You are on page 1of 340

LEO HUBERMAN ·Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla

Bilim Yayınlan, 1974-1976 (2 baskı)


Dost Yayınlan, 1982 (1 baskı)
Iletişim Yayınlan, 1990-1991-1995 (3 baskı)

Man's Worldly Goods


© 1963 Monthly Review Press

Iletişim Yayınlan 88 •Araştırma-İnceleme Dizisi 16


ISBN-13: 978-975-470-030-5
© 1990 Iletişim Yayıncılık A. Ş.
1-12. BASKI 2002-2012, İstanbul
13. BASKI 2013, İstanbul

DIZI KAPAK TASARIMI Ümit Kıvanç


KAPAK Utku Lomlu
APAK RESMi Pieter Bruegel, "Netherlandish Proverbs", 1559, detay
YGUA Hasan Deniz
DÜZELi Remzi Abbas
BASKI ve CiLT Sena Ofset SERTiFiA Nü. 12064
.

Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11


Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 03 21

tletişim Yaınlan. SERTiFiA Nü. 10721


Binbirdirek Meydanı Sokak Iletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 lstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 •Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisimiletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
LEO HUBERMAN

Feodal Toplumdan
Yirminci Yüzyıla
Man's Worldly Goods

ÇEVİREN Muat Belge

e t ' m
LEO BEAN 1903'te New j'de dünyaya geldi. Küçük yştan iibaren çeşitli
geçici işlerde çalışn. n ez yaşında Newark State Nomal chool'dan mezun oldu
ve ilkokul öğremeligi yapaya bşlaı. Bu lrda öğremeniğe devam ederken
New York Üniversitesi'ne başlayan Huberman, 1926 yılında mezun oldu ve
öğremenlik hayannı New York'taki bir özel okulda devam ettirmeye karar veri.
1932 yılında ilk kitabı We the People'ı yayımladıkan sonra Londra'ya taşındı.
London School of Economis ve British Museum'da araşnrmalar yapn ve ileriki
yıllarda Amerikan sosyalist hareketinin temel eserlerinden biri sayılacak Man's
Worldly Goods: The Stoy of The Wealth of Nations'ı (1936; Feodal Toplumdan
Yinninci Yyıla, çev. Murat elge, tletşim, 2002) kaleme aldı. 1938-1939 ylannda
Columbia Ünivesitsi'nde sosyal bilimler bölümü kürsü başkanığı yapn. 1949'da
Paul M. Sweezy ile birlikte Month!y Review'u, 1952'de Monthly Review Press'i
kurdu. 1960'da Sweezy ile birlikte Fide! Castro ve Che Guevera'yı ziyaret etti ve
Cub: Anatomy of A Rvolution adlı kitabı yzdı. Tüm yşamı boyunca kendini işçi
sınıına ve işçi sınınn egiiine adayan, Amerikan sosyalist gelenein en önemli
isimlerinden birisi olarak kabul edilen Leo Hubean, 1968'de bu dünyadan aynldı.
Diğer çalışalanndan bazılan: The bor Sy Racket (1938), America, Incoporated
(1940), he Great [New York} Bs Strike (1940), Storm ver Bridges (1941), The
MU: hat it is, hat it Does (1943), Socia!ism is The On!y Answer (Paul M. Sweezy
ile birlikte, 1951) , The ABC of Socialism (Sybil May ile birlikte, 1953 ) , On
Segregation, he Crisis in Race Reltions: Two Nations, hite d Black (1956), The
Theoy of U.S. Foreign Poliy (Paul M. Sweezy ile birlkte, 1960), Socia!ism in Ca
(Paul M. Sweezy ile birlikte, 1968).
İçndeler

Onsöz ..... . .............................................................. ]

BiRiNCi BÖLÜM
Feodalimden apitalime .... . . . . . . . . .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...... .. . ... . . ..... . . . . . .9
1. DUA EDENLER, SAVAŞANLAR E ÇALIŞANLAR ... .........................
. 11

2. TÜCCAR İŞE KARIŞIYOR..... ... .. .. ... . . . 26


3. ŞEHRE GİTMEK . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37

4. ESKİ FİKİRLER YERİNE YENİ FİKİRLER ....... ... ....... . . . .. . . . . . . . . . . . . .. 8


.. . . . . .

5. KÖYLÜ ZİNCİRLERİNİ KIRIYOR. ... . .... .. . . ........................................ ....... 54

6. "VE ADI GEÇEN ZANAATTA


HİÇBİR YABANCI ÇALIŞMAYACAK. .. ".. . .. .... 66
7. İŞTE GELİYOR AL! . . .. ...
. . . .... .. .. ..... .....
. .... .. . . . .. ..
... . ..... .... . . .... . . . . . . . . . . . .. . . .... ...... . ....
. .. 83

8. "ZENGİN ADAM ... " . ............... ................ .............................. ........ ...... ............. ....
. ......... 99

9. "... YOKSUL ADAM, DİLENEN ADAM, HIRSIZ" ... .... . . . .


.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 113
10. İŞÇİ ARANIYOR- İKİ YAŞINDAKİLER
BAŞVURABİLİR.... . ....... 126

1 1. ALTIN, BYÜLÜK VE ŞAN .... . .. ... . .... . . . . .. . . .. .......... ....... ............... . .. .


. . . . . . .. 136 .

12. BIRAKIN BİZİ ...... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 151

13. "ESKİ DÜZEN DECİŞİYOR.. " ........................................................... ..................... 164


.

iKiNCi BÖLÜM
pitalin? .... . . ...... .. .... . ... . .. .......
. 175

14. PARA NEREDEN GELDİ?. . . .... . ..... . . .. . ....


... .. . . ..... .. ...... .........
. . . .. ... . ........ . . . . . . .. ............... 17

15. DEVRİM-ENDÜSTRİDE, TARIMDA, ULAŞIMDA ..... .... ..


. . .. . .. ...... . . . . .. 193

16. "EKTİCİN TOHUMU, BAŞKASI BİÇİYOR..." .. . . .. . ....... 197

17. KİMİN "DOCA YASALARI"? . .. 217

18. "ÇALIŞANLARIN İKTİSADI...!".. . . ..


. .. . . 236

19. "ELİMDEN GELSE


GEZEGENLERİ DE ZAPTEDERİM ... " .............. ................... ......... .......... . 259

20. EN ZAYIF ALKA . . . . . ... ... ... . ..... ... .....


. . .. . .. .... .. ......... ... .. .. .... .. . ... ... . ..
.. . .... .. . .. ...... ... . . . .
. 287

2 1. RUSYA'NIN BİR PLANI VAR. .............. ................... ................ ....... . . . . . . 302

22. ŞEKERİ BIRAKACAKLAR MI?.. . . . ... .. .. ........... ... ...... ........ ........ ... ... .... . .... ... 326
Önsöz

Bu kitabın iki amacı var; Tarihi, ekonomi teorisiyle ve eko­


nomi teorisini tarihle açıklamak. Bu düğümlenme önemli
ve zorunludur. Ekonomik yanına gerekli ilgi gösterilmeyin­
ce tarih öğrenimi sakat kalır; ekonomi teorisi de tarihi arka
planından soyutlandığında anlamsızlaşır. "Sıkıcı bilim" , ta­
rihi bir boşluk içinde öğretildiği ve incelendiği sürece sıkıcı
kalacaktır. Ricardo'nun rant yasası kendi başına güç ve ya­
vandır. Ama tarihi bağlamı içerisine konulduğunda, 1 9 . yüz­
yıl başlarında lngiltere'de toprakbei ve endüstrici arasında­
ki mücadelede bir savaş olarak görüldüğünde, heyecanlı ve
anlamlı oluverir.
Kitabımızın geniş kapsamlı olduğu iddiasında değiliz . Ne
bir iktisadı tarih, ne de bir iktisat düşüncesi tarihidir - iki­
sinden de bir parça. İktisadı kurumların gelişmesi çerçeve­
si içinde bazı öğretilerin doğdukları anda niçin doğduğunu ,
toplumsal hayatın dokusu içinden nasıl fışkırdıklarını, do­
kunun kalıbı değiştikçe nasıl gelişip, değişip , sonunda yok
olduklarını açıklamak yolunda bir çabadır.
Şu aşağıdakilere derin şükranımı sunmak isterim. Bura-
7
da saılamayacak kadar çeşitli biçimlerde yardımcı olan ka­
nma; müsveddeyi okuyan ve esinlendirici öğütler veren Dr.
Meyer Schapiro'ya, beni birçok yargılama ve olgu yanlışlık­
larından koruyan sürekli öğütleri ve yapıcı eleştirileri için
Miss Sybil May ile Mr. Michael Ross'a. Özellikle de, tarih ve
ekonomik alanlarındaki titiz araştırması ve geniş bilgisin­
den paha biçilmez yardımlar gördüğüm Miss Jane Tabris­
kiy'ye teşekkür borçluyum. Onun yardımı olmadan bu ki­
tap yazılamazdı.

LEO HUBERMAN
New York, Temmuz 1936

Not: Bu kitap 1938 tarihinde yazıldığından, kitapta geçen "Son


Savaş", "Dünya Savaşı" gibi atılardan Birinci Dünya Sava­
şı'nı anlamak gerekir.

8
BiRiNCi BÖLÜM

Feodalimden
apitalime
1
DUA EDENLER, SAVAŞANLAR
E ÇALIŞANLAR

Eski ilm yöneticileri bazen tuhaf şeyler yaparlardı. En ga­


riplerinden biri de, insanlar ilmde taksiye biner, sonra şo­
öre para vermeden inip giderlerdi. Şehirde gezerler, eğle­
nirler, ya da bir iş yerine giderler, o kadar. Ücret mücret ge­
rekmez . Ortaçağ üzerine kitaplara benzer bu ; onlar da say­
alarca turnuvalarda , şölenlerde, pırıl pırıl zırhlı, şık elbi­
seli şövalyelerle hanımefendileri anlatırlar. Bu insanlar hep
muhteşem şatolarda oturur, bol bol yer içerler. Bütün bu
nesneleri yapan birileri bulunduğu yolunda pek az ipucu­
na rastlarsınız , sanki zırhlar ağaçtan toplanırmış , ya da o ye­
nen şeyleri ekecek, bakacak, derdini çekecek kimse bulun­
mazmış gibi. Oysa gerçek hiç de böyle değildir. Nasıl bin­
diğiniz taksinin ücretini ödüyorsanız, onuncudan onikinci
yüzyıla kadar şövalyelerle hanımefendilerin eğlence ve tü­
ketimlerini de birinin ödemesi gerekiyordu . Ayrıca, şöval­
yeler savaşırken, dua eden rahip ve papazların yiyecekle­
riyle giyeceklerini de birilerinin sağlaması gerekiyordu . Or­
taçağda bu dua edenlerle savaşanlar dışında bir grup da­
ha vardı - çalışanlar. Feodal toplum bu üç sınıftan meyda-

11
Şekil 1

na geliyordu , dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar; yani ki­


lise sınıfıyla askeri beslemek için çalışan insanlar. O gün­
lerde yaşayanlardan biri bunu açıkça görmüş ve şöylece de­
ğinmişti:

Çünkü hem muharip hem rahip


Çalışanın sırtından geçinir.

Ne çeşit çalışmaydı bu? Fabrikada ya da atölyede mi? Ha­


yır, çünkü o zaman böyle şeyler yoktu. Toprakta çalışmaydı,
yiyecek ürünler yetiştirmek ve giyecek için yün verecek ko­
yun besleme işi. Çiftçilikti, ama bugünkünden öylesine ark­
lı bir çiftçilik ki, görsek güç tanırdık.
Batı ve Orta Avrupa'nın çiftlik arazilerinin büyük kısmı
"malikane" (manor) denilen bölgelere bölünmüştü. Bir ma­
likane bir köyle, çevresindeki, köy halkının işlediği birkaç
yüz dönüm ekilebilir topraktan meydana gelirdi. Ekilebilir
toprağın kıısında da genellikle otlak, ekilmez arazi, orman
ve çayır bulunurdu . Çeşitli yerlerdeki malikanelerin genişli­
ği, örgütlenişi, üzerlerindeki insanların ilişkileri değişebilir­
di, ama başlıca özellikler aşağı ukarı böyleydi.

12
Her malikane arazisinin bir beyi vardı. Feodal dönem için,
"topraksız bey, beysiz toprak olmaz" denir. Herhalde Orta­
çağ şatolarının resimlerini görmüşsünüzdür. Tanınması ko­
laydır, çünkü ister koca bir şato olsun, ister sadece irice çift­
lik evi, her zaman müstahkemdir. Malikanenin beyi, aile­
si, hizmetçileri, toprağını yöneten memurlarıyla bu müstah­
kem evde otururdu (ya da sadece ziyarete gelirdi, çünkü bir­
den azla malikanesi de olabilirdi; bazı büyük lordların bir­
kaç yüz malikanesi vardı) .
Otlak, çayır, orman ve ekime elverişsiz toprak ortak kulla­
nılırdı, ama ekilebilir arazi ikiye arılmıştı. Bir kısmı -ki bü­
tünün aşağı yukarı üçte biri kadardı- beye aitti ve "demes­
ne" adıyla anılırdı; geri kalan toprak toprakta asıl çalışan ki­
racılara aitti. Malikane sisteminin bir garip özelliği, her çift­
çinin toprağının tek parça olmayıp, 1 sayılı şekilde görüldü­
ğü gibi dilimlere ayrılmasıydı.
Bakın, kiracı A'nın toprağı üç ayrı dilim halinde ve dilim­
lerin hiçbiri ötekine değmiyor. Kiracı B'ninki de, ötekilerin­
ki de hep öyle. Feodal sistemin ilk günlerinde bu durum lor­
dun toprağı için de geçerliydi; o da ötekilerin arasına karış­
mış dağınık dilimlere ayrılmıştı, ama daha sonraki yıllarda
tek bir büyük toprak parçası haline geldi.
Bu tarla dilimleri feodal dönemin tipik özelliğiydi. Şüp­
hesiz israfa yol açıyordu ve birkaç yüzyıl geçtikten son­
ra bundan tamamen vazgeçildi. Şimdi nadas, dinlendirme,
gübreleme gibi türlü türlü toprağı verimlendirme yolları­
nı feodal köylünün bildiğinden çok daha iyi biliyoruz. O
günün büyük gelişmesi iki tarla sisteminden üç tarla siste­
mine geçişti. Feodal köylüler toprağın verimsiz kalmama­
sı için hangi üründen sonra hangi ürünün ekilmesi gerek­
tiğini henüz öğrenmemişlerdi, ama her yıl aynı yere ürünü
ekmenin kötü olduğunu biliyorlardı, onun için her yıl baş­
ka tarlaya ürünlerini ekerlerdi. Bir yıl yiyecek ürünü , buğ-

13
day ya da çavdar, birinci tarlaya; içecek ürünü , arpa, ikin­
ci tarlaya ekilmiş; üçüncü tarla da nadasa bırakılmış olabi­
lirdi -yani biri dinlendirilirdi-. Üç tarla çiftliği aşağı yuka­
rı şöyle çalışırdı.

1. Yıl 2. Yıl 3. Yıl


1. Tarla . . . . . . . . .. Buğday Arpa Nadas
2. Tarla . . . . . . . . . . Arpa Nadas Buğday
3. Tarla .. . . . . . . . . Nadas Buğday Arpa

Demek ki, malikane sisteminin iki önemli özelliği bunlar­


dır. Birincisi, ekilebilir arazinin iki parçaya ayrılması, bun­
lardan birinin beye ait olması ve yalnız onun adına ekilme­
si, ötekinin ise birçok kiracı arasında bölünmesi; toprağın
şimdi olduğu gibi tek parçalı tarlalar halinde değil de, dilim­
ler halinde ekilip biçilmesi. Üçüncü bir önemli özellik da­
ha vardı; kiracılar yalnız kendi topraklarında değil, aynı za­
manda lordun toprağında çalışmak zorundaydılar.
Köylü, izbenin izbesi evlerde barınırdı. Dağınık toprak di­
limlerinde didinerek (bunların tümü lngiltere'de onbeş ile
otuz, Fransa'da kırk ile elli dönüm arasında bir ortalamaya
varırdı) topraktan serseil bir geçim sağlardı. Daha iyi yaşa­
yabilirdi ama her haftanın iki veya üç günü lordun toprağın­
da ücretsiz çalışmak zorundaydı. Lorda sunduğu tek emek
hizmeti de değildi bu. Hasat zamanı telaşında, önce lordun
toprağındaki ürünleri kaldırması gerekirdi. Bu "lütuf gün­
leri" öteki angaryalarına ekti. Ama hepsi bu kadar da değil.
Kimin toprağının daha önemli olduğu konusunda en uak
bir şüphe yoktu. llkin sürülmesi, ilkin ekilmesi, ilkin biçil­
mesi gereken hep lordun toprağıydı. Ürünlere zarar verecek
bir ırtına ihtimali mi belirmiş? O halde, önce lordun ürünü
kurtarılmalıydı. Hasat zamanı gelmiş, ekinlerin çabucak bi­
çilmesi mi gerekiyor? Köylü hemen kendi tarlasını bırakıp
lordun toprağına koşmalı. Küçük yerel pazarda satılabilecek

14
az bir ürün azlası mı var? Köylünün pazara taşıyıp satması
gereken lordun buğdayı ve şarabıdır ilkin. Bir yol ya da köp­
rü mü onarılacak? Köylü işini bıraksın, ona baksın. Köylü
değirmende buğdayım öğütmek ya da şarap için üzümleri­
ni ezmek mi istiyor? Yapsın, ama lordun değirmeninde ve­
ya şaraphanesinde, ücretini de ödeyerek. Malikane beyinin
köylüye yaptırabileceklerinin hemen hemen sınırı yoktu. Bir
onikinci yüzyıl gözlemcisine göre köylü , "bağının şarabını
hiç içemez, boğazından doğru dürüst bir lokma geçmez; ka­
ra ekmeğiyle yağı ve peynirinin bir kısmı kendine kalabili­
yorsa ne mutlu ona . . . "

Şişman tavuk vya kazı varsa,


Byaz undan ekmeği kalmışsa,
By gelir çöreklenir üstüne hepsinin

Şu halde köylü bir köle miydi? Aslında köylülerin çoğu


"serf' ti. Latince "köle" anlamını taşıyan "servus" tan gelme
bir kelime. Ama köle derken düşündüğümüz anlamda köle
değildi bu serler. Ortaçağda gazete çıkıyor olsaydı, 1 2 Nisan
1 828 tarihli Charleston Cou ier'deki şu "ilan"ın benzeri o ga­
zetelerin sayalarında yer almazdı: "Şimdiye kadar satışa su­
nulmuş en değerli ailelerden biri, otuz beş yaşlarında bir aş­
çı kadın, 14 yaşlarında kızı ve 8 yaşlarında oğlu. Alıcının is­
teğine göre hep bir arada vya tek tek satılacaktır."
Sahiplerinin isteğine göre bir zenci ailesinin böylece par­
çalanması bir serf ailesinde olamazdı. Malikane beyinin ira­
desinden bağımsız olarak bir serf, ailesini bir arada bulun­
durma hakkına sahipti. Köle, her yerde ve her zaman alınıp
satılabilecek bir maldı ama, serf topraktan ayn olarak satıla­
mazdı. Lord, malikanesinin mülkiyetini bir başkasına bıra­
kabilirdi, ama bu sadece serin yeni bir lordu olacağı anla­
mına gelirdi; serf kendisi toprağında kalırdı. Bu önemli bir
arktır, çünkü serfe kölenin hiçbir zaman sahip olmadığı bir

15
çeşit güvenlik sağlıyordu. Ne kadar kötü muamele görse de,
serin ailesi, bir evi ve küçük bir toprağı kullanma hakkı var­
dı. Serlerin güvenliği olduğu için bazen özgür, ama şu veya
bu nedenle meteliksiz , evsiz barksız ve aç-susuz bir adam,
"boynuna bir urgan geçirip kaasına da bir mangır koyarak
kendini (bir lorda serf olarak) sunardı. "
Serfliğin birkaç derecesi olmuştur, a m a çeşitli sınıf­
lar arasındaki bütün uak tefek ayrımları bulmak tarihçi­
ler için güç bir iştir. Sürekli olarak lordun evine bağlı ka­
lan ve haftanın iki üç günü değil, her zaman onun tarla­
larında çalışan " demesne" serfleri vardı . Köyün kıyısın­
da iki üç dönümlük toprakları olan, "bordar" denilen çok
yoksul köylüler ya da toprağı olmayıp sadece bir kulübe­
si (cottage) olan ve boğaz tokluğuna yanaşma olarak çalı­
şan "cotter"lar vardı.
Bir de kişisel ve ekonomik özgürlükleri görünüşte bi­
raz daha geniş olan serbest köylüler (villein) vardı. Bunlar
serlere göre özgürlük yolunda daha ilerideydiler ve arıca­
lıkları daha azla, beye karşı yükümlülükleri daha azdı. Bir
önemli ark da, yükümlülüklerinin serlerinkine oranla da­
ha sabit olmasıydı. Bu , büyük bir avantaj dı, çünkü böylece
serbest köylüler durumlarını önceden bilirlerdi. Lord, aklı­
na estiği gibi yeni görevler yükleyemezdi sırtlarına. Bazı ser­
best köylüler öteki sabit hizmetleri görmekle birlikte "lü­
tuf günleri"nden bağışıktılar. Kimisi ise, hiç hizmet sunmaz,
bugün ortakçılann yaptığı gibi ürünlerinin bir kısmını verir­
lerdi. Yine kimileri hiç hizmet yapmaz, nakdi ödemede bu­
lunurlardı. Yıllar geçtikçe bu adet gelişti ve daha sonraları
çok önemli oldu.
Bazı serbest köylüler neredeyse özgür insanlar kadar ra­
hat bir durumdaydılar ve kendi tarlaları dışında lordun
toprağının bir kısmını da kiralayabilirlerdi. Ayrıca bir de,
hiçbir zaman hizmet ükümlülüğü olmayan, yalnız üstle-

16
rindeki lorda vergi ödeyen özgür insanlar vardı . Özgür in­
san, serbest köylü , serf tasarruu hepsi birçok aşamada içi­
çe geçmişti. Hangisinin kesinlikle ne olduğunu , her sını­
fın durumunun gerçekten ne olduğunu kesinlikle tespit et­
mek güçtür.
Malikane sisteminin hiçbir anlatımı kesinlikle doğru ola­
maz, çünkü çeşitli yerlere göre koşullar çok daha değişiyor­
du. Yine de feodal dönemde özgür olmayan emeğin hemen
bütünü için geçerli bazı temel noktalar tespit edebiliiz.
Köylüler hepsi az çok bağımlıydılar. Lordlar, köylülerin
lord için varolduğuna inanırlardı. Lordla serf arasında eşit­
lik hiçbir şekilde söz konusu değildi. Serf toprakta çalışır,
lord da seri çalıştırırdı. Lord açısından bakıldığında serf­
le "demesne" deki hayvanlar arasında pek azla ark yoktu .
Öyle ki , onbirinci yüzyılda bir Fransız köylüsü 38 Su'ya,
bir beygir ise 1 00 Su'ya satılıyordu ! Lord, tarlada çalıştı­
racağı için ihtiyaç duyduğu öküzünün kaybolmasına na­
sıl üzülüyorsa , serilerinden birinin kaybına da aynı şekil­
de üzülürdü -tarlasında çalışması gereken insan- sığırdı o
da . Dolayısıyla, serf topraktan ayrı satılamazdı ama , topra­
ğı bırakıp gidemezdi de . "Elinde tuttuğu toprağa 'tenure'
denirdi (Latince 'tutmak' anlamına gelen 'tenere'den) ama
yasaya göre serf toprağı değil, toprak seri tutardı. " Kaçma­
ya çalışır da yakalanırsa, çok ağır bir şekilde cezalandırı­
labilirdi; dönmesinin zorunluğu tartışma konusu olamaz­
dı . Bradford Malikanesinin 1 349- 1 3 5 8 arası kayıtlarında
şöyle bir parça görülüyor: "Lordun adamı William Child­
yong'un kızı olan Alice'in New York'ta oturduğu söyleni­
yor; tutuklansın. "
Ayrıca, lord insan gücünü yitirmek istemediği için, serf­
lerin ya da çocuklarının özel izin almadıkça malikane dışın­
dan evlenemeyeceği yolunda kurallar vardı. Serf ölünce va­
risi, bir vergi ödeyerek, mirasına konabilirdi. İşte yine aynı

17
kayıtlardan bir önek: "Richard oğlu Roger oğlu Robert, bir
evi ve 8 dönüm toprağı vardı, öldü. O zaman kardeşi ve va­
risi John geldi ve bu malları aldı. Malikane geleneğine göre
bunları tutacak. . . Lorda üç şilin giriş parası veriyor. "
Yukarıdaki alıntıda " malikane geleneğine göre" sözü
önemlidir. Feodal kuruluşu anlamamızın anahtarı olabilir.
O zamanlar "malikane geleneği" bugün şehir ya da beledi­
ye meclisinin çıkaracağı yasalarla eş anlamlıydı. Feodal dö­
nemde gelenek, yirminci yüzyılın yasa gücüne sahipti. Or­
taçağda her şeyi eline alacak kadar güçlü bir hükümet yok­
tu. Bütün örgütlenme tepeden aşağı bir karşılıklı yükümlü­
lükler ve hizmetler sistemine dayanıyordu . Toprağa sahip
olmak, bugünkü gibi, toprağı dilediğince kullanmak anla­
mına gelmezdi. Sahiplik, birisine karşı getirilmesi gereken
yükümlülükler demekti. Bunlar yerine gelmezse toprak eli­
nizden alınırdı. Serin lorda karşı yükümlülükleri de , lor­
dun serfe karşı yükümlülükleri de -örneğin, savaşta onları
korumak- geleneğe göre kararlaştırılır ve yürürlüğe konur­
du. Tabii şimdi yasaların bozulduğu gibi, o zaman da gele­
nek bozulabilirdi. lki serf arasında bir kavga lordun mahke­
mesinde karara bağlanırdı, geleneğe göre. Serfle lord arasın­
da bir anlaşmazlık ise herhalde, lord lehine çözüme bağla­
nırdı, çünkü yargıç lorddu . Yine de geleneği çok sıkan lord­
ların kendi süzerenlerine hesap verdiklerinin kaydına rastla­
nır. Bu, özellikle, köylülerin kral mahkemesine başvurabil­
diği lngiltere'de görülür.
lki malikane beyi arasında anlaşmazlık çıkınca ne olu­
yordu? Bu sorunun cevabı, feodal örgütlenmeyle ilgili, bir
başka ilginç olgunun ipucunu verir. Serf gibi malikanenin
beyi de toprağın mülkiyetine sahip değildi, o kendisi de da­
ha yukarıda bir başka lordun kiracısıydı. Serf, serbest köy­
lü ya da özgür insan, toprağının tasarruf hakkını malikane
lordu adına "elinde bulunduruyor" , lord bunu bir konttan,

18
bir dükden, dük de kraldan alıyordu . Bazen iş daha da ile­
rilere varıyor, bir kral başka bir kralın toprağının tasarruf
hakkını elinde bulunduruyordu . Bu kademelenme örgüsü
1 2 79'da İngiliz mahkemesinin kayıtlarında çok iyi görün­
mektedir: "St. Germain'den Roger Bedord Robert'den bir
"messuage" (bir toprak parçası) tutmuştur ve karşılığında
adı geçen Robert'e 3 peni ödemekte ve onun yerine, onun
toprağı kiraladığı Richard Hylchester'a 6 peni ödemekte­
dir . Adı geçen Richard , toprağın hakkını Alan de Char­
tres' dan almıştır ve ona yılda 2 peni vermektedir , Alan
ise William The Butler'dan almıştır ve bu adı geçen Willi­
am Lord Gilbert de Neville'den ve adı geçen Gilbert Ley­
di Devorguilla de Balliol'den ve Devorguilla İskoçya kra­
lından almıştır. Adı geçen kral da İngiltere kralından hak­
kı almıştır. "
Alan, William, Gilbert v e benzerlerinin " tasarruf hakkı­
nı elde bulundurdukları" tek toprak bu değildi elbette. Ma­
likane , bir şövalyenin sahip olduğu tek mülk olabilirdi, ya
da kendisi bir zeametin parçası , ya da bağışlanmış büyük
bir toprağın bir parçası olan bir büyük mülkün küçük bir
parçası olabilirdi. Bazı soyluların birkaç malikanesi , bazı
soyluların daha çok malikanesi, bazılarının ise birkaç yere
dağılmış zeametleri (iel) olabilirdi. Örneğin, İngiltere'de,
bir zengin baron 790 parçadan meydana gelme araziye sa­
hipti. ltalya'da, birkaç büyük lord onbinin üstünde malika­
nenin sahibiydi. Resmen bütün toprağın sahibi olan kral,
şüphesiz, bütün ülkeye yayılan geniş arazilere sahipti. Top­
rağın tasarruf hakkını doğrudan doğruya kraldan alanlara,
ister soylu ister sıradan özgür insanlar olsunlar, başkiracı­
lar denirdi.
Zaman geçtikçe büyük araziler parçalanıp , şu ya da bu
rütbeden daha çok sayıda soylulara dağılan küçük arazilere
bölünüyordu. Niçin? Çünkü her lord mümkün olduğu ka-

19
dar azla vassalı kendine bağlamayı zorunlu görüyordu; bu
da ancak toprağı dağıtmakla gerçekleşebiliyordu.
Bu çağda sizin, benim kullandığımız malları üretmek için
toprak, abrikalar, madenler, demiryolları, gemiler ve her
çeşitten makineler gereklidir. Bir insana da bunlardan ne
kadarını elinde bulundurduğu ölçüsüne göre zengin der ya
da demeyiz. Ama feodal çağda gerekli bütün malları hemen
hemen sadece toprak üretiyordu, onun için de toprak, yal­
nız toprak, zenginliğin anahtarıydı. İnsanın servetinin öl­
çüsünü yalnız bir tek şey belirliyordu, sahip olduğu toprak
miktarı. Doğal olarak, toprak için bir didişmedir sürüp gidi­
yordu . Bu yüzden feodal dönemin savaşçı bir dönem olma­
sına şaşmamalı. Savaşları kazanmak için yapılacak numara
mümkün olduğu kadar azla adamı kendi yanına çekmekti,
bunun da yolu savaşçı beslemekti. Ellerinden çeşitli ücretler
alır, gerektiğinde size yardım edeceklerine dair yemin etti­
rir, karşılığında da toprak verirdiniz. lşte, 1 200 yılından kal­
ma eski bir Fransız belgesinde şunları okuyoruz: "Ben, Tro­
yes kontu Thiebault, huzurdakilere ve geleceklere duyuru­
rum ki Gillencourt adlı malikanei jocelyn d'Avalon'a ve va­
rislerine tımar olarak verdim . . . Adı geçen bu Jocelyn böyle­
likle bana tabi olmuştur. "
Konta " tabi" olarak Jocelyn'in başka şeyler arasında lor­
duna askeri hizmette bulunması da muhtemelen bekleni­
yordu . Belki, belirli bir süre için, belli saıda silahlı ve do­
nanmış adam sağlaması gerekiyordu. İngiltere ve Fransa'da
bir şövalyenin hizmeti genellikle kırk gündü , ama sözleş­
meyle şövalye hizmetinin yarısını ya da bir çeyreğini ver­
mek de mümkündü . 1 272 yılında Fransa kralı savaştaydı,
onun için askeri kiracılarını kraliyet ordusuna çağırdı. Ba­
zıları gelip sürelerini doldurdular, bazıları kendi yerlerine
adam gönderdiler. "Şövalye Reginald Triban kendi geldi ve
girdi orduya. Şövalye William de Coyneres kendi yerine on

20
günlüğüne Thomas Chocquet'yi yolladı . Şövalye J ohn de
Chanteleu geldi, kendi için 1 0 gün borçlu olduğunu , şöval­
ye Godardus de Godardviller için de 40 gün hizmet edece­
ğini söyledi. "
Askeri hizmet karşılığında toprağın tasarruf hakkını alan
prens ve soylular anı toprağı benzer koşullarla başkalarına
devredebilirlerdi. Karşılıklı hak ve yükümlülükler hayli de­
ğişebilirdi, ama Batı Avrupa'da ve Orta Avrupa'nın bir kıs­
mında bunlar yaklaşık olarak aynıydı. Serin varisi mirasa
konunca nasıl malikanenin beyine bir vergi ödüyorsa, lor­
dun varisi de süzerene miras vergisi ödemek zorundaydı. Ki­
racı ölür ve varisinin yaşı henüz gelmemiş olursa, varis ergin
oluncaya kadar süzeren mülkü denetlerdi. Teoriye göre ya­
şı küçük olan varis toprağın gerekli yükümlülüklerini yerine
getiremezdi, onun için büyüyünceye kadar lord işi ele alırdı,
aynı zamanda gelirlere de el koyardı.
Dişi varisler evlenmek için süzerenden izin almalıydılar.
1 22 l 'de Nevers Kontesi bu olguya rızasını şöyle dile geti­
riyordu : "Ben, Matilda, Nevers Kontesi, bu mektubu göre­
cek herkese duyururum ki, Tanrı inayetiyle Fransa'nın şan­
lı kralı, sevgili lordum Philip'e İncil üzerine el basarak ye­
min ettim, bütün yaşayan erkek ve kadınlara karşı ona sa­
dık hizmetimi sunacağım, onun izni ve lütu olmadan ev­
lenmeyeceğim. "
Bir dul yeniden evlenmek isterse, süzerene para ödeme­
si gerekiyordu . Bunun bir örneğini 1 3 1 6'da, baş kiracılar­
dan birinin dul karısıyla ilgili bir kayıtta görüyoruz. "Wal­
lingord'u adımıza elinde bulunduran mütevefa Simon Dar­
ches'in karısı olan joan'un bize vermiş olduğu 100 şilin kar­
şılığı adı geçen Joan'a, bizim mektubumuz olmak kaydıyla
kimle isterse evlenebilmesine izin verdik."
Öte yandan bir dul evlenmek istmiyorsa, süzerenin onu
zorla evlendirmemesi için yine para ödemek zorundaydı.

21
"Warwick Kontesi Alice 1 000 pound ve 1 0 beygir göndere­
rek istediği süreyle dul kalmak ve kral tarafından zorla ev­
lendirilmemek için izin istiyor. "
Bunlar, bir vassalın elde ettiği koruma ve toprak karşılı­
ğında lorduna borçlu olduğu yükümlülüklerden bazıları .
Başkaları da vardı. Bir süzeren tutsak düşer ve tutsak eden
idye isterse kurtarmalığını vassallarının toplaması bekle­
nirdi. Süzerenin oğlu şövalye olunca vassallardan bir "yar­
dım" alması adettendi; belki de kutlama töreninin masraf­
larını karşılamak için 1 254'te, Baldwin adında bir adam, oğ­
lu şövalye yapılan kralın doğrudan doğruya kendi süzereni
olmamasına dayanarak para vermeyeceğini bildirmişti. Ka­
yıtlarda görüldüğüne göre davasını kazandı da: "Baldwin de
Frivill toprağını kraldan almamışsa, adı geçen Baldin'in id­
dia ettiği gibi Alexander de Abetot'dan ve Alexander de Be­
auchamp'dan ve William Worcester Piskoposundan ve pis­
kopos kraldan almışsa, Worcester şeriine duyurulur ki adı
geçen Baldwin kralın oğlunun şövalye olmasına yardım yap­
mak zorunluluğundan esirgene. "
Şimdi şuna dikkat edin: Baldwin'le kral arasında bildi­
ğimiz süzerenler dizisi yer alıyordu . Şuna da dikkat edin:
Worcester Piskoposu bunlardan bir tanesiydi . Bu önem­
li bir olgudur, çünkü kilisenin de bu feodal sistemin bir
parçası olduğunu gösterir. Bazı bakımlardan yığının tepe­
sindeki adam, yani kral kadar önemli değildi bu , ama ba­
zı başka bakımlardan çok daha önemliydi. Kilise, bütün
Hıristiyan dünyasına yayılmış bir örgü ttü . Herhangi bir
Taç'dan daha güçlü , daha yaygın, daha eski ve sürekliydi.
Dindar bir çağdı bu ve tabii kilisenin de muazzam manevi
gücü ve prestiji vardı. Ama bunun yanı sıra , o çağda varo­
labilecek tek biçimde serveti vardı, toprakta . Feodal çağın
en büyük toprak sahibi kiliseydi. Yaşadıkları hayattan kuş­
kuları olan ve ölmeden önce Tanrının gözüne girmek iste-

22
yen insanlar kiliseye toprak bağışlarlardı; kilisenin hastala­
ra , yoksullara yardım etmekle hayırlı bir iş yaptığına ina­
nan ve bu hayıra katkıda bulunmak isteyenler kiliseye top­
rak bağışlardı; bazı soylular ve krallar da, savaş kazanıp bir
düşmanın ülkesini fethettiklerinde bu toprakların bir kıs­
mını kiliseye bağışlamayı adet edinmişlerdi; bu ve bunla­
ra benzer başka yollardan kilise sonunda Batı Avrupa'da­
ki bütün toprakların üçte biriyle yarısı arasında bir kısmı­
nın sahibi oldu .
Kontlar ve dükler gibi piskopos ve başpapazlar da feo­
dal yapı içinde yerlerini almışlardı. 1 1 67'de Beauvais Pis­
koposuna yapılmış bir bağışın kaydı: "Ben, Tanrı inayetiyle
Fransa Kralı Louis, varolan ve gelecekteki herkese ilan ede­
rim ki, Mante'da, huzurumuzda , Champagne Kontu Hen­
ri Savigny tımarını Beauvais Piskoposu Bartholomew'ya ve
onun varislerine bağışladı. Ve bu tımar karşılığında pisko­
pos, Kont Henri'ye bir şövalye ve bir yargıç vaadetti ve ken­
disinden sonra gelecek piskoposların da böyle yapacağını
söyledi. "
Süzerenden toprak kabul ettiği gibi, kilise kendisi d e sü­
zeren rolü oynuyordu: "Rahip Fauritius ayrıca William Ma­
udit'in oğlu Robert'e Weston'daki dört derilik tımarı verdi. . .
Bunun karşılığında şu hzmeti görecektir: Abingdon kilisesi­
nin şövalyelik hizmetini yapması gereken zamanda kilise ye­
rine yarım şövalye hizmeti yapacaktır. "
Feodalizmin ilk döneminde kilise ilerici, canlı bir öğeydi.
Roma İmparatorluğu kültürünü epeyce muhaaza etmişti.
Öğrenimi teşvik ediyor, okullar açıyordu . Yoksullara yardım
ediyor, öksüzlere yurt açıyor, hastaneler yaptırıyordu . Genel
olarak ruhbandan (kilise) lordlar arazilerini daha iyi yöneti­
yor ve soylulardan azla da kazanıyorlardı.
Ama olayın bir de öbür yanı vardı . Soylular adam bul­
mak için mülklerini parçalarken kilise gittikçe daha azla

23
toprak elde ediyordu . Papazlara evlenme yasağının bir ne­
deni, kilisenin kendi memurlarının çocuklarına miras yo­
luyla kilise topraklarını kaybetmemek istemesiydi. Kilise
ayrıca, herkesin ödemek zorunda olduğu bir ondalık ver­
giyle mülkünü genişletirdi. Ünlü bir tarihçi şöyle diyor:
"Ondalık, modern zamanlarda bilinmedik çeşitten, son de­
rece ağır bir arazi, gelir ve ölüm vergisiydi. . . Sadece serf­
ler ve çiftçilerden bütün ürünlerinin onda biri alınmazdı. . .
Yünden alınan ondalık kaz tüyünü bile kapsardı: Yol kıyı­
sında kesilen otun bile vergisi vardı; ürünlerinin ondalığı­
nı hesaba katmadan iş masraflarını hesaplayan çiftçi kendi­
ni kahretmiş demekti . "
Kilise dehşetli zenginleşirken ekonomik önemi manevi
önemine ağır basmaya başladı. Birçok tarihçi, bir toprak be­
yi olarak kilisenin, öteki beylerden iyi olmadığını, çok kez
de daha kötü olduğunu ileri sürüyor. "St. Louis zamanın­
da Paris'in Notre Dame'ının serlerine baskısı öylesine ağır­
dı ki Kraliçe Blanche 'ezile büzüle' araya girecek olmuş, ke­
şişler ise 'isterlerse serfleri açlıktan öldürebilecekleri' cevabı­
nı vermişlerdi. "
Bazıları hayır işlerinin bile abartıldığını iddia eder. Kili­
senin hasta ve yoksullara yardım ettiğini herkes kabul edi­
yor. Ama ortaçağın en zengin ve güçlü mal sahibinin kili­
se olduğunu ve muazzam servetiyle yapabileceklerine oran­
la, öteki soylular kadar bile hayır işlemediğini söylüyorlar.
Hayır işleri için zenginlerden yardım ister, taleplerde bu­
lunurdu ama, kendi kaynaklarının pek derinine inmemeye
özen gösterirdi. Ayrıca, kilisenin bu eleştiricilerinin söyle­
diğine göre, kilise serfleri böylesine kötü kullanmasa, köy­
lüleri bu kadar azla soymasa, haır için bu kadar gerekli­
lik de olmayacaktı.
Kilise ve soylular egemen sınıflardı. Toprağa ve toprakta
bulunan kudrete el komuşlardı. Kilise manevi yardım, soy-

24
lular ise askei koruma sağlıyordu . Bunun karşılığında çalı­
şan sınıftan emek olarak ücret alıyorlardı. Bu dönemin bilgi­
li tarihçilerinden Profesör Boissonade olayı şöyle özetliyor:
"Feodal sistem, son kertede, çok zaman hayali olan bir koru­
ma karşılığında çalışan sınıları aylak sınıların insafına bıra­
kan ve toprağı işleyenlere değil, gasbetmeyi becerebilenlere
veren bir örgütlenmeye dayanırdı. "

25
2
üCCAR İŞE KAIŞYOR

Bugünlerde pek az zengin altın ve gümüş dolu kutular sak­


lar. Parası olan insanlar parayı ellerinde bulundurmak is­
temezler. Parayı işletmek ister, onun için de karlı bir yatı­
nın yolu kollarlar. En iyi kan, en yüksek aizi getirecek iş­
lere paralarını koymak isterler. Parayla bir işe katılabilir, bir
çelik şirketinde hisse satın alabilirler, ya da hükümet bono­
larına sahip olabilir ya da sayısız başka şeyler yapabilirler.
Bugün serveti daha azla edinmek üzere kullanmanın bin­
bir yolu vardır.
Ama Ortaçağın başlarında paralı insanların karşısında
böyle imkanlar yoktu. Çok az insanda kullanacak para var­
dı, parası olanların da kullanacak yeri yoktu . Kilisenin al­
tın ve gümüş dolu sandıklan vardı ama, bunlar ya saklanır,
ya da mihraplara süs almakta harcanırdı. Büyük serveti var­
dı kilisenin, ama durgun sermaye olarak, bugünkü servetler
gibi sürekli iş üstünde değil. Kilise parası daha azla zengin­
lik yaratmakta kullanılmıyordu, çünkü böyle bir çıkış yolu
yoktu. Soyluların parası için de aynı durum sözkonusuydu .
Ceza veya vergi olarak elleine geçen parayı soylular işe ya-

26
tırmazlardı, çünkü ortada pek azla iş yoktu. Dua edenlerle
savaşanların ellerinde olan sermaye edilgin, durağan, kıpır­
tısızdı, üretken değildi.
Ama her gün bir şeyler satın almak için de gerekmiyor
muydu para? Hayır, çünkü hemen hemen hiçbir şey satın
alınmazdı. Belki biraz tuz , biraz da demir. Gerisi, insanların
ihtiyaç duyduğu hemen bütün yiyecek ve giyecek malika­
neden sağlanırdı. Feodal toplumun erken döneminde ikti­
sadi hayat pek az para kullanımıyla yürürdü . Bir tüketim
ekonomisiydi bu ve her malikane köyü hemen tamamen
kendine yeterliydi. Biri yeni paltonuzun neye mal olduğu­
nu sorsa, büyük bir ihtimalle şu kadar dolar ve sent dersi­
niz . Ama bu soru Ortaçağ başlarında sorulsaydı yine bü­
yük bir ihtimalle , "Kendim yaptım" diye cevap verirdiniz .
Serf ve ailesi kendi yiyeceklerini kendileri yetiştirir, gerek­
li eşyaları kendi elleriyle yaparlardı. Malikane beyi ihtiyacı
olan şeyleri yaptırmak için zanaatkar serleri hemen kendi
evine bağlardı. Böylece malikane köyü kendi başına bir bü­
tün oluyordu ; ihtiyaç duyduğu şeyleri kendi üretiyor, son­
ra da tüketiyordu .
Şüphesiz , bir mal değiş tokuşu da vardı. Belki şu palto­
u yapacak yün yoktu elinizde, ya da ailenizde zamanı ve­
ya becerisi yeterli bir kimse yoktu . O zaman palto sorusu­
na cevabınız, "Karşılığında beş galon şarap verdim" şeklin­
de olabilirdi. Bu değiş tokuş muhtemelen, manastır ya da
şatonun yanında, ya da yakındaki kasabada, haftalık pazar­
da olurdu . Bu pazarlar piskopos ya da lordun denetimin­
de kurulurdu ve serleriyle zanaatkarlarının ürettiği artık
ürünler ya da herhangi bir serin artığı, değiş tokuş edilir­
di. Ama ticaret çok aşağı bir düzeyde olduğu için çok az­
la artık üretmek için de sebep yoktu . Ancak, sürekli bir ta­
lep olduğu zaman insanlar, bir ürünün kendi ihtiyaç duy­
duklarından fazlasını üretirler. Böyle bir talep olmayınca

27
artık yaratmak için bir itici güç de kalmaz. Onun için haf­
talık pazarlarda ticaret hiçbir zaman çok geniş çaplı olmaz
ve hep mahalli kalırdı. Genişlemesine karşı bir başka engel
de yolların kötülüğüydü . Dar, engebeli, çamurlu , genellik­
le yolculuğa elverişsiz yollar vardı. Ayrıca da, iki çeşit soy­
guncu gezerdi bu yollarda; bildiğimiz haydutlarla, pis yol­
larından geçtikleri için tüccarları durdurup vergi alan feo­
dal beyler. Lordların yol vergileri öyle yaygın bir yöntemdi
ki "Tours'lu Odo onbirinci yüzyılda Loire üzerine bir köp­
rü yaptırıp serbestçe geçiş izni verdiğinde davranışı şaşkın­
lık yarattı. " Ticaretin karşılaştığı başka güçlükler de vardı.
Para kıttı, hem de her para her yerde geçmezdi. Ağırlık ve
ölçüler de ülkeye göre değişirdi. Bu koşullarda malları uzak
yerlere taşımak tehlikeli, güç, hem de sinir bozacak derece­
de pahalıydı. Bütün bu nedenlerle mahalli feodal pazarlar­
da ticaret küçük çaptaydı.
Ama hep böyle küçük para kalmadı. Ticaretin geliştikçe
geliştiği ve sonunda Ortaçağ'ın bütün hayatını derinden et­
kilediği bir zaman da geldi. Onbirinci yüzılda ticaretin bü­
yük adımlar attığı görüldü ; onikinci yüzyılda Batı Avrupa bu
nedenle bir dönüşümden geçti.
Haçlılar, ticareti büyük ölçüde hızlandırmışlardı. On bin­
lerce Avrupalı denizden ve karadan kıtayı geçerek Kutsal
Ülkeyi Müslümanlardan kurtarmaya gitti. Yolda çeşitli nes­
nelere ihtiyaçları oluyordu , dolayısıyla tüccarlar da bunları
karşılamak üzere yanlarında gidiyorlardı. Doğu'ya yolculuk­
lardan geri dönebilen Haçlılar orada gördükleri garip ve lüks
yiyeceklere, giyeceklere iştahları bilenmiş olarak döndü­
ler. Talepleri bu mallar için bir pazar yarattı. Üstelik onun­
cu yüzyıldan beri nüusta hızlı bir artış olmuştu ve yeni in­
sanlar yeni mallara ihtiyaç duyuyordu . Bu yeni insanlardan
bazıları topraksız olduğu için Haçlı Seferlerini, yaşama ko­
şullarını düzeltebilecek bir fırsat olarak gördüler. Çoğu za-

28
man Akdeniz'de Müslümanlarla sınır savaşları ya da Doğu
Avrupa'daki kabilelerle çarpışmalar, gerçekte yağma ve top­
rak uğruna girişilmiş saldırılar olduğu halde, Haçlı Seferi adı
altında yüceltiliyordu . Kilise bu talan seferlerini bir saygıde­
ğerlik tülüyle maskeliyor, amaçlarının İncil'i yaymak ya da
münkirleri yok etmek ya da Kutsal Ülke'yi savunmak oldu­
ğunu söylüyordu .
Ta başlangıçtan beri Kutsal Ülke'ye hac seferleri yapılmış­
tı (sekizinciden onuncu yüzyıla kadar 34, onbirinci yüzyıl­
da ise 1 1 7 hac seferi olmuştu) . Kutsal Ülke'yi kurtarma iste­
ği içtendi ve bir baltaya sap olamayan nice insan tarafından
destekleniyordu . Ama Haçlı hareketinin asıl gücü , yürütü­
lüşündeki enerji, büyük ölçüde, belirli grupların kazanacağı
avantajlara dayanıyordu .
llkin kilise vardı. Şüphesiz dürüst bir dini amacı vardı kili­
senin. Ayrıca, çağın savaşçı bir çağ olduğunu kavrayacak ka­
dar anlaışlıydı, onun için savaşçıların ateşli hırslarım, Hıris­
tiyanlaştırabilecek başka ülkelere yöneltme ikrine dört el­
le sarıldı. Papa il. Urban 1095'te Fransa'da, Clermont'a geldi.
Dinlemek isteyenleri sığdıracak bina bulunamadığı için açık­
lık bir ovada, halkı Haçlı Seferine çıkmaya teşvik etti. Ora­
da bulunan Chartreslı Fulcker konuştuklarım şöyle kaydet­
miş: " . . . Şimdiye kadar müminlere karşı zalim kavgalara alış­
mış olan artık zındıklarla dövüşsün . . . Şimdiye kadar soygun­
cu olanlar asker olsun. Şimdiye kadar kardeşleriyle, akrabala­
rıyla dövüşenler bundan sonra gerekeni yapıp barbarlarla sa­
vaşsınlar. Şimdiye kadar düşük ücretli asker olanlar şimdiden
sonra ebedi kazançlar için çarpışsınlar . . . " Kilise, gücünü yay­
gınlaştırmak istiyordu , Hıristiyan dünyası ne kadar genişler­
se kilisenin gücü ve serveti de o kadar büyürdü.
ikinci olarak da lstanbul'daki başkentiyle, Asya'daki lslam
gücünün merkezine çok yakın olan Bizans Kilisesi ve İmpa­
ratorluğu vardı. Roma Kilisesi Haçlı Seferleri ile kendi gü-

29
cünü yaygınlaştırmayı amaçlarken, Bizans Kilisesi de bu se­
ferler yoluyla İslamların kendi topraklarındaki ilerlemesini
durdurabileceğini umuyordu.
Üçüncü olarak, ganimet isteyen ya da borçlu durumda
soylular, ya az bir miras bekleyen ya da hiçbir şey bekleme­
yen küçük oğullan - bütün bunlar Haçlı Seferleri sayesinde
toprak ve servet kazanmaı düşünüyorlardı.
Dördüncü olarak da, Venedik, Cenova ve Piza gibi İtal­
yan şehirleri vardı. Venedik hep bir ticaret şehri olmuştu .
Bir grup ada üzerine kurulmuş her şehir böyle olur. Şeh­
rin sokakları kanalsa, ora halkının karada olduğu kadar tek­
ne içinde de rahat olabileceğini tahmin edersiniz. Venedik­
liler işte böyleydi. Üstelik, Venedik'in yeri de çok elveriş­
liydi, çünkü sözü edilmeye değer ticaret, Doğu ticareti, Ak­
deniz de bu işin en uygun yoluydu . Haritaya bir bakarsanız
Venedik'le öteki İtalyan şehirlerinin niçin öyle büyük ticaret
merkezleri olduğunu görürsünüz. Haritada görülemeyecek
bir başka gerçek de, Batı Avrupa koptuktan çok sonra bile
Venedik'in İstanbul'a ve Doğu'ya bağlı kalmış olmasıydı. İs­
tanbul yıllardan beri Akdeniz bölgesinin en büyük şehri ol­
duğu için, bu azladan bir avantaj oluyordu . Doğu baharatı­
nın, ipeklerin, müslinlerin, uyuşturucuların ve halıların Av­
rupa'ya taşınması ticaret yolunu tutan Venedikliler yoluy­
la olacaktı. Venedik, Cenova ve Piza öncelikle ticaret yapan
şehirler oldukları için Küçük Asya kıyılarındaki şehirlerden
özel ticaret ayrıcalıkları istiyorlardı . Bu şehirlerde zındık
Müslümanlar, İsa'nın düşmanları yaşıyordu. Ama bu Vene­
dikliler için önemli miydi? Hiç bile. İtalyan ticaret şehirleri
Haçlı Seferlerini ticari avantajlar kazandıracak fırsatlar ola­
rak göüyorlardı. Öyle ki Üçüncü Haçlı Sefeinin amacı Kut­
sal Ülke'nin geri alınması değil, İtalyan şehirleri için ticari
yararlar sağlanmasıydı. Haçlılar Kudüs'ü değil, sahildeki ti­
caret şehirlerini istiyorlardı.

30
Dördüncü Haçlı Seferi 120l'de başladı. Bu sefer Vene­
dik en önemli ve en karlı rolü oynadı. Villehardouin, Vene­
dik Doc'una gelip Haçlıların ulaşımında yardım isteyen al­
tı elçiden biriydi. O yılın Mart aında yapılan bir anlaşma­
yı anlatıyor:
'"Sir, haçı takınan soylu Fransız baronları adına size ge­
liyorum . . . Tanrı aşkına sizden rica ediyorlar. . . Ulaştırma ve
şarap gemileri bulmaya çalışmanız için.'
"'Ne karşılığında? ' diye sordu Doc.
"'Sizin önereceğiniz, uygun göreceğiniz, onların da yapa­
bileceği herhangi bir şey' diye cevap verdi haberciler. . .
"'4500 a t ve 9000 seyis taşıyacak "huissier"ler (kıç tarafın­
dan kapısı -huis- açılarak beygirleri içeri alabilen gemi) ve
4500 şövalye ile 20.000 piyade alabilecek gemiler veririz. Bu
atlarla adamlara dokuz ay yiyecek vermekte anlaşırız. Yapa­
bileceğimizin en azı budur, ama at başına dört mark ve adam
başına iki mark isteriz . . . '
"'Daha azlasını da yaparız: Tanrı aşkı için, elli zırhlı kal­
yon veririz; ama anlaşmamız yürürlükte kaldığı sürece, fet­
hedilen her toprak ve kazanılan her parayı yarı yarıya pay­
laşmak şartıyla . . '
.

"'Haberciler . . . 'Sir, biz bu anlaşmayı imzalamaya hazırız'


dediler. "
Anlaşmadan gördüğünüz gibi, Venedikliler b u Haçlı Sefe­
rine "Tanrı aşkına" yardımcı olmaya hazırdılar, ama bu bü­
yük aşkın, şişman bir ganimet payına karşı gözlerini kör et­
mesine de hiç meydan bırakmıyorlardı. Sapına kadar işa­
damıydılar. Din açısından Haçlı Seferlerinin sonuçları kı­
sa ömürlü oldu , çünkü Müslümanlar bir süre sonra Kudüs
krallığını geri aldılar. Gelgelelim, ticaret açısından Haçlı Se­
ferlerinin sonuçlan çok önemliydi. Dua edenleri, savaşanla­
rı, çalışanları ve çoğalan bir tüccar sınıfını bütün kıtaya ya­
yarak Batı Avrupa'nın feodal uykusundan uyanmasına kat-

31
kıda bulundular, yabancı mallanna talebi arttırdılar; Akde­
niz ticaret yolunu Müslümanlann elinden alarak bu denizi
bir kere daha eskiden olduğu gibi Doğu ile Batı arasındaki
büyük ticaret yolu haline getirdiler.
Onbirinci ve onikinci yüzıllarda güneyde, Akdeniz'de ti­
caret canlandığı gibi, Kuzey denizlerinde de ticaret imkanla­
n büyük ölçüde uyandı. Bu sularda ticaret dirilmedi. tık ola­
rak gerçekten etkinleşti.
Kuzey Denizi'nde ve Baltık'ta gemiler oradan oraya gidi­
yor, balık, kereste , don yağı, deri, post ve kürk taşıyordu .
Kuzey denizlerindeki bu ticaretin bir merkezi Flandr'daki
Bruges şehriydi. Güneyde Venedik nasıl Avrupa'nın Doğu
ile temas noktasıysa, Bruges de Rusya-İskandinavya ile te­
masın merkeziydi. Bundan sonra iki uzak merkezin en uy­
gun buluşma noktasını tespit etmesi, yüklü Kuzey ihtiyaç
maddelerinin Doğu'nun pahalı maddeleriyle en kolay değiş
tokuş yolunu bulması gerekiyordu. Ticaret iyi bir başlangıç
noktası bulduktan sonra, yokuş aşağı yuvarlanan bir karto­
pu gibi büyüdüğüne göre, böyle bir ticaret merkezinin bu­
lunması çok sürmezdi. Kuzeyin mallarını taşıyan tüccarlar
güneyden Alpleri geçerek gelenlerle Champagne ovasında
buluştular. Burada, en önemlileri Lagny, Provins, Bar-Sur­
Aube ve Troyes olmak üzere birçok şehirde büyük panayır­
lar kuruluyordu . (Niçin "troy" ölçüleri kullandığımızı me­
rak edenlere işte cevap. Yüzyıllar önce büük panaırlarda
kullanılan ağırlık ölçüsü sistemi buydu da ondan. )
Bugün ticaret her yerde yürüyor. Ulaştırma araçlarımız
o kadar mükemmelleşti ki, dünyanın öbür ucundan gelen
mallar sürekli olarak büyük şehirlere akıyor ve bütün yap­
mamız gereken bir dükkana girip istediğimizi seçmekten
ibaret. Ama onikinci ve onüçüncü yüzyıllarda , gördüğü­
müz gibi, ulaştırma araçları o kadar gelişmemişti. Her yer­
de, her gün satış yapan dükkanların bütün yıl açık kalma-

32
sını sağlayacak sürekli ve düzenli bir mal talebi de yoktu.
Onun için, çoğu şehirlerde , ticaret kalıcı olamıyordu . İn­
giltere , Fransa, Belçika, Almanya ve ltalya'daki mevsimlik
panayırlar kalıcı ve düzenli ticarete doğru atılmış bir adım­
dı. Geçmişte basit ihtiyaçlarını karşılamak için haftalık pa­
zara bağımlı olan yerler, artan ticaret imkanları karşısın­
da artık bu pazarı yetersiz buluyorlardı. Fransa'daki Poix
böyle yerlerden bir tanesiydi. Kraldan, haftalık bir pazar
ve yılda iki panayır kurulması için izin istedi. lşte kralın
bu istekten söz eden mektubunun bir kısmı: "Poix ve Ca­
naples Senyörü sevgili Jehan de Crequy'ümüzün alçak gö­
nüllü ricasını işittik. . . Bize söz konusu köy ve Poix varoş­
larının iyi ve verimli bir toprakta kurulmuş olduğunu , söz­
konusu köy ve Poix varoşlarında güzel yapılmış evler, in­
sanlar, tüccarlar, sakinler ve başkaları olduğunu ve ayrı­
ca çevreden ve başka yerlerden birçok tüccar ve malın ge­
çerken oraya uğradığını ve yılda iki panayırla her hafta bir
pazarın uygun ve gerekli olacağını bildiriyor . . . lşte biz de
bu nedenle . . . söz konusu Poix köyü için . . . yılda iki pana­
yır ve her hafta bir pazar kurulmasını uygun gördük ve bu­
yurduk. " Aslında , daha önemli olan Champagne panayır­
ları bütün yıl kalacak şekilde kuruluyorlardı - biri bitince
öteki başlıyordu vb . Tüccarlar mallarıyla panayırdan pana­
yıra taşınıyorlardı.
Ortaçağ başlarının mahalli haftalık pazarlarıyla onikin­
ci ile onbeşinci yüzyıllar arasındaki bu büyük panayırla­
rın arkını görmek gerekir. Pazarlar küçüktü , çoğu tarım­
sal olan mahalli mallar satılırdı . Oysa panayırlar koskoca­
mandı; bilinen bütün dünyadan gelen malların toptan sa­
tıldığı yerlerdi. Küçük seyar satıcılar ve mahalli zanaatkar­
lardan ayrılan büyük tüccarların doğu ile batıdan, kuzey ile
güneyden gelen yabancı malları alıp sattığı dağıtım merkez­
leriydi panayırlar.

33
Champagne panayırlarıyla ilgili, 1 349'da çıkarılan şu fer­
mana bakalım: "Bütün tüccar kumpanyaları ve aynca tek
tek tüccarlar, İtalyanlar, Alp ötesinden gelenler, Floransa­
lılar, Milanolular, Cenovalılar, Venedikliler, Almanlar, Pro­
vanslılar ve bizim krallığımızdan olmaıp başka ülkelerden
gelenler, burada ticaret yapmak ve söz konusu panayırların
ayrıcalıklarından ve iyi adetlerinden yararlanmak istiyorlar­
sa . . . kendileri, mallan ve kılavuzları, güven içinde panayır­
lara gelebilir, kalabilir, gidebilirler. Biz bundan böyle, onla­
rı söz konusu panayırların bekçileri dışında, kimse tarafın­
dan engellenmeden, tutuklanmadan ve yakalanmadan gel­
mek üzere kabul edeceğiz. "
Her yerden tüccarları davet ettikten başka Champagne
yöneticilerinin geliş gidişte güven sağlayacağını söyleme­
lerine de dikkat etmeliyiz . Yolların soyguncularla dolu ol­
duğu bir dönemde bunun ne kadar önemli olduğunu an­
lamak güç değildir. Ayrıca çok zaman panayıra giden tü­
carlar feodal haraçlardan lordların yol boyunca istedikle­
ri can sıkıcı vergi haraçlardan da bağışlanıyorlardı. Bütün
bunları düzenleyen, panayırın kurulacağı bölgenin lorduy­
du . Yolda tüccarlar, haydutların saldırısına uğrarsa ne ola­
caktı? O zaman soygun olan yerin kendi yerli tüccarları­
nın da panayıra katılmaları yasaklanıyordu . Tabii korkunç
bir cezaydı bu , çünkü o yörede ticaretin durması anlamı­
na geliyordu .
Ama panayır yapılan şehrin beyi niçin bütün bu özel ayar­
lamalara girişmek zahmetine katlanıyordu? Çünkü , panayır
yöresine ve kendisine servet sağlıyordu. Panayırda iş yapan
tüccarlar bu ayrıcalık karşılığında para ödüyorlardı. Hem gi­
riş, hem çıkış , hem de mallarını depolamak için vergi ödü­
yorlardı; satış vergisi, yer vergisi vardı. Tüccarlar bu vergile­
re ses çıkarmıyorlardı, çünkü bunlar bilinen, yerleşmiş ver­
gilerdi, çok ağır da değillerdi.

34
Panayırlar öyle büyük olurdu ki, şehrin normal bekçileri
yetmezdi; kendi özel panaır polisleri, özel bekçileri, mah­
kemeleri vardı. Bir kavga çıkarsa panayır polisi duruma el
koyar, tartışma panaır mahkemesinde çözüme bağlanırdı.
Her şey özenle ve etkili bir biçimde düzenlenmişti.
Panayırların programı genellikle aynıydı. Denklerin çö­
züldüğü , satış yerlerinin kurulduğu , ödemelerin yapılıp
uak tefek öteberinin yerine getirildiği birkaç günlük bir ha­
zırlıktan sonra büyük panayır açılırdı . Bir yığın şaklaban
oradan oraya gezinen alıcıları eğlendirmeye çalışırken bir
yandan da alım satım yürürdü . Her gün her çeşit mal satı­
lırdı ama, kumaş, deri veya post gibi belirli malların satışma
ayrılan belirli günler de olurdu .
14 29 tarihli, Lille panayırıyla ilgili bir belgeden bu büyük
ticaret merkezlerinin bir başka önemli özelliğini öğreniyo­
uz: " . . . adı geçenjehan de Lanstais'ye adı geçen Lille şehri­
mizin adı geçen panaırında veya para değiştirme işinin yü­
rütüldüğü başka yerlerde . . . bir tezgah kurup para değiştirme
izni taraımızdan bağışlandı. . . karşılığında her yıl bize Lil­
le'deki alıcımız eliyle yirmi Paris lirası sunacaktır. "
Bu sarralar panaırın o kadar önemli bir parçasını meyda­
na getirirlerdi ki, deri ve kumaş satışma ayrılan özel günler
olduğu gibi, panayırın kapanışından önceki son birkaç gün
de para değiştirilmesine ayrılırdı. Böylece panayırlar yalnız
ticaret değil, mali işler bakımından da önemliydi. Panayırın
ortasında, sarralar avlusunda, çeşitli paralar tartılır, değer­
lendirilir, değiştirilirdi; ödünç para verilir, eski borçlar öde­
nir, kredi mektupları değerlendirilir, senetler serbestçe do­
laşırdı. O dönemin bankerleri burada son derece geniş kap­
samlı mali işlere girişirlerdi. Birleşerek, büyük kaynakları
denetim altına alırlardı. Londra'dan Akdeniz'e kadar koca bir
kıtayı kapsayan geniş çaplı bir alana etkileri yayılırdı. Papa­
lar ve imparatorlar, krallar ve prensler, cumhuriyetler ve şe-

35
hirler müşterileri arasındaydı. Sarralık o kadar önemli bir iş
haline gelmişti ki, artık apayrı bir meslek olmuştu.
Bu olgu önemlidir, çünkü ticaretteki gelişmenin, iktisadi
hayatın para kullanımına ihtiyaç duymaksızın yürüdüğü es­
ki doğal ekonomiyi nasıl değiştirdiğini gösterir. Ortaçağın
başlarında takasın bazı sakıncaları vardı. Beş galon şarabı bir
paltoyla değiş tokuş etmek kolay bir iş gibi görünüyor, ama
aslında bu kadar kolay değildi. Sizin istediğiniz şey elinde
bulunan ve sizin elinizde bulunan şeyi isteyen birini bulma­
nız gerekiyordu . Ama mübadele aracı olarak para ortaya çı­
kınca, neler olabilirdi? Parayı, isteği ne olursa olsun, herkes
kabul eder, çünkü para her şeyle değiş tokuş edilebilir. Para
geniş çapta kullanılır olunca, beş galon şarap isteyen ve kar­
şılığında palto verecek olan bir adam bulma umuduyla beş
galon şarabınızı yüklenip dolaşmaktan kurtuluyordunuz .
Şarabınızı para karşılığında satacak, sonra o parayla gidip bir
palto alacaktınız. Paranın araya girmesiyle tek işlem şimdi
iki işlem oluyordu, ama yine de hem zaman, hem de emek­
ten tasarruf ediyordunuz. Böylece, para kullanımı, mal mü­
badelesini kolaylaştırdı ve dolaısıyla ticareti teşvik etti. Ti­
caretin artması da, öte yandan, para işlemlerinin yaygınlaş­
masına yol açıyordu. Onikinci yüzyıldan sonra pazarsız (ka­
palı) ekonomi çok pazarlı bir ekonomiye dönüştü ; ve tica­
retin gelişmesiyle, ortaçağ başlarının kendine yeterli malika­
nesinin doğal ekonomisi artan ticaret dünyasının para eko­
nomisine dönüştü .

36
3
ŞEHRE GİMEK

Ticaretin düzensiz sızıntısı gür bir dere haline gelince , ti­


cari, tanmsal ve endüstiyel hayatın bütün ilizlei beslendi
ve serpildi. Ticari büyümenin en önemli etkilerinden biri şe­
hirlerin büyümesiydi.
Şüphesiz bu , ticaret büyümesinden önce de bir çeşit şe­
hir vardı; kral sarayı burada bulunur, epey gidiş geliş olur­
du. Bunlar aslında kırsal kasabalardı, herhangi bir özel ayrı­
calıkları veya şehir hükümetleri yoktu. Ama ticari büyümey­
le büyüyen yeni şehirler, ya da, ticaretin teşvikiyle yeni bir
hayat tarzı edinen eski şehirler, arklı bir özellik kazandılar.
Şehirler ticaretin hızla genişlediği yerlerde doğuyorsa, Or­
taçağ'ın büyüyen şehirlerini İtalya ve Hollanda'da aramak
gerekir. Gerçekten de ilk şehirleşme oralarda görülür. Ti­
caretin genişlemesi devam ettikçe, yol kavşaklannda, nehir
ağızlarında ya da toprak eğiminin elverişli olduğu yerlerde
de şehirler oluştu . Tüccarlar böyle yerleri arıyorlardı. Böy­
le yerlerde aynca, genellikle bir katedral ya da "burg" deni­
len, saldırı karşısında sığınabilecek müstahkem bir yer bu­
lunurdu. Uzun yolculuklan arasında dinlenen gezginci tüc-

37
carlar, ya da donmuş bir nehrin çözülmesini veya çamurlu
bir yolun kurumasını bekleyen tüccarlar, normal olarak ka­
le duvarlarının içine ya da bir katedralin gölgesine sığınır­
lardı. Böyle yerlerde toplanan tüccarların sayısı artınca, bir
"auburg" ya da "burg dışı" da oluştu . Çok geçmeden au­
burg, burg'un kendisinden daha önemli oldu . Fauburg'da­
ki korunak arayan tüccarlar çok geçmeden Amerikalı kolo­
nistlerin ahşap kalelerini andıran surlarla kasabalarını çev­
relediler. O zaman eski kale duvarlarının yararı kalmadı, yı­
kılıp gitti bunlar. Eski burg dışa doğru yayılamadı, canlılığı­
nı sürdüren yeni auburg içinde özümlendi. İnsanlar bu aal,
büyüyen şehirlerde hayata yeniden başlamak üzere eski ma­
likane köylerini terk etmeye başladılar. Büüyen ticaret da­
ha azla insana iş demekti, onlar da bu işi bulmak üzere şe­
hirlere geldiler.
Ne var ki, biz bu, yukarıda yazılanların doğru olup olma­
dığını bilmiyoruz. Bunlar sadece bazı tarihçilerin özellikle
de Mr. Hemi Pirenne'in tahminleridir. Ortaçağda, şehirle­
in böyle büyüdüğünü ispatlamak için, bu tarihçinin yığdığı
ipuçlarını incelemek bir polis romanı okumak kadar heye­
canlıdır. Tüccarla şehirlinin aynı insan olduğunu göstermek
için ileri sürdüğü sağlam kanıtlardan biri, onikinci yüzıla
kadar tüccar anlamına gelen "mercator" kelimesiyle şehirli
anlamına gelen "burgensis" kelimesinin birbirlerinin yerine
kullanılabilmesidir.
Şimdi, feodal toplumun yapısını hatırlayacak olursanız ,
daha çok bu yükselen tüccar sınıfının oturduğu şehirlerin
büyümesine yol açan ticaret artışının, birtakım çatışmala­
ra yol açmasının kaçınılmazlığını görürsünüz. Feodalizm at­
mosferi tam bir hapishane atmosferi, şehirdeki ticari etkin­
liğinki ise tam bir özgürlük atmosferiydi. Şehir toprağı feo­
dal lordlara, piskoposlara, soylulara, krallara aitti. Bu feodal
lordlar önceleri şehirlerdeki topraklarını başka yerlerdeki

38
topraklarından ayn bir gözle görmezlerdi. Buradan da ver­
gi almaı, tekellerinden aydalanmayı, yeni haraç ve hizmet
yükümlülükleri yüklemei, malikane topraklarında olduğu
gibi, mahkemeleri yönetmeyi düşünürlerdi. Ama şehirlerde
bu işler yürümüyordu . Bunlar hepsi feodal biçimlerdi, top­
rak mülkiyetine bağlıydı. Şehirler söz konusu olunca bütün
bu biçimlerin değişmesi gerekiyordu. Feodal yönetmelikler­
le feodal yargılama geleneğe göre donmuştu , değiştiilmesi
güçtü . Oysa ticaret, yapısı gereği etkindi, değişkendi, engel­
lerden hoşlanmazdı. Katı feodal çerçeveye giremiyordu. Şe-

Şekil 2

hir hayatı malikanelerdeki hayattan arklıydı, onun için de


yeni biçimler yaratmak gerekiyordu.
Hiç değilse tüccarlar böyle düşünüyorlardı . Bu girişken
tüccarlar için zaten düşünmek, çok geçmeden eyleme dö­
nerdi. Birlikte kuvet olduğu dersini iyi öğrenmişlerdi. Yol­
da giderlerken haydutlara karşı korunmak için birlikte yol­
culuk ederlerdi ; denizde korsanlara karşı korunmak için
birlikte giderlerdi; pazarlarda, panayırlarda ticaret yaparken
kaynaklarını artırıp daha iyi pazarlık edebilmek için birle­
şirlerdi. Şimdi, serbest hareketlerine engel olan feodal kısıt­
lamalarla karşılaşınca "lonca" (guild) ya da "hanse" denilen
birlikler kurdular. Bunlarla, şehirlerinde gelişmeleri için ge­
rekli özgürlüğü kazanmaya çalıştılar. İstediklerini dövüşme­
ye gerek kalmadan elde ettikleri zaman seviniyorlardı; iste-

39
diklerini elde etmek için dövüşmeleri gerekirse, o zaman da
dövüşüyorlardı.
Tam olarak neydi istedikleri? Büyüyen bu şehirlerdeki bu
tüccarların talepleri neydi? Değişen dünyaları nerede eski
feodal dünyaya toslamıştı?
Kasabalılar özgürlük istiyorlardı. İstedikleri gibi gidip gel­
mek istiyorlardı. Bütün Batı Avrupa için geçerli olan eski
bir Alman atasözü (Stadtluft macht frei - "Şehir havası insa­
nı serbestleştirir" ) istediklerini elde ettiklerini ispatlıyor. Bu
atasözünün doğruluğunu kanıtlayan, onikinci ve onüçün­
cü yüzyıldan bir yığın şehir beratından biri de Kral VII. Lou­
is'nin l 1 5 5'te Lorris şehrine verdiği berattır: "Lorris şehrin­
de bir yıl bir gün süreyle mukim olan kimse, kendisine sahip
çıkan biri yoksa ve durumunu bize ya da temsilcimize bil­
dirmeyi ihmal etmemişse, orada serbest olarak ve kimsenin
saldırısına uğramadan sakin olabilecektir. " Lorris ve başka
şehirler bizim yirminci yüzyıldaki yol kenarı reklamı tekni­
ğine sahip olsalardı, şöyle levhalar koyabilirlerdi:
Şehir halkı kendi özgürlüğünden ötesini de istiyordu .
Toprağın özgür olmasını da istiyorlardı. Toprağı alanca­
dan kiralamış olan ilancadan kiralamak hoşlarına gitmi­
yordu . Şehirli, toprağı ve topraktaki evleri feodal toprak be­
yinden arklı bir gözle görüyordu . Şehirli iş için acele para­
ya ihtiyaç duyabilir, malını istediği gibi satmak ya da ipo­
tek ettirmek isteyebilirdi. Bunun için sıra sıra tasarruf hak­
kı sahibinden izin almak işine gelmezdi. Lorris'in yukarıda
gördüğümüz beratı bu konuya da şöyle değinir: "Malını sat­
mak isteyen her şehirliye bunu yapma ayrıcalığı tanınmış­
tır." Ticaret ve şehirlerin getirdiği değişikliğin önemini an­
lamak istiyorsanız , ilk bölümde anlatılan toprak sistemini
bir hatırlayın.
Şehirliler kendi mahkemelerinde kendilerini yargılamak is­
tiyorlardı. Statik bir topluluk için tasarlanmış, canlı bir tica-

40
ret şehrinde ortaya çıkan sounları ele almakta tamamen ye­
tersiz, ağır asak malikane mahkemelerini istemiyorlardı. Bir
malikanenin lordu ipotekten, krediden, ya da genel olarak iş
yasasından ne anlardı? Hiçbir şey! Hem zaten, bu işlerden an­
lasa bile, bilgisini ve konumunu (mevkiini) şehirlinin değil,
kendi yararına kullanacağı apaçıktı. Şehirliler kendi sorunları­
nı kendi çıkarları uyarınca ele alabilecek mahkemeler kurmak
istiyorlardı. Ayrıca kendi ceza kanunlarını yapmak istiyorlar­
dı. Küçük malikane köyünde asayişi sağlamak, onca serveti
ve değişken nüusuyla büyüyen bir şehirde asayişi sağlamaya
bezemezdi. Şehirliler bu sorunu biliyorlardı ama lord bilmi­
yordu. Kendi "şehir asayiş"lerini istiyorlardı.
Şehirliler vergilerini de istedikleri biçimde toplayıp bu işi
kapatmak istiyorlardı. Sinir bozan, kendi değişen dünyala­
rında sadece bir başbelası değeri olan feodal haraçların, öde­
melerin, yardım ve cezaların çokluğundan hoşlanmıyorlar­
dı. lş yapmak istiyorlardı, onun için de, ayakbağı olan bütün
engellerden kurtulmaya can atıyorlardı. Bu vergileri bütü­
nüyle ortadan kaldırmayı başaramadılar. Ama daha az sıkın­
tı verecek şekilde yeniden ayarlamayı becerebildiler.
Şehirlerin denetimini hemen ele geçiremediler ama, azar
azar kazandılar. Önceleri lordlar şehirdeki bazı haklarını şe­
hirlilere satıyorlardı, sonra başkalarını, derken bazı başka
haklan satınca, şehir hemen hemen tamamen lorddan ba­
ğımsız oluyordu . Almanya'nın Dortmund şehrinde böyle ol­
muştu. 1 24 l'de Dortmund Kontu şehirdeki feodal hakların­
dan bazılarını şehirlilere sattı:
"Ben, Dortmund Kontu Conrad ve Karım Giseltrude ve
bütün meşru varislerimiz . . . Dortmund şehrine ve burglulara
pazar yeri yanındaki evimizi satıyoruz . . . Bunu ve Kutsal Ro­
ma İmparatorluğundan bize geçen mezbaha ve ayakkabıcı­
lar loncasındaki haklarımızı ebediyen onlara bırakıyoruz . . .
ve fırını ve mahkemenin üstündeki evi de veriyoruz. Mezba-

41
ha karşılığında 2 denarii ve fırınla mahkemenin üstündeki
ev için bir libre kara biber bize her yıl verilecektir. "
Seksen yıl sonra bir başka Kont Conrad yıllık kira karşılı­
ğında "Dortmund şehri ve konseyine, tamamen emirleri al­
tında olmak üzere, Dortmund yöresinin yansını" sattı - bu­
nun içinde mahkemeler, vergiler, gelir ve akarlar, sur içinde
kalan, kontun kendi evi, kendi serleri ve St. Martin Kilisesi
dışındaki her şey vardı.
Feodal piskoposlarla lordlann çok önemli toplumsal deği­
şimler olduğunu gördüklerini düşünebilirsiniz. Bazılarının,
bu tarihi güçler karşısında dayanamayacaklarını kavradıkla­
rını sanabilirsiniz. Bazıları kavramış olabilir, ama çoğu kav­
ramadı. Olan bitenleri sezecek kadar kaası çalışanları duru­
mundan en iyi şekilde yararlanmaya baktı, sonunda da ka­
zançlı çıktı. Ama her zaman öyle rahat bir alışveriş içinde
yürümüyordu işler. Tarih boyunca, iktidarda olanların, ha­
li vakti yerinde olanların, ellerinde olanı elden kaptırmamak
için ne mümkünse yaptıkları görülmüştür. Bir köpek kemi­
ğini kaptırmamak için dövüşür. Çok zaman feodal lordlar­
la piskoposlar da (özellikle piskoposlar) dişlerini kemikleri­
ni sıkı sıkı geçiriyor ve şehirliler zorla alıncaya kadar bırak­
mıyorlardı. Kimisi için sorun sadece çıkarları için eski ayrı­
calıklarına dört elle sarılmak değildi. Yine tarih boyunca hep
görüldüğü gibi, hali vakti yerinde olanların çoğu , her şey ol­
duğu gibi kalmazsa bütün toplum düzeninin yerle bir olaca­
ğına içtenlikle inanıyorlardı. Ama şehirliler buna inanmadı­
ğı için birçok kasaba ancak kan dökülerek özgürlüğüne ka­
vuştu. Yargıç Oliver Wendell Holmes'un dediği gibi, "görüş
ayrılığı büyüyünce rakibimizin dediği olmasın diye öldür­
meyi tercih ederiz. "
Aslında örgütlü tüccar loncaları önderliğinde savaşan şe­
hirliler bugünkü anlamda devrimci değillerdi. Efendileri de­
virmek için dövüşmüyorlardı , sadece , genişleyen ticarete

42
kesinlikle engel olan eskimiş bazı feodal geleneklerin gevşe­
tilmesini istiyorlardı. Amerikan devrimcileri gibi, "Bütün in­
sanlar eşit ve özgür yaratılmışlardır" diye bir şey yazmazlar­
dı. Hiç bile. "Kişisel özgürlük kendisi doğal bir hak olarak
talep edilmiyordu . Sadece, sağladığı yararlar için isteniyor­
du. O kadar ki, öneğin, Arras'da tüccarlar pazar vergilerin­
den bağışık tutulabilmek için St. Vast Manastıına serf yazıl­
maya bile çalıştılar. "
Şehirler genişlemelerine karışılmamasını istiyorlardı ;
birkaç yüzyıl sonra bu isteklerini elde ettiler. Özgürlüğün
derecesi yerine göre bir hayli değişiyordu , onun için ma­
likane gibi Ortaçağ şehirlerinin de hak, özgürlük ve ör­
gütlenmelerini tam olarak anlatmak çok güçtür. İtalya ve
Flandr'ın şehir cumhuriyetleri gibi tamamen bağımsız şe­
hirler vardı; bağımsızlık derecesi değişen serbest komünler
vardı ; feodal efendilerinden birkaç ayrıcalığı zor bela ko­
parabilen ama büyük ölçüde onların denetimi altında ka­
lan şehirler vardı. Ama şehir hakları ne olursa olsun, şehir­
liler bu hakların yazılı olduğu beratı ellerinde bulundurur­
lardı. Lord ya da temsilcileri bu hakları unutacak olurlar­
sa kavga çıkmasını önlüyordu bu . lşte Ponthieu Kontunun
1 1 84'te Abbeville şehrine verdiği beratın başlangıç kısmı.
Daha ilk satırında kont kendisi şehirlilerin niçin beratları­
na bu kadar değer verdiklerini ve kilit altında tuttukları­
nı, hatta bazen harlerini yaldızlayıp şehir meclisi ya da ki­
liseye astıklarını açıklıyor: "Yazılı olan şey insanın aklın­
da daha iyi kaldığına göre , ben Ponthieu Kontu jean, yaşa­
yanlara ve doğacaklara bildiririm ki dedem Kont Guillau­
me Talvas Abbeville , şehirlilere bir komün kurma hakkını
satmış ve bu satışın belgesinin aslını şehirlilere vermemiş
olduğu için, ben onlara komün kurma ve yaşatma hakkı­
nı bağışlıyorum . . . "
1 86 yıl sonra, 1 3 70'te, Abbeville halkının yeni efendisi-

43
nin bizzat Fransa Kralı olduğu anlaşılıyor. Belli ki, arada­
ki yıllarda şehir özgürlüğü hareketi hızla ilerlemiş , çünkü
kral memurlarına verdiği emirde şunları söylüyor: "Onla­
ra bazı ayrıcalıklar verdik ve bağışladık, bunların arasında
inter alia (ötekilerin yanı sıra) adı geçen Abbeville şehrine
ve Ponthieu yöresinin öteki kasabalarına, adı geçen kasaba­
ların yararına olmayan ve kendileri tarafından istenmeyen
hiçbir öşür, yardım ya da başka ödeme konmayacağı, zor­
lanmayacağı, ceza verilmeyeceği ve koydurulmayacağı, zor­
landırılmayacağı, cezalandırtılmayacağı hakkı da vardır. Bu
nedenle, sözü geçen dilekçe sahiplerinin bize gösterdikleri
sevgi ve itaati de gözönünde bulundurarak size ve hepinize
buyuruyorum ki burgluları, adı geçen şehrin halkını tica­
ret yapmada, almada ve satmada, adı geçen yörenin bütün
kent ve kırlarında tuz ve başka çeşitten her türlü malı geti­
rip götürmede serbest bırakasınız , bize ve adamlarımıza ve
memurlarımıza hiçbir tuz vergisi, ceza, öşür, haraç almaya
kalkışmayasınız . . . "

Fransa Kralının yukarıda görülen belgeyle verdiği vergi


bağışıklığı tüccarların uğrunda çabaladığı ayrıcalıklardan
sadece bir tanesiydi. Şehir özgürlüğü mücadelesinde önder­
liği tüccarlar almışlardı. Şehirlerdeki en güçlü grup onlar­
dı, dolayısıyla loncaları için çeşit çeşit ayrıcalıklar kazan­
mışlardı. Tüccar loncaları genellikle şehirlerin toptan satı­
şı üstünde tekel kurmuşlardı. Tüccar loncasının üyesi de­
ğilseniz , iş ticarete geldi mi talihiniz yolunda olmazdı. Ör­
neğin 1 280'de, Newcastle'da Richard adında bir adam krala
tüccarların on adet yapağısına el koyduğundan şikayet etti.
Yapağısını geri istiyordu . Kral tüccarları çağırıp Richard'ın
yapağısını niçin aldıklarını sordu. Kral III. Henry'nin ken­
dilerine bağışladıkları ayrıcalıkları göstererek savunmala­
rını yaptılar: "Adı geçen şehrin burgluları, adı geçen burg­
da bir tüccar loncası kurabilirler ve böylece loncanın bü-

4
tün hak ve serbest adetlerine sahip olabilirler . . . ukarıda sö­
zü geçen, loncaya ait olan serbestliklerin ne olduğu sorul­
dukta; lonca serbestliğinden olmadıkça hiç kimsenin şehir­
de satmak için kumaş kesemeyeceğini ya da et ve balık ke­
semeyeceğini, ya da taze deri alamayacağını, ya da, yapağı
olarak yün satın alamayacağını söyleyebilirler. . . " Anlaşılan
Richard yapağı yün ticaretinin tekelini elinde tutan lonca­
nın üyesi değildi.
Southampton'da üye olmayanların da mal satın alabildiği
anlaşılıyor; ama ilk hak tüccar loncasınındı. "Loncadan bi­
i oldukça ve pazarlık etmek niyetindeyse hiçbir sade şehirli
ya da yabancı, şehre giren herhangi bir mal için tüccar lon­
casından burglulardan önce pazarlık edemez veya satın ala­
maz ; biri böyle yapar ve suçlu olduğu anlaşılırsa elindeki
mal kral adına müsadere edilir. "
Loncalar nasıl loncadan olmayanları aştan uzak bulun­
durmaya çalışıyorlarsa, yabancı tüccarları kendi ticaret böl­
gelerine sokmamakta da aynı derecede başarılıydılar. Bütün
amaçları pazarı tam denetim altına almaktı. Şehre giren bü­
tün mallar ellerinden geçmeliydi. Yabancı rekabeti ortadan
kaldırılmalıydı. Fiyatları loncalar tespit etmeliydi. Oyunun
her aşamasında başrol onlarda olmalıydı. Pazarın denetimi
yalnız onların tekelinde bulunmalıydı.
Belli ki böyle nüuz sahibi olabilmek, çeşitli şehirlerde ti­
caret tekelini sürdürebilmek için tüccar loncalarının otori­
telerle aralarının iyi olması gerekiyordu . Öyleydi zaten, şe­
hirde en önemli grup olduklarına göre, şehirde kimin görev­
li olacağı konusunda tüccarların sözünün ağırlığı vardı. Bazı
yerlerde görevliler onların etkisi altındaydı; başka yerlerde
kendileri yönetici oluyorlardı; birkaç yerde de yasa açıkça,
yalnız lonca üyelerinin şehir yönetiminde görev alabileceği­
ni belirtiyordu . Bu enderdi, ama Preston şehrinin 1 3 28'de
yazılan yönetmeliği olabildiğini gösteriyor. " . . . Mahkeme

45
kaydıyla burglu olan ve tüccar loncasından olmayan her tür­
lü burglu şehremini ya da kahya ya da çavuş olmayacaktır;
yalnız son kurulan tüccar loncasında adı yazılan burglular
olacaklardır; çünkü kral bu hakkı loncada olan burglulara
vermiştir ve başka kimseye vermemiştir. "
Tekel ayrıcalıkları elde etmeye v e elde ettiklerini kolla­
maya o kadar meraklı olan tüccar loncaları, kendi üyeleri­
ni herkesin uyması gereken bir yığın kurallarla hizada tu­
tuyorlardı. Lonca üyesiyseniz belirli avantajlarınız olurdu ,
ama üye kalmak için deneğin kurallarına uymaya dikkat et­
mek gerekirdi. Kurallar çok sıkıydı. Bozunca loncadan ke­
sinkes kovulabilir ya da başka şekilde cezalandırılabilirdi­
niz. Bizim için özellikle ilginç olan bir yöntem üç yüz yıl ka­
dar bir zaman önce Chester'de bir lonca tarafından kullanıl­
mıştı. 1 6 1 4'te Chester'in Kumaşçılar ve Demirciler lonca­
sı T. Aldersley'in kuralları bozduğunu görmüş ve dükkanı­
nı kapatmasını emretmişlerdi. Kapatmadı. "Onun için iki ki­
şi (loncadan) gündüz vakti adı geçen dükkanın önünde ge­
zerek oradan mal satın almaya gelen herkesi durdurdular ve
oradan alışveriş etmeyi yasakladılar. "
Tahmin edilebilir ki, Mr. Aldersley, b u çeşit önlemeyi
yirminci yüzyılda olacağı gibi durdurtamadı, çünkü lonca
çok güçlüydü . Aslında loncalar yalnız kendi bölgelerinde
değil, çok uzaklarda bile nüuz sahibiydiler. Bunu eski , bil­
diğimiz birleşme yöntemiyle başarmışlardı . Almanya'mn
ünlü Hanza Ligası ayrı ayrı loncaların güçlü birliğine par­
lak bir örnektir. Hollanda' dan Rusya'ya kadar uzanan, hem
kale hem de depo olarak kullanılan, bir ticaret menzille­
ri sistemi kurmuşlardı. En güçlü zamanında yüzden azla
şehri içine alan bu liga, öylesine nüuzluydu ki Kuzey Av­
rupa'nın bütün dünyayla ticaretini hemen hemen tamamen
denetimi altında bulunduruyordu . Kendi başına bir devlet
gibi ticaret anlaşmaları imzalıyor, ticaret gemilerini ken-

6
di savaş ilosuyla koruyor, kuzey denizlerindeki korsanla­
rı temizliyor, kendi yasalarını çıkaran kendi hükümet mec­
lislerini kuruyordu .
Tüccarlarla şehirlerin kazandıkları haklar bir servet kay­
nağı olarak ticaretin artan önemini gösterir. Şehirlerdeki
tüccarların durumu da toprakta zenginliğe karşı para zen­
ginliğinin artan önemini gösterir.
Eski feodal dönemde insanın zenginliğinin ölçüsü yalnız­
ca topraktı. Ticaretin yaygınlaşmasından sonra yeni bir ser­
vet çeşidi ortaya çıktı: para serveti. Feodal dönemin başla­
rında para durgun, yerleşik, hareketsizdi; şimdi etkinleşmiş,
canlanmış , akıcılık kazanmıştı. Feodal dönemin başlarında
dua edenlerle toprağın sahibi olan savaşçılar toplumsal ölçe­
ğin bir ucunda, toplumsal ölçeğin öteki ucunda duran serf­
lerin emeğini yiyerek yaşıyorlardı. Şimdi yeni bir grup tü­
remişti - yeni bir biçimde alarak ve satarak yaşayan orta sı­
nıf. Feodal dönemde, tek servet kaynağı olan toprağın mül­
kiyeti, yönetme gücünü de rahiplerle soylulara verirdi. Şim­
di, yeni bir servet kaynağı olan para mülkiyeti yükselen orta
sınıa yönetime katılma imkanını veriyordu .

