zâtının bütün sıfatlarından,
fiilleriyle kendi yüceliğini sıfatların isti‟dâd ve
kabiliyetlerine göre sergilemesidir. O‟nun mülkünde
kendinden başkası kalmayınca tecellî eden, tecellî ve
tecellî olunanın birliği zuhûr edecektir. Burada, Zâtının
bizim gibi sıfatlarından tecellî ederek o yüceliklerini
fiilleriyle sergilemesi ve yine bizim gibi sıfatlarından her
an ayrı bir şe‟nde tecellîlerini kendisinin o mazhardan
seyretmesi onun Mi‟racı olacaktır. Cenâb-ı Allah kendi
sıfatlarına „kul‟ demiştir. Kul demek köle demektir. Onun
kendine ait hiçbir varlığı yoktur. Varlık sahibi Zâtı olan
Cenâb-ı Allah‟tır. Bu mi‟racımızın en güzel bir şeklini de
namazda iken, o güzel Peygamberimizin hadisi olan,
Mi‟racta iken Cenâb-ı Hak‟la konuşma özeti
„Ettehıyyatü'de görmekteyiz.Kulun Cenâb-ı Hakk‟a karşı
kulluk ifadeleri olan „ibâdetler, dualar ve bütün
tesbihâtlar sanadır ya Rabbim‟ diyerek acziyetini,
kulluğun gereği olan saygı ve hürmetini bildirmesi ve
Cenâb-ı Hakk‟ın kulunun dilinden, memnuniyet ifadesi
olan, „Selâmım, selâmetim, bereketim, mutluluğum senin
ve bütün inananların üzerine olsun‟ diyerek, kuluna
verdiği lütuflar, ihsânlar ve bütün vücûd ülkesindeki
melek durumunda kuvvelerinin de, yine kul diliyle Hakk
ile kulun karşılıklı konuşmalarına şahitlik yaptıklarını ve
selamete çıktığını, kurtuluşa erdiğini
görüyoruz.mutluluğum senin ve bütün inananların
üzerine olsun‟ diyerek, kuluna verdiği lütuflar, ihsânlar ve
bütün vücûd ülkesindeki melek durumunda kuvvelerinin
de, yine kul diliyle Hakk ile kulun karşılıklı konuşmalarına
şahitlik yaptıklarını ve selamete çıktığını, kurtuluşa
erdiğini görüyoruz.mutluluğum senin ve bütün
inananların üzerine olsun‟ diyerek, kuluna verdiği
lütuflar, ihsânlar ve bütün vücûd ülkesindeki melek
durumunda kuvvelerinin de, yine kul diliyle Hakk ile
kulun karşılıklı konuşmalarına şahitlik yaptıklarını ve
selamete çıktığını, kurtuluşa erdiğini görüyoruz.
Bizler işte böyle bir irfâniyet ve zevk ile yaşamak için
melamî olduk. Çünkü melamîler Hakk‟ın varlığı ile var
olduğunu şühûd ve müşâhede ile zevk edip gönül
âleminde, O‟ndan başkasını bırakmazlar. Yoksa, kendim
ayrı Hakk ayrı olarak, ikilikle ömür müddetince
yapacağım ibâdetler, adedî zikir ve hatimler, O‟nda O
olmayı bir türlü sağlamaz. Allah‟a yaptığımız ibâdetlerin
mükâfatını dünyada ve âhirette değil de, yalnız Âhirette
diyerek veresiye, Rabbimle yaptığım alışverişlerimiz de
bizleri mutmain etmez.”Bu gün ibâdetlerini yap
mükâfatını âhirette göreceksin” sözleri, ayrıca, mânâsını
idrâk etmeden yüzlerce, binlerce esmâların çekimi,
bizlerde, hiçbir hicabımızın açılmasını sağlamadığı gibi,
kambur üzerine kambur yaratmıştır.
Hiçbir gün îmân ağacımın gövdesi değil, dalları değil hiç
olmazsa yaprağı olduğumu bile zevk etmek mümkün
olmadı. Halbuki Kur‟ân ifadesiyle Âdemiyet bu îmân
ağacının meyveleri, zübdesi yani özü ise Resûlullah
efendimiz olduğunu görüyoruz. Cevizin yeşil kabuğu ile
ömür müddetince oyalanmayı kendime zûl addettiğim
için, her nefeste Cenâb-ı Hakk‟la beraber olmak, O‟nun
bana şah damarımdan daha yakın oluşunu idrâk ederek
onunla dâima alışveriş yapmam beni melamî etmiştir.
Bazı kişiler, nasıl Allah‟ı zanda, hayâlde veya akıllarında
bir ilâh yaratarak ibâdet ediyorlarsa, âhiret hakkında
yeterli bilgisi olmayanlar da zanlarında ve hayâllerinde
bir âhiret, Cennet ve Cehennem yaratmaktadırlar. Şuara
Sûresi 213. âyette “Bundan dolayı sakın, Allah ile
beraber baĢka ilâhlara ibâdet
etmeyiniz” buyrulmaktadır. Hem kendilerindeki can
içindeki Canândan haberi olmayanlar hem de zerreden
küreye kadar Zâtını ilâneden Cenâb-ı Hakk‟tan habersiz
olanlar, maalesef, taklîdi ibâdetlerden öteye
geçemeyecekleri için hüsranda olacaklarını bu âyetlerden
anlamaktayız. Allah inanan bütün kardeşlerimin
yardımcısı olsun.

NUH (A.S.) VE NUH‟UN


GEMĠSĠ

Nuh (A.S.), İdris (A.S.)‟den sonra ilk Resullük verilen bir


peygamberdir. Ona Necibullah ;Allah‟ın temiz, güzel ve
ahlâklı kulu, kendine tâbi olanları kurtuluşa erdiren,
selâmete kavuşturan anlamlarına gelen bir isim
verilmiştir. Kur‟ân-ı Kerîm Hud Sûresi 25. ilâ 48. âyetleri
arasında anlatılan bu kıssada Nuh (A.S.), kavmini Hakk
ve hakîkata davet etmiş. Fakat kavmi onu inkâr etmiş,
sözlerini duymamak için parmaklarıyla kulaklarını
tıkamışlar, dinlememişlerdir. Cenâb-ı Allah, Nuh (A.S.)‟a
bir gemi yapmasını vahyetmiştir. Sanatı dülgerlik yani
marangozluk olduğu için gemiyi yapmıştır. Kavmi ise Nuh
(A.S.)‟a kötülük yapmak için, gemiyi pislemişlerdir.
Cenâb-ı Allah da o kavme, salgın bir hastalık zuhûr
ettirerek, gemiye, pisledikleri pisliklerden, her kim
hastalık yerine sürerse, o kişiler tedavi oluyorlardı.Gemiyi
tamamen temizleyip onlarında yaraları iyi oldu. Böylece
kendi kötülüklerini, Cenâb-ı Hakk onlara temizletmiş
oldu. Nuh (A.S.)‟a gemiye canlılardan dişi ve erkek
olarak birer çift alması vahyedildi. Ayrıca inananlardan da
aldı. Çünkü Nuh tufanı ile inanmayan ve Nuh (A.S.)‟a
tâbi olmayanları Cenâb-ı Allah helâk edeceğini bildirdi.
Nuh'un oğlu, Kenan gemiye binmedi. Babası Nuh (A.S.)‟a
“Ben yüzme bilirim. Hem benim dağcılığım da var”
diyerek, helâk olmayacağını söylüyordu. Hatta Nuh
(A.S.) Cenâb-ı Allah‟a münâcaatla, oğlunun kendisine
tâbi olmadığını bildirdiğinde, Cenâb-ı Hakk Nuh (A.S.)‟a
“O senin oğlun değildir. Senin sulbünden gelen senin
oğlun değil, senin yolundan gelen senin oğlundur” dedi.
Ve günü gelince Nuh tufanı başladı. Gemiye binenler
tufandan kurtuldular. Gemiye binmeyenler tufanda helâk
oldular.Nuh‟un gemisi de tufan sonunda Cudi dağına
oturarak gemidekilerin hepsi kurtulmuş oldular.
Zâhir olarak Kur‟ân‟ın bizlere anlatmış olduğu bu
kıssadan bizler ne anlamalıyız. Yaşamımıza bunu nasıl
uygulamalıyız. Günümüzde, Nuh (A.S.) ilmiyle âmîl, güzel
ahlâk ve edeb sahibi, mütevazı Mürşîd-i Kâmillerdir.
Onlar peygamber vârisi oldukları için Hakk ve hakîkati
tebliğle görevlidirler. Nuh‟un yaptığı gemi ise Tevhîd
gemisi olup, ona binenler kurtuluşa ermiştir. Binmeyenler
ise cehâlet, gayriyet ve şirk tufanında, hâlâ helâk olup
durmaktadırlar. Gemi Recep ayında tamamlanmış ve Zi‟l-
hicce ayında Cudi dağına oturmuştur. Bir sâlik de,
Mürşîd-i Kâmilin Tevhîd gemisine ef‟âl ayı olan Recep
ayında binerek, fiillerin şirkinden kurtulmağa başlar.
Gemiye binmeleriyle, yedi gün gece gündüz devamlı
rahmet yağdı. Her tarafı sular istilâ etti. İşte yedi sıfat-ı
subûtiyemizle şuhûd kapılarının açılması ve gök diye
vasıflandırdığımız,bekâ tecellîlerinin Rahîmiyyet
rahmetinin yağmasına mazhar olduk demektir. Bu gemi
Mürşîd-i Kâmil kaptanlığında, Recep ayı fiiller rahmetinin
tecellîleri, Şaban ayı sıfatlar rahmetinin tecellîleri,
Ramazan ayı Zât rahmetinin tecellîleri, Şevval ayı tenzih
rahmetinin tecellîleri, Zilkade ayı teşbih rahmetinin
tecellîleri, Zi‟l-hicce ayı Tevhîd rahmetinin tecellîleriyle
Tevhîd deryasında yol aldı. Zi‟l-hicce ayından sonra gemi,
Cudi dağı olan Ahadiyet mertebesinde oturdu. Gemiye
seksen erkek ve kadın binmişti. Çünkü sekiz sıfatımızın
zâhir ve bâtın olan duygumuzla, bu tufandan
kurtulmanın tahakkuk edeceği muhakkaktır. Gemi Cudi
dağında boşaldığında, aşûre günü idi. Malûmunuz aşûre
de, Muharrem ayının onunda, yedi sıfatımızdan Hakk ve
hakîkatin lezzetini zevk etmek olduğu için, Muharrem
ayına Ahadiyet ayı denmiştir. Nuh (A.S.) nübüvveti ile
kavmini Hakk ve hakîkata davet etmiş, fakat akıl
seviyesindeki akl-ı maaş sahipleri, O‟nun nübüvvet
Makâmının sırlarını bilemedikleri için “Biz seni bizim gibi
beşer görüyoruz” diyerek inkâr etmişlerdir.
Çünkü akl-ı maaş sahipleri, dünyadaki zâhir olan bazı
nefisle ilgili şeyleri bilirler. Âhiretle ilgili bazı sırlardan
gafildirler. Onun için günümüzde bile, şekilden öteyi
göremeyen çok kimseler mevcuttur. Kısır akıllarıyla her
şeyi biliyoruz zannederler. Onun için Nuh‟un kavmi, “Seni
yalancılardan zannediyoruz” dedikleri gibi, bu görevli
kâmillere de yalancılık isnat ederler. Resûlullah Efendimiz
“Ehl-i Beytim Nuh‟un gemisi gibidir. Her kim o gemiye
binerse kurtulur. Her kim muhâlefet ederse gark olur.”
buyurmuşlardır. Şu dünya su ile dolu bir denizdir. Eğer
bedenin harâb olduğu zaman binecek bir gemi yaptın
ise, o sudan kendi âlemine necat bulursun. Yapmadınsa
o suya gark olup helâk olursun. Gemiye mahlûkattan dişi
ve erkek olarak iki tane alınması ise ilim ve amelle
menzile varılır.Cenâb-ı Hakk‟ın her tecellîsinde tenzih ve
teşbihi vücûd gemimizde zevk edersek Tevhîd etmiş
oluruz. Onun için ilimsiz amel taklittir. Amelsiz ilim de
kişiye fayda sağlamaz. Hakîkat ve şeriat deryasında bu
geminin yol alması için her ikisinin de tam ve eksiksiz
olması gereklidir. Hud Sûresi 42. âyette “Nuh (A.S.) akl-ı
maaştan ibaret bulunan vehmine mağlup, babasının din
ve Tevhidinden mahcub oğlunu çağırdı:
„Ey oğlum dinimize tâbi ol. ‟ dedi. Hakk‟tan mahcub,
denizde nefis arzusu dalgalarıyla helâk olanlardan olma
dedi. Oğlu ise, babasının davetinin esrarına mahcub
olduğu için reddetti ve helâk olanlardan oldu. Ayrıca Hud
Sûresi 45. âyette “Ey Nuh o senin oğlun değildir.
Senin oğlun, senin sulbünden gelen değil, senin
yolundan gelendir.” buyruluyor. Şu halde,
evlâtlarımızın Hakk ve hakîkat yolunda gitmeyişleri, bizim
evladımız olduğunu bedenen gösterse bile, Allah‟ın
indinde, sîreten evladımız olmadığını Cenâb-ı Hakk
söylüyor. Hz. Ali (K.V.), “Agâh olunuz ki, her ne
kadar eti yani karabeti Muhammed'e uzak olsa
dahi Muhammedin dostu Allah‟a itaat edendir. Ve
biliniz ki, karabeti Muhammed'e yakın olsa dahi,
Muhammedin düĢmanı, Allah‟a âsi olandır”
buyurmuşlardır. Nuh (A.S.) kavminin kendisine tâbi
olmadıklarından mütevellit “Ya Rabbi ! Yeryüzünde
hiçbir kâfir bırakma” diye beddua etti. Tenzih
mertebesindeki kişiler kendilerinin doğru yolda olduğunu
kabul ederler. Teşbih mertebesindeki kişiler de,
kendilerinin doğru yolda olduğunu sanırlar. Onun için
Nuh (A.S.) geceyi yani Vahdeti Vahdete davet, gündüzü
yani kesrettekileri kesrete davet kişilerin reddine vesîle
olur. Bu, denizdeki balıklara, „denize gelin‟ demeğe
benzer. Halbuki Tevhidde, Vahdettekileri kesrete davet,
kesrettekileri de Vahdete dâvet gereklidir. Muhyiddîn
İbnü‟l-Arabî Hazretleri, Nuh (A.S.) bahsinde “Hz.
Muhammed ümmetini dâvette, hem tenzih, hem teşbih
etti. Hz. Nuh ise, akıl ve rûhânîyetleri yönünden kavmini
gece davet etti. Çünkü bunlar, gizli ve mahiyetleri
karanlıktır. Sonra kavmini, zâhir sûretleri ve maddî
benlikleri yönünden gündüzleri de çağırdı ve her iki
daveti birleştirmediği için bu ayırma yüzünden bâtıncılar
nefret etti.Onların dolayısıyla kaçmalarına vesîle oldu.
Onun için Hz. Muhammed (A.S.) geceyi gündüze,
gündüzü de geceye davet etmiştir.” buyurmuşlardır.
İşte Cenâb-ı Allah‟ın emriyle, Recep ayından itibaren
vuslat yolculuğuna çıkan sâlik de, üçü fenâ, üçü de
tecellîler yönüyle bekâ mertebelerinde vuslat sonunda
hafî şirklerden de kurtularak, Cudi dağı olan Ahadiyete
gemisini oturtur. Dâima tatlı ve en az yedi cinsten olan
aşûreyi yemeğe de hak kazanır. Bu âlemde kalbi ile
tenzih, hissiyle teşbih yapma zevkine sahip olanlar
seyyidlerden oldukları için yani insanların efendisi olma
hasletine sâhib oldukları için toplum içinde ihtilâftan
kurtulmuşlardır. Yoksa kahrı ve lütfu bilmeyenler hiçbir
dem rahat olamazlar. Cenâb-ı Allah bizleri, Nuh gibi bir
İnsan-ı Kâmilden Tevhîd gemisine binerek tufandan
kurtulanlardan eylesin. Tenzih ve teşbihte kalmadan
Tevhîd zevki ile zevkiyâb olup bütün sıfat ve a‟zalarımızla
O‟nun tecellîlerinin zevkine erdirsin. Âmin.

NÛRÂNÎ VE ZULMANÎ
PERDELER

İnsanlar yaradılış gereği aceleci yaratılmışlardır. Az bir


mücâdele sonunda hemen murâdlarına ermek isterler.
Yaptıkları ibâdetler sonunda hicâblarının açılmasını, her
şeyin Hakk ve hakîkatini görmek ve mutluluğa kavuşmak
isterler. İşte böyle idrâkteki Musalara Kur‟ân-ı Kerîm‟de,
Musa (A.S.) “Görün bana bakayım
sana” dediğinde “Ya Musa! Sen Beni
göremezsin” (Len terâni ya Musa) denmiştir. Musa
(A.S.) “KarĢı dağa bak” diye hitâb duyunca dağa baktı.
Oradan tecellî eden ism-i celâl ateşi ile o benlik dağı eridi
ve Fenâfillâh oldu. Kendine geldiğinde “Ya Rabbim
benim arzu ettiğim gibi seni görmek isteyenlerin
ilk tövbe edicisi ben olayım” diye niyâzda
bulunmuştur.
Şu halde bizlerin bir Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla
nisbîyetlerimizden kurtulup, nefs deryâsından rûh
âlemine geçme ilmini öğrendikten sonra zulmânî
perdeleri yırtmamız mümkün olduğu görülmektedir.
İkilikle yapılan ibâdetler müşâhedesiz olduğu için zulmanî
perdeler kalkmaz. Kıldığımız vakit namazları, Ramazan‟da
bir ay tuttuğumuz oruçlar bizlere perdedir. Çünkü
bedenle yapılan ibâdetlerin fiillerinin fâilini, görüntüde
mevcûd olan sıfat ve esmâya nisbet ettiğimizde zulmanî
perde inmektedir. Zira bedenin kendine has bir gücü ve
kuvveti yoktur. Güç ve kuvvet sahibi Allah‟tır. Kelâmla
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billahilazim” diyoruz ama
yaşantımızda „Bu ten kafesinden her ne fiil zuhûr ederse
bunların fâili Allah‟tır‟ diyemiyoruz, şühûd edip esmâ ve
sıfatlara nisbet etmeden, Rûhullahın tecellîsinin zuhûrunu
zevk edemiyoruz. Her varlığın yaratılma yeri neresi ise
orada fiil ve icraatını gösterecektir. Biz de onu yerinde
farkıyla seyredebilirsek, işte o zaman zulmânî
perdelerimiz kalkmış olacaktır. Yoksa ikilik yaşantısında
kendi vücûdumuz bize perde teşkil etmektedir. Çünkü
sûretten sîrete geçmeden her varlıktaki birliğin zevkine
eremeyiz. Okuduğumuz kitaplar bize perde
olabilmektedir. Çünkü o yazarın fikirlerine bağlılık
yaratmaktadır. Vücûdumuz bize perdedir. Çünkü
nisbîyette kalmamız dâima yenilenmektedir. Hakk‟a
nisbîyet şühûdlarımız galebe çalmadıkça her an gaflete
düşmemiz mümkün olmaktadır. Kıldığımız vakit
namazlarımız bile bize perde olmaktadır. Çünkü dâimî
namazda olamadığımızdan, müşâhedemiz tecellî
etmediği için nisbîyetlere bağlılığımız devam ediyor.
Bütün bunları ilmen bilsek bile gaflete düşmemize engel
olamıyoruz. Nakşibendi, Kadiri, Nurcu gibi grup ve
ekoller bizlere perde olabilmektedir. Çünkü bu grupların
mazharlarından Hakk‟ın, yaratılma yerlerine göre tecellî
ettiğini, onların da yerli yerinde Hakk olduklarını
kabullenemiyoruz. Bir bahçede bulunan gül, karanfil,
menekşe, sümbül gibi hepsinin birer çiçek tecellîsi
olduğunu kabullenecek, onlara ihtilafın Hakk'a ihtilaf
olduğunu, onlara buğz etmenin Hakk'a buğz etmek
olduğunu anlayarak, onları da yerli yerinde görüp,
sevmeye gayret etmemiz gerektiğini anlayacağız. Halka
hizmet Hakk'a hizmettir.
Halkı sevmek Hakk‟ı sevmektir. Çünkü Hakk, halktan
tecellîsini göstermektedir. Onun için Hakk, halktan ayrı
değildir. Bu zevk ile zevkiyâb olduğumuzda Hakk‟tan
gayri olmadığımız o zaman anlaşılacaktır. İşte o zaman
saydıklarımız bize perde olmadığı gibi bunlar bizler için
günah da olmayacaktır. Çünkü en büyük günah Hakk‟tan
ayrı olmaktır. En büyük sevap da Hakk‟la beraber
olmaktır. Onun için yaptığımız ibâdetlerde dâima Hakk‟ı
müşâhede edelim. Dâima onunla beraber olmamız,
bizim, bütün ibâdetlerden üstün olan dâimî zikrimiz
olacaktır. Bizler Hakk teâlânın birer aletiyiz. Bizleri
nerelerde kullandığını şühûd edelim. Emrettiği yerde mi.
Yoksa yasak ettiği yerde mi. İşte biz oyuz.
Nûrânî perdeler ise birliği bozmayan ikilik perdeleridir.
Nasıl bir evin penceresinin tülünden dışarıyı
seyrettiğimizde her şeyi net görmek mümkünse aynen
onun gibi Fenâfillâh olup Bekâbillâha erenler Allah‟ın
Cemalullahını bütün sıfatlardan seyrederler. İşte bu
birliği bozmayan ikilikte Zâtını, sıfat aynalarından
seyretme halidir. Seyreden ve seyredilen şekliyle
anlatılsa da bu zevke erişen bir sâlik irfâniyeti ile kendi
zâtını kendi sıfatlarından seyredenin ayrı olmadığını zevk
etmektedir. Bir kişi aynaya baksa, bakan ayrı, aynadaki
ayrı değil ki ayrı mütalâa etsin. İşte buna da nûrânî
perdeler denilmektedir.”Allah âlem-i Âhirette ayın
ondördü gibi Cemalullahını mü‟min kullarına
gösterecektir.” sözünün gerçek anlamı budur. Allah,
Zâtını ne bu âlemde ne de âlem-i Âhirette mazharsız
göstermeyecektir.Zâtının bulunduğu yerde başka bir
varlık yok ki gören veya görünen olsun. Allah cümlemize
nûrânî perdeler altında Cemalullahını seyretmek nasîb ve
müyesser etsin. Âmin.

ORUÇ

Oruç, yükselmek demektir. Nereden nereye


yükselmektir. İkilikten birliğe yükselmektir. Cehâletten
irfâniyete yükselmektir. Şirkten, gayriyetten, nisbîyetten
birliğe, ayniyete yükselmektir. Oruç dört bölümde
mütalaa edilir:

1 - Bedenin orucu (Ģerîat-ı evvel orucu)


2 - Kalbin ve gönlün temizlik orucu (tarîkat
orucu)
3 - Hakîkat orucu (ikilikten birliğe yükselme
orucu)
4 - Mârifet orucu (esmâ ve sıfatların seyri)

Bedenle ilgili olan oruçta evvelini ve âhirini bilerek her


ikisi arasında, yemek içmek ve nefsânî istek ve
arzulardan uzak kalmak olarak mütalaa edilir. Çünkü bu
beden onbir ay çalışıp bir ay bakıma tabi tutulan bir
fabrika gibi dinlendirilirse sıhhatte kalacağı muhakkaktır.
Bir hadiste "Oruç tutunuz ki sıhhat
bulasınız" buyrulmuştur. Yalnız sahurda, akşama kadar
aç kalmaktan korkarak tıka basa mideyi doldurup
rahatsız olmak, iftar vaktinde de yine tıka basa yemek
yemek bedeni dinlendirmek değildir. Aç kalmak kişiye
tam mânâsıyla ölümü hatırlatıyor ve nefs muhasebesini
yaptırıyorsa ancak o zaman bedenin orucunun faydasını
kişi görebilir. Yoksa oruç tutmamıştır. Bedenin orucunu
tutanlar, bu satırlarda îzâh edilemeyecek kadar çok
sayıda faydalar elde etmektedirler. Fakat İslâmiyetin
oruç emrindeki daha fazla yüceliğe sahip olmak için
beden orucuyla beraber olan kalb ve gönül temizliği olan
tarîkat orucu da tutmağa gayret göstermelidir. Böylece
bedensel orucun yetmişbin katına mazhar olur. Çünkü
yalnız bedensel orucu tutanlar kalb ve gönül
terbiyesinden lâyıkiyle nasîb alamadıkları için, onların
yaşantılarında, sinirlilik, sağa sola sataşma gibi,
sabırsızlık halleri görülür. Halbuki oruç, günahlardan,
kişiye zarar verecek her türlü kötülüklerden sakınmak
içindir. Gaflet ve dalâlete düşerek, ahlâksızlıktan
sakınılmalıdır. Oruçta güzel ahlâk, edeb ve iffet vardır.
Peygamberimiz, "Bir kişi size kötü bir söz söylediği
zaman, siz ona kötü bir söz söylemeyin. „oruçluyum,
oruçluyum‟ desin" buyurdular. Görüldüğü gibi oruçlu bir
kişinin, el, ayak, göz, dil gibi her türlü sıfat ve a‟zalarını
kötülüklerden sakınması gerektiği anlaşılmaktadır.
Bunlarla her hangi bir hata yaptı ise, hemen tövbe
etmesinin orucun aslı olduğu beyan edilmiş oluyor.
Orucun güzel ahlâk ve hakikî insanlığın ta kendisi
olduğu, benlik, nisbetten, gurur, kibir, haset, fesat,yalan
ve buna benzer bütün kötülüklerden sakınmanın oruç
olduğu anlaşılmış oluyor. Oruç nefs terbiyesidir. Kur‟ân-ı
Kerîm‟de yasak kılınan, nefsin canavarlıklarını terk etmek
tahsilidir. Oruç, kişinin kalb ve gönlünü nefsin
hükmünden kurtarmalıdır. Kalbin ilim ve irfâniyet
doğrultusunda güçlenmesi gerçek oruçtur. Bir kişi oruçlu
olduğu halde sağa sola saldırıyor, onun bunun kalbini
kırıyor, ahlâk ve edeb kâidelerine riâyet etmiyorsa onun
orucu yoktur. Çünkü oruç kötülüklerden, ahlâksızlıktan,
bilgisizlikten, kötü düşünüş ve davranışlardan sakınmak,
güzel ahlâka ve bütün iyiliklere yükselmek için
emredilmiştir. Gelin kardeşlerim bu seviyede bir oruç
tuttuğumuzu söylüyorsak gıybet dinlememeye özen
gösterelim. Kötü görmemeye, kötü şeylerle dilimizi
meşgul etmemeye, kötü şeyler
düşünmemeye,gönlümüzü ve bütün sıfatlarımızı
elimizden geldiğince Hakk‟la meşgul etmeye, zikir ve
fikirle uğraşmaya gayret gösterelim. Unutmayalım ki
zikrimiz ne ise fikrimiz de o olacaktır. Bir günümüzün kaç
saatini Hakk için ve kaç saatini halk için harcadığımızı
dâima kendimize sorup muhasebemizi yapalım.
Hakîkat orucunu ise ancak yukarıda açıkladığımız oruçları
tutabilenler tutmağa hak kazanırlar. Zira bedensel oruç
olmazsa ahlâk güzelliği olan tarîkat orucunu tutamaz.
Bütün kötülüklerden uzaklaşmayan ve ahlâk güzelliği
elde edemeyen de ikilikten birliğe vuslat olan hakîkat
orucunu tutamaz. Hakîkatte oruç „uruc‟ etmektir. Yani
ikilikten birliğe yükselmektir. Kişinin kendi varlığı ayrı,
Hakk‟ın varlığı ayrı iken, cehâletinden, gayriyetinden,
şirkinden kurtularak, kendi varlığının olmadığını, varlık
sahibinin Hakk olduğunu şühûd etmesi ve yaşamına
geçirmesi onun orucu olacaktır. Bu da bir Mürşid-i
Kâmilden tahsil etmeden olmaz.
Bir sâlikin, zerreden kürreye kadar her neye bakarsa
baksın Hakk‟tan gayri bir tecellî görmemesi, onun
ikilikten birliğe vuslatı olacaktır. Onun gayriyete
çıkmaması, dolayısıyla da ikilikteki bütün şirk ve
kötülüklerden sakınması, onun orucu demektir. Bütün
ihtilâf ve kötülükler ikilikte olur. Birlik deryasında ihtilâf
ve kötülükler olmaz. Hakîkatte ikilikle oruç da olmaz.
Ölmeden evvel ihtiyarî bir ölümle ölenler oruç tutma
zevkine sahip olabilirler. Oruçlu, her şeyi bir olan Cenâb-ı
Hakk‟ın tecellîsini şühûd etmektedir. Hz. Îsâ (A.S.)
"Ġkiliğe çıkmak orucu bozar" buyurmuşlardır. Yani,
kişi kendisini Hakk‟tan ayrı bir varlık sahibi olarak
görüyorsa bu ikiliğe çıkma olacağından orucu bozulur
demektir. Görüldüğü gibi, nasıl bir cevizin dış yeşil
kabuğu olmadığı zaman, içindeki ağaç kabuk teşekkül
etmiyor, bu kabuklar olmayınca da içindeki cevizin özü
olan hakîkati teşekkül etmiyorsa oruç da böyledir.
Hakîkat orucuna sahip olabilmek için, cevizin yeşil
kabuğu olan bedensel terbiye, cevizin ağaç kabuğu olan,
ahlâk güzelliği ve kötülüklerden uzaklaşma orucu olan
tarîkat orucunu tutabilenler, ancak cevizin özünü yemeğe
hak kazandığı için, birlik deryasına ayak basarak hakîkat
orucunu tutabilirler.
Mârifet orucu ise bu üç mertebede tutulan oruçların
idrâkini, gönlünde yaşama hâlidir. Kişi kendisine baksın,
hangi mertebede bulunuyor ve oruç tutuyorsa onun
orucu o seviyededir.
Bir kişinin hakîkat orucunu tutabilmesi için, kendi
varlığını Hakk‟ın varlığında yok ederek, Fenâfillâh olup,
“Mutu kable ente mutu” sırrına sahip olması lâzımdır.
Kendi varlığı olmayan bir kişinin kötülük yapması,
kötülük düşünmesi, şirk ve gayriyet içinde bulunması
düşünülemez. Zira bunlar ikilik vâdisinde yetişen
ürünlerdir. Cenâb-ı Hakk‟ın güzel ahlâkına sahip
olmamışsa, insanlarla zaman zaman takışıyorsa, şirk ve
gayriyet fiillerinden kendisini sakındıramamışsa o kişinin
orucu yok demektir. Cenâb-ı Allah, bütün kardeşlerime,
bu dört mertebenin oruç idrâkine sahip olarak oruç
zevklerini ihsân etsin. Âmin.

ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE


DEMEKTĠR

Ölüm üç türlüdür :
1 - Ġzdirari ölüm
2 - Ġhtiyârî ölüm
3 - Her nefesteki ölüm

“Her nefs ölümü tadacaktır” (H.Ş.) gereği her canlı


varlığın belirli bir ömürden sonra bu âlemi terketmesine
izdirari ölüm denir. İhtiyarî ölüm ise bir kişinin kendi istek
ve arzusuyla bir Mürşid-i Kâmile gelip merâtib-i
İlâhiyedeki fenâ-i tam tahsilinde kendine nisbet ettiği
varlığı yok edebilirse ölmeden evvel irâde ve idrâkiyle
ölmüşlerden olur. Bunu Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz
“Mutu kable ente mutu” sırrıyla tavsiye ediyor. Yani
“Ölmeden evvel ölünüz.” buyuruyor. Sahabeye “Siz
yiyip içen ve gezen ölü görmek ister misiniz. Ebubekir (R.
A. ) Hz. ‟lerine baksın demekle, onun sahabeler içinde
şirklerinden kurtulup Fenâfillâh mertebesini zevk ettiğini
göstermiş oluyor.
Bizler de kendimize nisbet ettiğimiz fiilimizin fiilullah,
sıfatlarımızın sıfatullah, zâtımızın da Zâtullah olduğunu
idrâk edersek ölmeden evvel ölenlerden oluruz. Bakara
Sûresi 28. âyetinde “Allah'a nasıl küfrediyorsunuz ki,
ölü iken sizleri diriltti. Sonra sizleri yine
öldürecek, sonra sizleri yine diriltecek, sonra da
döndürülüp O'na götürüleceksiniz!” buyruluyor.
Bizler de Mürşid-i kâmile gelmezden evvel manevî
yönümüzle ölüydük. O bizi zikirle diriltti. Tekrar
öldürüldük. Yani kendimize nisbet ettiğimiz ef‟âlimizin,
sıfatımızın, Zâtımızın kendimizin olmadığını irfâniyetle
öğrenince gayriyetlerimiz ölmüş oldu. Tekrar dirilmemiz
ise Fenâfillâh olduktan sonra Hakk‟ın varlığı ile var
olduğumuzu anlamakla ihtiyarî olarak olacaktır. Ondan
sonra da O‟na döndürüleceğiz.
Zira Rabbimizi tanıyınca, bizdeki Rabbil has, Rabbü‟l-
Âlemîn‟e muhtaç olduğunu kendisindeki sevk ve idârenin
Rabbü‟l-Âlemîn‟in bir şûbesi olduğunu anlayacaktır.
Sonunda elbette dönüş de O‟na olmuş olur. Bakara
Sûresi 260. âyetinde “Bir vakit Ġbrahim:„Rabbim,
bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster. ‟demiĢti. Allah
buyurdu: „Yoksa inanmadın mı‟ Ġbrahim:
„Ġnandım, ancak kalbimin iyice yatıĢması için. ‟
dedi. Allah buyurdu ki: „Öyle ise kuĢlardan
dördünü tut ve onları kendine çevir, iyice
tanıdıktan sonra her dağ baĢına onlardan birer
parça dağıt. Sonra onları çağır, koĢa koĢa sana
gelsinler. Bil ki, Allah gerçekten güçlüdür ve
hikmet sahibidir. ‟” buyrulmaktadır.
İşte sendeki dört kuş
1- Leşle beslenen „kuzgun‟, 2- Obur ve doymak bilmeyen
„kaz‟, 3- Eteğe düşkün „horoz‟, 4- Gururlu ve kibirli „tavus
kuşu‟dur. .
Kuzgun, helâl haram gözetmeden her şeyi yer. Kaz,
obur, açgözlü ve asla doymak bilmez. Horoz, haram ve
helâl gözetmeksizin şehvete düşkündür. Tavus kuşu,
tüylerinin güzelliğyle ve rengârenk oluşuyla mağrur olan
bir kuştur. İşte saydığımız bu dört kuştaki hasletler
insanlarda da vardır.
Bu kuşların taşıdığı hasletlerden geçersen, yani kendine
nisbet ettiğin bu varlığı öldürüp, Hakk‟ın bunların karşılığı
olan güzel hasletleri, Hakk‟ın varlığı ile dirildiğinde sende
dirilir ve senin bu kötü hasletlerinin öldüğünü sendeki
Hakk‟ın güzel hasletlerinin dirildiğini görürsün. Yani
ölmeden evvel ölmekle, dirildiğini görürsün
buyurmuşlardır.
Zâhir bedenimizde nefesimizle aldığımız oksijenle dirilir,
verdiğimiz nefesle de bedenimizdeki karbondioksiti
atarak ölürüz. Bu bedensel faaliyetimiz her nefeste
dirildiğimizi ve öldüğümüzü göstermektedir. Tevhîdde ise
her nefeste ölüp dirildiğimiz Kâmilimizden aldığımız
“nefehtü” âyetinin idrâkiyle anlaşılacaktır.

ÖLÜM ÖTESĠ

Bizler dünya âleminde öldükten sonra bedenlerimizin


toprağa girmesi ile Cennet‟e veya Cehennem‟e
gideceğimizi zannederiz. Halbuki bu âleme gelesiye
kadar üç âlem geçirdik. Bu âlemden sonra da üç âlem
geçireceğiz. Ondan sonra Rabbimize kavuşmuş olacağız.
Yoksa herkesin bildiği gibi ölünce hemen Cennet veya
Cehennem‟e girecek değiliz.
Bizler baba sulbünde iken meni halinde bir damla su idik.
Orada ismim diyelim ki Ahmet idi. Oradaki vücûdum da
bir damla sudan ibaretti. Oradan anne rahmine düştüm.
Oradaki adım yine Ahmet oldu. Orada ayrı bir vücûd
giydim. Yani anne rahminde yeni vücûd giydim. Burada
göbek bağımla annemin kanından gıdalanıyordum. Anne
karnından dünyaya geldim. Özüm yoluna dünyada
devam etmeye başladı. Dünyadaki gıdamı artık ağız yolu
ile almaya başladım. Dünyadaki adım yine Ahmet oldu.
Vücûdum da dünyadaki bedensel olan vücûdum oldu.
Dünyadaki vücûdumu da yetmiş-seksen senelik bir
yaşam sonunda, baba ve anne sulbündeki vücûdlarımı
nasıl bıraktıysam, aynen onun gibi dünyadaki vücûdum
da, topraktan geldiği gibi toprağa gömülüp bırakılacak.
Şimdi geriye baktığımızda, baba sulbündeki, anne
sulbündeki ve bu dünyadaki vücûdumuzun nasıl
olduğunu biliyorsak aynen onun gibi âlem-i berzaha
geçtiğimizde de orada da lâtif bir vücûd giyeceğimizi
bilecek ve göreceğiz.
Aslında, baba sulbünde de, anne sulbünde de, dünya
âleminde de kesafet vücûdlarımızın altında ayrıca bir lâtif
vücûdumuz dâima vardır. Yunus‟un “Bir ben vardır
bende, benden içeri” dediği işte o lâtif vücûdumuzdur.
Kâinatta her varlık „dış‟ ve „öz‟den ibarettir. Bir ceviz bile
kabuğunun içindeki özün durumunu lâyıkiyle bilemez.
Fakat cevizin özü kabuğun durumunu çok iyi bilir.
Kesâfet vücûdundan letâfet vücûduna geçmeden
(Fenâfillâh) letâfet âlemi lâyıkıyle bilinemez. Fakat lâtif
varlığımız kesâfet varlığımızdan zuhûra geldiği için onu
çok iyi bilir ve görür. Kesif vücûdumuz fânî olduğu için
ölüm onu yok eder. Fakat lâtif vücûdumuza ölüm yoktur.
O, bir âlemden diğer bir âleme geçmekle yolculuğuna
devam etmektedir. Lâtif vücûdumuz, bu dünya âleminde
kesif vücûdumuz olan bu unsur vücûdun sıfat ve
a‟zalarından kendisini sergilemektedir.Evliya ve ehl-i
ârifler, kesif olan bu zâhir vücûddan, gözle zâhirde
görülmeyen lâtif olan vücûdu gördükleri için, ona göre
tavır takınırlar. Bizler de onlara „Ne mübârek insanmış,
içimizi okudu‟ deriz. Gözle gördüğümüz zâhir vücûd, bu
dünya âleminde gününü tamamlayınca aramızdan bir
daha gelmemek üzere ayrıldığı için ona öldü deriz ve
toprak olan cemâdâta teslim ederiz. Fakat lâtif olan
vücûd bâkidir. O ölmemiştir. Berzah âlemine lâtif olan
vücûd intikâl eder. Sakın bu âlemlerde bir yerlere gidilip
gelindiğini zannetme. Sefer, senden sanadır. Anlaşılması
için ikilik içersinde kelâmla bu şekilde ifade edilmektedir.
Berzah âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi diye bildiğimiz
âlem, dünya ile Âhiret arasında bir beklemeBizler de
onlara „Ne mübârek insanmış, içimizi okudu‟ deriz. Gözle
gördüğümüz zâhir vücûd, bu dünya âleminde gününü
tamamlayınca aramızdan bir daha gelmemek üzere
ayrıldığı için ona öldü deriz ve toprak olan cemâdâta
teslim ederiz. Fakat lâtif olan vücûd bâkidir. O
ölmemiştir. Berzah âlemine lâtif olan vücûd intikâl eder.
Sakın bu âlemlerde bir yerlere gidilip gelindiğini
zannetme. Sefer, senden sanadır. Anlaşılması için ikilik
içersinde kelâmla bu şekilde ifade edilmektedir. Berzah
âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi diye bildiğimiz âlem,
dünya ile Âhiret arasında bir beklemeBizler de onlara „Ne
mübârek insanmış, içimizi okudu‟ deriz. Gözle
gördüğümüz zâhir vücûd, bu dünya âleminde gününü
tamamlayınca aramızdan bir daha gelmemek üzere
ayrıldığı için ona öldü deriz ve toprak olan cemâdâta
teslim ederiz. Fakat lâtif olan vücûd bâkidir. O
ölmemiştir. Berzah âlemine lâtif olan vücûd intikâl eder.
Sakın bu âlemlerde bir yerlere gidilip gelindiğini
zannetme. Sefer, senden sanadır. Anlaşılması için ikilik
içersinde kelâmla bu şekilde ifade edilmektedir. Berzah
âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi diye bildiğimiz âlem,
dünya ile Âhiret arasında bir beklemeBerzah âlemine lâtif
olan vücûd intikâl eder. Sakın bu âlemlerde bir yerlere
gidilip gelindiğini zannetme. Sefer, senden sanadır.
Anlaşılması için ikilik içersinde kelâmla bu şekilde ifade
edilmektedir. Berzah âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi
diye bildiğimiz âlem, dünya ile Âhiret arasında bir
beklemeBerzah âlemine lâtif olan vücûd intikâl eder.
Sakın bu âlemlerde bir yerlere gidilip gelindiğini
zannetme. Sefer, senden sanadır. Anlaşılması için ikilik
içersinde kelâmla bu şekilde ifade edilmektedir. Berzah
âlemi, rûhlar âlemi, melekût âlemi diye bildiğimiz âlem,
dünya ile Âhiret arasında bir bekleme salonudur. Burada,
dünyada nasıl bir yaşam içerisindeysen, her anının
çekilmiş fotoğrafları ve dünyadaki yaşamında söylediğin
her sözün banta kaydedilmiş olarak tasnif edildiği yerdir.
Ayrıca hakîkat ehli olarak da gönülden geçen her şey
banta kayıt yapılmıştır. Bu fotoğrafların banyo yapılması
ve bantların tasnifi, melekût âleminde yapılmaktadır. Bu
âlemde de ismimiz yine aynıdır. Cenâb-ı Hakk‟ın
Vahdâniyyet yönünün her şeyi ihâta etmesi nedeniyle,
bir çekirdeğin içerisinde bütün bir ağacın dal, yaprak ve
meyveleri gizli olduğu gibi, berzah âleminde de kişinin
dünyadaki çekilen fotoğrafları ve söz bantları henüz
açığa çıkmamıştır. Gizlidir. Onun için buraya Vahdâniyyet
âlemi, bekleme salonu veya berzah âlemi denmiştir.
Burada sorgu ve sual yoktur. İnsanlar, burada da her ne
kadar kalacaklarsa, kaldıktan sonra,rûhâniyetimiz olan
lâtif vücûdumuz yoluna devam edecektir. Çünkü ölüm
bedenedir. Rûha değildir.
Berzah âleminden sonra, Âhiret diye bildiğimiz, ceberrut
âlemine, yani mârifet âlemine ölümsüz olan lâtif
vücûdumuzla geçeceğiz. İşte bu âlemde, Cennet de var,
Cehennem de var, Sırat da var, Mizan da var. Dünyada
iken tencereye ne koydu isek, burada kepçemize o
çıkacaktır. Cenâb-ı Allah, hesâbını seri görendir. Bu
âlemde, frekanslar, dalgalar, şualar gibi bazı etkenlerle,
kişilerin Vahdet ve kesret âlemindeki yıldızlardan
etkilenmeleri mümkündür. İşte bu ceberrut âleminde,
letâfet vücûdları ile kişiler günahkârlarsa Cehennem‟de
azâblarını çekecekler, Cenâb-ı Hakk‟ın emir ve yasaklarını
uyguladılarsa Cennet‟i görüp yaşayacaklardır. Dünyada
çekilen fotoğrafların, zâhir ve bâtın bantların hesabı bu
âlemde verilmektedir. Dünya âhiretin
tarlasıdır.”Dünyada gönül tarlana ne ektiysen,
âlem-i Âhirette onu biçersin” (H.Ş.) burası için
söylenmiştir.
Âlem-i Âhirette, bizlerin bildiği gibi kesâfet bir vücûd
değil, lâtif bir vücûd azâb ve mükâfatı görmektedir. Bir
kişi nasıl rüyasında zâhiri vücûdu azâb ve mükâfatı
görmediği halde, letâfet vücûdu azâb ve mükâfatı
görmekteyse aynen onun gibi letâfet yönü ile bu imtihanı
geçirecektir. Cenâb-ı Allah‟ın her nefesin bile hesabını
çok çabuk gördüğü göz önünde bulundurmak gerekir.
Dünya mâdem bir imtihan âlemidir, her türlü yaşam
hâlimizin hesabını vereceğimiz muhakkaktır.
Dünyada iken bu lâtif vücûdu tanımak ve her türlü nefs
terbiyesi sonunda, kalb ve gönlü, Rabbinden
başkalarından temizlemek lâzımdır. Allah kendisinden
başkasının o gönülde olmasını istemez. Peygamberimiz
"Nâs uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar"
buyurmuşlardır. Kalbin cehâlet ve gafletten uzak olarak
ilim ve irfâniyetsizliği, kişinin gaflet uykusunda olduğunu
gösterir. Ömrü boyunca bedensel vücûdunun huzur ve
rahatını düşünerek yaşamak, kişinin Hakk ve hakîkat
yolunda uyuduğunu gösterir. İşte kalbin bu cehâlet ve
gafletinden uyanması, kişinin aynı zamanda ilim ve
irfâniyetle lâtif olan Âhiret âleminde uyanması demektir.
Dolayısıyla da daha yaşarken, lâtif olan Âhiret âlemini
görür. Kendisinin diye bildiği varlığın olmadığını, varlık
sâhibinin Hakk‟ın varlığı olduğunu şühûd etmeye
başlayınca, gönlünde canlandırdığı benlik varlığının
kendisinin olmadığını, bu varlığın Hakk‟ın varlığı
olduğunu anlayınca, dâima O‟nu görmeye ve O‟nun
yaşamını seyretmeye başlar.
İşte, bir kişi gaflet ve cehâletten ölerek, Hakk‟ın
varlığında dirilirse, gaflet uykusundan uyanmış, ilim ve
irfâniyetle dirilmiş demektir. Zira ilim ve irfâniyet
Hakk‟ındır. Diri de O olmuş olur. Bir âyet-i kerîmede
"Mü‟minler ölmezler, fenâ evinden bekâ evine
göçerler" buyrulmuştur. Artık o kişi Hakk‟ta fânî olmuş
ve Hakk‟ta Hakk ile bekâ bulmuştur. Onun Allah‟tan gayri
kendine ait varlığı olmadığı için, ona ölüm de yoktur.
Rûhullah olan letâfet vücûdu, Zât deryası olan Lâhut
âlemine kadar yoluna devam edecektir. Yunus Sûresi 62.
âyette “Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne
de onlar mahzun olurlar!” buyrulmaktadır. Birlik
deryasında O‟ndan başkası olmayınca kimden korkacak
ki.
Berberin önünde saçlarımızın önümüze döküldüğünü
gördüğümüz gibi, âlem-i Âhiret diye bildiğimiz ceberrut
âleminde, Cennetlikler Cennet‟e, Cehennemlikler de
Cehennem‟e gireceklerini göreceklerdir. Bu âlemde iken,
bu âleme gelesiye kadar bütün âlemlerdeki vücûdumuzu
görüp bildiğimiz gibi bu âlemde de vücûdumuzu görecek
ve bileceğiz.
Ceberrut âleminde kaldıktan sonra Cennetlikler Lâhut
âlemi olan Zât âlemine intikâl ederler. Her âlemde lâtif
vücûdumuzla seyir yaptığımız gibi bu âlemde de Lâhut
âlemine seyir yapılır. Mârifet âlemi olan Ceberrut
âleminde, günahları ağır gelenler cehenneme,sevapları
ağır gelenler ise cennete gireceklerdir. Günahları ağır
gelenler ebedi cehennemde sevapları ağır gelenler ise
ebedi cennette kalacaklardır.dünyada tevhid tahsilinden
sonra cemalullahı görebilenler ise burada olduğu gibi
Alemi ahirettede mükâfat olarak ebedî mutluluk ve huzur
hâli olan Cenâb-ı Hakk‟la beraber olma dâimliğine nâil
olmuşlardır. İşte bunlar Rablerine kavuşmuş olanlardır.
Irmak ve derelerin deryaya kavuştuğunda nasıl sesi ve
sedâsı çıkmazsa Rablerine kavuşanların da mutluluklarına
diyecek yoktur. Onlar bütün imtihan ve merhaleleri
başarı ile geçmiş,Rablerine kavuşarak mutlu olmuş ve
kurtuluşa ermiş kişilerdir. Her nereye bakarlarsa
baksınlar, Cenâb-ı Hakk‟ın yüzünü görmekte ve kendi
sıfat mazharlarından, diğer bütün başka sıfatlarda tecellî
eden Zâtın zuhûrunu seyretmektedirler. Bu âlemin bir
seyir âlemi olduğunu bildikleri için, her an ayrı bir şe‟nde
tecellî eden Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûrâtını fark ile şerîat-ı
ahkâmiyeyi seyreder ve yaşarlar. Allah bütün
kardeşlerimi bu minval üzere vuslat bulan, kurtulmuş
kişilerden eylesin. Âmin.her an ayrı bir şe‟nde tecellî
eden Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûrâtını fark ile şerîat-ı
ahkâmiyeyi seyreder ve yaşarlar. Allah bütün
kardeşlerimi bu minval üzere vuslat bulan, kurtulmuş
kişilerden eylesin. Âmin.her an ayrı bir şe‟nde tecellî
eden Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûrâtını fark ile şerîat-ı
ahkâmiyeyi seyreder ve yaşarlar. Allah bütün
kardeşlerimi bu minval üzere vuslat bulan, kurtulmuş
kişilerden eylesin. Âmin.

