You are on page 1of 20

1

Bu ülkenin doğusunda...

A. Ömer Türkeş

Radikal Kitap Eki, 28 Ocak 2011.

2003’te yayımlanan ilk romanı Kenarda, yazarlık kariyerine adım atmak için şaşırtıcı
hatta cüretkar bir seçimdi. Ardından ilkini aratmayan Gençlik Düşü (2006) geldi.
Popülerleşme kaygısı gütmeyen ustaca yazılmış iki ağır romanla okuyucusunu daha
baştan seçmişti Ayhan Geçgin. Kenarda kalmayı göze aldığı, okuyucusuyla heyecan
ya da duygular üzerinden değil edebiyat ortak paydasında buluşmayı amaçladığı
açıktı... Son yıllarda romana hakim anlayış hikâyeyi amaç haline getirmek, dili
araçsallaştırmak. Geçgin ise edebiyatın her şeyden önce dilsel bir etkinlik olduğu
fikriyatından hareketle hikâyeyi edebi bir metin yaratmanın aracına dönüştürmüştü.
Kahramanlardan, hikâyelerden, hikâyelerin neden-sonuç ilişkisinden, zamanın düzgün
akışından uzak duran, izlenimlere ve imgelere yoğunlaşan romanlarının ikisi de
kentlerle, kentin yuttuğu hayatlarla ilgiliydi. İnsanları saran boğuntuyu yakalamak
için sanki bir kamera yerleştirmişti anlatıcının gözüne. Özellikle Kenarda’da
kemerasının merceğinde kırılan neredeyse her görüntüyü, çağrışımları ile birlikte
yazıya dökerken yeknesaklık tehlikesini dil zenginliği sergileyen tasvirlerle kıracaktı.

Her sözcüğe, her cümleye, her ayrıntıya titizlenen Ayhan Geçgin, belki de bu
nedenledir, çok az yazıyor. İkinci romanı için üç yıl beklemiştik. Üçüncüsünde ara
daha da uzadı. Aradan geçen beş yıldan sonra gelen Son Adım, bakalım beklentileri
karşılayacak mı?

Romanın kahramanı Alisan (Ali İhsan). Dargelirli bir ailenin iki çocuğundan biri
olarak doğmuş, yarıda bıraktığı üniversite tahsili için verdiği birkaç yıllık aranın
dışında bütün hayatını Küçükçekmece’de geçmiş, anne ve babası ölüp, abisi de ülke
dışına yerleşince yapayalnız kalmış... Şimdi baba evinde, tek sağ kalan aile büyüğü
babannesiyle birlikte ama yaşlı kadınla fazla temas etmeden yaşıyor. Otuz dört
yaşında. İlk iki romanın kahramanları gibi Alisan’ın hayatla kurduğu ilişki de sıkıntılı.

Romanın ilk bölümlerinde bu sıkıntıları kahramanın gündelik hayatının akışıyla


birlikte izliyoruz. İşi, çevresi, ev hayatı, mahallesi... Sanki hiç değişmiyorlar, sanki
hepsi de etrafını saran çelik çemberler gibi soluk almasını engelliyorlar... Ama bir
şeylerin, hatta yaşadığı Çekmece semtinin bile değiştiğinin farkında. Değişmeyen,
eskiyen kendisiymiş duygusuna kapılmış Alisan; “bu köhne yerde bile eskimiş olan
benim. Bir şey, önüne katıp sürükleyen bir rüzgâr, bir kum fırtınası beni süpürdü, toz
toprak içinde kenara attı.” Ne zaman geldi, nasıl yaptı bilmiyor, kırılma anını
çıkaramıyor ama öyle hissediyor, acıyor, hayat muhasebesinde hep boçlu çıkarıyor
kendisini; “Yaşlı bir kadınla yaşıyorum, geçinmek ya da para denen şey için boktan
bir işte çalışıyorum. Para hırsım yok belki, ama başka bir hırsım, isteğim, arzum da
yok -ya da öyle diyorsun, gücüm ancak kendimi bir arada tutmaya yetiyor sadece,
bugünden bir sonraki günü geçirebilecek gücü bulmaya çalışmaya yetiyor.”

Hayatın monotonluğu işten çıkarıldığında da değişmez. Önce bir imkân gibi görür
işsizliği. Ama dünyası küçülmüş bir adam için yapacak fazla bir şey bulamaz. Baharın
cazibesine kapılıp bir tatil kasabasına gitmesi de sıkıntılarını gidermeyecek, alelacele
İstanbul’a dönecektir. Babannesi hastalandığında Alisan’ın hayatında bir değişim
2

başlar. Yaşlı ama hayat dolu kadına, geçip giden günlere, kadının kendi hayatında
kapladığı yere ilişkin düşünceler belirir kafasında. Sonra tedavisini üstlenir. Hayatla
bir bağ kurmuştur. Üstelik şans bu kötü zamanda yüzüne gülecek, babanneyi ziyarete
gelen komşuları Kader’le aralarında bir yakınlaşma başlayacaktır. Adını bir türlü
koyamadığı, duyguların ifade edemediği, ama Alisan’ın kurumuş içini yeşerten
tutkulu cinselliğiyle hayatının merkezine oturacak türden bir yakınlaşma... Uzun
sürmez hastalık günleri. Babanne ölür. Tuhaf bir karar vermiştir Alisan, babannesini
doğduğu topraklara geri götürecek, köyünde defnedecektir; Tunceli ile Bingöl
arasındaki Bindağ’larda...

Doğudan batıya, batıdan doğuya


Alisan’ın kimliği daha doğrusu kimliksizliği şimdi biraz daha aydınlanıyor. Anlıyoruz
ki Alisan’ın ailesi o çocukken İstanbul’a göçmüş, Alisan İstanbul’un kalabalığına
karışarak büyümüş, geride bırakılanlar dilleriyle birlikte aklından silinmiş. Silinmemiş
de ücra bir köşesine ittirilmiş. Yaşlı kadının cenazesiyle yola koyulan Alisan gördüğü
insanlar ve mekanlar, işittiği sesler, aldığı kokularla bir hatırlama ve hesaplaşma
sürecine girecektir.

Yakıcı, güncel ve siyasi


“Sesler birbirine karışmaya, o bildiğin, başını döndüren uğultu havayı doldurmaya
başlıyor. Hiçbirini ayırt edemez hale geliyorsun. Bakıyor, bu insanlar benim neyim
oluyor, diye soruyorsun, yakınlarım mı? Bizi birleştiren, ateşin başına toplananlar gibi
toplayan bir şey gerçekten var mı? Soğuk bir ateşin, donduran, buz kestiren bir ateşin
etrafında nasıl toplanılır? Çocukluğumun insanları, diye düşünüyorsun, onları başka
başka zamanlarda, başka başka durumlarda da görmüş olmana rağmen hep
çocukluğuna aitlermiş gibi hisediyorsun. Bir arada onlarcası bir odayı doldururlardı,
koltuklara sandalyelere dağılmış konuşur, gülerlerdi. Ama şu anki durumun çok
büyük bir farkı var. Bunu açıkça görebiliyorsun: Artık o yankılanan, çın çın gülüşler
yok, bu gülüşler soluk, tedirgin, parlaklıklarını yitirmiş. Bu kalabalığın da
çocukluğundan aklında kalan o canlı, parlak, güçlü kalabalıkla bir ilgisi pek yok.
Küçülmüşler, diye düşünüyorsun, zayıflamış, ufalmış, iki büklüm olmuşlar. Belki
beni dağıtan aynı şey onları da başka bir biçimde dağıttı.”

Bir zamanlar farklı olmak istediği bu insanlarla kaynaşan, kalma zamanını uzatan,
hatta neredeyse kendinde geriye dönecek gücü bulamayan Alisan, onları dağıtan şeyin
baskı ve şiddet olduğunu fark etse bile henüz kendisini bu koşullarla ilişkilendirmiş
değildir. Ta ki, bir gece vakti misafirliğe gittiği yakınlarının evi basılana, evin
erkekleriyle birlikte gözaltına alınana kadar... İşkence altında geçen sorgusunda
işkencecilere söyleyecek bir şeyi yoktur ama kendisine ve geriye dönebilirse eğer
sevgilisi Kader’e söyleyecek pek çok şey vardır aklında. Alisan, yaşamını ilk kez
bütün açıklığıyla görmüştür...

Son Adım’da yakıcı güncel siyasi ve toplumsal meseleleri de katmış hikâyesine Ayhan
Geçgin. İlk kez demiyorum. Önceki romanlarında hissettiğimiz ama bireysel
travmalar düzeyinde işlenen meselelerin daha açık bir biçimde dile getirilmişliği ya da
bireyin bu meselerle kendi isteği dışında yüzleşmesi diyelim buna. Hem yazar hem
kahramanı açısından kaçınılmaz bir yüzleşme.

Kenarda hikâyesiz bir anlatıydı. Gençlik Düşü’nün kısıtlı da olsa bir hikâyesi vardı.


Bu kez yine hayatın anlamı karşında şaşkın, yorgun, duygu ve düşünceleri yarılmış bir
3

bireyin iç dünyasında dolaşmakla birlikte, özetleyebileceğimiz bir hikâye de anlatıyor


Geçkin; önceki romanlarında övgüyle söz edilen dili ve üslubunu koruyarak.

Ah şu kimlik meselesi
Son Adım’da ilk göze çarpan özellik bakış açısında. Pek sık rastlamadığımız ‘sen’
anlatımının yerine çok iyi oturmuş bir örneği. Üçüncü tekil şahıs tarafından aktarılan
hikâyede anlatıcı hikâyenin ne içinde ne dışında. Yanıbaşında yaşayıp giden
kahramanı görmüş, tanımış ama onun meseleleriyle doğrudan ilişkilenmemiş, daha
doğrusu kendisini özne yerine koymayan bir anlatıcı bu. ‘Ben’ anlatımı kullanarak
hikâyenin asıl öznesinin rolünü çalmıyor, ‘o’ anlatımıyla kendisini işin içinden
sıyırmıyor; ‘sen’ anlatımıyla yoldaşlık ediyor Alevi-Kürt gencinin Doğu ile Batı
arasında sıkışıp kalmış yolculuğuna.

