Professional Documents
Culture Documents
Bu ülkenin doğusunda...
A. Ömer Türkeş
2003’te yayımlanan ilk romanı Kenarda, yazarlık kariyerine adım atmak için şaşırtıcı
hatta cüretkar bir seçimdi. Ardından ilkini aratmayan Gençlik Düşü (2006) geldi.
Popülerleşme kaygısı gütmeyen ustaca yazılmış iki ağır romanla okuyucusunu daha
baştan seçmişti Ayhan Geçgin. Kenarda kalmayı göze aldığı, okuyucusuyla heyecan
ya da duygular üzerinden değil edebiyat ortak paydasında buluşmayı amaçladığı
açıktı... Son yıllarda romana hakim anlayış hikâyeyi amaç haline getirmek, dili
araçsallaştırmak. Geçgin ise edebiyatın her şeyden önce dilsel bir etkinlik olduğu
fikriyatından hareketle hikâyeyi edebi bir metin yaratmanın aracına dönüştürmüştü.
Kahramanlardan, hikâyelerden, hikâyelerin neden-sonuç ilişkisinden, zamanın düzgün
akışından uzak duran, izlenimlere ve imgelere yoğunlaşan romanlarının ikisi de
kentlerle, kentin yuttuğu hayatlarla ilgiliydi. İnsanları saran boğuntuyu yakalamak
için sanki bir kamera yerleştirmişti anlatıcının gözüne. Özellikle Kenarda’da
kemerasının merceğinde kırılan neredeyse her görüntüyü, çağrışımları ile birlikte
yazıya dökerken yeknesaklık tehlikesini dil zenginliği sergileyen tasvirlerle kıracaktı.
Her sözcüğe, her cümleye, her ayrıntıya titizlenen Ayhan Geçgin, belki de bu
nedenledir, çok az yazıyor. İkinci romanı için üç yıl beklemiştik. Üçüncüsünde ara
daha da uzadı. Aradan geçen beş yıldan sonra gelen Son Adım, bakalım beklentileri
karşılayacak mı?
Romanın kahramanı Alisan (Ali İhsan). Dargelirli bir ailenin iki çocuğundan biri
olarak doğmuş, yarıda bıraktığı üniversite tahsili için verdiği birkaç yıllık aranın
dışında bütün hayatını Küçükçekmece’de geçmiş, anne ve babası ölüp, abisi de ülke
dışına yerleşince yapayalnız kalmış... Şimdi baba evinde, tek sağ kalan aile büyüğü
babannesiyle birlikte ama yaşlı kadınla fazla temas etmeden yaşıyor. Otuz dört
yaşında. İlk iki romanın kahramanları gibi Alisan’ın hayatla kurduğu ilişki de sıkıntılı.
Hayatın monotonluğu işten çıkarıldığında da değişmez. Önce bir imkân gibi görür
işsizliği. Ama dünyası küçülmüş bir adam için yapacak fazla bir şey bulamaz. Baharın
cazibesine kapılıp bir tatil kasabasına gitmesi de sıkıntılarını gidermeyecek, alelacele
İstanbul’a dönecektir. Babannesi hastalandığında Alisan’ın hayatında bir değişim
2
başlar. Yaşlı ama hayat dolu kadına, geçip giden günlere, kadının kendi hayatında
kapladığı yere ilişkin düşünceler belirir kafasında. Sonra tedavisini üstlenir. Hayatla
bir bağ kurmuştur. Üstelik şans bu kötü zamanda yüzüne gülecek, babanneyi ziyarete
gelen komşuları Kader’le aralarında bir yakınlaşma başlayacaktır. Adını bir türlü
koyamadığı, duyguların ifade edemediği, ama Alisan’ın kurumuş içini yeşerten
tutkulu cinselliğiyle hayatının merkezine oturacak türden bir yakınlaşma... Uzun
sürmez hastalık günleri. Babanne ölür. Tuhaf bir karar vermiştir Alisan, babannesini
doğduğu topraklara geri götürecek, köyünde defnedecektir; Tunceli ile Bingöl
arasındaki Bindağ’larda...
Bir zamanlar farklı olmak istediği bu insanlarla kaynaşan, kalma zamanını uzatan,
hatta neredeyse kendinde geriye dönecek gücü bulamayan Alisan, onları dağıtan şeyin
baskı ve şiddet olduğunu fark etse bile henüz kendisini bu koşullarla ilişkilendirmiş
değildir. Ta ki, bir gece vakti misafirliğe gittiği yakınlarının evi basılana, evin
erkekleriyle birlikte gözaltına alınana kadar... İşkence altında geçen sorgusunda
işkencecilere söyleyecek bir şeyi yoktur ama kendisine ve geriye dönebilirse eğer
sevgilisi Kader’e söyleyecek pek çok şey vardır aklında. Alisan, yaşamını ilk kez
bütün açıklığıyla görmüştür...
Son Adım’da yakıcı güncel siyasi ve toplumsal meseleleri de katmış hikâyesine Ayhan
Geçgin. İlk kez demiyorum. Önceki romanlarında hissettiğimiz ama bireysel
travmalar düzeyinde işlenen meselelerin daha açık bir biçimde dile getirilmişliği ya da
bireyin bu meselerle kendi isteği dışında yüzleşmesi diyelim buna. Hem yazar hem
kahramanı açısından kaçınılmaz bir yüzleşme.
