Professional Documents
Culture Documents
Feodal Toplumdan
Yirminci Yüzyıla
Man's Worldly Goods
e t ' m
LEO BEAN 1903'te New j'de dünyaya geldi. Küçük yştan iibaren çeşitli
geçici işlerde çalışn. n ez yaşında Newark State Nomal chool'dan mezun oldu
ve ilkokul öğremeligi yapaya bşlaı. Bu lrda öğremeniğe devam ederken
New York Üniversitesi'ne başlayan Huberman, 1926 yılında mezun oldu ve
öğremenlik hayannı New York'taki bir özel okulda devam ettirmeye karar veri.
1932 yılında ilk kitabı We the People'ı yayımladıkan sonra Londra'ya taşındı.
London School of Economis ve British Museum'da araşnrmalar yapn ve ileriki
yıllarda Amerikan sosyalist hareketinin temel eserlerinden biri sayılacak Man's
Worldly Goods: The Stoy of The Wealth of Nations'ı (1936; Feodal Toplumdan
Yinninci Yyıla, çev. Murat elge, tletşim, 2002) kaleme aldı. 1938-1939 ylannda
Columbia Ünivesitsi'nde sosyal bilimler bölümü kürsü başkanığı yapn. 1949'da
Paul M. Sweezy ile birlikte Month!y Review'u, 1952'de Monthly Review Press'i
kurdu. 1960'da Sweezy ile birlikte Fide! Castro ve Che Guevera'yı ziyaret etti ve
Cub: Anatomy of A Rvolution adlı kitabı yzdı. Tüm yşamı boyunca kendini işçi
sınıına ve işçi sınınn egiiine adayan, Amerikan sosyalist gelenein en önemli
isimlerinden birisi olarak kabul edilen Leo Hubean, 1968'de bu dünyadan aynldı.
Diğer çalışalanndan bazılan: The bor Sy Racket (1938), America, Incoporated
(1940), he Great [New York} Bs Strike (1940), Storm ver Bridges (1941), The
MU: hat it is, hat it Does (1943), Socia!ism is The On!y Answer (Paul M. Sweezy
ile birlikte, 1951) , The ABC of Socialism (Sybil May ile birlikte, 1953 ) , On
Segregation, he Crisis in Race Reltions: Two Nations, hite d Black (1956), The
Theoy of U.S. Foreign Poliy (Paul M. Sweezy ile birlkte, 1960), Socia!ism in Ca
(Paul M. Sweezy ile birlikte, 1968).
İçndeler
BiRiNCi BÖLÜM
Feodalimden apitalime .... . . . . . . . . .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...... .. . ... . . ..... . . . . . .9
1. DUA EDENLER, SAVAŞANLAR E ÇALIŞANLAR ... .........................
. 11
8. "ZENGİN ADAM ... " . ............... ................ .............................. ........ ...... ............. ....
. ......... 99
iKiNCi BÖLÜM
pitalin? .... . . ...... .. .... . ... . .. .......
. 175
22. ŞEKERİ BIRAKACAKLAR MI?.. . . . ... .. .. ........... ... ...... ........ ........ ... ... .... . .... ... 326
Önsöz
LEO HUBERMAN
New York, Temmuz 1936
8
BiRiNCi BÖLÜM
Feodalimden
apitalime
1
DUA EDENLER, SAVAŞANLAR
E ÇALIŞANLAR
11
Şekil 1
12
Her malikane arazisinin bir beyi vardı. Feodal dönem için,
"topraksız bey, beysiz toprak olmaz" denir. Herhalde Orta
çağ şatolarının resimlerini görmüşsünüzdür. Tanınması ko
laydır, çünkü ister koca bir şato olsun, ister sadece irice çift
lik evi, her zaman müstahkemdir. Malikanenin beyi, aile
si, hizmetçileri, toprağını yöneten memurlarıyla bu müstah
kem evde otururdu (ya da sadece ziyarete gelirdi, çünkü bir
den azla malikanesi de olabilirdi; bazı büyük lordların bir
kaç yüz malikanesi vardı) .
Otlak, çayır, orman ve ekime elverişsiz toprak ortak kulla
nılırdı, ama ekilebilir arazi ikiye arılmıştı. Bir kısmı -ki bü
tünün aşağı yukarı üçte biri kadardı- beye aitti ve "demes
ne" adıyla anılırdı; geri kalan toprak toprakta asıl çalışan ki
racılara aitti. Malikane sisteminin bir garip özelliği, her çift
çinin toprağının tek parça olmayıp, 1 sayılı şekilde görüldü
ğü gibi dilimlere ayrılmasıydı.
Bakın, kiracı A'nın toprağı üç ayrı dilim halinde ve dilim
lerin hiçbiri ötekine değmiyor. Kiracı B'ninki de, ötekilerin
ki de hep öyle. Feodal sistemin ilk günlerinde bu durum lor
dun toprağı için de geçerliydi; o da ötekilerin arasına karış
mış dağınık dilimlere ayrılmıştı, ama daha sonraki yıllarda
tek bir büyük toprak parçası haline geldi.
Bu tarla dilimleri feodal dönemin tipik özelliğiydi. Şüp
hesiz israfa yol açıyordu ve birkaç yüzyıl geçtikten son
ra bundan tamamen vazgeçildi. Şimdi nadas, dinlendirme,
gübreleme gibi türlü türlü toprağı verimlendirme yolları
nı feodal köylünün bildiğinden çok daha iyi biliyoruz. O
günün büyük gelişmesi iki tarla sisteminden üç tarla siste
mine geçişti. Feodal köylüler toprağın verimsiz kalmama
sı için hangi üründen sonra hangi ürünün ekilmesi gerek
tiğini henüz öğrenmemişlerdi, ama her yıl aynı yere ürünü
ekmenin kötü olduğunu biliyorlardı, onun için her yıl baş
ka tarlaya ürünlerini ekerlerdi. Bir yıl yiyecek ürünü , buğ-
13
day ya da çavdar, birinci tarlaya; içecek ürünü , arpa, ikin
ci tarlaya ekilmiş; üçüncü tarla da nadasa bırakılmış olabi
lirdi -yani biri dinlendirilirdi-. Üç tarla çiftliği aşağı yuka
rı şöyle çalışırdı.
14
az bir ürün azlası mı var? Köylünün pazara taşıyıp satması
gereken lordun buğdayı ve şarabıdır ilkin. Bir yol ya da köp
rü mü onarılacak? Köylü işini bıraksın, ona baksın. Köylü
değirmende buğdayım öğütmek ya da şarap için üzümleri
ni ezmek mi istiyor? Yapsın, ama lordun değirmeninde ve
ya şaraphanesinde, ücretini de ödeyerek. Malikane beyinin
köylüye yaptırabileceklerinin hemen hemen sınırı yoktu. Bir
onikinci yüzyıl gözlemcisine göre köylü , "bağının şarabını
hiç içemez, boğazından doğru dürüst bir lokma geçmez; ka
ra ekmeğiyle yağı ve peynirinin bir kısmı kendine kalabili
yorsa ne mutlu ona . . . "
15
çeşit güvenlik sağlıyordu. Ne kadar kötü muamele görse de,
serin ailesi, bir evi ve küçük bir toprağı kullanma hakkı var
dı. Serlerin güvenliği olduğu için bazen özgür, ama şu veya
bu nedenle meteliksiz , evsiz barksız ve aç-susuz bir adam,
"boynuna bir urgan geçirip kaasına da bir mangır koyarak
kendini (bir lorda serf olarak) sunardı. "
Serfliğin birkaç derecesi olmuştur, a m a çeşitli sınıf
lar arasındaki bütün uak tefek ayrımları bulmak tarihçi
ler için güç bir iştir. Sürekli olarak lordun evine bağlı ka
lan ve haftanın iki üç günü değil, her zaman onun tarla
larında çalışan " demesne" serfleri vardı . Köyün kıyısın
da iki üç dönümlük toprakları olan, "bordar" denilen çok
yoksul köylüler ya da toprağı olmayıp sadece bir kulübe
si (cottage) olan ve boğaz tokluğuna yanaşma olarak çalı
şan "cotter"lar vardı.
Bir de kişisel ve ekonomik özgürlükleri görünüşte bi
raz daha geniş olan serbest köylüler (villein) vardı. Bunlar
serlere göre özgürlük yolunda daha ilerideydiler ve arıca
lıkları daha azla, beye karşı yükümlülükleri daha azdı. Bir
önemli ark da, yükümlülüklerinin serlerinkine oranla da
ha sabit olmasıydı. Bu , büyük bir avantaj dı, çünkü böylece
serbest köylüler durumlarını önceden bilirlerdi. Lord, aklı
na estiği gibi yeni görevler yükleyemezdi sırtlarına. Bazı ser
best köylüler öteki sabit hizmetleri görmekle birlikte "lü
tuf günleri"nden bağışıktılar. Kimisi ise, hiç hizmet sunmaz,
bugün ortakçılann yaptığı gibi ürünlerinin bir kısmını verir
lerdi. Yine kimileri hiç hizmet yapmaz, nakdi ödemede bu
lunurlardı. Yıllar geçtikçe bu adet gelişti ve daha sonraları
çok önemli oldu.
Bazı serbest köylüler neredeyse özgür insanlar kadar ra
hat bir durumdaydılar ve kendi tarlaları dışında lordun
toprağının bir kısmını da kiralayabilirlerdi. Ayrıca bir de,
hiçbir zaman hizmet ükümlülüğü olmayan, yalnız üstle-
16
rindeki lorda vergi ödeyen özgür insanlar vardı . Özgür in
san, serbest köylü , serf tasarruu hepsi birçok aşamada içi
çe geçmişti. Hangisinin kesinlikle ne olduğunu , her sını
fın durumunun gerçekten ne olduğunu kesinlikle tespit et
mek güçtür.
Malikane sisteminin hiçbir anlatımı kesinlikle doğru ola
maz, çünkü çeşitli yerlere göre koşullar çok daha değişiyor
du. Yine de feodal dönemde özgür olmayan emeğin hemen
bütünü için geçerli bazı temel noktalar tespit edebiliiz.
Köylüler hepsi az çok bağımlıydılar. Lordlar, köylülerin
lord için varolduğuna inanırlardı. Lordla serf arasında eşit
lik hiçbir şekilde söz konusu değildi. Serf toprakta çalışır,
lord da seri çalıştırırdı. Lord açısından bakıldığında serf
le "demesne" deki hayvanlar arasında pek azla ark yoktu .
Öyle ki , onbirinci yüzyılda bir Fransız köylüsü 38 Su'ya,
bir beygir ise 1 00 Su'ya satılıyordu ! Lord, tarlada çalıştı
racağı için ihtiyaç duyduğu öküzünün kaybolmasına na
sıl üzülüyorsa , serilerinden birinin kaybına da aynı şekil
de üzülürdü -tarlasında çalışması gereken insan- sığırdı o
da . Dolayısıyla, serf topraktan ayrı satılamazdı ama , topra
ğı bırakıp gidemezdi de . "Elinde tuttuğu toprağa 'tenure'
denirdi (Latince 'tutmak' anlamına gelen 'tenere'den) ama
yasaya göre serf toprağı değil, toprak seri tutardı. " Kaçma
ya çalışır da yakalanırsa, çok ağır bir şekilde cezalandırı
labilirdi; dönmesinin zorunluğu tartışma konusu olamaz
dı . Bradford Malikanesinin 1 349- 1 3 5 8 arası kayıtlarında
şöyle bir parça görülüyor: "Lordun adamı William Child
yong'un kızı olan Alice'in New York'ta oturduğu söyleni
yor; tutuklansın. "
Ayrıca, lord insan gücünü yitirmek istemediği için, serf
lerin ya da çocuklarının özel izin almadıkça malikane dışın
dan evlenemeyeceği yolunda kurallar vardı. Serf ölünce va
risi, bir vergi ödeyerek, mirasına konabilirdi. İşte yine aynı
17
kayıtlardan bir önek: "Richard oğlu Roger oğlu Robert, bir
evi ve 8 dönüm toprağı vardı, öldü. O zaman kardeşi ve va
risi John geldi ve bu malları aldı. Malikane geleneğine göre
bunları tutacak. . . Lorda üç şilin giriş parası veriyor. "
Yukarıdaki alıntıda " malikane geleneğine göre" sözü
önemlidir. Feodal kuruluşu anlamamızın anahtarı olabilir.
O zamanlar "malikane geleneği" bugün şehir ya da beledi
ye meclisinin çıkaracağı yasalarla eş anlamlıydı. Feodal dö
nemde gelenek, yirminci yüzyılın yasa gücüne sahipti. Or
taçağda her şeyi eline alacak kadar güçlü bir hükümet yok
tu. Bütün örgütlenme tepeden aşağı bir karşılıklı yükümlü
lükler ve hizmetler sistemine dayanıyordu . Toprağa sahip
olmak, bugünkü gibi, toprağı dilediğince kullanmak anla
mına gelmezdi. Sahiplik, birisine karşı getirilmesi gereken
yükümlülükler demekti. Bunlar yerine gelmezse toprak eli
nizden alınırdı. Serin lorda karşı yükümlülükleri de , lor
dun serfe karşı yükümlülükleri de -örneğin, savaşta onları
korumak- geleneğe göre kararlaştırılır ve yürürlüğe konur
du. Tabii şimdi yasaların bozulduğu gibi, o zaman da gele
nek bozulabilirdi. lki serf arasında bir kavga lordun mahke
mesinde karara bağlanırdı, geleneğe göre. Serfle lord arasın
da bir anlaşmazlık ise herhalde, lord lehine çözüme bağla
nırdı, çünkü yargıç lorddu . Yine de geleneği çok sıkan lord
ların kendi süzerenlerine hesap verdiklerinin kaydına rastla
nır. Bu, özellikle, köylülerin kral mahkemesine başvurabil
diği lngiltere'de görülür.
lki malikane beyi arasında anlaşmazlık çıkınca ne olu
yordu? Bu sorunun cevabı, feodal örgütlenmeyle ilgili, bir
başka ilginç olgunun ipucunu verir. Serf gibi malikanenin
beyi de toprağın mülkiyetine sahip değildi, o kendisi de da
ha yukarıda bir başka lordun kiracısıydı. Serf, serbest köy
lü ya da özgür insan, toprağının tasarruf hakkını malikane
lordu adına "elinde bulunduruyor" , lord bunu bir konttan,
18
bir dükden, dük de kraldan alıyordu . Bazen iş daha da ile
rilere varıyor, bir kral başka bir kralın toprağının tasarruf
hakkını elinde bulunduruyordu . Bu kademelenme örgüsü
1 2 79'da İngiliz mahkemesinin kayıtlarında çok iyi görün
mektedir: "St. Germain'den Roger Bedord Robert'den bir
"messuage" (bir toprak parçası) tutmuştur ve karşılığında
adı geçen Robert'e 3 peni ödemekte ve onun yerine, onun
toprağı kiraladığı Richard Hylchester'a 6 peni ödemekte
dir . Adı geçen Richard , toprağın hakkını Alan de Char
tres' dan almıştır ve ona yılda 2 peni vermektedir , Alan
ise William The Butler'dan almıştır ve bu adı geçen Willi
am Lord Gilbert de Neville'den ve adı geçen Gilbert Ley
di Devorguilla de Balliol'den ve Devorguilla İskoçya kra
lından almıştır. Adı geçen kral da İngiltere kralından hak
kı almıştır. "
Alan, William, Gilbert v e benzerlerinin " tasarruf hakkı
nı elde bulundurdukları" tek toprak bu değildi elbette. Ma
likane , bir şövalyenin sahip olduğu tek mülk olabilirdi, ya
da kendisi bir zeametin parçası , ya da bağışlanmış büyük
bir toprağın bir parçası olan bir büyük mülkün küçük bir
parçası olabilirdi. Bazı soyluların birkaç malikanesi , bazı
soyluların daha çok malikanesi, bazılarının ise birkaç yere
dağılmış zeametleri (iel) olabilirdi. Örneğin, İngiltere'de,
bir zengin baron 790 parçadan meydana gelme araziye sa
hipti. ltalya'da, birkaç büyük lord onbinin üstünde malika
nenin sahibiydi. Resmen bütün toprağın sahibi olan kral,
şüphesiz, bütün ülkeye yayılan geniş arazilere sahipti. Top
rağın tasarruf hakkını doğrudan doğruya kraldan alanlara,
ister soylu ister sıradan özgür insanlar olsunlar, başkiracı
lar denirdi.
Zaman geçtikçe büyük araziler parçalanıp , şu ya da bu
rütbeden daha çok sayıda soylulara dağılan küçük arazilere
bölünüyordu. Niçin? Çünkü her lord mümkün olduğu ka-
19
dar azla vassalı kendine bağlamayı zorunlu görüyordu; bu
da ancak toprağı dağıtmakla gerçekleşebiliyordu.
Bu çağda sizin, benim kullandığımız malları üretmek için
toprak, abrikalar, madenler, demiryolları, gemiler ve her
çeşitten makineler gereklidir. Bir insana da bunlardan ne
kadarını elinde bulundurduğu ölçüsüne göre zengin der ya
da demeyiz. Ama feodal çağda gerekli bütün malları hemen
hemen sadece toprak üretiyordu, onun için de toprak, yal
nız toprak, zenginliğin anahtarıydı. İnsanın servetinin öl
çüsünü yalnız bir tek şey belirliyordu, sahip olduğu toprak
miktarı. Doğal olarak, toprak için bir didişmedir sürüp gidi
yordu . Bu yüzden feodal dönemin savaşçı bir dönem olma
sına şaşmamalı. Savaşları kazanmak için yapılacak numara
mümkün olduğu kadar azla adamı kendi yanına çekmekti,
bunun da yolu savaşçı beslemekti. Ellerinden çeşitli ücretler
alır, gerektiğinde size yardım edeceklerine dair yemin etti
rir, karşılığında da toprak verirdiniz. lşte, 1 200 yılından kal
ma eski bir Fransız belgesinde şunları okuyoruz: "Ben, Tro
yes kontu Thiebault, huzurdakilere ve geleceklere duyuru
rum ki Gillencourt adlı malikanei jocelyn d'Avalon'a ve va
rislerine tımar olarak verdim . . . Adı geçen bu Jocelyn böyle
likle bana tabi olmuştur. "
Konta " tabi" olarak Jocelyn'in başka şeyler arasında lor
duna askeri hizmette bulunması da muhtemelen bekleni
yordu . Belki, belirli bir süre için, belli saıda silahlı ve do
nanmış adam sağlaması gerekiyordu. İngiltere ve Fransa'da
bir şövalyenin hizmeti genellikle kırk gündü , ama sözleş
meyle şövalye hizmetinin yarısını ya da bir çeyreğini ver
mek de mümkündü . 1 272 yılında Fransa kralı savaştaydı,
onun için askeri kiracılarını kraliyet ordusuna çağırdı. Ba
zıları gelip sürelerini doldurdular, bazıları kendi yerlerine
adam gönderdiler. "Şövalye Reginald Triban kendi geldi ve
girdi orduya. Şövalye William de Coyneres kendi yerine on
20
günlüğüne Thomas Chocquet'yi yolladı . Şövalye J ohn de
Chanteleu geldi, kendi için 1 0 gün borçlu olduğunu , şöval
ye Godardus de Godardviller için de 40 gün hizmet edece
ğini söyledi. "
Askeri hizmet karşılığında toprağın tasarruf hakkını alan
prens ve soylular anı toprağı benzer koşullarla başkalarına
devredebilirlerdi. Karşılıklı hak ve yükümlülükler hayli de
ğişebilirdi, ama Batı Avrupa'da ve Orta Avrupa'nın bir kıs
mında bunlar yaklaşık olarak aynıydı. Serin varisi mirasa
konunca nasıl malikanenin beyine bir vergi ödüyorsa, lor
dun varisi de süzerene miras vergisi ödemek zorundaydı. Ki
racı ölür ve varisinin yaşı henüz gelmemiş olursa, varis ergin
oluncaya kadar süzeren mülkü denetlerdi. Teoriye göre ya
şı küçük olan varis toprağın gerekli yükümlülüklerini yerine
getiremezdi, onun için büyüyünceye kadar lord işi ele alırdı,
aynı zamanda gelirlere de el koyardı.
Dişi varisler evlenmek için süzerenden izin almalıydılar.
1 22 l 'de Nevers Kontesi bu olguya rızasını şöyle dile geti
riyordu : "Ben, Matilda, Nevers Kontesi, bu mektubu göre
cek herkese duyururum ki, Tanrı inayetiyle Fransa'nın şan
lı kralı, sevgili lordum Philip'e İncil üzerine el basarak ye
min ettim, bütün yaşayan erkek ve kadınlara karşı ona sa
dık hizmetimi sunacağım, onun izni ve lütu olmadan ev
lenmeyeceğim. "
Bir dul yeniden evlenmek isterse, süzerene para ödeme
si gerekiyordu . Bunun bir örneğini 1 3 1 6'da, baş kiracılar
dan birinin dul karısıyla ilgili bir kayıtta görüyoruz. "Wal
lingord'u adımıza elinde bulunduran mütevefa Simon Dar
ches'in karısı olan joan'un bize vermiş olduğu 100 şilin kar
şılığı adı geçen Joan'a, bizim mektubumuz olmak kaydıyla
kimle isterse evlenebilmesine izin verdik."
Öte yandan bir dul evlenmek istmiyorsa, süzerenin onu
zorla evlendirmemesi için yine para ödemek zorundaydı.
21
"Warwick Kontesi Alice 1 000 pound ve 1 0 beygir göndere
rek istediği süreyle dul kalmak ve kral tarafından zorla ev
lendirilmemek için izin istiyor. "
Bunlar, bir vassalın elde ettiği koruma ve toprak karşılı
ğında lorduna borçlu olduğu yükümlülüklerden bazıları .
Başkaları da vardı. Bir süzeren tutsak düşer ve tutsak eden
idye isterse kurtarmalığını vassallarının toplaması bekle
nirdi. Süzerenin oğlu şövalye olunca vassallardan bir "yar
dım" alması adettendi; belki de kutlama töreninin masraf
larını karşılamak için 1 254'te, Baldwin adında bir adam, oğ
lu şövalye yapılan kralın doğrudan doğruya kendi süzereni
olmamasına dayanarak para vermeyeceğini bildirmişti. Ka
yıtlarda görüldüğüne göre davasını kazandı da: "Baldwin de
Frivill toprağını kraldan almamışsa, adı geçen Baldin'in id
dia ettiği gibi Alexander de Abetot'dan ve Alexander de Be
auchamp'dan ve William Worcester Piskoposundan ve pis
kopos kraldan almışsa, Worcester şeriine duyurulur ki adı
geçen Baldwin kralın oğlunun şövalye olmasına yardım yap
mak zorunluluğundan esirgene. "
Şimdi şuna dikkat edin: Baldwin'le kral arasında bildi
ğimiz süzerenler dizisi yer alıyordu . Şuna da dikkat edin:
Worcester Piskoposu bunlardan bir tanesiydi . Bu önem
li bir olgudur, çünkü kilisenin de bu feodal sistemin bir
parçası olduğunu gösterir. Bazı bakımlardan yığının tepe
sindeki adam, yani kral kadar önemli değildi bu , ama ba
zı başka bakımlardan çok daha önemliydi. Kilise, bütün
Hıristiyan dünyasına yayılmış bir örgü ttü . Herhangi bir
Taç'dan daha güçlü , daha yaygın, daha eski ve sürekliydi.
Dindar bir çağdı bu ve tabii kilisenin de muazzam manevi
gücü ve prestiji vardı. Ama bunun yanı sıra , o çağda varo
labilecek tek biçimde serveti vardı, toprakta . Feodal çağın
en büyük toprak sahibi kiliseydi. Yaşadıkları hayattan kuş
kuları olan ve ölmeden önce Tanrının gözüne girmek iste-
22
yen insanlar kiliseye toprak bağışlarlardı; kilisenin hastala
ra , yoksullara yardım etmekle hayırlı bir iş yaptığına ina
nan ve bu hayıra katkıda bulunmak isteyenler kiliseye top
rak bağışlardı; bazı soylular ve krallar da, savaş kazanıp bir
düşmanın ülkesini fethettiklerinde bu toprakların bir kıs
mını kiliseye bağışlamayı adet edinmişlerdi; bu ve bunla
ra benzer başka yollardan kilise sonunda Batı Avrupa'da
ki bütün toprakların üçte biriyle yarısı arasında bir kısmı
nın sahibi oldu .
Kontlar ve dükler gibi piskopos ve başpapazlar da feo
dal yapı içinde yerlerini almışlardı. 1 1 67'de Beauvais Pis
koposuna yapılmış bir bağışın kaydı: "Ben, Tanrı inayetiyle
Fransa Kralı Louis, varolan ve gelecekteki herkese ilan ede
rim ki, Mante'da, huzurumuzda , Champagne Kontu Hen
ri Savigny tımarını Beauvais Piskoposu Bartholomew'ya ve
onun varislerine bağışladı. Ve bu tımar karşılığında pisko
pos, Kont Henri'ye bir şövalye ve bir yargıç vaadetti ve ken
disinden sonra gelecek piskoposların da böyle yapacağını
söyledi. "
Süzerenden toprak kabul ettiği gibi, kilise kendisi d e sü
zeren rolü oynuyordu: "Rahip Fauritius ayrıca William Ma
udit'in oğlu Robert'e Weston'daki dört derilik tımarı verdi. . .
Bunun karşılığında şu hzmeti görecektir: Abingdon kilisesi
nin şövalyelik hizmetini yapması gereken zamanda kilise ye
rine yarım şövalye hizmeti yapacaktır. "
Feodalizmin ilk döneminde kilise ilerici, canlı bir öğeydi.
Roma İmparatorluğu kültürünü epeyce muhaaza etmişti.
Öğrenimi teşvik ediyor, okullar açıyordu . Yoksullara yardım
ediyor, öksüzlere yurt açıyor, hastaneler yaptırıyordu . Genel
olarak ruhbandan (kilise) lordlar arazilerini daha iyi yöneti
yor ve soylulardan azla da kazanıyorlardı.
Ama olayın bir de öbür yanı vardı . Soylular adam bul
mak için mülklerini parçalarken kilise gittikçe daha azla
23
toprak elde ediyordu . Papazlara evlenme yasağının bir ne
deni, kilisenin kendi memurlarının çocuklarına miras yo
luyla kilise topraklarını kaybetmemek istemesiydi. Kilise
ayrıca, herkesin ödemek zorunda olduğu bir ondalık ver
giyle mülkünü genişletirdi. Ünlü bir tarihçi şöyle diyor:
"Ondalık, modern zamanlarda bilinmedik çeşitten, son de
rece ağır bir arazi, gelir ve ölüm vergisiydi. . . Sadece serf
ler ve çiftçilerden bütün ürünlerinin onda biri alınmazdı. . .
Yünden alınan ondalık kaz tüyünü bile kapsardı: Yol kıyı
sında kesilen otun bile vergisi vardı; ürünlerinin ondalığı
nı hesaba katmadan iş masraflarını hesaplayan çiftçi kendi
ni kahretmiş demekti . "
Kilise dehşetli zenginleşirken ekonomik önemi manevi
önemine ağır basmaya başladı. Birçok tarihçi, bir toprak be
yi olarak kilisenin, öteki beylerden iyi olmadığını, çok kez
de daha kötü olduğunu ileri sürüyor. "St. Louis zamanın
da Paris'in Notre Dame'ının serlerine baskısı öylesine ağır
dı ki Kraliçe Blanche 'ezile büzüle' araya girecek olmuş, ke
şişler ise 'isterlerse serfleri açlıktan öldürebilecekleri' cevabı
nı vermişlerdi. "
Bazıları hayır işlerinin bile abartıldığını iddia eder. Kili
senin hasta ve yoksullara yardım ettiğini herkes kabul edi
yor. Ama ortaçağın en zengin ve güçlü mal sahibinin kili
se olduğunu ve muazzam servetiyle yapabileceklerine oran
la, öteki soylular kadar bile hayır işlemediğini söylüyorlar.
Hayır işleri için zenginlerden yardım ister, taleplerde bu
lunurdu ama, kendi kaynaklarının pek derinine inmemeye
özen gösterirdi. Ayrıca, kilisenin bu eleştiricilerinin söyle
diğine göre, kilise serfleri böylesine kötü kullanmasa, köy
lüleri bu kadar azla soymasa, haır için bu kadar gerekli
lik de olmayacaktı.
Kilise ve soylular egemen sınıflardı. Toprağa ve toprakta
bulunan kudrete el komuşlardı. Kilise manevi yardım, soy-
24
lular ise askei koruma sağlıyordu . Bunun karşılığında çalı
şan sınıftan emek olarak ücret alıyorlardı. Bu dönemin bilgi
li tarihçilerinden Profesör Boissonade olayı şöyle özetliyor:
"Feodal sistem, son kertede, çok zaman hayali olan bir koru
ma karşılığında çalışan sınıları aylak sınıların insafına bıra
kan ve toprağı işleyenlere değil, gasbetmeyi becerebilenlere
veren bir örgütlenmeye dayanırdı. "
25
2
üCCAR İŞE KAIŞYOR
26
tırmazlardı, çünkü ortada pek azla iş yoktu. Dua edenlerle
savaşanların ellerinde olan sermaye edilgin, durağan, kıpır
tısızdı, üretken değildi.
Ama her gün bir şeyler satın almak için de gerekmiyor
muydu para? Hayır, çünkü hemen hemen hiçbir şey satın
alınmazdı. Belki biraz tuz , biraz da demir. Gerisi, insanların
ihtiyaç duyduğu hemen bütün yiyecek ve giyecek malika
neden sağlanırdı. Feodal toplumun erken döneminde ikti
sadi hayat pek az para kullanımıyla yürürdü . Bir tüketim
ekonomisiydi bu ve her malikane köyü hemen tamamen
kendine yeterliydi. Biri yeni paltonuzun neye mal olduğu
nu sorsa, büyük bir ihtimalle şu kadar dolar ve sent dersi
niz . Ama bu soru Ortaçağ başlarında sorulsaydı yine bü
yük bir ihtimalle , "Kendim yaptım" diye cevap verirdiniz .
Serf ve ailesi kendi yiyeceklerini kendileri yetiştirir, gerek
li eşyaları kendi elleriyle yaparlardı. Malikane beyi ihtiyacı
olan şeyleri yaptırmak için zanaatkar serleri hemen kendi
evine bağlardı. Böylece malikane köyü kendi başına bir bü
tün oluyordu ; ihtiyaç duyduğu şeyleri kendi üretiyor, son
ra da tüketiyordu .
Şüphesiz , bir mal değiş tokuşu da vardı. Belki şu palto
u yapacak yün yoktu elinizde, ya da ailenizde zamanı ve
ya becerisi yeterli bir kimse yoktu . O zaman palto sorusu
na cevabınız, "Karşılığında beş galon şarap verdim" şeklin
de olabilirdi. Bu değiş tokuş muhtemelen, manastır ya da
şatonun yanında, ya da yakındaki kasabada, haftalık pazar
da olurdu . Bu pazarlar piskopos ya da lordun denetimin
de kurulurdu ve serleriyle zanaatkarlarının ürettiği artık
ürünler ya da herhangi bir serin artığı, değiş tokuş edilir
di. Ama ticaret çok aşağı bir düzeyde olduğu için çok az
la artık üretmek için de sebep yoktu . Ancak, sürekli bir ta
lep olduğu zaman insanlar, bir ürünün kendi ihtiyaç duy
duklarından fazlasını üretirler. Böyle bir talep olmayınca
27
artık yaratmak için bir itici güç de kalmaz. Onun için haf
talık pazarlarda ticaret hiçbir zaman çok geniş çaplı olmaz
ve hep mahalli kalırdı. Genişlemesine karşı bir başka engel
de yolların kötülüğüydü . Dar, engebeli, çamurlu , genellik
le yolculuğa elverişsiz yollar vardı. Ayrıca da, iki çeşit soy
guncu gezerdi bu yollarda; bildiğimiz haydutlarla, pis yol
larından geçtikleri için tüccarları durdurup vergi alan feo
dal beyler. Lordların yol vergileri öyle yaygın bir yöntemdi
ki "Tours'lu Odo onbirinci yüzyılda Loire üzerine bir köp
rü yaptırıp serbestçe geçiş izni verdiğinde davranışı şaşkın
lık yarattı. " Ticaretin karşılaştığı başka güçlükler de vardı.
Para kıttı, hem de her para her yerde geçmezdi. Ağırlık ve
ölçüler de ülkeye göre değişirdi. Bu koşullarda malları uzak
yerlere taşımak tehlikeli, güç, hem de sinir bozacak derece
de pahalıydı. Bütün bu nedenlerle mahalli feodal pazarlar
da ticaret küçük çaptaydı.
Ama hep böyle küçük para kalmadı. Ticaretin geliştikçe
geliştiği ve sonunda Ortaçağ'ın bütün hayatını derinden et
kilediği bir zaman da geldi. Onbirinci yüzılda ticaretin bü
yük adımlar attığı görüldü ; onikinci yüzyılda Batı Avrupa bu
nedenle bir dönüşümden geçti.
Haçlılar, ticareti büyük ölçüde hızlandırmışlardı. On bin
lerce Avrupalı denizden ve karadan kıtayı geçerek Kutsal
Ülkeyi Müslümanlardan kurtarmaya gitti. Yolda çeşitli nes
nelere ihtiyaçları oluyordu , dolayısıyla tüccarlar da bunları
karşılamak üzere yanlarında gidiyorlardı. Doğu'ya yolculuk
lardan geri dönebilen Haçlılar orada gördükleri garip ve lüks
yiyeceklere, giyeceklere iştahları bilenmiş olarak döndü
ler. Talepleri bu mallar için bir pazar yarattı. Üstelik onun
cu yüzyıldan beri nüusta hızlı bir artış olmuştu ve yeni in
sanlar yeni mallara ihtiyaç duyuyordu . Bu yeni insanlardan
bazıları topraksız olduğu için Haçlı Seferlerini, yaşama ko
şullarını düzeltebilecek bir fırsat olarak gördüler. Çoğu za-
28
man Akdeniz'de Müslümanlarla sınır savaşları ya da Doğu
Avrupa'daki kabilelerle çarpışmalar, gerçekte yağma ve top
rak uğruna girişilmiş saldırılar olduğu halde, Haçlı Seferi adı
altında yüceltiliyordu . Kilise bu talan seferlerini bir saygıde
ğerlik tülüyle maskeliyor, amaçlarının İncil'i yaymak ya da
münkirleri yok etmek ya da Kutsal Ülke'yi savunmak oldu
ğunu söylüyordu .
Ta başlangıçtan beri Kutsal Ülke'ye hac seferleri yapılmış
tı (sekizinciden onuncu yüzyıla kadar 34, onbirinci yüzyıl
da ise 1 1 7 hac seferi olmuştu) . Kutsal Ülke'yi kurtarma iste
ği içtendi ve bir baltaya sap olamayan nice insan tarafından
destekleniyordu . Ama Haçlı hareketinin asıl gücü , yürütü
lüşündeki enerji, büyük ölçüde, belirli grupların kazanacağı
avantajlara dayanıyordu .
llkin kilise vardı. Şüphesiz dürüst bir dini amacı vardı kili
senin. Ayrıca, çağın savaşçı bir çağ olduğunu kavrayacak ka
dar anlaışlıydı, onun için savaşçıların ateşli hırslarım, Hıris
tiyanlaştırabilecek başka ülkelere yöneltme ikrine dört el
le sarıldı. Papa il. Urban 1095'te Fransa'da, Clermont'a geldi.
Dinlemek isteyenleri sığdıracak bina bulunamadığı için açık
lık bir ovada, halkı Haçlı Seferine çıkmaya teşvik etti. Ora
da bulunan Chartreslı Fulcker konuştuklarım şöyle kaydet
miş: " . . . Şimdiye kadar müminlere karşı zalim kavgalara alış
mış olan artık zındıklarla dövüşsün . . . Şimdiye kadar soygun
cu olanlar asker olsun. Şimdiye kadar kardeşleriyle, akrabala
rıyla dövüşenler bundan sonra gerekeni yapıp barbarlarla sa
vaşsınlar. Şimdiye kadar düşük ücretli asker olanlar şimdiden
sonra ebedi kazançlar için çarpışsınlar . . . " Kilise, gücünü yay
gınlaştırmak istiyordu , Hıristiyan dünyası ne kadar genişler
se kilisenin gücü ve serveti de o kadar büyürdü.
ikinci olarak da lstanbul'daki başkentiyle, Asya'daki lslam
gücünün merkezine çok yakın olan Bizans Kilisesi ve İmpa
ratorluğu vardı. Roma Kilisesi Haçlı Seferleri ile kendi gü-
29
cünü yaygınlaştırmayı amaçlarken, Bizans Kilisesi de bu se
ferler yoluyla İslamların kendi topraklarındaki ilerlemesini
durdurabileceğini umuyordu.
Üçüncü olarak, ganimet isteyen ya da borçlu durumda
soylular, ya az bir miras bekleyen ya da hiçbir şey bekleme
yen küçük oğullan - bütün bunlar Haçlı Seferleri sayesinde
toprak ve servet kazanmaı düşünüyorlardı.
Dördüncü olarak da, Venedik, Cenova ve Piza gibi İtal
yan şehirleri vardı. Venedik hep bir ticaret şehri olmuştu .
Bir grup ada üzerine kurulmuş her şehir böyle olur. Şeh
rin sokakları kanalsa, ora halkının karada olduğu kadar tek
ne içinde de rahat olabileceğini tahmin edersiniz. Venedik
liler işte böyleydi. Üstelik, Venedik'in yeri de çok elveriş
liydi, çünkü sözü edilmeye değer ticaret, Doğu ticareti, Ak
deniz de bu işin en uygun yoluydu . Haritaya bir bakarsanız
Venedik'le öteki İtalyan şehirlerinin niçin öyle büyük ticaret
merkezleri olduğunu görürsünüz. Haritada görülemeyecek
bir başka gerçek de, Batı Avrupa koptuktan çok sonra bile
Venedik'in İstanbul'a ve Doğu'ya bağlı kalmış olmasıydı. İs
tanbul yıllardan beri Akdeniz bölgesinin en büyük şehri ol
duğu için, bu azladan bir avantaj oluyordu . Doğu baharatı
nın, ipeklerin, müslinlerin, uyuşturucuların ve halıların Av
rupa'ya taşınması ticaret yolunu tutan Venedikliler yoluy
la olacaktı. Venedik, Cenova ve Piza öncelikle ticaret yapan
şehirler oldukları için Küçük Asya kıyılarındaki şehirlerden
özel ticaret ayrıcalıkları istiyorlardı . Bu şehirlerde zındık
Müslümanlar, İsa'nın düşmanları yaşıyordu. Ama bu Vene
dikliler için önemli miydi? Hiç bile. İtalyan ticaret şehirleri
Haçlı Seferlerini ticari avantajlar kazandıracak fırsatlar ola
rak göüyorlardı. Öyle ki Üçüncü Haçlı Sefeinin amacı Kut
sal Ülke'nin geri alınması değil, İtalyan şehirleri için ticari
yararlar sağlanmasıydı. Haçlılar Kudüs'ü değil, sahildeki ti
caret şehirlerini istiyorlardı.
30
Dördüncü Haçlı Seferi 120l'de başladı. Bu sefer Vene
dik en önemli ve en karlı rolü oynadı. Villehardouin, Vene
dik Doc'una gelip Haçlıların ulaşımında yardım isteyen al
tı elçiden biriydi. O yılın Mart aında yapılan bir anlaşma
yı anlatıyor:
'"Sir, haçı takınan soylu Fransız baronları adına size ge
liyorum . . . Tanrı aşkına sizden rica ediyorlar. . . Ulaştırma ve
şarap gemileri bulmaya çalışmanız için.'
"'Ne karşılığında? ' diye sordu Doc.
"'Sizin önereceğiniz, uygun göreceğiniz, onların da yapa
bileceği herhangi bir şey' diye cevap verdi haberciler. . .
"'4500 a t ve 9000 seyis taşıyacak "huissier"ler (kıç tarafın
dan kapısı -huis- açılarak beygirleri içeri alabilen gemi) ve
4500 şövalye ile 20.000 piyade alabilecek gemiler veririz. Bu
atlarla adamlara dokuz ay yiyecek vermekte anlaşırız. Yapa
bileceğimizin en azı budur, ama at başına dört mark ve adam
başına iki mark isteriz . . . '
"'Daha azlasını da yaparız: Tanrı aşkı için, elli zırhlı kal
yon veririz; ama anlaşmamız yürürlükte kaldığı sürece, fet
hedilen her toprak ve kazanılan her parayı yarı yarıya pay
laşmak şartıyla . . '
.
31
kıda bulundular, yabancı mallanna talebi arttırdılar; Akde
niz ticaret yolunu Müslümanlann elinden alarak bu denizi
bir kere daha eskiden olduğu gibi Doğu ile Batı arasındaki
büyük ticaret yolu haline getirdiler.
Onbirinci ve onikinci yüzıllarda güneyde, Akdeniz'de ti
caret canlandığı gibi, Kuzey denizlerinde de ticaret imkanla
n büyük ölçüde uyandı. Bu sularda ticaret dirilmedi. tık ola
rak gerçekten etkinleşti.
Kuzey Denizi'nde ve Baltık'ta gemiler oradan oraya gidi
yor, balık, kereste , don yağı, deri, post ve kürk taşıyordu .
Kuzey denizlerindeki bu ticaretin bir merkezi Flandr'daki
Bruges şehriydi. Güneyde Venedik nasıl Avrupa'nın Doğu
ile temas noktasıysa, Bruges de Rusya-İskandinavya ile te
masın merkeziydi. Bundan sonra iki uzak merkezin en uy
gun buluşma noktasını tespit etmesi, yüklü Kuzey ihtiyaç
maddelerinin Doğu'nun pahalı maddeleriyle en kolay değiş
tokuş yolunu bulması gerekiyordu. Ticaret iyi bir başlangıç
noktası bulduktan sonra, yokuş aşağı yuvarlanan bir karto
pu gibi büyüdüğüne göre, böyle bir ticaret merkezinin bu
lunması çok sürmezdi. Kuzeyin mallarını taşıyan tüccarlar
güneyden Alpleri geçerek gelenlerle Champagne ovasında
buluştular. Burada, en önemlileri Lagny, Provins, Bar-Sur
Aube ve Troyes olmak üzere birçok şehirde büyük panayır
lar kuruluyordu . (Niçin "troy" ölçüleri kullandığımızı me
rak edenlere işte cevap. Yüzyıllar önce büük panaırlarda
kullanılan ağırlık ölçüsü sistemi buydu da ondan. )
Bugün ticaret her yerde yürüyor. Ulaştırma araçlarımız
o kadar mükemmelleşti ki, dünyanın öbür ucundan gelen
mallar sürekli olarak büyük şehirlere akıyor ve bütün yap
mamız gereken bir dükkana girip istediğimizi seçmekten
ibaret. Ama onikinci ve onüçüncü yüzyıllarda , gördüğü
müz gibi, ulaştırma araçları o kadar gelişmemişti. Her yer
de, her gün satış yapan dükkanların bütün yıl açık kalma-
32
sını sağlayacak sürekli ve düzenli bir mal talebi de yoktu.
Onun için, çoğu şehirlerde , ticaret kalıcı olamıyordu . İn
giltere , Fransa, Belçika, Almanya ve ltalya'daki mevsimlik
panayırlar kalıcı ve düzenli ticarete doğru atılmış bir adım
dı. Geçmişte basit ihtiyaçlarını karşılamak için haftalık pa
zara bağımlı olan yerler, artan ticaret imkanları karşısın
da artık bu pazarı yetersiz buluyorlardı. Fransa'daki Poix
böyle yerlerden bir tanesiydi. Kraldan, haftalık bir pazar
ve yılda iki panayır kurulması için izin istedi. lşte kralın
bu istekten söz eden mektubunun bir kısmı: "Poix ve Ca
naples Senyörü sevgili Jehan de Crequy'ümüzün alçak gö
nüllü ricasını işittik. . . Bize söz konusu köy ve Poix varoş
larının iyi ve verimli bir toprakta kurulmuş olduğunu , söz
konusu köy ve Poix varoşlarında güzel yapılmış evler, in
sanlar, tüccarlar, sakinler ve başkaları olduğunu ve ayrı
ca çevreden ve başka yerlerden birçok tüccar ve malın ge
çerken oraya uğradığını ve yılda iki panayırla her hafta bir
pazarın uygun ve gerekli olacağını bildiriyor . . . lşte biz de
bu nedenle . . . söz konusu Poix köyü için . . . yılda iki pana
yır ve her hafta bir pazar kurulmasını uygun gördük ve bu
yurduk. " Aslında , daha önemli olan Champagne panayır
ları bütün yıl kalacak şekilde kuruluyorlardı - biri bitince
öteki başlıyordu vb . Tüccarlar mallarıyla panayırdan pana
yıra taşınıyorlardı.
Ortaçağ başlarının mahalli haftalık pazarlarıyla onikin
ci ile onbeşinci yüzyıllar arasındaki bu büyük panayırla
rın arkını görmek gerekir. Pazarlar küçüktü , çoğu tarım
sal olan mahalli mallar satılırdı . Oysa panayırlar koskoca
mandı; bilinen bütün dünyadan gelen malların toptan sa
tıldığı yerlerdi. Küçük seyar satıcılar ve mahalli zanaatkar
lardan ayrılan büyük tüccarların doğu ile batıdan, kuzey ile
güneyden gelen yabancı malları alıp sattığı dağıtım merkez
leriydi panayırlar.
33
Champagne panayırlarıyla ilgili, 1 349'da çıkarılan şu fer
mana bakalım: "Bütün tüccar kumpanyaları ve aynca tek
tek tüccarlar, İtalyanlar, Alp ötesinden gelenler, Floransa
lılar, Milanolular, Cenovalılar, Venedikliler, Almanlar, Pro
vanslılar ve bizim krallığımızdan olmaıp başka ülkelerden
gelenler, burada ticaret yapmak ve söz konusu panayırların
ayrıcalıklarından ve iyi adetlerinden yararlanmak istiyorlar
sa . . . kendileri, mallan ve kılavuzları, güven içinde panayır
lara gelebilir, kalabilir, gidebilirler. Biz bundan böyle, onla
rı söz konusu panayırların bekçileri dışında, kimse tarafın
dan engellenmeden, tutuklanmadan ve yakalanmadan gel
mek üzere kabul edeceğiz. "
Her yerden tüccarları davet ettikten başka Champagne
yöneticilerinin geliş gidişte güven sağlayacağını söyleme
lerine de dikkat etmeliyiz . Yolların soyguncularla dolu ol
duğu bir dönemde bunun ne kadar önemli olduğunu an
lamak güç değildir. Ayrıca çok zaman panayıra giden tü
carlar feodal haraçlardan lordların yol boyunca istedikle
ri can sıkıcı vergi haraçlardan da bağışlanıyorlardı. Bütün
bunları düzenleyen, panayırın kurulacağı bölgenin lorduy
du . Yolda tüccarlar, haydutların saldırısına uğrarsa ne ola
caktı? O zaman soygun olan yerin kendi yerli tüccarları
nın da panayıra katılmaları yasaklanıyordu . Tabii korkunç
bir cezaydı bu , çünkü o yörede ticaretin durması anlamı
na geliyordu .
Ama panayır yapılan şehrin beyi niçin bütün bu özel ayar
lamalara girişmek zahmetine katlanıyordu? Çünkü , panayır
yöresine ve kendisine servet sağlıyordu. Panayırda iş yapan
tüccarlar bu ayrıcalık karşılığında para ödüyorlardı. Hem gi
riş, hem çıkış , hem de mallarını depolamak için vergi ödü
yorlardı; satış vergisi, yer vergisi vardı. Tüccarlar bu vergile
re ses çıkarmıyorlardı, çünkü bunlar bilinen, yerleşmiş ver
gilerdi, çok ağır da değillerdi.
34
Panayırlar öyle büyük olurdu ki, şehrin normal bekçileri
yetmezdi; kendi özel panaır polisleri, özel bekçileri, mah
kemeleri vardı. Bir kavga çıkarsa panayır polisi duruma el
koyar, tartışma panaır mahkemesinde çözüme bağlanırdı.
Her şey özenle ve etkili bir biçimde düzenlenmişti.
Panayırların programı genellikle aynıydı. Denklerin çö
züldüğü , satış yerlerinin kurulduğu , ödemelerin yapılıp
uak tefek öteberinin yerine getirildiği birkaç günlük bir ha
zırlıktan sonra büyük panayır açılırdı . Bir yığın şaklaban
oradan oraya gezinen alıcıları eğlendirmeye çalışırken bir
yandan da alım satım yürürdü . Her gün her çeşit mal satı
lırdı ama, kumaş, deri veya post gibi belirli malların satışma
ayrılan belirli günler de olurdu .
14 29 tarihli, Lille panayırıyla ilgili bir belgeden bu büyük
ticaret merkezlerinin bir başka önemli özelliğini öğreniyo
uz: " . . . adı geçenjehan de Lanstais'ye adı geçen Lille şehri
mizin adı geçen panaırında veya para değiştirme işinin yü
rütüldüğü başka yerlerde . . . bir tezgah kurup para değiştirme
izni taraımızdan bağışlandı. . . karşılığında her yıl bize Lil
le'deki alıcımız eliyle yirmi Paris lirası sunacaktır. "
Bu sarralar panaırın o kadar önemli bir parçasını meyda
na getirirlerdi ki, deri ve kumaş satışma ayrılan özel günler
olduğu gibi, panayırın kapanışından önceki son birkaç gün
de para değiştirilmesine ayrılırdı. Böylece panayırlar yalnız
ticaret değil, mali işler bakımından da önemliydi. Panayırın
ortasında, sarralar avlusunda, çeşitli paralar tartılır, değer
lendirilir, değiştirilirdi; ödünç para verilir, eski borçlar öde
nir, kredi mektupları değerlendirilir, senetler serbestçe do
laşırdı. O dönemin bankerleri burada son derece geniş kap
samlı mali işlere girişirlerdi. Birleşerek, büyük kaynakları
denetim altına alırlardı. Londra'dan Akdeniz'e kadar koca bir
kıtayı kapsayan geniş çaplı bir alana etkileri yayılırdı. Papa
lar ve imparatorlar, krallar ve prensler, cumhuriyetler ve şe-
35
hirler müşterileri arasındaydı. Sarralık o kadar önemli bir iş
haline gelmişti ki, artık apayrı bir meslek olmuştu.
Bu olgu önemlidir, çünkü ticaretteki gelişmenin, iktisadi
hayatın para kullanımına ihtiyaç duymaksızın yürüdüğü es
ki doğal ekonomiyi nasıl değiştirdiğini gösterir. Ortaçağın
başlarında takasın bazı sakıncaları vardı. Beş galon şarabı bir
paltoyla değiş tokuş etmek kolay bir iş gibi görünüyor, ama
aslında bu kadar kolay değildi. Sizin istediğiniz şey elinde
bulunan ve sizin elinizde bulunan şeyi isteyen birini bulma
nız gerekiyordu . Ama mübadele aracı olarak para ortaya çı
kınca, neler olabilirdi? Parayı, isteği ne olursa olsun, herkes
kabul eder, çünkü para her şeyle değiş tokuş edilebilir. Para
geniş çapta kullanılır olunca, beş galon şarap isteyen ve kar
şılığında palto verecek olan bir adam bulma umuduyla beş
galon şarabınızı yüklenip dolaşmaktan kurtuluyordunuz .
Şarabınızı para karşılığında satacak, sonra o parayla gidip bir
palto alacaktınız. Paranın araya girmesiyle tek işlem şimdi
iki işlem oluyordu, ama yine de hem zaman, hem de emek
ten tasarruf ediyordunuz. Böylece, para kullanımı, mal mü
badelesini kolaylaştırdı ve dolaısıyla ticareti teşvik etti. Ti
caretin artması da, öte yandan, para işlemlerinin yaygınlaş
masına yol açıyordu. Onikinci yüzyıldan sonra pazarsız (ka
palı) ekonomi çok pazarlı bir ekonomiye dönüştü ; ve tica
retin gelişmesiyle, ortaçağ başlarının kendine yeterli malika
nesinin doğal ekonomisi artan ticaret dünyasının para eko
nomisine dönüştü .
36
3
ŞEHRE GİMEK
37
carlar, ya da donmuş bir nehrin çözülmesini veya çamurlu
bir yolun kurumasını bekleyen tüccarlar, normal olarak ka
le duvarlarının içine ya da bir katedralin gölgesine sığınır
lardı. Böyle yerlerde toplanan tüccarların sayısı artınca, bir
"auburg" ya da "burg dışı" da oluştu . Çok geçmeden au
burg, burg'un kendisinden daha önemli oldu . Fauburg'da
ki korunak arayan tüccarlar çok geçmeden Amerikalı kolo
nistlerin ahşap kalelerini andıran surlarla kasabalarını çev
relediler. O zaman eski kale duvarlarının yararı kalmadı, yı
kılıp gitti bunlar. Eski burg dışa doğru yayılamadı, canlılığı
nı sürdüren yeni auburg içinde özümlendi. İnsanlar bu aal,
büyüyen şehirlerde hayata yeniden başlamak üzere eski ma
likane köylerini terk etmeye başladılar. Büüyen ticaret da
ha azla insana iş demekti, onlar da bu işi bulmak üzere şe
hirlere geldiler.
Ne var ki, biz bu, yukarıda yazılanların doğru olup olma
dığını bilmiyoruz. Bunlar sadece bazı tarihçilerin özellikle
de Mr. Hemi Pirenne'in tahminleridir. Ortaçağda, şehirle
in böyle büyüdüğünü ispatlamak için, bu tarihçinin yığdığı
ipuçlarını incelemek bir polis romanı okumak kadar heye
canlıdır. Tüccarla şehirlinin aynı insan olduğunu göstermek
için ileri sürdüğü sağlam kanıtlardan biri, onikinci yüzıla
kadar tüccar anlamına gelen "mercator" kelimesiyle şehirli
anlamına gelen "burgensis" kelimesinin birbirlerinin yerine
kullanılabilmesidir.
Şimdi, feodal toplumun yapısını hatırlayacak olursanız ,
daha çok bu yükselen tüccar sınıfının oturduğu şehirlerin
büyümesine yol açan ticaret artışının, birtakım çatışmala
ra yol açmasının kaçınılmazlığını görürsünüz. Feodalizm at
mosferi tam bir hapishane atmosferi, şehirdeki ticari etkin
liğinki ise tam bir özgürlük atmosferiydi. Şehir toprağı feo
dal lordlara, piskoposlara, soylulara, krallara aitti. Bu feodal
lordlar önceleri şehirlerdeki topraklarını başka yerlerdeki
38
topraklarından ayn bir gözle görmezlerdi. Buradan da ver
gi almaı, tekellerinden aydalanmayı, yeni haraç ve hizmet
yükümlülükleri yüklemei, malikane topraklarında olduğu
gibi, mahkemeleri yönetmeyi düşünürlerdi. Ama şehirlerde
bu işler yürümüyordu . Bunlar hepsi feodal biçimlerdi, top
rak mülkiyetine bağlıydı. Şehirler söz konusu olunca bütün
bu biçimlerin değişmesi gerekiyordu. Feodal yönetmelikler
le feodal yargılama geleneğe göre donmuştu , değiştiilmesi
güçtü . Oysa ticaret, yapısı gereği etkindi, değişkendi, engel
lerden hoşlanmazdı. Katı feodal çerçeveye giremiyordu. Şe-
Şekil 2
39
diklerini elde etmek için dövüşmeleri gerekirse, o zaman da
dövüşüyorlardı.
Tam olarak neydi istedikleri? Büyüyen bu şehirlerdeki bu
tüccarların talepleri neydi? Değişen dünyaları nerede eski
feodal dünyaya toslamıştı?
Kasabalılar özgürlük istiyorlardı. İstedikleri gibi gidip gel
mek istiyorlardı. Bütün Batı Avrupa için geçerli olan eski
bir Alman atasözü (Stadtluft macht frei - "Şehir havası insa
nı serbestleştirir" ) istediklerini elde ettiklerini ispatlıyor. Bu
atasözünün doğruluğunu kanıtlayan, onikinci ve onüçün
cü yüzyıldan bir yığın şehir beratından biri de Kral VII. Lou
is'nin l 1 5 5'te Lorris şehrine verdiği berattır: "Lorris şehrin
de bir yıl bir gün süreyle mukim olan kimse, kendisine sahip
çıkan biri yoksa ve durumunu bize ya da temsilcimize bil
dirmeyi ihmal etmemişse, orada serbest olarak ve kimsenin
saldırısına uğramadan sakin olabilecektir. " Lorris ve başka
şehirler bizim yirminci yüzyıldaki yol kenarı reklamı tekni
ğine sahip olsalardı, şöyle levhalar koyabilirlerdi:
Şehir halkı kendi özgürlüğünden ötesini de istiyordu .
Toprağın özgür olmasını da istiyorlardı. Toprağı alanca
dan kiralamış olan ilancadan kiralamak hoşlarına gitmi
yordu . Şehirli, toprağı ve topraktaki evleri feodal toprak be
yinden arklı bir gözle görüyordu . Şehirli iş için acele para
ya ihtiyaç duyabilir, malını istediği gibi satmak ya da ipo
tek ettirmek isteyebilirdi. Bunun için sıra sıra tasarruf hak
kı sahibinden izin almak işine gelmezdi. Lorris'in yukarıda
gördüğümüz beratı bu konuya da şöyle değinir: "Malını sat
mak isteyen her şehirliye bunu yapma ayrıcalığı tanınmış
tır." Ticaret ve şehirlerin getirdiği değişikliğin önemini an
lamak istiyorsanız , ilk bölümde anlatılan toprak sistemini
bir hatırlayın.
Şehirliler kendi mahkemelerinde kendilerini yargılamak is
tiyorlardı. Statik bir topluluk için tasarlanmış, canlı bir tica-
40
ret şehrinde ortaya çıkan sounları ele almakta tamamen ye
tersiz, ağır asak malikane mahkemelerini istemiyorlardı. Bir
malikanenin lordu ipotekten, krediden, ya da genel olarak iş
yasasından ne anlardı? Hiçbir şey! Hem zaten, bu işlerden an
lasa bile, bilgisini ve konumunu (mevkiini) şehirlinin değil,
kendi yararına kullanacağı apaçıktı. Şehirliler kendi sorunları
nı kendi çıkarları uyarınca ele alabilecek mahkemeler kurmak
istiyorlardı. Ayrıca kendi ceza kanunlarını yapmak istiyorlar
dı. Küçük malikane köyünde asayişi sağlamak, onca serveti
ve değişken nüusuyla büyüyen bir şehirde asayişi sağlamaya
bezemezdi. Şehirliler bu sorunu biliyorlardı ama lord bilmi
yordu. Kendi "şehir asayiş"lerini istiyorlardı.
Şehirliler vergilerini de istedikleri biçimde toplayıp bu işi
kapatmak istiyorlardı. Sinir bozan, kendi değişen dünyala
rında sadece bir başbelası değeri olan feodal haraçların, öde
melerin, yardım ve cezaların çokluğundan hoşlanmıyorlar
dı. lş yapmak istiyorlardı, onun için de, ayakbağı olan bütün
engellerden kurtulmaya can atıyorlardı. Bu vergileri bütü
nüyle ortadan kaldırmayı başaramadılar. Ama daha az sıkın
tı verecek şekilde yeniden ayarlamayı becerebildiler.
Şehirlerin denetimini hemen ele geçiremediler ama, azar
azar kazandılar. Önceleri lordlar şehirdeki bazı haklarını şe
hirlilere satıyorlardı, sonra başkalarını, derken bazı başka
haklan satınca, şehir hemen hemen tamamen lorddan ba
ğımsız oluyordu . Almanya'nın Dortmund şehrinde böyle ol
muştu. 1 24 l'de Dortmund Kontu şehirdeki feodal hakların
dan bazılarını şehirlilere sattı:
"Ben, Dortmund Kontu Conrad ve Karım Giseltrude ve
bütün meşru varislerimiz . . . Dortmund şehrine ve burglulara
pazar yeri yanındaki evimizi satıyoruz . . . Bunu ve Kutsal Ro
ma İmparatorluğundan bize geçen mezbaha ve ayakkabıcı
lar loncasındaki haklarımızı ebediyen onlara bırakıyoruz . . .
ve fırını ve mahkemenin üstündeki evi de veriyoruz. Mezba-
41
ha karşılığında 2 denarii ve fırınla mahkemenin üstündeki
ev için bir libre kara biber bize her yıl verilecektir. "
Seksen yıl sonra bir başka Kont Conrad yıllık kira karşılı
ğında "Dortmund şehri ve konseyine, tamamen emirleri al
tında olmak üzere, Dortmund yöresinin yansını" sattı - bu
nun içinde mahkemeler, vergiler, gelir ve akarlar, sur içinde
kalan, kontun kendi evi, kendi serleri ve St. Martin Kilisesi
dışındaki her şey vardı.
Feodal piskoposlarla lordlann çok önemli toplumsal deği
şimler olduğunu gördüklerini düşünebilirsiniz. Bazılarının,
bu tarihi güçler karşısında dayanamayacaklarını kavradıkla
rını sanabilirsiniz. Bazıları kavramış olabilir, ama çoğu kav
ramadı. Olan bitenleri sezecek kadar kaası çalışanları duru
mundan en iyi şekilde yararlanmaya baktı, sonunda da ka
zançlı çıktı. Ama her zaman öyle rahat bir alışveriş içinde
yürümüyordu işler. Tarih boyunca, iktidarda olanların, ha
li vakti yerinde olanların, ellerinde olanı elden kaptırmamak
için ne mümkünse yaptıkları görülmüştür. Bir köpek kemi
ğini kaptırmamak için dövüşür. Çok zaman feodal lordlar
la piskoposlar da (özellikle piskoposlar) dişlerini kemikleri
ni sıkı sıkı geçiriyor ve şehirliler zorla alıncaya kadar bırak
mıyorlardı. Kimisi için sorun sadece çıkarları için eski ayrı
calıklarına dört elle sarılmak değildi. Yine tarih boyunca hep
görüldüğü gibi, hali vakti yerinde olanların çoğu , her şey ol
duğu gibi kalmazsa bütün toplum düzeninin yerle bir olaca
ğına içtenlikle inanıyorlardı. Ama şehirliler buna inanmadı
ğı için birçok kasaba ancak kan dökülerek özgürlüğüne ka
vuştu. Yargıç Oliver Wendell Holmes'un dediği gibi, "görüş
ayrılığı büyüyünce rakibimizin dediği olmasın diye öldür
meyi tercih ederiz. "
Aslında örgütlü tüccar loncaları önderliğinde savaşan şe
hirliler bugünkü anlamda devrimci değillerdi. Efendileri de
virmek için dövüşmüyorlardı , sadece , genişleyen ticarete
42
kesinlikle engel olan eskimiş bazı feodal geleneklerin gevşe
tilmesini istiyorlardı. Amerikan devrimcileri gibi, "Bütün in
sanlar eşit ve özgür yaratılmışlardır" diye bir şey yazmazlar
dı. Hiç bile. "Kişisel özgürlük kendisi doğal bir hak olarak
talep edilmiyordu . Sadece, sağladığı yararlar için isteniyor
du. O kadar ki, öneğin, Arras'da tüccarlar pazar vergilerin
den bağışık tutulabilmek için St. Vast Manastıına serf yazıl
maya bile çalıştılar. "
Şehirler genişlemelerine karışılmamasını istiyorlardı ;
birkaç yüzyıl sonra bu isteklerini elde ettiler. Özgürlüğün
derecesi yerine göre bir hayli değişiyordu , onun için ma
likane gibi Ortaçağ şehirlerinin de hak, özgürlük ve ör
gütlenmelerini tam olarak anlatmak çok güçtür. İtalya ve
Flandr'ın şehir cumhuriyetleri gibi tamamen bağımsız şe
hirler vardı; bağımsızlık derecesi değişen serbest komünler
vardı ; feodal efendilerinden birkaç ayrıcalığı zor bela ko
parabilen ama büyük ölçüde onların denetimi altında ka
lan şehirler vardı. Ama şehir hakları ne olursa olsun, şehir
liler bu hakların yazılı olduğu beratı ellerinde bulundurur
lardı. Lord ya da temsilcileri bu hakları unutacak olurlar
sa kavga çıkmasını önlüyordu bu . lşte Ponthieu Kontunun
1 1 84'te Abbeville şehrine verdiği beratın başlangıç kısmı.
Daha ilk satırında kont kendisi şehirlilerin niçin beratları
na bu kadar değer verdiklerini ve kilit altında tuttukları
nı, hatta bazen harlerini yaldızlayıp şehir meclisi ya da ki
liseye astıklarını açıklıyor: "Yazılı olan şey insanın aklın
da daha iyi kaldığına göre , ben Ponthieu Kontu jean, yaşa
yanlara ve doğacaklara bildiririm ki dedem Kont Guillau
me Talvas Abbeville , şehirlilere bir komün kurma hakkını
satmış ve bu satışın belgesinin aslını şehirlilere vermemiş
olduğu için, ben onlara komün kurma ve yaşatma hakkı
nı bağışlıyorum . . . "
1 86 yıl sonra, 1 3 70'te, Abbeville halkının yeni efendisi-
43
nin bizzat Fransa Kralı olduğu anlaşılıyor. Belli ki, arada
ki yıllarda şehir özgürlüğü hareketi hızla ilerlemiş , çünkü
kral memurlarına verdiği emirde şunları söylüyor: "Onla
ra bazı ayrıcalıklar verdik ve bağışladık, bunların arasında
inter alia (ötekilerin yanı sıra) adı geçen Abbeville şehrine
ve Ponthieu yöresinin öteki kasabalarına, adı geçen kasaba
ların yararına olmayan ve kendileri tarafından istenmeyen
hiçbir öşür, yardım ya da başka ödeme konmayacağı, zor
lanmayacağı, ceza verilmeyeceği ve koydurulmayacağı, zor
landırılmayacağı, cezalandırtılmayacağı hakkı da vardır. Bu
nedenle, sözü geçen dilekçe sahiplerinin bize gösterdikleri
sevgi ve itaati de gözönünde bulundurarak size ve hepinize
buyuruyorum ki burgluları, adı geçen şehrin halkını tica
ret yapmada, almada ve satmada, adı geçen yörenin bütün
kent ve kırlarında tuz ve başka çeşitten her türlü malı geti
rip götürmede serbest bırakasınız , bize ve adamlarımıza ve
memurlarımıza hiçbir tuz vergisi, ceza, öşür, haraç almaya
kalkışmayasınız . . . "
4
tün hak ve serbest adetlerine sahip olabilirler . . . ukarıda sö
zü geçen, loncaya ait olan serbestliklerin ne olduğu sorul
dukta; lonca serbestliğinden olmadıkça hiç kimsenin şehir
de satmak için kumaş kesemeyeceğini ya da et ve balık ke
semeyeceğini, ya da taze deri alamayacağını, ya da, yapağı
olarak yün satın alamayacağını söyleyebilirler. . . " Anlaşılan
Richard yapağı yün ticaretinin tekelini elinde tutan lonca
nın üyesi değildi.
Southampton'da üye olmayanların da mal satın alabildiği
anlaşılıyor; ama ilk hak tüccar loncasınındı. "Loncadan bi
i oldukça ve pazarlık etmek niyetindeyse hiçbir sade şehirli
ya da yabancı, şehre giren herhangi bir mal için tüccar lon
casından burglulardan önce pazarlık edemez veya satın ala
maz ; biri böyle yapar ve suçlu olduğu anlaşılırsa elindeki
mal kral adına müsadere edilir. "
Loncalar nasıl loncadan olmayanları aştan uzak bulun
durmaya çalışıyorlarsa, yabancı tüccarları kendi ticaret böl
gelerine sokmamakta da aynı derecede başarılıydılar. Bütün
amaçları pazarı tam denetim altına almaktı. Şehre giren bü
tün mallar ellerinden geçmeliydi. Yabancı rekabeti ortadan
kaldırılmalıydı. Fiyatları loncalar tespit etmeliydi. Oyunun
her aşamasında başrol onlarda olmalıydı. Pazarın denetimi
yalnız onların tekelinde bulunmalıydı.
Belli ki böyle nüuz sahibi olabilmek, çeşitli şehirlerde ti
caret tekelini sürdürebilmek için tüccar loncalarının otori
telerle aralarının iyi olması gerekiyordu . Öyleydi zaten, şe
hirde en önemli grup olduklarına göre, şehirde kimin görev
li olacağı konusunda tüccarların sözünün ağırlığı vardı. Bazı
yerlerde görevliler onların etkisi altındaydı; başka yerlerde
kendileri yönetici oluyorlardı; birkaç yerde de yasa açıkça,
yalnız lonca üyelerinin şehir yönetiminde görev alabileceği
ni belirtiyordu . Bu enderdi, ama Preston şehrinin 1 3 28'de
yazılan yönetmeliği olabildiğini gösteriyor. " . . . Mahkeme
45
kaydıyla burglu olan ve tüccar loncasından olmayan her tür
lü burglu şehremini ya da kahya ya da çavuş olmayacaktır;
yalnız son kurulan tüccar loncasında adı yazılan burglular
olacaklardır; çünkü kral bu hakkı loncada olan burglulara
vermiştir ve başka kimseye vermemiştir. "
Tekel ayrıcalıkları elde etmeye v e elde ettiklerini kolla
maya o kadar meraklı olan tüccar loncaları, kendi üyeleri
ni herkesin uyması gereken bir yığın kurallarla hizada tu
tuyorlardı. Lonca üyesiyseniz belirli avantajlarınız olurdu ,
ama üye kalmak için deneğin kurallarına uymaya dikkat et
mek gerekirdi. Kurallar çok sıkıydı. Bozunca loncadan ke
sinkes kovulabilir ya da başka şekilde cezalandırılabilirdi
niz. Bizim için özellikle ilginç olan bir yöntem üç yüz yıl ka
dar bir zaman önce Chester'de bir lonca tarafından kullanıl
mıştı. 1 6 1 4'te Chester'in Kumaşçılar ve Demirciler lonca
sı T. Aldersley'in kuralları bozduğunu görmüş ve dükkanı
nı kapatmasını emretmişlerdi. Kapatmadı. "Onun için iki ki
şi (loncadan) gündüz vakti adı geçen dükkanın önünde ge
zerek oradan mal satın almaya gelen herkesi durdurdular ve
oradan alışveriş etmeyi yasakladılar. "
Tahmin edilebilir ki, Mr. Aldersley, b u çeşit önlemeyi
yirminci yüzyılda olacağı gibi durdurtamadı, çünkü lonca
çok güçlüydü . Aslında loncalar yalnız kendi bölgelerinde
değil, çok uzaklarda bile nüuz sahibiydiler. Bunu eski , bil
diğimiz birleşme yöntemiyle başarmışlardı . Almanya'mn
ünlü Hanza Ligası ayrı ayrı loncaların güçlü birliğine par
lak bir örnektir. Hollanda' dan Rusya'ya kadar uzanan, hem
kale hem de depo olarak kullanılan, bir ticaret menzille
ri sistemi kurmuşlardı. En güçlü zamanında yüzden azla
şehri içine alan bu liga, öylesine nüuzluydu ki Kuzey Av
rupa'nın bütün dünyayla ticaretini hemen hemen tamamen
denetimi altında bulunduruyordu . Kendi başına bir devlet
gibi ticaret anlaşmaları imzalıyor, ticaret gemilerini ken-
6
di savaş ilosuyla koruyor, kuzey denizlerindeki korsanla
rı temizliyor, kendi yasalarını çıkaran kendi hükümet mec
lislerini kuruyordu .
Tüccarlarla şehirlerin kazandıkları haklar bir servet kay
nağı olarak ticaretin artan önemini gösterir. Şehirlerdeki
tüccarların durumu da toprakta zenginliğe karşı para zen
ginliğinin artan önemini gösterir.
Eski feodal dönemde insanın zenginliğinin ölçüsü yalnız
ca topraktı. Ticaretin yaygınlaşmasından sonra yeni bir ser
vet çeşidi ortaya çıktı: para serveti. Feodal dönemin başla
rında para durgun, yerleşik, hareketsizdi; şimdi etkinleşmiş,
canlanmış , akıcılık kazanmıştı. Feodal dönemin başlarında
dua edenlerle toprağın sahibi olan savaşçılar toplumsal ölçe
ğin bir ucunda, toplumsal ölçeğin öteki ucunda duran serf
lerin emeğini yiyerek yaşıyorlardı. Şimdi yeni bir grup tü
remişti - yeni bir biçimde alarak ve satarak yaşayan orta sı
nıf. Feodal dönemde, tek servet kaynağı olan toprağın mül
kiyeti, yönetme gücünü de rahiplerle soylulara verirdi. Şim
di, yeni bir servet kaynağı olan para mülkiyeti yükselen orta
sınıa yönetime katılma imkanını veriyordu .
47
4
ESKİ FİKİRLER YERİNE YENİ FİKİRLER
8
feciliktir ve GÜNAH'tır. Büyük harflerle yazıyoruz çünkü o
günlerde kilisenin beyanları böyle kabul edilirdi. Ve karşı çı
kanların lanetleneceğini bildiren bir beyan özellikle önem
liydi. Feodal zamanlarda kilisenin, insanların kaaları üze
indeki etkisi şimdi olduğundan çok daha azlaydı. Ama te
fecilikten hoşlanmayan yalnız kilise değildi. Şehir hükümet
leri ve daha sonraları devlet hükümetleri de tefeciliğe karşı
yasalar çıkarmışlardı. Ingiltere'de çıkmış "tefeciliğe karşı bir
yasa" da şunları okuyoruz: "Tefecilik çok iğrenç ve aşağılık
bir kötülük olarak Tanrı kelamıyla lanetlenmiştir . . . ama bü
tün dini öğreti ve telkinlere rağmen bu memleketteki bazı
açgözlü, haırsız ve cimri insanlar buna kulak asmıyorlar . . .
hangi sınıftan, tabakadan, nitelik ve kattan olursa olsun ya
lan, dolanla, hileyle, herhangi bir aldatmaca yoluyla herhan
gi bir paraı tefecilik yapmak, kar, kazanç sağlamak için ve
ren, verdiği paradan azlasını alan ya da almaı uman . . . bu
yolda verdiği paranın ya da paraların müsaderesine . . . ayrı
ca hapis cezasına çarptırılmasına . . . " Bu yasa Ortaçağ'da ço
ğu insanın tefecilik konusunda ne düşündüğünü gösterir.
Kötü olduğu konusunda herkes ikir birliğindeydi. Ama ni
çin? Faiz alınmasına karşı böyle bir tutum nasıl oluşmuştu?
Bunun cevabını verebilmek için feodal toplumun ilişkileri
ne dönüp bakmalıyız.
Ticaretin gelişmediği, kazanç getirecek şekilde para yatırı
mı yapmanın hemen hemen imkansız olduğu , böyle bir top
lumda, bir insan borç para istiyorsa, bunu zenginleşmek için
değil yaşamak için istediği apaçıktı. Başına bir iş geldiği için
borca giriyordu. Belki ineği ölmüş, belki kuraklık ürünleri
ni yakmıştı. Kötü durumdaydı ve yardım istiyordu . İyi bir
Hıristiyan komşusuna kazanç düşünmeden yardım etmeliy
di. Birisine ödünç olarak bir çuval un verdinizse bir çuval
dan azlasını almaı düşünmemeliydiniz. Verdiğiniz çuval
dan azlasını alıyorsanız, öteki adamı dolandırıyorsunuz -
49
bu da adalete sığmazdı. Hakkınız neyse onu almalıydınız, ne
azını ne de çoğunu.
Kilise , insanın bütün yaptıklarında bir doğru ve bir eğ
ri olduğunu öğretiyordu . İnsanın dini etkinliğinde doğru
ve eğri ölçütü toplumsal etkinliğindeki ölçütten, ya da da
ha önemlisi, iktisadi etkinliğindeki ölçütten arklı değildi.
Bugün bir abrikatör rakibini ezmek için elinden geleni ya
par. Düşük iyatla satış yapar, bir ticari savaşa girişir, şirke
ti için özel iskontolar sağlar, rakiplerini köşeye sıkıştırmak
için elinden geleni ardına komaz. Bu etkinlikler karşısında
kileri mahvedecektir. Fabrikatör de bunu bilir, ama hiç al
dırmadan bildiğini okur, çünkü "iş iştir. " Ama aynı insan,
bir dostunun ya da komşusunun aç kalmasına hiç razı ol
maz . İktisadi eylemler için bir ölçüt, iktisat-dışı etkinlik
ler için bir başka ölçüt sahibi olmak, Ortaçağ'da kilise öğ
retisine aykırıydı. Kilisenin öğrettiği de, halkın genel ola
rak inandığıydı.
Kiliseye göre, insanın cebi için iyi olan ruhu için kötüyse,
manevi iyiliği önce gelirdi. "Bir insan dünyayı kazansa neye
yarar ruhunu kaybettikten sonra?" Herhangi bir işlemde pa
ınıza düşenden fazlasını aldıysanız, bir başkasını zarara sok
muş olmalıydınız, bu da doğru değildi. Ortaçağın dini düşü
nürlerinin en büyüklerinden olan Aziz Akinalı T oma "kazan
ma hırsı"nı mahkum ediyordu. Ticaretin aydalı olduğunu is
temeye istemeye kabul ediyorlardı, ama tüccarların emekleri
nin karşılığından azlasını kazanmalarına izin yoktu.
Birkaç üzyıl sonra, Disraeli'nin tanımıyla "bir taraı do
landırıp öbür taraı talan eden" aracıyı Ortaçağ kilise adam
ları şiddetle lanetlerdi. İş hayatında sıvışabildikten sonra ya
pılan her şeyin meşru olduğu kavramı, Ortaçağ düşünce
sinde yer almıyordu. Mümkün olduğu kadar aza satın alıp,
mümkün olduğu kadar çoğa satan çağdaş, başarılı işadamı,
Ortaçağlarda iki kere lanetlenirdi. Zorunlu bir kamu hizme-
50
tini yerine getirmekle tüccar, dolgun bir ödülü hak etmişti
ama bunun ötesine geçmemeliydi.
İnsanın kendi geçimine yetecek paradan azlasını birik
tirmesi de ahlaka uygun görülmezdi. İncil bu konuda kesin
konuşuyordu : "Devenin iğne deliğinden geçmesi zenginin
cennete girmesinden daha kolaydır. "
O çağın bir yazan bunu şöyle dile getirmişti: "İhtiyaçlarını
karşılayabilecek durumda olup da ya toplumda yerini yük
seltmek, ya ileride çalışmadan geçinebilmek, ya da oğulları
nı zengin ve nüuzlu kişiler yapmak amacıyla yine de dur
madan çalışan bütün insanlar - bunları iten, lanetlenmeye
layık bir açgözlülük, duygusallık ya da kibirdir. "
Doğal ekonomi standartlarına alışık insanlar, kendileini
içinde buldukları, değişken para ekonomisine bu standartla
rı uyguluyorlardı. Böylece, bir adama 1 00 sterlin ödünç ver
dinizse, ahlaken ancak 1 00 sterlin geri alabilirdiniz. Paranızı
kullandımakla aiz alıyorsanız demek kendi malınız olma
yan zamanı satıyordunuz . Zaman Tann'nındı ve sizin onu
satmaya hakkınız yoktu .
Üstelik, ödünç para vermek ve geriye yalnız verdiğini
zi değil, bir de belli aiz almak, çalışmadan yaşayabileceği
niz anlamına gelirdi - bu da doğru değildi. (Ortaçağ inanı
şına göre dua edenlerle savaşanlar kendilerine uygun işte
"çalışırlar"dı.) Paranızın sizin yerinize çalıştığını söyleyerek
cevap verecek olsanız, din adamlarını kızdırırdınız. Paranın
kısır olduğunu , bir şey üretemeyeceğini söylerlerdi onlar da.
Faiz almak kesinlikle yanlıştı - kiliseye göre.
Kilise böyle diyordu . Ama dediği başka , yaptığı bambaş
kaydı. Piskoposlarla krallar küplere biner, aize karşı yasa
lar çıkarırlardı, ama ilk kendileri bozarlardı kendi yasalarını.
Kendileri para bulur, aizle borç verirlerdi - tam öteki tefe
cileri kovaladıkları sırada ! Girdikleri riskin büyüklüğünden
ötürü , muazzam aiz karşılığında borç veren, küçük çapta
51
tefeciler olan Yahudiler herkesin neretini toplar, kovalanır,
tefeci diye aşağılanırlardı; İtalyan bankerler muazzam ha
cimli işler yapan büyük tefecilerdi - ama çoğu zaman, ver
diklerinin aizi ödenmeyince, borçluları manevi cezayla teh
dit ederek aizleri toplayan Papa'nın kendisi olurdu ! Ama en
büyük günahkar olduğu halde kilise tefecilere karşı bağırıp
çağırmayı da elden bırakmazdı.
Kolayca görebileceğiniz gibi, tefeciliğin günah olduğu öğ
retisi, ticareti gelişen Avrupa'da iş yapmak isteyen yeni tüc
car grubunun işine gelmeyecekti. Para , ekonomik hayat
ta gitgide artan bir önem kazanınca, tam bir handikap hali
ne geldi bu iş.
