You are on page 1of 62

İBN TEYMİYE’NİN HAYATI

İBN TEYMİYE’NİN ATALARININ VATANI


Ibn Teymiye’nin Ailesi: 
DOĞUMU VE YERLEŞME MERKEZİ. 
Şam’da:
Normal Üstü Hafıza: 
EĞİTİMİ VE BİLGİDE YÜKSELİŞİ
İbn Teymiye’nin İlk Ders Okutmaya Başlaması:
Hacca Gidişi: 
Hz. Peygambere Küfür Edenin Cezalandırılması: 
İlk Karşı Çıkış: 
MOĞOLLARIN ŞAM’A YÖNELMELERİ.
Mısır Sultanının Yenilmesi  ve Şam’ın Durumu: 
İbn Teymiye’nin Gazan İle Görüşmesi:
Şam’da Moğolların Yaptıkları Densizlikler:
İçkiye Karşı Mücadele Açışı:
Bozuk İnançlı Dağlıların Te’dip Edilmesi: 
Moğolların Tekrar Gelişi ve İbn Teymiye’nin Cihad İlânı:
Mısır Yolculuğu:
Moğollarla Sonucu Getiren Savaş ve İbn Teymiye’nin Başarısı:
İnançsızlarla Bozgunculara Karşı  Cihad Etmesi:
Rufâîlerle Tartışma: 
İBNTEYMİYEYEKARŞI ÇIKMA.. 
Vahdet-i Vücûd İnancını Reddetmesi: 
İBN TEYMİYE MISIR’DA.. 
İbn Teymiye’nin Gözaltına Alınışı Ve Serbest Bırakıhşı: 
Kendi Ağzından; İhtilâfın Sebebi ve Görüşünü Açıklaması:
Hapishanede Islâh, Eğitim ve Tesirleri: 
İbn Teymiye’nin Ahlâk Üstünlüğü: 
Ders Vermesi:
İbn Teymiye’nin Annesine Mektubu:
Tekrar Hapsedilmesi:
Siyasî ve İdarî Değişme, İbn Teymiye’ye Baskı: 
Rükneddin Câşengîr’in Çöküşü: 
ibn Teymiye’nin Serbest Bırakılışı ve Muhteşem Ağırlanışı:
Mısır’da Yusuf (a.s.) Sünneti: 
Şam’a Dönüş: 
FIKHÎ KONULARA ÖZEL EĞİLİMİ. 
Uç Talâk Meselesi: 
Talâkla Yemin Edilmesi Meselesi ve Göz Altına Alınması: 
En Son Hapsedilişi: 
Din ve İlim Sahiplerinin Üzülüşü ve Buna Karşı Çıkışı: 
Hapishanedeki Çalışmaları: 
Kömürle Yazma: 
Son Günü ve Vefatı: 
Cenazenin Kaldırılışı ve Defnedilmesi: 

ŞEYHÜLİSLÂM İBN TEYMİYE’NİN İÇİNDE YAŞADĞI


ZAMAN VE COĞRAFYAYA GENEL BAKIŞ
ŞERİATIN SAVUNUCUSU VE ÇOK YÖNLÜ BİR
YENİLİKÇİYE İHTİYAÇ DUYULMASI
 

Dinî bilgiler yani ilahiyat ve akaid (inançlar) konusunda, felsefecilere, eski Yunan düşünce tarzına
ve kelâmcılarm zahirî akılcılık şekline karşı bir tepki or-; taya doğmuştu ki, bunun öncülüğünü
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî çekmişti. Bu tepki ham ve basit akılcıhe ğa karşılık daha üstün bir
akılcılığı ve daha olgun bir’ görüş ve düşünceyi ortaya koyuyor, yeni bir kelâm il-/ minin
başladığını gösteriyordu ki, onun temeli duygu’ ve görüşün yükseklik ve temizliğine, kelâmcmm
şahsî tecrübesine dayanıyordu.

Mevlânâ Çelâleddin, Allah’ın kendisine sezen bir kalp ve aşık bir karakter lütfettiği, döneminin
derin bir bilgini idi. Felsefecilerin laf ebeliğinden, kelâmcılarm ifade oyunlarından içi daralmış ve
çok usanmıştı. Kesin imana ve aşk sahibi birine rastlaması, riyâzat ve mücahede ile uğraşması
onu öyle bir makam ve mevki-ye ulaştırdı ki, artık bu makamda o kelâm ilminin mücadele
sistemini gerçekçilikten uzak, mantık ve söz söyleme yeteneğini fazla görmeye başladı. Bu
makama ulaştıktan sonra o; dinî gerçekleri dilinde açıkladı. Onları isbat için gerçeğe daha yakın
vicdan ve tecrübeye dayalı bir yol tuttu.

Fakat felsefenin bu azgınlık ve aşırılığına, kelâm ilminin bu ölçüsüzlüğüne karşı bir tepki daha
gerekli idi. Bu tepki, daha önce bildirilen tepkinin karşısında

daha az haklı değildi. Felsefe ve kelâmın konusu Allah’ın zâtı ve sıfatları ile ilgili meselelerdi.
İslâm şeriatı, akaid konusunda insanları karanlık içinde bırakmadı. Aksine bu saha; bütün bir
hayat, amel, ahlâk ve sağlam toplum düzeninin ve medeniyetin temelini oluşturduğundan o,
bütün önceki dinlerden çok fazla Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatı hakkında öyle açık, herkesin
anlayacağı ölçüde ve kesin karar bildiren bilgiler verdi ki, bundan sonra artık bu konuda
herhangi bir çabaya, didinmeye, baş ağrısına ve herhangi bir tahmine gerek kalmadı.

Bu bilgi ve kesin inancın kaynağı, doğuş yeri sadece peygamberlerin getirip verdikleri bilgilerdir.
Onlar ne söylemişse, ne kadar söylemişse o son ve kesin sözdür. Çünkü onlar o ötelerin
ötesindeki varlığın ve onun tahmin edilemez, zan ve kıyas edilemez benzersiz sıfatlarını bilen
kişilerdir.

Felsefenin o konuda söz söyleme ve bir taraf olma hakkı yoktu. Çünkü o, bu ilmin ön ilkelerine
bile sahip değildi. Felsefecilerde buna yetki de yoktu. Fakat felsefe çizgisini aştı. Bu konuya
sadece müdahelede bulunmakla kalmadı; onun meselelerinde ve detaylarında ancak bir
kimyala boratuvarmda sonuçlandırılabilecek şekilde geniş, kesin ölçüler içinde fikirler beyan
etti.

Felsefe karşısında dini korumak için kelâm ilmi ortaya çıktı, çıkması da gerekli idi. Fakat gitgide
buna felsefe ruhu girdi ve o, dini bir felsefe haline geldi. Konusu aynı konu oldu. Araştırma ve
ispatlama metodu aynı metod oldu. Allah’ın zâtı ve sıfatlarının ve akıl üstü konuların akılla ispat
edilebileceğini belirtmesi, aynı temel hatası oldu. Peygamberlerin yorum ve açıklamalarına aynı
güvensizlik devam etti. Sınırlı eksik ve yanlış anlama meydana getiren eski Yunan terimlerinin
kullanılması yine sürdü.

Bunların sonucu olarak; konuların rahat anlaşılması, sözün kısa olması yerine daha çok
dolambaçlık ve sözlerin uzaması meydana geldi. Zât ve sıfatların son derece sade, etkili ve hoşa
giden anlatımına karşılık -ki bunda gönüllerde iman meydana getirme, kafaları tatmin etme
yetkisi vardı, Kitap ve sünnetin ifadelerine dayanıyordu- uzun, dolambaçlı bir ilahiyat felsefesi ve
kalın bir “Şerh-i Akâid=İnanç esaslarının izahı” ortaya çıktı. Eski Yunan felsefesinin karşısında
olmasına rağmen, kelâmın üzerine Yunan düşüncesinin çok büyük etkisi olmuştu.

Ortaya çıkan bu durumu, kitap ve sünnetin özü (ruhu) sürekli reddetti, protesto etti. İslâm
ümmetinin büyük bir bölümü, bu felsefeciler tarzındaki açıklamalar ve anlatımlara, kelâmcılar
tarzında sözü başka mânaya çevirmelere karşı çıkagelmiştir.

Fakat Kitap ve sünnetin sağlam ve etkili biçimde anlatılıp gözler önüne konması için imanı güçlü,
ilmi geniş, görüş ve anlayışı ince ve derin bir alime ihtiyaç vardı. Bu âlim; Kitap ve sünnetin
yazıları ve zât ve sıfatlar konusunda onların anlatışlarının, tabirlerinin tamamen yerinde ve
yeterli olduğuna kesin inanan biri olmalıydı. Zekâsı ve derin bilgisi ile felsefenin özünü ve
ruhunu tanımış olmalıydı. Eski Yunan filozoflarının sözlerini, düşüncelerini ve onların görüş
tarzlarını, ilmî bir şekilde tenkid edebilmeliydi. Onların temel hatalarını tanımalıydı. Kendi
düşünce ve tefekkürü ile kelâm ilminin özüne ulaşmalıydı. İslâm fırkalarının, mezheplerinin çok
ince görüş ayrılıklarını bilmeliydi. Kelâm ilminin bütün tarihini ve onun gelişmesini tanımalıydı.

Bütün bu bilgi ve tecrübelerle o âlimde Kitap ve sünnetin yazılı ifadelerine, ilk dönem İslâm
âlimlerinin görüşüne son derece güven doğmalı; onu koruma, onu anlatma azmi, heyecanı
onun içinde doğmuş olmalıydı. Akıl bakımından da o, Kitap ve sünnetin daha üstün olduğunu
ispat etmek için gayretli olmalıydı. Sonra bu nazik ve muazzam iş için gerekli olan bütün
yetkilere sahip olmalıydı. Zekâ, ispat gücü ve anlatım yeteneğine sahip olmalı; geniş görüşlü ve
çok araştırıcı olma konusunda da seçkin ve döneminin seviyesinin üstünde olmalı, her
bakımdan bu hizmete yetenekli olmalıydı.

Diğer taraftan İslâm iç ve dış saldırıların hedefi haline gelmişti. Hristiyanlar arasında kendi
dinlerinin gerçek olduğunu ispat etme ve İslâm’a karşı çıkmanın yeni bir dinamizmi doğmuştu.
Haçlıların peş peşe hücumları; Suriye, Filistin ve Kıbrıs’ta Avrupa asıllı hris-tiyanlardan büyük
sayıda bir topluluğun bulunması, onlar içinde müslümanlarla ilmî karşılaşma yapma, Hz.
Muhammed (s.a)’in peygamberliğine itiraz etme ve kendi dinlerinin üstün olduğu konusunda
kitaplar yazma cesareti meydana getirmişti.

Bunlara cevap vermek için; hristiyanlık ve diğer dinleri derinden incelemiş, onları çok iyi bilen,
semavi kitapları ve onların değiştirilmelerini, bozulmalarını tamamen kavrayan, dinlerin
karşılaştırılmasını çok iyi bir şekilde beceren, İslâm’ın doğruluğunu ve üstünlüğünü güçlü, etkili,
ilmî bir tarzda ispat edebilen, hikmet ve kuvvetle diğer dinlerin insanlarını İslâm’a çağı-rabilen
bir bilgine, kelâmcıya ihtiyaç vardı.

Bu hıristiyan tartışmacılar ve yazarların saldırılarından daha tehlikeli olanı, meşhur bir “İslâm
fırkası” olan Bâtınîliğin saldırısı idi. Bâtınîlik mezhebi ve onun öğretileri eski İran dini olan
Mecusîlik inançlarına dayanıyordu. Eflâtun düşüncelerinin ve tehlikeli siyasî amaçların tuhaf bir
karışımı idi. Bu ve bunun değişik kolları (İsmâîlilik, Haşşâşîlik, Dürzîlik, Nusayrîlik), müslümanlara
karşı, müslüman olmayan güçlere ve dışardan gelen saldırganlara daima yardım etmişlerdir.
Çok kere bunların teşviki ve oyunlarıyla İslâm ülkelerine Haçlı saldırıları yapıldığı sırada bunlar
Haçlılarla beraber olmuşlardı. Bunun sonucu olarak da Haçlılar Suriye’yi ele geçirince, Bâtınî
fırkaların adamlarını kendilerine dost ve yardımcı kılmışlar, onlara bu yardımlarının karşılığını
vermişlerdir. Bunlar, Zengî ve Eyyubî idaresi döneminde daima isyanlar çıkarmışlar, ihanetler
hazırlamışlardır. Hicrî sekizinci yüzyılda Moğollar Şam’a saldırdıklarında bunlar açıktan açığa
Moğolların tarafını tutmuşlar, müslümanlara çok ağır zararlar vermişlerdir. Bunun dışında onlar,
müslümanlar arasında daima düşünce bozukluğu, dine güvensizlik, terör, dinsizlik ve dinden
sapmayı yaymaya çalışmışlar, müslümanların din kalesinde eşkıyalara casusluk yapma görevini
yürütmüşlerdir.

Bütün bu hareketler bu fırkaya da ilim açısından ve davranış bakımından son bir darbe
indirmeyi, yaptıklarına bir son vermeyi gerektiriyordu. Bunların inançları ve gayeleri açığa
çıkarılıp herkesin gözü önüne konularak müslümanların onları tanımalarına imkân
sağlanmasını, İslâm düşmanı faaliyetlerinden dolayı onlara iyi bir ders verilmesini zorunlu
kılıyordu.

Bu işi de ancak, bu fırkanın iç yüzünü, onun geçmişini, o andaki durumunu ve onun bütün
kollarını ve bütün kollarının inançlarını, düşüncelerini tanıyan, bilen biri yapabilirdi. İlmî açıdan
onları reddedip tenkid etme gücüne sahip olan, göğsünde İslâm hamiyetinin heyecanını taşıyan
ve bu İslâm düşmanlarına karşı ci-had etme coşkusu bulunan kişi bu görevi yapabilirdi.

Bütün bunların yanında, müslüman olmayanlarla karışmaktan, yabancı etkilerden, âlimlerin


tembellik ve gafletinden dolayı halk arasında kâfirce inançlar ve davranışlar yaygınlaşmıştı.
Tevhid inancına ve gerçek din üzerine perde örtülmüş, gittikçe unutulmaya doğru gidiyordu.

Evliya ve sâlih kullar hakkında, hristiyan ve yahudilerde olduğu gibi aşırılıklar ortaya çıkıyordu.
Allah’la kul arasında aracılık ve velîlere yakınlaşma düşüncesi kökleşiyor ve Kur’an-ı Kerim’de de
bildirildiği gibi; “Biz o putlara sadece onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor diye ibadet ediyoruz.”
Cahiliye dönemi düşüncesi müs-lümanlar arasında gelişiyordu. Allah’tan başkasından yardım
dilemeye ve “Allah’tan başkasından medet istemeye varıncaya kadar pek çok bozuk düşüncelere
âlimler herhangi bir yanlış davranış gözü ile bakmıyorlardı.

Peygamberlerin, velî ve salih kişilerin mezarları yanında Hz. Peygamber’in menettiği ve


yapılmasından çok çekindiği şeylerin hepsi yapılmaya başlanmıştı. Müslümanlar, zimmîlerle
müslüman olmayanların gelenek ve göreneklerini benimsemekte bir sakınca görmüyorlardı.
Böyle bir kâfirce cahiliyete (İslâm öncesi sapık davranışlara) karşı savaşmak, gerçek tevhid
inancına bütün güç ve açıklıkla davet etmek için öyle bir mücahid âlime ihtiyaç vardı ki:

Bu âlimin aklı; tevhidle, şirkin farkını çok güzel anlamış olmalı, cahiliyetle ilgili olan herşeyi bütün
görüntüleri içinde ve perdeleri altında tanıyabilmeliydi. Tevhidin ne demek olduğunu sonra
gelen âlimlerin kitaplarından öğrenme, cahil müslümanların alışkanlıklarından ve devrin âdet ve
göreneklerinden tanıma yerine, doğrudan Kitap, sünnet ve sahabe-i kiramın hareketlerinden
anlamış olmalıydı. Sağlam inancı, doğru

itikadı açıkça söylemekte, yaymakta devletlerin karşı çıkmasına, dönemin insanlarının


düşmanlığına, âlimlerin değişik görüşlerine önem vermeyen biri olmalıydı.

Kitap, sünnetle birlikte dinin sağlam ve ilk kaynağını, ilk dönem asırların durumunu derinden
bilen, tam tanıyan yetkili bir kimse olmalıydı. Yahudi ve hristiyanların gerçek inançtan
ayrılmalarını, onların Tevrat ve İncil’i hangi tarihlerde nasıl değiştirdiklerini, cahiliyet
toplumlarının duygu ve düşüncelerini çok iyi bilen kimse olmalıydı. Müslümanları; Kur’an-ı Ke-
rim’in bildirdiği öğretilere, İslâm’ın ilk yüzyılının (başlangıcının) inanç ve davranışlarına geri
getirmeye, müslümanları sahabe-i kiramın ve tabiînin tutum ve davranışlarına göre hareket
etmeye yöneltmek için durmadan çırpınan biri olmalıydı.

Tasavvuf ve tarîkatçiler içine, (çeşitli tarihî ve ilmî sebeplerden ötürü) eski Yunan ve Hind ilham
(içe doğma) felsefesinin etkileri girmişti. Bu etkiler, İslâm inanç ve düşünceleriyle öyle
karışmışlardı ki, onları birbirinden ayırmak zorlaşmıştı. Yeni Eflâtunculuğun içe doğuş ve ilham
anlayışı veya Hind yogizmi, ruhların başka bir vücuda geçişi inancı, Vahdet-i Vücudcu-luk görüşü,
zahir ve bâtın sınırlandırması, gizli bilimler, rumuz ve semboller, (sîne bilgileri fitnesi), ermiş ve
gerçeğe ulaşmış kişilerden şer’î görevlerin düşmesi, bu kişilerin şer’î görevlerden hariç oldukları
gibi düşünce ve inançların hepsi tarikat ve tasavvufçuların büyük bir bölümü arasında
benimsenmişti.

Her ne kadar her devrin araştırmacıları, sağlam bilginleri; bu sapık inançları reddetmişler ve
onlara karşı çıkmışlarsa da, tasavvuf ve tarikatçıların büyük bir bölümü onlar üzerinde hâlâ
ısrarlıydılar.

Tarikat ve tasavvufun bazı bölümleri göz boyama ve sihirbazlık gibi dalavereci gösterilere kadar
düşmüşlerdi. 7. ve 8. hicrî yüzyılda Rufaîlik kolu bu konuda özellikle önde gidiyordu. Halk ve pek
çok özel kesim bu mugalata (yamltma)ya av olmuşlardı.

Bu tehlikeyi önlemek ve şeriatı korumak için de güçlü iman sahibi ve cesur ıslahatçı, düzenleyici
birine ihtiyaç vardı. Bu ıslahatçı; o tip insanların ihtişamın-dan, otoritesinden, azametinden ve
onlara bağlananların, peşinden gelenlerin çokluğundan ve gücünden korkmadan; açıkça,
serbestçe onları tenkid etmeli, hatalarının ve mugalatalarının üzerinden perdeyi kaldıracak biri
olmalıydı.

Eğitim ve bilim ortamında asırlardan beri öyle bir donukluk meydana gelmişti ki, kendi
grubunun fıkıh çizgisinden kıl payı dışarı adım atmak suç kabul ediliyordu. Kur’an ve hadise o
fıkıh mezheplerinin ve kendi gruplarının gözlükleriyle bakma alışkanlığı vardı. Mezı hep
ayrıcalıklarında   Kur’an ve hadisi hakem yapma yerine, her ne şekilde olursa olsun kendi
görüşlerine s Kur’an ve hadisi uygun düşürmeye, uydurmaya çalışıyorlardı.

Mezhepleri tercih etme kapısı da fiilen kapalıydı.

Zamanın ve şartların değişmesi ile birlikte pek çok yeni problemler ortaya çıkmıştı. Bunlar
hakkında fetva ı vermek, onlara çözüm getirmek için İslâm’ın bütün fıkıh hazinesini tam   olarak  
bilmek, Kitap ve sünneti 5 çok iyi öğrenmek, İslâm’ın ilk çağlarının uygulamalarını tanımak ve
fıkıh usulü bilgisini tam manasıyla kavramak gerekiyordu. Ama bir süreden beri bilgi, bakış s: ve
araştırma yetenekleri sınırlı olmaya başlamış, dü-> şünme güçleri erimeye doğru gitmişti. Eski
fıkıh bilgi hazinesine bir şey eklemek imkânsız görülmeye başla-f mıştır. İslâm hukuku ve fıkıh
bilgisi gelişmesini ve yükselme yeteneğini kaybetmişti. Bu yanlış durumu düzeltmek için ise öyle
bir hadis, fıkıh ve usûl (metod) bilginine gerek vardı ki o; bütün İslâm kültürünü, İslâm ilim
kaynaklarını öğrenmiş olmalı, Kur’an ve hadisi; insanları hayrette bırakacak kadar ezberlemiş ol-
malıydı. Hadisin türlerini, derecelerini ve onun toplanıp yazıldığı eserleri, “bu kişinin bilmediği
hadis asla hadis değildir” dedirtecek kadar bilmeli, müctehidlerin görüş ayrılıklarını ve onların
görüşlerini ileri sürerken dayandıkları delilleri, kaynakları her an aklında tutacak kadar
bilmeliydi. Kendi mezhebinin dışındaki mezhepleri, görüşlerinin detaylarım, o mezhepleri
öğreten ve onlarda fetva veren kişilerden daha çok bilmeliydi. Problemlere çözüm getirmek ve
şahsî incelemeler yapmakla birlikte selef çizgisinde yer almış ve müctehid imamların mertebe
ve değerini tanıyan biri olmalıydı. Dil bilgisinde otoriter, dil konusunda tenkitçi ve söz sahibi
olmalı, Arap dilinin yapısını tanımalı, o konudaki bilginlerin rahatlıkla hatalarım bulacak ölçüde
yetkili olmalıydı.

Hafızası ilk hadisçileri hatırlatacak kadar güçlü, zekâsı Allah’ın kudretinin bir alâmeti denecek
kadar harika, bilgisi Allah’ın sonsuz bir vergisine işaret olmalı; kişiliği İslâm ümmetinin büyük
insan yetiştirmesine, İslâm ağacının canlılığına, İslâm ilimlerinin güçlülüğüne, tazeliğine ve;
“Benim ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu daha hayırlıdır bilinemez.” hadisini
tasdik ettirici olmalıydı. Bununla birlikte hayatın hareket alanında yani yaşanan hayatta arslan
gibi bir kahraman olmalı; hem kalem, hem de kılıç sahibi olmalı, dönemin sultanlarının önünde
hak söz ne ise çekinmeden onu söyleme cesaretine sahip olmalıydı. Moğollar gibi kan dökücü,
vahşi düşmanlar karşısında islâm askerlerine önderlik yapmaktan geri durmamalı; eğitim
sıralarından, kütüphane köşelerinden, mescidle-rin sakin odalarından, tartışma toplantılarından
tut, hapishanelerin ölüm hücrelerine ve savaş alanlarına varıncaya kadar aynı ölçüde koşan,
kahramanca atılan ve her tarafta sevilen, kendisine değer verilen, önderliği kabul edilen bir
kimse olmalıydı.

8. yüzyıl için öyle bir yiğit insana ihtiyaç vardı ki o, hayatın her alanında bir mücahid olmalı,
çalışmaları, ıslahat ve onarmaları herhangi bir bölümle sınırlı olmamalıydı.
işte bu kimse, İslâm dünyasında yeni bir ilim ve davranış hareketi meydana getiren, bıraktığı
etkileri asırlar geçtikten sonra bile hâlâ devam eden Şeyhülislâm İbn Teymiye’den başkası
değildi. [1]
İBN TEYMİYE’NİN ZAMANI
 

İbn Teymiye’nin zamanı bir çok olaylar, fitneler ve belâlarla dolu bir dönemdir. Siyasî, ahlâkî,
sosyal, ilmî ve dinî bakımdan bu dönem özel bir önem taşır. İbn Teymiye’nin ıslâh ve düzenleme
çalışmalarını, onun ilim ve ıslâh yapısını anlamak için, içinde doğup büyüdüğü, içinde yenileme
ve ıslah görevi yaptığı çevreyi incelemek gerekir.

İbn Teymiye Bağdat’ın Moğollar tarafından yıkılmasından beş sene sonra, Halep ve Şam’a
girmelerinden ise üç sene sonra doğdu. Bu bakımdan o, aklı başına geldiği zaman yani yaş
bakımından düşünebilme çağına ulaştığında, İslâm şehirlerinin yıkılıp mahvedil-mesi ve
müslümanlarm katliam edilmelerinin tüyler ürperten hikayeleri, Moğolların dehşet saçan
vahşice zulümleri her çocuğun dilinde konuşuluyor olmalıdır. Bu olayları gözleriyle görenler her
yerde bulunuyor olmalıdır.

O yedi yaşma geldiğinde, Irak’ın kuzeyinde Moğolların eline geçmiş olan Dicle ve Fırat arasında
bulunan vatanı Harran’a Moğollar hücum etmişti. Pek çok sülâle ve aileler gibi onun ailesi de
Moğolların zulmünden, vahşice davranışlarından kurtulmak için Şam’a doğru yola çıktı. Yolların
her yanı Moğolların dehşet izleriyle kaplıydı. Bu korku, dehşet, dağınıklık, güvensizlik ve
düzensizlik; onun müthiş ve normal üstü hafızasından hiçbir zaman silinmedi.

Kendisinin de izlerini ve işaretlerini görmüş olacağı bu yıkımları, bu manzaraları, o acıklı korkunç


olayları gözleriyle gören insanların ağzından uzun uzun dinlemiş olacaktır. Bu bakımdan tabii
olarak onun hassas ve hamiyetli karakteri, müslümanlarm bu çaresizliklerinden ve perişan
edilmelerinden çok etkilenmiş, dolayısıyla o yağmacılara karşı içinde köklü bir nefret duymuş
olacaktır.
Bununla birlikte Ayn-ı Câlût denen yerde müslümanlarm muhteşem zaferi onun doğumundan
sadece üç sene Önce meydana gelmişti. Hatta Sultan Zahir Baybars’m zaferleri onun çocukluğu
dönemindeki olaylardır. O günlerde her tarafta bu zaferler konuşuluyordu. Bu anlatılanlar ve
zaferlerden dolayı yüreği serinlemiş, maneviyatı güçlenmiş olmalı ve o zafer olaylarından dolayı
da kendine güven ve cesareti artmış olmalıdır. [2]
Mısır’daki Memlüklü Sultanları:
 

İbn Teymiye’nin doğumundan 13 sene önceden beri Mısır ve Suriye’de Memlüklüler (Kölemenler
haneda-nı)’in idaresi sürüyordu. Bunlar, Sultan Selahaddin Eyyübî sülâlesinin son sultanı Melik
Salih Necmeddin (Ö. 647)’in Türk köleleriydiler. Sultan bunların fedakâr, vefakâr ve cesaretli
oluşlarını gördüğü için onları Mısır’da yerleştirmişti. Bunlar “Denizciler”[3] lakabıyla da
ünlüdürler.
Bunların arasında bulunan İzzettin Aybek adında bir Türkmen, 647 hicri tarihinde Melik Salih’in
yerine geçen Turan Şah’ı öldürerek devleti ele geçirdi. Melik el-Muiz adını aldı. H. 655’de o da
öldürüldü. Yerine oğlu Nureddin Ali geçti. 657 yılında İzzettin Aybek’in, devletin en üst
kademede yöneticisi olan kölesi Seyfed-din Kutuz devleti ele geçirdi. İşte bu Sultan, ilk defa
Moğolları kesin yenilgiye uğratan kişidir. Bir sene sonra (H. 648 de) Melik Salih Necmeddin
Eyyub’un diğer bir kölesi Rükneddin Baybars Seyfeddin Kutuz’u öldürerek devlet idaresini kendi
eline aldı. Melik Zahir lâkabını kendine unvan yaptı. 18 sene boyunca da son derece heybetli,
azametli biçimde devleti idare etti. Mo-ğollara ve Haçlılara karşı arka arkaya zaferler kazandı.

İmam İbn Teymiye doğduğunda Mısır ve Suriye’de Zahir Baybars’m idaresi hüküm sürüyordu.
Çocukluğu onun idaresi altında geçti. Baybars öldüğü sırada İbn Teymiye 15 yaşındaydı ve
gençlik çağına girmişti. Melik Zahir, Sultan Selahaddin Eyyûbî’den sonra bütün ilgisiyle cihada
yönelen ve İslâm düşmanlarını arka arkaya yenilgiye uğratan ilk güçlü müslüman sultandı. İbn
Kesîr onun hakkında şöyle yazıyor:

“Baybars; uyanık, zeki, üstün cesaretli, kahraman bir sultandı. Düşmanlarını hiçbir an göz
önünden uzak tutmaz, sürekli onlar karşısında düzenli ve hazır bir vaziyette bulunurdu. O,
İslâm’ın dağınıklık dönemini ve müslümanlarm perişan halini düzeltti. Gerçek şu ki Allah Teâlâ
onu, bu son zamanda İslâm’ı ve müslü-manları desteklemek, onlara yardım etmek için gön-
dermişti. Avrupalı hıristiyanlar (Frenkler), Moğollar ve müşrikler nazarında o^ gözlerine batan
bir diken gibi idi. İçkiyi yasakladı. Ahlâksızlığı ve suçu meslek edinmiş insanları ülke dışına
çıkardı. Gözüne ilişen her dü-

zensizlik ve bozukluğu yok etmeden içi rahat etmezdi.”[4]


Zahir Baybars’m saltanatı çok düzenli, ülkesi çok genişti. Doğuda Fırat nehrine, güneyde
Sudan’ın en alt bölgesine kadar ülkenin sınırları uzanmıştı. Mısır bu devletin merkezi, Kahire de
başşehri idi. Sultan ve Abbasî[5] halifesinin Kahire’de oturmasından dolayı o dönemin İslâm
dünyasının siyasî, ilmî ve medeniyet merkezi haline gelmişti. Baybars pek çok mektep, medrese
açtı. Uzaklardan gelen âlimler ve yetenekli kişiler Kahire’de toplandı.
Baybars; şahsî yeteneği, islâmî heyecanı ve cihad aşkı taşımasıyla birlikte, herşeye rağmen
diktatör bir idareci idi. Bu yüzden onda diktatör padişahların kusurları da görülmektedir. Onun
mücahidce başarılarıyla ve İslama hizmetlerle dolu parlak dönemi, ferdî idarenin (monarşi)
özellikleri olan baskı, inatçı ve keyfî tutum ve davranışlarla da lekelidir. Bunlar arsında acı bir
olay, İmam Nevevî’ye[6] karşı takınılan tavırdır.
Baybars, 18 sene düzenli ve sağlam bir şekilde devleti idare ettikten sonra Mısır ve Suriye devlet
idaresine kısa zamanda birçok sultan gelip geçti. 626 H. yılından başlayarak (Baybars’m öldüğü
yıl) 709 H. yılına kadar 33 senelik süre içinde Mısır devlet idaresine 9 sultanın geçmesinden bu
husus anlaşılabilir.

Bu 33 senelik süre içinde Mısır, Suriye ve Hicaz İslâm idaresine bir tek güçlü, düzenli ve mücahid
sultan nasib oldu. Onun da adı Melik Mansur Seyfeddin Kalavun’dur. O; H. 678 yılında Moğollara
hücum etti ve onları şiddetle yendi. 185 seneden beri Haçlıların işgalinde bulunan Trablus
şehrini de fethedip kurtardı. H. 678’den H. 689 senesine kadar 12 sene boyunca büyük bir
saltanat ve debdebe ile devleti idare etti.

Mansur Kalavun’dan sonra Mısır idaresi tekrar padişahların ve padişahlar etrafında kümelenen
zümrenin oyuncağı haline geldi. Sonunda 709 yılında Mansur kalavun’un oğlu Melik Nasır
Muhammed b. Kalavun, üçüncü kez devlet idaresini ele aldı. 32 sene süreyle devlete istikrar
geldi. İşte bu Melik Nasır, İbn Teymi-ye’nin tam çağdaşıdır. İbn Teymiye’nin yenileme ve ıslâh
çalışmalarının tarihi onun dönemine aittir. Büyük ölçüde o; Zahir Baybars’m yerini tutan, pek
çok nitelikleriyle onun bir benzeri olan ve meşhur babası Mansur Kalavun’u hatırlatan biriydi.
Onun döneminde yeniden İslâm devletinde birlik ve güçlenme meydana geldi. O kendinden
önceki meşhur önderi gibi Moğollara karşı muhteşem zaferler elde etti. İslâm devletini tam
olarak yerine oturttu.

Bütün bu süre içerisinde Irak, İran, Horasan Moğolların idaresi altında kalmaya devam etti. O
ana kadar Bağdat yeniden müslümanlarm eline geçmedi. Oranın (Moğol) idarecisi bizzat
müslüman oluncaya dek öylece sürdü. Mısır’ın Abbasî halifesi bizzat ordu sönderdi. Sultan Zahir
Bavbars tekrar tekrar oraya

hücum etmek istedi.Fakat başarılı olamadı. Memlüklü sultanlarının elinde ve idaresinde sadece
Mısır, Sudan, Suriye ve Hicaz bulunuyordu. [7]
Devlet İdaresi:
 

Memlüklü sultanlarının resmî dini her ne kadar İslâm ise de; sultan ve devleti yönetenler İslâm’a
sevgi ve saygı duyuyorlar, dinî hamiyet ve gayret taşıyorlar, kadılar, imamlar, şeyhülislâm ve dinî
mevkîdekiler düzenli bir şekilde tayin ediliyorlar, temyiz mahkemesi bulunuyor ve kadı’mn
kararları kesinlikle uygulanıyor, okullarda dinî eğitim serbestçe veriliyorsa da yine de devletin
bütün idarî yetkilerinde gerçek söz sahibi olan sultan ve onun güvendiği vezirlerle devletin üst
düzey yöneticileriydi. Onların kararı, onların gönlünden geçen arzular ve dilekler devletin ana
kanunuydu. İslâm kanunlarının uygulanma çizgisi, onların geniş çaplı devletlerinde herşeye
rağmen sınırlıydı. Devlet düzeni aşağı yukarı askerî bir tarza sahipti. Ne bir yazılı anayasaları, ne
belirli ve düzenli bir sistemleri vardı, ne de bir danışma meclisleri bulunuyordu.

Zahir Baybars ve onun yerine geçen sultanlar; devletin kanunlarının, verilen kararların ve
icraatların o devrin âlimleri tarafından desteklenmesini, doğru olduğunun tasdik edilmesini
istiyorlardı. Olabildiğince de onların olurunu almayı, onlara danışmayı da ihmal etmiyorlardı.
Eğer âlimler bir kanuna veya bir icraata şiddetle karşı çıkarlarsa onu da geriye alıyorlardı.