Ah şu kimlik meselesi
Son Adım’da ilk göze çarpan özellik bakış açısında. Pek sık rastlamadığımız ‘sen’
anlatımının yerine çok iyi oturmuş bir örneği. Üçüncü tekil şahıs tarafından aktarılan
hikâyede anlatıcı hikâyenin ne içinde ne dışında. Yanıbaşında yaşayıp giden
kahramanı görmüş, tanımış ama onun meseleleriyle doğrudan ilişkilenmemiş, daha
doğrusu kendisini özne yerine koymayan bir anlatıcı bu. ‘Ben’ anlatımı kullanarak
hikâyenin asıl öznesinin rolünü çalmıyor, ‘o’ anlatımıyla kendisini işin içinden
sıyırmıyor; ‘sen’ anlatımıyla yoldaşlık ediyor Alevi-Kürt gencinin Doğu ile Batı
arasında sıkışıp kalmış yolculuğuna.
Kimlik meselesi hikâyeye kurgu yoluyla çarpıcı bir biçimde sokulmuş. Babannesinin
ölümüne kadar ailenin etnik kökeni hakkında bilgi vermiyor Geçgin. Bu üstü örtük
anlatım ikinci bölümdeki köken, kimlik, arayış, bir yere ait olamama, yolunu
şaşırmışlık gibi temaların öne çıkmasını sağlamış. Önceki romanlarını okuyanlar
Ayhan Geçgin’in roman kişilerinin göç travmalarıyla baş etmeye çalışan insanlar
olduğunu hatırlayacaklardır. İstanbul’a yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin
ikinci, üçüncü kuşaktan fertlerinin kentle ya da kökleriyle kurdukları, aslında
kuramadıkları ilişkinin gözlendiği hikâyelerinde aidiyet sorunu öne çıkıyor. Bilincine
tam varılamamış, bu nedenle kendisini mutsuzluk ve öfke halleriyle su üzerine
çıkaran duygularla Alisan da baş etmekte zorlanacak, romanın iç ve dış ayrıntı
zenginliği ile göz alıcı dilini işte bu duygular sanki kendiliğinden yaratacaktır:
“Öfkeye kapılıyorsun, öyle ki kendine hâkim olmak senin için giderek zorlaşıyor.
Nefret ediyor, nefrete tutuluyorsun. Dünya gözünün önünde derisi soyulmuş et parçası
gibi beliriyor, tiksiniyorsun. Ama hiçbir duygun uzun sürmüyor, içinden hızla,
elektrik akımı gibi geçiyor, sonra bir hissizlik içinde sünüyor: Bunlar duygu değil,
diyorsun kendine, hiçbiri değil. Bunlar ruhsal kasılmalar, tıpkı midedeki ya da
kalpteki bir kasın aniden kasılması gibi. Yıllardır bu kasılmalarla yaşıyorum.”
Eray Ak
İlk bölümde, geriye dönüşlerle Alisan’ın yarım kalmış üniversite hayatının çarpıcı
bölümlerine de tanıklık ediyoruz. Romanın ileriki aşamalarında çokça karşımıza
çıkacak olan “kimlik” sorunsalı, bu ilk sayfalarda kendine fazla yer bulmuyor.
Geçgin, roman boyunca yüzümüze vurduğu gerçekler kadar, “sezdirme” gücüyle de
dikkat çekiyor. İşte bu ilk bölümde, okuyucular Alisan’ın kimliğini sadece sezerek
ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu bağlamda okuyucuya romanda “aktif” olma şansı da
tanınmış. Genelde öykülerde görmeye alışkın olduğumuz bu küçük “boşluklar”,
“düşünme payları” Son Adım için de geçerli ve kanımca, başarıyla roman omurgasına
oturtulmuş bir unsur.
anında onunla olan ve öleceği sırada bir çırpıda tüm yaşamını arkadaşına anlatan biri
gibi adeta.
Vasiyet
Bu durgun ve kasvetli akan sayfalar, Alisan’ın işten çıkarılmasıyla biraz devinim
kazanır gibi oluyor, fakat bu onun iç dünyası açısından bir değişiklik oluşturmuyor.
Kahramanımız, bu işten çıkarılma olayını bir fırsata, kendi sorunlarını giderebilmek
adına bir şansa çevirmek isteğiyle biraz insan içine karışmayı, tatile gitmeyi deniyor.
“Normalleşme” adına giriştiği tüm bu işler de yine kendi içsel sorunları nedeniyle
başarısızlıkla sonuçlanıyor. Romanın tüm seyrini değiştirecek olay ise bu tatil
dönüşünde meydana geliyor. Babaanne, bir gece aniden rahatsızlanıp hastaneye
kaldırılıyor. Alisan için de “hastabakıcı günleri” böylelikle başlıyor.
Alisan yaşlı kadının ölümünü de kendi değişimi adına bir fırsat olarak kullanmak
istiyor. Kendi gelişimini, daha çocukluğunda saklandığı “arka odadan” çıkabilmeyi
amaçlıyor: “Kadının ölüsü bir işe yarasın, bu gerçekten bir son olsun. Yaşamımın
şimdiye kadar olan bölümünden bana kalan boş, kuru bir kabuktu. Bu kabuk dağılsın,
bir yaranın kabuğu gibi dökülüp gitsin, içinde olan neyse ortaya çıksın” (s. 177).
