You are on page 1of 3

Pek Alî Büyük Üstad,

Pek Münevver, Münevver Üstadlarım,


Kadoş Şövalyesi Kardeşlerim,

KKOÇ konusunda Kadoş Şövalyesi’ne Kelam’ın sırrı ne ifade eder?


konulu çalışmaya kelâm ilmi ve felsefeleri penceresinden bakmak sureti
ile ulaştığım sonuçları ve çalışmalarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Hoşgörünüz, katkılarınız ve/veya eleştirileriniz için şimdiden teşekkür
ediyorum.
Söz” yahut “kelime” demek olan kelâm terimi, Yunanca Logos
kelimesinin tercümelerinde “kelime”, “akıl” ve “delil” gibi çeşitli anlamlara
karşılık olarak kullanılmıştır.

Ayrıca kelâm özel bir ilim dalı anlamında ortaya çıkmış ve bu ilim
dalıyla uğraşanlara kelam alimi (mütekellimûn) denilmiştir.

Şehristânî “Empedokles’in kelâmı”ndan, “Aristo’nun kelâmı”ndan ve


insan şekline girerek Kelimenin bedenle birleşmesine dair Hıristiyanların
kelâmı’ndan söz eder; Judah Halevi “Pythagoras mektebi, Empedokles
mektebi, Aristo mektebi, Eflatun mektebi yahut öteki bağımsız filozofların,
Stoalıların, Peritatetiklerin mektebi gibi aynı mütekellimûn okuluna” mensup
kişilerden bahseder. İbn Rüşd de “bizim dinimizin ve Hristiyanların dininin
kelâmcılarından (mütekellimûn)” yahut “zamanımızda mevcut üç dinin
kelâmcılarından”, Maimonides (İbn Meymûn) “Hıristiyan olmuş Yunanlılar
arasından ve Müslümanlar arasından çıkan ilk kelâmcılardan” söz eder; İbn
Haldûn da “tabiatçı ve metafizikçi filozofların kelâmı”ndan bahseder. Bütün
bunlara ilâve olarak kelâm terimi hiçbir kayda bağlanmaksızın İslâm’da
felsefenin doğuşundan önce ortaya çıkan husûsî bir düşünce sistemine ad
olarak verilmiş ve onun temsilcilerine, Kindî ile başlayan ve filozoflar ‘a
mukabil yalnızca kelâmcılar (mütekellimûn) denilmiştir.

Sadece Kelâm olarak tanımlanan bu düşünce sisteminin nasıl vücut


bulduğu ve ne olduğu, iki Müslüman, Şehristânî (1086-1153) ve İbn Haldûn
(1382-1406) ve bir Yahûdî, Maimonides (1135-1204) tarafından yazılmış üç
eserde bulunan ve onun tarihiyle ilgili metinlerin birleştirilerek bir araya
getirilmesiyle anlaşılması mümkün olacaktır.

