You are on page 1of 48

Editörden

Nisan ayı Film Festivalinin gelişiyle birlikte Sinefil ve


Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi için iki farklı heyecana gebedir.
Mithat Alam Film Merkezi İzlemek için sabırsızlandığımız filmlerin yanısıra Merkez’de
15 Nisan - 3 Mayıs 2013 bu sene hangi usta yönetmenin sinema dersi vereceğinin
Gösterim Programı ve de merakı sarar herkesi. Bu sene 32.’si düzenlenen İstanbul
Film Tanıtım Kitapçığı, 2013 / II Film Festivali kapsamındaysa Dead Poet Society, Truman
Bu dergi Boğaziçi Üniversitesi Show ve Gallipoli gibi önemli filmlerin yönetmeni Peter Weir
öğrencilerince hazırlanmıştır. Boğaziçi öğrencileriyle beraber olacak. Biz de bunu fırsat bilip
Boğaziçi Üniversitesi Avustralyalı yönetmenin filmografisine eğildik ve sizler için
Mithat Alam Film Merkezi
Güney Kampüs 34342 Bebek-İstanbul
kapsamlı bir dosya hazırladık.
Tel: (212) 359 73 81 Dahili: 7381
Faks: (212) 287 70 68
E-posta: mafm@boun.edu.tr Ne var ki bu sene festivalin buruk bir tarafı var.
internet: www.mafm.boun.edu.tr Atlas ya da Beyoğlu Sineması’nda filme giderken Emek’in
İmtiyaz Sahibi
Yamaç Okur
önüne dikilen koca koca inşaat perdelerini görmek her
seferinde, tahmin ediyorum ki yalnızca benim değil birçok
Editör (Sorumlu)
Hamit Özonur
festival izleyicisinin tadını kaçırıyor. Belki de kaçındığım(ız)
mücadeleyi hatırlattığından canım bu denli sıkılıyor.
Yayın Kurulu
Berna Naldemirci
Kayıtsızlık hepimizin o kadar başat özelliği haline gelmiş
Sevgihan Oruçoğlu ki artık “kentsel rant” adına toplumsal, kültürel ve bireysel
Can Sever belleğimize saldıran saldırana ama biz susuyoruz. Yaşayış
Tasarım
şeklini korumak hep daha ağır basıyor kültürel mirası,
Muratcan Kazancı şehrin dokusunu korumaya ve o yüzden susuyoruz, nöbet
Ural Memiş tutmuyoruz, işgal etmiyoruz. Birileri mücadeleyi bizim için
Hamit Özonur
versin istiyoruz tıpkı birileri kararları bizim yerimize bizim
için versin diye beklediğimiz gibi. Kapitalizmin en büyük
Yayın Danışmanları
Mithat Alam
başarısı da burada yatmıyor mu zaten? İnsanlara aktif aktör
Yamaç Okur olmasalar da kontrolde oldukları ilüzyonunu yaşatmakta.
Zeynep Ünal

Katkıda Bulunanlar Emek’in geniş ve ferah(!) bir AVM daha yapmak


Serhad Mutlu, Elif Gökçe, Serkan
Küpeli, Nazlı Özüm Gündüz, Can
adına yıkılışının gölgesinde geçen bir festivalde filmleri
Önalan, Oğuzhan İlhan, Eylem Taylan, ikinci plana atmak gelse de insanın içinden görebildiğimiz
Harun Yörük, Murat Demirhan, Arda
Kaya, Tilbe Cana İnan, Seçkin Serpil, filmlerden dikkate değer bulduklarımızı da kaleme aldık
Mikail Boz, İldem Turan sizler için.
Teşekkürler
İrem Akman, Utku Güneş, Ahmet Her geçen sayıda çehremize yenilikler katmaya
Bülent Kirkoç ve sizinle beraber gelişip kabuk değiştirmeye çalışıyoruz,
Ön Kapak Görseli: umarım bu sayının içeriğini de keyifle okur bizleri fikir ve
Peter Weir yorumlarınızdan yoksun bırakmazsınız.
Arka Kapak Görseli:
Truman Show (1998) Hamit Özonur
hamit.ozonur@gmail.com
Sinefil, iki aylık süreli yayındır.
Ücretsizdir.
Dergide yayımlanan tüm yazıların
sorumluluğu yazarlarına aittir.
Boğaziçi Üniversitesi Matbaası
Nisan 2013

1
İçindekiler

3 Gündem
5 Berlin Film Festivali İzlenimleri

32. İstanbul Film Festivali: Göze Çarpanlar

8 Çocuk Pozu
9 Tarihi Şehit Merkezi
11 Beyaz Fil
13 Karanlıktan Aydınlığa
14 Kalbimdeki Işık

16 Jîn

Peter Weir Dosyası:

20 Truman Show
24 The Last Wave
26 Picnic at the Hanging Rock
28 Ölü Ozanlar Derneği
30 Witness
32 Gelibolu
34 The Year of Living Dangerously
36 The Way Back

39 Gömülü Hazineler: Etki Altında Bir Kadın

42 Dizi Kuşağı: Game of Thrones

2
Gündem

32. İstanbul Film Festivali, 29 Mart Cuma akşamı düzenlenen Açılış Töreni’yle başladı.
Türkiye sinemasının seçkin isimlerinin yanı sıra ödüllü oyuncu Patricia Arquette ve usta yönetmen
Bille August da açılış törenine katılan önemli konuklar arasındaydı. Festival geçtiğimiz yıl aramızdan
ayrılan isimleri de unutmadı. Oyuncu Halit Ergenç’in sunumuyla kaybedilen değerlerimiz anılırken,
genç yaşta hayata veda eden Seyfi Teoman’ın anısına bu yıl verilmeye başlanacak Seyfi Teoman En
İyi İlk Film Ödülü’nün de sunumu yapıldı.

Canlandıranlar Yetenek Kampı, yepyeni bir festivale hayat veriyor: Canlandıranlar Festivali.
Festival, 24-28 Nisan 2013 tarihleri arasında İstanbul’da, 16-19 Mayıs 2013 tarihleri arasında ise
Ankara’da programını canlandırmaseverlerin beğenisine sunacak. Film gösterimleri, söyleşiler,
sektör buluşmaları, canlandırma atölyeleri ve bir panelin gerçekleşeceği Festivalin ilk konuğu, Star
Wars serisindeki “ışın kılıcı”nın yaratıcısı, The Transformers: The Movie(1986) ve Empress Chung(2005)
filmlerinin yönetmeni, The Simpsons Movie’nin (2007) yapımcısı Nelson Shin.
Program ve etkinlikler hakkında ayrıntılı bilgiye festivalin çok yakında açılacak web sitesi dışında Facebook
ve Twitter hesaplarından ulaşılabilir.

Oscar ve Emmy adaylığına sahip olan senaryo yazarı Fay Kanin 95 yaşında hayata veda
etti. Kanin, 1979-1983 yılları arasında Oscar ödüllerini düzenleyen Sinema Sanatları ve Bilimleri
Akademisi’nin ikinci kadın başkanıydı. Kanin’in senaryoları arasında Oscar’a aday olan Doris Day’li
Aşk Hocası (Teacher’s Pet, 1958) ve Richard Widmark’lı My Pal Gus(1952) var.

İstanbul Modern›den:

18 Nisan Perşembe
İstanbul Modern Sinema, kısa film dünyasından üç büyük festivali bir günde toplayarak Festival
O³ başlıklı bir kısa film maratonu hazırladı. 2012’nin en çok konuşulan ödüllü animasyonlarının
buluştuğu Ottawa Animasyon Festivali “en iyiler” seçkisiyle, dünyanın en eski kısa film festivali olan
Oberhausen Kısa Film Festivali, İsrail’den Finlandiya’ya, belgeselden animasyona, öykülü filmden
deneysele uzanan iki renkli programla 2012’in en iyilerini sunacak. Üçüncü kısa film seçkisi ise bu yıl
Oscar yarışına aday olan kısa filmlerin bir araya geldiği Oscar’dan Kısalar başlıklı program.
Detaylı Bilgi: www.istanbulmodern.org

Bu yıl beşinci kez Türkiye Sineması’ndaki erkek egemen bakışa dikkat çekmek için verilen
Altın Bamya Ödülleri, önümüzdeki yıllarda ödül verecek aday bulunamaması dileği ile, Hollanda
Başkonsolosluğu’nda yapılan törenle açıklandı. Erkek Karakter, Senaryo ve Film ödülleri Dağ
filminin olurken Kadın Karakter ödülü Zenne(2011) filmine gitti. Geçtiğimiz günlerde açıklanan
İzleyici Bamyası’nın sahibi Yeraltı’na da gecede ödül verildi.

Eurimages, Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filmi “Kış Uykusu”na 450.000 Euro destek verdi.
Almanya’nın Dresden kentinde yapılan 113. toplantıda; toplam 13 proje destek aldı. “Kış Uykusu”
projesine yapılan 450.000 Euro maddi destek ile Türkiye bugüne kadar aldığı en yüksek destek
miktarını kazandı. Nuri Bilge Ceylan’ın Türkiye-Fransa-Almanya ortak yapımı olan yeni filminde,
Demet Akbağ, Haluk Bilginer ve Melisa Sözen gibi isimler rol alıyor. “Kış Uykusu”nun ortakları
ise Zeynep Özbatur Atakan’a ait ZeynoFilm ile NBC Film’in yanı sıra, Almanya’dan Bredok Film
Production ve Fransa’dan Memento Films...

Bu yıl 18-28 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilen Akbank 9. Kısa Film Festivali’nin
yarışma bölümünde “En İyi Kurmaca Film Ödülü”nü Buhar(2012) ile Abdurrahman Öner alırken

3
Gündem

“En İyi Belgesel Film Ödülü”nü Bay Siebzehnrübl(2012) ile Tuna Kaptan ve “En İyi Canlandırma
Film Ödülü”nü Sirk Aşkı(2012) ile Akile Nazlı Kaya kazandı.

TRT 1’de yayınlanan absürd komedi türündeki dizi Leyla ile Mecnun, IMDb’nin en iyi 50
dizisi arasına girdi.Listede “Game of Thrones, Breaking Bad, Life, Arrested Development, Sherlock, The
Sopranos, Firefly, The Twilight Zone, Dexter, Monty Python’s Flying Circus, Avatar: The Last Airbender,
Freaks and Geeks, House of Cards, Twin Peaks, Cowboy Bebop, Death Note” gibi tanıdık diziler yer alıyor.

İstanbul Film Festivali’nin başladığı gün yıkımına başlanan Emek Sineması’na sahip
çıkanlar arasına festival konuklarından Patricia Arquette de girdi. Yıldız oyuncu Twitter’daki
“Emekbizim” hashtag’ini koyarak attığı tweet’te “İstanbul en eski sinemasını kaybetmek üzere,
sinema bir alışveriş merkezi kurmak için yıkılıyor” diye yazdı.

Martin Scorsese, 2002 tarihli filmi New York Çeteleri’nin (Gangs of New York, 2002)
televizyon dizisi için film yapım şirketi Miramax’la çalışmalara başladı. 1800’lerin başında New
York’ta oluşmaya başlayan ilk çetelerin birbirleriyle mücadelesini aktaran filmin dizi versiyonu ise
aynı dönemde New York’tan yola çıkarak Chicago ve New Orleans gibi farklı şehirleri de kapsamına
alacak ve ABD ‘de organize suçun nasıl doğduğunu ekrana getirecek. Scorsese, konuyla ilgili “Söz
konusu dönemin ABD’si, iki saatlik bir filmde hakkı verilemeyecek kadar zengin karakterleri ve
hikâyeleri içeriyor” dedi.

Game of Thrones’un ABD’de 31 Mart gecesi yayımlanan yeni bölümü indirilme rekoru
kırdı. Bölüm, 1 milyonu aşkın kişi tarafından torrent programları üzerinden indirilirken 160 binin
üzerinde kullanıcı tarafından aynı anda paylaşılarak da Heroes dizisinin elinde bulundurduğu 144
binlik paylaşılma rekorunu geçti.

Ankara Film Festivali 23 Mart akşamı düzenlenen bir törenle sona erdi. Geceye en iyi film
ve yönetmen ödülü de dahil yedi dalda ödül kazanan Tepenin Ardı filmi damga vurdu.

Goethe-Institut İstanbul’un Perşembe Filmleri adlı etkinliği Nisan 2013’te de devam


ediyor. Ocak ve Şubat aylarında olduğu gibi Nisan ayında da son üç yılın Alman yapımı filmlerinden
oluşan bir seçki her Perşembe saat 19.00′da sinemaseverlerle buluşuyor. Nisan ayının programında
şu filmler yer alıyor:
4 Nisan 2013 – Mahler Bunalımda (Mahler auf der Couch)
11 Nisan 2013 – Büyükannemin Evi (The Flat)
18 Nisan 2013 – Alttaki Şehir (Unter dir die Stadt)
25 Nisan 2013 – Sınırsız Yetki (Carte Blanche)

Son olarak Pi’nin Yaşamı (Life of Pi, 2012)filmiyle en iyi yönetmen Oscar’ını kazanan
AngLee, yeni televizyon dizisi Tyrant’in ilk bölümünü çekecek. Bu yaz Amerika’da Fox’ta
gösterilmeye başlanacak dizi sıradan bir Amerikan ailesinin Ortadoğu’nun çalkantılı ortamına
sürüklenmesini konu alıyor.

Kaynaklar:
www.radikal.com.tr
www.altyazi.net
sinema.mynet.com
www.beyazperde.com
www.istanbulmodern.org

4
Berlin Film Festivali İzlenimleri

63. Berlin Film Festivali her şeyden (Pozitia Copilului, 2013) ayrıcalıklı sınıftan
önce, şehrin birbirinden etkileyici sinema bir annenin, neden olduğu trafik kazası
salonlarında on gün boyunca değişik filmler sonucu suçlu bulunan oğlunu kurtarma
izleme fırsatını sinefillere sunduğu için önemli. çabasını anlatırken ahlaki normları sorguluyor.
Festival gala gösterimlerinin ve ödül törenin Toplumsal sorunlara sağlık politikaları
yapıldığı Berlinale Palast’ın yanında, yine onun kanalından yaklaşan An Episode in the Life of
kadar görkemli Friedrichstadt Palast, festivalin an Iron Picker (2013) ise, festivalden iki ödülle
atmosferine karışmayı bekleyen sinemaseverleri dönmeyi başardı. O nedenle bu yılki festival
büyülüyor ve ilk dakikada sizi etkisi altına jürisinin, söyleyecek sözü, verilecek mesajı olan
alıyor. Güzel bir salonda, görüntü ve ses filmlerden yana tercihlerini kullandıklarını
bakımından tatmin olup bu duyguları kalabalık söylemek yanlış olmaz.
bir grupla paylaşmanın mutluluğunu yaşamak, Yarışma filmlerinden Alman yapımı
farkında olmadan izlenilen filmden daha çok Gold (2013), geçtiğimiz yılki Berlinale’den
etkilenmeyi sağlayabilir. Festivalin büyüsünden Gümüş Ayı ödülüyle dönen Barbara (2012)
çıktığınız bir anda, yarışma bölümüne neden ’dan aklımıza kazınmış Nina Hoss’u merkeze
dahil edildiğini anlamadığınız filmlerle de yerleştirse de, kötü bir ıssızlık ve kayboluş
karşılaşmanız olası. Bütün bu gelgitlerin öyküsü olarak ortada kalıyor. Nina Hoss bu
arasında festival jürileriyle bir arada film izleme filmdeki Emily karakteriyle Barbara gibi
fırsatı yakalayabilmek ayrı bir heyecan yaratıyor. mesafeli ama aynı ölçüde şefkatli olabilen
Bu yılın jüri başkanı Wong Kar Wai’nin uzak, yalnız kadın rolünde. Fazlasıyla
festivalin açılışını yapan filmi The Grandmaster beğeni toplayan ve Paulina Garcia’ya En
(2013), festival seyircisini fazlasıyla tatmin etti İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren Gloria
ve gelecek zamanlarda “yönetmenin klasikleri (2013), altmışına yaklaşmakta olan Gloria’nın
içindeki yeri” temalı tartışmalarını getireceği yalnızlıkla başa çıkışının tatlı hikayesine
şüphesiz. Yine yarışma dışı olarak gösterilen, odaklanıyor. Buna paralel olarak, On My Way
festivalin merakla beklenilen filmlerinden biri (2013), yine ellili yaşlarında olan Betty’nin
de Gece Yarısından Önce (Before Midnight, arabasına atlayıp hayatına yeni bir akış verme
2013) idi. Üçlemenin son filminde Celine ve arayışını konu ediyor. Catherine Deneuve’ü
Jesse’nin yıllara uzanmış, kişisel yüklerle ve close-up’larla doya doya izlediğimiz gerçeği
hesaplaşamamazlıklarla ağırlaşmış ilişkilerine bir kenara, film birbirine bağlanamayan
tanık olurken, yaptıkları Yunanistan gezisinin bölümleriyle seyri zor bir hal alıyor, dağınık
renkli ve iç ısıtan ayrıntıları filmin aslında ağır
ve kabul etmesi zor olan gerçekliğinden daha
az sıyrıkla çıkmamızı sağlıyor.
Berlinale için ayrı bir önemi olan
yönetmen George Sluizer, bu yıl yarışma dışı
olarak Kirli Kan (Dark Blood, 2012) filmiyle
festivaldeki yerini aldı. Yönetmen, çekimler
sırasında filmin başrol oyuncusu River
Phonex’in hayatını kaybetmesi sonucu yarım
kalan filmini on dokuz yıl sonra tamamlama
kararı alıyor. Sluizer, son haliyle filmini üç
ayaklı bir sandalyeye benzetiyor: Yarım ama
ayakta durabilen. Film bittikten sonra bu halde kalıyor. Güçlü kadın karakterini
tanım daha anlamlı bir hale geliyor; çok güçlü merkezine oturtan bir diğer film ise Camille
olabilecek sahnelerin eksikliği hissedilse de film Claudel 1915 (2013). Bruno Dumont,
ayakta kalıyor. sanatçının akıl hastanesinde geçen otuz
Altın Ayı’yı alan Çocuk Pozu yılından yalnızca bir hafta gibi küçük bir

5
Berlin Film Festivali İzlenimleri

kesiti seçerek derdini anlatmayı başarıyor. ile akıp giden, rüya ve gerçek arasındaki
Film, gücünü Juliette Binoche’un muhteşem kararı seyirciye bırakan bir deneyim
oyunculuğuyla birlikte, otuz yıl süren umutlu sunuyor. Annesinin Kanada’ya yerleşmesi ve
bir bekleyişin ağırlığını o kısa zaman diliminde üniversitedeki evli profesörüyle yürümeyen
verebilmesinden alıyor. Promised Land (2013); ilişkisi yüzünden bocalayan Haewon çözümü
enerji sorununa, global şirketlerin stratejilerine, belki de düşlerinde buluyor.
dava insanı olmaya dair şeyler söylerken çok Panorama bölümünde gösterilen
fazla klişeyle tökezliyor. Gus Van Sant’ın Jacques Doillon’un son filmi Love Battles,
aynı anda birden fazla noktaya dikkat çekme başlangıçta ilişkileri konumlandırılamayan
isteğinin yanına hikayede sürpriz dönüşler bir kadın ve erkeğin, yer yer izlemesi sabır
yapma çabası da eklenince film beklenen gerektiren, bir araya gelip yaptıkları seanslardan
etkiyi veremiyor. Bu sürpriz dönüş durumunun oluşuyor. Kadının babasının ölümünden
eğreti durmadığı film ise şüphesiz Acı Reçete sonrasıyla başlayan film kızgın ve derdi olan
(Side Effects, 2013)’ydi. Sodenberg, kullandığı karakterini daha ilk andan hesaplaşmaya
mekanlarla New York atmosferini özellikle giderken gösteriyor. Bir süre sonra diyalogların
hissettirerek ilaç şirketi, hasta, psikiyatrisi tamamen silinmesiyle kadının hesaplaştığı/
üçgeninden yola çıkıyor. Şaşırtıcı hikayesi, şık savaştığı kişinin neye ya da kime dönüştüğü
mekanların uyumlu kullanılması, müzikleri, sorusu ortaya çıkıyor. Yönetmenin katılımıyla
seyir boyunca izleyicide uyanık bıraktığı yapılan gösterimde film olumlu tepkiler alsa da
şüphe duygusu Side Effects’i dinamik bir filme bazı zorlayıcı sahneleriyle de akılda kaldı. Bir
dönüştürüyor. diğer Panorama filmi Reaching for the Moon,
Sinema sanatında yeni perspektikler Amerikalı şair Elizabeth Bishop’ın hayatının
açtığı düşünülen filmlere verilen Alfred Bauer kapsamlı bir dönemine uzanıyor ve Brezilya’dan
ödülünü alan Vic+Flo Saw a Bear –ismiyle de kaynağını alan olağanüstü güzellikteki görseller,
ironik olarak-, yarattığı tekinsiz atmosferiyle etkileyici müzikler ve Bishop’tan seçme dizeler
ve zaman/mekan dışı karakterleriyle ödülü eşliğinde son derece keyifli bir seyir sunuyor.
fazlasıyla hak ediyor. İnsanlardan uzakta, Filmin, Elizabeth Bishop’tan daha çok dize
orman içindeki evinde yaşayan şartlı tahliye okuma isteğini uyandırdığını da eklemek gerek.
olmuş Vic ve eski hükümlü olduğunu
anladığımız sevgilisi Flo’nun her türlü
zamandan soyutlanabilecek bir mekanda geçen
hikayeleri geçmişten çıkıp gelen biri ve eve
düzenli olarak gelen polis memuru üzerinden
şekilleniyor. Filmde ilgi çekici olan ise hiçbir
karakterin geçmişine dair en ufak bir ipucu
verilmemesi. Bu bilinmezlik üzerinde ilerlediği
için film gerilim duygusunu ayakta tutmayı
başarıyor. Tam da bu incelikli nokta üzerinden
Ödülle dönmeyen ancak dikkat bakacak olursak keşif yapmanın zevkini
çekici yarışma filmleri arasında yer alabilecek sinefillere tattırabilmesi açısından festivaller
In the Name of, eşcinsel bir papazın yeni önem kazanıyor. Yüzlerce film arasından
sürgün edildiği bir Polonya köyündeki yerleşme bize dokunanı keşfedebilmenin bazen şansa
sürecini anlatıyor. Davranış sorunları olan erkek kaldığını da söylemek gerek. Berlinale gibi
çocuklarla çalışan papazın iç hesaplaşması dev bir organizasyon içinde bu şans belki de
Hıristiyan sanatına göndermelerle dolu daha da küçük kalsa da 63.sü düzenlenen
etkileyici görselleriyle sunuluyor. Filmin festivalin oluşturduğu genel atmosfer tekrar
dengesi, son sahne hissi veren birkaç sekansın düşünüldüğünde bir sinefilin zevk alması
arka arkaya gelmesiyle bozulsa da yerle bir kaçınılmaz görünüyor.
olmuyor.
Hong Sangsoo, kendisinden Gülnihal Kavaklıoğlu
beklenildiği gibi Nobody’s Daughter Haewon