Zahir Baybars, Mısır ve Suriye’de toprak sahiplerinin arazilerini devlet hakkı olarak ellerinden
almak istedi. İmam Nevevî buna şiddetle karşı çıktı[8] Baybars her ne kadar buna öfkelendi ve
İmam Nevevî’nin de bu yüzden Suriye’yi terketmesi gerekti ise de toprakların eskiden olduğu
gibi sahiplerinde kalmasında etkili oldu. Baybars bunda bir değişiklik yapmadı.
Devlet düzeni babadan oğula miras olarak geçme esasına dayanıyor, herhangi bir islâmî temele
ve prensibe dayanmıyordu. İslâm’ın özünün, onun sağlam ve âmir hükümlerinin; devlet
başkanının şahsî yetkilerle donatılmış ve milletin ona güven duyması sağlanmış olmasını
gerektirdiğinden dolayı değil, aksine Memlük-lüler sülâlesinin ve hanedanının temeli şahsî
gayretlere,- ferdî teşebbüs ve icraatlara dayandığı için bu idarenin karakteri öyle bir düzeni
ortaya koymuştu. Daha güçlü olan, daha cesur olan devlet idaresini kendi eline alıyordu.
Eyyûbîler devletinin köleleri; şahsî gayretleri, çabaları ile efendilerinin saltanatını ele geçirdiler.
Bu tutum sonuna kadar böyle devam etti. Onlardan her biri kendi oğullarını yerlerine geçirmeye
çalıştılarsa da köleleri içinde daha cesur, daha atak olanlar onları iterek kendileri devletin başına
geçtiler. Taç ve tahtın güç ve yetkileri, bu ihtiras dolu insanlarda şansını deneme arzusu
doğurdu. Bu arzuya ulaşmak için de çok kere kemend atma ve zor kullanma gerekiyordu. Bu
sırada eğer Moğollar ya da Frenkler hücum ederse çok kere ancak o zaman bunlar
birleşebiliyorlardı. [9]
Memleketin Sosyal ve Ahlâkî Durumu:
 

Türk ırkından olan bu idareci tabaka kendilerinde üstünlük duygusu taşıyordu. Her bakımdan
genel halktan ayrıcalıklı yaşıyorlardı. Dilleri Türkçe idi. Sadece ibadet yaparlarken veya ilim
adamlarıyla konuşurlarken yahut halkla görüşürken, -bu çok az rastlanan bir olaydı- Arapçayı
kullanıyorlardı. Bunlardan bir kısmı Arapçayı ancak zaruri ihtiyaçlarım yerine getirecek kadar
biliyordu. Bununla birlikte âlimlere değer veriyorlar, salih kişileri, ulu maneviyat erbabını sevi-
yorlar, mektepler, medreseler kuruyorlar ve mescidler inşa ediyorlardı. Makam ve mevkilere
adam tayin ederken herhangi bir milleti veya belirli bir sınıfı tercih etmiyorlardı. Yine de devlet
düzenini elinde tutan çok büyük makamlar ve askerî mevkiler tabii olarak Türk soyundan gelen
komutanlara veriliyordu. Devlet idarecileri, yetkilileri ve çok büyük arazi sahipleri Türklerle
Moğollardı. Onlar çiftçilerin, işçilerin emeğinden faydalanıyorlardı.

1. 697 yılında Hüsamettin Lâçin, kendi idaresi döneminde arazileri çiftçilere faydalı olacak,
onların durumunu düzeltecek ve tarım üretimini geliştirecek şekilde halka dağıtmaya çalıştı.
Fakat devletin üst derecedeki idarecileri bu tutumu beğenmediler, ona karşı isyan ettiler.
Şehirlerde yaşayanların önemli bir bölümü Moğol-du. Seyfeddin Kutuz, Zahir Baybars ve
Nasiruddin Ka-lavun’un Moğollarla yaptıkları savaşlarda sayısız Moğol esir alınmıştı. Bunlaf Mısır
ve Suriye’ye getirilip, bir süre tutuklu kaldıktan sonra oralara yerleştiler. Makrizî’nin anlattığına
göre; Zahir Baybars zamanında Mısır ve Suriye bunlarla dolmuştu. Onların âdetleri, görenekleri
ülkenin her tarafına yayılmıştı. Her ne kadar bunlar İslâmı kabul etmiş iseler de pek çok âdet ve
an’anelerini devam ettiriyorlardı. Kendi millî özelliklerini de sürdürüyorlardı. Yeni müslüman
olmuş kimse-

lerin İslam’a herşeyleriyle ve tanı olarak, eksiksiz geçtiklerine ve eski inanç ve düşüncelerini,
kültür ve Özelliklerini, eskiden gelen düşünce tarzlarını tamamen bırakarak, onlardan arınmış
olduklarına tarihte çok az örnek bulunmaktadır.

Hz. Peygamber Efendimiz zamanında İslâm ve ca-hiliye çatışmasının tamamen yok olması,
cahiliye döneminin herşeyi ile yok olup İslâmın eksiksiz yaşanması Hz. Peygamberin bir
mucizesi, yüce sahabelerin de bir özelliği idi. Bir bakıma onlar, İslâm’da yeniden doğmuşlardı.

Böyle bir zamanda, toplumda islâmî eğitim ve öğretim düzeni eksiksiz uygulanmadığı sürece,
İslâm toplum düzeni içinde yeni müslüman olanların eritilmesi ve yeni baştan bir kalıba
sokulma yeteneği olmadığı sürece Moğolların ve Türk ırkından olan yabancıların, İslâm inanç ve
ibadetlerinin kalıbına girmesini ve eski âdet ve ahlâklarından bir anda sıynlacaklarını ummak
doğru değildir. Nitekim bu Moğol ırkından yeni müslüman olanların hayatı İslam ve cahiliye
etkilerinin karışımı, bileşimi idi. Mısır’ın ünlü tarihçisi Makrizî şöyle yazıyor:

“Bu Moğollar, İslâm yurdunda düzene konmuşlardı. Bunlar Kur’an-ı Kerim’i düzgün şekilde
öğrendiler. İslâm’ın emir ve kanunlarını tanıdılar ama onların hayatı hak ve bâtılın birleştiği bir
karmaşa idi. Onlar arasında iyi şeyler de vardı kötü şeyler de. Dinî meseleler; namaz, oruç,
zekât, hac, vakıflar, yetimlere ait meseleler, eşler arasındaki anlaşmazlıklar, borç alıp verenler
arasındaki münakaşalar ve daha buna benzer şeyler baş kadıya havale ediliyor; fakat kendi
şahsî işlerinde Cengiz Han geleneklerine bağlı kalıyorlar, (Moğol kanunu) yasadan
ayrılmıyorlardı. Kendileri için

mabeynci (hâcib) adında bir kişi tayin etmişlerdi. Günlük işleri hakkında o karar veriyor, güçlüyü
düzen ve zapta sokuyor ve yasaya uygun olarak zayıfın hakkını alıyordu. Aynı şekilde Moğol
tüccarlarının çok büyük çaptaki işleri hakkındaki kararı da yasaya (Moğol milli kanununa) göre
veriyordu. Araziler ve toprak konusunda anlaşmazlık olursa, onun da çözümü bu millî kanuna
göre oluyordu. “[10]
Bu Türk soyundan gelen yabancıların, bu yeni müslüman olan Moğolların âdet, ahlâk, töre,
an’ane, kültür ve toplum yapılarının hatta inanç ve düşüncelerinin eski Arap ve müslüman halk
üzerinde etki yapması kaçınılmazdı. Nasıl Haçlı savaşlarında Avrupalı ile Asyalı birbirine
karışmışsa aynı şekilde Moğol hücumlarının ve Moğolların galip ve mağlup hale gelmelerinin
sonucunda doğu ile batı birbirine karışıyor, birleşiyordu. Bu karışma, bu birleşme savaş
alanındaki çatışma ile başladı. Fakat kültür, düşünce ve ahlâk karışmasıyla son buldu. Her biri
diğerini etkiledi, her biri diğerinin etkisini de benimsedi.

Bu karışma ve birleşme pek çok yeni problem ortaya çıkardı. Yeni bir sosyal yaşayış ve yeni bir
kültür meydana geldi. Bunun İslâm medeniyeti veya Arap toplum düzeni olduğunu söylemek
zordur. Böyle bir durum; müslümanlann yaşayışındaki İslâm dışı etkileri, cahiliye töre ve
alışkanlıkları görmeye gönlü razı olmayan, baştan başa Kitap ve sünnete bağlı olup asırların en
hayırlısı olan İslâm’ın ilk asrının çizgisinde yürüyen ve Kur’an-ı Kerim’deki: “İslâm’a tam ve
eksiksiz olarak girin.” emrine uymak isteyen bir ıslahatçı ve öğreticiye büyük sorumluluklar
yüklüyordu. [11]
İlmî Çalışmalar:
 

Bu yüzyılın ortasında Allâme Takiyyüddin Ebu Amr b. Salâh (577-643 H.), Şeyhülislâm İzzeddin b.
Abdüsselâm (578-660 H.) ve İmam Muhyiddin Nevevî (631-676 H.) gibi ilim önderleri mevcuttu.
Bu yüzyılın sonunda Şeyhülislâm Takiyyüddin îbn Dakîk ei-îd (625-702 H.) gibi hadisçi ve Allâme
el-Bâcî (631-714 H.) gibi usulcü ve kelâmcı göze çarpmaktadır.

İbn Teymiye’nin çağdaşları arasında Allâme Cemâ-leddin Ebu’l-Haccâc el-Mizzî (654-742 H.),
Hafız Ale-müddîn Berzâlî (665-739 H.) ve Allâme Şemseddîn Ze-hebî (673-748 H.) gibi hadisçi ve
tarihçiler vardı. Bunlar kendi dönemlerinde hadis ve rivayet ilminin dört temel direği sayılırlardı.
Daha sonra gelen bilginler bunların kitaplarını jegâne bilgi kaynağı kabul ederler.

Bunlardan başka Başkadı Kemaleddin b. Zemel-kânî (667-727 H.^Başkadı Celâleddin Kazvînî (ö.
739 H.), Başkadı Takiyyüddin Sübkî (683-756 H.) ve Allâme Ebû Hayyân en-Nahvî (654-745 H.)
gibi sahalarında en üstün noktaya ulaşmış üstadlar ve çok yetenekli bilginler vardı. Onların
dersine bütün insanlar gelirdi. Derin bilgilerinin şöhreti de her tarafı tutmuştu.
İlmin yayılışı gelişmekte idi. Mısır ve Suriye’de Eyyubîlerin, Memlüklülerin kurduğu kocaman
okullar ve hadis yuvaları vardı. Oralarda dünyanın her tarafından gelmiş kimseler dinî ilimleri ve
akıl ilimlerim öğreniyorlardı. Okulların yanında, onlardan ayrı olarak geniş ve büyük
kütüphaneler bulunuyordu. Bunların içinde her ilim ve fennin eşine az rastlanır kitapları ve ilim
hazineleri korunuyordu. Bunlardan her ilim meraklısı faydalanabilirdi. Sadece Kâmiliyye
medresesinde -ki onu Kâmil Muhammed Eyyûbî 621 Hicrî yılında kurmuştu- bulunan
kütüphanede 100.000 kitap bulunuyordu.

Yine bu yüzyıl içinde çok önemli bazı kitaplar yazıldı. Bu kitapları daha sonraki bilginler
başvurulan kay- , nak birer eser kabul ettiler. Meselâ, Allâme Takıyyud- : din b. Salâh’ın
Mukaddimesi, Şeyh İzzeddin b. Abdüs-selâm’m   Kavâid  el-Kübrâ’sı}   İmam   Nevevî’nin Şerhu’l-
Mühezzeb Mecmuası ve  Müslim Şerhi,   İbn Dakîk el-Id’in Kitâb el-İmâm’ı ve İhkâm el-Ahkâm
Şerhu Umdetu’l-Ahkâm’ı ve Ebu’l-Haccâc el-Mizzî’nin Tehzîb el-Kemâl’i  ile  Allâme  Zehebl’nin 
Mizânu’l-î’tidâl’i ve Tariku’l-İslâm’ı gibi kitaplar sayılabilir.

Fakat birkaç kişiyi ve ilmî çalışmaları çıkarırsak, bu yüzyılın ilim elde etme ve kitap telif etme
işinde genişlik vardı, derinlik azdı. İnceleme, derin konulara dalma ve düşünme yerine nakil ve
başka eserlerden alıntı yapma merakı daha çoktu. Fıkıh mezhepleri, kendilerinde ilerleme
olmayan demirden bir kalıp haline gelmişlerdi. Dört mezhebin hak olduğu kabul edilmekle
birlikte uygulamada her mezhebin taraftarları, hakkı kendi mezhebi içinde sınırlı görüyorlardı.
Çok tedbirli konuşanlar da şöyle diyordu: “Bizim imamızın içtihadları tamamen doğrudur,
bunların içinde yanlış bulunma ihtimali vardır. Diğer imamların içtihadları ise yanlıştır. Onların
içtihadları içinde bazılarının doğru olma ihtimali vardır.”

Her mezhep mensubu kendi fıkıh mezhebini, bütün fıkıh mezheplerinden daha üstün ve Allah
tarafından destekli en üstün mezheb kabul ediyordu. Bütün zekâlarını, yazma ve anlatma
yeteneklerini o mezhebin üstün olduğunu, daha değerli olduğunu ispat etmekte harcıyorlardı.

Mezheb mensuplarının kendi mezheplerine hangi bakışla baktıklarını ve mezhep


mensuplarında hâkim olan zihniyeti şu olaydan ölçebilirsiniz: Sultan Zahir Baybars daha önceki
uygulamanın tersine Şafiî mezhebindeki başkadıdan başka diğer üç mezhepten de teker teker
başkadı tayin edince Şafiî fıkıh bilginleri bunu şiddetle eleştirdiler ve bu karara nefret gözüyle
baktılar. Onlar Mısır’ı Şafiî mezhebinde bir başkadımn idaresi altında görmeyi istediklerinden
böyle düşünüyorlar ve zannediyorlardı ki, eskiden beri gelen İslâm kültürünün merkezi ve İmam
Şafiî’nin defnedildiği yer olması bakımından Mısır üzerinde Şafiî mezhebinin hakkı vardır;
Mısır’da sadece Şafiî mezhebi bulunmalıdır. Baybars’m saltanatı son bulup onun sülâlesinden
devlet idaresi alınınca bazı Şâfiîler bunu Baybars’ın diğer mezheplerden de başkadı tayin etme
hareketinin cezası ve ilâhî intikamı kabul etmişlerdi[12]
Bu fıkıh gruplaşması ve mezhep zümreciliğiyle birlikte kelâmla ilgili meselelerdeki aşırılık da son
noktasına ulaşmıştı. Dört mezhebe bağlı olanlar birbirini kabul ediyor ve birbirine talebe hoca
bile oluyorlardı. Aralarında buluşma kaynaşma da vardı. Birbirine sevgi saygı da gösteriyorlardı.
Fakat kelâm konularında Eş’arîlerle Hanbelîlerin birleşmesi hemen hemen imkânsızdı.
Mezhepler arasındaki tartışma ancak öncelik ve üstünlükteydi. Ama Hanbelî, Eş’arî tartışması
birbirini İslâm dışı kabul etme noktasındaydı. Biri diğerinin küfür ve sapıklığında ısrar ediyordu.
İnanç tartışmaları ve kelâm konularındaki araştırmalar, bütün tartışmaların ve incelemelerin
üzerine çıkmıştı. Bu merak her ilgi ve meraka üstün gelmişti. Devlet idarecileri bundan zevk
alıyordu. Özel kesim ve halk tabakası, herkes bu merakın sarhoşu olmuştu.

Diğer taraftan tasavvuf da zirvede idi. Ona da pek çok İslâm dışı düşünce ve unsurlar
girmişti.Pek çok zanaatkar, cahil, araştırıp inceleme yapmayan bid’atçı kimseler bu zümre içine
girerek halk ve özel kesimin sapıtmasına, doğru yoldan ayrılmasına, şirk ve bid’at-ların her tarafı
sarmasına sebep oluyorlardı.

Felsefecilerin bir bölümü de dinden ve peygamberlerin öğrettiklerinden uzaklaşarak kendi


öğrettiklerini yaymakta, bazan açık, bazan gizli olarak durmadan çalışıyorlardı. Bir başka
felsefeciler grubu; felsefeyi temel ve ölçü kabul ederek dinleri onun emrine vermeye ve ona
bağlı kılmaya çalışıyorlar di. Akılla nakli birbirine uygun düşürmeye çabalıyorlardı. Felsefecilerin
iki grubu da Aristo ve Eflatun’un donmuş taklitçisi ve onların düşünce ve kavramlarının
mukaddes olduğuna, onların bilgilerinin doğru ve üstün olduğuna bir bakıma onların insanüstü
varlıklar olduklarına tamamen inanmışlardı. Hiçbir şeyde onların görüşlerinin, incelemelerinin
yanlışlığını kabul etmeye, onlardan ayrılmaya hazır değillerdi.

İşte İbn Teymiye’nin, içinde gözünü açıp kendine geldiği, yenileme ve ıslâh bayrağını
dalgalandırdığı siyasî, içtimaî, ahlâkî, ilmî ve zihnî çevre buydu. [13]
[1] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/19-28.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/29-30.
[3] Bunlar Nil nehri kıyısında oturdukları için “Denizciler” adıyla isimlendirildiler. Mısır’da hâlâ Nil
nehrine rahatlıkla “deniz” tabiri kullanılır.
[4] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.13, s.276.
[5] Halife Musta’sım’ın şehit edilmesinden sonra üç sene süreyle müslümanlar halifesiz kaldılar.
Tarihçiler, yeni seneleri yazarlarken şöyle ifade kullanmaktadırlar: “…Senesi girdi, müslümanlar
hâlâ halifesiz” Sonunda Sultan Zahir Baybars, H. 659’de Abbasî hanedanından Mustansır Billah
Ebu’I-Kâsım Ahmed b. Emîr el-Mü’minîn Zahir adında bir kişiye biat etti. Böylece Mısır halifelik
merkezi oldu. Fakat bu halifelik bir isimden ibaretti. Asılsöz sahibi ve hâkim olan sultanın
kendisiydi.
[6] Bakınız Tabakât-i Şâfîiyye el-Kübrâ, İmam Nevevî’nin hal  tercümesi.
[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/30-34.
[8] Tabakat eş-Şafiyyetü’l-Kübra
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/34-35.
[10] Hıtât-ıMısır.
[11] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/35-38.
[12] Tabakât eş-Şâfıiyyetü’1-Kübrâ.
[13] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/39-42.
Başa dön

İBN TEYMİYE’NİN ATALARININ VATANI


 

Dicle ve Fırat nehirlerinin arası iki bölüme ayrılmaktadır:

1) Arap Irakı denilen ve Bağdat, Basra vs.’nin bulunduğu güney bölümü.


2) Eski Arap edebiyatında Diyarbakır,  Diyâr-ı Rabîa ve Diyâr-ı Mudar adlarıyla anılan kuzey
bölümü.
Arap coğrafyacılar bu bölümü genellikle el-Cezîre adıyla anmaktadırlar. Bu bölümün kuzeyinde
Ermeni-ye, güneyinde Irak Arabistanı, doğusunda Kürdistan, batısında da. küçük Asya ve Suriye
çölü bulunmaktadır. Bu bölgede Musul, Rakka (el-Beydâ), Nasîbeyn ve el-Rehâ
(Odesap) [1]bulunmaktadır. el-Rehâ’nm güneyinde aşağı yukarı 8 saatlik mesafede meşhur
tarihî şehir Harran vardır. İbn Havkal’ın anlattığına göre burası eski dönemden beri Sâbiîlerin
(yıldıza tapanların) dinî ve ilmî merkezi olagelmiştir. Felsefe ve eski Yunan ilimlerinde buranın
özel ayrıcalığı ve ünü vardır. İşte bu Harran, İbn Teymiye’nin atalarının vatanıdır. Orada onun
sülâlesi asırlardan beri yaşamaktaydı. [2]
Ibn Teymiye’nin Ailesi:
 

İbn Teymiye’nin ailesi; önceden beri “Ibn Teymiye ailesi”[3] adı ile meşhur olan bir sülâleden
gelmekteydi. Harran’ın dinî ve ilmî üstünlükleriyle meşhur olan bir ailesiydi. Tarihi bilindiğinden
beri bu aile, Hanbelî inançlı ve Hanbelî mezhebine bağlı idi. Kendi bölgesinde Hanbelî
mezhebinin önderliğini yapma mevkiinde idi. Bu ailenin ilim sahibi insanları; her zaman ders
okutma, fetva verme ve ilmi eserler yazma işiyle meşgul olmuşlardı.
Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin dedesi Ebu’l-Berekât Mecdüddin İbn Teymiye; Hanbelî mezhebinin
önde gelen âlimlerinden, imamlarından sayılır. Bazı ilim erbabı onu mutlak müctehid diye
anmışlardır. İnsan hayatını inceleyen bilim dalının önde gelen âlimi Hafız Zehebî Kitâb en-
Nübela sında böyle yazmaktadır. Mecdüddin İbn Teymiye H. 590 sıralarında doğmuştur. İlk önce
amcası meşhur hatip ve vaiz Fahreddin İbn Tey-miye’den ilim öğrenmiş, sonra Harran ve
Bağdat’ın hadis çilerinden, âlimlerinden ders almış ve bilgide üstün dereceye ulaşmış, fıkıhta
uzmanlaşmıştır. Meşhur Zehebî şöyle diyor:

“O, fıkıh ilminde imamet “içtihad yapma” derecesine ulaşmıştır.”

651 senesinin hac mevsiminde hacca giderken Bağdat’a ulaştığında zekâ ve ilmî üstünlüğünü
gören âlimler, ona hayran kalmışlardı. Zehebî diyor ki: Şeyhülislâm İbn Teymiye bizzat benden
naklederek demiştir ki: Allah (c.c.)3 Davud (a.s.)’a demiri hamur gibi nasıl yumuşatmışsa fıkıh
ilmini Mecdüddin İbn Teymi-ye’ye öyle yumuşatmış ve kolaylaştırmıştır. O şöyle de demektedir:
Dedemiz Mecdüddin’in karakterinde, biraz sertlik ve heyecan vardı. Alimin biri bir gün ona ilmî
bir soru sordu. O cevap olarak: Bunun 60 tarzda cevabı vardır, dedi. Sonra teker teker bütün
cevapları sayarak verdi. Sonunda ona; Senin bu cevapları tekrarlaman (eğer tekrarlayabilir sen)
yeterlidir, dedi. Bu ölçüde zekayı gören soru sahibi âlim hayretler içinde kalarak sustu kaldı.
Şeyhülislâm diyor ki: Metinleri ezbere nakletmekte ve mezheplerin görüşlerini ezberlemekte o,
dönemin bir harikasıydi.Bunları yaparken de hiçbir zorlanma ve özenme göstermeden normal
bir ölçü ve davranış içinde hareket ederdi.[4]
1. 652 yılında vefat vetmiştir. En ünlü eseri, ilmi terekesi Münteka’l-Ahbâr isimli kitabıdır. Alimler
her zaman bu eserden faydalanmışlar, ona değer vermişlerdir. Yazar bu kitapta, fıkıh
konularında mezhep sahiplerinin ellerinde delil ve kaynak gösterdikleri hadisleri toplamıştır.
Yemen’in müctehid âlimi ve döneminin harikası hadisçi Allâme Muhammed b. Ali Şevkânî (Ö.
H. 1255) bu -esere, Neylü’l-Evtâr adıyla 8 cildlik bir şerh yazmıştır. Güzel tertîbi, anlatışı, kesin
ifadeleri, yazarının geniş bakış açısı ve derin ruhî yapısı ile ilim ortamında bu eser özel değer
taşımaktadır.
Şeyhulislâm’ın babası Şehâbeddin Abdulhalim İbn Teymiye; âlim, hadisçi, Hanbelî fıkhının
bilgini, ders ve fetva veren bir kimse idi. O, Harran’dan Şam’a geçtikten sonra orada büyük
âlimlerin ve ders veren üstadla-rın toplandığa ve her âlimin, üstadın ders verme yetkisinin
olmadığı Emevî Câmii’nde düzenli bir şekilde ders okutmaya başladı. Dersinin özelliği tamamen
ezberden ve doğrudan vermesindeydi. O ders verirken hiçbir kitaba ihtiyaç duymuyordu.
Tamamen kendi hafıza ve belleğine güveniyordu, Emevî Camii’ndeki ders ve vaazına ek olarak
Şam’daki Sukkeriye dârul-hadisinde hadis hocalığı yapıyordu. Aynı zamanda orada kalıyordu. H.
682 yılında vefat etti ve Sofular Mezarlığına (Makbere es-Sûfıyye) defnedildi.[5]
 

DOĞUMU VE YERLEŞME MERKEZİ


 

Bu ünlü ve İslama bağlı ilim ve iman dolu ailede 10, Rabîulevvel 661 Hicri yılının Çarşamba günü
Takiy-yüddin İbn Teymiye doğdu. Babası, ona Ahmed Takıy-, yüddin adını koydu. Büyüyünce
Ebu’l-Abbas lâkabını seçti ise de aile lâkabı olan İbn Teymiye hepsine üstün geldi ve bu adla
meşhur oldu.

Yukarıda da geçtiği gibi bu devir, Moğol talanının her tarafı mahvettiği zamandı. İslâm
dünyasının her tarafı onların saldığı dehşetle titriyordu. Fakat özellikle Irak ve Arab yarım-adası
toprakları bunların dolaştıkları yerlerdi. İbn Teymiye 7 yaşında iken memleketi Harran’a
Moğollar saldırdılar. Moğolların saldırısından sonra ilim ve fazilet, izzet ve şeref, can ve mal için
sığınacak hiçbir yer yoktu. Sonunda mecbur olarak onun ailesi de yüzlerce ilim ve şeref dolu
aileler gibi, bir İslâm ülkesinde sığınak bulabilmek için yola çıktı. Irak’a yönelme imkânı yoktu. O
gün Moğol talanından kurtulmuş en yakın ülke, Mısır’ın güçlü Memlûk sultanlarının idaresinde
olan Suriye idi. Nihayet bu aile batıya yöneldi, Şam’a doğru yolculuğa başladı.

Bu perişan ve darmadağınık durumda bile bu ilim ailesinin, birkaç kuşaktan beri biriktirdikleri ve
büyük bir ilmî sermâye olan çok değerli kütüphanesini bırakmaya gönlü razı olmadı. Nitekim
bütün mal ve mülklerini bırakarak kitaplarını bir arabaya yükleyip yola çıktılar. Moğol korkusu
her yanı sarmıştı, her yere dehşet yayılmıştı. Kadınlar, çocuklar kafilede birlikte idi. En büyük
zorluk, hayvan elde edilemediği için kitap yüklü arabayı kendilerinin çekmesi gerekmesin deydi.
Kafile düşe kalka gidiyordu. Bir yere geldiklerinde ner-deyse Moğollar tepelerinde bitmek
üzereydi. Öyle oldu ki kitap yüklü araba gide gide bir yerde durdu, kaldı. Bir türlü ilerlemez oldu.
Ailenin bütün insanları Allah’a dua ettiler, ağladılar, inlediler. Allah Teâlâ’nın yardımı geldi de
arabanın tekeri döndü ve kafile ilerlemeye başladı.[6]
Şam’da:
 

Şam’a ulaşır ulaşmaz bu ilim ailesinin gelişi duyuldu. İlim sahipleri, Ebu’i-Berekât Mecdüddin İbn
Tey-miye’nin adını ve değerini biliyordu. Abdulhalim İbn Teymiye’nin ilmî değeri ve üstünlüğü de
biliniyordu. Birkaç gün içinde Emevî Camii ve Sükkeriye dârül-hadisinde ders okutmaya başladı.
Dersi; talebelerin ve Hanbelî mezhebindeki âlimlerin uğrak yeri haline geldi.Bu aileye bu yeni
şehirde bir yabancılık duyulmadı.

Küçük  yaştaki  Ahmed   İbn   Teynıiye,   süratle Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip bitirdi. Hemen
arkasından hadis, fikıh ve arapçayı incelikleriyle öğrenmeye başladı. Bu arada küçük yaşma
rağmen babasının derslerine, vaazlarına ve alimlerin ders toplantılarına katılıyor, ilmî
görüşmelere iştirak ediyordu. Onun keskin zekâsı bunlardan dolayı gelişiyor, daha da
derinleşiyordu. [7]
Normal Üstü Hafıza:
 

İbn Teymiye ailesi güçlü hafızaları ve çok ezber tutmalarıyla meşhurdu. Dedesi, babası ikisi de
çok güçlü ezberleme yeteneğine sahip kişilerdi. Fakat Takiyyud-din İbn Teymiye, Allah’ın nimeti
olan bu Özellikte, bütün soyunu geride bırakmıştı. Daha çocuk yaşta iken onun harikulade
müthiş hafızası ve herşeyi derhal ezberlemesi hocaları ve âlimleri hayrete düşürmüştü. Şam’da
ünü süratle yayıldı. el-Ukûdu’d-Dürriye kitabının yazarı şöyle diyor:
“Bir keresinde Halep’ten bir büyük âlim Şam’a geldi. Ahmed İbn Teymiye adında, çok çabuk
ezberleyen bir çocuk olduğunu duymuş, onu görmeyi ve imtihan etmeyi arzu etmiş. İbn
Teymiye’nin her gün gelip geçtiği yol üzerinde bir dürzînin dükkânına oturdu. Dürzî: O çocuk
gelmek üzere. İşte burası onun okulunun yoludur. Siz buyurun oturun, dedi. Biraz sonra
mektebe giden birkaç çocuk geçti. Dürzî: İşte şu elinde büyük tahta olan İbn Teymiye’dir, dedi.
Âlim o çocuğu çağırdı. Gelince tahtasını elinden aldı ve dedi ki: Oğlum, bu tahta üzerinde
yazılanları sil. Çocuk onu şilince tahta üzerine o âlim 11 veya 13 hadis yazdı. Ona; bunları oku,
dedi. Çocuk dikkatle bir kere okudu. Sonra âlim tahtayı elinden aldı ve: Haydi, şimdi oku, dedi.
Çocuk bütün hadisleri ezbere okudu. Bunun üzerine; peki şimdi bunları da sil, dedi.Tahtaya
tekrar bazı hadis se-nedlerini yazdı. Bunları da oku, dedi. Çocuk bir kere dikkatle baktı,
arkasından ezbere okudu. Âlim manzarayı görünce dedi ki: Eğer bu çocuk büyürse çok büyük
biri olacaktır. Çünkü bu devirde onun benzerini bulmak imkânsızdır.”[8]
Önceki muhaddislerin güvenilir tarihî kaynaklarda anlatılan güçlü hafıza olayları ve Hadis ve
edebiyat imamlarının Allah vergisi hafızaları göz önüne alındığında İbn Teymiye’nin yukarıda
geçen ezberleme olayı tahmin dışı ve imkânsız bir şey olamaz. Bizzat İbn Teymiye’nin daha
sonraki hayatında gösterdiği ezberleme ve onları ezberden nakletme olayları onun normal üstü
müthiş bir hafızaya sahip olduğunu ispat etmektedir. [9]
 

EĞİTİMİ VE BİLGİDE YÜKSELİŞİ


 

İbn Teymiye büyük bir ilgi ve müthiş bir gayretle kendini ilim öğrenmeye verdi. Onun çağdaşları
ve tarihçiler diyorlar ki: Yaşının küçük olmasına rağmen oyun ve eğlenceden hiç zevk almazdı,
kesinlikle vaktini boş yere harcamazdı. Bununla birlikte o; hayattan ve döneminin toplumundan,
şehrin durumlarından ve insanların gidişatından habersiz, onlardan ilgisiz değildi. Eserlerinden
açıkça anlaşıldığı gibi onun, hayatı incelemesi genişçe ve derinlemesineydi. O, insanlardan uzak
herhangi bir ilmî köşede hayat geçirmemişti.

İbn Teymiye kendi zamanının gözde olan bütün ilimlerini Öğrendi. Özellikle Arapçaya ilgi duydu.
Arapça dilbilgisinde söz sahibi oldu, Arapça dilbilgisinin büyük otoritesi Sîbeveyh’in
kitaplarından (Nahiv konusunda en güvenilir ve değerli kitap, hatta tek başına gramer kitabı
dendiğinde hemen akla gelen Sîbeveyh’in bu) el-Kitâb’ı, özellikle büyük bir titizlikle okudu. Onun
zor yerlerini ve yanlışlıklarım tespit etti. Arapça diline, nahve tenkidçi ve otoriter bir gözle
bakması ve Arapçanın gramer ve edebiyatında uzmanlık elde etmesi; ilmî hayatında ve
yazılarında çok işine yaramıştır. Nesir ve şiir olarak pek çok şey ezberledi. İslâm öncesi ve
cahiliye dönemi Araplarımn durumlarını ve olaylarını genişçe gözden geçirdi. İslâm dönemini ve
İslâm devletlerinin tarihini iyice araştırdı.Bu geniş ve değişik türden araştırmalar, daha sonraki
renkli ilmî hayatında onun çok işine yaradı. Çağdaşları ve karşıtları arasında onunla boy
ölçüşecek derecede geniş bilgi ve derin görüş sahibi kimse yoktu. Onun bilgide üstün oluşuna
bu da bir sebepti.

Nazarî bilgiler dışında o, güzel yazmaya, hesap ve riyaziyeye de ilgi duydu. Onları erbabından
öğrendi[10]
Din ilimlerinden fikıh, fıkıh usûlü, ferâiz, hadis ve tefsirle bütün gücü ile ilgilendi. Hanbelî
mezhebi fıkhı onun aile mirası, evinin malıydı. Kendi babası bu sahada onun şefkatli bir hocası,
yetenekli bir üstadı ve en iyi yol göstericisi ve danışmanı idi.

O dönemde hadis yazmak, ezberlemek ve dinlemek yaygın bir âdetti. İbn Teymiye önce İmam
Hamidî’nin kitabı el-Cem’u Beyne’s-Sahîhayn’ı ezberledi. Sonra dönemin hocaları, devrin âlimleri
ve Şam’ın bilginlerinden hadis dinledi ve yazdı. İbn Abdulhâdi şöyle anlatıyor: “Hadis konusunda
İbn Teymiye’nin hocalarının sayısı 200’ü geçmektedir.”[11] Onun özel hocaları hadis konusunda
İbnü Abd el-Dâim Makdisî ve onun sınıfının insanlarıdır. İmam Ahmed’in Müsned’ini çeşitli kere-
ler dinlemiştir. Aynı şekilde altı sahih hadis kitabım birkaç kere dinleme firsatı bulmuştur.
Tefsir, İbn Teymiye’nin en çok sevdiği konuydu. Ondan özel bir zevk alır, ona derin bir ilgi
duyardı. Kendi anlattığına göre; Kur’an-ı Kerim’in tefsiri konusunda küçüklü büyüklü, irili ufaklı
100’den fazla kitap okumuştur[12] Bu ilim dalıyla, o ruhen ilgili idi. Kur’an-ı Kerim’i okuması,
incelemesi ve onunla sürekli meşgul olmasından dolayı Allah Teâlâ onun Kur’an-ı Kerim
üzerindeki bilgisini arttırmıştı. Çeşitli ilmî kitaplardan başka ana Kitâb’m (Kur’an’m) asıl sahibine
(Allah’a) yönelir, ona başvururdu. Ondan Kur’an-ı Kerim’i anlamayı ve göğüs genişliği (anlama
kapasitesinin genişlemesini) isterdi. İlim öğrenme metodu ve Kur’an-ı Kerim üzerindeki
inceleme tarzı hakkında kendisi şöyle diyor:
“Ara sıra bir tek âyet için yüz civarında tefsiri incelediğim olurdu. İnceledikten sonra o âyeti
anlamamı nasib etsin diye Allah’a dua eder ve derdim ki: Ey Âdem (a.s.) ve İbrahim (a.s.)’m
öğreticisi, bana en doğrusunu öğret. Issız ve sessiz mescidlere vb. yerlere gider, alnımı yere kor
ve Allah Teâlâ’ya dua ederek: Ey İbrahim’in oğluna bilgi veren, ilim öğreten Allah’ım1, bana
anlama gücü ver, derdim.”[13]                            :
O dönemde -özellikle Mısır ve Suriye’de- Eş’arî-lerin kelâm ilminde hızlı bir çalışmaları vardı.
Sela-haddin Eyyubî’nin kendisi Eş’arî görüşte idi. Mısır tarihçisi Makrizî’nin anlattığına göre;
Sultan çocukluğunda Kutbuddin Ebu’l-Meâlî Eş’arî’nin (akâid hakkında yazdığı) kitabın metnini
ezberlemişti. Sonra da kendi ailesinin çocuklarına ezberletiyordu. O ve onun yerine geçenler
(Eyyubîler), halkı Eş’arî akidesine bağlamışlardı. Onun dönemi ve onun yerine geçenlerin (Mısır
Kölemenleri) dönemine kadar, Eş’arî görüşü devletin resmî himayesine sahipti.