PEYGAMBERĠMĠZĠN SEVR
MAĞARASINA SIĞINMA VAK‟ASI

Peygamberimiz Mekke şehrinde İslâmiyeti tebliğ


ederken, Mekke müşriklerinin çok büyük kötülüklerine
muhatap oldu. Hatta O‟nu Mekke şehrinden çıkardılar.
Bir gün Peygamberimiz Ebubekir (R. A. )‟e gelerek
Mekke şehrini terk edeceğini söyledi. Ebubekir (R. A. ),
beraberinde kendisini de götürmesini istedi.
Peygamberimiz de Ebubekir (R. A. )‟in bu isteğini kabul
etti. O gece Ebubekir (R. A. ) ile birlikte Resûlullah
Efendimiz Mekke şehrini terk ettiler. Peygamber
Efendimiz kendi yatağına Hz. Ali‟yi yatırmıştı. Mekke
müşrikleri Resûlullah‟ın evini sarmışlar, kuş bile
uçurtmuyorlardı. Kapıyı kırarak yatak odasına daldılar.
Resûlullah‟ı öldürmek için yorganı kaldırdıklarında O‟nun
yerinde Hz. Ali‟yi yatıyor buldular. O‟ndan Muhammed‟in
nerede olduğunu sordular. O da çıkıp gittiğini
söyledi.Müşriklerin başı Ebucehil Resûlullah‟ın ellerinden
kaçtığını öğrenince çok hiddetlenerek “O‟nu bana kim
bulursa 100 deve vereceğim” dedi.
Müşriklerden bir kişi çok güzel iz takip edebildiğini, O‟nu
en kısa zamanda bulup getirebileceğini söyledi. O kişi ve
beraberindekiler hemen harekete geçtiler. Resûlullah
Efendimizin arkasından izleri takip ederek Sevr
mağarasına doğru yola koyuldular.
Resûlullah Efendimiz ve Ebubekir (R. A. ) mağaraya
vardıklarında Ebubekir (R. A. ) “Ya Resûlullah evvelâ ben
mağaraya girip orayı temizleyeyim, ondan sonra siz
girersiniz” diyerek mağarada temizlik yaptı. Sonra ikisi de
mağaraya girdiler. Ebubekir, mağarada sekiz delik gördü,
bunların yedisini kapattı. . Kalan delikten zararlı bir
mahlûkun girmesini önlemek için o deliği de ayağı ile
kapattı. Resûlullah Efendimiz mağaraya kadar yolculukta
yorulmuş idi. Biraz dinlenmek için, Ebubekir‟in dizine
başını koyarak istirahata çekildi. Ayağı ile kapattığı
delikten, Ebubekir‟in ayağını bir yılan soktu. Acıdan,
Ebubekir‟in gözlerinden akan yaşlar dizinde yatan
Resûlullah Efendimizin yüzüne düşmeye başlayınca,
Resûlullah Efendimiz “Ya Ebubekir ! Ne için ağlıyorsun,
bir şey mi oldu” dedi. O da ayağının yılan tarafından
sokulduğunu,onun için gayri irâdî olarak gözünden yaşlar
aktığını, istemeyerek de olsa kendisini rahatsız ettiğini
söyledi. Resûlullah efendimiz, yılanın soktuğu yeri
okuyarak, tükürüğüyle mesh edip ağrısını geçirdikten
sonra “Bırak, yılan girsin içeriye” dedi. Yılan içeriye
girince dile geldi ve “Ya Resûlullah ! Ben sizi üç yüz
yıldan beridir bekliyorum. Arkadaşın benim içeriye
girmeme engel olduğu için ayağını soktum. Ben de îmân
ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah”
dedi.Arkadaşın benim içeriye girmeme engel olduğu için
ayağını soktum. Ben de îmân ettim. Lâ ilâhe illallah
Muhammedün resûlullah” dedi.Arkadaşın benim içeriye
girmeme engel olduğu için ayağını soktum. Ben de îmân
ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah” dedi.
Müşrikler Sevr mağarasının yanına kadar gelmişlerdi.
Resûlullah ve Ebubekir müşriklerin konuşmalarını
içeriden duymaktaydılar. Ebubekir korkmaya başladı.
Peygamberimiz de “Korkma Allah bizimle beraberdir”
diyerek onun korkusunu giderdi. Tevbe Sûresi 40.
âyette“Eğer siz ona yardım etmezseniz,
biliyorsunuz ya, o küfredenler onu çıkardıkları
sırada mağarada bulunan ikinin bir iken Allah ona
yardım etmiĢti ki, o, arkadaĢına: "Üzülme, çünkü
Allah bizimle beraberdir!" diyordu. Bunun üzerine
Allah ona manevî güç ve huzur verdi, onu
görmediğiniz ordularla destekledi ve
küfredenlerin kelimesini en alçak etti. Allah'ın
kelimesi ise en üstün olandır. Allah, güçlüdür,
hikmet sahibidir” bu olay anlatılmaktadır. Mağaranın
ağzına hemen bir örümcek ağ örmüş, bir güvercin de
orada yuva yaparak yumurtasının üzerine oturmuştu.
Müşrikler örümcek ağı ile yuvasındaki güvercini görünce
“Gelen olsaydı örümcek ağı olmaz, güvercin de buraya
yuva yapmazdı” diyerek mağaranın boş olduğuna kanaat
getirdiler. Böylece üç gün orada kaldıktan sonra
Resûlullah Efendimiz Medine‟ye hicret etmiş oldu.
Bu gün de aynı olaylar olup durmaktadır. Bizlerin nefs-i
emmâre müşriklerinden, akıl ve rûh kuvvelerimizin,
kendimize nisbet ettiğimiz bu vücûd şehri olan Mekke
şehrinden, Hakk ve hakîkatin tecellî ettiği gönül
Medinesine gitmekten ibarettir.
Anlatılan bu vak‟ada müşrikler Hz. Ali‟yi Resûlullah
efendimizin yatağında buldukları halde neden
öldürmediklerini, Sevr mağarası, mağaradaki sekiz delik,
yılan ve yılanın îmân etmesi, örümceğin mağaranın
ağzına ağ örmesi, güvercinin hemen bir yuva yaparak
mağaranın ağzında oturması, mağarada üç gün kaldıktan
sonra Medine şehrine hicret etmelerinin sırlarını
öğrenmemiz ve vuslatımızda, kendimizi yakın takibe
alarak yaşamamızda uygulamamız gerekmektedir. Yoksa
anlatılanları hikaye gibi algılamak bizlere fayda
vermeyecektir.
Hz. Ali ilm-i velayeti remzeder. Nefs-i emmârenin bütün
kuvveleri onu asla öldüremezler. Çünkü kendileri de yok
olur. Sevr mağarası ise bu rûhumuzun mülkü olan vücûd
mağaramızdır. Bu mağaradaki sekiz adet delik sekiz
sıfat-ı subûtiyemizdir. Bir sâlik nefs terbiyesini
Kâmilinden tahsil ettikten sonra mutmain olmuş nefs
haline döner. İşte o zaman yılan gibi nefs sahipleri de
(nefs-i emmâre sahipleri) nefislerini mutmain ettikleri için
üçyüz yıl beklemiş olurlar. Üçyüz yıl ef‟al, sıfat ve Zât
mertebelerinin idrâk edilmesi demektir. Onun için yılan
“Ya Resûlullah ben sizi üçyüz yıldır bekliyordum. Ben de
şimdi imân ettim. Lâ ilâhe illallah Muhammedün
resûlullah” dedi. Bir sâlik de ancak Fenâfillâh olduktan
sonra lâyıkıyle Hz. Muhammed‟e îmân etmiş olur. Çünkü
îmân etmeden evvelki hâli, yılan olan nefsin dünya
istekleri doğrultusunda halk ediyordu.Îmân ettikten
sonra, artık nefs-i emmârenin istekleri doğrultusunda
değil, rûhun istekleri doğrultusunda halk ediciliğini
yapacaktır. Daha evvel ef‟âl yüzü, sıfat yüzü, Zât yüzü
olarak üç yüz yıl kişinin mutmain olmuş bir nefs halinde,
kemâlât mazharı olan Muhammed‟den zuhûrunu
bekliyormuş. Burada enfüste Ebûbekir aklı, Resûlullah ise
rûhu remzetmektedir. Âfâkta ise Mürşid ile sâliki
remzeder. Bu nefs terbiyesi yolculuğunda sâlikler, nefs-i
emmârenin kötülüklerinden çok korkarlar. Fakat onların
kâmilleri “Korkmayın Allah bizimle beraberdir” diyerek,
kendi varlıklarının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı
Hakk olduğunu, hiçbir şeyden zarar gelmeyeceğinin
güvencesini verirler. Zâten O‟nun mülkünde O‟ndan
başkası yoktur. Kişinin kendisine en büyük zarar kişinin
cehâletidir. Bir kişiye en büyük zarar yine kişinin
kendisinden gelmektedir.
Kâmilde tahsil eden kişi, cehâlet ve nisbîyet
hicâblarından kurtulduğu için, mağaranın içinden dışını,
yani nefs-i emmârenin niyet ve isteklerini görür ve bilir.
Fakat ilim ve irfâniyette hicâblı olan örümcek kafalılar,
ilim ve irfâniyet sâhiplerinin durumuna vâkıf değillerdir.
Onun için hicâb perdesi gibi örümceğin ağı da dışarıdan
içeriyi göstermez. Zira nefs-i emmâre sahipleri veya nefs
kuvveleri, gönül mağarasındaki rûh ve akıl nimetlerini
idrâk edemez ve niyetini bilemez. Onun için örümceğin
ağı burada cahil olanlara hicab perdesi olmuş oluyor.
Güvercin de tefekkür nimetinin haberciliğini
remzetmektedir. Çünkü kuş gök ehlidir. Anında istediği
yere uçabilme hasletine sahiptir. Müşrikler mağaraya
kadar geldikleri halde içeriye giremeyişlerinin sebebi
câhil ve bilinçsiz oluşları, mağaranın onlar için karanlık
oluşundandır.Velevki mağaranın içine baksalar bile onları
orada göremeyeceklerdi. Zira nefs-i emmârenin
kuvveleri, rûhun sıfat kuvvelerini idrâk edemez. Fakat
içeridekiler, akıl ve idrâk, dışarıdaki müşrikleri, yani
nefsin isteklerini bilirler. Üç gün mağarada kalmaları,
Cenâb-ı Hakk‟ın kendi mazharlarındaki tecellîlerin
mutmain haline dönüşmesini remzeder. Üç gün sonra,
Medine‟ye hicret etmişler. Bizler de nefs Mekkesi olan
şehirden, kalb ve gönül şehri olan Medine‟ye, Sevr
Mağarası olan nefs terbiyesi sonunda hicret etmiş
oluyoruz.Üç gün sonra, Medine‟ye hicret etmişler. Bizler
de nefs Mekkesi olan şehirden, kalb ve gönül şehri olan
Medine‟ye, Sevr Mağarası olan nefs terbiyesi sonunda
hicret etmiş oluyoruz.Üç gün sonra, Medine‟ye hicret
etmişler. Bizler de nefs Mekkesi olan şehirden, kalb ve
gönül şehri olan Medine‟ye, Sevr Mağarası olan nefs
terbiyesi sonunda hicret etmiş oluyoruz.
Bu gün, bir Kâmilden nefs terbiyesi tahsilini yaparak,
nefs ülkesi olan Mekke‟den gönül ve kalb şehri olan
kurtulmuşların diyarı, emîn belde olan Medine‟ye hicret
edenler, hem dâima Resûlullah ile birlikte, hem de
mutluluk içinde, Âhireti dünyada yaşamaktadırlar.
Resûlullah efendimiz, Mekke‟den Medine‟ye hicret
ettikten sonra orada toparlanarak tekrar Mekke‟ye
dönmüşler, Bedir Muharebesi, Uhud Muharebesi gibi bazı
cihâdları ondan sonra yaparak İslâmiyet çığ gibi
ilerlemiştir. İşte bizler de et ve kemikten meydana gelmiş
bu beden olan nefs Mekkesinden, sîret zevkimiz olan
gönül ve kalb Medinesine hicret ederek, gönlümüzdeki
Tevhîd zevklerimizi, zâhirimizdeki Mekke şehri olan
vücûdumuzdan zuhûr ettirerek bunu yaşamımıza
geçirmeliyiz. İşte bu gün de Peygamberimizin hicretini
vücûd ülkemizde yaşıyoruz. Yeter ki,dünyaya bağlanarak
hiç ölmeyecekmiş gibi, mal, mülk elde etmek ve evlatları
düşünmekten, bir gün olsun gönül âlemine inmekten
uzak kalmayalım. Zâten bedensel olarak yaptığımız
bütün amel ve ibâdetlerimiz, vücûdumuzun hakkıdır.
Sîret olarak Tevhîd akidesi doğrultusunda yapılan idrakî
ve şühûdî ibâdetler ise rûhun hakkıdır. Zâhir ibâdetler
bizi gönül âlemine götürüyorsa bize fayda sağlamaktadır.
Yoksa taklîdde kaldığı müddetçe faydasını göremeyiz.
Allah hepimizi, Allah‟a gönül vererek gönül âlemine inen
ve yaşayanlardan eylesin. Âmin.

RAHMÂN SÛRESĠ

Kur‟ân-ı Kerîm‟in bütün sûrelerinin başındaki âyet-i


kerimelerde o sûrenin tüm sırlarının yekûn olarak
bulunduğunu görüyoruz. Rahmân Sûresinin de bütün
sırları baş tarafındaki âyetlerde gizli olarak ifşâ edilmiştir.
Âyet 1, 2- “Errahmânü allemel Kur‟ân” “Rahmân olan
Kur‟ân‟ı tâlim etti.” Peki Cenâb-ı Hakk Kur‟ân‟ı nasıl ve
kime tâlim etti. İşte bizim gibi isti‟dâdlarında insanlığını
bulma hasleti olanları, Mürşîd-i Kâmil mazharından
Tevhîd tahsili yapmak sûretiyle canlı Kur‟ân olan insanın
aslını onlara tâlim etti. Cenâb-ı Hakk‟ın İki rahmeti vardır.
1- Rahîmiyyet rahmeti 2- Rahmâniyyet rahmeti. Bu tâlim
edilen Rahîmiyyet rahmetidir. Çünkü Hakk‟ın emirleri red
kabul eder. Fakat murâdı red kabul etmez. Cenâb-ı Hakk
faydalı olan her şeyi emretmiştir. Zararlı olan her şeyi de
yasak etmiştir. İnsanların bazıları bu emirleri yerine
getirmeyerek reddediyorlar. Fakat murad ettiği
insanlarda ise uygulanmakta ve onlar da
reddedemiyorlar. Onun için tâlim olunan Kur‟ân, sîrette
insan fıtratlı olanların bir Mürşîd-i Kâmilden insanlıklarını
öğrenmeleridir.
Âyet 3-”Halekal insâne” “İnsanı yarattı” Kur‟ân‟ın
tâlimini gördükten sonra bu nâkıs insanlar anladılar ki
insan : 1- Sûrette insan sîrette hayvan, 2- Sûrette insan
sîrette nâkıs, 3- Sûrette insan sîrette de insan olmak
üzere üç nev‟idir. İşte sûret ve sîrette insanlığını
bulduğunda insan yaratılmış olur. Alak Sûresi 1, 2, 3, 4.
âyetlerinde de “Oku Rabbinin adı ile, insanı kan
pıhtısından yaratanın adıyla oku. Ve kerem sahibi
ki kâlemle insanın bilmediklerini öğretti” diye
bahsedilen okunması gerekli olan işte insanın aslıdır. Onu
İnsan-ı Kâmilden tahsil edip okuyanlar, insanlığını
bulmuştur.
Âyet 4- “Allemel beyan” “Âlemleri beyan etti”
insanlığını bulanları ifade etmektedir. Artık rûhun, bütün
sıfatlarından kendini sergilediği gibi, tırnağından saç
teline kadar cemâdât yönünü, nebâtât yönünü, hayvânât
yönünü ve insanî yönünü akl-ı Kur‟ân ile sergiledi, beyan
etti.
Âyet 5- “GüneĢ, ay ve yıldızlar bir hesap dahilinde
seyrederler.” Yani rûh güneşi ile kalp ay‟ı insanda bir
hesapla kendi mertebelerinde seyrederker ve birbirlerinin
mertebelerine de tecavüz etmezler. Tartıyla haksızlık
yapılmasın diye de ölçüyü doğru koydu. Yani rûh ile
beden arasındaki her şeyi akıl terazisiyle yerli yerinde,
adaletle yarattı. İşte bu yukarıdan beri saydığımız
Rabbimizin nimetlerini ve tecellîlerini bildiğimiz ve
gördüğümüz halde „Nasıl olur da hâlâ inkâr
edersiniz‟ buyrulmaktadır. Otuz bir defa tekrar edilen
bu ikaz, bizlere mukayyed olan bu Âdemdeki Zât, sıfat ve
ef‟âl tecellîlerinin, zaman, mekân ve ihvân durumuna
göre zuhûrâtını anlatmaktadır. Tasdîk edip görenler için
Cennette Cemalullah bahşedileceği, inkâr edenler için de
Cehennem azâbında yaşama olacağı bildirmektedir.
Cenâb-ı Hakk Rahîmiyyet rahmeti olan letâfet âlem
zevklerinden bizleri mahrûm etmesin.

RAMAZAN BAYRAMI

Ramazan kelimesi „yanmak, kor ateş, günah ve


gayriyetleri yok eden‟ anlamlarına gelmektedir. Ramazan
bayramına „Fıtır bayramı‟ da denilmektedir. Fıtır
insanların yaradılışı, yani fıtratı demektir. Resûlullah
Efendimiz Ramazan ayını üçe bölerek “On günü
rahmet, on günü mağfiret, on günü de
Cehennem‟den azâttır.” buyurmuşlardır. İşte bir kişi
de kendine nisbet ettiği fiilleri on duygusu ile yakıp yok
edebilirse rahmete kavuşur. Kendine nisbet ettiği sıfatları
yakıp yok edebilirse mağfirete, yani kurtuluşa kavuşur.
Yine kendine nisbet ettiği vücûdunu yok edip Vücûdullah
olduğunu zevk edebilirse, Cehennem‟den azât olmuş
olacaktır. Bunların yok edilmesi, idrâkle olacaktır. Çünkü
Cehennem kişinin cehâletinden mütevellit kendini
Hakk‟tan ayrı görmesidir. Bizlerin bu âleme gelmekten
gâyemiz, nefsimizde ve ufkumuzda Rabbimizi müşâhede
etmektir. Bunca enbiya ve evliyanın halkı davet eylemesi
bu kâinattaki Rabbimin Vahdâniyyet sırrını öğrenmek
içindir. Fıtır sadakası inananlara vâcibdir. Onun için bir ay
oruç tutarak yaratılma gâyemizi idrak edip fıtır sadakasını
da vermemiz lâzımdır. Bazı kardeşlerimiz “Kendimize
nisbet ettiğimiz, ef‟âlin,sıfatın ve vücûdun yokluğundan
sonra neyimiz kaldı ki, fıtır sadakasını veriyoruz, „yok‟
olan nesini verecek ki” diye bir soru sorabilirler. Bizlerin
bir Kâmildeki tahsilimizle Fenâfillâh olduktan sonra hiçbir
şeyimiz kalmamıştır. Fakat hâlâ bir esmâmız kalmıştır.
İsim ise o sıfatın hüviyyet etiketidir. Kişinin esmâsını da
vermesiyle, bayrama çıkması zuhûr edecektir. Onun için
fıtır sadakası verilmeden, bayrama çıkılamaz. Bu yüzden
esmânın verilmesi, sadaka-yı fıtırımızın verilmesi
demektir. Şevval ayının birinci günü, Ramazan
bayramına kavuşmuş oluruz. Bayram dostla buluşma,
dostla sevişmek, dostla beraber olmak demektir.
Ramazan bayramı üç gündür. Birinci günü, kendimize
nisbet ettiğimiz fiillerimizden kurtulduğumuz için bayram
yaparız. İkinci günü, kendimize nisbet ettiğimiz
sıfatlarımızdan kurtulduğumuz için bayram
yaparız.Üçüncü günü de kendimize nisbet ettiğimiz
vücûdumuzdan kurtulduğumuz için bayram yaparız.
Dolayısıyla bu üç varlıktan geçtiğimiz için, fıtır bayramını
yapmağa hak kazanmış oluruz. Bayramda, zâhiren
büyüklerimizi, eşimizi dostumuzu ziyâret etmek, onların
gönüllerini almak, bir telefonla da olsa onların sesini
duymak nasıl en büyük sadaka ise, bâtında da dâima
dostla olmak en büyük mutluluk olacaktır. Bir Hadis-i
Şerifte “Güzel ve tatlı söz, en büyük sadakadır”
buyrulmuştur. Ayrıca bir Âyet-i Kerimede “ „Allah sizleri
ve bizleri mağfiret etsin‟ diye birbirlerinize dua
ediniz.” buyrulmaktadır. İşte Ramazan bayramına
erişenler, Cenâb-ı Hakk‟ın Vahdâniyyet deryasında
oldukları için, herkesle sevişip kucaklaşmalıdırlar.
Dargınlık ve küslükler nefsin ikiliği içinde bulunanlara
aittir. Yoksa Vahdâniyyet deryasında ihtilâf olmaz. Varsa
bilinmelidir ki, o kişiler hâlâ nefsin tahakkümü altındadır.
Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimi dostla buluşma ve
sevişme zevkine nâil kılsın. Âmin.

RAMAZAN AYI

Ramazan ay‟ı onbir ay‟ın sultânıdır. Zira bu ay Zât'ı


remzetmektedir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin
“Ümmetimin ay‟ı” demesindeki hikmet, her inanan kişinin
ef‟âlini, sıfatını ve vücûdunu Hakk‟a nisbet ettiğinde
kendine ait hiçbir şeyi kalmadığı için şirklerden
kurtulduğu ve “Mutu kable ente mutu” (H.Ş.) ile
„Ölmezden evvel ölme‟ zevkine sahip olduğu içindir. Bu
ayın 27‟sinde de „Kadir Gecesi‟ vardır. Şirklerden
kurtulmuş bir kişinin artık kadire ermemesi düşünülemez.
Rabbine kavuşmuştur. Bakara Sûresi 185.”O Ramazan
ayı ki, insanları irĢâd için, hak ile bâtılı ayırt eden,
hidayet ve deliller halinde bulunan Kur‟ân onda
indirildi. Onun için sizden her kim bu aya eriĢirse
oruç tutsun. Kim de hasta veya yolculukta ise
tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kazâ
etsin. Allah size kolaylık diliyor, zorluk dilemiyor.
Bir de o sayıyı tamamlamanızı ve size gösterdiği
doğru yol üzere kendisini yüceltmenizi istiyor.
Umulur ki, Ģükredesiniz!” âyetinde Kur‟ân‟ın Ramazan
ayında indirildiğini, Kadir Sûresi 1. âyetinden
de “Doğrusu Biz onu (Kur‟ân'ı) Kadir gecesinde
indirdik.” Kur‟ân-ı Kerîm‟in Kadir gecesinde indirildiğini
anlamaktayız.
Bir sâlik de kendine nisbet ettiği ef‟âlinden, sıfatlarından
ve vücûdundan geçerek şirklerden kurtulursa, Hakk teâlâ
ona mükâfat olarak kendisini verir.
İşte bin aydan hayırlı olan bu Vahdet zevkine sahip
olmak, zâhirdeki gecelerdeki kandil geceleriyle değil, bir
Mürşid-i Kâmil'den tahsil ederek bu saydığımız kandil
gecelerinin taşıdığı mânâların zevkine ermektir. Yoksa
binlerce mübârek kandil geceleri kutlasak, bu idrâk
olmadığı için bir adım dahi ilerlemiş olamayız. Melamîler
Receb ve Şaban aylarında vücûdun orucu olan avâmın
orucunu tutmazlar. Çünkü bilmektedirler ki fiil ve sıfatın
vücûdu yoktur. Ancak Ramazan geldiğinde fiil sıfattan,
sıfat da vücûddan tecellî ettiği için bir ay orucu tam
tutarlar. Zâhiren Ramazan‟da bir ay oruç farz derlerse de
hakîkatte sâlikler Receb ayında da, Şaban ayında da ve
bütün aylarda da oruçludurlar. Zira oruç hakîkatte yemek
ve içmekten uzak kalmak değildir.
Oruç demek uruc etmek yani ikilikten birliğe yükselmek
demektir. Sâlikler, Receb ayında fiilerin fâiline Allah
demekle ikilikten birliğe çıktıkları için fillerin orucunu
tutmaktadırlar. Şaban ayında sıfatların mevsûfunun
birliğine yükseldikleri için sıfatların orucunu da
tutmaktadırlar. Ramazan ayına gelince ef‟âl, sıfat ve
vücûddan soyundukları için hem zâhirde hem de bâtında
oruçludurlar.
Oruç üç türlüdür :

1 - Sûret orucu (bedenin)


2 - Sîret orucu (idrâk ve Ģühûdla)
3 - Sûret ve sîret orucu (zâhir ve bâtının
Tevhîdiyle)

Melamîler oruç ve bütün ibâdetlerin farz olanlarını


açıktan, nâfile denen ibâdetleri de gizli yaparlar. Şu
halde, zâhirde vücûda giren her türlü şey orucu
bozarken, bâtında birlikten ikiliğe çıkmak orucu
bozmaktadır.

RECEB AYI

Receb ayı üç ayların birincisidir. Kelime „azametli,


kuvvetli‟ anlamındadır. Receb kelimesinde:
“R” rağbet etmek, “C” Cemalullah, “B” bir demektir.
İşte bir olan Allah‟a, kim rağbet ederse ona Hakk Tealâ
cemâlini gösterecek demektir. Arabî aylar on iki tanedir.
Bunların altısı bâtın, altısı zâhirdir. Bâtın aylar:

1 - Muharrem ayı
2 - Safer ayı
3 - Rebîu‟l-evvel ayı
4 - Rebîu‟l-âhir ayı
5 - Cemaziye‟l-evvel ayı
6 - Cemaziye‟l-âhir aylarıdır

Toprağa atılan bir çekirdek ilk bahara kadar nasıl çeşitli


devrelerden geçiyorsa insan çekirdeği de İnsan-ı Kâmile
gelinceye kadar bu devreleri geçirmektedir. Tevhîd içinde
de bu gizli aylar zikrin içinde gizlidir. Üç defa “Allah,
Allah, Allah” demekle zâhir ve bâtın tecellîler henüz açığa
çıkmamıştır. Ne zaman Receb ayına girilir işte o zaman
çekirdeğin toprağı patlatıp açığa çıktığı gibi rağbet eden
bir kuluna Mevlâm, bu âleme açılan ef‟âl penceresinden
ef‟âl yüzünü gösterecektir. Bu ayın içinde mübârek iki
kandil gecesi vardır. Perşembe‟yi Cuma‟ya bağlayan gece
Regaip kandili, bir de Receb‟in 27. gecesi Mi‟rac
kandilidir.
Onun için diğer aylara nazaran bu ay kıymetli sayılmıştır.
Çünkü sâliklere merâtib-i İlâhiye tahsili bu
ayda başlamakta, Mi‟rac yolculuğunun basamaklarına bu
ayda çıkılmaya başlanmaktadır. Yoksa zâhir ay olarak
diğer aylardan hiçbir üstünlüğü yoktur. Onun için
Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz “Receb ay‟ı Allah‟ın ay‟ıdır.
Şaban ay‟ı benim ay‟ımdır. Ramazan ay‟ı da ümmetimin
ayı'dır.” demişlerdir. Bir sâlike dâimî zikirden sonra bu
ayın remzettiği sırları açıklayan İnşirah Sûresinin sır
kapıları bu ayda açılmakta ve kul, Hakk‟a rağbetinin
zevklerini bu ayda tatmaktadır. Çünkü Kâmil, onun
göğsünü kansız bir ameliyatla yarmış, kendine nisbet
ettiği fiilleri kaldırmakla yükünü hafifletmiş, zikrini
pekleştirerek ef‟âl penceresinden Hakk, ef‟âl yüzünü yani
Cemâlini göstermiştir. Şu halde Receb ay‟ı taşıdığı mânâ
itibariyle çok yüce ve kıymetli bir aydır. Bu zevke kişi
başka bir ay veya gecede ulaşsa onun Receb ayındaki
Regaib‟i, yani Allah‟a rağbeti de o zaman olur. Neden
bütün mübarek kandiller gecelerde olmaktadır. Herkesin
anladığı gibi bu gece ve gündüzler dünya gece ve
gündüzü değildir. Geceler Vahdeti, gündüzler de kesreti
remzetmektedir. Onun için her neyin Tevhîdini yaparsak
yapalım hep „gece‟lerde olacaktır.
Recebin 27. gecesi de Mi‟rac gecesidir. Zira Tevhîd-i ef‟âli
alan bir kişi tecellî-i ef‟alle Mi‟rac yolculuğuna başlamıştır.
Mi‟rac, yükselmek demektir. Nereden nereye
yükselmektir. İkilik içinde olan kulluktan bir olan Hakk‟a
yükselmektir. Mi‟rac Hakk'la görüşmek, Hakk'la
buluşmaktır. Neden 26. veya 28. gecelerde değil de 27.
Gecesindedir. Hakk‟ın fiileriyle açığa çıkışının şühûdunu
zâhir ve bâtın olan iki (2) yerde yedi (7) sıfat-ı
subûtiyesiyle zevk edebilirse 27. gecede Mi‟rac yapılmış
olacaktır.
Bir kişinin Receb ayında açığa çıkan insân-ı asliyesinin
yeşilliklerinin görülmesi, Şaban ayında beratını almasıyla
bütün sıfatlarında kurtuluşa ermesi, Ramazan ayında da
Kadir gecesinde kadere, lütf-i İlâhiye mazhar olmasıyla,
dal ve yapraklarını sergilemesiyle gelişir. Şevval ayına
girince Ramazan bayramını kutlar. Zilkade ve Zi‟l-hicce
aylarında da sıfatlarından kemâlâtıyla Hakk'ın tecellîlerine
sahip olup, Zât‟ın ziyâretiyle selâmete çıkarak mutluluğa
erer. Ahadiyet ayı olan Muharrem ayına ayak basınca
evvelindeki zikrin altı merâtib pencerelerinden görünen
Ahadiyetteki gizli olan „Allah, Allah, Allah‟ zikrinin
aynısının olduğunu anlamış olur. Niyet iyi, âkibet iyi,
başlangıç zikir, sonuç da zikir olduğu anlaşılmış olur.
İşte manevî tahsil olan bu altı ayda, bu mertebelerde
Hakk'ın açığa çıkması zuhûr etmiş olur. Demek ki ilkokul
çok önemlidir. Tahsil, Receb‟den 12. aya kadar
olmaktadır.

REGÂĠB KANDĠLĠ

Regaib kandili, Recep ayının ilk Perşembe‟yi Cuma‟ya


bağlayan gecesidir. Bu gecenin taşıdığı mânâları dilimizin
döndüğü kadar îzâha çalışalım.
Senenin içinde 12 ay vardır. Bu Arabî ayların altısı bâtın,
altısı da zâhirdir. Bâtın olan aylar 1- Muharrem, 2 -
Safer, 3- Rebîu‟l - evvel, 4- Rebîu‟l- âhir,
5- Cemaziye‟l - evvel, 6- Cemaziye‟l - âhir aylarıdır.
Zâhir Arabî aylar ise 1- Recep, 2- Şaban, 3- Ramazan, 4-
Şevval, 5- Zilkade,
6- Zi‟l-hicce aylarıdır.
Görüldüğü gibi her bâtının açığa çıkması Recep ayı ile
başlamaktadır. Üç aylar diye vasıflandırılan bu aylarda bir
talebenin sırasıyla ilk öğretim, orta öğretim ve yüksek
öğretim yapması gibi, üç aylarda da, ihvân, Rablerinden
yaptıkları tahsille manevî kemâlâta vuslat bulmaktadırlar.
Günah ve bütün ikilikteki nisbîyetlerinden kurtularak,
Rabbine ihtiyârî olarak kavuşmakla mutluluğu tadacaktır.
Her şeyin bir zâhiri bir de bâtını olduğu gibi, Regaib
gecesinin de bir zâhiri bir de bâtını vardır. Zâhiri,
herkesin bildiği gibi üç ayların başlangıcıdır. Bu aylarda
yapılan her türlü ibâdet diğer aylarda yapılan
ibâdetlerden kat kat üstündür. Mânâsını bilmeden
okunan Kur‟ân, bir karınca adımı kadar bile olsa elbette
Hakk‟a yaklaşmaya vesîledir. Taklîdî olarak tutulan
bedensel oruçlar, kişileri ikilikten birliğe ulaştırmasa da,
yine de inanç ve îmânını kuvvetlendirmek için vesîledir.
Avâm olarak vasıflandırılan kişilerin ibâdetleri onların
ömürleri bittiği halde vuslatları Hakk‟a ulaştırmaz. Onun
için kişilere, bu yapılan ibâdetlerin bâtın tahsilini de
mutlaka yapmaları gerektiği anlaşılmış olmaktadır.
Regaib, rağbet etmek demektir. Kul Cenâb-ı Hakk‟a ne
kadar rağbet ederse, Cenâb-ı Hakk da kuluna o nisbette
rağbet eder. Elbette, kula Hakk‟ın rağbeti, kulun Cenâb-ı
Hakk‟a malûmiyeti nisbetinde olduğu için böyle
denmiştir.
İşte bir sâlik de Mürşîd-i Kâmile tâbi olduğunda, Tevhîd-i
ef‟âl dersinde, fenâ-i ef‟alden sonra tecellî-i ef‟al ile
rağbetini görmeye başlar. Ef‟al-i İlâhiye tecellîsini
görmeyen, kendinde ve başkalarındaki rağbeti göremez.
Resûlullah Efendimizin babası Abdullah ile annesi Âmine
hatun Recep ayında gerdeğe girdiler. Yani birbirlerine
rağbet ettiler de Hz. Muhammed (S.A.V.) dünyaya geldi.
Senin gibi bir sâlik de, Mürşîd mazharından Rabbine
rağbet ederse, senin gibi Muhammedler zuhûr eder.
Onun için Kâmiller sâliklerini zikir ile bâtın abdesti aldırıp
Recep ayı olan Tevhîd-i Ef‟âl dersi ile vuslata başlatırlar.
Geceler Vahdeti remzettiği için mübârek kandiller hep
gecelerdedir. Bir sâlikin kulağı ile duyduğu bir ilmi, gözü
ile görmeye başlaması onun şuhûd etmesidir. Yani o fiile
şahitlik yapmasıdır.Gözü ile şahitlik yapabilirse kalbi de o
zaman tasdik eder. Gözü ile şahitlik yapmayan kişinin
kalbi de tasdik etmez.
Enfüs ve Âfâktaki bütün fiillerin fâilini gören kişi O‟nun
bütün varlıklardaki fiil birliğini idrâk etmekle, fiillerdeki
ikilik fâilliğinden kurtulacaktır. İşte bu sâlikin tecellîyi
göresiye kadarki haline rağbet denilmektedir. Bu tecellî o
kişinin gönlünde kendisine nisbet fiili değil de, fâilinin
Allah olduğu inancı, onda kandil ışığı zuhûr ettirecektir.
Gönlünde yanmaya başlayan bu kandil ışığı ile, her şeye
o açıdan bakacak ve her şeyi de o açıdan müşâhede
edecektir. Müşâhede, kalbin tasdikinden sonra kişinin
yedi sıfatı ile görmesine denir. Nasıl anne rahmine düşen
insan spermi bütün yönleriyle gelişip dünyaya bir an
evvel çıkmak istiyor veya toprağa atılan bir tohum bir an
evvel zuhûra gelmek istiyorsa, bir sâlik de Mürşîd-i
Kâmilden aldığı Tevhîd tohumunu kendi gönül
bahçesinde bir an evvel zuhûra getirip zevk etmek ister.
İşte Hakk‟a rağbet olan Regaib‟i yaşayamazsa, maalesef
Regaib kandilini de kutlamış olamaz.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in İnşirah Sûresinde, bir sâlikin İnsan-ı
Kâmile gelerek ne şekilde temizlendiğinin açık bir şekilde
îzâhı yapılmıştır. Bu sûrede, evvelâ kişinin göğsünün
yarıldığı, belini büken günah ve cehâlet yükünün
hafifletildiği, zikirlerinin pekleştirildiği, her zorluğun
yanında dâima bir kolaylığın lütfedildiği uzun uzun
anlatılmaktadır.
İşte sen de böylece Rabbine rağbet edersen her an‟ının
Regaib kandili olduğunu anlamış olursun. Yoksa dünya
gecelerinden bir gecede olduğunu zannedersen ömrün
boyunca bu geceleri ihyâ etsen yine de Rabbine rağbet
etmiş olamazsın. Rabbim bizlere bu anlatılan idrakları
nasîb etsin. Âmin.

