You are on page 1of 722

NEBEVÎ YÖNTEM

Eğitim, Yapılanma, Hareket


K�TABIN ADI
NEBEVÎ YÖNTEM

YAZAR
Abdusselâm YASİN

M� TERC�M
M. Beşir ERYARSOY

KAPAK & SAYFA D� ZEN�


Harun HARRANİ

MATBAA
Step Ajans Matbaacılık
Göztepe Mahallesi Bosna Caddesi No.11
Bağcılar/İ�stanbul Telefon: 0212 446 88 46
stepajans@stepajans.com
Matbaa Sertifika No: 12266

Kasım - 2012

Yayıncılık Sertifika No: 16173

Çatalçeşme Sok. Ü� retmen Han No: 18 Cağaloğlu - İ�STANBUL


Telefon/Faks: 0212 512 45 43 - 512 51 66 - 512 90 40
Web: www.bekakitap.com - Eposta: bekayay@hotmail.com
Abdusselâm YASIN

NEBEVÎ YÖNTEM
Eğitim, Yapılanma, Hareket

MÜTERCİM: M. Beşir ERYARSOY

Tercümeye esas alınan baskı:


eş-Şeriketu’l-Arabiyyetu’l-İfrikiyye, Beyrut, 1994, 3. Baskı.
Abdusselâm Yasin: Fas Adalet ve İhsan Cemaati lideri. 1928’de
Merakeş’te doğdu. İdrisîler’e mensup Ayet Behiy adıyla bilinen ailedendir.
Babası Muhammed bin Selâm’dır.
Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetti. Mağrib Millî Hareketi’nin komu-
tanlarından ve aynı zamanda edebiyat, dil, tarih ve diğer alanlarda birçok
eserin müellifi olan Muhammed el-Muhtar es-Sûsî’den dersler aldı. 12 ya-
şında Kayrevan Üniversitesi’ne bağlı İbn Yusuf Koleji’ne girdi. Dört yılın
sonunda bu okulu birincilikle bitirdi ve ardından Rabat Öğretmen Okulu’na
girdi. Fransızca’nın yanında İngilizce ve Rusça öğrendi. Mezun olduktan
sonra el-Cedid şehrinde öğretmenliğe başladı. Birkaç sene içinde Rabat’ta-
ki Kral V. Muhammed Üniversitesi’ne bağlı İslâmî Araştırmalar Yüksek
Okulu’nun derslerini vererek diplomasını aldı. Arapça ve Tercüme Doktoru
olarak Merakeş’e taşındı. Üç senelik eğitim hayatından sonra Bakanlıkta
ilköğretim müfettişi oldu. Sonrasında Eğitim Bakanlığı’nda çeşitli kademe-
lerde eğitimci ve idareci olarak birçok görevde bulundu.
1965’te Kadîrî dergâhında Şeyh Abbas ve ardından oğlu Hamza’nın
altı yıl sohbetinde bulundu. Dergâh ile aralarında oluşan bazı ihtilaflar se-
bebiyle buradan uzaklaştı (1972).
1974’te Fas Kralı II. Hasan’a gönderdiği, onu İslâm’a ve kurallarına
dönmeye çağıran ikaz ve nasihatlerini ihtiva eden mektubu dolayısıyla
yargılanmaksızın tutuklanıp 3.5 yıl kalacağı hapse atıldı. Hapisten çıktıktan
sonra davet faaliyetlerini cami dersleriyle sürdürdü. Bu derslerin de yasak-
lanmasıyla telif çalışmalarına yöneldi. Kral II. Hasan’ı eleştirdiği bir yazısı
sebebiyle 2 yıl hapse girdi (1983). Hapisten çıktıktan sonra 1989 yılı sonu-
na kadar evinde mecburi ikamete tabi tutuldu. Bu süre daha sonra on yıla
çıkarıldı. 19 Mayıs 2000 günü ilk kez sokağa çıktı. İlim, davet ve eğitimle
dolu faaliyetleri günümüzde de devam etmektedir.
Eserlerinden bazıları: Davet ve Devlet Arasında İslâm (1972), Yarınki
İslâm (1973), Batılılaştırılmış Seçkinlerle Diyalog (1980), Nebevî Yöntem:
Eğitim, Yapılanma, Hareket (1982), Metot Konusunda Mukaddime (1989),
İslâm ve Laik Milliyetçilik (1989), Fıkıh ve Tarihe Bakışlar (1990), Vahyin
Hâkimiyeti ve Hevânın Baskısı Arasında Müslüman Aklın Çilesi (1994), Zi-
kir Risalesi (1995), Şûrâ ve Demokrasi (1996), el-İhsan, 2 cilt (1998-1999),
Adalet: İslâmcılar ve Yönetim (2000), İslâm ve Modernizm (2000), Sünne-
tullah (2005), Ümmetin Önderliği (2009).
Arapça 42 telifinin yanında Fransızca 4 eser yazmıştır. Eserlerinden
bazıları İngilizce ve Almanca’ya çevrilmiştir.
ÜÇÜNCÜ BASKIYI SUNARKEN

Allah’ın salât ve selamı efendimiz Hz. Muhammed’e,


onun âline, ashabına, kardeşlerine ve taraftarlarına olsun.
Kardeşlerim, mü’minler!
Allah’tan korkarak ahiretin tasasını yüklenenler! Rabbimi-
zin rahmetini umarak O’nun huzuruna kavuşmanın endişesini
taşıyanlar! Şevkle, itaatle, salih amelle ve cihad ile yaklaşarak
bunu gerçekleştirmeye çalışanlar! Allah’ın yardımına güvene-
rek, metanetle, her türlü darbeye meydan okurcasına taham-
mül ederek. Düşmanla ve zorluklarla karşılaşılmasına sabırla
direnip sınanmanın yokuşlarını tırmanmaya çalışarak aştıkla-
rı yolda ilerleyenler! -Allah dilediğine yardım edendir ve O,
Azîz’dir, Hakîmdir- (şuuruyla bunu yapanlar).
Ey ahiret endişesi ve Allah’ın huzuruna çıkma sorum-
luluğu ile birlikte ümmetimizin akıbetinin ne olacağı tasasını
taşıyanlar! Yolun çeşitli merhalelerinde sizleri dağınıklıktan
neyin kurtaracağını düşünenler! Allah yolunda sizi bir araya
getirecek olan o yolun üzerinde birleşmek isteyenler! Sabır-
la, birbirinize sabrı tavsiye etmekle, dirençle ve sürekli cihad-
la, Allah’ın sözünden caymayacağına inanarak, bildiğiniz
Allah’ın vaadine doğru yürüyenler!
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun.
6 Nebevî Yöntem

Allah, itaatiyle sizi aziz kılsın. Lütuf ve ihsanıyla kendi-


sine dost yapsın. Yardım ve desteğiyle sizi güçlendirsin. On
seneden beri Nebevî Yöntem’in bölümlerini yazarken, bunlar
umut tepesinin üzerinden yükselen bir kimsenin beklentileri,
umutları idi. Her şeyin sahibi ve bağışı sonsuz Allah’ın, ortaya
çıkmakta olan bir çalışmayla mutluluk kapılarını açacağı ya-
rına göz diken birisinin umutlarıydı bunlar. Bu bakışlar yolun
yanlarına, kıyısına, bucağına, işaretlerine uzanan bakışlardı.
O gün yola koyulan öncünün, “eğitim, düzen ve hareket”in
genel esasları ile alakalı hak edilen ve yerine getirilmesi gere-
ken hususlara dair bir dereceye kadar basireti var idiyse de
savunan, mücadele eden, gizlilik ve incelikleri bilen bir bece-
risi yoktu.
Bundan dolayı eğitim, yapılanma ve hareket mühen-
disliği için bir planın bulunması kaçınılmazdı. Amelden önce
gelen bir anlayış, ilimden önce gelen bir ilim, düşünceden
önce gelen bir düşünce ve ictihattan önce gelen bir ictihat
bulunmalıydı. Aynı zamanda Yüce Allah’a tevekkül ederek
yola çıkışın işaret levhalarının ve ufuklarının da belirlenmesi
kaçınılmazdı. Siyasetin alacakaranlığında Yüce Allah’ın lütuf-
larına mazhar olmanın müjdelerinin yaklaştığının hissedildiği
zamanlarda ve Allah’ın yolundan alıkoyan münkerlere karşı
çıkarken, Allah’ın vaat ettiğine doğru yürüyüşte bunlar bu-
lunmalıydı. Bu sebeple vakıayı sevk ve idareye kalkışmadan
önce vakıanın gereklerine nasıl karşı konulacağının anlaşıl-
ması, münkerin kalelerine hücum etmeden önce marufun ne
olduğunun bilinmesi, dikenli ve zorlu arazi üzerinde hareketin
köklerini derinleştirmek için gayret gösterilmesi ve bu kökleri
derinleştirmenin de Allah’ın Kitabı’nın hidayetinden ve Allah
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin nurundan
kaynaklanması gerekirdi.
Şimdilerde ise Yüce Allah’ın yardımı ve tevfikiyle “Adalet
ve İhsan Cemaati” mücadele meydanının tam ortasındadır.
Üçüncü Baskıyı Sunarken 7

Artık kendilerini koruluğun sahibi kabul edenlerin eziyetlerine


maruz kalan bir hedef olmuştur. Çünkü şu yeni doğan hare-
ketin henüz bu doğuş aşamasında iken dahi yavrularının hırıl-
tısından dolayı bağıran aslanların seslenişini andıran feryatları
duyulmaktadır. Onun kararlılığının parıltısı neredeyse etrafı
alevlendirecek güce gelmiştir. Daha çok anlamak ve daha çok
ilimden kana kana içmek isteyip de içtihat havuzlarına gelen
kimse ise kendi kendisine şu soruyu sormaktadır: Onlarca
sene öncesinden çizilen bu çizgilerin hâlâ yararlanılacak bir
takım meziyetleri bulunmakta mıdır ki, yeniden basılması ve
tekrar gündeme getirilmesi gereksin?
Sözünü ettiğimiz on yıl içerisinde büyük olaylar meydana
geldi. Komünist, Sosyalist blok yıkıldı. Hâlbuki daha önce bu
bloğun yönteme dair tezleri adeta kapışılıyordu. İdeolojinin
dine yaptıklarına örnek gösterdiğimiz Arnavutluk’un, en kötü
pay sahiplerinden biri olduğu ortaya çıktı. Yugoslavya’nın
dağılması, bugünlerin üzerini örttüğü, ileri derecedeki acı ve
ızdırabı ortaya çıkardı. Orada Müslümanlar kesilmekte, Müs-
lüman kadınların derileri yüzülmektedir. Sözünü ettiğimiz on
yılda Basra Körfezi’nde iki Müslüman toplumun yıkımı ile so-
nuçlanan iki savaş meydana geldi. İslâm düşmanlarının da
İslâmî hareket mensupları üzerindeki baskıları gittikçe ağırlaş-
tı. Çünkü onlar, cezalandırmak, onları kökten imha etmek ve
onlara terör estirmekte gerçekten uzmanlaşmış bulunuyorlar.
Öldürmek kastıyla, bir süvari kafilesi gibi, işkence yapan atlılar
gibi üzerlerine gittiler. Tunus’ta dinin kaynaklarını kuruttular,
Cezayir’de demokratik yürüyüşün önünü kestiler. Halkın yü-
züne karşı halkı küçümsüyor, onun tercihlerini akılsızca bu-
luyorlar. Mısır’da ve Mısır’dan başka yerlerde, mü’minlerin
ellerini bağlama ve boyunlarına zincir vurma amacını gerçek-
leştiren yasalar çıkardılar.
8 Nebevî Yöntem

Bu son on yılda Dar-ı İslâm’ın bazı bölgelerinde İslâmî


hareketler öyle bir ortaya çıktı ki -daha doğrusu Yüce Al-
lah onları öyle ortaya çıkardı ki- onlar, bütün siyasal güçler
arasında birinci dereceye yükseldiler. Düşmanıyla, dostuyla
bütün insanlar Sudan’da, Ürdün’de, Cezayir’de, Tunus’ta
birinci güç olduklarını öğrendiler. Ancak Mısır’da da başka
yerde de böyle olduklarını bilemediler. Hâlbuki İslâm, İran’da,
Pakistan’da ve Afganistan’da da -Yüce Allah’ın iradesiyle- sah-
nenin hâkimidir.
İslâmî Hareket, Allah’ın yardımıyla yükseliştedir. O,
Allah’ın yardımına mazhardır, Allah’ın azametine sığınmıştır.
Düşmanlarının bu harekete çektirdiği eziyetler, ancak onun
köklerinin daha da derinlere inmesine sebep oluyor. Onların
aşağılık araç ve yöntemlerinin ona verdikleri eziyet ise olduk-
ça azdır. Hilekârların tuzakları, -Allah’ın lütfuyla- onun halk
kitleleri arasında daha çok yayılmasına sebep teşkil etmekte-
dir. Yüce Allah’ın izniyle de vaat edilen temkin (güç ve iktidar
olup) pek yakında gelecektir.
Temkin; pek yüce, gücü her şeye yeten Allah’ın vermiş
olduğu bir sözdür. İlahî takdir bu akdin altını imzalamıştır. Bu
akdin doğruluğuna da Yüce Allah’ın “Allah içinizden iman
edip salih amel işleyenlere şunu vaat etti: Onlardan
öncekileri halife yaptığı gibi -hamd olsun ki- kendile-
rini de muhakkak yeryüzünde halife kılacak, kendileri
için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar yapa-
cak, önceki korkularını güvene çevirecektir. Çünkü
onlar, bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmaz-
lar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar
asıl büyük günahkârlardır”1 buyruğu tanıklık etmektedir.