Kimlik meselesi hikâyeye kurgu yoluyla çarpıcı bir biçimde sokulmuş. Babannesinin
ölümüne kadar ailenin etnik kökeni hakkında bilgi vermiyor Geçgin. Bu üstü örtük
anlatım ikinci bölümdeki köken, kimlik, arayış, bir yere ait olamama, yolunu
şaşırmışlık gibi temaların öne çıkmasını sağlamış. Önceki romanlarını okuyanlar
Ayhan Geçgin’in roman kişilerinin göç travmalarıyla baş etmeye çalışan insanlar
olduğunu hatırlayacaklardır. İstanbul’a yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin
ikinci, üçüncü kuşaktan fertlerinin kentle ya da kökleriyle kurdukları, aslında
kuramadıkları ilişkinin gözlendiği hikâyelerinde aidiyet sorunu öne çıkıyor. Bilincine
tam varılamamış, bu nedenle kendisini mutsuzluk ve öfke halleriyle su üzerine
çıkaran duygularla Alisan da baş etmekte zorlanacak, romanın iç ve dış ayrıntı
zenginliği ile göz alıcı dilini işte bu duygular sanki kendiliğinden yaratacaktır:

“Öfkeye kapılıyorsun, öyle ki kendine hâkim olmak senin için giderek zorlaşıyor.
Nefret ediyor, nefrete tutuluyorsun. Dünya gözünün önünde derisi soyulmuş et parçası
gibi beliriyor, tiksiniyorsun. Ama hiçbir duygun uzun sürmüyor, içinden hızla,
elektrik akımı gibi geçiyor, sonra bir hissizlik içinde sünüyor: Bunlar duygu değil,
diyorsun kendine, hiçbiri değil. Bunlar ruhsal kasılmalar, tıpkı midedeki ya da
kalpteki bir kasın aniden kasılması gibi. Yıllardır bu kasılmalarla yaşıyorum.”

“Yaşamım ne zaman başlayacak” sorusu, o farkına varmadan “yaşamım ne zaman


sona erdi”ye dönüşmüş Alisan’ı gerek İstanbul’da gerek doğduğu yerlerde
diğerlerinden ayıran, hayata karışmasını engelleyen, mutsuz kılan, yabancılaştıran
dinamiğin zaman zaman kişiye özel, psikolojik ya da patolojik olduğunu
düşünebilirsiniz. Öyle ya, diğerleri neden uyumlu, neden günlerini sıkılmadan
geçirebiliyor, gelecek hayalleri kurabiliyorlar? Neden uyumsuz olan yalnızca Alisan?
İşte bu noktada roman kahramanının sorununu toplumsalla ilişkilendiren irili ufaklı
tasvirler giriyor araya. Evet, Alisan’ın ruh hali belki daha kırılgan ama nedensiz bir
kırlganlık değil; insan olma halinin yarattığı bir durum. Geçgin, kahramanın duygu ve
düşüncelerini çevresinde olup bitenlerle, mekan ve olaylarla, hepsinden önemlisi
diliyle öylesine kuşatıyor ki bireyselden toplumsala bir kanal açılıyor önümüzde.

Üç romanlık edebiyat kariyeriyle Ayhan Geçgin, hiç kuşkusuz çağdaş Türk


edebiyatının en parlak yazarlarından biri.
4

Köklere yolculuğun durgun günleri

Eray Ak

Cumhuriyet Kitap Eki, 3 Mart 2011

Ayhan Geçgin 2003’te ilk romanı Kenarda ve 2006’da Gençlik Düşü ile çıkmıştı


okuyucuların karşısına. Son Adım, yazarın üçüncü romanı. Geçgin, bu iki romanıyla
dikkat çekmiş, kendine özgü bir okur kitlesi edinmiş ve özellikle yapıtlarını kurduğu
dili onun öne çıkan özelliği olmuştu. Geçgin, yeni yayımlanan romanı Son Adım’da da
yakaladığı bu kendine özgü biçemini yanına alarak çok çarpıcı bir hikâyeyi, vurucu
bir karakterle anlatıyor.

Son Adım’ın kahramanı, beraber yaşamak “zorunda kaldığı” babaannesinin dili


döndüğünce Alisan diye seslendiği, dar gelirli ailesinin iki çocuğundan biri olan Ali
İhsan. Kahramanımız, babaannesiyle “yaşamak zorunda” diyorum, çünkü Alisan’ın
babaannesiyle bir duygu birliği yok. Aralarındaki ilişkiye bir isim vereceksek, bu olsa
olsa “kader birliği” olabilir, ancak daha fazlasını söylemek Alisan ve babaannesi
arasındaki ilişki için oldukça zor. Otuz dört yaşında ve bu yaşta olmasına rağmen hâlâ
babaannesiyle yaşamasının nedeni, ölmüş ailesi gibi onun da maddi olanaksızlıklar
içinde olması. Bu yüzden de doğup büyüdüğü Küçükçekmece’deki babadan kalma
evde, babaannesiyle birlikte hayatını sürdürüyor. Yaşamını kazanmak için sevmediği
bir işte depo görevlisi olarak çalışıyor. İşine gidiyor, vardiya bitince de eve geliyor.
Duyguları alınmış gibi, amaçsızca yaşıyor.

Durgun akan satırlar


Alisan bu yaşamdan, toplumdan ve dış dünyadan kopuk bilinciyle Albert Camus’nün
sarsıcı romanı Yabancı’nın kahramanı Meursault’yu andırıyor. Meursault’nun
“umursamazlığı” var Alisan’ın üzerinde. Romanın ilk bölümlerinde,
yine Yabancı kökenli olduğunu düşündüğüm “varoluşçu tınıları” duyumsayabiliyoruz.
Bu ilk bölümüne belirgin bir durgunluk hâkim. Alisan düşünüyor, dile getir(e)miyor;
yani, dışına asla ve asla taş(a)mıyor. Ne olursa kendi içinde oluyor. Babaannesiyle
içini ferahlatacak, konuşabilecek ne kafada ne duygudalar; öylece kala kalıyor.
Alisan’ın romanın ilk bölümünde anlatılan yaşamını ve ruh halini özetlemek için şu
cümle yeterli olacaktır: “Para hırsım yok belki, ama başka bir hırsım, isteğim, arzum
da yok –ya da öyle diyorsun, gücüm ancak kendimi bir arada tutmaya yetiyor sadece,
bugünden bir sonraki günü geçirebilecek gücü bulmaya çalışmaya yetiyor.”

İlk bölümde, geriye dönüşlerle Alisan’ın yarım kalmış üniversite hayatının çarpıcı
bölümlerine de tanıklık ediyoruz. Romanın ileriki aşamalarında çokça karşımıza
çıkacak olan “kimlik” sorunsalı, bu ilk sayfalarda kendine fazla yer bulmuyor.
Geçgin, roman boyunca yüzümüze vurduğu gerçekler kadar, “sezdirme” gücüyle de
dikkat çekiyor. İşte bu ilk bölümde, okuyucular Alisan’ın kimliğini sadece sezerek
ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu bağlamda okuyucuya romanda “aktif” olma şansı da
tanınmış. Genelde öykülerde görmeye alışkın olduğumuz bu küçük “boşluklar”,
“düşünme payları” Son Adım için de geçerli ve kanımca, başarıyla roman omurgasına
oturtulmuş bir unsur.

Romanın anlatımı ise birinci ve üçüncü ağızlarda değişiyor. Öldüreceği insana,


yaşamını film şeridi gibi gösteren ölüm meleğini andırıyor anlatıcı. Yaşamın her
5

anında onunla olan ve öleceği sırada bir çırpıda tüm yaşamını arkadaşına anlatan biri
gibi adeta.

Vasiyet
Bu durgun ve kasvetli akan sayfalar, Alisan’ın işten çıkarılmasıyla biraz devinim
kazanır gibi oluyor, fakat bu onun iç dünyası açısından bir değişiklik oluşturmuyor.
Kahramanımız, bu işten çıkarılma olayını bir fırsata, kendi sorunlarını giderebilmek
adına bir şansa çevirmek isteğiyle biraz insan içine karışmayı, tatile gitmeyi deniyor.
“Normalleşme” adına giriştiği tüm bu işler de yine kendi içsel sorunları nedeniyle
başarısızlıkla sonuçlanıyor. Romanın tüm seyrini değiştirecek olay ise bu tatil
dönüşünde meydana geliyor. Babaanne, bir gece aniden rahatsızlanıp hastaneye
kaldırılıyor. Alisan için de “hastabakıcı günleri” böylelikle başlıyor.

Babaannenin rahatsızlığı onu yatağa düşürüyor. Alisan’ın bu hastabakıcı günlerinde


ise alt komşuları, çocuklu bir dul olan, aslında hiç de hoşlanabileceğini düşünmediği
Kader karşısına çıkıyor. Bu zor günlerde bir rahatlama durağı gibi adeta Kader Alisan
için. Hem babaannenin bakımında az da olsa ona yardım ediyor hem de ona unuttuğu
kadın kokusunu tekrardan hatırlatıyor. Neyse ki kadının bu hasta yatağındaki günleri
çok sürmüyor, fakat geride bir vasiyet bırakıyor: Kendi topraklarında, doğduğu yerde,
Tunceli ile Bingöl arasındaki Bindağ'da gömülmek.

Alisan yaşlı kadının ölümünü de kendi değişimi adına bir fırsat olarak kullanmak
istiyor. Kendi gelişimini, daha çocukluğunda saklandığı “arka odadan” çıkabilmeyi
amaçlıyor: “Kadının ölüsü bir işe yarasın, bu gerçekten bir son olsun. Yaşamımın
şimdiye kadar olan bölümünden bana kalan boş, kuru bir kabuktu. Bu kabuk dağılsın,
bir yaranın kabuğu gibi dökülüp gitsin, içinde olan neyse ortaya çıksın” (s. 177).
Alisan, Bindağ’a yapacağı bu yolculuğun kendisine yeni bir yaşamı muştulamasını
arzu ediyor. Bir ölümden yeni bir hayat yaratmak istiyor.