Alisan, Bindağ’a yapacağı bu yolculuğun kendisine yeni bir yaşamı muştulamasını
arzu ediyor. Bir ölümden yeni bir hayat yaratmak istiyor.
Batıda, büyük şehirde yaşamış, ancak kökenleri Doğuda olan bir karakter Alisan. Bu
Alevi-Kürt gencinin, kökeni ve yetiştiği kültür arasında kalışı baş gösteriyor
babaannesini defnetmek için gittiği köyde. Ele alınan “kimlik” sorunsalı da bu arada
kalmışlık üzerinden gösteriliyor okuyucuya. Köydeki akrabalarının onu nasıl
karşıladığı, kaçtığı insanların aslında “ne” olduğunu görmesi onu şaşırtıp telaşa
sürüklüyor: “Sorulara yanıt vermeye, konuşmalara katılmaya, gülümsemeye
çalışırken için için rahatsız oluyorsun. Bunlar aslında gelmelerini, gelip kapını
çalmalarını istemediğin insanlar, hatta kapını çalmalarından korktuğun insanlar.
Korkmak mı? Evet, tıpkı yakalanmaktan korkan birisi gibi korkmak. Canını asıl
sıkansa onların kapılarının sonuna kadar açık olduğunu görmen” (s. 186).
Doğunun yaşantısını Doğu kökenli bir Batılı gözüyle anlatması ve bu bakışa farklı
açılımlar kazandırması, Geçgin’in romanını—edebi değerini çok ayrı bir yerde tutarak
—önemli kılıyor. Doğuya çok farklı bir bakış Geçgin’inki. Alisan’la, Doğuya bir
köprü uzatıyor yazar ve köprünün bir ayağını da bilerek zayıf bırakıyor. O zayıf ayak
da aslında, günümüzde Doğu'dan göç etmiş ailelerin çocuklarının hepsinde görülen
bir durumu temsil ediyor: Kökenleriyle bağını koparmayı ya da bile isteye ondan
uzaklaşmayı. Alisan’ın bu yolculuğuyla, Batı’nın Doğu’yu nasıl algıladığına dair de
önemli izlenimler ediniyoruz. “Gölge” diye niteliyor gördüğü insanları Alisan
romanın bir bölümünde. Kanımca bu kelime, Batı’nın Doğu’yu algılayışını
vurgulamak adına önemli. Zaten Son Adım da bu gölgeden direkler üzerine kuruluyor.
M. Said Aydın
Son Adım’ın zemin-mekân ilişkisine dair bir güncel analoji daha kurmak mümkün
aslında: Behçet Çelik’in—hassaten Diken Ucu’nda—İstanbul’u gibi bu İstanbul.
Çelik de, kenardan, renksiz (rengi varsa bile renksiz), kendine has kokularıyla
mevcut, romanın/edebiyatın çok da mekânı olmamış mekânlardan harekete (hareket?)
geçiriyordu karakterlerini. Ayhan Geçgin de, Alisan’ı [Ali İhsan] Küçükçekmece’de,
Bakırköy’de, Çapa’da dolaştırıyor. Alisan; babasını ve annesini kaybetmiş,
babaannesiyle çocukluk evinde, Küçükçekmece’de yaşayan, üniversite için
Eskişehir’e gidip kısa bir süre sonra okulu bırakıp dönmüş, iç sesiyle ağzından çıkan
sesler arasında dünyalar kadar fark olan bir karakter. Uyumsuzluğunun “şehir”le bariz
bir alakası var; işlerle, kadınlarla, babaannesiyle, televizyonla, tozlanıp duran bir adet
kitapla ilişkisi çerçevesinde gördüğümüz, dinlediğimiz Alisan roman boyunca “bir
şey” bekliyor. Geçgin, ikinci tekil şahısla [“sen” ile] büyük bir üslup tutturuyor;
anlatıcıyla Alisan arasında mesafe bir süre sonra belirsizleşiyor, belirsizleşmesinin
“sorun” olacağı yerlerde, hemen devreye giriyor tekrar anlatıcı. Çok alışık
olmadığımız ikinci tekil şahısla böyle bir üslup tutturmuş olmasında da, evvelden
söylediğim, “obsesyon” ile bir tutarlı bir ilişkisi var kanımca. Alisan, çok tanıdık biri;
Mersault’ya da benziyor, Selim Işık’a da, “Uyuyan Adam”a da, Zebercet’e de. Bu
tanıdıklığın içinde biricikliğini de sabırla örüyor. İç sesi, ailesinin göçüne karşı
mesafesi, ailesiyle olan derin ilişkisizliği, “onların dili”, babaannesi, babaannesinin
hastalığında yaşadıkları ve Kader isimli komşu kadının hayatına girişi. Metnin büyük
kısmında beklediği “büyük şey” babaannesinin ölümüyle, “onların dili”nin
konuşulduğu Tunceli-Bingöl arasındaki o ilçede yaşadıkları haline geliyor.