6
32. İstanbul Film Festivali: Göze Çarpanlar
Çocuk Pozu

Çocuk Pozu (Pozitia Copilului, iyi niyetle, oğlunun hayatına karışması kaza
2013) yönetmenliğini Calin Peter Netzer’in sonrası büyük bir şok yaşayan ve odasından
yaptığı 2013 tarihli bir dram filmi. Çavuşesku çıkmak istemeyen Barbu’yu bunaltıyor.
rejiminin yıkılmasının ardından özellikle Annesinin karşı gelmesine rağmen evlendiği
son 10 yılda 4 ay, 3 hafta ve 2 gün(4 zile 3 Carmen’le annesinin birbirlerinden nefret
saptamani si 2 zile, 2007), Bay Lazarescu’nun etmeleri de Barbu’yu zor durumda bırakıyor.
Ölümü(Moartea domnului Lazarescu, 2005) Seyirci zaman zaman iyi niyetinden ötürü
ve California Dreamin’(2007) gibi filmlerle Cornelia’ya hak verse de annenin aşırı
dikkatlerini üzerine çeken, övgüler yağdırılan davranışları seyirciyi arada bırakıyor.Aile
Romanya Sineması’nın son medarı iftihari. bu sorunlarla boğuşmaya devam ederken
Filmin senaryosu da yukarıda saydığımız Barbu’nun kurtarılma çabasını izlemeye devam
filmlerden ilk ikisinin senaristi olan Razvan ediyoruz.
Radulescu tarafından yazılmış. Başroldeki Çocuk Pozu, adalet sistemindeki
Cornelia rolünde 4 ay, 3 hafta ve 2 gün’de bozulmaları eleştiriyor. Politik bir çevreye sahip
yine anneyi oynayan Luminita Gheorghiu olmanın sorunları nasıl çözebildiğine, çaresiz
var. Cornelia’nın oğlu Barbu’yu ise Bogdan kalınan durumlar karşısında nasıl yeni kapılar
Dumitrache canlandırıyor. Filmin açılış açabildiğine şahit oluyoruz. Yönetmen belki
sahnesinde Cornelia ve kardeşinin sohbetine de acımasız bir eleştiri yapmamak için zaman
şahit oluyoruz. Cornelia, kız kardeşi Olga’ya zaman seyircinin beklentisinin aksine görevini
oğlu Barbu’nun kendisine karşı kötü layıkıyla yapan polis memuru kadına ve doktora
davranmasından ve hakaret etmesinden yer verse de sistemin yozlaşmasını açıkça
yakınıyor. Bu dakikadan itibaren nedenini tam ortaya seriyor. Annenin bir yargı sisteminde
olarak kavrayamasak da anne-oğul arasında rol oynayacak herkese rahatça ulaşabilmesi
ciddi bir sorun olduğunu anlıyoruz. Bir sonraki ve parayla her sorunu çözebileceğine
sahnede ise Cornelia’nın doğumgünü partisine inanması sinirleri bozsa da annelik içgüdüsü
konuk oluyoruz. Politik çevreden birçok insanın düşünüldüğünde istemeden de anneye hak
katıldığı bu parti bize ailenin sosyal statüsü verilebiliyor. Seyircinin filmi izlerken kendisini
konusunda birçok ipucu veriyor. Bir opera bir karakterin yerine tamamen koyamaması
provasını izleyen Cornelia kız kardeşi Olga’nın filmi oldukça ilginç kılıyor.
verdiği haberle sarsılıyor ve bu andan itibaren Film geçtiğimiz şubat ayında Berlin
film başka bir yöne ilerliyor. Barbu’nun bir Film Festivali’nden büyük ödülle dönüp
trafik kazası geçirdiğine ve yola aniden çıkan büyük bir sürpriz yaşattı. Birçok otoriteye göre
bir çocuğa çarparak ölümüne yol açtığına şahit filmin “Altın Ayı”yı Romanya’ya götürmesi
oluyoruz. İki kız kardeş hemen yola çıkıyorlar beklenmedik bir gelişme olarak dile getirildi.
ve soluğu karakolda alıyorlar. Uzun bir telefon Filmin en iyi yönü ise tartışmasız olarak
trafiği başlıyor. Tahmin edildiği üzere Barbu’yu anne rolündeki Luminita Gheorghiu. Filmin
kurtarmak için siyasi açıdan güçlü tanıdıklarına genelinde çok başarılı bir performans gösteren
başvuruyorlar. Adalet sisteminin ne kadar aktris otoritelerden de büyük övgü aldı. Sonuç
yozlaştığı, insanların yargıya güvenmediklerini olarak Çocuk Pozu, özellikle son dönemde
ve bu konuda ne kadar haklı olduklarına şahit yükseliş içerisinde olan Romanya Sineması’nın
oluyoruz. Yine filmin ilerleyen bölümlerinde iyi örneklerinden biri.
gerçekleşen birçok olay izleyiciye sistemin ne Murat Demirhan
kadar yozlaştığını, bozulduğunu gösteriyor.
Arka planda ise anne oğul arasındaki sorunları 1-balkan anneleriyle ilgili böyle bir
izlemeye devam ediyoruz. Aralarındaki genelleme var mı gerçekten?
sorunun annenin aşırı dominant karakterinden 2-deniz tutması kısmı biraz ciddiyeti
kaynaklandığı da yavaşça gün yüzüne çıkıyor. bozmuyor mu?
Cornelia’nın oğlunu korumak adına, tamamen

8
Tarihi Şehir Merkezi

32. İstanbul Film Festivali kapsamında


gösterilecek olan filmler arasında göze
çarpanlardan biri Tarihi Şehir Merkezi (2012).
Yönetmenliğini ve senaryosunu usta dört isim
olan Aki Kaurismaki, Pedro Costa, Victor
Erice, Manoel de Oliveira’nın üstlendiği,
dört kısa filmden oluşan film; Portekiz’in
tarihi şehirlerinden olan Kuzey Portekiz’deki
Guimaraes’in Slovenya’nın Maribor kentiyle
birlikte 2012 yılı Avrupa Kültür Başkenti
olması namına çekilse de özellikle bu kısa filmlerinden bir kesit çıkmış.
filmlerin bazılarının kadrajında biraz daha geri Filmin muhteviyatına inecek olursak
planda kalmış gibi görünüyor. Fakat bu geri kadrosu duygusuz, konuşmayı pek sevmeyen
planda kalmışlık, filmleri belgesel havasından insanlardan oluşuyor. Aslında bir restoran
uzaklaştırırken aynı zamanda da yönetmenlere sahibinin günlük yaşamına dair ayrıntılarla
aşina olan gözlerle tanıdık pek çok şeyin başlayan fakat restoran sahibinin geçmişiyle
seçilebilmesine olanak sağlıyor. fazlaca ilintili bir konunun işleneceği filmde
Filmleri bir bütün olarak değil de kendi yönetmen daha ilk dakikadan auteur kimliğini
içlerinde sınıflandırmak, hem izleyici hissettirmeye başlıyor izleyiciye. Yönetmen
adına hem de gözardı edilebilecek şeylerin ilk dakikalarda karakterlerin görece duygusuz
atlanmaması namına yapılabilecek en mantıklı mimikleriyle kotardığı mizahı, filmin sonuna
seçim kuşkusuz. Bu nedenle filmin kronolojik değin dingin tutsa da hikayenin karakterin
akışına da uygun olarak ilerlersek sırasıyla Fin geçmişine yönelik şekillenmeye başlamasıyla da
yönetmen Aki Kaurismaki’nin yönettiği Tavern Kaurismaki’nin garip mizahı yerini küçük bir
Man’i, Portekizli yönetmen Pedro Costa’nın burukluğa bırakıyor. Kaurismaki’nin filmlerinde
Sweet Exorcism’ini, İspanyol yönetmen Victor sıklıkla kullandığı bu umutlu burukluk,
Erice’nin Vidros Partidos’unu ve Portekizli yönetmenin sinemasının fazlaca seyirci odaklı
üstad Manoel de Oliveira’nın O Conquistador olduğunun bir göstergesi oluyor. Sinemasının
Conquistado’sunu incelememiz gerekecek. gücünü filmlerinin temelindeki paradokstan
aldığının belirtisi oluşuyla yönetmenin üslubu
Tavern Man (Aki Kaurismaki) bu filmde olduğu gibi önemli bir yer tutuyor.
Portekiz’de İskandinav Soğuğu
Filmin çekiliş amacına uygun başlayan Sweet Exorcism (Pedro Costa)
filmde usta Fin yönetmen kamerasını öncelikle Sabır Testi
tarihi şehir Guimaraes’in sokaklarında Şehri diğer filmlere nazaran çok farklı bir
gezdirerek izleyicinin gözünde bir şehir tasviri şekilde ele alan usta yönetmen Pedro Costa’nın
yapıyor gibi görünse de bu tasvirin sadece filmi ise geceyarısı Portekiz’in kırsal kesiminde,
bir-iki dakikalık giriş sekansını oluşturduğunu dağlarından birinde ve hatta eski sömürgesi
çok geçmeden anlıyoruz. Anlatım dilindeki olan Afrika ülkesi Yeşil Burun Adaları’nda
temel öğelere bağlı olan yönetmen; 2012 insanların Ventura adında birini aramasıyla
Avrupa Kültür Başkenti Guimaraes’i ve başlıyor. Filmin süresi düşünüldüğünde oldukça
halkını kutlamak adına çekilen filmine dahi, uzun sayılabilecek bu arama bölümünün
kendine ve Fin yaşam tarzına özgü elementleri ardından Ventura’yı bir hastanenin bahçesinde
yedirebilmiş. Ortaya Guimaraes’in nispeten dar görüyoruz. Bu noktadan sonra Ventura’nın
sokaklarından birinde geçen, soğuk mizaçlı, hastane tasvirindeki binanın asansörüne
Güney Avrupa ve Portekiz kültürüne tezat binmesiyle yönetmen; hasta karakter Ventura
şekilde çok az hatta hiç konuşmayan insanların ve sessiz Portekiz askeri ile hikayesini
bulunduğu bir Kaurismaki filmi, daha doğrusu anlatmaya başlıyor.

9
32. İstanbul Film Festivali: Göze Çarpanlar

Asansördeki Ventura’nın maruz kaldığı veriyor. Varsa başlarından geçen ilginç ya da


sabır testi aslında yıllarca Portekiz tarafından gündelik hayatları için fabrika yüzünden ritüele
sömürülmüş halkın bir alegorisi. Zaten dönüşmüş olayları anlatmalarıyla geçiyor.
kapalı veya dolaylı sayılabilecek bir anlatım Hikayelerin geneline bakıldığında bazen
kullanmayan Pedro Costa, açık açık yerlinin işçilerin çalışma koşullarından dert yandıkları
sabrının sınırlarını zorluyor. Asansörde hareket görülse de zamanla orasını benimsedikleri
ediyor oluşu görünmemesine rağmen faaliyette ve ikinci evleri olarak gördükleri seyirciye
bulunduğunu rahatça anlayabildiğimiz ve bu sunuluyor. Çünkü çalışma şartlarının
faaliyetlerin genelde, yerli halkı temsil eden zorluklarının yanında işçileri kaybetmemek
Ventura’yı çok rahatsız edecek şekilde tezahür adına özellikle kadın işçilere evlerine ve
edişi filmi tam anlamıyla bir temsil haline çocuklarına vakit ayırabilmeleri için verilen
getiriyor. Fakat Pedro Costa’nın anlatımı için izinlerden herkesin memnun oluşu da bunu
kullanageldiği bu temsil üstü kapalı bir anlatımı kanıtlar nitelikte. Filmin ikinci bölümünde ise
değil, karakterler vasıtasıyla verilmiş bir aynı kişilere fabrikada yıllar önce muhtemelen
sömürü hikayesini başka bir deyişle de bir sabır bir öğle yemeği sırasında çekilmiş, tüm işçilerin
testiyle oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. aynı anda yemek yediği devasa fotoğraf
Ventura’nın ruh haliyle beraber hikayeyi en gösterilerek yorum yapmaları isteniyor. Çoğu
klostrofobik sayılacak yerlerden biri olan yemekte bulunan kişileri çıkaramasa da fabrika
asansörde vererek sömürülen ve baskı altında günlerine dair daha somut şeyleri hatırlamaya
tutulan halkın neler hissettiğini seyirciye daha başlıyor. Şimdilerdeki kırık camlı fabrikanın
etkili şekilde anlatmayı amaçlıyor. Böylece zamanında insanları sosyal ve ekonomik
yönetmenin sinemasını ne şekilde besleyerek açıdan ne şekilde etkilediğine dair önemli
geliştirdiğinin en somut göstergelerinden ipuçları yakalıyorlar. Böylece fotoğraf, işçilerin
biri olarak önümüze konuyor. Filmin sonuna ve izleyicilerin gözünde bir anlamda endüstri
gelindiğindeyse dışarısı aydınlandığını ve çağına geçiş panoramasına dönüşüyor.
kimsenin Ventura’yı aramadığını görüyoruz.
Çünkü Ventura artık özgürlüğüne kavuşuyor ve O Conquistador Conquistado (Manoel de
halk Ventura’yı aramaya artık gerek duymuyor. Oliveira)
Sabır testi ve sömürü de bir anlamda son Fatih
bulmuş oluyor. Dört filmin sonuncusunda ise usta yönetmen
Oliveira, tarihi kent Guimaraes’e gelen
Vidros Partidos (Victor Erice) turistlerin rehber eşliğinde gezdikleri tarihi
Kırık Camlı Fabrika kalıntıların bulunduğu mekanlarda gezdiriyor
Usta yönetmen Victor Erice’nin kamerasını. Turistlerin en son gördükleri
yönetmenliğini üstlendiği bu üçüncü film Portekiz’in ilk kralı olan Afonso I, daha çok
daha çok röportajlar üzerinden gidiyor. Film, bilinen adıyla ‘’Conquistador’’ (Fatih)’un
Portekiz halkının birçok ailesinin geçimini heykelinin, günümüz şartlarına uyum sağlamış
sağlamış olduğu, yaklaşık bir buçuk asır haliyle iktidarı elinde bulunduran gücün,
Avrupa’nın en büyük tekstil fabrikalarından biri kılıcını artık silahlarla donanmış olan düşmana
olan ve artık Kırık Camlı Fabrika’da geçiyor. değil de onu hedef almış ve gelişen teknolojinin
Fabrikanın insanların hayatlarını ne denli de sayesiyle gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya
etkilediğini ve bir ülkenin tarihini incelerken çalışan insanlara doğrultuşunu, yönetmenin
sadece sanat eserlerine bakılmasının ne derece çağdaş yaşam tenkiti niteliğinde okumaksa en
doğru olabileceğini irdeliyor. Film aslında doğrusu gibi görünüyor.
kendi içinde iki bölüme ayrılıyor. Bunlardan
ilki, fabrikada uzun seneler çalışmış işçilerin Serkan Küpeli
ve onların yakınlarının sırayla kendilerini
tanıtarak fabrikanın işlevini, onlara ve ailelerine
neler kattığı, neler götürdüğü hakkında bilgi

10
Beyaz Fil

Beyaz Fil (Elefante Blanco, 2012) Julian, bölgedeki harabenin kör


sabahın erken saatlerinde alarm yerine silah talihini yenip, Villa Virgin halkına daha
seslerinin duyulduğu, çocukların oyuncaklar yaşanabilir bir dünya kurmak için diğer kilise
yerine silahlarla oynadığı, birilerinin birilerini yetkililerine baskı yapar ve bunun sonucunda
öldürmesinin pek şaşkınlık yaratmadığı, onlarla ters düşer. İnşaatın devam etmesi
Buenos Aires’in varoş bir mahallesinde için gerekli olan ödemelerin gecikmesi;
geçiyor. Buraya kadar her şey tamam gibi sorumlu olarak kilisenin devleti, devletin
ancak başrollerde uyuşturucu satıcıları ve kiliseyi görmesi hali hazırda yaklaşmakta olan
gangsterler yerine karşımızda iki rahip var: kaçınılmaz krizi tetikler. Bu sırada mahalledeki
Julian ve Nicolas. İlk bakışta birbirleriyle pek uyuşturucu satıcıları ve aileler arasındaki
benzer görünmeseler de ikisi de “iyi bir rahip” anlaşmazlıklar da paralel olarak gitgide
olmaktan çok “iyi bir insan” olmanın peşinde… çözülmez bir hal alır. Çatışmalar sırasında
Julian (Ricardo Darin), uzun zamandır “Villa ölenlerin sayısının artışı, yakınları başta olmak
Virgin ”de rahiplik yapmaktadır. Filmin açılış üzere herkesi veryansın ettirir. İki rahibin
sahnesinde görüldüğü üzere hastanede bazı karşı karşıya geldiği sahnede, Julian rahiplerin
tetkikler yaptırır ve sonuçlar çok parlak değildir. görevlerinin uyuşturucu satıcılarıyla muhattap
Mahalledeki yorucu temponun yüküyle üst üste olmamak olduğunu savunur. İşte bu sahnede,
gelen amansız hastalığı onu bedenen ve ruhen seyircinin aklına bir papazın öncelikli görevleri
her geçen gün yıpratmaktadır. Julian’ın dostu ne kadar kesin bir çerçeveye konabilir sorusu
genç rahip Nicolas ( Jeremie Renier), oraya geliyor. Bu noktada iyi insan/iyi papaz ayrımı
getirilmekteki asıl amacının Julian’ın varisi bir kez daha vurgulanıyor. Pablo Trapero, iyi
olmasından habersiz, kendisini Villa Virgin’deki bir insan olabilmek için nelerden fedakârlık
bu hengâmenin içinde bulur. Luciana (Martina edilebileceğine değiniyor bir papazın hayatını
Gusman) ise başlatılan sosyal projede rahiplerle esas alarak.
birlikte canla başla çalışan bir kızdır. Dine
düşkünlüğü, rahiplerle arkadaşlığıyla sınırlı
kalsa da mahalle halkıyla yakından ilgilenmesi,
kalkıştığı işi kolay kolay yarım bırakmayan
azimli yapısıyla karşımıza çıkıyor.
Filme adını, 1937’de yapımına
başlanan; bittiğinde civarın en büyük hastanesi
olması planlanan ancak inşası sürekli sekteye
uğrayıp sonundaysa tamamlanamadan
bırakılan harabe veriyor. White Elephant
metaforuyla ilgili hikâye şöyle: vakti zamanında
Siam’da(eski Tayland) beyaz filler -albinolar- Filmi benzerlerinden farklı kılansa,
krallar tarafından kutsal kabul edilirmiş; yalnız görmeğe alıştığımız geleneksel kıyafetli,
kutsal olmaktan başka bir işe yaramayan bu kiliseden dışarı çıkmayan stoik papazlardan
filler beslemek açısından zahmetli olduğundan ziyade, halkın arasına karışmış; papazlara
kralların haz etmediği kimselere “hediye” özgü olan beyaz yakayı bile çeteler tarafından
verilirmiş. Hikâyenin filmle ilintisine gelince, başkalarıyla karıştırılıp öldürülmemek için
papazların da kutsal bir işi ifa ediyor olmaları, takmak zorunda kalan; ayinlerden çok
onları mükemmel varlıklar yapmıyor, tıpkı çatışmaların ortasında kalmış bu “şahsın-a
Nicolas’ın düştüğü yanılgılarda gördüğümüz münhasır” din adamlarını ele alıyor olması.
gibi… Trapero, filme bu adı vererek, canlıları Öyle ki kendilerini tehlikenin göbeğinde
görünüşünden ya da hakkında söylene gelen bulurken bir de bakmışız ki yok oluvermiş
basmakalıp düşüncelerden ötürü yaftalamaya papazların o meşhur beyaz yakaları. Tıpkı
karşı çıkıyor bir nevi. yakalar gibi papaz kimliklerini de bir yana

11
32. İstanbul Film Festivali: Göze Çarpanlar

bırakıp yalnızca insani duygularını alıyorlar yürüyor Beyaz Fil.


yanlarına Julian ve Nicolas. İşte tam bu sırada Filmde dikkati çeken diğer
kafamızda çizmiş olduğumuz papaz imajından detaylardan bahsetmek gerekirse, filme
azlediyorlar kendilerini yadırgayan bakışlarımız genel olarak hâkim olan yağmurlu, kasvetli
arasında. Mahalle sakinleri de tıpkı bizim gibi hava Villa Virgin halkının bitmek bilmeyen
ilk etapta yeni papazın kim olduğunun ayırdına çatışmalardaki sıkışmışlığını pekiştiriyor.
varamıyor. İzleyiciyi kısa da olsa Arjantin’in huzurlu ve
İnancını kaybetmekle burun buruna sakin göl manzaralarında gezintiye çıkarıyor
gelen genç rahip Nicolas’ın Luciana’ya kendini film. Belki halkın onca badireler atlatıp
tereddütsüz koy vermesi insana iyi bir rahibin yaşadıkları yeri terk etmeyip, bu yeri çekilebilir
nasıl olması ya da olmaması gerektiğini bir kez kılmasının nedeni bu manzaradır, kim
daha sorgulatıyor. Tam da Nicolas’ı, şehvetine bilir... Ayrıca, Hristiyanlıkta suyun arınma,
yenik düştüğü o sahnenin ardından yargılayıp, temizlenme, yeniden doğma anlamlarına
üzerine hayatını kurduğu değerlerden bu geldiğini de düşünürsek, filmin üzerinde
kadar çabuk vazgeçtiği için suçlayacakken, durduğu temaları göz önüne aldığımızda,
sırtını çevirdiği dini değerler karşısındaki çekimler için daha uygun bir hava olamazdı
mahcubiyetini, gözünden süzülen bir damla herhalde… Diğer bir ayrıntı; hikâyenin
gözyaşında görüyoruz adeta. Pablo Trapero, aslında 1974 yılında öldürülen Carlos Mujika
böyle acımasız bir yerde insanın uğruna adında bir papaza ithaf edilmesidir, tek fark
hayatını şekillendirdiği değerlere ne kadar Mujika’nın filmdeki aksi Julian ve Nicolas’ta
bağlı kalabileceğini akla getirirken, işlemin vücut bulmuş. Filme adını veren meşhur
sağlamasında tökezletiyor kahramanları. Çünkü hastane yıkıntısına çok fazla vurgu yapılmıyor,
sağlamada evdeki hesap çarşıya uymuyor; bir dolayısıyla yıkıntıyla ilgili akılda kalan sahneler
tarafta üzerine iliştirilmiş saygınlığın altında yok gibi. Ancak Trapero’nun istediği, insanların
ezilmeyi reddedip, doğru olduğuna inandığı ne için mücadele ettiğinden çok nasıl mücadele
şeylerin yolundan giden Nicolas; diğer tarafta ettiğinin altını çizmek... Filmin belki de en
ise saygınlığına bir kalkanmışçasına sımsıkı anlamlı sahnelerinden biri de son sahnede
sarılıp aklının ne söylediğine kulak tıkayan Nicolas’ın elindeki haçla oynaması ki film
Julian… Sosyal normların bireyler için biçtiği boyunca içinde yaşadığı tüm çatışmaları ve gel-
görevleri enine boyuna düşündürmesi açısından gitleri özetler nitelikteydi. Julian’ın Nicolas’a
filmin oldukça başarılı olduğunu söyleyebiliriz. zorluklar karşısında pes etmemeyi öğütleyen
Mahallede çıkan çatışmada ölen çocuğun sözleri ise kendi hayatını anlatıyor gibi: “Şehit
cenazesinde ağlayan kadının sözleri geliyor olmak kolaydır, kahraman olmak da öyle… En
akla: “Tanrı nerede şimdi, bilmek istiyorum.” zor olanı yaptığının anlamsız olduğunu bilerek
İnsanların çaresizlik karşısında sığınacak her gün onun için çalışmaktır.”
liman olarak akıllarına dini getirmeleri; Julian rolüyle karşımıza çıkan
Tanrı’nın varlığını biraz da sitemkâr bir şekilde Ricardo Darin’inki ile karşılaştırıldığında
sorgulamaları, dramatize edilmeden aktarılmış. biraz yavan kalsa da Jeremie Renier (Nicolas)
Bu özelliği, Beyaz Fil’i benzerlerinden bize biraz acemi biraz da aykırı/aşık bir papaz
ayırmış diyebiliriz. Müziklere gelince, sıkça portresi çiziyor. Yine de insan Ricardo Darin’in
kullanılmamakla birlikte zaman zaman Beyaz Fil’deki performansını, başrolünü
kulağımıza çalınan hareketli İspanyolca şarkılar üstlendiği bol ödüllü “duygusal anlamda
filmin genel atmosferiyle fark edilir bir tezat nüfuzlu” XXY filmi ile karşılaştırmadan
oluştursa da filme yerinde bir denge kattığını edemiyor.
söyleyebiliriz. Ne de olsa hiçbir şey sadece kötü
ya da sadece mükemmel gitmez hayatta, Villa İldem Turan
Virgin sakinleri de yaşanan acıların ardından
gülümsemek için bir sebep buluyorlar en
azından. Tüm yönleriyle alışılmamış bir çizgide