Bireyden toplumsala evrilen çizgi


Alisan’ın kişisel sorunlarının ağırlıkla yer verildiği birinci bölümünün ardından
babaannenin ölümüyle, bireyden toplumsala uzanan bir evrim yaşıyor roman.
Babaanneyi topraklarına geri götürmek için yapılan yolculuğun anlatıldığı daha ilk
satırlardan “seziyoruz” bunu. İşte, romanın önemle ele aldığı “kimlik” sorunsalı da bu
bölümde karşımıza çıkıyor.

Batıda, büyük şehirde yaşamış, ancak kökenleri Doğuda olan bir karakter Alisan. Bu
Alevi-Kürt gencinin, kökeni ve yetiştiği kültür arasında kalışı baş gösteriyor
babaannesini defnetmek için gittiği köyde. Ele alınan “kimlik” sorunsalı da bu arada
kalmışlık üzerinden gösteriliyor okuyucuya. Köydeki akrabalarının onu nasıl
karşıladığı, kaçtığı insanların aslında “ne” olduğunu görmesi onu şaşırtıp telaşa
sürüklüyor: “Sorulara yanıt vermeye, konuşmalara katılmaya, gülümsemeye
çalışırken için için rahatsız oluyorsun. Bunlar aslında gelmelerini, gelip kapını
çalmalarını istemediğin insanlar, hatta kapını çalmalarından korktuğun insanlar.
Korkmak mı? Evet, tıpkı yakalanmaktan korkan birisi gibi korkmak. Canını asıl
sıkansa onların kapılarının sonuna kadar açık olduğunu görmen” (s. 186).

Yukarıdaki satırlar, köklerini kaybetmenin de önemli bir vurgusu. Bu vurguyu, hem


dil hem aidiyet üzerinden yapıyor yazar. Romanda, başlarında sezdirilen, sonrasında
ise açık açık yüzümüze vurulan unsurlar bunlar. Dil, Alisan’ın köyünde yaşadığı
6

sorunlar ve ilk bölümde zaman zaman babaannesini anlayamaması gibi durumlarda


öne çıkarılmış yazar tarafından. Babaannesi ve evine gelen arkadaşının konuşmalarını
“uğultu” olarak adlandırması da bu bağlamda dikkat çekici; köklerinden kopuşun da
önemli bir göstergesi. Bunun yanında, yazarın birçok farklı “tarafı”, karşıtlıkları aynı
roman çatısı altında toplayabilmesi de oldukça dikkat çekici.

Doğunun yaşantısını Doğu kökenli bir Batılı gözüyle anlatması ve bu bakışa farklı
açılımlar kazandırması, Geçgin’in romanını—edebi değerini çok ayrı bir yerde tutarak
—önemli kılıyor. Doğuya çok farklı bir bakış Geçgin’inki. Alisan’la, Doğuya bir
köprü uzatıyor yazar ve köprünün bir ayağını da bilerek zayıf bırakıyor. O zayıf ayak
da aslında, günümüzde Doğu'dan göç etmiş ailelerin çocuklarının hepsinde görülen
bir durumu temsil ediyor: Kökenleriyle bağını koparmayı ya da bile isteye ondan
uzaklaşmayı. Alisan’ın bu yolculuğuyla, Batı’nın Doğu’yu nasıl algıladığına dair de
önemli izlenimler ediniyoruz. “Gölge” diye niteliyor gördüğü insanları Alisan
romanın bir bölümünde. Kanımca bu kelime, Batı’nın Doğu’yu algılayışını
vurgulamak adına önemli. Zaten Son Adım da bu gölgeden direkler üzerine kuruluyor.

Son Adım’a daha çok var

M. Said Aydın

Kitap Zamanı, 7 Mart 2011

‘Son Adım’a daha çok var


Kitaplar arasında ilişki kurmanın akademide bin bir türlü yolu var, üstelik buna gerek
de var. Metinleri analojik bağlantılarla ilişkilendirmek, “yeniden okuma”lara tâbi
tutmak, ikili karşıtlıklar üzerinden sonuçlara varmak, akademilerin amentüsü
olmalıdır; –çoğu zaman iyi ki vardırlar da. Fakat okuyucu için, yazınsal herhangi bir
bağ kurmak konusunda kendini zorunlu hissetmeyen okuyucu için benzer türlerdeki
metinler arasındaki görünür/görünmez bağlar oldukça keyfi ve hadi diyeyim
“güzel”dir. Kendi hesabıma, son zamanlarda ne zaman iyi bir roman okusam, elim
Mehmet Açar’ın Çok Uzaklarda Bir Yaz’ına gitti sık sık. Orada adını bilmediğimiz
ama hayatının neredeyse tamamını, ‘güzel’ bir anlatıcı mesafesiyle okuduğumuz
karakterin hafızası, gençliği, aşkları, dönemin siyasi atmosferi vs. o kadar canlıdır ki,
bir süre sizinle, gündelik hayatınızın içinde yaşar. Keza Cemil Kavukçu’nun, bence
Türk edebiyatının en güçlü şehir monografilerinden biri olan uzun
anlatısı Angelacoma’nın Duvarları da öyle bir metindir. Ve daha yakın zamandan, yer
yer yumru olup boğaza takılan, kimi yerlerde insanın içini kabartan, coşturan ama
bunu neredeyse bir Marquez estetiğiyle yapmayı başarmış Perperık-a Söe [Gece
Kelebeği] isimli Haydar Karataş romanı. İşte asıl analojiyi, birazdan söz edeceğim
kitapla bu kitap arasında kurmak niyetindeyim: Ayhan Geçgin’in, üçüncü romanı Son
Adım, geçtiğimiz günlerde okuyucu karşısına çıktı.

Az yazan bir yazar


Ayhan Geçgin, kolaylıkla söylenebilir ki, “az yazan” bir yazar. Bunu aslında şöyle
tashih etmek gerekebilir; “çok yazmaktan imtina eden” bir yazar bence. Çünkü cümle
cümle özenildiği o kadar açık ki, Son Adım’ın yazım sürecinin uzun ve zorlu
olduğunu tahmin etmek güç değil. Adeta bir üslup obsesyonuyla metni güçlendirmiş
Geçgin; üslup denen şeyin bir roman boyunca gerilimi nasıl azaltılmaz, göstermiş.
7

Son Adım’ın zemin-mekân ilişkisine dair bir güncel analoji daha kurmak mümkün
aslında: Behçet Çelik’in—hassaten Diken Ucu’nda—İstanbul’u gibi bu İstanbul.
Çelik de, kenardan, renksiz (rengi varsa bile renksiz), kendine has kokularıyla
mevcut, romanın/edebiyatın çok da mekânı olmamış mekânlardan harekete (hareket?)
geçiriyordu karakterlerini. Ayhan Geçgin de, Alisan’ı [Ali İhsan] Küçükçekmece’de,
Bakırköy’de, Çapa’da dolaştırıyor. Alisan; babasını ve annesini kaybetmiş,
babaannesiyle çocukluk evinde, Küçükçekmece’de yaşayan, üniversite için
Eskişehir’e gidip kısa bir süre sonra okulu bırakıp dönmüş, iç sesiyle ağzından çıkan
sesler arasında dünyalar kadar fark olan bir karakter. Uyumsuzluğunun “şehir”le bariz
bir alakası var; işlerle, kadınlarla, babaannesiyle, televizyonla, tozlanıp duran bir adet
kitapla ilişkisi çerçevesinde gördüğümüz, dinlediğimiz Alisan roman boyunca “bir
şey” bekliyor. Geçgin, ikinci tekil şahısla [“sen” ile] büyük bir üslup tutturuyor;
anlatıcıyla Alisan arasında mesafe bir süre sonra belirsizleşiyor, belirsizleşmesinin
“sorun” olacağı yerlerde, hemen devreye giriyor tekrar anlatıcı. Çok alışık
olmadığımız ikinci tekil şahısla böyle bir üslup tutturmuş olmasında da, evvelden
söylediğim, “obsesyon” ile bir tutarlı bir ilişkisi var kanımca. Alisan, çok tanıdık biri;
Mersault’ya da benziyor, Selim Işık’a da, “Uyuyan Adam”a da, Zebercet’e de. Bu
tanıdıklığın içinde biricikliğini de sabırla örüyor. İç sesi, ailesinin göçüne karşı
mesafesi, ailesiyle olan derin ilişkisizliği, “onların dili”, babaannesi, babaannesinin
hastalığında yaşadıkları ve Kader isimli komşu kadının hayatına girişi. Metnin büyük
kısmında beklediği “büyük şey” babaannesinin ölümüyle, “onların dili”nin
konuşulduğu Tunceli-Bingöl arasındaki o ilçede yaşadıkları haline geliyor.

Zaman değişse de acı değişmiyor


Burada Geçgin ne kadar “sert” ve “gerçek”se, Karataş aynı coğrafyada ama bu defa
38’deki kırımdan söz ederken aynı ölçüde gerçeküstü ve büyülü bir dil kuruyordu.
Uzak zamanlarda, aynı coğrafyada yaşanan olabildiğine “sert” ve “gerçek” şeyin, iki
ayrı kalemin elinden anlatılışı, sadece edebiyat için değil, vicdan ve insanlık için de
çok mühim adımlardı. Karataş, bir küçük çocuk ile annesinin yaşadıklarını
anlatıyordu, Geçgin şehirli olamamış ama kesinlikle “oralı” da olmayan bir uyumsuz
adamın yaşadıklarını anlatıyor. Üslup değişiyor, metin değişiyor, zaman değişiyor
ama mekân sabit kalıyor. Acı ve zulüm de.

Alisan, kitabın sonunda işkencecisine “Ama ne yaparsanız yapın insanı bir hiçe
indirgeyemezsiniz. Gerçeği mi istiyorsunuz, işte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir
şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey vardır” diyor işkence tezgâhında.

Edebiyat, bazen insana güç verdiği için de değerli oluyor.

Ayhan Geçgin’e Türkçe bilen herkes bir teşekkür borçludur.

