You are on page 1of 9

MEŞVERET SİSTEMİNİN HİZMETLERİMİZDEKİ ÖNEMİ

Bediüzzaman Hazretleri içinde bulunduğumuz asrın müceddid-i âhir


zamanı olması itibariyle hem Nur Talebelerinin hem de ehl-i imanın; imanî,
içtimaî ve siyasî konularda ifrat ve tefrite düşmeden sırât-ı müstakimde
ilerleyerek hem dünyevî ve hem de uhrevî saadetlerini temin etmeleri için iki
esasa sımsıkı sarılmalarını tavsiye etmiştir:
Bunlardan birincisi, Kur’an’dan aldığı ilham neticesinde Kur’an’ın bu asrın
idrakine uygun manevî bir tefsiri olarak telif ettiği Risale-i Nur’lar;
İkincisi ise, “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı” 1 dediği
meşveret ve şûrâdır.
Bu sebeple Bediüzzaman Hazretlerinin, “En büyük kıt’a olan Asya'nın en
geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır”2 diyerek nazara
verdiği ve İslam aleminin, içinde bulunduğu içtimaî ve siyasî sıkıntılardan
kurtulmasında önemli bir rolü olacak olan meşveret ve şûra hakikatinin iyi
anlaşılması gerekmektedir.

Mâlum olduğu üzere istişare, bir iş ile ilgili fikir almak, danışmak manasına
gelmektedir. Bu maksatla yapılan toplantılara da meşveret ve şûra denmektedir.

Peygamberimiz(asm), Cenab-ı Hakk’ın istişare ile alakalı Kur’an-ı Kerim’de


emrettiği “Ve emruhum şûra beynehum (Onların aralarındaki işleri istişare
iledir.)3”, “Veşavirhum fil emr (Ve işlerde onlarla istişare et.) 4” ayetlerinin bir
gereği olarak her konuda olduğu gibi istişare etmenin ehemmiyeti hususunda da
kıyamete kadar bütün Müslümanlara örnek olmuştur

1
Tarihçe-i Hayat s.89
2
ESDE, s. 257
3
Şûra;38
4
Ali İmran; 159
Bu konu ile alakalı olarak “İstişare eden pişman olmaz”5 ve “Meşveret
eden hüsrana düşmez.”6 buyuran Peygamberimiz’in(asm) hayatına bakıldığında,
kendi görüşlerini dayatan biri değil, aksine her işinde etrafındakilerin fikrini
soran biri olduğu görülmektedir. Hemen her hususta ashâbı ile istişare eden,
onların görüşlerini alan Peygamberimiz’in(asm) bu yönü ile alakalı olarak Ebu
Hureyre(ra),“İnsanlardan ashâbıyla istişare eden kimseler içerisinde
Rasûlullâh’tan(sav) daha çok istişare edeni görmedim.”7 demiştir.

Yine bir hadîs-i şerifinde, “Biliniz ki Allah ve Resulü müşâvereden


müstağnidirler. Fakat Allah bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan
her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de terk ederse
hatadan kurtulmaz.”8 diyen Peygamber Efendimiz(asm), başka bir hadîs-i
şerifinde de “Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman biri ile
müşâvere ederse, Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar.” 9
buyurmaktadır.
Hz. Ali’nin(r.a) kendisine; “Ya Rasûlullâh! Bir iş olduğunda bize (sizin
aracılığınızla) vahiy geliyor. Sizden sonra hakkında Kur’ân’dan ayet inmemiş ve
sizden de duymadığımız bir iş olduğunda ne yapalım?” şeklinde sorduğu bir
soruya, Rasûlullâh(asm) şöyle cevap vermiştir: “(Böyle bir iş olduğunda)
ümmetimden âbid olanları toplayınız ve o işi aranızda meşveret ediniz. Bir
kişinin sözüyle hareket etmeyiniz.” 10

Peygamberimiz(asm), her meselesinde istişare ederek ümmetine numûne-i


imtisâl olduğu gibi yapılan meşveretlerin neticesinde çıkan kararlara uymak
hususunda da ümmetine yine örnek olmuştur.
Mezkûr hususu teyit etmesi bakımından asr-ı saâdette yaşanan şu ibretli

