You are on page 1of 2

Mücadele ve zafer!

Ülkemizin kuzey yarısında son dönemde gelişmekte olan


siyasi mücadele dikkatle ele alınmak durumundadır.
Ülkemizin emperyalizmin bölge politikalarının bir
parçası olarak yarım asırdan uzun bir süredir bölünmüş
ve heran bozulmaya hazır bir ateşkes koşullarında
bulunması, ülkede verilen demokrasi, özgürlük ve kendi
kendini yönetme mücadelesinin de buna bağlı olarak ele
alınmasını zorunlu kılıyor.
Özellikle kuzey coğrafyada 74 sonrası oluşturulan
“ganimet düzeni” ile üretimden kopuk ve giderek
asalaklaştırılan bir toplum yapısı ortaya çıkartılmıştır.
74 sonrası Kıbrıslı Rum sermayesinin kuzeyde terk
etmek durumunda kaldığı üretim alanları bilinçli olarak
kapatılmış ve toplumun üretici güçlerinin gelişmesi
engellenmiştir.
Bu alanlarda çalışan işçi ve emekçiler 74 öncesi çok da
fazla tanışık olmadıkları sınıfsal çelişkilerle
karşılaşmaya ve kuzeyde oluşturulan çarpık düzene karşı
tavır almaya başlamıştı.
Bunu fark eden yerli ve yapancı egemen çevreler, bu
yönde giderek daha güçlü temeller elde etmesi ve
sınıfsal bilinç edinmeye başlaması kaçınılmaz olan
üretici güçleri memurlaştırarak kendilerini garantiye
almaya çalışmışlardır.
Bu taktik uzun bir süre de işe yaramıştır.
Ancak bugün gelinen noktada, yıllar içerisinde
emperyalist politikaların bir parçası olarak Kıbrıs türk
toplumunun siyasi iradesini kontrol altına almak için
Türkiye’den adanın kuzeyine taşınan nüfusun giderek
daha da fazla kendini bu coğrafyaya ait olarak
hissetmeye başlaması ve Kıbrıslı Türk toplumu ile
giderek daha fazla ortak çelişkiler yaşamaya başlaması
egemen çevrelerin planlarının etkisini yitirmeye
başlamasına neden olmuştur.
Nüfuzun büyük ölçüde istihdam edilerek üretimden
koparıldığı devlet kurumlarının giderek dolması ve yeni
istihdamların olanaklarının azalması ve buna bir de
dünyanın genelinde yaşanan kapitalist üretim
ilişkilerinden kaynaklı ekonomik krizlerin de eklenmesi
ile bu kurumların özelleştirme süreçlerinin eklenmesi
sonucunda bugün ülkenin kuzeyinde kazanın giderek
kaynamaya başlamasına neden olmaktadır.
Egemen çevreler elbette boş durmuyorlar.
Artan bu çelişkilerin kendileri için tehdit oluşturmasını
önlemek için çok tehlikeli taktikleri devreye koymaktan
çekinmemektedirler.
İnsanlık tarihi boyunca sayısız kez kullandıkları
yöntemleri, yani toplumun çeşitli farklılıklarını
kaşıyarak bölmek ve gerektiğinde de bu bölünen grupları
bir birine kırdırtmak en bilinen ve en cani
yöntemlerdendir.
İnsanlık suçu olan bu yöntemleri bugün de devrede
tutmaya devam ediyorlar.
Ülkemizin kuzeyinde Kıbrıslı-Türkiyeli çatışmasını
körükleyen bu odaklar, kendi çıkarlarını koruyabilmek
uğruna önümüzdeki dönemde ülkeyi ciddi bir kırılmaya
sürüklemekten çekinmeyecekleri ortada.
Ülkemizde gelişen siyasi mücadeleyi tüm bu yönleri
dikkate alarak değerlendirmek ve mücadeleye buna göre
yön vermek durumundayız.
Bugün ülkemize ve de irademize sahip çıkma, kendi
kendimizi yönetme hedefiyle verildiği söylenen
mücadelenin zafere ulaşabilmesi için herşeyden önce
mücadele doğru temellere oturtulmak durumundadır.
Böylesi bir mücadele bugüne kadar olduğu gibi kamuda
çalışan ya da küçük esnaf olan kesimlerle sınırlı kaldığı
ya da Kıbrıslılık söylemine sarılmaya çalışıldığı sürece
gerçek bir zafer kazanması mümkün görünmemektedir.
Hele hele mücadeleyi bir sömürgeciden kurtulmak için
başka bir sömürgeciye yaslanmaya çalışarak kazanmak,
olmazla iştigal etmek anlamına gelmektedir. Çünkü bu
yaklaşım mevcut sömürücünün, yaslanılmaya çalışılan
sömürücüyle dayanışma içerisinde bizi sömürdüğünü
görmezden gelmekte ve dahası ülkenin gerçek anlamda
özgürleştirilmesini engellemektedir.
Bu nedenle mücadele bir başka sömürücü güce
dayanarak değil, toplumun kendi iç dinamiklerine,
üretici güçlerine dayanmalıdır.
Mücadele özellikle özel sektörde en ağır koşullarda
çalışan işçileri, emekçileri de içermek durumundadır.
Bu yapılırken işçiler, emekçiler ülkelerine,
milliyetlerine, dinlerine bakılmaksızın ortak düşmanları
olan, onları sömürenlere karşı birleşmeli ve birlikte
mücadele vermelidirler.
Ne yazık ki bugün ülkemizde işçileri, emekçileri sınıfsal
temelde örgütlemeye ve onlara bilinç taşımaya çalışan
sendikal örgütlülükler bulunmuyor.
Ancak bu yukarıda bahsettiğimiz gerçekleri ortadan
kaldırmıyor.
Tam tersi mücadelenin önemli bir dayanağı olan
işçilerin, emekçilerin sendikal örgütlülüğünün
sağlanması zorunluluğunu daha da bir ön plana
çıkartıyor.
İşçiler tüm olumsuzluklara rağmen kendi örgütleri olan
sendikalara girmeli ve bu sendikaların başına körüklenen
sınıf düşmanı sendika liderliklerini alaşağı etmelidirler.
Tüm bunlarla birlikte ülkenin devrimci, anti-emperyalist
siyasi yapılanmaları bir araya gelmek ve anti-
emperyalist bir cephe örmek durumundadırlar.
Bu cephe işçi, emekçi kesimlerle en geniş şekilde
kucaklaşmalı ve bu kitlelerin tartışarak, onaylayacağı
ortak bir program çerçevesinde iktidarı almaya talip
olmalıdır.
Gerek ülkemizde, gerekse dünyanın diğer köşelerinde
iktidarı ellerinde tutan burjuva-emperyalist sömürücü
kesimlerinden halka demokrasi, refah ve barış sunması
yönünde bir beklentimiz yoktur!
Bunu başarabilecek olan işçi, emekçi kesimlerin
desteğini alan ve bu kesimlerin aktif katılımı ile bu
çarpık düzene son verecek olan halk iktidarlarıdır.
İnsanlık bu barbarlık düzenini sona erdirebilecek ve
yerine sömürüsüz, barış ve refah içinde bir düzen
kurabilecek güçte ve kabiliyettedir!
Yeterki elindeki dünyanın en güçlü silahı olan
örgütlenme ve birlikte hareket etme becerisini
gösterebilsin!

You might also like