Alisan, kitabın sonunda işkencecisine “Ama ne yaparsanız yapın insanı bir hiçe
indirgeyemezsiniz. Gerçeği mi istiyorsunuz, işte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir
şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey vardır” diyor işkence tezgâhında.
Ömer Özgüner
Türkeş’in A’sının açılımını çözememişken, böyle bir “parlak” ismi neden daha önce
okumadığını düşünerek hayıflanmaya, sonra adını bile duymadığın için kendine daha
fazla kızmaya başlıyorsun. Yazarının adının Ayhan Geçgin, kitabın adının Son
Adım olduğunu öğrendiğin eseri öylesine okumaya başlıyorsun. Senin de gençliğinin
komşu semtlerinden Küçükçekmece’de büyüyen, senin gibi Eskişehir’de okuyup
okulu yarıda bırakan, annesini babasını kaybedip zaten pek konuşmadıkları
ağabeyinin Rusya’ya gitmesiyle evi doksanlık babaannesiyle paylaşan, asıl adı Ali
İhsan olan ama ailesinin seslenişiyle giderek Alisan’a dönüşen o tuhaf gencin
dünyasına kendini kaptırıyorsun. Alisan işini kaybediyor. Üzülüyorsun. Ama o
üzülmüyor. Babaannesinin her şeye dırdır etmesi senin bile canını sıkarken, Alisan
sakinliğini kaybetmiyor. Sakinlik mi bu umursamazlık mı neyse artık. Alisan yaşadığı
hayatı o kadar öylesine o kadar mecburiyetten yaşıyor ki... Sen buna siniklik demeye
bile korkuyorsun. Çünkü Alisan’ın aklından insanı korkutan şöyle şeyler geçiyor, “Bir
şey yakalayabilsen, yakalayıp izleyebilsen bu şeyin seni bir açıklığa, açık bir yere,
belki soluk almanın ne demek olduğunu anlayacağın yüksekte bir genişliğe götürecek
bir ipi taşıdığını hissediyorsun. Belli belirsiz uzayan ışıltılı bir ışık huzmesi: yaşamın
ipi, canlılığın ipi... Ama parmak uçlarımdan hep kaçıp duran bir ip bu, kaçıp
boğazıma dolanan ip bu. ÖFKEN BİR TÜRLÜ DİNMİYOR Bir voice over’ın
anlattığı hikayeye nerede Alisan’ın birinci tekil şahsı karışıyor, anlayamıyorsun.
Yazının lezzeti yüzünden bunu dert de etmiyorsun. Babaanne ölürken ölümün bütün
acı yanına rağmen ne kadar zor olduğunu anlıyorsun. Bazen sen de Alisan gibi ölsün
artık diyorsun. Ölmek ne uzun bir süreçmiş diyorsun. Ama ölüm sürecinin o eve
getirdiği sevgiliye nedense o kadar şaşırmıyorsun. Kader diyorsun. Zaten kadının da
adı Kader! Alisan sonunda birini sevecek hayatta ıskaladığı her şeye sahip olacak,
dışına atılmış bile olsa bir dünyanın varlığına Kader’le inanacak sanıyorsun. Ama
hayır! Ayhan Geçgin sana bu masum beklentiyi bile çok görüyor; bir türlü
alışamadığı, “Bu dil seni rahatsız ediyor, kulaklarını tırmalıyor” dediği ana diline inat,
Alisan’ı bir de memleketine yolluyor. Bindağ’a. Tunceli ile Bingöl arasındaki
Bindağ’a. Babaannenin vasiyeti uğruna. Ve roman bir kez daha başlıyor. Alisan aynı
boşluk hissinde, aynı çıldırtan umursamazlığıyla yine aynı Alisan. Hayatın ağırlaştığı
bu yerde olaylar o kadar hızlı ve şaşırtıcı ilerliyor ki, anlamakta güçlük çekiyorsun.
Alisan bunların başına geleceğini hep bilirmiş gibi oysa. Belki de bu yüzden o bir
çaba göstermese de sen onun yerine öfke doluyorsun. Onun işkencecilerine yarı
baygın halde söylediği İNSAN BİR HİÇ DEĞİLDİR sözünü tekrar edip duruyorsun.
Öfken dinmiyor. Kitapta kusur arıyorsun. Başlarda sabah ezanını saat sekizde
duymasına takıyorsun, yazın o saatte ezan olmaz diyorsun. Bir de kedi maması üreten
bir yerde çalışan birinin kedi mamasının kokusundan hiç bahsetmemesini eksiklik
görüyorsun. Ama çok iyi biliyorsun ki bunlar kusur filan değil. İki yüz elli dokuz
sayfalık kitabı bitirdiğinde Alisan’ın yaşadıklarından umutsuz, insanın insanlık
hallerinden yorgun, bu ülkenin sağırlığından öfkeli ve böyle bir kitabı bu kadar geç
okuduğun için kendine kızgın olduğundan arıyordun o kusurları. Bulamadın işte.
Geriye tek bir tesellin kaldı; Ayhan Geçgin’in Kenarda ve Gençlik Düşü’nü bir an
önce okumak. Çok derinlikli bir dünyayı çok yalın bir dille anlatan Ayhan Geçgin’i
sana öğreten A. Ömer Türkeş’e de içten içe minnet duyuyorsun. Yine de A’yı merak
etmekten kendini alamıyorsun...
