You are on page 1of 319

ARAYIŞ

TANRI FİKRİ VE EVRİMİ

AYDIN PARLAR
*Kapak görseli William Blake, The Ancient of Days
2020
İÇİNDEKİLER
I. Bölüm
1. GİRİŞ 2
2. İBRAHİM VE İSHAK’IN HİKAYESİ 5
3. İBRAHİM’İN ARAYIŞI 7
4. VAROLUŞ 12
5. TARİHİN MASAL HALİ 15
6. MISIR TANRILARI 20
7. SÜMER TANRILARI 24
8. ANTİK YUNAN PANTEONU 30
9. TEK TANRIYA DÖNÜŞ 36
10. İBRAHİM VE SOYU 39
11. YUSUF 49
12. MUSA 56
13. ÇIKIŞ 66
14. YENİ TOPRAKLARDA İSRAİLOĞULLARI 71
15. YIKILIŞ VE SONRASI 80
16. ZERDÜŞTLÜK 83
17. SON İSRAİL KRALI 88
18. İSA 100
19. ESSENİLER 117
20. GÜNEŞ KÜLTÜNÜN İLİŞKİSİ 124
21. MİTHRAİZM 130
22. ROMA’NIN DÖNÜŞEN DİNİ 142
II. Bölüm
23. ALLAH HEP ALLAH MIYDI 145
24. KABALA 157
25. ÂDEM VE HAVVA 170
26. CENNET 172
27. CEHENNEM 177
28. GNOSTİSİZM 185
29. MANİHEİZM 191
30. PAVLİKANLAR 198
31. IŞIĞIN ÇOCUKLARI 201
32. BOGOMİLLER 204
33. KATHARLAR 207
III. Bölüm
34. İSLAM 218
35. HALİFELİK MESELESİ 226
36. TASAVVUFUN DOĞUŞU 230
37. HALLAC-I MANSUR 233
38. AYRILAN YOLLAR 238
39. 13. KABİLE HAZARLAR 241
40. BİR FİKRİN TEMEL TAŞLARI 245
41. FAZLULLAH ESTERÂBÂDÎ 251
42. HURUFİLİK 253
43. KALENDERİLİK 267
44. ALEVİLİK 274
45. BEKTAŞİLİK 293
46. ÜSTÜ ÖRTÜLÜ İNANÇ, IŞIK 297
I. BÖLÜM
GİRİŞ
Hayatım boyunca iki şeyi anlamaya çalıştım: kendimi ve evreni.
Böyle olunca da bu arayışın bilim, felsefe ve teoloji (Tanrıbilim)
yollarından geçmesi kaçınılmazdır. Bu ikisini birleştiren arayış
mikrokozmos olan insan ile makrokozmos olan evreni
ilişkilendirmeye çalışır. Daha önce bu ilişkilendirmeyi
yapanların tarihini ve düşünülerini araştırır. Ben de bunu
yaptım.
Bilim, oluşum ve gelişim süreçleri ile işleyiş kurallarını, yani
nasılı açıklamaya yardımcı olmaktadır. Din inanışları ve
Tanrı’nın keşfi ise neden sorusunun cevaplarını bulmaya
yöneliktir. Geçmişte yaşamış insanların bu ilişkilendirmeye
yönelik cevapları farklı farklı olsada öz itibariyle benzer
görünmekteydi. Ancak kimi inanışların açıklamaları genel
akımın oldukça dışında yeşermiş ve gelişmiş gibi görünüyor.
Üstelik ana akım ister çoğunluğun ister gücü elinde tutanların
etkisiyle bu ‘diğerleri’ni hep baskı altında tutmuş, dışlamış, hor
görmüş ve hatta daha ileri giderek inanışlarını kendileri gibi
yapmazlarsa ciddi kovuşturma ve cezalarla onları ‘ikna’ etmeye
çalışmıştır.
Ana akım düşünü ya da inanışlara terminolojide ortodoks,
bunun dışında kalanlara ise heterodoks denilmiştir. Heterodoks
olanların tarihteki davranışlarını incelediğimde fark ettiğim ya
kendi inandıkları doğrular uğruna ölmeyi tercih ettikleri -ki
çoğu zaman inanılmaz acılarla- ya da ana akımın inanışını kabul
etti görünerek takiyye1 yaptıkları ve esas inançlarını kapalı

2
gruplarında ‘ezoterik’2 olarak devam ettirdikleri yönünde.
Tarihte bu heterodoks inanışların farklı coğrafya ve
kültürlerdeki izlerine baktığımda çok benzer bazı durumlar
görmeye başladım. Üstelik bahsedilen egemenlerin baskıları
sebebiyle bu grupların sıkça göç ile karşı karşıya kaldıklarını ve
gittikleri yerlerde ismi değişse bile benzeri inanış ve
düşünülerini yanlarında götürdükleri ve yeni coğrafyalarda
yaydıklarını fark ettim.
Sözkonusu olan ‘inanç’ ise dogma3 kaçınılmazdır. Çünkü inanç
bir sorgulama meselesi değil iman meselesidir. Tanrıyı keşfedip
son biçimine evirdiğinde insanoğlunun Tanrısı bencil bir hâl
almıştır.
“Bana sorgusuz sualsiz inanacak ve benden başkasına
tapmayacaksın.”
Bu sorgulamasız inanç o dereceye ulaşmıştır ki, İbrahim’in ilk
çocuğu İsmail’i (İslam inancında İsmail olduğu aktarılsa da
Tevrat Yaratılış kısmı 22’de İshak olarak belirtilmektedir.)
sorgusuz sualsiz Tanrısına kurban etmek üzere olduğu hikâye
dinlerin imanın derecesini inananlarına örnek olarak verdiği
bilinmektedir.
Yine de özgür beyinleri sorgulamaktan hiçbir güç geri koyamaz.
Zaten anlatıya göre yaşadığı kültürün putlarından kendi ‘Tek

1
Takiyye: İnanış ya da düşünüşünü gizleyerek başka şekilde davranma.
2
Ezoterik: İçrek, belli bir kabul töreni ile arasına kattığı inisiye edilmişlere
kademe kademe, dereceler silsilesinde öğretim yapan.
3
Dogma: Doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen,
olduğu gibi benimsenen ve bir öğretinin ya da ülkünün dayanağı yapılan
sav.
3
olan Tanrı’sına İbrahim’i ulaştıran da sorgulaması değil midir?
Peki kendisinin akıl ve sorgulamayla bulunmasını isteyen
Tanrı’nın dini ne zaman donup dogmalaşıyor, ne zaman canlar
alabilecek kadar gözü kara hâle geliyor? Bunu din mi yoksa dini
tekeline alan ve üzerinden çıkar sağlayanlar mı istiyor ve
sağlıyor?
Egemenlerin kendi belirledikleri kalıplarla çerçevesi çizilmiş
dogmatik din inanışlarının aksine din inancı ve arayışı
sorgulamanın ve düşününün eseridir. Bu çalışma da hem
başkalarının daha önceki arayışlarının hem de onları
değerlendirirken kendi arayışımın bir derlemesi olacaktır.

4
İBRAHİM VE İSHAK’IN HİKAYESİ4

Daha sonra Tanrı İbrahim’i denedi. “İbrahim!” diye seslendi.


İbrahim, “Buradayım!” dedi. Tanrı, “İshak’ı, sevdiğin biricik
oğlunu al, Moriya bölgesine git” dedi, “Orada sana
göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.”

İbrahim sabah erkenden kalktı, eşeğine palan vurdu. Yanına


uşaklarından ikisini ve oğlu İshak’ı aldı. Yakmalık sunu için
odun yardıktan sonra, Tanrı’nın kendisine belirttiği yere doğru
yola çıktı.

Üçüncü gün gideceği yeri uzaktan gördü. Uşaklarına, “Siz


burada, eşeğin yanında kalın” dedi, “Tapınmak için oğlumla
birlikte oraya gidip döneceğiz.”

Yakmalık sunu için yardığı odunları oğlu İshak’a yükledi. Ateşi


ve bıçağı kendisi aldı. Birlikte giderlerken İshak İbrahim’e,
“Baba!” dedi. İbrahim, “Evet, oğlum!” diye yanıtladı. İshak,
“Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?” diye
sordu.

İbrahim, “Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi


sağlayacak” dedi. İkisi birlikte yürümeye devam ettiler.
Tanrı’nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak
yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak’ı bağlayıp sunaktaki
odunların üzerine yatırdı.

4
Tevrat Yaratılış 22
5
Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. Ama Rab’bin meleği
göklerden, “İbrahim, İbrahim!” diye seslendi. İbrahim, “İşte
buradayım!” diye karşılık verdi.

Melek, “Çocuğa dokunma” dedi, “Ona hiçbir şey yapma. Şimdi


Tanrı’dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden
esirgemedin.” İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık
çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun
yerine onu yakmalık sunu olarak sundu.

Rab’bin meleği göklerden İbrahim’e ikinci kez seslendi:

“Rab diyor ki, kendi üzerime ant içiyorum. Bunu yaptığın için,
biricik oğlunu esirgemediğin için seni fazlasıyla kutsayacağım;
soyunu göklerin yıldızları, kıyıların kumu kadar çoğaltacağım.
Soyun düşmanlarının kentlerini mülk edinecek. Soyunun
aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü
sözümü dinledin.”

6
İBRAHİM’İN ARAYIŞI5
“Gecenin karanlığı O’nu (İbrâhîm’i) kaplayınca O bir yıldız
gördü. «Rabbim budur!» dedi. Yıldız batınca «Ben batanları
sevmem!» dedi. (Daha sonra) Ay’ı doğarken
görünce (yine) «Rabbim budur!» dedi. O da batınca «Rabbim
bana doğru yolu göstermezse, elbette yoldan sapanlardan
olurum.» dedi. Güneş’i doğarken görünce de «Rabbim budur!
Zîrâ bu daha büyük.» dedi. O da batınca dedi ki: «Ey kavmim!
Ben sizin (Allâh’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım! Benim
Rabbim, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allâh’tır! Ben
hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve
ben müşriklerden değilim.»” (el-En’âm, 76-79)
“O (İbrâhîm), gizlice onların tanrılarına sokuldu: «Yemez
misiniz?» dedi. (Cevap gelmeyince) «Neyiniz var ki
konuşmuyorsunuz?» dedi ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle
onlara kuvvetli bir darbe indirdi.” (es-Sâffât, 91-93)
“Sonunda (İbrâhîm) onları paramparça etti. Yalnız en
büyüğünü, belki ona mürâcaat ederler diye bıraktı. (Putları
kırılmış gören halk:) «–Bunu tanrılarımıza kim yaptı?
Muhakkak ki o, zâlimlerden biridir.» dediler. (Bir kısmı:) «–
Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhîm
denilirmiş.» dediler. «–O hâlde O’nu hemen insanların gözü
önüne getirin; belki şâhitlik ederler.» dediler.
(Sonra İbrâhîm’i oraya getirtip) «–Bunu ilâhlarımıza sen mi
yaptın ey İbrâhîm?» dediler. (O da) «–Belki de bu işi şu
büyükleri yapmıştır. Hadi eğer konuşuyorlarsa onlara sorun!»

5
Kuran-ı Kerim
7
dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi
kendilerine) «–Zâlimler, sizlersiniz sizler!» dediler.
Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: «–Sen
bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun!» dediler. İbrâhîm:
«–Öyleyse, Allâh’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar
veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?» dedi. Size de,
Allâh’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz
akıllanmaz mısınız?» (el-Enbiyâ, 58-67)
Putperest halk, Hazret-i İbrâhîm’in bu ifâdelerinden putları
O’nun kırdığına iyice kanâat getirdi. Bedbaht putperestler,
yapılan işi hazmedemediler ve şu taş parçalarının âcizliklerini
görüp Hakk’a yöneleceklerine, Hazret-i İbrâhîm’e ateş
püskürdüler:
“(Bir kısmı:) «Eğer bir şeyler yapacaksanız, onu yakın ve
böylece tanrılarınıza yardım edin!» dediler.” (el-Enbiyâ, 68)

Anlatılardan görüldüğü üzere İbrahim bir arayış içerisindedir.


Akıl yürütme ile hem doğada gördükleri arasından hem de içinde
yetiştiği kültürün ona dayattığı dogmalardan öncelikle aklını
kullanarak sıyrılmıştır.
Aramayan bulamaz!
İbrahim ismi özellikle önemlidir. Günümüzde ‘semavi din’
olarak adlandırılan kimi zaman yanlış olarak ‘üç büyük din’
olarak seslendirilen (zira Hıristiyanlar 2,2 milyar, Müslümanlar
1,6 milyar, Hindu’lar 1 milyar, Budistler 500 milyon, Museviler
ise yaklaşık 14 milyon nüfusa sahipken geleneksel kültürel
dinlere inanan 400 milyon nüfusa sahip insan vardır) dinler
8
anlaşmazlık yaşadıkları yerde kendilerine anlaşmazlığı
kaldıracak en eski ortak nokta olarak İbrahim’i seçmiştir. Babil
bölgesinden Mısır’a göçü ile ve hâtta Mekke’deki Kâbe’yi inşa
ediş anlatıları ile bölgede inanışın yayılmasına öncü ortak ata
olarak İbrahim’i verebiliriz. Ben bu çalışmada inanışlardan
bağımsız olarak tarihi gerçekler, kişilikler ve geçişkenlikler
peşinde olduğumdan bir inanış önderi olarak değil karakter
olarak söz ediyor olacağım. Bu sebeple Hazret öneki
kullanmayacağım. Ayrıca İslam dininin Tanrısı olan Allah
yerine genel bir terim olarak Tanrı’yı kullanmayı seçtim. Bunda
farklı inançtan ya da inanmayan okurlar açısından tarafsız
yaklaşım gayretimin etkisi var. Zira örneğin Süleyman
Müslümanlar için peygamber kabul edilirken, Museviler için bir
kraldır. Değişik inanışlarda aynı karakterler farklı roller
alabilmektedir. Bununla birlikte bir dinin özel konusu
tartışılırken anlaşılması açısından ön ek veya dine özel
isimlendirme kullanılması da tercih edilebilecektir.
İbrahim’in Tanrı arayışı ve sorgulayışını çok daha geri
götürebiliriz. Baskın dini inanışlarda insanlığın başlangıcı olarak
‘Âdem’in yaratılışı’ ilk kabul görülse de antropolojik olarak bir
canlı türü olan Homo Sapiens’in Tanrı fikrini geliştirmesini biraz
takip etmekle başlayabiliriz.
Tanrı fikrini geliştirmek diyorum. Bu durum ilginçtir Hıristiyan
inancının başkenti Vatikan’da Sistine Şapeli’nde yine
Heteredoks inanca sahip Michelangelo tarafından üzeri örtülü
şekilde ortaya konulmuştur. Papa II. Julius tarafından 1508-1512
yılları arasında şapelin tavanını yenilemekle görevlendiren
büyük ortaçağ sanatçısı tavanda ‘Adem’in yaratılışı’ isimli
eserinde çok değişik bir yorum yapmıştır.
9
Bu eserde dikkat edilirse Tanrı meleklerin taşıdığı şekilde
Âdem’i yaratmak için âdeta zorlanırken deyimin tam yerinde
olduğu şekilde Âdem parmağını bile kıpırdatmamaktadır.

10
Parmağını biraz daha uzatsa rahatlıkla temas olabilecekken çok
rahat bir haldeki Âdem istifini bozmamaktadır. Bu da sanatın
dilini bilenler açısından hangisi diğerini yaratıyor sorusunu
ortaya çıkarmaktadır.

Üzerine isteksizce aldığı görevinde Michelangelo tüm


heterodoksların genel tavrı olan ‘sizin gibi görünürüm ama fırsat
bulduğumda kendi inancımın izlerini de mutlaka bırakırım’
davranışını sergilemiştir.
Şimdi bu zihinde yaratılan ‘Tanrı’ kavramını incelemeye
koyulalım.

11
VAROLUŞ
İnsanoğlu, başlangıçta, her şeyin ilk nedeni, gökyüzü ve
yeryüzünün hâkimi olan bir Tanrı yarattı. Bu Tanrı biçimsel
olarak betimlenmedi; hizmetinde ne bir tapınak ne de din
adamları vardı.
Ve o, yetersiz insan kültü ile ilişkilendirilemeyecek kadar
yüceydi. Zamanla insanların bilincinden silindi. O derece
uzaklaştı ki, insanlar artık ona ihtiyaç duymadıklarını
düşündüler. Sonunda, kaybolup gittiği söylendi.
Bu, en azından, Peder Wilhelm Schmidt'in ilk olarak 1912'de
yayımlanan The Origin of the idea of God (Tanrı Fikrinin
Kökeni) adlı yapıtında popülerleştirilen bir kuramdır. Schmidt,
insanların bir dizi Tanrı'ya tapınmaya başlamalarından önce ilkel
bir tektanrıcılığın varolduğunu ileri sürer. İlk önce, dünyayı
yaratan, insanın yaşamını uzaktan yöneten tek bir Yüce Tanrı'ya
inanılmıştır. Göklerle ilişkilendirildiğinden beri bazen Gök
Tanrı olarak da adlandırılan böylesi bir Yüce Tanrı inancı bugün
de hala birçok Afrika kabilesinin dinsel yaşamının bir özelliği
olmaya devam etmektedir.
İbadetlerinde o Tanrı'ya güçlü duygularla yakarırlar; onun
kendilerini izlediğine, yanlışlıkları cezalandıracağına inanırlar.
Bununla birlikte, ilginçtir ki, o, kendilerinin günlük
yaşamlarında ortalıkta gözükmez; hiçbir özel kült oluşturmaz ve
asla hiçbir şekilde betimlenemez.
Kabile halkı onun tasvir edilemez olduğunu ve insanoğlunun
dünyasınca kirletilemeyeceğini söyler. Kimileri onun tamamen

12
'çekip gittiğine' inanır. Antropologlar bu Tanrı'nın fiilen daha alt
seviyedeki ruhlar ve daha ulaşılabilir Tanrılarca ikame edilecek
derecede uzaklaşıp, ululaştırıldığını ileri sürerler. Schmidt'in
kuramı aynı şekilde, eski çağlarda Ulu Tanrı'nın, yerini pagan
panteonlarının6 daha cazip Tanrılarına bıraktığını iddia eder.
Dolayısıyla, başlangıçta tek Tanrı vardı. Bu doğruysa,
tektanrıcılık insanoğlunca yaşamın sırrı ve trajedisini açıklamak
için geliştirilmiş en eski düşünsel tasarımlardan birisiydi.7
Çekip gittiğine ya da göğe, tahtına yükseldiğine inanılan Tanrı
geriye büyük bir boşluk bırakmıştır. Öyle ki bu boşluğu denildiği
gibi yerini ikame eden başka Tanrılar, onların yeniden evrimi ile
bu sefer başka bir Tanrı doldurmuştur! Hâtta günümüz
toplumlarında hayat o kadar yoğun tempoda devam etmektedir
ki arayışı bile bırakmış olanlar bilimle ve gözlemle evreni
çözdüklerini, onun yerini doldurduklarını da düşünmüşlerdir.
Ancak bilim bugün bigbang’in (büyük patlamanın) bir başlangıç
değil, gelişimin safhalarından biri olduğunu; gözlemlenen
evrenin olup biteni açıklamaya yetmediği ve evrenin aslında
ezici bir yüzdesinin görünmeyen, etkileşime geçmeyen
‘karanlık madde’ adı verilen bir ‘boşluk’ olduğunu fark etmeye
başlıyor. Belki karanlık maddeyi ve doğasını da açıklayacak
teknik, bilgi ve gözlem yeteneğine yakında kavuşacağız. Ancak
bu boşluk arayışı hemen bitecek gibi görünmüyor. Bu da ortaçağ
aydınlanması ve kimi ezoterik örgütleri yakından ilgilendiren
Francis Bacon’ın bir sözünü akla getiriyor:

6
Çok Tanrılı inanışlarda bir halkın bütün tanrıları.
7
Tanrı’nın Tarihi, Karen Armstrong
13
"Az felsefe insanı tanrıtanımazlığa götürür, derinlemesine
felsefe insanları Tanrıya vardırır." (Felsefe yerine bilim de
konulabilir.)
Tanrı kavramının kökeni araştırmalarına başlayınca bugünkü
inanış ile geçmişi değerlendirmeye çalışıyoruz insan zihninin bir
aldatmacası olarak. Örneğin ilkel insan topluluklarının av
sahnelerini mağara duvarlarına resmetmelerini yaşamlarının bir
dışa vurumu olarak görmek yetmiyor, çizilen figürler arasında
bir de bizim bugün dinsel sembol olarak gördüğümüz bazı
şeyleri benzetmeye çalışıyoruz. Avda öldürülen hayvanların
postlarının kullanılıyor olmasını sadece ısınma ve örtünme
ihtiyacından kaynaklanmayıp bir de öldürdüğü hayvanın
güçlerini alacağını düşünmesini gerekli görüyoruz. İlkel bir
animizm ile doğaya saygı ve dolaylı yoldan doğa tapınımı gibi
yorumlara vardırıyoruz. Avlarının kan kokusu ile yırtıcıların
yaşam alanlarına varışını engellemek için bazı parçaları uzak
yerlere yırtıcılar için bırakmak gibi daha basit sebepleri
olabilecek bazı uygulamaları, tapındıklarına kurban verme
ritüeli olarak yorumlamaya çabalıyoruz.
Din düşüncesi göreceli olarak çok daha yeni bir tarihte ortaya
çıkmıştır denilebilir. Şu an elimizdeki en eski kaynak diğerlerine
de kaynaklık etmiş olduğu açıkça belli olan Sümer tabletleridir.
Bunlar ise MÖ 4000’lere kadar tarihlenebiliyor. Oysa bizler
bugün 12.000 yıllık olduğu tahmin edilen Göbekli Tepe gibi
yapılar bulduğumuzda hemen yeni bir tapınak olduğu yorumuyla
özgür düşünce ve arayışın yolunu kapatıyoruz. Halbuki şu ana
kadar yapılan kazı çalışmalarında ne Göbekli Tepe ne yakın
çevresinde bir yerleşim yeri ne de burada insan ya da hayvan
kurban edildiğine dair bir bulguya rastlanmış değil!
14
TARİHİN MASAL HALİ
Tarihin derinliklerine inerken bir problem yaşar insan beyni.
Zaman çizelgesi birbirine karışır. Örneğin Mısır piramitlerinin
çok eski olduğunu bilir; Meksika, Itza’da Kukulcan El Castillo
piramidini de görür ve bunun da MÖ 2 veya 3. bin yıllarından
kaldığını düşünür ve aynı anda nasıl olur da tüm kıtalarda
benzer yapıların ortaya çıktığına şaşar. Bu bir yanılsamadır.
Çünkü El Castillo’nun MS 1000 (8-12. yüzyıllar arası demek
daha doğru olur) yapıldığı düşünülmektedir. Anlayacağınız
arada 3-4 bin yıllık ‘basit’ bir hata yapmaktadır.
Bitmedi, Göbekli Tepe’yi görenin aklına hemen Stonehenge
dikili taş yapıları gelir. Oysa uzmanlara göre biri 12 bin diğeri
4-5 bin yıllık yapılardır ve arada 7-8 bin yıllık ‘basit’ bir zaman
farkı vardır.
Bu durum inançlarda da böyledir. Örneğin Zerdüştlüğü sorsak
göreceli yakın zamanda Hıristiyanlık ve hatta Müslümanlıktan
sapanların veya etkilenmişlerin inancı olarak tahmin edecek
çok kişi çıkar. Oysa kimi araştırıcılara göre MÖ 660 kimine göre
ise MÖ1 780 yıllarında yaşamış olan Zerdüşt’ün inançları da
bilinen dinlere büyük etkiler yapmıştır. Bu etkileri ayrıca
incelemeye çalışacağım. Ancak belirtmek istediğim
araştırmalarda inanç ve kültürler arası geçişkenlik teorilerini
incelerken kronoloji ve coğrafya etmenleri özellikle önemlidir.
Zira insanlarda yine gözlemlediğim kendi ırkı, inancı gibi alt
kimlikleri öylesine baskın ki, bu alt kimliklerin ya da egemen
söylemlerin dışında bir başka görüş olabileceğini asla araştırma
ihtiyacı duymuyor. Kazayla diğer teorileri duyduğunda ise
inkâr yoluna başvuruyor. En üstün, erdemli ahlâklı ulusun,
dinin ve hatta daha alt kırılım olan mezhep, kabile, aile
15
gibi ögelerin kendinin ait olduğu grubunki olduğuna şüphesiz
inanmış oluyor.
Bu kişiler için duyacakları bilgiler biraz şok edici olabilir!
Tarihle ilgilenenler için iki yol var. Biri spekülatif olan ve
kurgular ile inşa edilen, diğeri belge ve bilimsel yöntem ile
teorisi kurulan tarih. Elbette tarih günümüze yaklaştıkça ikincisi,
uzaklaştıkça birincisi ağırlık kazanıyor diyebiliriz.
Evrenin bilinen varlığı 13,8 milyar yıl yaşında. Ancak yeni
teoriler bunun ilk başlangıç değil sadece bizim
gözlemleyebildiğimiz form değişikliği olabileceğini öne
sürüyorlar. Güneş 4.6, Dünyamız ise 4.5 milyar yaşında…
Dünya’da yüzeyin soğuyup, okyanusların oluşması ve ilk tek
hücreli yaşamın başlaması ise 3.8 milyar yıl önce gerçekleşti
deniliyor. Spekülatif olarak son 100 veya birkaç bin yıllık
insanlık gelişimi gözönüne alındığında bazı teoriler milyarlarca
yıllık bu sürede defalarca yüksek medeniyetlerin ortaya çıkmış
ve yok olmuş olabileceğini öne sürmektedir. Tektonik plaka
hareketleri ve dağ sıralarının yapısına bakarak geliştirilen ‘Süper
Kıta’ teorisine göre 2,8 milyar yıl önce Kenorland, 2 Milyar yıl
önce C olumbia gibi süper kıtalar vardı. Her 500-750 milyon
yılda bir kıtalar ayrılıp yeniden birleşerek yeni süper kıtalar
oluşturuyor. En son süper kıta ise Pangea adını almıştı. Elbette
bu devasa kara hareketleri bugün birkaç bin yıllık medeniyetlerin
bile izlerini zorlukla bulduğumuz teknolojimizle eski
medeniyetler ile olan bağımızı koparmış olabilir. Yine de kayıp
kıta Mu ve onun bir kolonisi olan Atlantis’in batış hikâyesi en
sevilen kurgulardan gibi görünüyor.

16
Bu yaklaşıma en çok sahip çıkanlardan biri anlatıları
bilimsellikten uzak olmakla birlikte iyi bir derlemeci olan
Cihangir Gener’dir. Eserinde bu konuyu şöyle işleyerek kayıp
olanla, bilinen kadim Mısır’ın ilişkisini şöyle kuruyor:8

Mu uygarlığı gibi, insanlık tarihi üzerinde etkili olmuş bir diğer


batık kıta uygarlığı da Atlantis uygarlığıdır. Atlantik
okyanusunun üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, James
Churchward'dan binlerce yıl önce Mısırlı rahipler tarafından,
Yunanlı filozof Eflatun aracılığıyla insanlığa duyurulan
Atlantis, kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildi. Atlantis, Mu
uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman içinde bağımsızlığını
kazanarak, bir imparatorluğa dönüştü. Peki, Mısırlı rahipler,
durup dururken Eflatun'a bu sırrı niye verdi? Çünkü Eflatun da
Mısır'da inisiye edilmişti ve kardeşleriydi.
C hurchward Atlantis'in, Amerika ile Afrika arasında yer
aldığını söylüyor. Diğer bazı araştırmacılar, bu batık kıtayı
başka yerlerde arıyorlarsa da kıtanın battığı okyanusun aynı
adı taşıması, Atlantis'in Atlantik okyanusu üzerinde olduğu
savlarını güçlendiriyor.
Eflatun Atlantis'i, Solon ve Kritias'ın ağzından anlatmıştır. Bu
iki filozof arasındaki konuşmaya göre, Firavun Amosis
döneminde (MÖ 570-525) Sais şehrini ziyaret eden Solon
burada bir üstad rahip tarafından Atlantis hakkında
bilgilendirilmiştir. Bu rahip Solon'a, eskiden Cebelitarık boğazı
ötesinde çok büyük bir kıta olduğunu, Mısır'dan hareket eden
bir kişinin denize ulaştığında, adadan adaya geçerek okyanusu

8
Ezoterik Batıni Doktrinler Tarihi, Cihangir Gener
17
aştığını ve karşı kıyıdaki bir diğer kıtaya ulaşabildiğini
söylemiştir. Rahibin ifadesine göre bu kıta 9 bin yıl önce,
(günümüzden 12 bin yıl önce) büyük bir tufan ve deprem
neticesinde sulara gömülmüş ve kolonisi olan Mısır ile ilişkisi
kesildiği için Mısır uygarlığı gerilemiştir.
Mısır'da 10 yıl kadar kalan Solon'un, yönetici rahiplerle yakın
temasına rağmen onların kardeşlik örgütüne inisiye edilip
edilmediği hakkında bilgi yoktur. Öte yandan, bir diğer Yunanlı,
tarihçi Heredot da Mısır'ı ziyareti sırasında yine rahiplerle
konuşmuş ve bu rahipler kendisine örgütlerinin 11 bin yıldan bu
yana varlığını sürdürdüğünü söylemişlerdir.
İngiliz araştırmacı Churchward, Naacal tabletlerinde Atlantis'e
önemli bir yer verildiğini ve önceleri Mu'nun kolonisi olarak
uygarlaşan Atlant'lıların zaman içinde bağımsızlıklarını
kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını belirtiyor.
Tabletler, Mu kolonisi Atlantis'de Mu Kozmik Dinini öğreten
okulların bulunduğunu ancak bağımsızlık sonrası ana dinden
uzaklaşıldığını ifade ediyor. Naacal tabletlerine göre Atlantlı
rahipler, kendi güçlerini artırmak için ana dini yozlaştırmayı
çıkarlarına uygun bulmuşlardır.
Atlantis'de dini yozlaştırma, Osiris'in ortaya çıkışına kadar
sürdü. Naacal tabletlerinden ikisi, günümüzden 22 bin yıl önce
Atlantis'de doğan bu büyük insana ayrılmıştır. Tabletlere göre
Osiris genç yaşında, doğduğu yeri terk ederek Mu'ya gitti ve
burada "Bilgelik Okulları"ndan birisine girdi. Mu kıtasında
Naacaller arasında "üstad rahip ve kutsal kardeş" unvanını
alana kadar kalan Osiris, dini bir reform başlatma göreviyle
ülkesine geri döndü. Yozlaşmış Atlantis dinine ve rahipler

18
sınıfına karşı savaş açan Osiris, güçlü kişiliği ile halkı da yanına
aldı ve yozlaşmış rahipleri, itibarını yitiren mabetlerden
temizledi. Ölene kadar ülkesinin ruhani lideri olan Osiris,
kendisine teklif edilen imparatorluk unvanını reddetti. Öldükten
sonra takipçileri ve rahip kardeşleri onun anısına, yaydığı dine
"Osiris Dini" adını verdiler.
Osiris adı, Mısır Tanrıları arasında geçmektedir. Bu adın
Mısır'a Hermes (Toth) tarafından getirildiği ancak zaman
içerisinde bu saf dinin yozlaşması ile Osiris'in de ilkel
Tanrılardan birisi haline dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır
Tanrıları panteonunda adı daima Osiris ile birlikte geçen İsis,
aynı Tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horus da
kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de Osiris ve İsis gibi, bir süre
geçtikten sonra Tanrılaştırılmıştır.

19
MISIR TANRILARI
Görüldüğü gibi kökünü eskiye bağlamak isteyen bir şekilde
kendini kadim Mısır’a ulaştırıyor. Mısır’da Tanrı kavramı
bugünkü dinsel bakış açımızla anlaşılamayacak kadar
karmaşıktır. Öncelikle bir dönemin en verimli coğrafi bölgesi
Nil havzasından bahsettiğimizi; Mısır’ın bir dönemler aşağı ve
yukarı Mısır olarak iki ‘Krallık’ olduğunu; sürekli nehir
taşkınlarının hayatın rutini için takip edilmesi gereken bir husus
olduğunu, bunun dönemsel tahminleri için astronomik
gözlemlerden yararlanıldığını; Nil’in ülkeyi boydan boya geçen
bir yılan gibi kıvrıldığını, sel basmış toprakların tekrar
yaşanabilir olması için Güneş’in, deniz ve nehir seviyeleri için
Ay’ın ne kadar önemli olduğunu akılda tutmalıyız. İki krallığın
mücadelesini ve birleşmesini de mutlaka gözetmeliyiz.
Tanrıların soyağacı Nun ile başlamaktadır. İlginçtir Pangea’dan
önceki süper kıtaya Columbia’dan başka Nuna ismi de
verilmiştir. Ancak Nun daha çok yaşanabilir Dünya’nın üzerini
kaplayan bir yıldızlı vücut olarak resmedilmektedir. Bazen de
taşıdığı kayık ile diğer tanrı ve canlıları vâr eden bir figür olarak
resmedilmiştir.

20
Bunun dışında Apep ismi verilen ve yılan olarak resmedilen bir
ilksel Tanrı söz konusudur. Ejderha ve yılan simgesel dilde her
zaman kaos, belirsizlik gibi anlamlar ifade eder. Apep’in
yenilmesi ve varoluşun kaos’tan kurtulması gereklidir. Aten ise
Güneş olarak simgeleştirilmiş, yaşamın kaynağı ilksel
Tanrılardır.
Bu ilksel Tanrılar sonradan Ra başta olmak üzere Atum, Amun,
sonra onların çocukları olduğuna inanılan Hathor, Sekhmet,
Bastet, Maat, Shu, Tefnut, Khonsu gibi Tanrıları ortaya
çıkarmıştır. Zamanla İsis, Osiris, Set, Horus, Apis, Khepri,
Thoth, Anubis, Wadjet gibi üçüncül Tanrılar panteon’a
katılmıştır. Alıntılanan hikâyede görüldüğü gibi bir zamanlar
rahip olan Osiris zamanla Tanrılaşmış olabilmektedir. Çünkü
Mısır’da kral yapma töreni vardı. Bu ritüel ile kral olunarak Ra
ile özdeşleştirme söz konusu idi. İnanışa göre Osiris ile Set
arasındaki mücadelede Osiris öldürülüp parçaları Mısır’a
dağıtıldı. Eşi ve kardeşi İsis bu parçaları Anubis yardımıyla
bularak bir araya getirdi. Sonra özel bir ritüelle kısa süreliğine
hayata döndürülen Osiris ile birleşerek Horus’u dünyaya getirdi.
Horus yetişkin olduğunda Set’i yenerek Mısır’ın yeni hâkimi
oldu. Böylece bundan sonraki tüm firavunlar artık tahta
geçtiğinde yeni bir ritüel ile Horus’a dönüşmek üzere kaos’u
yenmek ve hakimiyetlerini ilan etmek töreninden geçtiler.
Öldüklerinde ise Tanrılaştıklarına inanıyorlardı, ancak tıpkı
Osiris gibi Mısır’ı yönetmek üzere yeniden dirilerek yeni
firavunda hayat buluyorlardı.
Yaşamlarında büyük başarı veya özel işlere imza atmış olanlarda
zamanla Tanrılaştırılarak panteonda yerini alıyordu. Örneğin
savaştıklarında Horus’un gözü Set tarafından parçalanmıştı.
21
Önce ikiye bölünerek sürekli bu işlem devam ettirilmişti. Bir tam
yarıya bölündüğünde ½ yeniden bölündüğünde 1/4, 1/8, 1/16,
1/32 ve 1/64 parçalar elde edilir. Bu parçalar bir araya gelip
toplandığında ise 63/64 yapar, asla eskisi gibi olamaz. Ancak
Thoth bilgeliği ile bu eksiği tamamlayarak Horus’un gözünü ona
geri verdi.

Bu ve diğer yararlılıkları ile Thoth Tanrılar arasına katılmaya


ilmiyle hak kazandı.
Bu tek örnek değildir. Firavun Djoser’in veziri İmhotep, MÖ
2650 yıllarında tıp alanında pek çok buluşun yanı sıra baş mimar
olarak 61 metre yüksekliğinde Mısır’ın bilinen ilk piramidi olan
‘Basamaklı Piramit’ini de inşa etmişti. O da ölümünün
ardından Tanrılaştırılmış kişiliklerdendir.

22
Mısır’a yeniden döneceğiz, ayrıca Tanrılaşmaktaki ‘Tanrı’ ile
günümüz din anlayışındaki ‘Tanrı’ arasındaki farklara da
yeniden göz atacağız.
Ancak dediğim gibi kökeni eskiye taşımak isteyen kadim Mısır’a
koşuyor. Oysa şimdi daha eski ve belki Mısır inanışlarına bile
köken oluşturan bir kaynağa gidiyoruz.

23
SÜMER TANRILARI
Bugün Irak sınırları içinde kalan bölge MÖ 4000 yıllarında
Sümerler denilen bir halk tarafından uygar dünyanın ilk büyük
kültürlerinden biriyle donatılmıştı. Hukuk, edebiyat, tarım
teknolojileri ve mitoloji alanında yarattıklarına ek olarak Ur,
Ereş, Kiş kentlerinde çiviyazısını da geliştiren Sümerler
olmuştu. Aynı zamanda Ziggurat denilen kule-tapınaklarında
ilk yapıcıları onlar oldular.
Çok zaman geçmeden bölge Sümerlerin dil ve kültürünü alan
Sami Akadlarca istila edildi. Akabinde, MÖ 2000'lerde bu
Sümer Akad uygarlığını Amuriler ele geçirdi ve Babil'i
kendilerine başkent yaptılar. Nihayet, 500 yıl kadar sonra, Asur
yakınlarına yerleşmiş olan Asurlular MÖ sekizinci yüzyılda
Babil'i fethettiler. Bu Babil geleneği, ileride İsrailoğulları’nın
Vadedilmiş Toprakları haline gelecek olan Filistin'in (Kenan ili)
mitoloji ve dinini de etkiledi.
Babil’de inanış yeryüzünde vâr olanın göksel olanın yansıması
olduğuydu. O sebeple Tanrılarının yaşadığını düşündükleri
cenneti yeryüzünde kopyalayan saraylar ve bahçeler yarattılar.
MÖ 17. yüzyılda artık kurumsallaşmış olan Yeni Yıl Festivali ile
Nisan ayında kutsal kent Babil’de kral tahta çıkarılır ve saltanatı
yeni bir yıl için pekiştirilirdi. Ancak bunun için ilk önce
dünyanın yaratım günlerinde meydana gelen kaos canlandırılır
sonra Tanrıların düzeni sağlayışları tiyatral olarak sergilenirdi.
Böylece, festivalin on iki kutsal günü ritüeller aracılığıyla
insanlar dünyevi zamandan Tanrıların kutsal ve ebedi dünyasına
yöneltilmekteydi.

24
Bir günah keçisi eski ve ölmekte olan yılın simgesi olarak kurban
edilir; kralın kamu önünde tahkir edilmesi ve yerine karnaval
kralının tahta çıkarılması ile başlangıçtaki kaos canlandırılır;
Tanrıların yıkıcı güçlere karşı mücadelesi bu alay ve istihza
savaşıyla yeniden temsil edilirdi.9
Festival'in dördüncü gününün akşamında din adamları ve koro
Kutsalların Kutsalı'nda, Tanrıların kaosa karşı zaferini
simgeleyen epik şiir Enuma Eliş’i okumak üzere yerlerini
alırlardı.
Enuma Eliş, başlangıçta, Tanrıların, kendisi de kutsal olan
şekilsiz balçıktan çifter çifter oluştuklarını söyler. Babil
efsanesinde, sonradan Kitabı Mukaddes'de de olduğu gibi, eski
dünyanın yabancısı olduğu yoktan varoluş düşüncesine
rastlanmaz.
Söz konusu kutsal balçık gerek Tanrılar gerekse insanoğlundan
da önce, ta ezelden beri mevcuttu. Babilliler bu kutsal ilk
maddenin, her halde, sellerin insanlarca binbir zahmetle
meydana getirdikleri ürünleri her an silip süpürme tehlikesi
gösterdiği Mezopotamya'nın bataklık topraklarına benzediğini
düşündüler. Bu yüzden Enuma Eliş’te kaos kıpkızıl fokurdayan
bir kütle değil, hiçbir sınır, tanım ve kimlik özelliğine sahip
olmayan gevşek bir karmaşa hali olarak tasvir edilir:
Birleştiğinde tatlı ile acı
Ne yeşeren ot ne suyu bulandıran sazlık
Tanrılar isimsiz, kimliksiz, geleceksiz.

9
Tanrı’nın Tarihi, Karen Armstrong
25
Ardından, bu çorak topraktan üç Tanrı ortaya çıktı: Apsu
(Nehirlerin tatlı suyu), onun karısı Tiamat (tuzlu su) ve kaosun
rahmi Mummu. Ancak, onlar sözde geliştirilebilir,
olgunlaşmamış ve henüz yetkinleşmemiş birer modeldiler.
'Apsu' ve 'Tiamat' adları 'gayya kuyusu', 'boşluk' ya da 'derin
uçurum' olarak çevrilebilirler. Bu isimler size de Mısır Tanrıları
kısmında gördüğümüz Nun, Apep ve Aten üçlüsünü
çağrıştırmadı mı? Bu anlatılar ‘peki ama onlar nasıl ortaya çıktı’
konusunu sorgulamazlar. Boşluk, balçık vb. yokluğu dolduran
kavramlar yeterli görülüp, sonrasında diğer güncel Tanrılarının
aslında nasıl çıktığının seceresini aramak daha kolay gelmişe
benziyor.
Başlangıcın biçimsizliğindeki şekilsiz ataleti paylaşan bu
Tanrılar henüz açık seçik bir kimlik kazanmamışlardı.
Sonuçta, yayılma (sudur) olarak bilinen ve Tanrıların tarihinde
oldukça önemli yere sahip bir olay gerçekleşti: bu Tanrılardan
birbirini takiben diğer Tanrılar zuhur etti. Tanrısal evrim
ilerledikçe her biri bir öncekinden daha belirgin bir kimlikle
çifter çifter yeni Tanrılar ortaya çıktılar. Önce, isimleri
alüvyonların getirdiği kumlu toprak ('balçık') anlamına gelen, su
ve toprağın birlikteliğini simgeleyen Lahmu ve Laham,
ardından, sırasıyla gökyüzü ve denizin ufuklarını simgeleyen
Anşer ve Kişar geldiler. Bunları Anu (gökler) ve Ea (yeryüzü)
takip etti ve süreç tamamlanmış oldu.
Böylece, tanrısal evren birbirinden farklı ve ayrı gökyüzü,
nehirler ve yeryüzünden oluşmaktaydı. Ancak yaratılış daha yeni
başlamıştı: kaotik ve yıkıcı güçlerle ancak zahmetli ve kesintisiz
bir mücadele ile başa çıkılabilirdi. Daha genç olan Tanrılar anne

26
babalarına karşı ayaklandılar; Ea, Apsu ve Mummu'ya karşı
zafer kazandıysa da, Tiamat'ın kendisiyle savaşmak üzere
yarattığı bir dizi canavar karşısında başarılı olamadı. Bereket
versin ki, Ea'nın harikulade bir oğlu vardı: Marduk, Güneş
Tanrısı, tanrısal evrenin en kusursuz varlığı. Tanrıların bir
Büyük Meclis toplantısında Marduk kendisinin hükümdar
olması koşuluyla Tiamat'a karşı savaşma sözü verdi. Ancak,
uzun ve tehlikeli bir mücadele sonunda Tiamat'ı güçlükle
öldürebildi. Bu mitosta yaratıcılık, büyük zorluklara karşı ancak
emek harcanarak kazanılabilen bir mücadele olarak ortaya
çıkmaktadır.
Sonunda Marduk, Tiamat'ın cesedinin başında, yeni bir dünya
yaratmaya karar verdi: Tiamat'ın vücudunu gökyüzünü ve
insanların dünyasını oluşturmak üzere ikiye ayırdı; ardından, her
şeyin belirlenmiş kendi yerinde kalmasını sağlamak için yasalar
koydu. Düzen sağlanmalıydı. Kesin zafere henüz ulaşılmamıştı.
Bu, özel liturji10 aracılığıyla her yıl yeniden pekiştirilmeliydi.
Sonunda Tanrılar yeni dünyanın merkezinde, Babil'de
toplandılar; göksel ayinlerin icra edildiği bir tapınak inşa ettiler.
Böylece Marduk'un onuruna yapılmış 'yeryüzü tapınağı,
sonsuz gökyüzünün sembolü' büyük Ziggurat ortaya çıktı.
İnşası tamamlandığında, Tanrıların hep bir ağızdan haykırışları
eşliğinde Marduk tapınağın zirvesindeki tahta oturdu: 'Burası
Babil, Tanrı'nın aziz kenti, senin sevgili evin!'. Ardından,
'evrenin biçimlenişi, gizli dünyanın sırrının açığa çıkarılışı ve

10
Liturji: Bir ritüelin uygulanması için uyulacak ayin, dua vb. şeylerin
sırası.
27
Tanrıların evrendeki yerlerinin belirlenişine dair liturjiyi icra
ettiler.
En sonunda, neredeyse sonradan akla gelmiş bir şeymiş gibi,
Marduk insanı yarattı. Tiamat'ın Apsu'yu bertaraf ettikten sonra
yarattığı kendi sersem kocası Kingu'yu ele geçirip öldürdü ve
onun kutsal kanı ile toprağı karıştırarak ilk insana şekil verdi.
Tanrılar şaşkınlık ve hayranlık içinde seyrettiler. Aslında bu
öykü bir başka önemli noktaya dikkat çekmektedir: ilk insan
bir Tanrıdan (onun kanının toprağa karışmasından)
yaratılmıştır. Bu çamurdan yaratılan insana Tanrının
ruhunda üflemesine ne kadar da yakın bir anlatı! Bu yüzden
o, her ne kadar sınırlı da olsa, tanrısal bir öze sahiptir.
Dolayısıyla, insan ile Tanrı arasında herhangi bir uçurum
mevcut değildir. Maddi evren, erkek, kadın ve bizzat Tanrılar
aynı özü paylaşırlar ve aynı tanrısal maddeden vücut bulurlar.
Pagan görüş bütüncü bir nitelik taşıyordu. Tanrılar, insan
soyundan farklı bir ontolojik düzlemde onlardan kesin olarak
ayrı bir kategori oluşturmuyorlardı: Tanrısallık temelde
insanlıktan farklı değildi. Bu yüzden, Tanrıların yukarıdan
aşağıya indirdiği özel bir vahye ya da tanrısal bir yasaya
gerek yoktu. Tanrılar ve insanoğlu aynı kaygıyı taşıyorlardı; tek
fark, Tanrıların daha güçlü ve ölümsüz olmalarıydı.11
Babil’den Mısır’a kadar bu inanışlar yayıldı. Yayıldıkça
çeşitlendi. Farklı dillerde farklı isimler olarak hep aynı temel
karakterler karşımıza çıkmaya başladı. Örneğin Kenan denilen
bugünkü Filistin bölgesinde Tevrat’ta da anılan Baal fırtına ve
bereket Tanrısı idi. Onun da deniz ve nehirlerin Tanrısı Yam-

11
Tanrı’nın Tarihi, Karen Armstrong
28
Nahar’la savaştığı anlatılar günümüze ulaşmıştır. Bir başka
anlatıda ölen Baal yer altına (kısırlık diyarına) gider. Eşi ve kız
kardeşi Anat onu aramaya koyulur. Bir şekilde hayata geri dönen
Baal ve Anat’ın zaferi her sene festivallerle kutlanmaya başlanır.
Üretkenliğin ve bereketin geri dönüşünün simgesi bu hikâyede
daha önceki anlatılarla pek çok benzerlik bulunur. Osiris, İsis
anlatısında olduğu gibi eşi ve kız kardeşi tarafından ölümden geri
getirilmesi bunlardan biridir. Bir başka ilginç nokta ise Baal’in
bölgenin en büyük Tanrısı El’in oğlu oluşudur. El konusuna
elbette yeniden değinmemiz gerekecek ilerleyen konularda.
Ancak İnana, İştar, İsis gibi ana Tanrıçaların Tanrıyı araması ve
toprağı yeni bir yaşamla tazelemesi tekrarlanan bir metafordur.

29
ANTİK YUNAN PANTEONU
Aslında kronolojik olarak sıra tek Tanrı fikrinin doğuşuna
gelmişti. Ancak oraya geçmeden önce çok Tanrılı inançların en
bilinenlerinden biri ve onun etkilediklerini de bir parantez olarak
incelemekte fayda olacağını düşünüyorum.

Kara Athena isimli eser ile Martin Bernal’in etki yaratan teorisi
son yıllarda çok tartışılmaktadır. Buna göre Avrupa kendine
kültürel tarih oluşturmak için medeniyetin beşiği neresidir
sorusunun peşindedir. Ancak medeniyetin beşiğini bir
‘Müslüman’ ülke olarak nitelenen Türkiye’de göstermek
istemezler. Bu sebeple aslında Anadolu topraklarındaki bahsi
geçen ve günümüz medeniyetine beşik olan yer ve kültürler
yerine onların sonradan göç ettiği ve bir zamanlar fakir balıkçı
kasabalarından başka bir şey olmayan Atina ve çevresini
kutsamışlardır. Kurgu bir tarih hazinesi keşfetmişler ama
hazineyi kendi gömdükleri yerden çıkarmışlardır.

30
Bunu destekleyen biçimde https://luwianstudies.org/ sitesinde
incelenebilecek olan Dr. Eberhard Zangger liderliğindeki bir
araştırma grubunun çalışmaları da benzer bazı teoriler öne
sürmektedir. Buna göre MÖ 2300 lerde Anadolu’da ortaya çıkan
Luvi’ler ismi verilen bu halk, şehir devletleri şeklinde
örgütlenmiş, birbirine bir günlük yürüyüş mesafesi olan 35 km
uzaklıkla yerleşim yerleri kurmuş, medeniyeti de geliştirmiştir.
Adı geçen yerleşimler aslında Antik Yunan değil, Luvi
yerleşimleridir. Truva dahil olmak üzere pek çok şehir devleti bu
medeniyetin birer üyesidir. Hâtta Hitit devletinin bir anda
ortadan kalkmasının sebebi de yine bu insanlardır. İnanç olarak
ise Ana Tanrıça kültü etkindir. Belki de 19. yüzyılda bir Katolik
rahibesi olan Anne Catherine Emmerich’in rüyalarındaki tarifler
ile bulunmuş Efes’te Meryem Ana kilisesinin ne işi var diye
düşünürken Efes’in de bir dönem bu medeniyetin en önemli
yerleşimlerinden olduğunu akılda tutmakta fayda olacaktır.
Luvilere daha sonra spekülatif bazı teorileri incelemek için
döneceğiz. Ancak bıraktıkları yere yani Anadolu’ya geri
dönelim.
Öncelikle şunu unutmamak gerekir ki Antik Yunan uygarlığı
denildiğinde aslında bu uygarlığın bugünkü Anadolu
topraklarında yeşerdiğini unutmamak gerekir. Yunan
yarımadasına göre doğuda kaldığı için Anatolia yani ‘Güneşin
doğduğu yer’ denilen topraklar ve en çok da İyonya medeniyetin
beşiği olmuştur. Perslerin istilaları ile İyonya’nın en önemli
şehirleri Efes, Milet, Priene, Foça, Erythrai, Myos, Colophon,
Lebedos, Teos, Clazomenae, Sakız ve Sisam Adaları’ndan çok
sayıda filozof, sanat ve bilim adamı adını bilgelik Tanrıçası

31
Athena’dan alan Atina’da soluğu almıştır. Ardından Atina sanat,
kültür ve felsefenin merkezi olmaya soyunmuştur.
Bugünkü Yunan yarımadasında şehir devletleri denebilecek,
birbirinden bağımsız ve çoğu zaman rakip; ancak dil ve inanış
olarak ortak kültürü paylaşan halklar yaşamaktaydı. Akalar gibi
savaşçı kuzeyli kavimlerin akınları, daha sonrasında ise pers
akın ve istilaları bu şehir devletlerini zaman zaman bir araya
gelmeye de zorlamıştır. Bahsettiğimiz tarih dönemi ise MÖ VI.
yüzyıl ve daha yakın dönemdir. Unutmayalım ki bu dönemde
artık ‘sadece kendi bölgemi kontrol edeyim’ anlayışından
sıyrılan ve başka ülkeleri istilaya yönelen devletler ortaya
çıkmıştı. Bu girişimlerde şüphesiz toprağın verimi kadar açık ve
kolay ulaşılabilir kaynaklardan elde edilebilir madenlerin ele
geçirilmesi gibi etmenler rol almıştı. Hititlerin bir dönem
bölgesinde büyük güç kazanmasında demir metalinin etkisi ve
alet/silah teknolojisi büyük fark yaratmıştı. Ancak savaşın
dışında ticaret de artık önemli bir faaliyet haline gelmiş, özellikle
de liman kentleri arasında seyahat eden tüccar ve gezginler sınıfı
oluşmuştu. Tabi ki uzun ve zorlu seyahatlerin ardından gidilen
yerlerde kalıp konaklama süreleri kısa olamazdı. Ayrıca ticaret
bağlantıları için de zaman geçirmek gerekiyordu. Bu ise kültürel
paylaşımı zorunlu kılıyordu. Din anlayışının ilk dönemindeki
Tanrılar daha çok bölgeye ya da kabileye ve hatta aileye özgü
Tanrılardı! Tanrınız sizi onun bölgesindeyken korurdu, o yüzden
de gittiğiniz yerde diğer Tanrılara da kurban verilip dua edilmesi
yaygın bir anlayıştı. Bu ilkel Tanrı görüşü sebebiyle tüccarlar
fırtınalı denizlere açılmadan önce diğer kültürlerin din anlayışını
çokça öğrenmiş ve uygulamıştı.

32
İşte bu sebeple Mısır limanlarından Yunan yarımadasına sadece
ticaret ürünleri değil Tanrılarda taşındı. Mısır’da birazdan
anlatmaya çalışacağım inanışlara yaklaşan ve bazı rahiplerin
ezoterik örgütlerine inisiye olarak öğretim gören pek çok kişi de
oldu. Zamanla Sicilya ve bugünkü İtalya’nın içlerine doğru
kurulan şehir devletleri yoluyla da tüm bölgeye inanışlar taşındı.
Mısır’a giden ve orada inisiye olarak eğitim alan pek çok kişi
olmuştur ancak herhalde hiçbiri İyonyalı Pisagor kadar etkili
olmamıştır. Bilim ve sanata yaptığı katkı ne kadar konuşulsa
azdır ancak oradan sadece bu ikisini getirmediği kanaatindeyim.
Yine de Pisagor gibi seçkinlerin gizli öğretilerini getirenler yanı
sıra her biri farklı bir doğa özelliği ya da kozmik karşılığa sahip
Tanrılar da ithal edilmiş ama kendi kültürlerince
dönüştürülmüştü denilebilir.

Bu bölgede gelişen Tanrı inanışı da aynı şekilde başlıyor


denilebilir. İlk konu "Dünyanın yaradılışı" meselesiydi. Yerin,
göğün, denizin, ışığın, suyun, havanın nasıl yaratıldığını bilmek
istiyorlardı. Ancak yeterli bilgi olmayınca doğadaki her bir gücü
bir Tanrı şeklinde tahayyül ederek karakterize ettiler.

Buna göre; Khaos karışık ve hiçbir şekil almamış olan uçsuz


bucaksız boşluğu ve karanlığı ifade ediyordu. Sümer’deki Balçık
önermesine benziyor. Khaos'dan geniş göğüslü her şeyin
dayanağı olan Gaia (Yer) çıktı. Sonra sevginin temeli, bütün
varlıkları, her şeyi birbirine doğru çeken, birleştiren, hayatı
kuran çoğalma sembolü olan Eros (Aşk) doğdu. Yokluktan
madde sudur etti, sonra madde arasında çekim kuvvetleriyle

33
birleşmeler meydana geldi, topaklanmalardan yıldız ve gök
cisimleri oluştu diyen bilimsel teorilerden çok da farklı değil!

Khaos'dan Erebos (Gece) doğdu. Onlar da birleşerek yerin üst


tabakasının ışığı olan Aither ve yeryüzünün ışığı olan Hemera'yı
doğurdular. Işık meydana geldikten sonra yaratılış durmadan
devam etti. Khaos bunları doğururken Gaia da ölümsüzlerin yeri
olan ve yıldızlarla bezeli bulunan göğü Uranus'u doğurdu. Ona,
yani göğe kendi büyüklüğünü verdi ki tamamıyla kendisini
kaplasın, içine alsın. Ondan sonra Gaia yüksek dağları, ahenkli
dalgaları Pontos'u (Deniz) meydana getirdi.

Böylece evren varlık alanında göründükten sonra, onun üstünde


yaşayacak ve ömür sürecekleri meydana getirmek gerekiyordu.
Bunun için Gaia kendi öz oğlu Uranus ile birleşti. Onların
birleşmelerinden Titanlar doğdu. Titanlar altı erkek, altı dişi
olmak üzere on iki taneydi. Bunlar; Okeanos, Koios, Krios,
Hyperion, İapetos, Kronos, Theia, Rhea, Mnemosyne, Phebe,
Tethys, Themis'di.

Daha sonra Kronos kendi kız kardeşi Rhea ile evlendi. Bu


evlenme neticesinde Hestia, Demeter, Hera adında üç kızla,
Hades, Poseidon, Zeus adlı üç erkek çocuk doğdu. Ancak Babası
Uranus’ün yerini alan Kronos kendisinin de aynı şekilde alt
edilebileceği korkusuyla doğan tüm çocuklarını yemekteydi.
Rhea sadece Zeus’u ondan saklamayı başardı. Yetişkin
olduğunda ise Zeus Kronos’u alt ederek, karnındaki kardeşlerini
kurtardı. Karısı Hera, kardeşleri ve çocukları ile Olympos dağına
yerleşti. 12 Titan, 12 Tanrıya dönüştü. Bu sayı hep sabit kaldı.
Öyle zannediyorum ki zodyak gibi astronomik bazı sebeplerle
34
12 sayısının önemi pek çok başka inançta da varlığını bir tabu
olarak sürdürdü.
İtalya’ya doğru kurulan şehir devletlerinin etkisi ile sonradan bu
bölgede kurulmuş olan Roma imparatorluğu da bu inanç
mirasına kondu. Aslında neredeyse aynı haliyle taşıdıkları inanç
temellerinde sadece Tanrı’ların ismi değişti. Aşağıda Antik
Yunan Tanrıları ve karşılık gelen Roma Tanrıları verilmiştir.

Zeus – Jüpiter (Gökyüzü ve Hava Olayları)


Hera – Juno (Evlilik, Bereket, Aile)
Poseidon – Neptün (Denizler ve Depremler)
Hades – Pluto (Yer Altı)
Ares – Mars (Savaş)
Afrodit – Venüs (Aşk ve Güzellik)
Apollon – Apollo (Işık ve Sanat)
Artemis – Diana (Okçuluk, Avcılık, Ay, Bakirelik)
Hepaistos – Vulcan (Demircilik ve Ateş)
Athena – Minerva (Bilgelik ve Savaş Stratejisi)
Hermes – Merkür (Hırsızlık, Şifa, Yolculuk, Haberleşme)
Dionisos – Baküs (Şarap, Üzüm, Eğlence, Partiler)
Demeter – Ceres (Tarım, Bereket ve Hasat)
Hestia – Vesta (Cömertlik ve Erdem, Sonsuz Ateşin Tanrıçası)

35
TEK TANRIYA DÖNÜŞ
Mısır Amun-Ra kültü ve çok Tanrılı bir inanış sistemine sahipti.
İlginçtir Amun’da Zeus gibi hava olaylarından sorumlu Baş
Tanrı olarak görülmekteydi. Ra, yani Güneş ile birlikte çok uzun
süre Mısır’da sarsılmaz bir inanışın en kutsalları oldular. Arkaik
dönem denen ilk hanedanın MÖ 3050 yılında kurulduğuna
inanılır. Ancak yıl MÖ 1752’yi gösterdiğinde 18. hanedandan
büyük abisi Tutmoses (Thoth’dan doğan) ölünce babasının
yerine geçen IV. Amenhotep (Amen razı) krallığının 4. yılında
büyük bir değişikliğe imza attı. Öncelikle kendi adını Akhenaton
(Aton’un kulu/hizmetkârı) olarak değiştirdi. Aton kültü denilen
ve tek Tanrı olarak Güneş ile sembolize edilen Aton’u seçen yeni
yönetim eski tapınakları bile terk edip Teb kenti yerine
Amarna’da yepyeni tapınaklar inşa ettirdi. Başkenti de artık
burası olarak belirledi. Bu başlı başına bir devrimdi. Ancak bu
devrim elbette eski inançlar yoluyla kendilerine büyük
imtiyazlar sağlamış olan rahipler grubunu hiç de mutlu etmedi.
Çünkü öncesinde Amon Rahiplerine danışmadan bir iş yapamaz
hale gelmiş firavun artık bu yapıyı kapatmış, eski Mısır
Tanrılarına tapınmanın yanı sıra Amon Rahiplerinin uyguladığı
sihir ve büyüleri de yasaklamıştı.
Aton Güneşle sembolize edilmekle birlikte Akhenaton inanışını
şöyle açıklıyordu: İnanılan diğer tüm Tanrılar doğanın ve
yaratıcısı olan tek Tanrının sadece farklı ortaya çıkışlarından
başka bir şey değildir. Oysa pek çok Tanrı yoktur, tek Tanrı
vardır. O görülemez, betimlenemez. Eğer tek olana bir simge
verilmesi gerekiyorsa dünyadaki yaşamın kaynağı olan
Güneş’ten daha iyi bir simge olamaz.

