Professional Documents
Culture Documents
Sosyal Ki̇mli̇kleri̇ Açisindan
Sosyal Ki̇mli̇kleri̇ Açisindan
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI
Tez Danışmanı
Doç. Dr. M. Fatih ANDI
İSTANBUL 2005
i
ii
iii
ÖNSÖZ
Ahmet Hamdi Tanpınar, sağlığında eserleri derin bir sükûtla karşılanan, ancak
ölümünden sonra sadece eserleriyle değil; kişiliği, hayatı, düşünceleri ve kültürü ile gerek
Türk Edebiyatı’nın gerek sosyal bilimlerin diğer dallarının, yeni baştan okuma ve anlama
gereği hissettiği bir yazar olarak karşımıza çıkar.
Tanpınar’ın, onun düşünce dünyasına en derin şekliyle nüfuz edebilmemizi sağlayan
eserleri; içinde siyasetin, tarihin, medeniyetin, felsefi ve kimi zaman da tasavvufi
meselelerin konuşulduğu, tartışıldığı romanlarıdır. Bu dünyayı bize taşıyanlar ise, onun
roman kahramanlarıdır.
Tanpınar’ın roman kahramanları üzerinde zaman zaman durulmuş, özellikle Huzur
ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kahramanları başta olmak üzere, bazılarına çeşitli
makalelerde değinilmiş, farklı özelikleriyle öne çıkarılan kahramanların birkaçı, yazarlar
arasında tartışma konusu bile olmuştur. Romanlarla ilgili ortaya konan değerlendirmelerde,
serbest okumaların elverdiği ölçüde, kahramanların dikkat çeken noktalarının vurgulandığı
görülür. Ancak bütün roman kahramanları, derli toplu bir şekilde, yeri geldiğinde benzeyen
ve farklılaşan, birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılan yönleriyle ele alınmamış,
Tanpınar’ın bir bütün olarak kahramanlarına yüklediği misyon, bu haliyle ortaya
konulmamıştır.
Kahramanların birbirinden ayrılan yönlerinin arka planında bile toplumun
okunmasına dair bir sosyal gerçekliğin yatması; büyük çoğunluğunun bir dönem toplum
hayatında önemli yer tutmuş ya da hâlâ tutmakta olan bir düşünceyi ifade eden
entelektüellerden, yazar ya da sanatkârlardan oluşması; Tanpınar’ın sadece aydın ve devrin
tarihi şahsiyetlerini temsîlen ortaya koyduğu kahramanlarıyla değil, birer figür olarak
romana yerleştirdiği kahramanları vasıtasıyla bile okuyucuya toplumun ve medeniyet
dönüşümünün panoramik bir görüntüsünü iletmesi; bizi, kahramanları sosyal kimliklerine
göre ele almanın daha doğru bir yaklaşım olacağı fikrine götürmüştür. Nihayetinde,
Tanpınar’ın romanları birbirinden bağımsız ve kahramanların kendi şahsî maceralarını
yaşadıkları romanlar değillerdir. Tanpınar tarafından kahramanlar vasıtasıyla birbirine
bağlanan bu romanlarda, toplumun medeniyet değişimine has bütün bir manzarasını,
düşünce hayatından kesitleri ve bu dönemde girdiği fikir karmaşasını bulmak ve
kahramanların hayatlarından hareketle bütün bu sosyal olaylara dair derin açılımlar
yakalamak mümkündür.
Türk romanının XIX. yüzyıldan itibaren Türk modernleşmesini incelemek için az
yararlanılmış bir kaynak olduğunu, oysa o yüzyıldan bugüne bir çok romanın yazıldığı
iv
zamana ait önemli bilgiler verdiğini belirten kimi siyaset bilimciler, romanların, Türk
aydınlarının sosyal değişmenin getirdiği sorunlara nasıl yaklaştıklarını belgelediğini
belirtirler. Tanpınar romanlarının da, işaret edilen bu sosyal ve siyasal değişmenin yarattığı
sorunları inceleyen tezli romanlardan olduğu görülmektedir.
Bu açıdan bakıldığında, kahramanları sosyal kimliklerine odaklanarak
değerlendirmenin, Tanpınar’ın romanlarının bu konuda ne kadar önemli bir kaynak olduğunu
göstermenin yanı sıra; onun gibi usta bir kalemin düşünce dünyamıza katkısının ortaya
konmasında, romanların yazıldığı dönemin sosyal hayatına ve fikrî dinamiklerine
ulaşılmasında, toplumumuz için hâlâ sıcaklığını koruyan bir sosyal problem olan kimlik
yitiriminin köklerine inilmesinde ve bugünün kimlik bunalımlarının, huzursuzluklarının
anlaşılmasında önemli bir katkı sağlayacağı görüşündeyiz.
Bu noktalardan hareketle hazırlanan tezimizde Tanpınar’ın bütün romanları
incelenmiştir. Bu romanlar, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’dür. Aydaki Kadın’ın son şekli bizzat Tanpınar tarafından verilmediği ve
eser, yazarının ölümünden sonra, müsveddelerden düzenlendiği için incelenen romanlar
arasında Aydaki Kadın’a yer vermedik. Ömer Faruk Akün, söz konusu eser için “büyük
hikâye” tabirini kullanır. Akün’ün söylediğine göre Tanpınar, bu büyük hikâyeyi roman
haline koymak istemiş, ancak ömrü vefa etmemiştir. (Bkz. İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, sayı: XII, 1963, s.17).
Tezin giriş bölümünde, çalışmamızın zeminini oluşturan “kimlik” ve “sosyal kimlik”
kavramları açıklanmıştır.
Birinci bölümde, zaman karşısında kahramanların duruşlarına değinilmiş ve
geçmişe, maziye, politik gelişmelere, medeniyet dönüşümüne karşı tavırları ve görüşleri
arasından roman kahramanları incelenmiştir.
İkinci bölümde Tanpınar’ın kahramanlarının okunmasında mekân kavramı odağa
alınmış ve doğdukları, yaşadıkları, oturmayı, gezmeyi tercih ettikleri ya da etmedikleri
mekânlardan yola çıkılarak kahramanların kimliklerine değinilmiştir.
Üçüncü bölümde toplumsal ilişkileri açısından kahramanlar değerlendirilmiş ve
kimliklerinin onlara kazandırdığı ilişki biçimleri, davranış ve yaşama şekilleri dikkate
alınarak kahramanlar gruplandırılmıştır.
Dördüncü bölümde hayata karşı tavır ve tutumları tespit edilen kahramanlar,
zihniyetleri ile ele alınmışlardır.
v
Beşinci bölümde, kahramanların kimliklerinin belirlenmesinde Tanpınar’ın önemli
bir kod olarak karşımıza çıkardığı sanata ve kahramanların sanat karşısındaki görüşlerine
değinilmiştir.
Zaman, mekan, insan ilişkileri, hayat ve sanat etrafında şekillenen bütün konular,
kahramanların sosyal kimliklerine etkileri noktasından incelenmiş, değerlendirilmiş; tez
boyunca bu eksenin korunmasına özen gösterilmiştir.
Çalışma, incelenen bütün bilgi ve malzemenin değerlendirilip yorumlandığı “Sonuç”
bölümünün ardından “Kaynakça” ile sonuçlanmaktadır. Kaynakça kısmında Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın faydalanılan eserleri ile, faydalanılan diğer kaynaklar birbirinden ayrı olarak
verilmiş ve diğer kaynaklar “Süreli Yayınlar” ile “Kitap, Tez ve Ansiklopediler” olmak
üzere iki ayrı başlık altında sınıflandırılmıştır.
Tezin oluşumundaki bütün safhalardan her an haberdar olan, gerek bu aşamaya
gelene kadarki öğrenim hayatımda, gerek tezle ilgili çalışmalarım esnasında beni her zaman
destekleyen babam Dr. Mahmut Nedim ŞEREFOĞLU’na ve annem Fatma
ŞEREFOĞLU’na; tezin teknik kısımlarında ve fişlerin düzenlenmesinde emeği geçen kız
kardeşlerim Kübra ve Betül ŞEREFOĞLU’na; tezin bitmesini dört gözle bekleyen ve
yazıcılarını bana tahsis eden erkek kardeşlerim Ahmet ve Mehmet ŞEREFOĞLU’na ve
son hamle için beni teşvik eden teyzem Süreyya ARIKAN’a özellikle teşekkür etmek
isterim. Kütüphane çalışmalarım esnasında, verdiği fikirlerle bana yardımcı olan hocam
Yard. Doç. Dr. Nuri SAĞLAM’ı da çalışmalarıma katkısı olanlar arasında zikretmeden
geçemem. Bu tez için en az benim kadar emek sarf eden kişi ise, danışman hocam Doç. Dr.
M. Fatih ANDI’dır. Teze bakış açımın netleşmesi ve çalışmalarımın düzene girmesi
konusundaki yönlendirmeleri, tezin oluşum aşamasındaki her sıkıntılı durumdan çıkmamı
sağlayan çözümcü yaklaşımları ve sonsuz sabrı için kendisine müteşekkirim.
Zeynep K. ŞEREFOĞLU
30 Eylül 2005
vi
İÇİNDEKİLER
ÖZ (ABSTRACT)…………………………………………………………….…..…iii
ÖNSÖZ……………………………………………………………………………....iv
İÇİNDEKİLER……………………………………………………..…………….…vii
KISALTMALAR LİSTESİ……………………………………………......................x
GİRİŞ…………………………………………………………………………………1
vii
1.5. Kapalıçarşı – Sahaflar Çarşısı……………………………………..160
1.6. Beyoğlu…………………………………………………………..163
2. Kahramanların Sosyal Kimlikleri Açısından Kapalı Mekânlar………..172
2.1. Kahvehane………………………………………………………..172
2.2. Konak……..…………………………………………………...…179
2.3. Apartman…………..………………………..…………………....185
2.4. Psikanaliz Cemiyeti……………………………………………....188
2.5. İspiritizma Cemiyeti…………………………………………....…190
2.6. Saatleri Ayarlama Enstitüsü……………………………………....196
viii
IV.BÖLÜM: HAYAT-ZİHNİYET AÇISINDAN TANPINAR’IN ROMAN
KAHRAMANLARI………………………………………………237
1. Hayata Hayal ve Rüya Penceresinden Bakanlar ….…………………..237
2. Hayata Korkuyla Bakanlar…………………………………………….251
3. Hayata Eşya Arasından Bakanlar……………………………………...251
4. Hayata Kaderci Açıdan Yaklaşanlar………………………………….. 270
4.1. Bir Kader Olarak Mahur Beste…………………………………….235
4.2. Millî Kader………………………………………………………....241
5. Hayat Karşısında İradesiz Olanlar……………………………………...243
6. Hayat İçinde Zihniyet-Kıyafet İlişkisi………………………………….293
SONUÇ……………….………………………...…………………………………338
BİBLİYOGRAFYA/KAYNAKÇA……….………………………………………344
1. Tanpınar’ın Faydalanılan Eserleri………………………………………….344
1.1. Kitaplar………………………………………………………………..344
1.2.Süreli Yayınlar………………...…………………………………........345
2. Diğer Eserler…………………………………………………………….....348
ix
2.1. Süreli Yayınlar………………………………………………………..348
2.2. Kitap Tez ve Ansiklopediler………………………………………….355
3. Elektronik Kaynaklar……………………………………………………….…361
KISALTMALAR LİSTESİ
x
SOSYAL KİMLİKLERİ AÇISINDAN AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ROPMAN
KAHRAMANLARI
Zeynep Kevser ŞEREFOĞLU
ÖZ
Bu çalışma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın roman kahramanları üzerine yapılmıştır.
Çalışmamızda araştırılan sorun, kahramanların, dönemin sosyal ortamını yansıtan birer sosyal
kimlik olarak romanlarda yer alıp almadıklarıdır.
Giriş hariç beş bölümden oluşan araştırmanın birinci bölümünde kahramanlar, zamanı
algılama biçimleri ve yaşadıkları medeniyet dönüşümünden etkilenişleri ile
değerlendirilmiştir. İkinci bölümde mekânın kahramanların kimlikleri üzerindeki etkisine
değinilmiş, üçüncü bölümde kahramanların toplumsal ilişkileri, yaşanılan dönemin özellikleri
ile birlikte ele alınmış; dördüncü bölümde kahramanların hayata bakış açıları ve zihniyetleri
söz konusu edilmiş; beşinci bölümde ise, kahramanların sanat anlayışları üzerinde
durulmuştur.
Çalışma esnasında yalnız Tanpınar’ın araştırmaya konu olan romanları değil,
Tanpınar ve romanları ile ilgili ortaya konulan birçok eser dikkatle incelenmiş,
romanlarındaki her unsur, kahramanların sosyal kimliklerine göre değerlendirilmiştir.
Ortaya çıkan sonuçta, Tanpınar’ın roman kahramanlarının sıradan zamanlarda hayat
süren ve sadece kendi maceralarını yaşayan alelade kişiler olmadıkları; taşıdıkları rollerle
toplumun gerek günlük gerekse siyasi hayatının ortaya konulmasında öne çıkan birer kimlik
olarak yer aldıkları görülmüştür.
ABSTRACT
This study has been done on Ahmet Hamdi tanpınar’s novel characters. The question
in our study is whether these characters those are in the midst of a civilization evolution are
seen as individuals reflecting the society or not.
In the study that includes five chapters except introduction, the characters have been
assessed by their perception of time, functions in the evolution of the civilizations which they
live in and by their affecting from this change. In the second chapter the affect of the place on
the identities of the characters is mentioned, in the third chapter the social relations of the
characters are undertaken together with the characteristics of the era, in the fourth chapter the
point of views and minds are mentioned, and in the fifth chapter the art ideas of the characters
which are important to identify their identities are mentioned.
Not only Tanpınar novels subject to this study are studied but also books, articles,
essays, interview and various evaluations are assessed and for the content of “identity” and
“role” concepts and political history of the era, all the elements in his novels has been
evaluated on the basis of the identities and social roles of the characters.
As a conclusion it has been see that Tanpınar novel characters are not only ordinary
people living in ordinary times, but reflecting different aspects and scenes of the civilization
evolution expanded in a time period in the novels those are seem to be bounded series, being
identities standing out in lighting the daily or political life of society by their roles.
iii
iv
ÖNSÖZ
Ahmet Hamdi Tanpınar, sağlığında eserleri derin bir sükûtla karşılanan, ancak
ölümünden sonra sadece eserleriyle değil; kişiliği, hayatı, düşünceleri ve kültürü ile
gerek Türk Edebiyatı’nın gerek sosyal bilimlerin diğer dallarının, yeni baştan okuma
ve anlama gereği hissettiği bir yazar olarak karşımıza çıkar.
Tanpınar’ın, onun düşünce dünyasına en derin şekliyle nüfuz edebilmemizi
sağlayan eserleri; içinde siyasetin, tarihin, medeniyetin, felsefi ve kimi zaman da
tasavvufi meselelerin konuşulduğu, tartışıldığı romanlarıdır. Bu dünyayı bize
taşıyanlar ise, onun roman kahramanlarıdır.
Tanpınar’ın roman kahramanları üzerinde zaman zaman durulmuş, özellikle
Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kahramanları başta olmak üzere, bazılarına
çeşitli makalelerde değinilmiş, farklı özelikleriyle öne çıkarılan kahramanların birkaçı,
yazarlar arasında tartışma konusu bile olmuştur. Romanlarla ilgili ortaya konan
değerlendirmelerde, serbest okumaların elverdiği ölçüde, kahramanların dikkat çeken
noktalarının vurgulandığı görülür. Ancak bütün roman kahramanları, derli toplu bir
şekilde, yeri geldiğinde benzeyen ve farklılaşan, birbirini tamamlayan ve birbirinden
ayrılan yönleriyle ele alınmamış, Tanpınar’ın bir bütün olarak kahramanlarına
yüklediği misyon, bu haliyle ortaya konulmamıştır.
Kahramanların birbirinden ayrılan yönlerinin arka planında bile toplumun
okunmasına dair bir sosyal gerçekliğin yatması; büyük çoğunluğunun bir dönem
toplum hayatında önemli yer tutmuş ya da hâlâ tutmakta olan bir düşünceyi ifade eden
entelektüellerden, yazar ya da sanatkârlardan oluşması; Tanpınar’ın sadece aydın ve
devrin tarihi şahsiyetlerini temsîlen ortaya koyduğu kahramanlarıyla değil, birer figür
olarak romana yerleştirdiği kahramanları vasıtasıyla bile okuyucuya toplumun ve
medeniyet dönüşümünün panoramik bir görüntüsünü iletmesi; bizi, kahramanları
sosyal kimliklerine göre ele almanın daha doğru bir yaklaşım olacağı fikrine
götürmüştür. Nihayetinde, Tanpınar’ın romanları birbirinden bağımsız ve
kahramanların kendi şahsî maceralarını yaşadıkları romanlar değillerdir. Tanpınar
tarafından kahramanlar vasıtasıyla birbirine bağlanan bu romanlarda, toplumun
medeniyet değişimine has bütün bir manzarasını, düşünce hayatından kesitleri ve bu
dönemde girdiği fikir karmaşasını bulmak ve kahramanların hayatlarından hareketle
bütün bu sosyal olaylara dair derin açılımlar yakalamak mümkündür.
iv
Türk romanının XIX. yüzyıldan itibaren Türk modernleşmesini incelemek için
az yararlanılmış bir kaynak olduğunu, oysa o yüzyıldan bugüne bir çok romanın
yazıldığı zamana ait önemli bilgiler verdiğini belirten kimi siyaset bilimciler,
romanların, Türk aydınlarının sosyal değişmenin getirdiği sorunlara nasıl
yaklaştıklarını belgelediğini belirtirler. Tanpınar romanlarının da, işaret edilen bu
sosyal ve siyasal değişmenin yarattığı sorunları inceleyen tezli romanlardan olduğu
görülmektedir.
Bu açıdan bakıldığında, kahramanları sosyal kimliklerine odaklanarak
değerlendirmenin, Tanpınar’ın romanlarının bu konuda ne kadar önemli bir kaynak
olduğunu göstermenin yanı sıra; onun gibi usta bir kalemin düşünce dünyamıza
katkısının ortaya konmasında, romanların yazıldığı dönemin sosyal hayatına ve fikrî
dinamiklerine ulaşılmasında, toplumumuz için hâlâ sıcaklığını koruyan bir sosyal
problem olan kimlik yitiriminin köklerine inilmesinde ve bugünün kimlik
bunalımlarının, huzursuzluklarının anlaşılmasında önemli bir katkı sağlayacağı
görüşündeyiz.
Bu noktalardan hareketle hazırlanan tezimizde Tanpınar’ın bütün romanları
incelenmiştir. Bu romanlar, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Huzur ve Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’dür. Aydaki Kadın’ın son şekli bizzat Tanpınar tarafından
verilmediği ve eser, yazarının ölümünden sonra, müsveddelerden düzenlendiği için
incelenen romanlar arasında Aydaki Kadın’a yer vermedik. Ömer Faruk Akün, söz
konusu eser için “büyük hikâye” tabirini kullanır. Akün’ün söylediğine göre Tanpınar,
bu büyük hikâyeyi roman haline koymak istemiş, ancak ömrü vefa etmemiştir. (Bkz.
İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sayı: XII, 1963, s.17).
Tezin giriş bölümünde, çalışmamızın zeminini oluşturan “kimlik” ve “sosyal
kimlik” kavramları açıklanmıştır.
Birinci bölümde, zaman karşısında kahramanların duruşlarına değinilmiş ve
geçmişe, maziye, politik gelişmelere, medeniyet dönüşümüne karşı tavırları ve
görüşleri arasından roman kahramanları incelenmiştir.
İkinci bölümde Tanpınar’ın kahramanlarının okunmasında mekân kavramı
odağa alınmış ve doğdukları, yaşadıkları, oturmayı, gezmeyi tercih ettikleri ya da
etmedikleri mekânlardan yola çıkılarak kahramanların kimliklerine değinilmiştir.
v
Üçüncü bölümde toplumsal ilişkileri açısından kahramanlar değerlendirilmiş
ve kimliklerinin onlara kazandırdığı ilişki biçimleri, davranış ve yaşama şekilleri
dikkate alınarak kahramanlar gruplandırılmıştır.
Dördüncü bölümde hayata karşı tavır ve tutumları tespit edilen kahramanlar,
zihniyetleri ile ele alınmışlardır.
Beşinci bölümde, kahramanların kimliklerinin belirlenmesinde Tanpınar’ın
önemli bir kod olarak karşımıza çıkardığı sanata ve kahramanların sanat karşısındaki
görüşlerine değinilmiştir.
Zaman, mekân, insan ilişkileri, hayat ve sanat etrafında şekillenen bütün
konular, kahramanların sosyal kimliklerine etkileri noktasından incelenmiş,
değerlendirilmiş; tez boyunca bu eksenin korunmasına özen gösterilmiştir.
Çalışma, incelenen bütün bilgi ve malzemenin değerlendirilip yorumlandığı
“Sonuç” bölümünün ardından “Kaynakça” ile sonuçlanmaktadır. Kaynakça kısmında
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın faydalanılan eserleri ile, faydalanılan diğer kaynaklar
birbirinden ayrı olarak verilmiş ve diğer kaynaklar “Süreli Yayınlar” ile “Kitap, Tez
ve Ansiklopediler” olmak üzere iki ayrı başlık altında sınıflandırılmıştır.
Tezin oluşumundaki bütün safhalardan her an haberdar olan, gerek bu aşamaya
gelene kadarki öğrenim hayatımda, gerek tezle ilgili çalışmalarım esnasında beni her
zaman destekleyen babam Dr. Mahmut Nedim ŞEREFOĞLU’na ve annem Fatma
ŞEREFOĞLU’na; tezin teknik kısımlarında ve fişlerin düzenlenmesinde emeği geçen
kız kardeşlerim Kübra ve Betül ŞEREFOĞLU’na; tezin bitmesini dört gözle
bekleyen ve yazıcılarını bana tahsis eden erkek kardeşlerim Ahmet ve Mehmet
ŞEREFOĞLU’na ve son hamle için beni teşvik eden teyzem Süreyya ARIKAN’a
özellikle teşekkür etmek isterim. Kütüphane çalışmalarım esnasında, verdiği fikirlerle
bana yardımcı olan hocam Yard. Doç. Dr. Nuri SAĞLAM’ı da çalışmalarıma katkısı
olanlar arasında zikretmeden geçemem. Bu tez için en az benim kadar emek sarf eden
kişi ise, danışman hocam Doç. Dr. M. Fatih ANDI’dır. Teze bakış açımın netleşmesi
ve çalışmalarımın düzene girmesi konusundaki yönlendirmeleri, tezin oluşum
aşamasındaki her sıkıntılı durumdan çıkmamı sağlayan çözümcü yaklaşımları ve
sonsuz sabrı için kendisine müteşekkirim.
Zeynep K. ŞEREFOĞLU
30 Eylül 2005
vi
GİRİŞ
Gelinen noktada, hangi bilim dalına girerse girsin, “insanı merkeze alan” bir
araştırma konusuna, bütüncül bir yaklaşımla ve sosyal bir perspektiften bakılmadığı
sürece araştırmanın bir tarafı eksik kalacaktır. Hele de edebi eserler ait oldukları
toplumun kolektif şuuraltından bağımsız şekilde ortaya çıkmadıklarından ve
toplumun davranış biçimini, düşünce dünyasını, sanat yaklaşımını, velhasıl hayata
dair her türlü kodlamalarını yansıttıklarından; eserlerde geçen şahısların mensup
oldukları medeniyet dairesinin birer temsilcisi olan yönlerini ihmal etmemek ve bu
izlekten mümkün olduğunca faydalanmak gerekir.
Her birey hayatı boyunca toplumun bir üyesi olarak “kendi rolünü oynar.”2
Sosyal rol, geçici ya da kurgusal bir şey değildir. Sosyalizasyon sürecinde kişinin
öğrenip, çeşitli gruplarda oynadığı ve bu sayede kişiliğinde içselleştirdiği
hareketlerdir. Her kişi farkında olsa da, olmasa da sayısız gruplara katılır ve her
grupta kendi rolünü oynar. Rolünü gerçekleştirmek için bir tarz ya da yol
1
Muzaffer Şerif, Carolyn W. Şerif, Sosyal Psikolojiye Giriş I, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1996, s.ix.
2
J.Fıchter, Sosyoloji Nedir, Çev.Prof.Dr. Nilgün Çelebi, Ankara , Anı Yayınları, s.34, s.110.
1
keşfetmesine gerek yoktur.3 İnsan ilişkilerinde kendiliğinden oluşan bu rolleri tespit
etmek, araştırmacıların işidir.
Ayrı ayrı rolleriyle değerlendirilen ve sırası geldikçe ele alınan konu ile ilgili
tavırlarına, duruşlarına, işlevlerine ve ilişkilerine yer verilen kahramanlar, böylelikle
“bireyin oynağı tüm rollerin toplamı olan sosyal kişilik”leri4 ve kimlikleri ile
incelenmiş olacaktır.
3
A.e., s.111.
4
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. J.Fıchter, a.g.e., s.111.
5
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği-Kültür Tarihinin Kaynakları, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1993,
s.8.
6
Prof. Dr. Yumni Sezen, Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik, İstanbul, Rağbet Yayınları,
Aralık, 2002, s.66.
7
A.e., s.120-121.
2
adı, soyadı, cinsiyeti, ailesi, aşireti, soyu, ırkı, dini, ülkesi, sınıfı da birey için verili
ve tanımlı bir alanı oluşturur.”8 Ancak bu, bireyin kimliğini doğuştan getirdiği
anlamına gelmez. “Doğduğumuz kimlik bağlamı ile özdeşleşsek de, yeni bir kimlik
bağlamı seçip benimsesek de, kimlik bağlamımızla ilgili bir seçme söz konusudur.”9
Kişi kimliğini kendi seçer. “İçerisinde doğduğumuz kimlik bağlamı tarafından
biçimlendirilmiş olsak ve bu kimlik bize sosyal olarak yüklenmiş olsa bile,
özdeşleşmeyi seçmediğimiz sürece, bu kimlik bizi tanımlayamaz ve kimliğimizin
kurucusu olamaz.”10 Kimliğimizi biz tanımlarız ve belli bir kimlik bağlamı ile
özdeşleşmeye karar verdiğimizde, bu kimlik bağlamı yaşamımızı belirler, ona yön
verir.
8
Halis Çetin, Türk Toplum Sözleşmesi: Siyasetin Sosyolojik Temelleri, Ankara, Lotus Yayınevi,
2004, s.39-40.
9
Dr. Nafiz Tok, Kültür, Kimlik ve Siyaset, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, s.122-123.
10
A.e., s.124.
11
A.e., s.120-121.
12
A.e., s.96.
13
A.e., s.119.
3
anlayışlarımızın kaynağıdırlar. Bir kimsenin kişiliğini ve ahlaki yaşamını
biçimlendirmede güçlü bir etkileri vardır.”14
14
A.e., 122.
15
A.e.
16
Güvenç, a.g.e., s.10.
17
A.e., s.11.
4
ki, Türk aydını ve düşünürü, aslında Gülhane Hattı ve Tanzimat Fermanı’ndan bu
yana, en az yüz yıldır kimlik arayışları içinde idi. Sorun’un sadece adını koymamıştı.
Aranan kimlik, Meşrutiyet, Osmanlıcılık, Hürriyetçilik, Türkçülük, Bağımsızlık,
Anadoluculuk, İnkılapçılık, Çağdaşlık, Cumhuriyetçilik, Turancılık, Demokratlık,
Kalkınmacılık, Milli Birlikçilik, Batıcılık, İslamcılık, Lâiklik…vb. sloganlarla dile
getirilmişti. Sayılan bütün hareket ve eylemlerin arkasında bilinçli ya da simgesel bir
kimlik arama çabası ya da bulma umudu vardı.”18
5
ilgilenmiş ve kendine göre bazı çözüm yolları teklif etmiştir. Tanpınar’ın Türkiye’nin
siyâsi ve ideolojik bakımdan büyük çalkantılar geçirdiği 1970’li yıllardan sonra,
Türk tarih ve kültürünü alışılmışın dışında, daha farklı bir gözle tanımak isteyen
değişik kesimlerde ilgiyle okunmasının, fikirleri üzerinde değişik değerlendirmeler
yapılmasının, hatta teklif ettiği çözüm yolları itibariyle bazı çevrelerde münakaşa
edilmesinin sebebini, onun büyük bir kültür birikimiyle birlikte, meselelere
alışılmışın dışında, değişik açılardan bakışı ve çok farklı bir duyarlığa sahip
olmasında aramak gerekir.”21
Bizim de her biri ayrı birer kimliği temsil eden ve Türk toplumunun ayrı bir
tarafına tekabül eden Tanpınar romanlarındaki şahıs kadrosunu; kimlikleri ve
yüklendikleri sosyal misyon etrafında ele almamız; hem romanlarında bunun
kaygısını taşıyan Tanpınar’ın romanlarının daha vazıh şekilde anlaşılabilmesi, hem
romanların ait oldukları “geçiş dönemi Türk toplumu”nun yaşadıkları hayat içinde
daha iyi tanınabilmesi içindir. Çünkü bugün oluşan Türk kimliğin temelleri ve bu
kimliğin geçtiği evreler, en canlı şekliyle bu romanlarda arz-ı endam eden
kahramanlarda gizlidir.
21
Abdullah Uçman, “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Kültürü”, Dergâh, Cilt:3, S:32, Ekim 1992,
s.10.
6
I. BÖLÜM: ZAMAN-İNSAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN
TANPINAR’IN ROMAN KAHRAMANLARI
Tanım konusunda net bir sonuca gidemeyen ve “Ondan söz edince kesinlikle
onu anlıyorum, bir başkası söz edince gene anlıyorum. Ama soran kişiye açıklamak
istesem tarif edemiyorum”22 diyen Augustinus’a katıldıklarını söyleyen fizikçiler,
çareyi “bizi ilgilendiren şey zamanın nasıl tanımlandığı değil, nasıl ölçüldüğüdür.”23
demekte bulmuşlardır.
Belli başlı ansiklopediler de, zaman kavramı için, ya “tam olarak ne olduğunu
bilemediğimiz bir olgu”24 demekten çekinmemişler, ya da fizikçilerin yaptığı gibi
25
tanımı atlayarak, zamanın “ölçülen, ölçülebilen süre” olduğunu söylemekle
yetinmişlerdir.
22
Aristoteles, Augustinus, Heidegger, Zaman Kavramı, çev.Saffet Babür, Ankara, İmge Kitabevi,
1996, s.5.
23
Mafred Eıgen, “Evrim ve Zamansallık”, Zaman; Nasıl İçimizde, Niçin Dışımızda, İstanbul,
Evrensel Kültür Kitaplığı, Kasım 1994, s.42.
24
(…), “Zaman Maddesi”, Yeni Rehber Ansiklopedisi, C.:20, İstanbul, İhlas Gazetecilik, 1994,
s.299.
25
(…), “Zaman Maddesi”, Temel Britannica, C.:19, İstanbul, Ana Yayıncılık, 1993, s.229 ve (…)
“Zaman Maddesi”, Ana Britannica, C.:22, Ana Yayıncılık, 1995, s.543.
7
Onu sürekli kullanan bizler için “zaman”, belki de, üzerinde durmayı
gerektirmeyecek kadar olağandır. Süregelen, devam eden olayların aynı andaymış
gibi yan yana gelmelerine razı olamayışımız ve bu olayları karşılaştırabilmek, belli
bir düzene ya da sıralamaya koymak fikri ise; her şeye rağmen bizi zaman
kavramının tanımını yapabilme isteğine götürür.
Kısaca “belirli bir davranış tarzına kaynaklık eden genel bir dünya görüşü ve
gerçeği araştıran bir düşünce bilimi”26 olarak tanımlayabileceğimiz felsefe, zaman
konusuna varlık noktasından bakar. Felsefede bir çok şey, hakkında birçok sorular
sorulan varlık gölgesi etrafında açıklanmaya çalışılmıştır. “Varlığı ortaya çıkartan,
onu aydınlatan, belirgin yapan ve gizemini ortadan kaldıran nedir?” sorusunun
cevabı ise, Heidegger’e göre, “zaman”dır. “Varolan, zamansal olandır.”27 Heidegger
şöyle devam eder: “Varlıkla her an iç içe olup onu aydınlatan ve onu hep varlık
olarak varlık yapan zamandır. (…) O halde varlık zamandır veya zaman varlıkla
birlikte vardır. Zaman varlıkta vardır veya tersi de doğrudur.”28
26
Georges Politzer, Felsefe’nin Temel İlkeleri, Çev. Enver Aytekin, Ankara, Sol Yayınları, ty., s.27.
27
Yard.Doç.Dr.Abdulkadür Çüçen, Heidegger’de Varlık ve Zaman, Bursa, İz Yayıncılık, 1997,
s.115.
28
A.e., s.116.
29
Bergson ve Bergsonculuk, Tanpınar’ın “felsefî zemini” olarak görülür. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Halûk Sunat, Boşluğa Açılan Kapı: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yapıtlarına Psikanalitik
Duyarlıklı Bir Bakış, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s.321.veya Abdullah Uçman, “Ahmet Hamdi
Tanpınar ve Türk Kültürü”, Dergâh, Cilt:3, S:32, Ekim 1992, s.8.
30
Henry Bergson, Yaratıcı Tekamülden Hayatın Tekamülü, Çev. Mustafa Şekip Tunç, İstanbul,
İstanbul Devlet Matbaası, 1934, s.19.
8
Zaman tanımı esnasında oldukça zorlanan Aristoteles, bu konuda o kadar
çaresiz kalmıştır ki, “Ey Tanrım. Yanımda ol ve beni yönlendir. Bana çocukken
öğrendiğimiz üç zamanın, geçmiş, gelecek, şimdiki değil, öteki ikisi varolmadıkları
için, yalnızca şimdiki zamanın varolduğunu söyleyecek biri var mı?”31 diyerek,
zamanı tek başına değil, bir süreklilik içinde düşünmüş, gelecek ve geçmiş zamanın
ancak şimdiki zaman olarak var olduğu sonucuna ulaşmıştır. Aristoteles’e göre üç
zaman vardır: “Geçmiştekilere ilişkin şimdiki zaman, şimdikilere ilişkin şimdiki
zaman ve gelecektekilere ilişkin şimdiki zaman.”32 Geçmiştekilere ilişkin şimdiki
zaman anı, şimdiki zamana ilişkin şimdiki zaman bir anlık görü, gelecektekilere
ilişkin gelecek zaman da beklenti olarak vardır.”33
“Burada saatte şimdiki zamanı görüyorum. Ama bu ‘şimdi’ ne? Şimdi burada bunu
yapıyorum, şimdi burada ışık dışarı çıkıyor. ‘Şimdi’ ne? ‘Şimdi’ benim elimde mi? Ben
‘şimdi’ miyim? Her başka kişi ‘şimdi’ mi? Öyleyse ben zaman olurum, başka her kişi de
zaman olur. bir aradalığımız içinde biz zaman oluruz –hiç kimse ve herkes.”34
31
Aristoteles, Augustinus, Heidegger, a.g.e., s.52-53.
32
A.e., s.55.
33
A.e.
34
A.e., s.66-67.
9
meydana gelen değişmeleri bilimsel yöntemlerle inceleyen”35 sosyolojinin devreye
girmesinin daha doğru olacağını söylemişlerdir.36
35
Doç.Dr.İsmail Doğan, Sosyoloji, Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yayıncılık, İstanbul 1998, s.?
36
Nobert Elias, Zaman Üzerine, Çev. Veysel Ataman, Ayrıntı yay. İstanbul-2000, s.21
37
A.e.
38
Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Derleyen: Zeynep Kerman, İstanbul, Milli Eğitim
Basımevi, 1969, s.4.
39
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.23-24.
40
Tanpınar, Huzur, İstanbul, Dergah Yayınları, 1999, s.308-309.
41
Tanpınar, Mahur Beste, s.26.
42
Tanpınar, “İnsan ve Cemiyet”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergah Yayınları, 2000, s.21.
10
Kahramanlarının zamanla ilişkilerinin farklı görünümlerini vermeye özen
gösteren Tanpınar, insanların zamanla ilişkilerinin çocuk yaşlardaki deneyimlerine
bağlı olduğu gerçeğini göz ardı etmez. Çünkü,
“Zamanın belleğimizdeki imgesi, yani her bir insanın sahip olduğu bir zaman
tasarımı, bir yandan zamanı temsil eden ve iletişimde zamanı kullanan sosyal
kurumlaşmaların gelişmişlik düzeyine bağımlılık gösterirken, bir yandan da tek tek kişilerin
çocukluklarından itibaren zaman ile kurdukları bireysel ilişkilerce belirlenir."43
Oturdukların evin sahibine düşman olan bir Rum tarafından ve onun yerine
öldürülen babasının acısıyla yollara düşen Mümtaz’ın hayatı, işgalin yaşandığı
dönemde günden güne kötüleşirken, annesinin hastalığıyla iyice çıkmaza girer.
Annesinin de çok geçmeden ölmesinin ardından, Mümtaz’ın hafızasında bir türlü
dolduramadığı uzun bir boşluk oluşur ki, Tanpınar’a göre “belki de çocuk bu sıkıntı
günlerini hatırlamaya çalışa çalışa zihninde bu zaman boşluğunu kendisi
yaratmıştır.”44
“Bu felsefi tartışmalarda karşımıza çıkan birinci anlayış zamanın doğal fiziksel
dünyanın nesnel bir öğesi olduğudur. Bu görüşü savunanlara bakacak olursak, ‘zaman’,
varlık tarzı bakımından, yani ontolojik bakımdan, doğanın öteki nesnelerinden farklı değildir.
(…) Karşı kamptaki egemen anlayışa göre ise, ‘zaman’ olayları birlikte görme biçimiydi, bir
beraber görme tarzıydı; ‘zaman’, insan bilincinin kendine özgünlüğünde temellenen, bir
şeydi.”45
43
Nobert Elias, a.g.e., s.27.
44
Tanpınar, Huzur, s.35.
45
Nobert Elias, a.e., s.16.
11
Aynı görüş, Tanpınar’ın zaman konusunda en çok etkilendiği felsefeci olarak
karşımıza çıkan Henry Bergson’da da vardır. 46 “Riyazi zaman” ile “yaşanan zaman”
olarak iki farklı zamana dikkat çeken Bergson, “yaşanan zaman, şuur hallerinin
oluşu, daimi şekilde akışı ve değişmesi”, “hakiki zaman ise, şuur hallerimizin
kendisi”dir, der.47
46
Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul, Dergah yay, 1982’de “zaman”a dair
söylenmiş pek çok şey arasında Tanpınar’ı en çok etkileyenlerin Bergson’un görüşleri olduğunu öne
sürer. Kaplan değerlendirmesine, “Pek az okunduğunu söylemekle beraber Bergson, fakat, daha
ziyade kendi iç murakabeleri, çocukluğu, annesinin ölümü, gayrı şuurunun hiçbir vakit unutamadığı
ve çok eskiden Antalya denizini seyrederken bile kafasına geliveren ölüm düşüncesi, Tanpınar’ı
zaman meselesi ile çok yakından ilgilenmeye adeta zorlamıştır. İçinde yaşanılan zamanın dışına
çıkmak, başka bir zamanda yaşamak ve ebediyete ulaşmak onun şiir ve nesirlerinin ana temlerinden
birini teşkil etmiştir.” şeklinde devam eder.
47
Henry Bergson, a.g.e., s.19
48
Tanpınar, Mahur Beste, s.143.
49
A.e., s.24.
12
takılıp, aklına İhsan’ın bunları bir daha kullanıp kullanamayacağı sorusu gelince,
içinden ümit dolu bir sesle “Niçin olmasın?” der:
“Dağıtıcı pervanenin hızının insanın içinde durması yaşamak için kâfiydi. O zaman
kozmik zamandan, insanın, hayatın zamanına geçilirdi. Bu, düzeltici, her yarayı kapayan, her
pürüzü temizleyen bir zamandı. Orada saatler insanoğluna dosttu.”50
Mümtaz’a göre, dünyaya gelmiş insan için, o dünyaya gelmeden önce var
olan ve o dünyadan gittiğinde de geride kalan tüm canlılar için devam edecek olan
kozmik zamandan ayrı olarak, yeni bir zaman başlar. Bu ikinci zamanın başlangıcı o
insanın dünyaya gelişidir. İnsan, “içindeki zamanın işlemesini sağlayan pervane”nin
hızının kesilmesine izin vermedikçe, bu ikinci zaman sürecek ve kişi yaşayacaktır.
Ancak, kozmik zaman insanın içine girdiğinde ve “evvela hatıraların ve hafızanın,
sonra duyuların ve duyumların perde perde kaybolmasına, sonsuz boşlukta bir yığın
zerreye dağılmasına sebep olduğunda” ölüm başlamış olur.51
50
Tanpınar, Huzur, s.359
51
Tanpınar, Huzur, s.357-359.
52
Mehmet Kaplan, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda:Tanpınar Üzerine
Yazılar, Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.121.
53
K.Ertuğrul, “Türkiye’de Batılılaşma-Modernleşme Sorunu Bağlamında Ahmet Hamdi Tanpınar”,
Toplum ve Bilim, Yaz, 1981
13
zamanla problemi ilk olarak ortaya çıkan kişi Hayri İrdal’dır. Hayri İrdal’ın
tartışmalı kişiliği54 aslında daha çocukkenden bellidir.
“İnsan, zamanı, gerek bir kavram olarak gerekse bu kavramla bir birlik oluşturan bir
sosyal kurum olarak, çocukluğundan başlayarak öğrenir.” diyen Elias, “Kişinin, ilk on yılda
zaman kurumlaşmasına uygun şekilde kendini disiplin altına almayı ve kısıtlamayı
öğrenemezse, yani yetişmekte olan bir insan toplumda, olabildiğince erken bir dönemde,
gerek davranışlarını, gerekse duygularını zamanın sosyal kurumlaşmasına uygun bir şekilde
ayarlayıp düzenlemeyi öğrenemezse, toplumda yetişkin bir insan konumunu temsil etmesinin
güç, hatta olanaksız olabileceğini”55 belirtir.
Hayri İrdal’ın hocası Nuri efendi, “zamanın sahibi”58 dir. Saatle insan
arasında sıkı bir ilişki olduğunu söyleyen ve ikisini birbirinden pek ayırmayan bu
54
Hayri İrdal’ın “bir meczup mu”; Berna Moran’ın dediği gibi “çocuksu saflığa sahip biri mi”; kendi
yalanına kendisi de inanan “bir dolandırıcı mı”; yoksa Turan Alptekin’in yayınladığı mektup (Turan
Alptekin, Bir Kültür, Bir İnsan: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Edebiyatımıza Bakışlar, İstanbul,
Nakışlar Yayınevi, 1975, s.32-36) dikkate alındığında, “bir deli mi” olduğu kesinlik kazanmamıştır.
Bu ve daha ayrıntılı bilgi için bkz. Şehnaz Aliş, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Sosyal Tenkit”,
Doğumunun 100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Haz. Sema Uğurcan, İstanbul, Kitabevi
Yayınları, 2003, s.19.
55
Nobert Elias, a.g.e., s.24.
56
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, İstanbul, Dergah Yayınları, 2000, s.38.
57
A.e., s.192.
58
A.e., s.37.
14
saat sevdalısı âlim, tesadüf ettiği yaymacılardan aldığı bozuk saatleri tamir ettikten
sonra fakir dostlarına hediye ederken onların durumlarından şikayet etmeleri halinde,
“Al bakayım şunu! Hele bir zamanına sahip ol… Ondan sonrasına Allah
kerimdir!...”59 der.
“Böylece Nuri Efendi’nin sayesinde zamanına tekrar sahip olan insan sanki darıldığı
karısıyla daha kolay barışabilir, çocuğu daha çabuk iyileşirmiş, yahut hemen o gün
borçlarından kurtulacakmış gibi sevinirdi. Bunu yaparken iki türlü sevap işlediğine inandığı
muhakkaktı. Çünkü bir yandan yarı ölü bir saati diriltmiş oluyor, öbür yandan da bir insana
yaşadığının şuurunu, zamanını hediye ediyordu.”60
Nuri Efendi’yi öldükten sonra gündeme getiren Halit Ayarcı için de zamanın
önemi büyüktür. “Çalışmak, zamanını kullanmak, ona sahip olmasını bilmektir.”63
diyen Ayarcı gerçekten de hayatında çalışmadan ve zamanı işlerine alet ederek,
istediği her şeye sahip olmasını bilmiştir.
59
A.e., s.34.
60
A.e., s.34.
61
A.e.,s.216.
62
A.e., s.226.
63
A.e., s.245.
15
Halit Ayarcı, Türkiye’nin modernliğine ancak tek tek bireylerin bilincinin
zamanı aynı biçimde algılamaya başlamasıyla adım atabileceğine karar vermiştir.64
Bu karar doğrultusunda da, topluma ait bir ortak zaman anlayışı için enstitü kurmuş
ve enstitü etrafında şekillenen birçok faaliyet ve yapılanan birçok cemiyetle,
toplumun zamanını ve bu yolla kendisini düzeltmek için uğraşmıştır.
Zamanın gizil bir düzlemde aktığı uyku ve rüyalar, zamanı insan için
sınırlandıran hayat ve sonlandıran ölüm, zamanın kaydolduğu yer diyebileceğimiz
hafıza, zamanın içinde bağımsızca dolaştığı muhayyile, zamanın geçmişle birleşerek
bambaşka bir boyut kazandığı mazi, “giydirilmiş zaman” addedilen musikî
kavramları roman kahramanlarının ve kimliklerinin daha iyi anlaşılmasında yardımcı
olacaktır. Romanlarda kahramanların karşısına çıkan bütün bu görünümler tezin
bütünlüğü içinde yeri geldikçe söz konusu edilecektir.
64
Walter Feldman, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Zaman, Bellek ve
Özyaşamöyküsü” , Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.554.
65
Nobert Elias, a.g.e., s.12.
66
A.e., s.15.
16
1.1. Saat
Saatin gösterdiği zaman, sadece bir tek kişi için geçerli olan bir zaman değil,
bir topluluğun bütünü için geçerli olan zamandır. Dolayısıyla, “saat denen
mekanizmanın temsil ettiği biçim aracılığıyla, bir insan topluluğu, tek tek üyelerinin
her birine belli bir anlamda mesajlar yollar. Saat denen fiziksel aygıt, mesajların
yollayıcısı, dolayısıyla da belli bir sosyal öbek içindeki davranışların düzenleyici
aracı olarak işlev görecek şekilde kotarılmıştır.”69
67
Nobert Elias, a.g.e., s.15.
68
A.g.e., s.14
69
A.g.e., s.28-29
17
Behçet Bey, saatleri tamir etmeyi seven bir kahramandır. Saatler, onun belki
de kimse tarafından rahatsız edilmeden uğraşabileceği bir kaçış imkanı gibidir.
Birisine canı sıkıldığında ya da tabiatına uygun olarak herhangi bir ortamdan, bir
sebepten ötürü kaçmak istediğinde, saat tamir eder.70
Bu saat tamir etme isteğinin, saat ya da saat sesi özleminin Behçet Bey’e ne
zaman geleceği ise, pek belli olmaz. Öyle ki, evlendiği gece karısı Atiye Hanım’la
karşı karşıya kaldığında, aklına süt kardeşinin evine kaçmak gelir. Behçet Bey’in bu
kaçış yeri için önce “neresi olursa olsun” diye düşünmesinin, ancak sonra istikameti
“süt kardeşinin evi” olarak belirlemesinin sebebi de, yine saatlerdir. Çünkü üç sene
önce oraya gittiğinde “gece yarısına kadar süt kardeşinin iyi bir saatçi olan kocasıyla
saat tamir etmişlerdir.”71 Behçet Bey, karşısında karısı beklediği halde, kaldığı bu
evde uyuduğu rahat uykudan sonra “sabahleyin kendisini entarisi ala benziyor
şarkısını çalarak uyandıran adi masa saatinin takırtısı”nı düşünmeye devam eder.
70
Tanpınar, Mahur Beste, s.9, 15, 16.
71
A.e., s.54.
72
A.e., s.59.
73
A.e.
18
önce, belki de “nasipsiz hayatından alabileceği biricik intikamı” almak için; “Bu
darülmihanda bir kadının en az lazım şey” olduğunu ve Behçet Bey’in, “kitaplarıyla,
saatleriyle, ciltleriyle bundan böyle istediği gibi meşgul olabileceğini, hiç kimsenin
onu artık rahatsız etmeyeceğini”74 söyler ve “bir talih kurbanı” olarak atıldığı bahtsız
hayatına gözlerini yumar.
Behçet Bey’in saatlerle ilişkisi onların tamir edilmesiyle sona eren mekanik
bir ilişki değildir: “… kendi eliyle tamir ettiği, temizleyip ayarladığı bir yığın saatini
kah telaşla, kah büyük bir sabır ve dikkatle teker teker, küçük küçük, hiç
yorulmadan, yanılmadan, şaşmadan saydıkları, nabızlarımızın munis kardeşleri olan
zamanı severdi.”75
Yine böyle gecelerden birinde, Behçet Bey, “iki eli çenesine kadar çektiği
yorganın kenarına sımsıkı kilitlenmiş olduğu halde, odasında şuraya buraya dağılmış
irili ufaklı bir yığın saatin sesini, tıpkı gizlendiği köşeden bir orkestrayı dinleyen bir
şef dikkatiyle dinlerken”, belki de hayatının en kendine ait, en mutlu zamanlarını
yaşar. Bütün bu saatlerin seslerini ayırt etmesi, Behçet Bey’in saatlerle
ilgilenmekten, onları tamir etmekten ya da sevmekten de öte, onlarla nasıl sıkı bir
ilişki içinde olduğunu, hatta nasıl karşılıklı konuştuğunu göstermesi bakımından
dikkat çekicidir. Ona göre saatler, ait oldukları insanın karakteristik özelliklerini
kazanmışlar, o insanın şahsiyetiyle donanmışlardır. Hoyrat ve dağınık olan Hüseyin
Efendi’nin saatinin sesi, teneke gürültüsü çıkartmakta; yaşlı Nuri Bey’in
74
A.e., s.16.
75
A.e., s.24.
76
A.e., s. 15-16.
19
İngiltere’de yapılmış, kırılsa tamiri mümkün olmayan saati, öksürür gibi
çınlamakta; saatini baba yadigarıdır diye kıymetleyip göstermekten bile kaçınan
ama düşüp de durunca Behçet Bey’e kendi eliyle kuzu kuzu getiren aksi Sabire
Hanım’ın saati de, küçük ve gergin bir maden üzerine çekiçle vurur gibi ses
çıkartmaktadır.77
Behçet Bey’in akrabası, Cavide’nin alalı on sene olan temiz elmaslı, küçük
altın saati, “zavallı kızın” on senede yaşadığı sıkıntılara onunla beraber şahit
olmuştur. Annesini babasını kaybeden ve hayırsız bir adamla evlenen Cavide’nin bu
adamdan çekmediği kalmamış, “zavallı kız, ancak adam ölünce rahat nefes
alabilmiştir”. Ancak, Cavide’nin saati bundan sonra ona iyi zamanlar sayacaktır.79
“Sesi küçük ve ince” olan bu saat, “bunun için yarın sabah hanımının gelmesini”
beklemektedir.
77
A.e., s.24-25.
78
A.e., s.25.
79
A.e., s.25
20
müsaade etmez. Artık bıkan ve bu sesleri duymamak için kendisini zorlayan, ancak
başaramayan Behçet Bey’in yanıldığı nokta, onu bıktıran şeyin saat sesleri olduğunu
düşünmesidir. Oysa, Behçet Bey’i bıktıran, ‘”kâh altın sarısı renklere bürünmüş
rakkaseler gibi önünden geçen, onu selamlayan kol kola vererek bilinmeyen bir
hedefe doğru durdurulamaz şekilde akan sesler” değil, bu seslerin peşinden
sürükleyip getirdikleri hayatlardır.80
Sırayla evin her tarafındaki saatler vurmaya başlamıştır: “Behçet Bey artık saat
seslerini teker teker fark etmiyordu; sadece içinde her şeklin, her rengin çalkalandığı
sıcak bir çağlayan durmadan akıyordu; etrafında ne varsa hepsini, Behçet Bey de
içinde olmak üzere, hepsini beraberinde alıp götürüyordu.”81 Behçet Bey, saat
seslerinin içindeki akışına kapılır, uzun süre bu seslerin kendisini götürdüğü her yere
gittikten sonra, nihayet uykuya dalar ve bir rüyada kendisini kaybeder.
Behçet Bey’in evinde akşamın sessizliğini fırsat bilerek daha yüksek sesle ve
sanki insanın içine işler gibi çalan saat sesleriyle, Sahnenin Dışındakiler’de de
karşılaşırız. “Yaşadığı zamanı hiç olmazsa elli saatin birden saydığı”82 Behçet Bey,
Cemal’in annesiyle teyze çocukları olan Atiye Hanımefendinin kocasıdır. İstanbul’da
tıbbiyeye devam eden Cemal, ara sıra bu akrabasının Göztepe’deki köşkünde misafir
olur.
80
A.e., s.26
81
A.e., s.26
82
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, İstanbul, Dergah Yayınları, 1999, s.123.
21
Yine bir defasında, bir hastalık sonrasında, babasının isteği ve Sabiha’yla
İhsan’ın iknasıyla biraz dinlenmek amacıyla gittiği köşkte, herkes yatınca Behçet
Bey’in odasında yaptıklarını sessizce izlerken, saat sesleriyle irkilir ve kendine gelir:
“Evin hemen her tarafından zaman kendini ilan ediyordu. Beyhudedir, diyordu,
bütün bu ızdıraplar, unutmalar ve hatırlatmalar, ben varken hepsi beyhudedir!”83
Burada kaldığı gecelerde Cemal de evdeki bir dolu saatin sesleri arasında
uzun düşüncelere dalar. Belki de bu saatler “çok uzaklardan gelen dalgalar gibi
kırılarak”84, aynı anda birbirinden farklı seslerle çalarlarken etrafımızda yaşanan ve
bizden önce yaşanmış iyi kötü bütün zamanlara uğramamızı sağlarlar. Bu sesler,
bazen de her şeyi beraberinde alıp götüren bir zaman dalgası gibi Cemal’in
düşüncelerinin kıyılarına vururlar:
83
A.e., s.125.
84
A.e., s.123.
85
A.e.
22
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ilk sayfalarında karşımızda çıkan ve okuma
yazmaya pek meraklı olmamasına rağmen, saatçilikle uğraşan büyük bir zâtın hayat
hikayesini yazdığını söyleyen Hayri İrdal’ın hayatında da saatin yeri çok büyüktür.
Onun kimliği ise, tamamen saatler etrafında teşekkül etmiştir.
Hayri İrdal’ın hayatına giren ilk saat dayısının sünnet hediyesi olarak ona
verdiği saattir. Ancak bu saatle Hayri İrdal’ın “hayatının ahengi” biraz bozulur gibi
olur: “Bununla beraber mesut yaratılışım onun hayatımı büsbütün çığrığından
çıkarmasına mâni oldu. Bilâkis ona bir istikamet verdi. Yani hayatım onunla şekil
aldı. Belki de bana hürriyetin asıl kapısını o açtı.”86 Gerçekten de, bundan sonra bir
çok saat, ayarlarının bozulmasıyla her daim kahramanın mesut hayatını bulandırır.
Ancak Hayri İrdal tıpkı bu ilk tespitinde olduğu gibi, bu saatlerin, gerçekten
hayatının ahengini mi bozduğuna, yoksa hayatına yeni ve hürriyet dolu bir istikamet
mi verdiğine tam olarak karar veremeyecektir.
Kahramanın hayatının gidişatı böylece belli olur. Okula ara sıra ve babasının
ısrarıyla giden İrdal’ın bütün zamanı Nuri Efendi’nin muvakkithanesinde geçer.
Burası, İrdal’ın saatler hakkında bildiği her şeyin yegane merkezidir.
Saat sevgisini bir “ahlâk” olarak gören Muvakkit Nuri Efendi için saat tamiri
de bir ibadet gibidir. Saatleri insanlardan ayırmayan ve bu titizlikle onlara yaklaşan
Nuri Efendi sıradan bir tamirci değil, saati ruhuna işlemiş bir evliya gibidir. 88
86
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.25.
87
A.e., s.31.
88
Muvakkit Nuri Efendi’nin saatle ilgili görüşlerinin ayrıntıları “İnsan Saat” başlığında ele
alınacaktır.
23
Ne dükkanına müşteri uğramayan ve Hayri İrdal Nuri Efendi’den
öğrendiklerini şöyle bir tekrarlamak amacıyla “saat insana benzer”, der demez, “ben
delilikten hoşlanmam”89 diye karşılık veren Asım Efendi, ne Nuri Efendi’nin yerine
muvakkitlik yapan Ispartalı Sadi Efendi90, ne de “zengin ve son derece kibarlık
meraklısı bir Ermeni”91 olan meşhur saatçi Agop Saatçiyan; saatin felsefesini
bilmemeleri, tamire gelen saatleri birer hasta olarak görememeleri ve saatin “ustadan
ustaya yazılmış bir mektup”92 olduğunu hissetmemeleri, Muvakkit Nuri Efendi’nin
engin insan, saat ve cemiyet fikrine sahip olamamaları sebebiyle, İrdal için, 1912
yılının hemen başında ölen Muvakkit Nuri Efendi’nin yerini tutabilirler.
Asıl doğum gününün dayısının kendisine hediye ettiği saatin eline geçtiği
gün93 olduğunu söyleyen İrdal, saatin hayatımızdaki önemine ilişkin şöyle der:
“Herkes bilir ki, eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Hatta sonraları Muvakkıt
Nuri Efendi’den öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima
Müslümanlar ve onlar içinde en dindar olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş vakit
namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat Allah’ı bulmanın en sağlam
çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi.”94
89
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.60.
90
A.e., s.72.
91
A.e., s.195.
92
A.e.
93
A.e., s.25.
94
A.e., s.26.
95
A.e., s.30.
96
A.e., s.31.
24
babası Numan Bey’e vasiyet etmiştir. O da bu vasiyeti yerine getirebilmek için
konak dahil her şeyi satmış, caminin içi için alınan eşyalar ile büyük saat ise
ellerinde kalmıştır. Ve bu vasiyetle hayatı “zehirlenen”97 İrdal’ın babası çok sıkıntı
çekmiş, o da başına gelenler yüzünden bu büyük saati mesul tutmuştur: “Hulâsa
hayatının gizli ve tek meselesi, faciası bu saat olmuştu.”98
“Halbuki güzel saatti. Kendi halinde, hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını
kaybetmiş bir mekkâre gibi başı boş, dalgın dalgın bir yürüyüşü vardı. Hangi takvimle
hareket eder, hangi senenin peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur,
sonra ağır, tok, etrafı dolduran sesiyle hangi gizli ve mühim vakayı birdenbire ilân ederdi?
Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul ederdi. O başını
almış giden, insanlardan tecerrüt halinde yaşayan hususî bir zamandı. …”99
Hayri İrdal’ın annesi ise, bu saatin bazen durup dururken üst üste çalmasını,
bazense aylarca yalnız rakkasının gidiş gelişiyle kalmasını iyiye yormaz. “Ona göre
bu saat ya bir evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı.”100 İrdal’ın
annesinin bu hükmüne sebep olan şey; haftalardır işlemeyen bu saatin, İbrahim
Bey’in vefat ettiği gece birdenbire en derin sesiyle vurmaya başlamasıdır. O günden
sonra saatten “mübarek”101 diye bahseden annenin koyduğu bu isim, eski ve mazisi
karışık bu büyük duvar saati için kalıcı olur. İrdal için “mübarek”in rolü, hayatının
yarısından sonra tekrara başlayacak ve sonuna kadar da bitmeyecektir. İlerde söz
konusu edilecek olan Dr. Ramiz’in yapacağı seanslarda, İrdal’ın hayatının
psikanalitik şifresini bu saatle çözülecektir.
97
A.e., s.29.
98
A.e.
99
A.e.
100
A.e.
101
A.e., s.30.
25
Evdeki ikinci saat, küçük bir masa saatidir: “Bu saat birincisi gibi dinî veya
uhrevî değildi. Tam aksine olarak lâik bir saatti. Hususî zembereği kurulunca saat
başlarında o zamanın çok moda olan bir türküsü çalardı.”102
Evdeki üçüncü saat ise Numan Bey’in koyun saatidir. “Pusulalı, kıblenümalı,
takvimli, alaturka ve alafranga, mevcut ve gayri mevcut bütün zamanları sayan
acayip bir saatti bu.”103 Bu saatin tek kusuru, bir kere bozulunca kolay kolay tamir
edilememesi ve bir tek ustanın onun bütün özelliklerini tanıyamamasıdır. Nuri Efendi
bile, onu tam olarak işletebileceğine emin değildir.
Aynı şekilde, masada duran, özel zembereği kurulunca moda bir türküyü
çalan saat de bu özellikleriyle “lâik”, yani “din işlerini devlet işlerine karıştırmayan,
devlet işlerini dinden ayrı tutan”105 bir saattir. Öyleyse bu tanıma göre, “lâik” saat,
moda bir türküyü değil, sadece vakti geldiğinde normal bir şekilde zilini çalmalı ve
görevine başka bir şeyi karıştırmamalıdır.
102
A.e.
103
A.e., s.31.
104
Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, (Çevrimiçi)
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm, 8 Temmuz 2005.
105
Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, (Çevrimiçi)
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm, 10 Temmuz 2005.
26
Tanpınar, bu isimlendirmelerle, dönemde kavramların içinin herhangi bir
kargaşa kaygısı düşünülmeden ne kadar rahat doldurup kullanıldığına işaret eder.
Masada duran ve saat başı çok moda türkü çalan “lâik” saat ise, duvardan
masaya inmeyle, “entarisi ala benziyor”106 adlı moda bir türkü çalmayla yeni ve lâik
olma sıfatını kazanarak, bu haliyle yeniliği mekan ya da şekil değiştirmeye ya da bir
süreliğine gündemde olunabilecek moda kelimesine hapsetmiş ikinci bir düşünce ya
da kimliktir.
Hem pusulalı, hem kıblenümalı, hem alaturka hem alafranga bütün zamanları
sayan üçüncü saat ise, sürekli bozulmakta ve esasında ne pusulalı olma özelliğiyle
yönü, ne kıblenümalı olma özelliğiyle kıbleyi doğru düzgün gösterebilmektedir. Bu
ilginç saat de, Tanpınar romanlarında en çok karşılaştığımız, ne maziden, ne
bugünün takviminden; ne mevcudiyetinin şartı olan unsurlardan, ne içinde olmak
istediği yeni dünyanın imkanlarından vazgeçemeyerek, her iki kutbu da üzerinde
tutmak isteyen, doğu ile batı arasına sıkışıp kalmış düşünce şekline ve insan
kimliğine atıfta bulunmaktadır.
106
Bu türkünün ismi, Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabında da geçer. “Çocukluğumda, İstanbul’un
hemen her evinde, saat başlarında ‘Enterisi ala benziyor’u, yahut ‘Üsküdar’dan geçer iken’i çalan
masa saatleri vardı. B unlar o devrin işporta mallarıydı.”(Beş Şehir, İstanbul Devlet Kitapları, 1969,
s.151.)
27
Tek bir ustanın elinden çıkmayan bu saatin tamiri nasıl imkansıza yakın
zorsa ve muvakkit Nuri Efendi gibi bir saat ustası bile bu saati tekrar
işletemeyebilirse; aynı şekilde eski ile yeninin böylesi bir sentezini yapmaya çalışan
düşüncenin, bu işin üstesinden gelememesi yada arzu ettiği karışım ve yoğunlukta bir
sentez ortaya koyamaması durumunda, bu olaya lokman hekimin deva bulması da
zordur. Beslendiği kaynakların karışıklığı ve artık yeninin bütün cazibesini görmüş,
tecrübe etmiş olması hasebiyle, ona daha önce deva olabilecek bir lokman hekimin
ilacı, artık işe yaramayacaktır.
107
Tanpınar, a.g.e., s.65.
108
A.e., s.66.
109
A.e., s.67
110
A.e., s.107
28
yaptırma vasiyeti ile maddi açıdan çok zorluklar yaşadığını ve hatta bu camiyi
hatırlattığı için de caminin duvarına asılmak üzere önceden alınmış olan ve
“mübarek” diye anılan büyük saate düşman olduğunu söyler. O dakikadan itibaren
Dr.Ramiz’in bütün dikkati bu saat üzerinde toplanır. Öyle ki, İrdal’ın saatten
bahsederken büyük saat demesine bile çok kızar ve “Adıyla söylesenize şunu! Bir adı
olan şey adıyla anılır”111, diye İrdal’ı azarlar. İrdal ise, başına geleceklerde habersiz,
Dr.Ramiz sordukça hiçbir şeyi atlamadan anlatır:
“ - Bir gece hep beraber otururken saat birdenbire çalmağa başladı. Babam son derece
öfkelendi. “Anladık! Diye bağırdı. Sen de biliyorsun ki, param yok. Şimdilik imkânsız. Evi zor
geçindiriyorum…
- Bunu Mübarek’e mi söylemişti?
- Evet. Yani, galiba… Bilmem!
- Öyle olacak… Çok enteresan bir vaka. Size teşekkür ederim, bilhassa teşekkür ederim…”112
111
A.e., s.104
112
A.e.
113
A.e., s.109
114
A.e.
29
“- Sakin olun!...dedi. Maalesef beğenmiyorsunuz. İnkâr değil, beğenmemek. İşler sizde çok
karışmış… Evvelâ mübarek işi karıştırmış. Hikâyesi dolayısıyla evde muhterem, mukaddes
bir yer almış. Evin içindeki kıymetler altüst olmuş… Babanızı ikinci dereceye atmış…
- Saat mi? Biçare şey! Eski, ihtiyar bir saat… Aile yadigârı.
- Gördünüz mü? Biçare, eski, ihtiyar… Ondan hep insanmış gibi bahsediyorsunuz. Sözünüze
dikkat edin! Biçare dedikten sonra eski dediniz… Yani evvelâ bir insandan bahseder gibi
bahsettiniz… … İlk günlerde, “tuhaf”, “acayip haller”, “keyfilik”, “ihtiyarilik”, “yaptığı
işler” tabirini kullanmıştınız!
- Yani?
- Yani çocukluğunuz bu saatin eve getirdiği hava içinde geçmiş… Babanız bile onu
kıskanmış.anneniz mübarek adını verdiği hâlde babanız “menhus” adını koymuş, nasıl oldu
da parçalanmadı şaşıyorum. Çünkü babanız sizden evvel tehlikeyi görmüş…”115
115
A.e., s.111-112.
116
A.e., s.113.
117
A.e., s.126.
118
Nobert Elias, a.g.e., s.28-29.
119
A.e., s.27-28.
30
değişmeyi farklı bir açıdan göstermede bir mesaj kaynağı görevi üstlenmişler ve
özellikle Behçet Bey’in ve Hayri İrdal’ın kimliklerinin oluşmasında önemli bir öğe
olarak rol almışlardır. Behçet Bey’in saat saplantısı, Tanpınar’ın onun psikolojisini
çözmesine ve kimselere göstermediği dünyasına bir nebze olsun inmesine; İrdal’ın
saat saplantısı da, “toplumsal zaman üzerinde durmasına ve bir zihniyet eleştirisi
yapmasına olanak sağlar.”120
120
Taner Timur, Osmanlı Türk Romanı’nda Tarih Toplum ve Kimlik, İstanbul, Afa
Yayınları,1991, s.325.
121
Jurgen Aschoff, “İnsanın İçindeki Saat”, Zaman; Nasıl İçimizde, Niçin Dışımızda, İstanbul,
Evrensel Kültür Kitaplığı, Kasım 1994, s.13.
122
A.e.
31
İnsan-saat benzerliği ile ilgili yapılan deneyler sonucunda, “günün her
saatinde vücutta farklı bir fiziko-kimyasal ve ruhsal yapının egemen olduğu ve bu
yapılanma değişikliği sonucunda vücudun bir uyarıya karşı günün zamanlarına göre
farklı biçimlerde reaksiyon gösterdiği”123 ortaya çıkmıştır. Bu hesaba katıldığında,
Tanpınar’ın, günün her saatinde ya da anında farklı bir psikolojiye girmeye müsait
olan, zamanı geri döndürebilmeyi isteyen, zaman mefhumunu karıştıran, ruhsal
yapısı hassas kahramanlarının saatle olan benzerlikleri normaldir.
Tanpınar’ın saatten ayırt etmediği ilk kahramanı Behçet Bey’dir. Çoğu zaman
olduğu gibi yine gecelerden birinde etrafındaki saat seslerini bir türlü susturamayan
Behçet Bey’in “kendi içinde, bilmediği bir zemberek kopmuş, bu küçük acayip
şeytanları ortaya atmış”tır.124 Görüldüğü gibi ortada ne saat vardır, ne de benzetme
yapıldığına dair bir iz. Tanpınar’ın kafasında Behçet Bey bir saattir ve onu esir alan
bu seslerin sebebi, Behöet Bey’in içinde Tanpınar’ın da tam olarak yerini bilemediği
bir yerdeki zembereğin kopuşudur.
Semtte bozulan hemen her saati tamir eden Behçet Bey’in kendisinin bir saate
benzediğini, romanın sonunda bu kahramanına yazdığı mektubunda125 Tanpınar ve
ara sıra evinde misafir olarak kalan Cemal de söylemektedir. Ancak, çalışan normal
bir saat değildir bu:
Behçet Bey’i yolda gören ve “ayak üstü konuşmak hoşuna gitmediği için”127
yana çekilerek onu seyreden Mümtaz da, Behçet Bey için “durmuş saat” tamlamasını
kullanır ve Behçet Bey için “Karısının ölümünden beri durmuş bir saat gibi bütün
123
A.e, s.21.
124
Tanpınar, Mahur Beste, s.26.
125
A.e., s.143.
126
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.122.
127
Tanpınar, Huzur, s.56.
32
fikrî hayatı olduğu yerde kalan ve hatta üstündeki elbise, boyunbağı, pödüsüetli
ayakkabısıyla 1909 yılına ait canlı bir hatıra”128 yorumunu yapar.
“Durmuş bir saat” olan Behçet Bey’in kayınbabası Atâ Molla Bey de saat
benzetmesinden nasibini alanlardandır. Devrinde kendine hak ettiği önemin
verilmediğini düşünen, çok kazanmak hırsıyla girdiği bütün işlerden çok kaybederek
çıkan Atâ Molla, git gide düşman olduğu devrine inat, o zamanlar düşman olanların
yaptığı gibi istibdat aleyhine çalışan teşekküllerle birleşmemiş, kendisini anlamayan
o devre bel bağlamaktan vazgeçip, eski şaşalı devirleri düşünüp, o günleri anarak
yaşamaya başlamıştır. “Devrine olan düşmanlığı onu ileriye değil, geriye götürdü ve
acayip bir mazi hasretine attı. Kafası, tersine işleyen bir saat gibi geçmiş zamanı
yaşamaya başladı.”129 Dağa küsmüş tavşan hususiyetiyle bugüne rağmen geçmişte
yaşayan bu kahraman da “tersine işleyen bir saat”tir.
128
A.e., s.57.
129
Tanpınar, Mahur Beste, s.42.
130
A.e. s.65.
131
A.e., s.146.
33
Sahnenin Dışındakiler’de, Sabiha Cemal’le dertleşirken sevgi bahsine
girdiğinde, ona, ancak babasının söylediği hapishane türkülerinde ya da oyun
havalarında dinlediği, yüreğini hissettiği türden bir insanı sevebileceğini söyler.
Sabiha’nın yaratılış itibariyle ele avuca sığmaz hali, onun sevgi konusunda böyle
düşüncelere sevk eder. Onun aradığı bir hareket vardır; bir saatin ritminden daha
karmaşık, daha hızlı, farklı bir hareket. Ancak Sabiha, bu hareketi, Cemal, İhsan,
Nuri Bey ve diğerlerinde bulamaz ve bunu açıkça belirtirken de Cemal’e “Siz
hepiniz bizim saatin Kâtib’ine benziyorsunuz.”132 der. Ona göre herkes birbirine
benziyordur ve kimse yaşadığı dakikayı kurtarmaktan başka bir şey düşünmez.133
132
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.117.
133
A.e., s.140.
134
A.e., s.131.
135
A.e., s.129.
34
sonra, Mümtaz ile İhsan konuşmaya başlarlar. Mümtaz, Macide’yi de lafa katacaktır
ki, onun meşgul olduğunu fark eder. Zira Macide, bu zamana kadar Mümtaz’ın
hayatındaki en önemli kadın sıfatı ve önsezisi ile, Nuran’a ilk notunu vermek için
bütün dikkatini toplayarak onu göz hapsine alır. Genç kadını “açıktan açığa süzen”
Macide’nin sonuna kadar kastığı yüz hatları, Nuran’ın biraz kendisiyle
konuşmasından sonra açılır. Tanpınar’ın kafasında Macide, şu haliyle “zembereği
sıkışmış bir saat”tir. Nuran’ın konuşmasını ve tavrını beğenen Macide’nin yüz
çizgileri, ancak bu memnuniyetle düzelecektir: “Nuran kendisiyle konuşunca
arkasında çok sıkı bir zemberek gevşemiş gibi, bu yüz birdenbire açıldı.”136
Yaşadıkları aşkı bunu asla istememesine rağmen hep bir yerde bitecekmiş
gibi hisseden, bu aşkın Mahur Beste’nin kötü kaderine hapsolduğunu düşünen ve
“kolları arasında gülen kadını adeta ortada olmayan bir varlık gibi seven”137 Mümtaz,
Nuran’la beraber hayatın güzelliklerini yaşayacağı yerde, adeta kurulmuş bir saat
gibi her güzel günün, o gün olan her iyi şeyin ardından olumsuz duygulara boğulur.
Tanpınar, kafasında yine kahramanını saatle bağdaştırmıştır ve Mümtaz’ın fikirlerini
bir arada tutan yay için, her hangi bir açıklama yapmaya gerek duymadan,
“zemberek” tabirini kullanmaktadır.
136
Tanpınar, Huzur, s.192.
137
A.e., s.278.
138
A.e., s.277.
35
Adeta çocukluğunun muhasarası altında yaşayan ve o günlerden kalma
“ölüm” düşüncesini bir türlü kafasından atamayan Mümtaz’ “Ta çocukluğundan beri
rüyalarını kuran zembereğin” bu sabit fikir olduğunu kendi kendine itiraf eder.
Nitekim, “Nuran’ın sevgisine genç kadının güzelliğine, yaşayış kudretine biraz da
hayatın zaferi gibi bakmış”tır. 139
İrdal’ın Tayfun Bey için “kendisi tarafından kurulmağa müsait” olarak hüküm
vermesinden, aslında bu özelliğiyle ona imrendiğini okumak mümkündür. Çünkü
139
A.e., s.171.
140
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.150.
141
A.e., s.307.
36
İrdal, “muayyen bir devre”142 hayatına giren her insanın peşinden giden ve kendisini
ondan alamayarak peşinden gittiği insanın ona öngördüğü hayatı yaşayan, bu sebeple
de bir türlü kendi kendisini kuramayan bir insandır. Önceleri ona bu özelliğini
söyleyen Dr.Ramiz’e pek inanmasa da, sonradan bunu kendisi de kabul edecektir.
Kimilerinin âlim, kimilerinin evliya addettiği her yeri saat olan bir dükkanda,
saatlerce her türlü saatin tamiriyle büyük bir zevk alarak uğraşan ve dinlendiği
zamanlarda bile “el dokunduramayacağı, sesini dinleyemeyeceği, dünyadaki bütün
saatleri düşünen”143 Muvakkit Nuri Efendi, tıpkı bir “doktor”144 gibi kendisine tamir
için gelen saatleri uzun uzun kavanoz içinde seyreder, sesini dinler. İnsanla saatin
birbirinden pek ayrı olmadığını düşünür.145 Nuri Efendi’ye göre, Cenab-ı Hak insanı
kendi sureti üzere yaratmış; insan da saati kendine benzer icat etmiştir. Nasıl ki,
Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur, insan da saatin arkasını bırakmamalıdır.
“Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır…Bu da gösterir ki, zaman ve
mekân insanla mevcuttur.”146
Ona göre insanla saatin benzerlikleri bununla da bitmez. İnsan da saat gibi
kendiliğinden ayar kabul etmez. İyilik, ancak Allah’ın insanlara lütufla bakışı
sayesinde olur. Bozuk saatlerden de benzer bir bakış esirgenmemelidir. Bu yüzden
Nuri Efendi, tıpkı bir doktor gibi yaklaşarak, hasta saatin arızasının kalbinde mi,
beyninde mi, ayakta mı olduğunu anlamaya çalışır.
37
bir ritm izlediklerini” ve “gerek fiziksel, gerek ruhsal açıdan günün her saatinde
başka bir insan olduğumuzu” söyleyen Aschoff’a göre, organizmanın kendinde olan
bir “fizyolojik saat” söz konusudur.147 Öyleyse, Tanpınar’ın bu kahramanlarının
bazen zembereklerinin bozulmuş, bazen durmuş ya da sıkışmış olmasını da, duran ya
da tersine işleyen bir saat vazifesi görmelerini de, kendi kendilerine
kurulamamalarını da; kahramanların kendi içinde yaşadığı saatin ritminin dış
dünyadakinden sapmış olmasına bağlamak mümkündür.
Hayri İrdal’dan, Nuri Efendi’nin sık sık söylediği, “Ayar saniyenin peşinde
koşmaktır!”150 sözünü duyan Halit Ayarcı bu söz karşısında şaşkınlığını gizleyemez:
“ - Düşün Hayri İrdal, düşün aziz dostum bu ne sözdür? Bu demektir ki, iyi
ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve
memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde
saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. … Çıldırtıcı bir
147
Jurgen Aschoff, a.g.e., s.15-16.
148
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.36.
149
A.e.
150
A.e., s.37.
38
kayıp. Şimdi anladın mı Nuri Efendi’nin büyüklüğünü, dehasını? İşte biz onun sayesinde bu
kaybın önbüne geçeceğiz. İşte enstitümüzün asıl faydalı tarafı…”151
Şaşılacak asıl şey, hayatının orijininde saatler olan Hayri İrdal’ın gerçekte
saatlerden pek de anlamamasıdır. Fakat bunun çok da önemi yoktur. Çünkü, ileride
görüleceği gibi ayarcıların ayarcısı Halit Bey, İrdal’ı da ülkenin birinci sınıf
saatçiliğine ayarlamıştır.
151
A.e.
152
A.e., s.35.
153
A.e.
154
Tanpınar, Azra Erhat’a o zaman daha yeni çıkan romanıyla ilgili olarak verdiği röportajda “Şehir
saatlerinin birbirini tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığım bir günde Kadıköy iskelesinin saatinin
altında birdenbire onunla karşılaştım ve bir daha beni terk etmedi. Ondan kurtulmak için bu hikayeye
başladım.” diyerek Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yazmaya başladığını söyler. Bkz.Tanpınar,
Mücevherlerin Sırrı, s.234
155
A.e., s.246.
39
Kendisi hakkında,“İyi bir saatçi olup olmayacağını bilmiyorum. Doğrusu,
bunu senin hayrın için çok isterdim. Sen erken yaşta bir iş tutup ona kendini
vermezsen büyük sıkıntılara uğrayabilirsin. Yaradılışın, mütevazı insan yaradılışı…
Hayata ve etrafa karşı yeter derecede dayanıklı değilsin. Seni ancak iş kurtarabilir.
Yazık ki, bu iş için lâzım olan dikkat sende yok. Fakat saatleri seviyorsun, onlara
acıyorsun! Bu mühim bir şeydir.”156 diyen Muvakkit Nuri Efendi’nin ona çok fazla iş
vermediğini ve verdiği işin hemen bitirilmesi için de baskı yapmadığını söyleyen
Hayri İrdal’a göre, ustası onu işi öğrenmek isteyen bir çıraktan çok, bir “dinleyici”157
gibi kabul etmiştir.
156
A.e., s.36-37.
157
A.e.
158
A.e., s.60.
159
A.e., s.187.
160
A.e.
40
Bunun üzerine çalışmayan saatini İrdal’a gösteren Ayarcı, saatindeki
problemi anlamak için de dikkat kesilir. Elindeki saati beğenen İrdal, saatin sadece
mıknatıslandığını ve büyük bir tamire ihtiyaç duymadığını fark eder. Ancak
kendisine Nuri Efendi’den kalan mirastan uzun zamandır çıkarmadığı hazinesini
dökme fırsatı bulmuştur. Saate uzun uzun bakan İrdal, daha önce saati açan saatçinin
yedek parçayı değiştirerek saatin uzviyetini bozduğunu ima eder. Bunu söylerkenki
takındığı tavra kendisi de şaşırır ama “sanki talihinin anahtarını yakalamış gibi”161
sıkı sıkıya tuttuğu bu saatle ok yaydan çıkmıştır bir kere:
“Siz o adama gidin! Evvelâ şurdan kaldırdığı taşı veya benzerini hiç olmazsa aynı
tartıda bir taşı oraya koysun. Vâkıa mühim bir ley değil amma… Orda o tartıya ihtiyaç var.
Böyle bir saati yapan adam iki yakutun arasına bu mercimeği koymaz. Sonra mıknatıstan
kurtarsın. Nihayet şu kılı da değiştirsin.”162
Dükkanda kaldıkları bir buçuk saat içerisinde saat tüccarına “Allah’ın inayeti
ve Nuri ustanın ruhaniyeti” sayesinde çok sıkı ve faydalı bir meslek dersi veren İrdal,
bu sayede Halit Ayarcı’nın ilgisini çeker.
161
A.e., s.190.
162
A.e.
163
A.e., s.195.
164
A.e., s.194.
41
kızmasıyla olur. Önce kimsenin çok umursamadığı bu söz, Ayarcı’nın ve
Dr.Ramiz’in aklında kalmış olacak ki; Dr.Ramiz, Eminönü’ndeki saatin Beyazıt’taki
ile arasındaki yirmi beş dakikayı, Halit Ayarcı ise Karaköy’deki yarım saatlik farkı
fark eder.
165
Sanal bir mekan olarak “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ve faaliyetleri II.Bölüm’de ele alınacaktır.
166
Tanpınar, a.g.e., s.15.
167
A.e., s.249.
168
A.e., s.16.
169
A.e., s.10, A.e., s.352.
170
A.e., s.351.
42
Enstitüde her şey yeniden ayarlanır. Enstitüyü ziyarete gelen belediye reisi ve
yardımcısına “Bilhassa sinema saatlerinde ve öğle yemeklerinde”171 hatırlanan saat
ayarlarının “muhtelif mesleklere göre”172 çok değiştiği ve bununla ilgili bir sosyal
etüdün H.İrdal tarafından üzerinde çalışılan bir konu olduğunu söyleyen Halit
Ayarcı’nın, bu sözlerinden sonra, bu konuda hiçbir fikri olmayan İrdal’ın -her zaman
olduğu gibi- yapması gereken şey, kendisinin bile haberi olmadan düşündüğü bu
muhteşem fikri hayata geçirmektir.
Çeşitli mesleklere göre saat ayarı meselesini enstitüyü ziyarete gelen önemli
insanların yanında aniden uyduruveren H.Ayarcı’nın, bunun nasıl olduğu, olacağı
konusunda İrdal’a verdiği izahatlar, oldukça açıklayıcı ve İrdal’ın kendisini içinde
bulduğu ters ve tanınmaz mantıktan onu kurtarır niteliktedir. Ayarcı’ya göre,
annelerin, küçük işçilerin, küçük memurların, hocaların saat ayarlarında daha titiz
olmalarına karşın, irat sahipleri, ev kadınları, hizmetçiler, hiç işi olmayanlar yada
genel olarak işinden başka işi olmayanlar için durum biraz daha farklıdır. “İşlerinden
başka işleri olmayanlar” sözüyle Ayarcı’nın kastettiği kesim, bütün zamanlarını
sadece kendilerine gösterilen işi yapmaya verenlerdir:
“Meselâ okur yazar, yahut musikî seven kadın için ev işi çarçabuk bitirilmesi
gereken şeydir. Çünkü başka iş yapacaktır. O halde zaman onun için kıymetlidir. Dışarda
çalışan ev kadını da böyle. Gündelikçi hizmetçilerde, fakat ötekilerde saat mefhumu
azalır.”173
Ustasının onu bir çırak değil de “dinleyici” olarak kabul ettiği İrdal’ın seneler
sonra yaptığı şeyin saat tamirciliği değil de saat felsefesi olması ve zaten “iş”
denemeyecek işlerin üretildiği ve “İşleri onları görecek adamlar icat eder.
…(Biz)içinde yaşadığımız havaya bir yığın kelime ve fikir atacağız”174 diyen bir
kurucunun sözleriyle şekil alan bir enstitüde, sadece yıllar önce ustasından
dinlediklerini ısıtarak, Ayarcı’nın soslarıyla zenginleştirip, insanların önüne sürmesi,
çok da yadırgatıcı bir durum değildir. Dinlemenin büyük bir meziyet olduğunu ve
171
A.e., s.233.
172
A.e.
173
A.e., s.243.
174
A.e., s.245.
43
hiçbir şeye yaramasa bile insanın boşluğunu örterek, karşısındakiyle aynı seviyeye
çıkaracağını söyleyen Nuri Efendi’nin bu sözleri doğrulanmış ve belki de hayatı
boyunca tek yararlı iş olarak ustasını dinleyen İrdal, bu sayede sadece bilgi
dünyasındaki boşlukları değil, hayatındaki bütün tersliklerin ve zaafların da
üzerlerini bir çırpıda örterek, değil karşısındakilerle aynı seviyeye, çok çok üstlerine
bile çıkmıştır.
175
A.e., s.10.
176
A.e., s.330.
44
yemeden”177 bu dünyadan gitmemeye niyetlenen Zarife Hanım’ın evinde, çok
değişmiş bir mübarek vardır.
Daha önce evin duvarında asılı “mübarek”i gören Dr. Ramiz bu farklı saati
görünce şaşkınlığını İrdal’dan gizleyemez.
“- Kardeşim, dedi, bu gece ben Mübarek’i çok değişmiş gördüm.Nası diyeyim, fazla
süslü gibi geldi bana!
Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum.
- Doğrusu! diye cevap verdim. Para, refah, fazla kazanmak hırsı hepimizi olduğu
gibi onu da değiştirdi.
- Ama onun ki biraz fazla! Dedi. Eskiden sade ve güzeldi. Önüne geçemiyor
musunuz?
- Kabil değil! Hiçbir şey yapamıyoruz. Yapamayız da…. Çok nasihat verdim, bir
türlü dinlemiyor.”179
177
A.e.
178
A.e., s.323.
179
A.e., s.324.
45
1.2. Kendi Geçmişi Karşısında Roman Kahramanı
“Zaman hakikaten kendi kanunları olan müstakil bir cihazdır ki, bazen
behemehal yeniden yaşanmak ister gibi yakamıza sarılır ve bizi kendi alemine
çağırır.”180 diyen Tanpınar, kahramanlarının yakasına sarılan bu zamana kapılıp
gitmelerine engel olmamış, geçmişlerine yaptıkları her yolculukta onları
desteklemiştir.
İnsan için yaşadığı her an, bir önceki anı “geçmiş” yapmakta ve geriye dönüp
bakıldığında aslında hayatın tamamının geçmişlerden oluştuğu idrak edilmektedir.
Ama insan geçmişi düşündükçe, geçmişte olanlarla ilgili konuştukça ve geçmişi
sorguladıkça, onu bugüne taşımaktadır. Böylelikle “bugünü”nü de “geçmiş” yapan
insan için, şimdiye dair bir zaman dilimi kalmamaktadır.
180
Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Haz.Prof.Dr.Birol Emil, İstanbul, Dergah Yayınları,
2000, s.378.
46
Behçet Bey için de böyledir. Tanpınar, Mahur Beste’nin sonuında Behçet
Bey’e yazdığı mektubunda, “Sizin için hal, hatırlama anınızdan ibaret. Gerisi için
tam bir kayıtsızlık içindesiniz.”182 der ve “bir hâtıranın zamanını aşılar gibi” yaşadığı
için etrafında başlı başına bir “hatıra tesiri yaptığını” söyler.183 Aslında Tanpınar ilk
sayfada bizi onunla tanıştırdığında; çok sevdiği, ama bir gün bile bu sevgiyi onlara
söyleyebilecek kadar bu insanlara yanaşamamış olan Behçet Bey’in; karısı, babası,
annesi, dadısı çoktan ölmüştür. Dolayısıyla, hayatta kimseye açılamayan bu yalnız
adamın da, geçmişini yaşamaktan başka çaresi yoktur.
Behçet Bey’in geçmişi ile ilgili olarak biraz olsun memnuniyetle andığı tek
şey, komşu yalı ve bu yalının kendisinde bıraktığı izlerdir. “Abdülmecid’in ölümü
üzerine dışarı çırağ edilmiş saraylılardan biri olan Necib Paşa”nın185 yalısında her
gece devam eden ve paşanın karısı Târıdil Hanımefendi’nin bizzat yetiştirdiği,
“terbiyede, seste, sazda usta cariyelerle” renklenen musiki alemlerini gülümseyerek
hatırlar. Şahsiyetindeki zaaflarla ve talihinin ona hazırladığı can sıkıcı zamanlarla
henüz tanışmamış bir çocuk olarak bu günler, Behçet Bey’in daha yakındaki
geçmişine göre, hatırlamayı yeğlediği günlerdir. Bu günlerin dışında geçmişe ait her
şey, onun için tehlikelidir.
47
çalışan kahramanı için böyle söyler: “Birdenbire aklı evlendiği seneye, biricik
aşkına, her ömürde bir kere kaçan o bahara gitti. Fakat Behçet Bey’in hayatı bu
cinsten seyahatleri zorlaştıran bir hayattı. Mazi onun için tehlikeli bir mıntıkaydı.
Onun için çabukça döndü.”186
Kayınbabası Atâ Molla Bey’in kızına düğün hediyesi olarak aldığı yatak
takımı bile üzerinden geçen kırk beş seneye rağmen, Behçet Bey’in üzerinde
ciddiyetle münakaşaya hazır olduğu bir durumdur. Buna rağmen geçmişinden kalan
bu yatak takımını hala Bedesten’e göndermemiş olmasının sebebi de, yine
geçmişinden gelir: Ne de olsa, bu takım ona merhum “refikasının hatırası”dır.187
Sadece odasındaki eşyalarda değil, Behçet Bey dışarıda gördüğü herhangi bir
kadın eşyasında bile geçmişine ve Atiye Hanım’a doğru yolculuğa çıkar. Bir gün,
Behçet Bey’in, çarşıda bir neferin sattığı eşyalara bakarken sedef bir yelpazeyi
“adeta gizlice birkaç defa açıp kapadığını” gören Mümtaz, hemen sonra, kaldırım
taşlarına bakarak dalgınlaştığını ve buralarda hayatının parçalarını aradığını fark
186
A.e., s.12.
187
A.e., s.14.
188
A.e., s.15.
48
eder. Mümtaz’a göre bu sedef tarak, Behçet Bey’i “çok gerilere, kendisinin Behçet
Beyefendi olduğu, bir kadını sevdiği, kıskandığı, hatta onun ve sevgilisinin
ölümlerine sebep olduğu yıllara götürmüştü. Şimdi çoktan beri unuttuğu şeyler, bu
hayat artığının kafasında birdenbire canlanmıştı.”189
Cemal, köşkte kaldığı bir gece, Behçet Bey’in, Atiye Hanım’ı ilk kez gördüğü
ve karşısında ezildiği bu odada, ibadet edercesine, “sevdiği, âşıkıyla beraber
söylemekten hoşlandığı, onun ölümünden sonra tenhada kendi kendine mırıldanarak
bu ölüyü hatırladığı aşk bestesini”190; Mahur Beste’yi, tamburuyla çalıp, Atiye
Hanım’ın resminin karşısında okuduğunu görür. Bu satırlar, Behçet Bey’in geçmişi
karşısındaki durumunu net olarak vermesi bakımından oldukça önemlidir:
“Behçet Bey, ölen karısının resmine bakarken elbette bütün evlilik hayatının,
evleneceği günlerdeki o bir bakıma haklı tereddüdünü, ilk günlerin hayal sukutunu, babasına
varıncaya kadar karısını ona bir türlü lâyık görmeyen etrafın bilerek, bilmeyerek kendisine
yaptıkları fenalıkları düşünmüştü. Bunlar gibi Doktor Refik’in evlerine ilk geldiği günü,
Atiye Hanım’la yeniden başlayan dostluklarını, onu deli gibi kıskandığı anları, Saray jurnal
verirken geçirdiği tereddütleri, bu jurnalle rakibinin şöyle izzet ve ikbâlle –çünkü Hünkâr’ın
adeti böyle idi,- uzakça bir yere nefyini beklerken onun ölümünü haber aldığı anı, Atiye
Hanım’ın bu haberi aldığı zaman çehresinin sararışını, yangından sonra, o vakte kadar her
şeye rağmen, hatırını sayan, ilk zifaf gecesinde salıverdiği kahkahayı bütün ömrünce süren
bir itaatle ödeyen bir kadının kendisiyle bir daha bir çift kelime konuşmamasını, evin içinde
sessiz bir gölge gibi yaşamasını, hülasa hepsini hatırlamıştı.”191
189
Tanpınar, Huzur, s.57.
190
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.124.
191
A.e., s.125-126.
49
Bey’in Avrupa’dan döndüğünü öğrendiği gün gördüğü manzaradır. Atiye Hanım’ın
büyük eniştesi Halit Bey’in kardeşi olan Refik Bey, on iki on üç yaşlarında
Galatasaray’da talebe iken, hafta sonları geldiği abisinin evinde, Atiye’yle
karşılaştığında, kitabı defteri atıp bu yaramaz çocuğu eğlendirmeye çalışır. İkisi de
büyüdüklerinde bu oyunlar dostluğa dönüşür ve sırdaş olurlar. Ancak tahsilini
tamamlamak için yurt dışına giden Refik’ten bir daha ses çıkmaz.
Ablasına gittiği bir gün Refik Bey’in döndüğünü öğrenen kişi ise, Refik’in
eski sırdaşı Atiye değil, Behçet Bey’in karısı Atiye Hanım’dır. Atiye Hanım’ı o
günden alarak maziye götüren an da, içerideki odada gördüğü ve Refik Bey’in döner
dönmez yaptığını öğrendiği suluboya kadın resmidir. Çünkü o resimdeki kadın,
seneler önce bir gece köşkün balkonunda “tecrübesizce” ellerini onun ellerine
kenetleyen ve ertesi gece oynadıkları bir oyunla yeniden yakıp yakıp erittikleri mum
diplerinin suda bıraktıkları şekillerle doyasıya eğlenen Atiye’den başkası değildir.
Refik Bey’in yaptığı portreye bakılırsa, her şeyin bıraktığı yerde durduğunu
düşünmüş ya da böyle düşünmek istemiş olmalı ki, Atiye’nin yüzüne “her akşam
aynasında teker teker saydığı kırışıklıkları”, “onlardan daha çok Atiye Hanım’ı
ürküten yorgunluğu” ve “kapalı odada solmuş çiçek talihinin tenine sindirdiği o garip
donukluğu” eklememiş192 ve Atiye’nin “kendisinde kalan çocuk hayalini âdeta içinde
çok nazlı, çok güzel bir şeyi büyütür gibi büyütmüştü(r).”193 Oysa portredeki “gül
yaprağı gibi fışkıran yüz” ve gülen gözler, Atiye Hanım için geçmişte kalmıştır.
Uzun bir aradan sonra Tıbbiye öğrenimi için İstanbul’a gelen Cemal’in
geçmişine yönelik tavrında Behçet Bey’in pişmanlığı ya da Atiye Hanım’ın
mutsuzluğu yoktur. “Elâgöz Mehmet Efendi Camii”194nin etrafında şekillenen eski
mahallesine gittiğinde, yıllar önceki çocukluğunu yeniden yaşar. Bu caminin iki
192
Tanpınar, Mahur Beste, s.96.
193
A.e., s.97.
194
Babası ve annesi öldükten sonra İstanbul’a gönderilen ve İhsan ağabeyinin yanında kalan
Mümtaz’ın da Elâgöz Mehmet Camii’nin etrafında çocukluğuna ait bir dönemi geçmiştir. Bkz.
Huzur, s.18.
50
kapısından biri olan ve Cemal’in yaşadığı eski evin tam karşısına denk düşen kapı
için Cemal şöyle der:
“Buradan –bütün mahalleli için olduğu gibi- benim çocukluğuma gidilirdi. Çünkü bu
kapıdan asıl camie giden yolun etrafındaki ağaçlar bizi bir sadık lala gibi senelerce sırtlarında
taşıdılar.”195
İki bölüme ayrılan romanın “Mahalle ve Ev” adlı ilk bölümde Cemal,
İstanbul’daki geçmişini, çocukluğunu anlatır. Cemal’in tavrında güzel geçen günlere
bir özlem vardır.
195
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.27.
196
Cemal, bu durumu daha çok iradesizliğine ama en çok da talihin kötülüğüne bağlar. Bu durum,
“Hayat Karşısındaki Zihniyetleri Açısından Tanpınar’ın Roman Kahramanları” adlı IV.Bölüm’de ele
alınmıştır.
197
Tanpınar, a.g.e., s.34.
198
A.e.
199
A.e., s.329.
51
Toplumların temeli kabul edilen ve “toplumsal denge ve uyumun”200
vazgeçilmez bir kurumu olan “aile”nin sarsılması sonucu bireylerin zarar
gördüğünün tipik bir örneğidir Sabiha. Bir zamanlar, babasından yiyeceği dayakların
korkusuna rağmen kendini nasıl sokağa ve Cemaller’in evine attıysa, Muhtar’dan
ayrıldıktan sonra da, ondan bütün korkusuna rağmen, çocukluğunda yarım bıraktığı
bir hevesin izini sürerek kendisini o dönem için pek de kolay olmayan bir hayatın
içine atar ve tiyatrocu olmaya karar verir. Çocukkenden “kayıtlara kolay kolay
alışamayan”201, “bir şeyi behemahal yapması için yasak edilmesi kâfi gelen
Sabiha”202 o zamanlara dair bütün aldırmazlıklarını ve isyanlarını yeniden giyinerek
“sahneye çıkan ilk Türk kadını”203 olur.
Kendi geçmişiyle problemi çok daha farklı sebepler yüzünden olan kişi, Nasır
Paşa’dır. Eskinin bir paşası olarak geçmişe dair önemli anıları bulunan Nasır
Paşa’nın bu anılarını saraya karşı kullanmayı düşünen ve paşayı anılarını yazmaya
ikna eden İhsan, paşanın anıları toparlayabilmesi için Cemal’i bir nevi katip olarak
görevlendirir. Ülkenin bulunduğu zor durumun kurtuluşu için, bir paşa olarak
eskiden vazgeçemeyen, ancak yeni harekete de olumsuz bakmayan Nasır Bey,
sonunda “Hesaplarını tam bilmediğim adamların içinde yaşamaktan ben bıktım”204
diyerek İstanbul’dan gitmeye karar verir. Yayınlamasına müsaade ettiği anıları bir
zarf içinde İhsan’a iletilmesi için Cemal’e veren paşa, gitmeden önce geriye
kalanlardan da kurtulmak ister.
200
İsmail Doğan, Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 1998, s.191.
201
Tanpınar, a.g.e., s.46.
202
A.e., s.29.
203
A.e., s.340.
204
A.e., s.295.
52
generallerden, prenslerden, sahne yıldızlarından, bankacılardan, sarraflardan, moda
elbiselerden velhasıl çekmecelerine özenle yerleştirse bile, aslında o zaman kadar
sırtında taşıdığı bütün bu yüklerden kurtulur. Cemal hiç düşünmeden her şeyi
alevlere atan paşanın halinden çekinip onu sakinleştirmeye çalışsa da, bu, işe
yaramaz:
Atılacak her şey ateşle kül olduktan sonra durup, kendi kendine düşünen
Paşa, kafasında sonlandıramadığı bu insanlardan, düşünmemeyi başaramadığı
ilişkilerden, onları ateşe atarak kurtulamayacağının ve “sadece maddeyi yok eden
ateş”in aslında bütün bunları küle çeviremeyeceğinin farkına varır: “Halbuki her şey
duruyor, hepsi duruyor. Bir ömür tasfiye edilmiyor.”207
205
A.e., s.300.
206
A.e., s.302.
207
A.e., s.303.
208
Tanpınar, Huzur, s.40.
53
“Hastanebaşındaki kayalar, Güvercinlik ve deniz, Mümtaz’ın iç hayatının âdeta
örgüsünü yaparlar.”209
Mümtaz’ın hafızasının olduğu gibi tespit ettiği son sahne ise, hasta annesinin
ölmeden evvelki halidir. Kadıncağız son bir defa “oğlundan su istemiş, ona bir şeyler
söylemeye çalışmış”; ama bunu başaramamış, “sonra yüzü birdenbire sapsarı
kesilmiş, gözleri kaymış, dudakları bir iki defa titredikten sonra kaskatı
kesilmişti(r).”213
209
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.350.
210
Tanpınar, Huzur, s.22.
211
A.e.
212
A.e., s.28.
213
A.e., s.35.
54
“Mümtaz, hayatının anlattığımız kısmiyle bir macerası olan adamdı. Bir faciayı, bir
roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı. (…) Hala rüyalarında o günleri
yaşıyor, sık sık onların ıstırabiyle uykusundan silkinerek, ter içinde uyanıyordu.”214
Huzur romanı, “bir Ağustos sabahı, İkinci Dünya Savaşı’nın ilanından hemen
hemen yirmi dört saat önce başlar ve dördüncü bölümde, yirmi dört saat kadar sonra
savaş ilan edilirken biter. İkinci ve üçüncü bölümler bir geriye dönüşle son bir yılı
anlatır. Bu arada, birinci ve dördüncü bölümlerde de geriye gidişler vardır.”218
Roman zaten Mümtaz’ın kendi geçmişini hatırlamasından, maziye yapılmış bir
yolculuktan meydana gelir. Bu açıdan bakıldığında ve romanın anlattığı zaman
dikkate alındığında, Mümtaz’ın tüm yaşadıklarının, Nuran’ın, Nuran’la dair hayata,
siyasete, eski ve yeniye, aşka, inanca…vb. dair yapılan tüm konuşmaların, İstanbul
gezmelerinin, kayık sefalarının, musiki alemlerinin, onun geçmişinde kaldığı
söylenebilir.
214
A.e., s.41.
215
A.e., s.171.
216
A.e., s.115.
217
A.e., s.131,132.
218
Berna Moran, “Bir Huzursuzluğun Romanı: Huzur” , Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.295.
55
gezdiklerini düşünür.”219 “Etrafına, bu bir sene evveline dönebilmek için en kısa bir
yol arar gibi bakınan”220 Mümtaz’ın hayatın bundan sonrası, çok “hazin”221 olsa da,
hep geçmişe yeniden dönebilme ümidiyle açtığı mazi koridorlarının birinden diğerine
222
koşarken geçecektir. “Yolda yürürken gördüğü tespihçi” , “bir şarkı”, “kaldırım
taşında kımıldanan bir aydınlık”, “bir konuşmada geçen tek bir cümle”, “yolunun
üstündeki bir çiçekçi dükkanı”, “bir başkasının gelecek günlere dair bir tasavvuru”,
“bir çalışma kararı”, velhasıl etrafında gördüğü her şey, “geçmişe ait bir hayalle
Mümtaz’ı bir sene evveline götürür ve orada uyandırır.”223
Nuran yüzünden geçmişe takılan bir tek Mümtaz değildir. Nuran’ın eski
üniversite arkadaşı ve Mümtaz’ın da uzak akrabası Suat’ın da geçmişinde Nuran’a
duyduğu aşk vardır. Hastalanan ve yaşadığı Konya’dan İstanbul’a gelerek
sanatoryuma yatan Suat’ın, “sanki delinen ciğerle beraber bu on senelik veya daha
eski aşkı da bir yanardağ gibi patlar”226 ve Suat, yattığı sanatoryumdan “yalnız beni
sen iyi edebilirsin”227 diye Nuran’a mektup yazar. Karısına, çocuklarına ve Nuran’ı
unutmak için yaptığını söylediği bir çok şeye rağmen bunu başaramayan Suat,
geçmişiyle ilgili kapatamadığı bu yarası için Nuran’ı sıkıştırır ve ondan kendisiyle
ilgilenmesini ister.
219
Tanpınar, a.g.e., s.20.
220
A.e.
221
A.e., s.51.
222
A.e., s.346.
223
A.e., s.62
224
A.e., s.129
225
A.e., s.62
226
A.e., s.219
227
A.e.
56
Suat’ın İstanbul’a dönüşünden önce de, geçmişinin problemleriyle boğuşan
Nuran için Suat’ın bu son çıkışı ve bu çıkışa karşılık bulamamanın Suat’ı soktuğu
durum, hiç beklemediği ve hayatında hiç unutamayacağı sonuçlar doğuracaktır.
Nuran, geçmişini sürekli olarak yanında, ensesinde hisseder. Hatta istese de,
istemese de, onu gittiği her yere taşır. Çocukluğu ney sesleri içinde geçen, duyduğu
her ney sesinde çocukluğuna, babasının yaşadığı, ney çaldığı günlere yapılan bir
sefere çıkan, “uzviyetinde” Mevlevîlik olan Nuran, baba tarafından Mevlevî, anne
tarafından Bektaşî’dir. Geçmişiyle ilgili olarak, bir yandan bu damarların kendisine
aksettirdiği özellikleri taşırken, bir yandan da anneannesinin hayalinden, onun
kocasını bırakıp giderek kendisini attığı yaşadığı yasak aşktan, bu aşkın mutsuz ettiği
dedesi Talat Bey’den, bu mutsuzluğu ve acı kaderi bir ilahi kıvamında yaşatan ve
nihayet kendisine de taşıyan Mahur Beste’den, bu bestenin bir sonraki mahkumları
Atiye Hanım, Refik Bey ve Behçet Bey’den ve onların talihlerinden bir türlü
kurtulamaz.
Nuran’ın içinde konuşan büyük annesi, ona, “ben” der, “çok sevildim, onun
için böyle perişan oldum. Sevdiğim ve sevildiğim için bana muhtaç olanların hepsi
bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaret
edebiliyorsun?”228 . Diğer yanda daha derinden gelen bir ikinci ses, Talat Bey’in bir
sevgi ocağında yanmaya hazır haliyle onu frenler. Bir tarafı hızlı ve sürekli bir
atılışa, diğer tarafı daimi bir kabul ve rızaya ayarlanmış bu kadın, kendisine
geçmişinden uzanan bu iki sesle şaşkın bir halde Mümtaz’a gelmiş ve büyük
annesinin yaşadıklarını yaşamak; ona benzemek, onun gibi anılmak ve hayatı
boyunca yaşamaktan sakındığı bir geçmişi yaşamak korkusu, onun sevmediği eski
kocasına dönmesine ve kendisini istemediği bir hayatı yaşamaya mecbur etmesine
sebep olmuştur.
228
A.e., s.136.
57
Bir kadere benzeyen bu geçmiş229, sadece Nuran’ı değil, hayatlarının bir
köşesinden geçtiği herkesi etkisi altına almıştır:
“Nuran içindeki didişmenin arasından kendi hayatına ve etrafına yeni bir gözle
baktığı bu günlerde, bu garip aile yadigârının bütün iç hayatını idare ettiğini, ömrüne büyük
annesinin hakim olduğunu gördüğünü anladı. Sade kendisi değil, bütün aile böyleydi.
Hepsini, kendilerinden çok evvel, geçmiş bir takvim yaprağına ait bir akşama benzeyen bu
aşk macerası terbiye etmiş, onlara ve etrafındakilere yaradılışlarına göre ayrı ayrı kederler
hazırlamıştı.”230
“Bu geçmiş, kendisine koştuğum şey olarak, benim ona doğru koşmamda bir şey
keşfettirir: O benim geçmişimdir. Bu geçmiş olarak o, benim varolmamı artık olmayan olarak
buldurur; artık şu şu nesnelerle, şu şu insanlarla, şu boşunalığın, şu oyunların, şu
boşboğazlığın içinde değilim. Geçmiş, tüm gizleri ve çalışmaları darmadağın izler; geçmiş
her şeyi kendisiyle birlikte bir hiçin içine çeker.” 231
229
Bu konu ayrıca, IV.Bölüm’de “Hayata Kaderci Açıdan Yaklaşanlar” başlığında da ele alınacaktır.
230
Tanpınar, a.g.e., s.138.
231
Aristoteles, Augustinus, Heidegger, a.g.e., s.81.
58
Geçmişi sürekli bugüne getirmek için çekiştirip duran Mümtaz, bu yorucu
oyunda yenilmiş ve karşısında bu denli ağır ve güçlü haliyle ipi kuvvetle çeken
Mümtaz’ın geçmişi, sonunda onu da, hayata tutunduğu ipi de, kendi hiçliğine
çekmiştir. Bu hiçliğin içinde artık Mümtaz, istese de, değil maziyi, bugünü bile
sağlıklı düşünemeyecek hale gelir.
232
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.22.
233
A.e., s.53.
234
A.e.
59
Kitabında “hatıralarını” yazan, hayatındaki en önemli şey olduğuna inandığı
“enstitü”nün kendi mazisinden doğduğunu ağzıyla söyleyen, terhis olup da askerden
döndükten sonra “tekrar mazinin ağına düşmemek için eski tanıdıklardan hiçbirini
görmüyorum”235 diyen İrdal’ın maziyi unuttuğunu ima eden sözlerinin, aslında
maziye karşı kayıtsız görünme çabasından ileri geldiğini söyleyebiliriz. Aslında bu
sözler, onun mazisinden ne kadar kurtulmak istediğinin ve ne kadar kurtulamadığının
açık bir göstergesi olarak okunmalıdır.
Romanın bir yerinde de İrdal, mazisinden intikam almak olduğunu verdiği bir
örnekle ağzından kaçırır. İrdal için, Cemal Bey’in karısı olan Selma Hanım’la olan
ilişkisi; hakkında, “…benim mazimdeki ıstırabımdı. O benim hayatımın bir tarafıydı.
Gizli, her an tepmesi beklenen bir hastalık gibi bende yaşıyordu.”237 dediği ve bir
dönem patronu olan, kendisini sürekli aşağılayan, hiçbir zaman adam yerine
koymayan Cemal Bey’e, hayatında kendisine Cemal Bey gibi davrananlara, bu
235
A.e., s.80.
236
A.e., s.54.
237
A.e., s.305.
60
davranışlarla yüz yüze kaldığı ve “Hayri İrdal Beyefendi” olmadan önceki zamanlara
karşı kişiliğini ortaya koyma, kendisini “müdafaa etme”238 vasıtasıdır:
“Söylemeye hacet yok ki Selma sadece sevgilim değildi. O biraz da mazim dediğim
korkunç şeyden aldığım öçtü. Onun sayesinde arkamda bıraktığım günlere, ‘haydi siz de…’
diyebiliyordum.”239
Bu üstten bakışın en tipik örneği, eski bir parmaklığın, İrdal’ın yeni hayatına;
enstitünün lojmanları olarak yapılan Villa Saat’in verandasına girmesidir: Seyit
Lütfullah’ın yaşadığı yıkık medresenin bahçesindeki bu parmaklık, çocukluğunda,
İrdal’ın sürekli ilgisini çeker. Eline para geçince hem parmaklığı hem de parmaklığın
bahçesinde bulunduğu camiyi tamir ettirmeyi düşünen ama “talih ve tesadüf” eseri
bunu yapacağı yerde, elinin çok sıkışık olduğu bir zamanda “kendi mazi(sine) ve
çocukken yaptı(ğı) … ahde ihanet ederek”240 parmaklığı caminin bahçesinden söküp
bir antikacıya satar.
238
A.e., s.303.
239
A.e.
240
A.e., s.56.
241
A.e., s.55.
61
“Her ne olursa olsun, mazim bugünkü vaziyetimden bana bütün bir mesele
gibi geliyor. Ne ondan kurtulabiliyorum, ne de tamamiyle onun emrinde
olabiliyorum.”242 diyen İrdal’ın mazisi, belki kendi için olan önemden daha fazlasını
Dr.Ramiz için taşır. Tipik bir Freudyen olan Dr.Ramiz elbetteki İrdal’ın hastalığını
teşhis etmek ve onun bütün dertlerine psikanalitik devalar bulmak için, bu maziyi
kullanacaktır.
“(…) içtimaî şekilde bu hastalık hemen hepimizde var. Bakın etrafa, hep maziden
şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun
manası nedir? Bir baba kompleksi değil mi?.. Büyük küçük hepimiz onunla uğraşmıyor
muyuz?..”243
Bu yüzdendir ki, Dr. Ramiz gününün boş saatlerini “her cins ve meşrepten
insanın geldiği”, bütün çamaşırların her daim ortaya döküldüğü, “Tarih, Bergson
felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispritizma, alelâde dedikodu, (…)
günlük siyasi hadise”244 gibi bir çok konunun konuşulduğu kahvede geçirir. Ona göre
sosyal psikanaliz için bu. “Başta kahve sahibi olmak üzere bütün gedikli
müşterilerin” “hayatlarından sanki büyük bir dikkatle seçilmiş ve kendileri görülür
görülmez hatırlanan bir iki hikayeleri” olan bu kahveden daha enteresan bir etüt yeri
olamaz. “Bak” der Dr.Ramiz, İrdal’a: “mazi nasıl devam ediyor; şaka ciddî onu nasıl
242
A.e.
243
A.e., s.114.
244
A.e., s.129.
62
yaşıyorlar… Hepsi hayallerinde büsbütün başka bir alemde yaşıyor. Topluluk
halinde rüya görüyorlar.”245
Aynalara meraklı olan Behçet Bey’in evindeki aynanın ayrı bir özelliği
vardır. Antikacı Hüseyin Efendi’nin söylediğine göre, ayna, Behçet Bey’in yalı
komşusu “Necib Paşa’nın veresesinden”249 alınmıştır. Behçet Bey, işçiliğine hayran
kaldığı bu aynaya bakarken, “geçmiş günlerden bir şey ister gibi”, “Târıdil
Hanımefendi’nin her biri başka bir diyardan gelmiş, sarışın, esmer ve beyaz tenli
cariyelerini”250 arar. Bu genç kızların bir zaman muhakkak bu aynaya bakmış, bu
aynaya bakarken giyinip hazırlanmış, süslenmiş olmaları; sonra da evden çıkmadan
önce yine son defalığına bu aynanın önüne geçmelerini düşünmek, onu büyülü bir
yolculuğa çıkarır. Ancak Behçet Bey bu büyülü yolculukta seyretmektense, -onun
245
A.e., s.133.
246
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Aynalar”, Bütün Şiirleri, Haz.İnci Enginün, İstanbul, Dergah Yayınları,
2000, s.115.
247
A.e., s.71.
248
Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe, İstanbul, Metis Yayınları, 2004,
s.117.
249
Tanpınar, Mahur Beste, s.19.
250
A.e., s.23.
63
geçmişle ilgili görüşlerinde daha önce de belirttiğimiz gibi- bu yolculuktan bugüne
ne koparıp getirebileceğinin hesabını yapar:
“Kimbilir belki de oradan hiçbir şey çıkmaz, fakat kendisi, biraz sonra geleceğini
bildiği uykusunda hiç fark etmeden ona gidebilir, etrafındaki çerçevenin girift süslerine kadar
her şeyi derinliğinde yutan, hepsinin üzerine buzdan kilidini vuran bu donmuş zamana
gömülebilirdi.”252
251
A.e.
252
A.e.
253
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.123.
64
ayna hediye eder. Bu ayna, Mahur Beste’nin sahibi Talat Bey’e aittir. Böylelikle,
aynayı pansiyondaki odasına koyan Cemal de Mahur Beste’nin kaderinden
kurtulamayanlar kervanına katılır.
“Niçin bana o yaldız çerçeveli aynayı, Talat Bey’in aynasını hediye ettiler? Onu
kırsam ne kadar iyi olacak! Onun hayatımı zehirleyeceğini biliyorum. Ona her baktıkça
kendimi, bütün hayatıma tasarruf eden bir mazinin bağlarıyla bağlanmış görüyorum.
Ben Talat Bey gibi olmak istemiyorum.”254
254
A.e., s.290-291.
255
Tanpınar, Huzur, s.128.
65
mahzun işaretten “Bu şartlar altında kabil mi?.. (…) Biz bir mazi aynasında
öpüştük… hiçbir isteğimiz kolay kolay yerine gelemez…” dediğini okur.
İrdal da aynaya baktığında, hayatına giren ve belli bir süre onu etkisi altına
alan, kılıklarını, mizaçlarını benimsediği insanlarının çehrelerini görür. Bazen “Nuri
Efendi’nin kendini yenmiş tebessümü”, bazen “Seyit Lütfullah’ın yalanı benimsemiş
bakışları”, bazense “babasının ümitsiz kıskançlığı ve sabırsızlığı” aynada İrdal’ın
karşısına çıkan çehrelerdir.257
256
A.e., s.359.
257
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.54.
66
sırtından iteleyerek öne sürüverdiği Hayri İrdal’ın “ülkenin en büyük müessesesinin
müdürüne yakışmayan ve bu önemli kimlik için yeteri kadar hazırlayıcı olmayan”
mazisidir.