RESÛLULLAH EFENDĠMĠZLE DÂĠMA


BĠRLĠKTE OLMAK

Ashâb, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize “Cennet‟te bizler


seninle beraber mi olacağız, yoksa ayrı mı olacağız.
Çünkü sen Makâm-ı Mahmûd sahibisin, bizler ise değiliz.”
diye sorduklarında Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Her
kiĢi sevdiğiyle beraberdir.” buyurdular. Peygamber
Efendimizin bu sözünden ne anlamamız gerekir.
Evvelâ Muhammed‟i bilmemiz gerekiyor. Muhammed‟i
bilemeyen onunla beraber olup olmadığını da bilemez.
Cennetler ikidir. Amel Cennetleri ve irfâniyet
Cennetleridir. Amel Cennetleri amel karşılığında
Cennetler olup, oruç tutmak, namaz kılmak, hacca
gitmek, zekât vermek gibi ibâdetlerimizdir. İrfâniyet
Cennetleri de 1- Ef‟âl Cenneti 2- Sıfat Cenneti 3- Zât
Cenneti 4- Hayat veya Vahdâniyyet Cennetleridir. Bu
Cennetlerin hangisinde olursak olalım Muhammed‟i
bilmemiz ve şühûd etmemiz gereklidir. Mukayyed olan
bu âlemde Muhammed sadece dört yerde zevk edilir,
beşincisi yoktur.

1 - Enfüste Muhammed:
Zât olan Hakk‟ın sıfat olan Muhammed‟den yani kişinin
bütün sıfatlarından tecellîsini bilmek ve zevk etmektir.
2 - Âfakta Muhammed:
Bir Mürşid-i Kâmilin bütün ihvânlarından bilinmesi ve
görünmesidir.
3 - Vahdette Muhammed :
Ahadiyetten altı merâtib mertebelerinden açığa çıkan
Hakk‟ın tecellîlerini bilmek ve görmektir. Zira “Allah bu
âlemi altı günde yarattı.” âyeti bunu remzetmektedir.
4 - Kesrette Muhammed:
Allah Ahadiyetinden 1- Cemâdâtta, 2- Nebâtâtta 3-
Hayvânâtta 4- İnsanlarda tecellî etmekle bu kâinatta dört
yerde Tafsîlât-ı Muhammedi aynalarından kendini şerh
etmektedir. Çünkü bu âlemde Zât Allah, sıfat ise
Muhammed‟dir. Ancak Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz
“Allah‟ı kemâl sıfatlarda arayınız. Allah‟ı noksan
sıfatlardan aramayınız. Allah noksan sıfatlardan
münezzehtir” buyurmuşlardır. Bizler de Muhammed‟i
noksan sıfatlarda aramayız. Kemâl sıfatlarda ararız. O
noksanlıktan münezzehtir.
Onun için kemâl mertebelerinde tecellîler Muhammedî
tecellîlerdir. Bu mertebe ve yerlerde Muhammed‟i
tanıyan ve zevk eden kişiler her yerde ve her zaman
Muhammed‟le birdirler. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizden
ayrı olmadıklarını görür ve zevk ederler.
Hakîkatte Cennet, kişinin Allah‟la beraber olma zevki,
Cehennem ise, Allah‟tan uzak olma cehâletidir. Böylece
anlaşılmış oluyor ki kişiler hangi Cennet‟te olurlarsa
olsunlar Makâm-ı Mahmûd sahibi olan Resullulah
efendimizle dâima beraberdirler. Böylece “KiĢi sevdiği
ile beraberdir.” Hadis-i Şerifi tahakkuk etmiş olacaktır.
O‟nu sevmek, O‟nu bilmek ve O‟nunla dâima beraber
olup, O‟nun her türlü hâli ile hallenmektir.
Cehennemdekiler ise hiçbir zaman Muhammed‟i
bilemeyecek ve görmeyeceklerdir. Bu âlemde
saydığımız bu dört tecellînin dışında başka bir tecellî
bilmek ve görmek de mümkün değildir. Resûllulah
Efendimizle beraber olmak isteyenler bu yerlere nazar
etsinler. İnşaallah Rabbim onlara ihsân edecektir. Âmin.

RESÛLULLAH EFENDĠMĠZĠN BĠZLERE


GETĠRDĠĞĠ HEDĠYE

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz Mi‟ractan dönüşte bizlere


üç hediye getirmiştir. Bu hediyeler:
1- Umuma 2- Özel 3- Kendine ve vârislerine has olan
hediyelerdir.
Umumî olan için zâhirde her ne kadar Allah‟ın emir ve
yasakları deniyorsa da Tevhîd içinde Kâmil tarafından
sâlike telkîn edilen Makâmlardır. Çünkü bu ilme talip olan
bütün sâliklere ayırdedilmeksizin her Makâm aynı telkîn
edilmektedir. Ayırım yoktur. Buna Tevhîd içinde umumî
emânet veya hediye diyoruz.
İkincisi ise özeldir. Yani telkîn edilen her sâlik
Makâmlarda çalışıp râbıta ve şühûdları lâyıkıyle zevk
edebildiyse o sâliklerin gönül semâsından ilham zevkleri
özel olarak o kişilere lütfedilir. Çalışmayanlar bu
zevklerden mahrumdurlar. İşte çalışanlara verilen bu
özel hediyeler de İnsan-ı Kâmil‟in ilm-el yakînlik
mertebesinde verdiği hediyeleri o kişilerin ayne‟l ve
Hakk-al yakînlik mertebelerindeki zevk etmeleridir.
Hatırlanacaktır Maide sofrasında da Hz. Îsâ (A.S.)‟nın
havarîleri kırk gün sofradan yedikten sonra “Bundan
böyle bu yemekten zenginler yemeyecek fakirler
yiyecektir” diye Hz. Îsâ (A.S.)‟ya emir gelince zenginler
yani varlıklarından kurtulamayanlar inkâr ve itiraz ettiler.
Allah da onları bu zevk halinden uzaklaştırdı. İşte aynen
onun gibi zevke geçemeyenlere, kendi kuyusundan
suyunu çıkaramayanlara bu hediye verilmiyor demektir.
Üçüncüsü hediye ise Resûlullah (S.A.V.) Efendimize veya
vârislerinedir. Bu ne demektir. Makâm-ı Mahmûd sahibi
olan Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz o Makâmın tek
sahibidir. O Makâmın sırlarına ve o Makâma ait
hediyelere yalnız o vâkıftır. Hatta İbrahim (A.S.) Tevhîd
babamız olduğu halde Resûlullah (S.A.V.)‟ın müsaadesi
ile o yere girmeye hak kazanmıştır. Dolayısıyla evliyalar
ve vâris olanlar da kendi esmâlarıyla değil kendi
esmâlarını dışarıda soyunup Muhammed olarak oraya
teberrüken girebilmektedirler. Makâm-ı Mahmûd‟a
teberrüken giren bu evliyalar elbette oranın sır
hediyelerine de sahip olmaktadırlar. İşte bu üç türlü
hediye bizlere Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz tarafından
getirilmiştir.

RÛH NE DEMEKTĠR

Resûlullah Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde "Evvelâ ma


halâkallahu rûhi" “Allah evvelâ benim rûhumu
yarattı.” buyurmaktadır. Bu rûh, küll-i rûh idi.
Cemâdâta tecellî ettiğinde, cemadî rûh, nebâtâta tecellî
ettiğinde nebâtî rûh, hayvânâta tecellî ettiğinde hayvânî
rûh, insanda tecellî ettiğinde de insan rûhu adını aldı.
Aslında rûh birdir parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî
ettiği mazharlarda saydığımız gibi isimler almaktadır.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in İsra Sûresi 85. Ayetînde “Sana rûhtan
sorarlar, de ki, o Rabbimin bir emridir.” buyrulmaktadır.
Cemâdî, nebâtî, hayvânî rûhlar, teşriye devrinde kör
dönemecin içinde elli bin yıl tekrar tekrar dönerek
kaldıktan sonra ancak insan rûhuna kavuşabiliyorlar.
İnsanlardaki rûh da üç bölümde mütalaa edilir:

1 - Hayvânâtı insan rûhu


2 - Nâkıs insan rûhu
3 - Ġnsanlığını bulmuĢ insan rûhu

1- Nefsânî yaşantıdan başka bir yaşantısı olmayan,


sûrette insan görünümünde olan ancak sîrette hayvan
rûhuna sahib olan insanlardır. Baba sulbü, anne sulbü ve
dünyaya geldikten sonra, bir Hakk Mürşîdi olan Rabbi
tarafından “Rûhumuzdan bir rûh üfürdük” âyetine
mazhar olamayanlardır. Bunlar, hayvânlar gibi
yeryüzünde yaşayan, Hakk ve hakîkatten haberdar
olmayan, yolca gelip boyca bu âlemden âlem-i Âhirete
göçüp giden varlıklardır. Bunlar hiçbir zaman insan
rûhuna sahip olmadıkları gibi, bu âlemde de âlem-i
Âhirette de Cehennem azâbından kurtulmuş değillerdir.
Hayvanlar gibi yerler, içerler, ürerler, dünya yaşamı ile
nefsânî bütün zevklerini alırlar ve teşriye kör
dönemecinde, genlerinin ve bütün insanlık hasletlerinin
zuhûruna kadar yıllarca insan rûhuna hazır olasıya kadar
cemâdât, nebâtât ve hayvânât teşriye devriyesinde
döner dururlar.İşte dünyada da Âhirette de Cehennem
bunlar içindir. Bu kişilerin, stres, üzüntü, keder, asabiyet
gibi bir çok Cehennem halleriyle bezendiklerini görürüz.
2- İnsan-ı nâkıs rûhlar, bir İnsan-ı Kâmile gelerek, insan-ı
asliyelerini bulmak için insanî rûh üfürülmesine rağmen
henüz tam insan-ı asliyelerini tamamlamadıkları için,
eksik ilim ve idrâka sahip olan kişilerdir. Zariyat Sûresi
56. âyette “ins” diye tabir edilen henüz insanlığını
bulmamış olanlar bu sınıftandır.
3- Sûrette insan sîrette de insanlığını bulan kişilerdir.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Araf Sûresi 172.”Rabbim Âdem
oğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp da
onları nefislerine karĢı Ģahit tutarak, „Ben sizin
Rabbiniz değil miyim‟ buyurduğu vakit onlar da
„Evet Rabbimizsin, Ģahit olduk‟ dediler.”âyetini bu
gün bezm-i elest olarak kabul edip, bir İnsan-ı Kâmilden,
“Rûhumdan bir rûh üfledim.” âyetini üfürten kardeşlerim
insan rûhuna sahip olanlardır. Bunlar da aynen nâkıs
insan gurubunda olan kardeşlerimiz gibi akıl baliğ olasıya
kadar baba sulbü, anne sulbü gibi devrelerden
geçmektelerse de, henüz sâbîlik devresinde olduğu için,
sâbîlikleri nedeniyle herhangi bir suçtan da mes‟ul
değillerdir. Nâkıs rûhlarla bunların arasında tek bir fark
vardır, o da, eksik olan rûhların nâkıslığından mütevellit
insan-ı asliyesini tam idrâk edememeleridir.
İşte insan rûhu bir Mürşid-i Kâmilden o kişiye evvelâ zikir
rûhu, ef‟al rûhu, sıfat rûhu, Zât rûhu üfürüldüğünde, Hicr
Sûresi 29.”Feiza sevveytuhü ve nefahtü fiyhi min
rûhi” “Ona Rûhumdan bir rûh verdik.” âyetinin zuhûru
olan insan rûhu görülmeye başlar. Nasıl ki anne rahmine
intikâl eden sperm birinci kırk günde kan pıhtısı, ikinci
kırk günde et parçası, üçüncü kırk günde kol ve bacaklar
teşekkül ederek yüzyirmi gün sonra anne karnındaki
çocuk hareket etmeye başlıyorsa, manevî rûh da bu
şekilde, Mürşid-i Kâmilin zikir rûhu, ef‟al rûhu, sıfat rûhu,
Zât rûhu olarak üfürülerek insan rûhu teşekkül etmiş
olur. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanların hepsinin
insan rûhlu olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Kur‟ân-ı
Kerîm, “nas” tabiriyle bütün insanlardan bahsediyor.
Zariyat Sûresi 56. âyet “Ben ins ve cinleri bana
ibâdet etmeleri için yarattım” demekle henüz
insanlığını bulmamış eksik, yani nâkıs insanlardan
bahsediyor. Yine Kur‟ân-ı Kerîm İnsan Sûresinde, sûret
ve sîrette insanlığını bulan insanlardan da
bahsetmektedir. Şu halde, insan rûhuna sahip olarak
Rablerine kavuşan bu kişilerin, Bakara Sûresi 156.
âyetinde “Galu inne lillah ve inne ileyhi raciun”
“Allah‟tan geldik tekrar Allah‟a rücû edeceğiz.” belirtildiği
gibi rûhlarının sonsuza kadar, mutluluk içinde Cennet-i
Âlâ‟da kalacağı görülmektedir.
İnsan rûhu dışındaki diğer rûhların cemâdât, nebâtât ve
hayvânât teşriyesi dönemecinde uzun yıllar kaldığını
görüyoruz. Onun için akıl sahiplerinin bir an evvel, bir
İnsan-ı Kâmilden bu insan rûhunu üfürtmesini tavsiye
ederim. Böylece ervâh âlemi olan bezm-i elest deminde,
sıra ile zikir rûhu, ef‟al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı İlâhiye rûhu
ve Zât-ı İlâhiye rûhunu Vahdâniyyet diriliğini zevk
ettiğinde, insan rûhuna sahip olduğu görülecektir.
Cenâb-ı Allah bütün inanan kardeşlerime bu insan
rûhunu nâsib etsin.

RÜYA

Rüya uykuda görülen misâlî âlemdir. Dünya yaşantısı


başlı başına bir rüyadır. Uyuduğumuz zaman
gördüğümüz rüya ise rüya içinde bir rüya olmaktadır.
Onun için rüyalarla âmil olunamaz. Bir âyet-i kerîmede
“Rüzgârı yağmurdan evvel haberci gönderdik.”
buyrulması gibi rüyalar da iyi ve doğru yorum yapıldığı
zaman hakîkatları bizlere haber vermektedir. Rüyaların
haberciliğini en iyi bilen Yusuf (A.S.) idi.
Kesâfet olan bu dünya görüntülerini meydana getiren
lâtif olan Rûhullahtır. Onun için sîretin tecellîsini sûretten
görebilenler de rüya tabir edebilirler. Yusuf (A.S.)‟un
zindandaki iki arkadaşından birinin gördüğü (Yusuf
Sûresi 36. âyet “ „Ben kendimi rüyamda Ģarap
olacak üzüm sıkarken gördüm‟ dedi.”) rüyanın
tabirinde Yusuf (A.S.) “Sen hapisten çıkınca efendine
şarap sâkîsi olacaksın” dedi. Çünkü zâhirde şarap yasak
edilen bir içkidir. Fakat mânâ ve sîrette aşkı ve zevki
remzettiği için bu kendisine nisbet ettiği varlık
hapishanesinden çıkarak ihtiyârî bir irfâniyetle Hakk‟ın
varlığı ile var olup Efendisi olan Rabbine ve her türlü
tecellîlerine hizmet edecek demektir. Çünkü kesbî ilimle
de Fenâfillâh olunur. Aşk Burak‟ına binerek vehbî ilimle
de Fenâfillâh olunur. İşte Yusuf (A.S.), o kişinin şarap
yapıp dağıtmasıyla, aşk ile Hakk‟ın lütfuna mazhar
olacağını haber vermektedir.
İkinci arkadaşı da “ben rüyamda baĢımın üstünde
bir ekmek gördüm, kuĢlar ondan yiyor” dedi. Ona
da cevaben “Sen asılacaksın ve kuşlar da başından
yiyecekler” diyor. Çünkü ekmek cesedin gıdasıdır.”Sen
bu tenden asılacak, gök ehli olan kuşlar da başından
yiyecekler. Yani sen de kesbî bir irfâniyetle bu kesâfetten
asılarak, senin bu tenini bekâ tecellîleri istilâ ederek yiyip
bitirecekler” dedi.
Sonunda da Yusuf (A.S.)‟un tâbir ettiği gibi aynen oldu.
Onun için bu sûret âleminde her ne varsa hepsi de sîret
âleminin tecellîlerinin görüntüsünden ibarettir. Sîret
âleminin görüntüleriyle âmil olunamaz. Bir meyveli
ağacın görüntüsü suya aksetmiş olsa biz de suyun içinde
görünen meyveye sahip olmak istesek suyu taşlasak bile
meyve elde etmemiz mümkün olur mu, Olmaz. Çünkü o
meyve sudaki görüntüdür. Kafamızı kaldırıp aslını
görürsek oradan istediğimiz kadar meyve yiyebiliriz.
Onun için rüyaları tabir edecek kişilerin letâfet âleminden
haberdâr olmaları lâzımdır. Yoksa tabirler yanlış olur.
Hatta Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin “Rüyaları iyiye
yorumlayınız” diye ikâzı vardır. Çünkü Hakk‟ın hiçbir
tecellîsi kötü değildir. Kötülük, iyilik bizler içindir.
Bir gün Padişahın eşi rüyasında, bütün Bağdat ahâlisinin
üzerinden geçtiklerini görüyor. Zâhiren çok ayıp bir olay
olduğu için hayâ edip de kimseye söyleyemiyor. Bu
rüyanın tesirinden kurtulamadığı için hizmetçisinden bir
kâmile gitmesini, gördüğü rüyayı kendisi görmüş gibi
anlatmasını ve tâbir ettirmesini ister.”Bu rüyayı benim
gördüğümü de kesinlikle söyleme” der. Hizmetçi de
söylenen Kâmile giderek “Efendim ben böyle bir rüya
gördüm, tâbir eder misiniz” diyor. O Kâmil de “Kızım sen
ne iş yaparsın” diye soruyor. O da hizmetçi olduğunu
söylüyor. Kâmil “Kızım bu rüyayı sen göremezsin, bu
rüyayı gören gelsin, rüya kötü değil güzel bir rüyadır”
diyerek cevap veriyor. Sonra rüyanın asıl sahibi ezile
büzüle Kâmilin huzuruna çıktığında “Kızım sen bu
Bağdat‟a çeşmeler, câmiler, okullar gibi faydalı
hizmetlerde bulunacaksın.O insanlar da senin bu faydalı
olan eserlerinden istifade edecekler” tâbirini alıyor.
Görüldüğü gibi zâhir yönü kerih bir olay, fakat letâfet
yönü ise mânânın nurlarını yansıtmaktadır. Onun için
herkes rüya tabir edemez. Rüyalar da nefsâni rüyalar,
Rahmânî rüyalar diye ikiye ayrılır. Rahmânî rüyalar aynen
çıkar ama nefsanî rüyalar çıkmaz. Resûlullah
(S.A.V.)Efendimiz de ilk altı ay rüyalarla iştigal ettiler.
Onun için bir Hadis-i Şerîflerinde “Rüyalar nübüvvetin
kırkaltıda biridir.” buyurmuşlardır. Yirmiüç senede
kırkaltı tane altışar ay vardır. Kur‟ân ise yimiüç senede
indirilmiştir.
İşte Kur‟ân‟ın hakîkatine erebilmek için evvelâ altı ay her
kişinin rüya ile iştigâl etmesi lâzımdır. Tevhîdde üç fenâ
mertebelerinde zâhir ve bâtın olarak altı ay rüya
derecesidir. Bu devreyi geçirenler artık her şeyi âyan
beyan görecekleri için onlar rüya görmezler. Sûretlerdeki
sîreti seyrederler. Yani hakîkata kavuştukları için her
nereye dönerlerse dönsünler Hakk‟ın Cemalullahını
sûretlerin yaratılma yerlerinde, sûretlerden sîreti
görürler. Allah cümlemizi kesâfet âlemi olan bu sûret
âleminden letâfet âlemi olan sîret âlemine geçenlerden
eylesin. Âmin.

SALĠH PEYGAMBERĠN DEVESĠNĠN


HĠKMETĠ

Salih (A.S.) Ad kavminin helâkından sonra Semud


kavmine gönderilmiş bir peygamberdir. Kavmi ona
inanmadı.”Sen hakîkaten peygambersen şu taştan bir
deve çıkar da görelim.” dediler. O an Cebrail gelip Salih
(A.S.)‟e kırk yıl evvel o taşın içine bir devenin
konulduğunu, Allah‟a dua etmesini söylediğinde Salih
(A.S.) de Rabbine münâcaatla taşın içinden dişi bir deve
çıkardı. Deve dile gelerek “Ben şehâdet ederim ki Allah
birdir, Salih onun Resulüdür.” dedi. Salih (A.S.) kavmine
bir gün devenin su içeceğini bir gün de kavminin su
içeceğini söyleyerek yanlarından ayrıldı. Kavminin
inanmayanları gece vakti deveyi ayaklarından keserek
öldürdüler.
Salih (A.S.) bunu duyunca çok üzüldü ve üç güne kadar
helâk olacaklarını bildirdi. Yaptıklarına karşılık azâba
katlanmalarını söyleyerek yanlarından ayrıldı. Kavmi de
evlerinin ve bütün mallarının ateş içinde yanmaları
sonucu helâk oldular. İşte Kur‟ân-ı Kerîm‟in Araf Sûresi
73. âyetinden 79. âyetine kadar, Hud Sûresi 64. âyetten
67. âyete kadar ve diğer Salih (A.S.) ile ilgili âyetlerde
bahsedilen bu kıssalar bize zâhir olarak anlatılmıştır.
Fakat biz bu kıssalardan ne anlamalıyız. Bu âyetler bize
nasıl bir fayda sağlamalıdır. Vücûd ülkemizde ve
yaşantımızda bu âyetleri nasıl uygulamalıyız. Salih (A.S.)
bir Mürşid-i Kâmildir. O‟na inananlar kurtuluş gemisine
binip kurtulanlar, O‟na inanmayanlar ise ilim ve
irfâniyetten yoksun oldukları için helâk olanlardandır.
Kavminin Salih (A.S.)‟den taştan bir deve çıkarmasını
istemesi demek, sâliklerin vücûd dağından dişi deve olan
Tevhîd aşkını ve irfâniyetini çıkarmak demektir. Çünkü
zâhirde çöllerde uzak mesafelere tahamülle yükümüzü
taşıyan develer olduğu gibi bâtında da uzak menzillere
manevîyatımızı götüren Tevhîd aşkı olacaktır. Deve
ayrıca dişidir. Erkek olmuş olsa idi çoğalamazdı. Bir kişide
Tevhîd aşkı zuhûr ettiğinde elbette “Ben şahitlik ederim
ki Allah birdir, Salih (A.S.) O‟nun peygamberidir”
diyecektir.Günümüzün Mürşid-i Kâmilleri de
peygamberlerin vârisleri olması nedeniyle aynı görevi
yapmaktadırlar. Suyu bir gün kavmin, bir gün devenin
içmesi ise nefs sahibi kavmin akıllarıyla taklîdî ibâdet
etmeleri, devenin ise Kâmilin kendisinde tecellî eden aklı
rûhuyla ibâdet etmeleridir. Kavminin deveyi gece
ayaklarından kesmeleri de cehâlet ve nefsaniye
karanlığında onun Hakk ve hakîkat yolunda yürümesini
engellemek içindir. Zâhirde de deve üç yerinden kesilir.
Kavmin deveyi bu şekilde ayaklarından kesmeleri, bir
kişinin Tevhîd yolundan uzaklaşması ve engellenmesi
demektir. Deveyi ayaklarından kestiklerini duyunca Salih
(A.S.) çok üzüldü ve üç gün içinde helâk olacaklarını
söyledi. Günümüzde de, Salih (A.S.) gibi görevli Hakk
Mürşîdlerinin sözlerine itibar etmeyenlerin Tevhîdden
uzaklaşarak Hakk ve hakîkat yolunda Salih kavmi gibi
helâk olduğunu görüyoruz.
Allahü teâlâ bizlere böyle âyetleri göstermekle „Sizler de
onlar gibi helâk olmayın, Tevhîd aşkıyla Allah‟ın Ahadiyet
sırrına vâkıf olup dünyada da Âhirette de saadet içinde
yaşayın‟ diyor. Yani „Semud kavmi gibi olmayın‟ diyerek
îkaz ediyor.

SĠLĠK'ĠN TESETTÜRÜNÜN
AÇILIġI
Tevhîd yolu kişilerde ilim, i‟tikad, edeb ile ahlâk
güzelliklerini sağlıyorsa o, doğru yoldur. Bunlar eksik
veya yoksa o yol ilm-i ledün diye Kur‟ân-ı Kerîm‟in
bahsettiği sır veya esrar yolu değildir. Bir büyüğümüze
“Farzdan önce farz nedir” diye sorduklarında
“Farzdan önce farz, ilimdir” buyurmuş.”Farz
içindeki farz nedir” diye sorduklarında da “Farz
içinde farz da ihlâstır” buyurmuşlar. Görüldüğü gibi
ilim olmazsa menzile doğru ilerleyen bir kişi dosdoğru
yoldan sapabilir. İlimden gâye de i‟tikad, edeb ve ahlâk
güzelliklerini elde edip Âhiretin bahçesi olan dünyada çok
güzel mahsul ve meyveleri yetiştirmek, Âhirette de refah
ve mutluluk içinde ebedî olarak elde ettiklerini yemesidir.
Onun için her nefesteki kalbî zikrini saat gibi kurmaya
çalışmalıdır. Kurduktan sonra kalb mutmain olmuş
demektir. Kalb zikirle mutmain olunca “ircî” hitabına
mazhar olan sâlik, Mürşid-i Kâmilinin himmeti ile Tevhîd-i
ef‟âl mertebesi kendisine telkîn olunduğunda, artık
hissiyle tefekkür etmeye başlayacaktır. Kalbiyle dâimî
zikrine devam eden sâlik hissiyle de râbıtayı kullanmak
sûretiyle kendinde ve kendisi dışındaki varlıklarda fiilleri
şühûd etmeğe başlayacaktır.
Kulağın duyduğuna gözle de şahitlik yaparsak işte o
zaman kalbimiz o fiili tasdik eder. Yoksa kulağın
duyduğunu göz görmez ise şüpheden kurtulamadığı için
kalp o olayı tasdîk etmeyecektir. Kalbin tasdîki her olayın
şahitliği ile zuhûr eder. Ondan sonra kalp bütün sıfatlara
komut vererek onun kabullenmesini ister. Dolayısıyla da
her fiilin fâilini kişiye veya mazhara nisbet şekliyle değil,
Hakk‟a nisbet ederek müşâhede başlamış olur. Bir fiilin
görünmesine şühûd diyoruz. Kalb tasdîk ettikten sonra
bütün sıfatların kabullenişi ile görmeye de dâimî olduğu
için müşâhede diyoruz. Bir kişi bu dâimî zikri kalbiyle
yaptığı gibi hissiyle de mertebelerde dâima râbıtasını
kullanırsa işte o zaman hicâblar açılmaya başlayacaktır.
Nasıl dâimî zikri yapmayan bir kişi kendisini zorlamak
suretiyle zamanla o zikre alışkanlık meydana getiriyorsa
aynen onun gibi, enfüste ve âfâkta hissiyle râbıtayı
kullanmayı arzu eden bir sâlikte de elbette hicâblar
kendiliğinden açılacaktır. Dâimî zikirle birlikte devamlı
râbıtayı kullanmayanlarda bu hicâb açılmayacaktır. Bir
kişi Tevhîd mertebelerinden hangisinde olursa olsun
dâimî zikrini saat gibi kurduktan sonra mertebesinin
râbıtasını da mutlaka hissiyle kullanmalıdır. Yoksa idrâk
ve gönül aynasından bu niyetle bakmadığı için hicâblar
açılmayacaktır. Ma‟lûmunuz hicâblar ikidir: 1- Zulmânî
perdeler 2- Nûrânî perdeler.
Zulmânî perdeleri açmak için ilim ve irfâniyetle fâili,
mevsûfu ve mevcûdu iyi bilmek ve Hakk‟a nisbet etmek
lâzımdır. Bu irfâniyetten sonra da her mazhar kendisinin
isti‟dâd ve kabiliyetine göre Hakk‟ı açığa çıkardığını ve
varlıkların cins, renk ve vasıfları ne olursa olsun onun
Vahdâniyyet tecellîlerini perdeleyemeyişine nûrânî
perdeler denmektedir. Hicâb perde demektir. Zulmânî
perdelerin açılması için dâimî zikri ve hissimizle râbıtayı
kullanmayı dâimîleştirmeli, akıl nimetiyle de kendimizi,
yakın takibe alarak dâima kontrol etmeliyiz.
Bir sâlik ne kadar sohbetlerde bulunursa bulunsun,
irfâniyetini ilim yönüyle geliştirirse geliştirsin dâimî zikirle
birlikte, hissiyle mertebesindeki râbıtayı kullanmaz ise
hicâbları açılmayacaktır. Hicâbı açılmayan sâlik de
varlıkları ve fiilleri ayrı ayrı kendisine nisbet ederek
ihtilâftan ve ikilikten kurtulamadığı için hem mutsuz
olacak hem de ilmin ötesine geçemeyecektir.
Allah‟a gönül verenler yalnız ilimde kaldılarsa o kadar bir
gönül verisi var demektir. Yoksa ilim, âmil olmak için
elde edilmelidir. İlmiyle âmil olanlar edebinde, ahlâkında
dâima kendilerini kontrol ederler. Hz. Muhammed
(A.S.)‟e „Muhammed-ül emîn‟ denildiği gibi kendilerine de
toplum tarafından “emîn” denir ve onlardan toplum
memnundur.

SÂLĠKLERDE EDEB NASIL


OLMALIDIR

Edeb, terbiyeli olmak, insanlara sözle, fiille güzel


davranmak ve lütufkâr bir hâl güzelliği ile muamele
etmek anlamlarına gelir. Kelimeyi harflerle açacak
olursak:

E: Eline sahib ol
D: Diline sahib o
B: Beline sahib ol

Eline sahib olmanın, Malum her şeyi ellerimiz ile


yaptığımızdan ellerimiz fiilullahı remzeylemektedir, bu
fiilullaha sahib olmanın ise Tecelliyi Efal-e mazhar yani
nail olmak, Tecelliyi Efal-i giymektir. Dilimize sahib olmak
ise, malum dil “Kelam Sıfatı‟nı” bu sıfatın zuhur mahalli
olması itibariyle tecelliyi sıfata mazhar yani nail olmak,
Tecelliyi Sıfat-i giymektir. Beline sahib olma ise malum
bel insanoğlunun arzıyla arşının bir olduğu, çoğalma
noktası olarak vucudun yekünüdür. Bu itibarlada
Tecelliyi zat‟a mazhar, yani nail olmak, Tecelliyi Zat‟ı
giymiş olur. Günümüzde Atasözü ve Özlü söz diye bilinen
bütün söz ve sözlerin hakikatde ise ne hikmet ve
manalara sahib olduklarını anlamak; ancak bir Mürşid-i
Kamile giderek tevhid tahsilimizi yaparak mümkün
olacaktır, aksi takdirde bu edebe sahib olmak mümkün
olmayacaktır.
Hucûrât Sûresi 1, 2 ve 3. âyetlerde“1-Ey îmân
edenler;Allah ve Resulünün önüne geçmeyin.
Allah‟tan korkun. Çünkü Allah, her Ģeyi iĢitir ve
bilir. 2-Ey îmân edenler, seslerinizi peygamberin
sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirlerinize
bağırır gibi, ona bağırmayın. Haberiniz olmadan
amelleriniz sonra boĢa çıkıverir. 3- Gerçekten
Allah‟ın peygamberinin yanında seslerini kısanlar,
bunlar o kimselerdir ki, Allah kalblerini takva için
imtihan etmiĢtir, onlara bir mağfiret ve büyük bir
mükâfat vardır”buyrulmaktadır.
Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmelerde de, üstüne basa
basa ifade edildiği gibi, Allah ve Resulünün huzurunda
hudû‟, huzu‟ ve huşû‟ halinde edebli olmamız
istenmektedir.”Günümüzde, Resûlullah yok ki bunu
uygulayalım” derseniz o iki cihan serverinin veresetül
enbiya olan zâhir ve bâtın ilimlerini inananlara tebliğ
eden İnsan-ı Kâmilleri mevcuttur.
Câmilerimizde, cemâatla kıldığımız namazlarda, nasıl
imama uyduktan sonra, imamın dışında cemâattan çıt
dahi çıkmıyorsa, aynen onun gibi, sohbet ve Kâmil ile
beraberliklerimizde de edebe dâima uymalıyız. Çünkü
İnsan-ı Kâmiller, Allah‟ın bu yer yüzündeki sesidirler. O
mazharlardan konuşan ve her türlü nasihatı bizlere
yapan Rabbimin taa kendisidir. Rabbimin gölgesi olarak
gördüğümüz beşer yüzlerinin hiçbir ilim ve irfâniyetleri
yoktur. İlim ve irfâniyet sahibi o yüzlerden kemâlâtıyla
tecellî eden Rabb-il Âlemin‟dir. Kâmil mazharlarından,
bizlerle sohbet eden ve her türlü yüce âyetlerini gösteren
bizzât Cenâb-ı Allah‟tır. Allah Zât olarak, sıfatı olan
Muhammed mazharından tebliğini yapıp durmaktadır.
Allah „Zât‟tır. Muhammed „sıfat‟tır. Muhammed „Zât‟
olduğunda Âdem „sıfat‟ olur. Âdem „Zât‟ olduğunda da,
sâlikler „sıfat‟ olmuş olurlar. Onun için,Zâtın tecellîlerine,
sıfatlar asla karşı gelemediği gibi, îmân eden huzur
ehlinin zâhir ve bâtın edeblerinin, Cenâb-ı Allah kişilerde
cem olmasını istemektedir.
Tevhîdde her merâtib-i İlâhiye mertebesinin, riâyet
edilmesi vâcib olan bir edebi vardır. Fenâ mertebelerinde
„yok‟luğun hisle yaşamı, bekâ mertebelerinde de
yokluğun mukabilinde „var‟lığın lâtif sıfatlardan
zuhûrâtının müşâhedesi vardır. Kâmilin sözleri
Rabbimizin sözüdür. Her ne konuşursa doğrudur. Eğri
olarak algıladığımız bazı sözler varsa, “Mutlaka bir sebebi
vardır” diye düşünmek lâzımdır.”Verdiği kararlarda
doğruyu en iyi bilen O‟dur” demelidir. Çünkü onun
kendine ait bir varlığı yoktur. Varlık sahibi Allah ise nasıl
olur da, Allah eksiklik sergiler. Bu yolda görevli olan
Kâmillerimizi madem ki Allah görevlendirmiştir, onların
bizlerin bilmediği, bize ters gelen bazı kararlarının
nefslerinden olmadığını bilmemiz gerekmez mi. Onun
için, zâhirde yürürken onların önüne geçmemeli, ses
yükseltilmemeli, uzaktan çağırılmamalı,fiil ve
davranışlarda edebe riâyetsizlik asla olmamalıdır. Onların
meclisinde sohbet esnasında bir ihvân kardeşimizin diğer
bir ihvân kardeşimizle O‟nu dinlemeyerek kendi
aralarında gizli gizli konuşmaları hoş olmayan
davranışlardır. Bâtında da kâmillerin kişilere yakınlığını
suistimal etmek, fazla isteklerde bulunmak hoş olmayan
hâllerdir. Çünkü Allah zâhir ve bâtın her şeyi gören ve
bilendir.
Maalesef günümüzde, Kâmil diye bildiğimiz Mürşid-i
Kâmilleri sıradan ilim sahibi bir kişi olarak gördüğümüz
için, bir adım ilerlememiz mümkün olmamaktadır.
Onların, sırf ilim öğrenmek için sohbetlerini dinlememiz
bize vuslat buldurmaz. Bu durum evimizde bir velînin
kitabını okumuş olmak gibidir. Bu hâl suyun bulunmadığı
yerde teyemmümle abdest almaya benzemektedir.
Gönülden sevgi ile teslim olmayanlar “Hakk‟ın
huzurundayım ve Hakk‟ın sohbetini dinliyorum”
diyemiyorlarsa, ilimleri artsa bile, mânen onlardan
istifâde edip vuslat bulamazlar. Onların sîreti, bir yerde
Muhammed, bir yerde Rabbü‟l-Âlemîndir. Sûretleri ise,
senin benim gibi bir beşerdir. Artı kutup olan Allah‟ın
Zâtı, Muhammed olan eksi kutupla birleşmedikten sonra
gönüllerimizde nûr ziyâsının parlaması mümkün değildir.
Gelin kardeşlerim, zerreden küreye kadar Allah‟ın Zâtının
tecellîlerini tanıyalım. En üstün vasfa sahip olan bu
Kâmillerimizin Kevser ırmağından kana kana içmenin
ancak edebimiz nisbetinde mümkün olabileceğini
unutmayalım.

SEVGĠ VE AġK

Sevgi, kişide istek ve arzu duymakla başlar. Şevk ve


gönül vermek sûretiyle devam ederek aşka intikâl eder.
Zâten sevginin gâyesi kişiyi Sevgili‟ye kavuşmaktır. Allah
güzeldir, güzelleri sever. Üç türlü sevgi vardır. Bunlar:
1- Tabii sevgi 2- Rûhâni sevgi 3- İlâhi sevgidir.
Tabii sevgi kâinattaki bütün yaratıklara ihsân edilen bir
sevgidir. Kimisi parayı sever, kimisi mal ve mülk sever,
kimisi kişileri sever. Kediye en çok neyi sevdiğini sorsak
fareyi sevdiğini söyleyecektir. Tilkiye en çok neyi
sevdiğini sorsak o da tavuk yemeyi sevdiğini
söyleyecektir. Bunlar, mahlûkatın tek taraflı sevgisinden
ibârettir.
Rûhanî sevgi ise sevgilisini hem onun için, hem kendi
nefsi için sevme durumunu, sevende bir araya getirme
hâlidir. Yani burada iki taraflı sevgi vardır. Oysa, tabii
sevgide, seven sevdiğini kendi nefsi için tek taraflı olarak
sever. Rûh birdir parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî
ettikleri mazharlarda esmâ alır. Cenâb-ı Hakk bu kesret
âleminde kendisinden başkası olmadığı için kendisini
sevdi. Bir Hadis-i Kudsî‟de “Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmekliğimi istedim, sevdim muhabbet ettim,
bu halkı halk ettim” buyrulmuştur. Onun için Allah
kendisinden başkasını sevmemiştir. Zâten mülkünde
O‟ndan başkası da yoktur. Bu tafsilât-ı Muhammedi
aynalarından, kendi güzelliğini ve cemalullahını her an
ayrı ayrı tecellîlerini seyretmektedir. Onun için, Hakk
kendini bildi. Nereden bildi. Mazharlarından bildi. Çünkü
bilinmekliğini istedi de bu sıfatlar âleminden kendini
açığa çıkardı. Onun için, bu âlem, tafsilât-ı
Muhammediyye aynaları oldu. Allah bu aynalarda kendi
sûretini gördü ve sevdi. Âl-i İmrân Sûresi 31. âyette “De
ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız Muhammed'e tâbi
olun ki Allah da sizi sevsin.” buyrulmaktadır. Şu halde
Mürşîd-i Kâmile uymak ve ona bağlanmak sevginin
sebebi olmaktadır. Rûh birliğini idrâk edenler, bütün
kişilerden tecellî eden güzelliğin kendisi olduğunu bildiği
için, her mazharda o güzel cemalullahın kendisi olma
bilinci ile kendisini sevdiği anlaşılmış olur.
Rûhâni sevgi, kulun Hakk‟ı sevmesi ve Hakk‟ın kulunu
sevmesi olarak iki bölümde mütalaa edilir. Kul Allah‟ını
bütün mazharlardan tecellîsi ile kendisinin yokluğunu
idrâk ederek sever.”Bu mülk kimindir. Vahid-ül Kahhar
olan Allah‟ındır” hitabını duymasıdır. Yani kişinin
Fenâfillâh olmasıdır. Allah‟ın kulunu sevmesi, O‟nun kul
mazharı olan bütün sıfatlarından kemâlâtıyla açığa
çıkmasıdır.
İlâhî sevgi ise herkesin bildiği gibi zanda ve hayâlde olan
bir Allah'ı sevmek değil, zerreden kürreye her sıfattan
kendini ilân edenin, kendisini sevmesi ve seyretmesidir.
Bütün âlem şuhûd ve ibâdet sahası olduğu için „sevgi‟den
başka hiçbir şey yoktur. Bu âlemi Cenâb-ı Allah sevmek
ve sevilmek için yaratmıştır. Maide Sûresi 54. âyette “O
onları sever onlar da O‟nu severler.”
buyrulmuştur.”Sohbetten muhabbet, muhabbetten
Muhammed hasıl olur. Muhammed'siz hiçbir şey hâsıl
olmaz” denilmiştir.
Bu sevgilerin toplamına aşk denilmektedir. „Aşk‟ sözcüğü
üç harf ve beş noktadan meydana gelmiştir. Harfler
„ayın‟, „şın‟ ve „kaf‟ harfleridir. „Şın‟da üç, „kaf‟ta da iki
olmak üzere toplam beş nokta vardır. Bu da üç harf olan
Allah‟ın bu mukayyed olan bu hadisatta ef‟âl, sıfat, Zât
yüzlerinin, beş nokta sırrı olan kişilerdeki beş duygu ile
zevk edebilme haline aşk denilir. Çünkü bütün
mevcûdiyetinle Rabbine dönmeye aşk denilmektedir.
Dönen kişiye de aşık denilir. Pir Hz. leri “Bir sâlik
Fenâfillâh olasıya kadar sevgi ile vuslat bulur. Fenâfillâh
olunca lâyıkıyle aşkı ancak tadabilir.” buyurmuşlardır.
Aşkın üç merhalesi vardır: 1- Aşk 2- Vâle 3- Heymân dır.
1- Aşk kişinin bütün mevcûdiyeti ile Mâşuk‟una
dönmesidir. Mâşuk‟una dönene âşık denir. 2- Vâle ise
kişinin bütün mevcûdiyetiyle Mâşuk‟una dönmesi ve
kendinden geçme hâline denir. 3- Heymân kişinin bütün
mevcûdiyeti ile Mâşuk‟una döndükten sonra kendinden
geçip Mâşuk‟unu kendinde görme hâlidir. Tevhîd
mertebelerinde belirtilmek gerekirse, Fenâfillâha kadar
aşk hâli, feraiz ve Vahdet zevki vâle hâli, kavseyn
mertebesinde de heymân zuhûr eder. Âşık olan kişilerde
uyku uyuyamama hâli vardır. Yemeden içmeden
kesilerek, dâima sevgilisini anması, dâima O‟nunla
beraber olma arzusu gâlib gelir. Kişi, sevgilisinin
yüzünden başkasını görmez. O, her şeye kördür.
Sevgilisinin konuşulması dışında her şeye ilgisiz kalır.
Kalbine O‟nun dışında hiçbir şeyin girmesini istemez.Ve
kalp kapılarını O‟nun dışındakilere kapatır. Hayâlinde ve
şuhûdunda hep o vardır. O‟nunla yatar O‟nunla kalkar.
O‟nunla hep beraber olur. Bir Hadis-i Kudsî‟de “Kulum
bana nevâfille yaklaştığında, onun görmesine göz,
duymasına kulak, konuşmasına dil, yürümesine ayak,
tutmasına el olurum ve bütün cevahir a‟zaları ben
olurum. Benimle görür, benimle duyar, benimle,
konuşur, benimle yürür ve benimle tutar “ buyrulmuştur.