36
Peki ama Akhenaton ile birdenbire mi ortaya çıkmıştı bu
düşünce? İleride işlemeye çalışacağım pek çok ezoterik örgüt
kökünü Mısır’a dayandırır. Bunlardan biri olan Rozikrüsyen
AMORC’a göre aslında MÖ 1500 yıllarında hüküm süren III.
Thutmoses tarafından kurulan gizli bir örgütlenme söz konusu
idi. Yalnızca seçtikleri özel kişileri inisiye ederek aralarına kabul
ediyorlar, inanışlarını onlara açıklıyorlar ve mevcut yaygın
inanışın aksine tek Tanrı’ya inanıyorlardı. Ancak Amon
Rahipleri o kadar iktidarı ellerine toplamışlardı ki, firavun bile
bu şekilde gizli bir çalışmaya ihtiyaç duyuyordu. İlginç olan bir
durum ise toplantılarını Karnak tapınağında ve perşembe
geceleri gerçekleştiriyor oluşlarıydı.
Bu Mısır’daki tek Tanrı’ya dönüşün anlatısı. Peki ama bu fikir
bölgeye nasıl geldi? Hiç şüphesiz Babil bölgesi ile Mısır bölgesi
arasında bir köprü olmalı. O köprüyü de daha önce zikrettiğimiz
gibi İbrahim olarak öne sürenler çoğunlukta. En azından onun
soyundan olanlar diyebiliriz. Filmi biraz ileri saralım. Sonra
tekrar geri alırız.
Akhenaton’un annesinin babasının adı Yuya ve Mısırlı Tarihçi
Ahmed Osman, Yuya’nın aslında Tevrat ve Kuran’da adı geçen
Yusuf’tan başkası olmadığını iddia ediyor.12 Bu iddiasını biraz
daha ileri götürüp Musa’nın aslında Akhenaton olduğunu da bir
başka eserinde dile getiriyor.13 Musa bildiğiniz gibi Moses
şeklinde yazılıyor İngilizce gibi yabancı dillerde. Moses ise
firavun hanedanları dahil olmak üzere sıklıkla kullanılan bir
isim. Antik Mısır tarihi boyunca tek bir kişi ‘Firavun’un

12
Krallar Vadisindeki Yabancı, Ahmed Osman
13
Musa ve Akhenaton, Ahmed Osman
37
Babası’ olarak adlandırılmıştır. Bu da IV. Thutmoses’in Veziri
olan Yuya’dır. Kendisi firavun olmasa da bedeni Krallar
Vadisine gömülmüş bu gizemli kişi bağlantılara kaynaklık
etmiştir.
Pek beklenilmeyecek, başka alanda ün yapmış bir kişi de bu tezin
savunucularındandır: Sigmund Freud! Psikanalizin babası kabul
edilen Freud’un Musa ve Tektanrıcılık adlı eserinde açıkladığı
görüşlerine göre Musa aslında Akhenaton’un ölümünden sonra
eski dine geri dönen Mısır’da baskı altında kalarak Mısır’dan göç
etmek zorunda kalan bir Aton inanışı din adamıydı. Bu görüşünü
desteklemek için ilginç bir nokta seçiyor Freud. O dönem başka
hiçbir yerde görülmeyen ‘sünnet’ uygulamasının da Musa’nın
Mısır’dan yanında getirdiği Aton dininin bir gereği olduğunu
iddia ederken, Heredot’un tarih kitabında Mısır’da kesin bir
şekilde yapılan bu uygulamanın Akdeniz bölgesinde başka
hiçbir halkta görülmediğini kendisine dayanak yapıyor.
"Eğer Musa, Yahudilere yalnızca bir din değil aynı
zamanda sünnet emri de verdiyse bir Yahudi değil
bir Mısırlıydı ve o durumda Musa dini olasılıkla bir Mısır dini
ve yaygın dinle zıtlığı göze alındığında daha
sonraki Yahudi dininin bazı önemli açılardan uyuştuğu Aten
(Aton) diniydi."14

14
Dinin Kökenleri, Sigmund Freud
38
İBRAHİM VE SOYU
Elbette İbrahim ile ilgili kaynağımız bir dini kitap olan Tevrat ve
ayrıca hemen hemen aynı anlatıları aktaran Kuran’dır. Bunun
dışında kaynak veya doğrulama imkânımız olmadığı için ana
ekseni bu yoldan çizmek kaçınılmaz. Bir Babil kenti olan Ur’da
bilindiği gibi ‘Gerçek Arayışını’ putları kırarak sonlandırmış,
fakat yerel halk ve egemenlerce ateşe atılma cezasına
çarptırılmıştır. Nemrut bir kişi değil bir mevki ismi olarak
anlaşılsa gerektir. Buna göre Nemrut tarafından ateşe atılan
İbrahim’e ‘ateş serin olmuş’, İbrahim kurtulmuştur. Peki sonra?
Görünen o ki yine de en azından ceza aldı ve bu ceza sürgündü.
Mısırlılar tarafından Habiru olarak isimlendirilen çöl
bedevilerinden daha yüksek kültüre sahip fakat boyun eğdirmesi
zor göçebeler olarak kayda geçen kabilelerden birinin şefi olması
ihtimali var. Belki de kabile diye tarif edilen, onun inanışını
destekleyerek Ur’u birlikte terk ettikleri olabilir. Bu kişiler
semitik bir dil konuşmaktaydı. Paralı askerlik ve ticaretle
uğraşırlardı. Aralarında zenginleşenler toprak alarak yerleşme
imkânına da kavuşmuş görünüyorlar. Tekvin’de İbrahim’in
Sodom Kralı için paralı askerlik yaptığı da bildirilmiştir. Karısı
Sarah öldüğünde ise Hebron denilen Filistin’in Batı Yakasında
bir parça toprak satın aldığı ifade edilmektedir.
İbrahim ve onun yakın soyu hakkında Tekvin'de anlatılanlar, ilk
İbranilerin Filistin yani bugünkü İsrail'de yerleşmeleri sürecinde
üç ana döneme işaret etmektedir. İlki İbrahim ve Hebron'la ilgili
olup MÖ 1850'lerde gerçekleşmiştir. İkinci bir göç dalgası,
sonradan İsrail olarak adlandırılan, İbrahim'in torunu Yakub'la
ilişkilidir; Yakub, Şekem'e, yani bugünkü Batı Yakasındaki

39
Arap kenti Nablus'a yerleşti. Kitabı Mukaddes, sonradan İsrail'in
on iki kabilesinin atalarını oluşturacak olan Yakub'un oğullarının
Filistin'deki şiddetli bir kıtlık esnasında Mısır'a göçtüklerini
söyler. İbrani yerleşmesinin üçüncü dalgası ise MÖ 1200
sıralarında, İbrahim'in torunları olduğunu söyleyen bir kısım
kabilenin Mısır'dan gelip Filistin'e yerleşmeleriyle
gerçekleşmiştir. Bunlar, kendilerini Mısırlıların esir aldığını ama
liderleri Musa'nın Tanrısı olan Yehova tarafından
kurtarıldıklarını anlatmaktaydılar. Zorluklar içinde kendilerine
Filistin' de bir yer edindikten sonra buradaki İbranilerle ittifak
oluşturdular ve İsrail halkı olarak tanındılar. Kitabı Mukaddes,
bizim eski İsrailoğulları olarak bildiğimiz insanların, esas olarak
Musa'nın Tanrısı olan Yehova'ya sadakatin birleştirdiği değişik
etnik gruptan insanlardan oluşan bir konfederasyondan başka bir
şey olmadığını açıkça dile getirir. Bununla birlikte, daha eski
dönemlerin sözlü kaynaklarına dayanmasına rağmen, Kitabı
Mukaddes'te anlatılanlar yüzyıllar sonra yazıya geçirilmiştir.15
On dokuzuncu yüzyılda Kitabı Mukaddes üzerine çalışan bazı
Alman bilim adamları Kitabı Mukaddes'in ilk beş bölümünün
-Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye- dört farklı kaynağı
olduğunu gösteren eleştirel bir yöntem geliştirdiler. Bunlar
sonradan, MÖ beşinci yüzyılda, Pentateuch olarak bilinen nihai
metin içinde harmanlandılar. Bu eleştirel tutum birçok sert
tepkiye yol açmasına rağmen, Yaratılış ve Tufan gibi bazı
anahtar olayların neden birbirinden oldukça farklı iki versiyonu
olduğu ve Kitabı Mukaddes'te neden bazen çelişkili ifadelere

15
Tanrı’nın Tarihi, Karen Armstrong
40
rastlandığı konularında bugüne kadar hiç kimse daha doyurucu
bir açıklama getirmemiştir.
İbrahim ya da Abraham ismi ile ilgili çeşitli rivayetler vardır.
Hindistan’da gelişen dinlerin etkilerinin yörede vâr olduğu,
Brahmanizm’in Tanrısından etkilenerek Brahma’yı ismi için
kullandığına varıncaya kadar spekülasyonlar yapılmıştır. Öte
yandan ‘Çokluğun Babası’ anlamına geldiği de rivayet edilir.
Zira Tanrısı onunla konuşmuş ve ona ailesiyle birlikte Harran’ı
terk ederek Filistin’e gitmesi emredilmiştir. Bununla birlikte
Moriya dağında İshak (ya da İsmail) ile göstermiş olduğu
bağlılığın ardından aralarında sözleşme yapılmıştır: Bir gün
gökteki yıldızlardan daha kalabalık güçlü bir milletin atası haline
gelecek, torunları Filistin topraklarını ele geçirerek burayı
kendilerine yurt tutacaktır.
Bölgedeki inanılan diğer Tanrılardan farklı bir durum ortaya
çıkıvermiştir. Baal, Marduk gibi Tanrılar, bambaşka bir âlemde
varlıklarını sürdürmektedir; insanla muhattap olmadıkları gibi,
insanın yaşamına da doğrudan müdahaleleri yoktur. Oysaki
İbrahim’in Tanrısı doğrudan müdahale etmekte, hattâ farklı
formlarda görünerek konuşmaktadır! Meşhur kıssa da İbrahim’i
ziyaret eden ve yaşlanmış olmalarına rağmen eşi Sarah ile
İbrahim’e çocuklarını müjdeleyenlerden birinin melek değil
doğrudan form değiştirmiş Tanrısı olduğunu öne sürenler
olmuştur. Çok Tanrılı dinlerde Zeus gibi karakterlerin hayvan ya
da insan gibi farklı görünüşlerde insanlarla iletişime geçtiği ve
hatta onlardan Herkül gibi çocukları olduğu mitolojik öykülerde
anlatılmaktadır. Ancak tek Tanrı inancına geçildikten sonra bu
doğrudan görüşmeler yerini yüceler yücesi olan ve
gökyüzündeki tahtında oturan Tanrı’nın melekleri aracılığıyla
41
yapmakta olduğu eylemler şeklinde dönüşmüştür. Ancak bu
başlangıç dönemlerinde görünen o ki Tanrı hâlâ doğrudan
iletişimde olabilmiştir!
Çok sonradan Musa yanan bir çalı hikâyesini de içeren Tanrısı
Yehova ile görüştüğünde ona aslında konuştuğunun İbrahim’in
de Tanrısı olduğu bildirilmişti. Ancak Musa Tanrı’sına
seslenmek için ismini sorduğunda ilginç bir yanıt aldı:
EHEIEH-ASHER-EHEIEH yani Ben Ben’im.
Eski inanışlarda bir şeyin ismini bilmek o ‘şey’ üzerinde
hükmünüz olması anlamına geliyordu. Yani Tanrı’nın ismini
bilmek ona hükmetmek anlamına gelirdi. İlginçtir bu anlatı
Binbir Gece Masalları’daki Cin masalını anımsatıyor. Bildiğiniz
gibi onu bulan, ona hükmetmektedir. O yüzden Musa’nın Tanrısı
ona ismini vermemiş, yalnızca ‘Ben, benim’ demiştir!
Fakat Musa’ya İbrahim’in onu ‘El Şadday’ olarak çağırdığı
ifade edilir. İbrahim’in Tanrı’sı ile Musa’nın ve hattâ Yakup’un
aynı Tanrıya mı taptığı bir tartışma konusudur. İbrahim içinden
çıktığı Babil kültüründen bir Tanrı’yı kendisine seçmiş, geldiği
Filistin diyarında en bilinen kült olan ‘El’i de bu Tanrı ile
eşleştirmiş olabilir mi? El Şadday, Dağ’ın Tanrısı anlamına
gelmektedir. Mezmurlarda da Kudüs’teki dağlar Tanrı’nın evi
olarak tarif edilir. Bilindiği gibi Musa’da Sina dağında Tanrısı
ile görüşmüş, ancak ona ismini vermek yerine ‘Ben benim’
dediği için bu söylenişin kısaltması YHVH söylenemez olan
ismin simgesi haline gelmiştir.
El’in o dönem bilinen isimlerinden Dağların El’i dışında El
Elyan (En Yüce Tanrı) ve Bethel’in El’i gibi isimleri de vardır.

42
Aynı El, İsra-El, İsma-El gibi bilinen İbrani isimlerinde de
karşımıza çıkmaktadır.
İbrahim’in Tanrısı Hebron civarındaki Mamre’de bir meşe
ağacının altında görünür. Benzeri şekilde kendisine bir eş
seçmek için Harran’daki yakınlarının yanına dönmeye karar
veren Yakup’a da El görünmüştür. Buna göre kendisine yastık
yapmak için seçtiği bir taşa başını dayayarak uyuyan Yakup
gökyüzüne uzanan bir merdiven ve buradan inip çıkan melekler
görmüştür. Tıpkı Babil’deki Zigguratlar gibi gökyüzüne açılan
bir kapı gibidir. Bu merdivenin tepe noktasında El, Yakup’a
görünür ve ona İbrahim’e verilen sözler yenilenir:
Yakub'un torunları güçlü bir millet oluşturacak ve Filistin
topraklarını ele geçireceklerdir.
"Her zaman seninleyim! nereye gidersen git seni koruyacağım."

43
Yakub, içini dolduran merakın dürtüsüyle "Ne ürkütücü bir yer!
Bir Tanrı evinden (Beth-El) hiç aşağı değil; eminim ki burası
gökyüzünün kapısı." diye düşünür. Yakub böylece, duygularını
gayrı ihtiyari olarak kendi zamanı ve kültürünün dinsel diliyle
dile getirmiştir. Tanrı'nın evi Babil'in bizzat kendisi, 'Tanrıların
kapısı' (Bab-ili) olarak adlandırılmıştır. Yakub, ülkesinin
geleneksel pagan tutumuyla bu kutsal yerle özel olarak
ilgilenmeye karar verir. Yastık olarak kullandığı taşı kaldırır,
dikine yerleştirir ve bir saçı ile kutsar. O andan itibaren bu yer
artık Luz değil, Beth-El, yani El'in Evi olarak adlandırılacaktır.
Yakup bu görü üzerine yaşadığı bölgedeki tüm Tanrılar arasında
El’i kendi Elohim’i yapmaya karar verir. Bu, bir Tanrının
insanların gözünde temsil ettiği her şeyi simgeleyen teknik bir
terimdir. Sonra göreceğimiz gibi, MÖ sekizinci yüzyıla kadar
Beth-El örneğinde oldukça gelişmiş bir şekilde karşımıza çıkan
dikili taşlar, Filistin'in bereket kültlerinin çok yaygın bir
karakteristiğini oluşturur. Sonradan İsrailoğulları’nın bu tür bir
dini şiddetle lanetlemelerine rağmen, pagan Beth-El mabedi ilk
dönem efsanelerinde Yakub ve onun Tanrısı ile
ilişkilendirilmiştir. Baal’in ölümü, Aşera’nın onu hayata
getirmesi ve dünya yüzeyinin kısırlıktan kurtularak yeniden
bereketlenmesi o dönemde cinsel birleşme dahil olmak üzere
çeşitli festivallerle kutlanırdı. Dikili taş ise yeniden üremenin bir
simgesi idi. Aynı hikâyenin Osiris ve İsis arasında da geçiyor
oluşu ve Mısır tapınakları ve şehirlerinin Obelisk, yani
dikilitaşlarla donatılmış olması da bundandır. Sonra Akdeniz’in
kıyılarında Diyonisos olmak üzere benzer bereket festivalleri ve
çılgın kutlamalar âdet haline gelmiştir. Kaynak belli olsa da
anlatı ve uygulamalar kültürden kültüre geçmiş görünüyor.

44
Bugün bile modern dünyada Mısır’ın Obeliskleri eski Doğu
Roma’nın başkenti İstanbul’un göbeği Sultanahmet
meydanında, Paris ve New York gibi yerlerde taşınmış ve
dikilmiş olarak sergilenmekte, yeni iktidarın taşındığı yerler
simgesel olarak gösterilmektedir.
Yakup’a geri dönersek başını taşa dayayarak gördüğü rüya
dışında bir kere daha Tanrısı ile karşılaştığına rastlamak
mümkündür. Fakat yine yeni inancın ulaşılmaz Tanrısı gibi
değil, kişileşmiş bir figür olarak. Tevrat Yaratılış kısmı 32’de
anlatı şöyle:

22 Yakup o gece kalktı; iki karısını, iki cariyesini, on bir oğlunu


yanına alıp Yabbuk Irmağı’nın sığ yerinden karşıya geçti.

23 Onları geçirdikten sonra sahip olduğu her şeyi de karşıya


geçirdi.

24 Böylece Yakup arkada yalnız kaldı. Bir adam gün ağarıncaya


kadar onunla güreşti.

25 Yakup’u yenemeyeceğini anlayınca, onun uyluk kemiğinin


başına çarptı. Öyle ki, güreşirken Yakup’un uyluk kemiği çıktı.

26 Adam, “Bırak beni, gün ağarıyor” dedi.


Yakup, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıtladı.

27 Adam, “Adın ne?” diye sordu. “Yakup.”

28 Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü


Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin.”
45
29 Yakup, “Lütfen adını söyler misin?” diye sordu.
Ama adam, “Neden adımı soruyorsun?” dedi. Sonra Yakup’u
kutsadı.

30 Yakup, “Tanrı’yla yüzyüze görüştüm, ama canım


bağışlandı” diyerek oraya Peniel adını verdi.

31 Yakup Peniel’den ayrılırken güneş doğdu. Uyluğundan ötürü


aksıyordu.
Oldukça ilginç öyle değil mi? Tanrı bir insanla güreşiyor. Dahası
yenişemiyorlar, hile yaparak uyluk kemiğine müdahalede
bulunuyor. Üstelik gidebilmek için Yakup’tan izin istiyor.
Güreştikleri yere ise Peni-EL ismini veriyor. Tanrı’nın yüzü
anlamına geliyor bu deyiş. Tıpkı Musa ile Sina’da karşılaşmada
gördüğümüz üzere Tanrı ona ismini vermekten çekiniyor…
İbrahim ve soyu üzerinde araştırma yaparken benzer hikâyeler
farklı karakterlerle de olsa sürekli tekrarlanıyor. Örneğin
Musa’nın annesinin onu bir sala koyarak Nil nehrine saldığı,
Firavun’un kız kardeşi tarafından bulunarak sarayda
büyütüldüğü anlatılır. Buna neden olan Firavun’un gördüğü bir
rüyadır. Doğacak bir çocuğun tahtını elinden alacağını gören
firavun tüm yenidoğan erkek çocuklarının öldürülmesini
emreder. Bu durum Nemrut için de aynı şekilde gerçekleşmiş,
tüm yenidoğan erkek çocukları öldürülmüş, annesi İbrahim’i bir
mağaraya saklayarak koruyabilmiştir. Yine de yetişkin hale
geldiğinde bu ikilinin karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Tıpkı Firavun ve Musa gibi.
Yakup, yukarıdaki karşılaşma sonrası İsrail adını almıştır. İsrail
Tanrı ile güreşen anlamına gelir. Ancak kelimeyi böldüğünüzde
46
İsra-El olarak aslında El ile güreştiğini, Peni-El ismi vererek
aslında o bölgeyi El’in yüzünü gördüğü yer olarak nitelediğini
gözden kaçırmamalıdır. Yakup’un da Tanrısı El’dir. Bab-El
kültüründen İbrahim’in getirdiği El Şadday’dan çok da farklı
olmadığını görebiliriz. El Şadday, Dağın Tanrısı demekti
gördüğümüz gibi, zaten Musa’nın da yine Sina dağında
karşılaştığı bundan farklı bir Tanrı değil gibi görünmektedir.
Yakup’un yani İsrail’in 12 çocuğu olmuş, bunlar 12 İsrail
kabilesinin ataları sayılmıştır. Bu isimler:
Reuv(b)en
Şim(e)on
Levi
Ye(h)uda
Dan
Naftali
Gad
Aşer
Yisaḥar / İssakar
Zevulun
Yûsuf / Yosef
Bünyamin / Ben Oni
Sonra göreceğimiz şekilde Yehuda ve Bünyamin soyları
kurulacak İsrail devletleri için önemli olurken, Levi’ler kutsal
olanın emanetçileri olarak öne çıkacaktır. Ancak bu çocuklardan

47
biri var ki, tüm Mısır bağlantısı onun üzerine kurulacaktır. Bu
Yusuf’tur.
Fakat Yusuf’a geçmeden önce şunu bildirmek gerekir ki,
İbrahim anlatılarında da birçok çelişki bulunur. Örneğin İshak
veya İsmail ile yaşanan çocuğunu kurban etme kıssası
bilinmektedir. Öte yandan ister melekler ister Tanrısı onu
ziyarete geldi kısmını gerçek kabul edersek, hepsinde ortak olan
nokta İbrahim ve karısı Sara’nın çok yaşlı olduğu ve bu yaştan
sonra müjdelenen çocuklarına şaşırdıkları, hatta kahkaha
attıkları ve çocuklarının adını da kahkaha anlamında İshak
koyduklarıdır. Ancak İshak doğar, yetişkin olur. Moriya dağında
yaşanan hadiseden sonra İbrahim hâlâ neredeyse tüm bölgeyi
gezer. Kâbeyi inşa eder.
"İbrahim, İsmail ile birlikte Beytullah’ın (Kâbe’nin) temellerini
yükseltiyor. " (Bakara 2/127)
Bununla da bitmez İbrahim karısı Sara ile birlikte Mısır’a göçer.
Karısı Sara o kadar güzeldir ki, onu eşi olarak belirtirse onu
elinden alıp kendini öldüreceklerini düşünerek Sara’nın kız
kardeşi olduğunu bildirir. Firavun Sara’yı kendisi için özel
olarak seçer. Ancak onu her ziyaret edip yaklaştığında türlü
olaylar yaşanır ve Firavun âdetâ yüzyıllar sonra yaşanacak
Musa’nın Tanrı’sının yaşatacağı sıkıntıların bir fragmanını
yaşamışçasına İbrahim’i çağırır, işin aslını ve Sara’nın aslında
onun karısı olduğunu öğrenince ikisini de Mısır’dan kovar!
Hepsi bir masal tadında olan bu anlatılar ve Harran’dan,
Mekke’ye, Filistin’den Mısır’a bölgede geçen bunca olay ve
kimisinin sıralaması acaba pek çok yaşanmışlık bir hayatta
simgesel olarak birleştirildi mi diye düşündürtmüyor değil…
48
YUSUF
Yusuf, Kuran’da kendi adına Sure indirilmiş bir peygamber
olarak görülmektedir. 111 ayetin 98’i ondan bahseder.
Babası, Yakup, dedesi İshak, büyük büyük dedesi İbrahim’dir.
Çok güzel yüzlü ve zeki bir karakter olarak karşımıza
çıkmaktadır. Yakup’un oniki çocuğunun onbirincisi olup, bir
gece gördüğü rüyayı babası ile paylaşır. Ay, Güneş ve onbir
gezegen ona secde etmiştir. Babasının aşırı sevgisinden kıskanan
kardeşleri bu rüyayı da duyunca plan kurarlar, koyun otlatmaya
gittikleri yerde kardeşlerini bir kuyuya atarlar. Gömleğini ise bir
hayvanın kanıyla ıslatarak döndüklerinde babalarına Yusuf’un
kurt tarafından yendiğini iddia ederler. Babaları her ne kadar
yalan söylediklerini anlasa da yapacak bir şey yoktur.
Üzüntüsünden gözlerini kaybeder. Yusuf ise Medyen’den gelip
Mısır’a giden bir kervanın su almak için attığı kuyunun ipine
tutunarak kurtulur. Kervancı bu güzel yüzlü çocuğu götürerek
Mısır’da köle pazarında satar. Çocukları olmayan Mısır Azizi
(Maliye Bakanı) eşi Züleyha için çocuğu satın alır. Yanlarında
büyüdüğü Züleyha yetişkin olan Yusuf’a âşık olur. Ancak ondan
karşılık bulamayınca ona iftira atarak hapse attırır.
Hapiste Firavun’un ekmekçi ve şerbetçisi de vardır. Özel bir kişi
olduğu her halinden belli olan Yusuf aynı zamanda rüya
tabirinde çok mahirdir. Bu iki kişinin gördüğü rüyaları tabir
ederken birinin öleceği diğerinin ise özgür kalacağını haber
verir. Olay aynı şekilde gerçekleşir. Bu sırada Firavun’da bir
rüya görmüştür. Yedi semiz ineğin yedi zayıf ineği yediğini ve
yedi yeşil yedi de kurumuş başağı görmüştür. Özgür kalmış
saray çalışanından çok iyi rüya tabiri yaptığını duyduğu Yusuf’u

49
öğrenir ve onu çağırtır. Yusuf, "Yedi sene bolluk, sonra yedi sene
kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz." der.
Hükümdar Yusuf’un suçsuz olduğunu ve senelerdir zindanda
boşuna kalmış olduğu öğrenir ve bunun üzerine Hz. Yusuf’u
maliye bakanlığına getirir. Yusuf bolluk senelerinde çok ekip,
ekinlerin sapları ile beraber ambarlara koyulmasını, bu şekilde
hem ekinlerin bozulmadan kalıp hem de saplar ile hayvanların
yem ihtiyacının giderileceğini söyler. Kıtlık dönemini Yusuf
sayesinde sıkıntısız atlatan Mısır’dan farklı olarak Kenan
diyarında kıtlık baş gösterince Yakup ve çocukları Mısır’a
göçmek zorunda kalır. Bir şekilde Yusuf ile karşılaşırlar. Yusuf
onları affettiğini söyleyerek Mısır’a yerleşmelerinin yolunu açar.
Görüldüğü üzere İsrailoğulları daha ilk jenerasyonda Mısır’a bu
hikâye ile adım atmış ve yerleşmişlerdir. Askerlik yaparak,
çeşitli işlerde emeğini satarak geçinen bu Kenan’lılar Mısır’da
Habiru olarak bilinmektedir. Hebrew yani İbrani kelimesinin
kökeni de bu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Adı geçen pek çok figür inceledik. Kim hangi dönemde
yaşamıştır, değişik fikirler vardır. Örneğin Yusuf’un sonradan
adı Tanrı’lar arasında da sayılan İmhotep (MÖ 2700) olduğu
şeklinde bir teori vardır. İmhotep tıpkı Yusuf gibi, mimar,
astronom ve hekimdir. Mısır’daki ilk basamaklı piramidin
mimarıdır. Firavun sözü çok daha sonradan Musa döneminde
çıkmıştır. İmhotep dönemindeki ismiyle Melik Kral ya da Antik
Mısır söylemiyle Nesu’nun Veziridir. Eğer bu kurgu doğru kabul
edilirse büyük büyük babası İbrahim’de MÖ 2900-3000
yıllarında yaşamış olmalıdır. Bu dönemden önce yaklaşık 300 yıl
boyunca jeolojik olarak izlerine rastlanan ani soğuk hava
dalgasına rastlanan Ortadoğu coğrafyasından Mısır’a göçün de
50
sebebi anlaşılmaktadır. Buna göre uzun süren sel dönemleri
olmuş, hattâ bu hava olaylarını Nuh Tufanı olarak
değerlendirenler olmuştur.
Nuh Tufanı aslen Sümer kaynaklı bir anlatıdır. Sümer Krallar
tarihinde Ubar-Tutu ve Enmebaragasi arasındaki süre ve son
kralın yaşadığı yıllar göz önüne alındığında tufanın MÖ 16600
yıllarında yaşandığı MÖ 2900 yıllarında meydana gelen
olayların ise Nuh Tufanı ile karıştırıldığı iddialar arasındadır.
Nuh döneminin muhtemelen son buzul çağı olan MÖ 26000-
14000 olduğu, MÖ2900 ve öncesindeki 300 yıllık yağışlı dönem
ve sellerin ise geçmişte gerçekleşen olayla özdeşleştiği tahmin
edilebilir. Kuran’da Enbiya suresi 71. Ayette "Onu Lût ile
beraber kurtarıp, içinde âlemler için bereketler kıldığımız yere
ulaştırdık." denilerek Sümer Jemdet Nasr döneminin sonu olan
MÖ 3000’lerde yaşadığına işaret edilmekte ve o dönem
gerçekleşen büyük sel baskınından Filistin ya da Mısır’a
gönderilerek kurtarıldığı işaret edilmekte olabilir. 16
Bir diğer teori ise Bakara Suresi 58. âyet üzerine inşa edilir.
İsrâiloğulları'na, “Bu kente giriniz, orada bulunanlardan bol
bol yiyiniz; kapısından boyun eğerek giriniz; ‘Hıtta/hatalıyız'
deyiniz ki hatalarınızı bağışlayalım. Çünkü biz, iyi davrananlara
fazlasıyla vereceğiz.” demiştik.
Yukarıda verilen âyette Hıtta, kusurlu anlamına gelen hâta olarak
tercüme edildiği gibi ‘Hittatün’ yani Arapça ve İbranice Hititli
şeklinde de yorumlanmıştır. MÖ 1274’te yapılan Kadeş
anlaşması da Hittatün teriminin Hititli ifadesiyle kullanımı

16
Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf ve Musa Kronolojisi, Mete Firiddin
51
iddiasına temel oluşturmaktadır. Meallerin çoğunda ‘bu kent’
yerine doğrudan Kudüs ismi zikredilmektedir.
Hitit kralı 1. Mürşili MÖ 1595 yılında Babil’e saldırmış ve
Filistin’e kadar ilerlemiştir.17 Bakara 58 ve Araf 161 ayetlerinin
Mısır’dan çıkararak Filistin’e getirdiği halkı için Musa’nın halkı
adına bir özerklik anlaşmasını Hititlerle yapmasının konu
edinildiği teorisi ortaya atılmıştır. Hattâ İsrailoğullarının Kudüs
veya Kadeş kentlerine giriş anlaşmasını kabul etmedikleri bu
sebeple aşağıdaki ayetlerle desteklendiği üzere, gökten bir toz ile
cezalandırıldıkları bildirilmiştir.
Araf 162: "Onların zulmedenleri, kendilerine söylenen sözü
başkası ile değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü
gökten toz gönderdik." (Bakara 59’da aynı konuya eğilmektedir.)

Thera veya Minos patlaması ve bölgeye bıraktığı kül kalınlığı

17
Broad, William J. "It Swallowed a Civilization. " New York Times, D1.
21 October 2003
52
Bu bilgiler farklı konularla bahsi geçen zamanın tayini için
kullanılabilir. Zira Minos ya da Yunanca ismiyle Thera
patlaması denilen ve bugünkü Santorini adasının son halini
vermiş olan 75 km’lik alanda etkili olan dev yanardağ patlaması
bölgeyi toz ve küllerle kaplamıştı. Uzmanlar MÖ 1650-1500
yılları arasında olduğunu düşündükleri bu patlama için MÖ
1500’leri daha olası görmektedir. Gökten yağan toz muhtemelen
bu yanardağın atmosfere saldıklarından başka bir şey değildi.
Bahsedildiği gibi Kuran’da Melik diye geçse de Kadim Mısır’da
krallarına Nesu denilmekteydi. Peki Firavun nereden gelmişti.
Önce Kadim Mısır Tanrılarına geri dönerek bir durumu anlatmak
gerek.

MÖ 3100 lerde Heliopolis’te yaratılış mitolojileri oluşturulurken


yaratıcı Tanrı olan ve Ra ile özdeşleştirilen Atum’un tek olan
kendi ruhunu ikiye bölerek Hava-Shu ve Su-Tefnut’u yarattığına
53
inanılmaktaydı. Hattâ bugün popüler olan ‘ruh eşini arama’nın
ilk kaynağı burasıydı. Amun, Aton, Atum gibi isimler çoğu kez
karışır; yeryüzündeki ilk Tanrı, Adam ismiyle de çokça
ilişkilendirilmiştir. Atum başında genellikle iki taç ile gösterilir
ve her iki varlık yönü ya da krallığın birlikteliği, diğer deyişle
ikisine de hâkim oluşu simgeler.

Başlarına taktıkları iki taç, Firavun ismini ilk kullandığı


düşünülen Sekhemre Seusertawy Sobekhotep VIII tarafından
da kullanılmıştır. F, r, a(yn) ya da Mısır’da kullanıldığı haliyle
P, R, A, A iki dal, iki sütun anlamlarına da gelmekteydi. Akadça
Parşu kelimesi de iki sütun anlamlarına gelirken, Parsau kozmos
ve kozmik yönetici gibi anlamlar ifade eder.18 İşte bu Firavun
tepesine taktığı iki devekuşu tüyü gibi simgelerle kendini
dünyadaki krallığın yanı sıra ölüm sonrası dünyanın da yaratıcı
Tanrısı sınıfına koymuştu. İki sütun tapınakların girişinde de

18
Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf ve Musa Kronolojisi, Mete Firiddin
54
vazgeçilmez bir mimari öge idi. Bu iki tüy ezeli ve ebedi olanı
simgelemekteydi. Ardılları Firavun unvanını Tanrı’nın
yeryüzündeki oğlu yorumuyla tekrar dünyevileştirdiler. Ancak
burnu havada, yüksekten bakan gibi kinayeli imalarla firavun
ismi onlar için kullanılmaya devam etti.
Bu büyük parantezden sonra Tek Tanrıya Dönüş başlığında
Ahmed Osman’ın da Vezir Yuya’nın Yusuf olduğu ve onun
soyundan Ahkenaton’un Musa olabileceği iddialarını
hatırlatarak bu başlığı kapatabiliriz. Şimdi de tarihte belki en çok
anlatılagelen Musa sayfasını aralamanın zamanı geldi.

55
MUSA
Tek Tanrılı dinler tarihi açısından en kilit kişilerden biri olan
Musa, bu özelliğini Sina dağında yanan ama kül olmayan bir çalı
şeklinde kendisine görünen Tanrısı tarafından verilen ‘On Emir’
yazılı iki tablete borçludur denilebilir. Firavun tahtına tehlike
oluşturacak bir çocuğun doğumunu rüyasında görerek tüm
İbranilerin ilk doğan erkek çocuklarının öldürülmesini ister.
Ancak annesi onu üç ay kadar saklayabilir. İlginç bir şekilde
Mısırlı anneler bebekleri ile İbrani evlerini askerler eşliğinde
gezmekte, kendi çocuklarını ağlatarak saklanmış bebek varsa
ağlamalarını sağlayarak ortaya çıkarmak gibi bir eylem
sergilemektedir. Artık bebeğinin ortaya çıkacağını anlayan
annesi katranla su geçirmez hale getirilen bir sala koyarak onu
bir sazlığa bırakır. Tevrat’a göre Firavun’un kızı, Kuran’a göre
eşi tarafından ya bulunur ya da onu bulan askerlerce öldürülmesi
engellenir. Annesi, kızı Miryam’ı peşlerinden göndererek
bebeğin akıbetini öğrenmek ister. Sürekli ağlayan ve başka
kadından süt emmeyen Musa için Miryam uygun bir anne
bulabileceğini söyleyerek kısa sürede gelişen olaylarla Musa’nın
annesini yine süt anne olarak gizlice Musa’nın yanına sokmayı
başarır. Birkaç yıllık bir süre içerisinde Firavun’un ev halkı
arasında büyütülmeye başlanan ve evlat edinilen bu çocuğun
başına başka olaylar da gelir. Firavun onu kucağına aldığında
bebek Musa Firavun’un tacını alarak kendi başına takar.
Geçmişte gördüğü rüyayı ona anımsatan baş büyücüsü Bi’lam
onu uyararak kaderindeki İbrani’nin onu bulduğunu ve
öldürülmesi gerektiğini iddia eder. Bakan (Aziz) Reu’el -ki çok
sonra sürülüp Medyan’da yine Musa’nın karşısına çıkacak olan
Şuayip peygamber olduğu düşünülmektedir- çocuğu korumak
56
için bunun bebekçe saflıkla yapılmış bir hareket olduğunu;
bebeğin önüne istenirse bir tabak dolusu altın ve bir kap
içerisinde ateş konularak onun bilinçli mi yoksa bebek saflığıyla
mı hareket ettiğinin sınanabileceğini belirtir. Gerçekten de Musa
altın yerine yanan ateşi alarak ağzına götürmüş ve dilini
yakmıştır. Bu iddiaya göre de ileride bahsedilecek olan
‘kekemelik ya da konuşma güçlüğü’ bundandır. Yine de bebeğin
hayatı bağışlanır. İşte Musa’nın saraya girişi ve bir soylu olarak
yetişmesi ve hatta rahip olarak Mısır inanışlarının sırlarına
inisiye olduğu iddiaları bu anlatılara dayanmaktadır.
Tevrat’ın Çıkış bölümü ve Talmud Musa ile ilgili hikâyelerin asıl
kaynaklarını oluşturmaktadır. Zamansal hesaplamalarda bu
kaynaklara dayansa da çok ciddi çelişki ya da anlaşılamazlık söz
konusudur. Örneğin:
Rab Avram’a şöyle dedi: "Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı
bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı
görecek." (Yaratılış, 15:13)
Soyunun dördüncü kuşağı buraya geri dönecek. (Yaratılış,
15:16)
İsrailliler Mısır’da dört yüz otuz yıl yaşadı.
Dört yüz otuz yılın sonuncu günü Rab’bin halkı ordular halinde
Mısır’ı terk etti. (Mısır’dan Çıkış, 12:40-41)
Görüldüğü gibi dört yüz yıl, dört yüz otuz yıl veya dört nesilden
söz edilmektedir. Bu dört neslin Yakup’un üçüncü oğlu Levi,
Levi’nin oğlu Kehat, torunu Amram ve torununun oğlu Musa
olduğu düşünülmektedir. Zaten bu yüzden zorlama bir hesapla
yaşadıkları yıllar olan Levi 137, Kehat 133, Amran 137, Musa

57
120 sene olmak üzere 527 sene toplamına ulaşıp Levi’nin
Mısır’a gelmeden önce yaşadığı 57, Musa’nın Çıkış’tan sonra
yaşadığı 40 sene çıkarılarak 430’a ulaşılmıştır. Oysaki her
çocuğun yaşamının babasının ölümünden itibaren hesaplanması
gibi basit bir hata yapılmıştır.
Mısır tarihinde önemli bir dönem 18. hanedandan önce Hiksoslar
denilen, kimi eserlerde yanlış şekilde ‘Çoban Göçebeler’
biçiminde tercüme edilse de başka toprakların hükümdarları
denilmesi daha uygun bir grup tarafından doğu deltasının yüz
yıldan fazla süre boyunca işgal edildiği, o bölgede hakimiyet
kurulmuş olan dönemdir. Bu dönemin MÖ 17. yüzyıl ile 15.
yüzyıl arası olduğu görüşü hakimdir. MÖ 1550’ler döneminde
bu kişilere karşı galip gelen ve 18. hanedanı kuran Ahmose
tarafından ülkeden kovulmuşlardır. Ağırlıklı görüşe göre Yusuf
18. hanedan döneminde Mısır’a köle olarak gelmiş ve sonra
vezirliğe kadar yükselmiştir. Sonra kıtlık çeken Kenan
diyarından ailesinin Mısır’a gelişi ile onların Mısır’da
kalabilmesi için izin almıştır ama burada söz konusu olan
yalnızca Yusuf dahil yetmiş kişidir. Fakat kitapta (1:7) açıkça
şöyle denilmektedir: "Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar.
Gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı."
Bu durumda Yusuf’un akrabalarına belki başkentte kalma izni
verilmiş olsa da diğer gelenler de olduğu ama acı Hiksos
tecrübeleri dolayısıyla sevilmeyen göçebeler’in Firavundan
uzağa, eskiden Hiksoslara başkentlik yapmış ama boşaltılmış
Avaris’e yerleştirilmiş oldukları düşünülmektedir.19

19
Musa ve Akhenaton, Ahmet Osman
58
Talmud’un aktardığı bazı ilginç durumlar söz konusu. Bunlardan
biri Musa’nın bebekliği döneminde onun öldürülmesi için
Firavun’a akıl veren aynı Bi’lam olması muhtemel yardımcının
Etiyopya’daki bir ayaklanmayı bastırmak için gitmesi ancak
durumu fırsata çevirerek kendini o bölgenin kralı ilan etmesi ve
kale ile surlar yaparak savaşa hazırlanması durumudur. Ancak
ilginçtir Musa eski Etiyopya kralının yanında savaşarak
Bi’lam’a karşı galibiyet alınmasını sağlamış, kendini çok
sevdirmiş, kral ölünce de yerine geçerek halk tarafından kral
olarak tanınmıştır! Etiyopya’nın o dönem Nübye denilen güney
doğu Mısır ve aşağısı olduğunu bilmek faydalı olacaktır.
Fakat Kraliçe Adonith "Neden bir yabancı size hükmetsin ki?"
diye halka diretince zamanla Musa kendi isteğiyle gücü
kontrollü olarak geri vermiş ama Etiyopya halkı onu büyük bir
onur ve hediyelerle uğurlamıştır…
Sonrasında Musa’yı bir başka durum içerisinde buluyoruz.
Kendi gibi bir İbrani’nin bir Mısırlı ile tartıştığını gören Musa
hiddetine yenik düşerek Mısırlıyı öldürmüş, bunun cezasından
korkarak onu kuma gömmüştür. Bu haberin duyulduğunu
öğrenince de Mısır’dan kaçmış, Medyan’a gitmiştir.
Medyan kısmına geçmeden önce bu hikâyede bana garip gelen
bir yan olduğunu bildirmek isterim. Musa Firavun’un karısı
tarafından evlat edinilmiş ve yetiştirilmişti. Sarayda yetişmiş,
diğer gruplarla hiç kontağı olmamıştı. Hal böyle iken bir Mısırlı
gibi değil, bir İbrani gibi hissetmesi normal midir? Eğer İbrani
olduğu belli ve bilinen bir konu ise, sadece bir yanaşma veya bir
hizmetçi gibi bulunabilirdi sarayda. Bu karışıklık belki de Ahmet
Osman’ın belirttiği gibi Yusuf’tan beri İbrani Yusuf’un soyunun

59
Firavun kanıyla karışmış olmasını muhtemel mi kılıyor? Ama
öyle ise neden diğer İsrailoğullarını Avaris’e izole bir şekilde
yerleştirdiklerini; neden onları yüzyıllar süren bir ağır çalışma
ortamında ve yoksullukta mecbur bıraktıklarını açıklamak
güçleşecektir. Bazı yerlerde savunduğu kişinin İbrani değil kendi
inanışında olan biri olarak görürüz! İsrailoğulları’nın birazdan
göreceğimiz üzere hiç de İbrahim’in ve Yakup’un Tanrısına
inanıyor olduklarının kesinliği öne sürülemez. Eğer Musa
Mısırlılardan farklı bir inanışa sahipse o zaman saray
içerisindekiler neye inanıyordu sorgulanmalı. Madem Yusuf
soyu sarayda idi, inancı neden farklılaşmıştı?
Yine de yukarıda bahsedilen olay ile aranan bir katil haline gelen
Musa Medyan diyarına kaçar. Orada su kuyularında Reu’el’in
kızları sürülerini su içmeye getirmiştir ama başkalarının onlara
zorbalık yaptıklarını gören Musa kızlara yardımcı olur. Bu
durumu kızları akşam babalarına anlatır. Babalarının o yabancıyı
bulmalarını ve misafir etmek istediğini söylemelerini istemesiyle
başka bir sayfa açılır. Fakat yukarıdaki sözlerimi haklı
çıkarırcasına kızların babalarına söylediği şey bir ‘Mısırlı’nın
onları kurtardığıdır!
Musa’nın uzun süren misafirliği Yetro / Şuayip’in kızlarından
Sippora ile evlenmesi ve Gerşon isimli çocuklarının doğumuyla
gelişir. Bu sırada Mısır’da da Firavun değişir. Ancak
İsrailoğullarının ağır şartları devam etmektedir. Musa sürüsünü
otlattığı bir gün Horeb (Sina) dağı yakınlarında bir ses duyar.
Yanan bir çalı halinde kendisine görünen Tanrısı ona şöyle
seslenir:

60
"Ben babanın Tanrısı, İbrahim’in Tanrısı, İshak’ın Tanrısı ve
Yakup’un Tanrısı’yım. (3:6) Gel, halkım İsrail’i Mısır’dan
çıkarman için seni Firavuna göndereyim."
Musa şaşkınlık içindedir, gittiğinde İsrailoğullarının ona
inanmayacağını söyleyerek onlara Tanrı’nın adını ne diye
aktarması gerektiğini sorar. Tanrısı ise daha önce aktarmış
olduğum sebepten ismini vermez; ‘Ben benim’ der.
Onu desteklemek adına elindeki asayı yere atmasını ve bir
mucize olarak yılana dönüşeceğini gösterir. Elini kıyafetinin
içine sokmasını ve bir cilt hastalığı gibi bembeyaz çıkacağını
ama tekrar bunu yaptığında normale döneceğini belirtir. Musa
oldukça isteksiz görünür ve konuşmadaki ağırlığını bahane eder,
başka birini seçmesini ister. Bunun üzerine Tanrısı onun kardeşi
Harun’un karşısına çıkacağını ve bu yolda onun yardımcısı
olacağını söyleyerek onu Harun ile destekler. Gerçekten de
kardeşi Harun ile karşılaşırlar ve halkına Musa’nın Tanrısının
söylediklerini Harun iletir. Firavundan da halkını serbest
bırakmasını ister. Bilindiği üzere talepleri reddedilir. Bunun
üzerine sırasıyla kan, kurbağa, sivrisinek, at sineği, hayvanların
ölümü, çıban, dolu, çekirge ve karanlık olmak üzere on bela ile
Tanrısı Musa’nın davasını destekler. Son olarak Tanrısı ona
Mısır’dan geçeceğini, kurban keserek kapılarını bu kurban ile
işaretlemelerini salık verir. Bunu yapan İsrailoğulları hariç tüm
Mısır’da ilk doğan insan ve hayvanlar ölür…
Firavun sonunda kavmini alarak Mısır’ı terk etmelerine izin
verir. Altı yüz otuz bin kişiyle Mısır’daki 430. yıllarında
çıktıkları rivayet edilmektedir. O dönemki genel uygulamayla

61
kadın ve çocukların değil sadece erkeklerin sayılarının söz
konusu olduğunu düşünürseniz bu sayı gerçekçi gelmemektedir.
Mısır’dan Çıkış kısmında iki garip bilgi de göze çarpmaktadır!

İlki (3:8) "Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlıların elinden


kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt
ve bal ülkesine, Kenanlıların, Hititlerin, Amorluların,
Perizlilerin, Hivlilerin, Yevusluların topraklarına götüreceğim."
bilgisidir. Tanrı aşağıya inmiştir! O dönem başka uygarlıkların
bulunduğu toprakları da halkına söz vermektedir.

İkincisi (3:22) "Her kadın Mısırlı komşusundan ya da


konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek.
Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlıları
soyacaksınız." Halkını başka bir halkı soymak için
görevlendirmektedir!

Ayrıca seslenişlerde de bugünkü din anlayışı ile baktığımızda


bize garip gelen noktalar vardır: (7:1) Rab, "Bak, seni Firavuna
karşı Tanrı gibi yaptım" dedi, "Ağabeyin Harun senin
peygamberin olacak."

Yine Firavun kötü bilinir ancak Tevrat’a göre onu böyle yapan
Tanrı’nın kendisidir!
(10:1-2) "Rab Musa'ya, "Firavunun yanına git" dedi,
"Belirtilerimi aralarında göstermek için Firavunla görevlilerini
inatçı yaptım. Mısır'la nasıl alay ettiğimi, aralarında
gösterdiğim belirtileri sen de çocuklarına, torunlarına anlat ki,
benim Rab olduğumu bilesiniz."

62
(11:10) "Musa'yla Harun Firavunun önünde bütün bu şaşılası
işleri yaptılar. Ama Rab Firavunu inatçı yaptı. Firavun
İsraillileri ülkesinden salıvermedi."
Ahmed Osman, Musa ve Akhenaton isimli eserinde yaptığı
incelemeler ve dönemsel benzerliklerden şu sonuca varmaktadır:
Akhenaton getirmiş olduğu Tek Tanrılı Aton dinini toplum ve en
çok da eski dinin rahiplerinin kurduğu düzene kabul ettirmekte
güçlük yaşamıştır. Dinini bir grup yakın çevresi ile
paylaşabilmiştir. Ancak başkenti taşıdığı Amarna ve Karnak’ta
yaptığı tapınaklarda dinini devlet dini haline getirmeye
çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Kurduğu tapınaklar tıpkı daha
sonra Musa’nın geçici olarak kurduğu çadır tapınaklar gibi
doğuya bakar şekilde kurulmuştur.
Gebel Silsila taş ocağında ibadet ederken gösterildiği
kabartmada Akhenaton kendisine "adında ışık (Shu) olan Aton,
ufuktaki neşe, Re-Harakhti’nin ilk peygamberi" demiştir.
Rahipler, askerler ve halk arasında Amon kültünün izlerinin
silinmesine karşı tepki ve isyan oluştuğu bu sebeple
Akhenaton’un tahttan çekilerek yerine Smenkare’yi bıraktığı
onun kısa sürede ölümü ile çocuk yaşta Tutankamon’un başa
geçirildiği düşünülmektedir. Son olarak amcası Aye tahta
geçmişse de firavun ailesinin tamamen ortadan kaldırıldığı ve
ordunun başındaki bir komutan olan Ramses’in zor kullanarak
tahta geçtiği ama kısa ömrünü 19. hanedanın devamı
niteliğindeki I. Seti ve sonrasında II. Ramses’e bıraktığı böylece
taht mücadelesinin sonlandığı ama sonra gelenlerin Akhenaton,
Smenkare, Tutankamon ve Aye’nin dönemine ait tüm izleri
ortadan kaldırmaya çalıştığı; inançlarının izlerinden tarih

63
kayıtlarındaki kral isimlerine kadar her yerden silinmeye
çalıştıkları düşünülmektedir. Talmud’da Musa’nın Etiyopya
Kralı olması öyküsünde olduğu gibi Akhenaton’un sadece
Nefertiti’nin oğlu Tutankamon olabilecek kişinin lehine tahttan
inmek zorunda kaldığı çıkarımları da yapılmıştır.
Bir süre sürgünde bulunan Akhenaton’un izlerine Sina dağ
sırasındaki Sarabit el Khadim bölgesinde denizden 793 metre
yukarıda bir mağarada inşa edilmiş tapınakta rastlanmaktadır.
Bu tapınaktan 31 cm boyunda Akhenaton’un annesi Tiye’nin
heykelciği de bulunmuştur ve yanmış adakların sunulduğunu
gösteren Yahudi ayinlerinin izleri de bulunmuştur.
Belki de burası "Fazla yaklaşma, çarıklarını çıkar. Çünkü
bastığın yer kutsal topraktır." (Mısır’dan Çıkış, 3:5) denilen yer
olabilir!
İşte iddiaya göre lehine tahttan çekildiği kişilerin de elinden
gücün alındığı ve 19. hanedanın artık tahta oturduğu dönemde
Akhenaton sürgün yerinden geri dönerek tahtta olan hakkını ileri
sürmüştür. Ramses’in Firavun soyundan gelmediği
bilinmektedir. Firavuna karşı anlatılan yılana dönüşen asa
hikâyesi aslında bir sihirden ziyade kralın gücünün hükümdarlık
asalarından biri, pirinçten yapılmış veya pirinçle kaplanmış yılan
şeklindeki bir değnek ile benzerliği dikkat çekicidir. İbranice
sözcük ‘Nahash’ hem pirinç hem de yılan demektir. Talmud’un
Haggadah kısmında "Musa’nın kullandığı değnek… bir
hükümdarlık asası gibi şekillendirilmiş ve oyulmuştur."
demektedir.
Bu benzerlik iddiasına son bir katkı da daha önce bahsettiğimiz
Freud’dan gelmektedir. Yahudi inancında Tanrı’nın ismi
64
bilinemez ve söylenemezdir. Bunun yerine ona ‘Adonai’ yani
efendimiz denilmektedir. Tıpkı Hıristiyan inancında ‘Lord’
kullanımı gibi. Ancak bu Adonai’nin söylenişi Freud’a göre
başka bir yerden gelmektedir. İbranice d harfi Mısır dilinde t
harfinin karşılığıdır. E harfi ise o harfine dönüşmüştür. Böylece
meşhur İsrail deyişi: "Schema Yisrael Adonai Elohenu Adonai
Echod. Dinle ey İsrail Tanrımız tek Tanrıdır." değil aslında
"Dinle ey İsrail, Tanrımız Aton tek Tanrıdır." Şeklinde
okunmalıdır.
Eğer Akhenaton Musa ise ve taht iddiasına karşılık bulamadıysa
yine de kendi dinine inananlar ile o dönem Mısır’da baskı
görmekte olan ve Mısır dini dışındaki inanışlara sahip İbraniler
gibi toplulukları da yanına alarak Sina’ya doğru çıkış
gerçekleştirmiş olduğu düşünülebilir. Bu spekülatif iddiayı
burada bırakarak artık tarihte bilinen haliyle hikayemize devam
edebiliriz.

65
ÇIKIŞ
Şunu unutmayalım Mısır’ın binleri bulan Tanrıları arasında belki
yüzlerce yıl yaşamış ama köken olarak doğudaki topraklardan
gelmiş bir topluluktan bahsediyoruz. Aslında iddia edildiği gibi
yalnızca Yakup’un on iki oğlunun soyu değil belki bir bölgenin
tüm göçerlerinin mevzubahis olduğu da akla en mantıklı
gelenidir. Yoksa bahsedildiği gibi yüzbinlerce kişilik bir
kalabalık nasıl mümkün olabilirdi? Hâl böyle olunca çok değişik
inançlardan kişiler kendilerine yeni tanıtılmış bir tek Tanrı’ya
bağlılık ilan ettiler. Musa onların lideriydi. Bir teoriye göre Musa
ne kekemeydi ne de konuşma güçlüğü vardı. Bu durumla
anlatılmak istenen sarayda yetişmiş ve yüksek rahiplik
seviyesine gelebilmiş Musa’nın Habiru yani İbranilerin ya da
semitik dilin yabancısı olması ve onlarla iletişimi için Harun’un
yardımcı olması da olabilir. Öyle veya böyle aynı dönemde aynı
kavime iki peygamber gelmişti. Yehova kıskanç bir Tanrı idi,
kendisinden başka Tanrı yoktur diye bir iddiası ilk başta yoktu;
sadece kendinden başka Tanrılara tapınılmasını yasaklamıştı!
Halk içinse diğer Tanrılardan bambaşka ve doğrudan hayata
müdahale eden, mucizeler gösteren bir Tanrı söz konusuydu.
Bağlılık göstermek çok da zor olmadı. Ta ki bu kalabalık yol
boyunca zorluklar yaşamaya başlayıncaya kadar. Firavunun
askerleri peşlerinden geldiğinde "Bizi bu çöllere ölmeye mi
getirdi, Mısır’da mezar mı kalmamıştı." gibi yakınmalarla
başlayan başkaldırışlar aralarında kendilerine lider bulup geri
dönme isteğine kadar varıyordu. Lakin her seferinde Musa’nın
Tanrısı gücünü ortaya seriyordu. Deniz ikiye yarıldı, inananları
kurtuldu! Firavun ve askerlerini ise dalgalar altına alarak gücünü
yüzyıllarca unutulmayacak şekilde ortaya koydu. Yalnız yolda
66
yakınmaları en çok susuzluktan oluyordu ve bu durum Musa’nın
başına beklenmedik bir iş açtı. Zin Çölü civarında kavmi onu
susuzluk sebebiyle yine isyan ile sıkıştırdığında asasını yere
vurdu ve ‘Meribah Suyu’ denilen yerden fışkıran su ile onlara
istediğini verdi. Ancak Tanrısı ona bu yaptığından dolayı vaad
edilmiş toprakları görebilecek olmasına rağmen asla oraya
girmeme cezası ile karşılık verdi! Bu sebepten kırk yıl boyunca
çölde dönüp durdular. Bir Tanrı susuzluktan ölmek üzere olan
kavmine neden su buldukları için lanet ederek ceza vermiştir;
Musa’ya bu mucize Tanrısı tarafından verilmişse neden
uygulamasaydı, Tanrı tarafından verilmediyse kendi nasıl
başardı? Hâlâ cevaplanmayı bekleyen sorulardır. Lâkin
İbrahim’in görüştüğü sevecen ve yol gösterici Tanrı’dan çok
farklı, kindar ve cezalandırıcı bir figür olarak karşımıza
çıkmaktaydı yeni Tanrı Yehova.
Bu kırk yıllık süre ile ilgili değişik sebep spekülasyonları var
anlatılagelen. İlki Mısır’dan çıkan insanların bir nesil geçirerek
yeni doğan nesilde eski Tanrı inanışlarının izlerinin tamamen
silinmiş olması gerekliliğidir. İkinci sebep girecek oldukları
toprakların zaten başka toplulukların vatanları oluşu ve hırsız,
dilenci, köle, kadın, çocuk gibi bir görüntüsü olan bu kalabalığa
karşın kale ve surlar ile korunan ordularıyla Kenan ülkelerine
kolayca kabul edilmeyişleri olabilir.
İki durumu da çürütecek veriler var. İlk olarak Mısır’dan Çıkış
yapan topluluğun tamamının aynı inanışa sahip olduğunu
düşünmek saflık olur. Zaten sürekli olarak çölde göç ediyor
olmaktan şikâyet eden topluluğun bir diğer talepleri de gözle
görülebilecek olan bir Tanrı’yı onlara Musa’nın vermeyişidir.
Mısır’da herkes her Tanrıya tapamaz, kurban veremezdi. Hem
67
seçkinlerin hem de rahipler grubunun elinde bir ayrıcalık olan bu
durum Musa’nın Tanrısı ile değişiyor görünüyordu. Ancak Musa
onlara tapılacak bir Tanrı, kurban verilecek bir imkân
vermemişti! Tanrısı ile Sina Dağında görüşüyordu…
Mısır’dan Çıkış’tan sonraki üçüncü ayda çölde ilerleyen kavim
Musa’nın On Buyruk’u aldığı Tanrı’nın dağı olan Horeb
Dağı’na (Sina Dağı’na) varmıştı. Ancak İsrailliler Musa’nın
onları bırakarak Tanrı ile konuşmaya gittiği kırk günlük
yokluğunda sabırsızlanmıştı. Harun herkesin altın küpeleri ve
eşyalarını toplayarak eritti ve altın bir buzağı şeklinde put yaptı.
Ertesi sabah İsrailliler altın buzağının sunağında adaklar
adadılar, kurbanlar kestiler, içki içerek kendilerine cümbüşe
kaptırdılar. Burada anlatılan çok bariz bir şekilde Filistin
diyarında o dönem etkin olan ‘Baal’ inancıdır. Görüldüğü üzere
peygamber Harun’un bile yaptığı ‘El’ kültünden başkası
değildir. Ancak Musa geri döndüğünde gördükleri karşısında
sinirinden elinde getirdiği Tanrı’nın On Buyruğunun yazıldığı
tabletleri yere atarak kırmıştır. Altın buzağıyı eriterek yok
etmiştir. Ardından şöyle seslenmiştir: "Tanrı’dan yana olanlar
yanıma gelsin!" Çevresine toplananlar Levililer olmuştur ve
Musa da onlara şöyle demiştir: "Herkes kılıcını kuşansın.
Ordugâhta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını
öldürsün." Levililer emirlere itaat etmiş ve o gün yaklaşık üç bin
putperest öldürülmüştür. Aslında bu eylemin başında görülen
Harun’u peki kendisi neden öldürmemiştir? Saçlarından çekerek
halkı önünde ona serzenişleri bilinmektedir. Aslında yerini
aldıkları El kültünün yeni Tanrılarında canlanmasını bir geri
dönüşle silmek Musa için en büyük tehditlerden birisi
görünmektedir. İnşa ettikleri yok olmamalıdır. Ancak üzerine

68
inşa ettikleri de geri gelmemelidir. Üzerine inşa ettikleri demek
ne demektir?
Örneğin On Buyruk aslında başka bir yerde bulunabilir mi?
Mesela sadece inisiyelerin ulaşmasına ve okumasına izin verilen
Mısır’ın Ölüler Kitabı’nın 125. bölümünde yargılama gününde
Osiris ve 42 yargıcın önünde söylenen negatif itiraf şöyledir:

Yalancılık yapmadım
Hırsızlık yapmadım
Çalmadım
İnsan öldürmedim…

Musa’da benzer buyruklarla halkına gelmişti:


Adam öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, komşuna karşı yalan
yere tanıklık etmeyeceksin… Böylece Osiris ve ahiretin kuralları
bu dünyanın şeriatına dönüşüyordu!
Aton dininde yaratılışa inanılırdı. Ruhun varlığına ve ölümden
sonrasına inanılırdı. Ölen kişiler için cenaze töreni yapılırdı; ölen
kişi dünyada yaptıklarına göre ya ödüllendirilir ya da
cezalandırılırdı. İbadethanelere girmeden önce ritüelik bir
temizlik yapılırdı, temizlik çok önemli idi. Cinsel ilişkiden sonra
büyük bir temizlik yapılırdı. Dini bir eylem olarak hayvan
kurban edilirdi. Erkekler sünnet edilirdi. Domuz eti yenmezdi.
Putlar yasaktı ve hiçbir şekilde puta tapılamazdı.

69
Akhenaton’un tek Tanrı olarak ilan ettiği Aton için yazdığı
yakarış da pek günümüz tektanrıcılarının sözlerinden farklı
görünmemektedir.

Tanrı, uludur, birdir, tektir.


Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O’dur her varlığı yaratan.
Bir ruhtur Tanrı, görünmeyen bir ruh…
Ta başlangıçta vardı Tanrı.
Tek varlıktı o.
Hiçbir şey yokken o vardı.
Her şeyi o yarattı…
Ezelden beri gelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek.
Gizlidir Tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman…

70
YENİ TOPRAKLARDA İSRAİLOĞULLARI
Aslında eski topraklarda mı demeli? Zira İsrailoğulları eski
toprakları olan Kenan diyarına geri dönmüştü. Musa’nın Tanrısı
fırtına Tanrısı idi. Tanrı dağında kara bulutlar içinde
bulunuyordu. Musa onunla yeniden görüşmeye gittiğinde
Tanrısı Musa'ya, İsrailoğullarından herhangi birinin ya da
onların hayvanları dağa ayak basarsa hatta dokunursa onları taş
yağmuruna tutarak veya onları vurarak öldüreceğini söyledi.

Bu Tanrı, Musa’ya çok özel bir ağaçtan çok özel boyutlarla bir
sandık yapmasını ve onun içine gireceğini, bundan sonra
gittikleri yerlere onu da yanlarında götürebileceklerini söyledi.

Bugün bile Ürdün, Lübnan, Suriye dağları boyunca ve Anadolu


Toroslarınca uzanan dağların yükseklerinde bölge inancından
çok farklı inanışa sahip halklar yaşar. Bu halklar her dönem yöre
dinlerindenmiş gibi görünse de takiyye yaptıkları ve gizli başka
bir inanışları olduğu bilinir. Türkiye’de tahtacı ismini alan bu
kişiler Lübnan dağları boyunca Dürzi’ler olarak
adlandırılmışlardır. İnanış olarak benzerlik görülemese bile
yüksek dağlardaki ormanların bekçileri olup ormancılık,
tahtacılık işleriyle uğraşırlar. Bu dağlarda Sedir ağacı yetişir. Bu
kişilerin inanışına göre Sedir kutsaldır. Âdem cennetten
kovulduğunda cebinde getirdiği bir tohumdan türediğine
inanılır. Lübnan bayrağında halen sedir ağacı bir simge olarak
görülmektedir. Hâtta aynı inanışa göre Nuh’un Gemisi’de yine
bu ağaçtan yapılmıştır. Çok daha sonraları göreceğimiz şekilde

71
Süleyman’ın Mabedi için de bu bölgeden Sedir ağaçları
istenmiştir.
Eski Ahit’te Ahit Sandığının Akasya ağacından yapıldığı
sonradan yazılmışsa da yukarıdaki inanış uyarınca Sedir’den
yapılmış olmalıdır.

Ahit Sandığı 111 cm uzunluğunda, 67 cm genişliğinde ve 67 cm


yüksekliğindeydi. Hem içten hem de dıştan saf altınla kaplanmış
ve altın bir kenar süsüyle süslenmişti. Kapağı saf altındandı ve
üstünde her iki uca yerleştirilmiş iki altın kerubi (kanatlı melek)
bulunuyordu. Kerubiler karşılıklı duruyordu ve yüzleri kapağa
dönüktü, kanatları ise yukarıya doğru açılıyor ve kapağın üzerini
örtüyordu. Sandığın ayaklarının yukarısında dört altın halka
vardı. Ağaçtan yapılmış ve altınla kaplanmış sırıklar bu
halkalardan geçiriliyordu ve Ahit Sandığı bu sırıklarla
taşınıyordu (Çıkış 25:10-21; 37:6-9).
Ahit sandığının üstündeki kerubilerden de anlaşılacağı gibi Mısır
kültürüne ait bir simgeselliğe sahip olan sandık içinde ilk önce
on buyruğun yazıldığı iki levhayı taşımaktaydı. Sonradan kutsal
başka emanetler de sandığa girdi. Sandık, Tabernakl denilen
kutsal çadırın ‘kutsalların kutsalı’ denilen kısmında
saklanıyordu. Yalnızca seçilmiş kişilerce, özel yöntem ve
ritüellerle taşınabiliyor, uygunsuz şekilde yaklaşanlar hayatlarını
kaybediyordu! Tıpkı Yehova’nın dağına uygunsuz ayak basanlar
gibi…

72
Tabernakl ve içinde Ahit Sandığı

Bu konuya yeniden dönmek üzere tarihin akışında yüzmeye


devam edebiliriz.
Bundan sonra Yehova’nın sertliği Mısır’da olduğu gibi bölge
halklarının da başına gelen felaketlerle kendini gösterdi.
Kendisine seçtiği kavmin önünden gidiyor, tüm vaat ettiği
bölgeyi onlara teslim ediyordu.

"... Ve Sihon bizimle savaşmak için Yahesa'da bütün halkıyla


karşımıza çıktı. Efendimiz Tanrımız onu elimize teslim etti: Onu,
oğullarını ve bütün halkını yok ettik. Bütün kentlerini ele
geçirdik, hepsini yok ettik. Kadın, erkek, çocuk, kimseyi sağ
bırakmadık. Onlara hiç acımadık. Hayvanlara ve ele
geçirdiğimiz mallara ise el koyduk. Arnon Vadisi kıyısında
Amer'den ve vadideki kentten Gilat'a dek ele geçirmediğimiz

73
hiçbir kent kalmadı: Efendimiz Tanrımız hepsini elimize teslim
etti...
... Daha sonra dönüp Basan'a doğru ilerledik. Basan Kralı Og'la
ordusu bizimle savaşmak için Edrei'de karşımıza çıktı. Tanrı
bana: Ondan korkma, çünkü onu da ordusuyla ülkesini de senin
eline teslim ettim. Amorlular'ın Heşbon da yaşayan Kralı
Sihon'a yaptığının aynısını ona da yapacaksın. Böylece
Efendimiz Tanrı Başa Kralı Og'u ve halkını elimize teslim etti.
Hiçbirini sağ bırakmadan hepsini yok ettik: Bütün kentlerini ele
geçirdik. Ele geçirmediğimiz tek kent kalmadı. Hepsi altmış
kentti: Basan'da Og'un ülkesi olan Argov bölgesi. Bütün bu
kentler yüksek surlarla, kapılarla, sürgülerle sağlamlaştırılmış:
bunlardan başka surları olmayan pek çok köy de vardı. Heşbon
Kralı Sihon'a yaptığımız gibi hepsini yok ettik. Her kenti, kadın,
erkek ve çocuklarıyla birlikte yok ettik. Ama hayvanlarla
kentlerdeki mallara el koyduk."

Bu korku sadece bölge halkları için geçerli değildi. Yehova


onlara da haşmetini ve antlaşmalarını hatırlatmaktan geri
durmuyordu:

"Eğer Tanrınızı unutur, başka ilahları ardınca giderseniz,


onlara tapar, önlerinde yere kapanırsanız, bugün size açıkça yok
olacağınızı belirtirim.
Tanrınız önünüzde ulusları yok ettiği gibi sözüne kulak
vermediğiniz için sizi de yok edecek." (Yasa Kitabı 8:19-20)

74
Filistin bölgesindeki halklar ile savaşlar ve bir yandan da
kaynaşma yıllar boyunca devam eder. Krallık ilan edilir, Şaul ilk
kral olacaktır. Ancak bölgede savaşlar son bulmaz, özellikle
Filistinlilerin ordusundaki 3 metre boyundaki Goliath
İsraillilerin moralini bozmaktadır. Yahudalı Davut isminde biri
Goliath’ı alt etmeyi başararak bir halk kahramanı haline gelir.
Kral Şaul’den sonra kısa süre başa geçen Ishbaal (isimlerden
bölgedeki Baal kültünden ne kadar etkilenildiği anlaşılabilir)
öldürülünce yerine Davut geçer. Davut ve oğlu Süleyman
dönemi krallığın en ihtişamlı olduğu zamanlar olur. 12 kabile
sonunda birleşmiştir.
Davut Musa’nın döneminden beri Tabernakl adı verilen gezgin
çadır tapınak yerine artık başkentleri Kudüs’te bir sabit tapınak
yaptırmak ister ancak savaşlardan dolayı eline kan bulaşmış olan
Davut bu göreve uygun görülmez. Bir rivayete göre
komutanlarından birinin eşiyle evlenebilmek için onun ölümüne
dair planlar yapmış olması da uygun görülmemesine neden
olmuştur. Yine de komşu krallık olan Sur (Tyre) kralı Hiram ile
anlaşmalar yapar, tapınak için planlar çizdirir, malzemeler
sipariş edilir. Yerine geçen oğlu Süleyman İslamiyet’te
peygamber görülse de Hıristiyanlar ve Museviler için bir kraldır.
İsmi Şlomo, Selam kökünden gelip ‘barış getiren’ mânâsına
gelmektedir. Döneminde bir barış ve esenlik sağlamış, tarihte
kendi ismiyle geçen ve Musevilerin bitmez hasretleri olan;
babasının da rüyası Süleyman Mabedi yapılmıştır.