12
Karanlıktan Aydınlığa

Gri bir havada, bataklıklar ve çiftin, iki küçük çocuklarıyla şehir dışında,
yeşilliklerle dolu düzlükte yürümeye çalışan yerel insanların arasında lüks bir evde yeni
küçük sarışın kız çocuğuna durmaksızın yaşamlarını kurmaya çalıştıklarını anlıyoruz.
havlayan korkutucu köpekler, otlayan inekler, Hayatlarına girmeye çalıştıkları yerliler karşı
gruplar halinde geçip giden atlar eşlik ediyor. tavırları nazik; fakat o nezaketin, daha üstte
Boyundan büyük yaratıkların ortasında olanların alttakilere gösterdikleri duygudan
“Anne!” diye bağırarak dolanan kızı, kendi ibaret olduğuna dair bir atmosfer var. Evlerine
boyunda birinin elinde taşıdığı izlenimi veren aldıkları hizmetli, çevrenin bakımı için
rahatsız edecek kadar hareket edip titreyen tuttukları adam, elektrik işlerini yaptırdıkları
kamera izliyor. Çocuk için duyulan endişe, genç; kasabadaki hizmet sektörünün yeni
hayvanların vahşi bağırışlarında ve kameranın işvereni olan ‘beyaz’ aile. Onların eğlencelerine
dibine kadar yaptıkları hızlı koşularda daha giderek, toplantılarına katılarak onlardan
da artıyor. Diğer yaratıkların yaşadığı kaos, olmaya dönük naif çaba… Kasabalı erkeklerin
dinmeyen havlamalar, hırıltılar; kızın sevimli tavırlarından şiddet beklentisi doğuyor film
ve sakin yürüyüşü, gülen yüzü; doğanın uçsuz ilerledikçe. Nitekim sonunda bir hırsızlık ve
bucaksız, sevimsiz hali. İlk yedi dakika boyunca sıkılan bir kurşunla anlatının seyri değişiyor.
maruz kalınan bu sahnenin yarattığı hissiyat; Çiftin evliliğinin mutsuzluğu da anlaşılıyor
Reygadas sinemasının geneline dair de fikir git gide. Reygadas’ın filmlerine hakim olan
veriyor. Kaosun içindeki sakinliğin; ani bir isteksiz, sönük cinsellik yine ana öğelerden
şiddet eyleminin, saklanmışlıkların, tehlikenin biri. Toplu seks sahnesinde, ideal ailenin
sinyali olduğuna dair kurulan dünyaların mahremiyetine ve ahlaki kapalılığına dair
sineması… tabular yıkılırken, çiftin mutsuzluğunun
temelinde de seks ve onun meseleleri olduğunu
anlıyoruz. Diğer yanda, kasaba insanlarının
kişisel sorunları ailenin hayatına giriyor;
onların birlikteliklerini etkiliyor. Tüm bunlarla,
hikaye sadece ailenin ya da kişinin hikayesi
olmaktan çıkıyor; bir arada kalan birkaç insanın
birbirlerine verdikleri zarar, birbirleri için
yaptıkları hikayesine dönüşüyor.
Yönetmen, doğa sahnelerinde
olabildiğince durağan kamera ve sabit çekimler
kullanıyor. Bu tercihle açık hava çekimlerinde
izlenimci etki göze çarpıyor. İlk sahneden
başlayan bu empresyonist bakış filmin tümüne
Yine farklı kesimlerin yaşadıkları, hakim. Ormanlar, ağaçlar, geniş açık alanlar
yaşamayı seçtikleri alanlar sebebiyle dirsek kadraja çokça giriyor. Reygadas’ın kamerası
temasına girdiği bir hikayeye dayanıyor hareketi takip ederken, bu durağanlığın aksine
Reygadas. Yönetmene 2012’de Cannes’dan elde taşınıyormuş hissi yaratıyor. Çok hareketli,
En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren film, hızlı dönüşler yapan kamera seçimi filmi görsel
Reygadas’ın diğer filmlerinde de olduğu gibi gelgitlere çeviriyor.
odak noktasına tek bir kişiyi değil; birkaç Meksikalı yönetmen Carlos
kişi arasındaki bu teması alıyor. O yaşadıkları Reygadas’ın Japon(2002) ile başlayan dört
ortaklıklara ‘ilişki’ demek yine mümkün filmlik filmografisi; dünya sinemasının gittiği
değil. Nasıl ki Battle in Heaven(2005)’da yerden apayrı bir kanalda. Reygadas’ın son
çiftin, şoförle genç kızın yaşadıkları fiziksel filmi Post Tenebras Lux, onun filmlerinin ayrıksı
yakınlıktan, yaşanılan mekanların ortaklığından özelliğini daha da üste çıkararak yeni seyir
ileri gitmiyorsa; burada da genç aileyle deneyimleri arayanlara hitap ediyor.
çevresindekilerin beraber olma durumları aynı Can Sever
şekilde tecelli ediyor. Film ilerledikçe, genç

13
Kalbimdeki Işık

Görme engelli bir müzisyenin, istediğini yapıp yapmadığını” sorguluyor ve bir


müzik karşısında önünde bir şey durabilir anlamda hayata yeniden başlıyor.
mi? Göremeyen bir bebeği nasıl büyütebilir Filmdeki bu üç karakterin de bir
bir anne? Peki yetenekli bir dansçı dansla iç çatışması var: Siang küçükken katıldığı bir
barışabilir mi? Göremeyen birine dans nasıl yarışmada başına gelen olayı unutamıyor ve sık
anlatılır? “Micheal Jackson’ın yaptığı gibi” sık engelinin yeteneğine gölge düşürmesinden
demek ne kadar yeterli olur acaba? Bu sorular korkuyor. Onun amacı dünyaya “ben müziğimle
Siang, Jie ve Siang’ın annesini bir araya getirir. burdayım” diyebilmek. Siang’ın körlükle ilgili
Siang görme engelli olmasıyla tek derdi, körlüğün Siang kimliğinin önüne
birlikte küçüklüğünden beri müzikle geçmesi. Bunun dışında hiç bir yere Siang’ı
ilgilenmektedir ve oldukça başarılıdır. Ancak yılmış olarak görmüyoruz, aksine oldukça
artık “diğerleri”yle aynı şartlar altında eğitim hayata tutunan, hayat dolu birisi. Jie ise patronu
görecektir, üniversiteye başlayıp müzik eğitimi dışında kimseden destek görmeyen, hayata
alacaktır. Üniversite demek yurtta kalmak küsmüş bir insan. Annesi ve (eski) sevgilisiyle
demek, bu ise her şeyin yeni olduğu bir ortama olan sorunları seyircinin gözüne sokulmadan
alışmak demek. Kıyafetleri gardroptan bulmak, güzel bir biçimde sunuluyor. Siang ise ona
sınıfın yolunu öğrenmek, ders çalışmak, dünyayı gösteriyor. Jie hayatın zorluklarıyla
yemekhanede yemek yemek… baş edemeyen bir karakter olarak sunuluyor
Jie meyve suyu satan bir dükkanda ve Siang tam bu anda onun hayatına girip
çalışmaktadır. Annesi tarafından dansçı olma hayallerini hatırlatıyor. Son olarak Siang’ın
arzusu desteklenmemektedir. Jie’nin dansa annesi dış dünyayla çocuğu adına savaşıp
neden devam etmediği net olarak gösterilmese savaşmama kararını vermeye çalışıyor.
de annesinin elinde para tutamasından kısaca Siang’ın babasının olayların bu kadar
maddi problemlerden kaynaklandığını tahmin uzağında olması ise düşündürücü. Bu durum
etmek zor değil. Jie’nin dansçı sevgilisinin Tayvan kültürüyle alakalı olabilir. Zira Tayvan
onu aldatması Jie için bir kırılma anıdır, dibe kültüründe “yalnızca anne çocuklarla ilgilenir”
batmıştır. Ancak dibe batmak onun için bir tarzında bir yaklaşım var ve böyle bir durumda
yükselişin başlangıcı olur, tabii şansın ve da Siang ile ilgilenmek anneye düşmüş olabilir.
Siang’ın yardımıyla. Bu açıdan bakıldığında oldukça doğal bir
Son ana karakter olan Siang’ın durum gibi gözüküyor.
annesi ise kötü bir ilk izlenim bırakıyor Film aynı zamanda Tayvan’ın 2012
seyircide. Oğlunun bu engelinden bezmiş Oscar adayıydı. Gerçek bir hikayeden, hatta
hali ve filmin en başındaki biraz zalimce direkt kendini oynayan Huang Yu-Siang’ın
konuşmalarıyla kötü bir karakter oluğunu hikayesinden alınmış olmasaydı da etkileyici
düşünmemize neden oluyor. Bu noktada film bir film olurdu. Zira konu olarak ilgi çekici
çok ince bir çizgide gidiyor. Zira anne karakteri bir film. Siang’ın amatör oyunculuğu tam
kimi zaman Siang’a karşı oldukça duyarlı kıvamında. Sandrine Pinna ( Jie) de özellikle
davranması gelgitler yaşamasını engellemiyor. güzel bir performans sunuyor. Film mütevazi
Ve oğlunu üniversite hayatında tek başına kadrosuyla minimalist yapıda kendi halinde
bırakıyor olmak, Siang’ın annesini zorluyor. bir film gibi gözükmekle beraber Siang’ın
Siang ve Jie’nin tesadüf eseri müzikleri gibi hoş bir etki bırakıyor seyircide.
karşılaşmalarına ve arkadaş olmalarına

tanık oluyoruz. Jie’nin Siang’a yaklaşımı bir
hayranlık, şefkat ve sevgi içeriyor. Onunla Elif Gökçe
müziğin ve sesin gerçekte ne demek olduğunu
öğreniyor. Bir dansçının ihtiyacı olanın
müziğin içinde salınmak olduğunu fark ediyor.
Ama bunlardan daha önemlisi “tüm yapmak

14
Türk Sineması'nda Fenerbahçe Paneli

10 Nisan Çarşamba
Saat 14:00’te
Jîn

Bir Varmış Bir Yokmuş…


“Peri masalları, çocuklara, ejderhaların
var olduğunu öğretmez. Çocuklar ejderhaların var
olduğunu zaten bilirler. Peri masalları, ejderhaların
öldürülebildiğini öğretir.”
G. K. Chesterton
Jîn (2013) izlerken bir yolculuğa
çıkıyoruz, Jîn’in önce devletten ardından
PKK’dan kaçışına tanık oluyoruz. Reha Erdem
yine bir masal anlatmaya başlıyor ve biz İsyan eden çocuklar olalım
izleyiciler onun kendi ejderhalarımızla yüzleşip “Hikmet, kapının önünde durdu: Neden
yüzleşemeyeceğimizi bizlere sorgulattıran beni görünce gülüyor? İnsanlardaki zavallılığı,
kamerasının ardından, Jîn’in peşine takılıp önce çocuklar seziyor galiba. Delileri de önce onlar
gidiyoruz. Jîn dağdan niye kaçmak istiyor, kovalar. Eğilip yerden taş alan yüzlerce deli gördü
neden bu yolu tercih ediyor bilmiyoruz. Reha birden kafasında; yüz milyonlarca çocuk, on binlerce
Erdem’in oluşturduğu evrenin içine giriyoruz ve deliyi kovaladı.”
onun sinemasına aşina olan gözlerin hemen fark Oğuz Atay
ettiği üzere bir Reha Erdem filmi izlediğimizi Baba figürüne derin bir isyanı ve
anlayabiliyoruz. Gerçekliği olduğu gibi vermeyi kadınlara, annelere bir yakınlığı vardır Reha
sevmeyen Reha Erdem, yıllardır tanıdığımız, Erdem’in. Filmlerinin içine anne-baba figürlerini
bildiğimiz kanlı savaşı farklı bir coğrafyada içine başarılı bir şekilde yerleştirir. A-ay filminde
masalsı öğeler koyarak, tarihsiz ve zamansız Yekta annesini arar, Korkuyorum Anne’de Ali
olarak evrenselleştirerek anlatıyor. Çorak annesini özler, babasını hatırlamaz bile, Beş
topraklarda yaşanan bu kanlı savaşı; Mersin, Vakit’de isyanımız doruğa çıkar ve baba-oğul
Mut ve Kaz Dağları’na taşıyor. Bu sefer A-ay çatışmasının ortasında kalakalırız. Kaç Para Kaç
(1988), Korkuyorum Anne (2004), Hayat Var (1999) daha farklıdır yönetmenin sinemasında,
(2008)’da bolca başvurduğu montaja o kadar büyüme sancılarını değil, burada düpedüz
başvurmuyor gibi duruyor. Bir söyleşisinde A-Ay büyüyemeyen, Reha Erdem’in tabiriyle babasını
filmini niye siyah beyaz çektiklerini soruyorlar öldürememiş bir adamla karşı karşıya kalırız.
Reha Erdem’e, gerçekçi sinemayı sevmediğini, Çocuklarını doğuran ama onları öldüren ‘aile’
artificial olanı beğendiğini belirtiyor. A Ay’daki o kavramının içine çekiliriz. Aile de değildir
rüyamsı atmosferi yaratmayı, filmi gerçeklikten artık mesele sadece yaşadığımız toplum bu
koparmayı ancak böyle başarabileceğini ataerkilliği benimsemiştir. Beş Vakit’de annesi
söylüyor.(1) Sinemasını gerçeklikten koparıp babası olmayan çobanı dövdüğü için kahvede
görsel malzemeler kullanarak, göstererek bize toplanıp adama bunu yapmasının yanlış, onun
hikayesini anlatıyor. Ve bir renk kalıyor aklınızda. bu köye emanet olduğunu anlatırlar. İroni burada
A Ay’ın ardından siyah beyaz ve Jîn’in ardından başlar, hepsi zaten evde oğullarını dövmektedir.
da kırmızı ve yeşil. Jîn’de, Yekta’nın halasının Kahvecinin ‘İyi ya ben de babalık ediverdim!’
annesinin öldüğünü duymak istemeyişini ya yanıtı derin bir sessizlikle devam eder. Bu
da Hayat’ın komşuları olan kadınla baş başa sessizlik oradaki babalar durumu anladıklarından
kaldığında o huzursuzluğu, kurtulamayışını değil, yönetmen bizim anlamamızı istediğinden
anlatmasına hizmet eden montajı kullanmıyor. oradadır. Babasına isyan edemeyen babasını
Ama bizler yine üzeremize çullanan bir düzeni, tekrar eden erkeklerle doludur Beş Vakit. Jîn
baskıyı hissedebiliyoruz. Hayat’ın ataerkil ise annesini arar geri döneceğini haber vermek
düzene, Ali’nin babasına, Kosmos’un inançsızlığa için, babası çoktan ölüp gitmiştir, mezarının
karşı olan savaşına Jîn ile beraber yeni bir direniş yeri bile belli değildir. Ondan babasını alan,
yeni bir çatışma daha ekliyoruz. dilini varoluşunu yasaklayan düzene isyan

16
Jîn

etmek için dağa çıkmıştır. Burada Jîn’in okuma içinde sakıncalı bir obje. Lakin Jîn arada
babasını sevmediğini çıkarmamız manasız olur kalmış, kafası karışık bir kadındır. Yönetmenin
elbette, lakin Erdem’in filmlerinde erkeklerin tabiriyle bocalamaktadır. Özlem duyduğu ve
çoğu ya hasta ya da ölmüştür. Beş Vakit’deki isyan ettiği iki dünya arasında sıkışıp kalmıştır.
Ömer’in babası, Kosmos’ta kahvede öksüren İşte siz politik bir okumanın dışına çıkıp Jîn’i
terzi, Hayat’ın dedesi… Bu bağlamda Freud’un bu arada kalmışlığı ile değerlendirirseniz,
Oedipus kompleksini anımsamamız bu olayları merak duygusunun daha ağır bastığına tanık
anlamlandırmamızı kolaylaştırabilir. olabilirsiniz. Reha Erdem Jîn hakkında bir
Tüm bunların içinde Jîn aslında söyleşisinde “Bir sembol değil ki dantel, bir
bir kadın isyanıdır. Hem kadın hem de Kürt ideal değil ki, sadece hayatlarında olmayan bir
bir kimliğe sahip olarak ötekileşmiş Jîn için şey, çünkü savaşta ona yer yok, aşka yer yok.”
dağda olmak da, dağdan inmek de zor bir diyor.(2) Yani dağın aşağısındaki insanların
hale gelir. Reha Erdem bu meseleye bakışını kodlamalarının zaten Jîn’in hayatında yeri yok.
bir söyleşide şu sözlerle dile getirir: “Kadın
meselesi zaten başlı başına önemli benim için.
Yani kadınların durumu, kadınların hayattaki
varoluşları. Erkekler benim için cevap, kadınlar
ise soru.”. Reha Erdem’in kullandığı objelerin,
durumların sıkıntıya girdiği noktada burada
başlıyor. Ataerkil bir düzene, konulan tüm
normlara karşı olacağını sandığımız Jîn, yemek
almak için girdiği bir evden dayanamayıp
dantelli bir taytı ve milli eğitimin çıkardığı Bağdaştırmaya çalıştığımız Kırmızı
coğrafya kitabını alıp çıkar gider. Burada Reha Başlıklı Kız masalı da, ormanın içine tek başına
Erdem dantelli taytı, Hayat Var’da kullandığı girmeye çalışan bir kızı cezalandıran ve ona bir
kırmızı ruj gibi kullanamıyor. Hayat Var filminde kurtarıcı (avcı) atfeden tartışmalı bir masaldır.
babasının fahişe olan arkadaşlarından biri Kendini kurtaramayacak acizlikte olan bir
Hayat’a kırmızı bir ruj hediye eder. Hayat için masal karakteridir. (Reha Erdem kendisi de bu
bu onu gülümseten dışarıda olan bitenlere, hasta bağlantıyı kurduğunu ifade etmiştir.) Filmin
dedesinin nefes alamayışlarını dinleyişine ara söylemini düşündüğümüzde yine çelişkide
veren bir objedir. Filmin sonunda fondaki ‘Dert kalıyoruz. Bu sefer kuvvetli olmayan bir ikililik
Bende Derman Sende’ arabesk şarkı eşliğinde çıkıyor. Masalın kendisi farklı bir söylem
bir an eksik bir gülümseme, mutluluk yaşarız. üretse de Reha Erdem, Jîn’e güçlü bir karakter
Filmin başında koyduğu motorla kıyıya yanaşan yükleyerek bu ikililiği ortadan kaldırıyor gibi
taraftarları filmin sonunda kurgunun içine duruyor. Filmin sonunu nasıl yorumladığınız
yedirir. Hayat, ruju küçümseyerek yüzünün her da bununla alakalı aslında. Eğer ölümü Jîn’e
tarafını boyar ve rüzgara, hayata, başına gelenlere yakıştırıyorsanız, Anna Karenina, Madam
karşı aşka duyduğu özlemle kahkahalar atar. Jîn Bovary gibi bir okuma yapabilirsiniz bu film
ile Hayat arasında bir bağ kurmaya çalışmak üzerinden. Toplumdışı bir kadın olarak Jîn
yönetmenin sinematografisine bakıldığında çok filmin sonunda ölerek hak ettiği cezayı aldığı
anormal durmuyor. ( Jîn’in Türkçe karşılığının gibi bir anlamda çıkabilir. Mesele de belki de
hayat olduğunu da burada eklemeliyim.) Jîn’de bu hikayeye bir kadın baş karakter koyarak
dantelli tayt, tecavüz girişimi, erkeklerin dağın bunu tartışma zemini yaratmak da olabilir.
aşağısında Jin’e nefes aldırmayışları Hayat Reha Erdem, ‘hayalet evlerimizin’(3) içine
Var’daki etkiyi bırakmıyor. Ataerkil dünya girmeyi başarmıştır. Asuman Suner, yeni Türk
kadının sadece bedenini sömürmez, ruhunu, sinemasını değerlendirdiği kitabında bu kavramı
düşüncelerini de sömürür. Bu bağlamda ‘beden’in şöyle açıklar: yeni Türk sineması, tekrar tekrar
bu kadar önde olması hikayenin etkisini geçmişteki travmatik yaşantıların izlerinin
azaltıyor. Coğrafya kitabını alması da politik bir hissedildiği, geçmişteki suçların ortaya çıktığı,