"Kulağım âĢık oldu sevgilimin sözlerine


Gözüm âĢık oldu sevgilimin gözlerine"

İşte bu aşırı sevgi âşıkların akıllarını başlarından alır.


Onları inletir ve zayıflatır. Bir deri bir kemik haline sokar.
Kuşku ve uyumama hâli zuhûr eder. Kuvvetli bir aşk
arzusu, bir şevk ve iştiyâk hâli doğurur. Bu haller kişinin
yaşantısını alt üst ederek değiştirir. Akıl ile aşk hiçbir
zaman bağdaşmaz. Çünkü akıl insanı belli bir kayıt altına
alır. Aşk ise insanın hayatını alt üst ederek şaşkına
çevirir. Akıl kişiyi toplarken aşk kişiyi dağıtır. Hakk âşıkları
yalnız Allah'ı müşâhede ederler. Her gözden görülen, her
dilden konuşulan, her kulaktan duyulan sadece O‟dur.
Ârifler bunu böyle bilirler. O da âşıklara bu hakîkat ile
tecellî eder. Peki seven sevgilisine acı çektirir mi. Çünkü
en çok acıyı çekenler peygamberler, evliyâlar olmuştur.
Maide Sûresinin 54. âyeti “Allah onları sever, onlar da
Allah'ı severler.” bize Allah‟ın kullarını sevdiğinden
mütevellit celâl tecellîlerini lütfettiğini, celâlsiz kemâlâtın
olamayacağını, sevdiği peygamberlere ve evliyâlara
kemâlâtını istediği için bu acıyı çektirdiğini anlatmış
oluyor. Cenâb-ı Allah‟ın lütfu kahrının içinde gizlidir.
Aslında bu, bizlere acı gibi görünüyor. Yoksa onlar
halinden memnunlardır. Allah‟ın celâl tecellîsi
ikiliktekileredir. Birlik deryasında olanlara celâl tecellî
olmaz o aynı tecellî cemâl olmuştur. Cenâb-ı Allah bütün
ihvân kardeşlerime bu aşkı nasîb etsin. Âmin.Allah‟ın
celâl tecellîsi ikiliktekileredir. Birlik deryasında olanlara
celâl tecellî olmaz o aynı tecellî cemâl olmuştur. Cenâb-ı
Allah bütün ihvân kardeşlerime bu aşkı nasîb etsin.
Âmin.Allah‟ın celâl tecellîsi ikiliktekileredir. Birlik
deryasında olanlara celâl tecellî olmaz o aynı tecellî
cemâl olmuştur. Cenâb-ı Allah bütün ihvân kardeşlerime
bu aşkı nasîb etsin. Âmin.

SEVMEK VE SEVĠLMEK

İnsanlar bu dünyaya, sevmek, sevilmek ve sevdirmek


için gönderilmişlerdir. Yoksa üç günlük yaşamlarında
birbirleriyle kavga etmek, geçimsizlik ve mutsuzluk için
gelmemişlerdir. Neden insanlar birbirlerini sevmiyorlar,
neden bütün yaşamını dünyadaki Cehennem‟de
geçirmekten kurtulamıyorlar, akıl, fikir ve bütün zihinsel
düşünüşlerini ekonomik meselelerden, üzüntü ve dünya
debdebelerinden Hakk‟a doğru döndüremiyorlar.
İşte bu soruların cevabı Tevhîdde mevcuttur. Ne yazık ki
bunları bilmediğimiz için bu Cehennem‟den kurtulmamız
mümkün olmuyor.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Araf Sûresi 179. âyetinde “Cin ve insin
çoğunu Cehennem için yarattık. Onların kalpleri
vardır tefekkür etmezler, gözleri vardır hakîkati
görmez, kulakları vardır hakîkati duymaz, iĢte
bunlar hayvan gibidirler.” buyrulmuştur. Şu halde
insanların çoğunluğunun, mutsuz ve azabda oldukları
anlaşılmaktadır. Dünyada Cehennem, kişilerin Hakk‟tan
kendilerini uzak hissetmeleri ve Cenâb-ı Hakk‟ın tecellî
mazharlarını Hakk‟tan ayrı imiş gibi görüp, ihtilâftan
kurtulamayıp azab çekmeleridir.
Her tecellî Hakk‟ın olduğu halde, “Nedir bu kavgalar ve
ihtilâflar” diye soracak olursanız, her tecellînin fâilinin
Allah olduğunu bilmeme cehâletidir. Zira kişideki
Cehennem azâbı cehâletinden ve Hakk‟tan uzak
oluşundan başka bir şey değildir. Cenâb-ı Allah,
onsekizbin âlemde, zerreden kürreye kadar, Zâtını ilân
etmiştir. İlân etmesi demek, her varlıkta zuhûra gelmesi
demektir. Şu halde sevmeyip ihtilâf ettiğimiz kişi veya
varlıkların, kendilerine ait hiçbir güç ve kuvveti yoktur.
Onların mazharından bizlerdeki, malûmata göre Cenâb-ı
Hakk, o âletleri, bizlere kullanmaktadır. Neden o eksik
mazharları başkalarına değil de, bize kullanıyor. Çünkü
bizlerde eksiklik var. Onları bize kullanmasa başkalarına
kullanacak. Onun için her türlü olayda, başkalarını
suçlamak değil de kendimizi gözden geçirip
düzeldiğimizde,bir daha bu eksik tecellînin olmadığını
görürüz. Çünkü Allah bizlere, hiçbir mahlûkata
vermediği, akıl, fikir, irâde ve ilim gibi yüce emânetler
vermiştir. Bunları yerinde ve doğru kullanırsak, o zaman
azâbımız azalacaktır.
Sûrette kalanlar ve sûret için ömrünü bitirenler, azab ve
mutsuzluktan kurtulamamışlardır. Sûretlerin hiçbir
hükmünün olmadığını bilenler, sîret için çalışıp onun
bilincine erenler, mutluluk ve saadet içinde, dünyada
iken Cennetlerini yaşayacaklardır. Dünyada Cennet ve
Cehennem vardır. Âhirette de Cennet ve Cehennem
vardır. Dünyadaki Cehennem Hakk‟tan uzak olmak ve
her türlü ıztırab ve kederleri onların Cehennem‟i
olmaktadır. Dünyadaki Cennet‟leri ise Hakk‟la beraber
olup huzur ve mutluluk içindeki zevkleridir.
Dünya zâhir beş duygumuzla algıladığımız kesâfet
âlemidir. Âhiret ise bâtın duygularımız diye
vasıflandırdığımız, hiss-i müşterekimiz olan bâtın
duygularla algılanan bir âlemdir. Zâhir duyguların bu
âlemde geçerliliği yoktur.
Dünyada iken Hakk‟a olan yakınlığından (ilm-el yakînlik,
ayne‟l-yakînlik, Hakk-al yakînlik) aldığı zevkler, sıfatlara
bürünerek karşısına çıkacaktır. ”Dünya Âhiretin
tarlasıdır.” Hadisi bize bunu bildirmektedir.”Dünyada
a‟ma olan Âhirette de a‟madır.” Âyet-i kerimesi bizlere
dünyada iken, bütün fiillerin fâilini çok iyi tanımamızı
belirtmektedir. Sevdiğimiz her varlığın özünün, Cenâb-ı
Hakk‟ın bir tecellîsi olması nedeniyle bizzat Rabbimizi
sevmiş olduğumuzu anlamış olacağız. Cenâb-ı Hakk
kendinden başka bir varlık yaratmamış ki seven ve
sevilen olsun. Seven de kendisi, sevilen de kendisidir.
Yeter ki biz bu irfâniyete sahip olup mutluluk içinde
yaşayalım. Yoksa kendi azâbımızı kendimiz hazırlamış
oluruz.
AĢkınla sararıp soldum
Kâh yanıp kül oldum
Seni her yerde aradım
Sonunda kendimde buldum.

AĢk ateĢini yanar sandım


Gönlümde hep Seni andım
Anan da sen, anılan da sen olduğunu bildim
Ahmet‟teki AĢk‟ın ve ÂĢık‟ın özünü gördüm

Herkes bu gün kendini sorgulasın. Stres, üzüntü, keder


ve mutsuzluk içinde dünya ile ilgili alamadım veremedim
kaygısı içindeyse bu, Cehennem azâbından başka bir
azâb mıdır. Bu azâb ona yetmiyor mu. Ondaki gayriyet
ve Hakk‟ın her türlü tecellîlerine vâkıf olmadığı için
Cehennem azâbından bir türlü kurtulamıyor. Oysa Tevhîd
ehli, Hakk‟ın bütün tecellîlerine vâkıf olduğu için, fiillerin
fâilini görüyor. Hangi mazharı nerede kullandığını, bu
olaya karşı nasıl hareket etmek gerektiğini bildiği için,
mutluluk ve huzur içinde yaşıyor. Dünyada o kişiye
bundan güzel Cennet mi olur. Hasan Fehmi Hazretleri bir
ilâhîsinde:
“Kahrı lütfu bilmeyen hiçbir dem rahat olmaz”

Buyuruyor. Kahrında lütfundaki, fiilin fâili Allah‟tır. Kime


ve ne için kullandığını tefekkür ettiğimizde, her şeyin
yerli yerinde ve doğru olduğunu görerek Cennet‟e girmiş
oluruz.
Cenâb-ı Allah, cümlemizi iki cihanda seven ve sevilen
mutlu kişilerden eylesin. Âmin.

SÜLEYMAN (A.S.) ĠLE BELKIS


HADĠSESĠ

Bir gün Süleyman (A.S.) ordularını denetliyordu. Fakat


Hüdhüd kuşunu göremedi. Nerde olduğunu
sordu.”Geldiğinde bana tatminkâr bir cevap vermezse
onun başını koparacağım veya ağır bir ceza ile
cezalandıracağım.” dedi. Nihâyet Hüdhüd geldi. Ve dedi
ki “Ya Nebîyullah senin bilmediğin bir yerden geliyorum.
Oranın adı Saba ülkesidir. Başlarındaki padişah Belkıs
isminde bir kadındır. Muhteşem bir tahtı var. Ne yazık ki
Allah‟a değil güneşe tapıyorlar. Şeytan onların amellerini
de süslü göstermiş. Böylece kendilerini Hakk yolundan
saptırmışlar da maalesef doğru yola giremiyorlar.” dedi.
Süleyman (A.S.) bu habere memnun olarak “Sen
sözünde doğru isen şu mektubumu ona götür ve bakalım
nasıl bir neticeye varacaklar”diyerek Kur‟ân-ı Kerîm‟in
Neml Sûresi 30. âyetinde “Bismillahirrahmanirrahim
Süleyman'dan O Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla
(baĢlamakta)dır.” diye başlayan mektubunu yazmıştır.
(Süleymansız besmele çekilemez. ) Hüdhüd bu mektubu
Belkıs‟ın tahtına bırakarak gözetlemeye başlamıştır.
Belkıs mektubu okuduktan sonra avenesini toplayıp
onlara danışmış ve fikirlerini sormuştur. Onlar da
“Süleyman‟ın orduları buraya gelirse her taraf târ ü mâr
edilir. Bizim ordularımız çok kuvvetlidir. O buraya
gelmeden biz onun üzerine hücum edelim” demişlerdir.
Belkıs ise Süleyman (A.S.)‟ın peygamber olup olmadığını
anlamak için elçileri ile hediyeler gönderip hediyeleri
alırsa padişah olduğunu, peygamber olmadığını,
hediyeleri almazsa peygamber olacağını söylemiştir.
Elçilerin kadınlarına erkek elbisesi, erkeklere de kadın
elbiseleri giydirip ellerine som altından iki kerpiç vererek
hediye olarak göndermiştir. Süleyman (A.S.)‟ın emrinde
kuşlar, cinler ve rüzgâr olduğu için her şeyden haberdar
olması nedeniyle elçiler henüz gelmeden bütün şehrin
cadde ve kaldırımlarının som altın olmasını emrediyor.
Elçiler şehre girince her tarafın som altın olduğunu
görüyorlar. Ve bu elimizdeki iki som altın kerpiç sanki
buranın malı diyerek ellerindekilerinin bu şehirde
kıymetinin olmadığını anladılar. Elçi oldukları için aldıkları
görev nedeniyle Süleyman (A.S.)‟ın huzuruna çıktılar.
Süleyman (A.S.) elçilere “Sizi hediye getiresiniz diye
çağırmadım, sizler hediyeye mazhar olasınız diye
çağırdım. Geriye dönün ve padişahınıza söyleyin,
ordularımla oraya girersem onları oradan çıkartırım”
dedi. Süleyman (A.S.) vezirlerine “Seçkin topluluk
müslüman olarak gelmezden evvel Belkıs‟ın tahtını bana
kim getirecek” dedi. Cin tayfasından bir ifrit “Sen
yerinden kalkmadan önce ben o tahtı sana getiririm”
dedi. Fakat Süleyman (A.S.) bunu çok uzun bir zaman
buldu. Kendinde ilâhi bir kitaptan ilim bulunan Asaf bin
Belhî adlı bir kişi “Gözünüzü kapayıp açıncaya kadar bir
zamanda o tahtı size getiririm” dedi ve Süleyman (A.S.)
tahtı yanında gördü. Süleyman (A.S.) tahtın
tanınmayacak bir hale getirilmesini emrederek Belkıs‟ın
tahtını tanıyıp tanımayacağını anlamak istedi.
Belkıs geldiğinde “Bu taht senin mi” diye sordu. Belkıs ne
“Benimdir.” diyebildi, ne de “Benim değildir.”
diyebildi.”Sanki odur.” dedi. Süleyman (A.S.) koltuğunda
otururken Belkıs yanına doğru ilerledi. Fakat tahta
geçerken tahtın önündeki havuzdan geçmek gerektiği
için Belkıs eteklerini sıvadı. Süleyman (A.S.) “Eteklerini
indir, havuz su değil camdır.” dedi. Çünkü Belkıs‟ın anası
can kavminden babası da cin kavminden olduğu için
bacaklarındaki kılları görmek için bu denemeyi yapmıştı.
Belkıs bu üstün tecellîlerin hepsini görünce mutmain
olarak “Süleyman vasıtasıyla âlemlerin Rabbi olan Allah‟a
inandım ve teslim oldum” dedi. İşte buraya kadar
anlatılan vak‟a Kur‟ân-ı Kerîm‟in Neml Sûresi 20.
âyetinden 45. âyetine kadar anlatılanların kısaca özetidir.
Peki bizler bu âyetleri kendi vücûd ülkemizde ve
âfâkımızda nasıl zevk etmeliyiz ki yaşamımıza geçirelim.
Bu âyetler bizlere ne mesajlar vermektedir. Süleyman
(A.S.) enfüste kalbdir. Âfâkta ise Mürşid-i Kâmildir.
Hüdhüd kuşu ise tefekkürdür. Saba ülkesi olan Belkıs‟ın
ülkesi de kişinin gönül âlemidir. Hüdhüd kuşunun “Ya
Nebiyullah ! Senin bilmediğin bir ülkeden geliyorum.”
demesi “gayriyet ülkesinden geliyorum” anlamındadır.
Oranın padişahı Belkıs isminde bir kadındır. Yani nefs
ülkesi olan o yerde padişah ikilikte olan nefstir. Hem
“Onların ibâdetlerini Allah‟a değil güneşe yaptıklarını
gördüm” diyerek onların âlemlerin Rabbi olan Allah‟a
değil, akıl güneşine taptıklarını söylüyor. Yani kendi
akıllarıyla yarattıkları, zanlarındaki, hayâllerindeki akıl
güneşine ibâdet yapıyorlarmış.Ve şeytan da onların
yaptıkları ibâdetleri çok güzel gösteriyormuş.
Günümüzde de bazı kimselerin, Allah‟ın Muhammed
aynasından, kendini sergilediğini göremedikleri için,
zanlarındaki veya akıllarındaki bir ilâha ibâdet ettiklerini
görüyoruz. Şuara Sûresi 213. âyetinde “Bundan dolayı
sakın, Allah ile beraber baĢka bir tanrıya yalvarma
ki azâb edileceklerden olmayasın” buyrulmaktadır.
Yani Allah sende ve sana şah damarından daha yakın
olduğu halde O‟nunla birlikte zannındaki ve hayâlindeki
bir ilâha ibâdet edenler bu cümledendir. Hakîkaten
onların şeytanları da bol bol yapılan bu ibâdetleri „şöyle
sevap vardır, böyle sevap vardır‟ diye güzel
göstermektedir. Mânâsını bilmeden yapılan taklîd
ibâdetlerin hiçbir hükmünün olmadığı Kur‟ân-ı Kerîm‟in
Maun Sûresinde “Gafletle namaz kılan ve ibâdet
edenlerin ibâdetlerinin, suratlarına çarpılacağı” âyetiyle
bildirilmektedir.
İşte böyle kişilere Süleymanlar yani Mürşid-i Kâmiller
dâima mektup yazıp durmaktadırlar. Ve mektupta hiçbir
kişi Süleyman‟sız, Besmele-i Şerîf olan Bismillâh Allah‟ın
zâtının sırlarına, Rahmân olan Allah‟ın sıfatlarının
sırlarına, Rahîm olan Allah‟ın ef‟âl-i İlâhiye sırlarına vâkıf
olamaz demektedir.
Enfüsümüzde tefekkür olan Hüdhüd vasıtasıyla, âfâkta
da palazlanmış bir sâlik vasıtasıyla nefs kuvvelerine veya
nefs sahibi Belkıslara gönderilmiş olacaktır. Mektubu
okuyan Belkıs arkadaşlarını toplayarak Süleyman‟dan
gelen mektubu tartıştıktan sonra onun hakîkaten buna
yetkili olup olmadığını bilmek için hediye ile denemeye
koyulacaktır. İlm-i ledün olan som altın kerpicini ona
takdîm edince İnsan-ı Kâmil olan mürşid de “Sizleri
hediye getiresiniz diye çağırmadım, hediyeye mazhar
olasınız diye çağırdım” diyecektir. Zira kâmilin
hazinesinde Allah‟ın ilhâmlarıyla her tarafı som altın olan
ilm-i ledün kerpiçleri çoktur.
Kâmiller ilm-i ledün olan ilhâmlara mazhardırlar. Onun
için elçilerin ellerindeki som altın kerpiçlere Kâmiller hiç
itibâr etmezler. Çünkü onlarda Allah‟ın sonsuz tecellîleri
zuhûr etmektedir. Bütün çağırdığı kişiler ondaki
hediyelere mazhar olsunlar diye çağrılmaktadır. Hediye
getirsinler diye değil. Çünkü onların hediyeye ihtiyacı
yoktur.
Belkıs‟ın tahtını kim getirecek dendiğinde cin tayfasından
bir ifrit: “Ya Nebiyullah oturduğun yerden ayağa
kalkasıya kadar bir zamanda getiririm.” dedi. Belkıs‟ın üç
yüz kişilik tahtı, o kişilerin ef‟âl, sıfat ve Zâtıdır. Cin
tayfasından olan ifrit, ef‟âl sıfattan tecellî eder, sıfat da
Zâttan tecellî ettiği için, işte Belkıs‟ın tahtı olan bu nisbet
ettiği Zâtını sana getiririm demek istedi. Süleyman (A.S.)
bunun uzun bir zaman olduğunu söyledi. Âsâf bin Belhî
ismindeki ilim sahibi olan bir kişi ise, “Gözünüzü açın
tahtı karşınızda görürsünüz.” demekle, belirli bir tahsil
sonu ef‟âl, sıfat tecellîlerinden sonra Zâtı görürsünüz
değil, onun karşınıza gelmesi ismini anmak kadar serî
olacağını söylüyor. Nasıl çok uzaklarda bildiğimiz bir kişi
veya yerin hatırlanması ile hemen gözümüzün önüne
karşımızdaymış gibi gelirse aynen onun gibi Tevhîd ilmini
tahsil edenler de nefs-i levvâme sahibi kişilerin her
yönünü yanlarında görürler.
Belkıs‟ın tahtının tebdil edilmesi ise Mürşid-i Kâmilde
tahsil eden bir sâlike kendine nisbet ettiği ef‟âl, sıfat ve
Zâtı Fenâfillâh olduktan sonra sorulsa “Bu taht benim”
diyemez. Çünkü kendisinin olmadığını öğrendi.”Benim
değildir” de diyemez. Çünkü kendi esmâsından zuhûr
etmektedir.”Sanki onun gibidir” der. Çünkü yok olan
yalnız „zan‟nıdır. Kendine nisbet ettiği varlığın Hakk‟a ait
olduğunu anlamıştır. Yoksa değişen hiçbir şey yoktur.
Süleyman (A.S.)‟ın bu yüceliklerini Belkıs anladıktan
sonra, Süleyman‟ın himmetiyle “Âlemlerin Rabbi olan
Allah‟a inandım.” diyerek taklîdi îmândan şühûdî ve
tahkikî îmâna duhûl etmiştir. Zâhirde Süleymanlardan
tecellî eden ilme ve irfâniyete inanmak başka, âlemlerin
Rabbi olan Allah‟ın Süleymanlarda kemâlâtıyla açığa
çıkışını şühûd etmek başkadır.
İşte enfüsümüzde kalb Süleymanının sıfatlara olan Hakk
ve hakîkatin tecellîsi için nefs-i emmâreden kurtulma
telkîni olduğunu, âfâkta da Kâmillerin nefs sahibi olan
kişileri ka‟l ve hâl lisaniyle Hakk ve hakîkata davet ederek
onların da kabullenip kurtuluşa erme vak‟asıdır.
Günümüzde her zaman bu Süleyman ile Belkısların
vak‟aları olup durmaktadır. Allah Süleymanlara kulak
veren ve onlara tâbi olarak besmeleye sırrıyla vâkıf
olanlardan eylesin. Âmin.

ġERĠAT NE DEMEKTĠR

Kur‟ân-ı Kerîm‟deki emredilenleri yapma, yasak kılınanları


yapmama yolu olan İlâhî kanunların hepsine birden
şeriat denir. Şeriat ikidir:

1 - ġeriat-ı evvel
2 - ġeriat-ı sâniye

Şeriat-ı evvel, taklîd olarak yapılan itikadî ve amelî


yapılan bütün ibâdetlerimizdir. Bizler kimin taklîdini
yapmaktayız. İki cihan serveri Peygamberimizin taklîdini
yapmaktayız. Orucu, mânâsını ve bizlere sağladığı
faydaları bilmeden emr-i İlâhiye diyerek tutarız. Namazı,
kıyamın, rük‟ûun ve secdenin bizlere sağladığı faydaları
bilmeden, Resûlullah Efendimizin “Ben nasıl namaz
kılıyorsam siz de öylece namaz kılınız.” emrine
binâen kılarız. Madem ki namaz mü‟minin Mi‟racıdır,
Mi‟rac da, Cenâb-ı Hakk‟la konuşmak ve beraber
olmaktır, kendimize namaz kıldığımızda “O‟nunla beraber
olup konuştuk mu” diye sorsak “Hayır, konuşmadık” diye
içimizdeki müftünün cevap verdiğini göreceğiz.”Kâbe-i
Muazzama‟yı ziyâret etmek Allah‟ın kulları
üzerindeki hakkıdır.”âyetini, taştan yapılmış bir bina
olarak ziyâret ederek ismimizin „hacı‟ olmasından başka
bizlere sağladığı faydayı göremeyiz. Zekât vermek de
aynı şekilde, ya malınızın kırkta biri veya ilmimizin
zekâtından başka bir zekâttan haberimiz olmadığını
görürüz. Dolayısıyla da, Allah‟ın şehadetini de „kelime‟
olarak söyler her şeyin bundan ibâret olduğunu
zannederiz.
Şeriat-ı Sâni ise, hakîkatten sonra gelen, farkıyla zâhir ve
bâtın bütün tecellîlerin bilinip uygulanmasıdır. Cenâb-ı
Hakk‟ın, zâhir ve bâtın olan Vahdet ve kesret tecellîlerini
bilmek, bizim ilm-el yakînlik seviyesindeki vâkıfiyetimizi
gösterir. Âlimlerimizin ve ehl-i tarîk diye günümüzdeki
tasavvuf erbabının bu yolda şuhûdları yoksa, onlarda
ilm-el yakînlik seviyesinde şeriatı uyguladıklarını
görüyoruz. Hakk Mürşîdlerinde merâtib tahsilini yaparak
şuhûd sahibi olanlar, Hakk Mürşîdlerinin ihvândaki ahlâk,
edeb gibi irfâniyet ve kemâlât yüceliklerinin şahitliklerini
yapmaları onların ayne‟l-yakîn olmalarıdır. Çünkü kendi
varlıklarını yok ederek Rablerini her şeyde görmeleridir.
Bunlar, tecellî edenin Rabbi olduğunu zevk etmesi, tecellî
olunanın da her varlığın isti‟dâd ve kaabiliyetine göre o
mazhardan zuhûra gelmesini seyretmesidir.Kişi biraz
daha üstün zevke girerse, kendi varlığının yerine ikame
eden Rabbinin, evvel, âhir, zâhir, bâtın gönül
tecellîlerinin, bütün sıfat ve a‟zalarından kemâlâtıyla
zuhûra gelmesiyle Hakk-al yakîn olarak zevk edebilir.
Lâtif olan Cenâb-ı Hakk‟ın tafsilât-ı Muhammediyye‟den
zuhûra gelmesi şeriattır. Onun için Niyazi-i Mısrî
Hazretleri şöyle diyor:
ġeriat enbiyânın sünnetidir
Kamunun ihtidâsıdır Ģeriat
Bu nefs-i kâfiri katletmek için
Hakk‟ın hükm-ü kazâsıdır Ģeriat
Hakîkat gerçi sultanlıktır amma
Önünde onun libâsıdır Ģeriat
ġeriattan velî yâd olmaz asla
Velinin âĢînâsıdır Ģeriat
ġeriatla durur arz u semâvât
Bu dünyanın binâsıdır Ģeriat
Cem-i enbiyâ ve evliyânın
Niyazi‟ye yol gösterendir Ģeriat

ġERÎAT NEDĠR

Şerîat, doğru yol, Hakk yolu, aydınlık yol, Allah‟ın ve


Peygamberin târif ettiği emir ve yasaklar yoludur. Şerîat
ikidir:
1- Şerîat-ı evvel
2- Şeriat-ı Sünni
Şerîat-ı evvel, Allah‟ın emrettiklerini yapmak, yasak
ettiklerinden kaçmakla olur. Kul ayrı, Allah ayrı olarak
idrâk edenler her türlü emir ve yasakları nefislerinde
uygulamaktadır. Fakat taklîdî bir ibâdet içinde oldukları
için, yaptıkları ibâdetlerin manâsını bilmezler. Kul, yaptığı
ibâdetlerin faydalarını göremez. Yalnız emr-i İlâhiyye
olduğu için uygular.
Şerîat-ı Sânî, hakîkatten sonra gelen şerîattır ki “Ben gizli
bir hazineydim, bilinmekliğimi murâd ettim ve bu halkı
halk ettim” Hadis-i Kudsî‟sinde buyrulduğu gibi Hakk
Teâla‟nın bu kesret âlemine tecellî etmesiyle açığa
çıkmasıdır. Şerîat-ı sânîde bulunan kişiler müşâhede
sahibi oldukları için, Allah‟ın, kâinatta, cemâdâtıyla,
nebâtâtıyla, hayvânâtıyla ve insanlarıyla şerîatı ayakta
tuttuğunu zevk etmektedirler. Allah‟ın her an ayrı ş‟en ve
tecellîsi, şerîatla zuhûr etmektedir. Mevsimler, aylar,
günler hep şerîatın birer yaprağıdırlar. Şerîatsiz hakîkat,
hakîkatsiz şerîat olmaz. Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin
buyurduğu gibi:

“Hakîkat gerçi sultanlıktır amma,


Önünde anın livâ‟sıdır Ģerîat,
ġerîatla durur arz ü semâvât,
Bu dünyanın binâsıdır Ģerîat”
Şerîat mukayyed olan bu Âdem ve âlemde tecellî-i ef‟al,
tecellî-i sıfat ve tecellî-i Zâtı zevk etmektir. Mürşid-i
kâmillerin yolu şerîatla kâimdir. Bir insan şerîatı ihmâl
ederse o kimsenin yolu çok zorlaşır. İnsan, yazın
sıcaklara ve kışın soğuklara karşı nasıl bir elbise giyer,
giymediği takdirde vücûdu hasta olursa şerîat da bir
libasdır(elbisedir). Şerîat olmazsa bir insanın hakîkati
hastalanır. Bir insanın mazharından ne şekilde tecellîler
olursa Allah‟ın indinde o kişinin durumu da odur. Çünkü
Allah Âlim‟dir, bizler ise mâlumuz. Elbette Allah kullarında
ma‟lûmiyeti derecesinde tecellî etmektedir. On sekiz bin
âlem şerîatla ayakta durmaktadır. Kur‟ân-ı Kerîm‟in 6666
âyetinin tamamı şerîattan ibarettir.

Kur‟ân-ı Kerîm‟de :

1 - Emirler 2000 âyet


2 - Yasaklar 1000 âyet
3 - Tarihçe 1000 âyet
4 - Kıssalar 1000 âyet
5 - Örnekler 1000 âyet
6 - Nisâ(kadınlarla ilgili) 66 âyet
7 - Haram ve helal 500 âyet
8 - Ġbâdetle ilgili 100 âyet bulunmaktadır
Herkesin bildiği gibi oruç, namaz, hac İslâmın
şartlarındandır. Bu ibâdetlerden elde edilen edeb, sevgi
ve ahlâk güzelliği gibi faydalar şerîattır. Kur‟ân‟ın
emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını yapmamaktır
şerîat. Tabiata baktığımızda, meyve veren ağaçların
yapraklarını sıyırsak o ağacın o sene meyve vermediğini
görürüz. Zira o meyveyi dalında geliştiren yapraklarıdır.
Bunun gibi şerîat da hakîkatin kemâle gelmesini sağlayan
Hakk‟ın fiiller âlemindeki tecellîlerinden ibarettir. Arz ve
semâvâtın şerîatla ayakta durduğunu biraz olsun
tefekkür edersek, her şey açık olarak anlaşılmış olacaktır.
Toprağa attığımız bir çekirdeğe özenle yetişmesi için
emek sarfedilecek olursa zamanla, bir gün ağaç haline
geldiğini gördüğümüz gibi, insanı da bir Muhammed
çekirdeğine benzetebiliriz. İnsan, fiillerinden açığa çıkan
eserlerini (meyvelerini) şerîatla gösterecektir. Bu icraatın
sonucunda Hakk insan mazharından rızâsıyla zuhûr
edecektir.
Allah bu âlemi sevmek ve sevilmek için yaratmıştır.
Gerek bu âlemde gerekse âlem-i Âhirette refah ve
saadet istiyorsak, sîretimizin sûretimizden tecellî eden
fiillerini müşâhede etmemiz gereklidir. Şerîat, Hakk‟ın bu
âlemde kendisini açığa çıkardığı beyân-ı İlâhiyesi‟dir.
Şerîatsız tarîkat de hakîkat de olamadığı gibi zevk
edilmesi de mümkün değildir. Hakîkatten sonra gelen
şerîat, „fark‟ tır. Her şeyin kendi mîzânı (ölçüsü) olduğu
gibi, şerîat-ı farkta da her tecellîyi tecellî ettiği mazharın
terazisiyle tartarak hüküm verilmelidir. Kur‟ân-ı
Kerîm‟deki âyetlerden bu ölçü doğrultusunda anlamak ve
uygulamak suretiyle faydalanabiliriz. Bu ölçüyü göz ardı
ettiğimiz taktirde dalâlete düşeriz. Yani bir kimse bütün
tecellîleri tefrik etmeden (ayırmadan) “Hepsi Hakk‟tır”
derse dalâlete düşmüş demektir. Kur‟ân-ı Kerîm‟deki
müteşâbih âyetleri yerinde, muhkem âyetleri de yerinde
değerlendiremezsek o âyetlerden istifade etmek
mümkün değildir. Bir insan şerîatın hükümlerini yerine
getirirse “ten”in şükrünü, eğer bâtınını mâmur ederse
“can”ın şükrünü edâ etmiş olur. Ten cansız, can tensiz
olmadığı gibi zâhir bâtınsız, bâtın da zâhirsiz olamaz.

ġERÎAT SOHBETĠ

Her ne kadar şerîat-ı evvel yani taklîd şerîat ve şerîat-ı


sânî yani hakîkatten sonra gelen şerîat diye iki bölüm
diye daha evvelki sohbetlerimizde îzâh ettikse de,
hakîkatte şerîat dört yerde mütalaa ve şühûd edilebilir.
Bunlar :

1 - Enfüste ġerîat
2 - Âfâkta ġerîat
3 - Vahdette ġerîat
4 - Kesrette ġerîattır

ġeriat hukuku:
Allahü teâlâ gizli bir hazine idi, bilinmekliğini murâd etti.
Bu halkı yani sıfatlarını halk etti. Bu âlemde Zât Allah‟tır,
sıfat ise Muhammed‟dir. Muhammed aynasından
tecellîleriyle kendini seyretti. Her bir sıfat kemâlâtıyla
Allah‟ın emanetlerini taşıyamadığı için Rahmâniyyet
sıfatına mazhar olan insana Muhammed diyoruz. Çünkü
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Siz Allah‟ı noksan
sıfatlarda aramayın kemâl sıfatlarda arayınız.”
buyurmuşlardır. İnsan da en üstün olarak yaratılması
nedeniyle Muhammed‟dir. Görmüyor musunuz, insanın
başı „mim‟, omzu „ha‟, bacakları „dal‟ şekliyle zâhirde bile
Muhammed yazısıyla görünmektedir. Onun için bu
insanın sîreti Hakk, sûreti ise Muhammed olmuş
oluyor.”Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi
gereğince nefsimiz bizim sekiz sıfat-ı subûtiyemizdir. Bu
sıfatlardan tecellî edenin rûhumuzun aslı olan Rabbimizin
olduğunu anladığımız zaman tek olan rûhun tekvîn
vâsıtasıyla yedi kapıdan kendini şerh ettiğini yani açığa
çıkardığını görürüz. İşte enfüsümüzde şerîat yani açığa
çıkma kendini bilinmekliğini istediği için şerh etmesi,
rûhun nefisten kendini ilân etmesidir. Bizler bir İnsan-ı
Kâmilden bu tahsili yapmadıysak her an kendini ilân
eden tecellîlerden haberdâr olamadığımız için bu
zevklerden mahrumuz demektir. Şerîat herkesin bildiği
gibi namaz kılmak oruç tutmak vb. amellerle ilgili
ibâdetler değildir. Elbette onlar da bu saydığımız dört
tecellînin dışında değildir. Ancak sadece onlarla kayıtlı da
olamaz.

ġeriat hukuku:
İnsan-ı Kâmilin kendini sâliklerinde, sâliklerin de İnsan-ı
Kâmili kendilerinde görmeleridir. Çünkü Zâtiyyûn bir
kâmilin sâliki de Zâtiyyûn sohbet ve irfâniyetle yetiştiği
için Zâtiyyûn kemâlâta sahiptir. Esmâ ve kitabî bilgilerle
yetişmiş olsa idi onlardan başka bir şeye vâkıf olması
görülemezdi. Onun için sâlik “Benden duyan, benden
gören, benden bilen, beni benimle sevk ve idâre eden
Rabbimdir” demesiyle bu şerîatı yaşıyor demektir.
Burada esas olan Kâmilin sûreti değil, onun, Rab
esmâsından açığa çıkan kemâl sıfatlarıdır. Bu sebeple
“terbiye eden, irşâd eden” kişi olarak ona Mürşîd denir.

Vahdette Ģerîat :
Allah Ahadiyetinde gizlilikte idi. Bilinmekliğini murâd etti.
Tecellî etmek için bu âlemi altı günde yarattı. Altı günde
yaratması altı mertebede kendisini açığa çıkarması, o
Makâm ve mertebelerden kendini şerh etmesi
anlamındadır. Yoksa Allah “kün” “ol” demesiyle “Fe
yekûn” “oldum” tecellîsiyle bir anda olmuştur. Fakat bir
sâlikin de altı mertebede tahsil yaparak aslını gördüğü
gibi altı mertebede kudret ve yüceliğin tecellîsini izhar
etti.

Kesrette Ģeriatı:
Allah gizlilikten, kesret âleminde dört yerde başka bir
değişik tecellîsini gösterdi. Yani cemâdâtta cemâdâtı
rûhuyla, nebâtâtta nebâtâtı rûhuyla, hayvânâtta
hayvânâtı rûhuyla, insanlarda insanî rûhuyla zuhûra
geldi. Bu yerlerden de kendini farkıyla şerh etmesine
kesretteki şerîat demiş oluyoruz.
Şu halde şerîatin sadece belirli birtakım amellerle ilgili
ibâdetler olmadığı, Allah‟ın bu saydığımız yer ve
mertebelerdeki tecellîlerinden ibâret olduğu
görülmektedir. Âyet-i kerîmede “Allah melekleri
vasıtasıyla yani kuvveleriyle Muhammed‟e namaz
kılıyor” denilmektedir. Yani Allah, Muhammed
mazharından kemâlâtıyla tecellî ediyor. Ey îmân edenler
sizler de bir Muhammedî olarak Allah‟ı kendi
mazharlarınızdan kemâlâtıyla zuhûra getirmek sûretiyle
O‟na namaz kılınız buyruluyor. Namaz mü‟minin
Mi‟racıdır. Mi‟rac ise Allah‟la konuşmak, Allah‟la bir
olmaktır. Peki Zât olan Allah, sıfat olan Muhammed‟le
nasıl konuşur ve bir olur. Tabii ki Zâtın sıfatından
tecellîsiyle, sıfatların da fiileriyle o sıfatların isti‟dâd ve
ma‟lûmiyetleri nisbetinde zuhûra gelmesi Cenâb-ı Hakk‟la
sıfatların konuşmasıdır. Zira fiiller sıfatların
tahakkümündedir. Sûrette insan olsa bile fiilleri hayvan
fiili ise o sîrette insan olamaz. Onun yaratılma yeri o
fiilerin tecellî vâdisidir. İşte bu dört yerde Allah‟ın
tecellîleri olan şerîatından başka beşinci bir şerîatı yoktur.
Onun için şerîat 6666 âyet-i kerîme olan Kur‟ân‟a,şerîat
de İnsan-ı Kâmil‟e eşittir. Niyazî-i Mısrî Hazretleri de:

“ġerîatla durur arz ve semâvât


Bu kâinat binasının özüdür Ģerîat”
buyurmuşlardır.
Şerîat, Allah‟ın insanlarda Rahmâniyyeti ile açığa çıkması
olduğuna göre bizler de O‟nu kendi mazharlarımızdan
kemâlâtıyla zuhûra getirmek için gayret gösterelim. Her
an fiil mektuplarımızı okuyup ona göre Sırât-ı
Müstâkîm‟de olmak üzere çalışalım.

ġĠRK NEDĠR

Şirk, Allah‟a ortak koşmak demektir. Şirk iki türlüdür:

1 - Cehrî Ģirk
2 - Hafî Ģirk

Açıktan açığa Allah ve Resul‟ünü inkâr edenler cehrî


şirktedirler ve onlar Allah‟a değil puta tapanlardır. Onun
için Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Ben ümmetimin
cehrî Ģirkinden korkmam fakat hafî Ģirkinden
emîn değilim.” buyurmuşlardır. Peygamber Efendimiz
ümmetinin Allah‟ı bırakarak puta tapmayacağından,
taparlarsa İslâm olamayacağından, bu nedenle de cehrî
şirke düşmeyeceğinden emîn. Fakat hafî şirklerinden
emîn değiller.

Hafî şirk de iki türlüdür :

1 - Ġ‟tikadda ġirk
2 - Amelde ġirk

Hayâlimizde, zannımızdaki bir Allah‟a inanıyorsak bu


i‟tikaddaki şirkimiz olur. Zira böyle bir Allah olmadığı için
mevhumda bir Allah yaratmakla, hakikî mevcûd olan
Allah‟a şirk koşmuş oluruz. İtikadımız İmâm-ı
Mâtürîdî‟dir. Onun itikadı ise ehl-i sünnet vel cemâat
i‟tikadıdır. Ehl-i sünnet vel cemâat demek dört mezhebin
zâhir yönden kabul edip söyledikleri, Tevhîd ehlinin de
kısa ve öz olarak Mürşid-i Kâmilinin sâlike telkîn ettiği
meşiyyet-i İlâhiye olan Zâtını bütün sıfatlarından ilân
eden ve müşâhede edilen, tek Allah‟ın fâil, mevsûf ve
mevcûd olduğunu bilmektir. Bir kişinin i‟tikadı
düzelmezse yaptığı amel ve ibâdetler taklîdden
kurtulamaz. Ehl-i sünnet, sünnete ittiba‟ edenler
anlamına geliyorsa da esasında Allah‟ın mukayyed olan
bu âlemde fiileriyle açığa çıkmasına Allah‟ın sünneti
denilir.Vel cemâat ise bu âlemde dört tecellî mazharı
olan cemâdât ayrı bir cemâat, nebâtât ayrı bir cemâat,
hayvânât ayrı bir cemâat, insanlar ayrı bir cemâattır.
Bunların ayrı ayrı rûh tecellîlerini görüp kabullenmek
i‟tikadımızın doğru olduğunu gösterir. Zerreden kürreye
kadar her şeyde ayrı ayrı kendini ilân eden Cenâb-ı
Allah‟ın görüntülerini bırakarak, zanda, hayâlde, bilinçte
bir Allah‟a inandığını ve ona îmân ettiğini söyleyenin
i‟tikadı olur mu. İşte böylesine bir i‟tikadı olan kişi
şirktedir.bilinçte bir Allah‟a inandığını ve ona îmân ettiğini
söyleyenin i‟tikadı olur mu. İşte böylesine bir i‟tikadı olan
kişi şirktedir.bilinçte bir Allah‟a inandığını ve ona îmân
ettiğini söyleyenin i‟tikadı olur mu. İşte böylesine bir
i‟tikadı olan kişi şirktedir.
Ameldeki şirk ise kişinin ibâdetlerini kendisinin yaptığına
inanmasıdır. Halbuki güç ve kudret Allah‟ındır. Kulun
mazharından ibâdetleri yapan Hakk‟ın bir tecellîsinden
ibarettir. Zannındaki Allah‟a kendi namaz kılarsa elbette
amelde de şirktedir. Zira hem Allah‟ın gücü kuvveti var,
bütün fiillerin fâili Allah‟tır, hem de kişinin gücü kuvveti
var ve namazı kendi kılıyor. Bu elbette şirktir, ortak
koşmaktır. Doğrusu ise kulun hiçbir güç ve kuvveti
yoktur. Ondan namaz vb. gibi amelleri işleyen de güç ve
kudret sahibi olan Allah‟tır. Onun için namaz müşterektir.
Zâtı sıfatlarından, sıfatları da esmâ alarak fiileriyle açığa
çıkarak, iyi veya kötü dediğimiz fiillerinin meyvesi olan
âsârıyla görünen ve bilinen Hakk‟ın ta kendisidir. Bütün
mazharlarında ameller O‟nun birer tecellîsinden ibârettir.
Kendimizdeki Hakk‟ı cehâletimizden mütevellit
göremediğimiz için Allah‟la beraber başka ilâhlara ibâdet
etmiş oluyoruz. Yani zannımızdaki bir Allah‟a, mevcûd
olan, güç sahibi bizdeki Hakk‟la ibâdet etmiş oluyoruz.
Bu da tümden şirk olmaktadır. Şuara Sûresi 213.
âyette“Bundan dolayı sakın, Allah ile beraber
baĢka bir tanrıya yalvarma ki azap edileceklerden
olmayasın.”buyrulmaktadır.

1 - Müşriklerin şirki: Puta vesaireye tapmak gibi.