47
4
ESKİ FİKİRLER YERİNE YENİ FİKİRLER

Bugünlerde çoğu işler aiz ödemek üzere borç alınmış pa­


rayla yapılır. United States Çelik Şirketi kendisiyle rekabet
eden bir başka çelik şirketini satın almak istese herhalde pa­
raı ödünç alırdı. Bunu bazı hisse senetleri çıkararak yapa­
bilirdi - hisse senedi, alanın ödünç verdiği parayı ileride ai­
ziyle ödemek demektir aslında. Sokağınızın köşesindeki şe­
kerci, dükkanına yeni ve pahalı demirbaşlar almak istediğin­
de bankadan borç alır. Banka, ona ödünç para verir ve aiz
ister. Çiftliğine bitişik bir tarlaı almak isteyen bir çiftçi pa­
rayı çıkarmak için mülkünü ipotek ettirir. İpotek de, çiftçi­
ye, üzerinden ıllık bir aiz ödeyeceği ödünç bir para veril­
mesi demektir. Ödünç alınan paraya karşılık aiz ödenmesi­
ne o kadar alışmışız ki, her zaman varolan "doğal" bir şey ol­
duğunu sanıyoruz .
Oysa öyle değildir. Bir zamanlar para işleterek aiz almak
ciddi bir suç sayılırdı. Ortaçağın başlarında aizle borç ver­
meyi yasaklayan bir güç vardı . Sözü bütün Hıristiyanlık
dünyasında yasa yerine geçen bir güç.
Bu güç kilise idi. Faizle borç vermek, diyordu kilise, te-

8
feciliktir ve GÜNAH'tır. Büyük harflerle yazıyoruz çünkü o
günlerde kilisenin beyanları böyle kabul edilirdi. Ve karşı çı­
kanların lanetleneceğini bildiren bir beyan özellikle önem­
liydi. Feodal zamanlarda kilisenin, insanların kaaları üze­
indeki etkisi şimdi olduğundan çok daha azlaydı. Ama te­
fecilikten hoşlanmayan yalnız kilise değildi. Şehir hükümet­
leri ve daha sonraları devlet hükümetleri de tefeciliğe karşı
yasalar çıkarmışlardı. Ingiltere'de çıkmış "tefeciliğe karşı bir
yasa" da şunları okuyoruz: "Tefecilik çok iğrenç ve aşağılık
bir kötülük olarak Tanrı kelamıyla lanetlenmiştir . . . ama bü­
tün dini öğreti ve telkinlere rağmen bu memleketteki bazı
açgözlü, haırsız ve cimri insanlar buna kulak asmıyorlar . . .
hangi sınıftan, tabakadan, nitelik ve kattan olursa olsun ya­
lan, dolanla, hileyle, herhangi bir aldatmaca yoluyla herhan­
gi bir paraı tefecilik yapmak, kar, kazanç sağlamak için ve­
ren, verdiği paradan azlasını alan ya da almaı uman . . . bu
yolda verdiği paranın ya da paraların müsaderesine . . . ayrı­
ca hapis cezasına çarptırılmasına . . . " Bu yasa Ortaçağ'da ço­
ğu insanın tefecilik konusunda ne düşündüğünü gösterir.
Kötü olduğu konusunda herkes ikir birliğindeydi. Ama ni­
çin? Faiz alınmasına karşı böyle bir tutum nasıl oluşmuştu?
Bunun cevabını verebilmek için feodal toplumun ilişkileri­
ne dönüp bakmalıyız.
Ticaretin gelişmediği, kazanç getirecek şekilde para yatırı­
mı yapmanın hemen hemen imkansız olduğu , böyle bir top­
lumda, bir insan borç para istiyorsa, bunu zenginleşmek için
değil yaşamak için istediği apaçıktı. Başına bir iş geldiği için
borca giriyordu. Belki ineği ölmüş, belki kuraklık ürünleri­
ni yakmıştı. Kötü durumdaydı ve yardım istiyordu . İyi bir
Hıristiyan komşusuna kazanç düşünmeden yardım etmeliy­
di. Birisine ödünç olarak bir çuval un verdinizse bir çuval­
dan azlasını almaı düşünmemeliydiniz. Verdiğiniz çuval­
dan azlasını alıyorsanız, öteki adamı dolandırıyorsunuz -

49
bu da adalete sığmazdı. Hakkınız neyse onu almalıydınız, ne
azını ne de çoğunu.
Kilise , insanın bütün yaptıklarında bir doğru ve bir eğ­
ri olduğunu öğretiyordu . İnsanın dini etkinliğinde doğru
ve eğri ölçütü toplumsal etkinliğindeki ölçütten, ya da da­
ha önemlisi, iktisadi etkinliğindeki ölçütten arklı değildi.
Bugün bir abrikatör rakibini ezmek için elinden geleni ya­
par. Düşük iyatla satış yapar, bir ticari savaşa girişir, şirke­
ti için özel iskontolar sağlar, rakiplerini köşeye sıkıştırmak
için elinden geleni ardına komaz. Bu etkinlikler karşısında­
kileri mahvedecektir. Fabrikatör de bunu bilir, ama hiç al­
dırmadan bildiğini okur, çünkü "iş iştir. " Ama aynı insan,
bir dostunun ya da komşusunun aç kalmasına hiç razı ol­
maz . İktisadi eylemler için bir ölçüt, iktisat-dışı etkinlik­
ler için bir başka ölçüt sahibi olmak, Ortaçağ'da kilise öğ­
retisine aykırıydı. Kilisenin öğrettiği de, halkın genel ola­
rak inandığıydı.
Kiliseye göre, insanın cebi için iyi olan ruhu için kötüyse,
manevi iyiliği önce gelirdi. "Bir insan dünyayı kazansa neye
yarar ruhunu kaybettikten sonra?" Herhangi bir işlemde pa­
ınıza düşenden fazlasını aldıysanız, bir başkasını zarara sok­
muş olmalıydınız, bu da doğru değildi. Ortaçağın dini düşü­
nürlerinin en büyüklerinden olan Aziz Akinalı T oma "kazan­
ma hırsı"nı mahkum ediyordu. Ticaretin aydalı olduğunu is­
temeye istemeye kabul ediyorlardı, ama tüccarların emekleri­
nin karşılığından azlasını kazanmalarına izin yoktu.
Birkaç üzyıl sonra, Disraeli'nin tanımıyla "bir taraı do­
landırıp öbür taraı talan eden" aracıyı Ortaçağ kilise adam­
ları şiddetle lanetlerdi. İş hayatında sıvışabildikten sonra ya­
pılan her şeyin meşru olduğu kavramı, Ortaçağ düşünce­
sinde yer almıyordu. Mümkün olduğu kadar aza satın alıp,
mümkün olduğu kadar çoğa satan çağdaş, başarılı işadamı,
Ortaçağlarda iki kere lanetlenirdi. Zorunlu bir kamu hizme-

50
tini yerine getirmekle tüccar, dolgun bir ödülü hak etmişti
ama bunun ötesine geçmemeliydi.
İnsanın kendi geçimine yetecek paradan azlasını birik­
tirmesi de ahlaka uygun görülmezdi. İncil bu konuda kesin
konuşuyordu : "Devenin iğne deliğinden geçmesi zenginin
cennete girmesinden daha kolaydır. "
O çağın bir yazan bunu şöyle dile getirmişti: "İhtiyaçlarını
karşılayabilecek durumda olup da ya toplumda yerini yük­
seltmek, ya ileride çalışmadan geçinebilmek, ya da oğulları­
nı zengin ve nüuzlu kişiler yapmak amacıyla yine de dur­
madan çalışan bütün insanlar - bunları iten, lanetlenmeye
layık bir açgözlülük, duygusallık ya da kibirdir. "
Doğal ekonomi standartlarına alışık insanlar, kendileini
içinde buldukları, değişken para ekonomisine bu standartla­
rı uyguluyorlardı. Böylece, bir adama 1 00 sterlin ödünç ver­
dinizse, ahlaken ancak 1 00 sterlin geri alabilirdiniz. Paranızı
kullandımakla aiz alıyorsanız demek kendi malınız olma­
yan zamanı satıyordunuz . Zaman Tann'nındı ve sizin onu
satmaya hakkınız yoktu .
Üstelik, ödünç para vermek ve geriye yalnız verdiğini­
zi değil, bir de belli aiz almak, çalışmadan yaşayabileceği­
niz anlamına gelirdi - bu da doğru değildi. (Ortaçağ inanı­
şına göre dua edenlerle savaşanlar kendilerine uygun işte
"çalışırlar"dı.) Paranızın sizin yerinize çalıştığını söyleyerek
cevap verecek olsanız, din adamlarını kızdırırdınız. Paranın
kısır olduğunu , bir şey üretemeyeceğini söylerlerdi onlar da.
Faiz almak kesinlikle yanlıştı - kiliseye göre.
Kilise böyle diyordu . Ama dediği başka , yaptığı bambaş­
kaydı. Piskoposlarla krallar küplere biner, aize karşı yasa­
lar çıkarırlardı, ama ilk kendileri bozarlardı kendi yasalarını.
Kendileri para bulur, aizle borç verirlerdi - tam öteki tefe­
cileri kovaladıkları sırada ! Girdikleri riskin büyüklüğünden
ötürü , muazzam aiz karşılığında borç veren, küçük çapta

51
tefeciler olan Yahudiler herkesin neretini toplar, kovalanır,
tefeci diye aşağılanırlardı; İtalyan bankerler muazzam ha­
cimli işler yapan büyük tefecilerdi - ama çoğu zaman, ver­
diklerinin aizi ödenmeyince, borçluları manevi cezayla teh­
dit ederek aizleri toplayan Papa'nın kendisi olurdu ! Ama en
büyük günahkar olduğu halde kilise tefecilere karşı bağırıp
çağırmayı da elden bırakmazdı.
Kolayca görebileceğiniz gibi, tefeciliğin günah olduğu öğ­
retisi, ticareti gelişen Avrupa'da iş yapmak isteyen yeni tüc­
car grubunun işine gelmeyecekti. Para , ekonomik hayat­
ta gitgide artan bir önem kazanınca, tam bir handikap hali­
ne geldi bu iş.
Yükselen orta sınıf parasını sandığa kapatıp saklamıyor­
du (Para yatıracak yerlerin az olduğu feodal dönemde vardı
bu alışkanlık) . Bu yeni tüccar gubu eline geçirebildiği bü­
tün parayı -hatta daha da azlasını- kullanacak yer bulurdu .
İşini sağlamlaştırmak ve kazançlarını artırmak üzere, iş ala­
nını genişletmek için, tüccar, hep daha azla para istiyordu .
Nereden bulacaktı bu parayı? Tefecilere gidebilirdi; Yahudi­
lere, Venedik Taciri Antonio'nun Yahudi Shylock'a gittiği gi­
bi. Ya da daha büyük tüccarlara -bunların bazıları mal tica­
retinden vazgeçip para ticaretine başlamışlardı- o dönemin
büyük bankerlerine gidebilirdi. Ama kolay değildi bu . Tefe­
cilerin ya da bankerlerin aizle para vermesini yasaklayan ki­
lise yasası yarı yolda engeldi.
Eski bir ekonomiye uyan kilise öğretisi, yükselen tüccar sı­
nıfının temsil ettiği tarihi güçle çatışınca ne olacaktı? Geri­
leyen öğreti oldu. Şüphesiz birdenbire olmadı bu. Azar azar,
ağır ağır oldu . "Tefecilik günahtır - ama bu koşullarda . . . " di­
yen bir yasa, sonra, "aiz almak günah olmakla birlikte, yine
de, özel durumlarda . . . " diyen bir başka yasa yoluyla.
Tefecilik öğretisini alıp gö türen özel durumlar olduk­
ça aydınlatıcıdır. Banker B tüccar T'ye borç vermişse, borca

52
karşılık aiz alması yanlıştı. Buydu kilisenin tutumu . Ama,
diyordu kilise, madem ki tüccar T banker B'den aldığı para­
ı her şeyi batırabileceği bir ticari girişimde kullanacaktı, o
halde T ödünç aldığını B'ye geri verirken buna uak bir şey
daha ekleyebilirdi - B'nin girdiği riskin karşılığı olarak.
Ayrıca, banker B parayı vermezse kendi kullanıp kar sağ­
layabilirdi, onun için parayı kendi kullanmamasına karşılık
olarak tüccar T'nin bir azlalık ödemesini istemesinde bir sa­
kınca yoktu .
Bu ve buna benzer yollardan baş belası tefecilik öğreti­
si değişken koşullara uyduruldu . Onaltıncı yüzyılda yaşa­
yan bir Fransız avukatı olan Charles Dumoulin'in "ılımlı ve
kabul edilebilir tefecilik" yapılmasını meşrulaştırmak için
"gündelik ticari işler" ileri sürmesi anlamlıdır. Şöyle kuru­
yor kanıtlamasını: "Gündelik ticari işler büyük paralar kul­
lanmaktaki yararın küçük olmadığını gösteriyor. . . Paranın
kendi başına meyve vermediğini söylemek de doğru değil­
dir; çünkü masraf, emek ve insanların çalışması olmadan
tarlalar da kendiliklerinden meyve vermezler. Para da , bir
zaman sonra geri verilmesi gerektiğinde, insan çalışması yo­
luyla, hatırı sayılır bir ürün verir. . . Bazen de , borç alana ver­
diği kadarını ödünç verenden götürür. . . Dolayısıyla neret,
ceza ve lanetin ılımlı ve kabul edilebilir tefeciliğe değil, aşırı
ve akıldışı tefeciliğe yöneldiğini düşünmek gerekir. "
Böylece zamanla kilise öğretisi gitti, "gündelik ticari işler"
geldi. İnançlar, yasalar, birlikte yaşama yolları, kişisel ilişki­
ler - toplum yeni bir gelişme aşamasına girerken hepsi de­
ğişti.

53
5
KÖLÜ Z1NC1RLER1N1 IYOR

En önemli değişikliklerden biri köylünün durumunda gö­


rüldü . Feodal toplum statik kalıp, efendi ile serf arasındaki
ilişki , geleneğe göre donmuş halinde durdukça , köylünün
durumunu düzeltmesi hemen hemen imkansızdı. Ekono­
mik bağlarla sımsıkı bağlıydı. Ama ticari büyüme, para eko­
nomisinin gelişmesi, şehirlerin yükselmesi, onu böyle sımsı­
kı bağlayan bağlanndan kurtulma imkanını verdi.
Şehir halkı zamanlanmn bütününü ya da çoğunu ticaret ve
endüstriye verirlerse, yiyeceklerinin büyük kısmının kırsal
alanlardan gelmesi gerekir. Böylece, kırla kent arasında bir iş
bölümü doğar. Biri sınai ürünler üretmek ve ticaret yapmak­
la uğraşır, öteki de artık kendi besin maddelerini üretmeyen
insanlann varlığından ötürü , genişleyen pazara daha azla ta­
nmsal ürün yetiştirmeye uğraşır. Tarih boyunca pazann ge­
nişlemesi üretim artışına muazzam bir teşvik olmuştur. Ama
tanmsal üretim nasıl artar? lki yolu vardır. Birisi yoğun (en­
tansiO gelişmedir; yani daha çok gübre kullanarak, toprağı
sürmenin daha ileri yöntemlerini bularak, genel olarak daha
çok ve daha bilimsel çalışarak eski toprağınızdan daha azla

54
ürün alırsınız. Öbür yol yaygın (ekstansiD gelişmedir; yani,
daha önce ekilmeyen yeni alanlan tanına açmak. Bu dönem­
de her iki yöntem de ürürlüğe kondu .
Amerika'nın öncü kolonistleri nasıl durumlarını düzelt­
me yolu ararken gözlerini batıdaki bakir topraklara dikti­
lerse, onikinci yüzyılda Batı Avrupa'nın daha hırslı köylüle­
ri de ezilmekten kurtuluş çaresi olarak çevrelerindeki sahip­
siz topraklara bakıyorlardı. Yüzyıl sonunun bir Alman ya­
zarı durumu şöyle anlatıyor: "Güçlülerin açgözlülüğü ve ta­
lancılığı yoksulları ve köylüleri eziyor ve haksız mahkeme­
lerde sürüm sürüm süründürüyor. Bu günahkar kırbaç ü­
zünden çoğu , babadan kalma toprağını satıp, uzak ülkelere
göçmek zorunda kalıyor. "
Ama Amerika'da kolonistlerin önünde koca bir kıta var­
dı . Onikinci yüzyıl Avrupa'sının ezilmiş köylüleri nerede
toprak bulacaklardı? Bu sıralarda Fransa'da toprağın sade­
ce yarısı, Almanya'da üçte biri ve lngiltere'de beşte biri ka­
darının ekilmekte olması şaşırtıcı ama doğru bir olgudur.
Geri kalanı orman, bataklık ya da boş araziydi. Ekilen kü­
çük bölgeler çepeçevre bu kolonizasyona açık büyük ekil­
meyen toprakla kuşatılmışlardı. Onikinci yüzıl Avrupa'sı­
nın da tıpkı onyedinci yüzyıl Amerika'sı gibi kişileri cilve
ile çağıran bir sınır ötesi vardı. Boş araziyi, bataklığı, orma­
nı, ekime elverişli hale getirmenin güçlüklerini de umursa­
mıyordu çok çalışmaya alışmış köylüler. "Özgürlük ve mül­
kiyet oltasının yemini gören binlerce öncü , saban ve tırmı­
ğın yolunu açmak üzere , çalıları, makileri , asalak bitkile­
ri yakarak, ormanları baltayla açarak, ağaç gövdelerini kaz­
mayla devirerek geldiler. " Böylece Avrupa Amerika'dan beş
yüzyıl önce "batıya akın" hareketini yaşadı. Amerika'daki
öncülerin onyedinci üzyılla ondokuzuncu yüzyıl arasın­
da baltalarını Batı'nın ağaçlarına indirdikleri zaman işittik­
leri ses, beş yüzyıl önce Avrupa'daki atalarının benzer ko-

55
şullarda işittikleri sesin yankısıydı. Amerikalı öncüler nasıl,
yabani bir araziyi bir çiftlikler ülkesi haline getirdilerse, Av­
rupalı öncüler de bataklıkları kuruttular, deniz aşınmasın­
dan toprağı korumak için setler yaptılar, ormanları açtılar,
böyle kazanılan toprakları tahıl yetiştirilecek tarlalara çe­
virdiler. Onyedinci yüzyıldakiler gibi onikinci yüzyılın ön­
cüleri için de mücadele çetin ve uzundu ama zafer, özgür­
lük ve mülkiyet demekti. Bir toprak parçasının mülkiyeti­
ne ya da mülkiyetinin bir kısmına, hayatları bounca gör­
dükleri sıkıcı emek angaryaları ödeme yükümlülüğünden
bağışık olarak sahip olabilirlerdi. Çoğu köylünün bu ırsa­
ta dört elle sarılmasına hiç şaşmamalı. Hamburg Piskopo­
su'nun 1 1 06'da verdiği bir beratta söylediği gibi toprak için
"yalvarmalarına" hiç şaşmamalı:
" l . Ren'in bu kıyısında oturan ve Hollandalı adıyla tanı­
nan bir halkın bizimle yaptıkları bir anlaşmayı herkese du­
yurmak isteriz .
" 2 . Bu adamlar bize geldiler ve piskoposluğumuzda bulu­
nan, ekilmeyen, bataklık ve halkımıza yarayışsız bazı top­
rakları kendilerine bağışlamamız için ürekten yalvardılar.
Tabilerimize bu konuda danıştık ve bunun bize ve varisle­
rimize yararlı olacağı görüşüne vararak istedikleri toprağı
bağışladık.
"3. Anlaşmaya göre toprağın her dönümü için bize yılda
bir denarius ödeyeceklerdir . . . Bu topraktan akan sulardan
yararlanma hakkını da kendilerine bağışladık.
"4. Ondalığı dediğimiz şekilde ödemeye razı oldular. Ya­
ni her on birinci buğday tanesi, her onuncu kuzu , her onun­
cu domuz, her onuncu keçi, her onuncu kaz ve her onun­
cu bal ve yapağı. . .
" S . Bütün kilise meselelerinde sözüme umayı kabul et­
tiler . . .
"6. Dünyevi konularda kavgalarını çözüme bağlamak için,

56
kendi mahkemelerini yapma ayrıcalığına karşılık her yıl, her
üz dönüm için, iki mark vermeyi kabul ettiler . . . "
Hamburg Piskoposu Hollandalılarla bu anlaşmayı "bize
ve varislerimize yararlı olacağı" için yaptı. Gerek kiliseden
gerek kilise dışında başka toprak beyleri de ürün vermeyen
topraklarının bu gibi göçmenler elinde ekilebilir hale gelme­
sinin, ayrıca da çift sürme karşılığında bu insanlardan yıl­
lık vergi alınmasının gerçekten karlı bir iş olduğunu görü­
yorlardı. Çoğu oturup gönüllü işçilerin gelmesini ve toprak
bağışı için "ürekten yalvarmasını" beklemedi, bekleyeceği
yerde toprağı açacak -ve rant ödeyecek- gönüllülere topra­
ğın kiraya verileceğini her yerde duyurmaı tercih etti. Ba­
zı daha girişken lordlar, eskiden çorak arazi olan topraklan
böylece kiralama işinde çok başarılı oldular; bazılarının ba­
kir topraklarında koca köyler ortaya çıktı; kazanç sağladı.
Bu kolonileştirme hareketi binlerce ve binlerce dönüm boş
araziyi ekilir toprağa çevirdi. Böylece 1 350'ye kadar Silez­
ya'da 1 50.000 ile 200.000 kolonistin çift sürdüğü 1 500 yeni
yerleşme yeri oluştu . Bu yaygın (ekstansiD gelişme önemliy­
di. Bunun kadar önemli olan başka şey de serlerin artık ser­
best toprak, kötü emek hizmetleri yerine, para rantına daya­
nan toprak bulabilmeleriydi. Özgürlüğün bu çeşidinin yay­
gınlaşarak eski malikanelerdeki serleri de etkilemesi gere­
kirdi. Etkiledi.
Köylü , ıllardır mutsuz yazgısını benimsemişti. Toplum­
sal ayrımların azlasıyla belirgin olduğu bir sistemde doğ­
muş; dua edenler, savaşanlar ve çalışanlardan meydana gel­
me bir toplumda , kendisine düşen işi istekle ve memnun
ederek yerine getirirse cennete gideceğine inandırılmış­
tı ; onun için verilen işi soru sormadan yapıyordu . Sınıf de­
ğiştirme imkanı hemen hemen hiç olmadığı için, varolmak
için gerekenden azlasını yapmaya itecek bir teşvik de yok­
tu . Kalıplaşmış işlerini geleneğe uyarak yapıyordu . Tohum-

57
larla, ya da ürün yetiştirmenin yeni yöntemleriyle deneyler
yapması gerekmiyordu , çünkü satacağı şeyin pazarı sınır­
lıydı, üstelik, elde ettiği azlanın arslan payını da lord ge­
lip alacaktı.
Ama şimdi bütün bunlar değişmiş ti . Pazar açılmıştı ,
ürünlerinin kendi ihtiyaçlarından ve lordun el koyduğun­
dan azlasını satabilirdi. Karşılığında para alabilirdi. Parayı
nasıl kullanacağını henüz pek iyi bilemiyordu ama alışıyor­
du . Ayrıca, eski düzene uymayan yeni bir sınıfın, tüccarla­
rın ortaya çıktığından da haberi vardı. Ama bu tüccarların
hali vakti yerindeydi ve yakındaki şehir de kendi gibi serle­
rin sık sık gidip başarı kazandıkları harika bir yerdi. İşte bu
değişen dünyada onun gibi insanlar için de gerçek bir fırsat
doğuyordu . Şimdi, eskisinden çok çalışırsa , kendine gere­
kenden azlasını üretirse, biraz para biriktirebilir ve bunun­
la da -belki lorduna karşı yükümlü olduğu angaryaların ba­
zılarından para vererek kurtulabilirdi. Lordu , yüklerini ha­
iletmeye yanaşmazsa , o zaman o da, kendisi gibi serflerin
ormanları açtığı ve bunun karşılığında angaryadan bağışık
olacağı, toprak parçaları kazandığı, ekilmemiş arazilere ya
da şehre giderdi.
Ama lord, serfinin angaryalarını, para karşılığında afet­
meye hazırdı. O parayı tanıyor, bu değişen dünyada para­
nın yapabileceklerini iyi biliyordu . Daha birkaç ay önce pa­
nayırdan satın aldığı o güzelim doğu kumaşlarının parası­
nı ödemesi gerekirdi. Ayrıca, çıktığı son askeri sefer için al­
dığı, o şık zırhlı gömlek için, zırhçıya borcu da daha duru­
yordu . Serinin bulup buluşturduğu para lordun epey işi­
ne yarardı. Bundan sonra seri, john jones'un önceden ol­
duğu gibi, haftada iki üç gün tarlasında çalışmak yerine yıl­
da dönüm başına dört peni ödemesini kabul etmeye hazır­
dı. Lordun gerçekten başka yolu yoktu , çünkü serlerin yü­
künü haifletmezse çoğunun kaçıp gitmesi mümkündü . O

58
zaman ne para kalıyordu , ne de emek, yani tam batağa sap­
lanıyordu . Yok, serin eski angaryalar yerine rant ödemesi­
ne izin vermek daha iiydi.
Üstelik özgür emeğin, özgür olmayan emekten daha üret­
ken olduğu çoktan beridir lordun kafasına dank etmişti;
kendi toprağından zorla alınıp lordun tarlasında çalıştırılan
işçinin, işini savsaklayacak gönülsüz bir işçi olduğunu öğ­
renmişti. Geleneksel emek hizmetlerinden vazgeçip istedi­
ği emeği kiralaması, ücretle adam çalıştırması daha iyiydi.
Dolayısıyla onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllarda Batı Av­
rupa' da, bir yığın köy kayıtlarında, Stevenage'den kalan şu
kayıt gibi, pek çok kayıtlara rastlanmaya başlandı: "S.G.'nin
adı geçen toprağı bütün hizmet ve angaryalar yerine 13 soli­
di 4 denarii ödeyerek tutmasına lord razı olmuştur. "
Aynı dönemden başka kayıtlar çok sayıda serin toprak­
larının angarya yükümlülüklerinden bağışıklığını satın al­
dıktan başka, kendi kişisel özgürlüklerini de satın aldıkları­
nı gösteriyor. Woolston mahkeme kayıtlarından şu alıntı bir
köylüyle ilgili: " . . . malikaneden çıkmak ve özgür insan sayıl­
mak için 10 solidi ceza ödüyor. "
Ama bütün lordların serlerine özgürlük bağışlayacak ka­
dar akıllı olduklarını sanmamalısınız - bütün lordların ge­
lişen şehirlerdeki feodal haklarından vazgeçecek kadar akıl­
lı olmadıkları gibi. Hayır, tarihin her döneminde ne oldu­
ğunu , neyin artık olamayacağını anlayamayan, anlamaktan
aciz olan insanlar bulunur; bazı insanlar zorunlu değişimle
karşılaşınca eskiye büsbütün sıkı sarılırlar. Onun için, serf­
lerine özgürlük vermeyen lordlar da vardı.
Kilisenin, serleri özgür bırakan bir harekette başı çektiği­
ni düşünebilirsiniz. Tam tersine. Gerek kırda, gerek kentte
özgürleşmenin baş düşmanı soylular değil, kiliseydi. Lord­
ların çoğu serfe özgürlük vermenin ve gündelik nakit ücret
karşılığında özgür işçi kiralamanın, kendi keselerine daha

59
yararlı olacağını anlamışken, kilise hala özgürleşmeye kar­
şı direniyordu. Dini bir mezhep olan Clunlac'ın tüzüğü bu
tutumun nerelere varabileceğinin örneğidir: "Mezhebimi­
zin manastırlarına ait serler ve bağımlı köylüler, bağımlı ka­
dınlar ve (hizmetkar) sınıftan kadınlar üzerinde egemenliği
olup da, böyle insanlara özgürlük mektuplan ve ayrıcalıkla­
rı verenleri (aaroz ederiz) . "
Bu , 1 320'deydi. Yüz otuz sekiz yıl sonra, l 458'de, Clun­
lac hala aynı fikirde: "Serleri ve bağımlı köylüleri olan Ra­
hip, Başrahip ve Dekanlar ve Mezhebin öteki yöneticileri. . .
bu serleri azat etmeyeceklerine dair açıkça yemin etmelidir­
ler." Kayıtlan dikkatle inceleyen iki İngiliz tarihçisi şu so­
nuca varıyorlar: " . . . Birçok kanıt bütün toprak beyleri ara­
sında en sertinin dini olduğunu gösteriyor - belki en azla
ezen değil, ama haklarına en sıkı sarılanlar onlardı; eski iliş­
kilerin hiç değişmeden sürmesini istiyorlardı. Ölümsüz ama
ruhsuz kuruluş, zengin kayıtlarıyla, tek santim gerilemiyor,
hiçbir seri, hiçbir toprağı serbest bırakmıyordu . Dünyevi
lord daha insaniydi, çünkü daha insandı, çünkü daha dik­
katsizdi, çünkü hazır paraya ihtiyacı vardı, çünkü ölebili­
yordu . . . Köylülerin asıl şikayetleri onlara (din adamlarına)
karşı yükseliyordu . "
Köylüler, sadece şikayet etmekle yetinmediler. Sık sık ki­
lise toprağına saldırıyor, pencerelerini taşlıyor, kapıları yakı­
yor, keşişleri dövüyorlardı. Çok zaman şehirliler (burjuva­
lar) de kavgada onlardan yana çıkıyorlardı, çünkü kendile­
ri de dini ya da dünyevi, feodal lordlara karşı kavgadaydılar.
Özgürlük havadaydı, köylüler onu ele geçirmeden dur­
muyorlardı. Gönüllü olarak verilmeyince zorla almaya çalı­
şıyorlardı. İnatçı beyler ve kilise özgürleşmeye karşı boşuna
direndi. İktisadi güçlerin baskısı karşı konulamayacak kadar
azlaydı. Özgürlük gelmişti artık.
Bu özgürlüğün gelmesinde Kara Ölüm de büyük bir et-

60
men (aktör) oldu . Tıbbın bu kadar ilerleme yaptığı, sağlık
kurallarının öğretildiği ve uygulandığı uygar ülkelerde ya­
şayan bizler, Ortaçağ'da koca kıtaları süpürüp geçen salgın
hastalıkları düşünemeyiz. Kızıl ya da grip salgını çıkıp, ölü
sayısı üzleri bulursa, dehşet içinde kalırız. Ama Kara Ölüm
ondördüncü yüzyıl Avrupa'sında, Dünya Savaşı'nda ölenle­
rin, yani yirminci yüzyılın en dahiyane ölüm saçan araçla­
rıyla sürdüğü dört yıllık örgütlü kıyımda ölenlerin iki ka­
tı insanı öldürdü . Birkaç yıl sonra ünlü İtalyan yazarı Boc­
caccio olayı şöyle anlatıyordu : . . . 1 348 yılında ltalya'nın en
"

güzel şehri olan Floransa' da çok korkunç bir salgın çıktı; ya


yıldızların etkisi sonucunda ya da günahlarımızdan ötürü
Tanrı'nın gönderdiği, adil ceza olarak, birkaç yıl önce Doğu
Akdeniz'de baş göstermiş ve ortalığı kıra döke ülkeden ül­
keye geçerek sonunda Batıya erişmişti. Burada insan aklının
ve öngörüşlülüğünün mümkün kıldığı bütün tedbirler alın­
mıştı; şehir temiz tutuluyordu , şüpheli insan içeri sokulmu­
yordu , sağlığın korunması için uzun uzadıya bildiriler ya­
yımlanmıştı; törenlerde ve başka yollardan Tanrıya birçok
mütevazı dualar sunulmuştu ; yine de sözü geçen yılın ilk­
baharında , acıklı ve hayret edilecek bir şekilde ortaya çık­
tı. . . Bu hastalığı iyileştirmeye ne tıbbi bilgi yetiyordu , ne de
ilaçların bir etkisi vardı. . . nedeni ne olursa olsun, çok az ki­
şi kurtuldu ; ama hemen herkes ilk belirtilerin görülmesin­
den sonra üç gün içinde ölüyordu . . . Hastalardan hasta ol­
mayanlara bulaşıyor ve bol miktarda alev alır maddeyle te­
masa geçen bir yangın gibi yayılıyordu , bu özelliği de salgı­
nı büsbütün güçlü kılıyordu . Öyle bir niteliği vardı ki, sa­
dece insandan insana geçmiyor, ne gariptir ki. . . hastalık bu­
laşmış kimsenin herhangi bir eşyasına dokunan herkese de
bulaşıyor ve tez zamanda öldürüyordu . Bu olaylardan bi­
ri özellikle dikkatimi çekti: Yeni ölmüş yoksul bir adamın
paçavralarını sokağa atmışlardı; iki domuz gelip paçavrala-

61
rı karıştırdılar, ağızlarını sürdüler ve bir saat geçmemişti ki
ikisi de kıvrılıp öldüler. "
Bu domuz hikayesi doğru olabilir ya da olmayabilir, ama
insanların her yerde sinek gibi öldüklerine şüphe yoktur.
Boccaccio'nun sözünü ettiği Floransa 1 00.000 kişi kaybet­
ti; Londra'da günde 200 , Paris'te 800 kişi ölüyordu ; Fran­
sa, İngiltere, Felemenk ve Almanya'da toplam nüusun ya­
rısıyla üçte biri arasında, insan yok olup gitti. Salgın, 1 348
ile 1350 arasında bütün Arupa ülkelerinde hüküm sürdüğü
halde, bazı yerlerde sonraki onyıllarda da tekrarladı ve daha
önce kurtulabilen talihlileri de götürdü. Öylesine büyük bir
kıyımdı ki, o zamanın lrlandalı bir keşişi bu derece umut­
suzluğa kapılmıştı: "Yazdığım şeyler yazarla birlikte ortadan
kalkmasın ve bu eser kaybolmasın diye . . . parşomenimi de­
vam edilebilecek bir durumda bırakıyorum, bir başka Ade­
moğlu daha sağ kalırsa o bu esere devam etsin. "
Zamanın bilgili bir adamı dünyada sağ kalacak insan bu­
lunup bulunamayacağını düşünmeye başladığına göre, nasıl
bir etki yaratmış olmalıydı bu salgın? Hastalığın, Batı Avru­
pa'daki köylünün durumu üstünde etkisi ne oldu?
O kadar insan ölünce belli ki sağ kalanların emeği daha
azla değer kazanacaktı. İşçiler, emeklerine eskisine oran­
la daha azla ücret isteyebilir ve alabilirlerdi. Salgının topra­
ğa bir zararı dokunmamıştı - ama toprağın ancak üretkenli­
ği oranında bir değeri vardı ve üretkenleştirmek için gerekli
olan etmen de emekti. Emek azaldıkça, görece talep de yük­
seldi. Köylünün emeği hiçbir zaman olmadığı kadar değer­
liydi şimdi - o da bunu biliyordu .
Lord da biliyordu . Serlerin angaryalarını para yükümlü­
lüğüne çevirmeyi kabul etmeyen lordlar, şimdi büsbütün
eski ilişkileri olduğu gibi sürdürmekten yanaydılar. Angar­
ya hizmetlerinden vazgeçip karşılığında serlerinden nakdi
rant alan lordlar ise , şimdi, gündelik işçi ücretlerinin yüksel-

62
diği, onun için bu nakdi rantların eskisinden daha az emek
satın aldığını görüyorlardı. Ücretli emek iyatı Kara Ölüm
öncesine göre yüzde elli fırlamıştı. Bu demektir ki, eskiden
aldığı rantla otuz işçi çalıştıran lord, şimdi yirmi işçi çalış­
tırabilecekti. Kara Ölüm'den önceki alışılmış ücretten azla­
sını ödeyen lordlara ve azlasını isteyen ırgatlara, koyun ve
domuz çobanlarına cezalar biçen fermanlar boşuna okundu
durdu . O dönemin hükümet yasaları iktisadi güçlerin ilerle­
yişini durduramıyordu.
Toprağın lordlarıyla toprağın işçileri arasında bir çatışma
çıkacaktı. Bu işçiler özgürlüğün tadını almıştı, azlasını isti­
yorlardı. Geçmişte , baskıların doğurduğu neret şiddetli serf
isyanlarına yol açmıştı. Ama bunlar ömürsüz mahalli ayak­
lanmalardı - şiddetliydiler ama bastırılması kolay olmuştu.
Ondördüncü yüzyılın köylü isyanları bunlara benzemezdi.
Emek azlığı tarım işçilerinin durumunu güçlendirmiş, bu
gücü kendilerine de sezdirmişti. Bütün Batı Avrupa'yı saran
ard arda isyanlarla köylüler bu gücü başka türlü elde edeme­
dikleri -ya da elde tutamadıkları- tavizleri zorla almaya te­
şebbüs ederek kullandılar.
Tarihçilerin , köylü isyanlarının nedenleri konusunda
arklı görüşleri vardı. Bir grup , toprak beylerinin köylüleri
geçmişteki emek hizmetlerini kabule zorlamak istedikleri­
ni söyler. Bir başka grup toprak beylerinin, köylünün gücü­
nü kavradığı ve sahip çıktığı bu dönemde angaryaları nak­
di ranta çevirmeye yanaşmadıklarını ileri sürer. Herhalde
iki grup da haklıdır. Hiç değilse, iki tarafın da şiddet eylem­
lerine giriştiklerini gösteren belgeler var. Kayıtların, mülk­
lerin yakılması; köylülerin de zorbalarının da öldürülmesi;
yakalanmak talihsizliğine uğrayan köylülerin "meşru" yol­
dan öldürülmesi. Ely'deki kayıtlara göre bu köylülerden bi­
ri Adam Clymme'di:
"Ely Adalarında, Cambridge'de, atanmış yargıçlar önün-

63
de, gelecek Perşembe St. Margaret Şöleninde (20 Temmuz)
ayaklananların ve yaptıkları kötülüklerin yargılanıp ceza­
landırılması için iddia.
"Adam Clymme verdiği yemine ihanet etmiş bir isyan­
cıydı ve çünkü . . . ihanet için Ely'de başkalarıyla isyana kal­
kıştı ve Thomas Somenour'un hazine dairesine girerek ora­
dan kralın yeşil damgasıyla damgalı ve Ely Piskoposu'ndan
damgalı çeşitli kayıt tomarlarını aldı ve götürdü . . . ve onla­
rı yaktırdı. . .
"Arıca bu adam sonraki pazar ve pazartesi günleri hiçbir
kolluk görevlisi ya da görev başında memurun kaası kesil­
meden kurtulamayacağını ilan etti.
"Ayrıca bu sözü geçen Adam sözü geçen yıl ve günde is­
yan vaktinde her zaman silahlı olarak geziyor ve silahları­
nı gösteriyordu. Ayaklananları toplamak için sancak taşıyor
ve hangi durumda olursa olsun, serbest ya da bağımlı hiç­
bir kimsenin lorduna angarya yapmamasını yoksa boynu­
nun vurulacağını söylüyordu. Böylelikle haince kraliyet ik­
tidarını eline geçirmeye özendi. Ve şerif tarafından getirile­
rek geldi ve suçlandı. . . Ve kendisine isnad edilen suçları ya
da başka herhangi suçu işlemediğini söylüyor. Dolayısıyla
Kral adına on iki (iyi ve yasaya saygılı) kişilik bir jüri seçil­
di vb; bu seçilenler yemin ettikten sonra adı geçen Adam'ın
bütün isnad edilen suçları işlemiş olduğunu söylediler. Yar­
gıçların kararıyla adı geçen Adam alındı ve asıldı vb. Ve bu
adı geçen Adam'ın adı geçen şehirde 32 şilin değerinde ma­
lı olduğu anlaşıldı ve Kral efendimizin temsilcisi Ralphatte
Wyk bunları müsadere ederek Kral adına işleme koydu vb. "
Adam Clymme asıldı. Daha binlerce köylü asıldı. Köylü
isyanları bastırıldı. Ama ne kadar uğraştılarsa da feodal lord­
lar tarımsal gelişme sürecini tersine çeviremediler. Karşı du­
rulamayan iktisadi güçlerin baskısı eski feodal düzeni yık­
mıştı. Onbeşinci yüzyılın ortalarına kadar Batı Avrupa'nın

4
büyük kısmında nakdi rant, emek yükümlülüklerinin yerini
aldı, ayrıca birçok köylü de tam özgürlüğe kavuştu . (Ticaret
yollarından ve şehirlerin kurtarıcı etkilerinden uzak kalan
kıyıda köşedeki bölgelerde serlik devam etti.) Biraz onurlu
bir şekilde başını dik tutabiliyordu .
Feodal toplumda alışılmadık sayılan işlemler gündelik
olaylar arasına girmişti. Eskiden toprak karşılıklı hizmet an­
laışına göre bağışlanır ya da elde edilirken şimdi toprak mül­
kiyeti konusunda yeni kavramlar doğmuştu . Çok sayıda köy­
lü serbestçe oradan oraya gidebiliyor, önceden belli bir para
ödemek zorunda olmakla birlikte toprağını satabiliyor ya da
miras bırakabiliyordu. 1385'te Stevenage mahkeme kayıtları­
na geçen bir köylü "müştemilatlı bir eve ve yarım virgat top­
rağa hayat boyunca sahipken ve bütün hizmetler karşılığında
10 solidi öderken mahkemeye geldi ve adı geçen toprağı ha­
yat boyunca (bir başkasına) verdi ve bunu mahkeme kayıtla­
rına geçirtmek için lorduna 6 denarii ödedi."
Toprağın herhangi bir meta gibi böylece alınıp satılması,
serbestçe mübadele edilmesi eski feodal dünyanın sonu de­
mekti. Değişimi yaratan güçler Batı Avrupa'yı boydan boya
taramış ve yüzünü tamamen değiştirmişlerdi.

65
6
"VE ADI GEÇEN ANAATA
HtÇBİR YABANCI ÇALIŞMAYACAK. .. "

Endüstri de değişti. Daha önceleri olan bütün endüstri köy­


lünün kendi evinde yapılıyordu. Ailesinin eşyaya ihtiyacı mı
vardı? O zamanlar eve bir marangoz çağırmak ya da ana cad­
dedeki mobilyacıdan eşya satın almak yoktu. Ne gezer ! Köy­
lünün kendi ailesi ağaç keser, yontar, doğrar, sonunda iste­
diği eşyayı yapardı. Aile üyelerinin giim ihtiyacı mı vardı?
Aile üyeleri yün eğirir, dokur, biçer dikerdi, kendi giyim­
lerini. Endüstri, evde yürütülürdü ve üretimin amacı sade­
ce evin ihtiyaçlarını karşılamaktı. Lordun evindeki serle­
rinden bazıları ötekiler gibi çift işine bakmaz, yalnız bu çe­
şitten işleri yaparlardı. Dini kurumlarda da, tek bir zanaat­
ta uzmanlaşan ve böylece dokuma , tahta veya demir işçili­
ği gibi işlerde iyice ustalaşan kişiler vardı. Ustaların usta ola­
rak ayn ayn zanaatlarda çalışabilmeleri için pazarın geliş­
mesi gerekti.
Şehirlerin büyümesi ve para kullanımı ustalara çiftçilik­
ten ayrılıp zanaatla geçinme imkanını verdi . Kasap , fırın­
cı, mumcu o zaman şehre gidip dükkan açtılar. Kasaplık, fı­
rıncılık, mumculuk işine yalnız kendi evlerinin ihtiyaçlarını

66
değil, aynı zamanda başkalarının taleplerini karşılamak üze­
re girdiler. Küçük ama, büyüyen bir pazarı beslemek üzere
çalışıyorlardı.
Fazla sermayeye gerek yoktu. Oturduğu evin bir odası za­
naatkarın atölyesi olabiliyordu. işini iyi bilmesi, bir de yap­
tıklarını satacak müşteri bulması yetiyordu. iyi bir ustaysa,
şehirliler arasında tanınmış ve yaptıkları beğenilmişse, o za­
man bir iki de yardımcı tutarak üretimini artırabilirdi.
Yardımcının iki çeşidi vardı; çıraklar ve kalalar. Çırak­
lar usta zanaatkarla birlikte oturup çalışan ve zanaatı öğre­
nen genç çocuklardı. Çıraklık süresi zanaata göre değişirdi.
Bir yıla inebildiği gibi, on iki yıla kadar da çıkabilirdi. Çı­
raklıkta geçen zaman, normal olarak, iki ile yedi yıl arasın­
daydı. Çırak olmak önemli işti. Çocukla ana-babası, küçük
bir ücrete (para ya da yiyecek) ve uysal ve çalışkan olunaca­
ğı vaadine dayanan bir anlaşma yaparlar, çocuk anlaşma sü­
resi boyunca ustanın evine yerleşerek zanaatın sırlarını öğ­
renmeye başlardı.
Çırak, öğrenci olarak zamanını doldurunca, sınaını ver­
mişse ve gerekli araçları da varsa, kendisi usta olarak dük­
kan açabilirdi. Elinde yeterli imkan yoksa kala olur ve ücret
karşılığında ustasının yanında çalışmaya devam eder ya da
başka bir ustanın yanına girerdi. Çok çalışarak, kazandığını
biriktirerek, birkaç yıl sonra kendine dükkan açabilirdi. O
günlerde bir iş başlatmak ve üretime geçmek için çok azla
sermaye gerekmiyordu . Ortaçağın tipik endüstri birimi usta­
nın küçük çapta bir işveren olarak yardımcılarıyla yan yana
çalıştığı bu küçük atölyeydi. Ve zanaatkar usta yalnız sata­
cağı bu mallan üretmekle kalmaz, çok zaman satışı da ken­
disi yapardı. Atölyenin bir duvarında sokağa bakan bir pen­
cere bulunabilir, mallar burada sergilenir ve bir tezgah üze­
rinde satılırdı.
Endüstri örgütlenmesinin bu yeni aşamasını iyi anlamak

67
gerekir. Eskiden mallar ticari şekilde satılmak için değil, sa­
dece evin ihtiyaçlarını karşılamak için yapılırdı, oysa şimdi
dış pazarda satılmak üzere mal yapılıyordu. Bu mallan hem
hammaddelerin hem de malların yapıldığı araçların sahibi
olan profesyonel ustalar yapar ve bitmiş ürünü satarlardı.
(Bugün endüstride çalışan işçiler ne hammadde ne de araç­
lara sahiptir. Bitmiş ürünü değil, işgüçlerini satarlar. )
B u ustalar, gözlerinin önündeki tüccarlardan önek aldı­
lar ve kendi loncalarını kurdular. Belirli bir şehirde, aynı za­
naatta çalışan bütün işçiler, esnaf loncası dernekleri kurdu­
lar. Bu çağda bir politikacı ya da sanayici "Sermaye ile Emek
Ortaklığı" üzerine bir konuşma yapsa, yaşlı güngörmüş iş­
çi omuz silker, "palavra" der. İnanmaz bu laa. Para veren
adamla parası verilen adam arasında büyük bir uçurum ol­
duğunu bilir. Çıkarlarının bir olmadığını ve ikisinin ortaklı­
ğı üzerine söylenecek hiçbir lakırdının bu durumu değiştire­
meyeceğini öğrenmiştir. Bu nedenle şirket sendikalarına gü­
venmez. Patronun parmağının azlaca karıştığı herhangi bir
sendika üyesi olmaktan elinden geldiğince kaçınır.
Ama Ortaçağın esnaf loncaları arklıydı. Aynı işi yapan
herkes -çırak, kala ve usta- aynı loncadandı. Hem ustalar,
hem de yardımcılar aynı örgütten olup aynı şeyler için mü­
cadele edebiliyorlardı. Mümkündü bu, çünkü işçiyle patro­
nun arasında azla ark yoktu. Kala ustayla birlikte oturup
kalkar, aynı yemeği yer ve aynı şeylere inanırdı; aynı eğitimi
görmüşlerdi, ikirleri aynıydı. Çırak ya da kalanın zaman­
la kendi başına buyruk usta olması istisna değil kuraldı. Bu
geçerli kaldıkça, işverenle işçi aynı loncanın üyeleri olabili­
yorlardı. Daha sonralan, suistimaller başlayıp durum bozu­
lunca kalaların sırf kendileri için loncalar kurmaya başla­
dıklarını görüyoruz. Ama lonca örgütlenmelerinin başlangıç
aşamalarında semerciler loncası bütün semercileri, kılıççılar
loncası bütün kılıççılan içine alırdı. Çırakların kendi hakla-

68
rı, kalaların kendi hakları, ustaların kendi hakları vardı. Es­
naf loncaları içinde rütbe vardı, ama rütbeler içinde eşitlik
de vardı. Ve çıraklıktan ustalığa tırmanan basamaklar işçile­
rin çoğuna kapatılmış değildi.
Debbağ diye birini işittiniz mi hiç? Bugünlerde pek kul­
lanılmayan bir kelime , çünkü artık yaşamayan bir meslekle
ilgili. Deriden kösele yapanı anlatır. Ondördüncü yüzılda,
Londra'da, bu iş büyük bir işti ve bir debbağlar loncası ku­
rulmuştu . Bu loncanın 1 346 tarihli yönetmeliğinden esnaf
loncaları hakkında bazı şeyler öğreniyoruz.
" l . . . . adı geçen zanaattan biri yaşlandığı için veya artık ça­
lışamadığı için yoksulluğa düşerse . . . iyi tanınmış bir adamsa
her hafta 7 denarii yardım görecektir.
" 2 Ve adı geçen zanaatta hiçbir yabancı çalışmayacaktır . . .
.

ancak bir çırak ya da adı geçen şehrin özgür insanları arası­


na kabul edilmiş biri çalışabilir.
"3. Hiç kimse başkasının yanında çalışan adamı ustasının
izni olmadan kendi yanına alamayacaktır. Ve adı geçen za­
naattan biri evine iş almış ve bitiremiyorsa . . . adı geçen işin
kaçırılmaması için adı geçen zanaattan ötekiler ona yardım
edecektir.
"4. Herhangi bir yardımcı ustasına karşı gerekli davranışı
göstermezse ve ona karşı başkaldırırsa adı geçen zanaattan
kimse ona iş vermeyecektir. Şehremini ve Şehir Meclisi üye­
leri önünde özür dilemesi gerekecektir.
" 5 . Ayrıca adı geçen zanaattan insanlar yılda bir kere . . . iki
adam seçecekler . . . ve bunlar o yıl boyunca işin ve zanaatla
ilgili her şeyin denetimini yapacaklar ve bu iki insan Şehre­
mini ile Şehir Meclisi üyelerine tanıtılacaklar. . . adı geçen za­
naatla ilgili bütün kusurları dostluk veya düşmanlık gözet­
meden araştırıp soruşturacaklarına ve adı geçen Şehremini
ve Meclis üyelerine olduğu gibi anlatacaklarına dair onların
önünde yemin edeceklerdir.

69
"Anca kusurlu ve hileli işlenmiş bütün deriler müsade­
re edilecektir.
"6. Anca adı geçen zanaatta çırak olmayan ve çıraklık sü­
resini doldurmayan hiç kimse adı geçen zanaatta serbest kı­
lınmayacaktır. "
Böyle binlerce belgeyi inceleyerek tarihçiler, yüzlerce yıl
sonra , esnaf loncalarının hikayesini yeni baştan kurabili­
yorlar.
Bir numaralı kural loncaların kendi üyelerinin iyiliği­
ni gözettiğini gösteriyor. Düşmüş üyelerini kollayan bir çe­
şit kardeşlik kuruluşuydu bunlar. Birçok lonca belki de sırf
bu nedenle, lonca üyelerinin zor günlerde birbirlerine yar­
dım edebilmeleri için kurulmuştu . Ayrıca, bugünlerde bun­
ca patırtısı yapılan işsizlik sigortası ile emeklilik hakkının al­
tı yüzyıl önce lonca üyelerine sağlanmış olması da ilginçtir.
Üç numaralı kural loncaların, üyeler arasında rekabet de­
ğil , dostluk ruhunun yaşatılması amacıyla kurulduğunu
gösteren bir başka kanıttır. Özellikle, bir debbağın işini kay­
betmemesi için öbür debbağlann ona yardım etmesinin sağ­
lanmasına dikkat edilmelidir. Belli ki, lonca üyelerinin baş­
lıca kaygılarından biri zanaatın çıkarlarıydı.
Lonca üyelerinin endüstrinin doğrudan doğruya dene­
timini kendi ellerinde tutabilmek için bir araya geldikle­
ri apaçık. lkinci kuralı yeniden okuyun. Bu madde önemli­
dir, çünkü daha önce kurulan tüccar loncaları gibi esnaf lon­
calarının da şehirde kendi zanaatlarının tamamının tekel­
lerinde olmasını istediklerini ve sağladıklarını göstermek­
tedir. Şehirde herhangi bir zanaatta çalışabilmek için esnaf
loncasından olmanız gerekiyordu . Lonca dışından bir kim­
se, loncadan izin almadıkça o zanaatta çalışamıyordu . Bas­
le ve Frankurt şehirlerindeki dilencilerin bile loncaları var­
dı ve yabancı dilencilerin yılda iki gün dışında bu şehirlerde
dilenmelerine izin vermiyorlardı ! Loncalar tekellerine aykı-

70
rı davranışı hoş görmezlerdi. Tekel yararlarınaydı, sürdür­
mek için mücadele de ederlerdi. Onca kuvetiyle kilisenin
bile lonca yönetmeliklerine uması gerekiyordu. l 498'de bir
Alman şehrindeki St. johann Kilisesinin başları, tarlalarında
yetişen buğday ve çavdardan ekmek yapmak istediler. Fırın­
cılar loncasının iznini almaları gerekti. lzin, uak bir şey kar­
şılığında, cömertçe verildi: "Fırıncılar loncasının ustaları ve
bütün fırıncılar . . . dekanlar ve rahiplerin . . . onlara buğday, ar­
pa ve çavdardan ekmek yapması için loncadan bir fırıncı al­
malarını şeref duyarak kabul eder (ve artık lonca üyeleri ki­
liseye ekmek satamayacakları ve bu onlar için bir kayıp ol­
makla kiliseden) . . . 16 mark alınacaktır. "
Loncalar kendi şehirlerinde, kendi zanaatlarının tekeli­
ne sahip olmanın kavgasını vermişlerdi. Yabancıların şehir
pazarına burnunu sokmasına izin vermezlerdi. Ortaçağ ta­
rihinde şehirler arasında geçen şiddetli savaşları okurken
bunların genellikle lonca üyelerinin dış rekabet istememele­
rinden ileri geldiğini hatırlayın.
Bugünlerde bir şeyi yapmanın yeni ve daha iyi yöntemi­
ni bulan kişi buluşunun patentini alır ve başka kimse bu­
nu kullanamaz . Oysa Ortaçağda patent yasası yoktu ve te­
kellerini sürdürmek isteyen loncalar tabii kendi zanaat sırla­
rını başkalarından gizli tutmaya özen gösterirlerdi. Ama bu
sırların öğrenilmesini nasıl önleyebilirlerdi? l 454'ten kal­
ma bir Venedik yasası bunun hiç değilse bir yolunu bizlere
gösteriyor: "Bir işçi bir başka ülkeye bir sanat ya da zanaatı
Cumhuriyet zararına götürecek olursa o işçiye geri dönmesi
emredilecektir; dönmezse, aile dayanışmasının onu dönme­
ye zorlaması için en yakın akrabaları hapsedilecektir; kaa
tutmakta direnirse nerede olursa olsun öldürtmek için gizli
tedbirler alınacaktır. "
Loncalar bir yandan yabancıların tekellerine burunları­
nı sokmalarına karşı tedbir alırken kendi aralarında üyele-

71
ri birbirine düşürecek düzenbazlıklar olmaması konusun­
da da eşit derecede dikkatliydiler. Dostlar arasında haydut­
luk olmaması debbağların üçüncü kuralının ilk maddesinin
asıl anlamıdır. Bugünlerde çok sık görülen müşteri ayartma
işi de buydu. 1 443'te Fransa'da, Corbie'de, fırıncılar lonca­
sı "kimse içki ikram etmeyecek ve ekmeğini satmak için bu
türlü ağırlamalara girişmeyecek, yoksa 60 sols ceza ödeye­
cektir" diyor.
5 ve 6. kuralları yeniden okuyun. Loncaların tekelleri kar­
şılığında iyi hizmet sundukları görülen üyelerinin işlerinin
niteliğiyle ilgilidir bu maddeler. Her lonca üyesinin çırak­
lık süresini doldurmasını söylerken işini iyi öğrenmesini de­
netleyerek müşteriyi düşük nitelikli mallardan koruyorlar.
Lonca adının iyi bilinmesine önem verir, her malın satışın­
da lonca üünün standarda uygun olduğunu garanti ederdi.
Loncalarda kötü işin önlenmesi ve yüksek nitelikli standar­
dın sürdürülmesi için binbir çeşit kural ve yönetmelik vardı
ve bu kuralların bozulması sert cezaları gerektirirdi. Lond­
ralı zırh yapımcılarının 1 322 tarihli yönetmelikleri şöyle di­
yor: "Ve herhangi bir dükkanda . . . uygun nitelikte olmayan
herhangi çeşitten bir zırh bulunacak olursa . . . bu zırha der­
hal el konulacak ve Şehremini ile Şehir Meclisi üyelerine gö­
türülecek ve iyiliğine veya kötülüğüne onlar bildikleri gibi
karar vereceklerdir. "
Lonca denetçileri düzenli bir şekilde denetim işini yürü­
tür, üyelerin kullandığı tartı ve ölçüleri, hammadde cinsle­
rini, bitmiş malların niteliğini incelerlerdi. Her eşya dikkat­
le gözden geçirilip mühürlenirdi. Lonca üyeleri lonca şerei­
nin lekelenmemesi ve bunun sonucunda işlerin bozulmama­
sı için ürünlerin niteliğini böyle sıkı sıkı denetlemeyi gerekli
görüyordu . Şehir yöneticileri de halkı korumak için bunu is­
tiyorlardı. Halkı daha da iyi bir şekilde koruyabilmek için ba­
zı loncalar mallarına "helal iyat" mührü de ururlardı.

72
Bir malın "helal iyat"ının ne demek olduğunu anlayabil­
mek için Ortaçağ'ın tefecilik öğretisi üzerine görüşünü, doğ­
ruluk ve eğrilik ikrinin o zamanki ekonomik düşünceye bu­
günkünden ne kadar azla yerleşmiş olduğunu hatırlayın.
Eski doğal ekonominin takas anlayışına göre, ticaretin ama­
cı kar yapmak değil, hem alıcı hem de satıcıya kazandırmak­
tı. Bir mal değiş tokuşunda taralardan birinin ötekinden
karlı çıkmaması gerekirdi. Benim paltomla sizin beş galon
şarabınız denk bir şekilde değiş tokuş edilmişti, çünkü yün­
lü kumaşın tutarıyla üzerinde çalıştığım günler sizin üzüm­
lerinizin tutarıyla sizin harcadığınız zaman eşitti. işin içine
para karışınca yine sadece bu etmenlerin geçerli olması ge­
rekiyordu. Zanaatkar, hammaddeyle emeğin kendisine neye
mal olduğunu biliyordu, sattığı bitmiş malın iyatını da bun­
lar belirleyecekti. Ustanın yaptığı ve sattığı malların helal i­
yatı vardı, gerçek maliyetleri üzerinden dürüstçe hesaplan­
mış bir iyattı bu ve bu iyata göre satılmalıydılar; tek kuruş
azlasına değil. Aziz Akinalı Tona bu konuda çok kesin ko­
nuşur: "Herkesin yaran için kurulan bir şey (yani 'ticaret'i
kastediyor) ne biri ne de öbürü için ağır olmamalıdır . . . Dola­
yısıyla, ister iyat malın değerini aşsın, ya da, öteki türlü söy­
lenirse, adaletin gerektirdiği eşitlik bulunmasın, sonuç ola­
rak bir şeyi olduğundan pahalıya satmak ya da ucuza almak
başlı başına haksız ve yasaya aykırı bir iştir."
Mallan helal iyatlarından azlasına satmaya çalışan sıkı
pazarlıkçılara ne yapılırdı? Ortaçağ şehirlileri madrabaz tüc­
cara karşı kendilerini nasıl korurlardı? Şu olay bize epey şey
anlatıyor: "Bazen ekmek fiyatı artar ya da Londra manavları
aralarındaki bir açıkgöz tarafından, akılsızlıkları yüzünden
yoksul olduklarına, onu dinlerlerse zengin ve kudretli ola­
caklarına inandırılıp, halkın büyük kaybı ve sıkıntısı paha­
sına birleşmeye karar verirlerdi. O zaman şehirlilerle köylü­
ler arz ve talep yasasının iyatları yeniden düşüreceği umu-

73
duyla kendilerini avutmazlardı. Bütün mümin Hıristiyanla­
rın desteğini de alarak değirmenciyi tomruğa bağlayıp teş­
hir eder, manavlarla da Şehremininin mahkemesinde tartı­
şırlardı. Yöre papazı da vaızında Altıncı Emir üzerine konu­
şur, metin olarak, 'bana servet ya da yoksulluk verme, doy­
mama yetecek kadar ver . . .' parçasını seçerdi. "
Bu , öfkeli şehirlilerin açıkgöz manavları Şehremininin
mahkemesine sürükleip getirmeleri, helal iyata uymanın
sadece lonca üyelerinin vicdanına bırakılmadığını kanıtlı­
yor. Kilise, kazanç hırsını ne kadar mahkum ederse etsin,
manavları zenginleştirmeyi vaad eden "açıkgöz" bir değil,
çoktu . Tüccarlara tam güvenmek olmazdı. Almanca "müba­
dele" anlamına gelen "tauschn" kelimesinin "aldatmak" an­
lamına gelen "tiuschn"le aynı kökten gelmesi ilginçtir. Böy­
lece, malların haksız iyata satılmasını önlemek şehir yöne­
ticilerinin başlıca görevlerinden biri haline geldi. Örneğin,
Carlisle Kahyasının göreve başlarken şöyle yemin etmesi ge­
rekiyordu : "Bu pazara gelen bütün yiyeceklerin iyi ve sağ­
lam olduğunu ve uygun bir fiyata satıldığını göreceksiniz. "
Bir lonca tekelini helal iyatı sürdürmek için değil de, aşırı
kar sağlamak için kullanırsa şehir yöneticileri de loncanın
ayrıcalıklarını elinden alma yetkisine sahiptiler.
Mallar için helal fiyat kavramı ticaret yaygınlaşmadan ve
şehirler büümeden önce akla yakın bir şeydi. Ama pazarın
genişlemesi ve bunun sonucunda büyük çapta üretimin baş­
laması ekonomik düşünceleri değiştirdi ve helal iyat piyasa
iyatına yerini bıraktı. Ekonomik güçlerin tefecilik üzerine
ikirleri nasıl değiştirdiğini hatırlıyorsunuz değil mi? Helal
iyat ikrinin sonu da böyle oldu. Yani ekonomik güçler onu
da silip süpürdü .
Ortaçağ başlarında pazar mahalliydi, şehirlere ve yakın
kırsal çevreye satış yapardı. Ülkenin uzak yerlerinde veya
uzak şehirlerinde olanlardan pek etkilenmediği için iyatla-

74
n da sadece mahalli koşullar belirlerdi. Ama bu mahalli pa­
zarda bile koşullar değişiyor, koşullarla birlikte iyatlar da
değişiyordu. Çevredeki bağlara hastalık vurmuşsa o yıl, her
zamankinden az şarap çıkar, belki de herkese yetecek kadar
şarap yapılamazdı. Bu durumda şarap, ancak, kıtlığın zorun­
lu kıldığı yüksek iyatı ödemeye niyetli ve muktedir olan ki­
şilere satılabilirdi. Tabii bu , azla kar etmek isteyen bir gru­
bun malı toplayıp yüksek iyata satmasından ileri gelen bir
iyat artışından hayli arklı bir durumdu. Önceden bilinme­
yen ve denetlenemeyen koşullardan ileri gelen bir iyat artı­
şıyla, birtakım tüccarların açgözlülüğünden ileri gelen bir i­
yat artışı arasında bir ark vardı. Kıtlık çıktığı zaman iyatla­
rın yükselmesi genellikle normal karşılanırdı ama durumun
kendisi anormal koşullara dayanıyordu . "Doğal" bir iyat
olan helal iyatla bir ilgisi yoktu bunun, aşırı karlan da hak­
lı göstermezdi. Bir köylünün kötü hasat yılı buğdayına daha
azla para istemesi doğaldı, çünkü satacak buğdayı daha az­
dı. Helal iyat ikri küçük, mahalli, dengeli bir pazar ekono­
misine uygundu . . .
Ama büyük, dışsal, dengesiz bir pazar ekonomisine uy­
muyordu . Ekonomik koşulların değişmesi ekonomik ikir­
leri de değiştirdi. Artık, pazar, sadece şehirde yapılan mal­
ların alıcı ve satıcılaından ve yakın kırsal çevrenin ürün­
lerinden meydana gelmiyordu ; dışarıdan gelen tüccarlar;
uzak yerlerden gelen mallar, daha geniş bir alandan alı­
cı ve satıcılar pazara yeni etkiler getiriyorlardı; bu durum­
da mahalli koşulların dengeliliği de sarsılmıştı. Helal iyat­
la ilgili düzenlemelerin uygulanmadığı panayırlarda görül­
dü bu . Ticaret genişledikçe pazarı etkileyen koşullar daha
değişken oldu ve helal iyat da pratik olmaktan çıktı. So­
nunda yerini piyasa iyatına bıraktı. Ama bu gerçekte böy­
le yürüdüğü halde, insanların bunu kavraması, hele kabul
etmesi daha uzun bir zaman aldı. Fikirler ve adetler, ken-

75
dilerini yaratan koşullar ortadan kalktıktan sonra da uzun
bir süre yaşarlar. İnsanların tahtırevanlarla oradan oraya ta­
şındığı dönemde uşakların elbiselerine tahtırevanı tutmak
için özel kayışlar dikilirdi. Ama sokaklarda tek bir tahtıre­
van kalmamışken bile, bu üniormalar yine yapıldı. Kayış,
uşak üniormasının gerekli bir parçası gibi görülür olmuş­
tu ve artık bir işe yaramadıkları halde terziler hala bunları
da dikiyorlardı.
Fikirler de böyledir, helal iyat fikri de böyle oldu. Bu ikir
eski dengeli koşullarda oluşmuştu . O zamanlar iyatı etkile­
yen her şey mahalli topluluk içinde doğar ve herkesçe bili­
nirdi. Çeşitli uzak ve bilinmedik etkiler mahalli pazara nü­
uz ettikten sonra bile ikir yaşamaya devam etti. Tabii za­
manla , yeni koşullar yeni tutumları doğurdu . Bu yeni tu­
tum, ondördüncü yüzyılda, Paris Üniversitesi rektörü olan
Jehan Buridan'ın yazısında görünür: "Bir şeyin değeri kendi
içsel değerine göre ölçülmemelidir. . . İnsanların ihtiyaçlarını
hesaba katmak ve nesnelere bu ihtiyaçla ilişkilerine göre de­
ğer biçmek gerekir. "
Buridan, burada arz v e talepten söz ediyor. Malların ko­
şullardan bağımsız sabit bir değeri olamayacağını iddia edi­
yor . Böylece helal iyat kapı dışarı edildi ve piyasa iyatı
onun yerine kondu .
Fiyat kavramı nasıl değişime uğradıysa, lonca kuruluşu
da değişime uğradı. Aslında tarih, değişimin kaydıdır. Onun
için de, bu bölüm lonca sisteminin nasıl işlediğini anlatarak
başlamıştı, bu sistemin nasıl paramparça olduğunu anlata­
rak sona erecek.
Esnaf loncası sisteminin iki temel özelliği ustalar arasın­
daki eşitlikle işçilerin usta oluşundaki kolaylıktı. Bu , genel
olarak, onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllara kadar -lonca
sisteminin parlak zamanıydı bu- sürdü, bundan sonra kaçı­
nılmaz değişiklikler ortaya çıktı.

76
Ustalar arası eşitlik bazı loncalarda tarihe karışıp gitti. Ba­
zı ustalar zenginleşti, daha çok işçi tuttu , kendileri kadar ta­
lihli olmayan kardeşlerine tepeden bakmaya başladı ve so­
nunda yalnız kendileri için yeni loncalar kurdu. "Büyük" ve
"küçük" loncalar çıktı ortaya, hatta küçük loncaların ustala­
rı büyük loncaların egemen ustaları yanında ücretli işçi ola­
rak çalıştılar ! Hatırlayacaksınız, daha öncelerinin şehir tica­
ret tekeline sahip olan lonca tüccarlarının ayağını, herbiri
kendi mallarıyla ticaret yapan zanaat loncaları kaydırmıştı.
Ama bazı durumlarda tüccar loncası genel olarak ticaretten
vazgeçiyor, yalnız bir malın ticaretini yapıyor, öleceği yerde,
büyük tüccar loncası haline geliyordu . Bazı başka durum­
larda zanaat loncasının varlıklı üyeleri üretmekten vazge­
çip ticareti yoğunlaştırıyor, çalışan zanaatkarları öteye iten
tekelci şirketler haline geliyorlardı; Londra'daki on iki ku­
maşçı şirketi, Paris'in altı Corps de Metier'i ve Floransa'nın
Arti Maggiori'si gibi. Bunlar seçkin, güçlü , zengin loncalar­
dı. Her şeyi onlar yönetiyorlardı. Eskiden, zengin ya da yok­
sul, ustalardan herhangi biri lonca yöneticilerinden olabilir­
di, oysa şimdi burada da ayrımlar yapılıyordu . "Böylece Flo­
ransa'nın eski kumaş satıcıları arasında malını sokakta satan
hiç kimse, ekmekçiler arasında ekmeğini sırtında ya da ba­
şında evden eve taşıyanın denetimine hiç kimse rektör seçi­
lemiyordu . "
Kendi loncalarının denetiminden şehir hükümetine geç­
mek için küçük bir adım yetiyordu. Büyük loncaların üyele­
ri bu adımı attılar. Şehrin gerçek yöneticileri haline geldiler
ve her yerde en zengin ve en nüuzlu olanlar şehir meclisiy­
le aşağı yukarı özdeş oldu. Toprak üzerinde soydan aristok­
ratlar egemen sınıfı meydana getiriyordu ; şehirlerde ise para
aristokrasisi hüküm sürüyor. "Onbeşinci yüzyılda Dordre­
cht'de ve bütün Hollanda şehirlerinde hükümet tam bir para
aristokrasisi ve aile oligarşisi oldu . . . şehirde iktidar Rijkheit

17
ve Vroedschap denen servet ve akıldaydı -sanki bu ikisi her
zaman bir arada bulunurmuş gibi- yani, küçük sayıda, de­
ğişmez üyelerden kurulu şehir memurlarını atayabilen, şeh­
reminini seçtirebilen ve bu yollarla şehir yönetimini denet­
leyen bir korporasyonda. "
"Bütün Hollanda şehirlerinde" geçerli olan Almanya için
de geçerliydi. Lübeck'de "yalnız tüccarlar ve zengin şehirli­
ler şehi yönetirdi. . . Meclis yasamayı, en yüksek yargıyı ve
şehirlilerin vergilendirilmesini elinde tutuyordu; sınırsız bir
iktidarla şehri yönetiyordu. "
Lonca sisteminin yıkılışının başka bir nedeni usta ile kal­
a arasındaki ayrılığın derinleşmesiydi. Kural çırak-kala­
usta zinciriydi. Şimdi ise çırak-kala oluyor ve orada duru­
yordu . İşçilikten patronluğa yükselmek gitgide güçleşiyor­
du . Şehirlere yeni insanlar doluştukça eski ustalar tekelleri­
ni sürdürebilmek için merdivenin -birkaç ayrıcalıklı dışın­
da- herkesin tırmanamayacağı basamaklarına fırlıyorlardı.
Usta olma sınavı sıkılaşmış , usta olmak için ödenmesi ge­
reken para yükseltilmişti - birkaç ayrıcalıklı dışında . Aşa­
ğı rütbede olanların yükümlülükleri ağırlaştırılmış, bu da
usta olmalarını güçleştirmişti, ayrıcalıklı azınlık ise kolla­
nıp gözetiliyor, usta olmaları kolaylaşıyordu. Amiens şeh­
rinde ressamlar ve heykelciler loncasının 1400 yılındaki tü­
züğü , sıradan bir çırağın üç yıl çıraklık yapmasını ve sanat
eserini sunarak 25 livre ödemesini söylüyordu , ama "usta­
ların oğulları adı geçen şehirde sanatlarına başlayıp yürüt­
mek istiyorlarsa, tecrübeleri varsa, bunu yapabilirler ve yal­
nız 10 livre para öderler. " Rütbelerin böyle sımsıkı kapatıl­
ması Paris'in bir dokumacılar loncasının tüzüğünde nihai
sonucuna varır: "Bir ustanın oğlundan başka kimse doku­
macı ustası olamaz. "
Usta olarak durumlarını düzeltme fırsatının ortadan kalk­
tığını gören kalalar ne yaptılar? Tabii memnun kalmadılar

78
bu gelişmeden. Hakları ve çıkarlarının ustalarınkilere kar­
şıt olduğunu gittikçe daha iyi görüyorlardı. Ne yapabilirler­
di bu konuda? Kendi kala birliklerini kurdular. "Ustalar na­
sıl şu ya da bu imalatın tekelini sağlamaya çalışıyorlarsa on­
lar da çalışma tekelini ele geçirmeye çalıştılar. Böylece, Paris
çivicileri arasında, o yöreden işsiz biri olduğu sürece dışarı­
dan compagnon (kala) tutmak yasaktı. . . Tolouse'de çalışan
ekmekçiler, Paris'te çalışan ayakkabıcılar usta derneklerine
tekabül eden birlikler kurdular. "
Bugünün sendikaları gibi b u kala birlikleri d e üyeleri­
ne daha yüksek ücret sağlamaya çalışıyordu . Yine bugün­
kü sendikalar gibi onların bu çabalarına ustalar karşı çıkı­
yordu. Ustaları şehrin yetkililerine şikayet ediyor, onlar da
kala birliklerini yasa dışı ilan ediyorlardı. Şu eski belge bi­
ze 1 396'da Londra'da semerci ustalarıyla kalaları arasındaki
anlaşmazlığı anlatıyor: "Uydurma bir din örtüsü altında bir­
çok aşağı zanaat erbabı (bunlara günümüzde "kızıllar" de­
nirdi) kalaları aldatıp etkilemiş ve onlarla ücretlerini aşı­
rı ölçülerde yükseltmek amacı güden dernekler kurmuşlar­
dır . . . Alınan karara göre (Şehremini ve Şehir Meclisi tarafın­
dan) adı geçen zanaatta çalışanlar gelecekte o zanaatın usta­
larının emrinde ve yönetiminde bulunacaklardır; şehirdeki
öbür zanaat erbabının da olduğu ve olması gerektiği gibi; ve
gelecekte hiçbir denek; birlik, kardeşlik kurmayacak, top­
lantı yapmayacak, yoksa cezalandırılacaklardır" vb.
Fransa'da da aynı şey oluyordu . 1 54 l'de Lyon Konsülleri,
İhtiyar Heyeti ve halkı l. François'ya şöyle şikayet ediyorlar­
dı: "Son üç ıldır bazı işçiler, ahlaksız bir hayat süren mat­
baa kalaları, öteki kalaların da isyancı olmasına yol açarak
bir araya geldiler ve matbaacı ustalarının daha yüksek üc­
ret ödemesini ve alışılmış gelenekte olduğundan daha az­
la yemek verilmesini istiyorlar. .. Bunun sonucunda adı ge­
çen Lyon şehrinde adı geçen zanaat hemen hemen tamamen

79
ortadan kalkmış durumdadır . . . " Öfkeli dilekçe sahipleri sa­
dece şikayetle yetinmediler, François'nın hemen yasa haline
getiriverdiği bir çare de önerdiler. Şöyle diyordu yasa: "Adı
geçen matbaacı çırak ve kalalarının sözleşmeleri, tekelleri
olmayacak, kendilerine yüzbaşı, çavuş seçemeyecekler, hiç­
bir alamet veya sancakları olmayacak, ustalarının evlerinin
mutağı çevresinde beşten azlası mahkeme izni olmadan bir
araya gelemeyecek, yoksa hapsedilecek, sürgün edilecek, te­
kelci olarak ceza göreceklerdir . . .
"Adı geçen kalalar başlanan her işi bitirmeli, tamamlan­
madan bırakmamalı, grev yapmamalıdır. "
Tahmin edebileceğiniz gibi ücret anlaşmazlıkları Kara
Ölüm'den hemen sonra özellikle keskindi. Emeğe bu ka­
dar ihtiyaç duyulan bir dönemde ücretlerin hızla yüksel­
mesi doğaldı. Köylerde nasıl ücretleri salgın öncesi düzey­
de dondurmak için yasalar çıkarıldıysa şehirlerde de aynı
amacı güden benzer yasalar çıkarıldı. lngiltere'de 1 349 İş­
çiler Yasasına göre "kimse kimseye alışılmışın üstünde üc­
ret, gündelik ya da aylık ödeyemez , ödemeye söz veremez . . .
kimse de bunu hiçbir şekilde alamaz ve isteyemez , yoksa al­
dığının iki katı ceza kesilir . . . eyerciler, dericiler, debbağlar,
ayakkabıcılar, terziler, nalbantlar, marangozlar, taşçılar, ki­
remitçiler, sandalcılar, arabacılar ve başka zanaatkar ve iş­
çiler emek ve zanaatlarına şimdiye kadar istenenin üstünde
para almayacaklar. "
Buna benzer bir yasa Fransa'da d a 1 3 5 l 'de çıktı: "Geçen
yıllarda üzüm toplayanlar bağlara iyi bakmalıdır ve bu iş için
Salgın'dan önce aldıklarının üçte biri oranında azla ücret
alacaklardır, ama daha azlasını, söz verilmiş olsa bile, ala­
mayacaklardır . . . ve onlara burada yazılı olandan azla gün­
delik veren ve daha azla alan . . . alan ve verilenden altmış
sols ceza alınacaktır . . . ve cezayı nakdi olarak ödeyecek pa­
raları yoksa kuru ekmek ve suyla dört gün hapse konacak-

so
lardır. . . " Bu yasa ötekinden biraz daha adil görünüyor, ama
ceza ödeyememe durumunda verilecek para ve hapis cezası­
nın, efendiden çok parasız işçiye verilmesi daha muhtemel­
di. Aynca, insanları hapse atmakla iş gücü darlığına çare bu­
lunmayacağı da açıktır.
Bu kurallar başarılı olmadı. Patronlar daha çok verdi, işçi­
ler de daha çok istedi ve aldı. işçi denekleri dağıtılıyor, üye­
leri para veya hapis cezasına çarptırılıyordu ; ama yeni ye­
ni dernekler doğuyor, daha yüksek ücret ve daha iyi çalış­
ma koşullan için grevler birbirini izliyordu . Aslında kala­
lar bu birliklere katılmasına izin verilmeyen başka birçok iş­
çiden daha iyi bir durumdaydı; ötekiler herhangi bir lonca­
da herhangi bir hakkı olmayan ve açlıktan ölmeyecek kadar
bir ücret karşılığında seil koşullarda zengin endüstricilerin
insafına kalan işçilerdi. Bu insanlar sağlığa zararlı berbat de­
liklerde yaşarlardı; ne işledikleri hammaddelerin sahibiydi­
ler, ne de kullandıkları iş araçlarının; emeğinden başka bir
şeyin sahibi olmayan, geçimi için bir işverene ve elverişli pi­
yasa koşullarına bağımlı bulunan modem proletaryanın ön­
cüleriydiler. Şehirlerde iki uç daha vardı: Kenar mahalleler
(parlak zamanında Floransa şehrinde 20.000'den azla di­
lenci olduğu söylenir) ve, tepede, gerçek bir lüks içinde ya­
şayan asıl zenginler.
Şehirlerin feodal beylerine karşı özgürlük kavgalarında
zengin, akir, tüccar, usta , çırak, bütün şehirliler güçbir­
liği yapmışlardı. Ama zaferin meyvelerini üst sınılar top­
ladı . Aşağı sınıflar ise sadece efendi değiştirmekle kaldı­
lar; eskiden hükümet feodal bir lordun elindeyken şimdi
en zengin şehirlilerin ellerindeydi. Yoksulların hoşnutsuz­
luğu küçük zanaatlann bu güçlü efendilere karşı ökesi ve
kıskançlığıyla birleşince ondördüncü yüzyılın ikinci yan­
sında köylü ayaklanmaları gibi Batı Avrupa'yı baştan başa
saran isyanlar arlarda patlak verdi. Bir sınıf mücadelesiydi

81
bu - zengine karşı akirin, ayrıcalıklıya karşı ayrıcalıksızın.
Bazı yerlerde yoksullar savaşı kazandılar, kısa sürelerle şe­
hirleri elde tutup azlasıyla ihtiyaç duyulan reormları yap­
tılar ve sonra devrildiler; bazı başka yerlerde zafer onların
oldu ama kendi aralarında kavga edip kısa zamanda yıkıl­
dılar; çoğu yerde zenginler kazandı - ama oralarda da zen­
ginler birleşen, ezilen sınıfın kudreti karşısında epey kor­
kulu anlar yaşadılar.
Bu düzensizlik döneminden sonra loncalar çöküş evre­
sine girdiler. Serbest şehirlerin kudreti azalmıştı. Bir kere
daha , dışarıdan denetleniyorlardı - bu sefer, öncüleri bil­
dikleri dük, prens ya da krallardan daha güçlü , örgütsüz
kesimleri bir ulusal devlet haline toplayıp, perçinleyen bi­
ri tarafından.

82
7
İŞTE GELYOR AL!

Bu kitap onbirinci ya da onikinci yüzılda yazılsa yazarın işi


çok daha kolay olurdu . Burada ele alınanların çoğu çok es­
ki yazıların incelenmesine dayanıyor. Bu yazılar çok zaman
yabancı bir dilde - Latince, eski ya da modem Fransızca, es­
ki ya da modem Almanca. Ama geçmişin belgelerini tarayan
erken Ortaçağ dönemi tarihçisi her şei en iyi bildiği dilde
yazılmış bulurdu - Latince. Londra, Paris, Hamburg, Ams­
terdam veya Roma' da oturması hiç ark etmezdi. Latince bü­
tün bilim adamlarının ortak diliydi. O dönemde okula giden
çocuklar, İngilizce, Fransızca, Almanca, Felemenkçe veya
İtalyanca çalışmazlardı. Latince çalışırlardı. İnsanlar İngiliz­
ce, Fransızca Almanca alan konuşurlardı, ama bu diller da­
ha sonraki çağlara kadar yazıda kullanılmadı. İspanya'da İn­
cil'i okuyan İspanyol keşiş , İngiliz manastırındaki keşişin
okuduğu anı kelimeleri okuyordu.
O dönemde üniversiteye gitseniz orada bütün Batı Avru­
pa'dan gelmiş, hiç güçlük çekmeden konuşan ve okuyan öğ­
renciler bulurdunuz. Üniversiteler gerçekten evrensel kuru­
luşlardı.
83
Din de evrenseldi. Her Hıristiyanım diyen, Katolik Kilise­
si'nin eline doğardı. Zaten başkası yoktu . İsteseniz de iste­
meseniz de, bu kiliseye vergi verir, onun kuralları ve yönet­
meliklerine bağlı olurdunuz. Southampton'daki kilise ayini
Cenova'dakinin hemen hemen tıpkısıydı. Dine karşı hiçbir
devlet sının yoktu .
Herkes çocukların ulusal yurtseverlik içgüdüsüyle doğ­
duğunu sanır bugün. Tabii bu doğru değildir. Ulusal yurt­
severlik, ulusal kahramanların yaptıkları büyük işleri sürek­
li dinlemek ve okumaktan oluşur. Onuncu yüzıl çocukları­
nın okul kitaplarında kendi ülkelerinin gemilerinin düşman
gemilerini batınşının resmi yoktu. Nedeni de çok basit. Bu­
gün bildiğimiz anlamda ülke yoktu o zaman.
Bundan önceki bölümden hatırlayacağınız gibi endüstri
aile evinden çıkıp şehirlere kaymıştı. Mahalliydi, ulusal de­
ğildi. Chester loncası için Londra'dan gelip kendi tekeline
el atacak olan mal Paris'ten gelene kadar "yabancı"ydı. Top­
tancı tüccar dünyayı kendi bölgesi sayıyordu - pazar olarak
her yeri anıydı dünyanın.
Ama Ortaçağ'ın sonlarına doğru , onbeşinci yüzyıl boyun­
ca bütün bunlar değişti. Uluslar oluştu ; ulusal endüstri ku­
ralları mahalli kuralların yerini aldı; ulusal yasalar, ulusal
diller, hatta ulusal kiliseler ortaya çıktı. İnsanlar artık kendi­
lerini Madrid'in, Kent'in, Burgonya'nın değil, İspanya, İngil­
tere veya Fransa'nın yurttaşı olarak görüyorlardı. Şu şehrin
ya da bu feodal lordun değil, bütün bir ulusun efendisi olan
kralın uyruğunda görüyorlardı kendilerini.
Bu ulusal devlet nasıl ortaya çıktı? Birçok nedeni vardı -
politik, toplumsal, dini, ekonomik. Bu ilginç konu üzerine
ciltlerce kitap yazılmıştır. Biz nedenlerin sadece bir ikisine,
öncelikle de ekonomik olanlarına yer verebileceğiz.
Onuncu yüzıldan onbeşinci yüzyıla kadarki bu dönemin
önemli gelişmesi, orta sınıların güçlenmesidir. Yaşayış biçi-

4
minde değişiklikler bu yeni sınıfın büümesini kolaylaştırdı,
bu sınıfın gelişimi de toplumun yaşayış biçiminde yeni de­
ğişiklikler yarattı. Eski düzende bir amaca hizmet eden ku­
rumlar çürüdü ve öldü ; yerlerini alacak yeni kurumlar doğ­
du . Bu , tarihin bir yasasıdır.
Yaşadığı yörede yeterince polis olup olmamasından dert­
lenen adam, parası çok olan adamdır. Karayollarından mal­
larını veya paralarını başka yerlere gönderenler bu yollarda
soyguncu veya vergi tunikesi bulunmaması için en azla pa­
tırtıı çıkaranlardır. Kargaşalık ve güvensizlik iş için kötü­
dür. Orta sınıf düzen ve güvenlik istiyordu .
Kimden medet umabilirlerdi? Feodal yapı içinde kim dü­
zeni ve güvenliği garanti edebilirdi? Eskiden koruyuculuğu
soylular, feodal lordlar sağlamışlardı. Ama şehirler, işte bu
lordların taleplerine karşı savaşmışlardı. Yakıp yıkan, yağ­
ma ve talan yapan, bu feodal ordulardı. Soyluların askerle­
ri asker olarak düzenli maaş almaz, her şehri yağma eder ve
buldukları her şeye el koyarlardı. Savaşan lordların kavga­
sı hangi taraf kazanırsa kazansın, mahalli halkın perişan ol­
ması demekti. Ticareti o kadar güçleştiren de ticaret yolla­
rı üstünde, değişik yerlerde, değişik feodal lordların varlı­
ğıydı. Merkezi bir otoriteye , ulusal bir devlete ihtiyaç var­
dı. Feodal kargaşalıktan düzen çıkarabilecek üstün bir ikti­
dar. Eski lordlar artık eski toplumsal işlevlerini yerine geti­
remiyorlardı. Günleri dolmuştu . Güçlü merkezi iktidar za­
manı gelmişti.
Ortaçağda kralın otoritesi teoride vardı ama pratikte zayıf­
tı. Büyük feodal baronlar gerçekte bağımsızdılar. Güçlerinin
kırılması gerekiyordu; nitekim kırıldı da.
Merkezi otoritenin ulusal iktidarı alabilmek için atması
gereken adımlar ağır ve düzensiz bir şekilde atıldı. Belirli bir
yöne doğru kesintisizce tırmanan, düzenli aralıklı basamak­
ları olan bir merdivene benzemiyordu bu yol; ikide birde ge-

85
ri kayılan engebeli bir yoldu. Bir yıl, iki yıl, elli yıl ya da yüz
ılda bitmezdi. Yüzyıllar aldı - ama sonunda geldi.
Lordlar, toprak mülklerinin büyük bir kısmım ve serleri­
ni kaybettikleri için zayıflamışlardı. Şehirler onların iktida­
rına meydan okumuş , yer yer de o iktidarı geriletmişti. Bazı
yerlerde de kendi aralarında sürekli savaşarak herkesin hay­
rına olacak şekilde kendi kendilerini yok ediyorlardı.
Kral , feodal lordlara karşı kavgaya tutuşan şehirlilerin
güçlü bir mütteiki olmuştu. Baronların gücünü azaltan her
şey onun gücünü artırıyordu . Yapacağı yardım karşılığında
şehirliler de ona borç para vermeye hazırdılar. Bu önemliy­
di, çünkü elinde para olunca vassallarının askei yardımın­
dan vazgeçebiliyordu. Bir lordun sadakatına bağlı olmayan,
eğitim görmüş bir ordu kiralayıp parasını ödeyebilirdi. Hem
böyle bir ordu daha iyi bir askei güç olurdu, çünkü tek işi
savaşmaktı. Feodal birlikler talim yapmaz , bir arada doğru
dürüst çalışacak düzenli bir örgütlenmeye girmezlerdi. Ta­
limli, disiplinli, ihtiyaç duyulduğunda el altında bulunan, sa­
vaşmak için ücret alan bir ordu büyük bir ilerlemeydi.
Ayrıca, askeri silahlardaki teknik ilerlemeler de yeni bir
ordu çeşidi gerektiriyordu. Barut ve top ortaya çıkıyordu , bu
silahların etkili bir biçimde kullanılması talimli bir işbirliği
gerektiriyordu. Oysa feodal bir savaşçı, kendi zırhını getire­
bilirdi, topuyla barutunu getiremezdi.
Kral , en yeni silahlarla donanmış sürekli orduyu emrin­
de bulundurup, ücretlerini ödemesini sağlayan ticari ve
endüstriyel gruplara teşekkür borçluydu . Borç para ve çe­
şitli armağanlar alabilmek için , tekrar tekrar bu yeni do­
ğan paralı adamlar sınıfına başvuruyordu . İşte ondördün­
cü yüzyılda İngiltere kralının Londra şehrinden yardım is­
tediğine bir örnek: "Efendimiz Kralın Katibi Sir Robert de
Ashby Londra esnaf loncasına geldi ve Kral adına Şehremi­
ni Andrew Aubrey'ye haber getirdi. . . onu ve şehrin bütün

86
ihtiyarlar meclisini Kral ve Konseyi ile görüşmeye çağırdı. . .
ve Kral sözlü olarak deniz aşırı ülkelerde giriştiği ve giri­
şeceği savaşlardaki masraflarını onlara bildirdi ve kendisi­
ne 20. 000 sterlin borç vermelerini talep etti. . . Onlar oybir­
liğiyle 5 . 000 mark ödünç vermeye razı oldular; bu paradan
fazlasını toplayamayacaklarını söylediler . . . Bunun üzerine
Efendimiz Kral Hazretleri öneriyi tamamen geri çevirdi ve
Şehremini ve İhtiyarlar Meclisi ve avama , hangi söz ve ko­
şullarla kendisinin uyruğu olduklarını hatırlatarak yuka­
rıda sözü geçen sorunları daha iyi düşünmelerini buyur­
du . . . ve zor bir iş olduğu halde , Efendimiz Kral Hazretle­
rine 5 . 000 sterlin borç vermeyi kabul ettiler . . . bu öneriyi
Kral da kabul etti. . . on iki kişi seçildi, bunlar adı geçen şe­
hirde ve varoşlarında herkesin durumunu tespit edecek ve
herkesin durumuna ve gücüne göre adı geçen 5 . 000 sterli­
ni toplayarak, bu toplamı Efendimiz Kral Hazretlerine su­
nacaklardır. "
Parası olanların bu parayı elden çıkarmaktan hoşlanacak­
larını sakın aklınızdan bile geçirmeyin. Hiç hoşlanmıyorlar­
dı . Buna benzer ödünç paralar veriyorlardı Kral'a. Çünkü
karşılığında belirli yararlar sağlıyorlardı. Örneğin, şu aşa­
ğıdaki gibi yasaların merkezi otorite tarafından çıkarılma­
sı işadamları için kesin bir avantjdı ( 1 389) : "Bütün lngilte­
re'de tek ölçü ve tek tartı kullanılması buyurulmuş ve kabul
edilmiştir . . . Bundan başka ölçü veya tartı kullanan yarım yıl
hapis cezasına çarptırılacaktır. "
Ayrıca, bir küçük feodal baronun talancı askerlerinin sal­
dırısından kurtulmak da bu paraya değerdi. Çok sayıda fe­
odal can sıkıntısı taleplerinden ve uak tefek baskılarından
onları kurtaracak bir merkezi otoriteyi, parayla destekleme­
ye hazırdılar. Sonuç olarak aşağıdaki, 1439'da, Fransa'da çı­
karılan yasada olduğu gibi, yasalar çıkarıp uygulayabilen bir
önderle bağ kurmak daha ekonomik oluyordu:

87
"Uzun zamandır halkın sırtından yaşayan ve bunu hala
sürdürmek isteyen silahlı çetelerin yaptığı ve yürüttüğü aşı­
n yağmalara çare bulmak ve son vermek için . . .
"Kral herkesin, kendisi ve soyunun bütün kamusal şeref
ve görevlerden, soyluluğun hak ve ayncalıklanndan yoksun
kalması ve kendinin tutuklanıp malına el konulması paha­
sına, hangi kesimden olursa olsun, Kral'ın izni, ruhsatı, rı­
zası ve kanunu olmadan silahlı adamlar kabul etmesini ya­
saklamıştır . . .
"Aynı ceza tehdidiyle Kral, bütün yüzbaşıların ve askerle­
rin tüccarlara, işçilere, sığırlara, atlara veya başka yük hay­
vanlarına, ister tarlada, ister arabada el koymamasını ve on­
ları, ve taşıdıkları, götürdükleri arabaları, mallan, ükleri ra­
hatsız etmemelerini ve hiçbir şekilde idye almak üzere tut­
mamalarını emreder; çalışmalarını, gidip gelmelerine, mal­
larını ve yüklerini huzur ve güven içinde taşımalarına izin
verilecek, hiçbir şekilde bir şey istenmeyecek, durdurulma­
yacak ve rahatsız edilmeyeceklerdir. "
Eskiden hükümdarın geliri kendi topraklarının akarından
oluşurdu. Ulusal vergi sistemi yoktu . l 439'da Fransa' da kral
"taille" adıyla bilinen düzenli bir para vergisi koymayı başar­
dı. Hatırladığınız gibi geçmişte vassallann hizmetleri toprak
bağışı karşılığında sağlanırdı. Şimdi para ekonomisinin bü­
yümesiyle bu artık gerekli olmaktan çıkmıştı. Bütün krallık­
ta, toprakla değil parayla çalışan kraliyet görevlileri para ver­
gisi toplayabiliyorlardı. Ülkenin her yerine yerleştirilen ma­
aşlı kraliyet memurları kral adına yönetme görevini yürüte­
biliyorlardı - feodal dönemde bu işi soylular, toprak karşılı­
ğında yaparlardı. Bu önemliydi.
Hükümdarlar güçlerinin mali takatlanna bağımlı olduğu­
nu açıkça görüyorlardı. Paranın da, ancak ticaret ve endüs­
tri ilerledikçe hazinelerine aktığı gittikçe belli oluyordu. Do­
layısıyla, krallar ticaret ve endüstrinin gelişmesiyle ilgilen-

88
meye başladılar. Her şehirde küçük bir grup için tekel yarat­
mak ve sürdürmek üzere kurulmuş lonca yönetmeliklerinin
ticaret ve endüstrinin gelişmesine ayak bağı olduğu çok geç­
meden anlaşıldı.
Bir bütün olarak ulus çerçevesi içinde düşünen herkes
aşırı ve çatışan mahalli kuralların bir yana atılıp şehirler
arasındaki kıskançlığa son verilmesi gerektiğini düşünür­
dü . Örneğin, " 1 44 3'te Frankurt Deri Panayırı'nın, Berlin
Ayakkabıcılarına açılması için prensin yasa çıkarması" zo­
runluğu , çok saçma bir şeydi. Ulusal krallığın iktidarı sağ­
lamlaştıkça krallar ulusun bütünü adına mahalli tekelciler­
le mücadeleye başladılar. l 436'da lngiltere'de çıkan bir yasa
şunları söylüyor: "Loncaların, kardeşliklerin ve başka şir­
ketlerin ustaları, yönetici ve işçileri birleşiyor. . . kendileri­
ne bir yığın yasa dışı ve akıl dışı tüzük yapıyorlar. Oysa her
şeyin teşhisi, cezalandırılması ve düzeltilmesi yalnız Kral'a
aittir . . . Efendimiz Kral Hazretleri Dini ve Dünyevi Lordla­
rın Tavsiye ve Rızası ve adı geçen Avamın Ricasıyla adı ge­
çen bu parlamento Yetkisine dayanarak buyurmuştur ki bü­
tün böyle birleşik lonca , Kardeşlik ya da Şirketlerin Usta ,
Yönetici ve işçileri. . . bütün Kayıt ve Beratlarını Sulh Yargıç­
ları önüne getirecekler. . . ve ayrıca buyurmuştur ki adı ge­
çen Yetki uyarınca, bundan böyle Usta, Yönetici ve işçiler
bu gibi tüzükler çıkarmayalar. . . ancak önceden getirilip ön­
ceden sunulur ve iyi ve akla yakın bulunursa . . . Sulh Yargıç­
ları tarafından . . . "
Fransa kralının çıkardığı daha da geniş kapsamlı bir yasa,
bu ülke kralının artan gücüne bir kanıttır: "Tanrı inayetiyle
Fransa Kralı Charles . . . Büyük Konseimizin uzun tartışma­
larından sonra . . . buyurmuştur ki. . . adı geçen Paris şehrimiz­
de bundan böyle zanaat ve lonca ustaları bulunmayacak. . .
Her zanaatta bizim Memurumuz tarafından . . . adı geçen za­
naatın birtakım ihtiyarları seçilecek. . . ve bundan böyle artık

89
hiçbir şekilde bir zanaat kardeşliği şeklinde dernek kurama­
yacaklar . . . ancak bizim rızamız , ruhsat ve iznimizle . . . veya
memurumuzun rızasıyla . . . yoksa isyancı sayılacak, bize ve
Fransa tahtına karşı itaatsizlik yapmış olarak can ve malları­
nı kaybedebileceklerdir. "
Kudretli şehirlerin tekellerini kısıtlamak azımsanacak bir
başarı değildi. Şehirlerin en güçlü olduğu Almanya ve ltal­
ya'da ancak yüzyıllar sonra onlara boyun eğdirecek güçte bir
merkezi otorite kurulabildi. Ortaçağın en güçlü ve en zengin
topluluklarının, değişen ekonomik koşullarla başa çıkabile­
cek birliğe niçin en son varabildiklerinin bir nedeni budur.
Bazı başka bölgelerde bazı şehirler güçlerinin bu şekilde kı­
sıtlanmasına karşı savaşma derecesinde direnmişlerdi ama,
kıskançlık ve neretleri ulusal güçlere karşı birleşmelerini
imkansızlaştırmış -ve kendi yararlarına olarak- yenilmişler­
di. İngiltere, Fransa, Hollanda ve lspanya'da ekonomik ha­
yatın birimi olarak devlet şehrin yerini aldı.
Gerçi birçok şehir ve lonca ayrıcalıklarından vazgeçmek
istemedi. Bunları ellerinde tutabildikleri sürece de kraliyet
otoritesinin gözetimi altındaydılar. Ulusal devlet sonunda
kazandı, çünkü güçlü merkezi hükümetin ve ekonomik et­
kinlik için daha geniş bir alanın avantj ları bir bütün ola­
rak orta sınıfların çıkarına daha uygundu . Krallar burjuva­
ziden aldıkları paraya el bağlıyor, büyüyen krallıklarını yö­
netmekte gittikçe burjuvaların nasihat ve yardımlarına ba­
ğımlanıyorlardı. Yargıçları, bakanları, genel olarak memur­
ları bu sınıftan geliyordu . Onbeşinci yüzyılda Fransa'da
Lyonslu bir banker ve zamanın en zengin adamlarından bi­
ri olan jacques Coeur Krala danışman oldu ; Tudor Çağı ln­
giltere'sinde bir avukat olan Thomas Cromwell ve bir do­
kumacı olan Thomas Gresham Kral'ın bakanları arasınday­
dı. "Onunla (kraliyet) müteahhit ve işverenlerden meydana
gelen endüstriyel burjuvazi arasında sözsüz bir anlaşma or-

90
taya çıktı. Politik ve toplumsal etkilerini, zekalarının ve ser­
vetlerinin kaynağını monarşik devletin hizmetine sundular.
Buna karşılık devlet de onların iktisadi ve toplumsal ayrıca­
lıklarını artırdı. . . Ücretli işçileri emirlerine verdi, başkaldır­
malarını engelledi ve burjuvaziye boyun eğmeye zorladı. "
"Al gülüm, ver gülüm"ün çok iyi bir örneğiydi bu .
İngiltere'de bu çağın ilginç bir belirtisi Venediklilerin ve
Londra'da Steelyard denen bir yerde bir "istasyon"u bulu­
nan Hanseatic League'den Alman tüccarlarının kovulmasıy­
dı. Ülkenin ithalat ve ihracat ticaretini hep yabancılar denet­
lemişlerdi. Para getiren bu ticari ayrıcalıkları krallardan sa­
tın almışlardı. Ama onbeşinci ve onaltıncı yüzıllarda İngiliz
tüccarları da başlarını dikmeye başlamışlardı. Özellikle tüc­
car serüvenciler bu karlı ticareti yabancıların elinden kap­
mak isteyen canlı, uyanık bir gruptu. tlkin pek başarılı ola­
madılar, çünkü kral bu tavizler karşılığında aldığı parayı on­
lardan istiyordu ve sert tedbirler başka güçlerle kavgaya yol
açabilirdi. Ama İngiliz Tüccar Serüvenciler diretti ve 1543'te
Venedikliler ayrıcalıklarını kaybettiler; altı yıl sonra da Han­
se Ligası krala şöyle şikayette bulunuyordu : " . . . Çok eski za­
manlardan beri bu Hanse tüccarlarına bağışlandığı halde ve
aynı bağış . . . majesteniz tarafından yenilenip vaad edildiği ,
adı geçen tüccarlara ve mallarına hiçbir haraç, vergi, azla
ödeme konmayacağı söylendiği halde . . . bütün bunlara kar­
şın Londra kassarları ve keskicileri lehine . . . öyle ferman çık­
tı ve öyle uygulanıyor ki hiçbir Hanse tüccarı, malını kaybet­
mek korkusundan İngiltere diyarına ham ve kesilmemiş ku­
maş getirmeye cesaret edemiyor. "
Hanse İngiltere'den yapağı alıp Flandr'da ve Almanya'da
kumaş yaptırdığı için, büyüyen İngiliz yünlü dokuma en­
düstrisi de İngiliz Tüccar Serüvencilerine destek oldu . İn­
giliz dokumacılarıyla İngiliz Tüccar Serüvenciler birleşin­
ce (Kral'ın bakanı olan dokumacı Gresham'ın da yardımıy-

91
la) davayı kazandılar. Alman Hanse'ının arıcalıkları gitgide
kısıtlandı ve 1 59 7'de, Steelyard'da, bir zamanların kudretli
Hanse'ının Londra şubesi nihayet kapatıldı.
Tarlasını sürmek isteyen köylü , zanaatına devam etmek
isteyen esnaf ve ticaret yapmak -barış içinde- isteyen tüccar,
sürüyle mahalli yönetmelik yerine tek bir geniş yönetmelik,
kargaşalık yerine birlik getirecek güçlü bir merkezi hükü­
metin kurulmasını istiyorlardı. Ulusallığa yol açan çeşitli da­
valardan bir ulusçuluk duygusu oluştu. Jeanne d'Arc'ın ha­
yatı, mücadelesi ve ölümünde bu açıkça görülür. Fransa'da
feodal lordlar özellikle güçlüydü ve İngiltere'yle Yüz Yıl Sa­
vaşları sırasında en güçlüleri olan Burgonya Dükü İngiltere
ile ittiak kurarak Fransa Kralına büyük kayıplar verdirmiş­
ti. Burgonya'nın Fransa'nın bir parçası olmasını isteyen Je­
anne d'Arc, düke şöyle bir mektup yazmıştı: "Jeanne sizin . . .
Fransa Kralıyla uzun, doğru ve güvenli bir barış yapmanızı
istiyor. . . bütün üreğimle, kutsal Fransa Krallığına karşı sa­
vaşmamanızı rica ediyorum. "
Jeanne, Fransız ordusuna Fransızlık duygusu v e inancı
vererek, yüreklendirerek, kralın davasını bütün Fransızların
davası haline getirerek, herkesi Fransa'nın davası için kendi­
si kadar anatik olmaya çağırarak vatanına hizmet etti. Jean­
ne'ın "bir damla Fransız kanı döküldüğünü gördüm mü saç­
larım diken diken oluyor" gibi sözler söylediğini işiten, feo­
dal bir lord hizmetindeki bir asker, lordunun ötesine bakı­
yor ve Fransa'ya, Vatan'ına bağlılığını düşünüyordu. Böylece
ulusçuluk bölgeciliğin yerini aldı ve birleşik bir krallığın ba­
şında güçlü bir hükümdar egemenliği çağı başladı.
Bemard Shaw'un, Jeanne d'Arc üzerine değerli oyunu Sa­
int ]oan'da, bu yükselen ulusçuluk ruhunun etkileri üzeri­
ne bir bölüm vardır. Bir İngiliz din adamıyla bir İngiliz feo­
dal lordu bir Fransız lordunun askeri yetenekleri üstüne ko­
nuşuyorlar:

92
"Rahip: Topu topu bir Fransız efendim.
"Soylu: Bir Fransız mı? Nereden kaptınız o laı? Bu Bur­
gonyalılar, Bretonlar, Pikarlar ve Gaskonlar artık kendileri­
ne Fransız demeye mi başladılar, bizimkilerin İngiliz demesi
gibi? Sahiden de Fransa veya İngiltere'nin memleketleri ol­
duğunu söylüyorlar. Onların memleketleri ! Bu düşünce bi­
çimi moda olursa sen, ben ne olacağız?
"Rahip: Niçin efendim? Bize ne zararı olur?
"Soylu: İnsanlar iki efendiye birden hizmet edemezler. Dil­
lerine doladıkları bu vatana hizmet lakırdısı tutarsa, feodal
lordlann otoritesine de elveda, kilisenin otoritesine de. "
Uzak görüşlü soylu şüphesiz haklıydı. Hükümdarın kar­
şısında kalan tek güçlü rakip kiliseydi ve ikisinin çatışma­
sı kaçınılmazdı. Ulusal krallar bir devlete iki baş düşünemi­
yorlardı. Papanın gücü de onu feodal lordlann hepsinden
daha tehlikeli kılıyordu . Papayla kral durmadan takışıyor­
lardı. Öneğin, bir yer boşalınca piskoposları kimin seçece­
ği sorusu vardı. Bu işler ii para getirdiği için konu önemliy­
di - tabii para, kiliseye vergi ödeyen büyük halk kitlelerin­
den geliyordu. Çok paraydı, kral da, papa da kendi adamları
alsın istiyorlardı. Krallar bu para getiren işleri tabii kıskanç
gözlerle seyrediyor - papanın atama yapma hakkım tartışı­
yorlardı.
Kilise dehşetli zengindi. Hesaplandığına göre bütün top­
rakların üçte biriyle yarısı arasında bir kısmının sahibiydi
-yine de ulusal hükümete vergi ödemeye yanaşmıyordu .
Kralların paraya ihtiyacı vardı , zaten muazzam olan, dur­
madan da artan kilise servetinin vergilendirilmesi, devle­
tin yürü tme masrafına katkıda bulunması gerektiğini dü­
şünüyorlardı.
Kavganın bir başka nedeni de bazı davaların normal
mahkemede değil , kilise mahkemelerinde yargılanmasıy­
dı. Çok zaman da kilise mahkemesinin kararı kral mahke-

93
mesi kararma aykırı oluyordu . Ceza ve kealet olarak öde­
necek paraları devletin mi, yoksa kilisenin mi alacağı soru­
nu da önemliydi.
Sonra bir de, papanın bir ülkenin içişlerine karışmayı ken­
dine hak bilmesinden doğan sürtüşmeler vardı. Kilise böyle­
ce hükümdara politik rakip de oluyordu .
Şu halde ortada, kralın uyruklarının uyrukluğunu bölen,
toprak ve para olarak büük servete sahip ulus-üstü bir güç
vardı; onun mülklerinin geliri , kralın hazinesine akacağı
yerde Roma'ya ganimet olarak gidiyordu. Papaya karşı mu­
haleetinde kral yalnız da değildi. Papa Vlll. Boniace ken­
disi 1 296'da şöyle yazıyordu : "Dünyev1 kesiminin dini sınıa
düşmanlığı modem zamanların deneyleriyle de açıkça peki­
şen çok eski bir geleneğe dayanır. "
Kilisenin yığınla suistimalini görmemek elde değildi. Ki­
lisenin vaız verirken söylediğiyle yaptıkları arasındaki uçu­
rumu en aptal insan bile görebilirdi. Ne kadar eğri olursa ol­
sun para elde etmek için her yola başvurması herkesin gün­
delik konusuydu. Sonradan Papa 11. Pius olan Eneas Silvius
şöyle yazıyordu: "Roma'da parasız hiçbir şey elde edilemez. "
Chaucer zamanında yaşayan Pierre Perchoiere ise şöyle di­
yordu: "Kilise parası yoksullara harcanmıyor, papazın kendi
gözde yeğenlerine, akrabalarına gidiyor. "
Ondördüncü üzyıldan bir trubadur şarkısı kilisenin te­
peden aşağıya bütün sınılarına karşı beslenen duyguları di­
le getirir.