İrdal’ın geçmişini değiştiren Halit Ayarcı, bunu yaparken bir aktör olarak
ortalarda yoktur. Ayarcı, bu değiştirme işlemi için İrdal’ın karısı Pakize’yi münasip
görmüş olmalı ki, “dünyada sen kocanı anlayamazsın! Onun kadar mühim adamı
anlayabilir misin hiç?”260 diyerek Pakize’yle bu konuda bahse tutuşur ve yerine geçip
olacakları izler.
258
A.e., s.272.
259
A.e.
260
A.e., s.287.
67
vazgeçen, alafranga ve alaturka musikiyi seven, güzel piyano ve banjo çalan,
Amerikan şarkıları söyleyen, bir şark filmi için Hollywood’dan ve önemli bir görev
için İsviçre’de büyük bir saat firmasından teklif alan, haşlanmış sebze, ızgara gibi
şeyler yemeyi seven ancak perhizine de çok dikkat eden, eğlenceyi sevmediği için
geceleri pek dışarı çıkmayan, büyük mesai zamanlarında bütün gece çalışıp sadece
sabaha doğru yarım saat kadar ancak uyuyan, döşemenin üzerinde çırılçıplak
yatmaktan hoşlanan, romatizmaları şimdilik ata binmeye müsaade etmediği için spor
olarak jimnastik yapan ve akrabalarından çok zulüm görmesine rağmen, bunlara
aldırmayan, özellikle de halasını çoktan affeden” Hayri İrdal Beyefendi oluverir.261
İşin ilginç yanı onu eskiden beri tanıyanlar ve hiç de bu anlatılanlardaki gibi
olmadığını bilenler de, röportajdan sonra bu yeni Hayri İrdal’ı benimserler. Onunla
geçmişinin bir kısmını birlikte yaşayan kızı Zehra bile “Ah babacığım!”, “ben zaten
biliyordum böyle bir insan olduğunu senin”262 diye boynuna sarılır.
261
A.e., s.275-276.
262
A.e., s.278.
263
A.e., s.294.
68
Aslında Zarife Hanım’ın enstitüye, İrdal’a haddini bildirmek için değil,
“ailenin tek erkeği olduğu için çok sevdiği ancak hayırsız çıkan, halasını arayıp
sormayan yeğenini görmek için” gelmiştir. İrdal’ın babasından; evinden tekme tokat
gönderdiği kardeşinden “rahmetle” bahseden Zarife Hanım, daha önce “evime ayak
basmağa kalkmasın” dediği yeğeniyle de şimdi bol bol “övünür.” İrdal’ın, harpte
şehit olduğu haberi gelince, üç defa mevlit okutup, hatimler indirtmişler, kocası Naşit
Bey’le aylarca matemini tutmuşlardır.264 Hatta Zarife Hanım, “öldüğünü zannedip
babasıyla eve koştukları zaman İrdal’ın tamir etmek için duvardan indirdiği saati,
“hastalığım esnasında tamir etmeye kalktığın saat” diye hatırlar.
İnsan bugün durduğu yerden bakınca geçmiştekiler için mazi der. Ancak
İrdal’a göre mazi, gerekirse, bugüne ait yeni durumlara göre yeniden düzenlenebilen
bir zaman dilimidir. Çünkü insan “mazisiyle dargın yaşayamaz.”266Zarife Hanım’ın
yaptıkları için İrdal’a şöyle der: “Halanız sizin muvaffakiyetlerinize şahit oldukça
sade hakkınızdaki fikri değil, pederiniz hakkındaki fikri dahi değişti. Yine geçen
akşam babanızdan nasıl bahsediyordu? Yalan mı söylüyordu? Hayır. Sadece bugüne
ait bir hissi maziye taşıyordu.”267
264
A.e., s.297.
265
A.e., s.293.
266
A.e., s.298.
267
A.e., s.297.
69
hesaplarının bundan iki yüz sene evvelki mucidi bir Şeyh Ahmet Zamanî
Hazretleri’nin yaşamasını gerekli gördüğü için, İrdal’a bu şeyh ve hayatıyla ilgili bir
kitap yazdırır ve on dokuzuncu asırda, on yedinci asra yeni bir şahsiyet kazandırır.
Hayri İrdal, yani, “kendisine dönüştürmeyi vazife bilmiş yeni insan kimliği”,
bu kez mazinin değiştirilmesi ya da dönüştürülmesini yeterli görmemiş, tamamen
yeniden yazılmasına hükmetmiştir.
İnsanın kendi geçmişine neden takılıp kaldığı, ya da bir kere bakmaktan bile
kaçtığı; kendi geçmişinden bugünün sıkıntılarını çözebilecek sonuçlar çıkarıp
çıkaramadığı, neden yalan bir geçmiş yazdığı, kişiliğinin tanımlanmasında önemlidir.
Nasır Paşa da, tıpkı Behçet Bey gibi geçmişini ateşlere attığında bile onlardan
kurtulamadığını görür ve hiçbir yeni hamleye hiçbir katkısı olmadan bu dünyadan
gider.
Sosyal bir rolü üstlenmesi için, önce mümkün olduğunca kendi ruhsal denge
bütünlüğünü oluşturması gereken insanın, bu bütünlüğü sağlamak için, geçmişiyle
problemlerinin olmaması gerekir. Varsa, yapılması gereken bir hesaplaşmayı
yaparak, problemini gidermesi ve geçmişiyle barışık hale gelmesi; soyunduğu sosyal
ve toplumsal rolü sağlıklı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği noktasından
önemlidir.
268
Tanpınar, Mahur Beste, s.60.
70
Mümtaz’ın bütün birikimine ve toplumsal bir rolü üstlenebilecek yapısına
rağmen, kendisini Şeyh Galip çalışmalarına ya da başka bir meseleye tam olarak
veremediği görülür. İhsan ve özellikle Macide sayesinde, çocukluğuna dair
problemlerini yenen Mümaz’ın bu kez Nuran sebebiyle elini kolunu bağlayan
geçmiş, zaten o dönem aydını için oldukça zor olan düşünce koşullarını, Mümtaz için
daha zor hale getirmiştir.
Nuran gibi iyi yetişmiş ve berrak bir zihinle düşündüğü zaman meselelerin
hallinde büyük yaklaşımlar kazandırabilen bir kahraman da, silemediği geçmişi
tekrar yaşama ve büyük annesine benzeme korkusu yüzünden, bütün birikiminin ve
sevgisinin yitip gitmesine izin verir.
İnsanlar arası ilişkiler açısından “uyma davranışı”na tipik bir örnek olarak
gösterebileceğimiz İrdal, kendisi de, geçmişi de yalan olan yalanlar üstüne kurulu
geleceğinin de muhtemelen bir yalan olacağı yeni dönem insanı olarak bugüne gelen
bir kahramandır. Bu haliyle İrdal, şöhret ulaştıktan sonra onu elde etmeden önceki
halini ve geçmişini değiştirme yoluna giden bugün insanının da temsilcisidir.
71
adlandırdığımız karmaşık bilgisayarın hafıza bankasının bir yerinde kayboluyor.”269
diyen fizikçi Murry Hope’a göre, “hafıza geçmişimizin mutsuz yanlarının
unutulmasını sağlar ve bunun yerine, nostalji diye adlandırdığımız o pembe renkli
zihin ülkesini teşvik eder.”270
Nostalji denilen şey, geçmişe duyulan aşırı özlemdir. Ancak nostalji, iyi
yaşanmış, güzel bir geçmişe uzanır ve insanlara sadece geçmişin güzel yanlarını
hatırlatır. İnsan hafızasının sevmediği, beğenmediği ve hatırlamak istemediği anıları,
beğendiklerine kıyasla çok daha kısa sürede unutabildiği de hesaba katılırsa, aslında
mazinin geçmişe yönelik olarak ne kadar objektif bir manzara verdiği biraz olsun
aydınlanır. Gerek kendi geçmişleri, gerekse toplum hayatına dair bir geçmiş söz
konusu olduğunda, insanların farkında olmasalar ve bunu amaçlamasalar da, hep
daha olumlu tavırlara girdiklerini ve o günlerin kötü yanlarını anımsamadıkları, güzel
anıları ve günleri de zaman zaman abartarak bu güne taşıdıkları görülür.
269
Murry Hope, Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte Zaman Enerjisi, Çev. Mehmet İsmail, İstanbul,
Ruh ve Madde yayınları, 1997, s.179.
270
A.e., s.180.
72
Bu kahramanları bol bol konuşturduğu romanlarında Tanpınar, “öncelikle
geçmiş kültür birikimini anlamak gerektiğini düşünen” ve “çabasını o kültürü
okumak ve tanımak üstüne yoğunlaştıran” bir yazar olarak “bütün düşünsel eylemini,
özellikle 19.yüzyıl’ı, yani kopuşun kesinleştiği dönemi eksen alarak, geçmişi
yorumlamaya yöneltir.”271
271
Hasan Bülent Kahraman, “Yitirilmemiş Zamanın Ardında: Ahmet HAmdi Tanpınar ve
Muhafazakar Modernliğin Estetik Düzlemi”, Doğu Batı, , yıl:3, sayı 11, Mayıs Haziran Temmuz,
2000.
272
Murry Hope, a.g.e., s.182.
73
2.1. Eski Yeni Çatışması
Değişimim kapıyı çaldığı her toplumun fertleri muhakkak önceden kalanlarla,
henüz tanışılanlar arasında yoğun fikir mesaileri yaparlar. Ancak önceden kalanların
köklü ve ağır, henüz tanışılanlarının hızlı ve baskın olması, bizim toplumumuzun bu
mesaisinin çok yorucu ve uzun geçmesine, hatta geçemeyerek bu günlere gelmesine
sebep olmuştur.
Gerçekten eski ve yeni, biri diğerine tercih edilmesi gereken, anlam dizisinde
tam olarak birbirinin karşısında yer alan ve alması gereken kavramlar mıdır?
“Yaşadığımız her an göz açıp kapayıncaya kadar eski olmaktadır ve yeni sadece
belirsiz bir boşluktan ibarettir. (…) geriye doğru bütün zaman ve mekan eskiye aittir,
ileriye doğru olan ise devamlı bir şekilde eskiye eklenmektir. En yeni diye
öğrendiğimiz şeyler bile maziye aittir, çünkü bizim onlar öğrenmiş olmamız bu
yeniliğin artık geçmiş bir anda kaldığını gösterir.” diyen Güngör’e göre, “eski yeni
tezadının ilmi bakımdan hiçbir manası yoktur.” “Yeni dediğimiz şey eskiye en son
eklenen şeydir.”275
273
Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, (Çevrimiçi)
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm, 15 Temmuz 2005.
274
Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, (Çevrimiçi)
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm, 15 Temmuz 2005.
275
Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul, İrfan Matbaası, 1975, s.120-121.
74
Bu şartlarda, “eski-yeni” tartışması yapmadan önce üzerinde düşünülmesi
gereken asıl nokta; “tarihî, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddî ve
manevî değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın
doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü”276
olan ve toplumun yıllardır biriktirip getirdiği, zamanın aşamalarından süzerek
damıttığı, farklı şekil ve renklerle belirli bir merhaleye ulaştırdığı “kültür” için,
“eski” sıfatının kullanılıp kullanılamayacağıdır.
Bugün geçmişe dair eski denilerek atılmaya çalışılan unsurlar, kültüre ait
unsurlardır. Kültürün medeniyete ait teknolojik bir alet gibi, zamanla gerilediği ya da
eskidiği ise söylenemez. Kültürde de yenilik olabilir belki ama, “asıl mesele kültürde
yeni olanın mutlaka eskisinden mükemmel olmayacağını görebilmektir.”278
276
Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, (Çevrimiçi)
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm, 15 Temmuz 2005.
277
Erol Güngör, a.g.e., s.114.
278
A.e., s.120-121.
Güngör, “Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı kitabında eskilik ve yenilik konularına geniş yer
vermiş ve özellikle “kültürdeki eskilik ve yenili(ğin) hiçbir zaman teknolojideki veya Mclver’in
tabiriyle medeniyetteki eskilik-yenilik manasına gelmediğini” ısrarla vurgulamıştır. Güngör şöyle der:
“Medeniyet insanlık tarihi boyunca daima tek istikametli ve ileriye doğru bir gelişme göstermiştir. Bu
yüzden medeni ve teknolojik eserlerde yenilik her zaman mükemmellik manasına gelir. Yeni bir
tekniğin insana yaptığı hizmet eski bir tekniğin yaptığından daima daha fazla ve daha üstündür. Bu
üstünlük medeni eserlerin birer vasıta olmasından ileri gelir. (…)daha iyi olan vasıtayı daha az iyi
olana tercih ederiz ve yenisi varken eskisini kullanmayız. (…)Tarihin hiçbir devrinde teknolojinin
eskiye nispetle daha geri olduğu görülmemiştir. S.113
Medeniyette eskilik yenilik (…)bir gerilik-ilerilik manası taşımaktadır, çünkü medeniyetin
zaman içindeki değişmesi hep ileriye doğrudur. Kültür için böyle bir ilerilik ölçüsü koymaya imkân
yoktur. Yeni kültür formlarının sırf yeni oldukları için bizim ihtiyaçlarımıza daha iyi cevap verdiğini
75
Yeniliğin ve değişimin bütün cazibesiyle geldiği ve gözleri kör ettiği bir
dönemde kültür anlamındaki yeni ile eskiye, Güngör’ün dikkat çektiği bu taraftan
bakmak aydınlar için bile olsa, zor olsa gerektir. Karşılaştırılan bu iki unsurun, henüz
tanımlarının yapılmaya çalışıldığı bir dönemde yaşayan Tanpınar kahramanlarının bu
konudaki uzun tartışmaları ve düştükleri fikir çıkmazları da, bu zorluğu
göstermektedir.
Mahur Beste’de eskiyen bir kurum olarak “ilmiye sınıfı” karşımıza çıkar.
“İlmiye sınıfının toplumsal yapı içindeki gerileme ve bozulma süreci, Mahur
Beste’nin ulema kökenli şahıslar kadrosunu oluşturan İsmail Molla, Atâ Molla ve
Sabri Hoca’nın sosyal psikolojik altyapılarını belirlemekte(dir).”280
Eski yeni çatışmasının bir fikir olarak en çok konuşulduğu, tartışıldığı roman,
Huzur’dur. Kimilerine göre, Tanpınar Huzur’da geçmiş ve gelecekle ilgili somut bir
program çizer. Bunu “muhafazakar devrim” olarak nitelendirenlere göre, yazar bu
iddia edemeyiz. ..Önümüzdeki yıllarda medeni gelişmemizin daha süratlenmesi beklenebilir, ama
kültür problemine çare bulunmadıkça medeniyetteki yeniliğimiz bizi dağılmaktan kurtaramayacaktır.
Yeni olan kültürümüz hiçbir noktada eskisinden daha iyi değildir.” (Erol Güngör, Türk Kültürü ve
Milliyetçilik, İrfan Matbaası, İstanbul 1975, s.115-116)
279
Olgun Gündüz, “Türkiye’nin Batılılaşma Serüveninde Özgün Bir Portre: Ahmet Hamdi Tanpınar”,
Tezkire, yıl: 11, sayı:27-28, Temmuz-Ekim 2002.
280
Ekrem Işın, “Osmanlı İlmiye Sınıfının romanı: Mahur Beste”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.597.
76
şekilde insanları mutlu kılacak yeni hayat şekilleri hazırlamak gerektiği
görüşündedir.281
Eski ve yeni ile ilgili fikirlerini daha çok Huzur romanında okuduğumuz
İhsan’la öncelikle Sahnenin Dışındakiler’de tanışırız. Cemal, o zaman Avrupa’dan
yeni dönen, konuşmasından kıyafetine kadar her şeyi değişen İhsan’ı, yirmi üç -
yirmi dört yaşında olmasına ve “okur yazar sınıf civarında bu yaştaki gençleri(n)
henüz çocuk added(ilmesine)”282 rağmen, olduğundan çok yaşlı ve büyük görür.
Nitekim Huzur Romanı’nda İhsan’ın yokuşu çıkmakta zorlandığını gören Mümtaz,
“Daha gençsin ağabey…” dediğinde İhsan’ın verdiği cevap, “Hayır, genç değilim,
ben hiçbir zaman genç olmadım. Sen de olmadın. Babam, bizim aile başı önünde
doğar, derdi.”283olacaktır.
İhsan’a göre, eskiyi boş vermek, her şeyiyle ondan kurtulmak istemek,
aslında insanımızın kendini anlayamamasından kaynaklanmaktadır. İnsanımızı bir
yerlerden eskiye bağlamak lazımdır. “Bana musikimiz tek bağlanış noktası gibi
281
Taner Timur, a.g.e., s.316.
282
Tanpınar, Mahur Beste, s.50.
283
Tanpınar, Huzur, s.239
284
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Huzur’da, sevdiği ve etkilendiği hocası Yahya Kemal’in görüşlerine
yer verdiği, onun hakkında yazdığı kitaptan başka Huzur’da İhsan’la onu canlandırdığı sık sık dile
getirilmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanı’nda Tarih,
Toplum ve Kimlik, İstanbul, Afa Yayınları, 1991, s.311-315 ya da; Hilmi Yavuz, “Ahmet Hamdi
Tanpınar ve Marksizm”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.225.
285
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.130.
77
geliyor.”286 diyen İhsan, belki bu sayede bir gün kendimizi anlayabileceğimizi
düşünür.
Yeni ile eski arasında yaşadığımız ikiliğin sebebi, “yeniye başından itibaren
bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle”
bakmamızdır. “Sanatımızda, eğlencemizde, ahlâkımızda, muaşeretimizde, istikbal
tasavvurlarımızda” daima karşımıza çıkan bu ikilik ise insanımızı çok yorar.287
İhsan’a göre, her şeyden evvel bunu ortadan kaldırmak ve insanı birleştirmek
gereklidir:
“Evvelâ insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat
aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar… Birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir
medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.”289
286
A.e., s.136.
287
Tanpınar, Huzur, s.246-247.
288
Olgun Gündüz, a.g.m.
289
Tanpınar, Huzur, s.251.
290
Tanpınar, “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergah Yayınları,
2000, s.36.
78
aralarında nesil farklarını tabii buluyorlardı. Onlar, parçalanmış bir zamanı taşamıyorlardı.
Hal ile mazi zihinlerinde birbirine bağlıydı. Birbirlerini zaman içinde tamamladıkları için,
gelecek zamanları da, kendi düşünce ve hayatlarının muayyen olmayana düşen bir aksi gibi
tasavvur ediyorlardı.”291
İhsan’ın eskiye dair görüşleri Mümtaz’a da etkiler. Nuran, bir gün Mümtaz’a:
“Kuzum senin yaşın bu kadar genç. Öyle olduğu halde bütün bu eski şeyleri nerden
seviyorsun? diye sorduğunda, Mümtaz ona İhsan ağabeyini anlatır ve İhsan’ın
tesiriyle yetiştiğini, asıl hocasının o olduğunu söyler. 293
291
A.e.
292
A.e.
293
Tanpınar, Huzur, s.187.
294
A.e., s.39.
79
musiki ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.”295 der. Oysa, hayat bu
musikide, türkülerde devam etmektedir ve bunlar olmadan kendimiz olarak yarınları
bulabilmek imkansızdır. Yol ortasında oyun oynarken toza bulanmış çocukların
söyledikleri “Aç kapıyı bezirgânbaşı”296 türküsünü duyduğunda Mümtaz, “devam
etmesi gereken işte bu türküdür. Çocuklarımızın bu türküyü söyleyerek, bu oyunu
oynayarak büyümesi(dir). (…) Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle
değiştiririz. değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan
şeylerdir.”297diye içinden geçirir. Eski bir barut fıçısı üzerinde oynayan bu çocukların
söyledikleri eski türkü ile mazinin bütün derinliğini içine çeken Mümtaz, “demek ki
barut fıçısı üzerinde de hayat devam ediyor”298 diye düşünmekten kendini alamaz.
Kahramanlar yeni ile eskinin arasına sıkışıp kalmışlardır. Her biri bir tarafıyla
Tanpınar’ın fikirlerinden emareler taşıyan bu kahramanları kafaları, yaşadıkları geçiş
295
A.e., s.251.
296
A.e., s.20.
297
A.e., s.20-21.
298
A.e., s.21.
299
A.e., s.190.
300
A.e.
80
dönemini düşünen ve sorgulayan birer insan olarak oldukça karışıktır. Kahramanların
ısrarla ortaya koyduğu hemen her düşünceyi, diğer bir kahramana aynı ısrarla
sorgulatan yazar, kahramanların çoğunun kendi içlerinde tam bir fikir bütünlüğüne
gitmelerine bile imkan tanımaz.
Sohbet ettikleri bir ortamda, İhsan’ın eskinin muhafazası ile ilgili sözlerinden
sonra Nuri: “Bugünkü realitelerimizde bu eskinin yeri nedir? Bu sadece bir hatıra,
bizim için bir özleyiş… Belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! Fakat yapıcı
olarak ne kıymeti olabilir?301 diyecek ve fikirler yeniden, yeniden tartışılacaktır.
Etrafına göre geçmiş zamanlara dair epeyce şey görmüş geçirmiş olan İsmail
Molla’nın, mazinin bazı dönemlerini anarken, o günlerden geri gelmek istemeyişine
301
A.e., s.250.
302
Murat Koç, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Roman ve Hikayelerinde Kıyafet-Karakter İlişkisi
Üzerinde Bir Deneme”, Doğumunun 100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Haz.Sema Uğurcan,
İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003, s.79.
81
şahit oluruz. Bu genellikle çok iyi anlaştığı ve sohbet etmekten büyük keyif aldığı
gelini Atiye ile sohbet ederkendir. İsmail Molla’nın, o günlerin hatırı sayılır bir
şahidi olmasının verdiği iştahla anlattığı ve gelininin “tıpkı bir masal dinliyormuş
veya kitap okuyormuş gibi” kendisini kaybederek dinlediği geçmiş zaman
hikâyelerinde, İstanbul şehrinin muayyen bir sınıfının aşkları, ayrılıkları, düğünleri,
vakitsiz ölümleri, hayatlarından çıkan türküleri vardır. İsmail Molla, bu eski İstanbul
hayatına bağlıdır.
Atiye Hanım’ın babası Atâ Molla’nın mazi hasreti biraz daha farklıdır.
Tarihlerde yazan birçok ihtilâle aile hatırası olarak bakan, “İkinci Süleyman
Devri’nden beri üst üste birkaç Şeyhülislâm yetiştirmiş bir ailenin çocuğu” olan Atâ
Molla; şimdi artık sözü geçmeyen, ancak verilen “nişan”larla gönlü alınan ilmiye
sınıfına, “yeniçerisiz,”sipahisiz, kazansız, ihtilâlsiz İstanbul”a büyük bir “mazi
hasreti” içinde bakar. Onun özlediği, “Ulema” sınıfının bütün devlete hakim olduğu,
şehrin manzarasını bir tek sözle değiştirdiği, hükümdarları tahttan indirdiği, vezir
başları aldığı” ve bu sınıfı uzun süre elinde bulundurmuş dedelerinin her şeyin içinde
ve üstünde olduğu zamanlardır.
303
Atâ Molla ve İlmiye Sınıfının Geçmişine Özlem için Bkz., Ekrem Işın, “Osmanlı İlmiye Sınıfının
romanı: Mahur Beste”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.599-601.
82
Huzur’da İhsan’ı sık sık maziden bahsederken yakalarız. İhsan, “kendimizi
tanımadan” ve sevmeden insanı bulamayacağımızı düşünür. İnsanı bulabileceğimiz
yer de onun geçmişidir. Kurulacak yeni bir hayat da insansız olmayacağına göre,
insanımızın geçmişine yönelmek bir noktada zaruridir. Öyleyse, maziyle alakamızı
yeniden kurmamız lazımdır. Maziyi ihmal etmek demek, onun hayatımızda ecnebi
bir cisim gibi bizi sürekli rahatsız etmesine izin vermek demektir. Bu yüzden günün
şartlarına göre yeni oluşan “terkibin” içine ister istemez maziyi sokmamız gereklidir.
Dün doğmadığımıza ve bir geçmişimiz olduğuna göre onu reddetmenin hayatın
realitesine uymayacağı da ortadadır. O halde, “devam fikrine” bir vehim de olsa
muhtaç olduğumuzu düşünen İhsan için, bu devamın başı olarak da, maziyi
muhafaza etmek durumundayızdır.
304
Tanpınar, Huzur, s.92.
305
A.e., s.94.
83
alınan notların arasına gömülür ve eski eşyaların konuşmalarını dinlemekten kendini
alamaz.306
306
A.e., s.49-55.
307
A.e., s.127.
308
A.e.
309
A.e., s.168.
310
A.e., s.171.
311
A.e.
84
Gezintiler ve buna eşlik eden uzun konuşmalar sırasında Nuran’ın dikkatini
çeken şey, Mümtaz’ın bu günün insanından, hayatından, ilişkilerinden ve
kendilerinden çok mazideki insanlardan söz etmesi ve sürekli onlara ait her şeyi
imrenerek, büyük bir sevgiyle anlatması, neredeyse “ölümün zaptettiği bir ülkede”
yaşamasıdır. Nuran’a göre bu kadar eskide yaşamak, bugünden ve hayattan
kopmaktır.312
312
A.e.,
313
A.e., s.174.
314
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Pazar Postası’na”, Mücevherlerin Sırrı, Derlenmemiş Yazılar, Anket
ve Röportajlar, Haz.İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002,
s.94.
85
kadar sert eleştiriler getirmekten kaçınmayan Nuran’ı biraz olsun yumuşatmak için
“Biz, belki de birbirimizi bu tarzda sevmeği ondan öğrendik…”315 der.
Mümtaz, etrafta hızla yayılan “yeni” fikrine rağmen eskiye ve maziye olan bu
bağlılıklarının sebebini Nuran’a şöyle açıklar:
“İster istemez onların bir parçasıyız. Eski musikimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz.
Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtar var…. O bize üst üste zamanlarını veriyor,
bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine bulunduğu, ferahfeza yahut sultanîyegâhın
arasından etrafımıza baktığımız için.”317
“Nuran hayatına birdenbire gelişiyle kendisinde öteden beri mevcut olan, ruhunun
büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlattığı, âdeta kendisini kabule hazır şeylerin arasında
315
Tanpınar, Huzur, s.173.
316
A.e., s.189.
317
A.e., s.170.
86
saltanatını kurduğu için, artık ne İstanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği
kadını birbirinden ayırmağa imkân bulurdu. Çünkü boğaz onlara mazisiyle, hiç olmazsa bazı
mevsimlerde kendiliğinden ayarladığı günün saatleriyle, o kadar canlı hatıranın konuştuğu
değişik güzelliğiyle, hazır bir hayat çerçevesi getiriyordu.”318
“Kendi özel geçmişine hasret duyan bir ihtiyar ile eski devri yaşamadığı halde
onu özleyen bir genci karşılaştıracak olursanız görürsünüz ki genç adam, önünde iyi
318
A.e., s.207.
319
A.e., s.178.
320
A.e., s.208.
321
(…) “Tanpınar’la Huzur Hakkında Bir Konuşma”, Mücevherlerin Sırrı: Derlenmemiş Yazılar,
Anketler, Röportajlar, s.211.
87
günler görmek arzusuyla tutuşmaktadır; onun geçmişe bakışı aktiftir.”322 görüşünden
hareketle, maziden alınacak esaslı köklerle yeni bir hayatın kurulmasından yana olan
İhsan’ın ya da Üsküdar’ı gezerken, hayran olduğu bu semtin insanlarını yeni bir
hayata ve refaha kavuşturma isteğiyle çareler düşünen Nuran’ın, geçmişe bakışlarını
aktif olarak değerlendirebiliriz.
Maziye bakışta farklı bir duruş daha vardır. “Saadeti tarihte arayanların
dayandığı kuvvetli temelin tarihimizin büyüklüğü ve zenginliği” olduğunu söyleyen
Güngör’e göre, bu bizim için hem bir kuvvet, hem de zaaf kaynağıdır. Çünkü tarihin
zenginliğinden alınan gurur, gelecek için kaygıya düşmeden her daim büyük ümitler
beslenebilmesine sebep olmaktadır.323
322
Prof.Dr.Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ankara, Töre Devlet Yayınevi, 2003,
s.49.
323
A.e., s.49-51.
324
Tanpınar, Huzur, s.350.
325
A.e.
88
çanlarının çaldığı bir dönemin, yeni bir düzende ve neredeyse yeniden kurulan bir
ülkede taşların yerine oturması için zamana ihtiyaç olduğu gerçeğini bilmesine
rağmen, “huzur”u beklemekten sabrı tükenmiş bir düşünen insanıdır.
Böyle bir zamanda, Mümtaz, çareyi “hazır bir hayat çerçevesi” edinmekte
bulur. Bugünün şartlarında bulunamayan, ortaya konamayan kıymetleri; en yüksek
oldukları zamandan alıp getirmek tak çare gibi görünmektedir. Geçmiş günlerin
parlak bir sayfa halinde tarih kitaplarında kalmasını sağlayan iksir, bir şekilde bizi de
sağlığımıza tekrar kavuşturabilir. Bunun için Mümtaz, geçmişteki insanlardan,
alışkanlıklardan, semtlerden, musikiden velhasıl aklına gelen her şeyden bu iksiri
toplamaya çalışır. En iyisi o iksiri bugüne de serpivermek, hazır çerçeveyi topluma
yeniden giydirmektir.
Mümtaz gibi düşünen Türk aydını, “kendini belirleme hakkını kullanarak, bir
kimlik bağlamı ile ilişki içerisinde” kimliğini tanımlamak istemiş, bu kimliği
yaşadığı koşullardan bağımsız bir biçimde oluşturup geliştiremeyeceğinin farkına
vararak, “önceden kurulmuş ilişki ağlarına, inanç ve değer sistemlerine, davranış
kurallarına ve kurumlara sahip, zaten var olan cemaatler içerisinde doğmanın
326
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. “Prof.Dr.Orhan Türkdoğan, Kültür-Değişme ve Toplumsal
Çözülme, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s.121-122.
89
etkisiyle”, maziyi ön plana almıştır.327 Ancak, Mümtaz daha önce bahsettiğimiz
dönemin şartları ve sağlıklı olarak düşünmesini engelleyen bazı sebepler yüzünden, -
Nuran gibi, çocukluk devrinde yaşadığı ve etkisinden kurtulamadığı olayların
dönüştüğü saplantılar gibi, Suat’ın hayatına girip ortalığı dağıtması gibi- bu
toplumun batıdan getirilip alelacele önüne konmuş hazır çerçeveyi nasıl
giyinemediyse; maziden çıkartılmış bir hazır çerçeveyi de giyinemeyeceğini
göremez. Dar gelmez belki bu çerçeve, bol da gelmez. Ancak eskilerden sökülüp
getirilmiş bu haliyle bu topluma “uymayacağı” sosyal bir gerçekliktir.
327
Dr. Nafiz Tok, Kültür, Kimlik ve Siyaset, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, s.127.
328
İsmail Doğan, Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yayıncılık, İstanbul 1998, s.85
329
(…), “Tanpınar’la Huzur Hakkında Bir Konuşma”, Mücevherlerin Sırrı, Derlenmemiş Yazılar,
Anket ve Röportajlar, s.211
330
Tanpınar, “Asıl Kaynak”, Yaşadığım Gibi, s.41-43.
90
2.3. Yeniye Hevesli Olanlar
“Artık kendimizi başka bir ışıkta görüyoruz. Esaslarında Garpla ölçüşülebilecek bir
medeniyetten, bir insan veya hayat üstünlüğünden geldiğimizi anlıyoruz. Önümüzde bilgi ve
sevginin yavaş yavaş açtığı aleme, yenileşen zevkimizle, güzeli ve iyiyi anlayıştaki görüş
farkımızla eğildikçe kudretimiz, nefsimize güvenimiz artıyor. Bu değişikliği beğenmemek
kabil değildir.”
331
Tanpınar, Mahur Beste, s.60-61.
332
A.e., s.62.
333
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.129.
91
etrafındaki herkesin “aynı kelimelerle”334 konuştuğunu ve yeni bir şey söylemediğini
düşünen, “kayıtlara kolay alışamadığı” için, çarşafa girdikten üç gün sonra,
mahallede çarşafsız kaydırak oynayan335 Sabiha; büyüdüğünde de, kadınların toplum
içindeki yerine dair farklı görüşleri dile getirir. Çarşaflarla kadın hürriyetinden
bahsedilemeyeceğini ve bu haldeyken, kadın değil, esir sürüsü olduklarını336 düşünen
Sabiha, Cemal’e göre, böyle fikirleri Matmazel Caroline’den öğrenmiştir.337
334
A.e., s.48.
335
A.e., s.46.
336
A.e., s.115.
337
A.e.
338
A.e., s.61.
339
A.e., s.140.
340
A.e.
341
A.e., s.340.
92
Hanım’a benzeyen Adile Hanım’ın mekanına ve onun ahbaplarının arasına düşer.
Dostlukların, davetlerin, toplantıların arasında genç kadının düşüncesi Mümtaz’dan
uzaklaşır ve Nuran, “hayatını didikleyen dedikodulardan kurtulmak için sakin
görünmeye çalıştıkça bu yeni muhite ve onun tesadüfe göre getirdiklerini yaşamaya
alış(ır).”342 Mümtaz’ın günlerini “garip ve zalim bir bekleyiş içinde” geçirmesini bile
aklına getirmeyen Nuran, yaşanılan o büyük aşktan sonra bu yeni hayatın renklerinin
içinde Mümtaz’ı eskisi gibi sık düşünmemeye başlar.
342
Tanpınar, Huzur, s.306-307.
343
A.e., s.91.
344
A.e., s.92.
93
kastettiği şeyin “adalet” olmadığını söyleyen Suat, istekleri için bu kelimeyi
kullanmak istemez. Çünkü o da eski bir kelimedir ve “yeni insan eskinin hiçbir
artığını kabul etmez.”345
345
A.e.
346
A.e., s.90.
347
A.e., s.92.
348
A.e., s.323.
94
“Hayır, sevmiyorum. Yahut, kelimeyi bulamadım; devrime hayran değilim. Fakat
yeni miyim hakikaten? Yeni olabilmekliğim için yaşadığım saatin adamı olmam lâzım.
Bense daha başka şeyler iştiyakındayım! Yeni olabilmek için devrimle beraber her an
değişmeyi kabul etmeliyim. Bense bir yerde, bir düşüncede istikrarı sevenlerdenim.”349
Halit Ayarcı’ya göre, İrdal’ın şarkı söyleyen ve büyük bir şöhret olmak
isteyen ancak, “sesi çirkin ve kabiliyetsiz”, “daha İsfahan’la Mahur’u, Rastla
Acemaşiran’ı birbirinden ayıramayan”, “kulağı olmayan”350 baldızı; “yeni bir
sanatçı”dır. Böyle kötü bir sesle ve bu denli kabiliyetsizlikle baldızının istediği
şöhrete ulaşamayacağını düşünen İrdal; bugünün sanatından anlamamaktadır. Şöhret
denilen şey, bugünün şartlarında bir kabiliyet değil, bir “kalabalık işi”dir. Ayarcı’nın
tespitine göre, “Zevkten ümit kesildi mi, onlara (kalabalıkların isteklerine) kolayca
teslim oluruz” ve zaten “işler karışınca da zevkten ümit kesilir.” Öyleyse, işlerin
karışık olduğu ve zevkten ümidin kesildiği bu ortamda İrdal’ın baldızının şöhret
olmaması için bir sebep yoktur. Çünkü eski zevk anlayışı ölmüştür. “Musiki denince
herkes, evvelâ ‘Hangi musikî?’ sualini kendisine soruyor. Bu sual bir kere soruldu
mu sizin zevk üslûp dediğiniz şeyler yoktur artık.”351 diyen Ayarcı, “Kalabalığın neyi
sevip neyi sevmeyeceği tespit edildikten sonra”, baldızın “birkaç gün içinde yepyeni
bir şöhret olarak İstanbul’u fethedebilir.”352 diyerek İrdal’ı şaşırtır.
Mümtaz’ın üzerine gelen büyük bir musiki yoğunluğu ve onun yaşattığı cezbe
arasından Nuran’ı gördüğü devirler bitmiştir artık. Gerçekten de onun dediği gibi
olmuş ve insanların musikiden anlamadıkları “yeni” günler gelmiştir. Meşhurların
hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı şekilde taklit eden baldızın sesi, bu haliyle
toplum için son derece “şahsî”, “orijinal ve yeni”dir. Ayarcı bunun üzerinde ısrarla
349
A.e.
350
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.219.
351
A.e.
352
A.e., s.220.
95
durur: “Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu
yerde başka meziyete lüzum yoktur.”353
Bu anahtar cümle üzerine hayatını kuran ve musiki ile ilgili bazı ölçülerin
artık geçmiş zamanda kaldığını belirten ve bilginin bizi geciktirdiğine354 inanan
Ayarcı, İrdal’ı realiteleri göremediği için “eski adam” olmakla suçlar ve yeni
insanların musikiye gidiş amacının “boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak ve
süslemek” için olduğunu söyler.
Faydacılığı en üst seviyede tutup, etrafındaki her şeyi bir mal ya da nesne
suretine indirgeyerek ve onu bütün gerçekliğinden soyutlayarak, olması istenen hale
getirmek ve bunu yaparken gerekirse onun yapısına dair her şeyi bozarak ortaya yeni
ve öncekiyle alakası olmayan bir şey çıkarmak; yeni insanın özelliğidir. Elde baldız
ve musiki gibi “iki rakam” tespit eden Ayarcı, “birincisini değiştiremeyeceğine göre,
ister istemez ikincisi hakkındaki fikirlerini değiştirerek,” yeni insanın aslında
“bozgunculuk” olan gerçekçiliğine, somut bir örnek verir. Bu gerçekçiliğin
mantığında, “çirkin”; bugün için sempatik, “sesi kötü”; dokunaklı ve bazı havalara
elverişli, “kabiliyetsiz” ise baldızın ne kadar orijinal olduğunu gösterir.356
353
A.e.
354
A.e., s.338.
355
A.e., s.221.
356
A.e., s.223.
96
görünmektedir. Ayarcı, bu bakılacak yeri İrdal’a da göstermiş ve böylece onun da
yenileşmesini sağlamıştır.
357
A.e.
358
A.e., s.217.
359
A.e., s.279.
360
A.e., s.273.
97
Yeni insanlardan biri de Dr. Ramiz’dir. Psikanalizi, bu yeni ilimi “her şey”361
olarak gören, yeni kelimeleri dilinden düşürmeyen, eskiler tarafından yeterince
anlaşılamadığı için hak ettiği değeri göremediğini düşünen ve bu yüzden de etrafına
dargın yaşayan Dr.Ramiz, adli tıpta kimseyi beğenmez. Buradaki doktorlar, “o kadar
eski metotla çalışıyorlardır”362 ki, Viyana’daki ve Almanya’daki çalışma temposuna
ve hayatın nizamına alışan Dr. Ramiz’in yeri kesinlikle burası değildir ve mecburi
hizmet müddetini geçirdikten sonra buradan ayrılacaktır.
İlginçtir ki, batıda yeni bir ilmi öğrenen, her fırsatta psikanalizle ilgili
yeniliklerden haberdar olduğunu söyleyen ve eski metotlarla çalıştıkları için
etrafındakileri beğenmeyen Dr.Ramiz’in verdiği ilk konferansta yaptığı şey; Hayri
İrdal’ın hastalığı ve tedavisini anlatmak, ikincisinde ise, “yetmiş sahifelik taş
basması bir tâbirbameyi başından sonuna kadar ufak tefek izahlar mukayeselerle
okumak”364tır.
361
A.e., s.101.
362
A.e., s.102.
363
A.e., s.120.
364
A.e., s.146.
98
Yeni bir hayatın içine kendisini atan önemli bir kahraman da Zarife
Hanım’dır. “Neşesiz, somurtkan, son derece sofu, kibirli, alıngan, nefsine hakîki bir
düşman muamelesi yapmaktan hoşlanan bir kadıncağız”365 olan Zarife Hanım yani,
kılınan cenaze namazından sonra “etrafın ölüm sandığı laterjik uykudan uyanarak”
vücudunu bir daha eskisi gibi hor görmeyen, servetini eskisi gibi saklayıp
artırmaktan vazgeçerek çıtır çıtır yemeye karar veren ve bu kararların heyecanıyla
kötürümlüğünden de kurtulan hala, “mucizeli dirilişiyle her şeye birden ve başka
şekilde sahip olarak”366 kendine yeni bir hayat çizer. Bu yeni hala, evine yeni bir
uşak, bir erkek ahçı, yeni yeni oda hizmetçileri alıp, ahretle bütün ilişiğini kesmek
istercesine ahret kardeşi Safinaz Hanım’ı bile evinden gönderir. Yeni koca olarak da
kendine Naşit Bey’i seçen Zarife Hanım’ın yeniye hevesi asıl hevesi ise, bundan
sonra başlar.
Yeni kocasını da eskiten Zarife Hanım, Naşit Bey öldükten sonra, kendisini
dervişliğe verir ve o zamanlar kadınlar arasında şöhret kazanan bir şeyhe bağlanarak,
serveti dolayısıyla da bu şeyhin en gözde müridi sıfatıyla aşıkane nefesler bile
söyler.367
365
A.e., s.62.
366
A.e., s.70.
367
A.e., s.131.
368
A.e., s.286.
369
A.e., s.323.
99
esinlenerek kendi deyimiyle, “oğlunun çizdiği çok acemice planla”, boş kibrit
kutularından yaptığı acayip maket büyük bir ilgiyle karşılanır.370
100
konuda ısrar ettiğini daha doğrusu ısrar eder gibi gözüktüğünü söyler. Bu konuda
İrdal’ın kararı, aslında herkesin birer maske ile yenilikçilik oynadığı yönündedir:
“Hayır, onlar da benim gibiydi, hatta daha beterdiler. Hiç şüphe etmeden hodbindiler.
Umumun parası sarf edilirken o kadar cömert, hasbî, kayıtsız şartsız yenilik taraftarı
olan, benim eserlerimle övünen insanlar, şimdi kendi menfaatleri ortaya konunca
birdenbire dönmüşlerdi.”375
İrdal’ın aşamalı olarak yeniye alışması da, bir sosyal etki mekanizmasının
adım adım işleyişi şeklinde olur. Sosyal etki, “genel olarak bireyin ve bireylerin
bilinçli veya bilinçsiz olarak, diğer kişi veya kişilerin herhangi bir konuda duygu,
düşünce ve davranışlarını değiştirme işlemi olarak tanımlanmıştır.”377
375
A.e., s.365.
376
A.e.
377
Nuray Sakallı, Sosyal Etkiler: Kim Kimi Nasıl Etkiler?, İstanbul, İmge Kitabevi, 2001, s.14.
378
Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bkz. a.g.e., s.14-15
101
Sosyal etkinin üç ortamda gerçekleştiği; bunlardan birincisinin “birebir
etkileşim”, ikincisinin “bir kişinin bir grubu etkilemesi”, üçüncüsünün ise “basın
yayın aracılığı ile etkileme” olduğu belirtilir.379 Ayarcı, İrdal’ı, sosyal etki
ortamlarının en bireysel olanı “birebir etkileşim”le etkilemiş ve bu etkileşim sonunda
İrdal, “sosyal onay almak, kabul görmek ve reddedilmekten kaçınmak için” uyum
sağlayıp, emirlere boyun eğerek “uyma” davranışı göstererek, “yeni”ye inanan “yeni
bir insan” olmuştur.
Hayri İrdal, gerek çevresindeki grubu etkileyerek, gerek basın yayın yoluna
başvurarak380, etrafı ile ilişkilerinde ikinci ve üçüncü etki mekanizmalarını da
kullanmıştır. Sosyal etkinin en başarılısının bu üç tür sosyal etki ortamının birlikte
kullanıldığı durumlar olduğu381 dikkate alınırsa, Ayarcı’nın etkileme işini çok yönlü
ve başarılı bir şekilde uygulayan bir “sosyal etki kaynağı” olduğu görülür. Zaten
Tanpınar Halit Ayarcı kimliği ile insanları yeniye davet eden bütün etkileri ortaya
koymuştur.
379
A.e., s.21.
380
Hayri İrdal’la ilgili ilk çıkan makale ve haberler, Ayarcı’nın gazetecileri yönlendirmesiyle ortaya
çıkar. Bkz. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.271.
381
Sakallı, a.g.e., s.20.
382
Ersin Kalaycıoğlu, Ali Yaşar Sarıbay, “Tanzimat: Modernleşme Arayışı ve Politik Değişme”,
Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, İstanbul, Afa Yayınları, 2000, s.16.
102
Romanlarda en sık karşımıza çıkan siyasi terim ‘Jön Türklük’tür. “Ülkemizde
II. Meşrutiyet hareketini hazırlayanlar Jön Türkler adıyla anılmışlardır.383
383
Murat Koç, Türk Romanında İttehat ve Terakki (1908-2004), İstanbul, Temel Yayınları, 2005,
s.20. Kitapta ayrıca, bazı kaynaklarda I.Meşrutiyet için çalışan nesle de Jön Türkler adı verildiği, fakat
onların ‘Yeni Osmanlılar-Genç Osmanlılar’ şeklinde adlandırılmasının daha doğru olduğu da
belirtilir.” A.e., s.20.
384
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Koç, a.g.e., İstanbul, Temel Yayınları, 2005, s.20-34.
385
İbrahim Şahin, “Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir Deneme”, Türk
Yurdu, Mayıs, 1996, C: 16, S.105, s.23.
103
gören kuşağın ‘mütareke’ evresindeki İstanbul yaşamını sergilemiştir.”386 Romanda,
Doktor Refik ve ‘Garip Bir İhtilâlci’ Sabri Hoca Jön Türk hareketi içinde yer alırlar.
Behçet Bey ve İsmail Molla da Refik Bey’in teşebbüsleri sayesinde Jön Türk
hareketine taraftar olurlar.”387
386
Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı 4, Ankara, Bilgi Yayınevi, 1992, s.65.
387
Koç, a.g.e., s.108.
388
A.e., s.108.
104
Ancak romanın bir diğer kahramanı Sabri Hoca, bundan sonraki zamanda
mücadelenin devam etmesi gerektiğini düşünenlerdendir.
“Cemiyet hayatına verilecek nizam karşısında, asıl gidilecek yola gidemediği için
kararsız, siyâsi hadiseler karşısında ümitsiz, bir baykuş gibi köşesinde yaşıyordu. Artık eskisi
gibi uzun uzun konuşmayı da bırakmıştı. Kendisine bu bahislerde her söylenen şeyi, dilinden
düşürmediği tek cümle ile karşılıyordu: ‘Ümitsizlik içindeyuz, ümitsizlik içindeyuz, ah
bilmezsun, ne ümitsizlikler içindeyuz…’ ”391
Avrupa Seyahati sırasında Jön Türkler’in lideri Ahmet Rıza ile görüşen Sabri
Hoca, yurda dönünce de tam olarak Jön Türkler’le münasebetini kesmez. “Ne var ki
Avrupa dönüşüyle Sabri Hoca’nın politik hayatı hızını kaybetmiş, hocanın sosyal
olaylar karşısındaki hükümleri gerçekçi bir gürünüm kazanmıştır. Mukadder bir sona
doğru gittiğimizin farkında olan Sabri Hoca Abdülhamit ve istibdat düşmanlığının
yarar getirmeyeceğine, aksine yaralarımızın çok daha derinlerde olduğuna inanır.”392
Hocaya göre, cemiyet artık bir yıkılışa girmiştir ve insanı yeniden kurmadıkça, bu
389
A.e., s.109.
390
Tanpınar, Mahur Beste, s.80.
391
A.e., s.81.
392
Hasan Öztürk, “Mahur Beste’de İnsanların Dünyası”, Türk Edebiyatı, Ocak, S:195, 1990, s.26.
105
yıkılışın önüne geçmek ya da yıkılış gerçekleşse bile oluşacak enkazdan yeniden
doğmak mümkün görünmemektedir.
Refik Bey’in teşebbüsleri sayesinde Jön Türk hareketine taraftar olan İsmail
Molla ve Behçet Bey, buna rağmen çok da aktif bir güncel siyasî hayatın içinde yer
almazlar. İsmail Molla böyle bir hayatta aktif olabilmek için kendisinin artık
eskidiğini ancak Behçet Bey’in girmesinin uygun olacağını düşünür:
“- Bilir misin, eski bir adam olmasaydım muhakkak bu cemiyete girerdim. Fakat
insanların işiyle alâkam kesildi; yüzüm çok başka tarafa bakıyor artık. Ama Behçet böyle
değil, o genç. Benden başka türlü de yetişti. Sonra çalışmasını da seviyor. Çok isterim ki
onların arasına girsin.
Sabri Hoca isteksiz isteksiz razı oldu:
- Girsin, dedi, girsin; çorbada onun da tuzu olsun.”395
“Artık bu küçük sularda yaşayamazdı. Bir çocuğu olsa iş belki başkalaşırdı. Fakat
Allah vermemişti. O halde çocuksuz hayatlarına göre yaşayacaklardı. Behçet Bey’in
muhakkak politikaya girmesi lâzımdı. Her yandan Abdülhamit aleyhine çalışanları işitiyordu.
Behçet onlara katılmalıydı.”396
Ancak ne var ki Behçet Bey, II. azalığından çıkarıldığı için İttihat Terakki’ye
düşman olur.
393
Koç, a.g.e., s.109.
394
A.e.
395
Tanpınar, Mahur Beste, s.94.
396
A.e., s.68.
106
Sahnenin Dışındakiler’de 31 Mart sonrasındaki, Trablusgarp ve Balkan
Savaşları Dönemi’ndeki gelişmelere de yer verilir.
Cemal, politika için gerekli olan “bireyin politik katılıma kendisini hazır kılan
bir güdüye sahip olması gereği”398nden uzak bir kişilik olduğu için, güncel politik
gelişmeler içinde bazen kararsız, bazen ümitsiz bir yapıya bürünen, kimi zaman da
bu gelişmelerin arasında sıkışıp kalan özellikleriyle karşımıza çıkar. Bu anlamda
etrafındaki kişilerin; İhsan’ın, Muhlis Bey’in, Paşa’nın, fazlaca etkilerinde kalmakta
ve gününü birlikte geçirdiği bu insanların politik gelişmelerle ilgili düşüncelerini kısa
süreliğine üzerine giydikten sonra bir yenisini duyuncaya veya kendi kendine kalıp
bunun hiç de öyle olmadığına hükmedinceye kadar etkisinde kaldığı düşüncenin
doğrultusunda hareket etmektedir.
Zaman zaman bazı politik meselelerle ilgili olarak Cemal’in ağzından onun
sakin ve gizde kalmış kişiliğinden beklenmeyecek yorumlar duyarız ki, bunlar
Tanpınar’ın konu hakkında tarafsız kalmak noktasında kendisini dizginleyemediği
sözü Cemal’den alıp, olaya müdahil olduğu anlardır. Mahmut Şevket Paşa vakasını
haber veren Cemal’in akabinde içinden geçirdiği şeyler, buna örnektir:
397
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.26.
398
Kalaycıoğlu Ersin, Sarıbay Ali Yaşar, “Tanzimat: Modernleşme Arayışı ve Politik Değişme”,
Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, İstanbul, Afa Yayınları, 2000, s.4.
107
“…O senenin haziranında Mahmut Şevket Paşa vakasına girmiştik.
Gün, hafta, ay, zaman gibi bölümlerinin yanında bir de hâdiselerin iklimi vardır ki,
hemen öbürleri kadar, hatta daha fazla insanların hayatını içine alırlar. Bunlar eski
takvimlerdeki burçlara benzerler. İçtimai hayat, ister istemez tesirleri altında kalır. Onlarla
düşünür, onlarla değişir, onların şartları içinde yaşarız. Bunların ehemmiyetçe behemehal
birbirinin dengi olması lazım gelmez. Efkârıumumiye denen kabı dolduracak mahiyette
olması yetişir.
İşte Mahmut Şevket Paşa hadisesi bunlardan biriydi. Aradan aylar geçtiği halde hala
gizli ve açık etrafımızda sürüp gidiyordu. İttihat ve Terakki bu cinayeti, memleketi kendi
prensipleri etrafında toplamak için fırsat bilmişti. Böylece muhakeme bir nevi gizli darbe-i
hükümet şeklini almış, muhalefet denen şey birdenbire yıkılmıştı.”399
Cemal’in yakından tanıdığı ve politikanın tam içinden bir kişi olan Kudret
Bey ise, Prens Sabahattin’le mektuplaştığı jurnallendiği için İttihatçılar tarafından
İtalya’daki konsolosluktan azledilir. “İşsiz kaldıktan sonra Talât Paşa’ya iş istemeye
gider ancak burada muhalefetin hukukunu savunmaya kalkması, ona baştan şansını
kaybettirir. Kudret Bey’in hikâyesi de devir içinde son derece manalıdır.”400
Leyla’nın babası Ekrem Bey, devlet menfaatini gözeten dürüst bir memurdur
ve İttihatçılar’a karşıdır. Savaşın kötü sonuçlar getireceğine inandığı için barış
yönünde makale yazan ve yazdığı bu makale sebebiyle sürgüne gönderilen,
sonrasında da İstanbul’da mensup olduğu zümre ile bir türlü anlaşamadığı için
yapayalnız kalan Ekrem Bey, iradesi olmadan Hürriyet ve İtilâf’a dahil olmuş ve eski
dostlarını itham eden, Anadolu hareketinden şüphelenen dünyaya ve içine simsiyah
gözlüklerle bakan bir adam haline gelmiştir.401
Cemal’in babası Cevdet Bey, Ekrem Bey’le mektuplaştığı için Talat Paşa
tarafından –tekrar İstanbul’a aldırılacağı vaadiyle- İstanbul’dan uzaklaştırılır.
Daha önceleri mahallenin her daim paraya ihtiyacı olan Mürai İbrahim
Efendi’si, daha sonraları padişah yanlısı, yazları Ada’da, kışları Şişli’deki evinde
geçiren ‘İbrahim Bey’ oluverir.402
399
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.66.
400
Koç, a.g.e., s.363.
401
Tanpınar, a.g.e., s.212-213.
402
A.e., s.153.
108
İbrahim Bey’in yanında dolaşan Arif Bey de, hesaplarını düşünen ancak,
buna ‘padişahı ve devleti sevmek’ kılıfını giydirenlerdendir.403
Romanda Cemal’in ilgilendiği kişi olarak karşımıza çıkan Nasır Paşa artık
gündelik politikanın içinde olamadığı için üzülen ve İhsan’a yardım ederek sarayın
gizli çamaşırlarını dökmeye razı olan eski bir insan olarak karşımıza çıkar.
Tevfik Bey, Sami Bey, Muhlis Bey ve İhsan da İttihat için çalışanlardandır.
İhsan, Avrupa’dan memleketine döndükten sonra Türk Ocağı’na devam ederken
Tevfik Bey aracılığıyla İttihat Terakki’nin ileri gelenleriyle de tanışır. Buradan sonra
biz İhsan’ı roman içinde sıkı bir İttihat yanlısı olarak görürüz. Ancak, Mahmut
Şevket Paşa olayından sonra vatanın selâmetini düşünenlerin sürülmesi, İttihatçılar
hakkında durup düşünmesine yol açar. Çünkü konuşması istenilmeyen herkes
memlekete uzunca bir süre dönemeyecek şekilde sürülmeye başlanmıştır.
Paşayla dost olarak onun gözüne girmek ve ondan bir şeyler öğrenerek
anılarını yazmak göreviyle vazifelendirilen de, Sami Bey’in evine giderek ona Tevfik
Bey’den mektup götüren ve evinde barındırdığı muhacirlerin içler acısı durumuyla
karşılaşan da, İhsan’ın kendisine söylediklerini itaatle kabul eden de, Muhlis Bey’i
zaman zaman anlayamasa ve onun çok yadırgayacağı taraflarıyla karşılaşsa da,
onunla beraber hareket eden de Cemal’dir. Görünürde bütün bu güncel politik
hayatın ortasında olmasına rağmen aslında Cemal, bu hayatın dışında olmayı
istemektedir. Zaman zaman bu konuda kendine kızar ve aslında yapılanların işe
yararlığı noktasında girdiği fikir bunalımlarından kurtulamaz; bir an önce bütün bu
insanların varlık sınırlarından çıkarak kendini bulmak ister:
“Ne karışık işlerdi! Hakikaten bir şey yapıyorlar mıydı? Yoksa sadece birkaç kişi
toplanmış, gizli cemiyet oyunu mu oynuyorlardı? Böyle düşünmemin sebebi, dün sadece bir
zarfın yakıldığını haber vermek için İhsan’ın beni Kandilli’ye kadar yollaması idi. Eğer
yapılacak bir iş varsa da ben gelmeden çok evvel halledilmiş oluyordu. Yahut sonraya
kalıyordu.
Yalıdan, hürriyetimi bu kadar hiçe sayan insanlarla hemen o gün alâkamı kesmek,
akşamı Behçet Bey’in köşkünde geçirmek ve ilk fırsatta daha müspet iş görülen yerlere
403
A.e., s.154.
109
gitmek kararıyla çıktım. Hatta ayıplamazsanız, vapuru kaçırmak için elimden geleni
yaptığımı da belirtmek isterim.”404
404
A.e., s.195.
405
Koç, a.g.e., s.34.
110
getirememesi gibi sebepler yüzünden tenkit edilen406 Abdülhamit’in adı, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’nde de bu özelliğiyle anılır. Kardeşlerinden binin kızını
Abdülhamit’in çok itimat ettiği hafiyelerden biri olan Ferhat Bey’le evlendiren ve
ondan haftada bir konak ahvaline dair jurnaller alan Abdüsselâm Bey’in, kendisinin
de her hafta Ferhat Bey için saraya jurnal vermesi, jurnalciliğin o dönemde aldığı
halle ilgili çarpıcı bir örnektir.
406
A.e., s.196.
407
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.23.
111
edilmeye ve el altından eleştirilmeye başlanacaktır ki, bu konu, kahramanları ayrıca
ele aldığımız tezimizin III. Bölümü’nde “Bürokratlar” başlığında incelenecektir.
408
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.Taner Timur, Osmanlı Türk Romanı’nda Tarih Toplum
Kimlik, İstanbul, Afa Yayınları, 1991, s.322.
409
Koç, a.g.e., s.602
112
3. Medeniyet Dönüşümü Karşısında İnsan
Tanpınar’ın romanlarında toplum, siyasî anlamda içinden çıkılan karışık
dönemler ve yaşanılan savaşlardan sonra, bu evrelerden geçen hemen her toplumda
görülebileceği üzere, bir medeniyet dönüşümü geçirmektedir. Kahramanlar, bu
dönüşümü farklı şekillerde ele alan, yaşayan birer kimlik olarak karşımıza çıkarlar ve
bu dönüşümün yaşandığı zamanlarla ilgili olarak önemli toplumsal görüntüler
verirler. Romanlardan bize yansıyan tarihlerde, “bir ülkenin, bir toplumun, maddî ve
manevî varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü”410 olan
medeniyet, modernlik dediğimiz bir sürecin içine girmiştir.