2 - Fiillerin şirki: Fiilleri kendilerine ve başkalarına nisbet
etmek sûretiyle kavga ve ihtilaflar halinde bulunmak.
3 - Sıfatların şirki: İlmi kendine veya şahıslara nisbet
etme hali.
4 - Zât şirki: Mevki‟ ve Makâm sahiplerinde olur.
Allah bu şirklerden bizleri korusun. Âmin.

TASAVVUFTA GÂYE NEDĠR

Cenâb-ı Allah Kur‟ân-ı Kerîm‟inde emredilenleri


yapmamızı, yasak edilenlerden kaçınmamızı istemiştir.
Allah‟a ve Resulüne inanan ve gönül veren kardeşlerimiz
bu emir ve yasakların mânâsını bilmeden de yapsalar,
yine de inanmış bir müslüman olmuş olabilir. Kur‟ân-ı
Kerîm dört ilim üzerine ancak bilinir ve yaşanabilir.

1 - ġerîat ilmi (emir ve yasaklar)


2 - Tarîkat ilmi (ahlâk güzelliği ve hâllenme)
3 - Hakîkat ilmi (âyet ve hadislerin sırlarına vâkıf
olma)
4 - Mârifet ilmi (sıfat ve esmâların sırlarına
vâkıfiyet)

İşte “Ben de bu sayılan maddelerdeki ilimleri isti‟dâdım


nisbetinde öğrenmek ve yaşamak istiyorum. Ben Allah‟a
inanıyorum. O‟nu göremiyorum. Görmeden ve bilmeden
O‟na inanmam ve O‟nu lâyıkiyle sevmem ne derece
doğru olur. Ben Hz. Muhammed‟i görmedim, görmeden
onu sevmem taklîdi bir sevgi olmaz mı. Ayrıca namaz
kılıyorum. Namaz mü‟minin mi‟racıdır. Mi‟rac ise Hakk‟la
beraber olmak ve onunla konuşmaktır. Ben onunla
konuşmak istiyorum. Kıyamın, rükûnun, secdenin
mânâlarını bilerek ve görerek Rabbimle beraber olmak
ve onunla nasıl konuşulduğunu öğrenmek istiyorum.
Allah madem ki Zâtını bu mukayyed Âdem ve âlemde,
zerreden küreye kadar ilân etmiştir, o halde, onları
seyrederek, lâyıkiyle bilip görerek, kulluk yapmak
istiyorum. Hz. Muhammed Nûr-i Muhammediyyesiyle,
Hakîkat-i Muhammediyyesiyle diri ve ölmemiştir. Hâzır ve
nâzırdır.O‟nu da görerek sevmek ve O‟nun ümmeti olarak
yolunda gitmek istiyorum.” diyerek bilmeden yapılan
ibâdetlerle itminan olmuyorsan, Enbiya Sûresi 7.
âyet “Senden önce de Biz, sadece kendilerine
vahiy gönderdiğimiz birtakım erkekler gönderdik;
bilmiyorsanız, haydi bilgisi olanlara sorun!”, Maide
Sûresi 35. âyet“Ey îmân edenler, Allah'tan korkun,
O'na yaklaĢmaya vesîle arayın, O'nun yolunda
cihad edin ki, mutluluğa erebilesiniz” gibi bir çok
vesîle âyetleriyle, bu yoldaki hakîkata vuslat bulacağımızı
Cenâb-ı Hakk‟ın emrettiğini bilmemiz gerekiyor.
Günümüzde Resûlullah Efendimizin vârisi olan Hakk
Mürşîdleri vasıtasıyla bu Tevhîd ilmine vâkıf olmak
mümkündür. İşte onun için, tasavvuf, görmeden,
lâyıkiyle bilmeden, zâhir şerîatı uygulamaktan ibaret
değildir. Cenâb-ı Allah‟ı Zât yönüyle değil, sıfatlarında
esmâ alarak fiilleriyle âsârını bilmek ve görmek, Hz.
Muhammed‟in zâhir ve bâtın olan aynalarından Cenâb-ı
Hakk‟ı nasıl zuhûra getirdiğinin tahsilini yaparak, bilerek
değil, bizzât görerek yaşama geçmek ve zevk etmek için
tasavvufa girilmelidir. Hakk‟ı ve Hz. Muhammed‟i
görmeden taklîdî ibâdetler içinde yaşamını sürdürenler,
yalnız kitabî bilgilerle zanlarındaki bir Allah‟a
inanmışlardır. Halbuki âyet-i kerîmede, “Allah‟ın indinde
hüsn-ü zann da, su-i zan da itibar edilecek bir şey
değildir.” buyrulmaktadır. Cenâb-ı Hakk‟ı sadece bilmek
şerîattır. Görmek ise, bu yolda irfâniyet ve kemâlât
yolcusu olduğu için tarîkattır diyoruz. Yoksa görmeden
ilmî ibâdetler yapan günümüzdeki bütün tarîkatlar, şerîatı
ayakta tutan birer müesseseden ibarettir. Zira şühûdî
olmayan ve Cenâb-ı Hakk‟ın her an ayrı ayrı tecellîlerini
seyredemeyenler, tarîkat erbâbı değil, şer‟i hükümleri,
isti‟dâdları nisbetinde uygulamaya ve yaşamaya
çalışanlardır. Tasavvufta, bilmekten sonra görmek,
ondan sonra da „ol‟mak vardır. Kendi varlıklarını Hakk‟ın
varlığında yok ederek Hakk‟ın bütün sıfatlarıyla sıfatlanıp
her an her şeyde kendisini seyretmesi, O‟nda O olmak
demektir. Yoksa,Allah Allahlığını kimseye vermiş değildir.
Kul kuldur, Sultan Sultandır. Yeter ki kemâlâtıyla her şeyi
idrâk edelim. Onun için tasavvufta bilmek ilköğretimdir.
Bunu tasavvufa girmeden de elde etmek mümkündür.
Fakat yapılan ibâdetlerin sırlarını bilmek, her tecellînin
sîretini görmek ve yaşamak istiyorsak, mutlaka bir Hakk
Mürşidinden bunu tahsil ederek yaşamaya geçmek
lâzımdır. İsimle Tevhîd ehli olmak bizim hicâblarımızı
açmaz. Gönül verenler murâdlarına ermiş, gönül
vermeyenler yollarda kalmışlardır. Günümüzde birçok
inanan kardeşlerimizin ilimden öteye geçemedikleri için
durmadan saf değiştirdiklerini, hicâbları açılamadığı için
de, dünya zevklerine geri döndüklerini görüyoruz. Bu
yolda hicâblarını açamayanların bu yolda „öl‟melerini ve
„ol‟malarını niyâz ederim. Allah bütün kardeşlerimizin
yardımcısı olsun.

TAYY-I ZAMAN VE TAYY-Ġ


MEKÂN

Tayy-ı zaman demek zamanı ortadan kaldırmak, tayy-i


mekân da mekânı ortadan kaldırmak demektir. Yani
mekânsızlıktır. Bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde
görünmesi demektir. Tasavvufta bir şahsın üç yönü ile
tecellîsi vardır:

1 - Bedensel vücûd (Dünyadaki kesif vücûdumuz)


2 - Rühsal vücûdd (Misâl,, lâtif olmazsa)
3 - Rûhsal ve bedensel vücûd (Âhiret vücûdumuz)

Bedensel vücûd dediğimiz bu görünen unsûriyet


vücûdumuz nerede bulunuyorsa yalnız orada görünen
başka hiçbir yerde mevcûdiyetini ispat edemeyen zâhirde
et ve kemikten meydana gelmiş fiziksel vücûdumuzdur.
Rûhanîyet yönünü bilmeyen, rûhsal zevklerden mahrum
olan şahıslar yaptığı her türlü ibâdetlerini bilinçsiz ve
taklîd olarak yaptıkları için şekilden öteye geçemezler.
Yapılan ibâdetler yalnızca nefislerini tatmin edebilir.
Avâm olarak tâbir ettiklerimiz bu sınıfta mütalaa edilirler.
İzdirari bir ölümle öldüklerinde onların her şeyi bitmiştir.
Çünkü vücûd ülkesinde onların padişahları yaşam
müddetince nefisleriydi.
Rûhsal vücûd ise, kendi varlıklarından geçerek “Mutu
kable ente mutu” yani ölmeden evvel ölme sırrına
ererek Hakk‟ın varlığı ile varlıklananlardır. Onların vücûd
ülkesinde padişahları Rûhullah olmuştur. Rûhsal vücûda
sahip olanlar mekân ve zaman mevhumunu yok ederek,
rüyalardaki gibi misâlî vücûdlarıyla, rüyalarda tanıdık
veya evliyaların rûhaniyeti ile uzak menzillere gidip rûhen
konuştuğumuz gibi konuşur. Bu, Mekke‟deki Kâbe uzak
bir mesafede olduğu halde belki bir saniyede oraya gidip
Kâbe‟yi tavâf ettiğimiz gibi zaman ve mekân mevhumu
olmadan istenilen yerde anında bulunma hâlidir.
Unsûriyetimiz zaman içinde görevlidir. Rûh ise zamanla
ilgili değildir. An‟ la ilgilidir. Zira rûhta beden gibi zaman
ve mekân diye bir şey yoktur. O serbest olarak zamansız
ve mekânsız istek ve zevkinin ülkesinde tecellî edendir.
Bütün velîyyullahın otuzüç defa rûhânî Mi‟rac yapmaları
da bu cümledendir. Bu şahıslar namaz, oruç, hac, zekât
gibi zâhir unsur ibâdetleri yanında sîret dediğimiz rûhânî
zevklere de sahiptirler. Zâhirde bayramlarda, Cumalarda,
mübârek gecelerde serbest rûhlar evlâtlarının,
torunlarının evlerine gelip onların ziyâretlerini yaparak
durumlarını görürler, memnun veya mahzun olarak ayrılır
giderler denilmekteyse aynen onun gibi dâimî serbest
rûhlar istediği yerde istediği anda bulunan bir hâldedir.
Hasan Fehmi Hazretlerinin :

“Bu kafesten uçarım hiç beni gören olmaz”


sözleriyle, bir kişinin rûhen ten kafesinden ayrıldığı halde
vücûdunun yerinde görüldüğü, fakat rûhen başka
yerlerde olduğu anlaşılmış olur.
Rûhsal ve bedensel vücûd tecellîsinde ise vücûdda
padişah rûhtur. Cismin hiçbir hükmü yoktur. Rûh sahibi
olan Hakk dostları tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan olarak
vücûdlarıyla da birden fazla yerlerde görünebilirler.
Yaşadığı beldede sıradan bir kişi halinde yaşantılarına
devam ederlerken hacda veya başka başka yerlerde de
vücûdlarını birden fazla kullanarak görünmeleri
mümkündür. Hz. Ali‟nin Emevî Câmiinden yedi kapıdan
aynı anda Hz. Ali olarak çıktığı, Veysel Karanî
Hazretlerinin şehit olduklarında yedi tabutun yedisinde
ayrı ayrı göründüğü, Hz. Ali‟nin vefatında, tabuta giren
Hz. Ali, deveyi çeken Hz. Ali, arkasından giden Hasan ve
Hüseyin Efendilerimizle cenazeyi takip edenin Hz. Ali
olduğu gibi. . . Ayrıca Cebrail ve Azrail gibi meleklerin
zaman zaman Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin
sahabelerle yaptığı sohbetlere bir insan kisvesiyle
katılarak görünüp, konuştuğu hepimizin ma‟lûmudur.
İbâdetlerimizde de „ibâdet eden‟ „ibâdet‟ ve „ibâdet
edilen‟ üçlemesini birlediğimizde bu zevke nâil olmuş
oluruz. Yalnız bilmek yeterli değildir. Çünkü bilmek bir
zevktir. Ama yaşama zevkine nâil olmadan
cismâniyetinizi rûhunuzla istediğiniz gibi oyuncak olarak
kullanamazsınız. Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz ve bu
zevkin ileri seviyesindeki bütün evliyalar otuzüç defa
rûhânî Mi‟rac yapmışlardır. Yalnız Resûlullah
(S.A.V.)Efendimiz, otuzüç rûhânî, bir cismânî olmak
üzere otuzdört defa Mi‟rac yapmıştır. Bu mi‟racı evliya
yapmadı mı. Yaptı. Fakat Makâm-ı Mahmûd zevki yalnız
Resûlullah (S.A.V.)‟a ait olduğu için her evliya kendi
esmâlarını oraya girerken soyundu. Cismânî Mi‟racını
Muhammed olarak yaptı. Bu nedenle „yalnız Resûlullah
(S.A.V.)cismânî Mi‟racını yaptı‟ ifadesi kullanılır. Evliyâlar
esmâları ile yapmış olsalar o zaman ikilik olur. Hasan
Fehmi Hazretleri bu yer için şöyle söylüyor:

“Teheccüd namazı farz değildir sana


Yetim malıdır yakar baĢtan baĢa
Teberrüken kılar Fehmi yok hâĢâ”

Yani bütün evliyaların oraya teberrüken yani tebrik için


girdiği anlatılmaktadır. Allah cümlemize ihsân etsin.
Âmin.

TEMĠZLĠK ÎMÂNDANDIR

“Temizlik îmândandır.” Hadis-i Şerifi bizlere, yalnız


çevremizin temizliğini, elbisemizin temizliğini, evimizin ve
ibâdet ettiğimiz yerlerin temizliğini değil, gönlümüzün
temizliğini, dolayısıyla da ahlâk temizliği, edeb ve iffet
temizliği gibi, kişinin bütün muamele ve amellerle ilgili
her türlü temizliğine riâyet etmesi gerektiğini
bildirmektedi.
Bir kişinin kalbi, vücûd ülkesinde komutandır. Komutan
temiz olursa, a‟za ve sıfatlarından tecellî eden bütün
fiiller de temiz olur. Çünkü her a‟za ve sıfat bir gâye için
yaratılmıştır. Kulak Hakk ve hakîkati duysun, göz Hakk ve
hakîkati görsün, dil Hakk ve hakîkati konuşsun diye
yaratılmıştır. Bunların yaratılma gâyesinde hizmet
yapabilmeleri için, temiz olmaları gereklidir. Temiz olan
sıfat ve a‟zalardan, Hakk ve hakîkatin tecellîsi, o kişiden
Hz. Muhammed‟in yüksek kemâlât tecellîlerini zuhûr
ettirmesi demektir. Dolayısıyla bu dünyada da, Âhiret
âleminde de mutluluk ve refah onun demektir.
Tevhîdden gâye kalb ve gönlümüzü temizlemektir.
Tevhid ehli her neye nazar ederse etsin Hakk‟ın yüzünün
oradan tecellî ettiğini bildiği için, herkesle iyi geçinir, hiç
kimsenin hakkına tecavüz etmez. İnsanları aldattığı
zaman Hakk‟ı aldatmış olacağını bilir. Çünkü kendinde
tecellî edenin de, onlarda tecellî edenin Hakk olduğunun
bilincindedir. Güzel ahlâk, iffet ve hayâ sahibi olmayı
amaç edinmişleridir. Gönül temizliğini sağlayanlar
başkalarına yan gözle bakmazlar, gıybet yapmazlar,
bütün sıfat ve a‟zalarını Allah‟tan başkası ile meşgul
etmezler. İnsanlarda Allah, Muhammed ve kulluk dâima
mevcûd olduğu için insanın aslı temizdir. Fakat bizler
süflîyyâttan kurtulamadığımız için aslımızı unutup temiz
olamıyoruz. Yüzümüz Hakk‟a değil, halka dönük olduğu
için, bedensel vücûdumuzun her türlü ihtiyaçlarını
düşünmek ve temin etmek için,süflîyyât vâdisinden,
ulviyet vâdisi olan melekût vâdisine geçemiyoruz.
Süflîyet vâdisi nefs vâdisidir. Her ne kadar zikir ve her
türlü ibâdetlerimizi bedensel olarak zâhiren yapıyorsak
da maalesef gönlümüze inemediğimiz için, dâima
O‟nunla beraber olma mutluluğuna eremiyoruz.
Peki Allah insanın neresinde. Muhammed neresinde.
Kulluk neresindedir. Zâhir olarak vücûdumuzun, ayakta
durmasını sağlayan, bütün sıfat ve a‟zalarımızdan zuhûr
eden, Cenâb-ı Hakk‟ın güç ve kuvveti değil midir. Bu
tecellîler Hakk‟ın tecellîleri olduğu için, bunlarla Hakk‟ı
görmekteyiz. Çünkü, ef‟âl-i İlâhisiyle, sıfat-ı İlâhisiyle,
vücûd-u İlâhisiyle Cenâb-ı Hakk, kendini insandan “Bu
mülk benimdir.” diyerek ilân etmiyor mu. Yine kemâlât
sıfatlarından zuhûra gelmesi de Muhammed olduğunun
bir göstergesidir. Çünkü Hakk Muhammed‟siz zuhûr
etmez. Hakk‟ın Vâcib-ül-Vücûd olan Muhammed
mazharlarına geçici olması nedeniyle „kul‟ diyoruz. Allah
bâkidir. Muhammed‟in sîret yüzü olan, kulluk Rahmân
sıfatları bâki, beşeriyet yönü ise fânîdir. Başka bir misal
verecek olursak, nasıl bir lâmbanın yanabilmesi için,artı
ve eksi kutupların bir araya gelmesi gerekiyorsa aynen
onun gibi Allah da, Muhammed sıfatlarından, kulluk adı
altında bu mazharlarından her an tecellîlerini sergileyip
durmaktadır.
İnsan varlığında Cenâb-ı Allah, ef‟âli, sıfatı ve vücûd-u
İlâhisiyle zuhûra gelmektedir. Şu halde bu bizim diye
bildiğimiz varlık, Cenâb-ı Hakk‟ın açığa çıktığı bir
mazhardan ibâretmiş. Cenâb-ı Hakk mazharsız açığa
çıkmadığı için Muhammed sıfatlarını da açığa çıkma
vasıtası yapmıştır. Dolayısıyla da sıfatlarımız Muhammed
olmuş oluyor. Kul ise köle demektir. Kendi varlığı
olmayana köle denir. Zât olan Cenâb-ı Hakk‟ın,
Muhammed olan kendi sıfatlarından zuhûra gelmesi ile
kulluğumuzu idrâk etmiş oluyoruz.
Kişi kendi mazharından tecellî eden Allah ve Muhammed‟i
lâyıkiyle zevk etmiş olsa hiçbir zaman Allah ve
Muhammed‟den ayrı olamaz. Zira Allah Muhammed‟siz
tecellîsini göstermez. Dâima onlarla beraber olmak,
amellerinde, muamelelerinde, ahlâk ve her türlü
icraatında, Cenâb-ı Hakk‟ın emrettiği gibi temiz
yücelikleri sergileyecektir. Allah, kemâlât tecellîlerini
yalnız Muhammed mazharlarından gösterir. Yoksa eksik
fiillerin cibilliyeti mazhara aittir. O, Muhammed olamaz.
Muhammed kemâlât sıfatlara denir. İşte ancak o zaman
temizlik îmândan olur.
Îmân ise inanmaktır. Neye ve nasıl inanmaktır. İşte
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Bakara Sûresi 177. âyetinde “Erginlik,
yüzlerinizi bir doğu bir batı tarafına çevirmeniz
değildir. Ancak eren Allah'a, Âhiret gününe,
meleklere, kitaba ve peygamberlere îmân edip
yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere, yolda
kalmıĢa, dilenenlere ve esirler uğrunda seve seve
mal veren, hem namazı kılan, hem zekâtı veren,
sözleĢtikleri vakit sözlerini yerine getiren, hele
sıkıntı ve hastalık durumlarında ve savaĢın
kızıĢtığı anda sabır gösterenlerdir. Ġste bunlardır
doğru olanlar ve bunlardır Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınanlar” buyrularak îmânın esasları
açıklanmıştır.
Zanda, hayâlde kabullendiğimiz bir Allah‟a ilm-el yakînlik
derecesinde inanmak başka, zerreden kürreye kadar
kendisini ilân eden, her varlıktaki tecellîsini görerek
farkıyla müşâhede ederek inanmak başkadır. Allah‟ın
mutlakiyet ve Zât yönünü Resûlullah Efendimiz
düşünmememizi buyuruyor. Çünkü O‟nu Zât yönü ile
düşünmemiz ve akıl sıfatıyla bilmemiz mümkün değildir.
Bu hadisâtta, sıfat ve esmâ alarak filleriyle eserlerini
görmek ve ona göre hareket etmek mümkünken, neden
hep hayâle geçerek mutlakiyetini düşünüp idrâk ve
müşâhedesinden mahrum oluyoruz. Zât yönünü îmân ile
kabullenmek, zaman ve mekândan münezzeh olarak her
şeyden tenzih ederek Zâtının bu hadisâttaki tecellîlerini,
sıfat ve esmâ alarak, zuhûra gelen, fiilleriyle eserlerini
müşâhede etmek olmalıdır. İşte o zaman,Allah‟ın
kemâlâtıyla İnsan-ı Kâmillerde Hüviyyet ve Eniyet
yönleriyle tecellî ettiğini görürüz. Allah‟ın tecellî ettiği
kemâlât mazharlarına Muhammed dendiğini,
Muhammed‟siz Cenâb-ı Hakk‟ın yüceliklerini bilip
görmenin mümkün olmadığını idrâk edebiliriz. Onun için
Allah‟a inanmak, ilm-el değil, ayne‟l ve Hakka‟l-yakîn
olursa, kişi zanlarından, tereddütlerinden kurtularak
mutluluğa sahip olur. Amentüdeki:

1 - Allah‟ın birliğine îmân


2 - Âhiret gününe îmân
3 - Allah‟ın meleklerine îmân
4 - Allah‟ın Peygamberlerine îmân
5 - Allah‟ın kitaplarına îmân
6 - Kazâ ve kaderin Allah‟tan geldiğine îmân
maddelerinden sonra “Ben şahîtlik yaparım ki Allah
birdir, Hz. Muhammed O‟nun kulu ve Resûlüdür.”
denmektedir. Bir kişi bu altı maddeyi görmeden,
bilmeden nasıl şâhitlik yaparım diyebilir. Demek ki ancak
görenler, bilenler bunu diyebiliyor. Bilmeyen ve
görmeyenler, görenlerin sözlerinin taklîdini yapıyorlar.
Taklîdin ise asılla hiçbir ilgisi yoktur.
Allah bu mukâyyet olan âlemde ve Âdemde “Lâ ilâhe”
demekle, zanda, hayalde olmadığını, zandan, hayalden
münezzeh olduğunu söylüyor. Sen ise O‟nu hâlâ
sıfatlarında aramıyorsun.
Hadid Sûresi 3. âyette“O, ilk ve sondur; görünen ve
görünmeyendir. Hem O her Ģeyi bilendir!”“Ben
zâhirim” dediği halde nasıl olur da O‟nu sıfatlardaki
tecellîleriyle zâhir olarak görmek istemeyiz.
Peygamberimiz “O‟nu Zât ve mutlakiyet yönü ile
düşünmeyiniz” dediği halde, Allah‟ı Zât yönüyle
düşünmek, zanda yer tayin etmek, hayâlde bir varlık
olduğunu tahayyül etmek cehâlet değil de nedir. Halbuki
bu âlemde ve Âdemde, O‟nun Zât ve mutlakiyetini hiçbir
şeye benzetmeden yalnız îmân ederek, kesret âlemine
tecellîsiyle, üç yüzünün birliğini şühûd edenler, „Allah
birdir‟ diyerek ayne‟l-yakînlik derecesinde îmân
etmişlerdir. Çünkü kulakları duymuş, gözleri O‟nun her
sıfattan Zâtını ilân edişini görmüş, kalbleri de tasdîk
etmiştir.
Meleklere îmân, Cenâb-ı Hakk‟ın her sıfatından tecellî
edişinin bir kuvvet ve kudret ile zuhûra geldiğine
inanmaktır. Arapça‟da „melek‟, kuvvet veya kuvve
anlamına gelir. Ârif olanlar Cenâb-ı Hakk‟ın sıfatlarından
tecellî eden bütün fillerin birer kuvvetle zuhûra geldiğini
görür ve bilirler. Zira gök yüzünden inen her bir yağmur
tanesinin bir melek vasıtasıyla yer yüzüne inmesi, ikinci
defa bir meleğe görev verilmemesi bunun ispatı değil
midir.
Âhiret gününe inanmak da îmândandır. Âhîr, bedensel
âlemin sonu demektir. Bu da kesâfet olan bu
vücûdumuzun sona erip letâfet olan sîret yüzümüzün
zuhûru demektir. Bedene ölüm vardır. Rûha ölüm yoktur.
Bu âlemde letâfet vücûdlarından haberdâr olanlar,
ölmeden evvel ihtiyârî bir ölümle öldükleri için aynı
zamanda Âhiret âlemini de görerek yaşamaktadırlar.
Onlar, Cennet ve Cehennemi, Sırat‟ı, haşr ve neşri lâtif
vücûdlarıyla daha dünyada iken görmekte ve hesap
vermektedirler. Âhiret âleminde sorgu ve sualin olması,
Cennet ve Cehennemin mevcûdu gibi, bütün dünya
âlemindeki iyilik ve kötülüklerin birer sıfata bürünerek
hesap verileceğine îmân etmek de îmândandır.
Yine yüz suhufun ve dört büyük kitap olan Zebur,
Tevrat, İncil ve Kur‟ân-ı Kerîm‟in Allah‟tan geldiğine ve
Kur‟ân-ı Kerîm‟de isimleri geçen yirmisekiz peygambere
inanmak da îmândandır.
Hâsılı bu altı îmân maddesine inanmak, ister kendi vücûd
ülkemizde olsun, isterse âfâktaki bütün varlıklarda olsun,
bunların tecellîlerini görmek ancak bizlere şâhitlik
yaptıracaktır.
Allah Zât yönü ile sıfat olan kemâlât mazharları olan
Muhammed sıfatlarından tecellî olup durmaktadır.
Allah‟ın Muhammed sıfatı olan kemâlât mazharlarına da
kul denilmektedir. Zira kulun kendi varlığı yoktur.
Taşıdığı esmâ bile halkiyyete ait olan Cenâb-ı Hakk‟ın
kulluk esmâsıdır. Şu halde Allah‟ın Muhammed
mazharından tecellî ettiği alete de kul denilmektedir.
İnsanlardaki îmân bir meyve ağacına benzer. Toprağa
atılan bir meyve tohumu nasıl sulanır, çapalanır, ilaçlanır
ve gelişmesi için her türlü ilgi gösterilirse o meyve
ağacının dalları, yaprakları ve meyveleriyle çok güzel
olduğunu görürüz. Sulamaz, çapalamaz ve her türlü
bakımını yapmazsak o meyve ağacının hem cılız, hem de
meyvesiz olduğunu görürüz. Bunun gibi insanlarda îmân
da bir meyve ağacı gibi zamanla gelişir ve kemâlâta
ulaşır. Sulanması, çapalanması ve her türlü bakımının
yapılması ise kâmillerin sohbetlerinde bulunmaktır. Hz.
Muhammed‟in yolu sohbet yoludur. İlim irfâniyet
yoludur. Sevmek ve sevilme yoludur. Ahlâkı
güzelleştirme yoludur. İnsanlardan uzak kalarak bir
kenara çekilme yolu değil, bilâkis insanlarla iç içe olup
onlarla yardımlaşma yoludur. Cenâb-ı Hakk bile,
Muhammed'siz kendi yüceliklerini zuhûra
getirmiyor.Dâima Muhammed‟le beraber oluyor. Sen ise
neden Muhammed'siz yaşıyorsun. Bu yüzden „kulluk‟
tasavvufta en son mertebedir. Tevhîde gönül verenler
şunu çok iyi bilirler ki, bu yola „bilmek‟ ve „olmak‟ için
değil, „hiç olmak‟ ve „hiçbir şey bilmemek‟ için gelinir.
Çünkü „Bilen‟ ve „Mevcûd‟ olan Allah‟tır. Zâten Melamî,
kendi varlığının olmadığını bilip kabullenerek, Hakk‟ın
varlığında yok olan demektir. Bilen ve gören kul değil,
Allah‟tır.Bilen ve gören kul değil, Allah‟tır.Bilen ve gören
kul değil, Allah‟tır.
Bilmek ve olmak amacıyla gelenler maalesef bu yolda
ilimden başka bir şey elde edemezler. İnanan
kardeşlerim de, gönüllerindeki gayriyet ve cehâlet
temizliğini sağlayarak, îmân ağacı altında Allah,
Muhammed ve kulluklarının idrâk zevkini dâima yaşarlar.
Allah bütün kardeşlerime, kendi vücûd ülkelerinde Allah,
Muhammed ve kulluk idrâkini yaşatmak nâsib etsin.
Âmin.

TEN GÖZÜ, KALB GÖZÜ, CAN GÖZÜ


NEDĠR

Ten gözü, mahlûku mahlûk gören gözdür. Her nereye


bakıyorsa onun zâhir varlık yönünden başka hiçbir şey
göremez. Bu göz bütün hayvanlarda ve insanlarda
vardır. Hiçbir mânevî yönü yoktur. Bir şeye mahlûk
gözüyle bakıldığında o mahlûk olur. Kesafet âleminde
bütün mahlûkat için bir ihtiyaçtır.
Kalb gözüne gelince, onun iki kapısı vardır. Bir kapısı
nefse bakar bir kapısı da rûha bakar. Bir kişi İnsan-ı
Kâmilden Tevhîd ilmini alıp nefs kapısını kapatarak rûh
tarafındaki kapıyı açabilirse irfâniyet sahibi olması
nedeniyle kalb gözü görmeye başlar. İlimle „Bütün fiilerin
fâili Allah‟tır‟ diyen bir kişinin kendine ve başkalarına
nisbet ettiği fiili, tecellî-i ef‟âl şühûdu ile görmeye
başlaması, kulağının ilim olarak duyduğu tecellî ilmini
gözüyle de görünce kalb tasdik etmiş olacaktır. Bunu
görene ârif denilir. Malûmunuz âriflik de ikidir. 1- Bilen
ârif 2-Gören ârif. İşte bu tasdîk, şühûd sonunda
olduğundan fiillerin fâilinin Allah olduğunu kişinin
irfâniyet gözü ile bu fiil resmini çekmesi, kalb gözü olan
irfâniyetle görmesi anlamına gelmektedir.Çünkü nefs
kapısından gelen zulmanîyyet ve cehâlet karanlığı
kapanıp rûh tarafından gelen nûrun kalbi aydınlatması
sonunda kalb irfâniyetle görüntüye geçmektedir. Onun
için Niyazi-i Mısrî Hazretleri :
“Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân ondadır.
Her ne iĢitse kulağın mahz-ı Kur‟ân ondadır.
Bir Ģeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur.
Hakk gözüyle bak ki bi Ģek nûr-u Yezdân
andadır” buyurmuşlardır.
Can gözüne gelince, burada gayrî yoktur. Hakk Hakk‟ı
görür. Vahdâniyyet deryası olması nedeniyle kesret ve
Vahdet ayrımı görülmez. Her şey tek yüzdür. Kul da,
Sultan da bir görünür. Tafsilde ise kul kuldur, Sultan
Sultan‟dır.

TERÂVĠH NAMAZI NE
DEMEKTĠR

Ramazanda terâvih namazları ne için henüz oruç


başlamadan evvel kılınmaktadır. Ramazan, bir kişinin
bütün nisbîyetlerini yakıp yok etmek, cehâletini ifnâ
etmek, bütün günâh ve şirklerini ateşte yakarak fenâ
etmek anlamına gelmektedir. Terâvih ise „tervih‟ten
gelme olup rahatlatan, feraha kavuşturan, dinlendiren
anlamlarına gelmektedir. Terâvih namazı oruca ait
değildir. Ramazan ayına aittir. Her Ramazan ayına çıkan
bir mü‟min hastalık vb. gibi nedenlerden orucunu
tutamıyorsa Ramazana çıktığı için müekkede sünnet olan
terâvih namazını kılmalıdır. Kamerî aylardan Şaban ayının
son günü ikindiden sonra bittiği için henüz sahura
kalkmadan bir gün evvel terâvih namazlarını kılarız.
Gecesinde de sahura kalkarız. Sahurda imsak vaktine
kadar yer içeriz.
Aynen bunun gibi bâtında da Mürşid-i Kâmilimizin
sohbetlerinde orucun mahiyetini, ikilikten birliğe
yükselmenin ilmini öğrenmek sahurdaki yemek içmek
gibidir. Onun için sâliklerin sohbetlerde bulunmaları çok
önemlidir. Resûlullah Efendimiz “Sahura kalkınız, sahurda
çok bereketler vardır.” buyurmuşlardır. Sahurda bereket
vardır çünkü bâtın yönündeki bütün müşküllerimizi
sahurlarda elde ediyoruz.
Bu yeme içme beyaz ipliğin siyah iplikten ayırdedilmesi
olan imsâk vaktine kadar devam eder. Yani ikilikten
birliğe geçinceye kadar bu sohbetlerimize devam ederiz.
Bir sâlikin her nefeste zikretmesi Allah‟la alış-verişidir.
Tecellî-i ef‟ali şühûd etmesi onun kendine nisbet ettiği
fiillerin Allah‟ın olduğunu görmesiyle siyah iplik olan
cehâlet karanlığı bitmiş, beyaz iplik olan hakîkat fiil
tecellîsinin görünmesi zuhûr etmiştir. Böylece oruca
girildi demektir. Fâil, mevsûf, mevcûd tecellîleri onun
birliğe geçişi olacağından hakîkatteki orucu böylece
tutmuş olacaktır.
Orucu zâhir ve bâtınını bilerek tutmak lâzımdır. Yalnız
zâhir ve yalnız bâtın oruç eksiktir. Beden rûhsuz ayakta
duramadığı gibi rûh da bedensiz kendini ispat edemez.
Onun için tek taraflı orucun olabileceğini savunanlar
kendi kendilerini aldatanlardır. Oruçlu olan bir kişi birlik
içinde akşamı ettiğinde, fâil, mevsûf, mevcûdu kendi
vücûd ülkesinde birlediğinde sıfatlarından tecellî etmesi
ona vâcib olmuştur. İftarını açmıştır. Nasıl sabahtan
akşama kadar aç olan bedeninin gıdasını almak için iftara
hak kazanmışsa kişinin rûh birliğinin idrâki de sıfatlarında
kendini göstermek sûretiyle iftarı olacaktır. Onun için
Resûlullah Efendimiz “Sahuru mümkün mertebe
geciktirin. İftarda ise acele ediniz” buyurmuşlardır.
Rûhun sıfatlardan tecellîsine de hakîkatte iftar denilmiş
oluyor. Elbette acele etmek lâzımdır. Tevhîd
mertebelerinin hepsinde ayrı ayrı Zât ve sıfat vardır. Bir
Makâmda yedi merâtibin mertebeleri de mevcûddur. Bir
kabın içindeki malzemeyi boşalttığımızda tekrar o kabın
içine bir malzeme koyasıya kadar geçen zamana tervih
yani dinlenme dendiği gibi, bir kişide kendine nisbet
ettiği varlıkların Cenâb-ı Allah‟a ait olduğunun idrâki
zuhûr ettiğinde bir dinlenme, selâmete çıkma, külfet ve
günahlardan kurtulduğu için ortaya çıkan mutluluk hâline
terâvih denmiştir.
Terâvih namazının aslı her namazın aslı gibi iki rek‟attır.
Fakat Resûlullah Efendimiz bir gün iki rek‟at kılmış, bir
gün dört rek‟at kılmış, bir gün de 8 rek‟at kılmıştır. Hiçbir
zaman yirmi rek‟at kılmamıştır. Yalnız Hz. Ömer‟in
cemâatla kıldığı yirmi rek‟atlık terâvih namazına hiçbir
şey söylememiştir. Tabi ki iki, dört, sekiz ve yirmi rek‟atın
da Tevhîdde zevki ve mânâsı vardır. Bu âlem Hüviyyet ve
Eniyyet yüzü ile iki rek‟attan ibarettir. Bu zevk ve
müşâhede ile iki rek‟at kılanlar Hüviyyet ve Eniyyet yönü
ile zevkiyâb olanlardır. Bu zevke sâhib olamayanlar
vücûd ülkesinde dört anasır-ı unsuriyyesi olan toprak, su,
hava, ateş tecellîlerini zevk ederek terâvih namazını dört
rek‟at kılabilirler. Resûlullah Efendimizin bilhassa fazlaca
devam ettiği sekiz rek‟at terâvih namazıdır.O da sekiz
sıfat-ı subûtiyenin tecellîlerinin müşâhedesinden ibârettir.
Hz. Ömer‟in yirmi rek‟at olarak kıldığı terâvih namazını
Muhyiddîn İbnü‟l-Arabî Hazretleri zâhir ve bâtın on duygu
ile vahdet ve kesretteki Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerinin
zevki şeklinde açıklamıştır.
Allah dâima terâvih kılmak, sahura kalkmak ve oruç
tutmak nasîb etsin. Taklîdlerin ötesinde bunların
tahkîklerini nasîb ederek zevkine erdirsin. Müşâhedelerini
nâsib edip bütün ihvân kardeşlerimize bu yolda şevk ve
zevk versin. Âmin.

TESBĠH NE ĠÇĠN ÇEKĠLĠR

Namazlardan sonra çektiğimiz tesbihlerin mânâsını


açıklamaya bir Hadis-i Şerîf ile başlamak istiyorum.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz “Bir kimse namazdan sonra
otuzüç defa Sübhânellah, otuzüç defa Elhamdülillah,
otuzüç defa Allahüekber derse ormanlar kâlem, deryalar
da mürekkep olsa ecrini yazmaktan deryalar biter, ecri
bitmez.” buyurmuşlardır.
Otuzüç defa „Sübhânellah‟ demenin mânâsı nedir. Neden
otuziki veya otuzdört değil de otuzüç defa buyrulmuştur.
Çünkü Allahü teâlâ, üç fenâda, üç bekâda bu tesbihlerin
mânâlarını bizden zevk etmemizi istiyor. Üç fenâ ve üç
bekâdaki iki üçün yan yana gelmesi rakamsal olarak 33
oluyor. „Sübhânellah‟ Allah‟ı tenzih etmek demektir. Allah
Vahdâniyyetiyle bütün varlıklarda tecellî ettiği halde
hiçbirine benzemez. İşte o bu yönüyle „Sübhanallah‟tır.
Sayıda eksiklik olduğunda tecellî de eksik olacağından
Allah‟a eksiklik isnâd edilmiş olunur. Hâşâ Allah
eksiklikten münezzehtir.
O Vahdet olarak tecellî eden tek Allah bütün
yarattıklarında mertebelerine göre sıfatlarıyla her an ayrı
bir şe‟nde tecellî ediyor olması nedeniyle bütün sıfatlarda
dile gelerek tecellî eden Rablerine otüzüç defa
“Elhamdülillah” diyerek teşekkür ederler. „Bütün
sıfatlardan tecellî eden sensin. Seni tesbihâtınla zevk
etmekteyiz‟ diyerek „Elhamdülillah‟ derler.
Tenzih, teşbih ve ikisinin birlenmesiyle Tevhîd yapılıp
otuzüç defa “Allahü Ekber” yani “Allah uludur, yücedir"
denilir. Çünkü Vahdet âlemine nazar ettiğinde tenzih
ederek, kesret âlemine nazar ettiğinde teşbih ederek
Hakk‟tan gayrî varlık görmeyince O‟nun ululuğunu ve
yüceliğini zevk edenler elbette “Allahü Ekber” demekten
başka bir söz söyleyemezler. İşte onun için Resûlullah
(S.A.V.)Efendimiz Mi‟ractan dönerken İbrahim (A.S.) ile
altıncı kat semâda karşılaştığında Tevhîd babası olarak
bilinen İbrahim (A.S.), kavseyn mertebesindeki
Peygamber Efendimize “Cennet bomboş bir arazidir.
Buranın nimetleri Sübhânellah, Elhamdülillah, Allahü
Ekber‟dir. Benden ümmetine selam söyle. Buna çokça
devam etsinler. O zaman bütün Cennet‟in nimetlerine
nâil olurlar” buyurmuşlardır. Bu, tenzih,teşbih ve Tevhîd
yapanların Allah‟ın Cemâlini zerreden kürreye kadar
şühûd etme zevkine lâyık oldukları anlamına gelir.
Bir kişinin Cehennem‟i cehâletidir. Cennet‟i de irfâniyet
ve kemâlât zevkidir. İnsanlar kendilerindeki ten ve can
esmâlarıyla Tevhîd ederek bu tecellî zevkine sahip olmuş
olsalar dâimî Cennet‟te olduklarını göreceklerdir. Zulmanî
perdeler çoğu kişiye engel olmaktadır. Dolayısıyla esmâ
ve adet olarak ömür boyu çekilen tesbihât onlara fazla
fayda vermemektedir.