Papa kutsal emanetine ihanet eder,


Çünkü zengin hemen gözüne girer,
Yoksul için her şy aslan ağzındadır.
Koca koca sevetleri yığar, düzer,
Yoksul halkı koyun gibi güder,
Kendisi sırmalar içinde rahatındadır . . .

94
Saygıdeğer kardinallerin de yoktur farkı,
lster sabahın seheri olsun, ister akşam vakti,
Önüne geleni dolandımak için,
Hesap kitapla dolmuştur hayatlan. . .
Piskoposlanmız da benzer günahlar içinde,
Acımasızca derilerini yüzmede,
Hali vakti yerinde bütün papazlann.
Bastınrsın mührünü parasını verince,
Her yazıya, ne olursa olsun içinde.
Ancak Tann geçer önüne soygunlannın . . .
Bir de bütün rahipler, küçük papazlar,
Hepsi dediklerinin tersini yaparlar,
Bir gün uymaz dedikleri, yaptıklanna . . .
Çünkü bilgili, bilgisiz işleri güçleri,
Ticarete çevirmektir bütün ayinleri,
Ayinin kutsal kurbanı da içinde. . .
Çektikleri çilenin gösterişi boldur,
Bütün keşişlerle Jrerlerde,
Ama uydumalann en boşu da budur.
Oysa evlerinde yaşadıklan hayattan
Kat kat iyidir durumları, yeminlerinin,
Ve bütün devişlik uydurmalannın rağmına.

Martin Luther 1 5 1 7'de "Doksan Beş Tez"i Wittenberg ki­


lisesine çivilemeden yüzyıllar önce , kilisenin rezaletleri ve
suistimalleri herkesin bildiği bir konuydu . Protestan reor­
mundan önce de dini reormcular vardı. O halde Batı Kato­
lik kilisesindeki bölünme ve tek evrensel kilise yerine ulu­
sal kiliselerin kuruluşu niçin daha önce değil de bu zaman­
da oldu?
Önceki dini reormcuların Luther, Calvin ve Knox'dan
ayrılan yanları dinden başka şeylerde de reorma kalkışma
yanlışlığını yapmalarıydı. lngiltere'de Wyclife Köylü Ayak-

95
lanmasının manevi önderiydi. Bohemya'da Hus ise sadece
Roma'yı protesto etmekle yetinmemiş, soyluların iktidarı­
nı ve ayrıcalıklarını tehdit eden komünistçe bir köylü hare­
keti yaratmıştı. Dolayısıyla bu hareketler karşılarında yal­
nız kilisei değil, dünyevi otoriteleri de buldular ve böyle­
ce ezildiler. Luther ile onu izleyen dini reormcular ise teh­
likeli eşitlikçi öğretiler ileri sürerek egemen sınıfların des­
teğini kaybetmediler. Luther radikal değildi. Ezilenlerle bir­
leşip başarı şansını berbat etmeye hiç niyeti yoktu . Tersine,
reformuna başladıktan kısa bir süre sonra biraz da , kendi
öğretisinin etkisiyle geniş çapta bir köylü ayaklanması Al­
manya'da patlak verince isyanın bastırılmasına yardımcı ol­
du . Kiliseye karşı başkaldıran bu adam, "her zaman başkal­
dırmaı mahkum edenlerin yanında ve başkaldırmaya yol
açanların karşısında olacağım" diyebiliyordu . Kilise yöneti­
mine karşı bu kadar ökelenen bu reormcu , "Tanrı ne ka­
dar kötü olursa olsun ayak takımının isyan etmesine göz
yummaz" diyebiliyordu . 1 5 2S'te ayaklanan köylüler " lsa
bütün insanları özgür yaptı" diye bağırırken Luther şu ü­
reklendirici sözlerle soyluları onları yok etmeye çağırıyor­
du: "Bir isyancıyı öldüren . . . haklı olanı yapar. . . Onun için
gücü yeten vursun, boğsun ya da hançerlesin . . . gizli ya da
açık açık. . . bu kavgada ölürseniz şehit sayılırsınız , çünkü
ölümün en şerefli biçimi budur. "
Şu halde Luther'in başarısının bir nedeni, ayrıcalık sahi­
bi olanları yerinden etmeye çalışma yanlışını yapmamasıy­
dı. Reormun bu zamanda olmasının bir başka nedeni, Lut­
her, Calvin ve Knox'un kendilerini izleyenlere söyledikle­
ri sözlerin gelişen ulusçuluk çağında ulusçu duygulara hi­
tap eden sözler olmasıydı. Roma'ya karşı bu dini muhale­
fet, gelişen ulusal devlet çıkarlarıyla çakıştığı için başarı
şansı büüktü .
Papalık otoritesine karşı ulusal devlet mücadelesinin git-

96
gide keskinleştiği bu dönemde Luther'in "Alman Soylula­
rına Hitab"ı prensler için şu sevindirici öğütü içeriyordu :
"Madem ki Tanrı dünyevi iktidarı kötülerin cezalandırıl­
ması ve iyilerin korunması için yetkili kılmıştır, şu halde
bu iktidar bütün Hıristiyanlık dünyasında görevini yapma­
lı, papa, piskopos, rahip, keşiş, rahibe ayırmadan, her suç­
luya eşit derecede vurmalıdır. " Bu görevin bir parçasının da
yabancı denetiminden kurtulmak olduğu kurnazca dile ge­
tirilip, kilisenin toprakları ve hazinelerine el koymak oldu­
ğu da ima ediliyor. Bu sonuncusu çok önemli. "Kimileri sa­
nıyor ki her yıl üç yüz bin altın Almanya'dan Roma'ya bo­
şu boşuna gönderiliyor. . . Çok eskiden Alman imparator ve
prensleri papanın Alman mülklerinden yıllık gelir alması­
na izin vermişlerdi; bu miktar her mülkten ilk yılın geliri­
nin yarısıdır . . . ve bu gelirler utanç verici şekilde suistimal
edildiğine göre . . . onlar (prensler) topraklarının ve halkla­
rının böyle haksızca ve insafsızca soyulup mahvedilmesi­
ne rıza göstermemelidirler; bir imparatorluk ya da ulus ya­
sasıyla bu gelirleri ülke içinde tutmalı, ya da büsbütün ilga
etmelidirler. "
Bir grup insana , kendi ülkelerinde yetkilerine meydan
okuyan güçlü bir yabancıdan kurtulmanın hak değil, üste­
lik görev olduğunu söyleyin; o insan grubunun gözlerinin
önünde, o yabancının büyük servetini, kovulduğu zaman el­
de edilecek bir ödül olarak sallandırın - kan gövdeyi götü­
rür. Ama Protestan reormu geldiği anda, gelmese bile kilise
yine nüuzu kaybedecekti. Aslında kilise, büyük yararlılığı­
nın azalması anlamında zaten nüuzunu kaybetmişti. Eski­
den kilise Tanrı barışını kabul ettirerek toplumu feodal sa­
vaşlardan kurtarıp ferahlatacak kadar güçlüydü , ama şimdi
kral bu başbelası kavgaları durdurmakta daha başarılı olu­
yordu; eskiden kilise eğitimi tamamen denetlerdi, oysa şim­
di tüccarların kurduğu bağımsız okullar vardı; eskiden kili-

97
se yasası egemenken şimdi ticat toplumun ihtiyaçlarına da­
ha iyi uyan eski Roma hukuku canlandırılmıştı; eskiden yal­
nız kilise devlet işlerini yürütebilecek, eğitim görmüş insan­
ları yetiştirirken, şimdi hükümdar ticart pratik içinde yetiş­
miş, ülkenin ticaret ve endüstrisinin ihtiyaçlarını çok ii an­
layan yeni bir sınıftan insanlara güvenebiliyordu.
Bu yeni insanlar, bu yükselen orta sınıf, çağdışı feodal sis­
temin daha azla gelişmelerine ayak bağı olduğunu seziyor­
du . Yükselen orta sınıf, bu sistemin müstahkem mevkii olan
Katolik kilisesinin ilerlemeye engel olduğunu anlıyordu . Ki­
lise feodal düzeni saldırılara karşı koruyordu; kendisi de fe­
odal yapının önemli bir parçasıydı; feodal bir lord olarak
toprağın üçte birine sahipti ve ülkenin servetinin büyük bir
kısmını emiyordu. Yükselen orta sınıfın feodalizmi her ülke­
de ayn ayn silmeden önce merkezi örgüte, kiliseye karşı sal­
dırıya geçmesi gerekiyordu . O da öyle yaptı.
Bu mücadele dini bir görünüş altında yürüdü. Adına Pro­
testan Reormu dendi. Özünde, yükselen orta sınıfın feoda­
lizme karşı ilk önemli savaşıydı.

98
8
"ZENGİN ADM ... "

Birleşik Devletler Başkanı 3 1 Ocak l 934'te öğleden sonra


saat 3 . l O'da bir dolardaki altın tanelerinin 25 8/l O'dan 1 5
5/2 l'e indirilmesini emreden bir bildiriyi imzalarken eski
bir İspanyol geleneğini sürdürüyordu . Bu anı zamanda es­
ki bir İngiliz, Fransız ve Alman geleneğiydi de. Para değeri­
nin düşürülmesi çok eski bir adettir. Midas gibi dokunduk­
larını altın yapmak isteip de beceremeyen Ortaçağ kralları
para kazanmanın başka bir yolu olarak paranın değerini dü­
şürürlerdi.
Başkan Roosevelt doların altın içeriğini düşürmekle asıl i­
yatları yükseltmeyi amaçlıyordu. Para değerindeki bu düşme­
nin Birleşik Devletler Hazinesi'ne 2. 790.000.000 dolar kar ge­
tirmesi olayın tali yanıydı. Ama Ortaçağ krallarının başlıca
amacı kar etmekti. Fiyatları yükseltmek istemiyorlardı, ama
devalüasyon yüzünden iyatlar nasıl olsa yükseliyordu.
Para değerinin düşmesi ne demektir, hükümdara nasıl do­
laysız bir kar sağlar ve iyatlar düzeyini yükseltir?
Para değerinin düşmesi sadece madeni paralardaki al­
tın ve gümüş miktarının azalması demektir. Kral eski gü-

99
müş sikkeye değersiz madenler katarak iki sikke çıkarınca
eski gümüş para yerine iki sikke kazanmış oluyordu . No­
minal değer hala aynıydı, paraya hala aynı ad veriliyordu ,
ama değeri yarı yarıya düşmüş oluyordu . Bir somun ekme­
ğe karşılık oniki yumurta veriliyor olsaydı, altı yumurta ve­
rince adına hala düzine deseniz bile aynı somunu alamazsı­
nız . Anı şekilde, değeri düşmüş paranızla da eskisi kadar
çok şey alamazsınız. Daha az gümüş verince , alacağınız ek­
mek somunu da daha küçük olur. Dolaşımdaki sikkelerin
değeri madeni içeriklerinin değerine bağımlıydı, onun için
bir sikkede altın veya gümüş miktarı ne kadar azalsa, aynı
adı taşısa bile , paranın değeri de o kadar düşerdi. Bir para­
nın değerinin daha az olduğunu söylemek de aslında alım
gücünün az olduğunu söylemektir. Başka bir söyleyişle, i­
yatlar yükselir.
Şüphesiz kralların bütün gördüğü , paranın değerinin düş­
mesinin onlara dolaysız bir kar sağlayacağıydı. Para değeri
azla hızlı değişince ticaretin zarara uğraması; iyatlar yük­
selince yoksulların ve sabit gelirlilerin sıkıntıya düşmesi -
bunlar kral için belki azla önemli değildi, ama urukların­
dan bazıları için son derece önemliydi. Çoğu insan, hatta çok
kez kral kendisi de para değerinin düşmesiyle iyatlardaki ar­
tış arasındaki bağlantıyı göremiyordu, ama görenler de var­
dı. Ekim 1 358'le Mart 1 360 arasında Fransa'da gümüş para
değerinde on yedi kere değişiklik olmuştu. Çağdaş bir Paris­
li şöyle yazıyordu: "Altın ve gümüş paranın aşın oranlan yü­
zünden yiyecek maddelerinde, metalarda ve herkesin tüketi­
mi için zorunlu ihtiyaç maddelerinde öyle bir iyat artışı ol­
du ki basit insanlar geçim yolu bulamıyorlar. "
1377'de Lisieux piskoposu olan Nicholas Oresme para üs­
tüne yazdığı ünlü kitapta krala geçici olarak yararı doku­
nan devalüasyonun aslında halkı aldatmak demek olduğu­
nu söylüyordu : "Buğday, şarap ve başka daha az önemli şey-

1 00
lerin ölçüleri kralın mühürüyle damgalanır ve bunlarda hi­
le yapan kimse ahlaksız bir sahtekar olarak görülür. Aynı şe­
kilde bir sikkenin üstündeki yazılar da paranın ağırlık ve ni­
teliğinin doğruluğunu gösterir. O halde kendi mühürünü
taşıyan paranın ağırlığını ya da inceliğini bozan bir hüküm­
dara kim inanabilir? . . Bence paradan doğal yararlan dışında
yarar sağlamanın üç yolu vardır. Bunların birincisi değiştir­
me sanatı, kambiyodur. İkincisi tefecilik, üçüncüsü de para­
ı değiştirmektir. Birincisi adi, ikincisi kötü , üçüncüsü da­
ha da kötüdür. "
Dört yüz yıl kadar sonra yazan bir İngiliz, Richard Can­
tillon, sikkedeki değer düşmesinin iyatlara etkisini güzel­
ce özetledi: "Bütün tarih göstermektedir ki hükümdarlar pa­
ranın değerini düşürüp nominal değerini muhaaza ettikle­
ri zaman bütün hammaddeler ve mamuller paranın düşmesi
oranında bir iyat artışına uğrarlar. "
Kopemik adını herhalde dünyanın güneş çevresinde dön­
düğü teorisini 1 530'da ilk kez ortaya atan büyük bilim ada­
mı olarak işitmişsinizdir. Ama Kopemik aynı zamanda, para
üzerine de incelemeler yapmıştı. Memleketi Polonya'nın para
sisteminin değiştirilmesini önermişti. Değişik paraların tica­
rete engel olduğunu görmüş, yığınla küçük barona para bas­
ma izni verileceğine tek ve birleşik bir para sistemine gidil­
mesini öğütlemişti; en çok da devalüasyon yapılmaması ge­
reğini savunuyordu: "Krallıkların, cumhuriyetlerin çökmesi­
ne yol açan çeşitli belalar vardır ama kanımca bunların baş­
lıcaları dört tanedir: Kavga, salgın, verimsiz toprak ve para­
nın bozulması. " Paranın bozulmasına karşı çıkışın ana ge­
rekçelerini de Oresme özetler: "Bir hükümdarın ülkesindeki
paranın sabit bir değeri olmayıp günden güne dalgalanması­
na izin vermesi bir rezalettir, ayıptır . . . Bu değişmeler yüzün­
den insanlar altın ya da gümüş sikkenin değerini bilemiyor,
mallan için olduğu kadar para için de pazarlık ediyorlar, oy-

1 01
sa bu paranın tabiatına aykırı; çok kesin olması gereken şey
kesinsiz, belirsiz . . . böyle değişmeler, bozulmalar sonucu bir
ülkede altın ve gümüş miktarı azalır, ne kadar tedbir alınırsa
alınsın daha değerli oldukları yerlere akarlar. . . Onun için pa­
ra değeri düşürülen ülkelerde paranın hammaddesi azalır . . .
Aynca, değişme ve bozulma yüzünden başka ülkelerden tüc-
carlar güzel mallarını getirmez olurlar . . . çünkü o ülkede kötü
paranın dolaşımda olduğunu bilirler. . . Üstelik, bu değişimle-
rin yeraldığı ülkenin kendisinde bile mal dolaşımı öylesine
alt üst olur ki tüccarlarla zanaatkarlar birbirlerine karşı nasıl
davranacaklarını bilemezler. "
Kralın danışmanları devalüasyon sonuçlarından endişe­
lenirlerdi. Onlar ticaretin yolunda olmasını istiyor, tüccar
ve bankerlerin başka ülkelere altın ve gümüş ihraç etme­
siyle zaten yetersiz olan maden stoklarının daha da azalma­
sından hoşlanmıyorlardı. Yoksullar iyat dalgalanmalarının
kurbanıdır genellikle, çünkü zaten çalışmaktan başını kal­
dırıp kendini koruyacak zamanı ve imkanı yoktur. Oysa pa­
ra işinin içinde olup durumu bilenler servetlerini koruma­
nın yolunu bulur, hatta böyle zamanlarda kar bile ederler.
Birçok ülke , ticaretin gelişmesi aşamasında o kadar önemli
olan altın ve gümüşün ihracına karşı ard arda yasalar çıkar­
dılar. 14 77'de lngiltere'de böyle bir yasa kabul edildi: "Mü­
tevefa Kral Altıncı Henry'nin saltanatının ikinci yılında ya­
pılan Kararnameye göre başka şeyler arasında altın ve gü­
müşün ihracı da yasaklanmıştı. . . Bu yasaya ve aynı konu­
ya ilişkin başka yasa ve kararnamelere aykırı olarak altın
ve gümüş para ve bu ülkenin altın ve gümüşünden yapılma
kap-kacak mal olarak bu memleketten çıkarılmakta ve bu
da acele çare bulunmazsa adı geçen memleketin yoksullaş­
masına ve adı geçen memleketin hazinesinin mahvına yol
açmaktadır . . . Hiç kimse bu memleket sikke ve parasını ya
da başka ülkelerin, diyarların paralarını ve altın kap, tabak,

1 02
tepsi ya da mücevheri, ya da gümüşü , kral ruhsatı olmaksı­
zın dışarı çıkarmayacaktır. "
Krallar sadece olan altın ve gümüşü ülke içinde tutmaya
çalışmakla kalmıyor, madencilere özel ayrıcalıklar vererek
olan miktarı çoğaltmaya da bakıyorlardı. "Ülkemizde açıl­
mış ve açılacak madenlerde çalışan bütün madenciler, usta
ve işçiler. . . madenleri kendi paralarıyla istedikleri gibi açıp
işletebilirler; hiç kimse, ne dini ve dünyevi lordlar, ne tüc­
carlar, ne de adı geçen madenlerde hakkı olduğunu iddia
eden memurlarımız onlara karışamaz , engel olamaz, onları
herhangi bir şekilde rahatsız edemez . "
Altın v e gümüşün ticari gelişme için b u kadar önemli ol­
duğu bu dönemde, ticari büyüme kendisi bu madenlerin
muazzam yataklarının keşine yol açtı, bu keşif de ticare­
tin yeniden büyümesini sağladı. Bugün, dört yüz yıllık bir
perspektiften, Kolomb'un keşini daha iyi değerlendirebili­
yoruz; ama onbeşinci yüzyılın insanları Kolomb'u Hint Ada­
ları'nı keşfedemediği için başarısız saymışlardı. Ancak onal­
tıncı yüzyılda Meksika ve Peru'dan lspanya'ya gümüş akma­
ya başlayınca keşinin değeri anlaşıldı.
Mallar binlerce mil boyunca, dağlardan, çöllerden, deve ,
at ve katır üstünde götürülürse; yolun bir kısmında insan
sırtında taşınırsa; yol boyunca namussuz kabilelerin saldır­
ması tehlikesi varsa, okyanusta öldürücü kasırgalar ve katil
korsanlar tehlikesi varsa; her iki yolda da orada burada çe­
şitli hükümetler durmadan yüksek vergiler alıyorlarsa; va­
rılan son limanda mallar, orada bu işin tekelini almış olan,
dolayısıyla da zaten yüksek olan iyata esaslı bir kar koyabi­
len bir grup tüccara satılıyorsa - bu malların iyatları ateş pa­
hası olacaktır. Onbeşinci yüzılın gözde Doğu mallarının i­
yatları da işte bu durumdaydı. Doğu baharatı, değerli taşları,
ilaçları, parümleri ve ipekleri Venedik gemilerinin yük bek­
lediği limanlara eriştiğinde epey pahalı oluyorlardı; Vene-

1 03
dikliler bunlan Avrupa içindeki başlıca dağıtıcılar olan Gü­
ney Almanya şehirlerinin tüccarlarına satınca iyatlar gökle­
re erişiyordu .
Başka ülkelerin tüccarları Doğu ticaretinin muazzam kar­
larının yalnız Venediklilere gitmesinden memnun değiller­
di - onlar da pay istiyorlardı. Doğu mallanndan çok para ya­
pılacağını biliyorlardı, ama Venedik tekelini kaldıramıyor­
lardı. Doğu Akdeniz Venedik gölü haline gelmişti, yapılacak
bir şey de yoktu orada.
Ama Hindistan'a Venedik denetiminde olmayan bir yol­
dan erişmek denenebilirdi. İtalyan denizcilerinin ilk olarak
onüçüncü yüzyılda kullandıkları pusula şimdi pusula kartı­
na yerleştirilebildiği için; usturlapla Ekvatora olan uzaklık
anlaşılabildiği için, İtalyan denizcileri kulaktan dolma, ha­
yalı bilgiler yerine somut gözleme dayanan haritalar yapma­
ya başlayabildiği için; artık kıı kıyı gitme zorunluğu orta­
dan kalkmıştı. Belki, insanlar gerekli cesareti gösterebilirler­
se, Doğu'ya, o baharat ve mücevher hazinesine yeni bir yol
bulunabilirdi.
Gemiler kahramanca her yöne açılıyorlardı. Kolomb'un
batı seferi bu yolculuklardan sadece bir tanesiydi. Başka yü­
rekli gemiciler bir kuzey-doğu yolu bulma umuduyla Ark­
tik Denizi'ne yönelmişlerdi. Başkaları Arika sahili boyunca
güneye gidiyorlardı. Sonunda, l 497'de Vasco de Gama bir
güney-doğu yolculuğunda Arika kıtasını dönmüş, l 498'de
Hindistan'da, Kalikut limanında demir atmıştı. Hindistan'a
deniz yolu keşfedilmişti.
Bu , başka yönlerin arıştırılmasına gerek kalmadığı anla­
mına mı gelirdi? Hiç bile. Kolomb tekrar tekrar denedi -
Amerika kıtası olan engeli aşmak için birkaç kere yola çıktı.
Batı yoluna açılıp aynı engelle karşılaşan öteki denizcilerin
kimi kuzeye, kimi güneye saparak aradı durdu . . . 1 609'da bi­
le Henry Hudson hala Doğu yolunu arıyordu.

14
Ararlardı tabii. Doğu yolunda para vardı - dünya kadar.
Vasco de Gama'nın ilk Hindistan yolculuğunda kar yüzde
6.000 olmuştu ! Başka gemilerin de aynı tehlikeli -ama kar­
lı- yolculuğu yapmasına hiç şaşmamalıydı. Ticaret düzensiz
atılımlarla büyüyordu . Venedik eskiden Mısır Sultanı'ndan
yılda 420.000 libre karabiber satın alırdı, oysa şimdi Porte­
kiz'e dönen bir tek geminin ambarında 200.000 libre karabi­
ber vardı ! Eski Doğu yolunu Türkler'in ele geçirmiş olması
artık önemli değildi; Umut Bumu'nu dolaşarak Doğu'ya git­
mek tüccarları Türklerin iyi niyetine ve Venediklilerin te­
kellerine bağımlı olmaktan kurtarmıştı.
Ticaretin yönü ve yolları değişmişti artık. Eskiden Vene­
dik'le Güney Almanya şehirlerinin coğrai konumu onla­
rı batılarındaki ülkelerden daha avantajlı kılmışken, şimdi
Atlas Okyanusunda kıısı bulunan ülkeler avantajlı olmuş­
tu . Venedik ve ticaret bakımından ona bağlı olan şehirler ar­
tık ticaretin ana yolundan uzak kalmışlardı. Eskiden ticare­
tin anayolu olan, şimdi ara sokak olmuştu . Yeni ana yol At­
las Okyanusuydu ve Portekiz, İspanya, Hollanda , İngiltere
ve Fransa ticai üstünlüğü ele geçirmişlerdi.
Tarihin bu dönemi haklı olarak "Ticari Devrim" diye ad­
landırılır. Görmüş olduğumuz gibi sürekli ve düzenli bir şe­
kilde büyüyen ticaret şimdi dev adımlan atıyordu. Girişken
tüccarların karşısında yalnız eski Avrupa ile Asya'nın bazı
kısımlan değil, yepyeni dünyalar olan Amerika ve Afrika da
vardı. Ticaret artık nehirlerle , Akdeniz ve Baltık gibi kapa­
lı denizlerle sınırlanmamıştı. Eskiden "uluslararası ticaret"
denince Asya'nın bir kısmıyla Avrupa'nın ticareti anlaşılırdı,
oysa şimdi bu deyim dört kıtadan meydana gelen, anayolla­
n da okyanuslar olan çok daha geniş bir alanı anlatıyordu.
Keşiler Batı Arupa'nın bütün iktisadı hayatında muhteşem
bir yayılma dönemine yol açtılar. Pazarın gelişmesi her za­
man iktisadı etkinliği hızlandıran başlıca etki olmuştur. Bu

1 05
dönemdeki pazar gelişmesi bu zamana kadar eşi görülme­
miş çapta bir olaydı. Alışveriş yapılacak yeni yerler, kendi
ülkenizin ürünlerini satacak yeni pazarlar, yurda geri geti­
recek yeni mallar - son derece bulaşıcı, teşvik edici bir ha­
reketti bu ve yoğun ticari etkinliğe, yeni keşilere, buluşlara,
yayılmalara yol açtı.
Tehlikeli ama heyecanlı -çok da karlı- fırsatları değer­
lendirmek için ticari şirketler kuruldu . Yeni ticaret şirket­
lerinden en eski ve en ünlülerinden birinin adına bakın ye­
ter: "Yeni ülkelerin, bölgelerin, adaların ve bilinmeyen yer­
lerin keşfedilmesi için Tüccar Serüvenciler Şirketi ve Lon­
cası." Bu , kendi başına az şey değildi. Ama bu ad da hepsini
göstermiyor. Çünkü "keşif' bir kere yapılınca, kaleler kuru­
luyor, "menzil"i bekleyecek bir ganizon yerleştiriliyor, yer­
lilerle anlaşmalara girişiliyor, bir yandan ticaret yürüyor, ya­
bancıları işin içine sokmamanın çareleri araştırılıyordu - ge­
mi yapmak veya almak, taya bulmak, belirsiz, tehlikeli yol­
culuk için iyeceği ve donatımı sağlamak gibi uzun ve mas­
ralı ön çalışmalar da cabası.
Bütün bunlar para demekti , çok para . Hiçbir kişinin
böyle tehlikeli bir işe tek başına yatıramayacağı kadar çok
para.
Eski tarz ticaret ve ticaret yollarına göre kurulmuş ticari
birliklerin bilinen biçimleri yeni koşullara uymuyordu. Bi­
linmeyen ülkelerde, yabancı insanlarla, alışılmadık koşullar­
da doğru dürüst ticaret yapabilmek, yeni tip bir ticari birli­
ği gerektiriyordu ve her zaman olduğu gibi, bu talebi karşı­
layacak yeni bir tip doğdu .
Bir, iki ya da üç bireyin yapamadığını tek bir yönetimle,
tek bir birim olarak çalışan birçok birey yapabildi. Onaltın­
cı ve onyedinci yüzyıl tüccarlarının Amerika, Asya ve Arika
ile ticaret gibi, büyük bir girişimin gerektirdiği, büyük para
toplama sorununa karşı buldukları çözüm yolu anonim şir-

1 06
ket oldu . İngiltere'nin ilk anonim şirketi Tüccar Serüvenci­
ler'di. Her biri 25 paund koyan -o zamanlar için büyük pa­
raydı- 240 hisse sahibi vardı. Birçok kişiye hisse satarak bü­
yük ticaret, korsanlara karşı korunma ve kolonizasyon se­
ferleri için gerekli sermaye toplandı . Bu anonim şirketler
şimdiki büyük korporasyonların atalarıydı . Şimdi olduğu
gibi o zaman da -parası olan- herhangi bir hisse satın ala­
rak anonim şirketin ortağı olabilirdi. Korsanlık seferleri bi­
le anonim şirket tarzında yapılıyordu . Drake'in İspanyollara
karşı seferlerinden birinde Kraliçe Elizabeth bile ödünç ver­
diği birtakım gemilere karşılık hisse senedi almıştı. Bu sefe­
rin karı yüzde 4. 700 oldu ve Kraliçenin payına da 250.000
sterlin düştü !
Kraliçenin bu yağma seferiyle gizli ortaklığının pek o ka­
dar da gizli olmadığı Sevilla'dan gelen, 7 Aralık 1 569 tarih­
li şu mektuptan anlaşılmaktadır: "Bu olayın en can sıkıcı ya­
nı da Hawkins'in Kraliçenin yardımı ve gizli rızası olmaksı­
zın böylesine kalabalık ve iyi donanmış bir ilo kuramaya­
cağıdır. Bu da Kralın İngiltere Kraliçesine olağanüstü ulak
göndererek istediği antlaşmaya aykırı. Söze sadakat göster­
memek bu ulusun huyu ve alışkanlığıdır, onun için de şimdi
Kraliçe onlardan bilgisi olmadığını iddia ediyor. "
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda örgütlenen bazı şirket­
lerin adlan ticaret ya da kolonizasyon girişimlerini ya da her
ikisini birden, nerede yürüttüklerini bize gösterir. Yedi tane
"Doğu Hindistan" kumpanyası vardı, en ünlüleri de İngiliz
ve Hollanda şirketleriydi; Hollanda , Fransa, İsveç ve Dani­
marka'da örgütlenmiş dört tane "Batı Hindistan" şirketi var­
dı. "Levant" ve "Afrika" kumpanyaları da revaçtaydı; Ameri­
kalılar için özellikle ilginç olanları da "Plymouth" kumpan­
yasıyla İngiltere'de örgütlenen "Virginia" kumpanyasıdır.
Bunca pahalı ve riskli girişimleri göze alan bir şirketin
kendi hükümetinden bu ticaretle ilgili mümkün olduğu ka-

1 07
dar azla arıcalık koparmak için elinden geleni yapacağını
tahmin edersiniz . En önemlilerinden biri de tabii ticaretin
tekel hakkını almaktı. Şirket, kendi bölgesine yabancı tüc­
carların burunlarını sokmasını hiç istemiyordu . Ticarette­
ki büyük yayılmanın bu ticaret şirketlerinin cüretli öncü­
lüğünden ileri geldiği iddia edilmiştir. Şimdi tarihçiler bu­
na pek inanmıyor. Şirketlerin dışında kalıp da ticarete gir­
mek isteyen o kadar tüccar olmasının, bu kısıtlaıcı tekeller
olmasa ticaret hacminin daha da büyük olabileceğini ispat­
ladığını söylüyorlar.
Her neyse, şirketlerin öncelikle hisse sahiplerine kar sağ­
lamak için çalıştığını biliyoruz. Bunun için azla üretim ve
geniş çapta satış gerekiyorsa onları yaptılar; üretimi sınır­
lamakla kar edilen durumlarda sınırlamaya gittiler. Hollan­
dalılar: "Başka adalardaki karanil ve hindistancevizi üreti­
mini yok edip yalnız kendi denetleyebildikleri Amboyna'da
ekilmesini sağlamak için yerli yöneticilere 3 . 300 sterlin pa­
ra verdiler. . . Doğu Hindistan ticaretlerini geliştirmeye pek
meraklı değillerdi. Yüksek kar oram sağlayabilecek sınırlar
içinde tutmak istiyorlardı. "
B u belirli olayda "yüksek kar oram" ticareti geliştirmekten
çok sınırlamakla mümkün oluyordu, ama genel olarak tica­
retin gelişmesinde yüksek kar vardı. Ticaretin altın çağıydı
bu , servetler oluşuyordu - sermaye birikiyor ve bu da onye­
dinci ve onsekizinci yüzılların büyük endüstriyel genişle­
mesinin temeli olacaktı.
Tarih kitapları şu ya da bu kralın ihtiraslarını, fetihlerini,
savaşlarım uzun uzun anlatırlar. Bütün vurguladıkları yan­
lıştır. Sayalarım bu krallara aıracaklarına tahtların ardın­
da duran gerçek güçlere - yani dönemin zengin tüccar ve
maliyecilerine ayırsalar çok daha iyi olurdu . Tahtın ardın­
daki gerçek güçler onlardı çünkü , krallar her vesilede on­
ların mali yardımına başvururlardı. Onaltıncı ve onyedinci

1 08
yüzılların iki yüz yılı boyunca savaş hemen hemen hiç ek­
silmedi. Savaşın da ödenmesi gerekir. Ödeyen, parası olan
adamdı - yani tüccarlarla bankerler.
İspanyol V. Karlos'un (Şarlken) mu, yoksa Fransız I. Fran­
çois'nın mı Kusal Roma İmparatorluğu tacını giyeceği soru­
nunu çözen, büyük Alman bankası Fugger'in başı olan Al­
man bankeri jacob Fugger oldu . Taç Karlos'a 850.000 lori­
ne mal oldu, bunun 543 .000'i de Fugger'in ödünç verdiği pa­
raydı. Aldığı parayı ödeme işini ağırdan alan Karlos'a yazdığı
mektubun tonundan perde arkasında jacob Fugger'in etkisi
hakkında bir fikir edinebiliriz. Parası jacob Fugger'e muaz­
zam bir kudret sağlamasa böyle bir mektup yazmaya hiçbir
zaman cesaret edemezdi: " . . . Arıca Maj estelerinizin Acen­
telerine de büyük miktarda borç para verdik, bu paranın
büyük kısmını da bizim dostlardan ödünç almamız gerek­
ti. Majestelerinizin benim yardımım olmaksızın Roma Tacı­
nı kazanmayacağınız bilinen bir şeydir, bunu Majestelerini­
zin Acentelerinin kendi elleriyle yazdıkları belgelerde de is­
patlayabilirim. Bu olayda kendi çıkanını düşünmedim. (Siz
buna kesinlikle inanmayın ! ) Çünkü o zaman bana önerildiği
gibi Austurya Hanedanını bırakıp Fransa'ya yardım edecek
olsaydım çok para ve mal kazanırdım. Majestenizin ve Avus­
turya Hanedanının böyle bir durumda ne kadar zararlı çıka­
cağını Maj esteleriniz gayet iyi bilirsiniz. "
Onaltıncı yüzyılda bir yerine Fugger'in gölgesi bulaşma­
yan neredeyse hiçbir önemli olay olmadı. Onbeşinci üzıl­
da baharat alışverişiyle uğraşan ünlü bir ticaret şirketi ola­
rak işe başlamışlardı. Ama bankerlikte servet yaptılar. Baş­
ka tüccarlarla, krallara, prenslere borç para verdiler ve karşı­
lığında madenlerden, ticai girişimlerden, kraliyet toprakla­
rından, gelir getiren hemen her çeşit teşebbüsten gelir sağla­
dılar. Paralar ödenemeince arazilere, madenlere, toprakla­
ra -rehin olarak ne konulmuşsa- sahip oldular. Papanın bi-

1 09
le Fugger'lere borcu vardı. Her yerde şubeleri, acenteleri var­
dı. 1 546'nın Fugger bilançosu Alman imparatorundan, An­
twerp şehrinden, İngiltere ve Portekiz krallarından ve Hol­
landa kraliçesinden alacaklı olduklarını gösterir. O yıl için
sermayeleri beş milyon guldendi. Bu çağı alanca kralın sal­
tanatı değil de Fuggerler Çağı olarak adlandıracak tarihçi
gerçeğe çok daha azla yaklaşmış olur.
Fugger'ler çağın en önemli maliyecileriydiler ama nere­
deyse onlar kadar büyük başkaları da var. Bir başka Alman
bankası olan Welser, V. Karl'a 143 . 000 lorin vermişti; onla­
rın da ticari teşebbüslerde, madenlerde, topraklarda büyük
yatırımları vardı. Hochstetler, Haug, lmhof, hepsi anı çe­
şit tüccar bankacı - işletmeci işini yürütüyorlardı. Bu döne­
min İtalyan maliyecileri arasında Frescobaldi, Gualterotti ve
Strozzi büyük olma yolundaydılar. Bir iki yüzyıl önce başta
gelen adlar Peruzzi ve Medici idi. Mali ve ticari etkinlik öl­
çeğinde muazzam artışı ölçmenin en iyi yolu bu iki büyük
bankacı ailelerin servetlerini Fugger'lerle karşılaştırmaktır.

" 1 546-Fugger'ler 40.000. 000 dolar


1440-Medici'ler 7 . 500.000 dolar
1 300-Peruzzi'ler 800.000 dolar"

Bütün bu mali ve ticari etkinliğin merkezi Antwerp'di. Ti­


caret akımı Akdeniz'den Atlas Okyanusu'na kaınca bir za­
manın büyük İtalyan şehirleri yıkıldı ve Antwerp onların ye­
rini aldı. Bu şehri büyük yapan boyu posu değildi - topu to­
pu 100.000 kişi nüusu vardı. Her çeşit kısıtlamadan özgür
oluşuydu. Ortaçağın öteki şehirleri yabancı tüccarların ken­
di kapıları içinde iş yapmasını güçleştirirken Antwerp kolla­
rını açıp bağrına basıyordu . Gerçekten serbest bir uluslara­
rası iş merkeziydi - herkes orada ticaret yapabilirdi ve her­
kes orada ticaret yapıyordu. Tüccarların, simsarların, ban­
kerlerin iş yapmak üzere toplandıkları hükümet binasının

110
duvarlarında "Her ulus ve dilden tüccarlara açık" ibaresi ya­
zılıydı. Dünyanın her yerinden tüccarlar da bu daveti kabul
etmişti. İngiliz kumaşçılığının merkezi Antwerp'di, ayrıca
Doğu baharatının en önemli merkezi de burasıydı. Venedik­
liler baharat ticaretinin tekelini Portekizlilere kaptırmışlar­
dı. Portekizliler de bu işi hemen tamamen Antwerp'den yü­
rütüyorlardı. Son derece önemli bir etkinlik gelişmişti bu­
rada - ticaret ve endüstrinin nasıl dev adımlarla ilerlediğini
gösteriyordu bu . Alıcıya verilecek bütün malları elde bulun­
durmak yerine modern simsar ve komisyoncu ortaya çık­
mıştı. Sadece standart bir numune göstererek mallarını satı­
yordu. Ticaret üzerindeki kısıtlamaların geçici bir süre için
kaldırılmasıyla önem kazanmış olan panayırlar her zaman
serbest olan pazardan ölüm darbesini yediler. Modern mü­
badele eski pazarı yok etmişti.
Antwerp'in bu kadar önemli bir ticaret merkezi olması ay­
nı zamanda başlıca mali merkez olmasına da yol açtı. Bü­
yük Alman ve İtalyan bankal:rının ana depoları buraday­
dı ve para alışverişi asıl ticaretten bile daha önemli bir hale
gelmişti. İşte bu sıralarda Antwerp'de modern maliye araçla­
rı gündelik kullanıma girdi. Günün bankerleri mal mübade­
lesinde ödemenin çabuk ve kolay olması için yollar ve araç­
lar buldular. Bir ülkeden, örneğin İngiltere'den bir tüccar,
uzak bir ülkeden, diyelim ltalya'dan bir tüccardan mal alın­
ca nasıl ödemede bulunacak? İngiliz, ltalyan'a altın ve gü­
müş mü gönderecek? Bu hem tehlikeli, hem de pahalı. Al­
tını böyle göndermeye gerek bırakmayan bir kredi sistemi­
nin bulunması gerekiyordu. Bu durumda İngiliz'in ltalyan'a
borcunu ödemek için mallar karşılığında ona şu kadar borç­
lu olduğunu söyleyen bir kağıt imzalaması kararlaştırıldı .
Sonra, bir başka alışverişte belki de bir başka İtalyan bir baş­
ka lngiliz'den alıp borçlanmış ve o da lngiliz'e borcunu ka­
bul eden bir kağıt göndermişti. O zaman, merkezi bir banka-

111
dan iki borç iptal edilebilirdi - Ingiltere'den ltalya'ya ve ltal­
ya'dan Ingiltere'ye para göndermeye gerek kalmadan. Böy­
le bir sistem yüzyıllar önce kuruldu. Onaltıncı üzyıldan bir
yazar şöyle anlatıyor: "Adı geçen ülkelerin Lyons (Antwerp
gibi bir mali merkez) ve başka ülkelerle şehirlerin tüccarla­
rı arasında ödemelerine gelince bunun büyük kısmı kağıt
üstünde olur. Yani, bir yandan sen bana borçlusundm, bir
yandan da ben sana borçluyumdm; hepsini iptal eder, ödeşi­
riz; ve adı geçen ödemeler için hemen hiç para kullanılmaz . "
Para aktarımı yapılmaksızın iş yapma mucizesini Cantil­
lon da açıklıyor: "İngiltere Fransa'ya 1 00 . 000 ons gümüş
borçluysa , Fransa Hollanda'ya ve Hollanda da Ingiltere'ye
100.000'er ons borçluysa, bu üç toplam, üç devletin banker­
leri arasında bir yerden öbür yere gümüş göndermeye ihti­
yaç kalmadan ödeşilir. "
Bütün b u bilgiler kendi başlarına önemli değil . Önem­
li olan, genişleyen ticaretin ihtiyaçlarım karşılamak için ge­
rekli mali mekanizmanın onaltıncı yüzyılda tüccarlar ve
bankacılar tarafından hazırlanmış olmasıdır. Şüphesiz o za­
mandan bei de değişen koşullan karşılayacak daha yeni ve
daha iyi yöntemler de eklendi, ama yüzlerce yıl önce temel
oradaydı.
Sömürecek yeni ülkeler açıldıkça, ticaret öne atılıp tüc­
carlarla bankacılar zenginleştikçe, bu Fugger'ler çağının tari­
he insanlığın reahı ve mutluluğunun altın çağı olarak geçe­
ceğini düşünebilirsiniz. Ama öyle düşünürseniz yanılırsınız.

112
9
" ...YOSUL ADM,
DİLENEN ADAM, HIRSIZ"

Fugger'ler Çağı aynı zamanda Dilenciler Çağıydı. Onaltın­


cı ve onyedinci yüzyıldaki dilencilerin sayısını veren rakam­
lar insanı hayrete düşürür. 1 630'larda Paris nüusunun dört­
te biri dilenciydi, taşra yörelerindeki sayıları da bir bu ka­
dar vardı; lngiltere'de durum eşit derecede kötüydü ; Hol­
landa'da dilenci kaynıyordu ve onaltıncı yüzyılda lsviçre'de
"evlerini kuşatan ya da yollarda, ormanlarda çeteler halin­
de dolaşan dilencilerden kurtulmanın başka yolu kalmayın­
ca zenginler bu seil heimtlosen'e (yersiz yurtsuzlar) karşı av
partilerine bile giriştiler. "
Azınlık için büyük reah döneminde kitlelerdeki bu yay­
gın perişanlığın açıklaması nedir? Her zamanki gibi ne­
denlerden biri savaştı . Çoğu kişi Dünya Savaşı'nın 1 9 14-
1 9 1 8'in, Avrupa'nın savaş gören bölgelerinde felaket ve sea­
let getirmekte yeni bir aşamaya ulaştığını sanır. Ama bu dö­
nemin savaşları daha da yıkıcıydı - Almanya'daki Otuz Yıl
Savaşları ( 1 6 1 8- 1 648) kadar büyük bir felaket belki de hiç­
bir zaman yaşanmamıştır. "Toplam nüusun üçte ikisi ka­
yıptı, kalanların sealeti de içler acısıydı. Ülkedeki köylerin

113
altıda beşi yok edilmişti. Palatinate'de bir köyün iki yıl sü­
re içinde yirmi sekiz kere talan edildiğini okuyoruz. Sakson­
ya'da kurt sürüleri dolaşıyordu, çünkü kuzeyde toprağın üç­
te birinde ekim durmuştu. "
Ş u halde halkın yoğun sealet ve acılarının bir nedeni sa­
vaştı. Bir nedeni daha vardı: Amerika. Dilenciler Çağı'nı ya­
ratmakta Yeni Dünya'nın da dolaylı ama önemli bir payı ol­
du. Nasıl?
İngiltere , Hollanda ve Fransa tüccarları ticarette muaz­
zam servetler yaparken İspanyollar hazinelerindeki para­
yı artırmanın daha basit bir yolunu bulmuşlardı. Kaşile­
ri Hint Adalarına varıp ticari karlar getirmeyi başaramamış­
lardı ama Kuzey ve Güney Amerika kıtalarına çıkmışlardı.
Ve Mesika ile Peru'da çok değerli altın ve gümüş madenle­
ri vardı - kapanın elinde kalıyordu . İspanyol kalyonlarının
ambarları satılacak mallarla değil, altın ve gümüşle doluydu ,
özellikle de gümüşle. Saksonya ve Avusturya'daki maden­
ler büyük miktarda gümüş çıkarıyorlardı ama bu Yeni Dün­
ya'daki topraklarından İspanya'ya akan sevetin yanında pek
küçük kalırdı. 1 545 ile 1 600 arasında geçen elli beş ıl için
Amerikan madenlerinden yılda 2.000.000 sterlin ekleniyor­
du. Ve bir maden kurur gibi olurken yeni bir tanesi keşfedi­
liyor, akış azalmıyordu . 1 500 ile 1 520 arasındaki dönemde
İspanya darphanesinde 45 .000 kilo gümüş sikke basılmıştı;
ama 1 545 ile 1 560 arasındaki on beş yıllık dönemde üretim
altı katına, 270.000 kiloya yükseldi; 1 580 ile 1 600 arasında­
ki yirmi ılda ise üretim 340.000 kiloya fırlayarak 1 520'de­
kinin neredeyse sekiz katı oldu .
Amerika'dan İspanya'ya gelen bu muazzam miktarda gü­
müş İspanya'da kaldı mı? Hayır. Girdiği hızla çıkarak Av­
rupa'daki dolaşıma katıldı. İspanya kralları aptalca savaş­
lardan birini bitirip ötekini başlatıyorlardı - levazım ve as­
ker için de nakdi ödeme yapıyorlardı. İspanyollar sattıkla-

1 14
rından çok mal alıyorlardı -gümüşü yiyemezlerdi- ve pa­
raları ellerinden akıp onlara satış yapan tüccarların ceple­
rine doluyordu .

Yıl ispanya daphanesinden çıkan gümüş


1 500- 1 5 20 (45 .000)
1 545- 1 560 (270.000)
1 580- 1 600 (340 .000)

Avrupa'ya bu görülmedik gümüş akışının sonucu ne ol­


du ? Fiyatlarda akılları durdurucu yükselişlere yol açtı. Şu
malda, bu malda bir iki kuruş değil, her şeyin iyatı azlasıyla
arttı. Son bin yıllık dünya tarihi boyunca ancak üç dört kere
benzerine rastlanan bir ihtilal oldu iyatlarda. 1 600'de iyat­
lar 1 500'dekinden iki kat azlaydılar, l 700'de daha da yük­
selmişlerdi - iyat ihtilali başlamazdan öncekinin üç buçuk
katından azla.
Değeri düşürülmüş sikkenin nasıl para değerini düşürdü­
ğünü , ya da başka bir açıdan bakıldığında iyatlaı yükseltti­
ğini görmüştük. Dolaşımdaki para miktarının artması da ay­
nı sonucu verir. Para da insanların ihtiyaç duydukları her­
hangi bir şeye benzer ve sınırsız bir para stoku çok olduğu
için iktisadi bir değeri yoktur - karşılığında bir şey ödeme­
miz gerekmez. Suyu alıp satmayı aklımıza getirmeyiz, ama
kurak, sıcak ülkelerde, çöllerde su satılır çünkü talebe göre
stok sınırlıdır. Mübadele yöntemi olarak takasın kullanıldığı
bir dönemde şarap hasatı iyi, buğday hasatı da kötü olsaydı,
bir adamın aynı buğday miktarını almak için daha azla şarap
vermek zorunda kalacağını tahmin ederdik. Para için de ay­
nı ilke geçerlidir. Mübadele edildiği şeylere göre bollaşırsa, o
şeylere göre değeri düşer - bu da, fiyatların artması demektir.
Para değeri düşerse iyatlar yükselir, para değeri yükselirse i­
yatlar düşer. Bu değişiklik dolaşımdaki paranın görece bollu­
ğu veya kıtlığına göre ortaya çıkar.

115
İşte böylece değerli madenlerin Avrupa'ya akışı sonucun­
da iyatlar fırladı -hem de nasıl ! - ve şu sözler halkın günde­
lik konusu haline geldi: "Eskiden, şimdi verdiğinizin dörtte
birine alırdınız tereyağını. Yumurta derseniz, neredeyse be­
davaya gelirdi. Ne günlermiş onlar ! "
Amerikan hazineleri ilkin lspanya'ya geliyordu , fiyatlar­
daki ırlayış da ilk orada belli oluyordu . 1 536'da İspanya ve
Portekiz'i gezen Hollandalı Nicolas Cleynaerts'in soluğu ke­
silmiştir oradaki iyatlar karşısında. Berber parası öyle yük­
sekti ki evine şu eğlenceli mektubu yazdı: "Salamanka'da tı­
raş olmak için yarım real vermek gerekiyor ki bu da niçin İs­
panya'da Flandr'da olduğundan daha azla sakallı adam gö­
rüldüğünü açıklar herhalde. "
Amerikan gümüşü İspanya yoluyla Avrupa'ya yayıldık­
tan sonra Flandr'dan gelen bu turisti bu kadar şaşırtan iyat­
lar her ülkede görülmeye başlandı. Ortalama insan durumu
açıklayamıyordu. Fiyat ihtilalinin kendi yaşadığı bölgeye öz­
gü bulunmayıp evrensel olduğunu bilmiyordu . Homurdanı­
yor, sebep arıyor, şu ya da bu adamın açgözlülüğüne bağlı­
yordu . Onaltıncı yüzılda yazılmış 1ngiltere Ülkesinin Serveti
Üzerine Görüşler adlı bir kitapta yazar çiftçinin iyat yüksek­
liğinden toprak sahipleri sınıfının talep ettiği yüksek rant­
ları sorumlu tuttuğunu , şövalyenin ise yüksek rantlara çift­
lik ürünlerine azla iyat istenmesinin yol açtığını söylediği­
ni anlatır:
"Çftçi: Bence bu pahalılık sizin yüzünüzden, çünkü öy­
le yüksek rant istiyorsunuz ki toprağınızı kiralayan adamın
yaşamak için pahalıya satması gerek . . . yoksa rantı çıkarama­
yacaklar.
"Şövalye: Biz de siz çiftçiler yüzünden rantı yükseltmek
zorunda kalıyoruz, çünkü sizden aldığımız her şeyi pahalıya
alıyoruz; tahıl, sığır, kaz, domuz, horoz, tavuk, tereyağı, yu­
murta. Bu 8 yıldır sattığınızdan yarım misli pahalıya satma-

116
lığınız bir şey var mı bunların arasında? Herkes hatırlar ki 8
yıl önce bu şehirde en ii domuz veya kazı, 4 peniye alırdım,
oysa şimdi 8 peniye alıyorum; bir horoz 8 veya 4 peni, piliç
1 peni, tavuk 2 peniydi, şimdi hepsi iki misli. Koun eti, sı­
ğır eti de hep aynı. "
Şüphesiz o dönemde de Ortaçağın iktisadi olaylarını sade­
ce insanın günahkarlığı açısından ele alma huyundan vaz­
geçen bazı düşünürler vardı. jean Bodin ve Cantillon gibi­
leri iyat artışlarının ardında "iyi" ya da "kötü " kimseler­
den etkilenmeyen kişiliksiz yasanın zoru olduğunu anlıyor­
lardı. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısında Bodin şöyle yazı­
yordu : "Gördüğümüz pahalılığın üç nedenden ileri geldiği­
ni sanıyorum. Başlıca ve belki de tek neden (kimse buna de­
ğinmedi henüz) altın ve gümüşün bolluğudur; bunlar bu­
gün bu krallıkta, son 400 yıl boyunca olduklarından daha
azladırlar . . . "
Bodin büyük eserlerini yazdıktan kısa bir süre sonra al­
tın ve gümüş akını ile iyat yükselmesi arasında bir bağlantı
bulunduğu konusu başkalarının da kaalarım kurcalamaya
başladı. lngiltere Mülkünün Çürümesi Üzerine Bir ln cel me'yi
1 60 l 'de yazan tüccar Gerard De Malynes şöyle diyordu: " . . .
para bolluğu genellikle malları pahalılaştırır, para kıtlığı da
aynı şekilde malları ucuzlatır. . . Şu halde paranın bolluğu ve­
ya kıtlığına göre mallar genellikle pahalanır veya ucuzlar ve
son zamanlarda batı Hint Adalarından Hıristiyan dünyasına
akan para ve değerli maden bolluğu her şeyin pahalanması­
na yol açmıştır. "
Onaltıncı v e onyedinci yüzyıllarda hararetle tartışılan ko­
nu Cantillon'a göre onsekizinci yüzyılda herkesin bildiği bir
şey olmuştu: "Altın ve gümüş madenleri bulunur. . . bunlar­
dan büyük miktarda maden çıkarılırsa . . . bütün bu para, is­
ter borç verilsin, ister harcansın, dolaşıma katılır ve katıldığı
bütün dolaşım kanallarında ürünlerin ve malların iyatları-

117
m yükseltir . . . Herkesin bildiği gibi paranın bollaşması. . . her
şeyin iyatını yükseltir. Son iki yüzyılda Amerika'dan Avru­
pa'ya getirilen para miktarı bu deneyin doğruluğunu pekiş­
tirmektedir. "
Böyle bir iyat yükselişinin sonuçları nelerdir? Kim kar­
lı, kim zararlı çıkar? Kazananlar tüccarlardı. Masrafları ar­
tarken, yatırımlardan geri aldıkları da azlalaşmıştı. Aldıkla­
rına daha azla ödüyorlardı, ama sattıklarına da her zaman­
kinden azla iyat koyuyorlardı. Kazanan bir başka grup da
harcamaları sabit kalıp ürünlerinin iyatı yükselenlerdi - es­
kiden kararlaştırılmış bir sözleşmeyle uzun süreli toprak ki­
ralayıp şimdi yağı, yumurtayı, buğday ve arpaı yüksek iya­
ta satabilenler.
Öte yandan, bazı gruplar da iyat devriminden kötü dar­
be yemişlerdi. Örneğin hükümetler iki yakayı bir araya ge­
tirmekte bayağı güçlük çekiyorlardı. Gelirleri sabitti, oy­
sa masraları durmadan artıyordu . Bu , ulusal devletin ya­
vaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı bir değişim dönemiydi -
hükümetin mali örgütlenmesi de köhnemişti, yeni koşulla­
ra uygun değildi. Yavaş yavaş değişiyordu ama yer yer kötü
gıcırdıyordu - fiyat devrimi de güçlüklere güçlük katmış­
tı. Parasızlık derdi kralı büsbütün yükselen paralılar sını­
fının kucağına itti, bu sıralarda krallardan yeni yeni taviz­
ler koparıldı. Bu dönemin, burjuvaziye artan politik kud­
ret getiren devrimleri böylece iyatlardaki devrimle sıkı sı­
kı bağlantıydı.
Ücretli işçilerin de durumu kötüleşti. Fiyatların yüksel­
mesi hemen hemen her zaman ücretlerin de yükselmesi de­
mektir, onun sonunda her şeyin denkleşmesi beklenebilir.
Ama öyle değildi işte, bir bit yeniği vardı bu işin içinde. O da
şuydu : Ücretler hiçbir zaman iyatlar kadar yükselmez. Üc­
reti artırmak için mücadele gerekir. Direnişle karşılaşan bi­
linçli kitle eylemiyle ücret yükseltilir, oysa iyatlar pazar iş-

118
lemleriyle kendiliğinden yükselir. İşçilerin güçtü durumu .
Onbeşinci üzyılın sonunda Fransa'da bir işçinin gündelik
ücreti 4,3 kilogram et almaya yetiyordu , ama bir yüzyıl son­
ra ancak 1 ,8 kilo alabilirdi; öteki dönemde dört ranka ala­
bildiği bir hektolitre buğday sonraki dönemde yirmi ranka
alınamıyordu . Rogers'in hesabına göre l 495'te lngiltere'de
bir köylü on beş hafta çalışarak evin yıllık ihtiyacını sağla­
yabiliyordu , ama 1 6 1 0'a gelindiğinde yılın her haftası ça­
lışmakla bile aynı miktarı satın alamıyordu ! Ve " 1 6 1 0'da . . .
Rutland'da bir zanaatkar, l 495'te bir zanaatkarın o n hafta
çalışarak kazandığını kazanmak için kırk üç hafta çalışmak
zorundaydı. " Çalışan adam bu durumda ya kemerini sıkmalı
ya artan maliyetleri karşılayacak ücret artışını sağlamak için
savaşmalı, ya da dilenci olmalıydı. Fiyat devriminin sonun­
da üçü de oldu.
Sıkıntı çeken bir başka grup da sabit nakdi geliri olanlar,
rantier sınıfıydı. Bunlar yıllık maaş, emeklilik veya aiz ora­
nı sabit bonolarla geçinirdi. Örneğin, ondördüncü yüzyılın
sonunda, ömür boyu bir yıllık maaş için yatırım yapan Miss
Reynerses'in durumu:
"Halberstadt şehrinin biz Şehremini, Konseyi ve lonca yö­
neticileri. . . bize ödemiş bulunduğu beş lodige mark karşılı­
ğında . . . dindar bakire Aleheyde Renerses'e yılda yarım lo­
dige marklık bir rank sattığımızı bildiririz. "
Belki Miss Reynerses yaşlılığında rahat etmek için b u yıl­
lık ranta bel bağlamıştı. Pekala akla yakın bir şey. Ama bu
iyatların yükselmesi döneminde yaşasaydı aç kalmak talih­
sizliğine uğrardı, çünkü geliri sabit kalır (onun durumunda
yılda yarım lodige mark) ama bu parayla alabileceği her şe­
yin iyatı artmış olur, onun için de pek azla şey alamazdı.
Nominal geliri değişmez ama gerçek geliri azalırdı. Fiyatla­
rın yükselme döneminde sabit gelirlilerin başına her zaman
gelir bu durum.

119
Yine, topraktan sabit geliri olanlar da darbe yemişlerdi.
Toprak tasarruu için nakdi rant döneminin nasıl gelenek­
sel hizmetlerin yerini aldığını hatırlarsınız . Fiyat devrimi
patlak verene kadar bu durum toprak beylerinin işine gel­
mişti. O zaman eski düşük rantı alırken yeni yüksek iyatla­
rı ödemek zorunda kaldılar. İyice sıkışmışlardı. Ne yapabi­
lirlerdi? Kralların el koyduğu kilise topraklarını satın alarak
ya da bağış olarak sahiplenen lordlar ve zenginler rantlar sa­
bit kalırken fiyatların yükselmesi olgusu karşısında ne yapa­
bilirlerdi? Topraktan daha azla para çıkarmak zorundaydı­
lar. Ama nasıl?
İki yol vardı: Rant yükseltme ya da çevirme . .
Çevirme bütün Avrupa'da, ama özellikle İngiltere'de uy­
gulandı . llk bölümde anlatılan açık-tarla sistemini hatır­
larsınız. İsraa yol açtığı için kötü bir sistemdi. llerici, uya­
nık, girişken çiftçi kendi hızını belirleyemediği, yeni deney­
ler yapamadığı, komşu tarladakilerin tmpo'suna uymak zo­
runda kaldığı için de kötüydü . Birkaç bön, akılsız çiftçi bü­
tün bir köyün ilerlemesini durdurabiliyordu . Onun için ba­
zı yerlerde tarla dilimleri değiş tokuş edilmiş, onun bunun
tarlası arasında darmadağın olmuş otuz dönüm toprağı ba­
zı çiftçiler altışar yedişer dönümlük dört beş büyük parça­
da toplamışlardı. Talihli ya da akıllı bir çiftçi bütün dilimle­
ri "çözüp" toprağını tek parçada toplamayı da başarabiliyor­
du. O zaman yapılacak şey tarlaı ya da tarlaları bir çitle çe­
virmekti. Bir zaman açık olan tarla böylece çevrilmiş oluyor­
du - yani, çit çekiliyordu çevresine. Yeni İngiltere'de (New
England) gezdinizse her çiftçinin tarlasını çeviren taş duvar­
ları görmüşsünüzdür; eski İngiltere' de, taşın kolay bulundu­
ğu yerde taştan duvar da yapıyorlardı; taş bulunmayan yer­
de de tarlaların çevresine çit çekiyorlardı. Toprakta çiftçili­
ğin devam ettiği bu tipten çevirmeler kimseye zarar verme­
miş, hatta tarımın gelişmesine yol açmıştı. Kimsenin buna

1 20
itirazı yoktu, onun için zengin çiftçi gibi yoksulu da tarlası­
nı çeiriyor ve yararını görüyordu.
Ama bir de binlerce insanın başına çorap ören başka çe­
şitten bir çevirme vardı. Bu, koyun yetiştirmek için yapılan
çeirmeydi. Yün iyatları yükseldiği için (lngiltere'nin başlı­
ca ihracatı yündü) lordların çoğu topraklarını çiftlikten ko­
yun otlağına döndürmekle daha azla para kazanabilecekle­
rini gördüler. Bu iş iyat devriminden önce olmuştu , ama ar­
tan iyatlar da süreci kamçıladı ve daha çok sayıda lord ko­
yun yetiştirmek amacıyla topraklarını çevirdi. Bu , lordun
daha azla para kazanması demekti ama, anı zamanda çev­
rilen toprakta çalışan çiftçilerin işlerini ve geçimlerini kay­
betmeleri de demekti. Koyun yetiştirmek için, çiftlikte çalı­
şandan daha az insana ihtiyaç vardır. Fazlalık olanlar şim­
di yersiz yurtsuz kalmışlardı. Çoğu zaman lordların yekpa­
re büücek bir otlak için yoldaki kiracıları kovmaları gereki­
yordu . Ve kovuyorlardı - onun için de birçok yoksul insan
geçim imkanını kaybediyordu . O dönemde yazıp çizenlerin
acı feryatları otlak için çevirmenin yoksul çiftçilerin başına
ne dertler açtığını bize gösteriyor.
Bazen de, lord sadece merayı çeviriyordu . Tabii bu da
yoksul kiracının hayvanlarını otlatacak yer bulamaması­
na, bu da sealete düşmesine yol açıyordu . Kiracıların hiç
söz hakkı yok muydu bu işte? Adalete başuramazlar mıy­
dı? Evet, vurabilirlerdi. Ama adalete başvurmak her zaman
zengin için daha kolaydır, çünkü para ondadır ve yoksul ki­
şi çok kez kazanabileceği davada da sonuna kadar mücade­
le etme imkanını bulamaz . Parası olan lord davayı sürdü­
rebilir, kiracıların yorulup vazgeçmelerini bekleyebilirdi;
sonra onların topraklarını da satın alıp çevirdiği kısma ka­
tabilirdi. Wootton Basset çiftçilerinin "Mera Haklarının Ge­
ri Verilmesi İçin" Avam Kamarası'na dilekçeleri bu hikaye­
yi anlatır.

121
"Adı geçen Şehrin Şehremini ve Serbest Kiracılarının . . .
her çeşit hayvanın beslenmesi için serbest meraları vardı. . .
Sir Francis Engleield adında biri. . . adı geçen çayırı çevirdi. . .
Onlardan daha güçlü olduğu için bu iş çok sürdü , adı geçen
serbest kiracılar yasa yolundan daha azla dayatacak takat
bulamadılar; çünkü serbest kiracılardan john Rous adında
biri mahkemede sürünmekten bütün toprağını satmak zo­
runda kaldı (500 sterlin değerindeydi) ve başka birçokları
da böyle para kaybettiler. Şimdiye kadar kullanageldiğimiz
meradan kovulduk ve ardımızda tek karış odağımız yok. . .
Öylesine yoksullaştık ki Tanrı siz Saygıdeğer Meclis üyeleri­
nin yüreğini yumuşatıp bizimle ilgilenmezseniz ve bu hakkı
yeniden kullanabilmemiz için . . . "

(Burada yirmi üç imza var.)

"Daha azlası da imzalayabilirdi, ama bazılarının malikane


!orduyla anlaşmaları var, bu anlaşmaları bozmaktan korku­
yorlar, çünkü o zaman geçim yolları hiç kalmayacak. . . Böy­
le olmasa onlar da imza atarlardı. "
Çevirme yalnız koyun otlatmak için yapılmıyordu . Çünkü
büyük bir çiftliği işletmek bir sürü küçük çiftliği işletmek­
ten daha kolay ve daha ucuzdu ve malikane lordları daha iyi
ürün yetiştirmek için de çevirme yoluna gidiyorlardı. Lor­
dun istediği tarla dilimlerinin talihsiz kiracıları da çok geç­
meden evsiz barksızların sıklaşan salarına katılıyordu.
Çoğunluğumuz bu dönemin çevirme olayım ahiş ranttan
daha iyi tanırız, oysa asıl önemlisi bu ikincisidir. Toprak rant­
ları ve yeni bir kiracının bir toprağı kiraladığı zaman ödediği
vergiler az çok sabitti. Gelenekle ayarlanmışlardı - zaten geç­
mişte gelenek kanun kuvvetindeydi. Ama fiyat derimi top­
raktan daha azla para çıkarmayı zounlu kılalı beri, lordlar
geçmişte köylünün korunağı olan geleneğe de kulak asmaz

1 22
olmuşlardı. Kiracının kontratı bitince, eski kontrat koşulla­
rına göre yenilemek yerine lord rantı öylesine yükseltiyor­
du ki, kiracı genellikle bu parayı ödeyemiyor ve toprağı bı­
rakıyordu . Bu, kontratlıların başına gelendi. Ama çoğu köy­
lünün kontratı bile yoktu (kontrat giderek önem kazanacak­
tı) . Bunlar toprağı "lordun kayıtlarında yazılı olan" malikane
adetine göre kiralamış durumdaydılar. Ne yazık ki, malika­
ne adeti denen şey köylülerin çoğunluğu için lordun dilediği
anda istediği şey demekti ve lordun her şeyden azla istediği
de ya topraktan daha azla para çıkarmak ya da toprağı daha
azla para verecek birine kiralamaktı. Kiracıyı defetmek için
mümkün olan her çareye başvuruluyordu. Lorddaki kaıtlar
el değiştirdiğinde -sözgelişi aile reisinin ölümü üstüne- her
zamanki vergii ödeyerek toprakta tasarruunu sürdüreceği­
ni düşünen oğul verginin eskisi kadar az olmadığını görüyor­
du. Lord vergii öyle bir yükseltiyordu ki köylü paraı ödeye­
miyor, eski haklarından vazgeçmek zorunda kalıyordu. O za­
man lord toprağı ya satıyor, ya da yeni rant rayicine göre öde­
mei göze alan birine kiralıyordu .
Whibty halkının 1 553'te verdikleri bir dilekçe rantın ve
vergilerin nasıl arttığını gösteriyor:

ESK1 ANT EN1 ANT ve ERG1


"Henry Russell'dan 42 s. 1 1 1/2 d. 87 s. 3 d. 66 s. 8 d.
Thomas Robynson'dan 12 s. 1 1 1/2 d. 40 s. 7 d. 33 s. 4 d.
Thomas Coward'dan 14 s. 9 d. 31 s. 2 s. 6 d.
William Walker'dan 7 s. 3 d. 17 s. 5 s.
Robert Barker'dan 14 s. 6 d. 30 s. 2 s. S d. "

Piskopos Latimer, VI . Edward'ın nedimleri önünde verdi­


ği bir vaızda her şeyi olduğu gibi anlatma cesaretini göster­
mişti: "Siz toprak beyleri, siz rant yükseltenler . . . siz doğaya
aykırı lordlar, mülkünüzden aşırı yıllık gelir sağlıyorsunuz.
Çünkü eskiden yılda yirmi ile kırka giden (bu da bir başka

1 23
insanın alnının terinden bedava sağlanacak yeterli paradır)
şimdi yılda elli ile üze kiralanıyor."
Açgözlü toprak beylerini suçlayan yalnız Latimer değil­
di. O dönemin başka konuşmacı ve yazarları da çevirmeye,
ahiş ranta, yüksek vergiye ve muazzam serseriler ve dilen­
ciler ordusunun sayısını kabartmak üzere kiracılarını ko­
valayan lordlara şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bu sıralarda ya­
yımlanan Toprak Beyleri lçin Yaka n da şunları görüyoruz:
'

"Yürekten yakarırız ki onlar (dünyadaki topraklara , mera­


lara, konutlara sahip olanlar) evlerin veya topraklarının ki­
ralarını arttırmasınlar, haksız vergiler ve gelirler sağlama­
sınlar . . . onlara da inayetini göster ki yeterli olanla yetinsin­
ler, evle evi , tarlayla tarlayı birleştirip başkalarını yoksul­
laştırmasınlar . . . "
Ama yakanlara karşın toprak beyleri çevirmeye ve rant
yükseltmeye devam ettiler. Koca köyler ıssız kaldı, yerlerin­
den edilen halk yollarda aç kaldı, dilendi ya da hırsızlık etti.
Yakandan azlası da denendi. Yasalar çıkarıldı. Krallar ger­
çekten endişeliydi . Köylerin terk edilmesini önlemek isti­
yorlardı. Korkularının bir nedeni ordunun köylülerden ve
küçük mülk sahibi sınıflardan meydana gelmesiydi. Ayrı­
ca, geçimleri ellerinden koparılan bu köylüler vergi öderler
ve kraliyetin başlıca gelir kaynaklarından birini oluşturur­
lardı. Üstelik bu gezginci dilenci çeteleri de gerçek bir tehli­
ke haline geliyorlardı - yakıp yıkıyor, çitleri söküyor, ayak­
lanıyorlardı. Onun için çevirmeye karşı yasalar çıkarıldı - il­
ki l 489'daydı, ötekiler de onaltıncı yüzıl boyunca ard arda
çıktı. Ama böyle sık yasa çıkarılması da bunların güçsüz ol­
duğunu , umursanmadığını gösterir, yoksa tekrarlanmaları­
na gerek kalmazdı. Bazı çok kötü tutumlar geriletildi , ama
mahalli toprak beylerinin aynı zamanda mahalli yargıç ol­
dukları yerlerde yasaların pek azla geçerli olamayacağı bel­
liydi. llginçtir ki köylüler çevirmeye karşı ayaklandıkların-

1 24
da yasayı onlar bozmuyorlardı - toprak beyleriydi yasayı bo­
zanlar. Ama bu , köylü ayaklanmalarına karşı sert tedbirler
alınmadığı anlamına gelmez. Alındı. Her zaman alınır.
Bu dönemde önemli bir değişime dikkat etmek gerekir.
Toprağın, üzerinde harcanan emek miktarına göre önem­
li olduğu yolundaki eski düşünce ortadan kalkmıştı; tica­
retle endüstrinin gelişmesi ve iyatlardaki devrim parayı in­
sanlar için daha önemli yapmıştı ve toprak da artık bir gelir
kaynağı olarak görülüyordu . İnsanlar toprağa da genel ola­
rak mülkiyete baktıkları gözle bakmaya alışmışlardı - pa­
ra yapmak amacıyla alıp satan spekülatörlerin oyuncağı ol­
muştu toprak.
Çevirme hareketi büyük acılara yol açmıştı , ama tarımı
geliştirme imkanlarını da genişletti. Kapitalizm de , endüs­
tri işçilerine ihtiyaç duyduğu zaman, artık hayatlarını ka­
zanabilmek için iş güçlerinden başka satacak bir şeyleri
kalmayan, toprağından sürülmüş talihsizler stokundan da
adam aldı.

1 25
10
İŞÇİ ARANIYOR - İKİ YAŞINDAKİLER
BAŞURABİLİR

Pazarın genişlemesi. Bu deyimi tekrar tekrar söyleyin. Zih­


ninize silinmeyen şekilde çakın. Bildiğimiz şekliyle kapita­
list endüstriyi yeryüzüne getiren güçleri anlamamızın anah­
tarı budur.
Küçük ve dengeli bir pazar için, üreticinin, işyerine ge­
lip sipariş veren bir müşteriye eşya yaptığı bir pazar için
mal üretmek bambaşka bir şeydir. Esnaf loncası kurulu­
şu küçük mahalli pazara uygun bir kuruluştu ; pazar ulusal
ve uluslararası olunca lonca buna uymaz oldu . Mahalli za­
naatkar bir şehrin zanaatını anlayabiliyor, ürütebiliyordu ,
ama dünya ticareti apayrı bir sorundu . Pazarın genişleme­
si, işçilerin yaptığı malları üzlerce ya da binlerce mil öte­
de olan tüketicilere eriştirme görevini yüklenen aracı tipi­
ni ortaya çıkardı.
Lonca ustası zanaatkar sadece mal üreten bir kişi değildi.
Bundan ayrı dört işlei daha vardı. Tek başına beş kişilik iş
yapıyordu. Kullandığı hammaddeyi arayıp bulduğu, pazarlı­
ğını yapıp satın aldığı oranda, bir tüccardı. Yanında çalışan
kala ve çıraklar olduğu için, bir işverendi. Onların çalışma-

1 26
sını denetlerken, bir ormendi; bitmiş malı tezgahta tüketi­
ciye sattığı için bir dükkancıydı.
Aracı geldi. Bunun üstüne zanaatkar ustanın beş işlevi üçe
indi - işçi, işveren, ormen. Tüccarlık ve dükkancılık artık
onun işi değildir. Aracı hammaddeleri getirir ve tamamlan­
mış ürünleri toplar. Şimdi onunla müşteri arasında aracı yer
almaktadır. Zanaatkar ustanın işi artık sadece hammaddeler
gelir gelmez mallan yapmaktır.
Aracının kendi sağladığı malzemeyi birtakım zanaatkarla­
ra vererek kendi evlerinde yaptırmasına "eve iş verme" sis­
temi denir. Şuna dikkat gerekir ki, üretim tekniği sözkonusu
olduğu sürece eve iş verme sistemi lonca sisteminden ark­
lı değildi. Zanaatkar usta ve yardımcıları evde aynı araçlarla
çalışıyorlardı. Ama üretim yöntemi aynı kaldığı halde, mal­
ların pazarlanması yeni bir temele, aracının tüccarlık yap­
ması temeline göre düzenlenmişti.
Aracı üretim tekniğini etkilemiyordu , ama mal çıktısını
artıracak şekilde yeniden örgütlemişti bu tekniği. Uzman­
laşmanın avantaj larını görmekte de gecikmedi . Onyedin­
ci yüzyılın ünlü iktisatçılarından William Petty, aracının
yürürlüğe koyduğunu yazısına koymuştu : "Biri eğirir, öte­
ki büker, öbürü dokur, beriki çeker, bir başkası da ütüle­
yip paketlerse, kumaş, bütün bu sayılan işlemlerin aynı elle
yapılması durumunda olduğundan daha ucuza mal olmalı­
dır. " Belli bir ürünü ortaya çıkarmak için çok sayıda insana
iş verirseniz , aralarında iş bölümü yapabilirsiniz . Her işçi­
nin yapacağı özel bir iş vardır. Aynı işi tekrar tekrar yaparak
o işin uzmanı olur. Bu , zamandan tasarruu sağlar ve üreti­
mi hızlandırır. Genişleyen pazarın ihtiyaçlarını karşılamak
için başka değişiklikler de gereklidir. Girişken aracının dü­
şündüğü budur.
Ama loncacı böyle düşünmüyordu . İmalatlarının ve o özel
ürünlerinin satışının tekeli konusunda loncaların ne kadar

1 27
kıskanç olduğunu hatırlarsınız. "Haklarını" öyle sıkı göze­
tirlerdi ki Glasgow Makinistler Korporasyonu'nun james
Watt'ın buhar makinesi modeli üstüne çalışmalarını önle­
meye uğraştığı bile söylenir - Korporasyon üyesi olmadığı
için ! Şu ya da bu ürünün yapımının sırf kendi tekellerinde
bir ayrıcalık olduğuna inanmaya nicedir alışmış lonca üyele­
rinin, eski tarzı değiştirmeye kalkışan aracının yaptıklaına
karşı feryadı basacakları bellidir. Loncada gelenek egemen­
di. Eski yöntemler, eski pazar, eski tekel, her zamanki gibi
iş - buydu çoğu loncaların istediği. Ama bu da uyanık, giriş­
ken aracının istediğine uymuyordu . Talebin gitgide arttığı
bir dönemde gelenekle uğraşacak vakti yoktu . Eski yöntem­
leri değiştirmek, yeni pazara uymak, eski lonca tekelleriyle
mücadele etmek istiyordu. Sayısız kuralları ve yönetmelik­
leriyle lonca kuruluşunun modası geçmiş, günü dolmuştu -
endüstrinin daha azla gelişmesine ayak bağı oluyordu . Yı­
kılması gerekti. Yıkıldı.
Hemen değil, açık açık da değil. (Fransa'da Deim'e kadar
loncalar yasayla ortadan kaldırılmadı; lngiltere'de ondoku­
zuncu yüzyılın başlarına kadar son ayrıcalıklarını kaybetme­
diler.) Aracı genellikle lonca çerçevesi içinde çalışıyor, görü­
nüşte biçimini kabul ediyor ama alttan alta çökertiyordu. Ba­
zen bir loncanın zengin ustaları kendi loncalarındaki başka
ustaların işvereni oluyorlardı; bazen bir endüstri dalında yavaş
yavaş ticaret işlerini üzerine alıyor, aynı endüstri dalında çalı­
şan başka loncalara iş veriyordu. Lonca sistemi için temel sa­
yılan eski ustalararası eşitlik artık tarihe karışmıştı.
Gerektiğinde aracı endüstrisini lonca yöresinden, şehir­
lerden alıp kırlara götürerek engelleici lonca kurallarım ve
yönetmeliklerini atlatıyordu - kırsal kesimlerde ücret, çı­
rak sayısı sınırlaması vb. lonca kurallarına aldırış etmeden
gerekli yöntemlerle işi yürütmek mümkündü . Böylece Gre­
enwich'de demircilik yapan Ambrose Crowley, Durham'a

1 28
taşınarak eve iş verme sistemini başlatmıştı: "Burası eskiden
küçük bir köyken Crowley 1 . 500 nüuslu bir endüstri şehri
yaratmış ve çivi, kilit, sürgü, mala, kürek ve başka çelik alet
yapımını örgütlemeye başlamıştı. Evler görünüşte Crow­
ley'indi, malzeme ve aletler de "hatırı sayılır bir bono" im­
zalayan işçilere onun tarafından veriliyordu . Bu depozitoyla
atölye çalıştırma ve usta olma hakkını kazanan işçi ailesiyle
birlikte çalışıyor ve gereğinde bir kalayla birkaç çırak da tu­
tuyordu. lşyeri ustabaşının atölyesiydi, ödeme de parça he­
sabı yapılıyordu . . . 1 706'da şövalye unvanı alan Sir Ambrose
Crowley daha sonra Andover milletvekili oldu . Bu zamana
kadar 200.000 sterlinlik bir servet yapmıştı. "
Lonca üyeleri endüstrinin örgütlenmesindeki b u değişik­
liklere doğal olarak karşı çıkıyorlardı. Eski tekellerini elde
tutmak için mücadele ettiler. Ama loncaların parlak dönemi
geçmişti. Umutsuz bir savaşa girmişlerdi. Pazarın gelişmesi;
sistemi çağdışı, mal talebine cevap vermez durumda bırak­
mıştı. "4 Şubat 1 646 tarihli bir şikayet dilekçesinde kır kesi­
minde kurdele yapımının gelişmesine itiraz ediliyor. . . Buna
karşılık 'eve iş verenler' durumun 1 6 1 2'den bu yana tama­
men değiştiğini söylediler. Ticaret çok büyümüştü . . . Lonca­
cılann sınıfı çok azdı, tek bir 'eve iş veren'e bile bir yıllık ye­
terli mal sağlayamazdı. "
Kumaş satan aracılar üretimi hızlandırmaya özellikle is­
tekliydiler, çünkü uzun bir süreden beri kumaş Aupa'nın
Doğu'ya ihraç ettiği başlıca maldı. Artan talebi karşılamak
için gitgide daha azla işçiye ihtiyaç doğuyor, onun için de
aracı sadece şehirlerdeki çalışmaya hazır lonca üyelerine de­
ğil, köylerdeki erkek, kadın ve çocuklara da hammadde ge­
tiriyordu .
Çevirme yüzünden yoksullaşmış köylüler için kır kesi­
minde endüstrinin böyle yayılması azalan gelirlere azladan
birkaç kuruş ekleme ırsatını veriyordu . Köyü terk etmeye

1 29
hazırlanan birçokları tüccar iş getirdiği için dayandılar. Ro­
binson Crusoe'un yazan Daniel Deoe l 724'te Büyük Britan­
ya'da Bir Gezi adında bir başka ünlü kitap yazdı. Bu köyler­
den bazılarının aracının verdiği işi yapışlarını burada anla­
tır: "Yapımcı evleri arasında bir sürü küçük evler ve kulü­
beler vardır ve buralarda işçiler kanlan ve çocuklarıyla, ku­
maş dokuma işiyle uğraşır dururlar. Böylece evde herkes ça­
lıştığı için en küçükten en büyüğe kadar kendi ekmeğini ka­
zanmayan yoktur; dört yaşını geçmiş her çocuk ellerini kul­
lanır. Ama bir de Yapımcı Başılardan birinin kapısını çalar­
sak evin birçok hamarat işçiyle dolu olduğunu görürüz, ki­
mi boyayla, kimi çıkrık başında, kimi kumaş sarmaktadır . . .
Hepsi çalışıyordur, hepsinin yapımcı yeri vardır ve hepsinin
yeterli işi vardır . . . "
Demir yapımcısı Crowley nasıl genişleyen pazara talep
edilen mallan başarıyla yetiştirerek zengin oldu? Defoe da­
ha ileride şu bilgileri de veriyor:
"Bradford'da bana bu ülkede on bin sterlin, kırk bin ster­
lin serveti olan kumaşçılar bulunmasına şaşmamak gerekti­
ğini, büyük ailelerin çoğunun bu işte yükseldiğini ve bu soy­
lu yapımcılık yoluyla öne geçtiğini anlattılar . . . Ama biz yi­
ne Newbey'ye dönelim: Büük bir kumaşçı olan ünlü ]ack
of Ne wb e ry 'nin Londra'ya giden kumaş yüklü arabalarına
kral James rastlamış ve bunların kimin olduğunu sormuş,
o zaman hepsi jack of Newbey'nin olduğunu söylemişler ve
o zaman Kral da, hikaye doğruysa, bu ]ack of Newbey'nin
kendisinden daha zengin olduğunu söylemiş. "
Bu ünlü Jack o f Newbery önemli bir kişiydi, çünkü ham­
maddeyi kendi evlerinde işleyecek olan ustalara getiren öteki
çoğu aracıdan arklı olarak kendisi bir bina yaptırmış, buraya
200 dokuma tezgahı koymuş ve 600 kadın, erkek, çocuk ça­
lıştırmaya başlamıştı. Bu, onaltıncı yüzyılın başlarındaydı. Üç
yüz yıl sonraki abrika sisteminin başlangıcıydı.