Son Adım’ı mutlaka okuyorsun…

Ömer Özgüner

Vatan Kitap, Mart-Nisan 2011


Bir eleştiri yazısı okuyorsun. A. Ömer Türkeş, bir kitabı anlatırken, yazarından,
çağdaş Türk edebiyatının en parlak isimlerinden biri diye bahsediyor. Sen daha Ömer
8

Türkeş’in A’sının açılımını çözememişken, böyle bir “parlak” ismi neden daha önce
okumadığını düşünerek hayıflanmaya, sonra adını bile duymadığın için kendine daha
fazla kızmaya başlıyorsun. Yazarının adının Ayhan Geçgin, kitabın adının Son
Adım olduğunu öğrendiğin eseri öylesine okumaya başlıyorsun. Senin de gençliğinin
komşu semtlerinden Küçükçekmece’de büyüyen, senin gibi Eskişehir’de okuyup
okulu yarıda bırakan, annesini babasını kaybedip zaten pek konuşmadıkları
ağabeyinin Rusya’ya gitmesiyle evi doksanlık babaannesiyle paylaşan, asıl adı Ali
İhsan olan ama ailesinin seslenişiyle giderek Alisan’a dönüşen o tuhaf gencin
dünyasına kendini kaptırıyorsun. Alisan işini kaybediyor. Üzülüyorsun. Ama o
üzülmüyor. Babaannesinin her şeye dırdır etmesi senin bile canını sıkarken, Alisan
sakinliğini kaybetmiyor. Sakinlik mi bu umursamazlık mı neyse artık. Alisan yaşadığı
hayatı o kadar öylesine o kadar mecburiyetten yaşıyor ki... Sen buna siniklik demeye
bile korkuyorsun. Çünkü Alisan’ın aklından insanı korkutan şöyle şeyler geçiyor, “Bir
şey yakalayabilsen, yakalayıp izleyebilsen bu şeyin seni bir açıklığa, açık bir yere,
belki soluk almanın ne demek olduğunu anlayacağın yüksekte bir genişliğe götürecek
bir ipi taşıdığını hissediyorsun. Belli belirsiz uzayan ışıltılı bir ışık huzmesi: yaşamın
ipi, canlılığın ipi... Ama parmak uçlarımdan hep kaçıp duran bir ip bu, kaçıp
boğazıma dolanan ip bu. ÖFKEN BİR TÜRLÜ DİNMİYOR Bir voice over’ın
anlattığı hikayeye nerede Alisan’ın birinci tekil şahsı karışıyor, anlayamıyorsun.
Yazının lezzeti yüzünden bunu dert de etmiyorsun. Babaanne ölürken ölümün bütün
acı yanına rağmen ne kadar zor olduğunu anlıyorsun. Bazen sen de Alisan gibi ölsün
artık diyorsun. Ölmek ne uzun bir süreçmiş diyorsun. Ama ölüm sürecinin o eve
getirdiği sevgiliye nedense o kadar şaşırmıyorsun. Kader diyorsun. Zaten kadının da
adı Kader! Alisan sonunda birini sevecek hayatta ıskaladığı her şeye sahip olacak,
dışına atılmış bile olsa bir dünyanın varlığına Kader’le inanacak sanıyorsun. Ama
hayır! Ayhan Geçgin sana bu masum beklentiyi bile çok görüyor; bir türlü
alışamadığı, “Bu dil seni rahatsız ediyor, kulaklarını tırmalıyor” dediği ana diline inat,
Alisan’ı bir de memleketine yolluyor. Bindağ’a. Tunceli ile Bingöl arasındaki
Bindağ’a. Babaannenin vasiyeti uğruna. Ve roman bir kez daha başlıyor. Alisan aynı
boşluk hissinde, aynı çıldırtan umursamazlığıyla yine aynı Alisan. Hayatın ağırlaştığı
bu yerde olaylar o kadar hızlı ve şaşırtıcı ilerliyor ki, anlamakta güçlük çekiyorsun.
Alisan bunların başına geleceğini hep bilirmiş gibi oysa. Belki de bu yüzden o bir
çaba göstermese de sen onun yerine öfke doluyorsun. Onun işkencecilerine yarı
baygın halde söylediği İNSAN BİR HİÇ DEĞİLDİR sözünü tekrar edip duruyorsun.
Öfken dinmiyor. Kitapta kusur arıyorsun. Başlarda sabah ezanını saat sekizde
duymasına takıyorsun, yazın o saatte ezan olmaz diyorsun. Bir de kedi maması üreten
bir yerde çalışan birinin kedi mamasının kokusundan hiç bahsetmemesini eksiklik
görüyorsun. Ama çok iyi biliyorsun ki bunlar kusur filan değil. İki yüz elli dokuz
sayfalık kitabı bitirdiğinde Alisan’ın yaşadıklarından umutsuz, insanın insanlık
hallerinden yorgun, bu ülkenin sağırlığından öfkeli ve böyle bir kitabı bu kadar geç
okuduğun için kendine kızgın olduğundan arıyordun o kusurları. Bulamadın işte.
Geriye tek bir tesellin kaldı; Ayhan Geçgin’in Kenarda ve Gençlik Düşü’nü bir an
önce okumak. Çok derinlikli bir dünyayı çok yalın bir dille anlatan Ayhan Geçgin’i
sana öğreten A. Ömer Türkeş’e de içten içe minnet duyuyorsun. Yine de A’yı merak
etmekten kendini alamıyorsun...
9

Gövdenin kökle kavuşması

Ceren Cevahir Gündoğan

biletsiz.com, Aralık 2012

Haydar Karataş’ın, Gece Kelebeği (Perperık-e Söe) (İletişim, Mayıs 2010) adlı


Dersim ’38 kırımını bir küçük kızın gözünden anlattığı eşsiz romanını okuduğumdan
beri, ikinci kere Türkçe yazılmış bir roman karşısında içine düştüğüm duyguları
tarifleme sıkıntısı yaşıyorum. Bu yazı, bir kitap tanıtma yazısı değil bu yüzden.
Okurken ve okuma bitiminde hissettiklerimi tarif etme çabası. Öncelikle kendime.
Sonra, yazıyı okuyan herkese…

34 yaşındaki Ali İhsan, Eskişehir’deki yarım kalmış üniversite öğrenciliğinden sonra


‘döndüğü’ Küçükçekmece’de, ‘babaevi’nde, 80 yaşlarındaki babaannesiyle yaşar.
Annesi ve babası ölmüştür, ağabeyi yıllar önce gittiği Rusya’da ‘yeni ailesiyle’
yaşamaktadır. Arada bir, ‘kardeşlik icabı’ arar Ali İhsan’ı veya babaannesinin Doğu
aksanıyla telaffuz ettiği üzere; Alisan’ı… Kendi duygularıyla—benim gibi, senin gibi,
onun gibi—boğuşan, ‘ben böyleyim’lerden hemen sonra ‘ben neden böyleyim’leri
sorgulayan Ali İhsan’ın içsesini, ikinci tekil şahıs anlatımıyla, böylesine zor bir şeyi
usta işi bir hünerle anlatan yazarı roman bitimine dek hiç sıkılmadan okudum…
Sıkılmayışımın nedenlerinden biri, köklerimin Doğu’da gövdemin Batı’da olmasından
kaynaklanan arada deredelik halini, Ali İhsan’ın içsesinde, serzenişlerinde o kendini
hayat karşısında yenilmiş ve sahipsiz hissedişinde görmemdir. İnsan sanırım kendini
bir başkasında görünce hele ki böyle bir anlatımda görünce tamamlanmış hissediyor.
Bir nevi aynaya bakma hali aynısının aynası, gibi. Ve kendini ‘tam’ hissettiği yerde,
ince bir tülden hüzünle sarmalanıyor, roman bitiminde…

Bütün bu gün boyu dolaşmalardan sayısız sesle görüntüden oluşmuş


saldırgan bir uğultudan başka aklında kalan hiç bir şey yok. Yaşadığın
bu kent sanki sana hiç dokunmuyor, değmiyor bile. Tek duyduğun ara
sıra yükselen, üzerine abanan bir boğulma hissi. Bir güç gerek bana,
diyorsun, bir güç ama bu gücü nasıl bulacağım, nereden alacağım?
(Son Adım, s. 68)

Ali İhsan, günlerini—yıllarını mı demeliyim?—böyle duygularla geçirir. Kendi içinde


hep bir arama, soru sorma hali: Ben neden böyleyim? Kendim için ne yapabilirim ve
nasıl yapabilirim? Onu silkindirecek duygu, bu yapayalnız genç adamın yaşamına
sakınmasızca giren bir sevgiliyle ‘gelir gibi’ olur.

İşten çıkartılır ve bir süre iş arıyor ‘gibi’ gözükür, bir süre sonra ‘gibi gözükmekten’
de vaz geçer. Artık hep evdedir. Alt komşusu da olan sevgilisiyle sık sık birlikte olur.

Babaanne uzun bir ölememe halinden sonra bir gün, ölür… Ali İhsan onun inatçı bir
kadın olduğunu, her zaman da inatçı olduğunu söyler. Ve kendisinin ‘bir yerlerinin
bozulduğunu’. (Ama neresi?)

Bunu nasıl onaracağını bilmiyorsun. Onarılabilir mi? Yoksa bu noktayı


geçtin mi? Sana öyleymiş gibi geliyor: İçinde bir şey onarılmayacak
biçimde bozuldu. (s. 106)
10

Zamana karşı, kendini korumaya çalışan kimselerin duygularıdır bunlar. Aslında


çıldırtıcı olan, zamanın avucumuza gelmeyişi belki de… Hiç bir zaman—belki bir tek
çocukluğumuzda—tutamadığımız bir şeyin yaş aldıkça, kendini bizden uzağa
atmasının korkusuyla yaşıyoruz. Farkında olmayana ne mutlu, kaygı öylelerinin
literatüründe bulunmaz (sanırım), ama farkında olanın umut etmekle ilgili bambaşka
bir yerde olduğunu, umut ve umutsuzluk arasında kıvrım kıvrım kıvrandığını
biliyorum…

Babaanneyi gömmek için, Dersim dolaylarındaki ana-baba köyüne gider Ali İhsan.
Niyeti, babaannesini—vasiyeti üzere—dedesinin yanında toprağa bırakıp ‘geri
dönmek’tir… Halasının evinde, bilmediği bir dilin içinde geçirir günlerini.