Hanbelîler; doğru veya yanlış bir tutumla Eş’arî-lerin rakibi ve karşıtı kabul ediliyordu. İki taraf
tartışma ve münazaralarla uğraşıyordu. Eş’arîlerin ilmi kelâmı ve isbat tarzı; akıl önermeleri ve
mantık verilerine dayanıyordu. Hanbelîler ise naslardan ve âyetlerle hadislerin dıştan görülen
zahirî mânalarından hareket ediyorlardı. İlm-i kelâmda derin bilgileri ve mantıkla felsefeyle
ilgileri olmadığından, bazen tartışma ve karşılaşmalarda Hanbelîlerin kefesinin hafif kaldığı
görülüyordu. Onlar hakkında; akıl bilgilerinden habersiz, zahirî bilgilerin ve basit ilimlerin
insanları kanaati yerleşmişti.

Her halde bu duygu ve kanaat; İbn Teymiye gibi gayretli, hızlı kavrayışlı, zeki, genç âlimi; kelâm
ilmini geniş ve derinden incelemeye, akıl bilgilerini, felsefe ile mantığı doğrudan öğrenmeye
yöneltti. O bu bilgileri derinden araştırdı, onlar üzerinde öyle güçlü bilgi elde etti ki, bizzat o
bilgilerin zayıf noktalarını ve onların otoritelerinin ve yazarlarının, hatta eski Yunan filozoflarının
hatalarını tanıdı; bu ilimleri tenkid konusunda öyle delilli, ispatlı ve ilmî kitaplar yazdı ki, onlara
felsefenin bütün yetkilileri cevap veremedi.

Şunu demek isteriz ki; İbn Teymiye kendi döneminde Kitap ve sünneti dile getirmek, dinin
doğruluğunu, üstünlüğünü ispat etmek, bilgi ve davranışlardaki, ilim ve ameldeki hataları
uzaklaştırmak için öyle geniş çaplı ve muazzam ilmî bir birikim elde etti ki buna, bu gelişmiş ilim
devrinde, inanç ve düşünce bozukluğunun alıp yürüdüğü bu dönemde büyük ihtiyaç vardı. İbn
Teymiye; düşmanlarının ve İslâm karşıtlarının (Yahu-di-Hristiyan, felsefeci ve Bâtınîlerin)
silahlandığı bütün silahları kullanmayı öğrendi. O öyle derin ve çok bilgi elde etti ki, onu gören
çağdaşları şaştı kaldı. Ünlü rakibi Allâme Kemâleddin Zemelkânî onun bütün bilgileri kendinde
topladığını ve herşeyi bildiğim şu cümlelerle itiraf ediyor:

“Allah, Davud (a.s.)’a demiri yumuşattığı gibi İbn Teymiye’ye ilimleri yumuşatıp kolaylaştırmıştır.
Hangi
ilim kolunda ona soru sorulsa, duyanlara ve görenlere; bu ilim dalından başka hiçbir şey
bilmiyor, dedirtecek kadar kesin cevaplar verir ve insana, o ilim kolunda bunun gibi bir âlim
daha yoktur, kanaatini uyandırır. Her mezhebin bilginleri onun ders toplantısına katıldığında
mutlaka daha önce bilmediği bir şeyi öğrenmiş olur. Münazara ve tartışma yapıp da
susturmadığı kimse yoktur. Herhangi bir şer’î ya da aklî ilimde söz söyleyince, o ilim dalında
ihtisas yapmış âlimlerden daha üstün olduğu görülmüştür. Kitap telifinde ve eserler ortaya
koymakta da büyük yetenek sahibidir.”[14]
İbn Teymiye’nin İlk Ders Okutmaya Başlaması:
 

Henüz İbn Teymiye 22 yaşma ulaşmıştı ki, (H. 682) değerli, ünlü babası Abdülhalim İbn Teymiye
vefat etmiş ve Sükkeriyye’deki dârulhadis medresesindeki ders kürsüsü boşalmıştı. Bu yer uzun
süre boş kalmadı. 2 Muharrem 683 H. tarihinde, kendisi ile övünebileceği oğlu Ahmed
Takiyyüddîn İbn Teymiye onun yerini doldurdu ve ilk dersi verdi. O sırada 22 yaşındaydı. Şam’ın
meşhur kişileri ve önde gelen âlimleri derse katılmıştı. Başkadı Bahaeddin İbn Zekî eş-Şâfiî
bizzat orada idi. Şafiî âlimlerinden başka Şafiî mezhebinin en büyük âlimi Şeyh Tâceddin Fezârî,
Hanbelî âlimlerinden Zeyneddin b. el-Mencâ Hanbelî ve diğer önde gelen âlimler hazır
bulunuyordu. Bu dersten orada olanların hepsi son derece etkilenmiş; bu genç âlimin derin
bilgisine, güçlü beyin yeteneğine, cesaret ve düzgün konuşmasına hayran olmuşlar, üstün
yeteneklerini itiraf etmişlerdi. İbn Teymiye’nin talebelerinden olan Hafız İbn Kesîr, H. 683 yılının
olayları arasında  bu ders vermeyi de anlatarak şöyle yazmaktadır:

Bu, insanı hayrete düşüren bir dersti. Şeyh  Tâceddin Fezârî bu dersin pek çok faydasını ve
halkın  genel beğenisini kazanmasından ötürü onu kendi kale- mi ile yazıya geçirmiş, orada
bulunanlar İbn Teymiye’nin yaşının küçüklüğü ve gençliğinden dolayı verdiği dersi çok beğenmiş
ve övmüşlerdir. Çünkü bu sırada o,”  henüz 22 yaşındaydı.

Bir sene sonra, Safer ayının 10’unda Cuma günü İbn Teymiye babasının yerinde Emevî
Camii’nde ders  verdi. Ona özel bir kürsü kondu. Zincirleme devam  eden tefsir derslerine
başladı. O kadar çok bilgi ve yeni  konular anlatıyordu ki, bu yüzden dinleyicilerin sayısı  her
geçen gün arttı. Bununla birlikte onun dindarlığı,  ibadet, zühd ve takvası sebebiyle halk ona
bağlanıyordu. Şöhreti uzaktaki şehirlere, ülkelere yayılıyordu.  Birkaç sene bu tefsir okutma ve
anlatma işini sürdürdü. [15]
Hacca Gidişi:
 

1. 692 yılında İbn Teymiye, el-Bâsıtî’nin başkanlık yaptığı Şam kafilesiyle hacca gitti. Kafile
Maan’a ulaş- tığında keskin ve soğuk bir rüzgâr çıktı, pek çok adam  bu soğuk ve rüzgârdan
dolayı öldü, develer bile ayakta  duramadı. Kimsenin kimseden haberi olmayacak ka- dar bir
panik doğmuştu [16]
Hz. Peygambere Küfür Edenin Cezalandırılması:
 

1. 693 yılında şöyle bir olay ortaya çıktı ve bundan dolayı İbn Teymiye’nin dinî gayreti ve iman
coşkusu, davranış olarak da kendini gösterdi: Şam’da Assâf adında biriyle ilgili olarak bir grup
insan, onun Hz. Peygamber (a.s.) hakkında terbiyesizlik yapıp edepsizce sözler söylediğini ileri
sürdüler. Bu suçun arkasından da o adam Arap liderin yanma sığındı.
Bunu duyan İbn Teymiye, dârulhadîsin müdürü Şeyh Zeyneddin Fâritî ile birlikte sultanın vekili
İzzed-din Aybek Hamevî’nin yanına gittiler, bu olaya dikkatini çektiler. Sultan vekili isteği kabul
etti, suçluyu huzuruna getirmeleri için adam gönderdi. İki âlim, sultan vekilinin yanından ayrılıp
giderlerken, yanlarında da kalabalık bir insan topluluğu bulunduğu sırada Assâf ı adamların
getirdiğini gördüler. Assâf m yanında bir de Arap vardı. Kalabalık kendisini görünce Araba haka-
retler etmeye başladı. Arap da; bu hıristiyan sizden daha iyidir, dedi. Kalabalık bunu duyunca
Öfkelendi, ikisini de taşlamaya başladı ve bir kargaşa meydana geldi. Sultan vekili iki âlimi de
çağırttı. İbn Teymeye ve Fâritî’yi kendi huzurunda dövdürdü. Hristiyan müslü-manlığı kabul etti,
güvenliği garantilendi. Sonra da iki âlim serbest bırakıldı. Sultan vekili kendilerinden özür diledi.
İşte o günlerde, meşhur kitabı es-Sârim el-Meslûl Alâ Şâtimi’r-Resûl(=Peygambere Sövene Yalın-
kılıç Hücum)’ü yazdı.

4 Şaban 695’de Hanbelî mezhebinin en büyük âlimi, Hanbelî medresesinin müdürü ve baş
hocası Zeyneddin b. Menca vefat etti. Bunun üzerine onun yerine ve Hanbelî Medresesinin
eğitim başkanlığı da İbn Tey-

miye’ye havale edildi. [17]


İlk Karşı Çıkış:
 

İbn Teymiye ders vermekle, öğretimle meşguldü. Halk ve özel kesim arasında her geçen gün
şöhreti artıyor, benimseniyordu. Derken, 698 H. yılında ona karşı ilk hareket başladı ve kişiliği,
düşünce ve kanaatleri konu haline geldi. Olayın açıklaması şöyledir:

1. 698’de Suriye’nin Hama şehrinden birkaç kişi bir fetva sorusu düzenleyerek gönderdiler. Bu
soruda; “Rahman olan Allah (c.c.) arş üzerinde istiva etti” ve “Sonra gökyüzüne istiva etti.” gibi
âyetler ve; “Şüphesiz Ademoğullarının kalbleri, Rahman olan Allah’ın parmaklarından iki
parmağın arasındadır.” vs. gibi hadisler hakkında âlimlerin ne görüşte oldukları ve Allah’ın
sıfatları hakkında ehl-i sünnet âlimlerinin ne düşündükleri, tutumları, kanaatlan sorulmuştu.
Şeyhülislâm İbn Teymiye buna geniş ve uzun bir şekilde cevap verdi.[18] Sıfatlar hakkında
sahabe, tabiîn, müctehid imamlar, kelâmcılar ve daha önceki büyük bilginlerin (İmam Ebu’l-
Hasan el-Eş’arî, Kadı Ebû Bekir Bâkıllânî ve İmâm el-Haremeyn’e kadar) görüşlerini, onların kendi
ifadelerinden, eserlerinden naklederek anlattı. Onların kitaplarından alıntılar yaparak hepsinin
bu sıfatlara iman etmeyi şart kabul ettiklerini ispat etti. Allah Teâlâ’nın şanına uygun olarak,
onun zâtı (ona benzer hiçbir şey yoktur)na lâyık, başka bir varlığa benzetmekten, cisim
olmaktan, hatta değişime uğramaktan münezzeh ve berî olduğunu yani; ne bu sıfatları
yaratıkların sıfatlarına benzettiklerini,, ne tenzih ve takdisin aşırılığına giderek bunları red ve
inkâr etmeye kalkıştıklarını, ne de o sıfatları gerçek olmaktan uzak sadece kinaye ve mecazdan
ibaret kıldıklarını, aksine bizzat O’nun zâtına ve yedi sıfatına (hayat, ilim, semi, basar, irade,
kudret, kelâm) iman ettiklerini ve O’nun ilâhî varlığına ve ülûhiyet şanına lâyık şekilde o sıfatları
kabul ettiklerini gösterdi.
İbn Teymiye, yazdığı cevap risalesinde şunları da belirtti: O kimseler; nass halinde olan kelime
ve deyimleri; yüz, el, gazap ve rıza; gökyüzünde, arş üzerinde, yukarı gibi kelimeleri de hiç bir
te’vil yapmadan gerçekten olduğu gibi kabul ederler ve onların o münezzeh, mukaddes zâtın;
nasılsız, nedensiz,benzersiz, ör-neksiz varlığının şanına lâyık olduğu gerçeğini belirtmektedirler.
Bu iki çeşit sıfatlar konusunda o kimselerin görüşleri, tutumları, ayrı ayrı ve birbirine zıt değildir.
Hayat, ilim, kudret vs.ye iman etmekle; yaratıkların ve sonradan olanların basit hayatı, eşyalara
dayalı sınırlı bilgileri ve eksik güçleri kastedildiği gerekmediği gibi ve de bu sıfatların gerçeğine
iman edenlere mü-cessime (Allah’ın cisim olduğuna inananlar) denilemi-yeceği gibi, aynı şekilde
“Allah’ın eli, onların elleri üstündedir, Senin Rabbinin yüzü ebedî kalır, Rahman olan Allah arş
üzerinde istiva etti, Gökte olandan kendinizi güvene aldınız mı?” buyruklarına da te’vile sap-
madan iman etmekle yaratılanların ve sonradan olan-larınki gibi el, yüz kastedildiğini çıkarmak
doğru değildir. Ve aynen bunun gibi, bir sınırlının diğer sınırlı üzerinde ve bir cismin diğer
cisimle arasında olan mekân ve üst olmanın kastedildiğini çıkarmak da yanlıştır. Bu sıfatların
aslına ve gerçeğine iman edenleri;

cisim olarak inanan ve yaratıklara benzeten kimseler diye suçlamak da doğru değildir.

İbn Teymiye’nin, önceki selefden ve başlangıç dönemi kelâmcılarından naklettiği sözlerden ve


onlardan naklettiği ibarelerden anlaşılıyor ki, bu konuda kendisi de o görüştedir. O şöyle diyor:
“Bunun aksine nass olarak ve gözle görülür olarak sahabeden, tabiînden, seleften bir kelime
dahi gösterilemez. Onlardan hiç biri; Allah gökyüzünde değildir, veya o Arş üzerinde değildir, ya
da O her yerdedir ve her yer O’na göre birdir ve O, ne bu âlem içindedir, ne de bunun
dışındadır, ne bitişiktir ne de ayrıdır, parmaklarla O’na doğru hissi olarak işaret etmek caiz
değildir, dememişlerdir. Eğer sadece bunları reddedenlerin görüşü doğru ise o halde neden
Hz.Peygamber (a.s.) ve sahabe-i kiram sürekli bunun tersini söylediler de neden o gerçeği
anlatmayıp Ömür boyu sustular. O derecede ki; bu Fars, Bizans, Yahudi ve felsefeci takımının
ürettiği görüşü ve doğru inancı ümmete öğretmeliydiler.

Daha sonra İbn Teymiye şunu belirtti: “Sonradan gelen kelâmcılar biraz Yunan felsefesinin
etkisinde kalarak, biraz da Allah’ı tenzih etmenin heyecan ve aşırılığına kapılarak bu sıfatları;
lügat mânalarının gerçeğinden, sahabenin anlayışından ve hadislerdeki ifadelerden çok uzağa
götüren bir te’vil yoluna gitmeye başladılar. Ve bu da sıfatların aslını reddetme ve değiştirme
çizgisine kadar dayandı. Bu konuda onlar selef âlimlerinin, ehl-i sünnet imamlarının ve hatta
bizzat ilk kelâmcılarm görüşlerinden uzaklaştılar; çok ihtiyatlı hareket eden, tedbirli düşünen
selef hakkında onların ilmini küçük görmeye varan sözler söylemeye kadar işi vardırdılar. Onlar
diyor ki; selefin yolu ve tutumu daha güvenli ve tehlikesiz-

dir. Ama sonrakilerin yolu daha ilmî ve hikmetle doludur. Bütün bu sözler selefin gerçek
durumunu ve onların değerini tam anlamamanın sonucu ve onları tanımadıklarının işaretidir.
Asıl ve temel bilgi selefte vardı. Öyleyse peygamberlerin varisleri, nebilerin naibleri, Kitap ve
sünnetin gerçek temsilcileri ile; Allah’ı tanımakta ve Allah’ın isimlerini sıfatlarını doğru anlamakta
felsefe sasvunucularmm çömezleri, Hind ve Yunan sofrasının yetiştirdikleri bu kimseler nasıl
boy ölçüşürler?

Felsefecilerin, kelâmcılarm son sözleri ve dünyadan göçüp giderken söyledikleri; kendi


iddialarından pişmanlık duyduklarını, bu şaşkınlık âleminde başı dönmüş hallerine, ellerinin boş
çıktığına matem tuttuklarını bildiren sözlerdir. Onlardan bir kısmı şöyle demiştir: Bizim
hayatımızın ve bütün ömrümüzün ürettiği şeylerin hepsi, kîlü kâl (dedikodu, dedim-dedi) dan
başka bir şey değildir. Bir diğeri şöyle demiştir: Sahili olmayan denizde çifte vurduk. İslâm
ehlinin ilimlerini bırakarak çöl toprağını karıştırdık. Artık öyle bir noktaya geldik ki, Allah’ın lütfü
ve merhameti elimizden tutmazsa sığınacak yerimiz yoktur. Şahit olun ki, ben anamın inancı
üzerine (sade, öz ve gerçek inanç üzerine) ölüyorum.”

Bu fetva, kendi başına ayrı ilmî bir risaledir. Bu risalede Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin ilmi ve telif
özelliklerinin hepsi mevcuttur. Akıcılık, anlatım ve isbat gücü, sözü yerinde kullanma, Kur’an ve
hadisten en güzel örnekler sunma, üslup sağlamlığı, genel akla hitap, yapmacıksızlık, düz
anlatım, tarihî bilgi, kelâm-cıları ve felsefecileri çekinmeden tenkid, bütün bunlar o dönemin
genel yazılan eserlerinde, özellikle fetvalarda bulunmayan özelliklerdir.

Bu fetvasında o, ilk kere kendi görüşüne göre selefin ve ehl-i sünnetin itikadını açık ve güçlü
biçimde ortaya koymuş, gözler önüne sermişti. Muhalifleri nazarında onun bu anlattıkları Allah’ı
cisim olarak kabul etme inanışıydı. Bu fetvanın kaleme almış üslubu ve kesin ifadeler taşıması
Hanbelî mezhebi mensupları arasında memnuniyetle karşılanıp kabul edilirken, gayet tabiî
olarak Hanbelîler benimsemiş ama; halkın ve devletin desteklediği icra, fetva resmî makamlar d
aki-lerden tutun da eğitim öğretimle uğraşan ilim topluluklarına kadar her tarafa hâkim olan
Eş’arîler ve kelâm-cılar grubu arasında da bir öfke dalgası ve genel bir reaksiyon meydana
getirdi. İbn Kesîr, H. 698 yılı olaylarını anlatırken şöyle yazar:

“Alimlerin bir bölümü Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye karşı ayağa kalktı. Onlar İbn Teymiye’nin,
Hanefî mezhebi kadısı Şeyh Celâleddin’in karşısına çıkarılarak bu fetva hakkındaki görüşlerini
düzeltmesini ısrarla istiyorlardı. İbn Teymiye bunu kabul etmedi. Bunun üzerine şehirde,
çağırıcılarla (münadilerle) bu fetvanın kabul edilemez olduğu ilan ettirildi. Fakat Emir Seyfed-din
Çâğân, İbn Teymiye’yi himaye etti ve şehirde bu ilanlarla huzursuzluk çıkaran kimseleri yanına
çağırttı. Fakat bu kimselerin çoğu gizlenip ortaya çıkmadı-lar. Emir bu ilancılardan bir kısmını
dövdürünce geri kalanlar sustular.

Cuma günü gelince İbn Teymiye âdeti olduğu üzere şehrin Cami-i Kebir’ine gitti, “Ve inneke le
âlâ hulu-kın azîm=Şüphesiz sen muhteşem, güzel bir ahlâk üzerinde yaratıldın.” âyetini tefsir
edip açıkladı. Bir gün sonra, Cumartesi günü Kadı İmameddin (Şânî)’nin yanına gitti. İleri gelen
bir grup insan da orada idi. Hepsi, Hameviyye fetvası hakkında onu sorguya çektiler.

Bazı yerlerdeki sözlerini açıklamasını istediler. İbn Teymiye hepsini ikna etti ve susturdu. Sonra
İbn Teymiye geri döndü, şehirdeki durumlar da sükûnete kavuştu.[19]
Bu olayın uzaması, arkasından da bir muhalefet veya kaynaşma, bir huzursuzluk çıkması imkânı
vardı. Ama bundan sonra öyle birtakım olaylar, durumlar ortaya çıktı ki, bir süre için böyle ilmî
tartışmalara, görüş ayrılıklarına, çekişmelere fırsat bırakmadı. Bu olaylar Moğol saldırılarıydı. Bu
olaylarda Şeyhülislâm İbn Teymiye ilk kez büyük bir mücahid ve genel bir komutan olarak
ortaya çıktı.[20]
 

MOĞOLLARIN ŞAM’A YÖNELMELERİ


 

1. 699 yalı henüz başlamıştı ki, İran ve Irak’ın Moğol hâkimi Gazanın Şam’a hücum etme
niyetinde olduğuna ve ordusunun Şam’a yöneldiğine dair kesin haberler gelmeye başladı.
Moğol saldırılarının acı tecrübelerini İslâm dünyası görmüştü. Ortaya çıkan bu haberler ve
rivayetlerden dolayı bütün Suriye’de bir dehşet yayılmıştı. Başkentten uzakta olan Halep ve
Hama şehirlerinden halk ayrılarak devlet merkezine gelmek üzere yoia çıkmıştı. Durum o
noktaya ulaşmıştı ki, sadece Hama’dan Şam’a kadar bir atın kirası 200 dirheme yükselmişti.
Fakat, Mısır sultanı Melik Nasır Mu-hammed b. Kalavun’un, ordusunu alarak Suriye’yi ko-
rumak ve Moğollarla çarpışmak üzere gelmekte olduğunu duyan halk rahatladı,
2. 8 Rabîulevvel 699 günü Mısır ordusu Şam’a girdi. Şehir halkı şiddetli yağmur ve çamura
rağmen coşku ve heyecanla Sultanı ve ordusunu karşıladı. Şehir donatıldı. Yer yer Sultan için
ve müslümanlann zafer elde etmeleri için dualar yapıldı. 17 Rabîulevvel günü Sultan, ordusu
ile birlikte Moğollara karşı koymak için çıktı. Hanefî mezhebi başkadısı ve en büyük âlimler,
şehrin ileri gelenleri Sultanın yanında atlarına binmiş olarak hazır bulunuyorlardı. Bütün ordu
bir aradaydı. Kendi isteği ile gelmiş mücahidler ve orduya yeni katılmış acemi erlerden de
büyük miktarda bir kalabalık vardı. Mescidlerde, belâyı savuşturan kunût duası ve başka
dualar yapılmasına özellikle özen gösteriliyordu. [21]
Mısır Sultanının Yenilmesi  ve Şam’ın Durumu:
 

Şam’ın dışında 27 Rabîulevvel günü Gazân’la Sultan arasında savaş meydana geldi.
Müslümanlar gayretle savaştılar, cesaretle çarpıştılar. Fakat müslüman-lar yenildi. Sultanın
ordusu Mısır’a yöneldi. Şamlılar da Şam’a sığındı. Bu yenilginin ardından Mısır ordusunun geri
dönüşü ve Moğolların muzafferce Şam’a girmesi tehlikesinden dolayı şehirde panik doğmuştu.
Bütün âlimler ve önde gelen kişiler şehri terkederek Mısır’a doğru yönelmişlerdi. Bizzat Şafiî
mezhebi kadısı, Mâliki mezhebi kadısı, bazı diğer ünlü âlimler, şehrin baş idarecisi, şehrin
emniyet âmiri ve nice büyük tüccarlar, insanlar şehri terketmişlerdi. Devlet memurları işi
bırakmışlar ve dağılmışlardı. İdarecilerden sadece kale komutanı hâlâ yerinde duruyordu. Başka
sorumlu hiçbir yetkili ve yönetici şehirde bulunmuyordu. Pahalılık son haddine ulaşmıştı.
Dışarıya giriş çıkış durdurulmuştu. Bunun üzerine şöyle bir tuhaf olay oldu:

Hapishaneyi yıkarak mahpuslar dışarı çıktılar ve şehirde hırsızlık ve yağmalama hareketlerine


giriştiler. Serseri takımı, başı bozuk kimseler de bu fırsattan istifade ettiler. (Şamlıların büyük bir
geçim kaynağı olan) bahçelerin ve bağ evlerinin kapılarını kırdılar. Kapı ve pencerelerini söküp
getirdiler. Çatal, kaşık, para, mal, mülk ne buldularsa aşırdılar. Şam’da bu edepsizce olaylar
olurken öbür taraftan; Gazan geldi, geliyor çığlıklarından dolayı geride kalan birazcık akıl da
darmadağınık oluyordu, [22]
İbn Teymiye’nin Gazan İle Görüşmesi:
 

Bu durumu gören şehir ileri gelenleri İbn Teymiye ile konuyu incelediler ve İbn Teymiye’nin
birkaç âlim ve refakatçiyle birlikte Gazân’la görüşmesine ve Şam’ın güven altına alınması
çalışmalarına karar verdiler. H. 3 Rabîüssânî 699 Pazartesi günü Nebek denilen yerde Şamlıların
temsilcileri ve İslâm’ın elçisi İbn Teymiye, Moğolların diktatör hakanı Gazân’la görüştü. Şam’dan
İbn Teymiye ile gelen ve heyet içinde bulunan Şeyh Kemâleddin b. el-Encâ görüşmeyi şöyle
anlatıyor:

“İbn Teymiye ile birlikte heyet içinde ben de vardım. İbn Teymiye Sultan Gazân’a[23] insaf,
vicdan ve adaletle ilgili âyetleri, hadisleri ve Allah’ın Rasûlünün buyruk ve emirlerini
duyuruyordu. Sesi gittikçe yükseliyor ve sürekli sultanın yanma doğru yanaşıyordu. O derecede
ki, neredeyse dizi dizine değecek kadar ona yaklaştı. Gazan, bu duruma kızmıyor, büyük bir
ilgiyle kulak verip onun söylediklerini dinliyordu. Bütün varlığı ile dikkat kesilmişti. İbn Teymiye
onun üzerinde Öyle bir heybet göstermiş ve Gazan kendisinden o derece etkilenmişti ki,
çevresindekilere; bu âlim kimdir, diye sordu. Ben şimdiye dek böyle bir şahıs görmedim.
Bugüne kadar bu şahıstan daha korkusuz bir kimseye de rastlamadım. Hiçbir kimse bu ana
kadar benim üzerimde böyle tesir bırakmadı, dedi. Oradakiler İbn Teymiye’yi ona tanıttılar,
onun bilgisini ve halk arasındaki değerini anlattılar.
İbn Teymiye Gazân’a şöyle dedi: Müslüman olduğunu iddia ediyorsun ve öğrendim ki, yanında
kadı, imam, şeyh ve müezzinler de bulunmaktadır. Ama buna rağmen biz müslümanlara
saldırıyorsun. Halbuki senin baban ve deden kâfir olmalarına rağmen böyle hareketlerden
sakındılar; yaptıkları anlaşmalara, verdikleri sözlere sadık kaldılar. Sen verdiğin sözü bozdun,
dediklerinin hiçbirini tutmadın, Allah’ın kullarına zulmettin.”

Şeyh Kemâleddin diyor ki: “Böyle sert konuşmasına rağmen İbn Teymiye büyük bir saygı, ikram
ve izzetle geri döndü. Moğolların elinde bulunan müslüman esirlerin büyük bir bölümü onun
güzel aracılığı ve hoş, mantıklı konuşmaları sayesinde serbest bırakıldı. Şeyhülislâm İbn
Teymiye; Allah’tan başkasından ancak kalbinde bir hastalık olan kişi korkar, derdi. Bir kişi İmam
Ahmed b. Hanbel’e; devlet idarecilerinden çekinip korktuğunu söyleyince ona: “Sen sağlam,
sıhhatli olsaydın kimseden korkmazdın” dedi.

Heyette birlikte bulunan diğer biri, başkadı Ebu’l-Abbas yukarıda anlatılanlara şöyle ilâvede
bulunmaktadır:

“O buluşmada İbn Teymiye ve arkadaşlarına yemek getirildi. Hepsi yemeğe iştirak etti, fakat ibn
Teymiye yemeği yemedi. Neden yemeğe katılmadığı sorulunca buyurdu ki: Bu yemeğin yenmesi
nasıl caiz olabilir? İşte bu yemek; fakir, perişan müslümanlarm koyun ve keçilerinin etinden
yapılmıştır. Halkın ağaçlan kesilip odunlarının yakılmasıyla pişirilmiştir.

Gazan; İbn Teymiye’nin kendisine dua etmesini istedi, bu söz üzerine o da şu şekilde dua etti: Ya
Rabbi, eğer Gazân’m bu savaşının amacı senin katında keli-me-i tevhidi yaymak ve İslâmı
yüceltmek amacı güdüyor ve Allah yolunda cihad etme duygusu taşıyorsa ona yardım et. Yok
eğer dünya hırsı, saltanatı, haşmeti ve arzusu taşıyorsa, bunu da ancak sen bilirsin.

Hayret edilecek şey şu ki, İbn Teymiye dua ediyor,s Gazan da âmin diyordu. Biz ise; Gazan şimdi
cellada onun kafasını uçurmasını emredeceğini zannediyor, kanı üzerimize sıçramasın diye
neredeyse elbiselerimizi çemreliyor duk.”

Ebu’l-Abbas diyor ki:

“Toplantı bitip hakanın huzurundan dışarı çıktığımızda: Bizim mahvolmamız için elinden geleni
yaptın, felâketimiz için hiçbir şeyi eksik bırakmadın. Artık seninle beraber gitmeyeceğiz, dedik. O
buna şöyle cevap verdi: Asıl ben sizinle gitmeyeceğim. Nitekim biz çekip gittik, o biraz geride
kalıp gecikerek tek başına döndü. Kadınlar, emirler ve yetkili kişiler bu olayı duyup da onun
heyetin gerisinde olduğunu öğrendiklerinde her taraftan ona doğru akın ettiler. Sevgilerini ve
derin hayranlıklarını belirterek etrafını kuşattılar. O Şam’a öyle bir coşkuyla girdi ki, yanında
üçyüz tane atlı bulunuyordu. Buna karşılık bizim başımıza gelen de, yolda bir grubun bize
saldırması ve elbiselerimize varıncaya kadar bizi soymalarıydı.” [24]
 

Şam’da Moğolların Yaptıkları Densizlikler:


 

Her ne kadar Şam halkı Moğol Hakanından güven sözü almışlar ve bu söz Şam’da herkese ilan
edilmişse de şehrin dış varoşlarında ve çevre yerleşim yerlerinde

Moğolların çapulculuğu ve başıbozukluğu sürüyordu. Güven verilmiş şehrin dışında, bir çeşit
zulüm işleniyordu. Şehrin içinde de fiyatlar yükselmiş, pahalılık’ son haddine ulaşmıştı. Bu sırada
Moğollar, Şamlılar-dan önceki devlet idaresinin ne kadar atı, silahı ve pa-‘ rası, halkın yanında
tutularak gizlendiyse, onları getirip Moğollara teslim etmelerini istediler. Moğollar Sey–feddin
Kıpçak’ı kendi taraflarından Şam’a vali yaptılar. O, şehir halkına baskı yapmaya başladı.
Moğolların şehri istilası tamamlanmıştı. Sadece kale komutanı ka-‘ leyi teslim etmediği gibi
teslim etmeyi kesinlikle de ‘ reddetmişti. İbn Kesîr şöyle yazıyor:

“Onu buna teşvik eden İbn Teymiye idi. O; kale ko-‘ mutamna haber göndererek kalenin bir tek
taşı kalın- • caya kadar savaşıp Moğollara teslim etmemesini bildir-‘ misti. Kale komutanı sonuna
kadar bu sözü uyguladı/ Moğollar da sonuna kadar oraya girmeye teşebbüs et-‘ mediler.
Moğollar şehirde ellerini oraya buraya uzat-‘ maya başladılar ve eski ifadelere uygun olarak her
çeşit densizlikleri yaptılar. Çokça müslüman erkeği, kadını esir aldılar, köle yaptılar. Sadece
Salihiye mahalleşinden 400 kişi öldürüldü, 4.000’e yakını esir alındı. * Pek çok namlı, şanlı, şerefli
ailelerin ve âlim kişilerin) ev halkından gençler ve kızlar köle ve cariye yapıldı.  Kütüphaneler
yağmalandı, vakıf kitapları telef edildi.”

Bu durumu gören İbn Teymiye tekrar Gazân’la görüşmeyi gerekli gördü. Bir heyetle birlikte 25
Rabîus- * sanî’de yeniden Hakanla buluşmaya gitti, ama iki gün! beklemesine rağmen Hakanla
görüşmesine izin verilmedi. Bu sırada Şam’da -hâlâ şehrin dışında siperde bulunan- Moğolların
şehre girmek istediği haberi yayıldı. Bunu duyan halkın aklı uçuştu, muhakemesi durdu.
Şehirdeki Moğollar kaleyi ele geçirmeye hazırlandı-

lar. Hendek kazmaya başlayıp mancınıklar kurdular. Halk boş yere yakalanıp götürüleceği
korkusu ile evlerinden dışarı çıkmadılar. İbn Kesîr şöyle yazıyor:

“Sokaklar, caddeler bomboştu, Bindebir birinin gelip geçtiği görülüyordu. Câmi-i Kebîr’de namaz
kılanların sayısı çok azalmıştı. Cuma namazında Emevî Ca-mii’nde zorla bir saf
tamamlanabiliyordu. Bazı adamlar takip ediliyor, mecburen çıkanlar da Moğolların kıyafetine
bürünerek çıkıyor ve hemen işini görür görmez geri dönüyordu. Yine de, belki geri dönmek
nasip olmaz endişesi sürüyordu.”[25]
19 Cemâziyelevvel’de Gazan Irak’a doğru çekip gitti. Kendine vekâlet edecek bir adamla 8.000
askeri Suriye’yi kontrol altında tutmak üzere bıraktı. Giderken şöyle ilan yaptırdı: “Vekilimizi ve
pek çok askerimizi bırakarak gidiyoruz. Gelecek sene sonbaharda yine geri döneceğiz. O zaman
Suriye ile birlikte Mısır’ı da zaptedeceğiz.”

Her ne kadar Gazan çekip gittiyse de diğer Moğol idareci Bolay, Şam’ın çevresinde çapulculuk,
yağma ve zulüm yapmaya devam etmişti. Pek çok köyler ve kasabalar mahvoldu. Çok sayıda
müslüman çocuğu köle yapıldı. Yalnız Şam’dan çok büyük miktarda para gaspetti.

Recep ayı başlarında İbn Teymiye, Bolay’m kışlasına giderek onunla doğrudan görüştü. Esirlerin
serbest bırakılmasını söyledi. Büyük miktarda bir bölümü serbest bıraktırdı. Bunlar arasında
müslümanlar da vardı, müslüman olmayan zımmî Suriyeliler de vardı.

3 Recepte kale komutanı tarafından Mısır ordusunun Suriye’ye doğru gelmekte olduğu ilan
edildi. Bir gün sonra Bolay ve beraberindeki Moğollar Şam’ı terk- ” edip gittiler. 7 Recep günü
Sultan Muhammed b. Kala- ^ vun’un ve Mısır ordusunun Suriye’yi kurtarmak için hareket ettiği
haberi geldi. O sırada Şam’da hiçbir sorumlu yetkili ve yönetici yoktu. Kale duvarlarıyla çevrili
asıl şehir Moğolların hücumuyla harabeye dönmüştü. Kale komutanı: “Şehir halkı duvarlarla
çevrili şehir merkezini ve kapılarını korusun. Hiç kimse evinde uyumasın, herkes silahlanıp iç
kalede hazır olsun” diye ilan etti. Halk bu emre uydu.