75
Süleyman mabedi; A, Dolan; B, Hikal, C, Kutsalların Kutsalı

Süleyman babası ile zaten anlaşmalar yapmış olduğunu bildiği


Sur Kralı Hiram ile I. Krallar 5’te belirtildiği üzere işbirliği
yapar:
"Sen bilirsin ki Tanrı, babam Davut’un düşmanlarını onun
ayakları tabanlarının altına koyuncaya kadar, çevresindeki
cenkler yüzünden Tanrı’nın ismine bir ev yaptıramadı…
Tanrı’nın ismine bir ev yapmaya niyet ediyorum. Ve şimdi,
Lübnan’dan bana sedir ağaçları kessinler diye emret; ve
kullarım senin kullarınla beraber olacaklar; ve söyleyeceğin her
şeye göre kulların için sana ücret veririm; çünkü bilirsin ki,
aramızda faydalılar gibi kereste kesmek bilen yoktur." der.
Malzemeler, mimarlar ve ustalar konusunda yardım alan
Süleyman, MÖ 966 yılında inşaatının başladığı ve yedi yıl altı
ay sürdüğü rivayet edilen aslında bugünkü ölçülerle bakıldığında
gayet basit bir eser olan mabedi tamamlatır.

76
"Mabedin yapımına Süleyman’ın saltanatının dördüncü,
babası Davud’un ölümünden sonra üçüncü yılda; Kızıldeniz’in
geçilişinden dört yüz yıl sonra kutsal yılın ikinci ayı
olan Zif ayında başlandı ve tüm bölümleriyle yaklaşık yedi yılda
bitirildi."
Bugün inanılan Mabedin Kudüs’te Moriyah dağında inşa
edildiğidir. İbrahim’in İshak’ı Tanrısına kurban etmek üzere
inanış sınavından geçtiği yerin de bu dağ olduğunu hatırlayalım.
"… Taşlar taş ocağında kesildi, yontuldu, markalandı ve
numaralandı, keresteler Lübnan ormanlarında kesildi ve
hazırlandı ve aynı zamanda markalandı, numaralandı; bundan
sonra sallarla Yafa’ya taşındı; buradan da Kudüs’e aktarıldı ve
burada şahane bir şekilde bir araya getirildi."20
İnanışa göre Süleyman ustalarına ve baş mimarına inşaat
alanında hiçbir çekiç sesi duymak istemediğini bildirmişti.
Sebebi tartışmalı olmakla birlikte bu sebeple tüm yapı
malzemeleri, keresteler, yontulan taşlar başka yerlerde kurulan
şantiyelerde hazır halde geldi ve mabedin yapılacağı yerde
kusursuz şekilde birleştirildi. Tek bir çivi sesi bile duyulmadan
muhteşem eser yapılmıştı. Süleyman bölgede inşa ettiği tek
şeyin mabet olmadığını ve halklar arasında barışında bir simgesi
olacak bu mabedin önemini biliyordu. Bir rivayete göre
inanışları farklı olan Bünyamin ve Yahuda (Jahuda) kabileleri,
bir inanışa göre kendi Tanrıları Yehova (JHVH) ile bölgenin
Tanrısı Baal’in isimlerini mabedin girişindeki iki sütun olan J

20
Süleyman Mabedi, Renan Mengü
77
(Yakin) ve B (Boaz) sütunlarıyla ölümsüzleştirdi. Bu sütunlar
diğer pek çok eser gibi baş mimar ve tunç ustası Hiram Abif’in
eseriydi. Bu mabedin yapımında binlerce çırak, kalfa ve ustanın
çalıştığı söylenmektedir. Baş mimar Hiram Abif, kimin ne kadar
nafaka alacağına her bir grup için belirlediği ‘derece belirtir gizli
sözcük’ ile çözüm bulmuştur; ancak henüz derecesi gelmemiş
kalfalar tarafından saldırıya uğrayınca usta sözcüğünü
vermektense hayatını vermeyi tercih etmiştir. Bu yönüyle sır
saklamanın önemini vurgulamak için kimi ezoterik örgütlerce
simgesel bir alegorik öykünün de kahramanı haline getirilmiştir
hem Hiram Abif hem de Süleyman Mabedi.

Süleyman Mabedi’nin görüntüsü


78
Süleyman tarihte pek çok mistik anlatının konusu olmuştur.
Kuşlarla konuştuğu, cinlere hükmettiği gibi pek çok iddia vardır.
Yüzüğü ise üzerindeki mührü ve bazı okült güçleri sağlaması
sebebiyle ilgi çekmektedir. Yine de ömrünün sonuna doğru
eşlerinin etkisiyle kendi Tanrısından yüz çevirdiği ve onların
Tanrılarına ilgi gösterdiği Ahitte geçmektedir!

1. Krallar 11. Bölümde onunla ilgili yazılanlara bir bakalım:

3 Süleyman'ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz


cariyesi vardı. Karıları onu, yolundan saptırdılar.

4 Süleyman yaşlandıkça, karıları onu başka ilahların ardınca


yürümek üzere saptırdılar. Böylece Süleyman bütün yüreğini
Tanrısı Rab'be adayan babası Davut gibi yaşamadı.

5 Saydalıların tanrıçası Aştoret'e ve Ammonluların iğrenç ilahı


Molek'e taptı.

6 Böylece Rab'bin gözünde kötü olanı yaptı, Rab'bin yolunda


yürüyen babası Davut gibi tam anlamıyla Rab'bi izlemedi.

7 Yeruşalim'in doğusundaki tepede Moavlıların iğrenç ilahı


Kemoş'a ve Ammonluların iğrenç ilahı Molek'e tapmak için bir
yer yaptırdı.

8 İlahlarına buhur yakıp kurban kesen bütün yabancı karıları


için de aynı şeyleri yaptı.

79
YIKILIŞ VE SONRASI

Süleyman’ın ardından kuzeydeki 10 kabile İsrail krallığı adıyla


bağımsızlıklarını ilan ettiler. Güneydeki Yehuda ise Davut
soyunun yönetimini devam ettirdi. MÖ 722 yılında Kuzey İsrail
Asurlular, coğrafi korumanın etkisiyle biraz daha korunabilse de
Yehuda krallığı da MÖ 588 yılında Babillilerce işgal edildi. MÖ
586 yılında boyun eğmeyen Yehuda krallığının başkentini
Süleyman Mabedi dahil olmak üzer yerle bir ederek yakıp yıkan
Babil hükümdarı Nabukadnezar, pek çok esir ile birlikte Babil’e
döndü.
Sürgün ve esaret döneminde (H)Ezekiel isminde bir
‘peygamber’e gökler arasından Yahve (Yehova) yine seslenir.
Ona pek çok ‘görü’ ile mesajlarını iletir. Kudüs’ün mimari
planından diğer Tanrılara tapınanların mabetlerini yıkacağına
kadar sürgündeki İsraillilere anlatacakları vardır. Ancak
kimilerine göre gerçeküstü görüler görmekte olan Ezekiel’in
kitabı çok sonraları avama açıklanmaması gereken ve en gizli
sırları içeren bir kitap olarak karşımıza çıkar. Bu kitapta
anlatılanlara göre gök yarılıp içinden ‘Merkavah’ denilen alevler
saçan Tanrı’nın arabası belirmiştir. Tanrı Ezekiel’le konuşmuş
ve ona bir tomar yedirmiştir. Bu ‘tomar’, ‘yedi mühürlü tomar’
olarak da bilinmektedir. Tanrının bilgisinin korunmakta
olduğunu ve yalnızca onun izin verdikleri tarafından
bilinebileceğinin de simgesel işaretidir.

80
Ezekiel’in önemi yanmış ve yıkılmış Kudüs’ün planlarının çok
sonra Ezekiel’in bu görülerindeki planlara göre yeniden
yapılmaya çalışılacak olmasıdır.
Davut’un soyundan gelen Zerubabel ya da Zorobabel’in Babil’i
ele geçiren Cyrus/Kiros ya da bizim bildiğimiz ismiyle
Keyhüsrev ile görüşmesi ve sürgün İsraillilerin Kudüs’e dönüşü
için izin almasıyla bu planlar üzerinde Kudüs kalıntılarından
yeniden ayağa kaldırılmaya çalışılmıştır. Keyhüsrev’in geri
dönüşe MÖ 537’de yani sürgünden 50 sene sonra izin verdiği
düşünülmektedir. İnşaata başlandıktan sonra 3,5 yıl içerisinde
Süleyman Mabedinin Zerubabel ve halkıyla birlikte yeniden
yapıldığı, bu tarihinse yaklaşık MÖ 516 olduğu tahmin
edilmektedir. Yüzyıllar sonra İsa’nın soyunun da bir şekilde
Zerubabel üzerinden Davut’a bağlandığı görülmektedir. (Matta
1:12–13; Luka 3:27)
Geri dönmüş ve Yehuda kralı ve Pers prensi ilan edilmiş Zerubabel
simgesel olarak bölgeye döndüğünde bir elinde mala bir elinde
kılıç ile Mabedi inşa eder. Ancak bölgede huzursuzluk ve savaşlar
sona erecek gibi görünmemektedir. MÖ 168 yılında terk edilerek
harabe olduğu görülen mabet ve bölgenin hakimiyeti Perslerden
Büyük İskender’in İmparatorluğuna, onlardan Mısır Ptolemaios
hanedanlarına el eğiştirmekteyken, kendini Roma İmparatorluğu
81
hakimiyetinde bulur. Bölgeye vali atanan Herod üçüncü mabedi
inşa ettirir. MÖ40 yılında atanan Herod’un başlattığı inşaatın
MS 7 yılında tamamlandığı rivayet edilir. Ancak MS 70 yılında
Yahudilerin çıkardığı isyanı bastırmak isteyen İmparator
Vespasianus’un oğlu Titus tarafından yerle bir edildiğinde
Yahudiler için bir gurur meselesi olan Süleyman Mabedi de
üçüncü ve son defa tarihin tozlu sayfalarına kaldırılmış
oluyordu. Ancak bu süreç boyunca aynı bölgede izini
sürdüğümüz inanışlar da sıklıkla değişime uğramıştı. İlk olarak
Keyhüsrev ya da Cyrus’un inanışının izini sürmekle başlayalım.

82
ZERDÜŞTLÜK

Zerdüştlük, adından da anlaşılacağı üzere Zerdüşt (Zarathustra


ya da Zoroaster) tarafından getirildiğine veya inşa edildiğine
inanılan inanış biçimidir. Antik Pers yani günümüz İran’ı ve
çevresinde doğmuştur. Her inanış gibi kendini en önceye
konumlandırmaya çalıştığından kimilerine göre MÖ 6600
yıllarında, kimilerine göre MÖ1700’lerde yaşadığı iddia edilse
de genel kabul ve tarihi mantığa uyan Zerdüşt’ün MÖ 551-479
yıllarında yaşamış olduğudur. Gata denilen edebi şiir benzeri
dörtlük mesajlardan oluşan eseri Avesta’nın yazıldığı dil olan
Pehleviceden yola çıkarak bu varsayım yapılmaktadır. Sonradan
eser Farsçaya çevrilmiştir, aslen 21 ciltten oluştuğu düşünülse de
Büyük İskender’in bölgeye yaptığı akınlardan sonra yalnızca 4
cildin kaldığı görülmektedir.
Neredeyse tüm diğer din önderlerinde gözlemlediğimiz adımlar
Zerdüşt tarafından da aşılır. Ailesi ve inanışı ile çekişme yaşayan
Zerdüşt yirmili yaşlarında on yıl süreyle yüksek bir mağarada
tefekküre çekilir. Bölgesindeki çok Tanrılılığa karşın evrenin tek
Tanrısı olarak Ahura Mazda’yı keşfeder. Ohrmazda olarak
Pehlevice’de geçen bu isim esasen ‘Bilginin Efendisi’ anlamına
gelmektedir. Ancak evreni yorumlamaya çalışan Zerdüşt
evrendeki kötülükleri açıklamaya çalışırken büyük yaratıcısının
kötülüklerin sebebi olamayacağına kanaat getirerek Ahriman
karakterini de ortaya koyar. Bu bir çeşit ‘kötülüklerin
yaratıcısı’dır. Bu yönüyle düalitenin ortaya çıkışını görürüz. İyi
ve kötü savaşı ezelden beri devam etmektedir ve ebedi olarak var
olacaktır.

83
Daha sonra Hıristiyan ve İslam inançları incelendiğinde tanıdık
gelecek pek çok kavramın ilk olarak Zerdüştlük ile ortaya
çıktığına şahit oluruz. Buna göre Ahura Mazda ve Ahriman’ın
sonsuz çekişmesinde insanın görevi maddi ve manevi
kötülüklerden arınmaktır. Çünkü ölümden sonra burada
yaptıklarımızdan hesap sorulacak bir başka yaşam vardır. İyilik
insanın üzerinde çaba göstermesi gereken bir erdemdir.
Yoksullara yardım, üretken olmak, misafirperverlik gibi öğütler
kişinin sorumluluklarını hatırlatır. Kadın ve erkeğe eşit verilen
önem de dikkate değerdir. Her güne özel olduğu gibi belli
dönemlere özgü özel ritüelik ibadetler yaparlar. Yaşamın
kaynağı olarak gördükleri ‘Ateş’e verdikleri önem yüzünden
ateşe taptıkları düşünülse de bu sadece simgesel bir yaklaşımdır.
Ateş nefesle bile kirlenmesin diye yakınına ağızlarına maske ya
da peçe benzeri örtüler takarak yaklaşırlar; ibadet ve ritüeller
sırasında din adamları eldiven takar.
”Bana kulak verenler, eşyanın ve karanlıkların sembolü olan
Ahriman’a değil, ilk ateşe, Kelam’a, yani Ahura Mazda’ya gönül
versinler ve onda yaşasınlar. Bana kulak vermeyenler
zamanların sonunda pişman olacaklardır."
84
Görüldüğü gibi Ahura Mazda’yı yaratıma sebep olan ilk ateş,
oluşa sebep veren ilk kelâm olarak görmektedirler. Sonraki
konularda ilk ışık ya da nûr kavramı ile yine kelâm ya da harf/söz
kavramlarına verilen önemi başka inanışlarda da göreceğiz.
Zerdüşt’e göre insan iyilik yaptığında sadece kendi iyiliklerine
bir yenisini eklemiş olmuyor, evrenin büyük denkleminde iyi-
kötü savaşının iyilik yönüne doğru kaymasına ve ebedi
mücadeleyi Ahriman karşısında Ahura Mazda’nın kazanmasına
da yardımcı oluyordu. Öyleyse insan bu mücadele de tarafını
seçmeliydi. Eğer iyilik ve aydınlık kazansın istiyorsa;
Düşünce, söz ve davranışta saflık; temizlik, merhamet,
hayvanlara şefkat, yararlı iş görmek, iyi yetişmeleri için imkânı
olmayanlara yardım etmek gibi eylemler sergilemeliydi.

İnsan karar verip taraflardan birini tuttuğunda, her sözüyle ve


hareketiyle bu mücadelenin kaderine bir etkide bulunmuş olur.
Ahura Mazda’nın tarafını tutmuş olan bir insan bütün vaktini ve
gücünü ‘aydınlık’ mücadelesi yapmaya veriyordu ve onun en
belli başlı vazifesi ister bir yaramaz ot olsun ister bir canavar
veya insan olsun, düşmana aman vermemek, düşmanı
korumamak ya da belki onu imha etmekti. Bu yüzden Ahura
Mazda insanlardan ibadet beklemiyor, iş ve başarı bekliyordu.
İnsanların en büyük ibadetleri bir çöl parçasını ekilir hale
getirmek ya da bir uçurum üzerinde bir köprü kurmaktı.
Zerdüşt’e göre doğa üçer bin yıllık döngülere sahiptir. Buna göre
başlangıçta sadece Ahura Mazda’nın olduğu dönem vardır.
Çünkü tüm evreni o yaratmıştır.

85
”Başlangıçta her şeyin üstünde yükselmiş olan Ormuzd’du; en
yüce bilgiyle, arılıkla (saflık) alemin nûru içindeydi. Bu nûr tacı,
Ormuzd’un oturduğu bu yer, ilk nûr denilen yerdi. Ormuzd’un
eseri olan bu en yüce bilime, bu arılığa Yasa denilir.” (Zend
Avesta, cilt III, s. 343)
Sonraki dönemde asi olan Ahriman ile Ahura Mazda’nın
amansız savaşı gerçekleşir. Üçüncü dönem Ahura Mazda’nın
galip geldiği dönemdir. Dördüncü ve son dönemde Ahura Mazda
ebedi olarak üstünlük kazanır. Ölüler günahlarından arınmış
olarak yeniden dirilirler, kötülük kaybolur; kötüyle birlikte
cehennem de kaybolur. Ahriman da yalvararak, dua ederek,
kurbanlar sunarak nûrun kralına sadakat ve gayretle hizmet eder.
Bu inanışlar şeytan yani anti-Christ kavramının; cennet ve
cehennem kavramlarının ve Tanrı’nın ebedi krallığı
kavramlarının doğuş tohumlarıdır ve yüzyıllar sonra
Hıristiyanlığın anlatılarında bunlar aynen görülecektir. Sadece
bu kadar da değil! Bilindiği gibi Musa sadece kardeşi Harun ile
desteklenmiştir. Ancak Zerdüşt tefekkür ettiği yükseklerden
indiğinde insanları kendi anlattıklarını anlamaz bulur. Bunun
üzerine herkesin inanışının saflık ve doğruluğunu
kavrayamayacağını görerek yeniden Ahura Mazda’ya yaklaştığı
yükseklere çıkar ve kendisine seçtiği on iki havarisine ve onlar
üzerinden halka aktarmaya başlayacağı yeni düzenini oluşturur.
Bu on iki havari olgusu aynı şekliyle Hıristiyanlığa ve hâttâ
İslâmın Pers etkisindeki topraklarda yayılan hâli olan Şiiliğe de
sirayet edecektir.
Hindistan’dan gelen yaratılış felsefelerinin etkilediği
Zerdüştlüğe göre Dünya Ahura Mazda’nın vücudundan

86
yaratılmıştı; gök onun başından, dünya ayaklarından, su
gözyaşlarından, bitkiler saçlarından, öküz sağ elinden, ateş
zekasından meydana geldiler. Yaratılmışların onun
parçalarından oluştuğu ve aslında her şeyin o olduğu inanışı
sonradan semitik dinlere de geçerek Birlik veya Tevhid bilgisi
haline gelmiştir. Bu bilgi, Varlığın Birliği ilkesinden bir yansıma
olup bu ilkeye göre tüm varoluş Bir Olan’dan tezahür etmiştir ve
her şey Bir’in tezahürüdür.21
Zerdüşt belki dini takipçilerinin sayısı ile belli olmasa da batı
dünyasını çok etkilemiştir. Bunun içerisinde Freddie Mercury
gibi ünlülerin inanırı olması gibi popüler konular yanı sıra
Nietzsche’nin meşhur ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ eseri,
Strauss’un ‘Also Sprach Zarathustra’ bestesi gibi birçok konu
sayılabilir. Çok daha yakın dönemde ‘aydınlık taraf’ ile
‘karanlık taraf’ın mücadelesini anlatan Star Wars / Yıldız
Savaşları filminde George Lucas’ın bile işlediği konunun Ahura
Mazda ile Ahriman’ın amansız mücadelesi spekülatif olarak
işlenmiyor mu?
Zerdüştlük aynı bölgede çıkan pek çok inanca fikir babalığı
yapmıştır denilebilir. Bunlardan biri de Maniheizm’dir. Ancak
önce Zerdüştlükle birlikte Maniheizmin atası sayılacak bir diğer
dini incelemeye geçelim.

21
Hacaloğlu, HALUK; Zerdüşt-“Ahura Mazda”; Ruh ve Madde Yayınları;
İstanbul, 1995
87
SON İSRAİL KRALI
İsa, tarihte hakkında pek çok farklı versiyonda hikâyenin var
olduğu bir başka karakter daha! Kimileri hiçbir zaman böyle
birinin yaşamadığını iddia ediyorlar. Kimileri yaşadığını ama o
dönemin koşullarında gayet normal bir insan olduğuna inanıyor;
belki bir isyancı ya da devrimci gibi görüyorlar. Kimilerine göre
ise Tanrı’nın oğlu ve kendisi de bir Tanrı. Elbette yüzyıllardır
devam eden gizem benim yazacaklarımla çözülecek değil.
Ancak biz de kitabın başından bu yana takip ettiğimiz inancın
dönüşümü patikasında İsa nerede yer alıyordu incelemeden
geçemeyiz.
Öncelikle İsa’nın ya da diğer deyişi ile Jesus yani Yeşua’nın bir
Hıristiyan değil, Musevi olduğunu hatırlamanın şoku ile
başlamak doğru olur. Öyle ise başka bazı hatırlatmalar yapmak
gerekir. Bir Musevi kutsal kitap olarak Tanah’ı okur. TNK
olarak kısaltılabilecek Tanah, Tora (Tevrat), Neviim
(Peygamberler) ve Ketuvim (Kitaplar)’ın kısaltmasına işaret
etmektedir. Davut’a verildiğine inanılan mezmurlar (Zebur) da
Kitaplar kısmına dahildir. Bunlar Eski Ahit diye bilinen
derlemedir. Diğerlerinin sonradan yazıldığı zaten bilinmektedir,
o yüzden de Musa’nın getirdiği beş kitap olduğuna inanılan Tora
ya da pentateuch Yahudi şeriatının temeli sayılır. Zaten bizdeki
töre kelimesi gibi Tora’da kanun ya da yasa anlamına
gelmektedir.
”Yehova sonra Musa’ya ‘Bu sözleri yaz’ dedi.” (Çıkış 34:27).
Bu ayete atıfla Musa’nın yazılı şeriatı takip edilmiştir. Ancak
tüm dinlerde olduğu gibi sonra şeriatın indiği kavimler Tanrı’nın
sözlerini kendi anlayışlarına göre değiştirmiş ya da işlerine

88
gelecek şekilde yorumlamışlardır. Ferisilerin başlattığı Yahudi
geleneklerinden oluşan sözlü kanun ise sonradan kaleme alındı
ve Mişna olarak adlandırıldı. Bu kanun zamanla genişletildi ve
Talmud’a dönüştürüldü. Bu kanunu oluşturan gelenekler çoğu
kez Tora’yla çelişir. Bu sebeple İsa Ferisilere ”Kendi geleneğiniz
uğruna Tanrı’nın sözünü geçersiz kılıyorsunuz.” demiştir.
(Matta 15:1-9).
İsa bir Musevi idi dedik, önce bunu bir açıklamalı. Musa’nın
getirdiği dine inananların hepsine Musevi denir. Sonradan bu
inanışa girdiğinizi de iddia edebilir, şeriatı takip edebilirsiniz.
Ancak karıştırıldığı haliyle Yahudilik bundan farklıdır: Bir dinî
referans değil, kavim yani soy ifade eder kelimedir. Yakup, nam-
ı diğer İsrail’in on iki oğlundan Yahuda (Yehuda)’nın soyundan
geldiğinizi anlatır. Dolayısıyla bu nüans aslında önemlidir.
Sonradan Yahudi bu sebeple olunamaz. Yine de Yeşua’da soy
detayının inceleneceği şekilde Davut’a giden kan bağı ile aynı
zamanda Yahudi’dir.
Bir başka durum ise bir kısmını verdiğimiz İsrailoğulları
tarihinin getirisidir; tarih boyunca savaşmış, Tanrılarının vaat
ettikleri topraklara kavuşmak isteğindeyken oradan oraya
savrulmuş, kölelik ve sürgün hayatına yüzyıllar boyunca alışmış
bu topluluk hep bir kurtarıcının gelişini beklemiş ve bu
kurtarıcıya ‘Maşiah’ adını vermiştir. Yani İsa’dan çok önce
Mesih inancı Yahudilerde hep vardı. Pek çok kez bazıları ortaya
çıkarak Mesih olduğunu da iddia etmişti.
Ortaçağın büyük Yahudi kelamcısı Maimonides’in (1135– 1204)
belirlediği on üç maddelik amentünün on ikinci maddesi, ‘kâmil
bir imanla gecikse de mesihin geleceğine inanmayı ve onu her

89
gün beklemeyi’ içermektedir. Maimonides bir taraftan
Yahudileri Musa şeriatına bağlı kalarak Tanrının milletlerini
kurtarmak üzere bir mesih göndereceğine inanmalarını salık
verirken aynı zamanda mesihi çağın ne zaman vuku bulacağı ile
ilgili nafile hesaplamalara girişmemeleri ve mesihlik iddiasında
bulunan sahtekârlara kanmamaları konusunda ikazda
bulunmaktadır. Maimonides mesihliği bir iman ilkesi haline
getirmiş olsa da konunun muğlaklığına dikkat çekmesi ilginçtir:
”Gelecekte, Mesih kral zuhur edecek Davut hanedanlığını
yenileyerek ilk egemenliğine kavuşturacaktır. O, Mabedi inşa
edecek ve dağılmış olan İsrailoğullarını bir araya getirecektir…
Mesih kralın mucizeler ya da harikulâdelikler meydana
getireceğini, dünyada yeni hadiselere yol açacağını, ölüleri
dirilteceğini ya da benzer faaliyetlerde bulunacağını
sanmayalım… Mesihi çağda dünyanın doğasının herhangi bir
yönünün değişeceğini ya da yaratılış düzeninde bir değişiklik
olacağını zannetmeyin… Mesihlikle ilgili kehânetler mecaz
niteliğindedir. Mesihi çağda bu mecazların hangi hususları
dâhil ettiklerini ve hangi imâları içerdiklerini herkes
görecektir… Mesih’ten önce İlyas’ın geleceğini söyleyen bazı
bilginler vardır. Bütün bunlar ve benzeri konular meydana
gelmeden önce insan tarafından bilinemez çünkü bunlar
peygamberlerin sözleriyle belirlenmemiştir ve bilge adamlar
ayetlerle ilgili kendi tefsirleri dışında bu konularda bir gelenek
oluşturmamışlardır. Dolayısıyla onlar arasında bu konularda
ihtilaf vardır. Ne olursa olsun ne bu meselelerle ilgili tartışmalar
ne bu olayların hangi düzende meydana geleceği, ne de onların
ince ayrıntısı imanın temel ilkeleri arasında yer alır… Bunlar

90
esas olarak görülmemeli; zira bunları incelemek, kişiye ne Tanrı
korkusu ne de sevgisi verir.” 22
Eski Ahit’te Maşiah yani sonraları Mesih veya Yunanca Hristos
kelimeleriyle özdeşleştirilen terim otuz dokuz kez geçmektedir.
Ancak eskatolojik23 bir anlam içermeyen Maşiah, kral,
peygamber veya kâhin/rahiplerin Tanrı tarafından
destekleneceği anlamlarına gelmektedir. Davut soyundan
gelecek ve insanlığı kurtaracak bir Mesih zaten Yahudi inancına
zıttır, çünkü onlara göre insanlığı ve daha özelde İsrailoğullarını
kurtaracak olan Tanrıları Yahve’dir. Tüm tarihlerinde
kaderlerine doğrudan müdahil olan Tanrı, sonrasında neden bir
insanın ellerine onların kaderini bıraksaydı ki?
Ancak bu Maşiah terimi Eski Ahit’te geçen başka bir durum ile
karışmış veya kaynaşmış görünüyor:
Tanrı, peygamber Natan’a seslenerek Davut’a şunları
bildirmesini istemiştir:”Sen ölüp atalarına kavuşunca, senden
sonra soyundan birini ortaya çıkarıp krallığını pekiştireceğim.
Adıma bir tapınak kuracak olan odur. Ben de onun krallığının
tahtını sonsuza dek sürdüreceğim.” (II. Samuel 7:12-13). Şu
pasajda ise hem tanrısal desteğe dayalı krallık düşüncesi
tekrarlanmakta hem de bu desteğin diğer milletlere karşı olduğu
vurgulanmaktadır:”Rab kralını büyük zaferlere ulaştırır,

22
Makale: İsa’nın ‘Maşiah’a Dönüşümü: Mesihi Yahudilikte Mesihlik
Fenomeni, Ramazan Adıbelli, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları
Dergisi Cilt: 5, Sayı: 2, 2016 Sayfa: 242-270 Yahudilik Özel

23
Eskatoloji: Ahir zaman; Dünya’nın sonu
91
meshettiği krala, Davut'a ve zürriyetine sonsuza dek sevgi inayet
eder.” (II. Samuel 22:51).
Eski Ahit’te kurtarıcıya yorumlanan diğer bazı pasajlar
şunlardır: Yeşaya 11:1-9, Mika 5:2-6, Zekeriya 9:9, Mezmurlar
2, 72, 110.
İşte dayanak olarak bu noktalar alınmak üzere Davut soyundan
bir Mesih’in geleceğine olan inanç kimilerince pekişmiş, Roma
İmparatorluğunun baskıları altında kalan Yahudilerce bekleyiş
artık doruğa ulaşmıştır. Öyle ki aslında bugün Hıristiyan
dediğimiz kişiler aslında Nasıralı İsa’nın yukarıda atıfları
yapılarak beklenilen Mesih olduğuna inanan Yahudilerdir
denilebilir.
Tanah’tan sonra bugünkü Ortodoks Yahudiliğin en önemli dini
kaynağı olan Talmud, Yeni Ahit’i kabul etmeyerek
Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla hiçbir şeyin değişmediğini ve
Eski Ahit’in geçerliliğini korumaya devam ettiğini savunanların
dayandıkları temel mesnet olmuştur. Yani onları da
Hıristiyandan ayıran temel nokta, İsa’nın Mesih olduğunu kabul
etmeyişleridir. Babil Talmudu'nda anlatıldığına göre, büyücülük
yaptığı için İsa'nın asılmasına karar verilmiş ve cezanın
infazından kırk gün önce, büyücülük yaparak İsrailoğullarını
dalâlete sürüklemekten dolayı taşlanarak öldürüleceği
duyurularak lehine tanıklık etmek isteyenlere çağrıda
bulunulmuştur. Ancak kendisini savunacak kimse çıkmadığı için
İsa, Fısıh bayramı arifesinde asılmıştır. Talmud'da İsa
takipçilerinden ‘minim’ (heretikler) diye bahsedilirken ilk
Hıristiyanların toplantı yerlerine ‘BeNizrefe’, kitapları için ‘boş
sahifeler’ anlamına gelen ‘gillayon’ tabiri kullanılmıştır.

92
Hıristiyanlar daha sonraları Tanrının ismini başka bir varlığa
vererek ona ortak koşmayı ifade eden ‘şituf’ sıfatıyla
nitelendirilmiştir. Hıristiyanların kutsal kitaplarına yönelik
Yahudi bakış açısını yansıtması bakımından Rabbi Tarfon'un
görüşü, tipik bir örnek teşkil etmektedir. Hıristiyanlara karşı
antipatisini Tarfon, şu şekilde dile getirmektedir:
”O kitaplar elime ulaştığında, içinde Tanrı isimleri olduğu halde
gömmezsem, oğlumu gömmüş olayım. Bir kimse, boğazlamak
veya bir yılan sokmak için beni kovalasa, putperestlerin
mabedine sığınırım da onların mabedine girmem. Çünkü
putperestler Tanrıyı bilmezler de inkâr ederler, bunlar ise
bildikleri hâlde inkâr ederler.”
Başta bahsettiğimiz gibi İsa’nın aslında hiç var olmadığını da
iddia edenler var. Ancak artık çok düzenli kayıtlar tutan Roma
döneminde olduğumuz için çapraz kontrol yapmamız mümkün.

Buna göre başlıca dayanak yapılan kaynaklar şöyledir:

1. Cornelius Tacitus:

MS 55-120 yılları arasında yaşamış Romalı bir tarihçidir.


Kendisine antik Roma döneminin, ‘en büyük tarihçisi’ lâkabı
verilmiştir.

Neron’un hükümdarlık dönemi hakkında yazan Tacitus, İsa’nın


ölümünden ve Roma’daki Hristiyanların varlığından
bahsetmektedir:

93
” Bütün esenlik insandan gelmediği gibi, bütün ödülleri de prens
sunamaz. Aynı şekilde, Roma yangını ya da büyük yangının
emrini verdiğine inanılan Neron’u rahatlatmak amacı ile
tanrılara takdim edilen bütün sunular da kötü şöhretinden onu
kurtaramaz. Buna karşılık söylentileri bastırmak isteyen Neron,
suçlamaları zorla kabul ettirmek için en usta işkencelerini, halk
tarafından Hıristiyanlar olarak isimlendirilen ve iğrençlikleri
yüzünden herkes tarafından nefret edilen bu sınıf üzerinde
kullandı.

Bu ismin kaynağı, Tiberyus’un yönetimi esnasında, bizim


vekillerimizden olan Pontius Pilatus’un ellerinde en büyük
cezayı çekmiş olan Christus isimli şahıstır. O an için engellenmiş
bile olsa, uğursuz bir söylenti yüzünden sadece, her türlü
kötülüğün ilk kaynağı olan Yahuda’da değil, aynı zamanda
bütün dünyanın her tarafındaki gizli ve utanç verici şeylerin
merkezini bulduğu ve popüler olduğu Roma’da da yayılmaya
başlamıştır.” (Annals XV, 44)

2. Samos’lu Lusyan:

II. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış bir hiciv ustası olan


Lusyan’ın şunları yazmıştır:

”Hıristiyanlar,bugüne kadar bir insana tapınmaktadırlar. Bu


seçkin ve önemli kişi, alışılmamış törelerini tanıttıktan sonra,
bunun bedeli olarak çarmıha gerilmiştir… Gördüğünüz gibi,
yanlış yönlendirilmiş olan bu yaratıklar sözlerine ilk olarak
ölümsüz olduklarıyla başlarlar ve bu da onların arasında çok
yaygın olan ölümü küçümsemeyi ve gönüllü olarak kendilerini

94
feda etmelerini açıklamaktadır. Ayrıca bunların kanunlarını
belirleyen kişinin kendisi tarafından bunların kafasına sokulmuş
olan, bu dine inandıkları andan itibaren aralarında oluşan
kardeşlik, Yunan tanrılarını reddetme, çarmıha gerilmiş bilgeye
tapınma ve onun kanunlarına göre yaşama gibi fikirler vardır.
Bütün bunlara imanla inanmışlardır ve neticede bütün dünyasal
mal ve mülklere benzer her şeyi ortak mal olarak görmeye
başlamışlardır.” (Lucian of Samosata, DP, 11-13)

3. Suetoniyus:

MS 117-138 yılları arasında hüküm sürmüş İmparator


Hadrianus’un başsekreteri Romalı tarihçi Suetoniyus,
imparatorun sarayında yıllıkları tutmakla görevliydi.

MS 64 senesinde gerçekleşmiş olan Roma’daki büyük yangının


kötü sonuçlarından bahseden Suetoniyus şunları
söylemiştir, ”Tüm suçlamalar, tuhaf ve zararlı bir batıl inancın
müptelası olmuş olan Hıristiyan isimli bir grup insanın üzerine
yüklenmişti.” (Lives of the Caesars, 26.2)

4. Genç Filini:

Filini MS 112’de Bitinya valisidir, imparator Trayan’a


Hıristiyanlar konusunda ne yapması gerektiği ile ilgili danışmak
üzere yazar. Bu yazılarda hem erkek hem kadın hem de çocukları
katlettiğini açıklar. Sayılarının çokluğundan dolayı, Hıristiyan
olduğu anlaşılan herkesin tek tek öldürülmesinin mi yoksa
sadece belirli Hıristiyanların öldürülmesinin mi daha iyi

95
olacağını danışmıştır. Hıristiyanları, Trayan’ın heykellerine
secde etmeye zorladığını da belirtmiştir.

Hıristiyanları, ”İsa’ya küfretmeye zorladığını, ki gerçek bir


Hıristiyan’ın buna ikna edilemeyeceğini” anlatır. Aynı mektupta
şunları da söyler:

”Bütün suçlarını ve çarpıklıklarını belirli bir günde, şafak


vaktinden hemen önce toplanarak ve İsa’ya sanki bir tanrıymış
gibi değişik ayetlerden oluşan ilâhiler söyleyerek, dini bir ant
içerek kendilerini iğrenç işlerden uzak tutmaya, dolandırıcılık,
hırsızlık ya da zina yapmamaya, ağızlarından çıkan sözün
arkasında durmaya, kendilerine duyulan güveni inkar etmemeye
ve imkanı olduğunda, bu güvenin karşılığını vermeye adayarak
ortaya koyarlardı.” (Epistles X, 96)

5. Mara Bar-Serapion

MS 70 senelerinde, Suriyeli ve büyük bir olasılıkla Stoik filozof


olan Mara Bar-Serapiyon oğluna, bilgeliğin peşinden gitmesi
için bir mektup yazar. Mektubu I. yüzyılın sonu ile III. yüzyılın
başı arasında bir zamanda, hapishaneden yazmıştır. İsa ile
felsefeci Sokrat ve Pitagoras’ı karşılaştırmıştır:

”Atinalılar Sokrat’ı ölümle cezalandırmakla ne gibi bir kazanç


sağladılar? Bu yaptıkları suçun cezası olarak kıtlık ve hastalık
ile yargılandılar. Samon’un adamları Pitagoras’ı yakmakla ne
elde ettiler? Bir anda diyarları kum ile kaplanmadı mı?
Yahudiler, bilge Krallarını idam etmekle ne kazandılar peki?
Krallıkları tam bu olaydan sonra yok edilmedi mi? Tanrı, adil

96
bir şekilde bu üç bilge kişinin intikamlarını almıştır: Atinalılar
açlıktan ölürken, Samiler deniz tarafından yutulmuşlar,
Yahudiler ise mahvolmuşlar, yörelerinden sürülmüşler ve
dünyanın dört bir yanına dağılmış şekilde yaşamaktadırlar. Ne
Sokrat sonsuza kadar yok olmuştur ne de Yahudilerin bilge
Kralı. Sokrat, Hera’nın heykelinde yaşamaya devam etmektedir.
Kral ise verdiği öğretişlerde yaşamaktadır.” (Bruce, NTDATR,
114)
Aslında bu alıntıyı Hıristiyan inancının propagandasını yapan bir
websitesi kutsalkitap.org’dan yaptım. Bu alıntılar ile İsa’nın
varlığını ispat ettiklerini düşünüyorlar. Ancak bana göre
ispatlanmış bir şey söz konusu olmadığı gibi daha da işler
karışıyor. Öncelikle İsa’dan ziyade Roma topraklarında isyan
eden ve onların alışık olduğu din dışında bazı uygulamaları olan
bir gruptan bahsediyorlar. İkinci olarak Roma’da alışık oldukları
heykelleri yapılmış ilahlar yerine bir insana tapıldığını öne
sürüyorlar. Üçüncü olarak ise ‘Bilge Krallarını’ Yahudilerin
öldürdüğünü söylüyorlar, Roma’lıların değil. Bu da Babil
Talmud’unda bahsedilen büyücülükle suçlanarak asıldığı
söylenen İsa’yı çağrıştırıyor. Sadece Cornelius Tacitus
Roma’nın temsilcisi Pilatus’un ellerinde acı şekilde can veren
Christus’tan bahsediyor, ancak onun da neredeyse 70-80 yıl
sonra bunları yazdığını bilmek soru işaretlerini arttırıyor!
Aynı websitesi iddiasını doğrulamak için iki de Yahudi
kaynağına atıfta bulunuyor:

İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda yazılmış bir Talmud


parçasında, şu ifadeleri okuruz, ” Yeşua’nın –yani İsa’nın– beş
havarisi vardı: Mattai, Nakiia Netzer, Buni ve Todah.” (b. Sanh.
97
107b) Yahudi geleneği İsa’yı haham olarak görmüş ve
öğrencileri olduğunu kabul etmiştir.

Josefus, MS 37-100 tarihleri arasında yaşamış Yahudi bir


aristokrat, dindar bir politikacı, Roma’ya karşı ilk Yahudi
ayaklanmasının komutanı, daha sonraları ise Roma
İmparatorlarının himayesindeki Yahudi bir tarihçidir. Josefus,
imparatorun yakın çevresine girdi, hatta kendisine Roma’lı isim
olarak, imparatorun ismi olan Flaviyus verilmiştir. Yahudilerin,
‘Eski Eserleri’ isimli eserinde, araştırmacılar arasında tartışma
yaratan bir bölüm vardır. Bu paragrafta şunlar yazılıdır:

”Bir zamanlar, bilge bir insan olan İsa -ki ona insan demek çok
yerinde olmayabilir- çünkü, kendisi birçok mucizeyi
gerçekleştirmiş ve gerçekleri hoşnutlukla öğretmiş olan
birisidir. Bu kişi hem Yahudilerden hem de diğer uluslardan olan
halklardan birçok kişiyi kendisine çekmiştir.

O Mesih idi ve Pilatus, aramızdaki önemli din liderlerinin


tavsiyeleri üzerine onu çarmıh cezasına hükmetti. Onu sevenler
ilk başta onu terk etmediler, çünkü kutsal peygamberlerin bunu
ve O’nun hakkındaki on binlerce mucizeyi önceden bildirdiği
gibi üçüncü günde onlara tekrar canlı olarak gözüktü. O’nun
arkasından, Hıristiyan olarak adlandırılan bu cemaatin
günümüzde hâlâ soyu tükenmemiştir.” (Antiquities, XVIII, 33)
Bu kaynaklardan Josefus, onu Mesih olarak gördüğünü ifade
etmektedir. Yahudi din liderlerinin tavsiyesi ile Pilatus’un onu
çarmıha gerdiğini belirtmektedir.

98
Öyle veya böyle İsa’lı bir tarih yazıldı. Öyleyse takipçilerinin
inandığı haliyle dünyaya gelişinden itibaren yaşamını
irdelemekle başlamalıyız.

99
İSA

Yahudi inancında Yehova ile doğrudan konuşmalara sıkça


rastlarız. Ancak artık tek Tanrı fikri iyice pekişmiş, kültürlerdeki
diğer Tanrılar tapınılan en büyük Tanrının meleklerine
dönüşmüştü. Hıristiyan anlatılarına kulak verdiğimiz için onun
melekleri ortaya çıkmış, haberci meleği Cebrail ise insanlarla
iletişimi üstlenmişti. Buna göre; MÖ yaklaşık 3 yılıydı. Cebrail
ilk mesajı Zekeriya’ya bildirdi. Zekeriya Yehova’nın kâhiniydi;
Kudüs’e yakın bir yerde yaşıyorlardı ve hem kendisi hem de
karısının yaşı oldukça ileriydi. Bir kâhin olarak Tanrı’nın
Kudüs’teki mabedinde hizmet etme sırası Zekeriya’daydı.
Mabetteyken birden buhur sunağının yanında Cebrail göründü.

Zekeriya çok korktu. Fakat melek Zekeriya’nın korkusunu


yatıştırarak ona “Korkma Zekeriya” dedi, “Çünkü yakarışın
duyuldu, karın Elizabet sana bir oğul doğuracak ve onun adını
Yahya koyacaksın.” Cebrail Yahya’nın ‘Yehova’nın önünde
büyük olacağını’ ve ‘Yehova’ya uygun bir halk hazırlayacağını’
da ekledi (Luka 1:13-17).

Hem kendisinin hem de Elizabet’in yaşını düşündüğünde buna


inanmak Zekeriya’ya zor geldi. Bu yüzden Cebrail ona şöyle
dedi: “Bunlar olana dek dilin tutulacak ve konuşamayacaksın,
çünkü vakti geldiğinde gerçekleşecek sözlerime inanmadın.”
(Luka 1:20).

Bu arada dışarıdaki insanlar, Zekeriya’nın mabette neden bu


kadar uzun kaldığını merak ediyordu. Sonunda Zekeriya dışarı
çıktı ama konuşamıyordu, sadece elleriyle işaretler
100
yapabiliyordu. Onun mabette olağanüstü bir şey gördüğü
belliydi.

Zekeriya mabetteki görevini bitirdikten sonra evine döndü. Kısa


bir süre sonra Elizabet hamile kaldı! Elizabet çocuğunun
doğumunu beklerken beş ay evine kapandı ve gözlerden uzak
yaşadı.

Daha sonra Cebrail ikinci kez göründü, bu sefer Meryem isimli


bekâr bir genç kızın karşısındaydı. Meryem kuzeydeki Celile
bölgesinde Nasıra kentinde yaşıyordu. Melek ona ‘Tanrı’nın
gözünde lütuf bulduğunu’ söyleyerek şöyle devam etti: “Gebe
kalacak ve bir oğul doğuracaksın; onun adını İsa koyacaksın. O
büyük olacak, ona Yüceler Yücesinin Oğlu denecek… Yakup evi
üzerinde kral olarak sonsuza dek hüküm sürecek ve onun krallığı
son bulmayacak.” (Luka 1:30-33).

Cebrail adlı melek Meryem’e bir çocuk doğuracağını, onun


adının İsa olacağını ve kral olarak sonsuza dek hüküm süreceğini
söylediğinde genç kadın şu karşılığı verdi: “Nasıl olur? Benim
hiçbir erkekle ilişkim olmadı ki!” (Luka 1:34).

Cebrail, “Kutsal ruh senin üzerine gelecek” dedi ve şöyle devam


etti: “Yüceler Yücesinin gücü bir gölge gibi üzerinde olacak. Bu
nedenle de doğacak olana kutsal denecek. O, Tanrı’nın
Oğlu olarak adlandırılacak.” (Luka 1:35).

Cebrail belki de ilettiği sözleri Meryem’in kabul etmesini


kolaylaştırmak için şunları ekledi: “Bak, akraban Elizabet de
yaşlılığında gebe kaldı ve bir oğlan doğuracak. Kısır denilen
101
kadının bu altıncı ayı. Çünkü Tanrı’nın söylediği sözün
gerçekleşmemesi olanaksızdır.” (Luka 1:36, 37).

Meryem’in verdiği karşılıktan Cebrail’in sözlerini kabul ettiğini


görebiliriz. Heyecanla şöyle dedi: “Yehova’nın kuluyum!
Hakkımda dediğin gibi olsun.” (Luka 1:38).

Cebrail gittikten sonra Meryem akrabası Elizabet’i ziyaret etmek


için hazırlandı. Elizabet kocası Zekeriya’yla birlikte
Yahudiye’nin dağlık bölgesinde, Kudüs’e yakın bir yerde
yaşıyordu. Meryem’in yaşadığı kuzeydeki Nasıra şehrinden
oraya gitmek üç dört günlük bir yolculuk yapmayı
gerektiriyordu.

Meryem sonunda Zekeriya’nın evine vardı. İçeri girip akrabası


Elizabet’i selamladı. O anda kutsal ruhla dolan Elizabet
Meryem’e şunları söyledi: “Sen kadınlar arasında kutlusun,
rahminin meyvesi de kutludur! Benim için ne büyük bir onur!
Efendimin annesi yanıma geliyor. Bak, selamını duyduğumda,
karnımdaki bebek büyük bir sevinçle sıçradı.” (Luka 1:42-44).

Bu sözleri duyan Meryem derin bir minnettarlıkla şöyle karşılık


verdi: “Canım Yehova’yı yüceltir. Ruhum Tanrımla,
kurtarıcımla coşar. Şu fakir kulunun haline baktı. Bundan sonra
tüm nesiller bana mutlu diyecekler, çünkü güçlü Tanrım benim
için büyük işler yaptı.” Kendisine böyle ayrıcalıklı
davranılmasına rağmen Meryem tüm onurun Tanrı’ya ait
olduğunu belirtti: “O’nun ismi kutsaldır. Kendisinden
korkanlara nesilden nesle merhamet gösterir.” (Luka 1:46-50).

102
Meryem Elizabet’ten onurlandırıcı sözler duydu. Yanında birkaç
ay kaldı, belki de akrabasının ‘Yahya’yı doğurmasına yardımcı
oldu. Bebeği daha doğmadan onurlandırılmış, Meryem’e güzel
sözler söylenmişti ancak bu hep böyle gitmeyecekti.

Meryem Nasıra’ya geri döndü, ancak hamileliğinin dördüncü


ayında artık karnı da belli olmaya başlamıştı. Bir marangoz olan
Yusuf ile nişanlıydı. Yahudi adetlerinde nişanlılara evli gözü ile
bakılırdı. Evli birinin başka birinden çocuk yapması ise zina
anlamına gelirdi ki cezası taşlanarak öldürülmekti (Tekrar
22:23-24). Meryem çekinerek Yusuf’a olanları anlattı. Yusuf her
ne kadar Meryem’in iffetli bir kadın olduğuna emin olsa da
dışarıdan nasıl görüneceğini kestiriyor, onu taşlanarak
öldürülme cezasından kurtarmak için boşanmayı düşünüyordu.
Derken rüyasında Cebrail onunla da konuştu:

“Karın Meryem’i evine almaktan korkma, çünkü rahmindeki


bebek kutsal ruh aracılığıyla olmuştur. Karın bir erkek çocuk
doğuracak, onun adını İsa (Yeşua) koyacaksın; çünkü o, halkını
günahlarından kurtaracak.” (Matta 1:20,21)

Hikâyenin bu kısmı ilginçleşir. Noel kutlamalarına dikkat


ederseniz İsa hep bir ahırda etrafında hayvanlar da bulunurken
samanlar arasında doğmuş resmedilir. Neden?

Nedeni şöyle açıklanmaktadır. Roma İmparatoru Sezar


Agustus’un emriyle herkesin nüfus kaydı altına alınması zorunlu
olmuştur. Yusuf Meryem’i alarak Beytlehem’e gitmek zorunda
kalmıştır. Ancak bu zorunluluk sebebiyle tüm şehir dolup
taşmakta, kalacak yer bulunmamaktadır. Bu sebeple bir ahırda
103
gecelerler. İsa’da burada dünyaya gelir! Böylece Mika 5:2’teki
Davut’un soyundan gelecek kurtarıcının Beytlehem’de doğacağı
kehâneti de yerine getirilmiş görünmektedir. Luka 2:10-14’te o
gece meleklerin pek çok kişiye göründüğü söylenmektedir. Öyle
ki şehrin dışında hayvanlarını otlatmakta olan çobanlar
kendilerine görünerek meleklerce müjdelenen bu kurtarıcıyı
görmek için şehre koşar ve gerçekten de meleklerin dediği yerde
müjdelenen kişiyi bulurlar. Anlatının birkaç yönden ilginç
geldiğini söyleyebilirim. İsa gerçekten de denildiği gibi 25
Aralık’ta doğduysa, kış günü çobanların dağlarda koyun
otlatması pek olası değildir. İkincisi ise görünen o ki sonradan
uydurulmuş nüfusa kayıt zorunluluğundan Beytlehem’e gelişleri
ve yer yokluğundan bir ahırda bebeğin doğuşu örtüsü aslında
Yusuf’un nişanlı ve bakire olduğu bilinen Meryem’e
çevrelerinden gelecek tepkiye karşın bulduğu uzakta bebeği
doğurma çözümüdür. Bu teoriyi doğrular şekilde Yusuf ve
Meryem tekrar Nasıra’ya dönmediler. Bebek âdetlere uygun
olarak sekiz günlükken sünnet edildi. Kırk günlükken de yine
âdetler uyarınca Kudüs mabedinde Meryem iki kumru
güvercinini adak olarak sundu.

Doğudan bazı adamlar geldi. Onlar kâhinlerdi; yıldızların


konumlarına bakarak insanların yaşamındaki olayları
yorumlayabildiklerini iddia ediyorlardı (İşaya 47:13). Doğuda
kendi ülkelerindeyken bir “yıldız” görmüş ve yüzlerce kilometre
boyunca bu yıldızı izlemişlerdi.

Astrologlar oraya vardığında şöyle sordular: “Yahudilerin yeni


doğan kralı nerede? Biz doğudayken onun yıldızını gördük ve
önünde eğilmeye geldik.” (Matta 2:1, 2).
104
Bu üç kâhin için farklı bir iddiayı biraz sonra dile getireceğim.
Ancak buraya kadar anlatılanlardan da gözlemlediğimiz gibi
Yeşua yani İsa gayet koyu şekilde Yahudi şeriatını takip eden bir
ailenin çocukları olup kendisi de buna uygun olarak
yetiştirilmiştir. Fakat dönemin yöneticisi olan Herod’un da
söylentilerden haberi olmuş, rivayete göre o çocuğu bulmak için
kâhinleri aslında o göndermiş, yine de melekler tarafından
uyarılan kâhinler Herod’a çocuğun yerini söylememişlerdir.
Herod’un bunun üzerine 2-3 yaş ve daha küçük tüm Yahudi
çocukların öldürülmesi emrini verdiğine inanılmaktadır.

Ancak Yusuf’un rüyasında gördüğü Yehova’nın meleği


tarafından durum haber verilmiştir: “Kalk, çocuğu ve annesini
alıp Mısır’a kaç ve ben sana dönmeni söyleyene kadar orada
kal; çünkü Herod çocuğu yok etmek için onu aramaya
başlayacak.” (Matta 2:13).

Bir kez daha bir hükümdarın küçük çocukları öldürme


senaryosu, annesinin onu kaçırışı, Mısır’a sığınma ve geri dönüş
ile karşı karşıyayız.

Yusuf ve ailesi Mısır’a kaçmış, orada yaşamaya başlamışlardır.


Bir gece Yehova’nın meleği Yusuf’a tekrar rüyasında görünür
ve şöyle der: “Kalk, çocuğu ve annesini alıp İsrail’e dön, çünkü
çocuğun canına kıymak isteyenler öldü.” (Matta 2:20). O zaman
Yusuf ailesini alıp memleketine dönmeye karar verir. Böylece
“oğlumu Mısır’dan çağırdım” sözü gerçekleşmiş olur (Hoşea
11:1).

105
İsa’nın anlatılan bu Herod bağlantısı sebebiyle Herod’un öldüğü
MÖ 4 veya birkaç yıl öncesinde doğmuş olması gerekiyor. Bu
sebeple son yıllarda, Milat olarak kabul edilen İsa’nın doğum
yılından 4-6 yıl daha önce doğmuş olduğu teorisi öne
çıkmaktadır.
İsa’nın sonra tekrar döndüğü ve büyüdüğü Nasıra’da üvey
kardeşleri oldu. Yakup, Yusuf, Simun, Yahuda ve bir kız kardeş.
Bu da bize Yahudi tarihçi Josefus’un çok sonra eskiye dönük
olayları anlatırken Hıristiyan denen bu cemaatin hâlâ soyu
tükenmemiştir deyişinin anlamını bir kez daha
düşündürtmektedir. Kaldı ki Yahudi şeriatına uygun olarak
evlendiği ve çocukları olduğu, eşi Magdalalı Meryem’in ise
sonra İsa’yı bir Tanrı olarak gören Katolik yönetimce karısı ve
çocukları olması kabul görmediğinden yeniden yazılan tarihte
bambaşka bir yere konumlandırıldığı iddia edilmektedir.
Sıradan bir insan olarak büyüyen İsa, babasının mesleğini
öğrenmiş ve marangozluk yapmıştır. Zaten Matta 13:55 ve
Markos 6:3’te de bu hususlar doğrulanmaktadır. Ailesi gibi
Yehova inancına sahipti, rutin ibadetlerini takip ediyordu.
“alışılageldiği gibi Sebt günü havraya gitti” (Luka 4:16) gibi
bu yaşantısını doğrulayan Hıristiyan kaynaklarına da sahibiz.
Zaman ilerliyor, İsa yetişkin oluyordu. Aynı zamanda akrabası
Yahya’da büyük bir şöhrete sahip olarak insanları uyarıyor,
tövbeye davet ediyor; dileyenleri Ürdün nehrinde vaftiz
ediyordu. Ayrıca kendisini Mesih, İlya (İlyas) ya da Musa’nın
haber verdiği son peygamber (Tekrar 18:15,18) diye görenlere
bunların hiçbiri olmadığını, yalnızca kendisinden sonra gelecek

106
olan ve o an aralarında bulunanı müjdelemeye geldiğini ileri
sürüyordu…
İsa 30 yaşına geldiğinde Ürdün nehrinde Yahya’yı ziyaret etti.
Yahya İsa’yı karşısında görünce aslında İsa’nın onu vaftiz
etmesi gerektiğini bildirdi. İnanışa göre İsa günahsızdı! Ancak
tüm insanlığın günahlarına karşılık ‘Babası’ tarafından verilen
göreve başlamak üzere (İbraniler 10:5-7) Yahya tarafından
vaftiz edildi.

“Halkı suyla vaftiz etmem için beni gönderen dedi ki, ‘Ruhun
kimin üzerine inip kaldığını görürsen kutsal ruhla vaftiz edecek
olan odur.” (Yuhanna 1:33). Yahya vaftiz ettiği kişilerden
birinin üzerine kutsal ruhun inmesini zaten bekliyordu.
Dolayısıyla İsa sudan çıktığında “Tanrı’nın ruhunun bir
güvercin gibi onun üzerine indiğini” görünce şaşırmamış olabilir
(Matta 3:16).

Ayrıca Hıristiyanlar İsa’nın vaftizi sırasında gökten gelen bir


sesin şunu bildirdiğine de inanmaktalar: “Sevgili oğlum budur,
ondan memnunum.” (Matta 3:17).

Tıpkı ilk insan Âdem’in Tanrı’nın oğlu olduğuna inanıldığı gibi,


İsa’nın da insan olarak yaşarken Tanrı’nın oğlu
olması Hıristiyan inancıdır. İsa’nın öğrencisi Luka onun
vaftizini anlattıktan sonra, “İsa hizmetine başladığında yaklaşık
otuz yaşındaydı. Yusuf’un oğlu olarak biliniyordu” der. Sonra,
Yusuf’tan Âdem’e kadar giden soy kaydını şöyle sürdürür:
“Yusuf, Heli’nin oğluydu…Davut Yesse’nin... İbrahim
Terah’ın… Nuh Lamek’in… Şit Âdem’in, Âdem Tanrı’nın

107
oğluydu.” (Luka 3:23-38). Buradaki oğlu olmak, belki de
Tanrı’nın ruhunun inanışa göre Âdem’e üflenmesi ve İsa’nın
vaftizinde kutsal ruhun onun üzerine inmesi yani, kutsal olanla
birleşmiş olma hâlini anlatan bir simgesel ifadedir.

Sonuç olarak İsa da Âdem gibi hem insandı hem de “Tanrı’nın


oğluydu.” İsa vaftiz edildiğinde ise, Tanrı ile arasında oluşan
yeni ilişkiyle O’nun rûhi oğlu oldu, yani ileride Tanrı’nın oğlu
olarak gökte yaşayacaktı. Artık insanlara Tanrısal hakikatleri
öğretecek ve yaşama götüren yolu gösterecek durumdaydı.
Böylece yeni bir yaşama başlıyordu; kendi insan hayatını
günahkâr insanlık uğruna kurban olarak vermesiyle bu yaşamı
son bulacaktı. İşte Hıristiyanların, özellikle Katoliklerin
inandıkları budur.

İsa aslen bir Yahudi idi demiştik. Ancak mücadelesini de yine


yozlaştığını iddia ettiği Yahudi din adamları ve Havra’ya karşı
vermiştir. Önceki yazdıklarımızı da bir daha hatırlayacak olursak
Beytlehem ve Kudüs’te halka tebliğde bulunduğu ve mucizeler
gösterdiğine inanılır. Öyle ki bu mucizeler Romalılardan çok
Yahudi din adamlarını rahatsız etmiş, onu büyücülükle suçlayıp
yönetimdeki Romalılara baskı uygulayarak cezalandırılmasını
yine Yahudiler sağlamıştır.

İsa’nın gösterdiğine inanılan pek çok mucize vardır. Bunlardan


bazıları da Kuran’da verilmiştir.

Çamurdan kuş biçiminde bir heykel yapması ve onu üfleyince


kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi; anadan doğma körleri ve
alaca hastalığına tutulmuş olanları tedavi etmesi; gökten sofra
108
indirmesi (Mâide, 5/110-115); Havarilerin ve diğer
arkadaşlarının evlerinde ne yediklerini ve neler sakladıklarını
söyleyerek gaybdan haber vermesi (Âl-i İmrân, 3/49) bildirilen
mucizelerindendir. Suyun üzerinde yürüdüğü ve benzeri pek
çoğu da bunlara eklenebilir. Ancak herhalde en bilinen mucizesi
öldürüldükten sonra hayata dönüşü olsa gerek!
Yahudiler, İsa ve ona tâbi olanları durdurmak için pek çok yol
denediler; sonunda İsa'yı öldürmeye karar verdiler. Ancak Allah,
onların planlarını etkisiz hâle getirdi. Yahudiler, İsa'ya benzeyen
birini yakalayıp astılar ve "Meryem oğlu İsa Mesih'i
öldürdük." dediler (Nisâ, 4/157). Öte yandan Kuran, asıl durumu
şu şekilde açıklar:
"Halbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat
kendilerine bir benzetme yapıldı. Ayrılığa düştükleri şeyde,
doğrusu şüphededirler. Onların bu öldürme olayına ait bilgileri
yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Kesin olarak onu
öldürmediler, bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah
güçlüdür, hâkimdir." (Nisâ, 4/157-158)

İsa bahsedilen suçlamalar sebebiyle suçlu ilan edildi,


yakalanması için havarilerinden Yahuda onu ele vermek üzere
kirli bir pazarlık içerisindeydi. Bu hikâye ise şöyle aktarılıyor:

Gece iyice ilerlemişti. Kâhinler İsa’yı ele vermesi için


Yahuda’ya 30 gümüş para vermek üzere anlaşmışlardı. Yahuda,
yüksek kâhinler ve Ferisilerden oluşan bir kalabalıkla birlikte
İsa’yı bulmak için yola çıktı. Yanlarında da bir bölük silahlı
Romalı asker ve onların komutanı vardı.

109
Yahuda Fısıh yemeğinde İsa tarafından gönderildikten sonra
belli ki doğruca yüksek kâhinlere gitmişti (Yuhanna 13:27).
Onlar da kendi adamlarının yanı sıra bir bölük asker topladı.
Yahuda onları ilk olarak İsa ve elçilerinin Fısıhı kutladığı odaya
götürmüş olabilir. Sonra bu grup Kidron Vadisi’ni geçerek
bahçeye doğru yöneldi. İsa’yı bulmaya kararlıydılar, yanlarında
silahlarıyla birlikte meşaleler ve kandiller de getirmişlerdi.

Yahuda, İsa’yı nerede bulacağından emindi, grubu Zeytinlik


Dağı’nın yukarısına doğru götürdü. İsa son hafta elçileriyle
beraber Beytanya ve Kudüs arasında gidip gelirken Getsemani
bahçesine sık sık uğramıştı. Ancak bu kez gece vaktiydi, belki
de bahçedeki zeytin ağaçlarının gölgesi İsa’yı gizliyordu. Bu
durumda daha önce İsa’yı hiç görmemiş askerler onu nasıl
tanıyabilecekti? Yahuda onlara yardım etmek için bir işaret
verecekti. Şöyle demişti: “Kimi öpersem, İsa odur; onu
tutuklayın ve gözetim altında götürün.” (Markos 14:44).

Yahuda kalabalık grubun önünde bahçede ilerlerken İsa’yı


elçileriyle birlikte gördü ve doğrudan ona gitti. “Selam
Öğretmen!” diyerek İsa’yı sıcak bir şekilde öptü. İsa da ona,
“Arkadaş, neden buradasın?” dedi (Matta 26:49, 50). Sonra İsa
kendisi yanıt verdi: “Yahuda, İnsanoğlunu bir öpücükle mi ele
veriyorsun?” (Luka 22:48). Kendisine ihanet edene söylediği
tek söz bu oldu.

İsa sonra kandil ve meşalelerin ışığına doğru ilerledi ve onlara


“Kimi arıyorsunuz?” dedi. Kalabalıktan “Nasıralı İsa’yı” diye
cevap geldi. İsa cesurca “Benim” dedi (Yuhanna 18:4, 5).
Adamlar şaşkınlıkla geri geri gidip yere düştüler.
110
İsa o an gecenin karanlığında kaçma fırsatı yakalamış olmasına
rağmen onlara kimi aradıklarını tekrar sordu. Yine “Nasıralı
İsa’yı” dediler. O da sakin bir şekilde, “Benim’ dedim ya!” diye
karşılık verdi. “Mademki aradığınız benim, onları bırakın.”

Askerler ayağa kalktı ve İsa’ya doğru ilerlediler. O zaman elçiler


neler olduğunu anladı. İsa’ya “Efendimiz, kılıçla vuralım mı?”
diye sordular (Luka 22:49). İsa daha cevap veremeden Petrus
yanlarındaki iki kılıçtan birini alıp savurarak başkâhinin
hizmetkârı Malhus’un sağ kulağını kesti.