Yükselen orta sınıf parasını sandığa kapatıp saklamıyor
du (Para yatıracak yerlerin az olduğu feodal dönemde vardı
bu alışkanlık) . Bu yeni tüccar gubu eline geçirebildiği bü
tün parayı -hatta daha da azlasını- kullanacak yer bulurdu .
İşini sağlamlaştırmak ve kazançlarını artırmak üzere, iş ala
nını genişletmek için, tüccar, hep daha azla para istiyordu .
Nereden bulacaktı bu parayı? Tefecilere gidebilirdi; Yahudi
lere, Venedik Taciri Antonio'nun Yahudi Shylock'a gittiği gi
bi. Ya da daha büyük tüccarlara -bunların bazıları mal tica
retinden vazgeçip para ticaretine başlamışlardı- o dönemin
büyük bankerlerine gidebilirdi. Ama kolay değildi bu . Tefe
cilerin ya da bankerlerin aizle para vermesini yasaklayan ki
lise yasası yarı yolda engeldi.
Eski bir ekonomiye uyan kilise öğretisi, yükselen tüccar sı
nıfının temsil ettiği tarihi güçle çatışınca ne olacaktı? Geri
leyen öğreti oldu. Şüphesiz birdenbire olmadı bu. Azar azar,
ağır ağır oldu . "Tefecilik günahtır - ama bu koşullarda . . . " di
yen bir yasa, sonra, "aiz almak günah olmakla birlikte, yine
de, özel durumlarda . . . " diyen bir başka yasa yoluyla.
Tefecilik öğretisini alıp gö türen özel durumlar olduk
ça aydınlatıcıdır. Banker B tüccar T'ye borç vermişse, borca
52
karşılık aiz alması yanlıştı. Buydu kilisenin tutumu . Ama,
diyordu kilise, madem ki tüccar T banker B'den aldığı para
ı her şeyi batırabileceği bir ticari girişimde kullanacaktı, o
halde T ödünç aldığını B'ye geri verirken buna uak bir şey
daha ekleyebilirdi - B'nin girdiği riskin karşılığı olarak.
Ayrıca, banker B parayı vermezse kendi kullanıp kar sağ
layabilirdi, onun için parayı kendi kullanmamasına karşılık
olarak tüccar T'nin bir azlalık ödemesini istemesinde bir sa
kınca yoktu .
Bu ve buna benzer yollardan baş belası tefecilik öğreti
si değişken koşullara uyduruldu . Onaltıncı yüzyılda yaşa
yan bir Fransız avukatı olan Charles Dumoulin'in "ılımlı ve
kabul edilebilir tefecilik" yapılmasını meşrulaştırmak için
"gündelik ticari işler" ileri sürmesi anlamlıdır. Şöyle kuru
yor kanıtlamasını: "Gündelik ticari işler büyük paralar kul
lanmaktaki yararın küçük olmadığını gösteriyor. . . Paranın
kendi başına meyve vermediğini söylemek de doğru değil
dir; çünkü masraf, emek ve insanların çalışması olmadan
tarlalar da kendiliklerinden meyve vermezler. Para da , bir
zaman sonra geri verilmesi gerektiğinde, insan çalışması yo
luyla, hatırı sayılır bir ürün verir. . . Bazen de , borç alana ver
diği kadarını ödünç verenden götürür. . . Dolayısıyla neret,
ceza ve lanetin ılımlı ve kabul edilebilir tefeciliğe değil, aşırı
ve akıldışı tefeciliğe yöneldiğini düşünmek gerekir. "
Böylece zamanla kilise öğretisi gitti, "gündelik ticari işler"
geldi. İnançlar, yasalar, birlikte yaşama yolları, kişisel ilişki
ler - toplum yeni bir gelişme aşamasına girerken hepsi de
ğişti.
53
5
KÖLÜ Z1NC1RLER1N1 IYOR
54
ürün alırsınız. Öbür yol yaygın (ekstansiD gelişmedir; yani,
daha önce ekilmeyen yeni alanlan tanına açmak. Bu dönem
de her iki yöntem de ürürlüğe kondu .
Amerika'nın öncü kolonistleri nasıl durumlarını düzelt
me yolu ararken gözlerini batıdaki bakir topraklara dikti
lerse, onikinci yüzyılda Batı Avrupa'nın daha hırslı köylüle
ri de ezilmekten kurtuluş çaresi olarak çevrelerindeki sahip
siz topraklara bakıyorlardı. Yüzyıl sonunun bir Alman ya
zarı durumu şöyle anlatıyor: "Güçlülerin açgözlülüğü ve ta
lancılığı yoksulları ve köylüleri eziyor ve haksız mahkeme
lerde sürüm sürüm süründürüyor. Bu günahkar kırbaç ü
zünden çoğu , babadan kalma toprağını satıp, uzak ülkelere
göçmek zorunda kalıyor. "
Ama Amerika'da kolonistlerin önünde koca bir kıta var
dı . Onikinci yüzyıl Avrupa'sının ezilmiş köylüleri nerede
toprak bulacaklardı? Bu sıralarda Fransa'da toprağın sade
ce yarısı, Almanya'da üçte biri ve lngiltere'de beşte biri ka
darının ekilmekte olması şaşırtıcı ama doğru bir olgudur.
Geri kalanı orman, bataklık ya da boş araziydi. Ekilen kü
çük bölgeler çepeçevre bu kolonizasyona açık büyük ekil
meyen toprakla kuşatılmışlardı. Onikinci yüzıl Avrupa'sı
nın da tıpkı onyedinci yüzyıl Amerika'sı gibi kişileri cilve
ile çağıran bir sınır ötesi vardı. Boş araziyi, bataklığı, orma
nı, ekime elverişli hale getirmenin güçlüklerini de umursa
mıyordu çok çalışmaya alışmış köylüler. "Özgürlük ve mül
kiyet oltasının yemini gören binlerce öncü , saban ve tırmı
ğın yolunu açmak üzere , çalıları, makileri , asalak bitkile
ri yakarak, ormanları baltayla açarak, ağaç gövdelerini kaz
mayla devirerek geldiler. " Böylece Avrupa Amerika'dan beş
yüzyıl önce "batıya akın" hareketini yaşadı. Amerika'daki
öncülerin onyedinci üzyılla ondokuzuncu yüzyıl arasın
da baltalarını Batı'nın ağaçlarına indirdikleri zaman işittik
leri ses, beş yüzyıl önce Avrupa'daki atalarının benzer ko-
55
şullarda işittikleri sesin yankısıydı. Amerikalı öncüler nasıl,
yabani bir araziyi bir çiftlikler ülkesi haline getirdilerse, Av
rupalı öncüler de bataklıkları kuruttular, deniz aşınmasın
dan toprağı korumak için setler yaptılar, ormanları açtılar,
böyle kazanılan toprakları tahıl yetiştirilecek tarlalara çe
virdiler. Onyedinci yüzyıldakiler gibi onikinci yüzyılın ön
cüleri için de mücadele çetin ve uzundu ama zafer, özgür
lük ve mülkiyet demekti. Bir toprak parçasının mülkiyeti
ne ya da mülkiyetinin bir kısmına, hayatları bounca gör
dükleri sıkıcı emek angaryaları ödeme yükümlülüğünden
bağışık olarak sahip olabilirlerdi. Çoğu köylünün bu ırsa
ta dört elle sarılmasına hiç şaşmamalı. Hamburg Piskopo
su'nun 1 1 06'da verdiği bir beratta söylediği gibi toprak için
"yalvarmalarına" hiç şaşmamalı:
" l . Ren'in bu kıyısında oturan ve Hollandalı adıyla tanı
nan bir halkın bizimle yaptıkları bir anlaşmayı herkese du
yurmak isteriz .
" 2 . Bu adamlar bize geldiler ve piskoposluğumuzda bulu
nan, ekilmeyen, bataklık ve halkımıza yarayışsız bazı top
rakları kendilerine bağışlamamız için ürekten yalvardılar.
Tabilerimize bu konuda danıştık ve bunun bize ve varisle
rimize yararlı olacağı görüşüne vararak istedikleri toprağı
bağışladık.
"3. Anlaşmaya göre toprağın her dönümü için bize yılda
bir denarius ödeyeceklerdir . . . Bu topraktan akan sulardan
yararlanma hakkını da kendilerine bağışladık.
"4. Ondalığı dediğimiz şekilde ödemeye razı oldular. Ya
ni her on birinci buğday tanesi, her onuncu kuzu , her onun
cu domuz, her onuncu keçi, her onuncu kaz ve her onun
cu bal ve yapağı. . .
" S . Bütün kilise meselelerinde sözüme umayı kabul et
tiler . . .
"6. Dünyevi konularda kavgalarını çözüme bağlamak için,
56
kendi mahkemelerini yapma ayrıcalığına karşılık her yıl, her
üz dönüm için, iki mark vermeyi kabul ettiler . . . "
Hamburg Piskoposu Hollandalılarla bu anlaşmayı "bize
ve varislerimize yararlı olacağı" için yaptı. Gerek kiliseden
gerek kilise dışında başka toprak beyleri de ürün vermeyen
topraklarının bu gibi göçmenler elinde ekilebilir hale gelme
sinin, ayrıca da çift sürme karşılığında bu insanlardan yıl
lık vergi alınmasının gerçekten karlı bir iş olduğunu görü
yorlardı. Çoğu oturup gönüllü işçilerin gelmesini ve toprak
bağışı için "ürekten yalvarmasını" beklemedi, bekleyeceği
yerde toprağı açacak -ve rant ödeyecek- gönüllülere topra
ğın kiraya verileceğini her yerde duyurmaı tercih etti. Ba
zı daha girişken lordlar, eskiden çorak arazi olan topraklan
böylece kiralama işinde çok başarılı oldular; bazılarının ba
kir topraklarında koca köyler ortaya çıktı; kazanç sağladı.
Bu kolonileştirme hareketi binlerce ve binlerce dönüm boş
araziyi ekilir toprağa çevirdi. Böylece 1 350'ye kadar Silez
ya'da 1 50.000 ile 200.000 kolonistin çift sürdüğü 1 500 yeni
yerleşme yeri oluştu . Bu yaygın (ekstansiD gelişme önemliy
di. Bunun kadar önemli olan başka şey de serlerin artık ser
best toprak, kötü emek hizmetleri yerine, para rantına daya
nan toprak bulabilmeleriydi. Özgürlüğün bu çeşidinin yay
gınlaşarak eski malikanelerdeki serleri de etkilemesi gere
kirdi. Etkiledi.
Köylü , ıllardır mutsuz yazgısını benimsemişti. Toplum
sal ayrımların azlasıyla belirgin olduğu bir sistemde doğ
muş; dua edenler, savaşanlar ve çalışanlardan meydana gel
me bir toplumda , kendisine düşen işi istekle ve memnun
ederek yerine getirirse cennete gideceğine inandırılmış
tı ; onun için verilen işi soru sormadan yapıyordu . Sınıf de
ğiştirme imkanı hemen hemen hiç olmadığı için, varolmak
için gerekenden azlasını yapmaya itecek bir teşvik de yok
tu . Kalıplaşmış işlerini geleneğe uyarak yapıyordu . Tohum-
57
larla, ya da ürün yetiştirmenin yeni yöntemleriyle deneyler
yapması gerekmiyordu , çünkü satacağı şeyin pazarı sınır
lıydı, üstelik, elde ettiği azlanın arslan payını da lord ge
lip alacaktı.
Ama şimdi bütün bunlar değişmiş ti . Pazar açılmıştı ,
ürünlerinin kendi ihtiyaçlarından ve lordun el koyduğun
dan azlasını satabilirdi. Karşılığında para alabilirdi. Parayı
nasıl kullanacağını henüz pek iyi bilemiyordu ama alışıyor
du . Ayrıca, eski düzene uymayan yeni bir sınıfın, tüccarla
rın ortaya çıktığından da haberi vardı. Ama bu tüccarların
hali vakti yerindeydi ve yakındaki şehir de kendi gibi serle
rin sık sık gidip başarı kazandıkları harika bir yerdi. İşte bu
değişen dünyada onun gibi insanlar için de gerçek bir fırsat
doğuyordu . Şimdi, eskisinden çok çalışırsa , kendine gere
kenden azlasını üretirse, biraz para biriktirebilir ve bunun
la da -belki lorduna karşı yükümlü olduğu angaryaların ba
zılarından para vererek kurtulabilirdi. Lordu , yüklerini ha
iletmeye yanaşmazsa , o zaman o da, kendisi gibi serflerin
ormanları açtığı ve bunun karşılığında angaryadan bağışık
olacağı, toprak parçaları kazandığı, ekilmemiş arazilere ya
da şehre giderdi.
Ama lord, serfinin angaryalarını, para karşılığında afet
meye hazırdı. O parayı tanıyor, bu değişen dünyada para
nın yapabileceklerini iyi biliyordu . Daha birkaç ay önce pa
nayırdan satın aldığı o güzelim doğu kumaşlarının parası
nı ödemesi gerekirdi. Ayrıca, çıktığı son askeri sefer için al
dığı, o şık zırhlı gömlek için, zırhçıya borcu da daha duru
yordu . Serinin bulup buluşturduğu para lordun epey işi
ne yarardı. Bundan sonra seri, john jones'un önceden ol
duğu gibi, haftada iki üç gün tarlasında çalışmak yerine yıl
da dönüm başına dört peni ödemesini kabul etmeye hazır
dı. Lordun gerçekten başka yolu yoktu , çünkü serlerin yü
künü haifletmezse çoğunun kaçıp gitmesi mümkündü . O
58
zaman ne para kalıyordu , ne de emek, yani tam batağa sap
lanıyordu . Yok, serin eski angaryalar yerine rant ödemesi
ne izin vermek daha iiydi.
Üstelik özgür emeğin, özgür olmayan emekten daha üret
ken olduğu çoktan beridir lordun kafasına dank etmişti;
kendi toprağından zorla alınıp lordun tarlasında çalıştırılan
işçinin, işini savsaklayacak gönülsüz bir işçi olduğunu öğ
renmişti. Geleneksel emek hizmetlerinden vazgeçip istedi
ği emeği kiralaması, ücretle adam çalıştırması daha iyiydi.
Dolayısıyla onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllarda Batı Av
rupa' da, bir yığın köy kayıtlarında, Stevenage'den kalan şu
kayıt gibi, pek çok kayıtlara rastlanmaya başlandı: "S.G.'nin
adı geçen toprağı bütün hizmet ve angaryalar yerine 13 soli
di 4 denarii ödeyerek tutmasına lord razı olmuştur. "
Aynı dönemden başka kayıtlar çok sayıda serin toprak
larının angarya yükümlülüklerinden bağışıklığını satın al
dıktan başka, kendi kişisel özgürlüklerini de satın aldıkları
nı gösteriyor. Woolston mahkeme kayıtlarından şu alıntı bir
köylüyle ilgili: " . . . malikaneden çıkmak ve özgür insan sayıl
mak için 10 solidi ceza ödüyor. "
Ama bütün lordların serlerine özgürlük bağışlayacak ka
dar akıllı olduklarını sanmamalısınız - bütün lordların ge
lişen şehirlerdeki feodal haklarından vazgeçecek kadar akıl
lı olmadıkları gibi. Hayır, tarihin her döneminde ne oldu
ğunu , neyin artık olamayacağını anlayamayan, anlamaktan
aciz olan insanlar bulunur; bazı insanlar zorunlu değişimle
karşılaşınca eskiye büsbütün sıkı sarılırlar. Onun için, serf
lerine özgürlük vermeyen lordlar da vardı.
Kilisenin, serleri özgür bırakan bir harekette başı çektiği
ni düşünebilirsiniz. Tam tersine. Gerek kırda, gerek kentte
özgürleşmenin baş düşmanı soylular değil, kiliseydi. Lord
ların çoğu serfe özgürlük vermenin ve gündelik nakit ücret
karşılığında özgür işçi kiralamanın, kendi keselerine daha
59
yararlı olacağını anlamışken, kilise hala özgürleşmeye kar
şı direniyordu. Dini bir mezhep olan Clunlac'ın tüzüğü bu
tutumun nerelere varabileceğinin örneğidir: "Mezhebimi
zin manastırlarına ait serler ve bağımlı köylüler, bağımlı ka
dınlar ve (hizmetkar) sınıftan kadınlar üzerinde egemenliği
olup da, böyle insanlara özgürlük mektuplan ve ayrıcalıkla
rı verenleri (aaroz ederiz) . "
Bu , 1 320'deydi. Yüz otuz sekiz yıl sonra, l 458'de, Clun
lac hala aynı fikirde: "Serleri ve bağımlı köylüleri olan Ra
hip, Başrahip ve Dekanlar ve Mezhebin öteki yöneticileri. . .
bu serleri azat etmeyeceklerine dair açıkça yemin etmelidir
ler." Kayıtlan dikkatle inceleyen iki İngiliz tarihçisi şu so
nuca varıyorlar: " . . . Birçok kanıt bütün toprak beyleri ara
sında en sertinin dini olduğunu gösteriyor - belki en azla
ezen değil, ama haklarına en sıkı sarılanlar onlardı; eski iliş
kilerin hiç değişmeden sürmesini istiyorlardı. Ölümsüz ama
ruhsuz kuruluş, zengin kayıtlarıyla, tek santim gerilemiyor,
hiçbir seri, hiçbir toprağı serbest bırakmıyordu . Dünyevi
lord daha insaniydi, çünkü daha insandı, çünkü daha dik
katsizdi, çünkü hazır paraya ihtiyacı vardı, çünkü ölebili
yordu . . . Köylülerin asıl şikayetleri onlara (din adamlarına)
karşı yükseliyordu . "
Köylüler, sadece şikayet etmekle yetinmediler. Sık sık ki
lise toprağına saldırıyor, pencerelerini taşlıyor, kapıları yakı
yor, keşişleri dövüyorlardı. Çok zaman şehirliler (burjuva
lar) de kavgada onlardan yana çıkıyorlardı, çünkü kendile
ri de dini ya da dünyevi, feodal lordlara karşı kavgadaydılar.
Özgürlük havadaydı, köylüler onu ele geçirmeden dur
muyorlardı. Gönüllü olarak verilmeyince zorla almaya çalı
şıyorlardı. İnatçı beyler ve kilise özgürleşmeye karşı boşuna
direndi. İktisadi güçlerin baskısı karşı konulamayacak kadar
azlaydı. Özgürlük gelmişti artık.
Bu özgürlüğün gelmesinde Kara Ölüm de büyük bir et-
60
men (aktör) oldu . Tıbbın bu kadar ilerleme yaptığı, sağlık
kurallarının öğretildiği ve uygulandığı uygar ülkelerde ya
şayan bizler, Ortaçağ'da koca kıtaları süpürüp geçen salgın
hastalıkları düşünemeyiz. Kızıl ya da grip salgını çıkıp, ölü
sayısı üzleri bulursa, dehşet içinde kalırız. Ama Kara Ölüm
ondördüncü yüzyıl Avrupa'sında, Dünya Savaşı'nda ölenle
rin, yani yirminci yüzyılın en dahiyane ölüm saçan araçla
rıyla sürdüğü dört yıllık örgütlü kıyımda ölenlerin iki ka
tı insanı öldürdü . Birkaç yıl sonra ünlü İtalyan yazarı Boc
caccio olayı şöyle anlatıyordu : . . . 1 348 yılında ltalya'nın en
"
61
rı karıştırdılar, ağızlarını sürdüler ve bir saat geçmemişti ki
ikisi de kıvrılıp öldüler. "
Bu domuz hikayesi doğru olabilir ya da olmayabilir, ama
insanların her yerde sinek gibi öldüklerine şüphe yoktur.
Boccaccio'nun sözünü ettiği Floransa 1 00.000 kişi kaybet
ti; Londra'da günde 200 , Paris'te 800 kişi ölüyordu ; Fran
sa, İngiltere, Felemenk ve Almanya'da toplam nüusun ya
rısıyla üçte biri arasında, insan yok olup gitti. Salgın, 1 348
ile 1350 arasında bütün Arupa ülkelerinde hüküm sürdüğü
halde, bazı yerlerde sonraki onyıllarda da tekrarladı ve daha
önce kurtulabilen talihlileri de götürdü. Öylesine büyük bir
kıyımdı ki, o zamanın lrlandalı bir keşişi bu derece umut
suzluğa kapılmıştı: "Yazdığım şeyler yazarla birlikte ortadan
kalkmasın ve bu eser kaybolmasın diye . . . parşomenimi de
vam edilebilecek bir durumda bırakıyorum, bir başka Ade
moğlu daha sağ kalırsa o bu esere devam etsin. "
Zamanın bilgili bir adamı dünyada sağ kalacak insan bu
lunup bulunamayacağını düşünmeye başladığına göre, nasıl
bir etki yaratmış olmalıydı bu salgın? Hastalığın, Batı Avru
pa'daki köylünün durumu üstünde etkisi ne oldu?
O kadar insan ölünce belli ki sağ kalanların emeği daha
azla değer kazanacaktı. İşçiler, emeklerine eskisine oran
la daha azla ücret isteyebilir ve alabilirlerdi. Salgının topra
ğa bir zararı dokunmamıştı - ama toprağın ancak üretkenli
ği oranında bir değeri vardı ve üretkenleştirmek için gerekli
olan etmen de emekti. Emek azaldıkça, görece talep de yük
seldi. Köylünün emeği hiçbir zaman olmadığı kadar değer
liydi şimdi - o da bunu biliyordu .
Lord da biliyordu . Serlerin angaryalarını para yükümlü
lüğüne çevirmeyi kabul etmeyen lordlar, şimdi büsbütün
eski ilişkileri olduğu gibi sürdürmekten yanaydılar. Angar
ya hizmetlerinden vazgeçip karşılığında serlerinden nakdi
rant alan lordlar ise , şimdi, gündelik işçi ücretlerinin yüksel-
62
diği, onun için bu nakdi rantların eskisinden daha az emek
satın aldığını görüyorlardı. Ücretli emek iyatı Kara Ölüm
öncesine göre yüzde elli fırlamıştı. Bu demektir ki, eskiden
aldığı rantla otuz işçi çalıştıran lord, şimdi yirmi işçi çalış
tırabilecekti. Kara Ölüm'den önceki alışılmış ücretten azla
sını ödeyen lordlara ve azlasını isteyen ırgatlara, koyun ve
domuz çobanlarına cezalar biçen fermanlar boşuna okundu
durdu . O dönemin hükümet yasaları iktisadi güçlerin ilerle
yişini durduramıyordu.
Toprağın lordlarıyla toprağın işçileri arasında bir çatışma
çıkacaktı. Bu işçiler özgürlüğün tadını almıştı, azlasını isti
yorlardı. Geçmişte , baskıların doğurduğu neret şiddetli serf
isyanlarına yol açmıştı. Ama bunlar ömürsüz mahalli ayak
lanmalardı - şiddetliydiler ama bastırılması kolay olmuştu.
Ondördüncü yüzyılın köylü isyanları bunlara benzemezdi.
Emek azlığı tarım işçilerinin durumunu güçlendirmiş, bu
gücü kendilerine de sezdirmişti. Bütün Batı Avrupa'yı saran
ard arda isyanlarla köylüler bu gücü başka türlü elde edeme
dikleri -ya da elde tutamadıkları- tavizleri zorla almaya te
şebbüs ederek kullandılar.
Tarihçilerin , köylü isyanlarının nedenleri konusunda
arklı görüşleri vardı. Bir grup , toprak beylerinin köylüleri
geçmişteki emek hizmetlerini kabule zorlamak istedikleri
ni söyler. Bir başka grup toprak beylerinin, köylünün gücü
nü kavradığı ve sahip çıktığı bu dönemde angaryaları nak
di ranta çevirmeye yanaşmadıklarını ileri sürer. Herhalde
iki grup da haklıdır. Hiç değilse, iki tarafın da şiddet eylem
lerine giriştiklerini gösteren belgeler var. Kayıtların, mülk
lerin yakılması; köylülerin de zorbalarının da öldürülmesi;
yakalanmak talihsizliğine uğrayan köylülerin "meşru" yol
dan öldürülmesi. Ely'deki kayıtlara göre bu köylülerden bi
ri Adam Clymme'di:
"Ely Adalarında, Cambridge'de, atanmış yargıçlar önün-
63
de, gelecek Perşembe St. Margaret Şöleninde (20 Temmuz)
ayaklananların ve yaptıkları kötülüklerin yargılanıp ceza
landırılması için iddia.
"Adam Clymme verdiği yemine ihanet etmiş bir isyan
cıydı ve çünkü . . . ihanet için Ely'de başkalarıyla isyana kal
kıştı ve Thomas Somenour'un hazine dairesine girerek ora
dan kralın yeşil damgasıyla damgalı ve Ely Piskoposu'ndan
damgalı çeşitli kayıt tomarlarını aldı ve götürdü . . . ve onla
rı yaktırdı. . .
"Arıca bu adam sonraki pazar ve pazartesi günleri hiçbir
kolluk görevlisi ya da görev başında memurun kaası kesil
meden kurtulamayacağını ilan etti.
"Ayrıca bu sözü geçen Adam sözü geçen yıl ve günde is
yan vaktinde her zaman silahlı olarak geziyor ve silahları
nı gösteriyordu. Ayaklananları toplamak için sancak taşıyor
ve hangi durumda olursa olsun, serbest ya da bağımlı hiç
bir kimsenin lorduna angarya yapmamasını yoksa boynu
nun vurulacağını söylüyordu. Böylelikle haince kraliyet ik
tidarını eline geçirmeye özendi. Ve şerif tarafından getirile
rek geldi ve suçlandı. . . Ve kendisine isnad edilen suçları ya
da başka herhangi suçu işlemediğini söylüyor. Dolayısıyla
Kral adına on iki (iyi ve yasaya saygılı) kişilik bir jüri seçil
di vb; bu seçilenler yemin ettikten sonra adı geçen Adam'ın
bütün isnad edilen suçları işlemiş olduğunu söylediler. Yar
gıçların kararıyla adı geçen Adam alındı ve asıldı vb. Ve bu
adı geçen Adam'ın adı geçen şehirde 32 şilin değerinde ma
lı olduğu anlaşıldı ve Kral efendimizin temsilcisi Ralphatte
Wyk bunları müsadere ederek Kral adına işleme koydu vb. "
Adam Clymme asıldı. Daha binlerce köylü asıldı. Köylü
isyanları bastırıldı. Ama ne kadar uğraştılarsa da feodal lord
lar tarımsal gelişme sürecini tersine çeviremediler. Karşı du
rulamayan iktisadi güçlerin baskısı eski feodal düzeni yık
mıştı. Onbeşinci yüzyılın ortalarına kadar Batı Avrupa'nın
4
büyük kısmında nakdi rant, emek yükümlülüklerinin yerini
aldı, ayrıca birçok köylü de tam özgürlüğe kavuştu . (Ticaret
yollarından ve şehirlerin kurtarıcı etkilerinden uzak kalan
kıyıda köşedeki bölgelerde serlik devam etti.) Biraz onurlu
bir şekilde başını dik tutabiliyordu .
Feodal toplumda alışılmadık sayılan işlemler gündelik
olaylar arasına girmişti. Eskiden toprak karşılıklı hizmet an
laışına göre bağışlanır ya da elde edilirken şimdi toprak mül
kiyeti konusunda yeni kavramlar doğmuştu . Çok sayıda köy
lü serbestçe oradan oraya gidebiliyor, önceden belli bir para
ödemek zorunda olmakla birlikte toprağını satabiliyor ya da
miras bırakabiliyordu. 1385'te Stevenage mahkeme kayıtları
na geçen bir köylü "müştemilatlı bir eve ve yarım virgat top
rağa hayat boyunca sahipken ve bütün hizmetler karşılığında
10 solidi öderken mahkemeye geldi ve adı geçen toprağı ha
yat boyunca (bir başkasına) verdi ve bunu mahkeme kayıtla
rına geçirtmek için lorduna 6 denarii ödedi."
Toprağın herhangi bir meta gibi böylece alınıp satılması,
serbestçe mübadele edilmesi eski feodal dünyanın sonu de
mekti. Değişimi yaratan güçler Batı Avrupa'yı boydan boya
taramış ve yüzünü tamamen değiştirmişlerdi.
65
6
"VE ADI GEÇEN ANAATA
HtÇBİR YABANCI ÇALIŞMAYACAK. .. "
66
değil, aynı zamanda başkalarının taleplerini karşılamak üze
re girdiler. Küçük ama, büyüyen bir pazarı beslemek üzere
çalışıyorlardı.
Fazla sermayeye gerek yoktu. Oturduğu evin bir odası za
naatkarın atölyesi olabiliyordu. işini iyi bilmesi, bir de yap
tıklarını satacak müşteri bulması yetiyordu. iyi bir ustaysa,
şehirliler arasında tanınmış ve yaptıkları beğenilmişse, o za
man bir iki de yardımcı tutarak üretimini artırabilirdi.
Yardımcının iki çeşidi vardı; çıraklar ve kalalar. Çırak
lar usta zanaatkarla birlikte oturup çalışan ve zanaatı öğre
nen genç çocuklardı. Çıraklık süresi zanaata göre değişirdi.
Bir yıla inebildiği gibi, on iki yıla kadar da çıkabilirdi. Çı
raklıkta geçen zaman, normal olarak, iki ile yedi yıl arasın
daydı. Çırak olmak önemli işti. Çocukla ana-babası, küçük
bir ücrete (para ya da yiyecek) ve uysal ve çalışkan olunaca
ğı vaadine dayanan bir anlaşma yaparlar, çocuk anlaşma sü
resi boyunca ustanın evine yerleşerek zanaatın sırlarını öğ
renmeye başlardı.
Çırak, öğrenci olarak zamanını doldurunca, sınaını ver
mişse ve gerekli araçları da varsa, kendisi usta olarak dük
kan açabilirdi. Elinde yeterli imkan yoksa kala olur ve ücret
karşılığında ustasının yanında çalışmaya devam eder ya da
başka bir ustanın yanına girerdi. Çok çalışarak, kazandığını
biriktirerek, birkaç yıl sonra kendine dükkan açabilirdi. O
günlerde bir iş başlatmak ve üretime geçmek için çok azla
sermaye gerekmiyordu . Ortaçağın tipik endüstri birimi usta
nın küçük çapta bir işveren olarak yardımcılarıyla yan yana
çalıştığı bu küçük atölyeydi. Ve zanaatkar usta yalnız sata
cağı bu mallan üretmekle kalmaz, çok zaman satışı da ken
disi yapardı. Atölyenin bir duvarında sokağa bakan bir pen
cere bulunabilir, mallar burada sergilenir ve bir tezgah üze
rinde satılırdı.
Endüstri örgütlenmesinin bu yeni aşamasını iyi anlamak
67
gerekir. Eskiden mallar ticari şekilde satılmak için değil, sa
dece evin ihtiyaçlarını karşılamak için yapılırdı, oysa şimdi
dış pazarda satılmak üzere mal yapılıyordu. Bu mallan hem
hammaddelerin hem de malların yapıldığı araçların sahibi
olan profesyonel ustalar yapar ve bitmiş ürünü satarlardı.
(Bugün endüstride çalışan işçiler ne hammadde ne de araç
lara sahiptir. Bitmiş ürünü değil, işgüçlerini satarlar. )
B u ustalar, gözlerinin önündeki tüccarlardan önek aldı
lar ve kendi loncalarını kurdular. Belirli bir şehirde, aynı za
naatta çalışan bütün işçiler, esnaf loncası dernekleri kurdu
lar. Bu çağda bir politikacı ya da sanayici "Sermaye ile Emek
Ortaklığı" üzerine bir konuşma yapsa, yaşlı güngörmüş iş
çi omuz silker, "palavra" der. İnanmaz bu laa. Para veren
adamla parası verilen adam arasında büyük bir uçurum ol
duğunu bilir. Çıkarlarının bir olmadığını ve ikisinin ortaklı
ğı üzerine söylenecek hiçbir lakırdının bu durumu değiştire
meyeceğini öğrenmiştir. Bu nedenle şirket sendikalarına gü
venmez. Patronun parmağının azlaca karıştığı herhangi bir
sendika üyesi olmaktan elinden geldiğince kaçınır.
Ama Ortaçağın esnaf loncaları arklıydı. Aynı işi yapan
herkes -çırak, kala ve usta- aynı loncadandı. Hem ustalar,
hem de yardımcılar aynı örgütten olup aynı şeyler için mü
cadele edebiliyorlardı. Mümkündü bu, çünkü işçiyle patro
nun arasında azla ark yoktu. Kala ustayla birlikte oturup
kalkar, aynı yemeği yer ve aynı şeylere inanırdı; aynı eğitimi
görmüşlerdi, ikirleri aynıydı. Çırak ya da kalanın zaman
la kendi başına buyruk usta olması istisna değil kuraldı. Bu
geçerli kaldıkça, işverenle işçi aynı loncanın üyeleri olabili
yorlardı. Daha sonralan, suistimaller başlayıp durum bozu
lunca kalaların sırf kendileri için loncalar kurmaya başla
dıklarını görüyoruz. Ama lonca örgütlenmelerinin başlangıç
aşamalarında semerciler loncası bütün semercileri, kılıççılar
loncası bütün kılıççılan içine alırdı. Çırakların kendi hakla-
68
rı, kalaların kendi hakları, ustaların kendi hakları vardı. Es
naf loncaları içinde rütbe vardı, ama rütbeler içinde eşitlik
de vardı. Ve çıraklıktan ustalığa tırmanan basamaklar işçile
rin çoğuna kapatılmış değildi.
Debbağ diye birini işittiniz mi hiç? Bugünlerde pek kul
lanılmayan bir kelime , çünkü artık yaşamayan bir meslekle
ilgili. Deriden kösele yapanı anlatır. Ondördüncü yüzılda,
Londra'da, bu iş büyük bir işti ve bir debbağlar loncası ku
rulmuştu . Bu loncanın 1 346 tarihli yönetmeliğinden esnaf
loncaları hakkında bazı şeyler öğreniyoruz.
" l . . . . adı geçen zanaattan biri yaşlandığı için veya artık ça
lışamadığı için yoksulluğa düşerse . . . iyi tanınmış bir adamsa
her hafta 7 denarii yardım görecektir.
" 2 Ve adı geçen zanaatta hiçbir yabancı çalışmayacaktır . . .
.
69
"Anca kusurlu ve hileli işlenmiş bütün deriler müsade
re edilecektir.
"6. Anca adı geçen zanaatta çırak olmayan ve çıraklık sü
resini doldurmayan hiç kimse adı geçen zanaatta serbest kı
lınmayacaktır. "
Böyle binlerce belgeyi inceleyerek tarihçiler, yüzlerce yıl
sonra , esnaf loncalarının hikayesini yeni baştan kurabili
yorlar.
Bir numaralı kural loncaların kendi üyelerinin iyiliği
ni gözettiğini gösteriyor. Düşmüş üyelerini kollayan bir çe
şit kardeşlik kuruluşuydu bunlar. Birçok lonca belki de sırf
bu nedenle, lonca üyelerinin zor günlerde birbirlerine yar
dım edebilmeleri için kurulmuştu . Ayrıca, bugünlerde bun
ca patırtısı yapılan işsizlik sigortası ile emeklilik hakkının al
tı yüzyıl önce lonca üyelerine sağlanmış olması da ilginçtir.
Üç numaralı kural loncaların, üyeler arasında rekabet de
ğil , dostluk ruhunun yaşatılması amacıyla kurulduğunu
gösteren bir başka kanıttır. Özellikle, bir debbağın işini kay
betmemesi için öbür debbağlann ona yardım etmesinin sağ
lanmasına dikkat edilmelidir. Belli ki, lonca üyelerinin baş
lıca kaygılarından biri zanaatın çıkarlarıydı.
Lonca üyelerinin endüstrinin doğrudan doğruya dene
timini kendi ellerinde tutabilmek için bir araya geldikle
ri apaçık. lkinci kuralı yeniden okuyun. Bu madde önemli
dir, çünkü daha önce kurulan tüccar loncaları gibi esnaf lon
calarının da şehirde kendi zanaatlarının tamamının tekel
lerinde olmasını istediklerini ve sağladıklarını göstermek
tedir. Şehirde herhangi bir zanaatta çalışabilmek için esnaf
loncasından olmanız gerekiyordu . Lonca dışından bir kim
se, loncadan izin almadıkça o zanaatta çalışamıyordu . Bas
le ve Frankurt şehirlerindeki dilencilerin bile loncaları var
dı ve yabancı dilencilerin yılda iki gün dışında bu şehirlerde
dilenmelerine izin vermiyorlardı ! Loncalar tekellerine aykı-
70
rı davranışı hoş görmezlerdi. Tekel yararlarınaydı, sürdür
mek için mücadele de ederlerdi. Onca kuvetiyle kilisenin
bile lonca yönetmeliklerine uması gerekiyordu. l 498'de bir
Alman şehrindeki St. johann Kilisesinin başları, tarlalarında
yetişen buğday ve çavdardan ekmek yapmak istediler. Fırın
cılar loncasının iznini almaları gerekti. lzin, uak bir şey kar
şılığında, cömertçe verildi: "Fırıncılar loncasının ustaları ve
bütün fırıncılar . . . dekanlar ve rahiplerin . . . onlara buğday, ar
pa ve çavdardan ekmek yapması için loncadan bir fırıncı al
malarını şeref duyarak kabul eder (ve artık lonca üyeleri ki
liseye ekmek satamayacakları ve bu onlar için bir kayıp ol
makla kiliseden) . . . 16 mark alınacaktır. "
Loncalar kendi şehirlerinde, kendi zanaatlarının tekeli
ne sahip olmanın kavgasını vermişlerdi. Yabancıların şehir
pazarına burnunu sokmasına izin vermezlerdi. Ortaçağ ta
rihinde şehirler arasında geçen şiddetli savaşları okurken
bunların genellikle lonca üyelerinin dış rekabet istememele
rinden ileri geldiğini hatırlayın.
Bugünlerde bir şeyi yapmanın yeni ve daha iyi yöntemi
ni bulan kişi buluşunun patentini alır ve başka kimse bu
nu kullanamaz . Oysa Ortaçağda patent yasası yoktu ve te
kellerini sürdürmek isteyen loncalar tabii kendi zanaat sırla
rını başkalarından gizli tutmaya özen gösterirlerdi. Ama bu
sırların öğrenilmesini nasıl önleyebilirlerdi? l 454'ten kal
ma bir Venedik yasası bunun hiç değilse bir yolunu bizlere
gösteriyor: "Bir işçi bir başka ülkeye bir sanat ya da zanaatı
Cumhuriyet zararına götürecek olursa o işçiye geri dönmesi
emredilecektir; dönmezse, aile dayanışmasının onu dönme
ye zorlaması için en yakın akrabaları hapsedilecektir; kaa
tutmakta direnirse nerede olursa olsun öldürtmek için gizli
tedbirler alınacaktır. "
Loncalar bir yandan yabancıların tekellerine burunları
nı sokmalarına karşı tedbir alırken kendi aralarında üyele-
71
ri birbirine düşürecek düzenbazlıklar olmaması konusun
da da eşit derecede dikkatliydiler. Dostlar arasında haydut
luk olmaması debbağların üçüncü kuralının ilk maddesinin
asıl anlamıdır. Bugünlerde çok sık görülen müşteri ayartma
işi de buydu. 1 443'te Fransa'da, Corbie'de, fırıncılar lonca
sı "kimse içki ikram etmeyecek ve ekmeğini satmak için bu
türlü ağırlamalara girişmeyecek, yoksa 60 sols ceza ödeye
cektir" diyor.
5 ve 6. kuralları yeniden okuyun. Loncaların tekelleri kar
şılığında iyi hizmet sundukları görülen üyelerinin işlerinin
niteliğiyle ilgilidir bu maddeler. Her lonca üyesinin çırak
lık süresini doldurmasını söylerken işini iyi öğrenmesini de
netleyerek müşteriyi düşük nitelikli mallardan koruyorlar.
Lonca adının iyi bilinmesine önem verir, her malın satışın
da lonca üünün standarda uygun olduğunu garanti ederdi.
Loncalarda kötü işin önlenmesi ve yüksek nitelikli standar
dın sürdürülmesi için binbir çeşit kural ve yönetmelik vardı
ve bu kuralların bozulması sert cezaları gerektirirdi. Lond
ralı zırh yapımcılarının 1 322 tarihli yönetmelikleri şöyle di
yor: "Ve herhangi bir dükkanda . . . uygun nitelikte olmayan
herhangi çeşitten bir zırh bulunacak olursa . . . bu zırha der
hal el konulacak ve Şehremini ile Şehir Meclisi üyelerine gö
türülecek ve iyiliğine veya kötülüğüne onlar bildikleri gibi
karar vereceklerdir. "
Lonca denetçileri düzenli bir şekilde denetim işini yürü
tür, üyelerin kullandığı tartı ve ölçüleri, hammadde cinsle
rini, bitmiş malların niteliğini incelerlerdi. Her eşya dikkat
le gözden geçirilip mühürlenirdi. Lonca üyeleri lonca şerei
nin lekelenmemesi ve bunun sonucunda işlerin bozulmama
sı için ürünlerin niteliğini böyle sıkı sıkı denetlemeyi gerekli
görüyordu . Şehir yöneticileri de halkı korumak için bunu is
tiyorlardı. Halkı daha da iyi bir şekilde koruyabilmek için ba
zı loncalar mallarına "helal iyat" mührü de ururlardı.
72
Bir malın "helal iyat"ının ne demek olduğunu anlayabil
mek için Ortaçağ'ın tefecilik öğretisi üzerine görüşünü, doğ
ruluk ve eğrilik ikrinin o zamanki ekonomik düşünceye bu
günkünden ne kadar azla yerleşmiş olduğunu hatırlayın.
Eski doğal ekonominin takas anlayışına göre, ticaretin ama
cı kar yapmak değil, hem alıcı hem de satıcıya kazandırmak
tı. Bir mal değiş tokuşunda taralardan birinin ötekinden
karlı çıkmaması gerekirdi. Benim paltomla sizin beş galon
şarabınız denk bir şekilde değiş tokuş edilmişti, çünkü yün
lü kumaşın tutarıyla üzerinde çalıştığım günler sizin üzüm
lerinizin tutarıyla sizin harcadığınız zaman eşitti. işin içine
para karışınca yine sadece bu etmenlerin geçerli olması ge
rekiyordu. Zanaatkar, hammaddeyle emeğin kendisine neye
mal olduğunu biliyordu, sattığı bitmiş malın iyatını da bun
lar belirleyecekti. Ustanın yaptığı ve sattığı malların helal i
yatı vardı, gerçek maliyetleri üzerinden dürüstçe hesaplan
mış bir iyattı bu ve bu iyata göre satılmalıydılar; tek kuruş
azlasına değil. Aziz Akinalı Tona bu konuda çok kesin ko
nuşur: "Herkesin yaran için kurulan bir şey (yani 'ticaret'i
kastediyor) ne biri ne de öbürü için ağır olmamalıdır . . . Dola
yısıyla, ister iyat malın değerini aşsın, ya da, öteki türlü söy
lenirse, adaletin gerektirdiği eşitlik bulunmasın, sonuç ola
rak bir şeyi olduğundan pahalıya satmak ya da ucuza almak
başlı başına haksız ve yasaya aykırı bir iştir."
Mallan helal iyatlarından azlasına satmaya çalışan sıkı
pazarlıkçılara ne yapılırdı? Ortaçağ şehirlileri madrabaz tüc
cara karşı kendilerini nasıl korurlardı? Şu olay bize epey şey
anlatıyor: "Bazen ekmek fiyatı artar ya da Londra manavları
aralarındaki bir açıkgöz tarafından, akılsızlıkları yüzünden
yoksul olduklarına, onu dinlerlerse zengin ve kudretli ola
caklarına inandırılıp, halkın büyük kaybı ve sıkıntısı paha
sına birleşmeye karar verirlerdi. O zaman şehirlilerle köylü
ler arz ve talep yasasının iyatları yeniden düşüreceği umu-
73
duyla kendilerini avutmazlardı. Bütün mümin Hıristiyanla
rın desteğini de alarak değirmenciyi tomruğa bağlayıp teş
hir eder, manavlarla da Şehremininin mahkemesinde tartı
şırlardı. Yöre papazı da vaızında Altıncı Emir üzerine konu
şur, metin olarak, 'bana servet ya da yoksulluk verme, doy
mama yetecek kadar ver . . .' parçasını seçerdi. "
Bu , öfkeli şehirlilerin açıkgöz manavları Şehremininin
mahkemesine sürükleip getirmeleri, helal iyata uymanın
sadece lonca üyelerinin vicdanına bırakılmadığını kanıtlı
yor. Kilise, kazanç hırsını ne kadar mahkum ederse etsin,
manavları zenginleştirmeyi vaad eden "açıkgöz" bir değil,
çoktu . Tüccarlara tam güvenmek olmazdı. Almanca "müba
dele" anlamına gelen "tauschn" kelimesinin "aldatmak" an
lamına gelen "tiuschn"le aynı kökten gelmesi ilginçtir. Böy
lece, malların haksız iyata satılmasını önlemek şehir yöne
ticilerinin başlıca görevlerinden biri haline geldi. Örneğin,
Carlisle Kahyasının göreve başlarken şöyle yemin etmesi ge
rekiyordu : "Bu pazara gelen bütün yiyeceklerin iyi ve sağ
lam olduğunu ve uygun bir fiyata satıldığını göreceksiniz. "
Bir lonca tekelini helal iyatı sürdürmek için değil de, aşırı
kar sağlamak için kullanırsa şehir yöneticileri de loncanın
ayrıcalıklarını elinden alma yetkisine sahiptiler.
Mallar için helal fiyat kavramı ticaret yaygınlaşmadan ve
şehirler büümeden önce akla yakın bir şeydi. Ama pazarın
genişlemesi ve bunun sonucunda büyük çapta üretimin baş
laması ekonomik düşünceleri değiştirdi ve helal iyat piyasa
iyatına yerini bıraktı. Ekonomik güçlerin tefecilik üzerine
ikirleri nasıl değiştirdiğini hatırlıyorsunuz değil mi? Helal
iyat ikrinin sonu da böyle oldu. Yani ekonomik güçler onu
da silip süpürdü .
Ortaçağ başlarında pazar mahalliydi, şehirlere ve yakın
kırsal çevreye satış yapardı. Ülkenin uzak yerlerinde veya
uzak şehirlerinde olanlardan pek etkilenmediği için iyatla-
74
n da sadece mahalli koşullar belirlerdi. Ama bu mahalli pa
zarda bile koşullar değişiyor, koşullarla birlikte iyatlar da
değişiyordu. Çevredeki bağlara hastalık vurmuşsa o yıl, her
zamankinden az şarap çıkar, belki de herkese yetecek kadar
şarap yapılamazdı. Bu durumda şarap, ancak, kıtlığın zorun
lu kıldığı yüksek iyatı ödemeye niyetli ve muktedir olan ki
şilere satılabilirdi. Tabii bu , azla kar etmek isteyen bir gru
bun malı toplayıp yüksek iyata satmasından ileri gelen bir
iyat artışından hayli arklı bir durumdu. Önceden bilinme
yen ve denetlenemeyen koşullardan ileri gelen bir iyat artı
şıyla, birtakım tüccarların açgözlülüğünden ileri gelen bir i
yat artışı arasında bir ark vardı. Kıtlık çıktığı zaman iyatla
rın yükselmesi genellikle normal karşılanırdı ama durumun
kendisi anormal koşullara dayanıyordu . "Doğal" bir iyat
olan helal iyatla bir ilgisi yoktu bunun, aşırı karlan da hak
lı göstermezdi. Bir köylünün kötü hasat yılı buğdayına daha
azla para istemesi doğaldı, çünkü satacak buğdayı daha az
dı. Helal iyat ikri küçük, mahalli, dengeli bir pazar ekono
misine uygundu . . .
Ama büyük, dışsal, dengesiz bir pazar ekonomisine uy
muyordu . Ekonomik koşulların değişmesi ekonomik ikir
leri de değiştirdi. Artık, pazar, sadece şehirde yapılan mal
ların alıcı ve satıcılaından ve yakın kırsal çevrenin ürün
lerinden meydana gelmiyordu ; dışarıdan gelen tüccarlar;
uzak yerlerden gelen mallar, daha geniş bir alandan alı
cı ve satıcılar pazara yeni etkiler getiriyorlardı; bu durum
da mahalli koşulların dengeliliği de sarsılmıştı. Helal iyat
la ilgili düzenlemelerin uygulanmadığı panayırlarda görül
dü bu . Ticaret genişledikçe pazarı etkileyen koşullar daha
değişken oldu ve helal iyat da pratik olmaktan çıktı. So
nunda yerini piyasa iyatına bıraktı. Ama bu gerçekte böy
le yürüdüğü halde, insanların bunu kavraması, hele kabul
etmesi daha uzun bir zaman aldı. Fikirler ve adetler, ken-
75
dilerini yaratan koşullar ortadan kalktıktan sonra da uzun
bir süre yaşarlar. İnsanların tahtırevanlarla oradan oraya ta
şındığı dönemde uşakların elbiselerine tahtırevanı tutmak
için özel kayışlar dikilirdi. Ama sokaklarda tek bir tahtıre
van kalmamışken bile, bu üniormalar yine yapıldı. Kayış,
uşak üniormasının gerekli bir parçası gibi görülür olmuş
tu ve artık bir işe yaramadıkları halde terziler hala bunları
da dikiyorlardı.
Fikirler de böyledir, helal iyat fikri de böyle oldu. Bu ikir
eski dengeli koşullarda oluşmuştu . O zamanlar iyatı etkile
yen her şey mahalli topluluk içinde doğar ve herkesçe bili
nirdi. Çeşitli uzak ve bilinmedik etkiler mahalli pazara nü
uz ettikten sonra bile ikir yaşamaya devam etti. Tabii za
manla , yeni koşullar yeni tutumları doğurdu . Bu yeni tu
tum, ondördüncü yüzyılda, Paris Üniversitesi rektörü olan
Jehan Buridan'ın yazısında görünür: "Bir şeyin değeri kendi
içsel değerine göre ölçülmemelidir. . . İnsanların ihtiyaçlarını
hesaba katmak ve nesnelere bu ihtiyaçla ilişkilerine göre de
ğer biçmek gerekir. "
Buridan, burada arz v e talepten söz ediyor. Malların ko
şullardan bağımsız sabit bir değeri olamayacağını iddia edi
yor . Böylece helal iyat kapı dışarı edildi ve piyasa iyatı
onun yerine kondu .
Fiyat kavramı nasıl değişime uğradıysa, lonca kuruluşu
da değişime uğradı. Aslında tarih, değişimin kaydıdır. Onun
için de, bu bölüm lonca sisteminin nasıl işlediğini anlatarak
başlamıştı, bu sistemin nasıl paramparça olduğunu anlata
rak sona erecek.
Esnaf loncası sisteminin iki temel özelliği ustalar arasın
daki eşitlikle işçilerin usta oluşundaki kolaylıktı. Bu , genel
olarak, onüçüncü ve ondördüncü yüzyıllara kadar -lonca
sisteminin parlak zamanıydı bu- sürdü, bundan sonra kaçı
nılmaz değişiklikler ortaya çıktı.
76
Ustalar arası eşitlik bazı loncalarda tarihe karışıp gitti. Ba
zı ustalar zenginleşti, daha çok işçi tuttu , kendileri kadar ta
lihli olmayan kardeşlerine tepeden bakmaya başladı ve so
nunda yalnız kendileri için yeni loncalar kurdu. "Büyük" ve
"küçük" loncalar çıktı ortaya, hatta küçük loncaların ustala
rı büyük loncaların egemen ustaları yanında ücretli işçi ola
rak çalıştılar ! Hatırlayacaksınız, daha öncelerinin şehir tica
ret tekeline sahip olan lonca tüccarlarının ayağını, herbiri
kendi mallarıyla ticaret yapan zanaat loncaları kaydırmıştı.
Ama bazı durumlarda tüccar loncası genel olarak ticaretten
vazgeçiyor, yalnız bir malın ticaretini yapıyor, öleceği yerde,
büyük tüccar loncası haline geliyordu . Bazı başka durum
larda zanaat loncasının varlıklı üyeleri üretmekten vazge
çip ticareti yoğunlaştırıyor, çalışan zanaatkarları öteye iten
tekelci şirketler haline geliyorlardı; Londra'daki on iki ku
maşçı şirketi, Paris'in altı Corps de Metier'i ve Floransa'nın
Arti Maggiori'si gibi. Bunlar seçkin, güçlü , zengin loncalar
dı. Her şeyi onlar yönetiyorlardı. Eskiden, zengin ya da yok
sul, ustalardan herhangi biri lonca yöneticilerinden olabilir
di, oysa şimdi burada da ayrımlar yapılıyordu . "Böylece Flo
ransa'nın eski kumaş satıcıları arasında malını sokakta satan
hiç kimse, ekmekçiler arasında ekmeğini sırtında ya da ba
şında evden eve taşıyanın denetimine hiç kimse rektör seçi
lemiyordu . "
Kendi loncalarının denetiminden şehir hükümetine geç
mek için küçük bir adım yetiyordu. Büyük loncaların üyele
ri bu adımı attılar. Şehrin gerçek yöneticileri haline geldiler
ve her yerde en zengin ve en nüuzlu olanlar şehir meclisiy
le aşağı yukarı özdeş oldu. Toprak üzerinde soydan aristok
ratlar egemen sınıfı meydana getiriyordu ; şehirlerde ise para
aristokrasisi hüküm sürüyor. "Onbeşinci yüzyılda Dordre
cht'de ve bütün Hollanda şehirlerinde hükümet tam bir para
aristokrasisi ve aile oligarşisi oldu . . . şehirde iktidar Rijkheit
17
ve Vroedschap denen servet ve akıldaydı -sanki bu ikisi her
zaman bir arada bulunurmuş gibi- yani, küçük sayıda, de
ğişmez üyelerden kurulu şehir memurlarını atayabilen, şeh
reminini seçtirebilen ve bu yollarla şehir yönetimini denet
leyen bir korporasyonda. "
"Bütün Hollanda şehirlerinde" geçerli olan Almanya için
de geçerliydi. Lübeck'de "yalnız tüccarlar ve zengin şehirli
ler şehi yönetirdi. . . Meclis yasamayı, en yüksek yargıyı ve
şehirlilerin vergilendirilmesini elinde tutuyordu; sınırsız bir
iktidarla şehri yönetiyordu. "
Lonca sisteminin yıkılışının başka bir nedeni usta ile kal
a arasındaki ayrılığın derinleşmesiydi. Kural çırak-kala
usta zinciriydi. Şimdi ise çırak-kala oluyor ve orada duru
yordu . İşçilikten patronluğa yükselmek gitgide güçleşiyor
du . Şehirlere yeni insanlar doluştukça eski ustalar tekelleri
ni sürdürebilmek için merdivenin -birkaç ayrıcalıklı dışın
da- herkesin tırmanamayacağı basamaklarına fırlıyorlardı.
Usta olma sınavı sıkılaşmış , usta olmak için ödenmesi ge
reken para yükseltilmişti - birkaç ayrıcalıklı dışında . Aşa
ğı rütbede olanların yükümlülükleri ağırlaştırılmış, bu da
usta olmalarını güçleştirmişti, ayrıcalıklı azınlık ise kolla
nıp gözetiliyor, usta olmaları kolaylaşıyordu. Amiens şeh
rinde ressamlar ve heykelciler loncasının 1400 yılındaki tü
züğü , sıradan bir çırağın üç yıl çıraklık yapmasını ve sanat
eserini sunarak 25 livre ödemesini söylüyordu , ama "usta
ların oğulları adı geçen şehirde sanatlarına başlayıp yürüt
mek istiyorlarsa, tecrübeleri varsa, bunu yapabilirler ve yal
nız 10 livre para öderler. " Rütbelerin böyle sımsıkı kapatıl
ması Paris'in bir dokumacılar loncasının tüzüğünde nihai
sonucuna varır: "Bir ustanın oğlundan başka kimse doku
macı ustası olamaz. "
Usta olarak durumlarını düzeltme fırsatının ortadan kalk
tığını gören kalalar ne yaptılar? Tabii memnun kalmadılar
78
bu gelişmeden. Hakları ve çıkarlarının ustalarınkilere kar
şıt olduğunu gittikçe daha iyi görüyorlardı. Ne yapabilirler
di bu konuda? Kendi kala birliklerini kurdular. "Ustalar na
sıl şu ya da bu imalatın tekelini sağlamaya çalışıyorlarsa on
lar da çalışma tekelini ele geçirmeye çalıştılar. Böylece, Paris
çivicileri arasında, o yöreden işsiz biri olduğu sürece dışarı
dan compagnon (kala) tutmak yasaktı. . . Tolouse'de çalışan
ekmekçiler, Paris'te çalışan ayakkabıcılar usta derneklerine
tekabül eden birlikler kurdular. "
Bugünün sendikaları gibi b u kala birlikleri d e üyeleri
ne daha yüksek ücret sağlamaya çalışıyordu . Yine bugün
kü sendikalar gibi onların bu çabalarına ustalar karşı çıkı
yordu. Ustaları şehrin yetkililerine şikayet ediyor, onlar da
kala birliklerini yasa dışı ilan ediyorlardı. Şu eski belge bi
ze 1 396'da Londra'da semerci ustalarıyla kalaları arasındaki
anlaşmazlığı anlatıyor: "Uydurma bir din örtüsü altında bir
çok aşağı zanaat erbabı (bunlara günümüzde "kızıllar" de
nirdi) kalaları aldatıp etkilemiş ve onlarla ücretlerini aşı
rı ölçülerde yükseltmek amacı güden dernekler kurmuşlar
dır . . . Alınan karara göre (Şehremini ve Şehir Meclisi tarafın
dan) adı geçen zanaatta çalışanlar gelecekte o zanaatın usta
larının emrinde ve yönetiminde bulunacaklardır; şehirdeki
öbür zanaat erbabının da olduğu ve olması gerektiği gibi; ve
gelecekte hiçbir denek; birlik, kardeşlik kurmayacak, top
lantı yapmayacak, yoksa cezalandırılacaklardır" vb.
Fransa'da da aynı şey oluyordu . 1 54 l'de Lyon Konsülleri,
İhtiyar Heyeti ve halkı l. François'ya şöyle şikayet ediyorlar
dı: "Son üç ıldır bazı işçiler, ahlaksız bir hayat süren mat
baa kalaları, öteki kalaların da isyancı olmasına yol açarak
bir araya geldiler ve matbaacı ustalarının daha yüksek üc
ret ödemesini ve alışılmış gelenekte olduğundan daha az
la yemek verilmesini istiyorlar. .. Bunun sonucunda adı ge
çen Lyon şehrinde adı geçen zanaat hemen hemen tamamen
79
ortadan kalkmış durumdadır . . . " Öfkeli dilekçe sahipleri sa
dece şikayetle yetinmediler, François'nın hemen yasa haline
getiriverdiği bir çare de önerdiler. Şöyle diyordu yasa: "Adı
geçen matbaacı çırak ve kalalarının sözleşmeleri, tekelleri
olmayacak, kendilerine yüzbaşı, çavuş seçemeyecekler, hiç
bir alamet veya sancakları olmayacak, ustalarının evlerinin
mutağı çevresinde beşten azlası mahkeme izni olmadan bir
araya gelemeyecek, yoksa hapsedilecek, sürgün edilecek, te
kelci olarak ceza göreceklerdir . . .
"Adı geçen kalalar başlanan her işi bitirmeli, tamamlan
madan bırakmamalı, grev yapmamalıdır. "
Tahmin edebileceğiniz gibi ücret anlaşmazlıkları Kara
Ölüm'den hemen sonra özellikle keskindi. Emeğe bu ka
dar ihtiyaç duyulan bir dönemde ücretlerin hızla yüksel
mesi doğaldı. Köylerde nasıl ücretleri salgın öncesi düzey
de dondurmak için yasalar çıkarıldıysa şehirlerde de aynı
amacı güden benzer yasalar çıkarıldı. lngiltere'de 1 349 İş
çiler Yasasına göre "kimse kimseye alışılmışın üstünde üc
ret, gündelik ya da aylık ödeyemez , ödemeye söz veremez . . .
kimse de bunu hiçbir şekilde alamaz ve isteyemez , yoksa al
dığının iki katı ceza kesilir . . . eyerciler, dericiler, debbağlar,
ayakkabıcılar, terziler, nalbantlar, marangozlar, taşçılar, ki
remitçiler, sandalcılar, arabacılar ve başka zanaatkar ve iş
çiler emek ve zanaatlarına şimdiye kadar istenenin üstünde
para almayacaklar. "
Buna benzer bir yasa Fransa'da d a 1 3 5 l 'de çıktı: "Geçen
yıllarda üzüm toplayanlar bağlara iyi bakmalıdır ve bu iş için
Salgın'dan önce aldıklarının üçte biri oranında azla ücret
alacaklardır, ama daha azlasını, söz verilmiş olsa bile, ala
mayacaklardır . . . ve onlara burada yazılı olandan azla gün
delik veren ve daha azla alan . . . alan ve verilenden altmış
sols ceza alınacaktır . . . ve cezayı nakdi olarak ödeyecek pa
raları yoksa kuru ekmek ve suyla dört gün hapse konacak-
so
lardır. . . " Bu yasa ötekinden biraz daha adil görünüyor, ama
ceza ödeyememe durumunda verilecek para ve hapis cezası
nın, efendiden çok parasız işçiye verilmesi daha muhtemel
di. Aynca, insanları hapse atmakla iş gücü darlığına çare bu
lunmayacağı da açıktır.
Bu kurallar başarılı olmadı. Patronlar daha çok verdi, işçi
ler de daha çok istedi ve aldı. işçi denekleri dağıtılıyor, üye
leri para veya hapis cezasına çarptırılıyordu ; ama yeni ye
ni dernekler doğuyor, daha yüksek ücret ve daha iyi çalış
ma koşullan için grevler birbirini izliyordu . Aslında kala
lar bu birliklere katılmasına izin verilmeyen başka birçok iş
çiden daha iyi bir durumdaydı; ötekiler herhangi bir lonca
da herhangi bir hakkı olmayan ve açlıktan ölmeyecek kadar
bir ücret karşılığında seil koşullarda zengin endüstricilerin
insafına kalan işçilerdi. Bu insanlar sağlığa zararlı berbat de
liklerde yaşarlardı; ne işledikleri hammaddelerin sahibiydi
ler, ne de kullandıkları iş araçlarının; emeğinden başka bir
şeyin sahibi olmayan, geçimi için bir işverene ve elverişli pi
yasa koşullarına bağımlı bulunan modem proletaryanın ön
cüleriydiler. Şehirlerde iki uç daha vardı: Kenar mahalleler
(parlak zamanında Floransa şehrinde 20.000'den azla di
lenci olduğu söylenir) ve, tepede, gerçek bir lüks içinde ya
şayan asıl zenginler.
Şehirlerin feodal beylerine karşı özgürlük kavgalarında
zengin, akir, tüccar, usta , çırak, bütün şehirliler güçbir
liği yapmışlardı. Ama zaferin meyvelerini üst sınılar top
ladı . Aşağı sınıflar ise sadece efendi değiştirmekle kaldı
lar; eskiden hükümet feodal bir lordun elindeyken şimdi
en zengin şehirlilerin ellerindeydi. Yoksulların hoşnutsuz
luğu küçük zanaatlann bu güçlü efendilere karşı ökesi ve
kıskançlığıyla birleşince ondördüncü yüzyılın ikinci yan
sında köylü ayaklanmaları gibi Batı Avrupa'yı baştan başa
saran isyanlar arlarda patlak verdi. Bir sınıf mücadelesiydi
81
bu - zengine karşı akirin, ayrıcalıklıya karşı ayrıcalıksızın.
Bazı yerlerde yoksullar savaşı kazandılar, kısa sürelerle şe
hirleri elde tutup azlasıyla ihtiyaç duyulan reormları yap
tılar ve sonra devrildiler; bazı başka yerlerde zafer onların
oldu ama kendi aralarında kavga edip kısa zamanda yıkıl
dılar; çoğu yerde zenginler kazandı - ama oralarda da zen
ginler birleşen, ezilen sınıfın kudreti karşısında epey kor
kulu anlar yaşadılar.
Bu düzensizlik döneminden sonra loncalar çöküş evre
sine girdiler. Serbest şehirlerin kudreti azalmıştı. Bir kere
daha , dışarıdan denetleniyorlardı - bu sefer, öncüleri bil
dikleri dük, prens ya da krallardan daha güçlü , örgütsüz
kesimleri bir ulusal devlet haline toplayıp, perçinleyen bi
ri tarafından.
82
7
İŞTE GELYOR AL!
4
minde değişiklikler bu yeni sınıfın büümesini kolaylaştırdı,
bu sınıfın gelişimi de toplumun yaşayış biçiminde yeni de
ğişiklikler yarattı. Eski düzende bir amaca hizmet eden ku
rumlar çürüdü ve öldü ; yerlerini alacak yeni kurumlar doğ
du . Bu , tarihin bir yasasıdır.
Yaşadığı yörede yeterince polis olup olmamasından dert
lenen adam, parası çok olan adamdır. Karayollarından mal
larını veya paralarını başka yerlere gönderenler bu yollarda
soyguncu veya vergi tunikesi bulunmaması için en azla pa
tırtıı çıkaranlardır. Kargaşalık ve güvensizlik iş için kötü
dür. Orta sınıf düzen ve güvenlik istiyordu .
Kimden medet umabilirlerdi? Feodal yapı içinde kim dü
zeni ve güvenliği garanti edebilirdi? Eskiden koruyuculuğu
soylular, feodal lordlar sağlamışlardı. Ama şehirler, işte bu
lordların taleplerine karşı savaşmışlardı. Yakıp yıkan, yağ
ma ve talan yapan, bu feodal ordulardı. Soyluların askerle
ri asker olarak düzenli maaş almaz, her şehri yağma eder ve
buldukları her şeye el koyarlardı. Savaşan lordların kavga
sı hangi taraf kazanırsa kazansın, mahalli halkın perişan ol
ması demekti. Ticareti o kadar güçleştiren de ticaret yolla
rı üstünde, değişik yerlerde, değişik feodal lordların varlı
ğıydı. Merkezi bir otoriteye , ulusal bir devlete ihtiyaç var
dı. Feodal kargaşalıktan düzen çıkarabilecek üstün bir ikti
dar. Eski lordlar artık eski toplumsal işlevlerini yerine geti
remiyorlardı. Günleri dolmuştu . Güçlü merkezi iktidar za
manı gelmişti.
Ortaçağda kralın otoritesi teoride vardı ama pratikte zayıf
tı. Büyük feodal baronlar gerçekte bağımsızdılar. Güçlerinin
kırılması gerekiyordu; nitekim kırıldı da.
Merkezi otoritenin ulusal iktidarı alabilmek için atması
gereken adımlar ağır ve düzensiz bir şekilde atıldı. Belirli bir
yöne doğru kesintisizce tırmanan, düzenli aralıklı basamak
ları olan bir merdivene benzemiyordu bu yol; ikide birde ge-
85
ri kayılan engebeli bir yoldu. Bir yıl, iki yıl, elli yıl ya da yüz
ılda bitmezdi. Yüzyıllar aldı - ama sonunda geldi.
Lordlar, toprak mülklerinin büyük bir kısmım ve serleri
ni kaybettikleri için zayıflamışlardı. Şehirler onların iktida
rına meydan okumuş , yer yer de o iktidarı geriletmişti. Bazı
yerlerde de kendi aralarında sürekli savaşarak herkesin hay
rına olacak şekilde kendi kendilerini yok ediyorlardı.
Kral , feodal lordlara karşı kavgaya tutuşan şehirlilerin
güçlü bir mütteiki olmuştu. Baronların gücünü azaltan her
şey onun gücünü artırıyordu . Yapacağı yardım karşılığında
şehirliler de ona borç para vermeye hazırdılar. Bu önemliy
di, çünkü elinde para olunca vassallarının askei yardımın
dan vazgeçebiliyordu. Bir lordun sadakatına bağlı olmayan,
eğitim görmüş bir ordu kiralayıp parasını ödeyebilirdi. Hem
böyle bir ordu daha iyi bir askei güç olurdu, çünkü tek işi
savaşmaktı. Feodal birlikler talim yapmaz , bir arada doğru
dürüst çalışacak düzenli bir örgütlenmeye girmezlerdi. Ta
limli, disiplinli, ihtiyaç duyulduğunda el altında bulunan, sa
vaşmak için ücret alan bir ordu büyük bir ilerlemeydi.
Ayrıca, askeri silahlardaki teknik ilerlemeler de yeni bir
ordu çeşidi gerektiriyordu. Barut ve top ortaya çıkıyordu , bu
silahların etkili bir biçimde kullanılması talimli bir işbirliği
gerektiriyordu. Oysa feodal bir savaşçı, kendi zırhını getire
bilirdi, topuyla barutunu getiremezdi.
Kral , en yeni silahlarla donanmış sürekli orduyu emrin
de bulundurup, ücretlerini ödemesini sağlayan ticari ve
endüstriyel gruplara teşekkür borçluydu . Borç para ve çe
şitli armağanlar alabilmek için , tekrar tekrar bu yeni do
ğan paralı adamlar sınıfına başvuruyordu . İşte ondördün
cü yüzyılda İngiltere kralının Londra şehrinden yardım is
tediğine bir örnek: "Efendimiz Kralın Katibi Sir Robert de
Ashby Londra esnaf loncasına geldi ve Kral adına Şehremi
ni Andrew Aubrey'ye haber getirdi. . . onu ve şehrin bütün
86
ihtiyarlar meclisini Kral ve Konseyi ile görüşmeye çağırdı. . .
ve Kral sözlü olarak deniz aşırı ülkelerde giriştiği ve giri
şeceği savaşlardaki masraflarını onlara bildirdi ve kendisi
ne 20. 000 sterlin borç vermelerini talep etti. . . Onlar oybir
liğiyle 5 . 000 mark ödünç vermeye razı oldular; bu paradan
fazlasını toplayamayacaklarını söylediler . . . Bunun üzerine
Efendimiz Kral Hazretleri öneriyi tamamen geri çevirdi ve
Şehremini ve İhtiyarlar Meclisi ve avama , hangi söz ve ko
şullarla kendisinin uyruğu olduklarını hatırlatarak yuka
rıda sözü geçen sorunları daha iyi düşünmelerini buyur
du . . . ve zor bir iş olduğu halde , Efendimiz Kral Hazretle
rine 5 . 000 sterlin borç vermeyi kabul ettiler . . . bu öneriyi
Kral da kabul etti. . . on iki kişi seçildi, bunlar adı geçen şe
hirde ve varoşlarında herkesin durumunu tespit edecek ve
herkesin durumuna ve gücüne göre adı geçen 5 . 000 sterli
ni toplayarak, bu toplamı Efendimiz Kral Hazretlerine su
nacaklardır. "
Parası olanların bu parayı elden çıkarmaktan hoşlanacak
larını sakın aklınızdan bile geçirmeyin. Hiç hoşlanmıyorlar
dı . Buna benzer ödünç paralar veriyorlardı Kral'a. Çünkü
karşılığında belirli yararlar sağlıyorlardı. Örneğin, şu aşa
ğıdaki gibi yasaların merkezi otorite tarafından çıkarılma
sı işadamları için kesin bir avantjdı ( 1 389) : "Bütün lngilte
re'de tek ölçü ve tek tartı kullanılması buyurulmuş ve kabul
edilmiştir . . . Bundan başka ölçü veya tartı kullanan yarım yıl
hapis cezasına çarptırılacaktır. "
Ayrıca, bir küçük feodal baronun talancı askerlerinin sal
dırısından kurtulmak da bu paraya değerdi. Çok sayıda fe
odal can sıkıntısı taleplerinden ve uak tefek baskılarından
onları kurtaracak bir merkezi otoriteyi, parayla destekleme
ye hazırdılar. Sonuç olarak aşağıdaki, 1439'da, Fransa'da çı
karılan yasada olduğu gibi, yasalar çıkarıp uygulayabilen bir
önderle bağ kurmak daha ekonomik oluyordu:
87
"Uzun zamandır halkın sırtından yaşayan ve bunu hala
sürdürmek isteyen silahlı çetelerin yaptığı ve yürüttüğü aşı
n yağmalara çare bulmak ve son vermek için . . .
"Kral herkesin, kendisi ve soyunun bütün kamusal şeref
ve görevlerden, soyluluğun hak ve ayncalıklanndan yoksun
kalması ve kendinin tutuklanıp malına el konulması paha
sına, hangi kesimden olursa olsun, Kral'ın izni, ruhsatı, rı
zası ve kanunu olmadan silahlı adamlar kabul etmesini ya
saklamıştır . . .
"Aynı ceza tehdidiyle Kral, bütün yüzbaşıların ve askerle
rin tüccarlara, işçilere, sığırlara, atlara veya başka yük hay
vanlarına, ister tarlada, ister arabada el koymamasını ve on
ları, ve taşıdıkları, götürdükleri arabaları, mallan, ükleri ra
hatsız etmemelerini ve hiçbir şekilde idye almak üzere tut
mamalarını emreder; çalışmalarını, gidip gelmelerine, mal
larını ve yüklerini huzur ve güven içinde taşımalarına izin
verilecek, hiçbir şekilde bir şey istenmeyecek, durdurulma
yacak ve rahatsız edilmeyeceklerdir. "
Eskiden hükümdarın geliri kendi topraklarının akarından
oluşurdu. Ulusal vergi sistemi yoktu . l 439'da Fransa' da kral
"taille" adıyla bilinen düzenli bir para vergisi koymayı başar
dı. Hatırladığınız gibi geçmişte vassallann hizmetleri toprak
bağışı karşılığında sağlanırdı. Şimdi para ekonomisinin bü
yümesiyle bu artık gerekli olmaktan çıkmıştı. Bütün krallık
ta, toprakla değil parayla çalışan kraliyet görevlileri para ver
gisi toplayabiliyorlardı. Ülkenin her yerine yerleştirilen ma
aşlı kraliyet memurları kral adına yönetme görevini yürüte
biliyorlardı - feodal dönemde bu işi soylular, toprak karşılı
ğında yaparlardı. Bu önemliydi.
Hükümdarlar güçlerinin mali takatlanna bağımlı olduğu
nu açıkça görüyorlardı. Paranın da, ancak ticaret ve endüs
tri ilerledikçe hazinelerine aktığı gittikçe belli oluyordu. Do
layısıyla, krallar ticaret ve endüstrinin gelişmesiyle ilgilen-
88
meye başladılar. Her şehirde küçük bir grup için tekel yarat
mak ve sürdürmek üzere kurulmuş lonca yönetmeliklerinin
ticaret ve endüstrinin gelişmesine ayak bağı olduğu çok geç
meden anlaşıldı.
Bir bütün olarak ulus çerçevesi içinde düşünen herkes
aşırı ve çatışan mahalli kuralların bir yana atılıp şehirler
arasındaki kıskançlığa son verilmesi gerektiğini düşünür
dü . Örneğin, " 1 44 3'te Frankurt Deri Panayırı'nın, Berlin
Ayakkabıcılarına açılması için prensin yasa çıkarması" zo
runluğu , çok saçma bir şeydi. Ulusal krallığın iktidarı sağ
lamlaştıkça krallar ulusun bütünü adına mahalli tekelciler
le mücadeleye başladılar. l 436'da lngiltere'de çıkan bir yasa
şunları söylüyor: "Loncaların, kardeşliklerin ve başka şir
ketlerin ustaları, yönetici ve işçileri birleşiyor. . . kendileri
ne bir yığın yasa dışı ve akıl dışı tüzük yapıyorlar. Oysa her
şeyin teşhisi, cezalandırılması ve düzeltilmesi yalnız Kral'a
aittir . . . Efendimiz Kral Hazretleri Dini ve Dünyevi Lordla
rın Tavsiye ve Rızası ve adı geçen Avamın Ricasıyla adı ge
çen bu parlamento Yetkisine dayanarak buyurmuştur ki bü
tün böyle birleşik lonca , Kardeşlik ya da Şirketlerin Usta ,
Yönetici ve işçileri. . . bütün Kayıt ve Beratlarını Sulh Yargıç
ları önüne getirecekler. . . ve ayrıca buyurmuştur ki adı ge
çen Yetki uyarınca, bundan böyle Usta, Yönetici ve işçiler
bu gibi tüzükler çıkarmayalar. . . ancak önceden getirilip ön
ceden sunulur ve iyi ve akla yakın bulunursa . . . Sulh Yargıç
ları tarafından . . . "
Fransa kralının çıkardığı daha da geniş kapsamlı bir yasa,
bu ülke kralının artan gücüne bir kanıttır: "Tanrı inayetiyle
Fransa Kralı Charles . . . Büyük Konseimizin uzun tartışma
larından sonra . . . buyurmuştur ki. . . adı geçen Paris şehrimiz
de bundan böyle zanaat ve lonca ustaları bulunmayacak. . .
Her zanaatta bizim Memurumuz tarafından . . . adı geçen za
naatın birtakım ihtiyarları seçilecek. . . ve bundan böyle artık
89
hiçbir şekilde bir zanaat kardeşliği şeklinde dernek kurama
yacaklar . . . ancak bizim rızamız , ruhsat ve iznimizle . . . veya
memurumuzun rızasıyla . . . yoksa isyancı sayılacak, bize ve
Fransa tahtına karşı itaatsizlik yapmış olarak can ve malları
nı kaybedebileceklerdir. "
Kudretli şehirlerin tekellerini kısıtlamak azımsanacak bir
başarı değildi. Şehirlerin en güçlü olduğu Almanya ve ltal
ya'da ancak yüzyıllar sonra onlara boyun eğdirecek güçte bir
merkezi otorite kurulabildi. Ortaçağın en güçlü ve en zengin
topluluklarının, değişen ekonomik koşullarla başa çıkabile
cek birliğe niçin en son varabildiklerinin bir nedeni budur.
Bazı başka bölgelerde bazı şehirler güçlerinin bu şekilde kı
sıtlanmasına karşı savaşma derecesinde direnmişlerdi ama,
kıskançlık ve neretleri ulusal güçlere karşı birleşmelerini
imkansızlaştırmış -ve kendi yararlarına olarak- yenilmişler
di. İngiltere, Fransa, Hollanda ve lspanya'da ekonomik ha
yatın birimi olarak devlet şehrin yerini aldı.
Gerçi birçok şehir ve lonca ayrıcalıklarından vazgeçmek
istemedi. Bunları ellerinde tutabildikleri sürece de kraliyet
otoritesinin gözetimi altındaydılar. Ulusal devlet sonunda
kazandı, çünkü güçlü merkezi hükümetin ve ekonomik et
kinlik için daha geniş bir alanın avantj ları bir bütün ola
rak orta sınıfların çıkarına daha uygundu . Krallar burjuva
ziden aldıkları paraya el bağlıyor, büyüyen krallıklarını yö
netmekte gittikçe burjuvaların nasihat ve yardımlarına ba
ğımlanıyorlardı. Yargıçları, bakanları, genel olarak memur
ları bu sınıftan geliyordu . Onbeşinci yüzyılda Fransa'da
Lyonslu bir banker ve zamanın en zengin adamlarından bi
ri olan jacques Coeur Krala danışman oldu ; Tudor Çağı ln
giltere'sinde bir avukat olan Thomas Cromwell ve bir do
kumacı olan Thomas Gresham Kral'ın bakanları arasınday
dı. "Onunla (kraliyet) müteahhit ve işverenlerden meydana
gelen endüstriyel burjuvazi arasında sözsüz bir anlaşma or-
90
taya çıktı. Politik ve toplumsal etkilerini, zekalarının ve ser
vetlerinin kaynağını monarşik devletin hizmetine sundular.
Buna karşılık devlet de onların iktisadi ve toplumsal ayrıca
lıklarını artırdı. . . Ücretli işçileri emirlerine verdi, başkaldır
malarını engelledi ve burjuvaziye boyun eğmeye zorladı. "
"Al gülüm, ver gülüm"ün çok iyi bir örneğiydi bu .
İngiltere'de bu çağın ilginç bir belirtisi Venediklilerin ve
Londra'da Steelyard denen bir yerde bir "istasyon"u bulu
nan Hanseatic League'den Alman tüccarlarının kovulmasıy
dı. Ülkenin ithalat ve ihracat ticaretini hep yabancılar denet
lemişlerdi. Para getiren bu ticari ayrıcalıkları krallardan sa
tın almışlardı. Ama onbeşinci ve onaltıncı yüzıllarda İngiliz
tüccarları da başlarını dikmeye başlamışlardı. Özellikle tüc
car serüvenciler bu karlı ticareti yabancıların elinden kap
mak isteyen canlı, uyanık bir gruptu. tlkin pek başarılı ola
madılar, çünkü kral bu tavizler karşılığında aldığı parayı on
lardan istiyordu ve sert tedbirler başka güçlerle kavgaya yol
açabilirdi. Ama İngiliz Tüccar Serüvenciler diretti ve 1543'te
Venedikliler ayrıcalıklarını kaybettiler; altı yıl sonra da Han
se Ligası krala şöyle şikayette bulunuyordu : " . . . Çok eski za
manlardan beri bu Hanse tüccarlarına bağışlandığı halde ve
aynı bağış . . . majesteniz tarafından yenilenip vaad edildiği ,
adı geçen tüccarlara ve mallarına hiçbir haraç, vergi, azla
ödeme konmayacağı söylendiği halde . . . bütün bunlara kar
şın Londra kassarları ve keskicileri lehine . . . öyle ferman çık
tı ve öyle uygulanıyor ki hiçbir Hanse tüccarı, malını kaybet
mek korkusundan İngiltere diyarına ham ve kesilmemiş ku
maş getirmeye cesaret edemiyor. "
Hanse İngiltere'den yapağı alıp Flandr'da ve Almanya'da
kumaş yaptırdığı için, büyüyen İngiliz yünlü dokuma en
düstrisi de İngiliz Tüccar Serüvencilerine destek oldu . İn
giliz dokumacılarıyla İngiliz Tüccar Serüvenciler birleşin
ce (Kral'ın bakanı olan dokumacı Gresham'ın da yardımıy-
91
la) davayı kazandılar. Alman Hanse'ının arıcalıkları gitgide
kısıtlandı ve 1 59 7'de, Steelyard'da, bir zamanların kudretli
Hanse'ının Londra şubesi nihayet kapatıldı.