İbn Kesîr diyor ki:

İbn Teymiye o günlerde gece boyu kale içindeki şe-hirde sürekli dolaşıyor, halkı cihada çağırıyor
ve Allah * yolunda bütün varlığı ile savaşmayı anlatan âyetleri t. okuyor, sabır ve savaşa teşvik
ediyordu. [26]
İçkiye Karşı Mücadele Açışı:
 

Mısır ordusunun ve müslüman sultanın gelmek üzere olduğunu ve Moğolların çekip gitmesini
duyan dindar müslümanlarm cesareti arttı. Ve bu düzensiz barbar milletin ve onun Allah’tan
korkmaz idarecilerinin zamanında meydana gelen yıkıntıları, tahribatı düzeltmeye kesin karar
verdiler. İbn Teymiye bu hareket-.’ te en ön saftaydı.

Suriye’nin sultanı ve Moğol hakanının vekili Seyfeddin Kıpçak, meyhaneleri özellikle korumuştu.
Oraları, onun gelirinin ana kaynaklarıydı. Kısa dönemli idaresi sırasında çeşitli yeni meyhaneler
açmıştı. Artık onların hâlâ durmaları için hiçbir sebep yoktu, caiz de olamazdı. Şam’da hiçbir
yönetici ve sorumlu komutan yoktu. İbn Teymiye bu işi kendi eline aldı. Öğrencileri ve
dostlarıyla bütün şehri dolaştı. Nerede bir meyhane gördüyse fıçılarını sürahi ve bardaklarını
parçaladı. İçkilerini, şaraplarını döktü. Bu meyhanelerde bulunan serseri takımını ve yüz kızartıcı
suçlar işleyen sefilleri cezalandırdı. Şehirde genellikle bu hareket ve davranış büyük bir sevinç
doğurdu[27]
Bozuk İnançlı Dağlıların Te’dip Edilmesi:
 

1. 699 yılında Moğol ordusu Şam’a girip birtakım kötü hareketlerde bulundukları sırada
dağlarda yaşayan Hristiyan, Bâtınî ve İsmâilî fırkalarının mensupları bütün güçleriyle
Moğolların yanında yer aldılar. Müslüman ordusu Moğollar karşısında yenilip geri çekilirken
onların bölgesinden geçtikleri sırada bu dağlı-î lar İslâm ordusuna hücum etmişler; silahlarını,
atlarını yağmalamışlar, pek çok müslümanı şehit etmişlerdi. •’ Bunlar hiçbir zaman İslâm
ordusuna katılmamış, ona
itaat etmemişti. Hak dini kabul etmemişler, hiçbir düzene ve nizama bağlı olmamışlardı[28] 
Şam’ın ufku aydınlanıp içeride sükûn ve emniyet ” meydana geldikten sonra İbn Teymiye bu
bozguncu ha-T inleri te’dip etmeyi ve onlara İslâmı tebliğ etmeyi zo-1 runlu gördü. İyi bir tesadüf
eseri olarak sultan vekili
Cemaleddin Akkuş el-Efram, Cered ve Kesrevân deni-ı len dağlara doğru ordu göndermişti. İbn
Teymiye bu firsattan istifade etti. Gönüllülerden ve Havran halkm-î” dan büyük sayıda insan
toplayarak sultan vekiline re-: fakat etti. Sultan vekilinin geldiğini duyan kabilelerin

reisleri İbn Teymiye’nin huzuruna geldiler. İbn Teymiye onları tevbe ettirdi. İyi bir şekilde İslâmı
onlara tebliğ etti. Bu şekildeki hareketin çok büyük bir faydası oldu. Müslüman askerlerden
daha önce yağmaladıkları şeyleri onlar geri getirip teslim etmeye söz verdiler. Beytülmâle belli
Ölçüde vergi vermekle yükümlü kılındılar. Onlar da bunu ödeyeceklerine söz verdiler. Bu
problem de 13 Zilkade günü başarılı bir şekilde çözümlenerek geri dönüldü[29]
Moğolların Tekrar Gelişi ve İbn Teymiye’nin Cihad İlânı:
 

1. 700 yılı henüz yeni başlamıştı ki Moğolların tekrar geleceği haberi Şam’a ulaştı. Halkın
ayağının altındaki toprak kaymaya başladı. Mısır ve diğer güvenli bölgelere, müstahkem
kalelere doğru kaçmaya koyuldular. Halk eşyasını, giyeceğini, buğdayını, ununu, malını
mülkünü yok pahasına satarak sefer hazırlıklarına başladı. Binek hayvanı kirası çok artmıştı.
Hayvanların ücreti çok yükseklere fırladı.
Bunu gören İbn Teymiye Cami-i Kebir’deki vaaz ve ders programına hararetle yeniden başladı.
Halkı cihada ısındırdı. Kaçmaktan utandırdı. Bu korkakça davranışları şiddetle kötüledi.
İnsanları; müslümanları ve müslümanlarm ülkelerini koruma konusunda harcama yapmaya
teşvik etti. Ve; halk, kaçmak için harcadığı paraları burada kalarak müslümanları koruma ve ve
Allah yolunda cihad etme uğrunda harcamalıdır, dedi. O şöyle diyordu: Bu sefer Moğollarla açık
sahada karşılaşmak gerekir. Bu kere onlarla cihad etmek farzdır.
Onun bu sürekli konuşmalarından halkta kendine güven doğdu. Şehirde resmen ilân yapılarak
hiçbir kimsenin hükümetin izni olmadan ve ferman çıkmadan şehri terkedemeyeceği bildirildi.
Bu ilanla kaçma işinin önüne geçilmiş oldu. Bu sırada, Mısır sultanının harekete geçtiği haberi
geldi. Halk bundan daha da teselli buldu.[30]
Mısır Yolculuğu:
 

Rabîüssânî’de tekrar Moğolların geldi, geliyor haberi kızıştı. Bîre denilen yere kadar geldikleri
haberi ulaştı. Şehirde genel cihad ilan edildi Moğolların ilerledikleri haberleri peşpeşe geliyordu.
Halk teskin edildi. İşlerini serinkanlılıkla yapmaları, Mısır sultanının yola çıktığı söylendi. Bu
arada birden bire, sultanın hareket kararından vazgeçtiği haberi geldi. Bu duyulunca yer tutmuş
ayaklar yerinden oynamaya başladı. İnsanlar kendi aile fertlerini, çoluk çocuğunu Mısır’a ve
diğer güvenli bölgelere nakletmeye başladılar.

Bu durumu gören İbn Teymiye, Şam’ın dışında Moğolları durdurmak için siper kazıp savaş
düzeni almış olan – Suriye bölgesi sultan yardımcısı ile görüşmeye gitti. Onu teskin edip büyük
bir güven verdi ve şöyle dedi: Biz mazlumuz, kesinlikle biz zafere ulaşacağız. Allah Teâlâ: “Kim
kendisine eziyet edildiği kadarının intikamını alır da sonra daha ileri gidilerek zulmedi-lirse Allah
mutlaka o zulmedilene yardım edecektir. Şüphesiz Allah bağışlayıcı ve affedicidir.” Buyuruyor.
[31]
Suriye sultan vekili ve üst derecedeki idareciler, İbn Teymiye’den Mısır’a giderek Sultanı Suriye
bölgesini korumaya ve Moğollarla savaşmaya razı etmesini rica ettiler. Bunun üzerine o, posta-
bineği ile Mısır’a hareket etti. Mısır’a ulaşmak üzere iken Sultan Kahi-re’ye girmişti. Sultanı çok
tahrik etti ve şöyle dedi: “Eğer Suriye sizin idarenizde olmasaydı, Mısır ve Suriye sultam olarak
sorumluluğu size düşmeseydi bile Suriyeliler sizden yardım istedikleri takdirde onlara yardım
etmeniz gerekirdi. Kaldı ki Suriye sizin devletinizin bir eyaleti, sizin idarenizin Önemli bir
bölümüdür. Eğer Suriye’yi koruma diye bir düşünceniz yoksa açıkça söyleyin de biz kendi
başımızın çaresine bakalım. Birini başımıza idareci seçelim de tehlike anında Suriye’ye hizmet
edip orayı korusun. Normal durumlarda da oradan o faydalansın.

İbn Teymiye buna benzer daha başka sözler söyleyip sultana güven verdi; bu sefer zaferin
müslümanla-rın olacağını söyledi. 8 gün boyunca Mısır kalesinde kaldı. Moğollara karşı koymaya
ve cihad etmeye sürekli teşvikte bulundu.

İbn Teymiye’nin bu iman dolu, güven veren konuşması ve samimi çabaları sonucu Sultan tekrar
Suriye’ye gelmeye razı oldu. Mısır ordusu cihad için harekete geçti.Henüz Şamlılar bunu duyarak
tam sevine-memişlerdi ki, Moğolların yaklaştıkları ve Sultanın geri döndüğü haberi ulaştı. İnsanı
çaldırtan şey, şehrin valisi İbn en-Nahhâs’m; kimin yol yürümeye gücü varsa Şam’dan mutlaka
çıkıp gitsin diye ilan yaptırmasıydı. Bu duyulunca şehirde kıyamet koptu. Çarşı pazar kapandı.
Halk dağlara, ovalara, sahralara kaçışmaya başladı. Herkesin dilinde, “Şamlıların kaderinde düş-
mana lokma olmak yazılmıştır” sözü dolaşıyordu.

Büyük âlimler, Şam’ın ileri gelenleri ve eşrafı şehirden göç ettiler. Zaten çoluk çocukları daha
önceden gitmişti. îleri seviyede ve önde gelenlerden Samda sayılabilecek birkaç kişi ancak
kalmıştı. Şehirde ilan yapılarak; “Kim cihad etmeye niyet etmişse gelsin orduya katılsın. Çünkü
Moğollar yaklaşmıştır” dendi. Geride kalan âlimler -aralarında İbn Teymiye’nin küçük kardeşi
Şerefiiddin İbn Teymiye de bulunmaktaydı sultan vekilini cesaretlendirdiler ve Mehnâ bölgesinin
Arap emîrini de cihad yapmaya razı ettiler.
İşte bu sırada İbn Teymiye Mısır’dan döndü. Sultanın razı olduğunu, devlet idarecilerinin cihad
yapmaya kararlı oldukları müjdesini duyurdu. Öbür taraftan Moğol hakanının geri dönmeye
karar verdiği ve Fırat nehrini geçerek Irak’a ulaştığı haberi geldi. Böylece, “Allah savaş yükünü
mü’mirilerden kaldırdı”[32] âyetinin sırrı tecelli etti. [33]
 

Moğollarla Sonucu Getiren Savaş ve İbn Teymiye’nin


Başarısı:
 

1. 702 yılının Recep ayında güvenilir kaynaklardan, bu sefer Moğolların kesinlikle Suriye’yi istilâ
etmeye karar verdikleri ve bu kararlarında azimli oldukları haberi geldi. Bu haberden dolayı
halkta bir huzursuzluk meydana geldi. Namazlarda Salât el-Tüncînâ ve belâlara karşı okunan
Kunut duaları devamlı ve özenle okundu. Buhârî-i Şerif hatmedildi. Halk eskiden beri yaptığı
gibi Mısır’a ve diğer güvenli bölgelere hareket etmeye başladılar.
Mısır sultanının, Mısır ordusunun gelmesi geciktikçe halkın huzursuzluğu arttı. Sonunda Şaban
ayının

18. günü Mısır ordusunun büyük bir bölümü ünlü Türk komutanlarının idaresinde yetişti.
Arkasından diğer bir bölümü ulaştı. Bunun üzerine halkta bir sükûnet meydana geldi. Fakat,
diğer bölgelerden kaçıp gelen sığınmacıların gelişi başladı. Kuzey tarafın şehirlerinden pek
çok insan kendi şehirlerini bırakarak Şam’a geliyorlardı. Değişik türden sözler dolaşmaya
başladı.
Suriyeli komutanlar bir araya toplanarak düşmanla savaşmaya söz verdiler ve yemin ettiler.
Şehirde ilan yaptırılarak hiç kimsenin şehri terketmernesi bildirildi. İbn Teymiye Şam’dan
çıkarak, orduya gidip durumu haber verdi. Onları da bu söz üzerine yemin ettirdi. Komutanlara
ve halka teminat vererek bu sefer zaferin mutlaka elde edileceğine yemin ediyordu. Bu zafere o
kadar inanmıştı ki, biri kendisine, “İnşaallah de” dese, “Kesin inşaallah, şartlı inşaallah değil”
diyordu. Sürekli olarak; “biz zulme uğrayan mazlumlarız, mazlumlara da Allah mutlaka yardım
eder, diyerek şu âyeti okuyor; “Kime zulmedilirse Allah ona mutlaka yardım edecektir. “[34] Ve,
bu bakımdan bu ilâhî va’de göre bizim zaferimiz kesindir. Bunda en ufak bir tereddüt olamaz,
diye bildiriyordu.
O zaman şöyle bir soru ortaya çıktı: Moğollar müs-lüman olduğu için onlarla savaşmanın fıkıh
açısından durumu nedir? Onlar ne kâfirdir, ne de isyankârdır. İsyankâr değiller; çünkü hiçbir
zaman bir müslüman emîrin idaresi altına girmemişlerdir. Öyle olunca isyan diye bir şey söz
konusu olamaz. O halde onlarla savaş hangi temele göre caiz olabilir? Alimler bu konuda te-
reddüde düştüler.

İbn Teymiye dedi ki: Bunlar, Haricîler hükmündedir. Haricîler, Efendimiz Hz. Ali’ye ve Hz.
Muaviye’ye, ikisine karşı isyan etmişlerdi. Onlar kendilerini halifeliğe daha lâyık görüyorlardı.
Aynı şekilde bu Moğollar da diğer müslümanlar karşısında kendilerini devletin başına geçmeye
daha lâyık görüyorlar ve, biz onlardan daha çok hak ve adaleti ayakta tutabiliriz diyorlar. Onlar;
müslümanları günahkârlıkla ve zulüm yapmakla suçluyorlar, kendilerinin ise onlardan daha çok
hak ve adaleti ayakta tutabileceklerini söylüyorlar. Onlar* müslümanları günahkârlıkla ve zulüm
yapmakla suçluyorlar. Halbuki kendileri kat kat çirkin hareketler ve yakışıksız davranışlar
işlemektedirler.

İbn Teymiye’nin bu açıklaması âlimleri tatmin etti ve bu karmaşık mesele rahatça, açıkça
anlaşılmış oldu.
Bu konuda İbn Teymiye, o kadar güvenli ve kesin bilgiye sahip olduğuna inanmıştı ki, şöyle
diyordu: “Eğer siz, beni de Kur’an-ı Kerim’i başım üzerine koymuş olarak Moğol ordusu
saflarında görürseniz hemen beni de öldürün.” Bunu duyan halkın tereddüdü silindi, cesaret ve
gayreti arttı.

Şam’da büyük bir şaşkınlık vardı. Sultanın geldiğinden haberleri olmamıştı. Mısır ve Suriye
ordularının savaşacaklarına kesin şekilde inanılmıyordu. Moğolların, sürekli olarak geldi gelecek
haberleri ulaşıyordu. Halk diğer şehirlerden kaçarak Şam’a sığınmaya devam ediyordu. Bütün
şehir sığınanlarla doluydu. İbn Teymiye, ordunun bulunduğu yere gitmek için hareket edince yol
bulması imkânsız oldu. Onun niçin gittiğini bilmeyen bazı insanlar; bizim kaçmamızı siz
engelliyorsunuz ama kendiniz Şam’dan kaçmayı tercih ediyorsunuz diyerek hakaret ettiler.
Fakat İbn Teymiye sessizce yoluna devam etti.

Şehirde hiçbir idareci yoktu. Serseriler, başı bozuk-

lar da bir taraftan herkesin huzurunu kaçırıyor, binbir çeşit edepsizlikler yapıyorlardı. İnsanlar
minarelere çıkarak İslâm ordusunu arıyor; tahminlerde bulunup benzetmeler yapıp
duruyorlardı.Herkes kaderinin hükmünü bekliyordu. Savaş olur mu, olmaz mı? Olursa kim
yener? Allah korusun İslâm ordusu yenilirse artık müslümanlarm tutunacak yeri yoktu. Namus,
şeref, haysiyet, can ve maldan hayır kalmazdı. Yani bir bakıma, âyet: “O zaman gözler yılmış,
kalpler gırtlaklara dayanmıştı. Allah’a da çeşitli zanda bulunuyordunuz. İşte burada müminler
imtihan olunmuş ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.[35] manzarası vardı.
İbn Teymiye Suriye ordusuna geldiğinde ordu komutanları; onun daha ileri giderek Sultana
ulaşmasını ve çabuk gelmesini rica etmesini istediler. İbn Teymiye Sultanla buluştu, görüştü.
Konuşmaları ile Sultanın azim ve kararını güçlendirdi. Sultan, İbn Teymiye ile birlikte ordunun
bulunduğu yere geldi. İbn Teymiye’nin, kendisinin yanında bulunmasını istedi. İbn Teymiye
şöyle dedi: “Sünnet olan, kişinin kendi milletinin bayrağı altında sasvaşmasıdır. Biz Suriye
ordusuna bağlıyız. O bakımdan onun bayrağı altında savaşacağız.” Sultan’a yeniden cihad
telkininde bulunarak dedi ki: “Bir tek olan Allah’a yemin ediyorum ki, zafer bizimdir.” O sırada
komutanlar bile, “İnşaallah” demesi gereğini hatırlattılar.

Bunun üzerine o da; “Kesin inşaallah, şartlı inşaallah değil.” buyurdu.

Şabanın 29. Cuma gecesi Ramazan hilâli görüldü. Şamlılar teravih namazına hazırlandı.
Ramazan neşesi de vardı. Düşman korkusu ve istikbal endişesi de vardi. Kadınlar ve çocuklar
evlerin üzerinde baş açık bek-leşiyorlardı. Şehirde bir heyecan vardı. Cumartesi, Ramazanın 2.
günü öğleden sonra Cami-i Kebir’de Sultanın şu fermanı okundu:

“Cumartesi günü gündüz saat ikide Suriye ve Mısır orduları, Sultanın yanında savaş düzeni almış
olacaklardır. Müslümanlar zafer için Allah’a dua etsinler. Kalede ve iç kalede korunmaya hazır
olsunlar.              ,

Ramazanın 2. günü Şükhup ovasında bir tarafta Suriye ve Mısır orduları diğer tarafta Moğol
askerleri savaş düzenine girdiler. İbn Teymiye, savaş gücü kazansınlar diye mücahidlerin orucu
bozmaları gerektiğine fetva verdi. Her kıtanın ve her bir bölüğün yanına teker teker bizzat
giderek elinde bulundurduğu yenecek şeyi onlar görecek şekilde yiyor ve şu hadisi okuyordu:

“Hz. Peygamber (a.s.) Efendimiz buyurmuştur ki: Yarın siz düşmanla karşılaşmak üzeresiniz.
Oruç tutmama durumunda daha çok bedenî güç kazanacaksınız. ”
Savaş başladı. Sultanın kendisi bizzat ordunun ortasında duruyordu. Abbasî halifesi Ebû Rebî’
Süleyman, Sultanın yanında idi. Nihayet iki ordu kapıştı. Dehşetli bir savaş oldu. Sultan çok
sağlam bir sebat gösterdi. Kaçmasın diye atının ayaklarını zincirle bağlattı. Allah’a orada söz
verdi. Şiddetli bir savaş oldu. Namlı şanlı Türk komutanlar şehid oldu. Sonunda müslümanlar
galip geldi. Moğolların ayağı kaydı. Geceleyin Moğollar kaçışarak dağlara, tepelere ve bölgedeki
yüksek yerlere sığındılar. Müslümanlar gece boyu nöbet tuttular, kaçmalarına engel olarak
oklarına hedef yaptılar. Pek çok Moğol öldürüldü. Sabahleyin, kaçanları müslümanlar elleri
kolları bağlı yakalayıp getirdi-

ler, boyunlarını vurdular. Kaçanlardan çoğu uçurumlardan, yarlardan ve tehlikeli yerlerden


düşerek, bir çoğu da Fırat nehrinde boğularak öldüler. 4 Ramazan Pazartesi günü İbn Teymiye
Şam’a girdi. Halk büyük bir heyecan ve coşkuyla onu karşıladı, tebrik etti ve dualar yaptılar.

Hicrî 702 yılının Ramazanının 5. Salı günü bultan; devlet ileri gelenleri, halife ve saltanat
ordusuyla birlikte galip ve muzaffer olarak Şam’a girdi. [36]
 

BİD’ATLARI RED VE MÜNKERLERİN GİDERİLMESİ


 

Moğol meselesi hallolduktan sonra İbn Teymiye eskiden yaptığı gibi yine bütün coşkusuyla ders
verip ilim öğretmeye, sünneti yayma ve bid’atları reddetmeye başladı. Şirk ve cahiliye
davranışlarına karşı cihad yapmakla meşgul oldu. Bu meşguliyet ve çalışmalar onun en sevdiği
şeylerdi, hayatının en büyük amacıydı.

O dönemde hristiyan ve yahudilerin müslümanlar arasına karışması sonucu, bozuk inançlı ve


cahil zümrenin yaydıkları fikirlerle, cahiliye kalıntısı ve putperest, müşrik milletlerin alâmeti olan
pek çok iş ve hareketler müslümanlarm arasına girmişti.

Şam yakınında Kalût nehri kıyısında bir kaya vardı. Bu kaya hakkında çeşitli rivayetler ağızdan
ağıza dolaşıyordu. Cahil ve evhamlı müslümanlar için bu bir fitne olmuştu. Müslümanlar bile
oraya gidiyor, adaklar adıyorlardı.

1. 704 yılının Recep ayında İbn Teymiye, işçiler ve taş ustalarıyla birlikte oraya gitti. Kayayı
parçalatarak bu şirk kapısını kapattı. Böylece de bir şirk kapısı daha kapanmış oldu.
O; şeriata, sünnete aykırı gördüğü her hareket ve davranışı gücü ölçüsünde kendi eliyle
değiştirmeye ve engellemeye çalıştı. Çünkü bu, imanın en üst derecesi, dinî gayretin önde gelen
gereğidir. Hz. Peygamberin şu hadisine göre de bir görevdir:

“Sizden kim bir münker (dine aykırı çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin, engellesin. Buna
gücü yetmeyen dili ile bu görevi yapsın, buna da gücü yetmeyen hiç olmazsa kalbiyle ona karşı
çıksın, (içinden o harekete nefret duysun). Bu ise, imanın en zayıf şeklidir. ”

İdareciler, devlet işlerinden fırsat bulamadıklarından bu işlerle uğraşamıyorlardı. Alimler bazen


pek çok şeye önem vermiyordu. Bazı kereler de karşı çıkmaya, mücadele etmeye çekiniyorlar di.
Bu bakımdan ibn Teymiye çok kere bu işi kendisi uygulamak zorunda kalıyordu. Yanında
talebelerinden, sevdiklerinden bir topluluk bulunuyor, ona yardımcı oluyordu. Bu bakımdan o;
Allah için manevî değer kazanmak için bir tür şer’î ve ahlakî sorgulama müessesesi kurmuştu.
Bid’atçılar, sünnete aykırı davrananlar; idarecilerin kontrolünden, âlimlerin azarlamasından
kurtulmuş olsalardı bile bu “şer’î polis”in gözünden kaçamıyordu.

1. 704 yılının Recep ayında şöyle bir olay oldu: Kendisine Mücâhid İbrahim b. Kattan diyen, uzun
ve geniş bir aba giyinmiş yaşlı bir adam, İbn Teymiye’nin yanına getirildi. Saçları ve tırnakları
uzamıştı. Bıyıkları ağzını kapatmıştı. Çirkin sözler ve iğrenç kelimeler söylüyor, sarhoş eden
şeyler kullanıyordu. İbn Teymiye bunun abasının parçalanmasını emretti. Her taraftan
insanlar üşüştü ve onu kıymık kıymık etti. Başının saçını ve bıyık uçlarını tıraş ettirdi.
Tırnaklarını kestirdi. Çirkin ve iğrenç sözler söylemeye, sarhoş edici şeyler kullanmaya tevbe
ettirdi[37]
Aynı şekilde Muhammed Habbâz el-Belâsî adında yaşlı, meşhur bir adam vardı. Haram şeyleri
rahatlıkla kullanıyordu. Hristiyan ve yahudilerle oturup kalkıyor, rüya tabirleri yapıyor, bilmediği
ilmî konulara, meselelere girişiyordu. İbn Teymiye onu da yanına getirtti. Onu da bütün bu gibi
hareketlere tevbe ettirdi. İbn Kesîr’in anlattığına göre; bu hareketler bir kısım insanların öfkesine
sebep oldu. [38]
İnançsızlarla Bozgunculara Karşı  Cihad Etmesi:
 

İç ıslâhına, yani kişinin nefsini ve içini düzeltip ıslah etmesine uğraşırken İbn Teymiye
bozguncuların faaliyetlerinden de habersiz değildi. Bu bozguncular; müslümanlar bir felâkete
uğradığında, başlarına bir sıkıntı geldiğinde bunu fırsat bilerek müslümanlara zarar vermek ve
İslâm düşmanlarıyla gizlice anlaşıp onlarla iş birliği yapmaktan geri kalmamışlardı.

Her ne kadar H. 699 yılında İbn Teymiye sultan vekili el-Efran’la birlikte Cered ve Kesrevan’a
giderek oradaki edepsiz, hâin ve gaddar kabileleri hizaya getirmiş ve uyarıda bulunmuş;
neticede pek çoğunu tevbe ettirerek gelecekte böyle hareketler yapmaktan vazgeçtiklerine,
devlet düzenine ve İslâm idarecilerine bağlı kalacaklarına söz almışsa da, önceki tecrübelerden
bu edepsiz, gaddar insanların bu davranışlarından vazgeçmedikleri görüldü. Bunlara daha etkili
bir uyarı yapılması, kulaklarının çekilmesi gerektiği ve her kritik anda bunlardan bir zarar
gelebileceği endişesi anlaşıldı. Nitekim Zilhicce ayının başlarında talebeleri ve dostlarıyla, İbn
Teymiye bir grup insanın ve Nakîbü’l Eşraf Zeyneddin b. Adnan’la birlikte tekrar Cered ve Kesre-
van’a gitti. Onlara İslâm’ı anlattı, tebliğ etti. Pek çoğu tevbe etti. İslâm’ın emirlerine bağlı kalmaya
ve onu uygulamaya karar verdiler.

Cered bölgesinin Rafızî (Bâtınî, İsmâilî, Hâkimi, Nusayrî) kabileleri açıktan açığa müslümanlara
zarar vermişler, ihanet etmişlerdi. Bunlar Haçlıları, Moğolla-n müslüman ülkelere saldırmaya
davet etmişler, onlara kolaylıklar sağlamışlardı. Müslümanların çaresizlik ve dağınıklığından
faydalanarak, canlarına, mallarına, şeref ve namuslarına el uzatmışlar; müslümanları, koyun
keçi gibi düşmanlara satmışlardı. İbn Teymiye’nin hamiyetli ve şahsiyetli gönlünde bu hareketler
derin yaralar açmıştı. Böyle zor saatlerde ve nâzik anlarda müslümanları perişan edip sıkıntıya
sokan en âdice hareketleri reva görüp düşmanlarına yardım eden bu alçak karakterli ve şerefsiz
münafıkları İbn Teymiye affedemezdi. Onlara bu suçlarından, gaddarlıklarından dolayı
hakettikleri cezayı eksiksiz vermeye çalıştı ve gelecekte bir savaş ya da tehlike anında bir daha
zarar veremeyecekleri şekilde bir düzenleme yapmak istedi. Sultan Nâsır’ın (Mısır ve Suriye
sultanı) dikkatini bu noktaya çevirerek bunların tehlike ve zararlarından onu uyardı. Bir
mektubunda Sultana şöyle yazmaktadır:

“Moğollar Suriye’ye saldırdıklarında, bu içi bozuk herifler (Bâtınîler, Nusayrîler ve îsmâilîler)


İslâm ordusuna çok kötü davrandılar. Kıbrıs halkına (hristiyanlara) haberler gönderen işte
bunlardır. Suriye sa-l1 nülerinin bir bölümünün hristiyanların eline geçmesine sebep olanlar ve
Haçlı bayrağını bizzat taşıyanlar bunlardır. Müslümanların atlarını, silahlarını gaspe-dip esir
ettiklerinden pek çoğunu -ki sayılarını Allah bilir- Kıbrıs’a gönderen bunlardır. Bu olaylarda
müslümanları ve müslümanların atlarını, silahlarını (müslümanlara düşman Haçlılar olan)
Kıbrıslılara sattılar.

Moğolların gelmesi üzerine bunlar yağ kandillerini yaktılar. Moğollarla savaşmak için İslâm
ordusu Mısır’dan hareket edince bunların yüzünün rengi attı. Sultanın gelmesiyle birlikte Allah
Teâlâ müslümanlara kesin bir zafer verince bunlar mateme hüründüler, bu ve bundan daha çok
şeyleri bunlar yaptı. Cengiz Hanı İslâm ülkelerine saldırmaya davet eden bunlardı. Hü-lâgû’nun
Bağdat’ı zaptetmesine, Haleb’i tahrip etmesine ve Sâlihiye’nin yağmalanmasına bunlar sebep ol-
muştu. Bundan başka onların İslâm düşmanlığına ve müslüman öldürmelerine ait daha pek çok
olaylar vardır.

Bunların komşusu olarak yaşayan müslümanlar büyük sıkıntılara uğradılar. Her gece bunlardan
oluşan bir vurucu tim dağdan inerek baskın yapıyor, yağmalıyor, can alıyor, mal topluyordu.
Yaptıklarının sayısını Allah bilir. Kıbrıs’ın hıristiyanları bunların bölgesine geldiklerinde, bunlar
onlara ev sahipliği yapıyor, müs-lümanların silahlarını onlara veriyorlardı. Temiz ve sa-lih bir
müslüman onlarla karşılaştığında onu hemen öl-; duruyorlar veya herşeyini soyup elinden
alıyorlardı.. Pek az kimse onların elinden kurtulabüiyordu”[39]
1. 705 yılında 2 Muharrem günü büyük bir güçlev birlikte bu fesatçılar ve hak yoldan sapan
mülhidleres karşı cihad yapmak için İbn Teymiye yola çıktı. Arka-/ smdan sultan vekili
askerleri ile birlikte Şam’dan ha-r rekete geçti. Cered bölgesine ve Râfizîlerin bulundukla-, rı
dağlara tırmanma harekâtı başladı. Bu azgın, gad-î dar, isyankâr kabileler güzel bir şekilde
cezalandırılıp yola getirildi. Bu geçit vermeyen korunaklı bölge ihanetten temizlendi. İbn
Teymiye; Nadiroğulları gibi bunların da bağlarının, ağaçlarının kesilmesinin doğru olacağına,
çünkü orayı bunların siper olarak kullandıklarını, buraları onların askerî üssü olup ihanet
odakları olduğunu bildiren bir fetva verdi. İbn Kesir şöyle yazıyor: İbn Teymiye’nin bu
harekâta katılması büyük fayda sağladı. Bu olayda onun ilminin ve kahramanlığının büyük
etkisi oldu. Bununla birlikte onun düşmanlarının kalbi haset ve kederle doldu. [40]
 

Rufâîlerle Tartışma:
 

9 Cemâziyelevvel H. 705 tarihinde Rufâî miskinlerinden kalabalık bir zümre sultan vekiline geldi.
İbn Teymiye de geldi. Rufailer, kendileri hakkında İbn Teymiye’nin hüküm koymasından
menedilmesini ve kendi hallerine bırakılmalarını istediler. İbn Teymiye; bu olamaz, herkesin
Kitap ve sünnete uyarak yaşaması gerekir. Kim bundan dışarı adım atarsa onu reddetmek, ona
karşı çıkmak gereklidir, diye cevap verdi.

Rufailer böyle bir fırsatta kendilerinin doğru ve ı hak üzere olduklarını isbat için kendilerine has
birtakım hünerler göstermek istediler. Onlar; bize ateş tesir etmez. Biz ateşin içine girerek bunu
gösterebiliriz. Eğer ateşten zarar görmeden çıkarsak bizim hak yolda ve hak üzere olduğumuz,
Allah tarafından desteklendiğimiz kabul edilmelidir, dediler.

İbn Teymiye onlara şöyle dedi: Bu, şeytana ait du- [ rumlardır. Bunların hiçbir Önem ve değeri
yoktur. Bunlar, hüner, sihir, göz boyama ve görme yanılmasıdır. Ateşe girecek kişi önce
hamamda iyice yıkanmalı, sonra vücudu sirke ve otla iyice ovulmak, sonra da ateşe girip
maharetini göstermelidir. Farzedelim ki bir kişi böyle yıkandıktan sonra ateşe girebiliyorsa dahi
bu kişi bid’at ehlinden ise yine de hiçbir değeri yoktur. Buna asla önem verilemez. Hatta bu kişi
deccal kabul edilmelidir.

Bunun üzerine Rufâî bir derviş olan Şeyh Salih’in ağzından şu sözler dökülüverdi: “Bizim bu
hüner, maharet ve numaralarımız ancak Moğollar yanında geçiyor, şeriat karşısında geçmiyor.”
İnsanlar onun bu sö- , zünü yakaladılar ve ellerinde delil yaptılar. Sonunda boyunlarından bu
tasmayı çıkarmaya, Kitap ve sünne-s * te aykırı davrananların boyunlarının vurulmasına karar
verildi. İbn Teymiye bundan sonra bu konu üzerinde ayrı bir eser yazdı. Bu eserinde Rufâî
tarikatı üzerine ışık tutan geniş açıklamalarda bulundu. Onların durumlarını, düşüncelerini ve
tutumlarını Kitap ve sünnetle karşılaştırdı.

8 Recep tarihinde sultan vekilinin de hazır olduğu bir âlimler toplantısında, İbn Teymiye’nin
Akîde-i Vâ-sıtıyye isimli kitabı üzerinde görüşme yapıldı. Alimler ona soru sorup cevap aldılar.
Sonunda İbn Teymiye’nin akîde ve inancının ehl-i sünnet inancına uygun olduğuna karar
verdiler. Büyük bir saygı ile evine ulaştırdılar. Halktan büyük bir kalabalık mumları ellerine almış
vaziyette onun eşliğinde yürüyordu ki o devirde bu hareket, duyulan sevgi ve saygının bir
simgesiydi. [41]
İBN TEYMİYEYE KARŞI ÇIKMA
 

İbn Teymiye’nin Şam’da bir tür, dinî önderliği kurulmuştu. Eğer o, devlet idaresinin bir bid’atı
veya kötü bir hareketi engellemekte yavaştan aldığım, tembel davrandığını ve âlimlerin
sustuğunu, sessiz kaldığım görmüşse kanunu kendi eline alır, kendisi şeriatın emrini uygulardı.
Yanında kendine çok bağlı talebeleri ve sağlam inançlı dindar halktan bir grup insan bulunurdu.
Etkisi, sevgisi, gittikçe artıyordu.