İsa Malhus’un kulağına dokundu ve yarasını iyileştirdi. Sonra da


Petrus’a “Kılıcını yerine koy, çünkü kılıç tutanların hepsi kılıçla
yok olacak.” diyerek önemli bir ders verdi. İsa tutuklanmaya
razıydı, bunun aksinin mümkün olmadığını şöyle açıkladı: “O
zaman böyle olması gerektiğini bildiren Kutsal Yazılar nasıl
yerine gelirdi?” (Matta 26:52, 54). Ve şunu ekledi: “Babamın
bana verdiği kâseyi içmeyeyim mi?” (Yuhanna 18:11). İsa ölüm
söz konusu olsa bile Tanrı’nın kendisiyle ilgili isteğine uymayı
kabul ediyordu.
Sonra kalabalığa şunları söyledi: “Bir haydudun karşısına çıkar
gibi kılıçlarla ve sopalarla mı beni tutuklamaya geldiniz? Her
gün mabette oturup Tanrı’nın sözünü öğretiyordum, beni
tutuklamadınız. Fakat bütün bunlar, peygamberlerin yazdıkları
yerine gelsin diye olmuştur.” (Matta 26:55, 56).24
İşte İsa’nın ihanete uğrama ve yakalanma anı bu şekilde tarif
edilmektedir takipçileri tarafından. Kimisine göre kendisi,

24
www.jw.org/tr
111
kimisine göre bir benzeri çarmıha gerilmişti. Kimi anlatılara
göre aynı zamanda iki Yeşua yakalanmış, yöneticiler İsa’yı
aslında Yahudilerin baskısı ile yakaladıklarından onu affetmek
istemişlerdi, bu sebeple ikisinden hangisinin affedileceğini halka
sordular ve İsa serbest bırakılırken diğer zanlı çarmıha
gerilmişti. Ancak tüm bunlar bugünden bakıldığından sadece
spekülasyon olabilir. Üç gün büyükçe bir taş ile kapalı ve
kapısında asker bekleyen roma mezarından bazılarına göre
kaçırıldı, bazılarına göre de göğe yükseltildi. Böylece son İsrail
kralının macerası bitmişti. Son İsrail kralı diyorum çünkü ilgili
çizimlerin de neredeyse hepsinde görüldüğü gibi çarmıhtayken
göğsüne bir yazı asılmış (ya da çarmıhına) idi, orada I.N.R.I.
yazmaktaydı: ESVS NAZARENVS REX IVDÆORVM (Iesus
Nazarenus, Rex Iudaeorum); Nasıralı İsa, Yahudilerin Kralı.
Ancak Yahudi olarak ölen İsa, havarilerinin yardımıyla
Hıristiyan olarak dirilmişti! Yani havarileri onun inanışını ve
daha hayattayken Musa’nın şeriatından bazı konuları farklı
yorumlayışını, yeni bir din olarak dünyaya yayacaktı. Örneğin
insanın daha doğuştan Âdem’in cennette işlediği ilk günahın
etkisiyle günahkâr oluşu ve İsa’nın bu günahlara karşı kefaret
olarak canını vermesi; göksel krallık denilen ve ahir zamanda
Mesih’in gelişiyle kurulacak olan Tanrının ebedi krallığı gibi
fikirler Yahudi inancından farklı olarak dünyaya yayılacaktı.
Havarileri ve bu olaylardan sonra başlarına neler geldiği ise
şöyle özetlenmektedir:

112
Simon Petrus:

İsa tarafından özel olarak yetiştirilen üç havariden biridir. Roma


Katolik kilisesi tarafından ilk Papa olarak kabul edilir. İsa’nın
Peter’e “Sen Petrus’sun, topluluğumu senin üzerine
kuracağım.” (Matta 16:18) dediğine inanılır. Peter aynı zamanda
taş veya kaya anlamlarına da gelir. Smith’s Kutsal Kitap
Sözlüğüne göre Roma’daki ilk kilisenin Petrus ve Pavlus
tarafından kurulduğuna ve bu elçilerin Roma’da öldüklerine dair
deliller vardır. Petrus İmparator Neron döneminde idam
edilmiştir.

Andreas:

15. yüzyıl din tarihçisi Dorman Newman’a göre Petrus’un


kardeşi Andreas, batı Yunanistan’da Patras’a gider ve Romalı
Vali ile din üzerine tartışır. Vali Andreas’ı Hıristiyanlığı terk
etmesi için ikna etmeye çalışır ki ona işkence edip öldürmek
zorunda kalmasın. Ancak Andreas’ı vazgeçiremeyince, sonuna
kadar ceza uygular. İlk önce kamçılanan Andreas, daha sonra
çarmıha gerilir.

Yakup (Zabedi’nin Oğlu, namı diğer Büyük Yakup):

Elçilerin İşleri 12:1-19’da Yakup’un kılıçla öldürüldüğü


anlatılır. Yeni Yahudiye Valisi atanmış Herod Agrippa,
Romalıların gözüne girmek için bu yeni mezhebin liderini
öldürmek ister. Yakup yakalanır ve idam edileceği yere
getirildiğinde, kendisini suçlayan gizli tanık, Yakup’un

113
cesaretinden ve tanıklığından öyle etkilenir ki orada iman eder
ve Yakup ile beraber infaz edilmek ister. Romalılar bunu yerine
getirir ve her ikisinin de başını vururlar.

Yuhanna:

12 Havariden tek öldürülmeyen, kendi eceliyle ölen havaridir.


Pek çok defa zulümlere uğramış, ömrünün son zamanları da
sürgünde geçmiş olmasına rağmen, Patmos adasında MS 100 yılı
civarında, yaşlılığında ölmüştür.

Filipus:

İsa’nın ilk seçtiği havarisi olan Filipus, Asya bölgesinin


misyoneri olmuştur. Sonunda Mısır’ın bir şehri olan Heliopolis’e
gitmiştir. Orada kırbaçlanmış, hapse atılmış MS 54 yılında
çarmıha asılarak idam edilmiştir.

Bartalmay:

Aralarında Hindistan da olmak üzere birçok ülkede vaaz veren


Bartalmay, İncil’in Matta bölümünü de bu dile çevirmiştir. Bir
kaynağa göre tahammülsüz putperestler tarafından dövülüp
sonra çarmıha gerilmiştir. Bir başka aktarıma göre ise canlı canlı
derisi yüzülüp, başı kesilmiştir.

114
Tomas (Kuşkucu Tomas):

Tomas İncil’i Yunanistan’da, daha sonra da Hindistan’da


yaymıştır. Bu, oradaki dini önderleri kızdırdığı için onu mızrakla
deşerek öldürmüşlerdir.

Matta:

Eski bir vergi görevlisi olan havari, misyoner olarak İncil’i


paylaştığı Etiyopya’da, oradaki kral Hertacus’u kötü ahlakından
dolayı eleştirdiği için, kralın kiraladığı bir kılıç silahşörü
tarafından, arkasından bıçaklanarak öldürülmüştür.

Yakup (Alfay oğlu, namı diğer küçük Yakup):

Kudüs’teki kiliseyi yönetmesi için atanan Yakup, en uzun


yaşayan havarilerden biridir. 94 yaşına kadar yaşamıştır.
İşkenceciler tarafından dövülmüş, taşlanmış ve en son başına
sopa ile vurularak öldürülmüştür.

Yahuda (İskariyot değil):

Birkaç değişik kaynağa göre Edessa’da (ya Türkiye’deki Urfa


şehri ya da Yunanistan’da Orta Makedonya’da bir şehir) çarmıha
gerilerek öldürülmüştür.

115
Yurtsever Simun (Kenanlı Simun):

Simun, Afrika’nın batı sahillerindeki Moritanya’da vaazlar verir


ve misyoner olarak İncil’i paylaşır. Daha sonra İngiltere’ye gider
ve 74 yılında orada çarmıha gerilerek öldürülür.

Mattiya (Yahuda İskariyot yerine seçilen havari):

Anlatılara göre Andreas ile birlikte Suriye’ye gitmiştir ve orada


yakılarak öldürülmüştür.

116
ESSENİLER
Tarihin derinliklerine doğru gittikçe hep aynı senaryonun
tekrarlandığını görüyoruz. Topluluklarda bir inanç beliriyor. Bu
inanç zamanla yozlaşıyor, bazıları bu yozlaşmadan şikâyet
ederek kendi ‘öze dönüş’ yolculuklarına çıkıyorlar. Esas saf
inancın kendi öne sürdükleri olduğunu işaret etseler de kurulu
düzeni bozulmasın istenenler tarafından dışlanıyor ya da baskı
altına alınıyorlar. Zaten yozlaşmış olduğu iddia edilen inançlar
genellikle dini inançtan ziyade hükmetmenin bir aracı olarak
inancı kullanan kişiler oluyor. Heteredoks denilen alternatif
inanışa sahip olanlarsa büyük baskılardan kaçmanın yolunu
gözlerden uzak, kapalı toplumlar oluşturarak buluyor;
inanışlarını burada yaşatma mücadelesi veriyorlar. Mısır çok
Tanrılı dinine karşı Akhenaton ne yaşadı ise, Firavuna karşı
Musa ne yaşadı ise zamanla yönetici sınıf Romalılar ile çıkar
ilişkisi içerisinde Havraları yozlaştıran Yahudi din adamlarına
karşı bir kesim de aynı mücadeleyi veriyordu. Musa şeriatından
sapıldığını ve yozlaşıldığını öne süren bir grupta yukarıda
bahsedilen süreci aynı şekilde yaşamıştı. Bu grup Esseniler
olarak adlandırılmıştır. Aslında birden fazla yerde yerleşimleri
olduğu düşünülse de en meşhur yer olarak son zamanlarda ismi
sıkça duyulan Kumran bölgesi öne çıkmaktadır.
1947 yılında Muhammed Ahmed El-Hamid isimli bir bedevi
kayıp keçisini ararken Ölü denizin kuzey batısında Khirbet
Kumran’da yer alan mağaralardan birinin içinde küplere
konulmuş ve ağzı yağlanarak kapatılmış birkaç tomar yazma
buldu. Önce kıymeti anlaşılmayan tomarlar yok parasına satıldı,
bazı antikacıların eline kadar varınca da 1954 yılında Wall Street
Journal’da bir ilanla dört tomarın satılmasına kadar uzayan bir
117
serüven yaşandı. Profesör Dr. John Trever tarafından satın
alınınca değerleri anlaşılıp toplanmaya başlanan tomarlar için
Kumran bölgesinde resmi ve kaçak olmak üzere pek çok kazı
yapıldı. Kum taşından kayalar tam anlamıyla talan edildi. Hâlâ
çıkarılmayı bekleyen veya çıkarılıp resmi ellere ulaşmadan
başkalarınca çalınan başka tomarlar var mı bilmek güç. Ancak
kâğıt, deri ve hatta bakır levhalardan oluşan pek çok yazma
bulundu ve bunlar ‘Ölü deniz tomarları’ olarak adlandırıldı. Ş u
an çıkarılmış ve dijital olarak görüntüleme teknikleriyle
aktarılarak yayınlanmış bine yakın tomar mevcuttur. Bunların
yaklaşık %30’u cemaatin kurallarını, Eski Ahit yorumlarını
içermektedir. %40’ı Ester dışında tüm Eski Ahit kitaplarından
bölümleri içermektedir. Özellikle Yeşeya rulosu hemen hemen
tüm Yeşaya kitabını içermektedir. Kalan %30 ise sonraları ‘Din
otoritelerince’ Deuterokanonik ve Apokratif, yani kutsal kitabın
bir parçası sayılmayan şüpheli oldukları iddia edilen kitaplardan
oluşmaktadır. Bunlar Enok’un kitabı, Tobit, Jubileler, Sirak gibi
kitap nüshalarıdır.
Bu yazıtların ortaya çıkması ile herkes kendince çıkarım yaptı.
MÖ150 – MS 40 yılları arasına tarihlenen bu tomarlarla, aslında
Yahudiler kutsal kitaplarının bozulmadan korunduğunu
ispatladıklarını düşündüler. Oysa zaten kitapların çoğunun MÖ
5. yüzyıl civarında yazıldığının öne sürüldüğünü söylemiştik.
İsa’nın yaşadığı dönemi de kapsadığı için yalnızca bir insan olan
İsa’nın ortaya çıkacak tarihi ile Vatikan’daki Katolik kilisesinin
temellerinin sallanacağı iddiaları çok yoğundu. Ancak onlarda
aşağıda verilen kısımları İsa’nın Mesih oluşuna yordular ve
kendilerince buluntudan inançlarını güçlendirerek çıktılar.

118
“Ona Tanrı Oğlu denilecek ve Onu en yüce olanın Oğlu diye
adlandıracaklar… O Tanrıların üstünde Büyük Tanrıdır…
Egemenliği ebediyen sürecek…” (Daniel yorumu; 4Q246)
“Sancılar içinde bir erkeği doğuruyor. Ölüm sancısı ortasında
bir erkek çocuğu getirecek. Cehennem acısı içinde közesinden
Harika ve Güçlü Öğütçü gelecek.” (Yeşaya 9:5-6 yorumu; 1QH
11:7-10)
“…Harun ve İsrail’in Mesihi gelene kadar. Onların günahları
için kefaret sunacak.” (Yeşaya 14:18-19 yorumu; CD 4Q265–
73; 5Q12; 6Q15)
Ancak bugün bu araştırmaların Vatikan’a yakınlığı ile bilinen
Peder Roland de Waux yönetimindeki Ecole Biblique tarafından
yürütüldüğü göz önüne alınırsa yapılan çıkarımların ve gerçek
tomarlardan tarandı diyerek internete sunulan içeriğin ne kadar
gerçekten Essenilerin toprağın altına gömdükleri ile örtüştüğü
soru işaretidir.
Bulunan tarikat yaşam kurallarına bakılarak Essenilerin Kumran
merkez olmak üzere, oralarda yaşayan aşırı dindar bir tarikat
olduğuna inanılmıştır. Bekâr din adamları topluluğu olup, mal
mülk edinmedikleri, her şeyi ortaklaştıkları, bir manastır
disiplini içinde öğrenim gördükleri ileri sürülmüştür. Topluca
yer içer, ibadet eder, ritüellerine uygun biçimde yıkanırlar!
Bu anlatılan tarikat Josephus’un anlatıları ve geleneksel kabulün
Essenileri duymamızı istediği biçimmiş gibi görünüyor. Zira
hermetics.org isimli siteden alıntılayacağım kısımda aslında bu
insanların gizli bir vadideki mağaralarda ne yaptığı farklı
iddialarla açıklanmaktadır. Buna göre:

119
-Josephus'un Essenileri
E bekâr erkekler toplumudur. Oysa
harabelerde çocuk ve kadın iskeletleri bulunmuştur. Ayrıca
"Toplum Kuralları" adlı yazıtta, evlilik ve çocuk yetiştirme
konuları işlenir.

-Hiçbir yazar, Esseni takviminden söz etmez. Yazıtlarda,


Kumranın güneşe endeksli bir takvimiolduğu ortaya
çıkarılmıştır.

-Philo ve Josephus'un anlattığı Esseniler kurban törenlerini


bilmez. Halbuki harabelerde kurban edilmiş hayvan iskeletleri
bulunmuştur; daha önemlisi, "Mabet" yazıtında, kurbanla ilgili
kurallar vardır.

-Josephus, Essenilerin, Herod Antipas (MÖ 20 - MS 39 arası


Judea Tetrarkı) ile iyi geçindiğini yazar. Yazıtlarda, Essenilerin,
bu Roma kuklası krala karşıt oldukları açıkça bellidir.

-Nihayet Josephus ve Philo'nun anlattığı Esseniler, sakin, pasif,


bu dünya ile ilgisi olmayan keşişlerdir. Oysa, harabelerdeki
buluntular ve "Savaş" yazıtı, Kumran ve çevresine yerleşmiş bu
insanların, geleneksel Esseni imajından çok, o günlerde bölgede,
Roma baskısına ve Roma'nın işbirlikçisi olan Yahudi yaşamına
karşı başkaldırıyı yürüten ‘Zelot’ tanımına daha çok uyduğunu
gösterir.

Burada, Ölü Deniz Yazıtlarının ortaya hangi gerçekleri


çıkarabileceği ve Vatikan'ın bunu, Ecole Biblique ve
International Team kanalı ile niçin önlemeye çalıştığını anlamak
için, o günlerin ve o çevrenin atmosferine kısaca bakmak gerekir.

120
Yahudiler, en başından beri, dinsel ve laik önderlerin ortaklaşa
yönettiği bir toplum olagelmiştir. Dini liderler, Levi
kabilesinden Harun'un halefleri olan Zadok'lardandır; laik
liderler, Juda (Yahuda) kabilesinden Davud'un halefleridir.
Babil sürgünü ve daha sonra İskender ile başlayan Helenistik
etkilerin derinleştirdiği yozlaşma, politik boşluğun ötesinde, dini
liderliğin yapısını ve toplum üzerindeki etkisini bozmuştur.
Sonunda, MÖ 167'de, Mattathias Maccabeaus, bir Yunan
görevlinin kurban konusundaki pagan isteğine karşı çıkarak
isyanı başlatır. Maccabeaus ilk Zelot'tur. Oğlu Judas inzivaya
çekilir (Musa, İsa ve Muhammed gibi) ve sonra kardeşleri ile
beraber, Kutsal Topraklarda, yeniden Musa yasasına uygun
düzeni kurar. Maccabeaus'un yandaşları Makkabiler MÖ 76
yılına kadar kontrolü elinde tutarlar. Sonra yine yozlaşma başlar
ve Kral Antipas başa geçer.

Yazıtların, "Biblical" (Kutsal Kitaplar) ve "Secterian" (Tarikat


yaşam kuralları) olarak iki ana bölüme ayrıldığı, Biblical
bölümün International Team ve Ecole Biblique tarafından ön
plana çıkartılıp, Secterian bölümün gölgede bırakıldığı
bilinmektedir. Kutsal Toprakların o dönemdeki havası ve o hava
içinde, Kumran topluluğunun gerçek kimliği, yani Essenilerin
gerçek yüzü, Secterian bölümlerde verilmiştir: Roma Kutsal
Topraklara hakimdir. Herod Antipas kukla bir kraldır. Yahudi
bile değildir. Durumunu halka kabul ettirmek için, bir Maccabi
prensesi ile evlenmiş, yeterince güçlenince de karısı ve
kardeşlerini öldürtmüştür. Dini lider de Roma'nın uydusudur.
Dış etkiler, iç yozlaşma, Yahudi toplumunu alt üst etmiş, Kutsal
Topraklardaki yaşam Musa kanunlarının dışına itilmiştir.

121
Roma'yı kovmak ve Musa düzenini yeniden kurmak için ölüm-
kalım savaşı veren insanlar çıkar... Bunlar Zelot'lardır...

Bu noktada, İncillerde ve kilisenin yüz yıllar boyu süregelen


araştırmalarında hep gölgede bırakılmış bir isimden söz etmenin
zamanı geldi: James!.. İsa'nın kardeşi. Ondan sadece Nebilerin
İşleri kitabında bahsedilir. Kumran yazıtlarında ise James'in
önemli bir yeri vardır ve adı ‘The Righteus’ tur (Haksever). ‘İlk
Kilise’nin önderidir.

Milat yılları... Kutsal Topraklar... İlk Kilise veya ilk mabet...


Özgür bir ülke ve Musa yasaları için ölümüne savaşan insanlar,
Zelotlar. Esseniler, Kumran'lılar... Bunlar İlk Kilise'ye ve onun
liderine bağlı, değişik isimlerle anılan aynı insanlar. Sadece
Kumran'da değil, Kutsal Toprakların tamamına yayılmış yasa ve
‘Yol’un savaşçıları… Geleneksel Esseni çerçevesinin çok dışında
bir topluluk, örgütlü bir güçtürler. Üyelerini, yeni üyeler bulmak,
para toplamak için görevlendirir; Suikastler düzenler, isyanlar
tertipler, kaleler kurar, Roma'yı o tarihte 80.000 kişilik bir ordu
gönderecek denli ürkütürler.

James, bu karışık ortamda bir gün mabette ‘isimsiz biri’nin


başlattığı bir saldırıda linç edilir. İlk din şehidi olarak bilinen St.
Stephen, belki de sadece hayal ürünü bir kişidir ve James'ten
başkası değildir. Roma'ya karşı başlayan büyük isyanla James'in
ölümünün aynı yıllarda olması basit bir rastlantı olmasa gerektir.
İsyan başlar. Roma, Kudüs’ü (MS 68), Kumran’ı (MS 70),
Masada’yı (MS 74) yerle bir eder. Zelotlar esir düşmemek için
ölümü seçer. Yalnızca Masada'da 960 kişi (erkek-kadın-çocuk)
topluca intihar eder.
122
Yukarıdaki alternatif Kumran tarihi iddiasını ortaya atanlar aynı
zamanda bu ilk kilise’nin ilk ‘şehidi’ni öldürmenin arkasındaki
kişi olan Saul’ü St. Paul olarak görmekte; toplumda sevilmeyen
bu kişinin Tarsus’a gönderildiğini ve orada aslında bambaşka bir
Tanrı, kilise ve İsa yaratarak Roma’nın istediği uysal Yahudileri
yani Hıristiyanları ortaya çıkardığını da iddia etmektedirler. İlk
şehit ise James’tir, İsa’nın kardeşi.

Bu alıntıyı aktarmamın sebebi kardeşi bir Zelot veya onlara göre


Esseni olan İsa’nın da aslında Esseniler arasında yetişmiş, eğitim
görmüş, inanç temellerini oluşturmuş ve Roma’ya karşı isyan
içerisindeki bir grubun lideri olarak da ortaya çıkmış olduğu
iddiasıdır.25
Daha sonra göreceğimiz şekilde yeni ‘yaratılan’ din, büyük
imparatorluğun isyankâr azınlığının elinden alınarak tüm
toplumun birleştirici harcı olan devlet dini haline
dönüştürülecektir. Pek ama neden ve nasıl?

25
www.hermetics.org/Eseniler.html
123
GÜNEŞ KÜLTÜNÜN İLİŞKİSİ
Bu kitapta baştan beri anlattığımız dönem ve çok daha
öncesinden beri insanın arayışında en kolay cevap her zaman
Güneş olmuştur. Çünkü hayatlarını en çok etkileyen doğal etmen
Güneş’tir. Aydınlık kadar hasat bereketinin de sebebi olan
Güneş’in yanı sıra, dönemleri belirlemede ve geleceği okumada
yıldızların da insan birikiminin önemli bir parçası olduğu uzun
yıllardır bilinmekteydi. Ay’ın evrelerinden takım yıldızların
konum ve yorumlarına kadar insanlar aynı simgesel inanışları
çağlar boyunca aktardılar.

124
Zodyak’ı dörde bölen mevsimler ve on ikiye bölen aylar ile
karşılık gelen burçları insanlar mitolojilerindeki hikâye veya
karakterlerle ilişkilendirerek onlara hayat verdiler. Ortasında ise
kuşkusuz haç vardı. Bu haç İsa’dan çok daha uzun yıllar önce
Tau simgesinden başlayarak bir pagan sembolü olarak
kullanılagelmişti. Mısır’dan Keltlere kadar pek çok kültürde
kullanılan Güneş Haçı aşağıdaki gibiydi.

Göksel plan yeryüzünde inşa edilmeye çalışılmış; Babil ve Mısır


şehirleri bu plana göre yerleştirilmiş ya da önemli yapılar inşa
edilmişlerdi.

125
Akhenaton’un simgeleştirdiği tek Tanrı’sı Aton’un da simgeleri
aşağıya doğru ışınlarını ulaştıran Güneş’ten başkası değildi.

Mısır Tanrıları panteonunun en önemli iki öğesi Horus ve Set’de


aslında aydınlık ve karanlığın mücadelesi, gece ve gündüzün
mücadelesi gibidir. Nasıl ki Ata Tanrı Ra, her gece Apophis ile
mücadele ederek kazanır, sabah Güneş’i geri getirirse; Horus’ta
Set’i yani karanlığı yenerek aydınlığı geri getirirdi. Zaten güneş
ışıklarının göründüğü ufuk çizgisinin adı (Horizon) da buradan
gelmektedir. Güneş’le ve gökyüzü ile olan bu ilişkiler Horus ve
sonrasındaki pek çok kişi için benzerlikler ortaya çıkarmıştır. 25
Aralık’ta doğmuş, doğumu bir bakire (Virgin)’den olmuştur. Üç
126
kral tarafından takip edilen doğudaki yıldız olarak
adlandırılmıştır. 30’lu yaşlarında iktidara gelmiştir. Zodyak’ın
on iki burcuna ithafen on iki takipçisiyle yönetimini devam
ettirmiştir. İyileştirme ve suda yürüme gibi mucizelerin
sahibidir. ‘Gerçek’, ‘aydınlık’ ve ‘Tanrı’nın oğlu’ isimleriyle
çağrılmıştır. Typhon tarafından ihanete uğradıktan sonra haça
gerilmiş, gömülmüş, üç gün sonra yeniden dirilmiştir.
Haç için bir parantez açabiliriz. Adem’in oğlu Kayin kardeşini
öldürmüştü. Bu günah sebebiyle cezası sürgündü ancak
dahasından da korkuyordu.
Yaratılış:
13. Kayin ‘Cezam kaldıramayacağım kadar ağır’ diyerek
karşılık verdi. ‘Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık
huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım.
Kim bulsa öldürecek beni.’
15. Bunun üzerine Rab, ‘Seni kim öldürürse, ondan yedi kez öç
alınacak’ dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kayin’in üzerine
bir nişan (mark) koydu. Kayin Rab’bin huzurundan ayrıldı.
Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti.
Kayin’in nişanı ya da işareti Tau denilen T şeklindeki haçtı. Ne
ilginçtir ki Tanrı Tammuz’un ritüellerinde de inanırlarının
alınlarına T şeklindeki haç çizilirdi, bu bereketi simgelerdi.
Horus’a ithaf edilenlere dönersek neredeyse harfiyen aynı
cümleleri sadece Horus’un ismini çıkararak pek çok mitolojik
veya teolojik karakter için yazmak mümkündür. Örneğin
Sümerlilerin Tammuz’u. Frigya’nın Attis’i, Hintlilerin
Krishna’sı, Yunanlıların Dionissos’u, Perslerin Mithra’sı…

127
Benzer şekilde pek çok inanç ya da kültürden ortak anlatıyı
bulmak mümkün. Hepsi bakireden doğmuş, doğum tarihleri 25
Aralık! Mucizeler göstermişler, ölmüş ya da yer altı dünyasında
esir kalmışlar ve üç gün sonra yaşama dönmüşlerdir. Peki neden
bu kadar benzerlik mevcut?
Bu anlatı aslında tamamen astrolojik bir olayın kültürlerin
mitolojik veya inançsal toprağına gömülen tohumudur ve
yeniden doğan bir hikâyedir. İsa’nın ‘Doğudaki Yıldız’ı
Sirius’tur. 24 Aralık’ta Üç kâhin ya da kral tarafından takip
edilmesi Orion Kemerindeki üç yıldız ile aynı hizaya gelişini
ifade etmektedir.

Bu hizalanma ise kış gündönümünde güneşin doğduğu yeri işaret


etmektedir. Doğduğu yer ise Betlehem yani Ekmeğin Evi
anlamına gelmektedir. Bu ise Virgo the Virgin olarak bilinen
Başak Takım Yıldızının adıdır ve elinde bir demet başak tutan
bir bakire ile simgelenir. O yüzden hep kış gündönümü olan 25
Aralık’ta ve hep bir bakireden doğum hikâyesi ile karşılaşırız.

128
Kış gündönümü zamanı güneş en alçak pozisyonunu alır, güney
yarım kürede yer alan Crux (yani haç) takım yıldızı hizasında üç
gün boyunca asılı gibi kalır ve sonra 25 aralıkta yeniden
yükselmeye başlar. İşte bu yüzden de hep haçta ölür, üç gün ölü
kalır ve 25 aralıkta yeniden doğarlar…

Görüldüğü gibi mitoloji ve teoloji peşine düşmüşken astroloji ile


karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır.

129
MİTHRAİZM
Şimdi de geniş coğrafyalara yayılmış bir başka figüre
değinmenin zamanı. Büyük İskender’inki gibi Makedonya’dan
Hindistan’a ve Mısır’a kadar yayılmış büyük imparatorluklar
artık bölgeyi etki altına aldığı için kim kimi önce etkilemiştir
tespit etmek güç. Ancak Hindistan’da Mitra, İran’da Mithra ve
Roma’da Mithras olarak bir figür karşımıza çıkıyor. Aslında
İsa’dan sonra değil önce değinmek gerekirdi tarihi devamlılık
açısından ancak az önce anlatmaya çalıştığım şekliyle İsa ile
zirveye ulaşmış Güneş ve astrolojik ilişkilendirmenin öncesi ve
sonrasında Roma’nın önce İsa’nın takipçilerini ve Hıristiyanlığı
beğenmez ve baskı altında tutar oluşunu, daha sonra ise bir anda
resmi din olarak kabul edişini anlamak için bu ilişkiyi anlamak
elzemdir.
Aryan Tanrı panteonu arasında başlangıçta önemsiz bir Tanrı
iken savaşçı aryanlar zamanla onu daha çok sahiplendiler.
Böylece ışık, doğruluk, güneş ve savaş Tanrısı olan Mithra
zaman içinde yeni özellikler kazandı. Anlam olarak güneş,
doğruluk, dostluk, sözleşme gibi bir karşılığı olsa da takipçileri
onu farklı noktalara koydu. Hindistan Veda metinlerinde MÖ
1200’lerde ondan bahsedildiği iddia edilir, ancak MÖ 3.
yüzyılda kayda değer bir din olarak gördüğümüzü söyleyebiliriz.
Akhamenid İmparatorluğu (MÖ 550- 330) kayıtlarında Ahura
Mazda’ya en büyük Tanrı olarak tapınılırken yanında Mithra ve
Anahita’ya da yakarıldığı görülmektedir.26 Fakat benim esasen
bahsetmek istediğim Roma kültüründe Mithras’ın yeridir.

26
Makale: Mithra’nın Anadolu ile Etkileşimi, Fatih İnan
130
Roma’da Sol Invictus (Yenilmez Güneş) kültünde Mithra
‘Işığın Habercisi’ ve kaynağı olarak görülmüştür.
Mithra’nın Zerdüşt Avesta’larında verilişine de bir göz atmak
gerekir. O semavi ışığın ruhudur. Güneş doğmadan dağların
zirvelerinde görünür, gün boyunca dört beyaz at tarafından
çekilen iki tekerli arabası (Quadriga) üzerinde gökyüzünde
dolaşır. Ne güneş, ne ay ne de yıldızdır. Bin kulak ve on bin
gözdür. ‘Hep uyanık, hep dikkatlidir’, her şeyi görendir.
Böylece ‘hakikat’ ve dürüstlük Tanrısıdır. Aynı zamanda
ışıklarının değdiği yerlere bolluk ve refah getirendir. Bu yanıyla
Dionisos ve Baküs’le de ilişkisi çok net olarak görülebilir. Bir
Roma savaş arabasının üzerinde ufuklarda gezinen bu Tanrı’nın
Roma’ya askerlerin Tanrısı olarak gelmesinden daha doğal bir
şey düşünülemezdi herhalde. Avesta’lardaki Mithra’nın tanımı
Sol Invictus’un aşağıdaki gösterimi ile örtüşmüyor mu sizce de?

131
Roma’daki Mithra inancı herkese yayılmaya çalışılan değil
aksine askerler ve yönetici kadrolar arasında gizli bir örgütlenme
ile yürütülüyordu denilebilir. Romalı askerler gittikleri yerlere
inanışlarını taşısa da hep kapalı toplantılarda seçilmiş kişiler
arasında tutulmuştur inanç ve uygulamaları. Tıpkı Mithra
kelimesinin anlamı gibi dost, kardeş olarak birbirini gören
takipçileri yine tıpkı ismindeki gibi gizli bir sözleşmenin tarafları
gibiydiler. Savaş Tanrısı olan Mithra’nın inanırları da
çoğunlukla askerdi. O yüzden birbirlerine sağ ellerini boş olarak
uzatarak tokalaşmak gibi ‘silahsız’ bir ‘sözleşme’nin
simgeselliğini paylaşıyorlardı. Böylece belki de tarihteki kapalı
örgütler arasında gizli işaret ve tokalaşmaların ilk örneği burada
karşımıza çıkmış oluyor. Bu el sıkışma Anadolu dahil bölgenin
pek çok yerinde yontularda karşımıza çıkar. Apollon ile Herkül,
Mithra ile Antiochus ve birçok karakter için aynı sahne
canlandırılmıştır.

132
Anadolu’dan Mezopotamya’ya ana Tanrıça figürü Kybele ya da
Sbyl artık herkesçe biliniyor. Bu ana Tanrıça dağların içlerinde
yani mağaralarda otururdu. Ne tesadüf ki Mithra’da mağarada
kimsesiz olarak doğar! Önce en büyük Tanrı olan Güneş Tanrısı
ile güreşir. Yehova ile Yakup’un güreşini andırmaktadır.
Yenişemez ve Güneş ile bir vücutta birleşirler. Bu da İsa’nın
vaftiz sonrası kutsal ruh ile birleşmesini anımsatmaktadır. Sonra
mağarasından çıktığında bir boğa ile karşılaşır, onu sırtlayarak
mağarasına getirir. Güneş Tanrısı habercisi karga kılığında
Mithra’ya boğayı ona kurban etmesini söyler. Öldürmekten
hoşlanmasa da kurban amacıyla boğanın boğazını kesen Mithra,
bilinen tüm canlıların ortaya fışkırdığını görür. Aynı zamanda
kanından şarap, iliklerinden de başaklar fışkırmıştır. Bu da
Taurobolium denilen ritüelik anmalarda ilk defa uygulanan ve
sonraları İsa’nın kanı ve eti olan şarap ve ekmek yemek şeklinde
Hıristiyanlığa da geçen uygulamaların kökenini anlatan yaratış
öyküsüdür.
Böyle dinleyince mitolojik bir masalmış gibi geliyor öyle değil
mi? Ancak kim bilir belki de yine kökeninde bilindik bir şey
çıkabilir: Astroloji!
Aslında Boğa kurban etmekle anlatılmak istenen MÖ 4320
yılından başlayan MÖ 2160 yılında biten ‘Boğa’ astrolojik
çağının sona erişi, Koç çağının başlangıcı olabilir. Zira Güneş
Tanrısının Mithra’ya Boğa’yı kurban etmesini söyleyişi
Güneş’in farklı burçlarda hareketinden başka bir şey değildir.
Ortaçağ eserlerinde yanlış bir anlaşılma ‘Musa dağdan indiğinde
yüzü parlıyordu’ (Karan) yerine ‘boynuzluydu’ (Keren) şeklinde
tercümeye yol açınca, Musa’nın boynuzlu çizim ve yontularının
yapılması da yine bu Boğa, Koç geçişinin etkileri olabilir mi?
133
Bunu doğrulamak üzere Milat ile hangi çağın başladığını da
referans alabiliriz. İsa’nın doğumu ile ‘Balık’ dönemi
başlamıştır ve içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda da
‘Kova/Saka’ dönemi başlayacaktır. Eğer İsa’nın balıkçı kral
olarak da tanımlandığı ve aşağıdaki şekilde sembolize edildiğini
hatırlarsak aslında bu mitolojik anlatılar ve peygamberler ile
getirdikleri biraz daha anlaşılabilir olur. Kova’nın yönetici
gezegenleri olan Satürn ve Uranüs ise bilgelik ve aydınlanmayı
temsil ettiğinden bu dönemin Kıyamet (ayağa kalkış, uyanış)
dönemi olacağına yönelik beklentiler de belki bu yüzdendir.

Mithra’nın mağarada doğumunun simgeselliğinden ötürü Mithra


inanırları ‘Mithraeum’ denilen mağara ya da o şekilde
düzenlenmiş mabetlerde buluşurlardı. Belki de yukarıda
bahsedilen sebeplerden olsa gerek bu mabetlerde gökyüzü ile
ilişkili bir dizayn ve simgesellik söz konusuydu. Elbette Güneş
ile bu kadar ilişkili olan Mithra ve Boğa’yı kurban ettiğini
gösterir sahne de buna uygun şekilde yerleştirilmiş olur; yönler,

134
mevsimler ve oturma düzeni ise gezegenlere göre
şekillendirilirdi.

Işığı getiren Mithra’nın takipçileri de elbette simgesel olarak


meşale taşıyıcıları adı verilen iki görevli ile mabette ritüelik
olarak ‘Işığı’ getirir, tören böylece başlardı. Daha sonra Anadolu
inanışlarında göreceğimiz ‘Çerağ Uyandırma’ ya da kimi
ezoterik gruplarda göreceğimiz ‘Nûr yakma’ uygulamalarının
kökeni de yine burası idi.
Bahsettiğimiz gibi Mithraizm büyük çoğunluklara ulaştırılmaya
çalışan bir din değil, asker ve aristokratlar arasında seçkinleri
kabul eden kapalı bir tarikat gibi düzenlenmişti. Kapalı
topluluklarda ise her zaman ezoterik öğretim, yani uygun olana,
zaman içerisinde ve dereceler silsilesi ile aktarım söz konusudur.
Kişiler seçilir, öyleyse birileri tarafından kapalı topluluklarına
önerilir; inisiyasyon yani kabul töreni yapılarak içeriye alınırdı.
Ancak her zaman daha iç çember vardı. Örgütlenme olarak yedi
dereceli bir düzenden bahsedilebilir. Bu yedi derecenin de yine
yedi göksel obje ile ilişkilendirilmiş olması ise artık şaşırtıcı
gelmeyecektir.

135
Kuzgun için Merkür
Gizlenmiş Kişi (“Nymphus”) için Venüs
Savaşçı için Mars
Aslan için Jüpiter
Pers için Ay
Güneş’in Elçisi (Heliodromus) için Güneş
Baba için de Satürn

Gizli yapılan toplantılar ve imparatorluğun beynine yakın


kişilerin ‘kardeşliğe’ katılması gibi adımlarla uzun süre Roma
İmparatorluğunun kapalı kapılar ardındaki gizemli inanışı olan
Mithraizm zaman içerisinde kendine en yukarıdan destek buldu.
Üçüncü yüzyıl sonlarına gelindiğinde, Mithra kültü nihayet
imparatorluk katına dek uzanmayı başardı. 270 yılında iktidara
136
gelen Aurelianus, beş yıllık yönetimi boyunca, çevresindeki
Mithra mensubu subay ve komutanların da etkisiyle, külte
sempatiyle yaklaştı. Ne var ki, aslında tam olarak Mithra’nın
neyi simgelediğini kavrayamamış ve bunun üzerinde de çok
durmamıştı ve bir tür ‘güneş tapınımı’na yakınlık duyduğunu
sanıyordu. Resmi imparatorluk kültünün Apollon’u fetişleştirip
güneşin fiziksel varlığına indirgediği ve imparatorun
da ‘ülkenin güneşi’ olduğu düşüncesini savunduğu
anımsandığında, Aurelianus’un külte bu bakışla yaklaşmasında
pek de şaşırtıcı bir yan yok. İmparatorun neyi ne kadar anladığı
hiçbir önem taşımıyordu elbette. Aurelianus dönemi boyunca
‘Baba’lar, ‘saray desteğiyle yükseliş’ olanağından
yararlanmaya çalıştı.
Aurelianus, 273 yılında Palmyra kraliçesi Zenobia’yı yenilgiye
uğratmasını güneşin ona sağladığına inanmıştı ve aynı yıl, çok
kısa bir süre sonra, en büyük göksel ilahi güç olduğuna
inandığı Tanrı için büyük bir tapınak inşa etti. Güneş,
imparatorluğun evrensel tanrısı ilan edildi ve
Aurelianus, Sol Invictus kültünü, resmi kült statüsüne
yükselterek bir Güneş-Tanrı tektanrıcılığı oluşturmaya
çalıştı. Aurelianus’un Güneş-Tanrı dini Mithra dini değildi
ama Mithraizm’in izleyicileri, Mithra’nın Güneş ile olan
bağlantısından yararlandılar.

Siyasi anlamda bu, imparatorluk içinde ağırlığa sahip bir asker-


bürokrat kadrosu yetiştirmiş olan ‘Kardeşlik’ için
azımsanamayacak bir zaferdi, çünkü devlet kademelerinde
elinde tuttuğu güç merkezlerine bir de rahipler grubu

137
ekleniyordu şimdi. Aurelianus, kültü resmileştirdikten sonra,
Mithra rahipleri için bir de kurul (college) oluşturmuş
ve Pontifices Solis adını alan bu grubu Roma’nın resmi ruhani
yöneticileri arasında ayrıcalıklı bir noktaya getirmişti. Eski
gücünü ve prestijini çoktan yitirip devlet yöneticileri elinde bir
formaliteye dönüşen Sybilline Kurulu yerine, şimdi resmi güç
kazanan bir başka saygın rahip grubu denetim altına alınabilirdi.
Her ne kadar Aurelianus’un tasarladığı Pontifices Solis, Mithra
kültünden farklı bir ruhani kurul gibi görünse de ordu ve
bürokratlar arasında kilit noktaları elinde tutan Fraternis için,
bu ‘mevziyi’ kazanıp denetlemek hiç güç olmayacaktı.
Kültün ilk günlerden itibaren Mithra’nın doğum günü olarak
kutladığı 25 Aralık tarihi, bu tarihten itibaren Natalis Solis
Invicti adıyla Roma’nın resmi bayramları arasına girdi. Howard
Snider, ‘Tarihsel olarak bu, güneşin geri dönüşünün
belirginleştiği ve yeryüzünün, yaşamın yenilenmesinin
onaylandığı gündü’ diyor. “Bu kutlama yalnızca yılda bir kez
değil, ‘Güneş’in Günü’nde (Pazar – Sunday) her hafta
yinelenirdi.”

138
Benzeri biçimde, Mithra’nın kendinden bir parçayı (Boğa) feda
ederek yaşamı ve yeryüzünü kurtardığı “Diriliş” bayramı da
ilkbahar ekinoksunu izleyen pazar günleri kutlanmaya başladı.
Kısacası, asker kökenli İllirya’lı bir aileden gelen Aurelianus,
bilerek ya da bilmeyerek, iktidara geldikten hemen sonra, ‘asker-
bürokrat kültü’ olarak beliren Mithra inancını imparatorluk
içinde resmi bir statüye yükseltmiş oldu. Bir anlamda
kendisinden önceki Severus hanedanının bıraktığı, ekonomik
olarak çöküntüye girmiş, İspanya, Galya ve Balkanlar’da barbar
saldırıları yüzünden yıpranmış ve otoritesini yitirmeye başlamış,
giderek kozmopolit bir görünüm almakta olan ve yoksullaşan
halkı mutsuz hale gelmiş Roma’yı dikkate değer askeri hamleler
ve başarılarla ayağa kaldırdıktan sonra, moral ve güç
tazelemesini sağlayacak ‘manevi’ bir adım daha atmıştı: Sol
Invictus, yani ‘Fethedilmeyen Güneş’, imparatorluğun
görkemli koruyucusu olarak bütün eyaletlerdeki askeri birliklere
ve halka Roma’nın baş edilmez gücünü
vurgulayarak moral pompalayacaktı.
Claudius hanedanının sona ermesinden itibaren yavaş yavaş
prestijini yitiren Emperyal Kült gölgede kalırken, devletin kilit
noktalarındaki asker ve bürokrat yöneticileri yanına
çeken Mithra Kültü hızlı bir yükseliş yaşıyordu.27
Aurelianus’un iktidarı çok uzun sürmedi, ara dönemde Roma
yine çalkantı ve krizlerle boğuştu. MS 3. yüzyılın sonlarında
iktidara gelen Diocletianus zorluklar içerisinde buldu kendisini.
Yeniden Emperyal Kültürü canlandırmak için ‘Roma dini’ fikri

27
Fraternis, Kayıp Kitaplar Gizli Kardeşlik, Burak Eldem, İnkılap, 2006

139
gelmişti aklına. MS 303’te Jupiter’i yeniden Roma’nın baş
Tanrısı ilan ederek herkesi ona saygı göstermeye çağırdı. Dini
bir zorunluluk yoktu. Ancak neye inanırlarsa inansınlar Jupiter’e
de saygı göstermeleri gerekiyordu Roma vatandaşlarının. Diğer
bölgelerde bir sıkıntı yaşanmazken sadece Hıristiyan adı verilen
topluluklardan anlam veremediği tepki ve isyanlarla karşılaştı.
Bunun üzerine tarihe geçecek büyüklükte bir Hıristiyan
kovuşturmasına girişti. Sadece dinle uğraşmıyor, sınırları iyice
büyüyen imparatorluğu hayatta tutabilmek için fikirler
geliştiriyordu. Derken devrim niteliğinde bir karar verdi.
İmparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye ayırdı. Doğu
Roma’nın başına ‘Augustus’ unvanı ile kendisi geçti, İznik’te
inşa ettirdiği sarayından yönetime başladı. Batı Roma’yı ise en
güvendiği adamı, bir komutan olan Maximianus’a devretti.
Ancak Augustus’lar öldükten sonra veliaht karmaşası
yaşanmaması için de bir uygulama geliştirmişti. Augustus’lar
daha hayattayken ‘Caesar’ unvanıyla veliaht prenslerini ilan
edecek ve onları yetiştirecekti. Maximianus, Caesar olarak
Marcus Flavius Constantius’u ilân etti. Aynı
anda Diocletianus da Sirmium’da yaptığı bir açıklamayla, yakın
dostu ve destekçisi, yıldızı Aurelianus döneminde parlayan
başarılı ve deneyimli komutan Gaius Galerius‘u Caesar ilan
etti. Tetrarşi denilen dörtlü yönetim sistemi böylece kurulmuş
oluyordu. Hem yardımcısı olup Batı Roma’yı verdiği
Maximianus hem de Caesar ilan edilen iki prensin de Mithra
kültünden yetişmiş askerler oluşları işlerin rengini
değiştiriyordu. Fakat iyi düşünülmüş Tetrarşi’de daha
hayattalarken yerlerini Caeserlere bırakmak ve onların da yeni
Caesar seçmelerine gelindiğinde ortalık karıştı. İç savaş olmadan

140
yeniden müdahil olmak isteyen Diocletianus Viyana
yakınlarında Carnuntum’da bir ortak toplantı yaptı. Tapınağın
yapıldığı yerdeki Mithra tapınağı yenilenerek sunakta Yenilmez
Güneş – Tanrı Mithra yönetimin koruyucusu ilan edildi. Böylece
Mithra Roma’nın resmi Tanrısı haline dönüşecekti. Fakat bir
şekilde çok kısa süre içerisinde başka bir gelişme daha oldu.

141
ROMA’NIN DÖNÜŞEN DİNİ
İsa MS 33 yılında öldü denilmektedir. MS 313 yılı Milano
fermanına kadar da Hıristiyanlık yasaklanmıştı. Sebebi tek
Tanrıya inanıp diğer Tanrıları tamamen reddetmeleri ve onlara
inanları kâfir görmeleriydi. Peki neden Yahudilik yasak değildi
ama Hıristiyanlık yasaktı? O da Tek Tanrılı değil miydi? Aslında
Roma başka bir şeyle ilgileniyordu. Yayılabilirlik! Yahudilik
soydan geçtiği için kimseyi dinlerine katmak için davet gibi bir
dertleri yoktu. Ancak Hıristiyanlık böyle değildi. O yüzden de
Roma Tanrılarına ve inançlarına dahası Roma’nın bütünlüğüne
tehditti. Çünkü İsa’nın son sözleri şöyleydi:
“Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin;
onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin; size
buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin. İşte ben, dünyanın
sonuna dek her an sizinle birlikteyim.”

Tetrarşi’nin getirisi olarak Caesarlardan biri Constantinus idi.


Konstantin’in babası! Kendisi Hıristiyan değildi ancak oğlu
Konstantin’in annesi Helena bir Hıristiyan idi. Oğlunu da bu
inanışla aşılayarak büyütmüştü. Constantinus öldüğünde
Diocleatian’ın onayıyla imparatorluğun kuzeybatısı
Konstantin’e kaldı. Sonra ise amansız taht savaşları yaşandı.
Anlatıya göre Licinius’a karşı Roma’da, Tiber Nehri üzerindeki
Milvian köprüsünün etrafında gerçekleşecek olan son
savaşından önce, gökte Grekçe X ve P harflerini görür. Bu iki
harf Mesih anlamına gelen Christus kelimesinin ilk iki harfidir.
Aynı gece rüyasında İsa’yı görür ve kendisine çarmıh simgesini
gösterip, “Bu simgeyle kazanacaksın!” der. Konstantin savaş
öncesinde ordusundaki askerlerine, kalkanlarına bu simgeyi
142
yazmalarını söyler, Konstantin savaşı kazanır ve Roma
İmparatorluğu’nun tek imparatoru olur.

313 yılında Konstantin, Milano Fermanı’nı imzalar. Milano


Fermanı’yla birlikte Hıristiyanlık yasak bir kült olmaktan çıkar
ve Hıristiyanlara dini özgürlük verilir. Ancak Hıristiyanlar
arasında da birlik yoktur! Kimileri üçlü teslise ve İsa’nın
Tanrılığına inanırken kimilerine göre yalnızca bir insan ve
mesajlar ileten bir aracıdır. Ortalıkta da pek çok İncil mevcuttur.
Annesinin dinini sahiplenerek Roma’ya birleştirici yeni din
hazırlamaya çalışan Konstantin elbette bu bölünmüşlüğü de
ortadan kaldırmaya niyetlidir. 325 yılında İznik’te konsül
toplayarak bu konuların tartışılması ve İncil’lerden üzerinde
anlaşılabilecek ortak olanlarının belirlenmesini ister. Aslında
kendilerine gölgesine sığınacakları bir ağaç aramaktadırlar.
Ancak ağacın istemedikleri tüm dallarını da bu konsülde
budamışlardır. Bununla da kalmaz, ağaca kendi meyveleri olan
Roma Panteonu ve en çok da Mithra meyvesini aşılarlar ve tam
istedikleri gibi bir melez elde ederler. Artık ‘Sun day’,
Mithra’nın doğum günü olan 25 Aralık ve benzeri pek çok
ritüelleri Hıristiyan inancıdır. Roma istediği birleştirici harcı
bulmuştur.

143
II. BÖLÜM

144
ALLAH HEP ALLAH MIYDI28
İnsan ile ilgili şu an bildiğimiz son söylem, Tanrının insanı daha
Dünya’ya gelmeden Cennette yarattığı ve sonra oradan
Dünya’ya gönderdiği, dolayısıyla ilk insan olarak belirtilen
Âdem’in daha ilk başta bir imanlı olduğu yönünde. Bu kabulü
yaparsak, insanı sürekli ayıplamamız gerekir. Çünkü en baştan
beri, konunun en doğrusunu biliyordu. Zaman içerisinde hep
unuttu ve yoldan saptı. Oysaki sürekli peygamberler aracılığıyla
kendisine bu durum yeniden ve yeniden hatırlatılmıştı. Üstelik
bildiklerinden saptığında da Lut Kavmi gibi ya da Nuh Kavmi
gibi kısmen veya toplu cezalarla karşılaşmıştı.
Varsayalım ki bizim anladığımız gibi değil. Bize gönderilen ve
söylenenleri yanlış anladık. Aslında kanıtlarıyla ortada olduğu
üzere dünyanın birkaç milyar yıllık ömründe belli bir yerde dış
etki veya kendi evrimi ile tek hücreli yaşam başladı. Gelişim ve
değişim ile maymunsular ortaya çıktı. Sonra bilinç ve yetenekle
bir kol diğer primatlardan ayrıldı ve bugünkü insanın atası oldu.
Beyin kıvrımları ve sinir etkileşimleri arttı. Alet yaptı, iletişimini
geliştirdi ve dili buldu. Avcılık ve belki daha sonra tarımı buldu.
Artık kendini koruyabilecek, karnını doyurabilecek ve soyunun
devamını sağlayabilecek şartları edinen insan başka şeyleri
gözlemlemeye ve düşünmeye başladı. Hayatını ve çevresel
koşullarını etkileyen en önemli iki etken Güneş ve Ay’ı
gözlemledi. Güneş öylesine önemliydi ki hayatında; varsa sıcak,
varsa bahar, varsa verim ve bereket vardı. Ama onlara kızıp da
saklandığında soğukla karanlıkla ve korkularla onları
cezalandırıyordu. Gökyüzündeki bu en parlak ve en büyük şey,

28
Simya’nın Taşı, Aydın PARLAR kitabı ilgili bölümden alıntı.
145
onlar için varlık veya yokluk kadar önemliydi. Onun yokluğunda
ise onları tam karanlıktan koruyup sakınan ve bir anne gibi onları
yalnız bırakmayan Ay ortaya çıkıyordu. O halde bu ikili gidiş
geliş, birbirini kovalama hâli, varlık yokluğu, iyi kötüyü, erkek
dişiyi ortaya çıkardı. Dualizmin kaynağı belki de ilk burada
görülür. İnsan zihni kendi sınırlarıyla doğayı anlamaya ve diğer
ögeleri kendi yaşamındakilerle benzeştirmeye eğilimlidir.
Öyleyse burada da Güneş baba, Ay ise anne yaratıcı idi. Yıldızlar
ise bunların çocukları. Güneş yaratıcı ise yaratıcı olanın sembolü
de güneş olmalıydı. Tanrıların Tanrısı olarak güneş figürü
seçildi. Ana Tanrıça olarak ise Ay figürü. O karanlık çağlarda
gökyüzü, ışıl ışıl ve belirgin olarak tüm gökcisimlerini ilk
insanların hayalgücüne örtüyordu. Güneş doğmadan önce ve
battıktan hemen sonra ufukta görünen parlak güzellik Venüs,
güzelliği ile bir Tanrıça, kızıl haliyle Mars sert ve savaşı andıran
bir Tanrıya dönüştü.

Gökyüzünde 5 gezegenin çıplak gözle görünüşü.

146
Günümüzde pek çok değişik dil ve kültürde pek çok değişik
Tanrı veya Tanrıça ismi duyuyoruz. İnsanlarda hepsi birbirinden
farklı binlerce Tanrı ve Tanrıcık var zannediyor. Halbuki
dikkatle bakıldığında bunların pek çoğunun aynı şeyi sembolize
ettiklerini ve hatta aynı ismin değişik söylenimleri olduğu fark
edilebilir. Zaman zaman toplumlar kendi kabilelerinin veya
topluluklarının esas Tanrısı olarak bunlardan birini seçerken,
diğerlerini alt karakterler olarak o Tanrının çocukları haline
dönüştürmüşlerdir. Kıb-el-la (Kybele) örneğin Ana Tanrıça
olarak simgeselleşmiştir. Ay Tanrıçasıdır. Ş ekilden şekile giren
ve kadınların âdet zamanları üzerinde bile etkili olan bu gök
cisminden daha iyi bir simge olabilir miydi doğurganlık ve
üretkenlik üzerine? Ayın saçtığı ışığa Nûr denir. Ellerini
gökyüzüne açıp ana Tanrıçanın nurunu alıp sonra yüzüne sürmek
ritüelik âdeti buradan kaynaklanıyor denilebilir. İşaret olarak ise
Hilâl halindeki bir Ay ne de güzel temsil ederdi bu Tanrıçayı.
Öyleki kadim Mısır’da inek başlı çizilen Hathor’da Ana Tanrıça
idi. İnek boynuzları yan yana bir hilâl şekli oluşturmakta ve
aralarındaki bir Güneş ile birlikte bu hilâl sembolü Hathor,
sonradan onunla ilişkilendirilen İsis içinde kullanılmaktaydı.

Hathor’un simgelenmesi.
147
Ne ilginçtir bugün İslâm’ın da sembolü hilâldir.

İslâm’da hilâl sembolü.


Kimileri diyor ki, Allah kelimesini El-ilah olarak değil, El-La ya
da Al-La olarak bölmeli ve kökenine o şekilde bakmalı. Sondaki
H ise söylemle gelen bir eklemedir. Al veya El kökleri, aslen
Babil kökenli olduğu düşünülen ve Tanrı anlamına gelen
köklerdir. Örneğin Ba-al denildiğinde Babil’in meşhur Asma
bahçelerinin, yani bağ Tanrısıdır. Başta da söylediğimiz gibi
topluluklar birbirleriyle savaş, ticaret ya da göçler sebebiyle o
kadar çok ilişki içinde bulundular ki, bunlar her konuda
etkilenmelerine sebep oldu. Söylenişe göre Mısır’dan tekrar
Ortadoğu’ya göçen İbraniler, Fenike ve Kenan diyarlarında
geldiklerinde insanları Ba-Al isimli tanrıya taparken
bulmuşlardı. Hatta büyük kısmının bu inanışı özümsediğini
belirtilir. İbranice ‫ בעל‬/ Ba'al, Akkadca Bēlu (m), Bēl, Ugarit,
Finike, Ba'lu (m), Bal, Samiriye Bāl, Aramca Be'lu olarak
ulaşılabilen bu kelime ile ifade edilen Tanrı ise hep boynuzlu
148
olarak sembolize edilir. Tevrat ve Kuran’da geçen "Musa
döndüklerinde onları altından yapılmış bir buzağıya taparken
buldu." kıssası belki de bununla ilgiliydi.

Aşağıda dönemin bölgede inanılan Tanrılarının bazılarının


isimlerini verilmiştir. Dikkat edilirse Kuran’da geçen
hikayelerin pek çoğu bu Tanrılar ve onlara adanmış putlarla
ilgilidir.
Al-Lat Kıb-el-La
Al-Uzza She-el-la
Al-Menat Hub-al
Al-Mah Ba-al
Al-Qaum

149
İddiaya göre tıpkı Sinder-el-la’da olduğu gibi sonunda kullanılan
‘la’ ifadesi dişilik vermektedir ve bu sebeple El-La veya Al-La
aslında Tanrıçayı ifade etmektedir. Buradan yola çıkarak
Anadolu ve Orta Asya’da Ana Tanrıça olarak kabul gören Kıb-
el-le’nin Ellah olarak Arap kavimlerin ana Tanrıçası haline
dönüştüğü hatta kıble isminin de oraya dönülerek dua edilen
(Ayın nurunu alarak, eliyle yüzüne sürülen) anlamına geldiği
söyleniyor. Bu sebeple de Ana Tanrıçanın simgesi olan Ay ve
Hilâlin İslâm’ın sembolü olduğu da eklenerek. Bu zorlama bir
spekülasyon olabilir.
Baal, İlu’nun oğlu anlamındaki Bal-İlu’nun bir formudur. Aynı
kökten gelen ‘İlu, İl, El, Al’ yerel dinlerde Tanrı adıdır. Adonis
kültünün merkezi olan Biblos’un kurucusu Tanrı El’dir.
Allah ve İlâh, Sami dillerinde yüce Tanrı anlamında ‘El’ ve ‘İl’
ile ilişkilidir.
Aramice Alaha, Süryanice Alaho ve İbranice Elah (Elahim),
‘El’den türemiştir. Tekvin’de, ‘Yerin ve Göğün Yaratıcısı’
olarak geçen Alhim (Elohim), ‘Al’ veya ‘El’ sözcüklerinden
türeyen ruh anlamında Eloah’ın çoğuludur.
İbranî Tanrısı Yahve veya Yahova da aynı Allah gibi Eloahlar
arasından seçilmiş olabilir.
İslâmın Tanrısının özel adı olan Allah, bir olasılıkla Samî
dillerinin Tanrı adlarından türemiş olabilir. Çünkü İslâmiyet
öncesi bazı Tanrıları simgeleyen, Menat-Uzzâ-Lât putlarından
(Necm, 19-20) oluşan put-tanrı üçlemesi de genellikle Allah adı
verilen yüce bir Tanrıya bağımlıymış ve anaerkil kabulle
‘Allah’ın Kızları’ olarak tanımlanırmış.
Allah sözcüğünün bir açıklaması da İlâh veya Lâh’ın
başına El takısının gelmesiyle, El-İlâh veya El-Lâh oluşması,
zamanla değişimle Allah’a dönüşmesi olabilir.
Baal sözcüğü, ‘koca’ (Bakara, 228; Nisa, 128; Nur, 31) ve
‘put ve tanrı’ (Saffat, 125) anlamında Kuran’da da yer
alır. Baal’in ‘koca’ anlamı, özgün karşılığı olan ‘efendi’den
gelir.
Monoteist dinlerde Tanrı karşılığı Adonai ve Rabb deyiminin
anlamı, aynı Baal gibi, ‘efendi’dir. Kuran’da da Tanrı önce
Rabb ve daha sonra Allah olarak geçer.
Değişik iddialarda görülebileceği gibi, son hali Allah olan
kelime aslında köken olarak farklı ve genel olarak daha önce
kullanılmış değişik Tanrıların isimlerinden şekillenerek
oluşmuştur.
Eski çağlarda gökyüzünü keşfeden ve gezegen veya yıldızlara
doğanın bazı güçleri üzerindeki hakimiyeti atfeden insanoğlu
aslında hep aynı şeyden bahsediyordu. Bir başlangıç Tanrısı,
sonra ondan doğan diğer Tanrılar. Örneğin antik Yunan
mitolojisinde Uranüs ve Gaia (Gök ve Yer)’nın çocukları
Titanlar ve onlardan doğan Zeus ve diğer Tanrılar anlatılagelir.
Bu Tanrılar değişime uğrayarak Zeus Jupiter’e dönüşmüş ve
Roma’ya taşınmıştır. Eski ahitte de günümüzde anlaşılması zor
şekilde bir Tanrıdan bahsedilir ama bir de çoğul elohimlerden
(dişil ek kullanılmış olsa da Tanrı’nın oğulları) bahsedilir.
Anlaşılması zor gibi gelen bu durum Panteist yaklaşımla
çözümlenebilir. Her şeyi yaratan ama ‘kendinden’ yaratan tek
Tanrı, iyiyi de kötüyü de; hiddeti de sevgiyi de; pozitif ve negatif
ne varsa kendi içinde barındırmaktadır. Ancak zamanla her
151
özelliğine ayrı bir Tanrısal isim verilmiş ve her biri
başkalaştırılmıştır. Tek Tanrılı din ortaya çıktığında diğer
Tanrılar melek denilen ve egemen tek Tanrıya bağlı varlıklara
dönüşmüştür. Bir iddia Gabri-el, Uri-el, Rafa-el, Mikha-el, Azra-
el gibi tüm meleklerin El isimli Tanrının özellikleri, sıfatları iken
zamanla onun emrini yerine getiren görevli meleklere
dönüştüğünü söyler.
Burada Enok’un kitabına bir göz atmanın zamanı geldi. Bu kitap
‘Eski Ahit’ (Tanah) apokratif kitaplarından biriyken zamanla
kaybolmuş, hatta okunması dinden çıkarır denilmiştir! 1773
yılında İskoç araştırmacı James Bruce Habeşistan’a bir söylenti
üzerine giderek bir manastırda saklanmış 3 nüshasını bulmuştur.
Varlığı ve doğruluğu ise 1947’de bir çoban tarafından Ölü Deniz
kıyısında Kumran’da bir mağarada bulunan yazmalarla ortaya
çıkmıştır. 11 mağarada yapılan kazılarda ele geçen 1000 kadar
yazma Essenilerce küplerde saklanarak gömülmüştür.
Yazmalarla Enok'un kitabı örtüşmekte, birbirini doğrulamaktadır.

Enok Yaratılış 10:17'de şöyle geçer:

"Kayin karısıyla yattı. Karısı hamile kaldı ve Hanok’u doğurdu.


Kayin o sırada bir kent kurmaktaydı. Kente oğlu Hanok’un adını
verdi."

Enok’la ilgili bir ilginç bilgide, İsa gibi onun da ölmediği göğe
yükseltildiği bilgisidir.

152
İbraniler 11;5: "İman sayesinde Hanok ölümü tatmamak üzere
yukarı alındı. Kimse onu bulamadı, çünkü Tanrı onu yukarı
almıştı. Yukarı alınmadan önce Tanrı’yı hoşnut eden biri
olduğuna tanıklık edildi."
Enok Mısır tanrısı Thot ya da İslâm’daki İdris ile de
ilişkilendirilmiştir.
Enok kitabında Meleklerin Düşüşü 7. bölümde yukarıda
anlattıklarımızı bir araya getirici bazı cümleler görürüz. Göksel
ile yersel yeniden bir araya gelir.

Enok’un düşlerine yönelik bir canlandırma.