TEVHÎD NEDĠR

Tevhîd birlemek demektir. Allah‟tan başka ilâh


olmadığına inanmak demektir. Bu da “Lâ ilâhe illâllah”
sözleriyle ispat edilmiş olur. Bir kişi“Lâ ilâhe illâllah
vahdehu lâ ġerike leh Lehül mülkü ve lehül
hamdu vehuve âlâ külli Ģey‟in kadir”“Allah‟tan
baĢka Mabud yoktur. O bir olan Allah‟tır. Ortağı
yoktur. Mülk ancak O‟nundur. Hamd ancak O‟na
mahsustur. O her Ģeye hakkiyle kâdirdir” dese,
diliyle Tevhîd etmiş olabilir. Fakat bu ifadeyi kullandığı
halde kalbi bundan gâfilse, lafzî ve taklîdi bir Tevhîd olur.
Allah‟ın bu mukayyed olan âleme (hadisâta) tecellîsi üç
yüzüyle olup ef‟âl, sıfat ve Zât yüzlerini idrâk ederek
zerreden kürreye her varlıkta fiil ve işlerin fâilinin Allah‟ın
olduğunu, bütün sıfatların mevsûfunun (sabit sıfatların)
Allah‟ın olduğunu, bütün Mevcûdun Allah‟ın olduğunu
(Allah Vâcib-ül Vücûd‟dur) bilir ve şühûd ederse Tevhîd
etmiş olur.
Bir sâlik hiçbir zaman Allah‟ı kendi Tevhîd edemez. Zira
“Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhilaliyyil azîm” yâni güç
ve kudret Allah‟ınsa nasıl olur da onu Tevhîd edebiliriz.
Yalnız kendine nisbet ettiği bu ef‟âlin, sıfatın ve zâtın
yokluğunu, sağlayabilirse işte o zaman Allah‟ın varlığı
Tevhîd olarak ortaya çıkar. Siz yok olursanız, sizin
varlığınız aradan çekilirse işte o zaman Yaradan kalır.
Şu halde biz, o zanlarımızdaki kendimize nisbet ettiğimiz
varlıktan geçmeden, O‟nu Tevhîd etmemiz mümkün
değildir. Bizler Tevhîd etmiyoruz. Kendi varlığımız diye
bildiğimiz varlığın yok olması ile O‟nun varlığı ortaya
çıkmış oluyor. Demek ki Tevhîdi de kendi yapmış oluyor.
“Lâ ilâhe” „zanlarımızdaki gibi hayâlimizde öyle bir ilâh
yok, bizim kendimize nisbet ettiğimiz ef‟âl, sıfat ve
Zâtımız da yok‟ demektir.”İllâllah” ise „illâ o görünen ve
bilinen bütün varlıklarda, Zâtını zerreden küreye kadar
ilân eden, Zâtını sıfatlarından tecellîsi ve fiilleriyle açığa
çıkaran tek Allah vardır‟ demektir. Hâdid Sûresi 3.
âyetinde “Huvel'evvelu vel'ahıru
vezzâhiru velbatınu ve huve bikulli Ģey'in
'aliymun” “O, ilk ve sondur; görünen ve
görünmeyendir. Hem O her Ģeyi bilendir!” Allah,
“Ben zâhirim” buyurmaktadır. Zâhir olmak da açıkta,
görünen demektir. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde:

“ĠĢit Niyazi‟nin sözün bir nesne örtmez Hakk


yüzün
Hakk‟tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pünhan
imiĢ”
buyuruyor.
Zâten Allah‟tan başka bir varlık yoktur ki O‟nu örtücü
olsun.”Vahdehu lâ şerikeleh” „Bütün varlıklarda tecellî
eden senin tekliğindir, bu varlıklarda tecellînin senden
başkasına nisbet ederek şirk eden (ortak koşan) hiçbir
kimse de yoktur. ‟ demektir.”Lehul mülkü” „Bu mülk de
senindir. Yani senin tecellî mazharlarındır (âletlerindir)‟,
“Lehül hamdu” „Bütün hamd (övmek) sanadır. ‟ “Vehuve
alâ külli şey‟in kâdir” „O her şeye muktedirdir, gücü
yeter. ‟ demektir. Böylece ister kendimizde, ister âfâkta
(bizden gayri varlıklarda) bütün varlıkların Allah‟la kâim
olduğunu, bütün varlıklarda tecellî edenin Hakk olduğu
bilinciyle şühûd edersek, Tevhîdi idrâk etmiş oluruz.
Kur‟ân-ı Kerîm‟in Zariyat Sûresi 56. âyetinde “Ben
cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye
yarattım.” buyrulmaktadır. Sahabeler Resûlullah
efendimize “İbadetten kasıt nedir” diye sormuşlar. O da
“Ehl-i ârifîn ve ehl-i muvahhidîn olmaktır” buyurmuşlar.
Yani Allah‟ı Tevhîd ederek bilmek demektir. Yunus Sûresi
105. âyetinde“Bir de Tevhîd inancı içinde hak dine
yönel ve sakın müĢriklerden olma!”buyrulmuştur.
Bu ne demektir. İslâm dini Tevhîd dinidir. Bu kesret
âleminde zerreden kürreye her şeyde Zâtını ilân eden
Allah‟tır. Bütün varlıklar O‟nunla kâimdir. Yani her şeyin
sîreti Hakk, sûreti mahlûktur. Şu halde her şey
dediklerimiz Hakk değil bunlarınhakîkati Hakk olmuş
oluyor. Eşyanın hakîkati ef‟âl-i İlâhiyedir, ef‟âlin hakîkati
esmâ-i İlâhiyedir, esmânın hakîkati sıfat-ı İlâhiyedir,
sıfatın hakîkati ise Zât-ı İlâhiyedir.
Cenâb-ı Allah‟ın Zâtına hakîkat-ı İlâhiyye, sıfatına
hakîkat-ı Muhammediyye, esmâsına hakîkat-ı insâniyye,
ef‟âline hakîkat-ı Âdemiyye, bunların kemâlâtıyla bir
mazhardan tecellîsine de, cami‟ül esmâ veya âlem- i
kübrâ olan İnsan-ı Kâmil diyoruz.
İşte biz de kendimize ve bütün varlıklara, Allah‟ın
mukayyed olan bu âlemdeki bu üç tecellîsini nisbet
etmekten, şirk etmekten kurtulabilirsek, o varlıkların
yaratılma yerlerine göre fiillerini şühûd ederek
ihtilâflardan kurtulmuş oluruz. Çünkü Allah Âlîm‟dir,
bizler ise ma‟lûmuz. Allah bütün yarattıklarının
ma‟lûmiyetleri nisbetinde tecellîsini gösterir. Dolayısıyla
da bütün fiillerin fâili (halk edicisi) Allah olduğu için hem
kendimizle, hem bütün insanlarla, hem de bütün âlemle
barışık oluruz. İşte böyle bir Tevhîd inancı İslâm dininde
bölünmeleri yok eder, insanlarla olan münasebetler en
üst düzeyde iyi ve güzel olur. Sahtekârlık, yalancılık,
kıskançlık, dedikodu vb. gibi Kur‟ân-ı Kerîm‟de yasak
edilen kötü hasletler de olmaz.
İnsanlar Tevhîd akîdeleriyle kucaklaşarak hem
dünyalarını hem de Âhiretlerini mutluluk ve refah haline
dönüştürmüş olurlar. Bu dünyaya kavga için değil,
sevmek ve sevilmek için geldiğimize göre, huzur ve
mutluluk bizlerin hakkı değil midir.

TEVHÎD GÖMLEĞĠ NEDĠR

Kur‟ân-ı Kerîm‟in muhtelif yerlerinde Tevhîd gömleğini


giyenlerin kurtuluşa erdiklerinden söz edilerek, bizlerin
de Tevhîd gömleğini giymemiz emredilmektedir.
1- İbrahim (A.S.) Nemrud tarafından ateşe atıldığında,
Nemrut, İbrahim (A.S.)‟i ateşler içerisinde olmasına
rağmen güllük gülistanlık bir ortamda beyaz gömlekli bir
kişi ile oturduğunu görmüştü. Bunun sebebini
sorduğunda İbrahim (A.S.), yanındakinin Cebrail (A.S.),
üzerindekinin de Tevhîd gömleği olduğunu, Tevhîd
gömleği sayesinde ateşin yakmadığını söyledi.
2- Kardeşleri Yusuf (A.S.)‟u kuyuya attılar. Fakat Cebrail
(A.S.) ona beyaz gömleği giydirdiği için kuyunun dibine
kadar düşmeyip kuyu kenarında gömleği bir dala
takılarak askıda kaldı. Kervancının sucusu kova ile
kuyudan su çekerken ona tutunarak çıktı. Kuyunun
dibine düşse idi kuyunun dibindeki yılan ve çıyanlardan
kurtulması mümkün olmayacaktı. İşte Yusuf (A.S.)‟u da
yine o gömlek kurtarmış oldu.
3- Yusuf Mısır‟a götürülüp maliye nazırına köle olarak
satılınca nazırın eşi Züleyha O‟na sahip olmak istedi. O
ise kabul etmedi. İşte o zaman Yusuf‟un üzerindeki o
gömleği arkadan parçalayarak yırttı. Çünkü Yusuf‟un
yönü rûha dönük arkası da nefse dönüktür. Arkadan
gömleği yırtılınca bu işin Yusuf‟un değil, nefsin bir işi
olduğu ortaya çıktı. Suçlunun Züleyha olduğu anlaşıldı.
Dolayısıyla da yine gömlek Yusuf‟u haklı çıkarmış oldu.
4- Yusuf zindandan çıktı ve Mısır‟a Sultan oldu. Kardeşleri
O‟nun Yusuf olduğunu anladıklarında Yusuf kardeşlerine
bir gömlek vererek “Bu gömleği babama götürüp
gözlerine sürünüz, gözleri açılsın” dedi. Babası Yakup da
Yusuf için yanıp tutuşuyor, gelene geçene Yusuf‟u
soruyordu. Yakınları ise “Yusuf öleli çok seneler oldu. Bu
kişiler Yusuf‟u ne bilsinler, sen bunamışsın” dediler. O da
“Ben Yusuf‟u kime sorduğumu bilirim. Ben
peygamberim.” diyordu. Sonunda gömlek geldi,
gözlerine sürünce görmeye başladı.
Bu gömlek nasıl bir gömlek ki gözlere sürülünce gözler
görmeye başlıyor. Bu gömlekte iki kol bir beden vardır.
Bu gömleğin bir kolu tenzih, bir kolu teşbih, bedeni de
Tevhîddir. Şu halde bir şeyi kalbimizle tenzih, hissimizle
teşbih yaparak şühûd edersek Tevhîd gömleğini
giyenlerden olmuş oluruz. Kalb Yakub‟u Yusuf olan
candan veya rûhtan ziyâ gelmeden yâni nurlanmadan
kalbin şûbeleri olan görme, duyma gibi sıfatlardan
görmesi ve duyması olamazdı. Onun için O‟nun
gönderdiği mânevî Tevhîd gömleği böylece gözlerini
açmış oldu.
Bizler de bu Tevhîd gömleğini giydiğimizde bize iftira
etseler, her türlü kötülüğü yapmaya yeltenseler, hatta
tabancayla mermi atsalar hepsinin o lâtif olan manevî
gömlekten içeriye geçmediğini, patır patır gömleğin
üstünden döküldüğünü göreceğiz. Çünkü “Onu biz
indirdik. Onun muhafazacısı da biziz” buyrulmuştur. İşte
bu Tevhîd gömleğini giymek için gerekli olan anahtarları
Allah, Mürşid-i Kâmillere ihsân etmiş. Gidip onlardan
alarak giyeceğiz, yoksa kâinatı dolaşsanız hiçbir pazarda
bulup satın alamazsınız.

TEVHÎD MERTEBELERĠ VE YAġAM


ġEKLĠ

Tevhîd Mertebelerini Pîrimiz Seyyid Muhammed Nur-ül


Arabî Hazretleri iki bölümde mütalaa etmişlerdir:

1 - Fenâfillâh Nitelikleri
2 - Bekâbillâh'ın Onuru

Fenâfillâh Mertebeleri üç Makâmdır :


1 - Tevhîd-i Ef‟âl
2 - Tevhîd-i Sıfât
3 - Tevhîd-i Zât
Bekâbillâh Mertebeleri ise dört Makâm olarak
isimlendirilir:
1 - Makâm-ı Cem
2 - Hazret-ül Cem
3 - Cem‟ul- Cem
4 - Ahadiyet
(Bu Makâm yalnız Peygamber efendimize ait olduğu için
telkîn edilmez. Edilse bile anlaşılmaz.)

TEVHÎD-Ġ EF‟ÂL :
Fenâfillâh mertebelerinin başlangıcı olup fiil ve işlerin
birliği demektir. Bir sâlikin bu mertebeye gelebilmesi için
her nefeste dâimî zikirle kalbinin mutmain olması,
dolayısıyla da dış temizliği olan zâhir abdesti ve dâim
zikir olan bâtın abdesti alması lâzımdır. Dışını şerîat
ahkâmıyla, içini de bir saat gibi dâimî zikirle kurması
lâzımdır. Fecr Sûresi 27 ve 28. âyetlerindeki “Ey
Rabbine itaat eden huzura ermiĢ rûh, dön
Rabbine, sen O'ndan O senden hoĢnut
olarak!” hitâba mazhar olarak Tevhîd-i Ef‟âl telkîn ve
tâlim edilir. Bu mertebede sâlike dört şühûd gösterilir. 1-
Tevhîd-i Ef‟âl 2- Fenâ-i ef‟âl 3- Tecellî-i Ef‟al 4- Cennet-ül
ef‟âl veya İrfan Cenneti. Râbıtası da “Lâ Fâile
illallah”tır.”Allah‟tan başka fâil -halkedici- yoktur.” Sâlik,
enfüste, âfâkta, sükûn ve hareket halinde bütün fiilleri
birleyerek, bunların hepsini Hakk‟a nisbet eder. Fiiller her
ne kadar iyi ve kötü fiiller diye isimlendirilse de iyilik ve
kötülükler bizler içindir. Yoksa Hakk‟a nisbet edildiğinde
hepsi „hayr‟dır. Ârifler fillerin cümlesini Hakk‟a nisbet
ederler. Yine de „Allah kötü yaptı. ‟ denilmez. Zira kötü
ismini icâd eden nisbettir. Eğer işin kula nisbeti olmamış
olsa, o işin iyiliği ve fenalığı tâyin olunamazdı. Saffat
Sûresi 96. âyetten anlıyoruz ki fiillerin fâili Allah‟tır.
”Allah sizleri ve sizlerin amellerinizi halk eyledi.”
İşte sâlik enfüsünde ve âfâkında bütün fiilleri hissî ve
kalbî olarak Hz. Allah‟a nisbet ederse kalbî müşâhede ile
zevk hâline geçer. Karşılaştığı her olayda fiillerin
meydana gelmesine vesîle olan mazhar veya kullara
nisbet etmeyeceği için şirkten kurtulan o sâlik, Hacivat
ile Karagözün kendilerinin hiçbir güç ve kuvvet sahibi
olmadıklarını, onları kavga ettirenin, onları oynatan
sanatkârın olduğunu bildiği gibi, bilecektir. Her şeyi yerli
yerinde görüp enfüsünde fark (Şerîata uyup uymadığını
tartması), eksikleri varsa peyderpey onları yok etmesi,
nefsini levm etmesi lâzımdır. Âfâkta ise „cem‟de
(Vahdette) mütalaa ederek mutlu ve huzurlu olacaktır.
Bu sâlikler yaşamlarında sâkîn ve şer‟î hükümlere tâbi
olarak yaşarlar. Bütün tecellîlere nazar ederler ve
zuhûrâta tâbi olurlar. Cenâb-ı Hakk‟a boyun eğerek tam
bir teslimiyetle, kalbi ile dâimî zikir, hissi ile de râbıtayı
kullanırlarsa, Efendisinin himmetiyle Tevhîd-i Ef‟âl
zevkine ermiş olurlar.

TEVHÎD-Ġ SIFAT:
Fenâfillâh mertebelerinin ikincisidir. Hayat, ilim, irâde,
kudret, semî, basar ve kelâm sıfatları Hakk‟ın olup, bu
sıfatlar sâlike ayna olmakta ve orada Hz. Mevlâ
müşâhede edilmektedir. Burada sâlik zevken bu sıfatlar
ile mevsûf olanın Hakk teâlâ olduğunu bilecektir. Bunun
için de bu mertebede dört şühûd öğretilir: 1- Tevhîd-i
sıfat 2- Fenâ-i sıfat 3- Tecellî-i sıfat 4- Cennet-ül sıfat.
Râbıta olarak da “Lâ Mevsûfe illâllâh” verilir. Bakara
Sûresi 255.”Allah‟tan baĢka hiçbir tanrı yoktur. O,
dâima yasayan, dâima duran, bütün varlıkları
ayakta tutandır.”, Şura Sûresi 11.” O'nun benzeri
gibi bir Ģey yoktur. O, öyle iĢiten, öyle
görendir” ve Kasas Sûresi 68.”Rabbin, dilediğini
yaratır ve seçer. Seçim hakkı onların değildir.
Allah, onların ortak koĢtuklarından münezzeh ve
yücedir!” ve benzeri âyetlerden bütün subût (sâbit)
sıfatların halîkının Allah olduğunu anlamaktayız.
Sıfatlar gayba aittir, zuhûra gelince şehâdete intikâl
ederek esmâ adını alır. İlim bir sıfattır, zuhûra gelince
âlim adını aldığı gibi bu mertebeyi gören sâliklerde edeb,
ahlâk ve yüceliklerin görülmesi lâzımdır. Zira fiil ve subût
sıfatların nisbîyetlerinden kurtulan bir kulun mâğfirete
ermesi, temizlik, doğruluk ve Resûlullah (S.A.V.)
Efendimizin güzel ahlâkını sergilemesi lâzımdır. Ef‟âl ve
sıfat mertebelerini görenlere Tevhîdde tarîkat ehli de
denilir.

TEVHÎD-Ġ ZÂT:
Tevhîd-i Zât, vücûd birliği demektir. Vücûd Hakk‟ındır.
Ef‟âlin vücûdu yoktur. Sıfattan tecellî ediyordu. Sıfatın da
vücûdu yok, o da vücûddan tecellî ediyor. Allah Vâcib-ül
Vücûd‟dur. İşte sâlike Fenâfillâh mertebelerinin
sonuncusu olan Tevhîd-i Zât Mürşidi tarafından dört
şühûdla tarif edilir. 1- Tevhîd-i Zât 2- Fenâ-i Zât 3-
Tecellî-i Zât 4- Cennet-ül Zât. Râbıtası ise “Lâ Mevcûde
illâllâh”dır.
Bu Makâmda sâlik hissen, aklen ve hayâlen gerek ef‟âl,
gerek sıfat ve gerekse Zât aynalarından Vücûdullaha
bağlanıp cümle eşyânın vücûdu Hakk olduğunu
mülâhaza eder ve zevk alır. Dâimî zevkte kalabilmesi için
râbıtaya sımsıkı sarılır. Halkın fânî Hakk‟ın ise bâki ve
zâhir olması halinde zevkiyâb olur. Bu halle hallenen kişi
ihtiyarî bir ölümle ölmüştür.”Mutu kable ente mutu”
“Ölmezden evvel ölünüz.” Hadis-i Şerifi budur. Kasas
Sûresi 88.”Allah'la birlikte diğer bir tanrıya daha
çağırma; O'ndan baĢka tanrı yoktur. O'nun
Zâtından baĢka her Ģey helâk olacaktır. Hüküm
O'nundur ve nihayet döndürüIüp O'na
götürüleceksiniz.”, Rahmân Sûresi 26 ve
27.”Yeryüzünde bulunan her Ģey fânîdir; Yüce ve
iyilik sahibi Rabbinin yüzü bâkidir” ve Yunus Sûresi
62.”Uyan! Allah dostlarına ne korku vardır, ne de
onlar mahzun olurlar!” âyetlerinde açık olarak bu
mertebenin hâlini görmekteyiz.
Fenâfillâh mertebelerini gören bir sâlik nefsini bildiği için
Rabbini de tanımıştır.”Nefsini bilen Rabbini
bilir” (H.Ş.) Her ne kadar ilimle Fenâfillâh olunmuşsa da
yine de zaman zaman nefsine tâbiliğinden geçemediği
için hem mahcûbiyeti görülür hem de Makâm zevkleri
tecellî ettiğinde ehl-i keşiftirler. Yâni halkla olduklarında
hicâbları, Hakk‟la oldukları zaman keşifleri artar. Ehl-i
velâyettirler.
CEM MAKÂMI :
Bekâ Makâmlarının birincisidir. Fenâfillâh mertebelerini
zevk eden kul, kendisinin zannettiği fiil, sıfat ve Zâtın da
yok olduğunu anlayınca bu mertebe telkîn edilir.
Sâlik bu yerde Hakk‟ı zâhir halkı bâtın müşâhede
edecektir. Bu Makâmda halk ayna olup, oradan Hakk
zâhir olmaktadır. Ve Vahdet şühûdu kişiyi istilâ eder.
Cem Makâmı telkîn edilen sâlik Hakk‟a kuvve olup onun
kuvvesinden Hakk zâhir olurken, kendisi bâtın olur. Aynı
zamanda eşyâ da butûna girer. Bir cismin gölgesinin,
öğle vakti cisimde yok olduğu gibi halk mazharından
Hakk‟ın zâhir olmasıdır. Ef‟âlin, sıfatın, Zâtın birliği
zevkiyle her nereye bakarsa Hakk‟ın cemâl yüzünü
görmesi onun zevki olacaktır. Bakara Sûresi 115.
âyette “Doğu ve batı Allah‟ındır, yüzünüzü her
nereye çevirirseniz Allah‟ın cemâl yüzü
oradadır” buyrulmaktadır. Sâliki ismi ile çağırsalar
ismini bile duyamayışı onun zevki olacaktır. Bu Makâma
Kurb-i Ferâiz, Ulûhiyyet, Rûh Makâmı gibi isimler de
verilmiştir. Bu Makâmda sâlik fazla durdurulmaz. Sâlik
kabızlık ve yalnızlık içindedir. Cem Makâmı Hz. Îsâ
(A.S.)‟nın Makâmıdır.

HAZRETÜ‟L- CEM MAKÂMI :


Bekâbillâh mertebelerinin ikincisidir. Bu Makâmda halk
zâhir Hakk bâtındır. Hakk aynasından halk zâhir olarak
müşâhede edilir. Cem‟de bilen, gören ve işiten abdın
kuvvesiyle Hakk idi. Bu Makâmda ise, Hakk kulun
kuvvesi olmaktadır. Hadis-i Kudsî‟de “Kulum bana
nevâfille yaklaştığı zaman duymasına kulak, görmesine
göz, konuşmasına dil olurum. . .” buyrulmuştur. Her
nereye nazar edersek edelim zâhirde halkı bâtında ise
Hakk‟ın tecellîsini zevk ve ifade ederiz. Necm Sûresi
8.”Sonra yaklaĢtı ve sarktı” âyeti Zât olan Allah‟ın
Muhammed olan sıfatlara yani kesret âlemine zuhûrâtı
olarak da zevk edilir.
Hazretü‟l- Cem‟e, bütün sıfatların, Zâtı Hakk ile kâim
olduğunun müşâhede ve zevk olduğu bir Makâm olması
nedeniyle bu zevke sahip olanlara Sıfâtiyyûn da denilir.
Bu mertebedeki sâliklerin şerîatlarında kemâlat, yücelik
ve ahlâk-ı Resûlullah (S.A.V.) görülmektedir. Bu sâliklerin
enfüsünde cem, âfâkında fark hali zuhûr eder. Bunlar
mukarrebîndirler.

CEMÜL CEM MAKÂMI :


Bekâbillâh mertebelerinin üçüncüsüdür. Makâm-ı Cem ile
Makâm-ı Hazretü‟l- Cem‟i kendinde toplayan yani
„Vahdet‟ ve „kesret‟i cem eden bir Makâmdır. Buna tenzih
ve teşbihi Tevhîd yapmak yeri de diyebiliriz. Bâtın olan
mutlak ve zâhir olan mukayyedin hepsi Hakk‟tır diye zevk
ederiz.
Kur‟ân-ı Kerîm Hadid Sûresi 3. âyeti“O evveldir, O
Ahîrdir, O zâhirdir, O bâtındır”bu zevkimize delildir.
Ayrıca Necm Sûresi 9. âyette “Aradaki mesâfe iki yay
boyu oldu, hattâ daha yakın”belirtilen „celâl‟ ve
„cemâl‟ yaylarının birleştiği Kalb mertebesi de denilir.
Vahdet aynı kesret, kesret de aynı Vahdet olarak zevk
edilir. Tevhîd-i Ef‟âl mertebesinde fiillerden soyunan sâlik
bu yerde Hakk‟ın fillerini giyer. Peygamber ve velîlerin
sırlarına vâkıf olmak isteyenler bu Makâmı gerçek
yönüyle zevk etmelidirler. İşte o zaman hafî şirklerin de
tamamen yok olduğu buyerde „ibâdet eden‟, „ibâdet‟ ve
„ibâdet edilen‟i birlemişlerdir. Mürşid-i Kâmillerin sâliklere
telkîn ettikleri son mertebedir.

AHADĠYYETÜ‟L CEM MAKÂMI :


Bekâbillâh mertebelerinin dördüncü ve sonuncusudur. Bu
Makâm Makâm-ı Muhammed‟dir. Makâm-ı Mahmûd da
denilir. Kesret olan varlıklardan kaydın kaldırıldığı yerdir.
Bundan sonra başka bir Makâm da yoktur, en yüce
mertebedir. İbrahim (A.S.) Tevhîd babası olduğu halde
bu Makâma ancak Muhammed (S.A.V.) Efendimizin
müsaadeleri ile girebilir. 1- Ahadiyyetü‟l- Ayn 2-
Ahadiyyetü‟l- Kesret diye iki kısımda mütalaa edilir. İhlas
Sûresi 1. âyet “De ki: "O Allah tek
birdir.” Enfâl Sûresi 17. âyet “Sonra onları siz
öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü; attığın
zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da
mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi.
Gerçekten Allah iĢitendir, bilendir!” En‟âm Sûresi
152. âyet“Yetimin malına, rüĢdüne erinceye kadar
yaklaĢmayın” Makâmı zevkinin delilleridir.

TEVHÎD NASIL YAġANIR


İnsanların Tevhîdi yaşayabilmeleri, Cenâb-ı Hakk‟a üç
türlü yakînlik ve bunların şühûdu ile islâmî Tevhîdi
yaşaması mümkündür.
Bir kişi ilm-el yakîn olarak Cenâb-ı Hakk‟ın mukayyed
olan bu kesafet âleminde, zerreden küreye kadar bütün
tecellîlerini bilse, bu, kulun Hakk‟ı bilmesi olur ki, bu
lâyıkiyle Hakk‟ı bilme değildir. Zira kul Hakk‟ı lâyıkiyle
bilemez. Ancak Rabb‟im lâyıkiyle Rabb‟imi bilebilir. Bir
kulun Hakk‟a ibâdetleri de, Kur‟ân-ı Kerîm‟deki emir ve
yasakları taklîdi olarak, şerîat-ı evvel seviyesinde yaptığı
için mânâsız ve hayâlindeki bir ilâha ibâdet etmesi
nedeniyle avâmdır. Nefsine nefsi için ibâdet edenler
sınıfındandırlar.
Bundan bir ilerisi olan nefsi ile Hakk‟a ibâdet edenler ise,
ilm-el yakînlik sınıfında olup, her ne kadar diğerlerinden
üstün bir ilime sahiplerse de, yine de şühûdları olmadığı
için bu kişiler ister Melamî olsun, ister herhangi bir
tarîkat ehli olsun, isterse şerîat cemâatı olsun aynıdır.
Zira bu kişiler de henüz, bildiklerini gözleriyle görüp
şühûd etmemişlerdir. Onun için ayne‟l-yakîn değildirler.
Şahitlikleri olmadığı için, Cenâb-ı Hakk‟ın bütün
sıfatlarından tecellîlerini bildiği halde göremediği için
görerek değil de, görüyormuş gibi ibâdet etmiş olurlar.
Bunlar Melamîlik yolunda, Tevhîdin bütün mertebelerini
su gibi bilseler bile, şühûda sahip olmadıklarından şerîat
seviyesindedirler. Bir kişinin nefsiyle nefsini bilmesi veya
nefsiyle Hakk‟a ibâdet etmesi, onun şühûd sahibi olup
ayne‟l-yakîn olduğunu göstermez.Bu kardeşlerimin
merâtib-i İlâhiye tahsillerinde, Hakk Mürşîdlerinin verdiği
râbıta ve şühûdları lâyıkiyle kullandıklarında, kulaklarıyla
duyup bildiklerini, gözleriyle gördüğü zaman Rabb‟ini
Rabb‟inin görmesi tecellî edeceğinden, fiilin fâilini kalbin
tasdîk etmesi onları ayne‟l-yakîn zevkine erdirecektir. Bu
da Hakk‟ın kulunu görmesi, yâni Cenâb-ı Hakk‟ın kendi
kul sıfatlarındaki tecellîlerini seyretmesidir. Bütün
sıfatların yaratılma yerlerinde kullanılmasını, sıfatların
isti‟dâdlarına göre fiillerinin açığa çıkmasını ayne‟l-yakîn
olarak şühûd etmekBu da Hakk‟ın kulunu görmesi, yâni
Cenâb-ı Hakk‟ın kendi kul sıfatlarındaki tecellîlerini
seyretmesidir. Bütün sıfatların yaratılma yerlerinde
kullanılmasını, sıfatların isti‟dâdlarına göre fiillerinin açığa
çıkmasını ayne‟l-yakîn olarak şühûd etmekBu da Hakk‟ın
kulunu görmesi, yâni Cenâb-ı Hakk‟ın kendi kul
sıfatlarındaki tecellîlerini seyretmesidir. Bütün sıfatların
yaratılma yerlerinde kullanılmasını, sıfatların isti‟dâdlarına
göre fiillerinin açığa çıkmasını ayne‟l-yakîn olarak şühûd
etmek sûretiyle seyreder. Bir kişi, namaz kılarken,
kıyamın, rükûun, secdenin irfâniyetiyle birlikte, kendi kul
sıfatından ne şekilde, tâdîl-i erkâniyle açığa çıktığını,
Zâtının seyretmesi ve zevk alması onun ayne‟l-
yakînliğidir. Bu kişiler Rablerini namazda görüyormuş gibi
değil görerek namaz kılanlardır. Zât olan Allah,
Muhammed aynası olan kemâlât sıfatlarından kendisinin
tecellîsini ayne‟l-yakîn olarak seyreder. Hakk‟ın nefsini
bilme ve görmesi budur. Allah‟ın nefsi, sıfatlarıdır. Bu
kişilerin gönül gözleri faaliyette olduğu için,
irfâniyetleriyle, Zâtının sıfatlarından tecellîlerini görmekte
ve ona göre sıfatların bazı sıfatlara, âfâkta yaklaşım
yapması zuhûr etmektedir.
Üçüncü olarak Hakk-al yakînlik hâli ise Hakk‟ın Hakk‟ı
bilmesi ve görmesidir ki, gören, görme ve görülenin
birliği demektir. O‟nun mülkünde O‟ndan başka bir varlık
bırakmadan, kendisi olan Zâtının, kendi sıfatı olan
Muhammed aynalarından, fiilleriyle sıfatların isti‟dâd ve
kabiliyetleri nisbetinde açığa çıkmasını seyretmesidir.
Nefsi ile Hakk‟a ibâdet edenler ilmî olarak Tevhîd
yapsalar bile şühûd sahibi olamadıkları için, ikilikten,
ihtilâftan, huzursuzluk olan dünyadaki Cehennemlerinden
bile kurtulamazlar. Zaman zaman kendilerini dünyadaki
ilim ve hâl Cennet‟inde hissetseler bile, zaman zaman da
Cehennem‟e girerler. Onlarda stres, üzüntü, keder,
huzursuzluk ve mutsuzluk gibi azâb halleri, zaman
zaman dâima vardır.
Hakk‟ın nefsini bilmesi ve nefsini görmesi (Allah‟ın nefsi
sıfatlarıdır) kişiyi şühûd sahibi yapar. Hakk‟ın zerreden
küreye kadar bütün varlıklarındaki tecellîlerini şühûd
ederek, ikilikten kurtulmuş ve irfâniyet Cennet‟ine ayak
basmışlardır.
Hakk‟ın Hakk‟ı bilme hâli, onun gören, görme ve
görülenin birliği idrâki olup, Tafsilât-ı Nûr-i
Muhammediyyenin Tevhîd halindeki görüntüsünden
ibarettir. Bizler tafsilâtta, bir olan kendimizi tenimiz, a‟za
ve sıfatlarımız, rûhumuz diye bölümler halinde îzâhını
yaparız. Aslında bu saydıklarımız ayrı ayrı değildir. Hepsi
bir vücûddur. Aynen onun gibi, Cenâb-ı Hakk da,
mevcûd-u vücûd değildir. Mevcûd-u şühûd da değildir.
O, Vahdet-i Vücûddur. Zira mevcûd-u vücûdda, mevcûd
varlıklarla sınırlanma olmakta, mevcûd-u şühûdda da
görülenlerle kayıtlanma yapılmaktadır. Vahdet-i Vücûdda
ise hem zâhir görünenlerde, hem de görünmeyen bâtın,
bütün varlıklarda tecellîsini sınırsız gösterendir.
Onun için, bizler bu Tevhîd merâtib-i İlâhisini evvelâ ilm-
el yakînlikle bilmeyi öğrenmeli, sonra şühûdlarımızla her
tecellînin fâilini mazharlardan görmeye ayne‟l-yakînlik
olarak çalışmalı, sonra da O‟nda O olmak sûretiyle
Tevhîd yapıp huzur ve mutluluğu yaşam içinde devam
ettirmeliyiz. Çünkü ikilikte mutluluk olmaz. Mutluluk
Tevhîddedir. Allah bizlere bu zevkleri ihsân etsin.

TEVHÎDE DAVET

İnsanlar esfel-i sâfilîn olan bu dünya yüzüne geldikten


sonra, nefs vâdisinde, çamura batmış bir eşek gibi
debelenmeye başlıyor. Nereye gideceğini, nasıl bir yol
takip edeceğini, huzuru nasıl yakalayacağını
kestiremiyor.
Cenâb-ı Allah Kur‟ân-ı Kerîm‟in Enfâl Sûresi 24.
âyetinde“Ey îmân edenler, sizi kendinize hayat
verecek Ģeylere dâvet ettiği zaman Peygamberi
ile Allah'a icabet edin! Ve bilin ki, Allah gerçekten
kiĢi ile onun kalbi arasına girer ve siz, kesinlikle
O'nun huzurunda toplanacaksınız!” buyurmaktadır.
Görüldüğü gibi, burada yalnız Allah, diriliğe davet
ettiğinde veya Muhammed, Allah için diriliğe davet
ettiğinde denmiyor. Onun için bu dâveti:
1 - Allah‟ın diriliğe daveti
2 - Resûlullah‟ın diriliğe daveti
3 - Allah‟ın Resulünden diriliğe daveti Ģeklinde
mütalaa edebiliriz.

Allah‟ın daveti, mânevî yönü olan, Âdem ve âlemdeki


Cenâb-ı Hakk‟ın, ef‟âl, sıfat ve Zât tecellîlerinin, bilinip
görülmesi ile îmân edip, kalb ve gönüldeki diriliğini
sağlamaktır. Çünkü "Hayy"lık yalnız Cenâb-ı Hakk‟ındır.
Resûlullah‟ın daveti: Allah‟ın bu üç tecellîsini Muhammed
olan sıfatlarından zuhûra geldiğini, Muhammedsiz hiçbir
tecellînin ne bu âlemde, ne de âlem-i Âhirette
görülemeyeceğini bilmektir.
Allah, her zaman Resûlullah mazharından inananları,
zâhir ve bâtın yönüyle diriliğe dâvet edip durmaktadır.
Çünkü Allah zâhir irşâd yönüyle, Muhammed‟den davet
eder.”Bu gün Resûlullah yoktur” diyorsanız "el ulemâyı
vereset-ül enbiyâ" olan Resûlullah‟ın vârisleri tarafında
günümüzde de davet edilip durmaktadırlar. Dâvet edilen
bu kişiler ölü müdür ki diriliğe davet edilmektedir. Evet,
bedenen diridirler ama, rûhen ölü oldukları için, Cenâb-ı
Allah‟ın diriliği ile dirilmeye davet edilmektedirler.
Burada, cehâletten, şirkten, irfâniyet ve kemâlâta davet
var. „Fenâ‟dan „Bekâ‟ya davet var. Kulun kendisine nisbet
ettiği, zannındaki vücûd varlığından, Hakk‟ın
Vahdâniyyetindeki „Hakk‟ın varlığı ile var olmaya‟ davet
var. Taklîdi bir îmân ile îmân edenleri tahkikî bir îmâna
davet var. Kalb ve gönül âleminde Hakk‟tan başkasını
bırakmama daveti var. Fenâfillâh olup İbrahim
Makâmında saadete davet var. Niyazî-i Mısrî Hazretleri
bir ilâhisinde bu dâvete icâbet ettikten sonra şöyle diyor:

"Yıkıldı kaleyi fikrim yapıldı dinim îmânım


Çü bildim vech-i canânı kamuda sezdim Allah‟ı
Fenâyım Hak‟ta vallâhî ne bilim kaldı ne danım
Ki bildim cümle Hakk imiĢ, arada gayri yok imiĢ
Bi külli anda gark imiĢ, ne ben varım ne irfânım"

Şu halde Tevhîd ilmine âşinâ olunca, eski bilişler ve


kendi aklı ile bildiği ilimler, eski fikirler yıkıldı, yok oldu
yâni taklîdi îmân gitti bunların yerine gönlüne tahkikî
îmân yerleşti. Âyet-i kerîmedeki Allah kişi ile kalbi arasına
hulûl eder yani girer konusuna gelince, İslâmiyette hulûl
ve ittihat yoktur. Yani girmek ve çıkmak yoktur. Bu,
Cenâb-ı Hakk‟ın kişi ile kalbi arasına tecellîsinin
zuhûrudur. Bir kişi dâvete uyar, yüzünü Cenâb-ı Hakk‟a
doğru döndürerek, ilmini, irfâniyetini, hâlini, insanlarla
olan muamelelerinde Kur‟ân-ı Kerîm‟deki yasak ve
emirleri gücü yettiğince uygulamaya gayret göstermesi,
o kişide Cenâb-ı Allah‟ın, onun gönlünde; huzur ve
mutluluk sağladığı gibi, zamanla, süflîyyât vâdisindeki,
mutsuzluk ve stresleri de son bulduracaktır. Zira kişi ile
kalbi arasına Cenâb-ı Allah‟ın tecellî etmesi,Kâmilin
sohbetleriyle onun hem irfâniyet ve kemâlâtını
geliştirecek, hem de eski cehâlet bilinçleri yok olacağı
için, zikirde, fikirde, ibâdet ve her türlü yaşantısında,
Hakk‟la beraber olma zevki ile zevkiyâb olacaktır.
Kişinin Hakk‟la beraber olmasıyla bütün yaşantısında
O‟nun emir ve yasakları doğrultusunda olacağından,
dünyada da Cennet‟te, âhirette de Cennet‟te olduğu
görülecektir. Îmân eden bir kişi, Resûlullah‟ın diriliğe
dâvetine icâbet etmez de „Ben satırlardan Kur‟ân
okuyorum, mânâsını bilmesem de namazımı kılıyorum‟
diyerek taklîdi bir îmânla yaşantısına devam ederse, o
kişilerin hicâb perdeleri açılamayacağından ömürleri
müddetince süflîyyât vâdisinden kurtulmaları mümkün
değildir. Dolayısıyla da, hayatları müddetince, Hakk‟tan
uzak oluşları nedeniyle, stres, üzüntü, asabî haller,
onların dünyadaki Cehennemleri olacaktır. Allah ve
Resûlullah‟ın dirilik dâvetine de icabet etmedikleri için kişi
ile kalbi arasına tecellî eden bu hicâb perdesi, onları
maalesef Âhirette de Cehennemlik yapacaktır. Çünkü
dünya Âhiretin tarlasıdır.Burada ne ekersen letâfet
âleminde de onu biçersin. Onun için, bu dâveti inkâr
etsen de tasdîk etsen de sonunda O‟na
döndürüleceksiniz. Resûlullah, inananları ilim ve irfâniyet
yolunda, gayriyet ve şirklerden kurtularak, Hakk ve
hakîkati zevk ederek ahlâk güzelliğine davet etmektedir.
İmkânımız varken, yüzümüzü ve gönlümüzü Hakk‟a
döndürelim. İnsanlığa elimizden geldiğince faydalı
olmaya çalışalım. Çünkü en üstün insan, insanlığa faydalı
olandır. Allah‟ın zikri, fikri ve O‟nun tefekkürü ile
zamanımızı değerlendirelim. Hakk‟ı biliyorsak, Hakk‟ı
konuşalım. Hakk‟ı lâyıkiyle bilmiyorsak sükût ederek,
Hakk‟ı anlatanları dinleyelim ve Hakk dostlarının
sohbetlerinin, Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu
bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî kalbî zikirlerle
meşgûl olalım.bu dâveti inkâr etsen de tasdîk etsen de
sonunda O‟na döndürüleceksiniz. Resûlullah, inananları
ilim ve irfâniyet yolunda, gayriyet ve şirklerden
kurtularak, Hakk ve hakîkati zevk ederek ahlâk
güzelliğine davet etmektedir. İmkânımız varken,
yüzümüzü ve gönlümüzü Hakk‟a döndürelim. İnsanlığa
elimizden geldiğince faydalı olmaya çalışalım. Çünkü en
üstün insan, insanlığa faydalı olandır. Allah‟ın zikri, fikri
ve O‟nun tefekkürü ile zamanımızı değerlendirelim.
Hakk‟ı biliyorsak, Hakk‟ı konuşalım. Hakk‟ı lâyıkiyle
bilmiyorsak sükût ederek, Hakk‟ı anlatanları dinleyelim ve
Hakk dostlarının sohbetlerinin, Cennet bahçelerinden bir
bahçe olduğu bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî
kalbî zikirlerle meşgûl olalım.bu dâveti inkâr etsen de
tasdîk etsen de sonunda O‟na döndürüleceksiniz.
Resûlullah, inananları ilim ve irfâniyet yolunda, gayriyet
ve şirklerden kurtularak, Hakk ve hakîkati zevk ederek
ahlâk güzelliğine davet etmektedir. İmkânımız varken,
yüzümüzü ve gönlümüzü Hakk‟a döndürelim. İnsanlığa
elimizden geldiğince faydalı olmaya çalışalım. Çünkü en
üstün insan, insanlığa faydalı olandır. Allah‟ın zikri, fikri
ve O‟nun tefekkürü ile zamanımızı değerlendirelim.
Hakk‟ı biliyorsak, Hakk‟ı konuşalım. Hakk‟ı lâyıkiyle
bilmiyorsak sükût ederek, Hakk‟ı anlatanları dinleyelim ve
Hakk dostlarının sohbetlerinin, Cennet bahçelerinden bir
bahçe olduğu bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî
kalbî zikirlerle meşgûl olalım.Hakk ve hakîkati zevk
ederek ahlâk güzelliğine davet etmektedir. İmkânımız
varken, yüzümüzü ve gönlümüzü Hakk‟a döndürelim.
İnsanlığa elimizden geldiğince faydalı olmaya çalışalım.
Çünkü en üstün insan, insanlığa faydalı olandır. Allah‟ın
zikri, fikri ve O‟nun tefekkürü ile zamanımızı
değerlendirelim. Hakk‟ı biliyorsak, Hakk‟ı konuşalım.
Hakk‟ı lâyıkiyle bilmiyorsak sükût ederek, Hakk‟ı
anlatanları dinleyelim ve Hakk dostlarının sohbetlerinin,
Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu bilinciyle bu
fırsatları kaçırmayalım. Dâimî kalbî zikirlerle meşgûl
olalım.Hakk ve hakîkati zevk ederek ahlâk güzelliğine
davet etmektedir. İmkânımız varken, yüzümüzü ve
gönlümüzü Hakk‟a döndürelim. İnsanlığa elimizden
geldiğince faydalı olmaya çalışalım. Çünkü en üstün
insan, insanlığa faydalı olandır. Allah‟ın zikri, fikri ve
O‟nun tefekkürü ile zamanımızı değerlendirelim. Hakk‟ı
biliyorsak, Hakk‟ı konuşalım. Hakk‟ı lâyıkiyle bilmiyorsak
sükût ederek, Hakk‟ı anlatanları dinleyelim ve Hakk
dostlarının sohbetlerinin, Cennet bahçelerinden bir bahçe
olduğu bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî kalbî
zikirlerle meşgûl olalım.Hakk‟ı biliyorsak, Hakk‟ı
konuşalım. Hakk‟ı lâyıkiyle bilmiyorsak sükût ederek,
Hakk‟ı anlatanları dinleyelim ve Hakk dostlarının
sohbetlerinin, Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu
bilinciyle bu fırsatları kaçırmayalım. Dâimî kalbî zikirlerle
meşgûl olalım.Hakk‟ı biliyorsak, Hakk‟ı konuşalım. Hakk‟ı
lâyıkiyle bilmiyorsak sükût ederek, Hakk‟ı anlatanları
dinleyelim ve Hakk dostlarının sohbetlerinin, Cennet
bahçelerinden bir bahçe olduğu bilinciyle bu fırsatları
kaçırmayalım. Dâimî kalbî zikirlerle meşgûl olalım.

Sohbette olursa siyaset


Mü‟minde bozulur ferâset
Sohbette olursa para
Herkes olur paramparça

Sen dâima Hakk‟la et sohbet


Rabbin de sana etsin himmet
Ahmet sen de edersen dikkat
O zaman Mevlâm eder rahmet

Onun için gelin kardeşlerim bu dâvete hep beraber


icâbet edelim.