Tarlasını sürmek isteyen köylü , zanaatına devam etmek
isteyen esnaf ve ticaret yapmak -barış içinde- isteyen tüccar,
sürüyle mahalli yönetmelik yerine tek bir geniş yönetmelik,
kargaşalık yerine birlik getirecek güçlü bir merkezi hükü
metin kurulmasını istiyorlardı. Ulusallığa yol açan çeşitli da
valardan bir ulusçuluk duygusu oluştu. Jeanne d'Arc'ın ha
yatı, mücadelesi ve ölümünde bu açıkça görülür. Fransa'da
feodal lordlar özellikle güçlüydü ve İngiltere'yle Yüz Yıl Sa
vaşları sırasında en güçlüleri olan Burgonya Dükü İngiltere
ile ittiak kurarak Fransa Kralına büyük kayıplar verdirmiş
ti. Burgonya'nın Fransa'nın bir parçası olmasını isteyen Je
anne d'Arc, düke şöyle bir mektup yazmıştı: "Jeanne sizin . . .
Fransa Kralıyla uzun, doğru ve güvenli bir barış yapmanızı
istiyor. . . bütün üreğimle, kutsal Fransa Krallığına karşı sa
vaşmamanızı rica ediyorum. "
Jeanne, Fransız ordusuna Fransızlık duygusu v e inancı
vererek, yüreklendirerek, kralın davasını bütün Fransızların
davası haline getirerek, herkesi Fransa'nın davası için kendi
si kadar anatik olmaya çağırarak vatanına hizmet etti. Jean
ne'ın "bir damla Fransız kanı döküldüğünü gördüm mü saç
larım diken diken oluyor" gibi sözler söylediğini işiten, feo
dal bir lord hizmetindeki bir asker, lordunun ötesine bakı
yor ve Fransa'ya, Vatan'ına bağlılığını düşünüyordu. Böylece
ulusçuluk bölgeciliğin yerini aldı ve birleşik bir krallığın ba
şında güçlü bir hükümdar egemenliği çağı başladı.
Bemard Shaw'un, Jeanne d'Arc üzerine değerli oyunu Sa
int ]oan'da, bu yükselen ulusçuluk ruhunun etkileri üzeri
ne bir bölüm vardır. Bir İngiliz din adamıyla bir İngiliz feo
dal lordu bir Fransız lordunun askeri yetenekleri üstüne ko
nuşuyorlar:
92
"Rahip: Topu topu bir Fransız efendim.
"Soylu: Bir Fransız mı? Nereden kaptınız o laı? Bu Bur
gonyalılar, Bretonlar, Pikarlar ve Gaskonlar artık kendileri
ne Fransız demeye mi başladılar, bizimkilerin İngiliz demesi
gibi? Sahiden de Fransa veya İngiltere'nin memleketleri ol
duğunu söylüyorlar. Onların memleketleri ! Bu düşünce bi
çimi moda olursa sen, ben ne olacağız?
"Rahip: Niçin efendim? Bize ne zararı olur?
"Soylu: İnsanlar iki efendiye birden hizmet edemezler. Dil
lerine doladıkları bu vatana hizmet lakırdısı tutarsa, feodal
lordlann otoritesine de elveda, kilisenin otoritesine de. "
Uzak görüşlü soylu şüphesiz haklıydı. Hükümdarın kar
şısında kalan tek güçlü rakip kiliseydi ve ikisinin çatışma
sı kaçınılmazdı. Ulusal krallar bir devlete iki baş düşünemi
yorlardı. Papanın gücü de onu feodal lordlann hepsinden
daha tehlikeli kılıyordu . Papayla kral durmadan takışıyor
lardı. Öneğin, bir yer boşalınca piskoposları kimin seçece
ği sorusu vardı. Bu işler ii para getirdiği için konu önemliy
di - tabii para, kiliseye vergi ödeyen büyük halk kitlelerin
den geliyordu. Çok paraydı, kral da, papa da kendi adamları
alsın istiyorlardı. Krallar bu para getiren işleri tabii kıskanç
gözlerle seyrediyor - papanın atama yapma hakkım tartışı
yorlardı.
Kilise dehşetli zengindi. Hesaplandığına göre bütün top
rakların üçte biriyle yarısı arasında bir kısmının sahibiydi
-yine de ulusal hükümete vergi ödemeye yanaşmıyordu .
Kralların paraya ihtiyacı vardı , zaten muazzam olan, dur
madan da artan kilise servetinin vergilendirilmesi, devle
tin yürü tme masrafına katkıda bulunması gerektiğini dü
şünüyorlardı.
Kavganın bir başka nedeni de bazı davaların normal
mahkemede değil , kilise mahkemelerinde yargılanmasıy
dı. Çok zaman da kilise mahkemesinin kararı kral mahke-
93
mesi kararma aykırı oluyordu . Ceza ve kealet olarak öde
necek paraları devletin mi, yoksa kilisenin mi alacağı soru
nu da önemliydi.
Sonra bir de, papanın bir ülkenin içişlerine karışmayı ken
dine hak bilmesinden doğan sürtüşmeler vardı. Kilise böyle
ce hükümdara politik rakip de oluyordu .
Şu halde ortada, kralın uyruklarının uyrukluğunu bölen,
toprak ve para olarak büük servete sahip ulus-üstü bir güç
vardı; onun mülklerinin geliri , kralın hazinesine akacağı
yerde Roma'ya ganimet olarak gidiyordu. Papaya karşı mu
haleetinde kral yalnız da değildi. Papa Vlll. Boniace ken
disi 1 296'da şöyle yazıyordu : "Dünyev1 kesiminin dini sınıa
düşmanlığı modem zamanların deneyleriyle de açıkça peki
şen çok eski bir geleneğe dayanır. "
Kilisenin yığınla suistimalini görmemek elde değildi. Ki
lisenin vaız verirken söylediğiyle yaptıkları arasındaki uçu
rumu en aptal insan bile görebilirdi. Ne kadar eğri olursa ol
sun para elde etmek için her yola başvurması herkesin gün
delik konusuydu. Sonradan Papa 11. Pius olan Eneas Silvius
şöyle yazıyordu: "Roma'da parasız hiçbir şey elde edilemez. "
Chaucer zamanında yaşayan Pierre Perchoiere ise şöyle di
yordu: "Kilise parası yoksullara harcanmıyor, papazın kendi
gözde yeğenlerine, akrabalarına gidiyor. "
Ondördüncü üzyıldan bir trubadur şarkısı kilisenin te
peden aşağıya bütün sınılarına karşı beslenen duyguları di
le getirir.
94
Saygıdeğer kardinallerin de yoktur farkı,
lster sabahın seheri olsun, ister akşam vakti,
Önüne geleni dolandımak için,
Hesap kitapla dolmuştur hayatlan. . .
Piskoposlanmız da benzer günahlar içinde,
Acımasızca derilerini yüzmede,
Hali vakti yerinde bütün papazlann.
Bastınrsın mührünü parasını verince,
Her yazıya, ne olursa olsun içinde.
Ancak Tann geçer önüne soygunlannın . . .
Bir de bütün rahipler, küçük papazlar,
Hepsi dediklerinin tersini yaparlar,
Bir gün uymaz dedikleri, yaptıklanna . . .
Çünkü bilgili, bilgisiz işleri güçleri,
Ticarete çevirmektir bütün ayinleri,
Ayinin kutsal kurbanı da içinde. . .
Çektikleri çilenin gösterişi boldur,
Bütün keşişlerle Jrerlerde,
Ama uydumalann en boşu da budur.
Oysa evlerinde yaşadıklan hayattan
Kat kat iyidir durumları, yeminlerinin,
Ve bütün devişlik uydurmalannın rağmına.
95
lanmasının manevi önderiydi. Bohemya'da Hus ise sadece
Roma'yı protesto etmekle yetinmemiş, soyluların iktidarı
nı ve ayrıcalıklarını tehdit eden komünistçe bir köylü hare
keti yaratmıştı. Dolayısıyla bu hareketler karşılarında yal
nız kilisei değil, dünyevi otoriteleri de buldular ve böyle
ce ezildiler. Luther ile onu izleyen dini reormcular ise teh
likeli eşitlikçi öğretiler ileri sürerek egemen sınıfların des
teğini kaybetmediler. Luther radikal değildi. Ezilenlerle bir
leşip başarı şansını berbat etmeye hiç niyeti yoktu . Tersine,
reformuna başladıktan kısa bir süre sonra biraz da , kendi
öğretisinin etkisiyle geniş çapta bir köylü ayaklanması Al
manya'da patlak verince isyanın bastırılmasına yardımcı ol
du . Kiliseye karşı başkaldıran bu adam, "her zaman başkal
dırmaı mahkum edenlerin yanında ve başkaldırmaya yol
açanların karşısında olacağım" diyebiliyordu . Kilise yöneti
mine karşı bu kadar ökelenen bu reormcu , "Tanrı ne ka
dar kötü olursa olsun ayak takımının isyan etmesine göz
yummaz" diyebiliyordu . 1 5 2S'te ayaklanan köylüler " lsa
bütün insanları özgür yaptı" diye bağırırken Luther şu ü
reklendirici sözlerle soyluları onları yok etmeye çağırıyor
du: "Bir isyancıyı öldüren . . . haklı olanı yapar. . . Onun için
gücü yeten vursun, boğsun ya da hançerlesin . . . gizli ya da
açık açık. . . bu kavgada ölürseniz şehit sayılırsınız , çünkü
ölümün en şerefli biçimi budur. "
Şu halde Luther'in başarısının bir nedeni, ayrıcalık sahi
bi olanları yerinden etmeye çalışma yanlışını yapmamasıy
dı. Reormun bu zamanda olmasının bir başka nedeni, Lut
her, Calvin ve Knox'un kendilerini izleyenlere söyledikle
ri sözlerin gelişen ulusçuluk çağında ulusçu duygulara hi
tap eden sözler olmasıydı. Roma'ya karşı bu dini muhale
fet, gelişen ulusal devlet çıkarlarıyla çakıştığı için başarı
şansı büüktü .
Papalık otoritesine karşı ulusal devlet mücadelesinin git-
96
gide keskinleştiği bu dönemde Luther'in "Alman Soylula
rına Hitab"ı prensler için şu sevindirici öğütü içeriyordu :
"Madem ki Tanrı dünyevi iktidarı kötülerin cezalandırıl
ması ve iyilerin korunması için yetkili kılmıştır, şu halde
bu iktidar bütün Hıristiyanlık dünyasında görevini yapma
lı, papa, piskopos, rahip, keşiş, rahibe ayırmadan, her suç
luya eşit derecede vurmalıdır. " Bu görevin bir parçasının da
yabancı denetiminden kurtulmak olduğu kurnazca dile ge
tirilip, kilisenin toprakları ve hazinelerine el koymak oldu
ğu da ima ediliyor. Bu sonuncusu çok önemli. "Kimileri sa
nıyor ki her yıl üç yüz bin altın Almanya'dan Roma'ya bo
şu boşuna gönderiliyor. . . Çok eskiden Alman imparator ve
prensleri papanın Alman mülklerinden yıllık gelir alması
na izin vermişlerdi; bu miktar her mülkten ilk yılın geliri
nin yarısıdır . . . ve bu gelirler utanç verici şekilde suistimal
edildiğine göre . . . onlar (prensler) topraklarının ve halkla
rının böyle haksızca ve insafsızca soyulup mahvedilmesi
ne rıza göstermemelidirler; bir imparatorluk ya da ulus ya
sasıyla bu gelirleri ülke içinde tutmalı, ya da büsbütün ilga
etmelidirler. "
Bir grup insana , kendi ülkelerinde yetkilerine meydan
okuyan güçlü bir yabancıdan kurtulmanın hak değil, üste
lik görev olduğunu söyleyin; o insan grubunun gözlerinin
önünde, o yabancının büyük servetini, kovulduğu zaman el
de edilecek bir ödül olarak sallandırın - kan gövdeyi götü
rür. Ama Protestan reormu geldiği anda, gelmese bile kilise
yine nüuzu kaybedecekti. Aslında kilise, büyük yararlılığı
nın azalması anlamında zaten nüuzunu kaybetmişti. Eski
den kilise Tanrı barışını kabul ettirerek toplumu feodal sa
vaşlardan kurtarıp ferahlatacak kadar güçlüydü , ama şimdi
kral bu başbelası kavgaları durdurmakta daha başarılı olu
yordu; eskiden kilise eğitimi tamamen denetlerdi, oysa şim
di tüccarların kurduğu bağımsız okullar vardı; eskiden kili-
97
se yasası egemenken şimdi ticat toplumun ihtiyaçlarına da
ha iyi uyan eski Roma hukuku canlandırılmıştı; eskiden yal
nız kilise devlet işlerini yürütebilecek, eğitim görmüş insan
ları yetiştirirken, şimdi hükümdar ticart pratik içinde yetiş
miş, ülkenin ticaret ve endüstrisinin ihtiyaçlarını çok ii an
layan yeni bir sınıftan insanlara güvenebiliyordu.
Bu yeni insanlar, bu yükselen orta sınıf, çağdışı feodal sis
temin daha azla gelişmelerine ayak bağı olduğunu seziyor
du . Yükselen orta sınıf, bu sistemin müstahkem mevkii olan
Katolik kilisesinin ilerlemeye engel olduğunu anlıyordu . Ki
lise feodal düzeni saldırılara karşı koruyordu; kendisi de fe
odal yapının önemli bir parçasıydı; feodal bir lord olarak
toprağın üçte birine sahipti ve ülkenin servetinin büyük bir
kısmını emiyordu. Yükselen orta sınıfın feodalizmi her ülke
de ayn ayn silmeden önce merkezi örgüte, kiliseye karşı sal
dırıya geçmesi gerekiyordu . O da öyle yaptı.
Bu mücadele dini bir görünüş altında yürüdü. Adına Pro
testan Reormu dendi. Özünde, yükselen orta sınıfın feoda
lizme karşı ilk önemli savaşıydı.
98
8
"ZENGİN ADM ... "
99
müş sikkeye değersiz madenler katarak iki sikke çıkarınca
eski gümüş para yerine iki sikke kazanmış oluyordu . No
minal değer hala aynıydı, paraya hala aynı ad veriliyordu ,
ama değeri yarı yarıya düşmüş oluyordu . Bir somun ekme
ğe karşılık oniki yumurta veriliyor olsaydı, altı yumurta ve
rince adına hala düzine deseniz bile aynı somunu alamazsı
nız . Anı şekilde, değeri düşmüş paranızla da eskisi kadar
çok şey alamazsınız. Daha az gümüş verince , alacağınız ek
mek somunu da daha küçük olur. Dolaşımdaki sikkelerin
değeri madeni içeriklerinin değerine bağımlıydı, onun için
bir sikkede altın veya gümüş miktarı ne kadar azalsa, aynı
adı taşısa bile , paranın değeri de o kadar düşerdi. Bir para
nın değerinin daha az olduğunu söylemek de aslında alım
gücünün az olduğunu söylemektir. Başka bir söyleyişle, i
yatlar yükselir.
Şüphesiz kralların bütün gördüğü , paranın değerinin düş
mesinin onlara dolaysız bir kar sağlayacağıydı. Para değeri
azla hızlı değişince ticaretin zarara uğraması; iyatlar yük
selince yoksulların ve sabit gelirlilerin sıkıntıya düşmesi -
bunlar kral için belki azla önemli değildi, ama urukların
dan bazıları için son derece önemliydi. Çoğu insan, hatta çok
kez kral kendisi de para değerinin düşmesiyle iyatlardaki ar
tış arasındaki bağlantıyı göremiyordu, ama görenler de var
dı. Ekim 1 358'le Mart 1 360 arasında Fransa'da gümüş para
değerinde on yedi kere değişiklik olmuştu. Çağdaş bir Paris
li şöyle yazıyordu: "Altın ve gümüş paranın aşın oranlan yü
zünden yiyecek maddelerinde, metalarda ve herkesin tüketi
mi için zorunlu ihtiyaç maddelerinde öyle bir iyat artışı ol
du ki basit insanlar geçim yolu bulamıyorlar. "
1377'de Lisieux piskoposu olan Nicholas Oresme para üs
tüne yazdığı ünlü kitapta krala geçici olarak yararı doku
nan devalüasyonun aslında halkı aldatmak demek olduğu
nu söylüyordu : "Buğday, şarap ve başka daha az önemli şey-
1 00
lerin ölçüleri kralın mühürüyle damgalanır ve bunlarda hi
le yapan kimse ahlaksız bir sahtekar olarak görülür. Aynı şe
kilde bir sikkenin üstündeki yazılar da paranın ağırlık ve ni
teliğinin doğruluğunu gösterir. O halde kendi mühürünü
taşıyan paranın ağırlığını ya da inceliğini bozan bir hüküm
dara kim inanabilir? . . Bence paradan doğal yararlan dışında
yarar sağlamanın üç yolu vardır. Bunların birincisi değiştir
me sanatı, kambiyodur. İkincisi tefecilik, üçüncüsü de para
ı değiştirmektir. Birincisi adi, ikincisi kötü , üçüncüsü da
ha da kötüdür. "
Dört yüz yıl kadar sonra yazan bir İngiliz, Richard Can
tillon, sikkedeki değer düşmesinin iyatlara etkisini güzel
ce özetledi: "Bütün tarih göstermektedir ki hükümdarlar pa
ranın değerini düşürüp nominal değerini muhaaza ettikle
ri zaman bütün hammaddeler ve mamuller paranın düşmesi
oranında bir iyat artışına uğrarlar. "
Kopemik adını herhalde dünyanın güneş çevresinde dön
düğü teorisini 1 530'da ilk kez ortaya atan büyük bilim ada
mı olarak işitmişsinizdir. Ama Kopemik aynı zamanda, para
üzerine de incelemeler yapmıştı. Memleketi Polonya'nın para
sisteminin değiştirilmesini önermişti. Değişik paraların tica
rete engel olduğunu görmüş, yığınla küçük barona para bas
ma izni verileceğine tek ve birleşik bir para sistemine gidil
mesini öğütlemişti; en çok da devalüasyon yapılmaması ge
reğini savunuyordu: "Krallıkların, cumhuriyetlerin çökmesi
ne yol açan çeşitli belalar vardır ama kanımca bunların baş
lıcaları dört tanedir: Kavga, salgın, verimsiz toprak ve para
nın bozulması. " Paranın bozulmasına karşı çıkışın ana ge
rekçelerini de Oresme özetler: "Bir hükümdarın ülkesindeki
paranın sabit bir değeri olmayıp günden güne dalgalanması
na izin vermesi bir rezalettir, ayıptır . . . Bu değişmeler yüzün
den insanlar altın ya da gümüş sikkenin değerini bilemiyor,
mallan için olduğu kadar para için de pazarlık ediyorlar, oy-
1 01
sa bu paranın tabiatına aykırı; çok kesin olması gereken şey
kesinsiz, belirsiz . . . böyle değişmeler, bozulmalar sonucu bir
ülkede altın ve gümüş miktarı azalır, ne kadar tedbir alınırsa
alınsın daha değerli oldukları yerlere akarlar. . . Onun için pa
ra değeri düşürülen ülkelerde paranın hammaddesi azalır . . .
Aynca, değişme ve bozulma yüzünden başka ülkelerden tüc-
carlar güzel mallarını getirmez olurlar . . . çünkü o ülkede kötü
paranın dolaşımda olduğunu bilirler. . . Üstelik, bu değişimle-
rin yeraldığı ülkenin kendisinde bile mal dolaşımı öylesine
alt üst olur ki tüccarlarla zanaatkarlar birbirlerine karşı nasıl
davranacaklarını bilemezler. "
Kralın danışmanları devalüasyon sonuçlarından endişe
lenirlerdi. Onlar ticaretin yolunda olmasını istiyor, tüccar
ve bankerlerin başka ülkelere altın ve gümüş ihraç etme
siyle zaten yetersiz olan maden stoklarının daha da azalma
sından hoşlanmıyorlardı. Yoksullar iyat dalgalanmalarının
kurbanıdır genellikle, çünkü zaten çalışmaktan başını kal
dırıp kendini koruyacak zamanı ve imkanı yoktur. Oysa pa
ra işinin içinde olup durumu bilenler servetlerini koruma
nın yolunu bulur, hatta böyle zamanlarda kar bile ederler.
Birçok ülke , ticaretin gelişmesi aşamasında o kadar önemli
olan altın ve gümüşün ihracına karşı ard arda yasalar çıkar
dılar. 14 77'de lngiltere'de böyle bir yasa kabul edildi: "Mü
tevefa Kral Altıncı Henry'nin saltanatının ikinci yılında ya
pılan Kararnameye göre başka şeyler arasında altın ve gü
müşün ihracı da yasaklanmıştı. . . Bu yasaya ve aynı konu
ya ilişkin başka yasa ve kararnamelere aykırı olarak altın
ve gümüş para ve bu ülkenin altın ve gümüşünden yapılma
kap-kacak mal olarak bu memleketten çıkarılmakta ve bu
da acele çare bulunmazsa adı geçen memleketin yoksullaş
masına ve adı geçen memleketin hazinesinin mahvına yol
açmaktadır . . . Hiç kimse bu memleket sikke ve parasını ya
da başka ülkelerin, diyarların paralarını ve altın kap, tabak,
1 02
tepsi ya da mücevheri, ya da gümüşü , kral ruhsatı olmaksı
zın dışarı çıkarmayacaktır. "
Krallar sadece olan altın ve gümüşü ülke içinde tutmaya
çalışmakla kalmıyor, madencilere özel ayrıcalıklar vererek
olan miktarı çoğaltmaya da bakıyorlardı. "Ülkemizde açıl
mış ve açılacak madenlerde çalışan bütün madenciler, usta
ve işçiler. . . madenleri kendi paralarıyla istedikleri gibi açıp
işletebilirler; hiç kimse, ne dini ve dünyevi lordlar, ne tüc
carlar, ne de adı geçen madenlerde hakkı olduğunu iddia
eden memurlarımız onlara karışamaz , engel olamaz, onları
herhangi bir şekilde rahatsız edemez . "
Altın v e gümüşün ticari gelişme için b u kadar önemli ol
duğu bu dönemde, ticari büyüme kendisi bu madenlerin
muazzam yataklarının keşine yol açtı, bu keşif de ticare
tin yeniden büyümesini sağladı. Bugün, dört yüz yıllık bir
perspektiften, Kolomb'un keşini daha iyi değerlendirebili
yoruz; ama onbeşinci yüzyılın insanları Kolomb'u Hint Ada
ları'nı keşfedemediği için başarısız saymışlardı. Ancak onal
tıncı yüzyılda Meksika ve Peru'dan lspanya'ya gümüş akma
ya başlayınca keşinin değeri anlaşıldı.
Mallar binlerce mil boyunca, dağlardan, çöllerden, deve ,
at ve katır üstünde götürülürse; yolun bir kısmında insan
sırtında taşınırsa; yol boyunca namussuz kabilelerin saldır
ması tehlikesi varsa, okyanusta öldürücü kasırgalar ve katil
korsanlar tehlikesi varsa; her iki yolda da orada burada çe
şitli hükümetler durmadan yüksek vergiler alıyorlarsa; va
rılan son limanda mallar, orada bu işin tekelini almış olan,
dolayısıyla da zaten yüksek olan iyata esaslı bir kar koyabi
len bir grup tüccara satılıyorsa - bu malların iyatları ateş pa
hası olacaktır. Onbeşinci yüzılın gözde Doğu mallarının i
yatları da işte bu durumdaydı. Doğu baharatı, değerli taşları,
ilaçları, parümleri ve ipekleri Venedik gemilerinin yük bek
lediği limanlara eriştiğinde epey pahalı oluyorlardı; Vene-
1 03
dikliler bunlan Avrupa içindeki başlıca dağıtıcılar olan Gü
ney Almanya şehirlerinin tüccarlarına satınca iyatlar gökle
re erişiyordu .
Başka ülkelerin tüccarları Doğu ticaretinin muazzam kar
larının yalnız Venediklilere gitmesinden memnun değiller
di - onlar da pay istiyorlardı. Doğu mallanndan çok para ya
pılacağını biliyorlardı, ama Venedik tekelini kaldıramıyor
lardı. Doğu Akdeniz Venedik gölü haline gelmişti, yapılacak
bir şey de yoktu orada.
Ama Hindistan'a Venedik denetiminde olmayan bir yol
dan erişmek denenebilirdi. İtalyan denizcilerinin ilk olarak
onüçüncü yüzyılda kullandıkları pusula şimdi pusula kartı
na yerleştirilebildiği için; usturlapla Ekvatora olan uzaklık
anlaşılabildiği için, İtalyan denizcileri kulaktan dolma, ha
yalı bilgiler yerine somut gözleme dayanan haritalar yapma
ya başlayabildiği için; artık kıı kıyı gitme zorunluğu orta
dan kalkmıştı. Belki, insanlar gerekli cesareti gösterebilirler
se, Doğu'ya, o baharat ve mücevher hazinesine yeni bir yol
bulunabilirdi.
Gemiler kahramanca her yöne açılıyorlardı. Kolomb'un
batı seferi bu yolculuklardan sadece bir tanesiydi. Başka yü
rekli gemiciler bir kuzey-doğu yolu bulma umuduyla Ark
tik Denizi'ne yönelmişlerdi. Başkaları Arika sahili boyunca
güneye gidiyorlardı. Sonunda, l 497'de Vasco de Gama bir
güney-doğu yolculuğunda Arika kıtasını dönmüş, l 498'de
Hindistan'da, Kalikut limanında demir atmıştı. Hindistan'a
deniz yolu keşfedilmişti.
Bu , başka yönlerin arıştırılmasına gerek kalmadığı anla
mına mı gelirdi? Hiç bile. Kolomb tekrar tekrar denedi -
Amerika kıtası olan engeli aşmak için birkaç kere yola çıktı.
Batı yoluna açılıp aynı engelle karşılaşan öteki denizcilerin
kimi kuzeye, kimi güneye saparak aradı durdu . . . 1 609'da bi
le Henry Hudson hala Doğu yolunu arıyordu.
14
Ararlardı tabii. Doğu yolunda para vardı - dünya kadar.
Vasco de Gama'nın ilk Hindistan yolculuğunda kar yüzde
6.000 olmuştu ! Başka gemilerin de aynı tehlikeli -ama kar
lı- yolculuğu yapmasına hiç şaşmamalıydı. Ticaret düzensiz
atılımlarla büyüyordu . Venedik eskiden Mısır Sultanı'ndan
yılda 420.000 libre karabiber satın alırdı, oysa şimdi Porte
kiz'e dönen bir tek geminin ambarında 200.000 libre karabi
ber vardı ! Eski Doğu yolunu Türkler'in ele geçirmiş olması
artık önemli değildi; Umut Bumu'nu dolaşarak Doğu'ya git
mek tüccarları Türklerin iyi niyetine ve Venediklilerin te
kellerine bağımlı olmaktan kurtarmıştı.
Ticaretin yönü ve yolları değişmişti artık. Eskiden Vene
dik'le Güney Almanya şehirlerinin coğrai konumu onla
rı batılarındaki ülkelerden daha avantajlı kılmışken, şimdi
Atlas Okyanusunda kıısı bulunan ülkeler avantajlı olmuş
tu . Venedik ve ticaret bakımından ona bağlı olan şehirler ar
tık ticaretin ana yolundan uzak kalmışlardı. Eskiden ticare
tin anayolu olan, şimdi ara sokak olmuştu . Yeni ana yol At
las Okyanusuydu ve Portekiz, İspanya, Hollanda , İngiltere
ve Fransa ticai üstünlüğü ele geçirmişlerdi.
Tarihin bu dönemi haklı olarak "Ticari Devrim" diye ad
landırılır. Görmüş olduğumuz gibi sürekli ve düzenli bir şe
kilde büyüyen ticaret şimdi dev adımlan atıyordu. Girişken
tüccarların karşısında yalnız eski Avrupa ile Asya'nın bazı
kısımlan değil, yepyeni dünyalar olan Amerika ve Afrika da
vardı. Ticaret artık nehirlerle , Akdeniz ve Baltık gibi kapa
lı denizlerle sınırlanmamıştı. Eskiden "uluslararası ticaret"
denince Asya'nın bir kısmıyla Avrupa'nın ticareti anlaşılırdı,
oysa şimdi bu deyim dört kıtadan meydana gelen, anayolla
n da okyanuslar olan çok daha geniş bir alanı anlatıyordu.
Keşiler Batı Arupa'nın bütün iktisadı hayatında muhteşem
bir yayılma dönemine yol açtılar. Pazarın gelişmesi her za
man iktisadı etkinliği hızlandıran başlıca etki olmuştur. Bu
1 05
dönemdeki pazar gelişmesi bu zamana kadar eşi görülme
miş çapta bir olaydı. Alışveriş yapılacak yeni yerler, kendi
ülkenizin ürünlerini satacak yeni pazarlar, yurda geri geti
recek yeni mallar - son derece bulaşıcı, teşvik edici bir ha
reketti bu ve yoğun ticari etkinliğe, yeni keşilere, buluşlara,
yayılmalara yol açtı.
Tehlikeli ama heyecanlı -çok da karlı- fırsatları değer
lendirmek için ticari şirketler kuruldu . Yeni ticaret şirket
lerinden en eski ve en ünlülerinden birinin adına bakın ye
ter: "Yeni ülkelerin, bölgelerin, adaların ve bilinmeyen yer
lerin keşfedilmesi için Tüccar Serüvenciler Şirketi ve Lon
cası." Bu , kendi başına az şey değildi. Ama bu ad da hepsini
göstermiyor. Çünkü "keşif' bir kere yapılınca, kaleler kuru
luyor, "menzil"i bekleyecek bir ganizon yerleştiriliyor, yer
lilerle anlaşmalara girişiliyor, bir yandan ticaret yürüyor, ya
bancıları işin içine sokmamanın çareleri araştırılıyordu - ge
mi yapmak veya almak, taya bulmak, belirsiz, tehlikeli yol
culuk için iyeceği ve donatımı sağlamak gibi uzun ve mas
ralı ön çalışmalar da cabası.
Bütün bunlar para demekti , çok para . Hiçbir kişinin
böyle tehlikeli bir işe tek başına yatıramayacağı kadar çok
para.
Eski tarz ticaret ve ticaret yollarına göre kurulmuş ticari
birliklerin bilinen biçimleri yeni koşullara uymuyordu. Bi
linmeyen ülkelerde, yabancı insanlarla, alışılmadık koşullar
da doğru dürüst ticaret yapabilmek, yeni tip bir ticari birli
ği gerektiriyordu ve her zaman olduğu gibi, bu talebi karşı
layacak yeni bir tip doğdu .
Bir, iki ya da üç bireyin yapamadığını tek bir yönetimle,
tek bir birim olarak çalışan birçok birey yapabildi. Onaltın
cı ve onyedinci yüzyıl tüccarlarının Amerika, Asya ve Arika
ile ticaret gibi, büyük bir girişimin gerektirdiği, büyük para
toplama sorununa karşı buldukları çözüm yolu anonim şir-
1 06
ket oldu . İngiltere'nin ilk anonim şirketi Tüccar Serüvenci
ler'di. Her biri 25 paund koyan -o zamanlar için büyük pa
raydı- 240 hisse sahibi vardı. Birçok kişiye hisse satarak bü
yük ticaret, korsanlara karşı korunma ve kolonizasyon se
ferleri için gerekli sermaye toplandı . Bu anonim şirketler
şimdiki büyük korporasyonların atalarıydı . Şimdi olduğu
gibi o zaman da -parası olan- herhangi bir hisse satın ala
rak anonim şirketin ortağı olabilirdi. Korsanlık seferleri bi
le anonim şirket tarzında yapılıyordu . Drake'in İspanyollara
karşı seferlerinden birinde Kraliçe Elizabeth bile ödünç ver
diği birtakım gemilere karşılık hisse senedi almıştı. Bu sefe
rin karı yüzde 4. 700 oldu ve Kraliçenin payına da 250.000
sterlin düştü !
Kraliçenin bu yağma seferiyle gizli ortaklığının pek o ka
dar da gizli olmadığı Sevilla'dan gelen, 7 Aralık 1 569 tarih
li şu mektuptan anlaşılmaktadır: "Bu olayın en can sıkıcı ya
nı da Hawkins'in Kraliçenin yardımı ve gizli rızası olmaksı
zın böylesine kalabalık ve iyi donanmış bir ilo kuramaya
cağıdır. Bu da Kralın İngiltere Kraliçesine olağanüstü ulak
göndererek istediği antlaşmaya aykırı. Söze sadakat göster
memek bu ulusun huyu ve alışkanlığıdır, onun için de şimdi
Kraliçe onlardan bilgisi olmadığını iddia ediyor. "
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda örgütlenen bazı şirket
lerin adlan ticaret ya da kolonizasyon girişimlerini ya da her
ikisini birden, nerede yürüttüklerini bize gösterir. Yedi tane
"Doğu Hindistan" kumpanyası vardı, en ünlüleri de İngiliz
ve Hollanda şirketleriydi; Hollanda , Fransa, İsveç ve Dani
marka'da örgütlenmiş dört tane "Batı Hindistan" şirketi var
dı. "Levant" ve "Afrika" kumpanyaları da revaçtaydı; Ameri
kalılar için özellikle ilginç olanları da "Plymouth" kumpan
yasıyla İngiltere'de örgütlenen "Virginia" kumpanyasıdır.
Bunca pahalı ve riskli girişimleri göze alan bir şirketin
kendi hükümetinden bu ticaretle ilgili mümkün olduğu ka-
1 07
dar azla arıcalık koparmak için elinden geleni yapacağını
tahmin edersiniz . En önemlilerinden biri de tabii ticaretin
tekel hakkını almaktı. Şirket, kendi bölgesine yabancı tüc
carların burunlarını sokmasını hiç istemiyordu . Ticarette
ki büyük yayılmanın bu ticaret şirketlerinin cüretli öncü
lüğünden ileri geldiği iddia edilmiştir. Şimdi tarihçiler bu
na pek inanmıyor. Şirketlerin dışında kalıp da ticarete gir
mek isteyen o kadar tüccar olmasının, bu kısıtlaıcı tekeller
olmasa ticaret hacminin daha da büyük olabileceğini ispat
ladığını söylüyorlar.
Her neyse, şirketlerin öncelikle hisse sahiplerine kar sağ
lamak için çalıştığını biliyoruz. Bunun için azla üretim ve
geniş çapta satış gerekiyorsa onları yaptılar; üretimi sınır
lamakla kar edilen durumlarda sınırlamaya gittiler. Hollan
dalılar: "Başka adalardaki karanil ve hindistancevizi üreti
mini yok edip yalnız kendi denetleyebildikleri Amboyna'da
ekilmesini sağlamak için yerli yöneticilere 3 . 300 sterlin pa
ra verdiler. . . Doğu Hindistan ticaretlerini geliştirmeye pek
meraklı değillerdi. Yüksek kar oram sağlayabilecek sınırlar
içinde tutmak istiyorlardı. "
B u belirli olayda "yüksek kar oram" ticareti geliştirmekten
çok sınırlamakla mümkün oluyordu, ama genel olarak tica
retin gelişmesinde yüksek kar vardı. Ticaretin altın çağıydı
bu , servetler oluşuyordu - sermaye birikiyor ve bu da onye
dinci ve onsekizinci yüzılların büyük endüstriyel genişle
mesinin temeli olacaktı.
Tarih kitapları şu ya da bu kralın ihtiraslarını, fetihlerini,
savaşlarım uzun uzun anlatırlar. Bütün vurguladıkları yan
lıştır. Sayalarım bu krallara aıracaklarına tahtların ardın
da duran gerçek güçlere - yani dönemin zengin tüccar ve
maliyecilerine ayırsalar çok daha iyi olurdu . Tahtın ardın
daki gerçek güçler onlardı çünkü , krallar her vesilede on
ların mali yardımına başvururlardı. Onaltıncı ve onyedinci
1 08
yüzılların iki yüz yılı boyunca savaş hemen hemen hiç ek
silmedi. Savaşın da ödenmesi gerekir. Ödeyen, parası olan
adamdı - yani tüccarlarla bankerler.
İspanyol V. Karlos'un (Şarlken) mu, yoksa Fransız I. Fran
çois'nın mı Kusal Roma İmparatorluğu tacını giyeceği soru
nunu çözen, büyük Alman bankası Fugger'in başı olan Al
man bankeri jacob Fugger oldu . Taç Karlos'a 850.000 lori
ne mal oldu, bunun 543 .000'i de Fugger'in ödünç verdiği pa
raydı. Aldığı parayı ödeme işini ağırdan alan Karlos'a yazdığı
mektubun tonundan perde arkasında jacob Fugger'in etkisi
hakkında bir fikir edinebiliriz. Parası jacob Fugger'e muaz
zam bir kudret sağlamasa böyle bir mektup yazmaya hiçbir
zaman cesaret edemezdi: " . . . Arıca Maj estelerinizin Acen
telerine de büyük miktarda borç para verdik, bu paranın
büyük kısmını da bizim dostlardan ödünç almamız gerek
ti. Majestelerinizin benim yardımım olmaksızın Roma Tacı
nı kazanmayacağınız bilinen bir şeydir, bunu Majestelerini
zin Acentelerinin kendi elleriyle yazdıkları belgelerde de is
patlayabilirim. Bu olayda kendi çıkanını düşünmedim. (Siz
buna kesinlikle inanmayın ! ) Çünkü o zaman bana önerildiği
gibi Austurya Hanedanını bırakıp Fransa'ya yardım edecek
olsaydım çok para ve mal kazanırdım. Majestenizin ve Avus
turya Hanedanının böyle bir durumda ne kadar zararlı çıka
cağını Maj esteleriniz gayet iyi bilirsiniz. "
Onaltıncı yüzyılda bir yerine Fugger'in gölgesi bulaşma
yan neredeyse hiçbir önemli olay olmadı. Onbeşinci üzıl
da baharat alışverişiyle uğraşan ünlü bir ticaret şirketi ola
rak işe başlamışlardı. Ama bankerlikte servet yaptılar. Baş
ka tüccarlarla, krallara, prenslere borç para verdiler ve karşı
lığında madenlerden, ticai girişimlerden, kraliyet toprakla
rından, gelir getiren hemen her çeşit teşebbüsten gelir sağla
dılar. Paralar ödenemeince arazilere, madenlere, toprakla
ra -rehin olarak ne konulmuşsa- sahip oldular. Papanın bi-
1 09
le Fugger'lere borcu vardı. Her yerde şubeleri, acenteleri var
dı. 1 546'nın Fugger bilançosu Alman imparatorundan, An
twerp şehrinden, İngiltere ve Portekiz krallarından ve Hol
landa kraliçesinden alacaklı olduklarını gösterir. O yıl için
sermayeleri beş milyon guldendi. Bu çağı alanca kralın sal
tanatı değil de Fuggerler Çağı olarak adlandıracak tarihçi
gerçeğe çok daha azla yaklaşmış olur.
Fugger'ler çağın en önemli maliyecileriydiler ama nere
deyse onlar kadar büyük başkaları da var. Bir başka Alman
bankası olan Welser, V. Karl'a 143 . 000 lorin vermişti; onla
rın da ticari teşebbüslerde, madenlerde, topraklarda büyük
yatırımları vardı. Hochstetler, Haug, lmhof, hepsi anı çe
şit tüccar bankacı - işletmeci işini yürütüyorlardı. Bu döne
min İtalyan maliyecileri arasında Frescobaldi, Gualterotti ve
Strozzi büyük olma yolundaydılar. Bir iki yüzyıl önce başta
gelen adlar Peruzzi ve Medici idi. Mali ve ticari etkinlik öl
çeğinde muazzam artışı ölçmenin en iyi yolu bu iki büyük
bankacı ailelerin servetlerini Fugger'lerle karşılaştırmaktır.
110
duvarlarında "Her ulus ve dilden tüccarlara açık" ibaresi ya
zılıydı. Dünyanın her yerinden tüccarlar da bu daveti kabul
etmişti. İngiliz kumaşçılığının merkezi Antwerp'di, ayrıca
Doğu baharatının en önemli merkezi de burasıydı. Venedik
liler baharat ticaretinin tekelini Portekizlilere kaptırmışlar
dı. Portekizliler de bu işi hemen tamamen Antwerp'den yü
rütüyorlardı. Son derece önemli bir etkinlik gelişmişti bu
rada - ticaret ve endüstrinin nasıl dev adımlarla ilerlediğini
gösteriyordu bu . Alıcıya verilecek bütün malları elde bulun
durmak yerine modern simsar ve komisyoncu ortaya çık
mıştı. Sadece standart bir numune göstererek mallarını satı
yordu. Ticaret üzerindeki kısıtlamaların geçici bir süre için
kaldırılmasıyla önem kazanmış olan panayırlar her zaman
serbest olan pazardan ölüm darbesini yediler. Modern mü
badele eski pazarı yok etmişti.
Antwerp'in bu kadar önemli bir ticaret merkezi olması ay
nı zamanda başlıca mali merkez olmasına da yol açtı. Bü
yük Alman ve İtalyan bankal:rının ana depoları buraday
dı ve para alışverişi asıl ticaretten bile daha önemli bir hale
gelmişti. İşte bu sıralarda Antwerp'de modern maliye araçla
rı gündelik kullanıma girdi. Günün bankerleri mal mübade
lesinde ödemenin çabuk ve kolay olması için yollar ve araç
lar buldular. Bir ülkeden, örneğin İngiltere'den bir tüccar,
uzak bir ülkeden, diyelim ltalya'dan bir tüccardan mal alın
ca nasıl ödemede bulunacak? İngiliz, ltalyan'a altın ve gü
müş mü gönderecek? Bu hem tehlikeli, hem de pahalı. Al
tını böyle göndermeye gerek bırakmayan bir kredi sistemi
nin bulunması gerekiyordu. Bu durumda İngiliz'in ltalyan'a
borcunu ödemek için mallar karşılığında ona şu kadar borç
lu olduğunu söyleyen bir kağıt imzalaması kararlaştırıldı .
Sonra, bir başka alışverişte belki de bir başka İtalyan bir baş
ka lngiliz'den alıp borçlanmış ve o da lngiliz'e borcunu ka
bul eden bir kağıt göndermişti. O zaman, merkezi bir banka-
111
dan iki borç iptal edilebilirdi - Ingiltere'den ltalya'ya ve ltal
ya'dan Ingiltere'ye para göndermeye gerek kalmadan. Böy
le bir sistem yüzyıllar önce kuruldu. Onaltıncı üzyıldan bir
yazar şöyle anlatıyor: "Adı geçen ülkelerin Lyons (Antwerp
gibi bir mali merkez) ve başka ülkelerle şehirlerin tüccarla
rı arasında ödemelerine gelince bunun büyük kısmı kağıt
üstünde olur. Yani, bir yandan sen bana borçlusundm, bir
yandan da ben sana borçluyumdm; hepsini iptal eder, ödeşi
riz; ve adı geçen ödemeler için hemen hiç para kullanılmaz . "
Para aktarımı yapılmaksızın iş yapma mucizesini Cantil
lon da açıklıyor: "İngiltere Fransa'ya 1 00 . 000 ons gümüş
borçluysa , Fransa Hollanda'ya ve Hollanda da Ingiltere'ye
100.000'er ons borçluysa, bu üç toplam, üç devletin banker
leri arasında bir yerden öbür yere gümüş göndermeye ihti
yaç kalmadan ödeşilir. "
Bütün b u bilgiler kendi başlarına önemli değil . Önem
li olan, genişleyen ticaretin ihtiyaçlarım karşılamak için ge
rekli mali mekanizmanın onaltıncı yüzyılda tüccarlar ve
bankacılar tarafından hazırlanmış olmasıdır. Şüphesiz o za
mandan bei de değişen koşullan karşılayacak daha yeni ve
daha iyi yöntemler de eklendi, ama yüzlerce yıl önce temel
oradaydı.
Sömürecek yeni ülkeler açıldıkça, ticaret öne atılıp tüc
carlarla bankacılar zenginleştikçe, bu Fugger'ler çağının tari
he insanlığın reahı ve mutluluğunun altın çağı olarak geçe
ceğini düşünebilirsiniz. Ama öyle düşünürseniz yanılırsınız.
112
9
" ...YOSUL ADM,
DİLENEN ADAM, HIRSIZ"
113
altıda beşi yok edilmişti. Palatinate'de bir köyün iki yıl sü
re içinde yirmi sekiz kere talan edildiğini okuyoruz. Sakson
ya'da kurt sürüleri dolaşıyordu, çünkü kuzeyde toprağın üç
te birinde ekim durmuştu. "
Ş u halde halkın yoğun sealet ve acılarının bir nedeni sa
vaştı. Bir nedeni daha vardı: Amerika. Dilenciler Çağı'nı ya
ratmakta Yeni Dünya'nın da dolaylı ama önemli bir payı ol
du. Nasıl?
İngiltere , Hollanda ve Fransa tüccarları ticarette muaz
zam servetler yaparken İspanyollar hazinelerindeki para
yı artırmanın daha basit bir yolunu bulmuşlardı. Kaşile
ri Hint Adalarına varıp ticari karlar getirmeyi başaramamış
lardı ama Kuzey ve Güney Amerika kıtalarına çıkmışlardı.
Ve Mesika ile Peru'da çok değerli altın ve gümüş madenle
ri vardı - kapanın elinde kalıyordu . İspanyol kalyonlarının
ambarları satılacak mallarla değil, altın ve gümüşle doluydu ,
özellikle de gümüşle. Saksonya ve Avusturya'daki maden
ler büyük miktarda gümüş çıkarıyorlardı ama bu Yeni Dün
ya'daki topraklarından İspanya'ya akan sevetin yanında pek
küçük kalırdı. 1 545 ile 1 600 arasında geçen elli beş ıl için
Amerikan madenlerinden yılda 2.000.000 sterlin ekleniyor
du. Ve bir maden kurur gibi olurken yeni bir tanesi keşfedi
liyor, akış azalmıyordu . 1 500 ile 1 520 arasındaki dönemde
İspanya darphanesinde 45 .000 kilo gümüş sikke basılmıştı;
ama 1 545 ile 1 560 arasındaki on beş yıllık dönemde üretim
altı katına, 270.000 kiloya yükseldi; 1 580 ile 1 600 arasında
ki yirmi ılda ise üretim 340.000 kiloya fırlayarak 1 520'de
kinin neredeyse sekiz katı oldu .
Amerika'dan İspanya'ya gelen bu muazzam miktarda gü
müş İspanya'da kaldı mı? Hayır. Girdiği hızla çıkarak Av
rupa'daki dolaşıma katıldı. İspanya kralları aptalca savaş
lardan birini bitirip ötekini başlatıyorlardı - levazım ve as
ker için de nakdi ödeme yapıyorlardı. İspanyollar sattıkla-
1 14
rından çok mal alıyorlardı -gümüşü yiyemezlerdi- ve pa
raları ellerinden akıp onlara satış yapan tüccarların ceple
rine doluyordu .
115
İşte böylece değerli madenlerin Avrupa'ya akışı sonucun
da iyatlar fırladı -hem de nasıl ! - ve şu sözler halkın günde
lik konusu haline geldi: "Eskiden, şimdi verdiğinizin dörtte
birine alırdınız tereyağını. Yumurta derseniz, neredeyse be
davaya gelirdi. Ne günlermiş onlar ! "
Amerikan hazineleri ilkin lspanya'ya geliyordu , fiyatlar
daki ırlayış da ilk orada belli oluyordu . 1 536'da İspanya ve
Portekiz'i gezen Hollandalı Nicolas Cleynaerts'in soluğu ke
silmiştir oradaki iyatlar karşısında. Berber parası öyle yük
sekti ki evine şu eğlenceli mektubu yazdı: "Salamanka'da tı
raş olmak için yarım real vermek gerekiyor ki bu da niçin İs
panya'da Flandr'da olduğundan daha azla sakallı adam gö
rüldüğünü açıklar herhalde. "
Amerikan gümüşü İspanya yoluyla Avrupa'ya yayıldık
tan sonra Flandr'dan gelen bu turisti bu kadar şaşırtan iyat
lar her ülkede görülmeye başlandı. Ortalama insan durumu
açıklayamıyordu. Fiyat ihtilalinin kendi yaşadığı bölgeye öz
gü bulunmayıp evrensel olduğunu bilmiyordu . Homurdanı
yor, sebep arıyor, şu ya da bu adamın açgözlülüğüne bağlı
yordu . Onaltıncı yüzılda yazılmış 1ngiltere Ülkesinin Serveti
Üzerine Görüşler adlı bir kitapta yazar çiftçinin iyat yüksek
liğinden toprak sahipleri sınıfının talep ettiği yüksek rant
ları sorumlu tuttuğunu , şövalyenin ise yüksek rantlara çift
lik ürünlerine azla iyat istenmesinin yol açtığını söylediği
ni anlatır:
"Çftçi: Bence bu pahalılık sizin yüzünüzden, çünkü öy
le yüksek rant istiyorsunuz ki toprağınızı kiralayan adamın
yaşamak için pahalıya satması gerek . . . yoksa rantı çıkarama
yacaklar.
"Şövalye: Biz de siz çiftçiler yüzünden rantı yükseltmek
zorunda kalıyoruz, çünkü sizden aldığımız her şeyi pahalıya
alıyoruz; tahıl, sığır, kaz, domuz, horoz, tavuk, tereyağı, yu
murta. Bu 8 yıldır sattığınızdan yarım misli pahalıya satma-
116
lığınız bir şey var mı bunların arasında? Herkes hatırlar ki 8
yıl önce bu şehirde en ii domuz veya kazı, 4 peniye alırdım,
oysa şimdi 8 peniye alıyorum; bir horoz 8 veya 4 peni, piliç
1 peni, tavuk 2 peniydi, şimdi hepsi iki misli. Koun eti, sı
ğır eti de hep aynı. "
Şüphesiz o dönemde de Ortaçağın iktisadi olaylarını sade
ce insanın günahkarlığı açısından ele alma huyundan vaz
geçen bazı düşünürler vardı. jean Bodin ve Cantillon gibi
leri iyat artışlarının ardında "iyi" ya da "kötü " kimseler
den etkilenmeyen kişiliksiz yasanın zoru olduğunu anlıyor
lardı. Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısında Bodin şöyle yazı
yordu : "Gördüğümüz pahalılığın üç nedenden ileri geldiği
ni sanıyorum. Başlıca ve belki de tek neden (kimse buna de
ğinmedi henüz) altın ve gümüşün bolluğudur; bunlar bu
gün bu krallıkta, son 400 yıl boyunca olduklarından daha
azladırlar . . . "
Bodin büyük eserlerini yazdıktan kısa bir süre sonra al
tın ve gümüş akını ile iyat yükselmesi arasında bir bağlantı
bulunduğu konusu başkalarının da kaalarım kurcalamaya
başladı. lngiltere Mülkünün Çürümesi Üzerine Bir ln cel me'yi
1 60 l 'de yazan tüccar Gerard De Malynes şöyle diyordu: " . . .
para bolluğu genellikle malları pahalılaştırır, para kıtlığı da
aynı şekilde malları ucuzlatır. . . Şu halde paranın bolluğu ve
ya kıtlığına göre mallar genellikle pahalanır veya ucuzlar ve
son zamanlarda batı Hint Adalarından Hıristiyan dünyasına
akan para ve değerli maden bolluğu her şeyin pahalanması
na yol açmıştır. "
Onaltıncı v e onyedinci yüzyıllarda hararetle tartışılan ko
nu Cantillon'a göre onsekizinci yüzyılda herkesin bildiği bir
şey olmuştu: "Altın ve gümüş madenleri bulunur. . . bunlar
dan büyük miktarda maden çıkarılırsa . . . bütün bu para, is
ter borç verilsin, ister harcansın, dolaşıma katılır ve katıldığı
bütün dolaşım kanallarında ürünlerin ve malların iyatları-
117
m yükseltir . . . Herkesin bildiği gibi paranın bollaşması. . . her
şeyin iyatını yükseltir. Son iki yüzyılda Amerika'dan Avru
pa'ya getirilen para miktarı bu deneyin doğruluğunu pekiş
tirmektedir. "
Böyle bir iyat yükselişinin sonuçları nelerdir? Kim kar
lı, kim zararlı çıkar? Kazananlar tüccarlardı. Masrafları ar
tarken, yatırımlardan geri aldıkları da azlalaşmıştı. Aldıkla
rına daha azla ödüyorlardı, ama sattıklarına da her zaman
kinden azla iyat koyuyorlardı. Kazanan bir başka grup da
harcamaları sabit kalıp ürünlerinin iyatı yükselenlerdi - es
kiden kararlaştırılmış bir sözleşmeyle uzun süreli toprak ki
ralayıp şimdi yağı, yumurtayı, buğday ve arpaı yüksek iya
ta satabilenler.
Öte yandan, bazı gruplar da iyat devriminden kötü dar
be yemişlerdi. Örneğin hükümetler iki yakayı bir araya ge
tirmekte bayağı güçlük çekiyorlardı. Gelirleri sabitti, oy
sa masraları durmadan artıyordu . Bu , ulusal devletin ya
vaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı bir değişim dönemiydi -
hükümetin mali örgütlenmesi de köhnemişti, yeni koşulla
ra uygun değildi. Yavaş yavaş değişiyordu ama yer yer kötü
gıcırdıyordu - fiyat devrimi de güçlüklere güçlük katmış
tı. Parasızlık derdi kralı büsbütün yükselen paralılar sını
fının kucağına itti, bu sıralarda krallardan yeni yeni taviz
ler koparıldı. Bu dönemin, burjuvaziye artan politik kud
ret getiren devrimleri böylece iyatlardaki devrimle sıkı sı
kı bağlantıydı.
Ücretli işçilerin de durumu kötüleşti. Fiyatların yüksel
mesi hemen hemen her zaman ücretlerin de yükselmesi de
mektir, onun sonunda her şeyin denkleşmesi beklenebilir.
Ama öyle değildi işte, bir bit yeniği vardı bu işin içinde. O da
şuydu : Ücretler hiçbir zaman iyatlar kadar yükselmez. Üc
reti artırmak için mücadele gerekir. Direnişle karşılaşan bi
linçli kitle eylemiyle ücret yükseltilir, oysa iyatlar pazar iş-
118
lemleriyle kendiliğinden yükselir. İşçilerin güçtü durumu .
Onbeşinci üzyılın sonunda Fransa'da bir işçinin gündelik
ücreti 4,3 kilogram et almaya yetiyordu , ama bir yüzyıl son
ra ancak 1 ,8 kilo alabilirdi; öteki dönemde dört ranka ala
bildiği bir hektolitre buğday sonraki dönemde yirmi ranka
alınamıyordu . Rogers'in hesabına göre l 495'te lngiltere'de
bir köylü on beş hafta çalışarak evin yıllık ihtiyacını sağla
yabiliyordu , ama 1 6 1 0'a gelindiğinde yılın her haftası ça
lışmakla bile aynı miktarı satın alamıyordu ! Ve " 1 6 1 0'da . . .
Rutland'da bir zanaatkar, l 495'te bir zanaatkarın o n hafta
çalışarak kazandığını kazanmak için kırk üç hafta çalışmak
zorundaydı. " Çalışan adam bu durumda ya kemerini sıkmalı
ya artan maliyetleri karşılayacak ücret artışını sağlamak için
savaşmalı, ya da dilenci olmalıydı. Fiyat devriminin sonun
da üçü de oldu.
Sıkıntı çeken bir başka grup da sabit nakdi geliri olanlar,
rantier sınıfıydı. Bunlar yıllık maaş, emeklilik veya aiz ora
nı sabit bonolarla geçinirdi. Örneğin, ondördüncü yüzyılın
sonunda, ömür boyu bir yıllık maaş için yatırım yapan Miss
Reynerses'in durumu:
"Halberstadt şehrinin biz Şehremini, Konseyi ve lonca yö
neticileri. . . bize ödemiş bulunduğu beş lodige mark karşılı
ğında . . . dindar bakire Aleheyde Renerses'e yılda yarım lo
dige marklık bir rank sattığımızı bildiririz. "
Belki Miss Reynerses yaşlılığında rahat etmek için b u yıl
lık ranta bel bağlamıştı. Pekala akla yakın bir şey. Ama bu
iyatların yükselmesi döneminde yaşasaydı aç kalmak talih
sizliğine uğrardı, çünkü geliri sabit kalır (onun durumunda
yılda yarım lodige mark) ama bu parayla alabileceği her şe
yin iyatı artmış olur, onun için de pek azla şey alamazdı.
Nominal geliri değişmez ama gerçek geliri azalırdı. Fiyatla
rın yükselme döneminde sabit gelirlilerin başına her zaman
gelir bu durum.
119
Yine, topraktan sabit geliri olanlar da darbe yemişlerdi.
Toprak tasarruu için nakdi rant döneminin nasıl gelenek
sel hizmetlerin yerini aldığını hatırlarsınız . Fiyat devrimi
patlak verene kadar bu durum toprak beylerinin işine gel
mişti. O zaman eski düşük rantı alırken yeni yüksek iyatla
rı ödemek zorunda kaldılar. İyice sıkışmışlardı. Ne yapabi
lirlerdi? Kralların el koyduğu kilise topraklarını satın alarak
ya da bağış olarak sahiplenen lordlar ve zenginler rantlar sa
bit kalırken fiyatların yükselmesi olgusu karşısında ne yapa
bilirlerdi? Topraktan daha azla para çıkarmak zorundaydı
lar. Ama nasıl?
İki yol vardı: Rant yükseltme ya da çevirme . .
Çevirme bütün Avrupa'da, ama özellikle İngiltere'de uy
gulandı . llk bölümde anlatılan açık-tarla sistemini hatır
larsınız. İsraa yol açtığı için kötü bir sistemdi. llerici, uya
nık, girişken çiftçi kendi hızını belirleyemediği, yeni deney
ler yapamadığı, komşu tarladakilerin tmpo'suna uymak zo
runda kaldığı için de kötüydü . Birkaç bön, akılsız çiftçi bü
tün bir köyün ilerlemesini durdurabiliyordu . Onun için ba
zı yerlerde tarla dilimleri değiş tokuş edilmiş, onun bunun
tarlası arasında darmadağın olmuş otuz dönüm toprağı ba
zı çiftçiler altışar yedişer dönümlük dört beş büyük parça
da toplamışlardı. Talihli ya da akıllı bir çiftçi bütün dilimle
ri "çözüp" toprağını tek parçada toplamayı da başarabiliyor
du. O zaman yapılacak şey tarlaı ya da tarlaları bir çitle çe
virmekti. Bir zaman açık olan tarla böylece çevrilmiş oluyor
du - yani, çit çekiliyordu çevresine. Yeni İngiltere'de (New
England) gezdinizse her çiftçinin tarlasını çeviren taş duvar
ları görmüşsünüzdür; eski İngiltere' de, taşın kolay bulundu
ğu yerde taştan duvar da yapıyorlardı; taş bulunmayan yer
de de tarlaların çevresine çit çekiyorlardı. Toprakta çiftçili
ğin devam ettiği bu tipten çevirmeler kimseye zarar verme
miş, hatta tarımın gelişmesine yol açmıştı. Kimsenin buna
1 20
itirazı yoktu, onun için zengin çiftçi gibi yoksulu da tarlası
nı çeiriyor ve yararını görüyordu.
Ama bir de binlerce insanın başına çorap ören başka çe
şitten bir çevirme vardı. Bu, koyun yetiştirmek için yapılan
çeirmeydi. Yün iyatları yükseldiği için (lngiltere'nin başlı
ca ihracatı yündü) lordların çoğu topraklarını çiftlikten ko
yun otlağına döndürmekle daha azla para kazanabilecekle
rini gördüler. Bu iş iyat devriminden önce olmuştu , ama ar
tan iyatlar da süreci kamçıladı ve daha çok sayıda lord ko
yun yetiştirmek amacıyla topraklarını çevirdi. Bu , lordun
daha azla para kazanması demekti ama, anı zamanda çev
rilen toprakta çalışan çiftçilerin işlerini ve geçimlerini kay
betmeleri de demekti. Koyun yetiştirmek için, çiftlikte çalı
şandan daha az insana ihtiyaç vardır. Fazlalık olanlar şim
di yersiz yurtsuz kalmışlardı. Çoğu zaman lordların yekpa
re büücek bir otlak için yoldaki kiracıları kovmaları gereki
yordu . Ve kovuyorlardı - onun için de birçok yoksul insan
geçim imkanını kaybediyordu . O dönemde yazıp çizenlerin
acı feryatları otlak için çevirmenin yoksul çiftçilerin başına
ne dertler açtığını bize gösteriyor.
Bazen de, lord sadece merayı çeviriyordu . Tabii bu da
yoksul kiracının hayvanlarını otlatacak yer bulamaması
na, bu da sealete düşmesine yol açıyordu . Kiracıların hiç
söz hakkı yok muydu bu işte? Adalete başuramazlar mıy
dı? Evet, vurabilirlerdi. Ama adalete başvurmak her zaman
zengin için daha kolaydır, çünkü para ondadır ve yoksul ki
şi çok kez kazanabileceği davada da sonuna kadar mücade
le etme imkanını bulamaz . Parası olan lord davayı sürdü
rebilir, kiracıların yorulup vazgeçmelerini bekleyebilirdi;
sonra onların topraklarını da satın alıp çevirdiği kısma ka
tabilirdi. Wootton Basset çiftçilerinin "Mera Haklarının Ge
ri Verilmesi İçin" Avam Kamarası'na dilekçeleri bu hikaye
yi anlatır.
121
"Adı geçen Şehrin Şehremini ve Serbest Kiracılarının . . .
her çeşit hayvanın beslenmesi için serbest meraları vardı. . .
Sir Francis Engleield adında biri. . . adı geçen çayırı çevirdi. . .
Onlardan daha güçlü olduğu için bu iş çok sürdü , adı geçen
serbest kiracılar yasa yolundan daha azla dayatacak takat
bulamadılar; çünkü serbest kiracılardan john Rous adında
biri mahkemede sürünmekten bütün toprağını satmak zo
runda kaldı (500 sterlin değerindeydi) ve başka birçokları
da böyle para kaybettiler. Şimdiye kadar kullanageldiğimiz
meradan kovulduk ve ardımızda tek karış odağımız yok. . .
Öylesine yoksullaştık ki Tanrı siz Saygıdeğer Meclis üyeleri
nin yüreğini yumuşatıp bizimle ilgilenmezseniz ve bu hakkı
yeniden kullanabilmemiz için . . . "
1 22
olmuşlardı. Kiracının kontratı bitince, eski kontrat koşulla
rına göre yenilemek yerine lord rantı öylesine yükseltiyor
du ki, kiracı genellikle bu parayı ödeyemiyor ve toprağı bı
rakıyordu . Bu, kontratlıların başına gelendi. Ama çoğu köy
lünün kontratı bile yoktu (kontrat giderek önem kazanacak
tı) . Bunlar toprağı "lordun kayıtlarında yazılı olan" malikane
adetine göre kiralamış durumdaydılar. Ne yazık ki, malika
ne adeti denen şey köylülerin çoğunluğu için lordun dilediği
anda istediği şey demekti ve lordun her şeyden azla istediği
de ya topraktan daha azla para çıkarmak ya da toprağı daha
azla para verecek birine kiralamaktı. Kiracıyı defetmek için
mümkün olan her çareye başvuruluyordu. Lorddaki kaıtlar
el değiştirdiğinde -sözgelişi aile reisinin ölümü üstüne- her
zamanki vergii ödeyerek toprakta tasarruunu sürdüreceği
ni düşünen oğul verginin eskisi kadar az olmadığını görüyor
du. Lord vergii öyle bir yükseltiyordu ki köylü paraı ödeye
miyor, eski haklarından vazgeçmek zorunda kalıyordu. O za
man lord toprağı ya satıyor, ya da yeni rant rayicine göre öde
mei göze alan birine kiralıyordu .
Whibty halkının 1 553'te verdikleri bir dilekçe rantın ve
vergilerin nasıl arttığını gösteriyor:
1 23
insanın alnının terinden bedava sağlanacak yeterli paradır)
şimdi yılda elli ile üze kiralanıyor."
Açgözlü toprak beylerini suçlayan yalnız Latimer değil
di. O dönemin başka konuşmacı ve yazarları da çevirmeye,
ahiş ranta, yüksek vergiye ve muazzam serseriler ve dilen
ciler ordusunun sayısını kabartmak üzere kiracılarını ko
valayan lordlara şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bu sıralarda ya
yımlanan Toprak Beyleri lçin Yaka n da şunları görüyoruz:
'
1 24
da yasayı onlar bozmuyorlardı - toprak beyleriydi yasayı bo
zanlar. Ama bu , köylü ayaklanmalarına karşı sert tedbirler
alınmadığı anlamına gelmez. Alındı. Her zaman alınır.
Bu dönemde önemli bir değişime dikkat etmek gerekir.
Toprağın, üzerinde harcanan emek miktarına göre önem
li olduğu yolundaki eski düşünce ortadan kalkmıştı; tica
retle endüstrinin gelişmesi ve iyatlardaki devrim parayı in
sanlar için daha önemli yapmıştı ve toprak da artık bir gelir
kaynağı olarak görülüyordu . İnsanlar toprağa da genel ola
rak mülkiyete baktıkları gözle bakmaya alışmışlardı - pa
ra yapmak amacıyla alıp satan spekülatörlerin oyuncağı ol
muştu toprak.
Çevirme hareketi büyük acılara yol açmıştı , ama tarımı
geliştirme imkanlarını da genişletti. Kapitalizm de , endüs
tri işçilerine ihtiyaç duyduğu zaman, artık hayatlarını ka
zanabilmek için iş güçlerinden başka satacak bir şeyleri
kalmayan, toprağından sürülmüş talihsizler stokundan da
adam aldı.
1 25
10
İŞÇİ ARANIYOR - İKİ YAŞINDAKİLER
BAŞURABİLİR
1 26
sını denetlerken, bir ormendi; bitmiş malı tezgahta tüketi
ciye sattığı için bir dükkancıydı.
Aracı geldi. Bunun üstüne zanaatkar ustanın beş işlevi üçe
indi - işçi, işveren, ormen. Tüccarlık ve dükkancılık artık
onun işi değildir. Aracı hammaddeleri getirir ve tamamlan
mış ürünleri toplar. Şimdi onunla müşteri arasında aracı yer
almaktadır. Zanaatkar ustanın işi artık sadece hammaddeler
gelir gelmez mallan yapmaktır.
Aracının kendi sağladığı malzemeyi birtakım zanaatkarla
ra vererek kendi evlerinde yaptırmasına "eve iş verme" sis
temi denir. Şuna dikkat gerekir ki, üretim tekniği sözkonusu
olduğu sürece eve iş verme sistemi lonca sisteminden ark
lı değildi. Zanaatkar usta ve yardımcıları evde aynı araçlarla
çalışıyorlardı. Ama üretim yöntemi aynı kaldığı halde, mal
ların pazarlanması yeni bir temele, aracının tüccarlık yap
ması temeline göre düzenlenmişti.
Aracı üretim tekniğini etkilemiyordu , ama mal çıktısını
artıracak şekilde yeniden örgütlemişti bu tekniği. Uzman
laşmanın avantaj larını görmekte de gecikmedi . Onyedin
ci yüzyılın ünlü iktisatçılarından William Petty, aracının
yürürlüğe koyduğunu yazısına koymuştu : "Biri eğirir, öte
ki büker, öbürü dokur, beriki çeker, bir başkası da ütüle
yip paketlerse, kumaş, bütün bu sayılan işlemlerin aynı elle
yapılması durumunda olduğundan daha ucuza mal olmalı
dır. " Belli bir ürünü ortaya çıkarmak için çok sayıda insana
iş verirseniz , aralarında iş bölümü yapabilirsiniz . Her işçi
nin yapacağı özel bir iş vardır. Aynı işi tekrar tekrar yaparak
o işin uzmanı olur. Bu , zamandan tasarruu sağlar ve üreti
mi hızlandırır. Genişleyen pazarın ihtiyaçlarını karşılamak
için başka değişiklikler de gereklidir. Girişken aracının dü
şündüğü budur.
Ama loncacı böyle düşünmüyordu . İmalatlarının ve o özel
ürünlerinin satışının tekeli konusunda loncaların ne kadar
1 27
kıskanç olduğunu hatırlarsınız. "Haklarını" öyle sıkı göze
tirlerdi ki Glasgow Makinistler Korporasyonu'nun james
Watt'ın buhar makinesi modeli üstüne çalışmalarını önle
meye uğraştığı bile söylenir - Korporasyon üyesi olmadığı
için ! Şu ya da bu ürünün yapımının sırf kendi tekellerinde
bir ayrıcalık olduğuna inanmaya nicedir alışmış lonca üyele
rinin, eski tarzı değiştirmeye kalkışan aracının yaptıklaına
karşı feryadı basacakları bellidir. Loncada gelenek egemen
di. Eski yöntemler, eski pazar, eski tekel, her zamanki gibi
iş - buydu çoğu loncaların istediği. Ama bu da uyanık, giriş
ken aracının istediğine uymuyordu . Talebin gitgide arttığı
bir dönemde gelenekle uğraşacak vakti yoktu . Eski yöntem
leri değiştirmek, yeni pazara uymak, eski lonca tekelleriyle
mücadele etmek istiyordu. Sayısız kuralları ve yönetmelik
leriyle lonca kuruluşunun modası geçmiş, günü dolmuştu -
endüstrinin daha azla gelişmesine ayak bağı oluyordu . Yı
kılması gerekti. Yıkıldı.
Hemen değil, açık açık da değil. (Fransa'da Deim'e kadar
loncalar yasayla ortadan kaldırılmadı; lngiltere'de ondoku
zuncu yüzyılın başlarına kadar son ayrıcalıklarını kaybetme
diler.) Aracı genellikle lonca çerçevesi içinde çalışıyor, görü
nüşte biçimini kabul ediyor ama alttan alta çökertiyordu. Ba
zen bir loncanın zengin ustaları kendi loncalarındaki başka
ustaların işvereni oluyorlardı; bazen bir endüstri dalında yavaş
yavaş ticaret işlerini üzerine alıyor, aynı endüstri dalında çalı
şan başka loncalara iş veriyordu. Lonca sistemi için temel sa
yılan eski ustalararası eşitlik artık tarihe karışmıştı.
Gerektiğinde aracı endüstrisini lonca yöresinden, şehir
lerden alıp kırlara götürerek engelleici lonca kurallarım ve
yönetmeliklerini atlatıyordu - kırsal kesimlerde ücret, çı
rak sayısı sınırlaması vb. lonca kurallarına aldırış etmeden
gerekli yöntemlerle işi yürütmek mümkündü . Böylece Gre
enwich'de demircilik yapan Ambrose Crowley, Durham'a
1 28
taşınarak eve iş verme sistemini başlatmıştı: "Burası eskiden
küçük bir köyken Crowley 1 . 500 nüuslu bir endüstri şehri
yaratmış ve çivi, kilit, sürgü, mala, kürek ve başka çelik alet
yapımını örgütlemeye başlamıştı. Evler görünüşte Crow
ley'indi, malzeme ve aletler de "hatırı sayılır bir bono" im
zalayan işçilere onun tarafından veriliyordu . Bu depozitoyla
atölye çalıştırma ve usta olma hakkını kazanan işçi ailesiyle
birlikte çalışıyor ve gereğinde bir kalayla birkaç çırak da tu
tuyordu. lşyeri ustabaşının atölyesiydi, ödeme de parça he
sabı yapılıyordu . . . 1 706'da şövalye unvanı alan Sir Ambrose
Crowley daha sonra Andover milletvekili oldu . Bu zamana
kadar 200.000 sterlinlik bir servet yapmıştı. "
Lonca üyeleri endüstrinin örgütlenmesindeki b u değişik
liklere doğal olarak karşı çıkıyorlardı. Eski tekellerini elde
tutmak için mücadele ettiler. Ama loncaların parlak dönemi
geçmişti. Umutsuz bir savaşa girmişlerdi. Pazarın gelişmesi;
sistemi çağdışı, mal talebine cevap vermez durumda bırak
mıştı. "4 Şubat 1 646 tarihli bir şikayet dilekçesinde kır kesi
minde kurdele yapımının gelişmesine itiraz ediliyor. . . Buna
karşılık 'eve iş verenler' durumun 1 6 1 2'den bu yana tama
men değiştiğini söylediler. Ticaret çok büyümüştü . . . Lonca
cılann sınıfı çok azdı, tek bir 'eve iş veren'e bile bir yıllık ye
terli mal sağlayamazdı. "
Kumaş satan aracılar üretimi hızlandırmaya özellikle is
tekliydiler, çünkü uzun bir süreden beri kumaş Aupa'nın
Doğu'ya ihraç ettiği başlıca maldı. Artan talebi karşılamak
için gitgide daha azla işçiye ihtiyaç doğuyor, onun için de
aracı sadece şehirlerdeki çalışmaya hazır lonca üyelerine de
ğil, köylerdeki erkek, kadın ve çocuklara da hammadde ge
tiriyordu .
Çevirme yüzünden yoksullaşmış köylüler için kır kesi
minde endüstrinin böyle yayılması azalan gelirlere azladan
birkaç kuruş ekleme ırsatını veriyordu . Köyü terk etmeye
1 29
hazırlanan birçokları tüccar iş getirdiği için dayandılar. Ro
binson Crusoe'un yazan Daniel Deoe l 724'te Büyük Britan
ya'da Bir Gezi adında bir başka ünlü kitap yazdı. Bu köyler
den bazılarının aracının verdiği işi yapışlarını burada anla
tır: "Yapımcı evleri arasında bir sürü küçük evler ve kulü
beler vardır ve buralarda işçiler kanlan ve çocuklarıyla, ku
maş dokuma işiyle uğraşır dururlar. Böylece evde herkes ça
lıştığı için en küçükten en büyüğe kadar kendi ekmeğini ka
zanmayan yoktur; dört yaşını geçmiş her çocuk ellerini kul
lanır. Ama bir de Yapımcı Başılardan birinin kapısını çalar
sak evin birçok hamarat işçiyle dolu olduğunu görürüz, ki
mi boyayla, kimi çıkrık başında, kimi kumaş sarmaktadır . . .
Hepsi çalışıyordur, hepsinin yapımcı yeri vardır ve hepsinin
yeterli işi vardır . . . "
Demir yapımcısı Crowley nasıl genişleyen pazara talep
edilen mallan başarıyla yetiştirerek zengin oldu? Defoe da
ha ileride şu bilgileri de veriyor:
"Bradford'da bana bu ülkede on bin sterlin, kırk bin ster
lin serveti olan kumaşçılar bulunmasına şaşmamak gerekti
ğini, büyük ailelerin çoğunun bu işte yükseldiğini ve bu soy
lu yapımcılık yoluyla öne geçtiğini anlattılar . . . Ama biz yi
ne Newbey'ye dönelim: Büük bir kumaşçı olan ünlü ]ack
of Ne wb e ry 'nin Londra'ya giden kumaş yüklü arabalarına
kral James rastlamış ve bunların kimin olduğunu sormuş,
o zaman hepsi jack of Newbey'nin olduğunu söylemişler ve
o zaman Kral da, hikaye doğruysa, bu ]ack of Newbey'nin
kendisinden daha zengin olduğunu söylemiş. "
Bu ünlü Jack o f Newbery önemli bir kişiydi, çünkü ham
maddeyi kendi evlerinde işleyecek olan ustalara getiren öteki
çoğu aracıdan arklı olarak kendisi bir bina yaptırmış, buraya
200 dokuma tezgahı koymuş ve 600 kadın, erkek, çocuk ça
lıştırmaya başlamıştı. Bu, onaltıncı yüzyılın başlarındaydı. Üç
yüz yıl sonraki abrika sisteminin başlangıcıydı.
1 30
Ustalara evlerinde taranıp eğrilecek, dokunacak hammad
deyi getiren aracılar ve Newbery kapitalisttiler. Kumaşın sahi
bi onlardı; onlar pazarlıyorlardı; kar onlarda kalıyordu. Zana
atçı ustalarla yanlarında çalışan kalalar ücretli işçilerdi. Ken
di evlerinde çalışıyorlardı; kendi zamanlarını ayarlıyorlardı.
Kendi araçlarına sahiptiler (ama bu her zaman böyle olmaya
biliyordu) . Ama artık bağımsz değillerdi; hammaddelere sa
hip değillerdi - bunları aracılar, müteahhitler getirirdi onla
ra (ama bunun da istisnaları vardı, bazıları hammaddenin sa
hibiydi) . Artık üreticiyle doğrudan ilişkisi bulunmayan, mal
ların parçalarını yapan işçilerdi; ticai işlevleri müteahhitlere
geçmiş ve kelimenin gerçek anlamıyla yapımcı (maniaktür
cü) olmuşlardı (manu, elle + factura, bir yapım = elle yapım) .
Şehir ekonomisiyle birlikte doğan lonca sisteminde ser
maye uak bir rol oynamıştı, ulusal ekonomiyle doğan eve
iş verme sisteminde sermaye önemli bir rol oynuyordu . Bir
çok işçi için hammadde almak, çok para tutuyordu; bu ham
maddelerin dağılımı ve daha sonra tamamlanmış ürünler
olarak satışını örgütlemek çok para tutuyordu . Eve iş verme
sisteminin yöneticisi paralı adam, kapitalistti.
Artan talep pahalı bir tesis isteyen ağır endüstrilerin kapi
talist bir temele göre yeniden örgütlenmesini gerektiriyor
du . Bunun iyi bir örneği onaltıncı yüzyıl lngiltere'sinde kö
mür madenciliğiydi. Yüzeye yakın kömür damarlan tüken
miş, derine inmek zorunlu olmuştu . Bu da büük para yatı
rımı demekti. Sahneye kapitalistin girmesi demekti.
Öteki madencilik dallarında da, hem endüstri için aranan,
hem de savaşan ordular için gerekli demir, pirinç, bakır vb.
madenlere karşı talebi karşılamak üzere büyük para yatırım
lan yapıldı. Maden endüstrileri için gerekli sermaye yatırımı
o kadar büyüktü ki bu gerekli toplamları bir araya getirebil
mek için kapitalistler birleşerek anonim şirketler kurdular.
Daha önce yapımcılıkta da aynı yola gidiliyordu .
131
O zamana kadar bilinmeyen ülkelerin keşiyle, şeker ra
ine etmek, tütün vb. tamamen yepyeni endüstrilerin orta
ya çıkması olağandı. Bu yeni girişimlerde paralarını riske
koymaya gönüllü olanlara hükümet tekel bağışlıyordu . Ye
ni endüstriler ta başlangıçtan kapitalist bir temel üzerinde
örgütlendiler.
Onaltıncı yüzyıl ile onsekizinci yüzyıl arasında Ortaçağ'ın
bağımsız zanaatkarları yok olma sürecine girdi ve onların
yerini kapitalist-tüccar-aracı-müteahhite gitgide bağımlanan
ücretli bir sınıf aldı.
Endüstriyel örgütlenmenin birbiri ardınca sıralanan aşa
malarına kısaca gözatmakta ayda var:
1- Ev ya da aile sistemi: Ev halkı satış için değil kendi kul
lanımları için mal üretir. İş, dış pazarı beslemek için yapıl
maz . Erken Ortaçağ.
il- Lonca sistemi: İki üç kişiyi yanında çalıştıran bağımsız
usta küçük, dengeli bir dış pazarı beslemek üzere üretim ya
par. İşçiler hem işledikleri hammaddelerin, hem de kullan
dıkları aletlerin sahibidirler. Emeklerini değil, emeklerinin
ürününü satarlar. Ortaçağ boyunca.
III- Eve iş veme sistemi: Lonca sisteminde olduğu gibi us
ta ile yardımcılar evde çalışarak büyüyen dış pazar için üre
tim yaparlar. Ama bir önemli ark vardır - ustalar artık ba
ğımsız değildirler; araçlarına sahiptirler ama hammaddele
rini kendileriyle tüketici arasına giren aracıdan alırlar; artık
ücretle çalışan parça işçisi olmuşlardır. Onaltıncı ile onseki
zinci yüzyıllar arası.
iV- Fabika sistemi: Ev dışında, işverenin binalarında ve
sıkı gözetim altında gittikçe genişleyen ve dalgalanan pa
zar için üretim. İşçiler bağımsızlıklarını bütünüyle yitirmiş
lerdir; ne lonca sisteminde olduğu gibi hammaddelerin, ne
de eve iş verme sisteminde olduğu gibi aletlerin sahibidir
ler. Makinanın yaygınlaşan kullanımından ötürü ustalık es-
1 32
kisi kadar önemli değildir. Sermaye her zamankinden daha
önemlidir. Ondokuzuncu yüzyıldan günümüze.