17
Jîn

normal ve sıradan görünenin altında dehşetin kavramının sıfırlandığını, insanın hayvanla eşit
kol gezdiği “hayaletli evler” de geçen tekinsiz duruma geldiğini gösterir bizlere. Korkuyorum
öyküler anlatır bize. Toplumun, ailelerin, evlerin Anne’de göstermeye çalıştığı gibi neticede
kendilerini kapayarak tekrar tekrar ürettiği hepimiz kemik, yağ ve kandan oluşuyoruz,
sancılar gibi… Reha Erdem, A Ay’dan beri bu bir anlamda eşitiz. Erdem’in filmlerinde
tekinsiz öyküleri farklı bir üslupla anlatıyor karakterlerin hayvanlarla olan ilişkisi tekrarlanır.
bizlere. Yekta bir hamamböceğinin kollarını ve
Jîn yaralarımıza merhem olabilecek mi? bacaklarını koparır. Kaç Para Kaç’ta Selim,
Sol eli başımın altında olsun, sağ da beni kendi yaptıklarına tahammül edemediği bir
kucaklasın…(4) anda kediye tekme atar. Hayat, hiddetle kaza
vurup onu kovalamaya başlar. Jîn, bu öfkeden
ve zalimlikten uzaklaşarak, hayvanlara şefkat
dağıtmaya başlar. Bir tek hayvanlar değildir onun
şefkatinden nasibini alanlar, yolda karşılaştığı
yaralı askerde hakkına düşeni alır. Bir düşman
gibi davranmaz ona, yardım eder. Öfkesi
dinmemiştir, davasından vazgeçmemiştir ama
o askere şifa dağıtmaktan alamaz kendisini.
Asker evi saydığı bu ormanı, kendi varlığını
bombalayanlar tarafındadır. Başta ona istediği
Kosmos şifa veren bir gezgin suyu vermeyerek bir üstünlük yaratmaya çalışsa
gibidir. Şefkate aç, hasta bir şehre koşarak şifa da onu da bekleyen bir ailenin varlığı, çocuğun
dağıtmaya gelir. Robin Hood gibi bir hırsızdır hiçbir şeyden haberdar olmayışı ya da onu
gözümüzde, dükkanlardan çalıp ihtiyacı etiyle kemiğiyle karşısında aciz görüşü eşitler
olanlara dağıtır. Kosmos, köydeki insanların durumlarını. Ayrılırlarken asker belki bir gün
onu ‘Aşk istiyorum ben, para değil’, ‘Allah bir çay bahçesinde otururuz der. Oysa onun
insanı doğru yarattı fakat onlar çok düzenler hayatında aynı dantelli tayt gibi çay bahçelerine
aradılar’ gibi laflarını, bocalayan benliğini de yer yoktur. Vurulup ağaçtan düştüğünde ona
anlamadıkları için yine koşarak uzaklaşmak yardım etmeye, onun yaralarını sarmaya gelir
zorunda kalır bu şehirden. Silueti karların bu sefer hayvan dostları. O kayanın üzerinde
arasında kaybolur gider. İnançsızlığa yapılan vurulmuş yatarken kadrajın içine hayvanları
bir ağıt gibidir. Jîn’de aynı Kosmos gibi şefkat koyuyor Reha Erdem. Jîn’e eşlik ederken filmin
dağıtır. Onlara ‘Size sarılmaya geldim’ demez sonu geliyor ve son izleyicilerin bakış açısına
belki ama tüm dostlarına yardım etmeye ve kalıyor. Günümüz koşulları düşüldüğünde, bir
şefkat göstermeye çalışır. Doğayı dinleyen, de barış lafının dillerde dolanmaya başladığı
yalnız olmanın korkusuyla doğanın içine sığınıp bu günlerde ben, umut görmek için bakıyorum
onunla arkadaş olan bir karakter çıkar karşımıza ekrana ve Jîn’in gözlerinde o gücü görüyorum.
tıpkı masallardaki gibi. Beş Vakit’te Yıldız’ın,
Ömer’in, Yakup’un ormanın içinde uyuyup Berna Naldemirci
kaybolması gibi Jin de bu ormanı evi kabul
eder. Gerçeklikte ormanında vahşi bir doğası (1) Yücel, Fırat. Reha Erdem Sineması:
vardır. Bir ayı ile karşılaştığınızda ona elma verip Aşk ve İsyan, Çitlembik Yayınları, 2009 sayfa 146
uğurlayamayabilirsiniz. (2) Altyazı, sayı 126 Reha Erdem
Dikkat ederseniz Reha Erdem söyleşisi
hayvanlarla insanların ilişkisine değinmeye (3) Suner, Asuman. Hayalet Ev, Metis
çalışır filmlerinde. Kosmos’ta insanın başına Yayınları, 2005
gelenle hayvanın başına gelenin aynı olduğunu (4)Korkuyorum Anne’de Ali’nin,
göstermeye çalışır. Montajla köpeklerin kavgası Kosmos’ta Kosmos’un repliği
üzerine, insanların kavgasını koyar. İnsan
ve hayvanı birbirinden ayıran o ‘düşünme’

18
Master Class: Peter Weir
Truman Show

Peter Weir’in 1998 tarihli The Truman törpülenir. Bu filmlerde tasarımlanan sahne
Show filmi, giderek bir gösteri toplumuna bugünden sonraki bir geleceği sergiler ve
dönüşen çağımızın hoşnutsuzluklarını gözler izleyici için bu zamansal “uzaklık” en azından
önüne seren bir film. The Truman Show rahatlatıcıdır. Çünkü bu sorun bugünün değil,
hemen hemen aynı yıllarda çekilen Gizemli yarının meselesidir ve aradaki sürede gözümüzü
Şehir (Dark City, 1998) ve Matrix (1999) kapayıp bir süre daha mutlu mesut yaşantımıza
gibi, insanın yaşadığı çevreyi sorguluyor ve devam edebiliriz.
kendisini, Shakespeare’nin ifadesiyle, “Bir ceviz The Truman Show yine “seçilmiş” bir
kabuğunun içinde yaşayıp kendini evrenin insanı karşımıza çıkarır ama bu insan olgunluğa
hükümdarı” sanan insanın dramını ortaya ulaşıp başkalarını kurtarmak için atılan cesur
koyuyor. Bu insan hayata konumlandığı yerden kahramandan çok uzaktır. O normal, yaşadığı
bakarak, ve en doğru bakışın bu olduğunu sahte gerçekliğin çok da farkına varamayan bir
düşünerek, kendisini “özne” sanıyor ama kişidir, ta ki çevresindeki gelişen olaylardaki
aslında kendisine çevrilmiş binlerce gözün bir “mantıksızlıkları” fark etmeye başlayana
“nesnesi”. Dikizlendiğinin ve doğal zannettiği dek. Ama bu uyanıştan sonra onun için esas
şeylerin kurgulandığından haberdar olmayan sorun kendisinin kurtuluşudur ve asıl niyeti
bu insanın kendi gerçekliğini fark edip yaşadığı başkalarının bakışlarından kaçmaktır. Böylece
bu “cennetimsi” adadan sıyrılabilmesi, tabii ki Weir klasik kahraman hikayesini tersine çevirir,
dinsel anlatıda olduğu gibi “kolay” olmayacaktır. kahramanı esas olarak toplumun kendisinden,
Çünkü gösteri toplumunda onun asıl değeri onların “göz”lerinden kurtarmaya çalışır.
görseldir ve milyonlarca insan sizi dikizlemek Toplum kendi hayal ve isteklerini bir başkası
isterken kaçmak nafile bir çabadır. Herkes üzerinden yaşamaya başlamıştır ve onların
kahramanı izleyip bu dramanın nasıl devam kurtuluşu önceliğini kaybetmiştir.
edeceğini öğrenmek istemektedir. Bu yüzden Filmin başında bir kadın izleyici The
Truman için kurtuluş, bir tür modern ütopik Truman Show’un onun için anlamını şöyle
bir anlam içeren, «gözlerden ırak olma” çabasıdır ifade eder, “Benim için, özel hayatımla herkesin
ve klasik kahramanın hikayesinden farklıdır. görebildiği hayatım arasında bir fark yok.
Bakmak ya da bakmamak Yaşamım... Benim yaşamım, zaten Truman
Show.” Bu şov barda birasını yudumlayanlar,
evde, üzerinde Truman’ın resminin basılı
olduğu yastığa sarılıp, pür dikkat programı
izleyen yaşlı kadınlar ya da küvetinin hemen
yanı başına koyduğu TV’den programı canlı
olarak izleyen kişiler için kendi gündelik can
sıkıntılarından kurtulmanın yegane yoludur.
Çünkü “Truman Show... Bir yaşam tarzı,”dır
ve yönetmenin vurguladığı gibi gerçektir. Şov
Gizemli Şehir ve Matrix’te kahramanın ve gerçeklik birbirine zıt gibi görünse ve zaten
yolculuğu esasında tüm topluma kurtuluş zıt olsa da bunun üzerinde o kadar da durmaya
getiren, onları yaşadıkları sahte mutluluktan gerek yoktur. İzleyici için gerçeklik çevresi
kurtaran ve tüm sistemin «yeniden” kurulup, değil, televizyondaki görsel gerçekliktir; gösteri
işletilen reformlarla toplumsal yapının bekasını toplumunda görüntü iktidarın kendisidir
sağlayan bir sonuca bağlanır. Kahraman zaten ve onlar için “olmak ya da olmamak”ın
bir şekilde diğerlerinden ayrışmış, farklı ve anlamı “bakmak ya da bakmamak”tır. Bir
“seçilmiş” olduğunu ispatlamıştır ve amacı bu şey bakılmaya değmiyorsa var olmayı da hak
gerçeklikten habersiz insanları “gerçeğin çölüne” etmiyor demektir.
davet etmektir. Böylece devrimci görünen Kahraman başkalarının “nesnesi” olarak
çaba uysallaştırılıp keskinlik ve aşırılıkları varlığını sürdürür. Eğer o, olur da kendini

20
Peter Weir Filmleri

bunlardan kurtarmaya çalışırsa, herkes hem başlarda olduğu gibi sık sık endişe içinde
kahramanın kurtulmasını isteyecek, hem kalır. Beyaz turnikeden geçip birkaç adım
de istemeyecektir. Çünkü bu oyun biterse, attığında sağ tarafındaki batık sal dikkatini
“son gelmiş” olacaktır. Otuz yıldır soluksuz çeker. Bu sal gibi batıp yok olmanın derin
izlenen bu drama biterse toplum yeni bir korkusunu duyumsar. Eli ayağı tutmaz, çok
“izlenecek şey” bulmak zorundadır ve ona geçmeden “Trumanya”ya geri dönecektir. O bir
alışması, salt ona “bakarak” verdiği “emek” bile
bir çırpıda bitecektir. Truman isyan bayrağını
çekip çevresinde olan bitenleri sorgulamaya
başladığında bu şovun yönetmeni kadar
izleyiciler de tedirginliğe kapılır. Görünüşte
herkes Truman’ın “başarıya” ulaşmasını
istemektedir ve o bin bir türlü zorlukların
üstesinden geldikçe herkes tırnaklarını
yemekte, kendi gündelik yaşamındaki
görevlerini bile ihmal etmektedir; böylece yandan modern insanın en büyük hastalığını
izlenme oranları da rekor üstüne rekor taşımaktadır; iç sıkıntısı, ama öte yandan
kırmaktadır. Buna karşın bir otoparkta yine aynı insanın en büyük korkusunu taşır;
çalışan iki güvenlik görevlisinin şov bittiğinde değişim. Truman yedi yaşından beri arkadaşı
gösterdiği tepki izleyici için şovun nasıl bir olan Marlon’a “Hiç bunaldığın olmaz mı?”
doyum aracı olduğunu gösterir. Çünkü bu diye sorar, “Şiddetli gezme arzusu.” Marlon
izleyiciler bu şov biter bitmez ilk olarak ise “Gezilecek neresi var ki,” diye cevap verir.
“televizyon rehberi” arayışına girişir. İzlenecek Truman özlemle “Fiji” dediğinde, Fiji onun
bir başka şey bulunmalı, şov kaldığı yerden için sadece lisedeki aşkının gittiği yeri ifade
devam etmelidir. Tam bu aşamada izleyici ve etmez, Fiji, içindeki yaşadığı dünyaya en uzak
kahraman arasında ironik bir zıtlık yaşanır. noktadır. Truman gidebildiği kadar uzağa gidip,
İzleyici kendi sıkıntılarından kurtulmak için bu iç sıkıntısından kurtulmak istemektedir
The Truman Show’u izlerken, Truman da kendi ve sevdiği kadının gözleri, o hep dergilerdeki
sınırlarından kurtulmak bu şovdan kaçmaya kadınların resimlerinden parçalayarak aldığı
çalışır. Truman’ın elde etmek istediği şey, ve “aradığı” gözler, salt aşkı ifade ettiği için
izleyicilerin kaçmak istediği şeydir. Herkes değil, Truman’a yaşadığı bu dünyanın ötesinde
sıkıntı içindedir ve gerçeklik karşısında hayaller bir şeylerin hala var olduğunu hatırlattığı
yegane çözüm yolu gibi gözükür. için değerlidir. Alternatifsizlik bir iktidarın
Kahramanın yolculuğu hegemonyasını pekiştirmek için kullandığı
Klasik anlatılarda “dışarısı”, ya da en önemli araçlardan birisidir ve başka
kahramanın olgunlaşma için çıkmak zorunda bir dünyanın hayali, hatta gölgesi bile onu
olduğu “yolculuk” sonunda verili sistemin korkutmaya yeterlidir. Truman bu alternatif
olumlanmasıyla biter. İlk başta kahramanımız için eyleme geçtiğinde çevresindeki tüm iktidar
heyecan içinde bu alışık olmadığı, dahası içine birden ete kemiğe bürünür ve onu “içerde”
“zorla atıldığı” dünyayı gözlemler, onu eski tutmak için sonu gelmez ayak oyunlarına
“sıkıcı” hayatıyla karşılaştırır; bu sırada pek başvurur.
çok zorlukların üstesinden gelerek “büyür”. Ancak sınırlar zorlanmıştır. Artık
Bu anlamıyla “dışarısı” insanın yaşadığı yaşadığı çevre Truman’a yetersiz gelmektedir
toplumdaki/çevredeki hoşnutsuzlukların ve bu “bunaldığı” yerden kaçıp kurtulmak için
bir dışavurumudur. Bu yenilik arayışı içinde çabalar. Truman bu yönüyle kendisi alabildiğine
devrimci bir unsur taşır ve eski yapının içine nesneleşen, ya da herkesin yaptığını yapıp,
sığmayan toplumsal değişikliklerin gelişini giydiğini giyip, içtiğini içerek “farklı” olduğunu
haber verir. Truman da film boyunca içinde duyumsayan modern insanın trajedisini
yaşadığı bu adadan kurtulmak isterken, serimler. Herkes ona bu yenilik peşinde

21
Peter Weir Filmleri

koşmanın zararlarından bahsedip durur. minik kutuya pür dikkat kesilir, o kutunun
Yenilik, yeni diyarlar, yeni ilişkiler sonunda ne dışındaki yaşama bakamaz. Truman kurtulmak
getireceği bilinmeyen “tehlikeli” mecralardır için didindiğinde el çırpmaları kendi
ve modernist yenilik arayışı korkutucu umutsuzluklarını telafi etme çabasından başka
olmanın yanında “zahmetli”dir ve “masraflı”dır. şey değildir. Truman zaten herkes olduğu için,
Truman’ın sahte eşi Meryl, Truman’daki bu Truman’ın Fiji’ye doğru bir yolculuğa çıkması,
arzuları bastırmak için birikimlerinin çarçur en az kendileri çıkmış kadar onları sevindirecek
etmemeyi, bir çocuk sahibi olmayı, o her ama televizyondan gözlerini uzaklaştırıp
gün sürdüğü yaşamı bol reklam soslu sunup kendi yaşamlarıyla baş başa kaldıklarında bir
durur. Çünkü bu şov, milyonlarca insanın başka “heyecan verici” hikaye bulmak için
kendi gerçekliği karşısında sığındığı bu şov, didineceklerdir; yeter ki bu hikaye gerçek olsun.
reklamlarla ayakta durmaktadır ve dışarıya Hatta kendi hayatlarından bile “daha gerçek”!
çıkmak kadar “içerde” kalmanın da bir bedeli İnsanların ellerinde bir senaryonun
vardır. Böylece kapitalizmin reklam endüstrisi olmaması, onların «rol» yapmadığı anlamına
yönetmenin ifade ettiği gibi onun “hücresi”nin gelmez. Sosyal psikoloji insanın toplumsal
büyümesine ve varlığını sürdürmesine hizmet yaşamdaki konumlarını rol diye isimlendirir
eder. çünkü tüm toplumsal yaşam kültürün ağlarıyla
Uygarlık ve iktidar örülüdür ve nerde ne yapacağımız, daha
Truman yerleşik hayata geçen insanın doğrusu ne yaparsak bunun “kabul edilebilir”
dramını da sunar bize. Bu evsiz yurtsuz ama olduğu biz daha doğmadan önce belirlenmiştir.
her gün yeni bir şey görmenin heyecanını Uygarlık da insanların birbirleriyle kurduğu
yaşayan o “barbar”, artık hepten “yerleşmiş”
uygar insana çok uzaktır. Uygar insan yerleşik
hayatın hegemonyasında basit bir nesnedir.
Dışarıda da yenilik adına bir şey yoktur, her
şey keşfedileceği kadar keşfedilmiştir. Şovun
yönetmeni Christof, Truman bu “adadan”
kurtulup dışarı çıkmaya yakınken, Truman
içinde yaşadığı bu dünyanın ne kadar güzel
olduğunu anlatır ve dışarıda “daha güzel” bir
dünya bulamayacağını vurgular. Çıkacağı
yolculuğun sonunda duyacağı tek şey sıla kabul edilebilir davranışlar listesiyle oluşturulur
hasreti olacaktır. Christof bunları söylerken ve “norm”dan her sapma “anormal” yaftasıyla
haklıdır. Truman dışarı çıktığında ne bulabilir? damgalanır. Truman da zaten otuz yaşına
Bulacağı şey aslında kendi Trumanyası’nın kadar “normal” bir insandır. Ne zaman ki
bir büyük hali: Trumanya küçüktür, figüranlar yaşadığı gerçekliği sorgular, çevresindeki herkes
sınırlıdır ve herkes belirli bir senaryoyla bir bunların bir saplantı olduğunu, gökyüzünden
“döngü” içinde hareket eder. Buna karşın dünya düşen spot ışığın, radyo frekansının
bundan çok mu farklıdır? Gezip görülecek karışmasının, asansördeki kamera ekibinin
daha çok yer, çok daha geniş bir figüran listesi gerçek olmadığını sezer, karşı iddiaları duyunca
ve her şeyin doğal olduğu bir yer(mi?)dir dünya. bu tür davranışların “kabul edilemez” olduğunu
Burada pek çok insan yoğun bir hareketlilik özellikle vurgular, Truman’a deli muamelesi
içindedir ama onları asıl yönlendiren “yenilik yaparlar. Polisler “nükleer felaketin kıyısından”
arayışı” değil, eski haliyle “yaşayamayışı”dır. kurtardıkları Truman’ı eve getirdiklerinde
Truman en azından kendi yaşamını uyarmayı da ihmal etmezler, bir daha ki sefere
sorgular, dışarıdakiler bu erdemden de “kayda geçirilecek”tir her şey. Siz anormal
uzaktır. Çünkü hepsi kendi yaşamlarını ele olursanız yollar kapanır, en yakın arkadaşınız
almaktan çok uzak kişilerdir ve işi gücü bırakıp bile size “sakin olmayı” salıklar. Bunlara devam
Truman’ı seyre dalmışlardır. Onlar önlerindeki ederseniz, kınanır, dışlanır, cezalandırılırsınız.

22
Peter Weir Filmleri

Uygarlığın gayet sistematik-hiyerarşik bir ağı bilincindedir. Ona göre bir kişinin en büyük
vardır ve normdan her sapmayı “tedavi etmeye” kahramanlığı en azından kendini kurtarmasıyla
yarayan kullanışlı yöntemleri mevcuttur. Bunlar sağlanır. İnsan her ne olursa, kendisine sunulan
da işe yaramazsa tımarhaneler ve hapishaneler “cennet” ne kadar güzel olursa olsun bir süre
gereken görevi görür. Truman›ın en azından sonra iç sıkıntısına düşmekte, bir kadının,
sıyrılıp çıkacağı bir çerçevesi bulunur ve o Sylvia’nın, ona uzattığı bilgelikle karmaşanın
gözlerini kapatıp bu sınıra dokunmuştur. Peki, hakim olduğu o kasvetli dünyaya adımını
toplumsal yaşamın alabildiğine esrarengiz atmaktadır. Biz biliriz ki Truman bu “daha
gösterildiği bir yerde, normal bir insanın, hele büyük” dünyaya gittiğinde eskisinden daha
hele onun Fiji’ye gidecek kadar parası da yoksa, yoğun ve anlaşılmaz bir dünya bulacaktır.
çevresindeki sınırlar alabildiğine belirsizse, Gösteri toplumu onun sağabileceği kadar
kendisine binlerce yıldır sunulmuş kültürel sütünü sağacaktır ve Fiji’ye gitmek onlardan
senaryodaki rolünü oynamak dışında ne çaresi kurtulması için yeterli değildir. Buna karşın, o
vardır? gene de kendi sınırlarını zorlayan modernist bir
figürdür. Çünkü Truman herkesin bir başkasına
bakıp kendini unuttuğu bir dünyada, kendine
bakma cesaretini gösterir. Kendini bilmek,
kendi sınırlarının farkına varmak, ayaklarına
dolanan zincirleri hissetmek özgürlüğe atılan
ilk adımdır ve bu adım en azından bireysel
olarak atılmıştır. Toplum hala uykuda, o
güzel “Amerikan Rüyası”nı görmeye devam
etmektedir. O halde onlara söylenecek en güzel
söz şudur. “Olur ya belki sizi göremem, iyi
günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.”
Mikail Boz
Weir’in kahramanı klasik kahraman
olmadığı gibi toplumu da kurtarılması gereken
toplum değil -çünkü bu idealist iyimserlik
çoktan sona ermiştir- tersine kurtulmanın
gerektiği bir yapıdır. İlkel toplum Thomas
Hobbes’e göre “herkesin herkese karşı savaştığı”
bir toplumdu. Weir’in bize sunduğu toplumsal
yapı ise, iktidarın ve çevrenin de bireye karşı
savaştığı bir yer olarak tasvir edilir. Ona göre
toplum gösterilerle ilgilenmektedir ve gösteri
bittiğinde aklına en yaratıcı fikir olarak
televizyon rehberine bakmak gelmektedir;
oralarda bir yerlerde bir başka gösterinin devam
ettiğine emindir bu insan.. Onlar bir kez
“bakmaya” alışmıştır ve bakmayınca kendilerini
rahatsız hissederler. Kahramanın “sıkıntısı”
toplumun “alışkanlar”ına ters düşer ve
kahramanın kurtuluşu ile toplumun kurtuluşu
eskiden olduğu gibi “uyumlu” değil, zıttır.
Weir’in hikayesi “mutlu son”la bitmiş
görünürse de gerçeklikte mutlu biten bir şey
yoktur. Weir hiç değilse bireyin cesaretini
kutsar ve bunun toplumsal yozlaşma karşısında
parça parça ve göreceli bir başarı olduğunun