İlim ehli insanlardan bir zümre onun bu dinî yükselişini ve şahsî etkisini çekemedi. Bu
hareketleri, onun kendi başına rastgele davranışı olarak gördüler. Onu çekemeyenler, bu
davranışları bahane ederek bir grup oluşturdular. Bunlar onun ortadan kaldırılmasını istiyor,
ona bir zarar verme fırsatı bekliyordu. İbn Ke-sîr şöyle yazıyor:

“Takiyyüddin İbn Teymiye’yi çekemeyen bir âlimler zümresi vardı. Bunun da sebebi; onun devlet
idaresinde etkili olması, marufu emretmeyi, münkeri nehyet-meyi kendi başına yapması, halkın
ona saygı duyup muhabbet beslemesi, peşinden gidenlerin çoğalması ve onun coşkun dinî
duygusu, kararlılığı, ilmi ve ameli idi.[42]
 

Vahdet-i Vücûd İnancını Reddetmesi:


 

Öyle bir takzm olaylar ortaya çıktı ki, akâid konusunda yeniden bir tartışma meydana geldi.
Araştırma ve müzâkere meclisleri kuruldu. Bu mesele üzerinde tartışma yapıldı[43]
Dahası İbn Teymiye, Şeyh Muhiddin Arabi’nin görüşü olan Vahdet-i Vücûdu kesinlikle
reddediyordu. Mısır ve Suriye’de Muhiddin Arabi’ye bağlı kalabalık bir zümre bulunuyordu.
Onun en büyük seviyede bir arif ve araştırmacı, gerçek bilimlere âşinâ ve Şeyh-i Ekber olduğuna
inanan âlimler ve şeyhler vardı. İbn Teymiye; onun incelemelerini, ilhamlarını, kavramlarını,
görüşlerini, peygamberlerin getirdiği öğretilere ve bildirdikleri tevhid inancına tamamen aykırı
kabul ediyordu. Çünkü Tevhid inancını her peygamber net biçimde kendi dönemlerinde
insanlara Öğretmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) de bu inancın son açıklamasını
ve en mükemmel şeklini bize sunmuştur. Bu Tevhid inancı gayet açık biçimde Kur’an ve ha-
disten anlaşılmaktadır. Söz ve mâna olarak tevatür yoluyla (en sağlam ve tereddüte yer olmayan
anlatımlarla) bize ulaşmıştır,

Muhiddin Arabî -İbn Teymiye’nin doğumundan 29 sene Önce- H. 638 de vefat etmişti. Kitapları,
Özellikle Fütûhât-ı Mekkiye ve Füsûsu’l-Hikem genellikle elden ele dolaşıyor, ilmî ortamlarda
saygıyla karşılanıyordu.

İbn Teymiye; felsefe, tasavvuf ve işrâk (ilham alma, içten hissetme) yollarını dikkatle incelemiş,
okumuş, araştırmıştı. O sırada Fütuhat ve Füsûs kitaplarını da okumuştu. Kendi kitaplarında yer
yer bu kitaplardan alıntılar yaparak nakletmekte ve onları reddetmektedir. Bundan anlaşılıyor ki
İbn Teymiye doğrudan onları okumuş, incelemiş, başkalarından duyduğu ile hareket
etmemiştir. Bu kitapları inceledikten sonra, onlarda anlatılanlarla peygamberin anlattığı,
öğrettiği şeyleri birbiri ile hiçbir uyuşturma imkânının olmadığı inancına vardı. İbn Arabi’nin
görüşünü anlatırken o şöyle yazmaktadır:

“İbn Arabî ve ona bağlananların görüşü şöyledir: Varlık bir tektir- Yaratılanın varlığı (vücûdu)
yaratanın varlığıdır, diyorlar ve içlerinden biri diğerinin hâlık’ı (yaratıcısı) olan birbirinden farklı,
birbirinden ayrı iki varlığa inanmıyorlar. Hatta yaratanın kendisi yaratılandır ve yaratılan da
yaratandır diyorlar..,”[44]
“Varlık âleminde Rab ile kulun hiçbir ayırımı olamaz. Ortada ne bir yaratıcı vardır, ne bir
yaratılan vardır, ne bir sebep, ne de sebebe dayalı ortaya çıkan sonuç vardır. Varlık görüntü
âlemine gelip meydana çıkınca görüntüler bakımından farklılık ve çeşitlilik meydana geldi. Çeşitli
renklerdeki camlardan geçen ışığın değişik renkler halinde çıkışı gibi, değişik görüntüler ortaya
çıktı. Buna kıyaslayarak onlar; buzağıya tapanlar, aslında Allaha tapınışlardı. Hz. Musa (a.s.)’m
Hz. Harun (a.s.)’a kızmasının sebebi, Hz. Harun (a.s.)’un aslında varlık bir tek olduğuna göre;
onların buzağıya tapması Allah’a tapmak olduğu için onlara engel olmasından dolayı kızıp karşı
çıkmıştı, diyorlar. Onlara göre Musa (a.s.); Herşeyde hakikati gören, hakkı müşahede eden arif
kimselerdendi ve onu herşeyin gözü kabul ediyorlardı. Onlara göre Firavun, “Ben sizin en üstün
rabbinizim” sözündeki tanrılık iddiasında haklıydı. Belki de bu söz hakkın, gerçeğin tâ kendisiydi.
Füsûs kitabının yazarı şunu demek istiyor: Firavun; (Yaratılış açısından) idarî mevkiye sahip
olduğundan ve döneme hükmeden yetkili (hükümdar) olduğundan dolayı haklı olarak “Ben sizin
en üstün rabbinizim” dedi. Çünkü herkes, şöyle veya böyle bir ölçüde rabler olduğuna göre,
zahirde bana sizi idare etme ve sizin hakkınızda karar verme yetkisi verildiğine göre ben o rabler
içinde en üstün olanım, demek istemiştir. İbn Arabî şöyle de diyor: Sihirbazlar Firavun’un doğru-
luğunu anlayınca ona karşı çıkmadılar. Hatta onu kabul edip, âyette belirtildiği gibi şöyle dediler:

“Sen neye karar verirsen karar ver. Çünkü bu dünya hayatına ancak sen karar verirsin.” Bu
bakımdan Firavun’un “Ben sizin en üstün rabbinizim” demesi tamamen yerinde idi. Her ne
kadar Firavun’un kendisi hak üzere idiyse de.”[45]
“İbn Arabî, Hz. Nuh (a.s.)’u tenkit etmekte, kâfir kavmini de doğrulamaktadır. Taşlara, putlara
tapmış olan Hz. Nuh (a.s.)’un o kavmini doğrulamakta, onları yüceltmekte ve şöyle demektedir.
O putperestler, gerçekte Allah’a ibadet etmişlerdir. Bu tufan aslında onların, içinde boğuldukları,
ilâhî marifetin taşması ve onun denizinin coşmasıdır.”[46]
İbn Teymiye’nin devrinde Vahdet-i Vücûd inanışında son derece aşırılık meydana geldiği, halkın
bu konu-j da şeriat, akıl ve ahlâk sınırını aştığı ve bir buhran durumu ortaya çıktığı
anlaşılmaktadır. İbn Teymiye şöyle yazıyor:

“Bu konuda ilmi kelâmı, felsefe ve tasavvufu bileni bir zümre daha çok sapıttı. Bunlardan (İbn
Arabî’nin talebesi olan) Sadreddin Koneyî, Belyânî ve Telmesânî özellikle zikredilmeye
değer.İçlerinde Telmesânî, buj konuyu bilip tanımakta hepsinden ileride idi. O Vahdet-i Vücûda
sadece inanmıyor, hatta ona göre hareket edip onu uyguluyordu. Nitekim onlara göre; varlık bir
olup helâl ve haram arasında fark olmadığına göre içki içiyor, haram olan şeyleri işliyordu.

Güvenilir bir adamın bana anlattığına göre; O, Telmesânî’den ders okuyormuş. Ona, Allah’ın
evliyası-^ nın ve arif kişilerin sözlerini anlatıyor, açıklıyormuş^ Bu kişi Füsûsu’l-Hikem’i okuyup,
içinde anlatılanların Kur’an-ı Kerim’e açıkça aykırı olduğunu görüp de Telmesânî’ye bu sözler
Kur’an-ı Kerim’e aykırıdır, deyince cevap olarak Telmesânî: “Zaten Kur1 an şirklerle doludur.
Çünkü o Rab ile kul arasında ayırım yapmaktadır. Tevhid ancak bizim sözlerimizdedir” demiştir.
Şu söz de ona aittir: “Akla kesinlikle aykırı olan şeyin gerçek olduğu keşif yolu ile ispat
edilmiştir.”[47]
“Telmesânî ile aynı görüşte olan biri bizzat bana şöyle anlattı: Bir keresinde, biz ölmüş olan uyuz
bir köpeğin yanından geçiyorduk. Telmesânî’nin arkadaşı: Bu da Allah’ın varlığının kendisi midir?
dedi. Buna cevap olarak Telmesânî: O’nun zâtından dışarı başka bir şey var mıdır? Her şey
O’nun zâtı içindedir, dedi.[48]
“Onlardan bazı adamlara; madem ki varlık birdir, o halde neden hanım helâl da annesi
haramdır? diye sorulduğunda buna karşılık onlar; Bize göre hepsi birdir, fakat o (gözleri
gerçekleri görmeyen) perdeli kişiler (hakiki tevhidi yani Vahdet-i Vücûdu tanımıyanlar); anne
haram mıdır? diye sorduklarında, biz de, evet siz perdelilere haramdır dedik, diye cevap
vermişlerdir.”[49]
Şeyhülislâm İbn Teymiye, H. 704 yılında Şeyh Ebu’1-Feth Nasr Münbecâ’ya yazdığı uzunca
mektupta; Vahdet-i Vücûda inananların zararından, Allah’ın yoluna uyanları korumayı, hemen
hemen Moğollarla savaşıp onları imha etmeyi gerekli gördüğü kadar gerekli ve önemli
gördüğünü açıklamıştır.

İbn Teymiye çok iyi bilmektedir ki; peygamberlerin davetinin amacı, hatta kitapların
indirilmesinin,1 peygamberlerin gönderilmesinin maksadı, davet ve tâatm sadece Allah’a ait
olduğudur. “Dinin tamamen Allah’a ait olduğu” âyetinde anlatılmak istenen; yaratıkları,
kendilerini yaratana ibâdete çağırmaktır. Bu Vahdet-i Vücûdçular; Allah Teâlâ’nm kitaplarını
indirdiği, peygamberlerini gönderdiği, hak dine inananlar için bildirdiği bu tevhidi; kendi
kendilerine uydurdukları ve adına tevhid dedikleri Vahdet-i Vücûd inanışı ile karıştırmışlardır.
Bunun da gerçek mânası, şanı yüce olan yaratıcıyı geçersiz kılmak ve ismi yüce olan var ediciyi
inkâr etmek demektir.

Ben önceleri Muhiddin İbn Arabî[50] hakkında iyi zan beslerdim. Benim nazarımda onun büyük
değeri vardı. Çünkü onun eserleri olan Fütûhât-ı Mekkiyye, Künhü’l-Muhkem el-Merbfıt,
Dürretü’l-Fahira, Metali’ en-Nücûm vs’de çok güzel ilmî faydalar ve incelikler bulunmaktadır.
Fakat şu ana kadar ben bunların gerçekten ne demek istediğini anlamamış ve Füsûsu’l-Hi-kem
ve diğerlerini okuma fırsatı bulamamıştım. Biz din kardeşlerimizle birlikte inceleme ve doğruyu
bulma yolunda meşguldük. Hakkın peşinden gitmede ve hak yolu Öğrenmeye
çalışmaktaydık.Gerçek aydınlanıp da (bu konuda görevimizi ve ne yapacağımızı anlayınca), bu
arada doğudan güvenilir şeyhler gelip İslâm yolunun ve İslâm dininin aslının ve bu adamların
(İbn Arabî, Sadreddin Konevî, Telmesânî ve diğerlerinin) iç yüzünün ne olduğunu sorduklarında,
bunları açıkça anlatmak şart oldu; iç yüzlerini açıklamak gerekli oldu. Aynı şekilde Suriye’nin
çeşitli yerlerinde bazı samimi ve sadık talebeler ve maneviyat erbabı kimseler; bizden, Vahdet-i
Vücûda inananların görüşlerini özetleyen, onların iddialarını özlü ve özet olarak bir araya
toplayan bir eser yazmamızı istediler. İslâm ve müslü-manlar hakkında, hem de tarikat erbabı
kardeşlerimizle ilgili beslediğimiz zihniyeti belirten, bu konuda bir adım atarak Allah Teâlâ’nm
rızâsını, dünya ve âhirette O’nun mağfiretini ümid ettiren bir teşebbüste bulunmamızı dilediler.
Bu açıklamalardan sonra İbn Teymiye, her şeyin bir tek varlıkta birleştiği ve ruhların bir vücûttan
diğer bir vücûda geçtiği konusunda, (Yakûbiye, Nastûriye, Mellekâniye gibi) hristiyan fırkaların
ve bazı müslü-man denen (Râfızîîer ve Cehnıiye gibi) fırkaların arasında yaygın olan görüşleri
uzun uzun anlatmış; o inançları, görüşleri ve mezhebleri tenkid etmiştir. Diğer taraftan İttihâd-ı
Muayyen (=Belirli birde birleş-me), İttihâd-ı Mutlak, Muayyen Hulul, Mutlak Hulul meselelerini de
geniş geniş anlatmış, buna inanan kişileri zikretmiştir. Bu anlattıklarından, onun derin görüş ve
geniş bakış açısı ile birlikte eski mezhepleri ne derece yakından tanıdığı anlaşılmaktadır.

Sonra Muhiddin îbn Arabi’nin görüşünü ve onun düşüncelerini büyük bir titizlikle
incelemektedir. Bundan da anlaşılıyor ki o, Fütuhat ve Füsûs kitaplarını büyük bir titizlikle
incelemiş ve Muhiddin-i Arabi’nin : anlattığı şeyleri ve ortaya koyduğu düşünceleri rahat-, hkla
anlayabileceği ölçüyü elde etmişti. Bu ölçü içinde ; büyük bir rahatlık ve kendine güvenle
Muhiddin Arabi’nin bütün iddialarını gözler önüne sererek tenki-; dini yapmıştır.

Bu tenkidleri okuduktan sonra İbn Arabi’nin ve di-î ğer Vahdet-i Vücûd iddiacılarının arasındaki
fark ve – İbn Arabi’nin sözlerinin ne ölçüde gerçeği taşıdığı anla-; şılmış oluyor. Bununla birlikte
o görüşlerin arkasından ; ortaya çıkması kaçınılmaz olan yanlışlıkları, bozuk inanışları da
anlatmakta ve hiçbir taassuba kapılma-2 dan onun görüşlerine şüphe ve olabilirlik hakkı tanı-
maktadır. Onunla diğer Vahdet-i Vücûdçular arasında fark olduğunu belirterek şöyle
yazmaktadır:

“Muhiddin İbn Arabi’ye gelince; o, Vahdet-i Vücûdçular arasında İslama en yakın olanıdır.
Anlattıkları

da pek çok yerde nisbeten daha iyidir. Çünkü o; görüntülerle, görünüş arasında (Mezâhirle Zahir
arasında) bir ayrılık olduğunu belirtmekte, emir ve nehiy ile şerâi ve ahkâmı kendi yerinde
tutmaktadır. Meşâyihin emredip ısrarla yapılmasını istediği ibadetleri, ahlâkî davranışları tercih
etmeyi, onların uygulanmasını tavsiye etmektedir. Bundan dolayı pek çok tarikat ehli kimseler,
müridler ve âbid kişiler onun anlattıklarından, tarikata sülük etmeyi (katılmayı) anlamaktadırlar.
Her ne kadar o sözlerin derinliklerini tam olarak anlamasalar da, anladıkları kadarına
uymaktadırlar. Onlara onun anlattıklarının gerçek mânası böylece açığa çıkmaktadır. “[51]
Bir başka yerde şöyle yazar:

“Bütün bu anlatılanlar Füsûsu’l-Hikem yazarının sözleridir. Onun akıbetinin ne durumda


olduğunu ancak Allah bilir. Allah Teâlâ bütün müslüman erkeklerini, kadınlarını, ölülerini ve
dirilerini mağfiret buyursun. Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla giden kardeşlerimizi
mağfiret buyur. Gönlümüzde iman ehli kişiler için bir kötü duygu ve vesvese bırakma. Ey Rab-
bimiz, sen çok şefkatli ve merhametlisin.”[52]
Bundan sonra Sadreddin Konevî’nin görüş ve tutumunu anlatırken şöyle yazmaktadır: “O,
şeriattan ve İslâm’dan en uzak olan kişidir.” Bunun arkasından Telmesânî ve İbn Seb’în’i şiddetle
reddetmekte, en çok Telmesânî’ye kızmaktadır. Dinî hamiyetinden ve gayretinden dolayı
kaleminden onun hakkında şu kelimeler dökülmektedir: “Fâcir ve fâsık adam Telmesânî’ye
gelince o, Vahdet-i Vücûdçular zümresi içinde en habîs olanı ve kâfirlikte en derin olanıdır.O,
vücûd ile sübût arasında İbn Arabi’nin gözettiği farkı da ayırmamaktadır. Sad-reddin Konevî’nin,
mutlakla muayyen arasında yaptığı farkı da gözetmemektedir. Onun görüşü: Allah’ın zâtından
başka ve O’nun dışında hiçbir şeyin varlığı yoktur. Kul O’nun dışında birşey görüyorsa bu sadece
O’nun (Allah’ın) perdeler altında olmasından dolayıdır. Bu perde kalktığı zaman Allah’tan başka
hiçbir şeyin var olmadığını görecek, o zaman durumun gerçek yüzünü anlayacaktır. İşte bu
görüş ve anlayışından dolayı Teîmesânî bütün haramları helâl kabul etmektedir.[53]
Sonunda o  şöyle enteresan bir ifade kullanmaktadır:
“Cehmiye fırkasının kelâmcıları hiçbir şeye ibadet etmemektedir. O fırkanın âbidleri (ibadet
heveslileri) ise herşeye ibadet etmektedirler. Çünkü onların keîâm-cüanmn kalbinde hiç Allah’a
ibadet etme duygusu, ibadet etme aşk ve şevki yoktur. Onlar kendilerini, sıfatları ortadan
kaldıran kişiler kabul etmektedirler. Fakat ibadet heveslilerinin kalbinde ise Allah’a ibadet ve Al-
lah’a tapma arzusu ve şevki vardır. Kalbin var olmayan bir şeye değil, var olan bir şeye
yönelmesi tabiidir. Bu bakımdan zorunlu olarak o kalbin, yaratıklara ibadet etmesi gerekiyor. Ya
da mutlak var olana veya bazı görüntülere tapınması gerekiyor. Nitekim güneşe, aya, insana,
puta vs. tapınması bundan dolayıdır.

Aynen bunun gibi, tek bir varlık görüşünde olanların ileri sürdükleri Vahdet-i Vücûd görüşü de
dünyanın her çeşit şirkini içinde taşımaktadır. Onlar Allah Teâ-j lâ’nın bir olduğu inancına bağlı
değiller ve o inanca göre de hareket etmemektedirler. Aksine Allah ile yara| tıkları arasında
ortak olan şeylerden dolayı hepsinin bir olduğuna inanmaktadırlar. Bu bakımdan onlar başj
kalarını kendi rableri ile aynı ve eşit kabul etmektedirler. “Ve onlar rableri kendileri ile eşit
görürler.”

Bu bakımdan güvenilir bir kişinin anlattığına göreı İbn Seb’în, Hindistan’a gitmeyi istiyor ve şöyle
diyorduı İslâm ülkelerinde bizim bu görüşlerimizin benimsetilj-mesine imkân yoktur. Hindistan
halkı (eski asıl Hind halkı) müşrik olup herşeye ibadet ettiğinden ağaçlaraL hatta hayvanlara
varıncaya kadar taptığından dolayı^ ancak onlar bu görüşleri benimserler.

İşte bu anlayış, Vahdet-i Vücûdçuların düşüncelerinin iç yüzüdür. Ben kişisel olarak felsefe ve
kelâmla uğraşan öyle bir takım kişiler biliyorum ki; onlar tıpkı bu Vahdet-i Vücûdçuların yolunda
hareket ederek, Allah’a tapan,O’na ibadet eden kimseler görünümünde olmakla birlikte, Allah
Teâlâ’nm sıfatını açıklarken; Allah öyle değil, böyle değil demekteler ve O’nun niteliği konusunda
Allah yaratıklar gibi değildir diyerek müslümanlar gibi açıklamada bulunmaktadırlar. Fakat
peygamberlerin anlattıkları, bildirdikleri Allah’ın sıfatlarını inkâr etmektedirler.

Onlardan birine aşk, şevk ve cezbe galip gelince de Vahdet-i Vücûdçuların yolunu
tutmaktadırlar. Bütün varlıklar Allah’ın kendisidir, demektedirler. Kendilerine; Hani nerede o,
“Allah ne öyledir ne böyledir” diye söyleyerek Allah’ın hiç bir şeye benzemediğini belirtmeniz ve
nerede bu, “bütün varlıklar Allah’ın ta kendisidir” diyerek.ona aykırı düşen iddianız, denildiğinde;
O benim vicdanımdı. Bu ise benim arzumdur, isteğimdir, demektedirler. Biri çıkıp da bu sapığa,
yolunu şaşırmış bu şaşkına: Vicdan ve arzu, itikada uygun düşmediği takdirde onlardan biri veya
her ikisi birden bâtıl olur, demesi gerekir. Vicdanlar ve arzular aslında inançların ve bilgilerin
sonucu olarak ortaya çıkarlar. Çünkü kalbin bilgisi ve kalbin hâli birbirinden ayrılmayan iki
şeydir. Bundan dolayı bilgi ve tanıma ölçüsünde vecd, muhabbet ve hal ortaya çıkmaktadır. Eğer
bu kişiler, eşi ve benzeri olmayan, bir tek Allah’a ibadet etmeyi emreden peygamberlerin yolunu
benimseselerdi ve Allah’ın sıfatlarını, bizzat kendisinin anlattığı ve peygamberlerinin anlattığı
gibi kabul etselerdi, ilk dönem müslüman-lanna (selefe) uysalardi; o zaman hidayet yolu üzerin-
de olurlar, gerçek imanın tadını alıp kalpleri tatmin olurdu.

Şöyle diyen birisi ne kadar doğru söylemiştir: Peygamberlerin (a.s.) Allah Teâlâ’mn sıfatlarını
ispat etmeleri açık ve geniş anlatmalara dayanır. “Ona lâyık olmayan sıfatlar”ı reddetmeleri kısa
ve özet halindedir. Bunun aksine olarak değiştirmeci olan kötü düşünceli bozuk fikirli (Vahdet-i
Vücûdçulardan etkilenen Ceh-miye ve felsefeciler) olumsuz sıfatları mufassal olarak
anlatmaktalar, sıfatların sübûtî olanlarını anlattıkları sırada da ancak özetle yetinmektedirler.
Kur’an-ı Kerim, sübût sıfatlan ile doludur. Yani Allah’ın sübûtî sıfatları Kur’an-ı Kerim’in her
tarafında geçmekte. Hem de onlar geniş geniş anlatılmaktadır:
“Şüphesiz Allah herşeyi bilendir.” “Allah herşeye kadirdir.” “Şüphesiz O işitendir, görendir/’ “Bilgi
ve merhametiyle O herşeyi kuşatmıştır,” buyurulmaktadır. Nefyi (olumsuzluk) belirten yerde de
geniş kapsamlı olan şü buyruğunu bildirmiştir: “O’nun benzeri

hiçbir şey yoktur.” “Hiçbir şey O’na denk değildir.” “O’nun bir benzerini sen bilir misin1?” “İzzet ve
üstünlük sahibi olan senin Rabbini, niteledikleri (sıfatlandırdıkları) herşeyden tenzih ederim.”
“Selâm peygamberler üzerine olsun.”

Bu inanıştan dolayı ortaya çıkan ahlâkî bozukluğu, her tarafa yayılan düzensizliği ve
kanunsuzluğu, zevkti safa ehli fâsıklarm kendilerine bunu nasıl kalkan yaptıklarını anlatırken de
İbn Teymiye şöyle yazmaktadır:

“Bu görüşün iddiacıları; nefsânî isteklerinin, keyfî arzularının kölesi olan ve sapık inanışları
kendilerinde toplayan kişilerdir. Bunun sonucu olarak da yer yer bu bâtıl inanış; bazı kişileri,
erkek çocuklarına aşık olmaya mübtela kılmıştır. Onlar; bu oğlan çocuklarında Allah Teâlâ tecelli
etmiştir, bunlar Allah’ın cemâlinin görüntüleridir, demektedirler. Ara sıra onları öpmektedirler
ve sevgililerine sen Allah’sın demektedirler. Bazı kimseler de kendi çocuklarına el
uzatmaktadırlar ve ilahlık iddiasında bulunmaktadırlar vs. vs.”[54]
Bu dönem, Melik Nasır Muhammed b. Kalavun’un isimden ibaret sultan bulunduğu dönemdir.
Emir Rük-neddin Baybars el-Câşengir’in idareyi elinde bulundurduğu ve devletin iyi kötü her
şeyine hâkim olduğu devirdir. Câşengir, Şeyh Nasr el-Münbecâ’nın müridi idi ve ona çok bağlı
idi. Muhiddin Arabi’ye de son derece saygısı vardı.

İbn Teymiye’nin, Muhiddin Arabî hakkındaki görüşleri ve ara sıra sözle, yazı ile açıkladığı
düşünceleri Mısır’a ulaşmaktaydı. Bu da Şeyh Nasr el-Münbe-câ’nm Öfkelenmesi için yeterli idi.
Câşengir, genellikle diğer Türk emirleri (liderleri) gibi, okuması yazması az ama askerî idarî
yeteneği olan biriydi. Şeyhinin görü-, şünün etkisi altındaydı. İbn Teymiye hakkında şeyhin -_
kanaatini taşıyordu. Suriye, Mısır devletinin bir eyâleti t ve genelde onun idaresi altında bulunan
bir bölgesi idi. Kendi görüşüne göre; genel güvenlik açısından zararlı ” olan veya herhangi bir
kargaşaya sebep olan herkesi getirtmekte ve onlar hakkında karar vermekte kesin ‘ yetkili idi.
Genellikle bu konuda keyfî istekler veya sa-,. raydaki idarecilerin şahsî arzuları iş görüyordu. İşte
bu ‘ dönemde bu durum öyleydi ki; devleti elinde tutan kişinin şeyhi ve kendisine uyduğu kişi
olan Nasr el-, Münbecâ, İbn Teymiye’ye karşı ve ona düşmandı. Onu  lekelemeye
çalışıyordu. [55]
 

İBN TEYMİYE MISIR’DA


 

Nihayet, H. 705 Ramazan’m 5. günü îbn Teymi-ye’nin Mısır’a istendiği emri Şam’a ulaştı.
Talebeleri ve dostları bundan büyük bir endişeye kapıldı. Kendisine çok saygılı olan ve
görüşlerini paylaşan genel vali (Sultan vekili) gitmesini engellemek için çok uğraştı ve: Ben
sultana mektup yazıyor, konuyu yatıştırmaya çalışıyorum, dedi ise de, İbn Teymiye yola çıkmaya
hazırdı. O; Mısır yolculuğundan pek çok fayda ve yararlar umuyorum, diyordu. Sonunda
sevdikleri ve bağlıları yaşlı gözlerle onu uğurladı. Uğurlayanların müthiş bir akını vardı. Halk çok
üzgündü. Şam’dan hareket eden İbn Teymiye Gazze’ye geldiğinde büyük bir kalabalığın
toplandığı Cami-i Kebir’de bir ders verdi.[56]
İbn Teymiye’nin Gözaltına Alınışı Ve Serbest Bırakıhşı:
 
Ramazanın 22. günü Mısır’a ulaştı. Cuma günü namazdan sonra kalede büyük bir toplantı
yapıldı. Bu toplantıya hâkimler ve devletin ileri gelenleri katıldı. Önce İbn Teymiye orada söze
başlamak istedi. Fakat buna izin verilmedi. Orada olanlardan bazıları İbnTey-miye’nin düşünce
ve görüşlerine karşı çıktılar. Onlara cevap vermek için Allah’a hamd ve sena ile konuşmaya
başlayınca, kendisine; “Biz senin konuşmanı dinlemek için buraya toplanmadık” dediler. İbn
Teymiye: “Benim

davamda hakem kimdir?” diye sorduğunda; “Kadı İbn Mahlûf Mâliki” dediler. Bunun üzerine
İbnTeymiye: “Siz benim rakibim ve bana karşı olan davacılardan birisiniz. Siz nasıl karar verme
yetkisinde veya hakem olabilirsiniz?” deyince çok öfkelendi ve Kadı İbn Mahlûf, İbn Teymiye’ye
karşı kararını verdi.

Bu karar sonucu olarak İbn Teymiye bir süre burç denen zindanda tutuklu kaldı. Sonra Bayram
gecesi, Mısırlıların “kuyu” diye isimlendirdikleri ünlü hapishaneye, kardeşi Şerefüddin Abdullah
ve Zeyneddin Ab-durrahman ile birlikte nakledildiler[57]
Bir sene sonra H. 706 yılında Bayram gecesi Mısır valisi ile bazı kadılar ve fıkıh âlimleri
tarafından İbn Teymiye’nin serbest bırakılması hakkında girişimler yapıldı. Toplantıda
bulunanların bir bölümü onun bazı görüşlerinden vazgeçtiğim açıklamasını şart koştu. Bunu
duyan İbnTeymiye bunu kesinlikle reddetti. Bizzat kendilerinin gelerek bu konuda karşılıklı
görüşme yapmalarını altı kere teklif ettilerse de o, bunu kabul et-medi.”Hapishane, onların bana
teklif ettikleri şeyden daha sevimlidir.” diye cevap gönderdi [58]
Kendi Ağzından; İhtilâfın Sebebi ve Görüşünü Açıklaması:
 

Ne iyidir ki İbn Teymiye’nin kendisi, ayrı bir risale yazarak orada Mısır’daki tartışma toplantısını,
sonra hapsedilişini, hapiste geçen olayları, serbest bırakılma yolundaki girişimleri, onu
reddedişini ve kendi görüşünü bizzat anlatmış ve açıklamıştır. Bu risale henüz yeni
yayınlanmıştır. Bu risaleden pek çok yeni bilgiler elde edilmiş ve karışık birtakım durumlara ışık
tutulmuştur. Burada ondan birkaç parçayı iktibas ederek nakledeceğiz [59]
“Hapishane müdürü bir gün yanıma gelerek: Mısır genel valisinin selâm söylediğini ve daha ne
zamana kadar hapishanede kalmak istediğimi, çıkmayı isteyip istemediğimi, hâlâ aynı görüşte
olup olmadığımı sorduğunu söyledi. Bu kişinin ağzı ile sözlü bir haber göndermenin -tam olarak
düzgün bir şekilde benim sözümü nakledip edemeyeceğine güvenemediğim için- uygun
olmayacağını düşündüm de ona dedim ki: Vali beye selâm söyleyiniz. Ona şöyle deyiniz: O
görüşün ne olduğunu ben bilmiyorum. Şu ana kadar hangi suçtan dolayı hapsedildiğimi,
suçumun ne olduğunu da bilmiyorum. Bir de gönderdiğiniz bu habere karşılık olarak, görevli
memurların ağzı ile haber göndermeyi uygun bulmuyorum. Güvendiğiniz kişilerden hem akıllı
hem de doğru sözlü, güvenilir dört kişiyi gönderiniz de ben onlarla eksiksiz, pürüzsüz
konuşayım. Çünkü bu konuda çok yalanlar yanlışlar yapıldığını ve sözlerin değiştirildiğini
biliyorum.”

“Bundan sonra yine müdür geldi, yanında bir başka kişi vardı. Onu ben tanımıyordum ama,
oradakilerin söylediklerine göre adı Alaeddin Tâbersî imiş ve tanıyanların ifadesine göre çok iyi
bir kimse imiş. Herkes bilir ki, Allah Teâlâ bana sabır, tahammül ve acı sözleri dinleme gücü
lütfetmiştir. Devlet idarecileri ve sorumluları şöyle dursun, ben en basit bir kimse ile bile insaflı
konuşurum. Fakat onların hareket tarzından ve tuttukları yoldan kendi isteklerini benim kabul
etme zorunda olmamı istedikleri anlaşılıyordu. Onlar gerçeğin tamamen dışında ve yalan yanlış
yazılmış bir ceîb çıkardılar. O celpte yazıldığına göre Allah Teâlâ’nm emirlerine karşı gelmeye
çağrı vardı. Ben onlara cevap verdiğim sırada ve haber aktardığım anda dinlemeye hazır
değillerdi. Sürekli, o isteği kabul etmemde ve kendi görüşüme dönmeyeceğime söz vermemde
ısrar ediyorlardı. (Her ne kadar Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, tartışmalarda nezaket ve
yumuşak hareket edilmesi hükmü varsa da zulüm ve haksızlık yapıldığı takdirde sertlik
gösterilmesi, kendini koruma emri de vardır.) Söz sırasında onlara bu konuda benim karar
verme hakkımın ve yetkimin olmadığını; bu meselenin, Allah’ın Rasûlünün ve bütün
müslümanlarm meselesi olduğunu, Allah’ın dinini değiştirmeye yetkili olmadığımı, sizden veya
herhangi bir başkasından dolayı İslâm dininden sapamayacağımı, ne de yalan ve iftiraları kabul
edebileceğimi söyledim.

Onların bunun üzerinde ısrar ettiklerini görürce ben katı ve sert ifadeler kullandım. Bu
lüzumsuz sözleri bırakın gidin, kendi işinize bakın. Ben sizden beni hapishaneden çıkarın diye
bir istekte bulunmadım, dedim. O sırada yukarıdaki kapı kapalıydı. Kapıyı açın ben gidiyorum,
bir bakıma konuşma bitmiştir diye söylendim.

Ben elçiye şöyle dedim: Bu konularda benim yazdıklarım ya da söylediklerim daima bir soru ve
fetva isteği karşısında cevap olarak verilenlerdir. Hiçbir kimseye ben Öncelikle bir yazı
göndermedim. Ne de hiçbir kimseye doğrudan, kendiliğimden birşey anlattım. Hak ve doğruyu
öğrenmek isteyen biri bana geliyor, tekrar tekrar benden soru soruyor, bir şey öğrenmek istiyor.
Hak ve hakikati gizlemenin dinde yeri var mıdır? Halbuki Hz. Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur:

“Kim ki bildiği bir şey kendisinden sorulur da onu söylemez ve saklarsa, Allah Teâlâ kıyamet
günü ateşten bir gemle onun ağzına gem vurur.”

Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:

“İndirdiğimiz apaçık hükümleri ve doğru yolu insanlara Biz Kitapta beyan ettikten sonra
gizleyenler var ya, Allah onlara lanet eder. Ve bütün lanet edebilenler de onlara lanet okur. “[60]
Siz öyle istiyorsunuz diye ben, doğrunun ne olduğunu benden öğrenmek isteyene cevap
vermekten çekine-yim mi? O zaman benim sonum âyette anlatılan gibi mi olsun? Sultan bana
böyle mi emir vermektedir? Veya bir müslüman benden bunu mu beklemektedir? Fakat gerçek
şu ki; size ulaşan asılsız sözleeri bahane ederek sultanın emrini kendinize tutamak yapmak
istiyorsunuz.

Bunun üzerine elçi şöyle konuştu. Efendi hazretleri, sultanın adını ortaya getirmeyiniz. Hiç kimse
sultanın hakkında söz söylemiyor. Ben de bunun üzerine: Evet şu sıralarda hiçbir kimse sultan
hakkında birşey söylemeye cesaret edememekte, bu yüzden de bu fitne ortaya çıkmaktadır. Biz
Şam’da iken, padişaha hakaret ettim diye iftira yapıldığını işitmiştim. Fakat hiç kimsenin buna
inanmayacağını zannediyordum, dedim.