1 30
Ustalara evlerinde taranıp eğrilecek, dokunacak hammad­
deyi getiren aracılar ve Newbery kapitalisttiler. Kumaşın sahi­
bi onlardı; onlar pazarlıyorlardı; kar onlarda kalıyordu. Zana­
atçı ustalarla yanlarında çalışan kalalar ücretli işçilerdi. Ken­
di evlerinde çalışıyorlardı; kendi zamanlarını ayarlıyorlardı.
Kendi araçlarına sahiptiler (ama bu her zaman böyle olmaya­
biliyordu) . Ama artık bağımsz değillerdi; hammaddelere sa­
hip değillerdi - bunları aracılar, müteahhitler getirirdi onla­
ra (ama bunun da istisnaları vardı, bazıları hammaddenin sa­
hibiydi) . Artık üreticiyle doğrudan ilişkisi bulunmayan, mal­
ların parçalarını yapan işçilerdi; ticai işlevleri müteahhitlere
geçmiş ve kelimenin gerçek anlamıyla yapımcı (maniaktür­
cü) olmuşlardı (manu, elle + factura, bir yapım = elle yapım) .
Şehir ekonomisiyle birlikte doğan lonca sisteminde ser­
maye uak bir rol oynamıştı, ulusal ekonomiyle doğan eve
iş verme sisteminde sermaye önemli bir rol oynuyordu . Bir­
çok işçi için hammadde almak, çok para tutuyordu; bu ham­
maddelerin dağılımı ve daha sonra tamamlanmış ürünler
olarak satışını örgütlemek çok para tutuyordu . Eve iş verme
sisteminin yöneticisi paralı adam, kapitalistti.
Artan talep pahalı bir tesis isteyen ağır endüstrilerin kapi­
talist bir temele göre yeniden örgütlenmesini gerektiriyor­
du . Bunun iyi bir örneği onaltıncı yüzyıl lngiltere'sinde kö­
mür madenciliğiydi. Yüzeye yakın kömür damarlan tüken­
miş, derine inmek zorunlu olmuştu . Bu da büük para yatı­
rımı demekti. Sahneye kapitalistin girmesi demekti.
Öteki madencilik dallarında da, hem endüstri için aranan,
hem de savaşan ordular için gerekli demir, pirinç, bakır vb.
madenlere karşı talebi karşılamak üzere büyük para yatırım­
lan yapıldı. Maden endüstrileri için gerekli sermaye yatırımı
o kadar büyüktü ki bu gerekli toplamları bir araya getirebil­
mek için kapitalistler birleşerek anonim şirketler kurdular.
Daha önce yapımcılıkta da aynı yola gidiliyordu .

131
O zamana kadar bilinmeyen ülkelerin keşiyle, şeker ra­
ine etmek, tütün vb. tamamen yepyeni endüstrilerin orta­
ya çıkması olağandı. Bu yeni girişimlerde paralarını riske
koymaya gönüllü olanlara hükümet tekel bağışlıyordu . Ye­
ni endüstriler ta başlangıçtan kapitalist bir temel üzerinde
örgütlendiler.
Onaltıncı yüzyıl ile onsekizinci yüzyıl arasında Ortaçağ'ın
bağımsız zanaatkarları yok olma sürecine girdi ve onların
yerini kapitalist-tüccar-aracı-müteahhite gitgide bağımlanan
ücretli bir sınıf aldı.
Endüstriyel örgütlenmenin birbiri ardınca sıralanan aşa­
malarına kısaca gözatmakta ayda var:
1- Ev ya da aile sistemi: Ev halkı satış için değil kendi kul­
lanımları için mal üretir. İş, dış pazarı beslemek için yapıl­
maz . Erken Ortaçağ.
il- Lonca sistemi: İki üç kişiyi yanında çalıştıran bağımsız
usta küçük, dengeli bir dış pazarı beslemek üzere üretim ya­
par. İşçiler hem işledikleri hammaddelerin, hem de kullan­
dıkları aletlerin sahibidirler. Emeklerini değil, emeklerinin
ürününü satarlar. Ortaçağ boyunca.
III- Eve iş veme sistemi: Lonca sisteminde olduğu gibi us­
ta ile yardımcılar evde çalışarak büyüyen dış pazar için üre­
tim yaparlar. Ama bir önemli ark vardır - ustalar artık ba­
ğımsız değildirler; araçlarına sahiptirler ama hammaddele­
rini kendileriyle tüketici arasına giren aracıdan alırlar; artık
ücretle çalışan parça işçisi olmuşlardır. Onaltıncı ile onseki­
zinci yüzyıllar arası.
iV- Fabika sistemi: Ev dışında, işverenin binalarında ve
sıkı gözetim altında gittikçe genişleyen ve dalgalanan pa­
zar için üretim. İşçiler bağımsızlıklarını bütünüyle yitirmiş­
lerdir; ne lonca sisteminde olduğu gibi hammaddelerin, ne
de eve iş verme sisteminde olduğu gibi aletlerin sahibidir­
ler. Makinanın yaygınlaşan kullanımından ötürü ustalık es-

1 32
kisi kadar önemli değildir. Sermaye her zamankinden daha
önemlidir. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze.

Bir uyan.
Dur
Bak
ve
Dinle.

Yukarıda yazılı olanlar Tanrı sözü değildir, sadece bir kı­


lavuzdur. Doğrunun bütünü olarak kabul edilmesi tehlikeli
değildir. Değildir çünkü , ihtiyat payı bırakılarak kabul edi­
lirse aydalı da olabilir. Tek başına ele alındığında sizi bir sü­
rü çıkmaz yola gönderebilir.
Örneğin, bütün endüstrinin ard arda sıralanmış bu dört
aşamadan geçtiğini düşünmek yanlıştır. Bu sıralama hepsi
için değil, yalnızca bazıları için geçerlidir. Üçüncü aşamada
başlayan yeni endüstriler vardır. Bazı endüstriler birkaç ba­
samağı atladı.
Gösterilen dönemler yaklaşık olarak verilmiştir. Bir aşa­
ma yaygın bir şekilde egemenken, çürüyüşünün belirtileri
de ortaya çıkmıştı, bir sonraki aşamanın tohumları da üze­
ye çıkıyordu . Böylece onüçüncü yüzyılda loncaların en güç­
lü döneminde eve iş veme sisteminin önekleri Kuzey ltal­
ya'da belirmişti. Aynı şekilde; yukarıdaki ana çizgilere göre
eve iş verme sisteminin hüküm sürdüğü dönemde abrika
sisteminin belirtileri görülmeye başlamıştı. Onaltıncı yüzyıl­
da J ack of N ewbery'yi hatırlayın.
Bunun tersi de geçerlidir. Endüstriyel gelişmenin herhangi
bir aşamasının çok yaygın olması bir önceki aşamanın toptan
ortadan kaybolduğu anlamına da gelmez. Eve iş veme siste­
i yerleşikten sonra uzun zaman lonca sistemi devam etti. Bir
aşamanın ötekiyle birlikte uzun süre devam etmesinin en iyi
ispatı eve iş verme sistemi üzerine şu aşağıdaki alıntı olabilir:

1 33
"Fabrikasyon metal endüstrisinin gözden geçirilmesi. . .
Ürünler arasında çengeller, çıtçıtlar, çengelli iğneler, toplu
iğneler ve madeni düğmeler var. lp ya da telleri iliştirmek de
gözlemlenen evde yapılan işler arasında yer alıyor . . .

Ortalama saatlik kazançlara göre,


Evde iş yapanlann dağılımı Aile sayısı

1 sent ve 2 sent altında 5


2 sent ve 3 sent altında 9
3 sent ve 4 sent altında 15
4 sent v e 5 sent altında 9
5 sent ve 6 sent altında 14
6 sent ve 7 sent altında 8
7 sent ve 8 sent altında 5
8 sent ve 9 sent altında 15
9 sent ve 1 0 sent altında 14
10 sent ve 11 sent altında 13
1 1 sent v e 1 2 sent altında 5
1 2 sent ve 1 3 sent altında 2
13 sent ve 14 sent altında 5
14 sent ve 1 5 sent altında 3
1 5 sent ve üstünde 7

Toplam 1 29

" . . . Şu halde ortalama aile haftada toplam otuz beş insansa­


at çalışıyor ve karşılığında $ 1 . 75 kazanıyor. . .
"Kalabalık, sağlığa aykın, harap evler, yıpranmış giyimler,
gerek nitelik, gerekse nicelik olarak besin yetersizliğinden
sık sık şikayetler, incelenen evlerin başlıca özellikleridir.
"İncelenen 1 29 ailenin 96'sında 1 6 yaştan küçük çocuk­
lar çalışıyordu . . . Bu çocukların yarısı 1 2'den küçük yaştay­
dı. Otuz dördünün yaşı sekiz veya aşağısında, onikisi ise beş
yaşından küçüktü .

1 34
" Çalışan çocukların yaşlarına göre dağılımları:

Yaş Çalışan çocuk sayısı


2- 3 2
3- 4 2
4- 5 8
5- 6 2
6- 7 7
7- 8 13
8- 9 15
9- 10 19
10- 1 1 23
1 1-12 21
1 2- 1 3 40
13-14 26
14- 1 5 29
15-16 35
Bilinmeyen 4

T o pla m 246

Kaynak: Connecticut Fabrikasyon Metal Endüstrisinde Evişleri Ra­


pou; Eyalet Çalışma Müdürlüğü, Asgari Ücret Bölümü, Hartord,
Conn. (Eylül 1934) .

Rezalet değil mi? Düşünün, iki yaşında, üç yaşında çocuk­


lar çalışıyor ! Bu , onaltıncı yüzyılla onsekizinci yüzyıl arasın­
daki eve iş verme sistemi üzerine bir inceleme mi? Hayır, ne
gezer. Bu alıntıda görülen koşulların yeri ve zamanı nedir?
Zaman: Ağustos, 1 934.
Yer: Connecticut, Amerika Birleşik Devletleri.

135
11
ALTIN, BÜLÜK E ŞAN

Bir ülkeyi zengin yapan nedir? Bir ikriniz var mı? Eğlence
olsun diye bir listesini çıkarın ikirlerinizin, sonra da bunla­
rı onyedinci ve onsekizinci yüzyılların akıllı adamlarının i­
kirleriyle karşılaştırın. Onlar bu konuya karşı derin ilgi du­
yarlardı, çünkü bir ulusal devlet, bir şehir değil de bütün
bir ülke çerçevesinde düşünmek karşılarına yepyeni sorun­
lar çıkarıyordu . Artık Southampton şehri, Lyons şehri ya da
Amsterdam şehri için neyin en yararlı olacağını değil, İngil­
tere ülkesi, Fransa ülkesi ya da Hollanda ülkesi için neyin
en yararlı olacağını düşünmek durumundaydılar. Şehirleri
zengin ve önemli yapan ilkeleri ulusal alana aktarmaya ça­
lışıyorlardı. Politik devleti kurmuşlar, iktisadi devleti kur­
maya çalışıyorlardı. Yazdıkları şeyler ve önerdikleri yasalar
hep ülkenin bütünü içindi . Hükümetler bütün ulusa ser­
vet ve güç getireceğini sandıkları yasalar çıkarıyorlardı; bu
amaçla gündelik hayatın her yanını gözlüyor ve uyrukları­
nın bütün etkinliklerini bilerek değiştiriyor, yoğuruyor, dü­
zenliyorlardı. Dile getirilen teoriler ve çıkarılan yasalar ta­
rihçilerce "merkantilist sistem" olarak adlandırılmış , sınır-
1 36
landırılmıştır. Ama aslında bunlar bir sistem yaratmıyordu .
Merkantilizm, bizim anladığımız anlamda bir sistem değil­
di, devletin servet ve kudret kazanma çabasında şu veya bu
zamanlarda uyguladığı birtakım ekonomik teorilerden iba­
retti. Devlet adamları böyle şeyleri düşünmekten hoşlanma­
ları dolayısıyla ilgilenmiyorlardı bu sorunla - hükümetleri
zorunluydu , çünkü hükümetler her zaman müflis, her za­
man paraya muhtaçtı. Şu halde bir ülkeyi neyin zengin yap­
tığı boş bir soru değildi. Gerçekti. Ve cevaplandırılması ge­
rekiyordu .
Onaltıncı yüzyılda İspanya belki de dünyanın en zen­
gin ve güçlü ülkesiydi. Başka ülkelerden akıllı insanlar bu­
nun nedenini araştırdıklarında, lspanya'ya sömürgelerinden
akan hazinelerde cevabı bulduklarına inanıyorlardı. Altın ve
gümüş. Bunlardan bir ülkede ne kadar çok olursa o ülke o
kadar zengin olmalıydı - bireyler gibi uluslar için de geçer­
li olmalıydı bu. Endüstri ve ticaret çarklarını gittikçe artan
bir hızla döndüren neydi? Altın ve gümüş. Gemi yapımın­
da kullanılan sağlam kereste, aç boğazlara giren buğday, ya
da insanların sırtını örten yünlü neyle satın almıyordu? Al­
tın ve gümüşle. Bir ülkeyi bir başka ülkeyi fethedebilecek
kadar güçlü yapan neydi? Altın ve gümüş. Şu halde altın ve
gümüş, ülkedeki değerli maden miktarı, ülkenin zenginliği­
nin ve gücünün indeksiydi.
O dönemin birçok yazarına göre "zengin bir ülke, zengin
bir adam gibi, parası bol bir ülke olmalıdır; herhangi bir ül­
kede altın ve gümüş biriktirmek ülkeyi zenginleştirmenin
birinci yoludur. "
l 75 7'de bile, joseph Harris , Para ve Sikkeler Üstüne Bir
D nme'de şunları yazıyordu: "Birçok nedenden ötürü altın
ve gümüş iddihara (saklanmaya) en yatkın madenlerdir: Da­
yanıklıdır, bozulmadan her şekle sokulabilirler, cüsselerine
göre değerleri çok azladır; dünya parası oldukları için her

1 37
şeyle kolayca mübadele edilebilir ve her çeşit hizmeti kolay­
lık ve kesinlikle satın alabilirler."
Hükümetler bir ülkenin, içerisindeki altın ve gümüşün
çokluğuna göre zengin olacağı teorisine inanacak olsalar
atacakları ilk adım apaçık ortadaydı. İnsanların bu maden­
leri ülke dışına çıkarmasını önleyecek yasalar çıkarmak. Bü­
tün hükümetler bu yola başvuruyordu. "Altın ve Gümüş İh­
racına Karşı Yasalar" yaygınlaşmıştı. İşte İngiltere'de çıkan
bir tanesi: "Parlamento yetkisiyle bildirilmiştir ki kimse bu
ülkeden veya Gal'den Para ve Sikke, ya da başka ülke, diyar
ve lordlukların Para ve Sikkesini veya altın ve gümüş tabak
çanak ya da altın gümüşlü mücevher, Kral ruhsatı olmadan
çıkaramaz. "
Fugger acentalarının banka merkezine gönderdikleri ha­
ber-raporlar bugünkü Associated Press bültenlerine benze­
tilebilir. Her önemli noktaya, önemli olayları haberini alır al­
maz gönderen muhabirler yerleştirilmişti. İşte Fugger haber
mektuplarından birkaç madde:
"Roma, 29 Ocak, 1 600. Papanın başmabeincisi. . . mahalli
ve yabancı bütün gümüş sikkeleri yeniden değerlendirdi ve
gelecekte hiç kimsenin buradan dışaı beş altından azla çı­
karmasını yasakladı. "
B u gibi tedbirler alan altın ve gümüşün ülkede kalmasını
sağlar. Kendi sınırları içinde madenleri olan ülkeler ya da İs­
panya gibi zengin altın ve gümüş yatakları olan sömürgelere
sahip bulunan başka ülkeler ellerindeki değerli maden sto­
kunu durmadan artırabilirlerdi. Ama ya bunların ikisine de
sahip olmayan ülkeler ne yapacaktı? Onlar nasıl zengin ola­
caktı - bazı merkantilistler gibi biz de servetin para olduğu­
nu kabul ediyorsak?
Merkantilistler bu ülkelere hoş bir çözüm sunuyorlardı.
Onların kurtuluş yolu "karlı bir ticaret bilançosu"ydu . Karlı
ticaret bilançosu ne demekti?

1 38
lngiltere'nin Bu Duumu Değiştirip Ona Sevet ve Mülk Ka­
zandırma Yollan adlı, 1 549'da yazılmış bir kitapta şu cevabı
görüyoruz: "Başka ülkelerden kral darphanesine çok değer­
li maden akıtmanın tek yolu çok miktarda malımızın her ıl
denizler ötesine götürülerek oradan daha az miktarda malın
geri getirilmesini sağlamaktır . . . Bulunmasının mümkün ve
muhtemel olduğuna zat-ı şahanenizi temin edebileceğim bu
yollar bulunur ve bir milyon yüz bin sterlin değerinde mal,
her deniz ötesine gönderilip altı yüz bin sterlin değerinde
mal geri getirilirse: Şu halde aradaki beş yüz bin sterlin ark
değerli maden veya İngiliz sikkesi olarak zorunlulukla bize
gelmez mi? "
Merkantilistler, ülkelerin dış ticarete girerek değerli ma­
den stoklarını artırabileceklerini savunuyorlardı - ama her
zaman, aldıklarından azlasını satmaya dikkat etmeliydiler.
İhracatlarıyla ithalatları arasındaki ark onlara değerli ma­
denle ödenecekti.
lngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin fermanında değerli ma­
den arayabilme hakkı da vardı. Onyedinci yüzyılda birçok
yazar bu şirketi İngiltere' den dışarıya servet çıkarmakla suç­
layınca, yöneticilerden biri olan Thomas Mun, lngiltere'nin
Dış Ticaret Yoluyla Serveti adlı ünlü bir kitapta şirketi savun­
muştu . Kitabın başlığı savunmanın niteliğini de ortaya ko­
uyor. Mun'a göre gerçi Doğu Hindistan Şirketi mal satın al­
mak için Doğu'ya altın ve gümüş gönderiyordu ama bu mal­
lar ya İngiltere' den de başka ülkelere ihraç ediliyor, ya da İn­
giltere'de işlendikten sonra başka ülkelere yeniden satılıyor­
du . Her iki durumda da para gene lngiltere'ye akıyor, bu da
önceki değerli maden ihracını haklı gösteriyordu. Mun, dev­
letin servetini artırmanın gerçekten önemli yolunun başka
ülkelerde olanlardan satın alındığından fazla satmak ve böy­
lece ticari dengeyi kendi lehine kurmak olduğunu söylüyor­
du . "Şu halde servetimizi ve hazinemizi artırmanın normal

1 39
yolu Dış Ticaret'tir ve bu nedenle de şu kurala dikkat etmeli­
yiz: Yabancılara her yıl değer olarak bizim onlardan alıp tü­
kettiğimizden azlasını satmak. . . Çünkü stokumuzun mal
olarak bize geri gelmeyen kısmı hazine olarak yurda dönme­
lidir . . . Krallığımıza para olarak para getirmek için hangi yol­
lara başvurursak vuralım, bizde kalan ticaret dengesiyle ka­
zandığımız olacaktır. "
Şu halde işin püf noktası değerli mallar ihraç etmek, sa­
dece ihtiyaç duyulanı ithal etmek, aradaki arkı da nak­
di olarak almaktı. Bu , endüstriyi mümkün olan her yoldan
teşvik etmek demekti, çünkü endüstri ürünleri tarım ürün­
lerinden daha değerliydi ve dolayısıyla dış pazarlarda da­
ha azla para sağlardı. Gene bunun kadar önemli bir şey de,
kendi ülkenizde endüstriniz olması, halkınızın ihtiyaç duy­
duğu şeylerin yurt içinde üretilmesi, yabancılardan daha az
şey satın almanız gerekeceği anlamına gelirdi. Bu hem ül­
kenizi kendine-yeterli ve başka ülkelerden bağımsız yap­
ma, hem de lehte bir ticari denge sağlama yönünde atılmış
bir adımdı.
Dolayısıyla ülkeler birbiri ardından, eski endüstrilerini
desteklemek ve yeni endüstrilerin kurulmasına yardımcı ol­
mak gibi önemli bir işe giriştiler. 1 6 1 6'da 1. Maximilian za­
manının Bavyera'sında bu sorunu incelemek üzere özel bir
bein kurulu oluşturulmuştu: "Bazı kişiler atansın ve hafta­
nın önceden tesbit edilmiş günlerinde toplanıp dikkatle tar­
tışarak ve düşünerek. . . ticaret ve zanaatın ülkede ne yolda
yürütüleceğine ve en iyi ne şekilde devam ettirileceğine ka­
rar versinler. "
Bu Beyin-Kurulu ve başka ülkelerdeki benzerleri endüstri
kurmak için ne gibi yollar düşündüler? Birçok:
Örneğin, ihraç mamulleri için hükümet primleri. Bir bı­
çak yapımcısı ihraç ettiği her düzine bıçak karşılığında hü­
kümetten belli bir para alırsa, muhtemelen daha çok bıçak

10
yapmaya çalışırdı. Şapka, yünlü, keten vb. şeylerin yapımcı­
ları da aynı yolu tutarlardı. Üretime hükümet primleri, ya­
pımcılığı teşvik için düşünülmüştü .
Koruucu gümrük de böyleydi. Amerikalı okurlarım en
ii Amerikan tarihini bildikleri için ithal mallarına konan
gümrük ikrinin kendi Alexander Hamilton'larından doğ­
duğuna inanmak yanılgısına düşebilirler. Bu doğru değildir.
"Yeni yetişen" endüstrileri teşvik etmek için konan gümrük
ikri en az merkantilizm kadar, belki daha bile eskiydi. İşte
yeni yetişen bir endüstriye yardım edilmesi için, İngiltere' de
Hamilton doğmadan yazılmış bir dilekçe: "Öyle sanıyorum
ki Britanya ve lrlanda'da keten yapımının henüz çocukluk
dönemini yaşadığını ve bu üzden arkadaşlarımızın çoktan
beri bu yapımcılığa girmiş olanlar kadar ucuza satış yapma­
sının mümkün olmadığını yeterince kanıtladım . . . ve bu ne­
denle, bir hükümet teşviki görmeden bu yapımcılıkta büyük
veya çabuk bir ilerleme yapmayı iddia edemeiz. "
B u yapımcının istediği hükümet teşviki, ithal edilen ma­
mul madenlere konan yüksek gümrükte yabancı rekabetine
karşı korunmaktı ve bu istek yerine getirildi. Bazı durum­
larda hükümetlerin belli eşyaların yurda girmesini tamamen
yasakladıkları oluyordu.
Endüstrinin primler ve yüksek gümrükle korunması ile
yetinilmeyecek, yeni endüstriler ve yeni yöntemler getire­
bilecek usta yabancı işçilerin gelip memlekete yerleşmesi
mümkün olan her yoldan teşvik edilecekti. Vergi bağışık­
lığı, bedava ev, ürünlerinin yapımı için belli süreli tekel ya
da gerekli avadanlıklarını kurmak için kredi gibi gönül çe­
len ayrıcalıklarla yabancı ustaların çekilmesine çalışılıyor­
du. Kendi kendilerine gelmezlerse bu sefer hükümetler ka­
çırmaya çalışıyordu . Onyedinci yüzyıl Fransa'sında yığın­
la kabine üyeliğini kendi elinde toplaması bakımından çağı­
nın bir çeşit Mussolini'si olan Colbert yabancı ustaları Fran-

1 41
sa'da yerleştirip çalıştırmak konusunda özellikle hevesliydi.
Başka ülkelere tek işi emekçi devşirmek olan ajanlar gönder­
mişti - her yola başurma emriyle. 28 Temmuz 1 669'da Dre­
sden'deki Fransız temsilcisi M. Chassan'a şunları yazıyordu :
"Lütfen ona (yani devşirmeci ajana) görevinde başarılı ol­
masını sağlamak için elinizden gelen her yardımı yapın ve
emin olun ki Fransa'ya getirdiği demircilerin burada gördü­
ğü hüsnü kabul yapımcılarımız için başkalarım da bulması­
nı sağlayacaktır. "
Yerli zanaatkarların başka ülkelere gidip zanaat sırlarını
vermelerine ya da satmalarına karşı nasıl sıkı tedbirler alını­
yorsa bu adamların yurtlarına dönmelerine karşı da aynı şe­
kilde sıkı tedbir alınıyordu. Ama buna karşı giden bir akım,
çalışkan, becerikli, usta zanaatkar ve tüccarlardan oluşan
koca insan topluluklarının dini nedenlerle sınırdışına sürül­
mesiydi. Fransa bir yandan uzman işçi getirtmeye çalışıyor­
du ama öbür yandan, onyedinci üzyılda Hüngnolar'ın sü­
rülüşünde, en iyi ustalarım zorla sınır dışı etmişti.
Hükümetlerin, yabancı ustaların iyi yaşatılmasıyla ger­
çekten ilgilendiklerini gösterir bir kanıt Kraliçe Elizabeth'in
1 566'da Cumberland ve Westmoreland Yargıçlarına yazdı­
ğı mektuptur. Kızgın demirle dağlamanın, kulak, kol, bacak
kesmenin sıradan suçlar için verilen cezalardan olduğu bir
dönemde -hayatın ucuz olduğu bir dönemde- bir Alman'ın
öldürülüşünden dolayı Kraliçe bakın ne kadar telaşa düşü­
yor ! "Büyük İngiltere mührümüzle, mühürlü mektupları­
mızla ayrıcalıklar verilmiş olan bazı Almanlar kendi ustalık­
ları, çalışmaları ve masraları sonucu son zamanlarda övgü­
ye layık bir şekilde Westmoreland ve Cumberland yöreleri­
mizdeki dağlardan ve kayalardan büyük miktarda maden çı­
karmışlardır ve bu işe devam etmek niyetindeyken, son za­
manlarda. . . saldırıya uğramışlardır. Adı geçen yörelerimiz­
deki çok sayıda yasa dışı insanın düzene ve asayişe aykırı

1 42
olarak saldırıları adı geçen Almanlardan birinin ölümüyle
sonuçlandı ve bu da adı geçen kargaşalık ve cinayette rol oy­
nayanların tutuklanmasını ve gözaltında bulundurulması­
nı emrediyoruz . . . Ama ayrıca adı geçen Almanlar'ın bundan
böyle iyi muamele görmelerini sağlamanızı ve dikkat etme­
nizi emrediyoruz . . . ve bunun aksi davranışta bulunursanız,
sizin için kötü olacağını bilesiniz. "
Ustalıklarından endüstrinin yararlanacağı yabancılar na­
sıl korunuyorsa , yeni teknikler icad edenlere de hükümet
yardım ediyordu. Jehan de Bras de Fer 1 6 l l 'de yeni çeşit bir
tezgah icad edince hükümet de, bizim bugünkü hükümet
patentlerimize benzer, yirmi ıl süreli bir tekel verdi: "O ve
arkadaşlarının . . . krallığımızın bütün şehir ve kasabaların­
da . . . adı geçen icadına uygun tezgahlar kurması ve yapması­
na izin verdik. Başkalarının, ne nitelik ve durumda olurlar­
sa olsunlar, onun izni ve rızası olmadan adı geçen icada göre
parça ve bütün olarak tezgah kurmalarını yasaklıyoruz. Em­
re uymayanların tezgahlarına el konacak ve ayrıca 1 0 . 000
livre cezaya çarptırılacaktır. "
Mucitlere yalnız tekel bağışlamakla kalmıyor, yeni ve da­
ha iyi yöntemler icadıyla ulusal endüstriyi geliştirme sorunu
üzerine aa yoranlara teşvik olması için bazı ödüller de ko­
nuyordu. Fransa'da Colbert, devletin kendi işlettiği endüs­
triyel işletmelerin yam sıra, teknik eğitim için devlet okulla­
rı da açtırmıştı. Bayera'da onyedinci yüzyılın sonunda dev­
let dokumacılık işinde 2000 kişi çalıştırıyordu . Bu devlet iş­
letmeleri model olarak, esinlenme kaynağı olarak, laboratu­
var olarak çalışacaklardı. Herhangi bir lonca kısıtlamasına
tabi olmayan bu büyük çaplı girişimlerde deney ve ilerleme
için, tek bir girişken zanaatçının bulamayacağı elverişli or­
tam bulunacaktı.
Tek kişi için de , güçtü ama imkansız değildi. Devlet en­
düstriyi sözü geçen teşviklerle olduğu gibi doğrudan doğ-

1 43
ruya yardım ederek desteklemeye de her zaman hazırdı .
Colbert yönetimi sırasında Fransız tekstil endüstrileri çe­
şitli yardımlar halinde aşağı yukarı sekiz milyon livre pa­
ra almışlardı . Onyedinci yüzyılda Fransa'da ipekli ile al­
tın ve gümüş sırmalı kumaş dokumak üzere yatırım yapan
bir grup adama hükümet paradan başka birçok değerli ay­
rıcalık da verdi: "Bu amaca varmanın (uyruklarımızın ge­
nel reahı) başlıca yollarından biri zanaat ve imalatı yerleş­
tirmektir; böylece dilenci gibi komşularımıza başvurmak­
tan . . . kendimizde olmayanı uzak yerlerde aramaktan kur­
tuluruz ve ayrıca krallığımızı tembellikten ileri gelen kötü­
lüklerden temizlemenin kolay ve yararlı yolu ve ülkemiz­
den dışarı altın ve gümüş göndererek komşularımızı zen­
ginleştirmeyi önlemenin tek yolu budur. . . (Sonra on iki yıl
için adamların adlarını sayıyor, bu süre içinde başka hiç
kimse adı geçen Paris şehrinde onların izin ve rızası olma­
dan . . . ipekli tezgahı kuramaz . . . ve bu kuruluş için gerekli
büyük yatırımda onlara yardımcı olmak için adı geçen mü­
teahhitlere . . . 180.000 livre bağışlıyoruz . . . para onlara der­
hal verilecek ve parayı on iki yıl aiz ödemeden kullanabi­
lecekler ve bu süre sonunda kendilerinden yalnız 1 50 . 000
livre geri istenecek ve geri kalan 30.000 giriştikleri olağa­
nüstü masraları ve adı geçen kuruluşu kurmak için riske
soktuklarını karşılamak için bizim kendilerine armağanı­
mız olacaktır. " )
B u ferman, merkantilistlerin endüstri kurma gerekçeleri
arasında vurguladıkları başka bir avantajı da getiriyor. Mer­
kantilistler sürekli olarak, endüstri gelişmesinin sadece ih­
racat artışını değil, aynı zamanda istihdam artışını da sağla­
dığını ileri sürüyorlardı. 1 677'de Mr. ] . Manley'e göre "imal
edilen ve ihraç edilen bir libre yünlü , halkımızı istihdam ba­
kımından, şimdiki iyatın iki katına ihraç edilen on libre iş­
lenmemiş yünden daha değerlidir. " Dilencilerle işsizlerin

14
sorun yarattığı, ayrıca yoksullara yardım için hatırı sayılır
paraların harcandığı bir dönemde böyle bir gerekçenin ağır­
lığı vardı. Halkın reahıyla ilgilenen Kral için, her şeyden ön­
ce ulusal güç ve ulusal sevet sağlamayı isteyen merkantilist­
ler için, ülkenin insanlarını -top güllesi- iyi durumda yaşat­
mak zorunluydu . Dolayısıyla işçi istihdamına yol açan en­
düstri teşvik edilmeliydi. Aynca buğday üretimine de önem
veriliyordu , halk iyi beslensin ve sırasında -savaşta- gürbüz
olsunlar diye . Savaş zamanında yeterli yiyecek stokunun
önemi herkesce anlaşıldığı için tahıl üretimini teşvik için
de lngiltere'de primler veriliyordu. Çeşitli ülkelerde çıkarı­
lan çeşitli tahıl yasalarının başlıca nedenlerinden biri savaş
zamanında kendine yeterli iyecek ve güçlü , besili askerleri
olan bir ulus olma özlemiydi.
Savaşçılar, Savaş zamanı. Bu terimlerle düşünen insanlar
şüphesiz gemilerinin sayısı ve niteliğiyle de ilgileneceklerdi.
Gerek anaurdu korumak, gerekse düşman ülkelere saldır­
mak için gemilere ihtiyaç vardı. Merkantilistler nasıl endüs­
triyi teşvik etmeyi lehte bir ticaret dengesi sağlamakta hayaı
bir adım olarak görüyorlarsa, ticaret ilosunun kurulmasını
da aynı nedenle zorunlu sayıyorlardı. Hükümetler dış tica­
retle ilgilendikleri oranda, endüstri ürünlerini başka ülkele­
re götürecek yeterli deniz ulaşımı imkanlarının önemini de
vurguluyorlardı. Dolayısıyla endüstrinin gelişmesine gös­
terdikleri ilgiyi gemiciliğin teşvik edilmesine de gösteriyor­
lardı. Kullandıkları yöntemler de aşağı yukarı anıydı. Ge­
mi yapımcısına da hükümet prim veriyordu ; gemi yapımı
için gerekli ürünler -zift, katran, sağlam kereste, vb.- ara­
nıp bulunuyor, gümrüksüz olarak yurda sokuluyordu ; in­
sanlar zorla denizci yapılıyordu - Fransa'da yargıçlara suç­
luları kürek hizmetine mahkum etmeleri öğütleniyordu; İn­
giltere'de balıkçılık, gemicilik için bir çeşit eğitim olması ba­
kımından destekleniyordu; insanlara daha azla balık yeme-

1 45
leri söyleniyordu ve tabii o günün propaganda mekanizması
insanları balığın sadece sağlığa yararlı bazı öğelere sahip ol­
makla kalmayıp uzun ömür için de mutlak zorunlu olduğu­
na inandırmaya çabalıyordu.
Onaltıncı yüzyılın sonunda İspanya'nın çökmesiyle kü­
çük Hollanda çağın önde giden gücü olarak ilk sıraya fırladı.
Hollanda küçüktü ama zengin ve güçlüydü ve bunun başlıca
nedenlerinden biri de gemi yapımının yoğunluğuydu. Hol­
landa halkı da Venedikliler gibi ülkelerinin coğrai koşulları
yüzünden gemiciliğin her çeşidini öğrenmek zorundaydılar;
büük balık hazinesiyle Kuzey Denizi Hollandalı'ya sürek­
li el ediyordu ; Akdeniz'e inen ve Akdeniz'den gelen ürün­
ler akımının tam orta yerinde Hollanda vardı - ve tabii giriş­
ken Hollanda halkı da bu fırsatı kaçırmıyordu. Denize atılı­
yor, büyüyen dünyanın mallarını taşıma işini sırtlanıyorlar­
dı. Her yere girip çıkıyordu Hollanda gemileri, herkesin ma­
lını her yere taşıyorlardı.
Ama İngiltere ve Fransa, İngiliz ve Fransız mallarının
Hollanda gemileriyle taşınmasından memnun değillerdi.
Kendine-yeterli olma planlarının bir kısmı da kendi ilola­
rını kurmaktı. Hollanda denizcilerine mallarını taşıtıp para
ödemekten hoşnut değillerdi. Amerika tarihinde onca öne­
mi olan İngiliz Denizcilik Yasaları'nın başlıca amaçlarından
biri Hollandalıların elinden deniz ulaşımı egemenliklerini
koparıp almaktı. Bu niyet 1 660'ta çıkarılan bir Yasa' da açık­
ça görülür: "Gemi yapımının genişletilmesi ve bu ülke de­
nizciliğinin teşviki için . . . Aralık bin altı yüz altmışın ilk gü­
nünden itibaren. . . Asya, Arika veya Amerika'da Majestele­
rine bağlı ya da tabi bütün ülke, ada, sömürge ve bölgele­
re İngiltere ve lrlanda (ya da) Gal dominyonu halkına ger­
çekten ve hilesiz olarak ait olan gemiler ve teknelerden baş­
ka hiçbir gemi ve tekneyle mal veya meta taşınmayacaktır . . .
gemiler adı geçen ülke, ada, sömürge ve bölgelerde yapılmış

16
ve sahibi de oralı olacak, kaptan ve denizcilerin en az dört­
te üçü İngiliz olacaktır. "

Hollanda gemileri � lmparatorluk duvan � Yaklşmayın !

Bu konuda ana ülke ve sömürgeler yabancıya karşı ortak


mücadelede birleşecek, birlik halinde hareket edeceklerdi.
Daha güçlü Hollanda gemiciliğine karşı bu savunma Ameri­
kan kolonistleri için çok yararlı oldu. Denizcilik Yasaları'nın
bu kısmı Amerikalıların kendi ticaret ilolarını kurmalarını
sağladı ve böylece dünyanın bütün limanlarında Yankee ge­
mileri görünmeye başladı. Büyüyen Britanya İmparatorlu­
ğu'nun gemi yapımcılığı tekelinin bir kısmına sahip olmak
Yankee gemi yapımcılarının, gemi sahiplerinin ve denizcile­
rinin işine yaradı.
Ama Denizcilik Yasaları'nda koloniler için o kadar elveriş­
li olmayan başka kısımlar da bulunduğunu bilirsiniz. Kolo­
nileri anayut için bir başka gelir kaynağı olarak görmek de
merkantilist düşüncenin bir gereğiydi.
Onun için kolonistlerin anayurdun endüstrisiyle rekabet
edebilecek her çeşit endüstriyel girişimlerini yasaklayan ya­
salar da çıkarıldı. Kolonistlerin kasket, şapka , yünlü ya da
demir eşya imal etmeleri yasak edildi. Bu işler için gerek­
li bütün hammaddeleri imal edilmek için İngiltere'ye gön­
dermeleri, sonra da mamul mal satın almaları bekleniyordu .

Kolonyal Hammaddeler. . . � Amerika'da lmaltt yerine;


Kolonyal Hammaddeler. . . � lmaltt için lngiltereye;
� Oradan tekrar Amerikaya;

İngiltere'nin yalnız Amerika'ya değil, bütün kolonilerine


karşı tutumu buydu. Öneğin İrlanda da lngiltere'nin bir ko­
lonisiydi. İrlandalılar yünlerini dokuyup kumaş yapınca ku­
maş endüstrilerini ezen yasalar çıkarıldı. O halde lrlandalı­
lar işlenmemiş yünlerini serbestçe ihraç edebiliyorlar mıy-

1 47
dı? Hayır, yalnız İngiltere'ye satabilirlerdi ve İngiltere kulla­
nacağını kullanır, kalanını yeniden ihraç ederdi. Bu yolla İn­
giltere iyatı dikte edebildiği için ığınla lrlandalı yoksullaş­
tı. Böylece Amerika'nın olduğu gibi İrlanda'nın da Britanya
egemenliğine karşı bağımsızlık mücadelesinde merkantilist
politikanın payı oldu .
Aynı şekilde tütün, pirinç, çivit, gemi direği, terebentin,
zift, katran, kunduz postu, demir (liste zamanla kabardı) gi­
bi belirli Amerikan ürünlerinin de yalnız İngiltere'ye gönde­
rilmesi gerekiyordu . İngilizler bunları kendi imalat endüs­
trileri için istiyorlardı. Kendi tüketemediklerini de, kar ko­
yarak yeniden ihraç ediyorlardı.

Virginia tütünü doğruca > Fransız eniye yapımcısına


yerine Virginia tütünü > Ingiliz tüccara = Fransız enfiye yapımcısına.

Anayurtla koloniler arasında çıkan sürtüşmeyi anlamak


için anayurdun, kolonilerin kendisi için varolduğunu , ko­
lonilerin ise kendi kendileri için varolduklarını düşündük­
lerini anlamak gerekir. Massachussets'in kraliyet valisi Sir
Francis Bernard anayurt ile koloniler arasındaki ilişki üze­
rine merkantilist görüşü açık seçik belirtir: "Büyük Britan­
ya'nın Amerikan ticaretiyle ilgili iki hedefi: ( 1 ) Amerika­
lı uruklarının bütün mamulleri ve Avrupa mallarım yalnız
Büyük Britanya'dan almasını sağlamak; (2) Amerikalıların
dış ticaretini karlann n sonunda Büyük Britanya'da toplana­
cağı ya da imparatorluğun gelişmesine harcanacağı bir şekil­
de düzenlemek. "
Burada kolonilerin sırf anayurda, ulusal sevet v e kudret
mücadelesinde yardımcı olarak varolacağı açık seçik belirtil­
miştir. Bu yalnız İngiltere için değil, Fransa için, merkanti­
list dönemdeki bütün kolonyalist ülkeler için geçerliydi. Bu­
nu unutmamak gerekir.
Unutulmaması gereken bir başka şey de "ulusal servet"

1 48
"ulusal kudret" gibi kavramların gevşek sözler olduğudur.
Birçok yazarın "ülkemizi" zengin yapmak için en iyi yol di­
ye önerdikleri şein aynı zamanda kendilerini ya da sınıla­
rım zengin yapmanın en ii yolu olması ilginç bir rastlantıy­
dı. Bu , yutturmaca yaptıkları demek değildir. Kendi çıkarla­
rını bütün ülkenin çıkarlarıyla özdeşlemeleri doğaldı. İktisa­
di çıkarla ulusal politika arasındaki bağlantı belki hiçbir dö­
nemde bu zaman olduğu kadar açık değildi.
Başı dertte bir sürü kralın para bulmak için nelere başvur­
duklarını hatırlarsınız. Yaygın ve gelişkin bir vergi sistemi
olmayınca ihtiyaçları olan parayı yerinde ve zamanında bul­
maları güçtü . Hazineye sürekli akan güvenilir bir para yok­
tu . Bu yüzden kral akarlarım mültezimlere (vergi toplayıcı­
larına) veriyor ve onlar da ona peşin nakdi ödeme yapıyor­
lardı (ve zavallı vergi mükelleflerini soyarak bunun her ku­
ruşunu onlardan çıkarıyorlardı) . Bu üzden krallar, en yük­
sek iyatı ödeyene memuriyet satıyor ve büyük para karşılı­
ğı tekel bağışlıyorlardı. Hiç istemedikleri halde Kraliyet top­
raklarım satmaları da bundan ötürü zorunlu olmuştu . Bu
yüzden, bankerler ve tüccarlardan borç almışlardı. Hükü­
metler her zaman parasız olduğu için değerli maden birik­
tirmeye bu kadar önem veriliyordu . Hazinenin de ticaret­
le sağlandığına inanıldığına göre devletle tüccar sınıfının çı­
karlarını özdeş saymak doğaldı. Bu yüzden devletin başlıca
işi ticareti ve onunla ilgili her şeyi teşvik etmek ve destekle­
mek oldu .
Devlet, ticaret yoluyla büyük sayılıyor, ticaretin ve topra­
ğın genişlemesinden payım alıyordu . Merkantilizm, tücca­
rizm demekti.
Merkantilistler ticaret alanında bir ülkenin kazancının
ötekinin kaybı olduğuna, yani bir ülkenin ancak bir başka
ülke zararına ticaretini genişletebileceğine inanıyorlardı. Ti­
caret karşılıklı yarar sağlayan avantajlı bir mübadele değil-

1 49
di onlarca, iki tarafın da en büyük parçayı koparıp almaya
çabaladığı sabit bir nitelikti. icaret Sözlüü'nün onsekizin­
ci üzyıldaki yazarı şöyle tanımlamıştı ticareti: " Görünüş­
te Avrupa'da ticaret miktarı sınırlı. Sözgelişi yünlü mamul­
ler ticaretinde . . . lngiltere'nin on beş milyon değerinde ihra­
cat ve satış yaptığını düşünelim; bir ıl yirmi milyonluk sa­
tarsa, bu ötekilerin satışlarının azalması ve zararı demektir. "
Colbert d e 1 6 70'te Fransa'nın Lahey'deki temsilcisi M .
Pomponne'a şunları yazıyordu : "Hollanda ticaretinin azal­
ması başkalarının eline geçmesi demek olduğuna göre . . .
Krallığımız içinde ticaret ve imalatımızın artmasıyla birlik­
te bunların Hollanda eyaletlerinde de gerçek ve etkili bir bi­
çimde gerilemeleri Devletimizin genel reahı için son derece
önemli ve gereklidir. "
"Devletimizin genel reahı için son derece önemli v e ge­
reklidir" ikrinde yatan, rakip devletin ticaret ve imalatının
gerilemesi isteği sadece bir şeye yol açabilirdi. Savaş. Mer­
kantilist politikaların meyvesi savaştı. Pazar kapışma yarı­
şı, şu ya da bu ülkeyle ticaret için hırçın rekabet, yeni kolo­
niler elde etme kavgası -bütün bunlar adlandırılmıştı- tica­
ret savaşları. Bazılarının amaçları ise bugün bile sık sık oldu­
ğu gibi yüce-amaçlı adlarla gizleniyordu. Ama 1 690'da Can­
terbury Başpiskoposu işin doğrusunu söylemişti: "Dünya­
nın bu köşesinde son ıllarda görülegelen bütün mücadele
ve anlaşmazlıklar bahaneleri güzel ve manevi de olsa, nihai
amaçlan altın, büyüklük ve dünyevi şandı. "
Başpiskoposun son cümleciğini ödünç alalım. Altın, Bü­
yüklük ve Şan merkantilistlerin erişmeye ulaştıkları hedef­
leri iyi özetliyor.

1 50
12
BIKIN Btzt

1 776 bir ihtilal yılıydı. Unutulmaz bir yıldı. Amerikalılara


Bağımsızlık Bildirisi'ni ve lngiltere'nin merkantilist, kolon­
yalist politikasına karşı başkaldırmasını hatırlatır; dünya ik­
tisatçılarına, Adam Smith'in üç ana ilkesi olan kısıtlama, dü­
zenleme ve baskıya karşı gelişen başkaldırmanın özetinin,
Uluslann Seveti'nin (Wealth of Nations) yayımlanmasını ha­
tırlatır. Onsekizinci yüzılda merkantilist teori ya da pratiği
kabul etmeyenlerin sayısı çoğalıyordu . Kabul etmiyorlardı,
çünkü sıkıntısını çekiyorlardı. Tüccarlar, ayrıcalıklı tekelci
şirketlerin muazzam karlarından pay istiyorlardı. Araya gir­
mek istediler mi "ruhsatsız ticaret" suçu işlemiş oluyorlar­
dı. Parası olan insanlar bu parayı istedikleri yerde, istedikle­
ri zaman, istedikleri biçimde kullanmak istiyorlardı. Geniş­
leyen ticaret ve endüstrinin bütün fırsatlarından yararlan­
mak istiyorlardı. Sermayenin kendilerine verdiği gücü bili­
yor, bunu serbestçe kullanmak istiyorlardı. "Onu yapamaz­
sın, bunu yap" denilmesinden bıkmışlardı. "Falancaya kar­
şı yasa . . . ilanca şeye gümrük. . . işmancaya prim . . . "den bık­
mışlardı. Serbest ticaret istiyorlardı.
1 51
Hükümetler de endüstriye yardım etmek istiyorlardı. lyi
ya. Ama belli ki bir sınıa iyilik etmek için bir başkasına kö­
tülük etmek zorundaydılar. Kötülük gören sınıf da bundan
hoşlanmıyordu. Protesto ediyordu. Prusya'da l 700'lerde yün
üreticilerinin yünlerini ihraç etmeleri yasaktı. Sorun, imalat­
çılara yeterli hammadde sağlayarak kumaş yapımını teşvik­
ti - ucuz iyata . İmalatçılar yün ihracının yasak olmasın­
dan memnundular. Ama yün üreticileri buna itiraz ediyor­
du. l 72l'de Krala bir dilekçeyle başvurarak yasanın kaldırıl­
masını istediler: " . . . depolar kendileri azlasıyla yün stoku ol­
duğunu söylüyorlar . . . Bu ılın yün ürününün . . . yarısının bi­
le satılmayacağı da besbelli. Majestelerinizin, imalatçılar için
yün kıtlığı olmaması ve böylece endüstrinin ilerlemesi istek­
leri . . . artık tamamen gerçekleşmiş durumdadır; ama öte yan­
dan koyun yetiştiricilerinin zaran büyüyor. . . çünkü her şeyin
stoku azlasıyla var ve artık ünlerini alıcıya uygun gelen fi­
yata satmak zorundalar. . . Yün iyatlarının böyle yasa yoluy­
la düşürülmesinden ülkemizin bütünü büyük zarar görüyor
(ihracat yasağı devam ederse iyatlar daha da düşecektir) . . .
koyunların masrafı kazançlarından azla oluyor ve birçok ko­
yuncu sürülerini ölüme bırakmaı tercih ediyor. "
Ama Kral 1 . Friedrich Wilhelm kısıtlama politikasından
vazgeçmedi. Dilekçeye şu cevabı verdi: "Majeste Prusya Kra­
lı . . . Yün ihracatındaki kısıtlamanın devamını gerekli görü­
yor. . . Çünkü yünün ülke sınırlan dışına çıkmasına izin ver­
meyen başka ülkelerin , özellikle lngiltere'nin bundan ka­
zançlı çıktıklarım ve zenginleştiklerini görüyor. "
lngiltere'nin zenginleşmesi konusunda Prusya Kralı hak­
lı olabilirdi. Ama o ülkenin tüccarları bunun nedeni konu­
sunda kendisiyle tartışabilirdi. Onların da merkantilist kı­
sıtlamalardan hoşnutsuz olduğunu biliyoruz. İşlerinde ken­
dilerine yardımcı olacak değişiklikler yapılmasını istiyorlar­
dı. Onlar da davalarım merkantilist yolda koruyorlardı yani,

1 52
en iyi hangi yoldan memlekete servet ve reah geleceğini tar­
tıştıklarım iddia ediyorlardı. Eski, bağışlanabilir bir kusur -
kendi çıkarlarım ülke çıkarı gibi göstermek. Avam Kamara­
sı'nın 8 Maıs 1 820 tarihli günlüğünde serbest ticaret için şu
gerekçeyi görüyoruz: " . . . Londra şehri tüccarlarının bir di­
lekçesi sunuldu ve okundu; buna göre, dış ticaret bir ülke­
nin sevet ve reahını sağlar çünkü böylece üretimi için baş­
ka ülkelerin toprak, iklim, sermaye ve endüstrisinin en uy­
gun olduğu metalar ithal edilir ve karşılığında kendi duru­
munun daha uygun olduğu nesneler ihraç edilir ve aynca
baskılardan serbest olmak, dış ticaretin en iyi şekilde yayıl­
masını sağlar ve aynı zamanda ülke sermayesi ve endüstrisi­
ne en iyi yönü verir; her tüccarın bireysel alış verişini düzen­
leyen en ucuz pazarda almak ve pahalı pazarda satmak ilke­
si bütün ulusun ticaretinde de en ii kural olarak sıkı sıkıya
uygulanmalıdır; bu ilkelere dayanan bir politika dünya tica­
retini karşılıklı avantajlar değiş tokuşu haline getirerek her
ülkenin halkına sevet ve mutluluk verir. . . Kısıtlayıcı siste­
min korunması lehindeki halen egemen önyargılar, her tür­
lü yabancı meta ithalinin kendi ürünlerimizi aynı derece­
de azaltacağı ya da ürküteceği yolundaki bir yanlış varsayı­
ma dayanmaktadır - öyle ki bu temellerden gidilir . . . Düzen­
lemeler tutarlı biçimde yüütülürse her türlü dış ticaretimi­
zi durdumamız gerekir. "
Adam Smith'in Uluslann Seveti, halkın zihnini kavrayan
ve bütün ülkelere kısa zamanda yayılan kitaplardandı. Da­
ha önceki kitaplar bir devletin güçlü olmak için şu ya da bu
politikayı izlemesi gerektiğini anlatırken Adam Smith daha
çok sevetin üretim ve bölüşümünü etkileyen nedenleri in­
celemekle ilgileniyordu . Merkantilistlerin çoğunun bileye­
cek bir baltası vardı ama -bu baltayı bilemekle- ülkenin gü­
cünün artacağını söyleyerek, baltayı gizliyorlardı. Özel di­
leklerden çok analize meraklı olan Smith ise konuya daha

1 53
bilimsel bir tavırla yaklaşıyordu . Ünlü kitabının bir kısmı
merkantilist öğretinin incelenmesine ayrılmıştı. Teşhir edi­
yordu bunu.
Ondan önce de teşhir edenler olmuştu. Merkantilizmin en
parlak çağında ilkelerine saldıran düşünürler olmuştu. Her
merkantilist uygulamanın bir eleştiricisi olmuştu.
Yabancı mal ithalindeki vergiyi ve yasaklamayı alalım. Ni­
cholas Barbon daha 1 690'da Ticaret Üzerine Bir lnceleme'de
şunları yazıyordu : "Ticaretin kısıtlanması, çürümenin ne­
denidir; çünkü bütün yabancı mallar yerli malların müba­
delesiyle alınır. Onun için herhangi bir yabancı metanın ya­
saklanması onun karşılığında imal edilip mübadele edilecek
yerli malında imalini ve ihracını önler. Bu malların yapımcı
ve tüccarları işlerini kaybederler . . . "
Ya da bildiğimiz "ticai denge" sorunu. Dudley North da­
ha 1 69 l 'de Ticaret Üzerine lncelemeler adlı ünlü bir kitap­
ta bunu yerin dibine batırıyordu: "İhracat ve İthalat Denge­
sinin Soruşturulmasıyla ilgili gürültülerden bu yana çok za­
man geçmedi; Ticaret Dengesi dedikleri şey de öyle. Çün­
kü sanılıyordu ki, dışarı götürdüğümüzden azla meta alır­
sak mahvolma yoluna gireriz . . . Ama garip de gelse aslında ti­
caretle bütün dünya tek bir ulus veya halk gibidir ve bura­
da uluslar insanlara bezer. Kamu için zararlı hiçbir ticaret
olamaz; çünkü zaten öyle olsa insanlar vazgeçerdi. . . Ticaret­
te hiçbir yasa· ödül yerine geçmez, kazanç kendi kendini ya­
ratır. Ama bu çeşit yasalar çıkarıldı mı bunların etkisi Tica­
rete Engel olmaktır, yani kötüdür. "
Anı şekilde joseph Tucker da , l 749'da merkantilistle­
rin tekel bağışlama politikasına karşı mücadeleye başlamış­
tı: " Tekellerimiz, Kamu Şirketlerimiz ve Koporasyon Ferman­
larımız serbest ticaretin laneti ve düşmanıdır . . . Bir iki gö­
zü doymaz yöneticiyi zengin etmek için bütün ulus ticare­
ti kısıtlanıyor ve dünyanın dörtte üçüyle ticaret engelleni-

14
yor. . Kamu nasıl yoksullaşıyorsa Onlar da anı yoldan zen­
.

gin oluyorlar. "


Tucker merkantilist kolonyalist politika için d e şunları
söylüyor: "İrlanda'nın Ticaret ve !mal.tını kısıtlamaktaki kö­
tü düşünülmüş politikamız ve doğaya aykın kıskançlığımız
ticaretimizin genişlemesine bir başka büyük engeldir. Irlan­
da zenginleşirse, bunun sonucu ne olur? İngiltere de zengin
olur; ve Fransa yoksullaşır. Şimdi Irlanda'dan Fransa'ya ka­
çınlan yünle imal edilip oradan bizim metalarımızla reka­
bet etmek üzere pazara gönderilen yün, İrlanda'da imal olu­
nur . . . Irlanda toprak sahipleri kesiminin rantları yükselir; o
zaman da bu rant kısa sürede İngiltere'ye akar."
Altın ve gümüş stokunun ülke için önemi konusundaki
merkantilist görüşe gelince, Adam Smith'in dostu olan Da­
vid Hume, 1 742'de bu görüşü de reddetti. Hazinenin büyük­
llğünün bir ülkeye kalıcı bir avantaj sağlamadığına işaret et­
ti. Onun teorisine göre uluslararası ticaretin işleyişi gereğince
madeni para kullanan her ülke ithalatıyla ihracatını denkleşti­
recek iyatları ayarlayabilecek kadar altın bulur. Nasıl?
Fiyatların dolaşımdaki para miktarına göre yükselip düş­
tüğünün uzun zamandan beri bilindiğini unutmamışınızdır.
Hume, bu noktadan kalkıyordu : "Bir krallığı kendi başına
ele alıyorsak paranın daha bol ya da daha az olmasının bir
önem taşımayacağı açıktır, çünkü metaların iyatları her za­
man paranın miktarıyla orantılıdır. "
Şimdi, iyatlar yükseliyorsa, ülke ticareti n e olur? Şüphe­
siz ki başka ülkelerden insanlar bu malları daha az alır, çün­
kü pahalanmışlardır. Bu da söz konusu ülkelerin daha az ih­
racat yapacağını gösterir. Şu halde ihracatı ithalatına denk
olmayacaktır. Başka ülkelerde , onların kendisinden aldı­
ğından daha azla mal alacaktır. Ama aradaki arkın şu ya
da bu şekilde ödenmesi gerekir. İhracatı ithalatını ödemi­
yorsa, aradaki arkı nakit para ile ödemelidir. Bu da, fiyatla-

1 55
rın yükseldiği ülkeden altın çekilecek demektir. Ama bu çe­
kilme dolaşımdaki para miktarını azaltacak, dolayısıyla i­
yatlar yeniden düşecektir; o zaman öteki ülkeler yine ucu­
za mal alabileceklerini görecekler, böylece ihracat bir daha
yükselip ithalatla denkleşecektir. Tabii bunun tersi de doğ­
rudur. Bir ülkede iyatlar dolaşan paranın azalmasından ötü­
rü düşerse başka ülkeler de ondan daha azla mal alacaklar­
dır, çünkü malları ucuzlayacaktır. O zaman ülke, ithalinden
azlasını ihraç edecek, ark gene nakitle ödenecektir. Ülke­
nin altın stokundaki bu artış yeniden iyatları yükseltecek­
tir. İhracatında düşük iyatlar dolayısıyla kazandığı avantajı
kaybedecektir. İhracat duracak ve ülkenin ihracatıyla ithala­
tı yine denkleşecektir.
Şüphesiz bu , olayın ana çizgileridir. Gerçekte bu kadar
düzenli işlemez hem de çok zaman alır - ancak "uzun va­
de" için geçerlidir. Ama Hume'un açıklaması büyük miktar­
da değerli maden stokunun gerekli olduğunu söyleyen mer­
kantilist iddiaı etkili biçimde çürütmüştü .
Merkantilizm teorileri uygulamaya konuldukları anda
birbirleri ardınca birtakım yazarların saldınsına uğradılar.
Serbest ticaretin savunuculuğu da özellikle Fransa'daki Fiz­
yokratlara düşmüştü .
Endüstrinin devlet tarafından denetlenmesi en yüksek
noktasına Fransa'da vardığı için merkantilist kısıtlama ve
düzenlemelere karşı muhalefetin ilk bu ülkede gelişmesi
normaldi. Fransa'da endüstri bir yapmalı-yapmamalı ağıy­
la, cansıkıcı yönetmelikleri uygulayan bir alay baş belası de­
netçiyle, öylesine sarılıp sarmalanmıştı ki, bir işin nasıl yü­
rüdüğüne, yapılabildiğine akıl ermez. Lonca kuralları ve yö­
netmelikleri yeterince kötüydü . Bunlar ya devam ediyor, ya
da yerlerine daha da kılı kırk yaran hükümet yönetmelik­
leri geliyordu . Bu yönetmeliklerin amacı Fransa'nın endüs­
trisini korumak ve geliştirmekti. Bazı bakımlardan bu ama-

1 56
ca hizmet ediyorlardı. Ama en akla yakın oldukları zaman­
da bile imalatçısı, istediği çeşit kumaşı imal edebilir miydi?
Hayır, edemezdi. Kumaş alan ilan niteliğe uyacak, şu ka­
dar uzunlukta olacaktı. Bir şapka imalatçısı kunduz , kürk ve
yün karışımı şapkalar çıkararak alıcıyı çekebilir miydi? Ha­
yır. Ya tamamen yünlü şapkalar yapar, ya da hiçbir şey yapa­
mazdı. Bir imalatçı mallarının üretiminde yeni ve belki da­
ha iyi bir alet kullanabilir miydi? Kullanamazdı. Aletler bel­
li boy ve biçimde olmalı, denetleyiciler gelip tastamam böy­
le olduğunu görmeliydiler.
Böyle bir yönde azla ileri gitmenin doğal sonucu ö te­
ki yönde eşit derecede ileri giden bir harekettir. Endüstri­
nin çok azla denetlenmesi endüstrinin hiç denetlenmemesi
talebini doğurur. Denetimsizlik yönünde ilk hareket eden­
lerden biri de Goumay adında bir Fransız işadamıydı. Ün­
lü Fransız Maliye Bakam Turgot şöyle yazıyordu : "Bir yurt­
taşın büyük masralarla bir korporasyona giriş hakkı elde et­
meden hiçbir şey yapamadığını ya da satamadığını görün­
ce hayretler içinde kaldı. .. Her kumaşın boyunu ve enini ve
kullanılan iplik sayısını hükümetin özel yasalarla tespit ve
bu önemli ayrıntılarla dolu dört koca cildi kraliyet mühü­
rüyle mühürlemesine de çok şaştı; ayrıca tekelcilik ruhuna
uygun sayısız yönetmelik çıkması . . . Hükümetin her meta­
nın iyatım düzenlemesi, bir endüstriyi geliştirmek için bir
başkasını yasaklaması aklının alacağı iş değildi. . . ve ekici­
yi bütün öteki yurttaşlardan daha umutsuz ve kararsız yap­
makla buğdayın bol olmasını sağladığına inanması. . . "
Goumay bu aşırı düzenlemelere sadece şaşırmakla kalmı­
yordu . Fransa'nın bunlardan kurtulmasını istiyordu . O za­
manlardan beri her çeşit kısıtlamaya karşı olanların sloga­
nı haline gelen deyimi o bulmuştu - "Laissez-faire. " O ün­
lü deyimi, biraz serbest bir çeviriyle, "Bırakın bizi" şeklinde
anlayabiliriz.

1 57
Laissez-faire, Gournay ile aynı zamanda yaşayan Fransız
izyokratlarının sfoganı oldu . Önemliydiler, çünkü ilk ik­
tisatçılar "okul"uydular. Bu grup l 75 7'den itibaren iktisa­
di sorunları tartışmak üzere François Quesnay'ın başkanlı­
ğında düzenli olarak toplanıyordu . Okul üyeleri kısıtlama­
lardan kurtulmak için, serbest ticaret için, laissez-faire için
kitaplar, makaleler yazıyordu . Ünlü Fizyokrat Mirabeau'ya
l 770'te Baden hükümdarı olan Carl Friedrich ülkesinin yö­
netimiyle ilgili öğütler sorduğunda, Mirabeau şunları yaz­
mıştı: "Ah, monsenyör, eyaletlerinize ilk serbest limanı ve
ilk serbest panaırı veren siz olun ve ülkenize ayak basıldı­
ğında görülen ilk harfler sevgili ve saygıdeğer adınızın harf­
leri olsun ve bunun altına da şu üç soylu kelimeyi yazdırın:
Serbestlik, Bağışıklık, Özgürlük ! . . Ülkeniz kısa zamanda in­
sanların ayrıcalıklı yurdu, ticaretin doğal yolu , evrenin kav­
şak noktası olacaktır. "
Fizyokratlar serbest ticaret ikrine dolaylı bir yoldan var­
mışlardı. llkin ve en başta özel mülkiyetin, en çok da toprak
mülkiyetinin kutsallığına inanıyorlardı . Mülkiyet hakkına
inandıkları için, özgürlüğe de inanıyorlardı - bireyin, başka­
larına zarar vermediği sürece, mülkünü istediği gibi kullan­
ma hakkına. Serbest ticaret isteklerinin ardında tarımcının
istediği yerde satmak üzere istediğini ürtmesinin gerekliliği
inancı vardı. O sıralarda Fransa' da vergi ödemeksizin Fransa
dışına buğday satmaya imkan olmadığı gibi, buğday ülkenin
bir bölgesinden başka bir bölgesine bile vergisiz gönderile­
miyordu. New jerseyli bir çiftçinin eyalet sınırında gümrük
ödemeden New York'a sebze satamadığını düşünün. Fizyok­
ratlar buna karşıydı. Fizyokratların inançlarını en iyi şekil­
de açıklayan Mercier de la Riviere mülkiyet hakkını kullana­
bilmek için tam özgürlüğün gerekli olduğuna işaret ediyor­
du: "Geniş özgürlük olmaksızın üretimde büyük bolluk da
olamaz . . . Bir insanın kullanma özgürlüğü olmayan bir hak-

1 58
ka, hak denebilir mi? Dolayısıyla özgürlük olmadan mülki­
yet hakkı düşünülemez . . . İnsan bir yarar görmedikçe bir şey
yapmaz; şimdi, iyi bir şeyden yararlanma isteği, iyi bir şey­
den yararlanma özgürlüğü olmadıkça bizi yerimizden kıpır­
datamaz. "
Fizyokratlar her soruna , tarım üzerindeki etkisi açısın­
dan yaklaşıyorlardı. Onlara göre servetin tek kanağı top­
rak, üretken emeğin tek çeşidi de toprak üzerinde harcanan
_
emekti. Carl Friedrich'e yazdığı bir mektupta Mirabeau şöy­
le diyordu: "Bir çiftçi olarak köylümüz üretici bir emek har­
camaktadır ve kar, masralar çıkarıldıktan sonra, sadece bu
emekte aranmalıdır; bir dokumacı olarak köylümüz kısır bir
iş yapmaktadır; hizmetler toplamında aydalı bir iş görür,
ama bir şey üretmez. "
Endüstri v e ticaret için gerekli hammaddeleri yalnız tarı­
mın sağladığını iddia ediyordu Fizyokratlar. Gerçi zanaat­
karlar, hammaddeyi tamamlanmış biçimine sokmakla ay­
dalı bir iş yapıyor olabilirdi, ama servet stokuna yeni bir şey
eklemiyorlardı. Zanaatkar, hammadde üstünde çalıştıktan
sonra ürünün değeri artıyordu , ama nesnenin değerindeki
artış işleri karşılığında onlara ödenen paraya eşitti. Yeni bir
zenginlik katılmamıştı. Oysa, Fizyokratlara göre , tarımda
böyle değildi. Endüstri kısır, tarım ise verimliydi. Tarımsal
ürünün maliyeti ve toprak sahibinin karı çıktıktan sonra or­
tada, gerçek bir servet artışı demek olan -doğanın cömertli­
ği sayesinde- net ürün kalıyordu. Masraların ötesindeki bu
tarımsal artık (azla) , bu poduit net, ıldan yıla değişebilir­
di. Mevsimlere göre az veya çok olabilirdi.
Bugünkü iktisatçılar Fizyokratların teorisini pek benim­
seyemezlerdi, ama bir ulusun servetini biriktirilmiş malların
sabit toplamı olarak değil de, geliri bir stok değil de bir akış
olarak görmelerini yerinde bulurlardı.
Fizyokratların teorisi üstüne Adam Smith şunları söy-

1 59
lüyordu : " Gelgelelim, bütün kusurlarına karşın bu sistem
ekonomi politik konusunda yayımlanagelmiş bütün görüş­
ler arasında doğruya en azla yaklaşanıdır . . . Gerçi toprakta
kullanılan emeği tek üretici emek olarak göstermekle, ileri
sürdüğü fikir azla dar ve sınırlı kalıyor; ama ulusların ser­
vetini tüketilemez para zenginliğinin değil, toplumun eme­
ğiyle her yıl yeniden üretilen tüketilebilir malların meyda­
na getirdiği eksiksiz özgürlüğün, yıllık yeniden üretimi en
büyük kılacak tek etkili tedbir olduğunu ileri sürmekle, bu
öğreti her bakımdan, cömert ve liberal olduğu kadar hak­
lıdır da . "
Fizyokratlar "eksiksiz özgürlük" için savaşmakta Adam
Smith'i de geçtiler, ama onun etkisi çok daha büyüktü . Ulus­
lann Seveti tekrar tekrar yayınlandı. Hayatı boyunca ve öl­
dükten sonra çok okundu . Merkantilist teori yıkıldıysa,
" Knock-out"u sağlayan onun yumruklarıydı. Değerli ma­
denleri savunanların ağzının payını şöyle vermişti: "Kendi
maden yatakları olmayan bir ülke altın ve gümüşü elbette
başka ülkelerden alacaktır. Bağı olmayan bir ülkenin şarap
alacağı gibi. Ama hükümetin, ilgisini bunlardan birine değil
de ötekine yöneltmesi hiç de gerekli değildir. Şarap alacak
mali kudreti olan ülke istediği kadar şarap alır; altın ve gü­
müş alacak mali kudreti olan bir ülke de hiçbir zaman altın
ve gümüşsüz kalmaz. Onlar da bütün metalar gibi belli bir
iyat karşılığında satın alınırlar. "
M erkantilistlerin kolonyal politikası ü zerine Adam
Smith'in görüşü şu cümlede özetlenir: "Dolayısıyla merkan­
tilist sisteminin bütün öteki pis ve kötü niyetli politikala­
rı gibi koloni ticaretinin tekeli de bütün öbür ülkelerin tica­
retinde, özellikle de kolonilerinkinde tıkanıklık yaratır, ama
bunların lehine olsun diye yapıldığı ülkenin ticaretini de hiç
geliştirmez, tersine azaltır."
Smith'in kitabının ilk cümlesi serbest ticareti savunur. llk

1 60
söylenen şudur: " . . . emeğin üretici gücündeki en büyük iler­
leme . . . işbölümünün sonucu olarak görünür. " Ve Smith'in
1 766'da işbölümünden anladığı, bizim bugün anladığımı­
zın aynısıydı. Uzmanlaşma demek istiyordu - bir işçiyi uz­
man kesilinceye kadar belli bir işte çalıştırmak. "Onun için,
çok basit bir imalat dalından bir örnek alalım; yine de, işbö­
lümü bu dalda çok göze çarpmıştır: Dal, toplu iğne imalatı;
bu işte eğitim görmemiş . . . kullanılan makineleri işletmesi­
ni de bilmeyen bir işçi. . . ne kadar çabalarsa günde belki bir
iğne yapabilir, ama herhalde günde yirmi iğne çıkaramaz­
dı. Ama şimdi bu iş öyle bir şekilde yürüyor ki, işin bütünü­
nün başlı başına ayrı bir zanaat olması bir yana, çoğu tek tek
alındığında kendi başına işler olan birçok dala bile ayrılıyor.
Biri teli çekiyor, öteki düzleştiriyor, üçüncüsü kesiyor, dör­
düncüsü sivriltiyor, beşincisi topuzun takılacağı ucu eğeli­
yor; iğnenin başını yapmak için üç ayrı işlem gerektiriyor,
takması ayrı, iğneleri ağartmak ayrı; kağıda iliştirilmesi bi­
le başlı başına bir zanaat; böylece bu önemli toplu iğne ya­
pım işi, onsekiz kadar birbirinden ayrı işe bölünüyor ve ba­
zı imalathanelerde ise ikisini üçünü aynı adam yapabiliyor.
Bu çeşitten küçük bir imalathane görmüştüm, orada topu
topu on kişi çalıştığı için bazıları iki üç arı işlemi yapıyor­
du . . . Kendilerini sıktılar mı, günde on iki libre toplu iğne çı­
karabiliyorlardı. Bir librede orta boylu dört binden azla iğne
bulunur. Demek ki bu on kişi günde kırk sekiz binden az­
la iğne yapıyorlardı. Şu halde her biri kırk sekiz binin onda
birini yaptığına göre , günde adam başına dört bin sekiz yüz
toplu iğne imal ediyorlardı. Ama hepsi ayrı ve bağımsız ça­
lışsalar ve bu iş için gerekli eğitimi görmeseler, günde irmi
taneden azla, hatta belki bir tane bile toplu iğne yapamaz­
lardı; yani, değişik işlemlerin bölünmesi ve birleşimi sonucu
şimdi yapabildiklerinin kesinlikle iki yüz kırkta birini, belki
dört bin sekiz üzde birini. "

1 61
O halde? Diyelim ki Adam Smith'in sözünü kabul ettik,
işbölümünün, daha azla ustalık, zamanda tutumluluk, ge­
nel etkililik vb. yüzünden emeğin üretkenliğini artırdığına
inandık. Bundan ne çıkar? Serbest ticaretle ne ilintisi var
bunun?
Çok ilintisi var. Çünkü , diyordu Adam Smith, işbölümü­
nü pazarın genişliği belirler: "lşbölümünü doğuran şey mü­
badelenin gücü olduğuna göre , bu bölünmenin yaygınlığı
her zaman o gücün yaygınlığıyla, başka bir söyleyişle paza­
rın genişliğiyle sınırlanmış olacaktır. Pazar çok uak olun­
ca kimse kendini tek bir işe bütünüyle bağlamak cesareti­
ni gösteremez, kendi emeğinin ürününün, kendi tüketimi­
ni aşan ve arta kalan kısmını, ihtiyaç duyduğu başka insan­
ların emeğinin ürününün yine o kısmıyla mübadele edecek
gücü bulamaz. "
Üretkenlik işbölümü sonucunda artıyorsa , işbölümü de
pazarın genişliğiyle sınırlıysa, şu halde pazar ne kadar geniş­
lerse işbölümü de o kadar büyür ve üretkenlik de o kadar ar­
tar - yani, ulusun serveti o kadar büür. Serbest ticaret pa­
zarları alabildiğine genişlettiğine göre, işbölümü de istediği­
niz kadar gelişir, dolayısıyla üretkenlik de istediğiniz kadar
artar. Serbest ticaret bu yüzden iyidir.
Bu açıklama epey dolaşık oldu . Şu biraz daha basit:
1 . Üretkenlik artışı işbölümünden ileri gelir.
2. lşbölümü pazarın genişliğine göre büyür ya da daralır.
3. Serbest ticaret pazarı alabildiğine genişletir. Onun için
serbest ticaret üretkenliği arttırır.
Bir nokta daha var: Ülkelerarası serbest ticaret azami çiz­
gisine ulaşmış işbölümü demektir. Adam Smith'in toplu iğ­
ne imal eden abrikası işbölümü avantajlarına dünya ölçü­
sünde sahiptir. Her ülkenin en ucuz üretebildiği mallarda
uzmanlaşmasını sağlar, böylece dünyanın toplam serveti­
ni artırır.

1 62
Ama bu bölümün başında Adam Smith'i merkantilist kı­
sıtlama, düzenleme ve baskıya karşı başkaldıran adam ola­
rak tanıtmıştık. Endüstrinin dıştan yöneltilmesine karşı ne
diyordu? Şu alıntıda hükümetin müdahalesini kınar ve öz­
gürlük ister: "Ya , olağanüstü teşviklerle , endüstrinin bel­
li bir türüne toplumdaki sermayenin normal olarak o dala
akacak miktarından daha azlasını çekmeye çalışan; ya da,
olağanüstü baskılarla, endüstrinin belli bir türünde kullanı­
lacak sermayenin bir kısmını oradan başka yere itmeye ça­
lışan her sistem; aslında, varmak istediği büyük amaca va­
rılmasını yolundan saptıran bir tutumdur. Toplumun ger­
çek servet ve büyüklüğe doğru ilerleyişini hızlandıracağına
durdurur; toprak ve emeğin ıllık hasılasının gerçek değeri­
ni artıracağına azaltır.
"Böylece bütün tercih ve baskı sistemleri tamamen orta­
dan kaldırıldığında , bariz ve sade doğal özgürlük sistemi
kendiliğinden yerleşir, kurulur. Her insan, adalet yasaları­
nı bozmadığı sürece, kendi çıkarını istediği gibi yürütmek­
te, endüstri ve sermayesini başka insanlar veya insan grup­
larının endüstri ve sermayeleriyle rekabete sokmakta tama­
men serbesttir. "
B u son cümleyi okuyunca, iş hayatının yürümek için sa­
bırsızlandığını ama her dönemeçte can sıkıcı düzenlemelere
tosladığı bir dönemde Uluslann Seveti'nin işadamı için bir
İncil olduğunu anlarsınız.

1 63
13
"ES1 DÜZEN DEGİŞİYOR... "

Yoksullardan vergi alıp da zenginleri vergilendirmeyen bir


hükümet için ne düşünürdünüz? Deli bunlar, derdiniz her­
halde ilkin, sonra biraz düşününce , bunun bugünkü ABD
hükümetinin yaptığı iş olduğunu anlardınız. Ne var ki, bir­
çok kişiye kabul ettiremezdiniz bu düşüncenizi - Ameri­
ka'da zenginlerin gereğinden azla vergi ödediğini iddia
eden birçok insana rastlardınız. Ama onsekizinci yüzyılda­
ki Fransa hükümetinin zenginleri vergilendirmeyip yoksul­
lardan vergi alması olgusu tartışma götürmez bir gerçekti.
Ayrıcalıklı sınıflar kendileri, zamanın hemen bütün ver­
gilerinden bağışık olduklarını kabul ettiklerine göre bunun
su götürür yanı olamazdı. Rahiplerle soylular sıradan insan­
lar gibi vergi vermek zorunda kalırsa bunun Fransa'nın so­
nu olacağına inanıyorlardı. Fransız hükümeti mali sıkıntıya
girince, masraflar üst üste yığılıp gelir giderin yanına soku­
lamaz hale gelince, bazı Fransızlar bu sıkıntıdan kurtulmak
için ayrıcalıksızlar gibi ayrıcalıklıları da vergilendirmeyi akıl
ettiler. 1 776'da Maliye Bakanı olan Turgot vergi sisteminde
azlasıyla ihtiyaç duyulan bazı reformlar uygulamaya çalış-
14
tı. Ama ayrıcalıklılar buna hiç yanaşmıyorlardı. Paris Parla­
mentosu çevresinde toplandılar ve parlamento onların tutu­
munu şu kelimelerle hayli açık bir şekilde belirtti: "Adaletin
ilk kuralı herkesin sahip olduğunu muhaaza etmesidir: Bu
kural yalnız mülkiyet hakkını değil, ondan da önemli olan
ve soy ve mevkiden gelen kişiye ait hakları da muhaaza et­
mektir. . . Bu yasa kuralına göre , bir insanlık ve hayırsever­
lik görünümü altında ödev eşitliği kurmaya ve zorunlu ay­
rımları yok etmeye çalışan her sistem az zamanda anarşiye
yol açar (bu , eşitlik ikrinin kaçınılmaz sonucudur) ve top­
lumu alt üst eder. Fransız Monarşisi kendi anayasasına gö­
re ayrı birkaç kesime bölünmüştür. Ruhban sınıfının kişisel
hizmeti eğitim ve ibadetle ilgili bütün görevleri yerine getir­
mektir. Soylular kanlarını devletin savunulmasına adar ve
hükümdara öğütleriyle yardımcı olurlar. Krala bu kadar seç­
kin hizmetler sunamayan en alttaki toplum kesimi ise ver­
gi, endüstri ve bedeni hizmetle görevini yapar. Bu ayrımla­
rı yok etmek Fransız anayasasının tamamını tağyir ve teb­
dil etmektir. "
Rahipler ve soylular ayrıcalıklı sınıftı. Bunlara Birinci Ke­
sim ve İkinci Kesim denirdi. Rahiplerin sayısı 130.000, soy­
lularınki de 140 . 000 kadardı . Ayrıcalıklı sınılar oldukları
halde bu , hepsinin zengin olduğu veya hiçbirinin çalışma­
dığı anlamına gelmezdi. Yoksul papazlar ve yoksul soylu­
lar vardı. Çok zengin papazlarla çok zengin soylular da var­
dı. Papazlarla çalışan soylular vardı. Kilisede ve soylular ara­
sında hiç iş yapmayanlar da vardı. Ve iki uç arasında daha
türlüsü vardı.
Halk, ayrıcalıksız sınıftı. Bunlara Üçüncü Kesim denirdi.
2 5 . 000.000'luk Fransa nüusunun üzde 95'ini bunlar mey­
dana getirirdi. Ayrıcalıklı sınıflar arasında nasıl servet ve ya­
şayış biçimi arklılıkları varsa , aynı arklılıklar burada da
vardı. Yukarı - orta sınıf ya da burjuvazi olan 250.000 kada-

1 65
rı Üçüncü Kesimin geri kalanlarına kıyasla bayağı reah için­
deydi. Bir başka grup da kasaba ve şehirlerde oturan zana­
atkarlardan oluşuyordu. Bunların saısı 2,5 milyon civarın­
daydı. Sayıları 22 milyonu bulan geri kalanlar toprak üzerin­
de çalışan köylülerdi. Bunlar devlete vergi, ruhbana ondalık,
soylulara da feodal haraçları öderlerdi.
Benim gibi, sizin gibi insanlar, harcamalarını gelirlerine
göre ayarlarlar. Hükümetler de genel olarak böyle yapma­
ya çalışır. Ama onsekizinci yüzyılda Fransa hükümeti tama­
men tersine bir yol deniyordu. Parayı aptalca, müsrifçe, sis­
temsiz ve ahlaksız bir şekilde atıp savuruyordu. Tek bir ör­
nek bunu kanıtlamaya yeter. Livre Rouge, bütün hükümetçe
bağışlanmış iratların listesini içeren bir kırmızı kitaptı. Say­
aları arasında bir berber olan Ducrest'in de adı vardı. Niçin
yılda 1 . 700 livre irat bağışlanmıştı ona? Çünkü Kont d'Ar­
tois'nın kızının berberiydi. Kızının, yapılacak saçı bile çık­
madan bebekken ölmüş olması hiçbir şey değiştirmiyordu .
Ducrest iradını kullanıyordu .
Fransız maliyesi işte bu örnekte görülen çılgın yöntemler­
le yürütülüyordu . Başka binlerce önek daha vardı. Gelir gi­
deri düzenleyeceğine, gider geliri belirliyordu . Gelişigüzel,
düşüncesizce harcama daha büyük miktarda para toplaya­
cak şekilde vergilendirmeye yol açıyordu. Ayrıcalıklı sınılar
kendi paylarını sırtlanmadığı (tersine ayrıcalığı olmayanla­
ra yeni vergiler yükledikleri) ve Üçüncü Kesimin daha zen­
gin tabakası birtakım dolambaçlı yollarla kendilerine vergi­
den bağışıklılık kazandıkları için olanca yük yoksulların üs­
tüne biniyordu. Yük ağırdı. O dönemi gösterecek bir resim­
de köylü iki büklüm, sırtında kralı, papazı ve aristokratı ta­
şır halde çizilmeliydi.
Ünlü bir Fransız, de Tocqueville, bu vergi yükünün çok
çalışan köylünün gündelik hayatında ne demek olduğunu
anlatır: "Onsekizinci yüzyılın Fransız köylüsünü gözünü-

1 66
zün önüne getirin . . . Toprağa öylesine aşkla bağlıdır ki bi­
razına sahip olabilmek için bütün biriktirdiği paraları ve­
rir. . . Bu alımı tamamlamak için önce bir vergi ödemelidir. . .
Sonunda toprağın sahibidir; ektiği tohumla birlikte yüreği­
ni de gömer tarlasına . . . Ama ine bu komşular onu işinden
alır, kendileri için ücretsiz çalışmaya zorlarlar. Taze ürünle­
rini onlardan korumaya çalışır; yine önüne dikilirler. Neh­
ri geçerken yoluna çıkar, vergi alırlar. Pazarda malını sat­
ma hakkını yine onlardan satın alması gerekir; sonra , evi­
ne döner, kendine kalan buğdayı evinin geçimine kullan­
mak ister . . . Ama bu buğdaı da onların değirmeninde öğü­
tüp onların fırınında pişirmeden ağzına alamaz. Küçük ge­
lirinin bir kısmını da hizmetten kurtulmak için onlara vergi
olarak verir . . . Ne yapsa, bu başbelası komşular ayağına dola­
şır. Bunlardan kurtulunca kilisenin kara cüppelerine bürün­
müş olanları gelir hasatın karını alıp götürürlerdi. . . Ortaçağ
kurumlarının bir kısmının ortadan kalkması geriye kalanla­
rı yüz kat daha çekilmez hale getirmişti. "
Ama bu , onbirinci yüzyılın feodal sistemini hatırlatıyor
insana . Şu halde, geçen yedi yüzyıl boyunca hiçbir değişik­
lik olmamış mıydı? Olmuştu elbette. l 700'de Fransa'da ya­
şayan 22 milyon köylünün sadece 1 milyonu eski anlam­
da serfti. Ötekiler serlikten kurtulup tam özgür olmuşlar­
dı. Ama bu , bütün eski feodal vergi ve hizmetlerin ortadan
kalkması demek değildi. Bazıları kalkmıştı ama kalanları da
çoktu . Doğuş nedenleri çoktan tarihe karıştığı halde bun­
lar duruyordu . Askeri himaye sağladıkları için karşılığın­
da feodal haraç ve hizmet alan soylular artık kralın ordusu­
nu meydana getirmiyorlardı - askeri işlevleri de kalmamış­
tı. Bir grup olarak yönetime de katkıları olmuyordu -yal­
nız birey olarak- idariOO, politik bir işlevleri de yoktu . Çift­
çilik etmiyor, bir bütün olarak iş hayatına da girmiyorlar­
dı - yani ekonomik işlevleri de yoktu . Vermeden alıyorlar-

1 67
dı. Aylaklaşmış, asalak olmuşlardı, sarayda, topraklarından
uzakta vakit harcayıp duruyorlardı. Yine de, hala köylüler­
den haraç ve hizmet talep ediyor, alıyorlardı da. Köylülerin
haklı olarak neret ettiği bir kalıntıydı bunlar. Yukarıdaki
alıntının son cümlesinde Tocqueville'in de işaret ettiği gibi,
alışılmış vergilerin bir kısmının yok edilmesi kalanları daha
da sevimsiz kılıyordu .
Köylü gelirinin tam ne kadarını vergi olarak ödüyordu?
Cevaba şaşıracaksınız. Yapılan hesaba göre kazancının yüz­
de sekseni çeşitli vergi tahsildarlarının elinde kalıyordu ! Ka­
lan yüzde yirmiyle beslenmesi, barınması ve ailesini giydir­
mesi gerekiyordu . Köylünün homurdanmasında şaşılacak
bir şey yok demek. Hasatın kötü olmasıyla açlıktan ölme de­
recesine varmasına da şaşmamalı. Böyle bir zamanda kom­
şularından çoğunun dilenci olarak yollarda taban tepmesi
de şaşılacak bir şey değildi.
Fransız Devrimi l 789'da patladı. Ama bundan, köylünün
onsekizinci yüzyılda onyedinci yüzyıldakinden daha kötü
durumda olduğu sonucunu çıkarmayın. Değildi. Belki da­
ha bile iyi durumdaydı. Aslında köylüler vergi toplandıktan
sonra ellerinde kalanı şu veya bu yoldan azar azar biriktire­
rek biraz toprak satın alabilmişlerdi. Devrimden önceki yüz­
yıl kadar süre içinde köylüler durmadan toprak edinmişler­
di. Onun için, 1 789 geldiğinde, Fransız topraklarının üçte
biri kadarı onların elindeydi. Ama bu onları eskisinden de
daha hoşnutsuz yapıyordu . Niçin?
Toprağa açtılar. Açlıklarını bir parçacık giderebilmişlerdi.
Daha azla ilerlemelerini engelleyen neydi? Devletin ve ay­
rıcalıklı sınıların sırtlarına yıktığı yük. Bu yük sırtlarından
kalkarsa daha dik durabileceklerini -havan durumundan
insan durumuna geçebileceklerini- şimdi her zamankinden
daha iyi görüyorlardı. Durumlarının biraz düzelmesi gözle­
rini açmıştı ve birazcık daha olsa . . .

1 68
Fransız köylüleri (başka Batı Avrupa ülkelerinin köylüle­
ri de) feodal ödeme ve kısıtlamaların kaldırılması gerektiği­
ni daha önce de düşünmüşlerdi. Daha önce de köylü ayak­
lanmaları olmuştu. Bu ayaklanmalar feodal düzenlemelerin
takımım silip süpürememiş , ama köylülerin durumunu da
düzeltmişti. Şimdi engelleri tamamen yok etmek için köylü­
lerin yardıma ve öncüye ihtiyacı vardı.
Yükselen orta sınıfta aradıklarım buldular.
Fransız Devrimi'ni yapan ve bundan en kazançlı çıkan bu
yükselen orta sınıf, burjuvazi oldu . Burjuvazi Devrim'i yap­
tı, çünkü yapması gerekiyordu. Zorbaları deviremese kendi­
si ezilecekti. Küçük civciv gibiydi, büyümüş, kabuğunu kır­
ması ya da ölmesi gereken noktaya varmıştı. Gelişen bur­
juvazi için ticaret ve endüstrideki kısıtlama, düzenleme ve
baskı, hükümetin küçük gruplara tekel ve arıcalık bağışla­
ması, çağını doldurmuş loncaların ilerlemeyi kösteklemesi,
kendilerine söz hakkı tanınmadan yasalar çıkarılması ve es­
ki yasaların varlığı, mücadeleci devlet memurlarının çoğal­
ması, hükümet borçlarının gittikçe büyüyen hacmi -bütün
bu çürüyen, yozlaşan feodal toplum- kırılması gereken ka­
buğu meydana getiriyordu.
Burjuvaziyi kimler oluşturuyordu? Bunlar yazarlar, dok­
torlar, öğretmenler, avukatlar, yargıçlar, devlet memurlarıy­
dı -eğitim görmüşler sınıfı; tüccarlar, imalatçılar, bankerler­
di- paralı sınıf, hem zaten paralı, hem de azlasına göz dik­
miş durumda. Her şeyden önce istedikleri ya da ihtiyaç duy­
dukları - aslında artık feodal olmayan bir toplumda feodal
zırhı sırtlarından atıp şöyle rahat oturan bir kapitalist ceket
giymek istiyorlardı. Fizyokratların ve Adam Smith'in yazı­
lan iktisadi alandaki ihtiyaçlarını dile getirmişti; toplumsal
alandaki ihtiyaçları da Voltaire , Diderot ve Ansiklopedist­
ler'in yazılarında dile gelmişti. Ticaret ve endüstride laissez­
faire'in karşılığı din ve bilimde "aklın yönetimi" idi.