23
The Last Wave

Peter Weir’in filmografisini Filmin, gerilimli atmosferini


incelediğimizde pek çok farklı türe el attığını desteklemek ve hikayeyi şekillendirmek
görüyoruz. Weir türü ne olursa olsun hemen için en çok kullandığı kavram “düşzamanı”
her filminde teknik anlamda -özellikle Aborjin inanışının en çok bilinen ve en önemli
ilk filmlerinde- korku-gerilim janrından unsurlarından biridir. Düşzamanı bizim tecrübe
faydalanan ve bu sayede etkileyici atmosferler ettiğimiz zamandan farklıdır. Kronolojik bir
yaratan bir yönetmen. The Last Wave ise yapıya sahip değildir; şimdiyi, geçmişi ve
anlattığı hikayeyle bu tarza en uygun düşen geleceği aynı anda yansıtır. Her insan öldükten
filmlerinden birisi. Bir grup Aborji’nin kendi sonra ve yaratılışından önce bile rüyalarda
aralarında çıkan kavgada içlerinden birini varlığını sürdürür. Aborjinler rüyalarında ölmüş
öldürmeleri sonucunda normalde vergi avukatı akrabalarıyla iletişime geçebileceklerine hatta
olan David bir meslektaşının ricası üzerine hasta bir insanın rüyasına giren yakınının rüya
davayı almayı kabul eder. Ancak ilk bakışta sırasında onu iyileştirebileceğine inanırlar.
ölümle sonuçlanan sıradan bir sarhoş kavgasına Ne var ki düşzamanını herkes tecrübe
benzeyen bu olayın çok farklı bir boyutu vardır. edemez. Düşzamanını yaşayabilmek, kabileye
ve geleneklere bağlılığın ve layık olmanın
göstergesi kabul edilir.
David daha cinayet davasını
almadan olayın içindedir aslında. Filmin
açılış sahnesinde meydana gelen doğal afet
seviyesindeki -hatta olağanüstü- yağmur
ve dolu fırtınası David’in de düşzamanı
döngüsüne dahil olmasına sebep olur. Öyle
ki tanışmadan önce cinayet zanlılarından
birini rüyasında görür. David başına gelenleri
Kimi olağanüstü olaylara dışarıdan anlamlandırmaya çalıştıkça biz de Aborjin
dahil olup sonrasında kendini bu olayların geleneklerine ve inanışına dair bilgiler edinmiş
tam da merkezinde bulan karakter bazlı oluruz. “Murkurul” isimli, büyük doğal afetlerin
hikaye, Hollywood korku sinemasında tetiklemesiyle bir bedenden başka bir bedene
çokça karşımıza çıkan bir konsept. Weir da yer değiştiren kutsal bir ruh artık David’in
Avustralya döneminde çektiği bu filmde aynı vücuduna yerleşmiştir. Ancak bir sahnede
konseptten faydalanır, ama bunu yaparken üvey babası David’e çok küçük bir çocukken
hikayesini çok önemli bir meselenin üzerinde annesinin ölümünü gerçekleşmeden önce
şekillendirmeye çalışır. The Last Wave, Aborjin rüyasında gördüğünü hatırlatır. Bir doğal afet
kültürü ve beyaz adamın bu kültürü nasıl kabul sonucu bu güce(!) kavuştuğunu öğrendiğimiz
ettiği (ya da edemediği) üzerine bir film olmayı David’in aslında doğuştan gelen bir yeteneği
hedefler. Bu tema oldukça ciddi bir sorunu olması durumu kafa karıştırıcı bir ayrıntı olarak
temel alsa da Weir anlatısını didaktikleştirmeyi karşımıza çıkar. Başka bir sahnede ise David’in
reddedip çok daha farklı bir yol izleyerek bu kızının annesine rüyasında huzur verici bir ışık
temadan heyecan verici bir hikaye yaratıp gördüğünü anlatması, bu yeteneğin nesilden
gerilim, hatta korku türüne de göz kırparak nesile aktarıldığını düşündürüyor. Bu noktada
Aborjin kültürünü filmin mistik sırrı olarak ele hikaye, David’in yeteneğinin neye dayandığını
almış. Zira kolay anlaşılamayan ve doğa üstü açıklarken biraz çelişkiye düşüyor.
temellere dayanan öğeleriyle -bütün dinlerde Filmde düşzamandan sonra en çok
olduğu gibi- Aborjin kültürünün ve inanç kullanılan kültürel öğe ise Aborjinlerin hem
sisteminin bu tarz bir yaklaşıma oldukça yatkın sanatını hem de inancını ilgilendiren kutsal
olduğunu söylemek mümkün. taşlar. Üzerinde çeşitli çizimler olan bu taşlar,
şekillerine ve üzerlerindeki resimlere göre

24
Peter Weir Filmleri

farklı anlamlar taşıyor. Taşlar film için de oldukça kutsal bir yere konumlandırmaktadır.
Fakat yönetmenin yerli halkın sorunlarına
çok az değinmesinin ya da dini ve kültürel
değerlerini romantikleştirmesinin bir eksik ya
da kusur olduğu tartışılır. Anlattığı hikayenin
türü ve akışı gereği bunlar, Weir’in bilinçli
ve bir bakıma doğru tercihleri gibi duruyor.
Zira Weir’ın kamera kullanımı, kadrajı
konumlandırması ve ses bandındaki değişimler
filmin gerilimini tırmandırma ve heyecanı
artırma konusunda hikayeye çok iyi hizmet
ediyor. Filmin büyük bölümünde Weir, sırtını
görüntüye ve sese, kısacası işin zanaatkarlığına
oldukça önemli. Öyle ki tüm olayları tetikleyen yaslıyor. Bu konularda uzmanlığı zaten
cinayet bu taşlardan bazılarının çalınması tartışılmaz bir usta için bu hamlenin çok doğal
sonucu gerçekleşiyor. Murkurul’u temsil eden ve doğru olduğu da kesin. Hikayesindeki kimi
taş da filmin dinamolarından biri. David zayıflıklar filmi biraz aşağı çektiği için The Last
rüyasında bu taşı gördükten sonra Aborjin Wave’e başyapıt olmanın ucundan dönmüş bir
kültürüne dair sırların peşine düşüyor ve en film denebilir.
azından bazı sorulara cevap bulmuş oluyor. Weir, The Last Wave’de ilk bakışta
Bu soruların bir kısmının cevapsız kalması da ele aldığı konuyla oldukça cesur bir işe
doğrudan yerli inanışıyla ilişkili. İnanışa göre kalkıştığını hissettiriyor. Bir bakıma öyle de
geleneklerine bağlı bir Aborjin, rüyalarına dair yapıyor belki ama film ilerledikçe adımlarını
sırları saklamalıdır. Aksi halde, cezası ölümdür. temkinli ve risk almadan atıyor. Hikayeyi
Filmde Charlie isimli Aborjin kabile liderini taşıdığı noktada büyük cümleler kurmak yerine
canlandıran Nandjiwarra Amagula; gerçekten zanaatine odaklanıyor. Sinemayı anlatım aracı
de inançlarına bağlı, ileri gelen bir kabile olarak ustalıkla kullanabildiğini gösteriyor.
üyesi. Pek çok konuda filme danışmanlık da Film, başrolünde Amerikalı bir oyuncuya
yapan Amagula, taşlardan bahsetse bile gerçek yer vermesinin de katkısıyla, Peter Weir’a
sembolleri Weir’a açıklamamış ve filmde Hollywood’un kapılarını açar ve onun dünya
semboller sanat ekibince oluşturulan sahte çapında ün yapmasına ön ayak olur. Bu filmin
semboller kullanılmış. Amerikan seyircisinden gördüğü ilginin, kısa
18.yüzyıldan itibaren İngiliz süre içinde Weir’ın bir önceki filmi Picnic at
sömürgesi altında yaşayan Aborjin’ler bir Hanging Rock’ın (1975) da ABD’de vizyon
çok ırkçı tutuma maruz kalıyor. Ancak şansı yakalamasını sağlaması, yönetmenin adını
filmde bunlardan çok fazla söz edilmez. Weir akıllara iyice yerleştirdi. Weir Hollywood’da
daha çok yerli kültürünün mistik yapısına da başyapıt mertebesine ulaşmayı kıl payı
odaklanmayı tercih eder ve bu yapıdan kaçıran kalbur üstü filmler çekmeye devam etti.
gerilimli bir öykü çıkarır. Birkaç sahnede Peter Weir, sinemaya dair son sözünü henüz
Aborjin’lere karşı kimi önyargılara ve bu söylememiş gibi gözüküyor.
önyargıların yanlışlıklarına değinse bile bu
eleştirel tavır filmin çok küçük bir bölümünde Serhad Mutlu
yer alıyor. Filmin bir kaç sahnesinde
David meslektaşlarınca cinayet davasını ve
Aborjin kültürünü romantikleştirmekle ve
“doğa üstü zırvalara” kendini kaptırmakla
suçlanır. Weir bu suçlamalara eleştirel bir
yaklaşım göstererek filmin anlattığı hikayeyi
romantikleştirmediğini iddia eder. Ne var
ki Weir filmde kullandığı mistik öğeleri

25
Picnic at Hanging Rock

Picnic at Hanging Rock, Avusturalya sonucu yaşadığı şok ve birkaç yara dışında
Yeni Dalga sinemasının önde gelen ciddi bir sorunu yoktur. Aldığı yaralara bakınca
yönetmenlerinden Peter Weir’in 1975 kayalıklardan düşmüş olmasına da pek ihtimal
yapımı filmi. Film Joan Lindsay’in aynı adlı verilmez. Sıra dışı bir olay söz konusudur.
romanından uyarlanmıştır. Başrollerini Helen Irma’yı muayene eden doktor,“Orada gerçekten
Morse, Rachel Roberts ve Vivean Gray’in neler olduğunu bilmek için kafamı verirdim.”
paylaştığı, Avusturalya sinemasının uluslararası der. Peter Weir’in seyirci üzerinde yaratmaya
üne kavuşmuş en önemli filmlerinden biridir. çalıştığı ve bu konuda da başarılı olduğu etki
Film, 1900 yılında Avusturalya’da tam olarak budur. Film kızların nasıl ve neden
geçiyor. Appleyard Koleji, bir özel yatılı kaybolduğuna dair hiçbir kesin bilgi vermez
kız okulu, 1900 yılının sevgililer gününde izleyiciye. Fakat teoriler üretebilmesi için de
“Hanging Rock” adlı dağlık bölgeye gezi birkaç kapıyı açık bırakmıştır.
düzenler. Hanging Rock’ı gezmeye çıkan üç Filmdeki çoğu karakterin de başta
kız öğrenci, Miranda (Anne-Louise Lambert), şüphelendiği üzere, kızların tecavüze uğrama
Irma (Karen Robson), Marion ( Jane Vallis), ve veya cinayete kurban gitme ihtimalleri
bir öğretmen, Greta McCraw (Vivean Gray), vardır. Edith’in olay yerinden çığlık atarak
gizemli bir şekilde kaybolur. Irma bir hafta uzaklaşmasının sebebi belki de budur.
sonra bulunur, fakat olay hakkında hiçbir şey Döndüğünde kıyafetleri parçalanmış, fakat
hatırlayamaz. önemli bir yara almamıştır. Ya da kayalıklarda
Picnic at Hanging Rock, kurduğu deprem olmuş ve kayaların altında kalmış
gizem, boşluk ve cinsel bastırılmıştık temalarını olabilirler. Hatta doğaüstü güçler tarafından
ön plana çıkarıyor. Kızların kayboluş yolculuğu kaçırılmış bile olabilirler. Yönetmen bu
bu gizemlerin başlangıcını oluşturuyor. ihtimalleri doğrulayabilecek kanıtlar
Miranda’nın kayalarda geziye çıkmak için sunmazken, yalanlamamız için de hiçbir sebep
Matmazel de Poitiers’den (Helen Morse)
izin aldıktan sonra el salladığı sahnede film
normal akışını bir süreliğine bırakır ve bir yavaş
çekime geçer. Yazın öğle vakti güneşin altında
görülen hayallere benzeyen bir yavaşlıktır
bu. Potiers, Miranda’yı bir Boticelli meleğine
benzetir. Benzer bir sahne üç kızın kayalıkların
arasından geçerek kaybolduğu anda da yaşanır.
Kayalıkların arasından geçmeye cesaret
edemeyip arkada kalan Edith (Christine
Schuler), diğer üç kızın geçişini bir hayal gibi vermiyor. İstediğimiz hikâyeye inanmamız için
görür. Miranda’ya oraya gitmemesini söyler, bizi özgür bırakıyor.
fakat Miranda onu duyuyor gibi gözükmez. Film, gerçekliği sorgulatan bir
Ardından Edith büyük bir çığlıkla Hanging atmosferde ilerliyor. Miranda’nın filmin
Rock’tan uzaklaşır. Kızların başına gelen başında Edgar Alan Poe’dan alıntılayarak,
korkunç bir olaya tanık olmuş gibidir. Burada “Gördüğümüz ve gördüğümüzü sandığımız
yönetmenin bizden bir şeyleri gizlediği hissine şey bir rüyadan başka bir şey değil. Rüya
kapılırız. Edith’in çığlığına neyin sebep olduğu içindeki bir rüyadan.” diyerek bu atmosfere
konusunda yönetmen pek ipucu bırakmamıştır. girmemizi sağlıyor. Fakat bu sorgulama
Kaybolan kızlardan Irma, olaydan Truman Show (1998)’dakinden farklı bir
bir hafta sonra, hafızasını kaybetmiş bir halde şekilde ilerliyor. Truman Show’da Peter Weir,
bulunur. Kayalıklarda geçirdiği bir hafta Truman Burbank’ı ( Jim Carrey) sınırlarını

26
Peter Weir Filmleri

bizim de görebildiğimiz bir kafesin içine fotoğrafıyla konuşmaya, fotoğrafının yanına


koyarak bir yandan medyayı, televizyonu ve onun çok sevdiği papatyaları koymaya devam
reality show çılgınlığını eleştiriyor. Bir yandan eder.
da, 90’lar sonu 2000’ler başı sinemasında sıkça Öğretmen Greta McCraw’un
gördüğümüz gibi, Truman’ın film boyunca kayboluşu da okul müdiresi Appleyard için
yaşadığı sorgulamayı bize de yaşatarak iki büyük bir şok olur. Greta’nın erkeksiliğine
bin yıllık felsefi bir soruyu tekrar gündeme güvenerek yola çıktığını, sarhoşken Poitiers’e
getiriyordu: “Ya yaşadığım ve gördüğüm her kendisi itiraf eder. Hanging Rock’ta küçük
şey benden daha büyük bir gücün kontrolü bir kız gibi tecavüze uğramış ve öldürülmüş
altındaysa?”. Picnic at Hanging Rock’ta ise olma ihtimalini Greta’ya yakıştıramaz. Baş
gerçeğin ne olduğunu sorgulayan dolaylı başa kaldıklarında Appleyard, Sara’ya sürekli
yoldan değil de doğrudan seyirci oluyor. Peter okul harcını ödememeye devam ederse
onu yetimhaneye geri göndermek zorunda
kalacağını söyler. En sonunda Sara’ya, onu
yetimhaneye göndermek zorunda kaldığını
söylediğinde, odasına çekilip ağlamaya başlar.
Asıl sorun okul harcı değildir. Appleyard git
gide Sara’ya daha çok yakınlaştığını hisseder ve
bu bağı koparmak zorunda kalır.
Tüm bu tahminlere ve
yorumlamalara rağmen Picnic at Hanging Rock
belirli bir sonu veya çözümü olmayan bir film.
Weir seyirciyi Truman Show’daki gibi tanrı Peter Weir, kesin sonların gizemli hikâyelerde
konumuna koymaktansa, o konuma kendisini seyirciyi hayal kırıklığına soktuğunu söyler.
koyuyor bu sefer. Bu açıdan Picnic at Hanging Film hakkında “Seyirciyi geleneksel bir son
Rock’ın teolojik bir yapıya sahip olduğunu beklentisine girmemeleri için, bir tür rüya
söylemek mümkün. halinde olduklarına inandırarak hipnotize
Picnic at Hanging Rock’ta göze etmeliydim.” der. (1) Sonuç olarak Picnic at
çarpan bir diğer tema ise cinsellik. Üç Hanging Rock amaçladığı rüyamsı atmosferi
kızın kayboluşu cinselliklerinin bastırıldığı başarıyla kuran bir film. Bittiğinde seyirciyi
Appleyard Koleji’nden kaçış olarak okunmaya rüya görmüş gibi hissettiriyor ve her seyirci
müsait. Olaylardan bir hafta sonra bulunan uyandığında bu rüyayı farklı bir şekilde
Irma’nın korsesini kaybetmiş olması, korseyi bu hatırlıyor.
baskının sembolü yapıyor. Geziye gidemeyip Harun Yörük
geride kalan iki karakter, Sara (Margaret (1) Bliss, M., Weir, P. (1999) Keeping a Sense
Nelson) ve okul müdiresi Bayan Appleyard of Wonder: Interview with Peter Weir. Film
(Rachel Roberts), filmdeki cinsellik temasının Quarterly, Vol. 53, No. 1pp. 2-11
önemli sembolleri. Sara’nın Miranda’ya karşı,
arkadaşlıktan öte ve koşulsuz bir tutkusu
vardır. Filmin başında Miranda Sara’ya,
başkalarını da sevmesi gerektiğini ve uzun
süre orada kalamayacağını, söyler. Miranda’nın
kayboluşunun sebebi bu açıdan Sara’yla olan
ilişkisinden kaçışı olarak yorumlanabilir. Sara
ise Miranda’dan vazgeçmeye niyetli değildir.
Geri dönmeyeceğini bile bile Miranda’nın

27
Ölü Ozanlar Derneği

Ölü Ozanlar Derneği ya da Duvardaki şiirde kalıplar yoktur der. Filmde açıkça
Tuğlanın Güncesi manifestosunu açıklar “ Kim ne dersin desin,
“Bu duygunun Latince karşılığı “ Carpe Diem” kelimeler ve fikirler dünyayı değiştirebilir.” Bir
dir. Ne anlama geldiğini bilen var mı?” edebiyatçı olarak kelimelerin gücüne inanır
Diye sorar derste edebiyat hocası Bay Keating. Bay Keating. Hayatta da tek bir doğru yoktur.
Bu soru sadece Welton akademisi öğrencilerine Herkes avukat olmak ya da iyi bir mühendis
değildir, aynı zamanda seyirciye sorulur: “Carpe olmak zorunda değildir. Herkesin doğrusu
Diem” ‘in gerçekten anlamını biliyor muyuz? farklıdır. Sınıfta masaların üzerine çıkartır
Sözlük karşılığı ”anı yaşa”dır. Öğrencilerin öğrencileri, böylece her gün girdikleri sınıfa
tam olarak kelimenin karşılığını anlamadığını farklı bakmalarını sağlar.
düşünür Bay Keating bu yüzden onları eski Film Amerika’daki bir katolik
mezunların fotoğraflarını gösterir. Siyah beyaz okulunu anlatsa da hikaye tanıdıktır. Welton
fotoğraflar çok uzak bir zamana ait gibidir, akademisi başarı odaklıdır. Söz konusu okul
öğrenciler önünden geçerken fark etmemiştir ilkelere sahiptir (Gelenek. Şeref. Disiplin.
bile. Oysa o fotoğraftakiler de genç olmuşlardı
bir zamanlar ve umut doluydular. Aynı sıraları
doldurmuşlardı. Hayat farkına varmadan bizi
hizaya sokar. Mevzubahis okul mezunları
Amerika’nın en iyi okullarına öğrenci yetiştiren
bir kurumdur, bu yüzden o fotoğraftakiler

Mükemmelliyet.) Her kurum ilkelere sahiptir,


diğer türlü kişileri kontrol altına alamaz.
Toplum da başarı odaklıdır. Sınav sistemi
(düzen/ toplum/ sistem) sizi bir trigonometri
sorusunu en kısa zamanda yapıp yapmadığınız
konusunda sınayacak, tam onu geçtim deyince
şu an doktor, avukat ya da büyük bir şirkette bir dilde kaç kelime bilip bilmediğinizi ölçecek
müdürlerdir, ama o fotoğraf çekilirken hepsi yahut köprünün dayanaklı olup olmadığını
gençti ve hayalleri vardı. Çocukken itfayeci ölçeceksiniz. Hep bir şeyler soracaklar ve cevap
olmak isteriz, astronot olmayı isteriz, ama anahtarları olacak. Sayılar soracaklar ya da
zamanla bize hayatın gerçekleri, yani çaresizlik tanımlar. Ama hep de cevabı belli olan sorurlar
öğretilir. Bay Keating fotoğraftakilerle soracaklar hayatın aksine. Hep bir standart
çocukların çok farklı olmadığını anlatır, o olacak, bir ortalama. Bir yarış olacak, tabi
fotoğraftakilerin tek mirasını açıklar henüz ki kaybedenler olacak ki kazananlar sisteme
hayattayken, zaman varken “Anı yaşa”. inansın. Siz sormadığınız halde, birileri size
kariyer planı çizecek ve doğru mesleği seçecek.
(Aylak) adam olmak Doğru budur diyecekler. İtibarlı meslekler
“Hayatlarınızda sıra dışı bir şeyler seçecek büyükleriniz tüm iyi niyetleriyle
yapın” der Bay Keating. Edebiyat kitaplarında sanki itibarsız meslekler mümkünmüş gibi...
güzel bir şiir için gerekenler sıralanmıştır. Sonra da adam olmanız için ellerinden
Bay Keating kitabın sayfasını yırtar, çünkü geleni yapacaklar. Bir kıza şiir yazmak ya
da aşık olmak saçma tabi ki günde 400 soru

28
Peter Weir Filmleri

çözmekten ya da medeni kanun 25.maddeyi hayaletiyle savaşır aslında, her baba çocuğa
ezbere bilmekten. Pek tabi CV için bir STK’da olmak istediği kişinin gömleğini giydirmeye
çalışmak bir dostla dertleşmekten değerli. Bu çalışır. Neil başrolü babasından izin almadan
arada yanlış anlaşılmasın aileler de çocuklarına kapar, Knox kız işlerine yönelir, Charlie ise anı
sanat dalıyla uğraşma demez , “ yap ama hobi yaşamaya karar verir. Babası Neil’ın oyununa
olarak yap” der. gider ve iyi oyununa rağmen ona destek olmaz.
Filmde de öğrenciler Bay Keating’i Çünkü Neil doktor olmalıdır, babası buna karar
araştırırlar ve filme adını veren Ölü Ozanlar vermiştir. Askeri okula gönderecektir babası
Derneği’nin varlığını sorarlar. Öğrenciler de Neil’ı. Neil bu baskıya dayanamaz silahla
aynı hocaları gibi okuldan kaçar ve mağarada hayatına son verir. Bu intihar okulda büyük etki
gizlice buluşup şiirler okurlar, kelimelere yaratır. Ölü ozanlar derneğinin yapısı çözülür,
sığınırlar. Okuldan kaçış sahneleri seyirliktir. Charlie okuldan atılır. Edebiyat Hocası Bay
O heyecanı ancak yaşayanlar bilir. Ancak bir Keating’in işine son verilir. Sıkı eğitim sistemi
kaçak anlar sadece kaçanın halinden. ‘Okul’un kendini toparlar, klasik bir edebiyat hocası
bir kuralını yıkmanın tadı gerçekten başka işe alınır. Bay Keating okuldan ayrılacakken
bir şeye benzemez. Çünkü yendiğiniz o yazılı öğrenciler sınıfta sıraların üzerine çıkar, aynı
kurallardır değildir, size yapamazsın diyen hocalarının öğrettiği gibi.
herkestir. O an anneniz, babanız, hocanız, Filmin sonunda seyirci olarak
o saçma sınavlar v.s. her şeye karşı galibiyet kafamız karışmıştır. Hayallerinin peşinden
alırsınız. Mağaraya kaçış ironiktir, Platon’u giden çocuk başarılı olmasına rağmen filmin
anımsatır; Platon’un söz konusu mağara sonunda intihar etmiştir. Aylak adamların
alegorisinde mağaradan dışarı çıkıp gerçeği lideri Charlie okuldan atılmıştır. Öğrenciler
görenler mağaradaki gölge oyunlarının hakikati hocaları okuldan atılırken herhangi bir direniş
yansıtmadığını fark ederler. Bakış açılarındaki göstermemişlerdir. Birileri diploma için yarışa
girebilir, birileri için para kazanmak, iyi meslek
sahibi olmak değerli olabilir. Peki ya sıradışı
şeyler yapmak?. Hocamız veda ederken ayağa
kalkmak yeterli midir? Sistem bakidir de
biz kendimize ancak ufak kaçışlar (mağara)
mı yaratabiliriz? Filmin kazananı olmasa
da hayatın anlamı filmde bir şiir dizesinde
geçer; “İnadına yaşamak istediğim için gittim
ormana/ Dibine kadar yaşamak ve iliğini
emmek istedim hayatın/ Bozguna uğramak
değildi hayat/ Ve ecelim geldiği zaman
engel kalkar ve mağaraya döndüklerinde yaşamadığımı keşfetmek de değildi.”
diğerlerine yanıldıklarını anlatmaya
çalışırlar. Bu bağlamda mağarayı okul olarak Seçkin Serpil
düşünebiliriz. Filmde de okuldan (toplum/
dayatma/ aile) kaçanlar da, şiirlere sığınan aylak
adamlardır.