Ben ona devamla şöyle söyledim: Bu konuda benim hiç bir suçum yoktur. Bu davada eğer ben
ölüm cezasına çarptırılır s anı şehadet derecesine ulaşacağımdan şüphe etmiyorum. Bu benim
için en büyük bir saadet olacaktır. Kıyamet günü benden razı olunacaktır. Kim benim
cezalanmam için çalışırsa ve ölüm cezasına çarptırılmamda gayret gösterirse kıyamete kadar
lanet edilmeye hak kazanacaktır. Bütün ümmet-i Muham-med biliyor ki ben; Allah’ın
peygamberlerini kendisi ile gönderdiği hak üzere öldürülüyorum.

Eğer ben hapis cezasına uğratılırsam Allah’a hamd olsun ki, benim hapis edilmem Allah’ın en
büyük bir nimeti olacaktır. Ve ben böyle bir şeyden de korkmuyorum. Benden bir şeyleri çekip
almak isteyen olursa zaten benim ne bir medrese idareciliğim var, ne bir malım mülküm var, ne
servetim ne devletim, ne de bir devlet yetkim ne de başka birşeyim var. Fakat bu işin zararından
siz sorumlu olacaksınız. Çünkü Şam’da oturduğu halde bu konuda ileri geri konuşanların mak-
sadının size karşı hile yapmak, din ve devletinize zarar vermek olduğunu biliyorum. Onlardan
bir kısmı Moğolların ülkesine gitti, bir kısmı da hâlâ orada bulunmaktadır. İşte o kişiler sizin din
ve dünyanızı bozmaya karar vermişler, beni de sadece kendilerine perde ve siper yapmışlardır.
Çünkü onlar, benim sizin dostunuz olduğumu ve sizin iyiliğinizi istediğimi bilmektedirler. Sizin
dünya ve ahiret saadetinizi dilediğimi anlamaktadırlar. Bu konuda pek çok şey henüz gizli
kapaklıdır. Zamanı gelince açığa çıkacaktır. Yoksa benimle Mısır’da herhangi bir kişi arasında ne
bir düşmanlık, ne de aykırı görüşler vardır. Ben daima Mısırlıları seven ve onların idarecilerinin,
âlimlerinin savunucusu ve dostu olageldim.

“Ben genel valiye ne cevap vereyim?” dedi..   ı Ben de: “Selâmımı söyle ve bütün anlattıklarımı
ilet” dedim.

O; “Siz pek çok şey söylediniz” dedi. Ben de şöyle dedim: Sözümün özeti şudur:

Bu celpnamede yazılanların büyük bir bölümü yaf landır. Şüphesiz ki (istevâ


hakikaten=gerçekten istiva etti) cümlesi bana aittir. Kesinlikle bunu ben söyledim. Mâlikî ve
Mâlikî olmayan âlimlerden birkaçı bunun üzerinde ehli sünnet vel cemâatin birleştiğini yazmışp
tır. Bunu selef âlimleri ve bu ümmetin önderleri ve büyük âlimlerden hiçbiri reddetmemiştir.
Hatta bildiğim kadarıyla hiçbir âlim bunu reddetmemiştir. O halde hiçbir âlimin reddetmediği,
herkesin üzerinde icmâ ettiği inancı neden terkedeyim. Büyük âlim Ebû Ömer b. Abdülberr
şöyle diyor:                                              ,

“Ehli sünnet, Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde bildirilen sıfatların hepsini kabul etmekte ve ona
iman etmekte birleşmişlerdir. O sıfatların mecaz olmayıp gerçek olduğuna inanmışlardır. Ancak
onlar bu sıfatlardan hiçbirine bir şekil ve nitelik tanımamakta ve hiçbir belirli sıfat,
şekillendirilmiş bir nitelik görmemektedirler. Ama bid’at ehli olan Cehmiye, Mutezile ve Haricî-
lerin hepsi bu sıfatları inkâr etmektedirler. Onları bir gerçeğe dayandırmam aktadırlar. Kim bu
sıfatları kabul ederse onu, Müşebbihe (Allah’a şekil veren) kabul etmektedirler. Bu sıfatları kabul
eden nazarında onlar, mabudu ortadan kaldıran kişilerdir. Gerçek şöyle diyenin sözündedir:
Allah’ın kitabının ve peygamberinin sünnetinin anlattığına inananlar ancak ümmet topluluğunun
peşlerinden gidecekleri kimselerdir.”

Şeyh Arif Ebû Muhammed Abdülkadir Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn isimli eserinde şöyle
buyuruyor:

“O Allah; yükseklik ve ulvîlik açısından Arş üzerine istiva etmiş, varlık âlemini çevrelemiş, ilim ve
bilgisi bütün eşyayı kuşatmıştır.” Daha ileride de şöyle buyurur:

“O her yerdedir diyerek Allah’ı nitelemek doğru değildir. Ancak; O Allah Teâlâ’nın kendisinin
bizzat; “Rahman olan Allah Arş üzere istiva etmiştir” diye buyurduğu gibi, O; göklerde Arş
üzerindedir,denilebilir… İstiva sıfatını kullanmakta hiç bir te’vile sapmamalı-dır. Çünkü bu
varlığının Arş üzere istivâsıdır.”[61]
İbn Mahlûf un (te’vil yoluyla) açıkladığı kanaat ve görüş; İmam Mâlik’in kendisinin ifadelerine,
Mâlikî mezhebinin önde gelen âlimlerinin ifadelerine ve Ebu’l-Hasen Eş’arî ile onun yolunda
giden büyük İslâm âlimlerinin yazılarıyla belirledikleri görüşlerine ters düşmektedir. Onların
hepsi, bizim söylediklerimizi açık açık bildirmişlerdir. İşte bundan dolayı Hanbelîlerle Eş’arîler
arasında anlaşma, uyuşma olmuş; halk da görüş birliğine varmıştır. Hanbelîler Ebu’l-Hasan
Eş’arî’-nin görüşlerini aksettiren sözlerini duyup, yazdıklarını okuyunca; bu Şeyh el-Muvaffak’m
anlattıklarından daha güzeldir, demişler ve böylece gönüllerdeki kin kalplerdeki öfke çıkıp
gitmiştir. Şafiî âlimleri vs.nin ağzından da: Elhamdülillah, müslümanlar aynı görüşte bir-
leşmişlerdir, cümlesi çıkmıştır. Benim de inancım işte bu, “O Allah bir şekil ve biçim olmadan,
hiçbir şeye benzemeden, kendi varlığı ile gerçek olarak Arş üzerinde istiva etmiştir.” inancı
üzeredir.

O, bana: Bu ifadelerinizi yazınız ve bunlara bağlı kalınız, dedi.

Ben de; elinizdeki yazımda bu görüşler, bu ifadeler yazılmıştır, Şam’da tartışmamız bu görüş
üzerinde olmuştur. Müslümanlar bunun üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Artık ben buna
ne ekleyebilirim? dedim.

Ben ona bir de şöyle söyledim: Ben bu görüşümü tamamen hadis, tasavvuf, kelâm ve fıkıh
âlimlerinin eserlerinden ve dört mezhebin kitaplarından oluşan elli kitaptan daha fazlasını
okuyarak pekiştirdim. Onların hepsi beni desteklemektedir. Bana karşı çıkanlara üç sene süre
veriyorum. Bu süre içinde büyük İslâm âlimlerinden bu görüşe aykırı bir tek harf bile bulabi-
lirlerse göstersinler. Artık ben daha başka ne yapabilirim.

Tabersî çekip gittikten biraz sonra hapishane müdürü geldi ve sultan vekilinin (genel valinin)
selâm söylediğini ve kendi elim ile inanç, akide ve düşüncelerimi yazmamı istediğini söyledi.
Buna karşılık ben de; Kendilerine selâm söyleyin ve tarafımdan deyin ki: Şimdi ben bir şey
yazarsam, İbn Teymiye önceki inancından saptı veya birtakım değiştirmeler yaptı, diyeceklerdir
dedim. Aynı şekilde benden Şam’da iken inanç ve düşüncelerimi yazmamı istediklerinde yine
yukarıda yazıp belirttiğim şeyi söylemiştim. Ona dedim ki: İşte bu görüş; Şam’ın üç toplantısında
da okunan ve Suriye sultan vekilinin resmi kurye ile gönderdiği inanç ve görüşümdür. O yazılı
belgelerin hepsi sizde mevcuttur. İnanç ve akide benim kendi tarafımdan uyduracağım bir şey
değildir ki her gün yeni bir akide ortaya süreyim. Benim akidem ve görüşüm daha önce
açıkladığım ne ise odur. Yazı ile belirttiğim de sizin elinizde bulunuyor, ona bakınız.

O dönüp gitti, tekrar geldi ve şöyle dedi: Kendi eliniz ve kaleminizle bir şeyler yazınız. Ben de: Ne
yazayım? dedim. Bunun üzerine: Meselâ, özür dilediğinizi ve hiç kimseye sataşmayacağınızı
yazınız, dedi. Ben de: Peki dedim, bu kabul. Benim amacım kimseyi üzmek değil, hiçbir
kimseden intikam almak da değil, hiçbir kimseyi perişan etmek de değildir. Bana kötülük yapan
herkesi affediyorum. Bunu yazmak istedim. Sonra dedim ki: Bunu yazmak âdet değildir. Çünkü
insanine-kendi haklarını bağışlaması bir yazıya geçmeyi gerektirmez.

Şeyh Nasr el-Müncebâ bu durumdan mutlaka haberdar edilmeli, tâ ki birtakım düzenlemelere


giderek bunu biraz ıslâh etsin. Benim amacım, sadece Allah ve Rasûlüne itaattir.

Asıl tehlikeli olan Mısırlıların arasındaki görüş farkları, uyuşmazlık ve anlaşmazlıklardır.


Birbirlerine karşı kullandıkları ifadelerden ve söyledikleri sözlerden dolayı şu ana kadar
görüldüğü gibi ve Suriye’de olanları bildiğiniz gibi bir kargaşanın ve fitnenin doğ-mamasıdır.
Halbuki Suriye’de uyuşma şekli Mısır’dan daha çok sağlamdır. Ben, Allah için fitne ve fesat ateşi-
ni söndürmede -ister Mısır’da olsun ister başka herhangi bir yerde olsun- yardımcı olmak için
herkesten daha önde olacağım. Doğruyu ve hayrı ayakta tutmak için kimseden geride
kalmayacağım. İbn Mahlûf bana karşı nasıl bir tutum ve tavır içinde olursa olsun gücüm
yettiğince ona iyi davranacağım, ona iyilik yapmaktan asla kaçınmayacağım. Ona karşı
düşmanlarına hiçbir zaman yardımcı olmayacağım, gerçek himaye ve yardım Allah’tandır.
Niyetim budur, kararım böyledir. Halbuki herşeyden ve meseleden haberim var. Fakat biliyorum
ki şeytan mü’minlerin kalbine fesat sokmaktadır. Ben ise müslüman kardeşlerimin aleyhine
olarak hiçbir zaman şeytana yardımcı olmayacağım.
Bu dağınıklık ve bu başı boşluk ancak Allah’a yönelmekle ve O’ndan bağışlanmayı dileyerek
tevbe etmekle, gönülden gerçek bir bağlılıkla Allah’a sığınmak suretiyle giderilebilir. Çünkü Allah
(c.c.)’tan başka bir sığınak yok ve O’ndan başka güç ve kuvvet de yoktur

Yardım dileme (imdat isteme) meselesine gelince; bütün müslümanlar şu aynı görüşte birleşmiş
ve İslâm dini açık ve net biçimde belirtmiştir ki: Allah’tan başka hiçbir kimseye ibadet edilemez,
hiç kimseye dua edilemez, hiç kimseden yardım düenilemez, hiç bir kimseye tevekkül (bel
bağlama) yapılamaz. Kim Mevlâ’ya yakın olan meleklere veya Allah tarafından gönderilen pey-
gamberlere ibadet ederse veya ona dua ederse yahut ondan yardım dilerse o kişi,
müşrik(AUah’a ortak koşan kâfir) olur. Hiçbir müslüman nazarında, bir kimsenin; Ey Cebrail, Ey
Mikail, Ey Musa, Ey İbrahim, Ya Resûlallah beni mağfiret eyle, bana merhamet eyle, bana rızık
ver, bana imdat et, benim feryadımı duy, düşmanlarımdan beni koru ve buna benzer sözler
söylemesi caiz değildir. Aksine bunların hepsi, çok önemli ve âlimlerin açıklamalarım yaptığı
ilâhlığa özgü şeylerdir, Allah’a ait yetkilerdir. Allah (c.c.) ile Rasûlünün arasındaki farkı ayıran sınır
çizgisi olup İslâm bilginlerinin genişçe açıkladıkları çok meşhur ve önemli meselelerdir.

Bu, İslâm’ın temel meselelerinden biridir. Sen eğer (İbn Mahlûf tarafından gönderilen) bir elçi
olarak; İslâm dini ile, Hz. İsa’ya ve onun mübarek validesine el açıp dua eden hıristiyanlık dini
arasındaki farkı göre-miyorsan, ben ne yapayım. Fakat bir kimse Seyide Nefîse’yi[62] rab (ilâh)
edinirse, ve o; tehlikede olanları koruyandır, felâkete uğayanlann feryadını duyan ve yardımına
koşandır, sıkıntıda olan herkes onun kerem gölgesi altındadır derse, ona secde edip, ağlayıp
sızlayarak yer ve göklerin Rabbine dua ederken inlediği gibi inleyerek Seyyide’ye dua ederse, o
zaman ölmüş bir canlıya güvenip de ölmeyen, yok olmayan ve her zaman diri olan bir canlıya
(Allah’a) güvenmiyor demektir. Kesin bir şirke girmektedir,
Hz. Peygamberin haklarına gelince; (anam babam ona feda olsun) mesela ona olan sevgiyi,
kendi nefsin-! den, aile halkından, mal ve mülkten daha üstün tutmak, ona saygı ve hürmet
göstermek, onun peşinden gidip ona itaat etmek, onun sünnetine uymak gibi hususlar çok
önemli şeylerdir. Aynı şekilde dua yaparken Hz. Peygamberi aracı göstermek de hoş bir şeydir.
Hz. Peygambere dua etmeye ve ona sığınmaya, yardım dilemeye gelince, bu haramdır. Bu konu
üzerine es-Sârimi’l-Meslûl Ala Şâtimir-Resûl adıyla yazdığım kitapta bu mesele üzerinde o kadar
geniş bilgi verdim, açıklamalarda bulundum ki, daha önce hiçbir kitapta böyle bir bilgiye
rastlamamıştım. Aynı şekilde bu prensipler ve bu iman kaideleri konusunda pek çok makale ve
küçük kitapçıklar yazdım ki onlar din hakkında en faydalı şeylerdir. Şeyh Nasr bilmelidir ki;
konunun, kendi kontrolünden çıkarak Önlenemez hale gelmesinden ve yapacağı tahribattan
kendisinin ve İbn Mahlûf ve diğerlerinin sorumlu olacağı olayların ortaya çıkmasından endişe
etmekteyim. Zira bana, bu tahribata sebep olabilecek sözler söylenmiştir. Ben kendilerine karşı
samimi olduğum için bunu kabul etmedim. Andol-sun ki onlara hiçbir zaman hile yapmadım.
Eğer hile yapsaydım, (bunlara, zararı dokunacak bir takım şeyler bana söylenmektedir diye)
böyle bir açıklamada bulunmazdım. Ben onun ikisinin iyiliği için ve Allah (c.c.) yolunda
çalışmaları için yardımcıyım. Sorunların çözüleceği ve meselelerin düzeleceği tek temel
noktanın, herkesin Allah’a yönelmesi olduğunu ve mübarek Ramazanın bu ilk 10 günü içinde
tevbe etmeleri gerektiğini de onlara söyleyiniz.

Gönüller ve kalpler düzelince dışlar ve dış görüntüler kendiliğinden düzelecektir. “Şüphesiz ki


Allah takva sahibi darılarla ve işini güzel yapanlarla benberdir.”[63]
Hapishanede Islâh, Eğitim ve Tesirleri:
 

el-Kevâkibü’d-Dürriye kitabının yazarı; İbn Teymi-ye’nin çağdaşı ve ders arkadaşı şeyh


Alemüddin el-Berzâlî’ye atıfta bulunarak şöyle yazmaktadır:
“İbn Teymiye hapishaneye girince gördü ki, tutuklular oyun ve eğlence, neş’e ve avutucu şeylerle
meşgul olmaktadırlar. Gönüllerini eğlendirmekte ve zaman Öldürmektedirler. Bol bol satranç,
domino vs. oynamaktadırlar. Çekinmeden namazları kazaya bırakabilmektedirler. İbn Teymiye
bunlara karşı çıktı.Tutukluların namaza dikkat gösterip savsaklamadan kılmalarını ve Allah
Teâlâ’ya yönelmelerini güzel ameller, Allah (c.c.)’ı zikir ve ona dua etmeye yönelmelerini sağladı.
Sünneti öğreterek hayırlı güzel ameller yapmaya özendirdi. İlim ve dinle meşguliyet ve onlara
ilgi o derece arttı la, bu hapishane pek çok tekke ve medreseden daha canlı, daha samimi ve
iman nuru ile daha fazla parlamış olarak görülmeye başladı. İnsanlar onunşahsına o kadar
bağlandı ve hapishanenin bu dinî ve ilmî hayatına o kadar gönülden bağlandı ki, pek çok tutuklu
serbest bırakıldıktan sonra bile bunları terketmeye, bu atmosferden ayrılmaya hazır değildi.
Orada bulunup İbn Teymiye’nin yanından ayrılmamayı daha çok yeğliyordu.[64]
Dört ay sonra, 14 Safer 707 H. tarihinde tekrar İbn Teymiye’nin serbest bırakılmasına çalışıldı.
Başkadı Bedreddin b. el-Cemâa bizzat gelerek onunla görüştü. Uzun uzun karşılıklı konuşma
sürdü. Fakat hapishaneden çıkmaya razı olmadı. Nihayet 23 Rebîulevvel’de Emîr Hüsameddin
Mehnâ b. İsa Melikül Arab[65] bizzat hapishaneye gelerek İbn Teymiye’ye yemin verdi ve onu
alıp sultan naibinin yanına götürdü. Emîr Hüsameddin, İbn Teymiye’yi yanına alarak Şam’a
götürmek istiyordu. Fakat sultan naibi İbn Teymiye’nin şimdilik birkaç gün daha Mısır’da kalarak
halkın onun ilmini, değerini ölçmesini ve kendisinden istifade etmesini salık verdi. [66]
İbn Teymiye’nin Ahlâk Üstünlüğü:
 

Bu süre içinde İbn Teymiye’nin hayat tarzının güzelliği, yaşayış biçiminin üstünlüğü daha da çok
gözler önüne serildi. O, hiçbir gücün önünde baş eğmedi. Hiçbir dünya menfaati veya mal mülk
hevesi ile onun temiz hayat aynası lekelenmedi. O, sultanın gönderdiği kıyafeti giymedi.
Gönderilen hediyeleri kabul etmeyi kesinlikle reddetti.

Onun başka bir örnek davranışı ve muhteşem hareketi de şöyle oldu: Hapishaneden çıkar
çıkmaz bütün karşıtlarını ve kendisine kötülük yapmaya çalışmış olan herkesi istisnasız affetti.
Hiç kimseden şikâyeti olmadığını, hiç kimseden hesap sormayacağını herkese ilan etti. Serbest
kaldıktan sonra Şam’a yazdığı mektupta şöyle diyor:

“Allah sizden razı olsun. Biliyorsunuz ki ben genellikle hiçbir müslümana eziyet edilmesini
istemem. Kaldı ki, dıştan veya içten (manevi olarak) benim yüzümden dostlarımıza (âlimlere ve
dindaşlarımıza) eziyet edilmesini nasıl isterim. Hiçbir kimseden şikayetçi değilim. Hiçbir kimseyi
de kötülemiyorum. Aksine gerçek şu ki; onlara duyduğum sevgi, hürmet ve saygı öncekinden
birkaç kez daha fazladır ve her birinin değerinin ölçüsündedir. İnsan (herhangi bir kimseyle
görüş ayrılığı ve tartışma halinde bulunuyorsa) ya müctehid-dir, ya hatalıdır, ya da günahkârdır.
Eğer o kişi mücte-hid ise hem sevaba hem de teşekküre lâyıktır. Hatada ise bağışlanabilir.
Günahkâr olmaya gelince, bu durumda Allah bizi, onu ve bütün müslümanlan bağışlasın. Bana
iftira yapmıştı veya eziyet ve zulüm yapmıştı diye bir kişiden intikam alınmasını arzu etmem. Bu
bakımdan ben her müslümanı bağışladım. Bütün müs-lümanlann iyiliğini istiyor, her mü’mine
kendime istediğimi istiyorum. Yalan söyleyen ve zulmeden herkese, tarafımdan haklarım helâl
edilmiştir. Benim tarafım-

dan hiç kimse muaheze edilmeyecektir.”  [67]


 

Ders Vermesi:
 
Hapishaneden çıktıktan sonra İbn Teymiye ders öğretmekle meşgul oldu. Mısır’daki ortam onun
için henüz uygun değildi. Alimler ve kadılar onunla ilgili çeşitli yanlış düşünceler yaymışlardı.
Tasavvufçular da (Vahdet-i Vücûd hevesi çok büyük ölçüde olanlar) ona güvenmiyor, ondan
incinmiştiler. Dört mezhepten sadece Hanbelîlerin ve sadece selef akidesine önderlik edenlerin
güçlü ve etkili kişileri yoktu, diğer mezheplerin de büyük çaplı âlimleri ve kadıları vardı. Bütün bu
nedenlerden dolayı İbn Teymiye bir süre Mısır’da kalmaya, ders verip ilim öğretmeye karar
verdi. Hadis ve kelâmî meseleler üzerinde Kahire’nin meşhur medreselerinde, özellikle Salihiyye
Medresesi’nde birkaç ders verdi. Özel kesim insanları bu dersten çok faydalandı ve böylece İbn
Teymiye’nin asıl düşüncelerini ve gerçek akidelerini tanımış oldu.

Bu ders verme süresi 6 ay devam etti. Halk ve özel kesim bundan dinî ve ilmî fayda sağladı.
Genellikle halk onun samimiyetine, üstün zekâsına ve bilgi derinliklerine hayran kaldı. [68]
 

İbn Teymiye’nin Annesine Mektubu:


 

İbn Teymiye’nin Mısır’a gelişi ansızın olmuştu. O Mısır’da bu kadar kalacağını tahmin etmemiş
olacaktır. Annesi ve bütün aile halkı Şam’da bulunuyor ve onun sağ salim gelmesini dört gözle
bekliyorlardı. İbn Teymiye dinî bakımdan bir fayda görerek bir süre için Mısır’da kalmaya karar
verince annesine bu kararını bildirdi, ondan izin istedi. Annesinin yazdığı bu mektup; temiz
duygular, pürüzsüz sevgi, çocukça neşe, yiğitçe cesaret, irade ve üstün azmin bir aynasıdır. Yap-
macıksız ve sade bir dille yazılmıştır. Bu bakımdan hepsini olduğu gibi burada nakletmeye
değer. O şöyle yazıyor:

“Ahmed b. Teymiye’den annesinin huzuruna: Allah onun g zlerini kendi nimetleri ile nurlandırsm
ve onu lütufları ile bezesin de sevdiği kullar arasına koysun. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi
senin üzerine olsun. Kendisinden başka mabud olmayan yüce Allah’a şükrederim. O, şükür ve
hamde lâyıktır. Herşeye de gücü yeter. Allah Teâlâ’nm salât ve selâmı; peygamberi ve has kulu,
peygamberlerin sonuncusu, muttakîlerin imamı olan Hz. Muhammed’e ve onun âline olsun.

Ben size bu mektubumu yazıyorum. Durumum ise şöyle: Allah Teâlâ’nın bana büyük nimetler,
büyük lü-tuflar, çok büyük ikramlar verdiğini görüyorum. Bundan dolayı O’na şükür ediyor, daha
fazla vermesini talep ediyorum. Allah’ın nimetleri her gün artmaktadır. İkramları sayısızdır.
Haberin olsun diye yazıyorum. Şu anda Mısır’da kalışımız önemli bir takım işlerden dolayı
uzayacaktır. Eğer biz bunlardan gafil olursak din ve dünyanın mahvolmasından endişe ederim.

Allah’a and olsun ki, kendi isteğimiz ve irademizle burada beklemiyoruz ve sizden ayrı kalmayı
biz kendimiz tercih etmedik. (Heyecan ve görme arzumuz o derecededir ki) gönlümüz,
kanatlanıp uçarak size ulaşmamızı istiyor. Fakat uzak düşmüş birinin gerçek durumu ve onun
mazeretleri kolay anlaşılamaz. Onun halini ancak kendisi bilir. Eğer gerçek durumu buseydin
sen de (dini duygun ve yüce azminden dolayı) şu anda benim Mısır’da kalmamın en uygun
durum olduğuna

karar verirdin. Eğer benim irademe kalsaydı, bir ay bile Mısır’da kalmaya, burada oturmaya asla
razı olmazdım. Hatta ben her gün kendim ve sizler için Allah’tan hayır isteklerinde bulunuyor,
O’na dua ediyorum. Siz de benim için Allah’tan hayır vermesini ve hakkımda en iyisini takdir
buyurmasını dileyin.
Allah Teâlâ, lütuf ve keremi ile daha önce akla hayale getirmediğimiz hayır, rahmet, hidâyet ve
bereket kapıları açtı. Her zaman yola çıkmayı düşünüyorum. Allah Teâlâ’ya istihare yapıp
duruyorum. Hiçbir kimse zannetmesin ki size yakın olma karşılığında dünyanın herhangi bir
servetini tercih ediyorum. Hatta din işlerinde bile (nafile durumundaki şeylerden) hiçbir şeyi size
yakın olma karşılığında ve sizin yanınızda bulunup size hizmet etme karşılığında tercih etmeye
bile hazır değilim.

Fakat önümde öyle birtakım meseleler var ki; yüz üstü bırakırsam genel ve özel bir zarara sebep
olma endişem var. Bunu da ancak yerinde görüp karşı karşıya bulunanlar anlayabilir.
Başkasından duyan kimse, olayı gözleriyle gören gibi nasıl olabilir? Hakkımızda en iyisini takdir
buyurmasını Allah Teâlâ’dan dileyerek, bize dua etmenizi istiyorum. (Burada kalmamız mı ya da
yola çıkmamız mı daha hayırlıdır?) Bunu ancak Allah (c.c.) bilir biz bilmiyoruz. Ancak O takdir
eder, biz takdir edemeyiz. Zira O görünmeyenleri de en iyi bilendir. Hz. Peygamber efendimiz:
İnsan oğlunun istihare yaparak Allah’tan kendi hakkında hangisinin hayırlı olduğunu
bildirmesini istemesi, onun saadetliliğinden-dir. Ve kişinin bedbahtlığı da istihareyi terkedip
Allah Teâlâ’nm kendisi hakkında takdir ettiğine kızmasındandır.

Anacığım, biliyorsun ki tüccar bile gurbete çıktığında; mallan satılmış, alacaklarının her biri bir
tarafta iken zarara uğramaktan korktuğu için alacaklarını toplayıncaya kadar orada durur.
Mecburen bekler. Ben burada büyük bir iş ve büyük bir gaye için bekliyorum. Bu ticaretle
ölçülemeyecek kadar ulu bir iştir. Allah herşeye kadirdir. Ev halkına, küçüklere, büyüklere, size
çok çok selâmlar ve Allah’ın salât ve selâmı peygamberimiz efendimiz Hz. Muhammed’e, soyuna
ve ashabına olsun.” [69]
Tekrar Hapsedilmesi:
 

Mısır, Vahdet-i Vücûd inanışının, düşüncesinin apayrı bir merkezi idi. H. 632 yılında ölen meşhur
aşk ve cezbe şairi İbn Fârız’ın, bu düşüncenin heyecanlı bir davetçisi olduğu anlaşılıyor. Bu
Mısırlı şairin şiirlerinde yer yer Vahdet-i Vücûd düşünceleri yer alıyor.

İbn Teymiye, bu inancı çekinmeden tereddütsüz reddediyor; derslerinde ve toplantılarında bu


görüşün ve buna göre davranmanın yanlışlığını belirtiyor ve onlara karşı çıkıyordu. Onun
incelemelerine göre; bütün bunlar Kur’an’a ve sünnete aykırı olup daha sonra ortaya çıkan
tasavvuf çul arın lüzumsuz ilâveleridir. İbn Teymiye kitaplarında yer yer Hz. Şeyh Abdülkâdir
Geylânî ve Şeyh Adîy b. Müsâfir Emevî gibi sağlam büyük tasavvufçuları, ilmî değeri olan o
araştırmacıları büyük saygı ile anıyor. Lâkin kendi devrinin şeyhlerini ve kendi inancına göre eski
Yunan felsefesinden, Mısır, Hind ve içe doğuş (ilham) görüşlerinden etkilenen çağdaşı
tasavvufçuları tenkid etmekten çekinmiyordu.

Şeyhin bu konuşmalarından ve tenkidlerinden dolayı tasavvufçular arasında rahatsızlık


meydana geldi. Mısır’ın meşhur tarikat şeyhi İbn Atâullah el-İskenderî

(el-Hikem kitabının yazarı), tasavvufçular grubu adına İbn Teymiye aleyhine idareciler nezdinde
şikâyette bulundu. Tasavvufçulardan büyük bir grup da bizzat kaleye giderek İbn Teymiye’yi
şikâyet etti. Bu şikâyetlerden etkilenen Sultan; adliyede (dârü’1-adl) dava açılarak meselenin
görüşülmesini emretti. İbn Teymiye bu davaya bizzat katılarak kendini savundu. Onun delilli,
ispatlı ve güçlü ifadeleri karşısında herkes sustu. Aleyhine bir tutum takımlamadı. Karşı bir
davranış da gösterilemedi.
Fakat ona karşı olan kıpırdanışlar yine dinmedi. Arkasından onun, açıkça Allah’tan başka hiçbir
kimseden yardım dilenemeyeceği ve hatta kâinatın efendisi Peygamberimizin mübarek
şahsından bile yardım dile-nilemeyeceği görüşünü yaydığı suçlaması yapıldı. Bu suçlama bir
şikâyet olarak ileriye sürülünce bazı âlimler, bu sözde bir hata olmadığım söylediler. Sadece
başkadı: Bu ifadelerde şüphesiz ki biraz edep dişilik vardır, dedi. Ama hiç kimse; bu söz küfre
kadar gitmiştir, demedi. Neticede bu şikâyet de sonuçsuz kaldı.

Fakat her gün yapılan bu sürekli şikâyetler ve huzursuzluklardan hükümet rahatsız oldu. İbn
Teymiye’ye üç şeyden birini tercih etmesini tavsiye etti: Ya memleketi Şam’a çekip gitmesini,
veya İskenderiye’de ikamet etmeyi kabul etmesini, ama iki yerde de bazı şartlara[70] ‘bağlı
kalması gerekeceğini, ya da hapishaneye gitmeyi kabul etmesini teklif etti. Talebeleri ve dostları
Şam’a gitmesinde ısrar ettiler. Onların bu ısrarını İbn Teymiye kabul etti.
Nihayet H. 707 Şevval ayının 18. günü yola çıktı. Ama aynı gün Mısır’a geri getirildi. Kendisine,
hapishanede kalmasının hükümetçe daha uygun görüldüğü bildirildi. Lâkin kadılar ve âlimler,
bu sefer o hangi suçla hapishaneye gönderilmeli diye tereddüt içindeydiler. Mâliki mezhebi
kadısı Şemseddin et-Tunusî açık bir ifade ile; onun aleyhine hiçbir delil bulunamadı dedi.
Nureddin Mâliki de kararsızdı ve sessiz duruyordu.

İbn Teymiye âlimlerin ve kadıların bu kararsızlıklarını ve düşünce kargaşalarını görünce


kendiliğinden hapishaneye gitmeye hazır olduğunu ilan etti. Nureddin el-Zevâvî onun .şanına
yakışır bir yere konulması gerektiğini söyledi. Hükümet sözcüsü ise İbn Teymi-ye’nin, farklı
muamele görmeyi ve diğer tutuklulardan ayrı tutulmayı kabul etmediğini söyledi. Bu durumda
hükümet onu hapishane denen yere koymak istedi. Nitekim kadılar hapishanesine gönderildi.
Kendisinin hizmetinde bulunacak bir kişinin de yanında kalabilmesine izin verildi.

Bu hapishanede İbn Teymiye’nin gayretleri, çalışmaları sürdü. Aslında bu bir tür göz altında
bulundurmaydı. Talebeler, âlimler onunla görüşebiliyorlardı. Onunla ilmî konuları tartışıyorlar,
ondan istifade ediyorlardı. Hatta önemli konularda ondan fetva bile alıyorlardı.

Bir süre sonra Salihiye Medresesi’nde fikıh âlimle-riyle kadıların bir toplantısı oldu. Toplantıda
görüş birliği ile alman kararla, ortaya konulan istek karşısında İbn Teymiye serbest bırakıldı.
Halk ona büyük sevgi gösterisinde bulundu. Öncekinden daha çok kendisine ilgi gösterildi.  [71]
Siyasî ve İdarî Değişme, İbn Teymiye’ye Baskı:
 

Mısır’ın siyasî durumunda ani olarak İbn Teymi-ye’nin birtakım zorluklarla karşılaşacağı
değişiklikler oldu. Bu değişikliklerden dolayı karşıtlarının eline, İbn Teymiye aleyhinde her çeşit
davranışları serbestçe yapabilme fırsatı geçti. O ana kadar Mısır ve Suriye’nin asıl sultanı Nasır
b. Kalavun idi. Bu kimse ise İbn” Teymiye’nin ilmini, faziletini ve samimiyetini görmüş, ona
inanmış ve onunla gönüldaş olmuştu. Bu Sultam, Moğollara karşı koymaya, onlarla savaşmaya
razı eden İbn Teymiye idi.

Böylece Sultanın kendisi, İbn Teymiye’nin cesareti-ni, iman gücünü ve dürüstlüğünü doğrudan
tanımıştı. H. 708’de Sultan kendisini huzursuz eden birtakım nedenlerden dolayı saltanattan
çekilmeyi tercih etti. Ke-rek’de ikamet ederek, oranın sınırlı bir idareciliği ile yetinmeye karar
verdi.

Onun bu kararı ile Mısır tahtı, Rükneddin Baybars Câşengir’e açılmış oldu. Böylece o, devletin
başına geçtiğini, yönetimi ele aldığını ilan etti. Artık o, Mısır ve Suriye’nin sorumsuz mutlak
hâkimi olmuştu, onun adamı olan Şeyh Nasır el-Müncebâ ise, bu uzun ve geniş saltanatın
manevî başkanı, Sultanın özel danışmanı idi.

İbn Teymiye, kendi dinî akidelerinin ve -Şeyh Nasr el-Müncebâ’mn anlayışlarına açıkça aykırı
olan- görüşlerinin dışında bizzat Sultan Nasır b. Kalavun’un dert ortağı ve destekçisi kabul
ediliyordu. Bu bakımdan aleyhinde bir işlem yapabilmek için dinî ve siyasî etkenin her ikisi bir
araya gelmişti.