410
Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, (Çevrimiçi)
http://www.tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm, 15 Temmuz 2005.
411
Konumuz, Tanpınar romanının modern olup olmadığı değildir. Tanpınar ve modernizm adlarının
çok sık yan yana kullanılması, sanki Tanpınar romanının, dünyadaki modernizm akımının tipik bir
örneğiymiş gibi algılanmasına neden olmuştur. Oysa Tanpınar romanı Kafka, Foulkner, T.S.Eliot gibi
isimlerin başını çektiği I.Dünya Savaşı’ndan sonra belirginleşen bazı edebiyat yöntemlerinin
kullanıldığı hayata ve topluma karşı girişilen çetrefillik ve kapalılık şartları içinde yazılan bir roman
değildir.(Bkz.Orhan Pamuk, “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Modernizmi”, Defter, yıl:8, sayı:23,
Bahar 1995.) Tanpınar’ın modernlikle olan direkt ilişkisi, “modernleşmeden batılılaşmayı anladığımız
zaman”; kahramanlarının büyük çoğunluğunun batılılaşma eşiğinde olmanın zorluklarıyla karşı
karşıya kalmasıdır.
412
Prof.Dr.C.E. Black, Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Çev.Fatih Gümüş, Ankara, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 1986, s.4-5.
113
Modernlik ve modernleşme, bizim kahramanlarımızın ve toplumumuzun
lügatinde ise, biraz daha farklı yer alır. Çünkü kavram, büyük ölçüde
modernleşmenin evrelerini tamamlamış ve bu sayede tanımını “yaşayarak yapmış”
olan Batı toplumundan bize geçer. Dolayısıyla modern derken kastedilen şey, bu
güne ait ve batıdan gelen yeni oluşumlardır. Ancak toplumu etkileyen bu çok yönlü
oluşumların sadece “yeni” olduğunu belirterek modern ve modernleşme gibi
toplumun sosyal açıdan okunmasında önemi olan bu kavramları karşılamaya
çalışmak yeterli değildir. Zaten, “sosyal bilimciler bu kavramın sadece ‘en yeniye’
işaret eden boyutuyla yetinemezler. Onlar sadece sosyal gerçekliği betimlemekle
kalmazlar, aynı zamanda bizi kuşatan pek çok değişim süreçlerinde de bir yön
saptamaya çalışırlar. Sosyal bilimlerde modernleşme kavramı, genellikle (Batılı)
toplumun çok iyi betimlenmiş tarihsel gelişme çizgisiyle alakalı olarak kullanılır.”413
413
Hans Van Der Loo, Williem Van Reijen, Modernleşmenin Paradoksları, İstanbul, İnsan
Yayınları, 2003 s.13.
414
Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe, İstanbul, Metis Yayınları, 2004,
s.94-95.
114
Mahur Beste’de “politikanın yuttuğu bir adam” olarak karşımıza çıkan Sabri
Hocanın, siyasetle iç içe geçirdiği zamanlardan sonra imparatorluğun artık çöküş
kaderine girdiğine olan inancı, onun politika konusunda olduğu gibi medeniyetimizin
gidişatı konusunda da ümitsizliğe kapılmasına sebep olur.
Tıpkı enkaz altındaki konaktan arta kalan kül, paslı demir, is, çamur içinde
çırpınan artıklara benzediğimizi düşünen Hoca için, konak yıkılmış ve o büyülü
medeniyet her türlü büyüsüne ve büyüklüğüne rağmen artık ölmüştür. Yapılması
gereken şey, insanı yeni kıymetlerle yeniden kurmaktır. “Şark son sözünü
söylemedikçe hür olamayız”415 diyen hocaya göre, saraydan köylü kulübesine kadar
artık şark son sözünü söylemelidir.
“Şarka düşman değilim. Bulsam onunla kanaat ederim. Ben şarklıyım. Bak halime,
benim nerem garplı? Arasan üzerimde bir karış ecnebi kumaşı bulamazsın. Meslerim bile
yerli. Yüzüme bak: neresi Frenk? Fakat yüzüme iyi bak ve şarkı gör. Şarkı, bizim şarkımızı
bulsam bu yüzde mi olurum? Benim yüzüm, senin yüzün, babalarımızın yüzü. Yani hayatları
415
Tanpınar, Mahur Beste, s.86.
115
tam olmayanların yüzü…(…) Şark yok, şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz
yok. Yetimlikten kurtulmak için unutmalıyız.”416
diye cevap veren hoca, şarkın bittiğine inandığı için ondan bu kadar koptuğunu
söyler.
“Bu Müslümanlığın benim de herkes gibi inandığım akideleri vardır. Fakat onların
arkasında kendilerini aydınlatan, mânalarını yapan bütün bir hayat vardır, halk vardır. Asıl
sihrini o yapar. O ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislâm kapısından ne kazasker
konağından gelir; halkın hayatından doğmuştur. Onun içindir ki, o hayatın emrindedir,
ruhaniyeti onunla beraber yürür. İçine Frenk icadı bile girer, fakat manzarası bizim kalır.”417
İsmail Molla418, halktan ümidini kesmez ve Sabri Hoca gibi onu yeniden
kurmak lazım geldiğine inanmaz. “Eline geçen her meyvayı iştahla ısırmasını bilen
bir cemaatin zevk hayatı” önüne geleni kendi algılayış biçimine ve kendi kültürüne
göre şekil vererek yavaş da olsa sindirmesini bilecektir. Bütün değişim sürecinin
sancıları, bu halkın yeni karşılaştığı şeyleri yavaş yavaş kendi kültürü içine
yerleştirmesi ve onlara kendine göre yeni bir manzara vermesi sonunda, dinecektir.
416
A.e., s.87.
417
A.e., s.90.
418
İsmail Molla’nın özellikleri ve görüşleri Ahmet Cevdet Paşa’nınkilerle çok yerde benzerlik
gösterir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bkz., Ekrem Işın, “Osmanlı İlmiye Sınıfının romanı: Mahur
Beste”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.598-599.
116
temsilcisi İsmail Molla, Tanpınar tarafından karşılıklı bir konuşma ortamı içinde
romana yerleştirilmiştir.
İhsan, yemek için Cemal’i Tepebaşı’nda bir yere götürür. Gittikleri lokanta,
içinde Rus kadınların çalıştığı, ismi Rusça olan bir lokantadır. İhsan, etrafına
şaşırarak bakan Cemal’i bu konuda aydınlatır. Gelir gelmez şehrin hayatına giren
beyaz Ruslar, hem Beyoğlu’nun, hem de İstanbul’un hayatını çok değiştirmişlerdir.
Çoğunun geldiğine bir sene olmamıştır ama, şimdi hepsi para kazanmaktadır: “Hem
nasıl biliyor musun? Kendi sanatlarını bize kabul ettirerek. Sinemalara dekor
yaparak, resim yapıp satarak, ev duvarı boyayarak… Bir yığın da musikişinas geldi.
117
Burada, Tepebaşı’nda baletler, oyunlar veriliyor. Bu akşam galiba çoktan beri ilân
edilen bir oyunları var.”419
Adım başında lokanta, bar, küçük eğlence yeri açan bu Ruslara bakan
hanımların kıyafeti de yavaş yavaş değişmiş ve harbin sonuna doğru çöpçü olan fakir
kadınlardan sonra, okur yazar olanlar da postane gibi yerlerde çalışmaya
başlamışlardır.
“Bütün dünya aşağı yukarı böyle… Müthiş bir ahlâki buhran var. Harp sonrası,
bütün kıymetleri ortaya attı. Biz Milli Mücadele ile meşgul olduğumuz için daha az
farkındayız. Fakat herkes, yani onlar bir cehennemden kurtulmuş gibi yaşıyorlar. Bizde ise…
Hayatın kendisi değişiyor. Şu iki üç senede aldığımız yolu tabiî zamanda elli senede
geçemezdik.”423
419
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.199.
420
A.e., s.198.
421
A.e.
422
A.e., s.76.
423
A.e., s.199.
118
İhsan’ın yaptığı bu tespit son derece önemlidir. Her şeyin yolunda gittiği,
toplumun birincil ihtiyaçlarından “emniyet”in sağlandığı bir ortamda, oturmuş ve bir
sisteme alışmış insanların ortada bir sebep yokken değişim talep etmeleri pek sık
görülen bir şey değildir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde modernizmin
normal şartlardan çok daha hızlı bir şekilde tepeden inebilmesinin ve geniş çapta
kabul görmesinin sebebi; kendisini “savaşın” arasına gizleyerek ve o günün
şartlarında olmayan ancak ihtiyaç duyulan her şeyi –güvenlik de dahil- vaat ederek
toplum hayatına girmiş olmasıdır.
Bu toplumda İhsan, “tip olarak hem Türk aydınının, hem Türk toplumunda
norm olan aile babasının, hem de yüklendiği büyük mesuliyetleri yiğitçe taşımasını
bilen, yeni Türkiye’nin emanet edeceği gençleri yetiştirmeyi şeref bilen Türk
öğretmeninin sembolüdür.”425 Tarih öğretmeni olması bu anlamda Tanpınar’ın işini
kolaylaştırmış ve Tanpınar, medeniyetle, yaşadığımız buhranla, şarkla ve garpla ilgili
gerek hocası Yahya Kemal’in, gerekse kendisinin görüşlerini İhsan’ın ağzından
romanın diğer kahramanlarına ve bize ulaşmıştır.
İhsan’ın kendine has olan dünyası Avrupa’ya gidip, “fikir” denen şeyle
karşılaşınca tamamen değişir. Orada konuşulan, tartışılan meseleler onu bir anda
sarar ve memlekete bakışında artık bu fikirler hakim olur. Ancak geri döndüğü
424
İbrahim Şahin, “Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir Deneme”, Türk
Yurdu, Mayıs, 1996, C: 16, S.105, s.23.
425
Sevim Kantarcıoğlu, “Huzur’da Aydın Tipi”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.338.
119
zaman memleketine bakışında bu fikirlerin hiçbir anlam taşımadığını görür. Çünkü
İhsan’ı da oradayken etkisi altına alan, sarhoş eden bu kelimeler, fikirler bizim
insanımızın yapısından, tarihinden, hayatından ve hayatının ihtiyaçlarından çok
uzaktırlar. Öyleyse, ilk olarak etrafında düşünceleri toplayacağımız insanı, insanımızı
anlamak, onun dünyasını ve düşüncelerini tanımak lazımdır.426
İhsan şark ile garbın daha en başta “dinde” ayrıldığına dikkat edilmesi
gerektiğini düşünür. Böyle kati bir konudaki ayrılık da, bu iki dünya arasındaki
münakaşa zeminini geçersiz kılar:
“Dikkat edin ki garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri
üzerinde kuruludur. İnsanoğlu evvela dinde, İsa’nın yeryüzüne inmeğe ve orada
öldürülmeğe, kendisini feda etmeğe razı oluşuyla kurtulur. Sonra cemiyette fikir
mücadeleleriyle evvelâ şehirli, sonra köylü kurtulur. Bu bakımdan biz başından itibaren
hürüz.(…) Şarkta, bilhassa müslüman şarkta cemiyet bu hürriyet fikri üzerine kuruludur.”427
İhsan’a göre bizde, 1839’lardan beri, asıl kütle olan hayat ve halk, hatta çok
defa münevver ve devlet adamı bile, ömrünü devlete yetişmeye çalışmakla geçirmiş
ve bu yüzden de hayatımız bu kadar yorucu geçmiştir. Zaten şark, aldığı terbiyenin
bir yansıması olarak her şeyden çabuk vazgeçtiği için, bu yorgunluk bizi bugünkü
halimize getirmiştir.429
426
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.133.
427
Tanpınar, Huzur, s.283.
428
A.e.
429
A.e., s.323.
430
A.e., s.245.
120
İşte, İhsan’ın, medeniyet dönüşümünün iki koldan olması gerektiğine inancı,
bu dönüşümün tartışıldığı ortamda onu biraz farklı kılar. Kalkınma ihtiyacımız,
yaşadığımız medeniyet çatışması ile beraber gelmektedir ve bir taraftan medeniyet ve
kültür buhranı içinde olduğumuz kadar, diğer taraftan bir iktisadi reforma ihtiyacımız
vardır. Bunların birini diğerine tercih edecek durumda olmadığımızı düşünen İhsan’a
göre, “İnsan birdir. Çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur, iş mesuliyeti,
mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.”431 Üstelik, “insanlık şerefi ancak muayyen bir
refah içinde mümkündür.”432
Dönüşümün kültürle ilgili olan kısmı için de, garp ile münasebetimizin akan
bir nehre sonradan eklenmekle kalmaması, dışa ait icapları kabulden öteye
geçebilmesi, hayatımızla ilgili her durumda karşımıza çıkan şark-garp ikiliğinin
aşılabilmesi için her milletten daha fazla şuurlu ve iradeli olmamız, garp içinde
“hususi bir hüviyet” olarak yer almamız ve bunu başarabilmek için de toplumu kendi
başına bırakarak eskinin onu çekmesine izin vermeden insanımızı gerçekten
tanımaya çalışmamız gereklidir. İhsan, “inkılâp peşinde iken yapıcı olarak meşgul
olunamayan” hakikatte münevverine inanan insanımıza şimdi yeniden dönmek, bir
yerden kesiverdiğimiz tarihe “bütünlüğünü iade etmek” zorunda olduğumuzu
düşünür.433
431
A.e., s.246.
432
A.e., s.249.
433
İhsan’ın burada sözü edilen görüşleri için Bkz. A.g.e., s.245-256.
121
Kültürümüzün kendini bulması ve medeniyet sahasında hak ettiğimiz yeri
alabilmemiz için de, “Maziye Bağlı Olanlar” başlığında ele aldığımız gibi, en çok da
tarihi gözden geçirerek maziyle münasebetlerimizi yeniden kurmamız gerektiğine
inanır:
“Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir
yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için, Yunus’u Verlain, Bakî’yi Goethe
ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği
içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. Coğrafya,
kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka
milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz.”434
434
A.e., s.251-252.
435
A.e., s.247.
436
A.e., s.46.
122
bir hulâsası’dır. Fakat şark(ın) hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız
olama(yacağını)”437 söyleyen Mümtaz, bütün bu “tasnif fikrine yabancı bir istif
içinde” duran eşyaların “yanı başında, açık işportalarda, içimizdeki değişmenin,
intibak arzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu şahitleri,
kapaklı resimli romanlar, mektep kitapları, ciltlerinin yeşili atmış frenkçe salnameler
ve eczacı formülleri vardı(r).”438 “Zihnî bir hazımsızlığın eserleri” gibi görünen bu
manzarada “insan kafasının” ve “gömlek değiştirme” için uğraşan toplumun bütün
karışıklığı vardır.
123
olduğu zamanlarda fakir olmuş, zevki değiştiği zaman kendi içine çekilmiş,
hayatında geçmiş modaları elinden geldiği kadar muhafaza etmiş, hulâsa bir
medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yerdi.”442
İhsan, Mümtaz, Nuran, Emin Dede, Cemil Bey, Tevfik Bey, Suat’ın da
olduğu bir gece, musiki eşliğinde medeniyet konuşulur. Mümtaz’a göre, “Emin Dede
bir medeniyetin en yüksek cihaz olarak kendisini seçtiği insanlardandı(r).”443
Mümtaz’ın onu, “mazi hazinesinin son bekçisi” ve “nefesinde bir medeniyet yaşayan
insan” olarak görmesinin en büyük sebebi, “bir yığın âdâbın, teşrifatın, kendini
herkesle bir görmek, bize garip gelecek bir hicapta şahsî her şeyi inkâr etmek
terbiyesinin altında her an gizleniyor, kayboluyor”444 olmasıdır.
“Değil eser vermek, kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyi sayılmayan
tarikat anlayışlarından yetişen bu insanların, yaptıklarını bile küçümseyecek kadar
442
Tanpınar, Huzur, s.114.
443
A.e., s.257.
444
A.e., s.259.
445
A.e., s.261.
124
alçak gönüllü olmaları ve “Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız.”446 diyerek
her şeyi bilmezden gelmeleri, Mümtaz’a göre, “hem şifasız hastalığımız hem de
tükenmez kudretimiz olan” şarkın en büyük göstergesidir.
446
A.e., s.260.
447
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Bkz. Hans Van Der Loo, Williem Van Reijen, a.g.e., s.168.
125
hareket serbestisi giderek kısıtlanmaktadır.”448 şeklinde açıklanmıştır. “De
Tocqueville” ve “Emile Durkheim” gibi bu konuda uzun mesailer harcayan
sosyologlar, yaşadıkları zamandan yaklaşık yarım asır sonra, “bireycileşme sürecinin
gidişatı konusunda” pek fazla iyimser düşünmemişler ve “iplerinden boşanmış
bireyin ne yapacağını kestirmenin mümkün olmadığı” ve “büyük bir ihtimalle bu
durumun patalojik gelişmelere kaynaklık edebileceği” konusunda birleşmişlerdir.
Durkheim, aslında zamanla, modern bireyin geleneksel bağlılıklardan “kurtuluşunu”
bir yük olarak telakki edeceğini ima eder. Ki, Durkheim Sosyolojisi’nde “özgürlük
yükü” temel bir konudur.449
448
A.e., s.173.
449
A.e., s.174-175.
450
Tanpınar, Huzur, s.284.
451
Olgun Gündüz, a.g.m.
126
Medeniyet sayfasındaki yerimiz için buraya kadar Tanpınar’ın İhsan ve
Mümtaz’ın ağzından getirdiği önerilerin, ne kadar yerine getirilebildiğini, onlardan
bir kuşak sonrası kahramanlarına bakarak takip etmeye çalışmak en doğrusudur.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kahramanlarının modernleşme karşısında durumları,
toplumun bu yönde kat ettiği mesafeye ışık tutar.
452
Konur Ertop, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Romancı Kişiliği ve Geçmişle Hesaplaşması”, Bir Gül Bu
Karanlıklarda, s.334
453
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.146.
127
evvel bunları almaya çalışacak yerde, garbı şekil ve kıyafetine, yaşayış tarzında,
içtimai teşkilatlarında sathî bir şekilde kopya etmeye başlamışızdır.”454
454
Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, İstanbul, Yağmur Yayınevi, 1992,
s.100.
455
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.220.
456
A.e., s.217.
457
A.e., s.338.
458
A.e., s.58.
459
A.e.
460
A.e, s.225.
128
Modern kuruluş “Saat Ayar İstasyonları”, modern şehrin Galatasaray,
Teşvikiye’ye gibi “kibar ve zengin semtlerinde” açılır ve “ilk istasyonlardan sonra
yavaş yavaş daha derine, mahalle içlerine kadar girer.”461 “Genç hanımların beylerin,
genç ve güzel delikanlıların da hanımların saatlerini küçük ve makbuz mukabili bir
ücretle kurup ayarlayacakları” bir kuruluşa neden ihtiyaç duyulduğunu ilk başlarda
Hayri İrdal da anlayamaz. Modern hayatın yavaş yavaş “berber ve boyacı gibi
muhallebicilerden sonra memleketimizin en işlek iş ve ticaret sahası olan
mesleklerini bile söndürdüğünü” söyleyen ve hal böyleyken herkesin rast geldiği
dükkânın kapısından başını şöyle bir uzatıp saatini düzeltmek yerine bir ayar
istasyonuna girmeye uğraşmayacağını düşünen462 İrdal, bu görüşleri yüzünden
modern insan Ayarcı’nın sert tepkisiyle karşılaşır:
“-Hayır, dedi, yanılıyorsun. Bilakis koşacaklar. Bu istasyonlara öyle zarif bir şekil
vereceğiz, o kadar güzel elemanlar bulacağız ki en işlek mağazaları geçecek. Siz bana
inanın!”463
461
A.e., s.240.
462
A.e., s.249.
463
A.e., s.250.
129
zannetmek”tir.464 Yüz elli seneden beri hep bu kanaat ve bu batıl itikatla hareket
etmekteyiz.”diyen Turhan’a göre sözü edilen alt yapılar sağlanarak yola devam
edilmeli ve insanımız değişim karşısında yalnız bırakılmamalıdır.
464
Turhan, a.g.e., s.69.
465
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.350.
466
A.e., s.358.
467
A.e., s.359.
130
Modern insan “Şeyh Ahmet Zamani Hazretleri”, enstitünün, daha doğrusu
Halit Ayarcı’nın fikirleriyle, Hayri İrdal’ın tarihimize kazandırdığı, aslında
uydurduğu bir isimdir. Bu isimde bir insan tanımamasına rağmen belediye reisiyle
beraber enstitüyü ziyarete gelen “salahiyetli zat”468ın, onun hakkında sorduğu
sorular karşısında hemen orada bu hazretle ilgili; onun boyuna, posuna, saç rengine,
sevdiği sevmediği şeylere dair bir sürü küçük teferruat uyduruveren İrdal, şeyhin,
modernizmi tek ölçüt addeden bu bürokratik insanların karşısında kabul görmesi için,
-Ayarcı’nın ona öğrettiği şekilde- ona çeşitli özellikler izafe eder. “Bal şeker gibi
şeyler kullanmayan”, “birden fazla kadın almanın aleyhinde olduğu için devrinde pek
sevilmeyen” bu şeyh, “Çengelköy’de küçük bir cami müezziniyken evlenme
meselesindeki fikirleri yüzünden” camiden çıkartılınca, “selâmlığını açarak, yatsı
namazlarını misafirlerine evinde kıldırmış”; hatta “ezanı da evin penceresinden”
okumaya başlamıştır.”
468
A.e., s.261.
469
A.e., s.266.
131
“cedlerimizin ne kadar inkılâpçı ve modern olduklarını gösterdiniz.”470 diyerek
İrdal’ı kutlar.
470
A.e., s.297.
471
Konur Ertop, a.g.m., s.335.
472
Halis Çetin, Moderleşme ve Türkiye’de Modernleşme Krizleri, İstanbul, Siyasal Kitabevi, 2003,
s.98-99.
473
A.e.
132
kendisini ortaya koymuştur. Zeybek, insanların birbirinin üstüne çıktığı garip bir
dansa; musiki ses fakiri bir şöhretin saatlerce alkışlandığı bir faciaya; İhsan’ın uzun
uzun bahsettiği çalışma nizamları, işsizliğin “iş” olarak kabul edildiği tembellik
anlayışına; Mümtaz’ın yana yakıla üzerinde durduğu mazi, bugünün emrinde olan ve
gerekirse bugün yeni baştan şekil alabilen bir yalana; yaşanmaya kıyılamayan,
kültürden bağımsız addedilemeyen aşk, kimin elinin kimin cebinde olduğunun
bilinmediği bir karmaşaya; kadın, idealleri ve ufku olan bir kimlikten kendi değerini
bile fark edemeyen adeta bir dekor unsuruna; siyaset, görünürde savaşlardan uzak
ama bürokrasi kurdunun içten içe kemirdiği bir nüfuz aracına dönüşerek
modernleşir.
474
Sadık Tural, Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Ankara, Ecdad Yayınları, 1992, s.73.
475
A.e.
133
toplumunun medeniyet değişmesi sırasında Tanpınar’ın roman kahramanlarının
yaşadığı bunalım da tam olarak budur.
476
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.236.
134
Medeniyet dönüşümünün diğer yakasında kalmış olan “kurumuş pınar, kayıp
Şark ya da ölü anne: kaybedilen bundan böyle ancak ‘hasretin kuvvetiyle’, ‘sözün
kudretiyle’, bu kez bir iç dünya olarak kurulabilecektir.”477
477
Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe, İstanbul, Metis Yayınları, 2004,
s.133.
135
II.BÖLÜM: MEKÂN-İNSAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN
TANPINAR’IN ROMAN KAHRAMANLARI
Zamanla, mekân insan için sıradan bir barınaktan ya da doğal güzellikten öte
bir anlam kazanmaya başlar. İster ev olsun, iste mahalle, sokak, eğer bizim deyip
kabullenmişsek, o mekân ondan sonra “kendine has özellikleriyle” bizde yaşamaya
başlar ve kendisini üreten zamanı dondurup saklayarak, adeta bu zamanlarından
toplamından kendine bir kimlik yapar ve sonra da bu kimliği yansıtır. Bachelard’ın
mekân için, “peteklerinin binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış olarak tutar.”4
demesi, bu yüzdendir.
1
Şenol Göka, Bir Bütünün İki Farklı Görüntüsü: İnsan ve Mekan, İstanbul, Pınar Yayınları, 2001,
s.17.
2
A.e.
3
A.e.
4
Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, Çev.: Aykut Derman, İstanbul, Kesit Yayıncılık, 1996, s.36.
136
şeyin belli bir alanla beraber anlam kazandığı düşünülebilir. Yani, ‘orası, o yer, belli
bir mekân’ sosyal ve psikolojik gelişme açısından insanın değerlendirmesinde ve
değerlendirilmesinde önemlidir.”5 Çünkü “yaşadığı kente benzer insan, giderek ‘o’
kentin kimliğini edinir.”6
Doğu batı arasındaki çatışmanın bir şekliyle yer aldığı romanların hemen
hepsinde bu çatışmanın mekân etrafında kendini hissettirdiği ve mekânın bu çatışma
içinde önemli bir gösterge olduğu dikkati çeker.
5
Göka, a.g.e., s.26.
6
Hilmi Yavuz, “Kent ve Kimlik”, Modernleşme, Oryantalizm ve İslâm, İstanbul, Boyut Yayıncılık,
1998, s.41.
137
İnsanın, insanın yaşadığı iklimin ve mekânlarda oluşturulan mimarinin
arasındaki uyumun, bir vatan tablosu meydana getirdiğini düşünen Yahya Kemal, bu
konuda şöyle söyler: “İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un
eski semtlerinden herhangi birini, mesela Kocamustafapaşa semtini yahut Eyüb’ü,
yahut Üsküdar’ı, yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden
herhangi bir köyünü seyredince kat’î bir hüküm vererek der ki: ‘Bu halk bu iklimde
ezelden beri sakindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar
yaraşmaz.’ ”7
1.1. Boğaziçi
1453’te İstanbul’un fethinden sonra, Boğaziçi’nde, daha önce Bizans
döneminde olmayan, farklı bir âlem oluşmaya başlamıştır.9 “Türkler Boğaziçi
kıyılarının Anadolu kıyılarına fetihten altmış yıl kadar önce yerleşmişlerdir. Fetihten
7
Yahya Kemal Beyatlı, “Türk İstanbul I”, Aziz İstanbul, İstanbul, M.E.B. Devlet Kitapları, 1969, s.5.
8
Adalet Ağoğlu, “Tanpınar’da Kent Simgesi”, Bir Gül Bu Karanlıklarda:Tanpınar Üzerine
Yazılar, Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.407.
9
Birçok yazar, Boğaziçi ile ilgili olarak, özellikle bu noktaya parmak basar. Yahya Kemal, “Türk
İstanbul” adlı yazısında, “Boğaziçi Bizans zamanında yoktu. Gerçi Boğaziçi’nin iki sahilinde tek tük
köyler ve bazı kiliseler görülürdü. Ancak o zamanki haliyle bugünkü Çanakkale Boğazımızı andırır
gibi ıssızdı. Boğaziçi, fetihten sonra iki sahil boyunca, Kavaklara kadar imtidâd eden köylerle, yalnız
kendine benzer bir mâmûre oldu. Boğaziçi doğrudan doğruya Türklerin eseridir.” derken (Yahya
Kemal Beyatlı, “Türk İstanbul I”, Aziz İstanbul, İstanbul, M.E.B. Devlet Kitapları, 1969, s.8-9.);
Abdülhak Şinasi Hisar da, Bizans İmparatorluğu’nun sonlarında “ancak yıkık kiliseler, tenha
manastırlar, kimsesiz ayazmalar, fakir balıkçı köyleri nev’inden bir takım hâlî harabeler kaldığını”
belirtir ve “kısacası Bizans İmparatorluğu zamanında, sonradan kazandığı, bugün tarihteki manasiyle
bir ‘Boğaziçi’ yoktu. Bu ‘Boğaziçi’ denilebilir ki, halis bir Türk eseridir.” Der. (Abdülhak Şinasi
Hisar, “Boğaziçi Medeniyeti”, İstanbul: Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi, Ahmet Hamdi, İstanbul,
Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, ty., s.49. ”)
138
sonra her iki yakada nüfusun artması, Boğaziçi dünyasını ve medeniyetini ortaya
çıkarmıştır.”10
Tanpınar’ın Boğaz’a eserlerinde sık yer vermesinin, yer veren bazen onu bir
kahraman gibi ele alışının sebebi de, yukarıda bir kısmını söylediğimiz birçok
yazarın Boğaz’da bulduğu bu “ruh”tur.
10
M.Tayyib Gökbilgin, “Sanat ve Edebiyatta Boğaziçi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, C.:6, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s.261.
11
Abdükhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Medeniyeti, İstanbul, Hilmi Kitabevi, 1955, s.9.
12
Ruşen Eşref Ünaydın, Boğaziçi Yakından, İstanbul, Çüturi Biraderler Basımevi, 1938, s.10.
13
Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi’nde Tarih, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti İstanbul Enstitüsü
Neşriyatı, 1968, s.5.
14
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s.193.
15
Hilmi Yavuz, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Estetiği Üzerine”, Osmanlılık, Kültür, Kimlik, İstanbul,
Boyut Yayıncılık, 1996, s.57.
139
Tanpınar’ı Boğaz’da bu kadar çok şey aramaya ve bulmaya yönelten şey,
onun eşsiz güzelliğinin dışında tanık olduğu hayatlar ve içine işleyen tarihtir. Boğaz’ı
Boğaz yapan şeyler, aslında Tanpınar’ın da o gün için özlem duyduğu şeylerdir ve
yazarın, Boğaz’dan bahsettiği her yerde estetiği ön planda tuttuğu görülür.
16
Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul, Devlet Kitapları, 1969, s..222-256.
17
A.e., s.254.
18
A.e.
19
A.e., s.219.
140
devrindeki İstanbul on altıncı asır Avrupa’sının en nizamlı, topluluk hayatının
şartlarına en uygun şehridir. Bunu meydana çıkarmamız lâzımdır.”20
“O başından beri İstanbul’la yaşamış, onun zengin olduğu zamanlarda zengin olmuş,
çarşı ve pazarını kaybedip fakir düştüğü zamanlarda fakir olmuş, zevki değiştiği zaman kendi
içine çekilmiş, hayatında geçmiş modaları elinden geldiği kadar muhafaza etmiş, hulasa bir
medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış bir yerdi.”22
20
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.177.
21
Dr. Nafiz Tok, Kültür, Kimlik ve Siyaset, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, s.128.
22
Tanpınar, Huzur, s.114.
141
Bizimle beraber kurulan bu medeniyet; küçük camileri, küçük mescitli köyleri, geniş
mezarlıkları, çeşmeleri, büyük yalıları, ahşap tekkeleri, iskele kahveleri, davullu
zurnalı bayram hatırasıyla dolu meydanları, çınarları velhasıl her şeyi ile bizi
konuşmakta, bizi söylemektedir: “Zaten Boğaz’da her şey akisti. Işık akisti, ses
akisti; burada insan bile zaman zaman bilmediği bir yığın şeyin aksi olabilirdi.”23
Boğazda birbirine komşu olan İsmail Molla ile Necip Paşa’nın yalısının
irtibatı, bu iki insanın aralarının açılmasından sonra kesilir. Gidip gelinmeyen bu
yalıdaki Târıdil Hanımefendi’nin özenle yetiştirdiği, itina ile terbiyeleri ve eğitimleri
ile ilgilendiği, musikîde pek maharetli cariyeler; etraftaki herkes gibi, Behçet Bey’in
de ilgisini çeker. Öncelikle, henüz Mülkiye’nin birinci sınıfında iken, “küçük elmas
kırıntısı içinde çalkalanan bir eski Boğaz gecesinde” bu komşu yalının önünden
geçerken ayağının önüne atılan kırmızı gül ve bu gülün onda uyandırdığı hisler;
sonrasında bu yalıda âlemler yapılıp ortalık alaturka musikiyle çalkalandığı zamanlar
babası İsmail Molla’nın emektar uşağı Halil Ağa’ya gizlice hazırlattığı işret
masasında bu musikiye refakat edip, odasına çekildiğinde ise “davetsiz iştirak ettiği
bu ziyafete teşekkür için” bir iki beste okuması, Behçet Bey’in ilgisini daha da artırır.
Zira İsmail Bey’in hızını alamayarak beste okuduğu, komşu evlerden, pencerelerden
başların uzandığı, “Boğaz gecesinin geniş pırıltılı sükûtu, Bayatinin, Mâhurun sıcak
busesi ile kucaklaş(tığı) bu zamanlarda, Behçet Bey’in aklına, babası İsmail Molla ile
Târıdil Hanım arasında yirmi sene evveline dayanan dedikodular gelir. Ancak Behçet
Bey, “sevilmesi ve beğenilmesi kendisi için o kadar tabiî” olan babasının;
“gençliğinde bütün İstanbul’un sesine koştuğu” bu Boğaz beyefendisinin, bu
dedikoduda yer almasını garipsemez.24
23
Tanpınar, Huzur, s.115
24
Tanpınar, Mahur Beste, s.20-23.
142
Oğlunun zavallılığını ve hayatını bir saklanma duygusu içinde geçireceğini
“Boğaz gecesinin renk, ışık ve cümbüşüne sırtını çevirerek çalıştığı odada fark
eden”25 İsmail Molla, kendine benzemediği için oğluyla çıkamadığı Boğaz
âlemlerine, daha sonra gelini Atiye Hanım’la katılır ve Erenköy’de bir köşke
taşınılmasına rağmen “mehtap sefaları ve saz alemleri için olduğu gibi bırakılan”26
yalıda Molla Bey ve gelini Boğaz’ın sularında şarkılar ve besteler arasında
düşüncelerini biraz olsun Behçet Bey’den ayırmayı başarırlar.
25
A.e., s.32.
26
A.e., s.61.
27
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.164.
28
A.e., s.162.
29
A.e., s.171.
143
bütün Boğaz düşman askerlerinde temizlenir ve Boğaz’ı boğaz yapan medeniyet ona
tekrar, her şeyiyle hâkim olur.
Bir Mayıs sabahı Boğaz vapurunda karşılaşan Mümtaz’la Nuran, aynı günün
sonunda Ada vapurunda tekrar tesadüf ederek tanışırlar. “İstanbullu olmak” ve
“Boğaz’da yetişmek” özelliklerinin ikisini de kendisinde toplayan ve Türkçe’yi
konuşma şekliyle de bu özelliklerini perçinleyen Nuran, bu haliyle Mümtaz için
30
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.404.
144
“kadın güzelliğinin iki büyük şartını”31 yerine getirmiş olur. “Beşyüz yıllık bir mazi
birikiminin eseri ve mirası olan Boğaz Nuran’ı yetiştirmiş, Mümtaz’ın bir kadında
aradığı her şeyi ona kazandırmıştır.”32
31
Tanpınar, Huzur, s.75.
32
Murat Koç, Yeni Türk Edebiyatı’nda Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti, İstanbul, Eren Yayınları,
2005, s.182.
33
Tanpınar, a.g.e., s.141.
34
A.e., s.164.
35
A.e., s.162.
36
A.e., s.164.
37
A.e., s.166.
38
A.e., s.167.
39
A.e., s.167.
40
A.e., s.180.
145
mücevher gibi parıldadığı, çok ince kadehlerin kırıldığı eşi “ancak musıkîde
aranabilecek” böyle gecelerden birinde Nuran’la Mümtaz bu manzaranın kendilerini
tasavvufa, musikiye, vahdet-i vücuda attığının fark ederler. Bir rüyanın içinden gelen
seslerle konuşmalar devam ederken Nuran: “Buldum…” der. “Bütün Boğaz,
Marmara, İstanbul, gördüğümüz ve görmediğimiz şeyler, hepimiz ayın çekirdeği
etrafında bir meyve gibiyiz… Hep ona bağlandık.”41
41
A.e., s.185.
42
A.e., s.207.
43
A.e., s.207.
44
A.e., s.218.
146
ve her şeyin Boğaz mevsiminin başındaki gibi olması için tekrar Emirgan’daki eve
giderek orada birkaç gün geçirirler. Ancak, Beyoğlu’nda Mümtaz’ın tuttuğu evde
onları bekleyen Suat’ın ölüsü bu aşka noktayı koyar.
Boğaz’a ve İstanbul’a hakim olan zevkin giderek kaybolma tehlikesi ile karşı
karşıya kalması, insanların buradaki yapılardan ve yaşanmışlıklardan yola çıkarak
geçmişle bir köprü kurmasını engelleyecek ve “bize ait her şeyi içinde toplayan”,
“bizim damgamızı taşıyan”, “bizim hüviyetimizi almış olan Türk İstanbul”u46
tanımadan yetişen nesillerin kimlikleri köksüz olarak inşa edilecektir. Tanpınar’a
45
Tanpınar, Beş Şehir, s.257.
46
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.184.
147
göre, “Türk İstanbul’un kaybolmaması ancak Boğaz’a ve Üsküdar’a verilecek şekille
kabildir.”47
47
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergah yayınları, 2000, s.189.
48
İlber Ortaylı, “Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu”, Türkiye’de Politik Değişim ve
Modernleşme, Haz. Esin Kalaycıoğlu, Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Afa Yayınları, 2000, s.70-71.
49
Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1971, s.57.
50
A.e., s.74.
51
Tanpınar, Beş Şehir, s.152.
148
Sahnenin Dışındakiler Romanı’nın birinci bölümü “Mahalle ve Ev” başlığını
taşır. Bu mahalle, Şehzadebaşı ile Horhor arasında adını Elâgöz Mehmet Efendi
Camii’nden alan “Elâgöz Mehmetefendi” mahallesidir.52
“Bu mahalle camiin etrafına toplanmış beş sokakla onların açıldığı bir tramvay
caddesine muvazi ve oldukça geniş, öbürü Aksaray tarafında onun karşılığı, fakat kargacık
burgacık iki sokaktan ibaretti. Dört evliyamız, camiden başka bir ahşap mescidimiz, biri Lâle
devrinden diğeri biraz daha evvelden kalan iki medresemiz, birinin içinde “Yeşil tulumba”
adı verilen bir soğuk su kuyusu bulunan birkaç küçük mezarlığımız vardı.”53
52
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.20.
53
A.e., s.20.
54
A.e., s.27.
55
Bu fikirlerin Cemal’e mi, yoksa Tanpınar’a mı ait olduğunu kestirebilmek güçtür. Romanın daha
başka bir çok yerinde benzeri durumlarla karşılaşılır. Cemal, etrafını anlatmaya koyulmuşken, ara sıra,
milletin dününü ve bugününü kıyaslayan cümlelerle lafı bölünüyormuş gibi olur. Okuyucuda bu hissin
uyandığı zamanlar, genellikle Tanpınar’ın Cemal’i unutup, kendi düşüncelerini söylemeye başladığı
zamanlardır.
56
A.e., s.28-29.
149
bile eriklere dokunmadığı ve hisselerinin ancak “yere düşenler” olduğunu
kabullendiği, yüksekliğine rağmen ceviz ağacından kimsenin düşmemesini, ağacın
dibinde yatan evliyanın, çocukları ne kadar çok sevdiğinin bir göstergesi olarak
okuyan57 ve buna iman eden bir toplum vardır bu semtlerde. Herkes kendisini bir
önceki neslin devamı ve bir sonraki neslin öncesi olarak konumlandırır ve bunun
sorumluluğu ile hayata bakar:
“Bu sokakların bütün dünyaya kapalı yalnızlığında bizi zaman içinde devam
ettirecek, bizden sonra yaptığımız şeyleri yapacak, bu camiin bahçesine girecek, macunlara
şarkı okutacak, keten helvacı ile konuşacak, çamaşır sepeti satan yahudiye takılacak, yeni
çıkan şehirli türkülerini ağızdan öğrenerek, gelecek yaşlarının ‘psychose’ unu, o hüzün ve
daüssıla kompleksini kendi içinde hazırlayacak yeni yolcuya, hülâsa bizden sonra biz olacak
mahalleliye bir nevi kolaylık ve dostluk gösterdiğimiz sanıyorduk.”58
“Bizden sonra biz olacak mahalleli” tabiri, birbirinin aynı şeklinde devam
eden kimlikleri göz önüne sermede önemli bir vurgudur. Ve bu kimlik, çocuklar için
öncelikle sokakta öğrenilir. Çocukları için sokak bir mekteptir.59
57
A.e., s.30.
58
A.e., s.29-30.
59
A.e., s.60.
60
A.e., s.49.
150
Komşusu olan Cemal’e çocukluk yıllarından beri yakınlık gösteren ve 1913
yılında Avrupa’dan döndüğünde, okulda Cemal’in tarih hocası olan İhsan da, Elâgöz
Mehmetefendi Mahallesi’nde, Şehzadebaşı havasının koklayarak yetişir.
“- Bilmem tam dindar mıyım? Her halde şu anda dünyaya çok bağlıyım. Fakat ne
Allah ile kulunun arasına girmek, isterim ne de insan ruhunun büyüklüğünden, ne de
imkânlarından şüphe ederim. Kaldı ki, bunlar millî hayatın kökleridir. Bak, kaç gündür
İstanbul’da Üsküdar’da geziyoruz; sen Süleymaniye’de doğmuşsun, ben Aksaray’la Şehzade
arasında küçük bir mahallede doğdum. Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartları
biliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsünün yetimleridir.”61
61
Tanpınar, Huzur, s.190.
151
olduğunu bilen bu kahramanlar; düşünerek, okuyarak, araştırarak, -kimisi yurt dışına
giderek- mahallenin dışındaki hayata çıkıp, dünyaya ve dünyanın fikirlerine temas
ederek hayata daha geniş bir ufukla bakacak noktalara gelmelerine rağmen
doğdukları yer ve küçüklükten yetiştikleri ortam itibariyle, kimliklerini yele
vermemişler ve yetiştikleri ortamdaki milleti bir arada tutan harçları kimliklerine de
yedirmişlerdir.
Uzun bir süre Anadolu’da kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a dönen ve Beyazıt
Camii ile Şehzadebaşı arasında “yüzlerinden keder akan” halkı da gören Cemal, şehri
hiç de bıraktığı gibi bulamaz. Askeri burnunun dibinde gören halkın üzüntüsü, şehrin
sokaklarına yansımıştır. On yedinci asrın başında yapılan ve etrafında çocukluğunun
şekillendiği Elâgöz Mehmet Efendi Camii’nin artık yola karıştığını da görünce
Cemal adeta yıkılır.63
“Bana insanlar değişmiş, hayat değişmiş, evler, sokaklar ihtiyarlamış, yıpranmış gibi
geldi. Daha sonraları İstanbul sokaklarının cazibesinin bir tarafını yapan satıcı seslerinin bile
eski satıcı seslerine benzemediklerini fark ettim.”64
62
Dr. Nafiz Tok, Kültür, Kimlik ve Siyaset, s.122.
63
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.18.
64
A.e., s.19.
152
Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında, kahramanların birçoğu da
Şehzadebaşı, Aksaray, Fatih civarında yaşar. Fakir düşmüş bir ailede doğan ve
çocukluğu Fatih civarında geçen İrdal, çocukluğunda “Edirnekapı ile Fatih
arasındaki yolu en uzun zaman içinde, her adımı ayrı ayrı hayaller peşinde atarak,
gidip geldiğini”65 söyler. Deli Seyit Lütfullah, Vefa ile Küçükpazar arasında, bir
yokuşun üzerinde harap bir medresede -adeta bir baykuş gibi- oturur.66 Tunusluzâde
Abdüsselâm Bey, Şehzade Camii’nin biraz aşağısında, Burmalı Mescit taraflarında
aşı boyalı, cephesi bitmek tükenmek bilmeyen bir konakta altı arabalı muhteşem bir
hayat sürer.67 Avcı Naşit Bey, Hırkaişerif’te Halvetî Dergâhı’nın arkasında oturur.68
Eczacı Aristidi Efendi, “bu çok Müslüman semtin nadir hristiyan ileri gelenlerinden”
olarak Vezneciler’de eczane işletir.69
“ Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış eski, fakir
mahalleliler var. (…) Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı
yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur.”70
65
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.25.
66
A.e., s.39.
67
A.e.
68
A.e.
69
A.e.
70
Tanpınar, Beş Şehir, s.156-157.
71
İlber Ortaylı, a.g.m., s.70-71.
153
Eski İstanbul semtlerinde yaşanan hayatın ve eski İstanbul mahallelerinin
artık sadece bir “hâtıra” olduğunu söyleyen Tanpınar, bu tespitine şöyle devam eder:
“İşin garibi, onlarla beraber toplu yaşamayı, toplu eğlenmeyi de kaybettik.”72
1.3. Üsküdar
Tanpınar, “mekân olgusunun bellek ve bilinçle olan etkileşiminin farkında”
bir yazar olarak, “asıl mekânın geçmişle olan ilişkisinin peşindedir. Geçmişin
‘temadi’ eden gerçekliğinin asıl yakalanacağı nokta mekân anlamında mimarlıktır.”73
Mekânı ve mimarlık yapılarını “milli duyuş” olarak somutlaştıran Tanpınar,
“Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla
istedikleri bir ruh ve imanları vardır. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası
kesiliyordu.”74 der.
72
Tanpınar, Beş Şehir, s.157.
73
Hasan Bülent Kahraman, “Yitirilmemiş Zamanın Ardında: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Muhafazakar
Modernliğin Estetik Düzlemi Üzerine”, Doğu Batı: Türk Düşünce Serüveni: Araftakiler, yıl:3,
S:11, Mayıs-Haziran-Temmuz 2000, s.34.
74
Tanpınar, a.g.e.
154
de anneler için yapılmış olması, Nuran’ın dikkatini çeker. “Mümtaz, Üsküdar’da
hakîki kadın saltanatı var.”75 diyen Nuran, bir taraftan bu duruma sevinerek,
Mümtaz’ın anlattıklarını dinler.
“Her sanat eseri gibi her mîmari eser de tarihin belli bir döneminde, belirli
mahalli şartlar içinde, varlığın yapısına yönelik bir inancın ürünü” olduğu ve “o
zamanda ve o yerde mevcut doğrular ve yanılgılar, bunların oluşumu hakkındaki
inanç ve değerlendirmeler sanat eserinin, mîmarinin özelliklerini belirlediği”76 için,
bu camiler; geçmişte, bugünü aydınlatacak bir ışık arayan Mümtaz’ın imdadına
yetişerek, onu okumasını bilen bu kahramana ruhlarını açıp yansıtırlar. Zaten, sanat
eserini yücelten husus da, “onun bu şartlar altında tekabül ettiği sezişin, kavrayışın
derinliği ile bunlara tekabül eden yöneliş ve iradeyi yansıtmadaki
77
mükemmelliğidir.”
75
Tanpınar, Huzur, s.168.
76
Turgut Cansever, Ev ve Şehir, İstanbul, İnsan Yayınları, 1994, s.68.
77
A.e.
78
Yahya Kemal Beyatlı, “Türk İstanbul II”, Aziz İstanbul, İstanbul, M.E.B. Devlet Kitapları, 1969,
s.58.
79
Tanpınar, Beş Şehir, s.169.
80
A.e., s.168.
81
A.e., s.175.
155
dolu büyük verimli asır, “Birinci Ahmed Camii ile” başlamış ve “Üsküdar’daki
Vâlide-i Cedid Câmi’nin muhteşem akşam nağmesiyle” kapanmıştır.82
156
zenginliğin, lüksün şaşırtıcı bir artığı olan beyaz ve tahinî boyalı eski konak
yavruları, yaldızlı taşı kırık geçmiş zaman çeşmeleri, kubbesi yıkılmış türbeler,
içinde bir yığın çocuk cıvıltısı olan beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında
incir ağacı veya selvi bitmiş medreseler86 vardır. Ve bu manzaranın insanları her
türlü imkânsızlığa rağmen dört elle hayata tutunmaya çalışırlar:
86
Tanpınar, Huzur, s.188.
87
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.258.
88
Tanpınar, Beş Şehir, s.182-183.
89
Tanpınar, Huzur, s.189.
90
Tanpınar, Beş Şehir, s.180.
157
“Fetih şehitlerinden sonra şehrin ve cemiyetin hayatına kuvvetle karışan, devrine
temiz ahlâkın nefisle devamlı bir mücadele –ki ermişler dilinde buna Cihad-ı Âzam denirdi-
ve mürakabeden doğan hikmetin, sevginin izlerini geçiren, hülâsa kendi tecrübesini başkaları
için faydalı bir şey yapan büyük adam velî olurdu. Kanunî’nin süt kardeşi Yahya Efendi,
ondan biraz evvelkilerden, Sümbül Sinan, onun halifesi Merkez Efendi, XVII. Asrın başında
bütün İstanbul’a hükmeden Celvetî tarikatının kurucusu Aziz Mahmud Hüdâî Efendi gibi.”91
Mümtaz’a göre de, “bunların hepsi mânevî vazifelerine inanmış, muayyen bir
ruh nizamından geçmiş, nefislerini terbiye etmiş insanlar” oldukları için
“şahsiyetlerini ölümden ötede bile kabul ettirmişler”dir.92 Hepsinin ayrı ayrı bir yığın
ince tarafı olan yaşadıkları dönemlerde bu taraflarıyla sevilen, kabul gören, hürmet
edilen bu insanlardan sadece biridir Sümbül Sinan.
91
A.e., s.181.
92
Tanpınar, Huzur, s.189.
93
Göka, Bir Bütünün İki Farklı Görüntüsü: İnsan ve Mekan, s.98.
94
A.e.
158
“- Kim bilir nesi vardır? Sümbül Sinan şimdi onun ruhunda konuşuyor, ona büyük
sükûnetler vaat ediyor. Hiçbir şey yapamazsa, hayattan öteyi onun için süslüyor. Herşeyi
bırak, bu insan ıstırabı, iltica ve ümitsizlik burayı kutsîleştirmeğe kâfi gelmez mi sanırsın?”
159
imparatorluk, Tanzimat, iş hayatiyle, yâni en kuvvetli tarafından bu semtlere girmiş
olan son devir sarmaş dolaş, beraber yaşarlar.” 96
Servilerine kim bilir kaç asrın duası ve rahmanîlik ümidi sinmiş avluları, bir
Amerikan filminin şarkısını söylese de, bir vakıf evinin penceresinden bakarken tıpkı
yüz yıl önceki büyük annesi gibi ürkerek perdenin arkasına saklanan genç kızı, ahşap
evleri, küçük asma veya salkım çardaklı çeşmesi, güneşe serilmiş çamaşırı, çocuğu,
kedisi, köpeği, mescidi, mezarlığı, evliya türbesi ve “üst üste yaşanmış bir zaman
içinde, birçok defalar kurulmuş, bozulmuş, çerçevesi küçülmüş, fakat daima kendi
kendisi kalmış ve her defasında bir evvelkinin bir yığın artığını, mahiyet ve değerine
bakmadan terkibinin içine almış bütün bir hayat”97ıyla “Türk İstanbul’un eski bir
mahallesi”98 olan Kocamustafapaşa bir devrin kimliğini yaşamada, yaşatmakta ve bu
havayı, derinden içine çekerek teneffüs eden herkese yaptığı gibi, kahramanlarımıza
da üflemektedir.
96
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.210-211.
97
A.e., s.213.
98
A.e., s.211-213.
160
Bey, Mümtaz’a göre belli ki bu küçük kadın eşyası ile Atiye Hanım’lı yıllarına geri
döner.99
Mahur Beste’de Atâ Molla’nın damadı Halit Bey’in babası Nuri Bey, Kapalı
Çarşı’da bir dükkanda askerî ve sivil üniformalar için lâzım olan sırmalı eşya
satar.100 Para hırsı olmayan ve kazandığı paraya rağmen sade yaşamayı tercih eden
Nuri Bey, kendi halinde bir insandır.
Sahaflar ve civarında eski kitaplar, eski elbiseler vardır. Eskiye meraklı olan
Mümtaz, bazen eski musikî plâkları aramak için101, bazen Sahaflar’dan,
Çadıriçi’nden, Bit Pazarı’ndan geçtikten sonra müzayede salonunda ne var, ne yok
diye bakmak102 için Bedesten’e uğrar. “Şehrin hayatından bir parça” olan ve adeta
“onu bir tarafından sayıp döken” Bitpazarı’na uğradığı zamanlarda da buradaki
“hayatlarından soyunmaya karar veren insanlara ümitsizliğin her çeşidini bulmaya
hazır olan” ve “hazır hayat şekilleri” şeklinde “dört tarafı kilitli talihler” gibi asılı
duran eşyalar arasında derin düşüncelere dalar. 103
99
Tanpınar, Huzur, s.55-57.
100
Tanpınar, M.Beste, s.118.
101
Tanpınar, Huzur, s.81.
102
A.e., s.59.
103
A.e., s.57.
104
A.e., s.153.
105
A.e., s.46.
106
A.e., s.47.
161
söyleyen Mümtaz, bütün bu “tasnif fikrine yabancı bir istif içinde” duran eşyaların
“yanı başında, açık işportalarda, içimizdeki değişmenin, intibak arzusunun, yeni bir
iklimde kendimizi aramanın kucak dolusu şahitleri, kapaklı resimli romanlar, mektep
kitapları, ciltlerinin yeşili atmış frenkçe salnameler ve eczacı formülleri vardı(r).”107
“Zihnî bir hazımsızlığın eserleri” gibi görünen bu manzarada “insan kafasının” ve
“gömlek değiştirme” için uğraşan toplumun bütün karışıklığı vardır.
107
A.e.
108
A.e.
109
A.e.
110
A.e., s.47-51.
111
A.e., s.53.
162
1.6. Beyoğlu
İmparatorluk içindeki yabancı elçiliklerin Beyoğlu’nda bulunması, elçiliklere
mensup insanların ve azınlıkların yaşamak için Beyoğlu’nu tercih etmelerine sebep
olur. XIX. yüzyılın başlarına kadar bu insanların yaşadıkları bir yer olarak çok
dikkati çekmeyen Beyoğlu, batılılaşma hareketlerinin hız kazanmasından sonra
fazlasıyla ön plana çıkar.
Tanpınar, “İstanbul’un dört asır kendi bünyesinde yabancı bir örgü gibi
taşıdığı Beyoğlu’nun birdenbire, Tanzimat’ın verdiği yeni imkânlarla genişlemesini
112
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. M.Fatih Andı, “Cumhuriyet Devri Türk Romanı’ında
Beyoğlu”, İnsan, Toplum, Edebiyat, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1995, s.159.
113
A.e., s.161.
114
Sâmiha Ayverdi, İstanbul Geceleri, İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 1971, s.126.
163
ve aşağıya, denize doğru taşmasını” “asıl tehlike” olarak görür.115 Tanpınar’ın bütün
romanlarında “mimarîsiz bir asrın”116, XIX. asrın ürünü olarak gördüğü ve “ağaçsız,
ufuksuz, millî karaktersiz”117 şeklinde nitelediği “Beyoğlu” ve civarındaki semtler
yer alır.
Mahur Beste’de Atâ Molla’nın damadı Halit Bey’in babası Nuri Bey,
Kapalıçarşı’da yaptığı sırmalı eşya işinden bol para kazanmasına rağmen, para
hırsıyla yaşayan insanlardan olmadığı için, önceleri “Üsküdar’da Karacaahmet’e
bakan küçük, ahşap bir evde”118 oturur. Annesinin İstanbul’a gelerek hayatına
girmesinden sonra ise, “servetinin, aile haysiyetinin gerektirdiği tarzda bir hayata
kavuşur” ve Karacaahmet’taki evi bırakarak “yeniden yeniye kurulmaya başlayan
Teşvikiye taraflarında konağımsı bir ev”e taşınır.119
Nuri Bey’in, eski süpürgeciler kâhyası olan babasının elde kalan servetiyle
yaşayan oğlu Halit Bey ise, babası gibi değildir. Bu mirası yapan değil, yiyen olarak
evlenmeden önce, yarı gününü evde annesine arkadaşlık etmekle geçirdikten sonra
Şehzadebaşı’nı, Beyazıt’ı, Galata’yı geçip “Beyoğlu’nun daha kibar, daha külfetli
meyhanelerinde bitecek olan bir gecenin kapısını çal(ar).”120
115
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.188.
116
A.e., 186.
117
A.e.
118
Tanpınar, MahurBeste, s.119.
119
A.e., s.136.
120
A.e., s.100.
121
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.79.
164
Sabiha’nın babası Süleyman Bey, zamanının çoğunu eğlence âlemlerinde
geçirdikten sonra sarhoş halde eve düştüğünde karısıyla amansız kavgalara tutuşan,
kızını döven bir Beyoğlu mağdurudur. Karısı öldükten sonra da Beyoğlu’ndan hiç
çıkmaz. İstanbul’a döndüğünde onu Beyoğlu’nda fuhuş yapılan bir evde hasta bulan
Cemal, doktor çağırıp, Süleyman Bey, biraz nefes alacak hale gelinceye kadar
başından ayrılmaz ve evdeki herkese ona bakmaları için tembihleyerek ve ihtiyacı
olur diye para bırakarak çıkar. Cemal, sabah kucağında ağlayan, doktor yardımıyla
kendine gelen Süleyman Bey’i akşama doğru bıraktığı paranın tadını çıkarmak için
kucağına yatağının etrafına ve odasının her yerine aldığı bir sürü Rus kadınla sefa
yaparken bulur.
122
A.e., s.53.
123
A.e., s.54.
124
A.e., s.127.
125
A.e., s.153.
165
Osmanbey gazinosunun yanında olan İbrahim efendi, artık yazları da adada
geçirmeye başlar.
İhsan’ın yemek için Cemal’i Tepebaşı’nda bir yere götürdüğü yer de, içinde
Rus kadınların çalıştığı, ismi Rusça olan bir lokantadır. İhsan, etrafına şaşırarak
bakan Cemal’i bu konuda aydınlatır:
“- Şu lokantaya bak! Dedi Yarısından fazlası Rus muhaciri! Birkaç Rum ve ermeni
bezirgânla, bizim mirasyedilerden başka hepsi Rus. Bunların çoğu geleli bir sene olmadı.
Mahmutpaşa’da, Sultanahmet’te, Beyazıt’ta birtakım evlere yerleştiler. (…) Şimdi hepsi para
kazanıyor. Hem nasıl biliyor musun? Kendi sanatlarını bize kabul ettirerek. Sinemalara dekor
yaparak, resim yapıp satarak, ev duvarı boyayarak…”128
“Hayatlarını devam ettirmek için seyyar satıcılık dahil her işi yapan Beyaz
Ruslar”129, açtıkları bar ve eğlence yerlerine her gün bir yenisini eklerler. Bu Ruslara
bakan hanımların kıyafeti de yavaş yavaş değişir ve harbin sonuna doğru çöpçü olan
fakir kadınlardan sonra, okur yazar olanlar da postane gibi yerlerde çalışmaya
başlarlar.