Başka bir dünya mümkün(mü)dür?


Filmde aylak adamlardan Neil
babasının baskısının aksine tiyatrocu olmak
ister. Her oğul babasının tasarladığı gelecek

29
Witness

Yaşadığı olaylar çerçevesinde alırlar, çünkü öldüğü takdirde Samuel de tehdit


şekillenen insan karakteri Peter Weir’ın altında kalacaktır.
1985 yapımı Witness filminde Harrison John, Amişler ile birlikte
Ford’un canlandırdığı John Book aracılığıyla yaşadığı süre içinde şehirdeki dünyasından
gözlemlenebilir. Film, Amerika’da koyu Katolik uzaklaşır, çünkü bu dünyada şiddete, suça
bir topluluk olan ve 19. Yüzyıl araçlarıyla ya da yolsuzluğa yer yoktur. Hayvanlarla,
yaşamayı seçen Amişlerin yanında kalmak marangozlukla haşır neşir olur. Bu da şehirde
zorunda olan polis John Book’u konu ediniyor. oluşturduğu sert, şiddete meyilli karakterinin
Filme rüzgarın şiddetiyle savrulan tersine, içindeki daha sevgi dolu ve doğayla
otluklarla başlanır. Günümüz dünyasının bütünleşen insanı ortaya çıkarır. John’un
aksine, otluklar da Amişler gibi doğanın Rachel’ın eski kocasının kıyafetlerini giymesi
onları şekillendirmesine izin verir. Film, 19. de onun Amiş dünyasına adım attığının
Yüzyılda geçen bir dönem filmi kıvamında göstergesidir.
başlar. Yeni dul kalmış Rachel’ın ölen kocasının
cenazesindeyizdir. Amişlere özgü Pensilvanya
Almancasıyla dua edilir, yas tutulur. Çiftlikte
el gücüyle ürünler toplanır, at arabasına
yüklenir. Ancak kamera yolda ilerleyen at
arabasını izlerken plana bir tır girer ve biz de
bu dünyadan koparız. Rachel, oğluna büyük
şehri göstermek için kasabaya inmektedir.
Hayatında ilk defa çiftlik dışına çıkan
Samuel, tren istasyonunda meraklı gözlerle
gezer. İstasyonda bir kadının yaralanmış bir
adamı taşıyan heykelinden çok etkilenir.
Acıyı ve ölümü ilk defa bu heykelle gören
Samuel’a heykelin yüksekte duran hizasından
kamerayla bakarız, Samuel ve diğer yürüyen
insanlar heykele göre çok küçüktür. Bu heykel,
Samuel’ın daha sonra tanıklık edeceği şeylerin
de habercisidir aslında. Tıpkı heykeldeki acı Witness filminde polis olan John
gibi, onu da vahşice işlenmiş bir cinayete Book’un silahı da onun yaptığı meslek kadar,
tanıklık etmek beklemektedir. Tuvalette şahit John’un şiddete olan eğilimini de ortaya çıkaran
olduğu bu cinayeti araştırmak için John Book bir araçtır. Rachel ve Amiş kuralları, onun bu
görevlendirilir. Öldürülen adam bir polistir, eğilimini törpülerler. Bir sahnede John, silahını
bu yüzden de polis teşkilatı için cinayetin ister ve Rachel Samuel’ın silahı bulmaması
çözülmesi daha da önem kazanmıştır. Samuel, için sakladığı un kasesinden mermileri verir.
öldüren kişiyi teyit eder. Öldüren de bir polistir Una bulanmış olan mermileri şaşkınlıkla alan
ve John Book teşkilatın içinde büyük bir John, unları üfleyerek mermileri temizlemeye
yolsuzluğu keşfeder. Bunu akıl hocası ve amiri çalışır. Şiddetin simgesi olan mermiler,
olan Paul’e söylediğinde ise çok geçmeden Rachel’ın mutfağında duran unlar tarafından
onun da işin içinde olduğunu öğreniriz. Bu yumuşatılmaya çalışılmaktadırlar.
keşfinin sonucu olarak John saldırıya uğrar ve Amişlerin ve yirminci yüzyılda
Samuel’ı korumak için Amiş köyüne, Samuel kullanılan araçların hepsi yaşadıkları çağın
ve Rachel’ın çiftliklerine götürür. Yaralandığı insanlarıyla ilgili bir şeyler anlatırlar bize.
için kan kaybeden John, daha fazla dayanamaz Elektrik, araba ya da telefon kullanmayan
ve bayılır. Baygın bir şekilde kuş evine çarparak Amişler kullandıkları araçların ruhlarını da
kaza yapar. Rachel ve babası da onu evlerine etkilediğine inanırlar ve yirminci yüzyılın

30
Peter Weir Filmleri

bahşettiği, hayatı kolaylaştıran araçları başlar. Bu kuş evi aslında kendi dünyasını
kullanmayı reddederler. Çünkü onlar için temsil eder. Dürüst ve sorumluluk sahibi biri
bu araçlar aslında hayatı kolaylaştırmaz, olan John, eski akıl hocası bir yolsuzluk işine
kirletir. İlk zamanlar insan eliyle yapılan girdiğini öğrendiğinde inandığı kurumlar ve
araçlar, insanın yemek, barınma gibi basit değerler de yıkılmıştır. Amişlerle geçirdiği bu
ihtiyaçlarını karşılamak ve doğayı bu ihtiyaçlar zaman diliminde kendini tekrar şekillendirme
dahilinde şekillendirmek için üretilmiştir. şansı bulsa da yaptığı seçimler ve eski dünyası
Ancak bugüne geldiğimizde bu araçlar doğayı onu bırakmaz. Rachel, banyo yaparken John
yok etmiş ve bizi kendi ürettiğimiz araçlarla yanına gelir ancak onunla birlikte olmaz.
yalnız bırakmıştır. Ortada şekillendirilecek bir Kendi toplumuna göre ahlaksızlaşan Rachel’ı
doğa yoktur artık, sadece kendi gerçekliğimiz yine Amişlerin kurallarına uyan ve ikisini
kalmıştır. Bu yüzden Amişler John’un de zor durumda bırakmak istemeyen John
silahıyla birlikte sembolize ettiği değerlerden durdurmuştur. Sonraki sahnede Rachel’la
hoşnut değillerdir. Dini olarak bir insanın birlikte olsalardı ya Rachel’ın Amişlerden
öldürülmemesi gerektiğine, ancak tanrının bir ayrılmak zorunda kalacağını ya da onun
canı alabileceğine inanırlar. John’un geldiği Rachel’la kalmak zorunda kalacağını söyleyerek
dünyada ise bu durum tam tersidir, zira iyi ve kendini ve Rachel’ı bir seçim yapmaya
kötü insanlar kanun önünde belirlenmiştir, zorlamadığını görürüz. John’un kaldığı bu
bu kanunların uygulayıcılarından biri de ikilemi ise yine şartlar çözecektir.
John’dur. Samuel, John’un silahını bulduğunda Ortağı Carter’ın öldürüldüğü
dedesi onunla öldürmek üzerine konuşur. haberini aldığında John, Amiş kıyafetindeyken
Samuel’ın dedesi öldürmenin yanlış olduğunu, Amişlerle dalga geçen bir grup genci tartaklar.
Samuel’ın bir insanı öldürüp öldürmeyeceğini Amişlere tamamen ters olan bu durumda John
sorar, Samuel da sadece kötü insanları eski karakterine bürünmüştür. Genç gruba
öldürebileceğini söyler. Bir cinayete tanıklık saldırmadan önce Samuel’ın dedesi John’u
eden Samuel, artık dünyayı Amişlerden farklı uyararak ‘Bu bizim yöntemimiz değil’ der.
yorumlamaktadır. İnsanları düşündükleri Ancak John ‘Ama benim yöntemim’ diyerek
üzerinden değil, sadece yaptıkları üzerinden tekrar şiddete başvurur. Artık eve gitme
yargılamaktadır. Dedesi de bu cinayeti görerek vaktinin geldiğini anlayan John, kuş evini
onlardan birine dönüştüğünü söyler. kırdığı yere tekrar diker.
John’un gelişi Amişlerin gözünde Kendi dünyasında şiddetle sağladığı
sadece Samuel’ı kötü şekilde etkilemez. Rachel ahlak değerlerini ise son sahnede yine aynı
da John’a olan ilgisiyle toplumdan dışlanma şekilde ancak bu sefer bir Amiş evinde
noktasına gelir. John, arabasını tamir etmeye sağladığını görürüz. Yolsuzluğu yapan John’un
çalışırken radyo çalışmaya başlar ve müzikle eski akıl hocası ve adamları Rachel’ın evini
birlikte Rachel’la dans ederler. Amişlere basarlar. John, Samuel’ın güvenliği için ona
müzik dinlemek yasaktır ve yine John yirminci kaçmasını söyler. Samuel da onun kendini
yüzyıldan getirdiği bir araçla Rachel’ı kendi nasıl koruyacağını, silahının olmadığını söyler.
dünyasına çeker. Birbirlerini kendi dünyalarına John ise adamları yine kendi silahlarıyla
göre şekillendirmeye çalışan Rachel ve John bu öldürerek ve akıl hocasını etkisiz hale getirerek
ikiliği sembolize ederler. yolsuzluğu çözümler.Ancak bu sefer Amişler
John, Amiş köyünde yok etmek ve de ona yardım eder ve aslında ahlaken bir
öldürmek için kullanılan silahın aksine, bir şey pozisyon alırlar. Baştan beri kendi kanunları
inşa etmek ve oluşturmak için üretilen çekiç, dışında devletin kanunlarını ya da araçlarını
testere gibi araçlar kullanır. Hatta marangozluk kullanmayan Amişler, John’un yanında pasif de
yetenekleri onun Amiş toplumuna kabulünü olsa yer alarak karşı çıktıkları sistemin içinde
de getirir. Topluca inşa edilecek olan bir yer almışlardır.
evin yapımı için John’u da çağırırlar. John
ilk geldiğinde kırdığı kuş evini tamir etmeye Tilbe Cana İnan

31
Gelibolu

- Neden başlamış savaş?


Gelibolu ve Hep ‘Kırılan Yandakiler’ Üzerine - Tam olarak bilmiyorum ama
Almanların hatası.
‘’İlk savaş değil. - Avustralyalılar da savaşıyor mu? Evet
Ondan önce başka savaşlar da oldu. Türklerle.
En sonuncusu bittiğinde - Türklerle ne alakası var?
Kazananlarla yenilenler vardı. - Çünkü Almanların müttefiki
Yenilen yanda yoksul halk açlıktan kırıldı. - Öyle mi her gün yeni bir şey
Kazanan yanda öğreniyorum. Ama hala bizimle
Açlıktan kırıldı yine yoksul halk’’ alakası ne anlamadım.
Bertolt Brecht Aslında pek de anlaşılır bir şey değildir. Archy’de
Peter Weir’in 1981 yılı yapımlı anlamamıştır fakat savaşa gitmek istemektedir.
Gelibolu adlı filmi, 1915 yılında Çanakkale’de Tıpkı o dönem savaşta ölen binlerce genç
yaşanan savaş sırasında iki Avusturalyalı askerin yurttaşı gibi.
dostluğu ve savaşın yarattığı yıkımı anlatıyor.
Kendisi de Avustralyalı olan yönetmen hamaset ‘’Barneys öldü. Beraber koşuyorduk ve şaka
ve milliyetçilik diline bulaşmadan, ülkesinin o yaptığını sandım. Ne kadar sakar olduğunu
dönem dahil olduğu savaşı eleştirmiş ve topluma bilirsin’’
egemen olan militarizmi de olumsuzlamıştır. Filmde savaş ve yaşam iç içedir.
Filmde Frank Dunne ve Archy Karakterler başta savaşın bilincinde değildirler.
Hamilton’un ikisi de iyi koşucudur. Archy yaşı Oraya eğlenmek, rütbe almak, prestij sağlamak
küçük olmasına rağmen cepheye gitmek ister için gelmiştir çoğu. Bindikleri tekne yavaş
ve bunu Frank’ın da yardımcı olması ile birlikte yavaş karaya doğru gelirken sanki rüyada
gerçekleştirmiştir. Frank’in ise tek amacı bir gibidirler. Fakat yanı başlarına top mermileri
bisiklet dükkanı açmaktır. düşmektedir. Ölüm çok uzak gelmesine rağmen
‘’İmparatorluğun size ihtiyacı var’’ yanı başlarındadır. Onlar, İngilizler için savaşan
Filmde, o yıllarda toplumun diline hipnotize olmuş askerleridir.
egemen olan daha doğrusu egemen hale ‘Lütfen eve dön’
getirilen söylemleri duyarız. Duyduğumuz Eşlerini savaşa uğurlayan kadınların
bu sözler dönemin gençlerinin savaşa bir kısmı ise onları ‘lütfen eve dön’ diyerek
gitmediği takdirde nasıl dışlandığının da bir uğurlamaktadır. Kaçınılmaz olanın hissedilmesi
göstergesidir. ‘’ Kazanmadan dönme’’, ‘’ Madalya ve kimsenin bir şey yapamaması gibi bir durum
ile dön’’, ‘’İmparatorluğun size ihtiyacı var’’, vardır ortada. Filmin sonlarına doğru askerlere,
‘’ Savaşamazsam kötü olurum’’… Tüm bunlar makineli tüfeklere doğru koşarak hücum etmesi
bireyin militarist söylem içerisinde nasıl emrini veren karargah komutanı ise aslında
baskılandığını ve çaresiz konuma sokulduğunu imparatorluğun savaş meydanındaki halidir.
da göstermektedir. İmparatorluğun onlara Yüzlerce Avustralyalı gencin ölmesindense
ihtiyacı vardır çünkü yayılmacılığını sağlamak kendilerinin çıkarları daha önemlidir. Bu
için savaşacak ‘kahraman’ gerekmektedir. Archy yüzdendir ki uçurumdan aşağı rahatça
bu ‘kahraman’ rolünü sevmiştir ve inanmıştır. itebilmektedirler.
Frank Dunne ise ‘kahraman’ söyleminin Truva ‘Kim korkmuyor ki evlat’
atı gibi olduğunun farkındadır ve ‘bu kahrolası Frank Dunne ve Archy Hamilton’un
bizim savaşımız değil… İngilizlerin savaşı bulunduğu bölüğün komutanı kendisine hızlı
bizim savaşımızla alakası yok’ demiştir. Sam koşacak bir haberci aramaktadır. Archy ise Frank’ı
Amca’nın ‘Seni İstiyorum’u, Avustralyalılar önerir ve savaşa kendisinden dolayı katılmak
için ‘İmparatorluğun size ihtiyacı var’ olmuştur. zorunda kaldığını belirtir. Bölüğün komutanına
Çöldeki sahnede geçen şu diyaloglar ise aslında Frank’ın korktuğunu söyler. Komutan ise
meselenin özünü ortaya koymaktadır: ‘Kim korkmuyor ki evlat’ der. Aslında kendisi

32
Peter Weir Filmleri

de korkmaktadır savaştan. Çünkü uğruna benzerdir. Yani ne Batı cephesinde ne de


ölecekleri bir şey yoktur. Memleketinden Doğu cephesinde yeni bir şey yoktur. Full
kilometrelerce ötedeki topraklarda İngilizler için Metal Jacket’ta başındaki kaskta barış işareti
savaşmaktadırlar. Bu yüzdendir ki korkmaları bulunan karakter ile Gelibolu filmindeki
normaldir. Aslında filmde yer alan karakterlerin Frank’in durumu aslında pek de farklı değildir.
çoğu korkmaktadır. Fakat toplumsal cinsiyet Sinema tarihinde de Gelibolu’daki gibi iki
onlara korkamayacaklarını söylemiştir. ‘Erkek farklı toplumsal durum mevcuttur. Bir kısmı
olan korkusuzdur’, korku onlara yasaktır. Öyle Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan,
bir hakları yoktur. Savaşmayanın yüzüne bile 1998) gibi savaş propagandası yapan filmlerden
bakılmaz. Bu yüzdendir ki Archy ‘ben ülkem oluşmaktadır. Diğer kısmı ise Full Metal Jacket
için ölmekten korkmam’ demektedir. (1987)’ta baretine savaş karşıtı bir sembolü
  “Savaş bir gün biterse kendimize şunu koyan, Korkoro’da ‘bu sizin savaşınız, biz hiç
sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden savaş başlatmadık’ diyenlerden oluşmaktadır.
öldüler?” (Cesare Pavese) Bertolt Brecht, ‘Bir Alman Anasının Ağıtı’
Önden giden birinci ve ikinci taburun adlı şiirinde oğlunun ardından annesinin
ardından sıra üçüncü tabura gelmiştir. Bu taburda pişmanlığını şöyle özetlemiş: ‘’ Bu çizmeleri
Archy de yer almaktadır. Frank karargahtan bendim sana giy diyen, oğlum/ bu haki gömleği
gelen bekleyin talimatını yetiştirmek için koşar bendim sana giy diyen/  Nerden bilecektim bu
fakat yetişemez. Taburun komutanı da, Archy kara günleri göreceğimi/ bilseydim, giydirmem
ve diğer askerler de taarruza geçmiştir. Ve son derdim, giydirmem/ asın beni, derdim, daha iyi’’.
planda ise Archy’nin vurulduğunu görürüz. Gelibolu filmi aslında gelecekte bu pişmanlığı
Frank yetişememiştir. Savaşta insanların yaşamı yaşayacak olanların, savaştan önceki ve savaş
bu kadar ince bir çizgidedir. sırasındaki durumunu anlatmaktadır. Yukarıda
da değinmiş olduğumuz militer söylemler
tekrar tekrar ısıtılıp önümüze getirilmektedir.
Peter Weir’ın yaptığı Avustralya’nın bu durumla
yüzleşmesini sağlamaktır. Bu durum ‘’Sadece
tarihteki faşizmle değil… hepimizin içinde olan,
kafamıza ve günlük hareketlerimize yerleşmiş
halde, bize gücü sevdiren, bize hükmettiği ve
bizi ezip yok ettiği halde bize gücü arzulatan
faşizmle’’1 yüzleşme durumudur. Tekrar tekrar
aynı yanılgıya düşmemek için bu yüzleşme
Filmin geneline baktığımızda yapılmalı ve bu pişmanlık duyulmalıdır.
söylemler üzerine bir çıkarımda bulunmak Arda Kaya
mümkün hale gelecektir. Militarist söylemin
kişiler üzerinde etkin olduğu ülkelerde
hemen hemen birbirine benzer cümlelerin
kurulması tesadüf değildir. Gelibolu’da da
dönemin Avustralya’sında hakim olan söylem
1
Michel Foucault, Kapitalizm ve Şizofreni,
eleştirilmiştir. Avusturalyalı gencin söylediği 1972 Sf: xiv-xvi Aktaran: Serazer Pekerman
‘kızlar üniformaya delirir’ cümlesi, yaşadığımız Film Dilinde Mahrem, Metis Yayınları, 2012,
topraklarda ‘askerliğini yapmayana kız da, iş İstanbul, Sf: 34
de verilmez’ şeklinde karşımıza çıkmıştır. Bu
yüzdendir ki aslında Gelibolu filmini izlerken
karakterler yabancı olsa da yaşanılanlar bize
oldukça tanıdıktır. Avustralyalı askerlerin
Çanakkale’de yaşadıkları, bir zamanlar Anadolu
gençlerinin Kore Savaşı’nda yaşadıkları ile