153
"İnsanoğulları çoğalınca, güzel ve alımlı kızları oldu. Melekler,
göklerin çocukları onları görüp onlara karşı şehvet hissettiler.
Birbirlerine dediler ki: ‘Gelin insanların arasından kendimize
eşler seçelim ve onlardan çocuklarımız olsun.’ Sonra
başlarında liderleri Semyaza, Araklba, Rameel, Kokablel,
Tamlel, Ramlel, Danel, Ezeqeel, Baraqiyael, Asael, Armarel,
Batarel, Analel, Zaqiel, Samsapeel,Satarel, Turel, Yomyael,
Sariel olmak üzere 200 melek kendilerine eşler seçmeye, onlarla
birleşmeye ve kendilerini kirletmeye başladılar. Onlara büyüler
öğrettiler."
Sonra melekler (Tanrı’nın çocukları) ve insanlardan doğan
devler ve Tanrı’nın bu duruma kızarak tamamını yeryüzünden
silmek üzere Nuh Tufanını gönderişi gibi konular işlenir.
Ancak benim özellikle almak istediğim kısım: "Onlara büyüler
öğrettiler." cümlesidir.
Bu kadarda değil: "Azazil metal işçiliğini, Semyaza büyüyü,
Armaros büyü çözülmesini, Baraqiyael astrolojiyi, Kokabel
takımyıldızları, Ezeqeel bulut bilgisini, Araqiel toprak
bilgilerini, Shamseil Güneş bilgilerini, Sariel Ay’ın hareketlerini
öğretti."
Bundan sonra düşmüş meleklerin bu yaptıklarını gören Mikail,
Cebrail, Rafael, Suryal, Uriel göklerden aşağı bakıp olanları
görünce Tanrı’ya onları göklerin ebedi sırlarını ifşa ettikleri ve
kendilerini kirlettikleri için şikâyeti görülür.
Kuran’da Bakara Suresi 102. âyet şöyledir: "Süleyman’ın
hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları yalanların
ardına düştüler. Oysa Süleyman küfre girmedi. Fakat şeytanlar,
insanlara sihri ve özellikle de Babil’deki Hârut ve Mârut adlı iki
154
meleğe verilen sihri öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o
iki melek, ‘biz ancak imtihan için gönderilmiş bir meleğiz, sihri
caiz görüp de sakın küfre girme’ demedikçe kimseye küfrü
öğretmiyorlardı."
Cinlerden ya da meleklerden alınan bilgi başka yerlerde de
karşımıza çıkar. Örneğin bir söylenceye göre 12. yüzyılda Isaac
Le Blind, Sefer Yezirah’la (sonradan işlenecek olan Kabala’nın
yorumları üzerine bir kitap) ilgili şeyler kaleme almıştı. Bu
bilgiler 9 Fransız soylusunun eline geçti. Kendilerine İsa’nın
yoksul askerleri diyen bu 9 kişi Kudüs’e giderek eski tapınağın
olduğu yerde araştırmalar yaptılar ve buldukları şey aslında
Büyü ve Cinlere hükmetme ilmine sahip Süleyman’ın sakladığı
kitaptı. O kitap ki, Saba Melikesi Belkıs’ın hediye ettiği yüzük
ile cinlere hükmederek onları tapınak inşaatında çalıştıran
Süleyman’ın, inşaatta çalıştırdığı Yahudi taş ustalarının
konuştuğu cinlerden aldıkları bilgileri yazdıkları gizli ‘Kabala’
kitabıydı! Bu kitaba ulaşan ve sonradan Tapınakçılar
(Tampliyeler) olarak anılacak bu kişiler ansızın toparlanıp
Avrupa’ya döndüler. İnanılmaz bir zenginlik ve şöhret elde
ettiler. Buldukları hazinelerinin ‘Kutsal Çanak’ olduğu da
söylendi. Ancak o kutsal çanağın ne olduğu asla bilinemedi.
Avrupa’da bu bulunan ‘Kabala’ kitabından gizli söz, ritüeller ile
büyü yapıldığı ve Tampliyelerin de bunun yayıcısı olduğu ileri
sürüldü. Büyük üstatları De Molay yakılıp da Tampliyeler yer
altına çekildiklerinde ise bu büyü/sihir başka gruplar üzerinden
ama artık yer altına çekilerek devam etti. Öyle ki Rozkruacıların
(Gül&Haç veya Rozikrüsyenler) ağırlıklı olduğu gruplar başta
olmak üzere Simya formülleri resimlerde, şiirlerde saklandı.
Kimyasal evlilik gibi kitaplar diğer okuyanlara saçma geldi ama

155
ilmi bilenler çalışma yöntemlerine kadar saklanmış bilgilere
ulaştılar. Zaman içerisinde Bacon, Ashmole, Newton gibi eller
ile Royal Society ve oradan kimi ezoterik örgütlere taşındı…

Süleyman ve Cinlerle görüşmesi.

156
KABALA30
Yaratılış 3;24: "Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek
içinde Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen
alevli bir kılıç yerleştirdi."
Bir inanışa göre Musa, Firavun’un rahiplerinin inisiyasyonuna
tabi olarak kadim Mısır’ın sırlarına vâkıf olmuştu. İlk bölümde
işlemeye çalıştığımız tarihin en çok anlatılmış hikayelerinden
olan olayları yaşadı. Bu süreçte Tanrı ona tabletler ile
kanunlarını iletti. Bunlar herkesin anlayacağı günlük yaşamla
ilgili kurallar idi. Ancak onlarda saklanmış evrenin sırlarını da
içerir bir okunma ve yorumlama biçimi de vardı. Bu bilgiyi ise
sadece belli bir gruba verdi.

Musa’nın Tanrıdan aldığı 10 Emir’in gösterilişi.

30
Simya’nın Taşı, Aydın PARLAR kitabı ilgili bölümden alıntı.
157
Kabul etmek, almak anlamına gelen Kabala Musa’nın Sina
dağında alıp kabul ettiği ve bir bölümü kitaplar yoluyla yazılı,
bir bölümü ise Yahudi halkının dinsel önderleri tarafından
nesilden nesile sözlü olarak aktarılan şeylerin bütününü kapsar.
12 ve 13. yüzyıllarda özellikle İspanya Provans bölgesinde bir
grup insan kutsal metinlerin ve diğer eski metinlerin farklı
yorumlanışlarıyla ilgili gizli bilgilere sahip olduklarını ileri
sürdüler. ‘Maskilim’ (bilenler) ya da ‘nakdanim’ (dilin
gizemini bilenler) gibi farklı terimlerle kendilerini
dindaşlarından ayırıcı tanımlamalar kullanmaktaydılar. Zaman
içerisinde pek çok kişi bu eski metinleri ortaya çıkan bu gizemci
yöntemlerle incelemeye başladı. Öyle ki Musa ibn Meymun ve
Musa ibn Nahman gibi kişilerin Kabala’nın büyülü gizemlerinin
gücü sayesinde mucizeler yarattığının anlatıldığı efsaneler
Ortaçağ’da karşımıza çıkar.
Yahudi ezoterizmi büyük ihtimalle MS birinci yüzyıl civarında
ortaya çıkan Mişna’da (Hagiga2:1) yer alan ifadeyle
ilişkilendirilebilir. Buna göre: Kutsal metinlerdeki iki kısmı
halka açıklayıp yorumlamak yasaktır ve hatta küçük gruplar
halinde bir araya gelip çalışmak bile tehlikeli olabilir. Bu iki
kısımdan ilki Tekvin’in evrenin yaratılışını betimleyen ve
Talmud’da ‘ma’aşeh bereşit (yaratılışın eseri)’ olarak
adlandırılan bölüm, diğeri ise Ezekiel kitabı’nın ‘ma’aşeh
merkavah (savaş arabasının eseri)’ olarak adlandırılan
bölümlerdir. Ezekiel 1 ve 10’da Ezekiel’in gökte savaş arabaları
gördüğü kısımlar betimlenir.
Bu ve benzeri sebeplerle kutsal metinlerin bir kısmının halka
açılmaması ve tamamının daha derin ve geniş anlamları olduğu

158
yaklaşımı belirdi. Son kısmında İbrahim’in de eserin gizemlerini
bildiğinden söz edildiği için Hz. İbrahim’in yazdığına inanılan
ancak muhtemelen 10. yüzyıl civarında ortaya çıkan Sefer
Yezirah (Yaratılış Kitabı) yaratılış sürecini harflerdeki
güçlerden yola çıkarak betimlemesiyle bir başka kapı açmıştı.
Kabala gelişimindeki bir başka önemli eser ise şüphesiz
Zohar’dır. Ahit ve Talmud yanında Zohar Ortodoks Yahudilik
tarafından sac ayağının üçüncü ögesi kabul edilir. MS 2.
yüzyılda Haham Şimeon bar Yohai tarafından yazıldığı iddia
edilse de 1305’te öldüğü bilinen Haham Moşe de Leon
tarafından kaleme alındığı da öne sürülmektedir.
İlâhi metinlerin tefsirlerini içeren risalelerden oluşan bu eserde
pek çok konu işlenmiş olsa da merkezde iç içe geçmiş iki tema
bulunmaktadır. Birinci tema ‘yaratılış gizemi’ ve ‘merkavah
gizemi’ni yani sefirotun sonsuz, kusursuz, gizil kutsal alandan
neşet edişiyle dünyayı yaratmış ve yönetmekte olan kutsal
yayılımının ayrıntılı olarak betimlenmesini içerir. İkinci tema,
kutsal dünyaya ilişkin bu görüşün geleneksel Yahudi ritüelleri,
on emir ve etik normlarla birleştirilmesidir.
Sefira, Tanrı’nın kutsal gücünün yayılmasıdır. Çoğulu olan
sefirot ile 10 kutsal yol üzerinden yer yüzüne (krallığa) inişini
simgeler. Bu yayılış tıpkı bölüm başında verdiğimiz yaratılış
3;24’teki sözlerde belirtildiği gibi ‘alev saçan bir kılıç’
şeklindedir
Yaşam ağacının pek çok gösterim ve değerlendirmesi vardır,
aşağıda en genel haliyle hazırlamaya ve basitleştirerek buraya
almaya çalışacağız.

159
Yaşam Ağacı, yukarıdan aşağıya alevli bir kılıç gibi yayılan
Tanrı’nın Kutsal Gücü ve 10 Sefirot…

10 Sefirot’un detaylarına geçmeden ilki ve öncesi ile başlamak


gerekir. Öncesinde ‘Ayn Sof Or (Sınırsız Işık)’ vardı,
yoğunlaşarak ‘Ayn Sof (Sınırsız)’ oldu. Daha da yoğunlaşarak
‘Ayn’a yani Hiç’e dönüştü. Ancak bu hiçlik aynı zamanda
negatif bir yaratım veya varoluş anlamına geliyordu ve Keter
(Taç) başlangıç olmak üzere 10 Sefirot ortaya çıktı. Belki de bir
anlamda ‘Big Bang-Büyük Patlama’ ile vârlık ortaya çıktı. Bu
yoğunlaşma aşağıdaki şekilde gösterilebilir.

160
Sonsuz Işığın yoğunlaşarak Keter’de bir noktaya dönüşmesi.

Bu durum çember ortasında bir daire olarak da ifade edilir. Bu


aynı zamanda Simya’da Güneş’in ve Altın’ın sembolüdür. Hatta
çember Evren ve Makrokozmos, nokta İnsan ve Mikrokozmos
olarak da yorumlanmaktadır.

Basitçe anlatmak gerekirse Atziluth, Briah, Yezirah, Asiah


alemlerinden ve 10 Sefirot yayılımı ile Malkut’a -düşmüşlerin
krallığına- inen İnsan, tekrar bu yolları aşarak, kendini
arındırarak ve erginleştirerek yeniden yükselebilir ve Adam

161
Kadmon (belki de Kâmil İnsan) olabilir, yaratıcısının katına
yükselip onunla yeniden karışabilir. Kabalistlere göre 10 Sefira
ve İbrani alfabesinde yer alan 22 harf bir işarettir.
Atziluth, Arketip Âlemi, ilahi âlemdir. Briah, yaratım dünyası,
taçlar âlemidir. Yezirah, oluşumlar ve melekler âlemidir. Asiah
ise eylem ve madde âlemidir. Hermes’in sözünü hatırlarsak
“yukarıda ne varsa aşağıda da o vardır.” Kabalistik Yaşam
Ağacı’nda anlatılan da aslında budur. Bu her üçlü sefiranın
çizdiği üçgenler aracılığıyla anlatılır.

10 Sefirot arasında 22 yol vardır. Bu yolların ise 231


kombinasyonu, kapısı mevcuttur. Bir de bazı yorumlayanların
görünmeyen sefira olarak belirttiği ‘Daat’ söz konusudur.
Sefirotların izlediği yol için aynı zamanda Makrokozmos ve
mikrokozmos ilişkisi kurulur. Buna göre her bir sefira, insanda
bir organa tekâbül eder. Bu belki Uzakdoğu felsefelerindeki

162
çakralara karşılık gelmektedir. Bu önemlidir çünkü sonraki
Simya’nın iyileştirici etkileri üzerine çalışmalarda bu bağlantı
sıkça ortaya çıkarılarak kullanılmıştır.

İnsan ve Yaşam Ağacı ile ilişkilendirilmesi.

Eski metinler ve ilişkilendirmelere değinmişken, ahit


yazınlarında Cennette yaşayan Âdem ve Havva’ya hermetik
gelenekte bilgelikle eş tutulan yılanın yasak ağacın meyvelerini
verdiğini ve bu yüzden Cennetten kovulan insanın ‘yeryüzüne
düşürüldüğünü’ hatırlamakta fayda var. Bu simgesellikte yaşam
ağacına sarılmış bilgelik yılanı ile temsilini bulur.

163
Aynı bilgelik yılanı kendi kuyruğunu yiyen, yedikçe büyüyen,
büyüdükçe yine kendiyle beslenen oroboros olarak da karşımıza
çıkmaktadır.

Oroboros, bilgelik yılanı


164
Yaratım ya da oluşum, Keter’den Hokmah’a, Hokmah’tan
Binah’a ve sırasıyla sefiraların taşıp diğerlerini doldurması
şeklindedir. Her Sefira’da Tanrı’nın başka ismi, karşılık geldiği
başka bir melek, göksel bir cisim, bir maden karşılığı, bir renk
karşılığı ve anlattığı değerler vardır. Örneğin Keter’de Tanrının
ismi Eheih (Ben, benim), ilgili melek, Metatron’dur.
Hokmah’da Tanrı’nın ismi Yehovah, ilgili melek Raziel’dir.
Binah’ta Tanrı ismi Yehovah Elohim, melek Tzafkiel’e
dönüşür.
Sonraki bölümlerde sayı ve harflerin özel yorumlanışlarıyla ilgili
birtakım bilgiler de vereceğim. Bu uygulamaların da ilk kaynağı
yine Kabala kökenlidir.
Kabalistler, Eski Ahit'te her cümle, kelime ve harfi inceleyerek
mistik ve alegorik yorumlar getirmektedir. Harf, rakam ve
onların karşılıklı ilişki türleri; Gematria, Notorikon ve Temura
ilkeleri; ilahi ve meleksel isimlerinin tılsımlara uyarlanması;
sihirli karelerin (vefkler) hazırlanması; ve sonradan ortaçağ
majisinin (büyü) temelini oluşturacak çeşitli konulara giren çok
kapsamlı bir külliyat. Bunların tümüne ‘Uygulamalı (pratik)
Kabala’ denilmektedir.

Gematria, belirli bir sayısal değeri olan bir kelimenin, aynı


sayısal değeri taşıyan başka kelimelerle ilintili olduğunu kabul
eden bir yorumlama metodudur. Böylece belirli sayılar birkaç
fikri temsil etmektedir ve bunlar birbirine yorumlanabilir olduğu
düşünülmektedir. Örneğin, "Mesih", Messiah, MShICh olarak
yazılır ve sayısal değeri 358'dir ve IBA ShILH, Shiloh
‘gelecektir’ ile aynı sayısal değerle taşır, dolayısıyla Tekvin 49
V, 10, Mesih konusunda bir kehanet olarak kabul edilirdi. Ayrıca
165
NChSh, Nachash, "Musa'nın Yılanının" değeri de 358. Shin
(Şin), Sh harfinin değeri 300 olduğu için bir kutsal amblemi
haline gelmiştir, zira RUCh ALHIM, Ruach Elohim, "Yaşayan
Tanrının Ruhu" aynı sayısal değerdedir.

Notorikon, veya kısaltma iki şekildedir, birinde bir veya birkaç


kelimenin ilk ve son harflerinden bir kelime oluşturulur;
ikincisinde tek bir kelimenin harfleri alınır, harflere ek harfler
eklenir ve bundan bir cümle üretilir. Örneğin, Tesniye 30 V. 12:
"Musa sorar, kim bizim için Cennette çıkar?" MI IOLH LNV
HShMILH, bu cümledeki kelimelerin ilk harfleri sünnet
anlamına gelen MILH, mylah kelimesini oluşturur ve son
harfleri IHVH, Yahweh, kelimesini oluşturur: dolayısıyla sünnet
Tanrının gösterdiği cennete giden yolun bir özelliği olduğu
önerilir.

Temura daha da karmaşık bir yöntemdir ve çok sayıda ilginç


divinasyon (kehanet) yöntemine yol açmıştır. Bir kelimenin
harfleri belirli kural ve sınırlar içerisinde devşirir veya çoğu kez
bir diyagramla gösterilen belirli bir şemaya göre bir kelimenin
harfleri başka harflerle değiştirilir. Örneğin, yaygın bir form
alfabenin yarısını ters sırada diğer yarısı üzerine yazmaktır.
Böylece ilk harf A, son harf T ile yer değişir, B harfi Shin (Ş)
harfi ile yer değişir vs. Bu uygulama ile Yeremiah 25 v. 26'da
Sheshak kelimesi aslında Babil anlamına geldiği söylenir. Bu
permütasyon ATBSh, atbaş olarak bilinir. Bu ilkeye bağlı
olarak diğer başka yirmi bir olası biçim görüyoruz, sırasıyla
Albat, Abgat, Agdat: tam diziye "Tziruph bileşimleri" denilir.
Diğer biçimler: rasyonel, sağ, ters ve düzensizdir ve her yönü 22
hücreden oluşmuş, 484 hücreli bir dik dörtgen meydana
166
getirirler. Sonradan hücrelerin içine aşağı ve yukarı serisine göre
harfler dizilir ve yandan veya çapraz olarak vs. okunur. Bu türe
Mark Masonların "Dokuz Hücre Kabalası" denilir.

Sayısal sanatların diğer bir uyarlaması Kısaltma ve Uzatma


biçimlerinde gözükmektedir. Böylece Jahweh, IHVH 26,
uzatılarak VD-HA-VV-HA elde edilir ve 10, 5, 6, 5 veya 26
yerine 20, 6, 12, 6 veya 44 elde edilir. Zain, Z.7'yi uzatarak 1, 2,
3, 4, 5, 6 ve 7 veya 28 elde edilir veya 28 de 2 artı 8 veya 10
olurdu. Tetragrammaton, Yahweh 26 aynı zamanda 2 artı 6 veya
8 olarak görülürdü: dolayısıyla El Shaddai, Kudretli Tanrı, AL
ShDI, 1, 30, 300, 4, 10, veya 345'e eşitti. Ayrıca 12 ve 3'e, bir
üçlem. İlginç bir hesaplamam yorumunda yola çıkarak Tevrat'a
söz edilen Abram adının Abraham'a [İbrahim] değiştirilmesini
ele almaktadır, ilk başta Abram ABRM ve Sarai ShRI, ABRHM
ve ShRH oldu: onların yaşları 100 ve 90'dır ve kısırdılar: H, Heh,
bereketli bir harf sayılıyordu ve dolayısıyla H harfi ABRAM'e
ilave edilmişti, Sarai'daki ve Yod I, H'a çevrilmişti.

En eski "Sepher Yetzirah"ta gezegenlere atfedilen bir dizi harf


bulunmaktadır. Bu kaynaktan parşömene yazılan, pirinç veya
taşlara kazılan bir tılsım hazırlama yöntemi geliştirildi ve her
gezegenin bir harf ve sayısı olduğu için, her gezegen için belirli
sayıda hücreleri olan kareler, vefkler hazırlandı. Dolayısıyla,
Jüpiter'in sayısı 4 ve harfi Daleth idi ve Jüpiterin vefki içinde 16
küçük kare, hücre içeriyordu. Her birine 1'den 16'ya bir sayı
yerleştiriliyordu, böylece her satır toplandığında 34 sayısını
veriyordu ve sayıların toplamı 136 idi.

167
Hazırlanan her tılsım onu kutsamak için en azından bir Tanrı
ismi içeriyordu. Dikkate değer isimler arasında IH, Jah;
ALH, Eloah; then IHVH; ve sonra önemli 42 harfli isim, ki
aslında Aheie asher aheie (Ben benim) Jah, Jehuiah, Al, Elohim,
Jehovah, Tzabaoth, Al Chai ve Adonai.

168
Bu inanç ve yöntemlerle kutsal metinlerce şifrecilik sonu gelmez
bir uğraşıya dönmüştür.31

31
http://www.hermetics.org/GD-kabala.html
169
ÂDEM VE HAVVA
Bugün din takipçilerinin dünyanın başlangıcından sonra en çok
atıf yaptığı ikinci konu olan insanlığın başlangıcı için en kolay
açıklama gibi görünen Âdem ve Havva konusu da irdelenmeye
değer, onun için buraya bir parantez başlık açmak istedim.
İnsanoğullarını konuşuyoruz hep ama yine Tevratta: "ve
Tanrıoğulları insanoğullarını görüp beğendi, onlarla evlenip
çocuk yaptılar." deniyor. Tufana kadar ilk peygamberlerin
yaşam süreleri de Kuran da bile 1000 yıla yakın olarak
söyleniyor. Üstelik çok daha uzun ve heybetli oldukları
söyleniyor. Hepsi kafa karıştırıcı. Tanrıoğulları! Açıklanması ve
anlaşılması zor bir deyiş. O kadar ki, aslında Nuh Tufanı’nın
Tanrı’nın buyruğuna karşı gelen bu melezlerin yok edilip,
dünyada sadece insanların var oluşunu sağlamak için kullanılan
bir felaket olduğu gibi spekülasyonlar var.
Peki ama ilk insanlar kimdi?
Öncelikle Yaratılış 27’de Tanrı İnsanı kendi görünüşünde
yarattı; İnsanları erkek ve kadın çiftler olarak yarattı deniyor.
Bir çiftten değil çiftlerden, insanlardan bahsediliyor. Anlatışa
göre Âdem kadının da kendi gibi mutlu olmasını ve cennet
bahçesindeki işlerde yardımcı olmasını istiyordu. Kadın ise
Âdeme bende senin gibi topraktan ve Tanrının görüntüsünde
yaratıldım neden bana iş buyuruyorsun diyordu. Aralarındaki
huzursuzluktan sonra kadın her şeyi bilme ağacından meyveyi
yedi ve Tanrının gizli ve yasak ismini söyleyerek Cennetten
kaçmak suretiyle Kızıldeniz yakınında bir mağaraya yerleşti.
Orada gördüğü cinler ve cinlerin kralı Samael’den (Tevratta
şeytan için kullanılan isimlerden) sayısız çocukları
170
oldu. Âdemin mutsuz olduğunu gören Tanrı, Senoy, Sansenoy
ve Semangelof isimli üç meleği kadını ikna ve geri dönmesini
sağlamak üzere göndermişti. Kadın kabul etmeyince melekler
her gün doğurduğu çocuklardan yüzünü öldüreceklerine yemin
ettiler. Kadın da öyle ise onun da Âdemin çocuklarından bu üç
meleğin ismini taşımayan ya da yakınlarında yazılı olmayan
doğmamış ve yeni doğmuş çocukları öldüreceğine yemin etti. Bu
korku ile 8 güne yetişinceye kadar yeni doğmuş çocuğun etrafına
bu isimlerin yazılması geleneği halen Yahudiler arasında devam
etmektedir.
Âdemin mutsuzluğuna üzülen Tanrı onu uyutarak
'Kaburgasından' tıpkı ilk kadına benzeyen Havva’yı yarattı.
Kendi kaburgasından yaratıldığı için daha uyumlu olacağını ve
söz dinleyeceğini düşünmüştü. Nitekim uyandığında Âdem
kadının geri döndüğünü düşünerek tekrar mutlu oldu ve
yaşamlarına devam ettiler!
Şimdi sonradan kaburga kemiğinden yaratılan Havva ise ilk
Kadın kimdir? İlk eşitlik talebinde bulunan, kötülüğün ve
sonradan ‘alevsiz ateşten’ yaratılan cinlerin de anası olan bu
kadın rivayete göre Lilith’tir.

171
CENNET
Âdem ve Havva hikâyesinde Cennetten bahsedince Cennet ve
Cehennem terimlerini bir gözden geçirmek gereği doğuyor.
Öncelikle her din anlayışında Cennet ve Cehennem kavramları
mevcut değildir. Kimi inanışlar dünyadaki doğum ve ölüm
arasını tek seferlik bir macera olarak görmektedir. Kimi inanışlar
ölümden sonra zamansız ve sonsuz bir ebedi yaşamın varlığına
inanmaktadır. Kimileri ise reenkarnasyon diyebileceğimiz, bir
ruhun birden fazla defa dünyaya gelip tekâmül evrelerine tâbi
olduğunu ileri sürmektedir.
İslam’da Cennet inananların ebedi olarak kalacağı bir âhiret
mekanıdır. Gölgeler, serinlikler, ırmaklar, bağlar ve bahçeler
içerir. Cennetteki hayat sonsuzdur. İnsan orada birçok ödül
alacaktır. Kafirler, müşrikler ve münafıklar cennete giremez;
ebedi olarak cehennemde kalarak günahlarının cezasını çekerler.
Ancak Müslümanlar, dünyadaki yaşamlarında günah işlemişler
ve Allah’ın affına mazhar olmamışlarsa, bir süre cehennemde
günahlarının cezasını çekip bitirdikten sonra cennete
girebileceklerdir. Kuran’da cennetle ilgili ayetler şöyle der:
“İman edip salih ameller işleyenlere, kendileri için içinden
ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Cennetlerin
meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, ‘bu (tıpkı) daha
önce bize verilen rızık!’ diyecekler. Halbuki bu rızık onlara
benzer olarak verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de
vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır (Bakara). ‘Şüphesiz
Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, bahçeler,
üzümler, kendileriyle bir yaşta, göğüsleri yeni çıkmış genç kızlar
ve dolu dolu kadehler vardır (Nebe). ‘Şüphesiz, Allah iman edip

172
salih ameller işleyenleri içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koyacak, orada altından bileziklerle, incilerle süsleneceklerdir.
Oradaki giysileri ise ipektir (Hac). ‘Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar için elbette güzel bir dönüş yeri, kapıları kendilerine
açılmış olarak ‘Adn Cennetleri’ vardır. Onlar orada koltuklara
yaslanmış olarak pek çok meyveler ve içecekler isterler.
Yanlarında gözlerini kendilerinden ayırmayan yaşıt eşler vardır
(Sad). ‘Orada yüksek tahtlar, konulmuş kadehler, sıra sıra
yastıklar, serilmiş gösterişli yaygılar vardır (Gaşiya).”
Hıristiyanlık’ta Tanrı’yla beraber olma, ona ulaşma durumu
Cennet olarak anlaşılır. Tanrı tarafından, inananlar sürekli
yenilenirler ve kıyamet günü geldiğinde yeni bedenlerine sahip
olacaklardır. Bu yeni beden Âdem’in günah işlemeden önceki
hali gibi olacaktır. İncil’in Vahiy suresindeki ilgili ayetler şöyle
der:
“Bundan sonra yeni bir gökle yeni bir yeryüzü gördüm. Çünkü
önceki gökle yeryüzü ortadan kalkmıştı. Deniz de yoktu artık.
Kutsal kentin, yeni Yeruşalim'in gökten, Tanrı'nın yanından
indiğini gördüm. Güveyi için hazırlanmış süslü bir gelin gibiydi.
Tahttan yükselen gür bir sesin şöyle dediğini işittim: ‘İşte,
Tanrı'nın evi insanların arasındadır. Tanrı onların arasında
yaşayacak. Onlar O'nun halkı olacaklar, Tanrı'nın kendisi de
onların arasında bulunacak. Onların gözlerinden bütün yaşları
silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış, ne de
ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen ortadan kalktı.’ Tahtta
oturan, ‘İşte her şeyi yeniliyorum’ dedi. Sonra, ‘Yaz!’ diye
ekledi, ‘Çünkü bu sözler güvenilir ve gerçektir.”

173
Dikkat edilirse başka bir yer veya boyut değil, dünyanın
Tanrı’nın krallığı olması anlatılmaktadır. Tanrı’da artık insanlar
arasında dünyada yaşamaktadır!
Yahudi inancının temeli olan Tora’da Cennet ya da ölüm sonrası
ile ilgili vaatler geçmemektedir. Yahudi yorumcular bu durumu,
Musevi inanç disiplininin insanların bu gezegen üstündeki
yaşamlarını merkeze alması ve bu dünyadaki gereksinimlerini
karşılamayı hedeflemiş olmasıyla izah eder. Yahudilikte Cennet
karşılığı "Gan Eden" diye bir tanım varsa da, günümüz
anlamında Cennet daha ziyade "Olam Haba/Gelecekteki
Ebediyet" tanımıyla karşılanmaktadır.
Sonradan sözlü şeriat hâline gelmiş Talmud ise bu kavramdan
oldukça söz eder.
".. böylesi bir âlemde beden ve madde yoktur, yeme içme gibi bir
gereksinim, dünyevi tanımların hiçbiri olmayacaktır, burada
ruhlar kutsal olanın özünü idrak edecekler, ilâhi huzurun
sefasını sürecekler ve sonsuz, sınırsız saadet içinde
olacaklardır." "Tanrı'nın bir cismi olduğundan nasıl söz bile
edilemezse, Olam Haba'da oluşacakların da bir cismani niteliği
olacağından söz edilemez. Orada bulunanlar bedensiz ruhlar
veya bir başka ifadeyle zihinler/akıllardır."
Yahudi inancında cennet “Aden” olarak geçer. Aden’in çok
güzel bir bahçesi vardır ve bahçeye bakmakla görevli olan da ilk
insan Âdem’dir. Bahçeyi sulaması için Aden’den bir ırmak
çıkar. Bu ırmak kollara ayrılır. Pişon, Gihon, Dicle ve Fırat
ırmakları, Aden’den doğup, Aden bahçesini sulayan ırmağın
kollarıdır:

174
“İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila
sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunur.
İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kuş sınırları boyunca akar.
Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir. Asur’un doğusunda akar.
Dördüncü ırmak ise Fırat’tır.” (Eski Ahit, Yaratılış 2; 10-15).
Sözü edilen ırmaklardan Fırat ve Dicle bilinmektedir.
Tevrat’taki anlatıma göre Aden’deki Cennet Bahçesi hayâli,
soyut ya da öbür dünyaya ait bir yer olamaz. Tevrat’ta Dünya
üzerindeki bir coğrafi bölgenin tasvir edildiği açıktır. Bu durum
birçok araştırmacıyı tarihsel coğrafya araştırmaları yapmaya
itmiştir.
Tevrat’taki Pişon Nehri, Dicle ve Fırat Nehirlerinden farklı
olarak günümüzde varlığı devam eden kesin bir lokalizasyona
karşılık gelmiyor. Farklı araştırmacılara göre bu konuda değişik
düşünceler bildiriyorlar.
Yahudiler ve Romalılar üzerine çalışan tarihçi Flavius
Josephus’a göre Hindistan’daki Ganj Nehri, Tevrat’ta sözü
geçen Pişon nehridir. Orta çağ dönemi Fransız Musevi din adamı
Shlomo Yitzchaki (Rashi)’ye göre ise Nil Nehridir. Harvard
Semitik Müzesi yöneticiliğini yapan James A. Sauer ise daha
doğru sayılabilecek bir fikir ileri sürmüştür. Suudi Arabistan’da
Wadi Bisha bölgesinde kurumuş bir nehir yatağının Pishon
Nehri olduğunu ortaya attı. Bu kurumuş nehir yatağı Hicaz
dağlarından başlamaktaydı. Medine şehrinin yakınında
bulunmaktaydı. Buradan Kuzeydoğu yönüne doğru, Kuveyt’e
uzanmaktaydı. Boston Üniversitesi’nden Faruk El-Baz uydu
fotoğraflarını izleyerek bu kurumuş yatağın coğrafi seyrini
ortaya koydu ve Sauer’in bulgularını doğruladı. Tarihi zamanlar

175
içinde bir nehrin kuruması, yatağını değiştirmesi, başka
nehirlerle birleşmesi gibi coğrafi olaylar görülüyor. Örneğin eski
tarihi dönemlerde Basra körfezine ayrı ayrı dökülen Dicle ve
Fırat nehirleri de taşıdıkları alüvyonun denizi doldurmasına
bağlı olarak günümüzde birleşerek tek bir nehir olarak
(Şattülarap) denize dökülmektedir. Dolayısıyla Pişon nehri de
Medine yakınlarında Hicaz dağlarından doğarak Kuveyt’e doğru
giden ve tarih içinde kurumuş bir nehir olabilir. Yani bir
dönemler gerçekten dört nehrin birleşerek denize döküldüğü bu
sebeple bereket fışkıran ve bölgeye göre yemyeşil bir bahçe
cennet diye tasavvur edilirken zaman içerisinde önce Tanrı’nın
yeryüzüne indiği ve sonsuza dek sürecek adil krallığını kuracağı
bir ahir zaman hâli, sonra ise ölümlü bedenlerden kurtularak
ruhların sonsuza kadar sefa içinde yaşayacağı (veya belki
yeniden ölümsüz bedenleriyle canlanacakları) bir başka boyut,
ahiret haline dönüşmüşe benziyor.

176
CEHENNEM
Şeytan Yalnızca Sunar, İnsan İsterse Seçer.
- Oscar Wilde
İnsanlar içinde bulundukları genel inanışların aynı zamanda tüm
dünyada da tek ve genel geçer olduğunu sanır. Bu en çok da dîni
konular için böyledir. Özellikle İslâm inanışında ahirete îman
kadar insanları doğru yoldan saptıran, vesvese veren bir Şeytan
figürünün varlığı da herkesçe kabul görür. Bu inanışa göre insan
yaratıldığında meleklerden biri isyankâr olmuştur ve Allah ile
ahitleşerek kıyamete kadar insanları doğru yoldan saptırmaya
çalışacağını ilân etmiştir. İslâm inanışında yanlış bilinen
konulardan biri şudur; Şeytan asla Allah yoktur demez, çünkü
bir melek olarak o da Allah’ın yaratımıdır. Ancak akıl karıştırma
ve vesvese ile insanları şüpheye düşürür, şirke düşürür; yoldan
saptırır. İnsanlar Lat, Menat, Uzza ismi verilen putlara taparak
yoldan uzaklaşır. Ama şirke düşen insandır. Şeytan asla başka
ilâh edinmez ya da ben ilâhım demez.
Lat, Menat ve Uzza’nın ne olduğu konusunda İhsan Eliaçık
aşağıdaki yorumlarda bulunuyor32:

32
http://www.ihsaneliacik.com/2013/01/14/yasayan-putlar-lat-uzza-menat/
177
***
Kuran’da Araplara ait üç putun “ismi” özellikle veriliyor.
Acaba neden?
Nüzul sırasına göre putların ismi ilk olarak Necm suresinde
geçiyor. Yani 6 yıl boyunca putların ismi hiç geçmiyor. İlk olarak
Necm suresinde üç putun ismi verilerek şöyle deniliyor:
“Lât ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsü Menat’ı gördünüz
mü?” (Necm; 53/19-20)
Sonra bunların aslında ne olduğuna geçiliyor. “Onlar” deniyor
gerçekte “Sizin ve atalarınız taktığı birtakım isimlerden başka
bir şey değildir.” (Necm; 53/23) Yine “Onlar” deniyor “Zanna
ve nefeslerinin arzularına tabi oluyorlar.” (Necm; 53/23).
Kendi taktıkları birtakım isimler (esmâen semmeytumûhâ)…
Zan ve nefislerinin arzuları (tehve’l-enfüs)…
Demek ki “put” denilen şeyin insanın iç dünyasındaki kökü heva
ve heves, bunlar bir takım “isimler”den başka bir şey değil.
İnsanlar o “isimlere” anlam yüklüyor ve prestij ederek
yüceltiyorlar.
O “isimlere” dokundurtmuyorlar ve etraflarında atomu
parçalamaktan da zor önyargılar oluşturuyorlar. Putları kırmak
aslında bu “isimleri” alaşağı etmek ve etraflarında oluşturulan
önyargıları kırmak demek oluyor.
Peki, madem putlar birtakım isimlerdir, taştan tahtadan
yapılmış tasvirleri de nefislerin hevasının dışa vurmuş
sembolleridir; dahası Lât, Uzza ve Menat’ın tahtadan taştan
yapılmış tasvir ve heykellerinin şu an yerinde yeller esmektedir,
178
o halde bu “isimlerin” hala Kuran’da yer alıyor olmasının ve
bizzat “isimlerin” anılmasının sebebi ne olabilir?
Bu putlar öyle bir şey olmalı ki hala yaşıyor, nefislerin
hevasından kaynaklanıyor ve “isimlerinin” hala bir anlam ifade
ediyor alması ve tapınç nesnesi haline getirilmiş olması lazım.
Hem de ne anlam ifade ediyor!
Hem de ne tapınç!
Bakın nasıl…
***
“Lât” kelimesi etimolojik olarak “ilah” kelimesinin bozulmuş
hali ve mutlak otoriteyi ifade ediyor;
El/Elot/Elat/Lat/Elohim/Allot//İlah…
Eski çağlarda Aramice/İbranice’ye kadar uzanan Arapça’nın
kök dillerinde kişiyi “içeriden yöneten şey”, “mutlak itaat
/otorite” kaynağı anlamında yukarıdaki kelimeler
kullanılmaktaydı.
Demek ki Lât “isminin” bugünkü karşılığı “otorite” dediğimiz
şeydir.
***
“Uzza” kelimesi bunu tamamlıyor. Kuran’da
kullanılan “Aziz” isminin daha değişik söylenişi.
“Güç”, “kuvvet” anlamına geliyor:
Aziz/Mu’ız/Muaz/Izzet/Muazzez…
Demek ki Uzza isminin bugünkü karşılığı
da “güç”, “kuvvet” dediğimiz şeydir.
179
***
Üçüncüleri olan diğer “Menat” ise yine çok tanıdık:
Menna/Mamon/Money/Many/Menat/Manat…
O bildiğiniz “para” demek yani.
Çarlık Rusya’sının para birimi: “Manat”
Bugünkü Azerbaycan’ın, Türkmenistan’ın hala para
birimi; “Manat”
***
Lât: Otorite…
Uzza: Güç…
Menat: Para…
Şimdi âyeti yaşayan yorumu ile yeniden okuyalım:
“Otorite, güç ve diğer üçüncüleri para… Bunlar sizin ve
atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir…
Onlar gerçekte zanna ve nefislerinin isteklerine/arzularına tabi
oluyorlar…”
***
İslâm inanışında Şeytana uyarak yoldan çıkanlar Cehennem
azabı çekerken, Allah’ın yolundan sapmadan ilerleyenler Cennet
nimetleri ile ödüllendirilecektir. Peki Şeytan ve ahiret inancı
(Cennet/Cehennem) hep var mıydı, İslâm’ın öncülü olan dinler
bu inanışı aynı şekilde mi içerir? Cenneti biraz önce
incelemiştik. Şimdi de Şeytan ve Cehennem kavramlarına
bakalım.

180
Değişik kültürlerde Şeytan ya da ona atıfta bulunulan özellikler
değişik isimlerle anılmıştır.

A. S. Lavey - Şeytanın Kitabı’nda bunlar şu şekilde


listelenmiştir:
1. SATAN-(İbranice) muhalif, karşı çıkan, suçlayan, ateş
Tanrısı, cehennem, Güney.
2. LUCIFER-(Latince) ışık getiren, aydınlanma, hava, sabah
yıldızı, Doğu.
3. BELIAL-(İbranice) efendisiz, dünyanın rezilliği, bağımsızlık,
Kuzey.
4. LEVIATHAN-(İbranice) derinliklerden çıkan yılan, deniz,
Batı.

İnsan Tanrı kavramı üzerine düşünmeye başladığından beri,


evreni, iyilik ve güzelliği, çocuğu ve çiçeği yaratmış olan pozitif
Tanrının yıkımı, hastalığı, savaşı ve ölümü, açlığı ve zulümü de
yaratmış olmasının bir çelişki olduğunu düşündü. Bunun için
daha ilk başlardan itibaren Tanrı’nın karşısına negatif olan her
şeyin sorumlusu olan bir karakter koymayı akıl etti. Örneğin
dünyanın en eski dinlerinden biri olan Zerdüştlük, başlığından
hatırlarsak Ahura Mazda ve karşısında negatif olan her şeyin
sorumlusu Ahriman gibi…
İbrahimî veya semavî dinler denilen Musevilik, Hıristiyanlık ve
İslâm birbirinden gelişmiş olmakla birlikte bu geçişkenlikte bile
Şeytan ve cehennem kavramlarının farklılığı göze çarpıyor.

181
Şeytan, Musevilikte öne çıkan bir figür değildi. İbrani kutsal
yazıtlarında çok az şeytan benzeri varlık bulunmakta, ancak en
ünlü olanı “Eyüp Kitabı”nda görülür. Bu kitapta, bir “muhalif”
ya da “baştan çıkarıcı”, Tanrı’ya, varlıklı bir adam olan Eyüp’ün
her şeyini kaybettikten sonra bile kendisine tapmaya devam edip
etmeyeceğini sorar. Tanrı, bu meydan okumayı kabul eder ve
Eyüp’ün elinden servetini ve ailesini alarak, onu böylesine
korkunç bir kaderin neden başına geldiğinin merakı içerisinde
bırakır. Bu hikâyede Tanrı’nın düşmana göre daha fazla
tahakküm ettiğini; bu şeytani baştan çıkarıcının, Tanrı’ya
meydan okuduğunu, O’nun da akabinde Eyüp’ün servetini
aldığını söylenir.
“Musevilik otoriteyi paylaşmak zorunda olduğu Tanrı
kavramını, Tanrı’nın her şeye kadiriyetini ve hatta her şeyi
bilincini sınırlamak olarak gördüğünden, Şeytan eşit derecede
güçlü bir kötülük kaynağı olarak asla kişiselleştirilmiş değildi.”
Ancak görüleceği üzere Musevilik ve Tora’da baskın bir şeytan
karakteri hatta cehennem tasviri asla bulunmamaktadır. Sadece
bir yoldan/baştan çıkarıcı olarak öne sürülmektedir.
Hıristiyanlık inanışı biraz farklılık göstermektedir. Buna göre;
“Kendi kendine kötü olabilecek tek şey özgür bir varlıktır.
İnsanlar meydana gelmeden önce kötülük var olduğundan,
buradaki çıkarım, Şeytanın sürgün bir melek olmasıdır.”
Eski Ahit’te, Tanrı’ya saygılı olmayan insanlar hakkında iki
pasaj bulunmaktadır. Bu pasajlarda, Yeşaya 14 ve Hezekiel
28’de, hükümdarların çirkin övünmeler yaptığını ve bazı
Hıristiyanların bu eylemleri Şeytan’ın ifadeleri olarak
yorumladığını belirtiyor.
182
Yeni Ahit’teki Paul Gospel’ı, Cennet Bahçesi’ndeki yılana
Şeytan olarak atıfta bulunuyor, fakat Genesis’te (Yaratılış
Bölümü’nde) ise Yılan’ın bu şekilde tarif edilmediğini söylüyor.
Bu anlamda, Yılan ve Şeytan’ın, her zaman başarılı
olamasalarda, insanları Tanrı’ya itaatsizlik ettirmeye çalışan
baştan çıkarıcılar olarak görülebileceğini belirtiyor. “İlk insan,
(Âdem) Şeytan’a uydu. İsa da, başarılı bir şekilde günaha
direnebilmiş olan ikinci Âdem olarak nitelendirilir.”
İsa ölümünün ardından Tanrı’nın katına yükseltildiği için olsa
gerek zaman içerisinde bu dünyada çile ve yoksulluk çekenlerin
bir kurtuluşa ereceği, bu kurtuluşla elde edeceklerinin bu
dünyada onlara zulmedenlerin elindeki tüm varlık ve şaşadan
bile daha fazlası olacağı; o dönemin şartlarına göre düşünülürse
bunun müthiş güzellikte evler, üzüm ve çiçek bahçeleri ve
sınırsız zevk, yiyecek ve ölümsüzlük ile tarif
edilen CENNET olduğunu zaman içerisinde görürüz. Tabi bu
kişiler kurtuluşla cennete girerken onlara bu dünyada zulmetmiş
kişilerin de bir sonsuz azap içerisinde bulunmasını dilediler.
Bunun içinse CEHENNEM ortaya çıktı.
Anılan isimler Gehinnom, Ge-hennom, Gehenna (G ler C
şeklinde okunur), Tevratta Gai ben Hinnom (Hinomun oğlunun
vadisi) Talmud’da Gehinnam… Gehenna Yunanca, Gehinnom
rabinikal İbranice, Gehinnam İbranice. İslamda ise
Cehennem’dir.
Anlamı Hinnom vadisi, ateş gölüdür. ‘Ge’ vadidir. Hinnom
vadisi Kudüs’ün güney-güneybatısıdır. Eski devirlerde İsrail
krallığında yaşayan insanların çocuklarını
MOLEK/MALİK/MOLOŞ/MOLOZ (molek: amonluların ilahı,

183
İslâma girmiş haliyle Melek) adı verilen bir puta kurban
sundukları bir yerdi. Bazıları çocuklar yerine başkaca
kurbanlarda sunuyordu. Bunun için vadinin ortasında yanan
ateşe atılıyordu insanlar ve diğer kurbanlar. Cehennemdeki ateş
ve yanma fikri buradan türemiştir (rivayet). İsa’nın Gehinnom
kelimesini kullandığı dönemde ise aynı yer bir ceza yeri olarak
kullanılmaktaydı. Zamanla mezara gömülmeye değer olmayan
cesetlerin atıldığı bir yere dönüştü.
Yine aynı yere çıktık. Bir zamanlar Kudüs yakınlarında önce 2.
Krallar 21’de bahsedildiği gibi putlara kurbanlar verilen bir
bölgeyken zamanla kimsesizlerin, hastalıklıların, suçluların ölü
bedenlerinin atılarak yakıldığı bir yer haline gelen coğrafi bir
bölge; Cehennem. Zaman içinde bu dünyada ezilip hor görülen
inançlıların karşısında zalimlerin ebedi olarak acı çekecekleri
başka bir âleme dönüşüyordu! Cisimlerin isimleri bildirildiği
yani Cüz’i irade verilen insan kendini diğer tüm yaratılanlardan
ayırırken, Şeytan isminde bir ‘Meleğin’ kendi iradesi ile Tanrıya
isyankâr olacağı ve insanları yoldan saptırmak üzere Tanrı ile
sonsuz bir mücadeleye gireceği fikri doğuyordu! Böylece Eski
Ahit’te hiç olmayan kavramlar İsa’dan sonra yazılan kitaplarda
şekil alırken, aynı mirası sahiplenmeyi bir iman şartı olarak
sunan İslâm’da neredeyse ana konu ve dünya yaşamının asıl
ereği olarak sunuluyordu…

184
GNOSTİSİZM
Kabala başlığını incelerken ‘Daat’ ismi verilen gizli bir
sefira’dan bahsetmiştim. Bu yaşam ağacı simgeselliğinin insanla
özdeşleştirilen formunda kalbe denk gelmektedir. Kalp ruh’tur.
Ruh ise insan bedeninde hapsolmuş Tanrısal bağlantı olarak
görülür. O hâlde bedenden, yani onun dünyevi arzularından
kurtulursa kozmik ya da ilâhi olanla bağ kurulabilir ve ondan da
bilgiler alınabilir. Bu anlatım aşağıdaki simgesel illüstrasyonda
kendine yer bulmuştur.

Dikkatli bakılırsa bu çarmıha gerilmiş İsa simgeselliği ile de


oldukça benzerdir. Bu ağacın köklerinin çıktığı gövdesi içinde

185
tefekkür eden yani derin bir düşünme halindeki kişi
gözlenmektedir. İşte sezgi veya tefekkür yoluyla edinilmiş gizli
bilgi ifadesi, Grekçe ‘Gnosis’ terimi ile hayat bulmuştur. Bu
bilgiye ulaşmaya çalışan ya da bu bilginin aktarıldığı kişilerin
takipçisi olan kişilere de Gnostikler denilmektedir. İlk ortaya
çıkış yeri olarak MS 1 ve 2. yüzyılların İskenderiye’si yaygın
kabuldür. Döneminde sapkın kabul edilmiş, bununla birlikte
Yahudilik ve Hıristiyanlığın dogmatik duvarlarına karşı ‘akılcı’
tavrıyla yayılmayı başarmıştır. İçine doğduğu dönem itibariyle
Hıristiyan çevre ile iletişimde olduğu; en çok onunla mücadele
ederken en çok yine ondan etkilendiği için Hıristiyanlığın bir
yorumu gibi düşünülse de aslında hem ondan çok daha geriye
köklerinin gittiği hem de Hint, İran, Mısır, Mezopotamya gibi
kadim kültürlerin üzerine oturduğu için bir melez kültürün
mirasçısı olduğuna inanılmaktadır.
Gnostik inanışa göre İlk insanlardan olan ‘Işık Peygamberler’,
insanlara Gnostik arayışında yardımcı olmak için ‘Gerçek
Tanrı’dan ortaya çıkmıştır. Gnostisizm’in vahyi, Işık
Peygamberleri ve Gerçek Tanrı’nın ortaya çıkardığı Mesih
tarafından getirilir. Bilgisizlik yalnızca Gnostikler tarafından
ortadan kaldırılarak ‘aydınlanma’ sağlanabilir. Emir ve
kurallarla, günlük ritüel ve ibadetlerle kurtuluş mümkün
değildir. Hakikate ulaşmak için dinler yetersizdir. Dinler
kimilerinin elinde bir kırbaç olarak toplumsal düzen ve ‘kölelik’
için aracı kılınmıştır. Aydınlanma ve kurtuluş cehaletten
kurtularak ve bireysel olarak mümkündür. Cehaletten kurtulmak
ise sezgi yoluyla elde edilmiş ruhsal kozmik bilgiler ile
mümkündür. Bu bilgiler ise seçkin insanlara verilmektedir. İsa

186
‘Mesih’ de seçkin insanlardandır ancak asla Tanrı’nın oğlu
değildir ve çarmıha gerilmemiştir.

NAG HAMADİ LİTERATÜRÜ33


Aralık 1945 tarihinde Mısır’da Nil Nehri kıyısında yer alan
Nag Hammadi kasabasına yaklaşık 10 kilometre uzaklıktaki
Cebet et-Tarif Dağı eteklerinde bulunan bir mağarada bir küpte
papirüs kâğıtlara yazılmış ve Gnostik bilgiler içeren çok sayıda
kitap bulundu. Bu kitaplar sayesinde Gnostisizm hakkındaki
birçok bilginin yanlış olduğu ortaya çıktı ve Gnostiklere bakış
açısı değişti. Bu kitaplar bilim adamlarının büyük çoğunluğunca
bulunduğu yöreye en yakın kasaba olan Nag Hammadi'nin
ismine atfen "Nag Hammadi Literatürü" veya “Nag
Hammadi Kütüphanesi” olarak adlandırıldı.
Nag Hammadi metinleri, 13 ciltlik bir literatürden oluşuyor.
Papirüs sayfalara yazılı bu literatürün 11 ciltlik bölümü deri ile
kaplanmış. Kaplı durumda olmayan ve fragmentler halinde
bulunan 12. cildin ise, literatür ilk keşfedildiğinde tamamlandığı;
ancak sonradan elden ele dolaşırken bazı kısımlarının yok
olduğu tahmin ediliyor. 13. cilt ise sadece birkaç sayfadan ibaret.
Bu kitapları oluşturan papirüs sayfaların bir kısmı oldukça iyi
muhafaza edilmiş, diğer bir kısmı kötü vaziyettedir. Sayfalardaki
tahribat, metinlerin okunmasını güçleştirmiş veya engellemiştir.
Tamamı 1150 sayfa olan Nag Hammadi Literatürü, toplam 52
müstakil kitapçıktan oluşuyor. Bu 52 kitapçıktan bazıları
birbirinin kopyası veya bir diğer varyasyonu durumundadır.

Makale: Nag Hamadi Literatürü ve Adem’in Vahyi. Prof. Dr. Şinasi


33

Gündüz
187
Dolayısıyla Nag Hammadi Literatürü, 46 orijinal metin sunuyor.
Bu 46 metinden sadece birkaçının farklı nüshaları Nag Hammadi
Literatürü’nün keşfinden önce mevcuttu.
Nag Hammadi Literatürü’nde üç nüshası olan “John'un Gizli
Kitabı (The Apocryphon of John)” ile 3. cildin 4. kitabını
oluşturan “İsa Mesih'in Hikmeti (The Wisdom (Sophia) of
Jesus Christ)” adlı metni, Nag Hammadi'den başka Berlin
Gnostik Papirüs metinlerinde de bulunuyordu. Bu metinlerin
yazılı olduğu dil, Nag Hammadi'deki gibi Kıptîcedir. Ayrıca Nag
Hammadi Literatürü 6. ciltte yer alan 7. kitap “Şükran Duası
(The Prayer of Thanksgiving)” ve 8. kitap “Asclepius” daha
önceden Latince tercümesiyle bulunuyordu. Nag Hammadi
Literatürü’nün 12. cildinin 1. kitabı olan “Sextus'un Hükümleri
(The Sentences of Sextus)” kitabının Kıptîceden başka Latince,
Süryanca, Ermenice, Gürcüce ve Yunanca nüshaları da
mevcuttur.
Nag Hammadi Literatürü’nde 5. cildin 64-85. sayfaları arasında
yer alan “Âdem'in Vahyi (The Apocalypse of Adam)”,
Âdem’in oğlu Şit'e (Seth) naklettiği Gnostik öğreti şeklindedir.
Metnin başlığı olan "Âdem'in Vahyi" ibaresi metnin hem
başında hem de sonunda yer alır. Metinde Şit'e büyük önem
verilmesi ve onun bütün “Gnostiklerin atası” olarak
tanımlanması, Âdem'in Vahyi'nin, “Kilise Babalarınca” kaleme
alınan Patristik literatürde kendilerinden bahsedilen Sethianlara
ait bir metin olduğu fikrini ortaya çıkarmıştır. Âdem'in Vahyi
temel Gnostik doktrinlerin yer aldığı önemli bir metindir. Bu
metinde üç önemli Gnostik unsur metnin genel yapısını
şekillendirir. Bunlar yaratıcı Tanrı “Demiurg”, kutsal bilgi
“gnosis” ve kurtarıcı “Redeemer” veya “Aydınlatıcı” figürlerdir.
188
Ayrıca Gnostik kozmoloji tasavvurunun temel öğesi olan
Demiurg figürü önemli bir rol oynamaktadır.
Tomas İncili, Yuhanna'nın Gizli Kitabı, Filip İncili ve Pistis
Sofya gibi kitaplar, Gnostisizm’in en önemli metinleri arasında
yer alır. Kilise, Gnostisizm ile ilgili el yazması eserlerin
bulunduğu İskenderiye’deki büyük kütüphaneyi yıktırmıştır. Bu
sebeple Gnostisizm ile ilgili bilgiler sınırlı kalmıştır.
Hıristiyanlar, Mısır’daki mağarada bulunan Gnostik metinleri,
“tomarlar” olarak nitelendirir. İsa Mesih, kurtuluş, Tanrı ve tüm
diğer önemli Hıristiyan gerçekleri hakkında yanlış öğretileri
savunan “sahte yazılar” olduğunu açıklamışlardır. Gnostisizm,
üç bilgi türünden biri olan “gnosis”e dayanır. Sezgi yoluyla
edinilen bilgiye ‘gnosis’ denir. Öğrenimle öğrenilebilir bilgiye
‘mathesis’; ıstırap çekerek öğrenilebilen bilgiye ise ‘pathesis’
denir. Demiurgos (Demiurge), Gnostisizm'deki temel
kavramlardan biridir. Dünyayı yaratan ilaha eski Yunan
mitolojisinde verilen ad olan Demiurgos, yoktan var etmez, var
olan bir maddeye biçim verir.
Gnostik kitaplarında Âdem’in üçüncü oğlu Şit (Seth), İsa ve
Mani, ilk insan peygamberler olarak bahsedilir. Gnostiklerin
çoğu İsa'yı kurtarıcı figür olarak görmüştür. Günümüzdeki
Gnostikler, klasik İskenderiye Gnostisizm’inin tutumlarını
benimser. Davranış meseleleri bireyin anlayışına bırakılmıştır.
Gnos kökünden türeyen bir başka yorum ise Agnostisizm’dir.
Agnostisizm; insanın ‘bilme’ yeterliliğinin sınırlı olduğunu, bu
nedenle Tanrı’nın varlığının ‘bilinemez’ olduğunu savunur.
Yunancada ‘bilinemez olan’ anlamını taşıyan ‘agnostos’

189
kelimesinden türeyen bir kelimedir. Gnostisizm ise, insanın gizli
ve sezgisel bilgilere ulaşabileceği temelinde gelişen bir akımdır.
Hıristiyanlık ve Gnostisizm, birbirini dışlayan inanç
sistemleridir. Gnostisizm, ilk kiliseye tehdit oluşturan ‘en
tehlikeli sapkın inanç’ olarak görülmüştür.

190
MANİHEİZM
İsminin Aramice kökeni ‘Mânâ’ yani ‘Işık’ olan Mani isimli bir
bilge tarafından kurulduğuna inanılan ‘Yol’dur. Nasıl ki gerçek
adı Gotama olan Buda, aydınlanmış anlamındaki Buda’yı
kendine isim seçtiyse Mani’nin de gerçek ismi olmayıp kendi
veya takipçilerince sonradan seçilen isim olması ihtimali vardır.
Işık getiren, başka bir deyişle aydınlatan kişi olarak
görülmektedir. Mani’nin 216 yılında Mardin’de doğduğu
düşünülmektedir. Mani’nin ‘Menakkede’ adlı bir Mandeen
tarikatı içinde yetiştiğine inanılmaktadır. Bu tarikatın
su ile arınma yani bir tür ‘vaftiz’ uygulaması yaptıkları
biliniyor. Tarikat üyeleri, günahlarından arınmak için her gün
yıkanıyor, yiyeceklerini de su ile yıkıyordu. Et
yemiyor, şarap içmiyorlardı. Her üye, kendine ayrılmış tarlada
çalışmak, ortak üretime katkıda bulunmak zorundaydı. Tarikatın
yerleşik ve tarımsal görünümü, gizemci bir Yahudi tarikatı olan
Esseniler’i andırır. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir yanları
kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseniler gibi ‘yasa’ (nomos)
olarak adlandırmalarıdır. Bir diğer önemli öğe de bu tarikatın,
bir Yahudi uygulaması olan Şabat gününe uymasıdır.34
İran-Mezopotamya bölgesinin düalizm temelli dinleri üzerine
yükseldiği bilinse de evrensel bir din olabilme yolunda
doğusundan Budizm batısından Hıristiyanlık etkilerini de
özümseyen bağdaştırmacı bir inanç sistemi olmuştur. Zerdüşt
inancının doğduğu bölgede Budist ahlâk sistemini, Mithra
kültünü ve Hıristiyan öğretisini harmanlayarak sonraki dönemde
Pavliken, Bogomil ve Kathar inançlarını oluşturacak inançsal

34
Batının İki Yüzü, Bağnazlık ve Tolerans, 2. Kitap, Yalçın Kaya
191
kökeni oluşturmuştur. Sayılan inançları kendi öğretisinde erittiği
için de Çin sınırından İspanya içlerine kadar geniş bir coğrafyada
kendi veya ardılları etkili olmayı başarmıştır.
"Nasıl Buda Hindistan’a, Zerdüşt İran’a ve İsa Batı topraklarına
geldiyse, işte şimdi ben, Mani, Babil topraklarında Gerçek
Tanrı’nın habercisi olarak peygamberliğimi duyuruyorum."
20 Mart 242 yılında I. Şahpur’un tahta çıkış töreninde bu sözlerle
kendinin peygamber olduğunu ilan ediyordu. Elbette çoğu
peygamber gibi inanılmadı, zulme ve sürgüne uğradı. Doğu
Türkistan ve Hindistan’da gezgin bir hayat yaşadı. Küçük
gruplar halinde inanırlarını örgütledi. İran’a uzun süre sonra geri
döndüğünde koyu bir Zerdüşt inanırı Şah I. Behram tarafından
çarmıha gerildi. Cesedi parçalandı, derisi yüzüldü, içine
saman doldurularak şehrin kapısına asıldı… Bu korkunç
ölüm şekli daha sonra vereceğimiz kimi tarihi şahsiyetlerde de
aynen karşımıza çıkacak. Mani’nin ise 276 yılında öldürüldüğü
düşünülmektedir.
Mani’nin sözlerine dikkat edilirse ‘Gerçek Tanrı’dan bahseder.
Bu Gnostik bir deyiştir. Bunun yanı sıra Hanok (Enoş)’tan
Sam’a, Hermes’ten Platon’a, Zerdüşt’ten İsa’ya kadar kendi
öncüllerini sahiplenir. İsa’yı ayrı bir yere koyar ancak kendisinin
İsa’nın da müjdelediği ‘Paracletos’ yani Ruhülkudüs’ün ikizi
olduğunu iddia eder. Daha 12 yaşındayken ikizi tarafından
ziyaret edilerek bilgilerin kendisine aktarıldığını öne
sürmektedir. Bu iddialar kimilerince sapkınlık ve kurgu olarak
görülmüştür.
Manicilik Hıristiyanlığın ilk yıllarında çok yayılırken İslamiyet
ile durdurulmuş gibi görünmektedir. Hıristiyanlık ile
192
yayılmasının sebeplerinden biri kilisenin en büyük problemi ya
da çıkmazına kendince çözüm üretmiş olmasıdır. Kilise vaftiz
eylemine inanarak sahiplenir ve uygular. Çünkü öncülü
Yahudilikten farklı olarak ilk günah ve insanlığın daha doğuşta
günahkâr olduğu fikrine sahiptir. Oysaki inançlıları bile
Tanrı’nın neden böyle bir şey yaparak tüm insanları kötü saydığı
ve hâtta kötülüğü yarattığı zihinleri kurcalamaktadır. Kilise ise
bu konuda doyurucu bir açıklama sunmamaktadır. İşte burada
Maniciliğin kendini üzerine inşa ettiği bir diğer anlayış
Zerdüştlüğün iyi olan her şeyden ve tüm evrenin yaratılışından
sorumlu Ahura Mazda’sı ve kötülüklerin sebebi Ahriman’ı
imdada yetişir. Düalist bakış sorulara cevap olarak sunulur.
Üstelik bizzat Mani tarafından yazıldığına inanılan el yazmaları
çok basit dille ve farklı coğrafyalardaki inançları reddetmeden
kendisini onların üzerine inşa ederek halka sunulmakta ve rağbet
görmektedir. İşte bu sebeplerle erken yıllarında Hıristiyanlık
kendisine en büyük rakip olarak Maniciliği görmüş, yüzyıllar
sonra bile Valdoculuk, Katharlar ve Tapınakçıları bile Manicilik
yapmakla suçlamıştır. Roma’da bu gelişmelere sessiz
kalmamıştır. 279 yılında Diocletianus İskenderiye’de tüm
Manici yazıların yakılması emrini vermiştir.
Sonradan etkilediği akımları da incelemeye çalışacağımız bu
Gnostik Hıristiyanlığın bile doğumuna sebep olduğu iddia
edilen Maniciliğin öğreti ve ritüelleriyle, yapılanması hakkında
Yalçın Kaya’nın Batı’nın İki Yüzü isimli eserindeki bölümünü
alıntılamak isterim.
Maniciler iki sınıfa ayrılmıştır: Gizeme ulaşmış olanlar ile
sıradan inananlar; Mani’nin adlandırdığı üzere “Seçkinler” ya

193
da “Yetkinler” ile “Dinleyenler”. Manicilikte kadınlar da
yetkinlerin arasına kabul edilir.
Bir tür ruhban sınıfı olan yetkinler, çok zorlu bir hazırlık
döneminden ve bazı çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirdi.
“Consolamentum” (Teselli) adı verilen inisiyasyon törenine pek
önem verilirdi. Bu aşamadan sonra, yetkinler “Tanrısal Işık” ile
dolar, bunu dünyevî nesnelerle kirletecek olan şeylerden kaçınır,
evlenmez, mülk sahibi olmaz, et yemez, şarap içmezlerdi. Tarım
işlerinde çalışmaz, hatta ekmeği bile doğramaz, günlük
yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yaşam sürerlerdi.
Yetkinlerin ilkeleri, Budist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı
ölçüde yakındı. Aradaki tek fark, Manici yetkinlere yerleşik
yaşamın yasak olmasıydı.
Yetkinlerin yaşamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle
bağlıydı: Ağız, el ve gönül mühürleri…
İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü sözleri yasaklardı.
İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı ışığa verilebilecek
her türlü zararı engellemek içindi. Adam öldürmek, hayvan
öldürmek hatta meyve koparmak bile yasaktı.
Üçüncü mühür ise, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan
her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.
Maniciliğe bağlı olanların çoğunluğu “dinleyiciler”den
oluşurdu. Bunlar yalnızca “Mani’nin On Buyruğu”na
bağlıydılar. Bu on buyruk, sırasıyla puta tapmayı,
namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina
yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve
Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu.

194
Sıradan inananların ilk görevi, yetkinlere neredeyse tapınma
derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık
yetkinlerin önünde diz çökerek kutsanma diler, buna karşılık
onlara sebze ve meyve verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer
dinsel görevler, dua ile oruçtu.
Dua, öğle, akşamüstü, gün batışında ve güneş battıktan üç saat
sonra olmak üzere günde dört kez zorunluydu.
Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır, geceleri ise aya bakarak
dua edilirdi. Ne güneşin ne de ayın göründüğü günlerde dua
yönü kuzeydi.
Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir arınma riti
vardı. Arınma işlemi su ile, bulunmazsa toprak ile yapılırdı.
Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik
olgulara bağlıydı.
Haftanın günümüzde Pazar’a denk düşen ilk günü güneşin
onuruna herkes oruç tutardı. Yetkinler, haftanın ikinci günü de
ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular.[Sunday ve
Mo(o)nday buradan gelmektedir.] Ayrıca her yeni doğan ay
gününde, herkes iki gün oruç tutardı.

Evet anlatılanlar daha sonra incelenecek din ve dinî akımlar için


pek çok noktayı aydınlatmaktadır. Onlarla ilgili sapkınlık
suçlamalarında ise kapalı toplantılarında zina, eşcinsellik ve
ensest gibi iddialar ortaya atılmış, Emevî döneminde çok
üzerlerine gidilmese de Abbasi döneminde ‘Zındık’ olarak
nitelendirilmişlerdi.

195
Özellikle gezgin yetkinler ve halkın onlara duyduğu saygı ile
verdikleri yiyeceklerle günlerini geçirebilmeleri Budist rahipleri
anımsatmaktadır. Ama en büyük etkileri Düalist Hıristiyan
inancı olsa gerek. Gezgin yetkinlerin etkisiyle olsa gerek
haritada görüldüğü üzere çok geniş bir coğrafya’da Mani
inancının izlerini görüyoruz. İlginçtir Roma’nın merkezinde bile
yaygınlaşmış bu inanç İmparator Valentianus’un 372 yılında
çıkardığı buyruk ile büyük kovuşturmaya uğramıştır. 6.
Yüzyıldan itibaren Batı’da maniciliğin büyük inanç
hareketinden daha çok kapalı veya gizli küçük topluluklar,
tarikatlar olarak varlığından söz edilebilir. Ancak Anadolu
topraklarında bulunan Pavlikenler ve onların mecburi göç
hareketleri ile Avrupa’ya geri döneceklerdi. Birazdan bu
yolculuğu incelemeye çalışacağız. Ancak öncesinde Türkler için
de Maniheizm çok önemli idi. İslamiyetten çok önce Gök Tanrı
inancı ile bağlar kurularak bu inanç Türkler arasında yayılmış ve
Uygurların resmi devlet dini olmuştu.