5
Celaleddin Suyuti, Ed-Dürrül Mensur; c. 2; s.59
6
(Taberânî, Mu‘cemü’l-Kebîr; 6: 365.)
7
Celaleddin Suyuti, Ed-Dürrül Mensur; c, 2; s, 359. (İbni Ebi Hatim)
8
Celaleddin Suyuti, Ed-Dürrül Mensur; c, 2, s, 359. (İbn Adiy, Beyhaki)
9
Alauddin Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal; 3, 409.
10
Celaleddin Suyuti, Ed-Dürrül Mensur; c. 7; s. 357 (Hatibi Bağdadi.)
hâdiseyi nakledebiliriz:
Bedir Harbi’nden sonra müşriklerle ikinci kez Uhud’da karşı karşıya gelen
müminler, bir savaş stratejisi belirlemeleri gerekiyordu. Ya düşmanı Medîne'de
karşılayarak bir müdafaa savaşı verilecekti ya da müşrikleri şehir dışında
karşılayarak bir meydan savaşı yapılacaktı.
Fakat Peygamberimiz(asm), bu konuyu ashabı ile istişare etmeden önce bir
rüya görmüştü. Rüyasında, sağlam bir zırh içindeyken kılıcının ucu kırılıyor ve
önce bir öküzün ve ardından da bir koçun boğazlandığını görüyordu.
Peygamberimiz(asm), bu rüyada geçen sağlam zırhı Medîne’de kalarak
savunma yapmaya, öküzün ve koçun boğazlanmasını ashâbından bazılarının
şehit edilmelerine, kırık kılıcı ise bir zarara uğrayacağına yormuştu. 11 Rüyaları
dahi sâdık olan âhir zaman Peygamberi(asm), gördüğü rüyadan hareketle düşmanı
Medîne’de karşılayarak bir müdafaa savaşı yapmak fikrinde idi.
Peygamberimiz (asm) savaş stratejisini istişare etmek için ashâbını topladı
ve hepsinin fikirlerini teker teker dinledi. Daha önce Bedir Savaşı’nda
bulunmayan genç sahâbeler, Bedir'de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecir ve
sevabı, Bedir şehidlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Rasûl-i Ekrem
Efendimiz’den işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece
üzülmüşlerdi ve onlara yetişmek için, Medîne’de kalarak bir müdafaa savaşı
yapmak yerine, düşmanı Medîne dışında karşılama arzusu taşıyorlardı. Yapılan
istişarede de ashâbın çoğunluğu bu yönde fikir belirtmişti.
Durum böyle olunca, Peygamberimiz’de(asm) kendi düşüncesinden
vazgeçerek yapılan istişarenin hakkını vermek adına ve de istişare usulünü
ümmetine ders vermek için çoğunluğun tercihi istikâmetinde alınan karara ittiba
etti. Fakat bazı sahâbelerin, Peygamberimiz’in(asm) fikrinin aksine karar
çıkmasına sebep olan genç sahâbeleri uyarması üzerine, genç sahâbeler o sırada
istişare kararının bir gereği olarak zırhını giyip harbe hazırlık yapan