126
A.e., s.258.
127
Andı, a.g.m., s.161.
128
Tanpınar, a.g.e., s.199.
129
Ali Şükrü Çoruk, Cumhuriyet Devri Türk Romanı’nda Beyoğlu, İstanbul, Kitabevi Yayınları,
1995, s.110.
166
“Halbuki Tanimat’ın başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise, bu beyaz
Ruslar’ın tesiri de odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plâjlara kadar birçok modayı
onlar getirdiler.
Bu Rus muhacirleri Beyoğlu’nu iyice zaptettikten sonra yavaş yavaş İstanbul
semtine ve bizim çıktığımız kahvelere kadar yayıldı.”130
İhsan’ın anlattığı bir örnek durumu açıkça ortaya koymaktadır: Rusların icat
ettiği tombala oyunu İstanbul’u “alt üst”131 etmeye ve insanların bu oyunla dünyayı
unutmalarına yetmiştir. Söylenenlere göre, Divanyolu’nda bir kahvede bir memur, bu
oyun yüzünden “paltosuna varıncaya kadar her şeyini kaybetmiştir. “Müthiş bir kriz
geçiriyoruz.” der İhsan. “Halkımıza artık çok para lâzım… Şimdilik bulunuyor da.
Fakat sonu n’olacak?”132
Beyoğlu Huzur’da, ilk olarak Adile Hanım ve kocası Sabih’in, Tevfik Bey’in
oğlu Yaşar’ın, Nuran’ın kocası Fâhir’in muhiti olarak karşımıza çıkar. Nuran’la
Mümtaz etraflarındaki kargaşayı biraz olsun dindirebilmek amacıyla hiç olmazsa bir
müddet için bir arada görünmemeğe karar verirler ve Nuran Beyoğlu’na taşınır.
Ancak Mümtaz bu durumdan pek memnun değildir:
130
Tanpınar, Beş Şehir, s.215.
131
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.198.
132
A.e.
133
Tanpınar, Huzur, s.305.
167
Mümtaz kaygılarında haksız değildir. Yaşar ve Adile adeta gizlice ağız birliği
etmişçesine bir gününü bile boş bırakmadan emri vakiler ve aceleye getirmelerle
ziyaretlere davetlere gömdükleri Nuran’ı Mümtaz’dan uzaklaştırmak hevesi güderler.
Nuran’ın “Nerede olursam olayım ben Mümtaz’a aitim”134 diyerek kendini
avutmasına rağmen, bu toplantılara kendini kaptırması, bu davetlerin sonunda
Nuran’la Suat’ı aynı masada görenlerin Nuran’ı Suat’ın metresi zannedebilecekleri
bir tablonun ortaya çıkması Mümtaz’ı derinden yaralar.135
Mümtaz’ın Beyoğlu’na yaşadığı önemli bir gece daha vardır. Suat’ın Nuran’a
yazdığı mektupla canı iyiden iyiye sıkılan ve sevdiği kadının bu kadar huzursuz
edilmesine kahrolan Mümtaz, etrafta bu olanlar yüzünden Nuran’ın aşkları
konusunda ümitsizliğe kapılmasıyla adeta yıkılır ve her şeyde Suat’ın kirli elini
gördüğü böyle bir akşamda yalnız kalma korkusuyla evin önünde indiği taksiye
134
A.e., s.307.
135
A.e., s.312.
136
A.e., s.313.
137
A.e., s.314-317.
168
tekrar binerek Beyoğlu’na çıkar.138 Ancak, Tepebaşı’nda girdiği Bistro’da kader
karşısına Suat’ı çıkarır. Nuran’a kendisine yardım etmesi için yalvaran ve onsuz
iyileşemeyeceğini söyleyen, böylelikle hem Nuran’ın hem de Mümtaz’ın hayatını
karartan bu adam; kendisinden çocuk bekleyen genç kıza onu hemen aldırmasını
gerektiğini ve daha öncekinde olduğu gibi bunu da kimsenin duymayacağını
söylemektedir.139 Doğmamış bir çocuğun hayat içindeki macerasına şahit olan
Mümtaz, buna sebep olan Suat’a karşı bir tiksinme hissi ve çocuğa karşı vicdanında
hissettiği ağırlıkla “Galatasaray’dan Taksim’e doğru iki tarafa bakmadan yür(ür).”140
“İstanbul semtlerinde karşımıza çıkan her şey daha iyisi başka yerde olmayan
şeylerdir. Halbuki Beyoğlu’nda bulunan her şeyin daha yenisi, güzeli ve hakikisi dışarıdadır.
138
A.e., s.227.
139
A.e., s.228-229.
140
A.e., s.231.
141
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.249.
142
A.e., s.286.
143
Berna Moran, “Bir Huzursuzluğun Romanı Huzur”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz. Abdullah
Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, s.302.
169
Beyoğlu küçük ve orjinalite damgası çoktan kaybolmuş, hatta bu damgayı üstünde bir defa
duymamış en ucuz cinsinden bir ondokuzuncu yüzyıl Avrupa’sıdır. Orada ucuz eşya
mağazacılarının döşediği bir apartmanda oturulur gibi yaşanır; yani, ilk fırsatta taklidin,
çürüğün yerine hakikiyi ve sağlamı koymak hülyasıyla.”144
“Eski İstanbul’da, hatta benim çocukluğumda bile zengin, fakir her sınıf beraberce
eğlenirdi. Mehtap sefaları, Kağıthane alemleri, Çamlıca gezintileri, Boğaz mesireleri şehrin
adeta beraberce yaşamasını temin ederdi. (…) Bir yandan iktisâdi şartların değişmesi, öbür
yandan bu zevkin kalmaması, dışardan gelen bir yığın yeni modanın ve hasretin her gün bizi
birbirimizden biraz daha ayırması, eskiye karşı duyulan haklı haksız bir yığın tepki,
İstanbul’u bütün halkının beraberce eğlendiği bir şehir olmaktan çıkardı.”145
170
“Değerlerimizin, inançlarımızın, bağlılıklarımızın, amaç ve sadakatlerimizin,
kısacası benlik anlayışlarımızın kaynağı” olduğu ve “bir kimsenin kişiliğini ve ahlaki
yaşamını biçimlendirmede güçlü bir etkileri”146 olduğu göz önüne alındığında
tercihlerini Beyoğlu yaşamından yana yapan kahramanların kimlikleri ile, asıl
İstanbul’un semtlerindeki hayata devam edenlerin kimliklerindeki farklılık açıkça
ortaya çıkmaktadır. Sahnenin Dışındakiler’de bu durum Cemal’in gözünden olduköa
çarpıcı şekilde ifade edilir:
“Yetmiş çeşit milletten insanın hep birden eğlendiği bu birkaç metre uzunluğundaki
cadde, kendi tevekkülünün ve ızdırabının gecesine kapanmış eski İstanbul’un yanıbaşında
bugünün egzotik romanlarında hikâyesini okuduğumuz bir nevi Şanghay veya Singapur gibi
asıl maddesine çok derinden yabancı, haşin, köksüz ve gürültülü parlıyordu. (…)
Fakat bu eğlenen İstanbul’un yanıbaşında çok bahtsız, muztarip bir İstanbul daha
vardı. Daha harp içinde el değiştirmeye başlayan servet, içtimaî hayatın nizamını bozmuş,
beş altı sene evvel müreffeh sanılan ve eski pâyitahtın asıl hayatını yapan bütün bir orta sınıfı
harap etmişti.”147
Elbette ki, ayık gezmeyi unutmuş Süleyman Bey’in, yılın yarıdan fazlasını
Avrupa’da geçiren ve her şeyiyle orayı İstanbul’daki çevresine taşımaya çalışan
Sakine Hanım’ın, dedikoduyu seven, yeni hayatın davetlerinde insanların arasındaki
ilişkileri takip etmekten hoşlanan Adile Hanım’ın, babası tarafından bile
sevilemeyecek kadar insanlara kırıcı yaklaşan ve hayatı kendi etrafında döndüğünü
düşünen kıskanç ve geçimsiz Yaşar’ın, karısını Emma adlı yabancı bir kadın için terk
eden ve çocuğunun bile yüzüne bakmayacak kadar zevkinin esiri olmuş Fâhir’in
Beyoğlu’nda oturmasının ve vakit geçirmesinin; İsmail Molla, Tevfik Bey, Nuran,
Mümtaz gibi, “içindeki didişmede kayıp olduğunu sandığı bir tarafı” mazinin
büyüsünde arayan, eskinin musıkîsine, sanatına, estetiğine susayan kahramanların
Boğaz’a tutkun olmalarının, Cemal ve İhsan gibi ülkenin bağımsızlığı için aktif ve
fikir bazında çalışan ve toplumun yaralarını sarmak için elinden gelen her şeyi yapan
kahramanların Şehzadebaşı’nda yetişmelerinin; onların kimlikleri, hayata bakış
tarzları, yaşam alışkanlıkları ile ilgisi vardır. Ve dikkatle bakıldığında her mekânın, o
mekânın kimliği ile kendi kimliğini aynı çizgide gören insanlar tarafından tercih
edildiği görülür.
146
Tok, Kültür, Kimlik ve Siyaset, s.121.
147
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.258.
171
“Kimliğin tanımlanmasında bireyin girişim ve seçimleri asıl rolü oynasa da,
kimliğin aynı kültürel kimliği paylaşan başkaları ile etkileşim içerisinde, bir kimlik
bağlamı ile ilişkili olarak tanımlanması” kaçınılmaz görülmüştür.”148 Tanpınar
kahramanları da bu etkileşim çerçevesinde yaşadıkları ve benimsedikleri açık
mekânlar açısından da farklı iki sosyal kimliğin temsilcileri olarak karşımıza
çıkmışlardır.
2.1 . Kahvehane
Kahve, doğuya has bir içecek olarak ortaya çıkmış ve kahvehaneler de doğu
kültürünün toplumsal bir kurumu olarak araştırmalara konu olmuşlardır.
Her ne kadar coğrafî olarak hem doğuda, hem de batıda topraklara sahip olsa
ve fikrî anlamda, bu iki cenahta bulunmanın her türlü zorluğunu her dönem farklı
148
Tok, a.g.e., s.132.
149
Ralph S. Hattox, Kahve ve Kahvehaneler: Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu’daki Kökenleri,
Çev.: Nurettin Elhüseyni, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, s.107.
150
A.e., s.112.
172
boyutlarıyla yaşasa da; Türk toplumunda da, doğuya has olan bu kahvehane
kültürünün önemli bir yeri vardır.
Romanlarında toplumun nabzını tutan bir yazar olarak Tanpınar da, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’nde yer verdiği Şehzadebaşı’ndaki kahvehaneyi birçok yönüyle
ele alarak, kimi zaman da toplumsal bir hiciv malzemesi yaparak, kıraathane
kültürünü bize ulaştırır.
151
Tanpınar, Beş Şehir, 203.
152
A.e., s.204.
153
Ayverdi, İstanbul Geceleri, s.21.
154
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.127.
173
derin izahat vermiştir ki, İrdal kahvehanenin kapısından adım atar atmaz, büyük bir
sevinçle ve çığlık ile karşılanır.155
Burası, hiçbir şeye hayret edilmeyen, hiçbir şeyin üzerinde fazla durulmayan,
herkesin olduğu gibi, bütün hususiyetleriyle, kabahatleriyle, sakatlıklarıyla, kabul
edildiği ve bu zaafların çokluğuyla insanın daha da makbul olduğu “garip bir
yer”dir.156 Zengin mirasyedi, müflis veya tutunmuş tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci,
ressam, yüksek memur, satranç ve dama ustaları, eski pehlivanlar, bir iki Darülfünun
hocası, bir yığın talebe, aktörler, musikişinaslar, her meslekten adam kahvenin
müdavimleri arasındadır. “Başta kahve sahibi olmak üzere bütün gedikli müşterilerin
hayatlarından özenle seçilmiş ve kendileri görülür görülmez hatırlanan bir
hikâyeleri” ve “takılmış birer husûsî adları” vardır.
155
A.e., s.127.
156
A.e., s.128
157
Tanpınar, Beş Şehir, s.211. Tanpınar, toplandıkları kahvelerle ilgili şöyle devam eder: “Kaç nesil
ve terbiye burada birleşirdi. Birkaç cephenin hâtırasını vücutlarında, hatta yüzlerinde taşıyan çoğu
malûl ihtiyat zabitleri, ordudan yaralı ve sakat ayrılmış muvazzaf zabitler, henüz Anadolu’ya
geçememiş yüksek rütbeli askerler, yarı mutasavvıf, yarı peredast son derece kibar, kimi satranç, kimi
dama meraklısı ve hemen hepsi müflis birkaç Abdülhamid devri kazaskeri, kimbilir hangi devrin
ikinci üçüncü derecede, halîm çehreli ve mütereddid ricali, aşırı milliyetçi ve Ferid Paşa casusu burada
Baudelaire’nin, Verlaine’nin, Yahya Kemal’in, Haşim’in, Nedim’in, Şeyh Galip’in hayranı genç
dergâhçılarla beraberdiler. Bizim masamız kapıdan girince sol taraftaydı. Fakat Yahya Kemal’in
konuşması ve kahkahalarımız kızışınca halka genişler, bütün bir yanı alırdık. Bilardo ıstakalarının
gürültüsü, tavla şakırtıları, garson çığlıkları arasında, Anadolu’da olup bitenlerin verdiği hava içinde
şiirden bahseder, projeler kurar, gazetelerden geç vakit dönen arkadaşlarımızdan İnönü ve Sakarya
muharebelerinin en son havadislerini alırdık.” s.211-212.
174
Tanzimat’tan sonra insanla beraber kahve zevkinin de değiştiğini ve Aziz
devrinde birdenbire bir gazete zevki yayıldığı için, kahvelerin bir kısmının
“kıraathane” adını aldığını söyleyen158 Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de
kıraathaneye dönüşmüş bir kahveden söz eder.
Her sözün şakaya alınması, bilgi birikimi gerektiren en ciddi meselelerin bile
bu kadar rahat ve gamsız şekilde konuşulması, Tanpınar’ın toplumda gözlemlediği
ve yanlışlığına işaret ettiği meselelerdendir. Bugünlere kadar uzanan, herhangi bir
yerde bir araya gelen birkaç kişinin donanımlı olup olmadıklarını sorgulamadan
böyle meselelerde ahkâm keserek, sıradan bir masa etrafında amiyâne tabirle “milleti
kurtarması” durumunun sakıncalarına Tanpınar, o zamandan dikkat çekmiş ve bunun
sebebinin, bir medeniyetten öbürüne geçişimizin getirdiği ikilik olduğunu
söylemiştir:
158
A.e., s.205.
159
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.129.
160
A.e.
161
A.e., s.129-130.
175
“Bizi sadece yaptığımız işlerden değil, onların hız aldıkları prensiplerden de şüphe
ettiren, mühim ve hayatî meselelerimiz yerine bir şaka denebilecek kadar hafif şeylerle
uğraştıran, yahut bu mühim ve hayatî meselelerin mahiyetini değiştirip bir şaka haline getiren
bu buhranın sebebi, bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği ikiliktir.”162
“Hakikaten buradaki hayat, asıl kapının dışında kalan bir hayattı. Ve onu
yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden, yahut da bir ayakları daima
eşikte, yaşıyorlardı. Hiçbir mesele yoktu ki eninde sonunda bir kaçış, bir kurtulma vesilesi
olmasın! Neden kaçarlardı, niçin kaçarlardı? Hiçbir mukavemetleri yok muydu? Yoksa
hakikaten her şeye yabancı, her şeye kayıtsız mıydılar? Hayır, burada her şey biraz afyon,
biraz uyku ilacıydı.”165
Emine’nin ölümünden sonra, tutunduğu tek dalı yitirice de, önceleri dışardan
baktığı bu kahvenin müdavimi olur. Hayri İrdal burayı, artık, kendinden başka türlü
yaşayanların, kendisini göz hapsinde tutmayan insanların yeri olarak görmeye başlar:
162
Tanpınar, “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”, Yaşadığım Gibi, s.34.
163
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.130-131.
164
A.e.
165
A.e., s.134.
176
“Onların yanında benim de hayatım oluyor, onlarla düşünüyor, onlarla beraber
yaşıyordum.”166 Her ne kadar beğenmese de, kendinin hayatına kıyasla bunlar, rahat
ve mesut hayatı yaşayan adamlardır. Bu yüzden, “abes denen şeyin bataklığı idi”
dediği kahvenin bu rahat ortamına İrdal da, “farkında olmadan boynuna kadar
gömülür.”167
177
yeterince başarılı olamayan bu insanlar, içlerindeki “dünyanın karşısında dışında
veya kenarında değil, içinde olmak, ona katılmak, onda kendini hissetmek, tanıdıklık
duygusuyla yaşamak”171 yönündeki eğilimlerini sebebiyle, bu kahvehane etrafında
bir grup oluşturmuşlardır.
Dr. Ramiz’in, “Bak, mâzi nasıl devam ediyor; şaka ciddî onu nasıl
yaşıyorlar… Hepsi hayallerinde büsbütün başka bir âlemde yaşıyor. Topluluk
halinde rüya görüyorlar.”173 dediği bu insanlar, topluma karışamasalar bile, gittikleri
kahvehane sayesinde sosyalleşmişlerdir. Nitekim Hayri İrdal, bu evreleri geçirdikten
sonra “(…) ben aralarında yeni tecrübelerimle zengin bayağı bir şahsiyet
olmuştum.”174 der.
Nerden geldiği belli olmayan, parası bitince bir müddet kahvenin ortak
hesabından yedikten sonra kibrit kutusundan maketlerle mimarlık yapmaya başlayan,
kahvedeki bir masada müşterilerini kabul eden “İsviçreli Alman müsteşrik” Dr.
Mussak da; “dünyadaki en pratik, en akla uygun çalışmaları yapan” ve “kolektif
mimariyi bulan” bir mimar olarak kahvede kabul görür.175
171
Prof.Dr.Nuri Bilgin, İnsan İlişkileri ve Kimlik, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 1996, s.5.
172
A.e., s.6-7.
173
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.133.
174
A.e., s.174.
175
A.e., s.139.
178
Sosyalleşmenin “bir özdeşleşme; yani kimlik inşa etme süreci”176 olduğunu
belirten uzmanların düşünceleri dikkate alındığında, sosyalleşerek kahveye karşı bir
“aidiyet” üstlenen İrdal’ın ya da kahvenin diğer üyelerinin, “insanın toplum ve
çevresiyle ilişkilerinde vasıta rolü oynayan ve sosyal kimliklerinin oluşumunu
hazırlayan”177 bu grup sayesinde her şeye rağmen kimliklerini elde ettikleri görülür.
Bu kimliğin tembellikten, dedikodudan, şakadan hoşlanan, uyuşukluğa dayanan
nitelikte olması da, bu sosyal grubun özelliğinden ileri gelmektedir.
2.2. Konak
İnsanın vaktinin ne kadarını geçirirse geçirsin, o vakti “kendisi olarak
geçirdiği” bir mekân olan ev, kişinin kimliği ile ilgili hatırı sayılır ipuçları verir.
Dışarıda kimliğinin üzerine herhangi bir maskeyi takmayı uygun gören bir kişi için
bile ev; bu maskeyi çıkarıp attığı bir yer olarak, kimlikle ilgili belki de en doğru
bilgileri içinde barındırır.
176
Bilgin, a.g.e., s.8.
177
A.e.
178
Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş zaman Köşkleri”, Geçmiş Zaman Köşkleri, İstanbul, Varlık
Yayınları, 1956, s.5.
179
yapıyı aksettirdiği de bilinmelidir. “Konak bu anlamda Türk kültüründe evin bir
‘simge-mekân’ı” olarak yer alır. 179
179
Handan İnci Elçi, Roman ve Mekân:Türk Romanı’nda Ev, İstanbul, Arma Yayınları, 2003, s.27.
180
A.e., s.121.
181
Tanpınar, Mahur Beste, s.88-89.
182
A.e., s.75.
180
konak daha vardır ki,183 bu konak; konakların, sayıları konağın sahiplerinden fazla
olan hizmetkârların elinde nasıl döndüklerine ve konağa hizmet etmek için giren
hizmetkârların nasıl gün gelip de konağın bütün hayatına yön verdiklerine çarpıcı bir
örnektir. Atâ Molla’nın damadı Halit Bey’in yetiştiği bu konak Süpürgeciler Kâhyası
Sırmakeş Nuri Bey’in konağıdır. Konağa gelen gelin ve damadın eski emektarlarını
da getirmeleriyle çalışanlar arasında nüfuz gösterilerine ve gizli savaşlara sahne olan
bu konak, hizmetçilerin evden ayrılanlarının bile başı sıkışınca dönüp tekrar
yerleşmeleriyle hep kalabalık ve karışıktır.
183
A.e., s.108.
184
A.e., s.40.
181
besteleri dinlerler.”185 Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne gelindiğinde ise, artık bu işlevi
sürdüren bir konak kalmamıştır.
185
Elçi, a.g.e., s.38.
186
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.31.
187
Tanpınar, Beş Şehir, s.58.
188
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.24.
189
A.e., s.24-25.
182
Cemal’in babasının tespiti dikkat çekicidir. Ona göre, mahallelerine bu son
devrin getirdiği en büyük değişiklik yeniden yapılan evlerin ölçüsünde olmuş;
imparatorluk küçüldükçe, orta sınıfın şehirli evi de küçülmüş ve hizmetçi kadrosu
daralmıştır. Ev hanımları, “konak yavrusu denen evleri tercihe başlamışlar ve
Meşrutiyet’e doğru ise “kutu gibi”, “iki bakla bir nohut”, “şöyle idaresi kolay”
tâbirleriyle tarif edilen ölçüye inmişlerdi(r).”190
Abdüsselâm Bey, kalabalığı seven, insan canlısı, kibar, zarif bir İstanbul
beyefendisidir ve bu genişliği farkında olmadan “aşı boyalı cephesi bitmek tükenmek
bilmeyen” konağına “imparatorluğun her köşesinden gelme, damat, gelin, birkaç
yenge enişte, sayısız adette çocuk, belki bir kadar da kaynana, kaynata, ihtiyar hala,
teyze, genç yeğen, sekiz on halayık yığmasına” sebep olur.192
“İlk önce Bosna-Hersek, Bulgaristan, Şarkî Rumeli ve Şimalî Afrika arazisi ile
beraber birader beylerle hemşire hanımlar ayrıldılar, sonra Balkan harbi sıralarında küçük
beylerin ve gelin hanımların bir kısmı evden çıktı. Sonuna doğru hemen hemen yalnız Ferhat
Bey’le –kardeşinin damadı- kendi çocuklarının bir kısmı kaldı.”193
190
A.e., s.25.
191
Elçi, a.g.e., s.120.
192
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü,s.39.
193
A.e., s.41.
183
Burada yetişen bir kız olan Emine’yle evlenen Hayri İrdal’ın “Nuri
Efendi’nin muvakkithanesine gidip gelmeğe başladığı sıralarda ise konakta “ancak
otuz yedi insan kalmış”tır.194 Konağın masraflarına kimseyi karıştırmayan, para
sıkıntısını hiç kimseye fâş etmeden borçla yaşayan Abdüsselâm Bey’in neşeli tabiatı
yavaş yavaş bozulmaya başlar. Yaşayan yaşamayan bütün akrabalarına hediyeler
alıp, hepsini doyuracak bollukta yemekler pişirterek, her an kapı zilinin çaldığı
düşüncesiyle ayakta geçirdiği bayramlar da artık, kimsenin gelmemesi yüzünden her
şeyin tekrar odalara kaldırılmasıyla son bulur.195 En son olarak konakta sadece
H.İrdal’la ve Emine’yle kalan Abdüsselâm Bey, o koca konakta “bir aşiret kadar
kalabalık oğul, torun, hısım ve akraba içinde yaşayan adam; kendisine her sûretle
yabancı iki insanın elinde” ölür.196
Osmanlı konağının yıkılışında iki önemli faktörün rol oynadığı belirtilir. 198
Bunlardan ilki konağı besleyen ekonomik düzenin sarsılması, İmparatorluğun
yaşadığı mâli sıkıntıların saraya yakın devlet adamlarının ve bu çevrelere yakın
zengin ailelerin mekânları olan konakları doğrudan etkilemesi; ikincisi, batılı hayat
tarzının kapısından içeri girdiği konakları ailenin genç üyeleri ve kadınlarından
başlamak üzere bir değişime tabi tutması ve değişimin sonunda herkesin kendi
modern hayatını yaşamak üzere apartmanlara dağılmasıdır.
194
A.e.
195
A.e., s.86.
196
A.e., s.89.
197
Elçi, a.g.e., s.27.
198
Daha ayrıntılı bili için bkz. Elçi, a.e., s.45.
184
“Konak-köşk-yalı-ev-apartman-pansiyon çizgisinde müşahede edilen bu değişme
veya küçültme, söz konusu mekânlarda yaşayan ailenin nitelik ve niceliğindeki değişmenin
de güzel bir ifadesidir. Türk toplumunun sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik
hayatı ve kıymet hükümlerinde yaşanan bozulma ve çözülme vetiresinin boyutları,
mekândaki değişmelerle açıkça vurgulanmıştır. Çünkü her mekân tipi belli bir zihniyet,
kültür ve dünya görüşünün ifadesi veya sonucudur. Ayrıca konaktan apartmana uzanan
çizgide, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin serüveni de gizlidir.”199
2.3. Apartman
“Mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üst kattakinden habersiz, ölümüne
dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi her penceresinden ayrı bir radyo merkezinin
nağmesi taşan apartman al(ır).”200 Huzur’da Adile ve Sabih, Beyoğlu’nda
apartmanda otururlar. Bir süreliğine o taraflara taşınan Nuran’a yakın olmak için
Mümtaz da Taksim’de bir ev kiralar ancak, “bir türlü bu apartmana alışamaz” ve
apartmanda, dairesindeki eşyaların arasında “ızdırap” çeker.201
199
İsmail Çeşitli, Memduh Şevket Esendal –İnsan ve Eser-, İsparta, Kardelen Kitabevi, 1999, s.243,
276.
200
Tanpınar, Beş Şehir, s.156-157.
201
Tanpınar, Huzur, s.324.
202
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.188.
185
İsmail Molla’nın Boğaz’daki yalıyı satmaması, Tevfik Bey’in köşkte huzur bulması,
Cemal’in mahalleyi bırakıp giden konaktaki paşalarla ilgili söyledikleri, Mümtaz’ın
genç yaşına rağmen, apartmanda rahat edemeyerek, Emirgan’daki bahçeli evi
özlemesi, Nuran’ın annesiyle, dayısıyla Kanlıca’da bir büyük evde yaşaması ve
bütün hayallerini Mümtaz’ın Emirgan’daki evinde yaşamaktan yana yapması, oranın
bahçesini tanzim etmek için plânlar çizmesi; bu kahramanların yaşları ile değil,
kimlikleri ile ilgilidir. Geleneksel yapının bir yerinden tutularak korunması ile ilgili
düşünceleri, toplumun geçmişine ve bu geçmişin izlerini canlı tutan mimariye
verdikleri önem, bir arada yaşamaktan, aile fertleri ile birlikte vakit geçirmekten
duydukları zevk, onların yaşayacakları yer konusunda eskiyi sürdürme eğilimlerinin
olmasına yol açmıştır.
Enstitüsü binası için böyle bir plân çizen, saat fikrinin binanın bünyesine
girmesi”204 amacıyla binayı büyük bir saate benzeterek tasarlayan, 720 metrekare boş
holüyle, “lüzumsuz yenilikleriyle” tamamladığı bu projeden ötürü “Milletler Arası
Mimarlık Cemiyeti’nin fahrî azası” olan, birkaç cemiyetten madalya ve devletten
nişan alan205 Hayri İrdal’a, enstitünün lojmanlarının plânını da çizmesi konusunda
Halit Ayarcı’dan destek gelir. Ancak, enstitü binasının “parlak muvaffakiyetine
203
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.58.
204
A.e., s.350.
205
A.e., s.359.
186
rağmen”, “Saat Evler”in plânların İrdal tarafından yapılmasını Halit Ayarcı teklif
eder etmez, onu “o kadar alkışlayan arkadaşların hiçbiri” bu işe razı olmazlar:
“Enstitünün son derece orijinal olduğunu aylarca iddia eden, bundan son derece
mesut görünen, günde değilse bile haftada hiç olmazsa iki defa inşaat yerine gidip
seyredenler, dönüşte tebrik için odamın kapısında birbiriyle itişen en yakın dostlarımız buna
itiraz ettiler. En insaflıları:
- Bunlar hususî evlerdir. Bizden sonra çoluk çocuğumuza kalacak! Fazla orijinal
olmasına ihtiyaç yoktur. Sağlam, ucuz, emniyetli olması kâfidir! diyorlardı.
Bazıları ise daha ileriye giderek:
- Dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız para ile tecrübeye girmeyiz. Biz ev
istiyoruz, dâhiyane eser değil! diye haykırıyorlardı.”206
206
A.e., s.364.
207
A.e.
208
Elçi, a.g.e., s.53-54.
209
A.e.
210
Göka, a.g.e., s.156.
187
Neticede bu tek düze yapıların, içinde isteyeceği insanlar da, tek düze
kimliklerdir. Evi sahiplenmenin, onunla bağ kurmanın, komşuyla ilişkinin ortadan
kalktığı, özenme ve özendirmeyle insanların bahçeden ve yeşilden koptuğu,
aynîleşerek yapmacık ve sahte bir orta noktada buluştuğu, tüketmeye ve değiştirmeye
odaklı bir zihniyetle bugünlere taşınan bu değişim, konaktan apartmana ilk geçişlerle
başlamıştır.
Cemiyet, Doktor Ramiz’in altı seneden beri düşündüğü bir projeyi fiiliyata
geçirmesi ile açılır. Dr. Ramiz, kendisinden başka doktorun bulunmadığı bu
cemiyetin müdürü olarak da Hayri İrdal’ı tayin eder.212 Bir odada kurulan bu
cemiyetin anahtarı da, müdür sıfatıyla İrdal’ın cebinde durur. Verilen konferanslar
sebebiyle kapısı ancak iki defa umuma açılan bu enstitü, aynı zamanda İrdal’ın,
karısı Pakize’nin dikkatini çektiği yerdir.213
211
Şaban Sağlık, “Bir Şahsî Nizamın Peşinde Estetiği ve Felsefeyi Arayan Adam: Ahmet Hamdi
Tanpınar, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.109.
212
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.145.
213
A.e., s.146.
188
ufak tefek izahlar mukayeselerle” okur.214 Bu konferans, peş peşe bütün
dinleyicilerin garip sesler çıkararak uyuması, hatta en sonunda konuşmalarına kendi
bile dayanamayarak Doktor Ramiz’in de kafasının masaya düşmesiyle son bulur.215
Cemiyetin başka bir icraatı da olmaz.
Tanpınar’ın psikanalizi ve cemiyeti yan yana getirerek batıdan gelen bir bilim
olan psikanalize, kuruluş amacı anlaşılamayan, mensupları belli olmayan bir cemiyet
içinde yer verişi; psikanaliz gibi kişinin bastırdığı ve görmezden geldiği düşünülen
bütün durumların -bilinç ötesi bir çatışmayı tetiklediği için- tek tek saptanmasına
dayanan bir bilimi, basit bir ‘çocukluğa inme’ veya ‘rüya deşme’ işlemi gibi
gösterişi; psikanalizi uygulayan doktoru akıl sağlığı hakkında soru işaretleri
bırakacak bir kahraman olarak seçişi; psikanalizle bilinç ötesine ulaşılmaya çalışılan
kahramanın kimliğini de gariplikler karmaşasından örüşü, elbette ki onun ironi
noktasında bu olayı nereye koyduğunun göstergesidir.
214
A.e.
215
A.e., s.148.
216
Prof.Dr.İsmail Ersevim, Freud ve Psikolojinin Temel İlkeleri, İstanbul, Nobel Tıp Kitabevi,
1997, s.318.
217
Prof.Dr.İsmail Ersevim, Freud ve Psikolojinin Temel İlkeleri, İstanbul, Nobel Tıp Kitabevi,
1997, s.324.
189
‘hasım’ addetmesi”218 şeklinde izah edilen bu kompleks etrafında toplamak için
adeta her durumu zorlar:
“- Evet! Hastalığınız anlaşıldı, dedi. Sizde tipik bir baba kompleksi var. Babanızı
beğenmemişsiniz… Bu o kadar mühim değil. Reşit olmak için belki de en kısa yoldur. Fakat
siz daha mühim bir şey yapmışsınız…
(…)
- Neymiş doktor?..
- Mühim bir hastalık… Fakat daha kötüsü de olabilirdi. Merak etmeyin, kolaylıkla
önlenecek bir şey… Tipik, fakat zararsız…
Tekrar uzaklaştı. Odanın öbür ucunda bir iskemleyi ‘adeta siper alır gibi önüne
çekti. Onun arkalığına dayanarak ilâve etti.
- Demin de dedim ya… Siz babanızı beğenmiyorsunuz… Beğenmemişsiniz.
- Aman doktor!..
- Dinleyin, dinleyin… Beğenmedikten sonra kendiniz onun yerine geçeceğiniz
yerde, kendinize durmadan baba aramışsınız… Yani reşit olamamışsınız. Hep çocuk
kalmışsınız! Öyle değil mi?
Yerimden fırladım. Bu fazlanın fazlasıydı. Düpedüz iftiraydı, hainlikti, zalimlikti,
beni bir kalemde insanlığın dışına çıkarmaktı.”219
Doktor Ramiz’in psikanalizle ilgili olarak bir de, öngördüğü rüyaların İrdal
tarafından gerçekten görülmesi arzusu vardır:
218
Prof.Dr.İsmail Ersevim, Freud ve Psikolojinin Temel İlkeleri, İstanbul, Nobel Tıp Kitabevi,
1997, s.69.
219
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.110.
220
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.117.
190
olduğu, herkesin bir “ruh”unun ve bu ruhuna, medyumluğuna dair bir hikâyesinin
olduğu, İrdal’a göre “şenlikli” bir cemiyettir. Herkesin çağırdığı ya da konuştuğu
ruhla ilgili hikâyeleri görünürde kabul görse da ikili kulislerde sürekli eleştirir ve
olay lime lime edilerek doğruluğu her açıdan sorgulanır. Ancak bu hikâyelerin çoğu
topluluğun “cankurtaranlarından” olduğu ve bunlar sayesinde “ölümün bilinmezi
canlandığı için” bir apartman dairesinde toplanan bu insanlar için bütün bu ruhlar
“birer yalan olsalar bile mevcuttular.”221
Cemiyetin bir diğer üyesi Nevzat Hanım, kocası öldüğünden beri cinsî hayata
kendisini kapatan, “Şişli’de ihtiyar kaynanasıyla beraber oturduğu büyükçe bir
apartmanda masa tecrübeleri yaparak ve ispiritizmaya dair kitaplar okuyarak”
yaşayan yalnız bir kadındır. Bu tecrübelerde eve alışan “Murat” adlı bir ruh ise, ne
onu ne de Nevzat Hanım’la ilgilenen herhangi birini yalnız bırakmaya niyetli
değildir.223 “Öbür hayatın derinliğinden bizim dünyamızın işleriyle sıkı sıkıya
alâkadar olan”, telefonlara çıkarak karşısındakini azarlayan, nasihat veren bu ruh,
cemiyetin belli başlı mevzularındandır.224
221
A.e., s.165.
222
A.e., s.152-153.
223
A.e., s.153.
224
A.e., s.154.
191
türlü bırakamadığı için” evlenmeyen225 bu kız, Hayri İrdal’ın tarifine göre, “sımsıkı
bir ten, her ağzını açışta bir ispirto alevi gibi parlayan otuz iki diş, uzun kirpikleri
arasında telkinleri bir ufuk gibi derinleşen bakışlar, konuştukça sizin boğazınızda
düğümlenen İtalyan babasından kalmış ağdalı, hardal gibi sert ve dik, ve yine de son
derece tatlı bir ses, isteyerek çolpalaştırdığı hareketleriyle bir örümcek gibi dört
tarafınızı saran eller, bir yığın cazibe ve dostluk, hulâsa belki de farkına varmadan
hareket ve hücum hâlinde bütün bir kadınlıktı(r).”226 Kendisini gece yarılarında
uyandıran ve eline kağıt kalem aldığı zamanlar tebliğde bulunan ölmüş halası
“Neden gelip mirasınızı almıyorsunuz, sahip çıkmıyorsunuz?” diye kızın üzerinde
baskılar kurarak onu İtalya’ya çağırmış ve annesiyle İtalya’ya bunun için gidip dönen
Afroditi, her boş kaldığında eline kalem alıp masanın başına geçerek halasının tekrar
konuşmasını beklemiştir.227
Sabriye Hanım, Cemal Bey’e aşıktır. Ancak sadece Cemal Bey’e olan aşkı
için değil, insan işlerine olan merakı yüzünden cemiyete girmiştir. “Daha beş
yaşından itibaren bir fareye benzeyen küçücük yüzünden alabildiğine açılmış
gözleriyle ve alabildiğine delik kulaklarıyla evin içinde olan biten ne varsa hepsinin
aslını öğrenmeye çalışan”; “otuzuna kadar yaşadığı dünyada olup bitenleri iyice
öğrendikten ve bilhassa öğrenme cihazlarını iyice kurduktan sonra öbür dünyaya
merak salan” bu kadının amacı; “öbür dünya dediğimiz büyük depoda” kendi
sırlarının üzerine kapanarak bekleyen insanların meselelerini halletmektir.228
Nitekim, sonraları “cemiyet dağıldıktan sonra büsbütün canım sıkılıyor”229 diyerek
şikayet eder.
Atiye Hanım, yazacağı bir Kösem Sultan romanı için Afroditi’yi canlı bir
örnek olarak alan bir romancıdır.230 Bu romancı için yaşamak; “sevmek, sevişmek,
erkek değiştirmek, ıstırap çekmek”tir. Sanat hayatındaki yaptıkları ve romancı
kimliğiyle cemiyette bulunan ve “birbiri ardınca çıkardığı on altı romanı, bu
225
A.e., s.163.
226
A.e., s.158.
227
A.e., s.160-161.
228
A.e., s.167-168.
229
A.e., s.254.
230
A.e., s.165.
192
yorulmaz erkek müstehlikini ancak on sene evvelki aşkına kadar getirebildiği ve
aradaki on senede “hiç olmazsa bir o kadar daha erkek harcadığı, asil hislerle içlenip
üzülüp ıstırap çektiği” için hayatının kendisine hazırladığı mevzuları henüz
bitirememiştir.231
Tayfur Bey ise, “bazı anlarda soğukkanlı, içten hesaplı, yahut daha ziyade
kendi tarafından kurulmağa müsait bir insandı(r).”235 Nevzat Hanım’a tutulduğu için
bir engel olarak gördüğü karısını öldürmüş, sonra da Nevzat Hanım’a tutkun
olduğunu öğrendiği Cemal Bey’in hayatına onu doğrayarak son vermiştir.
231
A.e., s.165-166.
232
A.e., s.166.
233
A.e., s.172.
234
A.e., s.168.
235
A.e., s.307-308.
193
Şuayp Bey, zengin bir tüccar,236 Nail Bey akıllı bir avukat,237 Semih Bey,
Nevzat Hanım’a tutkun bir genç238, Cemal Bey’in karısı Selma Hanım239 ise İrdal’ın
sevgilisidir.
236
A.e., s.154.
237
A.e.
238
A.e., s.166.
239
A.e., s.156.
240
A.e., s.172.
241
A.e., s.173.
242
A.e., s.174.
243
A.e., s.152.
194
Toplumdaki hızlı teknolojik ve sosyal değişmeden etkilenen insanın
gereksinimlerinde de çok büyük değişiklikler olduğunun belirten sosyal bilimciler,
İspiritizma Cemiyeti’ne benzer cemiyetlerin de böylesi gereksinimlerin sonucu
ortaya çıktığını belirtirler: “(…) büyük kent yaşamında yabancılaşma tehlikesiyle
karşı karşıya kalan modern insan, kendine yeni bir benlik, yeni bir yer, ait olduğu
yakın bir grup aramakta, bunun için t-grupları, karşılaşma grupları kurmakta, birincil
ilişkiler geliştirmekte, hatta mistik yeni dinlere ya da Uzak Doğu din felsefesine
dönmektedir. Bütün bunlar da, geçinebilmesi için eskisi kadar çalışması
gerekmediğinden, boş zamanı ve parası olmasına dayanmaktadır.”244
244
Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, İstanbul, Beta Yayınları, 1985, s.282.
245
Modernleşmenin Paradoksları, Hans Van Der Loo, Williem Van Reijen, İnsan Yayınları, İstanbul
2003, s.174-175.
246
A.e.
195
Cemiyetleşmenin yalnızlığı çözeceğini, modernleşmenin insan üzerindeki
olumsuz sonuçlarının bu ve benzeri kurumlarla giderilebileceğini düşünen anlayışa
karşı, Tanpınar, “beraberce yalan söylenilen” ve beraberce söylenilen yalanlara
inanılan bu cemiyeti, “bir örnek olarak” toplumsal hicvin tam göbeğine oturan
romanına yerleştirmiş ve bu cemiyetteki kahramanlar aracılığıyla, kendini kaybeden
ve kimliğine dair bütün kodlamaları yitiren insanın sonradan oluşturacağı kimliğinin
doğruluğu, geçerliliği, güvenilirliği hakkında okuyucuyu düşündürmeyi
amaçlamıştır. Yalandan kimliklerle ortalarda dolaşan ve yalandan hayatlar kurulan
böyle bir ortamda, insanlar canları sıkıldığında cinayetler işlemekten çekinmeyecek,
toplumun huzuru ve devamlılığı gibi meseleler bu insanlar için hassas noktalar
olmadığından, aile ve toplum çökmeye yüz tutacaktır.
“Daha ziyade bir masala benziyordu. Ben Halit Bey’e bir şeyler anlatmıştım. Halit
Bey birbirini tutmayan saatlere bakmış ve o esnada işsiz olduğumu hatırlamıştı. Başka
insanlar ona inanmışlardı. Bu esnada şehrin saatleri birbirini tutmadığı için büyük bir zata ait
cenazede mühimce bir zat bulunamamıştı. Bu yüzden on günün içinde bize bir bina
bulmuşlar, ücret ayırmışlar, iyi kötü döşemişler, bu yetmiyormuş gibi gün geçtikçe
eksiklerimizi tamamlıyorlardı. Böyle iş olur muydu? Hayatta yeri neydi bunun?”247
İrdal bir yandan ne işe yarayacağını bir türlü kestiremediği bu enstitünün çok
gereksiz olduğuna inanmasına ve bunu insanların muhakkak fark edeceğini
düşünmesine rağmen, bir yandan da geçirdiği parasız günlerden sonra enstitü
sayesinde kavuştuğu imkânlardan olma endişesini taşır.
247
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.227.
196
İrdal’ın kafasındaki felâket teorilerinin aksine, enstitü her gün biraz daha
kabul görür. Hatta bir sabah belediye reisi ve belediye reisi yardımcısının ziyaretiyle
canlılığa kavuşur. Ayarcı, belediye reisi ve yardımcısına, Nermin Hanım’ı
entelektüel kalem şefi ve İrdal’ı da müesseseye hizmet için fahrî çalışan bir gönüllü
olarak tanıtır. Gezilecek bir yeri olmayan bu iki odayı saatlerce gezerek “tecrübeli
adam” olmalarının verdiği edayla “bulunduğu yerle öteki odanın arasındaki birkaç
adımı yarım saatlik mesafe yapan”248 belediye reisi, en basit şeylerin karşısında bile
birkaç saniye durup düşünmesini bilir. İrdal da böylece “bu cins gezme ve görmeler
için ne öyle gezilecek bir mesafeye, ne de görülecek şeye ihtiyaç olmadığını” anlar.
Enstitünün sekreteri Nermin Hanım, insanla dost olması için bir dakika
görmesi kâfi olan, hayatında hiçbir sırrı bulunmayan, sükûtu sevmeyen, kimseyle
dargın olmayan ve üç kocasından da darılmadan dostça ayrılmayı başarabilen,
gününü ya örgü örerek ya da konuşarak geçiren bazen her ikisini de birlikte yapan,
aklı başında erkeklerin bu asırda karılarını kıskanmayacaklarını düşünen bir
kişiliktir. Kayınvalidesinin de bu enstitüye katip olarak girmesini istediğini ancak,
Ayarcı’nın yakışık aşmaz diyerek; “Bu modern bir müessesedir. Genç hanım lâzım.”
şeklinde karşı çıktığını belirten ve “Şimdi genci ihtiyarı pek belli olmuyor ya…
Eteklerinizi biraz kısaltıp saçlarınızı da kestirdiniz mi… Hele başınıza bir de bere
koyarsanız…”249 diye modernlik tarifi verir.
İlk başlarda bir müdürü, bir müdür yardımcısı olan enstitünün bir neşriyat
müdürüne, bir kalem müdürüne, bir muamelât ve daire müdürüne ve bu mutlak
kadronun tesisinden sonra da “Zemberek, Mil, Yelkovan” gibi şubelere ihtiyacı olur.
Ancak kadronun kurulması ve personel alımı için bulunan yöntem, oldukça ilginçtir.
Tam referansı olmayan ve tanınmayan kimseler alınmayacak, böylece prensipli bir
kadro kurulacaktır. Memurların yarısı kendi akraba ve yakınlarından, yarısı da
dışardan güvenilen yüksek insanların tavsiyeleri ile alınacak ve bu şekilde her türlü
248
A.e., s.232.
249
A.e., s.225.
197
dedikodu önlenecektir.250 Hatta her şeyi önceden düşünen Ayarcı, daha sonradan
oluşabilecek kıskançlıklar, çıkabilecek laflar sonucunda lüzumlu unsurları çıkartmak,
yakın akraba ve dostları feda etmek zorunda kalmamak için, bir iki günah keçisi
alarak tedbiri elden bırakmama düşüncesindedir. Bu yüzden enstitüye, kolaylıkla
vazgeçilebilecek ve böyle durumlar hâsıl olduğunda vicdan azabı çekmeden,
kimseyle kötü olmadan atılabilecek personel de alınır.251 Örneğin o zamana kadar
hiçbir iş görmemiş, Şair Ekrem Bey, “genç bir insan, bozulmamış bir kabiliyet”
olduğu için enstitüye girer.252
Yeni mekân olan ayar istasyonları için de personele ihtiyaç vardır. Duran
saatlerin ayarlanması için uğranacak bu şubelerde genç hanımlar tercih edilir. “Bu
istasyonlara öyle zarif bir şekil vereceğiz, o kadar güzel elemanlar bulacağız ki, en
işlek mağazaları geçecek.”253 diyen Ayarcı’ya bu konuda bir destek de İrdal’dan gelir
ve İrdal, bu elemanların muayyen bir üniforması da olması gerektiğini düşündüğünü
söyler. Ayrıca, burada çalışacak insanlara, son zamanlarda insanlar arasında alıp
başını giden “baba, amca, dayı, usta, patron, yenge, abla” gibi akrabalık ifade eden
hitaplardan kaçmayı ve müşterilere hitap tarzını husûsî şekilde öğretmek gerektiğini
düşünür:
250
A.e., s.239.
251
A.e., s.248-249.
252
A.e., s.248.
253
A.e., s.249-250.
254
A.e., s.251.
198
“erkekler içinde de hiç olmazsa kadınlar kadar beyinsiz bulunduğuna” emindir ve her
iki tarafa da aynı şekilde görmesi gerektiğini düşünür ama fazla ısrarcı olmaz.255
Saat Ayar İstasyonları çoğalır. Tüm şehirde bir yığın genç kız ve erkek,
sırtlarında Sabriye Hanım’ın icadı üniformalar, yakalarında rozetlerle, gidip gelirler
ve umumî hayata neşe katarlar.256
“On sene evvel her yaptığımızı beğenen, öven, geniş teşkilatımızı dünyaya bir örnek gibi
gösteren gazeteler, vaktiyle o kadar dostum olan, gerek resmî kokteyllerimize, gerek basın
toplantılarımıza can atan gazeteler şimdi aleyhimize yazmadıklarını bırakmıyorlar.”258
“Talih herhangi bir adam gibi yaşama imkân vermemişti. O hâlde muvaffak
olmam için daha cesur, daha atılgan ve daha kayıtsız, insanlarla münasebetimde daha
255
A.e., s.252.
256
A.e., s.304.
257
A.e., s.300.
258
A.e., s.15.
259
A.e., s.246.
199
dişli bir adam olmalıydım.”260 Diyen İrdal da, bu yeni enstitünün ve onun ortamının
şartlarına uyum sağlayabilmek için elinden gelen her şeyi yapar.
İrdal, enstitünün ve modern hayatın şartlarında yeni bir insan olma konusunda
en büyük sınavını ise, belediye reisinden daha salâhiyetli ve mühim zatın enstitüyü
ziyareti esnasında verir. Ahmet Zamanî Hazretleri’nin kim olduğunu merak eden
mühim zatın meraklarını gidermek İrdal’ın işidir. “Halit ayarcı beni yolun ortasına
kadar götürmüştü. Bundan sonrası benim işimdi Nereye gideceğimi biliyordum.”
diyen İrdal, hazretin kaşından gözüne, sevdiği yemeğe, hastalığına kadar birçok
konuda yalanları arka arkaya sıralar.261 “Ucunu bucağını bilmediğim, her gün bir
yeni parçasıyla karşılaştığım âdeta tefrika hâlinde bir yalan olmuştum.”262
diyerek, ne kadar değiştiğini onun yüzüne karşı da söyleyecektir. Aynı şeyi Halit
Ayarcı da İrdal’a açıkça ifade eder. Karısının gazetelere verdiği röportajda baştan
aşağı uydurma bir İrdal çizmesi, İrdal’ın hayatıyla uzaktan yakından alâkası olmayan
bir hayatı İrdal’ınmış gibi anlatması, Ayarcı’ya göre, İrdal’ın kendini değiştirmesi
yolunda bir şanstır:
260
A.e., s.250.
261
A.e., s.264.
262
A.e., s.265.
263
A.e., s.256.
264
A.e., s.278.
200
Bütün bunların arasında, İrdal gerçekten de değişir. Modern enstitünün müdür
yardımcısı olarak artık enstitüyü de, iş üretmeyen iş felsefesini de, Ayarcı’yı da,
kabullenir artık ve bundan pek hoşlanmasa da, değiştiğini kendisi de itiraf eder:
“Fakat yazık ki değişmiştim…”265 Değişen İrdal, “tekrar yarınsız ve hiçbir şeysiz bir
insan” olmaktan, sokağa düşmekten, alıştığı nimetleri kaybetmekten korktuğu,
“güvensizlik” ve “küçülme” dolu günler yaşamak istemediği, başta Selma Hanım
olmak üzere “hayatını yapan bir yığın şey”in de enstitü ile beraber gideceğini
düşündüğü için de, başlarda ne için kurulduğunu bile anlamadığı ve içten içe
birilerinin gelip kapatmasını beklediği enstitünün, lağvedilmesini istemez.266
265
A.e., s.298.
266
A.e., s.300.
267
A.e., s.304-305.
268
A.e., s.58.
269
A.e.
201
Adı üzerinde “saat ayarlayan” modern bir enstitü kurulmuş ve insanların
hizmetine sunulmuştur. “Yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum olmadığını
düşünen”270, “yeni insanın realizmini “bozguncu olmak” olarak açıklayan, hayatta
birçok şeyin “para meselesi”271 ile halledilebileceğini ve “bilginin bizi
geciktirdiğini”272 söyleyen Halit Ayarcı’nın işi sadece saatleri ayarlamak olan bir
enstitünün gerekliliğine herkesi inandırması gerçekten şaşırtıcıdır. Enstitüde bir iş
yapılamadığını ve çalışanların müspet bir işlerinin olmadığını düşünen İrdal’a çıkışır
Ayarcı:
“Müspet işten kastınız nedir? Herkesin inandığı aklın bir lâhzada kavradığı değil
mi? Meselâ hamallık! Eşya var, bir erden bir yere gidecek, götürülecek. (…) Ama sizin
aklınızla, mantığınızla hepsine itiraz edilebilir! On dakika, hatta beş dakika, üç dakika
üzerinde düşünmek her işi gülünç yapabilir. Herhangi bir şeyi mantığın dışına
çıkarabilmemiz için ona biraz dikkat etmemiz kâfidir. (…) işler bizden sonra dünyaya
gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder. Biz de bunu icat ettik. Bunu bizden
evvel kimsenin düşünmemesi veya başka şekilde düşünmüş olması müsbet olmasına mani
midir, sanıyorsunuz? Biz bir iş yapıyoruz, hem mühim bir iş… Çalışmak, zamanına sahip
olmak, onu kullanmasını bilmektir. Biz bunun yolunu açacağız. Etrafımıza zaman şuurunu
vereceğiz. İçinde yaşadığımız havaya bir yığın kelime ve fikir atacağız.”273
Havada uçuşan bir sürü kelime ve fikir dünyada bile kabul görür ve
enstitünün sınırları ülke dışına taşar.
270
A.e., s.220.
271
A.e., s.217.
272
A.e., s.338.
273
A.e., s.245.
274
Berna Moran, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman,
Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.279.
202
şirketler ve bir takım menfaat dolapları”nın, “psikopat, manyak ve tufeylî” tiplerin
bir yansımasıdır.275
Bir kapalı mekân olarak bu enstitünün topluma ait yansıttığı bir zihniyet
vardır. Tanpınar, bu enstitü ile “bizim içtimai hayatımızın gizli noktalarına kuvvetli
bir projektör çevirmiş”276 ve enstitüdeki kahramanların kimliğinde yeni dönem
insanlarımızın hayata bakış açılarını, düşünce dünyalarını örneklemiştir. Enstitüde,
İrdal’ın iradesizliğe ve uyma davranışına ayarlanmış kimliği; Halit Ayacı’nın
değiştirici ve dönüştürücü kimliği; amaçsız, hedefsiz bir işe yaramayan insanların laf
kalabalığına boyun eğen kimlikleri vardır.
“Tatbik kabiliyeti olup olmadığı düşünülmeden veya ona göre umumî efkâr veya en
zarûri vasıtalar hazırlanmadan birtakım ıslahata, yeniliklere teşebbüs edilir: İçinde çalışacak
insanlar düşünülmeden, bunlar yetiştirilmeden teşkilatlar kurulur; tatbik edecek hâkimler,
memurlar yetiştirilmeden kanunlar, talimatnameler, nizamlar vazedilir; en lüzumlu
elemanlar, mühendisler, usta amelleler temin edilmeden fabrikalar, muallim yetiştirilmeden
mektepler açılır. Dahası var. Ortada henüz rüştiyeden başka mektep, elde yetişmiş talebe
veya hoca yokken Darülfünun kurulmak istenir. Bu öyle zararlı bir hareket tarzıdır ki, bütün
275
Ahmet Kutsi Tecer, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah
Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.143.
276
Mehmet Kaplan, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah
Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.123.
203
yenilikleri, ıslahat hareketlerini, reform teşebbüslerini daha başlangıcında akamete mahkûm
etmekle kalmaz; bugün bile kurtulamadığımız eski şark teamüllerinden, hurafelerinden, usul
ve itikatlarından daha tehlikeli bir itiyadın cemiyete yerleşmesine sebep olur. İşte,
Tanzimatın en büyük fenalığı buradadır. (…)Şu halde bir kültür değişmesinde esas olan
mesele, eskinin yanında –yani o tamamıyla yıkılmadan- yeninin kurulmasında değil, yeninin
hakikaten bütün şartlara uygun düşecek bir şekilde tam olarak alınıp alınamamasındadır.”277
Tanpınar birer kapalı mekân olarak kahvehanelerle, kurumlar aynı kalsa bile
bir geçmişin aynıyla devam edemeyeceğine dikkat çekmiş, konak ve apartmanlarla
toplumsal dönüşümü gözler önüne sermiş, özellikle İspiritizma Cemiyeti ve Saatleri
Ayarlama Enstitüsü gibi iki sembolik kurumla toplumsal hicvi gerçekleştirmiştir.
277
Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları,
1972, s.257-258.
278
Göka, a.g.e., s.97.
204
İster açık mekân olsun, ister kapalı mekân; yaşanılan, sevilen, kabul gören,
sürekli gidilen ya da gidilmeyen, içine girilen-girilmeyen, yanından geçilmek
istenen-istenmeyen, huzur ya da sıkıntı veren mekânlar, roman kahramanlarının
kimliklerini sunarken kullandıkları önemli birer gösterge olarak karşımıza çıkmıştır.
Toplumla, hayatla, insanla bütünleşmek ya da bunlardan farklılaşmak isteyen roman
kahramanlarının bu konuda yardım aldıkları en önemli unsurlardan biri mekân
olmuştur.
205
III.BÖLÜM: TOPLUMSAL İLİŞKİLER AÇISINDAN
TANPINAR’IN ROMAN KAHRAMANLARI
1.1. Erkekler
1.1. 1. İdealistler
Tanpınar’ın bütün romanların da gidişatı değerlendiren, toplumu
gözlemleyen, yorumlayan bir aydın kadrosu vardır. Mahur Beste’de padişahı tartışan,
Meşrutiyet’e göz kırpan ya da karşı çıkan; Sahnenin Dışındakiler’de Birinci Dünya
Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na doğru akan takvimde ülkenin bağımsızlığı için
Anadolu hareketine destek veren; Huzur’da Cumhuriyet dönemi’nin uğradığı
başarısızlıklar karşısında çözüm yolları arayan İkinci Dünya Savaşı’nın ağırlığını
üzerinde hisseden; Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise, medeniyet dönüşümünü ve
yeniliği henüz hazmedemediği için arada kalan, kültürlerarası problemler yaşayan
aydınlar vardır.
1
Fethi Naci, “Münevver’den Entel’e”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Haz. Sabahattin Şen,
İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 1995, s.182.
2
Yunus Balcı, Türk Romanında Aydın (1908-1950), İstanbul, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi, 1997, s.61-62.
206
Tanpınar’ın kahramanları umumiyetle entelektüel tabakaya mensup oldukları
için, ileri sürdükleri fikirlerle de dikkati çekerler.”3 Tanpınar’ın kendisi de, “Osmanlı
İmparatorluğu’na ve Türk tarihine yeni bir gözle bakan aydınlarımızdandır.”4
“Münevverlerimizin yaşadıkları kimlik buhranı meselesi, çoğu zaman özentiden öte
gitmezken Tanpınar, kaynağı kendimizde, kendi hayatımızın her alanında
bulunabilecek bir buhranı yaşar.”5
3
Mehmet Kaplan, “Tanpınar’ın Mirası”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan
İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.354.