“Bu dilin uğultusu bu. Senin çok az bildiğin, artık neredeyse tamamen unuttuğun bir
dilin sersemletici, baygınlaştıran uğultusu” (s. 162) der bir yerde, uzağında olduğu(nu
sandığı) dille bir zaman sonra başka bir anlam(a) üzerinde buluşur, şunları da ekler ve
kendine yöneltir ibreyi: ”Ama şimdi başka bir olasılığın daha olduğunu fark
ediyorum: Bunlar dildi, ama ben bu dili anlamak istemedim, böyle bir dili işitmek
istemedim.” (s. 211) Bireyin kökleriyle yüzleşmesinin muazzam farkındalığı olan bu
cümlenin devamı, yazık ki acı verici bir şekilde devam eder. Romanı okurken ‘uyanış’
notu düştüğüm paragraf: “Bütün yaşamımı görüyorum Kader, tam, eksiksiz, dopdolu
karşımda uzanıyor. Onu niçin şimdiye kadar hep eksik, yarım, boş bir şey olarak
gördüm? Dahası gördüğüm tüm yaşamlar eksikti, yarımdı, bir yaşam taslağıydı, hatta
belki taslak bile değildi, yaşam daha doğmadan, varlık fırsatı bulmadan ölmüştü, öyle
düşünüyordum. Ama bakışımı ölü yapan şeyi, bana hep aynı şeyi gösteren kendi
körlüğümü göremiyordum. Öyle görünüyor ki yalnız kendi yaşamımı değil hiçbir
yaşamı doğru dürüst anlayamadım.” (s. 246)

Bu uyanış cümleleri, ’90'lı yılların sonuyla 2000'lerin başı arasında geçtiğini ‘tahmin
ettiğim’ romanda, insan bedenine yapılabilecek en korkunç en acı verici şeylerin
gerçekleştiği bir işkencehanede geçer Ali İhsan’ın zihninden… Bu babaanneyi
toprağa bırakıp ‘eve’ dönecek genç adam, yapacak hiç bir işi olmamasına rağmen, bir
türlü gidemez, gidişi uzar. Kök, gövdeyi çekmiştir bir kere… İstanbul’da onu
bekleyen sevgilisinin adı Kader’dir, onun da uzağına düşmüştür, kaybetmiştir onu.
Kaderi kaybetmektir Ali İhsan’ın… ‘Kendi’ olduğu yerde, kaybolmuştur.

Türkiye edebiyatının Yabancı’sı olarak okudum Son Adım’ı. Ali İhsan’ın,


babaannesini gömmek için Doğu’ya, baba memleketine yolculuk yapacağı ana kadar
olan bölümler, özellikle… Sonrasıysa, başlıbaşına kendi ekolünü oluşturuyor yazar,
kendinden başka hiç bir şeye benzemeden…

Dünyanın tüm infaz edilenlerine bir anıt niteliği taşıyan bu eşsiz roman, sanatsal
değeri yüksek bir biçimde ve tek kelime siyasi söylemde bulunmadan iktidarın, faili
meçhullerin kirliliğini, kan lekelerini büyük bir gerçeklikle anlatıyor. Ali
İhsan/yazarla veya yazar/Ali İhsan’la sesleniyor onlara: ”Sizin, diyorsun, bilmediğiniz
bir gerçek var. Sözcükler ağzından zayıf, kuru, sayıklar gibi, fısıltıyla dökülüyor yine
de fısıltı odayı dolduruyor, insan bir hiç değildir.” İnsan bir hiç değildir!Duygularımı
tarif etmekti niyetim, Ali İhsan gibi, romanın içine girdim ve bu gerçekliğe
dönemedim… Hem yüksek hem derin bir roman okumak isteyen herkese Son Adım’ı
tavsiye ederim. Ve Dürrenmatt’ın Büyük Romulus’a söylettiği anlamlı bir cümlesiyle
11

ne kadar yazarsam yazayım tarif edemediğim duygularımın dökümünü bitireyim: “Bir


devlet, cinayet işlemeye başladığı zaman kendine daima vatan adını takar.”

Yitip gitmiş, kenarda ve anti-kahraman

Cem Öztüfekçi

Agos Kitap, No. 40, Eylül 2011.

Ayhan Geçgin, 1970’te doğmuş, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) felsefe


okumuş; İstanbul’da yaşıyor. Metis Yayınları’ndan çıkan üç romanı
var: Kenarda (2003), Gençlik Düşü (2006) ve Son Adım (2011). Açıkçası, üçüncü
romanının özetini bir kitap ekinde görüp, yayınevinin de Metis olduğunu fark edince,
okur olarak acaba bir yazar keşfeder miyim—ki ilk iki kitabıyla sadık okur kitlesini
oluşturmuş bir yazardı ama ben cahilin tekiydim—diye düşündüm ve hazır yazarın
sadece üç romanı varken, bari hepsini okumaya çalışayım, dedim.

Kenarda ile başlamaya çalıştım ama birkaç denemeden sonra, aklıma hastası olduğum
yazar Barış Bıçakçı’nın yarıda bıraktığım ilk kitabı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi
geldi, hemen Kenarda’yı elimden bıraktım ve Geçgin’in ikinci kitabı Gençlik
Düşü’nü okumaya koyuldum. Bu arada, ne mutlu bana ki Barış Bıçakçı ile tanışma ve
onun Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanından aynı adla uyarlanan filmde birlikte
çalışma şansını yakaladım, ama hâlâ onun ilk kitabına dönüp bitirmeye çalışmadım—
bazı şeyleri zorlamamak lazım sanırım. Okuma önerileri: Bizim Büyük
Çaresizliğimiz (İletişim Yay., 2004), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (İletişim
Yay., 2008), Aramızdaki En Kısa Mesafe (İletişim Yay., 2003).

Yitip giden bir gençliğin romanı


Gençlik Düşü, yitip giden bir gençliği gayet sade bir şekilde anlatan bir roman. ‘Yitip
giden’ dedik diye, çok ayrıksı bir gençlik olduğunu düşünmeyin; aileden uzakta
geçirilen üniversite yıllarını ve sonrasını kapsayan bir gençlik, söz konusu olan. Zaten
Ayhan Geçgin hikâyeyi değil karakteri ve dili ön plana çıkaran bir yazar.
Romanlarındaki hikâyeyi biriyle özet şeklinde paylaşmak isterseniz, o kişinin ilgisini
çekmeniz çok zor. Geçgin, karakterlerin ruh halini betimleyerek ve onlara durmadan
kendi hayatıyla ilgili varoluşsal sorular sordurarak, dili özne olarak kabul eden has
edebiyat okurunun ilgisini ayakta tutan bir yazar. Gençlik Düşü de, belki de,
Geçgin’in –romanın bir bölümünün adını da oluşturan– ‘Bir Özgeçmiş Denemesi’.
Yedi yıllık evli olan otuz altı yaşındaki Fikret Ali Koçergi’nin iki yıl boyunca odasına
kapanıp, kendini karısından istemeden soyutlayarak yazmaya çalıştığı ilk romanının
ve bu dönemdeki ruh halinin romanı.

Fikret yazı hayatına, en iyi bildiği şeyi, kendi hayatını anlatarak başlamak ister. Ama
gerçekten adına yaşam diyebileceğimiz bir hayatı olmuş mudur? Üniversite sınavını
kazanıp Ankara’ya gittiğine babasından uzaklaşmak dışında neyi başarabilmiştir?
İşletme okumak istemediğini fark ettiği halde başka bir üniversiteye geçmek için
neden yıllarca beklemiştir? Gençliği yurtta, öğrenci evlerinde, birahanelerde, şehrin
sokaklarında yitip giderken felsefeye merak sarmıştır ama felsefe bölümünü
kazandığında da bölümdeki hocaların neyi anlatacaklarının bile farkında olmadığını
görünce hayal kırıklığına uğramıştır. Bir şekilde okulu bitirir ama İstanbul’a, ailesinin
yanına dönmez, Ankara sokaklarını arşınlamaya devam eder, çoğuyla nadiren
12

görüştüğü arkadaşlarından aldığı borçlarla hayatta kalır. Ankara’da yapacak birşey


kalmayınca İstanbul’a bir tanıdığının bir süreliğine boş olan Halkalı’daki evine
yerleşir. Sonrasında bir şekilde evlenir, bir sürü işe girip çıkar, bir şekilde hayatta
kalır ama, yazarlık, hayatı boyunca serseri mayın gibi dolaşan bu adamın aklına
nerden gelmiştir?

“Gençlere öğüt: Yoksul musun, nereden bulaşmışsa sanatçı mı olmak istiyorsun? O


zaman yazar ol, masrafı azdır. Tabii, diye içinden ekliyorsun, bu arada ne hale
gelirsin, bilemem.” Geçgin, aslında Fikret üzerinden, kendisinin yazıya merak
saldıktan sonra ne hale geldiğini anlamaya çalışıyor ve yazıyor Gençlik Düşü’nde—
aynen, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Mayıs Sıkıntısı’ adlı ikinci filminde, ilk filmini
çekerken ne hale geldiğini anlama çabası gibi. Gençlik Düşü’nün, yazarın en
sevdiğim romanı olmasında, benim de henüz yirmi altı yaşında olmamın, bir süredir
sinemaya, yeni yeni de edebiyata ve felsefeye ilgi duymamın etkisi büyük olsa gerek.

En çok kendini umursamayan bir anti-kahraman


Son Adım, Geçgin’in Ocak 2011’de çıkan son romanı. Romanın başkarakteri Alisan
(Ali İhsan), babasından kalan evde babaannesiyle yaşayan, Geçgin’in diğer
romanlarındaki erkek karakterler gibi, yaşamı kendi ritmine bırakmış, üniversite
yılları dışında Küçükçekmece’nin dışına adım atmamış, üniversiteyi bitirme gereği
duymamış, birçok iş değiştirmiş, son olarak, birkaç senedir çalıştığı yiyecek
deposundaki işinden çıkarılmış ama bunu da umursamayan bir zat-ı muhterem;
sıradan, kendi halinde, kendine anti-kahraman.