11
 Sîre, 3/66-67; Tabakât, 2/37-38
Peygamberimiz’in(asm) yanına gittiler.
Genç sahâbelerin; "Ya Rasulallah, senin hoşlanmadığın şeyi biz de
istemeyiz. Eğer Medîne'de kalmak istiyorsan kalalım." demelerine üzerine,
Peygamberimiz(asm) cevaben, "Bir peygambere zırhını giydikten sonra düşmanla
çarpışmadan ve Allah onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını
sırtından çıkarmak yakışmaz.12 Sür’âtle size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız.
Allah'ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebât gösterdiğiniz müddetçe, Allah size
yardım edecektir."13 buyurdular.
Kur’an-ı Kerim’de açıkça emredilen, Peygamberimiz’in(asm) hayatının her
alanında tatbik ederek son derece önem ve ehemmiyet verdiği; istişare, meşveret
ve şûra mefhumlarına, Bediüzzaman Hazretleri de büyük önem vererek kendi
zamanında nazar-ı dikkatleri şahsı yerine Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevisinin
meşveretine çevirdiği gibi kendisinden sonra da şahıs merkezli bir anlayış yerine
şahs-ı mânevi merkezli bir meşveret anlayışını tavsiye etmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr hususu şöylece nazara verdiğini
görmekteyiz;
“Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine
bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî
işlerinde dahi Risâle-i Nur’u ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîlerini tevkil eyle; o
hâlis, muhlis hasların şahs-ı mânevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi
vazifeleriyle beraber yaparlar.”14
Ondandır ki Bediüzzaman Hazretleri, talebelerinin Risâle-i Nur hizmetleri
ile ilgili yaptıkları bir meşveret için, “Tam ve daimi bir üstad buldunuz. O
manevi üstad bu âciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç
bırakmıyor.”15 diyerek meşveretlerine büyük bir önem vermiş ve bu meşveretin,
‘kendisinden çok yüksek, tam ve daimi bir üstad’ olduğunu belirtmiştir.
12
Sîre, 3/38; Tabakât, 2/38
13
Tabakât, 2/38
14
Şualar; s. 492
15
Kastamonu Lâhikası; s: 35
Bediüzzaman Hazretleri bu sebeple ‘Nur talebelerinin şahs-ı mânevisinin
has talebelerinin meşveretine’ verdiği ehemmiyeti, “Bundan sonra her
meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevisini temsil eden has şakirtlerin
ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var”16 ifadeleri ile nazara vermiştir.

Bununla beraber istişare neticesinde ve Risâle-i Nûr ölçüleriyle alınan


kararların, artık şahısların değil Risâle-i Nûr’un şahs-ı manevisinin fikri ve
kararı olduğu hakikatini, Bediüzzaman Hazretleri, “Mümkün olduğu kadar
geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde
samimi tesanüt ve meşveret-i şer’iye sizi öyle şeylerden muhafaza eder.
İçinizdeki şahs-ı mânevinin fikrini o meşveretle bildirir.”17 sözleriyle dile
getirmektedir.
Bundan dolayıdır ki meşveret ve şûrayı esas alan bir mesleğin mensupları,
Kur’an ve iman hizmetleri ile alakalı olarak yaptıkları her meşverette ve
aldıkları her kararda, o şahs-ı mânevinin içtihadını ortaya koymaktadırlar ve
yine bu sebeple de yapılan meşveretler neticesinde alınan kararlarda; isabet
edildiği takdirde iki, edilmezse bir sevap kazanılır.
Bununla beraber, mezkûr izahlarda da görüleceği üzere, Bediüzzaman
Hazretleri hizmetlerin yürütülmesinde ‘ferdî meslek’ anlayışını değil ‘tevatüri
meslek’ anlayışını benimsemiştir.
Şahsa endeksli “ferdî meslekler” ile meşveret ve şûrayı esas alan, yanlış
üzerinde ittifak etmesi mümkün olmayan bir topluluğun oluşturduğu “tevatürî
mesleklerin” farkını şöylece nazara verebiliriz:
Ferdî mesleklerde istişare yapmak bir zaruret olmamakla birlikte, ihtiyaç
duyulması halinde yapılan istişarelere ancak fikirleri sorulduğu takdirde dâhil
olabilen kişiler, her ne kadar istişarede fikirlerini beyan etmiş olsalar da nihaî
kararlar, o meşveretlerde temâyüz etmiş şahsiyetlerin görüşleri istikâmetinde
alınmaktadır.
16
Emirdağa Lahikası shf:383
17
Kastamonu Lahikası, shf.176
Buna karşılık tevatürî mesleklerde yapılan meşveretlerde ise asr-ı saâdette
olduğu gibi meşverete katılan her bir ferd, hiçbir tesir altında kalmadan hür bir
şekilde hakkı bulmak niyetiyle görüş ve düşüncelerini ortaya koyar. Meşveret
neticesinde ortaya konulan farklı görüşlerden hangisi daha çok benimsenirse, o
görüş meşveretin nihaî kararı olarak herkesçe kabul edilmiş olur.
Bununla beraber, azınlıkta kalan görüş sahipleri ise Peygamberimiz’in(asm)
Uhud Harbi öncesinde yapılan istişarede ortaya koyduğu örnek davranış ve
sünnetine uygun olarak, istişarede ekseriyetin benimsediği nihaî düşünce, görüş
ve kararların arkasında durur ve o alınan karara herkes gibi sahip çıkar.
Onun içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri ferdî mesleklerin aksine, hakkı
bulmak niyetiyle ihlasla bir araya gelerek yapılan meşveretler marifetiyle idare
edilen tevatürî mesleklerde, butlan ve yanlışlık ihtimali olmadığını “Ferdî
olmayan bir meslekte tevatür vardır. Tevatürde butlan yoktur.”18 diyerek ifade
etmiştir.
Bununla beraber, tevatürî meşveret sistemini kendilerine esas kabul eden
cemaatlerin, ittihad ve insicamlarını muhafaza etmeleri, ancak ve ancak ihlas ve
tesânüdü netice verdirecek “haklı şûrayı” teşkil ederek, o şûrâdan çıkacak
kararlara bihakkın uymalarıyla mümkündür.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri, “Neden şûraya bu kadar ehemmiyet
veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayâtı ve
terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?” şeklindeki soruyu, “İhlâstan sonra en büyük
kuvvetimiz tesânüddür”206 hakîkatini de nazara vererek şöyle cevaplamıştır:
“Nur’un Yirmi birinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas
ve tesânüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlas ve tesânüd-
ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın
hakikî ihlas ve tesânüd ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini
çok vukuat-ı târihiye bize haber veriyor.”207