TĠN SÛRESĠNĠN MÂNÂSI

Allahü Teala incire ve zeytine yemin ediyor. Neden bir


çok meyve var iken yalnız bu iki meyveye yemin
etmektedir. Çünkü zâhirinde incirin her tarafı yenir.
Yenmeyen hiçbir tarafı yoktur. İncir, Cenâb-ı Hakk‟ın Zâtı
olan hakîkatini remzetmektedir. Zeytinin ise dışı yenip
çekirdeği yenmez. İştahı açıcılığı nedeniyle o da şerîatı
remzetmektedir.
İşte burada hakîkat ve şerîata yemîn edilmektedir.
Allah‟ın Hüviyyet ve Eniyyetine yemin edilmektedir.
Enfüsümüzde ise zât ve sıfat olan külliyet ve
cüz'iyetimize yemîn edilmektedir. İncir rûhtur, zeytin ise
kalbdir. Rûh ve kalb sâhiblerine yemîn edilmektedir.
Ayrıca Tûr-i Sînâ‟ya ve Emîn Beldeye de yemin
edilmektedir. Tûr-i Sînâ Musa (A.S.)‟nın Allah‟la
konuştuğu yerdir. Her bir sâlik de kendi gönül Tûr-i
Sînâsı olan Sînâ tepelerinden Rabbi ile konuşabilir. Emîn
Belde de zâhirde her ne kadar Mekke şehrindeki Kâbe
denmekte ise de 1978 senesinde İran‟lı anarşistlerin
Kâbe‟ye girerek çok hacılarımızı katlettiklerini ve Kâbe‟yi
de harab ettiklerini gördük. Böylece oranın emin belde
olmadığı anlaşılmış oldu. Şu halde emin belde insanın
gönlüdür, kalbidir. Oraya müsaadesiz hiçbir yabancı
giremez.
İşte kişinin gönül Tûr-i Sînâsı olan dimağı ile gönlündeki
idrâke, gönlündeki yücelik tecellîlerine mazhar olması
nedeniyle yemîn ediliyor. Sonra “İnsanı en güzel biçimde
yarattık.” buyruluyor. Zira insan zâhirde cemâdâttan,
nebâtâttan ve hayvânâttan üstün bir yaratıktır.
Çünkü Cenâb-ı Allah bu üç sınıfı da insanın emrine
vermiştir. İnsana verilen akıl ve ilim gibi yüce nimetler
diğer varlıklara verilmemiştir. Onun için en büyük
mahlûkattan olan fil ve timsahlar bile insanın
emrindedir.”Allah insanı kendi sûreti üzere halketti.”
Hadis-i Şerif Cenâb-ı Allah Hüviyyet ve Eniyyetini
kemâlâtıyla insan denen o yüce varlıkta sıfatlarıyla
zuhûra geldi. Burada Allah‟ın sûreti sıfatları demektir.
Hayat, ilim, irâde, kudret, kelâm, duymak, görmek ve
tekvîn sıfatları kemâlâtıyla insanda zuhûr etti.
Onun için Allah hakîkate, şerîate, hakîkat ve şerîat
yaşamı ile ortaya çıkan her türlü yücelik ve güzelliklere
yemîn ederek “İnsanı en güzel biçimde yarattım.” diyor.
Çünkü sayılan bu yücelikler yalnız „insan‟ dediğimiz
İnsan-ı Kâmillerde mevcûddur. Sonra “Onu aşağıların
aşağısına gönderdik.” denilmektedir. Yani dünya diye
bildiğimiz bu kötülükler ve zıtlıklar âlemine gönderildik
denmektedir. Burada aklımıza “Mâdem insan en üstün
biçimde yaratıldı, ne için aşağıların aşağısı olan bu dünya
zindanına gönderilmiştir” sorusu gelebilir. Dünya ne
demektir. Dünya Allah‟tan uzaklaştıran her şeydir. Gaflet
dünyadır. Yoksa üzerinde yaşadığımız bu âlem dünya
değildir. Onun için bu âyeti iki şekilde zevk etmek
mümkündür.
1- En üstün bir biçimde yaratılan İnsan-ı Kâmilliğini
bulanlar dünya bataklığındaki insanları kurtarmak için
onların içine gönderilip onları o dünya bataklığından
kurtarma görevi almalarıdır
2- Sûrette insan, sîrette henüz insanlığını bulamamış
olanların dünya bataklığına gönderilmelerindeki sebep

“Bekâ mülkünden eyledim teĢrîf


Bu dâr-ı fenâya imtihân için
Gece gündüz niyâzım odur ki
Cemâl-i pâkini anlamak için”

diyen bir âşıkın ifadesinde olduğu gibi imtihan için


gönderildiğimiz anlaşılmaktadır.
Bir İnsan-ı Kâmilin eteğinden tutarak bu dünya
bataklığından kurtulmak mümkündür. Zira âyetin
devamında da söylendiği gibi sâlih amel işleyebilmek
ancak İnsan-ı Kâmil‟e tâbi olmakla mümkündür. Şu halde
esfel-i sâfilîn olan bu dünya bataklığından tek kurtuluş
formülü en üstün biçimde yaratılan o İnsan-ı Kâmillere
tâbi olarak sâlih amel işleyip ihlâsa ermektir. İşte o
zaman onlar için tükenmez mükâfatlar vardır.
Mürşid-i Kâmil‟den Tevhîd tahsili yapmadan, şirklerden
kurtulup ihlâsa ermek mümkün değildir. Yoksa bu âleme
hayvan gelip hayvan giden kimseler gibi azâbtan
kurtulmamız mümkün olmayacaktır. Onun için bu
kimseler Âdemde ve âlemde Allah‟ın nûr tecellîleri olan
Zâtından sıfatlarına, sıfatlarından da esmâ alarak
fiilleriyle açığa çıkan âsârını görmemekten dolayı inkâr
edişleri, onların Cehennemleri olmaktadır. Bazı kimselere
bu meşiyyet-i İlâhiye tecellîlerini göstermekle mutlu
kılmakta, bazı kimselere de esfelde sâlih amel işlemek
için İnsan-ı Kâmil‟e gitmeyip meşiyyet-i İlâhiye
tecellîlerini hicâblarından mütevellit görememekten
mutsuz kılan Allah hâkimler hâkimi değil midir. demekle
meydan okumaktadır. Allah bu tecellîleri cümlemize
görmek nasîb etsin. Âmin.

VAHDET-Ġ VÜCÛD MUHAMMEDÎ


OLMAKTIR

Vahdet-i Vücûd „vücûd birliği‟ demektir. Her yerde ve her


şeyde, kişinin kalbini yalnız Allah ile meşgul etme hâli ve
yaşamasıdır. Onsekizbin âlem diye vasıflandırdığımız
varlık âlemi, Zât-ı Mutlak'ın her an ayrı bir tecellî ile eşya
ve kâinat sûretinde açığa çıkmasından ibârettir. Eşya ve
kâinat Allah‟ın zâhiri ve her an ayrı bir tecellî ile
yenilenmekte, Allah‟ın bâtını ise, eşya ve kâinattan
tecellîleriyle, her varlığın isti‟dâdları nisbetinde kendini
şerh eden rûhu mesâbesindedir. Yaratan ve yaratılan
hep O‟dur. Yaratan Zâtı, yaratılan ise kul olup fânî olan
hadisâtıdır. Çünkü vücûd birdir.
Elimize bir elma çekirdeği alalım. Ve onu toprağa
dikelim. Belirli bir zaman geçtikten sonra diktiğimiz bu
çekirdeğin, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri
olacaktır. Toprağa diktiğimiz çekirdeğin, dallardaki,
yapraklardaki, meyvelerdekinin aynısı olmasına rağmen
yer ve mekânlar ayrı olsa dahi hepsi vücûd birliği
içindedirler ve bütün ağac gövdesinden meyvesine kadar
bütün teferruatı hep çekirdekten meydana gelmiştir.
Hulûl ve ittihat da yoktur. Ömrü bitince ağaç ve
yapraklar yok olacaklardır. Fakat meyvelerdeki
çekirdekler dâima zuhûrunu devam ettireceklerdir. İşte
bu âlemde de bizim varlığımız yoktur. Bu fânî sûretlerde,
tecellî eden ve görünen vücûd-i mutlak olan Cenâb-ı
Allah‟tır. Bir Hadis-i Kudsî‟de “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmekliğimi murâd ettim ve bütün mevcûdatı halk
ettim.” buyrulmaktadır.Şu halde hepsi O‟dur ve bizler o
ilâhî tecellînin bu hadisat âleminde, gölgeleri gibiyizdir.
Onun için bizler için Cenâb-ı Allah‟ın Zâtını bilmek
mümkün değildir. O‟nu, beşerî sıfatlardan tecellî eden
kudretiyle bilebiliriz. Vahdet-i Vücûdda eşyânın kendisi
değil, eşyânın hakîkati Hakk'tır. Yoksa eşyâ eşyâdır.
Aslında bizim Hüviyyetimiz Hakk‟tır. Sûretlerimiz O‟nun
görüntüsüdür. Vahdet-i Vücûd kemâlâtına sahip olan
ârifler arasında hiçbir ihtilâf olmaz. Ama akılla her şeyi
tartanlar arasında çok ihtilâf vardır. Vahdet-i Vücûdun
dayandığı kaynak Kur‟ân-ı Kerîm‟dir.Aslında bizim
Hüviyyetimiz Hakk‟tır. Sûretlerimiz O‟nun görüntüsüdür.
Vahdet-i Vücûd kemâlâtına sahip olan ârifler arasında
hiçbir ihtilâf olmaz. Ama akılla her şeyi tartanlar arasında
çok ihtilâf vardır. Vahdet-i Vücûdun dayandığı kaynak
Kur‟ân-ı Kerîm‟dir.Aslında bizim Hüviyyetimiz Hakk‟tır.
Sûretlerimiz O‟nun görüntüsüdür. Vahdet-i Vücûd
kemâlâtına sahip olan ârifler arasında hiçbir ihtilâf olmaz.
Ama akılla her şeyi tartanlar arasında çok ihtilâf vardır.
Vahdet-i Vücûdun dayandığı kaynak Kur‟ân-ı Kerîm‟dir.
Nûr Sûresi 35. âyet “Allah yerlerin ve göklerin nûrudur.
O‟nun nûru bir fenere benzer. O fenerin içinde
zeytinyağındaki fitilde yanan ışık vardır. Bu ışıkla fitil,
cam bir kandil içindedir.” demekle Vahdet-i Vücûd
zevkinin tafsilât-ı Muhammediyye'den zuhûrunu
anlatmaktadır. Aynen bunun gibi, bir Muhammed'den
binlerce Muhammedler zuhûr ederek, Cenâb-ıAllah‟ın
“Habibim, Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım.”Hadis-
i Kudsîsi gereği dâima Muhammed olan kemâlât
sıfatlarından tecellîlerini devam ettirecektir. Yeter ki
bizler Muhammedîliğimizi idrâk edip, dâima onunla
beraber olalım. Kâmilin huzurunda, üç İhlâs bir Fâtiha
okuyarak Resûlullah Efendimizin rûhuna hediye etmiştik.
Fakat bunu ondört asır evvelki Resûlullah Efendimize
değil (çünkü O‟nun bize ihtiyacı yoktur. Bizim ona
ihtiyacımız vardır.) senin gibi henüz daha
Muhammedîliğini bilmeyen sâliklerin, Muhammediliğini
idrâk etmesi açısından birinci İhlâs ef'al-i İlâhiye için,
ikinci İhlâs sıfat-ı İlâhiye için, üçüncü İhlâs da vücûd-i
İlâhiye olduğunu idrâk edip yedi âyetten ibâret olan canlı
bir Fâtiha-i Şerîf olduğunu bu vücûdda zevk etmek için
okunmaktadır. İşte böylece Muhammedîliğini idrâk
edenler, hem kendi Muhammedîliğinde Hakk‟la beraber
olma zevkine sâhip olurlar, hem de vücûd birliği içinde
ayrılık görmemekten mütevellit mutlu olurlar. Her şeyi
yerli yerinde görürler.İşte böylece Muhammedîliğini idrâk
edenler, hem kendi Muhammedîliğinde Hakk‟la beraber
olma zevkine sâhip olurlar, hem de vücûd birliği içinde
ayrılık görmemekten mütevellit mutlu olurlar. Her şeyi
yerli yerinde görürler.İşte böylece Muhammedîliğini idrâk
edenler, hem kendi Muhammedîliğinde Hakk‟la beraber
olma zevkine sâhip olurlar, hem de vücûd birliği içinde
ayrılık görmemekten mütevellit mutlu olurlar. Her şeyi
yerli yerinde görürler.
Kur‟ân-ı Kerîm‟i dikkatle incelediğiniz zaman bazı
harflerin noktasız, bazı harflerin altı noktalı, bazı harflerin
de üstü noktalı olduğunu görürsünüz. Noktasız harfler,
Allah‟ın Zât tecellîlerini, altı noktalı harfler ikilik içindeki
celâl tecellîlerini, üstü noktalı harfler de cemâl
tecellîlerinin sırlarını ifşâ etmektedir. Harflerin altında iki
nokta ve harflerin üstündeki üç nokta da bulunduğu
mertebelerdeki, fenâ ve bekâ tecellîlerini şerh
etmektedir. Bunları velîlerde de görmekteyiz. Said-i Nursî
Hazaretleri risâlelerinde genel olarak hep nebâtâtı
dillendirmiştir. Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri de,
Mesnevi‟sinde hayvanları dillendirmiştir. Muhyiddîn
İbnü‟l-Arabî Hz. leri, Mısri Niyâzî Hazretleri, Hacı Bayram
Velî Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri gibi bazı velîler de,
ilâhîlerinde hep insanları dillendirmişlerdir. Şöyle ki:
"Hakk‟ı istersen yürü insana bak
ġemsü Zâtı yüzünden rahĢân eylemiĢ
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zâtını Rahmân Ģeklini insan eylemiĢ"
Mısrî Niyazi
"Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm"
Yunus Emre
"Vallah Kur‟ân‟dır senin yüzlerin
Yâsîn-i Ģeriftir iki gözlerin
Ġnnâ fetehnâ sûresi sözlerin
Vedduhâ inmiĢtir kulun üstüne"
Nesimi
"Her Ģeyin varlığı senin özündür
Kendini çok gören kendi gözündür
Bu mülke hükmeden senin sözündür
Kalbin kürsüdür Sultan sendedir"
Rıza
Demek ki, her kim hangi mertebede Muhammedî zevkine
sahipse, orayı bizlere aksettirmektedir. Onun için
Muhammedîliğimizi bulmağa çalışalım. Yoksa Allah ayrı,
bizler ayrı olarak ikilikten ve taklîdi ibâdetlerden öteye
geçemeyiz. Muhammed ağacının, gövde, dal ve
yapraklarını vuslat yolculuğu ile kat edip, Muhammedî
meyvelerini âfiyetle yiyelim. Allah bütün kardeşlerime bu
zevki nasîb etsin.

VAKĠT NAMAZLARININ HĠKMETLERĠ


VE SÜNNETLERĠNĠN SIRLARI

SABAH NAMAZI :

İki rek‟at sünnet ve iki rek‟at farz olarak kılınır. Bu


namazı ilk defa Âdem (A.S.) kıldı. Âdem (A.S.)
Cennet‟ten dünya yüzüne çıkınca dünyayı karanlık buldu.
Sabah ortalık aydınlığa kavuşunca şükranî olarak iki
rek‟at namaz kıldı. Bunun bir rek‟atı, karanlıktan
kurtulduğu için, bir rek‟atı da aydınlığa çıktığı içindir.
Âdem (A.S.)‟ in kıldığı bu iki rek‟at namazın başına iki
rek‟at de Resûlullah Efendimiz sünnet eklemiş. Çünkü
sabah namazını kılabilmemiz için bu namazın nasıl
kılınacağını Resûlullah Efendimizin târif etmesi lâzımdır.
İşte bu iki rek‟at sünnet, bizlerin bir Mürşid-i Kâmile
giderek bunu öğrenmemizi remzetmektedir. Bizler de
cehâlet karanlığından kurtulduğumuz için bir rek‟at, ilim
ve irfâniyet aydınlığına çıktığımız içinde bir rek‟at namaz
kılarız. Bir kişi cehâlet karanlığından kurtularak, fiillerin
fâilinin Allah olduğunu,aydınlığa kavuşunca da fiil
şirkinden kurtulması ile iki rek‟at namaz kılmış
olacaktır.”Resûlullah'a tâbi olmak, Allah‟a tâbi
olmaktır.” Âyet-i Kerimesi gereğince, evvelâ Mürşîd-i
Kâmile tâbi olmamız, sonra ondan öğrenip bizzat şuhûd
ve icraata geçmemiz için Resûlullah'a veya Mürşîd-i
Kâmile uymamız gerekmektedir. Sâlikler Mürşîd-i Kâmile
gelip dâimî zikirle uyanırlarsa sabah namazına hazır
olmuşlardır. İşte Mürşîdden aldığı ilimle fiillerin fâilinin
kendileri olmadığını, fâilin Allah olduğunu bildiklerinde,
iki rek‟atlık sünnet zevkini tatmışlardır. Artık onlar iki
rek‟atlık farz olan sabah namazını dâimî huzurda olmak
sûretiyle ifâ ederler. Sabah namazı bütün namazların
şâhididir. Zira fiillerle her şey zuhûr eder. Hasan Fehmi
Hazretleri:

"Sabah namazına hazır olanlar


Onlardır ef'ali Hakk‟a verenler
Fâil Hakk‟tır diye huzur ederler"

Buyurarak bir Mürşîd-i Kâmilden evvelâ zikirle uyanıp


hazır olmamızı, sonra da fiillerin fâilinin Hakk olduğunu
öğrenip yaşamda huzura geçmemiz sûretiyle sabah
namazının sırrını bizlere bildirmiş oluyor. Şu halde iki
rek‟at sünnetin Mürşîde tâbi olmanın yani fenâ-i ef‟âlin
idrâki, diğer iki rek‟at farzın da Âdem olanların fiillerinin
fâilinin Hakk olduğu huzuru ile tecellî-i ef‟âlin yaşama hâli
olduğu anlaşılmış oluyor.
ÖĞLE NAMAZI :

Evvelâ öğle namazını dört rek‟at olarak İbrahim (A.S.)


şükranî olarak kılmıştır. Buna Resûlullah efendimizde
dört rek‟at başında ve iki rek‟at sonunda sünnet
ekleyerek bizlere de kılmamızı emretmişlerdir. İbrahim
(A.S.) dört türlü belâdan kurtulduğu için dört rek‟at öğle
namazını şükranî olarak kıldı. Bu belâlar duymamız,
görmemiz, konuşmamız ve kuvvetimizdir. Bunları
kendimize nisbet ettiğimizde, manevî âlemimizde, bize o
kadar şirk belâları getirir ki târif edilemez. İşte İbrahim
(A.S.) bunların Hakk‟ın olduğunu idrâk ederek, duyanın,
görenin, konuşan ve kudretin Hakk‟ın olduğunu zevk
edince, şükranî olarak dört rek‟at namaz kıldı. Resûlullah
Efendimiz bu namazın başında dört rek‟at sünnet ve
sonunda da iki rek‟at sünnet kılmakla bizlere neyi
öğretmek istemektedir. Hasan Fehmi Hazretleri bir
ilâhîsinde şöyle buyuruyorlar:

"Öğle namazını kılan mü‟minler


Her sıfatı Hakk‟a nisbet ederler
Her nazar mevsûfu Ģuhûd ederler"

Bir kişi evvelâ sıfatların mevsûfunun Hakk‟ın olduğunu


bilmeden, her nazar sabit sıfatlar olan mevsûfu şuhûd
edemez. İşte bu sıfatların kendisinin olmadığını, Hakk‟ın
olduğunu öğrenmesi önce kılınan dört rek‟at sünnettir.
Çünkü bu sıfatların Hakk‟a ait olduğunu, kişi, Mürşîd-i
Kâmilden öğrenmektedir. Onun için evvelâ bu sıfatların
Hakk‟a ait olduğunu Kâmilimizden ilm-el yakînlik
derecesinde öğrenmemiz sünnet olmuş oluyor. Her nazar
mevsûfu şuhûd etmek ise yaşama geçirmektir ki o da
Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîsi olduğu için bizlere farz oluyor.
Şunu iyi anlamamız lâzımdır ki Kâmilden öğrendiğimiz
ilm-el yakînlik derecesindeki nisbîyetlerimizin fenâ
edilmesi sünnet, Hakk‟ın bizlerin mazharından tecellîsi ise
tecellî eden Hakk olduğu için farz olmuş oluyor.
Peygamber ve evliyâların kendi varlıkları olmadığı için de
onlara „şükrânî kılmışlardır‟ diyoruz.Sonundaki iki rek‟at
sünnet ise bu idrâk ve zevkle enfüs ve âfâktaki
tecellîleriyle şükrânî olarak Cenâb-ı Hakk‟a şükrünü ifâ
etmek içindir. Cenâb-ı Hakk Vahdet ve kesret tecellîlerini
gösterendir. Bu sünnetler müekkede sünnetlerdendir.
Müekkede sünnet demek peygamberimiz çok zaman
kılmış, zaman zaman kılmamış ve bizlerin de
uygulamasını istediği sünnetlerdendir. Bunlar sabah
namazının sünneti, öğle namazının ilk ve son sünnetleri,
akşam ve yatsı namazının son sünnetleridir. Bir de gayri
müekkede sünnetler vardır ki onlar da Resûlullah
Efendimiz çok zaman kılmadığı, zaman zaman kıldığı
ikindi ve yatsı namazlarının farzından evvel kılınan
sünnetlerdir.Bu sünnetler müekkede sünnetlerdendir.
Müekkede sünnet demek peygamberimiz çok zaman
kılmış, zaman zaman kılmamış ve bizlerin de
uygulamasını istediği sünnetlerdendir. Bunlar sabah
namazının sünneti, öğle namazının ilk ve son sünnetleri,
akşam ve yatsı namazının son sünnetleridir. Bir de gayri
müekkede sünnetler vardır ki onlar da Resûlullah
Efendimiz çok zaman kılmadığı, zaman zaman kıldığı
ikindi ve yatsı namazlarının farzından evvel kılınan
sünnetlerdir.Bu sünnetler müekkede sünnetlerdendir.
Müekkede sünnet demek peygamberimiz çok zaman
kılmış, zaman zaman kılmamış ve bizlerin de
uygulamasını istediği sünnetlerdendir. Bunlar sabah
namazının sünneti, öğle namazının ilk ve son sünnetleri,
akşam ve yatsı namazının son sünnetleridir. Bir de gayri
müekkede sünnetler vardır ki onlar da Resûlullah
Efendimiz çok zaman kılmadığı, zaman zaman kıldığı
ikindi ve yatsı namazlarının farzından evvel kılınan
sünnetlerdir.zaman zaman kıldığı ikindi ve yatsı
namazlarının farzından evvel kılınan sünnetlerdir.zaman
zaman kıldığı ikindi ve yatsı namazlarının farzından evvel
kılınan sünnetlerdir.

ĠKĠNDĠ NAMAZI :

İkindi namazını ilk defa Yunus (A.S.) kılmıştır. Balığın


karnında kırk gün kaldıktan sonra bir ikindi vaktinde
balığın karnından sahile çıkınca, şükranî olarak dört
rek‟at ikindi namazı kıldı. Dört rek‟at de evvelinde
Resûlullah Efendimiz gayri müekkede olarak sünnet kıldı.
Hasan Fehmi Hazretleri ilâhîsinde şöyle buyuruyorlar:

"Ġkindi namazını cemaatle kıl


Vücûd Vücûdullah gayri yoktur bil
Cümle âlem fânî Hakk‟tır bâkî bil"

İşte bir sâlik de ef‟âlin sıfattan, sıfatın da vücûddan


tecellî ettiğini zevk ettiğinde artık gönül mescîdine
girmiştir. Gönül mescîdine giren bir kişi rûhunu imam,
bütün sıfatlarını cemaat yaparak yüzünü Allah‟ın „semme
vecullahına‟ dönerek namaz kılar. Çünkü fiil sıfattan
tecellî etmekte, vücûd da Vücûdullah yani Hakk‟ın
vücûdu olması idrâki ile gayrînin olmadığı bilinip bu hâl
yaşanmaktadır. Neden Yunus (A.S.) balığın karnından
çıkınca beş veya yedi değil de dört rek‟at namaz kılmıştır.
İnsanda toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört
anasır-ı unsûriye vardır. Bunlar vücûdla ilgilidir. Bir sâlik
de Yunus gibi yunus balığı olan Mürşîd-i Kâmilin
tahsilinde kırk gün kalır, bu tahsilin sonunda “Beni
zâlimlerden eyleme.” diyerek duâ eder ve duâsı kabûl
olursa dört nisbîyetten kurtulur,dört nisbîyetten
kurtulduğu için şükranî olarak dört rek‟at namaz kılar ve
Hakk‟ın bütün tecellîlerini Hakk‟ın dört anasırı olarak zevk
eder. Resûlullah Efendimiz evvelinde dört rek‟at sünnet
eklemesinin hikmeti ise evvelâ bu nisbîyetlerden
kurtulmak ve öğrenmektir. Cümle âlemin fânî olduğunu
bilmek sünnettir. Cümle âlemin bâkîliğini zevk edip
yaşamak ise farzdır. Bunu uygulama mazharları ise
şükranî olarak ifâ ederler. „Farzdan evvel kılınan sünnet
neden gayri müekkededir‟ diye soracak olursanız güneş
doğarken evvelâ bir kızarıklık zuhûr eder, ondan sonra
güneş her tarafı aydınlatır. Aynen onun gibi bazı kişilerde
hakîkat güneşi ağırdan geldiği için kızarıklıkla gelir. Onlar
gayri müekkede sünnet kılmalıdırlar. Bazılarında ise,
hakîkat güneşi kızarıklık olmadan tecellî eder. Onlar bu
gayri müekkede sünneti çok zaman iptal etmiş
olurlar.İşte bu idrâke binâen gayri müekkede denmiştir.
AKġAM NAMAZI :

Bu namazı ilk defa Îsâ (A.S.) kılmıştır. Hıristiyanlar Allah,


Meryem, Îsâ üçlemesi yapıyorlardı. Halbuki, bu üçleme
varlık şirki idi. Bu şirkten kurtulduğu için, Îsâ (A.S.) üç
rek‟at namaz kıldı. Hasan Fehmi Hazretleri şöyle
buyuruyorlar:

"AkĢam namazını imamla kılan


Onlardır Allah‟ı hem zâhir gören
Hakk söyler Ene‟l- Hakk kulun dilinden"

Akşam namazını imamla kılabilmemiz için ef‟âlin, sıfatın


ve vücûdun görüntüsünün, rûhumuzun bir zuhûru
olduğunu, bütün sıfat ve a‟zalarımız imam olan rûha tâbi
olduklarını bilmektir. Artık her sıfattan kendisini ilân
edeni gördükleri için Hakk‟ı da zâhir görmüş olurlar. Her
varlık bizlere „Hakk‟ım‟ deyip durmaktadırlar. Onun için
“Doğu, batı Allah‟ındır. Yüzünüzü nereye çevirirseniz
Allah‟ın yüzü oradadır” Âyeti bize bunu ikâz etmektedir.
Dolayısıyla bir sâlik de Fenâfillâh olması nedeniyle Hakk
zâhir olduğunda konuşanın, duyanın ve görenin Hakk
olduğunu bilir. Bilmek ise görmenin aynısıdır. Böylece
kendi mazharından Cenâb-ı Hakk‟ın ef‟âl zuhûru, sıfat
zuhûru, Zât zuhûru için üç rek‟at namaz kılar. Namaz
Hakk‟la beraber olmaktır. Yani kul olan mazhardan
Cenâb-ı Hakk‟ın zuhûra gelmesi demektir.Ayrıca
Resûlullah efendimiz iki rek‟at şükrânî olarak sünnet
kılmışlardır. Çünkü bu saydığımız tecellîler iki yerde; ya
Vahdette veya kesrette zuhûr eder. Onun için sonunda
teşekkür etmek için iki rek‟at de sünnet kılınmaktadır.

YATSI NAMAZI:

Yatsı namazını ilk defa Musa (A.S.) dört rek‟at şükrânî


olarak kılmıştır. Resûlullah Efendimiz de evvelinde gayri
müekkede olarak dört rek‟at sünnet ve sonunda da iki
rek‟at müekkede olarak namaz kılmıştır. Musa (A.S.) ne
için dört rek‟at namaz kılmıştır. Bunu Fehmi Hazretlerinin
şu dizelerinde bulmak mümkündür:

"Yatsı namazında eyle sen huzur


Muhammed yüzünden Hakk zâhir olur
Hakk bâtın ile halk zâhir olur"

Bir kişi Fenâfillâh olduğunda varlığının yokluğunu idrâk


eder, Cem‟de Hakk‟ın varlığı ile var olmanın zevkine erer.
Hazret mertebesinde de Hakk‟ın varlığı ile var olan
kişinin dört anâsır-ı unsuriyenin de Hakk‟ın olduğunun
zevki, Musa (A.S.)‟nın dört rek‟at şükrânî olarak namaz
kılmasına sebep olmuştur. Bir Hadis-i Kudsî‟de “Kulum
bana nevâfille yaklaĢtığında o kulumu severim.
Sevdiğim kulumun duymasına kulak, görmesine
göz, konuĢmasına dil, tutmasına el, yürümesine
ayak, tüm a‟za ve cevâhiri Ben olurum.”
buyrulmuştur. Artık Muhammed olan bütün Hakk‟ın
sıfatlarından Hakk teâlâ zâhir olarak zuhûr etmektedir.
Kişi bu idrâkle, Hakk‟ı bâtında, halkı da zâhirde olarak
müşâhede eder. Görünen bütün sıfatlar Cenâb-ı Hakk‟ın
dâima her an ayrı tecellîsinin her sıfatta birer
görüntüsüdür.
Musa (A.S.) teşbih peygamberi olması nedeniyle bu
mertebenin zevkini remzetmektedir. Farzın önünden
kıldığımız dört rek‟at sünnet de aynı ikindi namazında
târif ettiğimiz gibi hakîkat güneşinin kesret olan
sıfatlarda gurûb yapmasının bir delilidir. Hakîkat güneşi
kesrette batarken de kızarıklık meydana gelir. Bazı
kişilerde ise bu durum yine kızarıklık olmadan hemen
tecellî eder. Onun için Resûlullah Efendimiz çok zaman
bu sünneti kılmamış, zaman zaman da kılmıştır. Bizler de
aynen öyle yapmaktayız. Son iki rek‟at sünnet de, öğle
ve akşam son sünnetleri gibi müekkede olarak şükranî
ifâ ederiz. Çünkü Hakk‟ın Vahdet ve kesret tecellîsinden
başka üçüncü bir tecellî yönü yoktur.

SALÂT-Ġ VĠTR NAMAZI :

Altıncı vakit olup onu da Resûlullah efendimiz kılmıştır.


Bu namaz da üç rek‟attır.

"Salât-ı vitri kılan muhakkak


Evvel âhîr zâhir bâtın olur Hakk
Kalmaz Ģirkin abîd mâbud olur Hakk
Yalvar kul Allah‟a seher vaktinde
Yalvar kul Allah‟a bahar vaktinde"
„Vitr‟ tek anlamındadır. Yâni ibâdet eden Hakk, ibâdet
Hakk ve ibâdet edilen Hakk demektir. Onun için tenzih,
teşbih ve Tevhîd üçlemesini zevk edenler, ihlâsa erdikleri
için şirkten kurtulmuş ve salât-ı vitr namazını da kılmış
olurlar. Vitr namazının bir rek‟atı Allah emrettiği için farz,
bir rek‟atı Resûlullah Efendimiz kıldığı için sünnet, bir
rek‟atı da kul mazharından zuhûr ettiği için vâcib olmuş
oluyor. Görüldüğü gibi tecellî eden Zât, tecellî sıfat ve
tecellî olunan ise fiiller olduğu için hem ihlâs, hem
şirklerden kurtulmak, hem de Hakk‟ı ve hakîkati evvel,
ahir, zâhir, bâtın olarak zevk etmiş olunuyor.
Bu namazlardan sonra bir de teheccüd namazı var ki, bu
yalnız Resûlullah efendimize ait olduğu için bazıları bunu
nâfile olarak kılarlar. Halbuki Fehmi Hazretleri:

"Teheccüd namazı farz değil sana


Yetim malıdır yakar baĢtan baĢa
Teberrüken kılar Fehmi yok hâĢâ"

Buyuruyor. Yani Makâm-ı Mahmûd mertebesi yalnız


Resûlullah Efendimize mahsustur. Oraya hiçbir evliya ve
peygamber Resûlullah Efendimizden müsaadesiz
giremez. Müsaadeli olanlar da kendi esmâlarını dışarıda
soyunurlar, Muhammed esmâsı ile oraya girerek, tebrik
edip teheccüd kılar ve çıkarlar. Bu da yalnız Hz.
Muhammed (A.S.)‟in bu namazı kıldığını gösterir. Kur‟ân-ı
Kerîm‟in İsra Sûresi 79. âyetinde “Sen gecenin bir
nıfsında kalk, sana mahsus olarak Rabbine
teheccüd namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni
Makâm-ı Mahmûd'a ulaĢtırır” buyrulmuştur.
İnsanların teheccüd namazı kılmaları bu Makâmı
istemeleri demektir. Halbuki bir âyet-i kerimede “Siz
yetim malına yaklaĢmayınız.” buyruluyor. Yetim,
Resûlullah Efendimizdir. Yetim kime denir. Babasız,
anasız kalmışlara yetim denir. Peygamberimiz de
rûhâniyet yönü ile anne ve babadan gelmedi. O‟un
rûhâniyeti “Ol” emri ile oldu. Onun için yetim Resûlullah
Efendimizdir. Dolayısıyla teheccüd namazı da yalnız O‟na
aittir. Cenâb-ı Allah cümle kardeşlerime Kur‟ân-ı Kerîm‟de
bahsedilen

1 - Vakitlerle ilgili namaz (salât-i vukuta)


2 - Orta namaz (salât-i vusta )
3 - Dâimî namaz ( salât-i dâimun )

hâllerini zevk ettirmek nasîb ve müyesser etsin. Âmin.

VEL ASR SÛRESĠ

Cenâb-ı Allah asra yemin ederek insanın hüsranda


olduğunu bildiriyor. Yüz yıla bir „asr‟ denir. Resûlullah
Efendimiz bir hadislerinde “Dehre küfretmeyiniz. Çünkü
Dehr Allah‟tır.” buyurmuşlardır. Dehr zaman demektir.
Zaman ise Allah‟tır. Bu nasıl olur. Senelerde aylar,
aylarda günler, günlerde saatler, saatlerde dakikalar,
dakikalarda saniyeler, saniyelerde saliseler, saliselerde
de „an‟ vardır. Kesret âlemindeki mesâfelere „zaman‟,
mesâfesiz olan Vahdet âlemine de “an” denilir. O da
Allah‟tır. Bu saydığımız bütün tecellîlerin ef‟âl ve sıfat
zuhûrâtına mazhar olan zât ise yüz yılda bir gelen
„müceddit‟tir. Yâni yenileyicidir. İşte ona îmân edip bu
Âdem ve âlemdeki Cenâb-ı Hakk‟ın tecellîlerini
göremeyenler zarardadırlar.
Çünkü âyet-i kerîmede “İnsanlar hüsrandadır. Yalnız
îmân edip sâlih amel işleyenler, Hakk‟ı ve sabrı tavsiye
edenler müstesna” buyrulmuştur. İşte bu yüz yılda bir
gelen müceddit, Zâtiyyun velîyyullah olması nedeniyle
Allah‟ın bu mukayyed olan âlemde canlı bir Kur‟ân‟dır.
Ancak ona inanmak ve ondan Tevhîd tahsili yapmakla
kişi sâlih amel işlemiş olur. Sâlih amel ise ihlâs, katkısız,
saf, temiz amel demektir. O İnsan-ı Kâmil‟e
inanmayanlar bunu elde edemezler. Çünkü Allah,
senelerden an‟a kadar sergilediği bütün ef‟âl ve sıfat
tecellîlerini bir ağacın bütün yaprak, dal ve gövdesinin
yekûn sırlarını çekirdekte cem ettiği gibi ef‟âl ve sıfat
tecellîlerinin bütün kemâlât sırlarını Zâtiyyun velî olan o
İnsan-ı Kâmil‟de cem etmiştir.
İşte bu tecellîlerden habersiz olanlar hep hüsrandadır.
Yalnız ona îmân edip kendi diye bildiği varlığın Hakk‟ın
varlığı olduğunu anladığında sâlih amellere kavuşmuş
olacaktır. İşte bunlar müstesna olanlardır. Elbette ilm-el
yakînlikleri nedeniyle Hakk ve hakîkata vâkıf
olduklarından hem Hakk‟ı tavsiye ederler, hem de sabrı
tavsiye ederler. Çünkü onlar Fenâfillâh oluncaya kadar
gayriyetten kurtulup Hakk‟ın tecellîsinden başka tecellî
göremeyecek hâle gelmişlerdir. Hakk‟ı tavsiye etmek
budur. Bunlar sabrı da tavsiye ederler. Zira bu sâliklerin
Bekâbillâh olduklarında Cenâb-ı Hakk‟ın her an ayrı bir
şe‟nde tecellîsine sabretmek çok ama çok zordur. Her
babayiğidin harcı değildir. Onun için sabrı da tavsiye
ederler. Sabır iki çeşittir:
1- Başkalarından gelen her türlü kötülüklere tahammül
etmek,
2- Mülkünde Hakk‟tan gayri kalmayınca her an nereden
ve nasıl bir tecellî ile karşılaşacağını bilmediği için
sabrederek gaflete düşmeme hâlidir ki bu da çok zordur.
İşte yüz yılda bir gelen müceddit yani yenileyici İnsan-ı
Kâmil‟e inananlar ondan gördükleri Tevhîd tahsili sonucu
zâten sıfatlarından fiilleriyle tecellî edişini bilirler ve bu da
sâbit olan Hakk‟tır. Onun için Vahdet deryasından
tecellîlerinin hepsinin Hakk‟ın bir zuhûru olduğunu
öğretirler. Zira Hakk‟a vuslat kolaydır. Fakat Bekâda
Hakk üzere kullukta sabretmek çok zordur. Bu sûre üç
âyetten ibarettir. Zira Allah‟ın üç yüzü olan ef‟âl, sıfat,
Zât yüzlerinin kemâlâtını sergilemekte, bunlara vâkıf
olanlar kurtulanlar, vâkıf olmayanlar ise hüsranda
kalanlardır buyrulmaktadır.
ZÂTĠYYUN VE SIFATIYYÜN VELÎ NE
DEMEKTĠR

Velî, Allah‟ın dostu, sevgili kulu, Allah‟ın velâyetine sahip


olan kemâlât esmâsıdır. Allah‟ın bir adı da El-Vely‟dir.
Velilik mertebeleri her ne kadar çoksa da genelde üç
türlü velîlik mertebesi vardır:

1 - Zâtiyyun Veliler
2 - Sıfatıyyun Veliler
3 - Ef‟âliyyun Velilerdir

Zâtiyyun velîler kendi varlıklarını Hakk‟ın varlığında yok


ettikten sonra Hakk‟ın varlığı ile varlıklanarak zerreden
kürreye kadar her varlığında kendi tecellîsini gören ve
zevk eden evliyaullahtır. Nokta sırrına vâkıftırlar. Üst üste
konulduğunda yedi noktadan bir „elif‟ harfi meydana
gelir. Elif harfi de çeşitli şekillere bürünerek Kur‟ân-ı
Kerîm‟deki yirmisekiz harfi meydana getirmektedir.
Zâtiyyun veliler bu kâinatta nokta olan o İnsan-ı Kâmil‟in
her varlıkta tecellî ettiğini görür ve yirmisekiz mertebede
zuhûrâtını zevk ederler.
Sıfatiyyun veliler ise Allah‟ın bütün varlıklarda tecellî
ettiğini bilir ve görürler. „Her zuhûrât O‟ndandır. ‟ derler.
Bir tecellî eden bir de tecellî olunan vardır. Onun için
Sıfâtiyyûndurlar. İlimde kendi varlıklarını Hakk‟ın varlığı
yanında bir tecellî mazharı bilirler. Tecellî eden kendi
olduğu zevkine sahip olmamışlardır. Her şey O‟ndandır
derler. O‟dur diyemezler.
Ef‟âliyyun velilerde bu kesret âleminde esmâ ve fiillerin
vâkıfıyeti mevcuttur. Her tecellînin Allah‟ın âyetleri
olduğunu, şerîat hükümlerinde aşırı hassasiyet
göstermeleri mevcuttur. Allah‟ın fiil ve işlerinin her
tecellîsine boyun eğmiş kimselerdir.
Bu saydığımız veliler de irşâdda görevli olanlar ve idârî
bölümde olanlar diye ikiye ayrılırlar. İrşadla görevli
olanlara Mürşid-i Kâmil denilmektedir. Bunların da kendi
içinde irşâdla görevli her mertebede Mürşîdleri vardır. Bir
de Mürşid-i Kâmil dediğimiz can Mürşîdleri vardır. Bunlar
Resûlullah efendimizin nübüvvet vârisidirler. İdari
bölümde olanlar ise irşâdla görevli değillerdir. Onlar “Gök
kubbemin altında Benim nice sevgili kullarım vardır ki
onları Benden başka kimse bilmez.” Hadis-i Kudsîsi
gereğince bilinmezler. Bunlarda velâyet hâli gâlib geldiği
için irşâdla görevli değillerdir.
Bizler Allah‟ı seviyor muyuz. Allah da bizi seviyor mu.
Bunların belirtisi nedir. diye sorduğumuzda Allah‟ı
sevmemiz, bizim Hakk‟ın varlığında yok olmamızla
mümkündür. Yani kişi Fenâfillâh olmasıyla Allah‟ı sevmiş
olabilir. Allah „Bu varlıklar benimdir. ‟ diyor. Sen de
„Benimdir. ‟ dersen ihtilâfa girmiş olmaz mısın. Sevgilin
için canını ver ki sana canân ihsân etsin.
Allah da seni sevdiyse senin bütün sıfatlarından
kemâlâtıyla zuhûra gelir ki canını vermenin karşılığında
canân almış olursun.
ZEKÂT NASIL VERĠLMELĠDĠR

Zekât temizlenme ve arttırma anlamına gelmektedir.