Aldığı bir miktar tazminat ve bankada birikmiş parayla yaşamaya başlayan,


uğraşsızlıktan dolayı sokakları arşınlayan, babaannesi hastalanınca onunla ilgilenen
ve onun için bir bakıcı tutan Alisan, uzun zamandır bir kadınla yakınlaşmamış.
Babaannesinin komşusu, yatalak eşine ve on beş yaşındaki oğluna bakmak zorunda
kalan Kader’le, babaanneyi ziyarete gittiğinde tanışıyor Alisan. İkisinin de belki başka
şansı olmadığı için, dürtülerinin peşinden giderek, ölüm döşeğinde olan babaannenin
yanındaki odada, mahalleliden ve Kader’in ailesinden gizli, günaşırı birlikte olmaya
başlıyorlar.

Alisan, babaannesi öldüğünde, vasiyetini yerine getirmek için—vasiyet çok umurunda


olmadığı halde—naaşını köylerine, ülkenin güneydoğusundaki Düzova’ya götürüyor.
Cenazeden sonra uzun süre orada kalıyor; son olarak yıllar önce, babasının
cenazesinde gördüğü halası ve eniştesi ile birlikte yaşıyor. İnsanlar, Alisan’a yük
olduğunu hiç hissettirmiyor. Kader’i düşünüyor, belki özlüyor ama Düzova’da
kalmaya devam ediyor. Orada gezdikçe, o coğrafyanın gerçekleriyle en sert şekilde
yüzleşiyor. Son Adım, Geçgin’in, anlatısı en yoğun olan, klasik anlamda toplumsal
bir meseleyi dert edinen ama kendi meselesinden, edebiyattan ve dilden taviz
vermeyen, olgunluk dönemi romanı. Arka kapakta belirtildiği gibi, “Türkiye
toplumuna edebiyat içinden bir müdahale—dolaysız, sert ve tok sesli.”

Şehrin kıyısından İstanbul’un halet-i ruhiyesi


Geçgin’den iki iyi roman okuduktan sonra Kenarda’ya döndüm ve onu bitirebildim
ama tam olarak ne anlattığını ifade edebilmem çok zor. Ünlü yönetmen ve sinema
kuramcısı Dziga Vertov, nasıl ‘Kameralı Adam’ filmiyle kamerayı bir göze, şehrin bir
gözlemcisine çevirdiyse, Geçgin de şehirde gezinen ama aslında şehrin kıyısına ait
olan bir gencin gözünden İstanbul’u ve kendi ruh halini tasvir etmeye
13

çalışıyor. Kenarda’nın edebi olarak yapmaya çalıştığını, ancak Geçgin’in diğer iki


romanını okuduktan sonra anlayabildim.

Geçgin’in derdi dil ve felsefeyle, doğal olarak bireyle ve karakterle. Zaten üç


romanındaki karakterleri de hayatı akışına bırakmaları anlamında temelde birbirine
benzeyen erkekler ama Geçgin, her seferinde kendi portresini farklı bir zenginlikte
çekiyor, çünkü kendisi değişiyor, şehir değişiyor. Aynen, sinema yönetmeni Wong
Kar Wai’nin dediği gibi: “Film çekmek (yazı yazmak, sanat), insanın farklı yaşlarda
kendi fotoğrafını çekmesi gibi bir şey. Hepsi farklı görünür, ama aslında hepsi
aynıdır.”

Ayhan Geçgin Romanında Kent, Zaman, Birey

Mesele, Ocak 2015

Ayhan Geçgin romanı bir kent ve birey romanıdır. Onun romanlarında kent, moloz
yığınlarıyla, çöplerle ve yığıntılarla sürüklenen başıboş bir sel akıntısıdır. Önüne
geleni kendine katar ve akar. Nereye aktığı belli değildir, bir amacı yoktur. Delice
çalkanır. Sonra durulur ve bataklığa dönüşür. Dışlanmışları kendine katar, onları örter,
gizler. Geceyle gündüzün birleştiği noktalarda içinden kusup atar ve yeniden
hareketlenir her şey. Bir taslak, bir tamamlanmamışlıktır, kalabalığı yalnızlıktır.
Bireyler tek başına moleküller gibi birbirine düğümlenen sokaklarda sürüklenip durur.
Kentin öyküsüyle bireyin öyküsü lağımsı bir akıntıda birleşir böylece.

Hayalet Sokaklar
Okur romanın içindedir artık. Binalar arasından bir siluet belirir. Yüzünü görmek
mümkün değil bu uzaklıktan ama algılamak mümkün. Üç roman boyunca onunla
birlikte yürüyeceğiz bozulmuş, çarpık, çıkışsız sokaklarda.

Daha çok bir insan artığına, çürümeye başlayan bir cesede benziyordu… kimi
zaman yürümekte zorluk çekiyor, nefes aldığında acıyla kasılıyor, bütün
gücünün çekildiğini duyuyordu. Her koşulda diriden çok ölüye yakındı.
(Kenarda, s. 10)

Kent onarılıp düzeltilmeye çalışıldıkça o daha güçlü bir şiddetle bozuyor,


çözüyor, ayrıştırıyor, sokakları çıkışsız kılıyor, karmaşayı çoğaltıyordu. Sanki
asıl gerçek olan oydu, İstanbul diye adlandırılan kentin bağrındaki dipsiz
kuyu, gri karmaşa belirip yiten kemirici hayalet, işte asıl var olan oydu.
(Kenarda, s. 18)

Kent oluşup dağılırken onu oluşturan, canlı bir varlık olarak var eden bireyleri de
boğuyor, öldürüyor, böylece kendi üstüne kapanıyordu.

Saldıran, boğan, kıskaca alan, ruhu sıkan bir cendere vardı. Yalnızca kendi
ruhunu değil toprağın ruhunu da sıkan, ezen, parçalayan bir şey vardı. Soluk
alamayan o değil, topraktı. (Kenarda, s. 39)

Hiç varolmamıştı. Varolan hayaletiydi… Kentte dolaşan, sokakları arşınlayan,


yürüyen, oturan, eyleyen oydu. Ondan önce başlayan, ondan önce yola çıkan,
geçtiği yolları ondan önce alan, önce davranan oydu. Daha en küçük bir
14

eylemi gerçekleştiremeden eylemini yutup emen, kemirerek yerine getiren


oydu… Oydu varolan, onu şimdide bir hayalet olmaya zorlayarak asıl varolan
oydu. (Kenarda, s. 46)

Belki de şu uzakta gördüğümüzü sandığımız kent bir seraptan ibaretti.

Bu ıssız uzanan bataklıkta, kesintisiz bir grilikle taş kesilmiş çölde hiçbir
insan, hiçbir canlı yoktu. Yaşam bir zamanlar olmuş muydu belli değildi,
olmuşsa bile çok önce sona ermişti, toprak yarılmış, yol insanın altından
çekilmiş, insan da bir çukura yuvarlanmıştı, toprağın altında kalmış, diri diri
gömülmüştü. Yaşam çok önceden bitmişti, aniden derinleşen bir yar gibi
yaşamayı çoktan kesmişti. Şimdi geçip giden, akıp duran hayaletler hayalet
sokaklarda dolaşıyor, hayali sokakları aşındırıyorlardı. Çölde kimin gördüğü
belli olmayan bir kent serabını durmaksızın büyütüyorlardı. (Kenarda, s. 163)

Yalnız ve Yabancı
Yazarın ilk romanı Kenarda’da kent, yalnızlık ve yabancılaşma serüveni ön
plandayken, ikinci romanı Gençlik Düşü’nde romanın arka fonuna çekilir, bireysel
yazgı, arkadaşlık ve aile ilişkileri, üniversite ve gençlik mekânları ön plana yerleşir.

Şimdi sana biraz daha yaklaşıyoruz, elindeki kâğıtları görebilecek kadar.


Seninle birlikte onlara bakıyoruz… Okumaya başlıyorsun. (Gençlik Düşü, s.
11)

Böylece, yazarın Son Adım romanındaki “sen” anlatımına bir adım atmış oluyoruz.


Belki de Kenarda’daki bireyin belirsizliğinden bir uzaklaşmadır bu. Artık yazar
sokaklarda umarsız sürüklenen birey taslaklarını değil, çok daha yakından tanımak ve
tanıtmak istediği belli bireyleri işaret etmek istemiştir. Şimdi karmaşık sokaklara dalar
gibi ruhun labirentlerine dalıyor ve geziniyoruz.

…bütün bu serüvensi oyunlar içinde dahi bende güçlü bir yalnızlık duygusu
vardı. Ayrı, her şeyden apayrı, tek duyuyordum kendimi, sanki yalnızlık
biçimindeki hayaletim, görünmez eşlikçim beni her şeyden ayırıyor, her
eylemimi, edimimi yabancı kılıyor, olayları benden kesin biçimde ayırıyordu.
(Gençlik Düşü, s. 39-40)

Yalnızlık bir özgürlük duygusuyla başlıyor, sonra sıkıntı duygusuna dönüşüyordu.

...sonunda hep hayal ettiği gibi yalnızdı, bu yeryüzünde yalnızdı, ondan


başkası yoktu, tek başınaydı, başlayacak olan bununla, bu yalnız, tek başına
olan kendisiyle başlayacaktı… Ama bu özgürlük duygusuyla birlikte doğan,
kaynağını henüz bilemediği, anlayamadığı bir sıkıntı özgürlük duygusunu
şimdiden şu bozkırı kuşatan alçak tepelerin gölgeleri gibi gölgeliyordu
(Gençlik Düşü, s. 66)

Bir gölgeydim ben, ne yaparsam yapayım, insanların, sokakların, yaşamların


içinden alevin titreyişi, bir buhar, belirsiz bir esinti gibi geçen kişiydim.
Onların dışındaydım, hiçbir çaba bunu değiştirmiyordu. Ya da doğrusu her
acıklı çaba yalnızca bunu, bu gölge varlığı yeniden göstermek dışında bir işe
yaramıyordu. Bir esinti gibi geçiyor, belirsiz olan, daha doğrusu olmayan,
15

biçimsiz boşluğa doğru azar azar yok olarak ilerliyordum. (Gençlik Düşü, s.
191)

“Başkaları Cehennemdir”
Ayhan Geçgin’in üçüncü romanı Son Adım ilk iki romanının üzerinde yükselir ama
onları aşar. Bu romanda ilk iki romandakinden farklı olarak, birey (Alisan) bir aşk
ilişkisiyle kendini gerçekleştirir, bütünler, sevgilisi Kader’le birlikte gözlerimizin
önünde olabilecek en canlı biçimde belirir ama bu gerçekleştiği an yeniden yok
olmanın uçurumuna düşüp paramparça olur.