9
İşten çıkartılır ve bir süre iş arıyor ‘gibi’ gözükür, bir süre sonra ‘gibi gözükmekten’
de vaz geçer. Artık hep evdedir. Alt komşusu da olan sevgilisiyle sık sık birlikte olur.
Babaanne uzun bir ölememe halinden sonra bir gün, ölür… Ali İhsan onun inatçı bir
kadın olduğunu, her zaman da inatçı olduğunu söyler. Ve kendisinin ‘bir yerlerinin
bozulduğunu’. (Ama neresi?)
Babaanneyi gömmek için, Dersim dolaylarındaki ana-baba köyüne gider Ali İhsan.
Niyeti, babaannesini—vasiyeti üzere—dedesinin yanında toprağa bırakıp ‘geri
dönmek’tir… Halasının evinde, bilmediği bir dilin içinde geçirir günlerini.
“Bu dilin uğultusu bu. Senin çok az bildiğin, artık neredeyse tamamen unuttuğun bir
dilin sersemletici, baygınlaştıran uğultusu” (s. 162) der bir yerde, uzağında olduğu(nu
sandığı) dille bir zaman sonra başka bir anlam(a) üzerinde buluşur, şunları da ekler ve
kendine yöneltir ibreyi: ”Ama şimdi başka bir olasılığın daha olduğunu fark
ediyorum: Bunlar dildi, ama ben bu dili anlamak istemedim, böyle bir dili işitmek
istemedim.” (s. 211) Bireyin kökleriyle yüzleşmesinin muazzam farkındalığı olan bu
cümlenin devamı, yazık ki acı verici bir şekilde devam eder. Romanı okurken ‘uyanış’
notu düştüğüm paragraf: “Bütün yaşamımı görüyorum Kader, tam, eksiksiz, dopdolu
karşımda uzanıyor. Onu niçin şimdiye kadar hep eksik, yarım, boş bir şey olarak
gördüm? Dahası gördüğüm tüm yaşamlar eksikti, yarımdı, bir yaşam taslağıydı, hatta
belki taslak bile değildi, yaşam daha doğmadan, varlık fırsatı bulmadan ölmüştü, öyle
düşünüyordum. Ama bakışımı ölü yapan şeyi, bana hep aynı şeyi gösteren kendi
körlüğümü göremiyordum. Öyle görünüyor ki yalnız kendi yaşamımı değil hiçbir
yaşamı doğru dürüst anlayamadım.” (s. 246)
Bu uyanış cümleleri, ’90'lı yılların sonuyla 2000'lerin başı arasında geçtiğini ‘tahmin
ettiğim’ romanda, insan bedenine yapılabilecek en korkunç en acı verici şeylerin
gerçekleştiği bir işkencehanede geçer Ali İhsan’ın zihninden… Bu babaanneyi
toprağa bırakıp ‘eve’ dönecek genç adam, yapacak hiç bir işi olmamasına rağmen, bir
türlü gidemez, gidişi uzar. Kök, gövdeyi çekmiştir bir kere… İstanbul’da onu
bekleyen sevgilisinin adı Kader’dir, onun da uzağına düşmüştür, kaybetmiştir onu.
Kaderi kaybetmektir Ali İhsan’ın… ‘Kendi’ olduğu yerde, kaybolmuştur.
Dünyanın tüm infaz edilenlerine bir anıt niteliği taşıyan bu eşsiz roman, sanatsal
değeri yüksek bir biçimde ve tek kelime siyasi söylemde bulunmadan iktidarın, faili
meçhullerin kirliliğini, kan lekelerini büyük bir gerçeklikle anlatıyor. Ali
İhsan/yazarla veya yazar/Ali İhsan’la sesleniyor onlara: ”Sizin, diyorsun, bilmediğiniz
bir gerçek var. Sözcükler ağzından zayıf, kuru, sayıklar gibi, fısıltıyla dökülüyor yine
de fısıltı odayı dolduruyor, insan bir hiç değildir.” İnsan bir hiç değildir!Duygularımı
tarif etmekti niyetim, Ali İhsan gibi, romanın içine girdim ve bu gerçekliğe
dönemedim… Hem yüksek hem derin bir roman okumak isteyen herkese Son Adım’ı
tavsiye ederim. Ve Dürrenmatt’ın Büyük Romulus’a söylettiği anlamlı bir cümlesiyle
11
Cem Öztüfekçi
Kenarda ile başlamaya çalıştım ama birkaç denemeden sonra, aklıma hastası olduğum
yazar Barış Bıçakçı’nın yarıda bıraktığım ilk kitabı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi
geldi, hemen Kenarda’yı elimden bıraktım ve Geçgin’in ikinci kitabı Gençlik
Düşü’nü okumaya koyuldum. Bu arada, ne mutlu bana ki Barış Bıçakçı ile tanışma ve
onun Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanından aynı adla uyarlanan filmde birlikte
çalışma şansını yakaladım, ama hâlâ onun ilk kitabına dönüp bitirmeye çalışmadım—
bazı şeyleri zorlamamak lazım sanırım. Okuma önerileri: Bizim Büyük
Çaresizliğimiz (İletişim Yay., 2004), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (İletişim
Yay., 2008), Aramızdaki En Kısa Mesafe (İletişim Yay., 2003).