Zekât Kur‟ân-ı Kerîm‟de âyetlerle farz kılınmıştır.
Zâhirinde mallarımızın kırkta birini fakirlere vermemiz,
bâtınında da nefsimizi temizleyerek, nisbîyetlerden
kurtulmamız emredilmiştir.
İslamiyette 96 gr. altını veya karşılığında parası olan kişi
zengin sayılmaktadır. Kendi yiyeceğinden başka bu 96
gr. altın veya karşılığı paranın, üzerinden bir sene
geçtikten sonra o mevcut mal ve paranın zekâtı
verilmelidir. Fakat her sene verilmiş olan mal veya
paranın zekâtı ise verilmeyecektir. Çünkü zekât malın
kirini temizler. Siz bir çamaşırınızı yıkayıp dolaba
kaldırsanız giymediğiniz sürece o çamaşırınız kirlenmediği
için yıkamazsınız. Aynen bunun gibi bu sene 96 gr. altın
veya karşılığı paranın zekâtını verdin. Bu altın veya
karşılığı olan paran önümüzdeki sene 196 gr. altın veya
para olduysa bunun hepsinin değil yalnız artan 100 gr.
altın veya paranın zekâtı verilecektir. 96 gr. altının zekâtı
zâten daha önceden verilmişti. Bir tüccar elindeki 20
altının zekâtını birinci sene verdi. İkinci seneye bu miktar
25 olduysa bunun artan beş tanesinin zekâtı verilecek
kalan yirmisinin zekâtı verilmeyecektir. Bu altınlar hiç
artmadıysa yirmide kaldıysa yine onların zekâtları
önceden verildiği için tekrar verilmeyecektir. İslâm
İlmihâlinde (Ömer Nasuhi Bilmen Sahife 334 zekât
bölümü 10. Madde) „Zekâta tâbi bir mal, üzerinden bir
sene geçtikten sonra artacak olsa, bu artan kısmı -
artmazsa verilmeyecek demektir- arttığı günden itibaren
üzerinden bir sene geçmedikçe zekâta tâbi olmaz‟ diye
kayıt vardır. İşte zenginler onun için her sene milyarlar
eden mallarının zekâtını vermek isteseler zekâtı da
milyarları tuttuğundan o kadar parayı vermeye
kıyamadıkları için Allah‟a layıkiyle kulluklarını yapamama
ezikliği içinde günden güne îmândan
uzaklaşıyorlar. Mallarının kirlerini temizleyecek olan
zekât fakirlere verilmediği için fakirler de toplumda
maddî ihtiyaçlar içerisinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Din
âlimlerimiz İslâmın emirlerini lâyıkiyle anlatsalar
zenginler seve seve mallarının zekâtını verecektir
Bu mevzunun bir de bâtınına bakalım. Kendimizi
Allah‟tan ayrı olarak düşünüyorsak biz zenginiz demektir.
Çünkü bu düşünceye göre bütün varlık bizimdir. Biz
yaparız, biz biliriz, biz görürüz ve bizim varlığımız vardır.
İşte zengin olarak bu varlığımızı „hak sahibine‟
verdiğimizde zekât vermiş olmaz mıyız. Ef‟âlimizi bu sene
verdik, önümüzdeki sene verilmiş olan ef‟âl zekâtını
tekrar veriyor muyuz. Olmayan şeyin zekâtı olur mu.
Tabii ki olmaz. Zekâtı verilen malın zekâtı verilmez. Fakat
zekâtını verdik deyip önümüzdeki yıllarda tekrar ef‟âli
kendimize nisbet edersek işte o zaman zekâtını vermek
gerekli olur. Ehl-i Tevhîd fakir olduklarının idrâkiyle
zengin olan Allah‟ın her an zekât tecellîlerine mazhar
olarak mutluluk içindedirler. Bu mânâdaki mutluluk
rüzgârlarının zâhirde zengin mazharlardan fakir
mazharlara da esmesini engellemeye,yanlış mânâ verişle
toplumların huzur ve mutluluğunu bozmaya kimsenin
hakkının olmadığını belirtmek isterim. Zâten kimsenin de
hakkı yoktur.

ZĠKĠR NEDĠR, NASIL YAPILIR

Zikrin kelime mânâsı anmak, hatırlamak demektir. Bu


âlemde Allah‟ı bütün varlıklar zikrederler. Ya ayakta ya
rükûda ya da secde halinde… Âl-i İmrân Sûresi 191.
âyette“Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve
gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar;
göklerin ve yerin yaratılıĢı hakkında inceden
inceye düĢünenler "Ey Rabbimiz, Sen bunu
boĢuna yaratmadın, Seni bütün eksiklerden
tenzih ederiz; o halde bizi o ateĢ azâbından
koru.”buyrulmuştur. Onun için bütün nebâtât ayakta,
bütün hayvânât rükû halinde, bütün cemâdât da secde
halinde Allah‟ı zikretmektedirler. İnsânlar ise cemâdâtın,
nebâtâtın ve hayvânâtın zikrinin yekûn halini namazda
toplayarak kıyam, rükû' ve secde halinde birleştirerek
hepsinin zikriyle zâkir olmakta ve hepsinin de ecrini
almaktadır.
Zikir yalnızca anmaktan ibaret değildir. Anmaktan ibaret
olsa idi herkes “Allah” diyor. Zikir, fikirdir. Fikir
edildiğinde zikir olur. Bir âyet-i kerîmede “Ya Muhammed
sana Kur‟ân‟ı Arapça indirdik. Tâ ki anlayasın diye”
buyrulmuştur. Şu halde anlamadan okunan Kur‟ân bile
zikir olmuyor. Zikirden gâye zikredilenin bilinmesi ve
fikredilmesidir. Yoksa taklîdî bir anma olacaktır.
Zikir üç türlü yapılır:

1 - Cehrî zikir : Açıktan ve yüksek sesle yapılan zikir.


2 - Kalbî zikir : Dil damağa yapışık, ağız kapalı,
burundan derin bir nefes alıp o aldığımız nefesi üçe
bölerek tekrar burundan verilmesi sûretiyle yapılan ve
akıl nimetiyle takip edilen zikirdir.
3 - Tefekkürî zikir : Bu da Tevhîd mertebelerinde
râbıta ve şühûdların düşünülmesi ise de, merâtiblerin
zevkî tefekkürüne sâlikleri alıştırarak, esas kalb zikri olan
müşâhedeyi sağlamaktadır. Çünkü zâtımız yedi
sıfatımızdan fiillerini sergilemektedir. İşitme fiili işitme
esmâsının tahakkümünde, görme fiili ise görme
esmâsının tahakkümündedir. Dolayısıyla zâtımız nasıl bir
halde ise sıfatlarımızdan da o fiil zuhûra gelecektir.
Zuhûra gelen bu fiillerin cibilliyetine bakarak o şahsın
veya varlığın Allah‟ın indinde ma‟lûmiyeti derecesinde
tecellî ettiğini görmek ve ona göre tavır almak lâzımdır.
Çünkü bu zikirde hem Zât, hem sıfat, hem fiil tecellîlerini
müşâhede etmek, hem de Allah‟ın emir ve yasakları
doğrultusunda yaşam biçiminin uygulanması elde
edilmektedir. Bu zikir aded olarak dil ile vücûdumuzun
yaptığı zikir değil; gönlün kemâlâtla yaptığı lâtif olan
müşâhede-i zikirdir. Ahzab Sûresi 41 ve 42.
âyetlerinde“Ey îmân edenler, Allah'ı çok anıĢ anın!
O‟ nu sabah akĢam tesbih edin!”buyruluyor. Bu „Nefs
mertebesinde ve rûh mertebesinde Allah‟ı çok
zikrederseniz hesapsız mükâfatlara nâil olursunuz‟
demektir. Zikir yapmayanlara Mücâdele Sûresi 19.
âyette “ġeytan kendilerini istila etmiĢ ve
kendilerine Allah düĢüncesini unutturmuĢtur. ĠĢte
onlar Ģeytanın yandaĢlarıdırlar. Uyanık ol ki,
Ģeytanın yandaĢları hep hüsrana
düĢenlerdir.” denilmektedir. Taha Sûresi 124.
âyette “Her kim de zikrimden yüz çevirirse, ona
dar bir geçim vardır ve onu Kıyâmet günü kör
olarak haĢrederiz.” buyrulmaktadır. Yine Ankebût
Sûresi 45. âyetten“Sana vahyedilen Kitabı güzel
güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz
edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar.
Muhakkak Allah'ı anmak(zikir) en büyük iĢtir ve
Allah, her ne iĢlerseniz bilir.”anlaşılacağı gibi zikir en
büyük ibâdettir. Bakara Sûresi 152. âyette “O halde
anın Beni, anayım sizi; Bana Ģükredin, nankörlük
etmeyin!” buyrulmakla zikrin ne kadar önemli olduğu
görülmektedir. .
Zikir, Allah‟ın ef‟âlini, sıfatını ve zâtını remzeder. Üç kez,
“Allah ! Allah ! Allah!” denmesinin hikmeti budur. Zira bu
üçlü zikirde tarif edilemeyecek kadar sırlar vardır.
Besmele-i Şerîf‟teki „Bismillâh‟ Allah‟ın zâtını, „Rahmân‟
Allah‟ın sıfatlarını, „Rahîm‟ ise Allah‟ın ef‟âl-i ilâhiyesini
remzetmesi nedeniyle bu üç lafzın manâsı tüm Kur‟ân‟ın
sırrı olmuş oluyor. Allah lâfzı Arapça‟da “elif”, iki “lâm” ve
“Hu” harfleriyle yazılmaktadır. Bu üç harfin mânâsı,
Hakîkat-i Muhammediyye‟nin sıfatları olan Tafsîlât-ı
Muhammediyye‟den fiilleri ile açığa çıkması demektir.
Şu halde ister nefs mertebesinde lafzî olarak “Allah”
densin, ister kalb mertebesinde Allah‟ın ef‟âlini, sıfatını ve
zâtını şühûd etsin, isterse rûh mertebesinde kendi
tecellîsinin bu üç yüzünü zâhir ve bâtında müşâhede
zevkiyle zevkiyâb olsun, bunların hepsi zikirdir ve bu
zikirler en büyük ibâdettir. Zamanla büyük dille yapılan
cehrî zikir, küçük dille yapılan ağız kapalı kalbî dediğimiz
akli zikre tebdil olacak ef‟âl mertebesinde şühûdî zikirle
kalbin tasdîki ve her bir âzasıyla müşâhedeye geçerek,
her tecellînin Hakk‟ın bir tecellîsi olduğunu, fakat bu
tecellîler mazharlardan zuhûr ettiği için, mazharların
yaratılma yerlerine göre tecellîsini gösterdiğini seyretmek
en büyük bir zikir olacaktır. Bir kişinin kalbi saat gibi
zikirle kurulursa, Cenâb-ı Hakk onu kat‟iyen bir daha
durdurmaz.Bir kişinin de hicâbı açıldığında Allah‟ın
şanından değildir ki onu kapatsın.

ZĠKĠRLE BĠRLĠKTE RÂBITA NASIL


KULLANILIR

Bir sâlik yüzünü Rabbine çevirerek, bezm-i elest demi


olan İnsan-ı Kâmilin dizinin dibinde zikir telkînâtını alır.
Bu, “Rûhumdan Âdeme bir rûh üfledim” âyet-i
kerimesi gereğince, zikir rûhudur. Her nefesteki “Allah,
Allah, Allah” diye yaptığı bu zikir, ister Âdem‟de isterse
âlemdeki Cenâb-ı Allah‟ın üç tecellîsinin idrâkini sağlayıp,
Vahdâniyyeti ile diriliğini ihtiyarî olarak zevk ettirecektir.
Zikir Makâm olmayıp bir derstir. Dolayısıyla da zikirde
râbıta da yoktur.
Sâlik Tevhîd mertebelerinin Fenâ Makâmlarının birincisi
olan Tevhîd-i Ef‟âl‟i telkîn aldığında, “Lâ fâile
illallah” “Fiillerin halk edicisi yalnız Allah‟tır.” râbıtasını
hissiyle kullanmaya başlayacaktır. Bir kişi kalbiyle dâima
“Allah, Allah, Allah” diyerek hissiyle de, yani bakışı,
düşünüşü, görmesi, duyması gibi hissi müştereki ile bunu
aklından hiç çıkarmaması, aynı zamanda râbıtayı da
kullanması demektir. Râbıta bağ demektir. Neyin bağı.
Kendisine üfürülen ef‟al-i İlâhiye rûhunun, gönlündeki
fiillerin kendisinin değil, halk edicisinin Allah olduğunun
bağı.
Tevhîd-i Sıfât mertebesinde, zikirle birlikte sâbit sıfatların
halk edicisinin Allah olduğunun râbıtası, Tevhîd-i Zât
mertebesinde zikirle birlikte vücûdun Vücûdullah
olduğunun râbıtası olmalıdır. Bir sâlik bir üst mertebeyi
aldığında, daha evvelki mertebelerin râbıtaları o aldığı
mertebenin râbıtasının içinde zaten mevcûddur. Sâlik
kalbiyle dâimî zikrini, hissiyle de râbıtasını kullandığında,
kendisinin ve kendisinden başka varlıkların hiçbir
varlıklarının olmadığını, tek varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk
olduğunun irfâniyetine sâhib olacaktır. Bilmek ve idrâk
etmek irfâniyet değildir. Bilmek ve idrâk etmek ilm-el
yakînlik içinde bir şeye vâkıf olmaktır. Kulağınızla
duyduğunuzu gözünüzle görebilmişseniz onu kalbiniz
tasdîk eder, yoksa tasdîk etmez. İşte kalbin tasdîkinden
sonraki o şuhûdu zevke irfâniyet denir.Yoksa bilmek
veya ona vâkıfım demek irfâniyet değildir. Zaten
kulağımızın duyduğunu gözümüz görmezse kalbimiz
bunu tasdik etmez. Bu irfâniyete ilm-el yakînlik değil,
ayne‟l-yakînlik denmektedir. İhtiyarî olarak kendi
varlığımızı Hakk‟ın varlığında yok ederek, Cenâb-ı Hakk‟ın
Vahdâniyyeti ile zevklenmemiz, her neye bakarsak
bakalım O‟nun Vahdâniyyetinden başka bir tecellî
görmememiz demektir. Bu mertebenin râbıtasında,
Hakk‟ın kulunun kulağından ve gözünden görenin,
dilinden konuşanın Hakk olduğunu zevk etmek kişiye
râbıta zevki sağlayacaktır.her neye bakarsak bakalım
O‟nun Vahdâniyyetinden başka bir tecellî görmememiz
demektir. Bu mertebenin râbıtasında, Hakk‟ın kulunun
kulağından ve gözünden görenin, dilinden konuşanın
Hakk olduğunu zevk etmek kişiye râbıta zevki
sağlayacaktır.her neye bakarsak bakalım O‟nun
Vahdâniyyetinden başka bir tecellî görmememiz
demektir. Bu mertebenin râbıtasında, Hakk‟ın kulunun
kulağından ve gözünden görenin, dilinden konuşanın
Hakk olduğunu zevk etmek kişiye râbıta zevki
sağlayacaktır.
Bekânın ikincisi olan Hazret‟ül- Cem Makâmında, halkın
zâhire çıkmasıyla, tafsilât-ı Muhammediyye olan bu
âlemde, bütün varlıkların yani Hakk‟ın sıfatlarının “Sen
bizlerde tecellî etmemiş olsan bizler olmazdık, bizlerdeki
varlıkta tecellî eden de Sensin ya Rab!” diye acziyetlerini
ifâde ettiklerini, hissi müşterek olan bu bâtın
duygularımızla, dâima kendimiz diye ikilikle ifade edilen
Cenâb-ı Hakk‟ın sıfatlarının isti‟dâd ve kabiliyetlerine göre
farkıyla düşünmek, rûhun emrine geçmiş olan akıl
nimetiyle kendimizi yakın takibe almak, bizleri Kâbe
kavseyne ulaştıracaktır. İşte, sîretimiz olan rûhaniyet
yönümüzün sûret olan fiziksel bedenimizden nasıl zuhûra
geldiğini, Cenâb-ı Allah‟ın vahdet-i şuhûd olan yalnız
sîretten ibaret olmadığını, vahdet-i mevcut olan yalnız
görünen varlıklarla da kayıtlı olmadığını, vahdet-i şuhûd
olan sîreti,vahdet-i mevcûd olan sûretten tecellîsiyle
vahdet-i vücûd olduğunu anlamış oluruz. Cenâb-ı Hakk‟ın
Zâtının, Muhammed olan sıfatlarından tecellîsini farkıyla
izlemek ve yaşamak kemâlâttır. Zaten bekâ Makâmları
olan bu mertebelerde kalbî zikirle birlikte verilen
râbıtalar, o kişiyi dâima illallah irfâniyetine sahip
kılacaktır.
Şu halde hangi mertebe ve Makâmda olursak olalım,
dâima kalbî zikirle birlikte râbıtayı kullanmak bize vuslat
sağlatacaktır. İlimle bu yerleri bilsek bile şuhûd ve
râbıtamız yeterli değilse, saydığımız Allah‟ın manevî
nimetlerine sahip olamayız. Zikir fikirdir. Fikir ise zikirdir.
Kalbî zikir her mertebede râbıta olan fikirle birleşmeden
vuslat olmaz. Onun için fikir yalnız ilmî olarak bir şeye
vâkıf olmak değildir. Ayne‟l-yakînlikteki şuhûd ve
irfâniyet bizleri vuslat bulduracaktır. Arzu eden
kardeşlerime Allah bu yerleri zevk ettirsin. Âmin.

ZĠYÂRET NĠYETĠYLE MESCÎDLERĠ


GĠTMEK

“Evinizden üç yer için ziyâret kastıyla çıkınız. 1-


Mescîd-i Harâm 2- Mescîd-i Nebevîyye 3- Mescîd-i
Aksâ‟‟dır. Bu üç yerin dıĢında ziyâret kastıyla
çıkmayınız.” (H.Ş.)
Peygamber Efendimiz Mescîd-i Haram için ziyâret
kastıyla seyahata çıkmamızı uygun buluyor. Çünkü
Mescîd-i Haram Mekke şehrindeki Kâbe‟nin bulunduğu
yerdir. Kâbe Allah‟ın Zât‟ını remzetmektedir. Dolayısıyla
orayı ziyâret Cenâb-ı Hakk‟ı ziyâret demektir. Yoksa
zâhirde taştan yapılmış bir binanın hiçbir özelliği yoktur.
Hatta bir gün Hz. Ömer Kâbe‟yi tavâf ederken Hacer-ül
Esved taşına şöyle hitapta bulunmuştur: “Ey taş! Senin
bir taştan ibâret olduğunu biliyorum. Yalnız Resûlullah
Efendimiz seni öptüğü için ben de öpüyorum.” Çünkü
“Hacer-ül esved taşı Allah‟ın sağ elidir” Hadis-i Şerifinde
buyrulduğu için onu öpmek Allah‟ın elini öpmek olacaktır.
Hakk ve hakîkat yolcusu Tevhîd ehillerinin bu insan
toplumlarının içinde gizli olan Zâtiyyun olan velileri
ziyâreti Kâbe‟deki Hacer-ül Esved taşını öpmeleri gibidir.
El öpmekten gâye et ve deriden meydana gelmiş bir eli
öpmek değil “El ele, el Hakk‟a” ifâdesinin sırrına vâkıfiyet
ve ondan ilim ve irfâniyeti verenin bizzât Cenâb-ı Allah
olduğunu bilmektir. Yoksa Kâbe‟deki taşın hiçbir hikmeti
yoktur. O İnsan-ı Kâmil‟in elini öpmeği remzetmektedir.
Bedensel olarak İnsan-ı Kâmil‟in bizlerden hiçbir farkı
yoktur. Fakat sîret yönüyle Cenâb-ı Hakk‟ın kemâlâtıyla
„insan‟ diye vasıflandırdığı o resimden veliyyullah olarak
bizlere bizzât Cenâb-ı Hakk‟ın konuştuğunu anlamaktır.
İkincisi Mescîd-i Nebeviye ise Resûlullah efendimizin
Medine-i Münevvere‟deki Ravzâ-i Mutahhara‟sıdır.
Buranın ziyâreti de Sıfâtiyyûn velilerin ziyâretini
remzetmektedir. Çünkü bu kâinatta Allah Zâttır,
Muhammed sıfattır. Sıfatlardan her ne tecellî ederse
Zât‟ın o sıfatın isti‟dâdı nisbetinde onun mazharından
görünmesidir. Sıfatıyyun velîler zâtiyyun velilerin bir
uydusudur. Bulundukları yerlerde kendi isti‟dâdlarına
göre Zâtın tecellîlerini sıfat mertebesinde kemâlâtıyla
zuhûra getirenlerdir. Ayrı değildir. Görevleri orası olduğu
için o mertebedeki isti‟dâd sahiplerini irşâd ederler.
Üçüncü ziyâret yeri de Mescîd-i Aksâ‟dır. Zâhirde Kudüs
şehrinde bir mescîddir. Taşıdığı mânâ ise kalb sahibi olan
Ef‟âliyyûn velilerin ziyâret edilmesinden ibârettir. Bu
veliler de Zâtıyyun velilerin Sıfâtiyyûn velilere manevî
tâlimatlarının kendi mertebelerinde uygulama ve
uygulatma emrini vermesi, Sıfâtiyyûn velilerin de
Ef‟âliyyûn velilere ef‟âl mertebesinde kemâlâtıyla
uygulama ve uygulatma görevini vermesidir. Bütün bu
velîler kendi yerlerinde mertebeleri gereği görev
yaparlar.
İşte Allah‟ın Zâtıyyun, Sıfâtiyyûn ve Ef‟âliyyûn velîlerinin
ziyâretleri anlamına gelen bu Hadis-i Şerîf Allah‟ın başka
bir tecellîsinin olmadığını bütün tecellîlerin bu üç tecellî
içinde olduğu için bu üç yerden başka yerlere ziyâret
kastıyla evinizden çıkmayınız buyrulmuştur.
Günümüzde yatırlara, türbelere ve bazı Allah‟ın büyük
velîsi diye bildiğimiz kabirlere ziyâret edenler var. Hadis-i
Şerîf‟e göre bu ziyâretler yasaklanmıştır. Çünkü rûh
hiçbir zaman ölmez. Onların rûhları toprak altında değil,
âriflerin gönlündedir. Ancak ârif olan velîleri ziyâret
edersek onları aynen ziyâret etmiş oluruz. Yoksa
kabirlere gitmek sadece “Ey kişi ! Bir gün sen de buraya
geleceksin. Gelmeden evvel hazırlığını yap!” diye ibret ve
ders almamızı sağlar. Orada başka hiçbir şey yoktur.
Onlara bir müşkül sorsanız kabirden o velî cevap
veremez. Fakat bir ârifin ziyâretine gitseniz sizin bütün
müşküllerinizi halleder. Bir Hadis-i Şerîf‟te Resûlullah
Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Kabirdekiler sizi duyar
fakat cevap veremezler.” Bu „Sendeki rûh ne söylersen
yine senden biliyor ve duyuyor. Fakat cevap veremiyor.
Zira o isimdeki mazhardan cevap vermesi mümkün
değildir. ‟ anlamına gelmektedir. Rûh birdir. Parçalanma
kabul etmez. Yalnız tecellî ettiği mazharlarda Ahmet,
Mehmet. . gibi isimler alır. Allah bizlere Zâtıyyun,
Sıfâtiyyûn ve Ef‟âliyyûn velîleri ziyâret ettirmek nasîb
etsin. Âmin. Onlarla tanışmak ve onların irfâniyetlerinden
faydalanmak nasîb etsin. Âmin.

ZÜLKARNEYN (AS) KĠMDĠR?

Kur‟ân-ı Kerîm Kehf Sûresi 83 ilâ 98. âyet-i kerimelerde


bahsedilen nebîlerden birisidir.
Doğu ve batı ülkelerini de emrinde tuttuğu için
“Zülkarneyn” denmiştir. Bu âyetler müteşâbih olduğu için
tevilâta ihtiyacı vardır. Zâhir olarak garb ve şarka
hükmettiğini söylediğimiz Zülkarneynler bu gün var
mıdır. Kimlerdir. Onu tanımak ve bu âyetlerden istifade
ederek yaşama geçebilmemiz için, vücûd ülkemizde
onun yerini bulmamız ve zevk etmemiz gerekmez mi.
Enfüs ve âfâkta Zülkarneyn (A.S.)‟in doğuya ve batıya
gitmesi nedir. Üçüncü bir yola gitmesi nedir. Oradaki
halkın Ye‟cûc ve Me‟cûclerden şikâyet etmesi nedir.
Oradaki halk Zülkarneyn'in himmetiyle Ye‟cûc ve
Me‟cûc'ten nasıl kurtulmuşlardır. Günümüzde Ye‟cûc ve
Me‟cûc var mıdır. Varsa bizler bunlardan nasıl
kurtulmalıyız. İşte bu soruların cevaplarını bilmemiz bu
kıssaya vâkıfiyetle mümkün olacaktır.
Günümüzde Zülkarneynler kalp sahibi olan İnsan-ı
Kâmillerdir. Onlar hem sıfatlar âlemi olan beden arzına,
hem de rûh arzına hükümdarlık yapmaktadırlar. Evvelâ
nefisle yapılan ameller ülkesi beden arzına giderek
oradaki halka Hakk ve hakîkati anlatıyor. Çünkü orası
güneşin battığı, yani rûh güneşinin bâtın olduğu yerdir.
Sonra doğuya giderek, oradaki ahâlîyi üryân bulmuş ve
onlara da aynı şeyleri anlatmıştır. Doğu, Vahdâniyyet yeri
olduğu için rûhun birlik zevkine sahip olmaları nedeniyle
bazı kâidelere itibar etmek istemediler. Zira Hakk‟ın
sarhoşu olmuşlardı. Şeriat elbiseleri olmadığı için bunlar
üryân yani çıplaktılar. Sonra üçüncü bir yola giderek
orada Ye‟cûc ve Me‟cûc'ten şikâyet eden bir topluluk
buldu. Onlar Zülkarneyn (A.S.)‟den “Bize yardım et.Bizim
sabahtan akşama kadar kazandığımız her şeyimizi Ye‟cûc
ve Me‟cûc denilen bu varlıklar yiyip bitiriyor. Size ücret
de ödeyelim” diyerek yardım istediler. Zülkarneyn (A.S.)
de onlara “Ben hiçbir ücret istemem, benim ücretimi
Cenâb-ı Hakk verir. Sizler bana yardımcı olursanız ben de
sizleri onlardan kurtarırım” dedi. Halkın ellerinde ne
kadar demir ve bakırları varsa, bir meydanda toplayarak
ateşte eritti. Çin seddi gibi bir set yaparak, onları Ye‟cûc
ve Me‟cûc'ten kurtardı.onları Ye‟cûc ve Me‟cûc'ten
kurtardı.onları Ye‟cûc ve Me‟cûc'ten kurtardı.
İşte günümüzdeki İnsan-ı Kâmiller de, bâtınımız olan
nefis ülkesine giderek, teşbih tecellîlerini öğretmekte,
doğumuz olan rûh ülkesine giderek de tenzih tecellîlerini
öğretmektedir. Üçüncü bir yol olan, halkı dâima rahatsız
eden Ye‟cûc ve Me‟cûc varlıklarının bulunduğu esfel-i
safîlin olan avâmın ülkesine gitti. Avâm, ilim ve
irfâniyetsiz olarak ne kadar ibâdet yapsalar da onların
enfüsündeki vehim ve hayâl gibi, Ye‟cûc ve Me‟cûc‟ten
kurtulmaları, yani ihlâsa ermeleri mümkün değildir. Onun
için mutlaka bir Mürşîd-i Kâmile ihtiyaçları vardır. Âfâkta
da avâmın kendi varlıklarını Hakk‟a vermiş olan Tevhîd
ehlinden rahatsız oldukları malûmdur. Yunus Emre bir
ilâhîsinde “Bir sinek kartalı aldı vurdu yere, ben de
gördüm tozunu” buyurduğu gibi, âlimim diyen bir kişi bir
dervişe cevap bile veremiyor. İşte bu topluluğa İnsan-ı
Kâmil sohbetleriyle, „inĢâallah‟ ve „mâĢâallah‟
sözlerinin sırlarını öğreterek bu rahatsızlıktan
kurtuluyorlar. İnşaallah demek, işlerin sâhibinin Allah
olduğunu bilmektir. Çünkü bütün fiillerin fâili Allah‟tır.
Mâşâallah demek de mâişetin sahibi Allah‟tır demektir.
Zira mevsûf sıfatların sahibi de Allah‟tır. Bir insan fiil ve
sıfat şirkinden kurtulursa, o kişi ne sevap işleyebilir, ne
de günah işleyebilir. Artık o kişi, fiil ve sıfatsız olduğu için
cehâlet ve gayriyetten ölmüştür. Her ne kadar henüz
vücûdu varsa da, boş bir kütük gibi onun hiçbir şey
yapması mümkün değildir. Tecellî-i sıfatı zevk eden
sâliklere, “kurtuluş beratını almıştır” denilmektedir.
İnsan-ı Kâmiller de Zülkarneyn gibi, batıya ve doğuya
giderek her ne kadar teşbih ve tenzih mertebelerindeki
kişilere vuslat zevklerini öğretiyorsa da esas üçüncü yol
olan inançlarında taklîdden kurtulamayan,ister
enfüslerinde vehim ve hayâlden kurtulamayıp
ibâdetlerinden zevk alamayanlar olsun, isterse pozitif
ilimle bir şeyler bilenlerin manevî rûh nurlarına sâhib
olmadıkları için Tevhîd ehlinin Hakk ve hakîkat sözleri,
onlara diken gibi batması nedeniyle, İnsan-ı Kâmile
ihtiyaçları vardır.
İnsan-ı Kâmilsiz bu rahatsızlıktan kurtulmak mümkün
değildir. Onun için de „inşâallah‟ ve „mâşâallah‟ sırlarının
bizlere öğretilmesiyle mümkün olduğunu,söyliyor.

RUHUN KABZEDĠLMESĠ

Bir insanın üç türlü ruhunun kabzedilmesi vardır.

1 - İnançsız kâfirlerin ruhunu azâb melekleri kabzeder.


Kur‟an-ı Kerim‟de Enfal suresinin 50. ayetinde “Ve kâfir
olanları, vefat ettirilirken melekleri, onların
yüzlerine ve arkalarına vururken ve “Yakıcı azabı
tadın!” (derken) görseydin.” buyrulmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu kişilerin ruhlarını azab meleklerinin
nasıl parçalayarak pıtraklı bir telin parçalayıp yırttığı gibi
azâb vererek kabzedildiğini görüyoruz. Bunlar için ebedî
cehennem vardır. Günümüzdeki Allah ve Resulunu inkar
edenlerin durumları budur.
2 - İnanan ve bir Hak mürşidine tabi olan bütün
insanların ruhlarını Azrail diye bildiğimiz ölüm meleği
almaktadır. İnsan-ı kâmillerde 4 melek mevcuttur.
Bunlar: 1- Cebrail, 2- İsrafil, 3- Mikail, 4- Azrail‟dir.
Cebrailliğiyle; bütün ihvanlara Cenab-ı Hakk‟ın emirlerini
tebliğ etmek suretiyle sohbetler yapar. İsrafilliğiyle; Hicr
suresi 29. ayetindeki “Ben, onun yaratılıĢını
tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim
zaman, siz hemen onun için secdeye
kapanın.” ifadesiyle tevhid mertebelerini üfürür.
Mikailliğiyle; saliklerin sohbetlerden elde ettiği tevhid
zevklerindeki ruhun manevi gıdalarıyla da onları
beslemiş olur. Azrailliğiyle de, cehalet, gayriyet, şirk gibi
bütün nisbiyetlerini öldürerek nefsini daimi zikirle yok
ederek ölmeden evvel öldürür. İşte böylece ihtiyari bir
ölümle ölenlerin izdirarı ölümü de hoş olacağından Azrail
ruhları kabzetti denilmiştir. Secde suresi ayet 11 “ De ki,
'Üzerinize görevlendirilen ölüm meleği canınızı
alacak ve sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”
diyerek bunu beyan etmektedir. Bütün Allah ve Resuluna
inanan kişler bu cümledendir.

3 - İnsanı kamillerin ve evliyaların bizzat Cenab-ı Allah


tarafından ruhları kabzedilir. Zümer suresi ayet 42
“Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri
de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hükmü
verdiklerini alıkor da diğerlerini salıverir bir
müsemmâ ecele kadar, Ģüphesiz ki bunda
düĢünecek bir kavim için âyetler
var.” buyrulmuştur. Zira evliya ve insan-ı kâmiller için
artık melek olan kuvvelerinde hükmü kalmamış, Zat-ı
Hakk‟a vuslat edenler için, Hak‟ta Hak olanlar ikinci bir
varlık ve kudret olması mümkün değildir. Cenab-ı Allah
Mü‟min suresi 16. ayetinde “Bu mülk kimindir” diye
nida ettiğinde cevap veren olmadığı için kendisi “Bu
mülk Kahhar olan Allah‟ındır” buyurmuştur. İşte
insan-ı kamiller bu yerde bulundukları için, tebdilat yani
değişiklik tecellisi olarak Allah bizzat bunlarda ruhları
kendisi kabzeder denmiştir. Yoksa, ruh için ölüm yoktur.
Mertebelerde seyir vardır. Allah bu üç halin idrakını
bizlerde nasip ederek, üçüncüsünden olanlardan
eylesin.

MUSEVĠLĠKTE ĠSEVĠLĠKTE VE
MUHAMMEDĠLĠKTE NAMAZ

Her şeyin bir zahiri ve birde batını olduğu gibi, bu


musevlik ve isavilik mertebelerindeki ibadetlerinde zahiri
ve batını vardır. Ayrıca Muhammediliğin Musevilik idrak
ve ibadeti olduğu gibi, İsevilik idrak ve ibadeti de vardır.
Muhammedilik ibadet ve idrakı ise kemalat mertebesinde
olmaktadır.
Toplumdaki islamiyete inanan çok kişiler, bilinçsiz olarak
yapmış oldukları ibadet ve icraatlarını bedensel olarak
zan ve hayallerindeki hakka yapmaktadırlar. Hiçbir mana
ve cenabı hakla konuşmaları da mümkün değildir. Kuranı
kerimdeki emre uyarak kulluklarını yaptım zannı ile
ibadetleri onları dünyada belki mutlu etmekte, fakat
ahiret de nasipleri yoktur. Taklit olarak yapılan ibadetler
Maun suresinde ifade edildiği gibi, gafletle namaz
kılanların kıldıkları namazlar suretlerine çarpılmaktadır.
Dolayısıylada, Nefs mertebesinden Ruh mertebesine
onları ulaştırmayacaktır. Aklı maaş sahibi olmaları
nedeniyle dünyada zengin ve mutlu olabilirler, fakat
taklit ibadet içinde oldukları için ahiret de nasipleri
yoktur. Bütün ibadetlerini yalnız bedensel olarak
yaptıkları için gönül alemine inemezler. Buna
Muhammediliğin Musevileri denir.Bunlar yalnız şekilde ve
zahirde inanmış görünebilir. Gösteriş ve riya hali onların
Nefslerince hoş görülür. Camiden eve evden camiye
gitmeyi Müslümanlık olarak kabul ederler. Nefslerinin
istek ve arzularından başka ibadet ve tatlarını yalnız
bedenen yaparlar. Gönüllerinde bir manevi kazanç
görülmez.
Bir hadisi şerifteki “en üstün insan insanlığa faydalı
olandır” ifadesini bilmedikleri için, nefsleri için çalışırlar
başkaları için çalışmazlar. Benlik ve menfaat içindedirler.
Muhammediliğin İsevileri ise, ibadet ve tatlarını inançları
nisbetinde gizli yaparlar. Kendi Nefslerini tatmin
edebilirler. Çünkü Allah suretlere değil, yalnız kalp ve
niyetlere bakar diyerek, gönül alemine inmiş suret
ibadetlerden uzaklaşan kişilerdir. İlim ve tevhidde ki
hissi müştereği ile bütün varlıklardaki tecellilerin hakkın
tecellisi olduğunu bildiği halde, vahdet yönü ağır bastığı
için zahir olan bedensel ibadete itibar etmezler. Bunların
başkaları tarafından ne durumda olduğu da kesin
bilinmez. Çünkü ibadet ve tatlarını gizli yaparlar. İdrakları
da vahdetin galip gelmesi nedeniyle bunların çoğu
zındıktır. Sıfatlar alemindeki fark tecellilerini
göremedikleri için, halkın kafiridirler. (halkın örtücüsü)
her ne kadar Musevi olan taklit ibadet edenlere göre
bunlar farklı durumdalarsa da,her iki mertebedeki bu
kişilerin Allahın indinde diğerleri yoktur. Eksik ve nakıs
olmalarından mütevellit her iki alemde de azaptadırlar.
Zira cenabı hakkın tecellisi yalnız zahir olmadığı gibi
yalnız batında değildir.
Bedenin hakkını veren ruhun hakkını vermiyorsa, Ruh
yönüyle azapta, Ruhun hakkını verip de bedenin hakkını
vermiyorsa, beden yönüyle azaptadır. Bir insanda nasıl
Ruhsuz beden ayakta duramıyorsa, Bedensiz Ruhta
kendini ispat edemez. Onun için her iki halde de kişiler,
İslamiyet de nakıs ve eksiktirler. Muhammediler ise;
Musevilik ve İsevilik olan inanç ve itikatlarını
pekleştirerek, tenzih ve teşbihi Tevhid yapmak suretiyle,
İnsanların efendisi Muhammedi olmuşlardır.
Onlar yalnız bedensel ibadet ve taat yapmakla yetinmez,
Ruhani gıdalarına da ağırlık vererek, zahir ve batındaki
ibadetlerin gönül alemindeki tecellilerini izlerler. Ve
bunlarla yaşamaya özen gösterirler. Bu kişilerin kendi
varlıkları kalmadığı için kendi diye bildiği bu
mazharlarında cenabı hakkın Rahman sıfatları olarak
seyrini yaparlar. Her an ayrı bir şanda ki tecellilerini
gören bu kişiler farkı ile islamiyeti daimi huzurda
yaşamaya başlarlar. İşte Muhammedi bunlardır.
İslamiyetin Musevi veya İsevi bölümünde bir imana sahip
isek, henüz nakısıyetten kurtulmuş ve Muhammedi
olmuş değiliz. Belki, ismen veya genelde Muhammedi
isek de hakikatta Muhammedi olmadığımızı bilmeliyiz.
Museviler, İsevileri, bunların her ikisi de Muhammedileri
neden kabul etmez inkâr ederler bilirmisiniz. kedinin
yetişemediği çiğere mundar dediği gibi, onlarda
Muhammediliği kabul etmemektedirler. Bir ilk okul
talebesine üniversitedeki fizik ve kimyayı anlatmaya
kalkarsanız onu kabul edemez zira o idrak ve seviyede
değildir. cenabı Hakkın evvela Museviliği, sonra İseviliği,
sonrada Muhammediliği insanlara öğretmek için sırası
ile, Tevrat, İncil ve kuran göndermesi islamiyetin
merdiven basamakları değilmidir. Elhamdülillah bizler
zahirde de batında da Muhammedi olarak yaratıldığımız
için Rabbımıza hamd ederiz. Cenabı hak bizleri, zahirde
ve batında laikiyle islamiyetin Museviliği, İseviliği ve
Muhammediliği bir Mürşidi kamilden tahsil ederek
yaşayan ve idrak eden kullarından eylesin amin.

RABBĠL HAS VE RABBĠL ALEMĠN NE


DEMEKTĠR

Rabbil has; kaf suresi ayet 16:” ben kuluma Ģah


damarından daha yakınım” buyurulmaktadır. Bu
ayete Muhiddini Arabi hz.leri kulların kendilerini sevk ve
idare eden,irşad ve terbiyesini yönlendiren rabbil
haslarıdır buyurmuşlardır. Bir kişinin gayriyet yönü ile
sevk ve idare olması vardır. Birde ayniyet yönü ile sevk
ve idaresi vardır. Gayriyet yönü ile yaşantısını tanzim
edenler süfli nefslerinin doğrultusunda yaşantılarını
idame ettirenlerdir. Her türlü irşad ve terbiyeleri hak ve
hakikattan uzak olduğu için bu kişilerin
dünyadada,ahirette de cehennem de azabta oldukları
görülür. Bahçeye dikilen bir meyva çekirdeğinin
sulanması,çapalanması.ilaçlanması ve aşılanması
olmayınca nasıl yabani bir meyva oluyorsa, bunlarda
aynen mutsuz ve dünyada iken bile cehennemlerini
yaşamaktadırlar.
Rabbil Alemin ise; alemlerin Rab mazharı olan Mürşidi
kamillerdir. Cenabı Allahın,uluhiyetinden kulluk olan
Rububiyetine tecelli ederek,Allahın Rahmaniyet kemalat
sıfatı olan Muhammed de tecellisidir.
Bunlar birden fazla çeşidli mazharlarda görünse
bile,onların özde bir olmaları onların birlik tecellilerini
bozmaz.
Hicir suresi ayet 29 “Adem oğluna Ruhumdan bir
Ruh üfürdüm” buyurulmaktadır.Günümüzde her kim
kemalat Muhammed sıfatına sahipse,onlar Alemlerin
rabbı tecellisinede sahibdirler. İrşad ve terbiye etmekle
yüzlerce,binlerce alemi Kübra namzeti olan saliklerin
rabbı olmuş olur. İşte Alemlerin Rabbı durumunda olan
bu Mürşidi kamillerin pınarlarından ab-ı hayat suyunu
içenler,gönüllerindeki rabbil has olarak verilen talimatlar
doğrultusunda, Hakkın kendilerine şah damarından daha
yakın olduğunu göreceklerdir.
Zikir Ruhundan sonra efali ilahiye ruhu,sıfatı ilahiye ruhu
ve zatı ilahiye Ruhlarını üfürterek bunların irfaniyet ve
tecelli zevkine sahip olanlar,Âdemiyet sırrına sahibtirler.
Artık kul ile Allah arasında bir mesafenin olmadığını,kendi
diye bildikleri varlığın Allahın varlığı olduğunu zevk
edeceklerdir. Rabbil Alemin mazharlarından Ruh
üfürülenler,Rabbil has olarak ayniyet yolundaki vuslatları
onların ilmel yakınlıktan aynel yakınlığa ve aynel
yakınlıktanda hakkal yakınlığa şahid yaparak,şahidlik
şerbetini içeceklerdir. Cenabı hak isteyen kardeşlerime
bu zevkleri nasip etsin.amin.

ADEME RUH ÜFÜRÜLMESĠ

Cenabı Allah kuran-ı kerim‟in Hicr suresi ayet 29 da


“Adem oğlunu engüzel biçimde yarattıktan sonra, ona
Ruhumuzdan bir Ruh üfürdük” buyurulmaktadır.
Görüldüğü gibi, Cenabı Allah o kulluk mertebesi olan
Rububiyetine tecelli ederek, Rab esması ile kemalat
Rahman sıfatı olan Hz. Muhammed s.a.v. Efendimizden
zuhura gelmiştir. Günümüzde Hz. Muhammed s.a.v.
Efendimizin kemalatına kimler sahib ise, o
mazharlardanda hak ve hakikata talip olan saliklerin
kulaklarına o Mürşidlerden bu Ruh üfürülüp durmaktadır.
Peki bu Ruh nedirki, talip olan saliklere bu Ruh
üfürülsün.
İsra suresi ayet 85 de “Sana o Ruhtan sorarlar, deki o
Rabbımın bir emridir” buyurulmuştur. Şu halde emirler
aleminden olan bu ruh, cenabı Allahın mukayyet
alemine tecelli eden, Efali ilahiye, Sıfatı ilahiye ve zatı
ilahiyenin Mürşid Mazharından bizlere okunan telkininden
ibarettir. İşte bu telkinde, Mürşidi kamil‟in dizinin dibinde
oturarak israfıl vastasıyla salikin kulaklarından toptan
aldığı zikir telkinatıdır. Salik aldığı zikirle nefsini terbiye
ve tezkiye ettiğinde, Cenab-ı Allahın Efal, Sıfat, Zat
tecellilerini kendisine nisbet etmekten kurtularak ihtiyari
bir ölümle ölerek, ölmeden evvel ölenlerden olacaktır. Bir
hadiste “Men arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu”
nefsini bilen Rabbını bilir. Hadisi geregince, kendisindeki
Rabbil alemin olan Mürşid mazharından üfürülen Rabbil
hasının zevkini gönlünde yaşayacaktır.
Gönlünde tecelli eden Rabbil hasın talimatı
doğrultusunda bütün nisbiyet ve şirk olan varlığından
soyunarak, Âdemiyet mazharının cenabı Allah‟ın bir kul
sıfatı olduğunu anlayarak, evvela Ruhun kendi
mazharında tecelli eden zatının sıfatından tecelli ederek
fiilleriyle zuhura geldiğini görecektir. İşte Âdem mazharı
evvela varlıktan temizlenerek en güzel bir biçimde
yaratılmakta, sonrada Cenab-ı Hakkın tecellileriyle Ruh
üfürülmüş olmaktadır.

You might also like