1 Nûr 24/55
Üçüncü Baskıyı Sunarken 9

Yüce Allah’ın afaklar ve nefislerde açıkça ortaya çıkardık-


ları ve dopdolu geçen bu on senede meydana getirdiği olaylar
hiç şüphesiz azameti pek yüce olan Yaratıcımız’ın yaptıkların-
dandır: “Allah her şeyi sapasağlam yapandır, yaratma-
sına bak!”2 Müslümanların karşı karşıya kaldıkları musibet-
ler ile İslâmî Hareketin karşılaştığı zorluk ve sıkıntılara bakıp
bundan dolayı bir an kederlenecek olursak, hiç şüphesiz gücü
her şeye yeten kudret elinin mühürlediği ve ilk şahidin tanıklık
ettiği şekliyle Allah’ın vaadi üzerinde de düşünmeye dönme-
miz ve ona yönelmemiz gerekir. Fakat bu ahdin şartı ve bu ak-
din kaynağı, yüceler yücesi ve her şeye kadir olana, “Hiçbir
şeye ortak koşmaksızın ibadet etmektir.”3
Nebevî Yöntem, biz onun ilk şekliyle şu baskısını yapmak-
ta olduğumuz şu zamana kadar, Allah’ın sınaması çerçevesin-
de Allah’a ibadet keyfiyetinin nasıl olması gerektiğine dair bir
anlayış, bir öğrenim ve bir içtihat eylemi olageldi. Hâlâ daha
Allah’ın askerlerini eğitmenin, düzenlemenin, Allah’ın askerle-
riyle birlikte yokuşları aşmak için ilerlemenin şartları hakkında
bir anlayış, bir öğreniş ve bir içtihattır. Hâlâ daha bu özelliğini
sürdürmektedir. İşte bu durum ise, baskısının yeniden yapıl-
masını elverişli hâle getirmektedir.
“Yokuşu Aşmak,” tamamıyla cihad meselesiyle ilgili, ol-
dukça odak bir Kur’ânî kavramdır. Allah’a giden yolda yoku-
şu aşmak ise yalnızca kişinin özlemle dolu bir irade ve yolu
açan bir kararlılık ile Allah’a doğru yürümesi, Allah yolunda
cihad eden cemaatin de Allah’ın vaadine doğru, etrafı dol-
durulup taşan bâtıl ve mecburi münker diyarını aşarak sabır-
la, cihadla ve sadakatle yol alması demektir. Allah yolunda
bir kalkışla onun yol alışını belirler. Kalkış ise yokuşu aşmak

2 Neml 16/88.
3 Bk. Nûr 24/55.
10 Nebevî Yöntem

kavramına eklenebilecek ikinci bir kavramdır. Bu ise ilerleyiş


denkleminde kişisel unsur cihetini güçlendirmek için olup dış
etken hesabına, haddi aşan ve hareketin seyrini bozan bir iler-
leyiş olmamalıdır.
ABD’nin gücü, Yahudilerin silahlanması, her iki din men-
subunun bizim aleyhimize ittifak etmesi, uluslararası istihbarat
örgütlerinin bizi kontrol altında tutmak istemesi, iç ve dış düş-
manların bize tuzaklar kurması, Allah’ın alışılmış yardımının
ve O’nun hükme bağlanmış akdinin tarafımızdan görülmesine
engel teşkil etmemelidir.
Belirleyici etken bizim hazırlığımızdır. Pek büyük Allah’tan
mağfiret dileyerek düzeltiyorum, gücü her şeye yeten, mutlak
fail şanı yüce Allah’tır. O, dilediğine yardım eder. O’nun yar-
dımı ve desteği ise Allah’ın askerlerinin üzerine, hazırlıklarını
yaptıkları, güçleriyle donandıkları, niyetlerini arındırdıkları ve
Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet ettikleri za-
man iner. Bununla birlikte iç ve dış düşman güçlerde müşah-
haslaşan “yokuş”u kevnî sünnetler basamağında hesaba ka-
tan, araç-gereç ve sayıları itibariyle gördükleri düşman gücü-
nü abartmayan, bununla birlikte benzeri sebeplerle ona karşı
koymak için güçleri çerçevesinde herhangi bir yola başvur-
mayı küçümsemeyen bir tutum takınırlar. Sonra da kurtuluş
Allah’tan gelir, yardım O’ndandır, zafer O’ndandır. Allah’tan
başka hiçbir ilah yoktur. Muhammed, Allah’ın rasûlüdür.
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketleri üzerimize olsun.

25 Cemaziyelevvel 1413
Abdusselam YASIN
BİRİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ

İslâm düşmanları ve bizimle aynı soydan gelen insan-


lar, İslâmcıların kültürel mücadele alanında, etkin düşünce
meydanlarından çekilmesini ve gelişmekten uzak, program-
lanmış düşünceler toplumuna dönüşmesini çok arzu etmiş-
lerdir. Çünkü böyle bir fikrî gerileme, İslâmî Hareketin, düş-
manlarımızın dalmasını istediği gizli hareketliliğin kıyılarında,
köşelerinde kalıp devam etmesini sağlayacaktır. Hâlbuki her
bir mü’minin, imanî eğitimin ölçülerini ve kalpteki imanı ye-
nileyip tazelemenin yollarını bilmeye büyük ihtiyacı vardır.
Böylelikle ruhlardaki cihadî dinamik uyansın, mü’min akıl da
cihadı düzenleyen ilim nuru ile aydınlansın. İman ve cihad
neslinin eğitiminden sonra bizim, Allah’ın askerlerinin birlikler
hâlinde düzenlenip organize olmasına, bu düzeninin de bir-
biriyle kenetlenmesi ve güçlenmesi ile cihadî irade düzeyine
yükselmesine ve İslâm’a saldıracak güçler karşısında Müslü-
manların pek büyük görevlere hazırlanma seviyesine gelmele-
rine ihtiyacımız vardır. Böylelikle bu düşman güçlere karşı ileri
derecede kendi kendisini düzenlemiş olacaktır.
Düşmanlar haberdar olur korkusuyla eğitim ve örgüt-
lenme üsluplarımızı gizleyerek onların bizim için arzu ettikleri
kendi kabuğumuza çekilip geri kalmayı mı kabul edeceğiz?
Çünkü gizlenip saklanmanın alacakaranlığında düşünce za-
yıflar ve hareketin cılızlaşması hâlinde de çalışmalar yolundan
sapar. Acaba bizler, kendi yapılanmalarındaki her bir üyenin
görevini tam manasıyla bilmesi için planlayan, düşünen ve
12 Nebevî Yöntem

en geniş alana yayılan İslâm’a karşı savaşan çeşitli düşünce


mensuplarından, olup bitenlere ve olaylara karşı daha az zeki
ve daha az cesaret gösteren kimseler mi olmak istiyoruz? İşte
bizler, İslâmî eğitim ve yapılanma bilgisi alanındaki katkı ve
katılımımızı yayıp yaygınlaştırıyoruz. Zira bizler, bize dayatılan
“kenarda durma” işini kabul etmemizin, bütün komploların
boğamayacakları bir şekilde İslâmî çalışmayı boğduğunu ke-
sinlikle biliyoruz. Allah ise bu komplocuların etrafını çepeçev-
re kuşatandır.
Sunmakta olduğumuz eğitim ve örgütlenme planının uy-
gulanması ancak şu iki durumdan birisinde mümkündür.
1. Yöneticilerin, bizzat kendilerinin açıkça ilan ettikleri
genel hürriyetleri tanımak şeklindeki ilkeleri ile mutabık olan
ve diğer siyasal hareket ve partiler yanında İslâmî hareketin
de kendisini açıklamış olduğu şekilde varlığını kabul etmeleri.
Müslümanların başındaki yönetimlerden istenen asgari şey ise
Müslüman halkın, herhangi bir hükümetin ya da yönetimin
vesayeti altında olmaksızın inandığı İslâm’ı uygulama hakkını
itiraf etmeleridir.
2. Yöneticilerin/yönetimlerin, Müslümanları baskı altın-
da tutmakla hata ettiklerini idrak ederek İslâmî hareketi des-
teklemek için iyi niyet sahibi olmaları gerekir. Böylelikle de
Allah’la ve Müslüman halkla barış içinde yaşayıp bunu da
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeye yeniden dönmeyi açıkça
ortaya koydukları ve halk tarafından oylanarak kabul edilmiş
bir anayasa ile belgelendirmeleri gerekir. Bundan önce ise,
mü’minlere, siyasal ve İslâmî bir yapının kurulabilmesi için
eksiksiz bir hürriyet ve tam bir destek verdikleri geçici bir dö-
nemi oluşturmalıdırlar. Bu geçici dönemde de İslâmî seçimler
yapılmalı, İslâmî anayasa hazırlanmalı ve İslâmî bir hükümet
kurulmalıdır.
Birinci Baskının Önsözü 13

Biz susmamalıyız. Düşmanların da susmamızı, bizi net


olmamakla ve düşünce geriliğiyle itham etmek için bir fırsat
olarak değerlendirmelerine ve bizi diledikleri şekilde terör ve
komploculukla itham etmelerine fırsat vermemeliyiz. Aynı şe-
kilde, sorumlu olduğumuz açık sözleri söylemenin yükümlü-
lüklerinden ve bedelini ödemekten de korkmamalıyız. Çünkü
Müslümanların zelil olmalarının tek sebebi, bu sözü gereği gibi
söylemeyişleridir.
Şer güçlerinin mü’minler üzerinde komplolar hazırladığı
bir dönemde İslâmî yapılanma hakkında yazı yazmanın, giz-
li örgütlenme yolunu seçecek kadar akılsızca olmayacağı da
açıkça ortadadır. Bu dönemde kişi özgürce söylediği sözler
sebebiyle rahatsız edilecek ve işkencelere maruz kalacak olur-
sa, hiç şüphesiz plan ve program olduğu gibi kalacak, baş-
kaları mü’minleri örgütleyip eğitecektir. Birinci ve ikinci saf
belki gidecektir. Fakat kâfirler hoş görmese dahi ilahî yardım
ve zafer mü’minlere vaat edilmiştir. Bizler güneşin ışıkları al-
tında (açıkça) hakkımızı istiyoruz. İzzet Allah’ın, Rasûl’ün ve
mü’minlerindir fakat münafıklar bilmezler.
Kardeşlerimiz arasından, İslâm davasının gündemde ol-
maması dolayısıyla rahatsız olup güvenli bir İslâmî hareketin
ortaya çıkmasını arzu eden, kendisinin de İslâm’ın geleceğini
inşa etmek için hazır olduğunu ve bunu arzuladığını hisseden
kimseler bizi anlayacak, bizi destekleyecek ve çalışma yön-
temi kuralımızı enine boyuna inceleyip düşünecektir. Çünkü
hareketin kalkış noktası yani yürüyüşü, hedefleri ve aşaması
ile ilgili açık bir kural olmaksızın bina inşa edilemez.
İslâm için bir endişe taşımayan, cihad etmek için bir azim
ve kararlılığı bulunmayan kimselere de söyleyecek bir sözü-
müz yoktur.

1 Şaban 1401
ÇEŞİTLİ MUKADDİMELER
NÜBÜVVET YÖNTEMİ

Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve


sellem’e hitaben şöyle buyuruyor: “Biz sana Kitab’ı hak
ile kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve
onlara karşı bir şahit olarak indirdik. O hâlde arala-
rında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, sana gelen hakkı
bırakıp onların heveslerine uyma! Sizden her biriniz
için bir şeriat ve bir yol (minhac) tayin ettik.”4 İbn Ab-
bas dedi ki: Âyette geçen “şir’a (şeriat)” Kur’ân’ın getirdikleri,
“minhac” ise sünnetin getirdikleridir.
Yüce Allah, Kitab’ı hak ile ve apaçık Arap dili ile bildirmiş-
tir. Şer’ (şeriat) ve minhac (yöntem) kelimeleri Arapça’da “yol”
anlamındadır. Müslümanların ellerinde ve kalplerinde, dinle-
dikleri ve okudukları fakat eylem olarak hayatlarına yansıtma-
dıkları Allah’ın âyetleri bulunmaktadır. Ellerinde Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti bulunmakta, onu se-
verek okumakta, beğenmekte ve ona özlem duymaktadırlar.
Fakat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisinin ve
ashabının izlediği ve kendilerini terbiye bakımından imanın
ve ihsanın zirvelerine taşıyan örgütlenme yolunu ve devlet ba-
kımından da yeryüzünde halife konumuna yükselten cihadî
yolu izlememektedirler.