33
The Year of Living Dangerously

The Year of Living Dangerously(1982), görüntü almaktadır. Kalabalık grup içinde


Endonezya’daki siyasi olayları yerinde “Emperyalizmin her çeşidini yık”, “ABD dışarı”
incelemek ve bildirmek üzere görevlendirilen gibi pankartlar taşınmaktadır. Getirdikleri
Guy Hamilton adındaki Avustralyalı bir bir kamyon dolusu taşlarla elçiliği taşlamaya
muhabirin yaşadığı tarihsel-politik macerayı başlarlar. Ardından Hamilton’ın arabasını
bir aşk hikayesiyle süsleyerek perdeye aktarıyor. parçalamaya başlarlar. Hamilton onları
Bu vesileyle beyaz adamın üçüncü dünya kameraya almakta ısrar edince göstericilerin
ülkeleriyle kurduğu ilişkinin doğası hakkında öfkesi daha da büyür. Haber ekibi linç edilmek
birçok yorumlamaya kapı açıyor. Öncelikle,
beyaz adamın uzun bir tarih boyunca kurduğu
tahakkümün boyutları ve bu tahakkümün
ortaya çıkardığı sömürü, kölelik, yoksulluk
gibi sonuçlar gözler önüne seriliyor. Bunun
beraberinde getirdiği, beyazların eski sömürge
ülkelerini ve insanlarını nesneleştirmesi;
onların tarihini, kültürünü, sosyal değişimlerini
ele aldığı zaman da bunları içeriden bir bakış
açısıyla yorumlayamaması ve sığ yaklaşımlardan
öteye gidememesi de filmdeki Hamilton’ın,
basının, diplomatların tavırlarıyla kendini
belli ediyor. Hamilton gerçekliğe ulaşma üzereyken canlarını zor kurtarır.
serüveni içinde zaman zaman Endonezyalılarla Hamilton’ın kamerasının tetiklediği
yakınlaşma, empati kurma çabaları gösterse öfkenin aynı zamanda beyaz adamın “bakış”ına
de, beyaz kimliğinin getirdiği tarihsel konum yöneldiği de düşünülebilir. İndirgemeci,
sebebiyle karakterinde anlamlı bir dönüşüm özdeşleşme içermeyen, insanları özne olarak
yaşanması imkansızlaşıyor. ele almayan oryantalist bir bakıştır bu.
Hamilton Endonezya’ya ulaştığı Hamilton haberlerinde tanık olduğu aksiyonu
sırada ülkede politik karışıklık hakimdir, iç ve ulaştığı bilgileri aktarıyordur fakat yine
savaşın ayak sesleri duyulmaktadır. Devlet de Endonezyalıların deneyimlerine temas
Başkanı Sukarno’nun iktidarı gerileme etmekten oldukça uzaktır. Bu tür bir bakış
dönemindeyken, bir yanda Çin’in destek açısı, beraberinde küçümsemeyi ve üstünlük
verdiği iddia edilen Endonezya Komünist duygusunu da getirir. Hamilton’ın muhabir
Partisi (PKI) devrim yapma hazırlıkları arkadaşı arabasıyla bir sokakta giderken
içindedir, diğer yanda da sağcı generaller darbe karşısına yoksulluktan harap olmuş fahişeler
planları yapmaktadır. Bu karışıklık içindeki çıkar. Arabanın camına çıkan fahişeleri
bölgeye ilk vardığında Hamilton ne yapacağını kahkahalarla, keyifle izleyen muhabirin durumu
bilemez haldedir, haber yapmak için bağlantı da, İngiliz diplomatın cintoniği buzla servis
kurabileceği insanlardan yoksundur. Yabancı ettiği için Endonezyalı garsonu aşağılaması da
biri olduğundan insanlar ona düşmanca bu küçümsemeyi açığa vurur.
davranırlar ve bilgi vermek istemezler. Bir anaakım sinema örneği olan bu
Tarihsel tecrübeleri onlara beyaz adama filmde, tarihsel-politik bir maceraya paralel
güvenilmeyeceğini, beyaz adamın ülkelerini olarak gelişen bir aşk öyküsünün yer alması da
sadece kendi çıkarı uğruna istismar ettiğini kaçınılmazdır. Hamilton elçilikte çalışan güzel
öğretmiştir. Bu tutumlarını özetleyen bir bir kadın olan Jill’le flört etmektedir. Egzotik
sahnede PKI üyeleri Amerikan büyükelçiliği ve tropik Endonezya coğrafyası aşklarına
önünde gösteri yaparken Hamilton ve fon oluşturmaktadır. Bir sahnede, okyanusa
ekibi arabayla aralarına karışmış, kamerayla karşı otururlarken aniden Muson yağmuru

34
Peter Weir Filmleri

başlar, yağmurda güle güle arabalarına doğru Hamilton da ona yaklaşır ve büyük bir
koşarlar ve birbirlerine romantik bakışlar heyecanla suyun altında onu yakalamaya çalışır.
atarlar. Endonezya’nın doğası, insanları ve Kadın suyun yüzeyine doğru yöneldiğinde o
iç karışıklıkları; Hamilton’ın aşkının konu da arkasından yukarı çıkmaya çabalar fakat
edinildiği sahnelerde birer araç, birer bahane yüzeye çıkan kadın eliyle onun kafasını bastırır
haline gelir. Bir sahnede Hamilton’ın yanında ve onun yüzeye çıkmasına engel olur. Hamilton
Jill vardır ve ağzında sigarayla arabayı boğulurken uyanır. Hamilton, yöredeki
kullanmaktadır. Geceyi birlikte geçirecekleri insanların dünyalarına ulaşamaz. Endonezya’da
yere doğru yol almaktadırlar. Jill, Hamilton’ın ne kadar yolculuk ederse etsin kendini ülkenin
ağzındaki sigarayı eliyle alır, kenara atar ve insanlarından ayıran çizginin diğer tarafına
arabayı kullanırken Hamilton’la öpüşmeye, geçemez.
oynaşmaya başlar. Romantik bir soundtrack Hamilton Endonezya’daki
sahne boyunca devam ederken, karşılarına görevini tamamlamış, ülkeden ayrılmak
askerlerin kurduğu barikat çıkar. Son süratle üzere havaalanına doğru yol almaktadır. Bu
barikatı aşarlar ve askerler arkalarından ateş sırada yol kenarında Endonezya ordusunun
açar. Askerleri de atlattıktan sonra gülmeye ve muhafazakar kanadının yerel halkı toplayıp
öpüşmeye devam ederler. Karşımızdaki sahne, komünist oldukları gerekçesiyle kurşuna
doğunun beyaz adamın macerasına meze dizdiğine tanık olur. Askerler arabalarını
olmasının en saf göstergesidir. Onun aşkı söz durdurur ve Hamilton’a kimlik sorarlar.
konusu olduğunda diğer her şey önemini yitirir. Hamilton, büyük bir telaş ve korkuyla
Filmde Hamilton’ın Endonezya’ya gazeteci kimliğini uzatır. Askerler geçmesi
yaklaşımını değiştirmeye ve onun daha için izin verince sevinç içinde yoluna devam
derindeki gerçeğine nüfuz etmeye yönelik eder. Binlerce insanın infaz edildiği tarihsel
çabaları da görülüyor zaman zaman. bir olaya tanık olmuş olmasının da bir
Raporlarından birini Endonezya halkının önemi kalmamıştır artık. Havaalanında kaos
yoksulluğuna ayırılıyor, bunu şiirsel ve ağdalı hakimdir, askerler Hamilton’ın ses kayıt
bir dille anlatmaya koyuluyor. Raporun cihazını alır ve kurcalamaya başlar. Hamilton
sonundaki sözler şu şekilde: “Kıtlık denen cihazı umursamaz ve direkt uçağa yürümeye
ızdırabın içinden bir rüyadaymışçasına başlar. Fonda huzurlu, sakin bir müzik
geçiyorum.” Görüldüğü üzere, bunu yaparken çalmaktadır. Uçağın kapısında onu bekleyen
bile kendini bahsettiği konudan dışarıda Jill’e sarılmasıyla film sonlanır. Hamilton
tutma, konuyu gerçekle bağı olmayan bir Endonezya’ya dair her şeyi geride bırakmış
fantezi dünyasının ürünü haline getirme ve ve aşkına kavuşmuştur. Ülkede katliamların
duygu durumunun konunun önüne geçmesi başlamasıyla, Hamilton’ın öyküsünün
gerçekleşiyor. Hamilton kendi kimliğinden Hollywood mutlu sonuyla bitmesi arasındaki
sıyrılamadığı için, tarihsel koşulların onu alakasızlık, absürtlük ve tezatlık beyaz adamın
konumlandırdığı mevkiden ayrılamadığı dünyasıyla “ötekilerin” gerçekliği arasındaki
için Endonezyalıların tecrübeleriyle uzlaşmazlığı en güzel biçimde ortaya koyuyor.
özdeşleşebilmesi ve dolayısıyla bu tecrübeleri
aktarabilmesi mümkün olmuyor. Can Önalan
Hamilton’ın PKI üyesi güzel ve
gizemli bir kadının evinde konaklarken
gördüğü kabus da beyaz adamın “ötekileri”
anlamasının, onlarla birleşmesinin,
uzlaşmasının imkansızlığına vurgu yapıyor.
Rüyasında, ev sahibi kadın havuzun dibinde
yüzmektedir ve Hamilton’a gülümser.

35
The Way Back

Usta yönetmen Peter Weir’ın seyahat eden kahramanlarımızı birbirleriyle


çarpıcı oyuncu kadrosuyla dikkat çeken filmi gerçek anlamda tanıştırıyor. Klasik Hollywood
Özgürlük Yolu (The Way Back) 2011 yılında formüllerinden uzak durmaya çalışan
ülkemizde de gösterime girdi. Film İkinci yönetmenimiz kahramanlar arası gereksiz
Dünya Savaşı sırasında Sibirya Gulag’ından tartışmalara, kavgalara ve aşka yani kısacası
(Esir kampı) kaçmaya çalışan yedi mahkumun aksiyona pek yer vermiyor.
kaçışını ve yolda başlarına gelenleri konu alıyor.
Savaş zamanında Rusya’da yaşamış Polonyalı
Slawomir Rawicz’in The Long Walk adlı
kitabından uyarlanmış bu film, başrollerinde
Ed Harris, Colin Farrell, Jim Sturgess gibi
yıldızlar barındırıyor.
Film komünist Polonyalı bir kızıl
ordu subayı olan Janusz’un ( JimSturgess) sorgu
sahnesiyle başlıyor. Karısına işkence edilerek
aleyhine ifade vermesine neden olan istihbarat
subayları o andan itibaren kahramanımızın
içerisinde büyük bir nefret ve hırs uyandırıyor. Filmin hızlı başlayan temposu belli
Tutuklanıp esir kampına gönderilen Janusz bir noktadan sonra oldukça stabil gitmeye
daha gider gitmez kaçış planları yapmaya başlıyor. uzun sekanslı bolca doğal görüntü
başlıyor ve tanıştığı altı arkadaşıyla beraber içeren bir yol filmi denilebilir. Doğanın tüm
kısa sürede kaçmayı başarıyor. Filmin bu kısmı acımasız yönleri film boyunca karşımıza
oldukça hızlı geçilen ve karakterlerin bir ön çıkıyor: Sibirya’nın acımasız soğuğu, Baykal
tanıtımının yapıldığı giriş işlevini üstlenmiş. Gölü’nün sivrisinekleri, dağ kurtları, Gobi
Zaten filmin asıl anlatmak istediğinin politik Çölü’nün amansız sıcağı ve Himalayalar’ın
bir mesaj veya savaş ortamından çok insanın geçit vermez dağları. Bu natürel acımasızlığın
doğa ile olan mücadelesi olduğunu rahatlıkla içinde insan suretinin ne kadar hayvana
söyleyebiliriz. Henüz daha esir kampındaki yakınsadığını, yaşamımızı kolaylaştıran
yaşam şartlarının zorluğu ve mahkumların enstrümanlarımız olmadığı zaman aslında ne
çektiği acıları idrak edemeden kahramanlarımız kadar aciz varlıklar olduğumuzu çok çarpıcı bir
kendisini kaçış yolunda buluyor ve yaklaşık şekilde gözlemlenebiliyor. Filmin bu noktada
6000 km’lik serüven bundan sonra başlıyor. kendini en iyi ifade ettiği sahne ise mağarada
Kaçış hikayesi yedi mahkumla kurtların yediği bir hayvan cesedinin kurtlar
başlasa da aslen üç karakterin ön plana kovalandıktan sonra aynen az önceki hayvanlar
çıkarıldığını görüyoruz. Filmin başından gibi kahramanlarımız tarafından yenildiği
beri tanıdığımız Polonyalı Janusz, Amerikalı sahnedir. Peter Weir’in bize hissettirdiği en
gizemli karakterimiz Bay Smith (Ed Harris) önemli duygu ise bu filmde empati olmuş.
ve sokaklarda büyüyen azılı bir suçlu olan Özellikle çöl sahnelerinde kahramanlarımızın
Rus Valka. Her ne kadar zengin bir karakter susuzluğuna tanık olup da susamayan insan
yelpazesine sahip olsa da Peter Weir bu yoktur heralde. İzleyciye“-Ben onlar yerinde
karakter zenginliğini derinleştirmeyi tercih olsaydım ne yapardım?”, “-Acaba ben bu
etmemiş. Kahramanlar hakkında çok az bilgiye şartlara dayanabilir miydim?” gibi sorular
sahibiz ve film boyunca da kişilikleri hakkında sordurması yönetmenin bu konuda başarısının
analiz yapabilmek oldukça zor. Filmin ikinci bir göstergesi.
yarısında kadroya katılan tek kadın karakter Özgürlük Yolu’nun en başarılı
Irena (Saoirse Ronan) sanki seyircinin yönlerinden birisi ise izleyiciye muhteşem bir
merakına cevap verircesine karakterlerimizin görsellik sunuyor olması. National Geographic
geçmişini sorguluyor ve adeta aylarca beraber ekibiyle ortak hazırlanmış planlar adeta

36
Peter Weir Filmleri

yüksek bütçeli bir doğa belgeseli kalitesinde. görüyoruz. Çöl sahneleri ise filmin en uzun
Doğu Asya’nın birçok doğal güzelliğini ve tutulan kısmı. Son kısımlarda yer alan ve
el değmemişliğini izleyiciye oldukça başarılı oldukça zorlu bir yolculuk olacağı resmedilen
bir ışık ve renk ile sunuyor. Neredeyse hiç Himalayalar ise neredeyse hiç gösterilmemiş.
yakın plan çekim kullanılmayan filmde, doğa
filmlerinin formülüne uygun bir şekilde geniş
planlar ve doğal renk kullanımı göze çarpıyor.
Müzikler ise filmin değişen atmosferine uygun
bir şekilde oldukça dinamik ve başarılı.
Film içerisinde dramatizasyona
oldukça az yer verilmiş. Karakterler
arasında daha önce bahsettiğimiz gibi
duygusal çatışmaların pek yaşanmaması,
kahramanlarımızın ölümünün filmde oldukça
soğukkanlı karşılanması da bunu destekler Yönetmenin filmi çok uzatmamak amacıyla
nitelikte. Gerçekçi ve hatta yer yer belgesel bazı sahnelerini kısa tuttuğunu düşünsek de,
nitelikli anlatım yapımın bize verdiği “Film” yaklaşık 6000 km’lik bu yolculuktaki sürecin
hissini düşürüyor. dengeli bir şekilde filme dağılmadığını
Filmin özellikle giriş ve sonuç görüyoruz. Film, merkezine Janusz karakterini
kısmında bariz bir şekilde anti-komünizm alarak başlasa da, bir noktadan sonra her
söylemi bulunuyor. Yönetmen, Stalin karaktere eşit şekilde yaklaşıyor, bu nedenle
Rusya’sının kendisine karşıt olan olmayan filmin sonunda bütün karakterlerin akıbetini
binlerce kişiyi nasıl sindirdiğini anlatmaya merak etsek de film yine merkezini Janusz’u
çalışsa da, geri plandaki bu siyasi söylem alarak bitiriyor. Diğer karakterlerinin sonunun
oldukça bulanık kalmakta. Kahramanlarımızın ne olduğu tamamen meçhul. Yönetmen
yıkılmış bir Budist tapınağıyla karşılaşma karakter analizine çok fazla izin vermediği ve
sahnesi de komünizmin dine karşı tutumunun bizi her karaktere eşit uzaklıkta tuttuğu için
ne denli tahammülsüz olduğunu anlatmak bu durum fazla göze çarpmasa da bir boşluk
görevi üstlenmiş. Bu noktada yönetmen yaratarak kurgu bütünlüğüne darbe vurmakta.
maalesef Amerikan filmi klişelerine başvurmuş. Özgürlük Yolu, “izleyici seçen” bir
Stalin Rusya’sı karanlık, acımasız ve film. Genel sinema izleyicisine hitap ettiğini
tahammülsüz gösterilirken, kahramanlarımızın söylemek zor. Daha çok belgesellerden,
hedef noktası Hindistan’daki İngiliz güçleri görsellikten ve yol hikayelerinden hoşlananlar
kurtarıcı, yardımsever olarak resmedilmiş. için ideal bir film olsa da klasik formüllere
İdeolojiler arasındaki bu keskinlik her ne kadar güvenen ve karakterlerin ön planda olduğu
filmde çok ağırlıklı belirtilmese de olumsuz ve filmlerden hoşlanan izleyiciler için seyirciler
klişe bir özellik olarak aklımızda kalıyor. Filmin için tatmin edici olmayabilir. Müthiş
bitimindeki kısa Polonya tarihi gösterimi ise görselliği, ustaca kullanılan çekim teknikleri
yine tamamen anti-komünist söylemde olup, ve gerçekçi atmosferi yanında sıkıntılı kurgusu
bu doğa ağırlıklı yol filmine siyasi bir künye ve düşük dramatizasyonuyla Özgürlük Yolu
kazandırmak amacıyla yapılmış zorlama bir maalesef vasat üstü bir seviyede kalmaktan
hamleden öteye geçemiyor. kurtulamıyor. Peter Weir’in başarılı kariyeri göz
Filmin bir diğer olumsuz yönü önünde bulundurulursa bu film yönetmenin
ise kurgu kısmında yer alıyor. Sahneler arası diğer filmlerine göre amaçladığı etkiye pek
geçişler bazı noktalarda çok hızlı filmin konu ulaşamamış.
bütünlüğünü bozacak şekilde yer almış. Gulag
sahneleri oldukça az ve hemen sonrasındaki Oğuzhan İlhan
Sibirya sahneleri oldukça uzun. Baykal gölüne
ulaştıktan sonra ise filmde yine bir hızlanma

37
DUYURU
16 Nisan Salı 18:30
Öteki Kasaba(Nefin Dinç, Hercules Millas)
Yönetmenlerin Katılımı İle
Gösterim ve Panel
Gömülü Hazineler: Etki Altında Bir Kadın

19. yüzyıla gelindiğinde, geleneksel “mükemmel eş” imgeleriyle uyuşamamak onda


toplumu oluşturan unsurlardaki dağılma rahatsızlık uyandırır. Bu rahatsızlık, kendisini
ivme kazanır. Çözülmeye uğrayan toplumsal bir anda üç çocukla birlikte kutu gibi bir eve
yapılar yerlerini yeni değerlere ve kurumlara hapsedilmiş olarak bulan bir kadının oynamaya
bırakır. Bu yeni değerler ve kurumlar, çalıştığı role yabancılaşmasıdır. Ne var ki aileye
otoritenin, modernitenin sebep olduğu atfedilen kutsallık, yaşadığı yabancılaşmayı
toplumsal parçalanmayı durdurmak amacıyla dile getirmeyi Mabel için imkânsız hale
geliştirdiği buluşlardır çoğunlukla. 19. yüzyılda getirir. Bu yüzden Mabel, oynamayı bırakmak
bir bilim dalı olarak ortaya çıkan psikiyatri yerine rolleriyle arasındaki yitik bağı yeniden
de modernitenin çocuklarından biridir. kurmak için boş yere çabalamaya devam eder.
Antipsikiyatri hareketinin temsilcilerinden Verili senaryolara göre yaşamanın gerçek
Thomas Szasz, psikiyatri kliniklerini, “oyunu çılgınlık olduğunu sezgileriyle kavramışken,
kurallarına göre oynamayan”, kurulu düzen Nick’ten kendisine bir rota çizmesini ister hala.
için tehdit oluşturduğu düşünülen bireylerin (“Ne yapmamı istediğini söyle, nasıl olmamı
cezalandırıldığı yerler olarak tanımlar.(1) istediğini söyle.”) Halbuki yalnızca çocuklar
Buna göre, daha önce hiçbir ortak paydada eve döndüğünde tanık olduğumuz sahneler
buluşmayan çoğunluk, psikiyatri tarafından bile kadınlara sözde doğa tarafından verilen
iliştirilen “normal” etiketi altında birleşir. İşte rollerin barındırdığı tüm çelişkileri gösterir.
John Cassavetes’in filmi Etki Altında Bir Mabel, iyi bir eş olmaya, Nick’in sorunlarıyla
Kadın (A Woman Under the Influence, 1974) da, ilgilenmeye çalışırken kötü bir anne olup
kendisine toplum tarafından verilen “anne” ve çıkar. Çocuklarını azarlar durur ve onları zorla
“eş” rollerini oynamakta zorluk çeken Mabel’ın okula yollar. Bu tavırları, okul servisinin geri
bu “normal” kalabalık tarafından dışarıda dönüşünü sabırsızlıkla beklerkenki haliyle
bırakılmasını konu edinirken asıl hastalıklı taban tabana zıttır. Mabel’ın davranışlarındaki
olanın kadın değil; mevcut ataerkil düzen bu tutarsızlık, toplumsal düzen tarafından
olduğunu gözler önüne serer. yazılmış rollerin çatışmasından ileri gelir. O
Film, Mabel’ın kocası Nick ve yine de rolünde umutsuzca tutunmaya çalışır.
diğer işçileri çalışırken gösteren bir sahneyle Ancak çabaları çevresindekiler için bir türlü
açılır. Görüntülerin üstüne bindirilmiş yazılar yeterli olmaz; onların önceden çizilen çizgiden
dışında, izlediğimiz filmin “etki altında bir milimlik sapmalara dahi tahammülleri yoktur
kadın” ile ilgili olduğuna dair herhangi bir çünkü. Mabel’dan belirlenen sınırlara daima
ize rastlamayız. Böylelikle Cassavetes, bu ayak uydurması beklenir.
düzende kadına verilmiş olan edilgen role
göndermede bulunur. Erkeklerden beklenen
çalışmak, inşa etmek ve dünyayı değiştirmektir.
Kadın görünmez kılınmıştır; erkeğin gücünün
etkisiyle şekillendiği ölçüde var olabilir
yalnızca.
Yakın plan çekimlerle Mabel’ın
yüzündeki anlatım sürekli kayıt altına alınır.
Bu durum, başkarakterin gerginliğine film
boyunca tanıklık etmemizi sağlar. Mabel
gergindir; zira toplumun kendisinden
kusursuzca ete kemiğe büründürmesini Mabel, bir “ayak uyduramayan”
istediği rollerin altından kalkamadığını olarak düzen tarafından “normal” unvanıyla
hissetmektedir. Hayattaki amacının sahnede onurlandırılmaktan oldukça uzaktır. “Normal”
kaldığı sürece rolünü iyi oynamak olduğuna bir kadından, kocası çalışmaya gittiğinde evinde
iyice inandırılmışken “mükemmel anne” ve oturup onu beklemesi istenirken Mabel dışarı