Bir uyan.
Dur
Bak
ve
Dinle.
1 33
"Fabrikasyon metal endüstrisinin gözden geçirilmesi. . .
Ürünler arasında çengeller, çıtçıtlar, çengelli iğneler, toplu
iğneler ve madeni düğmeler var. lp ya da telleri iliştirmek de
gözlemlenen evde yapılan işler arasında yer alıyor . . .
Toplam 1 29
1 34
" Çalışan çocukların yaşlarına göre dağılımları:
T o pla m 246
135
11
ALTIN, BÜLÜK E ŞAN
Bir ülkeyi zengin yapan nedir? Bir ikriniz var mı? Eğlence
olsun diye bir listesini çıkarın ikirlerinizin, sonra da bunla
rı onyedinci ve onsekizinci yüzyılların akıllı adamlarının i
kirleriyle karşılaştırın. Onlar bu konuya karşı derin ilgi du
yarlardı, çünkü bir ulusal devlet, bir şehir değil de bütün
bir ülke çerçevesinde düşünmek karşılarına yepyeni sorun
lar çıkarıyordu . Artık Southampton şehri, Lyons şehri ya da
Amsterdam şehri için neyin en yararlı olacağını değil, İngil
tere ülkesi, Fransa ülkesi ya da Hollanda ülkesi için neyin
en yararlı olacağını düşünmek durumundaydılar. Şehirleri
zengin ve önemli yapan ilkeleri ulusal alana aktarmaya ça
lışıyorlardı. Politik devleti kurmuşlar, iktisadi devleti kur
maya çalışıyorlardı. Yazdıkları şeyler ve önerdikleri yasalar
hep ülkenin bütünü içindi . Hükümetler bütün ulusa ser
vet ve güç getireceğini sandıkları yasalar çıkarıyorlardı; bu
amaçla gündelik hayatın her yanını gözlüyor ve uyrukları
nın bütün etkinliklerini bilerek değiştiriyor, yoğuruyor, dü
zenliyorlardı. Dile getirilen teoriler ve çıkarılan yasalar ta
rihçilerce "merkantilist sistem" olarak adlandırılmış , sınır-
1 36
landırılmıştır. Ama aslında bunlar bir sistem yaratmıyordu .
Merkantilizm, bizim anladığımız anlamda bir sistem değil
di, devletin servet ve kudret kazanma çabasında şu veya bu
zamanlarda uyguladığı birtakım ekonomik teorilerden iba
retti. Devlet adamları böyle şeyleri düşünmekten hoşlanma
ları dolayısıyla ilgilenmiyorlardı bu sorunla - hükümetleri
zorunluydu , çünkü hükümetler her zaman müflis, her za
man paraya muhtaçtı. Şu halde bir ülkeyi neyin zengin yap
tığı boş bir soru değildi. Gerçekti. Ve cevaplandırılması ge
rekiyordu .
Onaltıncı yüzyılda İspanya belki de dünyanın en zen
gin ve güçlü ülkesiydi. Başka ülkelerden akıllı insanlar bu
nun nedenini araştırdıklarında, lspanya'ya sömürgelerinden
akan hazinelerde cevabı bulduklarına inanıyorlardı. Altın ve
gümüş. Bunlardan bir ülkede ne kadar çok olursa o ülke o
kadar zengin olmalıydı - bireyler gibi uluslar için de geçer
li olmalıydı bu. Endüstri ve ticaret çarklarını gittikçe artan
bir hızla döndüren neydi? Altın ve gümüş. Gemi yapımın
da kullanılan sağlam kereste, aç boğazlara giren buğday, ya
da insanların sırtını örten yünlü neyle satın almıyordu? Al
tın ve gümüşle. Bir ülkeyi bir başka ülkeyi fethedebilecek
kadar güçlü yapan neydi? Altın ve gümüş. Şu halde altın ve
gümüş, ülkedeki değerli maden miktarı, ülkenin zenginliği
nin ve gücünün indeksiydi.
O dönemin birçok yazarına göre "zengin bir ülke, zengin
bir adam gibi, parası bol bir ülke olmalıdır; herhangi bir ül
kede altın ve gümüş biriktirmek ülkeyi zenginleştirmenin
birinci yoludur. "
l 75 7'de bile, joseph Harris , Para ve Sikkeler Üstüne Bir
D nme'de şunları yazıyordu: "Birçok nedenden ötürü altın
ve gümüş iddihara (saklanmaya) en yatkın madenlerdir: Da
yanıklıdır, bozulmadan her şekle sokulabilirler, cüsselerine
göre değerleri çok azladır; dünya parası oldukları için her
1 37
şeyle kolayca mübadele edilebilir ve her çeşit hizmeti kolay
lık ve kesinlikle satın alabilirler."
Hükümetler bir ülkenin, içerisindeki altın ve gümüşün
çokluğuna göre zengin olacağı teorisine inanacak olsalar
atacakları ilk adım apaçık ortadaydı. İnsanların bu maden
leri ülke dışına çıkarmasını önleyecek yasalar çıkarmak. Bü
tün hükümetler bu yola başvuruyordu. "Altın ve Gümüş İh
racına Karşı Yasalar" yaygınlaşmıştı. İşte İngiltere'de çıkan
bir tanesi: "Parlamento yetkisiyle bildirilmiştir ki kimse bu
ülkeden veya Gal'den Para ve Sikke, ya da başka ülke, diyar
ve lordlukların Para ve Sikkesini veya altın ve gümüş tabak
çanak ya da altın gümüşlü mücevher, Kral ruhsatı olmadan
çıkaramaz. "
Fugger acentalarının banka merkezine gönderdikleri ha
ber-raporlar bugünkü Associated Press bültenlerine benze
tilebilir. Her önemli noktaya, önemli olayları haberini alır al
maz gönderen muhabirler yerleştirilmişti. İşte Fugger haber
mektuplarından birkaç madde:
"Roma, 29 Ocak, 1 600. Papanın başmabeincisi. . . mahalli
ve yabancı bütün gümüş sikkeleri yeniden değerlendirdi ve
gelecekte hiç kimsenin buradan dışaı beş altından azla çı
karmasını yasakladı. "
B u gibi tedbirler alan altın ve gümüşün ülkede kalmasını
sağlar. Kendi sınırları içinde madenleri olan ülkeler ya da İs
panya gibi zengin altın ve gümüş yatakları olan sömürgelere
sahip bulunan başka ülkeler ellerindeki değerli maden sto
kunu durmadan artırabilirlerdi. Ama ya bunların ikisine de
sahip olmayan ülkeler ne yapacaktı? Onlar nasıl zengin ola
caktı - bazı merkantilistler gibi biz de servetin para olduğu
nu kabul ediyorsak?
Merkantilistler bu ülkelere hoş bir çözüm sunuyorlardı.
Onların kurtuluş yolu "karlı bir ticaret bilançosu"ydu . Karlı
ticaret bilançosu ne demekti?
1 38
lngiltere'nin Bu Duumu Değiştirip Ona Sevet ve Mülk Ka
zandırma Yollan adlı, 1 549'da yazılmış bir kitapta şu cevabı
görüyoruz: "Başka ülkelerden kral darphanesine çok değer
li maden akıtmanın tek yolu çok miktarda malımızın her ıl
denizler ötesine götürülerek oradan daha az miktarda malın
geri getirilmesini sağlamaktır . . . Bulunmasının mümkün ve
muhtemel olduğuna zat-ı şahanenizi temin edebileceğim bu
yollar bulunur ve bir milyon yüz bin sterlin değerinde mal,
her deniz ötesine gönderilip altı yüz bin sterlin değerinde
mal geri getirilirse: Şu halde aradaki beş yüz bin sterlin ark
değerli maden veya İngiliz sikkesi olarak zorunlulukla bize
gelmez mi? "
Merkantilistler, ülkelerin dış ticarete girerek değerli ma
den stoklarını artırabileceklerini savunuyorlardı - ama her
zaman, aldıklarından azlasını satmaya dikkat etmeliydiler.
İhracatlarıyla ithalatları arasındaki ark onlara değerli ma
denle ödenecekti.
lngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin fermanında değerli ma
den arayabilme hakkı da vardı. Onyedinci yüzyılda birçok
yazar bu şirketi İngiltere' den dışarıya servet çıkarmakla suç
layınca, yöneticilerden biri olan Thomas Mun, lngiltere'nin
Dış Ticaret Yoluyla Serveti adlı ünlü bir kitapta şirketi savun
muştu . Kitabın başlığı savunmanın niteliğini de ortaya ko
uyor. Mun'a göre gerçi Doğu Hindistan Şirketi mal satın al
mak için Doğu'ya altın ve gümüş gönderiyordu ama bu mal
lar ya İngiltere' den de başka ülkelere ihraç ediliyor, ya da İn
giltere'de işlendikten sonra başka ülkelere yeniden satılıyor
du . Her iki durumda da para gene lngiltere'ye akıyor, bu da
önceki değerli maden ihracını haklı gösteriyordu. Mun, dev
letin servetini artırmanın gerçekten önemli yolunun başka
ülkelerde olanlardan satın alındığından fazla satmak ve böy
lece ticari dengeyi kendi lehine kurmak olduğunu söylüyor
du . "Şu halde servetimizi ve hazinemizi artırmanın normal
1 39
yolu Dış Ticaret'tir ve bu nedenle de şu kurala dikkat etmeli
yiz: Yabancılara her yıl değer olarak bizim onlardan alıp tü
kettiğimizden azlasını satmak. . . Çünkü stokumuzun mal
olarak bize geri gelmeyen kısmı hazine olarak yurda dönme
lidir . . . Krallığımıza para olarak para getirmek için hangi yol
lara başvurursak vuralım, bizde kalan ticaret dengesiyle ka
zandığımız olacaktır. "
Şu halde işin püf noktası değerli mallar ihraç etmek, sa
dece ihtiyaç duyulanı ithal etmek, aradaki arkı da nak
di olarak almaktı. Bu , endüstriyi mümkün olan her yoldan
teşvik etmek demekti, çünkü endüstri ürünleri tarım ürün
lerinden daha değerliydi ve dolayısıyla dış pazarlarda da
ha azla para sağlardı. Gene bunun kadar önemli bir şey de,
kendi ülkenizde endüstriniz olması, halkınızın ihtiyaç duy
duğu şeylerin yurt içinde üretilmesi, yabancılardan daha az
şey satın almanız gerekeceği anlamına gelirdi. Bu hem ül
kenizi kendine-yeterli ve başka ülkelerden bağımsız yap
ma, hem de lehte bir ticari denge sağlama yönünde atılmış
bir adımdı.
Dolayısıyla ülkeler birbiri ardından, eski endüstrilerini
desteklemek ve yeni endüstrilerin kurulmasına yardımcı ol
mak gibi önemli bir işe giriştiler. 1 6 1 6'da 1. Maximilian za
manının Bavyera'sında bu sorunu incelemek üzere özel bir
bein kurulu oluşturulmuştu: "Bazı kişiler atansın ve hafta
nın önceden tesbit edilmiş günlerinde toplanıp dikkatle tar
tışarak ve düşünerek. . . ticaret ve zanaatın ülkede ne yolda
yürütüleceğine ve en iyi ne şekilde devam ettirileceğine ka
rar versinler. "
Bu Beyin-Kurulu ve başka ülkelerdeki benzerleri endüstri
kurmak için ne gibi yollar düşündüler? Birçok:
Örneğin, ihraç mamulleri için hükümet primleri. Bir bı
çak yapımcısı ihraç ettiği her düzine bıçak karşılığında hü
kümetten belli bir para alırsa, muhtemelen daha çok bıçak
10
yapmaya çalışırdı. Şapka, yünlü, keten vb. şeylerin yapımcı
ları da aynı yolu tutarlardı. Üretime hükümet primleri, ya
pımcılığı teşvik için düşünülmüştü .
Koruucu gümrük de böyleydi. Amerikalı okurlarım en
ii Amerikan tarihini bildikleri için ithal mallarına konan
gümrük ikrinin kendi Alexander Hamilton'larından doğ
duğuna inanmak yanılgısına düşebilirler. Bu doğru değildir.
"Yeni yetişen" endüstrileri teşvik etmek için konan gümrük
ikri en az merkantilizm kadar, belki daha bile eskiydi. İşte
yeni yetişen bir endüstriye yardım edilmesi için, İngiltere' de
Hamilton doğmadan yazılmış bir dilekçe: "Öyle sanıyorum
ki Britanya ve lrlanda'da keten yapımının henüz çocukluk
dönemini yaşadığını ve bu üzden arkadaşlarımızın çoktan
beri bu yapımcılığa girmiş olanlar kadar ucuza satış yapma
sının mümkün olmadığını yeterince kanıtladım . . . ve bu ne
denle, bir hükümet teşviki görmeden bu yapımcılıkta büyük
veya çabuk bir ilerleme yapmayı iddia edemeiz. "
B u yapımcının istediği hükümet teşviki, ithal edilen ma
mul madenlere konan yüksek gümrükte yabancı rekabetine
karşı korunmaktı ve bu istek yerine getirildi. Bazı durum
larda hükümetlerin belli eşyaların yurda girmesini tamamen
yasakladıkları oluyordu.
Endüstrinin primler ve yüksek gümrükle korunması ile
yetinilmeyecek, yeni endüstriler ve yeni yöntemler getire
bilecek usta yabancı işçilerin gelip memlekete yerleşmesi
mümkün olan her yoldan teşvik edilecekti. Vergi bağışık
lığı, bedava ev, ürünlerinin yapımı için belli süreli tekel ya
da gerekli avadanlıklarını kurmak için kredi gibi gönül çe
len ayrıcalıklarla yabancı ustaların çekilmesine çalışılıyor
du. Kendi kendilerine gelmezlerse bu sefer hükümetler ka
çırmaya çalışıyordu . Onyedinci yüzyıl Fransa'sında yığın
la kabine üyeliğini kendi elinde toplaması bakımından çağı
nın bir çeşit Mussolini'si olan Colbert yabancı ustaları Fran-
1 41
sa'da yerleştirip çalıştırmak konusunda özellikle hevesliydi.
Başka ülkelere tek işi emekçi devşirmek olan ajanlar gönder
mişti - her yola başurma emriyle. 28 Temmuz 1 669'da Dre
sden'deki Fransız temsilcisi M. Chassan'a şunları yazıyordu :
"Lütfen ona (yani devşirmeci ajana) görevinde başarılı ol
masını sağlamak için elinizden gelen her yardımı yapın ve
emin olun ki Fransa'ya getirdiği demircilerin burada gördü
ğü hüsnü kabul yapımcılarımız için başkalarım da bulması
nı sağlayacaktır. "
Yerli zanaatkarların başka ülkelere gidip zanaat sırlarını
vermelerine ya da satmalarına karşı nasıl sıkı tedbirler alını
yorsa bu adamların yurtlarına dönmelerine karşı da aynı şe
kilde sıkı tedbir alınıyordu. Ama buna karşı giden bir akım,
çalışkan, becerikli, usta zanaatkar ve tüccarlardan oluşan
koca insan topluluklarının dini nedenlerle sınırdışına sürül
mesiydi. Fransa bir yandan uzman işçi getirtmeye çalışıyor
du ama öbür yandan, onyedinci üzyılda Hüngnolar'ın sü
rülüşünde, en iyi ustalarım zorla sınır dışı etmişti.
Hükümetlerin, yabancı ustaların iyi yaşatılmasıyla ger
çekten ilgilendiklerini gösterir bir kanıt Kraliçe Elizabeth'in
1 566'da Cumberland ve Westmoreland Yargıçlarına yazdı
ğı mektuptur. Kızgın demirle dağlamanın, kulak, kol, bacak
kesmenin sıradan suçlar için verilen cezalardan olduğu bir
dönemde -hayatın ucuz olduğu bir dönemde- bir Alman'ın
öldürülüşünden dolayı Kraliçe bakın ne kadar telaşa düşü
yor ! "Büyük İngiltere mührümüzle, mühürlü mektupları
mızla ayrıcalıklar verilmiş olan bazı Almanlar kendi ustalık
ları, çalışmaları ve masraları sonucu son zamanlarda övgü
ye layık bir şekilde Westmoreland ve Cumberland yöreleri
mizdeki dağlardan ve kayalardan büyük miktarda maden çı
karmışlardır ve bu işe devam etmek niyetindeyken, son za
manlarda. . . saldırıya uğramışlardır. Adı geçen yörelerimiz
deki çok sayıda yasa dışı insanın düzene ve asayişe aykırı
1 42
olarak saldırıları adı geçen Almanlardan birinin ölümüyle
sonuçlandı ve bu da adı geçen kargaşalık ve cinayette rol oy
nayanların tutuklanmasını ve gözaltında bulundurulması
nı emrediyoruz . . . Ama ayrıca adı geçen Almanlar'ın bundan
böyle iyi muamele görmelerini sağlamanızı ve dikkat etme
nizi emrediyoruz . . . ve bunun aksi davranışta bulunursanız,
sizin için kötü olacağını bilesiniz. "
Ustalıklarından endüstrinin yararlanacağı yabancılar na
sıl korunuyorsa , yeni teknikler icad edenlere de hükümet
yardım ediyordu. Jehan de Bras de Fer 1 6 l l 'de yeni çeşit bir
tezgah icad edince hükümet de, bizim bugünkü hükümet
patentlerimize benzer, yirmi ıl süreli bir tekel verdi: "O ve
arkadaşlarının . . . krallığımızın bütün şehir ve kasabaların
da . . . adı geçen icadına uygun tezgahlar kurması ve yapması
na izin verdik. Başkalarının, ne nitelik ve durumda olurlar
sa olsunlar, onun izni ve rızası olmadan adı geçen icada göre
parça ve bütün olarak tezgah kurmalarını yasaklıyoruz. Em
re uymayanların tezgahlarına el konacak ve ayrıca 1 0 . 000
livre cezaya çarptırılacaktır. "
Mucitlere yalnız tekel bağışlamakla kalmıyor, yeni ve da
ha iyi yöntemler icadıyla ulusal endüstriyi geliştirme sorunu
üzerine aa yoranlara teşvik olması için bazı ödüller de ko
nuyordu. Fransa'da Colbert, devletin kendi işlettiği endüs
triyel işletmelerin yam sıra, teknik eğitim için devlet okulla
rı da açtırmıştı. Bayera'da onyedinci yüzyılın sonunda dev
let dokumacılık işinde 2000 kişi çalıştırıyordu . Bu devlet iş
letmeleri model olarak, esinlenme kaynağı olarak, laboratu
var olarak çalışacaklardı. Herhangi bir lonca kısıtlamasına
tabi olmayan bu büyük çaplı girişimlerde deney ve ilerleme
için, tek bir girişken zanaatçının bulamayacağı elverişli or
tam bulunacaktı.
Tek kişi için de , güçtü ama imkansız değildi. Devlet en
düstriyi sözü geçen teşviklerle olduğu gibi doğrudan doğ-
1 43
ruya yardım ederek desteklemeye de her zaman hazırdı .
Colbert yönetimi sırasında Fransız tekstil endüstrileri çe
şitli yardımlar halinde aşağı yukarı sekiz milyon livre pa
ra almışlardı . Onyedinci yüzyılda Fransa'da ipekli ile al
tın ve gümüş sırmalı kumaş dokumak üzere yatırım yapan
bir grup adama hükümet paradan başka birçok değerli ay
rıcalık da verdi: "Bu amaca varmanın (uyruklarımızın ge
nel reahı) başlıca yollarından biri zanaat ve imalatı yerleş
tirmektir; böylece dilenci gibi komşularımıza başvurmak
tan . . . kendimizde olmayanı uzak yerlerde aramaktan kur
tuluruz ve ayrıca krallığımızı tembellikten ileri gelen kötü
lüklerden temizlemenin kolay ve yararlı yolu ve ülkemiz
den dışarı altın ve gümüş göndererek komşularımızı zen
ginleştirmeyi önlemenin tek yolu budur. . . (Sonra on iki yıl
için adamların adlarını sayıyor, bu süre içinde başka hiç
kimse adı geçen Paris şehrinde onların izin ve rızası olma
dan . . . ipekli tezgahı kuramaz . . . ve bu kuruluş için gerekli
büyük yatırımda onlara yardımcı olmak için adı geçen mü
teahhitlere . . . 180.000 livre bağışlıyoruz . . . para onlara der
hal verilecek ve parayı on iki yıl aiz ödemeden kullanabi
lecekler ve bu süre sonunda kendilerinden yalnız 1 50 . 000
livre geri istenecek ve geri kalan 30.000 giriştikleri olağa
nüstü masraları ve adı geçen kuruluşu kurmak için riske
soktuklarını karşılamak için bizim kendilerine armağanı
mız olacaktır. " )
B u ferman, merkantilistlerin endüstri kurma gerekçeleri
arasında vurguladıkları başka bir avantajı da getiriyor. Mer
kantilistler sürekli olarak, endüstri gelişmesinin sadece ih
racat artışını değil, aynı zamanda istihdam artışını da sağla
dığını ileri sürüyorlardı. 1 677'de Mr. ] . Manley'e göre "imal
edilen ve ihraç edilen bir libre yünlü , halkımızı istihdam ba
kımından, şimdiki iyatın iki katına ihraç edilen on libre iş
lenmemiş yünden daha değerlidir. " Dilencilerle işsizlerin
14
sorun yarattığı, ayrıca yoksullara yardım için hatırı sayılır
paraların harcandığı bir dönemde böyle bir gerekçenin ağır
lığı vardı. Halkın reahıyla ilgilenen Kral için, her şeyden ön
ce ulusal güç ve ulusal sevet sağlamayı isteyen merkantilist
ler için, ülkenin insanlarını -top güllesi- iyi durumda yaşat
mak zorunluydu . Dolayısıyla işçi istihdamına yol açan en
düstri teşvik edilmeliydi. Aynca buğday üretimine de önem
veriliyordu , halk iyi beslensin ve sırasında -savaşta- gürbüz
olsunlar diye . Savaş zamanında yeterli yiyecek stokunun
önemi herkesce anlaşıldığı için tahıl üretimini teşvik için
de lngiltere'de primler veriliyordu. Çeşitli ülkelerde çıkarı
lan çeşitli tahıl yasalarının başlıca nedenlerinden biri savaş
zamanında kendine yeterli iyecek ve güçlü , besili askerleri
olan bir ulus olma özlemiydi.
Savaşçılar, Savaş zamanı. Bu terimlerle düşünen insanlar
şüphesiz gemilerinin sayısı ve niteliğiyle de ilgileneceklerdi.
Gerek anaurdu korumak, gerekse düşman ülkelere saldır
mak için gemilere ihtiyaç vardı. Merkantilistler nasıl endüs
triyi teşvik etmeyi lehte bir ticaret dengesi sağlamakta hayaı
bir adım olarak görüyorlarsa, ticaret ilosunun kurulmasını
da aynı nedenle zorunlu sayıyorlardı. Hükümetler dış tica
retle ilgilendikleri oranda, endüstri ürünlerini başka ülkele
re götürecek yeterli deniz ulaşımı imkanlarının önemini de
vurguluyorlardı. Dolayısıyla endüstrinin gelişmesine gös
terdikleri ilgiyi gemiciliğin teşvik edilmesine de gösteriyor
lardı. Kullandıkları yöntemler de aşağı yukarı anıydı. Ge
mi yapımcısına da hükümet prim veriyordu ; gemi yapımı
için gerekli ürünler -zift, katran, sağlam kereste, vb.- ara
nıp bulunuyor, gümrüksüz olarak yurda sokuluyordu ; in
sanlar zorla denizci yapılıyordu - Fransa'da yargıçlara suç
luları kürek hizmetine mahkum etmeleri öğütleniyordu; İn
giltere'de balıkçılık, gemicilik için bir çeşit eğitim olması ba
kımından destekleniyordu; insanlara daha azla balık yeme-
1 45
leri söyleniyordu ve tabii o günün propaganda mekanizması
insanları balığın sadece sağlığa yararlı bazı öğelere sahip ol
makla kalmayıp uzun ömür için de mutlak zorunlu olduğu
na inandırmaya çabalıyordu.
Onaltıncı yüzyılın sonunda İspanya'nın çökmesiyle kü
çük Hollanda çağın önde giden gücü olarak ilk sıraya fırladı.
Hollanda küçüktü ama zengin ve güçlüydü ve bunun başlıca
nedenlerinden biri de gemi yapımının yoğunluğuydu. Hol
landa halkı da Venedikliler gibi ülkelerinin coğrai koşulları
yüzünden gemiciliğin her çeşidini öğrenmek zorundaydılar;
büük balık hazinesiyle Kuzey Denizi Hollandalı'ya sürek
li el ediyordu ; Akdeniz'e inen ve Akdeniz'den gelen ürün
ler akımının tam orta yerinde Hollanda vardı - ve tabii giriş
ken Hollanda halkı da bu fırsatı kaçırmıyordu. Denize atılı
yor, büyüyen dünyanın mallarını taşıma işini sırtlanıyorlar
dı. Her yere girip çıkıyordu Hollanda gemileri, herkesin ma
lını her yere taşıyorlardı.
Ama İngiltere ve Fransa, İngiliz ve Fransız mallarının
Hollanda gemileriyle taşınmasından memnun değillerdi.
Kendine-yeterli olma planlarının bir kısmı da kendi ilola
rını kurmaktı. Hollanda denizcilerine mallarını taşıtıp para
ödemekten hoşnut değillerdi. Amerika tarihinde onca öne
mi olan İngiliz Denizcilik Yasaları'nın başlıca amaçlarından
biri Hollandalıların elinden deniz ulaşımı egemenliklerini
koparıp almaktı. Bu niyet 1 660'ta çıkarılan bir Yasa' da açık
ça görülür: "Gemi yapımının genişletilmesi ve bu ülke de
nizciliğinin teşviki için . . . Aralık bin altı yüz altmışın ilk gü
nünden itibaren. . . Asya, Arika veya Amerika'da Majestele
rine bağlı ya da tabi bütün ülke, ada, sömürge ve bölgele
re İngiltere ve lrlanda (ya da) Gal dominyonu halkına ger
çekten ve hilesiz olarak ait olan gemiler ve teknelerden baş
ka hiçbir gemi ve tekneyle mal veya meta taşınmayacaktır . . .
gemiler adı geçen ülke, ada, sömürge ve bölgelerde yapılmış
16
ve sahibi de oralı olacak, kaptan ve denizcilerin en az dört
te üçü İngiliz olacaktır. "
1 47
dı? Hayır, yalnız İngiltere'ye satabilirlerdi ve İngiltere kulla
nacağını kullanır, kalanını yeniden ihraç ederdi. Bu yolla İn
giltere iyatı dikte edebildiği için ığınla lrlandalı yoksullaş
tı. Böylece Amerika'nın olduğu gibi İrlanda'nın da Britanya
egemenliğine karşı bağımsızlık mücadelesinde merkantilist
politikanın payı oldu .
Aynı şekilde tütün, pirinç, çivit, gemi direği, terebentin,
zift, katran, kunduz postu, demir (liste zamanla kabardı) gi
bi belirli Amerikan ürünlerinin de yalnız İngiltere'ye gönde
rilmesi gerekiyordu . İngilizler bunları kendi imalat endüs
trileri için istiyorlardı. Kendi tüketemediklerini de, kar ko
yarak yeniden ihraç ediyorlardı.
1 48
"ulusal kudret" gibi kavramların gevşek sözler olduğudur.
Birçok yazarın "ülkemizi" zengin yapmak için en iyi yol di
ye önerdikleri şein aynı zamanda kendilerini ya da sınıla
rım zengin yapmanın en ii yolu olması ilginç bir rastlantıy
dı. Bu , yutturmaca yaptıkları demek değildir. Kendi çıkarla
rını bütün ülkenin çıkarlarıyla özdeşlemeleri doğaldı. İktisa
di çıkarla ulusal politika arasındaki bağlantı belki hiçbir dö
nemde bu zaman olduğu kadar açık değildi.
Başı dertte bir sürü kralın para bulmak için nelere başvur
duklarını hatırlarsınız. Yaygın ve gelişkin bir vergi sistemi
olmayınca ihtiyaçları olan parayı yerinde ve zamanında bul
maları güçtü . Hazineye sürekli akan güvenilir bir para yok
tu . Bu yüzden kral akarlarım mültezimlere (vergi toplayıcı
larına) veriyor ve onlar da ona peşin nakdi ödeme yapıyor
lardı (ve zavallı vergi mükelleflerini soyarak bunun her ku
ruşunu onlardan çıkarıyorlardı) . Bu üzden krallar, en yük
sek iyatı ödeyene memuriyet satıyor ve büyük para karşılı
ğı tekel bağışlıyorlardı. Hiç istemedikleri halde Kraliyet top
raklarım satmaları da bundan ötürü zorunlu olmuştu . Bu
yüzden, bankerler ve tüccarlardan borç almışlardı. Hükü
metler her zaman parasız olduğu için değerli maden birik
tirmeye bu kadar önem veriliyordu . Hazinenin de ticaret
le sağlandığına inanıldığına göre devletle tüccar sınıfının çı
karlarını özdeş saymak doğaldı. Bu yüzden devletin başlıca
işi ticareti ve onunla ilgili her şeyi teşvik etmek ve destekle
mek oldu .
Devlet, ticaret yoluyla büyük sayılıyor, ticaretin ve topra
ğın genişlemesinden payım alıyordu . Merkantilizm, tücca
rizm demekti.
Merkantilistler ticaret alanında bir ülkenin kazancının
ötekinin kaybı olduğuna, yani bir ülkenin ancak bir başka
ülke zararına ticaretini genişletebileceğine inanıyorlardı. Ti
caret karşılıklı yarar sağlayan avantajlı bir mübadele değil-
1 49
di onlarca, iki tarafın da en büyük parçayı koparıp almaya
çabaladığı sabit bir nitelikti. icaret Sözlüü'nün onsekizin
ci üzyıldaki yazarı şöyle tanımlamıştı ticareti: " Görünüş
te Avrupa'da ticaret miktarı sınırlı. Sözgelişi yünlü mamul
ler ticaretinde . . . lngiltere'nin on beş milyon değerinde ihra
cat ve satış yaptığını düşünelim; bir ıl yirmi milyonluk sa
tarsa, bu ötekilerin satışlarının azalması ve zararı demektir. "
Colbert d e 1 6 70'te Fransa'nın Lahey'deki temsilcisi M .
Pomponne'a şunları yazıyordu : "Hollanda ticaretinin azal
ması başkalarının eline geçmesi demek olduğuna göre . . .
Krallığımız içinde ticaret ve imalatımızın artmasıyla birlik
te bunların Hollanda eyaletlerinde de gerçek ve etkili bir bi
çimde gerilemeleri Devletimizin genel reahı için son derece
önemli ve gereklidir. "
"Devletimizin genel reahı için son derece önemli v e ge
reklidir" ikrinde yatan, rakip devletin ticaret ve imalatının
gerilemesi isteği sadece bir şeye yol açabilirdi. Savaş. Mer
kantilist politikaların meyvesi savaştı. Pazar kapışma yarı
şı, şu ya da bu ülkeyle ticaret için hırçın rekabet, yeni kolo
niler elde etme kavgası -bütün bunlar adlandırılmıştı- tica
ret savaşları. Bazılarının amaçları ise bugün bile sık sık oldu
ğu gibi yüce-amaçlı adlarla gizleniyordu. Ama 1 690'da Can
terbury Başpiskoposu işin doğrusunu söylemişti: "Dünya
nın bu köşesinde son ıllarda görülegelen bütün mücadele
ve anlaşmazlıklar bahaneleri güzel ve manevi de olsa, nihai
amaçlan altın, büyüklük ve dünyevi şandı. "
Başpiskoposun son cümleciğini ödünç alalım. Altın, Bü
yüklük ve Şan merkantilistlerin erişmeye ulaştıkları hedef
leri iyi özetliyor.
1 50
12
BIKIN Btzt
1 52
en iyi hangi yoldan memlekete servet ve reah geleceğini tar
tıştıklarım iddia ediyorlardı. Eski, bağışlanabilir bir kusur -
kendi çıkarlarım ülke çıkarı gibi göstermek. Avam Kamara
sı'nın 8 Maıs 1 820 tarihli günlüğünde serbest ticaret için şu
gerekçeyi görüyoruz: " . . . Londra şehri tüccarlarının bir di
lekçesi sunuldu ve okundu; buna göre, dış ticaret bir ülke
nin sevet ve reahını sağlar çünkü böylece üretimi için baş
ka ülkelerin toprak, iklim, sermaye ve endüstrisinin en uy
gun olduğu metalar ithal edilir ve karşılığında kendi duru
munun daha uygun olduğu nesneler ihraç edilir ve aynca
baskılardan serbest olmak, dış ticaretin en iyi şekilde yayıl
masını sağlar ve aynı zamanda ülke sermayesi ve endüstrisi
ne en iyi yönü verir; her tüccarın bireysel alış verişini düzen
leyen en ucuz pazarda almak ve pahalı pazarda satmak ilke
si bütün ulusun ticaretinde de en ii kural olarak sıkı sıkıya
uygulanmalıdır; bu ilkelere dayanan bir politika dünya tica
retini karşılıklı avantajlar değiş tokuşu haline getirerek her
ülkenin halkına sevet ve mutluluk verir. . . Kısıtlayıcı siste
min korunması lehindeki halen egemen önyargılar, her tür
lü yabancı meta ithalinin kendi ürünlerimizi aynı derece
de azaltacağı ya da ürküteceği yolundaki bir yanlış varsayı
ma dayanmaktadır - öyle ki bu temellerden gidilir . . . Düzen
lemeler tutarlı biçimde yüütülürse her türlü dış ticaretimi
zi durdumamız gerekir. "
Adam Smith'in Uluslann Seveti, halkın zihnini kavrayan
ve bütün ülkelere kısa zamanda yayılan kitaplardandı. Da
ha önceki kitaplar bir devletin güçlü olmak için şu ya da bu
politikayı izlemesi gerektiğini anlatırken Adam Smith daha
çok sevetin üretim ve bölüşümünü etkileyen nedenleri in
celemekle ilgileniyordu . Merkantilistlerin çoğunun bileye
cek bir baltası vardı ama -bu baltayı bilemekle- ülkenin gü
cünün artacağını söyleyerek, baltayı gizliyorlardı. Özel di
leklerden çok analize meraklı olan Smith ise konuya daha
1 53
bilimsel bir tavırla yaklaşıyordu . Ünlü kitabının bir kısmı
merkantilist öğretinin incelenmesine ayrılmıştı. Teşhir edi
yordu bunu.
Ondan önce de teşhir edenler olmuştu. Merkantilizmin en
parlak çağında ilkelerine saldıran düşünürler olmuştu. Her
merkantilist uygulamanın bir eleştiricisi olmuştu.
Yabancı mal ithalindeki vergiyi ve yasaklamayı alalım. Ni
cholas Barbon daha 1 690'da Ticaret Üzerine Bir lnceleme'de
şunları yazıyordu : "Ticaretin kısıtlanması, çürümenin ne
denidir; çünkü bütün yabancı mallar yerli malların müba
delesiyle alınır. Onun için herhangi bir yabancı metanın ya
saklanması onun karşılığında imal edilip mübadele edilecek
yerli malında imalini ve ihracını önler. Bu malların yapımcı
ve tüccarları işlerini kaybederler . . . "
Ya da bildiğimiz "ticai denge" sorunu. Dudley North da
ha 1 69 l 'de Ticaret Üzerine lncelemeler adlı ünlü bir kitap
ta bunu yerin dibine batırıyordu: "İhracat ve İthalat Denge
sinin Soruşturulmasıyla ilgili gürültülerden bu yana çok za
man geçmedi; Ticaret Dengesi dedikleri şey de öyle. Çün
kü sanılıyordu ki, dışarı götürdüğümüzden azla meta alır
sak mahvolma yoluna gireriz . . . Ama garip de gelse aslında ti
caretle bütün dünya tek bir ulus veya halk gibidir ve bura
da uluslar insanlara bezer. Kamu için zararlı hiçbir ticaret
olamaz; çünkü zaten öyle olsa insanlar vazgeçerdi. . . Ticaret
te hiçbir yasa· ödül yerine geçmez, kazanç kendi kendini ya
ratır. Ama bu çeşit yasalar çıkarıldı mı bunların etkisi Tica
rete Engel olmaktır, yani kötüdür. "
Anı şekilde joseph Tucker da , l 749'da merkantilistle
rin tekel bağışlama politikasına karşı mücadeleye başlamış
tı: " Tekellerimiz, Kamu Şirketlerimiz ve Koporasyon Ferman
larımız serbest ticaretin laneti ve düşmanıdır . . . Bir iki gö
zü doymaz yöneticiyi zengin etmek için bütün ulus ticare
ti kısıtlanıyor ve dünyanın dörtte üçüyle ticaret engelleni-
14
yor. . Kamu nasıl yoksullaşıyorsa Onlar da anı yoldan zen
.
1 55
rın yükseldiği ülkeden altın çekilecek demektir. Ama bu çe
kilme dolaşımdaki para miktarını azaltacak, dolayısıyla i
yatlar yeniden düşecektir; o zaman öteki ülkeler yine ucu
za mal alabileceklerini görecekler, böylece ihracat bir daha
yükselip ithalatla denkleşecektir. Tabii bunun tersi de doğ
rudur. Bir ülkede iyatlar dolaşan paranın azalmasından ötü
rü düşerse başka ülkeler de ondan daha azla mal alacaklar
dır, çünkü malları ucuzlayacaktır. O zaman ülke, ithalinden
azlasını ihraç edecek, ark gene nakitle ödenecektir. Ülke
nin altın stokundaki bu artış yeniden iyatları yükseltecek
tir. İhracatında düşük iyatlar dolayısıyla kazandığı avantajı
kaybedecektir. İhracat duracak ve ülkenin ihracatıyla ithala
tı yine denkleşecektir.
Şüphesiz bu , olayın ana çizgileridir. Gerçekte bu kadar
düzenli işlemez hem de çok zaman alır - ancak "uzun va
de" için geçerlidir. Ama Hume'un açıklaması büyük miktar
da değerli maden stokunun gerekli olduğunu söyleyen mer
kantilist iddiaı etkili biçimde çürütmüştü .
Merkantilizm teorileri uygulamaya konuldukları anda
birbirleri ardınca birtakım yazarların saldınsına uğradılar.
Serbest ticaretin savunuculuğu da özellikle Fransa'daki Fiz
yokratlara düşmüştü .
Endüstrinin devlet tarafından denetlenmesi en yüksek
noktasına Fransa'da vardığı için merkantilist kısıtlama ve
düzenlemelere karşı muhalefetin ilk bu ülkede gelişmesi
normaldi. Fransa'da endüstri bir yapmalı-yapmamalı ağıy
la, cansıkıcı yönetmelikleri uygulayan bir alay baş belası de
netçiyle, öylesine sarılıp sarmalanmıştı ki, bir işin nasıl yü
rüdüğüne, yapılabildiğine akıl ermez. Lonca kuralları ve yö
netmelikleri yeterince kötüydü . Bunlar ya devam ediyor, ya
da yerlerine daha da kılı kırk yaran hükümet yönetmelik
leri geliyordu . Bu yönetmeliklerin amacı Fransa'nın endüs
trisini korumak ve geliştirmekti. Bazı bakımlardan bu ama-
1 56
ca hizmet ediyorlardı. Ama en akla yakın oldukları zaman
da bile imalatçısı, istediği çeşit kumaşı imal edebilir miydi?
Hayır, edemezdi. Kumaş alan ilan niteliğe uyacak, şu ka
dar uzunlukta olacaktı. Bir şapka imalatçısı kunduz , kürk ve
yün karışımı şapkalar çıkararak alıcıyı çekebilir miydi? Ha
yır. Ya tamamen yünlü şapkalar yapar, ya da hiçbir şey yapa
mazdı. Bir imalatçı mallarının üretiminde yeni ve belki da
ha iyi bir alet kullanabilir miydi? Kullanamazdı. Aletler bel
li boy ve biçimde olmalı, denetleyiciler gelip tastamam böy
le olduğunu görmeliydiler.
Böyle bir yönde azla ileri gitmenin doğal sonucu ö te
ki yönde eşit derecede ileri giden bir harekettir. Endüstri
nin çok azla denetlenmesi endüstrinin hiç denetlenmemesi
talebini doğurur. Denetimsizlik yönünde ilk hareket eden
lerden biri de Goumay adında bir Fransız işadamıydı. Ün
lü Fransız Maliye Bakam Turgot şöyle yazıyordu : "Bir yurt
taşın büyük masralarla bir korporasyona giriş hakkı elde et
meden hiçbir şey yapamadığını ya da satamadığını görün
ce hayretler içinde kaldı. .. Her kumaşın boyunu ve enini ve
kullanılan iplik sayısını hükümetin özel yasalarla tespit ve
bu önemli ayrıntılarla dolu dört koca cildi kraliyet mühü
rüyle mühürlemesine de çok şaştı; ayrıca tekelcilik ruhuna
uygun sayısız yönetmelik çıkması . . . Hükümetin her meta
nın iyatım düzenlemesi, bir endüstriyi geliştirmek için bir
başkasını yasaklaması aklının alacağı iş değildi. . . ve ekici
yi bütün öteki yurttaşlardan daha umutsuz ve kararsız yap
makla buğdayın bol olmasını sağladığına inanması. . . "
Goumay bu aşırı düzenlemelere sadece şaşırmakla kalmı
yordu . Fransa'nın bunlardan kurtulmasını istiyordu . O za
manlardan beri her çeşit kısıtlamaya karşı olanların sloga
nı haline gelen deyimi o bulmuştu - "Laissez-faire. " O ün
lü deyimi, biraz serbest bir çeviriyle, "Bırakın bizi" şeklinde
anlayabiliriz.
1 57
Laissez-faire, Gournay ile aynı zamanda yaşayan Fransız
izyokratlarının sfoganı oldu . Önemliydiler, çünkü ilk ik
tisatçılar "okul"uydular. Bu grup l 75 7'den itibaren iktisa
di sorunları tartışmak üzere François Quesnay'ın başkanlı
ğında düzenli olarak toplanıyordu . Okul üyeleri kısıtlama
lardan kurtulmak için, serbest ticaret için, laissez-faire için
kitaplar, makaleler yazıyordu . Ünlü Fizyokrat Mirabeau'ya
l 770'te Baden hükümdarı olan Carl Friedrich ülkesinin yö
netimiyle ilgili öğütler sorduğunda, Mirabeau şunları yaz
mıştı: "Ah, monsenyör, eyaletlerinize ilk serbest limanı ve
ilk serbest panaırı veren siz olun ve ülkenize ayak basıldı
ğında görülen ilk harfler sevgili ve saygıdeğer adınızın harf
leri olsun ve bunun altına da şu üç soylu kelimeyi yazdırın:
Serbestlik, Bağışıklık, Özgürlük ! . . Ülkeniz kısa zamanda in
sanların ayrıcalıklı yurdu, ticaretin doğal yolu , evrenin kav
şak noktası olacaktır. "
Fizyokratlar serbest ticaret ikrine dolaylı bir yoldan var
mışlardı. llkin ve en başta özel mülkiyetin, en çok da toprak
mülkiyetinin kutsallığına inanıyorlardı . Mülkiyet hakkına
inandıkları için, özgürlüğe de inanıyorlardı - bireyin, başka
larına zarar vermediği sürece, mülkünü istediği gibi kullan
ma hakkına. Serbest ticaret isteklerinin ardında tarımcının
istediği yerde satmak üzere istediğini ürtmesinin gerekliliği
inancı vardı. O sıralarda Fransa' da vergi ödemeksizin Fransa
dışına buğday satmaya imkan olmadığı gibi, buğday ülkenin
bir bölgesinden başka bir bölgesine bile vergisiz gönderile
miyordu. New jerseyli bir çiftçinin eyalet sınırında gümrük
ödemeden New York'a sebze satamadığını düşünün. Fizyok
ratlar buna karşıydı. Fizyokratların inançlarını en iyi şekil
de açıklayan Mercier de la Riviere mülkiyet hakkını kullana
bilmek için tam özgürlüğün gerekli olduğuna işaret ediyor
du: "Geniş özgürlük olmaksızın üretimde büyük bolluk da
olamaz . . . Bir insanın kullanma özgürlüğü olmayan bir hak-
1 58
ka, hak denebilir mi? Dolayısıyla özgürlük olmadan mülki
yet hakkı düşünülemez . . . İnsan bir yarar görmedikçe bir şey
yapmaz; şimdi, iyi bir şeyden yararlanma isteği, iyi bir şey
den yararlanma özgürlüğü olmadıkça bizi yerimizden kıpır
datamaz. "
Fizyokratlar her soruna , tarım üzerindeki etkisi açısın
dan yaklaşıyorlardı. Onlara göre servetin tek kanağı top
rak, üretken emeğin tek çeşidi de toprak üzerinde harcanan
_
emekti. Carl Friedrich'e yazdığı bir mektupta Mirabeau şöy
le diyordu: "Bir çiftçi olarak köylümüz üretici bir emek har
camaktadır ve kar, masralar çıkarıldıktan sonra, sadece bu
emekte aranmalıdır; bir dokumacı olarak köylümüz kısır bir
iş yapmaktadır; hizmetler toplamında aydalı bir iş görür,
ama bir şey üretmez. "
Endüstri v e ticaret için gerekli hammaddeleri yalnız tarı
mın sağladığını iddia ediyordu Fizyokratlar. Gerçi zanaat
karlar, hammaddeyi tamamlanmış biçimine sokmakla ay
dalı bir iş yapıyor olabilirdi, ama servet stokuna yeni bir şey
eklemiyorlardı. Zanaatkar, hammadde üstünde çalıştıktan
sonra ürünün değeri artıyordu , ama nesnenin değerindeki
artış işleri karşılığında onlara ödenen paraya eşitti. Yeni bir
zenginlik katılmamıştı. Oysa, Fizyokratlara göre , tarımda
böyle değildi. Endüstri kısır, tarım ise verimliydi. Tarımsal
ürünün maliyeti ve toprak sahibinin karı çıktıktan sonra or
tada, gerçek bir servet artışı demek olan -doğanın cömertli
ği sayesinde- net ürün kalıyordu. Masraların ötesindeki bu
tarımsal artık (azla) , bu poduit net, ıldan yıla değişebilir
di. Mevsimlere göre az veya çok olabilirdi.
Bugünkü iktisatçılar Fizyokratların teorisini pek benim
seyemezlerdi, ama bir ulusun servetini biriktirilmiş malların
sabit toplamı olarak değil de, geliri bir stok değil de bir akış
olarak görmelerini yerinde bulurlardı.
Fizyokratların teorisi üstüne Adam Smith şunları söy-
1 59
lüyordu : " Gelgelelim, bütün kusurlarına karşın bu sistem
ekonomi politik konusunda yayımlanagelmiş bütün görüş
ler arasında doğruya en azla yaklaşanıdır . . . Gerçi toprakta
kullanılan emeği tek üretici emek olarak göstermekle, ileri
sürdüğü fikir azla dar ve sınırlı kalıyor; ama ulusların ser
vetini tüketilemez para zenginliğinin değil, toplumun eme
ğiyle her yıl yeniden üretilen tüketilebilir malların meyda
na getirdiği eksiksiz özgürlüğün, yıllık yeniden üretimi en
büyük kılacak tek etkili tedbir olduğunu ileri sürmekle, bu
öğreti her bakımdan, cömert ve liberal olduğu kadar hak
lıdır da . "
Fizyokratlar "eksiksiz özgürlük" için savaşmakta Adam
Smith'i de geçtiler, ama onun etkisi çok daha büyüktü . Ulus
lann Seveti tekrar tekrar yayınlandı. Hayatı boyunca ve öl
dükten sonra çok okundu . Merkantilist teori yıkıldıysa,
" Knock-out"u sağlayan onun yumruklarıydı. Değerli ma
denleri savunanların ağzının payını şöyle vermişti: "Kendi
maden yatakları olmayan bir ülke altın ve gümüşü elbette
başka ülkelerden alacaktır. Bağı olmayan bir ülkenin şarap
alacağı gibi. Ama hükümetin, ilgisini bunlardan birine değil
de ötekine yöneltmesi hiç de gerekli değildir. Şarap alacak
mali kudreti olan ülke istediği kadar şarap alır; altın ve gü
müş alacak mali kudreti olan bir ülke de hiçbir zaman altın
ve gümüşsüz kalmaz. Onlar da bütün metalar gibi belli bir
iyat karşılığında satın alınırlar. "
M erkantilistlerin kolonyal politikası ü zerine Adam
Smith'in görüşü şu cümlede özetlenir: "Dolayısıyla merkan
tilist sisteminin bütün öteki pis ve kötü niyetli politikala
rı gibi koloni ticaretinin tekeli de bütün öbür ülkelerin tica
retinde, özellikle de kolonilerinkinde tıkanıklık yaratır, ama
bunların lehine olsun diye yapıldığı ülkenin ticaretini de hiç
geliştirmez, tersine azaltır."
Smith'in kitabının ilk cümlesi serbest ticareti savunur. llk
1 60
söylenen şudur: " . . . emeğin üretici gücündeki en büyük iler
leme . . . işbölümünün sonucu olarak görünür. " Ve Smith'in
1 766'da işbölümünden anladığı, bizim bugün anladığımı
zın aynısıydı. Uzmanlaşma demek istiyordu - bir işçiyi uz
man kesilinceye kadar belli bir işte çalıştırmak. "Onun için,
çok basit bir imalat dalından bir örnek alalım; yine de, işbö
lümü bu dalda çok göze çarpmıştır: Dal, toplu iğne imalatı;
bu işte eğitim görmemiş . . . kullanılan makineleri işletmesi
ni de bilmeyen bir işçi. . . ne kadar çabalarsa günde belki bir
iğne yapabilir, ama herhalde günde yirmi iğne çıkaramaz
dı. Ama şimdi bu iş öyle bir şekilde yürüyor ki, işin bütünü
nün başlı başına ayrı bir zanaat olması bir yana, çoğu tek tek
alındığında kendi başına işler olan birçok dala bile ayrılıyor.
Biri teli çekiyor, öteki düzleştiriyor, üçüncüsü kesiyor, dör
düncüsü sivriltiyor, beşincisi topuzun takılacağı ucu eğeli
yor; iğnenin başını yapmak için üç ayrı işlem gerektiriyor,
takması ayrı, iğneleri ağartmak ayrı; kağıda iliştirilmesi bi
le başlı başına bir zanaat; böylece bu önemli toplu iğne ya
pım işi, onsekiz kadar birbirinden ayrı işe bölünüyor ve ba
zı imalathanelerde ise ikisini üçünü aynı adam yapabiliyor.
Bu çeşitten küçük bir imalathane görmüştüm, orada topu
topu on kişi çalıştığı için bazıları iki üç arı işlemi yapıyor
du . . . Kendilerini sıktılar mı, günde on iki libre toplu iğne çı
karabiliyorlardı. Bir librede orta boylu dört binden azla iğne
bulunur. Demek ki bu on kişi günde kırk sekiz binden az
la iğne yapıyorlardı. Şu halde her biri kırk sekiz binin onda
birini yaptığına göre , günde adam başına dört bin sekiz yüz
toplu iğne imal ediyorlardı. Ama hepsi ayrı ve bağımsız ça
lışsalar ve bu iş için gerekli eğitimi görmeseler, günde irmi
taneden azla, hatta belki bir tane bile toplu iğne yapamaz
lardı; yani, değişik işlemlerin bölünmesi ve birleşimi sonucu
şimdi yapabildiklerinin kesinlikle iki yüz kırkta birini, belki
dört bin sekiz üzde birini. "
1 61
O halde? Diyelim ki Adam Smith'in sözünü kabul ettik,
işbölümünün, daha azla ustalık, zamanda tutumluluk, ge
nel etkililik vb. yüzünden emeğin üretkenliğini artırdığına
inandık. Bundan ne çıkar? Serbest ticaretle ne ilintisi var
bunun?
Çok ilintisi var. Çünkü , diyordu Adam Smith, işbölümü
nü pazarın genişliği belirler: "lşbölümünü doğuran şey mü
badelenin gücü olduğuna göre , bu bölünmenin yaygınlığı
her zaman o gücün yaygınlığıyla, başka bir söyleyişle paza
rın genişliğiyle sınırlanmış olacaktır. Pazar çok uak olun
ca kimse kendini tek bir işe bütünüyle bağlamak cesareti
ni gösteremez, kendi emeğinin ürününün, kendi tüketimi
ni aşan ve arta kalan kısmını, ihtiyaç duyduğu başka insan
ların emeğinin ürününün yine o kısmıyla mübadele edecek
gücü bulamaz. "
Üretkenlik işbölümü sonucunda artıyorsa , işbölümü de
pazarın genişliğiyle sınırlıysa, şu halde pazar ne kadar geniş
lerse işbölümü de o kadar büyür ve üretkenlik de o kadar ar
tar - yani, ulusun serveti o kadar büür. Serbest ticaret pa
zarları alabildiğine genişlettiğine göre, işbölümü de istediği
niz kadar gelişir, dolayısıyla üretkenlik de istediğiniz kadar
artar. Serbest ticaret bu yüzden iyidir.
Bu açıklama epey dolaşık oldu . Şu biraz daha basit:
1 . Üretkenlik artışı işbölümünden ileri gelir.
2. lşbölümü pazarın genişliğine göre büyür ya da daralır.
3. Serbest ticaret pazarı alabildiğine genişletir. Onun için
serbest ticaret üretkenliği arttırır.
Bir nokta daha var: Ülkelerarası serbest ticaret azami çiz
gisine ulaşmış işbölümü demektir. Adam Smith'in toplu iğ
ne imal eden abrikası işbölümü avantajlarına dünya ölçü
sünde sahiptir. Her ülkenin en ucuz üretebildiği mallarda
uzmanlaşmasını sağlar, böylece dünyanın toplam serveti
ni artırır.
1 62
Ama bu bölümün başında Adam Smith'i merkantilist kı
sıtlama, düzenleme ve baskıya karşı başkaldıran adam ola
rak tanıtmıştık. Endüstrinin dıştan yöneltilmesine karşı ne
diyordu? Şu alıntıda hükümetin müdahalesini kınar ve öz
gürlük ister: "Ya , olağanüstü teşviklerle , endüstrinin bel
li bir türüne toplumdaki sermayenin normal olarak o dala
akacak miktarından daha azlasını çekmeye çalışan; ya da,
olağanüstü baskılarla, endüstrinin belli bir türünde kullanı
lacak sermayenin bir kısmını oradan başka yere itmeye ça
lışan her sistem; aslında, varmak istediği büyük amaca va
rılmasını yolundan saptıran bir tutumdur. Toplumun ger
çek servet ve büyüklüğe doğru ilerleyişini hızlandıracağına
durdurur; toprak ve emeğin ıllık hasılasının gerçek değeri
ni artıracağına azaltır.
"Böylece bütün tercih ve baskı sistemleri tamamen orta
dan kaldırıldığında , bariz ve sade doğal özgürlük sistemi
kendiliğinden yerleşir, kurulur. Her insan, adalet yasaları
nı bozmadığı sürece, kendi çıkarını istediği gibi yürütmek
te, endüstri ve sermayesini başka insanlar veya insan grup
larının endüstri ve sermayeleriyle rekabete sokmakta tama
men serbesttir. "
B u son cümleyi okuyunca, iş hayatının yürümek için sa
bırsızlandığını ama her dönemeçte can sıkıcı düzenlemelere
tosladığı bir dönemde Uluslann Seveti'nin işadamı için bir
İncil olduğunu anlarsınız.
1 63
13
"ES1 DÜZEN DEGİŞİYOR... "
1 65
rı Üçüncü Kesimin geri kalanlarına kıyasla bayağı reah için
deydi. Bir başka grup da kasaba ve şehirlerde oturan zana
atkarlardan oluşuyordu. Bunların saısı 2,5 milyon civarın
daydı. Sayıları 22 milyonu bulan geri kalanlar toprak üzerin
de çalışan köylülerdi. Bunlar devlete vergi, ruhbana ondalık,
soylulara da feodal haraçları öderlerdi.
Benim gibi, sizin gibi insanlar, harcamalarını gelirlerine
göre ayarlarlar. Hükümetler de genel olarak böyle yapma
ya çalışır. Ama onsekizinci yüzyılda Fransa hükümeti tama
men tersine bir yol deniyordu. Parayı aptalca, müsrifçe, sis
temsiz ve ahlaksız bir şekilde atıp savuruyordu. Tek bir ör
nek bunu kanıtlamaya yeter. Livre Rouge, bütün hükümetçe
bağışlanmış iratların listesini içeren bir kırmızı kitaptı. Say
aları arasında bir berber olan Ducrest'in de adı vardı. Niçin
yılda 1 . 700 livre irat bağışlanmıştı ona? Çünkü Kont d'Ar
tois'nın kızının berberiydi. Kızının, yapılacak saçı bile çık
madan bebekken ölmüş olması hiçbir şey değiştirmiyordu .
Ducrest iradını kullanıyordu .
Fransız maliyesi işte bu örnekte görülen çılgın yöntemler
le yürütülüyordu . Başka binlerce önek daha vardı. Gelir gi
deri düzenleyeceğine, gider geliri belirliyordu . Gelişigüzel,
düşüncesizce harcama daha büyük miktarda para toplaya
cak şekilde vergilendirmeye yol açıyordu. Ayrıcalıklı sınılar
kendi paylarını sırtlanmadığı (tersine ayrıcalığı olmayanla
ra yeni vergiler yükledikleri) ve Üçüncü Kesimin daha zen
gin tabakası birtakım dolambaçlı yollarla kendilerine vergi
den bağışıklılık kazandıkları için olanca yük yoksulların üs
tüne biniyordu. Yük ağırdı. O dönemi gösterecek bir resim
de köylü iki büklüm, sırtında kralı, papazı ve aristokratı ta
şır halde çizilmeliydi.
Ünlü bir Fransız, de Tocqueville, bu vergi yükünün çok
çalışan köylünün gündelik hayatında ne demek olduğunu
anlatır: "Onsekizinci yüzyılın Fransız köylüsünü gözünü-
1 66
zün önüne getirin . . . Toprağa öylesine aşkla bağlıdır ki bi
razına sahip olabilmek için bütün biriktirdiği paraları ve
rir. . . Bu alımı tamamlamak için önce bir vergi ödemelidir. . .
Sonunda toprağın sahibidir; ektiği tohumla birlikte yüreği
ni de gömer tarlasına . . . Ama ine bu komşular onu işinden
alır, kendileri için ücretsiz çalışmaya zorlarlar. Taze ürünle
rini onlardan korumaya çalışır; yine önüne dikilirler. Neh
ri geçerken yoluna çıkar, vergi alırlar. Pazarda malını sat
ma hakkını yine onlardan satın alması gerekir; sonra , evi
ne döner, kendine kalan buğdayı evinin geçimine kullan
mak ister . . . Ama bu buğdaı da onların değirmeninde öğü
tüp onların fırınında pişirmeden ağzına alamaz. Küçük ge
lirinin bir kısmını da hizmetten kurtulmak için onlara vergi
olarak verir . . . Ne yapsa, bu başbelası komşular ayağına dola
şır. Bunlardan kurtulunca kilisenin kara cüppelerine bürün
müş olanları gelir hasatın karını alıp götürürlerdi. . . Ortaçağ
kurumlarının bir kısmının ortadan kalkması geriye kalanla
rı yüz kat daha çekilmez hale getirmişti. "
Ama bu , onbirinci yüzyılın feodal sistemini hatırlatıyor
insana . Şu halde, geçen yedi yüzyıl boyunca hiçbir değişik
lik olmamış mıydı? Olmuştu elbette. l 700'de Fransa'da ya
şayan 22 milyon köylünün sadece 1 milyonu eski anlam
da serfti. Ötekiler serlikten kurtulup tam özgür olmuşlar
dı. Ama bu , bütün eski feodal vergi ve hizmetlerin ortadan
kalkması demek değildi. Bazıları kalkmıştı ama kalanları da
çoktu . Doğuş nedenleri çoktan tarihe karıştığı halde bun
lar duruyordu . Askeri himaye sağladıkları için karşılığın
da feodal haraç ve hizmet alan soylular artık kralın ordusu
nu meydana getirmiyorlardı - askeri işlevleri de kalmamış
tı. Bir grup olarak yönetime de katkıları olmuyordu -yal
nız birey olarak- idariOO, politik bir işlevleri de yoktu . Çift
çilik etmiyor, bir bütün olarak iş hayatına da girmiyorlar
dı - yani ekonomik işlevleri de yoktu . Vermeden alıyorlar-
1 67
dı. Aylaklaşmış, asalak olmuşlardı, sarayda, topraklarından
uzakta vakit harcayıp duruyorlardı. Yine de, hala köylüler
den haraç ve hizmet talep ediyor, alıyorlardı da. Köylülerin
haklı olarak neret ettiği bir kalıntıydı bunlar. Yukarıdaki
alıntının son cümlesinde Tocqueville'in de işaret ettiği gibi,
alışılmış vergilerin bir kısmının yok edilmesi kalanları daha
da sevimsiz kılıyordu .
Köylü gelirinin tam ne kadarını vergi olarak ödüyordu?
Cevaba şaşıracaksınız. Yapılan hesaba göre kazancının yüz
de sekseni çeşitli vergi tahsildarlarının elinde kalıyordu ! Ka
lan yüzde yirmiyle beslenmesi, barınması ve ailesini giydir
mesi gerekiyordu . Köylünün homurdanmasında şaşılacak
bir şey yok demek. Hasatın kötü olmasıyla açlıktan ölme de
recesine varmasına da şaşmamalı. Böyle bir zamanda kom
şularından çoğunun dilenci olarak yollarda taban tepmesi
de şaşılacak bir şey değildi.
Fransız Devrimi l 789'da patladı. Ama bundan, köylünün
onsekizinci yüzyılda onyedinci yüzyıldakinden daha kötü
durumda olduğu sonucunu çıkarmayın. Değildi. Belki da
ha bile iyi durumdaydı. Aslında köylüler vergi toplandıktan
sonra ellerinde kalanı şu veya bu yoldan azar azar biriktire
rek biraz toprak satın alabilmişlerdi. Devrimden önceki yüz
yıl kadar süre içinde köylüler durmadan toprak edinmişler
di. Onun için, 1 789 geldiğinde, Fransız topraklarının üçte
biri kadarı onların elindeydi. Ama bu onları eskisinden de
daha hoşnutsuz yapıyordu . Niçin?
Toprağa açtılar. Açlıklarını bir parçacık giderebilmişlerdi.
Daha azla ilerlemelerini engelleyen neydi? Devletin ve ay
rıcalıklı sınıların sırtlarına yıktığı yük. Bu yük sırtlarından
kalkarsa daha dik durabileceklerini -havan durumundan
insan durumuna geçebileceklerini- şimdi her zamankinden
daha iyi görüyorlardı. Durumlarının biraz düzelmesi gözle
rini açmıştı ve birazcık daha olsa . . .
1 68
Fransız köylüleri (başka Batı Avrupa ülkelerinin köylüle
ri de) feodal ödeme ve kısıtlamaların kaldırılması gerektiği
ni daha önce de düşünmüşlerdi. Daha önce de köylü ayak
lanmaları olmuştu. Bu ayaklanmalar feodal düzenlemelerin
takımım silip süpürememiş , ama köylülerin durumunu da
düzeltmişti. Şimdi engelleri tamamen yok etmek için köylü
lerin yardıma ve öncüye ihtiyacı vardı.
Yükselen orta sınıfta aradıklarım buldular.
Fransız Devrimi'ni yapan ve bundan en kazançlı çıkan bu
yükselen orta sınıf, burjuvazi oldu . Burjuvazi Devrim'i yap
tı, çünkü yapması gerekiyordu. Zorbaları deviremese kendi
si ezilecekti. Küçük civciv gibiydi, büyümüş, kabuğunu kır
ması ya da ölmesi gereken noktaya varmıştı. Gelişen bur
juvazi için ticaret ve endüstrideki kısıtlama, düzenleme ve
baskı, hükümetin küçük gruplara tekel ve arıcalık bağışla
ması, çağını doldurmuş loncaların ilerlemeyi kösteklemesi,
kendilerine söz hakkı tanınmadan yasalar çıkarılması ve es
ki yasaların varlığı, mücadeleci devlet memurlarının çoğal
ması, hükümet borçlarının gittikçe büyüyen hacmi -bütün
bu çürüyen, yozlaşan feodal toplum- kırılması gereken ka
buğu meydana getiriyordu.
Burjuvaziyi kimler oluşturuyordu? Bunlar yazarlar, dok
torlar, öğretmenler, avukatlar, yargıçlar, devlet memurlarıy
dı -eğitim görmüşler sınıfı; tüccarlar, imalatçılar, bankerler
di- paralı sınıf, hem zaten paralı, hem de azlasına göz dik
miş durumda. Her şeyden önce istedikleri ya da ihtiyaç duy
dukları - aslında artık feodal olmayan bir toplumda feodal
zırhı sırtlarından atıp şöyle rahat oturan bir kapitalist ceket
giymek istiyorlardı. Fizyokratların ve Adam Smith'in yazı
lan iktisadi alandaki ihtiyaçlarını dile getirmişti; toplumsal
alandaki ihtiyaçları da Voltaire , Diderot ve Ansiklopedist
ler'in yazılarında dile gelmişti. Ticaret ve endüstride laissez
faire'in karşılığı din ve bilimde "aklın yönetimi" idi.
1 69
Sizin kadar yetenekli veya çalışkan olmayan birinin, bir
çeşit "piston"u olduğu için size tanınmayan nimetleri eline
geçirmesi kadar sinir bozucu bir durum olamaz. Burjuvazi
işte biraz bu durumdaydı. Yetenekleri vardı. Kültürleri var
dı. Paraları vardı. Ama bütün bu şeylerin onlara toplumda
sağlaması gereken yasal yere bir türlü gelemiyorlardı. "An
nesi Grenoble'deki tiyatroda oturduğu locadan bir aristok
rat tarafından çıkartılınca, Bamave derimci oldu . Mme Ro
land, annesiyle Fontenay Şatosunda yemeğe alıkonduğunda
yemeğin kendilerine hizmetçiler dairesinde verildiğini anla
tıyor. Eski rejim onur yaralayıcı davranışlarıyla ne kadar çok
düşman kazanmıştı ! "
Burjuvanın azla toprağı yoktu ama parası çoktu . Devle
te borç para vermişlerdi. Şimdi geri istiyorlardı. Kamu para
sının aptalca ve mirasyedice harcanmasının zorunlukla ila
sa varacağını görebilecek kadar hükümet işlerinden anlıyor
lardı. Kendi biriktirdikleri paralar için de endişe ediyorlardı.
Burjuvazi, politik gücünün iktisadi gücüyle orantılı olma
sını istiyordu. Mülkleri vardı - ayrıcalık istiyordu . Bu çürü
yen feodal toplumda mülklerinin can sıkıcı kısıtlamaların
boyunduruğundan çıkmasını istiyordu. Hükümete verdikle
ri borç paranın ödenmesini garantiye almak istiyordu . Bun
ların bazılarını başarmak için kendilerine bir ses değil, hü
kümetteki sesi sağlamaları gerekiyordu. Fırsat çıktı karşıla
rına - kaçırmadılar.
Fırsat çıktı, çünkü Fransa öyle berbat bir duruma gelmiş
ti ki eskisi gibi yürütmek artık mümkün değildi. Soylular
dan biri olan Kont de Colonne da bunu itiraf ediyordu. Ki
lit Maliye Bakanlığı görevi sayesinde geleceğin işaretleri
ni başkalarından iyi görebilmişti. "Fransa yönetimleri karı
şık ayrı eyalet ve bölgelerden, birbirini hiç tanımayan yöre
lerden meydana gelmiş bir krallıktır; burada yükün bütünü
nü bazı bölgeler taşırken ötekiler tamamen serbesttir, en ha-
1 70
f vergiyi en zengin sınıf öder, ayrıcalıklar her türlü dengeyi
bozmuştur, herhangi bir sürekli yönetimi ya da ortak irade
yi sağlamak imkansızdır: Zorunlukla, suistimallerle dolu ve
şimdiki durumunda yönetilmesi imkansız , son derece ku
surlu bir krallıktır. "
Özellikle ş u iki kelimeye dikkat edin: "Yönetilmesi im
kansız. " Yönetici sınıftan biri, artık yönetmenin imkansız ol
duğunu kendi ağzıyla söylüyor; buna bir de hoşnutsuz kit
leleri ekleyin; şimdi gelsin aklı başında bir sınıf, iktidarı ele
geçirmek amacıyla bir kargaşalık çıkarsın ve bir devrim ol
sun. Derim 1 789'da oldu. Adı Fransız Devrimi'dir.
Devrimcilerin önderlerinden biri olan Abbe Sieyes, Üçün
cü Kesim Nedir? adlı eğitici bir risalede devrimin amaçlarını
kısaca sıralar: "Kendimize üç soru sormalıyız:
"Birincisi: Üçüncü Kesim nedir? Her şey.
"İkincisi: Şimdiye kadar politik sistemimizde ne olmuş
tur? Hiçbir şey.
"Üçüncüsü : Ne istiyor? Bir şey olmak. "
Gerçi üçüncü kesimin bütün üyeleri, zanaatkarlar, köylü
ler ve burjuvazi, "bir şey" olmaya çalışıyorlardı, ama istedi
ğini en azla elde edebilen üçüncü grup oldu. Önderliği bur
juvazi sağladı, öteki gruplar ise dövüştü. En azla kazanan da
burjuvazi oldu . Devrim boyunca burjuvazi kendini zengin
leştirecek ve güçlendirecek birçok fırsat buldu . Kiliseden ve
soylulardan alınan topraklarda spekülasyon yaptılar ve hile
li ordu müteahhitliği yoluyla milyonlar vurdular.
Daha yoksul emekçi sınıfın sözcüsü olan Marat Dev
rim'de olanları şöyle anlatır: "Ayaklanma anında halk sayı
gücüne dayanarak her engeli yıkıp geçti; ama başta ne ka
dar güçlü olsalar, sonunda usta , becerikli ve kurnaz olan
üst sınıf komplocularına yenildiler. Yukarı sınıfın eğitim
görmüş incelikli entrikaları başlangıçta despotlara yönelik
ti: Ama onların güvenini kazanıp kudretlerinden yararlan-
1 71
dıktan sonra despotları kovdukları ayrıcalıklı yere yerleş
mek, sonra da halka karşı dönmekti amaçları. Devrimi ya
pan ve yürütenler toplumun alt tabakalarıdır, işçiler, zana
atkarlar, küçük esnaf, köylüler, plebler, talihsizlerdir; utan
maz zenginlerin canaille (ayak takımı) dediği ve Romalıla
rın utanmadan proletarya diye adlandırdıklarıdır. Ama yu
karı sınıfların sürekli gizledikleri şey, devrimin sadece top
rak sahipleri, avukatlar ve düzenbazlar yararına yolundan
saptırılması olgusudur. "
Olanın doğru bir anlatımıdır bu . Devrim bitince Fransa' da
politik iktidarı kazanan burjuvazi oldu . Soyluluk ayrıcalığı
ortadan kaldırıldı, ama iş ayrıcalığı onun yerine geçti. "Öz
gürlük, Eşitlik, Kardeşlik" bütün devrimcilerin haykırdığı
bir halk sloganıydı, ama aslında öncelikle burjuvazi için ge
çerli oldular.
Napoleon Yasasını incelemekle bunu görürüz. Besbel
li mülkiyeti, feodal değil burjuva mülkiyetini korumak için
hazırlanmıştır. Yasanın 2000 maddesinden yalnız yedisi
emeği, sekiz yüze yakını ise mülkiyeti ele alır. Sendikalar
ve grev yasaklanmıştır, ama işveren dernekleri iyidir. Yasa
ya göre ücretlerle ilgili bir anlaşmazlıkta mahkeme işçinin
değil, işverenin sözünü doğru sayacaktır. Yasaı burjuvazi,
burjuvazi için yapmıştı; mülkiyetin korunması için mülki
yet sahipleri yapmıştı.
Savaş dumanı dağılınca, burjuvazinin, istediği şeyi, istedi
ği biçimde, zamanda ve yerde alma ve satma hakkını kazan
dığı görüldü . Feodalizm ölmüştü .
Yalnız Fransa'da değil , Napoleon ordularının fethettiği
her ülkede öldü . Napoleon muzafer ilerleyişinde serbest pa
zarı (ve Napoleon Yasasını) da yanında götürüyordu. Zapte
dilen ülkelerin burjuva sınıları durumu sevinçle karşılıyor
lardı tabii ! Bu ülkelerde serlik kalktı, feodal vergiler, öde
meler silinip süpürüldü , mülk sahibi köylünün, tüccarın,
1 72
imalatçının kısıtlamasız, düzenlemesiz , baskısız alıp satma
hakkı kesinlikle yerleşti.
Fransız Devrimi'nin bu evresini Karl Marx 1 85 2'de Lou
is Bonaparte'ın On Sekiz Bumaire'sinde en iyi şekilde özet
lemiştir: "Desmoulins, Danton, Robespierre, Saint-Just, Na
poleon, büyük Fransız Devrimi'nin kahramanları, partileri
ve kitleleri . . . çağlarının göreini başardılar - bu , burjuvazi
yi kurtarmak ve modern burjuva toplumunu kurmaktı. Ja
cobenler feodalizmin kök saldığı toprağı sürdüler ve orada
büyüyen feodal para babalarının kaalarını kestiler. Napole
on bütün Fransa'da serbest rekabetin gelişmesi, büyük ara
zilerin paylaşılmasından sonra toprak mülkiyetinin sömü
rülmesi ve ülkenin endüstriyel üretim imkanlarının sonuna
kadar kullanılmasını sağlayacak koşulları yarattı. Sınırların
ötesinde her yerde feodal kurumları temizledi. . . "
Devrimler kanlı işlerdir. Birçok insan Fransız modelinin
şiddet ve terörü karşısında şoke oldu . Fransız Devrimi'nin
başlıca düşmanlarının İngilizler olması ilginç bir olgudur.
Özellikle ilginçti bu , çünkü İngiliz burjuvazisinin iktisa
di güçleriyle eşit politik güç kazanmak için giriştiği müca
dele Fransız Devrimi'nden bir üzyılı aşkın bir zaman ön
ce tamamlanmış , bu olayda dökülen kanlar tabii unutulu
vermişti.
Gelgelelim, arada bir ark vardı . Fransa'da iş , Soy'a tam
bir "knock-out" yumruğu indirmiş , Soy bundan sonra bir
türlü tam ayılamamıştı . Oysa İngiltere'de zafer yine lş'in
elinde kalmıştı, ama bir "knock-out" dan çok sayı hesabıyla
olmuştu bu . Öyle görünüyor ki İngiltere'de İş ve Soy iyi ta
nışıyorlardı, onun için de başka ülkelerde olduğundan da
ha iyi geçindiler. İngiliz burjuvazisi toprak sahibi aristok
rasiye karışmış , toprak sahibi aristokrasi de "seviyeme ya
kışmaz" demeden iş dünyasına girmişti. Yine de 1 640- 1 688
yılları arası İngiltere tarihinde gerçek bir savaş vardır - an-
1 73
cak burjuvazinin hükümette söz sahibi olması kararlaştırı
lınca son bulan bir savaş.
Edmund Burke'ü, " temsil hakkı olmaksızın vergi" soru
nunda Amerikalı kolonistlerden yana o güzel konuşmaları
yapan Britanyalı büyük devlet adamını hatırlarsınız. Fran
sız Devrimi'ni şiddetle kınayan bir dizi makale yayımlaınca
bir başka İngiliz yazarı ona İngiltere'nin yüzyıl önceki "Şanlı
Devrim"ini hatırlatmıştı: "İnsanlık ve sağduyu adına . . . Fran
sa halkının bu ülkeye karşı işlediği onulmaz cürüm, kealeti
ödenemeyecek suç nedir? 1 789 Devrimi ile hükümetlerinde
bir değişim gerçekleştirmeleri mi? Bu durumda bizden ark
ları sadece bir yüzyıl gerimizden gelmeleridir. Krallarının
boynunu vurmak mı? İngiliz ulusu başlattı bu işi."
İngiltere'de 1 689'a kadar ve Fransa'da l 789'dan sonra pa
zar serbestliği kavgacı orta sınıfın zaferiyle sonuçlandı. Fe
odalizme öldürücü darbeyi Fransız Devrimi vurduğuna gö
re Ortaçağ'ı l 789'un bitirdiği söylenebilir. Dua edenler, sa
vaşlar ve çalışanlarıyla feodal toplumun yapısı içinden bir
orta sınıf doğmuştu . Bu sınıf yıllar boyunca güçlenmişti.
Feodalizme karşı uzun, zorlu bir savaş vermiş , bu savaşta
üç dönüm noktası çarpışma olmuştu : Ilki Protestan Reor
mu, ikincisi İngiltere'nin Şanlı Devrimi, üçüncüsü de Fran
sız Devrimi'ydi. Burjuvazi onsekizinci yüzyılın sonunda ar
tık eski feodal düzeni yıkacak kadar güçlenmişti . Feoda
lizm yerine, malların serbest mübadelesine dayanan, önce
likle kar etme amacını güden değişik bir toplum burjuvazi
tarafından kuruldu .
Bu sisteme kapitalizm diyoruz.
1 74
i K iNCi BÖLÜM
apitalidn ? . . .
14
PARA NEREDEN GELDİ?
1 77
aklından geçirmiyordu - o , oyunu görmek istiyordu. Parası
sermaye olarak işlemiyordu.
Anı şekilde, çoban yününü satarak aldığı parayla yemek
için ekmek alırken parasını sermaye olarak kullanmıyordu .
Ama tüccar, yünü daha yüksek bir iyata satacağını umarak
yün karşılığında para verirken parasını sermaye olarak kulla
nıyordu. Para kar getiren (ya da kar vaad eden) bir teşebbüs
veya işleme yöneldiğinde, o para sermaye olur. Bu , satın al
mak için, kullanım için (prekapitalist) satmakla, satmak için,
kazanç için (kapitalist) almak arasındaki ayrımdır.
Ama tipik kapitalistin kazanç için satmak üzere satın al
dığı nedir? Tiyatro bileti mi? Yünlü mü? Otomobil mi? Şap
ka mı? Ev mi? Hayır. Bunların hiçbiri değildir, ama hepsinin
parçasıdır. Bir endüstri işçisiyle konuşun. Size patronun ça
lışma yeteneği karşılığında kendisine ücret ödediğini söyle
yecektir. Kapitalist kazançla satmak üzere işçinin iş-gücünü
satın alır, ama tabii kapitalist işçinin iş-gücünü satamaz. Sat
tığı -karla- işçinin emeğiyle hammaddeden tamamlanmış
ürüne dönüştürdüğü mallardır. Kar, işçinin yarattığı değer
den daha azını ücret olarak almasından doğar.
Kapitalist üretim araçlarının sahibidir - binaların, maki
nelerin, hammaddelerin vb. iş-gücü satın alır. Kapitalist üre
tim bunların birleşmesinden çıkar.
Ama sermayenin tek biçimi para değildir. Günümüzün
endüstrisinde pek azla nakit para, ya da hiç para bulunma
yabilir, ama ine de büyük bir sermayenin sahibidir. Üretim
araçlarının sahibi olabilir. Bu sermayesi, iş-gücü satın aldık
ça büyür.
Modern endüstri bir kere başlayınca kısa zamanda kendi
karım yapar, kendi sermayesini biriktirir. Ama sermaye baş
langıçta nereden geldi - modern endüstri başlamadan önce.
Bu önemli bir soru çünkü birikmiş sermaye olmadan, bildi
ğimiz anlamda endüstriyel kapitalzm mümkün olamazdı -
1 78
geçinmek için başkalarına çalışan insanlar olmadan. Bu iki
koşul nasıl yaratıldı?
Kapitalist üretimi başlatmak için gerekli kapitalin çok
çalışan , ancak zorunlu olduğu kadar harcayan ve gerisini
azar azar biriktiren tutumlu insanlar tarafından sağlandığı
nı söyleyebilirsiniz . İnsanlar şüphesiz para biriktirmişler
di, ama sermaye ilkin böyle birikmedi. Çok güzel bir hika
ye bu , ama yazık ki doğru değil. Hikayenin doğrusu da bu
kadar güzel değil.
Kapitalist dönemden önce sermaye en çok ticaret yoluyla
birikmişti - yalnız mal mübadelesini değil, fetih, korsanlık,
talan ve sömürüü de kapsayan esnek bir terim bu ticaret.
İtalyan şehir devletleri Haçlı Seferlerinde Batı Avrupa'dan
boşuna yardım istememişlerdi. Bu 'dini' savaşların sonunda
Venedik, Cenova ve Piza zengin bir imparatorluğu denetler
oldular. Ve İtalyan atihler ellerine geçen fırsatı iyi kullandı
lar. Doğu' dan gelen servet akımı tüccar ve bankerlerinin ha
zır bekleyen ellerine aktı. Bu konuda en çok yetkili olanlar
dan biri, Mr. john A. Hobson ltalya'nın Doğu'yla ticareti için
şöyle diyor: "Böyle erken bir dönemde temeli atılan karlı ti
caret Batı Avrupa'ya daha sonra kapitalist yöntemlerin geliş
tirilmesi için gerekli sevet birikimini sağladı. "
Mr. Hobson doğru söylüyorsa , kapitalist örgütlenmenin
başlangıçlarını İtalya yarımadasında aramalıyız. Gerçekten
de, onüçüncü ve ondördüncü yüzıllarda, hatta daha da ön
ce , bu başlangıçları orada buluruz.