4 Mâide 5/48.
18 Nebevî Yöntem

Müslümanların bugün Nebevî yöntemi keşfetmeye ihti-


yaçları vardır. Böylelikle ahiret yurdunda Allah nezdinde bi-
reysel akıbetlerini ilgilendiren ihsanın nihai mertebesine ulaş-
mak için iman ve cihad yolunu izleyebilsinler. Ayrıca yöntemi
izledikleri ve şartları tamamladıkları zaman da kendilerine
vaat edilmiş ve ulaşmaları teşvik edilen yeryüzünde halifelik
makamına getirilme hedefine de ulaşacaklardır.
Şüphesiz ki böylece, kulun kendisiyle Rabbinin huzu-
runda, O’nun yolunda canını ve malını feda ederek zillet ve
itaatkârlık ile yükseldiği, ümmetin de tökezlediği yerden ve
yeryüzünde düşmanlarının kendilerini köleleştirmelerinden,
kendi kendilerini küçük görmelerinden, uygarlık, ekonomi ve
askerî alandaki geriliklerinden silkinip ayağa kalktığı ve Yüce
Allah’ın Mâide suresinin söz konusu âyetinde Kur’ân-ı Kerîm’in
her türlü düşünceye egemen olma hedefinin, Allah’ın emrinin
her türlü emre, egemenliğinin de bütün egemenliklere galip
gelme olacağını söyleyerek hitap ettiği kimselere mirasçı olma
şerefine ulaşacakları noktaya yükselirler.
Peki, Müslümanların yolu/yöntemi nedir? Hareketsiz
mescitlerde kendi kabuğundaki ibadetlerin ümmetin genel
hayatından ayrı ve uzak kalmaması için ve Yüce Allah’a yö-
nelimi aynı zamanda cihadın kendisi olması için -ki cihad,
yeryüzünde Allah’ın sözünün en yüksek olması için yapıl-
malıdır- Kitap ve sünnetin öngördüğü basamaklarda yükseliş
yolları nelerdir?
İşte Allah’ın Kitabı önümüzde, Rasûlü’nün sünneti de ki-
taplarda ve kalplerimizde canlı bir hâlde bulunmaktadır. Hak-
kın tamamı da her ikisinde bulunmaktadır. Peki, bunu iman
ile canlandıracak Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine “Ey iman
edenler” diye hitap edilen ümmeti ayağa kaldırarak bu hi-
taba karşılık verecek şekilde amelî bir program hâlinde Kitabı
ve sünneti hayata aktarmak için nasıl çalışmalıyız? Ümmet,
Çeşitli Mukaddimeler 19

bu “Ey iman edenler” hitabından sonra gelen ve âyetlerde


yer alan, bizden tağutun önünde yenilip geri çekilmeyi değil
de Allah’a itaati ve Rasûlü’ne uymayı isteyen ve Allah’a itaat
edip Rasûlü’ne uymamız hâlinde de bize yeryüzünün önder-
leri olacağımızı vaat eden ilahî emirleri nasıl uygulayacaktır?
Bize yabancı bir anlamın tercümesi olan “yöntemsellik”
terimi; fikrî bir sonucu, bilimsel bir analizi ya da beşer ha-
yatındaki uygulamayı ortaya çıkarmak için belirli bir yöndeki
düşünceleri ve pratik yolları düzenlemeyi ifade eder. Bizler
bunun yerine Kur’ânî ve Nebevî olan “minhac” kelimesini ter-
cih etmekteyiz. Bizler bununla, “minhac/yöntem”in Allah’ın
Kitabı ve Rasûlü’nün sünnetindeki hak ile Müslümanların
yaşantısı arasındaki bilimsel köprüyü kastetmekle kalmıyo-
ruz. Aksine Allah’ın Kitabı’ndaki emirlere kesinlikle ve sımsı-
kı sarılma anlamını ve bireysel, toplumsal, özel, genel, nefsî,
ahlâkî, ibadî, sosyal, siyasal ekonomik, rabbanî çerçevesi ile
bütün yaşayışımızda Allah Rasûlü’nün sünnetine tabi olma-
nın ihtiva ettiği anlamları tek bir kelimeyle ifade etmek istiyo-
ruz. Bu ise bizim, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ve
onun hidayete erdirilmiş Raşit halifelerinin sancağı altındaki
şerefli maziye gözünü dikerek, rüyalar âleminde yaşayacak
bir cemaat eğitip örgütlememiz anlamına gelmez. Aksine bu,
Nebevî eğitim ve cihad tarzına uygun olan ve uzun asırlardır
devam eden zorba ve baskıcı yönetim dönemlerinden sonra
nübüvvet yoluna uygun halifeliği yeniden geri getirmek hede-
fiyle, yeryüzünde Allah’ın ve Rasûlü’nün halifeliğine elverişli
bir nesil hazırlamak ve onun ardından gelecek nesiller yetiştir-
mek anlamındadır.
Bizler “minhac” lafzının, Rasûlallah sallallahu aleyhi ve
sellem’in bize, geleceğimize dair verdiği vaat ve müjdesin-
de “nübüvvet” kelimesiyle birlikte kullanıldığını görüyoruz. O
hâlde bu “nübüvvet” minhacıdır (yoludur). İşte bu da Nebevî
20 Nebevî Yöntem

minhacdır (yöntemdir). Bu yöntem, Yüce Allah’ın açık yön-


temine ve apaydınlık örnek olan Rasûl sallallahu aleyhi ve
sellem’in yöntemine uygun olarak gerçekleştirmek yolunda
her birimizin bütün güç ve imkânlarını harcaması hâlinde
Allah’ın bizden razı olmasını sağlayacak olan İslâm halifeliğini
gerçekleştirmek maksadı ile ortaya konulacak her bir hazırlı-
ğın ve ileri atılımın söz konusu olduğu bir cihadî eğitim ve ör-
gütlenme yoludur. Bu, Ahmed bin Hanbel’in sahih bir senetle
“Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’den” rivayet ettiği o yüce
Rasûl’ün yolu/yöntemidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem “Nübüvvet, Allah’ın dilediği kadar aranızda ka-
lacaktır. Sonra Allah, onu kaldırmayı dilediği zaman
kaldıracaktır. Sonra nübüvvet minhacı ( yolu/yöntemi)
üzere bir halifelik olacaktır. Bu da Allah’ın olmasını
dilediği kadar olacak sonra Allah, onu kaldırmak is-
terse kaldıracaktır. Sonra ısırıcı bir mülk (hükümdar-
lık/krallık) olacaktır. Bu da Allah’ın olmasını dilediği
kadar olacak sonra Allah, kaldırmak isteyince onu da
kaldıracaktır. Sonra zorba bir hükümdarlık olacaktır.
Bu da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak sonra
kaldırmak isteyecek olursa onu da kaldıracaktır. Son-
ra da nübüvvet minhacı (yöntemi) üzere halifelik ola-
caktır” buyurmuş, ardından susmuştur.5
Yönetimin miras alınması suretiyle zorla biat alan üm-
metin başındaki ısırıcı hükümdarlığın dönemi geçip gitti. Bu-
gün Müslümanlar “baskıcı zorba,” çağdaş dille “diktatörlük”
dönemindedirler. Elbetteki bu, ısırıcı hükümdarlıktan daha
korkunçtur. Çünkü zorbalık, bir zamanlar ısırıcı hükümdarla-
rın yaptığı gibi her ne kadar dinî sloganlar ile (bazı hâllerde)
kendisini göstermekte ise de esasında yönetim, medya ve

5 Ahmed bin Hanbel, IV, 273.


Çeşitli Mukaddimeler 21

öğretim aygıtlarıyla yönetim yasalarında İslâm ile alakalı ne


varsa uzaklaştırılmış, bu anlamlar boşaltılmıştır. Şüphesiz ki
yenik düşmüş bu ümmet, inkârcı ya da İslâmî sloganlar al-
tında kendisini gizleyen zorbalık boyunduruğundan kendisini
kurtaracak ve bu ümmete genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’de yer
alan mustaz’af mü’minlerin halifelik makamına getirileceğini
belirtilen âyetlerde vaat edilen halifelik devletini kuracak bir
nesli eğitip örgütleyecek kimselere muhtaçtır. Bu halifelik aynı
zamanda bu Nebevî hadiste tarihi seyri içerisinde de açıkça
ifade edilmiştir. Bu parlak vaadin yer aldığı bu hadisi biz kesin
bir ümit, yol gösterici bir ışık, tarihî ve gaybî bir nida olarak
gözümüzün önüne bir hedef olarak dikmiş bulunmaktayız. Ar-
tık ümmet, bunu işitmekte ve bu nidaya kulak vererek Allah’ın
kullarına yardımını göndermesini istemektedir. Zira bu ilahî
yardımın müjdeleri ile üzerimizdeki kitlenin koyu karanlığını
ve etrafı sarmış cahiliyenin karanlıklarını aydınlatacak olan
müjdeleri de görünmektedir.
TATLI HAYALLERDEN CİHADA DOĞRU

Bu ümmet, iç kargaşaların ve sömürücü haçlı saldırıla-


rının baskıları altında uzunca bir dönem yaşadı. Bugün ise
uluslararası siyonist komplosu kâbusu altında yaşamaktadır.
Artık tatlı hayaller içerisinde yüzerek teselli bulmanın faydası
kalmadı. Zaten bu caiz de değildir. Acı sözlerin ve harekete
geçirmeyen şikâyet sözlerinin de faydası kalmamıştır.
Ümmetin güçleri darmadağınıktır. İslâm’ın sesini sus-
turma, Müslümanların cihadını saptırma ve hareketlerini
kuşatma kararlılığında olan düşman ise örgütlenmiş, savaşa
hazırlanmış ve aramızdaki fitnenin önderleri ile dayanışma
içerisine girmiş durumdadır. Bu sebeple bizi bekleyen cihad
çizgisini açıklığa kavuşturmaya, imanî bir eğitime ve ümmette
bulunan imanî iradeyi örgütlemeye ihtiyacımız vardır. Bizler,
mü’min önderlere, ayrıca eğitici bir bilgiye ve örgütleyici bir
hikmete muhtacız. Böylelikle çabalarımız düşmanların hare-
keti karşısında geçici patlamalar hâlindeki tepkiler kargaşası
içerisinde kaybolup gitmesin.
Hiç şüphesiz bu ümmet, hayırlı bir ümmettir. Bu ümmette
baskı altında tutulan cahilî yönetime karşı bir öfke vardır. Al-
lah bu ümmetin arasından kalbi Allah sevgisi ile dopdolu bir
nesil çıkardı. Bu ümmette hayret verici güçler vardır. Ümmet-
teki bu öfkenin, oldukça derin birtakım silkinişlerle istikamet
almaması için doğru bir şekilde yönlendirilmeye ihtiyacı var-
dır. Kalbi Allah sevgisiyle dolu o Rabbanî neslin de güçlenme-
si ve mahsullerini olgun bir şekilde vermesi için korunmaya ve
Çeşitli Mukaddimeler 23

eğitime ihtiyacı vardır. İşte bütün bu güçlerin, bâtılı yıkacak ve


hak devleti kurup inşa edecek güçlü bir örgütlenmeye ihtiyacı
vardır.
Hiç şüphesiz düşmanlarımız, akide, düşünce, ahlâk ve
mertlik bakımından beşerî çer çöpten ibarettir. Fakat onlar
bağlı bulundukları bir düşünce çizgisi ve menfaatlere dayalı
örgütlenmeyle ya da baskıcı bir ideolojinin ortaya çıkardığı
sahip oldukları disiplin çizgisiyle bize hükmetmekte, egemen
olmaktadırlar. Böylelikle onlar, ümmetin maddî ve manevî
değerlerini bozan, ifsat eden ve bunlara ağır darbeler indiren
baskıcı bir otorite sayesinde ayakta kalabilmektedirler. Bizler
ise kendimizle ilgili hiçbir şeye sahip değiliz. Adeta sel üzerin-
deki köpüklere döndük. Bu ise “vehn”dir. Vehn ise ölümden
korkmak ve dünya hayatını sevmektir. Bu da imanî bir terbi-
yenin bulunmadığı bir dönemde nefislerimizi istila etti. Diğer
taraftan, Allah yolunda ortasında çarpışmamız istenen o birbi-
rine kenetlenmiş saf çözülmüş, görüş farklılıklarının doğurdu-
ğu ayrılık, kalplerdeki nefretleşme ve herkesin kendi görüşünü,
her liderin de kendi liderliğini beğenmesi gibi sebeplerle bu
saf darmadağın olmuştur.
Bu ümmet, hayırlı bir ümmettir. Fakat o, hükümet yöne-
ticilerinin ve partilerin İslâm hakkında şüphe uyandırıcı hü-
cumlar yapmalarının ve bunlardan azgın propagandalarını
sürdürenlerin saptırmalarının ve kışkırtmalarının kurbanı ol-
muştur. Hadiste belirtildiği gibi cehennem kapılarında dikilmiş
bulunan bu zorba ve saptırıcı propangandacılar ile hesaplaş-
mak için mutlaka ümmetin önündeki yolu aydınlatacak açık
bir davete ihtiyacımız vardır. Mutlaka halkın ortasında duran,
onu dimdik ayakta tutan, onun her bir tarafına girip çıkan,
ona şahitlik eden, aralarında hazır bulunan ve mü’minlerden
oluşan, birbirine sapasağlam tutunmuş bir saf düzenlemek ve
eğitmek zorundayız. Müslüman halk da hedefe doğru ilerleyen
24 Nebevî Yöntem

bu adımların arkasından gidecek, onlara uyacak ve destek ve-


recektir. Ümmet, hak yolundaki sağlam duruşundan ve cihad
yolundaki ısrarlı yürüyüşünden hareketle Allah’la, Rasûlü’yle
ve diniyle aziz olmanın anlamlarının ilhamını, şehadete kadar
Allah yolunda fedakârlıklarda bulunmanın, eğriliği bulunma-
yan dosdoğru bir şeriat üzerinde yol almanın ve beklenmedik
musibetlerin sürprizleri ile sarsılmayan bir yöntem (minhac)
üzere ilerlemenin anlamlarını idrak edecektir.
“RABBİNİZDEN BİR MAĞFİRETE
VE CENNETE KOŞUN”