Fikret yazı hayatına, en iyi bildiği şeyi, kendi hayatını anlatarak başlamak ister. Ama
gerçekten adına yaşam diyebileceğimiz bir hayatı olmuş mudur? Üniversite sınavını
kazanıp Ankara’ya gittiğine babasından uzaklaşmak dışında neyi başarabilmiştir?
İşletme okumak istemediğini fark ettiği halde başka bir üniversiteye geçmek için
neden yıllarca beklemiştir? Gençliği yurtta, öğrenci evlerinde, birahanelerde, şehrin
sokaklarında yitip giderken felsefeye merak sarmıştır ama felsefe bölümünü
kazandığında da bölümdeki hocaların neyi anlatacaklarının bile farkında olmadığını
görünce hayal kırıklığına uğramıştır. Bir şekilde okulu bitirir ama İstanbul’a, ailesinin
yanına dönmez, Ankara sokaklarını arşınlamaya devam eder, çoğuyla nadiren
12
Ayhan Geçgin romanı bir kent ve birey romanıdır. Onun romanlarında kent, moloz
yığınlarıyla, çöplerle ve yığıntılarla sürüklenen başıboş bir sel akıntısıdır. Önüne
geleni kendine katar ve akar. Nereye aktığı belli değildir, bir amacı yoktur. Delice
çalkanır. Sonra durulur ve bataklığa dönüşür. Dışlanmışları kendine katar, onları örter,
gizler. Geceyle gündüzün birleştiği noktalarda içinden kusup atar ve yeniden
hareketlenir her şey. Bir taslak, bir tamamlanmamışlıktır, kalabalığı yalnızlıktır.
Bireyler tek başına moleküller gibi birbirine düğümlenen sokaklarda sürüklenip durur.
Kentin öyküsüyle bireyin öyküsü lağımsı bir akıntıda birleşir böylece.
Hayalet Sokaklar
Okur romanın içindedir artık. Binalar arasından bir siluet belirir. Yüzünü görmek
mümkün değil bu uzaklıktan ama algılamak mümkün. Üç roman boyunca onunla
birlikte yürüyeceğiz bozulmuş, çarpık, çıkışsız sokaklarda.
Daha çok bir insan artığına, çürümeye başlayan bir cesede benziyordu… kimi
zaman yürümekte zorluk çekiyor, nefes aldığında acıyla kasılıyor, bütün
gücünün çekildiğini duyuyordu. Her koşulda diriden çok ölüye yakındı.
(Kenarda, s. 10)
Kent oluşup dağılırken onu oluşturan, canlı bir varlık olarak var eden bireyleri de
boğuyor, öldürüyor, böylece kendi üstüne kapanıyordu.
Saldıran, boğan, kıskaca alan, ruhu sıkan bir cendere vardı. Yalnızca kendi
ruhunu değil toprağın ruhunu da sıkan, ezen, parçalayan bir şey vardı. Soluk
alamayan o değil, topraktı. (Kenarda, s. 39)
Bu ıssız uzanan bataklıkta, kesintisiz bir grilikle taş kesilmiş çölde hiçbir
insan, hiçbir canlı yoktu. Yaşam bir zamanlar olmuş muydu belli değildi,
olmuşsa bile çok önce sona ermişti, toprak yarılmış, yol insanın altından
çekilmiş, insan da bir çukura yuvarlanmıştı, toprağın altında kalmış, diri diri
gömülmüştü. Yaşam çok önceden bitmişti, aniden derinleşen bir yar gibi
yaşamayı çoktan kesmişti. Şimdi geçip giden, akıp duran hayaletler hayalet
sokaklarda dolaşıyor, hayali sokakları aşındırıyorlardı. Çölde kimin gördüğü
belli olmayan bir kent serabını durmaksızın büyütüyorlardı. (Kenarda, s. 163)
Yalnız ve Yabancı
Yazarın ilk romanı Kenarda’da kent, yalnızlık ve yabancılaşma serüveni ön
plandayken, ikinci romanı Gençlik Düşü’nde romanın arka fonuna çekilir, bireysel
yazgı, arkadaşlık ve aile ilişkileri, üniversite ve gençlik mekânları ön plana yerleşir.
…bütün bu serüvensi oyunlar içinde dahi bende güçlü bir yalnızlık duygusu
vardı. Ayrı, her şeyden apayrı, tek duyuyordum kendimi, sanki yalnızlık
biçimindeki hayaletim, görünmez eşlikçim beni her şeyden ayırıyor, her
eylemimi, edimimi yabancı kılıyor, olayları benden kesin biçimde ayırıyordu.
(Gençlik Düşü, s. 39-40)
biçimsiz boşluğa doğru azar azar yok olarak ilerliyordum. (Gençlik Düşü, s.
191)
“Başkaları Cehennemdir”
Ayhan Geçgin’in üçüncü romanı Son Adım ilk iki romanının üzerinde yükselir ama
onları aşar. Bu romanda ilk iki romandakinden farklı olarak, birey (Alisan) bir aşk
ilişkisiyle kendini gerçekleştirir, bütünler, sevgilisi Kader’le birlikte gözlerimizin
önünde olabilecek en canlı biçimde belirir ama bu gerçekleştiği an yeniden yok
olmanın uçurumuna düşüp paramparça olur.