Ama Doğu'dan gelen bu sevet büyük olmakla birlikte ye
terli değildi. Ancak onaltıncı üzyıldan sonra sermaye ihtiya
cını karşılayacak kadar muazzam miktarlarda birikmeye baş
ladı. Modern kapitalizmin evrimini çok iyi bilenlerden bir
başkası olan Karl Marx olayı, şöyle özetler: "Amerika'da al
tın ve gümüşün bulunması, yerli nüusun madenlere tıkıl
ması, köleleştirilmesi, gömülmesi, Doğu Hint Adalarının fet-
1 79
hi ve yağması, Afrika'nın kara derilileri için ticai şaağını işa
ret eder. Bu bildik olaylar ilk birikimin başlıca uğraklarıdır. "
Yirminci yüzyıl gangsterlerimizin işlerini ilkokul pikniği
gibi gösterecek zulüm, cinayet ve işkence hikayeleri dinle
mek ister misiniz? İstiyorsanız Meksikalı ya da Perulu bir kı
zılderiliye atalarının onaltıncı üzyılda beyaz adamla ilk te
maslarını anlatmasını söyleyin. Yerlilere Hıristiyanlık verildi
- maden hizmeti, dayak, öldürme ile birlikte. Ama muazzam
altın ve gümüşü topraktan kazıp Eski Dünya'ya gönderdiler
orada tüccar ve bankerlerin eline geçmek üzere ! (Ve bu el
lerde altınla gümüş boş durmuyordu ; ya borç olarak imalat
çılara ya da ticarete yatırılıyor, daha azla para getiriyordu .
Sözün kısası, sermaye oluyordu . )
Gerçi Meksika v e Peru'nun atihleri olan Cortez ve Pizar
ro lspanyol'dular ve lspanyol'ların kolonilere kötü davran
maları meşhurdur. Ama ya Hollandalılar? Onların yöntem
leri mutlaka arklı olmaz mıydı?
Bir zaman için Cava adasının Vali Yardımcısı olan Sir
T.S. Rales buna "Hayır" diyor. Hollanda'nın kolonyal yö
netimini "en olağanüstü hainlik, rüşvet, kıyım, ve alçaklık
ilişkisi" olarak anlatıyor. Yaptığı hesaba göre 1 6 1 3'le 1 653
arasında Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin yıllık karı
640 . 000 altındı.
Hollandalıların sermaye biriktirme yöntemlerinden bir
örnek: "Malaka'yı ele geçirmek için Hollandalılar Portekiz
li Valiyi satın aldılar. 1 64 l 'de şehre girmelerine izin verdi.
Hemen evine dalıp öldürdüler ve böylece ihanetinin bedeli
olan 2 1 .875 sterlini vermekten kurtuldular. Ayaklarını bas
tıkları yerde yıkım ve kıyım başlıyordu . Cava'nın bir eya
leti olan Banjuwangi'de l 750'de 80. 000 insan oturuyordu ,
1 8 1 1 'de bu sayı 18.000'e indi. Tatlı ticaret ! "
Hollanda, onyedinci yüzyılın başlıca kapitalist ulusu ol
ması için gerekli parayı böyle biriktirdi.
1 80
Ondan sonra gelen en önemli kapitalist ülke lngiltere'ydi.
Gerekli sermayeyi İngilizler nereden ve nasıl buldular? Çok
çalışarak, ölçülü yaşayarak, tasarrularını artırarak mı? Hiç
inanmayın.
W. Hoit, Londra'da 1 838'de yayımlanan Kolonizasyon ve
Hıristiyanlık adlı kitabına Oriental Herald gazetesinden, Hin
distan' da Britanya'yı anlatan bir yazıyı koyar: "İmparatorlu
ğumuz ikre dayanan bir imparatorluk değildir, yasalara da
dayanmaz; doğrudan doğruya zorla kazanılmıştır. . . hala da
öyle yönetilmektedir. Ülkenin hiçbir kısmı gönül rızasıy
la alınmamıştır. . . önce mallarımızı satmamız için sahile çık
mamıza izin verilmişti. . . Sonra azar azar, bazen zor, bazen
de hileyle . . . Ülkenin eski hükümdarlarını alaşağı ettik, soy
luların gücünü ellerinden aldık ve endüstrilerini, kaynakla
rını sürekli sömürerek halkın bütün azlasını ve taşınabilir
servetini elinden alıyoruz. "
Biraz öfkeli anlatıyor gibi, değil mi? E h , siz d e 1 7 70-
1 796 arasında Hindistan'da yaşasanız , herhalde siz de öf
kelenirdiniz . O tarihte binlerce yerlinin açlıktan öldüğü
nü görürdünüz . Yeterince pirinç mi yoktu? Yoo . Dünya ka
dar pirinç vardı. Öyleyse kıtlık niye? Çünkü İngilizler bü
tün pirinci satın almışlardı, yeniden de satmıyorlardı - an
cak muazzam iyatla satıyorlardı ki bunu da seil yerliler
ödeyemiyordu .
Kolonilerle ticaret anayurdu zengin etti. Avrupa tüccar
larının ilk servetleri böyle oluştu . Sermaye birikimi kaynağı
olarak özellikle ilginç olan ticaretlerden biri de canlı insan
ticareti. Arikalı kara derili yerli ticaretiydi. 1 840'ta Profesör
H. Merivale Oxord'da "Kolonizasyon ve Koloniler" konulu
bir dizi konferans verdi. Bu konferansların birinde iki önem
li soru sordu ve eşit derecede önemli bir cevap verdi: "Taşra
kasabaları olan Liverpool ile Manchester'i dev şehirler hali
ne getiren nedir? Şimdi hiç durmayan endüstrilerini ve hızla
1 81
biriken servetlerini neye borçlular? . . Şu andaki zenginlikle
rini aslında zencinin acılarına ve çabalamalarına borçludur
lar, sanki zenci o doklan kendi eliyle oymuş ve buhar maki
nelerini kendi elleriyle yapmışçasına. "
Şimdilerde profesörlerin lalarına gülüp geçmek moda ol
du. O halde Profesör Merivale de yalan mı söylüyordu? Ha
yır, söylemiyordu . Belki Liverpool tüccarlarının l 788'de
Avam Kamarasına verdikleri dilekçeyi okumuştu : Dilekçe,
canlı insan ticaretinin uygar bir ülkeye yakışmadığını söyle
mek küstahlığını ve zevksizliğini gösteren birtakım maksat
lı kişilere cevap veriyordu: "Dilekçe sahipleri Arika'da köle
ticaretini tamamen ortadan kaldırmak için girişilen çabalan
gerçek bir endişeyle izlemektedir . . . Çünkü bu ticaret uzun
yıllardan beri Liverpool ticaretinin önemli bir dalını meyda
na getirmiştir ve hala da böyledir. . . Dilekçe sahipleri alçak
gönüllülükle . . . bu servet kaynağının lağvedilmesine karşı
seslerini duyurmayı rica etmektedirler. . . "
Zenci köle ticaretini onaltıncı yüzyılın başında Portekiz
liler başlatmıştı. Hıristiyan Avrupa'nın öteki uygar ülkele
ri de hemen onları izlediler (Amerika'ya ilk zenci köleleri
1 6 1 9'da bir Hollanda gemisi getirdi) . Her şeyden habersiz
Afrikalı zencileri yakalayıp Yeni Dünya'daki çiftliklerde kı
sa sürede ölmek üzere çalıştırılacak bir "hammadde" olmak
üzere satmakla büyük para vurulacağını akıl eden ilk lngi
liz j ohn Hawkins oldu. Büük Kraliçe Elizabeth de bu katil
ve insan avcılarının yaptıklarından o kadar memnun kaldı ki
ikinci köle ticareti seferinden sonra kendisini şövalye yap
tı. Alameti olarak zincirlenmiş bir zenci resmini seçen Sir
]ohn Hawkins Richard Hakluyt'a bu insanlık dışı ticaretinde
ki başarılarıyla böbürlenmişti. Hakluyt, Hawkins'den dinle
diği 1 562- 1 563'teki ilk yolculuğunun hikayesini şöyle akta
rır: "Zencilerin Hispianola'da iyi satışı olduğunu ve Gine kı
yılarında bol miktarda zenci bulunduğunu iyice öğrenince
1 82
bunu denemeye karar verdi ve bu düşüncesini Londra'daki
saygıdeğer dostlarına iletti. Onlar hepsi bu niyetini çok be
ğendiler ve cömertçe para yardımı yapmaya ve serüvene ka
tılmaya karar verdiler. Bu amaçla derhal üç güzel gemi do
natıldı. . . Oradan Gine sahilindeki Sierra Leone'ye geçti. . . Bu
rada uzunca bir süre kaldı ve kısmen kılıcının zoru, kısmen
de başka yollarla, en az üç yüz zenciyi ve o ülkenin sağladı
ğı başka malları topladı. Bu avla Okyanus'u aştı ve zencile
rin tamamını sattı: Karşılığında . . . değiş tokuş yoluyla öyle
mal aldı ki yalnız üç gemisini değil, ayrıca iki mavnayı de
ri, zenceil, şeker ve inciyle doldurdu . . . Böylece hem kendisi
hem de adı geçen serüvenciler için büyük başarı ve kazanç
la yurduna döndü. "
"Büyük başarı ve kazanç" Kraliçe Elizabeth'i de etkilemiş
ti. Gelecekteki karlarına o da ortak olmak istiyordu. Böyle
ce, ikinci seferinde Kraliçe de köle taciri Hawkins'e bir gemi
ödünç verdi. Geminin adı lsa'ydı.
Ticaret -fetih, korsanlık, yağma, sömürü- şu halde, kapi
talist üretimi başlatmak için gerekli sermaye birikimi bu yol
lardan sağlandı. Marx şunları boşuna yazmıyordu : "Para . . .
bir yanağı doğuştan kan lekeli doğduysa, sermaye tepeden
tırnağa kan damlayarak, her gözeneğinden kan ve kir fış
kırarak doğdu . " Ticaret -fetih, korsanlık, yağma, sömürü
bunlar etkili yollardı. Muazzam karlar, akıl durdurucu para
lar getirdiler, sermaye stoku gittikçe büüdü .
Ama büyük çapta kapitalist üretimin başlaması için yal
nız birikmiş sermaye de yetişmezdi. Sermaye , bir kar sağ
layacak emek olmadıkça sermaye olarak, yani o karı sağla
yacak şekilde kullanılamaz . Onun için yeterli emek tedari
ki de gerekliydi.
Yirminci yüzılda işszlikten geçilmezken, işçiler bulabile
cekleri her işe girmeye can atarken, endüstride çalışacak işçi
bulmanın güç olduğu bir zamanı gözönüne getirmek bizim
1 83
için güçtür. Ücret karşılığında çalışmak üzere bir abrikaya
girmeye istekli bir sınıf insan bulunması bize "doğal" geliyor.
Ama aslında hiç de _"doğal" değildir. Bir insan ancak zorunlu
kalırsa bir başka insan için çalışır. İnsanlar kendileri için üre
tim yaptıkları bir toprağa sahip oldukları sürece başkaları
na çalışmazlar. Birleşik Devletler tarihi de bunu gösterir hep.
Batı'da serbest ya da ucuz toprak bulunduğu sürece topra
ğa aç insanlar Batı'ya aktılar, onun için de Doğu'da emek kıt
tı. Aynı şey Avustralya'da da oldu: "Swan Nehrindeki koloni
kurulunca . . . Mr. Peel. . . yanına 50.000 sterlin ve emekçi sınıf
lardan 300 insan aldı; ama hepsi de toprağa sahip olmak der
dindeydiler. . . ve kısa süre sonra yanında yatağını yapacak ya
da nehirden su getirecek bir uşak bile kalmadı. Kendi yatağı
nı yapmak zorunda kalan Mr. Peel için bir gözyaşı dökelim
biz de. Zavallıcık, işçilerin kendilei üretim aracına -bu du
rumda, toprak- sahip olma imkanı bulunca başkası için ça
lışmayacaklarını düşünememişti.
Toprağı üretim aracı olarak alan bu işçiler için geçerli
olan, üretim araçları atölye ve iş aletleri olan işçiler için de
geçerlidir. Bu işçiler kendi aletlerini kullanarak ürünler yap
tıkça ve geçimlerini sağlayacak bir para karşılığında satabil
dikçe başkasına çalışmazlar. Niye çalışsınlar ki?
İşçiler ancak toprak ve iş aleti sahibi olmadıkları zaman -
ancak bu üretim araçlarından ayrıldıkları zaman- başkala
rı için çalışırlar. İstedikleri için değil, yiyecek, barınak bul
mak için zorunlu olmasından dolaı yaparlar bunu . Üretim
araçları ellerinden alınan işçilerin başka yapabilecekleri kal
maz; ellerinde kalan tek şeyi, çalışma yeteneklerini, iş-güç
lerini satarlar.
Kapitalist üretim için gerekli emeğin nasıl sağlanabilir ol
duğunun hikayesi, bu durumda, üretim araçlarından nasıl
yoksun bırakıldıklarının hikayesi olacaktır: "Şu halde kapita
list sistem için yolu açan süreç emekçiden üretim araçlarının
14
tasarruunu alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yan
dan, geçim ve üretimin toplumsal araçlannı sermayeye, öbür
yanda da dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştürür. . . Do
laysız üretici, emekçi, toprağa bağlı olmaktan çıktığı ve bir
başkasının kölesi, seri ya da yanaşması olmaktan kurtuldu
ğu zaman kendi kendisini serbestçe kullanabilir. İş-gücünü
serbestçe satabilmek, kendi metaını bulduğu pazara taşımak
için ayrıca lonca rejiminden, loncanın çırak ve kala kural
larından, çalışma yönetmeliklerinin engellerinden sıynlma
sı gerekir . . . bu yeni azatlılar ancak bütün üretim araçlan el
lerinden alınıp eski feodal düzenin verdiği bütün varoluş ga
rantilerini kaybettikten sonra kendi kendilerinin satıcılan ol
dular. Ve bunun, mülksüzleşmelerinin tarihi, insanlığın ka
yıtlarında kandan ve ateşten harflerle yazılıdır. "
Büyük çap ta kapitalizm ilkin lngiltere' de kuruldu , şu
halde kökenleri en iyi orada izlenebilir. Daha önceki bö
lümlerde onaltıncı yüzyılda çevirme (enclosure) ve ahiş
rantın nasıl yığınla köylüyü topraktan sürdüğünü , bunla
rın yollara dökülüp dilenci, serseri , hırsız olduğunu gör
müştük. Böylece serbest ve mülksüz bir emekçi sınıf er
kenden oluşmuştu .
Onsekizinci yüzyılda ve ondokuzuncu yüzyılın başında
çevrime adeti canlandı. Bu seferinde daha yaygındılar onun
için de ücret karşılığında iş-gücünü satan topraksız zavallı
lar ordusu son derece kalabalıklaşmıştı. Onaltıncı yüzyılda
çevirme yalnız sürülenlerin değil hükümetin de direnişiyle
karşılaşmıştı çünkü hükümet aç kalan kitlelerin şiddete baş
vurmasından çekiniyordu. Ama onsekizinci yüzılda çevir
me yasal bir biçimde yürütüldü . Toprak sahipleri hüküme
tinin toprak sahipleri için çıkardığı " Çevirme Yasalan" var
dı gündemde. Topraklı emekçi topraksız emekçi oldu - ya
ni, ücretli olarak endüstriye girmeye hazırdı.
Çevirme olayı asıl lngiltere'de oldu ama Kara Avrupa'sının
185
bazı ülkelerinde de daha küçük boyutlarda yürütüldü. Fran
sa'da Chefes köylülerinin 1 790'da Eta-jenenoro'ya sunduk
ları şu dilekçe bunun bir kanıtı: "Anj ou'daki Chefes köylü
leri . . . Kimi zengin veya nüuzlu veya açgözlü bazı kişilerin
haksızca el koydukları mera ile ilgili istek, dilek ve şikayet
lerini sunarlar . . . Bu köy halkı. . . Konsey'in Chefes senyörleri
lehine bir kararıyla bundan yoksun kaldılar . . . sığırlarını ot
latmak için başka meraları yoktur ve bu da ellerinden alındı
ğı için çaresizdirler ve büyük yoksulluğa düşmüşlerdir. İkti
satçıların yarattığı yeni bir sistem insanları meraların tann
için elverişli olmadığına inandırmaya çalışıyor; nüuzlu bey
ler, parası olanlar, ortak topraklan işgal ve zapt ederek köy
lerin servetini alıp zenginleşiyorlar. . . Bazı köyler için mera
dan daha değerli bir şey yoktur; mera olmadan ekiciler sığır
besleyemez , sığır olmadan gübre bulamazlar, gübre bulun
mayınca da iyi bir hasadı nasıl umsunlar? "
Fransız köylülerinin böyle yakındıkları b u ortak hakların
kaybı İngiliz köylülerini de kötü vurmuştu . Başarılı çiftçilik
için hayvanlaın bakımı sağlanmalıdır. Köylülerin otlağı kul
lanma hakkını kaybetmeleri felaketleri demekti. Elbette kızar
lardı otlak hakkını ellerinden alanlara ve anlan topraktan ko
van bu gibi tedbirleri yürürlüğe koyan hükümete. O sıralar
popüler olan şu küçük dörtlük de kızgınlıklarını yansıtıyor:
1 86
rakmaktan daha azla para getiriyordu . 1 776'da Shropshi
re'de gezen Arthur Young buna işaret eder: " Çevirme genel
likle rantı iki kat arttırıyor. . . Daventry'nin üç mil ötesinde
ki Bramson'da bir yıllık bir çevirme var . . . açık tarlanın dö
nümü 6 s. 10 d. ; ama şimdi 20 şilin ile 30 şilin arasında ki
raya veriliyor. "
Köylüleri yüzyıllardır oturdukları topraktan sürmenin en
rezil örneklerinden birini belki de İskoçya'da Sutherland
Düşesi vermiştir. Hikayeyi Marx anlatıyor: "Artık def edi
lecek bağımsız köylü kalmayınca evleri yıkmaya başlıyor
lar; böylece tarım işçileri kendi ektikleri toprakta ev yapa
cak yer bile bulamıyorlar . . . Ondokuzuncu yüzyılda egemen
olan yöntemin örneği olarak Sutherland Düşesi'nin yaptığı
'açma' işlemi yeterlidir. İktisattan iyi anlayan bu kadın . . . nü
usu daha önceki benzer işlemlerle zaten 1 5 . 000'e düşmüş
olan bütün bu bölgeyi koun otlağına çevirmeye karar ver
di. 1 8 1 4 ile 1 820 arasında 3000 kadar aile olan bu 1 5 .000 ki
şi sistematik bir biçimde evinden koparılıp kovalandı. Bütün
köyleri yakılıp yıkıldı, bütün tarlaları otlak oldu. Bu istimla
kı Britanya ordusu yürüttü , ahaliyle çarpıştı. Bir yaşlı kadın
çıkmaı kabul etmediği kulübesiyle birlikte yanıp kül oldu.
Böylece bu hanımefendi yüzıllardır klana ait olan toprağın
794.000 dönümünü temellük etti."
Onaltıncı yüzyıldan ondokuzuncu yüzyılın başlarına ka
dar İngiltere'de köylüyü toprağından yoksun kılma süreci
devam etti. Fransa'da küçük mülk sahibi köylü sınıfı büyü
dü , ama endüstriyel kapitalizmin her yerden daha hızlı ge
liştiği İngiltere'de küçük mülk sahibi köylülük hemen he
men tamamen silindi. Onsekizinci yüzyılın İngiliz yazarla
rından olan Dr. R. Price bunun nasıl olduğunu anlatır. "Bu
toprak birkaç büyük çiftçinin eline geçince bunun sonu
cu küçük çiftçilerin geçimlerini başka insanlar için çalışa
rak sağlayan bir grup haline gelmeleridir . . . Şehirler ve imalat
1 87
büyür, çünkü iş ve yer arayan daha çok insan ayaklarına ge
lir . . . Genel olarak, alt tabakadan insanların durumu hemen
her bakımdan daha kötüye gider. Küçük toprak sahibiyken
gündelik işçi ve hizmetçi durumuna düşerler. "
Olayı çok iyi anlatıyor bu sözler. Topraktan kovulan "alt
tabakadan insanlar" gündelik işçi olmak zorundaydılar. Şu
halde çeirmeler, gerekli emek stokunun doğmasında başlı
ca etmenler arasındadır.
Başka etmenler de vardı. Bunlardan biri o kadar belirgin
değildi ama birçok insanı etkiliyordu. Topraktan zaten arıl
mış olan emekçiyi endüstrideki üretim araçlarından da ayı
ran abrika sisteminin kendisiydi bu .
Avam Kamarasının 1 806 tu tanaklarında " İ ngiltere'de
Yünlü İmalatının Durumunu İncelemek" üzere kurulan ko
mite raporuna göre "çevrede öteden beri birkaç abrika var
dı. Ev dokumacıları uzun zamandan beri büyük kıskançlık
içindedir. Fabrika sisteminin ev çalışmasını yıkacağı yolun
da cidd: endişeler dile getirilmiştir: Küçük bağımsız imalatçı
ustanın kendi hesabına çalışırken ücret karşılığında çalışan
kala haline gelmesinden korkulmaktadır. "
1 806'daki raporda anlatılan "cidd: endişeler" daha sonra
gerçek oldu. Fabrika, buharlı makineleri ve iş bölümleriyle
el işçilerinden çok daha hızlı ve ucuz üretim yapabiliyordu .
Makine işiyle el işi arasındaki rekabeti makinenin kazanma
sı zorunluydu . Kazandı da - ve binlerce "küçük bağımsız
imalatçı ustası" (bağımsızdılar çünkü kendi aletlerine, kendi
üretim araçlarına sahiptiler) "ücret karşılığında çalışan kal
a" durumuna geldi. Çoğu boyun eğmemek için uzun zaman
aç gezdi. Ama sonunda boyun eğdiler.
1 840'ın El Tezgahı Dokumacı Çırakları üzerine bir başka
Avam Kamarası raporu el tezgahıyla çalışan dokumacının
modası geçmiş üretim aracına sıkı sıkı sarılmasının niçin bo
şuna olduğunu gösteren şu kanıtı içerir: "Rekabet. . . ötekin-
1 88
den ucuza satarak piyasayı kazanma çabasından doğan bü
yük ücret indirimi, büyük değişiklikler yaratmıştır. Ailesi ve
başka birkaç kişinin yardımıyla topu topu birkaç parça bir
şey üretebilen dokumacının zanaatını büyük imalatçılar ta
mamen emmişlerdir. Eski ustaların çoğu kalalığa düşmüş,
yoksullaşmışlardır. "
Philip Gaskell'in 1836'da yaımlanan ünlü kitabından şu
alıntı makine rekabetinden ötürü iyatlardaki düşmenin el
işçisini silip süpüren etmen olduğunu açıkça gösterir: "Bu
har gücü kullanılmaya başlandığından beri el tezgahı doku
macılarının durumunda olağanüstü ve acılı bir değişme ol
du , buhar makinesinin altında onların emeği ezildi. . . Belli
bir çeşitten kumaş dokumak için ödenen iyatlar; aşağıdaki
tabloda gösterildiği gibi, bu çeşit çalışmada nasıl büyük bir
değer düşüşü olduğunu gösterir:
1 795 40
1810 15
1 830 5
1 89
eski bilime, eski hukuka, eski eğitime, eski hükümete , eski
dine ne oldu? Onlar da değiştiler. Değişmeleri zorunluydu .
1 800 modeli hukuk uygulaması, 1 200 modeli hukuk uygu
lamasından çok arklıydı. Dini öğretim de öyle oldu . Tüc
car, imalatçı ve bankerlerin yönettiği bir dünyadan daha de
ğişik bir dini ilkeler sistemi gerektiriyordu. Çalışmanın he
deinin sadece doymak olduğu bir toplumda kilise kar düş
künlerini kınayabilirdi; ama çalışmanın hedeinin öncelikle
kar etmek olduğu bir toplumda kilisenin çok başka bir tel
den çalması gerekiyordu . Zanaatkarın sırf geçinmek için ça
lıştığı feodal bir el zanaatları ekonomisine göre ayarlanmış
Katolik Kilisesi öğretimini kapitalistin kar etmek için çalış
tığı kapitalist ekonomiye uydurmak üzere yeterince çabuk
değiştiremiyorsa, o zaman bu işi Protestan Kilisesi yapardı
- ve yaptı. Protestan Kilisesi yığınla uak mezhebe bölündü
ama kar arayan kapitalist bunların her birinde değişen de
recelerde mutlu olabilirdi.
Örneğin Püriten'leri alalım. Katolik yasa koyucuları zen
ginlik yolunun cehennem yolu olabileceğini anlatmışlar
dı: Oysa Püriten Maxter cemaatına , karşılarına çıkan ser
vet edinme fırsatlarından yararlanmazlarsa Tanrı'ya hizmet
edemeyeceklerini söylüyordu. "Tanrı size yasal bir şekilde
daha çok kazanç elde edebileceğiniz bir yol göstermişse (si
zin ya da başkasının ruhuna zarar gelmeden) , ve siz bunu
kullanmaz, daha az kazanacağınız yolu seçerseniz , amaca
aykırı davranmış , Tanrı'nın hizmetkarı olmayı reddetmiş ,
O istediği zaman Onun için Onun armağanını kabul etme
miş ve kullanmamış olursunuz; beden için ve günah için
zengin olmaya çalışmamalıdır ama Tanrı için zengin olma
ya çalışmalıdır. "
Ya da Methodistler'e bakalım. Ünlü önderleri Wesley şun
ları yazabiliyordu: "lnsanlann çalışkan ve tutumlu olmaları
nı önlememeliyz; bütün Hıristiyanları mümkün olduğu ka-
1 90
dar kazanmaya, mümkün olduğu kadar tasarrua, yani zen
gin olmaya teşvik etmeliyiz. "
Ya d a Kalvenistler'i ele alalım, Protestan Reormu onaltın
cı yüzılda, daha sonraki büük çapta kapitalist üretim için
o kadar gerekli sermaye birikimine en büyük fırsatların bu
lunduğu bir dönemde geldi. Calvin'in öğrettikleri kapitalist
girişim ruhuna özellikle uygundu . Eskiden Katolik Kilisesi
tüccara "kazanç hırsı" günah olan bir kişi olarak kuşkuyla
bakarken Protestan Calvin şöyle yazabiliyordu: "İş gelirinin
toprak gelirinden büyük olmaması için ne sebep var? Tücca
rın karı çalışkanlığı ve gayretinden gelmiyorsa nereden ge
liyor? " Yükselen burjuvazinin dini inanç olarak Kalvenizmi
benimsemesine hiç şaşmamalı.
Amerika'da en iyi Püritenleri, Calvin'in New England'a
yerleşen müritlerini tanıyoruz. Tarih kitaplarımız hayattaki
amaçlan Tanrı'yı yüceltmek olan bu zorlu çeteye övgüler su
nar. Çalışkanlık ve tutumluluğun olumlu , lüks, israf ve tem
belliğin de olumsuz görüldüğü disiplinli bir hayat yaşayarak
nasıl bu amaca hizmet ettiklerini hepimiz biliriz . Ama bir an
başka bir açıdan düşünün bu olayı. Bir yandan servet biriki
mi öte yandan sıkı çalışma alışkanlığının temel taşı olduğu
bir ekonomik sistem için, Calvin'in taraftarlarının her gün
uygulamaya koydukları bu dini ilkelerden daha uygun ni
telikler bulunabilir miydi? Yaptığı her iş servet birikimine -
kapitalizmin ruhuna- uygun olan adam en iyi Hıristiyan'dı.
Kusursuz bir uyum.
Bu ruhu taşıyanların en parlak bir öneği Benjamin Frank
lin'dir. Poor Richard's Al manack 'da Püritenliğin erdemli ha
yat ilkelerini basit, sade cümlelerle anlatır.
1 91
Gnç Tüccarlara Öğüt' de de şöyle der: "Sözün kısası, sağlık
yolu pazarın yolu kadar açıktır. Başlıca iki kelimeye dayanır:
Çalışma ve tutumluluk; yani ne para ne de zaman harca . . . Dü
rüstçe kazanabildiği kadar kazanan ve kazandığını biriktiren
kesinlikle zengin de olur. "
Kapitalist ruhu budur. Kalvenist için bu öğreti normal an
lamda öğüt değil , Hıristiyanca davranış ülküsüydü . Tan
rı'nın şanı için çalışmanın en iyi yolu bu öğretiyi pratiğe uy
gulamaktı.
Bir daha sefere birisi gelip de size kazanç isteğinin "insan
yaradılışı"nda olduğunu söylerse, bunun nasıl bir insan ya
radılışı olduğunu anlatırsınız ona. Feodal toplumda hemen
hiç bilinmeyen tasarruf ve yatırımın kapitalist toplumda ya
vaş yavaş -Tanrı uğruna- yapılması gereken şey haline gel
diğini gösterirsiniz. Öyle ki ondokuzuncu yüzyılda, "Artır
mak ve yatırım yapmak geniş bir sınıfın hem ödevi hem de
zevki oldu. Tasarruflara hemen hiç el sürülmüyor, bunların
aizi birikiyor, şimdi hepimizin normal saydığı maddi zafer
leri mümkün kılıyordu. Çağın ahlakı, politikası, edebiyatı ve
dini tasarruf etme gerekliliğini ileri sürmekte birleşti. Tan
rı ile Mammon * uzlaştı. Dünyada zengin adam artık cenne
te gidebilirdi - tasarruf ederse. "
Ticaretten gelen sermaye birikimi mülksüz emekçi sınıfın
varoluşuyla birleşince endüstriyel kapitalizmin başlangıçla
rı ortaya çıktı. Fabrika sistemi kendisi daha azla servet biri
kimini sağlıyordu . Bu yeni sevetin sahipleri tasarruf eder ve
tasarrularını yeniden yatırırlarsa cennetlik olacaklarına ina
narak sermayelerini yeniden abrikalara yatırdılar. Böylece,
bildiğimiz modern sistem doğdu.
(*) Mammon: lncil'de sevet veya mal timsali, hırs ve servet mabudu.
1 92
15
DE1M
ENDÜSlDE, TARIMDA, UAŞIMDA
1 93
si demekti. Makinesiz abrika olurdu ama abrikasz buhar
lı makine olmazdı.
Geniş çapta etkili örgütlenmesi ve iş bölümüyle abrika
sistemi, üretimde muazzam bir artış demekti. Mallar abri
kalardan hızla akmaya başladı. Üretimdeki bu artış, kısmen
sermayenin doğal arayışından ötürüydü . Kısmen de artan
talebe cevaptı. Yeni keşfedilen ülkelerde pazarların açılması
bu artan talebin önemli nedenlerinden biriydi. Bir neden da
ha vardı. Fabrikadan çıkmış mallar dışarıda olduğu gibi yurt
içinde de pazar buluyorlardı. Bu da lngiltere'nin kendi için
deki nüus artışından ileri geliyordu .
Tarihçiler, onsekizinci yüzyılda İngiltere nüusunun göze
çarpan şekilde artmasının doğum oranındaki bir yükselme
den mi, yoksa ölüm oranındaki bir düşmeden mi ileri gel
diğini tartışırlardı. Gerçi iki neden de önemliydi, ama şimdi
ölüm oranı düşüşünün daha önemli olduğu sanılıyor. Ama
ölüm oranı niçin düşsün? Belki doktorlar mesleklerini daha
iyi öğrenmişlerdi - ki bu , eskiden ölecek insanların ölüm
den kurtarıldığı anlamına gelir. Londra doğum evinin kayıt
ları orada ölen anne ve çocuk sayısında neredeyse inanılmaz
bir azalma gösterirler.
1 94
Bir İngiliz çocuğuna " 1 649" deyin, "I. Charles'in ölümü"
diyecektir. "Hollanda' dan şalgam ve başka sebzelerin getiril
mesi" demek aklına gelmeyecektir. Ama niye desin? Şalgam
bu kadar önemli miydi?
1 1 . sayadaki üç-tarla sistemini gösteren tabloya bir bakın
anlarsınız . Nadasta yatan üçte bir tarla muazzam bir israf
tı. Şalgam ve yonca ekiminin başlaması toprağı dinlendirme
sorununun çözümü demekti. Şöyle bir dörtlü sistem:
1. yıl - buğday
2. yıl - şalgam
3. yıl - arpa
4. yıl - yonca
Çok gerekli bir ilerlemeydi. Bundan böyle ard arda iki ay
nı ürünün ekilmesiyle toprak "yorulmayacaktı" ; tarlanın
boş kalmasından da kurtulunuyordu .
Şalgam ve yonca ekimi toprağı temizlemekle kalmadı, sı
ğırlar için kışlık yem sorununu da çözdü. Eskiden kış için
yığınla sığır kesilip eti tuzlanırken şimdi daha çok sayıda sı
ğır canlı tutulabiliyordu.
Hayvan cinslerinin niteliğini düzeltmek için deneyler ya
pılmaya da yine bu dönemde başlandı. Bilimsel hayvancılı
ğın başlamasından önce ve sonra Smithield pazarında satı
lan havanların ortalama ağırlığını gösteren bu tablo deney
lerin başarısını ispatlar:
1 95
Toprağından sürülenler üzerinde o kadar korkunç etkiler
yapan çevirmeler, tann tekniği, bilim ve geniş çapta kullanıla
cak aletler de bütün bu önemli gelişmelere yol açtı. Eski açık
larla, herkese orak olak düzeninde bunlar mümkün deildi.
Nüus artışı çiftçiliğin karlı hale gelmesini de sağladı. Kar
arayan büyük toprak sahipleri bu sıralarda çitliklerinde bü
yük sermaye yatırımlan yaptılar ve bunun bir sonucu besi
nin artması ve düzelmesi oldu - bu da nüusun daha azla
büyümesine yol açtı.
Tarım ve endüstrideki devrimlere ulaşımdaki devrim eş
lik ediyordu. Daha çok malı daha hızlı çıkarmak, daha çok
ve daha iyi yetiştirmek, bunlara ihtiyacı olan insanlara ula
şılmadıkça hiçbir işe yaramaz. Yollar kötüydü . O kadar kö
tüydü ki onsekizinci yüzyılın ortasında Downshire Marki
si gerekli onarımı yolda yapmak ve arabasını gerektiğinde
çamurdan çıkarmak için bir işçi grubuyla birlikte yola çık
tı. Marki için can sıkıcı olan bu durum, büyüyen bir paza
rın talepleini karşılamak derdinde olan imalatçıyı çıldırta
bilirdi. Ucuz, hızlı ve düzenli bir ulaşım gerekiyordu . Ayrı
ca, Lancashire'deki pamuklu endüstrisi gibi özellikle elveriş
li bir bölgede yoğunlaşan endüstriden doğan kazançtan ya
rarlanmak isteyen imalatçılar için de gerekliydi.
Bu yüzden onsekizinci yüzyılda yol yapımında ilerleme
ler ve kanal yapımı başladı. Bildiğimiz makadam yolu (mü
hendis john McAdam) ondokuzuncu yüzyılın başında orta
ya çıktı, demiryolu ve buharlı gemi de kısa zamanda onu iz
ledi. Bir yandan nehir yatakları derinleştirilmiş, kanallar ka
zılmıştı. Ulaşımdaki devrim sadece iç pazarın her yönde ge
lişmesini sağlamadı; aynı zamanda dünya pazarının iç pazar
olmasını sağladı.
Nüusta büyüme , ulaşımda , tarımda, endüstride devrim
- bütün bunlar birbirine bağlıydı. Birbirlerini etkiliyorlardı.
Yeni bir dünyaı yaratan güçlerdi bunlar.
1 96
16
"EKTİGİN TOHUMU,
BAŞKASI BİÇİYOR... "
1 97
tarihine dönelim, çünkü Endüstri Devrimi ilkin orada baş
lamıştı.
İstatistiklerin her istenen şeyi ispat etmek üzere hazırlana
bileceği bilinen bir şeydir. İstatistikler, İngiltere'deki Endüs
tri Devrimi'nin çocukluk döneminde olduğu kadar yanlış bil
giyi hiçbir zaman vermemiştir. Her tablo muazzam ilerleme
gösterdi. Pamuklu , demir, kömür ve her çeşitten meta üreti
mi on kat artmıştı. Satış hacmi, satış toplamı, sahiplerin kar
lan - hepsi göklere fırlıyordu. Bu rakamları okuyunca şaşar
kalırsınız. İngiltere, derseniz, şairlerin hep şarkısını cıvılda
dığı cennet olmalı. Öyleydi de - azınlık için.
Çoğunluk içinse cennetten başka her şeydi. İşçilerin mut
luluğu ve sağlığı açısından bu neşeli istatistikler korkunç
yalanlar söylemekteydi. Bir yazar 1 83 6'da yayımlanan bir
kitapta buna işaret ediyordu : "Bir milyondan azla insan ke
limenin tam anlamıyla aç ve bu rakam gittikçe büyüyor. . .
Etkin ve artan bir ticaretin, çalışan sınıfların durumunun
düzelmesini değil de yoksulluk ve sealetlerini sağlaması ti
caret tarihinin yeni bir evresidir: Büyük Britanya bu evre
ye varmıştır. "
Şu hayali varlık, Merihli insan, o sıralar İngiltere adasına
inse, dünya halkının deli olduğuna hükmederdi. Çünkü bir
yanda büyük halk kitlesi zorlu ve uzun bir çalışmadan son
ra gece domuzun yatmayacağı pis, sağlığa aykırı inlere dö
nüyordu ; öte yanda, elini işe sürüp kirletmeyen, ama kitleyi
yöneten yasaları yapan her biri kendi saraında krallar gibi
yaşayan birkaç kişi vardı.
Doğrusu , iki İngiltere vardı. Disraeli Sybil'de söyler bunu :
"İki ulus, ikisi arasında ilişki ve sevgi yok; sanki başka yer
lerde, ya da ayrı gezegenlerde yaşıyormuşçasına birbirleri
nin alışkanlıklarından, düşüncelerinden, duygularından ha
bersizler; yetişme tarzları ayrıdır, yedikleri ayrıdır, tavırları
ayrıdır ve aynı yasalarla yönetilmezler.
1 98
"Sözünü ettiğimiz . . . " dedi Egrement, duraklayarak:
"ZENGİNLER VE YOKSULLAR. "
B u ayrım yeni değildi. Ama makinelerin gelişi ve abrika
sistemiyle sınır eskisinden daha belirgin oldu. Zenginler da
ha zenginleşirken üretim araçlarından yoksun kalan akirler
daha da akirleşti. Oldukça iyi bir geçim sağlayan, ama şim
di makineyle üretilen malların rekabeti yüzünden iflas eden
zanaatkarlar özellikle perişan durumdaydılar. Durumlarının
çaresizliğini bir el tezgahı dokumacısı olan Thomas Heath'in
cevaplarından anlıyoruz:
"Sou: Çocuğunuz var mı?
"Cevap: Hayır; iki çocuğum vardı ama Allah'a şükür, öl
düler !
"Sou: Çocuklarınızın ölümüne seviniyor musunuz?
"Cevap: Seviniyorum; Tann'ya şükrediyorum. Ben onla
rı besleme ükünden kurtuldum, onlar da, zavallıcıklar, bu
ölümlü hayatın dertlerinden kurtuldular. "
Bir adamın böyle konuşmak için gerçekten kötü bir duru
ma düşmesi gerekeceğini kabul edersiniz.
Ya , mutlak açlık durumuna düşüp de makineyle yanşa
mayınca nihayet abrikaya girenlere ne oldu? Bu ilk abrika
ların koşullan nelerdi?
İşi haifletmesi gereken yeni makineler aslında daha beter
ediyorlardı. Öyle etkiliydi ki makine, bu büyülü çalışmayı
durmadan sürdürüyordu. Fabrika sahipleri için makine bel
li bir sermayeyi temsil ediyor, boş bırakılmaması gerekiyor
du - çalışmalıydı, durmadan çalışmalıydı. Arıca, zeki abri
katör, makineden alacağını bir an önce alması gerektiğini bi
liyordu, çünkü yeni icatlarla makine hemen eski moda ola
bilirdi. Onun için çalışma saatleri uzundu . Günde on altı sa
at çalışıldığı oluyordu. On ikişer saatlik iki vardiya hakkı ka
zanıldığında işçiler büyük bir nimete kauşmuş gibi oldular.
Ama yalnız uzun çalışma süresi de o kadar kötü olmaya-
1 99
bilirdi. İşçiler buna alışıktılar. Kendi evlerinde, ev sistemin
de de uzun zaman çalışırlardı. Asıl zorluk abrika disiplinine
alışmaktaydı. Belli bir saatte başlamak, belli bir saatte işi bı
rakmak, yeniden başlamak, makinelerin hareketine ayak uy
durmak -her zaman, hiç eksik olmayan ustabaşının emirleri
ve sıkı gözetimi altında- bu, yeniydi. Ve zordu .
Manchester yakınındaki bir abrikada dokumacılar Fah
renheit seksen, seksen dört derece ısıda bir su içme izni ol
maksızın günde on dört saat çalışmak zorundaydılar. Aşağı
daki cezalar uygulanıyordu :
Sterling
Penceresi açık bulunan işçi . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . 1
İşbaşına kirli gelen şçi. . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . 1
Yıkanırken yakalanan işçi. . . . . . . . . . . . .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 .
200
rına göre, evin erkeği çoğu zaman işsizken kadınlarla çocuk
lara iş veriliyordu. Başlangıçta abrikatörler Fukaraperverler
Demeği'nden dilenci çocuk satın alıyorlardı; daha sonra, ça
lışan babayla annenin kazancı aileyi geçindirmeye yetmediği
için çocuklar da evi terk edip abrikalara, madenlere girme
ye başladılar. Endüstrileşmenin korkunçluğu asıl o ilk gün
lerin çocuk emeği kayıtlarında görülür.
1 8 1 6'da bir parlamento komitesi önünde , bir zamanlar
bir pamuklu dokuma abrikasında çırak yetiştiren Mr. john
Moss, abrika çalışmasına zorlanan köy çocukları için şu ia
deyi veriyordu :
"Hepsi çırak mıydı? - Hepsi çıraktı.
"Kaç yaşındaydılar? - Londra'dan gelenleri yediyle on bir
arasındaydı. Liverpool'dan gelenler de sekizle on beş ara
sında.
"Kaç yaşlarına kadar çırak kalıyorlardı? - Yirmi bir.
" Çalışma saatleri ne kadardı? - Sabah beşten akşam seki
ze kadar.
"Günde on beş saat normal çalışma süresi miydi? - Evet.
"Makine tamiri için ya da pamuk yetişmediği için iş du
rursa, bu zaman da çocukların çalışma süresine eklenebilir
miydi? - Evet, eklenirdi.
" Çocuklar oturarak mı yoksa ayakta mı çalıştırılırdı? -
Ayakta.
"Bütün bu süre boyunca ayakta mı? - Evet.
"Fabrikada oturacak yer var mıydı? - Hiç yoktu . . . Yatma
zamanları geldikten sonra döşemeye kıvrılıp yatmış halde
görürdüm.
" Çocuklar makine kazalarına uğrar mıydı? - Sık sık."
1 883'te Mjestelerinin soruşturma komisyonu abrikalar
da çocuk çalıştırma üzerine bir rapor daha çıkardı. Bu rapor
da bir abrikada çalışıp (kardeşlerinin yardımıyla) haftada 4
şilin kazanan on bir yaşındaki Thomas Clarke'ın hikayesini
201
görüyoruz . Hikayenin bir kısmı şöyle: "Uuyakalırsak hep
kırbaçlarlardı. . . Castles parmağım kadar kalın bir ip bulur,
ortadan büküp iki kat yapar bir de düğümler atardı. . . Fabri
kaya altıya doğru , bazen beşte gider, gece dokuza kadar ça
lışırdım. Bir seferinde bütün gece çalıştım. Kendimiz ister
dik. Bazen harcayacak biraz paramız olsun isterdik. . . Bir ön
ceki gün sabah altıdan beri çalışıyordum. Ertesi gece dokuza
kadar devam ettik. . . Şimdi halat bükme yerindeyim; 4 şilin
kadar kazanıyorum . . . Kardeşim de yardım ediyor. Onun ya
şı yedi. Ben ona bir şey vermiyorum . . . kardeşim olmasa haf
tada 1 şilin vermem gerekirdi. . . 6'da götürüyorum, 8'e kadar
yanımda kalıyor. "
Çocukların çalıştırılması yeni bir şey değildi. Defoe'nun
ev sistemini anlatışını hatırlarsınız . Ama eskiden çocuk
lar anne ve babalarına yardım ederlerdi, oysa şimdi onla
rın emeği yeni sistemin temeli oluyordu . Eskiden çocuklar
kendi evlerinde, kendi anne babalarının gözetiminde, onla
rın koyduğu koşul ve sürelerle çalışırken şimdi abrikalar
da, küçük bedenlerinden çıkarabileceği azami işi çıkarmak
tan başka bir şey düşünmeyen ormenin gözetiminde kar et
mek isteyen abrika sahibinin koyduğu koşul ve sürelerle ça
lışıyorlardı. Batı Hint Adalarının köle sahibini bile memnun
ederdi çocukların çalışma saatleri. Bunlardan biri Bradord
lu üç abrika sahibiyle konuşurken şöyle demiş: "Ben her
zaman köle sahibi olmaktan utanç duymuşumdur, ama Batı
Hint Adalarında hiçbirimz bir insanın dokuz yaşındaki bir
çocuğu günde on iki buçuk saat çalıştırmaya zorlayacak ka
dar zalim olabileceğini aklımızdan geçirmezdik; oysa bu si
zin gündelik işiniz. "
Böyle bir köle sahibi bir başka karşılaştırma da yapabilir
di. Gerek Batı Hint Adalarında gerekse Amerika'nın güney
eyaletlerinde kölelerin barınakları berbat bir durumda idi
ama, bazı bakımlardan yeni abrika şehirlerindeki işçi evle-
202
rinden daha perişan olmadıkları iddia edilebilir. Buhar gücü
ortaya çıkınca abrikaların eskiden olduğu gibi akarsu boy
larında kurulması zorunluğu ortadan kalktı. Endüstri kö
mür havzalarına yaklaştı ve çok kısa bir süre içinde hiçbir
önemi olmayan yerler kasaba , eski kasabalar da şehir olu
verdi. l 777'de lngiltere'nin yüzde 70 nüusu kırda yaşıyor
du ; 1 84 l'de bu oran yüzde 26'ya düşmüştü . Şehirlerin büyü
mesini gösteren rakamlar olanı anlatır:
1 801 1 84 1
203
lık ve ölüm kırıp geçiriyordu . Kasabanın öbür ucunda doğan
bir insan gerçekten talihliydi, çünkü ne kadar yaşayacağınz ,
nerede yaşadığınıza bağlıydı - 1 844'te Manchester varoşla
rında bir inceleme yapan Dr. P.H. Holland'ın raporuna göre:
"Ölüm oranının bazı sokaklarda ötekilerin dört katı olduğu
nu , bir sınıftan sokaklarda öbür sınıftan sokaklardakinin iki
katı olduğunu ve kötü durumda bulunan sokaklarda hiç de
ğişmez bir şekilde daha yüksek olduğunu görünce, sayısız
insanın, yakın komşulanmızın yüzlercesinin, her yıl en belir
gin tedbirlerin alınmaması yüzünden yok olup gittiği sonu
cuna zorunlulukla varıyoruz. "
Ya öteki ulus, zenginler, "yakın komşularının" yok olma
sı karşısında ne düşünüyorlardı? Fabrika koşullan, uzun ça
lışma süresi, çocuk çalıştırma karşısında tavırları neydi ha
li vakti yerinde olanların? Çoğu böyle şeyleri hiç düşünmez
lerdi. Düşününce de bunun zorunlulukla böyle olduğuna
inanarak kendilerini avuturlardı. İncil, "yoksullar hep yanı
nızda olacaktır" demiyor muydu? İncil'in insanlararası iliş
kiler üstüne bundan başka şeyler de söylüyor olması onla
rı pek azla ilgilendirmiyordu - yalnız görmek istediklerini
okuyor, yalnız işitmek istediklerini dinliyorlardı.
Onun için bugün benim, sizin korkunç sayacağımız şeyler
o dönemde uygun ve gerekliydi. Çocukların okula gitmeme
si, günde on dört saat çalışması kötü bir şey mi? Saçma ! di
yordu Mr. G .A. Lee - çocukların sabah 6'dan gece 8'e kadar
çalıştığı pamuklu dokuma abrikasının sahibi: "Küçük yaş
ta itaat etmeye, çalışmaya ve düzenli olmaya alışmak kadar
aydalı bir şey olamaz. "
Mr. Lee akirlerin ahlakıyla ilgileniyordu . Royal Society
başkanı olan, işçi sınıfı çocuklarına ilkokul açılmasına karşı
çıkan Mr. Giddy de öyleydi. İşte Mr. Giddy'nin ilginç gerek
çesi: "Yoksul çalışan sınılara eğitim vermek. . . aslında ahlak
ları ve mutlulukları için zararlıdır; hayatta paylarına düşen-
24
den neret eder, toplumdaki yerlerinin mukadder kıldığı şe
kilde tarımda ve başka emek isteyen işlerde iyi ve uysal hiz
metkarlar olacakları yerde . . . bölücü ve yıkıcı yayınlar okur . . .
efendilerine karşı küstahça davranırlar. "
Ama aynı dönemin bir başka tanığına bakılırsa yoksul
lar hayatta paylarına düşenden neret etmek bir yana, tür
lü nedenlerle büyük şükran duymalıydılar. İnsanlık için bü
yük bir nimet olan abrika sisteminin bir parçası olabilen
ler aslında gerçekten talihliydiler. Hiç değilse, Andrew Ure,
1835'te şunları yazarken böyle olduğuna inanıyordu : "Son
gezimde . . . Her iki cinsten on binlerce genç, yaşlı, orta yaş
lı insan gördüm . . . bol bol yiyecek, giyecek, ev eşyası alıyor,
metropoldeki. . . modaya uyan aristokratlarımızın toplandı
ğı evlerden çok daha havadar ve güzel evlerde yazın sıcağın
dan ve kışın soğuğundan korunuyor, tek damla ter dökmü
yorlar. . . muhteşem evleri Asya, Mısır ve Roma despotizmi
nin kibirli anıtlarından daha azla, değerli, yararlı ve mimari
bakımından daha üstün . . . işte abrika sistemi. "
Belki Dr. Ure'un abrikaları gezdiğini ayrıca belirtmekte
ayda vardır - ama çalışmamıştı abrikada.
Dr. Ure abrika sistemine övgü türküleri söylemeye başla
madan çok önce bir kilise adamı zavallı yoksulları avutmuş
tu. Hem de sıradan bir kilise adamı değil - bizzat Arşidekan
Paley. Kendilerinin kötü , zenginlerinse iyi durumda oldu
ğunu düşünen hoşnutsuz işçi sınıfına bu seçkin kilise ada
mı sevinç sözleri sunmuştu: "Anca, yoksulluğun üklediği
zorunlulukların bazıları dert değil, zevktir. İsraf yapmamak
başlı başına bir zevktir. Mutluluk yaratan . . . bir dikkat gerek
tir. Bolluk içinde bu kaybolur. Büyük, ölçüsüz bir kaynak
tan çekip harcamakta zevk yoktur . . . Aşağı durumda insanla
rın sahip olduğu bir başka ciddi avantaj da çocuklarına bak
maktaki kolaylıklarıdır. Yoksul bir insanın çocuğuna gerek
li her şey şu iki kelimede toplanır: 'Çalışma ve masumiyet"' .
205
Bazı aptal yoksullar yoksulluğun büyük bir zevk oldu
ğunu anlamamakta hala inat ediyorlarsa , Arşidekan'ın on
lar için de bir numarası vardı. Yoksullar zenginlerin boş za
manlarım kıskanıyorlardı Ne kadar yanlış ! Asıl kıskanması
gereken zenginlerdi - çünkü boş zaman ancak sıkı çalışma
dan sonra bir zevk olurdu . İşte size kanıtları: "Yoksulların
zenginlerde görüp kıskandıkları bir başka şey de rahatlan
dır. İşte burada büyük bir yanılgıya düşüyorlar . . . Dinlenme,
çalışmanın durmasıdır. Dolayısıyla yorgunluğu bilmeyen
ler dinlenmenin zevkini bilmez, hatta tadını bile alamazlar.
Zenginler, dinlenmenin yoksullara verdiği rahatlığı ve zevki
kıskançlıkla seyrediyorlar. "
Arşidekan Paley b u lakırdıları l 793'te yazıyordu. Hatırla
yacaksınız, Fransa'da yoksulların arıcalıklıları yerlerinden
koparmaya çalıştıkları dönemdi bu. Fransız Devrimi kanlı
bir olaydı. İngiltere'deki zenginler bundan hoşlanmıyorlar
dı. Fransızların korkunç "kesin kellesini" ikrinin Manş'ı ge
çip kendi varoşlarına sıçramasını akıllarından bile geçirmek
istemiyorlardı. Onun için bu ukara babası Arşidekan yok
sul İngilizleri aşırı akımlara kapılmamaları için uyarıyordu :
"İstenilecek değişim, tek değişim, azar azar sağlanacak de
ğişimdir . . . bu , başarılı endüstrinin doğal meyvesidir. Kamu
düzeni ve asayişi ortamında gerçekleşir; başka hiçbir yoldan
gerçekleşemez . . . Zenginlerin yerini veya servetini kıskan
mak, daha doğrusu , halk ayaklanması ve anarşi ortamı ya
ratarak zorla bunları ele geçirmek üzere kıskanmak, sadece
kötülük değil, aynı zamanda akılsızlıktır. "
Yoksul İngilizler kilise adamının öğü tlerine uydular.
"Zenginlerin servetine el koyma" yoluna gitmediler. Ama
zaman geçtikçe, "başarılı endüstrinin doğal meyvesi" olarak
vaad ettiği "azar azar sağlanacak dediği" şeyi istediler.
Öneğin, çalışma saatlerinin kısalması için dövüştüler. Bu
kavgada, günde on dört - on altı saat çalışmanın gerçekten
206
çok azla olduğunu kabul edecek kadar insancıl olan bazı
zenginler de onları destekledi. Bu zenginlerden bazıları kav
gayı Parlamento'ya götürdü . Çalışmaı on saatle sınırlamayı
öneren konuşmalar yaptılar. Bu yolda bir yasaya oy vermek
için bazı üye arkadaşlarını da ikna ettiler. Bu , aralarında Dr.
Ure'un da bulunduğu bazı kimseleri çok kızdırdı. Dr. Ure -
ilginç bir nedenden ötürü- küplere bindi: "Tarafsız düşü
nen bir kişi Britanya Parlamentosunda yetişkin zanaatkarla
rın günde on saatten azla çalışmasını yasaklayan bir yasaya
93 kişinin oy vermesi karşısında hayrete düşecektir - bu, Hı
ristiyanlık dünyasında hiçbir yasama organının hoş göreme
yeceği bir özgürlük kısıtlamasıdır. Gloucestershire İmalatçı
ları önergeyi haklı olarak en karanlık çağlara layık diye ni
telendirdiler. "
Arşidekan Paley gibi Dr. Ure da işçi sınıfının dostuydu .
Böylece o ve Gloucestershire İmalatçıları emekçinin patro
nunun istediği kadar çalışma özgürlüğünün kısıtlanmasına
ökelendiler. Parlamento insanın ölünceye kadar çalıştırıl
ma özgürlüğünü elinden alırsa tarihi İngiliz özgürlükçülü
ğü ne hale düşerdi?
Bu gerekçe -çalışma saatlerini sınırlamanın, insanın doğal
özgürlüğünü kısıtlamak olması- çok önemliydi. İngiltere'de
olduğu gibi Amerika'da da tekrar kullanıldı. Bunu ileri süren
imalatçılar (işin tuhafı işçiler kendileri, doğal haklarının bu
şekilde kısıtlanmasına aldırış etmiyorlardı) , ikri laissezfai
re in
' savunucusu büyük iktisatçı Adam Smith'den almışlardı.
Gerçekten de , merkantilizmin kısıtlayıcı politikalarının baş
düşmanı olan Smith bu gibi müdahalelere şiddetle karşı çı
kıyordu . İmalatçılar Uluslann Sev eti'nde işlerine yarayacak
alıntılar bulabilirlerdi: "Her insanın emeği kendi mülkiyeti
dir, çünkü her mülkiyetin ilk temeli budur, onun için de kut
saldır ve el sürülemez. Yoksul bir insanın sermayesi ellerinin
gücü ve hüneridir, bu güç ve hüneri başkalarına zarar verme-
207
diği sürece istediği gibi kullanmasını önlemek bu en kutsal
mülkiyete karşı bir saldırıdır. . . Çalışabilecek durumda olup
olmadığı elbette işverenlerin dirayetine bırakılabilir, çünkü
onların çıkarıyla doğrudan doğruya ilgilidir. "
Tabii Adam Smith bunları merkantilist düzenleme v e bas
kıya karşı yazmıştı. İmalatçıların l 776'da yazılmış bu satırla
rı başka çeşitten bir düzenlemeyle mücadele etmek için kul
lanırken bir yutturmaca yaptıkları söylenebilirdi. Ama diye
lim ki, Smith'i tekrarlamaları meşrudur. Meşru olmayan, iş
lerine gelmeyen yerde Smith'i unutmalarıydı. Kendi eylem
lerini haklı gösterebilecek her konuda Smith'i görmezlikten
gelmeleri egemen sınıf için yararlıydı - işçi sınıı için ise bir
felaket. Yüz ılı aşkın bir süre yapıldı bu .
İşçiler durumlarını düzeltmek için ne yapabilirlerdi? Siz
olsaydınız ne yapardınız? Diyelim ki elle çorap örerek ye
terli bir geçim sağlıyordunuz . Diyelim ki bir çorap abrika
sı kuruldu , burada makinelerle öyle çok ve öyle ucuz ço
rap yapıldı ki, sizin geçiminiz azala azala aç kalma nokta
sına geldi. Makine öncesi günleri özlemle anar, o zaman
ki mütevazı geçiminiz şimdi size büük bir lüks görünür
dü . O zaman çevrenize bakınır, sefaletinize ürperirdiniz .
Bu niye böyle oldu diye bin kere sorardınız kendinize ve
her seferinde aynı sonuca varırdınız - makine. İnsanları iş
siz bırakan, malları ucuzlatan, makineydi. Makine - oydu
düşman.
Umutsuz insanlar bu sonuca varınca, bundan sonra ne ya
pacakları belliydi:
Makineleri kırmak.
Dantel, çorap , dokuma, eğirme makineleri -belli yerlerde
ki belli işçilere sealet ve açlığın nedeni olarak görünen ma
kineler- yok edildi, parçalandı ve yakıldı. Luddite denilen
makine kırıcıları makinelerle savaşırken bir hayat standardı
için savaştıklarına inanıyorlardı. Baskı altına alınmış, olan-
208
ca makine neretleri serbest bırakılmıştı, şarkılar söyleyerek
makineleri kırıyorlardı.
Bu şiddetin sonuçlarını kolayca tahmin edebilirsiniz. Mül
kiyete saldın olmuştu; yığınlar makineleri paramparça etmiş
ti. Makinelerin sahibi olanlar çabuk harekete geçtiler. Yasaya
başvurdular. Yasa da onların çağısına yetişmekte gecikmedi.
1 8 1 2'de Parlamento makine kırmak için idam cezası getiren
bir yasa çıkardı. Ama Yasa meclisten geçmeden, Lordlar Ka
marasının bir üyesi Meclisteki ilk konuşmasını yaparak bu
tedbire karşı çıktı. Yasayı çıkaranlara, makinelerin yok edil
mesinin nedeninin insanların yok edilmesi olduğunu hatır
lattı: "Ama her ne kadar bu saldırganlıklaın varlığı oldukça
ürkütücüyse de, şimdiye kadar görülmedik bir felaket orta
mında meydana geldikleri de unutulmamalıdır. Bu seil in
sanların yaptıkları işte direnmeleri, ancak mutlak bir yoksul
luğun bir zamanlar çalışkan ve dürüst olan bu insanlaı ken
dilerine, ailelerine ve topluluğa sadece felaket getirecek ka
dar aşırı eylemlere ittiğini ispatlamaktadır . . . Zavallı aptal
lar sanıyorlardı ki çalışkan yoksulların sağlığı ve iyiliği bir
kaç kişinin zenginleşmesinden daha önemli bir olaydır. Ama
azınlığı zenginleştiren iş araçlarının gelişmesi işçileri işsiz bı
raktı ve emekçinin ücretini düşürdü . . .
"Sürü diyorsunuz bu insanlara, eşkiya, tehlikeli, cahil di
yorsunuz . . . Sürüye karşı yükümlülüklerimizin bilincin
de miyiz? Sürüdür tarlada emek veren , evlerimizde hiz
met eden donanmamızda ve ordumuzda savaşan- dünya
ya meydan okumamıza imkan veren onlardır ve ihmallerle
felaketler sonunda tam bir umutsuzluğa düştüklerinde size
de meydan okuyorlar. "
27 Şubat 1 8 1 2'de b u konuşmayı yapan adam Lord By
ron'du .
Makine kırmak akıllıca bir iş değildi. Başarılı olsa bile işçi
lerin sorununu çözemezdi . Yanlış ağacı deviriyorlardı. Acı-
209
lannın nedeni makine değildi. Toprak sahibinin toprağı çe
virirken yaptığı kadar açık değilse de, en az onun kadar et
kili bir biçimde emekçileri üretim araçlarından ayıran maki
ne sahibiydi.
İşçiler makine kırmanın kendileri için çıkar yol olmadı
ğını çok geçmeden ark ettiler. Bazı işçiler başka yöntemler
denedi. İşte "Yoksul Dokumacılar" imzalı acıklı bir dilekçe.
1 8 1 8'de, Oldham'da, işverene yazılmıştı: "Biz bu Kasabanın
ve Yörenin Dokumacıları, ücret düşüklüğünden ötürü uzun
bir zamandan beri içine düşmüş bulunduğumuz acı duru
ma ilgi dumanızı saygıyla diliyoruz. Aranızda bir toplantı
yapmanızı ve derdimize bir çare aramanızı ve zorunlu geçim
maddeleri alabilmemiz için yetersizliğini çok iyi bildiğiniz
ücretlerimizi biraz yükseltmenizi istiyoruz. Kanımızca top
lu hareket ederseniz bu iş, bizim de zarar vermek istemedi
ğimiz karınızı etkilemeden çözülebilir. "
Başka dilekçeler de vardı. Yüzlerce. İşverene değil -bun
dan ayda gelmeyeceği kısa zamanda anlaşıldı- Parlamen
to'ya dilekçeler gönderildi. Çoğu umursanmadı, ama bazıları
biraz ilgi gördü . Yönetmeliklerde, işçi sınıfının sealetini ha
ifletmeye yardım edecek bazı yasalar vardı zaten. Şimdi bu
dilekçeler üzerine ve aynca durumun işçilerin söylediği ka
dar berbat olduğunu şüpheye yer bırakmayacak açıklıkla or
taya koyan parlamento soruşturma komitelerinin raporları
sonucunda, bazı yeni yasalar da bunlara eklendi.
Ama yönetmeliklere kural koymak kuralları uygulamak
demek değildir. İşçiler de bunu anladılar. Aynca anı yasa
nın kendilerine bir türlü , işveren sınıfına başka türlü uygu
lanabileceğini de anladılar.
Bazen işçiler şikayetlerini mahkemeye getirdiklerinde da
valarına bakan yargıcın şikayetçi oldukları işveren olduğu
nu görüyorlardı. Bu koşullarda adil bir yargılama olması pek
beklenemezdi !
21 0
Ama işveren-yargıç özdeşliğinin bu kadar kesin olması
da gerekmezdi. Çoğu zaman yargıçlann işverenlerle aynı sı
nıftan olmaları yeterliydi. Veya aynı sınıftan olmasalar bi
le aynı şeyleri aynı şekilde düşünüyorlardı. İşçiler küçüm
seniyor, işverenler önemseniyordu . Yargıçlar, işçilerin pay
larına düşen birkaç ekmek kırıntısından ötürü patronlarına
şükran borçlu oldukları inancıyla davaya başlardı, işveren
ler de, işçilerine bir iki kırıntı attıkları için kutlanmalıydı
lar. Bu durumda her şey işçilerin aleyhine çalışıyordu . "Şehir
Emekçisi"nde iki büyük tarihçi olanları şöyle özetler: "Par
lamento işçi sınıfına azla taviz vermiyordu , ama verilen ta
vizler de, işverenlere sevimsiz gelen yasaları yargıçlar uygu
lamadığı için bütün değerlerini kaybediyorlardı. . . Yargıçlar
genellikle patronlar yasaya uymazlarsa onları boyun eğmeye
zorlayacak hiçbir yol olmadığı kanısıyla hareket ediyorlar
dı. . . Patronları yasaya umaya ikna edemeince, bunu yap
maya çalışan işçileri tutuklayıp hapsettiler. "
Keskin gözlemci Adam Smith bunun sadece bir anlık ras
lansal bir olay değil de, bütün kapitalist ülkeler için her za
man geçerli olacak bir genelleme olduğunu görüyordu. Kah
ramanlarının, yaptıkları şeylerde onayını isteyen işverenler
Uluslann Seveti'ndeki şu bölüm üstünde pek durmuyorlar
dı: "Devlet, mülkiyetin güvenliğini korumak üzere kuruldu
ğu sürece, gerçekte zenginleri yoksullara ya da mülk sahibi
olanları mülk sahibi olmayanlara karşı savunmak üzere ku
rulmuş demektir. "
İşçiler b u doğruyu acı deneylerle öğrendiler. Ellerinden
ne gelirdi? Görünüşte çok belirgin bir çare vardı. Oy verme
hakkını kazanabilirlerse yasa yapıcılarına azınlığın azınlık
için hükümeti yerine çoğunluğun çoğunluk için hüküme
tini kurmaları yolunda baskı yapabilirlerdi. Yasa yapanların
seçiminde kendileri de söz sahibi olmak istiyorlardı. Yasa
yı işçiler yaparsa yasa işçiler için yapılmış olurdu. Yasa yol-
21 1
larına engeller çıkarıyordu - patronlar için yapılmıştı; ya
sa çıkmasında işçilerin de paı bulunsa, bir şansları olurdu .
Hükümet tahıl yasalarıyla toprak sahiplerini, gümrüklerle
imalatçıları koruyorsa, o zaman çalışan insanın ücret ve ça
lışma saatlerini de koruyabilirdi. Onun için oy verme hakkı
nı kazanma kavgasına giriştiler.
Bugün Amerika'da ve lngiltere'de politik demokrasiye o
kadar alıştık ki bunun her zaman varolduğunu sanıyoruz.
Tabii bu hiç de böyle değildir. Gerek Amerika'da, gerekse
lngiltere'de her yurttaş için oy hakkı güzellikle kabul edil
medi - mücadele sonucu olarak geldi. lngiltere'de işçi sını
fı Çartist hareketin arkasında saf tuttu . Bu hareketin talep
leri şunlardı:
1 . Herkese (erkek) oy hakkı.
2. Avam Kamarasına seçilenlere maaş verilmesi. (Bu , yok-
sul insanların seçilince çalışabilmelerini sağlayacaktı.)
3 . Yıllık meclis.
4. Adayların mülk sahibi olmalarının istenmemesi.
5. Sindirmeyi önlemek için pusulayla kapalı oy.
6. Eşit seçim bölgeleri.
Çartist hareket kendiliğinden yavaş yavaş söndü . Yine de
bu talepler zamanla teker teker kazanıldı (yıllık meclis dı
şındakiler) . Çartistler politik demokrasi için çarpışmışlar
dı, çünkü bunun daha iyi koşullar için mücadelede iyi bir
silah olacağına inanıyorlardı. Bir metodist papazı olan Step
hens Manchester'da bir işçi topluluğuna şunları söylemişti:
"Dostlarım, Çartizm siyasi bir hareket değildir, asıl sorun si
zin oy hakkı almanız değildir. Çartizm çatal bıçak sorunu
dur; iyi ev, iyi yiyecek ve içecek, reah, kısa çalışma süresi
demektir. "
Rahip Stephens iimserdi. İşçi sınıı politik demokrasi sava
şını kazandı, ama onun tahmin ettiği iyi şeyler böylelikle ger
çekleşmiş olmadı. Ya da kısmen geldiler ve bu da sırf oy saye-
212
sinde olmadı. İşçilere daha iyi koşullar, daha yüksek ücret ve
daha kısa çalışma süresini kazandıran en önemli etmen belki
de kendi çıkarları için mücadelenin örgütü, sendikaydı.
Sendika yeni bir şey değildi. İşçi örgütlenmelerinin en es
kilerinden biriydi ve doğal olarak eski kala derneklerinden
çıkmıştı. Ama endüstride sermayenin önemi artınca işçi der
nekleri de eski lonca tipinden bugünkü sendikaya döndü -
bir işte çalışan işçilerin kendilerine daha iyi koşullar sağla
mak, çıkarlarını savunmak için kendilerine güvenerek kur
dukları örgüt.
Sendikalar bir günde doğmadı. Sınıf çıkarının birliği duy
gusunun gelişmesi epey zaman aldı ve o zamana kadar ulu
sal ölçüde gerçek örgü tlenme mümkün olmadı. Endüstri
Devrimi ile sendikacılık muazzam adımlar attı. Bunun böy
le olması zorunluydu çünkü Endüstri Devrimi işçileri şe
hirlerde yoğunlaştırmış, ulus çapında örgütlenme için çok
gerekli olan ulaşım ve iletişim ilerlemesini gerçekleştirmiş
ve bir işçi hareketini o kadar gerekli kılan ortamı yaratmış
tı. Böylece işçi sınıfı örgütlenmesi hem sınıı hem sınıf bi
lincini hem de işbirliği ve iletişimin iziksel araçlarını ya
ratan kapitalist gelişme ile birlikte ortaya çıktı. Sendikacı
lık en azla endüstrileşmiş, abrika sistemi büyük şehirlerin
gelişmesine yol açmış ülkelerde en güçlü olmuştur. 1 844'te
Friedrich Engels buna işaret ediyordu : "Nüusun merkezi
leşmesi mülk sahibi sınıfı teşvik eder ve geliştirir ama iş
çilerin daha da hızlı gelişmesini sağlar. İşçiler bir sınıf, bir
bütün olarak hareket ederler; birey olarak zayıf ama birle
şik olarak güçlü olduklarını anlarlar; burjuvaziden kopar
lar; işçilere ve onların hayattaki yerine özgü bir görüş edi
nirler; ezilme bilinci uyanır ve işçiler toplumsal ve politik
bir önem kazanırlar. Büyük şehirler işçi hareketlerinin do
ğum yeridir; işçiler ilkin orada kendi durumlarını düşün
meye ve mücadele etmeye başladılar; proletarya ile burjuva-
213
zi arasındaki karşıtlık ilkin oralarda kendini gösterdi; Sen
dikalizm, (Trade Unionism) , Çartizm ve Sosyalizm oralar
dan ilerledi. "
tık lngiltere'de ortaya çıkan Endüstri Devrimi başka ülke
lere de yayıldı. Hala da yayılıyor. Ve her zaman, her ülkede
İngiltere modelini izlemediği, koşullara, zenginlerin tavrına,
hükümetin reorm yasalarına göre değiştiği halde , yine de
bir noktada her ülke İngiltere tarihini tekrarlıyor. Her yerde
sendikalaşma için savaş var.
Eski bir savaş bu. Durumlarını düzeltmek isteyen işçilerin
denekleşmesi daha ondördüncü yüzılda yasa dışı ilan edil
mişti ve ondan sonra da her yüzyıl yasalar, bu örgütlenme
leri önledi, yasaklarını getirdi. l 776'da Adam Smith bu ko
nuda şöyle yazıyordu: "Emeğin normal ücretinin ne olduğu,
her yerde, çıkarları hiçbir şekilde anı olmayan iki taraf ara
sında imzalanan kontrata bağımlıdır. İşçiler mümkün oldu
ğu kadar çok almak, patronlar da mümkün olduğu kadar az
vermek isterler. Birinciler emeğin ücretini artırmak, ikinciler
ise azaltmak amacıyla birleşmek eğilimindedirler.
" Gelgelelim, bu iki taraftan hangisinin normal durumlar
da anlaşmazlıkta daha elverişli durumda olduğunu tahmin
etmek güç değildir. . . Patronlar sayıca az oldukları için da
ha kolay birleşebilirler; aynca yasa da birleşmelerini sağlar
ya da en azından yasaklamaz, oysa işçilerin birleşmesini ya
saklar. Çalışma ücretini indirmek amacıyla birleşmeye kar
şı parlamentomuz yasa çıkarmamıştır; ama yükseltmek için
birleşmeye karşı pek çok yasa vardır. "
Smith'in l 7 76'da yazdığı dünyadaki bütün kapitalist ül
keler için geçerliydi (hala da geçerlidir) . Yasa işçiler kadar
imalatçıların birleşmesine de karşı olsa bile uygulama işve
renlere değil, işçilere karşı oluyordu . lngiltere'de, Fransa'da,
Almanya'da, Birleşik Devletler'de yasa sendikalara çok güç
lük çıkardı.
214
İngiltere'de bir çeyrek üzyıl boyunca Denekleşme Yasa
ları işçilerin çıkarlarını korumak için birleşmelerini yasadı
şı saydı. Birleşirlerse - o zaman yasa hemen harekete geçi
yordu . " 1 8 1 6'da dokuz Stockport'lu şapkacı fesat kurmak
tan ikişer yıl hapse mahkum edildi. Yargıç (Sir William Gar
row) , durumu şöyle özetledi: "Yasanın en aşağılık kişiyi en
yüksek kişiyle eşit düzeye getirdiği, herkesi anı şekilde ko
ruduğu ve demek kurmaya gerek olmayacağı bu mutlu ül
kede . . . 1 00 ile 130 arasında insana işveren Mr. jackson gibi
bir kimseyi topluluğun koruyucusu gibi görmemizi - sağdu
yu ve şükran duygularımız gerektirir. "
Birlik kurmaya cesaret eden şapkacılara iki yıl hapis; on
lara iş verme iyiliğini gösteren Mr. jackson'a övgü . Yargıcın
ilk cümlesini okuyun. İnanarak söylemiş olabilir mi bunları?
İngiltere gibi Fransa'da da ücret yükseltmek için birlik
kurmak yasaktı. Yasaya karşı çıkan işçilerin durumuna üzü
lüyordu yargıçlar. Levasseur'e göre, işçilere birleşmemeleri
ni öğütlüyorlardı, ama işçiler ayrı kaldıkça zayıf, birleşince
güçlü olduklarını öğrenmişlerdi, onun için birleşmekte dire
niyorlardı: "Yargıçlar çok zaman yasayı olanca şiddetiyle uy
gulamaktan kaçınıyorlardı: 'Mahkemeye yumuşak davran
dı' diyorlardı. 'Ama bu size ders olsun, unutmayın ki çalışa
rak rahat edersiniz, ama birleşmek size yalnız hapis ve yok
sulluk getirir.' Çalışanlar . . . ders almadılar. Onların hatırla
dığı, 1 822 grevinin ücretleri saatte 35 santim, 1 833 grevi
nin saatte 40 santim ve 1 845 grevinin saatte 50 santim yük
seltildiğiydi. "
Almanya'da da işçiler sendikaların, durumlarını düzelt
mek için fena halde ihtiyaç duydukları kudreti kazandırdı
ğının bilincindeydiler. 1864'te Berlin matbaa işçileri Prusya
Temsilcilerine şu dilekçeyi verdiler: "İnancımız odur ki iş
çi sınıfının toplumsal durumunun düzelmesi ilkin şimdi ce
za kanunuyla işçilere yüklenen kısıtlamaların kaldırılması-
21 5
nı gerektiriyor . . . iktisadi arz ve talep yasası işçi için asgari
geçim güvenini bile vermemektedir; tek başına işçi. . . ücre
tini ükseltemeyecek durumdaysa birleşmesinin bir hak ol
duğu . . . hem adalet hem de aklın emridir . . . işçilerin serbest
çe birleşmelerini yasaklayan 1 845 yasasının düzenlemeleri . . .
kaldırılacaktır. "
Her yerde aynı hikaye , işçiler dezavantajlarını azaltmak
için birleşme hakkı istiyor, bunun için çarpışıyorlar. Ameri
ka'da Metodist Federasyonu'nun 1 935'te hazırladığı raporun
iki maddesi sendikalaşma mücadelesinin ne kadar yırtıcı bir
hale geldiğini göstermeye yeter: "Weirton, Batı Virginia . . .
Etkin sendika üyelerine karşı korkunç bir terör kampanya
sı başlatılmıştır . . . Her gün bir sendika üyesi maskeler giyen
bir çete tarafından yakalanıp dövülüyor. Bu muameleye uğ
rayan ilk adam şehrin on beş mil uzağına götürülmüş ve sal
dırganlar öldüğünü sanarak orada bırakmışlardı. . . Şimdiye
kadar beş kişi ciddi şekilde döüldü ; bunların sonuncusu da
Derneklerden birinin başkanı . . .
"Bütün kayıtlar gösteriyor ki bu ülkede imtiyazlılarla im
tiyazsızlar arasındaki mücadele hızla ve genel olarak bir şid
det eylemine doğru gelişiyor. . . Bu yıl süresince ekonomik
mücadeleler ve linçlerde en az yetmiş üç işçi, ırgat ve zenci
öldürüldü ; hiç işveren öldürülmedi. "
Ama sendikalar, yasal ya da yasadışı bütün baskılara kar
şın ezilmedi. Kolay olmadı bu . Sendika üyeleri hapsedildi;
sendika paralarına el konuldu ; sendikaların yeraltına geç
mesi, "hayır deneği" ya da "kültür kulübü" olmaları gerek
tiği; grev ve grev kırıcılarını sindirme gibi sendikal silahlar
körletildi - yine de yaşıyor sendikalar. İşçilerin isteklerini,
daha iyi bir yaşama standardını elde etmeleri için en güçlü
araçlarıdırlar.
216
17
1M1N "DOGA YASAAI"?
218
suz bir ormül: "Herkes elindeki her türlü sermayeyi en ya
rarlı biçimde kullanmak için durmadan bir yol arar, didinir.
Gerçi gözettiği toplumun değil, kendi kazancıdır. Ama ken
di kazancım gözetmesi doğal olarak, daha doğrusu zorunlu
olarak, toplum için de en kazançlı olan yolu bulmasına se
bep olur. "
Anlıyorsunuz değil mi?
Toplumun iyiliği bireyin iyiliğine bağlıdır. Herkesi tama
men serbest bırakın, kazanabildikleri kadar kazanmalarını
söyleyin, çıkar duygularını harekete geçirin, bakın toplum
nasıl ilerliyor ! Kendi adınıza çalıştığınız sürece genel iyiliğe
de hizmet edersiniz. Kendilerini ağdan kurtaramayan, daha
daha azla karlar için koşu koparmaya sabırsızlanan işadam
lan için ne güzel bir teşvik ! Açın yollan, laissez-aire geliyor !
Hükümet iş saatlerini ve ücretleri düzenlemeli midir?
Böyle yapmak, diyordu klasik iktisatçılar, doğa yasasına en
gel olmaya çalışmaktır, dolayısıyla da boşunadır.
Öyleyse, hükümetin işlevi neydi? Asayişi muhaaza et
mek; mülkiyeti korumak; el sürdürmemek.
Günün düzeni rekabetti. Böylece iyatlar düşüyor, güçlü
ve etkili olanların başarısı garanti altına alınıyor, zayıf ve et
kisizler de tasiye oluyordu -dolayısıyla tekelcilik- ister ka
pitalistlerin iyatları yükseltmek, ister sendikaların ücretle
ri yükseltmek için kurdukları tekeller olsun - doğanın yasa
sını bozuyordu .
Hatırlarsınız, bu genel kavraılan Adam Smith Merkan
tilist düzenleme, kısıtlama ve baskılara cevap olarak ortaya
atmıştı. Büük kitabını l 776'da, Endüstri Devrimi'nin tam
başlangıcında yazmıştı. Bu öğretileri ele alan, genişleten ve
daha da popülerleştiren klasik iktisatçılar Endüstri Devri
mi zamanında, artan meta üretimi ve kapitalist sınıfın ikti
dara yükselişi açısından yazıyorlardı. Onlar da kendi "doğa
yasalan"m eklediler, bunlar da zamanın koşullarına uydu.
21 9
Thomas R. Malthus'un yazdığı Nüfus llkesi Üstüne Bir De
neme bu dönemin en ünlü kitaplarından biriydi . Kitap ilk
1 798'de , Şair Shelley'nin kaynatası William Godwin'in bir
kitabına cevap olarak yazılmıştı. Godwin 1 793'te yayımladı
ğı Politik Adalet Üstüne lnceleme'de bütün hükümetlerin kö
tü olduğunu , ama akıl yoluyla ilerleme yapılabileceğini ve
insanlığın mutluluğa erişebileceğini ileri sürmüştü . Malt
hus, Godwin'in tehlikeleriyle kavga etmek istiyordu ; insan
lığın kaderinde büyük ilerlemenin mümkün olmadığını is
patlamak istiyordu - bu da olanla yetinmek ve Fransızlar gi
bi bir devrime kalkışmamak için yeterli nedendi.