Nitekim bu değişiklikten hemen sonra İbn Teymiye’nin İskenderiye’ye sürülmesine ve göz


altında tutulmasına ait resmî karar çıkarıldı. H. 709 yılının Safer ayının sonunda İskenderiye’ye
gönderildi. Hükümetin böyle bir karar almasından maksadı; tasavvufun ve ta-savvufçuların
eskiden beri merkezi olan bu İskenderiye şehrinde belki biri çıkar da onun işini bitirir (öldürür);
hükümet de suçlanmadan, bir tepkiyle karşılaşmadan başının bu derdinden kurtulur
düşüncesiydi denilmektedir[72]
Ama İskenderiye’de İbn Teymiye’nin etrafında çok çabuk sevenler ve öğrenenler halkası
meydana geldi. Kendisine herkes tarafından geniş bir ilgi oluştu. İbn Teymiye orada da sessiz ve
hareketsiz oturmadı. Kitap ve sünnetin yaygınlaştırılması, şirk ve bid’atlann reddedilmesi onun
en baş uğraşı idi. İnsanların gönlünde ona karşı sevgi uyandı, güvenleri arttı ve çok çabuk
herkes tarafından benimsendi. Yanında bulunan arkadaşı ve hapishane hayatının ortağı olan
kardeşi Şere-füddin İbn Teymiye Şamlılar adına yazdığı bir mektupta şöyle diyor:

“iskenderiye halkı muhterem kardeşime büyük ilgi gösterdi. Onların kalbinde ona karşı büyük
bir saygı var.O her zaman müminlerin gözlerini aydınlatan ve düşmanlara darbe olan Kitap ve
sünneti yayma işi ile uğraşmaktadır. Şeyhe saygı ve sevgi, halk ve özel kesim müminlerinin
gönlünde yerleşmiştir. Hâkim, kadı, fıkıhçı, müftü, şeyhler ve müctehidler topluluğu şöyle
dursun, herşeyden habersiz cahillerden başka herkes onun etrafında toplandı ve ona güven
duyan bir topluluk oluşturdular. Onun sözlerini beğenmekteler, onun verdiği emirleri yerine
getirmekteler[73]
O sıralarda İskenderiye’de Seb’îniyye fırkasının düşünceleri ve Vahdet-i Vücûd görüşü etkili idi.
Bazı kişiler bunun coşkulu davetçisi ve heyecanlı bir yayıcısı idiler. Özel kesim dışında halk
arasında bile bu akide ve görüşler benimseniyordu. Bu ince meselelerin ve müteşâbih âyetlerin
rastgele yorumlanması, halkın hareket ve ahlâkında yapabileceği tahribatı ve şeriat meseleleri
konusunda halkta laubalilik meydana getireceği, başı boş davranışlar doğuracağı beklentisi
gerçek olarak kendini göstermeye başladı. İbn Teymiye yılmadan coşku ile buna karşı çıktı,
reddetti. Sekiz aydan daha fazla olmayan buradaki ikameti süresinde bu yanlış düşüncelerin
gücü kırıldı. Halk ve özel kesim bu görüşten uzaklaştı. İbn Teymiye bu düşüncedeki adamların
çoğunu tevbe ettirdi. Bu arada o yanlış fikirlerin önemli bir davetçisi ve o düşüncenin önde
giden bir lideri de tevbe etti[74]
İbn Teymiye’nin İskenderiye’de kaldığı yer çok geniş ve hoş manzaralı idi. Bir penceresi denize
doğru, diğeri şehre bakıyordu. Halk serbestçe yanma gidiyor, görüşüyor ve ondan
faydalanıyordu. [75]
Rükneddin Câşengîr’in Çöküşü:
 

İbn Teymiye Câşengîr ‘in ve şeyhinin çöküp biteceğini alenen haber veriyordu. “Günleri bitti ve
başkanlığı tükendi. Kaza ve kaderin ömrünü bitirmesine az kaldı.”[76] diyordu. Henüz tahta
geçişinin üzerinden bir yıl geçmemişti ki, Sultan Nasır b. Kalavun, devlet idaresini ele geçirmeye
karar verdi ve Şam’a hareket etti. Kendisine çok derin saygı ve sevgi duyan Şamlılar, büyük bir
coşku ile onu karşıladılar.
17 Şaban günü büyük bir ihtişam ve muazzam bir törenle Şam’a girdi. Şam’dan Mısır’a hareket
etti. Mısırlılar da onu karşılama hazırlığı yaptı. Rükneddin Câşengîr, durumun değiştiğini gördü.
Kendiliğinden tahtan ayrıldı. Bayram günü Sultanın kafilesi Mısır’a girdi. 11 ay ve birkaç günlük
ayrılıktan sonra tekrar devlet idaresini eline aldı. Câşengîr Mısır’dan kaçmayı yeğledi. Zilkade
ayının 7. günü Suriye genel valisi Emîr Seyfeddin tarafından yakalandı ve Mısır’da Öldürüldü.

Câşengîr’in; baş vezirliği sırasında çok beğenildi-ğinde ve şahsiyetli, haysiyetli, azametli bir
saltanat veziri olduğunda tarihçiler görüş birliğindedirler. Onun mutlak hâkimiyeti olan
sultanlığı ile birlikte geriye sayış ve hızlı çöküş de başlamış oldu. Sultanlığım ilan etmesinin
hemen arkasından bütün ihtişamı, şansı ve değeri yok oldu; çöküş günleri başladı. Kurulan
düzen bozulmaya, yapılan iş çözülmeye başladı. Mısır tarihçisi Makrizî açık ifadelerle şöyle
yazıyor:

“Merhum; hayır sahibi, tedbirli, edep ve hayâlı, şahsiyet sahibi ve azametli bir vezirdi. Ama ne
zaman ki o; sultan adını aldı, padişahlık kisvesini giydi, şanına halel geldi, değeri söndü. Basit
adam kabul edilmeye başlandı. İnsanlarda ona karşıkoyma cür’eti meydana geldi. Vezirler ve
emrindekiler başı buyruk olmaya başladı. Gayelerinde başarısız kaldı. Hiçbir tedbiri işe
yaramadı. Nihayet devri son buldu ve ömür kasesi doldu.”[77]
Onun bu beklenmeyen çöküşü, kimbilir belki de samimi bir hak davetçisine karşıçıkıp ona eziyet
etmesinin sonucu ve şu meşhur şiirin açıklanmasının karşılığıdır denilirse şaşıhnamalıdır:

“Bu dünyayı biz iyi tanırız, onu çok denedik;

Ayyaşlarla düşüp kalkan onları tanır.”  [78]


ibn Teymiye’nin Serbest Bırakılışı ve Muhteşem Ağırlanışı:
 

İbn Teymiye’nin çağdaşı Şeyh Alemüddin el-Berzâlî şöyle anlatıyor: Sultan, bayram günü Mısır’a
girdiğinde herşeyden evvel İbn Teymiye’yi serbest bıraktırarak hürmet ve saygıyla Mısır’a
getirilmesini düşünüyor ve ilk yapacağı işler arasında sayıyordu. Nitekim bir gün sonra H. 709
Şevvalinin 2. günü İbn Teymiye’nin Kahire’ye istendiğini bildiren ferman İskenderiye’ye ulaştı. O
da 8 Şevvalde Kahire’ye hareket etti. Büyük bir kalabalık, ihtişamla onu uğurladı.

İbn Teymiye kabul salonuna girdiğinde Sultanın kendisi birkaç adım ilerliyerek onu karşıladı.
Sultanın yanında Mısır ve Suriye’nin kadıları, büyük âlimleri vardı. İbn Teymiye’nin gelişini ve
Sultanın karşılayışını gözleri ile görenler şöyle anlatıyorlar:

“îbn Teymiye’nin geldiğini Sultan haber alınca hemen ayağa kalktı. Kabul salonunun bir ucuna
kadar geldi. Orada ikisi buluştu ve kucaklaştı. Sultan İbn Teymiye’yi, penceresi bahçeye doğru
bakan bir odasına götürdü. Bir saat boyunca orada oturarak tek başına ikisi görüştüler. Sonra
ikisi kabul salonuna doğru Şey-hin eli Sultanın elinde olduğu halde vakarla geldiler. Sultan
oturdu. Sağ tarafa Mısır kadısı İbn Cenıâa, sol tarafa devlet veziri îbn Haînî, İbn Teymiye de
Sultanın önüne, tahtının yanma oturmuşlardı. Bu arada vezir; zimmîlerin (müslüman olmayan
halkın) daha önceden olduğu gibi beyaz sarık[79] giymelerine izin verilmesini isteyen dileğini
sundu. Bu zimmîlerin devlet hazinesine, senelik 700 bin mevcut vergiye ek olarak artırma
yapacaklarını da bildirdi. O anda mecliste bulunanlara bir sessizlik hâkim oldu. Kadılar ve büyük
âlimler hep susmuşlardı. Bunlar arasında meşhur âlim İbn ez-Zemelkânî de vardı. Sultan
kadılara ve âlimlere yönelerek; “Bu konuda siz ne diyorsunuz?” dedi. Buna da hiç kimse ağzım
açmadı. Bunun üzerine İbn Teymiye dizleri üzerine çökerek büyük bir heyecan ve öfke ile
konuşmaya başladı. Vezirin yanlış hareket ettiğini sert bir dille anlatmaya başladı. Sesi gittikçe
yükseliyordu. Sultan onu teskin etmeye çalışıyordu. O sırada İbn Teymiye öyle bir konuşma
yaptı ki, başka biri böyle bir konuşmaya cesaret edemezdi. O, Sultana hitab ederek:
“— Sizin bu ilk toplantıda alacağınız karar, gelip geçici dünyanın basit bir menfaati uğruna
zimmîlere yardımcı olma şeklinde olursa çok yazık olur. Kaybedilen saltanatı sana geri vermesi
Allah’ın en büyük lütfu-dur. Düşmanlarını perişan ve rezil eyledi. Rakiplerine seni galip getirdi.”
dedi.

Bunu duyan Sultan; “Bu kanun, Câşengîr’in çıkarttığı bir kanundur” deyince İbn Teymiye cevap
olarak: “Fakat bu, kesinlikle sizin emriniz üzerine çıkmıştır. Câşengîr o zaman sizin vekilinizdi”
dedi. İbn Teymi-ye’nin doğru sözlülüğü Sultanın hoşuna gitti ve bu kanun aynı şekilde
geçerliliğini korudu.[80]
Mısır’da Yusuf (a.s.) Sünneti:
 

İbn el-Kalânisî şöyle anlatıyor: İbn Teymiye bizzat bana dedi ki: Sultan beni tenha bir odaya
getirdiğinde Câşengîr’i koruyan ve kendisinin azledilmesine fetva veren kadıların öldürülmesi
hakkında benden fetva almak istedi., Hem de onların verdikleri fetvayı çıkararak bana gösterdi.
Bununla birlikte, o kişilerin vaktiyle benim aleyhime birtakım dedikodular çıkardıklarım, bana
kötülük yaptıklarım da anlattı. Maksadı, benim bui sözlerden etkilenerek onların öldürülmesine
fetva vermemdi. Gayesini anladım ve o âlimleri, kadıları övme-f ye başladım. Sultanın eliyle
onlara bir zarar verilmesi-‘ ne, lekelenmelerine şiddetle karşı koydum. “Eğer siz-onları
öldürürseniz, size onların bir karşılığı (ecri)( ulaşmayacaktır” dedim. O da (beni tahrik etmek
için): “Onlar sana zarar vermekte, seni perişan etmekte ellerinden geleni geri bırakmadılar.
Defalarca seni öldür J me planları yaptılar” dedi. Ben de: “Benim şahsımla ilgili olduğu sürece
kim bana eziyet etmişse ondan hesapj sormuyorum, onu tamamen affediyorum. Kim Allah’a: ve
Rasûlüne karşı kusur işlemişse Allah doğrudan doğJ rüya ondan intikamını alacaktır. Ben kendi
nefsimin intikamını almıyorum” dedim. Sürekli olarak kendisinej bunu anlatmaya çalıştım.
Nihayet Sultan onların hata-j sim bağışladı[81]
İbn Kesîr şöyle yazıyor:                                        :

“Mısır’da ibn Teynıiye’nin en büyük rakibi ve mu-j halifi olan Mâliki mezhebi kadısı İbn Mahlûf
diyor kij İbn Teymiye gibi anlayışlı, geniş kalpli iyi niyetli birim görmedim. Çünkü, her ne kadar
amacımıza ulaşamamışsak da biz saltanatı, devleti onun aleyhine çevirdik o söz sahibi olup
fırsat eline geçince intikam almadı-. Bizi kesin şekilde bağışladı. Hatta tersine bizi savundu da
Sultan’a karşı bizi müdafaa etti.”[82]
Saraydaki bu toplantıdan sonra şeyh Kahire’ye indi ve eskiden beri yaptığı gibi ders okutmaya,
ilim öğretmeye, ıslah ve tebliğ çalışmasına kendini verdi. Onun serbest bırakıldığını duyan âlim
dostları, onu sevenler, görüşlerini paylaşanlar dört taraftan koşup geldiler. Kahire’deki âlimler
bizzat yanma gelerek kusurlarını kabul edip, hatalarını kabul ederek özür dilediler.

İbn Teymiye hepsine hitaben; “Ben herkesi bağışladım. Benim hiçbir kimseden hiçbir isteğim
yoktur” dedi.

Bu taraftan kendini emniyette gören İbn Teymiye görevini tam yerine getirmek için devlet
merkezinde hâlâ kendisine ihtiyaç olduğunu düşünerek ailesine uzunca bir mektup yazdı. Bu
mektubunda Mısır’daki durumları haber veriyor, Önemli bazı kitapları göndermelerini istiyordu.

İbn Teymiye’nin şerefli bir şekilde serbest bırakılmasından sonra muhalifleri onun yıldızının
daha da yükseldiğini, şansının daha çok açıldığını, artık bundan sonra herhangi bir ilmî konudan
dolayı onun aleyhine kıyamet koparmanın zor olduğunu görünce halk tabakasını onun aleyhine
tahrik ettiler. Halk tabakasını İbn Teymiye’ye karşı -en azından Mısır’da onu fazla tanımayan halk
tabakasını- tahrik edip harekete geçirmek pek öyle zor bir şey değildi. Nitekim 4 Recep 711
tarihinde birkaç Allah’tan korkmaz adam ona el uzattı, eziyet etti ve kötülük yaptı. Lâkin
Hüseyniye mahallesi, (yaygın olan görüşe göre Efendimiz Hz. Hüseyin (r.a.)’in mübarek başının
defnedildiği yer)[83] halkı şeyhin intikamını almak için toplandı. Şeyh onları bu işten menederek
şöyle dedi:
“Üç şekilde olabilir: Ya bu, (onlardan intikam almak) benim hakkımdır. O halde ben bunu
istemediğimi ilan ediyor ve hiçbir isteğimin olmadığını bildiriyorum. Veya sizin hakkınızdır, o
zaman benim sözümü dinlemeye hazır değilseniz ve bana da danışmıyorsanız ne isterseniz
gidin yapın.

Üçüncü ve son şekil ise bunun, Allah’ın hakkı olduğudur. O zaman da; Allah isterse kendi hakkını
alır.”

Bu konuşmalar sürerken ikindi namazı vakti geldi. İbn Teymiye, cemaate iştirak etmek için
Cami-i Kebir’e (galiba Hüseynî Camii olmalıdır) yürümeye başladı. Sevenleri onu göndermek
istemediler. Fakat o hiç çekinmedi, yürüyüp gitti. Yanında onu destekleyen ve koruyan büyük bir
zümre vardı.

Bundan sonra bir defasında, âlimin biri bir toplantıda iken ona çok ağır hücumlarda bulundu,
ağır sözler söyledi. Daha sonra hata yaptığını anladı. Ya da hükümet hesaba çeker endişesiyle
şeyhten özür diledi. Şeyh de açık bir ifade ile onu bağışladı ve: “Lâ entesıru li nefsî=Nefsime
uyup onun intikamını almam” dedi.”[84]
İbn Teymiye Mısır’da kaldığı süre içinde sadece öğretimle ve Kitap ve sünnetin emirlerini
yaymakla yetinmedi. Hatta devlet merkezinde bulunmaktan faydalanarak bazı son derece
yararlı tavsiyelerde bulundu. Bazı gerekli ve faydalı fermanlar çıkarttırdı. İbn Kesîr’in yazdığına
göre H. 712 yılında Şam’a şöyle bir-sultan fermanı ulaştı: “Hiçbir kimseye, bir mal karşılığı veya
rüşvet karşılığı hiçbir mevki verilmemelidir. Çünkü bunun sonucu olarak yeteneksiz ve hâin
kişiler mevkileri ele geçirecekler, ehil olanlar ve güvenilir kimseler ise yoksun bırakılacaklardır.”
İbn Kesîr; bu ferman İbn Teymiye’nin gerekli görüşü ve çabaları sonucu çıkarılmıştır,
demektedir[85]
Bunun gibi bir başka ferman da; katil bir kimseye hiç kimsenin zulüm yapma yetkisinin
olmadığını, ancak devlet idaresinin onu yakalayıp yüce şeriata göre kısas uygulayacağı
fermanının çıkarılması idi. İbn Kesîr, bu konuda İbn Teymiye’nin gerekli görmesi üzerine
çıkarıldığını yazmaktadır[86]
Şam’a Dönüş:
 

23. 712 Şevval ayında sürekli olarak, Moğolların Şam’a saldırma düşüncesinde oldukları
haberleri geliyordu. Sonunda Sultanın kendisi Mısır’dan çıkarak onlara karşı koymaya
karar verdi ve 8 Şevvalde Şam’a doğru hareket etti. Şevvalin 23. günü Şam’a girdi. Sul-
tanla birlikte İbn Teymiye de bulunuyordu.Tam 7 sene sonra hasret dolu olarak alışık
olduğu ülkesine geri geliyordu. Halk onu büyük bir coşku ile karşıladı. Şehir halkı sevinç
gösterilerinde bulundu. Erkeklerden başka çok sayıda kadın da onu görmek için
dışarılara döküldü. Şeyhin bu yolculuğa çıkışı cihada katılma niyeti taşıyordu. Lâkin
Şam’a geldiğinde, Moğolların geri dönüp gittiğini öğrendi. Şeyh Şam’dan hareket ederek
Kudüs’e gidip Mescid-i Aksâ’yı ziyaret etmeye karar verdi. Birkaç gün orada kalarak
birtakım başka makamlara da uğrayarak Zilkadenin birinci günü Şam’a döndü. Ve bütün
varlığı ile kendi işiyle meşgul oldu. [87]
 
FIKHÎ KONULARA ÖZEL EĞİLİMİ
 

Şam’a geri döndükten sonra, her ne kadar Şeyh Ibh Teymiye eski dinî, ilmî ve ıslâh çalışmaları ile
uğraş-tıysa ve âdeti olduğu üzeri ders verme, fetva verme ve kitap yazma işine başladıysa da bu
sefer o güne kadar ilgi gösterdiği akaid, usûl meselelerini ve Eş’arîlerle Hanbelîler arasında
sürekli çekişme konusu olan meseleleri bir tarafa bırakarak ilgisini fıkıh meseleleri ve ona ait
ayrıntılara çevirdi. Öyle anlaşılıyor ki, daha önce uğraştığı konular üzerinde gerektiği ölçüde
malzeme ve delilleri toplayıp ortaya koyduğunu ve konuşmaları ile, verdiği dersler ve yazdığı
eserlerle gerçeğin açığa çıkmış olduğunu anlamış olmalıdır. Artık kendi ilmî üstünlükleri ve Allah
(c.c.) vergisi yetenekleri ile fıkıh konularına yönelmiştir. İbn Teymiye sülâlesi; nesillerden beri
Hanbelî mezhebine bağlı olarak sürüp gelmektedir. Hatta onun pek çok fetvası Hanbelî
mezhebine göredir[88]
Ama o, tamamen Hanbelî mezhebine bağlı kalmadı. Kitap ve sünnetin koyduğu geniş bilgi
hazinesine sahip olan, amelî mezhepleri ve onların prensiplerini, delillerini böyle ezbere bilen
birinin Hanbelî mezhebi dairesi içinde kuşatılmış kalması, yüzde yüz ona bağlı kalması çok
zordu. Bu bakımdan bazı kereler o, dört mezhepten kendisine göre delilleri en kuvvetli olanı
tercih etti. Daha çok sahabe ve tabiîn topluluğunun görüş ve hareketi kimin görüşüne uygun
düşüyorsa, ona öncelik verdi.

Kendisinin deniz gibi ilmine, meseleleri kavrama gücüne, apayrı düşünme yeteneğine rağmen
dört büyük müctehid imamın ilmî azametini, sağlam içtihad-larını, dindarlık ve takvalarını, akıl
ve mantık üstünlüklerini itiraf etmiş ve buna her zaman inanmıştır.

Ona göre bu kimseler: hakkı arayan, sünnete uyan, bilgide sağlam temellere dayanan
kişilerdi.Onların içti-hadlarının kaynağı Kitap, sünnet yani Kur’an ve hadisin ifadeleri ile icma ve
şer-î kıyastır. Onlar bu konuda hakka uyan kişilerdi. Kendi kafalarından uyduran kişiler
değillerdi. Bu bakımdan o, kendi döneminin bu imamlar hakkında rastgele konuşan, onların
aleyhine dil uzatan insanlarından hiç hoşlanmazdı. Bu kimseleri susturmak ve müctehid
imamları desteklemek ve onları savunmak için Reful-Melâm Ani’l-Eimmeti’l-A’lâm adı ile müstakil
bir kitap yazmıştır. Konusunun en güzel eserlerindendir. Bu kitabın başlarında şöyle
yazmaktadır:

“Allah ve Rasûlüne sevgi, dostluk ve bağlılıktan sonra; iman ehli kişilere dost olması, onları
sevmesi, her müslümanm üzerine borçtur, şarttır. Nitekim Kur’-an-ı Kerim’de açık açık
bildirilmiştir. Özellikle peygamberlerin vârisi olan âlimleri sevmek ve Allah’ın kendilerini yıldızlar
seviyesine çıkarttığı, karanlıklar içinde kendilerinden ışık ve rehberlik elde edilen âlimlere
dostluk göstermek ve muhabbet duymak müs-lümanlara şarttır. Bu müctehid imamların
hidayet ve dirayet sahibi olduklarında bütün müslümanlar görüş birliğine varmışlardır.

Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden Önce, diğer ümmetlerin âlimleri o


ümmetin şerlileri idi. Fakat bu ümmetin âlimleri bu ümmetin en hayırlılarıdır. Bu bakımdan da
onlar; bu ümmet içinde Hz. Peygamberin vekilleridirler. Onlar sünnetleri diri tutan kişilerdir.
Onlar sayesinde Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim her tarafa yayılmakta, şanı şöhreti artmaktadır. Ve
onlar, bunu ellerinde bayrak gibi taşıyan kişilerdir. Onlar Allah’ın kitabını açıklayan ve tefsir eden
kimselerdir. Allah’ın kitabı onların dilinden düşmeyen, ellerindeki delilleridir.

Unutulmamalı ki, müslümanlar arasında en çok tutulan ve güvenilen bu imamlardan hiçbiri;


bilerek, farkında olarak Hz. Peygamberin küçük veya büyük sünnetine aykırı hareket etmemiştir.
Çünkü onların hepsi; Hz. Peygambere uyup onun peşinden gitmenin kesinlikle şart olduğunda,
sözleri ve emirleri hemen kabul edilmesi gereken tek kişinin onun mübarek şahsı (varlığı, zatı)
olduğunda görüş birliğindedirler. (Halbuki başka insanların, bir sözü kabul edilse bile diğer bir
sözü kabul edilmeyebilir.) Bu imamlardan birinin eğer sahih bir hadise aykırı düşen içtihadına
rastlanırsa mutlaka o imamın bu hadisi gözardı etmesinin bir sebebi vardır. Bu sebep genellikle
üç çeşidin dışında değildir. Birincisi: O imam Hz. Peygamberin öyle buyurduğuna inanmamış
olmalıdır. İkincisi: Bu hadisten bu meselenin çıkmayacağını, bu hadisin bildirmek istediğinin o
olmadığını düşünmesi olabilir. Üçüncüsü ise; onun araştırma ve incelemelerine göre bu
hükmün nes-hedilmiş olduğudur.”[89]
 

Uç Talâk Meselesi:
 

Bütün  bunlarla   birlikte   İbn  Teymiye;   bazen Hanbelî mezhebi çizgisinden nasıl dışarı adım
atmış da, diğer mezheplerin bazı görüşlerini güçlü delillerin-, den dolayı tercih etmişse, aynı
şekilde çok az ve nadiren de olsa dört mezhebe uymayan fetvalar da vermişti. Ve kendi
görüşüne göre doğrudan Kitap ve sünnetin kesin ifadelerine, ortaya koyduğu açık delillere
uymuş-. tur. Dört mezhebe uymayan görüş ve fetvaların hepsi 3-4 taneden fazla değildir.
Bunlardan en meşhuru bir anda üç talâk ile boşama meselesidir.

Konu şöyle: Bir kimse eğer karısını bir anda üç talâk ile (isterse bir kelime ile, isterse birkaç
kelimeyle olsun) boşarsa; her ne kadar bu kişi bütün müctehidle-rin, ümmetin genelinin
görüşüne göre bid’at iş yapmış, şeriata aykırı harekette bulunmuş ve günahkâr olmuşsa da yine
ortaya çıkan bu talâkların hükmü ve değeri nedir? Ne gibi bir durum ortaya çıkmıştır? Kadın boş
olmuş mudur? O durumda kadının kocasına dönmesi şer’î açıdan imkânsız mı olmuştur? (Başka
bir erkekle evlenip onunla gerdeğe girdikten sonra o kişi boşadığı takdirde birinci erkeğe ancak
varabilir.) Veya bu üç talâk bir tek talâk mı sayılacaktır da, kadının dönüşü mümkün olacak
mıdır? gibi sorulara cevap aranmaktadır. Dört mezhep imamı, fıkıh ve hadis imamları (Evzâî,
Nehaı, Sevrî, İshâk b. Râhûyeh, Ebû Sevr, Buhârî) ve sahabe ve tabiînin görüş ve tutumu; bid’at
ve günah işlemiş olmakla birlikte bu üç talâkla boşanma meydana gelmiştir, şeklindedir. Kadının
geriye dönüşü mümkün değildir. İmam Nevevî, Müslim Şer-hi’nde şöyle yazar: “Karısına; Sen üç
talâk ile benden boşsun diyen adam hakkında âlimler değişik görüşler

ileri sürmüşlerdir. İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Ebû Hanife, İmam Ahmed, selef ve halef
ulemasından önde gelenler; boşanma olmuştur, evlilik gitmiştir demektedirler.”

Büyük âlim İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid isimli eserinde; “Her bölgenin fıkıh âlimlerinin en
önde gelenleri (üç) sözünü söylemekle üç boşama hükmüne girmiştir görüşündedirler.”
demektedir.

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin üstün talebesi Hânz İbn Kayyım, Zâdü’l-Meâd isimli eserinde şöyle
diyor: “İşte bu dört büyük imamın sözü, tabiîlerin ileri gelenlerinin ve sahabeden çoğunun
görüşüdür.”

Bu zâtların görüşlerine delil olarak kullandıkları tutanaklar içinde çeşitli merfû hadisler
nakledilmektedir. Bunlardan kesinlikle anlaşılıyor ki; Hz. Peygamberin bu üç talâkı (3 şartı) veya
üçten fazla olan şartları üç şart (3 talâk) göstermiş ve kadının boş olduğuna karar vermiştir[90]
Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye ve onun bazı talebe ve arkadaşlarının görüşüne göre; bu üç talâk bir
tek şart (talâk) kabul edilir. Ve kadının kocasına dönmesi mümkündür. Erkek bir tek talâktan
sonra eşine nasıl dönüyorsa öyle döner. O, şöyle yazıyor:[91]
Bu görüş seleften, Zübeyr İbn Avvânı ve Abdurrah-man İbn Avf gibi Hz. Peygamberin
ashabından bir grup insan tarafından ileri sürülmüştür. Hz. Ali’den, İbn Mes’ûd’dan, İbn
Abbas’dan da böyle rivayet olunur. Bu, İmam Davud’un ve onun arkadaşlarının çoğunun
görüşüdür. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in oğlu Ebû Cafer Muhammed Bakır ve oğlu Cafer-i
Sâdık’tan da böyle rivayet olunmuştur. Bu bakımdan Şia’dan buna inananlar da, onlardan dolayı
inanmıştır.”

İbn Teymiye görüşünü ispatlamak için Kitap, sünnet ve fukahânm kıyasından deliller ortaya
sürmektedir. Bu olayda gerçek şu ki: İsterse İbn Teymiye bu görüşte tek başına değil de, ondan
önce selef içinden birileri bu görüşün bayraktarlığını yapmış olsunlar; bu talâk meselesinde
şöhretin İbn Teymiye’de olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan bu meselede o, kendi inceleme
ve görüşünü açıkladığında genellikle fıkıhçılar ortamında bir şaşkınlık meydana gelmiştir.[92]
Talâkla Yemin Edilmesi Meselesi ve Göz Altına Alınması:
 

Herşeye rağmen üç talâkın birden söylenmesi meselesi tamamen fıkıhla ilgili ve sadece bir aile
hayatını etkileyen bir aile meselesi idi. Fakat İbn Teymiye’nin dört mezhepten ve meşhur
görüşten ihtilâf ettiği, yani aykırı görüş ileri sürdüğü bir mesele daha vardı ki o, beşerî
münasebetlere, devlet idaresine, halk ve devlet ilişkilerine varıncaya kadar etkisini gösteren,
talâkla yemin edilmesi meselesiydi.

O devirde talâkla yemin etme yaygın bir alışkanlık halini almıştı. İnsanlar herhangi bir
hareketine ve sözüne pekiştirme kazandırmak için veya doğruluğunu ya da kararlılığını
göstermek için çekinmeden talâka yükleniyordu. Talâktan kendine destek sağlıyor ve hemen
talâk sözünü ortaya atıveriyordu. Meselâ; ben mutlaka öyle yapacağım, yoksa şart olsun. (Eşim
boş olsun.) Ben bunu asla yapmayacağım yaparsam, şart olsun. Yahut sen mutlaka bunu
yapacaksın, böyle (yapacaksın, yoksa şart olsun. Ya da yalan söylüyorsam, şart olsun v.s… gibi
sözler söylüyorlardı.

İbn Teymiye bu sözlerin aslında bir pekiştirme tarzı olduğunu fakat halkın, sözlerine güç
kazandırmak ve karşısındakini kesin ikna etmek için talâk (şart) sözünü ortaya sürdüğünü,
niyetlerinin hiç bir zaman boşanma olmadığını, bu sebeple bütün bu sözlerin aslında bir tür
yemin olduğunu, lâkin yine de talâkla ilgili zannedildiğinden dolayı bu sözlere talâk (bcşama)
hükmü uygulandığını, bu yüzden de binlerce ailenin ve yuvanın yıkıldığını, aile hayatında ağır
çöküntüler ve bozulmalar meydana geldiğini gördü.

Sonra Haccâc b. Yusuf döneminden beri, bîatı kesin kılmak ve pekiştirmek için bîat yemininin bir
bölümü haline geldi. Ve, “eğer ben falana yaptığım bîatı bozarsam karım boş olsun.” sözü
meşhur oldu.

İbn Teymiye bu konuda uzun uzun düşünüp incelemeler yaptıktan sonra: Bu, sadece bir yemin
türüdür. Buna aykırı davranma halinde veya anlatılan olayın tersine bir durum ortaya çıktığı
takdirde yemin eden kişi günah işlemiş olur. Yeminini bozmuş olur. O zaman o kişiye yeminin
keffâretini (cezasını) ödemesi gerekir. Nikâhı düşmüş olmaz, boşama gerçekleşmez diye fetva
vermiştir.

Her ne kadar İbn Teymiye bu fetvasını destekleme yolunda dört mezhepten bazı imamların ve o
mezheplerin bazı âlimlerinin görüşlerini ileri sürmüşse de gerçek şu ki, onun bu fetvası, o
mezheplerin meşhur ve kesin kararlarına aykırıdır. Onun fetvası, yeni bir buluş ve kendine has
bir ictihad olarak gözükmektedir. Bu bakımdan bu fetvadan dolayı genel olarak bir huzursuzluk
ortaya çıktı. Huzursuzluk daha fazla artmasın,

her kafadan bir ses çıkmasın diye âlimler ve kadılar bu fetvadan vazgeçmesini ona tavsiye
etmeyi gerekli gördüler. H. 718 yılının olaylarını anlatırken İbin Kesîr şöyle yazar:

“Rebîulevvel ayının 15. Perşembe günü başkadı Şemseddin İbn Müslim, İbn Teymiye ile görüştü.
Ve talâk sözü olarak kullanılan yemin etme konusunda bundan sonra fetva vermemesini tavsiye
etti. İbn Tey-( miye de tavsiyeyi kabul etti. Onun hatırına ve fetva erbabını gözetme uğruna buna
söz verdi. Cemâziyelevve-lin başında Mısır’dan Sultan fermanı da geldi. O fermanda İbn
Teymiye’nin talâkla yemin etme konusunda fetva vermesi menedilmişti. Genel bir toplantıda bu
ferman okundu. İmam İbn Teymiye de bunu kabul etti. Bu, şehirde ilân edildi.

Sultanın bu fermanından önce fetva verme yetkililerinden bir grup, kadı İbn Müslim ile
görüşmüştü. Bu kişilerin tavsiyesi ile de Kadı İbn Müslim, İbn Teymiye’nin bu konuda sessiz
kalmasını istemiş, İbn Teymiye de kargaşa ve çatışmalardan uzak kalmak için bunu kabul
etmişti.[93]
Anlaşılıyor ki, sultan fermanının gelmesinden sonra; belki de, hükümetin bu konuya müdahale
etmeye hakkı yoktur; hükümetten çekindiği için bir âlimin bilgisini ve görüşünü gizlemesi caiz
değildir, düşüncesi ile veya belki de bu meselede o daha da kesin bilgiye ulaştığından ve
gönlünün daha fazla huzur bulup rahata ulaşması sebebiyle o kendi görüşüne uygun olarak ye-
niden fetva vermeye başladı.

Hükümetin meneden emrine hiç aldırış etmedi. Bu sebeple İbn Kesîr, H. 720 yılının olaylarından
bahsederken şöyle yazar:

“22 Recep Perşembe günü eyâlet başkenti Şam’da sultan vekilinin de hazır bulunduğu bir
toplantı yapıldı. Bu toplantıya dört mezhebin kadısı, fetvacıları ve şeyhülislâm da katıldı. Fetva
vermeye başlamasından hoşlanmadılar. İşte bundan dolayı sultan vekili onun kale içinde göz
altında tutulmasına emir çıkarttı. Böylece H. 720 yılının 22 Recebinde İbn Teymiye Kale’de
hapsedildi.”

Ama bu gözaltı süresi uzun sürmedi. 5 ay 18 gün sonra, 10 Muharrem 721’de serbest
bırakılması için doğrudan Mısır’dan emir geldi. Ve hemen serbest bırakıldı.”[94]
En Son Hapsedilişi:
 

721 Hicriden 726’ya kadar, aşağı yukarı 5,5 sene Şeyhülislâm İbn Teymiye, tam bir serbestlik
içinde ve kendini vererek ders okutmaya, kitap yazmaya, fetva vermeye, vaaz ve nasihat etmeye
devam etti. Bu süre içinde o, daha çok Hanbeliyye medresesinde veya “Kassâsîn” denen yerde
bulunan kendine ait medresede ders veriyordu. Bu arada o eski kitaplarına ve küçük çaptaki
eserlerine eğildi. Onlar üzerinde incelemelerde ve düzenlemelerde bulundu. Yeni birtakım eser-
ler yazdı.