Alisan’ı tanıdıkça onun Sartre’ın “başkaları cehennemdir” sözünü hatırlatan iç


sıkıntısını duyumsamamanın olanaksız olduğunu görürüz.

İş görüşmelerini, gireceğin yeni ortamı, tanımak zorunda kalacağın insanları


düşündükçe sıkıntıdan soluğun kesiliyor. (Son Adım, s.53)

Alisan’ın katlanamadığı sadece başkaları mıdır?

Yoksa, diye düşünüyorsun, hiç katlanamadığım asıl kişi kendim miyim? (Son
Adım, s. 89)

Ayhan Geçgin romanlarında sık rastlanan, hasta, sakat, bir türlü ölemeyen ihtiyar
figürlerinden biri de Alisan’ın babaannesidir. Aynı evde yaşamalarına rağmen her
şeyleriyle yabancıdırlar birbirlerine.

Bu kez ne tam olarak babaannenin ne de senin olan bir gövdede birbirinizin


içine girmiş, bir kaynak aletiyle yapılmış gibi birleştirilmişsiniz: yaşlı, kuru,
yara kabuğu gibi dökülmek üzere olan köseleleşmiş deri, yumurta çürüğü
kokan bir zar gibi sizi sarıp sarmalamış. (Son Adım, s. 90)

Bütün bu iç içelikler, bu sarılıp sarmalanma halleri içinde bir tanımama, bilmeme hali
de sürüp gider. Kendini en yakından bildiğini sanan insan, aslında kendi hakkında
hiçbir şey bilmediğini dehşetle fark eder.

Hiçbir şey bilmiyorum diyorsun, hiçbir şeyden emin değilim, en ufak bir
şeyden bile. Şimdiye kadar en azından kendim hakkında birçok şey öğrenmiş
olmam gerekmez miydi? Ama tuhaf, kendim hakkında bile en küçük bir şey
bilmediğimi hissediyorum. (Son Adım, s. 142)

Zaman Yaşamı, Yaşam Zamanı Tüketiyor


Alisan, akıp giden ve tükenen yaşam karşısında hem çaresiz ve edilgen bir seyircidir,
hem de yaşam ipine (Son Adım, s. 58) telaşla asılmaya çalışır ama bunu bir türlü
beceremez, Kader’le karşılaşıncaya dek.

Bir kadınla birlikte olmayı beceremedim, bir erkek olmayı beceremedim, bir
yaşam kurmayı beceremedim. Bütün sınavlardan çaktım… İşte şimdi
buradayım, daha doğrusu şimdi ile buranın birbirini dışladığı bu sapakta: ya
sonlanmayan, asla bitmeyen bir şimdi içinde ama burası yok – ya da burası
var, bir bataklık gibi yayılmış, çivilenmiş bir burada var, ama şimdi yok,
çoktan geçip gitmiş. (Son Adım, s. 38)
16

… yaşamın çoktan bitmiş gibi hissediyorsun. Sanki başka biri – senin bir
benzerin, hatta tıpatıp eşin, senden başkası değil şüphesiz, yine de bir başkası
– tüm yaşamını senden önce yaşayıp senden önce bitirdi. Sadece şimdiki
yaşamını değil, hayal edebileceğin ya da gerçekleşebilecek bütün olası
yaşamlarını da tüketip sen daha başlamadan bitirdi. (Son Adım, s. 19)

Son Adım’da birey, geçmişle gelecek arasında ezilip öğütülür. Olmayan, yaşanmamış
geçmiş geleceği olanaksız kılar.

Bir geçmiş yok, diyorsun, kimin geçmişi bu bilmiyorum ama benim değil,
benimse bile daha çok duvarın ya da duvar biçiminde yükselmiş bir
saydamlığın gerisinde, gelecekse… Belki o da çoktan yitip gitti. O öteki
senden önce yaşayan, geleceğini de senden önce yaşayıp tüketti. (Son Adım, s.
19)

Düşündüğün şey aynıydı: bir hiç gibi ölüp gitmek. Sefil bir yaşam, sonunda da
bu sefilliği taçlandıran ölüm. Şüphesiz boş, paslı bir konserve kutusundan
bozma bir taç olurdu bu. Karşındaki eriyip giden bir bedenden daha fazla bir
şey değil. (Son Adım, s. 127)

Yaşam yarı yolda sönüp giden bir balon, belki de yarım kalmış bir taslaktı.

Sönüp gitmek, diyorsun, sönüp gitmek; bu ölmek değil, kendini öldürmek


değil, sefilce bile olsa öldürülmek değil, bir hayatın yarı yolda tıpkı bir balon
gibi sönüp gitmesi demek. (Son Adım, s. 221)

Zamanın tek sonucu yaşamları aşındırması, eskitmesi, soldurması, törpülemesi,


küçültmesidir. Aslında ne şimdi, ne geçmiş, ne gelecek vardır. Sadece soluklaşan,
küçülen, dağılan, silinen ve giderek yok olan hayatlar vardır.

Çocukluğumun insanları, diye düşünüyorsun, onları başka başka zamanlarda,


başka başka durumlarda da görmüş olmana rağmen hep çocukluğuna aitlermiş
gibi hissediyorsun. Bir arada onlarcası bir odayı doldururlardı, koltuklara
sandalyelere dağılmış konuşur, gülerlerdi. Ama şu anki durumun çok büyük
bir farkı var. Bunu açıkça görebiliyorsun: Artık o yankılanan, çın çın gülüşler
yok, bu gülüşler soluk, tedirgin, parlaklıklarını yitirmiş. Bu kalabalığın da
çocukluğundan aklında kalan o canlı, parlak, güçlü kalabalıkla bir ilgisi pek
yok. Küçülmüşler, diye düşünüyorsun, zayıflamış, ufalmış, iki büklüm
olmuşlar. Belki beni dağıtan aynı şey onları da başka bir biçimde dağıttı. (Son
Adım, s. 219-220)

Ve Korku…
Ayhan Geçgin romanının sözcüklere pek dökülmese de her an hissedilen ana teması
korkudur. Korku bir leitmotive olarak tüm romanların dokusuna sinmiştir. An gelir,
korkunun en koyu karanlığı olan bir ölüm hücresinde korku son bulur.

Zihnin berraklaştıkça korku da içinden çekip gidiyor. Yalnızca burada


olmanın, olabileceklerin korkusu değil, o aslında hep sende var olmuş olan, o
17

soyut, ele avuca gelmez korku da. Korku yok oluyor, şimdi cesur olmaya bile
gereksinimin yok artık. (Son Adım, s. 246)

Çünkü “İnsan bir hiç değildir.” (Son Adım, s. 247)

Ayhan Geçgin Romanının Geçmiş Kökleri, Gelecek Dalları…


Günümüzde zamanı aşan bir roman yazmak için cesarete, gerçek bir cesarete
gereksinim var. Hele on yıl içinde aynı tonda üç roman yazma ısrarı göstermekte
fazlasıyla var bu. Elbette bütün piyasa kurallarına rağmen (çok satanlar listesine hiçbir
zaman girmeyeceğini bile bile) bu üç romanı basmakta ısrar eden yayınevi için de
aynı şeyi söyleyeceğiz. Sadece insan ruhunu ilmek ilmek çözen, okunması zor
romanlarla, romandan çok romancının izini süren az sayıdaki roman okuyucusuna
ulaşmakta ısrar etme cesaretinden söz ediyoruz. Çok satanlar listesinde yer almaz,
kitabevlerinin ön plandaki köşelerinde, masalarında yer almaz, oralarda yer almak için
genç kızları avlayacak roman başlıkları atmaya tenezzül etmez. Onlar sadece
zamanları aşarak sonsuz bir zamana ulaşır.

Aynı geçmişteki kökleri, ataları gibi. Kan bağına dayanan atalardan söz etmiyoruz.
Otobiyografik öğeler taşıdığını tahmin ettiğimiz üç romanında Ayhan Geçgin’in aile
ilişkilerine olan uzaklığı net bir şekilde gözlenir. Onun ruhsal ailesi bizce, zamanı
aşan, kayıp zamanın izinde giden romancılardır. Onlar da ilk yayınlandıklarında
sansasyon yaratmamış, hatta ana akım tarafından görmezden gelinmişlerse de kayıp
zamanı aşarak bugünkü yerlerini almışlardır. Bireyin olağanüstü ruhsal ızdıraplarıyla
Kafka’yı hatırlatır Ayhan Geçgin romanı. Bireyin yalnızlığını ve yabancılaşmasını ele
alışıyla, toplumun karşısında çırpınan bireyi yansıtışıyla ve hatta varoluşçu
felsefesiyle de Sartre’ı ve Camus’yü. Özellikle de Camus’nün Yabancı’sını (“Türkiye
edebiyatının Yabancı’sı olarak okudum Son Adım’ı.” Ceren Cevahir Gündoğan,
“Gövdenin Kökle Kavuşması”, Biletsiz, 19 Aralık 2011).

Bu romanın Türkiye edebiyatında da kökleri var, güçlü kökler bunlar. 1960’lardaki


varoluşçu denebilecek edebi eserlerdedir bu kökler. Ferit Edgü’dedir, Demir
Özlü’dedir, Bilge Karasu’dadır, Yusuf Atılgan’dadır. Kent anlatımlarıyla Adnan
Özyalçıner’dedir. Bugün artık kaybolmuş ama 1960’larda umut veren bir öykücü olan
Gürsen Topses’tedir.

Kaybolmak dedik de… Bir edebiyatçının geçmişte kaybolması olağan görülebilir. Bir
noktadan sonra başka bir yol tutmuş ve edebiyatı bırakmıştır. Onu bilenler bilir,
hatırlar.