Godin'e şöyle saldırdı: "Mr. Godwin'in eserinin tümün
de görülen büyük yanılgı, çağdaş toplumda görülen bütün
kötülükleri ve sealeti insan kurumlarına yüklemesidir. Poli
tik düzenlemeler ve mülkiyetin yerleşmiş yönetim biçimi ona
göre bütün kötülüğün verimli kaynaklarıdır, insanlığı bozan
bütün suçların yetiştiği limonluktur. İşin doğrusu böyle ol
sa, dünyadan kötülükleri kaldırmak umutsuz bir iş olmaz; ve
böyle büyük bir amacı gerçekleştirmek için akıl, uygun ve ye
terli bir araç olur. Ama işin doğrusu, insan kurumlan insanlık
için böylesine açıkça kötü göründükleri halde, aslında bunlar
haf ve yüzeyseldirler; insan hayatının bütün akımının pınar
larını bulandıran daha derindeki nedenlerle karşılaştırıldığın
da, su üzünde süzülen tüyler gibidirler. "
İnsanlığı sealete mahkum eden b u "daha derindeki ne
denler" nelerdir? Mal thus'un buna verdiği cevap , nüusun,
nüusu yaşatacak besinden daha hızlı artıyor olmasıdır. Bu
nun sonucu, zaman zaman, yiyecek isteyenlerin varolan yi
yecekten azla artmasıdır. "Nüus denetlenmezse geometrik
oranda artar . . . Bu da geçim güçlüğünün nüus üstünde sert
ve sürekli bir denetim kurması demektir. Bu sertlik bir ye
re isabet edecektir; zorunlulukla insanlığın büyük bir kısmı
bu etkiyi duyar. . .
220
" Ada (İngiltere) nüusunun yedi milyon kadar olduğu
tahmin ediliyor; şimdi ürünün de bu sayıyı yaşatacak kadar
olduğunu varsayalım. llk irmi beş yılda nüus on dört mil
yona fırlayacaktır; yiyecek de iki kat artsa, geçim kaynakla
rı bu artışa denk olurdu . Bundan sonraki yirmi beş yılda nü
us yirmi sekiz milyona yükselecektir. Daha sonraki dönem
de nüus elli altı milyon olacak ve geçim araçları bu sayının
ancak yarısına yetebilecektir. Ve ilk yüzılın sonunda nüus
yüz on iki milyonu bulacak, oysa geçim kaynakları ancak
otuz beş milyonu besleyecektir. Böylece yetmiş yedi milyon
tamamen aç kalacaktır. "
Malthus bunun gerçekte tam böyle ürümediğini söylü
yordu. Çünkü ölüm ( "salgın hastalık, veba . . . ve kıtlık" biçi
minde) araya giriyor ve artan nüusun azlasını götürüyor,
böylece nüfusla besin stokları dengeleniyordu . "Nüusun
üstün gücü baskı altına alınır ve asıl nüus sealet ve kötü
lükler yoluyla geçim kaynaklarıyla dengede tutulur. "
İşte çalışan sınıların yoksulluğunun nedeni, diyordu Malt
hus, kazançların azla yüksek olması değil (bu , insan yapısı
olan nedendi) , nüusun geçim kanaklarından daha hızlı art
masıydı (doğa yasası) . Şu halde, yoksulların durumunu dü
zeltecek bir şey yapılamaz mıydı? "Hiçbir şey" , diyordu Malt
hus - kitabının birinci baskısında. "Toplumda herhangi bir
olağanüstü düzelme yolunun karşısına çıkan bu engelin hiç
bir zaman yok edilememesi, umulamayacak bir yapıda olma
sı şüphesiz çok kasvet verici bir düşüncedir. "
Ama kitabın 1 803'te yapılan ikinci baskısında Malthus
bir yol bulmuştu . Sealet ve kötülüğün yanısıra nüus artışı
na karşıt bir üçüncü sınırlama da mümkündü - "ahlaki kı
sıntı. " Grev, devrim, hayırseverlik, hükümet yasası, hiçbir
şey yoksulları sealetten kurtaramazdı - suç kendilerindey
di çünkü azla ürüyorlardı. Erken evlenmesinlerdi. "Ahlaki
kısıntı" yapsalardı -böyle büyük aileler türetmezlerdi- o za-
221
man kendilerini kurtarabilirlerdi. Hangisi topluma daha çok
hizmet ediyordu , evlenip yığınla çocuk doğuran kadın mı,
yoksa ihtiyar kız mı? Malthus evde kalandan yanaydı. "On,
on iki çocuk doğurup büyüten ve oğulları vatan için sava
şa giden anne toplumun kendisine çok şey borçlu olduğu
nu sanabilir . . . Ama konu iyice gözden geçirilirse, saygıdeğer
annenin adalet terazisinde zavallı ihtiyar kız kadar ağır çek
mediği görülecektir. "
Yoksulların kendi yoksulluklarından kendilerinin sorum
lu olmaları zenginler için güzel bir haberdi.
Adam Smith'den sonra en güçlü klasik iktisatçı David Ri
cardo idi . Bir borsa acentası olarak büyük servet yapmış
Londralı bir Yahudiydi Ricardo . 1 8 1 7'de yayımlanan Poli
tik Ekonominin ve Vergilenmenin llkeleri adlı kitabı birçokla
rınca iktisadı bir bilim olarak ele alan ilk kitap sayılır. Adam
Smith'in Ulusların Seveti Ricardo'nun eseri yanında ko
lay okunur. Bunun bir nedeni Smith'in çok daha iyi bir ya
zar olmasıdır. Bir başka ve belki daha da önemli bir neden
ise Smith'in somut olması, fikirlerini açıklamak için günde
lik hayattan örnekler bulması, oysa Ricardo'nun soyut olma
sı ve gerçekliğe benzeyen ya da benzemeyen hayali önekler
kullanmasıdır. Bilimsel kitaplar genel olarak güç ve sıkıcı
dır. Ricardo'nun kitapları da bu kuralı bozmaz. Yine de söy
ledikleri çok önemliydi ve kendisi, yaşayagelmiş iktisatçıla
rın en büyüklerinden biriydi.
Burada öğretilenden sadece birkaçını, kısaca gözden geçi
rebileceğiz. Bunların ilki "ücretin demir yasaları" adıyla ta
nınır. İşçilerin emekleri karşılığında aldıkları Ricardo'dan
önce yaşayan yazarların da ilgisini çekmişti. 1 766'da yayım
ladığı Servetin Oluşması ve Dağılımı Üzerine Düşünceler ad
lı küçük kitapta Turgot şöyle diyordu : "Yalnızca ellerine ve
çalışmasına dayanan basit işçinin başkalarına verebileceği
tek şey, emeğinin bir parçasıdır. Bunu daha ucuza veya daha
222
pahalıya satar; ama bu yüksek veya düşük iyat yalnız ken
disine bağlı değildir; kendisine iş veren kimseyle yaptığı an
laşmaya göre ortaya çıkar. Bu işveren ona mümkün olduğu
kadar az para verir ve elinin altında çalışmaya istekli çok sa
yıda adam bulunduğu için en ucuza çalışanı tercih eder. Do
layısıyla işçiler birbirlerine karşı iyatlarını düşürmek zo
rundadırlar. Çalışmanın her türünde işçinin ücretinin sade
ce onu geçindirmeye yetecek kadarla sınırlanması zorunlu
dur ve zaten böyle olur."
Turgot konuyu burada bıraktı . Ricardo fikri geliştirdi ,
onun için ücretin demir yasası ikri onun sayıldı. İşçilerin
sadece kendilerini ve ailelerini geçindirecek kadar ücret al
dıklarını Ricardo şu kelimelerle anlatır: "Emeğin doğal iya
tı. . . emekçii ve ailesini geçindirecek gerekli şeylerin ve be
sinin iyatına bağımlıdır. Besin ve zorunlu ihtiyaç maddele
rindeki iyat ükselişiyle emeğin doğal iyatı da yükselir; on
ların iyatı düşünce, emeğin doğal iyatı da düşer."
Ama bizler biliriz ki bazen işçiler geçim için yeterli olan
dan azla, bazen de yeterli olandan az alırlar. Ricardo da bu
nu hesaba katar. Emeğin "piyasa iyatı" ile doğal iyatı ara
sında ayırım yapar: " Emeğin piyasa fiyatı gerçekte eme
ğe ödenen fiyattır, bu arz-talep orantısının doğal işleyişiy
le oluşur; emek kırlaştığında pahalanır, bollaştığında ucuz
lar. Emeğin piyasa iyatı doğal iyatından ne kadar uzaklaşır
sa uzaklaşsın, meta iyatı gibi, sonunda gene ona uyma eği
limini gösterir. "
B u son cümlenin doğruluğunu , yani piyasa fiyatının do
ğal iyata uma eğiliminde olduğunu ispatlamak için Ricar
do , Malthus'un kitabından bir saya ödünç alır. Der ki; piya
sa fiyatı yüksek olduğu , işçilerin ailelerini geçindirmeye ye
tecek olandan azla ücret aldıkları zaman, aile nüusu da ar
tar. Daha çok sayıda işçi olması ise ücretleri düşürür. Piya
sa iyatı düşünce, işçiler ailelerini geçindirmeye yetecek üc-
223
reti alamayınca, sayılan azalır. Daha az işçi olunca bu sefer
de ücretler yükselir.
Demek Ricardo'nun ücretler yasası buydu - uzun vadede
işçiler hiçbir zaman "emekçilerin . . . artmadan ve azalmadan
soylarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan" dan azlası
nı kazanamayacaklardır.
Rant yasasını, Ricardo'nun en ünlü yasasını daha iyi anla
mak için Ricardo'nun 1lkeler'i yaımlandığı zaman lngiltere'i
karıştıran Tahıl Yasaları tartışmasını yakından incelemeliyiz.
Bu kavgada taralar toprak sahipleriyle imalatçılardı.
Tahıl Yasaları buğday için bir çeşit koruyucu gümrüktü .
Yurt içindeki buğday iyatı belli bir yüksekliğe erişmeden
(bu dönemden döneme değişirdi) buğday ithal edilemezdi.
lngiltere'nin ihtiyaç durumunda yeterince buğday stoku
olması için yurt içinde ekimin teşvik edilmesi düşünülmüş
tü. lngiliz çitçisine buğdayı için iyi bir iyat vaadedilmekle
buğday ekimi teşvik olunuyordu. Dışarıdan gelecek buğday
la rekabetten korkması gerekmiyordu, çünkü kendi buğda
yının iyatı belli bir düzeye yükselmedikçe buğday ithal edil
miyordu . Bu da, içerideki üretim talepten azla olmadığı sü
rece iyi bir kar demekti - l 790'dan sonra lngiltere'de böy
le bir şey olmadı.
Napoleon savaşlarından sonra buğday iyatları yükseldi ve
daha çok toprak ekime ayrıldı. Toprak sahipleri buğday i
yatlarının yüksek olmasını istiyorlardı, çünkü bu rantın da
ha yüksek olması, bu da ceplerine daha çok para girmesi de
mekti. İmalatçılar buğday iyatlarının yüksek olmasını iste
miyorlardı, çünkü işçilerin geçimi bu yüzden pahalanıyor,
böylece hoşnutsuzluğa, grevlere, sonunda daha yüksek üc
retlere yol açıyor, dolayısıyla imalatçıların cebinden para çı
kıyordu . Böylece kavga sürüp gidiyor, toprak sahipleri hi
maye, imalatçılar ise serbest ticaret için feryat ediyorlardı.
Ricardo bu kavganın ortasındaydı. Kendisi de yükselen
224
burjuvaziye bağlı olduğu için imalatçılara yakındı. Dolayı
sıyla, rantın niteliğini açıkladığını keşfettiği doğal yasaların
"toprak sahipleri dışında kalacak bütün sınıların buğday i
yatlarının artması karşısında zarara uğrayacağı"nı gösterme
sinde şaşılacak hiçbir şey yoktu .
Bu sonuca nasıl varır? Tahıl iyatı ne kadar yüksek olursa
rantın da o kadar yüksek olacağını ispatlayarak. Ricardo'ya
göre rant, toprak sınırlı olduğu ve verimliliği yerine göre de
ğiştiği için yükselir. "Toprak hep aynı özelliklere sahip ol
saydı, nicelikçe sınırsız ve nitelikçe aynı olsaydı, toprak kul
lanımı karşılığında para istenemezdi. . . Şu halde , toprak ni
celikçe sınırlı ve nitelikçe aynı olmadığı için ve nüus artı
şı dolayısıyla daha düşük nitelikte toprak. . . ekime açıldığı
için toprak kullanımı rantla ödenir. Toplum ilerlerken ikin
ci derecede verimli toprak ekime açıldığında birinci derece
de verimli toprağa hemen rant biner ve bu rant toplamı bu
iki parça toprağın nitelikçe arkına bağımlı olur.
"Üçüncü derecede toprak da ekime açılınca ikinci dereceli
toprağa hemen rant konur ve bu yine iki toprağın üretici ta
ka tına göre ayarlanır. . . Nüus artışının her adımı ülkeyi bir
derece daha düşük toprağı ekime açmaya ve böylece yiyecek
stokunu artırmaya yöneltir, dolayısıyla da verimli toprakla
rın rantı yükselir. "
Ricardo'ya göre Tahıl Yasaları buğday fiyatını artırarak
çiftçilerin buğday yetiştirmek için daha kıraç topraklara yö
nelmesine yol açtı. Bu oldukça, daha verimli topraklar için
rant ödeniyordu . Zamanla gittikçe daha düşük topraklar
da da ekim başladı ve rant yükseldikçe yükseldi. Ve bu ran t
toprak sahiplerinin çalışmalarının karşılığı da değildi. Hiç
bir şey yapmıyordu onlar - ama rantları yükseliyordu . Top
rak sahibinin çıkarı her zaman tüketici ve imalatçının çıka
rına karşıttır. Tahıl iyatı, üretilmesinde ek emek gerektiği
için her zaman yüksek olabilir; çünkü üretim maliyeti yük-
225
sektir. Aynı maliyet her zaman rantı da yükseltir, dolayısıy
la tahıl üretimi maliyetinin üksek olması toprak sahibinin
çıkarına uygun gelir. Ama bu tüketicinin çıkarına uygun de
ğildir; ona göre tahıl metalardan ya da paradan düşük olma
lıdır, çünkü tahıl her zaman metalarla veya parayla satın alı
nır. Tahıl iyatının yüksek olması imalatçının da işine gel
mez. Çünkü yüksek tahıl iyatı ücretleri yükseltir, ama ken
di ürettiği metanın iyatını yükseltmez. "
Ricardo asıl bu son sözle söyleyeceğini söylüyordu . İşçi
ler, Ricardo'nun kendi ücret yasalarına göre de, geçimlerini
sağlayacak ücreti nasıl olsa alıyorlardı, onun için buğday i
yatının yüksek veya düşük olması onlar için çok önemli de
ğildi - buğday yükselince ücretleri yükseliyor, düşünce üc
retleri de düşüyordu . Ama buğday pahalandı, ücretler de
yükseldi diye ürünlerini daha azlasına satamayan imalatçı
lar için önemliydi bu . Ricardo bundan sonra toprak sahip
leriyle imalatçıların hizmetlerini karşılaştırıyor ve toprak sa
hiplerinin hizmetlerinin de yeterli olmadığını gösteriyor
du : "Toprak sahibiyle kamu arasındaki alışveriş, alıcının da,
satıcının da kazançlı çıkabileceği ticaretteki alışverişe ben
zemez. Kazanç bütünüyle bir yanda, kayıp yine bütünüyle
öbür yandadır. "
Endüstriciler Ricardo'nun doğal yasalarını da himaye
ye karşı kullandıkları silahlar arasına kattılar. Tahıl Yasala
rının kaldırılarak serbest ticaret çağının açılmasını istiyor
lardı. Ama Parlamento toprak sahiplerinin denetimindey
di , onun için de Tahıl Yasaları uzun süre yürürlükte kal
dı ( 1 846'ya kadar) . Bu sırada , ucuz buğdayın ülkeye ne gi
bi bir yarar sağlayacağını görmekte büyük güçlük çeken ba
zı toprak sahipleri abrika koşulları ve iş saatleriyle ilgilen
meye başladılar. Endüstrinin getirdiği kötülüklerin düzeltil
mesi için bağrışan insanseverler, Tahıl Yasalarına karşı çı
kan imalatçılara ders vermek isteyen nüuzlu toprak sahip-
226
lerini yanlarında müttefik olarak buldular. Çalışma koşulla
rım inceleyip raporlar hazırlayan Parlamento komiteleri ku
ruldu . Çalışma süresini azaltan yasalar çıkarmak için çaba
lara girişildi. İşçilerin tezgah başında eskiden olduğu kadar
süreyle kalmazsa mahvolacaklarını kestiren imalatçılar da
tabii şiddetle muhalefete geçtiler. Ama işçilerin, insansever
lerin ve toprak sahiplerinin birleşik çabalan başarılı oldu ve
çalışma süresini azaltıp koşulları düzelten bazı abrika yasa
ları meclisten çıkarıldı. Yeni kısıtlama ve düzenlemeler için
ajitasyon da devam etti.
Klasik iktisatçılardan Nassau Senior sürenin daha azla kı
saltılamayacağını, çünkü işverenin bütün karının son iş saa
tinde çıktığını "ispatlayan" bir öğreti hazırladı - o saati alın
ca kar gidiyor ve böylece endüstri tamamen çöküyordu .
"Şimdiki yasaya göre on sekiz yaşından küçük olanların ça
lıştığı hiçbir abrika . . . haftanın beş gününde on iki Cumarte
si günü dokuz saatten azla mesai yapamaz. Şimdi, aşağıda
ki analiz böyle çalışan bir imalathanede net karın son saatte
elde edildiğini gösterecektir. "
Senior'un analizi aritmetiğin doğru , ama sonuçların yanlış
olduğu tamamen hayali bir örneğe dayanıyordu. Yanlışlığı,
çalışma saatlerini kısaltan, ine de işe devam eden her abri
kayla bir kere daha ispatlanmış oldu .
İşçilere Senior'un son saat analizinden daha zararlı olan
bir şey de ücret-onu ve öğretisiydi. Zararlıydı çünkü iktisat
çıların çoğu buna inanıyor ve öğretiyorlardı. Son saat ilke
si çalışma süresinin kısaltılması için ajitasyona karşı kulla
nılmıştı; ücret-onu öğretisi daha yüksek ücret için ajitasyo
na karşı kullanıldı.
İşçiler ücretlerinin artmasını istedikleri için sendikalara
katılıyor ve grev yapıyorlardı. "Tamamen çılgınlık" diyordu
iktisatçılar. Niye? Çünkü ücretlerin ödenmesi için bir ke
nara konmuş bir on vardı. Ve belli sayıda ücretli-işçi var-
227
dı. İşçilerin ücret olarak aldıkları toplamı bu iki etmen be
lirlerdi. Bu kadardı. Sendikanın bu konuda yapabileceği hiç
bir şey yoktu .
John Stuart Mill sorunu şöyle koyuyordu : "Ücretler sade
ce sermaye ve nüusun görece toplamına dayanmakla kal
maz, rekabet kuralı varken bunun dışında bir şeyden etkile
nemezler de. Ücretler . . . ancak işçi tutmakta kullanılan top
lam on artarsa , ya da işe girmek için rekabette bulunanla
rın sayısı azalırsa, yükselir; emeğin karşılığını ödemeye ay
rılan on azalmadıkça, ödeme yapılacak işçi sayısı artmadık
ça düşmezdi. "
Çok basit. Ücret onu yükselmedikçe ya da işçi sayısı azal
madıkça işçilere hiç umut yoktu . İşçiler inatlaşır, hayatta
kalmak için daha yüksek ücret verilmesi gerektiğinde dire
tirlerse , basit bir matematik dersi öğrenmeleri gerekli ola
caktı: "Aritmetiğin dört temel kuralıyla tartışmanın hiçbir
anlamı yoktur. Ücret sorusu , bir bölme sorusudur. Sonucun
çok küçük olduğunu söylüyorlar. Peki , nasıl büyütebiliriz
sonucu? Bunun iki yolu var. Bölüneni bırakmakla sonuç da
ha büyük bir sayı olur; bölünen aynı kalıp bölen küçülürse
sonuç ine büyük olur."
Böyle bir aritmetik dersinin örnekleri şöyle resimlendiri
lebilir. (Bakınız şekil 3 . )
Hepsi gayet basit. Daha yüksek ücret almanın iki yolu .
İkinci yol, "böleni küçült" -yani, işçi saısını azalt- işçilerin
eskiden beri bildikleri öğütlerdendi. Malthus da buna "ah
lak: kısıntı" demişti.
Birinci yol, "bölüneni büyüt" -yani, ücret-onunu geniş
let- Senior'a göre şöyle sağlanabilirdi: "Herkesin kendi de
neyleriyle en yararlı olduğunu gördüğü yoldan uğraşmasıy
la; Yasama'nın bazen ii niyetli bilgisizlik, bazen merhamet,
bazen de ulusal kıskançlık yüzünden endüstrinin çabalarını
ezdiği ya da yolundan saptırdığı kısıtlama, yasaklama ve ko-
228
ruyucu gümrük vergisi yığınından endüstrii kurtarmakla. "
l ş dünyasını rahat bırakırsanız ücret için ayrılan onda daha
azla para bulunabilirdi. lşadamları da aynı ikirdeydi.
�llÇILEIE iCIET
ttttttt ttt
/ ttttı�
Daha fazla ücret nasıl elde edilir? Payları nasıl artı malı?
ttttt
2. YOL: Böleni azaltmak
Şekil 3
229
şu kanıtlamayla yıktı: "Yaygın ücret teorisi. . . ücretlerin ser
mayeden, geçmiş endüstrinin tasarruf edilmiş sonuçlarından
ödendiği varsayımına dayanır. Böylece de , ücret ölçüsünü
sermayenin belirleyeceği iddia edilir. Oysa tam tersine, ben
ce ücretler . . . şimdiki endüstrinin ürününden ödenir, dolayı
sıyla asıl ücret ölçüsünü üretim belirler . . . işveren emek satın
almak için ücret öder, sahibi bulunduğu bir onu harcamak
için değil . . . İşveren, emeğin ürününü düşünerek emek satın
alır; ve bu ürünün çeşidi ve toplamı ne kadar ücret ödeye
bileceğini belirler. . . Şu halde işçiler, işverenin dağıtacağı bir
on olduğu için değil, gelecekteki üretim için istihdam edilir
ler; ve ödenecek ücretin toplamını da işverenin cebinde ve
ya elinin altında bulunan servet toplamı değil, ürünün değeri
belirler. Dolayısıyla istihdam amacını ve ücret ölçüsünü ser
maye belirlemez, üretim belirler. "
Walker'ın, ü cre tlerin işçiye sermayeden ö denen bir
"avans" olmadığı iddiasının doğruluğunu çok iyi ispatlayan
bir şey, bugün Japonya ve Hindistan'daki tekstil tezgahların
da ücretin "bekletilmesi" dir. Japonya'da "kızların ipekli ve
daha küçük pamuklu abrikalarında kazandıkları ücretler
genellikle doğrudan doğruya anne-babalarına ödenir . . . Bu
ücretler ılda iki kere, ya da ipekli dokuma işinde olduğu gi
bi yıl sonunda ödenebilir. . . (ve Hindistan'da) ücretler bir ay
ya da altı hafta gecikerek ödenir . . . Hatta abrikalar bir öde
meden sonra, zaten kazanılmış ücretlerden avans verdikle
rinde yüzde dokuz aiz bile keserler. "
Ama ücret-onu teorisinin yanlışlığını ispatlamak için yir
minci yüzyılın örneklerini beklemek gerekmiyordu. İşçi sı
nıfı daha başlangıçtan bunu kendi deneylerine aykırı bula
rak yadsımıştı. Walker 1 876'da Amerikan hayatından çeşit
li örnekler sayarak doğru olmadığını ispatladı. Zaten Wal
ker ücret-onu teorisinin tabutuna son çiviyi çakmadan ye
di yıl önce iktisatçılar bile doğal yasanın öyle yasa ilan ol-
230
madığını itiraf etmeye başlamışlardı. Ekonomi Politiğin llke
leri adlı, 1 848'de yayımlanan kitabıyla john Stuart Mill bu
öğretiyi yaygınlaştırmıştı; 1 869'un Mayısında Fortnightly Re
view'da bir kitap eleştirirken bu iddiasını geri aldı: "Şimdi
ye kadar bütün veya çoğu iktisatçıların (ben de aralannda
yım) ileri sürdükleri ve işçi deneklerinin ücret yükseltebi
leceklerini inkar eden, ya da onların bu yoldaki başanlannı
onlar olmaksızın da meydana gelebilecek bir piyasa rekabe
tinin sonucu gibi gösteren öğreti, bilimsel temellerden yok
sundur ve bir kenara atılmalıdır. "
] . S . Mill'in yaptığı yürekli bir davranıştı. Yanılmıştı, yanlı
şını tamamen ve dürüstçe açıkladı. Ama işçiler için vakit ar
tık çok geçti - şimdi yadsınan bu öğreti yann yüzyılı aşkın
bir süredir canlarına okumuştu çünkü . İşçiler ne zaman kı
pırdanacak olsalar düşmana bir baruthane dolusu cephane
veren bir bilim herhalde işçilerin işine yarayacak bir nesne
değildi; hayatlarında en uak bir düzelmeye imkan tanıma
yan bir bilimle; her fırsatta işveren sınıfının çıkarına hizmet
sunan bir bilimle azla alışverişleri olamazdı.
İşçilerin iktisat bilimine güvenmemekte haklı gerekçele
ri olduğunu klasik okulun başta gelen izleicilerinden biri
olan Prof. ] . F . Caimes de kabul etmişti. 1873'te yayımlanan
Ekonomi Politik Denemeleri'nde, Cairnes , iktisadın bir bur
juva sınıfı aracı haline geldiğini işaret ediyordu: "Ekonomi
Politik, özellikle işçi sınıfına yaklaşımında, katı ve kesin ku
ralların dogmatik bir yasası, fermanlar çıkaran, bir toplum
sal düzeni "kutsayan" , bir başkasını "mahkum" eden, insan
lardan düşünce değil, boyun eğme bekleyen bir sistem kılı
ğında ortaya çıkmıştır. Dünyaya Ekonomi Politik adına ge
nel olarak ne gibi fermanlar duyurulduğunu -bu fermanla
rın genel olarak varolan toplum biçimini yaklaşık olarak ku
sursuz diye onayladıklarını söyleyebilirim- düşünürsek, bu
sözde iktisadi yasaları açıklayıp yayanların şimdiki endüs-
231
tri düzenimize karşı duyduğu sınırsız hayranlığı duymamak
için kendi gerekçeleri bulunan insanların iktisada karşı gös
terdikleri tiksintiyi ve hatta şiddetli muhalefeti daha iyi an
layabiliriz. Bir işçiye ekonomi politiğin grevi "mahkum" et
tiğini. . . çalışma süresini kısıtlayan yasanın doğruluğundan
şüphe ettiğini, ama sermaye birikimini "onayladığını" , üc
retin piyasa oranını "kutsadığını" söylediğinizde, "ekono
mi politik işçiye karşıysa, işçi de ekonomi politiğe karşıdır"
cevabı hiç de tuhaf karşılanmamalıdır. Bu yeni yasanın, bel
ki de işverenlerin çıkaına uyması amacıyla düzenlenmiş bir
sistem olmasından şüphe edilmesi hiç de tuhaf değildir ve
buna karşı çıkmak, bunu tanımamak, işçi için son derece
mantıki bir davranıştır. "
"Ekonomi politiğin işçiye karşı olduğu" doğruydu . İşa
damı yararına olduğu da doğruydu , özellikle de İngiliz işa
damının yararına . Klasik iktisatçıların öğretileri Fransa ve
Almanya'ya da yayıldı ve ondokuzuncu yüzyılın ilk yan
sında bu ülkelerde yayımlanan iktisat kitapları genel ola
rak lngiliz iktisatçılarının eserlerinin ya çevirisi ya da açık
lama ve yorumuydular. Ama zamanla bu iki ülkenin düşü
nürleri klasik öğretinin sadece işadamının öğretisi olmayıp ,
bazı bakımlardan özellikle İngiliz işadamının öğretisi oldu
ğunu anladılar. Aslında klasik iktisatçılar bilinçli olarak İn
giliz işadamına yardım etme amacıyla işe başlamamışlardı.
Bunun gereği de yoktu . Belirli bir dönemde İngiltere'de ya
şamış olmaları oranında öğretiler de bu çevrenin etkisi al
tında kalmıştı. Başka ülkelerin işadamları ve iktisatçıları da
bunu zamanla anladı.
Örneğin serbest ticaret konusunu ele alalım. Bunu önce
Adam Smith önermiş , Ricardo ve ardından gelen ötekiler
de aynı şeyi önermişlerdi . Dünya çapında serbest ticaret
ten yanaydılar; yalnız iç engeller değil, uluslararası ticaret
önerisini açıkça formüllendiriyor: "Tamamen serbest bir
232
ticaret sisteminde her ülke kendisi için en yararlı iş alan
larına sermaye ve emeğini yatırır. Bu bireysel çıkar arayı
şı bütünün evrensel yararı ile mükemmel bir şekilde bağ
lantılıdır. Endüstriyi teşvik ederek, zekayı ödüllendirerek,
doğanın bağışladığı özel güçler en etkili bir biçimde kulla
nılarak, emek en verimli ve en ekonomik şekilde dağıtılır.
Bir yandan genel üretim hacmini artıracak yararı yayar ve
tek bir ortak kar bağıyla , uygar dünya uluslarının evrensel
toplumunu bağlar. Şarabın Fransa ve Portekiz'de yapılma
sını , tahılın Amerika ve Polonya'da yetiştirilmesini ve de
mir ve başka eşyanın İngiltere'de imal edilmesini belirle
yen ilke budur. "
Şimdi Ricardo b u alıntıda malların uluslararası serbest
mübadelesi konusunda haklı veya haksız olabilir. Ama yaz
dığı zamanın 1ngiltere'si açısından mutlak şekilde haklı ol
duğu hiç tartışma götürmez. Endüstri Derimi ilkin İngilte
re' de ortaya çıkmıştı; İngiliz imalatçılarının yöntemde, ma
kine çeşitlerinde , ulaşım imkanlarında dünyadaki bütün
imalatçılara göre önemli bir öncelik avantajı vardı; İngiliz
ler dünyayı kendi abrikalarının ürünleriyle doldurmaya ha
zır ve muktedirdiler. Bu nedenle uluslararası serbest ticaret
tam onların işine gelecek bir şeydi.
Aynı nedenle , başka ülkelerin işadamlarına o kadar ka
zançlı görünmüyordu . Amerika'da Alexander Hamilton,
Washington'un yönetimi sırasında koruyucu gümrük siste
mini getirdi. Öteki ülkelerin de gümrük duvarları vardı ama
İngiliz klasik iktisatçılarının etkisinde kalarak serbest ticaret
ikriyle lört etmeye başlamışlardı.
184 1 'de , İngilizlerin uluslararası serbest ticaretin aydala
n üstüne türküleri başka ülkelerde de popülerleşmeye baş
larken, Friedrich List bu ikre karşı çıkan Ekonomi Po!itik'in
Ulusal Sistm i 'ni yayımladı. List Alman'dı ve Almanya' da en
düstri henüz gençti, gelişmemişti. Birleşik Devletler'de bu-
233
lunmuş , Amerikan endüstrisi için de aynı durumun geçer
li olduğunu gözlemlemişti. List, uluslararası serbest ticaret
kurulursa İngiltere ile eşit düzeyde bulunmayan ülkelerin
ona yetişebilmelerinin -yetişmeleri mümkünse- çok zaman
alacağını gördü . O da serbest ticaretten yanaydı - ama ancak
az gelişmiş ülkeler kalkınmış ülkelere yetiştikten sonra. "Ba
zı talihsizliklerden ötürü endüstri, ticaret ve denizciliği öte
ki ülkelerin gerisinde kalan, ama bu dalları geliştirecek zihni
ve maddi imkanlara sahip bulunan her ülke, daha ileri ulus
larla serbestçe rekabet edebilecek duruma gelmek için önce
kendi gücünü geliştirmelidir. "
Ucuzluğun her şey demek olmadığını , ucuzluğun da
azlasıyla pahalıya mal olabileceğini söylüyordu . Bir ülke
yi büyük yapan şey, herhangi bir zamanda eli altında bu
lunan değerler stoku değil , değerler üretme yeteneğiydi.
"Servetin nedenleri servetin kendisinden tamamen ayrıdır.
Bir insan servet sahibi olabilir. . . ama , tükettiğinden daha
değerli nesneler üretme gücüne sahip değilse, yoksullaşa
caktır. . . Şu halde servet üretebilme gücü servetin kendisin
den çok daha önemlidir. Uluslar söz konusu olunca bu du
rum . . . özel bireyler düzeyinde olduğundan çok daha az
la önem kazanır . "
List, serbest ticareti slogan edinmeden önce büyük bir
ulus haline gelen lngiltere'nin şimdi başka ulusların kendisi
ni izlemesini imkansızlaştırdığını söylüyordu : "Büyüklüğün
doruğuna erişen birinin kendi tırmandığı merdiveni tekme
leyerek başkalarının arkasından tırmanmasını engellemeye
çalışması, çok iyi bilinen bir kunazlıktır. "
Böylece List korumayı , gümrük duvarlarını savunur,
çünkü bunların ardında iç pazar güvenliği bulmuş yavru
endüstriler gelişip kendi kendilerine ayakta durabilecek ha
le gelirler. Ancak güçlendikten sonra serbest ticaret dün
yasında kavgaya çıkabilirler. List, uluslararası iktisada kar-
234
şı ulusal iktisat sisteminin güçlü bir savunucusuydu . Fikir
leri özellikle Almanya ve Birleşik Devletler'de büyük etki
ler yarattı.
Adam Smith ve onu izleyenlerin Serbest Ticaret öğretisi
ne karşı gümrükçü korumadan yana olan List klasik oku
lun yanılmazlığından şüpheye düşenler arasındaydı ve bun
ların sayısı gittikçe çoğalıyordu . Ondokuzuncu yüzyılın ilk
yansında o kadar popüler ve güçlü olan klasik iktisat yüz
yılın ikinci yansında gücünü kaybetmeye başlamıştı. Bu sı
ralarda , klasikçilerin ileri sürdüğü ilkelerin bazılarını ka
bul etmekle birlikte bunları değişik bir yoldan tamamen de
ğişik bir sonuca vardıran bir başkasının eserleri ortalıklar
da dolaşmaya başladı. Bu başkası da bir Alman'dı. Adı Karl
Marx'dı.
235
18
"ÇALIŞANARIN İKTİSADI .. .!"
"Ah, bir milyon dolarım olsaydı ! " Kimbilir kaç kere gönül
avutmuşuzdur bu tatlı düşünceyle. Gazeteler ne zaman pi
yangoyu kazananların otoğralarını yayımlasalar gelir, insa
nın aklına düşer. Aynı şekilde, her çağda, içinde yaşadıkları
toplumdan daha iyi bir toplum üzerine düşünerek vakit ge
çiren insanlar da bulunur. Çoğu zaman bu düşünceler hayal
kurma aşamasının ötesine geçmez; ama bazen de hayal ku
ranlar kendilerini iyice verir, kaalarını iyice zorlar, Ütop
ya'larını -gelecekteki ülküsel toplumun görüntülerini- ta
mamlarlardı.
Aslında bu pek güç bir şey değildi. Hayal gücü olan her
kesin yapabileceği bir iş. Bir çevrenize bakmanız yeter, gö
rürsünüz neden kaçınmak gerektiğini. Dağ taş yoksul in
sanlarla dolu ; o halde Ütopya'nızda yoksulluğu kapı dışa
rı edersiniz . Malların üretiminde ve dağılımında israf var;
Ütopya'nızda yüzde yüz etkili bir üretim ve bölüşüm yönte
mi bulursunuz. Adaletsizliğin türlüsü , gözünüzün önünde ;
Ütopya'nızda, dürüst yargıçların yönettiği dürüst mahkeme
ler kurarsınız (ya da yargıç ve mahkemenin tamamen gerek-
236
siz olmasını sağlayan bir yol bulursunuz) . Hastalık var, sea
let, mutsuzluk var; Ütopya'nızda herkese sağlık, esenlik, re
ah dağıtırsınız.
Ütopyacı düşünürlerin belki de en önemli birinci ilkesi
kapitalizmin kaldırılmasıydı. Kapitalist sistemde sadece kö
tülük görüyorlardı. İsraa yol açıyordu , adaletsizdi, plansız
dı. Etkili ve adil olacak planlı bir toplum istiyorlardı. Kapi
talizmde çalışmayan azınlık üretim araçlarına sahip olduğu
için reah, lüks içinde yaşıyordu . Onun için ütopyacılar üre
tim araçlarının ortak mülkiyetini iyi bir hayatın üretiminin
aracı olarak görüyorlardı. Bu Sosyalizm'di - ve ütopyacıların
rüyası da buydu .
İşte bu sırada Kari Marx geldi.
O da Sosyalist'ti. O da işçi sınıfının durumunun düzelme
sini istiyordu. O da planlı bir toplum istiyordu. O da üretim
araçlarına bütün halkın sahip olmasını istiyordu . Ama asıl
önemlisi de bu - o ütopya tasarlamıyordu. Geleceğin Top
lumu'nun nasıl işleyeceği konusunda hemen hemen hiçbir
şey yazmamıştı. Geçmişteki Toplum'la, nasıl doğduğu , ge
liştiği, çürüdüğü ve nasıl şimdiki toplum olduğu konusuy
la dehşetli ilgiliydi; Şimdiki Toplum'la dehşetli ilgileniyor
du çünkü burada Geleceğin Toplumu'nu yaratacak değişti
rici güçleri bulmak istiyordu . Ama Yann'ın iktisadi kurum
ları üstüne hiç zaman harcamadı , ilgilenmedi de . Hemen
bütün vaktini bugünün iktisadi kurumlarının incelenmesi
ne verdi. O sırada içinde yaşadığı kapitalist toplumun çark
larını neyin döndürdüğünü öğrenmek istiyordu . En büyük
eserinin adı da bunu gösterir: Kapital - Kapitalist Üretiminin
Eleştirel Bir Analizi.
Kapitalist toplum üzerine analiziyle Sosyalizmin geleceği
sonucuna vardı - ütopyacılar gibi düşünde görmedi. Marx,
Sosyalizmin toplumdaki belirli güçlerin işleyişinin sonucu
olarak ve ancak örgütlü devrimci bir işçi sınıfının eylemiyle
237
geleceğini düşündü. Nasıl klasik iktisada işadamının iktisa
dı denebilir ve işadamı bu öğretide destek bulursa, Marx'ın
iktisadına da işçi sınıfının iktisadı denebilirdi, çünkü orada
işçi düzen içindeki kendi önemli yerini bulabilir ve gelecek
için umut besleyebilirdi.
Marx'ın iktisadi öğretisinin temel noktası, kapitalist siste
min emeğin sömürülmesine dayandığıdır.
Kölelik çağında emekçinin -yani kölenin- haksızlığa uğ
radığını görmek güç değildi. Herkes bunu gördü . Hatta yuf
ka yürekliler bağırıp çağırmışlardı: "Ne çirkin şey ! Bir insa
nın bir başka insan yararına çalıştırılması çok haksız ! Köle
lik kalkarsa çok iyi olur."
Bunun gibi, feodal dönemde emekçinin -yani serin- hak
sızlığa uğradığını görmek de güç değildi. Hiç su götürür ya
nı yoktu ; yoktu çünkü onun da, köle gibi, bir başkası -lord
için çalışmak zorunda olduğu açıktı. Örneğin, haftada dört
gün kendi toprağında çalışıyorsa, iki gün de lordun tarla
sında çalışıyordu . Her iki durumda da işçinin sömürüldü
ğü besbelliydi.
Ama kapitalist toplumda işçinin haksızlığa uğradığını gör
mek kolay değildi. İşçinin özgür bir kişi olduğu varsayılır.
Köle ya da serfe benzemez, çünkü şu efendi ya da bu lorda
çalışmak zounda değildir. İsterse çalışıp isterse çalışmaya
cağı varsayılır. Ve, yanında çalışacağı patronu seçen işçi haf
ta sonunda işinin ücretini alır. Eh, şimdi bu arklı değil mi -
emeğin sömürülmesi sayılır mı bu?
Marx öyle sayıldığını söyledi. Ona göre kapitalist top
lumda işçi tıpkı, feodal toplumdaki serf gibi sömürülüyor
du . Marx kapitalist toplumdaki sömürünün gizli maskeli ol
duğunu söylüyordu . Artık değer teorisini ortaya atarak bu
maskeyi düşürdü .
Bu teoride, Adam Smith'den john Stuart Mill'e kadar çoğu
klasikçinin değişik derecelerde bağlı olduğu emek değer te-
238
orisini kullandı. Bu öğretiye göre malların değeri onları üret
mek için gerekli emek toplamına eşittir. Marx, bu emek de
ğer teorisine inananlardan biri olan ünlü iktisatçı Benjamin
Franklin'i alır. Şöyle der: "Değerin özelliğini anlayan Willi
am Petty'den sonra ilk gelen iktisatçılardan ünlü Benjamin
Franklin der ki: 'Genel olarak ticaret emekle emeğin müba
delesinden başka bir şey olmadığı gibi her şein değeri de en
iyi emekle ölçülür."'
Marx, genel olarak mallarla metalar arasında bir arım ya
par. Meta üretimi kapitalist toplumda tipik olandır. "Kapi
talist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda servet,
'muazzam bir metalar birikimi' olarak görünür, birimi de
tek metadır. Dolaısıyla araştırmamız bir metanın analiziy
le başlamalıdır.
Bir mal doğrudan doğruya tüketim için değil de mübadele
için üretilirse meta olur. Bir adamın kendisi için yaptığı ce
ket meta değildir. Bir başkasına satılmak için yapılmış ceket
-bir başka eşya ya da para ile mübadele edilmek üzere- me
tadır. "Kendi ihtiyaçlarını kendi emeğinin ürünüyle doğru
dan doğruya karşılayan kişi kullanım-değeri yaratmış olur;
ama meta yaratmış olmaz. Meta üretmek için yalnız kulla
nım-değeri yaratmak yetmez; başkaları için de kullanım-de
ğeri, toplumsal kullanım-değerleri yaratmalıdır. " Kendi giy
mek için değil de satmak için, mübadele için ceket yapan ki
şi bir meta üretmiştir.
Şimdi, önemli soru , mübadelenin hangi oranda olaca
ğıdır. Bu metanın değerini ne belirler? Bu ceketi bir baş
ka meta ile karşılaştırın - bir çift ayakkabıyla. Mal olarak,
insan ihtiyaçlarını karşılamanın araçları olarak, aralarında
pek azla benzerlik yoktur. Ama hepsi, hepsi için ortak olan
bir şey dolayısıyla mübadele edilebilirler. Ve aralarında or
tak olan şey de, Marx'a göre, emek ürünü olmalarıdır. Bü
tün metalar emek ürünüdürler. Şu halde değer, ya da me-
239
taların mübadele oranı, bu metalarda cisimleşen emek top
lamı tarafından belirlenir. Bu emek toplamı da zamanının
uzunluğuna göre , yani emek-süresine göre ölçülür. " Öy
leyse herhangi bir eşyanın değerinin büyüklüğünü belirle
yen şey toplumsal olarak gerekli emek toplamı, ya da üre
tim için toplumsal olarak gerekli emek-süresidir . . . Bir me
tanın değeri öteki metanın değerine oranla, birinin üretimi
için gerekli emek-süresinin öbürünün üretimi için gerekli
emek-süresi oranına eşittir. "
Ş u halde, ceketin yapılması o n altı, ayakkabılarınki ise se
kiz saat aldıysa, ceketin değeri ayakkabılarınkinin iki ka
tı olacaktır ve bir ceket iki çift ayakkabıyla mübadele edi
lecektir. Her iki durumdaki emek çeşitlerinin aynı olmadı
ğını biliyordu Marx - ceket, eğirenin, dokuyanın, terzinin
vb. emeklerini cisimleştiriyordu; ayakkabıda da başka çeşit
ten emekler vardı. Ama, diyordu Marx, bütün emek aynıdır,
onun için de, insani iş gücü harcaması olması anlamında, kı
yaslanabilir. Basit, kaliiye olmayan, ortalama emekle kalii
ye emek kıyaslanabilir, çünkü ikincisi birincisinin iki katı
dır, dolayısıyla bir saatlik kaliiye emek = iki saatlik kaliiye
olmayan emek.
Böylece bir metanın değeri, der Marx, üretilmesi için ge
rekli toplumsal emek-süresiyle belirlenir. "Ama" diyeceksi
niz , bu , ağır, beceriksiz bir işçinin ürettiği bir metanın bece
rikli, hızlı bir işçinin ürettiği metadan daha değerli olduğu
anlamına gelir, çünkü ağır çalışan işçi anı şeyi üretmek için
daha azla zaman harcar. Marx bu itirazı hesaba katmıştı; ce
vabını şöyle verdi : "Bir metanın değerini üretimine harca
nan emek niceliği belirliyorsa işçi ne kadar ağır, ne kadar be
ceriksizse, metanın bitirilmesi için gerekli emek süresi daha
azla olduğu için, metanın daha değerli olacağı akla gelebi
lir. Ama bu çok yanlış olur. "Toplumsal emek" dediğimi ha
tırlayacaksınız; bu "toplumsal "ın ne olduğunu niteleyen çe-
240
şitli noktalar vardır. Bir metanın değerinin üzerine harcanan
ya da içinde billurlaşan emek niceliği tarafından belirlenme
si derken, toplumun verilmiş bir durumunda, belirli toplum
sal ortalama üretim koşullarında, kullanılan emeğin verilmiş
toplumsal ortalama yoğunluğu ve ortalama ustalığı ile, üreti
mi için gerekli mek niceliğini kastediyoruz. "
Örneğin, iki yüz işçi çalıştıran bir abrikada bazı işçiler
ötekilerden daha iyi çalışırlar. Ama emeğin bir de ortala
ma niteliği vardır. Bu ortalamanın üstünde çalışanlarla al
tında çalışanlar birbirini götürür. Diyelim ki bir ceket yap
mak için ortalama , ya da toplumsal olarak gerekli emek sü
resi on altı saattir. Bazı işçiler daha çok, bazıları daha az za
mana ihtiyaç duyarlar, ama bunlar gene standarttan küçük
sapmalardır . Üretim araçları, emeğin mal üretirken kul
landığı makineler için de durum aynıdır. Bir bütün olarak
tekstil endüstrisinde bazı abrikalar eski model tezgahlarda
çalışıyor olabilirler. Kimisi de daha yaygınlaşmamış en iyi
modellerle çalışabilir -ama yine de bir ortalama edevat dü
zeyi vardır- altında ve üstünde kalanlar birbirlerini götü
rür, böylece toplumsal olarak gerekli emek-süresi ortalama
araçlarla çalışan ortalama emek anlamına gelir. Şüphesiz bu
yer ve zamana göre değişir, ama belli bir zamanda ve bel
li bir ülkede emeğin ve üretim araçlarının uyduğu bir genel
ortalama standart vardır.
Öyleyse? Diyelim ki bir metanın değerini , üretimi için
toplumsal olarak gerekli emek-süresi belirler. Bunun, kapi
talist toplumda emeğin sömürülmesiyle, mülkiyet sahibi sı
nıfın mülkiyetsiz sınıfın emeğinden geçinmesiyle ne ilgisi
var? Serf gibi işçinin de yalnız belli bir süre kendisi için, ge
ri kalan sürede de patronu için çalıştığını ispat etmekle bun
ların ilgisi ne?
llgisi çok.
Kapitalist toplumda ücretli işçi özgür bir insandır. Köle-
241
likte olduğu gibi bir efendiye, ya da serlikte olduğu gibi top
rağa bağlı değildir. Yukarıda (XIV. Bölüm) nasıl yalnız efen
disinden değil, aynı zamanda üretim araçlarından da "öz
gür" kaldığını gördük. Üretim araçlarının nasıl (toprak, alet,
makine) küçük bir grubun mülkiyetine geçtiğini, genel ola
rak bütün çalışanlar arasında dağılmaz olduğunu gördük.
Üretim araçlarına sahip olmayanlar sadece kendilerini -üc
ret karşılığında- sahip olanlara kiralayarak geçim yolunu
bulurlar. Şüphesiz işçi kapitaliste kendini satmaz (yoksa kö
le olurdu) , sahip olduğu tek metaı satar - yani çalışma ye
teneğini, iş-gücünü.
"Dolayısıyla parasının sermayeye dönmesi için para sa
hibinin pazarda serbest işçiyle karşılaşması gerekir; bu ser
bestlik iki anlamdadır: Serbest bir insan olarak iş-gücünü
kendi öz metaı olarak satabilmeli, öte yandan satacak başka
bir metaı olmamalı, iş-gücünü gerçekleştirmek için gerekli
her şeyden yoksun bulunmalıdır. "
Bu serbest işçi metaını hangi oranda satmalıdır - yani, iş
gücünün değeri nedir? iş-gücünün değeri, başka her meta
nın değeri gibi, üretilmesi için gerekli emek toplamı tarafın
dan belirlenir. Başka bir söyleyişle işçinin gücünün değe
ri yaşaması için, ve emek stokunun devam etmesi zorunlu
ğu olduğuna göre, ailesini yaşatabilmek için gerekli her şe
yin toplamına eşittir. Bu şeyler toplamının neleri içerece
ği değişik yer ve zamanlara göre değişir. (Örneğin, bugün
Çin'de ve ABD'de bunlar değişiktir. ) işçi iş-gücünün karşı
lığını ücret olarak alır. Bu ücret her zaman, işçinin kendin
deki ve çocuklarındaki iş-gücünü yeniden üretmek için ge
rekli olan metaları satın alacak para tutarıyla denkleşme eği
limi gösterir.
Marx şöyle koyuyor: "iş-gücünün değeri işçinin yaşaması
için gerekli geçim ve beslenme araçlarının değeridir . . . Ge
çim ve beslenme araçları . . . çalışan bir birey olarak normal
242
durumda kendisini yaşatmaya yetmelidir. Yiyecek, giye
cek, yakıt, barınak gibi doğal ihtiyaçları ülkesinin iklimine
ve başka iziksel koşullarına göre değişir. Öte yandan, zo
runlu ihtiyaç maddeleri denilen şeylerin sayısı ve derecesi. . .
kendileri tarihi gelişmenin ürünüdürler ve dolayısıyla bü
yük ölçüde, ülkenin uygarlık derecesine, serbest emekçiler
sınıfının içinde oluştuğu alışkanlıklar ve rahatlık derecele
rine dayanır . . .
"İş-gücü sahibi ölümlüdür. Yorulma, yıpranma ve ölüm
yüzünden piyasadan çekilen iş-gücünün yerine en azından
aynı miktarda taze iş-gücü konulmalıdır. Bu yüzden iş-gücü
üretimi için gerekli geçim ve beslenme araçlarının toplamı
işçinin yedekleri -yani çocukları- için gerekli araçları da içi
ne almalıdır ki, bu garip meta sahipleri soyu pazarda görün
meye devam edebilsin. "
Bunun anlamı, kısaca, işçinin iş-gücü karşılığında ücret
alacağı ve bu ücretin sadece kendini ve ailesini yaşatmaya ve
ayrıca da (değişik ülke koşullarına göre) bir radyo , bir oto
mobil ve ara sıra bir sinema bileti almasına yeteceğidir.
Yukarıdaki alıntıda Marx'ın "bu garip me ta-sahipleri
soyu"ndan söz etmesi dikkatinizi çekti mi? İşçinin metaın
da, yani iş-gücünde, "garip" olan nedir? Garipliği, başka bir
metada olmayan bir şekilde, kendi değerinden fazla değer ya
ratabilme özelliğine sahip oluşundadır. İşçi kendini kiraya
verdiğinde, iş-gücünün sadece kendi ücretinin değerini üre
tecek süre için değil, bütün iş-günü süresince satmış olur.
İş-günü on saatse , işçinin ücretinin değerini üretmek için
gerekli süre altı saatse, şu halde geriye dört saat kalıyor ki bu
süre içinde işçi kendine değil, işverene çalışır. Altı saati Marx
gerekli emek-süresi, dört saati ise artı emek-süresi diye ad
landırır. On saatlik emeğin toplam ürününün değerinin on
da altısı ücrete eşittir, onda dördü ise işverenin el koyduğu
ve karını meydana getiren artık değer'e eşittir.
243
"Bir metanın değeri içerdiği toplam emek niceliği tarafın
dan belirlenir. Ama bu emek niceliğinin bir kısmı, karşılı
ğında ücret şeklinde bir eşdeğerin ödendiği bir değerde ger
çekleşmiştir; bir kısmı ise karşılığında hiçbir eşdeğer öden
meyen bir değerde gerçekleşmiştir. Bir metanın içerdiği de
ğerin bir kısmı karşılığı ödenmiş demektir; bir kısmı öden
memiş demektir. Şu halde, meta değerine satıldığında , ya
ni, üzerine harcanmış toplam emek niceliğinin billurlaşma
sı olarak satıldığında, kapitalist zorunlulukla kar ederek sat
mış demektir. Sadece kendine bir eşdeğer mal olanı satmak
la kalmaz, işçinin emeğine mal olduğu halde, kendisine hiç
bir şeye mal olmayanı da satmış olur. Metanın kapitalist için
maliyeti ile gerçek maliyeti arklı şeylerdir. Dolaısıyla tek
rar söylüyorum: Normal ve ortalama kar, metaları fazlasına
değil, gerçek değerine satmaktan çıkar. "
Marx'ın artık değer teorisi böylece kapitalist toplumda
emeğin nasıl sömürüldüğü esrarını çözüyor. Sürecin tümü
nü kısaca özetleyelim şimdi:
Kapitalist sistem satış için mal, yani meta üretimi üzeri
ne kuruludur.
Bir metanın değeri üretimi için toplumsal olarak gerekli
emek-süresi tarafından belirlenir.
İşçi üretim araçlarına (toprak, alet, abrika vb. ) sahip de
ğildir.
Yaşamak için sahibi olduğu tek metayı, iş-gücünü sat
malıdır.
İş-gücünün değeri, başka metaların değerinde olduğu gi
bi, yeniden üretilmesi için gerekli toplamdır - bu durumda,
onu hayatta tutmak için gerekli toplamdır.
Dolayısıyla işçiye verilen ücret sadece hayatını sürdürme
si için gerekli olana eşittir.
Ama bu toplamı işçi iş-gününün bir kısmında (bütünden
az bir parçasında) üretebilir.
24
Bu , işçinin, iş-gününün yalnız belli bir kısmında kendisi
için çalışması demektir.
Geri kalan zamanda patron için çalışacaktır.
İşçinin ücret olarak aldığıyla ürettiği metanın değeri ara
sındaki ark artık değerdir.
Artık değer işverene - üretim araçlarının sahibine gider.
Kar, aiz ve rantın kaynağıdır - yani mülk sahibi sınıla
rın gelirlerinin.
Artık değer, kapitalist sistemde emeğin sömürülmesinin
ölçüsüdür.
Karl Marx, Amerikan tarihini çok iyi incelemişti, onun
için Abraham Lincoln'un konuşmalarıyla yazılarını iyi bi
lirdi. Abraham Lincoln'un, Karl Marx'ın eserlerini okuma
ya fırsat bulup bulamadığını bilmiyoruz. Ama bazı konular
üzerine düşüncelerinin benzeştiğini biliyoruz. Bakın ne di
yor Abraham Lincoln: "Önce emeğe mal olmayan hiçbir şey
den yararlanamamışızdır, yararlanamaız da. Her iyi şeyi de
emek ürettiğine göre bütün bu şeylerin onları emeğiyle üre
tenlere ait olması gerekir. Ama tarihin bütün çağlarında gö
rüyoruz ki kimisi çalışmış, kimisi de hiç çalışmadan emek
ürünlerinin büyük bir kısmına konmuş. Bu doğru değildir
ve devam etmemelidir. Her emekçiyi emeğinin bütün ürü
nüne, ya da bütüne mümkün olduğu kadar yakın kısmına
sahip kılmak her iyi hükümetin hedei olmalıdır. "
Bunları Abraham Lincoln söylüyor. İşi emeğin yaptığının,
sermayeyle paylaşma durumunda kalmakla, bir bakıma so
yulduğunun o da arkındaydı. Hatta daha ileriye de gidiyor
du . Son cümlesini okuyun bir daha, bu konuda bir şeyler ya
pılmasını istediğini göreceksiniz. Ütopyacılar bunu istiyor
du . Marx da istiyordu . Ama yapma yöntemi konusunda çok
arklı düşünüyorlardı.
Ütopyacı Sosyalistler "Ütopyalarını tasarlarken . . . toplum
da etkin bulunan büyük endüstriyel güçlerin düşünülen de-
245
ğişikliğe izin verip vermeyeceğini hemen hemen hiç dikka
te almıyorlardı. " İnanıyorlardı ki bütün sorun ülküsel top
lum için bir plan ormüllemek, nüuzlulann ya da zenginle
rin (ya da her ikisinin) ilgilerini buna çekmek, küçük çapta
deneylerini yapmak, sonra da istenilenin gerçekleşmesi için
insanlann akılcılığına güvenmektir.
Böylece ünlü İngiliz Sosyalist Robert Owen tezi adından
da anlaşılabilen bir kitap yazdı: Yeni Ahlaklı Dünyanın Ki
tabı. Yeni toplumun kurulması için işçi sınıfının devrimi
ne mi bel bağlıyor? Hayır. Kitabın sonunda Büyük Britan
ya Kralı Majeste iV. William'a mektup yazıyor. Mektup şöy
le: "Kitap . . . bir Yeni Ahlaklı Dünya'nın temel ilkelerini açık
lamaktadır; böylece, toplumun üzerinde yeniden kurulaca
ğı ve insan soyunun özelliğinin yeniden yaratılacağı yeni te
meli koymaktadır . . . Toplum hayal gücünün temel yanılgıla
nndan türemiştir ve insanın yeryüzündeki bütün kurumlan
ve toplumsal düzenleri bu yanılgılar üstüne dayandırılmış
tır . . . sizin saltanatınızda, bütün kötü sonuçlanyla bu sistem
den doğruluğu kendinden kanıtlı ilkeler üzerinde temelle
nen ve herkese mutluluk sağlayacak olan bir başka sisteme
geçiş büyük bir ihtimalle başanlacaktır. "
Ünlü Fransız Sosyalisti Charles Fourier de yeni bir düzen
le ilgili deneylerinin uygulanmaya konması için işçi sınıfı
nın ötesine , paralı insanlara bakıyordu : "Bir keresinde ilan
verdi, her gün belli bir saatte evinde bulunup, Fourier ilke
lerine dayanan bir koloninin geliştirilmesi için kendisine bir
milyon rank vermeye gönüllü herhangi bir insanseveri bek
leyeceğini söyledi. Bundan sonra on iki ıl süreyle her gün
hiç şaşmadan öğle vakti evde oturup cömert yabancıyı bek
ledi, ama heyhat, milyoner alan görünmedi. "
Bir başka Fransız Sosyalist olan Saint-Simon'un taraftar
lan Fourier'nin önerilerini küçümsüyorlardı. Ama onlar da
toplumsal değişikliği sağlamak için burjuvaziyle işbirliğinin
26
zorunlu olduğuna inanıyorlardı. Yayın organları olan Dün
ya'da, 28 Kasım 183 l 'de şu açığı verdiler: "Yüksek sınılar el
vermeden aşağı sınılar yükselemez. İnisiyatif yüksek sınıf
lardan gelmelidir. "
Marx Ütopyacılar'ın b u önerilerini alaya aldı. Fantastik
buluyordu bunları. 1 848'de hayat boyu dostu ve çalışma ar
kadaşı Friedrich Engels'le birlikte yazdıkları Komünist Mani
festo' da (Engels, Marx'ın ölümünde henüz tamamlanmamış
olan Kapital'in ikinci ve üçüncü ciltlerini yayımlamıştır) ,
Marx ve Engels Ütopyacı Sosyalistler'e karşı düşüncelerini
belirttiler: "Toplumdaki herkesin, hatta en avantajlı durum
da olanın bile durumunu düzeltmek istiyorlar. Onun için,
sınıf ayrımı gözetmeksizin toplumun bütününe sesleniyor
lar; hatta egemen sınıa seslenmeyi tercih ediyorlar, çünkü
insanlar onların bu sistemlerini bir kere anlayınca, nasıl olur
da mümkün olan en iyi toplumun mümkün olan en ii pla
nını görmezler?
"Onun için bütün politik ve özellikle devrimci eylemi red
dediyorlar; amaçlarına barışçı yollarla varmak istiyor ve ba
şarısızlığa zorunlulukla mahkum küçük deneyler ve iyi ör
nekler zoruyla yeni toplumsal cennetin yolunu açmaya ça
lışıyorlar. . .
"Hala Toplumsal Ütopyalar'ının deneylerle gerçekleşmesi,
küçük izole 'lansterler' (Fourier) , 'Yurt Kolonileri' , 'Küçük
lkariya' (Etienne Cabet, bir başka Fransız Sosyalisti) kurma
hayalleri içindeler - bunlar hepsi Yeni Kudüs'ün tek orma
lık baskıları ve havada kurulan bu şatoların gerçekleşebil
mesi için de burjuvanın duygularına ve cüzdanlarına hitap
etmek zorundalar. "
Marx ile Engels'i özellikle sinirlendiren b u "burjuvanın
duygularına ve cüzdanlarına hitap etmek" olayıydı. Onlara
göre yeni topluma yol açan değişikliği yapacak olan egemen
sınıfın çabaları değil, işçi sınıfının devrimci eylemiydi. Eylül
247
1 879'da Bebel, Liebknecht ve başka Alman radikallerine ya
zarken bu konuyu olanca açıklığıyla dile getirmişlerdi: "Ne
redeyse kırk yıldır sınıf mücadelesinin tarihin dolaysız iti
ci gücü olduğunu ve özellikle burjuvazi ile proletarya ara
sındaki sınıf mücadelesinin, modem toplumsal devriminin
büyük kaldıracı olduğunu tekrarladık durduk. Enternasyo
nal kurulduğunda savaş narasını özellikle ormülledik: İşçi
sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendisi tarafından gerçek
leştirilmelidir. Dolayısıyla proletaryanın kendini kurtarama
yacak kadar bilgisiz olduğunu söyleyen insanlarla işbirliği
yapamayız ve kendimizi ilkin insansever burjuva ve küçük
burjuvalardan kurtarmamız gerekir. "
Marx v e Engels sınıf mücadelesini " tarihin dolaysız itici
gücü" diye tanımlarken ve burjuvazi ile proletarya arasın
daki sınıf mücadelesine "modem toplumsal devrimin bü
yük kaldıracı" derken neyi anlatmak istiyorlardı? Bu soru
ların cevabı ancak tarihe onların bakışıyla bakmakla bulu
nabilir.
Sizin tarih felseeniz nedir? Tarihi olaylar büyük ölçüde
rastlantı sonucu mu , sizce, aralarında bağlayıcı bir tema ol
mayan bir rastlantılar dizisi mi? Yoksa tarihi değişimin ikir
lerin kudretiyle gerçekleştiğine mi inanıyorsunuz? Ya da ta
rihi akımların büyük adamların etkisiyle meydana çıktığını
mı düşünüyorsunuz? Bu felsefelerden herhangi birine bağ
lıysanız, demek bir Marksist değilsiniz. Marx'ın kurucusu ve
en parlak açıklayıcısı olduğu tarihçiler okulu tarihin akışı
m, toplumda meydana gelen değişmeleri, toplumdaki iktisa
di güçlerin sonucu , işleyişi olarak açıklar.
Bu okula göre şeyler birbirinden bağımsız değildir, kar
şılıklı-bağımlıdır; tarih düzensiz olgu ve olayların kargaşası
gibi görünür; ama gerçekte bir kargaşa değildir; keşfedilebi
lecek birtakım belirli yasa kalıplarına uyar.
Engels , Marx'ın felsefesinin köklerini şu terimlerle açık-
28
lar: "llk olarak bu sistemdeki en büyük meziyet de burada
yatar - doğa, tarihi ve aklı olmak üzere bütün dünya bir sü
reç olarak, yani sürekli hareket, değişim, dönüşüm ve geliş
me olarak görülür; ve bütün bu hareket ve gelişmeyi sürek
li bir bütün yapan iç bağıntının ortaya çıkarılması çabasına
girilir. Bu açıdan bakıldığında insanlık tarihi artık anlam
sız ikirlerin çılgınca girdabı değil. . . insanın kendisinin ev
rim sürecidir. "
Her uygarlığın ekonomisi, hukuku , politikası, dini, birbi
rine bağlıdır. Hepsi ötekilere bağımlı ve ancak ötekilerden
dolayı kendisidir. Bütün bu güçlerin en önemlisi ekonomi
dir - temel etmen odur. Kemeri ayakta tutan kenet taşı üre
tici olarak insanlar arasında yer alan ilişkilerdir. İnsanların
nasıl yaşadığını insanların geçimlerini sağlama yolu belirler.
Marx şöyle koyuyor: "İncelemelerim beni devlet biçimi
gibi hukuki ilişkilerinde kendi başlarına açıklanamayacağı,
hatta insan aklının genel ilerlemesi denen şeyle de açıkla
namayacağı , aslında hayatın maddi koşullarında temellen
dikleri sonucuna götürdü . . . İnsanlar ürüttükleri toplum
sal üretimde belirli ilişkilere girerler. . . Bu üretim ilişkile
ri maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişme aşamasına te
kabül eder. Bu üretim ilişkilerinin toplamı toplumun eko
nomik yapısını meydana getirir - üzerinde hukuki ve poli
tik üstyapıların yükseldiği ve toplumsal bilinçliliğin belirli
biçimlerinin tekabül ettiği gerçek temeldir bu . Maddi üre
tim tarzı hayatın toplumsal, politik ve manevi süreçlerinin
genel karakterini belirler. İnsanların bilinçlilikleri varoluş
larını belirlemez, tersine, toplumsal varoluşları bilinçlilik
lerini belirler. "
Bu felsefe bize tarihi analiz edecek ve yorumlayacak bir
araç verir. İnsanların geçimlerini sağlama yolları - üretim
ve mübadele tarzı her toplumun temelidir. "Servetin dağılı
mı ve toplumların sınılara ayrılışı biçimleri . . . ne üretildiği-
249
ne, nasıl üretildiğine ve ürünlerin nasıl mübadele edildiği
ne bağlıdır. " Bunun gibi hukuk, adalet, eğitim vb. kavramlar
da -her toplumun sahip olduğu ikirler takımı- o belli top
lumun eriştiği belli ekonomik gelişme aşamasına uygunluk
gösterir. Şu halde toplumsal ve politik devrimi getiren ne
dir? Sadece insanların ikirlerinde bir değişiklik mi? Hayır.
Çünkü bu ikirler üretim ve mübadele tarzına dayanırlar.
İnsan Doğa'yı fethederek ilerler; yeni ve daha iyi üretim ve
mübadele yollan bulunur veya icad edilir. Bu değişimler te
mel nitelikte ve uzun vadeli olunca toplumsal çatışmalar do
ğar. Eski üretim tarzıyla oluşan ilişkiler taşlaşmıştır; birlik
te yaşamanın eski biçimleri hukuk, politika, din ve eğitimde
sabitleşmişlerdir. Eskiden iktidarda olan sınıf iktidarım sür
dürmek ister - ve yeni üretim tarzıyla uyum içinde olan sı
nıfla çatışma durumuna girer. Sonuç devrimdir.
Tarihe bu Marksist yaklaşım başka türlü anlaşılamayan
dünyayı anlaşılır kılar. Tarihi olaylan, insanların geçimleri
ni kazanma yollarının sonucu olan sınıf ilişkileri açısından
gördüğümüzde önceden anlayamadıklarımızı birdenbire an
layıveririz. Bu tarih kavramını bir araç olarak kullanınca fe
odalizmden kapitalizme ve kapitalizmden sosyalizme geçi
şi anlayabiliriz.
Geçmişi bu açıdan inceledikleri için Marx ve Engels bur
juvaziye tarih içindeki doğru yerini verebildiler. Kapitaliz
min ve kapitalistlerin kötü olduğunu söylemediler - kapita
listin üretim tarzının nasıl olup da daha önceki koşullardan
doğduğunu açıkladılar; burjuvazinin büyüme ve feodalizm
le mücadele dönemindeki devrimci özelliğini vurguladılar.
"Şu halde görüyoruz ki; üzerinde burjuvazinin kendini in
şa ettiği üretim ve mübadele araçları temeli feodal toplum
da doğmuştu . Bu üretim ve mübadele araçlarının gelişmesi
nin belirli bir aşamasında . . . feodal mülkiyet ilişkileri, artık
gelişmiş bulunan yeni üretici güçlerle hiç uyuşamaz bir hale
250
geldi; artık zincir haline gelmişlerdi. Kırılmaları gerekiyor
du , kırıldılar.
"Onların yerine serbest rekabet, ona uygun bir toplumsal
ve politik anayasa ve burjuva sınıfının ekonomik ve politik
egemenliği geldi. "
Böylece feodalizmden kapitalizme geçişin nedeni yeni
üretici güçlerin ve devrimci bir sınıfın (burjuvazi) hazır ol
masıydı. Bu her zaman geçerli olmalıdır. İnsanlar istedi diye
eski düzenin yerine yeni bir düzen gelmez. Hayır. Yeni üret
ci güçler ortaya çıkmalı ve görevi anlamak ve yön vermek
olan derimci bir sınıf olmalıdır.
Feodalizmden kapitalizme geçiş böyle oldu ve Marx ile
Engels'e göre kapitalizmden sosyalizme geçiş de böyle ola
caktır.
Ama geçmiş topluma bakıp orada olanları anlatmakla
şimdiki topluma bakıp orada olacakları anlamak aynı şey
değildir. Marx ve Engels feodalizm gibi kapitalizmin de ta
rih sahnesinden çekilip gideceğini neye dayanarak ileri sü
rüyorlardı? Kapitalizmin içinden çökeceğinin kanıtı , üre
tim ilişkilerinin üretim güçlerini engellediğinin, onları ge
lişmekten ve serbestçe genişlemekten alıkoyduğunun kanı
tı neydi?
Marx ile Engels 1 848'de kapitalist toplumu analiz ettiler
ve üretim sisteminin kendi içinde bulunan, sistemin çökme
ye mahkum olduğunu gösteren bazı özelliklere işaret ettiler.
Şunlardı bu özellikler:
Servetin, azınlığın elinde gittikçe yoğunlaşması,
Birkaç büyük üreticinin birçok küçük üreticiyi ezmesi.
Gittikçe daha çok makine kullanarak gittikçe daha az-
la işçinin işsiz kalması ve böylece bir "yedek endüstri ordu
su" yaratılması.
Kitlelerin artan sealeti.
Sistem içinde dönemsel yıkıntıların -buhranların- tek-
251
rarlanması ve her krizin bir öncekinden daha kasıp kavuru
cu olması.
Ve daha önemlisi -kapitalist toplumdaki temel çelişki
üretimin kendisinin gittikçe daha azla toplumsallaşırken -
252
yet ve bireysel temellükün koyduğu sınırlamalarla artık en
gellenemeyeceği zamanı bekliyorlardı ; bunun sonucunda
doğacak çatışmanın yeni uyumlu bir toplumun kurulması
na, üretim araçları mülkiyet ve denetiminin birkaç kapitalist
mülk sahibinin elinden çıkıp birçok proleter üreticinin eline
geçeceği bir toplumu bekliyorlardı.
Ama bu değişiklik nasıl gerçekleşecekti? İnsanların ey
lemleriyle. Ya bu değişikliği yapacak olanlar kimlerdi? Pro
letarya. Çünkü kapitalizmin çelişkilerinden en çok zarar gö
ren onlardı ve kendisinin payı olmayan bir özel mülkiyete
dayanan bir sistemin sürdürülmesi onların çıkarma uymu
yordu . Kapitalizmden sosyalizme gelişme kapitalizmin ken
di içinde yatar, geçişin aracı da proletaryadır.
Marx insanlara ne yapılması, niçin öyle yapılması gerek
tiğini söylemekle yetinen bir salon sosyalisti değildi . Ha
yır, felsefesini yaşamasını bilmişti . Felsefesi sadece dünya
nın bir açıklaması olmayıp , aynı zamanda dünyayı değiştir
menin bir aracı olduğu oranda , içtenlikli bir devrimci olan
Marx da mücadelenin üzerinde değil , içinde olmalıydı. O da
içinde oldu.
Kapitalizmi yok etme aracının proletarya olduğunu kav
rayınca doğal olarak ilgisini işçi sınıfının ekonomik ve po
litik mücadeleleri için eğitilmesi ve örgütlenmesi çalışma
larına yöneltti. 28 Eylül 1 864'te Londra'da kurulan Birin
ci Enternasyonal'in en etkin ve etkili üyesiydi. Uluslararası
İşçi Birliği kurulduktan iki ay sonra, 29 Kasım 1864'te Al
man dostu Dr. Kugelmann'a şunları yazıyordu : "Birlik, da
ha doğrusu Komite'si önemli ; çünkü Londra Sendikaları
önderleri de içinde . . . Parisli işçilerin önderlerinin de ilişki
leri var."
Marx ve Engels sendikalara büyük önem verirlerdi: "İş
çi sınıfının sendikalar yoluyla bir sınıf olarak örgütlenme
si. . . proletaryanın gerçek sınıf örgütlenmesidir ve sermaye-
253
ye karşı gündelik mücadelesini burada verir, burada kendi
ni eğitir . . . "
254
rinden vazgeçmelerini rica ederek mi? Hayır, diyordu Marx
ve Engels.
Öyleyse nasıl? Önerdikleri yöntem neydi?
Devrim.
Sosyalistlerin çınlayan meydan okuması, devrim çağrıla
rı, ilk olarak Şubat 1 848'de yayımlandı. Yayımlanmasından
bir ay önce büyük Amerikalı Abraham Lincoln'un 1 2 Ocak
1 848'de Temsilciler Meclisi önünde devrim için kesin icazet
vermesi olgusu ilginçtir: "Herhangi bir yerde herhangi bir
halkın isteği ve gücü olduktan sonra ayaklanıp varolan hü
kümeti yıkmak ve yerine kendine daha uygununu kurmak
hakkıdır. Bu çok önemli ve çok kutsal bir haktır - dünyayı
kurtaracağına inandığımız ve umduğumuz bir hak."
Lincoln niçin "ayaklanıp varolan hükümeti yıkmak" hak
kından söz ediyordu? İstenen değişiklikler niçin eski hükü
met çerçevesinde gerçekleştirilmesindi?
Herhalde bunun mümkün olamayacağını düşünmüştü .
Belki o da Marx ve Engels gibi inanıyordu ki "modern dev
letin yürütme organı bütün burjuvazinin olağan işlerini dü
zenleyen bir kuruldan başka bir şey değildir. "
B u demektir ki mülkiyet sahibi olanlarla olmayanlar ara
sındaki kavgada mülkiyeti olanlar hükümeti mülkiyeti ol
mayanlara karşı önemli bir silah olarak kullanırlar. Devlet
gücü egemen sınıfın çıkarlarına göre kullanılır - bizim top
lumumuzda bu kapitalist sınıfın çıkarlarına göre demektir.
Aslında Marksistlere göre devletin ilk ortaya çıkış nedeni
de budur. Modern toplum ezenlerle ezilenlere, burjuvazi ile
proletaryaya bölünmüştür. İkisi arasında bir çatışma vardır.
İktisaden egemen olan sınıf -üretim araçlarının sahibi- aynı
zamanda politik egemenliği de elinde tutar.
Bizler devletin sınıflarüstü olduğuna inandırılmışızdır -
hükümetin yüksek veya alçak, zengin veya yoksul, bütün
mülkiyete dayandığına göre , kapitalizmin iç kalesine -ya-
255
ni özel mülkiyete- yönelen her saldırının devletin direnişiy
le karşılaşması ve gerektiğinde şiddetle bastırılması kaçınıl
mazdır.
Aslında, sınılar varolduğu sürece, devlet sınılarüstü ola
maz - yönetenlerden yana olmalıdır. Adam Smith bunu şöy
le dile getirmiştir: "Yasama ne zaman işçilerle patronlar ara
sındaki anlaşmazlıkları düzeltmeye kalkışsa, danışmanları
her zaman patronlardır. "
Çağımıza biraz daha yakın bir büyük yetkili de , şaşmaz
bir şekilde, Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin, ikti
sadı hayatının denetleyicileri tarafından denetlendiği yolun
daki kanısını dile getirdi. 1 9 1 3'te Cumhurbaşkanı Woodrow
Wilson şöyle yazıyordu : "Durumun olguları şunu gösteri
yor: Nisbeten az sayıda insan bu ülkenin bütün hammad
delerini denetlemektedir; nisbeten az sayıda insan su-güçle
rini denetlemektedir . . . aynı sayıda insan demiryollarını bü
yük ölçüde denetlemektedir; kendi aralarında dolaşan bazı
sözleşmelerle iyatları denetlemektedirler ve aynı grup ülke
nin geniş kredilerini de denetlemektedirler. Birleşik Devlet
ler hükümetinin patronları, Birleşik Devletler'in birleşik ka
pitalist ve imalatçılarıdır. "
Ama devlet makinesinin egemen sınıfın denetiminde ol
duğunu kabul etsek bile, bu proletaryanın denetime el koy
mak için hükümeti zorla devirmek dışında bir yolu olmadı
ğı anlamına gelmeli midir? Seçim niye olmasın? İktidara ni
ye demokratik yoldan gelinmesin?
1932'de New York Heald Tibune un bir haberi şöyleydi:
'
Monarşik Bulgaristan'ın
Komünist Başkenti Var
Ama Kızılların Sofya'daki
Zaferi Kısa Ömürlü Olacak
256
SOFYA, Bulgaristan, Eylül 26 - Dünkü belediye seçimlerin
de komünistlerin ezici zaferi burada büyük şaşkınlık ve sı
kıntı yarattı.
Sofya Şehir Meclisinin otuz beş sandalyesinden irmi iki
sini Komünistler, mütteik hükümet blokunun ve Demok
ratların on ve Zankof Partisi'nin üç sandalyesine karşı ka
zandılar. 193 l 'deki Parlamento seçimlerinden beri Komü
nistler oylarını iki katına yükseltirken hükümet bloku oy
larının yansını kaybetti.
Sofya, Rusya dışında Komünist olan ilk Avrupa başkenti.
Hele Bulgaristan'ın bir monarşi olduğu ve Kral Boris'in sa
rayının şehir meclisinden birkaç dakika yolda olduğunu dü
şününce aykırılık büsbütün batıcı oluyor.
Bu ve başka nedenlerle, şehir yönetiminde Komünist ege
menliğe göz yumulmayacaktır. Seçim sonuçlan alınır alın
maz Başbakan Nikolay Muşanof şehir meclisini daha top
lanmadan lağvetmek niyetinde olduğunu açıkladı. Aynca
Bulgaristan'da Komünist Partisi'nin illegal ilan edilerek ka
patılması da bekleniyor.
Komünistlerin zaferi ekonomik durumun umutsuzlu
ğundan ileri gelmektedir. Bu durum Bolşevizmle hiç ilgi
si olmayan birçok insanın sırf protesto etmek amacıyla Ko
münistlere oy vermesine yolaçmıştır.
257
Marx ile Engels kapitalizmin çöküşünün yaklaştığını sezi
yorladı. İşçiler hazır olmazsa bu çöküş bir kaos olurdu; işçi
ler hazırsa sosyalizm olurdu . "O zaman ilk olarak insan be
lirli bir anlamda hayvanlar krallığının geri kalan kısmından
nihai bir şekilde kopar ve yalnızca hayvani varoluş koşulla
rından gerçekten insani koşullara yükselebilir. Ancak o za
mandan itibaren insan kendi tarihini gittikçe daha bilinç
li bir şekilde bizzat kendisi yapacaktır - ancak o zamandan
itibaren insanın harekete geçirdiği toplumsal nedenler genel
olarak ve gittikçe artan ölçüde istediği sonuçlara ulaşacaktır.
Bu insanın zorunluk dünyasından özgürlük dünyasına yük
selişi olacaktır. "
258
19
"ELİMDEN GELSE
GEZEGENLERİ DE ATEDERİM ... "
259
Walras- hepsi ayrı ayrı çalışarak hemen hemen aynı zaman
da bu yeni kavramı buldular. Klasik iktisatçılar gibi, Marx'la
Engels gibi onların da kısa zamanda taraftarları ortaya çık
tı, öğretileri açıklandı ve genişletildi. Düzeltmeler, değiştir
meler, eklemeler yapıldı, ama teorilerinin merkezindeki i
kir bugün de ortodoks iktisadın odak noktasıdır.