1 69
Sizin kadar yetenekli veya çalışkan olmayan birinin, bir
çeşit "piston"u olduğu için size tanınmayan nimetleri eline
geçirmesi kadar sinir bozucu bir durum olamaz. Burjuvazi
işte biraz bu durumdaydı. Yetenekleri vardı. Kültürleri var­
dı. Paraları vardı. Ama bütün bu şeylerin onlara toplumda
sağlaması gereken yasal yere bir türlü gelemiyorlardı. "An­
nesi Grenoble'deki tiyatroda oturduğu locadan bir aristok­
rat tarafından çıkartılınca, Bamave derimci oldu . Mme Ro­
land, annesiyle Fontenay Şatosunda yemeğe alıkonduğunda
yemeğin kendilerine hizmetçiler dairesinde verildiğini anla­
tıyor. Eski rejim onur yaralayıcı davranışlarıyla ne kadar çok
düşman kazanmıştı ! "
Burjuvanın azla toprağı yoktu ama parası çoktu . Devle­
te borç para vermişlerdi. Şimdi geri istiyorlardı. Kamu para­
sının aptalca ve mirasyedice harcanmasının zorunlukla ila­
sa varacağını görebilecek kadar hükümet işlerinden anlıyor­
lardı. Kendi biriktirdikleri paralar için de endişe ediyorlardı.
Burjuvazi, politik gücünün iktisadi gücüyle orantılı olma­
sını istiyordu. Mülkleri vardı - ayrıcalık istiyordu . Bu çürü­
yen feodal toplumda mülklerinin can sıkıcı kısıtlamaların
boyunduruğundan çıkmasını istiyordu. Hükümete verdikle­
ri borç paranın ödenmesini garantiye almak istiyordu . Bun­
ların bazılarını başarmak için kendilerine bir ses değil, hü­
kümetteki sesi sağlamaları gerekiyordu. Fırsat çıktı karşıla­
rına - kaçırmadılar.
Fırsat çıktı, çünkü Fransa öyle berbat bir duruma gelmiş­
ti ki eskisi gibi yürütmek artık mümkün değildi. Soylular­
dan biri olan Kont de Colonne da bunu itiraf ediyordu. Ki­
lit Maliye Bakanlığı görevi sayesinde geleceğin işaretleri­
ni başkalarından iyi görebilmişti. "Fransa yönetimleri karı­
şık ayrı eyalet ve bölgelerden, birbirini hiç tanımayan yöre­
lerden meydana gelmiş bir krallıktır; burada yükün bütünü­
nü bazı bölgeler taşırken ötekiler tamamen serbesttir, en ha-

1 70
f vergiyi en zengin sınıf öder, ayrıcalıklar her türlü dengeyi
bozmuştur, herhangi bir sürekli yönetimi ya da ortak irade­
yi sağlamak imkansızdır: Zorunlukla, suistimallerle dolu ve
şimdiki durumunda yönetilmesi imkansız , son derece ku­
surlu bir krallıktır. "
Özellikle ş u iki kelimeye dikkat edin: "Yönetilmesi im­
kansız. " Yönetici sınıftan biri, artık yönetmenin imkansız ol­
duğunu kendi ağzıyla söylüyor; buna bir de hoşnutsuz kit­
leleri ekleyin; şimdi gelsin aklı başında bir sınıf, iktidarı ele
geçirmek amacıyla bir kargaşalık çıkarsın ve bir devrim ol­
sun. Derim 1 789'da oldu. Adı Fransız Devrimi'dir.
Devrimcilerin önderlerinden biri olan Abbe Sieyes, Üçün­
cü Kesim Nedir? adlı eğitici bir risalede devrimin amaçlarını
kısaca sıralar: "Kendimize üç soru sormalıyız:
"Birincisi: Üçüncü Kesim nedir? Her şey.
"İkincisi: Şimdiye kadar politik sistemimizde ne olmuş­
tur? Hiçbir şey.
"Üçüncüsü : Ne istiyor? Bir şey olmak. "
Gerçi üçüncü kesimin bütün üyeleri, zanaatkarlar, köylü­
ler ve burjuvazi, "bir şey" olmaya çalışıyorlardı, ama istedi­
ğini en azla elde edebilen üçüncü grup oldu. Önderliği bur­
juvazi sağladı, öteki gruplar ise dövüştü. En azla kazanan da
burjuvazi oldu . Devrim boyunca burjuvazi kendini zengin­
leştirecek ve güçlendirecek birçok fırsat buldu . Kiliseden ve
soylulardan alınan topraklarda spekülasyon yaptılar ve hile­
li ordu müteahhitliği yoluyla milyonlar vurdular.
Daha yoksul emekçi sınıfın sözcüsü olan Marat Dev­
rim'de olanları şöyle anlatır: "Ayaklanma anında halk sayı
gücüne dayanarak her engeli yıkıp geçti; ama başta ne ka­
dar güçlü olsalar, sonunda usta , becerikli ve kurnaz olan
üst sınıf komplocularına yenildiler. Yukarı sınıfın eğitim
görmüş incelikli entrikaları başlangıçta despotlara yönelik­
ti: Ama onların güvenini kazanıp kudretlerinden yararlan-

1 71
dıktan sonra despotları kovdukları ayrıcalıklı yere yerleş­
mek, sonra da halka karşı dönmekti amaçları. Devrimi ya­
pan ve yürütenler toplumun alt tabakalarıdır, işçiler, zana­
atkarlar, küçük esnaf, köylüler, plebler, talihsizlerdir; utan­
maz zenginlerin canaille (ayak takımı) dediği ve Romalıla­
rın utanmadan proletarya diye adlandırdıklarıdır. Ama yu­
karı sınıfların sürekli gizledikleri şey, devrimin sadece top­
rak sahipleri, avukatlar ve düzenbazlar yararına yolundan
saptırılması olgusudur. "
Olanın doğru bir anlatımıdır bu . Devrim bitince Fransa' da
politik iktidarı kazanan burjuvazi oldu . Soyluluk ayrıcalığı
ortadan kaldırıldı, ama iş ayrıcalığı onun yerine geçti. "Öz­
gürlük, Eşitlik, Kardeşlik" bütün devrimcilerin haykırdığı
bir halk sloganıydı, ama aslında öncelikle burjuvazi için ge­
çerli oldular.
Napoleon Yasasını incelemekle bunu görürüz. Besbel­
li mülkiyeti, feodal değil burjuva mülkiyetini korumak için
hazırlanmıştır. Yasanın 2000 maddesinden yalnız yedisi
emeği, sekiz yüze yakını ise mülkiyeti ele alır. Sendikalar
ve grev yasaklanmıştır, ama işveren dernekleri iyidir. Yasa­
ya göre ücretlerle ilgili bir anlaşmazlıkta mahkeme işçinin
değil, işverenin sözünü doğru sayacaktır. Yasaı burjuvazi,
burjuvazi için yapmıştı; mülkiyetin korunması için mülki­
yet sahipleri yapmıştı.
Savaş dumanı dağılınca, burjuvazinin, istediği şeyi, istedi­
ği biçimde, zamanda ve yerde alma ve satma hakkını kazan­
dığı görüldü . Feodalizm ölmüştü .
Yalnız Fransa'da değil , Napoleon ordularının fethettiği
her ülkede öldü . Napoleon muzafer ilerleyişinde serbest pa­
zarı (ve Napoleon Yasasını) da yanında götürüyordu. Zapte­
dilen ülkelerin burjuva sınıları durumu sevinçle karşılıyor­
lardı tabii ! Bu ülkelerde serlik kalktı, feodal vergiler, öde­
meler silinip süpürüldü , mülk sahibi köylünün, tüccarın,

1 72
imalatçının kısıtlamasız, düzenlemesiz , baskısız alıp satma
hakkı kesinlikle yerleşti.
Fransız Devrimi'nin bu evresini Karl Marx 1 85 2'de Lou­
is Bonaparte'ın On Sekiz Bumaire'sinde en iyi şekilde özet­
lemiştir: "Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Na­
poleon, büyük Fransız Devrimi'nin kahramanları, partileri
ve kitleleri . . . çağlarının göreini başardılar - bu , burjuvazi­
yi kurtarmak ve modern burjuva toplumunu kurmaktı. Ja­
cobenler feodalizmin kök saldığı toprağı sürdüler ve orada
büyüyen feodal para babalarının kaalarını kestiler. Napole­
on bütün Fransa'da serbest rekabetin gelişmesi, büyük ara­
zilerin paylaşılmasından sonra toprak mülkiyetinin sömü­
rülmesi ve ülkenin endüstriyel üretim imkanlarının sonuna
kadar kullanılmasını sağlayacak koşulları yarattı. Sınırların
ötesinde her yerde feodal kurumları temizledi. . . "
Devrimler kanlı işlerdir. Birçok insan Fransız modelinin
şiddet ve terörü karşısında şoke oldu . Fransız Devrimi'nin
başlıca düşmanlarının İngilizler olması ilginç bir olgudur.
Özellikle ilginçti bu , çünkü İngiliz burjuvazisinin iktisa­
di güçleriyle eşit politik güç kazanmak için giriştiği müca­
dele Fransız Devrimi'nden bir üzyılı aşkın bir zaman ön­
ce tamamlanmış , bu olayda dökülen kanlar tabii unutulu­
vermişti.
Gelgelelim, arada bir ark vardı . Fransa'da iş , Soy'a tam
bir "knock-out" yumruğu indirmiş , Soy bundan sonra bir
türlü tam ayılamamıştı . Oysa İngiltere'de zafer yine lş'in
elinde kalmıştı, ama bir "knock-out" dan çok sayı hesabıyla
olmuştu bu . Öyle görünüyor ki İngiltere'de İş ve Soy iyi ta­
nışıyorlardı, onun için de başka ülkelerde olduğundan da­
ha iyi geçindiler. İngiliz burjuvazisi toprak sahibi aristok­
rasiye karışmış , toprak sahibi aristokrasi de "seviyeme ya­
kışmaz" demeden iş dünyasına girmişti. Yine de 1 640- 1 688
yılları arası İngiltere tarihinde gerçek bir savaş vardır - an-

1 73
cak burjuvazinin hükümette söz sahibi olması kararlaştırı­
lınca son bulan bir savaş.
Edmund Burke'ü, " temsil hakkı olmaksızın vergi" soru­
nunda Amerikalı kolonistlerden yana o güzel konuşmaları
yapan Britanyalı büyük devlet adamını hatırlarsınız. Fran­
sız Devrimi'ni şiddetle kınayan bir dizi makale yayımlaınca
bir başka İngiliz yazarı ona İngiltere'nin yüzyıl önceki "Şanlı
Devrim"ini hatırlatmıştı: "İnsanlık ve sağduyu adına . . . Fran­
sa halkının bu ülkeye karşı işlediği onulmaz cürüm, kealeti
ödenemeyecek suç nedir? 1 789 Devrimi ile hükümetlerinde
bir değişim gerçekleştirmeleri mi? Bu durumda bizden ark­
ları sadece bir yüzyıl gerimizden gelmeleridir. Krallarının
boynunu vurmak mı? İngiliz ulusu başlattı bu işi."
İngiltere'de 1 689'a kadar ve Fransa'da l 789'dan sonra pa­
zar serbestliği kavgacı orta sınıfın zaferiyle sonuçlandı. Fe­
odalizme öldürücü darbeyi Fransız Devrimi vurduğuna gö­
re Ortaçağ'ı l 789'un bitirdiği söylenebilir. Dua edenler, sa­
vaşlar ve çalışanlarıyla feodal toplumun yapısı içinden bir
orta sınıf doğmuştu . Bu sınıf yıllar boyunca güçlenmişti.
Feodalizme karşı uzun, zorlu bir savaş vermiş , bu savaşta
üç dönüm noktası çarpışma olmuştu : Ilki Protestan Reor­
mu, ikincisi İngiltere'nin Şanlı Devrimi, üçüncüsü de Fran­
sız Devrimi'ydi. Burjuvazi onsekizinci yüzyılın sonunda ar­
tık eski feodal düzeni yıkacak kadar güçlenmişti . Feoda­
lizm yerine, malların serbest mübadelesine dayanan, önce­
likle kar etme amacını güden değişik bir toplum burjuvazi
tarafından kuruldu .
Bu sisteme kapitalizm diyoruz.

1 74
i K iNCi BÖLÜM

apitalidn ? . . .
14
PARA NEREDEN GELDİ?

lki adam tiyatroya bilet almak için kuyrukta bekliyorlar. lki­


si de, tanesi 3 .30 dolardan üçer koltuk için 9 . 90 dolar ödü­
yorlar. Bunlardan biri gişenin önünden ayrılırken iki arka­
daşıyla buluşuyor. Tiyatroya giriyor, oturuyor, perdenin
açılmasını bekliyorlar. Öteki gişeden ayrılıyor, tiyatronun
önündeki kaldırıma çıkıyor ve elinde biletler, geçenlere so­
kuluyor. "Ahi, bu geceye üç bilet var." diyor. Belki sonunda
satmasını (tanesi 4.40 dolardan) beceriyor, belki de becere­
miyor. Orası önemli değil.
Onun 9. 90 dolarıyla ötekinin aynı miktardaki parası ara­
sında bir ark var mı? Evet. Bay Karaborsacının parası Ser­
maye'dir, Bay Tiyatro-seyircisi'ninki değildir. Fark nerede
yatıyor?
Para ancak, tekrar kar karşılığı satmak üzere mal veya
emek satın almakta kullanıldığı zaman sermaye olur. Bay
Karaborsacı oyunu seyretmek istemiyordu . 9.90 doları, geri
almak -biraz azlalaşmış olarak- umuduyla gişeye ödemişti.
Onun için parası sermaye olarak işliyordu . Öte yandan Bay
Tiyatro-seyircisi 9 . 90 doları öderken bu parayı geri almayı

1 77
aklından geçirmiyordu - o , oyunu görmek istiyordu. Parası
sermaye olarak işlemiyordu.
Anı şekilde, çoban yününü satarak aldığı parayla yemek
için ekmek alırken parasını sermaye olarak kullanmıyordu .
Ama tüccar, yünü daha yüksek bir iyata satacağını umarak
yün karşılığında para verirken parasını sermaye olarak kulla­
nıyordu. Para kar getiren (ya da kar vaad eden) bir teşebbüs
veya işleme yöneldiğinde, o para sermaye olur. Bu , satın al­
mak için, kullanım için (prekapitalist) satmakla, satmak için,
kazanç için (kapitalist) almak arasındaki ayrımdır.
Ama tipik kapitalistin kazanç için satmak üzere satın al­
dığı nedir? Tiyatro bileti mi? Yünlü mü? Otomobil mi? Şap­
ka mı? Ev mi? Hayır. Bunların hiçbiri değildir, ama hepsinin
parçasıdır. Bir endüstri işçisiyle konuşun. Size patronun ça­
lışma yeteneği karşılığında kendisine ücret ödediğini söyle­
yecektir. Kapitalist kazançla satmak üzere işçinin iş-gücünü
satın alır, ama tabii kapitalist işçinin iş-gücünü satamaz. Sat­
tığı -karla- işçinin emeğiyle hammaddeden tamamlanmış
ürüne dönüştürdüğü mallardır. Kar, işçinin yarattığı değer­
den daha azını ücret olarak almasından doğar.
Kapitalist üretim araçlarının sahibidir - binaların, maki­
nelerin, hammaddelerin vb. iş-gücü satın alır. Kapitalist üre­
tim bunların birleşmesinden çıkar.
Ama sermayenin tek biçimi para değildir. Günümüzün
endüstrisinde pek azla nakit para, ya da hiç para bulunma­
yabilir, ama ine de büyük bir sermayenin sahibidir. Üretim
araçlarının sahibi olabilir. Bu sermayesi, iş-gücü satın aldık­
ça büyür.
Modern endüstri bir kere başlayınca kısa zamanda kendi
karım yapar, kendi sermayesini biriktirir. Ama sermaye baş­
langıçta nereden geldi - modern endüstri başlamadan önce.
Bu önemli bir soru çünkü birikmiş sermaye olmadan, bildi­
ğimiz anlamda endüstriyel kapitalzm mümkün olamazdı -

1 78
geçinmek için başkalarına çalışan insanlar olmadan. Bu iki
koşul nasıl yaratıldı?
Kapitalist üretimi başlatmak için gerekli kapitalin çok
çalışan , ancak zorunlu olduğu kadar harcayan ve gerisini
azar azar biriktiren tutumlu insanlar tarafından sağlandığı­
nı söyleyebilirsiniz . İnsanlar şüphesiz para biriktirmişler­
di, ama sermaye ilkin böyle birikmedi. Çok güzel bir hika­
ye bu , ama yazık ki doğru değil. Hikayenin doğrusu da bu
kadar güzel değil.
Kapitalist dönemden önce sermaye en çok ticaret yoluyla
birikmişti - yalnız mal mübadelesini değil, fetih, korsanlık,
talan ve sömürüü de kapsayan esnek bir terim bu ticaret.
İtalyan şehir devletleri Haçlı Seferlerinde Batı Avrupa'dan
boşuna yardım istememişlerdi. Bu 'dini' savaşların sonunda
Venedik, Cenova ve Piza zengin bir imparatorluğu denetler
oldular. Ve İtalyan atihler ellerine geçen fırsatı iyi kullandı­
lar. Doğu' dan gelen servet akımı tüccar ve bankerlerinin ha­
zır bekleyen ellerine aktı. Bu konuda en çok yetkili olanlar­
dan biri, Mr. john A. Hobson ltalya'nın Doğu'yla ticareti için
şöyle diyor: "Böyle erken bir dönemde temeli atılan karlı ti­
caret Batı Avrupa'ya daha sonra kapitalist yöntemlerin geliş­
tirilmesi için gerekli sevet birikimini sağladı. "
Mr. Hobson doğru söylüyorsa , kapitalist örgütlenmenin
başlangıçlarını İtalya yarımadasında aramalıyız. Gerçekten
de, onüçüncü ve ondördüncü yüzıllarda, hatta daha da ön­
ce , bu başlangıçları orada buluruz.
Ama Doğu'dan gelen bu sevet büyük olmakla birlikte ye­
terli değildi. Ancak onaltıncı üzyıldan sonra sermaye ihtiya­
cını karşılayacak kadar muazzam miktarlarda birikmeye baş­
ladı. Modern kapitalizmin evrimini çok iyi bilenlerden bir
başkası olan Karl Marx olayı, şöyle özetler: "Amerika'da al­
tın ve gümüşün bulunması, yerli nüusun madenlere tıkıl­
ması, köleleştirilmesi, gömülmesi, Doğu Hint Adalarının fet-

1 79
hi ve yağması, Afrika'nın kara derilileri için ticai şaağını işa­
ret eder. Bu bildik olaylar ilk birikimin başlıca uğraklarıdır. "
Yirminci yüzyıl gangsterlerimizin işlerini ilkokul pikniği
gibi gösterecek zulüm, cinayet ve işkence hikayeleri dinle­
mek ister misiniz? İstiyorsanız Meksikalı ya da Perulu bir kı­
zılderiliye atalarının onaltıncı üzyılda beyaz adamla ilk te­
maslarını anlatmasını söyleyin. Yerlilere Hıristiyanlık verildi
- maden hizmeti, dayak, öldürme ile birlikte. Ama muazzam
altın ve gümüşü topraktan kazıp Eski Dünya'ya gönderdiler
orada tüccar ve bankerlerin eline geçmek üzere ! (Ve bu el­
lerde altınla gümüş boş durmuyordu ; ya borç olarak imalat­
çılara ya da ticarete yatırılıyor, daha azla para getiriyordu .
Sözün kısası, sermaye oluyordu . )
Gerçi Meksika v e Peru'nun atihleri olan Cortez ve Pizar­
ro lspanyol'dular ve lspanyol'ların kolonilere kötü davran­
maları meşhurdur. Ama ya Hollandalılar? Onların yöntem­
leri mutlaka arklı olmaz mıydı?
Bir zaman için Cava adasının Vali Yardımcısı olan Sir
T.S. Rales buna "Hayır" diyor. Hollanda'nın kolonyal yö­
netimini "en olağanüstü hainlik, rüşvet, kıyım, ve alçaklık
ilişkisi" olarak anlatıyor. Yaptığı hesaba göre 1 6 1 3'le 1 653
arasında Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin yıllık karı
640 . 000 altındı.
Hollandalıların sermaye biriktirme yöntemlerinden bir
örnek: "Malaka'yı ele geçirmek için Hollandalılar Portekiz­
li Valiyi satın aldılar. 1 64 l 'de şehre girmelerine izin verdi.
Hemen evine dalıp öldürdüler ve böylece ihanetinin bedeli
olan 2 1 .875 sterlini vermekten kurtuldular. Ayaklarını bas­
tıkları yerde yıkım ve kıyım başlıyordu . Cava'nın bir eya­
leti olan Banjuwangi'de l 750'de 80. 000 insan oturuyordu ,
1 8 1 1 'de bu sayı 18.000'e indi. Tatlı ticaret ! "
Hollanda, onyedinci yüzyılın başlıca kapitalist ulusu ol­
ması için gerekli parayı böyle biriktirdi.

1 80
Ondan sonra gelen en önemli kapitalist ülke lngiltere'ydi.
Gerekli sermayeyi İngilizler nereden ve nasıl buldular? Çok
çalışarak, ölçülü yaşayarak, tasarrularını artırarak mı? Hiç
inanmayın.
W. Hoit, Londra'da 1 838'de yayımlanan Kolonizasyon ve
Hıristiyanlık adlı kitabına Oriental Herald gazetesinden, Hin­
distan' da Britanya'yı anlatan bir yazıyı koyar: "İmparatorlu­
ğumuz ikre dayanan bir imparatorluk değildir, yasalara da
dayanmaz; doğrudan doğruya zorla kazanılmıştır. . . hala da
öyle yönetilmektedir. Ülkenin hiçbir kısmı gönül rızasıy­
la alınmamıştır. . . önce mallarımızı satmamız için sahile çık­
mamıza izin verilmişti. . . Sonra azar azar, bazen zor, bazen
de hileyle . . . Ülkenin eski hükümdarlarını alaşağı ettik, soy­
luların gücünü ellerinden aldık ve endüstrilerini, kaynakla­
rını sürekli sömürerek halkın bütün azlasını ve taşınabilir
servetini elinden alıyoruz. "
Biraz öfkeli anlatıyor gibi, değil mi? E h , siz d e 1 7 70-
1 796 arasında Hindistan'da yaşasanız , herhalde siz de öf­
kelenirdiniz . O tarihte binlerce yerlinin açlıktan öldüğü­
nü görürdünüz . Yeterince pirinç mi yoktu? Yoo . Dünya ka­
dar pirinç vardı. Öyleyse kıtlık niye? Çünkü İngilizler bü­
tün pirinci satın almışlardı, yeniden de satmıyorlardı - an­
cak muazzam iyatla satıyorlardı ki bunu da seil yerliler
ödeyemiyordu .
Kolonilerle ticaret anayurdu zengin etti. Avrupa tüccar­
larının ilk servetleri böyle oluştu . Sermaye birikimi kaynağı
olarak özellikle ilginç olan ticaretlerden biri de canlı insan
ticareti. Arikalı kara derili yerli ticaretiydi. 1 840'ta Profesör
H. Merivale Oxord'da "Kolonizasyon ve Koloniler" konulu
bir dizi konferans verdi. Bu konferansların birinde iki önem­
li soru sordu ve eşit derecede önemli bir cevap verdi: "Taşra
kasabaları olan Liverpool ile Manchester'i dev şehirler hali­
ne getiren nedir? Şimdi hiç durmayan endüstrilerini ve hızla

1 81
biriken servetlerini neye borçlular? . . Şu andaki zenginlikle­
rini aslında zencinin acılarına ve çabalamalarına borçludur­
lar, sanki zenci o doklan kendi eliyle oymuş ve buhar maki­
nelerini kendi elleriyle yapmışçasına. "
Şimdilerde profesörlerin lalarına gülüp geçmek moda ol­
du. O halde Profesör Merivale de yalan mı söylüyordu? Ha­
yır, söylemiyordu . Belki Liverpool tüccarlarının l 788'de
Avam Kamarasına verdikleri dilekçeyi okumuştu : Dilekçe,
canlı insan ticaretinin uygar bir ülkeye yakışmadığını söyle­
mek küstahlığını ve zevksizliğini gösteren birtakım maksat­
lı kişilere cevap veriyordu: "Dilekçe sahipleri Arika'da köle
ticaretini tamamen ortadan kaldırmak için girişilen çabalan
gerçek bir endişeyle izlemektedir . . . Çünkü bu ticaret uzun
yıllardan beri Liverpool ticaretinin önemli bir dalını meyda­
na getirmiştir ve hala da böyledir. . . Dilekçe sahipleri alçak
gönüllülükle . . . bu servet kaynağının lağvedilmesine karşı
seslerini duyurmayı rica etmektedirler. . . "
Zenci köle ticaretini onaltıncı yüzyılın başında Portekiz­
liler başlatmıştı. Hıristiyan Avrupa'nın öteki uygar ülkele­
ri de hemen onları izlediler (Amerika'ya ilk zenci köleleri
1 6 1 9'da bir Hollanda gemisi getirdi) . Her şeyden habersiz
Afrikalı zencileri yakalayıp Yeni Dünya'daki çiftliklerde kı­
sa sürede ölmek üzere çalıştırılacak bir "hammadde" olmak
üzere satmakla büyük para vurulacağını akıl eden ilk lngi­
liz j ohn Hawkins oldu. Büük Kraliçe Elizabeth de bu katil
ve insan avcılarının yaptıklarından o kadar memnun kaldı ki
ikinci köle ticareti seferinden sonra kendisini şövalye yap­
tı. Alameti olarak zincirlenmiş bir zenci resmini seçen Sir
]ohn Hawkins Richard Hakluyt'a bu insanlık dışı ticaretinde­
ki başarılarıyla böbürlenmişti. Hakluyt, Hawkins'den dinle­
diği 1 562- 1 563'teki ilk yolculuğunun hikayesini şöyle akta­
rır: "Zencilerin Hispianola'da iyi satışı olduğunu ve Gine kı­
yılarında bol miktarda zenci bulunduğunu iyice öğrenince

1 82
bunu denemeye karar verdi ve bu düşüncesini Londra'daki
saygıdeğer dostlarına iletti. Onlar hepsi bu niyetini çok be­
ğendiler ve cömertçe para yardımı yapmaya ve serüvene ka­
tılmaya karar verdiler. Bu amaçla derhal üç güzel gemi do­
natıldı. . . Oradan Gine sahilindeki Sierra Leone'ye geçti. . . Bu­
rada uzunca bir süre kaldı ve kısmen kılıcının zoru, kısmen
de başka yollarla, en az üç yüz zenciyi ve o ülkenin sağladı­
ğı başka malları topladı. Bu avla Okyanus'u aştı ve zencile­
rin tamamını sattı: Karşılığında . . . değiş tokuş yoluyla öyle
mal aldı ki yalnız üç gemisini değil, ayrıca iki mavnayı de­
ri, zenceil, şeker ve inciyle doldurdu . . . Böylece hem kendisi
hem de adı geçen serüvenciler için büyük başarı ve kazanç­
la yurduna döndü. "
"Büyük başarı ve kazanç" Kraliçe Elizabeth'i de etkilemiş­
ti. Gelecekteki karlarına o da ortak olmak istiyordu. Böyle­
ce, ikinci seferinde Kraliçe de köle taciri Hawkins'e bir gemi
ödünç verdi. Geminin adı lsa'ydı.
Ticaret -fetih, korsanlık, yağma, sömürü- şu halde, kapi­
talist üretimi başlatmak için gerekli sermaye birikimi bu yol­
lardan sağlandı. Marx şunları boşuna yazmıyordu : "Para . . .
bir yanağı doğuştan kan lekeli doğduysa, sermaye tepeden
tırnağa kan damlayarak, her gözeneğinden kan ve kir fış­
kırarak doğdu . " Ticaret -fetih, korsanlık, yağma, sömürü­
bunlar etkili yollardı. Muazzam karlar, akıl durdurucu para­
lar getirdiler, sermaye stoku gittikçe büüdü .
Ama büyük çapta kapitalist üretimin başlaması için yal­
nız birikmiş sermaye de yetişmezdi. Sermaye , bir kar sağ­
layacak emek olmadıkça sermaye olarak, yani o karı sağla­
yacak şekilde kullanılamaz . Onun için yeterli emek tedari­
ki de gerekliydi.
Yirminci yüzılda işszlikten geçilmezken, işçiler bulabile­
cekleri her işe girmeye can atarken, endüstride çalışacak işçi
bulmanın güç olduğu bir zamanı gözönüne getirmek bizim

1 83
için güçtür. Ücret karşılığında çalışmak üzere bir abrikaya
girmeye istekli bir sınıf insan bulunması bize "doğal" geliyor.
Ama aslında hiç de _"doğal" değildir. Bir insan ancak zorunlu
kalırsa bir başka insan için çalışır. İnsanlar kendileri için üre­
tim yaptıkları bir toprağa sahip oldukları sürece başkaları­
na çalışmazlar. Birleşik Devletler tarihi de bunu gösterir hep.
Batı'da serbest ya da ucuz toprak bulunduğu sürece topra­
ğa aç insanlar Batı'ya aktılar, onun için de Doğu'da emek kıt­
tı. Aynı şey Avustralya'da da oldu: "Swan Nehrindeki koloni
kurulunca . . . Mr. Peel. . . yanına 50.000 sterlin ve emekçi sınıf­
lardan 300 insan aldı; ama hepsi de toprağa sahip olmak der­
dindeydiler. . . ve kısa süre sonra yanında yatağını yapacak ya
da nehirden su getirecek bir uşak bile kalmadı. Kendi yatağı­
nı yapmak zorunda kalan Mr. Peel için bir gözyaşı dökelim
biz de. Zavallıcık, işçilerin kendilei üretim aracına -bu du­
rumda, toprak- sahip olma imkanı bulunca başkası için ça­
lışmayacaklarını düşünememişti.
Toprağı üretim aracı olarak alan bu işçiler için geçerli
olan, üretim araçları atölye ve iş aletleri olan işçiler için de
geçerlidir. Bu işçiler kendi aletlerini kullanarak ürünler yap­
tıkça ve geçimlerini sağlayacak bir para karşılığında satabil­
dikçe başkasına çalışmazlar. Niye çalışsınlar ki?
İşçiler ancak toprak ve iş aleti sahibi olmadıkları zaman -
ancak bu üretim araçlarından ayrıldıkları zaman- başkala­
rı için çalışırlar. İstedikleri için değil, yiyecek, barınak bul­
mak için zorunlu olmasından dolaı yaparlar bunu . Üretim
araçları ellerinden alınan işçilerin başka yapabilecekleri kal­
maz; ellerinde kalan tek şeyi, çalışma yeteneklerini, iş-güç­
lerini satarlar.
Kapitalist üretim için gerekli emeğin nasıl sağlanabilir ol­
duğunun hikayesi, bu durumda, üretim araçlarından nasıl
yoksun bırakıldıklarının hikayesi olacaktır: "Şu halde kapita­
list sistem için yolu açan süreç emekçiden üretim araçlarının

14
tasarruunu alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yan­
dan, geçim ve üretimin toplumsal araçlannı sermayeye, öbür
yanda da dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştürür. . . Do­
laysız üretici, emekçi, toprağa bağlı olmaktan çıktığı ve bir
başkasının kölesi, seri ya da yanaşması olmaktan kurtuldu­
ğu zaman kendi kendisini serbestçe kullanabilir. İş-gücünü
serbestçe satabilmek, kendi metaını bulduğu pazara taşımak
için ayrıca lonca rejiminden, loncanın çırak ve kala kural­
larından, çalışma yönetmeliklerinin engellerinden sıynlma­
sı gerekir . . . bu yeni azatlılar ancak bütün üretim araçlan el­
lerinden alınıp eski feodal düzenin verdiği bütün varoluş ga­
rantilerini kaybettikten sonra kendi kendilerinin satıcılan ol­
dular. Ve bunun, mülksüzleşmelerinin tarihi, insanlığın ka­
yıtlarında kandan ve ateşten harflerle yazılıdır. "
Büyük çap ta kapitalizm ilkin lngiltere' de kuruldu , şu
halde kökenleri en iyi orada izlenebilir. Daha önceki bö­
lümlerde onaltıncı yüzyılda çevirme (enclosure) ve ahiş
rantın nasıl yığınla köylüyü topraktan sürdüğünü , bunla­
rın yollara dökülüp dilenci, serseri , hırsız olduğunu gör­
müştük. Böylece serbest ve mülksüz bir emekçi sınıf er­
kenden oluşmuştu .
Onsekizinci yüzyılda ve ondokuzuncu yüzyılın başında
çevrime adeti canlandı. Bu seferinde daha yaygındılar onun
için de ücret karşılığında iş-gücünü satan topraksız zavallı­
lar ordusu son derece kalabalıklaşmıştı. Onaltıncı yüzyılda
çevirme yalnız sürülenlerin değil hükümetin de direnişiyle
karşılaşmıştı çünkü hükümet aç kalan kitlelerin şiddete baş­
vurmasından çekiniyordu. Ama onsekizinci yüzılda çevir­
me yasal bir biçimde yürütüldü . Toprak sahipleri hüküme­
tinin toprak sahipleri için çıkardığı " Çevirme Yasalan" var­
dı gündemde. Topraklı emekçi topraksız emekçi oldu - ya­
ni, ücretli olarak endüstriye girmeye hazırdı.
Çevirme olayı asıl lngiltere'de oldu ama Kara Avrupa'sının

185
bazı ülkelerinde de daha küçük boyutlarda yürütüldü. Fran­
sa'da Chefes köylülerinin 1 790'da Eta-jenenoro'ya sunduk­
ları şu dilekçe bunun bir kanıtı: "Anj ou'daki Chefes köylü­
leri . . . Kimi zengin veya nüuzlu veya açgözlü bazı kişilerin
haksızca el koydukları mera ile ilgili istek, dilek ve şikayet­
lerini sunarlar . . . Bu köy halkı. . . Konsey'in Chefes senyörleri
lehine bir kararıyla bundan yoksun kaldılar . . . sığırlarını ot­
latmak için başka meraları yoktur ve bu da ellerinden alındı­
ğı için çaresizdirler ve büyük yoksulluğa düşmüşlerdir. İkti­
satçıların yarattığı yeni bir sistem insanları meraların tann
için elverişli olmadığına inandırmaya çalışıyor; nüuzlu bey­
ler, parası olanlar, ortak topraklan işgal ve zapt ederek köy­
lerin servetini alıp zenginleşiyorlar. . . Bazı köyler için mera­
dan daha değerli bir şey yoktur; mera olmadan ekiciler sığır
besleyemez , sığır olmadan gübre bulamazlar, gübre bulun­
mayınca da iyi bir hasadı nasıl umsunlar? "
Fransız köylülerinin böyle yakındıkları b u ortak hakların
kaybı İngiliz köylülerini de kötü vurmuştu . Başarılı çiftçilik
için hayvanlaın bakımı sağlanmalıdır. Köylülerin otlağı kul­
lanma hakkını kaybetmeleri felaketleri demekti. Elbette kızar­
lardı otlak hakkını ellerinden alanlara ve anlan topraktan ko­
van bu gibi tedbirleri yürürlüğe koyan hükümete. O sıralar
popüler olan şu küçük dörtlük de kızgınlıklarını yansıtıyor:

Otlaktan bir kaz çalan adamı


Kanun hemen hapseder;
Ama baştacı eder,
Kazdan otlağı çalan alçağı.

Toprak sahiplerinin, endüstriye iş gücü sağlamak ama­


cıyla köylüleri toprak tan sürdüğü sakın aklınıza gelme­
sin. Böyle bir şey akıllarının kıyısından geçmiyordu . Çe­
virme ile daha çok para kazanacak olmasalar bu işe hiç gi­
rişmezlerdi. Ama çevirme , toprağı açık tarlalar halinde hı-

1 86
rakmaktan daha azla para getiriyordu . 1 776'da Shropshi­
re'de gezen Arthur Young buna işaret eder: " Çevirme genel­
likle rantı iki kat arttırıyor. . . Daventry'nin üç mil ötesinde­
ki Bramson'da bir yıllık bir çevirme var . . . açık tarlanın dö­
nümü 6 s. 10 d. ; ama şimdi 20 şilin ile 30 şilin arasında ki­
raya veriliyor. "
Köylüleri yüzyıllardır oturdukları topraktan sürmenin en
rezil örneklerinden birini belki de İskoçya'da Sutherland
Düşesi vermiştir. Hikayeyi Marx anlatıyor: "Artık def edi­
lecek bağımsız köylü kalmayınca evleri yıkmaya başlıyor­
lar; böylece tarım işçileri kendi ektikleri toprakta ev yapa­
cak yer bile bulamıyorlar . . . Ondokuzuncu yüzyılda egemen
olan yöntemin örneği olarak Sutherland Düşesi'nin yaptığı
'açma' işlemi yeterlidir. İktisattan iyi anlayan bu kadın . . . nü­
usu daha önceki benzer işlemlerle zaten 1 5 . 000'e düşmüş
olan bütün bu bölgeyi koun otlağına çevirmeye karar ver­
di. 1 8 1 4 ile 1 820 arasında 3000 kadar aile olan bu 1 5 .000 ki­
şi sistematik bir biçimde evinden koparılıp kovalandı. Bütün
köyleri yakılıp yıkıldı, bütün tarlaları otlak oldu. Bu istimla­
kı Britanya ordusu yürüttü , ahaliyle çarpıştı. Bir yaşlı kadın
çıkmaı kabul etmediği kulübesiyle birlikte yanıp kül oldu.
Böylece bu hanımefendi yüzıllardır klana ait olan toprağın
794.000 dönümünü temellük etti."
Onaltıncı yüzyıldan ondokuzuncu yüzyılın başlarına ka­
dar İngiltere'de köylüyü toprağından yoksun kılma süreci
devam etti. Fransa'da küçük mülk sahibi köylü sınıfı büyü­
dü , ama endüstriyel kapitalizmin her yerden daha hızlı ge­
liştiği İngiltere'de küçük mülk sahibi köylülük hemen he­
men tamamen silindi. Onsekizinci yüzyılın İngiliz yazarla­
rından olan Dr. R. Price bunun nasıl olduğunu anlatır. "Bu
toprak birkaç büyük çiftçinin eline geçince bunun sonu­
cu küçük çiftçilerin geçimlerini başka insanlar için çalışa­
rak sağlayan bir grup haline gelmeleridir . . . Şehirler ve imalat

1 87
büyür, çünkü iş ve yer arayan daha çok insan ayaklarına ge­
lir . . . Genel olarak, alt tabakadan insanların durumu hemen
her bakımdan daha kötüye gider. Küçük toprak sahibiyken
gündelik işçi ve hizmetçi durumuna düşerler. "
Olayı çok iyi anlatıyor bu sözler. Topraktan kovulan "alt
tabakadan insanlar" gündelik işçi olmak zorundaydılar. Şu
halde çeirmeler, gerekli emek stokunun doğmasında başlı­
ca etmenler arasındadır.
Başka etmenler de vardı. Bunlardan biri o kadar belirgin
değildi ama birçok insanı etkiliyordu. Topraktan zaten arıl­
mış olan emekçiyi endüstrideki üretim araçlarından da ayı­
ran abrika sisteminin kendisiydi bu .
Avam Kamarasının 1 806 tu tanaklarında " İ ngiltere'de
Yünlü İmalatının Durumunu İncelemek" üzere kurulan ko­
mite raporuna göre "çevrede öteden beri birkaç abrika var­
dı. Ev dokumacıları uzun zamandan beri büyük kıskançlık
içindedir. Fabrika sisteminin ev çalışmasını yıkacağı yolun­
da cidd: endişeler dile getirilmiştir: Küçük bağımsız imalatçı
ustanın kendi hesabına çalışırken ücret karşılığında çalışan
kala haline gelmesinden korkulmaktadır. "
1 806'daki raporda anlatılan "cidd: endişeler" daha sonra
gerçek oldu. Fabrika, buharlı makineleri ve iş bölümleriyle
el işçilerinden çok daha hızlı ve ucuz üretim yapabiliyordu .
Makine işiyle el işi arasındaki rekabeti makinenin kazanma­
sı zorunluydu . Kazandı da - ve binlerce "küçük bağımsız
imalatçı ustası" (bağımsızdılar çünkü kendi aletlerine, kendi
üretim araçlarına sahiptiler) "ücret karşılığında çalışan kal­
a" durumuna geldi. Çoğu boyun eğmemek için uzun zaman
aç gezdi. Ama sonunda boyun eğdiler.
1 840'ın El Tezgahı Dokumacı Çırakları üzerine bir başka
Avam Kamarası raporu el tezgahıyla çalışan dokumacının
modası geçmiş üretim aracına sıkı sıkı sarılmasının niçin bo­
şuna olduğunu gösteren şu kanıtı içerir: "Rekabet. . . ötekin-

1 88
den ucuza satarak piyasayı kazanma çabasından doğan bü­
yük ücret indirimi, büyük değişiklikler yaratmıştır. Ailesi ve
başka birkaç kişinin yardımıyla topu topu birkaç parça bir
şey üretebilen dokumacının zanaatını büyük imalatçılar ta­
mamen emmişlerdir. Eski ustaların çoğu kalalığa düşmüş,
yoksullaşmışlardır. "
Philip Gaskell'in 1836'da yaımlanan ünlü kitabından şu
alıntı makine rekabetinden ötürü iyatlardaki düşmenin el
işçisini silip süpüren etmen olduğunu açıkça gösterir: "Bu­
har gücü kullanılmaya başlandığından beri el tezgahı doku­
macılarının durumunda olağanüstü ve acılı bir değişme ol­
du , buhar makinesinin altında onların emeği ezildi. . . Belli
bir çeşitten kumaş dokumak için ödenen iyatlar; aşağıdaki
tabloda gösterildiği gibi, bu çeşit çalışmada nasıl büyük bir
değer düşüşü olduğunu gösterir:

1 795 40
1810 15
1 830 5

"Tek bir önek değildir bu ; el tezgahı imalatına ilişkin bü­


tün emeğin durumudur. "
E l emeği için ödenen iyatlardaki düşüş acılı hikayeyi an­
latır. Geçimini sağlayamayan dokumacı (satmayı becerebi­
lirse) el tezgahını , yani üretim aracını satıyordu. Bundan
sonra yapacağı bir abrikanın işçi bürosu önünde kuyruğa
girmekti. Orada, başka zanaatlardan gelen, aynı acılan çek­
miş işçilerle buluşuyordu . Böylece büyük bir emek yedeği
olmadan yürümeyen makineli üretim el işçisini mahvederek
bu emek yedeğini kendisi sağladı.
Ve böylece, sermaye birikimiyle birlikte endüstriyel kapi­
talizm için zorunlu olan mülksüz emekçi sınıfı doğmuş oldu .
Feodalizmden kapitalizme geçiş diye adlandırdığımız ,
üretim ve mübadele tarzlarındaki bu devrim ortaya çıkınca

1 89
eski bilime, eski hukuka, eski eğitime, eski hükümete , eski
dine ne oldu? Onlar da değiştiler. Değişmeleri zorunluydu .
1 800 modeli hukuk uygulaması, 1 200 modeli hukuk uygu­
lamasından çok arklıydı. Dini öğretim de öyle oldu . Tüc­
car, imalatçı ve bankerlerin yönettiği bir dünyadan daha de­
ğişik bir dini ilkeler sistemi gerektiriyordu. Çalışmanın he­
deinin sadece doymak olduğu bir toplumda kilise kar düş­
künlerini kınayabilirdi; ama çalışmanın hedeinin öncelikle
kar etmek olduğu bir toplumda kilisenin çok başka bir tel­
den çalması gerekiyordu . Zanaatkarın sırf geçinmek için ça­
lıştığı feodal bir el zanaatları ekonomisine göre ayarlanmış
Katolik Kilisesi öğretimini kapitalistin kar etmek için çalış­
tığı kapitalist ekonomiye uydurmak üzere yeterince çabuk
değiştiremiyorsa, o zaman bu işi Protestan Kilisesi yapardı
- ve yaptı. Protestan Kilisesi yığınla uak mezhebe bölündü
ama kar arayan kapitalist bunların her birinde değişen de­
recelerde mutlu olabilirdi.
Örneğin Püriten'leri alalım. Katolik yasa koyucuları zen­
ginlik yolunun cehennem yolu olabileceğini anlatmışlar­
dı: Oysa Püriten Maxter cemaatına , karşılarına çıkan ser­
vet edinme fırsatlarından yararlanmazlarsa Tanrı'ya hizmet
edemeyeceklerini söylüyordu. "Tanrı size yasal bir şekilde
daha çok kazanç elde edebileceğiniz bir yol göstermişse (si­
zin ya da başkasının ruhuna zarar gelmeden) , ve siz bunu
kullanmaz, daha az kazanacağınız yolu seçerseniz , amaca
aykırı davranmış , Tanrı'nın hizmetkarı olmayı reddetmiş ,
O istediği zaman Onun için Onun armağanını kabul etme­
miş ve kullanmamış olursunuz; beden için ve günah için
zengin olmaya çalışmamalıdır ama Tanrı için zengin olma­
ya çalışmalıdır. "
Ya da Methodistler'e bakalım. Ünlü önderleri Wesley şun­
ları yazabiliyordu: "lnsanlann çalışkan ve tutumlu olmaları­
nı önlememeliyz; bütün Hıristiyanları mümkün olduğu ka-

1 90
dar kazanmaya, mümkün olduğu kadar tasarrua, yani zen­
gin olmaya teşvik etmeliyiz. "
Ya d a Kalvenistler'i ele alalım, Protestan Reormu onaltın­
cı yüzılda, daha sonraki büük çapta kapitalist üretim için
o kadar gerekli sermaye birikimine en büyük fırsatların bu­
lunduğu bir dönemde geldi. Calvin'in öğrettikleri kapitalist
girişim ruhuna özellikle uygundu . Eskiden Katolik Kilisesi
tüccara "kazanç hırsı" günah olan bir kişi olarak kuşkuyla
bakarken Protestan Calvin şöyle yazabiliyordu: "İş gelirinin
toprak gelirinden büyük olmaması için ne sebep var? Tücca­
rın karı çalışkanlığı ve gayretinden gelmiyorsa nereden ge­
liyor? " Yükselen burjuvazinin dini inanç olarak Kalvenizmi
benimsemesine hiç şaşmamalı.
Amerika'da en iyi Püritenleri, Calvin'in New England'a
yerleşen müritlerini tanıyoruz. Tarih kitaplarımız hayattaki
amaçlan Tanrı'yı yüceltmek olan bu zorlu çeteye övgüler su­
nar. Çalışkanlık ve tutumluluğun olumlu , lüks, israf ve tem­
belliğin de olumsuz görüldüğü disiplinli bir hayat yaşayarak
nasıl bu amaca hizmet ettiklerini hepimiz biliriz . Ama bir an
başka bir açıdan düşünün bu olayı. Bir yandan servet biriki­
mi öte yandan sıkı çalışma alışkanlığının temel taşı olduğu
bir ekonomik sistem için, Calvin'in taraftarlarının her gün
uygulamaya koydukları bu dini ilkelerden daha uygun ni­
telikler bulunabilir miydi? Yaptığı her iş servet birikimine -
kapitalizmin ruhuna- uygun olan adam en iyi Hıristiyan'dı.
Kusursuz bir uyum.
Bu ruhu taşıyanların en parlak bir öneği Benjamin Frank­
lin'dir. Poor Richard's Al manack 'da Püritenliğin erdemli ha­
yat ilkelerini basit, sade cümlelerle anlatır.

"Çalışmayan hiçbir insan yücelmez. "


"Kazanç umudu acıyı dindirir. "
"Dükkanına bak, dükkan sana bahar. "

1 91
Gnç Tüccarlara Öğüt' de de şöyle der: "Sözün kısası, sağlık
yolu pazarın yolu kadar açıktır. Başlıca iki kelimeye dayanır:
Çalışma ve tutumluluk; yani ne para ne de zaman harca . . . Dü­
rüstçe kazanabildiği kadar kazanan ve kazandığını biriktiren
kesinlikle zengin de olur. "
Kapitalist ruhu budur. Kalvenist için bu öğreti normal an­
lamda öğüt değil , Hıristiyanca davranış ülküsüydü . Tan­
rı'nın şanı için çalışmanın en iyi yolu bu öğretiyi pratiğe uy­
gulamaktı.
Bir daha sefere birisi gelip de size kazanç isteğinin "insan
yaradılışı"nda olduğunu söylerse, bunun nasıl bir insan ya­
radılışı olduğunu anlatırsınız ona. Feodal toplumda hemen
hiç bilinmeyen tasarruf ve yatırımın kapitalist toplumda ya­
vaş yavaş -Tanrı uğruna- yapılması gereken şey haline gel­
diğini gösterirsiniz. Öyle ki ondokuzuncu yüzyılda, "Artır­
mak ve yatırım yapmak geniş bir sınıfın hem ödevi hem de
zevki oldu. Tasarruflara hemen hiç el sürülmüyor, bunların
aizi birikiyor, şimdi hepimizin normal saydığı maddi zafer­
leri mümkün kılıyordu. Çağın ahlakı, politikası, edebiyatı ve
dini tasarruf etme gerekliliğini ileri sürmekte birleşti. Tan­
rı ile Mammon * uzlaştı. Dünyada zengin adam artık cenne­
te gidebilirdi - tasarruf ederse. "
Ticaretten gelen sermaye birikimi mülksüz emekçi sınıfın
varoluşuyla birleşince endüstriyel kapitalizmin başlangıçla­
rı ortaya çıktı. Fabrika sistemi kendisi daha azla servet biri­
kimini sağlıyordu . Bu yeni sevetin sahipleri tasarruf eder ve
tasarrularını yeniden yatırırlarsa cennetlik olacaklarına ina­
narak sermayelerini yeniden abrikalara yatırdılar. Böylece,
bildiğimiz modern sistem doğdu.

(*) Mammon: lncil'de sevet veya mal timsali, hırs ve servet mabudu.

1 92
15
DE1M ­
ENDÜSlDE, TARIMDA, UAŞIMDA

1 5 0 yıl önceki gazetelerin bir "İster İnan, İster İnanma" kö­


şesi yoktu - inanılmaz olayları haber vermek için. Olsaydı,
1 1 Mart 1 776 tarihli Birmingham Gazetesi şu hayret verici
haberi nereye koyacağını bilirdi: " Geçen Cuma Mr. Watt'ın
yeni ilkelerine göre yapılmış bir Buhar Makinesi Bloomield
Colliery'de çalıştırıldı. . . Seyre gelen çok sayıda Bilim Ada­
mı bu tuhaf ve güçlü makine karşısında büyük ilgi duydu­
lar. . . bu örnekten sonra icadın önemi ve yararı konusunda
duyulan şüpheler dağılmıştır . . . Mr. Watt bunu . . . Yıllar sü­
ren incelemeler ve çeşitli pahalı ve emek isteyen deneyler­
den sonra icat etmişti. "
1 800 yılına kadar Mr. Watt'ın "kadının Önemi ve Yararı"
İngiltere'de o kadar belirginleşmişti ki 30 kömür madenin­
de, 22 bakır madeninde, 28 dökümhanede, 1 7 bira abrikası
ve 84 pamuklu imalathanesinde kullanılıyordu .
İnsan yerine çalışacak makinelerin icadı eski , çok eski
bir hikayedir. Ama makine buhar gücüyle birleşince üretim
yönteminde önemli bir değişiklik oldu . Buharla çalışan ma­
kinelerin konması abrika sisteminin geniş çapta yükselme-

1 93
si demekti. Makinesiz abrika olurdu ama abrikasz buhar­
lı makine olmazdı.
Geniş çapta etkili örgütlenmesi ve iş bölümüyle abrika
sistemi, üretimde muazzam bir artış demekti. Mallar abri­
kalardan hızla akmaya başladı. Üretimdeki bu artış, kısmen
sermayenin doğal arayışından ötürüydü . Kısmen de artan
talebe cevaptı. Yeni keşfedilen ülkelerde pazarların açılması
bu artan talebin önemli nedenlerinden biriydi. Bir neden da­
ha vardı. Fabrikadan çıkmış mallar dışarıda olduğu gibi yurt
içinde de pazar buluyorlardı. Bu da lngiltere'nin kendi için­
deki nüus artışından ileri geliyordu .
Tarihçiler, onsekizinci yüzyılda İngiltere nüusunun göze
çarpan şekilde artmasının doğum oranındaki bir yükselme­
den mi, yoksa ölüm oranındaki bir düşmeden mi ileri gel­
diğini tartışırlardı. Gerçi iki neden de önemliydi, ama şimdi
ölüm oranı düşüşünün daha önemli olduğu sanılıyor. Ama
ölüm oranı niçin düşsün? Belki doktorlar mesleklerini daha
iyi öğrenmişlerdi - ki bu , eskiden ölecek insanların ölüm­
den kurtarıldığı anlamına gelir. Londra doğum evinin kayıt­
ları orada ölen anne ve çocuk sayısında neredeyse inanılmaz
bir azalma gösterirler.

Ölüm Oranı 1 749- 1 758 1 799- 1800

Kadınlar 42'de 1 9 1 9'da 1


Çocuklar l S'te 1 l l S'te 1

Bu rakamlar hikayeyi bağırarak anlatıyor. l 700'den ön­


ce lngiltere'de her yüz ılda nüus artışı bir milyondu; oysa
1 700 ile 1 800 arasında bu üç milyona çıkmıştı !
Nüus artışının bir başka nedeni de belki, tarımdaki çar­
pıcı düzelme ve ilerleme sayesinde insanların daha iyi bes­
lenmesiydi. (Bu düzelmeler de bir ölçüde nüus artışının so­
nucuydu .) Nasıl bir endüstri devrimi olduysa, bir de tarım
derimi oldu.

1 94
Bir İngiliz çocuğuna " 1 649" deyin, "I. Charles'in ölümü"
diyecektir. "Hollanda' dan şalgam ve başka sebzelerin getiril­
mesi" demek aklına gelmeyecektir. Ama niye desin? Şalgam
bu kadar önemli miydi?
1 1 . sayadaki üç-tarla sistemini gösteren tabloya bir bakın
anlarsınız . Nadasta yatan üçte bir tarla muazzam bir israf­
tı. Şalgam ve yonca ekiminin başlaması toprağı dinlendirme
sorununun çözümü demekti. Şöyle bir dörtlü sistem:

1. yıl - buğday
2. yıl - şalgam
3. yıl - arpa
4. yıl - yonca

Çok gerekli bir ilerlemeydi. Bundan böyle ard arda iki ay­
nı ürünün ekilmesiyle toprak "yorulmayacaktı" ; tarlanın
boş kalmasından da kurtulunuyordu .
Şalgam ve yonca ekimi toprağı temizlemekle kalmadı, sı­
ğırlar için kışlık yem sorununu da çözdü. Eskiden kış için
yığınla sığır kesilip eti tuzlanırken şimdi daha çok sayıda sı­
ğır canlı tutulabiliyordu.
Hayvan cinslerinin niteliğini düzeltmek için deneyler ya­
pılmaya da yine bu dönemde başlandı. Bilimsel hayvancılı­
ğın başlamasından önce ve sonra Smithield pazarında satı­
lan havanların ortalama ağırlığını gösteren bu tablo deney­
lerin başarısını ispatlar:

1 8. üzyıl Başı 1 8. Yüzyıl Sonu


Sığır . . . .
. . . . . . 3 70 libre 800 libre
Dana. . . . . . . . . 50 libre 1 48 libre
Koyun . . . . 28 libre
. . . . 80 libre

Ve endüstride kullanılan alet ve makineler nasıl düzeltil­


diyse aynı şekilde yeni ve daha iyi pulluklar, tırmıklar vb. de
onsekizinci yüzyılda tarıma girdi.

1 95
Toprağından sürülenler üzerinde o kadar korkunç etkiler
yapan çevirmeler, tann tekniği, bilim ve geniş çapta kullanıla­
cak aletler de bütün bu önemli gelişmelere yol açtı. Eski açık­
larla, herkese orak olak düzeninde bunlar mümkün deildi.
Nüus artışı çiftçiliğin karlı hale gelmesini de sağladı. Kar
arayan büyük toprak sahipleri bu sıralarda çitliklerinde bü­
yük sermaye yatırımlan yaptılar ve bunun bir sonucu besi­
nin artması ve düzelmesi oldu - bu da nüusun daha azla
büyümesine yol açtı.
Tarım ve endüstrideki devrimlere ulaşımdaki devrim eş­
lik ediyordu. Daha çok malı daha hızlı çıkarmak, daha çok
ve daha iyi yetiştirmek, bunlara ihtiyacı olan insanlara ula­
şılmadıkça hiçbir işe yaramaz. Yollar kötüydü . O kadar kö­
tüydü ki onsekizinci yüzyılın ortasında Downshire Marki­
si gerekli onarımı yolda yapmak ve arabasını gerektiğinde
çamurdan çıkarmak için bir işçi grubuyla birlikte yola çık­
tı. Marki için can sıkıcı olan bu durum, büyüyen bir paza­
rın talepleini karşılamak derdinde olan imalatçıyı çıldırta­
bilirdi. Ucuz, hızlı ve düzenli bir ulaşım gerekiyordu . Ayrı­
ca, Lancashire'deki pamuklu endüstrisi gibi özellikle elveriş­
li bir bölgede yoğunlaşan endüstriden doğan kazançtan ya­
rarlanmak isteyen imalatçılar için de gerekliydi.
Bu yüzden onsekizinci yüzyılda yol yapımında ilerleme­
ler ve kanal yapımı başladı. Bildiğimiz makadam yolu (mü­
hendis john McAdam) ondokuzuncu yüzyılın başında orta­
ya çıktı, demiryolu ve buharlı gemi de kısa zamanda onu iz­
ledi. Bir yandan nehir yatakları derinleştirilmiş, kanallar ka­
zılmıştı. Ulaşımdaki devrim sadece iç pazarın her yönde ge­
lişmesini sağlamadı; aynı zamanda dünya pazarının iç pazar
olmasını sağladı.
Nüusta büyüme , ulaşımda , tarımda, endüstride devrim
- bütün bunlar birbirine bağlıydı. Birbirlerini etkiliyorlardı.
Yeni bir dünyaı yaratan güçlerdi bunlar.

1 96
16
"EKTİGİN TOHUMU,
BAŞKASI BİÇİYOR... "

Beşinci Caddede bir otobüste konuşulurken işitilmiş bir söz:


"Aman Yarabbi ! Yine mi grev ! Bıktım usandım, her yerde
bu grevciler. 'Örgütlü Emeğe Haksızlık' , pankartlarıyla ge­
zip duruyorlar. Dükkanların, abrikaların önünde . Niye içe­
ri tıkmaz bunları hükümet? . . "
Bunları söyleyen ökeli hanımefendi tarihi bilmiyordu .
Basit bir soruna kolay bir çözüm bulduğunu sanıyordu .
Ama yanılıyordu . Çözümü tekrar tekrar denenmiş, ama çö­
züm olmadığı anlaşılmıştı. lngiltere'de yüz yılı aşkın bir za­
man önce bir yargıç bir grevi ezme planını içişlerine yazmış­
tı. "Almayı önerdiğim tedbirler işi bırakan adamları tutukla­
mak ve ayak değirmenine bağlattırmaktır. "
Tas tamam hanımeendinin önerdiği - ama yazılış tarihi
1 830. Sonuç ne oldu? Cevabı hanımefendi versin.
Ondokuzuncu yüzyıldaki yargıçla yirminci yüzyılda­
ki hanımefendinin anlamadıkları, işçilerin ellerine pankart
alıp dolaşmaktan hoşlandıkları için grev yapmadıklarıdır;
işçiler çalışmak istemedikleri için grev yapıyor da değiller­
dir. Nedenler daha derindedir. Bunları bulmak için İngiliz

1 97
tarihine dönelim, çünkü Endüstri Devrimi ilkin orada baş­
lamıştı.
İstatistiklerin her istenen şeyi ispat etmek üzere hazırlana­
bileceği bilinen bir şeydir. İstatistikler, İngiltere'deki Endüs­
tri Devrimi'nin çocukluk döneminde olduğu kadar yanlış bil­
giyi hiçbir zaman vermemiştir. Her tablo muazzam ilerleme
gösterdi. Pamuklu , demir, kömür ve her çeşitten meta üreti­
mi on kat artmıştı. Satış hacmi, satış toplamı, sahiplerin kar­
lan - hepsi göklere fırlıyordu. Bu rakamları okuyunca şaşar
kalırsınız. İngiltere, derseniz, şairlerin hep şarkısını cıvılda­
dığı cennet olmalı. Öyleydi de - azınlık için.
Çoğunluk içinse cennetten başka her şeydi. İşçilerin mut­
luluğu ve sağlığı açısından bu neşeli istatistikler korkunç
yalanlar söylemekteydi. Bir yazar 1 83 6'da yayımlanan bir
kitapta buna işaret ediyordu : "Bir milyondan azla insan ke­
limenin tam anlamıyla aç ve bu rakam gittikçe büyüyor. . .
Etkin ve artan bir ticaretin, çalışan sınıfların durumunun
düzelmesini değil de yoksulluk ve sealetlerini sağlaması ti­
caret tarihinin yeni bir evresidir: Büyük Britanya bu evre­
ye varmıştır. "
Şu hayali varlık, Merihli insan, o sıralar İngiltere adasına
inse, dünya halkının deli olduğuna hükmederdi. Çünkü bir
yanda büyük halk kitlesi zorlu ve uzun bir çalışmadan son­
ra gece domuzun yatmayacağı pis, sağlığa aykırı inlere dö­
nüyordu ; öte yanda, elini işe sürüp kirletmeyen, ama kitleyi
yöneten yasaları yapan her biri kendi saraında krallar gibi
yaşayan birkaç kişi vardı.
Doğrusu , iki İngiltere vardı. Disraeli Sybil'de söyler bunu :
"İki ulus, ikisi arasında ilişki ve sevgi yok; sanki başka yer­
lerde, ya da ayrı gezegenlerde yaşıyormuşçasına birbirleri­
nin alışkanlıklarından, düşüncelerinden, duygularından ha­
bersizler; yetişme tarzları ayrıdır, yedikleri ayrıdır, tavırları
ayrıdır ve aynı yasalarla yönetilmezler.

1 98
"Sözünü ettiğimiz . . . " dedi Egrement, duraklayarak:
"ZENGİNLER VE YOKSULLAR. "
B u ayrım yeni değildi. Ama makinelerin gelişi ve abrika
sistemiyle sınır eskisinden daha belirgin oldu. Zenginler da­
ha zenginleşirken üretim araçlarından yoksun kalan akirler
daha da akirleşti. Oldukça iyi bir geçim sağlayan, ama şim­
di makineyle üretilen malların rekabeti yüzünden iflas eden
zanaatkarlar özellikle perişan durumdaydılar. Durumlarının
çaresizliğini bir el tezgahı dokumacısı olan Thomas Heath'in
cevaplarından anlıyoruz:
"Sou: Çocuğunuz var mı?
"Cevap: Hayır; iki çocuğum vardı ama Allah'a şükür, öl­
düler !
"Sou: Çocuklarınızın ölümüne seviniyor musunuz?
"Cevap: Seviniyorum; Tann'ya şükrediyorum. Ben onla­
rı besleme ükünden kurtuldum, onlar da, zavallıcıklar, bu
ölümlü hayatın dertlerinden kurtuldular. "
Bir adamın böyle konuşmak için gerçekten kötü bir duru­
ma düşmesi gerekeceğini kabul edersiniz.
Ya , mutlak açlık durumuna düşüp de makineyle yanşa­
mayınca nihayet abrikaya girenlere ne oldu? Bu ilk abrika­
ların koşullan nelerdi?
İşi haifletmesi gereken yeni makineler aslında daha beter
ediyorlardı. Öyle etkiliydi ki makine, bu büyülü çalışmayı
durmadan sürdürüyordu. Fabrika sahipleri için makine bel­
li bir sermayeyi temsil ediyor, boş bırakılmaması gerekiyor­
du - çalışmalıydı, durmadan çalışmalıydı. Arıca, zeki abri­
katör, makineden alacağını bir an önce alması gerektiğini bi­
liyordu, çünkü yeni icatlarla makine hemen eski moda ola­
bilirdi. Onun için çalışma saatleri uzundu . Günde on altı sa­
at çalışıldığı oluyordu. On ikişer saatlik iki vardiya hakkı ka­
zanıldığında işçiler büyük bir nimete kauşmuş gibi oldular.
Ama yalnız uzun çalışma süresi de o kadar kötü olmaya-

1 99
bilirdi. İşçiler buna alışıktılar. Kendi evlerinde, ev sistemin­
de de uzun zaman çalışırlardı. Asıl zorluk abrika disiplinine
alışmaktaydı. Belli bir saatte başlamak, belli bir saatte işi bı­
rakmak, yeniden başlamak, makinelerin hareketine ayak uy­
durmak -her zaman, hiç eksik olmayan ustabaşının emirleri
ve sıkı gözetimi altında- bu, yeniydi. Ve zordu .
Manchester yakınındaki bir abrikada dokumacılar Fah­
renheit seksen, seksen dört derece ısıda bir su içme izni ol­
maksızın günde on dört saat çalışmak zorundaydılar. Aşağı­
daki cezalar uygulanıyordu :

Sterling
Penceresi açık bulunan işçi . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . 1
İşbaşına kirli gelen şçi. . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . 1
Yıkanırken yakalanan işçi. . . . . . . . . . . . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 .

Gaz yakarak onarım yapan işçi . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . 2


Sabah gaz lambasını azla yakan işçi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
Islık çalan işçi. . . . . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . .. .
. . . . . . . . . . . . . . . . ..
. . . . . . . . . 1
. . .

Fantastik geliyor ama doğru ; hem de tek bir önek değil.


Şirket dükkanından alışveriş yapmak ya da şirket lojmanın­
da oturmak gibi, geri ülkelerde olduğunu sandığımız bütün
zorlamalar endüstrileşmenin başlarında işçilerin günlük so­
runlarıydı.
Kapitalistler kendi mallarını istedikleri gibi kullanabile­
ceklerine inanıyorlardı. "lşçi"lerle makineler arasında da bir
ayrım yapmıyorlardı. Bu , tam doğru değil. Makineler para
yatırımı demekti, oysa insanlar için böyle bir şey sözkonusu
değildi, onun için makinelerin bakımına insanlarınkinden
azla önem veriliyordu .
Verebilecekleri en az ücreti veriyorlardı. Kullanabilecek­
leri en azla iş gücünü arıyor, karşılığında bunu satın almak
için gerekenin asgarisini veriyorlardı. Kadınlar ve çocuklar
da makineleri işletebildiğine ve erkeklerden az ücret allıkla-

200
rına göre, evin erkeği çoğu zaman işsizken kadınlarla çocuk­
lara iş veriliyordu. Başlangıçta abrikatörler Fukaraperverler
Demeği'nden dilenci çocuk satın alıyorlardı; daha sonra, ça­
lışan babayla annenin kazancı aileyi geçindirmeye yetmediği
için çocuklar da evi terk edip abrikalara, madenlere girme­
ye başladılar. Endüstrileşmenin korkunçluğu asıl o ilk gün­
lerin çocuk emeği kayıtlarında görülür.
1 8 1 6'da bir parlamento komitesi önünde , bir zamanlar
bir pamuklu dokuma abrikasında çırak yetiştiren Mr. john
Moss, abrika çalışmasına zorlanan köy çocukları için şu ia­
deyi veriyordu :
"Hepsi çırak mıydı? - Hepsi çıraktı.
"Kaç yaşındaydılar? - Londra'dan gelenleri yediyle on bir
arasındaydı. Liverpool'dan gelenler de sekizle on beş ara­
sında.
"Kaç yaşlarına kadar çırak kalıyorlardı? - Yirmi bir.
" Çalışma saatleri ne kadardı? - Sabah beşten akşam seki­
ze kadar.
"Günde on beş saat normal çalışma süresi miydi? - Evet.
"Makine tamiri için ya da pamuk yetişmediği için iş du­
rursa, bu zaman da çocukların çalışma süresine eklenebilir
miydi? - Evet, eklenirdi.
" Çocuklar oturarak mı yoksa ayakta mı çalıştırılırdı? -
Ayakta.
"Bütün bu süre boyunca ayakta mı? - Evet.
"Fabrikada oturacak yer var mıydı? - Hiç yoktu . . . Yatma
zamanları geldikten sonra döşemeye kıvrılıp yatmış halde
görürdüm.
" Çocuklar makine kazalarına uğrar mıydı? - Sık sık."
1 883'te Mjestelerinin soruşturma komisyonu abrikalar­
da çocuk çalıştırma üzerine bir rapor daha çıkardı. Bu rapor­
da bir abrikada çalışıp (kardeşlerinin yardımıyla) haftada 4
şilin kazanan on bir yaşındaki Thomas Clarke'ın hikayesini

201
görüyoruz . Hikayenin bir kısmı şöyle: "Uuyakalırsak hep
kırbaçlarlardı. . . Castles parmağım kadar kalın bir ip bulur,
ortadan büküp iki kat yapar bir de düğümler atardı. . . Fabri­
kaya altıya doğru , bazen beşte gider, gece dokuza kadar ça­
lışırdım. Bir seferinde bütün gece çalıştım. Kendimiz ister­
dik. Bazen harcayacak biraz paramız olsun isterdik. . . Bir ön­
ceki gün sabah altıdan beri çalışıyordum. Ertesi gece dokuza
kadar devam ettik. . . Şimdi halat bükme yerindeyim; 4 şilin
kadar kazanıyorum . . . Kardeşim de yardım ediyor. Onun ya­
şı yedi. Ben ona bir şey vermiyorum . . . kardeşim olmasa haf­
tada 1 şilin vermem gerekirdi. . . 6'da götürüyorum, 8'e kadar
yanımda kalıyor. "
Çocukların çalıştırılması yeni bir şey değildi. Defoe'nun
ev sistemini anlatışını hatırlarsınız . Ama eskiden çocuk­
lar anne ve babalarına yardım ederlerdi, oysa şimdi onla­
rın emeği yeni sistemin temeli oluyordu . Eskiden çocuklar
kendi evlerinde, kendi anne babalarının gözetiminde, onla­
rın koyduğu koşul ve sürelerle çalışırken şimdi abrikalar­
da, küçük bedenlerinden çıkarabileceği azami işi çıkarmak­
tan başka bir şey düşünmeyen ormenin gözetiminde kar et­
mek isteyen abrika sahibinin koyduğu koşul ve sürelerle ça­
lışıyorlardı. Batı Hint Adalarının köle sahibini bile memnun
ederdi çocukların çalışma saatleri. Bunlardan biri Bradord­
lu üç abrika sahibiyle konuşurken şöyle demiş: "Ben her
zaman köle sahibi olmaktan utanç duymuşumdur, ama Batı
Hint Adalarında hiçbirimz bir insanın dokuz yaşındaki bir
çocuğu günde on iki buçuk saat çalıştırmaya zorlayacak ka­
dar zalim olabileceğini aklımızdan geçirmezdik; oysa bu si­
zin gündelik işiniz. "
Böyle bir köle sahibi bir başka karşılaştırma da yapabilir­
di. Gerek Batı Hint Adalarında gerekse Amerika'nın güney
eyaletlerinde kölelerin barınakları berbat bir durumda idi
ama, bazı bakımlardan yeni abrika şehirlerindeki işçi evle-

202
rinden daha perişan olmadıkları iddia edilebilir. Buhar gücü
ortaya çıkınca abrikaların eskiden olduğu gibi akarsu boy­
larında kurulması zorunluğu ortadan kalktı. Endüstri kö­
mür havzalarına yaklaştı ve çok kısa bir süre içinde hiçbir
önemi olmayan yerler kasaba , eski kasabalar da şehir olu­
verdi. l 777'de lngiltere'nin yüzde 70 nüusu kırda yaşıyor­
du ; 1 84 l'de bu oran yüzde 26'ya düşmüştü . Şehirlerin büyü­
mesini gösteren rakamlar olanı anlatır:

1 801 1 84 1

Manchester 3 5 . 000 353.000


Leeds 53.000 1 5 2 . 000
Birmingham 23.000 1 8 1 .000
Sheield 46.000 1 1 1 .000

Ünlü mallar çıkaran, ünlü yerler. Karanlık, sağlıksız, kala­


balık, çirkin yerlerde oturan işçilerin yaptığı mallar. Önem­
li bir iktisatçı olan Nassau Senior 183 7'de Manchester'in ba­
zı kısımlarını gezmişti. Gördüklerini şöyle anlattı: "Bu şehir­
ler -çünkü büyüklükleri ve nüuslarının kalabalığı bakımın­
dan şehirdirler- spekülatör müteahhitin azami ve kolay ka­
zancından başka hiçbir şey gözönüne alınmasızın yapılmış­
lardır . . . Bir yerde koca bir sokak bir hendek bounca ilerliyor,
çünkü böylece kazma masrafına girmeden bodrum yapılabil­
miş - bodrumlar da eşya komak için değil, insanların otura­
cağı ev olarak yapılmış. Bu sokaktaki tek bir v koleradan kur­
tulmadı. Genel olarak varoşun sokaklarına taş döşenmemiştir,
orta yerde de bir hendek veya gübre yığını vardır; evler sırt sır­
ta yapılmıştır, havalandırma ve kanalzasyon yoktur ve bütün
bir aile bir bodrum ya da tavan arasının bir köşesine tıkılır. "
Yukarıdaki alıntının özellikle altı çizilmiş sözlerine dik­
kat edin. Böyle iskan koşullarının burada yaşamak zorun­
daki yoksulların sağlığı üzerindeki etkisi bellidir. Böylesine
sağlıksız yerlerde barınmak zorunda kalan zavallıları hasta-

203
lık ve ölüm kırıp geçiriyordu . Kasabanın öbür ucunda doğan
bir insan gerçekten talihliydi, çünkü ne kadar yaşayacağınz ,
nerede yaşadığınıza bağlıydı - 1 844'te Manchester varoşla­
rında bir inceleme yapan Dr. P.H. Holland'ın raporuna göre:
"Ölüm oranının bazı sokaklarda ötekilerin dört katı olduğu­
nu , bir sınıftan sokaklarda öbür sınıftan sokaklardakinin iki
katı olduğunu ve kötü durumda bulunan sokaklarda hiç de­
ğişmez bir şekilde daha yüksek olduğunu görünce, sayısız
insanın, yakın komşulanmızın yüzlercesinin, her yıl en belir­
gin tedbirlerin alınmaması yüzünden yok olup gittiği sonu­
cuna zorunlulukla varıyoruz. "
Ya öteki ulus, zenginler, "yakın komşularının" yok olma­
sı karşısında ne düşünüyorlardı? Fabrika koşullan, uzun ça­
lışma süresi, çocuk çalıştırma karşısında tavırları neydi ha­
li vakti yerinde olanların? Çoğu böyle şeyleri hiç düşünmez­
lerdi. Düşününce de bunun zorunlulukla böyle olduğuna
inanarak kendilerini avuturlardı. İncil, "yoksullar hep yanı­
nızda olacaktır" demiyor muydu? İncil'in insanlararası iliş­
kiler üstüne bundan başka şeyler de söylüyor olması onla­
rı pek azla ilgilendirmiyordu - yalnız görmek istediklerini
okuyor, yalnız işitmek istediklerini dinliyorlardı.
Onun için bugün benim, sizin korkunç sayacağımız şeyler
o dönemde uygun ve gerekliydi. Çocukların okula gitmeme­
si, günde on dört saat çalışması kötü bir şey mi? Saçma ! di­
yordu Mr. G .A. Lee - çocukların sabah 6'dan gece 8'e kadar
çalıştığı pamuklu dokuma abrikasının sahibi: "Küçük yaş­
ta itaat etmeye, çalışmaya ve düzenli olmaya alışmak kadar
aydalı bir şey olamaz. "
Mr. Lee akirlerin ahlakıyla ilgileniyordu . Royal Society
başkanı olan, işçi sınıfı çocuklarına ilkokul açılmasına karşı
çıkan Mr. Giddy de öyleydi. İşte Mr. Giddy'nin ilginç gerek­
çesi: "Yoksul çalışan sınılara eğitim vermek. . . aslında ahlak­
ları ve mutlulukları için zararlıdır; hayatta paylarına düşen-

24
den neret eder, toplumdaki yerlerinin mukadder kıldığı şe­
kilde tarımda ve başka emek isteyen işlerde iyi ve uysal hiz­
metkarlar olacakları yerde . . . bölücü ve yıkıcı yayınlar okur . . .
efendilerine karşı küstahça davranırlar. "
Ama aynı dönemin bir başka tanığına bakılırsa yoksul­
lar hayatta paylarına düşenden neret etmek bir yana, tür­
lü nedenlerle büyük şükran duymalıydılar. İnsanlık için bü­
yük bir nimet olan abrika sisteminin bir parçası olabilen­
ler aslında gerçekten talihliydiler. Hiç değilse, Andrew Ure,
1835'te şunları yazarken böyle olduğuna inanıyordu : "Son
gezimde . . . Her iki cinsten on binlerce genç, yaşlı, orta yaş­
lı insan gördüm . . . bol bol yiyecek, giyecek, ev eşyası alıyor,
metropoldeki. . . modaya uyan aristokratlarımızın toplandı­
ğı evlerden çok daha havadar ve güzel evlerde yazın sıcağın­
dan ve kışın soğuğundan korunuyor, tek damla ter dökmü­
yorlar. . . muhteşem evleri Asya, Mısır ve Roma despotizmi­
nin kibirli anıtlarından daha azla, değerli, yararlı ve mimari
bakımından daha üstün . . . işte abrika sistemi. "
Belki Dr. Ure'un abrikaları gezdiğini ayrıca belirtmekte
ayda vardır - ama çalışmamıştı abrikada.
Dr. Ure abrika sistemine övgü türküleri söylemeye başla­
madan çok önce bir kilise adamı zavallı yoksulları avutmuş­
tu. Hem de sıradan bir kilise adamı değil - bizzat Arşidekan
Paley. Kendilerinin kötü , zenginlerinse iyi durumda oldu­
ğunu düşünen hoşnutsuz işçi sınıfına bu seçkin kilise ada­
mı sevinç sözleri sunmuştu: "Anca, yoksulluğun üklediği
zorunlulukların bazıları dert değil, zevktir. İsraf yapmamak
başlı başına bir zevktir. Mutluluk yaratan . . . bir dikkat gerek­
tir. Bolluk içinde bu kaybolur. Büyük, ölçüsüz bir kaynak­
tan çekip harcamakta zevk yoktur . . . Aşağı durumda insanla­
rın sahip olduğu bir başka ciddi avantaj da çocuklarına bak­
maktaki kolaylıklarıdır. Yoksul bir insanın çocuğuna gerek­
li her şey şu iki kelimede toplanır: 'Çalışma ve masumiyet"' .

205
Bazı aptal yoksullar yoksulluğun büyük bir zevk oldu­
ğunu anlamamakta hala inat ediyorlarsa , Arşidekan'ın on­
lar için de bir numarası vardı. Yoksullar zenginlerin boş za­
manlarım kıskanıyorlardı Ne kadar yanlış ! Asıl kıskanması
gereken zenginlerdi - çünkü boş zaman ancak sıkı çalışma­
dan sonra bir zevk olurdu . İşte size kanıtları: "Yoksulların
zenginlerde görüp kıskandıkları bir başka şey de rahatlan­
dır. İşte burada büyük bir yanılgıya düşüyorlar . . . Dinlenme,
çalışmanın durmasıdır. Dolayısıyla yorgunluğu bilmeyen­
ler dinlenmenin zevkini bilmez, hatta tadını bile alamazlar.
Zenginler, dinlenmenin yoksullara verdiği rahatlığı ve zevki
kıskançlıkla seyrediyorlar. "
Arşidekan Paley b u lakırdıları l 793'te yazıyordu. Hatırla­
yacaksınız, Fransa'da yoksulların arıcalıklıları yerlerinden
koparmaya çalıştıkları dönemdi bu. Fransız Devrimi kanlı
bir olaydı. İngiltere'deki zenginler bundan hoşlanmıyorlar­
dı. Fransızların korkunç "kesin kellesini" ikrinin Manş'ı ge­
çip kendi varoşlarına sıçramasını akıllarından bile geçirmek
istemiyorlardı. Onun için bu ukara babası Arşidekan yok­
sul İngilizleri aşırı akımlara kapılmamaları için uyarıyordu :
"İstenilecek değişim, tek değişim, azar azar sağlanacak de­
ğişimdir . . . bu , başarılı endüstrinin doğal meyvesidir. Kamu
düzeni ve asayişi ortamında gerçekleşir; başka hiçbir yoldan
gerçekleşemez . . . Zenginlerin yerini veya servetini kıskan­
mak, daha doğrusu , halk ayaklanması ve anarşi ortamı ya­
ratarak zorla bunları ele geçirmek üzere kıskanmak, sadece
kötülük değil, aynı zamanda akılsızlıktır. "
Yoksul İngilizler kilise adamının öğü tlerine uydular.
"Zenginlerin servetine el koyma" yoluna gitmediler. Ama
zaman geçtikçe, "başarılı endüstrinin doğal meyvesi" olarak
vaad ettiği "azar azar sağlanacak dediği" şeyi istediler.
Öneğin, çalışma saatlerinin kısalması için dövüştüler. Bu
kavgada, günde on dört - on altı saat çalışmanın gerçekten

206
çok azla olduğunu kabul edecek kadar insancıl olan bazı
zenginler de onları destekledi. Bu zenginlerden bazıları kav­
gayı Parlamento'ya götürdü . Çalışmaı on saatle sınırlamayı
öneren konuşmalar yaptılar. Bu yolda bir yasaya oy vermek
için bazı üye arkadaşlarını da ikna ettiler. Bu , aralarında Dr.
Ure'un da bulunduğu bazı kimseleri çok kızdırdı. Dr. Ure -
ilginç bir nedenden ötürü- küplere bindi: "Tarafsız düşü­
nen bir kişi Britanya Parlamentosunda yetişkin zanaatkarla­
rın günde on saatten azla çalışmasını yasaklayan bir yasaya
93 kişinin oy vermesi karşısında hayrete düşecektir - bu, Hı­
ristiyanlık dünyasında hiçbir yasama organının hoş göreme­
yeceği bir özgürlük kısıtlamasıdır. Gloucestershire İmalatçı­
ları önergeyi haklı olarak en karanlık çağlara layık diye ni­
telendirdiler. "
Arşidekan Paley gibi Dr. Ure da işçi sınıfının dostuydu .
Böylece o ve Gloucestershire İmalatçıları emekçinin patro­
nunun istediği kadar çalışma özgürlüğünün kısıtlanmasına
ökelendiler. Parlamento insanın ölünceye kadar çalıştırıl­
ma özgürlüğünü elinden alırsa tarihi İngiliz özgürlükçülü­
ğü ne hale düşerdi?
Bu gerekçe -çalışma saatlerini sınırlamanın, insanın doğal
özgürlüğünü kısıtlamak olması- çok önemliydi. İngiltere'de
olduğu gibi Amerika'da da tekrar kullanıldı. Bunu ileri süren
imalatçılar (işin tuhafı işçiler kendileri, doğal haklarının bu
şekilde kısıtlanmasına aldırış etmiyorlardı) , ikri laissezfai­
re in
' savunucusu büyük iktisatçı Adam Smith'den almışlardı.
Gerçekten de , merkantilizmin kısıtlayıcı politikalarının baş
düşmanı olan Smith bu gibi müdahalelere şiddetle karşı çı­
kıyordu . İmalatçılar Uluslann Sev eti'nde işlerine yarayacak
alıntılar bulabilirlerdi: "Her insanın emeği kendi mülkiyeti­
dir, çünkü her mülkiyetin ilk temeli budur, onun için de kut­
saldır ve el sürülemez. Yoksul bir insanın sermayesi ellerinin
gücü ve hüneridir, bu güç ve hüneri başkalarına zarar verme-

207
diği sürece istediği gibi kullanmasını önlemek bu en kutsal
mülkiyete karşı bir saldırıdır. . . Çalışabilecek durumda olup
olmadığı elbette işverenlerin dirayetine bırakılabilir, çünkü
onların çıkarıyla doğrudan doğruya ilgilidir. "
Tabii Adam Smith bunları merkantilist düzenleme v e bas­
kıya karşı yazmıştı. İmalatçıların l 776'da yazılmış bu satırla­
rı başka çeşitten bir düzenlemeyle mücadele etmek için kul­
lanırken bir yutturmaca yaptıkları söylenebilirdi. Ama diye­
lim ki, Smith'i tekrarlamaları meşrudur. Meşru olmayan, iş­
lerine gelmeyen yerde Smith'i unutmalarıydı. Kendi eylem­
lerini haklı gösterebilecek her konuda Smith'i görmezlikten
gelmeleri egemen sınıf için yararlıydı - işçi sınıı için ise bir
felaket. Yüz ılı aşkın bir süre yapıldı bu .
İşçiler durumlarını düzeltmek için ne yapabilirlerdi? Siz
olsaydınız ne yapardınız? Diyelim ki elle çorap örerek ye­
terli bir geçim sağlıyordunuz . Diyelim ki bir çorap abrika­
sı kuruldu , burada makinelerle öyle çok ve öyle ucuz ço­
rap yapıldı ki, sizin geçiminiz azala azala aç kalma nokta­
sına geldi. Makine öncesi günleri özlemle anar, o zaman­
ki mütevazı geçiminiz şimdi size büük bir lüks görünür­
dü . O zaman çevrenize bakınır, sefaletinize ürperirdiniz .
Bu niye böyle oldu diye bin kere sorardınız kendinize ve
her seferinde aynı sonuca varırdınız - makine. İnsanları iş­
siz bırakan, malları ucuzlatan, makineydi. Makine - oydu
düşman.
Umutsuz insanlar bu sonuca varınca, bundan sonra ne ya­
pacakları belliydi:
Makineleri kırmak.
Dantel, çorap , dokuma, eğirme makineleri -belli yerlerde­
ki belli işçilere sealet ve açlığın nedeni olarak görünen ma­
kineler- yok edildi, parçalandı ve yakıldı. Luddite denilen
makine kırıcıları makinelerle savaşırken bir hayat standardı
için savaştıklarına inanıyorlardı. Baskı altına alınmış, olan-

208
ca makine neretleri serbest bırakılmıştı, şarkılar söyleyerek
makineleri kırıyorlardı.
Bu şiddetin sonuçlarını kolayca tahmin edebilirsiniz. Mül­
kiyete saldın olmuştu; yığınlar makineleri paramparça etmiş­
ti. Makinelerin sahibi olanlar çabuk harekete geçtiler. Yasaya
başvurdular. Yasa da onların çağısına yetişmekte gecikmedi.
1 8 1 2'de Parlamento makine kırmak için idam cezası getiren
bir yasa çıkardı. Ama Yasa meclisten geçmeden, Lordlar Ka­
marasının bir üyesi Meclisteki ilk konuşmasını yaparak bu
tedbire karşı çıktı. Yasayı çıkaranlara, makinelerin yok edil­
mesinin nedeninin insanların yok edilmesi olduğunu hatır­
lattı: "Ama her ne kadar bu saldırganlıklaın varlığı oldukça
ürkütücüyse de, şimdiye kadar görülmedik bir felaket orta­
mında meydana geldikleri de unutulmamalıdır. Bu seil in­
sanların yaptıkları işte direnmeleri, ancak mutlak bir yoksul­
luğun bir zamanlar çalışkan ve dürüst olan bu insanlaı ken­
dilerine, ailelerine ve topluluğa sadece felaket getirecek ka­
dar aşırı eylemlere ittiğini ispatlamaktadır . . . Zavallı aptal­
lar sanıyorlardı ki çalışkan yoksulların sağlığı ve iyiliği bir­
kaç kişinin zenginleşmesinden daha önemli bir olaydır. Ama
azınlığı zenginleştiren iş araçlarının gelişmesi işçileri işsiz bı­
raktı ve emekçinin ücretini düşürdü . . .
"Sürü diyorsunuz bu insanlara, eşkiya, tehlikeli, cahil di­
yorsunuz . . . Sürüye karşı yükümlülüklerimizin bilincin­
de miyiz? Sürüdür tarlada emek veren , evlerimizde hiz­
met eden donanmamızda ve ordumuzda savaşan- dünya­
ya meydan okumamıza imkan veren onlardır ve ihmallerle
felaketler sonunda tam bir umutsuzluğa düştüklerinde size
de meydan okuyorlar. "
27 Şubat 1 8 1 2'de b u konuşmayı yapan adam Lord By­
ron'du .
Makine kırmak akıllıca bir iş değildi. Başarılı olsa bile işçi­
lerin sorununu çözemezdi . Yanlış ağacı deviriyorlardı. Acı-

209
lannın nedeni makine değildi. Toprak sahibinin toprağı çe­
virirken yaptığı kadar açık değilse de, en az onun kadar et­
kili bir biçimde emekçileri üretim araçlarından ayıran maki­
ne sahibiydi.
İşçiler makine kırmanın kendileri için çıkar yol olmadı­
ğını çok geçmeden ark ettiler. Bazı işçiler başka yöntemler
denedi. İşte "Yoksul Dokumacılar" imzalı acıklı bir dilekçe.
1 8 1 8'de, Oldham'da, işverene yazılmıştı: "Biz bu Kasabanın
ve Yörenin Dokumacıları, ücret düşüklüğünden ötürü uzun
bir zamandan beri içine düşmüş bulunduğumuz acı duru­
ma ilgi dumanızı saygıyla diliyoruz. Aranızda bir toplantı
yapmanızı ve derdimize bir çare aramanızı ve zorunlu geçim
maddeleri alabilmemiz için yetersizliğini çok iyi bildiğiniz
ücretlerimizi biraz yükseltmenizi istiyoruz. Kanımızca top­
lu hareket ederseniz bu iş, bizim de zarar vermek istemedi­
ğimiz karınızı etkilemeden çözülebilir. "
Başka dilekçeler de vardı. Yüzlerce. İşverene değil -bun­
dan ayda gelmeyeceği kısa zamanda anlaşıldı- Parlamen­
to'ya dilekçeler gönderildi. Çoğu umursanmadı, ama bazıları
biraz ilgi gördü . Yönetmeliklerde, işçi sınıfının sealetini ha­
ifletmeye yardım edecek bazı yasalar vardı zaten. Şimdi bu
dilekçeler üzerine ve aynca durumun işçilerin söylediği ka­
dar berbat olduğunu şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla or­
taya koyan parlamento soruşturma komitelerinin raporları
sonucunda, bazı yeni yasalar da bunlara eklendi.
Ama yönetmeliklere kural koymak kuralları uygulamak
demek değildir. İşçiler de bunu anladılar. Aynca anı yasa­
nın kendilerine bir türlü , işveren sınıfına başka türlü uygu­
lanabileceğini de anladılar.
Bazen işçiler şikayetlerini mahkemeye getirdiklerinde da­
valarına bakan yargıcın şikayetçi oldukları işveren olduğu­
nu görüyorlardı. Bu koşullarda adil bir yargılama olması pek
beklenemezdi !

21 0
Ama işveren-yargıç özdeşliğinin bu kadar kesin olması
da gerekmezdi. Çoğu zaman yargıçlann işverenlerle aynı sı­
nıftan olmaları yeterliydi. Veya aynı sınıftan olmasalar bi­
le aynı şeyleri aynı şekilde düşünüyorlardı. İşçiler küçüm­
seniyor, işverenler önemseniyordu . Yargıçlar, işçilerin pay­
larına düşen birkaç ekmek kırıntısından ötürü patronlarına
şükran borçlu oldukları inancıyla davaya başlardı, işveren­
ler de, işçilerine bir iki kırıntı attıkları için kutlanmalıydı­
lar. Bu durumda her şey işçilerin aleyhine çalışıyordu . "Şehir
Emekçisi"nde iki büyük tarihçi olanları şöyle özetler: "Par­
lamento işçi sınıfına azla taviz vermiyordu , ama verilen ta­
vizler de, işverenlere sevimsiz gelen yasaları yargıçlar uygu­
lamadığı için bütün değerlerini kaybediyorlardı. . . Yargıçlar
genellikle patronlar yasaya uymazlarsa onları boyun eğmeye
zorlayacak hiçbir yol olmadığı kanısıyla hareket ediyorlar­
dı. . . Patronları yasaya umaya ikna edemeince, bunu yap­
maya çalışan işçileri tutuklayıp hapsettiler. "
Keskin gözlemci Adam Smith bunun sadece bir anlık ras­
lansal bir olay değil de, bütün kapitalist ülkeler için her za­
man geçerli olacak bir genelleme olduğunu görüyordu. Kah­
ramanlarının, yaptıkları şeylerde onayını isteyen işverenler
Uluslann Seveti'ndeki şu bölüm üstünde pek durmuyorlar­
dı: "Devlet, mülkiyetin güvenliğini korumak üzere kuruldu­
ğu sürece, gerçekte zenginleri yoksullara ya da mülk sahibi
olanları mülk sahibi olmayanlara karşı savunmak üzere ku­
rulmuş demektir. "
İşçiler b u doğruyu acı deneylerle öğrendiler. Ellerinden
ne gelirdi? Görünüşte çok belirgin bir çare vardı. Oy verme
hakkını kazanabilirlerse yasa yapıcılarına azınlığın azınlık
için hükümeti yerine çoğunluğun çoğunluk için hüküme­
tini kurmaları yolunda baskı yapabilirlerdi. Yasa yapanların
seçiminde kendileri de söz sahibi olmak istiyorlardı. Yasa­
yı işçiler yaparsa yasa işçiler için yapılmış olurdu. Yasa yol-

21 1
larına engeller çıkarıyordu - patronlar için yapılmıştı; ya­
sa çıkmasında işçilerin de paı bulunsa, bir şansları olurdu .
Hükümet tahıl yasalarıyla toprak sahiplerini, gümrüklerle
imalatçıları koruyorsa, o zaman çalışan insanın ücret ve ça­
lışma saatlerini de koruyabilirdi. Onun için oy verme hakkı­
nı kazanma kavgasına giriştiler.
Bugün Amerika'da ve lngiltere'de politik demokrasiye o
kadar alıştık ki bunun her zaman varolduğunu sanıyoruz.
Tabii bu hiç de böyle değildir. Gerek Amerika'da, gerekse
lngiltere'de her yurttaş için oy hakkı güzellikle kabul edil­
medi - mücadele sonucu olarak geldi. lngiltere'de işçi sını­
fı Çartist hareketin arkasında saf tuttu . Bu hareketin talep­
leri şunlardı:
1 . Herkese (erkek) oy hakkı.
2. Avam Kamarasına seçilenlere maaş verilmesi. (Bu , yok-
sul insanların seçilince çalışabilmelerini sağlayacaktı.)
3 . Yıllık meclis.
4. Adayların mülk sahibi olmalarının istenmemesi.
5. Sindirmeyi önlemek için pusulayla kapalı oy.
6. Eşit seçim bölgeleri.
Çartist hareket kendiliğinden yavaş yavaş söndü . Yine de
bu talepler zamanla teker teker kazanıldı (yıllık meclis dı­
şındakiler) . Çartistler politik demokrasi için çarpışmışlar­
dı, çünkü bunun daha iyi koşullar için mücadelede iyi bir
silah olacağına inanıyorlardı. Bir metodist papazı olan Step­
hens Manchester'da bir işçi topluluğuna şunları söylemişti:
"Dostlarım, Çartizm siyasi bir hareket değildir, asıl sorun si­
zin oy hakkı almanız değildir. Çartizm çatal bıçak sorunu­
dur; iyi ev, iyi yiyecek ve içecek, reah, kısa çalışma süresi
demektir. "
Rahip Stephens iimserdi. İşçi sınıı politik demokrasi sava­
şını kazandı, ama onun tahmin ettiği iyi şeyler böylelikle ger­
çekleşmiş olmadı. Ya da kısmen geldiler ve bu da sırf oy saye-

212
sinde olmadı. İşçilere daha iyi koşullar, daha yüksek ücret ve
daha kısa çalışma süresini kazandıran en önemli etmen belki
de kendi çıkarları için mücadelenin örgütü, sendikaydı.
Sendika yeni bir şey değildi. İşçi örgütlenmelerinin en es­
kilerinden biriydi ve doğal olarak eski kala derneklerinden
çıkmıştı. Ama endüstride sermayenin önemi artınca işçi der­
nekleri de eski lonca tipinden bugünkü sendikaya döndü -
bir işte çalışan işçilerin kendilerine daha iyi koşullar sağla­
mak, çıkarlarını savunmak için kendilerine güvenerek kur­
dukları örgüt.
Sendikalar bir günde doğmadı. Sınıf çıkarının birliği duy­
gusunun gelişmesi epey zaman aldı ve o zamana kadar ulu­
sal ölçüde gerçek örgü tlenme mümkün olmadı. Endüstri
Devrimi ile sendikacılık muazzam adımlar attı. Bunun böy­
le olması zorunluydu çünkü Endüstri Devrimi işçileri şe­
hirlerde yoğunlaştırmış, ulus çapında örgütlenme için çok
gerekli olan ulaşım ve iletişim ilerlemesini gerçekleştirmiş
ve bir işçi hareketini o kadar gerekli kılan ortamı yaratmış­
tı. Böylece işçi sınıfı örgütlenmesi hem sınıı hem sınıf bi­
lincini hem de işbirliği ve iletişimin iziksel araçlarını ya­
ratan kapitalist gelişme ile birlikte ortaya çıktı. Sendikacı­
lık en azla endüstrileşmiş, abrika sistemi büyük şehirlerin
gelişmesine yol açmış ülkelerde en güçlü olmuştur. 1 844'te
Friedrich Engels buna işaret ediyordu : "Nüusun merkezi­
leşmesi mülk sahibi sınıfı teşvik eder ve geliştirir ama iş­
çilerin daha da hızlı gelişmesini sağlar. İşçiler bir sınıf, bir
bütün olarak hareket ederler; birey olarak zayıf ama birle­
şik olarak güçlü olduklarını anlarlar; burjuvaziden kopar­
lar; işçilere ve onların hayattaki yerine özgü bir görüş edi­
nirler; ezilme bilinci uyanır ve işçiler toplumsal ve politik
bir önem kazanırlar. Büyük şehirler işçi hareketlerinin do­
ğum yeridir; işçiler ilkin orada kendi durumlarını düşün­
meye ve mücadele etmeye başladılar; proletarya ile burjuva-

213
zi arasındaki karşıtlık ilkin oralarda kendini gösterdi; Sen­
dikalizm, (Trade Unionism) , Çartizm ve Sosyalizm oralar­
dan ilerledi. "
tık lngiltere'de ortaya çıkan Endüstri Devrimi başka ülke­
lere de yayıldı. Hala da yayılıyor. Ve her zaman, her ülkede
İngiltere modelini izlemediği, koşullara, zenginlerin tavrına,
hükümetin reorm yasalarına göre değiştiği halde , yine de
bir noktada her ülke İngiltere tarihini tekrarlıyor. Her yerde
sendikalaşma için savaş var.
Eski bir savaş bu. Durumlarını düzeltmek isteyen işçilerin
denekleşmesi daha ondördüncü yüzılda yasa dışı ilan edil­
mişti ve ondan sonra da her yüzyıl yasalar, bu örgütlenme­
leri önledi, yasaklarını getirdi. l 776'da Adam Smith bu ko­
nuda şöyle yazıyordu: "Emeğin normal ücretinin ne olduğu,
her yerde, çıkarları hiçbir şekilde anı olmayan iki taraf ara­
sında imzalanan kontrata bağımlıdır. İşçiler mümkün oldu­
ğu kadar çok almak, patronlar da mümkün olduğu kadar az
vermek isterler. Birinciler emeğin ücretini artırmak, ikinciler
ise azaltmak amacıyla birleşmek eğilimindedirler.
" Gelgelelim, bu iki taraftan hangisinin normal durumlar­
da anlaşmazlıkta daha elverişli durumda olduğunu tahmin
etmek güç değildir. . . Patronlar sayıca az oldukları için da­
ha kolay birleşebilirler; aynca yasa da birleşmelerini sağlar
ya da en azından yasaklamaz, oysa işçilerin birleşmesini ya­
saklar. Çalışma ücretini indirmek amacıyla birleşmeye kar­
şı parlamentomuz yasa çıkarmamıştır; ama yükseltmek için
birleşmeye karşı pek çok yasa vardır. "
Smith'in l 7 76'da yazdığı dünyadaki bütün kapitalist ül­
keler için geçerliydi (hala da geçerlidir) . Yasa işçiler kadar
imalatçıların birleşmesine de karşı olsa bile uygulama işve­
renlere değil, işçilere karşı oluyordu . lngiltere'de, Fransa'da,
Almanya'da, Birleşik Devletler'de yasa sendikalara çok güç­
lük çıkardı.