Peki ya bugün piyasanın yok ettikleri ne olacak? Ayhan Geçgin’in çileli yolunda
yürümeyi seçmiş genç edebiyatçılar? Örneğin ondan yirmi yaş küçük bir Emre
Altındağ’ın Ve Zamanın Çoğunda Hiçbir Şey Olmadı adlı (Kibele Yayınları, 2012)
150 sayfalık mütevazı romanı? Bunun cevabını yine Ayhan Geçgin veriyor:

Önceki on yıllarla karşılaştırıldığında yazılanların çokluğuna, görünüşteki


çeşitliliğine rağmen piyasa denen gizemli şey, genel, bildik ya da egemen
eğilimlerin dışında yazmaya çalışanları ya eliyor ya da görünmez hale
getiriyor. Yazarı ya kendisine uygun biçimlerde yazmaya ya da yok olmaya
zorluyor. Eskiden yazarı hapse atar, kitapları yasaklarlardı—şüphesiz bu
sürüyor—ama bugün daha etkili bir yöntem var. Eski tecrübelerden edebiyatın
18

devlet tarafından nasıl öldürüleceğini çok iyi bilmekteyiz, ama anlaşılan


piyasa tarafından nasıl öldürüleceğinin henüz yeterince farkında değiliz.”
(Ayhan Geçgin, “Sanki Dilin Egemeni Olan Bizmişiz Gibi Bir Hava Var
Yazılanlarda”, Mustafa Orman’ın Röportajı, Edebiyat Haber).

Edebiyat bir hiç değildir

Ömer İzgeç

Birgün, 2 Eylül 2013

Romancılığımızda son dönemlerde hikayenin üsluptan daha öne çıktığı söylenebilir.


Anlatım biçiminin hikâyenin gerisinde kalmasını farklı nedenlerle açıklamak
mümkün. Görünen o ki çoksatan olgusunun son yıllarda ülkemizde karşılığını
bulmasıyla birlikte revaçta olan konulara eğilen ve hızlı tüketilebilen metinler
okuyucuları olduğu kadar yazarları ve yazar adaylarını da cezbediyor. Edebiyatın
dönüştürücü gücünün yerini oyalayıcılığa ve müşterek olana dahil olma dürtüsüne
bıraktığı böylesi bir ortamda, yazının özünde olan dil işçiliğinin, üslûp arayışının
önemlerini kaybettiği görülüyor. Edebiyatı insan ruhunun arkeolojisini yapmak, özde
olanı anlamak, haksızlığın ve zulmün karşısında direnmek için bir araç belleyen
yazarlar ise her daim olduğu gibi bir vaha etkisi yaratıyor. Bu yazarlar anlattıklarına
olduğu kadar biçeme de özen gösterip, her cümlenin üzerinde itinayla sebat ederek ve
anlatılarıyla uyumlu bir dilin izini sürmekte direterek gerçek edebiyatın neferliğini
üstleniyorlar. Son dönem romancılarımızdan Hüseyin Kıran, Barış Bıçakçı ve Ayhan
Geçgin bunlardan birkaçı.

Ayhan Geçgin hayatın içinde anlam bulan, okuyucusuna üstten bakmayan felsefi
anlatıları ve her cümlesi üzerinde uzun uzun çalıştığı belli olan metinleriyle tıpkı
Barış Bıçakçı gibi kavramların etrafında onlara dokunarak kirletmeden, sömürmeden
sakince dolanır. Geçgin’in 2011 yılında yayınlanan Son Adım’da otuzlu yaşlarında
İstanbul’da babaannesiyle yaşayan Ali İhsan’nın hikâyesi anlatılır. Şehirde doğmuş
ama asla şehirli olamamış Ali İhsan’ın hikâyesi Albert Camus’nun yabancısıyla,
Yusuf Atılgan’ın Zebercet’iyle, Kafka’nın ve Dostoyevski’nin karakteriyle aynı
eksende yol alır. Kitabın ilk bölümlerinde bireyin hayat karşısındaki umarsızlığı,
kimliğinden ve köklerinden kopmuşluğu neredeyse hikâyesiz ama dolu dolu bir
anlatıyla aktarılır. Gerisi edebiyat tutkununun temaşasıdır.

Para hırsım yok belki, ama başka bir hırsım, isteğim, arzum da yok—ya da
öyle diyorsun, gücüm ancak kendimi bir arada tutmaya yetiyor sadece,
bugünden bir sonraki günü geçirebilecek gücü bulmaya çalışmaya yetiyor.

Ali İhsan’ın kafasının içinde dönenler şehrin kalabalığındaki keşmekeşte, bulutların


ayrışıp yayılmasında, denizin üstünde tüten buğuda can bulur. Geçgin’in gösterişten
uzak, ilmek ilmek işlenmiş ve her şeyden önemlisi diliyle ahenk içindeki anlatımının
sinemadaki karşılığı Tarkovsky, Kieslowski ve Nuri Bilge Ceylandır demek yanlış
olmaz sanırım. Ali İhsan düşünür, hep kendi içine konuşur. Böylesi “olaysız”, felsefi
tınılar taşıyan ağır bir anlatının etrafında konuşlanmış hendeklerden biri olan
yeknesaklığa düşmeden yol almak ise gerçek bir hüner işidir. Geçgin Son Adım’da
bazı bazı bu hendeklerin yamacına değin sürüklenmesine karşın ustalıkla anlatısını
sürdürmeyi beceriyor.
19

Hiçe indirgenemeyen
Son Adım’ın ilk bölümü diyebileceğimiz 178 sayfalık kısmında anlatılan, İstanbul’a
yeni bir hayat kurmak için göçen ailelerin ikinci kuşaktan fertlerinin kentle ve
kökleriyle kurdukları ya da kuramadıkları bağdır. Ancak böyle kestirip atmak
haksızlık olur, zira Ali İhsan’ın hikâyesi büyük edebiyatcıların anlatılarında olduğu
gibi evrenseldir de. Geçgin şehirli olamamış ama kesinlikle “oralı” da olmayan bir
uyumsuz adamın yaşadıklarını anlatırken hiçbir yere ait olamama gibi bir membadan
katreler damıtıp okuyucusuna sunar. Bu ait olamama mefhumu, Geçgin karakterlerini
Barış Bıçakçı’nınkilerden farklı bir yerde konumlandırır. Hüseyin Kıran’ın ve Ayhan
Geçgin’in metinlerinin aksine “ev” Barış Bıçakçı’nın hikâyelerinde sığınılacak, içinde
kendiyle ve sevdikleriyle bağ kurulabilecek son kaleler olarak belirir. Oysa Kıran’ın
karakterleri gibi Geçgin’in Ali İnsan’ı da kendiyle dahi bağ kurmakta zorluk çeker.

Ev, diyorsun kendi kendine, ama bir evim yok. Daha önce ev dediğim de
aslında bir tür hücreydi, buradan daha değişik olsa bile öyleydi, bunu hep
hissettim. Aslında hiçbir zaman bir evi, kendimi evimde hissedeceğim bir evi
hayal edemedim.

Ali İhsan’ın bakımını yaptığı yarı yatalak babaannesiyle bile bir duygu birliği yoktur.
Kısacası Ali İhsan ıssızdır; evde, dışarıda, başkalarıyla beraberken, bir başınayken.
Ancak Geçgin’in Son Adım’da kolaycı bir karamsarlığı kendine siper etmediğini de
belirtmek gerekir.

Düşündüğü şekilde olmasa da Ali İhsan’ın hayatı babaannenin ölümüyle değişir.


Babaannenin vasiyeti gereği ve içten içe bir kopuş, bir yeniden doğuş itkisiyle yaşlı
kadını gömmek üzere ecdadının topraklarına, ülkenin doğusuna gider. Bu yolculuğun
başlangıcı kitabın ikinci bölümüne giriştir. İkinci bölümde Ali İhsan kendi içinden de
ıssız bir coğrafyayla ve oranın insanlarıyla karşılaşır. Bu kendi içindeki çoraklığın
cisimleşmiş halidir. Ayhan Geçgin’in bu ikinci bölümle, ilkinde konu edilen
varoluşsal kaygıları toplumsal bir yere oturtması edebiyatın zaferlerindendir.
Şiddetten, zulümden, yoksulluktan, karanlıktan kaçanların tüm bunları içlerinde
taşımaya mahkûm edilişlerinin hikâyesidir anlatılan. Son Adım’da yaşamın felsefi
hakikatiyle siyasal hakikati birbirini kirletmeden, zehirlemeden iç içe geçer. Bu
anlatıda muktedirin adaletsizliği, yaşatılanların us dışılığı iki cümleye sığabilir.

Bir neden arayışı kendinde ya da ötekilerde bir suçlu aramaya götürüyor.


Ayrıca onlar da sizi bizzat buraya getirerek burada olmaları için kendilerine
bir neden yaratmış oluyor.

Kitabın son kısımlarındaki işkence sahnelerinde ise Ali İhsan, Hüseyin Kıran’ın
Resul’üne yarenlik eder. Yaşanan, yaşatılan zulmün anlatıldığı, erkin acımasızlığının
ve kirinin ortaya döküldüğü bölümler yer yer beden-bilinç ilişkisinin de sorgulandığı
felsefi bir damar bulur. Felsefe ile siyasetin iç içe geçerek birbirini desteklediği ve
çoğalttığı bu bölümler kitabı zulmü lanetleyen, işkencelerin ve infazların karanlığını
ayan eden bir çığlığa dönüştürür.

Ayhan Geçgin her şeye rağmen karanlık anlatısını edebiyatın dönüştürücü etkisinden
direnç dolu bir umut devşirerek sona taşır. Ali İhsan işkencecilerine "Sizin
bilmediğiniz bir gerçek var,” der, “İnsan bir hiç değildir… Gerçeği mi istiyorsunuz.
20

İşte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey
vardır... Binlerce bedeni parçalasanız bile bu gerçeği asla öğrenemeyeceksiniz.”
Edebiyatın içinde de yok edilemez bir şey vardır, gerçek yazının içinde, ne yapılırsa
yapılsın hiçe indirgenemeyecek bir şey. Son Adım bize bunu yeniden hatırlatıyor.

You might also like