18
İşârâtü'l-İ'câz; s.31
Meşveret aynı zamanda birlik ve beraberliği temin etmektedir. Zira, insan
hiçbir emir ve tahakküm altına girmeden, kendisinin de katkılarıyla şekillenen
bir doğruya elbette kayıtsız kalamaz. Şahısların fikrî tahakkümde bulunduğu
ferdî mesleklere nispeten, tevatürî mesleklerde her insanın fikrine kıymet
verilmesi ve alınan kararı birinin baskısıyla değil, o birinin de içinde eridiği bir
şahs-ı mânevi tarafından alınmasıyla ve bu sebeple kimsenin diğerlerinden daha
önde olmaması cihetiyle ihlas, uhuvvet ve tesanüte vesile olur. İşte bu da “haklı
şûranın” kendisidir.
Bununla beraber, Bediüzzaman Hazretleri “Mabeyninizde münakaşasız
meşveret ediniz, kararınızı kabul ederim”19 diyerek talebelerinden yapacakları
meşveretlerde, haklı şûra ruhuna ters düşen enaniyet, benlik, rekabet gibi
duygulardan uzak durmalarını ve hissî, nefsî, şahsi yaklaşımlar sebebiyle çıkan
münakaşalardan meşvereti muhafaza etmelerini istemektedir.

Zira, haklı şûra hakikati, rıza-ı İlahi dairesinde hakkı bulmak ve ibadet
niyetiyle bir araya gelen insanların, bahsi geçen bütün bu menfi hislerden
arındırıldığı, ene’lerin şahs-ı mânevi havuzunda eridiği zeminlerde tam olarak
icra edilebilir.