Müslüman toplumları, halkları harekete geçmeye çağı-


ranlar, cahiliyenin sağından solundan çeşitli renkler, parti su-
retinde şekiller, devrimci karşı çıkışlar ve birtakım hükümetler
ve yönetimlerdir. Bunlar, liberalizm ve sosyalizm propaganda-
larıyla hak davete karşı çıkmakta, ulusalcılık, ilericilik ve mil-
liyetçilik nağmelerini terennüm etmekte, cahiliyenin iki kana-
dından birinden kurtulmak ve gelişmek için genel bir seferber-
liğe çağırmaktadırlar. Hâlbuki çağırdıkları bu özgürlük, ancak
bir kanadın baskısından kurtulup diğer kanadın sancağı altına
girmekle gerçekleşebilmektedir. Buna karşılık Müslümanlar
arasında yeniden Allah’a dönüş çağrısı yankılanmaktadır.
Ümmetin vicdanının derinliklerinden, davetçilerin dilleriyle
bu çağrılar yapılmakta, İslâmî çağrı da zorba yönetimlerin ve
ırkçı siyasal partilerin yükselttikleri İslâm ile ticaret yarışında
bir açık artırma hâlini almaktadır.
Uzun bir zamandan beri İslâm, insanların zihninde netlik
kazanmamıştır. İslâm, bireysel takva sınırları içerisine sıkışmış,
mescidin içerisine hapsolmuş, dışarı çıkmayıp fıkıh kitapları
ve onlardaki görüş ayrılıkları arasında kalmış ve Müslüman-
ların vakıasından uzak, nefsî ve ruhî hayatın uzağında sıkış-
mış olduğu andan itibaren bu netliğini kaybetmiş durumdadır.
Şimdi ise İslâmî anlayış ilerlemiş ve Allah’ın ümmetin yapı-
sını yeniden kurmak üzere hak yolun davetçisi erlere ihsan
ettiği lütfu sayesinde derinlik kazanmış bulunmaktadır. Salih
26 Nebevî Yöntem

selefimizin kalplerinde capcanlı olan iman artık Müslümanla-


rın toplumunda ve dünyada etkin bir rol alarak netlik kazan-
maya başlamıştır. Onun artık çağdaş fitnenin alternatifi hâline
geldiği de görülmektedir. Bu çağdaş fitnenin başında ise zorba
yönetimler bulunmaktadır. İşte bu şartlarda İslâm’ın -eskiden
olduğu gibi- yeniden evrensel ve muzaffer bir hareket hâlini
alması mümkündür.
Yükseklere ve uzaklara bakmalıyız. İslâm hareketini plan-
lamak ve cihad alanlarında bu harekete önderlik yapmak için
kalkış noktamızı tashih etmemiz gerekmektedir ki, olayların
yüzeyselliğinde dağılıp kaybolmayalım. Artık ümmetimizin
hâlihazırdaki eksiklerine ve uygarlık alanındaki geçici yenil-
gimize rağmen ümmetimizin birtakım hedeflere göz dikmesi
gerekmektedir. Ayakta tutan unsurlar ve araçlar arasında bir
karşılaştırma yapılacak olursa, bizi yeryüzündeki diğer halk-
lardan ayıran husus, ancak bizim dünyada Allah’ın mesajının
taşıyıcıları olmamızdır. Kur’ân azığımız ve silahımızdır, Yüce
Allah velimizdir/dostumuzdur, Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem örneğimizdir, önderimizdir.
İslâm halifeliğini nübüvvet yöntemine uygun olarak kur-
mak için çalışmaktan ibaret olan önümüzdeki tarihsel göre-
vimizin düzeyine ulaşabilmek amacıyla insana, her insana,
mutlu bireyin ve heybetli ümmetin başarılı ve canlı örneğini
göstermek durumundayız. Biz Müslümanlar, fitne kültürünün
ve uygarlık alanındaki geriliğin ağırlığı altında kan kaybediyo-
ruz. Bunun için cahiliyenin gerçekleştirdiği sanayi alanındaki
başarıların benzerini gerçekleştirmek amacıyla bu cahiliyenin
arkasından kovalayışımıza kendi özel niteliklerimizi ve şeriatı-
mızı ekleyecek olursak, bunun yeterli olacağını sanmaktayız.
Fakat bu durumda biz bununla insana herhangi bir mesaj
sunmuş olmayacağız. Çünkü bütün insanlığın belirli bir asa-
leti ve uygarlık alanındaki ilerilikten bir payı bulunmaktadır
Çeşitli Mukaddimeler 27

ve insanlık bunlarla bedbahttır. İnsanlar, bu hâlden ötekine


varlığın ve hayatın anlamı arkasından koşarak kaçmaktadırlar.
Bizim kendimize ve insana mesajımız; her bir kulun, Yüce
Allah’ı gaye edinmesi, O’nun rızasını arayıp O’nun mağfiretine
ve cennetine yarışırcasına koşması, iman ve ihsan basamak-
larında O’nu tanımak için ilerlemesi, O’na ulaşması ve O’nun
kerim vechine bakmasıdır. İradenin hareket noktası, bu koşu-
nun nağmeli ezgisi ve umudumuzun yönü budur. İşte İslâm’ın
Allah’a giden yolda bir çağrı olmasının, O’na teslimiyete davet
eden bir çağrı olmasının anlamı budur. Biz O’na kavuşmayı
seviyor, O’nun emrine itaat ediyor, O’nun egemenliğini ka-
bul ediyor, O’nun kelimesini yükseltmek için cihad ediyor ve
O’nun yolunda şehadeti istiyoruz. Biz bununla ancak Allah’ın
ümmet için öngördüğü kaderin bir parçası olabiliriz.
O hâlde ihsanın gayesi; İslâm’ın kelimesi, İslâm’ın tezi ve
İslâm’ın her kişiye yönelik meyvesidir. Ümmetin toplumsal
hedefleri olarak cahiliyeden kurtulmak, ekonomik alanda ba-
şarı elde etmek ve yeryüzünde üstünlük kurmak ise, insanın
bu sözü işitip bu tezi kabul etmesi ve bu meyveleri devşirmesi
için zorunlu şartlardır. Yüce Allah’ın, mağfiretine, cennetine,
rızasına ve vech-i kerimine bakmak üzere teklif ettiği bu ya-
rış, bizim bu maddî uygarlığıyla bedbahtlaşmış dünyaya olan
mesajımızdır. Bu bedbaht dünya, cahiliyenin atom terörünün
tehdidi altındadır ve cahiliyenin önderliği ve tuzakları sebe-
biyle Allah’ı tanımayan hâliyle şaşkın bir vaziyettedir. İçinde
bulunduğu problemler, yok oluşa doğru yol alan Batı uygarlı-
ğının da çöküşünün habercisidir.
Kurulması umulan İslâm uygarlığının özünü teşkil eden
İslâmî hilafet, aslında sanayisi, sosyal, siyasal ve yaşamsal
alanlardaki başarıları bakımından bu maddî uygarlığın alter-
natifidir. Hatta her insana ulaşan, ona ısrarla kendisini ifade
28 Nebevî Yöntem

eden, kendi himayesi altında şerefli bir yaşantı ile kendisini


sevdiren ve onu kendisinin cömert himayesi altında barınma-
ya davet eden uygarlığın ruhu ve halifelik görevinin kendisi
olan Allah’a davet olmasa, aynı maddî uygarlığın yeni bir şek-
li olarak ortaya çıkar. Biz Müslümanlara yeryüzünü imar ede-
lim diye halifelik vaat edilmiştir. Fakat yeryüzünü imar etmek
bizatihi gözetilen bir maksat değildir; yeryüzünü imar etmek,
kulun, Rabbini tanıması ve ölümden sonra O’nun huzuruna
kavuşmaya hazırlanması için bir şarttır. İşte biz bununla karşı
konulamaz bir gücüz.
Çoğunlukla Müslüman düşünürlerin yazdıklarını okursu-
nuz da sayfaları ve bölümleri arkada bırakıp geçtiğiniz hâlde
Allah’ın zikrinden, Allah sevgisinden, Allah’a kulluktan, cen-
netten, cehennemden, ahiretten ve ebedilik hayatından söz
edildiğine rastlamayabilirsiniz. Bunun sebebi ise, cahilî dü-
şünce üslubu ile cahilî düşünce alanlarında bütün bunlara yer
olmamasıdır. Bundan dolayı bazılarımız, alışılagelmiş tarihsel
maddeci boyutların içerisine sıkışarak, o ebedî imanî alanla
ilgili herhangi bir söz söylemiyor. Bundan dolayı da bu say-
falarda ısrarla Yüce Allah’ın zikrinden söz edeceğiz. Çünkü
eğiticinin ruhunda Allah’ın rızasını istemek ve O’nun mağfire-
tine, cennetine, rızasına ve kerim zatına şehit oluncaya kadar
yarışmak için hazırlığın dinamizmi gerçek manada yerleşme-
yecek olursa, eğitim kesinlikle İslâmî bir eğitim olamaz. Ve
eğer Allah sevgisi ve Allah yolunda cihad uğrunda yarışmak
mü’minler topluluğu içerisinde düzenleyici rol oynamayacak
olursa, hiçbir düzenleme ve örgütlenme İslâmî olamaz.
Biz Müslümanlar bugün yeryüzünde 800 milyon veya 1
milyar insanız.6 Fakat bunlar, çaresiz ve su üstündeki köpüğü

6 2012 yılı itibariyle dünyadaki Müslümanların sayısı 1,5 milyarın üzerindedir.


(Yayınevi Notu)
Çeşitli Mukaddimeler 29

andıran durumunu değiştirecek gücü bulunmayan rakamlar-


dan ibarettir. Bu su köpüğü özelliği ise bize ölümden kork-
mamız dolayısıyla gelip yapışmıştır. Yeryüzünde Allah’ın ve
Rasûlü’nün halifeliğini ise, ancak iman ehlinden her bir müca-
hidin Allah yolunda ölmenin amacı hâline gelmesinden sonra
ve Allah’ın sağlamlaştırılmasını sevdiği birbirine sağlamca ke-
netlenmiş düzenli bir saf arasında ölümüne cihad etmek için
ayağa kalkacağımız zaman hak ederiz. Yüce Allah da yolunda
savaşan, uğrunda malını ve canını feda eden kimselere yar-
dım eder. İşte böyle mücahid bir mü’min ancak bir eğitimin
mahsülü olarak ortaya çıkar. Böyle bir saf ise, ancak onu dü-
zene sokan yöntemin Nebevî olması ve bu saf erlerinin amaç
ve gayelerinin Rabbanî olması hâlinde düzenli bir saf olabilir.
İSLÂMÎ AYAKLANMA (KIYAM)

Bizler, ayaklanma (kavme) kelimesini tarihimizden alıyo-


ruz. Çünkü bizim âlimlerimiz, zalimlere karşı dikilen Allah’ın
erlerine “ayaklananlar: kâimûn” adını veriyorlardı. Tarihimiz-
de Ehl-i Beyt’ten İmam Hüseyin bin Ali, Zeyd, Muhammed
en-Nefsu’z-Zekiyye, Yahya ve İbrahim gibi kimselerin kıyam
ettiğini biliyoruz. Bizler kavme (kıyam/ayaklanma) kelimesini,
sevra (devrim/inkılab) kelimesini kullanmaya ihtiyacımız ol-
madığı için kullanıyoruz. Çünkü “sevra” kelimesinde şiddet
anlamı da vardır. Biz ise sadece güç istemekteyiz. Güç ise, uy-
gulama kudretini şer’î alanlarda yerli yerince göstermek ve
ortaya koymak demektir. Hâlbuki şiddet; güç, heva ve öfke
ölçekleriyle yerini bulur. Diğer taraftan sevra (devrim), cahilî
toplumsal hareketleri nitelemek için kullanılmıştır. Biz ise kulla-
nacağımız tabirlerde başkalarından ayrıcalıklı olmak istiyoruz.
Böylelikle bizim cihadımız tıpkı Nebevî cihad gibi olsun, gayri
muslimleri taklit etmekle kirlenmesin. Üstelik biz bu terimi, bizi
fitnenin yapısından ve düzeninden, cahiliyenin atmosferinden
ve alanlarından, İslâm’ın himayesinde güvenlik ve güç nok-
tasına ve Allah ve Rasûlü ile aziz olma konumuna taşımasını
arzu ettigimiz köklü anlamıyla anlamakta ve ifade etmekteyiz.
Bunun içinde bozuk olan ne varsa, onu herhangi bir zulüm
ve haksızlığa sapmaksızın Allah’ın şeriatına uygun bir şekilde
yıkmak bir zorunluluktur. Fakat bu, cahiliyenin devrimlerinde
alışılagelmiş şiddet ve terörde görüldüğü gibi insana kör bir
şiddet uygulayarak yapılmayacaktır.
Çeşitli Mukaddimeler 31