196
745 yılında Kök Türklerin yerine Ötüken’e Uygurlar sahip
olmuştu.
Bilge Kağan’ın "Sen Türk Milleti, oralara gidip çok öldün.
Oralara gidersen öleceksin. Fakat Ötüken’de yerleşir kervan
gönderirsen hiçbir sıkıntın olmaz. Ötüken’de yerleşirsen devleti
sonsuza kadar elinde tutabilirsin." öğüdüne uyarak göçerlikten
sabit yerleşim ve sadece akıncıların varlığına dönüşerek ilk
yerleşik Türk devletini kuran Uygurlar coğrafyaya hâkim
olmuştu. Üçüncü Uygur kağanı İtiken (759-780) zamanında
yerleşiklik ve şehir medeniyeti oturmuş, devletin sınırları
genişlemiş ve Manicilik devletin resmi dini haline gelmişti.35
İlginçtir Mezopotamya bölgesinde Mani inancına sahip
toplulukların bir kısmı Abbasi baskıları ile Horasan’a sonra da
Maniciliği devlet dini olarak tanımış Uygur’a kaçmışlardı…
Horasan sonradan Heterodoks İslam inancının oluşarak geri
bölgeye ve Anadolu’ya döndüğü merkez olacaktı.

35
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1962, Şinasi Tekin Makalesi:
Mani Dininin Uygurlar Tarafından Devlet Dini Kabul Edilişinin 1200.
Yıldönümü Dolayısı İle Birkaç Not
197
PAVLİKANLAR
Şimdi tarihi ikiye ayırarak ilerlememiz gerekecek. İlki
Anadolu’da kalan Maniheistlerin izini takip etmek, ikincisi
Horasan ve Türkistan’dakilerin izlerini. Bu yollar bizi farklı
bölge, tarih ve inanışların peşinden gitmeye zorlayacak. O
yüzden Pavlikanlarla gireceğimiz yol ‘Sapkın Hıristiyan’ olarak
görülenleri izlememizi gerektiriyor. Bu yolun sonu Ortaçağ
Avrupa’sında bitecek. Oysa bu arada İslamiyet ve etkileri
Mezopotamya, Türkistan ve Küçük Asya olarak bilinen
Anadolu’ya gelmiş olacak. Ancak tarihi dizgeyi takip etmek
ipuçlarını bağlamayı zorlaştırır düşüncesinde olduğumdan
Hıristiyan ve İslam yollarını ayrı incelemeyi daha uygun
görüyorum.
Hıristiyan inanışı açısından Aziz Pavlus olarak bilinen kişi çok
önemlidir. Aslında İsa’yı hiç görmemiş, sonradan bazı görülerle
onun takipçisi haline geldiğini bildirmiştir. Pavlus’un, aslında
bir Yahudi olan İsa’dan farklı olarak Sünneti kaldırmak, domuz
yemeyi serbest bırakmak gibi pek çok ‘yeni âdet’in ve kimi
pagan uygulamalarının dine sokulması ile İsa’nın çağırdığı
dinden ziyade bugün bildiğimiz Hıristiyanlığın doğuşunda etkili
olduğu bilinmektedir.
Kendilerine Pavlus’un çocukları diyen bir topluluk bugünkü
Anadolu topraklarında özellikle Malatya Arguvan yöresinde,
Divriği’de ve Doğu Anadolu’da yaygınlık kazanmış, Pavlikan
(Paulician) adını almıştır. Pavlikanların aslında Pavlus ya da
Paul ismini bir örtü olarak kullandıkları; Antakya Patriği
Samsatlı Pavlus’un, Kallinike isimli Maniheist bir kadının iki
oğlu olan John ve Paul’ün kastedildiği ve hatta Ermenice ‘Paul’

198
ve ‘Keank’ köklerinden ‘Kirli Hayatlar’ anlamında
türetildiğine dair teoriler vardır.36
MS 2 ve 9. yüzyıllar arasında bölgede varlıkları, Bizans’ın ve
sonra bölgeye hâkim olan İslam’ın onlarla uğraşıları ile kayıtlara
geçmiştir. Sürekli olarak baskı altında yaşadıklarından ya yüksek
dağ eteklerinde ya da vadi ve mağara/yer altı şehirlerinde
yerleştikleri düşünülmektedir. Bu yönüyle Kumran’da ulaşımı
zor bir vadide mağaralarda yaşamış olduğuna inanılan Essenileri
andırmaktadırlar. Hıristiyanlığın bir mezhebi gibi görünse de
kilise tarafından güçlü bir tepkiye maruz kalmıştır. İsa’nın
sadece bir insan olduğunu belirterek Tesli’i (Baba-Oğul-Kutsal
Ruh) reddetmeleri ve Haç’ın kutsal olmadığı belirtmeleri ile fark
zaten açıkça kendini belli etmekte idi. Doğu Roma’nın (Bizans)
etki alanında üstelik de devlet dini olarak benimsenmiş
Hıristiyanlığın inançları ile çelişen ve 325 yılında İznik’te
yapılan konsülde alınan kararları yok sayan bu inanç elbette
büyük baskı görmüştü.
Bugün Ürgüp-Göreme yer altı şehirleri ve mağara içlerinde
kiliseler görülmektedir. Anlatılan hikâyeler Roma’nın
baskısından kaçan ilk Hıristiyanların buralarda saklandığı
yönündedir. Oysaki 313 yılında Roma Hıristiyanlık üzerindeki
tüm baskıları kaldırmış, sonra da zamanla bu inanışı devlet dini
statüsüne çıkarmıştı. Saklı Kilise, Meryem Ana Kilisesi, Kılıçlar
Kilisesi gibi bölgenin önemli yapılarının ise tamamı 10-11.
yüzyıla tarihlenmektedir! Yani bu bölgede 3-10. yüzyıl arasında

36
Pavlikan Kilisesi ve Eski Hıristiyan Heresileriyle İlişkisi, Sakin Özışık,
Bielefeld Üniversitesi Protestan İlahiyat Fakültesi Makale: C.Ü. ilahiyat
Fakültesi Dergisi 2010, Cilt: XIV, Sayı: 2 Sayfa: 505-533
199
baskılardan kaçan bir grup olduğu doğrudur, ancak tarih tersten
anlatılmaktadır. Aslında Hıristiyan Bizans baskılarından kaçan
heretik (sapkın) görülen Pavlikanlar Doğu Anadolu’dan Ege
içlerine kadar yayılmış şekilde saklanmaktaydılar. Batı’da
Frigya topraklarında Uşak çevresi başta olmak üzere yine
kanyon ve vadilerde gizlenerek yaşayan Montanizm denilen
Hıristiyan mezhebi’nin de aynı sınıfta sayılması doğaldır. Bu
mezhep kadınları da eşit saymakta hatta rahipler kurulunda yer
vermekteydi. Açıkçası bölgenin eski inancı olan Kybele ve Ana
Tanrıça kültünün etkilerinin görüldüğü çok net olarak
belirgindir.

200
IŞIĞIN ÇOCUKLARI
MS 447’de Sahapivan’da toplanan Ermeni-Hıristiyan Konsülü
Psidya (Antalya-Burdur-Isparta bölgesi) Işıklarının
lanetlendiğini bildiriyordu (Konsül kanun 14,19 ve 20). Bu
kişiler büyük cezalara ve manastırlarda rehabilitasyonlara tabi
tutuldular! Sivas’ta olanlara da Sivaslı Sapkınlar olarak seslenen
konsil bunları Güneş Tapınıcıları (Aregaknoghs) ve Güneşin
Çocukları (Arevortik) olarak isimlendiriyordu. Güneşin
Çocukları ya da Işığın Çocukları daha sonra Işık Taifesi olarak
bu ‘Heretik’lere37 yani Heterodoks inanca sahiplere genel bir
isim oluyordu. Dönemin devletleri arasında savaşlar olmasına
rağmen iş kendi egemenliklerini tehdit noktasına gelince
kolaylıkla ‘Işıklara’ karşı birleştiklerini görüyordunuz. Mesela
Bizans imparatoru Doğu’daki komşusu Perslere bir mektup
yazmıştı. İmparator Maurice şöyle diyordu:
"Onlar sizinle bizim aramızda yaşıyorlar ve devamlı problem
kaynağı oluyorlar. Ben, benim tarafımdakileri toparlayıp
Trakya’ya göndereceğim. Sen de seninkileri Doğu’ya gönder.
Eğer orada ölürlerse çok sayıda düşmanımız ölmüş olacak.
Eğer tersi olurda sınır boylarındaki diğer düşmanlarımızı
öldürürlerse pek çok sayıda düşmanımız öldürülmüş olacak.
Bizlere gelince birbirimizle barış içinde yaşayacağız. Eğer onlar
kendi ülkelerinde kalırlarsa bundan sonra sizin için ve bizim için
artık huzur olmayacak."
Işık İnsanları’nın tahliyesi Maurice zamanında (582-602)
Kıbrıs’a yapıldı. Onbinlerce ‘Işık’ sürgün edildi. 648 yılında

37
Heretik: Sapkın
201
ikinci zorunlu göç II. Konstans (642-668) zamanında oldu.
Anadolu’dan zorla toplanan topluluklar Sicilya ve Kuzey
İtalya’ya gönderildi. IV. Konstantin zamanında (678-685) da
Ortodoks kilisesi ile birlikte bir kıyıma imza atıldı. Hayatta
kalanlarsa Manisa Alaşehir, Trakya Rodop dağları eteklerindeki
Filibe’ye gönderildiler. Mabetleri yıkıldı, el yazmaları yakıldı.
Kilise dışında ibadet etmek, İncil ve havarilerin mektupları
dışında bir yazma bulundurmak en büyük suç sayıldı. Ölüm
cezası ile cezalandırıldılar. Bu durum iki şeye yol açtı. İnkâr ve
genel inanç mensubu gibi davranmak (takiyye); yazılı değil
sözlü gelenek ve öğreti ve kültürün sözlü gelenek ile aktarımı…
Yine de bu durum bile sonraki Kilise suçlamalarında yerini aldı.
Güneşe İsa adını vererek, İsa’yı anarken aslında Güneşi
kastettikleri ve ona saygı gösteriyormuş gibi yaparken aslında
Işığa hürmet ettikleri suçlamalar arasında yer aldı.
Işıklar için en çok yapılan suçlama ise kapalı ayinlerinde
yaptıklarına inanılan davranışlarla ilgili iftiralardı: "Kız
kardeşleri, kayınvalideleri veya görümceleriyle kirlenmiş
olanlara, ziyafet için toplanıp içki içtikten sonra ışıkları kapayan
ve akrabalığa, yaşa cinsiyete bakmadan alem yapanlara lanet
olsun. "38
Abbasilerle kısa bir dönem anlaşma sağlayan Pavlikanlar
Bizans’ın doğu sınırlarında Argaus (Arguvan), Amara gibi
yerlerde toplanmışlardı. Kendilerine Divriği civarında bir
devletçik kurmuş ve çok yüksek bir noktaya yaptıkları ve
alınamayan kale olarak uzun süre direndikleri Divriği Kalesi
merkezleri olmuştur. Yine de II. Basil büyük uğraşlar sonrası

38
Aleviliğin Kökleri, Erdoğan Çınar.
202
872 yılında bu kaleyi alarak Pavlikanları bastırmış, topluca
Anadolu’da yaşayan bu Maniheist mi Sapkın Hıristiyan mı
olduğu belirsiz (!) topluluğu bugünün Bulgaristan’ı denebilecek
bölgeye sürmüştür.
Tire ve Efes’ten, Eskişehir ile Nevşehir’e, Kayseri’den Sivas’a
uzanan bölge boyunca bıraktıkları yerler ise yeni ‘Hıristiyan’
nüfus tarafından doldurulmuştur. Elbette bilinen ve yakalananlar
sürülebilmiştir. Birazdan göreceğimiz başlıklardan da görüleceği
üzere yapraklar budanmış olsa da kök unutulduğu için aynı inanç
farklı şekillerde Anadolu’da yüzyıllar sonra yeniden yeşermiştir.

203
BOGOMİLLER
Pavlikanların Manisa Alaşehir ve Trakya Filibe bölgesine
sürüldüklerini belirtmiştik. Daha önce İtalya bölgesine
gönderilenler ve sonrasında Bulgaristan bölgesine gönderilenler
coğrafyaya alışmanın yanı sıra kendi inanışlarını da hem gizli
veya açık yaşamaya hem de yaymaya çalıştılar. Bulgaristan’da
Basileios isimli bir şifacı (hekim) etrafında inanç sistemi yeni bir
şekil almıştı. ‘Tanrı’ anlamındaki BOG ve ‘acısın’ anlamındaki
MILOTTI Slavca kelimelerinin birleşimi ile ortaya çıktığı
düşünülen Bogomilizm39, Bulgaristan başta olmak üzere
Sırbistan, Makedonya, Bosna bölgelerine yayılmıştı. 10-14.
yüzyıllar arasında bölgede bu etki devam etti. Osmanlı’nın
bölgeye gönderdiği akıncıların büyük kısmının Kalenderi
(sonradan Bektaşi) dervişleri ile birlikte bulunması sonucunda
bu Heterodoks inanç Bektaşilik ile kendine yeni bir çatı bularak
Bosna’ya kadar İslamlaştı.

39
Batı'nın İki Yüzü, Bağnazlık ve Tolerans, Yalçın Kaya, Pentagram, 2008
204
Bogomil inancı, Bulgar Çarı Peter Zamanında (927-969) Patrik
Teofilakt’ın Çar’a yazdığı mektup ile kayıt altına alınmıştı.
‘Manicilikle karışan Pavlikan bir soytarılık’ olarak Patrik Çar’a
şikâyette bulunmaktaydı. 972 yılında Papaz Kosma ‘Sapkınlık’
üzerine yaptığı konuşmada bu öğretinin yayılması hususunda
Bogomil isminde bir vaizi suçlamaktaydı. Ortodoks ve Katolik
Kilisenin ikisine karşı da söylemleri olan bu vaiz ve takipçileri
Meryem Ana’yı kutsal kabul etse de Teslise inanmıyordu.
Tanrı’nın kötülükle anılamayacağını düşündüklerinden, İsa’nın
abisi veya düşmüş bir melek olarak gördükleri Şeytanı Zerdüşt
ve Manici kökenlerin etkisinin görüldüğü düalist bir yaklaşımla
önemli bir yere koyuyorlardı.
Haçı kutsal bir simge olarak saymıyorlardı. İsa’nın öldürüldüğü
bir eşyayı kutsamayı eleştiriyorlardı. Kilise ve binaların Tanrı’ya
ev olamayacağını, Tanrı’nın bir yere sığdırılamayacağını iddia
ediyorlardı. Haliyle papaz ve psikoposların kilise üzerinden
çıkar elde ettiklerini düşündüklerinden bir din adamı sınıfına
ihtiyaç olmadığını ileri sürüyor, ibadetler içinse evlerini
kullanıyorlardı. İnancın ve Tanrı’nın insanın kalbinde olduğunu,
dolayısıyla insanın gittiği her yerin onun için tapınak olduğunu
iddia ediyorlardı. Bu yönüyle kilisenin tahtını sarsıyor ve büyük
tepki topluyorlardı. Ayrıca kölelik, başkası için çalışmak gibi
kavramları şiddetle eleştiriyorlardı. Ortaklaşa çalışma, emek ve
varlık paylaşımı gibi konularda halkı cesaretlendiriyorlardı. Bu
düşünceleriyle de feodal beyleri ve devletleri ürküterek, halkı
isyana teşvik ettikleri iddialarıyla kovuşturmalara uğruyorlardı.
İnandıkları gibi hiyerarşisiz bir toplum mevcut düzende tehdit
olarak görülüyordu.

205
Mahşer günü, ahiret ve ölüler için diriliş konularını
reddediyorlardı. Bunların hepsi maddi bedenden kurtuluş ile
ilgiliydi. Maddi isteklerin kötülüklerin anası olduğunu
düşündüklerinden Gnostikler gibi maddiyat kafesinde ruhun
tutsaklığından kurtulmanın gerekliliğine inanıyorlardı. Tanrı ile
birleşmek için bedensel dünya ile temastan kaçınmak
gerekiyordu. Bundan dolayı ‘seçilmişler’, cinsel ilişki, et ve
şarap gibi dünya nimetlerinden el etek çekmeliydi.
1118 yılından inancın yayıcısı olduğu düşünülen Basileios,
İmparator Aleksios Komnenos’un buyruğu ile yargılanarak diri
diri yakıldı.
Zaman içinde Fransisken rahipler tarafından ‘dönüştürülmek’
üzere delegasyonların gönderildiği ve dine geri döndürmenin
başarısız olduğu toplulukları yerinden sürmek gibi
uygulamaların yapıldığını da görüyoruz. 1250 yıllarında
Avrupa’da 4000 civarında Bogomil vaiz bulunduğu kayıtlara
geçmiştir. Hal böyle olunca cemaatleri ile toplamda büyük bir
nüfustan söz etmek mümkündür. Bu bölgeden başka İtalya,
Fransa ve İspanya topraklarına doğruda hem göçler hem
sürgünler ile inanışları aynen ya da farklı şekiller alarak
yayılmıştır. 1231 yılında Papa IX. Gregorius Floransa’da
Bogomillere karşı engizisyon başlatmıştır. 1233’te
Lombardiya’da yargılamalar yapıldığı, 1254 yılında Papanın
İtalya’da yaşayan tüm Bogomillere karşı haçlı seferi başlattığı
bilinmektedir. Fakat Kudüs fethi için veya İslam’a karşı değil ilk
haçlı seferi Bogomilizm’in ikiz kardeşi Katharlar’a karşı
başlatılmıştı. Şimdi de Katharlar’ı inceleyelim.

206
KATHARLAR
10. yüzyılda dünya inanç temelinde Ortodoks kilisesinin ve
Katolik kilisesinin bölgelerinde uyguladıkları baskıların
etkisindeydi. Ancak bu iki kilise de kıyasıya bir egemenlik
yarışındaydı. Öyle ki Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u
kuşattığında Ortodokslar "Papa’dan yardım almaktansa
Sultan’ın kavuğunu yeğleriz." diyorlardı.
Batı Roma’nın Germen kavimlerin akınları ile 476 yılında
yıkılması sonucu Avrupa’da devletler değil şehir
devletçiklerinden söz edilebilirdi. Beylikler ve prenslikler söz
konusuysa da merkezi güçlü devletlerin oluşması Fransa’dan
başlayarak henüz zaman alacaktı. 9-10. yüzyıllarda merkezi
hükümetlerin tüm coğrafyaya hâkim olduğu bir senaryo söz
konusu değildi. Böyle bir ortamda daha önce Anadolu’dan
sürülen ve Sicilya ile Kuzey İtalya’ya gönderilen Pavlikanlar ile
Bulgaristan’da yeşeren aynı kökene sahip Bogomilizm batıya
doğru yayılmayı daha uygun bulmuştu. Güney Fransa’da
Oksitanya olarak adlandırılan bölge bir başka buluşma noktası
oldu. Özellikle de Languedoc. Oksitanya OC dili konuşulan yer
anlamına geliyor. Böylece bölgedekilerin diğer halklardan bariz
şekilde farklı bir dil konuştuklarının altı çizilmiş oluyordu.
Katharsis kökünden türeyen ve ‘arınmışlar’ anlamına gelen
Katharlar bu bölgeyi kendilerine merkez seçmişlerdi. Önce
incelediğimiz pek çok topluluk gibi çiftçilikle geçiniyorlardı.
Ancak Katharlara göre özel mülk kabul edilemezdi. Hep birlikte
üretilip, bölüşülmeliydi. Emek harcamayan soylu bile olsa
emekten hakkını alamazdı. Kölelik ve serflik (toprak ağası,
feodal bey adına toprak işleyen köylü) kabul edilemezdi. Kulluk

207
ve bir insanın diğer insana üstünlüğü de kabul edilemezdi. Bu
sebeple kadın ve erkek de eşitti.
Katharlar Cennet, Cehennem, Mahşer, Ahiret gibi kavramları
kabul etmemekteydiler. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmasını
yadırgarlardı, o sevgiyi getiren bir mesaj ileticisi olarak
görülüyordu. Onun öldürülmesinde kullanılan Haç’ta haliyle
kutsal kabul edilemez, put ve haç benzeri objelere tapılamazdı.
Katharlar doğuştan ilk günahtan sorumlu olma fikrini de kabul
etmeyerek vaftiz uygulamasını kaldırmışlardı.
İnanış anne babadan geçemez ancak özgür bilinçle anlaşılabilir
ve seçilebilir, bu yüzden de yetişkin yaşa gelip kendi seçerse kişi
Kathar olarak anılabilirdi. Lider olarak seçtikleri ‘yetkinler’ ya
da ‘kusursuzlar’ öldürme eyleminin hiçbir türünü
uygulayamazlardı, bu yüzden de et yiyemez, evlenemez, cinsel
ilişkiye giremezlerdi. Katharlar ömürlerinde ‘Son Teselli’ denen
Consolamenent ritüeline hazırlanırlardı. Çok zorlu bir hazırlık
döneminden ve bazı çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirdi.
“Consolamentum” (Teselli) adı verilen inisiyasyon törenine
pek önem verilirdi. Bu aşamadan sonra, yetkinler
“Tanrısal Işık” ile dolar, bunu dünyevî nesnelerle kirletecek
olan şeylerden kaçınır, evlenmez, mülk sahibi olmaz, et
yemez, şarap içmezlerdi. Tarım işlerinde çalışmaz, hatta ekmeği
bile doğramaz, günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin
bir yaşam sürerlerdi. Yine Gnostik kökler ve Tanrısal Işık
kavramlarına ek olarak Mani gezgin rahipleri gibi dünyadan el
etek çekme halini gözlemlemekteyiz.

208
Ancak inanç yönüyle kiliselerin, eşitlikçi ve özgürlükçü
söylemleriyle feodal beylerin ve devletin tepkisini çeken
Katharların da aynı sona uğraması sürpriz olmadı.
Buradan sonrasını Yalçın Kaya’nın Hıristiyanlık ve Felsefesi
eserinden alıntılayarak öykünün acı sonunu aktarabiliriz:
***
Günümüze kadar gelmiş Engizisyon tutanaklarında, günlüklerde
bir dolu Kathar inançlısının adı geçmekle birlikte, öne çıkmış bir
şef ya da lider adına rastlanmaz. Topluluk iki ögeden
oluşmuştur. Kusursuz denilen din adamları ve inananlar. Kathar
öpücüğü yanaktan üç defa yapılır. Bu gelenek Languedoc
bölgesinde günümüzde de uygulanmaktadır.
Kathar inancında yalan kadar yemin de yasaktır. Bu
nedenle Engizisyon’da “Ben Kathar değilim, çünkü yalan
söylerim.” diyerek canını kurtaran birçok Hıristiyan olduğu da
söylenir. Gene bu inanca göre en büyük günah alçaklık ve
korkaklıktır. Cesaret ise en yüce erdemdir.
Temel düşünceleri şudur:
“Kötülük bedenden, iyilik ise ruhtan gelir. Bu nedenle de
bedensel istekten gelen her şeye karşı perhiz
yapılmalıdır. İyilik ilkesi Tanrı kötülük ilkesi ise şeytandır.
Bundan ötürüdür ki Tanrı, kötülüğün kaynağı olan insansal
bedene giremez.”
Katharlar bu düşünceleri ile Hıristiyanlığın temel dogması
olan İsa’nın Tanrılığını yadsırlar ve de Katolikliğin de boş
inançlardan başka bir şey olmadığı kanısını taşırlar. Bir bakıma
Katharlar, Maniheizmin düalist düşünce dizgesini
209
Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışırlar. Maniheizm inancını
Bulgar Bogomilizmi’nden aldıkları için bunlara bazen Bulgarlar
adı da verilmekte. Kathar inançlıları Eski Ahit kitabını yadsırlar.
Çünkü onlara göre Yahudilerin Tanrı’sı JVHV kötücül
bir Tanrı’dır. Kathar inancını taşıyan çeşitli mezheplere Avrupa
kıtasında rastlarız. Örneğin: Fransa’nın güneybatısında Albiler,
kuzeyinde Publicain’ler, Dalmaçya ve Kuzey İtalya’da
Patarino’lar, Ren ülkelerinde Ketzer’ler gibi. XI. ve XII.
yüzyıllarda Avrupa’nın birçok bölgesinde egemen olan Kathar
inancı bir ara 16 kiliseyi yönetmiş ne var ki sonunda feodal
soyluların çıkarlarına yenilmiştir.
Başlangıçta gizli gizli örgütlenen Kathar mezhebi 1167 yılında
Constantinopolis’ten gelen Nicetas adlı Bogomil metropolitinin
yönettiği ve Toulouse yakınındaki Saint Felix de Caraman
kasabasında toplanan din kurultayı ile açığa vuruldu. Daha
sonraları OC senyörleri, Kathar din adamları ile Katolik
papazların tartıştıkları açık oturumlar tertip etmeye başladılar.
Son olarak 1204 yılında Aragon Kralı’nın girişimi ile toplanan
Kathar-Katolik uzlaşma kurulunda Papalık temsilcisinin
savurduğu tehditler bu işin silah yoluyla çözümleneceğinin ilk
belirtisi oldu.
OC senyörleri hızla asker toplayıp Haçlılar’a karşı koymak için
hazırlıklara başladılar. Katharlar’a karşı sert önlemler almayı
reddeden Toulouse kontu 1207 yılında Papalık tarafından
afaroz40 edildi. Bir yıl sonra bir subayın Montpellier kapılarında
Vatikan’ın bir elçisini öldürmesi bardağı taşıran son damla oldu.
Papa III. Innocent’in çağrısı üzerine Kuzeyli senyörlerden

40
Aforoz: Dinden çıkarma
210
kurulu bir Haçlı ordusu Oksitanya’ya inerek Beziers kalesini
kuşattı. Tüm kale halkı Katoliği, Musevisi, tümü aralarına
Kathar inançlılarını da alarak Katedral’e sığındı. Haçlı
askerlerinin içlerinden Kathar inançlılarını seçmesi olanaksız
hale gelince kılıçlarından kan damlayan Kuzeyli Baronlar
Başpapaz Arnuad Amaury’nin huzuruna vardılar:
“- Kathar sapkınları çoluk çocuk Beziers Katedrali’ne sığınmış,
onları korumak isteyen dini bütün halk, Katoliğiyle, Yahudisiyle
aralarına karışmış. Tanrı’nın kullarını şeytana tapanlardan
nasıl ayıracağız Peder?”
Katharlar üzerine Haçlı seferini Roma adına yöneten Başpapazın
yanıtı şöyleydi:
“- Hepsini öldürün! Tanrı kullarını ayırmasını bilir.”

22 Temmuz 1209

O gün 20 bin kişi Tanrı’nın evine atlarıyla giren şövalyelerin


kılıçları altında can verdi. Bu vahşi katliamdan sonra Beziers
kalesini ele geçiren Haçlılar daha sonra
Carcassonne’a doğru ilerlemeye başladılar.
Carcassonne kalesini savunan 24 yaşındaki Vikont
Trancevel, kendisi Kathar inançlısı olmamasına karşın, onları
halklarından ayırmayı ve Haçlılar’a teslim etmeye yanaşmadı.
15 gün süren kuşatma sonunda Beziers kasabı Arnaud Amaury,
barış görüşmesi yapacağız diye kaleden çıkarttığı Vikont’u

211
tutsak alınca, kent halkı bir gece yarısı gizlice Carcassonne’u
terk ederek civardaki feodallere sığındı.
Carcassonne Senyörlüğü’ne atanan İngiliz Simon de
Montfort, OC’yı 9 yıl kana bulayan Fransız ordularını yönetir.
1210 Haziranı’nda 7 aylık bir kuşatma sonucu düşen Minerve
Kalesi’nde 140 kusursuz’u diri diri ateşe attırır. 1211’de Lavour
Kalesi düştükten sonra tam 400 Kathar din adamı alevlerde can
verir. Din adamları ateşlerde yakılırken sade Kathar inançlıları
ise göğüslerine kızgın demirle haç işareti dağlanarak serbest
bırakılır. Talihin bir cilvesi olarak, tüm OC’yı kana bulayan
Simon de Monfort bir kuşatma sırasında Kathar kadınları
tarafından fırlatılan bir mancınık taşıyla öldürülür.
1226 yılında Papa olan III. Honorius ile Fransa tahtına
çıkan VIII. Louis, Güney’e karşı yeni bir Haçlı seferi başlatırlar.
Bu sefer sonunda ise Languedoc Bölgesi Fransız Krallığı’na
tamamen bağlanır. İşte bu tarihten sonra
da Engizisyon Mahkemeleri kurulur ve onbinlerce insan
yakılarak öldürülür. Bu ateşlerde Kathar inançlıları yanında
birçok suçsuz insan da atılan iftiralar yüzünden yanar gider.
Geriye bir tek Kathar kalesi kalmıştır. Bu kale Pireneler
tepesindeki Montségur (sözlük anlamı emin kale’dir).
Günümüzde Andorra Prensliği sınırları içerisinde bulunan bu
kale, 1200’lü yıllarda eski birkaç yıkık duvardan ibarettir. VIII.
yüzyılda bir kont kızının çeyizini oluşturmuş, nesilden nesile
miras olarak geçmiştir. O yıllarda kalenin sahibi gene bir
kontestir. 1200’lü yıllarda Haçlıların OC’yı yakıp yıkması
üzerine bu kaleyi Katharlar’a bir sığınak olarak vermeyi
amaçlayan bu soylu kadın ilk iş olarak o sarp yamaçtaki kaleyi
212
onartmaya başladı. Sarp yamaçları, yürünmez patikalarıyla
ulaşılmaz olan bu kalenin o günün koşulları içerisinde nasıl
onarıldığını anlamak zor.
Montsegur’ün mimarisini günümüzde inceleyen uzmanlar
kalenin ölçülerinde altın oran denilen ölçülere uyulduğunu
saptamışlardır. Üstelik bu kalenin
bir güneş tapınağı özelliklerini de taşıdığı söyleniyor.
1242 yılının Mayıs ayında Guillaume Armaud
Başkanlığındaki Engizisyon yargıçlarının Toulouse kenti
ovasında bir kasabaya yerleştiklerini haber alan Kathar
şövalyelerinden 60 kişilik bir atlı birlik,
başlarında komutan Pierre Roger olmak üzere yargıçların
kaldıkları kasabaya daldılar. Kendilerine yardımcı olan kasaba
halkının yardımıyla tüm Engizisyon görevlilerin kelleleri
kesildi. Ne var ki Fransız ordusunun misillemesi de bir yıl sonra
1243’te başladı. Kraliyet güçleri Montsegur’ü kuşattılar. Kathar
yuvası şatoda 200 yeminli Kathar, 100 şövalye ve gerisi de
çocuk olmak üzere toplam 500 insan vardı. Kuşatma güçleri ise
onbin kişiydi. Uzayan ve kışa sarkan kuşatma, kuşatanları
perişan etti. Kaledekiler gizli dehlizler ve patikalardan ovadaki
yerleşim merkezleriyle ilintisini sürdürürken, kuşatanlar
bağırsak enfeksiyonları ile birer birer telef oluyorlardı.
Deneyimli dağcı olan 12 aylak Bask savaşçısının kuşatıcılar
tarafından kiralanması olayların akışını değiştirir. Gene de şubat
sonuna değin dayanan kale 1 Mart tarihinde teslim olacağını
bildirir. Yapılan görüşmeler sonunda 15 gün içerisinde kalenin
kuşatanlara teslim edileceği ve içindekiler için af getirileceği
koşulu ile anlaşma yapılır. Ancak bu af Kathar inançlıları için

213
geçerli değildir. Onların affedilmeleri için inançlarından
caydıklarını yüksek sesle söylemeleri gerekmektedir. Eğer
inançlarından dönmezlerse gene odun ateşlerinde
yakılacaklardır. Kale komutanı Pierre Roger’in neden 15 günlük
bir ateşkes müddeti istediği üzerinde günümüzde bile tartışmalar
yapılmaktadır. Bu müddet içerisinde Kathar olmayan 15 askerin
de ateşte yanacaklarını bile bile bu mezhebe girdiklerini ve tüm
Katharlar’ın “son teselli” duasını alarak kusursuz olarak
yanmaya hazırlandığı bilinen gerçeklerdir.
Sonunda beklenen gün geldi, Montségur mağlupları 225 Kathar
şövalyesi başları dimdik çoluk çocuk demeden
yanan ateş çemberine girmek üzere yürüdüler. Tüm izleyenler
büyülenmiş gibiydiler. Haçlı seferinin dinsel kutsayıcısı Narbon
Piskoposu, havadaki hayranlık kokusunu alır almaz, bu
olağanüstü manzaranın yüzyıllarca bir miras gibi gelecek
kuşaklara geçeceğini hissetti. Bunu sezer sezmez de bir ok gibi
fırladı ateş çemberi ile Katharlar’ın arasına dikildi.
“- Durun, durun diyorum size! Bir kez daha düşünün. Aranızda
cayan yok mu hiç mezhebinden? Engizisyon kararına karşın
ben, bir şans daha tanıyorum nedamet getirenlere!”
Katharlar duymadılar ve durmadılar. Kafileye öncü-
lük eden Kusursuzlar’dan Berttrand Marty başka bir
soruya yanıt verir gibi gülümseyerek söylendi:
“- Biz hepimiz kardeştik.”

214
16 Mart 1244
Kale komutanı Pierre Roger tarafından kalenin gizli bir
bölgesine saklanan dört Kusursuz 15 Mart’ı 16’ya bağlayan gece
iplere tutunarak sarp kayalıklardan aşağı indiler. Peyre Boğazı’nı
geçerek Pireneler’in art yamaçlarındaki bir mağaraya, aralık ayı
sonlarında bir hazine sandığı çıkardılar. Daha sonra değerli
yükleriyle birlikte Ussan şatosuna varıp, orada bu hazineyi
zamanında saklayan iki Kusursuz’la buluştular. Tarih bu
noktadan öteye Kathar hazinesinin de dört kaçağın da izini
kaybediyor. 700 yıldır Pireneler’de yaşayan her insan bu
hazineyi bulabilmek umudunu taşımaktadır.
1255 yılında son iki Kathar şatosu Queribus ve Puylaureus de
düştü. 1321 yılında ise son Kusursuz olan Guillaume
Belibaste’ın da yakılmasıyla Kathar öğretisi ve eylemi tarihe
karıştı.
Günümüzde şubat sonlarında üniversiteler kenti olan
Toulouse’da öğrenci karnavalı yapılır. Yüz binlerce genç K-
Tare adını verdikleri şenliklerde Engizisyon yargıçlarının
kuklalarını ateşe atarlar. Toulouse’dan yola çıkarılan bir Kathar
meşalesi Montségur kalesine doğru elden ele götürülür.
Günümüzde Toulouse Belediye kitaplığında ve Lyon müzesinde
Katharlar’ın kutsal kitaplarından örnekler vardır. İşkence
tutanaklarının belgelerine de rastlarız. Montségur eteklerinde
diri diri ateşe atılan Katharlar’ın anısına dikilen anıtta beş köşeli
bir yıldız oluşu dikkat çekicidir.41

41
Batı'nın İki Yüzü, Bağnazlık ve Tolerans, Yalçın Kaya, Pentagram, 2008
215
***
Görüldüğü gibi kendi halinde yaşayan ve çiftçilikle geçinen
köylüler Papalık, derebeyleri ve devletlere tehdit görülmüştür.
Bu bölgede Kathar inancı kanla silinmiş görülmektedir.
Montségur kalesi ise adeta Divriği’de gördüğümüz sarp
yamaçlara yapılmış Pavlikanların son kalesini andırmaktadır.
Kathar inancının bölgede sonra yaygınlaşarak büyük zenginlik
ve güç kazanacak olan Tampliye (Tapınak) şövalyelerince de
gizliden gizliye yaşatıldığı, onların da kaçamayarak sonlarını
hazırlayan Engizisyon mahkemelerince yöneltilen
suçlamalardan olmuştur. Kudüs’ün kaybından sonra önce Akra,
sonra Kıbrıs ve en son Languedoc bölgesine Büyük Üstat
makamının taşınmış olması da bu ihtimali güçlendiriyor!

216
III. BÖLÜM

217
İSLAM
İbrahim’in İshak isimli oğlundan İsrailoğulları’nın türediğine
inanılır. Diğer oğlu İsmail’le Mekke’ye giderek Kâbe’yi inşa
ettiği bilinmektedir. İşte İsmail’in soyundan da Muhammed
peygamberin geldiğine inanılmaktadır. 571 yılında Abdullah ve
Amine’den doğan Muhammed, ailesini kaybedince önce dedesi
Abdul Muttalip sonra amcası Ebu Talip tarafından büyütülür.
Sonradan damadı ve halifesi olacak Ali ile birlikte
büyümüşlerdir. Güvenilir olduğundan Muhammedül Emin
lakabıyla tanınır. Çobanlık ve ticaret yapmaktadır. Sürülerinden
sorumlu olduğu Hatice isimli zengin dul ile kendisi 25
yaşındayken evlenir.
Muhammed’in içine doğduğu ortamda bölgede Yahudiler,
İseviler, Sabiiler gibi Kuran’da tek Tanrılı olduğu ve kendi
öncülü olduğu belirtilen kitap ehli ile birlikte çok Tanrılı ve
Putperest olarak tanımlanabilecek topluluklardan oluşan bir
inanç iklimi vardı.
Sabiiler kendilerini Âdem’e dayandırsa da Filistin-Ürdün
bölgesindeki Heterodoks Yahudi inancından kaynaklandığı
düşünülmektedir. Sabiiler tarafından büyük bir önder ve Işık
peygamberi olarak görülen Yahya, İsa’nın da geleceğini haber
vermiştir. Yaşadığı dönemde vaftiz uygulaması ile öne
çıkıyordu. Ancak zamanla Yahudi ruhban sınıfı ve Roma ile
kolkola oluşturdukları düzenden rahatsız olan Yahya Kudüs
dışında kendi cemaati ile bir topluluk oluşturmuştu. Bu
faaliyetlerden rahatsız olan Yahudi din adamlarının şikâyet ve
kışkırtması ile Herod Antipas tarafından Yahya’nın başı
kestirilmişti.

218
Takipçileri baskılardan Kuzey Mezopotamya’ya kaçtılar.
Kuzeyden gelen Mecusi baskıları ile de daha sonra Güney
Mezopotamya bölgesine dağıldılar. İşte Sab veya Sabv
kökünden doğan ‘Dönme’ler olarak Araplarca isim takılan bu
grup da bölgede yaşamaktaydı. Sabiilerin kullandığı Mandence
dilinde Sabaa aynı zamanda ‘Vaftiz Etmek’ anlamına da
gelmekteydi. Bundan dolayı araplar sıkça vaftiz töreni
gerçekleştiren ve temizliğe önem veren bu gruba ‘mugtesile’,
‘suya dalanlar’ ismiyle de sesleniyorlardı. Kuran da (Bakara
2/62; Mâide 5/69; Hac 22/17) üç ayette de Sabiilere atıf

219
yapılmaktadır.42 Buna göre; Yahudi, Hıristiyan ve Sabiilerden de
Allah’a iman edenler için kurtuluş ve cennet vaat edilmektedir.
Bunun dışında bölgede kabilecilik had safhadaydı. Ticaret
yolunda kalan Mekke’de önemli bir tapınma alanına dönüşmüş
Kâbe ise Kureyş kabilesince kontrol edilmekteydi. Her kabile
hatta aile kendi inandığı Tanrıları sembolize eden putlarını bu
ortak tapınma alanına bırakıyor, dönemsel olarak burada
şenlikler düzenliyorlardı. Gelip geçen kervan ve kafileler de
kurbanlar sunuyorlardı. O dönem için inanılmaz bir gelir kapısı
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Peki ama bu kabile ve put olayı
ne şekilde belirmişti?
İbrahim az önce belirttiğim gibi hanımı Hacer ve oğlu İsmail ile
Mekke’ye gelmiş, sonra burada birlikte Kâbe’yi inşa etmişlerdi.
Mekke’nin ilk halkı Yemen asıllı Amalika kabilesidir. Daha
sonra yine güneyden gelen Cürhüm kabilesi Hacer ve İsmail’in
izniyle buraya yerleşmiş, İsmail reisleri Mudad’ın kızı Seyyide
ile evlenerek akrabalık kurmuştur. İsmail peygamber olarak
Cürhümler döneminde Kâbe’yi idare etti. Sonra on iki oğlundan
Nabit b. İsmail aynı görevi yerine getirdi. Ondan sonra yönetim
Cürhümlü iki farklı ailenin eline geçti. Kuzey Mekke tarafını
Mudad, Güney Mekke tarafını Katura’nın liderleri olduğu aileler
yönetti. Zaman içerisinde nüfus çoğaldıkça İsmaîliler,
Adnanîler, Maaddîler ve Nizarîler gibi topluluklar meydana
geldi. İslam peygamberi Muhammed’de İsmail’in Cürhümlü
kadınlarla evlenmesinden meydana gelen soydan doğmuştur. Bu
soya zaman içerisinde Kureyşîler denilmiştir.

42
İslamansiklopedisi.org.tr
220
Cürhümlülerin Mekke hakimiyetine yine Yemen’den gelen
Huzaalılar son vermiştir. Huzaalılar’ın reisi Amr b. Luhay
ticaret için gittiği Şam’da Amalikalılar’ın putlara taptıklarını
görmüş, âdetlerini öğrenmiştir. Hubaal (Hübel) isimli putu
getirerek Kâbe’ye koymuş ve halkından bu puta tapmalarını
istemiştir.43 Böylece yerel kabileler ve gelip geçen kervanlarla
tüccarlardan her biri inandıklarını birer sembol olarak Kâbe’ye
sokmuştur. Kâbe’ye de ilk giren putun yine Baal ile ilişkili
olması dikkate değerdir. Buradan şunu da anımsamalıyız. Baal
ya da El inancında aslında onun taş ya da topraktan yapılmış bir
put olmadığını, olağanüstü güçleri açıklamaya çalışan insanın
zihninin verdiği cevap için sadece bir simge halinde şekilsel
heykel ya da diğer deyişle putlarının yapıldığını anlamak
gerekir. Tıpkı Musa’nın Sina dağından döndüğünde gördüğü,
yine bir peygamber ve kardeşi olan Harun’un yaptığı altından
Buzağı heykeli gibi.
Muhammed içine doğduğu toplumun inanışlarını
benimseyememişti. Dedesi Abdulmuttalip oysaki Kâbe’nin
sorumlusu idi ve Kâbe’nin sorumluluğu ailesindeydi. Bu sebeple
Muhammed’de sıklıkla buraya girip çıkıyordu. Ancak Tıpkı
İbrahim gibi bu ‘kendisine bile hayrı olmayan’ putları
sorgulamaya başlamıştı. Tıpkı daha önce gördüğümüz
aydınlanmışlar gibi Hira Mağarasına tefekküre çekiliyor,
kendiyle başbaşa kalıyordu.
Kimi iddialara göre Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kureyza
ismi verilen üç Yahudi Kabilesinden Mekke’de yaşayan kimi

43
Makale: İslam Öncesi Dönemde Mekke İdare Sistemi ve Siyasetinin
Oluşumu, Adem Apak
221
bilgeler ona peygamberlik geleceğini anlamıştı. Hatta
Muhammed’in gördüğü bir rüyayı anlattığı Yahudi Tüccar’ın
gizlice Yahudi bilginlerini toplayarak onun gelecek olan
peygamber olduğunu ve 900 yıl hüküm süreceğini anlattığı
risaleler mevcuttur. Buna göre Yahudiler bu durumdan zarar
görmesin diye onun çevresine toplandılar ve onu etkilemeye
çalıştılar. Zaten bu sebeple Kuran da bile ona bu sözleri birtakım
kimselerin öğrettiğini iddia edenlere cevaplar mevcuttur. Herkes
dilediğine inanmakta özgür. İster birilerinin etkilemesi ile ister
tefekkür sonucu açılan kalp gözüyle gelen ‘İlahi Mesaj’la 610
yılında Muhammed peygamberliğini ilan etmiştir. İslam
inanışına göre Cebrail adlı meleğin Muhammed’e ‘İkra’ yani
‘Oku’ emrini iletmesi ile nüzul44 başlamıştır. ‘Oku, yaradanın
adıyla oku.’ Alâk suresinin bu ilk ayetine rağmen günümüz
İslam dünyasının durumunu düşününce arada neler olduğunu
daha dikkatlice irdelemek gerekiyor.
Muhammed peygamberliğini ilk önce eşi Hatice’ye sonra da
amcasının oğlu Ali’ye söylemişti. Böylece bu iki kişi ilk kadın
ve erkek Müslümanlar oldular. Kitap boyunca pek çok kez
gördüğümüz çıkar savaşları yine karşımızdaydı. Kız çocuklarını
diri diri toprağa gömen cahiliye dönemi kabilelerine bu
adetlerinden dolayı kınama gösteren yeni din, köleliği de
kaldırıyordu. Elleriyle yaptıklarına tapmayı bırakmalarını ve
‘Tek’ olan Tanrı, yani İslâm’ın yüce Tanrısı Allah’a tapmayı
salık veriyordu. Elbette kıyamet koptu, Mekke’nin zenginleri
Kâbe’deki putlarını koyamayacakları, kurbanlar
kesemeyeceklerini öğrenecek tüccarların artık kervanlarının

44
Nüzul: İnme
222
uğramaz olacağını düşünüyordu. Bu sebeple daha doğarken yeni
dini boğmak ve baskı altına almak istediler. Onlar için yeni din
çok da önemli değildi. Önemli olan kendi çıkarlarını etkileyecek
oluşuydu. Derken o dönem Mekke’nin rakiplerinden olan
Medine’den bu yeni dine inananlara davet geldi. 622 yılında
Medine’ye ‘Hicret’ gerçekleşti. Ali hicretin gerçekleşeceği gece
Muhammed’in yatağına yatarak müşriklerin baskınında onun
yerine canını ortaya koymuştu. Ancak korkulan olmadı.
Kaçabildiler.
Neden Medine’den çağrı geldi? Belki de Onun Yahudi akıl
hocaları vardı fikrini desteklercesine Medine Yahudi
ağırlıklıydı. 622 yılında yapılan Medine Sözleşmesine de
bakarsanız, Yahudilerle Müslümanlar arasında bir akit ve
Kureyşlilere karşı bir birlik oluşturma noktasında fikir
vermektedir. Bir yandan da az önce belirtildiği gibi yeni doğan
dinin Yahudileri tehdit etmesinin önü alınmaktadır.
Medine Sözleşmesi’nin bazı maddeleri:
1. Yahudiler kendi dinlerinde serbest olacaktır.
2. Dışarıdan Medine’ye bir saldırı olursa Yahudi ve
Müslümanlar birlikte şehri savunacaktır.
3. Taraflardan biri Kureyşlilerle ittifak kurmayacak ve
onları himayelerine almayacaktır.
4. Müslüman ve Yahudiler barış içinde yaşayacak ama iki
toplum arasında bir anlaşmazlık olursa Muhammed
hakem olacaktır.
Medine onlara inmiş ayetleri duyurma ve dini tebliğ etme
konusunda fırsat verdi. 624-627 yılları arasında Mekkeliler ile
aralarında Bedir, Uhud, Hendek savaşları gerçekleşti. 628
223
yılında ise Hudeybiye Barış Antlaşmasını imzaladılar. 630
yılında Mekkeliler antlaşmayı bozsa da artık çok geçti. Bu
zaman zarfında yeni dine inananların sayısı çığ gibi artmıştı.
Özgürlük vaadiyle gelen kölelerden, dinlerinin beklediği son
peygamberin geldiğini düşünen eski kitap ehline kadar
kalabalıklar oluşmuştu. Artık Müslümanlar birkaç sapkın değil,
yeni baskın güçtüler. Böylece 630 yılında Mekke’ye yürüyen
Müslümanlar şehri aldı. Kâbe’yi putlardan temizlediler. 632
yılında İslam peygamberi Muhammed hayatını kaybetti. Farklı
zamanlarda ve farklı yerlerde gelen ayetleri peygamber bir gruba
aktarıyor onlarda deri ya da benzeri materyallere yazarak
saklıyor ve çoğaltıyorlardı.
Kimi âyetler bazı surelerden, sonra başka bazı âyetler başka
surelerden geldiği oluyor; bazı surelerin iki âyeti arasında uzun
zamanlar geçiyordu. Kimi zamanda bir toplulukta yeni
peygambere sorulan soruların bir süre sonra âyet olarak cevabı
iniyordu. İndirilen âyetler konulara göre bir araya getirilerek
Sureler oluşturuldu. Buna göre 114 sure mevcuttur. Âyet sayısı
ise sure başlarındaki Besmele (Bismillahirrahmanirrahim) ile
huruf-u mukatta denilen 29 âyetin başındaki anlamı bilinemeyen
seslerin (Elif-lam-mim veya ha-mim gibi) kimilerince âyet
sayılması kimilerince sayılmaması sebebiyle tam sayıda
anlaşılamasa da; 6236 âyet Ali’den aktarılarak Kûfeliler
tarafından kabul edilen sayıdır. Bir başka göz önünde tutulması
gereken durumu da hatırlatmak isterim. Âyetlerin iniş sırası
başkadır, surelerin oluşturulması ile diziliş sırası başkadır.
Örneğin Alâk suresi’nin ilk âyeti ‘Oku’, ilk inen âyet olmakla
birlikte Alâk suresi Kuran’ın 96. suresidir.

224
Peygamberin hayatı, yaşam dönemindeki mücadeleler,
değerlendirmeler vb. dini araştırmaların konusu ve bu konularda
yazılmış çokça eser var. Bu yüzden ben İslam dini geldikten
sonra ne oldu nasıl oldu da çok çabuk bir sürede yine
anlaşmazlıklar çıktı bu konuya eğilmek istiyorum.

225
HALİFELİK MESELESİ
Zilhicce ayının 18. gününde Mekke ile Medine arasında Rebiğ
Vadisinde bulunan Gadir Hum’da (Hum Göleti) bir olay
meydana gelmiştir. Veda haccının dönüşünde Muhammed
kafileyi durdurmuş, ileri ya da geride olanları da yanına
çağırmıştır. O sırada Maide Suresi 67. âyet inmiştir.
"Ey elçi, rabbinden sana indirilen buyruğu onlara bildir. Eğer
bunu yapmazsan onun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş
olursun. Elbette ki, Allah seni insanlardan korur. Kuşkusuz
Allah inkârcılar topluluğunu doğru yola ulaştırmaz."
Bunun üzerine kızının eşi ve kendi öz amca oğlu olan Ali’yi
yanına çağırarak elini havaya kaldırmış ve:
"Ey insanlar, Allah benim mevlâmdır. Ben de sizin
mevlanızım. Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır."
demiş, özellikle Şii anlayışa sahip kişilerce yorumlandığı
şekliyle burada kendi vefatından sonra Ali’yi artık nebi ve resul
kapısı son peygamberle kapandığı için Velî olarak atamıştır.
Bu olaylardan sonra Maide suresi 3. âyet nazil olmuştur.
"Bugün dininizi olgunlaştırdım; size olan nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslam’ı seçtim."45
Bu inanışa göre dini Allah’ın emrettiği şekilde yaşayan ve
Kuran’ın hem zahir hem de batın anlamlarını herkesten iyi bilen
Ali, peygamberin vefatı sonrası için velayet makamına
atanmıştı. Üstelik âyetlerle de desteklendiği şekilde bu Allah’ın

45
Sorularla Alevilik, M. Cemil Kılıç, Kamer, 2015

226
Muhammed’e bildirdiği bir husustu. Peygamber sonra ölüm
döşeğindeyken de ‘insanları çağırın, benden sonra kime biat
edeceklerini söyleyeceğim.’ dediğinde ölüm halinde ne dediğini
bilmiyor denilerek engellenmişti.
632 yılında vefat gerçekleştiğinde Ali, peygamberin kızı Fatma
ve yakınları evde cenaze işleri ile uğraşırken eski kabilecilik
anlayışı yeniden dirildi. Mekke’nin aileleri birleşerek Ebu-
Bekir’e biat ettiler. Ebu-Bekir aynı zamanda Muhammed’in
kayınpederi idi. Medine’ye birlikte kaçtıkları, güvendiği bir
zattı. Ancak iş velayet meselesi olunca görünen o ki işler
değişmişti. Gadir’i Hum’da Peygambere ve Allah’a söz
verdiğini unutmayanlardan kimi biat etmeyerek Ali’nin evinde
toplandılar. Ancak onların üzüntü ve cenazelerinden başka
dertleri yoktu. Yine de işler o kadar kızıştı ki, Ömer
önderliğindeki bir grup Ali’nin evini sardı, odunlar dizerek evi
yakmaya kalktılar. Kapıyı da ateşe verdiler. Yanan kapıyı
tekmeleyerek açan Ömer kapının ardındaki Peygamberin kızı
Fatma’ya zarar vermiş ve karnındaki 6 aylık (Muhsin isimli)
bebeğin düşmesine sebep olmuştu. Ancak Ali’nin halifelik ya da
makam gibi bir derdi yoktu. Bu sebeple toplumun daha ilk
günlerden böyle bir sebeple bölünmesini istemedi. Ebu Bekir’in
halifeliğini kabul etti. Ebûbekir (632-634), Ömer (634-
644), Osman (644-656) ve Ali (656-661) yılları arasında
halifelik yaptı. Bu devreye dört halife dönemi denilmektedir.
Bu dört halife döneminde, bir inananlar grubu olmaktan İslam
Devleti haline dönüşülmesi Ömer sayesinde olmuştur
denilebilir. İlk parayı bastıran, Kuran’ı derleterek ciltli halde
bastıran kişi olmasının yanı sıra fetihler onun döneminde başladı
ve hızla yayıldı. İran, Irak, Suriye ve Mısır’ı İslâm toprakları
227
arasına dâhil etti. Kudüs, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan,
İskenderiye onun zamanında fethedildi.
Ebu-Bekir’den sonra yine halifelik için Ali ismi geçerken Ömer,
Ömer’den sonra yine Ali ismi geçerken Osman halifelik görevini
almış, Kureyş’in önemli ve zengin aileleri kendi aralarında karar
vererek halifeliği istedikleri kişiye verir olmuşlardı. Ancak
Osman’ın mensubu olduğu Beni Ümeyye ailesini kayırdığı
sebebiyle çıkan isyanlarda Osman öldürülmüş, Ali 656 yılında
halifelik biatını almıştır. Ancak zengin aile meselesi
Müslümanları daha başından bölmeye devam etmektedir. Şam
valisi ve Osman’ın akrabası Muaviye, Ali’ye haber salarak
Osman’ın katilleri bulunmadığı müddetçe biat etmeyeceğini ve
gerekirse savaş açacağını bildirmiştir. Nitekim Sıffın savaşında
karşı karşıya gelen taraflar arasında ilginç bir olay yaşanmıştır.
Ali’nin ordusunun kalabalık olduğunu ve yenileceğini anlayan
Muaviye askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran sayfaları
taktırmıştır. Elbette saldırıyı durduran Ali, diğer tarafın
aralarında hakem seçilmesi talebini insanların baskısıyla kabul
etmiş ancak seçilen hakemlerden Ali’nin hakemi karışıklığı
çözmek için ‘iki tarafında halifeliğini kaldıralım halk kendisi
yeniden seçsin’ deyince, Muaviye’nin hakemi Amr bin As,
‘onun hakemi onu azletti, Muaviye’nin hakemi ben de
Muaviye’yi halife seçtim’ diyerek oyun etmiştir. Onu hakem
olayını kabul etmesi için ikna edenler bu sefer neden bu kararı
kabul ettiğini yadırgayarak Ali’nin ordusundan ayrılmışlar ve
hariciler adını almışlardır. Zira Ali daha sonra bir haricinin
zehirli kılıcı ile öldürülmüştür.
Muaviye’nin halife seçilmesi ile valisi olduğu Şam İslam
devletinin başkenti oldu. Ali’nin vefatından sonra ise Kûfeliler
228
büyük oğlu Hasan’ı halife seçtiler. Muaviye bu durum üzerine
savaşmakla tehdit ettiğinden Hasan ile bir anlaşma yapıldı.
Muaviye kendisinin yerine başka bir akrabasını halife tayin
etmeyecekti. Bu anlaşma ile kan dökülmemesi için Hasan
görevinden feragat etti. Ancak o ölünce Muaviye anlaşmayı
bozdu ve kendisinden sonra oğluna biat etmeleri için insanlarla
görüşmeler yaptı. Ancak Hasan ile anlaşmaları sebebiyle
kimseden onay alamıyordu. Muaviye ölünce oğlu Yezid halife
oldu. Anlaşmanın bozulması ve İslam’ın bir ailenin hanedanı
haline dönüşüyor olması diğer Müslümanları rahatsız etti.
Kûfeliler Hüseyin’e haber salarak halifelik için onu
destekleyeceklerini bildirerek davet ettiler. O sırada Yezid
Medine Valisi dahil herkese mektuplar göndererek biat46
istiyordu. Kûfelilerin destek çağrılarını ciddiye alan Hüseyin
yaklaşık 70 yakınıyla buraya seyahat ederken binlerce Yezid
askeri ile karşılaştı. Fırat ile aralarına giren askerler Kerbela
çölünde ne Kûfeye ne Medineye gidişlerine izin verdikleri bu
kişileri susuzluğun pençesinde katlettiler. Yezid’in halife olması
ile Müslümanların kendilerine lider seçmesi yerine bir ailenin
saltanatıyla Emevî dönemi başlamış oluyordu. İslam öncesi
farklı şekilde zenginlik ve gücü elinde tutanlar şimdi de İslam’ın
halifelik makamı ve devleti ellerinde tutuyorlardı ve bırakmaya
niyetleri yoktu. Böylece 680 yılında Yezid, Hüseyin ve
yanındaki 70 kişiyi acımasızca katlettiğinde, İslam tarihinin
belki de en büyük yarasını açtı.

46
Biat: Bir kimsenin yönetim ve egemenliğini tanıma
229
TASAVVUFUN DOĞUŞU
İslam’ın doğuş döneminde din Kuran temelliydi. Peygamber bile
kimi konularda yorum yapmıyor, âyet gelmesini bekliyordu.
Peygamber Muhammed, İsa ve Musa gibi öncüllerinden farklı
olarak mucizevi biri olmak yerine ‘güzel ahlâk’ örneği profili
çiziyordu. Peygamberin hayatı ve ilk dört halife döneminde
Kuran’ın yerine başla sözler koymak, Peygamber’in sözlerini
yani hadisleri yazmak yasaktı. Ancak Emevî dönemiyle birlikte
başta saltanatı güçlendirici ya da halifeleri övdürücü olmak üzere
pek çok hadis türemeye başladı. Peygamberi tanıyanların
kendileri hayatını yitirmiş olsa bile, onun çocuk ya da torunlarına
ve hatta tanıdıklarına aktardığı sözler ‘Peygamber şu konuda
böyle demişti’ şeklinde toplanmaya başlandı. Kimileri ‘sahih’
yani güvenilir olsa da pek çoğunun uydurma olduğu
bilinmekteydi. Yine de halkın zihninde fikir oluşturma işi için
biçilmiş kaftandı. Hadisler öyle etkili oldu ki, Kuran’da
doğrudan açıklanmayan her konu için bir başvuru noktası haline
dönüştü. Kimi olaylar karşısında peygamberin farklı tutumları da
yine aktarılanlar arasındaydı. Örneğin bir gün eli kanadığında
abdestini yenilediği, bir gün de savaş halindeyken eli kanasa bile
aynı abdestle namaz kıldığı gibi değişik durumlardaki
davranışları inançsal yorum farklılıklarına ve mezhepsel
bölünmelere yol açtı.
Peygamberin bir gün hırkasının altına aldığı Ali, Fatma, Hasan
ve Hüseyin için bunlar benim ‘Ehl-i Beytim’dir dediği
bilinmekteydi. Ehl’i Beyt hane halkı demek olsa da Kuran’dan
kimi âyetler ve peygamberin kimi sözleri temel oluşturularak
Ehl-i Beyt’e özel önem verenler ve yaşamından sonra bu soyun
liderliğinin takip edilmesi gerektiğini düşünenler olmuştu.
230
‘Kurân ve Ehl-i Beyte sarılanlar kurtulacaktır.’ diyen
peygamberin bu işaretini takip edenler Şia olarak ayrılmıştı.
Ancak hadis ve sünnet’i dinin temeline yerleştiren Ehl’i Sünnet
de bahsettiğimiz yorum farkları sebepleriyle ayrılmaya ve farklı
mezhepler oluşmaya başladı. Herkes kendi yolunu hak mezhep
sayarak diğerlerini dinden çıkanlar olarak görmekteydi. Bu
süreçler yaşanırken İslam’ın cihat ve fetih hızı yavaşlayarak
Müslümanlar arası mücadelelerin başlaması kaçınılmazdı.
Genişleyen İslam Devleti topraklarında Arap aileler ön planda
idi. Üstelik Şam’a taşınan devlet başkenti ve Emevî yönetimi ile
zenginlik ve şaşa da öne çıkan unsurlardan olmuştu. Mevali
diye adlandırılan Arap olmayan Müslüman ahali ise eşitlik ve
özgürlük dini olarak gelip yayılan İslam’ın bir aile ya da ırkın
üstünlük ve zenginlik sebebine dönüşmesine tepkiler
göstermeye başlıyordu. Kûfe, Basra, Fustat gibi yeni kurulan ve
Arap Fatihlerin ordugâh şehirlerinde onların işlerini yapan
farklı alt kimliklerden nüfus birikmeye başlamıştı. Arapların
kavim üstünlüğü iddiasını gören diğer alt kimlikler
kültürlerinde getirdikleri eski inanışlarını da yeni öğrendikleri
İslam ile bağdaştırmaya çalışıyorlardı. En çok da bölgede
yaygın olan Mani ve Zerdüştlük gibi inançlar. Üstelik bin
yıllara dayanan Pers kültürü gibi bazı kültürler onlara göre
kabile devleti sayılabilecek Arapların getirdikleri dine
yaklaşsalar da yine de gururla kültürel varlıklarını korumak
istiyorlardı. Örneğin sırf bu yüzden mevcut Emevî yönetimine
muhalif olan Şia yolunu seçen geniş kitleler vardı.
Daha İslam’ın ilk yüzyılında kılıç zoruyla dinin yayılması ve
zenginlik ve şaşa ile devlet aristokrasisinin oluşturulmasından
rahatsız olan kimileri kurtuluşun yalnızca Zühd ve Takva ile
231
mümkün olduğunu düşünerek buna uygun bir yaşam sürmeye
çalıştılar. Takva, günahtan kaçınmak ve ibadete kendini vermek
olarak açıklanabilir. Zühd ise yalnızca haramdan kaçınmak
değil helal olsa bile dünya nimetlerini terk etmek anlamına gelir.
O yüzden ‘Zahid’ler yoksul bir yaşam sürmeye özellikle önem
verirlerdi. Yaşama yetecek kadar kazanç ve onun dışında tüm
zamanın ibadete ayrılması. İşte böylece tasavvufun ilk ham hali
karşımıza çıkıyordu.
Ammâr, Habbâb, Bilâl, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz,
Huzeyfe gibi zahidler tasavvuf zincirinin ilk zinciri sayılabilirler.
Veysel Karâni, Ebû Müslim el-Havlani, Habîb el-Acemi, Hasan-
ı Basrî, İbrâhim b. Edhem gibi kimi zahidler silsilenin ikinci
halkasını oluşturmaktaydılar. VII ve VIII. yüzyıllara
gelindiğinde üçüncü halka olarak İbrâhim el-Havvâs, Bişr el-
Hâfi, Cüneyd-i Bağdâdî, Beyâzîd-i Bistâmî gibi isimler
sayılabilir. Cüneyd-i Bağdâdî gibi isimler Irak’ta tasavvufu
olgunlaştırıp yayarken, Hamdûn el-Kâssâr, melamet adı verilen
akımla Horasan yöresinde tasavvufu yeşertiyordu.