214
İngiltere'de bir çeyrek üzyıl boyunca Denekleşme Yasa­
ları işçilerin çıkarlarını korumak için birleşmelerini yasadı­
şı saydı. Birleşirlerse - o zaman yasa hemen harekete geçi­
yordu . " 1 8 1 6'da dokuz Stockport'lu şapkacı fesat kurmak­
tan ikişer yıl hapse mahkum edildi. Yargıç (Sir William Gar­
row) , durumu şöyle özetledi: "Yasanın en aşağılık kişiyi en
yüksek kişiyle eşit düzeye getirdiği, herkesi anı şekilde ko­
ruduğu ve demek kurmaya gerek olmayacağı bu mutlu ül­
kede . . . 1 00 ile 130 arasında insana işveren Mr. jackson gibi
bir kimseyi topluluğun koruyucusu gibi görmemizi - sağdu­
yu ve şükran duygularımız gerektirir. "
Birlik kurmaya cesaret eden şapkacılara iki yıl hapis; on­
lara iş verme iyiliğini gösteren Mr. jackson'a övgü . Yargıcın
ilk cümlesini okuyun. İnanarak söylemiş olabilir mi bunları?
İngiltere gibi Fransa'da da ücret yükseltmek için birlik
kurmak yasaktı. Yasaya karşı çıkan işçilerin durumuna üzü­
lüyordu yargıçlar. Levasseur'e göre, işçilere birleşmemeleri­
ni öğütlüyorlardı, ama işçiler ayrı kaldıkça zayıf, birleşince
güçlü olduklarını öğrenmişlerdi, onun için birleşmekte dire­
niyorlardı: "Yargıçlar çok zaman yasayı olanca şiddetiyle uy­
gulamaktan kaçınıyorlardı: 'Mahkemeye yumuşak davran­
dı' diyorlardı. 'Ama bu size ders olsun, unutmayın ki çalışa­
rak rahat edersiniz, ama birleşmek size yalnız hapis ve yok­
sulluk getirir.' Çalışanlar . . . ders almadılar. Onların hatırla­
dığı, 1 822 grevinin ücretleri saatte 35 santim, 1 833 grevi­
nin saatte 40 santim ve 1 845 grevinin saatte 50 santim yük­
seltildiğiydi. "
Almanya'da da işçiler sendikaların, durumlarını düzelt­
mek için fena halde ihtiyaç duydukları kudreti kazandırdı­
ğının bilincindeydiler. 1864'te Berlin matbaa işçileri Prusya
Temsilcilerine şu dilekçeyi verdiler: "İnancımız odur ki iş­
çi sınıfının toplumsal durumunun düzelmesi ilkin şimdi ce­
za kanunuyla işçilere yüklenen kısıtlamaların kaldırılması-

21 5
nı gerektiriyor . . . iktisadi arz ve talep yasası işçi için asgari
geçim güvenini bile vermemektedir; tek başına işçi. . . ücre­
tini ükseltemeyecek durumdaysa birleşmesinin bir hak ol­
duğu . . . hem adalet hem de aklın emridir . . . işçilerin serbest­
çe birleşmelerini yasaklayan 1 845 yasasının düzenlemeleri . . .
kaldırılacaktır. "
Her yerde aynı hikaye , işçiler dezavantajlarını azaltmak
için birleşme hakkı istiyor, bunun için çarpışıyorlar. Ameri­
ka'da Metodist Federasyonu'nun 1 935'te hazırladığı raporun
iki maddesi sendikalaşma mücadelesinin ne kadar yırtıcı bir
hale geldiğini göstermeye yeter: "Weirton, Batı Virginia . . .
Etkin sendika üyelerine karşı korkunç bir terör kampanya­
sı başlatılmıştır . . . Her gün bir sendika üyesi maskeler giyen
bir çete tarafından yakalanıp dövülüyor. Bu muameleye uğ­
rayan ilk adam şehrin on beş mil uzağına götürülmüş ve sal­
dırganlar öldüğünü sanarak orada bırakmışlardı. . . Şimdiye
kadar beş kişi ciddi şekilde döüldü ; bunların sonuncusu da
Derneklerden birinin başkanı . . .
"Bütün kayıtlar gösteriyor ki bu ülkede imtiyazlılarla im­
tiyazsızlar arasındaki mücadele hızla ve genel olarak bir şid­
det eylemine doğru gelişiyor. . . Bu yıl süresince ekonomik
mücadeleler ve linçlerde en az yetmiş üç işçi, ırgat ve zenci
öldürüldü ; hiç işveren öldürülmedi. "
Ama sendikalar, yasal ya da yasadışı bütün baskılara kar­
şın ezilmedi. Kolay olmadı bu . Sendika üyeleri hapsedildi;
sendika paralarına el konuldu ; sendikaların yeraltına geç­
mesi, "hayır deneği" ya da "kültür kulübü" olmaları gerek­
tiği; grev ve grev kırıcılarını sindirme gibi sendikal silahlar
körletildi - yine de yaşıyor sendikalar. İşçilerin isteklerini,
daha iyi bir yaşama standardını elde etmeleri için en güçlü
araçlarıdırlar.

216
17
1M1N "DOGA YASAAI"?

Nesneler yukarı değil , aşağı düşer. Pencereden atlarsanız


ne olacağınızı bilirsiniz. Fizikçiler bize bunun açıklamasını
yaptılar. Newton bir yerçekimi yasası formülü yaptı; bu da,
ziksel evreni açıkladığı söylenen yasalardan biriydi. Bu do­
ğa yasalarını bilince, insan eylemlerini planlar ve istediği he­
defe ulaşır. Bunları bilmeden ya da aldırış etmeden hareket
ederseniz, sonuçlara da katlanırsınız.
Aynı şekilde Endüstri Devrimi sıralarında iktisatçılar da
bilim adamlarının yasalarının iziksel dünya için geçerli ol­
duğunu söyledikleri birtakım yasalar geliştirdiler. İktisadın
" doğal yasaları" olan birtakım öğretiler ormüllediler. Buluş­
larıyla pek böbürleniyorlardı. Yasaların iiliğini veya kötü­
lüğünü tartışmıyorlardı. Böyle bir tartışmanın anlamı açık­
ladıkları bu ilkelere göre davranmasını bilirlerse ne ala, ama
insanlar akılsızlık eder, doğal yasalara uygun davranmazlar­
sa bunun sonuçlarını kendileri çekerlerdi.
Şimdi doğruyu araştıran bu iktisatçıların araştırmalarının
pratik sonuçlarına karşı yüce bir kayıtsızlık tavrına bürün­
dükleri doğru da olabilir, yanlış da. Ama belirli bir zamanda
217
ve belirli bir yerde yaşayan etten kemikten insanlardı bun­
lar. Bu demektir ki ele aldıkları sorunlar o yerde ve o zaman­
da doğmuş sorunlardı. Öğretileri de toplumdaki güçlü grup­
ları etkiliyor ve bu gruplar bu öğretileri kendi çıkarları uya­
rınca kabul veya red ediyor ve "doğru"yu da artık onun ışı­
ğında görüyorlardı.
Ticari Devrim'den sonra merkantilist sınıfın doğuşu nasıl
yanısıra merkantilist teoriyi getirdiyse, toprağın servet kayna­
ğı olduğunu vurgulayan Fizyokratların öğretileri nasıl tarım­
sal Fransa'da doğduysa, lngiltere'deki Endüstri Devrimi sıra­
sında endüstrici sınıfın doğuşu da zamanın koşulları üzerin­
de temellenen bazı iktisadı teoriler doğurdu . Endüstri Deri­
minin oluşturduğu bu teorilere "klasik iktisat" diyoruz .
Bu klasik okulun kurucusu sayılabilecek Adam Smith'in
öğretilerinden bazılarını gördünüz. Önde gelen öteki klasik
iktisatçılar da Malthus, Ricardo, james Mill, McCulloch, Se­
nior, john Stuart Mill'di. Bunlar hepsi Smith'le ya da birbir­
leriyle aynı ikirde değillerdi. Ama bazı temel genel ilkeler
üzerinde hepsi ikir birliğine varıyorlardı.
Çağın işadamları da bu ilkeleri yürekten benimsiyorlardı.
Hem de çok ii gerekçeyle . Klasik teori kendi özel ihtiyaç­
larına pek uygun geliyordu . Bu teoriden, kendi eylemleri­
ni, güzelce haklı gösteren doğal yasaları büyük bir kolaylık­
la seçip çıkarıyorlardı.
lşadamı büyük fırsatları kollamaktan geri durmazdı. Kara
her zaman hevesliydi. Tam bu sırada klasik iktisatçılar orta­
ya çıkıyor, işadamının tastamam bununla ilgilenmesi gerek­
tiğini söylüyorlardı. Hem, bu kadarla kalmıyorlardı. Giriş­
ken işadamı için başka güzel şeyler de vaad ediyorlardı. Ka­
rı için çalıştığı sürenin her anında aynı zamanda devlete de
yardım ettiğini söylüyorlardı ona. Adam Smith böyle diyor­
du . İşte, geceleri vicdan azabından uykusu kaçacak aç göz­
lü bir para düşkünü için sanki ısmarlama yapılmış kusur-

218
suz bir ormül: "Herkes elindeki her türlü sermayeyi en ya­
rarlı biçimde kullanmak için durmadan bir yol arar, didinir.
Gerçi gözettiği toplumun değil, kendi kazancıdır. Ama ken­
di kazancım gözetmesi doğal olarak, daha doğrusu zorunlu
olarak, toplum için de en kazançlı olan yolu bulmasına se­
bep olur. "
Anlıyorsunuz değil mi?
Toplumun iyiliği bireyin iyiliğine bağlıdır. Herkesi tama­
men serbest bırakın, kazanabildikleri kadar kazanmalarını
söyleyin, çıkar duygularını harekete geçirin, bakın toplum
nasıl ilerliyor ! Kendi adınıza çalıştığınız sürece genel iyiliğe
de hizmet edersiniz. Kendilerini ağdan kurtaramayan, daha
daha azla karlar için koşu koparmaya sabırsızlanan işadam­
lan için ne güzel bir teşvik ! Açın yollan, laissez-aire geliyor !
Hükümet iş saatlerini ve ücretleri düzenlemeli midir?
Böyle yapmak, diyordu klasik iktisatçılar, doğa yasasına en­
gel olmaya çalışmaktır, dolayısıyla da boşunadır.
Öyleyse, hükümetin işlevi neydi? Asayişi muhaaza et­
mek; mülkiyeti korumak; el sürdürmemek.
Günün düzeni rekabetti. Böylece iyatlar düşüyor, güçlü
ve etkili olanların başarısı garanti altına alınıyor, zayıf ve et­
kisizler de tasiye oluyordu -dolayısıyla tekelcilik- ister ka­
pitalistlerin iyatları yükseltmek, ister sendikaların ücretle­
ri yükseltmek için kurdukları tekeller olsun - doğanın yasa­
sını bozuyordu .
Hatırlarsınız, bu genel kavraılan Adam Smith Merkan­
tilist düzenleme, kısıtlama ve baskılara cevap olarak ortaya
atmıştı. Büük kitabını l 776'da, Endüstri Devrimi'nin tam
başlangıcında yazmıştı. Bu öğretileri ele alan, genişleten ve
daha da popülerleştiren klasik iktisatçılar Endüstri Devri­
mi zamanında, artan meta üretimi ve kapitalist sınıfın ikti­
dara yükselişi açısından yazıyorlardı. Onlar da kendi "doğa
yasalan"m eklediler, bunlar da zamanın koşullarına uydu.

21 9
Thomas R. Malthus'un yazdığı Nüfus llkesi Üstüne Bir De­
neme bu dönemin en ünlü kitaplarından biriydi . Kitap ilk
1 798'de , Şair Shelley'nin kaynatası William Godwin'in bir
kitabına cevap olarak yazılmıştı. Godwin 1 793'te yayımladı­
ğı Politik Adalet Üstüne lnceleme'de bütün hükümetlerin kö­
tü olduğunu , ama akıl yoluyla ilerleme yapılabileceğini ve
insanlığın mutluluğa erişebileceğini ileri sürmüştü . Malt­
hus, Godwin'in tehlikeleriyle kavga etmek istiyordu ; insan­
lığın kaderinde büyük ilerlemenin mümkün olmadığını is­
patlamak istiyordu - bu da olanla yetinmek ve Fransızlar gi­
bi bir devrime kalkışmamak için yeterli nedendi.
Godin'e şöyle saldırdı: "Mr. Godwin'in eserinin tümün­
de görülen büyük yanılgı, çağdaş toplumda görülen bütün
kötülükleri ve sealeti insan kurumlarına yüklemesidir. Poli­
tik düzenlemeler ve mülkiyetin yerleşmiş yönetim biçimi ona
göre bütün kötülüğün verimli kaynaklarıdır, insanlığı bozan
bütün suçların yetiştiği limonluktur. İşin doğrusu böyle ol­
sa, dünyadan kötülükleri kaldırmak umutsuz bir iş olmaz; ve
böyle büyük bir amacı gerçekleştirmek için akıl, uygun ve ye­
terli bir araç olur. Ama işin doğrusu, insan kurumlan insanlık
için böylesine açıkça kötü göründükleri halde, aslında bunlar
haf ve yüzeyseldirler; insan hayatının bütün akımının pınar­
larını bulandıran daha derindeki nedenlerle karşılaştırıldığın­
da, su üzünde süzülen tüyler gibidirler. "
İnsanlığı sealete mahkum eden b u "daha derindeki ne­
denler" nelerdir? Mal thus'un buna verdiği cevap , nüusun,
nüusu yaşatacak besinden daha hızlı artıyor olmasıdır. Bu­
nun sonucu, zaman zaman, yiyecek isteyenlerin varolan yi­
yecekten azla artmasıdır. "Nüus denetlenmezse geometrik
oranda artar . . . Bu da geçim güçlüğünün nüus üstünde sert
ve sürekli bir denetim kurması demektir. Bu sertlik bir ye­
re isabet edecektir; zorunlulukla insanlığın büyük bir kısmı
bu etkiyi duyar. . .

220
" Ada (İngiltere) nüusunun yedi milyon kadar olduğu
tahmin ediliyor; şimdi ürünün de bu sayıyı yaşatacak kadar
olduğunu varsayalım. llk irmi beş yılda nüus on dört mil­
yona fırlayacaktır; yiyecek de iki kat artsa, geçim kaynakla­
rı bu artışa denk olurdu . Bundan sonraki yirmi beş yılda nü­
us yirmi sekiz milyona yükselecektir. Daha sonraki dönem­
de nüus elli altı milyon olacak ve geçim araçları bu sayının
ancak yarısına yetebilecektir. Ve ilk yüzılın sonunda nüus
yüz on iki milyonu bulacak, oysa geçim kaynakları ancak
otuz beş milyonu besleyecektir. Böylece yetmiş yedi milyon
tamamen aç kalacaktır. "
Malthus bunun gerçekte tam böyle ürümediğini söylü­
yordu. Çünkü ölüm ( "salgın hastalık, veba . . . ve kıtlık" biçi­
minde) araya giriyor ve artan nüusun azlasını götürüyor,
böylece nüfusla besin stokları dengeleniyordu . "Nüusun
üstün gücü baskı altına alınır ve asıl nüus sealet ve kötü­
lükler yoluyla geçim kaynaklarıyla dengede tutulur. "
İşte çalışan sınıların yoksulluğunun nedeni, diyordu Malt­
hus, kazançların azla yüksek olması değil (bu , insan yapısı
olan nedendi) , nüusun geçim kanaklarından daha hızlı art­
masıydı (doğa yasası) . Şu halde, yoksulların durumunu dü­
zeltecek bir şey yapılamaz mıydı? "Hiçbir şey" , diyordu Malt­
hus - kitabının birinci baskısında. "Toplumda herhangi bir
olağanüstü düzelme yolunun karşısına çıkan bu engelin hiç­
bir zaman yok edilememesi, umulamayacak bir yapıda olma­
sı şüphesiz çok kasvet verici bir düşüncedir. "
Ama kitabın 1 803'te yapılan ikinci baskısında Malthus
bir yol bulmuştu . Sealet ve kötülüğün yanısıra nüus artışı­
na karşıt bir üçüncü sınırlama da mümkündü - "ahlaki kı­
sıntı. " Grev, devrim, hayırseverlik, hükümet yasası, hiçbir
şey yoksulları sealetten kurtaramazdı - suç kendilerindey­
di çünkü azla ürüyorlardı. Erken evlenmesinlerdi. "Ahlaki
kısıntı" yapsalardı -böyle büyük aileler türetmezlerdi- o za-

221
man kendilerini kurtarabilirlerdi. Hangisi topluma daha çok
hizmet ediyordu , evlenip yığınla çocuk doğuran kadın mı,
yoksa ihtiyar kız mı? Malthus evde kalandan yanaydı. "On,
on iki çocuk doğurup büyüten ve oğulları vatan için sava­
şa giden anne toplumun kendisine çok şey borçlu olduğu­
nu sanabilir . . . Ama konu iyice gözden geçirilirse, saygıdeğer
annenin adalet terazisinde zavallı ihtiyar kız kadar ağır çek­
mediği görülecektir. "
Yoksulların kendi yoksulluklarından kendilerinin sorum­
lu olmaları zenginler için güzel bir haberdi.
Adam Smith'den sonra en güçlü klasik iktisatçı David Ri­
cardo idi . Bir borsa acentası olarak büyük servet yapmış
Londralı bir Yahudiydi Ricardo . 1 8 1 7'de yayımlanan Poli­
tik Ekonominin ve Vergilenmenin llkeleri adlı kitabı birçokla­
rınca iktisadı bir bilim olarak ele alan ilk kitap sayılır. Adam
Smith'in Ulusların Seveti Ricardo'nun eseri yanında ko­
lay okunur. Bunun bir nedeni Smith'in çok daha iyi bir ya­
zar olmasıdır. Bir başka ve belki daha da önemli bir neden
ise Smith'in somut olması, fikirlerini açıklamak için günde­
lik hayattan örnekler bulması, oysa Ricardo'nun soyut olma­
sı ve gerçekliğe benzeyen ya da benzemeyen hayali önekler
kullanmasıdır. Bilimsel kitaplar genel olarak güç ve sıkıcı­
dır. Ricardo'nun kitapları da bu kuralı bozmaz. Yine de söy­
ledikleri çok önemliydi ve kendisi, yaşayagelmiş iktisatçıla­
rın en büyüklerinden biriydi.
Burada öğretilenden sadece birkaçını, kısaca gözden geçi­
rebileceğiz. Bunların ilki "ücretin demir yasaları" adıyla ta­
nınır. İşçilerin emekleri karşılığında aldıkları Ricardo'dan
önce yaşayan yazarların da ilgisini çekmişti. 1 766'da yayım­
ladığı Servetin Oluşması ve Dağılımı Üzerine Düşünceler ad­
lı küçük kitapta Turgot şöyle diyordu : "Yalnızca ellerine ve
çalışmasına dayanan basit işçinin başkalarına verebileceği
tek şey, emeğinin bir parçasıdır. Bunu daha ucuza veya daha

222
pahalıya satar; ama bu yüksek veya düşük iyat yalnız ken­
disine bağlı değildir; kendisine iş veren kimseyle yaptığı an­
laşmaya göre ortaya çıkar. Bu işveren ona mümkün olduğu
kadar az para verir ve elinin altında çalışmaya istekli çok sa­
yıda adam bulunduğu için en ucuza çalışanı tercih eder. Do­
layısıyla işçiler birbirlerine karşı iyatlarını düşürmek zo­
rundadırlar. Çalışmanın her türünde işçinin ücretinin sade­
ce onu geçindirmeye yetecek kadarla sınırlanması zorunlu­
dur ve zaten böyle olur."
Turgot konuyu burada bıraktı . Ricardo fikri geliştirdi ,
onun için ücretin demir yasası ikri onun sayıldı. İşçilerin
sadece kendilerini ve ailelerini geçindirecek kadar ücret al­
dıklarını Ricardo şu kelimelerle anlatır: "Emeğin doğal iya­
tı. . . emekçii ve ailesini geçindirecek gerekli şeylerin ve be­
sinin iyatına bağımlıdır. Besin ve zorunlu ihtiyaç maddele­
rindeki iyat ükselişiyle emeğin doğal iyatı da yükselir; on­
ların iyatı düşünce, emeğin doğal iyatı da düşer."
Ama bizler biliriz ki bazen işçiler geçim için yeterli olan­
dan azla, bazen de yeterli olandan az alırlar. Ricardo da bu­
nu hesaba katar. Emeğin "piyasa iyatı" ile doğal iyatı ara­
sında ayırım yapar: " Emeğin piyasa fiyatı gerçekte eme­
ğe ödenen fiyattır, bu arz-talep orantısının doğal işleyişiy­
le oluşur; emek kırlaştığında pahalanır, bollaştığında ucuz­
lar. Emeğin piyasa iyatı doğal iyatından ne kadar uzaklaşır­
sa uzaklaşsın, meta iyatı gibi, sonunda gene ona uyma eği­
limini gösterir. "
B u son cümlenin doğruluğunu , yani piyasa fiyatının do­
ğal iyata uma eğiliminde olduğunu ispatlamak için Ricar­
do , Malthus'un kitabından bir saya ödünç alır. Der ki; piya­
sa fiyatı yüksek olduğu , işçilerin ailelerini geçindirmeye ye­
tecek olandan azla ücret aldıkları zaman, aile nüusu da ar­
tar. Daha çok sayıda işçi olması ise ücretleri düşürür. Piya­
sa iyatı düşünce, işçiler ailelerini geçindirmeye yetecek üc-

223
reti alamayınca, sayılan azalır. Daha az işçi olunca bu sefer
de ücretler yükselir.
Demek Ricardo'nun ücretler yasası buydu - uzun vadede
işçiler hiçbir zaman "emekçilerin . . . artmadan ve azalmadan
soylarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan" dan azlası­
nı kazanamayacaklardır.
Rant yasasını, Ricardo'nun en ünlü yasasını daha iyi anla­
mak için Ricardo'nun 1lkeler'i yaımlandığı zaman lngiltere'i
karıştıran Tahıl Yasaları tartışmasını yakından incelemeliyiz.
Bu kavgada taralar toprak sahipleriyle imalatçılardı.
Tahıl Yasaları buğday için bir çeşit koruyucu gümrüktü .
Yurt içindeki buğday iyatı belli bir yüksekliğe erişmeden
(bu dönemden döneme değişirdi) buğday ithal edilemezdi.
lngiltere'nin ihtiyaç durumunda yeterince buğday stoku
olması için yurt içinde ekimin teşvik edilmesi düşünülmüş­
tü. lngiliz çitçisine buğdayı için iyi bir iyat vaadedilmekle
buğday ekimi teşvik olunuyordu. Dışarıdan gelecek buğday­
la rekabetten korkması gerekmiyordu, çünkü kendi buğda­
yının iyatı belli bir düzeye yükselmedikçe buğday ithal edil­
miyordu . Bu da, içerideki üretim talepten azla olmadığı sü­
rece iyi bir kar demekti - l 790'dan sonra lngiltere'de böy­
le bir şey olmadı.
Napoleon savaşlarından sonra buğday iyatları yükseldi ve
daha çok toprak ekime ayrıldı. Toprak sahipleri buğday i­
yatlarının yüksek olmasını istiyorlardı, çünkü bu rantın da­
ha yüksek olması, bu da ceplerine daha çok para girmesi de­
mekti. İmalatçılar buğday iyatlarının yüksek olmasını iste­
miyorlardı, çünkü işçilerin geçimi bu yüzden pahalanıyor,
böylece hoşnutsuzluğa, grevlere, sonunda daha yüksek üc­
retlere yol açıyor, dolayısıyla imalatçıların cebinden para çı­
kıyordu . Böylece kavga sürüp gidiyor, toprak sahipleri hi­
maye, imalatçılar ise serbest ticaret için feryat ediyorlardı.
Ricardo bu kavganın ortasındaydı. Kendisi de yükselen

224
burjuvaziye bağlı olduğu için imalatçılara yakındı. Dolayı­
sıyla, rantın niteliğini açıkladığını keşfettiği doğal yasaların
"toprak sahipleri dışında kalacak bütün sınıların buğday i­
yatlarının artması karşısında zarara uğrayacağı"nı gösterme­
sinde şaşılacak hiçbir şey yoktu .
Bu sonuca nasıl varır? Tahıl iyatı ne kadar yüksek olursa
rantın da o kadar yüksek olacağını ispatlayarak. Ricardo'ya
göre rant, toprak sınırlı olduğu ve verimliliği yerine göre de­
ğiştiği için yükselir. "Toprak hep aynı özelliklere sahip ol­
saydı, nicelikçe sınırsız ve nitelikçe aynı olsaydı, toprak kul­
lanımı karşılığında para istenemezdi. . . Şu halde , toprak ni­
celikçe sınırlı ve nitelikçe aynı olmadığı için ve nüus artı­
şı dolayısıyla daha düşük nitelikte toprak. . . ekime açıldığı
için toprak kullanımı rantla ödenir. Toplum ilerlerken ikin­
ci derecede verimli toprak ekime açıldığında birinci derece­
de verimli toprağa hemen rant biner ve bu rant toplamı bu
iki parça toprağın nitelikçe arkına bağımlı olur.
"Üçüncü derecede toprak da ekime açılınca ikinci dereceli
toprağa hemen rant konur ve bu yine iki toprağın üretici ta­
ka tına göre ayarlanır. . . Nüus artışının her adımı ülkeyi bir
derece daha düşük toprağı ekime açmaya ve böylece yiyecek
stokunu artırmaya yöneltir, dolayısıyla da verimli toprakla­
rın rantı yükselir. "
Ricardo'ya göre Tahıl Yasaları buğday fiyatını artırarak
çiftçilerin buğday yetiştirmek için daha kıraç topraklara yö­
nelmesine yol açtı. Bu oldukça, daha verimli topraklar için
rant ödeniyordu . Zamanla gittikçe daha düşük topraklar­
da da ekim başladı ve rant yükseldikçe yükseldi. Ve bu ran t
toprak sahiplerinin çalışmalarının karşılığı da değildi. Hiç­
bir şey yapmıyordu onlar - ama rantları yükseliyordu . Top­
rak sahibinin çıkarı her zaman tüketici ve imalatçının çıka­
rına karşıttır. Tahıl iyatı, üretilmesinde ek emek gerektiği
için her zaman yüksek olabilir; çünkü üretim maliyeti yük-

225
sektir. Aynı maliyet her zaman rantı da yükseltir, dolayısıy­
la tahıl üretimi maliyetinin üksek olması toprak sahibinin
çıkarına uygun gelir. Ama bu tüketicinin çıkarına uygun de­
ğildir; ona göre tahıl metalardan ya da paradan düşük olma­
lıdır, çünkü tahıl her zaman metalarla veya parayla satın alı­
nır. Tahıl iyatının yüksek olması imalatçının da işine gel­
mez. Çünkü yüksek tahıl iyatı ücretleri yükseltir, ama ken­
di ürettiği metanın iyatını yükseltmez. "
Ricardo asıl bu son sözle söyleyeceğini söylüyordu . İşçi­
ler, Ricardo'nun kendi ücret yasalarına göre de, geçimlerini
sağlayacak ücreti nasıl olsa alıyorlardı, onun için buğday i­
yatının yüksek veya düşük olması onlar için çok önemli de­
ğildi - buğday yükselince ücretleri yükseliyor, düşünce üc­
retleri de düşüyordu . Ama buğday pahalandı, ücretler de
yükseldi diye ürünlerini daha azlasına satamayan imalatçı­
lar için önemliydi bu . Ricardo bundan sonra toprak sahip­
leriyle imalatçıların hizmetlerini karşılaştırıyor ve toprak sa­
hiplerinin hizmetlerinin de yeterli olmadığını gösteriyor­
du : "Toprak sahibiyle kamu arasındaki alışveriş, alıcının da,
satıcının da kazançlı çıkabileceği ticaretteki alışverişe ben­
zemez. Kazanç bütünüyle bir yanda, kayıp yine bütünüyle
öbür yandadır. "
Endüstriciler Ricardo'nun doğal yasalarını da himaye­
ye karşı kullandıkları silahlar arasına kattılar. Tahıl Yasala­
rının kaldırılarak serbest ticaret çağının açılmasını istiyor­
lardı. Ama Parlamento toprak sahiplerinin denetimindey­
di , onun için de Tahıl Yasaları uzun süre yürürlükte kal­
dı ( 1 846'ya kadar) . Bu sırada , ucuz buğdayın ülkeye ne gi­
bi bir yarar sağlayacağını görmekte büyük güçlük çeken ba­
zı toprak sahipleri abrika koşulları ve iş saatleriyle ilgilen­
meye başladılar. Endüstrinin getirdiği kötülüklerin düzeltil­
mesi için bağrışan insanseverler, Tahıl Yasalarına karşı çı­
kan imalatçılara ders vermek isteyen nüuzlu toprak sahip-

226
lerini yanlarında müttefik olarak buldular. Çalışma koşulla­
rım inceleyip raporlar hazırlayan Parlamento komiteleri ku­
ruldu . Çalışma süresini azaltan yasalar çıkarmak için çaba­
lara girişildi. İşçilerin tezgah başında eskiden olduğu kadar
süreyle kalmazsa mahvolacaklarını kestiren imalatçılar da
tabii şiddetle muhalefete geçtiler. Ama işçilerin, insansever­
lerin ve toprak sahiplerinin birleşik çabalan başarılı oldu ve
çalışma süresini azaltıp koşulları düzelten bazı abrika yasa­
ları meclisten çıkarıldı. Yeni kısıtlama ve düzenlemeler için
ajitasyon da devam etti.
Klasik iktisatçılardan Nassau Senior sürenin daha azla kı­
saltılamayacağını, çünkü işverenin bütün karının son iş saa­
tinde çıktığını "ispatlayan" bir öğreti hazırladı - o saati alın­
ca kar gidiyor ve böylece endüstri tamamen çöküyordu .
"Şimdiki yasaya göre on sekiz yaşından küçük olanların ça­
lıştığı hiçbir abrika . . . haftanın beş gününde on iki Cumarte­
si günü dokuz saatten azla mesai yapamaz. Şimdi, aşağıda­
ki analiz böyle çalışan bir imalathanede net karın son saatte
elde edildiğini gösterecektir. "
Senior'un analizi aritmetiğin doğru , ama sonuçların yanlış
olduğu tamamen hayali bir örneğe dayanıyordu. Yanlışlığı,
çalışma saatlerini kısaltan, ine de işe devam eden her abri­
kayla bir kere daha ispatlanmış oldu .
İşçilere Senior'un son saat analizinden daha zararlı olan
bir şey de ücret-onu ve öğretisiydi. Zararlıydı çünkü iktisat­
çıların çoğu buna inanıyor ve öğretiyorlardı. Son saat ilke­
si çalışma süresinin kısaltılması için ajitasyona karşı kulla­
nılmıştı; ücret-onu öğretisi daha yüksek ücret için ajitasyo­
na karşı kullanıldı.
İşçiler ücretlerinin artmasını istedikleri için sendikalara
katılıyor ve grev yapıyorlardı. "Tamamen çılgınlık" diyordu
iktisatçılar. Niye? Çünkü ücretlerin ödenmesi için bir ke­
nara konmuş bir on vardı. Ve belli sayıda ücretli-işçi var-

227
dı. İşçilerin ücret olarak aldıkları toplamı bu iki etmen be­
lirlerdi. Bu kadardı. Sendikanın bu konuda yapabileceği hiç­
bir şey yoktu .
John Stuart Mill sorunu şöyle koyuyordu : "Ücretler sade­
ce sermaye ve nüusun görece toplamına dayanmakla kal­
maz, rekabet kuralı varken bunun dışında bir şeyden etkile­
nemezler de. Ücretler . . . ancak işçi tutmakta kullanılan top­
lam on artarsa , ya da işe girmek için rekabette bulunanla­
rın sayısı azalırsa, yükselir; emeğin karşılığını ödemeye ay­
rılan on azalmadıkça, ödeme yapılacak işçi sayısı artmadık­
ça düşmezdi. "
Çok basit. Ücret onu yükselmedikçe ya da işçi sayısı azal­
madıkça işçilere hiç umut yoktu . İşçiler inatlaşır, hayatta
kalmak için daha yüksek ücret verilmesi gerektiğinde dire­
tirlerse , basit bir matematik dersi öğrenmeleri gerekli ola­
caktı: "Aritmetiğin dört temel kuralıyla tartışmanın hiçbir
anlamı yoktur. Ücret sorusu , bir bölme sorusudur. Sonucun
çok küçük olduğunu söylüyorlar. Peki , nasıl büyütebiliriz
sonucu? Bunun iki yolu var. Bölüneni bırakmakla sonuç da­
ha büyük bir sayı olur; bölünen aynı kalıp bölen küçülürse
sonuç ine büyük olur."
Böyle bir aritmetik dersinin örnekleri şöyle resimlendiri­
lebilir. (Bakınız şekil 3 . )
Hepsi gayet basit. Daha yüksek ücret almanın iki yolu .
İkinci yol, "böleni küçült" -yani, işçi saısını azalt- işçilerin
eskiden beri bildikleri öğütlerdendi. Malthus da buna "ah­
lak: kısıntı" demişti.
Birinci yol, "bölüneni büyüt" -yani, ücret-onunu geniş­
let- Senior'a göre şöyle sağlanabilirdi: "Herkesin kendi de­
neyleriyle en yararlı olduğunu gördüğü yoldan uğraşmasıy­
la; Yasama'nın bazen ii niyetli bilgisizlik, bazen merhamet,
bazen de ulusal kıskançlık yüzünden endüstrinin çabalarını
ezdiği ya da yolundan saptırdığı kısıtlama, yasaklama ve ko-

228
ruyucu gümrük vergisi yığınından endüstrii kurtarmakla. "
l ş dünyasını rahat bırakırsanız ücret için ayrılan onda daha
azla para bulunabilirdi. lşadamları da aynı ikirdeydi.

�llÇILEIE iCIET
ttttttt ttt
/ ttttı�
Daha fazla ücret nasıl elde edilir? Payları nasıl artı malı?

1. YOL: Bölüneni büyütmek

ttttt
2. YOL: Böleni azaltmak

Şekil 3

Ücret-onu teorisi imalatçılarla iktisatçıların, işçi ve sendi­


ka taleplerine karşı hazır cevaplarıydı. İşçiler buna kulak as­
mıyorlardı, çünkü doğru olmadığını biliyorlardı. Sendika ey­
leminin kendilerine daha yüksek ücret kazandırdığını bili­
yorlardı. Ücretlerinin ödenmesi için önceden ayrılıp bir yere
konmuş sabit bir on olduğuna inanmıyorlardı. Onların pra­
tikten öğrendiklerini Amerikalı iktisatçı Francis Walker da
1 876'da yazdıklarıyla pekiştirdi. Walker ücret-onu teorisini

229
şu kanıtlamayla yıktı: "Yaygın ücret teorisi. . . ücretlerin ser­
mayeden, geçmiş endüstrinin tasarruf edilmiş sonuçlarından
ödendiği varsayımına dayanır. Böylece de , ücret ölçüsünü
sermayenin belirleyeceği iddia edilir. Oysa tam tersine, ben­
ce ücretler . . . şimdiki endüstrinin ürününden ödenir, dolayı­
sıyla asıl ücret ölçüsünü üretim belirler . . . işveren emek satın
almak için ücret öder, sahibi bulunduğu bir onu harcamak
için değil . . . İşveren, emeğin ürününü düşünerek emek satın
alır; ve bu ürünün çeşidi ve toplamı ne kadar ücret ödeye­
bileceğini belirler. . . Şu halde işçiler, işverenin dağıtacağı bir
on olduğu için değil, gelecekteki üretim için istihdam edilir­
ler; ve ödenecek ücretin toplamını da işverenin cebinde ve­
ya elinin altında bulunan servet toplamı değil, ürünün değeri
belirler. Dolayısıyla istihdam amacını ve ücret ölçüsünü ser­
maye belirlemez, üretim belirler. "
Walker'ın, ü cre tlerin işçiye sermayeden ö denen bir
"avans" olmadığı iddiasının doğruluğunu çok iyi ispatlayan
bir şey, bugün Japonya ve Hindistan'daki tekstil tezgahların­
da ücretin "bekletilmesi" dir. Japonya'da "kızların ipekli ve
daha küçük pamuklu abrikalarında kazandıkları ücretler
genellikle doğrudan doğruya anne-babalarına ödenir . . . Bu
ücretler ılda iki kere, ya da ipekli dokuma işinde olduğu gi­
bi yıl sonunda ödenebilir. . . (ve Hindistan'da) ücretler bir ay
ya da altı hafta gecikerek ödenir . . . Hatta abrikalar bir öde­
meden sonra, zaten kazanılmış ücretlerden avans verdikle­
rinde yüzde dokuz aiz bile keserler. "
Ama ücret-onu teorisinin yanlışlığını ispatlamak için yir­
minci yüzyılın örneklerini beklemek gerekmiyordu. İşçi sı­
nıfı daha başlangıçtan bunu kendi deneylerine aykırı bula­
rak yadsımıştı. Walker 1 876'da Amerikan hayatından çeşit­
li örnekler sayarak doğru olmadığını ispatladı. Zaten Wal­
ker ücret-onu teorisinin tabutuna son çiviyi çakmadan ye­
di yıl önce iktisatçılar bile doğal yasanın öyle yasa ilan ol-

230
madığını itiraf etmeye başlamışlardı. Ekonomi Politiğin llke­
leri adlı, 1 848'de yayımlanan kitabıyla john Stuart Mill bu
öğretiyi yaygınlaştırmıştı; 1 869'un Mayısında Fortnightly Re­
view'da bir kitap eleştirirken bu iddiasını geri aldı: "Şimdi­
ye kadar bütün veya çoğu iktisatçıların (ben de aralannda­
yım) ileri sürdükleri ve işçi deneklerinin ücret yükseltebi­
leceklerini inkar eden, ya da onların bu yoldaki başanlannı
onlar olmaksızın da meydana gelebilecek bir piyasa rekabe­
tinin sonucu gibi gösteren öğreti, bilimsel temellerden yok­
sundur ve bir kenara atılmalıdır. "
] . S . Mill'in yaptığı yürekli bir davranıştı. Yanılmıştı, yanlı­
şını tamamen ve dürüstçe açıkladı. Ama işçiler için vakit ar­
tık çok geçti - şimdi yadsınan bu öğreti yann yüzyılı aşkın
bir süredir canlarına okumuştu çünkü . İşçiler ne zaman kı­
pırdanacak olsalar düşmana bir baruthane dolusu cephane
veren bir bilim herhalde işçilerin işine yarayacak bir nesne
değildi; hayatlarında en uak bir düzelmeye imkan tanıma­
yan bir bilimle; her fırsatta işveren sınıfının çıkarına hizmet
sunan bir bilimle azla alışverişleri olamazdı.
İşçilerin iktisat bilimine güvenmemekte haklı gerekçele­
ri olduğunu klasik okulun başta gelen izleicilerinden biri
olan Prof. ] . F . Caimes de kabul etmişti. 1873'te yayımlanan
Ekonomi Politik Denemeleri'nde, Cairnes , iktisadın bir bur­
juva sınıfı aracı haline geldiğini işaret ediyordu: "Ekonomi
Politik, özellikle işçi sınıfına yaklaşımında, katı ve kesin ku­
ralların dogmatik bir yasası, fermanlar çıkaran, bir toplum­
sal düzeni "kutsayan" , bir başkasını "mahkum" eden, insan­
lardan düşünce değil, boyun eğme bekleyen bir sistem kılı­
ğında ortaya çıkmıştır. Dünyaya Ekonomi Politik adına ge­
nel olarak ne gibi fermanlar duyurulduğunu -bu fermanla­
rın genel olarak varolan toplum biçimini yaklaşık olarak ku­
sursuz diye onayladıklarını söyleyebilirim- düşünürsek, bu
sözde iktisadi yasaları açıklayıp yayanların şimdiki endüs-

231
tri düzenimize karşı duyduğu sınırsız hayranlığı duymamak
için kendi gerekçeleri bulunan insanların iktisada karşı gös­
terdikleri tiksintiyi ve hatta şiddetli muhalefeti daha iyi an­
layabiliriz. Bir işçiye ekonomi politiğin grevi "mahkum" et­
tiğini. . . çalışma süresini kısıtlayan yasanın doğruluğundan
şüphe ettiğini, ama sermaye birikimini "onayladığını" , üc­
retin piyasa oranını "kutsadığını" söylediğinizde, "ekono­
mi politik işçiye karşıysa, işçi de ekonomi politiğe karşıdır"
cevabı hiç de tuhaf karşılanmamalıdır. Bu yeni yasanın, bel­
ki de işverenlerin çıkaına uyması amacıyla düzenlenmiş bir
sistem olmasından şüphe edilmesi hiç de tuhaf değildir ve
buna karşı çıkmak, bunu tanımamak, işçi için son derece
mantıki bir davranıştır. "
"Ekonomi politiğin işçiye karşı olduğu" doğruydu . İşa­
damı yararına olduğu da doğruydu , özellikle de İngiliz işa­
damının yararına . Klasik iktisatçıların öğretileri Fransa ve
Almanya'ya da yayıldı ve ondokuzuncu yüzyılın ilk yan­
sında bu ülkelerde yayımlanan iktisat kitapları genel ola­
rak lngiliz iktisatçılarının eserlerinin ya çevirisi ya da açık­
lama ve yorumuydular. Ama zamanla bu iki ülkenin düşü­
nürleri klasik öğretinin sadece işadamının öğretisi olmayıp ,
bazı bakımlardan özellikle İngiliz işadamının öğretisi oldu­
ğunu anladılar. Aslında klasik iktisatçılar bilinçli olarak İn­
giliz işadamına yardım etme amacıyla işe başlamamışlardı.
Bunun gereği de yoktu . Belirli bir dönemde İngiltere'de ya­
şamış olmaları oranında öğretiler de bu çevrenin etkisi al­
tında kalmıştı. Başka ülkelerin işadamları ve iktisatçıları da
bunu zamanla anladı.
Örneğin serbest ticaret konusunu ele alalım. Bunu önce
Adam Smith önermiş , Ricardo ve ardından gelen ötekiler
de aynı şeyi önermişlerdi . Dünya çapında serbest ticaret­
ten yanaydılar; yalnız iç engeller değil, uluslararası ticaret
önerisini açıkça formüllendiriyor: "Tamamen serbest bir

232
ticaret sisteminde her ülke kendisi için en yararlı iş alan­
larına sermaye ve emeğini yatırır. Bu bireysel çıkar arayı­
şı bütünün evrensel yararı ile mükemmel bir şekilde bağ­
lantılıdır. Endüstriyi teşvik ederek, zekayı ödüllendirerek,
doğanın bağışladığı özel güçler en etkili bir biçimde kulla­
nılarak, emek en verimli ve en ekonomik şekilde dağıtılır.
Bir yandan genel üretim hacmini artıracak yararı yayar ve
tek bir ortak kar bağıyla , uygar dünya uluslarının evrensel
toplumunu bağlar. Şarabın Fransa ve Portekiz'de yapılma­
sını , tahılın Amerika ve Polonya'da yetiştirilmesini ve de­
mir ve başka eşyanın İngiltere'de imal edilmesini belirle­
yen ilke budur. "
Şimdi Ricardo b u alıntıda malların uluslararası serbest
mübadelesi konusunda haklı veya haksız olabilir. Ama yaz­
dığı zamanın 1ngiltere'si açısından mutlak şekilde haklı ol­
duğu hiç tartışma götürmez. Endüstri Derimi ilkin İngilte­
re' de ortaya çıkmıştı; İngiliz imalatçılarının yöntemde, ma­
kine çeşitlerinde , ulaşım imkanlarında dünyadaki bütün
imalatçılara göre önemli bir öncelik avantajı vardı; İngiliz­
ler dünyayı kendi abrikalarının ürünleriyle doldurmaya ha­
zır ve muktedirdiler. Bu nedenle uluslararası serbest ticaret
tam onların işine gelecek bir şeydi.
Aynı nedenle , başka ülkelerin işadamlarına o kadar ka­
zançlı görünmüyordu . Amerika'da Alexander Hamilton,
Washington'un yönetimi sırasında koruyucu gümrük siste­
mini getirdi. Öteki ülkelerin de gümrük duvarları vardı ama
İngiliz klasik iktisatçılarının etkisinde kalarak serbest ticaret
ikriyle lört etmeye başlamışlardı.
184 1 'de , İngilizlerin uluslararası serbest ticaretin aydala­
n üstüne türküleri başka ülkelerde de popülerleşmeye baş­
larken, Friedrich List bu ikre karşı çıkan Ekonomi Po!itik'in
Ulusal Sistm i 'ni yayımladı. List Alman'dı ve Almanya' da en­
düstri henüz gençti, gelişmemişti. Birleşik Devletler'de bu-

233
lunmuş , Amerikan endüstrisi için de aynı durumun geçer­
li olduğunu gözlemlemişti. List, uluslararası serbest ticaret
kurulursa İngiltere ile eşit düzeyde bulunmayan ülkelerin
ona yetişebilmelerinin -yetişmeleri mümkünse- çok zaman
alacağını gördü . O da serbest ticaretten yanaydı - ama ancak
az gelişmiş ülkeler kalkınmış ülkelere yetiştikten sonra. "Ba­
zı talihsizliklerden ötürü endüstri, ticaret ve denizciliği öte­
ki ülkelerin gerisinde kalan, ama bu dalları geliştirecek zihni
ve maddi imkanlara sahip bulunan her ülke, daha ileri ulus­
larla serbestçe rekabet edebilecek duruma gelmek için önce
kendi gücünü geliştirmelidir. "
Ucuzluğun her şey demek olmadığını , ucuzluğun da
azlasıyla pahalıya mal olabileceğini söylüyordu . Bir ülke­
yi büyük yapan şey, herhangi bir zamanda eli altında bu­
lunan değerler stoku değil , değerler üretme yeteneğiydi.
"Servetin nedenleri servetin kendisinden tamamen ayrıdır.
Bir insan servet sahibi olabilir. . . ama , tükettiğinden daha
değerli nesneler üretme gücüne sahip değilse, yoksullaşa­
caktır. . . Şu halde servet üretebilme gücü servetin kendisin­
den çok daha önemlidir. Uluslar söz konusu olunca bu du­
rum . . . özel bireyler düzeyinde olduğundan çok daha az­
la önem kazanır . "
List, serbest ticareti slogan edinmeden önce büyük bir
ulus haline gelen lngiltere'nin şimdi başka ulusların kendisi­
ni izlemesini imkansızlaştırdığını söylüyordu : "Büyüklüğün
doruğuna erişen birinin kendi tırmandığı merdiveni tekme­
leyerek başkalarının arkasından tırmanmasını engellemeye
çalışması, çok iyi bilinen bir kunazlıktır. "
Böylece List korumayı , gümrük duvarlarını savunur,
çünkü bunların ardında iç pazar güvenliği bulmuş yavru
endüstriler gelişip kendi kendilerine ayakta durabilecek ha­
le gelirler. Ancak güçlendikten sonra serbest ticaret dün­
yasında kavgaya çıkabilirler. List, uluslararası iktisada kar-

234
şı ulusal iktisat sisteminin güçlü bir savunucusuydu . Fikir­
leri özellikle Almanya ve Birleşik Devletler'de büyük etki­
ler yarattı.
Adam Smith ve onu izleyenlerin Serbest Ticaret öğretisi­
ne karşı gümrükçü korumadan yana olan List klasik oku­
lun yanılmazlığından şüpheye düşenler arasındaydı ve bun­
ların sayısı gittikçe çoğalıyordu . Ondokuzuncu yüzyılın ilk
yansında o kadar popüler ve güçlü olan klasik iktisat yüz­
yılın ikinci yansında gücünü kaybetmeye başlamıştı. Bu sı­
ralarda , klasikçilerin ileri sürdüğü ilkelerin bazılarını ka­
bul etmekle birlikte bunları değişik bir yoldan tamamen de­
ğişik bir sonuca vardıran bir başkasının eserleri ortalıklar­
da dolaşmaya başladı. Bu başkası da bir Alman'dı. Adı Karl
Marx'dı.

235
18
"ÇALIŞANARIN İKTİSADI .. .!"

"Ah, bir milyon dolarım olsaydı ! " Kimbilir kaç kere gönül
avutmuşuzdur bu tatlı düşünceyle. Gazeteler ne zaman pi­
yangoyu kazananların otoğralarını yayımlasalar gelir, insa­
nın aklına düşer. Aynı şekilde, her çağda, içinde yaşadıkları
toplumdan daha iyi bir toplum üzerine düşünerek vakit ge­
çiren insanlar da bulunur. Çoğu zaman bu düşünceler hayal
kurma aşamasının ötesine geçmez; ama bazen de hayal ku­
ranlar kendilerini iyice verir, kaalarını iyice zorlar, Ütop­
ya'larını -gelecekteki ülküsel toplumun görüntülerini- ta­
mamlarlardı.
Aslında bu pek güç bir şey değildi. Hayal gücü olan her­
kesin yapabileceği bir iş. Bir çevrenize bakmanız yeter, gö­
rürsünüz neden kaçınmak gerektiğini. Dağ taş yoksul in­
sanlarla dolu ; o halde Ütopya'nızda yoksulluğu kapı dışa­
rı edersiniz . Malların üretiminde ve dağılımında israf var;
Ütopya'nızda yüzde yüz etkili bir üretim ve bölüşüm yönte­
mi bulursunuz. Adaletsizliğin türlüsü , gözünüzün önünde ;
Ütopya'nızda, dürüst yargıçların yönettiği dürüst mahkeme­
ler kurarsınız (ya da yargıç ve mahkemenin tamamen gerek-
236
siz olmasını sağlayan bir yol bulursunuz) . Hastalık var, sea­
let, mutsuzluk var; Ütopya'nızda herkese sağlık, esenlik, re­
ah dağıtırsınız.
Ütopyacı düşünürlerin belki de en önemli birinci ilkesi
kapitalizmin kaldırılmasıydı. Kapitalist sistemde sadece kö­
tülük görüyorlardı. İsraa yol açıyordu , adaletsizdi, plansız­
dı. Etkili ve adil olacak planlı bir toplum istiyorlardı. Kapi­
talizmde çalışmayan azınlık üretim araçlarına sahip olduğu
için reah, lüks içinde yaşıyordu . Onun için ütopyacılar üre­
tim araçlarının ortak mülkiyetini iyi bir hayatın üretiminin
aracı olarak görüyorlardı. Bu Sosyalizm'di - ve ütopyacıların
rüyası da buydu .
İşte bu sırada Kari Marx geldi.
O da Sosyalist'ti. O da işçi sınıfının durumunun düzelme­
sini istiyordu. O da planlı bir toplum istiyordu. O da üretim
araçlarına bütün halkın sahip olmasını istiyordu . Ama asıl
önemlisi de bu - o ütopya tasarlamıyordu. Geleceğin Top­
lumu'nun nasıl işleyeceği konusunda hemen hemen hiçbir
şey yazmamıştı. Geçmişteki Toplum'la, nasıl doğduğu , ge­
liştiği, çürüdüğü ve nasıl şimdiki toplum olduğu konusuy­
la dehşetli ilgiliydi; Şimdiki Toplum'la dehşetli ilgileniyor­
du çünkü burada Geleceğin Toplumu'nu yaratacak değişti­
rici güçleri bulmak istiyordu . Ama Yann'ın iktisadi kurum­
ları üstüne hiç zaman harcamadı , ilgilenmedi de . Hemen
bütün vaktini bugünün iktisadi kurumlarının incelenmesi­
ne verdi. O sırada içinde yaşadığı kapitalist toplumun çark­
larını neyin döndürdüğünü öğrenmek istiyordu . En büyük
eserinin adı da bunu gösterir: Kapital - Kapitalist Üretiminin
Eleştirel Bir Analizi.
Kapitalist toplum üzerine analiziyle Sosyalizmin geleceği
sonucuna vardı - ütopyacılar gibi düşünde görmedi. Marx,
Sosyalizmin toplumdaki belirli güçlerin işleyişinin sonucu
olarak ve ancak örgütlü devrimci bir işçi sınıfının eylemiyle

237
geleceğini düşündü. Nasıl klasik iktisada işadamının iktisa­
dı denebilir ve işadamı bu öğretide destek bulursa, Marx'ın
iktisadına da işçi sınıfının iktisadı denebilirdi, çünkü orada
işçi düzen içindeki kendi önemli yerini bulabilir ve gelecek
için umut besleyebilirdi.
Marx'ın iktisadi öğretisinin temel noktası, kapitalist siste­
min emeğin sömürülmesine dayandığıdır.
Kölelik çağında emekçinin -yani kölenin- haksızlığa uğ­
radığını görmek güç değildi. Herkes bunu gördü . Hatta yuf­
ka yürekliler bağırıp çağırmışlardı: "Ne çirkin şey ! Bir insa­
nın bir başka insan yararına çalıştırılması çok haksız ! Köle­
lik kalkarsa çok iyi olur."
Bunun gibi, feodal dönemde emekçinin -yani serin- hak­
sızlığa uğradığını görmek de güç değildi. Hiç su götürür ya­
nı yoktu ; yoktu çünkü onun da, köle gibi, bir başkası -lord­
için çalışmak zorunda olduğu açıktı. Örneğin, haftada dört
gün kendi toprağında çalışıyorsa, iki gün de lordun tarla­
sında çalışıyordu . Her iki durumda da işçinin sömürüldü­
ğü besbelliydi.
Ama kapitalist toplumda işçinin haksızlığa uğradığını gör­
mek kolay değildi. İşçinin özgür bir kişi olduğu varsayılır.
Köle ya da serfe benzemez, çünkü şu efendi ya da bu lorda
çalışmak zounda değildir. İsterse çalışıp isterse çalışmaya­
cağı varsayılır. Ve, yanında çalışacağı patronu seçen işçi haf­
ta sonunda işinin ücretini alır. Eh, şimdi bu arklı değil mi -
emeğin sömürülmesi sayılır mı bu?
Marx öyle sayıldığını söyledi. Ona göre kapitalist top­
lumda işçi tıpkı, feodal toplumdaki serf gibi sömürülüyor­
du . Marx kapitalist toplumdaki sömürünün gizli maskeli ol­
duğunu söylüyordu . Artık değer teorisini ortaya atarak bu
maskeyi düşürdü .
Bu teoride, Adam Smith'den john Stuart Mill'e kadar çoğu
klasikçinin değişik derecelerde bağlı olduğu emek değer te-

238
orisini kullandı. Bu öğretiye göre malların değeri onları üret­
mek için gerekli emek toplamına eşittir. Marx, bu emek de­
ğer teorisine inananlardan biri olan ünlü iktisatçı Benjamin
Franklin'i alır. Şöyle der: "Değerin özelliğini anlayan Willi­
am Petty'den sonra ilk gelen iktisatçılardan ünlü Benjamin
Franklin der ki: 'Genel olarak ticaret emekle emeğin müba­
delesinden başka bir şey olmadığı gibi her şein değeri de en
iyi emekle ölçülür."'
Marx, genel olarak mallarla metalar arasında bir arım ya­
par. Meta üretimi kapitalist toplumda tipik olandır. "Kapi­
talist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda servet,
'muazzam bir metalar birikimi' olarak görünür, birimi de
tek metadır. Dolaısıyla araştırmamız bir metanın analiziy­
le başlamalıdır.
Bir mal doğrudan doğruya tüketim için değil de mübadele
için üretilirse meta olur. Bir adamın kendisi için yaptığı ce­
ket meta değildir. Bir başkasına satılmak için yapılmış ceket
-bir başka eşya ya da para ile mübadele edilmek üzere- me­
tadır. "Kendi ihtiyaçlarını kendi emeğinin ürünüyle doğru­
dan doğruya karşılayan kişi kullanım-değeri yaratmış olur;
ama meta yaratmış olmaz. Meta üretmek için yalnız kulla­
nım-değeri yaratmak yetmez; başkaları için de kullanım-de­
ğeri, toplumsal kullanım-değerleri yaratmalıdır. " Kendi giy­
mek için değil de satmak için, mübadele için ceket yapan ki­
şi bir meta üretmiştir.
Şimdi, önemli soru , mübadelenin hangi oranda olaca­
ğıdır. Bu metanın değerini ne belirler? Bu ceketi bir baş­
ka meta ile karşılaştırın - bir çift ayakkabıyla. Mal olarak,
insan ihtiyaçlarını karşılamanın araçları olarak, aralarında
pek azla benzerlik yoktur. Ama hepsi, hepsi için ortak olan
bir şey dolayısıyla mübadele edilebilirler. Ve aralarında or­
tak olan şey de, Marx'a göre, emek ürünü olmalarıdır. Bü­
tün metalar emek ürünüdürler. Şu halde değer, ya da me-

239
taların mübadele oranı, bu metalarda cisimleşen emek top­
lamı tarafından belirlenir. Bu emek toplamı da zamanının
uzunluğuna göre , yani emek-süresine göre ölçülür. " Öy­
leyse herhangi bir eşyanın değerinin büyüklüğünü belirle­
yen şey toplumsal olarak gerekli emek toplamı, ya da üre­
tim için toplumsal olarak gerekli emek-süresidir . . . Bir me­
tanın değeri öteki metanın değerine oranla, birinin üretimi
için gerekli emek-süresinin öbürünün üretimi için gerekli
emek-süresi oranına eşittir. "
Ş u halde, ceketin yapılması o n altı, ayakkabılarınki ise se­
kiz saat aldıysa, ceketin değeri ayakkabılarınkinin iki ka­
tı olacaktır ve bir ceket iki çift ayakkabıyla mübadele edi­
lecektir. Her iki durumdaki emek çeşitlerinin aynı olmadı­
ğını biliyordu Marx - ceket, eğirenin, dokuyanın, terzinin
vb. emeklerini cisimleştiriyordu; ayakkabıda da başka çeşit­
ten emekler vardı. Ama, diyordu Marx, bütün emek aynıdır,
onun için de, insani iş gücü harcaması olması anlamında, kı­
yaslanabilir. Basit, kaliiye olmayan, ortalama emekle kalii­
ye emek kıyaslanabilir, çünkü ikincisi birincisinin iki katı­
dır, dolayısıyla bir saatlik kaliiye emek = iki saatlik kaliiye
olmayan emek.
Böylece bir metanın değeri, der Marx, üretilmesi için ge­
rekli toplumsal emek-süresiyle belirlenir. "Ama" diyeceksi­
niz , bu , ağır, beceriksiz bir işçinin ürettiği bir metanın bece­
rikli, hızlı bir işçinin ürettiği metadan daha değerli olduğu
anlamına gelir, çünkü ağır çalışan işçi anı şeyi üretmek için
daha azla zaman harcar. Marx bu itirazı hesaba katmıştı; ce­
vabını şöyle verdi : "Bir metanın değerini üretimine harca­
nan emek niceliği belirliyorsa işçi ne kadar ağır, ne kadar be­
ceriksizse, metanın bitirilmesi için gerekli emek süresi daha
azla olduğu için, metanın daha değerli olacağı akla gelebi­
lir. Ama bu çok yanlış olur. "Toplumsal emek" dediğimi ha­
tırlayacaksınız; bu "toplumsal "ın ne olduğunu niteleyen çe-

240
şitli noktalar vardır. Bir metanın değerinin üzerine harcanan
ya da içinde billurlaşan emek niceliği tarafından belirlenme­
si derken, toplumun verilmiş bir durumunda, belirli toplum­
sal ortalama üretim koşullarında, kullanılan emeğin verilmiş
toplumsal ortalama yoğunluğu ve ortalama ustalığı ile, üreti­
mi için gerekli mek niceliğini kastediyoruz. "
Örneğin, iki yüz işçi çalıştıran bir abrikada bazı işçiler
ötekilerden daha iyi çalışırlar. Ama emeğin bir de ortala­
ma niteliği vardır. Bu ortalamanın üstünde çalışanlarla al­
tında çalışanlar birbirini götürür. Diyelim ki bir ceket yap­
mak için ortalama , ya da toplumsal olarak gerekli emek sü­
resi on altı saattir. Bazı işçiler daha çok, bazıları daha az za­
mana ihtiyaç duyarlar, ama bunlar gene standarttan küçük
sapmalardır . Üretim araçları, emeğin mal üretirken kul­
landığı makineler için de durum aynıdır. Bir bütün olarak
tekstil endüstrisinde bazı abrikalar eski model tezgahlarda
çalışıyor olabilirler. Kimisi de daha yaygınlaşmamış en iyi
modellerle çalışabilir -ama yine de bir ortalama edevat dü­
zeyi vardır- altında ve üstünde kalanlar birbirlerini götü­
rür, böylece toplumsal olarak gerekli emek-süresi ortalama
araçlarla çalışan ortalama emek anlamına gelir. Şüphesiz bu
yer ve zamana göre değişir, ama belli bir zamanda ve bel­
li bir ülkede emeğin ve üretim araçlarının uyduğu bir genel
ortalama standart vardır.
Öyleyse? Diyelim ki bir metanın değerini , üretimi için
toplumsal olarak gerekli emek-süresi belirler. Bunun, kapi­
talist toplumda emeğin sömürülmesiyle, mülkiyet sahibi sı­
nıfın mülkiyetsiz sınıfın emeğinden geçinmesiyle ne ilgisi
var? Serf gibi işçinin de yalnız belli bir süre kendisi için, ge­
ri kalan sürede de patronu için çalıştığını ispat etmekle bun­
ların ilgisi ne?
llgisi çok.
Kapitalist toplumda ücretli işçi özgür bir insandır. Köle-

241
likte olduğu gibi bir efendiye, ya da serlikte olduğu gibi top­
rağa bağlı değildir. Yukarıda (XIV. Bölüm) nasıl yalnız efen­
disinden değil, aynı zamanda üretim araçlarından da "öz­
gür" kaldığını gördük. Üretim araçlarının nasıl (toprak, alet,
makine) küçük bir grubun mülkiyetine geçtiğini, genel ola­
rak bütün çalışanlar arasında dağılmaz olduğunu gördük.
Üretim araçlarına sahip olmayanlar sadece kendilerini -üc­
ret karşılığında- sahip olanlara kiralayarak geçim yolunu
bulurlar. Şüphesiz işçi kapitaliste kendini satmaz (yoksa kö­
le olurdu) , sahip olduğu tek metaı satar - yani çalışma ye­
teneğini, iş-gücünü.
"Dolayısıyla parasının sermayeye dönmesi için para sa­
hibinin pazarda serbest işçiyle karşılaşması gerekir; bu ser­
bestlik iki anlamdadır: Serbest bir insan olarak iş-gücünü
kendi öz metaı olarak satabilmeli, öte yandan satacak başka
bir metaı olmamalı, iş-gücünü gerçekleştirmek için gerekli
her şeyden yoksun bulunmalıdır. "
Bu serbest işçi metaını hangi oranda satmalıdır - yani, iş­
gücünün değeri nedir? iş-gücünün değeri, başka her meta­
nın değeri gibi, üretilmesi için gerekli emek toplamı tarafın­
dan belirlenir. Başka bir söyleyişle işçinin gücünün değe­
ri yaşaması için, ve emek stokunun devam etmesi zorunlu­
ğu olduğuna göre, ailesini yaşatabilmek için gerekli her şe­
yin toplamına eşittir. Bu şeyler toplamının neleri içerece­
ği değişik yer ve zamanlara göre değişir. (Örneğin, bugün
Çin'de ve ABD'de bunlar değişiktir. ) işçi iş-gücünün karşı­
lığını ücret olarak alır. Bu ücret her zaman, işçinin kendin­
deki ve çocuklarındaki iş-gücünü yeniden üretmek için ge­
rekli olan metaları satın alacak para tutarıyla denkleşme eği­
limi gösterir.
Marx şöyle koyuyor: "iş-gücünün değeri işçinin yaşaması
için gerekli geçim ve beslenme araçlarının değeridir . . . Ge­
çim ve beslenme araçları . . . çalışan bir birey olarak normal

242
durumda kendisini yaşatmaya yetmelidir. Yiyecek, giye­
cek, yakıt, barınak gibi doğal ihtiyaçları ülkesinin iklimine
ve başka iziksel koşullarına göre değişir. Öte yandan, zo­
runlu ihtiyaç maddeleri denilen şeylerin sayısı ve derecesi. . .
kendileri tarihi gelişmenin ürünüdürler ve dolayısıyla bü­
yük ölçüde, ülkenin uygarlık derecesine, serbest emekçiler
sınıfının içinde oluştuğu alışkanlıklar ve rahatlık derecele­
rine dayanır . . .
"İş-gücü sahibi ölümlüdür. Yorulma, yıpranma ve ölüm
yüzünden piyasadan çekilen iş-gücünün yerine en azından
aynı miktarda taze iş-gücü konulmalıdır. Bu yüzden iş-gücü
üretimi için gerekli geçim ve beslenme araçlarının toplamı
işçinin yedekleri -yani çocukları- için gerekli araçları da içi­
ne almalıdır ki, bu garip meta sahipleri soyu pazarda görün­
meye devam edebilsin. "
Bunun anlamı, kısaca, işçinin iş-gücü karşılığında ücret
alacağı ve bu ücretin sadece kendini ve ailesini yaşatmaya ve
ayrıca da (değişik ülke koşullarına göre) bir radyo , bir oto­
mobil ve ara sıra bir sinema bileti almasına yeteceğidir.
Yukarıdaki alıntıda Marx'ın "bu garip me ta-sahipleri
soyu"ndan söz etmesi dikkatinizi çekti mi? İşçinin metaın­
da, yani iş-gücünde, "garip" olan nedir? Garipliği, başka bir
metada olmayan bir şekilde, kendi değerinden fazla değer ya­
ratabilme özelliğine sahip oluşundadır. İşçi kendini kiraya
verdiğinde, iş-gücünün sadece kendi ücretinin değerini üre­
tecek süre için değil, bütün iş-günü süresince satmış olur.
İş-günü on saatse , işçinin ücretinin değerini üretmek için
gerekli süre altı saatse, şu halde geriye dört saat kalıyor ki bu
süre içinde işçi kendine değil, işverene çalışır. Altı saati Marx
gerekli emek-süresi, dört saati ise artı emek-süresi diye ad­
landırır. On saatlik emeğin toplam ürününün değerinin on­
da altısı ücrete eşittir, onda dördü ise işverenin el koyduğu
ve karını meydana getiren artık değer'e eşittir.

243
"Bir metanın değeri içerdiği toplam emek niceliği tarafın­
dan belirlenir. Ama bu emek niceliğinin bir kısmı, karşılı­
ğında ücret şeklinde bir eşdeğerin ödendiği bir değerde ger­
çekleşmiştir; bir kısmı ise karşılığında hiçbir eşdeğer öden­
meyen bir değerde gerçekleşmiştir. Bir metanın içerdiği de­
ğerin bir kısmı karşılığı ödenmiş demektir; bir kısmı öden­
memiş demektir. Şu halde, meta değerine satıldığında , ya­
ni, üzerine harcanmış toplam emek niceliğinin billurlaşma­
sı olarak satıldığında, kapitalist zorunlulukla kar ederek sat­
mış demektir. Sadece kendine bir eşdeğer mal olanı satmak­
la kalmaz, işçinin emeğine mal olduğu halde, kendisine hiç­
bir şeye mal olmayanı da satmış olur. Metanın kapitalist için
maliyeti ile gerçek maliyeti arklı şeylerdir. Dolaısıyla tek­
rar söylüyorum: Normal ve ortalama kar, metaları fazlasına
değil, gerçek değerine satmaktan çıkar. "
Marx'ın artık değer teorisi böylece kapitalist toplumda
emeğin nasıl sömürüldüğü esrarını çözüyor. Sürecin tümü­
nü kısaca özetleyelim şimdi:
Kapitalist sistem satış için mal, yani meta üretimi üzeri­
ne kuruludur.
Bir metanın değeri üretimi için toplumsal olarak gerekli
emek-süresi tarafından belirlenir.
İşçi üretim araçlarına (toprak, alet, abrika vb. ) sahip de­
ğildir.
Yaşamak için sahibi olduğu tek metayı, iş-gücünü sat­
malıdır.
İş-gücünün değeri, başka metaların değerinde olduğu gi­
bi, yeniden üretilmesi için gerekli toplamdır - bu durumda,
onu hayatta tutmak için gerekli toplamdır.
Dolayısıyla işçiye verilen ücret sadece hayatını sürdürme­
si için gerekli olana eşittir.
Ama bu toplamı işçi iş-gününün bir kısmında (bütünden
az bir parçasında) üretebilir.

24
Bu , işçinin, iş-gününün yalnız belli bir kısmında kendisi
için çalışması demektir.
Geri kalan zamanda patron için çalışacaktır.
İşçinin ücret olarak aldığıyla ürettiği metanın değeri ara­
sındaki ark artık değerdir.
Artık değer işverene - üretim araçlarının sahibine gider.
Kar, aiz ve rantın kaynağıdır - yani mülk sahibi sınıla­
rın gelirlerinin.
Artık değer, kapitalist sistemde emeğin sömürülmesinin
ölçüsüdür.
Karl Marx, Amerikan tarihini çok iyi incelemişti, onun
için Abraham Lincoln'un konuşmalarıyla yazılarını iyi bi­
lirdi. Abraham Lincoln'un, Karl Marx'ın eserlerini okuma­
ya fırsat bulup bulamadığını bilmiyoruz. Ama bazı konular
üzerine düşüncelerinin benzeştiğini biliyoruz. Bakın ne di­
yor Abraham Lincoln: "Önce emeğe mal olmayan hiçbir şey­
den yararlanamamışızdır, yararlanamaız da. Her iyi şeyi de
emek ürettiğine göre bütün bu şeylerin onları emeğiyle üre­
tenlere ait olması gerekir. Ama tarihin bütün çağlarında gö­
rüyoruz ki kimisi çalışmış, kimisi de hiç çalışmadan emek
ürünlerinin büyük bir kısmına konmuş. Bu doğru değildir
ve devam etmemelidir. Her emekçiyi emeğinin bütün ürü­
nüne, ya da bütüne mümkün olduğu kadar yakın kısmına
sahip kılmak her iyi hükümetin hedei olmalıdır. "
Bunları Abraham Lincoln söylüyor. İşi emeğin yaptığının,
sermayeyle paylaşma durumunda kalmakla, bir bakıma so­
yulduğunun o da arkındaydı. Hatta daha ileriye de gidiyor­
du . Son cümlesini okuyun bir daha, bu konuda bir şeyler ya­
pılmasını istediğini göreceksiniz. Ütopyacılar bunu istiyor­
du . Marx da istiyordu . Ama yapma yöntemi konusunda çok
arklı düşünüyorlardı.
Ütopyacı Sosyalistler "Ütopyalarını tasarlarken . . . toplum­
da etkin bulunan büyük endüstriyel güçlerin düşünülen de-

245
ğişikliğe izin verip vermeyeceğini hemen hemen hiç dikka­
te almıyorlardı. " İnanıyorlardı ki bütün sorun ülküsel top­
lum için bir plan ormüllemek, nüuzlulann ya da zenginle­
rin (ya da her ikisinin) ilgilerini buna çekmek, küçük çapta
deneylerini yapmak, sonra da istenilenin gerçekleşmesi için
insanlann akılcılığına güvenmektir.
Böylece ünlü İngiliz Sosyalist Robert Owen tezi adından
da anlaşılabilen bir kitap yazdı: Yeni Ahlaklı Dünyanın Ki­
tabı. Yeni toplumun kurulması için işçi sınıfının devrimi­
ne mi bel bağlıyor? Hayır. Kitabın sonunda Büyük Britan­
ya Kralı Majeste iV. William'a mektup yazıyor. Mektup şöy­
le: "Kitap . . . bir Yeni Ahlaklı Dünya'nın temel ilkelerini açık­
lamaktadır; böylece, toplumun üzerinde yeniden kurulaca­
ğı ve insan soyunun özelliğinin yeniden yaratılacağı yeni te­
meli koymaktadır . . . Toplum hayal gücünün temel yanılgıla­
nndan türemiştir ve insanın yeryüzündeki bütün kurumlan
ve toplumsal düzenleri bu yanılgılar üstüne dayandırılmış­
tır . . . sizin saltanatınızda, bütün kötü sonuçlanyla bu sistem­
den doğruluğu kendinden kanıtlı ilkeler üzerinde temelle­
nen ve herkese mutluluk sağlayacak olan bir başka sisteme
geçiş büyük bir ihtimalle başanlacaktır. "
Ünlü Fransız Sosyalisti Charles Fourier de yeni bir düzen­
le ilgili deneylerinin uygulanmaya konması için işçi sınıfı­
nın ötesine , paralı insanlara bakıyordu : "Bir keresinde ilan
verdi, her gün belli bir saatte evinde bulunup, Fourier ilke­
lerine dayanan bir koloninin geliştirilmesi için kendisine bir
milyon rank vermeye gönüllü herhangi bir insanseveri bek­
leyeceğini söyledi. Bundan sonra on iki ıl süreyle her gün
hiç şaşmadan öğle vakti evde oturup cömert yabancıyı bek­
ledi, ama heyhat, milyoner alan görünmedi. "
Bir başka Fransız Sosyalist olan Saint-Simon'un taraftar­
lan Fourier'nin önerilerini küçümsüyorlardı. Ama onlar da
toplumsal değişikliği sağlamak için burjuvaziyle işbirliğinin

26
zorunlu olduğuna inanıyorlardı. Yayın organları olan Dün­
ya'da, 28 Kasım 183 l 'de şu açığı verdiler: "Yüksek sınılar el
vermeden aşağı sınılar yükselemez. İnisiyatif yüksek sınıf­
lardan gelmelidir. "
Marx Ütopyacılar'ın b u önerilerini alaya aldı. Fantastik
buluyordu bunları. 1 848'de hayat boyu dostu ve çalışma ar­
kadaşı Friedrich Engels'le birlikte yazdıkları Komünist Mani­
festo' da (Engels, Marx'ın ölümünde henüz tamamlanmamış
olan Kapital'in ikinci ve üçüncü ciltlerini yayımlamıştır) ,
Marx ve Engels Ütopyacı Sosyalistler'e karşı düşüncelerini
belirttiler: "Toplumdaki herkesin, hatta en avantajlı durum­
da olanın bile durumunu düzeltmek istiyorlar. Onun için,
sınıf ayrımı gözetmeksizin toplumun bütününe sesleniyor­
lar; hatta egemen sınıa seslenmeyi tercih ediyorlar, çünkü
insanlar onların bu sistemlerini bir kere anlayınca, nasıl olur
da mümkün olan en iyi toplumun mümkün olan en ii pla­
nını görmezler?
"Onun için bütün politik ve özellikle devrimci eylemi red­
dediyorlar; amaçlarına barışçı yollarla varmak istiyor ve ba­
şarısızlığa zorunlulukla mahkum küçük deneyler ve iyi ör­
nekler zoruyla yeni toplumsal cennetin yolunu açmaya ça­
lışıyorlar. . .
"Hala Toplumsal Ütopyalar'ının deneylerle gerçekleşmesi,
küçük izole 'lansterler' (Fourier) , 'Yurt Kolonileri' , 'Küçük
lkariya' (Etienne Cabet, bir başka Fransız Sosyalisti) kurma
hayalleri içindeler - bunlar hepsi Yeni Kudüs'ün tek orma­
lık baskıları ve havada kurulan bu şatoların gerçekleşebil­
mesi için de burjuvanın duygularına ve cüzdanlarına hitap
etmek zorundalar. "
Marx ile Engels'i özellikle sinirlendiren b u "burjuvanın
duygularına ve cüzdanlarına hitap etmek" olayıydı. Onlara
göre yeni topluma yol açan değişikliği yapacak olan egemen
sınıfın çabaları değil, işçi sınıfının devrimci eylemiydi. Eylül

247
1 879'da Bebel, Liebknecht ve başka Alman radikallerine ya­
zarken bu konuyu olanca açıklığıyla dile getirmişlerdi: "Ne­
redeyse kırk yıldır sınıf mücadelesinin tarihin dolaysız iti­
ci gücü olduğunu ve özellikle burjuvazi ile proletarya ara­
sındaki sınıf mücadelesinin, modem toplumsal devriminin
büyük kaldıracı olduğunu tekrarladık durduk. Enternasyo­
nal kurulduğunda savaş narasını özellikle ormülledik: İşçi
sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendisi tarafından gerçek­
leştirilmelidir. Dolayısıyla proletaryanın kendini kurtarama­
yacak kadar bilgisiz olduğunu söyleyen insanlarla işbirliği
yapamayız ve kendimizi ilkin insansever burjuva ve küçük
burjuvalardan kurtarmamız gerekir. "
Marx v e Engels sınıf mücadelesini " tarihin dolaysız itici
gücü" diye tanımlarken ve burjuvazi ile proletarya arasın­
daki sınıf mücadelesine "modem toplumsal devrimin bü­
yük kaldıracı" derken neyi anlatmak istiyorlardı? Bu soru­
ların cevabı ancak tarihe onların bakışıyla bakmakla bulu­
nabilir.
Sizin tarih felseeniz nedir? Tarihi olaylar büyük ölçüde
rastlantı sonucu mu , sizce, aralarında bağlayıcı bir tema ol­
mayan bir rastlantılar dizisi mi? Yoksa tarihi değişimin ikir­
lerin kudretiyle gerçekleştiğine mi inanıyorsunuz? Ya da ta­
rihi akımların büyük adamların etkisiyle meydana çıktığını
mı düşünüyorsunuz? Bu felsefelerden herhangi birine bağ­
lıysanız, demek bir Marksist değilsiniz. Marx'ın kurucusu ve
en parlak açıklayıcısı olduğu tarihçiler okulu tarihin akışı­
m, toplumda meydana gelen değişmeleri, toplumdaki iktisa­
di güçlerin sonucu , işleyişi olarak açıklar.
Bu okula göre şeyler birbirinden bağımsız değildir, kar­
şılıklı-bağımlıdır; tarih düzensiz olgu ve olayların kargaşası
gibi görünür; ama gerçekte bir kargaşa değildir; keşfedilebi­
lecek birtakım belirli yasa kalıplarına uyar.
Engels , Marx'ın felsefesinin köklerini şu terimlerle açık-

28
lar: "llk olarak bu sistemdeki en büyük meziyet de burada
yatar - doğa, tarihi ve aklı olmak üzere bütün dünya bir sü­
reç olarak, yani sürekli hareket, değişim, dönüşüm ve geliş­
me olarak görülür; ve bütün bu hareket ve gelişmeyi sürek­
li bir bütün yapan iç bağıntının ortaya çıkarılması çabasına
girilir. Bu açıdan bakıldığında insanlık tarihi artık anlam­
sız ikirlerin çılgınca girdabı değil. . . insanın kendisinin ev­
rim sürecidir. "
Her uygarlığın ekonomisi, hukuku , politikası, dini, birbi­
rine bağlıdır. Hepsi ötekilere bağımlı ve ancak ötekilerden
dolayı kendisidir. Bütün bu güçlerin en önemlisi ekonomi­
dir - temel etmen odur. Kemeri ayakta tutan kenet taşı üre­
tici olarak insanlar arasında yer alan ilişkilerdir. İnsanların
nasıl yaşadığını insanların geçimlerini sağlama yolu belirler.
Marx şöyle koyuyor: "İncelemelerim beni devlet biçimi
gibi hukuki ilişkilerinde kendi başlarına açıklanamayacağı,
hatta insan aklının genel ilerlemesi denen şeyle de açıkla­
namayacağı , aslında hayatın maddi koşullarında temellen­
dikleri sonucuna götürdü . . . İnsanlar ürüttükleri toplum­
sal üretimde belirli ilişkilere girerler. . . Bu üretim ilişkile­
ri maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişme aşamasına te­
kabül eder. Bu üretim ilişkilerinin toplamı toplumun eko­
nomik yapısını meydana getirir - üzerinde hukuki ve poli­
tik üstyapıların yükseldiği ve toplumsal bilinçliliğin belirli
biçimlerinin tekabül ettiği gerçek temeldir bu . Maddi üre­
tim tarzı hayatın toplumsal, politik ve manevi süreçlerinin
genel karakterini belirler. İnsanların bilinçlilikleri varoluş­
larını belirlemez, tersine, toplumsal varoluşları bilinçlilik­
lerini belirler. "
Bu felsefe bize tarihi analiz edecek ve yorumlayacak bir
araç verir. İnsanların geçimlerini sağlama yolları - üretim
ve mübadele tarzı her toplumun temelidir. "Servetin dağılı­
mı ve toplumların sınılara ayrılışı biçimleri . . . ne üretildiği-

249
ne, nasıl üretildiğine ve ürünlerin nasıl mübadele edildiği­
ne bağlıdır. " Bunun gibi hukuk, adalet, eğitim vb. kavramlar
da -her toplumun sahip olduğu ikirler takımı- o belli top­
lumun eriştiği belli ekonomik gelişme aşamasına uygunluk
gösterir. Şu halde toplumsal ve politik devrimi getiren ne­
dir? Sadece insanların ikirlerinde bir değişiklik mi? Hayır.
Çünkü bu ikirler üretim ve mübadele tarzına dayanırlar.
İnsan Doğa'yı fethederek ilerler; yeni ve daha iyi üretim ve
mübadele yollan bulunur veya icad edilir. Bu değişimler te­
mel nitelikte ve uzun vadeli olunca toplumsal çatışmalar do­
ğar. Eski üretim tarzıyla oluşan ilişkiler taşlaşmıştır; birlik­
te yaşamanın eski biçimleri hukuk, politika, din ve eğitimde
sabitleşmişlerdir. Eskiden iktidarda olan sınıf iktidarım sür­
dürmek ister - ve yeni üretim tarzıyla uyum içinde olan sı­
nıfla çatışma durumuna girer. Sonuç devrimdir.
Tarihe bu Marksist yaklaşım başka türlü anlaşılamayan
dünyayı anlaşılır kılar. Tarihi olaylan, insanların geçimleri­
ni kazanma yollarının sonucu olan sınıf ilişkileri açısından
gördüğümüzde önceden anlayamadıklarımızı birdenbire an­
layıveririz. Bu tarih kavramını bir araç olarak kullanınca fe­
odalizmden kapitalizme ve kapitalizmden sosyalizme geçi­
şi anlayabiliriz.
Geçmişi bu açıdan inceledikleri için Marx ve Engels bur­
juvaziye tarih içindeki doğru yerini verebildiler. Kapitaliz­
min ve kapitalistlerin kötü olduğunu söylemediler - kapita­
listin üretim tarzının nasıl olup da daha önceki koşullardan
doğduğunu açıkladılar; burjuvazinin büyüme ve feodalizm­
le mücadele dönemindeki devrimci özelliğini vurguladılar.
"Şu halde görüyoruz ki; üzerinde burjuvazinin kendini in­
şa ettiği üretim ve mübadele araçları temeli feodal toplum­
da doğmuştu . Bu üretim ve mübadele araçlarının gelişmesi­
nin belirli bir aşamasında . . . feodal mülkiyet ilişkileri, artık
gelişmiş bulunan yeni üretici güçlerle hiç uyuşamaz bir hale

250
geldi; artık zincir haline gelmişlerdi. Kırılmaları gerekiyor­
du , kırıldılar.
"Onların yerine serbest rekabet, ona uygun bir toplumsal
ve politik anayasa ve burjuva sınıfının ekonomik ve politik
egemenliği geldi. "
Böylece feodalizmden kapitalizme geçişin nedeni yeni
üretici güçlerin ve devrimci bir sınıfın (burjuvazi) hazır ol­
masıydı. Bu her zaman geçerli olmalıdır. İnsanlar istedi diye
eski düzenin yerine yeni bir düzen gelmez. Hayır. Yeni üret­
ci güçler ortaya çıkmalı ve görevi anlamak ve yön vermek
olan derimci bir sınıf olmalıdır.
Feodalizmden kapitalizme geçiş böyle oldu ve Marx ile
Engels'e göre kapitalizmden sosyalizme geçiş de böyle ola­
caktır.
Ama geçmiş topluma bakıp orada olanları anlatmakla
şimdiki topluma bakıp orada olacakları anlamak aynı şey
değildir. Marx ve Engels feodalizm gibi kapitalizmin de ta­
rih sahnesinden çekilip gideceğini neye dayanarak ileri sü­
rüyorlardı? Kapitalizmin içinden çökeceğinin kanıtı , üre­
tim ilişkilerinin üretim güçlerini engellediğinin, onları ge­
lişmekten ve serbestçe genişlemekten alıkoyduğunun kanı­
tı neydi?
Marx ile Engels 1 848'de kapitalist toplumu analiz ettiler
ve üretim sisteminin kendi içinde bulunan, sistemin çökme­
ye mahkum olduğunu gösteren bazı özelliklere işaret ettiler.
Şunlardı bu özellikler:
Servetin, azınlığın elinde gittikçe yoğunlaşması,
Birkaç büyük üreticinin birçok küçük üreticiyi ezmesi.
Gittikçe daha çok makine kullanarak gittikçe daha az-
la işçinin işsiz kalması ve böylece bir "yedek endüstri ordu­
su" yaratılması.
Kitlelerin artan sealeti.
Sistem içinde dönemsel yıkıntıların -buhranların- tek-

251
rarlanması ve her krizin bir öncekinden daha kasıp kavuru­
cu olması.
Ve daha önemlisi -kapitalist toplumdaki temel çelişki­
üretimin kendisinin gittikçe daha azla toplumsallaşırken -

kollektif çaba ve emeğin sonucu- temellükün* özel, bireysel


olması. Emek yaratır, sermaye temellük eder. Kapitalizmle
emeğin yaratıcılığı birleşik bir girişim, birlikte çalışan binler­
ce işçinin güçbirliği süreci olmuştur (çoğu zaman da sade­
ce bir şey, örneğin bir otomobil üretmek için) . Ama toplum­
sal olarak üretilen ürünler üreticiler tarafından değil, üretim
araçlarının sahipleri , kapitalistler tarafından temellük edil­
mektedir. Sorun da budur sorunun kanağı da. Kapitalistçe
temellüke karşı toplumsallaşmış üretim.
Bütün bunlar Marx'ın Kapital'inde çarpıcı bir cümleyle
özetlenir: "Bir kapitalist her zaman birçoğunu öldürür. Bu
merkezileşmenin, ya da bu az sayıda kapitalist tarafından
çok sayıda kapitalistin mülksüzleştirilmesi sürecinin yanısı­
ra , gittikçe genişleyen bir ölçüde , çalışma sürecinin koope­
ratif biçimi . . . çalışma araçlarının ancak ortaklaşa kullanıla­
bilir çalışma araçlarına dönüşmesi. . . gelişmektedir. . . Büyük
sermaye sahiplerinin saıca gittikçe azalmalarının yanısıra . . .
halkın sealeti, baskı, kölelik, alçalma, sömürü , ama bunlar­
la birlikte işçi sınıfının başkaldırısı da büyümektedir . . . on­
lar disiplinli, birlikte, kapitalist üretim sürecinin kendi me­
kanizması tarafından örgütlenmiş durumdadırlar. Serma­
ye tekeli üretim tarzına bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.
Üretim araçlarının merkezileşmesiyle emeğin toplumsallaş­
ması sonunda artık kapitalist kabuklarıyla bağdaşamayacak
bir noktaya varmaktadırlar. Bu kabuk yarılacaktır. Kapitalist
özel mülkiyetin çöküşü duyulmaktadır. Mülksüzleştirenler
mülksüzleştirilecektir. "
Marx v e Engels toplumsal üretim güçlerinin özel mülki-
(*) Temellük: Mülk edinme, kendine mal etme.

252
yet ve bireysel temellükün koyduğu sınırlamalarla artık en­
gellenemeyeceği zamanı bekliyorlardı ; bunun sonucunda
doğacak çatışmanın yeni uyumlu bir toplumun kurulması­
na, üretim araçları mülkiyet ve denetiminin birkaç kapitalist
mülk sahibinin elinden çıkıp birçok proleter üreticinin eline
geçeceği bir toplumu bekliyorlardı.
Ama bu değişiklik nasıl gerçekleşecekti? İnsanların ey­
lemleriyle. Ya bu değişikliği yapacak olanlar kimlerdi? Pro­
letarya. Çünkü kapitalizmin çelişkilerinden en çok zarar gö­
ren onlardı ve kendisinin payı olmayan bir özel mülkiyete
dayanan bir sistemin sürdürülmesi onların çıkarma uymu­
yordu . Kapitalizmden sosyalizme gelişme kapitalizmin ken­
di içinde yatar, geçişin aracı da proletaryadır.
Marx insanlara ne yapılması, niçin öyle yapılması gerek­
tiğini söylemekle yetinen bir salon sosyalisti değildi . Ha­
yır, felsefesini yaşamasını bilmişti . Felsefesi sadece dünya­
nın bir açıklaması olmayıp , aynı zamanda dünyayı değiştir­
menin bir aracı olduğu oranda , içtenlikli bir devrimci olan
Marx da mücadelenin üzerinde değil , içinde olmalıydı. O da
içinde oldu.
Kapitalizmi yok etme aracının proletarya olduğunu kav­
rayınca doğal olarak ilgisini işçi sınıfının ekonomik ve po­
litik mücadeleleri için eğitilmesi ve örgütlenmesi çalışma­
larına yöneltti. 28 Eylül 1 864'te Londra'da kurulan Birin­
ci Enternasyonal'in en etkin ve etkili üyesiydi. Uluslararası
İşçi Birliği kurulduktan iki ay sonra, 29 Kasım 1864'te Al­
man dostu Dr. Kugelmann'a şunları yazıyordu : "Birlik, da­
ha doğrusu Komite'si önemli ; çünkü Londra Sendikaları
önderleri de içinde . . . Parisli işçilerin önderlerinin de ilişki­
leri var."
Marx ve Engels sendikalara büyük önem verirlerdi: "İş­
çi sınıfının sendikalar yoluyla bir sınıf olarak örgütlenme­
si. . . proletaryanın gerçek sınıf örgütlenmesidir ve sermaye-

253
ye karşı gündelik mücadelesini burada verir, burada kendi­
ni eğitir . . . "

Ne için eğitir kendini? Daha yüksek ücret, daha kısa çalış­


ma süresi, daha ii koşullar için mi? Evet, elbette. Ama bun­
dan çok daha önemli bir mücadele için de - özel mülkiyetin
yok edilmesi yoluyla işçi sınıfının tam özgürlüğü mücadelesi
için de kendini eğitir. Kapitalizmin bütün kötülükleri üretim
araçlannın özel mülkiyetinden geldiğine göre, Marx ile En­
gels'in programlarının baş maddesi sömürünün temeli olan
burjuva özel mülkiyetinin kaldınlmasıydı: " . . . modern bur­
juva özel mülkiyeti, sınıf antagonizmi ve çoğunluğun azınlık
tarafından sömürülmesi üzerine kurulu ürün üretimi ve te­
mellükü sisteminin nihai ve en bütünsel iadesidir.
"Sizler (Burjuvazi) özel mülkiyeti ortadan kaldırma niye­
timiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Ama sizin varolan
toplumunuzda nüusun onda dokuzu için zaten özel mülki­
yet ortadan kalkmış durumdadır; azınlık için varolması sa­
dece o onda dokuz için varolmayışı sayesindedir. Onun için
bizi mülkiyetin bir tek biçimini ortadan kaldırmaya çalış­
makla suçluyorsunuz, oysa bunun varoluşunun zorunlu ko­
şulu , toplumun büyük çoğunluğu için hiçbir mülkiyetin va­
rolmamasıdır.
"Tek kelimeyle, siz bizi sizin mülkiyetinizi kaldırmak is­
tediğimiz için suçluyorsunuz. Tastamam öyle; biz tastamam
bunu yapmak istiyoruz . . .
"Özel mülkiyet kalkınca çalışmanın tamamen duracağı, ev­
rensel bir tembelliğin ortalığı kaplayacağı itirazı ileri sürüldü.
"Buna göre, burjuva toplumu miskinliği yüzünden çok­
tan çöpe atılmalıydı; çünkü bu toplumun çalışan üyeleri
hiçbir şey kazanmaz, bir şey kazananlarsa hiç çalışmaz . Do­
layısıyla kapitalist toplumda varolduğu biçimde mülkiyet
sahibi sınıa başkalannı sömürme hakkını veren - özel mül­
kiyet kaldırılacaktı. Ama nasıl? Mülk sahiplerine mülkle-

254
rinden vazgeçmelerini rica ederek mi? Hayır, diyordu Marx
ve Engels.
Öyleyse nasıl? Önerdikleri yöntem neydi?
Devrim.
Sosyalistlerin çınlayan meydan okuması, devrim çağrıla­
rı, ilk olarak Şubat 1 848'de yayımlandı. Yayımlanmasından
bir ay önce büyük Amerikalı Abraham Lincoln'un 1 2 Ocak
1 848'de Temsilciler Meclisi önünde devrim için kesin icazet
vermesi olgusu ilginçtir: "Herhangi bir yerde herhangi bir
halkın isteği ve gücü olduktan sonra ayaklanıp varolan hü­
kümeti yıkmak ve yerine kendine daha uygununu kurmak
hakkıdır. Bu çok önemli ve çok kutsal bir haktır - dünyayı
kurtaracağına inandığımız ve umduğumuz bir hak."
Lincoln niçin "ayaklanıp varolan hükümeti yıkmak" hak­
kından söz ediyordu? İstenen değişiklikler niçin eski hükü­
met çerçevesinde gerçekleştirilmesindi?
Herhalde bunun mümkün olamayacağını düşünmüştü .
Belki o da Marx ve Engels gibi inanıyordu ki "modern dev­
letin yürütme organı bütün burjuvazinin olağan işlerini dü­
zenleyen bir kuruldan başka bir şey değildir. "
B u demektir ki mülkiyet sahibi olanlarla olmayanlar ara­
sındaki kavgada mülkiyeti olanlar hükümeti mülkiyeti ol­
mayanlara karşı önemli bir silah olarak kullanırlar. Devlet
gücü egemen sınıfın çıkarlarına göre kullanılır - bizim top­
lumumuzda bu kapitalist sınıfın çıkarlarına göre demektir.
Aslında Marksistlere göre devletin ilk ortaya çıkış nedeni
de budur. Modern toplum ezenlerle ezilenlere, burjuvazi ile
proletaryaya bölünmüştür. İkisi arasında bir çatışma vardır.
İktisaden egemen olan sınıf -üretim araçlarının sahibi- aynı
zamanda politik egemenliği de elinde tutar.
Bizler devletin sınıflarüstü olduğuna inandırılmışızdır -
hükümetin yüksek veya alçak, zengin veya yoksul, bütün
mülkiyete dayandığına göre , kapitalizmin iç kalesine -ya-

255
ni özel mülkiyete- yönelen her saldırının devletin direnişiy­
le karşılaşması ve gerektiğinde şiddetle bastırılması kaçınıl­
mazdır.
Aslında, sınılar varolduğu sürece, devlet sınılarüstü ola­
maz - yönetenlerden yana olmalıdır. Adam Smith bunu şöy­
le dile getirmiştir: "Yasama ne zaman işçilerle patronlar ara­
sındaki anlaşmazlıkları düzeltmeye kalkışsa, danışmanları
her zaman patronlardır. "
Çağımıza biraz daha yakın bir büyük yetkili de , şaşmaz
bir şekilde, Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin, ikti­
sadı hayatının denetleyicileri tarafından denetlendiği yolun­
daki kanısını dile getirdi. 1 9 1 3'te Cumhurbaşkanı Woodrow
Wilson şöyle yazıyordu : "Durumun olguları şunu gösteri­
yor: Nisbeten az sayıda insan bu ülkenin bütün hammad­
delerini denetlemektedir; nisbeten az sayıda insan su-güçle­
rini denetlemektedir . . . aynı sayıda insan demiryollarını bü­
yük ölçüde denetlemektedir; kendi aralarında dolaşan bazı
sözleşmelerle iyatları denetlemektedirler ve aynı grup ülke­
nin geniş kredilerini de denetlemektedirler. Birleşik Devlet­
ler hükümetinin patronları, Birleşik Devletler'in birleşik ka­
pitalist ve imalatçılarıdır. "
Ama devlet makinesinin egemen sınıfın denetiminde ol­
duğunu kabul etsek bile, bu proletaryanın denetime el koy­
mak için hükümeti zorla devirmek dışında bir yolu olmadı­
ğı anlamına gelmeli midir? Seçim niye olmasın? İktidara ni­
ye demokratik yoldan gelinmesin?
1932'de New York Heald Tibune un bir haberi şöyleydi:
'

Monarşik Bulgaristan'ın
Komünist Başkenti Var
Ama Kızılların Sofya'daki
Zaferi Kısa Ömürlü Olacak

256
SOFYA, Bulgaristan, Eylül 26 - Dünkü belediye seçimlerin­
de komünistlerin ezici zaferi burada büyük şaşkınlık ve sı­
kıntı yarattı.
Sofya Şehir Meclisinin otuz beş sandalyesinden irmi iki­
sini Komünistler, mütteik hükümet blokunun ve Demok­
ratların on ve Zankof Partisi'nin üç sandalyesine karşı ka­
zandılar. 193 l 'deki Parlamento seçimlerinden beri Komü­
nistler oylarını iki katına yükseltirken hükümet bloku oy­
larının yansını kaybetti.
Sofya, Rusya dışında Komünist olan ilk Avrupa başkenti.
Hele Bulgaristan'ın bir monarşi olduğu ve Kral Boris'in sa­
rayının şehir meclisinden birkaç dakika yolda olduğunu dü­
şününce aykırılık büsbütün batıcı oluyor.
Bu ve başka nedenlerle, şehir yönetiminde Komünist ege­
menliğe göz yumulmayacaktır. Seçim sonuçlan alınır alın­
maz Başbakan Nikolay Muşanof şehir meclisini daha top­
lanmadan lağvetmek niyetinde olduğunu açıkladı. Aynca
Bulgaristan'da Komünist Partisi'nin illegal ilan edilerek ka­
patılması da bekleniyor.
Komünistlerin zaferi ekonomik durumun umutsuzlu­
ğundan ileri gelmektedir. Bu durum Bolşevizmle hiç ilgi­
si olmayan birçok insanın sırf protesto etmek amacıyla Ko­
münistlere oy vermesine yolaçmıştır.