Çünkü bizim imanî terbiyemiz ve cihadî örgütlenmemiz,


sömürgecilikten özgürlüğe kavuşma savaşlarından ve bu sa-
vaşlardan sonra görülen devrimlerden daha üstün ve daha
geniş alana yayılan ve kökü itibariyle daha derin olan bir kı-
yam için güçlerimizi kontrol etmeli ve yönlendirmelidir. Çün-
kü çaresiz bırakılmış ve yenik düşürülmüş halklarımızı en sağ-
daki cahilî bir düzenden en sol uçtaki bir diğer düzene taşıyan
bu devrimler, daha sonra tekrar yeni bir sıtmaya yakalanarak
bizi fırtınaya tutulmuşcasına yeniden aramızdaki başka dikta-
törlerin eline teslim etmiştir.
Eğitimimizin ve örgütlenmemizin, cahilî herhangî bir te-
mele dayanmayan, kendisine ait İslâmî gücünü hazırlaması
gerekmektedir. Böylelikle toplumlarımızdaki fesadın etkilerine
ve göğüslerimize çöreklenmiş ifsadın askerlerine direnebilsin.
Biz de ayaklarımız üzerinde duralım, fikrî ve fiilî sömürgecilik
ile sınırlarımızın ötesinden gelen kötü niyetli ve bozucu kuşat-
malara karşı kendimizi koruyabilecek gücü elde etmiş olalım.
İslâm topraklarında cahiliyenin faaliyetleri ve kendi etimizden,
kanımızdan cahiliyenin faydaları ve düşüncelerinin koruyu-
cuları bulunmaktadır. Onlara karşı cihad, onların kullandıkla-
rı araçların benzeri araçlarla ve onların hazırladıkları, ortaya
çıkardıkları ve çeşitli yerlerine bizim bilmediğimiz patlamaya
hazır mayınlar döşedikleri bir zemin üzerinde olmaz. İslâmî
kıyam ancak, şehadet arzusu ile yetiştirip eğiteceğimiz sonra
da kendilerini örgütleyip halk arasına girmelerini sağlayaca-
ğımız Allah’ın erleri tarafından gerçekleştirilebilir. Bu yetiştir-
diğimiz erler halk ile aynı duyguları paylaşacak, onlara öğre-
tecek, müjdeler verecek, onları teşvik edecek ve sonunda kör
bir devrim olması için değil de İslâmî bir kıyam olması için
önderlik etmemiz gereken o önüne çıkan her şeyi alıp götüren
İslâmî büyük dalga ortaya çıkmış olacaktır.
32 Nebevî Yöntem

İslâmî kıyamda Allah’ın erlerinden her bir mücahidin, saf-


taki görevinin ne olduğunu bilmesi ve erlerin tamamının göre-
vinin ve hareket hattının açıkça tasavvur edilmesi gibi bu gö-
revini açıkça tasavvur etmesi de gerekir. Devrimleri oluşturan-
lar eğitim adına örgütlenmede baskıcı disiplinin dile getirdiği
ideolojik kültürden başka bir şey bilmeseler de şüphesiz kı-
yamı ortaya çıkarmak, Allah’ın erlerinden, Allah’a iman edip
Allah’ın rızasına yakışırcasına koşmakla birlikte iman ve Allah
yolunda fedakârlık dinamiği olan içteki bir dinamikle anlayış
ve uygulayışta da bir katılımın bulunmasını gerektirmektedir.
Çünkü saf düzeninin itaati ancak dışarıdan tamamlayıcı bir
unsur olarak gelir.
Yüce Allah, bize, ifsat edicilerin emirlerine itaat etmeme-
mizi emretmiştir. O, Salih aleyhisselâm’ın kavmine yaptığı şu
hitabı bize aktarmaktadır: “Yeryüzünde bozgunculuk ya-
pıp dirlik düzenlik vermeyen aşırı gidenlerin emrine
uymayın!”7
Bu emir kıyamet gününe kadar bizim hakkımızda da ge-
çerlidir. Önüne çıkanı alıp götüren o muhteşem dalga oluşacak
olursa, mü’minler kapsamlı itaatsizlik, genel grev ve sokağa
inmekle fesadı durdurabileceklerdir. Ta ki Allah, yeryüzünde
fesat çıkartıp ıslah etmeyen ve haddi aşan kimselere yaptıkla-
rının karşılığını versin. Üstelik bu kıyam, dalga dalga gelişen
olayların ortasında ve İslâm’a giden bu parlak yolun dışında
bir başka yol da izleyebilir. Mü’minler, ortaya çıkacak tarihî
fırsatları reddetmeden ve haddi aşan günahkârların saflarında
ortaya çıkacak gedikleri ve boşlukları değerlendirmeyi ihmal
etmeden uzun süre direnişi sürdürmek esası üzerine eğitilme-
lidir. Müslüman saf aynı zamanda o belirli hedefine yönelik

7 Şuarâ 26/151-152.
Çeşitli Mukaddimeler 33

o yürüyüşü gözlem altında tutar. Bu durum ise, boşluklara


sızmakta bir hikmet bulunduğu sürece yanlarda görülen boş-
luklardan yönetime nüfuz etmekten onu alıkoymaz. Diğer ta-
raftan, insanların ifsat edilmesi, harekete karşı türlü tuzaklar
kurulması ve hareketi doğru çizgisinden saptırmak suretiyle
İslâmî dalganın kuşatılması tehlikesi de bulunmaktadır. Fakat
eğitim “ihsan” temeline dayandığı ve askerler ve erlerin ön-
derleri Rabbanî oldukları sürece bu hareketi kuşatma oyunu
her zaman için açığa çıkmaya ve sonunda yenilgiye uğrama-
ya mahkûm olur.
Bir taraftan sağlam duruş, bir taraftan esneklik, bir ta-
raftan sabit/değişmez çizgi, bir taraftan da hikmetli hareket…
Bizim yerel ve uluslararası siyasal savaşın kurallarını bilme-
miz bir zorunluluktur. O her şeyi önüne katıp götüren dalga
oluşmadığı sürece cihad eden örgütlenmenin, mutlaka fikrî
bir ufkunun ve siyaset arenasında ayaklarını basacak yerlerin
bulunması ve düşmanların sıkıştırmalarına, hile ve tuzakla-
rına karşı hazırlıklı olması gereklidir. Göğsünü kurşunlara ve
tanklara hedef yapacak ve düşmanın önüne çıkacak böyle
mü’min ve mücahid şahsiyetlerin eğitiminin de kapsamlı bir
hazırlık sürecinde gerçekleşmesi bir zorunluluktur. Göğsünü
kurşunlara ve tanklara siper edecek böyle bir mücahid, bu-
nunla birlikte gizli ve açık hücum ederek, taktik gereği geri çe-
kilerek ve Allah’ın izniyle zafer gerçekleşinceye kadar bir gün
lehimize bir gün aleyhimize dönse dahi İslâm davası ile safın
arasında ve komutanın arkasında adım adım ilerlemekte pay
sahibi olmak için ilmî ve amelî her türlü yol ve imkân ile de
donanmak zorundadır.
BİRİNCİ BÖLÜM

ALLAH’A GİDEN YOLDA


YOKUŞU AŞMAK
YOKUŞLAR

Yüce Allah, “Biz insanı and olsun ki bir zorluk için-


de yarattık”8 buyurmaktadır. Yine yüce Rabbimiz, bu insanı
rahata eğilimi ve yeryüzüne mıhlanıp kalması sebebiyle kına-
makta ve onu cihada teşvik etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bi-
lir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını
olan bir yetimi ya da aç-açık bir yoksulu doyurmak-
tır. Sonra iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye
edenlerden ve birbirlerine acımayı öğütleyenlerden ol-
maktır. İşte bunlar sağdakilerdir (ashâbu’l-meymene).
Âyetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir
(ashâbu’l-meş’eme). Cezaları, kapıları üzerlerine sım-
sıkı kapatılmış bir ateştir.”9
Allah’a çağrı, insanı, böyle bir zorluk içerisinde bulunan
bir insan olması özelliğiyle itham etmektedir. Onu, Allah’ı bil-
memek ve Allah yolunda cihad etmeyip oturmaktan vazgeçip
harekete geçmeye teşvik etmekte ve o sarp yokuşu aşmak için
yüreklendirmektedir. Çünkü onu aştığı takdirde mayasında
bulunan cimriliğin engellerini de aşmış olacak ve artık sabır ve
merhameti birbirine tavsiye eden ve ashâbu’l-meymene’den
(kitapları sağ taraflarından verileceklerden) olmaları amacıyla

8 Beled 90/4.
9 Beled 90/11-20.
38 Nebevî Yöntem

Allah nezdinde mutluluk ve bahtiyarlık için seçilmiş bulunan


mü’minler cemaatine katılmaya ehil bir kişi hâline gelecektir.
İslâmî terbiye insandaki en derin ritmî noktayı muhatap
alır. Bu da Allah’tan uzak kaldığı takdirde hissettiği boşluk ve
anlamsızlık şuurudur. Sonra onu birbirlerine sabrı ve merha-
meti tavsiye eden mü’minlerle birlikte en yüksek amaca talip
olma noktasına yükseltir. En yüksek amaç ise Allah’ın rızası
ve ashâbu’l-meymene ile birlikte dosdoğru durmaktır. Bunun
için de sadece siyasî bir bağlılık/duruş değil, İslâmî, imanî ve
ihsanî bir duruş, bağlılık söz konusudur. Bunun ise fikren bir
eğitimden başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Mü’minlerle birlikte
olmaya gelince; bu ise cemaatin bünyesi içerisinde hem duy-
gusal hem de dinamik bir kaynaşmayı gerektirmektedir. Bu
kaynaşma ise dünya hayatının sona ermesiyle bitmez, aksine
ebedî hayata kadar uzayıp gider. Çünkü insanın Müslüman
olup Müslüman topluluğa katılmasından sonraki uhrevî aki-
beti, cemaat olarak yapılan cihadın akibetiyle irtibatlıdır. Yüce
Allah’ın yardımıyla kendisi arasında engel bulunan, yokuşları
malı ve canıyla aşıp geçen bir kimse ashâbu’l-meymene’den
olur ve cihad edenlerin mükâfatını almayı hak eder.
Yenileme fıkhı ile eğitim ve örgütlenme alanında Nebevî
yöntemin karşısında duran soru şudur: Kalplerde imanı, akıl-
larda cihad ilmini, insanlar arasında hareket etme dirayetini ve
Allah yolunda safla ve safın düzeniyle birlikte şehadete talip
olma eğitimini nasıl gerçekleştireceğiz? Kitap ve sünnet, oku-
nan ve bilinen bir şeriattır. Şeriatın hükümleri ise Müslümanlar
tarafından yerine getirilen birtakım ibadetler dışında askıya
alınmış durumdadır. Diğer taraftan içinde bulunduğumuz bu
mekânın ve bu zamanın içtihadının semeresi olan yöntem ise,
terbiyenin genel esaslarını ve cihadın genel mahiyetini ele al-
mayı gerektirmektedir. Bunun kapsamı içerisinde ise erkeğin,
kadının ve ümmetin canlandırılması ve onların tamamını bu
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 39

yükselen yokuş üzerindeki yolda Nebevî yönteme göre ha-


reket ettirmek de yer almaktadır. Söz konusu bu yokuş/yol,
ümmeti İslâm halifeliğine ve her mü’min erkek ve kadını da
ashabu’l-meymene arasında Allah’ın rızasına götürür.
Allah’ın Kitabı ve Peygamberi’nin sünneti, sabit/değişmez
bir şeriattır. Bizler ise yeryüzüne gelmiş, kendimizi, imanı zayıf
olan ve aramızdaki fitnenin ve bize karşı yapılan savaşların
ağırlığını taşımakla karşı karşıya bulmuş bir ümmetiz ve bu
ümmetin nesilleriyiz. Bu yeni nesiller, Kitap ve sünnet bilgisini
yığıp biriktirmekle yetinecek olurlarsa, Allah’ın risaletini taşı-
yan ve yeryüzünde Allah’ın dinini zafere götürmeye çalışan
bir ümmete asla dönüşemezler. Yeni ortaya çıkanın köklü bir
hâl alabilmesi için izlenmesi gereken zorunlu yöntem; insanı,
bireysel ve toplumsal zorluklarından hareketle cemaatle bir-
likte yokuşun zirvesine kadar yükselten ve oradan dünya ve
ahirette Allah’ın rızasına nail olacağı noktaya kadar taşımak
üzere eğiten yöntemin kendisidir. Bu eğitici yöntemle, çaba ve
gayretler daha da yükseklere taşınır ve cihad düzeyinde olma-
sı için onlar gerektiği gibi mücadele düzenine sokulur. Bunlar
ise Nebevî yöntemin görevi ve umulan meyvesidir.
Allah yolunda şehadet alanına durup dinlenmeden, ke-
sintisiz ve sabit çizgi üzerinde yürümek; eğitmek ve Allah’ın
askeri olarak düzene sokmak istediğimiz kimselerden talep-
lerimizi ihtiva eder. Terbiye (eğitim) yolun başıdır. Ne zaman
Allah’tan gelen bir hidayet üzere sapasağlam bir şekilde eğitim
gerçekleştirilebilirse, o zaman cihad da mümkün olur. Eğitim-
de bir boşluk bırakacak olursak Allah’tan yardım beklememiz
de doğru olmaz. Çünkü Müslümanlar arasında hareketlilik ve
dinamizmi, terbiyelerinin önünde olan kimseler de vardır. Bu
sebeple de niyet hâlindeki İslâmî faaliyet ve çalışma, fiilen hızlı
bir şekilde siyasal bir parti çalışmasına dönüşüverir.
40 Nebevî Yöntem