Bu iktisatçıların sunduğu değer açıklaması marjinal ay
da teorisidir. Ekonomi Politik Teorisi'nin ikinci sayfasında
jevons , geçmişten koptuğunu bildirir: "Bütün düşünce ve
araştırmalarımın sonucunda değerin tamamen aydaya da
yandığı sonucuna vardım. " Şimdi ayda, ya da yararlılık, me
ta almaya giden adamın o metaya karşı duygusunu dile ge
tirir. Çok istiyorsa, metanın onca çok aydası vardır; ne ka
dar çok istiyorsa aydası da o kadar çoktur; ne kadar az is
tiyorsa aydası o kadar azdır. Kendince aydası, ona verdiği
değerin ölçüsüdür, dolayısıyla ödemeye gönüllü olduğu i
yatın ölçüsüdür.
Bu , geçmişten kesin bir kopuşu gösterir - Marksist okul
dan olduğu kadar klasik okuldan da. Onlara göre bir meta
nın değeri yapılması için gerekli emeğe dayanırdı, ama je
vons'a göre , "Bir kere harcanmış emeğin eşyanın gelecekte
ki değeri üzerinde hiçbir etkisi yoktur. " Bu , iktisadi teori
nin vurgusunu üretimden tüketime, maliyetten pazara akta
r. Anlaşılması çok daha güç olan bir teoridir, çünkü üretil
mesi şu kadar aydalılığa sahip bir eşyayı düşünmek o kadar
kolay değildir. Emek maliyeti ölçülebilecek bir şeydir - ya
ni, nesnel bir standarttır. Ama ayda herkese göre değişir; her
insanın satın aldığı metadan alacağını umduğu doyuma gö
re değişir; yani, öznel bir standarttır.
Değişik insanların aynı metada değişik doyumlar bulduk
larını görmek pek güç değildir. Ya da, başka bir deyişle, ay
nı meta değişik insanlara göre değişik faydalara sahiptir.
Ama aynı metanın iyatı da aynıdır - yani aynı değere sahip-
260
tir. (Marx bunu böyle görmezdi ama çoğu iktisatçı için iyat,
değerin parayla iade edilen şeklidir.) Şu halde değerin ölçü
sü ayda ise, değişik ayda toplamları nasıl olur da aynı fiyata
satılır? İşte marj ikri burada işe karışıyor ve iyi kavranması
da önemli, çünkü okuyacağınız bütün modern iktisat teori
si kitaplarında üzlerce "marjinal ayda" , "marjinal üretken
lik" ve "marjinal maliyet" lafı görürsünüz.
Diyelim ki bir nedenden dolayı piyasada sadece 100.000
otomobil var. Çok zengin olan , otomobili de çok isteyen
dolayısıyla her iyatı ödemeye hazır alıcılar bulunabilir. Bir
de yine otomobil isteyen, ama belki o kadar zengin olma
yan, veya otomobil çok pahalıya oturacaksa paralarını baş
ka şeye harcamayı tercih edenler vardır. Bunlardan sonra
da otomobile epeyce bir iyat ödemeye hazır, ama çok pa
rası olmadığı için çok azla ödeyemeyen ve sınırlı parala
rıyla neredeyse bir otomobil kadar doyum sağlayacak da
ha bir sürü şey alabilecekler gelir. Otomobil , hemen he
men onun kadar doyum sağlayacak bir şeye göre çok az
la para ediyorsa , şüphesiz otomobil almaktan vazgeçecek
tir. "Verdiğimiz paraya değdiğine inandığımız şeyleri , çayı
ilan istediğimiz gibi alıyoruz, ama orada duruyoruz . Fiyat
daha yüksek olursa daha az, iyat daha düşük olursa daha
azla alırız - Jevons'un işaret ettiği bu aydanın değişmesi
ne göre . Dolayısıyla nihai alımımızın aydası iyatından ay
rılamaz . . . " Ve böylece iki uç bir dengeye gelir. Otomobil
imalatçısının satmak istediği iyatı vermeye hazır bir yüz
bininci alıcı herhangi bir yerden ortaya çıkabilir. Bazı alıcı
lar daha azlasını da verebilir, binlercesi de iyatı biraz da
ha aşağı olursa otomobil alır. Ama sadece 100.000 otomo
bil var, ve imalatçı da hepsini satmak istiyorsa, bunları yüz
bininci alıcının kesesine ve zevkine uygun bir iyatla sat
mak zorundadır. Daha az otomobil satmayı kabul etse da
ha yüksek iyata satabilirdi . Daha düşük iyata satmaya ra-
261
zı olsa daha çok otomobil satabilirdi. Ama sadece 100.000
otomobili var ve hepsini satmak istiyorsa , zar zor otomobil
alan adamın kesesine kendini uydurmalıdır. İstediği iya
tı ödemeye hazır 100. 000'den az alıcı çıkarsa, ya arabalar
dan bazılarını piyasadan çekmeli ve daha az satmalı; ya da
hepsini satmak niyetindeyse daha az parası ve değişik zev
ki olanlara uymak üzere iyatları indirmelidir. Serbest bir
pazarda aynı otomobili bir adama bir iyattan, öteki adama
bir başka iyattan satamaz.
Tabii bu yüz bininci, ya da marjinal alıcı, herhangi bir be
lirli kişi değildir - 100.000'den herhangi biridir, aldığı ara
banın da 100.000 arabadan herhangi biri olacağı gibi. Pa
zarın işleyişinin ve pazar iyatının oluşmasının teorik açık
lanmasında, marjinal talebi temsil eden adamdır. Fiyat daha
yüksek olsaydı kendisine daha büyük doyum verecek başka
bir şey alırdı. Fiyat daha düşük olsaydı piyasada alıcı çoğa
lır, mal da azalırdı: İmalatçı, aşağı iyattan azlasını kesinlik
le ödeyemeyecek alıcıyı pazardan eleyince iyatı yükseltirdi.
Şimdi bir de öbür tarafından bakalım, açıklamaya talep ta
rafından başlayalım. Diyelim ki buzdolabına bin dolar öde
meye hazır bin kişi var; bin kişi daha var ama bunlar 750 do
lardan azlasını ödeyecek durumda değil. Bu, en az 750 do
lar verecek en az iki bin kişi var demektir. Böylece daha aşa
ğılara indiğimizde (daha az parası olan insanlara) en az 50
dolar ödeyebilecek beş milyon insan buluruz. Soru , bunlar
dan kaçının bir buzdolabı alabileceği ve kaça mal olacağı
dır. (Konuyu basitleştirmek için tek tip buzdolabı olduğu
nu varsayalım. ) Bu , buzdolabı imalatçılarının o iyata beş
milyon çıkarmayı zahmetine değer bulup bulmayacakları
na bağlıdır. Yığınsal üretimle bile bir buzdolabının maliye
ti kendisine 50 dolardan azlasına patlıyorsa elbet girişmez
bu işe; ya da, çok az bir kar bırakacaksa; sermayesini daha
yüksek kar getirecek bir işe yatırmayı düşünür. O zaman beş
262
milyon buzdolabı üretilmeyecek demektir. Tüketicinin nasıl
parası için marjinal bir kullanımı varsa, imalatçının da ser
mayesi için marjinal bir kullanımı vardır. Başka alana yatır
makla daha çok kar edecekse, sermayesini buzdolabına ya
tırmaz. Sermayesini değdiği kadar yatırır buzdolabına - da
ha az koysa, iyi bir fırsatı kaçırmış olurdu (bu fırsatın varlığı
da çok geçmeden kar arayan başka sermayeleri davet eder) ,
daha azla koysa, endüstrinin sermayesi azla artmış olur,
kar oranını düşürürdü . Buzdolabı için 1 50 dolar vermeye
hazır üç milyon insan olduğunu hesaplar, bu da ona tam is
tediği kar oranını bırakacaktır; başka yerde yatının yapmak
la daha azlasını kazanamazdı. Daha çok mal çıkarınca da i
yat ucuzlar ve dolayısıyla kar azalır, sermaye o endüstri da
lından uzaklaşırdı.
Bunlar gerçekte çok karmakanşık görünüyor - aslında da
öyle zaten ! Ama "marjinal ayda"nın altında yatan genel ikir
aslında oldukça basittir. Ve öneklerini her gün hayatımızda
görebiliriz. Bir nesneden aldığınız doyum bundan daha ön
ce ne kadanna malik olduğunuza bağlıdır. Stok ne kadar bü
yükse azlasından alacağınız doyum da o kadar azalır. Sözge
lişi bir beyzbol takımı maç yapacak, ama sopalan yok. Sonra
bir tane edinme ırsatı çıkıyor. Gerekli iyatı ödemekten kaçı
nırlar mı? Kaçınmazlar. Peki, şimdi de diyelim ki daha baştan
dört tane sopalan var. Beşincisini edinme ırsatı çıkıyor. Para
yı ödemeye aynı hzla koşarlar mı? Tabii koşmazlar. Beyzbol
sopasının marjinal aydası onlann gözünde o derece düşmüş
tür ki belki dönüp bakmazlar bile o beşinci sopaya.
Bir şeyden elinizde ne kadar varsa o kadar az azlasını is
tersiniz. On takım elbiseniz varsa, bir tane daha olması, tek
takımı olan adam için ikinci bir takımdan çok daha az değer
taşır gözünüzde. jevons da önek olarak suu gösterip aynı
ikri işlemişti: "Öneğin su en aydalı bir madde olarak kabul
edilebilir. Günde çeyrek galon suyun bir insanı feci bir şekil-
263
de ölmekten kurtarmak için önemli bir aydası vardır. Gün
de birkaç galonun yemek pişirmek ve yıkamak gibi hizmet
leri olabilir; ama bu kullanımlar için yeterli ihtiyatı bir ye
re koyduktan sonra bunu aşan niceliklerine aldırış edilmez.
Demek ki suyun ancak belli bir niceliğe kadar olanı onsuz
edilmezdir; bunu aşan niceliklerin de çeşitli kullanım dere
celeri olabilir; ama belli bir dereceden sonra aydanın bitti
ği görülür . . . bir nesneden elimizde az veya çok bulunmasına
göre aynı nesnenin aydası değişir. "
Bu marjinal ayda ikri, örneğin ekmek ve pırlantanın de
ğerindeki arklılığı açıklamakta kullanılır. tık bakışta ekme
ğin pırlantadan daha değerli olduğu , çünkü ondan daha az
la işe yaradığı söylenebilir. Ama ekmek stoku o kadar ge
niştir ki azladan bir iki somun hiç ark etmez , oysa pırlan
ta stoku çok para ödemeye hazır zengin insan sayısına oran
la da daha sınırlıdır.
Faydanın değere tekabül etmediği, yoksa demirin altından
daha değerli olacağı ileri sürülür: " . . . bu iddia bir metanın
bütününün önemi ile olağan değerlendirme nesnesini (me
tanın ayrı olarak alınıp ayn olarak satılan birimini) çok kö
tü biçimde birbiriyle karıştırmaktadır. Yararlı metanın yara
dığı işlerin hepsi birlikte, bir arada ele alınmaktadır. . . Dün
ya altınsız, demirsiz olacağından daha ii ürürdü , der Cair
nes - yani, hiç altın olmaması, hiç demir olmamasından da
ha iyidir, demek ister. Ama aydayı, böyle, toptan ele alıyor
sak nesnelerin değerlerini de aynı şekilde ele almalıyız . Bu
nu yaptığımızda ayda ile değer arasındaki varsayımsal kar
şıtlık hemen silinir, çünkü dünya , bir bütün olarak, bütün
demiri bir arada almak ya da demirsiz kalmak, veya bütün
altını bir arada almak ya da altınsız kalmak durumunda bu
lunsaydı, şüphesiz ki demire, altına verdiğinden daha azla
verirdi. O zaman da (bütün) demirin değeri (bütün) altının
değerinden daha azla olurdu.
24
"Bir bütün olarak meta ile alınan ve satılan meta birimi
nin . . . birbiriyle karşılaştırılması bir pırlantanın kömür ile
karşılaştırılmasında da görülür. Ancak benzer şeyler karşı
laştırılabilir: Bir bütün olarak kömür bir bütün olarak pır
lantalardan yalnız daha aydalı değil, daha değerlidir de. "
Ama iktisatçılar n e derse desin -başka konularda oldu
ğu gibi bu konuda da tartışmaları bitmez- ve bir zaman için
hangi teori kazanırsa kazansın, kapitalistler kendileri neden
ö türü olursa olsun, bir nesnenin stokunu denetleyebildik
leri zaman o nesnenin iyatını da denetleyebildiklerini bili
yorlardı. Bir metanın değeri üretilmesi daha az zaman aldığı
için ya da niceliği yükseldiği ve dolayısıyla marjinal aydası
azaldığı için düşebilir, ama stoku elde tutmanın iyatı ayar
lama kudretini de sağladığı konusunda hiçbir şüpheye yer
yoktu . Fiyat ayarlama kudreti karları da etkiliyordu .
5000 meta her biri 1 0 dolar maliyetle üretilip tanesi 1 1
dolardan satılırsa 5000 dolar toplam kar bırakır; yani, ya
tırılan sermayenin yüzde onu . Sadece 4000 meta üretilir,
maliyet de 1 0 . 50 dolara çıkarsa ama iyat da 1 2 . 5 0 dolara
yükseltilirse , toplam kar 8 . 000 dolar, ya da yüzde on do
kuz olur. Şu halde stoku denetleyen şirket bunu en yüksek
karı getirecek şekilde düzenleyecektir. Karı yükseltme im
kanı yoksa, daha düşük iyatla daha geniş bir talebi karşıla
maya zahmet etmeyecektir. Büyük çapta üretim ekonomi
si 7 dolardan 1 00.000 tane çıkarma imkanı verebilir, pazar
da bunları tanesi 8 dolardan emebilir. Ama bunun karı sa
dece yüzde on dörttür.
Onaltıncı yüzyıldaki Hollandalı tüccarların iyatı yüksek
tutmak için baharat üretimini nasıl kıstığını hatırlarsınız. O
eski tekeller parçalanmıştı, ama modern dünyada mal çıktı
sı azla büyüüp iyatların iyi kar bırakmayacak kadar düş
mesi tehlikesi belirince yeni ve çok daha güçlü tekeller ku
rulduğunu görüyoruz.
265
lngiltere'nin imalatçıları Endüstri Devrimi ile yaptıkları
erken çıkışın avantajlarını iyi kullanmışlardı. Ondokuzuncu
yüzyılın ilk yarısında lngiltere'nin sorunu mamul malların
nereye satılacağından çok bilinen bütün dünyadan gelen si
parişleri karşılayacak kadar hızlı bir üretimin nasıl başarıla
cağıydı. Ama ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde önem
li bir değişiklik oldu . lngiltere'nin salık verdiği serbest tica
ret politikası Amerika'da hiç tutmamıştı. Biliyorsunuz, ül
ke bağımsızlığını kazanalı beri gümrük vardı burada. lç Sa
vaş'tan sonra Birleşik Devletler'de gümrükler daha da yük
seltildi. Rusya'da genel bir gümrük yasası 1877'de uygula
maya konuldu ; Almanya 1879, Fransa 1 88 1 'de gümrük uy
gulamaya başladılar. O zaman İngiliz imalatçılarının serbest
alan bulması güçleşti - mallarının gümrük duvarlarından at
laması gerekiyordu . lngiltere'nin en iyi müşterileri de artık
onun mallarına ihtiyaç duymuyorlardı - kendi mallarını ya
pabiliyor, kendi işlerini görebiliyorlardı. Gümrük duvarları
nın ardında "çocuk" endüstriler gelişip hızla "dev" endüstri
oluveriyordu .
Mecaz değil, gerçekten 1 870 sonrası Birleşik Devletler'de
"tröstler" , Almanya'da "karteller" dönemidir. Tekelleşme re
kabetin yerini aldı. Büyükler küçükleri iş dünyasından at
tılar. Küçükler ya Büyük lş Dünyası tarafından ezildi ya da
ona katıldı. Her yerde büyüme, karışım, yoğunlaşma vardı -
dev endüstriler tekelleşmeye yöneldiler.
Tekelleşmenin giderek rekabetin yerini alması dıştan bir
baskı sonucu değildi, rekabetin kendi gelişmesinin sonu
cuydu . Tekelleşme rekabetin içinde doğdu ; bu da, her sis
tem, olay vb. nesnenin, kendi dönüşümünü kendi içinde ta
şıdığı ilkesinin doğruluğunu bir daha kanıtlar. Tekelleşme
dıştan gelip rekabeti fetheden bir saldırgan değildir. Rekabe
tin kendi doğal sonucudur.
Amerikan lç Savaşı'nı izleyen dönemde iletişim ve ula-
266
şım araçlarındaki devrimin hikayesini bilirsiniz. Daha çok,
daha ii demiryolları yapıldı, nehirlerde, okyanuslarda da
ha büük, daha gelişkin buharlı gemiler dolaştı; telgraf ge
liştirilerek kullanımı yaygınlaştı. Hızlı, düzenli, ucuz ileti
şim ve ulaşım araçlarıyla üretim zorunluluklarını bir araya
getirmek ve bir yörede toplamak hem mümkün hem de da
ha ekonomik oldu; muazzam teknolojik ilerlemenin, yığınla
daha verimli makine patenti alınmasının sonucunda büyük
çapta üretime ve daha büyük çapta iş bölümüne geçmek im
kanı doğdu . Bir yandan üretimi artırıp bir yandan da birim
başına maliyeti düşüren büyük çapta üretimin koşulları ar
tık olgunlaşmıştı. Artık birleşme'nin savaş alanına atılıp za
feri de kazanması mümkündü.
Mümkün olan gerçek de oldu.
lş , savaştır. İçindekilere sorunu . Kavganın bir kuralı da
büyüğün küçüğü pataklamasıdır. iş hayatında bu bir daha
ispatlandı. lki şirket belli bir iş için yarışıyor. Şirketin biri i
yatları indirerek ötekine bir darbe vurur. Öteki şirket iyatı
biraz daha düşürerek darbeyi geri gönderir. Bu böyle devam
eder. Yumruklar düşürülmüş iyatlar biçiminde gider gelir.
Çok geçmeden fiyatlar maliyetlerin altına düşmüştür. Yarı
şı kim kazanacaktır? Belli ki en düşük maliyetle üretebilen
irma avantaj lı durumdadır. Yine belli ki, üretimin çapı ne
kadar genişse üretimin maliyeti de o kadar düşük olacaktır.
Yani daha büyük olan başlangıçtan avantaj lıdır. Ama önem
li olan dayanma takatıdır. Bu kavgada dayanma takatının öl
çüsü de, kimin ne kadar dayanabileceğini belirleyen serma
ye yedeğidir. Daha azla sermayesi olan irma, bu kavgada
iri yarı adamdır . . . Fiyat düşmesi onun orasını burasını bere
ler ama daha uak tefek adamı bayıltır; çok geçmeden, yarı
şı terk eder. Marx belki hayatında boks maçına gitmemişti,
ama işadamlarının bu sürekli dövüşünde ring kenarında bir
koltuğu vardı. Olayı şöyle anlatır: "Rekabet savaşında meta-
267
lar ucuzlatılarak dövüşülür. Metaların ucuzluğu . . . emeğin
üretkenliğine, bu ise üretimin çapına bağlıdır. Onun için bü
yük sermaye küçük sermayeyi döver. .. Rekabet. . . her zaman
çok sayıda küçük kapitalistin yenilgisiyle sonuçlanır, bun
lar kısmen sermayelerini atihlerin güdümüne kaptırır, kıs
men de silinirler."
Bu son cümle normal boks maçlarıyla iş dünyasındaki
kavgalar arasında bir ark olduğunu gösterir. Birincisinde
yenilen "knock-out" olur ve kazanan yeni ve daha kazanç
lı fetihler arayarak ringden ayrılır. İkincide kazanan yine ay
nı şeyi yapar - ama çok zaman, ringden ayrılmadan önce bir
yamyam davranışı gösterir. Yenileni yutar ve eskisinden bü
yük, her gelene hazır iner oradan.
Büyüdükçe yenilmesi güçleşir. Başka dövüşçüler de dener
- kaybederler.
Büyük adam bir şampiyon olur. Kimse karşısında dayana
maz - hiç değilse bir süre.
Serbest ticaretten tröstler oluştu . Bazen kavga dürüstçe
geçiyordu . Çoğu zaman hileliydi kavga (belden aşağı yum
ruklan gelişimi boyunca iyi öğrenen iş dünyası açısından bi
le) . Ama ister dürüst olsun, ister hileli, zorluydu kavga. lş
sahipleri kaybedince çok zaman mahvoluyorlardı; kavgaya
yeniden giremiyorlardı; bazen deliriyor, bazen intihar edi
yorlardı.
Ama konu üzerinde yetkili biri, en büyük tröst-kurucusu
nun oğlu, john Dr. Rockfeller jr. sonucun maliyetine değdi
ği kanısındaydı. Brown Üniversitesi öğrencilerine tröstler ko
nusunda yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: "Amerika'nın
Güzellik Gülü ancak çevresindeki güller tomurcukken kopa
rılarak bu güzel görünüş ve kokuyu kazanır. "
Tröst alanında ilk "Amerika Güzeli" petroldeydi. 1904'e
kadar Standard Oil Company ülkedeki rafine edilmiş aydın
latma gazının yüzde seksen dördünden azlasını denetliyor-
268
du. Petrolde olan çelik, şeker, viski, kömür ve öteki ürünler
de de oluyordu. Her yerde kurulan tröstler rekabet kaosu
nun içinden tekelci bir düzen çıkarmaya çalışıyorlardı.
Bunlar dev şirketlerdi . Ama etkiliydiler. Güçlüydüler.
Böyle oldukları için üretim, pazarlama ve yönetimde sağla
dıkları ekonomiyle maliyetleri indirebiliyorlardı. isralı re
kabeti yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çıktı
ı ve iyatları ayarlayabilmek için meta üretimi üzerinde de
netim kurmaya çalışıyorlardı. Ya birinden birini, ya da iki
sini birden yapıyorlardı - bu da daha çok kar getiriyordu .
Tröst hareketini inceleyenlere göre büyük karlardı ilgilen
dikleri: "Bir tröst herhangi bir metanın üretim ya da dağı
tımında iyatı kendi lehine ayarlayabilecek şekilde metanın
stokunu yeterince denetleyebilen bir endüstriyel örgütlen
me biçimidir. "
Tröst, "iyatı kendi lehine ayarlamayı" başarabiliyordu .
Öteki büyük çaplı örgütler de öyleydiler. Tröst, Amerikan
işiydi. Kombineler, karteller ve başkaları da Amerika'da ya
da başka yerlerde yaygınlaştı. Kartel en çok Almanya'da var
dı. "Kartel terimi, aynı iş alanında çalışan teşebbüs sahipleri
nin, hukuki bağımsızlıklarını muhaaza etmekle birlikte, pa
zarda tekelci bir etki ve nüuz sağlamak amacıyla birleşme
lerinden doğan, kontratlı anlaşmaya dayanan bir dernektir. "
(Sosyal Bilimler Ansiklopedisi'nden. )
B u demektir k i birkaç büyük üretici , iyat indirerek so
nuna kadar savaşı sürdürmek ve sonra tek şirket haline gel
mektense, ayrı örgütler olarak kalmakta ama birbirleriyle re
kabet etmemektedirler - pazarı bölüşmek ve iyatlar konula
rında anlaşmaktadırlar.
Ruhr Kömür Karteli'nin özgül durumu bunun nasıl yapıl
dığını gösteriyor: "Merkezi bir satış birliği kuruldu . . . bunun
hisselerini de ayrı arı şirketler satın aldı. Bu birlik kömür
satışının tek acentesiydi. Ayrı ayrı kömür kumpanyaların-
269
dan istatistikler almıştı. Tek iyat ve ödeme için belirli dü
zenlemeler yapan bir Yürütme Komitesi atadı. Maden sahip
leri bütün kömürlerini ve koku Birliğe sattılar . . . Anlaşmala
rın bozulmasına karşı cezalar tespit etti ve ortak bir politika
seçti. Birlik, her madene bırakılan çıktı oranını belirleyecek
bir komisyon atıyordu . . . Asgari bir satış iyatı tespit ediyor
ve rekabet olan yörelerde bu iyatla, rekabet olmayan yöre
lerde ise talebe ve eldeki çıktıya göre bunun üstünde veya al
tında bir iyata satıyorlardı. "
lngiltere'de rekabet eden gruplar arasında kendi araların
daki rekabeti yok edecek dernekler kurma eğilimi vardı. Bı
rakalım Tröstler Komitesine iade veren çeşitli tanıklar an
latsın hikayeyi:
"Birliğimiz ticareti düzenleme ve gerekirse rekabeti önle
me amacıyla kurulmuştu . . .
"Birliğimiz iyatlarda anlaşmak amacıyla kurulmuş ve bir
lik kurulmadan önce alıp yürüyen, irmalardan çoğunun ka
rını çok azaltan veya yok eden fiyat indirimlerini önlemiştir. . .
"Rekabet o kadar şiddetliydi ki. . . kimse ticaretten bir şey
kazanamıyordu. İmalatçılar gerektiğinden azla üretiyor ve
sadece birbirini gırtlaklamaya çalışıyorlardı. "
Tanıkları dinledikten sonra komite şu önemli karara var
dı: "Öyle anlaşılıyor ki zamanımızda ( 1 9 1 9) Birleşik Kral
lık'ta her önemli endüstri dalında Ticaret Birlikleri ve Kom
bineler kurmak ve bu yoldan rekabeti kısıtlayarak iyatları
denetlemek eğilimi giderek şiddetlenmektedir. "
Şu cümlecik anlatıyor hikayeyi: "Rekabeti kısıtlayarak i
yatları denetlemek. " Bu pratik geleneksel klasik ekonomi te
orisinden epey uzaktı - meta üretici ve satıcılarının arasın
daki rekabetin iyatları üretim maliyeti düzeyinde tutacağı
(akla yakın bir kar da bırakacağı) ; her birey kendi öz çıkarı
nı düşününce, bir nesne stokunun doğru iyatla kendini ta
lebe uyduracağı teorisi.
270
Tekel gelişince arz ve talep birbiriyle denkleşmedi - bir
birine uyduruldu ; tekel gelişince, iyatlar serbest pazarda re
kabetle oluşmadılar - pazar artık serbest değil, iyatlar ise
sabitti.
Endüstriye gelen tekelin yanısıra en az onun kadar önem
li bir tekel daha çıktı - bankacılık tekeli. Marx bunu önce
den görmüştü : "Büyük çaplı kapitalist üretimle yepyeni bir
güç ortaya çıkar - kredi sistemi . Bu , sadece kendisi reka
bet savaşında yeni ve güçlü bir silah olmakla kalmaz. Ayrı
ca, görünmez ipliklerle, toplum yüzeyinde irili uaklı parça
larla yayılmış boş gezen paraları, tek tek, ya da birleşik ka
pitalistlerin eline çeker. Sermayelerin merkezileşmesinin öz
gül makinesidir. "
Endüstri büük ölçüde krediyle işliyordu , kredi sistemi
ni denetim altında tutan maliyeciler onun için iktidar kol
tuğundaydılar. Tekelci olan, olmayan irili uaklı endüstri
ciler, işlerini genişletmek için paraya ihtiyaç duyduklarında
süklüm püklüm bankacının karşısına çıkmak zorundaydı
lar. Bir grup insan bir iş kurmaya ve para bulmak için hisse
satmaya karar verdiklerinde başlıca işlevleri hisse senedi do
laştırmak haline gelen bankerlerin karşısına çıkıp boyun bü
küyorlardı. Her yerde paraya ihtiyaç vardı ve ulusun parası
bankerlerin mahzenlerinde bulunuyordu - ya da yalnız on
ların erişebildikleri yerlerde.
Bankerlerin nüuzu denetleyebildikleri para kadar büyük
tü. Her endüstriyel ülkede bir de Para Tröstü oluştu . Endüs
tride tekelleşme çağı aynı zamanda bankacılıkta tekelleşme
çağıydı. Bunun 1 9 l l 'e kadar kesinlikle doğru olduğu o sıra
lar New Jersey Valisi olan Woodrow Wilson'un şu sözlerin
den anlaşılmaktadır: "Bu ülkedeki büyük tekel para tekeli
dir. Bu varoldukça eski çeşitliliğimiz , özgürlüğümüz ve bi
reysel gelişme enerjimiz söz konusu olamaz . Büyük endüs
triyel bir ülke kredi sistemi tarafından denetlenir. Bizim kre-
271
di sistemimiz merkezidir. Dolayısıyla ulusun büyümesi ve
bütün etkinliklerimiz birkaç insanın elindedir. "
Çoğu zaman b u "birkaç insan" , maliyeciler, endüstri
yel tekellerin de başı olan adamlardı. Bunlar "geçmeli yö
netmenler" idi, yani, bankacılık dünyasının önemli kişile
ri "çıkar"ları olan, yani bankalarının büyük yatırımları olan
büyük tröstler ve dev korporasyonların yönetim kurulların
daydılar.
Ama bu kadar sıkı bağıntılı olmaları da zorunlu değil
di. Bankerlerin kesenin ağzını açıp kapamaları yetiyordu :
bu onlara endüstriyel irmaların politikasını çizme kudreti
ni kazandırıyordu . 1 90 l 'de "Dört Büyük" Berlin bankasın
dan birinin bir Alman Çimento Birliğinin yönetim kurulu
na gönderdiği mektupta ayan beyan görülür: "Öğrendiğimi
ze göre . . . şirketinizin bundan sonraki genel kurul toplantı
sında karışıklıklar yaratacak tedbirler alınabilir. Bu nedenle
size verdiğimiz krediyi çekmek zorunda olduğumuzu üzü
lerek bildiririz. Söz konusu genel kurul toplantısı bizim ka
bul edemeyeceğimiz kararlar vermez ve bu konuda gelecek
için uygun garantiler alırsak, size yeni krediler açma konu
sunu görüşmeye bir itirazımız olamaz. "
Bankacılar büyük bir şirkete bunları söyleyebiliyorlarsa,
endüstri dünyasının uak tefek irmaları üzerinde nasıl bir
egemenlik kurabileceklerini -ve kurduklarını- kolayca tah
min edebilirsiniz.
Anayasa Mahkemesi Yargıcı Louis D . Brandeis 1 9 1 2'de
yazdığı Başkalarının Parası adlı kitabında durumu çok iyi
anlatır: "Mali oligarşimizde egemen öğe yatırımcı banker
dir. Birleşmiş bankalar, tröst şirketler ve sigorta şirketleri
onun araçlarıdır. Denetlenen demiryolları, kamu hizmetle
ri ve endüstriyel korporasyonlar uyruklarıdır. Aslında ara
cı oldukları halde bu bankerler Amerika'nın iş dünyasının
eendisi durumuna geçmişlerdir; öyle ki onlar katılmadan
272
ya da onaylamadan hemen hemen hiçbir önemli iş başarıla
maz. Bu bankerler, şüphesiz, büyük servet sahibi yetenek
li insanlardır; ama işi denetlemelerinde en güçlü etmen ola
ğanüstü yetenek ya da muazzam servete sahip olmak değil
dir. Kudretlerinin anahtarı Birleşmedir - yoğun ve kapsam
lı merkezileşme. "
Şu halde , 1 870'ten sonra eski tip kapitalizm yeni tip ka
pitalizm oldu; serbest rekabet kapitalizmi tekelci kapitalizm
oldu . Bu, muazzam önemi olan bir değişimdi.
Büyük çapta tekelci endüstri eskisinden daha büyük bir
hızla üretici güçleri geliştirdi. Endüstricilerin mal üretme
gücü yurttaşlarının bu malları tüketme gücünden çok daha
hızlı ilerledi. (Bu , tabii, kar bırakarak tüketim anlamına gelir
- yoksa insanlar her zaman daha azla mal tüketebilir ama,
her zaman gerekli ödemei yapamazlar. )
Tekelciler yurt içinde arzı talebe uydurabilecek durum
daydılar ve bunu yapıyorlardı. Akla yakın bir iş tutumuydu
bu , iyi de kar getiriyordu . Ama üretim kuruluşları uzun sü
re boş duruyordu ve böyle koşullar da her zaman endüstri
patronlarının içini sıkar. Sadece yurt içinde satmaya yeterli
mal yapmak az geliyordu . Kuruluşlarını her zaman kullan
mak, mümkün olduğu kadar azla mal çıkarmak istiyorlar
dı. Bu , yurt dışında da mal satmaları gerektiği anlamına ge
lirdi. Fazla mamullerini emecek dış pazarlar bulmalıydılar.
N erede bulacaklardı? lngiltere'nin yıllarca yaptığı gibi
başka zengin ülkelere mal dampingi deneyebilirlerdi. Ama
o zaman, ardında rakiplerinin o ülke pazarını ele geçirdi
ği yüksek gümrük duvarlarına tosluyorlardı. 1 885'te Fran
sa Başkam olan jules Ferry'nin şu şikayetine bakın: "Büyük
endüstrimizin eksiği. . . gittikçe önem kazanan eksiği, pazar
lardır . Niçin? Çünkü . . . Almanya kendini duvarlarla sarı
yor; çünkü okyanusun ötesinde Amerika Birleşik Devletleri,
gümrükçü olmuştur gitgide gümrüklerini arttırmaktadır. "
273
Almanya ve Amerika gibi ülkeler artık ö teki ulusların
mallarının pazarı değillerdi - kendileri dünya pazarları için
rekabete çıkmışlardı. Bu, ciddi bir durumdu; büyük endüs
triyel uluslarda üretim kapasitesi tüketim kapasitesini geç
mişti; hepsinin elinde satmak için bir dış pazar bulmak ge
reken mamul maddeler azlası vardı.
Bu pazarları nerede bulabilirlerdi?
Tek cevabı vardı bunun - koloniler.
Afrika'nın haritasını çeşitli Avrupa uluslaından hangisine
ait olduğunu göstermek için çeşitli renklerde boyalı görme
ye o kadar alışmışızdır ki, bunun her zaman böyle olmadığını
bazen unuturuz. Yetmiş ıl kadar önce hemen hemen bütün
Afrika orada oturanların malıydı. Tekelci kapitalzm çağında
fazla mamuller endüstri babalan için her yerde bir sorun ol
maya başladı. Sorunun çözümünü kolonilerde bulduklarında
inandılar. lşte o zaman Afrika'nın haritası değişti.
Ünlü misyoner-kaşif David Livingstone Arika'nın gö
beğinde kayboldu . New York Herald'ın sahibi james Gor
don Bennett, Henry Morton Stanley'i onu bulmaya gönder
di. Ne görev ama ! Ve, mucizenin mucizesi, Stanley de bu işi
başardı. Yalnız Livingstone'u bulmakla kalmadı başka yer
ler de keşfetti. Sonra da gezileri üstüne bir dizi konferans
verdi. Dinleyicilerin ilgisini azlasıyla uyandırdığından hiç
şüpheniz olmasın. Ayrıca Manchester'in pamuklu tüccarla
rıyla Birmingham'ın demir imalatçıları kadar kimsenin ilgi
sini uyandırmadığından da şüpheniz olmasın. Diyordu ki:
"Kongo girişinin ötesinde kırk milyon insan var. Manches
ter'in pamuklu dokumacıları da onları giydirmeyi bekliyor.
Birmingham demirhaneleri onlar için demir aksam alacak
ve o esmer göğüsleri süsleyecek incik boncuk haline gele
cek kıpkızıl madenle dolu ; lsa'nın rahipleri de onları, o za
vallı, güneşi görmemiş putperestleri Hıristiyan ağıla sokma
ya hazır. "
274
Stanley, sıkıntılı endüstri patronlarına azla mamullerini
ne yapmak gerektiği ikileminden çıkış yolunu gösteriyordu.
Koloniler - buydu cevap.
Başka ülkelerin endüstri patronları aynı soruna aynı ce
vabı anı zamanda buldular. 1 870'ten sonra İngiltere , Fran
sa, Belçika, ltalya ve Almanya azla mallara pazar olarak ko
loni bulma yarışına katıldılar. Amerika'nın sırası 1 898'de
gelecekti . O yıl Cumhuriyetçi senatör Albert ] . Beveridge
Boston iş önderlerinden meraklı bir gruba şunları anlatıyor
du : "Amerikan abrikaları Amerikan halkının tüketebildi
ğinden azlasını üretiyor; Amerikan toprağı tüketebilenden
azlasını üretiyor. Politikamızı kader çiziyor; dünya ticareti
bizim olmalıdır ve olacaktır. Ve bunu , bize annemizin (ln
giltere) öğrettiği gibi elde edeceğiz . Dünyanın her yerin
de Amerikan mallarının dağıtım noktaları olan ticaret üs
leri kuracağız . Okyanusu ticari ilomuzla kaplayacağız. Bü
yüklüğümüzün ölçüsüne yakışan bir deniz gücü kuracağız .
Kendilerini yöneten, bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bi
zimle ticaret yapan büyük koloniler kurulacak ticari üsleri
mizin çevresinde. "
Koloniler azla mallar için bir pazar olmanın dışında baş
ka aydalı bir amaca da hizmet edebilirlerdi. Büyük çapta
üretimin geniş hammadde stoklarına ihtiyacı olur. Lastik,
petrol, nitratlar, şeker, pamuk, tropikal iyecek maddeleri,
madenler - bunlar ve daha birçokları her yerde tekelci ka
pitalistlere gerekli olan hammaddelerdi. Endüstri patronla
rı kendileri için çok gerekli olan bu hammaddeler konusun
da başka ülkelere bağımlı olmak istemiyorlardı. Bu gerekli
hammaddelerin kanaklarına sahip olmak ya da bunları de
netlemek istiyorlardı. En yeni emperyalist girişimlerden bi
rinin, ltalya'mn Etiyopya'ya saldırısının bir nedeni 8 Ağus
tos 1 935 tarihli New York Times'a göre budur:
275
ltalya Etiyopya'da
Pamuk Yetiştirecek.
Bu ürünün ve kahvenin şimdi yaptığı masrafı
karşılayacağına inanıyor.
276
olur muydu? Yollar, hastaneler yapılamaz, kötü konutlar yı
kılıp yerine sağlığa uygun evler inşa edilemez miydi? Yurt
içinde para yatıracak bin bir çeşit iş bulunmalıydı.
Vardı. . . Kırsal bölgelerin daha iyi yollara, işçilerin daha
iyi evlere ihtiyacı vardı ve küçük işadamları genişleme is
teğiyle çırpınıyorlardı - ama iktisatçılar hala "azla" serma
yeden dem vuruyorlardı. Ve hiç şüphe yoktu - milyonlar
ca dolar (ve rank ve paund ve mark) başka ülkelere ihraç
ediliyordu .
Niçin?
Çünkü sermaye "Neye ihtiyaç var? " diye sormaz . Hiç sor
maz . Onun sorduğu , " Param karşılığında ne kadar azla
kazanabilirim? " dir. Bu ikinci sorunun cevabı tasarruf edi
len azla sermayenin nereye yatırılacağını belirler. Marx'ı iz
leyen ve Rus Devrimi'nin önderi olan Lenin 1 9 1 6'da yazdı
ğı Empeyalizm adlı kitabında bunu açıklar: "Belli ki kapita
lizm, bugün her yerde endüstrinin çok gerisinden gelen ta
rımı geliştirebilseydi, kitlelerin hayat standardım yükselte
bilseydi. . . Bir sermaye azlasının lafı edilemezdi. . . Ama o za
man kapitalizm, kapitalizm olmazdı . . . Kapitalizm, kapita
lizm olarak kaldığı sürece sermaye hiçbir zaman kitlelerin
hayat standardını yükseltmek amacıyla kullanılamayacaktır,
çünkü bu kapitalistlerin karlarının azalması demektir: Ser
mayeyi dışarıya, geri ülkelere ihraç ederek karları ükselt
mekte kullanacaktır. Bu geri ülkelerde sermaye kıt, toprak
iyatı görece düşük, ücretler düşük, hammaddeler de ucuz
olduğu için karlar genellikle yüksektir. "
Olan buydu . Kendine çıkış yolu arayan azla sermaye
bu yolu geri ülkelerde, sömürgelerde buldu . Demiryoluna,
elektrik ve gaz sistemlerine, yollara vb. ihtiyacı olan yerler,
maden ve abrika işletmesi için "tavizler" koparılabilen, do
ğal kaynakları zengin yerler - azla sermaye bu koloniyal
alanlarda karlı yatırım ırsatları buldu.
277
Hepsi bu kadarla da kalmadı. Doğrudan doğruya yatırım
dan çekilen karların yanısıra istikraz öyle bir şekilde ayarla
nıyordu ki istikraz edilen paranın büyük bir kısmı yine ana
yurtta kullanılıyordu. Böylece İngiltere Arjantin'e demiryo
lu yapımı için borç verdiğinde rayların çoğu , vagonlar vb .
İngiltere'den satın alınıyordu - İngiliz imalatçılarına kar bı
rakarak. Fazla sermaye ihracı burada malların da ihracına
dönüştü . Böylece hem yatırımcı, hem de imalatçı, koloni
yal bölgelerin denetlenmesi ya da ele geçirilmesi politikasın
da işbirliği yapmayı kendi ortak çıkarlarına uygun buldular.
Bu , modem iktisadi toplumu , inans-kapital çağı diye adlan
dırılacak kadar belirleyen maliye ve endüstri ittiakının bir
görünümüdür. Bu demektir ki maliye yani muazzam serma
ye toplamları ile, bu sermayeyi kar getiren amaçlarda kulla
nıma sokan endüstrinin bir arada denetlenmesi bugün dün
yada egemen olan güçtür.
Mal ve sermaye piyasasında kar arayan endüstri ve mali
yenin ittiakı, emperyalizmin ana sebebini meydana getiri
yordu . j .A. Hobson da, 1 902'de bu konudaki öncü eserini
yaımladığı zaman böyle düşünüyordu: "Emperyalizm, en
düstrinin büyük denetleyicilerinin, yurt içinde satamadıkla
rı ve kullanamadıkları malları ve sermayeyi, yabancı pazar
ve yabancı yatırımlara yönelterek azla servetlerinin aktığı
kanalı genişletme çabalarıdır. "
Emperyalizmin niçin'i budur. Endüstriyi denetleyenle
rin nasıl "azla servetlerinin aktığı kanalı genişlettikleri" ise
herhalde sizin de bildiğiniz bir başka hikayedir. Bunun yo
lu çoktu - son örnekleri İtalya'nın Etiyopya'daki "uygarlaş
tırma görevi" ile Japonya'nın Çin'e "nüuz edişi" dir. Eski
den, ondokuzuncu yüzyılın son çereğinde, özellikle de Af
rika' da süreç çok daha basitti. "Hemen hemen her seferinde
Afrika topraklarının Avrupa devletlerince paylaşılması ve il
hakçı kaşilerle işbirliği yapan, ya da kendi acenteleri yoluy-
278
la çalışan tüccarlar veya kapitalist şirketler tarafından yü
rütülmüştür. Normal yol, kaşif ya da ajanın kıyıdan içerile
re sokulması ve reislere ya da krallara kumaş veya içki gibi
armağanlar vererek şirketlerle sözde antlaşmalar imzalama
lannı sağlamaktı. Bu antlaşmalara göre imzalan bir parmak
izinden ibaret olan bu Arikalı yöneticiler birkaç yarda bez
ya da birkaç şişe cin karşılığında arazilerinin bütününü şir
kete vermiş oluyorlardı. Avrupalılann Orta Arika'daki ne
redeyse bütün toprakları bu yoldan ele geçirilmiştir . . . Yirmi
yılı bulmayan bir süre içinde bütün Orta Arika, Britanya ,
Fransa, Almanya, Belçika, Portekiz ve İtalya arasında payla
şılıp ilhak edildi."
Bazen bu kurnaz kaşif-tacir-kapitalistler bir ülkeyi hal
kından çalmakla yerlilerin iyiliği için Tanrının kendileri
ne üklediği bir görevi yerine getirdiklerine ciddi ciddi ina
nıyorlardı . İmparatorluk-kurucularının en büyüklerinden
Cecil Rhodes da böyle düşünüyordu . Hiç değilse, böyle söy
lüyordu : "Bence bu dünyanın birinci ırkı biziz ve dünya
nın ne kadar azla yerinde yerleşsek insanlık için o kadar iyi
olurdu . . . Tanrı varsa, bence Arika haritasının mümkün ol
duğu kadar fazla kısmını Britanya kırmızısına boyamamı
zı isteyecektir. "
Fethedilen topraklardaki yerliler genellikle bir tuhaftı. Be
yaz adamın her şeyi onların kendi iyiliği için yaptığını anla
maz görünüyorlardı. Birtakım beyaz adamın -misyonerler
kendilerine anlattıkları şeylerle bir başka takım beyaz ada
mın -kapitalistler- kendilerine yaptıkları arasında bağlantı
kuramıyor, şaşırıp kalıyorlardı. Bazen bilgisizlikleri yüzün
den aklanıyorlar ve o zaman ne yazık ki kendilerine bir ders
verilmesi gerekiyordu . Çok geçmeden anayurttan gelen bü
yük parlak gemiler limanlarına giriyordu . Bu gemiler tüfek,
bomba ve makineli tüfek -uygarlık silahları- taşıyan birlik
lerle dolu oluyor ve ders veriliyordu.
279
Hükümetin askeri gücünün yardımıyla veriliyordu bu
ders. Uyruklarının "can ve mal güvenliğini korumak" için
her an hazır bulunan hükümetler başka şekillerde yardım
ediyorlardı. Örneğin, yönetim harcamalarını , sömürgeye
hastane , okul, yol getirme masralarını kısmak için hükü
met, yerlilerin nakdi olarak ödemesi gereken vergiler ko
yuyordu . Ama yerlilerin parası yoktu . O zaman bir kurtu
luş yolu açılıyordu - beyaz efendilerin abrika veya maden
lerinde çalışarak kazandıkları paralarla ödeyebilirlerdi ver
gilerini . Gerçi ücret felaket derecede düşüktü ; yerliler de,
madenler veya abrikalarda çalışmaksızın beslenebilecek
durumdaydılar. Ama verginin de ödenmesi gerekiyordu -
yani çalışmak zorundaydılar. Çalışmayınca ne oluyordu ?
Fransız Batı Arika sömürgelerinin l 93S'teki koşullarını iz
leyen biri vergi ödememe için bir çare söylüyor: " Güney
Sudan'da bir köy vergilerini ödeyememişti ; yerli muhafız
lar gönderildi, köyün bütün kadınlarıyla çocuklarını topla
dılar ve ortada bir toplama yerine koydular, kulübeleri yak
tılar, erkeklere vergileri ödeyince ailelerini geri alabilecek
lerini söylediler. "
Sömürge halklarına yapılan muameleyi genel olarak an
latmak imkansız, çünkü zamandan zamana ve yerden yere
değişiyordu. Ama vahşet geneldi - eli temiz kalmış tek em
peryalist ulus yoktu. Konunun tanınmış incelemecilerinden
olan Leonard Woolf şöyle yazıyordu : "Avrupa'nın ulusal
toplumunda son üzyılda nasıl açıkça belirli sınılar oluştu ,
kapitalistlerle işçiler, sömürenlerle sömürülenler ortaya çık
tıysa uluslararası toplumda da gene açıkça belirli sınılar, Ba
tı'nın emperyalist güçleri ile Arika ve Doğu'nun tabii halk
ları, biri yöneten ve sömüren, öbürü yönetilen ve sömürü
len sınılar ortaya çıktı. "
Yanlış anlamayın, bir ülkenin "yönetilen v e sömürülen"
durumuna geçmesi için koloni olması gerekmiyordu . Ge-
280
ri ülkeler doğrudan doğruya sömürgeleştirilmeseler de "nü
uz alanları"na bölünüyorlardı - örneğin, bütün belli baş
lı güçlerin belirli, kabul edilmiş çıkarları bulunan Çin gi
bi. Ya da, İngiltere ile Birleşik Devletler arasında aşağı yuka
rı paylaşılmış durumda olan Latin Amerika gibi. Bu iki ül
ke Güney Amerika Cumhuriyetlerini doğrudan doğruya iş
gal etmeksizin sermaye ile donatmaya her zaman hazırdı ve
sermaye, antlaşma veya resmi ayrıcalıklar yoluyla para ko
parmak için bir kamçı gibi kullanılıyordu . Böyle durumlar
da iddiayı, ayrıcalığı ya da ticaret tekelini destekleyecek kru
vazör, uçak ve taburların hazır bulunduğu da herkesçe açık
açık biliniyordu .
Hükümetlerin, mal ve sermayelerine pazar arayan imalat
çı ve bankerlerin yardımına koşması bir rastlantı değildi.
1 9 1 2'de Britanya politikasını gözlemleyen biri bunu kaçınıl
maz bulmuştu: "Britanya ticareti şu anda, 1 9 2 1 sonbaharın
da, büyük birleşik şirketlerin ezici denetimi altındadır; bun
ları yöneten büyük banka ve para tröstlerinin gücü . . . o kadar
muazzamdır ki her durumda ticareti yürürlüğe koyan kal
dıraçların denetimi onların elindedir. Dahası, bunların bu
gün Hükümet'e öğüt vermekteki nüuzu o kadar genişlemiş
tir ki. . . (bugün artık paralı sınıların meydana getirdiği) hü
kümet para ticaret tröstlerinin öğüdü dışında hiçbir şey ya
pamaz. "
Bu , İngiltere'dir. Birleşik Devletler'de Başkan Taft'a göre
adaletin yolu düz olmasına düzdü ama dar değildi - bu yol
da "kapitalistlerimiz " lehine müdahaleler için de yeterin
ce yer vardı: "Dış politikamız adaletin düz yolundan bir kıl
payı arılmamalıdır ama mallarımız ve kapitalistlerimiz için
karlı yatırım fırsatları sağlamak üzere etkin müdahalelere de
yer bulunması iyi olur."
" Kapitalistlerimiz" lehinde müdahaleler yoluna bir ke
re girilince hükümetler uzun bir yolculuğa çıkmış oldular.
281
Sermaye, Trapezde Uçan Adam gibi, "havada büyük bir ko
laylıkla uçar" ama güvenliğini sağlamak bayağı güç bir iş
tir. General Smedley D. Butler'a bu iş verilmişti. İşi oldukça
pitoresk bir biçimde anlatır - hem adalet yolunda yürüyüp
hem de Büyük lşadamları lehine müdahalede bulunabilece
ği konusunda Başkan Taft'la aynı ikirde değildir:
"Ülkemizin en çevik askeri gücünün, Deniz Piyadesi'nin
bir üyesi olarak otuz üç yıl dört ay süre ile etkin hizmet gör
düm. Teğmenlikten tümgeneralliğe kadar bütün rütbeler
den geçtim. Ve bu dönem boyunca zamanımın çoğunu Bü
yük lşadamları için, Wall Street için, bankerler için bir çeşit
kuvvetli adam olarak geçirdim . . .
"Böylece Meksika'nın ve özellikle Tampiko'nun 1 9 14'te
Amerikan petrol çıkarlarına uydurulmasına çalıştım . Haiti
ve Küba'nın National City Bank'daki bizim arkadaşlar için
güzel bir gelir toplama yeri olmasına katkım oldu . . . Nika
ragua'nın 1 909- 1 9 1 2 arasında Brown Kardeşler uluslarara
sı bankası için temizlenmesine çalıştım. Dominik Cumhuri
yeti'ne 1 9 1 6'da Amerikan şeker çıkarları için ışık götürdüm.
1 903'te Honduras'ı Amerikan meyve şirketleri için 'düzelt
tim.' 1927'de Çin'de Standart Oil'in tedirgin edilmeden ça
lışmasının sağlanmasına yardımcı oldum.
"Bütün bu yıllarda bayağı itibardaydım. Madalyalar, teri
ler birbirini kovaladı. Şimdi o günleri düşününce , Al Capo
ne'a da birkaç aydalı öğüt verebilirdim diyorum. Onun ya
pabileceği en iyi iş , çeteciliğini üç şehir bölgesinde yürüt
mekti: Biz Deniz Piyadeleri üç kıtada çalışıyorduk. "
Tümgeneral Butler'ın yaşantısından, ondokuzuncu yüz
yıl sonunda başlayan emperyalizmin bugün hala yaşadığını
anlıyoruz. Devam ediyor - yoğunlaşarak. Bunun niçin böy
le olduğunu anlamak güç değil. Endüstride tekel azalmıyor.
Büyüyor. Ve gördüğümüz gibi, emperyalizm de onunla bir
likte büyüyor.
282
iki uzmanın yazdığı, konuya ışık tutan Moden Kopoas
yon ve Özel Mülkiyet adlı bir incelemede Amerika'nın bu
günkü modern dev korporasyonlarının büyüklüğü , serve
ti ve denetimi üzerine bazı şaşırtıcı sayılar ve olgular görü
yoruz. Birleşik Devletler'de 300.000 bankacı olmayan kor
porasyon vardır. Ama bunların 200 kadarı korporasyonlar
da toplanan servetin yarısını denetler ! Bu 200'ün on beşi de
bir milyarın üstünde servete sahiptir. Bir tanesi olan Ameri
kan Teleon ve Telgraf Şirketi (ITT) ise ülkedeki eyaletler
den yirmi birinin sınırları içinde bulunan servetten azlası
nı denetlemektedir. "
Ama tekelin geri kalanları n e dereceye kadar yönettiği
ni anlamanın belki de en iyi yolu yukarıda sözü edilen in
celemeyi izleyerek Amerikalıların günlük yaşayışlarında bu
200 en büyük korporasyondan nasıl etkilendiğini gözlemek
tir. "Bu büyük şirketler Amerikan endüstrisinin temelleri
ni meydana getirir. Birey hemen her an onlarla temas etmek
durumundadır . . . Durmadan hizmetlerini kabul eder. Bir ye
re gidecek olsa büyük demiryolu sistemlerinden birinde yol
culuk etmelidir. Kendisini çeken lokomotif herhalde, Ame
rikan Lokomotif Şirketi ya da Baldwin Lokomotif imala
tı tarafından yapılmıştır; bindiği vagonu ya Amerikan Va
gon şirketi ya da onun yan kuruluşlarından biri imal etmiş
tir . . . Rayları yapanlar mutlaka listedeki on bir çelik şirketin
den biridir; kömür de, demiryolu şirketinin kendi mülkiye
tindeki bir kömür ocağından gelmiyorsa, dört kömür şirke
tinden birine ait olmalıdır. Belki de otomobille gider birey -
Ford, General Motors, Studebaker veya Chrysler şirketlerin
den birinin yaptığı otomobille, Firestone, Goodrich, Good
year ya da Birleşik Devletler Lastik Şirketi'nin verdiği lastik
ler üstünde . . .
"Öte yandan belki de birey evinde, nisbeten yalnız ve çev
reden kopuk oturmaktadır. En büük iki yüz şirket ne an-
283
lam taşır onun için, bu durumda? Elektrik ve gaz mutlaka
bu kamu hizmeti şirketlerinden bii tarafından sağlanmak
tadır. Mutak aletlerinin alüminyumu Amerikan Alümin
yum Şirketi'nden gelir. Buzdolabı ya General Motors Şirke
ti'nindir, ya da iki büyük elektrikli araçlar şirketi olan Ge
neral Elektrik veya Westinghouse Elektrik'in . Tesisat bü
yük bir ihtimalle Crane Kumpanyası'ndandır. Bakkaliyesi
nin hiç olmazsa bir kısmını Büyük Atlantik ve Pasifik Çay
Şirketi'nden alır. . . ilaçlarının bazılarını da dolaylı veya do
laysız olarak Birleşik llaç Şirketi'nden sağlar. Bakkaliyele
rin konduğu konserve kutulan pekala Amerikan Kutulama
Şirketi'nin malı olabilir; şekeri başlıca şirketlerin birinde ra
ine edilmiştir, etini Swift Armour veya Wilson hazırlamış
tır, krakerlerini Ulusal Bisküvi Kumpanyası hazırlamıştır. . . "
Radyoda eğence anyorsa mutlaka Amerika Radyo Korpo
rasyonu'ndan ruhsatlı bir radyo satın almıştır. Sinemaya git
se Paramount, Fox, ya da Warner Kardeşler prodüksiyonu
(Eastman Kodak ilmine çekilmiş) bir ilmi, yine bu prodük
tör gruplardan birinin denetlediği sinemalardan birinde gö
rür. Çekici sigara reklamlarından hangisine kapılırsa kapıl
sın, "dört büyük tütün şirketinden birinin çıkardığı sürüy
le markalardan birini içecek ve büyük bir ihtimalle sigarasını
köşebaşındaki Birleşik Sigara dükkanından alacaktır. "
İşte görüyorsunuz, her yerde v e herhangi bir yerde - te
kel. Aynı hikaye dünyanın öteki büyük endüstriyel ulusla
n için de geçerli . Peki şimdi bu, kendi ulusal pazarlannı de
netleyen çeşitli devler, uluslararası pazarda karşılaşınca ne
olur? Kıyamet kopar ! Rekabet - uzun, zorlu , keskin. Son
ra da - uluslararası bir temel üzerinde yükselen anlaşmalar,
birleşmeler, karteller. Tekelci "kapitalistlerin dünyayı pay
laşması, kişisel kötülüklerinden ötürü değil de erişilen yük
sek yoğunlaşma derecesi yüzünden, daha çok kar etmek için
bu yöntemi seçmelerine yol açar. Ve dünyayı 'sermayeye gö-
24
re' , 'kudrete göre' paylaşırlar . . . Ama kudret, ekonomik ve
politik gelişme derecesine göre değişir. " (Lenin)
Uluslararası birleşik şirketler dünya pazarını paylaşın
ca rekabet sona erecek ve kalıcı bir barış dönemi başlaya
cak sanılabilir. Ama böyle bir şey olmaz , çünkü güç ilişki
leri durmadan değişmektedir. Bazı şirketler çökerken öte
kiler büyür ve güçlenir. Böylece bir an için doğru olan, bir
başka anda eğri görülür. Güçlenen grup hoşnutsuzdur; da
ha büyük bir pay için mücadele başlar. Bu da çok kez , sa
vaşa yol açar.
Kolonilerin politik denetimi için de aynı şey geçerlidir.
Yetmiş yıl önce henüz bir yere bağlanmayan birçok "ser
best" bölge vardı. Bugün artık yok. Yeniden paylaşım ola
caksa, sömürgesi olmayanlar istedikleri yerleri sömürgesi
olanlardan zorla almak durumundadır. Almanya, İtalya ve
Japonya bugün sömürge istiyorlar. İtalya ile Japonya erişe
bildiklerini gasp ediyorlar. Almanya silahlanıyor - gelecek
teki kapma yarışı için. Emperyalizm savaşa yol açıyor.
Ama savaş kalıcı bir çözüm getirmiyor. Masa başında pa
zarlıkla çözülemeyen düşmanlıklar ortadan kalkmıyor çün
kü pazarlık, patlayıcı maddelerin, zehirli gazın, yaralı insan
lar ve parça parça cesetlerin tartışmaları ile yapılıyor. Hayır.
Tekelci kapitalizmin mal ve sermaye azlasına çıkış yolu bul
ma zorunluğu hep var, bu sürdükçe düşmanlıklar da süre
cek. Pazar aı devam edecek.
Baş emperyalistlerden Cecil Rhodes bunu açıkça görüyor
du. Yeni pazar elde etme içine işlemişti; yeni bölgelerin ilha
kı kanına sinmişti. Bu emperyalist dürtü bir arkadaşına söy
lediği sözlerle çok iyi görülür: "Dünya neredeyse tamamen
parsellendi, geri kalam da bölünüyor, zaptediliyor, koloni
leştiriliyor. lnsan, geceleri gördüğü yıldızları, erişemeyece
ğimiz o yüce dünyaları düşünüyor. Elimden gelse gezegen
leri de zaptederdim: bunu sık sık düşünüyorum. Onları öy-
285
le açık seçik, hem de o kadar uzakta görmek beni hüzünlen
diriyor."
Rhodes erken öldü. Çok yazık ! Çünkü Yeni Meksika çö
lündeki bir laboratuvarda Profesör R.H. Goddard aya gide
cek bir roket üzerinde deneyler yapıyor. Wales'in dağlık bir
yöresinde Britanya Gezegenlerarası Deneği gezegenlere eri
şebilecek bir roketi geliştirmeye çalışıyor. Ah; bir yaşasay
dı Rhodes !
Ama, ruhu her zamankinden daha güçlü yaşamaya devam
ediyor. Aydaki ilk uzay gemisinin ilk yolcusunu selamladı
ğında, o yolcu ev sahibinin kulağına herhalde şöyle fısılda
yacak: "Eski kanalları onarıp yenilerini açmak için ödünç
para ister misin? Bak, bas şuraya imzanı, bizim banka işin
gerisini güzelce ayarlar. . . Tamam . . . Teşekkür ederiz. "
286
20
EN AIF ALA
287
ayrım vardır. Onsekizinci yüzyıldan önce en olağan buhran
tipi kötü üründen, savaştan ya da buna benzer anormal bir
olaydan doğardı; böyle buhranlarla yiyecek ve başka ihtiyaç
maddeleri darlığı baş gösterir ve fiyatlar yükselirdi. Ama bil
diğimiz buhranlar, kapitalist sistemin kuruluşuyla ortaya çı
kan anormal olaylardan ileri gelmezler - ekonomik sistemi
mizin zorunlu parçasıdırlar; bu buhranlar kıtlıktan değil,
bolluktan doğar; bu buhranlarda fiyatlar yükselmez, düşer.
Kriz ve bunalımların öteki özelliklerini bilirsiniz - hem
emek hem de sermaye için işsizlik, karlarda düşme , hem
üretim hem ticarette, endüstriyel etkinlikte genel bir yavaş
lama. Bollukta yokluk paradoksu her yerde göze çarpar.
Hammadde mi eksiktir? Hiç bile . Pamuk üreticileri pa
muklarını satmaya uğraşırlar. Sermaye eksikliği mi vardır?
Hiç bile. Fabrika sahipleri sessiz abrikalarında tezgahla
rın yeniden çalışmaya başladığını görmek için can atarlar.
Emek darlığı mı vardır? Hiç bile. İşsiz tekstil işçileri alama
dıkları pamukluyu yapmak için abrikalara dönmeye azla
sıyla isteklidirler.
Hayır. Hammadde, sermaye ve emek, üretim için gerekli
her şey hazırdır, ama üretim yine de olamaz. Niçin?
Ekonomistler verilecek cevap konusunda anlaşamazlar.
Ama bir olgu üzerinde anlaşırlar. Zaten bu olguyu başlan
gıçta kavramazsanız, krizlerin nedeni szin için kapalı bir ki
tap olmaya mahkumdur.
Bu çok önemli olgu sadece şudur: Kapitalist toplumda
metalar kullanım için değil , mübadele için üretilir - karla
değiş tokuş edilmek üzere. Toplumumuzda madenlerin top
raktan çıkarılması, ürünlerin biçilmesi, insanlara iş verilme
si, endüstri çarklarının işlemeye başlaması, malların alınıp
satılması, ancak üretim araçları sahiplerinin -kapitalist sı
nıfın- kar etme fırsatını görmeleriyle mümkün olur. Walter
Lippmann Heald Tribune'deki sütunda 13 Temmuz 1934'te
288
bunu açıkça dile getiriyordu: "Büyük küçük bütün kapita
listler kar etmek amacıyla yatırım yapmaya başlamadıkça,
bu koşullarda durumun düzelmesi beklenemez. Madalya al
mak için yatırım yapmaz kapitalistler. Yurtseverlik adına ve
ya kamuya hizmet olsun diye de kıllarını kıpırdatmazlar. Pa
ra kazanma fırsatını görürlerse işe girişirler. Bu , kapitalist
sistemdir. Bu sistem böyle çalışır. "
Profesör F . A . Yon Hayek'e göre Mr. Lippmann haklıdır:
"Modern mübadele ekonomisinde müteşebbis bile bir talebe
cevap vermek için değil -bu deyim bazen kullanıldığı halde
bir karlılık hesabına göre üretim yapar. "
Profesör Hayek hayatta olan başlıca iktisatçılardan biridir.
Topluma işçi sınıfı açısından bakan iktisatçılarla hiçbir or
tak yanı yoktur. Ama çarkları döndürenin kar amacı olduğu
konusunda Friedrich Engels ile aynı görüşte olduğunu gö
üyoruz. işte Engels'in 1 865'te yazdığı bir mektubun bir kıs
mı: "Üretim çok az . . . Ama niye üretim az? Üretim sınırları
na varıldığı için değil. . . Hayır, üretimin sınırlarını aç karın
lar saısı değil, satın alabilen ve ödeyebilen kese sayısı be
lirlediği için böyle. Parasız mideler, kar için istihdam edile
meyen, dolayısıyla da satın alamayan emek, böylece ölüme
terk edilir. "
E n ilginç Amerikan iktisatçılarından olan Thorstein Veb
len'de anı doğrunun o ünlü acı üslupla dile geldiğini görü
rüz : "Doğa ekonomisinde işadamının yeri mal üretmek de
ğil, para yapmaktır . . . iş alanında en büyük başarı hiç karşı
lığında bir şey kazanabilmektir. . . başlıca amacı karlı satış,
ya da karlı satışla aynı anlama gelen karlı alış olmayan hiç
bir müteşebbis yoktur . . . işin karı endüstri ürününden çı
kar; endüstri de, iş karına göre denetlenir, hızlandırılır ve
yavaşlatılır. "
Kapitalizmde malların kullanım için değil kar için üre
tildiğinin bir kanıtı daha : Bu alıntı Ekonomik Devreler ki-
289
tabından; "iş ekonomisinin egemen olduğu yerde, koşul
lar üretimi yönetenlere para karı vaad etmediği sürece do
ğal kaynaklar geliştirilmez , mekanik donanımdan yararla
nılmaz, işçi ustalığı kullanılmaz , bilimsel buluşlar uygu
lanmaz. "
İşte değişik ekonomik görüşleri temsil eden uzmanlar,
hepsi de aynı iadeyi veriyor - kapitalist sistemde kar imkanı
yoksa üretim olmaz . Ama anı uzman tanıklara bu imkanın
niçin dönem dönem ortadan kalktığını sorsanız , kendileri
ni ikir birliği içinde bulamazsınız. İktisatçılar, sistemi neyin
ürüttüğü konusunda anlaşıyorlar ama yürütmeyenin ne ol
duğu konusunda kesinlikle anlaşamıyorlar . . . Bir buhran dö
neminde sistem çöküyor yani karlar düşüyor. Bu çöküşlerin
nedeni ne? Buhranların nedeni ne? İktisatçılardan bazıları
nın cevaplarını gözden geçirelim.
Neredeyse düzenli olarak buhranların ortaya çıktığı bir
koca yüzyıldan sonra bugün bile nedenlerin sistemin içinde
değil, dışında bulunacağı inancına sarılan iktisatçılar var. Bu
okuldan olan Profesör Mitchell şöyle yazıyor: "Bazı iktisat
çılar bütün buhranları aynı şekilde açıklayacak bir teori bul
maktan umutlarını kesmişlerdir. Bunlara göre bir buhran,
derimci icatların, gümrük değişmeleri, parasal değişmeler,
kötü ürün, modada değişiklik gibi şeylerin ortaya çıkması
gibi 'karıştırıcı' nedenler tarafından yaratılmış 'anormal' bir
olaydır. Bu görüş . . . her buhranın, bir iki yıl önceki olaylarda
aranması gereken kendi özel nedeni olduğu sonucuna işa
ret etmektedir. "
Bir başka görüşe göre buhranların özel nedenleri fiziksel
dir. W. Stanley Jevons 1875'te güneşteki lekelerin, Hindis
tan'da kıtlığın ve İngiltere'de buhranın aşağı ukarı anı za
mana rastladığını ileri sürmüştü . Bunların birbirleriyle ne il
gileri olabilirdi? İyi bakın şimdi. Güneşin radyasyonu hava
ı etkiliyor; hava ürünü etkiliyor; iyi veya kötü hasat çiftçi-
290
lerin gelirini etkiliyor; çiftçilerin geliri de mamul maddelere
talep hacmini etkiliyor. Suç güneşte !
Ya da, isterseniz Venüs gezegenine ükleyin suçu . Sekiz
yıllık " tekrarlanan döngüler" teorisinin babası olan Henry
L. Moore böyle söylüyor. Ama niye Venüs? Çünkü her sekiz
ılda bir Venüs dünya ile güneşin arasına giriyor, tabii ara
ya Venüs girince Apollon'un radyasyonundan bir kısmının
dünyaya hiç erişemeyeceğini tahmin edersiniz !
Buhranların iziksel nedenlerine bu kadar değinme yeter.
Cambridge iktisatçısı Profesör A.C. Pigou, ekonomik yükse
lişleri ve bunalımları psikolojik nedenlere, iyimserlik ve kö
tümserlik hatalarını endüstriyi yönetenlere bağlayan okulun
lideridir. Profesör Pigou , "işadamlarının umutlarındaki dal
galanmalarda" endüstrinin iniş ve çıkışlarının temel nedeni
ni buluyor. İşler iyi gidince işadamları karlarını artırma ır
satları konusunda iyimser olurlar. Üretimi genişletmek ister
ler. Bankalardan daha çok kredi alıp endüstriyel araçlara ya
tırırlar - ya abrikalarını genişletir ya da yeni makine alırlar.
"Bu tahminler iyimser olursa işadamları daha çok borç alır
lar; ya bankalardan kredi alır ve böylece dolaysız olarak a
iz oranını yükseltir, ya da dolaşıma daha azla alım gücü so
karak dolaylı şekilde iyatları yükseltirler. " Ama o zaman, bu
iyimserlik dalgasıyla üretilen malların pazarda sınav veme
si gerekir. Yeni yüksek iyatlarıyla alıcı bulabilecekler midir?
Bulamayacaklardır. Birçok durumda iimserliğin boşuna ol
duğu anlaşılır, böylece derin bir psikolojik güvenszlik ve ka
ramsarlık iş dünyasını sarar, üretim yavaşlar: "İimserlik ya
nılgısının etkisi altında endüstride gelişen etkinlik pazar ara
yan metalar şeklinde cisimleşir. Bunlar yaratılma sürecinde
bulunduğu süre içinde . . . istisnai etkinlik devam eder. (Son
ra iyimserlik pazar sınavını geçemez.) Bu sınav birçok şeye
uygulanıp çoğunun çürük olduğu anlaşılınca güven sarsı
lır. İyimserlik yanılgılarına düşüldüğü ve beklenen karların
291
abartıldığı yaygın bir şekilde bilinen ve kabul edilen bir olgu
dur. . . Sonuç olarak iş etkinliğinin akışı durdurulur. "
Bu noktada azla iyimserlik, azla kö tümserliğe döner .
Üretim büyük ölçüde yavaşlar, endüstride yatırım hemen
hemen durur ve satılanların tümü önceden kalan stoklar
olur. Bir süre sonra talep yine artar, karlar ine yükselir, işa
damları yine sevinir, azla iyimserlik yeniden doğar.
Pigou ile psikolojik okulun, işadamlarının tahminlerine ,
ekonomik yükselişler ve bunalımların sorumlusu olarak ne
kadar önemli yer verdikleri şu alıntıda görülmektedir: "Şim
dilik, bu değişik tahminlerin kendilerinin nasıl doğduğunu
araştırmamakla birlikte, endüstriyel dalgalanmaların dolay
sız ve doğrudan doğruya nedenlerinin başka bir şey değil de
bunlar olduğunu kesinlikle kabul ediyoruz . "
Bir başka iktisat okulu için eski atasözü , "her kötülüğün
altında para vardır" ilkesi gerçekten doğrudur. Mübadele
sistemimizin -para sistemimiz- kusurlu olduğu kanısında
dırlar. Bu kusurlu sistemin düzenlenmesini isterler. "Para
nın düzenlenmesi" okulunun başlıca savunucularından Pro
fesör J .M. Keynes şöyle diyor: "İşsizlik, işçinin kesintisiz ha
yatı, umutların kırılışı, tasarrufların ansızın elden çıkması,
bireylerin, spekülatörlerin, kar için didinmelerin beklenme
dik aşırı karları - bütün bunlar büyük ölçüde değer standar
dının dengesizliğinden ileri gelir. "
B u alıntının kilit kelimeleri son cümledir: "değer standar
dının dengesizliği. " Paramızın dengesiz olduğuna inanmak
için azla kanıta ihtiyacımız yok - günlük deneylerimizden
biliyoruz. Alış veriş edenler bir dolar karşılığında bir ay şu
kadar, öteki ay ise bu kadar tereyağı alındığını bilirler. Şu
gibi laları da ne çok işitmişizdir hepimiz: "Evet, ama dolar
şimdi eskisinden daha çok (ya da az) değerli. " Ya da, "Pa
ris'e ilk gidişimde bir dolar irmi beş ranktı oysa şimdi on
yedi rank verdiler. "
292
iktisat el kitapları "para sadece bir mübadele aracıdır" di
yor. Paranın düzenlenmesinden yana uzmanlar ise denge
li olmadığı için kötü bir araç olduğunu söylüyorlar. Öte
ki güçlüklere benzemeyen yam, sabit olmayışı. Düzine de
mek, on iki tane demektir - bir gün on beş , ertesi gün se
kiz tane olmaz. Ama para biriminin değeri değişir. Bu kötü
dür ve bir çaresi bulunmalıdır - diyor bu iktisatçılar. Onla
rın istediği, üretilen mallar toplamı ile tüketicilerin cebin
deki para toplamı arasında dengeli bir ilişki kuracak para ve
kredi denetimi.
Öneğin, endüstri büyür ve üretim genişlerse, mal çıktısı
artar. Dolaşımdaki para, artan mal akışına ayak uyduracak
şekilde artmazsa iyatlar düşer. Bunun sebebini anlarsınız .
Diyelim ki pazarda 500 gömlek bir dolara satılır. Şimdi var
sayalım ki, gömlekçiler makineleri geliştirdiler. 100 gömlek
çıkarmaya başladılar. O zaman , öteki koşulların değişmeden
kalması durumunda, tüketicilerin eline azladan bir 500 do
lar geçmiş, gömlek iyatları 50'şer cent düşmüş olur.
Para iktisatçılarının iddialarına göre buhranlar, genel pa
ra düzeyinin dolaşımdaki para hacminin kabarıp inmesiy
le meydana gelen iniş çıkışların sonucudurlar. işler yolun
da giderken para daha hızla dolaşır ve bankalar gittikçe daha
çok kredi verirler. Gerçi yüksek aiz oram isterler ama işin
genişlediğini gören ve durum düzgünken mümkün olduğu
kadar azla kar etmek isteyen imalatçıları durdurmaz bu . Re
ah böylece ekonomik yükselişe yol açar.
Bu böyle olunca krediyi denetleyenler -bankalar- telaşa
düşer ve kredi yapısına azla ağırlık bindiğine inanırlar. "De
ğer enlasyonu var" derler. Onun için içlerine kapanır, ye
ni kredileri durdurur, verilmiş kredilerin hemen geri öden
mesini isterler. Ama imalatçılar -ya da çoğu- bunu yapamaz,
çünkü aldıkları paraı işe yatırmışlardır, ödeyecek kadar na
kit yoktur ellerinde. Ödeyemeyince, ilas ederler. Fabrikaları
293
kapanır, işçileri işten çıkarılır, sıkıntı genişleyen halkalar ha
linde yayılır, çünkü hammadde üreticilerine siparişler kesil
miştir ve işten çıkarılan işçiler mala talep yaratamaz olmuş
lardır. Üretimin yavaşlaması, talebin kesilmesi, iyatlarda
ki altüst oluş, bunalımı bir bulaşıcı hastalık gibi tüm ulusal
ekonomi alanına yayar. insanlar yatının yapmaktan, banka
lar kredi açmaktan korkarlar; böylece para endüstri ve ticare
ti inanse edeceği yerde bankalarda yığılıp kalır.
Paracı iktisatçılar, işadamları fiyat iniş çıkışını hissetmez
se böyle azla ödünç almanın da olmayacağını ileri sürerler.
imalatçılar iyatlardaki artışın aizi ödeyip yine de büyük kar
sağlayacağına inandıkları için yüksek aizle kredi alırlar. Fi
yatlar dengeli kalsa, şiddetli ve yersiz üretim genişletmeleri
ne girişmezlerdi. Bu iktisatçılara göre, bu derdin çaresi, para
biriminin üretken çıktının iniş ve çıkışlarına ayak uydurabi
lecek şekilde standartlaştınlmasıdır. Yale Üniversitesi'nden
Profesör lrving Fisher "karşılığı verilen dolar" sağlayacak bir
planın gerekeni yapacağını söyler. Dün, bugün, yarın, aynı
alışveriş sepetini dolduracaktır.
Fisher ve Keynes , kusursuz bir para sistemi icat etmek
mümkünken kusurlu bir sistemi kullanmaya devam etme
nin aptallık olduğu kanısındadırlar. Profesör Kenes der ki:
"Bireyciliğin bu ölümcül hastalığını (ekonomik yükseliş ve
bunalımlara yol açan iyat dalgalanmaları) tedavi etmenin
en iyi yolu (para ve kredi denetimiyle) iyatların genel ola
rak düşeceği ya da artacağı yolunda herhangi bir kesin tah
min yapılmamasını sağlamaktır . . .
"Bunu (değer standardını) artık, tanımlayıcı özellikleri
değişik derecelerde hava, doğum oranı ve Anayasa'da bulu
nan bir kategoride bırakamaız. Bunlar, doğal nedenlere gö
re değişen, veya birbirinden bağımsız hareket eden bireyle
rin an ayrı eylemlerinin sonucu olan, ya da değişmesi için
bir devrim gereken unsurlardır. "
294
Ama başka iktisatçılar üretim çıktısına uydurmak üzere
dolaşımdaki parayla oynamanın iyi bir şey olduğuna inan
mıyorlar. İşte Profesör Hayek'in muhalif düşüncesi: "Dola
şım aracı niceliğinin üretim artışı veya azalışına göre değiş
mesi gerektiği yolunda ileri sürülen kanıtlar tamamen te
melsizdir. Tersine . . . bunları zorunlu olarak izleyen iyat dü
şüşü ve para hacminin değişmeden kalmasıyla üretim artışı,
tamamen zararsız olmakla kalmaz, anı zamanda üretimde
ki yanlış yönetimi önlemenin de tek yoludur. "
Buhranların nedenleri üzerine bu teorilerden çok daha po
püler olan bir teori de john A. Hobson'unkidir. Hobson'un
analizini muhtemelen biliyorsunuz. Ona göre reah dönem
lerinde sermayenin gelirleri iş gücünün ücretinden çok da
ha hızlı büyür. Zenginler inanılmaz bir hızla daha zenginle
şir, gelirleri şişer. Ne kadar kişisel harcama yapsalar ellerin
de ine çok para kalır. Harcayamadıklannı biriktirirler. Mu
azzam paralarını endüstriye yatıırlar ve sonuçta mal üretme
araçlaında dehşetli bir artış olur, üretim kapasitesi artar. Ye
ni ve daha iyi araçlar görevlerini yerine getirir. Mallar abri
kalardan pazara akar. Ama işçiler bu gittikçe artan çıktıı sa
tın alabilecek kadar ücret alınıyorlardır. Mallar satılmaz, de
polarda birikir, iyatlar korkunç düşer. Üretim kar getirmez
olur. Bu olunca, üretim durur. Sonuç işsizlik, bunalım, zen
ginlerin gelirlerinde azalmadır. Fazla tasarruf kesilir.
Sonra tüketiciler yavaş yavaş birikmiş mal yığınını tüke
tirler, çalışan endüstriler yeni ve ileri araçlar olmaksızın iş
yapamayacaklarını anlar, böylece üretim yeniden hızlanır
ve reah, yükseliş , bunalım döngüsü yeni baştan üstümü
ze çöker.
Aşırı zengin ve yoksul kutupların varlığından tedirgin
olan kimseler Hobson'un analizini zevklerine özellikle uy
gun bulurlar. Çünkü bunu ister " azla-biriktirme" teorisi,
ister öteki açıdan "az tüketme teorisi" olarak düşünün, so-
295
nuçta buhranın asli nedeni sevetin eşitsiz dağılımına indir
genmiş olur.
İşte Hobson kendisi iddiasını açıklıyor: "Bu 'azla'lann vergi
dışında kalan kısmı iktisadı sistemimizin akıldışı ya da israf
çı etmenini meydana getirir. Gelir olarak ahlakı ya da iktisadı
bakımdan haklı gösterilebilir yanlan yoktur. Tüketimde veya
zevkte kullanışsızlıklan, bir bütün olarak iktisad: sistemin ge
reklerini ve mümkün kullanımlarını aşan bir yatınn tasarru
u olarak biriktirilmelerine yol açar. . . Bu kazanılmamış azla . . .
bunalım adı verilen endüstrinin durdurulmasının, iyatların
düşüşünün ve işsizliğin dolaysız nedenidir. İşçilerin ve toplu
mun harcama gücünü, üretici güçteki her artışa ayak uydura
bilecek şekilde yükselterek bu , kronik uyumsuzluklara çare
olacaktır. . . Ücretlilere ya yüksek ücret. . . ya da artan toplum
sal hzmetler yoluyla erişen genel gelir oranını artırmak, bu
nalım ve işsizlik dönemlerine en sık giren endüstrilerde tam
istihdamı sağlamanın ana koşuludur. "
Hobson iddiasını inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Ve
çoğumuz çevremizdeki sıkıntı belirtilerinden tedirgin oldu
ğumuz için daha üksek ücret ve artan toplumsal hizmet ta
leplerinin haklılığına inanmak istiyoruz . Ama isteklerimiz
yüzünden bu kanıtlamanın tümünü yutmamız yanlıştır. Şu
noktada, kapitalist sistemde üretim amacının kar olduğunu
hatırlayalım. Hobson buhranların kapitalistler azla yatınn
yaptığı için doğduğunu söylüyor; işçilerin azla sermaye ya
tırılmış endüstrinin ürettiği malları satın alacak kadar ücret
alamadıklarını; bu yüzden karın düştüğünü söylüyor.