Belki o bu süre içinde çok faydalı işler yapabilir, bazı önemli konularda kaleminden çok kıymetli
ve nadir kitaplar çıkarabilirdi. Ama onun ilmî üstünlüğü ve bazı meselelerde kendi başına oluşu,
çağdaşları ve hatta kendisi için büyük bir imtihan oldu. Karşılığında ağır ödemelerde bulunmak
zorunda kaldı. Yine de uzun süre huzur içinde oturması mümkün olmadı. Kısa bir süre geçti,
hemen yeni bir sorun tartışma alanına çıktı. Bu sorun halk tabakası ve özel kesimin hepsinin
ilgisini çeken bir sorundu. Bu sorun, talâk meselesi gibi tamamen bir fıkıh meselesi değildi.
Aksine, bu sorunda hissî (duygusal) taraf da vardı. Ve kalpleri huzursuz etme yönü fazlaydı.
Gönülleri rencide etme özelliği derindi. Bu; Hz. Peygamber Efendimiz’in mübarek kabrinin
ziyaret edilmesi meselesiydi.

İbn Teymiye 17 sene Önce verdiği bir fetva ile; bir kabri ziyaret etmek için (isterse bu kabir
Allah’ın Rasûlü Hz. Muhammed Aleyhisselam’m nurlu kabri olsun) bir yolculuğa çıkmak, böyle
bir ziyaret için özel yolculuk yapmak caiz değildir, demişti. Çünkü hadîs-i şerifte: “Üç mescidin
dışında ziyaret için özellikle bir yolculuğa çıkmayınız. O üç mescid ise: Kabe, benim mescidim ve
Mescid-i Aksadır.” buyurulmuştur. Burada Arapçada bir deyim olan, “semer vurmayınız, semeri
bağlamayınız “dan maksad, ana hedef, asıl gaye, tek amaç yaparak yola çıkmayınız demektir,
diyor. Sonra da her zaman yaptığı gibi bunun şer’î hikmetlerini ve buna aykırı davranıldığında da
ortaya çıkacak zararları ve yapacağı tahribatı sıralamaktadır.

Bütün bunların özeti de şudur: Böyle özel amaçlı ziyaretlerle bunlara çok önem verilmesi şirk
kapısını aralar, müşrikçe inanç ve düşüncelere yol açar. Halk bu ziyareti, ibâdet ve Allah’a yakın
olma vasıtası zannetmeye başlar. Bu noktaya ulaşan yanlış düşünceler ve inançlar kişiyi şeriat
ölçüsünün dışına çıkarır, diğer bakımdan bu insanlar o makamları ziyaret ederken din dışı ve
şeriat hârici birtakım davranışlara girerler ki,

bu da onların haktan sapmalarına sebep olur. Böylece tevhid inancı elden çıkar. Hz. Peygamber
(a.s.); kendinden sonra kabrinin, Yahudi ve Hristiyanlar arasında yaygın olan ve cahiliye devri
milletinin âdet ve merasimlerinden, yanlış ayinlerinden korunmuş olsun diye o kadar titizlik
gösterdi ki, hatta bir gün şöyle buyurdu:

“Allah yahudi ve hristiyanlara lanet etsin.(Çünkü) onlar peygamberlerinin kabirlerini tapınaklar


(secde yerleri) edindiler. “[95] Daha da büyük bir titizlikle yine şöyle buyurmaktadır: “Ya Rabbi,
kabrimi tapınılan bir put eyleme. Peygamberlerinin kabirlerini tapınak edinenlere Allah’ın gazabı
şiddetlidir.”[96] Bir de, “Kabrimi bayram (yeri) edinmeyin. Bana salât ve selâm getirin (gönderin),
çünkü siz nerede olursanız olun getirdiğiniz salât ve selâm bana ulaşır. “[97] buyurmuştur.
Herkesin gözü önünde bir alanda defnedilmeye de razı olmamış. Hz. Âişe annemizin daha sakin
ve kenarda olan odasına defnedilmiş tir. Bütün bunlar; mübarek peygamber kabrinin her çeşit
sakıncadan korunmuş olmasını sağlamak; insanlar, topluluklar halinde gelip merasimle,
şatafatlı ziyaretler yapmasına izin verilmesin diye yapılmıştır. Ama şüphesiz peygamber mescidi-
ne namaz kılmaya gelen kimse sünnete uygun biçimde ziyaretini yapar, sahabe ve tabiînden
olanların uyguladıkları gibi bir tarzla salât ve selâm getirir. İşte bu konuda İbn Teymiye’nin
sözlerinin Özeti budur[98]
Çeşitli etkenler ve itici sebeplerden dolayı onyedi sene Önceye ait bu fetva ortaya sürüldü,
reklâm edil-r, meye başlandı. Bir taraftan bu ziyareti en büyük mutluluk kabul eden, onu her
zaman arzulayan genel müslümanların duyguları bu fetva ile rencide edildi. Bu fetvada Hz.
Peygamberin makamına karşı saygıda kusur, edebde yoksunluk görüldü. Diğer taraftan da
âlimler, bu fetvada ümmetin geneline aykırı davranış, ayrı baş çekme, kendi başına görüş ileri
sürme kusurları buldular. Belki de fetvanın sadece bu yönü onları karşı çıkmaya iten ana
etkendi.

Her ne sebeple olursa olsun bu ihtilaf o derece önem kazandı, bu o kadar alevlendi ki; dönemin
hükümeti âlimlerin, hükümetin dikkatini ona çekmesiyle veya kendi idarî anlayışı sebebiyle- bu
işe müdahale etmeyi uygun gördü ve 7 Şaban 726 günü onun hapsedilmesini bildiren kararını
yayınladı. İbn Teymiye bu karara baş eğdi. Buna çok sevindiğini belirtti. Hapsedileceğim ilk
duyduğu anda; ben bunu bekliyordum, bunda çok büyük hayır ve faydalar var dedi.
İbn Teymiye Şam kalesine nakledildi, orada kendisine bir salon verildi. Dışardan devamlı su
gelecek şekilde çeşme ve su düzenlemesi yapıldı. Rahatı ve hizmetinin devamı için kardeşi
Zeyneddin îbn Teymiye’nin onun yanında kalması sağlandı. Masraflar için hükümet belli miktar
bir para ayırdı.

Onun hapsedilmesini fırsat bilen düşmanlarına intikam alma hevesi geldi. Ona karşı olanlar,
ona hased edenler, onun dostlarına, talebelerine el uzatmaya, kötülük yapmaya başladılar.
Bazılarını hayvanlara bindirip teşhir ederek dolaştırdılar. Arkasından da başkadı-nm emri ile bir
grup insan hapsedildi ise de bir kaç gün sonra hepsi serbest bırakıldı. Fakat Şeyhülislâm İbn
Teymiye’nin göz bebeği talebesi, daha sonra kendi yerini tutan, varlığı ile övündüğü öğrencisi
Hafz İbn Kay-yim; hocasının yanından ayrılmadı, orada kaldı. Hocasının vefat etmesinden sonra
ancak serbest kaldı[99]
Din ve İlim Sahiplerinin Üzülüşü ve Buna Karşı Çıkışı:
 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin hapse atılışı kendisine karşı olanlar ve onu çekemeyenlerden küçük
bir grup insanın neşelenmesine ve gönüllerinin teskin olmasına sebep oldu. Öte yandan
binlerce ilim ehli kişiler ve yüzbinlerce müslüman bu olaya çok üzüldü, elem duydu. Bu olayı
sünnet karşısında bid’atın zaferi, hak ve ehl-i hak olanlar için zillete eş bir durum gördü. Devletin
çeşitli köşelerinden, namlı şanlı, ilim ve din ehli kişiler tarafından, yüce sultan (Melik Nâsır)’m hu-
zuruna bu olaydan dolayı derinden duyulan üzüntü ve hayreti belirten mektuplar (dilekçeler)
gönderildi. Bu konuda sultanın huzuruna gönderilen mektuplardan sadece Bağdat âlimlerinin
gönderdiği mektubu nakledeceğiz. Bu mektuptan İbn Teymiye’nin davetinin ve genel İslâm
dünyasındaki yaygın ününün derecesi ve bütün hak ehli olan kişilerin, onun şahsına duydukları
özel ilgileri ve hayranlıkları anlaşılacaktır. Bağdatlı âlimler şöyle yazmaktadır:

“Doğu ülkeleri ve Irak ülkesinin halkı, Şeyhülislâm İbn Teymiye’ye sıkıntı verildiğini ve kendisine
baskı yapıldığım duyduklarında ehl-i İslâm’a bu çok ağır geldi, dindar kişilere bu bir darbe oldu.
Dinden sapmış kişilerin başı dikleşti. Bid’atçı ve keyfîne göre dini yönlendirmek isteyenlerin içi
rahatladı. O bölgenin âlim- * leri bu olayın önemini öğrendiklerinde ve önde gelen gerçek büyük
ilim adamlarının ve İslâm büyüklerinin hakarete uğratılıp aşağılanmalarından bid’at ehlinin ve
bâtıl yolcularının neşelendiklerini görünce bu çirkin olayın kötü etkilerini sultanın huzuruna
ulaştırmayı gerekli gördüler, ibn Teymiye’nin fetvalarını destekleyen cevabî yazılarını kaleme
alarak gönderdiler. Aynı zamanda onun ilmî faziletleri ve üstünlükleri hakkındaki kanaatlerini de
not ederek bunların hepsini yüce sultanın huzurlarına takdim ettiler. Bütün bunların
yapılmasına âlimleri iten güç; dinî gayret, hamiyet, İslâmın ve İslâm sultanlarının iyiliğini
istemekten başkası değildi.”[100]
Hapishanedeki Çalışmaları:
 

Uzun bir süre sonra İbn Teymiye tek başına kalıyor ve sakin bir zaman elde ediyordu. Herhalde
bundan dolayı; “bunda çok büyük bir hayır ve büyük bir maslahat vardır” demişti. Bu yalnız
kalma ve insanlardan uzak bulunmayı İbn Teymiye çok değerlendirdi, kendini tamamen vererek
ve zevk-ü şevkle ibadet ve Kur’an-ı Kerim okumakla meşgul oldu. Bundan artan vakitlerini kitap
okumak, yazmak ve kendi kitaplarını yeniden gözden geçirip düzeltmekle harcadı. Bu
çalışmaları zaten kendi başına ayrı bir ibadetti. Bu fırsatta onun en büyük meşguliyeti ve zikri
Kur’an-ı kerim okumaktı.
O, bu tutuklanmada iki sene daha hapishane hayatı yaşadı. Bu kısa süre içerisinde kardeşi
Zeyneddin ‘ îbn Teymiye ile birlikte Kur’an-ı Kerîm’i 80 kere hatmetti.[101]
Hapishanede yazdıklarının çoğunluğu tefsirle ilgiliydi. Bunun da sebebi herhalde Kur’an-ı Kerim’i
çok okuması ve üzerinde uzun uzun düşünmesiydi. Bazı . meseleler üzerinde de risaleler ve
sorulara cevaplar  yazmıştır. Dışardan gelen önemli ve özel ilmî sorulara, fıkıhla ilgili sorulara
cevaplar veriyor, bu şekilde genel  vaazlarının ve okuttuğu derslerin dışında bu işleri de ‘
yürütüyordu. Ama herşeye rağmen en büyük meşguliyeti Kur’an-ı Kerim okumak ve durmadan
ibadet yapmaktı.

İbn Teymiye’nin hapishanede yazdıklarını dışarda-ki insanlar elden ele dolaştırıyorlar, ülkenin
bir ucundan diğerine ulaştırıyorlardı. Bu sorular ve onlara verilen cevapların dışında onun
hapishanede yazdığı ayrı bir risale ziyaret meselesi üzerindeydi. Bu risalede, Mısır’ın Mâlikî
mezhebi kadısı Abdullah b. el-Ahnaî’ye reddiye vardı. O, bu risalesinde mezkûr kadının cahil bir
adam olduğunu, bilgisinin çok az olduğunu anlat- | mıştı. Kadı da onu Sultana şikâyet ederek
üzüntülerini ve öfkesini belirtti. Sultan; İbn Teymiye’nin yanında ne kadar kitap, kâğıt, kalem,
mürekkep varsa hepsinin alınmasını; yazı yazmaya ve kitap telif etmeye yarayan ne varsa
gaspedilmesini emretti.

9 Cemâziyelâhir 728’de bu emir uygulanarak okuma yazmaya ait bütün malzemeler hükümet
görevlilerince gaspedildi. Recep ayının ilk günü İbn Teymiye’-nin bütün müsveddeleri, yazı
kâğıtları hapishaneden alınarak adliyenin büyük kütüphanesine kondu. Bunlar 60 cild kitaptan
ve yazı yazmakta kullandığı 14 paket kağıttan ibaretti.[102]
Kömürle Yazma:
 

İbn Teynıiye bu olay karşısında dahi hiçbir yanıp yakılma göstermedi. Hükümetten bir şikâyette
de bulunmadı. Kendisinden kalem, mürekkep gaspedilince dağınık kağıtlar üzerine kömürle
yazmaya başladı. Kömürle yazılmış birkaç mektubu ve risaleleri bulunmuş, uzun bir süre o
şekilde korunmuştur. Bu çaresizlikler ve zorunluluk halinde bile o şükreden, kadere rıza gös-
teren bir insandı. Bu şartlar içerisinde cihad meydanında elde ettiği aynı dereceyi kazandığının,
yaptığı hizmette hiçbir fark olmadığının farkındaydı. Bir mektubunda şöyle yazar:

“Allah’a şükür, Allah yolunda büyük cihadda bulunuyoruz. Bizim buradaki cihadımız; daha önce
yaptığımız Vahdet-i Vücûdçuiara karşı, Cehmiyecilere, dağlılara (Nusayri, Bâtınî ve Karmatîlere)
karşı ve Moğol Hâkânı Gazan’a karşı yaptığımız cihaddan az değildir. Bu, Allah’ın bize ve
insanlara büyük nimetidir. Fakat insanların çoğu bunun gerçek değerini bilmiyor.”[103]
Bir başka mektubunda onun iman hali ve Allah’a baş eğip teslim oluşu şöyle parıldıyor:

“Allah Teâlâ’mn takdirinde bizim için büyük bir hayır ve hikmet vardır. Şüphesiz Rabbim dilediği
şeyde büyük lütuf sahibidir. Şüphesiz O, güçlü, üstün, mutlak bilgi ve hikmet sahibidir. İnsanlara
zarar ancak gix- nahları sebebiyle gelir. (Ayette belirtildiği gibi) “Sana) gelen her iyilik Allah’tandır
ve sana gelen her kötülüU senin kendi nefsindendir.” Bu bakımdan her hâlükâr-i da kulun
Allah’a şükretmesi, O’na hamdedip kendi giik nahlarımn bağışlanmasını dilemesi boynunun
borcudur. Çünkü şükretmek, daha fazla ve yeni nimetleriri verilmesine sebep olur. Allah’tan
bağışlanmayı dilemeli (istiğfar) de Allah’ın gazabını, azabını uzaklaştırır. Allah Teâlâ’nın insanoğlu
hakkındaki takdiri onun hakkında en iyi olandır. Hadîs-i şerifte bildirildiği gibi; “Mü’min kula bir
nimet ve onu sevindirici bir şey nasip olduğunda şükrederse, bir kötülük ve musibet geldiğinde
sabrederse bu onun hakkında daha hayırlıdır.”
Böyle bir durumda bile o, kendi tutumunun doğruf luğuna ve kusursuz olduğuna kesinlikle
inanmaktadır^ O kendi suçunu ancak; şer’î bir meselede şeriatın emri dururken, dönemin
hâkiminin hak bilip söylediği sözü kabul etmeyip ona karşı direnmesinde görür. Fakat bu
hatasını itiraf eder ve onu imanın, tevhidin bir gereği olarak anlar:

“Onların bizi en büyük suçlaması; bir insanın emrij-ne karşı geliştir. (Kaldı ki o sultan da diğer
insanlar gibi Allah’ın bir kuludur.) Kul ister devrin hâkimi olsun, isterse sultanı; Allah ve
Resulünün emrine aykırı hare1 ket ederse onun hareketi kabul edilemez. Hatta bütün
müslümanlarm ittifak ettikleri görüşe göre; Allah ve Rasûlünün emrine aykırı hareket etmesi
halinde ona itaat edilemez.” [104]
Son Günü ve Vefatı:
 

Şeyhülislâm İbn Teymiye’nin kardeşi Zeyneddin Abdurrahman şöyle diyor: Kur’an-ı Kerimi 80
defa hatmettikten sonra yeni bir hatme daha başladı ve Kamer sûresinin “Şüphesiz müttakiler
cennetlerde aydınlıklar içindedirler. Rıza gösterilen bir yerde… Kudretine nihayet olmayan bir
melikin (Allah’ın) huzurunda” âyetlerine ulaştı. Benim yerime, Abdullah b. Muhib ve Abdullah ez-
Zerâyi ile birlikte hatme başlamıştı. Bu iki kişi de salih ve temiz kişilerdi. İkisi hakiki kardeştiler.
İbn Teymiye onların okuma tarzını çok beğenirdi. Bu hatim henüz bitmemişti; (bitmeye çok
yaklaşmıştı) ki, hayatının son demleri bitti.

O, ölüm hastalığına yakalanınca sultan vekili olan Suriye genel valisi kendisini yoklamaya geldi.
Hal ve hatırını sorduktan sonra tekrar tekrar özürler dileyerek; eğer bir kusurum olduysa, ya da
sizi üzdüysem Allah için beni bağışlayın, dedi. İbn Teymiye cevap olarak şöyle konuştu:

“Ben sana da haklarımı helâl ettim, bana düşmanlık eden herkesi de affettim. Çünkü onlar
benim doğru ve hak üzerinde olduğumu bilmiyorlardı. Yüce sultan Melik Nâsır’a da beni
hapsetmesinden dolayı hakkımı helâl ettim. Ve neden beni hapsetti diye de şikâyetçi değilim.
Çünkü o, kendi nefsine uyarak değil, âlimlerin sözüne uyarak, onlara güvendiği için beni
hapsetti. Bu meselede o ma’zûrdur (suçsuzdur). Kendi şahsıma ait meselede ben herkesi
bağışladım. Sadece Allah ve Resulüne düşmanlık yapanı bağışlamıyorum.”

Ölümünden 20-22 gün önce durumu ağırlaştı, artık bir daha düzelmedi. Nihayet 22 Zilkade
728rde geceleyin Hakk’ın davetine icabet etti. Son nefesini teslim etti. ,

Bu binbir değerlerin sahibi, nice meziyetlerin ve yeteneklerin üstün insanı 67 yaşında dünyadan
göçtü.

Âyet:

“Yeryüzünde olan herkes yok olacak; ancak Celâl ve İkram sahibi Rabbinin zâtı devamlı
kalacaktır.”

Şeyhulislâm’m vefat haberini hapiste bulunduğu kalenin müezzini minareye çıkarak ilân etti.
Surlar üzerinde görevli bulunan muhafızlar da bulundukları yerlerden daha uzaklara bu haberi
yaydılar. Bu haber şehirde şimşek gibi yayıldı. Kalenin kapısı açıldı, içeri girmek için herkese izin
verildi. Halk bölük bölük geliyor, ziyaret edip gidiyordu. Derin hürmetlerinden dolayı hemen
herkes, onun Rabbine secde için saatlerce yere kapanan alnını öpüyordu.
Cenazenin yıkanmasından hemen sonra halk Kur’an-ı Kerim hatmi yaptı, erkeklerden sonra
kadınların gelmesine izin verildi, onlar da ziyaret etti. Gusül sırasında sadece o işle görevli kişiler
bırakıldı.[105]
Cenazenin Kaldırılışı ve Defnedilmesi:
 

Cenaze yıkandıktan sonra ilk cenaze namazı kalede kılındı. Şeyh Muhammed Temmâm
namazını kıldırdı. Namazdan sonra cenaze dışarı çıkarıldı. Kale ile Cami-i Kebir arasındaki bütün
yollar akın akın insanlarla dolup taşmıştı. Gün başlayalı henüz dört saat geçmişti. Cenaze, Cami-i
Kebir’e (Emevî Camii) geldiğinde halk o kadar akın ediyordu ki, asker cenazeyi çevrelemek
durumunda kaldı. Çünkü cenazeyi korumak ve işi yürütmek imkânsızlaşıyordu. İnsanların
sayısını tahmin etmek mümkün değildi. Bu büyük kalabalığın içinden biri yüksek sesle şöyle
bağırdı: “İşte, sünnet önderlerinin cenazesinin ihtişamı böyle olur.” Bunu duyan halk bir başka
şekilde dalgalandı, şahlandı.

Öğle namazından sonra cenaze namazı kılındı. Her an halkın akını çoğalıyordu. Meydanlar,
sokaklar, çarşı her taraf tıklım tıklım insan dolmuştu. Çarşı kapatılmıştı, gıda dükkânlarının hepsi
kapalıydı. Pek çok insan artık yeme içmeye vakit mi var? diyerek oruca niyet etmişti. Namazdan
sonra cenaze kaldırıldı. Omuza koymaya fırsat nerede? Cenaze başlar ve parmaklar üzerinde
gidiyordu. Her tarafta hıçkırıklar, ağıtlar, feryatlar vardı. Her dil ve dudakta övgü ve dua
kelimeleri dolaşıyordu. Aşırı sevgilerinden dolayı halk havlu ve elbiselerini sallayıp uzatarak
cenazeye sürüyordu. Halk cenazeyi görmeye, onu uğurlamaya kendini o kadar vermişti ki ne
elbiselerinden, ne ayakkabılarından haberi vardı. Cenaze başlar üzerinde taşınıyordu; bazen
öne doğru ilerliyor, bazen geriye doğru kayıyordu. Bazen de kafile yürüyemiyor, olduğu yerde
kalıyordu. Sûk el-Hayl’e (At pazarına) varıldığında kalabalığın haddi hesabı yoktu. Cenaze oraya
kondu, küçük kardeşi Zeyneddin Abdurrahman öne geçerek namaz kıldırdı. Namazdan sonra
Makbere es-Sûfîye’de (Sofular Mezarlığında) kardeşi Şerefüddin Abdullah’ın yanında toprağa
verildi.[106]
Cenaze sabahleyin kaleden çıkmıştı ama halkın aşırı hücumundan dolayı ikindi vakti defnedilme
sırası gelmişti. Görünüşe göre bütün şehir cenazeyi uğurlamaya çıkmıştı. Cenazede bulunanlar
en az 60 bin ile 100 bin arasında tahmin ediliyordu. Sadece kadınlar 15 bin kişi olarak tahmin
edilmekteydi. Bunlar cenazeye katılmış olan kadınlardı, fakat balkonlardan veya damlardan
seyrederek cenazeyi teşcî’ edenler bu sayıların dışındadır. Şam tarihinde böyle kalabalık bir ce-
naze görülmemiştir. Emevîler zamanında Şam, devlet başkenti olduğu ve nüfusu da o zaman
çok kalabalık olduğu için böyle kalabalık bir cenaze merasimi olmuş olabilir.

Pek çok İslâm ülkesinde hatta en güney ve en doğu bölgelerde bile gıyabî cenaze namazı kılındı.
İbn Receb, Tabakât el-Hanâbile adlı kitabına yazdığı dipnotta şöyle diyor: “Uzak ve yakın pek çok
islâm ülkesinde gıyabî cenaze namazı kılındı. Hatta Yemen ve Çin’de bile cenaze namazı kılındı.
Seyyahların anlattığına göre Çin’in en uzak şehirlerinden birinde cenaze namazı kılınacağı şu
cümlelerle ilan edildi: “Kur’an’ın tercümanının cenaze namazı kılınacaktır.”[107]
[1] Günümüzde bu şehre Urfa denmektedir. Türkiye’nin sınırları içinde bulunmaktadır.
[2] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/45.
[3] İbn Teymiye’den dört kuşak önceki dedesi Muhammed b. Hı-dır zamanından beri bu lâkap
sürüp gelmektedir. Böyle bir lâkabın verilmesinde tarihçiler değişik görüşler ileri sürmektedir.
Bir görüşe göre, Muhammed b. Hıdır’m annesi •nhı. (vaiz bir kadmdı)’nin adı Teymiye idi. Bu
bakımdan bu aile Teymiye olarak anılagelmiştir.
[4] Bütün bu özellikler ondan torununa geçmiştir.
[5] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.13, s.303.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/46-48.
[6] el-Kevâkibü’d-Düniye.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/49-50.

[7] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/50.


[8] Muhammed Ebû Zehre’nin İbn Teymiye isimli kitabından,  onun da el-Ukûdu’d-Dürriyye,
s.21’e havalesinden nakledilmiştir.
[9] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/51-52.
[10] el-Kevâkibu’d-Dürriye, s.2.
[11] A.g.e, s.2.
[12] İbn Teymiye Nûr Sûresi Tefsiri, s.136.
[13] el-Ukûdu’d-Dürriye, s.26.
[14] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.5.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/53-57.

[15] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/57-58.


[16] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.13, s.333
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/58.

[17] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/59-60.


[18] Bu cevap el-Akîde el-Hameviyye el-Kübrâ adıyla meşhurdur. Aşağı yukarı 50 sayfa olup,
Mecmûatu’r-Resâil arasındadır. 1323 hicrîde Mısır’da yayınlanmıştır.
[19] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 14, s.4.
[20] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/60-65.
[21] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/66-67.
[22] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/67.
[23] Müslüman adı Mahmud olan Gazan, Cengiz Han’ın torun-larmdandı. H. 694 yılında Emir
Tüzün rahmetlinin özendirmesi ve İslâmı anlatmasıyla hidâyete ermişti. Fakat beş sene gibi kısa
bir süre içerisinde bütün anlayış, ahlâk ve yaşayışının birden ve tamamen değişmesi ve İslâmı
tam bilmesi düşünülmezdi. Bu bakımdan müslüman olmalarına rağmen Moğolların dehşet
saçmalarında, kan döküp yağmalama yapmalarında hiçbir değişiklik meydana gelmemisti.
[24] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/68-70.
[25] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.9.
[26] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/70-73.
[27] A.g.e, c.14, s. 9
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/73-74.

[28] A.g.e, c.14, s. 9.
[29] A.g.e, c.14, s. 9
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/74-75.

[30] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/75-76.


[31] Hac, 22/60.
[32] Ahzâb, 33/25.
[33] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/76-78.
[34] Hac, 22/60.
[35] Ahzâb, 33/10-11.
[36] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/78-83.
[37] el-Bidâye ve’n-Nihâye, s.33.
[38] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/84-86.
[39] Muhammed Ebu Zehre, İbn Teymiye, s. 45
[40] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/86-89.
[41] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/89-90.
[42] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.37.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/91.

[43] 8 Recep tarihinde yapılan toplantı, sultan vekilinin mevcudiyetiyle yapıldı ve bu toplantıda
îbn Teymiye’nin Akî-detü’l-Vâsıtıyye isimli eseri okundu. Bundan sonraki iki toplantıda Şeyh
Safîyyuddin Neseî ve Allâme Kemaleddin b. Zemelkânî’den bahsedildi. Görüldü ki, bu Vahdet-i
Vücûd görüş ve inancı ehl-i sünnet ve’1-cemaate aykırıdır. Bunun   üzerine Şeyhülislâm İbn
Teymiye saygı ve hürmetle eve geri döndü. Halk elinde mumlar taşıyordu.
[44] er-Reddu’1-Akvam Alâ mâ fî Kitabi Füsûsi’l-Hikem, s.ll.
[45] el-PurkanBeyne1-Hakkıve’I-Bâtıl, s.U7
[46] A.g.e,S.147.
[47] A.g.e, s.145.
[48] A.g.e.,s.l45.
[49] er-Reddü’1-Akvem Ala Mâ fî Fusûsi’l-Hikem, s.42.
[50] Burada şunu hatırlatmayı gerekli görüyorum. Şeyh-i Ekber Muhiddin İbn Arabi’nin
kitaplarını okuyup onun üzerinde  geniş bilgisi olanlardan bazıları; onun kitaplarında özellikle 
Füsûsu’l-Hikem’de çok miktarda ilâveler ve dışardan ekle- meler olduğunu ileri sürmektedirler.
Şam’da İbn Arabi’nin âşıklarından ve ona ait geniş bilgisi olanlardan Ahmed el- Harun el-Asel;
kesinlikle Füsûs’un üçte biri veya daha fazlasının ilâve, sonradan ekleme ve asılsız olduğunu
söylerdi.
[51] İbn Teymiye’nin, Şeyh Nasır el-Münbecâ adına yazılmış mektubudur.
[52] Cilâu’l-Ayneyn, s.57.
[53] A.g.e, s.58.
[54] er-Reddü’1-Akvem Alâ Füsûsi’l-Hikem, s.52.
[55] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/92-104.
[56] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/105.
[57] İbn Kesîr, s.38.
[58] İbn Kesîr, s.42.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/105-106.

[59] Bu risale Şam’ın meşhur kütüphanesi Zâhiriyye’de bulunmaktadır. İbn Teymiye’nin öz


kardeşi, hapishane arkadaşı  Şerefüddin İbn Teymiye eliyle yazılmıştır. Bizim de değerli 
dostlarımızdan olan Harem’in eski imamı Abdurrezzâk jv ı    Hamza’mn   gayretleri   ve   Şeyh  
Muhammed   Nâsıfm ihtimamı ile birkaç diğer risaleyle birlikte basılıp “İlmî Derleme” ismiyle
yayınlanmıştır.
[60] Bakara, 2/159.
[61] Ibn Teymiye burada bu görüşü destekleme yolunda, dört büyük mezhebin önemli
âlimlerinin pek çoğundan alıntılar yaparak, nakillerde bulunmaktadır. Biz burada sadece bu iki
alıntıyı nakletmekle yetiniyoruz.
[62] Seyyide Nefise; Hz. Peygamber soyundan (ehl-i beytten-dir.) Halkın çok saygı gösterdiği, çok
büyük hürmet duyduğu ve ziyaret ettiği kabri Kahire’dedir.
[63] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/106-117.
[64] el-Kevâkibü’d-Dürriye, s.181.
[65] Emir Hüsameddin, Arap soyundan gelen yüksek idareciler ailesinden bir kişi ve Suriye’nin
çok değerli, heybetli, güçlü bir lideri idi. Suriyeli olması bakımından İbn Teymiye’nin mücahidce
başarılarını ve ıslah çalışmalarını Mısırlılara nispetle daha çok iyi biliyordu. Bu bakımdan İbn
Teymiye’nin serbest bırakılmasına özellikle ilgi gösterdi. Onun iyi niyeti, asaleti ve hürriyet aşkı
sebebi ile İbn Teymiye tekliflerini kabul etti. Hapishaneden çıkmaya razı oldu.
[66] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/117-118.
[67] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/118-120.
[68] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/120.
[69] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/120-123.
[70] Galiba en önemli şart da, kendi inanç ve özel görüşlerini herkese yaymaması şartı idi.
[71] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/123-125.
[72] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.49
[73] A.g.e.,c.l4, s.50
[74] Şerefüddin İbin Teymiye’nin Şam halkına mektubu, A.g.e, c.l4,s.5O
[75] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/126128.
[76] A.g.e, c.14, s.49
[77] Hitâbu Mısır, c.2, s. 418.
[78] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/128-130.
[79] Daha önceki acı tecrübeler; İslâm âlimlerini, İslâm devletinin müslüman olmayan halkının
kıyafetinde bir Ölçüde farklı bir işaret ve değişik bir görüntü olması gerektiği kanaatine
vardırmıştı. Haçlı savaşlarından sonra Mısır ve Suriye’de pek çok yabancı ülkelerden gelmiş
hristiyan vardi. Bunlar dışarıdan İslâm ülkesine saldıranlara severek casusluk görevi
yapıyorlardı. Ayrıca müslüman toplumu içinde gizlenerek kendi bozuk etkilerini yayıyorlardı.
H.721 yılının olaylarını anlatırken İbn Kesîr şöyle yazmaktadır:
6 Cemâziyelevvel’de Kahire’de korkunç bir yangın çıktı.Canım köşkler, muhteşem saraylar,
kasırlar ve bazı mescitler bu yangının alanı içine girdi. Halk paniğe kapılmış, camilere toplanarak
âfetten kurtulmak için Kunut duasını okuyordu. Yapılan araştırmalarda bazı hristiyanların
kundaklaması olduğu anlaşıldı. İşte o zaman hristiyanların mavi elbise giymeleri, sarıklarında
belirli işaret taşımaları ve hiç bir şekilde onların bir işte kullanılmaması karara bağlandı. Bunun
üzerine yangın olayları son buldu. Bu tecrübelerden dolayı bir süreden beri hıristiyanlann sarı
renkte sarık sarmaları mecburiyeti getirilmişti. Sultan Nasırın tekrar tahta geçmesi üzerine, bu
kanunun feshedilmesi için hıristiyanlar bir çaba harcamıştı.

[80] A.g.e, c.14, s.54.


Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/130-132.

[81] A.g.e, c.14, s.54.


[82] A.g.e, c.14, s.54.
[83] Muhammed Ebû Zehra, İbn Teymiye
[84] A.g.e. Muhammed Ebû Zehra, İbn Teymiye.
[85] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.66
[86] A.g.e, c.14, s.66.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/132-136.

[87] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/136.


[88] Fetevâ-yıİbn Teymiye, c.1-5..
[89] Reful-Melâm Ani’l-Eimmeti’l-A’lâm.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/137-139.

[90] Bu hadislerin senet ve metinleri hakkında ikinci taraf söz söylemiş, birinci taraf da hadis
usûlüne göre ona cevap vermistir.
[91] Fetevâ-yı İbn Teymiye, c.3, s.38.
[92] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/140142.
[93] el-Bidâye ve’n-Nihâye, c.14, s.87.
[94] A.g.e., c.14, s.87
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/142-145.

[95] Buharî ve Müslim.
[96] Mâlik; Muvatta; Müsned-i İmam Ahmed.
[97] Sünen-i Ebû Dâvud v.s.
[98] Bu düşüncenin ana gayesi, “Tevhİd inancı üzerinde titizlik göstermek, şirke giden yolları
tıkamak, müşrikçe âdet ve hareketlere engel olmak” olduğu sürece hiçbir âlimin buna karşı
çıkamaması gerekir. Ama bunun için peygamberin kabrini ziyaretten menetmek de aşırılık gibi
geliyor. Bu mesele onun ilmî ve dinî büyüklüğüne aykırı ve onu takdir etmemize mani değildir.
Bu mesele onun hapiste ölmesine sebep olacak kadar büyük ve ağır bir mesele de değildir.
[99] M. Ebû Zehra, İbn Teymiye, s. 80.
Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/145-149.

[100] eî-Ukûdu’d-Dürriye, s. 350; el-Kevâkibu’d-Dürriye, s. 198.


Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/149-150.

[101] el-Bidâye ven-Nihâye, s. 138.


[102] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/150-152.
[103] Muhammed Ebû Zehra, İbn Teymiye.
[104] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/152-153.
[105] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/154-155.
[106] Bu mezarlık; İbn Asâkir, İbn Salâh, İbn Esîr, Ebu’l-Haccâc el-Mizzî, Hafız İmâdüddîn İbn
Kesîr v.s. gibi ilim ve kalem ehli büyük âlimlerin bulunduğu bir yerdir. Şimdi tamamen yok
olmuş, üzerine kocaman binalar yapılmıştır. Sadece İbn Teymiye’nin mezarı, Suriye
Üniversitesi’nin salonuyla  hastahanenin Ön tarafı arasında hâlâ durmaktadır. 10 Şevval 1370
Hicri (28 Temmuz 1951) tarihinde büyük âlim Muhammed Behçet el-Beytâr’la birlikte burayı
ziyaret etmiştim. Onun anlattığına göre; üniversitenin bir inşaatı sırasında bu kabrin kazıldığını
duyan reisicumhur Şükrü el-Kuvvetli, hristiyan olan üniversite rektörüne haber göndererek
mezarın tahribini durdurmuş ve bugüne kadar korunmasını sağlamıştır.
[107] Ebu’l-Hasan En-Nedevi, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/155-157.

You might also like