Bununla beraber, meşveret sistemini kendisine esas alarak hizmetlerini


yürüten ‘tevatüri meslek’ sahipleri, yaptıkları meşveretlerde bazen isabetsiz
kararlar da alabilir. Böylesi bir durumda dahi, herhangi bir ihtilafa sebebiyet
vermeyerek meşveretin hak ve hukukunun korunması gerekir.
Zira, öncelikli olarak esas alınması gereken nokta, tesânüdün muhafaza
edilmesidir. Bu anlamda zamanla düzeltilmesi mümkün olan isabetsiz bir karar
yüzünden, meşverette alınan kararların aleyhine geçmek, cemaatin tesânüdünü
bozmak anlamına gelir. Halbuki, isabetsiz bir karar zamanla telafi edilebilirken
tesânüd bozulduktan sonra cemaatin tesânüdünü telafi etmek çok zordur.
O yüzdendir ki Peygamberimiz(asm), “el-Hataü bi’ş-şûrâ, evlâ mine’s-savâbi
19
Şuâlar, s. 289
bi-dûni’ş-şûrâ.” Yani “Şûrâya uyarak hata yapmak, şûrâya karşı gelip isabetli
olmaktan evlâdır”20 buyurmuştur.
Yapılan meşveretlerde ihtilaf çıkması muhtemel konulardan birisi de “hak
mı, ehak mı? yani “doğru mu en doğru mu?” ya da “hasen mi ahsen mi?” yani
“güzel mi en güzel mi?” mevzuudur.
Bazen meşveretlerde, ‘en güzel olan ehakkın” tercih edilmesi yerine
“güzel olan hakkın” tercih edilmesini hatalı zanneden bazı fertlerin, yanlış bir
yaklaşımla ihtilaf çıkarmaları mümkündür.
Halbuki o sırada meşverette, “en güzel olan ‘ehak’” tercihinin
yapılabilmesi için ya belli bir zamana ihtiyaç vardır ya da böyle bir tercih,
cemaat içerisinde ihtilaf çıkmasına sebep olacaktır. Böylesi bir durumda cemaat
içerisinde ittihadı ve tesânüdü sağlayan “güzel olan ‘hakkın” tercihi, ihtilaf
çıkaran “en güzel olan ehak” tercihinden daha isabetli bir tercih olacaktır.
Onun içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri, bu hususla ilgili olarak; “Ey
talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazen hak, ehaktan
ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.”21 demektedir.
Bu sebeple, ihlas ve tesânüdü netice verdiren meşveretin her şeye rağmen
muhafaza edilmesi gerekmektedir.
Bu sebeple meşveretlerde alınan kararları etkileyecek ve haklı şûra ruhuna
uygun gelmeyen bazı olumsuz durumlarla karşılaşılması halinde, meşveret
sisteminin ve meşverette alınan kararların aleyhine geçmek yerine, yine aynı
meşverette ve meşveret sistemi içinde kalarak, alınan kararların tâdil ve tashîh
edilmesi gerekmektedir.
Yoksa meşveretin ruhunu inciten bazı menfi hadiseler sebebiyle çıkan
kararları kabul etmeyerek meşveret sistemini icrasına engel olmak; başta
kendimiz olmak üzere içinde bulunduğumuz cemaat ve hizmetlerimize bir
haksızlık anlamına geldiği gibi cemaatin insicam ve tesânüdün bozulmasını
20
TDV İslâm Ans. “Meşrutiyet” md
21
Sözler, s. 660.
netice verdiren büyük bir mesûliyet-i mâneviye altına girmek anlamına da
gelecektir.
Bu sebeple, nasıl ki ferdî meslek anlayışını kendisine esas kabul etmiş olan
bir şeyhin, müridleri yanında veya bir hocanın, talebeleri nezdinde emirleri ne
kadar ehemmiyetli ve kıymetli ise ve o emirlere uymak hususunda müridleri ve
talebeleri ne kadar hassas davranırlarsa öyle de Kur’ân’ın ve Rasûllullâh’ın (asm)
emri olan meşveret ve şûrâyı kendine “üstâd-ı mânevi” olarak kabul etmiş olan
tevatürî meslek sahiplerinin, meşveretlerden ve şûrâlardan çıkan kararlar
karşısında, o şeyhin ve hocanın emir ve tavsiyelerine uymak hususunda o mürid
ve talebelerin gösterdikleri hassasiyetten çok daha fazla bir hassasiyet içerisinde
olmaları gerekmektedir.
Onun içindir ki başta Kur’an-ı Azimüşşan’ın ayetleri ve
Peygamberimiz’in(asm) sünneti ile sabit olan meşveret hakikatini, kendilerine bir
esas olarak kabul eden tevatürî meslek mensupları, “Asya’nın bahtının miftâhı
meşveret ve şûradır.” gerçeğini de göz önünde bulundurarak, cemaatin tesânüd
ve vahdetini netice verdirecek olan meşveret kararlarına uymayı önemli bir
mükellefiyet ve mecburiyet olarak bilmeleri gerekmektedir.
Ondandır ki Bediüzzaman Hazretleri meşveret ve şûraya verdiği önem ve
ehemmiyeti şu temenni ve duâsıyla nazara vermiştir;
“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûra kuvvet bulsun!
Bütün levm ve itap ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve
selâmet hüdaya tâbi olanlara olsun. Âmin.”22

22
Eski Said Dönemi Eserleri, s. 257

You might also like