Ama Profesör Hayek buna katılmıyor. Profesör Hayek'e
göre, kapitalistler, yeterli yatınn yapmadığı için kar azalır.
Toplumsal hizmetler genişletilmemeli , daraltılmalıdır; üc
retler yükselmemeli düşürülmelidir; "Bazı devlet eylemle
ri, üretim mallan talebinden tüketim mallan talebine doğru
bir kayma yaratarak, kapitalist üretimin yapısını daraltabi-
296
lir ve böylece uzun süren durgunluklara sebep olur . . . Bu ya
kınlarda bunalıma çare olarak ileri sürülen, tüketicilere kre
di verilmesi aslında tam karşıt sonucu yaratacaktır; tüketim
mallarına talepte görece artış ancak işleri daha azla bozar."
Profesör Hayek'in karışık teorisini birkaç saya içinde an
latmak çok güç. Ama bizim için, Hobson ile Hayek'in bir
buhran demek olan karlardaki düşüşü tamamen karşıt ne
denlere bağladıklarını söylemek yeterlidir; onlar, kar düşüşü
hastalığını tedavi etmek için karşıt çareler önermektedirler.
İşin ilginç tarafı ikisinin de haklı olmasıdır - aynı zaman
da da haksız. Hobson, yüksek ücret ve genişletilmiş toplum
sal hizmetin artan meta stoku için gerekli pazarı sağlayaca
ğını söylerken haklıdır; ücretleri yükseltmenin üretimin do
laysız karlarını düşüreceğini söylerken ise yanılmaktadır.
Hayek, düşük ücretin ve kısıtlanmış toplumsal hizmetle
rin, üretimin dolaysız karını yükselteceğini söylerken haklı
dır; ücretleri indirmenin artan meta stoku için pazarı mah
vetmek demek olacağını söylerken yanılmaktadır. Hobson,
kitlelerin satın alma takatını ükselterek pazarı (ve böyle
ce karlılığı) yeniden kurmak ister; Hayek ise kitlelerin satın
alma gücünü azaltarak (ücretleri kısarak) karlılığı yeniden
sağlamayı amaçlar.
İşte Marksist olanlara göre kapitalizmin ikilemi burada
dır: 1kisini birdn yapamaz. Onun için de, kapitalizmde buh
ranın kaçınılmaz olduğunu savunurlar. Başka bütün iktisat
çılar şu ya da bu şeyi buhranların nedeni olarak görür, ama
kendi özel çareleri uygulanırsa herşeyin düzeleceğini ileri
sürerken, Marx kapitalist sistem içinde çıkış yolu olmadığını
söylüyordu . Buhrandan kurtulmak için kapitalizmden kur
tulmak gerekti ona göre.
Marx'ın buhran analizi bütün teorisinde vardır. Kapitalist
üretim teorisiyle kapitalist üretimin çöküntüsünü açıklayan
teorisi birdir, kökleri de anıdır.
297
Kapitalist üretim sisteminin asıl amacı kar etmektir. Marx
kar oranında bir azalma eğilimi olduğunu da kanıtlamayı ba
şarmıştı. Üstelik bu bir raslantı da değildi. Böyle olması zo
runluydu . Kapitalist üretici sistemin yapısı bunu kaçınıl
maz kılıyordu . Niçin böyle olduğunu inceleyelim. (Bura
da, Marx'ın emek-değer teorisinden ilgili sayaları okuma
mz ii olur. )
Marx sermayeyi iki kısma ayırır - değişmeyen v e değiş
ken. Değişmeyen sermaye abrika, makine, alet, hammad
deye dayanan sermayedir. Değişken sermaye iş gücü alımı
na, ücrete ayrılan sermayedir. Değişmeyen sermaye, üretim
süreci içinde değeri sabit olduğu için bu ad verilir - bitmiş
ürüne bu sermayenin ne az, ne çok, tastamam ilk değeri ak
tarılır. Değişken sermaye ise bu adı üretim sürecinde değe
ri değiştiği için alır - tamamlanmış ürüne ilk değerinden da
ha azlası aktarılmıştır. Değişmeyen sermaye kısırdır, çünkü
üretim sürecinde yeni bir değer yaratmaz, oysa değişken ser
maye yaratıcıdır çünkü o (ve yalnız o) üretim sürecinde de
ğer yaratır. Kendi değerinden azla değer yaratan, değişken
sermayedir -artık- değeri o yaratır. Karlar, değişken serma
yeden (yaşayan iç gücü) doğar.
Dolayısıyla imalatta kapitalistin sermayesi şöylece iki kıs
ma ayrılır:
S (toplam sermaye) = K (değişmeyen sermaye) + D (de
ğişken sermaye)
Şimdi, S'nin ne kadarı K, ne kadarı D olacaktır? Hiç şüp
he yok ki, diyor Marx -ve bu konuda herkes ona katılıyor
kapitalizmin gelişmesiyle toplam sermaye S'nin gittikçe ar
tan kısmı değişmeyen sermaye, K olmaktadır. Bildiğiniz gi
bi, modern endüstriye her zaman yeni ve daha ileri maki
neler girer. Bu makineler gerçekten mucizevidir - ama pa
ra yer- hem de çok para. Ve emeği azaltır. Bunun anlamı da,
değişken sermaye, D'nin, toplam sermaye S'ye göre oranının
298
gittikçe azalmasıdır; ve aynı şekilde, değişken sermaye K'nın
toplam sermaye, S'ye göre oranı gitgide büyümektedir.
İşte ormül halinde,
DIS azalırkn
JS artar
s K D A
1 . 500 dolar 1 . 000 500 500
4.000 dolar 3 . 000 1 .000 1 . 000
299
(D) geldiği halde kapitalist karını, yatırılmış toplam serma
yesi (S) üzerinden kar olarak hesaplar. Bundan dolayı o, kar
haddini, A'nın S'ye oranı veya NS olarak hesaplar.
Dolayısıyla , yukarıdaki örnekte , birinci durumda, kar
oranı 500/1 . 500, ya da % 3 3 , l/3'tür; ikinci durumda ise
1 .000/4.000, ya da sadece % 25'tir. Ama kar oranı düştüğü
halde, toplam kar 500 dolardan 1 .000 dolara yükselmiştir.
Gelelim, bunun mümkün olması için neyin gerekli oldu
ğuna . Karı yaratan değişken sermayenin iki katma çıkarıl
ması gerekti; modern üretim tekniği de değişkene kıyasla
değişmeyen sermaye toplamının gittikçe artmasını zorunlu
kıldığı için, D iki katma çıkarken, üç kat arttı. İşin püf nok
tası da buradadır. Kar toplamını artırmak için kapitalistle
rin gittikçe daha azla sermaye biriktirmeleri gerekmektedir.
Başka yapacak hiçbir şey yoktur. Sermaye birikimi durursa
kar toplamı (ve oranı) düşer.
Tek tek her kapitalist bunu bilir. Pazarda rekabet ede ede
parasını biriktirip, gittikçe artan toplamları yeniden işe ya
tırmasını öğrenmiştir, yoksa kavgada alta düşecektir. Birik
tirmeli, durmadan biriktirmelidir ki, toplam sermayesi, dü
şen kar oranıyla mücadele edebilecek kadar artsın.
İşçilere üksek ücret ödenmesini salık veren iyi niyetli in
sanlar bu noktayı gözden kaçırmışlardır. Ama kapitalist, iş
çilere ne kadar azla verirse o kadar az kar ettiğini bilir, bu ,
kar etmek için sürdürmesi gerekli olan birikimin hızlanmak
yerine yavaşlaması demektir. Kapitalist açısından bu olma
malıdır - çünkü birikim kesilince karlar da kesilir.
Bu yüzden, ikilemi kısmen düşük ücret ödeyerek çözer.
Bu onu , durmadan birikimi artırmak politikasında serbest
bırakır. Ama durmadan artan birikim, durmadan artan me
taların pazara yığılması demektir. O zaman da ekonomik çe
lişki makasının öbür ucuna takılır - işçilerin satın alma gü
cünün çıkan ürünü emme imkanını bulamaması . Çünkü
300
düşük ücret, yaptığı metaların satın alınamaması, ödeneme
mesi demektir.
Marx'ın analizi şuraya varıyor: Kapitalistler, ücretleri dü
şük tutarak karı sürdürmelidirler, ama bunu yaparken, ka
rın gerçekleşmesinin bağımlı olduğu satın alma gücünü yok
ederler. Düşük ücret yüksek karı mümkün kılar, ama anı
zamanda mala talebi azalttığı için karı imkansızlaştırır.
Çözülmez bir çelişki.
301
21
RUSYA'NIN BlR PANI VAR
303
ğanüstü karışık koşulların doğmasına yol açar. Çünkü bir
devrim, Marx'ın deyimini kullanırsak, gerçek, derin bir 'halk
devrimi' eski toplumsal düzenin ölüşü ve yeni bir toplum
sal düzenin doğumunun inanılmaz derecede karışık ve acılı
sürecidir, onlarca milyon insanın hayatlarının yeni duruma
uydurulmasıdır. Devrim en keskin, en şiddetli, ölümüne sı
nıf mücadelesi ve iç savaştır. Tarihte hiçbir büyük devrim iç
savaştan kurtulamamıştır ve bir kabuk içinde yaşamayan hiç
kimse, iç savaşın 'olağanüstü karışık koşullar' dışında müm
kün olacağını düşünemez.
"Olağanüstü karışık koşullar olmadan devrim de olmazdı.
Kurttan korkuyorsanız, ormana girmeyin. "
İşte önünde neler yattığını bilen, hesaplayan, hesaplayan
ama korkmayan bir devrimcinin yazdıkları; işçi sınıfı tarafın
dan ve işçi sınıfı için denetlenen bir sosyalist devlet hedeinin,
ödenmesi gereken korkunç iyata değdiğini düşünen bir dev
rimci. Lenin, derim sanatını bildiği için, zaferi kazandı.
Talihimiz varmış ki, Komünistlerin yeni bir uygarlık de
diği şeyi getiren olayların görgü tanığı olarak john Reed gi
bi büyük bir röportaj cısı oldu . Dünyayı Sarsan On Gün ün '
34
"Bina henüz tamamlanmış değil , ama sosyalizmin bit
miş binasını ayakta tutucak olan çelik iskelet, Doğu se
malarında bir siluet olarak görülebilir. Maliye , endüstri ve
ulaşım , kamu sağlığı ve eğlence, sanat ve bilim, ticaret, ta
rım - ulusal hayatın bütün dalları bireysel kar için birey
sel çaba yerine, ortak yarar için ortak çaba düzenine uydu
rulmuştur. "
Mr. Duranty bu son cümlesinde Sovyet programının özü
ne parmak basmıştı. Burada her şeyin anahtarı , "bireysel"
yerine "ortak" kelimesidir. Karl Marx'ı izleyenlerin Sosyalist
düzeni kurarken atacakları ilk adımın, üretim araçlarının
özel mülkiyetini ortadan kaldırmak olacağını tahmin eder
siniz. Gerçekten de, olan budur. SSCB'de toprak, abrikalar,
madenler, imalathaneler, makineler, bankalar, demiryolla
rı vb. artık bireylerin mülkiyetinde değil. Pratikte bütün bu
üretim ve dağıtım araçları hükümetin, ya da hükümetin ata
dığı ve denetlediği kurulların elindedir.
Bu temel bir konu .
Bunun gerçek anlamını kavrayabilmek için kapitalist top
lumla karşılaştırmamız gerekiyor. Ruslara göre , böyle bir
durum, bir insanın artık başka bir insanı sömürememesi de
mektir. Filancanın emeğinden alanca aydalanamaz; demek
ki artık kimse, para birikimi merdivenini "emrindeki" işçile
rin sırtına binerek tırmanamayacak; demek ki artık bir oto
mobil yapımcısı bir gün gazetelere ilan verip iş isteyen her
kese bir iş verileceğini bildirip , ertesi gün abrikasını kapa
tarak 750.000 işçiyi işsiz bırakamaz . Bunu artık yapamaz,
çünkü abrika "kendi" abrikası değildir, ortak olarak, bü
tün halkın abrikasıdır. Bu demektir ki, diyor Ruslar, sınıf
arımları artık silindi, mal sahibi ve işçi, kapitalist ve prole
tarya, zengin ve yoksul karşıtlıkları tarihe karıştı. "Mülksüz
leştirenler mülksüzleştirildi. "
2 2 Nisan 1 936'da New York Times'a özel bir telgraf çeken
305
Moskova muhabiri Harold Denny Komünistlerin bu gurur
lu övünmelerinin haberini veriyordu.
306
nin üretim aygıtının geri kalan bütün kesimleri, ortak mül
kiyet altında ve hükümet tarafından yönetiliyor.
Şimdi, SSCB hükümetinin karşısına çıkan büyük ekono
mik sorular, ne üretileceği, ne kadar üretileceği, üretileni ki
min alacağı gibi sorular. Bunlar, ülkenin bütünü düşünüle
rek verilmesi gereken kararlar. Kapitalist ülkelerde de her
kapitalist, sermayesini herhangi bir girişime yatımadan ön
ce buna benzer kararlar vermek zorundadır. Parasını oto
mobil abrikasına mı yatırsın, demiryolu mu yaptırsın, yok
sa kumaş mı imal etsin? Ne kadar üretsin, işçilerine ne kadar
ücret ödesin? Bu gibi binlerce ve milyonlarca küçük kararın
sonucu, üretim toplamını meydana getirir. Ama tek tek par
çaların birbirine uyacağının bir garantisi yoktur ve sizlerin
de deneylerinizle çok ii bildiğiniz gibi, parçalar uymayınca
birkaç yılda bir çöküntülere uğranır.
Sosyalist devletin hükümeti, kapitalistle aynı konumda
dır, ama bunun bin katı daha büümüştür. Yani, sermayenin
tek sahibi olduğu için her karan o vermelidir. Bütünün düz
gün çalışması için, sosyalist hükümet, değişik parçaların tü
münü , bütün o bin bir çeşit, karmakarışık iktisadi aaliyetle
ri bir araya toplamak ve bir uyum içine sokmak zorundadır.
Bunu iyi yapabilmek için.
Rusya'nın Bir Planı Var
"Sovyet Komünizmi içindeki eğilimler arasında toplum
sal bakımdan en önemlisi , ülkenin bütün üretim, dağılım
ve mübadelesinin, azınlığın kan için değil, bütün toplulu
ğun tüketimini artırmak için bilinçli bir şekilde planlanma
sı düşüncesidir. . .
"Rekabete dayanan bir pazarda kar elde etmek için üretim
yapan, özel mülkiyet ortadan kaldırıldıktan sonra , her ku
ruluşun ne üreteceği özel talimatla belirtilmelidir. Kollekti
vist bir devlette, bir çeşit genel Planı, onsuz edilmez hale ge
tiren. . . bu zorunluluktur. "
307
Rusya'nın Beş-Yıllık Plan'ını tekrar tekrar işitmişsiniz
dir. Birincisi bitince İkinci Beş-Yıllık Plan'a başladılar. Rus
ya Sosyalist oluncaya kadar bu böyle devam edip gidecektir.
Çünkü, Sidney ve Beatrice Webb'in yukarıda işaret ettikle
ri gibi, kollektivist bir devlet için plan zorunludur. Sosyalist
ekonomi, zorunlu olarak, planlı ekonomidir.
Dünyada planlı ekonomiye sahip tek ülke Rusya olduğu
na göre, böyle bir ekonominin nasıl işlediğini görebilmek
için Sovyet modelini incelememiz gerekir.
Bir planda neler vardır? Sen, ben plan yaparken, herhan
gi biri bir plan yaparken, iki şeye dikkat edilir - bir niçin, bir
de nasıl, yani bir amaç ve bir yöntem. Hedef, planımızın bir
parçası, oraya varmanın yolu da öbür parçasıdır.
Sosyalist planlama için de böyle. Onun da bir amacı ile bir
yöntemi vardır. Ama sosyalist planlamada gözetilen amaç
lardan tamamen ayrı olduğunu başından belirtmek gere
kir. Webb'ler, SSCB üzerine yetkin incelemelerinde bunu iyi
anlatıyorlar: Sovyet Komünizmi: Yeni Bir Uygarlık mı ? "Ka
pitalist bir toplumda, en büyük özel teşebbüsün bile ama
cı, sahipleri ya da hisse sahiplerinin kazanacağı paradır . . .
SSCB'nde , Proletarya Diktatörlüğü denilen rejimde , plan
lanan amaç bundan çok arklıdır. Faydalanacak patron ya
da hisse sahibi olmadığı için, kar da düşünülmez. Amaçla
nan tek hedef, bütün topluluğun, uzun vadeli azami güven
liği ve reahıdır. "
Gayet güzel. Genel amaç bu . Ama bunu somutlaştırmak
gerek. İstenen bu amaca erişmek için, amaca uygun özgül
politikalar uygulanmalı. Ama politika da ihtimale dayandı
rılmalı. Neyin muhtemel olduğunu anlamak için de, ülkeyi
en doğru ve tam bir şekilde görebilmek gerekir.
Devlet Planlama Komisyonu'nun (Gosplan) işi budur.
Birinci görevi, SSCB'nde her şeyin kim ve ne ve nerede
ve nasıl olduğunu bulmaktır. İş gücü ne kadardır? Kollek-
308
tif imalatın koşulları nelerdir? Doğal kaynaklar nelerdir? Ne
yapılmıştır? Ne yapılabilir? El altında bulunan ne? Neye ih
tiyaç var?
Olgular. Rakamlar. İstatistikler. Dağlar gibi.
SSCB'nin muazzam topraklarındaki her kuruluştan, her
abrika, çiftlik, imalathane, maden, hastane, okul, araştırma
kurumu , sendika , kooperatif, tiyatro grubundan; bu geniş
alanın köşe bucağındaki bütün bunlardan, şu sorulara cevap
gelir: Geçen yıl ne yaptınız? Bu yıl ne yapıyorsunuz? Gele
cek ıl ne yapacaksınız? Neye ihtiyacınız var? Ne türlü yar
dım yapabilirsiniz? Ve daha yüzlercesi.
Bütün bu bilgiler Gosplan bürolarına doluşur, orada to
parlanır, uzmanlarca düzenlenir, özümlenir. "Gosplan'da ça
lışanlar şimdi iki bine yakın uzman istatistikçi ve çeşitli dal
lardan bilimsel teknisyenler; sayısı bunlarınkini aşan sekre
terler de var. Şüphesiz dünyanın en iyi donanmış ve aynı za
manda en geniş sürekli istatistik araştırma mekanizması. "
B u uzmanlar toplanan verileri ayırma, düzenleme v e sağ
lama işlerini bitirdikten sonra Neyin, Nerede Olduğunu gö
rüyorlar. Ama bu, işlerinin sade bir kısmı. Şimdi Neyin Na
sıl Olabileceği üstünde kaa yormaları gerekiyor. Bu nokta
da plancıların hükümet yetkilileriyle görüşmeleri zorunlu
oluyor. "Devlet Planlama Komisyonu'nun vardığı sonuçlar
ve tasarıları, hükümetin onaylaması gerekir. Planlama işle
vi önderlik işlevinden arılmıştır ve önderlik planlamaya ta
bi değildir. "
Şüphesiz , planlama, planın yürürlüğe koyacağı politika
lar için gerekli kararlar verme zorunluğunu ortadan kaldır
maz. Bu kararları, hükümetin başındakiler verecektir; plan
cıların işi ise, derledikleri malzemeye göre, politikayı en et
kili biçimde yürürlüğe koymanın yolunu bulmaktır. Gosp
lan ile önderler arasındaki tartışmalardan, planın ilk tasla
ğı ortaya çıkar.
309
Ama sadece ilk taslak. Henüz Plan kendisi değil. Çünkü
sosyalistçe planlanmış bir ekonomide bir Beyin Kurulu'nun
planı yeterli olamaz. Plan halka sunulmalıdır. Şimdi atıla
cak adım budur. 1. Maiski, Sovyetlerin İngiltere büükelçi
si, Plan hazırlığının ikinci aşamasını şöyle anlatıyor: "Denet
leme rakamları incelenmek ve tartışılmak üzere çeşitli halk
Komiserliklerine ve ulusal ekonomiyle uğraşan öbür mer
kezi kurullara örneğin, Ağır Sanayi, Haif Sanayi, Ticaret,
Ulaştırma, Dış Ticaret Halk Komiserliklerine sunulur. Her
merkezi yetkili, planının çeşitli bölümlerini kendinden bir
aşağıdaki yetkili kurula ulaştırır, böylece Plan'ın uygun bö
lümü tek tek abrika veya çiftliklere kadar iner. Her aşama
da 'denetim rakamları' inceden inceye gözden geçirilir. Dev
let Planlama Komisyonu'ndan başlayan yolculuğun son du
rağına, abrika ya da kollektif çiftliğe vardığında, bütün uya
nık işçi ve köylüler etkin bir rol alarak Plan'ı tartışır ve ince
lerler, önerilerini belirtirler. Bundan sonra rakamlar geldik
leri yoldan geri gönderilir, eklemeler, düzeltmelerle birlikte
Devlet Planlama Komitesi'nin eline varır."
Fabrikadaki işçilerle çiftlikteki köylülerin Plan'ın iyi ve
kötü tarafları üstüne düşüncelerini dile getirmeleri. Rusla
rın haklı olarak kıvanç duydukları bir durum bu . Kimi za
man bu işçilerle köylüler kendi çalışma yerlerini ilgilen
diren rakamları beğenmezler. Çoğu zaman, kendilerinden
beklenen üretimi artırabileceklerini gösteren kendi rakam
larını verdikleri bir karşı-plan sunarlar. Her yerdeki Sovyet
yurttaşlarının milyonlarcasının bu geçici Plan'ı tartışmala
rı, Ruslara göre gerçek demokrasidir. Yapılacak işin, erişi
lecek hedeflerin planı ukarıdan empoze edilmemiştir. İş
çilerle köylülerin de bunda söz hakkı vardır. Bütün bun
lar ne sonuç verir? Konuyu bilen bir gözlemci soruu şöyle
cevaplandırıyor: "Rusya'nın, benim gördüğüm kısımların
dan hangisine gitseniz , işçiler size kıvançla bir şeyler gös-
310
teriyor, 'Bu bizim abrikamız ; bu bizim hastanemiz ; bu bi
zim dinlenme-evimiz' diyorlar; sözkonusu bu nesnelere bi
rey olarak sahip olduklarını söylemiyorlar; ama bu kurum
lar doğrudan doğruya onların çıkarına çalışıyor ve üretiyor
ve onlar da bunun bilincindeler; ayrıca, bütün bu yapılan
ların iyi yapılmasından gene kendilerinin sorumlu olduğu
nun da bilincindeler."
Plan hazırlığının üçüncü aşaması, geri kalan rakamların
incelenmesidir. Gosplan ve hükümet yetkilileri, tavsiye ve
düzeltmeleri gözden geçirir, gerekli değişiklikleri yaparlar
ve Plan hazır olur. Nihai şeklini alan Plan her yerdeki işçi ve
köylülere gönderilir ve bütün toplum, enerjisini bu görevin
yerine getirilmesine yöneltir. Ortak yarar için ortak çaba bir
gerçeklik olur.
Ama ortak yarar nedir? Hükümet yetkilileri hangi politika
ların ilk ağızda gerekli olduğuna karar vermişlerdir? Bazı ge
nel hedeler kendiliğinden ortaya çıkar. SSCB'deki halkın ço
ğu eğitim görmemiştir, okuma yazma bilmez. Demek ki ge
nel eğitim, Plan'ın bir parçası olmalıdır. Herkese parasız eği
tim -üniversiteye giden öğrencilere parasız barınma ve yaşa
ma imkanları- sağlanır. Sovyet halkının çoğu halk sağlığın
dan pek haberli değildir. Onun için de Plan'ın bir parçası ha
yat standardını yükseltme kampanyasıyla, buna ek olarak,
işinden anlayan doktorların, hastabakıcıların, öğretmenle
rin çalıştığı hastaneler, doğumevleri, ana okulları vb. kurul
masıyla ilgili olmalıdır. İşçiler için dinlenme evleri, parklar,
müzeler, kulüpler - bunlar ve benzeri hzmetler de Plan'da
yer almalıdır. Bilimsel araştırma kurum ve laboratuvarları da
Plan'ın bir parçasıdır. Bunlar ve benzeri daha yığınla apaçık
ihtiyaç şüpheye yer kalmadan Plan'a girer. Ama, ya şu aşağı
dakilere benzer sorulara ne cevap verilecektir?
1 . İnsanların hemen şimdi yemeleri, giymeleri ve tadını çı
karmaları için mallar üretmeye ağırlık vermek iyi bir politi-
31 1
ka mıdır? Yoksa, halkın şimdi daha az , ama ileride daha çok
şey sahibi olmasına yol açacak abrikalar, enerji merkezleri,
demiryollan yapımına özel öncelik vermek mi daha doğru
dur? Tüketim mallarını geliştirmek, bugün iyi yaşamak de
mektir; üretim mallarını geliştirmek, yarın iyi yaşamak de
mektir. Hangisi daha doğrusu?
2. En ii yapabileceklerini üretmek ve kötü ya da kusurlu
yapabileceklerini ithal etmek mi gerekir? Yoksa bütün ihti
yaçları kendi sınırlan içinde karşılamaya çalışmak daha akıl
lıca bir yol mudur?
Sovyetlerin bu sorulara verdikleri cevabı büyük ölçüde
belirleyen şey, sosyalist bir ülke olarak kapitalist dünyanın
saldırısı tehlikesiydi. Bu öyle karamsarca bir tahmin de de
ğildi. Öneği vardı. 1 9 1 8'le 1 920 arasında, aralarında Birle
şik Devletler de bulunan yarım düzine kapitalist ülke Bolşe
vikleri silahla zorla devirmeye çalışmışlardı. Ruslar, özellik
le sosyalizmi kurtarmakta başarılı olurlarsa, bunun tekrar
lanacağından emindiler. Çünkü o zaman, bütün dünyanın
kapitalistleri kendi ülkelerindeki işçi sınıfının Rus işçi sını
fını örnek alacağından ve kendilerini iktidardan kovacağın
dan korkacaktı.
Bu ve başka nedenlerle -örneğin, tarımsal bir topluluğun,
endüstrileşmiş bir topluluk kadar yüksek bir hayat standar
dı sağlayamayacağı olgusu gibi- Ruslar endüstrileşmeye ka
rar verdiler.
Kolay değildi. Bu karar, aslında, gelecek uğruna bugün
kü rahatı feda etmek demekti. Varolan kaynakların muaz
zam bir kısmını, insanlara kısa süre içinde barınacak ev, yi
yecek yemek ve giyecek elbise vermeyecek malların yapı
mında kullanılacak sermaye olarak ayırmak anlamına geli
yordu . Bir ülkenin bir yıl içinde kullanacağı ve tasarruf ede
ceği belirli bir emek ve sermaye toplamı vardır. Bütün işçi
lerini tuğla yapıp ev kurmaya, buğday yetiştirip ekmek yap-
312
maya ya da pamuk üretip kumaş yapmaya koşabilir - o za
man herkese bol bol tüketim malı bulunur. Ama hiçbir za
man, şimdi olandan fazlası olmayacaktır. Daha azlasını isti
yorsa, işçilerden bazılarına da makine yaptırmalı, demiryo
lu döşetmeli, abrika kurdurmalıdır; kısacası, üretim malla
rı üretmelidir. Bunu yaparsa - ertesi yıl, ya da daha sonraki
birkaç yıl içinde , daha azla ekmek, daha azla giim, daha
azla ev yapabilir. Gelecek için ne kadar yatırım yapıyorsa
nız , şimdiki zamanın yiyeceği ve giyeceği de bu orantıya gö
re belirlenecektir. Rusya baktı ki, ya evde yakmak için da
ha çok kömür ayıracaktı, ya da fırınlarda yakmak için da
ha çok kömür - o fırınlar ki makine üretecekler, makine
ler daha çok, daha çabuk kumaş üretecek tezgahlar yapa
caktı. Ama bunların ikisi birden aynı zamanda yapılamaz
dı. lkinci yol seçildi. Tüketim malları yerine üretim malla
rı geliştirildi. Bu, endüstrileşmede izlenecek yoldu . Kolay
bir yol değildi.
J ozef Stalin , 1 Mart 1 93 6'da Scripps-Howard Press'den
Roy Howard'la yaptığı konuşmada, endüstrileşme yolunun
güç olsa da , Sovyet hedefine bu yoldan erişebileceğini söy
ledi. "Bir ev yapmak istiyorsanız , tasarruf etmeli, edakar
lık etmelisiniz . Yeni bir toplum kuruyorsanız, böylesi da
ha da gerekli.
"Taleplerimizin bir kısmını geçici olarak sınırlaıp gerek
li kaynakları biriktirmek zorundayız . Kelimenin en iyi an
lamında gerçek özgürlüğü geliştirmek gibi belirli bir hedef
için bu fedakarlığı yapıyouz . "
Ruslar tüketim için üretimi kısıp sanayi malları üretimi
ni genişletme kararını verdikten sonra , ne gibi "fedakarlık
lar" yapmaları gerekecekti? Bunun anlamı , bir kere , ülke
de yeterli nesne üretmek için yeterince emek ve sermaye
olmadığıydı. Rusya'da bütün tüketim malları kıttı, Sovyet
ler Birliği'ni ziyaret eden düşmanlarının da gözünden kaç-
313
mayan bir olguydu bu. Traktör almak, çaydanlık almaktan,
tren vagonu almak, battaniye almaktan daha kolaydı. Ama
ne yazık ki Ruslar çaylarını traktörde demleyemiyor, bir va
gona sarınıp uyuyamıyorlardı. Dolayısıyla, yaptıkları bütün
traktörlerin, abrikaların, lokomotiflerin, enerji merkezle
rinin bedelini ödemek için, bazı durumlarda hala bir hayli
gevşek olan kemerlerini son deliğine kadar sıkmak zorun
da kalıyorlardı.
Ama, 27 Mart 1 936 tarihli New ork Times'a göre Soyet
yurttaşlarının göreceği iyi günler artık yaklaşmıştı: "Bu yıl,
devrimden beri ilk olarak, üretim araçları karşısında tüke
tim mallarına görece daha azla ağırlık verildiği belirtiliyor.
Daha önceleri, Sosyalist ekonominin kurulması için her şey
üretime tabi oluyordu .
"Bu yılın planı . . . tüketim mallarında yüzde 23 , üretim
araçlarında ise yüzde 22 artış öngörüyor. "
Bir olguya dikkat etmeli. Geçmişte tüketim malları yerine
üretim mallarına ağırlık verilmesi, planlamanın bir zorun
luğu değildir. Örneğin Birleşik Devletler sosyalist planlama
ya geçecek olsa, böyle bir şey hiç de gerekli olmazdı. Sov
yet Planı'nın zorunlu bir parçasıydı. Çünkü Sovyetler Birli
ği'ne özgü koşulların ürünüydü . Amerika bu çeşit donanım
da yeterince zengin olduğu için, burada yapılacak herhangi
bir Plan'da bunların büyük bir acele ve fedakarlıkla kurul
ması gerekmez.
Ama Rusya demiryolu , makine, abrika , her çeşitten en
düstri kuruluşu bakımından yoksuldu . Dünya Savaşı'ndan
önce sahip olduğu birkaç şey, Dünya Savaşı, iç savaş ve mü
dahale dönemlerinde yok olup gitmişti . Onun için Dev
rim'den sonra Rusya'nın sıfırdan başlaması gerekiyordu. İn
giltere, Almanya, Amerika şöyle dursun, İtalya, İsveç ya da
Avustralya gibi ülkelere yetişmek için de daha çok uğraş
ması zorunluydu . Hem de öyle çok uğraşmalıydı ki, onla-
314
ra yetişmek hiç mümkün olmayacakmış gibi geliyordu. Ama
Ruslar, Rusya'nın, hem de çabucak yetişmesine karar verdi
ler. Henüz yetişmediler, tabii, ama bütün tarafsız gözlemci
ler epey yol alındığını kabul ediyor. Ünlü bir Cambridge ik
tisatçısı, 1 932'de (Rusların hızına bakılırsa bu artık çok es
ki bir tarih) şunları söylemişti: "Amaçlanan şey o kadar mu
azzamdı ki, bütün kapitalist dünya bunu alayla, kahkahay
la karşıladı. Kapitalist dünyanın haşan standartlarına gö
re bu amaç çılgınca bir ütopik rüyaydı. Savaş-öncesi Britan
ya gibi zengin bir ülke, savaştan önce, ulusal gelirinin yüzde
l 4'ünü yeni sermaye olarak yatırıyordu. Sovyet Rusya, Beş
Yıllık Plan'a göre (beş yılın yıllık ortalaması olarak) ulusal
gelirin üzde 30 kadarını yatırmayı planlamıştı. Bu , görece
yoksul bir ülke için akıllara durgunluk verecek bir gelir. Ka
pitalist endüstrinin 'normal' saydığı yıllık dünya üretimi ar
tışı yüzde 3 dolaylarında hesaplanıyordu . 1 907 ile 1 9 1 3 ara
sında geçen altı ılda Britanya'da bu yıllık artış oranı yüzde
yanından azdı. 1925 ile 1 929 arasında büyük bir patlama ol
duğu halde, bu dört yıl içinde de Fransa ve Polonya gibi bü
yüyen ülkelerde yüzde 9'u geçmemiş , Amerika ve Britan
ya'da ise yüzde 4'ün altında kalmıştı. Beş-Yıllık Plan, büyük
çapta Devlet endüstrisinde yüzde 20'nin üstünde , büyük ve
küçük bütün endüstride de üzde 1 7, 18 arasında yıllık ar
tış sağlıyordu . "
Bu endüstrileşme döneminde, başka ülkelerden alışılmış
borç ve kredilerin de gelmediği düşünülürse, bütün bunlar
daha da şaşırtıcı olur. Dünyada endüstrileşme yoluna giren
başka her ülke yabancı sermaye yardımı görmüş, bununla
çelik, makine vb. almış, bir yandan da bunları yapmak için
kendi kuruluşlarını inşa etmiştir. Ameika'nın endüstrileş
mesinde Britanya sermayesi önemli bir rol oynamıştı. Gü
ney Amerika'da Britanya, Alman ve Amerikan borçlan eksik
değildi. XIX. Bölümde gördüğümüz gibi azla sermaye yatı-
31 5
rım yapacak yer arıyordu - tabii, Rusya'dan başka. Pis Bolşe
viklere kapitalistler para veremezdi. Ruslar boykotu kırmayı
başarıp gerekli bir kredi koparmayı başarsalar, koşullar çok
katı oluyordu - hem de nasıl !
Öyleyse, dışarıdan gelen gerekli malzeme ne yollardan el
de ediliyordu? SSCB'de endüstrinin kurulması için öylesi
ne ihtiyaç duyulan sermaye birikiminin kaynağı neydi? Bu,
önemli bir sorudur. Cevabı da önemli.
Paranın bir kısmı Soyet endüstrisinden geldi.
Kapitalist toplumda birikim bireyseldir (burada "birey
sel" sözü grupları da içerebilir; örneğin korporasyonların ih
tiyat akçeleri, bankalar vb. ) , oysa Sosyalist toplumda üretim
gibi birikim de toplumsaldır. Her endüstrideki net çıktının
belirli bir parçası merkezi mali kurumlara aktarılır, böylece
bu kurumlar genişlemek için bulunan bütün kaynakları tek
bir denetim altında birleştirir. SSCB'nin Plan'ında , kapitalist
toplumda çok iyi tanıdığımız kupon kesiciye yer yoktur -
endüstri karlarından ömür boyu geçinen antiye bulunmaz .
Soyetler Birliği'nde devlet kendisi iktisadi etkinliğin karla
rını toplar ve bu onları Plan'a göre en yararlı olacakları ka
nallara akıtır.
"Her endüstrinin gelişmesinin bir parçası otomatiktir ve
her endüstride edinilmiş karların bir parçasıyla sağlanır;
ama değişik endüstrilerde edinilmiş karların geri kalanı, bü
tün üretim ve dağılım sisteminin geliştirilmesi için bilinçli
bir şekilde seferber edilip (merkezi olarak biriktirilmiş başka
onlarla birlikte) kullanılabilir. lktisadi gelişmenin böylece
denetlenmesi, merkezi planlama örgütlenmesinin en önem
li yanlarından biridir. "
Tabii biraz bireysel tasarruf d a vardır, ama tasarruun
çoğu karlardan gelir ve bireysel kar da olmadığına göre,
SSCB'de tasarruf, kapitalist ülkelerdeki gibi bir boğazlaşma
değil, topluluğun bir işleidir.
316
Sermaye birikiminin kaynaklarından biri buydu . Gerekli
endüstri maddeleri için para bulmanın bir başka önemli yo
lu da dış ticaretti.
Rusya'nın kendine-yeterli olabilmesi için o kadar gerekli
olan otomobiller, traktörler, lokomotiler ve makine yapan
makineler, Rusya'nın ürettiği buğday, petrol, maden, kereste
ve kürk karşılığında dışarıdan alınabilirdi. Yoğun sanayileş
me, Rusların buğday yetiştirmekten, toprağı kazıp maden ve
petrol çıkarmaktan, ağaç kesmekten ya da kürk hayvanı ya
kalamaktan vazgeçmelerini gerektirmezdi. Tersine bu etkin
likler yaygınlaştırıldı ve büyük yenilikler yapıldı. Yetersiz on
dokuzuncu yüzyılın yöntemleri bırakılıp yirminci yüzyılın
yeni teknolojisi uygulandı. Endüstride başlatılan makineleş
me ve bilimsel yöntem, tarım ve madencilikte de uygulandı.
Her yerde, üretimin artırılması için çalışıldı. Rusya'nın "do
ğal" kaynaklarının ihraç edilmesiyle, zorunlu endüstri mad
delerini ithal etmek mümkün oldu .
Şüphesiz bu , dış ticaretin de denetlenmesi ve genel Plan'ın
bir parçası haline getirilmesi demekti. Öyle oldu .
SSCB'ye yabancı ülkelerden ne gireceğini ve buradan ya
bancı ülkelere ne gideceğini tamamen ve mutlak olarak
Gosplan kararlaştırır. Kollektif çiftlikler Amerika'dan ta
rımsal makineler mi alacak, elektrik endüstrisi donanımı
nı Almanya'dan mı alacak, dokumacılar tezgahlarını lngilte
re'den mi getirtecek? Bunlar, bütünle ilişkili olmadan, her
kesin keyine göre yapılırsa, her şey birbirine girer. Gosp
lan'ın bir üretim planı vardır, dış ticaret de o planın bütün
sel bir parçasıdır. Ulusal ekonominin gereklerine kulak as
madan her biri istediğini alıp istediğini satan tek tek grup
ların eline bırakılamaz . Onun için, bankaların, demiryolları
nın, üretim araçlarının denetimi nasıl Plan elindeyse, dış ti
caretteki devlet tekeli de öyle olmalıdır.
Babeufün, Fransız Devrimi sırasında, komünist bir devle-
317
ti tasarlarken, dış ticarette devlet tekelinin gerekliliğini gör
müş olması ilginçtir: "Yabancı ülkelerle her çeşitten özel ti
caret yasaktır; bu yoldan ülkeye sokulan mallara, kamu ya
rarına el konacaktır . . . Cumhuriyet, gerekli nesneleri, başka
ülkelerle artık ürünlerini değiş tokuş ederek sağlayacaktır. "
Ne var ki, dış ticarete devlet tekeli konması her ne kadar
sosyalistçe planlanmış ekonominin bir parçası olsa da, SSCB
ithalat ve ihracatının çeşidine ve hacmine tam olarak hakim
değildir. Yabancı ülkelerin plansız ekonomileriyle iş yaptık
ça, olamaz da. Ruslar kendi dünyalarında olup biteni denet
leyebilseler de, dünyanın geri kalan kısmında olanları denet
leyemezler. Beş-Yıllık Plan uygulamaları sırasında bu gerçe
ği öğrendiler.
Gosplan, dışarıya bazı makine siparişleri vermeyi karar
laştırmıştı. Siparişleri o sıradaki iyatlara göre yapmış, birkaç
yıl içinde, bu makineleri ödeyecek ihraç mallarını yurt için
de biriktirmeye çalışmıştı.
Buraya kadar her şey yolundaydı. İstedikleri şeylerin söz
leşmelerini imzalamış, ödeme yollarını hazırlamışlardı. Her
şey gül pembe görünüyordu.
Ama , sözleşmeler hala geçerliyken, dünyanın kapita
list ülkelerinde 1 929 buhranı gelip çattı. Bu , Rusya'nın ih
raç ettiği malların fiyatlarının felaket bir derecede düşme
si demekti. Diyelim ki, Gosplan sipariş ettiği makineler için
10.000.000 dolar ödemek üzere sözleşme yapmıştı; gene di
yelim ki Gosplan bunun karşılığı olarak şu ihracatı yapma
yı kararlaştırmıştı:
318
Ama şimdi, buhran yüzünden, buğday iyatları yüzde el
li düşmüş, kürkü bedava versen alan yok, petrol iyatları ise
olmayacak derecede düşük.
Ne yapsın Sovyet hükümeti? Makineler gerekliydi , pa
rası da ancak ihracatla ödenebilirdi. (Eski yüksek iyatlar
dan sözleşme yapılmamış olsa da, endüstride fiyatlar Rus
ya'nın sattığı mallarda olduğu kadar düşmemişti. ) Başlan
gıçta planlananın iki katını ihraç etmesi gerekti. Rus halkı
na da şundan başka söyleyecek söz yoktu: "Kemerlerinizi bi
raz daha sıkmanız gerekiyor. Bu kapitalistler işi berbat etti
ler, iyatlar düştü . Şimdi buğdayımıza eskisinin yansı kadar
para veriyorlar. Şimdi sözümüzü yerine getirmemiz için iki
kat azla ihracat yapmamız gerekiyor."
Olan, kabaca , buydu . Kendi ülkesinde planlı ekonomiy
le buhran önleyen Sovyetler Birliği, bu sefer de kapitalist ül
kelerdeki buhranın ceremesini çekmek zorunda kalıyordu .
Rusya dışındaki buhran, Plan'ın eşdengesini bozan bir dış
sal etken oluyordu .
İçsel etkenlerden ileri gelecek sallantılar daha da önemli
dir; bunların kimisi denetlenebilir, ama kimisi denetleme
nin ötesindedir. Bütün ekonomik etkinliğini bilinçli şekil
de planlaması her parçanın ötekilerle ilintisini gerektirdi
ğinden, çarkın bir dişlisinin ezilmesi de ister istemez bütün
öbür çarkları etkiliyordu . Sözgelişi , Rusya'da dokumada
kullanılan aletlerden biri, pamuk ürününün büük kısmı
nı parçalıyor olsun. Bunun dokuma endüstrisinde dolay
sız sonuçlan vardır; piyasadaki pamuklu beklenen hacim
de değilse, ücret iyat ilişkisini de etkileyecektir. Soyet ik
tisatçılarının deneylerle öğrendikleri gibi, "Ulusal ekono
minin bütün öğelerinin karşılıklı yakın bağıntılarının bir
sonucu olarak, bir yerde bir kopukluk ya da bir sektörde
planın geri kalması başka birçok sektörü de etkiler. Bun
ların kendilerinin çok iyi işliyor olmaları durumu değiştir-
319
mez. Her ciddi sapma, başka yerlerde giderici tedbirler al
mayı gerektirir. "
Tehlike b u işte - çaresi de . Plancılar, gelecek darbeleri
umuşatacak bir ihtiyat onu ayırmak zorundalar. Kaza pa
yı tanımaları gerekiyor. Geçmiş olayın tavanını ve tabanını
gösteren istatistikler toplamalı, bu bilgilere göre, olacakla
rı tahmin etmeliler. Ama bu da yeterli değil. Beklenenin ol
maması durumunda , "giderici tedbir" almak için hazır bu
lunmalılar.
Bunları kağıt üstünde alması kolay. Ama gerçekte bu çe
şit koordinasyon güçtür, Ruslar da bunun bedelini tekrar
tekrar ödemişlerdir. Bir örneğini Webb'ler veriyor: " l Mayıs
1 932'de (Gorki'de, otomobil yapacak) bir abrikanın açılaca
ğını geniş bir şekilde duyurduktan sonra, girişim inatçı bir
biçimde tıkanıp kaldı ! Detroit'teki Ford arikalarından kop
ya edilen muazzam binalar pahalı makinelerle doldurulmuş
tu . On binlerce işçi toplanmış ve ücretleri verilmeye başlan
mıştı. Ama kayış çalışmıyordu . . . Üzerine konduğu yatak, te
meli sağlam atılmadığı için, birkaç yerden sarkmıştı . . . Üste
lik kaış harekete geçse bile, kaış geçerken takılacak çeşitli
kısımlar hazır değildi. "
İşte beceriksizliğin, yönetim kusurunun v e bağlantısızlı
ğın büyük bir öneği. Ama bunun suçunu ulusal planlama
da aramak doğru olur mu? Sebep , daha çok, Rusların endüs
trideki tecrübesizliği değil midir? Webb'ler bu dersin daha
sonra öğrenildiğini ve şimdi Rusya'da yapılan yeni abrika
ların daha ilk günden gereği gibi çalışmaya başladığını anla
tıyorlar. Ulusal planlama Amerika'da uygulanacak olsa, her
halde koordinasyonda bir aksama görülmezdi. Bunun za
ten büyük ölçüde varolduğu Fortuna yazarlarının sözlerin
den anlaşılıyor: U.S. Steel Corporation'a bağlı çelik şirketle
rinden yalnızca iki tanesi "İngiltere ve Almanya'nın 1 934 yı
lında birlikte ürettikleri kadar çelik üretebiliyor." Şüphesiz,
320
U.S. Steel Corporation endüstri örgütlenmesinin en güç so
rununu çözmeye yetecek kadar koordinasyon yeteneğine sa
hip olmasa, böyle bir şey mümkün olmazdı. Demek ki, bü
tün parçalan bir araya toplamak çok güç olduğu için ulusal
planlama yapılamayacağını söylemek yanlıştır.
Ama başka akıl yürütmelere de başvuruluyor. Biri, "Top
lumsallaşmış ulusal planlama" deyimindeki "toplumsal" ke
limesine karşı, öbürü de "ulusal planlama" kelimelerine kar
şı yöneltilen itirazlar.
Deniyor ki, sosyalizm hayaldir, çünkü kar amacı olmayın
ca insanlar çalışmaz, yeni yöntem denemez, riske girmez .
Sonuç olarak iktisadi hayatta durgunluk olur.
Ruslar bunun tamamen saçma olduğunu söylüyorlar. On
ların gösterdiğine göre, kapitalist toplumda işin çoğunu , kar
edecek durumda olmayan insanlar yapıyor. Her Allahın gü
nü ücret için çalışan insanlar bunlar. Çoğu insan, geçimini
kazanmak zorunda olduğu için çalışıyor. Bu her yerde böy
le, kapitalist dünyada da. Rusya'da da. Ama Rusya'da, ii ça
lışan işçilere gösterilen saygı, toplumun yarattığı çalışmayı
destekleyici hava, işçileri ellerinden geleni yapmaya teşvik
ediyor. Sosyalistler, bu teşviklerin kapitalizmde olan teşvik
lerden çok daha üretken olduğu kanısındalar. Ruslar, hak
lı bir kıvançla, iktisadi cephenin zayıf noktalarında gönüllü
olarak, hiçbir karşılık beklemeden çalışan birçok işçiyi işaret
ediyorlar. Lenin, l 9 l 9'da , bunu yapan "subbotnik"lerden
çok etkilenmişti: "Komünist 'subbotniklerin' büyük bir ta
rihi önemi var . . . Yeni toplumsal düzenin zaferinde en önem
li etken, son analizde , emeğin üretkenliğidir. Kapitalizm,
serlikte bilinmeyen bir emek üretkenliği oranı yaratmış
tı. Sosyalizmin yeni ve daha da yüksek bir emek üretkenli
ği yaratması kapitalizmi yıkabilir ve yıkacaktır. Ama bu çok
güç bir iştir ve çok zaman alacaktır. . . Komünizm, ilerici bir
teknik uygulayan gönüllü , bilinçli ve birleşmiş işçiler açı-
321
sından, kapitalizme karşı, emeğin daha yüksek bir üretken
lik derecesidir. "
"Sosyalist rekabet" , emeğin üretkenliğini artırmanın bir
başka yoludur. Takımlar halinde işçiler, çıktıyı artırmak için
birbirleriyle dostça rekabet ederler. Rekabet bitince , kaza
nan takım başka hiçbir yerde kazanan takımların yapmadığı
bir şey yapar - kaybedenlere yardıma koşar ve bir dahaki se
fere kazanmanın yolunu gösterir. Para karı olmasa da çalışa
bilir insanlar ! Zaten, diyor Sovyetler, sosyalistçe planlanmış
bir ekonomide üstün çalışmanın ödüller, primler, tatillerle
karşılık bulmaması için hiçbir sebep yoktur. Bütün bunlar
Sovyet iktisadi hayatında olağandır.
Manchester Guardian da, Soyetlerin kar teşviki olmadan
insanları çalıştırabildiklerine inanıyor. 20 Şubat 1936 tarihli
başyazıda şöyle deniyordu : "Şüpheci dünya, ortak mülkiye
tin yaşamakta olduğunu , yeni bir yurtseverlik ve yeni teşvik
biçimleri yarattığını itiraf etmek zorundadır. Ustaların, pey
gamberlerin Sosyalizmi olmayabilir bu , ama işliyor. "
Rekabet olmayınca insanların deney yapmayacağı, riske
girmeyeceği, yeni yöntemler denemeyeceği yolundaki öbür
iddiaya karşılık Sovyetler sadece , "kayıtlara bakalım" de
mektedirler. Dünyanı. başka hiçbir yerinde, her alanda ya
pılan deneyler için bu kadar azla para ve çaba harcanma
dığını gösteriyorlar. İktisadi hayatın bütünü denetim altın
da olduğu için, kapitalist ülkelerdeki rakip endüstrilerin ko
lay kolay göze alamayacağı yeni ikir ve yöntemleri rahatça
uyguladıklarını söylüyorlar. Webb'lerin şu genel yargısı da
onların bu iddialarını destekliyor: "Küçük büyük hiçbir iş
te inisiyatif eksikliği görülmeyen, yeni gelişmeler sağlamak
için hiçbir riske girmekten kaçınmayan Sovyet Komünizmi ,
her alanda, hatta neredeyse çılgınca yeniliklerden yanadır. . .
SSCB'i inceleyenler, endüstride, bilimde, her çeşit sanat ve
toplumsal kurumlarda görülen, Amerika'ya kıyasla bile aşı-
322
rı sayılacak değişiklik isteği ve serüven ruhu karşısında etki
lenmeden kalamaz. "
İktisatçıların ulusal planlamaya itirazları ise başka bir
muhakeme tarzına dayanır. Ulusal planlama olan yerde ser
best piyasa olamayacağını ileri sürer onlar. Serbest piyasa
yokluğu da iyatlama sistemini imkansızlaştırır; iyatlama
sisteminin olmayışı, akılcı bir ekonomiye elveda demektir,
çünkü malların talebe görece kıtlığının kaydedilmesi de
mek olan iyatlar olmadan, üretilecek malları seçerken key
fi ve düzensiz , dolayısıyla gayri-iktisadi olursunuz. Fiyat
lar size kılavuzluk etmediği için, kaynaklarınızı çok gerek
li olmayan malların üretilmesine harcarsınız . Kapitalizm
de piyasa iyatı, uzun vadede, üretimin kanallarını belirler.
Bir malın azlası istendiğinde fiyatlar yükselir, azlası gerek
miyorsa iyatlar düşer. Demek ki mallar halkın ihtiyaçlarıy
la orantılı olarak yapılır ya da yapılmaz . Böyle bir fiyatlama
sistemi olmayınca, diye soruyor iktisatçılar, halkın ihtiyaç
larını giderecek şekilde sermaye yatırımı yapmaya nasıl ka
rar vereceksiniz?
Ulusal planlamacılar, bir kere, iyatlama sisteminin bu ta
nıma umadığını söyleyerek eleştirii cevaplamaya başlıyor
lar. Onların iddiası, iyatların bütün halkın ihtiyaçlarına gö
re değil , bazı insanların ödeyebildiklerine göre belirlenmiş
olmasıdır. Fiyat sisteminin işlevi diyorlar, istediklerini al
mak için verecek parası olanların ihtiyaçlarını karşılamak
tan ibarettir.
Ulusal planlamacılar bundan sonra, piyasa iyatının -kay
nakların en akılcı kullanımı- kapitalizmde altüst olduğunu
ileri sürüyorlar. Yüksek gümrük, kredi ve tekellerle iyatlar
zaten yapaylaştırılır ve denetlenir. Onun için, iyat mekaniz
masına göre aksamadan işleyen saf kapitalizm, gerçek hayat
ta hiç olmamıştır, yalnız burjuva iktisatçılarının kitaplaında
vardır. Kapitalizm böyle güzel işleseydi kriz olmazdı.
323
Öte yandan, işin olumlu yanı olarak, ulusal planlamacı
lar arzla talebi birbirine uydurmak için yöntemler olduğunu
da söylüyorlar. Gosplan bütün ülkeden aylık, haftalık, hatta
günlük raporlar alıyor ve bu raporlar halkın aldığıyla almak
istediği arasındaki ilişkiyi tesbit ediyor. Diyelim ki Plan, iki
milyon çift ayakkabıyla yarım milyon yeni ev yapılmasını
öngördü . Diyelim ki, ayakkabı darlığı yakınmalara yol açar
ken , yeni evlere pek azla insan taşınmadı. Planın "verece
ği" çok şey vardır, çok katı uygulanması gerekmez . Emek
de, sermaye de, ev yapımından ayakkabı yapımına aktarıla
bilir. Şüphesiz, hemen değil, ama kapitalist toplumda oldu
ğundan daha yavaş da değil.
Gelgelelim , kapitalist eleştirmenlerin ortaya attıkları so
ru büsbütün boş da değildir. Gosplan, ikisini birden ürete
cek sermaye yoksa, madencilik araçları mı, dokuma tezgah
ları mı üreteceğine nasıl karar verecek? Merkezi otorite, sı
nırlı kaynakları arklı amaçlar arasında dağıtmak sorununu
çözmek zorundadır. Ruslar da bunu kabul etmeliler. Ama
onlara göre sosyalist ulusal planlama ile serbest piyasa bir
likte mümkün olmasa, piyasa iyatı kanakları en ekonomik
biçimde kullanmanın ölçüsünü vermese bile , vereceği başka
çok şeyler vardır. Birkaç kişinin kazandığı muazzam karla
ra karşı, çoğunluğun güvenliği, eşitliği ve sömürünün yok
luğu daha önemlidir derler. Servetin daha eşit dağılımının
"iki ulus" halinde olmaktan daha iyi olduğu kanısındadır
lar. Planlı bir sistemde güvenli, aklıbaşında, düzenli bir ha
yat yaşamayı plansız ekonominin krizlerine ve patlamaları
na tercih ederler.
1929 çöküntüsünden çok zaman bir dünya buhranı ola
rak söz edilir . Üretimin felce uğramasının ve buna eşlik
eden, kitleler için işsizlik ve sealetin, yeryüzünün her köşe
sini kasıp kavurduğu söylenir. Ama Ruslar bunun doğru ol
madığını ileri sürüyorlar. Buhran, tek bir ülke dışında bü-
324
tün ülkelerin üstünden kocaman bir dalga gibi geçip gitmiş
ti. Sovyetler Birliği'nin ise sadece kıyısına çarpmış - ve geri
lemişti. Sosyalistçe planlanmış ekonomi seddinin arkasında
Ruslar rahattılar.
325
22
ŞEKEİ BIAAAAR MI?
327
Yükseltmek lçin Dokuma Çıktısını
Kısıtlayan Yasa
Charles A. Selden
Ama niye?
Bolluğu ortadan kaldırmak için girişilen bütün bu planla
nn amacı ne?
Hatırlıyorsunuz, laissez-faire kapitalizminin amacı kardı.
LaissezJaire kapitalizmi çökünce, plancılık çabalarına giri
şildi. Planlı kapitalizmin de amacı aynıdır; kar etmek. Üreti
min tüketimi aştığı bir bolluk ekonomisinde, bu ancak, arzı
kısarak mümkün olur. Tüketim için daha azla mal üretmek,
iyatlan düşürür; öte yandan, üretimin kısıtlanması da, iyat
ları yükseltir ve öylece karı artırır. Onun için kapitalist plan
lama kıtlığın planlanmasıdır.
328
Bundan ötürü , Stolberg ile Vinton'un New Deal'le alay
edişleri biraz haklıdır: "New Deal'in şimdiye kadar yaptıkla
rının hepsini, bir deprem de yapabilirdi. Bir kıyıdan öbür kı
yıya etkisini duyuran birinci sınıf bir deprem, kıtlığı da daha
etkili bir biçimde geri getirebilir ve sağ kalanları Büyük Ser
maye daha çok kazansın diye işe koşabilirdi - hem de bu işi
New Deal'den daha hızlı ve daha güültüsüz halledebilirdi. "
Kapitalist planlamanın bir başka ayırıcı özelliği vardır.
Parçalara bölünmüş bir planlamadır bu .
N . R.A. Washington'da çalışırken, American Guardian 'ın
keskin zekalı başyazarı Oscar Ameringer hakkında eğlence
li -ve öğretici- bir hikaye anlatılıyordu. Önemli N . R.A. gö
revlilerinden birinin odasında bir sabah çalışmasını izliyor
muş. Bir dizi sanayici birbiri ardısıra gelip işlerinin çöktü
ğünü anlatıyorlarmış ; cesedi canlandırmak için ormülle
nen "plan"lan dinliyormuş o da. Birkaç saat sessizce bu du
rumu serettikten sonra artık kendini tutamamış. Ayağa kal
kıp bağırmış görevliye, "Hasta çiçek olmuş sen her sivilceyi
an tedavi ediyorsun ! "
Mr. Ameringer, bütün ulusal ekonominin daha kapsayı
cı bir şekilde planlanması ihtiyacını duymuştu . Ama baktı
ki "gemi endüstrisine yardım" için ayrı plan, "çiftçilere yar
dım" için an plan, "işçilerin alım gücünü artırmak" için ay
n bir plan var. Amerika' da veya başka ülkelerde, Rus Planını
uzaktan yakından andıran bir plan yoktu . Sovyet Planı, ül
kenin bin bir çeşit ekonomik etkinliğini tek bir tutarlı bütün
içinde bir araya getirmeyi amaçlıyordu .
Rusya'da böylesi mümkündür, çünkü orada üretim araç
larının özel mülkiyeti kaldırılmıştır. Planlama otoritesi, Bay
Mülk Sahibi'nin ayağına basarım korkusuyla şunu , bunu ,
ötekini yapma hakkını bulamazsa kendinde, kapsayıcı plan
lama imkansızlaşır. Sovyetler Birliği'nde Gosplan'ın verdi
ği karar etkiliyse, rakibi olmayan tek bir Sovyet ulusal eko-
329
nomisi, tek bir örgütlenme için verilmiştir de ondan etkili
dir. Kapitalist ülkede planlama otoritesinin vereceği karar
etkisizdir, çünkü mülk sahiplerinin bir kesiminden, örneğin
Küba' dan şeker ithal edenlerden yanaysa, başka bir mülk sa
hipleri kesimine, Amerikalı şeker üreticilerine karşıdır. Dev
let otoritesinin de zorlayıcı bir gücü olmadığına göre, orta
larda salınmaktan, bir o gruba, bir bu gruba bir parmak bal
çalmaktan başka yapacağı yoktur.
Mrs. Barbara Wootton, Plan or No Plan (Planlı mı, Plansız
mı) adlı eserinde, üretim araçlarının özel mülkiyette kalması
durumunda planlamanın ne hale geldiğini anlatıyor: "Üreti
min araçları ve ürünleri bu araçları işletmenin ve bu ürün
leri satmanın mali sonuçlarıyla ilgilenen özel kişilein mül
kiyetinde kaldığı sürece, bütün ana iktisadi kararlar irma
lar veya endüstriler tarafından teker teker, bu kimselere gö
re kendi irma ya da endüstrileri için en elverişli görülen yol
uyarınca verilmelidir. . . Çelik çıktısı, dünyayı çelik üreticile
ri için bir cennet haline getirmek üzere, bira çıktısı, bira üre
ticilerini cennette yaşatmak üzere, ilm çıktısı, dünyayı ar
tistler için bir cennete çevirmek üzere planlanacaktır. So
nuçta, plan yapmaktan çok, kendisine karşı planlar yapılan
bir toplum haline geliriz. "
Şimdi , merkezi planlama, kapitalistlerin kendi çıkarına
olduğu zaman bile özel mülkiyet planı engelliyorsa, düşü
nün, bütün toplum çıkarına işleyecek bir planlamaya nasıl
engel olacaktır ! Sadece gecekonduların temizlenmesi örne
ğini ele alalım . Gecekonduların temizlenmesi gerektiğine
inanmayan yok. İyi ya, niye temizlenmiyorlar? Bu açık ka
musal zorunluğu engelleyen ne? Cevabı basit. Özel mülk
bireysel kar. Kimi mal sahipleri var, gecekonduların ran
tından para yapıyorlar. Yeni ve daha iyi evler yapılıp gece
kondularda oturanlar oraya yerleşirse, aldıkları rant azala
cak. Onun için engelleniyor gecekonduların temizlenme-
330
si, ya da girişilse bile, hep duraklayarak yürüyor, bir tür
lü tamamlanamıyor. Özel mülkiyet çıkarı kamu yararını iş
te böyle önlüyor.
Oysa Sosyalist toplumda bütün bunlar ne kadar arklı yü
rür ! Plancılar, açarlar önlerine şehrin haritasını . Bir bölge
koyu renk boyanmıştır, seil sağlıksızlık koşullarında yaşa
yan insanların oturdukları yerlerdir buraları. Ne yapılacak?
Gecekondular temizlenecek. Tamam. Koyu renk bölgenin
çevresini bir kurşun kalemle çizersin. Üstüne de iki çapraz
çizgi çekersin. Gecekondular sorunu çözüldü ! lşe hemen
başlanır. Özel mülkiyet yolu tıkamaınca, bir ihtiyaç duyu
lup planı da yapılınca, ardından hemen eylem gelir.
Özel mülkiyet yolu tıkaınca, mülkiyet çıkarına olan ön
ce gelir, kamu çıkarı da ne hali varsa görür. Londra'nın Ti
mes gazetesinde, 28 Ağustos l 935'te yayımlanan bir başya
zı bu duruma esef ediyordu. The Times'ın üzüntüsü , endüs
trilerin, yığınla işsiz olan Kuzey lngiltere'den kalkıp, "tarla,
çiftlik ve korularda" yeni abrikalar yapımının "kırsal güzel
likleri" mahvedeceği güneye gelmesiydi. İşte The Times'ın
ağıtı: "Endüstri bölgeleri ve oraların çalışan nüusları ikti
sadi bakımdan ıssız kalıp başka yerler ve başka nüuslar ye
ni endüstrileşmeyle artar ve zenginleşirken temel olan, ama
bulanık kalan ulusal çıkarın gerçekte nerede yattığına karar
vermek güçleşiyor.
"Üretim koşulları yüzünden tek bir yöreye bağlı kalma
yıp, çok sayıda insanı işe alma yeteneğine sahip yeni bir en
düstrinin geliştirilmesi mümkün olsaydı, endüstrinin geri
kalmış bölgelere yerleşmesi toplumsal bakımdan daha ya
rarlı olurdu . Ama endüstrinin nerede kurulacağına gerçek
te karar verenler gözünde toplumsal yarann bir ağırlığı yok.
Püf noktası burada zaten. Nereye baksanız , kamu yara
rı özel mülkiyet çıkarı tarafından baltalanmış olabilir. Kimi
si buna aldırış etmiyor. Onlar, üretim araçlarının özel mülki-
331
yeti ve denetiminin yararlarının, zararlarına ağır bastığını id
dia ediyorlar. Son 150 yıl içinde kapitalizmin büyük bir ba
şarı göstererek bunca çok ve çeşitli mal ürettiğini, özellikle
de Birleşik Devletler'de halk kitlelerine bu kadar yüksek bir
hayat standardı sağladığını ileri sürüyorlar. İmalatçılar Ulu
sal Birliği'nin, "Amerikan Endüstrisi İçin Platorm"unun bir
parçası olan şu aşağıdaki çınlayan bildiride, özel mülkiyet
gönderine sancak çekiliyor: "Üretim kuruluşlarının, dağı
lım ve yaşamanın özel mülkiyeti ve denetimi, bireysel özgür
lük ve ilerlemenin korunması için zounludur. Bu kuruluşla
rın hükümet mülkiyetinde ve denetiminde bulunması, planlı
ekonomiyi, duruk toplumu ve otokrasii getirir . . .
"Hükümet tarafından ulusal ekonomik planlama karar
lan az kişi elinde merkezileştirerek üretimle tüketimi den
gelemeye çalışır. Sayısız bireysel yargı ve kararla yöneltilen,
böylece bütün halkın ustalığını, zekasını ve bilgisini sefer
ber eden girişimlerde , iktisadi ve toplumsal ilerleme en bü
yük gelişmeyi göstermiştir. Bütün insanların etkinliklerini
başarılı bir şekilde planlayacak, yönetecek ve teşvik edecek
bilgeliğe ve geniş görüşlülüğe sahip küçük bir grup olması
mümkün değildir. . . "
Kendi endüstri dallarında belki de dünyanın en büyük
plancıları olarak tanınan imalatçıların ağzından bu son cüm
leyi işitmek, gerçekten şaşırtıcı. Tek başına ele alındığında,
dünyadaki birçok ulusunkinden daha zengin sermaye kay
naklarına sahip olan, bütün yeryüzüne yayılmış durumda
bulunan işleri örgütlemek ve planlamakta mucizeler yarat
mış endüstri devleri bunlar. Bakın, başta gelen kapitalist ül
kelerin bu başta gelen planlama uzmanları, kendi endüstri
leri için yaptıkları şein, bütün ulusun endüstrisi için yapıl
maması gerektiğini, nasıl da şiddetle savunuyorlar.
Kapitalistler planlı ulusal ekonomiye niçin bu kadar
karşıdır?
332
Çünkü planlı ulusal ekonominin, eninde sonunda özel
mülkiyetin kaldırılması demek olduğunu anlıyorlar. Kendi
özel mülkiyetleri mi? Mr. G.D.H. Cole , The Principes of Eco
nomic Planning'de (İktisad: Planlamanın llkeleri) böyle ol
duğunu söylüyor: "Kapitalistlerin çoğu, planlı sistemi savu
nan başka kapitalistleri dinden sapmış tehlikeli kişiler gibi
görürler . . . Ağzı laf yapan kapitalist önderlerden çoğu plan
sız ekonomiyi şiddetle savunurlar, çünkü bunu , kusurla
rı ne olursa olsun, mülkiyet hakkının en güvenilir dayanağı
olarak kabul ederler. "
Stolberg ile Vinton da o alaycı üsluplarıyla anı şeyi belir
tiyorlar: "Büyük Sermaye, kendinden yana ve hepimize kar
şı kararlarını vermek üzere topluma karşı bir biçimde en
düstriyi rahatça denetleyebilmek için, toplumun denetlen
mesi ikrine yanaşmaz . Weir'ler, Teagle'lar, Sloan'lar, 'top
lumsal planlama' yolunda en bulanık çabaları bile sabote et
me gereğini duyarlar. Toplumsal kabalıklarına , iktisad: ce
haletlerine karşın, gerçek toplumsal planlamanın kapitalist
'iyileşme' değil, sosyalist kuruluş olduğunu haklı olarak se
zinlemişlerdir. "
Ulusal planlamaya karşı kapitalist muhalefetin bir başka
nedeni de, belki , böyle bir planlamanın gelir dağılımı ko
nusunu canlı bir sorun haline ge tirmesinin zorunlu olu
şudur. Kapitalist teoriye göre gelir dağılımı, ne kadar eşit
siz olursa olsun, "doğa yasası"nın bir sonucu olarak haklı
gösterilir. Önde gelen Amerikan iktisatçılarından biri , Pro
esör john Bates Clark, bize bu konuda teminat vermişti .
The Distribution of Wealth (Servet Dağılımı) adlı ünlü eseri
nin önsözünde Profesör Clark şunları yazmıştı: "Bu eserin
amacı , toplumda gelir dağılımının doğa yasasıyla denetlen
diği ve bu yasa sürtüşmesiz işleyebilecek olsa, üretimde yer
alan her kişiye o kişinin yarattığı servet toplamını vereceği
ni göstermektir . . .
333
"Serbest rekabetin eğilimi emeğe emeğin yarattığını, ka
pitalistlere sermayenin yarattığını, müteahhitlere de koor
dinasyon işlevinin yarattığını vermektir . . . Herkese üretimde
ayırdedilebilir bir pay, herkese, kendine uygun bir ödül - iş
te doğal dağılım yasası budur. "
Gelir dağılımının son derece adaletsiz olduğu suçlama
sıyla karşılaşan kapitalist omuz silker, "Bizden ne istiyor
sunuz? Herkes hak ettiğini kazanıyor. Doğa yasısı bu ," der
di. Ama planlı ulusal ekonomide gelir dağılımı sorusu böy
le kolay geçiştirilmiyor. Son derece çapraşık bir sorundur.
İnsanlık dışı güçler tarafından belirlenmez, merkezi koordi
nasyon otoritesinin bir görevidir. Bu otoritenin, halk kitlele
rinin isteklerinden etkileneceği demokratik ülkelerde, gelir
dağılımında bugün varolan büyük uçurumun azalacağı tar
tışma götürmez . Kitlelere daha çok gelir; kapitalistlere daha
az gelir - plana göre .
Hal böyle olunca, bu çeşitten gelişmelere karşı muhalefe
tin önderlerinin kapitalistler olması, şaşılacak bir şey değildir.
Ama bazı ülkelerde çaresiz kalıyorlar. İktisadi hayat öyle
sine çöküyor, işçi sınıfının ilerleyişi öyle bir tehdit haline ge
liyor ki, kapitalistler de merkezi bir koordinasyon otoritesi
nin gereğini görüyorlar. Ama bunun, kendi çıkarları için ha
reket eden kendi otoriteleri olmasını düşünüyorlar. Bu an
cak, işçi sınıfının militan güçlerini ezmekle mümkün olur.
Böylece kapitalistler Faşizm'e sığınırlar.
İşçi sınıfı devrimi Rusya'da başarılı olmuştu. Ama her yer
de, Birinci Dünya Savaşını izleyen hayal kırıklığı kıtlık ve
sealet, birçok yeni kazanılmış insanı devrimciler safına it
mişti. Orta sınıflar da, durumlarını düzeltme imkanları hız
la azalınca, hoşnutsuz olmuşlardı. Kurulu düzen daha yıkıl
mamıştı ama, kesinlikle sendeliyordu .
Özellikle İtalya ve Almanya bu durumdaydı. Bu ülkeler
deki kapitalistl er, iktidarlarını tehdit eden devrimci bir işçi
334
sınıfıyla karşı karşıya gelmişlerdi. Onun için Mussolini'nin
Kara gömleklilerine ve Hitler'in Kahverengi gömleklilerine
para verip yardım ettiler. Karşılığında onlardan bekledikleri
vardı. Bekledikleri en büyük iyilik, örgütlü işçi sınıı hareke
tinin ezilmesiydi. lki önder de, istenen malı verdi. ltalya'da
ki Faşizm ve Almanya'daki Nasyonal Sosyalizm, karşı-dev
rimci hareketlerdi. Kurulu düzen -kapitalist iktidar ve ayrı
calık- böylece garantiye alınmıştı.
lş, zordu . Sosyalist eğilimli kitleyi yolundan saptıracak
propagandanın ustaca yapılması gerekiyordu . Ustaca da ya
pıldı. Alman İşçileri Nasyonal Sosyalist Partisi'nin oltası,
hoşnutsuzları çengelleyecek sosyalist yemlerle doluydu . Ba
kın, 25 maddelik ünlü Nazi programının üç maddesi:
"Madde 1 1 . Emekle kazanılmamış gelirlerin kaldırılması.
"Madde 1 2 . Bütün savaş kazançlarına amansızca el kon
ması.
"Madde 1 3 . Şimdiye kadar şirketler (tröstler) ile yapılan
bütün işlerin millileştirilmesini talep ediyoruz. "
Verilen söz buydu . Tutuldu mu ? The Economist'in (Lond
ra) Berlin muhabirinin 1 Şubat tarihinde verdiği cevaba ba
kalım: " N e var ki geçen yılın görece durgunluğu Parti
programının ustaca hasır altı edilmesiyle sağlandı. Prog
ram gerçekleştirilmeye çalışılsa çıkarlar arasında tehlikeli
çatışmalar başgösterecekti. . . Yığınla mülksüzü Parti'ye çe
ken Kapitalizme karşı Sosyalizm sorunu , birtakım anlam
sız lafların gevelenmesiyle geçiştirildi . Bir yandan , Sosya
lizmin yürürlüğe girmek üzere olduğu söyleniyor (hatta
bu hafta Kapitalizmin yerini almış olduğu resmen açıklan
dı) , oysa aynı zamanda toprakta ve endüstride özel serma
yenin eldeğmemiş kalmakla yetinmemesi, kar getirmesi ge
rektiği söyleniyor . "
Nazi rejimini saunmak için, programdaki büük vaatle
rin üç ıllık iktidarda yürürlüğe konamayacağı söylenebilir
335
belki. Meşru bir iddia olabilir bu . Ama eğilim besbelli. Üç
yıllık süre Nazilerin sendikaları kapatmasına , fonlarına el
koymasına, önderlerini hapse atmasına yetti. Üç yıllık süre
Nazilerin ücretleri indirip sosyal hizmetleri budamasına yet
ti. Sözün kısası, ulusal geliri Büyük Sermayenin isteklerine
uygun şekilde dağıtmasına yetti.
ltalya'daki hikaye de bunun bir eşi. İşte Faşizm'in zaferle
ri üstüne Mussolini'nin son beyanatı. Benzerlerini daha önce
de vermişti: "Bu rejimde işçiler, eşit hak ve görevlerle, ser
mayenin ortağı olacaklardır. "
Sözler bunlar . . . Gerçek ne? John Gunther'in Inside Euro
pe'unda (Avrupa İçinde) bir ipucu buluruz belki: "Gerçekten,
korporatist devlette de, anti-kapitalist güçlerin görünüşte et
kili bir listesini yapmak mümkün. Hiçbir işveren, hükümetin
onayı olmadan işçisini işten atamıyor. Hiçbir kapitalist, hü
kümet onayını almadan, öneğin abrikasını genişletmek gibi,
görece uak tefek bağımsz işler bile yapamıyor. Ücretleri dev
let belirliyor. . . Fabrika sahibi devletten izin almadan işini tas
iye edemiyor, kredi kaynaklarını hükümet denetliyor; anca
gelirinin büyük bir kısmını da vergi olarak alıyor.
"Öte yandan , Faşist rejimde emeğin dezavantaj ları son
derece azlalaşmış durumda . İşçiler toplu pazarlık hakları
nı kaybetmişlerdir; sendikalar dağıtılmıştır . . . ücretleri in
safsızca düşürülebilir ve düşürülmüştür; hepsinden önem
lisi, grev haklarını kaybetmişlerdir. Oysa kapitalist, bazı ba
kımlardan sıkıntıya girse de, temel ayrıcalığını, özel kar et
me hakkını hala sürdürüyor. Mussolini'nin getirdiği Faşizm,
kapitalist yapıyı desteklemek için bilerek hazırlanmış bir şey
değildi belki, ama sonucu bu oldu . Kapitalizmin akışkanlı
ğının kısıtlanması, aslında, 'emeğin taleplerine karşı tam bir
güvenlik kazanabilmek için kapitalistlerin ödemeye hazır
oldukları bir primdi.' Faşist devrimin bütün rengi ve tempo
su , Rusya'dakinin tam karşıtı olarak gericidir. "
336
Mussolini "eşit hak ve eşit görevler" diye bir şeyler geve
liyor, ama olup biten hakkında Mr. Gunther çok arklı bir
görünüş sunuyor. Bazı kapitalist ayrıcalıklar budanmıştır -
ama temelde yatan özel kar etme ayrıcalığı ayaktadır. Buna
karşılık emeğin sendikaları kapatılmış, grev hakkı alınmış,
ücretleri düşürülmüştür.
Gene de, Almanya ve ltalya'da emek gibi sermayenin de
başından önemli bir iş geçiyor. Her iki ülkede de güçlü bir
devlet otoritesi, kapitalistlere alışılmadık bir şekilde emirler
veriyor. Özel mülkiyet kaldırılmadığı, endüstride kar hala
temel amaç olduğu halde tek tek kapitalistlerin kanatlarının
kırpıldığı da bir bakıma doğru . Kapitalist ayrıcalıklar ne gi
bi amaçlarla kısıtlanıyor? Her iki Faşist ülkede, tarıma yar
dım, kendine-yeterlik akımı, ithalatın katı denetimi, ihraca
tın desteklenmesi , bankacılık kaynaklarının hükümet em
riyle yönetilmesi gibi hareketlerin ardında ne var? Cevap kı
sa ve korkunç: SAVAŞ.
Devlet o toritesinin ateşli etkinliğinin ardında yeniden
silahlanma ve savaş hazırlığı olduğunu herkes görebilir. lki
Faşist hükümetin de önderleri bunu inkar etmiyor - tersine ,
açık açık böbürleniyorlar.
Mussolini de, Hitler de, savaş hayranlığıyla ün yapmışlar
dır. Mussolini'yi dinleyin bu konuda: "Her şeyden önce, Fa
şzm, sürekli baışın mümkün olduğuna da inanmaz . . . Yalnz
savaş topları insan enerjisini en yüksek gerilim noktasına ge
tiir, bunu göğüsleyecek cesarete sahip olan uluslara soyluluk
damgasını vurur . . . Dolayısıyla, zararlı bir postüla olan barış
üzerinde kurulu bir öğreti, Faşizm'in düşmanıdır. "
Ama bunlar d a laf. B u kaynaktan gelen lafları şüpheyle
karşılamak gerektiğini görmüştük. Kayıtlar ne gösteriyor?
O yazı 1 933'te yazılmıştı. 1 935 ve 1 936'da Faşist orduları
Etiyopya'yı istila etmekteydi. Demek bu söz tutuldu .
Şimdi de anı konuda Hitler'i dinleyelim: "İnsanlık ebe-
337
di savaş içinde büyüklük kazanmıştır - ebedi barışta insan
lık mahvolacaktır. "
Biz bunları yazarken Nazi Orduları henüz harekete geç
mediler. Ama çok geçmeden bunun gerçekleşeceğini herkes
görebilir. Almanya yeniden silahlanmak ve sonra da savaşa
girmek üzere bütün gücünü seferber eden, büyük fedakar
lıklar yapan ve bütün etkinliklerini belirleyen bir ulus gö
rünümünde. Nw ork Times muhabiri 22 Mart 1936'da ga
zetesine gönderdiği bir haberde sorunu kısaca özetlemişti:
"Almanya'nın ekonomik durumu , temelde , silahlanmanın
inansmanı sorunu çevresinde dönüyor . . . "
Faşizm savaş demektir.
iki Faşist ülkenin önderleri bundan hoşlandığı için savaş
değil; Faşist ekonomi, kapitalizmin emperyalist dönemin
de, genişleme ve pazar bulma ihtiyacını duyan bir kapitalist
ekonomi olduğu için böyle.
Kapitalist ekonomi çöküp işçi sınıfı iktidara yaklaşmaya
başlayınca, kapitalistler kurtuluş yolunu Faşizm'e sarılmak
ta bulurlar. Ama Faşizm de sorunlarını çözemez , çünkü ikti
sadi açıdan, burada da temelde hiçbir şey değişmemiştir. Ka
pitalist ekonomide olduğu gibi Faşist ekonomide de üretim
araçlarının özel mülkiyeti ve kar amacı temeldir.
Arthur Morgan'ın, Doğu Hindistan yerlilerinin maymun
yakalama hikayesinden, kapitalistler için bir ders çıkartabi
lir miyiz? Hikayeye göre, "bir hindistancevizi alıp, içinden
ancak bir maymun elinin geçebileceği büyüklükte bir delik
açıyorlarmış. içine birkaç parça şeker koyup hindistancevi
zini de bir ağaca sıkıca bağlıyorlarmış. Maymun elini soku
yor hindistancevizine, şekeri yakalıyor ve elini çekmeye ça
lışıyor. Ama sıkılı yumruk çıkacak kadar geniş değil delik.
lşte açgözlülük, maymunun felaketi oluyor, çünkü elindeki
şekeri hiçbir zaman bırakmıyor. "
338