Gerçek şu ki, bu yolda atılan adımlar, Allah yolunda


ölüme doğru atılan adımlardır. Her mü’minin bireysel çabası
niyeti itibariyle kişiyi her türlü yokuşun üzerine çıkartamıyor/
yükseltemiyor ise, o zaman bu adımlar, heva yolunda ölüme
doğru atılan adımlardır. Toplumsal güç eğer fertlerin, Allah’ın
rızasını hedef almayan gayelerindeki bir boşluk sebebiyle or-
tada ise o zaman da başarısızlıktan başka bir şey görünmez.
Bununla birlikte eğitimde tedricilik bir zorunluluktur. Bü-
tün insanların, ilk ya da onuncu karşılaşmadan itibaren cihad
yolculuğu için yapılan çağrıya kulak vermeleri veya bu çağ-
rıyı kabul etmeleri ihtimali yoktur. Bu sebeple bizler, onları,
imanî yiğitlikleri olgunlaşıp mallarının tamamını, zamanları-
nın tümünü ve bütün çaba ve gayretlerini, bunlarla birlikte
de canlarını Allah’a feda edecekleri noktaya gelinceye kadar,
mallarının, zaman ve gayretlerinin arta kalanını vermeye ça-
ğırmakla yetiniyoruz.
Mü’minin, dünyanın mü’minlerin rahat etmesi için yara-
tılmadığını, meşakkatli bir cihad ve aşılması söz konusu olan
yokuştan ibaret olduğunu anlayacağı bir zaman mutlaka ge-
lir. Mücahid kimse ise, bugünkü direnişi ve sabrı dünkünden
daha üstün olan ve merhum Hasan el-Bennâ’nın da söyle-
diği gibi “en üstün ve en değerli kararlılıkla” uykuya dalan
kimsedir. Erkek-kadın bütün mü’minlerin birinci amacı Yüce
Allah’ın rızasına ulaşmak olmalıdır. Allah’ın rızasını elde etme-
ye ise en çok cihad edenler layıktır. Bundan dolayı iman ve
ihsan eğitimini, nefsin cihadını hak üzere kalmaya alıştırmak
için, ilmî ve amelî cihad ile gerektiği gibi irtibatlandırmalıdır.
Yönteme uygun örgütlenmenin günlük yatay ve tarihsel hare-
ketini de Allah’a giden yoldaki yokuşu aşmaya teşvik eden o
arzu ve istek üzerinde temellendirmesi gerekir.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 41

Mü’minin ve cihad için ortada olan cemaatin önünde pek


çok yokuş/engel vardır. Bunların her birini psikolojik boyu-
tu, nefsî eğitim boyutu ve toplumsal boyutları bulunan üç şık
hâlinde özetlemek mümkündür:
1. Sürü Zihniyeti: Bu, kendisine bir şeyler yapılmasını
bekleyen, kendisi hiçbir şey yapmayan, başkasının kendisi
için işleri çekip çevirmesini gözleyen ve kendisi hiçbir şeyi çe-
kip çevirecek güce sahip olmayan büyük kitlenin zihniyetini
ifade eder. Böyleleri hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in şu sözü gerçeği ifade eder: “Kim gaza etmeden ve
içinden gaza etme kararını vermeden ölürse münafık-
lık şubelerinden biri üzerine ölür.”10
2. Kendisini üstün gören ya da faydalanmayı esas alan
bencillik: Böyle bir bencillik, kişiyi yokuşu aşmaktan alıkoyar,
ona engel olur. Çünkü içinde bulundukları hâl ve bu hâlden
fazlasını istemek, onların her şeylerini doldurmuş, adeta onla-
rı istila etmiştir. Bunlar, hem kendilerine hem de başkalarına
zulmeden kimselerdir.
3. Şeriatın ölçüleri ile marufu maruf olarak bilmemize ya
da şeriatın yerdiği veya fitne kabul ettiği münkere karşı çıkma-
mıza engel olan egemen şartlara uyma akımına kendini teslim
etmiş ve toplumları önüne katıp giden gelenekler…
İşte zorunlu olarak değiştirilmesi gereken üç alan bunlar-
dır. Bu değişiklikleri davetçiler, ümmet arasında aldıkları eği-
timle ve fikrî, nefsî ve amelî atmosfer içerisindeki örgütlenme-
leriyle gerçekleştireceklerdir.

10 Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr, VI, 191; Müslim, İmâre 158; Ebu Davud, Cihâd
18; Nesâî, Cihâd 2; Ahmed bin Hanbel, II, 374; Ebu Avâne, Müsned, IV, 292;
Hâkim, Müstedrek, II, 88.
42 Nebevî Yöntem

Yöneticilerin karşı çıkmaları, davetçilere yaptıkları baskı


ve zulümler ve Müslümanların İslâm’ı bilmemeleri böyle bir
değişikliği gerçekleştirmenin önündeki engellerdendir. Aynı
şekilde ruhlarımızı, topraklarımızı, siyasal ve günlük hayatımı-
zı mallarıyla, düşünceleriyle ve sanayisiyle, bize karşı hile ve
tuzaklarıyla kuşatmış olan maddi uygarlık da buna engeldir.
Vakıadaki fitneyi değiştirmek isteyen kimse, erkekleri ve
kadınları eğitip şu aşağılık vakıayı kuvvetle, hikmetle tutabile-
cek safı yetiştirebilmek için vakıayı hesaba katmak zorundadır.
İman nurundan sonra Allah’ı ve dinini bilmenin aydınlığına
ve Allah’ın kâinattaki kanunlarını bilmeye ihtiyacı bulunan
akılların varlığı bir yokuştur (engeldir). Cahiliyenin zayıf ruh-
ları kamaştıran ve böylelikle onların başkalarının arkasından
giderek onlara zilletle boyun eğecek şekilde Allah’a imandan
yüz çevirmelerine sebep olan teknolojik ilerilik bir yokuştur.
Bizim, insanlara Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve
raşit halifeleriyle birlikte İslâm sancağı altında cihad eden ilk
mü’minleri hatırlatmamız hiçbir zaman mümkün/yeterli değil-
dir. Çünkü onlar, kendi çağlarının düzeyine uygun bir şekilde
ellerinden geldiği kadar güç hazırlamışlardır. Bizler de ima-
nımızı güçlendirmekle birlikte, aynı zamanda dünyanın gele-
cekteki düzeyine uygun bir şekilde ilahî yasaları bilme gücünü
hazırlamak zorundayız.
Bizlerin uygarlık alanında ve aklî bakımdan geri kalmış-
lığımız da bir yokuştur. Allah’ın erlerinden ise, fitneye maruz
bırakılmış ve cahilî saldırganlığın engeline takılmış toplumları-
mız içerisindeki sınıfsal zulmü ortadan kaldırmaları istenmiştir.
Bizler, kendi ülkelerimizde yönetimden uzak tutulan ve başı-
mızdaki dikta yönetimlerin dışarıdaki güçlülerle yaptıkları an-
laşma ve ittifaklarla kendilerine karşı savaşılan kimseleriz. İşte
bu da bir yokuştur.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 43

Allah’ın erlerinden iman temeli üzerinde ümmeti yeniden


inşa etmeleri istenmiştir. Bu hususta Allah’a güvenmeleri için
bu yapıyı başkalarının inşa etmeye kalkmasını beklemeleri
uygun değildir.
İşte böyle bir yerde tevekkülü yanlış anlayıp yorumlayan
kimseler, “Bu muazzam görevi yapabilecek güç bizde ne ara-
sın?” derler. İşte bu da bir yokuştur. Tevekkülü doğru anla-
yan kimseler ise “Allah bizimle beraber olduktan sonra azlığı-
mızdan dolayı asla yenilgiyle karşılaşmayız. Bizler, takatimiz
çerçevesindeki bütün sebepleri yerine getirecek olursak asla
bozguna uğramayız ve Yüce Allah’ın izniyle bu yokuşun ta
tepesine kadar yükseleceğiz” derler.
ALLAH’IN ERLERİNİN GÖREVLERİ

Yokuşu aşmak için tırmanmaya geçmek, mü’min bireyin,


Allah’a itaat yolu üzerinde dosdoğru yürümesi, yeryüzünde
Allah’ın dinini uygulamak ve birbirlerine hakkı ve sabrı tav-
siye edip birbirlerine merhamet eden mü’minlerle birlikte ci-
had etmek için kendi nefsiyle cihad etmesi demektir. Gerektiği
gibi yapılanmış Allah’ın erleri açısından yokuşu aşmak için
tırmanmak ise, hem terbiyevî hem örgütsel hem meydanda
hem malî hem vuruşmalı hem de siyasî bir cihaddır. Bu ci-
had da nübüvvet yöntemine uygun İslâm hilafet devleti kuru-
luncaya kadar sürer. Nefisle cihad ve düşmanlara karşı cihad,
insanlarla karşı karşıya gelmeyi, onların hile ve tuzaklarına
karşı koymayı, onlara karşı mücadele vermeyi, hile, tuzak ve
mücadele alanından kaçmak değil de durumun gerektirdiği
şekilde onlara karşı durmayı gerektirdiği için Allah’ın erlerinin
de attıkları her adımda istikametlerini tashih etmelerine ihti-
yaçları vardır. Böylelikle yaptıkları hareketler kendilerini helâk
olacakları yerlere götürmez. Bu sebeple her bir eğitim-öğre-
tim, her bir hareket, her bir plan ve o planın gerçekleştirilmesi,
ancak Allah’ın ve Rasûlü’nün emirlerine uygun ve o emirleri
yerine getirmek maksadına yönelik olması ile mümkündür.
Uygunluk ve emri yerine getirmek ise, Kitap ve sünnetten ya-
pılan ve bunların çerçevesinde cihadî bir iradeyle ilim sahibi
kimsenin aklının içtihadı ile tespit ettiği şekilde olur.
Allah’ın erlerinin görevleri yokuşun en aşağı noktasın-
dan başlar. Bu ise bizim geri bırakılmış ve yenik düşürülmüş
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 45

bir ümmet olarak vakıamızı teşkil eder. Allah’a karşı olan gö-
revleri de aşılması istenen yokuşun tepesine/zirvesine ulaş-
makla sona erer. Bu ise mirası alan bu ümmetin, Allah’ın
ve Rasûlü’nün halifelik makamına gelmesiyle olur. Hikmete
uygun olduğu takdirde ise bu, iç içe ve zamanların birbirine
karışmasına fırsat vermeyecek bir sıraya uygun olarak orta-
ya çıkar.

1. Belirli Bir Alandaki Müslüman Topluluğu


Bir Araya Getirmek ve Bu Topluluğun
Fertlerini Eğitip Örgütlemek
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, birçok hadisinde
ümmete, Müslüman cemaate bağlı olmayı emretmiştir. Bun-
lardan birisi Ebu Davud’un Ebu Zer’den rivayet ettiği şu ha-
distir: “Kim cemaatten bir karış dahi ayrılacak olsa,
İslâm boyunduruğunu boynundan çıkarmış olur.”11
Yine bu hadislerden biri de Tirmizî’nin Hz. Ömer’den
rivayet ettiği şu hadistir: “Cemaatle birlikte olmaya ba-
kın, ayrılıktan, tefrikadan uzak durun... Kim cenne-
tin en geniş yerine yerleştirilmek isterse cemaatten
ayrılmasın.”12
Hz. Ali’nin şehadeti ile ilk cemaat düğümünün çözülme-
sinden bu yana ümmet ayrılığa düşmüş ve birden çok cemaat
oluşmuştur. Bu farklı cemaatler ise ya ısırıcı ve zorba yöneti-
cilerin safında durmuş ya da onlara karşı olmuştur. Şimdiler-
de ise ümmet, su üzerindeki köpükleri andıran birtakım dev-
letçikler hâlinde, birbirlerinden bağımsız, darmadağın bir
vaziyettedir. Mü’minlerden ise Müslüman cemaati ortaya

11 Ebu Davud, Sünne 30.


12 Tirmizî, Fiten 7.
46 Nebevî Yöntem

çıkarmaya çalışmaları istenmektedir. Fakat binanın yukarıdan


inşa edilmesi imkânsızdır. Mü’minler, İslâm topraklarının çeşit-
li yerlerine dağılmış ve çeşitli gruplara bölünmüş vaziyettedir.
Bu hâliyle de “Uluslararası İslâmî Hareket”in bağlarını ko-
parmayı şiddetle arzu eden yöneticilerin yönetimi altındadır.
Bunlar ise yabancı güçlerle ilişkiye girme iddiasıyla bölgeler
arasındaki her türlü örgütsel bağlantının köklerini kopartma
konusunda hızlı hareket etmektedirler. Bunun böyle olduğu-
nu dikkate almakla birlikte birden çok bölgede yayılmış bulu-
nan İslâmî örgütlenmelerin çokluğunu ve bu örgütlenmelerin
bir kısmı arasındaki anlaşmazlıkların varlığını da göz önünde
bulunduracak olursak, bölgesel/mahalli örgütlerin birbirleriyle
kaynaştırılıp birleştirilme imkânı uzak görünmektedir. Çünkü
çeşitli bölgelerdeki gruplar arasında birtakım bağlantıların
yanı sıra, kopukluklar ve farklılıklar bulunmaktadır. O hâlde
örgütlenmek için en uygun olan, tarihsel fitnelerin şekillendir-
diği ve ulus devletçiklerin egemen olduğu bölgeler içerisinde
gerçekleşmesidir. Biri diğeri arkasından yapılandıktan sonra
özgürlüğüne kavuşan İslâm devletleri, uluslararası bir yapı
içerisinde bölgesel örgütlenmeleri birleştirmek suretiyle yeni-
den Müslüman birliğini ortaya çıkarmak için bir araya gelirler.
Birtakım Müslüman gruplar açıkça ya da işaret yoluyla
“Müslüman cemaat”in kendileri olduğunu ileri sürmekte ve
kendilerinin dışında kalanları bid’atçi olmakla ve itaat birliğini
dağıtmakla itham etmektedirler.
Bu sebeple bizim her şeyden önce taassupla bağlılık dü-
zeyinin üstünde insanlar eğitmemiz lazımdır. Bunların dışın-
dakiler kesinlikle bir cemaat ortaya çıkartamazlar. Davetçiler
hiçbir zaman yalnız başına sayısal çoğunluğun -örgütlenme
görünüşü itibariyle ne kadar sağlam olursa olsun- “Müslüman
cemaat”i oluşturacağı şeklinde yanlış bir kanaate kapılma-
malıdırlar. Bu sebeple heva ile birlikte değil de hakla beraber
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 47

olacak insanları eğitmek bir zorunluluktur. Hak olan ise, Müs-


lümanların güçlerini dağıtıp parçalamak değil onları bir araya
getirmek için çalışmaktır. Bâtıl olan heva ise insanları köleleş-
tirerek onları fikir ve hareketleri itibariyle hak ve doğru ile de-
ğil, şahsiyetlerle bağlı kılmamızdır. İmam Ali, İbnu’l-Kevva’ya
şunları söylemiştir: “Allah’a yemin ederim ki, cemaat dediğim
şey, az dahi olsalar hak ehli ile birlikte olmaktır. Tefrika ve ay-
rılık ise çok dahi olsalar bâtıl ehliyle birlikte olmaktır.”
Muaz bin Cebel de “Cemaat, tek başına da olsan, hakka
uygun olandır” demiştir.