Yoksa, diye düşünüyorsun, hiç katlanamadığım asıl kişi kendim miyim? (Son
Adım, s. 89)
Ayhan Geçgin romanlarında sık rastlanan, hasta, sakat, bir türlü ölemeyen ihtiyar
figürlerinden biri de Alisan’ın babaannesidir. Aynı evde yaşamalarına rağmen her
şeyleriyle yabancıdırlar birbirlerine.
Bütün bu iç içelikler, bu sarılıp sarmalanma halleri içinde bir tanımama, bilmeme hali
de sürüp gider. Kendini en yakından bildiğini sanan insan, aslında kendi hakkında
hiçbir şey bilmediğini dehşetle fark eder.
Hiçbir şey bilmiyorum diyorsun, hiçbir şeyden emin değilim, en ufak bir
şeyden bile. Şimdiye kadar en azından kendim hakkında birçok şey öğrenmiş
olmam gerekmez miydi? Ama tuhaf, kendim hakkında bile en küçük bir şey
bilmediğimi hissediyorum. (Son Adım, s. 142)
Bir kadınla birlikte olmayı beceremedim, bir erkek olmayı beceremedim, bir
yaşam kurmayı beceremedim. Bütün sınavlardan çaktım… İşte şimdi
buradayım, daha doğrusu şimdi ile buranın birbirini dışladığı bu sapakta: ya
sonlanmayan, asla bitmeyen bir şimdi içinde ama burası yok – ya da burası
var, bir bataklık gibi yayılmış, çivilenmiş bir burada var, ama şimdi yok,
çoktan geçip gitmiş. (Son Adım, s. 38)
16
… yaşamın çoktan bitmiş gibi hissediyorsun. Sanki başka biri – senin bir
benzerin, hatta tıpatıp eşin, senden başkası değil şüphesiz, yine de bir başkası
– tüm yaşamını senden önce yaşayıp senden önce bitirdi. Sadece şimdiki
yaşamını değil, hayal edebileceğin ya da gerçekleşebilecek bütün olası
yaşamlarını da tüketip sen daha başlamadan bitirdi. (Son Adım, s. 19)
Son Adım’da birey, geçmişle gelecek arasında ezilip öğütülür. Olmayan, yaşanmamış
geçmiş geleceği olanaksız kılar.
Bir geçmiş yok, diyorsun, kimin geçmişi bu bilmiyorum ama benim değil,
benimse bile daha çok duvarın ya da duvar biçiminde yükselmiş bir
saydamlığın gerisinde, gelecekse… Belki o da çoktan yitip gitti. O öteki
senden önce yaşayan, geleceğini de senden önce yaşayıp tüketti. (Son Adım, s.
19)
Düşündüğün şey aynıydı: bir hiç gibi ölüp gitmek. Sefil bir yaşam, sonunda da
bu sefilliği taçlandıran ölüm. Şüphesiz boş, paslı bir konserve kutusundan
bozma bir taç olurdu bu. Karşındaki eriyip giden bir bedenden daha fazla bir
şey değil. (Son Adım, s. 127)
Yaşam yarı yolda sönüp giden bir balon, belki de yarım kalmış bir taslaktı.
Ve Korku…
Ayhan Geçgin romanının sözcüklere pek dökülmese de her an hissedilen ana teması
korkudur. Korku bir leitmotive olarak tüm romanların dokusuna sinmiştir. An gelir,
korkunun en koyu karanlığı olan bir ölüm hücresinde korku son bulur.
soyut, ele avuca gelmez korku da. Korku yok oluyor, şimdi cesur olmaya bile
gereksinimin yok artık. (Son Adım, s. 246)
Aynı geçmişteki kökleri, ataları gibi. Kan bağına dayanan atalardan söz etmiyoruz.
Otobiyografik öğeler taşıdığını tahmin ettiğimiz üç romanında Ayhan Geçgin’in aile
ilişkilerine olan uzaklığı net bir şekilde gözlenir. Onun ruhsal ailesi bizce, zamanı
aşan, kayıp zamanın izinde giden romancılardır. Onlar da ilk yayınlandıklarında
sansasyon yaratmamış, hatta ana akım tarafından görmezden gelinmişlerse de kayıp
zamanı aşarak bugünkü yerlerini almışlardır. Bireyin olağanüstü ruhsal ızdıraplarıyla
Kafka’yı hatırlatır Ayhan Geçgin romanı. Bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını ele
alışıyla, toplumun karşısında çırpınan bireyi yansıtışıyla ve hatta varoluşçu
felsefesiyle de Sartre’ı ve Camus’yü. Özellikle de Camus’nün Yabancı’sını (“Türkiye
edebiyatının Yabancı’sı olarak okudum Son Adım’ı.” Ceren Cevahir Gündoğan,
“Gövdenin Kökle Kavuşması”, Biletsiz, 19 Aralık 2011).
Kaybolmak dedik de… Bir edebiyatçının geçmişte kaybolması olağan görülebilir. Bir
noktadan sonra başka bir yol tutmuş ve edebiyatı bırakmıştır. Onu bilenler bilir,
hatırlar.