Bu durumda tutucu Cumhuriyetçi gazetenin haberine gö­


re komünistler zaferi kazanmışlardı. Yine de görevi üstlen­
me hatta gelecekte varolma hakkı kendilerine tanınmıyor­
du . "Bu ve başka nedenlerle" derken ne vardı bu gazetecinin
aklında? Komünistler için zaferin egemen sınıfın özel mül­
kiyetini tehdit etmesinden başka ne olabilirdi?
Marx ve Engels işçi sınıfını gelecekteki olaylara hazırla­
mak istiyorlardı. Hazır olmak için işçilerin bir sınıf olarak,
bilinçli bir sınıf olarak örgütlü bulunmaları, tarihi gelişim
içinde rollerini anlamaları gerekti.

257
Marx ile Engels kapitalizmin çöküşünün yaklaştığını sezi­
yorladı. İşçiler hazır olmazsa bu çöküş bir kaos olurdu; işçi­
ler hazırsa sosyalizm olurdu . "O zaman ilk olarak insan be­
lirli bir anlamda hayvanlar krallığının geri kalan kısmından
nihai bir şekilde kopar ve yalnızca hayvani varoluş koşulla­
rından gerçekten insani koşullara yükselebilir. Ancak o za­
mandan itibaren insan kendi tarihini gittikçe daha bilinç­
li bir şekilde bizzat kendisi yapacaktır - ancak o zamandan
itibaren insanın harekete geçirdiği toplumsal nedenler genel
olarak ve gittikçe artan ölçüde istediği sonuçlara ulaşacaktır.
Bu insanın zorunluk dünyasından özgürlük dünyasına yük­
selişi olacaktır. "

258
19
"ELİMDEN GELSE
GEZEGENLERİ DE ATEDERİM ... "

Şüphesiz , bütün bunlar tehlikeli şeylerdi.


Endüstri Devrimi'nin başlangıcında klasik iktisatçıların
anlattığı emek değer teorisi aydalı bir işe yaramıştı. O za­
manın ileri sınıfı olan burjuvazi ilerici olmayan ama politik
iktidarı elinde tutan toprak sahipleri sınıfına karşı bunu bir
silah gibi kullanmış ve o sınıfı çalışmadan başkalarının eme­
ğinin ürününü yiyen bir sınıf olarak teşhir etmişti. Toprak
sahiplerine karşı rant teorisini de kullanan Ricardo'nun elin­
de emek değer teorisi iiydi.
Ama Marx'ın elinde hiç de iyi değildi. Marx değerin emek
olduğu teorisini kabul etmiş ve mantıki sonuca ulaştırmış­
tı. Burjuvazinin gözünde bu sonuç bir felaket oldu . Çünkü :
şimdi durum onların aleyhine değişmişti. Kendi düşmanla­
rına karşı kendi kullandıkları proletaryanın kendilerine karşı
kullanacağı bir silah haline getirilmişti !
Ama kurtuluş yakındı . Çünkü Kapital yayımlandıktan
birkaç yıl sonra iktisatçılar yepyeni bir değer teorisi bul­
dular. Üç ayrı ülkede üç adam -lngiltere'de Stanley jevons
( 1 87 1 ) , Avusturya'da Kral Menger ( 1 8 7 1 ) ve lsviçre'de Leon

259
Walras- hepsi ayrı ayrı çalışarak hemen hemen aynı zaman­
da bu yeni kavramı buldular. Klasik iktisatçılar gibi, Marx'la
Engels gibi onların da kısa zamanda taraftarları ortaya çık­
tı, öğretileri açıklandı ve genişletildi. Düzeltmeler, değiştir­
meler, eklemeler yapıldı, ama teorilerinin merkezindeki i­
kir bugün de ortodoks iktisadın odak noktasıdır.
Bu iktisatçıların sunduğu değer açıklaması marjinal ay­
da teorisidir. Ekonomi Politik Teorisi'nin ikinci sayfasında
jevons , geçmişten koptuğunu bildirir: "Bütün düşünce ve
araştırmalarımın sonucunda değerin tamamen aydaya da­
yandığı sonucuna vardım. " Şimdi ayda, ya da yararlılık, me­
ta almaya giden adamın o metaya karşı duygusunu dile ge­
tirir. Çok istiyorsa, metanın onca çok aydası vardır; ne ka­
dar çok istiyorsa aydası da o kadar çoktur; ne kadar az is­
tiyorsa aydası o kadar azdır. Kendince aydası, ona verdiği
değerin ölçüsüdür, dolayısıyla ödemeye gönüllü olduğu i­
yatın ölçüsüdür.
Bu , geçmişten kesin bir kopuşu gösterir - Marksist okul­
dan olduğu kadar klasik okuldan da. Onlara göre bir meta­
nın değeri yapılması için gerekli emeğe dayanırdı, ama je­
vons'a göre , "Bir kere harcanmış emeğin eşyanın gelecekte­
ki değeri üzerinde hiçbir etkisi yoktur. " Bu , iktisadi teori­
nin vurgusunu üretimden tüketime, maliyetten pazara akta­
r. Anlaşılması çok daha güç olan bir teoridir, çünkü üretil­
mesi şu kadar aydalılığa sahip bir eşyayı düşünmek o kadar
kolay değildir. Emek maliyeti ölçülebilecek bir şeydir - ya­
ni, nesnel bir standarttır. Ama ayda herkese göre değişir; her
insanın satın aldığı metadan alacağını umduğu doyuma gö­
re değişir; yani, öznel bir standarttır.
Değişik insanların aynı metada değişik doyumlar bulduk­
larını görmek pek güç değildir. Ya da, başka bir deyişle, ay­
nı meta değişik insanlara göre değişik faydalara sahiptir.
Ama aynı metanın iyatı da aynıdır - yani aynı değere sahip-

260
tir. (Marx bunu böyle görmezdi ama çoğu iktisatçı için iyat,
değerin parayla iade edilen şeklidir.) Şu halde değerin ölçü­
sü ayda ise, değişik ayda toplamları nasıl olur da aynı fiyata
satılır? İşte marj ikri burada işe karışıyor ve iyi kavranması
da önemli, çünkü okuyacağınız bütün modern iktisat teori­
si kitaplarında üzlerce "marjinal ayda" , "marjinal üretken­
lik" ve "marjinal maliyet" lafı görürsünüz.
Diyelim ki bir nedenden dolayı piyasada sadece 100.000
otomobil var. Çok zengin olan , otomobili de çok isteyen
dolayısıyla her iyatı ödemeye hazır alıcılar bulunabilir. Bir
de yine otomobil isteyen, ama belki o kadar zengin olma­
yan, veya otomobil çok pahalıya oturacaksa paralarını baş­
ka şeye harcamayı tercih edenler vardır. Bunlardan sonra
da otomobile epeyce bir iyat ödemeye hazır, ama çok pa­
rası olmadığı için çok azla ödeyemeyen ve sınırlı parala­
rıyla neredeyse bir otomobil kadar doyum sağlayacak da­
ha bir sürü şey alabilecekler gelir. Otomobil , hemen he­
men onun kadar doyum sağlayacak bir şeye göre çok az­
la para ediyorsa , şüphesiz otomobil almaktan vazgeçecek­
tir. "Verdiğimiz paraya değdiğine inandığımız şeyleri , çayı
ilan istediğimiz gibi alıyoruz, ama orada duruyoruz . Fiyat
daha yüksek olursa daha az, iyat daha düşük olursa daha
azla alırız - Jevons'un işaret ettiği bu aydanın değişmesi­
ne göre . Dolayısıyla nihai alımımızın aydası iyatından ay­
rılamaz . . . " Ve böylece iki uç bir dengeye gelir. Otomobil
imalatçısının satmak istediği iyatı vermeye hazır bir yüz
bininci alıcı herhangi bir yerden ortaya çıkabilir. Bazı alıcı­
lar daha azlasını da verebilir, binlercesi de iyatı biraz da­
ha aşağı olursa otomobil alır. Ama sadece 100.000 otomo­
bil var, ve imalatçı da hepsini satmak istiyorsa, bunları yüz
bininci alıcının kesesine ve zevkine uygun bir iyatla sat­
mak zorundadır. Daha az otomobil satmayı kabul etse da­
ha yüksek iyata satabilirdi . Daha düşük iyata satmaya ra-

261
zı olsa daha çok otomobil satabilirdi. Ama sadece 100.000
otomobili var ve hepsini satmak istiyorsa , zar zor otomobil
alan adamın kesesine kendini uydurmalıdır. İstediği iya­
tı ödemeye hazır 100. 000'den az alıcı çıkarsa, ya arabalar­
dan bazılarını piyasadan çekmeli ve daha az satmalı; ya da
hepsini satmak niyetindeyse daha az parası ve değişik zev­
ki olanlara uymak üzere iyatları indirmelidir. Serbest bir
pazarda aynı otomobili bir adama bir iyattan, öteki adama
bir başka iyattan satamaz.
Tabii bu yüz bininci, ya da marjinal alıcı, herhangi bir be­
lirli kişi değildir - 100.000'den herhangi biridir, aldığı ara­
banın da 100.000 arabadan herhangi biri olacağı gibi. Pa­
zarın işleyişinin ve pazar iyatının oluşmasının teorik açık­
lanmasında, marjinal talebi temsil eden adamdır. Fiyat daha
yüksek olsaydı kendisine daha büyük doyum verecek başka
bir şey alırdı. Fiyat daha düşük olsaydı piyasada alıcı çoğa­
lır, mal da azalırdı: İmalatçı, aşağı iyattan azlasını kesinlik­
le ödeyemeyecek alıcıyı pazardan eleyince iyatı yükseltirdi.
Şimdi bir de öbür tarafından bakalım, açıklamaya talep ta­
rafından başlayalım. Diyelim ki buzdolabına bin dolar öde­
meye hazır bin kişi var; bin kişi daha var ama bunlar 750 do­
lardan azlasını ödeyecek durumda değil. Bu, en az 750 do­
lar verecek en az iki bin kişi var demektir. Böylece daha aşa­
ğılara indiğimizde (daha az parası olan insanlara) en az 50
dolar ödeyebilecek beş milyon insan buluruz. Soru , bunlar­
dan kaçının bir buzdolabı alabileceği ve kaça mal olacağı­
dır. (Konuyu basitleştirmek için tek tip buzdolabı olduğu­
nu varsayalım. ) Bu , buzdolabı imalatçılarının o iyata beş
milyon çıkarmayı zahmetine değer bulup bulmayacakları­
na bağlıdır. Yığınsal üretimle bile bir buzdolabının maliye­
ti kendisine 50 dolardan azlasına patlıyorsa elbet girişmez
bu işe; ya da, çok az bir kar bırakacaksa; sermayesini daha
yüksek kar getirecek bir işe yatırmayı düşünür. O zaman beş

262
milyon buzdolabı üretilmeyecek demektir. Tüketicinin nasıl
parası için marjinal bir kullanımı varsa, imalatçının da ser­
mayesi için marjinal bir kullanımı vardır. Başka alana yatır­
makla daha çok kar edecekse, sermayesini buzdolabına ya­
tırmaz. Sermayesini değdiği kadar yatırır buzdolabına - da­
ha az koysa, iyi bir fırsatı kaçırmış olurdu (bu fırsatın varlığı
da çok geçmeden kar arayan başka sermayeleri davet eder) ,
daha azla koysa, endüstrinin sermayesi azla artmış olur,
kar oranını düşürürdü . Buzdolabı için 1 50 dolar vermeye
hazır üç milyon insan olduğunu hesaplar, bu da ona tam is­
tediği kar oranını bırakacaktır; başka yerde yatının yapmak­
la daha azlasını kazanamazdı. Daha çok mal çıkarınca da i­
yat ucuzlar ve dolayısıyla kar azalır, sermaye o endüstri da­
lından uzaklaşırdı.
Bunlar gerçekte çok karmakanşık görünüyor - aslında da
öyle zaten ! Ama "marjinal ayda"nın altında yatan genel ikir
aslında oldukça basittir. Ve öneklerini her gün hayatımızda
görebiliriz. Bir nesneden aldığınız doyum bundan daha ön­
ce ne kadanna malik olduğunuza bağlıdır. Stok ne kadar bü­
yükse azlasından alacağınız doyum da o kadar azalır. Sözge­
lişi bir beyzbol takımı maç yapacak, ama sopalan yok. Sonra
bir tane edinme ırsatı çıkıyor. Gerekli iyatı ödemekten kaçı­
nırlar mı? Kaçınmazlar. Peki, şimdi de diyelim ki daha baştan
dört tane sopalan var. Beşincisini edinme ırsatı çıkıyor. Para­
yı ödemeye aynı hzla koşarlar mı? Tabii koşmazlar. Beyzbol
sopasının marjinal aydası onlann gözünde o derece düşmüş­
tür ki belki dönüp bakmazlar bile o beşinci sopaya.
Bir şeyden elinizde ne kadar varsa o kadar az azlasını is­
tersiniz. On takım elbiseniz varsa, bir tane daha olması, tek
takımı olan adam için ikinci bir takımdan çok daha az değer
taşır gözünüzde. jevons da önek olarak suu gösterip aynı
ikri işlemişti: "Öneğin su en aydalı bir madde olarak kabul
edilebilir. Günde çeyrek galon suyun bir insanı feci bir şekil-

263
de ölmekten kurtarmak için önemli bir aydası vardır. Gün­
de birkaç galonun yemek pişirmek ve yıkamak gibi hizmet­
leri olabilir; ama bu kullanımlar için yeterli ihtiyatı bir ye­
re koyduktan sonra bunu aşan niceliklerine aldırış edilmez.
Demek ki suyun ancak belli bir niceliğe kadar olanı onsuz
edilmezdir; bunu aşan niceliklerin de çeşitli kullanım dere­
celeri olabilir; ama belli bir dereceden sonra aydanın bitti­
ği görülür . . . bir nesneden elimizde az veya çok bulunmasına
göre aynı nesnenin aydası değişir. "
Bu marjinal ayda ikri, örneğin ekmek ve pırlantanın de­
ğerindeki arklılığı açıklamakta kullanılır. tık bakışta ekme­
ğin pırlantadan daha değerli olduğu , çünkü ondan daha az­
la işe yaradığı söylenebilir. Ama ekmek stoku o kadar ge­
niştir ki azladan bir iki somun hiç ark etmez , oysa pırlan­
ta stoku çok para ödemeye hazır zengin insan sayısına oran­
la da daha sınırlıdır.
Faydanın değere tekabül etmediği, yoksa demirin altından
daha değerli olacağı ileri sürülür: " . . . bu iddia bir metanın
bütününün önemi ile olağan değerlendirme nesnesini (me­
tanın ayrı olarak alınıp ayn olarak satılan birimini) çok kö­
tü biçimde birbiriyle karıştırmaktadır. Yararlı metanın yara­
dığı işlerin hepsi birlikte, bir arada ele alınmaktadır. . . Dün­
ya altınsız, demirsiz olacağından daha ii ürürdü , der Cair­
nes - yani, hiç altın olmaması, hiç demir olmamasından da­
ha iyidir, demek ister. Ama aydayı, böyle, toptan ele alıyor­
sak nesnelerin değerlerini de aynı şekilde ele almalıyız . Bu­
nu yaptığımızda ayda ile değer arasındaki varsayımsal kar­
şıtlık hemen silinir, çünkü dünya , bir bütün olarak, bütün
demiri bir arada almak ya da demirsiz kalmak, veya bütün
altını bir arada almak ya da altınsız kalmak durumunda bu­
lunsaydı, şüphesiz ki demire, altına verdiğinden daha azla
verirdi. O zaman da (bütün) demirin değeri (bütün) altının
değerinden daha azla olurdu.

24
"Bir bütün olarak meta ile alınan ve satılan meta birimi­
nin . . . birbiriyle karşılaştırılması bir pırlantanın kömür ile
karşılaştırılmasında da görülür. Ancak benzer şeyler karşı­
laştırılabilir: Bir bütün olarak kömür bir bütün olarak pır­
lantalardan yalnız daha aydalı değil, daha değerlidir de. "
Ama iktisatçılar n e derse desin -başka konularda oldu­
ğu gibi bu konuda da tartışmaları bitmez- ve bir zaman için
hangi teori kazanırsa kazansın, kapitalistler kendileri neden
ö türü olursa olsun, bir nesnenin stokunu denetleyebildik­
leri zaman o nesnenin iyatını da denetleyebildiklerini bili­
yorlardı. Bir metanın değeri üretilmesi daha az zaman aldığı
için ya da niceliği yükseldiği ve dolayısıyla marjinal aydası
azaldığı için düşebilir, ama stoku elde tutmanın iyatı ayar­
lama kudretini de sağladığı konusunda hiçbir şüpheye yer
yoktu . Fiyat ayarlama kudreti karları da etkiliyordu .
5000 meta her biri 1 0 dolar maliyetle üretilip tanesi 1 1
dolardan satılırsa 5000 dolar toplam kar bırakır; yani, ya­
tırılan sermayenin yüzde onu . Sadece 4000 meta üretilir,
maliyet de 1 0 . 50 dolara çıkarsa ama iyat da 1 2 . 5 0 dolara
yükseltilirse , toplam kar 8 . 000 dolar, ya da yüzde on do­
kuz olur. Şu halde stoku denetleyen şirket bunu en yüksek
karı getirecek şekilde düzenleyecektir. Karı yükseltme im­
kanı yoksa, daha düşük iyatla daha geniş bir talebi karşıla­
maya zahmet etmeyecektir. Büyük çapta üretim ekonomi­
si 7 dolardan 1 00.000 tane çıkarma imkanı verebilir, pazar
da bunları tanesi 8 dolardan emebilir. Ama bunun karı sa­
dece yüzde on dörttür.
Onaltıncı yüzyıldaki Hollandalı tüccarların iyatı yüksek
tutmak için baharat üretimini nasıl kıstığını hatırlarsınız. O
eski tekeller parçalanmıştı, ama modern dünyada mal çıktı­
sı azla büyüüp iyatların iyi kar bırakmayacak kadar düş­
mesi tehlikesi belirince yeni ve çok daha güçlü tekeller ku­
rulduğunu görüyoruz.

265
lngiltere'nin imalatçıları Endüstri Devrimi ile yaptıkları
erken çıkışın avantajlarını iyi kullanmışlardı. Ondokuzuncu
yüzyılın ilk yarısında lngiltere'nin sorunu mamul malların
nereye satılacağından çok bilinen bütün dünyadan gelen si­
parişleri karşılayacak kadar hızlı bir üretimin nasıl başarıla­
cağıydı. Ama ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde önem­
li bir değişiklik oldu . lngiltere'nin salık verdiği serbest tica­
ret politikası Amerika'da hiç tutmamıştı. Biliyorsunuz, ül­
ke bağımsızlığını kazanalı beri gümrük vardı burada. lç Sa­
vaş'tan sonra Birleşik Devletler'de gümrükler daha da yük­
seltildi. Rusya'da genel bir gümrük yasası 1877'de uygula­
maya konuldu ; Almanya 1879, Fransa 1 88 1 'de gümrük uy­
gulamaya başladılar. O zaman İngiliz imalatçılarının serbest
alan bulması güçleşti - mallarının gümrük duvarlarından at­
laması gerekiyordu . lngiltere'nin en iyi müşterileri de artık
onun mallarına ihtiyaç duymuyorlardı - kendi mallarını ya­
pabiliyor, kendi işlerini görebiliyorlardı. Gümrük duvarları­
nın ardında "çocuk" endüstriler gelişip hızla "dev" endüstri
oluveriyordu .
Mecaz değil, gerçekten 1 870 sonrası Birleşik Devletler'de
"tröstler" , Almanya'da "karteller" dönemidir. Tekelleşme re­
kabetin yerini aldı. Büyükler küçükleri iş dünyasından at­
tılar. Küçükler ya Büyük lş Dünyası tarafından ezildi ya da
ona katıldı. Her yerde büyüme, karışım, yoğunlaşma vardı -
dev endüstriler tekelleşmeye yöneldiler.
Tekelleşmenin giderek rekabetin yerini alması dıştan bir
baskı sonucu değildi, rekabetin kendi gelişmesinin sonu­
cuydu . Tekelleşme rekabetin içinde doğdu ; bu da, her sis­
tem, olay vb. nesnenin, kendi dönüşümünü kendi içinde ta­
şıdığı ilkesinin doğruluğunu bir daha kanıtlar. Tekelleşme
dıştan gelip rekabeti fetheden bir saldırgan değildir. Rekabe­
tin kendi doğal sonucudur.
Amerikan lç Savaşı'nı izleyen dönemde iletişim ve ula-

266
şım araçlarındaki devrimin hikayesini bilirsiniz. Daha çok,
daha ii demiryolları yapıldı, nehirlerde, okyanuslarda da­
ha büük, daha gelişkin buharlı gemiler dolaştı; telgraf ge­
liştirilerek kullanımı yaygınlaştı. Hızlı, düzenli, ucuz ileti­
şim ve ulaşım araçlarıyla üretim zorunluluklarını bir araya
getirmek ve bir yörede toplamak hem mümkün hem de da­
ha ekonomik oldu; muazzam teknolojik ilerlemenin, yığınla
daha verimli makine patenti alınmasının sonucunda büyük
çapta üretime ve daha büyük çapta iş bölümüne geçmek im­
kanı doğdu . Bir yandan üretimi artırıp bir yandan da birim
başına maliyeti düşüren büyük çapta üretimin koşulları ar­
tık olgunlaşmıştı. Artık birleşme'nin savaş alanına atılıp za­
feri de kazanması mümkündü.
Mümkün olan gerçek de oldu.
lş , savaştır. İçindekilere sorunu . Kavganın bir kuralı da
büyüğün küçüğü pataklamasıdır. iş hayatında bu bir daha
ispatlandı. lki şirket belli bir iş için yarışıyor. Şirketin biri i­
yatları indirerek ötekine bir darbe vurur. Öteki şirket iyatı
biraz daha düşürerek darbeyi geri gönderir. Bu böyle devam
eder. Yumruklar düşürülmüş iyatlar biçiminde gider gelir.
Çok geçmeden fiyatlar maliyetlerin altına düşmüştür. Yarı­
şı kim kazanacaktır? Belli ki en düşük maliyetle üretebilen
irma avantaj lı durumdadır. Yine belli ki, üretimin çapı ne
kadar genişse üretimin maliyeti de o kadar düşük olacaktır.
Yani daha büyük olan başlangıçtan avantaj lıdır. Ama önem­
li olan dayanma takatıdır. Bu kavgada dayanma takatının öl­
çüsü de, kimin ne kadar dayanabileceğini belirleyen serma­
ye yedeğidir. Daha azla sermayesi olan irma, bu kavgada
iri yarı adamdır . . . Fiyat düşmesi onun orasını burasını bere­
ler ama daha uak tefek adamı bayıltır; çok geçmeden, yarı­
şı terk eder. Marx belki hayatında boks maçına gitmemişti,
ama işadamlarının bu sürekli dövüşünde ring kenarında bir
koltuğu vardı. Olayı şöyle anlatır: "Rekabet savaşında meta-

267
lar ucuzlatılarak dövüşülür. Metaların ucuzluğu . . . emeğin
üretkenliğine, bu ise üretimin çapına bağlıdır. Onun için bü­
yük sermaye küçük sermayeyi döver. .. Rekabet. . . her zaman
çok sayıda küçük kapitalistin yenilgisiyle sonuçlanır, bun­
lar kısmen sermayelerini atihlerin güdümüne kaptırır, kıs­
men de silinirler."
Bu son cümle normal boks maçlarıyla iş dünyasındaki
kavgalar arasında bir ark olduğunu gösterir. Birincisinde
yenilen "knock-out" olur ve kazanan yeni ve daha kazanç­
lı fetihler arayarak ringden ayrılır. İkincide kazanan yine ay­
nı şeyi yapar - ama çok zaman, ringden ayrılmadan önce bir
yamyam davranışı gösterir. Yenileni yutar ve eskisinden bü­
yük, her gelene hazır iner oradan.
Büyüdükçe yenilmesi güçleşir. Başka dövüşçüler de dener
- kaybederler.
Büyük adam bir şampiyon olur. Kimse karşısında dayana­
maz - hiç değilse bir süre.
Serbest ticaretten tröstler oluştu . Bazen kavga dürüstçe
geçiyordu . Çoğu zaman hileliydi kavga (belden aşağı yum­
ruklan gelişimi boyunca iyi öğrenen iş dünyası açısından bi­
le) . Ama ister dürüst olsun, ister hileli, zorluydu kavga. lş
sahipleri kaybedince çok zaman mahvoluyorlardı; kavgaya
yeniden giremiyorlardı; bazen deliriyor, bazen intihar edi­
yorlardı.
Ama konu üzerinde yetkili biri, en büyük tröst-kurucusu­
nun oğlu, john Dr. Rockfeller jr. sonucun maliyetine değdi­
ği kanısındaydı. Brown Üniversitesi öğrencilerine tröstler ko­
nusunda yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: "Amerika'nın
Güzellik Gülü ancak çevresindeki güller tomurcukken kopa­
rılarak bu güzel görünüş ve kokuyu kazanır. "
Tröst alanında ilk "Amerika Güzeli" petroldeydi. 1904'e
kadar Standard Oil Company ülkedeki rafine edilmiş aydın­
latma gazının yüzde seksen dördünden azlasını denetliyor-

268
du. Petrolde olan çelik, şeker, viski, kömür ve öteki ürünler­
de de oluyordu. Her yerde kurulan tröstler rekabet kaosu­
nun içinden tekelci bir düzen çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bunlar dev şirketlerdi . Ama etkiliydiler. Güçlüydüler.
Böyle oldukları için üretim, pazarlama ve yönetimde sağla­
dıkları ekonomiyle maliyetleri indirebiliyorlardı. isralı re­
kabeti yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çıktı­
ı ve iyatları ayarlayabilmek için meta üretimi üzerinde de­
netim kurmaya çalışıyorlardı. Ya birinden birini, ya da iki­
sini birden yapıyorlardı - bu da daha çok kar getiriyordu .
Tröst hareketini inceleyenlere göre büyük karlardı ilgilen­
dikleri: "Bir tröst herhangi bir metanın üretim ya da dağı­
tımında iyatı kendi lehine ayarlayabilecek şekilde metanın
stokunu yeterince denetleyebilen bir endüstriyel örgütlen­
me biçimidir. "
Tröst, "iyatı kendi lehine ayarlamayı" başarabiliyordu .
Öteki büyük çaplı örgütler de öyleydiler. Tröst, Amerikan
işiydi. Kombineler, karteller ve başkaları da Amerika'da ya
da başka yerlerde yaygınlaştı. Kartel en çok Almanya'da var­
dı. "Kartel terimi, aynı iş alanında çalışan teşebbüs sahipleri­
nin, hukuki bağımsızlıklarını muhaaza etmekle birlikte, pa­
zarda tekelci bir etki ve nüuz sağlamak amacıyla birleşme­
lerinden doğan, kontratlı anlaşmaya dayanan bir dernektir. "
(Sosyal Bilimler Ansiklopedisi'nden. )
B u demektir k i birkaç büyük üretici , iyat indirerek so­
nuna kadar savaşı sürdürmek ve sonra tek şirket haline gel­
mektense, ayrı örgütler olarak kalmakta ama birbirleriyle re­
kabet etmemektedirler - pazarı bölüşmek ve iyatlar konula­
rında anlaşmaktadırlar.
Ruhr Kömür Karteli'nin özgül durumu bunun nasıl yapıl­
dığını gösteriyor: "Merkezi bir satış birliği kuruldu . . . bunun
hisselerini de ayrı arı şirketler satın aldı. Bu birlik kömür
satışının tek acentesiydi. Ayrı ayrı kömür kumpanyaların-

269
dan istatistikler almıştı. Tek iyat ve ödeme için belirli dü­
zenlemeler yapan bir Yürütme Komitesi atadı. Maden sahip­
leri bütün kömürlerini ve koku Birliğe sattılar . . . Anlaşmala­
rın bozulmasına karşı cezalar tespit etti ve ortak bir politika
seçti. Birlik, her madene bırakılan çıktı oranını belirleyecek
bir komisyon atıyordu . . . Asgari bir satış iyatı tespit ediyor
ve rekabet olan yörelerde bu iyatla, rekabet olmayan yöre­
lerde ise talebe ve eldeki çıktıya göre bunun üstünde veya al­
tında bir iyata satıyorlardı. "
lngiltere'de rekabet eden gruplar arasında kendi araların­
daki rekabeti yok edecek dernekler kurma eğilimi vardı. Bı­
rakalım Tröstler Komitesine iade veren çeşitli tanıklar an­
latsın hikayeyi:
"Birliğimiz ticareti düzenleme ve gerekirse rekabeti önle­
me amacıyla kurulmuştu . . .
"Birliğimiz iyatlarda anlaşmak amacıyla kurulmuş ve bir­
lik kurulmadan önce alıp yürüyen, irmalardan çoğunun ka­
rını çok azaltan veya yok eden fiyat indirimlerini önlemiştir. . .
"Rekabet o kadar şiddetliydi ki. . . kimse ticaretten bir şey
kazanamıyordu. İmalatçılar gerektiğinden azla üretiyor ve
sadece birbirini gırtlaklamaya çalışıyorlardı. "
Tanıkları dinledikten sonra komite şu önemli karara var­
dı: "Öyle anlaşılıyor ki zamanımızda ( 1 9 1 9) Birleşik Kral­
lık'ta her önemli endüstri dalında Ticaret Birlikleri ve Kom­
bineler kurmak ve bu yoldan rekabeti kısıtlayarak iyatları
denetlemek eğilimi giderek şiddetlenmektedir. "
Şu cümlecik anlatıyor hikayeyi: "Rekabeti kısıtlayarak i­
yatları denetlemek. " Bu pratik geleneksel klasik ekonomi te­
orisinden epey uzaktı - meta üretici ve satıcılarının arasın­
daki rekabetin iyatları üretim maliyeti düzeyinde tutacağı
(akla yakın bir kar da bırakacağı) ; her birey kendi öz çıkarı­
nı düşününce, bir nesne stokunun doğru iyatla kendini ta­
lebe uyduracağı teorisi.

270
Tekel gelişince arz ve talep birbiriyle denkleşmedi - bir­
birine uyduruldu ; tekel gelişince, iyatlar serbest pazarda re­
kabetle oluşmadılar - pazar artık serbest değil, iyatlar ise
sabitti.
Endüstriye gelen tekelin yanısıra en az onun kadar önem­
li bir tekel daha çıktı - bankacılık tekeli. Marx bunu önce­
den görmüştü : "Büyük çaplı kapitalist üretimle yepyeni bir
güç ortaya çıkar - kredi sistemi . Bu , sadece kendisi reka­
bet savaşında yeni ve güçlü bir silah olmakla kalmaz. Ayrı­
ca, görünmez ipliklerle, toplum yüzeyinde irili uaklı parça­
larla yayılmış boş gezen paraları, tek tek, ya da birleşik ka­
pitalistlerin eline çeker. Sermayelerin merkezileşmesinin öz­
gül makinesidir. "
Endüstri büük ölçüde krediyle işliyordu , kredi sistemi­
ni denetim altında tutan maliyeciler onun için iktidar kol­
tuğundaydılar. Tekelci olan, olmayan irili uaklı endüstri­
ciler, işlerini genişletmek için paraya ihtiyaç duyduklarında
süklüm püklüm bankacının karşısına çıkmak zorundaydı­
lar. Bir grup insan bir iş kurmaya ve para bulmak için hisse
satmaya karar verdiklerinde başlıca işlevleri hisse senedi do­
laştırmak haline gelen bankerlerin karşısına çıkıp boyun bü­
küyorlardı. Her yerde paraya ihtiyaç vardı ve ulusun parası
bankerlerin mahzenlerinde bulunuyordu - ya da yalnız on­
ların erişebildikleri yerlerde.
Bankerlerin nüuzu denetleyebildikleri para kadar büyük­
tü. Her endüstriyel ülkede bir de Para Tröstü oluştu . Endüs­
tride tekelleşme çağı aynı zamanda bankacılıkta tekelleşme
çağıydı. Bunun 1 9 l l 'e kadar kesinlikle doğru olduğu o sıra­
lar New Jersey Valisi olan Woodrow Wilson'un şu sözlerin­
den anlaşılmaktadır: "Bu ülkedeki büyük tekel para tekeli­
dir. Bu varoldukça eski çeşitliliğimiz , özgürlüğümüz ve bi­
reysel gelişme enerjimiz söz konusu olamaz . Büyük endüs­
triyel bir ülke kredi sistemi tarafından denetlenir. Bizim kre-

271
di sistemimiz merkezidir. Dolayısıyla ulusun büyümesi ve
bütün etkinliklerimiz birkaç insanın elindedir. "
Çoğu zaman b u "birkaç insan" , maliyeciler, endüstri­
yel tekellerin de başı olan adamlardı. Bunlar "geçmeli yö­
netmenler" idi, yani, bankacılık dünyasının önemli kişile­
ri "çıkar"ları olan, yani bankalarının büyük yatırımları olan
büyük tröstler ve dev korporasyonların yönetim kurulların­
daydılar.
Ama bu kadar sıkı bağıntılı olmaları da zorunlu değil­
di. Bankerlerin kesenin ağzını açıp kapamaları yetiyordu :
bu onlara endüstriyel irmaların politikasını çizme kudreti­
ni kazandırıyordu . 1 90 l 'de "Dört Büyük" Berlin bankasın­
dan birinin bir Alman Çimento Birliğinin yönetim kurulu­
na gönderdiği mektupta ayan beyan görülür: "Öğrendiğimi­
ze göre . . . şirketinizin bundan sonraki genel kurul toplantı­
sında karışıklıklar yaratacak tedbirler alınabilir. Bu nedenle
size verdiğimiz krediyi çekmek zorunda olduğumuzu üzü­
lerek bildiririz. Söz konusu genel kurul toplantısı bizim ka­
bul edemeyeceğimiz kararlar vermez ve bu konuda gelecek
için uygun garantiler alırsak, size yeni krediler açma konu­
sunu görüşmeye bir itirazımız olamaz. "
Bankacılar büyük bir şirkete bunları söyleyebiliyorlarsa,
endüstri dünyasının uak tefek irmaları üzerinde nasıl bir
egemenlik kurabileceklerini -ve kurduklarını- kolayca tah­
min edebilirsiniz.
Anayasa Mahkemesi Yargıcı Louis D . Brandeis 1 9 1 2'de
yazdığı Başkalarının Parası adlı kitabında durumu çok iyi
anlatır: "Mali oligarşimizde egemen öğe yatırımcı banker­
dir. Birleşmiş bankalar, tröst şirketler ve sigorta şirketleri
onun araçlarıdır. Denetlenen demiryolları, kamu hizmetle­
ri ve endüstriyel korporasyonlar uyruklarıdır. Aslında ara­
cı oldukları halde bu bankerler Amerika'nın iş dünyasının
eendisi durumuna geçmişlerdir; öyle ki onlar katılmadan

272
ya da onaylamadan hemen hemen hiçbir önemli iş başarıla­
maz. Bu bankerler, şüphesiz, büyük servet sahibi yetenek­
li insanlardır; ama işi denetlemelerinde en güçlü etmen ola­
ğanüstü yetenek ya da muazzam servete sahip olmak değil­
dir. Kudretlerinin anahtarı Birleşmedir - yoğun ve kapsam­
lı merkezileşme. "
Şu halde , 1 870'ten sonra eski tip kapitalizm yeni tip ka­
pitalizm oldu; serbest rekabet kapitalizmi tekelci kapitalizm
oldu . Bu, muazzam önemi olan bir değişimdi.
Büyük çapta tekelci endüstri eskisinden daha büyük bir
hızla üretici güçleri geliştirdi. Endüstricilerin mal üretme
gücü yurttaşlarının bu malları tüketme gücünden çok daha
hızlı ilerledi. (Bu , tabii, kar bırakarak tüketim anlamına gelir
- yoksa insanlar her zaman daha azla mal tüketebilir ama,
her zaman gerekli ödemei yapamazlar. )
Tekelciler yurt içinde arzı talebe uydurabilecek durum­
daydılar ve bunu yapıyorlardı. Akla yakın bir iş tutumuydu
bu , iyi de kar getiriyordu . Ama üretim kuruluşları uzun sü­
re boş duruyordu ve böyle koşullar da her zaman endüstri
patronlarının içini sıkar. Sadece yurt içinde satmaya yeterli
mal yapmak az geliyordu . Kuruluşlarını her zaman kullan­
mak, mümkün olduğu kadar azla mal çıkarmak istiyorlar­
dı. Bu , yurt dışında da mal satmaları gerektiği anlamına ge­
lirdi. Fazla mamullerini emecek dış pazarlar bulmalıydılar.
N erede bulacaklardı? lngiltere'nin yıllarca yaptığı gibi
başka zengin ülkelere mal dampingi deneyebilirlerdi. Ama
o zaman, ardında rakiplerinin o ülke pazarını ele geçirdi­
ği yüksek gümrük duvarlarına tosluyorlardı. 1 885'te Fran­
sa Başkam olan jules Ferry'nin şu şikayetine bakın: "Büyük
endüstrimizin eksiği. . . gittikçe önem kazanan eksiği, pazar­
lardır . Niçin? Çünkü . . . Almanya kendini duvarlarla sarı­
yor; çünkü okyanusun ötesinde Amerika Birleşik Devletleri,
gümrükçü olmuştur gitgide gümrüklerini arttırmaktadır. "

273
Almanya ve Amerika gibi ülkeler artık ö teki ulusların
mallarının pazarı değillerdi - kendileri dünya pazarları için
rekabete çıkmışlardı. Bu, ciddi bir durumdu; büyük endüs­
triyel uluslarda üretim kapasitesi tüketim kapasitesini geç­
mişti; hepsinin elinde satmak için bir dış pazar bulmak ge­
reken mamul maddeler azlası vardı.
Bu pazarları nerede bulabilirlerdi?
Tek cevabı vardı bunun - koloniler.
Afrika'nın haritasını çeşitli Avrupa uluslaından hangisine
ait olduğunu göstermek için çeşitli renklerde boyalı görme­
ye o kadar alışmışızdır ki, bunun her zaman böyle olmadığını
bazen unuturuz. Yetmiş ıl kadar önce hemen hemen bütün
Afrika orada oturanların malıydı. Tekelci kapitalzm çağında
fazla mamuller endüstri babalan için her yerde bir sorun ol­
maya başladı. Sorunun çözümünü kolonilerde bulduklarında
inandılar. lşte o zaman Afrika'nın haritası değişti.
Ünlü misyoner-kaşif David Livingstone Arika'nın gö­
beğinde kayboldu . New York Herald'ın sahibi james Gor­
don Bennett, Henry Morton Stanley'i onu bulmaya gönder­
di. Ne görev ama ! Ve, mucizenin mucizesi, Stanley de bu işi
başardı. Yalnız Livingstone'u bulmakla kalmadı başka yer­
ler de keşfetti. Sonra da gezileri üstüne bir dizi konferans
verdi. Dinleyicilerin ilgisini azlasıyla uyandırdığından hiç
şüpheniz olmasın. Ayrıca Manchester'in pamuklu tüccarla­
rıyla Birmingham'ın demir imalatçıları kadar kimsenin ilgi­
sini uyandırmadığından da şüpheniz olmasın. Diyordu ki:
"Kongo girişinin ötesinde kırk milyon insan var. Manches­
ter'in pamuklu dokumacıları da onları giydirmeyi bekliyor.
Birmingham demirhaneleri onlar için demir aksam alacak
ve o esmer göğüsleri süsleyecek incik boncuk haline gele­
cek kıpkızıl madenle dolu ; lsa'nın rahipleri de onları, o za­
vallı, güneşi görmemiş putperestleri Hıristiyan ağıla sokma­
ya hazır. "

274
Stanley, sıkıntılı endüstri patronlarına azla mamullerini
ne yapmak gerektiği ikileminden çıkış yolunu gösteriyordu.
Koloniler - buydu cevap.
Başka ülkelerin endüstri patronları aynı soruna aynı ce­
vabı anı zamanda buldular. 1 870'ten sonra İngiltere , Fran­
sa, Belçika, ltalya ve Almanya azla mallara pazar olarak ko­
loni bulma yarışına katıldılar. Amerika'nın sırası 1 898'de
gelecekti . O yıl Cumhuriyetçi senatör Albert ] . Beveridge
Boston iş önderlerinden meraklı bir gruba şunları anlatıyor­
du : "Amerikan abrikaları Amerikan halkının tüketebildi­
ğinden azlasını üretiyor; Amerikan toprağı tüketebilenden
azlasını üretiyor. Politikamızı kader çiziyor; dünya ticareti
bizim olmalıdır ve olacaktır. Ve bunu , bize annemizin (ln­
giltere) öğrettiği gibi elde edeceğiz . Dünyanın her yerin­
de Amerikan mallarının dağıtım noktaları olan ticaret üs­
leri kuracağız . Okyanusu ticari ilomuzla kaplayacağız. Bü­
yüklüğümüzün ölçüsüne yakışan bir deniz gücü kuracağız .
Kendilerini yöneten, bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bi­
zimle ticaret yapan büyük koloniler kurulacak ticari üsleri­
mizin çevresinde. "
Koloniler azla mallar için bir pazar olmanın dışında baş­
ka aydalı bir amaca da hizmet edebilirlerdi. Büyük çapta
üretimin geniş hammadde stoklarına ihtiyacı olur. Lastik,
petrol, nitratlar, şeker, pamuk, tropikal iyecek maddeleri,
madenler - bunlar ve daha birçokları her yerde tekelci ka­
pitalistlere gerekli olan hammaddelerdi. Endüstri patronla­
rı kendileri için çok gerekli olan bu hammaddeler konusun­
da başka ülkelere bağımlı olmak istemiyorlardı. Bu gerekli
hammaddelerin kanaklarına sahip olmak ya da bunları de­
netlemek istiyorlardı. En yeni emperyalist girişimlerden bi­
rinin, ltalya'mn Etiyopya'ya saldırısının bir nedeni 8 Ağus­
tos 1 935 tarihli New York Times'a göre budur:

275
ltalya Etiyopya'da
Pamuk Yetiştirecek.
Bu ürünün ve kahvenin şimdi yaptığı masrafı
karşılayacağına inanıyor.

ROMA, 7 Ağustos - ltalya'nın Etiyopya'da kazanç umutla­


n Kuzey ve Güney Amerika ile ticaretini etkileyecek ürünler
olan pamuk ve kahve ürünlerinin geliştirilmesine dayanıyor.
Altın, demir, platin, bakır ve başka madenler elde et­
mek yolundaki umutlan ne olursa olsun, İtalya Doğu Afri­
ka'da harcadığı milyarlan kahve ve pamukla karşılayacağı­
na inanıyor.
ltalya'nın yılda ortalama 740.000.000 lireti pamuk ithal
etmek için genellikle ABD'ye veriliyor. Kahve masraı ise
185 milyon liret - ikisi birden bir milyar lireti ve ltalya'nın
toplam ithalatının yüzde 1 3 ,S'ini buluyor.

Şu halde hammadde kaynaklarının denetlenmesi de em­


peryalizmin ikinci etmeniydi. Birincisi, hatırlıyorsunuz, az­
la mamullere pazar bulmak zorunluğuydu. Uygun bir pazar
arayan bir başka azla vardı ki, emperyalizmin üçüncü ve bel­
ki de en önemli nedeni buydu. Bu, sermaye azlasıydı.
Tekelci endüstri patronlara muazzam karlar getirmişti.
Fazladan karlar. Sahipleri bu azla paraları ne yapacakları­
nı bilemiyorlardı. İnanılır gibi değil ama, bazen kar o derece
büyük oluyordu ki tröst-kurucuları isteseler bile harcayamı­
yorlardı bunca paraı.
Harcamaya da çalışmadılar. Parayı biriktirdiler. Ötekiler
de öyle yaptı - milyonlarca küçük tasarruf sahibi parasını
bankalara, sigorta şirketlerine , yatırım kurumlarına vb. ya­
tırmıştı. Sonuç sermayenin azla birikimiydi.
Bu size komik gelecek. Paranın azla gelmesi hiç olur mu?
Sermayeyi aydalı bir şekilde kullanmanın yolu bulunmaz

276
olur muydu? Yollar, hastaneler yapılamaz, kötü konutlar yı­
kılıp yerine sağlığa uygun evler inşa edilemez miydi? Yurt
içinde para yatıracak bin bir çeşit iş bulunmalıydı.
Vardı. . . Kırsal bölgelerin daha iyi yollara, işçilerin daha
iyi evlere ihtiyacı vardı ve küçük işadamları genişleme is­
teğiyle çırpınıyorlardı - ama iktisatçılar hala "azla" serma­
yeden dem vuruyorlardı. Ve hiç şüphe yoktu - milyonlar­
ca dolar (ve rank ve paund ve mark) başka ülkelere ihraç
ediliyordu .
Niçin?
Çünkü sermaye "Neye ihtiyaç var? " diye sormaz . Hiç sor­
maz . Onun sorduğu , " Param karşılığında ne kadar azla
kazanabilirim? " dir. Bu ikinci sorunun cevabı tasarruf edi­
len azla sermayenin nereye yatırılacağını belirler. Marx'ı iz­
leyen ve Rus Devrimi'nin önderi olan Lenin 1 9 1 6'da yazdı­
ğı Empeyalizm adlı kitabında bunu açıklar: "Belli ki kapita­
lizm, bugün her yerde endüstrinin çok gerisinden gelen ta­
rımı geliştirebilseydi, kitlelerin hayat standardım yükselte­
bilseydi. . . Bir sermaye azlasının lafı edilemezdi. . . Ama o za­
man kapitalizm, kapitalizm olmazdı . . . Kapitalizm, kapita­
lizm olarak kaldığı sürece sermaye hiçbir zaman kitlelerin
hayat standardını yükseltmek amacıyla kullanılamayacaktır,
çünkü bu kapitalistlerin karlarının azalması demektir: Ser­
mayeyi dışarıya, geri ülkelere ihraç ederek karları ükselt­
mekte kullanacaktır. Bu geri ülkelerde sermaye kıt, toprak
iyatı görece düşük, ücretler düşük, hammaddeler de ucuz
olduğu için karlar genellikle yüksektir. "
Olan buydu . Kendine çıkış yolu arayan azla sermaye
bu yolu geri ülkelerde, sömürgelerde buldu . Demiryoluna,
elektrik ve gaz sistemlerine, yollara vb. ihtiyacı olan yerler,
maden ve abrika işletmesi için "tavizler" koparılabilen, do­
ğal kaynakları zengin yerler - azla sermaye bu koloniyal
alanlarda karlı yatırım ırsatları buldu.

277
Hepsi bu kadarla da kalmadı. Doğrudan doğruya yatırım­
dan çekilen karların yanısıra istikraz öyle bir şekilde ayarla­
nıyordu ki istikraz edilen paranın büyük bir kısmı yine ana­
yurtta kullanılıyordu. Böylece İngiltere Arjantin'e demiryo­
lu yapımı için borç verdiğinde rayların çoğu , vagonlar vb .
İngiltere'den satın alınıyordu - İngiliz imalatçılarına kar bı­
rakarak. Fazla sermaye ihracı burada malların da ihracına
dönüştü . Böylece hem yatırımcı, hem de imalatçı, koloni­
yal bölgelerin denetlenmesi ya da ele geçirilmesi politikasın­
da işbirliği yapmayı kendi ortak çıkarlarına uygun buldular.
Bu , modem iktisadi toplumu , inans-kapital çağı diye adlan­
dırılacak kadar belirleyen maliye ve endüstri ittiakının bir
görünümüdür. Bu demektir ki maliye yani muazzam serma­
ye toplamları ile, bu sermayeyi kar getiren amaçlarda kulla­
nıma sokan endüstrinin bir arada denetlenmesi bugün dün­
yada egemen olan güçtür.
Mal ve sermaye piyasasında kar arayan endüstri ve mali­
yenin ittiakı, emperyalizmin ana sebebini meydana getiri­
yordu . j .A. Hobson da, 1 902'de bu konudaki öncü eserini
yaımladığı zaman böyle düşünüyordu: "Emperyalizm, en­
düstrinin büyük denetleyicilerinin, yurt içinde satamadıkla­
rı ve kullanamadıkları malları ve sermayeyi, yabancı pazar
ve yabancı yatırımlara yönelterek azla servetlerinin aktığı
kanalı genişletme çabalarıdır. "
Emperyalizmin niçin'i budur. Endüstriyi denetleyenle­
rin nasıl "azla servetlerinin aktığı kanalı genişlettikleri" ise
herhalde sizin de bildiğiniz bir başka hikayedir. Bunun yo­
lu çoktu - son örnekleri İtalya'nın Etiyopya'daki "uygarlaş­
tırma görevi" ile Japonya'nın Çin'e "nüuz edişi" dir. Eski­
den, ondokuzuncu yüzyılın son çereğinde, özellikle de Af­
rika' da süreç çok daha basitti. "Hemen hemen her seferinde
Afrika topraklarının Avrupa devletlerince paylaşılması ve il­
hakçı kaşilerle işbirliği yapan, ya da kendi acenteleri yoluy-

278
la çalışan tüccarlar veya kapitalist şirketler tarafından yü­
rütülmüştür. Normal yol, kaşif ya da ajanın kıyıdan içerile­
re sokulması ve reislere ya da krallara kumaş veya içki gibi
armağanlar vererek şirketlerle sözde antlaşmalar imzalama­
lannı sağlamaktı. Bu antlaşmalara göre imzalan bir parmak
izinden ibaret olan bu Arikalı yöneticiler birkaç yarda bez
ya da birkaç şişe cin karşılığında arazilerinin bütününü şir­
kete vermiş oluyorlardı. Avrupalılann Orta Arika'daki ne­
redeyse bütün toprakları bu yoldan ele geçirilmiştir . . . Yirmi
yılı bulmayan bir süre içinde bütün Orta Arika, Britanya ,
Fransa, Almanya, Belçika, Portekiz ve İtalya arasında payla­
şılıp ilhak edildi."
Bazen bu kurnaz kaşif-tacir-kapitalistler bir ülkeyi hal­
kından çalmakla yerlilerin iyiliği için Tanrının kendileri­
ne üklediği bir görevi yerine getirdiklerine ciddi ciddi ina­
nıyorlardı . İmparatorluk-kurucularının en büyüklerinden
Cecil Rhodes da böyle düşünüyordu . Hiç değilse, böyle söy­
lüyordu : "Bence bu dünyanın birinci ırkı biziz ve dünya­
nın ne kadar azla yerinde yerleşsek insanlık için o kadar iyi
olurdu . . . Tanrı varsa, bence Arika haritasının mümkün ol­
duğu kadar fazla kısmını Britanya kırmızısına boyamamı­
zı isteyecektir. "
Fethedilen topraklardaki yerliler genellikle bir tuhaftı. Be­
yaz adamın her şeyi onların kendi iyiliği için yaptığını anla­
maz görünüyorlardı. Birtakım beyaz adamın -misyonerler­
kendilerine anlattıkları şeylerle bir başka takım beyaz ada­
mın -kapitalistler- kendilerine yaptıkları arasında bağlantı
kuramıyor, şaşırıp kalıyorlardı. Bazen bilgisizlikleri yüzün­
den aklanıyorlar ve o zaman ne yazık ki kendilerine bir ders
verilmesi gerekiyordu . Çok geçmeden anayurttan gelen bü­
yük parlak gemiler limanlarına giriyordu . Bu gemiler tüfek,
bomba ve makineli tüfek -uygarlık silahları- taşıyan birlik­
lerle dolu oluyor ve ders veriliyordu.

279
Hükümetin askeri gücünün yardımıyla veriliyordu bu
ders. Uyruklarının "can ve mal güvenliğini korumak" için
her an hazır bulunan hükümetler başka şekillerde yardım
ediyorlardı. Örneğin, yönetim harcamalarını , sömürgeye
hastane , okul, yol getirme masralarını kısmak için hükü­
met, yerlilerin nakdi olarak ödemesi gereken vergiler ko­
yuyordu . Ama yerlilerin parası yoktu . O zaman bir kurtu­
luş yolu açılıyordu - beyaz efendilerin abrika veya maden­
lerinde çalışarak kazandıkları paralarla ödeyebilirlerdi ver­
gilerini . Gerçi ücret felaket derecede düşüktü ; yerliler de,
madenler veya abrikalarda çalışmaksızın beslenebilecek
durumdaydılar. Ama verginin de ödenmesi gerekiyordu -
yani çalışmak zorundaydılar. Çalışmayınca ne oluyordu ?
Fransız Batı Arika sömürgelerinin l 93S'teki koşullarını iz­
leyen biri vergi ödememe için bir çare söylüyor: " Güney
Sudan'da bir köy vergilerini ödeyememişti ; yerli muhafız­
lar gönderildi, köyün bütün kadınlarıyla çocuklarını topla­
dılar ve ortada bir toplama yerine koydular, kulübeleri yak­
tılar, erkeklere vergileri ödeyince ailelerini geri alabilecek­
lerini söylediler. "
Sömürge halklarına yapılan muameleyi genel olarak an­
latmak imkansız, çünkü zamandan zamana ve yerden yere
değişiyordu. Ama vahşet geneldi - eli temiz kalmış tek em­
peryalist ulus yoktu. Konunun tanınmış incelemecilerinden
olan Leonard Woolf şöyle yazıyordu : "Avrupa'nın ulusal
toplumunda son üzyılda nasıl açıkça belirli sınılar oluştu ,
kapitalistlerle işçiler, sömürenlerle sömürülenler ortaya çık­
tıysa uluslararası toplumda da gene açıkça belirli sınılar, Ba­
tı'nın emperyalist güçleri ile Arika ve Doğu'nun tabii halk­
ları, biri yöneten ve sömüren, öbürü yönetilen ve sömürü­
len sınılar ortaya çıktı. "
Yanlış anlamayın, bir ülkenin "yönetilen v e sömürülen"
durumuna geçmesi için koloni olması gerekmiyordu . Ge-

280
ri ülkeler doğrudan doğruya sömürgeleştirilmeseler de "nü­
uz alanları"na bölünüyorlardı - örneğin, bütün belli baş­
lı güçlerin belirli, kabul edilmiş çıkarları bulunan Çin gi­
bi. Ya da, İngiltere ile Birleşik Devletler arasında aşağı yuka­
rı paylaşılmış durumda olan Latin Amerika gibi. Bu iki ül­
ke Güney Amerika Cumhuriyetlerini doğrudan doğruya iş­
gal etmeksizin sermaye ile donatmaya her zaman hazırdı ve
sermaye, antlaşma veya resmi ayrıcalıklar yoluyla para ko­
parmak için bir kamçı gibi kullanılıyordu . Böyle durumlar­
da iddiayı, ayrıcalığı ya da ticaret tekelini destekleyecek kru­
vazör, uçak ve taburların hazır bulunduğu da herkesçe açık
açık biliniyordu .
Hükümetlerin, mal ve sermayelerine pazar arayan imalat­
çı ve bankerlerin yardımına koşması bir rastlantı değildi.
1 9 1 2'de Britanya politikasını gözlemleyen biri bunu kaçınıl­
maz bulmuştu: "Britanya ticareti şu anda, 1 9 2 1 sonbaharın­
da, büyük birleşik şirketlerin ezici denetimi altındadır; bun­
ları yöneten büyük banka ve para tröstlerinin gücü . . . o kadar
muazzamdır ki her durumda ticareti yürürlüğe koyan kal­
dıraçların denetimi onların elindedir. Dahası, bunların bu­
gün Hükümet'e öğüt vermekteki nüuzu o kadar genişlemiş­
tir ki. . . (bugün artık paralı sınıların meydana getirdiği) hü­
kümet para ticaret tröstlerinin öğüdü dışında hiçbir şey ya­
pamaz. "
Bu , İngiltere'dir. Birleşik Devletler'de Başkan Taft'a göre
adaletin yolu düz olmasına düzdü ama dar değildi - bu yol­
da "kapitalistlerimiz " lehine müdahaleler için de yeterin­
ce yer vardı: "Dış politikamız adaletin düz yolundan bir kıl
payı arılmamalıdır ama mallarımız ve kapitalistlerimiz için
karlı yatırım fırsatları sağlamak üzere etkin müdahalelere de
yer bulunması iyi olur."
" Kapitalistlerimiz" lehinde müdahaleler yoluna bir ke­
re girilince hükümetler uzun bir yolculuğa çıkmış oldular.

281
Sermaye, Trapezde Uçan Adam gibi, "havada büyük bir ko­
laylıkla uçar" ama güvenliğini sağlamak bayağı güç bir iş­
tir. General Smedley D. Butler'a bu iş verilmişti. İşi oldukça
pitoresk bir biçimde anlatır - hem adalet yolunda yürüyüp
hem de Büyük lşadamları lehine müdahalede bulunabilece­
ği konusunda Başkan Taft'la aynı ikirde değildir:
"Ülkemizin en çevik askeri gücünün, Deniz Piyadesi'nin
bir üyesi olarak otuz üç yıl dört ay süre ile etkin hizmet gör­
düm. Teğmenlikten tümgeneralliğe kadar bütün rütbeler­
den geçtim. Ve bu dönem boyunca zamanımın çoğunu Bü­
yük lşadamları için, Wall Street için, bankerler için bir çeşit
kuvvetli adam olarak geçirdim . . .
"Böylece Meksika'nın ve özellikle Tampiko'nun 1 9 14'te
Amerikan petrol çıkarlarına uydurulmasına çalıştım . Haiti
ve Küba'nın National City Bank'daki bizim arkadaşlar için
güzel bir gelir toplama yeri olmasına katkım oldu . . . Nika­
ragua'nın 1 909- 1 9 1 2 arasında Brown Kardeşler uluslarara­
sı bankası için temizlenmesine çalıştım. Dominik Cumhuri­
yeti'ne 1 9 1 6'da Amerikan şeker çıkarları için ışık götürdüm.
1 903'te Honduras'ı Amerikan meyve şirketleri için 'düzelt­
tim.' 1927'de Çin'de Standart Oil'in tedirgin edilmeden ça­
lışmasının sağlanmasına yardımcı oldum.
"Bütün bu yıllarda bayağı itibardaydım. Madalyalar, teri­
ler birbirini kovaladı. Şimdi o günleri düşününce , Al Capo­
ne'a da birkaç aydalı öğüt verebilirdim diyorum. Onun ya­
pabileceği en iyi iş , çeteciliğini üç şehir bölgesinde yürüt­
mekti: Biz Deniz Piyadeleri üç kıtada çalışıyorduk. "
Tümgeneral Butler'ın yaşantısından, ondokuzuncu yüz­
yıl sonunda başlayan emperyalizmin bugün hala yaşadığını
anlıyoruz. Devam ediyor - yoğunlaşarak. Bunun niçin böy­
le olduğunu anlamak güç değil. Endüstride tekel azalmıyor.
Büyüyor. Ve gördüğümüz gibi, emperyalizm de onunla bir­
likte büyüyor.

282
iki uzmanın yazdığı, konuya ışık tutan Moden Kopoas­
yon ve Özel Mülkiyet adlı bir incelemede Amerika'nın bu­
günkü modern dev korporasyonlarının büyüklüğü , serve­
ti ve denetimi üzerine bazı şaşırtıcı sayılar ve olgular görü­
yoruz. Birleşik Devletler'de 300.000 bankacı olmayan kor­
porasyon vardır. Ama bunların 200 kadarı korporasyonlar­
da toplanan servetin yarısını denetler ! Bu 200'ün on beşi de
bir milyarın üstünde servete sahiptir. Bir tanesi olan Ameri­
kan Teleon ve Telgraf Şirketi (ITT) ise ülkedeki eyaletler­
den yirmi birinin sınırları içinde bulunan servetten azlası­
nı denetlemektedir. "
Ama tekelin geri kalanları n e dereceye kadar yönettiği­
ni anlamanın belki de en iyi yolu yukarıda sözü edilen in­
celemeyi izleyerek Amerikalıların günlük yaşayışlarında bu
200 en büyük korporasyondan nasıl etkilendiğini gözlemek­
tir. "Bu büyük şirketler Amerikan endüstrisinin temelleri­
ni meydana getirir. Birey hemen her an onlarla temas etmek
durumundadır . . . Durmadan hizmetlerini kabul eder. Bir ye­
re gidecek olsa büyük demiryolu sistemlerinden birinde yol­
culuk etmelidir. Kendisini çeken lokomotif herhalde, Ame­
rikan Lokomotif Şirketi ya da Baldwin Lokomotif imala­
tı tarafından yapılmıştır; bindiği vagonu ya Amerikan Va­
gon şirketi ya da onun yan kuruluşlarından biri imal etmiş­
tir . . . Rayları yapanlar mutlaka listedeki on bir çelik şirketin­
den biridir; kömür de, demiryolu şirketinin kendi mülkiye­
tindeki bir kömür ocağından gelmiyorsa, dört kömür şirke­
tinden birine ait olmalıdır. Belki de otomobille gider birey -
Ford, General Motors, Studebaker veya Chrysler şirketlerin­
den birinin yaptığı otomobille, Firestone, Goodrich, Good­
year ya da Birleşik Devletler Lastik Şirketi'nin verdiği lastik­
ler üstünde . . .
"Öte yandan belki de birey evinde, nisbeten yalnız ve çev­
reden kopuk oturmaktadır. En büük iki yüz şirket ne an-

283
lam taşır onun için, bu durumda? Elektrik ve gaz mutlaka
bu kamu hizmeti şirketlerinden bii tarafından sağlanmak­
tadır. Mutak aletlerinin alüminyumu Amerikan Alümin­
yum Şirketi'nden gelir. Buzdolabı ya General Motors Şirke­
ti'nindir, ya da iki büyük elektrikli araçlar şirketi olan Ge­
neral Elektrik veya Westinghouse Elektrik'in . Tesisat bü­
yük bir ihtimalle Crane Kumpanyası'ndandır. Bakkaliyesi­
nin hiç olmazsa bir kısmını Büyük Atlantik ve Pasifik Çay
Şirketi'nden alır. . . ilaçlarının bazılarını da dolaylı veya do­
laysız olarak Birleşik llaç Şirketi'nden sağlar. Bakkaliyele­
rin konduğu konserve kutulan pekala Amerikan Kutulama
Şirketi'nin malı olabilir; şekeri başlıca şirketlerin birinde ra­
ine edilmiştir, etini Swift Armour veya Wilson hazırlamış­
tır, krakerlerini Ulusal Bisküvi Kumpanyası hazırlamıştır. . . "
Radyoda eğence anyorsa mutlaka Amerika Radyo Korpo­
rasyonu'ndan ruhsatlı bir radyo satın almıştır. Sinemaya git­
se Paramount, Fox, ya da Warner Kardeşler prodüksiyonu
(Eastman Kodak ilmine çekilmiş) bir ilmi, yine bu prodük­
tör gruplardan birinin denetlediği sinemalardan birinde gö­
rür. Çekici sigara reklamlarından hangisine kapılırsa kapıl­
sın, "dört büyük tütün şirketinden birinin çıkardığı sürüy­
le markalardan birini içecek ve büyük bir ihtimalle sigarasını
köşebaşındaki Birleşik Sigara dükkanından alacaktır. "
İşte görüyorsunuz, her yerde v e herhangi bir yerde - te­
kel. Aynı hikaye dünyanın öteki büyük endüstriyel ulusla­
n için de geçerli . Peki şimdi bu, kendi ulusal pazarlannı de­
netleyen çeşitli devler, uluslararası pazarda karşılaşınca ne
olur? Kıyamet kopar ! Rekabet - uzun, zorlu , keskin. Son­
ra da - uluslararası bir temel üzerinde yükselen anlaşmalar,
birleşmeler, karteller. Tekelci "kapitalistlerin dünyayı pay­
laşması, kişisel kötülüklerinden ötürü değil de erişilen yük­
sek yoğunlaşma derecesi yüzünden, daha çok kar etmek için
bu yöntemi seçmelerine yol açar. Ve dünyayı 'sermayeye gö-

24
re' , 'kudrete göre' paylaşırlar . . . Ama kudret, ekonomik ve
politik gelişme derecesine göre değişir. " (Lenin)
Uluslararası birleşik şirketler dünya pazarını paylaşın­
ca rekabet sona erecek ve kalıcı bir barış dönemi başlaya­
cak sanılabilir. Ama böyle bir şey olmaz , çünkü güç ilişki­
leri durmadan değişmektedir. Bazı şirketler çökerken öte­
kiler büyür ve güçlenir. Böylece bir an için doğru olan, bir
başka anda eğri görülür. Güçlenen grup hoşnutsuzdur; da­
ha büyük bir pay için mücadele başlar. Bu da çok kez , sa­
vaşa yol açar.
Kolonilerin politik denetimi için de aynı şey geçerlidir.
Yetmiş yıl önce henüz bir yere bağlanmayan birçok "ser­
best" bölge vardı. Bugün artık yok. Yeniden paylaşım ola­
caksa, sömürgesi olmayanlar istedikleri yerleri sömürgesi
olanlardan zorla almak durumundadır. Almanya, İtalya ve
Japonya bugün sömürge istiyorlar. İtalya ile Japonya erişe­
bildiklerini gasp ediyorlar. Almanya silahlanıyor - gelecek­
teki kapma yarışı için. Emperyalizm savaşa yol açıyor.
Ama savaş kalıcı bir çözüm getirmiyor. Masa başında pa­
zarlıkla çözülemeyen düşmanlıklar ortadan kalkmıyor çün­
kü pazarlık, patlayıcı maddelerin, zehirli gazın, yaralı insan­
lar ve parça parça cesetlerin tartışmaları ile yapılıyor. Hayır.
Tekelci kapitalizmin mal ve sermaye azlasına çıkış yolu bul­
ma zorunluğu hep var, bu sürdükçe düşmanlıklar da süre­
cek. Pazar aı devam edecek.
Baş emperyalistlerden Cecil Rhodes bunu açıkça görüyor­
du. Yeni pazar elde etme içine işlemişti; yeni bölgelerin ilha­
kı kanına sinmişti. Bu emperyalist dürtü bir arkadaşına söy­
lediği sözlerle çok iyi görülür: "Dünya neredeyse tamamen
parsellendi, geri kalam da bölünüyor, zaptediliyor, koloni­
leştiriliyor. lnsan, geceleri gördüğü yıldızları, erişemeyece­
ğimiz o yüce dünyaları düşünüyor. Elimden gelse gezegen­
leri de zaptederdim: bunu sık sık düşünüyorum. Onları öy-

285
le açık seçik, hem de o kadar uzakta görmek beni hüzünlen­
diriyor."
Rhodes erken öldü. Çok yazık ! Çünkü Yeni Meksika çö­
lündeki bir laboratuvarda Profesör R.H. Goddard aya gide­
cek bir roket üzerinde deneyler yapıyor. Wales'in dağlık bir
yöresinde Britanya Gezegenlerarası Deneği gezegenlere eri­
şebilecek bir roketi geliştirmeye çalışıyor. Ah; bir yaşasay­
dı Rhodes !
Ama, ruhu her zamankinden daha güçlü yaşamaya devam
ediyor. Aydaki ilk uzay gemisinin ilk yolcusunu selamladı­
ğında, o yolcu ev sahibinin kulağına herhalde şöyle fısılda­
yacak: "Eski kanalları onarıp yenilerini açmak için ödünç
para ister misin? Bak, bas şuraya imzanı, bizim banka işin
gerisini güzelce ayarlar. . . Tamam . . . Teşekkür ederiz. "

286
20
EN AIF ALA

"Bu krizlerde yalnız varolan ürünlerin değil, daha önce yara­


tılagelmiş üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönem dönem
yok olur. Bu krizlerde, daha önceki bütün çağlarda akıldışı
görünecek bir salgın yayılır -azla- üretim salgını. Toplum
kendini birdenbire geçici bir barbarlık anında bulur. Sanki
bir kıtlık, evrensel bir yıkıcı. . . savaş bütün geçim ve beslen­
me araçları stokunu kurutmuştur; endüstri ve ticaret yok ol­
muş gibidir; peki, niçin? Çünkü çok azla uygarlık, çok az­
la beslenme aracı, çok azla endüstri, çok azla ticaret vardır. "
Hayır, b u dün yazılmadı.
Neredeyse yüzyıl önce, 1 848'de Marx ile Engels'in yazdık­
ları Komünist Manifesto'dadır. Çok cüretli bir kehanet sa­
yılmazdı - o dönemde, birkaç yılda bir kapitalist toplumun
başına gelen bir şeyi anlatıyordu . 1 929'da on yaşından uka­
ı olanlar bunun böyle olmakta devam ettiğini bilirler. Alın­
tı bildik geliyor çünkü dünyanın gördüğü en büyük ekono­
mik krizi yaşıyoruz.
Tarihin bütün dönemlerinde krizler olmuştur. Ama kapi­
talizmden önce olanlarla sonra olanlar arasında önemli bir

287
ayrım vardır. Onsekizinci yüzyıldan önce en olağan buhran
tipi kötü üründen, savaştan ya da buna benzer anormal bir
olaydan doğardı; böyle buhranlarla yiyecek ve başka ihtiyaç
maddeleri darlığı baş gösterir ve fiyatlar yükselirdi. Ama bil­
diğimiz buhranlar, kapitalist sistemin kuruluşuyla ortaya çı­
kan anormal olaylardan ileri gelmezler - ekonomik sistemi­
mizin zorunlu parçasıdırlar; bu buhranlar kıtlıktan değil,
bolluktan doğar; bu buhranlarda fiyatlar yükselmez, düşer.
Kriz ve bunalımların öteki özelliklerini bilirsiniz - hem
emek hem de sermaye için işsizlik, karlarda düşme , hem
üretim hem ticarette, endüstriyel etkinlikte genel bir yavaş­
lama. Bollukta yokluk paradoksu her yerde göze çarpar.
Hammadde mi eksiktir? Hiç bile . Pamuk üreticileri pa­
muklarını satmaya uğraşırlar. Sermaye eksikliği mi vardır?
Hiç bile. Fabrika sahipleri sessiz abrikalarında tezgahla­
rın yeniden çalışmaya başladığını görmek için can atarlar.
Emek darlığı mı vardır? Hiç bile. İşsiz tekstil işçileri alama­
dıkları pamukluyu yapmak için abrikalara dönmeye azla­
sıyla isteklidirler.
Hayır. Hammadde, sermaye ve emek, üretim için gerekli
her şey hazırdır, ama üretim yine de olamaz. Niçin?
Ekonomistler verilecek cevap konusunda anlaşamazlar.
Ama bir olgu üzerinde anlaşırlar. Zaten bu olguyu başlan­
gıçta kavramazsanız, krizlerin nedeni szin için kapalı bir ki­
tap olmaya mahkumdur.
Bu çok önemli olgu sadece şudur: Kapitalist toplumda
metalar kullanım için değil , mübadele için üretilir - karla
değiş tokuş edilmek üzere. Toplumumuzda madenlerin top­
raktan çıkarılması, ürünlerin biçilmesi, insanlara iş verilme­
si, endüstri çarklarının işlemeye başlaması, malların alınıp
satılması, ancak üretim araçları sahiplerinin -kapitalist sı­
nıfın- kar etme fırsatını görmeleriyle mümkün olur. Walter
Lippmann Heald Tribune'deki sütunda 13 Temmuz 1934'te

288
bunu açıkça dile getiriyordu: "Büyük küçük bütün kapita­
listler kar etmek amacıyla yatırım yapmaya başlamadıkça,
bu koşullarda durumun düzelmesi beklenemez. Madalya al­
mak için yatırım yapmaz kapitalistler. Yurtseverlik adına ve­
ya kamuya hizmet olsun diye de kıllarını kıpırdatmazlar. Pa­
ra kazanma fırsatını görürlerse işe girişirler. Bu , kapitalist
sistemdir. Bu sistem böyle çalışır. "
Profesör F . A . Yon Hayek'e göre Mr. Lippmann haklıdır:
"Modern mübadele ekonomisinde müteşebbis bile bir talebe
cevap vermek için değil -bu deyim bazen kullanıldığı halde­
bir karlılık hesabına göre üretim yapar. "
Profesör Hayek hayatta olan başlıca iktisatçılardan biridir.
Topluma işçi sınıfı açısından bakan iktisatçılarla hiçbir or­
tak yanı yoktur. Ama çarkları döndürenin kar amacı olduğu
konusunda Friedrich Engels ile aynı görüşte olduğunu gö­
üyoruz. işte Engels'in 1 865'te yazdığı bir mektubun bir kıs­
mı: "Üretim çok az . . . Ama niye üretim az? Üretim sınırları­
na varıldığı için değil. . . Hayır, üretimin sınırlarını aç karın­
lar saısı değil, satın alabilen ve ödeyebilen kese sayısı be­
lirlediği için böyle. Parasız mideler, kar için istihdam edile­
meyen, dolayısıyla da satın alamayan emek, böylece ölüme
terk edilir. "
E n ilginç Amerikan iktisatçılarından olan Thorstein Veb­
len'de anı doğrunun o ünlü acı üslupla dile geldiğini görü­
rüz : "Doğa ekonomisinde işadamının yeri mal üretmek de­
ğil, para yapmaktır . . . iş alanında en büyük başarı hiç karşı­
lığında bir şey kazanabilmektir. . . başlıca amacı karlı satış,
ya da karlı satışla aynı anlama gelen karlı alış olmayan hiç­
bir müteşebbis yoktur . . . işin karı endüstri ürününden çı­
kar; endüstri de, iş karına göre denetlenir, hızlandırılır ve
yavaşlatılır. "
Kapitalizmde malların kullanım için değil kar için üre­
tildiğinin bir kanıtı daha : Bu alıntı Ekonomik Devreler ki-

289
tabından; "iş ekonomisinin egemen olduğu yerde, koşul­
lar üretimi yönetenlere para karı vaad etmediği sürece do­
ğal kaynaklar geliştirilmez , mekanik donanımdan yararla­
nılmaz, işçi ustalığı kullanılmaz , bilimsel buluşlar uygu­
lanmaz. "
İşte değişik ekonomik görüşleri temsil eden uzmanlar,
hepsi de aynı iadeyi veriyor - kapitalist sistemde kar imkanı
yoksa üretim olmaz . Ama anı uzman tanıklara bu imkanın
niçin dönem dönem ortadan kalktığını sorsanız , kendileri­
ni ikir birliği içinde bulamazsınız. İktisatçılar, sistemi neyin
ürüttüğü konusunda anlaşıyorlar ama yürütmeyenin ne ol­
duğu konusunda kesinlikle anlaşamıyorlar . . . Bir buhran dö­
neminde sistem çöküyor yani karlar düşüyor. Bu çöküşlerin
nedeni ne? Buhranların nedeni ne? İktisatçılardan bazıları­
nın cevaplarını gözden geçirelim.
Neredeyse düzenli olarak buhranların ortaya çıktığı bir
koca yüzyıldan sonra bugün bile nedenlerin sistemin içinde
değil, dışında bulunacağı inancına sarılan iktisatçılar var. Bu
okuldan olan Profesör Mitchell şöyle yazıyor: "Bazı iktisat­
çılar bütün buhranları aynı şekilde açıklayacak bir teori bul­
maktan umutlarını kesmişlerdir. Bunlara göre bir buhran,
derimci icatların, gümrük değişmeleri, parasal değişmeler,
kötü ürün, modada değişiklik gibi şeylerin ortaya çıkması
gibi 'karıştırıcı' nedenler tarafından yaratılmış 'anormal' bir
olaydır. Bu görüş . . . her buhranın, bir iki yıl önceki olaylarda
aranması gereken kendi özel nedeni olduğu sonucuna işa­
ret etmektedir. "
Bir başka görüşe göre buhranların özel nedenleri fiziksel­
dir. W. Stanley Jevons 1875'te güneşteki lekelerin, Hindis­
tan'da kıtlığın ve İngiltere'de buhranın aşağı ukarı anı za­
mana rastladığını ileri sürmüştü . Bunların birbirleriyle ne il­
gileri olabilirdi? İyi bakın şimdi. Güneşin radyasyonu hava­
ı etkiliyor; hava ürünü etkiliyor; iyi veya kötü hasat çiftçi-

290
lerin gelirini etkiliyor; çiftçilerin geliri de mamul maddelere
talep hacmini etkiliyor. Suç güneşte !
Ya da, isterseniz Venüs gezegenine ükleyin suçu . Sekiz
yıllık " tekrarlanan döngüler" teorisinin babası olan Henry
L. Moore böyle söylüyor. Ama niye Venüs? Çünkü her sekiz
ılda bir Venüs dünya ile güneşin arasına giriyor, tabii ara­
ya Venüs girince Apollon'un radyasyonundan bir kısmının
dünyaya hiç erişemeyeceğini tahmin edersiniz !
Buhranların iziksel nedenlerine bu kadar değinme yeter.
Cambridge iktisatçısı Profesör A.C. Pigou, ekonomik yükse­
lişleri ve bunalımları psikolojik nedenlere, iyimserlik ve kö­
tümserlik hatalarını endüstriyi yönetenlere bağlayan okulun
lideridir. Profesör Pigou , "işadamlarının umutlarındaki dal­
galanmalarda" endüstrinin iniş ve çıkışlarının temel nedeni­
ni buluyor. İşler iyi gidince işadamları karlarını artırma ır­
satları konusunda iyimser olurlar. Üretimi genişletmek ister­
ler. Bankalardan daha çok kredi alıp endüstriyel araçlara ya­
tırırlar - ya abrikalarını genişletir ya da yeni makine alırlar.
"Bu tahminler iyimser olursa işadamları daha çok borç alır­
lar; ya bankalardan kredi alır ve böylece dolaysız olarak a­
iz oranını yükseltir, ya da dolaşıma daha azla alım gücü so­
karak dolaylı şekilde iyatları yükseltirler. " Ama o zaman, bu
iyimserlik dalgasıyla üretilen malların pazarda sınav veme­
si gerekir. Yeni yüksek iyatlarıyla alıcı bulabilecekler midir?
Bulamayacaklardır. Birçok durumda iimserliğin boşuna ol­
duğu anlaşılır, böylece derin bir psikolojik güvenszlik ve ka­
ramsarlık iş dünyasını sarar, üretim yavaşlar: "İimserlik ya­
nılgısının etkisi altında endüstride gelişen etkinlik pazar ara­
yan metalar şeklinde cisimleşir. Bunlar yaratılma sürecinde
bulunduğu süre içinde . . . istisnai etkinlik devam eder. (Son­
ra iyimserlik pazar sınavını geçemez.) Bu sınav birçok şeye
uygulanıp çoğunun çürük olduğu anlaşılınca güven sarsı­
lır. İyimserlik yanılgılarına düşüldüğü ve beklenen karların

291
abartıldığı yaygın bir şekilde bilinen ve kabul edilen bir olgu­
dur. . . Sonuç olarak iş etkinliğinin akışı durdurulur. "
Bu noktada azla iyimserlik, azla kö tümserliğe döner .
Üretim büyük ölçüde yavaşlar, endüstride yatırım hemen
hemen durur ve satılanların tümü önceden kalan stoklar
olur. Bir süre sonra talep yine artar, karlar ine yükselir, işa­
damları yine sevinir, azla iyimserlik yeniden doğar.
Pigou ile psikolojik okulun, işadamlarının tahminlerine ,
ekonomik yükselişler ve bunalımların sorumlusu olarak ne
kadar önemli yer verdikleri şu alıntıda görülmektedir: "Şim­
dilik, bu değişik tahminlerin kendilerinin nasıl doğduğunu
araştırmamakla birlikte, endüstriyel dalgalanmaların dolay­
sız ve doğrudan doğruya nedenlerinin başka bir şey değil de
bunlar olduğunu kesinlikle kabul ediyoruz . "
Bir başka iktisat okulu için eski atasözü , "her kötülüğün
altında para vardır" ilkesi gerçekten doğrudur. Mübadele
sistemimizin -para sistemimiz- kusurlu olduğu kanısında­
dırlar. Bu kusurlu sistemin düzenlenmesini isterler. "Para­
nın düzenlenmesi" okulunun başlıca savunucularından Pro­
fesör J .M. Keynes şöyle diyor: "İşsizlik, işçinin kesintisiz ha­
yatı, umutların kırılışı, tasarrufların ansızın elden çıkması,
bireylerin, spekülatörlerin, kar için didinmelerin beklenme­
dik aşırı karları - bütün bunlar büyük ölçüde değer standar­
dının dengesizliğinden ileri gelir. "
B u alıntının kilit kelimeleri son cümledir: "değer standar­
dının dengesizliği. " Paramızın dengesiz olduğuna inanmak
için azla kanıta ihtiyacımız yok - günlük deneylerimizden
biliyoruz. Alış veriş edenler bir dolar karşılığında bir ay şu
kadar, öteki ay ise bu kadar tereyağı alındığını bilirler. Şu
gibi laları da ne çok işitmişizdir hepimiz: "Evet, ama dolar
şimdi eskisinden daha çok (ya da az) değerli. " Ya da, "Pa­
ris'e ilk gidişimde bir dolar irmi beş ranktı oysa şimdi on
yedi rank verdiler. "

292
iktisat el kitapları "para sadece bir mübadele aracıdır" di­
yor. Paranın düzenlenmesinden yana uzmanlar ise denge­
li olmadığı için kötü bir araç olduğunu söylüyorlar. Öte­
ki güçlüklere benzemeyen yam, sabit olmayışı. Düzine de­
mek, on iki tane demektir - bir gün on beş , ertesi gün se­
kiz tane olmaz. Ama para biriminin değeri değişir. Bu kötü­
dür ve bir çaresi bulunmalıdır - diyor bu iktisatçılar. Onla­
rın istediği, üretilen mallar toplamı ile tüketicilerin cebin­
deki para toplamı arasında dengeli bir ilişki kuracak para ve
kredi denetimi.
Öneğin, endüstri büyür ve üretim genişlerse, mal çıktısı
artar. Dolaşımdaki para, artan mal akışına ayak uyduracak
şekilde artmazsa iyatlar düşer. Bunun sebebini anlarsınız .
Diyelim ki pazarda 500 gömlek bir dolara satılır. Şimdi var­
sayalım ki, gömlekçiler makineleri geliştirdiler. 100 gömlek
çıkarmaya başladılar. O zaman , öteki koşulların değişmeden
kalması durumunda, tüketicilerin eline azladan bir 500 do­
lar geçmiş, gömlek iyatları 50'şer cent düşmüş olur.
Para iktisatçılarının iddialarına göre buhranlar, genel pa­
ra düzeyinin dolaşımdaki para hacminin kabarıp inmesiy­
le meydana gelen iniş çıkışların sonucudurlar. işler yolun­
da giderken para daha hızla dolaşır ve bankalar gittikçe daha
çok kredi verirler. Gerçi yüksek aiz oram isterler ama işin
genişlediğini gören ve durum düzgünken mümkün olduğu
kadar azla kar etmek isteyen imalatçıları durdurmaz bu . Re­
ah böylece ekonomik yükselişe yol açar.
Bu böyle olunca krediyi denetleyenler -bankalar- telaşa
düşer ve kredi yapısına azla ağırlık bindiğine inanırlar. "De­
ğer enlasyonu var" derler. Onun için içlerine kapanır, ye­
ni kredileri durdurur, verilmiş kredilerin hemen geri öden­
mesini isterler. Ama imalatçılar -ya da çoğu- bunu yapamaz,
çünkü aldıkları paraı işe yatırmışlardır, ödeyecek kadar na­
kit yoktur ellerinde. Ödeyemeyince, ilas ederler. Fabrikaları

293
kapanır, işçileri işten çıkarılır, sıkıntı genişleyen halkalar ha­
linde yayılır, çünkü hammadde üreticilerine siparişler kesil­
miştir ve işten çıkarılan işçiler mala talep yaratamaz olmuş­
lardır. Üretimin yavaşlaması, talebin kesilmesi, iyatlarda­
ki altüst oluş, bunalımı bir bulaşıcı hastalık gibi tüm ulusal
ekonomi alanına yayar. insanlar yatının yapmaktan, banka­
lar kredi açmaktan korkarlar; böylece para endüstri ve ticare­
ti inanse edeceği yerde bankalarda yığılıp kalır.
Paracı iktisatçılar, işadamları fiyat iniş çıkışını hissetmez­
se böyle azla ödünç almanın da olmayacağını ileri sürerler.
imalatçılar iyatlardaki artışın aizi ödeyip yine de büyük kar
sağlayacağına inandıkları için yüksek aizle kredi alırlar. Fi­
yatlar dengeli kalsa, şiddetli ve yersiz üretim genişletmeleri­
ne girişmezlerdi. Bu iktisatçılara göre, bu derdin çaresi, para
biriminin üretken çıktının iniş ve çıkışlarına ayak uydurabi­
lecek şekilde standartlaştınlmasıdır. Yale Üniversitesi'nden
Profesör lrving Fisher "karşılığı verilen dolar" sağlayacak bir
planın gerekeni yapacağını söyler. Dün, bugün, yarın, aynı
alışveriş sepetini dolduracaktır.
Fisher ve Keynes , kusursuz bir para sistemi icat etmek
mümkünken kusurlu bir sistemi kullanmaya devam etme­
nin aptallık olduğu kanısındadırlar. Profesör Kenes der ki:
"Bireyciliğin bu ölümcül hastalığını (ekonomik yükseliş ve
bunalımlara yol açan iyat dalgalanmaları) tedavi etmenin
en iyi yolu (para ve kredi denetimiyle) iyatların genel ola­
rak düşeceği ya da artacağı yolunda herhangi bir kesin tah­
min yapılmamasını sağlamaktır . . .
"Bunu (değer standardını) artık, tanımlayıcı özellikleri
değişik derecelerde hava, doğum oranı ve Anayasa'da bulu­
nan bir kategoride bırakamaız. Bunlar, doğal nedenlere gö­
re değişen, veya birbirinden bağımsız hareket eden bireyle­
rin an ayrı eylemlerinin sonucu olan, ya da değişmesi için
bir devrim gereken unsurlardır. "

294
Ama başka iktisatçılar üretim çıktısına uydurmak üzere
dolaşımdaki parayla oynamanın iyi bir şey olduğuna inan­
mıyorlar. İşte Profesör Hayek'in muhalif düşüncesi: "Dola­
şım aracı niceliğinin üretim artışı veya azalışına göre değiş­
mesi gerektiği yolunda ileri sürülen kanıtlar tamamen te­
melsizdir. Tersine . . . bunları zorunlu olarak izleyen iyat dü­
şüşü ve para hacminin değişmeden kalmasıyla üretim artışı,
tamamen zararsız olmakla kalmaz, anı zamanda üretimde­
ki yanlış yönetimi önlemenin de tek yoludur. "
Buhranların nedenleri üzerine bu teorilerden çok daha po­
püler olan bir teori de john A. Hobson'unkidir. Hobson'un
analizini muhtemelen biliyorsunuz. Ona göre reah dönem­
lerinde sermayenin gelirleri iş gücünün ücretinden çok da­
ha hızlı büyür. Zenginler inanılmaz bir hızla daha zenginle­
şir, gelirleri şişer. Ne kadar kişisel harcama yapsalar ellerin­
de ine çok para kalır. Harcayamadıklannı biriktirirler. Mu­
azzam paralarını endüstriye yatıırlar ve sonuçta mal üretme
araçlaında dehşetli bir artış olur, üretim kapasitesi artar. Ye­
ni ve daha iyi araçlar görevlerini yerine getirir. Mallar abri­
kalardan pazara akar. Ama işçiler bu gittikçe artan çıktıı sa­
tın alabilecek kadar ücret alınıyorlardır. Mallar satılmaz, de­
polarda birikir, iyatlar korkunç düşer. Üretim kar getirmez
olur. Bu olunca, üretim durur. Sonuç işsizlik, bunalım, zen­
ginlerin gelirlerinde azalmadır. Fazla tasarruf kesilir.
Sonra tüketiciler yavaş yavaş birikmiş mal yığınını tüke­
tirler, çalışan endüstriler yeni ve ileri araçlar olmaksızın iş
yapamayacaklarını anlar, böylece üretim yeniden hızlanır
ve reah, yükseliş , bunalım döngüsü yeni baştan üstümü­
ze çöker.
Aşırı zengin ve yoksul kutupların varlığından tedirgin
olan kimseler Hobson'un analizini zevklerine özellikle uy­
gun bulurlar. Çünkü bunu ister " azla-biriktirme" teorisi,
ister öteki açıdan "az tüketme teorisi" olarak düşünün, so-

295
nuçta buhranın asli nedeni sevetin eşitsiz dağılımına indir­
genmiş olur.
İşte Hobson kendisi iddiasını açıklıyor: "Bu 'azla'lann vergi
dışında kalan kısmı iktisadı sistemimizin akıldışı ya da israf­
çı etmenini meydana getirir. Gelir olarak ahlakı ya da iktisadı
bakımdan haklı gösterilebilir yanlan yoktur. Tüketimde veya
zevkte kullanışsızlıklan, bir bütün olarak iktisad: sistemin ge­
reklerini ve mümkün kullanımlarını aşan bir yatınn tasarru­
u olarak biriktirilmelerine yol açar. . . Bu kazanılmamış azla . . .
bunalım adı verilen endüstrinin durdurulmasının, iyatların
düşüşünün ve işsizliğin dolaysız nedenidir. İşçilerin ve toplu­
mun harcama gücünü, üretici güçteki her artışa ayak uydura­
bilecek şekilde yükselterek bu , kronik uyumsuzluklara çare
olacaktır. . . Ücretlilere ya yüksek ücret. . . ya da artan toplum­
sal hzmetler yoluyla erişen genel gelir oranını artırmak, bu­
nalım ve işsizlik dönemlerine en sık giren endüstrilerde tam
istihdamı sağlamanın ana koşuludur. "
Hobson iddiasını inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Ve
çoğumuz çevremizdeki sıkıntı belirtilerinden tedirgin oldu­
ğumuz için daha üksek ücret ve artan toplumsal hizmet ta­
leplerinin haklılığına inanmak istiyoruz . Ama isteklerimiz
yüzünden bu kanıtlamanın tümünü yutmamız yanlıştır. Şu
noktada, kapitalist sistemde üretim amacının kar olduğunu
hatırlayalım. Hobson buhranların kapitalistler azla yatınn
yaptığı için doğduğunu söylüyor; işçilerin azla sermaye ya­
tırılmış endüstrinin ürettiği malları satın alacak kadar ücret
alamadıklarını; bu yüzden karın düştüğünü söylüyor.
Ama Profesör Hayek buna katılmıyor. Profesör Hayek'e
göre, kapitalistler, yeterli yatınn yapmadığı için kar azalır.
Toplumsal hizmetler genişletilmemeli , daraltılmalıdır; üc­
retler yükselmemeli düşürülmelidir; "Bazı devlet eylemle­
ri, üretim mallan talebinden tüketim mallan talebine doğru
bir kayma yaratarak, kapitalist üretimin yapısını daraltabi-

296
lir ve böylece uzun süren durgunluklara sebep olur . . . Bu ya­
kınlarda bunalıma çare olarak ileri sürülen, tüketicilere kre­
di verilmesi aslında tam karşıt sonucu yaratacaktır; tüketim
mallarına talepte görece artış ancak işleri daha azla bozar."
Profesör Hayek'in karışık teorisini birkaç saya içinde an­
latmak çok güç. Ama bizim için, Hobson ile Hayek'in bir
buhran demek olan karlardaki düşüşü tamamen karşıt ne­
denlere bağladıklarını söylemek yeterlidir; onlar, kar düşüşü
hastalığını tedavi etmek için karşıt çareler önermektedirler.
İşin ilginç tarafı ikisinin de haklı olmasıdır - aynı zaman­
da da haksız. Hobson, yüksek ücret ve genişletilmiş toplum­
sal hizmetin artan meta stoku için gerekli pazarı sağlayaca­
ğını söylerken haklıdır; ücretleri yükseltmenin üretimin do­
laysız karlarını düşüreceğini söylerken ise yanılmaktadır.
Hayek, düşük ücretin ve kısıtlanmış toplumsal hizmetle­
rin, üretimin dolaysız karını yükselteceğini söylerken haklı­
dır; ücretleri indirmenin artan meta stoku için pazarı mah­
vetmek demek olacağını söylerken yanılmaktadır. Hobson,
kitlelerin satın alma takatını ükselterek pazarı (ve böyle­
ce karlılığı) yeniden kurmak ister; Hayek ise kitlelerin satın
alma gücünü azaltarak (ücretleri kısarak) karlılığı yeniden
sağlamayı amaçlar.
İşte Marksist olanlara göre kapitalizmin ikilemi burada­
dır: 1kisini birdn yapamaz. Onun için de, kapitalizmde buh­
ranın kaçınılmaz olduğunu savunurlar. Başka bütün iktisat­
çılar şu ya da bu şeyi buhranların nedeni olarak görür, ama
kendi özel çareleri uygulanırsa herşeyin düzeleceğini ileri
sürerken, Marx kapitalist sistem içinde çıkış yolu olmadığını
söylüyordu . Buhrandan kurtulmak için kapitalizmden kur­
tulmak gerekti ona göre.
Marx'ın buhran analizi bütün teorisinde vardır. Kapitalist
üretim teorisiyle kapitalist üretimin çöküntüsünü açıklayan
teorisi birdir, kökleri de anıdır.