4
İbrahim Şahin, “Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir Deneme”, Türk
Yurdu, Mayıs, 1996, C: 16, S.105, s.24.
5
A.e., s.25.
6
İlber Ortaylı, “Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu”, Türkiye’de Politik Değişim ve
Modernleşme, Haz. Esin Kalaycıoğlu, Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Afa Yayınları, 2000, s.74.
7
Ekrem Işın, “Osmanlı İlmiye Sınıfının Romanı: Mahur Beste”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.597.
207
Enstitüsü’nde tahsilini tamamlayan Refik, oradan Roma’ya geçer. Ardından altı yıl
bir klinikte çalıştıktan sonra tekrar yurda döner. Yurda döndükten sonra Behçet Bey
ve İsmail Molla’nın Cemiyet’e taraftar olmasını sağlar.
8
Tanpınar, Mahur Beste, s.80.
9
Köksal Alver, “Edebiyat ve İdeoloji: A.H.Tanpınar’ın Romanlarında İdeolojik Örgü, Hece: Ahmet
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.19.
10
A.e.
208
tanıdığımız Cemal, İstanbul’a tekrar dönüşünde artık olgunlaşmıştır. Geldiği zaman
aklındaki ilk mesele, Sabiha’nın nasıl olduğu, nerede ne yaptığıdır. Ancak, içine
atılıverdiği sorunlar, onu bu konuda geciktirir. Milli Mücadele için çalışan İhsan’ın,
Muhlis Bey’in yanında koşturur. Hakikatte garip bir tembellik içindedir ve uzleti,
sükûnu, hülyayı arar. Bütün bu uyuşukluğuna rağmen, Cemal’in içinde kendini aşma,
bu huyundan kurtulma ve “yeni bir insan olma isteği”11 vardır. Ancak bunun için
çalışmalıdır. “Cemal’in başarması gereken ‘kendini herkese tercih edebilmek’tir. Bir
‘mütereddit’tir.” “Cemal’in içindedir bu dağınıklık ve kültürel ikilik yumağı.”12
“Cemal’in iç dünyasını sorumluluk duygusu yönetir gibidir. Ancak salt aktörel bir
duygu değildir bu. Aydın-bireyin varlığının temel parçasıdır. Topluma bakan ve
hesap soran yüzüdür. Cemal, bir bakıma bu hesabı ödemektedir.”13
209
üzerine, Cemal, bu yıl imtihanlardan fazla bir şey beklemediğini ve gündelik
hayatının yorucu geçtiğini söyler.15
Cemal’in babası ise, “dürüst bir devlet memurudur. İttehat ve Terakki’nin son
günlerinde, kendisine Anadolu’da verilen bir görevi kabul etmiş, Batı Anadolu’da bir
sahil kasabasına yerleşmiştir.”16
“Sahnenin Dışındakiler’de Ekrem Bey kimliğiyle çok ilginç bir yarı aydın
betimlenir. Ekrem Bey, romanın silik kişilerindendir; Cemal’in anılarındaki insan
kalabalığına figüran olarak sokulmuştur. Yine de bir yarı aydının ilk kez içtenlikle
konuşturulmuş olmasıyla öne çıkar. Ülkenin içinde bulunduğu kargaşaya İttihat
Terakki’nin yol açtığı kanısındadır.”17
Aydının söz konusu edildiği bit çalışmada, “aydının birey olarak ön planda
olduğu, iç hesaplaşmaları ve düşüncelerini otoriteden, egemen ideolojilerden
bağımsız olarak tartışıp sorguladığı, geçmişten geleceğe doğru, yaşadığı toplumu
derinlemesine incelediği eserin ilki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanıdır”
denir ve Huzur’la başlayan dönemi ayrı bir incelemenin konusu olarak görülür. 20
15
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.282.
16
İnci Enginün, “Sahnenin Dışındakiler”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.358.
17
Selim İleri, Çağdaşlık Sorunları, İstanbul, Günebakan Yayınları, 1978, s.164.
18
Hilmi Yavuz, “ ‘Aydın’ Kavramı ve Tanpınar ‘Huzur’u Üzerine”, Osmanlılık, Kültür, Kimlik,
İstanbul, Boyut Yayıncılık, 1996, s.64.
19
Fethi Naci, “Huzur”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.190.
20
Zeynep Uysal Elkatip, Kahramandan Aydına: Adıvar ve Karaosmanoğlu’nda Entelektüel
Kimlik, İstanbul, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 1999,
s.375.
210
İlk defa Huzur’la ve Mümtaz’la birlikte Türk aydınının sorunsalı, ‘Doğu-Batı
sorunsalı’ gündeme gelmiş ve Mümtaz bu iki haddi de sorgulayan, birini ötekine
olumsuzlamadan, kısır bir ideoloji kesinliğine gitmeden ilk defa bir üst söylem
olarak ele alan, ‘tedirgin ve kuşatıcı bir bilinçle’ bu konular üzerinde düşünen bir
aydın olarak karşımıza çıkmıştır. 21
21
Hilmi Yavuz, “ ‘Aydın’ Kavramı ve Tanpınar ‘Huzur’u Üzerine”, Osmanlılık, Kültür, Kimlik,
İstanbul, Boyut Yayıncılık, 1996, s.64.
22
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.364.
23
Tahir Alangu, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Eserleri Üzerine Düşünceler”, Bir Gül Bu Karanlıklarda,
s.166.
24
Kaplan, a.g.m., s.365.
25
Tanpınar, “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s.
350.
26
Hilmi Yavuz, “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marksizm”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.215.
27
Kaplan, a.g.m, s.365.
211
“İhsan tip olarak, hem Türk aydınının, hem Türk toplumunda norm olan aile
babasının, hem de yüklendiği mesuliyetleri yiğitçe taşımasını bilen, yeni Türkiye’nin
geleceğini emanet edeceği gençleri yetiştirmeyi şeref bilen Türk öğretmeninin
sembolüdür.”28 O, “eski Şark hikmetini modern fikirlerle bağdaştırmış, hayatını ve
hayat felsefesini bu terkibe göre kurmuştur. Eski Şark, hayatı hakir görerek dünyadan
elini eteğini çeker. İhsan’da böyle bir taraf yoktur. Bilakis o, hayatı, tabiatı ve insanı
sever. Fakat Allah’ın varlığına da inanır ve ölüm onu korkutmaz.”29
“Bir macerası olan aydın profiliyle Tanpınar’ı, bir karakter olarak kendi
romanı sayfaları arasında ‘Mümtaz’ kimliğiyle görürüz.”31 “Tanpınar’ın büyük
ölçüde kendisinden yararlandığı belli Mümtaz’ı yaratır.”32
28
Sevim Kantarcıoğlu, “Huzur’da Aydın Tipi”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.338.
29
Kaplan, a.g.m., s.394.
30
A.e., s.395.
31
Ertuğrul Aydın, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Tarih ve Zaman”, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar
Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.135.
32
Fethi Naci, “Huzur”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.191.
33
Alangu, a.g.m, s.166.
34
A.e., s.167.
212
Mümtaz sürekli olarak “sanat-tarih-reel hayat arasında gidip gelir.”35 “En
mühim özelliklerinden birisi her şeye sanatkârane ve keskin bir dikkatle
bakmasıdır.”36
“Yeni Türk devleti’nin kültür krizine çözüm getirecek olan yeni aydın
Mümtaz, kendisini dünyadaki medeniyet halkalarını oluşturan kültürlerin
aydınlarından daha sorumlu bir mevkide bulmaktadır, çünkü yeni Türk toplumu
kendisine yeni bir hedef çizmiştir.”38
35
İbrahim Şahin, “Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir Deneme”, Türk
Yurdu, Mayıs, 1996, C: 16, S.105, s.24.
36
Kaplan, a.g.m., s.372.
37
Alangu, a.g.m. s.168.
38
Sevim Kantarcıoğlu, “Huzur’da Aydın Tipi”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman,
Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.337.
39
Ali Yıldız, “Huzur Romanında Halk ve Aydınlar”, Türk Edebiyatı, Mayıs 2000, Yıl: 28, S:319,
s.19.
213
“Mümtaz ve İhsan eski İslâm mutasavvıflarının ‘vahdet-i vücud’
felsefelerine benzeyen bir görüşü müdafaa ederler. Mümtaz, hiçbir şeyi birbirinden
ayırmaz. Her şeyi bir bütünün içinde görür. Ona göre hayat, kâinat ve insanlık bir
bütündür. Mühim olan bu bütünü kavramak ve yaşamaktır.”40 Onda “Tanrı’sını
kaybetmiş fakat ona daima hasret mistik bir ruh” vardır.41
Romanın bir diğer aydın kahramanı Tevfik Bey’dir. Kaplan, Tevfik Bey ve
İhsan için “ikisi de aynı çerçeveye mensupturlar. ‘Avrupalı Osmanlı’ adını
vereceğimiz bu iki tip, kendi mizaçlarından ziyade, artık tarih olmuş bir medeniyetin
son temsilcileridir” der. 42
40
Kaplan, a.g.m., s.373.
41
A.e.
42
A.e., s.396.
43
A.e., s.404.
44
Yıldız, a.g.m., s.20.
45
A.e.
46
Tanpınar, Huzur, s.103.
214
derinliklerini kavramadan her haberin rengine bürünen, gazeteleri insanlara karşı
silah olarak kullanarak onlardan intikam alan dengesiz ve hasta bir kişi olduğunu
söylemek mümkündür.”47
Yaşar Bey, ilaçlara göre hayatını tanzim eden ve onların üstünlüğüne iman
etmiş bir aydın tipidir. Bir aile dostunun ihaneti sebebiyle küçük bir orta elçiliğini
kaybeden Yaşar, o zamandan beri vücudu ile meşgul olmaya başlamış ilaçlara
sarılmıştır.
47
Yıldız, a.g.m., s.20.
48
Turan Alptekin, Bir Kültür, Bir İnsan: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Edebiyatımıza Bakışlar,
İstanbul, Nakışlar Yayınevi, 1975, s.32-36.
49
Bu ve daha ayrıntılı bilgi için bkz. Şehnaz Aliş, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Sosyal Tenkit”,
Doğumunun 100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Haz. Sema Uğurcan, İstanbul, Kitabevi
Yayınları, 2003, s.19.
50
Nuri İyem, “Tanpınar’ı Anış”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci,
İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.151.
215
Hayri İrdal’ın “Vefa sıralarından bir arkadaşının, paraoniaya düşmüş bir
zavallının, klinik gözlemlerden çıkarılmış hikâyesi”51 olduğunu belirten Alangu,
Tanpınar’ın Hayri İrdal’ın “düşle gerçek arasında sallanan acıklı ve meraklı hayatı”
ile, “iki dünya savaşı arası Türkiye meselelerinin yüze gelen sivrilerine ve
aydınlıklarının özelliklerine” değinir.52
“Bu romanda çok kara ve zalim bir ‘kader’in üzerine yüklendiği Hayri
İrdal’ın bütün aşırı yeniliklerin saldırdıkları bir çevrede, kendi hülyalı yaşayışını
inatla sürdürüşü, baskı altında olmasına karşılık, neşeli bir direnme ile yaşayışı,
cahillik ve geriliğin ortasında bocalayan son çeyrek yüzyılın aydınlarını ifade
eder.”53
“İrdal tek kahramandır belki ama tekil değil çoğuldur. Geniş bir tarih
aralığında, toplumun bütün katlarında gezinir. Birçok kişinin yaşayabileceğini, tek
başına yaşar. Talihi yaver giden ortalama bir insanın görebileceğinden çok daha iyi
görür çevreyi.”54
İrdal için farklı yorumlar yapılsa da, Tanpınar’ın “İrdal’ı bir gereç gibi
kullandığı için, kişiliğinin tutarlı olmasına aldırış etmediği” de söylenir.55 “Romanın
büyük kısmında İrdal, saf, iyi kalpli, sağduyu ve mantık sahibi, kendisi de dâhil
dürüstlükten ayrılanları eleştiren, geleneksel değerleri savunan bir adamdır.”56
51
Alangu, a.g.m., s.170.
52
A.e.
53
A.e.
54
Oğuz Demiralp, “Mahur Beste’nin Bitmemişliği”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.272.
55
Berna Moran, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.276.
56
A.e.
57
A.e., s.287.
216
“Bizim insanımız, bütünü ile aydınlarımız, ruh ve kafaları ile sürekli bire
devrim fırtınası ortasında, psiko-sosyal bir değirmenin içinde yaşıyor. Deliliğin
çeşitli görüntüleri, ruh sar’aları, baskılar altında giriftleşen meseleler mahşerinde
boğuşuyor.” “Dünyasını, yalnız kendine değinen olaylar ve tabiat çevresi ile değil,
teptiği ve kabul ettiği veya kendisine yansıyan kişilerle kuran” Hayri İrdal, son
yılların ‘bunalan kuşakları’nın özleyip ulaşamadıkları bir kişidir.58
Romanın diğer kahramanı Dr. Ramiz’i bir aydın olarak anmak, tartışılabilir
bir durumdur. O, “Avrupa’da psikanaliz okumuş, gözü başka bir şey görmeyen, ama
psikanalize, hastaya ‘tatbik edilecek bir usulden ziyade bütün dünyayı ıslah edecek
bir vasıta’ olarak bakan bir bilim adamı”59dır. Viyana’da okuduktan sonra, yurda
dönünce hak ettiği yere getirilemediği sanısıyla tedirginliğe boğulmuş bir aydın
tipidir.”60
58
Alangu, a.g.m., s.171.
59
Moran, a.g.m., s.282.
60
Konur Ertop, “Ahmet Hamdi Tanpınar: Romancı Kişiliği ve Geçmişle Hesaplaşması”, Bir Gül Bu
Karanlıklarda, s.334.
217
siyasal söz kalıplarını parlata parlata yazmakla eşitleyenler için üstüne basarak
söyleyelim, bir eylem adamı değildir o, bir masabaşı yazarıdır, edimi yazıdır.”61
1.1.2. Âşıklar
Tanpınar romanlarındaki aşk, batı romanlarındaki “tutku”dan ziyâde,
tasavvufî aşk geleneğine yakındır. Tanpınar, “tutku ve günah üzerine kurulu Batı
romanının dikkatli bir izleyicisi olarak, “tasavvufî aşk” kavramının içindeki Şer’i
unsurları, kendi kültürel telâkkileriyle yumuşatarak kullanmayı tercih etmiştir.”63
Tanpınar’daki tasavvufî anlayışın, kültürel öğelerle yeniden yorumlanışı ve millî bir
havaya bürünmüş şeklidir.
Aşka önem veren ve “aşk bize münferit ve dağınık bir dünyayı bütün halinde
verir; zekâyı ihsasların yalancı cennetinden ve dar müfredatından, akılın gülünç ve
sıkışık hesaplarından kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun
vasıtasıyla ârızî olan her şeyi yeneriz”64 diyen Tanpınar, kahramanlarını bu duygudan
mahrum bırakmamış ve hep acı ile birlikte de olsa, onlara aşkı yaşatmıştır. Ancak
aşk, Tanpınar kahramanlarının hayatlarına molalar vererek her şeyden bağımsız
yaşadıkları duygular değil, günlük yaşamın bir parçasıdır.
Mahur Beste’de Doktor Refik’le Atiye Hanım’ın aşkı, Behçet Bey’in Atiye
Hanım’a olan aşkı, İsmail Molla’nın Târıdil Hanım’a olan aşkı, romana ismini veren
bestenin arkasında yatan, Talat Bey’in Nurhayat Hanım’a olan aşkı ön plandadır.
61
Oğuz Demiralp, Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2001, s.153.
62
Köksal Alver, “Edebiyat ve İdeoloji: A.H.Tanpınar’ın Romanlarında İdeolojik Örgü, Hece: Ahmet
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.17.
63
Ömer Lekesiz, “Tanpınar Nasıl ve Nereden Bakar?”, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı,
s.79.
64
Tanpınar, “Aşk ve Ölüm”, Yaşadığım Gibi, s. 134.
218
Doktor Refik gibi kimliğinde güncel siyaset olan bir kahraman, politik mesele
yüzünden sevdiği kızı düşünmemek durumunda kalarak yurt dışına gidecek ve
geldiğinde onu evli bulacak; kendi kabuğunda yaşayan biri olarak Behçet Bey
sevdiği karısına bunu bir türlü hissettiremeyecek ve gözünün önünde onun can
sıkıntısına sebep olacak; İsmail Molla gibi rind-meşrep bir adam, hakkında dedikodu
çıkmasına rağmen aşık olduğu yan konaktaki kadının musiki aleminden sonra
herkesin duyacağı şekilde yüksek sesle içli şarkılar söylemekten çekinmeyecektir.
65
Tanpınar, Huzur, s.173.
66
A.e., s.176.
219
“Her aşk peşinde bir ezeliyet fikrini taşır” diyen Tanpınar’a göre, sevgili ile ta
ezelden beri tanışıklık vardır. “En tecrübesiz aşık bile kendi macerasının daha
eşiğindeyken ilk cedlerin cennetteki telâkkilerinden kendisine kadar olan bütün bir
tecrübeyi, emsalsiz hazları, acı hayal sukutları ve zalim ayrılıklarıyla bizzat tatmış
gibi kendi nefsinde hazır bulur.”67 Nuran’la Mümtaz’ın tanışmalarından bir sonraki
gün, Nuran’ın Mümtaz’ı yabancı saymaması ve çok öncelerden tanışıyormuş hissi ile
hareket edişi bundandır.
Tanpınar romanlarında, “geçmiş, kültür, aşk, hepsi iç içe yaşanan, organik bir
bütünlük oluşturan, birbirinden ayrılmayacak yaşantılar, birbirini yansıtan aynalar,
yitirilmiş imgesel birliğin ifadeleridir. Her biri, ancak bir diğeri mümkünse
gerçekleşebilir.”70 Aşkın algılanış ve yaşanış şeklinin de kahramanların kimliklerine
göre değiştiği görülür. Öyle ki, modernleşmiş toplumdan bir cemiyet örneği veren
67
Tanpınar, “Aşka Dair”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s. 132.
68
Fethi Naci, “Huzur”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.190.
69
Tanpınar, Huzur, s.199.
70
Nurdan Gürbilek, “Tanpınar’da Görünmeyen”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.402.
220
İspiritizma Cemiyeti’nde aşk her an vazgeçilebilecek, menfaatlere ayarlı bir
duygudur ve kimin kime aşık olduğu belli değildir.
71
Erol Köroğlu, “Hayata Çok Yaldızlı Bir Mazi Aynasından Bakmak: Sahnenin Dışındakiler’de
Bugünü Yaşamanın İmkânsızlığı” Doğumunun 100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Haz.Sema
Uğurcan, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003, s.93.
72
A.e., s.96.
73
Fatih Özgüven, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Erkekler ve Kadınlar… Sahnenin Üzerinde”, Bir Gül
Bu Karanlıklarda, s.423.
221
İstanbul’a döndüğünde Cemal’in aklındaki şey Sabiha’yı bulmak olsa da,
etrafındaki insanların onu itiverdiği Millî Mücadele döneminin meseleleri arasında
Sabiha’yı hep erteler. Bu büyük merakı yine de, Sabiha’yı sorsa cevap alabileceği
onca insanın arasında kendisi sormadan bir şeyler duymayı bekleyecek kadar da
ilgisizdir.
Behçet Bey, Doktor Refik, İsmail Molla, Cemal, İhsan, Mümtaz ve Şair
Ekrem, sevgilerini tam olarak gösteremeyen, sadece sevdikleri insanın arkasından
ağlayan kahramanlardır.
1.1.2.2. Hainler
Sahnenin Dışındakiler‘de Uncu Hasan ve Muhtar’ın; Huzur’da Suat ve
Yaşar’ın sevgiden anladıkları ise daha farklıdır. Bu kahramanlar, sevdiklerini
söyledikleri insanlara acı çektirmekten, onları zor durumlara düşürmekten
çekinmezler.
74
İnci Enginün, “Sahnenin Dışındakiler”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.359.
75
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, s.405.
222
bir saadet ve neşe kaynağı olan tabiattan, sanattan ve Allah’tan da ayırır. Romancı,
Suat’ı adeta bu yalnızlıktan kurtarmak için onun düşüncesini ve hayalini Mümtaz’a
musallat etmiştir.”76
76
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.405.
77
Tanpınar, “Kerkük Hâtıraları”, Yaşadığım Gibi, s. 343.
223
Gerçi sonradan, kendisine bir şey ısmarlandı mı bir lâhza ortadan kaybolan,
sonra sessizce gelip selâmlığın sofasında yatıp uyuyan ve biraz sonra uyanınca da
istenilen şeyi getiren bu adamın; uzun süre, istenilenleri rüyasında temin ettiği
düşünülmüş, pek imkân dâhilinde görülmese de bu masala inanılmış; ancak onu
dışarıda bekleyen bir atının olduğu öğrenildikten sonra bu masal ve büyü
yıkılmıştır.78
1.2. Kadınlar
“Tanpınar’ın romanlarında kadınlar, geri dönülmek istenen bir geçmişin,
sürekliliği kurulmak istenen bir kültürün ya da ulaşılmaya çalışılan bir bütünlüğün,
hemen her zaman kendilerini aşan bir hakikatin simgeleri olarak çıkar karşımıza.
Sevilen kadın, geçmişi açacak anahtardır; geçmiş, sevilen kadının çehresinde kendini
gösterir.”80
78
Tanpınar, “Kerkük Hâtıraları”, Yaşadığım Gibi, s. 344..
79
Nüket Esen, Türk Romanında Aile Kurumu (1870-1970), Ankara, Başbakanlık Aile Araştırma
Kurumu, 1991, s.162.
80
Nurdan Gürbilek, “Tanpınar’da Görünmeyen”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.402.
81
Nurdan Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe, İstanbul, Metis Yayınları, 2004,
s.118-119.
224
yaptığımızdan çoğuna tam inanmadık.”82diyen Tanpınar, kadın kahramanlarına
hâkim erkek anlayıştan bakmak yerine, mümkün olduğunca kimliklerini kavramada
oldukça isabetlidir.
1.2.1. İdealistler
Tanpınar’ın kadın kahramanlarının başlıcalarında; başka olma, yerinde
saymama, kabuğunu kırma, annesine ya da etrafındakilere benzememe, iş ortaya
koyma gibi istekler vardır.
Sabiha, daha çok çocukluğuyla romanda yer alan, ancak, yaşının çok üzerinde
fikirler ve tartışmalarla karşımıza çıkan bir kahramandır. Öyle ki, Sabiha’nın
82
Tanpınar, “Medeniyet Değişmesi ve İç İnsan”, Yaşadığım Gibi, s.37.
83
Tanpınar, Mahur Beste, s.68.
84
A.e.
85
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.198.
225
çocukken söylediği birçok şeyi Cemal, yıllar sonra tekrar İstanbul’a geldiğinde
Sabiha’yla olan anılarını tazelerken anlayacaktır.
Sabiha romanda çok sık yer almaz. Hilmi Yavuz’a göre, Tanpınar başka
kahramanlarının varlıklarıyla sürekli Sabiha’yı hissettirir: “Cemal’in sevgisiyle,
Muhtar’ın, Süleyman Bey’in yaşamlarıyla, Hasan Bey’le, Leyla ile, salonlarda adının
geçmesiyle keskin bir ‘Sabiha atmosferi’ roman boyunca ağırlığını sürdürür.”86
86
Fethi Naci, “Sahnenin Dışındakiler”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.245.
87
Fatih Özgüven, “Ahnet Hamdi Tanpınar’da Erkekler ve Kadınlar… Sahnenin Üzerinde”, Bir Gül
Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.422.
88
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.77.
89
A.e., s.129.
226
herkesin “aynı kelimelerle”90 konuştuğunu ve yeni bir şey söylemediğini düşünen,
“kayıtlara kolay alışamadığı” için, çarşafa girdikten üç gün sonra, mahallede
çarşafsız kaydırak oynayan91 Sabiha; büyüdüğünde de, kadınların toplum içindeki
yerine dair farklı görüşleri dile getirir. Çarşaflarla kadın hürriyetinden
bahsedilemeyeceğini ve bu haldeyken, kadın değil, esir sürüsü olduklarını92 düşünen
Sabiha, Cemal’e göre, böyle fikirleri Matmazel Caroline’den öğrenmiştir.93
90
A.e., s.48.
91
A.e., s.46.
92
A.e., s.115.
93
A.e.
94
Mehmet Can Doğan, “Tesadüf ve Kader Arasında Zihinsel Bir Kaza”, Bir Gül Bu Karanlıklarda,
Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.574.
95
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.365.
227
Sabiha, neredeyse etrafındaki bütün erkekler tarafından sevilmektedir.96 Daha
çocukluğunda etrafındaki erkeklerle de iyi anlaşması, kimseyle sohbet etmekten
çekinmemesi Cemal’in onu kıskanmasına sebep olur.
Macide,”varlığı her şeyi değiştiren, eşyayı insana dost eden”, “her şeyi
herkesi peşinden sürükleyen, bir büyü gibi değiştiren küçük bir kadın”dır.97
Gülümsemediği zamanlar onu tanımak kabil olmaz.
96
Bu durum, Yahya Kemal’in “Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç” mısraı ile özdeşleştirilmiştir. Bkz.
İnci Enginün, “Sahnenin Dışındakiler”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan
İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.358.; Fatih Özgüven, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Erkekler
ve Kadınlar… Sahnenin Üzerinde”, Bir Gül Bu Karanlıklarda,s.422.
97
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.38.
98
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.385.
99
Tanpınar, Huzur, s.75.
100
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.389.
228
Nuran’ın annesi de, “1908 sıralarında kendisini idrak eden, ‘hayatı bir gece
arkasından görmeğe alışmış’ gençliğinde kendisinden yirmi beş yaş büyük bir koca
tarafından sevilmiş, tatlı şekilde şımartılmış bir İstanbul hanımefendisidir.
101
Tanpınar, Huzur, s.70.
102
Kaplan, a.g.m., s.398.
229
Nuran’ın ayrılıklarını hazırlarken ona bir hayli yer vermiş ve kendisini müstakil bir
tip olarak işlemiştir. O da diğer tâli tipler gibi sabit ve muayyen bir karaktere
sahiptir. Yalnız, romancı bu kadını daima işten başkaları için planlar düşünürken
gösteriyor. Bunun sebebi Âdile Hanım’ın kendisini mütemadiyen başkaları ile
münasebet halinde görmesidir. O ‘ben’i başkalarıyla var olan insandır. Başkalarının
kendisine muhtaç olmaması onu rahatsız eder.”103
İrdal’ın kızı Zehra da ilk olarak Nermin Hanım’ın yanında katibe olarak
çalışır. Sonrasında ayar istasyonunda görevlendirilir. Selma Hanım da, İrdal’ın
İspiritizma Cemiyeti’nden tanıdığı ve sevdiği kadındır. Ayar istasyonlarında çalışan
kadınların estetik müşavirliğini yapar.
İrdal’ın müzik zevki, kulağı olmayan sesi berbat baldızı, onun güzellik
kraliçesi olmak isteyen kardeşi ve gözlerini para hırsı bürümüş akıl sağlığı pek de
yerinde olmayan karısı da, bu kadınlar arasındadır.
103
Kaplan, a.g.m., s.398.
104
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.232.
230
toplumun her kesitine ve her kurumuna sıçradı. Osmanlı aile yapısı ve Osmanlı
kadını da bu gelişmelerin dışında kalmadı.”105
2. Çalışma Hayatı
Yeni bir medeniyet yeni kurumları ve yeni çalışma şartlarını da beraber
getirecektir.
105
İlber Ortaylı, “Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu”, Türkiye’de Politik Değişim ve
Modernleşme, Haz. Ersin Kalaycıoğlu, Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Afa Yayınları, 2000, s.65.
106
A.e.
107
Tanpınar, Huzur, s.248.
108
Tanpınar, “İş ve Program I”, Mücevherlerin Sırrı, s.73.
109
A.e., s.72.
231
“Evet, derdimiz birdir; üç veya otuzbeş değildir; biz gereği gibi ve millet
kütlesi halinde çalışmamaktan, çalışmanın yol ve imkânlarını düzeltmemiş olmaktan,
az istihsalden mustaribiz. Öbürleri, hayatınızda görülen ve itiraf etmeli ki çoğu
mübalağa edilen aksaklıklar bu tek marazın bize ilk bakışta ayrı sebepler halinde
görülen neticeleridir. O halde yapılacak şey, çalışma şartlarını yeniden düzenlemek,
çalışmayı plânlaştırmak, zamanımızın ve hayatımızın efendisi olmaya karar
vermektir.”110
2.1. Bürokratlar
“Bürokrasi kavramının ‘bureau’ kavramından geldiği, bu kavramın da orijin
itibariyle, ‘koyu renkli kumaşla örtülmüş yazı masası’na (bure) işaret ettiği ifade
edilir. Bureau teriminin daha sonra, 18.yüzyılda ‘memurların çalıştığı ofis, büro ya
da devlet dairesi’ anlamında kullanılmaya başlandığı belirtilir. Bu nitelemelerle
vurgulanmak istenen, memurların toplum üzerinde giderek artan etkisi ve
egemenliğidir.”111
110
Tanpınar, “İş ve Program II”, Mücevherlerin Sırrı, Haz. İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban
Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s.76.
111
Bilâl Eryılmaz, Bürokrasi ve Siyaset: Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, İstanbul, Alfa
Yayınları, 2002, s.6.
112
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.261.
113
A.e., 267.
232
Ayarcı’ya göre bu zatlar çok mühimdir. Çünkü “asrımız bürokrasi asrıdır.”114
2.1. İş Bitiriciler
Ata Molla, Mürai İbrahim Efendi, Adil, Muhtar, Uncu Hasan, Avcı Naşit
Bey, Zarife Hanım, Ayarcı iş bitirici tiplerdir.
Mürai İbrahim Efendi, iki hanımına yetişmekten aciz bir imamken, savaş
esnasında çeşitli şekillerde yolunu bularak çok zengin olur. Uncu Hasan ve Muhtar
da şeker işinde çok kazanırlar. Bu tipler, ticaret burjuvazisinin doğuşunu gösteren
kimlikler olarak görülmüştür.117
114
A.e., s.271.
115
Sema Uğurcan, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romanlarında Çalışan Kadın Tipleri”, Milli Kültür,
Ağustos 1982, S:35, s.17.
116
İnci Enginün, “Tanpınar’ı Düşünürken”, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61,
Ocak 2002, s.93.
117
Fethi Naci, “Sahnenin Dışındakiler”, Bir Gül Bu Karanlıklarda s.248.
118
Mehmet Kaplan, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.123.
119
Ahmet Kutsi Tecer, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, s.142.
233
olursa olsun, insanların zaaflarından faydalanmayı isteyen biridir. Ama Hayri İrdal’ın
gözünde ‘velinimeti’, idealist, moralist, romantik bir insandır.”120
3. Azınlıklar
Soloski, Agop, Arnavut Hasan, Emma, Madam Elekciyan, Aristidi Efendi,
Yuneşka, Madam Plotkin, romanlardaki azınlık kahramanlardır.
Agop, Sırmakeş Nuri Bey’in para işlerini yürütür. “Mirmiran İsmail Paşa’nın
konağında ‘uşak’lıkla işe başlayan Agop, sefer zamanlarında paşasına ikibin altını
faizsiz verebilecek kadar kazanan bir Yahudi sarrafıdır. Para kazanmanın yollarını
iyi bilen, azimli, üzülmek nedir bilmeyen Agop, ‘dünyaya ticaret için gelmiş’ bir
insandır.”122 Arnavut Hasan’ın kandırarak elinden aldığı kenarı delik ‘Mahmudiye
altını’ onun hayatında içinde kalmış en önemli meseledir.
120
A.e.
121
Uğurcan, a.g.m., s.14.
122
Hasan Öztürk, “Mahur Beste’de İnsanların Dünyası”, Türk Edebiyatı, Ocak, S:195, 1990, s.28.
234
iyiye ticaret dünyasının içine girer. Memleketine gönderilmek tehlikesiyle
karşılaşınca Reşit Bey adıyla İstanbul’daki hayatını sürdürür.”123
“Bir romanda kişilerin, olayların her şeyden önce belirli bir fikrin anlatılması
için kullanıldıkları çok görülmüş bir şey. Ama Tanpınar bu kadarla yetinmiyor, bir
yeri, bir insanı, doğrudan doğruya bir fikir, bir düşünce, bir görüş olarak sunuyor.”
Diyen Tahsin Yücel, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında her fikri,
kavramı, duyguyu somutlaştırarak canlı varlıkların biçimine, rengine, kokusuna
bürüyerek verdiğini söyler.126 Ona göre Doktor Ramiz, sadece tuhaf bir hekim değil,
123
Hasan Öztürk, “Mahur Beste’de İnsanların Dünyası”, Türk Edebiyatı, Ocak, S:195, 1990, s.27.
124
Tanpınar, Huzur, s.96-97.
125
Ömer Lekesiz, “Tanpınar Nasıl ve Nereden Bakar?”, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı,
Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.81.
126
Tahsin Yücel, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, s.126.
235
“Tanpınar’ın bir takım ruh hekimleri üzerindeki fikridir”. Hayri İrdal, “herhangi bir
roman kahramanı olmaktan çok, Tanpınar’ın insan üzerindeki, insanın durumu
üzerindeki fikri, bir kişilik, bir canlılık kazanmış görüşüdür.” Matmazel Afroditi de,
aslında bir kadınlık fikridir.
127
Sema Uğurcan, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Doktor Tipleri”, Dergah, Cilt:IV, S:42, Ağustos 1993,
s.18.
236
IV.BÖLÜM: HAYAT-ZİHNİYET AÇISINDAN TANPINAR’IN
ROMAN KAHRAMANLARI
Tanpınar, hayata dair her türlü ilişkiyi; ilişkiler içinde çelişkiyi, zorluğu,
arada kalmışlıkları, karasızlıkları, huzursuzlukları yaşatır. Hatta onun metinlerinin
çoğunda “insanlar ve olaylar arasındaki karmaşık ilişkiyi, bir üst irade olarak ‘hayat’
düzenler. Bu nedenle çoğu zaman basit sözlük anlamının dışında, içeriği yazar
tarafından belirlenmiş bir kavram şeklinde”3 kullanılır.
Her insanın yaklaşık olarak ömrünün üçte birinin uykuda geçtiği düşünülürse,
uykunun ve rüyaların önemsenmesi gerektiği daha da netlik kazanır. Çok öncelerde
akla ve bilime göre kurulan hayat için rüyalara bakmak ciddiye alınmaması gereken
bir durumsa da, bugün genel insanlık realitesinin soyut olguları kavrayacak düzeye
1
Tanpınar, “Asıl Kaynak”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000,s.42.
2
A.e., s.41.
3
Ekrem Işın, A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.26.
237
gelmiş olması sebebiyle artık sadece görülenlere inanmak ve soyutu reddetmek
ilkellik haline gelmiştir.
Tanpınar için rüyaların taşıdığı anlam da pek çok araştırmaya konu olmuştur.
“Tanpınar’ın poetikasının temelini rüya estetiği oluşturur denilse yeridir. Rüya onda
bildiğimiz anlamının dışında hususi ve çoğu zaman kendinsin de açık olarak ifade
edemediği, sanatçının kendi muhayyilesinin dış dünya ile kurduğu çok özel bir
retoriği olan duyuş ve düşünüş âleminin adıdır. Tanpınar’ın aradığı ‘dilde rüya halini
kurmak’tır.”7 Bunun şiirlerinde daha sık görüldüğü belirtilmişse de, romanlarda
kahramanlarının çoğunun da sürekli hayal kurdukları, hülyalara daldıkları görülür.
Çünkü Tanpınar için “hayal ve rüya” musiki ile birlikte, estetiğin temelini oluşturur.8
4
Murry Hope, Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte Zaman Enerjisi, Çev. Mehmet İsmail, İstanbul,
Ruh ve Madde Yayınları s.188.
5
A.e., s.190.
6
Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar, İstanbul, Arıtan Kitabevi, 1990, 45-47.
7
Ali İhsan Kolcu, Zamana Düşen Çığlık: Tanpınar’ın Şiirinin Epistemolojik Temelleri &
Tanpınar’ın Şiir Estetiği, Ankara, Akçağ Yayınları, 2002, s.159.
8
Tanpınar, Edebiyat Dersleri, Haz.Abdullah Uçman, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.104.
238
nizamı olan” Tanpınar rüyaları, uyanıkken de görülen, “şuurlu bir düşünce
tarafından, muayyen bir gayeye göre sevk ve idare edilen” rüyalardır.9
Mahur Beste’de Behçet Bey, daha ilk sayfadan “kendisini ziyaret eden çeşit
çeşit rüya arasında” karşımıza çıkar. Her gece geniş yatağında “yalnız onun iç
gözleri ve uyuşuk dimağı için oynanan o acaip ve şuursuz dram” bu kez yine aynı
aktörlerle oynanmış ve her akşam olduğu gibi o gece de, “yaşanmış, her tarafı
sımsıkı kapalı ömrüne şuradan buradan teker teker girmiş olan bir yığın insan, onun
etrafına, kimi herhangi yüzü ve kıyafetiyle, kimi yabancı ve değişik bir çehre ile
toplanmışlar, hareket etmişler, gidip gelmişlerdi(r).”10
Rüyalarında, yıllardır hep yaptığı gibi babası İsmail Molla’nın duvarda asılı
duran Hamdullah yazması Kur’an-ı Kerim’i almaya kalkmasını, ama her bu rüyayı
gördüğünde yaptığı gibi kendisinin zor ve mücadele ile de olsa Kur’an’ı tekrar ele
geçirmesini; ya da başka birinde Atiye Hanımefendi’nin büyükannesinin “o acayip
hotozunu giyerek ve beline o zünnar biçimli kemeri takarak karşısına çıkmasını”
yadırgamaz. Ancak bütün bu rüyalar esnasında duyduğu his -ki Behçet Bey bu
duygulardan ömrü boyunca kurtulamamıştır- bundan böyle istediği gibi
yaşamayacağı, hayatının ahenginin bozulmuş olduğunu onun yüzüne bir kere daha
vurmakta ve Behçet Bey, “nefsine karşı büyük bir hata ve ihmalde bulunanların
duydukları keskin azabı” bu rüyalarla bir kez daha duymaktadır.11
9
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.362.
10
Tanpınar, Mahur Beste, s.9-10.
11
A.e., s.10.
239
kaşlı, uzun çeneli, sivri vücutlu bebeklerinin dört yanını aldıkları, sarmaş dolaş
kucakladıkları bir rüyada kendini kaybe(der).12
Zaten Behçet Bey için, “bütün mahçuplar için” olduğu gibi, “aşk biricik
rüya”dır.13 Ve Behçet Bey’in mahçupluğu, aşık olduğu karısı yanında olmasına
rağmen, ömrü boyunca bu rüyayı tek başına görmesine sebep olacaktır.
12
A.e., s.26.
13
A.e., s.56.
14
A.e., s.16.
15
A.e., s.17.
240
konuşmaların, kendisini bu geceye hazırlayan her şeyin bu kadar uzak bir adamla
nihayetleneceği düşüncesi aklından bile geçmediği için belki de içindeki ağlamak
yerine gülmüştür.16 Bu gülüş aynı zamanda Behçet Bey’in hülyalarını da yıkar.
Önceleri uykusuz geceler geçiren Behçet Bey, bu kahkahayı işittikten sonra artık hiç
uykusuz kalmayacağını anlar. Çünkü uykusuzluk hülya kurabilen insanlar içindir.
Oysa Behçet Bey, artık her türlü hülyadan kurtulmuştur: “Bu gece, bu kahkaha ile
bütün o hulyaların, o saadet hulyalarının kapısı kapanmıştı.”17
Behçet Bey’in satranca çok meraklı olan ve damatlarını seçerken bile satranç
oynayıp oynayamadıklarına dikkat eden, satranç oynarken karşısındakini adeta esir
eden kayın babası Atâ Molla Bey, ne yazık ki en küçük kızının kocası Behçet Bey’i
sevmez. Çünkü Behçet Bey, sık sık darıldığı ve bir defasında içinde şahlanan
kıskançlığa engel olamayarak Hünkâra “tehlikeli olduğunu” ima edip Mekke’ye
sürgününe sebep olan eski medrese arkadaşı İsmail Molla’nın, çirkin, kısa boylu,
fazla nezaketli ve mahçup üstelikten de satrançtan anlamayan oğludur. Hünkâr
tarafından emredilen bu evliliğe karşı çıkamayarak çok sevdiği dördüncü kızını
Behçet Bey’e verir ama, daha sonra ölümüne sebep olacak olan içindeki kini hiç
gitmez. Bu yüzden de hırsla oynadığı satranç oyunlarından sonra, “içinde şahla
kraliçeyi esir vermemek için saatlerce tepindiği bir uykuya kendini bırakır.” Atâ
Molla’nın bu uykudaki rüyalarında çoğu zaman “kraliçe Atiye, şah kendisi olur ve
parti İsmail Molla’ya karşı oynanır.”18
16
A.e., s.55.
17
A.e., s.56.
18
A.e., s.51.
241
öldüğünü gördüğü tabloyu hiç unutamaz. Sık sık rüyalarına giren bu sahne yüzünden
uyumaktan korkacak hale gelir.19
Huzur’da Mümtaz’ın sık sık hayal gördüğüne şahit oluruz. Ancak Nuran’la
tanışıncaya kadar onun hayal dünyasına kaybettiği babası21, babasının altında yattığı
ağaç,22 annesi,23 çocukluğunda yaşadığı şehrin deniz kıyındaki kayaları,24 “ölüm,
gurbet, kan, yalnızlık ve içinde çöreklenen yedi başlı ejder hüznü”25 vardır.
Rüyalarında uzun süre çocukluğunda yaşadığı acı dolu günlerin ıstırabı ziyaret eder
onu. “Bütün o top, kazma, kürek sesleri, annesinin çığlıkları ve konuşmalar arasında
babasının billur lambayı yakmaya çalışması, bir leit-motif gibi” rüyalarını dolaşır.26
Tanpınar bir başka yerde ölümle ilgili konuşan Mümtaz için “Tâ çocukluğundan beri
rüyalarını kuran zemberek bu sabit fikir değil miydi?”27 diyecektir.
19
A.e., s.133.
20
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.183-184.
21
Tanpınar, Huzur, s.28.
22
A.e., s.32.
23
A.e., s.24.
24
A.e., s.31.
25
A.e., s.35.
26
A.e., s.41.
27
A.e., s.171.
242
“Gündüzleri o kadar vazıh, her kenarı, her kıvrımı, ayrı ayrı işlenmiş gibi meydanda
ve berrak güneş altında yalnız kendisi olan koyların, tepelerin, koruların birdenbire
kendilerinin de içinde bir vehim, bir hayal oldukları bu rüya hali Mümtaz için sadece o âna
ait bir lezzet değildi; belki o anda sanatın büyüye yakın sırrını bulurdu. Nuran’a sık sık:
- Bu senin ruhunun içinden geçmeğe benziyor, dediği zaman, ayrı ayrı nizamlarda
üç güzelliğin, sanatın, sevilen tabiatın ve hiçbir cazibesi kaybedilmeyen kadının birbiriyle
kendi ruhunda nasıl karıştığını, ne acayip, büyüye yakın bir kıyaslar âlemini bir tek realite
gibi yaşadığını kendi de fark ederdi.”28
Mümtaz, bir cazip hayal olarak gördüğü Nuran kulağına “Siz gelmeyin, ben
telefon eder gelirim” diye fısıldadığı andan itibaren, onu daha farklı olarak
algılamaya başlar. Bu kadar yakından duyduğu ses muhayyilesini devreye sokar ve
muhayyilesi de, “her saniyede ve kendi uzviyeti içinde genç kadının bir yığın
hayalini pişirip ortaya atar.”31 Muhayyilesinin yaptığı büyü ile Mümtaz, geceyi
acayip hayaller içinde geçirir.32
28
A.e., s.206.
29
A.e., s.269.
30
A.e., s.270.
31
A.e., s.130.
32
A.e., s.131.
33
A.e., s.176.
34
A.e., s.241.
35
A.e., s.323
243
“Yaşamak güzeldi; sabahlar akşamlar vardı. Bin türlü güzel şeylerle doldurduğumuz
saatler vardı. Uyumak ve uyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı. Bu sevimli budalanın
kollarında kendisini kaybetmek ve sonra gene orada, onun için kendini bulmak vardı.”36
Gerçekten de, Nuran Mümtaz için bir hayal olur ve hayatından gitme kararı
alır. Buna en büyük sebep, Suat’ın kendini asmasıdır. Bu ayrılığa sebep olan Suat,
Mümtaz’ın deyimiyle, “fena rüya gören bir adama” benzer.39 Nuran bir fena rüya
içinde Suat’ı görür bir gece. Bunu Mümtaz’a söylediğinde Mümtaz çok şaşırır.
Çünkü o da korkunç şekilde vazıh olan bir rüyada Suat’ı görmüştür. Batan bir kayık
içinde Suat’ın uzun kemikli yüzü oldukça net bir tablodur Mümtaz için. Ancak
Nuran’ı üzmemek ve telaşlandırmamak için bu meselenin üzerinde fazla durmaz ve
bu rüyayı, beş gündür sürekli Suat’tan bahsetmeleri yüzünden gördüğü konusunda
Nuran’ı ikna etmeye çalışır.40 Diğer taraftan Mümtaz da, Nuran’a hissettirmese de,
“geceleri karışık rüyalar arasında hemen hemen hep onunla boğuşur.”41 Sonucunda
36
A.e., s.195.
37
A.e., s.205.
38
A.e., s.117.
39
A.e., s.300.
40
A.e., s.329.
41
A.e., s.332.
244
rüyaların onları götürdüğü bir gerçek vardır; o da Suat’ın Mümtaz’ın evinde asılı
cesedidir.
Her ne kadar aylarca günlerin ekmeğini beraber kırıp yedikleri sevdiği kadın
olan Nuran’ın bin bir çehreye bürünmüş her türlü hayali aklından geçse de, artık
saadet hülyası kurmayı unutmuş bir Mümtaz vardır.43 Ancak, Nuran’la ayrılmalarına
rağmen, Mümtaz’ın muhayyilesi devrededir. Aynı tecrübeyi beraber geçirdikleri
halde bir türlü Nuran’ın kendisinden uzaklaşmasını kabul edemeyen Mümtaz’ın
muhayyilesi, Nuran’ın kendisinden uzaklaşmasına onun söylediğinden başka
44
sebepler aramaya başlar. Ve ne olursa olsun Mümtaz, hayallerini Nuran’a esir
olmaktan kurtaramaz. İhsan’a doktor aramaya çıktığında gözlerinin önüne
Boğaz’daki balıkçı ışıkları, yıldız çalkantıları, Nuran’ın en çok sevdiği yalı
pencerelerinin camlarından yansıyan o ışıklar, değişen renk perdeleri, hayaller gibi
canlanır. Mümtaz, bir tarafta İhsan hasta yatarken onun başına bir şey
gelebilecekken; “o zaman muhayyilesinin bu korkunç ihtimallere rağmen, hâlâ
uzakta yaşadığını, çok mühim bir tarafının yalnız Nuran’ı düşündüğünü anlar.”45
“Nuran’ın gitmesiyle zihnî hayatı durmuş gibiydi. Sanki genç kadın bu mazi
rüyasının bütün canlı ve güzel taraflarını beraberinde götürmüş, yerinde tıpkı Mümtaz’ın
hayatı gibi bir kül yığını kalmıştı.”46
42
A.e., s.52.
43
A.e., s.59.
44
A.e., s.331.
45
A.e., s.357.
46
A.e., s.333.
245
bilir, belki de yaradılış icabı pek rüya görmem. Fakat herkes gibi benim de az çok
korkulu ve garip sayılabilecek rüyalarım vardı. Hatırımda kalanları teker teker
anlattım.”47 Diyen İrdal, önceleri anlattıklarıyla bu işten kurtulacağını zanneder.
Fakat Doktor Ramiz için rüyaların, İrdal’ın tedavisinde oynayacağı büyük roller
vardır ve o yüzden bu tedaviye yönelik rüyalar görmesi gereklidir:
47
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.108.
48
A.e., s.116.
49
A.e., s.116-117.
50
A.e., s.117.
51
A.e.
52
A.e., s.118.
246
Bir gece rüyasında bir aslanı üzerine saldırırken gören ve çocukluğunun
sabah kahvaltılarında herkesin o gece gördüğü rüyayı anlattığı sahnelerde aslanın
“adalet”i temsil ettiğini hatırlayarak sevinç içinde rüyasını Doktor Ramiz’e anlatan
İrdal, yine doktor tarafından azarlanır. Çünkü aslanın yanından geçip gitmiş ve
kendini aslana yedirememiştir:
Çalışmalara devam eden İrdal, bir gece rüyasında karısı Emine’nin “Kurtar
beni!” diye çığlık attığını duyar. Etrafındaki herkesin onu sıkıştırdığı, boğulmak
üzere kıvrandığı bu rüyada İrdal, Emine’ye doğru gitmek istese de, etrafındakiler onu
bırakmazlar ve İrdal, Emine’nin yanına gidemez. Arkasından büyük bir rüzgârda
herkes savrulur ve Seyit Lütfullah’ın kaplumbağası büyüdükçe büyür. Bu rüya
sonrasında Emine’nin yüzü ve çığlıkları İrdal’ın aklından hiç gitmez.54
Daha sonra Emine hasta olduğu zaman İrdal, “Ben bunu doktorlardan evvel
biliyordum. Adlî tıpta son gece gördüğüm o acayip rüyadan beri biliyordum.”55
diyecektir.
İrdal’ın gördüğü son rüya ise gerçekten dikkate değerdir. Bu rüya, İrdal’ın,
halasının ve etrafındakilerin enstitüden sonraki hayatlarına, enstitüye, enstitünün
53
A.e., s.121.
54
A.e., s.123-124.
55
A.e., s.142.
247
çalışmalarına, Ayarcı’ya, Selma Hanım’a, Cemal Bey’e dair önemli ipuçları
içermekte ve İrdal’ın bundan sonraki hayatını adeta gözler önüne sermektedir:
“Rüyamda eski evimizin sofasında idim. Geniş, büyük bir aynanın önünde durmuş,
dikkatle çehremi seyrediyordum. Ve her defasında ben bu değilim ki… Bu ben miyim?
İmkânı yok diye söyleniyordum. Filhakika gördüğüm şey benim yüzüm değildi. Kaldı ki, her
an değişiyordu. Âdeta görmek fırsatını bulamayacak kadar değişiyordu. Sonra birdenbire
halamın sesini işittim. Haydi geç kaldık! dedi ve beni çekmeğe başladı. Dar ve sapa yollardan
hızla yürümeye başlıyorduk. ‘Nihayet işte geldik!’ diye haykırdı. Ve kendimi büyükçe bir
meydanda, bir nevi bayram yerinde yapayalnız buldum. Davul zurna sesleri arasında büyük,
çok büyük ve kat kat, çemberleri birbirinin içinden geçen bir atlı karıncanın üstünde idim.
Her dönüşünde bir tanıdığa rastlıyor ve gülmekten katıla katıla selamlaşıyorduk. Sonra yavaş
yavaş süratimiz artmağa başladı ve bizim, Halit Ayarcı’nın, benim, halamın, Selma
Hanım’ın, Cemal Bey’in bulunduğu çember mihverden fırladı ve imkânsız yüksekliklere
doğru döne döne çıkmağa başladı. Ben korkudan ölecek gibi Seyit Lütfullah’ın
kaplumbağasının boynuna asılmıştım. Üzerinde bulunduğum hayvan o idi. Bir taraftan ona
sımsıkı sarılıyor, düşmemeğe çalışıyor, öbür taraftan da durmadan halama bakıyordum.
Filhakika halam artık atlı karıncadaki hayvanlardan herhangi birinde değildi. Boşlukta tek
başına uçuyordu. Pakize’nin sesi beni uyandırdı.”56
“Bilinci bir bütün olarak kabul edersek, bunun yarsını uyanık hâlimizde
kullanır, diğer yarısını ise uykuda işletiriz. Çünkü artık anlaşılmıştır ki, bilinç uyku
halinde faaliyetine, bilinenden farklı da olsa devam etmektedir.”57 Tanpınar
kahramanları da, bilinçlerinin yarısını rüya halinde kullanmışlardır. Bu anlamda,
görülen rüyalarda da kahramanların kimliklerine dair izler bulmak mümkündür. Hele
de Tanpınar’ın rüyalara bu kadar önem vererek, herhangi bir ayrıntıyı atlamaksızın
kahramanlarının rüyalarına inmesi, bize yazarın kahramanların kimliklerinin çatısını
kurmada onların rüyalarından da yardım aldığını gösterir.
56
A.e., s.291.
57
Fromm, a.g.e., s.5.
58
Dr. Gayle Delaney, “24 Saat Zihin .Etkinliği”, Rüyalarla Problem Çözme, Çev.Murat Temelli,
İstanbul, İm Yayın Tasarım, 1997, s.3.
248
Doktor Ramiz’in rüya konusundaki tutumları ise, bu durumdan biraz daha
farklıdır. Her ne kadar, Tanpınar, Freud okuyan ve onu bazı noktalarda takdir eden
bir yazar olsa da, Doktor Ramiz, rüyalar vasıtasıyla İrdal’ı zaman içinde geriye
götürüp, şu anda ona sorun yaşatan travmanın, geçmişte hangi noktada oluştuğunu
ortaya çıkarmaya çalışsa da, biz doktor Ramiz’in kimliğinde, bilimden anlaması
gerekeni henüz anlayamamış ve bu konuda satıhta kalan bilgilerle kendisini ve
etrafındakileri yanıltan aydınları görürüz. Evet, “Freud, yaptığı çalışmalarda iç
dünyamızdan gelen her mesajın, kendini önemli bir rüya olarak gösterdiğini
kanıtlamıştır.”59 Ancak, Doktor Ramiz, her ne kadar etrafı için Freud’un temsilcisi
sayılsa da, Freud’u anlamış bir doktor değildir. Yurt dışına gitmekle “en iyisi”
olduklarını düşünen Doktor Ramiz kimliğindeki aydınlar, henüz kendilerini ve
toplumlarını tanımadan dışarıya açılmışlar ve sonuçta hep elleri boş olarak
dönmüşlerdir.
59
Fromm, a.g.e., s.44.
60
Sigmund Freud, Düşlerin Yorumu II, Çev. Emre Kapkın, İstanbul, Payel Yayınevi, 1996, s.335.
61
A.e.
249
kimliklerinin birer göstergesi şeklinde devrededirler. Behçet Bey, gerçekte
yaşayamadıklarını hayallerinde yaşayan ve rüyalarında geçmişinden özür dileyen bir
biçare; Suat, fena rüya gören bir adam; İsmail Molla ve Tevfik Bey yaşayışları ve
zevkleri ile birer hülya adamı; Mümtaz çocukluğunun kötü günlerinden rüyalarında
da kurtulamayan, bunların etkisiyle de ümitsizliği ve korkuyu hep yanı başında bulan
bir aydın; Nuran kendini ne kadar frenlemeye çalışırsa çalışsın hayalsiz yapamayan
bir kadın; Hayri İrdal, kendini Freud rüyaları görmeye zorlayan doktor Ramiz’den
aldığı tarifle rüyalar görmeye çalışan bir abes insandır. Ancak Tanpınar hepsinin
zihni hayatlarının devamlılığını adeta muhayyilelerinin çalışıp çalışmamasıyla,
hayaller görüp görememeleriyle ve rüyalarıyla ölçer. Çünkü onun için, insan
muhayyilesinin zengin olması, ıstırap bile çekse, her hâlde yaşamasına delâlet eder.62
Yeni: Tanpınar için rüyanın önemli bir motif olduğu belirtilir ki, bu da “şairin
zaman algısıyla yakından ilgilidir.”64
62
Tanpınar, Huzur, s.195.
63
Nurettin Topçu, Bergson, Hareket Yayınları, Mayıs 1968, s.36.
64
H.Emrah Bediş, H.Bahadır Türk, “Bursa:Tanpınar’ı Anlamaya Açılan Efsunlu Kapı”, Tanpınar’ın
Dünyasında Bursa: Taşlarda Gülen Rüya, Bursa, Osmangazi Belediyesi Yayınları, 2005, s.51.
250
2. Hayata Korkuyla Bakanlar
Adına ister endişe, ister kaygı, ister anksiyete, ister korku denilsin,
kahramanların birçoğu bu duygular içinde huzursuzdurlar. Sahnenin Dışındakiler’de
Cemal sık sık insanın “kaçıp kurtulsa bile peşinden gelen” ve onu bırakmayan,
hayatın “ezen ve değiştiren” korkusunu yaşar. Ancak sokakta yaşanılan korkuyu
bundan ayrı tutar. Sokakta karşılaşılan korku, insana “bir aksülamel imkânı bırakan,
kaçıp kurtulduğunuz zaman peşinizden gelmeyen bir korku”dur.66
65
Calvin S. Hall, Freudyen Psikolojiye Giriş, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1999, s.74.
66
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.60.
251
Kudret Bey’in geçimsizliklerine rağmen yine de Muhtar’la barışacaklarına inandığını
söylediğinde Sabiha;
“- Bizimki öyle değil. Arkasında çok kötü şeyler var. İyi niyetsizlik, zulüm arzusu,
ve nihayet benim tarafımdan korku. Bilmem korkuyu hiç tanıdın mı? İnsan sesinden, değişen
insan yüzünden korkuyu… Çocukluğumdan beri onun içinde yaşadım. Her an bir şey olacak
diye yaşamak! Bilmezsin bu, insanı içinden nasıl yıkar? Bir çuval talaş, bir kül yığını yapar.
Ne irade, ne akıl, ne mantık, ne dünü hatırlamak, hiçbir şey onun önüne geçemiyor.”67
der. Muhtar, sadece Sabiha’nın değil, başkalarının da korktuğu bir adamdır. Rezzan
Hanım, Sabiha’dan için Cemal’e “Muhtar’dan korkuyor. Bu, ne biçim adam? Herkes
ondan korkuyor.”68 Diye isyan eder.
Genel olarak halk üzerinde korkulu bir hâl vardır. Cemal, halkın “her an
olması muhtemel şeyleri bekleyerek” yaşadığını söyler. Ancak bu hâl, kendi şahsî
alâkalarında da vardır. Ortam, Kudret Bey gazetesini çıkaramaz, Muhtar’ın nerede
olduğunu kimse bilmez:
“Sanki imkânsızın duvarı arkasında yaşıyordum. Fakat her an bir şey olmasını
bekliyordum. Gün geçtikçe bu his içimde o kadar kuvvetlendi ki, rahatsız olmağa
başlamıştım. Başkalarına ait korkular içinde çırpınıyordum.
Fakat bu his yalnız bende değildi. İhsan, o kadar soğukkanlı olan Muhlis Bey de
yavaş yavaş bu beklemenin ızdırabı içinde idiler.”69
67
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.329.
68
A.e.
69
A.e., s.339.