İbn Haldûn’a göre, Din, Kur’ân’ın öğretilerinde, bedenî


yükümlülükler ve kalbî yükümlülükler olmak üzere iki tür vazifeden
ibarettir.
Bunlardan birincisi “bütün Müslümanların yapmakla yükümlü
olduğu fiilleri düzenleyen ilâhî kurallardan” ibaret olup buna Fıkıh denir. Kök
itibariyle “anlamak ve bilgi” demektir.
(1. Kur’ân, 2. Sünnet, 3. Kıyas ve 4. İcmâ’dan ibaret dört kaynağa dayanan
İslâm hukuku )
İkinci tür vazifeler “dil ile söylenenin kalp ile tasdik olunanla
uygun olması” diye tarif edilen imânla ilgilidir.
(1. Allah’a, 2. Meleklerine, 3. Kitaplarına, 4. Peygamberlerine, 5. Âhiret
gününe ve 6. İyi yahut kötü, Kadere inanmak.)
Böylece Kelâm, hukuk anlamındaki Fıkha zıt olarak ilâhiyat
manâsına gelir. O zikredilen imân maddeleri hakkında tartışmaktır ki, bu İbn
Haldûn’a göre “Kelâm ilmi”ni teşkil eder.
Şehristânî’nin cümlelerinden, Vâsıl b. Atâ tarafından Mu’tezilîliğin
kuruluşundan önce Kelâmın varolduğunu ve “Kelâm ilminin yükselişinin”
Hârûn Reşid’in saltanatı (786-809) esnasında başladığını çıkarabiliriz. Aynı
şekilde, İbn Haldûn da Mu’tezilîliğin doğuşundan önce ileri gelen kelâmcılara
işaret eder. İbn Haldûn’dan yalnızca Mu’tezilîlik öncesi kelâmcıların varlığını
değil, bunun yanında bu kelâmcıların Kelâmının nasıl ortaya çıktığını ve ne
olduğunu da öğreniyoruz. O İslâm dünyasında, Mu’tezilîliğin doğuşundan
önceki dinî şartlarla ilgili bir pasajında, ilk Müslümanların, imân konularını
açıklamaya çalışırken öncelikle Kur’ân’daki âyetler ve Sünnet haberlerinden
faydalandıklarını söyler. Sonraları, imân edilecek konuların ayrıntıları
hakkında kanaat farklılıkları ortaya çıktığı zaman “naklî delillerin yanında aklî
deliller de kullanılmaya başlandı ve böylece Kelâm ilmi meydana geldi.” İbn
Haldûn’un, Kelâm ilmini doğuran ve bundan böyle Kelâm’da kullanılan “naklî
delillerin yanında akılla teşkil edilen delil”den ne kasdettiğine gelince, bu
onun başka bir yerde ortaya koyduğu “felsefî ilimler” ve “naklî ilimler”
ayırımından çıkarılabilir ki o, “naklî ilimlerin aslı” olarak nitelendirdiği Fıkıh ile
Kelâm’ı naklî ilimler başlığının altına dahil eder. Felsefî ilimler hakkında, o
“bu ilimlerden her birinin konusunun, onların ele aldıkları problemlerin ve
onların çözümünde kullandıkları ispat metotlarının” düşünen insandan
kaynaklandığını söyler. Dinî ilimlere gelince, İbn Haldûn “onların
problemlerinin dallarını köklere” yani “küllî nakl”e bağlamakla ilgili
kullanılabilmenin dışında onlarda akla yer bulunmadığını söyler, fakat aklın
bu sınırlı kullanımının sonuçları, neticede onun tarafından, Kelâm’da imân
maddeleri hakkında kullanılan “aklî deliller” olarak nitelendirilir.
İki ilim arasındaki bu zıtlığın anlamı onun, alıntı yaptığım cümlesinden
hemen ardından gelen naklî ilimlere dair açıklamaları ile felsefî ilimlerden biri
olan mantıkla ilgili daha sonraki cümlelerinden çıkarılabileceği gibi, şu şekilde
de ifâde edilebilir. Bu her iki ilim de bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeyi
yahut Kelâm terimleriyle söylendiğinde, görünen bir şeyden görünmeyen bir
şeyi çıkarmaya çalışır.
Felsefî ilimlerden bilinmeyene matlûb “görünen” ve bilinene öncül;
naklî ilimlerde, belirtildiği gibi, bilinmeyene dal ve bilinene kök yahut “küllî
nakl” denir.
İbn Haldûn felsefî ilimlerdeki “öncül”ün, insan zihninin duyulur
nesnelerden tecrit yoluyla teşkil ettiği bir küllî olduğunu, naklî ilimlerdeki
“asıl” yahut “küllî nakl”in ise “Allah ve Peygamberi tarafından bize emredilen
Kur’ân ve Sünnet’in öğretileri” olduğunu söyler. Hem felsefî hem naklî
ilimlerde, bilinenden bilinmeyenin çıkarıldığı akıl yürütme metodunu tarif
etmek üzere İbn Haldûn aynı terimi yani kıyas’ı kullanır. Naklî ilimlerde,
Kur’ân ve Sünnet’in verdiği bilgilerden akıl yürütme metodu olarak kıyas
terimi ilk önce şer’î meselelerle bağlantılı olarak Fıkıh sahasında ortaya çıktı.
Fıkıh’da analoji anlamına gelen kıyas teriminin bu manâsıyla, Talmud
şeriatında aynı anlamda kullanılan İbrânice bekkesh kelimesinin bir
tercümesi olduğu gösterilmiştir. Felsefî ilimlerde ise kıyâs, Yunanca
syllogismos teriminin tercümesi olarak kullanılır ve İbn Haldûn da onu, felsefî
ilimlerin “ilki” olarak belirttiği “mantık ilmi”yle ilgili müzakeresinde bu
anlamda kullanmıştır.
ibn Haldûn, inanç meselelerinde kanaat farklılıklarının belirmesiyle
“akılca teşkil edilen deliller”in ortaya çıktığını söylediğinde o, bununla, inanç
konularında beliren bu kanaat farklılıklarıyla ilgili tartışmalara katılanların,
orada şer’î meseleler hakkında kullanılan kıyas metodunu Fıkıh’dan ödünç
aldıklarını ve onu imân problemlerine tatbik ettiklerini ifâde eder. Ve yine o,
“böylece Kelâm ilmi meydana geldi” dediğinde bununla, onun, Fıkıh’taki şer’î
meseleler hakkında kullanılışından ayırdetmek maksadıyla kıyas metodunu
imân problemlerine tatbik edilmesine Kelâm adı verildiğini kaydeder; zira
Kelâm, “söz” demektir ve daha önce belirttiğim gibi, tanım olarak imân,
“dilin söylediğiyle kalbin tasdîkinin mutâbık olmasıdır.” Buna karşılık, Fıkıh
“amel”le ilgilidir, çünkü o “Müslümanların yapmakla yükümlü oldukları,
amelleri düzenleyen ilâhî yasalar”dan ibarettir.
Daha sonra, sekizinci yüzyılın birinci yarısında kurucusu Vâsıl b. Atâ (.
748.9) olan Mu’tezilîlik ortaya çıktı.

Vâsıl b. Atâ’dan yaklaşık bir asır sonra, Mu’tezilîlik Yunan felsefesinin


tesiri altına girdi ve yeni bir karaktere büründü. Şehristânî’nin tasvîrine göre
bu değişiklik şöyle vuku buldu: “Sonra, bazı Mu’tezile âlimleri kendilerine
Me'mun zamanında (813-833) tercüme edilerek istifâde edilebilir hale
getirilen filozofların eserlerini incelemeye verdiler. Onlar Kelâm’ın
metotlarıyla filozofların metotlarını karıştırarak bu karışımdan özel bir ilim
dalı oluşturdular. Onlar bu ilme Kelâm adını verdiler, bunun sebebi ya onların
üzerinde münâkaşa ve mücadele yaptıkları temel problemin Allah’ın kelâmı
olması ve bu sebeple tartıştıkları problemlerin tamamına bu özel problemin
adını vermiş olmaları yahut onların, kendilerinin ilim dallarından birini mantık
ilmi diye adlandırılan filozofları örnek almalarıdır, zira mantık ve kelâm
Arapçada eşanlamlı kelimelerdir.

Ömer Faruk AĞIL


Azim Areopajı
14 Mart 2011

You might also like