297
Kapitalist üretim sisteminin asıl amacı kar etmektir. Marx
kar oranında bir azalma eğilimi olduğunu da kanıtlamayı ba­
şarmıştı. Üstelik bu bir raslantı da değildi. Böyle olması zo­
runluydu . Kapitalist üretici sistemin yapısı bunu kaçınıl­
maz kılıyordu . Niçin böyle olduğunu inceleyelim. (Bura­
da, Marx'ın emek-değer teorisinden ilgili sayaları okuma­
mz ii olur. )
Marx sermayeyi iki kısma ayırır - değişmeyen v e değiş­
ken. Değişmeyen sermaye abrika, makine, alet, hammad­
deye dayanan sermayedir. Değişken sermaye iş gücü alımı­
na, ücrete ayrılan sermayedir. Değişmeyen sermaye, üretim
süreci içinde değeri sabit olduğu için bu ad verilir - bitmiş
ürüne bu sermayenin ne az, ne çok, tastamam ilk değeri ak­
tarılır. Değişken sermaye ise bu adı üretim sürecinde değe­
ri değiştiği için alır - tamamlanmış ürüne ilk değerinden da­
ha azlası aktarılmıştır. Değişmeyen sermaye kısırdır, çünkü
üretim sürecinde yeni bir değer yaratmaz, oysa değişken ser­
maye yaratıcıdır çünkü o (ve yalnız o) üretim sürecinde de­
ğer yaratır. Kendi değerinden azla değer yaratan, değişken
sermayedir -artık- değeri o yaratır. Karlar, değişken serma­
yeden (yaşayan iç gücü) doğar.
Dolayısıyla imalatta kapitalistin sermayesi şöylece iki kıs­
ma ayrılır:
S (toplam sermaye) = K (değişmeyen sermaye) + D (de­
ğişken sermaye)
Şimdi, S'nin ne kadarı K, ne kadarı D olacaktır? Hiç şüp­
he yok ki, diyor Marx -ve bu konuda herkes ona katılıyor­
kapitalizmin gelişmesiyle toplam sermaye S'nin gittikçe ar­
tan kısmı değişmeyen sermaye, K olmaktadır. Bildiğiniz gi­
bi, modern endüstriye her zaman yeni ve daha ileri maki­
neler girer. Bu makineler gerçekten mucizevidir - ama pa­
ra yer- hem de çok para. Ve emeği azaltır. Bunun anlamı da,
değişken sermaye, D'nin, toplam sermaye S'ye göre oranının

298
gittikçe azalmasıdır; ve aynı şekilde, değişken sermaye K'nın
toplam sermaye, S'ye göre oranı gitgide büyümektedir.
İşte ormül halinde,

DIS azalırkn
JS artar

Bu , yani değişken sermaye azalırken değişmeyen sermaye­


nin çoğalması olgusu, son derece önemlidir. Çünkü, hatırlı­
yorsunuz, artık-değein kaynağı D, yalnız D'dir. Bu demek­
tir ki, D azaldıkça, kar oranı da düşme eğilimi gösterir. De­
ğişmeyen sermayenin toplam sermaye içinde oranı büyür­
ken, Marx'a göre, "aynı artık-değer oranı, emeğin sömürül­
mesinin aynı derecesi, kendini kar oranının düşmesiyle di­
le getirir. . . Ayrıca kabul edilir ki, sermaye bileşimindeki bu
değişim eğilimi, üretimin belirli alanlarında kalmaz, az çok
hepsinde kendini gösterir. . şu halde değişmeyen sermayenin
değişken sermayeye göre giderek artması, ortalama kar ora­
nının giderek düşmesine zorunlukla yol açar (artık-değer ora­
nı . . . aynı kaldığı sürece) . "
Şimdi, kar oranında düşüş ciddi bir sorundur. Kapitalist­
lerin, mümkün olduğu kadar azla kar etmek olan amacına
karşı bir tehdittir. Ama kapitalistler için geçici bir çıkış yolu
da vardır. Kar oranı düşse bile, kar toplamını ükseltmele­
i mümkündür. İşte bir önek (artık-değeri A temsil ediyor
ve artık-değer oranının her durumda aynı, yüzde yüz oldu­
ğunu varsayıyoruz) :

s K D A
1 . 500 dolar 1 . 000 500 500
4.000 dolar 3 . 000 1 .000 1 . 000

Artık-değer, A, sadece değişken sermaye, D tarafından ya­


ratıldığına göre, artık-değer oranı her zaman A'nın D'ye ora­
nı, yani /D'dir. Ama, kar sadece ücret harcanan toplamdan

299
(D) geldiği halde kapitalist karını, yatırılmış toplam serma­
yesi (S) üzerinden kar olarak hesaplar. Bundan dolayı o, kar
haddini, A'nın S'ye oranı veya NS olarak hesaplar.
Dolayısıyla , yukarıdaki örnekte , birinci durumda, kar
oranı 500/1 . 500, ya da % 3 3 , l/3'tür; ikinci durumda ise
1 .000/4.000, ya da sadece % 25'tir. Ama kar oranı düştüğü
halde, toplam kar 500 dolardan 1 .000 dolara yükselmiştir.
Gelelim, bunun mümkün olması için neyin gerekli oldu­
ğuna . Karı yaratan değişken sermayenin iki katma çıkarıl­
ması gerekti; modern üretim tekniği de değişkene kıyasla
değişmeyen sermaye toplamının gittikçe artmasını zorunlu
kıldığı için, D iki katma çıkarken, üç kat arttı. İşin püf nok­
tası da buradadır. Kar toplamını artırmak için kapitalistle­
rin gittikçe daha azla sermaye biriktirmeleri gerekmektedir.
Başka yapacak hiçbir şey yoktur. Sermaye birikimi durursa
kar toplamı (ve oranı) düşer.
Tek tek her kapitalist bunu bilir. Pazarda rekabet ede ede
parasını biriktirip, gittikçe artan toplamları yeniden işe ya­
tırmasını öğrenmiştir, yoksa kavgada alta düşecektir. Birik­
tirmeli, durmadan biriktirmelidir ki, toplam sermayesi, dü­
şen kar oranıyla mücadele edebilecek kadar artsın.
İşçilere üksek ücret ödenmesini salık veren iyi niyetli in­
sanlar bu noktayı gözden kaçırmışlardır. Ama kapitalist, iş­
çilere ne kadar azla verirse o kadar az kar ettiğini bilir, bu ,
kar etmek için sürdürmesi gerekli olan birikimin hızlanmak
yerine yavaşlaması demektir. Kapitalist açısından bu olma­
malıdır - çünkü birikim kesilince karlar da kesilir.
Bu yüzden, ikilemi kısmen düşük ücret ödeyerek çözer.
Bu onu , durmadan birikimi artırmak politikasında serbest
bırakır. Ama durmadan artan birikim, durmadan artan me­
taların pazara yığılması demektir. O zaman da ekonomik çe­
lişki makasının öbür ucuna takılır - işçilerin satın alma gü­
cünün çıkan ürünü emme imkanını bulamaması . Çünkü

300
düşük ücret, yaptığı metaların satın alınamaması, ödeneme­
mesi demektir.
Marx'ın analizi şuraya varıyor: Kapitalistler, ücretleri dü­
şük tutarak karı sürdürmelidirler, ama bunu yaparken, ka­
rın gerçekleşmesinin bağımlı olduğu satın alma gücünü yok
ederler. Düşük ücret yüksek karı mümkün kılar, ama anı
zamanda mala talebi azalttığı için karı imkansızlaştırır.
Çözülmez bir çelişki.

Doksan yıl kadar önce Thomas Cariyle kapitalist siste­


min karşısına dikilen buhrana parmak basmıştı: "Ördüğü­
nüz gömlekler neye yarar? Orada satılmadan asılı duruyor
milyonlarcası; ama burada da o gömlekleri edinemeyen mil­
yonlarca çıplak sırt var. Gömlek, insan sırtını ötmeye yarar;
bunu yapmıyorsa bir işe yaramaz, çekilmez bir şakadır, alay­
dır. İşin bu yanında çok azla geri kaldınız ! "
Carlyle'ın yazdığı çağda "işin bu yanında çok geri kalındı­
ğı ! " doğruydu. Dünya tarihinin bu en büyük krizini yaşadı­
ğımız günlerde daha azla doğru .
İnsanlar her yerde bir sorunla boğuşuyorlar. Soyetler Bir­
liği'nde kapitalizmin yerine başka bir şey getirmenin Mark­
sist yolunu uygulamaı deniyorlar; dünyanın başka kısımla­
rında kapitalizmi yamalayıp denetlemeye çalışıyorlar.

301
21
RUSYA'NIN BlR PANI VAR

On dokuzuncu yüzyılın bitimine on yedi yıl kala Karl Marx


öldü.
Yirminci yüzyılın başlangıcından on yedi yıl sonra Karl
Marx yeniden yaşadı.
Marx'ın teorisini yaptığı şeyi, onu izleyenler -Lenin ve
öbür Rus Bolşevikleri- 1 9 1 Tde iktidara el koyarak prati­
ğe çevirdiler. O zamana kadar Marx'ın öğretisi, kendisine
bağlı kalmış küçük bir grup arasında tanınıyordu ; bundan
sonra dünyanın ışıldakları Karl Marx'ın öğretisine çevril­
di. O zamana kadar, Komünistler, teorileri pratiğe konabi­
lirse, yeni ve daha iyi bir dünya yaratılacağını vaad edebi­
liyorlardı; bundan sonra Komünistler dünyanın altıda bi­
rini kaplayan toprağı gösterip "lşte bakın. Orada. İşliyor,"
diyebilirlerdi.
Bolşeviklerin iktidara el koymaları nasıl mümkün ol­
muştu ? Devrimi başarıya ulaştıran koşullar nelerdi? Çün­
kü , devrimle ilgili bir olgu var ki, bundan hiç şüphe edeme­
yiz: Nerede, ne zaman, kimin önderliğinde olursa olsun, bir
devrimi başarıya ulaştırmak kolay iş değildir. Haır. Devrim
302
bir sanattır ve Lenin, Bolşeviklerin önderi, bu önemli doğ­
ruyu vurgular.
"Başarılı bir ayaklanma bir komploya değil, bir partiye de
değil, ileri sınıa dayanmalıdır. tık sorun budur: Ayaklanma,
olgunlaşan devrimin tarihi içinde dönüm noktasında başlatıl­
malıdır, bu anda halkın öncülerinin etkinliği en yüksek nok­
tada olmalı, düşman saflarında ve aynca devrimin zayı, gönül­
süz, kaarsız dostlannın salannda sallantılar n yüksek nokta­
ya varmış olmalıdır. Üçüncü sorun budur . . . Ama bu koşullar
varsa, o zaman ayaklanmaı bir sanat olarak ele almaktan ka­
çınma, Marksizm'e ve derime ihanet etmektir. "
Bunlar, Bolşevikler iktidara e l koymadan bir ay önce yazıl­
mıştı. Yandaşları arasında, devrimin başarılı olması için sıra­
ladığı koşulların varolması gerektiğine inanan birçok insan
vardı. Ama bu zorunlu koşullar varken kesin anın ne olduğu
konusunda, bu aynı insanların birçoğu Lenin gibi düşünmü­
yordu. Lenin'in dehası da işte burada kendini gösterir. Ko­
şulların gerçekten olgunlaştığı, davranmanın başarmak, ge­
cikmeninse kaybetmek demek olduğu anı yakaladı.
İktidara el konmasının arefesinde, bütün enerjisini, vur­
ma zamanının geldiğini arkadaşlarını inandırmaya çalışma­
ya harcadı. 7 ile 14 Ekim arasında Bolşevikler Devlet lktidan­
nı Elde Tutabilecekler mi? adlı yazısını yazdı ve o sırada dev­
rimci eylemin yanlışlığını ileri süren bütün muhakeme bi­
çimlerini analiz etti. Bu itirazlardan bir tanesini şöyle cevap­
landırıyor: "Beşinci iddia, 'koşullar olağanüstü karışık' oldu­
ğu için Bolşeviklerin iktidarı ellerinde tutamayacakları.
"Ah bu akıllılar ! Devrimi hoşgörmeye de razılar belki,
ama 'koşullar olağanüstü karışık' olmazsa.
"Böyle devrimler olmaz, böyle devrimlere özlem dumak
da, burjuva aydınının gerici yanıp yakılmalarından başka bir
şey değildir. Devrim önce çok karışık görünmeyen koşullar­
da başlasa bile, devrimin kendisi, gelişmesi, her zaman ola-

303
ğanüstü karışık koşulların doğmasına yol açar. Çünkü bir
devrim, Marx'ın deyimini kullanırsak, gerçek, derin bir 'halk
devrimi' eski toplumsal düzenin ölüşü ve yeni bir toplum­
sal düzenin doğumunun inanılmaz derecede karışık ve acılı
sürecidir, onlarca milyon insanın hayatlarının yeni duruma
uydurulmasıdır. Devrim en keskin, en şiddetli, ölümüne sı­
nıf mücadelesi ve iç savaştır. Tarihte hiçbir büyük devrim iç
savaştan kurtulamamıştır ve bir kabuk içinde yaşamayan hiç
kimse, iç savaşın 'olağanüstü karışık koşullar' dışında müm­
kün olacağını düşünemez.
"Olağanüstü karışık koşullar olmadan devrim de olmazdı.
Kurttan korkuyorsanız, ormana girmeyin. "
İşte önünde neler yattığını bilen, hesaplayan, hesaplayan
ama korkmayan bir devrimcinin yazdıkları; işçi sınıfı tarafın­
dan ve işçi sınıfı için denetlenen bir sosyalist devlet hedeinin,
ödenmesi gereken korkunç iyata değdiğini düşünen bir dev­
rimci. Lenin, derim sanatını bildiği için, zaferi kazandı.
Talihimiz varmış ki, Komünistlerin yeni bir uygarlık de­
diği şeyi getiren olayların görgü tanığı olarak john Reed gi­
bi büyük bir röportaj cısı oldu . Dünyayı Sarsan On Gün ün­ '

de bu heyecanlı günlerin unutulmaz bir resmini çizer bize.


İşte , Kasım 1 9 1 ?'de , Petrograd'da toplanan Sovyet Kongre­
si'ni anlatan bölümden bir parça: "Lenin, kürsünün kenarı­
nı eliyle kavrayarak, küçük gözlerini kırpıştırarak kalabalı­
ğa baktı; dakikalarca süren uzun alkışların arkında değil gi­
biydi. Alkış durunca, şu yalın sözleri söyledi: 'Şimdi Sosya­
list düzeni kurmaya başlıyoruz ! "'
1 9 1 ?'deydi bu . Lenin "Sosyalist düzen"in kurulmasının
başlangıcını böylesine dramatik bir biçimde ilan ettikten on
beş yıl sonra, New York Times muhabiri Walter Duranty işin
çerçevesinin tamamlandığını bildiriyordu . " 1 932, devrimin
amaçladığı Sosyalist düzenin çerçevesinin tamamlandığı yıl
olarak kabul edilebilir.

34
"Bina henüz tamamlanmış değil , ama sosyalizmin bit­
miş binasını ayakta tutucak olan çelik iskelet, Doğu se­
malarında bir siluet olarak görülebilir. Maliye , endüstri ve
ulaşım , kamu sağlığı ve eğlence, sanat ve bilim, ticaret, ta­
rım - ulusal hayatın bütün dalları bireysel kar için birey­
sel çaba yerine, ortak yarar için ortak çaba düzenine uydu­
rulmuştur. "
Mr. Duranty bu son cümlesinde Sovyet programının özü­
ne parmak basmıştı. Burada her şeyin anahtarı , "bireysel"
yerine "ortak" kelimesidir. Karl Marx'ı izleyenlerin Sosyalist
düzeni kurarken atacakları ilk adımın, üretim araçlarının
özel mülkiyetini ortadan kaldırmak olacağını tahmin eder­
siniz. Gerçekten de, olan budur. SSCB'de toprak, abrikalar,
madenler, imalathaneler, makineler, bankalar, demiryolla­
rı vb. artık bireylerin mülkiyetinde değil. Pratikte bütün bu
üretim ve dağıtım araçları hükümetin, ya da hükümetin ata­
dığı ve denetlediği kurulların elindedir.
Bu temel bir konu .
Bunun gerçek anlamını kavrayabilmek için kapitalist top­
lumla karşılaştırmamız gerekiyor. Ruslara göre , böyle bir
durum, bir insanın artık başka bir insanı sömürememesi de­
mektir. Filancanın emeğinden alanca aydalanamaz; demek
ki artık kimse, para birikimi merdivenini "emrindeki" işçile­
rin sırtına binerek tırmanamayacak; demek ki artık bir oto­
mobil yapımcısı bir gün gazetelere ilan verip iş isteyen her­
kese bir iş verileceğini bildirip , ertesi gün abrikasını kapa­
tarak 750.000 işçiyi işsiz bırakamaz . Bunu artık yapamaz,
çünkü abrika "kendi" abrikası değildir, ortak olarak, bü­
tün halkın abrikasıdır. Bu demektir ki, diyor Ruslar, sınıf
arımları artık silindi, mal sahibi ve işçi, kapitalist ve prole­
tarya, zengin ve yoksul karşıtlıkları tarihe karıştı. "Mülksüz­
leştirenler mülksüzleştirildi. "
2 2 Nisan 1 936'da New York Times'a özel bir telgraf çeken

305
Moskova muhabiri Harold Denny Komünistlerin bu gurur­
lu övünmelerinin haberini veriyordu.

Ruslar Toplumsal Sınıların


Sonunu Selamlıyor

Andreyef, Komünist Gençliğe


Sovyet Amaçlarının llkinin
Büyük Ölçüde Gerçekleştiğini
Bildiriyor
Üretim Hedei Yaklaşıyor
Özel Sanai Bu Yıl Ülke
Mallarının Yalnız % 1 . 5
Kadarım Üretecek
Yazan
Harold Denny
New York Times'a Özel Telgraf
MOSKOVA, 21 Nisan - Andrey

Andreyef, SSCB Komünist Partisi merkez komite sekrete­


ri, bugün Genç Komünistler Ligasının (Komsomol) top­
lantısında, Sovyet hedeine büyük ölçüde vardığını söyledi.
Bu yıl SSCB'de üretilenlerin % 98. 5'ini devlet üretmiş
olacak. Terziler, şapkacılar, ayakkabıcılar gibi, kamulaşma­
mış küçük el sanatlarındaki üretim % l . S'te kalacak. Bay
Andreyef sözünü etmedi ama yeni uygulanan önleyici ver­
gilerle bu el sanatları da hızla yok oluyor.
Endüstrinin sosyalistleştirilmesi ve tarımın hemen tama­
men kollektileştirilmesiyle, şimdi yalnız tek bir sınıfın, iş­
çilerin kaldığını bildirdi Bay Andreyef.

Sovyetler Birliği'nde kamulaştırılmamış imalat sadece %


1 . 5 ! Üstelik unutmayın ki bu da bildiğimiz anlamda kapita­
list imalat değil, çünkü burada da üreticiler kendi başlarına
çalışıyorlar; başka insanların emeğini kiralamak yok. Ülke-

306
nin üretim aygıtının geri kalan bütün kesimleri, ortak mül­
kiyet altında ve hükümet tarafından yönetiliyor.
Şimdi, SSCB hükümetinin karşısına çıkan büyük ekono­
mik sorular, ne üretileceği, ne kadar üretileceği, üretileni ki­
min alacağı gibi sorular. Bunlar, ülkenin bütünü düşünüle­
rek verilmesi gereken kararlar. Kapitalist ülkelerde de her
kapitalist, sermayesini herhangi bir girişime yatımadan ön­
ce buna benzer kararlar vermek zorundadır. Parasını oto­
mobil abrikasına mı yatırsın, demiryolu mu yaptırsın, yok­
sa kumaş mı imal etsin? Ne kadar üretsin, işçilerine ne kadar
ücret ödesin? Bu gibi binlerce ve milyonlarca küçük kararın
sonucu, üretim toplamını meydana getirir. Ama tek tek par­
çaların birbirine uyacağının bir garantisi yoktur ve sizlerin
de deneylerinizle çok ii bildiğiniz gibi, parçalar uymayınca
birkaç yılda bir çöküntülere uğranır.
Sosyalist devletin hükümeti, kapitalistle aynı konumda­
dır, ama bunun bin katı daha büümüştür. Yani, sermayenin
tek sahibi olduğu için her karan o vermelidir. Bütünün düz­
gün çalışması için, sosyalist hükümet, değişik parçaların tü­
münü , bütün o bin bir çeşit, karmakarışık iktisadi aaliyetle­
ri bir araya toplamak ve bir uyum içine sokmak zorundadır.
Bunu iyi yapabilmek için.
Rusya'nın Bir Planı Var
"Sovyet Komünizmi içindeki eğilimler arasında toplum­
sal bakımdan en önemlisi , ülkenin bütün üretim, dağılım
ve mübadelesinin, azınlığın kan için değil, bütün toplulu­
ğun tüketimini artırmak için bilinçli bir şekilde planlanma­
sı düşüncesidir. . .
"Rekabete dayanan bir pazarda kar elde etmek için üretim
yapan, özel mülkiyet ortadan kaldırıldıktan sonra , her ku­
ruluşun ne üreteceği özel talimatla belirtilmelidir. Kollekti­
vist bir devlette, bir çeşit genel Planı, onsuz edilmez hale ge­
tiren. . . bu zorunluluktur. "

307
Rusya'nın Beş-Yıllık Plan'ını tekrar tekrar işitmişsiniz­
dir. Birincisi bitince İkinci Beş-Yıllık Plan'a başladılar. Rus­
ya Sosyalist oluncaya kadar bu böyle devam edip gidecektir.
Çünkü, Sidney ve Beatrice Webb'in yukarıda işaret ettikle­
ri gibi, kollektivist bir devlet için plan zorunludur. Sosyalist
ekonomi, zorunlu olarak, planlı ekonomidir.
Dünyada planlı ekonomiye sahip tek ülke Rusya olduğu­
na göre, böyle bir ekonominin nasıl işlediğini görebilmek
için Sovyet modelini incelememiz gerekir.
Bir planda neler vardır? Sen, ben plan yaparken, herhan­
gi biri bir plan yaparken, iki şeye dikkat edilir - bir niçin, bir
de nasıl, yani bir amaç ve bir yöntem. Hedef, planımızın bir
parçası, oraya varmanın yolu da öbür parçasıdır.
Sosyalist planlama için de böyle. Onun da bir amacı ile bir
yöntemi vardır. Ama sosyalist planlamada gözetilen amaç­
lardan tamamen ayrı olduğunu başından belirtmek gere­
kir. Webb'ler, SSCB üzerine yetkin incelemelerinde bunu iyi
anlatıyorlar: Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık mı ? "Ka­
pitalist bir toplumda, en büyük özel teşebbüsün bile ama­
cı, sahipleri ya da hisse sahiplerinin kazanacağı paradır . . .
SSCB'nde , Proletarya Diktatörlüğü denilen rejimde , plan­
lanan amaç bundan çok arklıdır. Faydalanacak patron ya
da hisse sahibi olmadığı için, kar da düşünülmez. Amaçla­
nan tek hedef, bütün topluluğun, uzun vadeli azami güven­
liği ve reahıdır. "
Gayet güzel. Genel amaç bu . Ama bunu somutlaştırmak
gerek. İstenen bu amaca erişmek için, amaca uygun özgül
politikalar uygulanmalı. Ama politika da ihtimale dayandı­
rılmalı. Neyin muhtemel olduğunu anlamak için de, ülkeyi
en doğru ve tam bir şekilde görebilmek gerekir.
Devlet Planlama Komisyonu'nun (Gosplan) işi budur.
Birinci görevi, SSCB'nde her şeyin kim ve ne ve nerede
ve nasıl olduğunu bulmaktır. İş gücü ne kadardır? Kollek-

308
tif imalatın koşulları nelerdir? Doğal kaynaklar nelerdir? Ne
yapılmıştır? Ne yapılabilir? El altında bulunan ne? Neye ih­
tiyaç var?
Olgular. Rakamlar. İstatistikler. Dağlar gibi.
SSCB'nin muazzam topraklarındaki her kuruluştan, her
abrika, çiftlik, imalathane, maden, hastane, okul, araştırma
kurumu , sendika , kooperatif, tiyatro grubundan; bu geniş
alanın köşe bucağındaki bütün bunlardan, şu sorulara cevap
gelir: Geçen yıl ne yaptınız? Bu yıl ne yapıyorsunuz? Gele­
cek ıl ne yapacaksınız? Neye ihtiyacınız var? Ne türlü yar­
dım yapabilirsiniz? Ve daha yüzlercesi.
Bütün bu bilgiler Gosplan bürolarına doluşur, orada to­
parlanır, uzmanlarca düzenlenir, özümlenir. "Gosplan'da ça­
lışanlar şimdi iki bine yakın uzman istatistikçi ve çeşitli dal­
lardan bilimsel teknisyenler; sayısı bunlarınkini aşan sekre­
terler de var. Şüphesiz dünyanın en iyi donanmış ve aynı za­
manda en geniş sürekli istatistik araştırma mekanizması. "
B u uzmanlar toplanan verileri ayırma, düzenleme v e sağ­
lama işlerini bitirdikten sonra Neyin, Nerede Olduğunu gö­
rüyorlar. Ama bu, işlerinin sade bir kısmı. Şimdi Neyin Na­
sıl Olabileceği üstünde kaa yormaları gerekiyor. Bu nokta­
da plancıların hükümet yetkilileriyle görüşmeleri zorunlu
oluyor. "Devlet Planlama Komisyonu'nun vardığı sonuçlar
ve tasarıları, hükümetin onaylaması gerekir. Planlama işle­
vi önderlik işlevinden arılmıştır ve önderlik planlamaya ta­
bi değildir. "
Şüphesiz , planlama, planın yürürlüğe koyacağı politika­
lar için gerekli kararlar verme zorunluğunu ortadan kaldır­
maz. Bu kararları, hükümetin başındakiler verecektir; plan­
cıların işi ise, derledikleri malzemeye göre, politikayı en et­
kili biçimde yürürlüğe koymanın yolunu bulmaktır. Gosp­
lan ile önderler arasındaki tartışmalardan, planın ilk tasla­
ğı ortaya çıkar.

309
Ama sadece ilk taslak. Henüz Plan kendisi değil. Çünkü
sosyalistçe planlanmış bir ekonomide bir Beyin Kurulu'nun
planı yeterli olamaz. Plan halka sunulmalıdır. Şimdi atıla­
cak adım budur. 1. Maiski, Sovyetlerin İngiltere büükelçi­
si, Plan hazırlığının ikinci aşamasını şöyle anlatıyor: "Denet­
leme rakamları incelenmek ve tartışılmak üzere çeşitli halk
Komiserliklerine ve ulusal ekonomiyle uğraşan öbür mer­
kezi kurullara örneğin, Ağır Sanayi, Haif Sanayi, Ticaret,
Ulaştırma, Dış Ticaret Halk Komiserliklerine sunulur. Her
merkezi yetkili, planının çeşitli bölümlerini kendinden bir
aşağıdaki yetkili kurula ulaştırır, böylece Plan'ın uygun bö­
lümü tek tek abrika veya çiftliklere kadar iner. Her aşama­
da 'denetim rakamları' inceden inceye gözden geçirilir. Dev­
let Planlama Komisyonu'ndan başlayan yolculuğun son du­
rağına, abrika ya da kollektif çiftliğe vardığında, bütün uya­
nık işçi ve köylüler etkin bir rol alarak Plan'ı tartışır ve ince­
lerler, önerilerini belirtirler. Bundan sonra rakamlar geldik­
leri yoldan geri gönderilir, eklemeler, düzeltmelerle birlikte
Devlet Planlama Komitesi'nin eline varır."
Fabrikadaki işçilerle çiftlikteki köylülerin Plan'ın iyi ve
kötü tarafları üstüne düşüncelerini dile getirmeleri. Rusla­
rın haklı olarak kıvanç duydukları bir durum bu . Kimi za­
man bu işçilerle köylüler kendi çalışma yerlerini ilgilen­
diren rakamları beğenmezler. Çoğu zaman, kendilerinden
beklenen üretimi artırabileceklerini gösteren kendi rakam­
larını verdikleri bir karşı-plan sunarlar. Her yerdeki Sovyet
yurttaşlarının milyonlarcasının bu geçici Plan'ı tartışmala­
rı, Ruslara göre gerçek demokrasidir. Yapılacak işin, erişi­
lecek hedeflerin planı ukarıdan empoze edilmemiştir. İş­
çilerle köylülerin de bunda söz hakkı vardır. Bütün bun­
lar ne sonuç verir? Konuyu bilen bir gözlemci soruu şöyle
cevaplandırıyor: "Rusya'nın, benim gördüğüm kısımların­
dan hangisine gitseniz , işçiler size kıvançla bir şeyler gös-

310
teriyor, 'Bu bizim abrikamız ; bu bizim hastanemiz ; bu bi­
zim dinlenme-evimiz' diyorlar; sözkonusu bu nesnelere bi­
rey olarak sahip olduklarını söylemiyorlar; ama bu kurum­
lar doğrudan doğruya onların çıkarına çalışıyor ve üretiyor
ve onlar da bunun bilincindeler; ayrıca, bütün bu yapılan­
ların iyi yapılmasından gene kendilerinin sorumlu olduğu­
nun da bilincindeler."
Plan hazırlığının üçüncü aşaması, geri kalan rakamların
incelenmesidir. Gosplan ve hükümet yetkilileri, tavsiye ve
düzeltmeleri gözden geçirir, gerekli değişiklikleri yaparlar
ve Plan hazır olur. Nihai şeklini alan Plan her yerdeki işçi ve
köylülere gönderilir ve bütün toplum, enerjisini bu görevin
yerine getirilmesine yöneltir. Ortak yarar için ortak çaba bir
gerçeklik olur.
Ama ortak yarar nedir? Hükümet yetkilileri hangi politika­
ların ilk ağızda gerekli olduğuna karar vermişlerdir? Bazı ge­
nel hedeler kendiliğinden ortaya çıkar. SSCB'deki halkın ço­
ğu eğitim görmemiştir, okuma yazma bilmez. Demek ki ge­
nel eğitim, Plan'ın bir parçası olmalıdır. Herkese parasız eği­
tim -üniversiteye giden öğrencilere parasız barınma ve yaşa­
ma imkanları- sağlanır. Sovyet halkının çoğu halk sağlığın­
dan pek haberli değildir. Onun için de Plan'ın bir parçası ha­
yat standardını yükseltme kampanyasıyla, buna ek olarak,
işinden anlayan doktorların, hastabakıcıların, öğretmenle­
rin çalıştığı hastaneler, doğumevleri, ana okulları vb. kurul­
masıyla ilgili olmalıdır. İşçiler için dinlenme evleri, parklar,
müzeler, kulüpler - bunlar ve benzeri hzmetler de Plan'da
yer almalıdır. Bilimsel araştırma kurum ve laboratuvarları da
Plan'ın bir parçasıdır. Bunlar ve benzeri daha yığınla apaçık
ihtiyaç şüpheye yer kalmadan Plan'a girer. Ama, ya şu aşağı­
dakilere benzer sorulara ne cevap verilecektir?
1 . İnsanların hemen şimdi yemeleri, giymeleri ve tadını çı­
karmaları için mallar üretmeye ağırlık vermek iyi bir politi-

31 1
ka mıdır? Yoksa, halkın şimdi daha az , ama ileride daha çok
şey sahibi olmasına yol açacak abrikalar, enerji merkezleri,
demiryollan yapımına özel öncelik vermek mi daha doğru­
dur? Tüketim mallarını geliştirmek, bugün iyi yaşamak de­
mektir; üretim mallarını geliştirmek, yarın iyi yaşamak de­
mektir. Hangisi daha doğrusu?
2. En ii yapabileceklerini üretmek ve kötü ya da kusurlu
yapabileceklerini ithal etmek mi gerekir? Yoksa bütün ihti­
yaçları kendi sınırlan içinde karşılamaya çalışmak daha akıl­
lıca bir yol mudur?
Sovyetlerin bu sorulara verdikleri cevabı büyük ölçüde
belirleyen şey, sosyalist bir ülke olarak kapitalist dünyanın
saldırısı tehlikesiydi. Bu öyle karamsarca bir tahmin de de­
ğildi. Öneği vardı. 1 9 1 8'le 1 920 arasında, aralarında Birle­
şik Devletler de bulunan yarım düzine kapitalist ülke Bolşe­
vikleri silahla zorla devirmeye çalışmışlardı. Ruslar, özellik­
le sosyalizmi kurtarmakta başarılı olurlarsa, bunun tekrar­
lanacağından emindiler. Çünkü o zaman, bütün dünyanın
kapitalistleri kendi ülkelerindeki işçi sınıfının Rus işçi sını­
fını örnek alacağından ve kendilerini iktidardan kovacağın­
dan korkacaktı.
Bu ve başka nedenlerle -örneğin, tarımsal bir topluluğun,
endüstrileşmiş bir topluluk kadar yüksek bir hayat standar­
dı sağlayamayacağı olgusu gibi- Ruslar endüstrileşmeye ka­
rar verdiler.
Kolay değildi. Bu karar, aslında, gelecek uğruna bugün­
kü rahatı feda etmek demekti. Varolan kaynakların muaz­
zam bir kısmını, insanlara kısa süre içinde barınacak ev, yi­
yecek yemek ve giyecek elbise vermeyecek malların yapı­
mında kullanılacak sermaye olarak ayırmak anlamına geli­
yordu . Bir ülkenin bir yıl içinde kullanacağı ve tasarruf ede­
ceği belirli bir emek ve sermaye toplamı vardır. Bütün işçi­
lerini tuğla yapıp ev kurmaya, buğday yetiştirip ekmek yap-

312
maya ya da pamuk üretip kumaş yapmaya koşabilir - o za­
man herkese bol bol tüketim malı bulunur. Ama hiçbir za­
man, şimdi olandan fazlası olmayacaktır. Daha azlasını isti­
yorsa, işçilerden bazılarına da makine yaptırmalı, demiryo­
lu döşetmeli, abrika kurdurmalıdır; kısacası, üretim malla­
rı üretmelidir. Bunu yaparsa - ertesi yıl, ya da daha sonraki
birkaç yıl içinde , daha azla ekmek, daha azla giim, daha
azla ev yapabilir. Gelecek için ne kadar yatırım yapıyorsa­
nız , şimdiki zamanın yiyeceği ve giyeceği de bu orantıya gö­
re belirlenecektir. Rusya baktı ki, ya evde yakmak için da­
ha çok kömür ayıracaktı, ya da fırınlarda yakmak için da­
ha çok kömür - o fırınlar ki makine üretecekler, makine­
ler daha çok, daha çabuk kumaş üretecek tezgahlar yapa­
caktı. Ama bunların ikisi birden aynı zamanda yapılamaz­
dı. lkinci yol seçildi. Tüketim malları yerine üretim malla­
rı geliştirildi. Bu, endüstrileşmede izlenecek yoldu . Kolay
bir yol değildi.
J ozef Stalin , 1 Mart 1 93 6'da Scripps-Howard Press'den
Roy Howard'la yaptığı konuşmada, endüstrileşme yolunun
güç olsa da , Sovyet hedefine bu yoldan erişebileceğini söy­
ledi. "Bir ev yapmak istiyorsanız , tasarruf etmeli, edakar­
lık etmelisiniz . Yeni bir toplum kuruyorsanız, böylesi da­
ha da gerekli.
"Taleplerimizin bir kısmını geçici olarak sınırlaıp gerek­
li kaynakları biriktirmek zorundayız . Kelimenin en iyi an­
lamında gerçek özgürlüğü geliştirmek gibi belirli bir hedef
için bu fedakarlığı yapıyouz . "
Ruslar tüketim için üretimi kısıp sanayi malları üretimi­
ni genişletme kararını verdikten sonra , ne gibi "fedakarlık­
lar" yapmaları gerekecekti? Bunun anlamı , bir kere , ülke­
de yeterli nesne üretmek için yeterince emek ve sermaye
olmadığıydı. Rusya'da bütün tüketim malları kıttı, Sovyet­
ler Birliği'ni ziyaret eden düşmanlarının da gözünden kaç-

313
mayan bir olguydu bu. Traktör almak, çaydanlık almaktan,
tren vagonu almak, battaniye almaktan daha kolaydı. Ama
ne yazık ki Ruslar çaylarını traktörde demleyemiyor, bir va­
gona sarınıp uyuyamıyorlardı. Dolayısıyla, yaptıkları bütün
traktörlerin, abrikaların, lokomotiflerin, enerji merkezle­
rinin bedelini ödemek için, bazı durumlarda hala bir hayli
gevşek olan kemerlerini son deliğine kadar sıkmak zorun­
da kalıyorlardı.
Ama, 27 Mart 1 936 tarihli New ork Times'a göre Soyet
yurttaşlarının göreceği iyi günler artık yaklaşmıştı: "Bu yıl,
devrimden beri ilk olarak, üretim araçları karşısında tüke­
tim mallarına görece daha azla ağırlık verildiği belirtiliyor.
Daha önceleri, Sosyalist ekonominin kurulması için her şey
üretime tabi oluyordu .
"Bu yılın planı . . . tüketim mallarında yüzde 23 , üretim
araçlarında ise yüzde 22 artış öngörüyor. "
Bir olguya dikkat etmeli. Geçmişte tüketim malları yerine
üretim mallarına ağırlık verilmesi, planlamanın bir zorun­
luğu değildir. Örneğin Birleşik Devletler sosyalist planlama­
ya geçecek olsa, böyle bir şey hiç de gerekli olmazdı. Sov­
yet Planı'nın zorunlu bir parçasıydı. Çünkü Sovyetler Birli­
ği'ne özgü koşulların ürünüydü . Amerika bu çeşit donanım­
da yeterince zengin olduğu için, burada yapılacak herhangi
bir Plan'da bunların büyük bir acele ve fedakarlıkla kurul­
ması gerekmez.
Ama Rusya demiryolu , makine, abrika , her çeşitten en­
düstri kuruluşu bakımından yoksuldu . Dünya Savaşı'ndan
önce sahip olduğu birkaç şey, Dünya Savaşı, iç savaş ve mü­
dahale dönemlerinde yok olup gitmişti . Onun için Dev­
rim'den sonra Rusya'nın sıfırdan başlaması gerekiyordu. İn­
giltere, Almanya, Amerika şöyle dursun, İtalya, İsveç ya da
Avustralya gibi ülkelere yetişmek için de daha çok uğraş­
ması zorunluydu . Hem de öyle çok uğraşmalıydı ki, onla-

314
ra yetişmek hiç mümkün olmayacakmış gibi geliyordu. Ama
Ruslar, Rusya'nın, hem de çabucak yetişmesine karar verdi­
ler. Henüz yetişmediler, tabii, ama bütün tarafsız gözlemci­
ler epey yol alındığını kabul ediyor. Ünlü bir Cambridge ik­
tisatçısı, 1 932'de (Rusların hızına bakılırsa bu artık çok es­
ki bir tarih) şunları söylemişti: "Amaçlanan şey o kadar mu­
azzamdı ki, bütün kapitalist dünya bunu alayla, kahkahay­
la karşıladı. Kapitalist dünyanın haşan standartlarına gö­
re bu amaç çılgınca bir ütopik rüyaydı. Savaş-öncesi Britan­
ya gibi zengin bir ülke, savaştan önce, ulusal gelirinin yüzde
l 4'ünü yeni sermaye olarak yatırıyordu. Sovyet Rusya, Beş­
Yıllık Plan'a göre (beş yılın yıllık ortalaması olarak) ulusal
gelirin üzde 30 kadarını yatırmayı planlamıştı. Bu , görece
yoksul bir ülke için akıllara durgunluk verecek bir gelir. Ka­
pitalist endüstrinin 'normal' saydığı yıllık dünya üretimi ar­
tışı yüzde 3 dolaylarında hesaplanıyordu . 1 907 ile 1 9 1 3 ara­
sında geçen altı ılda Britanya'da bu yıllık artış oranı yüzde
yanından azdı. 1925 ile 1 929 arasında büyük bir patlama ol­
duğu halde, bu dört yıl içinde de Fransa ve Polonya gibi bü­
yüyen ülkelerde yüzde 9'u geçmemiş , Amerika ve Britan­
ya'da ise yüzde 4'ün altında kalmıştı. Beş-Yıllık Plan, büyük
çapta Devlet endüstrisinde yüzde 20'nin üstünde , büyük ve
küçük bütün endüstride de üzde 1 7, 18 arasında yıllık ar­
tış sağlıyordu . "
Bu endüstrileşme döneminde, başka ülkelerden alışılmış
borç ve kredilerin de gelmediği düşünülürse, bütün bunlar
daha da şaşırtıcı olur. Dünyada endüstrileşme yoluna giren
başka her ülke yabancı sermaye yardımı görmüş, bununla
çelik, makine vb. almış, bir yandan da bunları yapmak için
kendi kuruluşlarını inşa etmiştir. Ameika'nın endüstrileş­
mesinde Britanya sermayesi önemli bir rol oynamıştı. Gü­
ney Amerika'da Britanya, Alman ve Amerikan borçlan eksik
değildi. XIX. Bölümde gördüğümüz gibi azla sermaye yatı-

31 5
rım yapacak yer arıyordu - tabii, Rusya'dan başka. Pis Bolşe­
viklere kapitalistler para veremezdi. Ruslar boykotu kırmayı
başarıp gerekli bir kredi koparmayı başarsalar, koşullar çok
katı oluyordu - hem de nasıl !
Öyleyse, dışarıdan gelen gerekli malzeme ne yollardan el­
de ediliyordu? SSCB'de endüstrinin kurulması için öylesi­
ne ihtiyaç duyulan sermaye birikiminin kaynağı neydi? Bu,
önemli bir sorudur. Cevabı da önemli.
Paranın bir kısmı Soyet endüstrisinden geldi.
Kapitalist toplumda birikim bireyseldir (burada "birey­
sel" sözü grupları da içerebilir; örneğin korporasyonların ih­
tiyat akçeleri, bankalar vb. ) , oysa Sosyalist toplumda üretim
gibi birikim de toplumsaldır. Her endüstrideki net çıktının
belirli bir parçası merkezi mali kurumlara aktarılır, böylece
bu kurumlar genişlemek için bulunan bütün kaynakları tek
bir denetim altında birleştirir. SSCB'nin Plan'ında , kapitalist
toplumda çok iyi tanıdığımız kupon kesiciye yer yoktur -
endüstri karlarından ömür boyu geçinen antiye bulunmaz .
Soyetler Birliği'nde devlet kendisi iktisadi etkinliğin karla­
rını toplar ve bu onları Plan'a göre en yararlı olacakları ka­
nallara akıtır.
"Her endüstrinin gelişmesinin bir parçası otomatiktir ve
her endüstride edinilmiş karların bir parçasıyla sağlanır;
ama değişik endüstrilerde edinilmiş karların geri kalanı, bü­
tün üretim ve dağılım sisteminin geliştirilmesi için bilinçli
bir şekilde seferber edilip (merkezi olarak biriktirilmiş başka
onlarla birlikte) kullanılabilir. lktisadi gelişmenin böylece
denetlenmesi, merkezi planlama örgütlenmesinin en önem­
li yanlarından biridir. "
Tabii biraz bireysel tasarruf d a vardır, ama tasarruun
çoğu karlardan gelir ve bireysel kar da olmadığına göre,
SSCB'de tasarruf, kapitalist ülkelerdeki gibi bir boğazlaşma
değil, topluluğun bir işleidir.

316
Sermaye birikiminin kaynaklarından biri buydu . Gerekli
endüstri maddeleri için para bulmanın bir başka önemli yo­
lu da dış ticaretti.
Rusya'nın kendine-yeterli olabilmesi için o kadar gerekli
olan otomobiller, traktörler, lokomotiler ve makine yapan
makineler, Rusya'nın ürettiği buğday, petrol, maden, kereste
ve kürk karşılığında dışarıdan alınabilirdi. Yoğun sanayileş­
me, Rusların buğday yetiştirmekten, toprağı kazıp maden ve
petrol çıkarmaktan, ağaç kesmekten ya da kürk hayvanı ya­
kalamaktan vazgeçmelerini gerektirmezdi. Tersine bu etkin­
likler yaygınlaştırıldı ve büyük yenilikler yapıldı. Yetersiz on
dokuzuncu yüzyılın yöntemleri bırakılıp yirminci yüzyılın
yeni teknolojisi uygulandı. Endüstride başlatılan makineleş­
me ve bilimsel yöntem, tarım ve madencilikte de uygulandı.
Her yerde, üretimin artırılması için çalışıldı. Rusya'nın "do­
ğal" kaynaklarının ihraç edilmesiyle, zorunlu endüstri mad­
delerini ithal etmek mümkün oldu .
Şüphesiz bu , dış ticaretin de denetlenmesi ve genel Plan'ın
bir parçası haline getirilmesi demekti. Öyle oldu .
SSCB'ye yabancı ülkelerden ne gireceğini ve buradan ya­
bancı ülkelere ne gideceğini tamamen ve mutlak olarak
Gosplan kararlaştırır. Kollektif çiftlikler Amerika'dan ta­
rımsal makineler mi alacak, elektrik endüstrisi donanımı­
nı Almanya'dan mı alacak, dokumacılar tezgahlarını lngilte­
re'den mi getirtecek? Bunlar, bütünle ilişkili olmadan, her­
kesin keyine göre yapılırsa, her şey birbirine girer. Gosp­
lan'ın bir üretim planı vardır, dış ticaret de o planın bütün­
sel bir parçasıdır. Ulusal ekonominin gereklerine kulak as­
madan her biri istediğini alıp istediğini satan tek tek grup­
ların eline bırakılamaz . Onun için, bankaların, demiryolları­
nın, üretim araçlarının denetimi nasıl Plan elindeyse, dış ti­
caretteki devlet tekeli de öyle olmalıdır.
Babeufün, Fransız Devrimi sırasında, komünist bir devle-

317
ti tasarlarken, dış ticarette devlet tekelinin gerekliliğini gör­
müş olması ilginçtir: "Yabancı ülkelerle her çeşitten özel ti­
caret yasaktır; bu yoldan ülkeye sokulan mallara, kamu ya­
rarına el konacaktır . . . Cumhuriyet, gerekli nesneleri, başka
ülkelerle artık ürünlerini değiş tokuş ederek sağlayacaktır. "
Ne var ki, dış ticarete devlet tekeli konması her ne kadar
sosyalistçe planlanmış ekonominin bir parçası olsa da, SSCB
ithalat ve ihracatının çeşidine ve hacmine tam olarak hakim
değildir. Yabancı ülkelerin plansız ekonomileriyle iş yaptık­
ça, olamaz da. Ruslar kendi dünyalarında olup biteni denet­
leyebilseler de, dünyanın geri kalan kısmında olanları denet­
leyemezler. Beş-Yıllık Plan uygulamaları sırasında bu gerçe­
ği öğrendiler.
Gosplan, dışarıya bazı makine siparişleri vermeyi karar­
laştırmıştı. Siparişleri o sıradaki iyatlara göre yapmış, birkaç
yıl içinde, bu makineleri ödeyecek ihraç mallarını yurt için­
de biriktirmeye çalışmıştı.
Buraya kadar her şey yolundaydı. İstedikleri şeylerin söz­
leşmelerini imzalamış, ödeme yollarını hazırlamışlardı. Her
şey gül pembe görünüyordu.
Ama , sözleşmeler hala geçerliyken, dünyanın kapita­
list ülkelerinde 1 929 buhranı gelip çattı. Bu , Rusya'nın ih­
raç ettiği malların fiyatlarının felaket bir derecede düşme­
si demekti. Diyelim ki, Gosplan sipariş ettiği makineler için
10.000.000 dolar ödemek üzere sözleşme yapmıştı; gene di­
yelim ki Gosplan bunun karşılığı olarak şu ihracatı yapma­
yı kararlaştırmıştı:

2. 000.000 kile buğday, kilesi 1 .00 dolardan. . . 2.000 .000 dolar


1 . 000.000 kürk, tanesi 3 .00 dolardan. . . . . . . . . . . . 3 . 000.000 dolar
2. 500.000 varil petrol, varili 2.00 dolardan. . . . 5 . 000. 000 dolar
Toplam. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.000.000 dolar

318
Ama şimdi, buhran yüzünden, buğday iyatları yüzde el­
li düşmüş, kürkü bedava versen alan yok, petrol iyatları ise
olmayacak derecede düşük.
Ne yapsın Sovyet hükümeti? Makineler gerekliydi , pa­
rası da ancak ihracatla ödenebilirdi. (Eski yüksek iyatlar­
dan sözleşme yapılmamış olsa da, endüstride fiyatlar Rus­
ya'nın sattığı mallarda olduğu kadar düşmemişti. ) Başlan­
gıçta planlananın iki katını ihraç etmesi gerekti. Rus halkı­
na da şundan başka söyleyecek söz yoktu: "Kemerlerinizi bi­
raz daha sıkmanız gerekiyor. Bu kapitalistler işi berbat etti­
ler, iyatlar düştü . Şimdi buğdayımıza eskisinin yansı kadar
para veriyorlar. Şimdi sözümüzü yerine getirmemiz için iki
kat azla ihracat yapmamız gerekiyor."
Olan, kabaca , buydu . Kendi ülkesinde planlı ekonomiy­
le buhran önleyen Sovyetler Birliği, bu sefer de kapitalist ül­
kelerdeki buhranın ceremesini çekmek zorunda kalıyordu .
Rusya dışındaki buhran, Plan'ın eşdengesini bozan bir dış­
sal etken oluyordu .
İçsel etkenlerden ileri gelecek sallantılar daha da önemli­
dir; bunların kimisi denetlenebilir, ama kimisi denetleme­
nin ötesindedir. Bütün ekonomik etkinliğini bilinçli şekil­
de planlaması her parçanın ötekilerle ilintisini gerektirdi­
ğinden, çarkın bir dişlisinin ezilmesi de ister istemez bütün
öbür çarkları etkiliyordu . Sözgelişi , Rusya'da dokumada
kullanılan aletlerden biri, pamuk ürününün büük kısmı­
nı parçalıyor olsun. Bunun dokuma endüstrisinde dolay­
sız sonuçlan vardır; piyasadaki pamuklu beklenen hacim­
de değilse, ücret iyat ilişkisini de etkileyecektir. Soyet ik­
tisatçılarının deneylerle öğrendikleri gibi, "Ulusal ekono­
minin bütün öğelerinin karşılıklı yakın bağıntılarının bir
sonucu olarak, bir yerde bir kopukluk ya da bir sektörde
planın geri kalması başka birçok sektörü de etkiler. Bun­
ların kendilerinin çok iyi işliyor olmaları durumu değiştir-

319
mez. Her ciddi sapma, başka yerlerde giderici tedbirler al­
mayı gerektirir. "
Tehlike b u işte - çaresi de . Plancılar, gelecek darbeleri
umuşatacak bir ihtiyat onu ayırmak zorundalar. Kaza pa­
yı tanımaları gerekiyor. Geçmiş olayın tavanını ve tabanını
gösteren istatistikler toplamalı, bu bilgilere göre, olacakla­
rı tahmin etmeliler. Ama bu da yeterli değil. Beklenenin ol­
maması durumunda , "giderici tedbir" almak için hazır bu­
lunmalılar.
Bunları kağıt üstünde alması kolay. Ama gerçekte bu çe­
şit koordinasyon güçtür, Ruslar da bunun bedelini tekrar
tekrar ödemişlerdir. Bir örneğini Webb'ler veriyor: " l Mayıs
1 932'de (Gorki'de, otomobil yapacak) bir abrikanın açılaca­
ğını geniş bir şekilde duyurduktan sonra, girişim inatçı bir
biçimde tıkanıp kaldı ! Detroit'teki Ford arikalarından kop­
ya edilen muazzam binalar pahalı makinelerle doldurulmuş­
tu . On binlerce işçi toplanmış ve ücretleri verilmeye başlan­
mıştı. Ama kayış çalışmıyordu . . . Üzerine konduğu yatak, te­
meli sağlam atılmadığı için, birkaç yerden sarkmıştı . . . Üste­
lik kaış harekete geçse bile, kaış geçerken takılacak çeşitli
kısımlar hazır değildi. "
İşte beceriksizliğin, yönetim kusurunun v e bağlantısızlı­
ğın büyük bir öneği. Ama bunun suçunu ulusal planlama­
da aramak doğru olur mu? Sebep , daha çok, Rusların endüs­
trideki tecrübesizliği değil midir? Webb'ler bu dersin daha
sonra öğrenildiğini ve şimdi Rusya'da yapılan yeni abrika­
ların daha ilk günden gereği gibi çalışmaya başladığını anla­
tıyorlar. Ulusal planlama Amerika'da uygulanacak olsa, her­
halde koordinasyonda bir aksama görülmezdi. Bunun za­
ten büyük ölçüde varolduğu Fortuna yazarlarının sözlerin­
den anlaşılıyor: U.S. Steel Corporation'a bağlı çelik şirketle­
rinden yalnızca iki tanesi "İngiltere ve Almanya'nın 1 934 yı­
lında birlikte ürettikleri kadar çelik üretebiliyor." Şüphesiz,

320
U.S. Steel Corporation endüstri örgütlenmesinin en güç so­
rununu çözmeye yetecek kadar koordinasyon yeteneğine sa­
hip olmasa, böyle bir şey mümkün olmazdı. Demek ki, bü­
tün parçalan bir araya toplamak çok güç olduğu için ulusal
planlama yapılamayacağını söylemek yanlıştır.
Ama başka akıl yürütmelere de başvuruluyor. Biri, "Top­
lumsallaşmış ulusal planlama" deyimindeki "toplumsal" ke­
limesine karşı, öbürü de "ulusal planlama" kelimelerine kar­
şı yöneltilen itirazlar.
Deniyor ki, sosyalizm hayaldir, çünkü kar amacı olmayın­
ca insanlar çalışmaz, yeni yöntem denemez, riske girmez .
Sonuç olarak iktisadi hayatta durgunluk olur.
Ruslar bunun tamamen saçma olduğunu söylüyorlar. On­
ların gösterdiğine göre, kapitalist toplumda işin çoğunu , kar
edecek durumda olmayan insanlar yapıyor. Her Allahın gü­
nü ücret için çalışan insanlar bunlar. Çoğu insan, geçimini
kazanmak zorunda olduğu için çalışıyor. Bu her yerde böy­
le, kapitalist dünyada da. Rusya'da da. Ama Rusya'da, ii ça­
lışan işçilere gösterilen saygı, toplumun yarattığı çalışmayı
destekleyici hava, işçileri ellerinden geleni yapmaya teşvik
ediyor. Sosyalistler, bu teşviklerin kapitalizmde olan teşvik­
lerden çok daha üretken olduğu kanısındalar. Ruslar, hak­
lı bir kıvançla, iktisadi cephenin zayıf noktalarında gönüllü
olarak, hiçbir karşılık beklemeden çalışan birçok işçiyi işaret
ediyorlar. Lenin, l 9 l 9'da , bunu yapan "subbotnik"lerden
çok etkilenmişti: "Komünist 'subbotniklerin' büyük bir ta­
rihi önemi var . . . Yeni toplumsal düzenin zaferinde en önem­
li etken, son analizde , emeğin üretkenliğidir. Kapitalizm,
serlikte bilinmeyen bir emek üretkenliği oranı yaratmış­
tı. Sosyalizmin yeni ve daha da yüksek bir emek üretkenli­
ği yaratması kapitalizmi yıkabilir ve yıkacaktır. Ama bu çok
güç bir iştir ve çok zaman alacaktır. . . Komünizm, ilerici bir
teknik uygulayan gönüllü , bilinçli ve birleşmiş işçiler açı-

321
sından, kapitalizme karşı, emeğin daha yüksek bir üretken­
lik derecesidir. "
"Sosyalist rekabet" , emeğin üretkenliğini artırmanın bir
başka yoludur. Takımlar halinde işçiler, çıktıyı artırmak için
birbirleriyle dostça rekabet ederler. Rekabet bitince , kaza­
nan takım başka hiçbir yerde kazanan takımların yapmadığı
bir şey yapar - kaybedenlere yardıma koşar ve bir dahaki se­
fere kazanmanın yolunu gösterir. Para karı olmasa da çalışa­
bilir insanlar ! Zaten, diyor Sovyetler, sosyalistçe planlanmış
bir ekonomide üstün çalışmanın ödüller, primler, tatillerle
karşılık bulmaması için hiçbir sebep yoktur. Bütün bunlar
Sovyet iktisadi hayatında olağandır.
Manchester Guardian da, Soyetlerin kar teşviki olmadan
insanları çalıştırabildiklerine inanıyor. 20 Şubat 1936 tarihli
başyazıda şöyle deniyordu : "Şüpheci dünya, ortak mülkiye­
tin yaşamakta olduğunu , yeni bir yurtseverlik ve yeni teşvik
biçimleri yarattığını itiraf etmek zorundadır. Ustaların, pey­
gamberlerin Sosyalizmi olmayabilir bu , ama işliyor. "
Rekabet olmayınca insanların deney yapmayacağı, riske
girmeyeceği, yeni yöntemler denemeyeceği yolundaki öbür
iddiaya karşılık Sovyetler sadece , "kayıtlara bakalım" de­
mektedirler. Dünyanı. başka hiçbir yerinde, her alanda ya­
pılan deneyler için bu kadar azla para ve çaba harcanma­
dığını gösteriyorlar. İktisadi hayatın bütünü denetim altın­
da olduğu için, kapitalist ülkelerdeki rakip endüstrilerin ko­
lay kolay göze alamayacağı yeni ikir ve yöntemleri rahatça
uyguladıklarını söylüyorlar. Webb'lerin şu genel yargısı da
onların bu iddialarını destekliyor: "Küçük büyük hiçbir iş­
te inisiyatif eksikliği görülmeyen, yeni gelişmeler sağlamak
için hiçbir riske girmekten kaçınmayan Sovyet Komünizmi ,
her alanda, hatta neredeyse çılgınca yeniliklerden yanadır. . .
SSCB'i inceleyenler, endüstride, bilimde, her çeşit sanat ve
toplumsal kurumlarda görülen, Amerika'ya kıyasla bile aşı-

322
rı sayılacak değişiklik isteği ve serüven ruhu karşısında etki­
lenmeden kalamaz. "
İktisatçıların ulusal planlamaya itirazları ise başka bir
muhakeme tarzına dayanır. Ulusal planlama olan yerde ser­
best piyasa olamayacağını ileri sürer onlar. Serbest piyasa
yokluğu da iyatlama sistemini imkansızlaştırır; iyatlama
sisteminin olmayışı, akılcı bir ekonomiye elveda demektir,
çünkü malların talebe görece kıtlığının kaydedilmesi de­
mek olan iyatlar olmadan, üretilecek malları seçerken key­
fi ve düzensiz , dolayısıyla gayri-iktisadi olursunuz. Fiyat­
lar size kılavuzluk etmediği için, kaynaklarınızı çok gerek­
li olmayan malların üretilmesine harcarsınız . Kapitalizm­
de piyasa iyatı, uzun vadede, üretimin kanallarını belirler.
Bir malın azlası istendiğinde fiyatlar yükselir, azlası gerek­
miyorsa iyatlar düşer. Demek ki mallar halkın ihtiyaçlarıy­
la orantılı olarak yapılır ya da yapılmaz . Böyle bir fiyatlama
sistemi olmayınca, diye soruyor iktisatçılar, halkın ihtiyaç­
larını giderecek şekilde sermaye yatırımı yapmaya nasıl ka­
rar vereceksiniz?
Ulusal planlamacılar, bir kere, iyatlama sisteminin bu ta­
nıma umadığını söyleyerek eleştirii cevaplamaya başlıyor­
lar. Onların iddiası, iyatların bütün halkın ihtiyaçlarına gö­
re değil , bazı insanların ödeyebildiklerine göre belirlenmiş
olmasıdır. Fiyat sisteminin işlevi diyorlar, istediklerini al­
mak için verecek parası olanların ihtiyaçlarını karşılamak­
tan ibarettir.
Ulusal planlamacılar bundan sonra, piyasa iyatının -kay­
nakların en akılcı kullanımı- kapitalizmde altüst olduğunu
ileri sürüyorlar. Yüksek gümrük, kredi ve tekellerle iyatlar
zaten yapaylaştırılır ve denetlenir. Onun için, iyat mekaniz­
masına göre aksamadan işleyen saf kapitalizm, gerçek hayat­
ta hiç olmamıştır, yalnız burjuva iktisatçılarının kitaplaında
vardır. Kapitalizm böyle güzel işleseydi kriz olmazdı.

323
Öte yandan, işin olumlu yanı olarak, ulusal planlamacı­
lar arzla talebi birbirine uydurmak için yöntemler olduğunu
da söylüyorlar. Gosplan bütün ülkeden aylık, haftalık, hatta
günlük raporlar alıyor ve bu raporlar halkın aldığıyla almak
istediği arasındaki ilişkiyi tesbit ediyor. Diyelim ki Plan, iki
milyon çift ayakkabıyla yarım milyon yeni ev yapılmasını
öngördü . Diyelim ki, ayakkabı darlığı yakınmalara yol açar­
ken , yeni evlere pek azla insan taşınmadı. Planın "verece­
ği" çok şey vardır, çok katı uygulanması gerekmez . Emek
de, sermaye de, ev yapımından ayakkabı yapımına aktarıla­
bilir. Şüphesiz, hemen değil, ama kapitalist toplumda oldu­
ğundan daha yavaş da değil.
Gelgelelim , kapitalist eleştirmenlerin ortaya attıkları so­
ru büsbütün boş da değildir. Gosplan, ikisini birden ürete­
cek sermaye yoksa, madencilik araçları mı, dokuma tezgah­
ları mı üreteceğine nasıl karar verecek? Merkezi otorite, sı­
nırlı kaynakları arklı amaçlar arasında dağıtmak sorununu
çözmek zorundadır. Ruslar da bunu kabul etmeliler. Ama
onlara göre sosyalist ulusal planlama ile serbest piyasa bir­
likte mümkün olmasa, piyasa iyatı kanakları en ekonomik
biçimde kullanmanın ölçüsünü vermese bile , vereceği başka
çok şeyler vardır. Birkaç kişinin kazandığı muazzam karla­
ra karşı, çoğunluğun güvenliği, eşitliği ve sömürünün yok­
luğu daha önemlidir derler. Servetin daha eşit dağılımının
"iki ulus" halinde olmaktan daha iyi olduğu kanısındadır­
lar. Planlı bir sistemde güvenli, aklıbaşında, düzenli bir ha­
yat yaşamayı plansız ekonominin krizlerine ve patlamaları­
na tercih ederler.
1929 çöküntüsünden çok zaman bir dünya buhranı ola­
rak söz edilir . Üretimin felce uğramasının ve buna eşlik
eden, kitleler için işsizlik ve sealetin, yeryüzünün her köşe­
sini kasıp kavurduğu söylenir. Ama Ruslar bunun doğru ol­
madığını ileri sürüyorlar. Buhran, tek bir ülke dışında bü-

324
tün ülkelerin üstünden kocaman bir dalga gibi geçip gitmiş­
ti. Sovyetler Birliği'nin ise sadece kıyısına çarpmış - ve geri­
lemişti. Sosyalistçe planlanmış ekonomi seddinin arkasında
Ruslar rahattılar.

Bu bölüm yazılırken, SSCB'nin yeni Anayasasının tamam­


landığı haberi geldi. Yeni Anayasa hemen yürürlüğe kon­
mamıştı. llkin, Soyetler Birliği'nin bütün halkına, tartışma,
eleştiri ve düzeltme yapılmak üzere sunulmuştu. llk taslak­
taki bazı önemli maddeleri görelim:
"Madde 1 : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği işçi ve
köylülerin sosyalist devletidir.
"Madde 4: SSCB'nin ekonomik temeli üretim araç ve alet­
lerinin Sosyalist mülkiyetinden meydana gelir. Bu mülki­
yet, kapitalist ekonomi sisteminin tasiyesinin, üretim araç
ve aletleri üzerinde özel mülkiyetin kaldırılması sonucunda
sağlam bir şekilde yerleşmiştir.
"Madde 1 1 : SSCB'nin iktisadi hayatı, kamu servetini ar­
tırmak, çalışanların maddi ve kültürel düzeylerinde sürekli
bir yükseliş sağlamak, SSCB'nin bağımsızlığını ve savunma
yeteneğini güçlendirmek amacıyla, ulusal ekonomik Devlet
planlamasıyla belirlenir ve yöneltilir.
"Madde 1 1 8: SSCB urttaşları çalışma hakkına sahiptir -
iş garantisi ve yaptıkları işin nitelik ve niceliğine göre ücret
alma hakkına sahiptir.
" Çalışma hakkı, ulusal ekonominin sosyalistçe düzenlen­
mesi, Sovyet toplumunun üretici güçlerinin sürekli büyü­
mesi, iktisadi buhranların yokluğu ve işsizliğin ortadan kal­
dırılmasıyla sağlanır. "

325
22
ŞEKEİ BIAAAAR MI?

Batı dünyası , bolluk içinde kıtlık gibi bir paradoksla karşı


karşıya kalmıştı.
Bu konuda ne yapılabilirdi?
Kapitalizmin çöküşünün yarattığı kaosa düzen getire­
cek bir şey yapmak gerekiyordu . Çöküş tamdı -kredi yapı­
sı paramparça, endüstri felç olmuş , milyonlarca işsiz, çiftçi­
ler perişan, bolluk içinde sealet- evet, gerçekten, bir şeyler
gerekiyordu. Eski düzen, laissez-faire üstüne kuruluydu ; es­
ki düzen ıkılmıştı. Değişiklik zorunluydu . Laissez-faire ye­
rine, örgütlü düzenleme ve denetim. Kendi başına bırakılan
ekonomi felaketle sonuçlanmıştı. Demek artık, kendi başına
bırakılmamalıydı. Elinden tutup yol gösterilmeliydi.
"Plan yapmalıyız ! "
Bolluk içinde yoksulluk paradoksuyla karşılaşan Batı Dün­
yası, Rusya gibi, planlamaya yöneldi. Ama arada ark vardı.
Sovyetler Birliği'nde kullanım için üretim vardır; kapita­
list ülkelerde üretim kar içindir. Soyetler Birliği'nde üre­
tim araçlarının özel mülkiyeti kaldırılmıştır; kapitalist ülke­
lerde üretim araçlarının özel mülkiyeti kutsaldır. Sovyetler
326
Birliği'nde plan kapsaıcıdır, iktisadi etkinliğin her düzeyi­
ni kucaklar; kapitalist ülkelerde plan parça parçadır, bir dü­
zeye ötekilerden bağımsız olarak dokunur. Soyetler Birli­
ği'nde planlama tüketiciler için, tüketiciler tarafından yapı­
lır; kapitalist ülkelerde planlama, üreticiler tarafından üreti­
ciler için yapılır.
Bolluk içinde yoksulluk paradoksuyla karşılaşan kapita­
list ülkeler sorunu çözecek bir plan tasarladılar.
Plan, bolluğu ortadan kaldırmaktı.
Şu manşetleri hatırlarsınız: "Pamuklar Çiğnendi," "Binler­
ce Domuz Yavrusu Boğazlandı," "Buğday Ekili Alan Azaltıl­
dı," "Şeker Çiftlikleri Üretimi Kıstı . " Bütün bunlar plan ge­
reği yapılıyordu. Tarımsal Uyarlama idaresi (A.A.A. ) bütün
Amerika'da binlerce pamuk, buğday, mısır, domuz, tütün,
şeker üreticisiyle sözleşme yapmıştı; üretimi kısarlarsa bu
üreticilere para ödenecekti. Yani, hepsinin, bolluğu ortadan
kaldırma planına katılması gerekiyordu .
Başka ülkelerde de buna benzer imha ya da kısıtlama
"plan"lan yürürlüğe kondu . 3 Temmuz 1 936'da New York
Times Latin Amerika' dan şu hikayei duuruyordu:
Brezilya Kahve Ürününün % 30'unu lmha Edecek. Üreti­
ciler Hükümetin aldığı 6 . 600. 000 çuval karşılığı bir torba­
ya 5 milreis alacak Rio De janeiro 2 Temmuz 1 936-3 7'de
22.000.000 olarak tahmin edilen kahve ürününe geçen yıl­
dan kalan 4.000. 000 çuval da eklenerek yüzde otuzu yok
edilecek. Ulusal Kahve Dairesi üreticilere yok edilen her
çuval kahveye karşılık 5 milreis ödüyor.

Okyanusun ötesinde, Avrupa'da, gene aynı hikaye vardı.


işte, lngiltere'den gelen bu haber, birinci sayada yer aldı.

İngiltere de ABD gibi


Üretimini Kısıyor; Fiyatlan

327
Yükseltmek lçin Dokuma Çıktısını
Kısıtlayan Yasa
Charles A. Selden

Londra, 4 Şubat - Fazla pamukluyu tasiye için çıkarı­


lan yasanın bu gece Avam Kamarasında ikinci kere oku­
nup geçmesiyle . . . Büyük Britanya da şimdi daha iyi i­
yat için üretimi yasa yoluyla kısarak Başkan Roosevelt'i
izliyor . . .
B u ülkede, artıktan kurtulmak için başka yollar da
denendi -örneğin gemi ve kömür endüstrilerinde- ama
bu önceki çabaların yasal desteği yoktu . Şimdiki yasa
bunu sağlıyor; bir bütün olarak pamuklu endüstrisinin
çıkan için gerekli görülen yol uyarınca azla tezgahların
satın alınması ya da işten yasaklanması için bir hükü­
met kurulu kuruluyor.
Tahminlere göre, 10.000. 000 tezgah, ya da şimdi va­
rolanlann dörtte bir kadarı tasiye olacak.
Lancashire imalatçılarının çoğu yasayı destekliyor,
ama işçiler ve lşçi Partisi milletvekilleri karşı çıkıyor;
çünkü , bu işlemle işsiz kalacaklar için bir tedbir alın­
madığını söylüyorlar.

Ama niye?
Bolluğu ortadan kaldırmak için girişilen bütün bu planla­
nn amacı ne?
Hatırlıyorsunuz, laissez-faire kapitalizminin amacı kardı.
LaissezJaire kapitalizmi çökünce, plancılık çabalarına giri­
şildi. Planlı kapitalizmin de amacı aynıdır; kar etmek. Üreti­
min tüketimi aştığı bir bolluk ekonomisinde, bu ancak, arzı
kısarak mümkün olur. Tüketim için daha azla mal üretmek,
iyatlan düşürür; öte yandan, üretimin kısıtlanması da, iyat­
ları yükseltir ve öylece karı artırır. Onun için kapitalist plan­
lama kıtlığın planlanmasıdır.

328
Bundan ötürü , Stolberg ile Vinton'un New Deal'le alay
edişleri biraz haklıdır: "New Deal'in şimdiye kadar yaptıkla­
rının hepsini, bir deprem de yapabilirdi. Bir kıyıdan öbür kı­
yıya etkisini duyuran birinci sınıf bir deprem, kıtlığı da daha
etkili bir biçimde geri getirebilir ve sağ kalanları Büyük Ser­
maye daha çok kazansın diye işe koşabilirdi - hem de bu işi
New Deal'den daha hızlı ve daha güültüsüz halledebilirdi. "
Kapitalist planlamanın bir başka ayırıcı özelliği vardır.
Parçalara bölünmüş bir planlamadır bu .
N . R.A. Washington'da çalışırken, American Guardian 'ın
keskin zekalı başyazarı Oscar Ameringer hakkında eğlence­
li -ve öğretici- bir hikaye anlatılıyordu. Önemli N . R.A. gö­
revlilerinden birinin odasında bir sabah çalışmasını izliyor­
muş. Bir dizi sanayici birbiri ardısıra gelip işlerinin çöktü­
ğünü anlatıyorlarmış ; cesedi canlandırmak için ormülle­
nen "plan"lan dinliyormuş o da. Birkaç saat sessizce bu du­
rumu serettikten sonra artık kendini tutamamış. Ayağa kal­
kıp bağırmış görevliye, "Hasta çiçek olmuş sen her sivilceyi
an tedavi ediyorsun ! "
Mr. Ameringer, bütün ulusal ekonominin daha kapsayı­
cı bir şekilde planlanması ihtiyacını duymuştu . Ama baktı
ki "gemi endüstrisine yardım" için ayrı plan, "çiftçilere yar­
dım" için an plan, "işçilerin alım gücünü artırmak" için ay­
n bir plan var. Amerika' da veya başka ülkelerde, Rus Planını
uzaktan yakından andıran bir plan yoktu . Sovyet Planı, ül­
kenin bin bir çeşit ekonomik etkinliğini tek bir tutarlı bütün
içinde bir araya getirmeyi amaçlıyordu .
Rusya'da böylesi mümkündür, çünkü orada üretim araç­
larının özel mülkiyeti kaldırılmıştır. Planlama otoritesi, Bay
Mülk Sahibi'nin ayağına basarım korkusuyla şunu , bunu ,
ötekini yapma hakkını bulamazsa kendinde, kapsayıcı plan­
lama imkansızlaşır. Sovyetler Birliği'nde Gosplan'ın verdi­
ği karar etkiliyse, rakibi olmayan tek bir Sovyet ulusal eko-

329
nomisi, tek bir örgütlenme için verilmiştir de ondan etkili­
dir. Kapitalist ülkede planlama otoritesinin vereceği karar
etkisizdir, çünkü mülk sahiplerinin bir kesiminden, örneğin
Küba' dan şeker ithal edenlerden yanaysa, başka bir mülk sa­
hipleri kesimine, Amerikalı şeker üreticilerine karşıdır. Dev­
let otoritesinin de zorlayıcı bir gücü olmadığına göre, orta­
larda salınmaktan, bir o gruba, bir bu gruba bir parmak bal
çalmaktan başka yapacağı yoktur.
Mrs. Barbara Wootton, Plan or No Plan (Planlı mı, Plansız
mı) adlı eserinde, üretim araçlarının özel mülkiyette kalması
durumunda planlamanın ne hale geldiğini anlatıyor: "Üreti­
min araçları ve ürünleri bu araçları işletmenin ve bu ürün­
leri satmanın mali sonuçlarıyla ilgilenen özel kişilein mül­
kiyetinde kaldığı sürece, bütün ana iktisadi kararlar irma­
lar veya endüstriler tarafından teker teker, bu kimselere gö­
re kendi irma ya da endüstrileri için en elverişli görülen yol
uyarınca verilmelidir. . . Çelik çıktısı, dünyayı çelik üreticile­
ri için bir cennet haline getirmek üzere, bira çıktısı, bira üre­
ticilerini cennette yaşatmak üzere, ilm çıktısı, dünyayı ar­
tistler için bir cennete çevirmek üzere planlanacaktır. So­
nuçta, plan yapmaktan çok, kendisine karşı planlar yapılan
bir toplum haline geliriz. "
Şimdi , merkezi planlama, kapitalistlerin kendi çıkarına
olduğu zaman bile özel mülkiyet planı engelliyorsa, düşü­
nün, bütün toplum çıkarına işleyecek bir planlamaya nasıl
engel olacaktır ! Sadece gecekonduların temizlenmesi örne­
ğini ele alalım . Gecekonduların temizlenmesi gerektiğine
inanmayan yok. İyi ya, niye temizlenmiyorlar? Bu açık ka­
musal zorunluğu engelleyen ne? Cevabı basit. Özel mülk­
bireysel kar. Kimi mal sahipleri var, gecekonduların ran­
tından para yapıyorlar. Yeni ve daha iyi evler yapılıp gece­
kondularda oturanlar oraya yerleşirse, aldıkları rant azala­
cak. Onun için engelleniyor gecekonduların temizlenme-

330
si, ya da girişilse bile, hep duraklayarak yürüyor, bir tür­
lü tamamlanamıyor. Özel mülkiyet çıkarı kamu yararını iş­
te böyle önlüyor.
Oysa Sosyalist toplumda bütün bunlar ne kadar arklı yü­
rür ! Plancılar, açarlar önlerine şehrin haritasını . Bir bölge
koyu renk boyanmıştır, seil sağlıksızlık koşullarında yaşa­
yan insanların oturdukları yerlerdir buraları. Ne yapılacak?
Gecekondular temizlenecek. Tamam. Koyu renk bölgenin
çevresini bir kurşun kalemle çizersin. Üstüne de iki çapraz
çizgi çekersin. Gecekondular sorunu çözüldü ! lşe hemen
başlanır. Özel mülkiyet yolu tıkamaınca, bir ihtiyaç duyu­
lup planı da yapılınca, ardından hemen eylem gelir.
Özel mülkiyet yolu tıkaınca, mülkiyet çıkarına olan ön­
ce gelir, kamu çıkarı da ne hali varsa görür. Londra'nın Ti­
mes gazetesinde, 28 Ağustos l 935'te yayımlanan bir başya­
zı bu duruma esef ediyordu. The Times'ın üzüntüsü , endüs­
trilerin, yığınla işsiz olan Kuzey lngiltere'den kalkıp, "tarla,
çiftlik ve korularda" yeni abrikalar yapımının "kırsal güzel­
likleri" mahvedeceği güneye gelmesiydi. İşte The Times'ın
ağıtı: "Endüstri bölgeleri ve oraların çalışan nüusları ikti­
sadi bakımdan ıssız kalıp başka yerler ve başka nüuslar ye­
ni endüstrileşmeyle artar ve zenginleşirken temel olan, ama
bulanık kalan ulusal çıkarın gerçekte nerede yattığına karar
vermek güçleşiyor.
"Üretim koşulları yüzünden tek bir yöreye bağlı kalma­
yıp, çok sayıda insanı işe alma yeteneğine sahip yeni bir en­
düstrinin geliştirilmesi mümkün olsaydı, endüstrinin geri
kalmış bölgelere yerleşmesi toplumsal bakımdan daha ya­
rarlı olurdu . Ama endüstrinin nerede kurulacağına gerçek­
te karar verenler gözünde toplumsal yarann bir ağırlığı yok.
Püf noktası burada zaten. Nereye baksanız , kamu yara­
rı özel mülkiyet çıkarı tarafından baltalanmış olabilir. Kimi­
si buna aldırış etmiyor. Onlar, üretim araçlarının özel mülki-

331
yeti ve denetiminin yararlarının, zararlarına ağır bastığını id­
dia ediyorlar. Son 150 yıl içinde kapitalizmin büyük bir ba­
şarı göstererek bunca çok ve çeşitli mal ürettiğini, özellikle
de Birleşik Devletler'de halk kitlelerine bu kadar yüksek bir
hayat standardı sağladığını ileri sürüyorlar. İmalatçılar Ulu­
sal Birliği'nin, "Amerikan Endüstrisi İçin Platorm"unun bir
parçası olan şu aşağıdaki çınlayan bildiride, özel mülkiyet
gönderine sancak çekiliyor: "Üretim kuruluşlarının, dağı­
lım ve yaşamanın özel mülkiyeti ve denetimi, bireysel özgür­
lük ve ilerlemenin korunması için zounludur. Bu kuruluşla­
rın hükümet mülkiyetinde ve denetiminde bulunması, planlı
ekonomiyi, duruk toplumu ve otokrasii getirir . . .
"Hükümet tarafından ulusal ekonomik planlama karar­
lan az kişi elinde merkezileştirerek üretimle tüketimi den­
gelemeye çalışır. Sayısız bireysel yargı ve kararla yöneltilen,
böylece bütün halkın ustalığını, zekasını ve bilgisini sefer­
ber eden girişimlerde , iktisadi ve toplumsal ilerleme en bü­
yük gelişmeyi göstermiştir. Bütün insanların etkinliklerini
başarılı bir şekilde planlayacak, yönetecek ve teşvik edecek
bilgeliğe ve geniş görüşlülüğe sahip küçük bir grup olması
mümkün değildir. . . "
Kendi endüstri dallarında belki de dünyanın en büyük
plancıları olarak tanınan imalatçıların ağzından bu son cüm­
leyi işitmek, gerçekten şaşırtıcı. Tek başına ele alındığında,
dünyadaki birçok ulusunkinden daha zengin sermaye kay­
naklarına sahip olan, bütün yeryüzüne yayılmış durumda
bulunan işleri örgütlemek ve planlamakta mucizeler yarat­
mış endüstri devleri bunlar. Bakın, başta gelen kapitalist ül­
kelerin bu başta gelen planlama uzmanları, kendi endüstri­
leri için yaptıkları şein, bütün ulusun endüstrisi için yapıl­
maması gerektiğini, nasıl da şiddetle savunuyorlar.
Kapitalistler planlı ulusal ekonomiye niçin bu kadar
karşıdır?

332
Çünkü planlı ulusal ekonominin, eninde sonunda özel
mülkiyetin kaldırılması demek olduğunu anlıyorlar. Kendi
özel mülkiyetleri mi? Mr. G.D.H. Cole , The Principes of Eco­
nomic Planning'de (İktisad: Planlamanın llkeleri) böyle ol­
duğunu söylüyor: "Kapitalistlerin çoğu, planlı sistemi savu­
nan başka kapitalistleri dinden sapmış tehlikeli kişiler gibi
görürler . . . Ağzı laf yapan kapitalist önderlerden çoğu plan­
sız ekonomiyi şiddetle savunurlar, çünkü bunu , kusurla­
rı ne olursa olsun, mülkiyet hakkının en güvenilir dayanağı
olarak kabul ederler. "
Stolberg ile Vinton da o alaycı üsluplarıyla anı şeyi belir­
tiyorlar: "Büyük Sermaye, kendinden yana ve hepimize kar­
şı kararlarını vermek üzere topluma karşı bir biçimde en­
düstriyi rahatça denetleyebilmek için, toplumun denetlen­
mesi ikrine yanaşmaz . Weir'ler, Teagle'lar, Sloan'lar, 'top­
lumsal planlama' yolunda en bulanık çabaları bile sabote et­
me gereğini duyarlar. Toplumsal kabalıklarına , iktisad: ce­
haletlerine karşın, gerçek toplumsal planlamanın kapitalist
'iyileşme' değil, sosyalist kuruluş olduğunu haklı olarak se­
zinlemişlerdir. "
Ulusal planlamaya karşı kapitalist muhalefetin bir başka
nedeni de, belki , böyle bir planlamanın gelir dağılımı ko­
nusunu canlı bir sorun haline ge tirmesinin zorunlu olu­
şudur. Kapitalist teoriye göre gelir dağılımı, ne kadar eşit­
siz olursa olsun, "doğa yasası"nın bir sonucu olarak haklı
gösterilir. Önde gelen Amerikan iktisatçılarından biri , Pro­
esör john Bates Clark, bize bu konuda teminat vermişti .
The Distribution of Wealth (Servet Dağılımı) adlı ünlü eseri­
nin önsözünde Profesör Clark şunları yazmıştı: "Bu eserin
amacı , toplumda gelir dağılımının doğa yasasıyla denetlen­
diği ve bu yasa sürtüşmesiz işleyebilecek olsa, üretimde yer
alan her kişiye o kişinin yarattığı servet toplamını vereceği­
ni göstermektir . . .

333
"Serbest rekabetin eğilimi emeğe emeğin yarattığını, ka­
pitalistlere sermayenin yarattığını, müteahhitlere de koor­
dinasyon işlevinin yarattığını vermektir . . . Herkese üretimde
ayırdedilebilir bir pay, herkese, kendine uygun bir ödül - iş­
te doğal dağılım yasası budur. "
Gelir dağılımının son derece adaletsiz olduğu suçlama­
sıyla karşılaşan kapitalist omuz silker, "Bizden ne istiyor­
sunuz? Herkes hak ettiğini kazanıyor. Doğa yasısı bu ," der­
di. Ama planlı ulusal ekonomide gelir dağılımı sorusu böy­
le kolay geçiştirilmiyor. Son derece çapraşık bir sorundur.
İnsanlık dışı güçler tarafından belirlenmez, merkezi koordi­
nasyon otoritesinin bir görevidir. Bu otoritenin, halk kitlele­
rinin isteklerinden etkileneceği demokratik ülkelerde, gelir
dağılımında bugün varolan büyük uçurumun azalacağı tar­
tışma götürmez . Kitlelere daha çok gelir; kapitalistlere daha
az gelir - plana göre .
Hal böyle olunca, bu çeşitten gelişmelere karşı muhalefe­
tin önderlerinin kapitalistler olması, şaşılacak bir şey değildir.
Ama bazı ülkelerde çaresiz kalıyorlar. İktisadi hayat öyle­
sine çöküyor, işçi sınıfının ilerleyişi öyle bir tehdit haline ge­
liyor ki, kapitalistler de merkezi bir koordinasyon otoritesi­
nin gereğini görüyorlar. Ama bunun, kendi çıkarları için ha­
reket eden kendi otoriteleri olmasını düşünüyorlar. Bu an­
cak, işçi sınıfının militan güçlerini ezmekle mümkün olur.
Böylece kapitalistler Faşizm'e sığınırlar.
İşçi sınıfı devrimi Rusya'da başarılı olmuştu. Ama her yer­
de, Birinci Dünya Savaşını izleyen hayal kırıklığı kıtlık ve
sealet, birçok yeni kazanılmış insanı devrimciler safına it­
mişti. Orta sınıflar da, durumlarını düzeltme imkanları hız­
la azalınca, hoşnutsuz olmuşlardı. Kurulu düzen daha yıkıl­
mamıştı ama, kesinlikle sendeliyordu .
Özellikle İtalya ve Almanya bu durumdaydı. Bu ülkeler­
deki kapitalistl er, iktidarlarını tehdit eden devrimci bir işçi

334
sınıfıyla karşı karşıya gelmişlerdi. Onun için Mussolini'nin
Kara gömleklilerine ve Hitler'in Kahverengi gömleklilerine
para verip yardım ettiler. Karşılığında onlardan bekledikleri
vardı. Bekledikleri en büyük iyilik, örgütlü işçi sınıı hareke­
tinin ezilmesiydi. lki önder de, istenen malı verdi. ltalya'da­
ki Faşizm ve Almanya'daki Nasyonal Sosyalizm, karşı-dev­
rimci hareketlerdi. Kurulu düzen -kapitalist iktidar ve ayrı­
calık- böylece garantiye alınmıştı.
lş, zordu . Sosyalist eğilimli kitleyi yolundan saptıracak
propagandanın ustaca yapılması gerekiyordu . Ustaca da ya­
pıldı. Alman İşçileri Nasyonal Sosyalist Partisi'nin oltası,
hoşnutsuzları çengelleyecek sosyalist yemlerle doluydu . Ba­
kın, 25 maddelik ünlü Nazi programının üç maddesi:
"Madde 1 1 . Emekle kazanılmamış gelirlerin kaldırılması.
"Madde 1 2 . Bütün savaş kazançlarına amansızca el kon­
ması.
"Madde 1 3 . Şimdiye kadar şirketler (tröstler) ile yapılan
bütün işlerin millileştirilmesini talep ediyoruz. "
Verilen söz buydu . Tutuldu mu ? The Economist'in (Lond­
ra) Berlin muhabirinin 1 Şubat tarihinde verdiği cevaba ba­
kalım: " N e var ki geçen yılın görece durgunluğu Parti
programının ustaca hasır altı edilmesiyle sağlandı. Prog­
ram gerçekleştirilmeye çalışılsa çıkarlar arasında tehlikeli
çatışmalar başgösterecekti. . . Yığınla mülksüzü Parti'ye çe­
ken Kapitalizme karşı Sosyalizm sorunu , birtakım anlam­
sız lafların gevelenmesiyle geçiştirildi . Bir yandan , Sosya­
lizmin yürürlüğe girmek üzere olduğu söyleniyor (hatta
bu hafta Kapitalizmin yerini almış olduğu resmen açıklan­
dı) , oysa aynı zamanda toprakta ve endüstride özel serma­
yenin eldeğmemiş kalmakla yetinmemesi, kar getirmesi ge­
rektiği söyleniyor . "
Nazi rejimini saunmak için, programdaki büük vaatle­
rin üç ıllık iktidarda yürürlüğe konamayacağı söylenebilir

335
belki. Meşru bir iddia olabilir bu . Ama eğilim besbelli. Üç
yıllık süre Nazilerin sendikaları kapatmasına , fonlarına el
koymasına, önderlerini hapse atmasına yetti. Üç yıllık süre
Nazilerin ücretleri indirip sosyal hizmetleri budamasına yet­
ti. Sözün kısası, ulusal geliri Büyük Sermayenin isteklerine
uygun şekilde dağıtmasına yetti.
ltalya'daki hikaye de bunun bir eşi. İşte Faşizm'in zaferle­
ri üstüne Mussolini'nin son beyanatı. Benzerlerini daha önce
de vermişti: "Bu rejimde işçiler, eşit hak ve görevlerle, ser­
mayenin ortağı olacaklardır. "
Sözler bunlar . . . Gerçek ne? John Gunther'in Inside Euro­
pe'unda (Avrupa İçinde) bir ipucu buluruz belki: "Gerçekten,
korporatist devlette de, anti-kapitalist güçlerin görünüşte et­
kili bir listesini yapmak mümkün. Hiçbir işveren, hükümetin
onayı olmadan işçisini işten atamıyor. Hiçbir kapitalist, hü­
kümet onayını almadan, öneğin abrikasını genişletmek gibi,
görece uak tefek bağımsz işler bile yapamıyor. Ücretleri dev­
let belirliyor. . . Fabrika sahibi devletten izin almadan işini tas­
iye edemiyor, kredi kaynaklarını hükümet denetliyor; anca
gelirinin büyük bir kısmını da vergi olarak alıyor.
"Öte yandan , Faşist rejimde emeğin dezavantaj ları son
derece azlalaşmış durumda . İşçiler toplu pazarlık hakları­
nı kaybetmişlerdir; sendikalar dağıtılmıştır . . . ücretleri in­
safsızca düşürülebilir ve düşürülmüştür; hepsinden önem­
lisi, grev haklarını kaybetmişlerdir. Oysa kapitalist, bazı ba­
kımlardan sıkıntıya girse de, temel ayrıcalığını, özel kar et­
me hakkını hala sürdürüyor. Mussolini'nin getirdiği Faşizm,
kapitalist yapıyı desteklemek için bilerek hazırlanmış bir şey
değildi belki, ama sonucu bu oldu . Kapitalizmin akışkanlı­
ğının kısıtlanması, aslında, 'emeğin taleplerine karşı tam bir
güvenlik kazanabilmek için kapitalistlerin ödemeye hazır
oldukları bir primdi.' Faşist devrimin bütün rengi ve tempo­
su , Rusya'dakinin tam karşıtı olarak gericidir. "

336
Mussolini "eşit hak ve eşit görevler" diye bir şeyler geve­
liyor, ama olup biten hakkında Mr. Gunther çok arklı bir
görünüş sunuyor. Bazı kapitalist ayrıcalıklar budanmıştır -
ama temelde yatan özel kar etme ayrıcalığı ayaktadır. Buna
karşılık emeğin sendikaları kapatılmış, grev hakkı alınmış,
ücretleri düşürülmüştür.
Gene de, Almanya ve ltalya'da emek gibi sermayenin de
başından önemli bir iş geçiyor. Her iki ülkede de güçlü bir
devlet otoritesi, kapitalistlere alışılmadık bir şekilde emirler
veriyor. Özel mülkiyet kaldırılmadığı, endüstride kar hala
temel amaç olduğu halde tek tek kapitalistlerin kanatlarının
kırpıldığı da bir bakıma doğru . Kapitalist ayrıcalıklar ne gi­
bi amaçlarla kısıtlanıyor? Her iki Faşist ülkede, tarıma yar­
dım, kendine-yeterlik akımı, ithalatın katı denetimi, ihraca­
tın desteklenmesi , bankacılık kaynaklarının hükümet em­
riyle yönetilmesi gibi hareketlerin ardında ne var? Cevap kı­
sa ve korkunç: SAVAŞ.
Devlet o toritesinin ateşli etkinliğinin ardında yeniden
silahlanma ve savaş hazırlığı olduğunu herkes görebilir. lki
Faşist hükümetin de önderleri bunu inkar etmiyor - tersine ,
açık açık böbürleniyorlar.
Mussolini de, Hitler de, savaş hayranlığıyla ün yapmışlar­
dır. Mussolini'yi dinleyin bu konuda: "Her şeyden önce, Fa­
şzm, sürekli baışın mümkün olduğuna da inanmaz . . . Yalnz
savaş topları insan enerjisini en yüksek gerilim noktasına ge­
tiir, bunu göğüsleyecek cesarete sahip olan uluslara soyluluk
damgasını vurur . . . Dolayısıyla, zararlı bir postüla olan barış
üzerinde kurulu bir öğreti, Faşizm'in düşmanıdır. "
Ama bunlar d a laf. B u kaynaktan gelen lafları şüpheyle
karşılamak gerektiğini görmüştük. Kayıtlar ne gösteriyor?
O yazı 1 933'te yazılmıştı. 1 935 ve 1 936'da Faşist orduları
Etiyopya'yı istila etmekteydi. Demek bu söz tutuldu .
Şimdi de anı konuda Hitler'i dinleyelim: "İnsanlık ebe-

337
di savaş içinde büyüklük kazanmıştır - ebedi barışta insan­
lık mahvolacaktır. "
Biz bunları yazarken Nazi Orduları henüz harekete geç­
mediler. Ama çok geçmeden bunun gerçekleşeceğini herkes
görebilir. Almanya yeniden silahlanmak ve sonra da savaşa
girmek üzere bütün gücünü seferber eden, büyük fedakar­
lıklar yapan ve bütün etkinliklerini belirleyen bir ulus gö­
rünümünde. Nw ork Times muhabiri 22 Mart 1936'da ga­
zetesine gönderdiği bir haberde sorunu kısaca özetlemişti:
"Almanya'nın ekonomik durumu , temelde , silahlanmanın
inansmanı sorunu çevresinde dönüyor . . . "
Faşizm savaş demektir.
iki Faşist ülkenin önderleri bundan hoşlandığı için savaş
değil; Faşist ekonomi, kapitalizmin emperyalist dönemin­
de, genişleme ve pazar bulma ihtiyacını duyan bir kapitalist
ekonomi olduğu için böyle.
Kapitalist ekonomi çöküp işçi sınıfı iktidara yaklaşmaya
başlayınca, kapitalistler kurtuluş yolunu Faşizm'e sarılmak­
ta bulurlar. Ama Faşizm de sorunlarını çözemez , çünkü ikti­
sadi açıdan, burada da temelde hiçbir şey değişmemiştir. Ka­
pitalist ekonomide olduğu gibi Faşist ekonomide de üretim
araçlarının özel mülkiyeti ve kar amacı temeldir.
Arthur Morgan'ın, Doğu Hindistan yerlilerinin maymun
yakalama hikayesinden, kapitalistler için bir ders çıkartabi­
lir miyiz? Hikayeye göre, "bir hindistancevizi alıp, içinden
ancak bir maymun elinin geçebileceği büyüklükte bir delik
açıyorlarmış. içine birkaç parça şeker koyup hindistancevi­
zini de bir ağaca sıkıca bağlıyorlarmış. Maymun elini soku­
yor hindistancevizine, şekeri yakalıyor ve elini çekmeye ça­
lışıyor. Ama sıkılı yumruk çıkacak kadar geniş değil delik.
lşte açgözlülük, maymunun felaketi oluyor, çünkü elindeki
şekeri hiçbir zaman bırakmıyor. "

338

You might also like