70
A.e., s.131.
252
korku vardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkan mahlûktur. ‘Hangi büyük
mucize bizi bu korkudan kurtarabilir?’” der.71
“İçinde onu bir daha görmemek ihtimalinin verdiği korku vardı. Bu korku ile,
geldikleri yollardan biraz mahzun; fakat genç kadının cazibesinden bir yığın şeyle zengin,
kalbi hiç tanımadığı bir dostluğa açılmış, döndü.”76
Yanında olduğu zamanlarda bile onu bir daha erişemeyeceği bir ülke olarak görür ve
“bu korku, Mümtaz’ın ruhunda en derin zemberekleri harekete getirir.”77
“Mümtaz Nuran’ı her eve bırakışında bunu sonuncu zannederek korkardı.”78
71
Tanpınar, Huzur, s.135.
72
A.e., s.113.
73
A.e., s.143.
74
A.e., s.209, s.232.
75
A.e., s.167.
76
A.e., s.119.
77
A.e., s.166.
253
“…mesut olduklarını biliyor ve bir gün bu saadetin kaybolmasından korkuyordu.”79
“Kendisine bir gün ‘Bu yaz, bizimdir Mümtaz, her deliliği yaparız’ demişti.
Mümtaz’ın kafasında bu cümle Nuran’ı kaybetmek korkusu ile bin bir kılığa girmişti.”80
“Şimdi içinde Nuran’a karşı garip bir hasret ve onu kaybetmiş olmanın korkusu
vardı.”81
Diğer yandan Nuran’ın içindeki korku da onu hiç yalnız bırakmaz: “Fakat
içindeki korku hala konuşuyordu. Beni onunla görenler kim bilir ne derler? Benden
küçük olduğu o kadar belli ki…”82 Ancak Tanpınar bize romanda “bir şeyden
korkmak biraz da onun geleceğini beklemektir” der ve ekler: “Nuran belki de
içindeki korku ile bu mirasın kendisinde uyanmasını hazırlamıştı.”83 Büyük annesine
benzemekten, onunki gibi bir kaderi yaşamaktan korkan Nuran, bu yüzden bütün
ömrünce farkında olmadan zalim de olsa, babasını da ezse, “bu korku içinde
büyür.”84
78
A.e., s.209.
79
A.e.
80
A.e.
81
A.e., s.232.
82
A.e., s.114.
83
A.e., s.137.
84
A.e., s.139.
85
A.e., s.328.
86
A.e., s.273.
87
A.e., s.280.
254
kızar.88 Ondan bu kadar çok korktukları için belki de bu kadar çok hayatlarına
girmiştir:
“İnsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu
görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez. Onu giyinir. Kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma,
güzel bir gramofon, bir acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkân gibi düşünmeyin,
evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız, sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun
aklınıza getirmeyin. Sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi,
arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütle
halinde, asla.”93
88
A.e., s.298.
89
A.e., s.284.
90
A.e., s.343.
91
A.e., s.328.
92
A.e., s.59.
93
A.e., s.373.
94
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.87.
255
Şerbetçibaşı elmasıyla başı derde giren ve birbiri ardına gelen abesler
dünyasına giren Hayri İrdal, bu hikâyenin ucunun nerelere varacağını kestiremese de,
“başına açtığı işi” anlar. “İçimde meselâ bir kolumu veya bacağımı kendi elimle
kesmişim, nefsime, çoluk çocuğuma karşı büyük bir hata yapmışım gibi bir azap, o
her şeyi alt üst eden karmakarışık korkulardan biri vardı.”95 Diyen İrdal, bu elmas
hikâyesiyle “abes”i ve “korku”yu öğrenir:
“Şerbetçi Elması hikâyesi bana “abes” denen şeyi öğretmişti. Bu abesi o güne kadar
dışımda tanımıştım. Şimdi o kendi hayatımın malı olmuştu. Hiç tanımadığım cinsten bir
korku içime yerleşmişti. Her saniye, bir saniye sonra olacak bir şeyden korkuyordum.
Biliyordum ki, şu yarım saat içinde ya karım, ya baldızlarımdan biri daireye ne yaptığımı
görmek için gelecekler, onlar daha gitmeden Cemal Bey’e beni azarlamak için yanına
çağıracak, onun elinden kurtulduğum zaman muhakkak bir alacaklı ile karşılaşacaktım.”96
Adli tıbbın müdürü heyetten çıkan olumlu raporu söylemek için İrdal’ı yanına
çağırdığında bile, korku içinde giyinir ve vereceği kötü haberden o kadar emindir ki,
her şeyin bittiğini düşünerek müdürün yanına gider. Neyinin olduğunu soran müdüre
verdiği cevap: “Korkuyorum. Artık her şeyden korkuyorum.”97 Olur.
“Genç bir kadın, kendisine vaziyetimi olduğu gibi anlattığım halde, belki de yalnız
bunun için benimle evlenmek istemişti. Hiç farkında olmadan, sadece tesadüfler yüzünden
bir takım insanlarla tanışmıştım. İçlerinden birisi benimle alâkadar olmuştu. Artık ne
yaparsam yapayım, şimdi onun pençesinde idim. Ondan kurtulamıyordum. Makine, dışarıda
kurulmuş dışardan gelen emirlerle işliyor, şimdi hızını artırıyor, biraz sonra eksiltiyor, bazen
duruyordu. O zaman, ne testere, ne bıçak, hiçbir şey işlemiyordu. O zaman telaş ve azabın
yerini derhal korku alıyordu. Biraz sonrası dediğimiz şeyden korkuyordum.”98
95
A.e., s.94.
96
A.e., s.176.
97
A.e., s.125.
98
A.e., s.176-177.
256
hazır şekilde beklemelerinde, gerek şahsî hayatlarıyla, gerek millet hayatıyla ilgili
her güzel olayın sonunda bir felâkete hazır halde korkuyla beklemelerinin arkasında,
millet olarak geçirilen kötü günlerin, savaşların ve nihayetinde medeniyet
değişiminin etkisi vardır.
İşin kötü tarafı, insanların her an korkulacak bir şey varmışçasına kaygı
duymalarıdır. “Kaygılı kişi tehlikenin belirsizliği ile ilişkili sıkıntılı bir bekleyişe
mahkûmdur. Tehdidin ne olduğu saptandığı anda kaygı yerini korkuya bırakır ve
buna genellikle bir rahatlama eşlik eder.”99
99
Pierre Mannoni, Korku, Çev. Işın Gürbüz, İstanbul, İletişim Yayınları, 1992, s.49.
100
Tanpınar, Huzur, s.125.
101
J. Krishnamurti, Korku Üzerine, Çev. Anita Tatlıer, İstanbul, Ayna Yayınevi, 2000, s.101-102.
102
Calvin s.Hall, a.g.e., s.74.
257
3. Hayata Eşya Arasından Bakanlar
Eşya, insanlar için bir göstergedir. Sahip olunan bir eşya, ait olduğu kişiyle
ilgili olarak pek fazla noktaya vurgu yapabilir. “Eşya, insanın fiziksel ve sosyal
çevresinin bir parçası olarak, insanla ilgili tüm kurumsal ve uygulamalı bilim
dallarında, çeşitli araştırmalara konu olmaktadır.”103
103
Prof.Dr.Nuri Bilgin, Eşya ve İnsan, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1991, s.28.
104
A.g.e., s.32.
105
A.g.e., s.33.
258
terlikleri ile dolu odası, “yıllar boyunca, acayip varlığıyla yavaş yavaş, efsanevî bir
meyva gibi, otuz yılın içinde meydana gelmişti(r).”106
“Behçet Bey için hayat iki kısma ayrılabilirdi: kendi ömrüyle bir taraftan bağlanan
şeyler ve ona yabancı olanlar. İşte Behçet Bey bu odayı kendisine ait olan şeylerle vücuda
getirmişti.”107
Behçet Bey için eşyaların yaşayan canlı varlıklardan farkı yoktur. Hatta
eşyaları; saatleri ve ciltlediği kitapları, ona etrafındaki çoğu insandan daha
yakındırlar. Behçet Bey’e göre “eski saatler bakılması, iyileştirilmesi lâzım gelen
temiz yüzlü, iyi yürekli hastalar”dır. Kitaplar da iyi ciltlenince birden bir gençleşip,
“güzel giyinmiş kadınlara” benzerler. Müzayedeler, buralarda el değiştiren Bohemya
billûrları, Sevr porselenleri, Çin kâseleri, Diyarbakır, Bursa kumaşları, Hind oyması
fildişi, “antikacı dükkânlarında, üzerinde mazinin yaşanmış zamanın izlerini taşıyan
ve bu izlerle güzelliği, değeri artan, hulâsa zaman ve insan tecrübesini kutsi bir büyü
gibi kendi varlıklarında taşıyan bir yığın eşya” Behçet Bey’in dünyasının
merkezidir.108
Huzur Romanı’nda Behçet Bey’i Çadıriçi’nde sedef bir yelpazeyi eline alıp
evirip çevirdiğini çok toy bir delikanlı haliyle, âdeta gizlice birkaç defa açıp
kapadığını ve sonra tekrar yerine koyduğunu gören Mümtaz, bu küçük kadın
eşyasının, yaymacının önünden bir türlü ayrılamayan bu “üstündeki elbise,
boyunbağı, podüsüetli ayakkabısıyla 1909 yılına ait canlı bir hatıraya benzeyen bu
adamı” çok gerilere, kendisinin Behçet Beyefendi olduğu, bir kadını sevdiği,
106
Tanpınar, Mahur Beste, s.15.
107
A.e.
108
A.e., s.17.
109
A.e., s.19.
259
kıskandığı, hatta onun ve sevgilisinin ölümlerine sebep olduğu yıllara götürdüğünü
fark eder:
“Şimdi çoktan beri unuttuğu şeyler, bu hayat artığının kafasında birden bire
canlanmıştı. ‘Kim bilir böyle ısrarla baktığı bu kaldırım taşlarında hayatın hangi parçasını
görüyor?’ ”110
Behçet Bey bütün eski, güzel ve kıymetli şeyleri sever. Ona göre hayatın en
mânalı tarafı, bu cins eşya arasında geçirilen zamandır. Antikacı dükkânlarına,
müzayede yerlerine, Bedesten’e sık sık uğrar, ahbaplarının hususi koleksiyonlarını
gezer, bütün gününü eski aynaların, küçük mücevher çekmelerin, Çeşmibülbül’lerin,
şamdan ve sürahilerin, kitapların karşısında hayran hayran bir vecitle geçirir.111
“Onun için eskilik başka bir şeydi(r); o zamanın takdisi(dir); insan elinden geçmek
ve insanın hayatına girmekle eşya tabiatından ayrı bir sıcaklık kazanır, âdeta
insanîleşir.”112
Behçet Bey’in, etrafındaki bütün eşyadan istediği şey, “hülyasına bir çerçeve
olmaları, ona bir firar kapısı açmaları”dır. Tesadüf ettiği şeylere sahip olmayı pek az
ister. O, bütün ömrünce, yerinden kımıldamadan ‘kaçmak, gitmek’ diye
çırpınanlardan olduğu için, hayatı ancak, rastladığı eşyanın, insanların, işittiği bir
fıkranın, hatırladığı bir adın telkiniyle başlayan seyahatlerle doludur.113
İsmail Molla, evinin yemek odasında asılı duran, yüz elli yıl önce Kazasker
olan dedelerinden birine, ilk müsveddesini imzalamaya mecbur kaldığı bir
muahedenin sonunda hediye ettikleri, altında hep ülkenin durumları ve siyaset
konuşulan avizeyi, yemek odasını İngiliz usulü döşettikleri zaman kaldırtmak ister.
Fakat rahmetli ağabeyi, “ ‘Bırak kalsın, eşyanın da bizde bir hakkı vardır. Bu evde
hiç kimse onun kadar yaşamadı.’ “Diye ısrar ederek avizeye dokundurtmaz.114
110
Tanpınar, Huzur, s.56-57.
111
Tanpınar, Mahur Beste, s.17.
112
A.e., s.18.
113
A.e., s.19.
114
A.e., s.86.
260
Halit Bey’in evindeki kahramanlar da eşyaları ile hayata bağlanan ve
eşyalarına saplanarak yaşayan tiplerdir. Bu duruma şaşıran karısı Ruhsar hanıma
Halid Bey şöyle söyler:
“Oda, sofa, apteshane aralığı, dolaplar tıklım tıklım işe yaramaz eşya ile doludur.
İşlemeli eski uçkur başlarına kadar her şeyi saklarız. Bu, cici annemin yani Adile Hanım’ın
himmetidir. Hiç birini atamazsın; kimi annemden, babamdan, kimi onun babasından
kalmıştır. (…) Kısacası bizim ev yarı türbe, yarı darülacezedir.”115
115
A.e., s.110.
116
A.e., s.16.
117
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.308.
118
A.e., s.331.
119
A.e., s.332.
261
“Bütün o eşya, bilmediğim, görmediğim, görmeyeceğim, bilmeyeceğim
şeylerin hepsi üstüme yığılmış gibiydi. Ben onların arasından çıkıp kurtulmak
istiyordum.”120 diyen Cemal, daha sonra Muhlis’in bu eşya takıntısının ona has bir
durum olduğunu kabullenecek ve Muhlis ağabeyi ile yine birçok yerde beraber
olacaktır.
120
A.e., s.333.
121
Tanpınar, Huzur, s.38-39.
122
A.e., s.42.
262
eski semaver borusu, kapı topuzu, kahve değirmeni, baston sapı ve fotoğraflar
arasında düşüncelere dalar. Asılı duran bu fotoğrafların, “iyi silinmiş camların
arkasından, geçmiş zaman gözleriyle önlerine yayılmış eşyaya, her kımıldanışı bu
camları bir an için zapteden sokağın kalabalığına”123 baktıklarını; duvardaki
“Hüvessemiulalîm” levhasındaki donmuş alçının, yazının canlılığını öldürmediğini,
“her bükülüşün, her kıvrımın” konuştuğunu düşünür.124 Mümtaz Çadıriçi’ni, “sanki
eşyanın, atılmış hayat parçalarının yaptığı bir roman” olarak görür.125 Bütün bu
eşyalar, “güneş altında devamlı hiçbir şey olmayacağını göstermek ister gibi buraya
toplanmıştı(r).” Buradaki havanın eşyaları nasıl dönüştürdüğünü şöyle anlatır:
“Her gün her saat, şehirde geçen her kaza, her hastalık, her yıkılış, her üzüntü
bunları buraya getiriyor, ferdiyetlerini siliyor, umumîleştiriyor, onlardan sefaletle tesadüfün
elele kurdukları bir terkip yapıyordu.”126
Baktığı her eşya ile farklı bir dünyanın düşüncelerine dalan ve orada uzun
süre kalan Mümtaz, Bedesten’deki camekânların birinde gördüğü “iki aydan beri
dedikodusu bütün İstanbul’u dolduran eski mücevherlerden biri”nin parıltısı ile
123
A.e., s.53-54.
124
A.e., s.54.
125
A.e.
126
A.e., s.55.
127
A.e.
128
A.e., s.57.
263
ürperir. Bu parıltı, Mümtaz’ı bu mücevherin boynunda olduğu bir Nuran
düşüncesine, bu düşünce de, Nuran’la bütün bir yaşadıklarını götürür.129 Çünkü
Mümtaz’ın Nuran’a duyduğu aşkta eşyanın ayrı bir yeri vardır. O, Nuran’ı yaşadığı
yer ve elinin değdiği eşyalar arasında görmeye bayılır. Nuran’ın evine kabul edildiği
gün sevinçten ne yapacağını bilemeyen, ancak Fatma’nın huysuzluklarıyla sevinci
gölgelenen Mümtaz için yine de hiçbir şey, “Nuran’ın evinde, onun sevdiği, küçük
çocuk, genç kız hayatını yaşadığı eşya arsında bulunmak saadetini gidereme(z).”
Hatta o günden sonra, Mümtaz için Nuran’ın evini düşünmek ayrı bir haz olur ve
Mümtaz artık Nuran’ı içinde yaşadığı yerle, eşyalarıyla birlikte düşünmeye başlar.130
Babasının yaldız hokkasıyla kıl uçlu kalemiyle ve ince fırçasıyla ve bir nevi
korku ve kaçışa benzeyen renk armalarıyla süslenmiş eşyayı ararken küçük bir
koleksiyon sahibi olan Tevfik Bey için de eşyanın büyük bir önemi vardır. Son
yıllarını babasının hatırasına vakfeden Tevfik Bey, onun yazılarını, ciltlediği
kitapları, onun tezhibiyle süslenmiş tabakları, süsüne yardım ettiği cam eşyayı toplar.
129
A.e., s.59-60.
130
A.e., s.161.
131
A.e., s.324.
264
Mümtaz, Tevfik Bey’in bu eşyalarını gördükten sonra Bedesten’den, antikacıların
önünden geçerken birçok güzel şeylerin önünden gözü kapalı geçtiğini düşünür. 132
Tevfik Bey’in oğlu Yaşar’ın eşyaya olan dikkati biraz daha farklıdır. O,
ilaçları hayatının devamı için lüzumlu olan eşya arasına koymuştur. Doğrudan
doğruya ilaç firmaları ile temasa giren, ilaçla uyuyan, uyanıklığın vuzuhuna kalkar
kalkmaz aldığı birkaç aspirinle eren, ilaçla iştihasını açan, ilaçla hazmeden, ilaçla
dışarıya çıkan, ilaçla aşk yapan, ilaçla arzulayan Yaşar; itinalı ambalajlarıyla, küçük,
zarif, cana yakın, kimi ağırbaşlı, oturaklı şişeleriyle kadife kadar parlak kâğıtları,
insana haz veren paketleriyle gündelik hayata, hiç olmazsa şehirli ve cadde hayatına
kendilerine mahsus değişme getiren ilaçlara canı yürekten bağlanır.134
“Bu hasta odası ışığı da garipti; sanki her şeyi kendisine mahsus bir işaretle
gösteriyor, burada şu ve şu, ötede şu ve şunlar var diye ısrarla sayıyordu. ‘Ben çok hususî bir
hâli, otuz dokuzla kırk arasındaki bir haddi, en son eşiği bekliyorum; onu aydınlatıyorum.’
132
A.e., s.153.
133
A.e., s.153.
134
A.e., s.159.
265
diyen bir ışıktı bu. Fakat bu konuşma, Mümtaz’a göre her şeyde biraz vardı. Yatak, hasta ile
beraber kabarmış, onun ıstırabını benimsemişti. Perdeler, gardrobun aynası, odanın sessizliği;
gittikçe hızını artıran saat sesi, her şey bu otuz dokuzla kırkın arasının ne acayip, korkunç bir
dehliz, mâlumdan meçhule, adetten sıfıra, şuurdan mutlak atalete geçen, nasıl bir çetin yol
olduğunu gösteriyordu.”135
Odayı bu halde bırakıp doktor aramaya giden Mümtaz, saatler sonra odaya
döndüğünde İhsan’ın hastalığına ve fenalaşmasına rağmen eşyaya hiçbir şey
olmadığını fark eder:
“Mümtaz doktorun arkasından girer girmez aynanın aydınlığında bir saat evvel
bıraktığı şeyleri aynı vaziyette, aynı kayıtsız sağlamlılıkla, bir saat evvelki gibi yalnız
kendileri olmakla memnun, kendi üstlerinde toplanmış, parıldıyor gördü. İçinden: ‘Ah bu
eşyanın bizden ayrılmağa fırsat gibi hâlleri…’ diye düşündü.”136
135
A.e., s.355.
136
A.e., s.379.
137
A.e., s.383.
138
A.e., s.385.
266
sirayet etmiştir. İrdal’a göre, o zamanın vapur düdükleri acılı, hüzünlü ve keskindir.
“Halbuki hâdiselerin lûtfiyle birdenbire o kadar gülecek şey bulan bugünkü
hayatımızda vapur düdüklerinin, tramvay seslerinin neşesine bakın!” der İrdal.139
İrdal da eşyayı kimi zaman mazisine inen bir köprü olarak gören
kahramanlardandır. Paraya çok sıkıştığı bir zamanda Seyit Lütfullah’ın yıkık
medresesinin önünde son kalan parmaklığı, güpegündüz bütün yakalanma riskini
göze alarak antikacıya satan İrdal; daha sonralarda enstitünün kendisine sağladığı
refah hayatını sürdürürken bir antikacıda bu parmaklığa rastlar ve onu tekrar satın
alarak, Villa saatin verandasına ve mevsim çiçekleri ile dolu bahçesine açılan kapı
139
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.17.
140
A.e.
141
A.e., s.17.
142
A.e., s.73.
267
penceresine taktırır. Bu parmaklığın motifleri arasından mazisine, çocukluk
günlerine bakar.143
Tanpınar, “bir anda birçok şeyi bir arada gören”, “bir eşyayı ele aldığı zaman
onda çeşitli özellikler keşfeden”; dolayısıyla da “bakış tarzı ile idrak edilen
fenomenlerin sayısını çoğaltan ve karıştıran” bir yazardır.145 Onun kahramanlarının
eşya ile ilişkileri, “estetize edilmiş hayatları” önümüze çıkarır. Kahramanların
“eşyadan hareketle bir anlam dünyası örmeleri”, ve “eşyaları canlı varlıklarmış gibi
143
A.e., s.55.
144
A.e., s.87.
145
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.412.
268
telâkki etmeleri”nin, hayata ve eşyaya farklı bir bakışı zorunlu kıldığı
vurgulanmıştır.146 Bu bakış, eşyanın sosyal işlev düzeyi ile ilgilidir.
Eşyanın işlev düzeylerinden bir tanesi olan “sosyal işlev düzeyi”147ne göre,
eşyanın bir takım sosyal değerlerin taşıyıcısı olduğu, kendiliğinden ve tekil olarak
değil, onu üreten, elde eden, kullanan ve tüketen bir sosyal çevreye göre anlam
taşıdığı148 göz önüne alınırsa, Mümtaz’ın, İhsan’ın ya da Tevfik Bey’in eski eşyalara
olan düşkünlüğü ve o eşyaların dünyalarına karşı bakış açılarının onların
kimlikleriyle ilgisi daha rahat açıklanabilir. Çünkü romanlarda eşyalar farklı
imajlarla donatılmışlardır ve Tanpınar bu eşyalara sahiplerini “temsil etme” ve
kimliklerini ortaya koyma imkânı tanımıştır.
146
Köksal Alver, “Edebiyat ve İdeoloji: A.H.Tanpınar’ın Romanlarında İdeolojik Örgü, Hece: Ahmet
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.21.
147
Bilgin, Eşya ve İnsan, s.243.
148
A.e.
149
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Bilgin, a.g.e., s.343.
269
uzmanlık istemesi, kişilerin eşya ile ilişkisini çok daha farklı kurmasına yol açar.150
Duygusal bağlar, uzun süren yoldaşlıklar, yerini, mümkün olabildiğince “fayda”ya
bırakır. Çoğu kez kendi seçmediği eşyalarla ilişki mecburiyeti olan modern insan,
böylelikle eşyaya, giderek de kendisine yabancılaşır.
150
A.e., s.142.
151
A.e., s.437.
152
M.Orhan Okay, “Kaderin Eşiğinde Tanpınar”, Hece Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak
2002, s.8.
270
İnsan için yapılan tarifleri “müphem” ve “manasız” bulan Tanpınar, sadece
Pascal’ın insan hakkında verdiği “düşünen saz” tarifini, “şiirin diliyle söylendiği için
bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en manalısı” olarak görür. Çünkü bu tarif,
“insanoğlunun en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktasını,
kader karşısındaki aczini birleştirir.” Ona göre Pascal’ın demek istediği şey,
“Ruhumuzla, idrakimizle ne kadar büyüğüz ve gene bu yüzden –kaderi
yenemediğimiz için- ne kadar biçareyiz!” dir. Bütün bu kainat bizim idrakimizde
yaşamasına, zaman ve mekanın dediğimiz şeylerin yaratıcısının insan düşüncesi
olmasına, her şeyin onunla başlamasına ve onunla bitmesine rağmen, “kainatta
neyiz?” diye sorar Tanpınar. “Bizim, nabzımızı dinleyerek bulduğumuz, şuurunu
beraberinde getirdiğimiz, ölçtüğümüz, biçtiğimiz, her şekle tasarrufa çalıştığımız, her
türlü icat, ihtira, ihtiras vehim, vesvese, şiir ve sanatı, her şeyi içine attığımız halde
bir türlü dolduramadığımız zamanın karşısında ne kadar küçüğüz. Bir gün
ömrümüzün her türlü arızasıyla doldurmaya çalıştığımız bu çukur birden kıpırdanır.
Ebedîliğin hesaplarını yapan insanoğlunu, birdenbire genişleyen küçük bir an yutar,
her şey silinir.”153
153
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İnsan ve Cemiyet”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000,
s.21.
154
Dr. Ömer Aydın, Kur’an Işığında Kader ve Özgürlük, İstanbul, Beyan Yayınları, 1998, s.136.
155
A.e., s.14.
271
bu hürriyet dolayısıyla yaptıklarından sorumlu tutulacağı”156 açıkça ifade edilmesine
rağmen, Tanpınar kahramanları kader karşısında hep çaresizdirler. Onların bu hâli,
bir akîdeden ya da tevekkülden ziyade, Tanpınar’ın kaderle ilgili kendi kanaatlerinin
sonucudur. Tanpınar kahramanları için genel olarak kader, “bizim irademizin,
isteğimizin haricinde çizilmiş; güzergâhı, durakları ve hedefi belli, fakat bizim için
bilinmezliklerle dolu bir yoldur.” “Kahramanlar, hadiseler karşısında hep insanın
talihi üzerinde düşünür ve çıkmaza girerler.”157
Atâ Molla “çirkin” ve “kısa boylu” olduğunu düşündüğü, bir “damat olarak
beğenmediği”, nezaketi ve mahcupluğuna sinir olduğu bu adama kız vermek
istemese de159; İsmail Molla, eskiden beri gösterdiği dostluğa karşılık, kendisinin
tehlikeli olduğunu imâ eden görevinden sürülmesine sebep olan Atâ Molla ile dünür
olacağına memnun olmasa ve adeta Hünkâr emriyle sürüldüğü bu oyuna en çok da
Behçet Bey gibi zayıf bir kozla girmesine çok üzülse de160; “kendisine verilen kocayı
bir kapı aralığından seyreden Atiye Hanımefendi kederinden bayıl(sa)”161 da; kader
öyle yazılmıştır ve Atiye Hanım ile Behçet Bey evlendirilir.
156
A.e., s.37.
157
Okay, a.g.m., s.9.
158
Tanpınar, Mahur Beste, s.38.
159
A.e., s.48.
160
A.e., s.38.
161
A.e.
272
Bu olayda bir talih kurbanı olan Atiye Hanım ne yaparsa yapsın Behçet
Bey’in kendi kendini hapsettiği cilt, kitap ve saat dolu dünyasından onu çıkaramaz ve
evlendiği ilk gece bile, Atiye Hanım’a olan bütün hayranlığına rağmen odadan
kaçmayı düşünen, ağzını bıçak açmayan bu ürkek ve kendi kendisini biçare bulan bu
adamı değiştiremez. Hünkârın daha sonra Behçet Bey’i gördüğü zaman, “Atâ
Molla’nın kızıyla evlendirdiğimiz adam mı? Desene ki Molla’nın kızını yaktık…”162
demesi de Atiye Hanım’ın kötü kaderinin göstergesidir. Kırk beş sene önce Behçet
Bey’in evine, yirmi yaşının bütün hülyalarıyla gelen ve “küçücük boyu, temiz yüzü,
temiz kıyafeti, kibar ve zarif, ölçülü konuşması, çok itina ile yapılmış bir kuklayı
hatırlatan kocası”nı gördüğü an “bütün talih kurbanlarının tek siperi olan imkânsız
bir sabır ve teslimiyetin arkasına sığınan” Atiye Hanım; gelin geldiği bu evde
yaşadığı müddet boyunca hep son sözlerini söyleyeceği zamanı düşünür. Nitekim bu
son sözleri söyledikten ve “Behçet Bey’in yüzüne karşı gülerek, talihine olan
isyanını haykırdıktan sonra” gözlerini kapatır. “Bu imtihan dünyasında kadın bir
insana en az lazım olan şeydir” ve Behçet Bey, o öldükten sonra “kitaplarıyla,
ciltleriyle, saatleriyle” istediği kadar ve dilediği gibi meşgul olabilecektir. Artık onu
rahatsız edecek kimse yoktur.163
162
A.e., s.51.
163
A.e., s.16-17.
164
A.e., s.96.
273
İsmail Molla da talihin üzerinde oynadığı kahramanlardandır. Bahçede Necip
Paşalara yakın bir kestane ağacına oturup bu komşu konaktan gelen musiki seslerine
kendi yalnız işret masasından eşlik ederken, “saz ve körpe kadın seslerini dinleyerek
insan ve talih üzerinde acı acı düşünür.”165
“Bunu der demez sanki bu sihirli kelime ile hayatına ait her cins hâdisenin, ömrünü
yıkan budalalıkların mesuliyet yükünden bir lâhzada kurtulmuş gibi biraz ferahlıyor, sonra
yine çehresine gözle görünür şekilde keder ve sıkıntı hücum ediyordu.
O, kader!.. deyip iç çektikçe babam:
- Sabır!.. diye cevap veriyordu. Sonuna doğru bu iki kelime bütün konuşmanın
yerini almıştı.”168
Ertesi sabah Cemal, “Niçin kadere bu kadar bağlı olan insanlar bir türlü ona
razı olmaz?” diye Sabiha’ya sorduğu zaman, “Hiç biri kendi hayatını yaşamıyor da
onun için” cevabını alır.169 Sabiha, etrafındaki insanların sorgulamaya açık
olmayışlarından, kalıplara ve kurallara hesapsızca bağlı olmalarından ve sorularına
“razı ol” diye cevap vermelerinden rahatsızdır. İnsanların bu teslimiyeti onu
kızdırır.170 Sabiha, insanların olacak şeyleri olamadıklarını; ya bir duvar önünde asıl
165
A.e., s.21.
166
A.e., s.40.
167
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.42.
168
A.e., s.41-42.
169
A.e., s.42.
170
A.e., s.47.
274
yollarını değiştirdiklerini yahut oldukları yerde kaldıklarını düşünür. Ancak bu duvar
Cemal’e göre “belki talih”se de; Sabiha’ya göre, talih başka bir şeydir:
“Hayır, değil! Tâlih başka bir şey. … Dün akşam sinemaya gittik, dedi. Sefiller diye
bir oyun vardı. Oradaki insanların da bizim gibi tâlihleri var! İyi, kötü kendilerine göre…
Fakat hiç biri duvarın dibinde durmamışlardı. Ah, birisi bize bunları anlatsa…”171
“O zamana kadar S…’deki son gecede kendisi için her şeyin bittiği, hayatın dışında
çok hususî bir talihle, herkesten ayrı olarak yaşadığını sanan Mümtaz, birdenbire kendisini
yeni bir hayatın içinde buldu.”174
171
A.e., s.48.
172
Tanpınar, Huzur, s.36.
173
A.e., s.37.
174
A.e., s.38.
275
düşüncelerini okuyan Tanpınar, bunu bize şöyle yansıtır: “…ama Adile Hanım’ın
talihi böyle idi. İnsanları sevdiği için onlardan ihanet görecekti. Bütün ömrü böyle
geçmişti. … Yüzü talihten gördüğü bu son ihanetle küskünleşmiş, kendi kendine
‘ahmak herif’ diyordu.”175
175
A.e., s.82-83.
176
A.e., s.212.
177
A.e., s.208.
178
A.e., s.233.
179
A.e., s.155.
180
A.e., s.222.
276
onu duyan ve bütün konuşmalarına şahit olan kişi, Mümtaz’dır.181 Mümtaz, Suat’ın
Nuran’ın peşinde olmasının “bir talihe benzediğinden” korkmaktadır.182 Diğer yanda
Suat’ın karısı da, bütün bu olanların kendi kötü talihi olduğunu düşünür.183 Kendi
başına yaşayamayan ve onun yardımına ihtiyaç duyan insanların kendisini böyle
harap etmesinden bıkan Nuran ise, bu sinirle Mümtaz’ı da içten içe suçlar: “Mümtaz
da onlardandı. Bu talihiydi. Herkes biçare kadının omuzlarına yükleniyordu.”184
181
A.e., s.229.
182
A.e., s.327.
183
A.e., s.223.
184
A.e., s.218.
185
A.e., s.330.
186
A.e., s.337.
187
A.e., s.46.
188
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.12.
277
İrdal da talihsiz doğduğuna ve kendisi ne yaparsa yapsın, bu talihsizliğin
yakasını bırakmayacağına inananlardandır. O, hiçbir zaman “hak diye kendine ait bir
şeye” inanmadığını söyler. “Bütün mazlum doğmuşlar gibi başına gelen talihsizliğin
neresinden ve ne pahasına kurtulursa, kâr sayar.”189 Öyle olmasını istememesine
rağmen gerçekleşen olayların müsebbibi de talihtir. “Talih ve tesadüf” özellikle hayır
işleri ile ilgili İrdal’a, dedesine ve babasına hep isteklerinin aksi işler yaptırmıştır.190
“- Bak doktor! Dedim. Benim hiçbir şeyim yok. Sadece talihsizim. Başıma
durmadan münasebetsiz işler gelir. Bu talihsizlik daha beni nereye kadar götürecek,
bilmiyorum.”192
Gerçekten de Adlî Tıp son olmaz ve İrdal için başlayan her yeni gün, gelen
her yeni saat, yeni bir garipliğin habercisi olur:
“Her dakikam yeni bir zilletti. Her saat talihsizliğin başka bir çehresiyle karşıma
çıkıyordu. Halbuki bütün bunlara hiçbir sebep yoktu. Hiçbiri bilerek yaptığım bir hata
yüzünden değildi. Hepsi kendi kendine gelmişti.”193
189
A.e., s.67.
190
A.e., s.55.
191
A.e., s.68.
192
A.e., s.110.
193
A.e., s.176.
278
İrdal artık bu kötü kaderin yüzüne bakan herkesin kolayca görebileceği
şekilde “yüzünde yazılı olduğuna” bile inanır.194 Bu kötü kader, karşısına Cemal
Bey’i çıkarmıştır. Cemal Bey, İrdal’ın korkulu rüyasıdır. Ayarcı’nın iş teklifinden ve
“Ben talihime güvenirim bu işlerde. …Akşama görüşelim!” demesine rağmen İrdal,
“Cemal Bey’in olduğu yerde talihine güvenemeyeceğini” düşünür. Cemal Bey,
İrdal’ın hayatının “kötü talihi”195; “talihinin öbür yüzü”dür.196
Ayarcı’yla beraber “talihi dönen” İrdal için, bu dönüm noktasına sebep olan
Ayarcı’nın bozuk saatinin ayrı bir önemi vardır. Hakkında konuşurken birden bire
galeyana gelip, Muvakkit Nuri Bey’den öğrendiği her cümleyi sarf eden ve
etrafındakileri şaşırtarak Ayarcı’nın da gözüne giren İrdal’ın talihini değiştiren şey
bu saat ve değiştiren kişi de saatin sahibi bu adamdır. Bu yüzden Ayarcı’nın bu
bozuk saati aslında İrdal’ın “talihinin anahtarı”dır.200
194
A.e., s.193.
195
A.e., s.305.
196
A.e., s.302.
197
A.e., s.185.
198
A.e., s.59.
199
A.e., s.186.
200
A.e., s.190.
201
A.e., s.227.
279
bundan sonra o, bu talihi yenebilmek için daha cesur, atılgan ve kayıtsız bir adam
olmaya karar verir.202
İrdal, etrafındaki insanların talihleri ile ilgili de yorum yapar. Ayarcı’ya göre
Abdüsselâm Bey’in konağının dağılmasının ve tek başına kalmasının sebebi, “aksi
giden talihi”203; yıllarca bu kadar kalabalık içinde yaşadıktan sonra kendisine her
surette yabancı olan iki insanın elinde ölecek olmasının sebebi de “sakınılmaz
kaderi”204dir. Zeynep Hanım da, asil, iyi kibar bir kadın olmasına rağmen, talihsiz bir
kadındır.205 Selma Hanım’ın çaresiz ve neşesiz hali, kocasından şikayetleriyle
İrdal’ın gözünde sıradan bir kadına dönüşmesi de onun talihidir. Çünkü insan talihi
kimsenin yıldız olarak kalmasına müsaade etmez, muhakkak ki bir zaman yerinden
inmesine sebep olur.206
202
A.e., s.250.
203
A.e., s.82.
204
A.e., s.85.
205
A.e., s.168.
206
A.e., s.261.
207
Oğuz Demiralp, Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2001, s.180.
208
Tanpınar, Mahur Beste, s.142.
209
Okay, a.g.m., s.10.
280
4.1. Bir Kader Olarak Mahûr Beste
“Tanpınar’da yalnız insanın değil, insanla beraber onun dışında oluşan bazı
kavramların, değerlerin de kaderi vardır. Aşkların, dostlukların, milletlerin,
coğrafyanın, sanatın… ”210 İşte Mahûr Beste, her ne kadar Tanpınar’ın ilk romanına
ismini verse de, diğer romanlarda bir ortak bir aşk kaderi olarak karşımıza çıkar. Bu
beste, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler ve Huzur Romanları’ndaki kahramanların
hayatlarını etkileyen, belirleyen ve yönlendiren bir “ortak kader”dir. Zira, “Mahur
Beste’nin etkisi altındaki roman kahramanları, bir zamanlar varolduğunu
düşündükleri bütünlüklü yaşamdan ayrı kalmanın acısını çekerler.”211
210
A.e., s.11.
211
Erol Köroğlu, “Hayata Çok Yaldızlı Bir Mazi Aynasından Bakmak: Sahnenin Dışındakiler’de
Bugünü Yaşamanın İmkânsızlığı” Doğumunun 100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Haz.Sema
Uğurcan, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003, s.96.
281
Sahnenin Dışındakiler’de Cemal’le Sabiha da Mahur Beste’nin kaderinden
etkilenirler. Cemal, akrabası Behçet Bey’in köşkünde kaldığı zamanlar gecenin
sessizliğinde dinlediği saat sesleri arasında Atiye Hanım’la Talât Bey’in Şerife
Hanım’dan dinlediği ümitsiz aşklarını hatırlar ve Mahur Beste’nin bu hikâyeleri
dinlerken hafızasında hakikaten meşk etmiş gibi canlanan cümleleri ile uykuya
dalar.212
Şerife Hanım, konağa gittiği zamanlarda Cemal’e Atiye Hanım ile Doktor
Refik’in hikâyelerini anlatır. Aileye Mahur Beste’yi kazandıran bu aşk romanıyla
ilgili olarak Doktor Refik’in Atiye Hanım’a yazdığı mektupları gösterir:
212
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.123.
213
A.e., s.124
214
A.e., s.141.
215
A.e., s.179.
282
Bütün bu dediklerim şaşılacak şekilde Sabiha’nın hatırasıyla birleşiyor ve her gece
yatağıma ‘Ya, onu bir daha göremezsem, ya hiç göremezsem… Birbirimizden ayrı ölürsek!’
korkusuyla giriyordum.”216
Aslında Nuran’ın dedesi Talât Bey’in eseri olan bu şarkı ve bu hadise bu eski
Tanzimat ailesi arasında uğursuz olarak tanınır ve buna rağmen de hafızalara
yerleşir. “Küçük ve kısa şekliyle insanın tenine yapışan o acı çığlıklardan biri” olan
bu eserin kendi macerası da oldukça gariptir. Talât Bey’in karısı Nurhayat Hanım
Mısırlı bir binbaşı ile sevişerek kaçınca Mevlevî muhibbi olan Talât Bey bu eseri
yazar. Talât Bey, aslında bir fasıl yapmak ister, fakat tam o esnada Mısır’dan gelen
bir dostu Nurhayat Hanım’ın ölümünü haber verir. Talât Bey, daha sonra bu ölümün
eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenir.217
216
A.e., s.122.
217
Tanpınar, Huzur, s.56.
218
A.e.
219
A.e., s.137.
220
A.e.,”s.110.
221
A.e.,”s.140.
222
A.e.
223
A.e., s.244.
283
Besteyi çok sevmesine rağmen, Mahûr Beste söz konusu olduğunda, Nuran
bu konuda çekingen davranır. Çünkü Mahûr Beste’nin onun üzerindeki tesiri çok
başka türlü olur. Büyükannesinin yaptığı hatadan çok korkan, ailede ihtirasları
yüzünden etrafını mustarip edenlerin çokluğundan ürken ve çocukluktan beri
büyükannesine benzetildiği için de, sırf onunla aynı talihi yaşamamak için
hislerinden ziyade aklıyla yaşamak ister. Fakat onun bütün çabalarına rağmen talihi
bu kaçışa müsaade etmez. Mümtaz’a “Fakat ne çare, talih istemeyince…” der.
“Çocuğum yine bedbaht oldu.”224
“ ‘ben diyordu, çok sevildim, onun için böyle perişan oldum. Sevdiğim ve
sevildiğim için bana muhtaç olanların hepsi bedbaht oldular. Kendi yakınında bu kadar canlı
bir örnek varken, nasıl cesaret edebiliyorsun?..’ ”225
“Fakat Nuran’ın içinde konuşan yalnız büyük annesinin sesi veya hayatı
değildi(r). Daha derinden gelen, daha koyu, daha karışık bir ikinci ses daha vardı(r).”
Dedesi Talât Bey’in sevginin ocağında yanmaya hazır kanın sesi ise Nuran’ın
kalbine ve uzviyetine hitap eder. Nuran, yıllarca anneannesine benzemekten
korkması, bu mirasın onda uyanmasına sebep olur. Belki de bu yüzden Mümtaz’a bir
vapur kamarasında rastladığında, ilk teklifinde hiç çekinmeden ona alçak sesle
Mâhur Beste’yi okur.226
224
A.e., s.109.
225
A.e., s.136.
226
A.e.
284
Nurhayat Hanım, Nuran’ın içinde, o yarı vahşi güzelliği ile dirilip, sanki
kendi sevgisinin ve yaşama iştihasının ocağında bitmez tükenmez bir ateş raksı
yapar. “Atıl” der. “Atıl bu ava; yan ve yaşa!... Zira bu aşk yaşamanın tam şeklidir…”
Bu ateş raksında “kendi ıstırap tecrübesini tekrarlamağa hazır bir hâlde onunla
beraber bulunan” dedesi ise çılgın ve muhteris konuşmaz, anneannesi gibi alev
raksları yapmaz. Yağlı bir kütük gibi kendi ıstırabıyla bu alevi besleyip onun
ocağında yanar. “Mademki benim kanımı taşıyorsun, sen de sevecek, şu veya bu
şekilde ıstırap çekeceksin! Bu kaderden kurtulmağa beyhude çalışma!” der.227
Nuran, daha ilk günden Mümtaz’a gideceğini bilir. Çünkü aşkı kendisine tek
kader yapan bütün bir irsiyet onu Mümtaz’a iter. Kimi, annesi gibi bu kaderden
kaçarak ömrünü kurutmuş, ömründe bir kere rahatça gülmeden, hiçbir ihsasa kendini
rahatça bırakmadan, duygularından bahsetmeden, çocuklarını bir kere bile heyecanla
öpmeden yaşamış; ‘Kadın her şeyden evvel kendisini gizlemeği bilmelidir; yavrum!’
diyerek kızına sürekli nasihat etmiştir. “Bu yüzden bütün ömrünce farkında olmadan
zalim olmuş, kendisini o kadar seven, yaşadığını anlamak için duygularını yaşamağa
muhtaç olan babasını âdeta ezmişti(r).” Dayısı Tevfik Bey’in muvazenesizlikleri,
oğlu Yaşar’ın kendisine beslediği, bir ev içinde o kadar rahatsız edici o marazî sevgi,
hep bu kaderin eseridir. Kendi de bu korku içinde büyüyen Nuran, “sevebileceği o
kadar genç arkadaşı arasında hiçbir suretle sevmeyeceğini bildiği, yalnız iyi arkadaş
olacaklarını sandığı Fâhir’le evlenir.”229
227
A.e., s.137.
228
A.e., s.138.
229
A.e., s.138-139.
285
Nuran’a göre, kızı Fatma da şimdiden aynı kadere hazırlanmaktadır.
“Babasına ve kendisine olan delice düşkünlüğü, içliliği, kıskançlığı, hep bu taşıdığı
yükün altında ezilmiş ırsiyetin izleridir.” Fakat bu irsiyet veya terbiye sade kendi
evlerinde değildir. Bu beste, bu sakınılmaz kader, bu geniş ailenin her göbeğinde ayrı
ayrı kurbanlar seçmiştir: “Behçet Bey, Atiye Hanım, Doktor Refik, Medine’de ölen
Salâhaddin Reşit Bey…” 230
230
A.e., s.139.
231
A.e., s.277.
232
A.e., s.353.
233
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.118.
234
Tanpınar, Huzur, s.140.
235
A.e., s.94.
286
4.2. Millî Kader
Tanpınar romanlarında karşılaşılan bir kader çeşidi de milletin ortak kaderi;
“millî kader”dir. Romanlar, çalkantılı bir sosyal ve siyasî geçiş döneminden ve
sonrasında yeni kurulan bir Cumhuriyet’ten izler taşır. Ülkenin içinde bulunduğu
fikir karmaşaları ve medeniyet değişimi üzerinde uzun uzun düşünen kahramanların
arasında bütün yaşananların imparatorluğun kaderi olduğuna inanalar da vardır.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde bir zamanı dolu dolu yaşayan İhsan da, ne
yapacağını bilemeyen ve üzerine hücûm eden yeni bir kültürün sularında boğulma
tehlikesiyle karşı karşıya kalan milletin, o günlerde içinde bulunduğu durumun tek
açıklamasını “kader” olarak görür: “Hadiselerin garip bir zincirlemesi var ki, yavaş
yavaş insanda bir nevi kader fikrini uyandırıyor ve korkutuyor.”237
236
Tanpınar, Mahur Beste, s.93.
237
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.130.
238
Tanpınar, Huzur, s.301.
239
A.e., s.302.
287
kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi. İnsanlığın hakikî talihi buydu.”240 Mümtaz’ın
bakış açısında, bir meyhanede içen işçiler, fahişeler, memurlar, aslında talihlerinin
kendilerine emrettiği susuzluğu kandırmağa çalışmaktadırlar.241
“Ortaya insanı yapan kaderin asıl mekanizması çıkıyor ve ben anlıyorum ki,
insandan ötede bir şey, onu zaaf ve kudretleri ile, talih ve talihsizlikleri ile yaratan ve
idare eden çok kuvvetli bir şey vardır.”244diyen Tanpınar, kahramanlarını da, olayları
da bu mekanizmanın emrinden dışarı çıkarmamıştır.
240
A.e., s.68.
241
A.e., s.314.
242
A.e., s.371.
243
Okay, a.g.m., s.11.
244
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s.122.
288
5. Hayat Karşısında İradesiz Olanlar
“…Sabiha’yı o günkü hayatımızı yapan iyi kötü ne varsa onların bütünü içinde
ancak kendim için muhafaza edebileceğimi, aksi takdirde onlarla beraber benden de
uzaklaşacağını iyice biliyordum.
245
Tanpınar, Mahur Beste, s.80.
246
A.e., s.81.
289
…
Sabiha’yı muhafaza etmenin başka çareleri de vardı. Ona yetişmeye çalışır, daha
derinden arkadaş olur, aynı fikirler –eğer bu aksülâmellere fikir derseniz!- ve ufuklara doğru
beraber yürürdüm. Yazık ki içinde bulunduğum zihnî tembellik buna engeldi.”247
Cemal’in bir şeye inanması için hayatında büyük rol oynayan “İhsan’ın
söylemiş olması kâfi gelir.” İhsan’ı dinledikçe hayranlığı artan ve onun gösterdiği
ufukları bilmemesine rağmen ona sıkıca bağlanan Cemal, kendi içinde İhsan’a karşı
ömrünce sürecek bir bağlılık oluşturduğunu fark eder.248
Cemal, İhsan’a karşı sevgisine rağmen, onun gibi hayatı erken yaşta kavrayan
birinin yanında küçük olduğunu düşünür. Terleyen bıyıklarına, gittikçe uzayan
boyuna rağmen kendini çocuk bulur. Ona göre, mektebi bitirmeye dört senesi olan
bir Sultani talebesi olarak henüz önünde çok yolu vardır. Gerçi Cemal memleketin iç
politikasının bütün gençleri böyle bir psikolojiye soktuğunu söylese de; büyüdüğü
zaman da onu çok farklı bir kimlik olarak görmeyiz. Cemal Tıbbiye talebesi
olduğunda da, İhsan’ın sözünden çıkmayan ve hâlâ kendini birçok konuda iradesiz
bulan bir üniversite öğrencisidir.249
247
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.74.
248
A.e., s.52.
249
A.e., s.55.
250
A.e., s.142.
290
taşımaktan, İhsan’la bir yerlerde karşı karşıya gelmekten, duygularına sahip
çıkmaktan kaçmıştır.
Yıllar sonra tekrar İstanbul’a döndüğünde ilk ve tek merak ettiği şey,
Sabiha’nın nerede ve nasıl olduğudur. Ancak, ne ilk olarak gittiği İhsan’ın evinde, ne
de ondan sonra uğradığı ve hepsi de Sabiha’yı tanıyan, muhakkak ondan haber
verebilecek olan insanların olduğu başka ortamlarda Sabiha’yı sormaz, soramaz.
İhsanlardan çıkarken, “Böylece Sabiha’nın nerde olduğunu öğrenmek için girdiğim
evden ona dair tek bir sual sormadan çıktım. … Bununla beraber memnundum.”
Diyen Cemal, söylediklerinden de açıkça anlaşıldığı üzere yine iradesizliğinin
arkasına gizlenerek kaçmaya devam eder. Hatta bir yerde şu itirafı da çekinmeden
yapacaktır:
“Hakikatte ben garip bir tembellik içinde idim. Uzleti, sükûnu, hulyayı arıyordum.
Sabiha ile olan maceram içimde bir şeyi yıkmıştı. Altı sene insanlardan uzak yaşamıştım. Ve
bütün bunlar çok genç yaşımda olmuştu.”251
251
A.e., s.195.
252
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.151.
291
Yanında hep biri ya da birileri vardır ve İrdal hep bu yanındaki kişilerin adeta kölesi
durumundadır.
Karısı Emine öldükten sonra kendini başıboş bir hayata bırakan ve içki
şişelerinin dibinde teselli arayan Hayri İrdal, eve gelip akşam çocuklarını görür
görmez “iradesizliğine ve talihsizliğine” kızar ve düzeleceğine dair kendine sözler
verir. Ancak yaşadığı hayatı beğenmemesine rağmen, “yenisine gidebilecek kudreti
kendinde bulamaz.” Kaçmak ve her şeyi bırakıp gitmek ister. Ne var ki, “bütün
bunları yapabilmek, kendisini alışkanlıkların dışında denemek için başka türlü adam
olmak lazımdır.”253
253
A.e., s.144.
254
A.e., s.144-145.
255
A.e., s.145.
292
erdiğini” söyler. “Yahut şahsiyet tam bir dargınlık içinde veya kısır bir şüphede
kendisini tüketir.” der.256 İnsanların tedirginlikleri, tepkileri, arayışları,
huzursuzlukları sebebiyle iradesizlik göstermeleri de yaşanılan dönemlerin bir kimlik
problemidir.
Gün geçtikçe insanların kendileriyle daha çok meşgul oldukları bir dünyada
giyilen, tercih edilen ya da edilmeyen kıyafetlerin kendini ifade etme şekli olarak
farklı bir anlam kazanmaya başladığı aşikârdır. Kıyafet, “kendi özgün dilbilgisi, söz
dizimi ve söz dağarcığı olan görsel bir dil”e dönüşmüş durumdadır.257
Kişi, kıyafeti ile kendi hakkında bir şeyler anlatır ve böylece etrafındakilerin
kolektif düzeyde bunları simgesel olarak belli statü iddialarının olduğu bir dünyaya
yerleştirmesine ve hayatı hakkında belli bağlantılar kurulmasına imkân tanımış olur.
293
olsun bertaraf etmeye çalışan Atiye Hanım, “her yenilikten ve her modadan”
herkesten önce haberdardır.260 Kayın pederi ile gittikleri musikî âlemlerinde giyeceği
kıyafet ve takacağı takılar için İsmail Molla haftalarca terzilerle, kuyumcularla
uğraşır, pazarlıklar yapar.261
“- Bu çarşaflarla hiç kadın hürriyeti olur mu!.. Biz kadın değil, esir sürüsüyüz.”264
“- Adım başında, lokanta, bar, küçük eğlence yeri… Hele kadınları, bize çok şey
aşılayacak gibi görünüyor. Şimdiden hanımlarımızın kıyafeti değişti. Gördüğün o tepeden
sıkma başlar onlardan geçti. Artık peçe kalktı diyebiliriz.”265
Cemal, başka bir yerde de, “Ne kadar çok kıyafet vardı İstanbul’da! Tesbih
dizisinin koptuğunu, bu kıyafet değişikliği kadar hiçbir şey gösteremezdi.” Der.266
Cemal’in bu tepkisinde, şehirde “farklı giyinen” insanların fark edilecek kadar
260
A.e., s.60.
261
A.e., s.62.
262
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.123.
263
Tanpınar, Huzur, s.57.
264
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.115.
265
A.e., s.198.
266
A.e., s.233.
294
artmasının dışında, ülke insanlarının farklı giyinen bu insanların kıyafetlerinden
etkilenerek yavaş yavaş onların giydiklerine benzer giyinmesinin de etkisi vardır.
267
A.e., s.327.
268
A.e., s.326.
269
Tanpınar, Huzur, s.70.
270
A.e., s.72.
295
“- Yani bir odalık gibi değil mi? Hani şu Matis’inkiler cinsinden. Ve gülerek başını
salladı. Hayır, istemiyorum. Ben Nuran’ım. Kandilli’de otururum. 1937 senesinde yaşıyor,
aşağı yukarı zamanımın elbisesini giyiyorum Hiçbir elbise ve hüviyet değiştirmeye hevesim
yok. Hiçbir ümitsizlik içinde değilim ve bu aynalar beni korkutuyor.”271
Mümtaz, başka bir zaman da Nuran’ın üzerinde onun için Kütahyalı bir
kadından satın aldığı eski zaman elbiselerini görünce çok sevinir. Nuran, “açık
turuncu cepken, mor kadife yelek, yine turuncu şalvar içinde, o kadar sırma ve
işleme arasında bir mücevher gibi”dir. Bu kıyafetleri benimseyen ve kendisinde
beğenen Nuran, giydiklerinin etkisiyle annesinden, nenesinden, gezdiği
memleketlerden öğrendiği türküleri söylemek ister ve “üstündeki elbiselerin malı
olan halk türküleri söyler.” 272
“Kıyafet tarzları ile zaman içinde onları etkileyen modaların, koda yakın bir
şey oluşturduğunu”273 öne sürenlerin bu noktada isabetli davrandıklarını söylemek
mümkündür. Bu eski tarz kıyafetler, Nuran’ın kimliğinin maziye dönük tarafına tam
gelir ve Nuran’ın üzerine tam uyar. Bu kıyafeti giyinmiş Nuran, neden daha çok
türkü bilmediğine hayıflanır. Mazi içinde yaşayan Mümtaz’sa sevdiği kadını böyle
görmekten son derece mutludur.
“…saat kadar derin olmasa bile bu uyma keyfiyeti bütün eşyamızda vardır. Eski
şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı?
Onları sık sık değiştirmek isteyişimiz de bu yüzden değil midir? Yeni bir elbise giyen adam
az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin
arasından bakmak ihtiyacı yahut ‘Ben artık bir başkasıyım!’ diyebilmek saadeti.
271
A.e., s.127.
272
A.e., s.318-320.
273
Fred Davis, a.g.e., s.17.
296
İddia edebilirim ki, -rahmetli Halit Ayarcı müessesemizin aleyhine çıkmak korkusu
ile bu cins iddialardan sakınmamı bana şiddetle tavsiye ederdi; fakat mademki bu vesayet
artık yoktur, ben rahatça iddia edebilirim- eski bir şapkadan veya ayakkabıdan sahibinin
bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayatındaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek
mümkündür. Hizmetçilerimize hemen evimize gelir gelmez bir kat elbise, bir iki eski
gömlek, boyunbağı, hiç olmazsa ayakkabılarımızdan birini hediye etmemizin hikmeti de bu
olsa gerektir. Bizi hiç tanımayan bu insan birdenbire elbiselerimizin içine girdiği,
kunduramızla yürüdüğü için, âdeta onun gizli zoru ile bize yaklaşır, farkında olmadan bizim
itiyat ve düşüncelerimizi benimser. Bunu ben kendi nefsimde iki defa tecrübe ettim.”274
274
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.17-18.
275
A.e., s.18-19.
276
A.e., s.228.
277
A.e., s.19.
297
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde kıyafete böyle bakış, romanın bütününde
olduğu gibi, ironinin bir parçasıdır.”278 Enstitünün nasıl göründüğü; neyi yapmak
istiyor, neyi hedefliyor göründüğü kadar, çalışanların da nasıl göründüğü önemlidir.
Bu kurmaca dünyanın idarecisi Halit Ayarcı’ya göre, elbette ki İrdal dikkatli
giyinmeli, elbette ki Ayar İstasyonları’nda çalıştırılacak genç bayan ve erkeklerin
kıyafetleri gözden geçirilmelidir.
278
Murat Koç, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Roman ve Hikâyelerinde Kıyafet-Karakter İlişkisi Üzerine
Bir Deneme”, Doğumunun 100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Hazırlayan: Sema Uğurcan,
İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003, s.86.
279
Tanpınar, a.g.e., s.251.
280
Konu hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Fred Davis, a.g.e., s.16.
281
Tanpınar, a.g.e., s.175.
298
İki ay sonra, Sabriye Hanım’ın, ne için geldiğini merak eden, cemiyetten
başka bir isim; Nevzat Hanım da İrdal’ın evine misafir olur. Pakize ve baldızlar bu
kez de, hakîki zerafetin Nevzat Hanım’da olduğuna karar verip, Sabriye Hanım’ı
taklit ederek aldıkları, diktirdikleri bütün kıyafetleri tekrar değiştirmeye karar
verirler. “Evcek, elbiseler, çamaşırlar değişir” ve “her şey yok pahasına satılarak” iki
282
maaş daha sarf edilir. Sabriya Hanım’ın ve kıyafetlerinin modası geçmiş, Nevzat
Hanım’ınkiler moda olmuştur.
Böyle bir tablo, modanın “kendi kendini daim kılan kapitalist bir kültürel
komplo” mu, yoksa “gardıropların planlı bir biçimde sürekli çağdışı kalmasıyla kar
sağlamaya yönelik kurumlaşmış, sinsi bir tezgâh mı”283 olduğunu sorgulamalıdır.