Peki ya bugün piyasanın yok ettikleri ne olacak? Ayhan Geçgin’in çileli yolunda
yürümeyi seçmiş genç edebiyatçılar? Örneğin ondan yirmi yaş küçük bir Emre
Altındağ’ın Ve Zamanın Çoğunda Hiçbir Şey Olmadı adlı (Kibele Yayınları, 2012)
150 sayfalık mütevazı romanı? Bunun cevabını yine Ayhan Geçgin veriyor:
Ömer İzgeç
Ayhan Geçgin hayatın içinde anlam bulan, okuyucusuna üstten bakmayan felsefi
anlatıları ve her cümlesi üzerinde uzun uzun çalıştığı belli olan metinleriyle tıpkı
Barış Bıçakçı gibi kavramların etrafında onlara dokunarak kirletmeden, sömürmeden
sakince dolanır. Geçgin’in 2011 yılında yayınlanan Son Adım’da otuzlu yaşlarında
İstanbul’da babaannesiyle yaşayan Ali İhsan’nın hikâyesi anlatılır. Şehirde doğmuş
ama asla şehirli olamamış Ali İhsan’ın hikâyesi Albert Camus’nun yabancısıyla,
Yusuf Atılgan’ın Zebercet’iyle, Kafka’nın ve Dostoyevski’nin karakteriyle aynı
eksende yol alır. Kitabın ilk bölümlerinde bireyin hayat karşısındaki umarsızlığı,
kimliğinden ve köklerinden kopmuşluğu neredeyse hikâyesiz ama dolu dolu bir
anlatıyla aktarılır. Gerisi edebiyat tutkununun temaşasıdır.
Para hırsım yok belki, ama başka bir hırsım, isteğim, arzum da yok—ya da
öyle diyorsun, gücüm ancak kendimi bir arada tutmaya yetiyor sadece,
bugünden bir sonraki günü geçirebilecek gücü bulmaya çalışmaya yetiyor.
Hiçe indirgenemeyen
Son Adım’ın ilk bölümü diyebileceğimiz 178 sayfalık kısmında anlatılan, İstanbul’a
yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin ikinci kuşaktan fertlerinin kentle ve
kökleriyle kurdukları ya da kuramadıkları bağdır. Ancak böyle kestirip atmak
haksızlık olur, zira Ali İhsan’ın hikâyesi büyük edebiyatcıların anlatılarında olduğu
gibi evrenseldir de. Geçgin şehirli olamamış ama kesinlikle “oralı” da olmayan bir
uyumsuz adamın yaşadıklarını anlatırken hiçbir yere ait olamama gibi bir membadan
katreler damıtıp okuyucusuna sunar. Bu ait olamama mefhumu, Geçgin karakterlerini
Barış Bıçakçı’nınkilerden farklı bir yerde konumlandırır. Hüseyin Kıran’ın ve Ayhan
Geçgin’in metinlerinin aksine “ev” Barış Bıçakçı’nın hikâyelerinde sığınılacak, içinde
kendiyle ve sevdikleriyle bağ kurulabilecek son kaleler olarak belirir. Oysa Kıran’ın
karakterleri gibi Geçgin’in Ali İnsan’ı da kendiyle dahi bağ kurmakta zorluk çeker.
Ev, diyorsun kendi kendine, ama bir evim yok. Daha önce ev dediğim de
aslında bir tür hücreydi, buradan daha değişik olsa bile öyleydi, bunu hep
hissettim. Aslında hiçbir zaman bir evi, kendimi evimde hissedeceğim bir evi
hayal edemedim.
Ali İhsan’ın bakımını yaptığı yarı yatalak babaannesiyle bile bir duygu birliği yoktur.
Kısacası Ali İhsan ıssızdır; evde, dışarıda, başkalarıyla beraberken, bir başınayken.
Ancak Geçgin’in Son Adım’da kolaycı bir karamsarlığı kendine siper etmediğini de
belirtmek gerekir.
Kitabın son kısımlarındaki işkence sahnelerinde ise Ali İhsan, Hüseyin Kıran’ın
Resul’üne yarenlik eder. Yaşanan, yaşatılan zulmün anlatıldığı, erkin acımasızlığının
ve kirinin ortaya döküldüğü bölümler yer yer beden-bilinç ilişkisinin de sorgulandığı
felsefi bir damar bulur. Felsefe ile siyasetin iç içe geçerek birbirini desteklediği ve
çoğalttığı bu bölümler kitabı zulmü lanetleyen, işkencelerin ve infazların karanlığını
ayan eden bir çığlığa dönüştürür.
Ayhan Geçgin her şeye rağmen karanlık anlatısını edebiyatın dönüştürücü etkisinden
direnç dolu bir umut devşirerek sona taşır. Ali İhsan işkencecilerine "Sizin
bilmediğiniz bir gerçek var,” der, “İnsan bir hiç değildir… Gerçeği mi istiyorsunuz.
20
İşte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey
vardır... Binlerce bedeni parçalasanız bile bu gerçeği asla öğrenemeyeceksiniz.”
Edebiyatın içinde de yok edilemez bir şey vardır, gerçek yazının içinde, ne yapılırsa
yapılsın hiçe indirgenemeyecek bir şey. Son Adım bize bunu yeniden hatırlatıyor.