39
Gömülü Hazineler: Etki Altında Bir Kadın

çıkar ve bir bara girer. Burada Garson’la tanışır. gelmeye devam eder.
En büyük arzusu, çevresindekilerle iletişim Klinikte geçirdiği altı ay sonunda
kurabilmek, yaralarını onlara göstermek, Mabel’ın tedavi -ceza süresi- dolar ve topluluğa
görünmez olmadığını hissetmektir. Fakat tekrar eklemlenmeye çalışır. Ancak neye,
barda tanıştığı yabancı da karakterin varoluşsal nasıl uyum göstermesi gerektiğinin bilgisine
bunalımına gözlerini kapar, onu dengesiz bir eskisinden daha çok yaklaşmamıştır. İçine
kadın olarak görür sadece. Mabel’ın yalnızlığını düştüğü boşluk, onun gelişini kutlamak için
paylaşma girişiminde uğradığı bu başarısızlık düzenlenen partide etrafını çevreleyen tüm
yenilerini izlerken, kocası Nick’in de onun insanların konuşmalarının birbirine girmesiyle
çevresiyle kurduğu iletişimi sınırlandırmasına somut ifadesini bulur. Cassavetes bu anlamsız
tanıklık ederiz sürekli. Mabel’ın bir başka sesler bulamacını, Mabel’ın oyuna dâhil
insana ne kadar yakınlık gösterebileceği olamamışlık hissini betimlemekte kullandığı
dahi kocası tarafından belirlenir. Görünüşte bir araca dönüştürür. Hastaneye kapatılmadan
iyi niyet taşıyan bu müdahaleler, Mabel’ın önce olduğu gibi, Mabel yine çevresindeki her
kendisini ilgilendiren konular hakkında sağlıklı kafadan çıkan sesin arasına karışamaz, o seslerle
kararlar veremeyeceği ve başının çaresine iletişim kuramaz; en önemlisi de o seslerin
bakamayacağı gibi küçümseyici varsayımlarda meydana getirdiği topluluğa ait olduğunu
bulunan bir bakışın ürünleridir aslında. Öte hissedemez. Mabel’ın babasından çaresizce
yandan patriarkal düzen kadınlar için olduğu yardım istediği (“Dad, will you stand up for
kadar erkekler için de yaralayıcıdır. Burada me?”), buna karşılık babasının ayağa kalktığı
göz ardı edilen, Nick’in de Mabel ile benzer an, bence sinema tarihinde iletişimsizliği en iyi
sancıları yaşamakta, kendisine verilen rolün şekilde tasvir eden sahnelerden biridir. Kısacası,
ağırlığı altında ezilmekte olduğudur. Karısı ve Mabel’ın kapatıldığından bu yana geçen sürede
çocuklarıyla kurduğu arızalı ilişkinin doğasını dünya hiç değişmemiş, ona eskisinden daha az
daha geniş bir çerçeveden bakarak anlamaya yalpalayarak ilerleyebileceği sağlam bir zemin
çalışmaktansa suçu Mabel’a atan Nick, sağlamayı yine reddetmiştir.
böylece sinir krizinin eşiğinden bir an olsun Etki Altında Bir Kadın’ın belki de en
ayrılmamaya mahkum eder kendini. etkileyici yanı, yaşanan her şeye, çekilen
Nihayet Mabel, kendi onayının tüm çilelere rağmen, karakterlerin yenilgiyi
dışında, altı ay süreyle bir psikiyatri kliniğine kabullenip filmin başında bulundukları
yatırıldığında, topluluğun “normal” bireyleri noktaya bir kez daha gelmeleridir. Cassavetes
tarafından “öteki” olarak görülen kişilerin başlangıç noktasına geri dönerek, karakterlerin
maruz kaldığı şiddet de su yüzüne çıkar ve toplumsal kurumlarca üzerlerinde kurulmaya
böylelikle, Szasz’ın tanımlarına da uygun çalışılan tahakküme karşı çıkmak yerine düzene
olarak, “hastanın tedavi olma hakkı”, uyum sağlamaya çalıştıkları sürece benzer
normlara uymayan bireyin özgürlüğünün sorunlarla yüzleşmeye devam edeceklerini ima
elinden alınmasını meşrulaştırmak amacıyla eder. Mabel ve Nick, bu yüzleşmeyi yeniden
kullanılır.(2) Mabel’ın bu süre içinde yaşamayı kabullenmiş görünürler ve toparlanıp
gördüğünü söylediği elektroşok tedavisi de bir yaralarını sardıktan sonra yollarına devam
cezalandırma yöntemi olarak düşünülebilir. Bu ederler.
noktada Mabel’ın hasta olarak etiketlenmesine
neden olan patriarkal düzenin bireyin Eylem Taylan
özgürlüğüne ve içsel bütünlüğüne doğrulttuğu
silah gözler önüne serilir. Filmin tüm diğer (1) Szasz, T. The Manufacture of Madness:
karakterleri, toplumsal kurumların her birinin A Comparative Study of the
hastalıklı olduğunu kabul etmemek için tek
Inquisition and the Mental Health
bir kişinin, Mabel’ın hastalıklı olduğuna
inanmayı tercih eder. Zira kurumların hastalıklı Movement. Syracuse University Press,
olduğunun idrakı, düzene başkaldırı zahmetini 1997, sf. 58
doğuracaktır. Böylece Mabel dışındaki (2) Szasz, T. Psychiatric Slavery. Syracuse
herkes mayınlı araziye girmekten kaçınarak University Press, 1998, sf. 110
oynadıkları rollerin anlamsızlığını görmezden
40
İspanyolca Kulübü Seçkisi

8 Nisan Pazartesi 18:00 Freedomfighters


15 Nisan Pazartesi 18:00 Butterfly’s Tounge
29 Nisan Pazartesi 18:00 Women on the Verge of
a Nervous Breakdown
Dizi Kuşağı: Game of Thrones

Cesur ve yenilikçi tarzlarıyla ve Savaşı ve Feodal Avrupa’nın politik kaos


televizyon tarihinin en başarılı yapımlarıyla ortamına dayandıran hikaye son derece detaylı
tanınan HBO imzalı Game of Thrones oluşturulmuş altyapısıyla bu dönemin oldukça
kuşkusuz ki son yıllarda gerçekleştirilen başarılı bir alegorisini sunuyor. Batı’nın
en büyük dizi projelerden biri. George R. Ortadoğu’sunu oldukça detaylı bir şekilde
R. Martin’in A Song of Ice and Fire isimli sembolize eden serinin Doğu’yu sembolize
fantastik serisinin uyarlaması olan dizinin tıpkı etmesi gereken özgür şehirleri anlatırken
serinin kendisi gibi oldukça farklı bir yerde sadece Daenerys’in dışarıdan bakışını
durduğunu da aşikar. Peki Game of Thrones’u kullanarak oldukça mesafeli ve neredeyse
bu kadar aykırı kılan ve hem edebi hem de oryantalist bir bakış açısı benimsemesi
popüler anlamda başka bir noktaya taşıyan, düşündürücü fakat feodal sistemin merkezi
farklı kılan şey ne? dinamiklerini yansıtıyor. Bu politik alt
Realist Bir Fantezi metin tüm ayrıntıları, armaları, tarihlerine
Fantastik kültürün genellikle siyah- kadar özenle hazırlanmış bir arka planla
beyaz olarak ayrılan dünyasında iyi ve kötünün destekleniyor.
ebedi çarpışması gibi şablonlardan kaçınan Siyasi çatışma ve iktidar mücadelesi
Game of Thrones oldukça gri bir yaklaşım sosyoekonomik bir bakış açısıyla yansıtılıyor
sergiliyor ve realist bir tutum benimsiyor. ve bu da feodal sistemin yozlaşmış yönlerini
Hikaye iyinin haklı mücadelesinden ziyade ortaya çıkararak eleştiriye zemin hazırlıyor.
gücün tartışmasız egemenliği yansıtıyor Westeros’un güçlü hanedanları arasındaki
ve karakterlerini iyi veya kötü olarak iktidar savaşı ve hikayenin satır aralarında
sınırlandırmaktansa menfaatperverliğini ön sunulan kurmaca tarih aracılığıyla güç, savaş,
plana çıkartıyor. Büyük ve kutsal amaçlar iktidar, onur gibi pek çok kavram mercek altına
uğruna savaşan idealize edilmiş kahraman yatırılarak sorgulanıyor.
tiplemeleri yerine tüm zaafları ve kusurlarıyla Nietzsche’vari Güç İstenci
bensellik hatta bazen bencillikleriyle gerçek Hikayenin tamamında en etkin
karakterler ortaya çıkmasına neden oluyor. role sahip tema kaynağı paradan bilgiye
Sık sık zaafları veya güçsüzlükleri nedeniyle kadar değişse de tabii ki güç… Gücün farklı
elimine olan karakterlere de rastlanıyor. Her yönleri ve türleri
karakterin iç dünyasının ve geçmişinin özenle tek tek inceleniyor.
tasarlandığı ve belli bir altyapıyla sunulduğu, Nietzsche’nin Tan
hiçbir karakterin vazgeçilmez olmadığı bu Kızıllığı (Twilight)’ında
oldukça zalim olarak nitelendirebilecek dünya belirttiği gibi güç
elbette ki belli şablonlar izlenerek yaratılmış istencinin form
karakterin binbir güçlükle de olsa her türlü değiştirdiğini farklı
beladan kurtulduğu yapıtlardan çok daha biçimlere girdiği
realist. görülüyor fakat güç
Temelde fantastik bir hikaye olsa da iktidar ile el ele yürümeye davam ediyor.
Game of Thrones kendine özgün büyü dozunu Seri boyunca tanrı uğruna, zenginlik uğruna,
oldukça sınırlı tutması, yavaş yavaş arttırması başarı adına yapılan her türden savaş veya
ve pek çok farklı alt türden beslenmesi küçük mücadelelere rastlanıyor, Parçalanmış
nedeniyle çok yönlü bir yapıya sahip ve bu da bir krallık ve birden çok kral ve kraliçeyle
hitap ettiği kitleyi arttırıyor. Martin’in Ortaçağ Westeros ve hatta yakınında bulunan ‘özgür’
Avrupa’sından esinlenerek yarattığı evren şehirler bir iktidar oyunun sahnesi haline
feodal bir yapıyla yönetilen Westeros krallığı geliyor. Hak ve haklının tanımı da süreç
ve birkaç özgür şehirden oluşuyor. Belkemiğini boyunca değişiyor ve bu olguların gerçeklikleri
15. yüzyıl İngiltere’sinde York ve Lancestar dahi sorgulanıyor. İktidar uğruna kimin ne
hanedanları arasında gerçekleşen Güller kadar ileri gidebileceği ise temel soru oluyor

42
Dizi Kuşağı: Game of Thrones

ve tüm kurgu bunun üzerine şekilleniyor çünkü Onur Kadar Yüksek(!)


“hak”ın olmadığı bir yerde söz güçlünün Güç ve iktidarın yanı sıra onur da
oluyor. Stannis Baratheon’un kendince haklı Game of Thrones’da önemli bir yere sahip.
iddiasını savunduğu güç ve yozlaşmışlığı bunu Ortaçağvari bir zamanda geçen hikayede
kanıtlar nitelikte. haliyle bol miktarda lord, leydi ve şövalye
Hikayenin en önemli bulunuyor fakat yozlaşmış gücün etkisiyle
hanedanlarından Lannister’lar tüm bu iktidar gittikçe küflenen aristokrasiyi fark etmemek
mücadelesindeki kilit nokta. Güçlerini mümkün değil. Adeta Ortaçağ romanslarının
ekonomik durumlarına borçlu bu hanedan kahramanlığıyla alay eden Game of Thrones
aynı zamanda güçlünün yanında yer alması Sansa’nın da idrak ettiği gibi sadece romantik
ve hatta gücü manipüle etmesiyle tanınıyor. hikayeler ve şarkılarda bulunabilecek bir
Hemen hemen her alanda kontrol sahibi anlayışa bağlı kalmanın absürdlüğünü göz
olmalarının yanı sıra otoriteleri konusunda önüne seriyor. İçi boş ve çürümüş değerlere
oldukça istikrarlı yapısıyla dikkat çekiyorlar ve itibar edenlerin de etmeyenler kadar
güç dengesi her değiştiğinde konumlarını bir cezalandırıldığı, paralı askerlerin şövalyelerden
başka şekilde sağlamlaştırdıkları göze çarpıyor. daha güvenilir olduğu ama aslında herkesin söz
Gerek Targaryen gerek Baratheon yönetimi konusu kendi çıkarları olduğunda güvenilmez
sırasında da etkin rollerde gördüğümüz bu olduğu, her yeni hanedanla inanılan tanrıların
hanedan kaos döneminde de sergilediği politik değiştiği bu itimatsızlık ortamında Game
tutumla iktidar mücadelesindeki koltuğunu of Thrones “etik”i de mercek altına alıyor.
sağlamlaştırıyor. Bu hanedanı diğerlerinden Hemen hemen herkesin onursuz olarak
farklı kılan temel özellik ise hedeflerini nitelendirdiği Jaime Lannister “sizi çok fazla
direkt iktidarın kendisine değil de onu dahi yemin etmeye zorluyorlar ne yaparsan yap bir
yönetebilecek konuma yerleştirmeleri. yemin ya da öbürü bozuluyor” diyerek içi boş
Lannister hanedanın Lordu Tywin iktidara yeminlerin, işlevsiz onurun herhangi bir ahlaki
giden yolda güce sahip olmanın değil yönü olmadığını gösteriyor ve kimse cesaret
kullanmayı bilmenin ve daha da önemlisi edemezken deli bir kralı muhafızı olmasına
kullanmaktan çekinmemenin esas olduğu bu rağmen tereddütsüz öldürebiliyor. Onurundan
dünyada merhametsiz olmayı ve her türlü çok pratikliğiyle tanınan bu karakterin zaman
şart altında oyunu kurallarına göre oynamayı içerisindeki değişimi hem onur hem de sadakat
seçiyor. kavramlarını ve çıkar çatışması durumunda
Diğer taraftan bir karalın bireyin dilemması derinlemesine inceliyor.
boyunduruğu altına girmeyi reddetmiş
duvarın kuzeyinde yaşayan “vahşi” halk
ise tüm bu iktidar mücadelesini sorguluyor.
Kimsenin kimsenin önünde diz çökmediği
bu topluluk özgürlükleri uğruna her şeyi
göze almaya hazırlar ve birinin çıkıp “bu
benim” diyerek hak iddia ettiği bir sisteme
inanmayı reddetmeleriyle adeta özel mülkiyete
ve köleliğe meydan okuyorlar. Jon Snow
aracılığıyla dışarıdan bir bakışla incelenen Bu ahlak arbedesinde ahlaki
bu topluluk gece nöbetçileri gibi oldukça zincirlerden bağımsız benlikleriyle hareket
disiplinli ve otoriter bir kurumdan gelen Jon’u edenler olduğu gibi onurunu hayatının önüne
bildiği her şeyi sorgulamaya itiyor. Kurumsal koyanlar da mevcut. Etik kaygıları nedeniyle
yönetimin kalıplaşmış yapısındaki açıkları kendi sonunu hazırlayan Ned Stark, serinin
fark eden Jon ile birlikte yönetimin manası ve görev ve onura karşı alaycı tutumunu yansıyor.
amacı irdeleniyor Bu onuruna neredeyse kör bir inançla
bağlı olan karakterin ölümü vadesi dolmuş

43
Dizi Kuşağı: Game of Thrones

inançlara tutunmanın eski tanrılara tapınmanın Gücün Cinsiyeti


anlamsızlığını ön plana çıkartmanın yanı Neredeyse tüm fantastik yapıtlarda
sıra adalet sisteminin keyfi ve zorba yönetim görülen ataerkillik zaman dokusundan
altındaki işlevsizliğini de vurguluyor. “Kralın dolayı Game of Thrones’da oldukça yüksek.
Adaleti”nin gerek Stannis ve Davos ilişkisinde Neredeyse serinin tamamında vurgulanarak
gerek Aerys, Robb veya Joffrey üzerinden işlenen “erkeklik” temasını gözden kaçırmak
zaman zaman çelişkileriyle beraber belki de mümkün değil. Kas gücüne dayanan ve pek
adaletin öznelliğini vurgulamak istendiği çok erdemle ilişkilendirilen maskulenliği
için tartışıldığı görülüyor. Bu olgu çatışması hemen hemen tüm erkek karakterler üzerindeki
içerisinde, toplumun beklentilerinden etkisi gözlemleniyor. Stark’ların onurlu
bağımsız kendi ahlak görev ve sadakat ve erdemli erkekleri, Martel’lerin gururu,
anlayışını yaratan Jaime bu bağlamda en tutarlı Bolton’ların acımasızlığı bunlardan bazıları.
karakterlerden biri haline geliyor. Diğer taraftan bir cüce olarak doğan Tyrion
Tamamen sadakate dayalı feodal bir Lannister’ın half-man (yarım adam) olarak
sistemde geçen hikaye bu kavramı da mütalaa adlandırılması da boşuna değil. Her ne kadar
ediyor ve sadakatin kaynağını sorguluyor. Her tamamen içi boş da olsa şövalyeliğe itibar
hizmetin bir karşılığı bulunan ve ekonomik edilen bu dünyada bu yeteneklerden mahrum
çıkarların tüm ilişkileri yönettiği bu durumda olmak doğal olarak Tyrion’u ailesinin ve halkın
sadakat, onur veya adaletten daha gerçekçi gözünde eksiltiyor. Sık sık “mükemmel” bir
görünmüyor. Keyfe bağlı bir tiranlıkla şövalye örneği olan abisiyle karşılaştırılan
yönetilen bu diyarda sadakatin temelini çoğu ve ne ailesinin ne de toplumun beklentisini
zaman doğal olarak korku oluşturuyor. Büyük bu yönde karşılamayan Tyrion tam olarak bir
hanedanlara bağlı küçük lordluklar güvence “adam” olarak kabul edilemiyor. Bedensel
karşılığında sattıkları sadakatleriyle beraber eksikliğini zihinsel becerileriyle örtmede
tüm varlıklarını; lordun isteği doğrultusunda oldukça başarılı olan bu karakter galibiyetine
savaşa girmeyi veya ölmeyi vaat ediyorlar. hiçbir koşul altında meşruluk kazandıramıyor,
Sisteme başkaldırmasa dahi limitlerini kendi iradesinin tanınması veya saygı görmesi
aleyhine olabildiğine esnetenler yok değil. mümkün olamıyor.
Frey hanedanının sadakat ve ikiyüzlülük Ataerkil yapısına karşın oldukça
üzerine oldukça iyi işlendiğini söylemek “güçlü” kadın karakterle de yer verse de
gerekiyor. Sadakatin fiyatı ve bedeli kişiden birtakım cinsiyetçi bakış açılarından kaçınmayı
kişiye değişse de hemen hemen tüm karakterler başaramıyor. Fiziksel gücün erkeklikle
bu ticaretin içinde bulunuyorlar. Kimi sözünü bağdaştırılması nedeniyle kadın karakterlerin
bir rütbe için verirken kimi sadece bir yere ait gücü genellikle daha maskulen bir hal alıyor;
olma içgüdüsüyle hareket ediyor. Asha Greyjoy İron İsland (Demir Adalar)’ın
Starkların arasında kelepçeleri varisi ve oldukça iyi bir savaşçı olarak
olmayan bir esir olarak büyümüş Theon gücünün kaynağını erkeksiliğinden alıyor ve
Greyjoy’un karakteri de sadakat teması kılıcıyla evli olduğunu söyleyebiliyor. Son
çerçevesinde işleniyor. Kendini ne ailesine ne derece abartılarak işlenen Arya-Sansa Stark
de Stark’ların yanına ait hissedemeyen, hiçbir kardeşlerin zıtlığı da buna bir örnek teşkil
yerde tam manasıyla kabul göremeyen ama ediyor. İdealize edilmiş bir feminen anlayışla
ikisinden de ayrı benliğini anlamlandıramayan yaratılmış bir karakter olarak Sansa, her daim
bu karakter daimi bir ikilemde kalıyor. Kimlik kırılgan ve narin genellikle yardıma muhtaç
bunalımı içerisinde tanınma ve saygı görme olarak yansıtılırken, oldukça vahşi olarak tasvir
arayışına düşen Theon’un kendini bulduğu edilen hatta bir müddet erkek kılığına sokulan
yer de haliyle ironik oluyor. Hikaye sadakatin Arya “maskülen kadın” stereotiplemesinin
mevcudiyetinde ihanet kaçınılmaz olduğunu doruk noktası. Her türlü kadınsal özellikten
gösteriyor. ve güzellikten yoksun Brienne’in elinde kalan

44
Dizi Kuşağı: Game of Thrones

tek şeyle mükemmel bir savaşçı olması ise bir uzakta ve geleneklerden yoksun olarak
başka örnek. büyümesi nedeniyle Cercei’nin aksine toplum
Catelyn ve Cercei ise oldukça kodlarına ve işleyişinden de bihaber bu
güçlü kadın karakterler olmalarına rağmen nedenle ne kendi potansiyelini kullanabilme
bir kadından önce anne olarak canlandırılıyor ne de olayları kendi aleyhine manipüle
ve “annelik içgüdüleri”yle yaptıkları hatalar edebilme yeteneğine sahip. Bu da onu bir
vurgulanarak kadınsallıkları zayıflatılıyor. rehber arayışına itiyor; zaten neredeyse çocuk
Catelyn ve oğlu Robb arasındaki ilişki ve yaşta olan bu karakterin Jorah Mormont ile
Catelyn’in kendini adamış anne rolü rahtsız olan ilişkisindeki kontrol eksikliği ve pasif
edici bir hale geliyor. Cercei ise kendini sık konumu hemen göze çarpıyor... Tabii ki Game
sık ikizi Jaime ile karşılaştırıyor ve kadınlık of Thrones’un ezberbozan yapısı burada da
ve erkekliğin toplumsal rollerine dair oldukça devreye giriyor ve kesinlikle bu kalıplara
güçlü tespitlerde bulunuyor. Gerek bir kraliçe uymayan üçüncü sezonda daha yakından
gerek bir Lannister olarak çok güçlü bir tanıtılacak Olenna Redwyne/Tyrell gibi bir
konumda bulunan Cercei toplumsal cinsiyet karakter geliştiriliyor.
kısıtlamalarını kendi iradesine göre manipüle
etmeyi de oldukça iyi biliyor gibi görünse de
kibir ve annelik güdüsü gibi zaaflar karakterin
otoritesine zarar veriyor.

Bu ve buna benzer bir çok kavramsal


tartışmayla ve çok boyutlu yapısıyla insan
doğasına dair farklı perspektiflerden farklı
incelemelerde bulunan Game of Thrones için
bir aksiyon hikayesinden çok bir karakter
hikayesi. Hikayenin en güçlü yanını oluşturan
Sık sık bir erkek olmadığından bu karakterler ve gelişimleri hem orijinal seride
yakınan Cercei’nin “hapsolduğu” kadın hem de dizide oldukça başarılı bir şekilde
bedeninde yeteneklerini sınırlanmış hissettiği işleniyor. Özellikle diyalogların çok büyük
ve toplumun kendisine biçtiği rol ile barışık öneme sahip olduğu seride insan doğasına
olmadığı görülüyor. Cercei güçlü yapısının yönelik söylemler, felsefi irdelemeler bu yolla
de etkisiyle sistemin sınırlarını her yönden veya karakterler ve iç çatışmaları üzerinden
zorluyor fakat bir “kadın” olarak bu hırsı, aktarılıyor. Bütün karakterlerin değişimlerinin
şehveti ve başka duyguları kendisine ve psikolojik durumlarının detaylı bir şekilde
yakıştırılmıyor ve hem yazar hem de kamera yansıtılması ile pek de alışık olunmayan bir
tarafından yargılanıyor. Yazar ve kamera fantastik hikaye ortaya çıkıyor.
ne yazık ki Cercei’nin dominantlığını sert Sevgihan Oruçoğlu
çehresi altındaki naifliği de vurgulayarak
kabullenebiliyor; derin sırlarını ve hislerini
ancak alkol etkisi altındayken çözülüp
aktarması bunun bir göstergesi.
Bir diğer kraliçe Daenerys ise tıpkı
gücüne olduğu gibi kadınsal kimliğine de
oldukça yabancı. Bu yeni kraliçe diyardan

45
İsmail Güneş Söyleşisi
7 Mart Perşembe Saat 18:00'de
yeni yazarlarını arıyor!

Eğer siz de Sinefil’de


yazmak istiyorsanız, izlediğiniz
herhangi bir filmle ilgili yazacağınız deneme
yazısını editörümüzün
e-mail adresine yollayın.

hamit.ozonur@gmail.com

You might also like