Sosyal bilimcilere göre moda, “batılı erkeklerle kadınların toplumsal kimliklerinde
tekrar tekrar meydana gelen istikrarsızlıklar üzerinde” gelişmiştir.284
282
A.e.
283
Fred Davis, a.g.e., s.27.
284
A.e., s.28.
285
A.e., s.37.
299
güzel görünmekte”, “alaca eşarbını, küçük çantasını tutarken içten ve memnun
gülümsemektedir.” Küçük baldız “kendisine hiç yakışmayan kıpkırmızı tuvaletinin
içinde”, kulağında “at nalı gibi küpeler”le şuh tavırlarla etrafıyla sohbet etmektedir.
Büyük baldız “mor elbiseleri içinde olduğundan şişman ve çirkin, fakat yine de garip
bir şekilde sevimli, küçük bir fil yavrusu gibi yüksek ökçeli iskarpinlerinin üstünden
etrafındakilere doğru –şüphesiz korsesi yüzünden- güçlükle eğile eğile” şarkısını
söylemektedir. Hatta kahraman saat mübarek bile o gece “süslenmiştir.”286 İrdal,
sonrasında karısının tanıdık gelen kıyafetinin kumaşının, babasından kalma kürkün
kabı olduğunu öğrenir.
Çok para verilerek güve yenikleri işletilen bu elbise içinde Pakize belki de
gecenin en şık kadını olduğunu düşünürken; İrdal’a göre, güve yenikleri yeşil
kumaşın üstünde parlayan altın yaldızlarla orada durmaktadır.287 Ya da mor elbisesi
içinde “olduğundan şişman ve çirkin” görünen büyük baldız, gecenin en güzel kadını
olduğu zannıyla şarkılarını söylemektedir.288 Bu da, kıyafet göstergesinin “gösteren-
gösterilen ilişkisi çok değişken olduğu için”, “aynı kıyafet simgelerinin genel olarak
insanlar tarafından aynı şekilde yorumlaması”nın güçlüğüne işaret eder.289
Dikkat edilecek olursa, romanlarda kıyafetin daha sık değiştiği, kıyafet dilinin
daha çok şey söylemeye başladığı zaman, modernleşmenin çanlarının daha kuvvetli
duyulmaya başlandığı zamandır. Çünkü “toplumsal ve teknolojik değişimin, yaşam
çevrimindeki biyolojik eksilmelerin, ütopik düşlerin, zaman zaman yaşanan
286
Tanpınar, a.g.e., s.323.
287
A.e., s.325-326.
288
A.e., s.334.
289
Davis, a.g.e., s.21.
290
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. A.e., s.27.
300
felaketlerin etkisiyle sonsuz bir biçimleniş içinde olan kimliklerimiz”, “içimizde
sayısız gerilim, paradoks, kararsızlık ve çatışma” doğurur. İşte moda da, kolektif
düzeyde yaşanan, tarihte bazen tekerrür eden bu kimlik istikrarsızlığından beslenir.
“Moda başlatan tasarımcı-sanatçılar, toplumda hüküm süren kimlik istikrarsızlığı
akımlarını bir şekilde sezer ve kıyafet sunumunda görme ve dokunmaya ilişkin
alışılmış simgeleri sanatsal biçimde yönlendirerek onlara ifade kazandırmaya veya
onları sınırlandırmaya, çarpıtmaya ya da yüceltmeye çalışır. Bunun için de kıyafet
kodunun şu ya da bu şekilde mutlaka değiştirilmesi gerekmektedir.”291
291
Fred Davis, a.g.e., s.28.
292
Ekrem Işın, A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.26.
293
Tanpınar, “Hayat Karşısında Münevver”, Yaşadığım Gibi, s.47.
301
V.BÖLÜM: SANAT KARŞISINDA TANPINAR’IN ROMAN
KAHRAMANLARI
Türk sanatı da bünyesine nüfuz eden insan öğesi ve fikir dünyası anlaşıldıkça
gerçek değerini bulacaktır:
1
Oğuz Demiralp, Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2001, s.59.
2
İbrahim Şahin, “Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir Deneme”, Türk
Yurdu, Mayıs, 1996, C: 16, S.105, s.24.
3
Ümit Meriç Yazan, Selma Ümit Karışman, Ebediyetin Huzurunda Ahmet Hamdi Tanpınar,
İstanbul, Ufuk Kitapları, 2000, s.259.
4
Tanpınar, Edebiyat Dersleri, Haz.Abdullah Uçman, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.106.
5
Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor, Kon: Mustafa Baydar, Yaşadığım Gibi, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 2000, s.322.
6
Tanpınar, 19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi, , İstanbul, Çağlayan Kitabevi, 2001, s.234.
302
çoğu müze salonlarında, artık işlemeyen saatlerin ketum çehresiyle zaman ve talihin
değişiklikleri üzerinde düşünür gibi görünen bu eserlerde ırkımızın tarihi gizli bir nabız gibi
çarpar.
Çünkü Türk ustalarını onların her bir motifini kendi sanatlarında nadir bir rüya gibi
tespit etmeden evvel, Türk kavmi onları yıllarca, hatta belki asırlarca yaşadı.
Bu halı, renginin ve nakışının zengin oyununda, bütün Orta Asya baharlarının
feyzini taşır. Yedi asır evvel işlenen şu tahtadan oyulmuş kapı, ömür yıpratıcı sabrında Türk
ruhunun korkunç bir istilâ ve inhizam karşısında gündelik işlere kapanmakta ne kadar büyük
bir teselli bulduğunu gösterir ve bir medeniyetin mütecaviz zaman karşısında alabileceği
yüksek ve gururlu duruşu anlatır.”7
Sanatı sanat yapan şey, onu meydana getiren milletten aldığı, o millete has
özellikleridir:
Tanpınar’ın sanatla ilgili olarak güncelde yakındığı şey ise, güzel sanatlar
politikasının hala kurulamamış olmasıdır.10
7
Tanpınar, “Kendi Kendimize Doğru”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000. s.389.
8
Tanpınar, “Ne Diyorlar? Ahmet Hamdi ve Halk Şiiri II”, Kon: Oktay Verel, Mücevherlerin Sırrı,
Haz. İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s.219.
9
Tanpınar, “Anavatan Topraklarındaki Türk Eserlerinin Ortaya Konması Türk Vatandaşının Hakkı
Olmalıdır”, Yaşadığım Gibi, s.386.
10
Tanpınar, Kültür ve Sanat Yollarında Gösterdiğimiz Devamsızlık”, Yaşadığım Gibi, s.32.
303
1. Musiki
Türk musikisi, “büyük bir cemiyetin, çok sıhhatli bir hayat aşkının ve derin,
huzursuz, her an ebediyetin muammasını çözmek için sabırsızlanan bir ruh”un
mahsulüdür. Bu musikiyi “hayatı bizden başka zaviyelerle gören, fakat her sanatın
gayesi olan büyük zirveleri hedef alarak seçmiş, incelmiş, emsalsiz bir mücevher gibi
yontulmuş, nadide bir zevk” vücuda getirmiştir.13 Diyen Tanpınar’a göre, “Klâsik
musikimiz halk havaları ile beraber dünyanın en zengin denilebilecek nağme
hazineleridir.”14
11
Mine Birkök, Ahmet Hamdi Tanpınar’da Musiki ile İlgili Unsurların Tespiti, İstanbul, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Basılmamış Mezuniyet Tezi), 1965,
s.7.
12
Hilmi Yavuz, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Estetiği Üzerine”, Osmanlılık, Kültür, Kimlik, İstanbul,
Boyut Yayıncılık, 1996, s.56.
13
Tanpınar, “İstanbul Konservatuarı ve Musikîmiz”, Yaşadığım Gibi, s.362.
14
Tanpınar, “Şark İle Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar”, a.e., s.26.
15
Abdullah Uçman, “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Kültürü”, Dergâh, Cilt:3, S:32, Ekim 1992, s.8.
16
Tanpınar, “Yahya Kemal ve Türk Musikîsi”, a.g.e., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s. 378.
304
“Bugün bizim Şark dediğimiz ve türlü şekilde tefsir ettiğimiz coşkun ve
ıstıraplı âlem, üst üste hasretlerin ve burada tahlil etmemize imkan olmayan
inkârların kurduğu acayip ve şaşırtıcı dünya, bundan iki yüz bu kadar sene evvel
İstanbul’da yaşayan bir adamın, Buhurîzâde Itrî Efendi’nin, Hâfız’ın bir beyti
etrafında ve tıpkı geceleyin bir yıldızın ışığına takılarak yapılan bir yolculuk gibi,
hangi uzak çağda ve hangi esrarlı şartlar altında bulunmuş bir ses kombinezonunun
arkasından yürüyerek vücuda getirdiği büyük eserdir.”17
Tanpınar’a göre musiki, insanı değiştiren bir şeydir. Ait olduğu geleneğin her
türlü sesini giyinerek gelen bu ilham, “insanı ele alarak işe başladığı” için “onu siler,
değiştirir, aynı zamanda ona ayrı zamanlar icat eder.” Ve ortada “benden başka bir
şey olan bir ‘ben’ kalır.18 Toplumun bütün hadlerine yükselen insan, kimi zaman
“duadan ferdi hayata, ferdi hayattan duaya” geçerek özüne döner.19
17
Tanpınar, “Yahya Kemal ve Türk Musikisi”, Yaşadığım Gibi, s.377-378.
18
Tanpınar, İsmail Dede”, a.g.e., s.371.
19
A.e., s.374.
20
Tanpınar, Mahur Beste, s.21.
305
odasından” davetsiz de olsa “ağır ve dik sesiyle bu ziyafete iştirak etmesi”ne engel
olmaz.21 Tarıdil Hanım’ın cariyelerinin musiki âlemlerinde kendisi de hazırlattığı
masanın başından şarkılara eşlik eden İsmail Molla böylece kendini ele vermektedir.
“Kaç defa kızı gibi sevdiği gelininin eski bir besteyi dinlerken birdenbire yüzünün
değiştiğini, ürperdiğini, yakalanması imkânsız olan bir şeyi yakalamak ister gibi tâ içten
çırpındığını görmüştü. Beste bitince bu hal de biter, genç kadın olduğu yerde, adeta musikide
erimiş gibi kalırdı. Hakikatte bu erimek, kendini bulmak, asıl saadeti yakalamaktı. İnsan bu
kartal pençesini teninde duymadan kendisi olamazdı. Onun için genç kadını ömrünün bu
biricik saadetinden mahrum etmeyi bir kere bile aklına getirmemişti.”24
21
A.e., s.22.
22
A.e., s.61.
23
A.e., s.64.
24
A.e., s.60.
306
“- Şark yok, Şark öldü. Bizler yetimiz. Unutmaktan başka çaremiz yok. Yetimlikten
kurtulmak için unutmalıyız.”25
“Şark ölmüştü. Bu ölü nerede yatıyordu? Mezarı neresiydi? Niçin içinde bu garip
merhamet çeşmesi kanamıştı? ‘Ah ne olurdu, bu sözleri bıraksalar da, Molla Bey bir beste
okusaydı. Belki ölmediğini anlardık. Kimbilir, belki de ölmemiştir.’”26
Gerçekte böyle bir bestenin olup olmadığı hakkında çeşitli görüşler vardır.
Huzur’da bu bestenin Neşati’nin “Gittin emmâ ki kodun hasretile cânı bile/ İstemem
sensiz olan sohbet-i yârânı bile”28 beytiyle başlayan şiirinden yapıldığına vurgu
vardır. Diğer taraftan bu ad, mahur makamdaki bütün bestelere işaret etmekle
beraber, Eyyubî Bekir Ağa’nın “Bir âfet-i mehpeyker ile nüktelerim var” sözleriyle
25
A.e., s.87.
26
A.e.
27
Tanpınar, Huzur, s.56.
28
A.e., s.166.
307
başlayan ve ‘Mahur Beste’ adıyla anılan bir bestesini de işaretlemektedir.29
Tanpınar’ın kurmacasında bu bestenin gerçek bir karşılığı var mıdır, yok mudur
kestirmek güçtür.
Karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir binbaşı ile sevişerek kaçınca Mevlevî
muhibbi olan Talât Bey’in yazdığı eser, kahramanların kaderlerini belirlemedeki
rolüyle tezimizin IV. Bölümü’nde ayrı bir başlık olarak ele alınmıştır.
“Bol ahenk” lakabı ile tanınan ve musikinin hakkını verdiği herkesçe kabul
edilen Tevfik Bey, Cemal’deki musiki zevkini de yoklayan ilk kişidir. Onun yemek
sofralarında söylediği şarkılar, hem Cemal’in derinlere gömdüğü aşkına ilişkin
acılarına dokunur, hem de “bundan böyle şahsiyetinin temeli olacak bir complexe
yaratır.”30 Mademki Cemal de bu teşkilatın içine girmiştir, mademki bir Tanpınar
kahramanı olarak karşımızdadır; o zaman, geçmişinde böyle bir musiki kültürünü
besleyecek çok fazla imkânı olmasa da, bu kültürü hazmetmiş kişiler onu etkilemeli
ve musiki onun kanına da girmelidir.
29
Tahir Abacı, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul, Pan Yayınları, 2000,
s.66.
30
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.178.
31
A.e., s.180.
32
A.e.
308
Cemal bu atmosferle kendinden geçerken, “daha önceleri sadece bizim
zevkimizi veren Boğaziçi’nde” şimdi birkaç ayrı musikinin birden duyulmaya
başlandığını üzülerek belirtir. Boğaz vapurunda birkaç palikaryanın çaldığı müzikleri
dinlemek zorunda kalınca canı sıkılır. Akşama Tevfik Bey’lerle birlikte Boğaz
gezisine çıktıklarında yan kayıktan gelen Rumca şarkılar ve yükselen balalayka
seslerine inat Tevfik Bey, bir anda bütün boğazda yankılanan gür sesiyle adeta
medeniyetimizin sesini yükseltir ve işgalcilere dersi; Tevfik Bey’in söylediği gazel
ve şarkılar verir:
“Sabah sanki Rasim Beyin neyinden Acemaşiran taksiminden bir parça, yahut onun
hava boşluğuna, döküldükçe maddeleşmesi, ışık, ağaç, su, gökyüzü olması imiş gibi bu
33
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.180-181.
309
nağmelerin arasından silkiniyor, kımıldıyor, karşı tepeleri ve sahili hemen önünden oldukça
dik bir meyille denize doğru alçalan Kandilli evlerini teker teker zaptediyordu.”34
Cemal’i bir çok noktada etkileyen İhsan için, “musikimiz tek bağlanış
noktası”dır. “Kimbilir, belki bir gün yalnız onunla kendimizi anlayacağız!”37 diyen
İhsan, Mümtaz’da da benzeri görüşlerin uyanmasına vesile olacaktır. “Bâki’yi,
Nef’î’yi, Nailî’yi, Nedîm’i, Galib’i, dede ile Itrî ile beraber” Mümtaz’a İhsan
aşılamıştır.38
34
A.e., s.186.
35
A.e., s.234.
36
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.307.
37
A.e. s.136.
38
Tanpınar, Huzur, s.40.
310
kaybolmasından endişe ettiğini söyler. Bu arada Sabih Nuran’ı da konuşmaya dâhil
etmek istercesine, ona Mümtaz’ın eski musikimize merak saldığını söyler.
Musikiyi bir aile yadigârı olarak taşıyan, baba tarafından Mevlevî anne
tarafından Bektaşî olan, evinde ney sesleri içinde, fasıllarla, eğlencelerle büyüyen
Nuran için, bu anlamlıdır.39 Mümtaz, daha ziyade Bedesten’de bulduğu eski
plaklardan konuşmaya başlar ve kendisini çok güzel gülüşüyle dinleyen Nuran’ın
karşısında içinden bir şeylerin kaydığını hisseder. “Evindeki plakları, ferahfezaları,
acemaşiranları, nühüftleri, tesadüf ettiği her şeyi, yaldıza, bahar kokusuna boğan,
onlara kendi uyanışındaki sıcaklığı geçiren bu gülüşün arasından” dinleyeceğini
düşünerek kendisinden geçer.40
“Bu sessiz musiki ikisinde de vardı, ikisinin de içinden yüzlerine doğru yükseliyor,
Nuran bunu göstermemek telaşıyla, olduğundan çok mahzun görünüyor ve Mümtaz ise
aksine, tabiatındaki mahcupluğu da gizlemek telaşıyla, zorla cesur ve kayıtsız olmaya
çalışıyordu.”43
“Akşam geniş musiki faslına başlamıştı. Aydınlığın bütün sazları güneşin veda
şarkısını söylemeye hazırlanıyordu. Ve her şey aydınlığın sazıydı. Hatta Nuran’ın yüzü,
kahve kaşığı ile oynayan eli bile…”44
39
A.e., s.118.
40
A.e., s.82.
41
A.e., s.81.
42
A.e.
43
A.e., s.110.
44
A.e., s.125.
311
Nuran, Mümtaz’a Dede’nin Sultanîyegâh Bestesini, büyük annesi Nurhayat
Hanım için bestelenen Talat Bey’in Mahur Bestesini Mümtaz’a söyler.45 Bir akşam
Adile Hanımlardaki bir davette, kendisine vaktiyle tambur dersi vermiş ihtiyar bir
baba dostunun ısrarıyla da Nuran, sesiyle ortamı değiştirir.46 Nuran’la Mümtaz
musiki etrafında her gün biraz daha birbirlerine yaklaşırlar. Tanpınar’a göre,
Nuran’ın bu musiki zevkinde aşığından farkı; gazeli sevmesidir: “Onun için bir yaz
gecesini dolduran bir gazel, belki musikiden ayrı denecek kadar hususi şekilde güzel
bir şeydir.”47
Nuran’la Mümtaz gezdikleri her yere musiki de gelir. Bir gece yine
gezmeden gelirken ve Çengelköyü’nden Kandilli’ye dönerken, Kuleli’nin önündeki
ağaçların suda yaptığı o çok değişik gölgeye “Nühüft Beste” adını veren âşıklar,
Boğaz’ın seçtikleri her yerine bir ad vererek, hayallerinde İstanbul manzaralarıyla
eski musikimizi birleştirirler.48
45
A.e., s.129.
46
A.e., s.148.
47
A.e., s.149.
48
A.e., s.167.
49
A.e., s.168.
50
A.e., s.181.
51
A.e., s.182.
52
A.e., s.186.
312
Mümtaz “artık ne İstanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği
kadını birbirinden ayırmağa imkân bulur.”53 Mümtaz eski musiki için şöyle düşünür:
“Eski musikiye gelince, o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan, fırtına ve gül
yağmurlarını boşaltan diyonizyak cümbüşüyle, insana telkin ettiği bütün ömrünce tek
düşüncenin, tek ihtirasın avı ve nezri olmak, onun ocağında yanıp kül olduktan sonra, tekrar
yanıp kül olmak için dirilmek fikri ve birbirlerini çok eski ve adeta unutulmuş güzelliklerin
içinden arayıp bulmak zevkiyle bu hazır ve her türlü ihtimali karşılayacak derecede zengin
hayat çerçevesini doldurmağa teşvik ediyor, bunun yapabilmenin yolunu gösteriyor, onu
yaşamağa içten onları hazırlıyordu.”54
“Sanki Dede bu acayip eserde mistik tecrübenin bütün mukadder seyrini gözle
görünür şekilde vermek istemişti. Bir an için Hak ile Hak olan ruh, kendini ve gayesini geniş
zaman ve mekânda arıyor, eşyanın uykusunu sarsıyor, her şeyin özüne eğiliyor, büyük
uzletlerde kapanıyor, kehkeşanlar atılıyor, her yerde kendi hasretine benzer hasret, kendi
susuzluğuna benzer susuzluklar buluyordu. Ferahfeza makamını adeta bir nevi irşat gibi
kendisine sunan acem perdesinden dügâha, kürdîye, rasta, çargâha, gerdaniyeye, sabaya,
nevâya geçiyor, her şey birbirinde kayboluyor, birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu. Ve
53
A.e., s.207.
54
A.e.
55
Tahir Abacı, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul, Pan Yayınları, 2000,
s.54.
56
Tanpınar, a.g.e., s.264-265.
313
ferahfeza bütün bu hasret sıtması yolculukta kâh umulmadık dönemeçlerde mücevher
kadehini –o tek cümleden, tek savruluştan kadehini- birdenbire uzatıyor, kâh çok değiştirici
desenlerde seyredilen bir hayal gibi, kendi kendinin hatırası veya rüyası gibi görünüyordu.
Bu arayış, bu kaybolma ve kendini idrak bazen son derece beşerî oluyor, Dede’nin ilhamı,
‘Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimde taşıyorum!’ diyor; bazen de, madde kadar sert bir
ümitsizliğe kapanıyordu.”57
Birinci selam, “son çırpınışta adeta sakatlanmış bir kanat gibi muallâkta kalan
bir nağme ile biterken, Nuran Mümtaz’ın gözlerini arar.59
57
A.e., s.266.
58
A.e., s.269.
59
A.e., s.270.
60
A.e., s.271.
61
A.e.
62
A.e., s.272.
63
A.e.
314
Bu ayinde zaman mefhumu farklı bir hale gelir. “Musikinin giderek
genişleyen kozmik zamanı, şüphe, tereddüt ve korkunun kıskacındaki roman
karakterlerinin benliklerini tutsak alır, kendi hayatları üzerinde var oluşun temel
sorularına cevap aramaya zorlar. Tanpınar’ın istediği de budur.”64 Ayin, “kökeni olan
sema törenlerinden koparak artık bir Klâsik Türk Müziği formu haline gelmiş, ‘vecd’
halinden çıkıp sanatlaşmıştır.”65 “Bireyden toplumsala, oradan kutsallık katına
insanın yetkin yolculuğudur.” .”66
Ayin, bize artık bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kalmış ustaları
tanıtması ve medeniyetin sanatkârları hakkında fikir vermesi bakımından da
önemlidir. Romanın kahraman kadrosu dikkate alındığında “tali bir tip olmaklar
beraber Emin Dede, İhsan ve Tevfik Bey’lerin temsil ettikleri eski Türk medeniyetini
en iyi ve en kuvvetli şekilde yaşatan bir şahsiyettir.”67 Ressam Cemil Bey de
böyledir.68 “Bu evliya ruhlu ve evliya sanatkârların eserlerinde gurbetleriyle, mesafe
daüssılasıyla, meçhulün kapısında büyük ürpermeleriyle bütün manevî simamız,
hâdiselerin efendisi olmuş ruhumuz vardır.”69
64
Ekrem Işın, A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.20.
65
Abacı, a.g.e., s.56.
66
Oğuz Demiralp, Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2001, s.161.
67
Mehmet Kaplan, “Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 1997, s.409.
68
Neyzen Emin Dede, gerçek hayattaki ismiyle, Resim ve Heykel Müzesi müdürü olduğu dönemde
Tanpınar’la tanışan Halil Dikmen ise Ressam Cemil tipiyle romanda yer alır. Bu konuda bilgi için
bkz. Ekrem Işın, A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.36.
69
Tanpınar, “İstanbul Konservatuarı ve Musikîmiz”, Yaşadığım Gibi, s.363.
70
Tanpınar, “İsmail Dede”, a.e., s. 373.
71
Beşir Ayvazoğlu, “Tanpınar’da Musikî, Mimarî ve Şehir”, Türk Edebiyatı, S: 150, Nisan 1986,
s.27.
315
duygusunun Mevlevî tevekkülü ile beraber yürümesidir. İman ve mistik tecrübe
ikilisi onda arkasında bıraktığı şeylerin tam unutulmamasına sebep olmuştur. “İşte
Ferah-fezâ makamı bu ikizliğin en burkucu şekilde duyulduğu eseri verir. Bütün
Dede bu makamdadır.”72
“Nuran ayrıca eski bir Bektaşi olan, çok gezmiş çok görmüş olan babaannesinden
duyduğu ve öğrendiği nefesleri, halk türkülerini bilirdi. Boğaziçi kıyılarında yetişmiş bu eski
aile çocuğunun, bu halk havalarını, Rumeli, Kozan ve Afşar türkülerini, Kastamonu ve
Trabzon oyun havalarını, eski Bektaşi nefeslerini, Kadiri naatlerini tıpkı bir Dede veya Hafız
72
Tanpınar, a.g.m.s. 372.
73
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.219.
74
A.e., s.220.
75
Tanpınar, Huzur, s.154.
316
Post gibi beğenmesi, onları kendileri mahsus eda ile söylemesi, Mümtaz için yepyeni bir
ufuk olmuştu.”76
76
A.e., s.149.
77
A.e., s.34.
78
A.e., s.303.
79
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.219.
80
A.e.
81
A.e., s.220.
317
Mümtaz’ın üzerine gelen büyük bir musiki yoğunluğu ve onun yaşattığı cezbe
arasından Nuran’ı gördüğü devirler bitmiştir artık. Gerçekten de onun dediği gibi
olmuş ve insanların musikiden anlamadıkları “yeni” günler gelmiştir. Meşhurların
hepsini aynı sesle, aynı makamdan, aynı şekilde taklit eden baldızın sesi, bu haliyle
toplum için son derece “şahsî”, “orijinal ve yeni”dir. Ayarcı bunun üzerinde ısrarla
durur: “Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin bulunduğu
yerde başka meziyete lüzum yoktur.”82
Bu anahtar cümle üzerine hayatını kuran ve musiki ile ilgili bazı ölçülerin
artık geçmiş zamanda kaldığını belirten ve bilginin bizi geciktirdiğine83 inanan
Ayarcı, İrdal’ı realiteleri göremediği için “eski adam” olmakla suçlar ve yeni
insanların musikiye gidiş amacının “boşluğunu bir parça duygu ile doldurmak ve
süslemek” için olduğunu söyler.
“Zavallı semaî acemi terzi eline düşmüş Hint kumaşı gibi gözümün önünde doğrandı
gitti. Bu tahribat dinleyiciler tarafından aynı şekilde alkışlandı. (…) Semainin arkasından
Dede’nin güzel bir bestesini tuzla buz etti. Bir ordu çiğneseydi zavallı beste bu hale
giremezdi. Tabiatıyla alkış aynı derecede şiddetli oldu. Ondan sonra çok hazin bir maya
başladı. Fakat bu musiki değildi artık! Bu bir sürü kurdun açlıktan uluması gibi bir şeydi.”84
“Küçük baldızım çoraplarını, iskarpinlerini çıkarmış, bir eli partnerinde, bir eli kafi
derecede kısa bulmadığı eteklerinde, halısı kaldırılmış cilâlı parkenin üzerinde zıplıyor,
82
A.e.
83
A.e., s.338.
84
A.e., s.334.
318
kendini yerden yere atıyor, tam bir yeri kırıldı diye imdadına koşacağım zaman tekrar
kalkıyor, tekrar zıplıyor, kavalyesine sarılıyor acayip çifteler atıyor, bilinmez düşmanları başı
ile süslüyor, tekrar yerlere yatıyordu.”85
85
A.e., s.335.
86
Tanpınar, Huzur, s.154.
87
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.337-338.
88
Tanpınar, Huzur, s.149.
89
Oğuz Demiralp, Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar Üzerine Eleştirel Deneme, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2001, s.161.
90
Tanpınar, “İstanbul Konservatuarı ve Musikîmiz”, Yaşadığım Gibi, s.36.
319
türlü zevk hâkim?” diye soran Tanpınar, “cemiyetimizin bence en büyük meselesi,
medeniyet ve kültür değişmesidir.” Der. Ve ne yazık ki, “bu değişikliğin yahut
ikililiğin en zalim şekilde kendini hissettirdiği nokta da musiki zevkimizdir.”91
91
Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor”, a.e., s. 307.
92
Tanpınar, “İstanbul Konservatuarı ve Musikîmiz”, a.e. İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s. 364.
93
Abacı, a.g.e., s.56.
94
A.e., s.81.
320
Tanpınar, “kültürel bütünselliğin ve sürekliliğin yitirilişinin kimlik
95
bunalımının ana nedeni olduğunu düşündüğü” için kahramanlarının musikiyle
irtibatlarına çok önem vermiştir.
2. Edebiyat
Tanpınar’a göre, “Edebiyat dil ile yapılır. Bunun için güzel sanatlar içinde
insana en yakın olanıdır. Yine aynı sebepten tahkiyeye imkân verir.”96
95
Abacı, a.g.e., s.80.
96
Güven Güler, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, Haz: Hayri Ataş, İstanbul, Türk Edebiyatı Vakfı
Yayınşları, 2004, s.109.
97
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Orhan Okay, Ahmet :Hamdi Tanpınar, İstanbul, Şule
Yayınları, 2005, s.12-13.
98
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.15.
321
çok yanlış anlamıştım. Fakat hangimiz yahut kaçta birimiz sevdiği muharrirleri tam
anlar.”99 Diyecek kadar bu yazarı kabullenmiştir.
Yine, Sabiha’nın babasını olanca hasta ve perişan haline rağmen hala zevk
ve eğlence âlemlerinden vazgeçmediğine bizzat şahit olan ve insanların kucak
kucağa oturarak içki sayesinde kendilerinden geçtiği bu âleme acıyarak bakan
Cemal, “İkram ettikleri rakıyı içmedim. Fakat eşini Goya’nın fantezilerinde, bence
modern romanın başlangıcı o zalim hicivlerde bile bulmak güç olan manzarayı
seyretmemek de elimden gelmedi”105 der ve gördüğü bu manzarayı “bu cinsten
dolayısıyla anlatılan hulûsların, bağlılıkların en iyi numunesini Alphonse Daudet,
Papanın Katırı adlı hikâyesinde verir.”106 Şeklinde tarif eder. Burada, onun modern
99
A.e. s.17.
100
A.e., s.126.
101
A.e., s.138.
102
A.e., s.252.
103
A.e., s.252.
104
A.e., s.47.
105
A.e., s.284.
106
A.e., s.101.
322
roman ve başlangıcı ile ilgili olarak daha önce düşünmüş olan zihniyle ve Dauet’i
okumuş olmasıyla karşılaşırız.
Stendhal de, Cemal’in aşina olduğu bir isimdir. Bir yerde, “Kudret Bey ve
burnu olsa olsa Stendhal ve Dostoyevski gibi ikinci derecede psikologları ve sathî
tahlil adamlarını tanımış olabilirlerdi.”107 Diyen Cemal, başka bir yerde de, romanını
neden Stendhal’inkine benzer kurgulamadığını sorar kendi kendine. “Stendhal bir
hatıra kitabında ‘Saadeti atlayıp geçeceğim’ der. Niçin Bu hatıraları yazarken ben de
onun gibi yapmadım? Halbuki başlarken niyetim böyle idi.”108
107
A.e.,, s.107.
108
A.e., s.124.
109
A.e., s.50-51.
110
A.e., s.57.
111
A.e., s.296.
323
Muhlis Bey de Sabiha’ya aşık olan ve onun etrafında gezinen erkeklerle ilgili
olarak yeri geldiğinde Yahya Kemal’in o günlerde meşhur olan manzumelerinden
birinin ilk mısraını yüksek sesle okuyacaktır: “Mehlika Sultan’a aşık yedi genç!”112
Huzur’da Nailî’nin
“Kadem kadem gece teşrîfi Nailî o mehin
Cihan cihan elem-i intizara değmez mi…” beyiti Nuran’ın geleceği sabahlar
Mümtaz’ın en sadık arkadaşı olur. 113
112
A.e., s.267.
113
Tanpınar, Huzur, s.165.
114
A.e., s.166.
115
A.e., s.182.
116
A.e., s.169.
117
A.e., s.325.
118
A.e., s.267.
324
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Jules Verne ve Nick Carter isimleri geçer.119
“Tanpınar, kültür, din, toplum, millet, medeniyet, estetik, gelenek, aydın vb.
konulara ait düşüncelerini, hülasa ideolojik yönünü ve tezlerini edebî açıdan zirve
kabul edebileceğimiz romanlarına ustaca yerleştirmiş/yedirmiş, edebiyatçı kimliğini
ve edebiyatçı öncelemeyi ideolojik tutuma harcatmamıştır.”121
3. Tiyatro
119
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.9.
120
Tanpınar, “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Kon: Selma Yazoğlu, Yaşadığım Gibi, s. 330.
121
Köksal Alver, “Edebiyat ve İdeoloji: A.H.Tanpınar’ın Romanlarında İdeolojik Örgü, Hece: Ahmet
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.16.
122
Metin And, Meşrutiyet Dönemi’nde Türk Tiyatrosu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1971, s.9.
123
Tanpınar, “Tiyatro Üzerine Makaleler”, Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul, Dergâh Yayınları,
2000, s.82.
325
Sahnenin Dışındakiler’de Sabiha’nın tiyatroya merakı göze çarpar. İnsanların
nasıl rol yaptıkları, nasıl başka biri olabildikleri hakkında Sabiha sürekli düşünür ve
bu konuları Cemal’le tartışır.124 Cemal’e göre onun bu merakı hayret edilecek bir şey
değildir: “Balkan Harbinin sıkıntısından yeni çıkmış olan İstanbul, belki de eğlenmek
istediği için hemen hemen sadece tiyatroya sarılır.”125
Mahalleye Avrupa’dan adeta inen Kudret Bey’in kendisi gelmeden ünü gelir.
Hakkında söylenilenler arasında tiyatroya meraklı olduğu da vardır. Sabiha, Romeo
ve Juliet’i oynamakla ilgili İhsan’a teklif götürdüğünde “Moliere ve Shakespeare’i
diğer mülliflere tercih eden”128 İhsan,
“Niye olmasın? Benim için de bir tecrübe olur… Ama Hasis’i oynayalım! Hem
Kudret Bey de bize yardım eder. O tiyatro ile pek meşgul olmuş” der.129
124
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.140.
125
A.e.
126
A.e.
127
A.e.
128
A.e., s.226.
129
A.e., s.141.
130
A.e., s.226.
326
Babasının Anadolu’ya tayiniyle İstanbul’dan ve mahallesinden ayrılan
Cemal, dekoruyla, sahnesiyle titizlikle hazırlanan bu oyunda rol alamamış, oyunu
görememiş ve bu oyun esnasında Sabiha‘ya yakınlaşan Muhtar’ı tanıyamamış,
Sabiha’nın Muhtar’ın evlilik teklifi karşısındaki tereddütlerini görememiş ve
İstanbul’a dönüşünde Sabiha’nın bu adamla evlendiğini öğrenmiştir.
“…kapıya benim için bırakılan bir zarf getirdiler. Açınca hayretten şaşırdım. Bu
alelâde bir tiyatro reklamıydı. Kadıköyü’nde, Kuşdili’nde Nuri âdil kumpanyasının vereceği
temsillerden bahsediyordu. Fakat reklâmın üstünde Sabiha’nın köprüde ilk ratgeldiğim
132
kıyafetle alınmış resmi vardı. Altında da ‘sahneye çıkacak ilk Türk kadını’ diye yazılıydı.
131
A.e., s.226.
132
A.e., s.340.
133
Alemdar Yalçın, II.Meşrutiyet’te Tiyatro Edebiyatı Tarihi, Ankara, Gazi Üniversitesi Yayınları,
1985, s.2.
327
özellikleri bakımından çağın siyasal ve toplumsal düzenini ve çalkantılı havasını
yakından izlemekte, onu en belirgin biçimde yansıtabilmektedir.”134
“Akşama doğru bir suikast hazırlar gibi yavaş yavaş tiyatroda toplanıyorduk. Sonra
bir hay huydur başlıyordu. Davul, zurna, klârnet sesleri dışarıda gecenin bizim olduğunu ilân
ediyor, sahne ikinci bir dünya gibi hazırlanıyordu. Perdenin öbür tarafında müşteriler
toplanıyor, ayak sesleri, gürültüler, çığlıklar, itişmeler, sabırsız ıslıklar salaşı kökünden
sarsıyor, nihayet perde açılıyordu. İhtiyar kadın göbeği fincan gibi oynuyor, halk işin
maskaralığını bile bile, belki de böyle olduğu için memnun, alkışlıyor, ıslık sesleri kumaşlar
gibi yırtılıyordu.”136
134
Metin And, Meşrutiyet Dönemi’nde Türk Tiyatrosu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1971, s.9.
135
Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Çağlayan Kitabevi, 1976, s.278.
136
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s.75.
328
klasikler değil, onlara yaşanan ikilikleri ve bunalımları unutturacak bir şeylerdir.
İrdal, buradan sonra da değişik operetlerin, orta oyunlarının içinde yer alır.137
4. Sinema
Toplumumuz için çok yeni bir tür olan sinema ile Saatleri Ayarlama
Enstitüsü romanında karşılaşırız.
“Kendisini bazen Jeanette Mac Donald, bazen Rosalinne Russel sanan, beni Charles
Boyer ile, Clark Gable ile, William Powel ile karıştıran, bir gün evvel komşu kızını Martha
Egerth’e benzettikten sonra ertesi gün pencereden ‘2Martha, kardeşim nereye gidiyorsun
böyle?’ diye seslenen bir kadınla evlenmedinizse bu işin acayipliğini size anlatamam.”138
329
şeyler yemeyi seven ancak perhizine de çok dikkat eden, eğlenceyi sevmediği için
geceleri pek dışarı çıkmayan, büyük mesai zamanlarında bütün gece çalışıp sadece
sabaha doğru yarım saat kadar ancak uyuyan, döşemenin üzerinde çırılçıplak
yatmaktan hoşlanan, romatizmaları şimdilik ata binmeye müsaade etmediği için spor
olarak jimnastik yapan ve akrabalarından çok zulüm görmesine rağmen, bunlara
aldırmayan, özellikle de halasını çoktan affeden” Hayri İrdal Beyefendi oluverir141
Pakize ayrıca, ailecek aslında artist olduklarını, İrdal’ın geçliğinde bir iki defa
figuranlık yaptığını, son zamanlarda bir filmde de rolü olduğunu söyler. Konuşmanın
devamında da bol bol İrdal’ın sevdiği artistlerin adını sayar. 142
5. Resim
Tanpınar, resmin, “olgun insanın şahsen yaşanmış tecrübelerin mahsulü
olduğuna” inanır.143 Kendisi de resme çok meraklıdır. Kaplan onun için,
“Tanpınar’da gizli kalmış bir ressam vardır. Onun resme düşkünlüğü aynı vizüel
karakterinin bir neticesidir. Kendisinde bütün büyük ressamların en güzel baskılı
röprodüksiyonları vardı. Zaman zaman bunlardan birinin eserlerini her tarafa yayarak
hayranlıktan sarhoş, sergiler açardı. En yakın dostları ressamlar ve heykeltıraşlardı”
der.144
141
A.e., s.275-276.
142
A.e., s.277.
143
Tanpınar, “Çocuk ve Resim”, Yaşadığım Gibi, s.451.
144
Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul, Dergâh Yayınları, t.y., s.177-178.
330
Tanpınar için bir tablo, “herhangi bir mimarî eseri, yahut bir şiir kitabı gibi
bir cemiyetin kendi kendini ikrar ettiği, kurduğu yüksek kıymetten yaşamak
kudretlerini aldığı kaynaklardandır.”145
Mahûr Beste’de Refik Bey’in yaptığı bir tablo karşımıza çıkar. Bu, Atiye
Hanım’ın resmidir. Doktor Refik, yıllar öncesinden aklında kalan Atiye Hanım’ı
yansıtır tabloya.
“Her gün bir iki vapur ve bir yığın deve mekkârenin taşıdığı yükler, yolcular,
evlerinin karşısındaki otelin önüne indiriliyor, denkler açılıyor, tekrar yükleniyor, çivileniyor,
tahta sandıklara maden kuşaklar vuruluyor, yolcular kapının önündeki iskemlelere oturup
konuşuyorlar, pencerelerden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut
arzulu kadın başları uzanıyor…..”147
“Ne Mümtaz, ne Nuran o akşam ikide bir kabaran dalgaların lacivert rengini başka zaman
gördüklerini pek hatırlıyorlardı. Bu lacivert rengi sanki bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormuş gibi
145
Tanpınar, “Resim ve Heykel Müzesi”, Yaşadığım Gibi, s.392.
146
Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, s.91.
147
Tanpınar, Huzur, s.30.
331
koyu yaldız ve mücevher tozu ile birleştiren son bir dalga, hakikaten bu ressamın ve ona eşit velilerin
ruhlarındaki mağfiret tufanı gibi ışık içinde bir dalga, onları Kanlıca iskelesine adeta fırlattı.”148
148
A.e., s.210.
149
Tanpınar, Huzur, s.177.
150
M.Fatih Andı, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Geleneksel Türk Süsleme Sanatlarından Birisi Olarak
Hat Sanatı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tür dili ve Edebiyatı Dergisi, C.XXXI,
2004, s.9.
332
Ciltçilik, çini, minyatür, hat ve mimarî bunlardan en sık rastlananlarıdır.
6.1. Ciltçilik
Mahur Beste’nin kahramanı Behçet Bey, ciltçiliğe merak salmıştır. Hatta
onunkisi sıradan bir merak değil, ömrü ciltler arasında geçirmek şeklindedir.151
6.2 Minyatür
6.3. Hat
“Hat sanatı, XX.yüzyılda, Cumhuriyet döneminde en dikkate değer ve
kapsamlı yorumlarından birisini ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminde bulur.”156
“Bu sanat söylenebilir ki, kökü Osmanlı’da ta XV. asra kadar dayanan ve bu
eskiliği çerçevesinde gösterdiği süreklilik ve ekolleşmeler ile ortaya koyduğu zengin
151
Tanpınar, Mahur Beste, s 18, 59.
152
Tanpınar, “Roman ve Romancıya Dair Notlar”, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.67.
153
Tanpınar, 19.Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, s.296.
154
Tanpınar, Mahur Beste, s.18, 59.
155
Tanpınar, Huzur, s.177.
156
M.Fatih Andı, “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Geleneksel Türk Süsleme Sanatlarından Birisi Olarak
Hat Sanatı”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C:XXXI,
2004, s.8.
333
birikimin yanı sıra, soyutlamaya dayalı estetiği ile Tanpınar’ın Türk süsleme
sanatları içerisinde en çok dikkatini çeken dallardan birisidir.”157
Tanpınar’ın yazı sanatı ile ilgili şu tespitleri de dikkat çekicidir: “Şu tezhibin
içinde yakut bir rüya gibi kendi üstüne kıvrılan çizgi, narin helezonunu ilk önce
Bursa’nın ve Kütahya’nın çinilerinde tecrübe etti. Sonra Türk musiki ustalarının
pencereleri dış hayat kapanmış odalarda, kendi içlerine gömülerek üfledikleri neyde
mutlak ve yekpare bir mevsim olmak için çalıştı ve bu merhalelerde piştikten sonra
zengin ananesiyle bu yazma kitap sahifesini süslemeğe geldi. Onun için bu tezhibe
bakarken bir mimarî seyreder, bir musiki dinler ve bir mevsimi hisseder gibi gözün,
kulağın ve tenin hazlarını beraberce duyarız.”159
157
Andı, a.g.m., s.10.
158
A.e., s.16.
159
Tanpınar, “Kendi Kendimize Doğru”, Yaşadığım Gibi, s.389.
334
6.4. Çini
Tanpınar Sultan Ahmet Camiinden ve onun mimarisinden bahsederken,
caminin içindeki çinilere olan hayranlığını anlatmadan geçemez. Ona göre, camideki
büyülü atmosferin sebebi, mimariden çok çinilerin güzelliğidir: “Pek az mimarî, ışığı
bu kadar lezzetle dokur. Şüphesiz mimarîden fazla çininin tesiri, fakat ne de olsa yine
mimarînin idaresi altında. Suya biçim veren o sun’i çağlayanlar gibi, ışığa o
hükmediyor, onun imbiklerinde süzülüyor, onun duvar ve kemerlerine çarpa çarpa
kıvamını buluyor. Camiye girer girmez bir menşura hapsedilmiş gibi bir rüya havası
başlıyor.”160
6.5. Mimari
Tanpınar, Yahya Kemal’le birlikte, Türk Edebiyatı’nda mimarlık üstünde en
çok düşünmüş yazarlardan birisidir.
160
Tanpınar, Beş Şehir, s.171.
161
Tanpınar, “Şehir”, Yaşadığım Gibi, s.205.
335
Tanzimat’ın verdiği imkânlarla genişlemesi”ni ve “aşağıya, denize doğru taşması”nı
tehlikeli bulur.162
162
Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, s.187.
163
Tanpınar, Huzur, s.168.
164
A.e., s.186.
165
A.e., s.168.
336
gördüğü Boğaz için o, “Boğaziçi mûsıkîmiz gibi, eski mimarlığımız gibi bizi biz
yapan ve biz olarak gösteren şeylerden biridir.”166 der.
“Her mimarî eseri millî hayatın bir koruyucusu” gibi düşünen Tanpınar,
mimariye de millî bir değer olarak bakar. “Musikinin son bir hamleyle zirveye
ulaşması ve inkıraz arasında bir paralellik kuran Tanpınar, mimaride çözülüşü de
aynı durumun bir başka tezahürü olarak ele alır.” “Zevk tamamen değişmiş fakat eski
zevkin yerini yenisi değil, karışık bir zevk, daha doğrusu üslupsuzluk gelmiştir.” 167
İstanbul’u saran şeddadi binaların şehri kıskaç içine almasından endişe duyan
Tanpınar, bu şehrin ancak mimarisine tutunarak kendisi olabileceğini, Türk
kalabileceğini vurgular.170
166
Tanpınar, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s.193.
167
Beşir Ayvazoğlu, “Tanpınar’da Musikî, Mimarî ve Şehir”, Türk Edebiyatı, S: 150, Nisan 1986,
s.28.
168
Tanpınar, “Türk İstanbul”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s.186.
169
A.e.
170
A.e.
171
Andı, a.g.m., s.9.
337
Tanpınar’ın geleneksel Türk sanatlarını romanlarında yoğun olarak işlemesi,
“(onun) romanlarını, günümüzün kimi romancılarının yazılarında olduğu gibi, adeta
bir ‘ansiklopedik roman’ yapmaz. Bu sanat dalları ve bu dallara dair kimi minik
detaylar, romanın örgüsüyle kaynaşmış, atmosferinde solunan bir ruh veyahut
yapılan tasvirin süsü veya tamamlayıcısı birer küçük fırça darbesidir.”172
“Tanpınar romanları için birer kültür romanı demek doğru olur. Hemen her
eserinde, çok defa entelektüel, yazar veya sanatkâr olan kahramanlarının, bazen da
diğer figüratif şahsiyetlerinin diyaloglarında, iç konuşmalarında yakın devir
tarihinden mimarî, resim, hat, musikî ve felsefî ve tasavvufî meselelere kadar zengin
bir kültür birikimi sergilenir.”173
172
Andı, a.g.m., s.9.
173
Orhan Okay, Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Şule Yayınları, 2005, s.41-42.
174
Köksal Alver, “Edebiyat ve İdeoloji: A.H.Tanpınar’ın Romanlarında İdeolojik Örgü, Hece: Ahmet
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002, s.17.
338
SONUÇ
Romanlarda kahramanlar, kimi zaman yeniliğe yeni yeni heves eden, henüz
padişahlıkla yönetilen bir toplumun padişaha karşı ayaklanmaları içinde, kimi zaman
düşman askerleriyle yüz yüze geçirilen kötü anlarda, kimi zaman yeni kurulan
rejimden sonra onu oturtma çalışmalarının sıkıntılı süreçlerinde, kimi zaman da
ikinci dünya savaşını yaşayan toplumun kültür medeniyet problematiği içinde
karşımıza çıkmışlardır. Bu ortamlarda, kahramanların bu kültür medeniyet
dönüşümünü verebilecek kimlikler olmasına özen gösterilmiştir. Kendisi de bu zorlu
dönemlerin bir ucuna yetişen bir aydın olarak Tanpınar, sadece sosyal misyonu olan
aydınları değil, toplumun her kesiminde bu dönüşümü farklı şekillerde yaşayan,
yaşatan, yaşamak istemese de bundan etkilenen bütün kimlikleri oldukça başarılı
şekilde ortaya koymuştur.
339
ilmiye sınıfının farklı zihniyet tarzlarını temsil eden İsmail Molla, Âta Molla ve Sabri
Hoca’nın, bir dönemin konak hayatının bütün özeliklerini veren Abdüsselam Bey ve
çevresindekilerin, yeni kadın imajını üstlerinde taşıyan Nuran’a ve Sabiha’nın,
dönemin modası var oluşçu felsefenin timsâli şeklinde olayların arasına giriveren
Suat’ın, Osmanlı muvakkithanelerinin yetiştirdiği son insan olan Muvakkit Nuri
Efendi’nin, uyma davranışının tipik örneği Hayri İrdal’ın, Cumhuriyet Dönemi
bürokrasisinin uç noktada tipik şahsiyeti Halit Ayarcı’nın, psikanalize bütün dünyayı
ıslah edecek tek vasıta, ancak dinlerde görülen o tek kurtuluş yolu gözüyle bakan
Dr.Ramiz’in, ve daha tez içinde ayrı ayrı zikrettiğimiz diğer yardımcı kahramanların
hepsinin romanlarda sosyal kimlikleri ile yer aldıklarını Tanpınar’ın gözünden
kaçmış hiç bir kahraman yoktur ki, bir sosyal kimlik ile karşımıza çıkmasın.
1
Olgun Gündüz, “Türkiye’nin Batılılaşma Serüveninde Özgün Bir Portre: Ahmet Hamdi Tanpınar”,
Tezkire, yıl: 11, sayı:27-28, Temmuz-Ekim 2002.
340
Dışındakiler’de ve Huzur’da da hayatının bütün ayrıntılarıyla vardır. Tanpınar,
romanın sonunda, -ona erken veda ettiğini düşündüğünden olacak- bir mektupla
kahramanına onu yarım bırakma gerekçelerini anlatmış ve adeta ondan özür
dilemiştir. Belki de bu yüzden, Behçet Bey’in, bir bakıma diğer romanlarda
karşımıza çıkacak olan kahramanların özü gibi olduğu ve Tanpınar’ın Behçet Bey’in
hususiyetlerini adeta başka bazı kahramanlarına dağıttığı görülür.
341
hayat hakkı vermekten bahseden Mümtaz’ın yerine “hayatımızı onlara mı teslim
edeceğiz, modern hayat bunu sevmez” diyen bir zihniyet gelir, Şeyh Galip’i
anlatmaya çalışan kitapların yerini Zamanî’nin hayatı gibi yalan kitaplar alır. Bağlılık
duygularıyla yetişen son kadın Emine de ölür ve Pakize tarzı kadınlar etrafı sarar.
Ahmet gibi dürüst insanlar ortamların dışına itilir, onlardan sadece anlayış beklenir.
Aşklar paraya endekslenir, medeniyet artık sorgulanmaz ve en yoğun şekliyle her
türlü yenilik alınmaya bakılır. Masa başlarında dertleşilen, birikimlerin, fikirlerin
atıştığı konuşmaların yerini İspiritizma cemiyeti tarzındaki yerlerde anlatılan yalanlar
ve masallar alır.
YENİ::: “”Kendi şahsi mizacı yanında cemiyetten gelen yanlarıyla yazar, hem şahsî
hem de içtimai problemleri değerlendirecektir. Mümtaz’ın Nuran’la olan münasebeti
ne kadar şahsi ise bu aşk vasıtasıyla anlatılan ya da bu münasebete uzaktan yakından
342
dahil olan musiki tarih, kültür ve bütün müesseseleri ile cemiyet o kadar genel
olacaktır.”2
2
İbrahim Şahin, “Huzur Romanı Etrafında Edebiyat Sosyolojisi Açısından Bir Deneme”, Türk
Yurdu, Mayıs, 1996, C: 16, S.105, s.25.
343
BİBLİYOGRAFYA/KAYNAKÇA
1.1. KiTAPLAR
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Mahur Beste, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: Beş Şehir, Haz.M.Fatih Andı, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2000.
344 344
1.2. SÜRELİ YAYINLAR
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “Pazar Postası’na”, Mücevherlerin Sırrı, Derlenmemiş
Yazılar, Anket ve Röportajlar, Haz.İlyas Dirin, Turgay
Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Y.K. Yayınları, 2002.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “Ne Diyorlar? Ahmet Hamdi ve Halk Şiiri II”, Kon: Oktay
Verel, Mücevherlerin Sırrı, Haz. İlyas Dirin, Turgay
Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
2002.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “İş ve Program I”, Mücevherlerin Sırrı, Haz. İlyas Dirin,
Turgay Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2002.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “İş ve Program II”, Mücevherlerin Sırrı, Haz. İlyas Dirin,
Turgay Anar, Şaban Özdemir, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2002.
345 345
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”, Yaşadığım Gibi,
İstanbul, Dergah Yayınları, 2000.
346 346
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Yaşadığım Gibi, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 2000.
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “Aşka Dair”, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergâh Yayınları,
2000.
347 347
Tanpınar, Ahmet Hamdi: “Resim ve Heykel Müzesi”, Yaşadığım Gibi, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 2000.
2. DİĞER ESERLER
2.1. Makaleler
Alangu, Tahir: “Ahmet Hamdi Tanpınar: Eserleri Üzerine Düşünceler”, Bir Gül
Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul,
Kitabevi Yayınları, 2002.
348 348
Alver, Köksal: “Edebiyat ve İdeoloji: A.H.Tanpınar’ın Romanlarında İdeolojik
Örgü, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6, S:61,
Ocak 2002.
Beyatlı, Yahya Kemal: “Türk İstanbul I”, Aziz İstanbul, İstanbul, M.E.B. Devlet
Kitapları, 1969.
Birkök, Mine: “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Musiki ile İlgili Unsurların Tespiti”,
İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü (Basılmamış Mezuniyet Tezi), 1965.
Delaney, Gayle: “24 Saat Zihin .Etkinliği”, Rüyalarla Problem Çözme, Çev.Murat
Temelli, İstanbul, İm Yayın Tasarım, 1997.
349 349
Demiralp, Oğuz: “Mahur Beste’nin Bitmemişliği”, Bir Gül Bu Karanlıklarda,
Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları,
2002.
Doğan, Mehmet Can: “Tesadüf ve Kader Arasında Zihinsel Bir Kaza”, Bir Gül Bu
Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul,
Kitabevi Yayınları, 2002.
350 350
Gündüz, Olgun: “Türkiye’nin Batılılaşma Serüveninde Özgün Bir Portre:
Ahmet Hamdi Tanpınar”, Tezkire, yıl: 11, sayı:27-28,
Temmuz-Ekim 2002.
351 351
Kaplan, Mehmet: “Bir Şairin Romanı Huzur”, Türk Edebiyatı Üzerine
Araştırmalar, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1997.
Köroğlu, Erol: “Hayata Çok Yaldızlı Bir Mazi Aynasından Bakmak: Sahnenin
Dışındakiler’de Bugünü Yaşamanın İmkânsızlığı” Doğumunun
100.Yılında Ahmet Hamdi Tanpınar, Haz.Sema Uğurcan,
İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003.
352 352
Naci, Fethi: “Huzur”, Bir Gül Bu Karanlıklarda, Haz.Abdullah Uçman, Handan
İnci, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002.
Okay, M.Orhan: “Kaderin Eşiğinde Tanpınar”, Hece Tanpınar Özel Sayısı, Yıl:6,
S:61, Ocak 2002.
Sağlık, Şaban: “Bir Şahsî Nizamın Peşinde Estetiği ve Felsefeyi Arayan Adam:
Ahmet Hamdi Tanpınar, Hece: Ahmet Hamdi Tanpınar Özel
Sayısı, Yıl:6, S:61, Ocak 2002.
353 353
Tecer, Ahmet Kutsi: “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda,
Haz.Abdullah Uçman, Handan İnci, İstanbul, Kitabevi
Yayınları, 2002.
Uçman, Abdullah: “Ahmet Hamdi Tanpınar ve Türk Kültürü”, Dergâh, Cilt:3, S:32,
Ekim 1992.
Uğurcan, Sema: “Ahmet Hamdi Tanpınar’da Doktor Tipleri”, Dergah, Cilt:IV, S:42,
Ağustos 1993.
Yıldız, Ali: “Huzur Romanında Halk ve Aydınlar”, Türk Edebiyatı, Mayıs 2000,
Yıl: 28, S:319, s.20
354 354
2.2. Kitap Tez ve Ansiklopediler
Abacı, Tahir: Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik, İstanbul, Pan
Yayınları, 2000.
355 355
Bergson, Henry: Yaratıcı Tekamülden Hayatın Tekamülü, Çev.
Mustafa Şekip Tunç, İstanbul, İstanbul Devlet
Matbaası, 1934.
Davis, Fred: Moda, Kültür ve Kimlik, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997.
356 356
Doğan, İsmail: Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yayıncılık,
İstanbul 1998.
Elias, Nobert: Zaman Üzerine, Çev. Veysel Ataman, Ayrıntı yay. İstanbul-
2000.
Freud, Sigmund: Düşlerin Yorumu II, Çev. Emre Kapkın, İstanbul, Payel
Yayınevi, 1996.
357 357
Göka, Şenol: Bir Bütünün İki Farklı Görüntüsü: İnsan ve Mekân, İstanbul,
Pınar Yayınları, 2001.
Gürbilek, Nurdan: Kör Ayna, Kayıp Şark: Edebiyat ve Endişe, İstanbul, Metis
Yayınları, 2004.
Güven, Güler: Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, Haz: Hayri Ataş, İstanbul, Türk
Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2004.
Hisar, Abdülhak Şinasi: Geçmiş Zaman Köşkleri, İstanbul, Varlık Yayınları, 1956.
358 358
Hope, Murry : Dinlerde, Bilimde ve Metafizikte Zaman Enerjisi,
Çev.Mehmet İsmail, İstanbul, Ruh ve Madde Yayınları, 1997.
Işın, Ekrem: A’dan Z’ye Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
2003.
Krishnamurti, J.: Korku Üzerine, Çev. Anita Tatlıer, İstanbul, Ayna Yayınevi, 2000.
Mannoni, Pierre: Korku, Çev. Işın Gürbüz, İstanbul, İletişim Yayınları, 1992.
Politzer, Georges: Felsefe’nin Temel İlkeleri, Çev. Enver Aytekin, Ankara, Sol
Yayınları, ty.
359 359
Modernleşme, İstanbul, Afa Yayınları, 2000.
Şerif, Muzaffer Şerif, Carolyn W.: Sosyal Psikolojiye Giriş I, İstanbul, Sosyal
Yayınlar, 1996.
Timur, Taner: Osmanlı Türk Romanı’nda Tarih Toplum ve Kimlik, İstanbul, Afa
Yayınları, 1991.
360 360
Van Der Loo, Hans - Van Reijen, Williem: Modernleşmenin Paradoksları,
İstanbul, İnsan Yayınları, 2003.
Yazan, Ümit Meriç; Karışman, Selma Ümit: Ebediyetin Huzurunda Ahmet Hamdi
Tanpınar, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2000.
3.ELEKTRONİK KAYNAKLAR
361 361