2. Bölgesel İslâm Devletinin Kuruluşu


Allah’ın erleri, hem eğitim ve örgütlenme esnasında hem
de sonrasında kesinlikle siyasal alana dalmalıdırlar. Her tür-
lü güç hazırlığını yapmalı ve kendi bölgelerinde yönetime
ulaşmak için bütün çaba ve gayretlerini yönlendirmelidirler.
Mü’minler İslâm’ın semadan gelen bir mucize ile dünyada za-
fere kavuşmasının başlamasını beklemesinler. İlk hedefleri yö-
netime yükselmek için zeminde gerektiği gibi yürümek olma-
lıdır. Yüce Allah’ın izniyle ileride bunu genişçe açıklayacağız.

3. İslâm Vatanının Çeşitli Bölgelerinin


Bir Araya Getirilmesi
Mücahid Müslümalar fitnenin çıkardığı sınırları aşan tek
bir ümmettirler. Çünkü Allah Teâlâ, şu buyruğuyla onları gö-
reve çağırmış, onlar da bu görevin gereğini yerine getirmek
için ileri çıkmışlardır: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emre-
den ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte
onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”13

13 Âl-i İmrân 3/104.


48 Nebevî Yöntem

Bunlar ise Yüce Allah’ın, hakkında “İnsanlar için çı-


kartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz”14 buyurduğu genel
ümmet arasında cihad eden bir ümmettirler (toplulukturlar).
Buna göre, çeşitli bölgelerin özgürleştirilmesinden önce
dünya çapındaki cemaatler arasında her bir bölgede, dışarı-
daki ihtilafların duyarlılıklarını körüklemeyecek şekilde bir or-
ganizasyonun bulunması bir zorunluluktur. Bu sebeple düşün-
cenin, içtihadın, eğitim ve örgütlenme yönteminin ve yönetim
düzeninin bölgelerin özgürlüğüne kavuşacağı güne gerektiği
gibi hazırlanması gerekir. Böylelikle mü’minler bir araya gelir
ve mümkün olan şekilde birbirleriyle kaynaşmak için basa-
mak basamak ilerlerler. Hatta sorumlulukların paylaşımının
özellikleri ve merkezî yönetimlerin zararlarının önlenmesi için
bu birlikteliğin, çağımızda “federal birliktelik” adı verilen tür-
den olması uygun görülür.

Nübüvvetin Mirasçısı Halifelik


İşte o vakit dünyadaki mü’minlerin, İslâmî davet ve dev-
let ricalinden oluşan ulu’l-emr’in bir araya gelmesi ile bir ha-
life tayin etmeleri ve başlarına Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in halifeliğini yapacak kimseyi seçmeleri gerekecektir.
Halifelik nizamına geçmeden önce -ki o, daha önce zikretti-
ğimiz Ahmed bin Hanbel’in tahric ettiği hadiste vaat edilen
ve şeriate uygun olan nizamdır- özgürlüğüne kavuşan her bir
bölgede o bölgenin imamı tayin edilir. Yüce Allah’ın izniyle
İslâm devlet düzeni hakkında buna dair geniş açıklamalarda
bulunacağız.
İşte o zaman, yeryüzüne mirasçı olacağı ve halifelik
makamına getirileceği vaat edilen ümmet, Yüce Allah’ın şu

14 Âl-i İmrân 3/110.


Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 49

buyruğundaki vaadini gerçekleştirmek üzere bütün âleme


Allah’ın mesajını tebliğ etme imkânını bulacaktır: “O, dinini
bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlü’nü hidayetle
ve hak dinle gönderendir.”15 Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem de sahih hadislerde nübüvvet yolu üzere halifeliğin
gelecekte gerçekleşeceği müjdesini vermiştir. İbn Hibbân’ın
Sahîh’inde ve başkalarının rivayet ettiği sahih bir hadiste
şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz bu iş, gece ve gün-
düzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. İster kıldan ister
kerpiçten olsun, Allah’ın bu dini sokmadığı hiçbir ev
kalmayacaktır. Bunu ya güçlü birisinin gücüyle ya da
güçsüz birisinin zilletiyle gerçekleştirecektir. Kendi-
siyle Allah’ın İslâm’ı aziz edeceği bir güçle ve kendi-
siyle Allah’ın küfrü zelil edeceği bir güçsüzlükle…”16
Ahmed bin Hanbel, Dârimî ve başkalarının rivayet ettikle-
ri sahih bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Konstantiniyye’nin Roma’dan önce fethedileceğini”17 haber
vermiştir. Konstantiniyye fethedildi. İkincisi de kesinlikle fet-
hedilecektir. Ve gelecek İslâm’ındır.
Bunlar, özetle Allah’ın erlerinin temel görevleridir. Allah’ın
erlerinin, yönetime doğru giderken izlenecek her bir aşamada
da yapılanmanın her bir aşamasında da eğitim, örgütlenme
ve devlet bakımından gelecekteki görevlerinin ne olduğunu
iyice anlamaya ve onun için kendilerini hazırlamaya ve ya-
rınlarındaki hareketlerini tökezletmeyecek şekilde bu günle-
rinden itibaren harekete koyulmaya ihtiyaçları vardır. Çünkü
birbirinden ayrılıp dağılmış, istila edilmiş, ekonomik, bilimsel,

15 Tevbe 9/33.
16 İbn Hibbân, Sahîh, XV, 91, 93; Hâkim, Müstedrek, IV, 477.
17 Ahmed bin Hanbel, II, 176; Dârimî, Mukaddime 43; İbn Ebi Şeybe, Musan-
nef, IV, 219; Hâkim, Müstedrek, IV, 468, 553, 598.
50 Nebevî Yöntem

askerî ve uygarlık yönlerinden geri bırakılmış halkların sorum-


luluğu ile karşı karşıyayız. Yeni türden bir nesli gerektiren dağ-
lar gibi problemler vardır. Bu problemler, bilgi ve beceriyle ve
güçlü bir İslâmî davet ve devlet kafilesini Nebevî yöntemle o
istenen ileri hedefe güvenilir bir surette ulaştırabilecek iman
ile kaynaşmış organik bir cemaatin varlığını gerektirmektedir.
Allah’ın erlerinin görevleri, düzenli birlikler ister, disiplin ister,
yolculuğun önündeki engellerin ve yokuşun açık bir şekilde
anlaşılmasını ister. Allah’ın ve Rasûlü’nün emrini iyice anla-
mayı ister. Dünyayı, kâinatın yasalarını, İslâm düşmanlarını ya
da onunla barış yapmaya hazır olup dünyada çarpışan güçleri
bilmeyi ister. İslâm davasına sahip olanların karşı karşıya bu-
lundukları görevler, hevanın ve insanların tağutundan kurtu-
lup özgürleşmiş, Allah’a kul olan yiğitler ister. Bunlar, Allah’ın
ve insanların önünde sorumluluk taşıyan mü’minin eğitimini
almış olmalı, ümmetinin inşasına samimiyetle ve ihlâsla kat-
kıda bulunmalı ve Allah’ın vech-i kerimine bakmak için de o
yokuşun (akabenin) zirvesine ulaşmayı ümit etmelidirler.
Müslüman cemaatinin mücahid üyesi, iman ve ihsan dü-
zeyine ulaşırsa artık o yapının bir taşı demektir. Gerek yaşa-
dığı bölgede gerek dünyada İslâmî kalkışın başarısı onun eği-
timinin türüne bağlıdır. Ayağa kalkmanın ise mü’minin iman
gücünden sonra birtakım şartları vardır. Bu şartlar Allah’ın
şeriatına uygun örgütlenmenin sağlam oluşunda özetlenir.
Mü’minler arasında sevgi, şura, samimiyetle öğüt vermek ve
itaatte, cemaatin de iç ve dış şartlar ile etkileşim kudretinde
özetlenir. Bu, ilim, araç-gereç, planlama ve esneklik gerektiren
bir güç ve kudrettir.
ALLAH’IN ERLERİ
GÖREVLERİNİ NASIL İFA EDERLER?

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem davet ve cihadını ge-


reği gibi yerine getirdi. O, hem vahiyle hem Allah’ın yardımıy-
la hem de Allah’ın, kalplerini birbirine kaynaştırdığı mü’minler
ile destekleniyordu. Onun sireti ve cihadı eğri büğrü değildi.
Aksine, kendisinden önceki Allah’ın diğer rasûllerinin yaptığı
gibi o da küfrün başını hedefleyerek ona meydan okudu. Son-
ra kendisi ve ashabı sabretti. Şartlarına uygun hareket ettiler.
Sonunda Allah onlara hicret etmeleri için izin verdi. Hicretten
sonra ise Allah’ın yardım ve zaferi gerçekleşinceye kadar karşı
duruş ve sabırla direniş söz konusu oldu.
Cihadî harekette Nebevî yöntem önümüzde duruyor. Biz
bunu o tertemiz sirette okuyabiliyoruz. Temel çizgide ona uy-
makla, hareketin cüz’î meselelerinde ise, hareketin Allah’ın
hükümlerine ve Rasûlü’nün sünnetine uygun düşmesi için
içtihat etmekle yükümlüyüz.
Mekke’de oluşan, günahtan korunmuş, ilahî destek gö-
ren ve ilahî yardıma mazhar olanın eğittiği organik bir yapı...
İşte bu, daha sonra kendilerine “muhacirler” adı verilen bir
cemaattir. Bu cemaat harekete geçti, sadakatini ispatladı. Bu
cemaatin üyeleri Allah yolunda savaştılar ve bu savaşlarını
sürdürdüler. Dinlediler, itaat ettiler ve iş hususunda istişare
yaptılar. Sonra Medine’den, Allah’ın dininin yardımcıları olan
ensar geldi. Onlar biat ettiler, muhacileri barındırdılar, Allah’ın
dinine yardımcı oldular. Kur’ân’ın muhatabı olan mü’minler,
52 Nebevî Yöntem

muhacirleriyle ensarıyla bir komuta altında ve savaşlarının


gerektirdiği hazırlığı yaparak aşama aşama cihad ettiler ve bu
cihadları küfrün tağutları yıkılıncaya kadar devam etti.
Vahyi taptaze hâliyle karşılayan mü’minler, Allah’a güven-
mek ve Allah’ı bilmek bakımından müşriklerden üstündüler.
Bu sebeple onlardan yirmi kişi kendilerinden olmayan ikiyüz
kişiyi yenebiliyordu. Onlar, Nebevî eğitimin ortaya çıkardı-
ğı, işkenceler ve zorluklarla Allah’ın arındırıp tertemiz yaptığı
yiğitlerdi. Allah’ın yanında bulunanın daha hayırlı olduğuna
kesin olarak inandıkları için Allah’ın mağfiretine, rızasına ve
cennetine yarışırcasına koşmaları beşerî korkaklığın bütün et-
kenlerini mağlup etti.
İşte mü’minlerin bu eğitime benzer eğitimden geçmiş, bu
kaynaşma ve örgütlenmeye benzeyen birlikleri bulunacak
olursa, Allah’ın erlerinin, Allah’ın ve Rasûlü’nün vaat ettik-
lerine güvenerek yola koyulmaları mümkün olur. Organik,
canlı ve örgütlü bir yapı bulunmadan herhangi bir çalışmayı
düşünmeye imkân yoktur. O hâlde mü’minlerin birbirlerine
şöyle demeleri bir görevdir: “Biz ellerimiz vasıtasıyla Allah’ın
kaderinin inmesini Allah’tan dileriz. Haydi, elele verelim, bir-
birimizi sevelim, Allah’ın dinine yardım etmek üzere birbiri-
mizle sözleşelim.”
Düzenli yürüyüşün apaçık bir yolu, açıklanmış bir hedefi,
zorunlu bir netliği ve bilinen bir bedeli vardır.