232
HALLAC-I MANSUR
“Hakka olan aşk, hakka götürür, Bir’e olan aşk, Bir’e götürür!”

Ölmeden önceki son sözlerini verdiğim tarihte özel bir yer


kaplayan sufilerden birini de incelemek gerekir: Hallac-ı
Mansur.
Hallac, Beyazıd-ı Bistâmî öldüğünde henüz küçük yaşta olsa da
onun felsefesinden çok etkilenmiştir. Bâyezîd-ı Bistâmî Horasan
yakınlarında doğmuş ve sufiliğin kurucularından sayılan bir
zattır. Benliğin yok edilerek Hakk’a ulaşılması gerektiği
bununsa kademe kademe olacağı fikrine sahiptir.
Nitekim kendisi Allah’a hitaben O’na nasıl erebileceğini
sorduğunda, “Nefsini bırak da öyle gel” cevabını aldığını, bunun
üzerine gömleğinden çıkan yılan gibi nefsinden ve benliğinden
sıyrılıp çıktığını ifade etmişti. Sahip olduğu mertebeye aç karın
ve çıplak bedenle, nefsini on iki yıl çekiçle döverek ulaştığını
söyleyen Bâyezîd bu mertebede âşıkla mâşukun bir ve aynı, her
şeyin “bir”den ibaret olduğunu görmüş, “Ey sen ki bensin!”
şeklinde kendisine yine kendisinden nida edildiğini söylemiş,
fenâdan da fâni olmayı gösteren bu hali ifade etmek üzere
“Heme ûst” (her şey O’dur) sözünü kullanmıştır.47
O’nluk (eneiyyet, entiyyet, hüviyyet) deyimlerini sık sık
kullanan Bâyezîd maksadını genellikle soyut kavramlarla
açıklar. Kendi benliğinden geçip Allah’ın zâtına ulaşmayı bir
mi‘rac hali olarak uzun uzadıya tasvir eder. Daha sonra öbür

47
İslamansiklopedisi.org.tr
233
sûfîlere de örnek olan bu ruhî mi‘raca Attâr’ın Tezkiretü’l-
evliyâʾ adlı eserinde ve Sehlegî’nin Kitâbü’n-Nûr’unda geniş yer
verilmiştir. Şu ifadeleri Bâyezîd’in bu mi‘rac halini kısaca
açıklamaktadır: “Bir defasında Allah beni yükseltti ve
huzurunda durdurup, ‘Ey Bâyezîd! Halkım seni görmek istiyor’
dedi. Ben de, ‘Beni vahdâniyyetinle süsle, bana kendi hüviyetini
giydir; beni ahadiyyetine yücelt, öyle ki beni gören halkın seni
gördüklerini söylesinler. Sen işte bu olasın ve ben burada
bulunmayayım’ dedim.”
Görüldüğü gibi her şeyin ‘O’ olması, kendinden geçip onunla
bütünleşme, ‘O’nun ‘sende’ görünmesi gibi fikirleri aslında
Hallac ilk kendisi bulmamış, öncülü sufilerden bu fikrî aşıyı
almıştır.
Hallac, büyük mutasavvuflardan Cüneyd-i Bağdâdî’ye öğrenci
oldu. Ancak tasavvuf sırlarını yalnızca çok yakınlarına veren ve
avam halkın anlamayacağını ve yanlış zanlarda bulunacağını
düşünerek kapalı kapılar ardında konuşan Cüneyd-i Bağdâdî
rivayete göre sırları aşikâr eden Hallac’ı zamanla yanından
uzaklaştırdı. Cüneyd’in “Galiba bir ağac parcasının ucunu
kırmızıya boyaman yakındır!” sözleriyle de onun geleceğiyle
ilgili kehânette bulunduğu rivayet edilir.
Sürekli oruç ve ibadetle zamanını geçirdiği, Hacca defalarca
gidip geldiği, bir keresinde bir sene boyunca Kâbe’nin kapısının
karşısında oturduğu söylenir. Zaman içerisinde Hindistan,
Horasan ve Türkistan, oradan Çin’e kadar ‘kafirleri’ Hakk’a
davet etmek için seyahatlerde bulundu.
O dönem ihlas ve takva, yani ibadet ve günahtan kaçınmanın
yanı sıra riya uygulaması da gelişmişti. Buna göre kişilerin
234
ibadetlerini yalnızca Allah’a göstermesi, karar ve yargının ona
ait olduğu, bu sebeple başkalarına göstermelik iyilik yapmanın
ve herkesin göreceği ibadetten kaçınılması gerektiği
düşünülüyordu. İnsanlar sizi ne kadar yadırgar ve ayıplarsa, siz
gizliden yaptığınız oruç ve namaz gibi ibadetler ve zühd ile Allah
katında o kadar makbul olurdunuz. Hallac’ta bu uygulamanın da
zirve yaptığı görülür. Âdeta insanların onu kötülemesi, işkence
etmesi ve öldürmesi için uğraştığı yine anlatılanlar arasındadır.
Tasavvufta geçirdiği zamanla Bistâmî’nin belirttiği makama
ulaştığını iddia eder ve meşhur ‘En’el Hakk’, ‘Ben Hakk’ım’
sözünü söyler. Aslında bilindiği gibi bu söz onun ölümüne sebep
olmamıştır. Şikâyetler üzerine tutuklanmış ve bir süre sonra
salıverilmiştir. Yaklaşık sekiz yıl açıktan söylediği sözler
sebebiyle devrin halifesi tarafından tasdik edilen cezası İbn
Abdüssamed tarafından uygulandı. Önce kırbaçlandı, sonra
elleri ve ayakları kesildi, ardından asıldı ve en son cesedi
yakılarak külleri bir cami minaresinden Dicle nehrine bırakıldı.
Aslında Hallac-ı Mansur’un dediği ‘ben evreni ve eşyayı yaratan
ve diğer insanların Tanrı’sı olan Allah’ım’ asla değildir. Onun
söylediği daha çok Tevhid yani her şeyin bir olduğu inancı ve
kendisinin bedeninden sıyrılarak artık ‘O’nunla bir olduğu
yönündeydi. Zaten tamamladığı cümlesinde şöyle diyordu:
“Beni gören, O’nu görür, O’nu gören ikimizi birden görür”
“O, benim içimde kendini tanıdı. O ben olarak, bedenimin ve
ruhumun içinde kendini buldu ve tanıdı. Ruhum ve bedenim
aşamaları geçti ve perdeler kalktı, O ben olarak benim içimde
tezahür etti.
O benim ve ben de O demek tamamen yanılgıdır. Gerçek küfrdür.
235
Hiçbir zaman O, ben, ben de O olamayız. O ve yaratılanlar aynı
değildir, sadece O, benim içimde kendini tanır, kendini açığa
vurur.
Kendini açığa vurandır. Ancak ben açanları keşfettikçe, O bende
kendini tanır ve her açandan sonra, O bende kendini açığa
vurur.”
“Tüm kademeleri geçtim ve ruhumun perdeleri bir bir yırtıldı, O
bende kendini açığa vurdu. O kendini bende tanıdı. O ve ben
bütündük, bir bedende iki ruh gibiydik ancak şarabın saf su ile
karışması gibiydi. O ve ben birdik ama aynı değildik birbirine
karışmıştık.
O kendini bende tanıdı, ben de kendimi O’nda. Beni gören Onu
da görmüş olur, O’nu gören ikimizi birden görmüş olacaktır.
Bana bakan gözlerin, gözlerimden O’nu görecektir. Sesimi
duyan kulakların, O’nun sesini de duyacaktır.
Ten en büyük perde değil midir O’ndan beni ayıran? Ayrı koyan,
ayrı imiş gibi görünen. Tendir araya giren, perdedir oysa arada
mesafeler kesafet olarak görünen.”48

Hallac Tur dağında Musa’ya yanan bir ağaç ‘Ben senin


Tanrı’nım’ dedi inandılar, yaratılanların en şereflisi insan bunu
dediğinde neden kimse inanmaz, ağacın kelâmı insanın
kelâmından üstün müdür diye sorguluyordu. Tanrı neden
insanda tezahür edemesindi?

48
Hallac-ı Mansur, En’el Hak Gizli Öğretisi, Kevser Yeşiltaş
236
Aynı zamanda Hallac bir tekâmül fikrine de sahipti. C anlılar ve
hatta cansızlar zaman içerisinde tekâmül ediyor, en son canlıların
en şereflisi insanda kâmil hâle ulaşabilirse ‘O’nunla yeniden
bütünleşebiliyordu. Bu sebeple de ölüm bir son değildi.

“Ölüm yoktur dönüşüm vardır. Ben öldüğümde dönüşürüm.


Bedenim Toprağa karışır, börtü böceğe yem olur. Börtü böceği
hayvanlar yer. O hayvanları, bitkileri insanlar yer ve ben yine
her insanda beden olur, tekrar dirilirim. Beden ölmez, toprak
olur, insan topraktan beslenir, yağmur da topraktan akar. Hiçbir
şey ölmez, her şey dönüşür. Hiçbir şey yok olmaz, her şey
dönüşür. Her daim diri olan ölür mü? O yüzden benim
ölümümde yaşam, yaşamımda ölüm vardır. Yaşarken öldüm,
öldüm ve dirildim. Dönüşümle tekrar hayat buldum. Bir beden
yüz beden, yüz beden yine bir beden olur. Bin can bir can, bir
can bin cana dönüşür. Ç ünkü tüm insanların yaratılışı tek can
yaratımı gibidir. Binlerce ruh yoktur, binlerce can yoktur, tek
bir can vardır tek bir ruh vardır ve sadece O vardır. Her şey
O’dur. O’ndan yansır ve tekrar ana kaynağına geri döner.”
Hallac-ı Mansur

237
AYRILAN YOLLAR

Zaman ilerledikçe dinin felsefi konuları da değişik


yorumlanıyordu. Kimileri dinin sadece Fıkıh, Kelam, Tefsir,
Hadis gibi yöntemler kullanabileceği ve bunun dışındaki yollara
sapanların dinden çıkacağını iddia ediyorlardı. Zaten belki de bu
sebeple ayrılanlar, yoldan çıkanlar ismini verdikleri Mutezile
Mezhebini de kabul etmiyorlardı. Bu mezhep akılcılığı ve
mantığı öne almaktaydı. Dinin temelleri olarak görülen âyet ve
hadisleri eğer akılla çelişiyorsa, mantık yoluyla daha farklı
yorumlamaya girişiyorlardı.
750 yılında Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan gelenler
Emevî yönetimini yenerek Kûfe’de Ebul Abbas’ı halife ilan
ettiler, Abbasi devleti kurulmuş oldu. Emevîler gibi Arap
milliyetçiliği yapmadıklarından diğer milletlerin silah zoruyla
değil isteyerek dine ısındığı bir dönem başlamış oldu. Üstelik
Harun Reşid gibi sonraları binbir gece masallarına bile konu
olacak meşhur kişilerin yönetimde olduğu ve felsefe gibi diğer
ilimlerin geliştiği bir ortam da oluşuyordu.
Bu arada Tarık b. Ziyad yönetimindeki İslam orduları Avrupa’da
karaya 711’de çıkarak Endülüs bölgesini hakimiyetini almıştı.
Abbasilerin Emevî yönetimine son vermesinden sonra kaçan
Emevîler Kuzey Afrika ve oradan da Endülüs’e geçiyorlardı.
Halife Hişâm b. Abdülmelik’in torunlarından Abdurrahman b.
Muâviye’de onların arasındaydı ve 756 yılında bölgeyi
hakimiyeti altına alarak Endülüs Emevî Devletini kurdu. Farklı
coğrafyalarda farklı hakimiyet alanları oluşurken bir yandan da

238
iletişimde olunan kültürler farklılaştığı için inanç iklimleri de
değişiyordu.
Bir başka durum ise Ali’nin halifeliğini hak gördüğü için
diğerlerinden ayrılan Şia tarafı Ali soyundan gelenleri ‘İmam’
olarak görüyordu. Altıncı İmam C afer-i Sadık’ın hayattayken
oğlu İsmail’i imam tayin ettiğine inanan bir grup, İsmail henüz
Cafer-i Sadık hayattayken vefat ettiğine inanmıyorlardı. Bu
sebeple onun yerine imam seçilen diğer oğlu Musa-i Kâzım’ı
kabul etmiyorlardı. Böylece Musa-i Kâzım ile devam ederek 12.
İmam Muhammed Mehdi’nin sırra karışması ile son bulan 12
imam sıralamasını reddettiler. 7. İmam kabul ettikleri İsmail b.
Cafer-i Sadık’ı son imam gördüler. Buradan İsmailîye kolu
ayrılmış oldu. İsmailîye’den bir grup da Ubeydullah el-Mehdî
etrafında toplanarak Mısır’da Fatîmî devletini 910 yılında kurdu,
bir başka hilafet iddiası da orada ortaya çıktı.
Siyasi ayrılıklar değişik bölgelerde değişik kültürel ortamlar
oluşmasına yol açıyordu. Üstelik fethedilen yerlerden elde edilen
yazmalar İslam alimlerini antik çağ Mısır ve Yunan felsefesi ve
diğer bilimlerle tanıştırıyordu. Platon gibi düşünürlerin eserleri
tercüme ediliyordu. İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi gibi bugün
gururla andığımız isimler bu etkiyle ve Mutezile bakış açısıyla
bilim ve aklı ön plana alıyor, İslam mantık ve felsefeyle
tanışıyordu. Deyim yerindeyse bir İslam Altın Çağı
yaşanmaktaydı. Ancak inançsal açıdan dönemlerinde pek çok
itham ve saldırıya maruz kaldılar. Dinden çıkmakla suçlandılar.
Pek çok din âlimi kendi inancı çerçevesinde yorumlar yapınca
etraflarında toplanan takipçileri de birbirinden ayrılır oldu.
Böylece mezhep dışında bir de aynı mezhebe mensup olsa bile
takip edilen farklı ekoller oluşmaya başladı. Bu ekollere ‘Yol’
239
anlamına gelen ‘Tarikat’ denilmekteydi. Elbette insanlar
kendileriyle aynı yolda yürümeyenlere yapıştıracak yafta
bulmakta gecikmediler. Zerdüştlük ve Mani gibi düalist inançları
tarif için kullanılan ve Zend-Avesta (Kutsal kitapları Avesta’nın
Yorumu) anlamında karşımıza çıkan ‘Zend’, ‘yorumlayan’ kök
olmak üzere Zendeka, ‘Zındık’ olarak dile yerleşti.49 Doğrudan
kafir ya da müşrik denemiyordu bu kişilere ama yorumlarıyla
sapkın oldukları ima ediliyordu. Böylece Zındıklık fikri dine
girmişti. Ancak Farsça kökenli bu kelimenin ilk olarak
Maniheistler için kullanılmış olması da hayli ilginçtir.

49
Zındıklar ve Mülhidler, Ahmed Yaşar Ocak
240
13. KABİLE HAZARLAR

Nuh’un oğlu Yafes’in soyundan geldiğine inanılan Türkler Çin


sınırından Avrupa içlerine kadar yayılmış göçebe halklardan
oluşmaktaydı. 80 yıl kadar Avrupa’da esen Atilla ve Hunların
etkileri için imâlı şekilde ‘çadırlar gelir geçer, şehirlerimiz
burada kalır.’ diyen Avrupalı tarihçileri yanıltacak şekilde en
fazla devlet kuran ve en uzun süre yaşayan devletlerin sahibi
genellikle Türkler olmuştur. Arap İslam ordularının fetih
akınlarıyla sıkça karşı karşıya gelerek kimi zaman kılıç zoruyla
Müslüman olduklarını söyleselerde sonra Gök Tanrı inancı
uygulamalarına döndükleri görülmektedir. Uygur devletinin
Kırgızlarca yıkılması sonrası bölgede hakimiyet kuran
Karahanlılar, siyasi bir tercih olarak 954 yılında Satuk Buğra
Han’ın İslamiyet’i devlet dini olarak belirlemesi ve ismini
Abdulkerim olarak değiştirmesiyle İslamiyet’i kabul eden ilk
Türk devleti olmuştur.
Türklerin dini inancı Şamanizm asla olmamıştır. Şamanizm
aslında bir dini inançta değildir. Kam veya Şaman ismi verilen
dini lider tarafından uygulanan bir ritüelin adıdır. Türk inancının
adı Gök (Kök) Tanrı (Tengri)’dır. Bu Tek Tanrılı bir inanç olup,
aşkın ve şekille sembolize edilemez bir Tanrıyı ifade etmektedir.
Tin (Ruh) ölümsüzdür. İyilerin ruhları Uçmak (Cennet)
kötülerinki ise Tamu (Cehennem)’ya varacaktır. Tanrı’ya
kurban kesilir, Tanrıyla doğrudan iletişim kurulamayacağından
doğadaki yansımalarından yardım dilenebilir. Kam ya da Şaman
adı verilen dini liderlerse dans ve müzik gibi aşkın bir ritim
duygusu ile Tanrı ile iletişim kurulabilecek bir bağ oluşturma

241
yeteneğine sahiptir. Kopuz gibi enstrümanlarla müzik yapılıp
dans ederek ve tıpkı evren gibi sürekli dönerek ilahi iletişimin
sağlanacağına inanç mevcuttur.
Yukarıda bir kısım inanç temelleri verilen ama oldukça derin bir
felsefeye sahip Türk dini, silah zoruyla dayatılan bir inanca
kolay teslim olmadı. 632 yılından 954 yılına 322 yıl. Bu sürede
bir başka ilginç olay daha yaşanmıştı. Hazarlar ismi verilen ve
Karadeniz’le Hazar denizi arasında yaşayan Türk boyları da
İslam’la karşılaştı.
Hazarlar 650 ile 985 yılları arasında var olmuş bir
imparatorluktur. İlginç olan bir durum ise ayrıca ‘Sabiler’ olarak
bilinmeleridir. İslam başlığında bunun anlamını incelemeye
çalışmıştık. İmparatorluk dedik, devlet değil. Artur Koestler’in
13. Kabile kitabında söylendiğine göre Bizans imparatorunca
Batı’da taç giyen C
harlemagne (Şarlman) ve Papa’ya gönderilen
mektupların mühründe iki solidi değerinde altın kullanılırken
Hazar Hanı’na gönderilen mektuplarda üç solidi değerinde altın
kullanılmaktaydı. Buradan Hazarların kendi dönemindeki
önemini anlamak mümkündür.
Hazarların hem kuzeyden gelen ve Bizans tarafından barbar
sayılan diğer halkların akınlarını engellemeleri açısından önemi
vardı hem de durdurulamaz biçimde dünyayı etkisi altına alan
Arap akınları karşısında aldıkları tavır sebebiyle. Arap orduları
Kafkasya’ya geldiğinde ilk defa düzenli ve kendilerinden güçlü
bir ordu ile karşılaşarak bozguna uğradı. Oysaki bu engel
olmasaydı, Kırım ve sonrasında kolayca elde edilebilecek
dümdüz topraklar önlerine serilmekteydi. Belki de Hazarlar
olmasa bugün Müslüman Avrupa’nın tarihini okuyor olacaktık.

242
Bununla da kalmıyor. 732 yılında Hazarların Arapları
yenmesinin ardından Bizans imparatoru V. Constantinebir Hazar
prensesi ile evlenmiş, ondan olan çocuğu daha sonra IV. Leon
adıyla Bizans imparatoru olmuştur, lakabı ise Hazar Leon’dur.
740 yılına gelindiğinde ise ilginç bir başka gelişme olmuştur.
Hazar Hanı, askeri komutanları ve saray erkânı Güneyde
savaştıkları Arap Müslümanlar ile diğer komşuları olan
Ortodoks Hıristiyan Bizans arasında kalmış ve üçüncü yolu
tercih etmişlerdir. Bu iki dinin de öncülü olan Museviliği!
Bugün Macaristan, Polonya, Ukrayna, Litvanya ve Kırım’da
hatta oradan türeyen ve göçenlerle dünyanın pek çok yerinde
yerleşik Musevilerin aslında İbrani değil Hazar kökenli olduğu
gen analizleriyle ortaya çıkarılmıştır. O yüzden Hazarlara
Yakup’un on iki oğlundan türeyen on iki kabilenin devamı
olarak on üçüncü kabile de denilmektedir.50
Görüldüğü üzere Karahanlılardan neredeyse 200 yıl önce bir
başka Türk devleti, resmi devlet dini olarak Museviliği
benimsemiştir. Yalnız Arap Coğrafyabilgini İstakhri iki tür Hazar
olduğunu ifade etmektedir. Kara Hazarlar adı verilen ve
neredeyse Hintlere benzeyen esmer savaşçı ve göçer halk ile
sarışın ve yakışıklı diye belirttiği Ak Hazarlar. Ak Hazarlar
yönetici sınıf ve saray erkanı olarak da ayrılmaktaymış.
Muhtemelen tüm bir toplum Museviliği hayatına yansıtmıyordu.
Muhtemeldir ki Gök Tanrı ritüelleri de devam etti. Ancak Ak
Hazarlar denilen yönetici sınıf içerisinde Hazar denizi
çevresinde Musevilik yaygınlaştı. Elbette Musevilik derken

50
13. Kabile, Artur Koestler
243
Tora’nın yasaları olduğu kadar inisiye olmuş kapalı bir topluluğa
öğretilen Kabala bilgilerinin de bu kişiler arasında öğretilmiş
olması ihtimalini değerlendirmek gerekir. Hatırlayacak olursa
Kabala harf ve sayılar üzerine yapılan yorumlar ile Gematria,
Notorikon ve Temura adlı yöntemleri içermekteydi. Böylece
İslam şeriatı ve tasavvuf felsefi yorumları bölgeyi etkisi altına
almadan harf ve sayılara özel önem atfeden bir ekolün bölgeyi
ziyaret etmiş olduğunun da altını çizmiş olduk.

244
BİR FİKRİN TEMEL TAŞLARI
Tanrı’nın evreni yaratımı ve bunu yaparken kullandığı yöntem
konusu çok eski tarihlerden beri üzerinde kafa yorulan bir
konuydu. Yöntemi matematik olarak gören ve sayıları ön plana
alan ilk düşünürlerden biri Pisagor’du. Pisagor’a göre Arke,
yani her şeyin temelindeki temel töz matematik ilkelerdi. Pisagor
şöyle diyordu: “Başlangıçta Tanrı, Evrenin Ulu Mimarı, tüm
evreni zihninde geometriyle şekillendirdi ve dünyayı sayılarla
nefes alıp vererek yarattı.”
1, bütün varlıkların sonsuz kaynağı ve sarsılmaz ilkesiydi. 2,
dişiliği temsil ediyordu. 3, uyum ve düzeni, eril olanı, maddenin
kapsadığı üçlü öğeleri; ateşi, suyu, havayı sembolize ediyordu.
4, tanrısal güce karşılık gelirken, 5, evlenmeyi, 6, nesillerin
devam etmesini; 7 ise akıl, ışık ve kuvveti simgeliyordu. 8, ahlak
ve erdemi, 9, adaleti temsil ederken, 10 ise kutsal kareye denk
geliyordu. Diğer bir deyişle; ilk yetkin tek ve çift sayıların
toplamı (1+2+3+4=10) arasındaki kutsal dostluğa.

Tetraktis

245
Pisagor’u pek çok filozof takip etti. Platon’a göre doğanın
gizemlerini çözecek anahtarlar sayılarda bulunuyordu.
Plotinos’a göre: “Tanrı, saltık olarak aşkındır, Bir’dir.”
Herakleitos ise sayılardan daha öne Logos’u alıyordu. Logos
(Evrensel us) evrenin yaratılışında etkin olmuştu, evrensel
uyumu ve sürekli değişimi düzenleyen bir yasa niteliğindeydi.
Yahudi düşünür İskenderiyeli Filon, Yunan felsefesiyle Yahudi
teolojisini birleştirmeye çalıştı. ‘Söz’ (Kelam) yani Logos, için
şöyle diyordu: “Söz, Tanrı’dan ilk doğandır… Yaratılışta
Tanrı’nın aracıdır.”
Bu inanış Yeni-Platonculukta da etkin oldu. Gerçeği
bilinemeyen ‘Varlık’, saltık ve sonsuz güç olarak giz
evrenindeyken, kendine duyduğu aşkla tecelli etmiş ve ilk önce
logos olarak ortaya çıkmıştır. Böylece ‘Varlık’tan ‘Oluş’a geçiş
‘Söz’le ve sözü nitelendiren ‘Harf’lerle gerçeklemiştir.
Gnostik inanışa göre’de ‘Tanrı insanı yani Âdem’i yaratıp ona
eşyaların ismini öğretti’ denilirken burada ona harflerin
bilgileri verildiği kastedilmektedir. Gnostik inançlarını
günümüze dek sürdüren Mandeizm’in (Sabiiler) dinsel
tasarımına göre evren ve insanda harflerin gizemleri saklıdır;
Tanrı’ya ulaşmak için bu gizemleri çözmek gerekir.
Hıristiyanlık’ta bu inanışa karşılık gelecek şekilde Yuhanna
incilindeki “Var olan, var olmuş ve gelecek olan, her şeye gücü
yeten Rab Tanrı, ‘Alfa ve Omega’ Ben’im diyor.” sözlerini
yorumlamakta ve alfabenin ilk ve son harflerine atıf
yapmaktadır.

246
Gnostik inanışa göre: ‘Yüce Us’un yarattığı evren, harfler ve
sayılardan oluşan bir kitap, bir Liber Mundi (Dünya Kitabı)
olmalıdır.
Kabala’daki Gematria, Temura ve Notorikon’dan bahsetmiştik.
Benzeri temel üzerine İslam dairesi içerisinde Cifr ve Ebced
ilimleri çıkmıştır. Cifr harflere sayısal değer vererek gelecek ya
da geçmiş olaylara yorumlama imkânı verdiğini iddia eden
uygulamadır. Cifr için gereken harf-sayı ilişkisini ise Ebced
sağlar. Arapçadaki her harfin sayıya dönüştüğü sistemin adı
Ebced’dir.

247
Ebced Tablosu
Hallac-ı Mansur “Kuran ilmi sure başlarındaki harflerde,
harflerin ilmi lamelifde, lamelif ilmi elifte, elif ilmi noktada,
nokta ilmiyse aslî marifette bulunur.” demiştir.
X. yüzyılda Basra’da çıkan İhvan-ı Safa adlı Batınî eğilimli
düşünce topluluğu felsefi öğretilerini harf ve sayı gizemciliği
üzerine kurmuştur. Buna göre Arap alfabesindeki harf sayısı 28
ve yarısı 14 sayılarına özel atıflar yapılmış, 28’in ay
248
takvimindeki gün sayısı ile ilişkisi kurularak kozmik yorumlara
da vardırılmıştır. İbn Sinâ da Fî Me’âni’l-Hurûfî’l-Hecâiyye
adlı yapıtında harflerin metafizik anlamlarını irdelemiş,
kozmogonik tasarımlarını harflere bağlamıştır. C üneyd-i
Bağdâdî, Sühreverdî, Geylanî gibi pek çok isim harfçiliği
benimsemişse de bu konuda en farklı yer İbn’ül-Arabî’ye
verilmiştir.51
Harf ve sayı ilminin en önde gelen ismi şüphesiz adı ve
sıfatlarından da anlaşılabileceği gibi Muhyiddin İbn Arabî,
Şeyhi Ekber, Sultanü’l Arifîn, Hatemü’l Evliya olarak bilinen
İbn Arabî’dir. 1165 yılında Endülüs’te Mürsiye’de dünyaya
gelmiştir. Zengin ve soylu olduğu, küçükken İbn Rüşd ile
tanıştığı gibi hayatı ile ilgili bilgiler mevcuttur. Tunus, Mısır,
Mekke, Bağdat, Musul yolculuğu önce Konya sonra Malatya ile
Anadolu’da sonlanmış ancak ölümüne yakın Şam’a yakın
Salihiyye bölgesinde bulunduğundan Kasyon denilen dağ
eteğine defnedilmiştir (1240). Füsûsü’l-Hikem ve 37 ciltlik El-
Fütûhâtü’l-Mekiyye gibi pek çok eser bırakmıştır. Hızır ile
karşılaştığına ve ilim konusunda ondan yardım aldığına kendi
takipçilerince inanılmaktadır.
İbn Rüşd, İbn Arabî gibi isimlerin geldiği bölge de ilginçtir.
Endülüs, Avrupa’daki Hıristiyan baskılarından kaçan
Yahudilerin buluşma yerlerinden olduğu gibi Aristo, Platon gibi
Antik Yunan filozoflarının da tercüme edilerek incelendiği bir
bölge olma özelliğindeydi. Konunun başında verdiğimiz
bilgileri bu gözle hatırlamakta fayda vardır.

51
Hurufilik, Ömer Tecimer
249
Böylece harf ve sayı gizemciliği İslam’ın en derinlerine nüfuz
etmişti. Kabalistik, Gnostik ya da başka kaynakla olsun, İslam’a
giren bu yorumlama şekli çok şiddetli tepki görmekteydi. Yine
de hız kesmedi.
“Yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış kitaba…
andolsun ki” (Tûr 52:2-3) sözlerindeki ‘yayılmış ince deri’,
İnsan olarak yorumlandı. Böylece insan yürüyen Kuran olarak
görülmeye başlandı. İnsanda ise gizli sırlar aramak gizemcilerin
uğraşı haline dönüştü. Bu zaman içerisinde bambaşka bir
noktaya varacaktı.

250
FAZLULLAH ESTARÂBÂDÎ
Kadı olan babasının görevi sebebiyle doğduğu Esterâbâdî kenti
sebebiyle Fazlullah Esterâbâdî olarak bilinen Şihâbeddin
Bahâeddin Fazlullah Esterâbâdî, ayrıca Fazlullah-ı Hurûfî ve
Fazlullah-ı Tebrizî olarak da tanınmıştır. Hurûfîliğin kurucusu
görülen bu kişi zaman içerisinde kendini Tanrı ilan ettikten sonra
Fazlullah-ı Yezdan olarak da anılmıştır. Fazlullah, Allah’ın
üstünlüğü; Yezdan ise Farsça Allah anlamlarına gelir. Hicrî 740,
Miladi 1340 yılında doğmuştur. İmam Musa el-Kâzım’la
bağlantılı olduğunu iddia ettiği soyu sebebiyle Seyyid sıfatını
kullandığı da görülmektedir. Eserlerin de ise Naîmî mahlasını
kullanmıştır.
Söylenceye göre çarşıda gezerken duyduğu:

“Sende sonsuzluğun özü varken neden ölümden korkarsın?


Sende Tanrı’nın nuru varken hangi mezara sığarsın?”
Beytinin peşine düşer. Fazlullah, Mevlana’nın olduğunu
öğrendiği bu sözler ile arayışa girer. İpek kıyafetleri ve
zenginliği bir kenara bırakarak keçeden kıyafetler giyer. Kendini
ibadet ve zühd’e verir. 18 yaşında iken de önce Hacca gider
ardından Isfahan, Harezm, Horasan, Şirvan, Azerbaycan ve
Arabistan’ı uzun süre dolaşır. Çocukluğunda çok iyi bir eğitim
almış ve İbnül Arabi’nin harflerin detaylı açıklamalarının yer
aldığı Fütûhâtü’l Mekiyye adlı eseri yanı sıra eski ve yeni Ahit
kitaplarıyla Kuran’ı detaylıca incelemiştir.
Rüyalar ve yorumları konusunda ileri derecede bilgileri
olduğundan nâmı yayılmış, bu konudaki çalışmalarını
251
Nevmnâme (Rüya kitabı) adlı eserinde yayımlamıştır.
Rüyalarında pek çok kişi onunla görüşüp ona mesajlar
veriyordu. İsa’dan Süleyman’a ona rüyalarında yol gösteriyordu.
Yine tanıdık bir olayla Fazlullah da karşımıza çıkıyordu.
Görüleri sebebiyle Ortodoks İslam’dan iyice uzaklaşan Fazlullah
bir mağarada tefekküre çekildi. 1374’te bir sesin ona
seslendiğini duydu:
“Zaman kendini ondan ayrıştırdığı anda, dünya eziyetten
tamamen kurtuldu.”
Kendisine vahiy edildiğine ve artık Zamanın Efendisi,
Peygamberler Sultanı olduğunu düşünüyordu! Hurûfîler bu
duruma Zuhûr-ı Kibriyâ (Tanrısal özün zuhur edişi, ortaya
çıkışı) gözüyle baktılar. Kendisinde Tanrı’nın ortaya çıktığına
inandı. Dahası etrafındakileri de buna inandırmayı başardı.
Arşname adlı eserinde insan bedenini ‘Tanrı’nın Tahtı’ olarak
tanımlıyor ve insanlara böyle anlatıyordu. Elbette bu fikirlerin
tepkileri doğurması çok sürmedi. Timur’un bölgeye hâkim
olduğu ve Osmanlı ile çekişmeli yıllardı. Timur bölgede bir de
inançsal huzursuzluk istemiyordu. 2 Eylül 1394’te Timur’un
oğlu Miranşah tarafından boynu vurularak öldürüldü. Bedeni ip
bağlanarak yerlerde sürüklendi. Bu sebeple Miranşah bölgedeki
Hurûfîler tarafından Maranşah (yılanların şahı) olarak anıldı. En
önemli eseri Câvidânnâme sonraki pek çok harf yorumu üzerine
verilen esere temel oluşturdu.

252
HURÛFÎLİK52
Ses (Savt) Hurûfîlere göre varlığın özüdür. Tanrı Gizler
Evreninde (âlem-i kitman) bir Gizli Hazine (kenz-i mahfî) iken
yani Saltık Bir’lik iken sesle var olmuş, evrende var olan her
şeye ses olarak yansımıştır. Tanrı “Ben, gizli bir hazineydim,
bilinmek istedim.” demiştir.
Ses cansızlarda bil-kuvve (potansiyel), canlılardaysa bil-fiil
(edimsel) olarak tezahür eder. Böylece varlık ve yokluğun
belirteci olur. İnsan ise istediğinde bilinçli olarak istediği ses’e
ve kelam’a (logos) hâkim olan canlı olarak varlıkların Tanrı
tezahürü için en uygun olanıdır.
Hurûfîlere göre yedi kat gökten sonra kürsî, onun da ardından arş
vardır. Tanrı altı günde evreni yaratıp yedinci gün arşa yükseldi
denildiğinde aynı zamanda Hurûfîlere göre arş olan Âdem’e yani
insan suretine dönüşmüştür. Âdem ve arş, her şeyin üstündeki
taht olarak 32 harften meydana gelmiştir. Burada da
Esterâbâdî’nin kullandığı alfabenin Arap alfabesi değil 32 harfli
Fars alfabesi oluşunun etkilerini görürüz. Böylece kimi zaman
28 kimi zaman 32 olmak üzere harf ve sayılarla diledikleri gibi
çekebildikleri yorumlara varmışlardır. Hurûfîler baktıkları her
yerde harf ve sayıları görmektedirler.
“Kelime-i şehâdette geçen Allah lafzında beş harf vardır; bu
harflerin adlarının yazımında 14 harf ortaya çıkar; yine kelime-
i şehâdetteki Muhammed lafzında da beş harf vardır ve bunların
imlası da 14 harf verir; böylece toplam 28 eder. Bunlara kelime-

Başlıktaki bilgilerin büyük kısmı Hurûfîlik, Ömer Tecimer ve


52

Hurûfîlik, Fatih Usluer eserlerinden derlenmiştir.


253
i şehâdetin ilk kelimesi Eşhedü’nün dört harfi eklenince sayı
32’ye ulaşır.”
Ali’nin “…Kuran fatihâdan, fatihâ besmeleden, besmele ba
harfinden ibarettir; bense o ba harfinin altındaki noktayım.”
dediği ileri sürülmüştür. Muhammed peygamber ise bir
hadisinde “Ben ilmin şehriyim, o şehrin kapısı Ali’dir.” demiştir.
Bu sebeple Ali, tasavvufun piri görüldüğü gibi, Hurûfîlerin de
çok önem verdiği ve sırların sahibi olarak görülmektedir. Aynı
zamanda noktayı simgeler, nokta ise tüm tevil yani yorumun
başladığı yerdir.
Nokta meselesi bir kinaye olmaktan öte inancın temelidir. Buna
göre söz ve kelime harf iledir. Harf ise mürekkeple kalemi
sayfaya dokundurduğumuzda oluşan ilk noktadan ibarettir.
Harfler ve cümleler bu noktayı açtığımız sürece var olabilirler.
O halde noktanın sırrına varmak gerekir. Bu sebeple Seyyid
İshâk “Ne istersen harfte ve noktada ara…” Penahî ise
“Noktadır genc-i vücud-u kâinât/ Noktadır esrâr-ı zât-ı külliyât”
demiştir.
Kuran’a göre Tanrı, Âdem’i yarattıktan sonra, ona nesnelerin
adlarını öğretmiştir (Bakara 2:31). Bu hem onların bilgisinin
öğretilmesi hem de dille vâr edilmeleri anlamına gelmektedir.
Ses anlık bir titreşim olarak kararsız ve kısa sürelidir. Ancak dili
biçime büründüren yazı, yani harfler sağlam ve süreklidir.
Böylece ‘Kelam’ dile getirdiği özneyle varlık bulur, kalıcı ve
kararlı halde varlık kazanır. İşte Hurûfîlere göre Allah bir miktar
balçığı almış, ona şekil vermiş ve sonra da ona harfler biçiminde
yaratılışın ayrıntılarını işlemiştir. ‘Biz insanı en güzel biçimde
(ahsen-i sûret) yarattık’taki en güzel biçim Tanrı’ya işarettir. Bu

254
sebeple insan Tanrı şeklindedir ve Tanrı’nın sırlarını şeklinde
taşır. Bu bağlamda insan yüzü, ‘Tanrısal Yüz’ (Cemalullah)
olarak kabul edilir. İşte insan yüzündeki 32 çizgi de Allah’ın
sırları olarak kabul edilerek “Tanrı yüzün sûretinden kıl talep /
Otuz iki hatt-ı veçh-i hatt-ı rab.” denilmektedir.
İki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi ana çizgiye ana çizgiler
(hutût-ı ümmîye) denir. Her insan doğuştan Havva’dan geldiğine
inanılan, bu yüzden de ana çizgiler denilen bu hatlarla doğar. Bu
çizgiler hal ve mahal yani kendileri ve bulundukları yerler olarak
ayrı hesaplandığından toplamda 14 kabul edilir. Bu hatlar bazen
de anasır-ı erba yani dört öğeyle çarpılarak 28 yani Arap
alfabesi sayısına denk getirilir.
Erkeklerin ergenlikte ortaya çıkan yedi hattı daha vardır. Sağ sol
yanakta iki bıyık, iki sakal, burun kılları ve dudak altındaki
enfaka… Yine bunları da hal ve mahal olarak çift hesaplayıp 14
sayısına ulaşılır. Böylece her yüzde 14+14 toplam 28 hatta
ulaşılır. Erkek hatlarına da baba çizgileri (hutût-ı ebîye) denilir
ve Âdem’den geldiğine inanılır. Fakat bahsettiğimiz gibi
Esterâbâdî Farsça 32 sayısına ulaşmak için peygamber
sünnetidir diyerek saçı ikiye ayırır böylece ana hatlar yedi yerine
sekiz olur, dört öğeyle çarpımıyla 32 sayısına ulaşılır!
İnsan yüzündeki burun elif, burnun iki yanı lam, gözler he
harflerini verir. Böylece yüzün iki yanında iki Allah yazdığına
inanılır.
Fazlullah’ın Tanrı’nın zuhur etmesi iddiasına inananlar ise
yorumu daha öteye götürerek Kulak fe, göz dat, burun ve kaşlar
lam’dır böylece insan yüzünden Fazlullah’ın sıfatı Fadl okunur
demişlerdir…
255
Hurûfîler insan için Veçhullah (Allah’ın yüzü), yedullah
(Allah’ın eli) ve eşâbi’u’r-Rahmân (Allah’ın parmakları)
deyimlerini de kullanmaktadırlar.

256
Hurûfîlerin çalışmaları çok derindir, akla hayale gelmeyecek
yorum ve hesaplamalara sahiptir. Bizim burada yapmak
istediğimiz sadece mantığını verip, sonra vardığı yeri takip
etmek. O sebeple çok daha derinine burada inmeyi gerekli
bulmuyorum. Ancak son olarak birkaç noktaya daha işaret etmek
faydalı olur. İlki harflerin şekillerinden de yorum yapıldığıdır.
Harfler, düz, eğri ve dairesel olarak sınıflandırılır. Bununla da
kalmaz bazı harflerin şekli itibariyle başka bazı konulara sembol
olduğu görülür. Örneğin Elif (‫ )ا‬kıyam, dâl (‫ )د‬rükû ve mim (‫)م‬
secde’ye karşılık gelmektedir.
Bir başka durum ise Kuran’da 29 surenin başında geçen ve
toplamda 14 harfin kullanımını gördüğümüz hurûf-u mukattaa
yorumudur. Örneğin Âl-i İmrân suresi başında elif, lâm, mim;
İbrahim suresi başında elif, lâm, ra gibi harfleri görürüz. Kimileri
bunların yalnızca peygambere verilen sırlar olduğunu
belirtmişse de hurûfiler bu harflerle ilgili de tevillerde53
bulunmuşlardır.
Hurûfîlere göre nübüvvet yani peygamberlik dönemi
Muhammed peygamberle, velâyet ve imâmet devri 12. imam’ın
gayba karışması ile kapanmıştır. Artık Uluhiyet dönemi söz
konusudur. Bu da insan-ı kâmil’in kendinde saklı sırları
keşfederek Tanrı katına yükselmesini ifade eder. Uyanma ve
aydınlanma ile kıyamet (ayağa kalkış), insanda saklı sırların
keşfi ile cennet artık yakındır. Bilgi cennet, cehalet ise
cehennemdir. Buna göre harflerin sırrını çözen artık uluhiyete
ulaşmış, dünyada cenneti bulmuştur. Başka bir boyutta
anlaşılamaz bir cennete de ihtiyacı yoktur. Böylece aralarında

53
Tevil: Yorum
257
tartışma olsa da çoğu Hurûfi için İslamiyet’in temel
inançlarından olan ahirete (cennet ve cehennem) iman prensibi
ortadan kalkmıştır. Ayrıca insan-ı kâmil’in uluhiyeti bulması
‘Hulûl’ inancını da getirmiştir. Tanrı bir insanda tezahür
edebilir. Bu inancı Fazlullah’ın çok incelediği Hıristiyan
inancından ve İsa’nın kutsal ruhla bütünleşmesi fikrinden aldığı
düşünülmektedir. Yine de bu İslamiyet için şirk ve küfür demek
olduğundan sadece Fazlullah’a değil takipçilerine de acı sonların
ulaşacağının da habercisidir. Fakat bu inanç Hurûfîliğe özgü
değildir. Aynı inancı Şii İsmaililiğin bir kolu olduğuna inanılan
Dürzilikte de görebiliriz. Onlarda kurucuları Hakim’in
bedeninde Allah’ın tezahür ettiğine inanmaktaydılar!
Fazlullah öldürülünce kızı ve halifeleri yönetimindeki gruplar
birkaç kez başkaldırı girişiminde bulunsa da başarılı olamadılar.
Doğudan Moğollar, güneyden Ortodoks İslam’ın temsilcilerinin
baskı uyguladığı bir ortamda batıda Selçukluların çöktüğü,
Osmanlı’nın henüz yeni ortaya çıksa da Trakya ve Avrupa
içlerine gözünü diktiği bir dönemdi. Küçük beyliklerin birbirine
kıydığı Anadolu toz duman içinde, ancak inançsal açıdan görece
daha rahat bir coğrafya idi. Bu sebeple Hurûfî inancına sahip pek
çok kişi ile birlikte Fazlullah’ın halifeleri de Anadolu’ya göçtü.
Mir Şerif gibi, Aliyyu’l A’lâ gibi halifeler itikâdî altyapıyı da
yanlarında taşıdılar. Özellikle Aliyyu’l A’lâ ulaştığı Hacı
Bektaş-ı Velî dergahına Anadolu’nun inancını büyük ölçüde
değiştirecek bir aşı yaptı denilebilir. Ancak belki de en etkili
halife dildeki ustalığı ile Seyyid Nesimî oldu. Göçer Türk halkı
yazılı edebiyatı geliştirecek altyapıya henüz kavuşmamıştı.
Oysaki Hurûfîlik harf ve sözde derinleşebilmek için okur yazar
olmayı ve dile hâkim olmayı gerektiriyordu. Ancak günümüz

258
Aleviliğinin yedi ulu ozanından sayılan Nesimî bilgileri ve sırları
sözlü kültüre taşımayı ustalıkla başardı. Böylece Anadolu’da
yürüyen Mushaf (Kuran’ın kitap hali) görülen insan artık
söylediği divan ile sırlarını da aktarabiliyordu.
Nesimî’nin kendi yazdığı veya ona atfedilen ve hatta Nesimî
mahlasını kullanan başka kişilerin yazdığı pek çok eser vardır.
Ancak şüphesiz en önemlilerinden biri aşağıda verdiğimiz
eserdir. Altlarında Türkçe açıklamaları ile bu eseri dikkatlice
inceleyelim:

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam


Cevher-i lâmekân benim kevn ü mekâna sığmazam
(İki cihan (dünya ve ahiret) benim içime sığar, ancak ben bu
dünyaya sığmam. Mekânsızlık cevheri bende, ben bu aleme
sığmam.)
Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam
(Bütün varlıklar ve mekân benim delilimdir. Başlangıcım varlık
sahibi olan Zat'la başlar. Sen beni bu işaretle tanı, ama bil ki ben
bu işarete de sığmam.)
Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam
(Hiç kimse zanla, kuşkuyla Hakk'ı bilenlerden olmadı. Hakk'ı
bilen bilir ki, ben zanna ve kuşkuya da sığmam.)

259
Sûrete bak vü ma'nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benim velî cism ile câna sığmazam
(Dış görünüşe bakıp bu dış görünüş içinde gerçek manayı, iç
görünüşü tanı. Çünkü beden de, ruh da benim. Ancak ben ruha
da, bedene de sığmam.)
Hem sadefim hem inciyim haşr ü sırât
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam
(Hem inci kabuğu hem de inciyim, yani hem dış hem iç. Mahşer
meydanı ve Sırat. Bunca kumaş ve binek takımıyla ben bu
dükkâna sığmam.)
Genc-i nihân benim ben uş ayn-ı ayân benim ben uş
Gevher-i kân benim ben uş bahr ile kâna sığmazam
(İşte gizli hazine benim. Görünenin aynısı işte benim. Bu hazine
kaynağının incisi de işte benim. Ancak ben ne denize, ne de
kaynağa sığmam.)
Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam
(Yeryüzü ile gökyüzü ve "kâf" ile "nun" gibi bütün her şey bende
bulunduğu için, ey bana akıl vermeye kalkışan kişi sesini kes.
Çünkü ben, sözlere ve açıklamalara sığmam.)
Gerçi muhît-i a'zâmım adım âdem durur âdemim
Dâr ile kün fekân benim ben mu mekâna sığmazam
(Gerçi her tarafı kaplayan ulu varlık benim, adım insan olduğu
için, insanım. Mâlik olan da, "ol" denilince olan da benim, ben
bu mekana da sığmam.)

260
Cân ile hem cihân benim dehr ile hem zamân benim
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zamâna sığmazam
(Ruhla aynı cihanı paylaşan, âlemle aynı zamanı yaşayan benim.
Ancak şu hoşluğa bak ki, ben ne bu âleme ne de bu zamana
sığarım.)
Encüm ile felek benim vahy ile melek benim
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam
(Yıldızlarla felek benim. Vahiy de melek de benim. Dilini tut ve
konuşma, çünkü ben bu dile de sığmam.)
Zerre benim güneş benim çâr ile penc ü şeş benim
Sûreti gör beyân ile çünkü beyâna sığmazam
(En küçük varlık da güneş de benim. Dört (dört unsur: toprak,
su, rüzgâr, ateş), beş (beş duyu) ile altı (altı yön: sağ, sol, ön,
arka, üst, alt) da benim. Sözle anlatılan görünüşü gör, ancak ben
anlatılana da sığmam.)
Zât ileyim sıfât ile Kadr ileyim Berât ile
Gül-şekerim nebât ile piste-dehâna sığmazam
(Sıfatımdan dolayı Zât ile birlikteyim, Berat'ım, imtiyazım
nedeniyle Kadr içindeyim, itibardayım. Şeker kamışı sayesinde
gül tatlısıyım. Kapalı ağızlara sığmam.)
Şehd ile hem şeker hem şems benim kamer benim
Rûh-ı revân bağışlarım rûh-ı revâna sığmazam
(Bal ile şeker benim Güneş benim, Ay benim. Herkese akıcı bir
ruh bağışlarım, ancak kendim bu akıcı ruha sığmam.)

261
Tîr benim kemân benim pîr benim civân benim
Devlet-i câvidan benim îne vü âna sığmazam
(Ok benim, yay benim, yaşlı benim, genç benim, sonsuz devlet
benim, mekâna ve zamana sığmam.)
Yer ü gökü düzen benim geri dönüp bozan benim
Cümle yazı yazan benim ben bu dîvâna sığmazam
(Yerle göğü düzenleyen benim, sonra dönüp bozan benim bütün
yazıları yazan benim, ben bu divâna sığmam.)
Nâra yanan şecer benim çarha çıkar hacer benim
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam
(Ateşten yanan ağaç benim, göğe çıkan taş benim. Bu ateşin
alevini gör. Ben bu lügate sığmam.)
Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşîmîyim Kureyşîyim
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam
(Gerçi bugün Nesimîyim, Hâşîmîyim Kureyşîyim ama menzilim
bundan büyüktür, ben menzile ve şâna sığmam.)

Bu bilgileri anlayıp özümseyince ancak Anadolu topraklarının


gizli sırlarını bağlama eşliğinde seslendirenlerin aşağıdaki
sözleri anlam kazanır. Sıdkî diyor ki:

Kaşların bismillah, yüzün Beytullah


Seni öz nurundan yaratmış Allah

262
Nesimî Azerbaycan’dan ayrılarak diyâr-ı Rûm denen
Anadolu’ya geçmiştir. Şiirlerinden burada Sivas, Tokat, Bursa,
Karaman, Erzincan, Kemah ve Maraş’a seyahat ettiği
anlaşılmaktadır. Nice zaman sonra Halep’e varan Nesimî, Mısır
Memlük egemenliği altındaki bölgede açıkça yaptığı propaganda
ve İslam Şeriatına aykırı söylemleriyle 1408 yılında derisi
yüzülerek can vermiştir.
Rivayet odur ki, katline fetva veren softa kadı: “Derisi
yüzülürken, akacak necis kanının herhangi bir uzva değmesi
halinde, şer’an o uzvun kesilmesi lâzım gelir.” demiştir. Yine de
işlem gerçekleşirken izleyen kadının parmağına bir damla kan
sıçrar. Halk softaya bakmaktadır, ancak can tatlıdır. Fetvasını
“dünya kanıdır, yıkarsınız çıkar…” diye değiştirir can
korkusuyla. Bunun üzerine Nesimî canını verirken son olarak şu
sözleri söyler:
Cânâ senden her ne kim gelse ciğerler ağrımaz
Hâk bilir bir nûş için bin niş vururlar ağrımaz
Seni sevmekten midir yoksa ayrıliktan mıdır
Vücûdum serta- kâdem binbir kıyarlar ağrımaz
Sofunun bir parmağın kessen, döner Hâk'tan kaçar
Gör bu gerçek âşıkı ki serâpâ soyarlar ağrımaz
Üç yüz altmış kitabı okutan anlamadı bu sırrı
Bu manidendir ki Mansur'u ber-dâr eder ağrımaz
Soyun ey Molla-yı sallâhlar Nesim'i âşıkın tenin
Bin çekiç vursanız dilâ- dilnâre titrer ağrımaz.

263
Hurûfîlik Anadolu topraklarında önceden beri işlediğimiz
Maniheizm, Pavlikanlar gibi Heteredoks yorumlar ve İslam’ın
Türk yorumları ile etkileşti. Üstelik Ermeni, Rum ve Yahudi
nüfus ile de çok kolay iletişime geçebiliyorlardı, çünkü
Fazlullah’ın eski ve yeni Ahit yorumları ile İsa’nın Mesih oluşu
hakkındaki fikirleri ortak paydada buluşmalarını
kolaylaştırıyordu. Hızla kendine yandaşlar buldu. Ancak harfler
ve yazı ile ilişkisinden dolayı saray çevreleri ve okumuş ahaliyi
de özellikle hedeflediler. Sivas yöresinin hâkimi Dulkadir
beyliğinin lideri Nasreddin bey Hurûfî inancını benimsediğinde
az da olsa bir başarı göstermiş oldular. Ancak Hurûfîler
baktıkları her yerde harf ve onun yorumlarını görüyorlardı. Bu
yorumlarıyla geleceği de okuduklarını iddia ediyorlardı. Bu
kapsamda peygamberin müjdelediğine inanılan İstanbul’un
Fethi olayının yaklaştığına inanarak İstanbul’u defalarca
kuşatmış ve almaya en yakın saraya, Osmanlı sarayına sızdılar.
1444’te Fazlullah’ın halifelerinden biri genç veliaht II.
Mehmed’i etkilemiş, müritleriyle birlikte saraya yerleşmişti.
Durumdan rahatsız olan Veziriazam Mahmûd Paşa, şehzadenin
Hurûfî inancına meyledeceğinden şüphelenerek ulemanın ileri
gelenlerinden Üçşerefeli Cami müderrisi Molla Fahreddin-i
Acemî’nin yardımını istemişti. Edirne sarayında uzun süren
soruşturmalardan sonra Acemî bu kişilerin Hulûl yani kişide
Tanrı’nın zuhur edebileceğine inandığını temel alarak haklarında
ölüm fetvası verdi. Edirne’de açılan büyük bir çukurda yüzlerce
Hurûfî yakılarak can verdi. Aynı Molla’nın Şeyh Bedreddin’in
ölüm fetvasını da veren kişi olması ise hayli ilginçtir.
Bu olaydan pek yakın bir zaman sonra İstanbul’u fethederek
Fatih Sultan Mehmed olarak tanınacak Sultan’ın ise bu

264
yaşananlarla ilgili bakışı bilinememektedir. Yine de mehdi
inancına sahip Hurûfîlerin, İstanbul’u mehdinin fethedeceğine
inanmaları ve bir şekilde Fatih Sultan Mehmed’in etrafında onun
fikirlerini etkileyecek kadar yakınlarında bulunmuş olmaları da
incelenmesi gereken bir durumdur.
Hurûfîler dikkat edilirse tıpkı Maniheistler, Pavlikanlar,
Katharlar gibi İslam inancında aslında olmayan deri yüzme, dil
ve uzuv kesme ile ardından yakma gibi cezalarla
öldürülmüşlerdir. Bunun sebebi, insan derisi ve vücudunda
bulunduğunu iddia ettikleri kutsallığın olmadığına halkı
inandırmak ve ispat olabileceği gibi tenasüh denilen yeniden
bedenlenme ve devr-i daim dedikleri ruhun tekâmülü
iddialarının önüne geçmek olabilir. Fakat öldürülmeleri onları
silmemiş aksine ölümsüz kılmış gibi görünüyor. Anadolu
inancına bıraktıkları izler ise başka başlıklarda incelenmeyi hak
ediyor. Ancak oraya geçmeden son olarak bir konunun daha
altını çizmekte fayda var. Tıpkı Pavlikanlar ve Bogomiller’in
Bizans ya da Bulgar Çarlığı tarafından ‘Işık’ olarak
isimlendirildiği gibi Hurûfîlerinde ‘Işık’ olarak adlandırıldığını
görüyoruz. Bu kişiler için Anadolu ve Rumeli topraklarında
çeşitli kayıtlarda tâife-i ışıkıyân olarak bahsediliyor. Örneğin
Sofyalı Şeyh Bâlî, Nesîmî’den ‘Işık’ olarak bahsediyor.
Anadolu’da Seyyid Gazi ve Rumeli Varna’da Akyazı Tekkeleri
‘Işık’ tekkeleri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak zamanla bu Işık
Tekkelerinin birer Bektaşî tekkesi olduğunu da gözlemliyoruz.
Zaten zaman içerisinde özellikle XVI. yüzyıl itibari ile
Kalenderî, Bayramî, Melamî ve en çok da Bektaşîlik içerisinde
Hurufîliğin eridiği ve artık ‘Işık’ sözünün Batınî ve Heterodoks
anlamında kullanıldığı görülüyor.

265
Araştıranlar zaman içerisinde hiç beklenmedik yerlerden bu
inancın söylemlerinin fışkırdığını da görebilirler. Mesela 1616
yılında Avrupa’da yayımlanan ve Rozkrua (Gül-Haç) örgütünün
manifestolarından biri olan Confessio Fraternitatis’te bu izi
bulmak şaşırtıcı olabilir:
“Tanrı, Kutsal Kitap’ta şuraya buraya yerleştirdiği işaretleri ve
harfleri, aynı biçimde yarattığı harikalara, gökyüzüne,
yeryüzüne ve bütün hayvanlara da belirgin olarak işlemiştir. (…)
Biz, büyülü yazımızı bu işaretler ve harflerden ödünç aldık;
bunlar, tüm varlıkların doğasını eşzamanlı olarak açıklama ve
ifade etmemizi sağlayan yeni bir dilin gelişiminde temel
oluşturdu. Bu yüzden, meramımızı diğer dillerde akıcı biçimde
dile getiremeyişimiz kimseyi şaşırtmamalı; çünkü biliyoruz ki bu
diller, Babil Kulesi’ndeki kargaşayla yitirilen, atalarımız
Âdem’in Enoch’un konuştukları dili tam olarak yansıtamaz.”
Dahası Optik, Fizik ve Matematik dehası olan, bir dönem Royal
Soceity’nin başkanlığını da yapan Isaac Newton gibi pek çok kişi
aynı yolu izlemiştir. Newton’un simyacılığı ve gizli ilimlere
ilgisi üstü örtülmek istenen bir konu olsa da, takıntılı bir şekilde
İncil’de harflerde saklı şifreleri bulmak ve bunlarla geleceği
tahmin etme isteği yeni çıkan el yazmaları ile artık gün yüzüne
çıkmıştır.

266
KALENDERÎLER
Daha önce bahsetmiş olduğumuz İslam tarihinde 661-750 yılları
arasında Emevî yönetimi altında mevâlî denilen gayri Arap
Müslümanların üzerinde uygulanan baskılar ve ayrımcılık,
Abbasî dönemindeki siyasi buhranlar ve mücadeleler tasavvufun
bütün bu olumsuzluklara karşı tepki olarak doğmasına yol
açmıştı. Antik Mısır, Yunan, Hint, Mezopotamya ve İran kültür
ve inanışlarını miras olarak yanlarında getiren mevâlî denilen
orta tabakanın kitabî Arap İslam anlayışına karşı geliştirdiği
mistik bir tepki olarak doğan tasavvuf, ilk önce zühd ve takvâ
etrafında gelişse de her biri döneminde İslam dışı ilan edilmiş
Bâyezid-i Bistâmî (874), Cüneyd-i Bağdâdî (910) ve Hallac-ı
Mansur (922) gibi mutasavvıflarca zühd ve takvânın yerine ilahi
aşk ve cezbenin54 galip olduğu Vahdet-i Vücud’a55 evrilmişti.
Irak’ta başlayan bu muhalif akımlar, İran ve Maverâünnehir’deki
değişik sûfî merkezlerde kendine yer buldu. İran mistik
kültürünü de derin şekilde içeren ve Horasan ile Maverâünnehir
bölgelerinde yaygınlaşan akımın kökü olarak ‘Melâmetîlik’ adı
anılabilir. İşte yaşadığı toplumun düzeni dışına çıkarak dünyayı
kaale almayan, bunu da günlük hayat ve davranışlarıyla dışa
vuran tasavvuf akımı Kalenderîlik böyle bir kökten doğmuştur.
Muhtemelen Sanskritçe Kalandara (kanun ve düzen dışı, düzeni
bozan) kelimesinden türeyen bu kelime zaten Budist, Zerdüşt ve
Maniheist etkiler içeren bu akımı tarif için kullanılmıştır. Eski
Hint fakirlerinin özelliği olan hayatını sürdürecek kadar eşya ve
elbise dışında hiçbir şeye sahip olmamak (fakr), bekâr olmak,

54
Cezbe: Aşırı ve coşkun duygu ile kendinden geçme
55
Vahdet-i Vücud: Varlığın Birliği
267
garip kıyafetler giymek, saç ve sakal gibi tüm tüyleri kazıtmak,
sürekli gezmek ve yiyeceklerini bile dilenmek, Brahma
rahiplerinde, Mani rahiplerinde gözlenmekteydi. Coğrafi olarak
devamını takip ettiğimizde de bu yaşam tarzını Kalenderî
dervişlerinde de gözlemliyoruz. Melametîler ibadetlerini gizli
gizli yapar, gösterişten çekinirlerken Kalenderîlerde farklı olarak
kalp temizliği ve niyet öne çıkarak ibadetlerden kaçındıkları
(kimi kayıtlarda sadece farz olanları yaptıkları) görülmektedir.
Çok erken kayıtlardan itibaren Kalenderîlerden ‘Abdal’ şeklinde
söz edildiğini görürüz. Ayrıca Türk zümreler arasında Bab, Baba
veya Ata isimleri de bu kişiler için kullanılmaktadır. Bu kişiler
çoğu zaman tıpkı Asya rahipleri gibi üst kısımları çıplak
gezdiklerinden Uryan, başlarını hiç tüy kalmayacak şekilde traş
ettiklerinden Cavlak isimleriyle de anılmışlardır. Bu yönüyle
Kalenderîlere kimi zaman Cavlakî denildiği de olmuştur.

Şekli olarak böyle tarif edilen Kalenderîler, dünya malından


geçtiklerini göstermek üzere mezarlıklarda yatmayı âdet
edinmişler. Ancak bu kişilerin bazı başka tarîkâtler gibi
inanırları arasında seçici olmamasından ötürü borçlusu, hırsızı,
katili birilerinden kaçmak istediğinde yine saçını sakalını kazıtıp

268
Kalenderî kıyafetlerine bürünerek aralarına karıştığından
toplumda katil, hırsız, soyguncu gözüyle bakıldığı da olmuştur.
Esrarkeş olduklarına kadar ithamlar ciddi olarak kayıtlarda
vardır. En önemli gözlemler ise küpeler ve takılar taktıkları;
yanlarında taşıdıkları üflemeli borular, tef, davul ve ziller ile
sesli bir şekilde kendilerinden geçerek Vecd haline ulaşmaya
çalışıp dans ettikleri yönündedir.
1455-63 arasında Yeniçeri olarak İstanbul’da bulunmuş
Konstantin Mihailoviç onlar için şu sözleri sarfetmiştir:
“Ne şarap ne de kvas içerler. Yemek için dilenirler. Yemekten
sonra ne kalmış ise onu fakirlere dağıtırlar. Genellikle akşam
yemeği yemezler. Hiçbir mülkleri yoktur. Şehirden şehir’e deli
gibi dolanırlar. Daire çizerek dans ederler. Ellerini birbirinin
omuzuna koyup, kafalarını sallayıp zıplayarak dans ederler.
Dans ederken la ilahe illallah diye bağırırlar. Sesleri çok
uzaktan köpek havlamalarını anımsatır. Danslarına sema
derler. Bunu önemli kutsal ve dinsel bir görev olarak yaparlar.
Üzerlerinde sular gibi ter akıncaya kadar hızla dönerler.
Yorgunluktan oraya buraya yuvarlanırlar. Bu çılgın yorgunluğu
attıktan sonra herkes yerine, yatağına döner”
Peki İstanbul’da ne işleri vardı?
Selçuklu kurulduğunda Tuğrul, Alp Arslan gibi ‘Kaan’ isimleri
kullanırken yıkılmasına doğru Gıyaseddin, Alaeddin, Keyhüsrev
gibi Arap ve Fars isimleri almış, İslam’ın kitabî yorumunu ve
şeriatı yoğun bir şekilde uygulayan ‘Sultan’ları vardı. Selçuklu
ortadan kaldırıldığında aslında bir uç beyliği olan Osmanlı
beyliği de diğer tüm beylikler gibi bir anlamda başsız kalmıştı.
Ancak diğer beylikler birbirleri ile uğraşmayı seçerken Osmanlı
269
zayıf düşmüş Bizans ve özellikle Marmara ve Trakya bölgesinde
kalan topraklarına yönelmişti. Yine kuruluş döneminde Ertuğrul,
Atman (sonradan Osman), Orhan gibi Türk isimleri seçmiş olan
Osmanlılar da zamanla Araplaşarak kimliklerini kaybetmiş
Abdülmecid, Vahdettin, Abdülaziz, Abdülhamid gibi isimler
almıştır. Yine de kuruluş devrinde Türk kültürü ağır
basmaktaydı. Bir uç beyliği olan Osmanlılar akıncılar ve deliler
gibi grupları düşmana gönderiyorlardı. Bu gruplar ise ağırlıklı
Heterodoks inanca sahip kişiler ve Kalenderî, Vefaî
dervişleriydi. Örneğin Bursa’yı fethinde Orhan Gazi
yararlılıklarından dolayı Uludağ’ı ‘Geyikli Baba’ olarak bilinen
abdala vermişti. Birazdan incelemeye çalışacağım Baba İlyas’ın
dervişlerinden olan bu kişinin Geyikli sıfatı bize aslında bir
ipucu da vermektedir. Bu ismi hayvanları sevdiği veya onlarla
gezdiği için aldığını iddia edenler olsa da aslında sebep çok daha
basittir. Kalenderî dervişleri üzerlerine hayvan derileri örterlerdi,
hatta Jaguar, Aslan gibi değişik hayvanların derileri ile
resmedildikleri pek çok çizim de kaynaklarda görülebilmektedir.
Buna Ahû-Pûş denilmektedir, yani Geyik postu örtünmek. İşte
tıpkı Geyikli Baba gibi pek çok kalenderî dervişi savaşın ön
saflarında yer alıyor, yeni toprakları Osmanlı’ya teslim
ediyordu. Buna karşın Osmanlı’da onları kendine bağlamayı
biliyor, büyük arazileri birer vakfiye olarak bu kişilere
vermekten çekinmiyorlardı.
Bugün filmlere bile konu olan, en ön saflarda savaşan ve
düşmanların gördüklerinde bile korktuğu hayvan postlarına
bürünmüş, çok yüksek gürültüler çıkaran, üzerleri binbir çeşit
savaş aleti ile donanmış Deliler’de yine aynı şekilde aslında
Heterodoks birer dervişten başka birileri değildi.

270
271
İşte aynı şekilde İstanbul’un fethinde de yararlı olan bu
Kalenderîlere, Vefaîlere, Cavlakîlere Fatih Sultan Mehmed
tarafından pek çok Vakfiye verilmişti. Bugün İstanbul
Merdivenköy’de bulunan Şahkulu Bektaşi Tekkesi’de bu
yerlerden biridir.
Osmanlı’nın bu dervişleri ileri hatlarda kullanmasının ve Avrupa
içlerinde hızla ilerlemiş olmasının sebebi yalnızca kılıç gücü
değildir. Daha önce bahsedildiği üzere Bizans döneminde
sürülen ve genel olarak ‘Işık’ adlandırmasıyla tanımlanan
Maniheist, Pavlikan, Bogomil inanışa sahip nüfusun yaşadığı bu
bölge, günümüz Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya,
Arnavutluk ve Bosna-Hersek’ini içine alacak şekilde hızlıca yeni
gelen dine dönmüş ve topraklar Osmanlı sancağı altına girmiştir.
En önemli dervişlerden biri Sarı Saltuk olup, zamanla
Dobruca’da 10 bin Türkmeni kapsayan 40 Türkmen ailesi ile
iskân sağlamıştır. Avrupa kapılarını Osmanlıya açan önemli
isimlerdendir.
Bir başka önemli isim Seyyid Ali (Kızıl Deli) Sultan’dır.
Dimetoka’nın yakınlarında daha sonra Bektaşilik için önemli
olan Balım Sultan’ın da yetişeceği Dergâhı kurmuş Bulgaristan
ve Romanya’nın kapılarını Osmanlıya açmıştır. İsmindeki Deli
takısı da biraz önce yukarıda verdiğim konuya bir başka dayanak
olarak görülebilir.
Bu anlatılanların ne kadar etkili olduğuna bir örnek; Kanuni
Sultan Süleyman’ın Macaristan’ı aldığı dönemde bir başka
derviş ‘Gül Baba’nın yararlılıkları ve bölgede kendini ne kadar
sevdirdiği; cenaze namazına katıldığı rivayet edilen 200.000 kişi
olabilir.
272
Balkanlardaki Dergahların yerleri 56

56
Balkanlarda Bektaşilik ve Bektaşi Tekkeleri, Tuba Hatipler Çibik
273
ALEVİLİK
Din denilince tek bir kalıba sokamayacağımız pek çok inanç türü
ortaya çıkar. Örneğin Budizm, Hinduizm gibi inanışlar
Tanrılarla ilgili anlatılarını ortaya koysalar da onlarla çok
ilgilenmezler. Çünkü onlar aşkın varlıklardır, kendi alemlerinde
yaşarlar. İnsan onlar için değil kendi için varlığını anlamalı,
kendi tekâmülünü gerçekleştirmelidir. Dolayısıyla bizim
coğrafyamızdan baktığımızda din gibi değil felsefeymiş gibi
görünebilir bu inançlar.
Politeist yani çok Tanrılı inançlar vardır. Monoteist yani tek
Tanrılı inançlar vardır. Düalist yani iyi bir Tanrı ve karşısında
kötü bir Tanrı’nın mücadelesini konu alan inanışlar vardır.
Panteist ya da Vahdet-i Vücudçu diyebileceğimiz inanışlar,
Evrenin kendisinin Tanrı olduğunu, aşkın varlığın kendini
bilmek için kendini evrene dönüştürdüğünü ve her şeyin onun
bir yansıması olduğunu ileri süren inanışlar vardır.
Bu inanış, Vahdet-i Vücud anlayışı yalnız İslam felsefesinde
görülmez. Örneğin Engizisyon tarafından yakılan Giordano
Bruno aslında bilimle ilgili, sonsuz evren teorisi sebebiyle
yakılmamıştır.
''Ona göre evren ve Tanrı aynı birliğin ifadesidir. Tanrı evreni
yaratmamıştır, ama o evrenin kurucu ilkesi ve içrek nedenidir.
Akıl ölçülerinin ötesindeki bu varlık, varlığıyla evrenin
düzenidir. Çeşitlilik ya da çokluk bu varlığın tezahürüdür. Ölüm
birliğe geri dönüştür. Bruno'da madde ve ruh ayrımı yoktur, tüm
varlıklar bunların tecellisidir. Yaşam kendi içindeki dönüş
hareketidir.''

274
Bununla da bitmez felsefi çıkarımlarının sonucunu da açıklar,
tıpkı Hallac-ı Mansur gibi ''Ben Tanrı’yım'' der. Böylece
Kilisenin verdiği kararla yakılarak öldürülür.
Antropomorfik yani insan özelliklerinin atıf yapıldığı Tanrı
anlayışı da vardır; örneğin Antik Yunan Panteonu gibi ya da
Yakup ile güreşen Yahve gibi… Bir de etkin Tanrı anlayışı
mevcuttur. Buna göre Yahve’nin İsrailoğullarının kaderine
direkt müdahil olması gibi halkına yani inanırlarına elçiler
aracılığıyla mesajlarını ileten; doğru ve yanlışı anlatan, doğruda
mükafat yanlışta ceza veren Tanrı anlayışı gibi. Bunlara
eklemeler yapmak ve listeyi uzatmak mümkün. Ancak bunların
tümünde Tanrı’nın muhattabı insanın kendisidir. Oysa dinler
devlet yöneticileri ve egemenler tarafından sahiplenmeye
başladıktan sonra dinlerin muhattabı kişiden toplumlara doğru
bilinçli olarak kaydırılmıştır. Yani mümin değil ümmet ilgi
odağı olmuştur. Çünkü toplu olarak idare etmek çok daha
kolaydır. Ancak bunun bir de diğer yüzü var. Devlet anlayışı ile
ters düşen ‘dini topluluklar’ kargaşa ve başkaldırının kaynağı
haline gelebilirler. O yüzden dini Tanrı yerine devletler
sahiplendiğinden beri inanışı yönlendirecek kaynakları (din
kitapları – seçilen İnciller, İznik Konsülü; Hadisler – Emevî
halifeleri vb.) kendi elleriyle şekillendirmişlerdir. Geçmiş tarihin
yeni nesillere aktarılması ve hatta kişinin kendi inancını kişiye
anlatmak devletin asli amacı haline dönüşmüştür. Asimilasyon
denilen bu uygulama ve kimlik törpülemesi en çok kime
uygulanmıştır dersek de karşımıza şüphesiz ilk sırada Alevilik
gelir…
Bugün Sünni İslam tarafından “Alevilik Ali’yi sevmekse bende
Aleviyim.” düzeyine indirgenen bir söylemden, İran’ın kendi
275
kültürünü dayattığı Şia’nın siyah örtüsünü örtmeye çalıştığı bir
baskıya kadar Alevilik zor zamanlar yaşamaktadır. Dahası
1960’larda Almanya’ya işçi göçleriyle başlayan ve kırsal
nüfustan bir anda kapitalizmin çark dişlileri arasına taşınan
Alevilerin kendini içinde bulduğu Marksist/Materyalist bir
zihniyet de Aleviliği kıskaca almış durumda. Aleviliği temsil
eden pek çok dernek ya da federasyonun aslında siyasi bir yapıda
oluşu da bu bakışla anlaşılabilir.
Aleviliği Ali-Evi kelimesinden yola çıkarak İslam peygamberi
Muhammed’in kızı Fatma, eşi Ali, onların çocukları Hasan ve
Hüseyin, yani Ehlibeyt ve soyları, yani imamlar ile onların
takipçileri olarak özetleyenler mevcut. Bu durumda Kureyşli bu
ailenin soyunun neden destekçilerinin eski Pers topraklarında
daha kuvvetli olduğunu anlamak zor olacaktır. Halifelik
konusunu işlediğimiz başlıkta belirttiğimiz siyasi konjonktür ve
muhalif yönü destekleyen kadim pers kültürü herhalde bu
sorunun cevabı olsa gerek. Aslında bugün Sünni İslam
zannedilenin büyük kısmının Arap kültürü olması gibi Şii İslam
sanılan mirasın da büyük kısmı Pers kültürüdür. Peki aslen
Hazar denizi yani Azerbaycan bölgesinden Trakya’ya kadar
olan bölgede bulunan halklar neden Arap ve Perslerin yaptığı
gibi kendi kültürel altyapı ve eski inançlarını İslam yorumlarına
eklemiş olmasınlar? Böyle bakınca bir Anadolu İslam’ı söz
konusu olamaz mı? Ya da Alevilik mutlaka İslam dairesi
içerisinde sayılmak zorunda mı?
Gelin isterseniz şimdi de bu topraklarda Aleviliğin nasıl
yeşerdiğini inceleyelim. Bu inanç hangi temeller üzerine inşa
edilmiştir bunlara göz atalım.

276
Öncelikle Ali-Evi terimi bir uydurmacadan ibarettir. Çünkü
Türkçe düşünülmektedir. Oysa henüz Ali ve çevresindeki ilk
olaylar geliştiğinde daha Türklerle karşılaşmaya yüzyıllar vardı.
Arapça ev kelimesi ise ‘Beyt’ ile ifade edilir. Bu da Alevi
kelimesinin kökü neredendir diye sorgulamayı gerektirir. Farsça
olduğu iddialarıyla bunun ‘alev’ ve ‘ışık’ olduğu öne sürülebilir
ki, bu da önce işlediğimiz Hurûfî, Kalenderî, Bektaşî’ler için
kullanılan ‘Işık’ ile uyumludur. Zaten Ali’den yüzyıllar sonra
Anadolu’da bu kelime kullanılmadan çok önce aynı gruplara
‘Işık Taifesi’ dendiği de belgelerde görülmektedir. Yani 16-17.
yüzyıllara kadar Alevi diye bir tabir ortada henüz yoktu! O halde
Aleviliği ‘Işık’ların bir devamı saymak mümkündür. Bugün
Alevi-Bektaşi geleneğinin sahiplendiği kültür de zaten tam
anlamıyla budur. Ellerinde bağlama, dillerinde deyişlerle
dolaşan ‘Aşık’larında aynı ışık kökünden geldiği ve aslında
‘Abdalan-ı Rûm’ diye tabir edilen Abdallar oldukları aşîkârdır.
O halde bu miras nasıl oluştu biraz inceleyelim.
İlk iddia biraz uçuk kaçık gelse de buraya taşımaya değer.
Erdoğan Çınar kaynakçada verilen pek çok eserinde Alevileri
A’luviler olarak kadim bir Anadolu halkı olan Luvilere bağlama
eğilimindedir. Bilge Umar, İlk Çağda Türkiye Halkı adlı
eserinde şöyle der:
“Batı Anadolu ve Güney Anadolu arkeolojik buluntularının Luvi
sayılması asıldır, aksi kanıtlanmadıkça onlara Luvi gözüyle
bakmak zorundayız. Çünkü bir defa daha söyleyelim, Batı ve
Güney Anadolu’da Luvi kültüründen daha eski hiçbir yerli
kültür, hiçbir yerli dil şimdiye kadar saptanabilmiş değildir.”

277
MÖ 6000 yıllarından itibaren Anadolu topraklarında varlığı
görülen ve normalde Antik Yunan medeniyeti sayılan pek çok
yerleşke ve kültür izinin Luvilere ait olduğuna inanılan bu
teoriye göre Ana Tanrıça kültüne sahip bu medeniyet günümüze
varan pek çok yönüyle Aleviliğin de kökenidir.
Luvi’nin kendisinin de Luvi ve Hitit dillerinde ‘Işık İnsanı’
anlamına geldiği iddiası teorinin devamında gözlemlenmektedir.
‘Lu’ ya da ‘Luw’ sözcüğü, yani ışık ve parıltı benzer haliyle pek
çok dile taşınmıştır. Buna göre Likya dilinde Lu(w), Hitit dilinde
Lukk, Latince Lux, Ermenice Luys, İngilizce Light, Fransızca
Luire, Almanca Licht örnekleri verilebilir.
Bilge Umar’a göre Luvi dilinde başta kullanılan A okunurken
düşerek söylenmekteymiş. Buna göre ise kelimenin aslı Alu/Allu
biçimindeymiş. Böylece ‘Işık İnsanı’ terimi için karşımıza
tanıdık bir kelime ‘Aluvi’ çıkmaktadır.
Aleviler için çok önemli olan Abdal Musa’nın
Velâyetnamesinde Alevi kelimesinin hiç geçmemesi, kendisi
için ‘Işık’, topluluğu içinse ‘Işık Taifesi’ denilmesi de bu teoriye
destek olarak sunulmaktadır. Eserde Ali ismininse tek bir yerde
geçmesi enteresandır. Onda da aslında ismin bir bahane olduğu
söylenmektedir.57
Ali oldum adım oldu bahane
Güvercin donunda geldim bu hana
Abdal Musa oldum geldim cihana
Arif olan anlar biz nice sırdanız

57
Aleviliğin Kökleri, Erdoğan Çınar
278
Bu teori Ma’nın aynı dilde Ana anlamına geldiğini ve Ana
Tanrıça’yı de ifade ettiği belirtir. Buna göre Anadolu’ya baştan
başa yayılmış Ana Tanrıça tapınakları ve yerleşkelerinin isimleri
de buradan gelmektedir.
Komania (Çanakkale)
Komana (Tokat)
Komana (Adana)
Komama (Antalya-Burdur arası)
Vanesa (Hacıbektaş)
Kommagene (Adıyaman)
Ve hatta (A)dr(a)uva yani Truva da bir Luvi kentidir.
Bu kentler ve içlerindeki tapınaklar zaman içerisinde farklı
dinler ve devletler geçse de isim değiştirerek, takiyye yaparak,
değişik din görünümüne bürünerek varlıklarını sürdürmüştür. Bu
teoriyi desteklemek üzerinde güncel uygulamalarla eski antik
arkeolojik buluntular yorumlanmış ve aşağıdaki yontulara
bakılarak binlerce yıl öncesinde Hitit ve Sümer kalıntılarında
Bağlama ile zakirler müzik yaparken diğerlerinin Sema ettiği
düşünülmüştür.

279
Belgeli tarihe geri dönersek Anadolu Selçuklularının son
döneminde baskılar ve kötü yönetimin bunalttığı halkın değişik
bölgelerde isyanlar başlattığını görüyoruz. Ancak belki de en
büyüğü ve Selçukluların da sonunu hazırladı denebilecek olanı
Babai İsyanı olarak bilinen isyandır. Danişmendliler döneminde
280
Kayseri’de kadılık da yapmış olan Baba İlyas bu hareketin lideri
olmuştur. Bölgedeki Türkmen nüfusunun kültürüne de en uygun
olacak şekilde Tanrı’nın zorla değil sevgi ile bulunup
bilinebileceğini öne süren bu derviş, kadın-erkek eşitliğine vurgu
yapmakta, özel mülkiyete karşı çıkarak birlikte üretimin, hakça
bölüşmenin erdemini takipçilerine anlatmaktaydı. Elbette bu
fikirler yine devlet tekerine çomak sokmak olarak algılandı.
Tıpkı Bogomiller, Katharlar gibi ve birazdan göreceğimiz Şeyh
Bedreddin gibi kovuşturmaya uğradı. Sultan II. Gıyaseddin
Keyhüsrev bir grup askeri Baba İlyas’ın üzerine gönderdi.
Bunun üzerine halk tüm bölgede ayaklandı. Baba İlyas’ın
halifesi Baba İshak bu örgütlenmeye öncülük etmekteydi.
Elbistan’da yenilen Selçuklular, Sivas’ı ayaklanmacılara
bırakmak zorunda kaldı. Ne ilginçtir ki bu bölge sürülmeden
önce Pavlikanların ana yerleşim yerlerindendi. Ardından
Amasya ve Kayseri’de Babailerin eline geçti. Başkenti Konya
tehdit altında kalınca Keyhüsrev kaçtı. Kırşehir’e doğru
ilerlemeye başlayan isyancıları durduramayacağını anlayan
Selçuklular paralı Frank askerleri, Ermeniler, Gürcüler gibi
toplama bir orduyla, sonunda Babaileri yenmeyi başarabildiler.
Bu sırada Amasya’da sığınmış olduğu Hıristiyanların
Selçuklularca satın alınması ile Baba İlyas boğdurularak
canından oldu. Bastırılan isyan sonrası 1240 yılında Baba
İshak’ta can verdi. Yine de artık toparlanamayan Selçuklular
1243 yılında Moğollarca ortadan kaldırıldı.
Baba İlyas’ın müritlerinden olan Şeyh Edebâli, daha sonra
kayınpederi olacağı Osman bey üzerinde ve Osmanlı’nın
kuruluşunda çok etkili oldu. Bu sebeple bahsettiğimiz üzere

281
Osmanlı’nın kuruluşunda Kalenderîler, Vefaîler, Haydarîler en
ön saflarda yer alarak yararlılık gösterdiler.
Kardeşi Menteş’in Babai İsyanında hayatını kaybettiği genç bir
derviş de isyanda kılıçtan kurtulanlar arasındaydı.
Âşık Paşazade on beşinci yüzyılda kaleme aldığı
Osmanoğulları’nın Tarihinde o dönem Anadolu’sunu dört
gruptan oluşmuş sayar. Anadolu Gazileri (Gaziyan-ı Rûm),
Anadolu Ahîleri (Ahîyân-ı Rûm), Anadolu Abdalları (Abdalan-
ı Rûm) ve Anadolu Bacıları (Bacıyân-ı Rûm). İşte bu kurtulan
derviş Anadolu Bacılarınca ayakta tutulan Karacahöyük’teki
dergâha sığındı. Hatun Ana (Kadın Ana) yetiştirdiği bu dervişe
zamanla dergâhı teslim etti. Dervişin adı sonradan Hacı Bektaş-
ı Velî olarak bilinecekti…
Yukarıda anlatılan duruma rağmen ısrarla Hacı Bektaş Horasan
ve Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlanmak istenmektedir. Bu durum
konunun ilk bölümünde belirttiğim asimilasyonun bir parçasıdır.
Aslında Ahmed Yesevi’de Horasan bölgesinde Melamîliğin bir
temsilcisidir. Ancak aynı köke dayanan ve Sünni İslam
dairesinde yolunu çizen Nakşîbendiliğin sahiplendiği bu köken
sebebiyle hem Ahmed Yesevî hem de onun üzerinden Hacı
Bektaş aslında asimile edilmek istenmektedir. Örneğin adının
başına Hacı getirilmiştir. Bunu ise herkes Mekke’yi ziyaret ettiği
ön kabulü ile onaylamaktadırlar. Aleviler de buna dahil. Oysa
Hacı değil Hâce kökünden gelmekte olduğu daha olasıdır.
Çünkü tıpkı ‘Hoca’ Ahmed Yesevî’de olduğu gibi Hâce Türkî
coğrafyada öğreten ve akıl hocası, lider anlamlarında
kullanılmakta idi. Yani Hâce Bektaş Veli, zamanından çok sonra
ve biraz sonra anlatacağım şekilde asimile edilerek bir Hacı

282
ortaya çıkarılmıştır. Oysa aşağıdaki sözleri herkes tarafından
bilinmektedir:

Hararet nardadır sacda değildir


Keramet baştadır tacda değildir
Her ne ararsan kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir

Asimilasyon başka şekillerde devam etmektedir. Örneğin Hacı


Bektaş’ın halifelerinden Tapduk Emre, Saltuk ve Barak baba
gibi kişilerden el almış ve Tapduk Emre dergâhının bir dervişi
olan Yunus Emre bugün sadece bir şair olarak tanıtılmaktadır.
Ancak bu insan sevgisinin ardındaki fikir nedir kimseye
anlatılmamaktadır.
Hacı Bektaş-ı Veli dergâhı yaşamında önemli bir yer tutsa da
esasen Alevi inancının günümüz haline evriminde bir başkasının
etkili olduğu söylenebilir. Antalya-Burdur arası Toros dağlarının
eteklerinde dünyaya gelen, Anadolu ve Balkanlardaki dergâhları
gezen ve en son Karacahöyük’te kendine yer bulan Abdal
Musa’nın burada İnsan-ı Kâmil mertebesine erdiği rivâyet edilir.
Tarikat kapısından girdiği dergâhta hakikat derecesine
ulaşmıştır. Aleviliğin temsil hakkını ifade eden üç parça emaneti
Kadın Ana’dan devralmıştır: Kara Sancak, Sarı Âlem ve Mermer
Çerağ. Değişik dergâhlarda öğrendikleri ve Hacı Bektaş
Dergâhında oluşturduklarıyla ‘Erkân’ı yani ‘Yol’u
oluşturmuştur. Bu sebeple halen her kış sonu, bahar

283
müjdelenirken Abdal Musa Ayin-i Cemi onun anısına en önemli
etkinliklerden biri olarak devam ettirilen bir gelenektir.
Peki bu inancın evrildiği haliyle temelleri nelerdir?

Işık erkanının ilk amacı, asıl misyonu ve varlık sebebi, insanlığın


uzun geçmişinde biriktirdiği ya da başka bir kaynaktan insanlığa
aktarılmış olan, kadim bilgileri (insanlığın gizli sırlarını)
semboller içine saklayarak, iyi yetişmiş yetkin, donanımlı ve
erdemli bireyler aracılığı ile sonraki kuşaklara aktarılmasını
temin etmektir.
Işık erkanı mensuplarının ömürlerini adayarak, gerektiğinde
canlarını vererek koruma altına aldıkları ve büyük bir gizlilik
içinde sonraki kuşaklara aktardıkları bilgiler, sıradan basit
bilgiler ve batıl dogmalar değil, evrenin ve yeryüzünün uzak
geçmişi ve insanlığın, bu gezegen üzerindeki serüveni ile ilgili
çok önemli ve kaybolmaları durumunda bir daha ulaşılmaları
mümkün olmayan sırlardı.
Bu örgütlenme içinde, herkese her bilgi verilmez, bilgi ancak
yetkin olana, hak ettikçe ve hak ettiği kadar aktarılırdı ki değeri
bilinebilsin. Kolay ulaşılan ve ehil olmayan elde toplanan bilgi
değerini bulamayacağı, amacından uzaklaşıp ya heba olup
gideceği ya da zalimin elinde kötüye hizmet edeceği
düşünülürdü.
Örgütlenme içinde gizli sırlar kuşaktan kuşağa olgun insanlar
tarafından aktarılırdı Işık toplumunda ‘olgun insan’ (insan-ı
kâmil) olmak bireylerinin önüne ulaşılması gereken üstün
hedef olarak konulmuştu. Olgun insan olmak, Işık insanı için
yaşamın ütopyasıydı.
284
Işık erkanının ikinci büyük amacı topluluk üyesi ‘can’ların
sosyal yaşamlarını ‘sevgi’yi esas alarak düzenlemekti. Yemin
vererek topluluk içine katılan herkes asgari ölçüde sevgi
toplumu içinde yaşamanın gereklerini yerine getirmek
zorundaydı. Erdemli olmak toplumun tüm fertleri için olmazsa
olmaz bir yasaydı.
Topluluğun geniş tabanı bir yemin töreni (ikrar cemi) ile
topluluğun kurallarına ve disiplinlerine uymaya söz verip
topluluğun geniş bahçesine alınmış eli, dili ve beli bağlı olarak
yaşayan yeminli yurttaşlardı. Talipler adı verilen yeminli
yurttaşlar kendi köylerinde şehirlerinde yaşarlar, topluluğun
rutin ibadet törenlerine (âyin-i cem) katılırlar, sürekli olarak
mürşidin, pirin, dedenin kutsal gücünün denetiminde olurlardı.
Abdal Musa’nın yeniden kurumlaştırdığı Işık erkanında,
‘ışık/nur’ yaradılışın öncesi sonrası ve kendisi olarak kabul
edilirdi. Abdal Musa ehil olan müritlerine sırası geldikçe ‘talim
ve tembih’ ettiği Işık inancının esası ana hatları şunlardı;

-Alemde bulunan her nesnenin kaynağı kendi kudretinden


fışkırıp yayılan ulu bir nurdur/ışıktır (Nûr-u Kadim)
-Nûr-u Kadim’den (Zat-ı Mutlak ya da Şah-ı Merdan olarak da
adlandırılır) dağılıp yayılan kudret (ruh-enerji) milyarlarca yıl
sürmüş bir yolculuktan sonra, bir yıldızdan, bir yıldıza geçerek
güneşe gelmiş ve güneşten yeryüzüne inmiştir. İnsanın temeli,
Nûr-u Kadim’den kopup güneşte toplanan bu kudrettir. Güneş
Nûr-u Kadimden kopan kudreti yeryüzüne aktarandır.
Yaradılışın kaynağının bilinebilen, görülebilen, seçilebilen
yüzüdür. Tüm canlar, güneş vasıtasıyla nurdan hasıl olmuştur,

285
asılları ışıktır/nurdur. Alevi sözlü geleneği içinde bu inanış çok
çeşitli biçimlerde ifade edilmiştir.

Hakk-ı Teala nûra tecelli kıldı


O nurdan payımı aldım da geldim.

-Nurdan koparak evrenin dört kuvvetinin denetiminde,


kozmosda vücut bulmuş yaşam formlarının içinde en mükemmel
olanı insandır. İnsan olağanüstü maceralarla süslü varoluş
sürecinin sonunda yeryüzünde açmış nadide bir çiçektir. O
yüzden yaradan (Nûr-u Kadim, Zât-ı Mutlak) en görünür ve en
müstesna hali ile insanda gizlidir.
- İnsanın canı sonsuz kudrettir, asla kaybolmaz, İnsanın teni
ölür, canı (ruhu) ölmez. Aslolan candır. Can kaynağını
başlangıcı ve sonu olmayan ilâhî kudretten aldığı ve onun bir
parçası olduğu için doğal olarak ölümsüzdür. Yoktan var
olmamıştır bu nedenle yok da olmaz. Can geldiği kudret
kaynağına geri dönünceye kadar kesintisiz bir devinim içinde bin
bir değişik formda kendisine yeni yaşam alanları bulur ve
yeniden doğuş döngüsü içinde, sürekli bir bedenden diğer bir
bedene transfer olur.
- Bu biçimden biçime geçişlerin nihayetinde, ‘her şey aslına
rücu edecektir’ ilâhî yasası işleyecek ve evrende bulunan tüm
varlıklar ve yaşam biçimleri gibi insan da geldiği asıl kaynağa
dönerek kendisini sonlandıracaktır.
-Evrende bulunan her şey parçalara ayrılmış tek bir bütündür.
Yaratan bu bütünün tamamı, yaratılanlar da bu bütünün

286
parçalarıdırlar. Yaratan, yaratılmış olan varlıkların uyum
içinde birliğidir. O ulu nûrdan (ışık) koparak alemlere yayılmış,
evreni oluşturmuş her nesne o yüce varlıktan bir parçadır ve
ondan ayrı değildir.
- İlahi kudretin içinde büyük ve küçük yoktur. Yaratan yaratılmış
olanın içinde zaten vardır.
İnsan da tüm diğer yaşam biçimleri gibi kozmosun içinde
kozmosun tüm niteliklerini içinde barındıran bir
‘mikrokozmostur’. En büyük en küçükte gizlidir.
-Yaratan yaratılmışların dışında her şeyi denetleyen, yargılayan,
ödüllendiren ve cezalandıran bir üstün irade değildir. Varlık
birdir ve varlığın esası sevgidir. Varlığı yaratan ve yaratılanlar
olarak ikiye bölmek ve bir parçayı diğer parçaya üstün ve amir
tutmak, yaratılışın esasını, onu ayakta tutan sebebi
anlamamaktır. Varlıkta ikilik gütmektir ki, bu da o ulu hikmete
karşı gelmektir.
-Varoluş zıtlıkların ve tamamlayıcı güçlerin dinamik uyumu ile
dengede durur. Varoluşu birbirinden uzak - ayrı parçalar
halinde ama birbirleriyle uyum içinde ve bir bütün olarak tutan
güç ,en küçük canlı hücreden, en büyük gök adası kümelerine
kadar varlığın tüm parçalarını çekip çeviren ilahi
döngüdür. Ayin-i Cem içinde pervanelerin döndükleri
semahlar bu sonsuz ritmi tasvir eder.58
Bu inanç temelleriyle Alevilik temel olarak şekillenmiş
sayılıyordu. Allah’ı korkuyla bulmak, onun ve cehennemin
korkusuyla ibadet etmek, ona yaranmak için hayır ve sevapta

58
Aleviliğin Kökleri, Erdoğan Çınar
287
bulunmak Alevilere göre yanlıştı. O sevgi ile bulunabilirdi,
kendi tekâmülünü sağlayan insan-ı kâmil’de eninde sonunda
onunla kavuşacaktı. Bu kavuşma cennet, ondan ayrı kalmak
cehennem sayılırdı. Bu sebepten de cennet, cehennem
kavramlarını birer simge olarak düşündüler. Kapalı ve ezoterik
bir toplum olarak örgütlendiler. Bugün ben Aleviyim diyen ama
hayatında ikrar cemi görmemiş milyonlar var. Oysaki yolun
temeli ikrar ceminde ‘dâra’ durmak ve kendisine kardeş olacak
bir musahiple birlikte yola ve erkâna uyacağını herkesin önünde
ilan etmek bir şarttı. Toplumun düzenini yine bu erkân belirliyor;
ahlâk kurallarını hiçe sayan, toplumda yanlış görülecek
davranışlarda bulunan ‘düşkün’ sayılıyor, herkesçe dışlanıyordu.
Ezoterik bir örgütlenme biçimi oluşturan bu görüntü, ezoterik
yapılara giriş töreni olan inisiyasyonu andırıyor. Bununla da
bitmiyor, öğretimde bir dereceler silsilesi ortaya konuluyordu.
Ezoterizmin babası Hermes Trimegistus sayılır, Hermes,
Anadolu’da Hızır’la ilişkilendirildiği gibi Hermis ya da Ermis
isimleriyle de biliniyordu. Abdalların ‘ermiş’ diye
adlandırılması da bir söylem benzerliğinden öteye varmış
olabilir mi bilinmez. Yine de Hermes bilginin herkese
verilmemesi gerektiğini şu sözlerle aktarıyordu:
“Her us büyük gerçekleri kavrayamaz. Çoğunluk ya aptal ya
kötüdür. Aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün
yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün
kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka yol yoktur.
Bulmak, bilmek, susmak gerek…”
Aynı düstur Alevilikte de 4 kapı 40 makam silsilesini oluşturdu.

288
- Şeriat Kapısı

- Tarikat Kapısı

- Marifet Kapısı

- Hakikat Kapısı

Şeriat kapısı zahirî, direk görülebilir uygulanabilir (ön/ham)


bilgi olarak belki tanımlanabilir.
Şeriat kapısının makamları: İlim yapmak, iş veya meslek sahibi
olmak, helal kazanç sağlamak, nikâh kıyıp dünya evine girmek,
iman edip ibadetini bilmek, cemaate uymak, temiz giyip, temiz
yemek, şefkatli ve hoşgörülü olmak, şerden uzak olup doğruya
yönelmektir.
Tarikat kapısı 'İKRAR verip YOLA GİRMEK' tir.
Tarikat makamları: Eline, diline, beline sahip olmak; mürşide
ikrar verip talip olmak, musahip olmak, hak yoluna hizmet
vermek, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, kul hakkı
yememek, hak kelamı dinlemek, iman edip vefalı olmak, kendini
özünü tanımak, nefsine uymamaktır.
Marifet kapısı Rû
hî ve Manevi bir tekâmül aşamasıdır. Buradaki
kişiye 'DERVİŞ' denir. Kâmil İnsan olma yolundadır.
Marifet kapısı makamları: Tanrısal sırlara erişmek; duygu ve
düşüncede, ilimde en yüce düzeye ulaşmaktır. İlmi ledünden
haberdar olmak, tarikata aldığı edeple yeni nesli ahlaklı
yetiştirmek, öğrendiği bilgiyi geleceğe aktarmak, insanlığa

289
faydalı olacak, yenilikler yapmak, engin olmak, tüm alemle
barışık olmak, kanaatkâr olmak, sabırlı olmak, malını hak
yolunda harcamak, ahde vefa etmek, özünü yar eylemektir.
Sırrı Hakikat kapısı 'TANRIYI KENDİ ÖZÜNDE BULMA'
kapısıdır. Bu kapıdaki insan, varlığın sürekli bir tekâmül
içerisinde olduğunu anlar. Kalıplaşmış dinlerdeki ceza, yargı,
cennet, cehennem, sırat köprüsü gibi kavramlar farklı anlamlar
taşır. Eğer kişi tekâmülünü tamamlamak yerine nefsani dünyanın
karanlığına batmış, hayatın cezbesinden ve varoluşun sonsuz
deviniminden habersiz yaşıyorsa, cehennemi; gönül gözü açılıp,
ruhu aydınlık ve esenlikle dolu yaşıyorsa cenneti dünyada
yaşıyor demektir. Bu kapıya erişmiş insan, yüzünü nereye
dönerse Allah’ın varlığı ile karşılaşır. Tüm varlık, Allah’ın
çeşitli mertebelerde tecelli etmesinden ibarettir. Onun tecellisi
dışında esasen bir ikinci varlık yoktur. Bu yüzden, yargı ve ulu
mahşer bu dünyadadır.
Hakikat Kapısı makamları: Alçak gönüllü olmak, kimsenin
ayıbını görmemek, her türlü iyiliği yapabilmek, yaratılanı
sevmek, tüm insanları bir görmek, birliğe yönelmek, gerçeği
gizlememek, manayı bilmek, sırrı öğrenmek, gönül
kırmamak, can almamak, kin tutmamak, kimseye düşman
olmamak, tarikatın gereklerini yerine getirmektir.
4 kapı 40 makamdan geçen artık insan-ı kâmil mertebesine
ulaşmıştır. Kimi tarikat uygulamalarında anlatılan bir durum
vardır. Bu seviyeye ulaşmış kişiye büyükçe bir aynanın
üzerindeki örtü açılarak şimdi sana ‘Yaradan’ı göstereceğiz
denilir. “Kaldır perdeyi aradan, görünsün yaradan” denilerek
perde kaldırıldığında kişi artık kendi görüntüsü ile karşılaşır.

290
Burada önce gördüğümüz pek çok örnekte olduğu gibi kişinin
‘Enel Hak’ demesiyle kendisinin evreni yaratan Tanrı’ya
dönüştüğü değil, ancak onunla bütünleştiği, sırlarına erdiği ifade
edilmek istenmektedir.
İlginçtir bu dereceler silsilesi pek çok ezoterik örgütü de
etkilemiştir. Hâkim oldukları dönemde bölgede İsmailîler’den
etkilendikleri bilinen Tapınak şövalyelerinden yüzyıllar sonra
Osmanlı topraklarını ziyaret eden Walter Millar Fleming isimli
biri tarafından 1872’de kurulan Şrayner örgütünde mabed
isimleri Mekke, Ali, Bektaş gibi İslâmî terimlerden seçilmiştir.
Başlarına taktıkları fesler, feslerine işlenmiş Kılıç ve Hilâl gibi
simgeler ile bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin en etkili
yardım örgütlerinden birini oluşturan bu yapılanma incelenmeye
değer.

Nazilerin ve Thule örgütünün fikir babası Baron Rudolf Von


Sebottendorf’da Anadolu’da uzun zaman yaşamış ve
gördüklerini Bektaşi, GülHaç & Simya Sırları kitabında
derlemişti.
II. Mahmud tarafından Alevi-Bektaşi dergahları kapatıldığında
Abdal Musa dergâhının milyonlarca metrekare tarla, binlerce
metrekare bağ ve bahçede yüzlerce derviş ve dergâha bağlı
yaşayan halk ile âdetâ komün hayatı yaşadıkları, birlikte üretip

291
hakça bölüştükleri kayıtlara geçmiştir. Aynı durumu daha önce
defalarca tekrarlamıştık. Pavlikan, Bogomil, Kathar inançlıları
için de sonu getiren feodal düzen ve toprak köleliğine karşı
oluşlarıydı. Yine Şeyh Bedreddin’in tarihine baktığınızda babası
Simavna kadısı olan bu kişi Timur’un Yıldırım Bayezıd’ı
yenerek Osmanlı’yı ortadan kaldırdığı ve yeniden düzen
oturuncaya kadar şehzadelerin savaşlarıyla geçen Fetret
döneminde Musa Çelebi’nin kazaskerliğini yapmıştır.
Müslüman ya da diğer inanışlardan pek çok kişiye tımar denilen
araziler vermiş, bu bölgelerde birlikte üretim ve hakça bölüşümü
teşvik etmiştir. Öyle ki Nâzım’ın şiirinde dediği gibi “Yarin
yanağından gayri her şeyde” ortak bir yaşamı öğütlemiştir.
Böylece Edirne’den Karaburun’a, Simavna’dan Serez’e geniş
bir alanda takipçileri oluşmuştu. Ancak Musa Çelebi yenilip
Mehmed Çelebi başa geçince Osmanlı topraklarının böyle
dağıtılmış olması ve vergi gelirlerinin kaybına karşı tüm verilmiş
tımarları geri almak istedi. Çıkan büyük ayaklanmalar Torlak
Kemal gibi Şeyh Bedreddin’in halifelerince örgütlenmişti ve
kanlı şekilde bastırıldı. Şeyh Bedreddin’de asıldı. Görüldüğü
gibi devlet gücü yine tekerine çomak sokulmasına müsaade
etmiyordu.

292
BEKTAŞÎLİK
Nasıl ki Mevlâna aslında bir Mevlevî değilse ve Mevlevîlik
aslında oğlu Sultan Veled tarafından kurulmuş bir yol ise
Bektaşîlik de Hacı Bektaş Velî’nin kurduğu bir yol değildir.
Mevlâna aslında Horasan’dan gelmiş Melamîlik uzantılı
inanışların takipçisi idi. Hâtta meşhur Kalenderî dervişi Şems-î
Tebrizî’den ne kadar etkilenmiş olduğu herkesçe malumdur.
Aynı şekilde biraz önce anlatmış olduğum üzere Hacı Bektaş
Anadolu’daki Işık inancının bir takipçisi idi. Zaten Abdal
Musa’nın “İki aslan bir posta oturmaz. Hakk nasip ederse, var
git Mısır’a gözcü ol.” diyerek Mısır’a gözcü tayin ettiği büyük
Alevi ozanı Kaygusuz Abdal’da şöyle demiyor mu:

Işıklar can içinde


Işıklar gördü Hakkı
İşitmenin manası
Olur mu görmek gibi

Sözünü ettiğimiz gibi kuruluş döneminde Osmanlı Heterodoks


olarak görülen bu inanışlara daha yakındı. Düzenli devlet yapısı
ve ordu oluştuğunda Çandarlı Kara Halil tarafından Yeniçeri
Ocağı ve devşirme sistemi kuruldu. Ordunun en önemli kolu
Yeniçeriler Hacı Bektaş Pir Ocağına bağlandılar. 1. ortanın 1.
üyesi olarak Padişahlarda Yeniçeri ocağına yazılır, Yeniçerilerin
babası sayılırlardı. Yeniçeriler ise Gülbank adı verilen
seslenişleriyle zaten itikatlarını belirtiyorlardı:

293
Mü’miniz Kalû-Beli’den beri... Hakkın Birliğine eyledik ikrar...
Bu yolda vermişiz seri... Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar... La
Yezal mestaneleriz... Nûr-û ilahîde pervaneleriz... Sayılmayız
parmak ile tükenmeyiz kırmak ile... On iki imam Pir-i tarikat
cümlesine dedik beli... Üçler, beşler, yediler... Nur-ı Nebi,
Kerem-i Ali, Pirimiz üstadımız Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli...
Demine devranına Hü diyelim Hü!
Ancak ilerleyen zamanda Osmanlı artık sınırsız gücün sahibi
oldu, yeniçeri ocağı da kimi zaman gücünü istismar etse de her
zaman adil olmayan padişahın korkulu rüyası idi. Kazan
kaldırmak, isyan sıkça görülmeye başlandı. Bunun üzerine
Osmanlı, ocağı dolayısıyla onun bağlı olduğu dergâhı kontrol
altına almaya çalıştı. Bu kapsamda posta oturmak üzere
çelebilerden birini değil, 1501 yılında Kızıl Deli Sultan
dergâhında yetişmiş Balım Sultanı Dedebaba olarak
görevlendirdi. Sultan Veled’in Mevlevîliği kurumsallaştırdığına
inanıldığı gibi Balım Sultan’ın da Bektaşîliği kurumsallaştırdığı
düşünülmektedir.
Kontrol altındaki bir pirin oturduğu post Osmanlı’nın işine çok
gelecekti. Ancak 1511’de Şahkulu, 1512’de Nur Ali Halife
isyanları ile planlar geri tepti. 1527’de Kalender Çelebi dergâhın
postnişi iken doğrudan dergâh Osmanlıya başkaldırdı. Osmanlı
tarihçişi Peçevi şöyle anlatıyor:
“Tekkedeki dervişler Kalender’in sancaklarını kaldırdılar,
davullar ve nefirler çalarak içlerindeki fesadı dışarıya verdiler.
Kalender Şah, Hacı Bektaş Veli torunlarındandır. Kalender Şah
o kadar güç ve itibar kazandı ki böylesi bir kalabalık topluluğun
başı olmak hiçbir isyancıya nasip olmamıştır. Işık ve Abdal diye
294
anılan ne kadar imanı ve fiili bozuk kimseler var idiyse yanına
toplanıp yirmi-otuz bin kadar eşkıyadan oluşan bir çete meydana
geldi.”
Osmanlı kuvvetleri önce Kazova ardından Cincifle’de iki kez
yenilgiye uğratıldı. Ancak Sadrazam İbrahim Paşa’nın yanına
çektikleri ile bu isyan da bastırıldı. Ardından da Anadolu’da bir
başka ‘Işık’ avı başladı.
Anadolu’da bu dönem başka gelişmelerle birlikte
değerlendirilmelidir. Yavuz Sultan Selim Memlüklüler’i
yenerek halifeliği de almıştı. Azerbaycan bölgesinde ortaya
çıkmış Şah İsmail, Ali ve Oniki imam kültünü Türkmenlerin
anlayacağı duru Türkçe ile deyişlerle Anadolu içlerine kadar
yaymaya çalışıyordu. Oysa o dönem Farsça ve Arapça karışımı
ağır bir dille şiirler yazan Osmanlı Sultanının ne dediğini ahali
anlamıyordu bile. 1501’de kurulmuş olan Safevi devletinin lideri
olan Şah İsmail, Hatayî mahlası ile Heterodoks inançlıların
dillerinde gittikleri her yere taşınmaya başladı. Işık ve Hakk
kelimeleri Şah ve Ali kelimeleriyle yer değiştirir oldu. Öyle ki
büyük Alevi şairi Pir Sultan Abdal’ı mahkûm eden Hızır, “içinde
Şah geçmeyen üç şiir oku seni serbest bırakayım” dediğinde Pir
Sultan ısrarla Şah temalı şiirler okuyarak canından oldu. Şah
kelimesi artık Heterodoks inanışlıların tüm inandıklarını
sığdırdıkları bir simge olmuştu. Şah İsmail bununla da kalmıyor,
Dede ve Baba diye bilinen Işık liderlerini ikrar ile kendine
bağlıyor, Anadolu içlerinde halktan vergi topluyordu. Kendine
bağladığı ve her köy, kasaba yerleşim yerine gönderdiği dini
liderler ile toplumu dönüştüren Şah İsmail’in taraftarları
başlarına bağladıkları sarıktan dolayı ‘Kızılbaş’ diye anılmaya
başladılar. Alevi isminin kullanımı da yine aynı grubu tarif
295
etmek için bu dönemde kullanılmaya başlandı. Tanıdık hikâye
ortaya çıkıyordu. Egemenliği tehdit edilen Osmanlı, Yavuz
Sultan Selim ile bir Alevi kıyımına kalkıştı. Fırat’ın kan kırmızı
aktığı söylenen dönemde binlerce Kızılbaş, Alevi’nin canları
alındı. Bugün hâlâ dağ başlarında, uçsuz bucaksız yerlere
kurulmuş köylerin hep Alevi köyleri olmasının sebebi bu
kıyımlardan kaçmış olmalarıdır. İşte bu mantıkla Osmanlı hızla
Sünni İslam dairesine kaymıştır. Yine aynı mantıkla
bahsettiğimiz dergâhların asimilasyonu ve kontrol altına
alınması operasyonlarına kalkışılmıştır. Hatta inanç temelleriyle
de oynanmaya başlanmıştır. 14. yüzyılda yaşamış Hacı
Bektaş’ın Velâyetnamesi 17. yüzyılda Osmanlı’nın istediği
şekilde yazılmıştır. İnanç temelleri Nakşîliğe kaydırılmaya
çalışılmıştır. Zaman içinde Yeniçeri ocağının etkinlikleri bahane
edilerek tüm Bektaşî dergahları kapatıldığında mülkler Nakşî
tarikatına verilmiştir.
1826 yılında II. Mahmut tarafından kapatılan Bektaşi
Dergâhları çoğunlukla Balkan bölgesinde yer almakta idi. Aynı
dönemde ulusların uyanışı ve özgürlük taleplerinin yoğun
olduğu bölgede din, dil farkı olmaksızın aydınların buluştuğu
bir organizasyon da bölgede çok aktifti: Masonluk. Sonradan
İttihat ve Terakki'nin de doğduğu bu ortamda dergâhları
kapatılan Bektaşilerin yoğun olarak bir başka ezoterik kurum
olan Masonluğa girdiği ve zamanla etkin olduğunu da
söylemek mümkündür. Bugün uygulamalardaki kimi
benzerlikler sunu ve makalelere konu olmakta ve üzerine çok
fazla fikir üretilmektedir.

296
ÜSTÜ ÖRTÜLÜ İNANÇ, IŞIK
Birkaç yüz sayfadır adım adım takip ettiğimiz fikir, insanın
içerisindeki boşluğu doldurma uğraşısıdır. İçinde bulunduğu hâl
itibariyle hiçbir zaman kendini ‘tam’ hissedemeyen insan hep bir
şeylerin peşinde. Bu bir ARAYIŞ. Kimisi bu bütünlüğü
meditasyon ya da uzak doğu felsefesinde, kimisi bilimde, kimisi
dinlerin dogmalarında arıyor olabilir. Kimisi Musa, İsa ve
Muhammed’in peşinden gitmeyi modern çağ insanı olarak, hele
ki bu dinlerin inanırlarının içinde bulundukları durum göz önüne
alındığında boş bir bağnazlık olarak görüyor olabilir. Görüyoruz
ki bu kişilerin bile aklına gelen en iyi fikir yeni çağa uygun terim
ve ritüeller kullanarak aslında aynı şablonlardan oluşan uğraşılar
peşinde koşmaktan başka bir şey değil. İster adına Scientology
deyin, ister Nirvana’ya varmaya çalışın, isterseniz Alfa
kanalından Uzaylı üstün ırkların bize evrenin bilgisini verdiğini
düşünün… Bunlarda Ağlama duvarı önünde başındaki kippası
ile sallanarak dua eden Yahudi’nin yaptığından ya da evden
dışarıya sağ yerine sol adımla çıkarsam günüm kötü geçer diye
düşünen kişinin inancından farklı değil. Evreni belki de evrenleri
yaratan bir Tanrı varsa, insanı yaratmak için matematiğin,
fiziğin, kimyanın, biyolojinin kullanıldığı milyarlarca yıllık ince
bir planın parçası olarak bunu ince bir ölçü ile yapan kudret
birkaç saniyede verdiğimiz bir kararla yine bizi ‘sonsuza kadar’
yakmayı ya da sınırsız nimetlerle dolu bir cennete koymayı
düşünmeyecek kadar karmaşık düşünü yapısında olsa gerektir.
Üstelik karar verişimizdeki iradeyi bile yaratan üstün zihin, onun
verdiği iradeyle yanlış yapıyorsak bizi nasıl sorumlu tutabilir ki?
O zaman ‘Âdil’ olmayan bir Tanrı güzelliklerle dolu evreni
yaratsa ne olur, yaratmasa ne olur denemez mi?
297
Tanrı fikrinin bulunması ve gelişmesini irdelediğimiz bu kitapta,
‘nasıl bir Tanrı’ sorusuna verilen en doyurucu cevap ne olurdu?
Aslında devletlerin ve egemen güçlerin elinde bir kırbaca
dönüşmeyen diğer inanışlara baktığınızda ben tekrarlayan bir iz
görüyor gibiyim. Akhenaton’un Güneş kültü, Alevilikte Cem
ayininde toplantı başlarken yakılan Çerağ ile uyandırılan Nûr’da
kendini bulmamış mı?
“Tanrı göklerin ve yerin nûrudur. Onun ışığının örneği, içinde
çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içindedir. O
sırça, inciye benzer bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da ait
olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı,
neredeyse kendisine ateş dokunmada bile ışık saçar. O, ışık
üzerine ışıktır. Tanrı dilediği kimseyi ışığına iletir. Tanrı,
insanlara işte böyle örnekler verir. Tanrı her şeyi bilmektedir.
Bu çerağ, içinde Tanrı’nın adının anılmasına ve onun
yüceltilmesine izin verdiği evlerdedir. Orada, inananlar sabah
akşam onu yüceltirler.
Onlar öyle kişilerdir ki, ne alım ne satım ne de alışveriş, onları
Tanrı’yı anmaktan, yakarışta bulunmaktan ve yoksulun hakkı
olanı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin allak
bullak olacağı bir günden çekinirler.”
Nûr suresi 35-36 ve 37. âyetler böyledir ve Mürşid (Dede),
Rehber, Gözcü, Çerağcı, Zakir, Süpürgeci, Saka, Kurbancı,
İbrikçi, Peyikçi, İznikçi, Kapıcı adı verilen 12 görevlinin hazır
olduğu Alevi Cem töreninde Gözcü’nün ibadethânenin güvenli
olduğunu belirtmesinden sonra Çerağcı tarafından Nûr
uyandırılırken bu âyetler okunur. Cem töreninde çember
şeklinde oturulur. Semah ‘dönülür’. Bir titreşim ve ahenk
298
sağlanması için müzik yapılır. İbadetler tıpkı Bogomiller gibi
büyük ibadethanelerde değil, evlerde toplanarak yapılır. İbadet
bitince de Çerağ söndürülür. Çirkin bir iftira olarak Aleviler için
söylenen ‘Mum söndü’ yapıyorlar, ışık sönünce içeride çirkin
işler dönüyor imâlarının da aslında bundan bin yıl önce Bizans
ve Ermeni konsüllerinin Maniheistler ve Pavlikanlar için
söylediklerinin birebir aynısı olduğunu kitapta göstermiş olduk.
Oysa hep aynı inanç şekil değiştirip farklı kelimelerle
söyleniyordu. Yunus Emre şöyle demişti:
Yedi gök yaratıldı, ışık ile bünyad oldu,
Toprağa nazar kıldı, aksırıp duru geldim.

Noksanî ise sözü şu hale sokmuştu:

Hakk-ı Teala nura tecelli kıldı


O nurdan payımı aldım da geldim.

Tüm bunlar Yuhanna İncili’nin söylediğinden başka bir şey


demiyordu aslında.
“Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı ile birlikteydi ve söz Tanrıydı.
Başlangıçta o Tanrı ile birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla
var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve
yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık O’nu
alt edemedi.

299
Tanrı’nın gönderdiği Yahya adlı bir adam ortaya çıktı. Tanıklık
amacıyla, ışığa tanıklık etsin ve herkes onun aracılığıyla iman
etsin diye geldi. Kendisi ışık değildi ama ışığa tanıklık etmeye
geldi.”
Aziz Yuhanna Ön Asya’ya tebliğ için mektup yolladığında bu
bölgedekilerin inancını değiştirmek istemediğini ve zaten
inancının aynı şeyi ifade ettiğini şöyle söylüyordu:
“Mesih’ten işittiğimiz ve şimdi de size ilettiğimiz bildiri şudur:
Tanrı ışıktır.”
Yani Yunus Emre’nin söylediği şu sözler bin yıllardır
yankılanan, dönüşüp yeni isimler alan aynı inançtan başkası
değildi:

Hakk bir gevher yarattı kendinin kudretinden


Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden
Yedi gök yaratıldı ışık ile bünyad oldu
Toprağa nazar kıldı aksırıp duru geldim.

Aynı sözler farklı ağızlarda söylendi durdu. Hatayî’de

Bir kandilden bir kandile atıldım


Turab oldum yeryüzüne saçıldım
Bir zaman hak idim hak ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim
300
Birkaç dize de Sıdkî Baba’dan:

Kudret kandilinde bir ışık iken


Ta ol zaman âşık oldum nûra ben
Ziyasından halk eyledi toprağı
Vücut buldu bu eşyanın menbaı

İnanış, evrenin devri daîmi ve evrimini tarif ediyor; yaşamın


kaynağını Yıldızlardan Güneş’e, Güneşten İnsana aktarılan bir
Nûr olarak görüyordu. İnsan ilahi gücün tecellisi olduğundan
Tanrı’dan nûr taşıyordu. O yüzden de ölmez, ancak asıl kaynağa
geri dönebilirdi. Zaten İnsan-ı Kâmil’e ulaşma mücadelesi de
tam anlamıyla bunun içindi.

Ko ölmek endişesin
Işık ölmez bakîdir
Ölmek senin nen ola
Çünkü canın ilâhîdir.
- Yunus Emre

Söze hâkim olanlar bu evrenin evrimi ve insanda son bulmasını


devriye denilen divan türüyle sanata dönüştürdüler.

301
Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım,
Diler isen deyiverem ezeli vatandayıdım.
Kalu Bela söylenmeden, tertib düzen eylenmeden,
Hak’tan ayrı değil idim, o ulu divandayıdım.
Eyyub ile derde esir, anlamadım çektim ceza,
Belkıs ile taht üzere mühr-ü Süleyman’dayıdım.
Yunus ile balık beni çekdi deme yuttu bile,
Zekeriya’yla kaçtım bile, Nuh ile tufandayıdım.
İsmail’e çaldım bıçak, bıçak bana kâr etmedi,
Hak beni azat eyledi, koç ile kurbandayıdım.
Yusuf ile ben kuyuda yattım, cefa çektim bile,
Yakub ile çok ağladım, bulunca figandayıdım.
Miraç Gecesi Ahmed’in döndürdüm arşta nalini,
Üveys ile vurdum tacı Mansur’la urgandayıdım.
Ali ile vurdum kılıç, Ömer ile adl eyledim,
On sekiz yıl Kafdağı’nda Hamza’yla meydandayıdım.
Ezeliden dilimde uş Allah birdir, haktır Resul,
Bunu böyle bilir iken sanma ki gümandayıdım.
Yere bünyad vurulmadan, Âdem dünyaya gelmeden,
Öküz, balık eylenmeden, ben ezeli andayıdım.
Yunus senin aşık canın ezeli aşıklar ile,
Mülke bünyad vurulmadan seyran-ı cevlandayıdım.

302
En önemli devriye örneklerinden biri de Edip Harâbî’ye aittir.

Daha Allah ile cihan yok iken


Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik

Kendisinin ismi henüz yok idi


İsmi şöyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kıyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı insan eyledik

Allah ile burda birleştik


Nokta-i amaya girdik yerleştik
Sırr-ı Küntü kenzi orda söyleştik
İsmi şerifini Rahman eyledik

Aşikar olunca zat ü sıfatı


Kûn dedik var ettik bu semavatı
Birlikte yarattık hep kainatı
Nam ü nişanını cihan eyledik

Yerleri gökleri yaptık yedi kat


Altı günde tamam oldu kainat
Yarattık içinde bunca mahlûkat
Erzakını verdik ihsan eyledik

303
Asılsız fasılsız yaptık cenneti
Huri gılmanlara verdik ziyneti
Türlü vaatlerle her bir milleti
Sevindirip şad ü handan eyledik

Bir cehennem kazdık gayetle derin


Laf ateşi ile eyledik tezyin
Kıldan gayet ince kılıçtan keskin
Üstüne bir köprü mizan eyledik

Gerçi Kün emriyle var oldu cihan


Arş-ı Kürsü gezdik durduk bir zaman
Boş kalmasın diye bu kevnü mekan
Ademin halkını ferman eyledik

İrfan olan bilir sırrı müphemi


İzhar etmek için ism-i azamı
Çamurdan yoğurduk yaptık ademi
Ruhumuzdan bir ruh revan eyledik

Adem ile Havva birlik idiler


Ne güzel bir mekan bulduk dediler
Cennetin içinde buğday yediler
Sürdük bir tarafa puyan eyledik

Adem ile Havva'dan geldi çok insan


Nebiler Veliler oldu mümayan
Yüzbin kere doldu boşaldı cihan
Nuh Naciyullah'a tufan eyledik

304
Salih'e bir deve eyledik ihsan
Kayanın içinden çıktı nagehan
Pek çokları buna etmedi iman
Anları hak ile yeksan eyledik

Bir zaman Eshab-ı Kefh'i uyuttuk


Hazreti Musa'yı Tur'da okuttuk
Şit'i çulha yaptık bezler dokuttuk
İdris'e biçtirip kaftan eyledik

Süleyman'ı Dehr'e sultan eyledik


Eyyub'a acıdık derman eyledik
Yakub'u ağlattık nalan eyledik
Musa'yı Şuayb'a çoban eyledik

Yusuf'u kuyuya attırmış idik


Mısır'da kul diye sattırmış idik
Zeliha'yı ona çattırmış idik
Zellesinden bendi zindan eyledik

Davut peygambere çaldırdık udu


Kazadan kurtardık Lût ile Hûd'u
Bak ne hale koyduk nar-ı Nemrud'u
İbrahim'e bağ u bostan eyledik

İsmail'e bedel cennetten kurban


Gönderdik şad oldu Halil ür rahman
Balığın karnını bir hayli zaman
Yunus peygambere mekan eyledik

305
Bir mescide soktuk Meryen Ana'yı
Pedersiz doğurttuk orda İsa'yı
Bir ağaç içinde Zekeriya'yı
Biçtirip kanına rızan eyledik

Beyt-i Mukaddes'te Kudüs şehrinde


Nehri Şeria'da Erden nehrinde
Tathir etmek için günün birinde
Yahya'yı, İsa'yı üryan eyledik

Böyle cilvelerle vakit geçirdik


Bu enbiya ile çok iş bitirdik
Başka bir Nebi'y-yi zişan getirdik
Anın her nutkunu Kuran eyledik

Küffarı Kureyşi ettik bahane


Muhammet Mustafa geldi cihane
Halkı davet etmek için imane
Murtaza'yı ona ihvan eyledik

Ana kıyas olmaz asla bir nebi


Nebiler şahıdır Hakk'ın habibi
Biz anı Nebi'y-yi ihsan eyledik

Hak Muhammed-Ali ile birleştik


Hep beraber Kabe-kavseyn'e gittik
O makamda pek çok muhabbet ettik
Leylerel esrayı seyran eyledik

306
Bu sözleri sanma her insan anlar
Kuş dilidir bunu Süleyman anlar
Bu sırrı müphemi arifan anlar
Çünkü cahillerden pinhan eyledik

Hak ile hak idik biz ezeliden


Ta ruz-i Elest'te Kalubeli'de
Mekan-ı Hüda'da bezm-i celide
Cemalini gördük iman eyledik

Vahdet alemini bilmeyen insan


İnsan suretinde kaldı bir hayvan
Bizden ayrı degil Hazreti Süphan
Bunu Kuran ile ayan eyledik

Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır


Doğan ölen yapan bozan hep Hak'tır
Her nereye baksan Hakk'ı mutlaktır
Ahval-i vahdeti beyan eyledik

Vahdet sarayına girenler için


Hakkı hakkel yakın görenler için
Bu sırrı Harabi bilenler için
Birlik meydanında cevlan eyledik

307
Egemenler ve gücü elinde tutmak isteyenlerin hoşuna gitmese de
ister Akhenaton’un Aton’u, ister Ahura Mazda, ister Mithra
ismini alsın; kimi Işık, kimi Nûr desin kimi de kökenlerini tarihin
derinliklerinde aradığı benzeşen kelimelerle yakalamaya çalışsın
insan aslında içindeki karanlığa ışık tutacak olan ‘aydınlığın’
arayışındadır. Bu arayış görünen o ki henüz sonuçlanmadı.
Toplu olarak insanlığın bir aydınlanma ve kurtuluş yaşayacağını
beklemekse hayâl olur. O halde egemenlerin Tanrı’nın elinden
aldığı dini ve özellikle bireysellikten çıkararak toplumsallığa
çevirmeye çalıştığı inanç uygulamaları zincirini kırıp yeniden
sorgulama çağını başlatmak gerekir diye düşünüyorum.
Sorgulamanın sonu dogma ve bağnazlık karanlığından, vicdan,
etik ve özgür düşünce temelinde yükselmiş aydınlığa ulaşır
diye umuyorum. Yol’un sonunda ‘Işık’ var. Uğraşmaya değmez
mi?
Ben kendi ulaşabildiğim kaynaklardan bazıları üzerinden bir
derleme yaparak bu yoldan geçeceklere üzerine basıp
yükselebilecekleri bir basamak olmak üzere bu kitabı yazdım.
Eski çağlarda kitaplar yakılarak çok kısa süre bir aydınlık
sağlanıyor ancak sonrasında yüzyıllar süren karanlıklar
insanların boyunlarına zincir olarak kullanılıyordu. Yine de bir
Güneş olamasa da bir mum olsun isterim bu kitap. Hiç değilse
diğer mumları tutuşturarak toplamda karanlığa karşı bir
bütünsel karşı çıkışın içinde bulunsun isterim. Sabit ve donmuş
cevaplar yerine zihinlerde hep daha ötesini araştırmak üzere
bizleri dürtecek birer soru işaretine dönüşsün isterim bu kitabın
her cümlesi.
Umarım öyle olsun.

308
KAYNAKÇA
1. Hurufilik, İlk Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren,
Fatih Usluer, Kabalcı, 2014
2. Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler XV-XVII.
Yüzyıllar, Ahmet Yaşar Ocak, Timaş, 2016
3. Türk Sufiliğine Bakışlar, Ahmet Yaşar Ocak, İletişim,
2012
4. Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik:
Kalenderiler (XIV-XVII. Yüzyıllar), Ahmet Yaşar Ocak,
Türk Tarih Kurumu, 1992
5. Bahçe Bizim Gül Bizdedir, Eski Çağdan Günümüze
Alevilik, Erdoğan Çınar, Kalkedon, 2011
6. Dergâhın Sırrı, Aleviliğin Kayıp Hafızası, Erdoğan
Çınar, Kalkedon, 2012
7. Aleviliğin Kökenleri, Abdal Musa’nın Sırrı, Erdoğan
Çınar, Kalkedon, 2008
8. Sabah Rüzgârı, Enelhak Demişti Nesimi, Reha
Çamuroğlu, Doğan, 2000
9. İnanç ve Ahlak Bağlamında Alevi Öğretisi, Cengiz
Güleç, Yurt, 2011
10. Aleviliğin Kayıp Bin Yılı (325-1325), Erdoğan Çınar,
Chiviyazıları, 2006
11. Aleviliğin Gizli Tarihi, Demirin Üstünde Karınca İzi,
Erdoğan Çınar, Chiviyazıları, 2006
12. Kayıp Bir Alevi Efsanesi, Erdoğan Çınar, Kalkedon,
2007
13. Hurufilik, Ömer Tecimer, Plan B, 2008
14. Hakikat ve Tefekkür, İbn Arabi, Hece, 2006
15. İslam-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü,
Ahmet Yaşar Ocak, Kabalcı, 2007
16. Öz Kaynaklarına Göre Alevilik, Rıza Zelyut, Yön, 1998
17. Kozmik Bir Senfoni Alevilik, Süleyman Diyaroğlu,
Aydüşü, 2002
18. Onüçüncü Kabile, Arthur Koesler, Plato Film, 2007
19. Sorularla Alevilik, M. Cemil Kılıç, Kamer, 2015
20. Tanrı’nın Tarihi, Karen Armstrong, Ayraç, 1998
21. Ezoterik Batıni doktrinler Tarihi, Cihangir Gener,
Helios, 2018
22. Krallar Vadisindeki Yabancı, Ahmed Osman, Omega,
2017
23. Musa ve Akhenaton, Ahmed Osman, Omega, 2016
24. Hiramın Anahtarı, Christopher Knight & Robert Lomas,
Bilge Karınca, 2007
25. Makale: Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf ve Musa Kronolojisi,
Mete Firiddin, 2015
26. Hiram’ın Anahtarı, Christopher Knight&Robert Lomas,
Bilge Karınca, 2007
27. Süleyman Mabedi, Renan Mengü, Lebib Yalkın
Matbaası, 2002
28. Zerdüşt-Ahura Mazda, Haluk Hacaloğlu, Ruh ve Madde
Yayınları, 1995
29. Makale: İsa’nın ‘Maşiah’a Dönüşümü: Mesihi
Yahudilikte Mesihlik Fenomeni, Ramazan Adıbelli,
İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi Cilt: 5,
Sayı: 2, 2016 Sayfa: 242-270 Yahudilik Özel
30. Makale: Mithra’nın Anadolu ile Etkileşimi, Fatih İnan, I.
Uluslararası Türklerin Dünyası Sosyal Bilimler
Sempozyumu Bildiri Kitapçığı, 2017
31. Fraternis, Kayıp Kitaplar Gizli Kardeşlik, Burak Eldem,
İnkılap, 2006
32. Simyanın Taşı, Aydın Parlar, Hermes, 2019
33. Batının İki Yüzü, Bağnazlık ve Tolerans, 2. Kitap, Yalçın
Kaya, Pentagram, 2008
34. Şinasi Tekin Makalesi: Mani Dininin Uygurlar
Tarafından Devlet Dini Kabul Edilişinin 1200.
Yıldönümü Dolayısı İle Birkaç Not, 1962
35. Mani ve Öğretileri, Dila Baran Tekin, Hitit Üniversitesi
Yüksek Lisans Tezi, Çorum 2014
36. Pavlikan Kilisesi ve Eski Hıristiyan Heresileriyle İlişkisi,
Sakin Özışık, Bielefeld Üniversitesi Protestan İlahiyat
Fakültesi Makale: C.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi 2010,
Cilt: XIV, Sayı: 2 Sayfa: 505-533
37. Hıristiyanlık ve Felsefesi, Yalçın Kaya, Tiglat, 2000
38. Makale: İslam Öncesi Dönemde Mekke İdare Sistemi ve
Siyasetinin Oluşumu, Adem Apak, Uludağ Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Cilt: 10, Sayı: 1, 2001
39. Hallac-ı Mansur En’el Hakk Gizli Öğretisi, Kevser
Yeşiltaş, Sınır Ötesi Yayınları
40. Makale: Balkanlarda Bektaşilik ve Bektaşi Tekkeleri,
Tuba Hatipler Çibik, İnsan ve Toplum Bilimleri
Araştırma Dergisi Cilt 6 Sayı:1 2017
41. İlk Çağda Türkiye Halkı, Bilge Umar, İnkılap, 1999
Yazarın Diğer Kitapları:

Yoldaki Taş, Cinius 2018


Simyanın Taşı, Hermes 2019
Hayatın Sırrı, Cinius 2020

You might also like