Apaçık Yol
Bizler, zorba dikta yöneticilerini tevbe etmeye ve Ömer
bin Abdulaziz’in yolunu takip etmeye çağırdığımız zaman
kendimize de onlara da yalan söylemiyoruz. Bizler, onlara
açıkça meydan okuyor ve bizim de onların da kelimelerin ne
anlama geldiğini herkesin bileceği siyasi bir şemsiye ediniyoruz.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 53

Bundan sonra da şunları söylüyoruz: “Mü’minlere düşen gö-


rev, Yüce Allah’a olan güvenlerini daha da derinleştirmeleri,
pek çok nesil eğitmeleri ve kendi bölgelerinde sapasağlam ve
halk arasında yaygın bir saf düzenlemeleridir.”
Bu çağ, halka (davasını) öğretecek, onu ayağa kaldıracak,
iman doğrultusunda onu teşvik edecek, gücümüzün doruk
noktasına ulaşacağımız ve düşmanlarımızın da nihai mağ-
lubiyete varacakları bir güne onları hazırlayacaktır. O vakit
Allah’ın hizbi ve onun arkasından Müslüman halk, diktacı ve
zorba düzenleri sarsacaktır. Bu yolun yokuşlarının ortaya çı-
karttığı zorluklar bu yolu izlememize engel değildir, acelecilik
de bu yolun uzunluğuna sabredip katlanmamızı engelleme-
yecektir. Uzun süreli bu hazırlanma da oldukça faal hareket
etmekten bizi alıkoymayacaktır.
Şu ana kadar bu uzun, oldukça zor ve engebeli yolu izle-
meden herhangi bir İslâmî hareket yönetime ulaşmakta başarı
gösterememiştir. İran örneği karşımızdadır. Böyle bir yolu iz-
lemenin de (daha sonra sözünü edeceğimiz şekilde) bir bedeli
vardır. Esenliğin, Hakka karşı dilsiz olup susmak şeklindeki tu-
tumuna; gizliliğin, önemsenmeye değmeyen bakışına gelince;
böyle bir duruşun Allah’ın rasûllerinin sünnetiyle hiçbir ilgisi
yoktur. Nuh aleyhisselâm, kavmine “Haydi, işinizi sağlam
tutun. Ortaklarınızı da toplayıp bir araya getirin. Son-
ra işiniz size hiçbir tasa vermesin. Sonra da mühlet
vermeksizin bana hükmünüzü uygulayın”18 demişti. Lut
aleyhisselâm, kavmine, “Artık hepiniz bana tuzak kurun.
Artık bana da mühlet vermeyin”19 diye seslenmişti. Şu-
ayb aleyhisselâm da “Ey kavmim! Elinizden geleni ya-
pın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında kendisini

18 Yunus 10/71.
19 Hûd 11/55.
54 Nebevî Yöntem

rüsvay edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı


olduğunu bileceksiniz. Gözetleyin, gerçekten ben de
sizinle beraber gözetleyiciyim”20 demişti. Allah’ın diğer
nebileri de bunun benzerini söylemişlerdi. Muhammed sallal-
lahu aleyhi ve sellem de “Ey kavmim! Bütün gücünüzle
yapacağınızı yapın, ben de yapacağım. Bu yurdun so-
nunun kimin olacağını yakında bileceksiniz”21 demişti.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke’nin Batha vadisine
indi, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını açıkça ilan etti ve
tağutun beyinsizliğini ifade etti. Ona işkence ve eziyet yapıldı.
Yüce Allah da “And olsun senden önceki peygamberler
de yalanlanmışlardı. Fakat yalanlanmalarına rağmen
sabrettiler. Onlara da eziyet edildi, nihayet onlara da
yardımımız yetişti”22 âyeti ile onu teselli etti. Elinizden gele-
ni yapın. Gücünüz, araçlarınız neye yetiyorsa onu yapın. Bu,
yokuşu aşmak üzere kendi kendisine karar vermiş, Allah’a gü-
venen, canını ve malını Allah’a satan bir kimsenin söyleyeceği
bir sözdür.
Tağutun meydan okuması, bazen ancak sıkıntılarıyla kar-
şı karşıya kalanların değerlendirebileceği şartlarda oldukça
azgın bir hâl alabilir. Fakat mü’minler, Hakkı açıkça söyle-
melerine engel olacak ve oturmalarına sebep teşkil edecek
birtakım gerekçeler üretmekten Allah’tan korksunlar. Ya da
eğer “Ben ve biz gidecek olursak, şu yetişmekte olan Müslü-
man gençliği kim eğitecek, kim örgütleyecek?” gibi bir kana-
ate sahip olmaktan çekinsinler. Önemli olan, bizim olumsuz
duruşlarımızın ve hatalarımızın getireceği sorumluluklardan
safımızı uzak tutabilmektir. Gerçekten heder olmamamız ve

20 Hûd 11/93.
21 En’am 6/135.
22 En’âm 6/34.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 55

düşmanlarımızın hayatımız karşılığında pek büyük bir bedel


ödemeleri, ayrıca bizim şehadetimizin büyük bir yankı uyan-
dırıp bizden sonrakilere güzel bir örnek bırakması oldukça
önemlidir. Düşmanlarımızın, hayatımızın ve ölümümüzün
oyuncak edilmemeleri önemlidir. Hiç şüphesiz var eden ve
yetiştiren Allah’tır, koruyup gözetecek olan da O’dur. Dostları
arasından dilediklerini İslâm hizmetine gönderecek olan da
O’dur. Bizler merhum Afgânî’nin dedigi gibi “Sözünü söyle
ve yürü” demiyoruz, çünkü artık bu zaman buna uygun de-
ğildir. Bunun yerine getirdiği bir görev de yoktur. Zira Müs-
lümanlar bizden önceki iman edenlerin feryatlarıyla uyanmış
bulunuyorlar. Biz diyoruz ki: Davetçilerin görevi eğitmek,
örgütlemek ve ileriye doğru yürüyüşü sağlamaktır. Fakat ol-
dukça parlak ve göz kamaştırıcı duruşlarla bedel ödemek ve
eğitmek de bir zorunluluktur. Belki de merhum mücahid Sey-
yid Kutub gibi birisinin Allah yolundaki şehadeti, Müslüman-
ların meselesinin zafere doğru ilerlemesinde, Yüce Allah’ın
ona lütfetmiş olduğu bu şehadetle sonuçlanan duruş nimeti
sayesinde büyük bir pay sahibi olmuştur. Kendisinin -Allah’ın
rahmeti üzerine olsun- “Bizim işlerimiz, hayatın ancak kanla-
rımızla canlanabileceği kanlardır” anlamında bir sözü vardır.

Net Siyasal Çizgi


İslâm topraklarında, özellikle komünist ve laik siyasal par-
tilerin saflarında kendi düzenini egemen kılıp dayatmaktaki
kararlılığını ilan etmekte ve laik sosyalist devlet kurmayı he-
defleyen siyasal çizgisini yaymakta bir tereddüt gösterdiklerini
görmüyorum. Peki, biz Müslüman olduğumuz hâlde, bu ülke-
ler ve halklar da Müslüman oldukları hâlde çaba ve gayretle-
rimiz itibariyle onlardan geri kalabilir, anlayışımız itibariyle de
onlardan kıt ve kısır olabilir miyiz?
56 Nebevî Yöntem

Şüphesiz diktatör düzenler onlarla yardımlaşmakta ve


onlarla birlikte düşmanlıklarını ve savaşlarını bize karşı yo-
ğunlaştırıp odaklaştırmaktadırlar. Fakat bunun kaynağı, bu
partilerin çağın diliyle siyasal oyunları, stratejik kuralları ve
taktikleri bilmekle birlikte bizim bunları bilmeyi arzu etmeyişi-
miz olabilir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise bize, na-
sıl davranacağımızı öğretmiştir. Çünkü o sevgili Rasûl, çağının
bütün araçlarını kullanmıştır. Evet, müşrik bir kişinin hima-
yesine girmekten, Yahudilerle birlikte yaşamaktan, Kureyş’le
barış antlaşması yapmaktan, kabilelerle antlaşmalar yoluyla
bağlantı kurmaktan, savaşta kendi çağında bilinenlere uygun
savaş taktikleri uygulamaktan ve akıllı kimselerin ortaya attık-
ları görüşlerle hareket edip zamanının savaş hile ve taktiklerini
uygulamaya varıncaya kadar çağının bilinen bütün araçlarını
kullanmıştır.
Şer’î siyaset, bizim imamlarımızın ıstılahında, kamu işle-
ri hakkında ve yönetim idare ve yargı alanlarında şeriat ile
çatışmayan uygulamalar demektir. Tasarruflarının mahiyetini
araştırarak yapan mü’minin karşı karşıya kaldığı ilk soru da
şudur: Zalim yöneticilere karşı kıyam etmek caiz midir?
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a
itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Ve sizden olan
emir sahiplerine de.”23 Biz burada “sizden olan” ifadesi
üzerinde durmak istiyoruz. Afganistan’daki inkâr bizden mi-
dir? Mısır’da mü’minlerin kanlarını dökenler bizden midir?
Bütün Müslüman diyarlarında Müslümanların kanını kimler
döküyor? Tertemiz, Allah’a ibadet eden mü’min kadınlara,
beşeriyet tarihinde benzerini kimsenin uygulamadığı işkence-
ler yapan kişiler bizden olabilir mi? Münkeri emreden, marufu

23 Nisâ 4/59.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 57

yasaklayan bizden midir? Bu şekildeki soruları daha da uzat-


mak mümkündür.
Ahmed bin Hanbel, İbn Mâce ve Taberânî, sahih bir isnad-
la İbn Mesud’un şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyurdu: “Sünneti söndü-
ren, bid’atleri uygulayan, namazları asıl vakitlerinden
sonraya geciktiren birtakım kimseler sizin işlerinizin
başına yönetici olacaktır.” Ben “Ey Allah’ın Rasûlü! Bun-
lara yetişecek olursam nasıl yapayım” dedim. Allah Rasûlü,
“Ey Ümmü Abd’ın oğlu! Bana nasıl yapacağını mı soru-
yorsun? Allah’a isyan eden kimseye itaat yoktur” bu-
yurdu.24
Namazı kasten vaktinden sonraya bırakan kişinin kâfir
olacağı konusunda ashabın ittifak etmiş olduğunu Hâfız
Münzirî nakletmiştir, Tirmizî ve Hâkim de bunu riyavet etmiş-
lerdir. Bu, avam insanlar hakkında böyleyken ya yöneticinin
durumu hakkında ne dersiniz?
Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, Nesâî, Tirmizî, İbn Mâce,
İbn Hibbân ve Hâkim’in tahric ettikleri sahih bir hadise göre,
Büreyde, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, “Bizlerle
onlar arasındaki fark namazdır; onu terk eden kâfir
olur” buyurduğunu rivayet etmiştir.25
Kasti olarak namazı vaktinden sonraya geciktiren bir kim-
se kâfir olur. Onu geciktiren, onu terk etmiş olur; onu terk
eden ise bizden değil onlardan oluverir. Bizden değil de on-
lardan olan kimsenin ise bizim üzerimizde itaat hakkı yoktur.

24 Ahmed bin Hanbel, I, 399; İbn Mâce, Cihâd 40; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-
Kebîr, X, 173.
25 Ahmed bin Hanbel, V, 346; Ebu Davud, Sünne 15; Tirmizî, Îmân 9; Nesâî,
Salât 8; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 77; İbn Hibbân, Sahîh, IV, 305; Hâkim,
Müstedrek, I, 48.
58 Nebevî Yöntem

“Ve ey Ümmü Abd’ın oğlu, bana, ne yapacağını soruyorsun,


öyle mi?”
Buhârî, Müslim ve Nesâî, Ubâde bin es-Sâmit’in şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: “Bizler zorluk ve kolaylık hâlinde,
hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, bize başkalarının
tercih edilmesine rağmen dinleyip itaat etmek ve ehli olan
emir sahipleriyle de çekişmemek üzere Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile biatleştik.”26
Bir rivayette de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Hakkında, yanımızda Allah’tan kesin bir delilin bu-
lunduğu apaçık bir hâlini görmemiz durumu müstes-
na” buyurmuştur.27
Kasten namazın geciktirilmesi açık bir küfürdür. Peki, biz,
her konuştuklarında kâfir olduklarını ilan eden kimseler hak-
kında ne diyeceğiz? Bizler, laik, zorba, kâfir, zalim, açıktan açı-
ğa gece-gündüz fasıklık işleyen, haddi aşan ve helâk olmuş bu
gibi yöneticilere ne diyeceğiz?
Bizler Afganistan’daki ve başka yerlerdeki inkârcı liderle-
rin televizyonda ve dergilerde namaz kıldıklarının gösterildi-
ğini ve münafıklık ettiklerini görüyoruz. Namaz kılarken eği-
lip kalkan o bedenlerin arkasında ise Allah’a inkârın, Allah’a
karşı savaşın ve Allah’ın haram kıldığını helal kılmanın yuva
yaptığı kalpler bulunmaktadır.
Şevkânî, “Allah’a isyan konusunda itaat yoktur”28
şeklindeki Nebevî hadisi şerh ederken şöyle diyor: “Yani
Allah’a isyan hususunda itaat vacip değildir. Aksine, bu itaati
yapmama gücüne sahip kimseler hakkında itaat haramdır.”

26 Buhârî, Fiten 2, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 41; Nesâî, Bey’at 3.


27 Müslim, İmâre 42.
28 Müslim, İmâre 39.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 59

Bedel: Allah’ın Rızasının Bedeli


Allah’a isyan eden kişilere itaat etmek, isyanlarına razı
olmak ve buna karşı susmak haramdır. Şüphesiz ki bu, öden-
mesi söz konusu olan bir bedeldir. Bu bedeli ödeyenler için
de Yüce Allah’ın rızası önemlidir. Ebu Nuaym’ın, Delâilu’n-
Nübüvve adlı eserinde rivayet ettiğine göre, Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şunu bilin ki,
İslâm’ın değirmeni dönüp durur. Siz de Kitap hangi
tarafa dönerse onunla birlikte oraya dönün. Şunu da
bilin ki Allah’ın Kitabı ile sultan (yönetim) yakında
ihtilaf edecektir. Siz Allah’ın Kitabı’ndan ayrılmayın.
Şunu bilin ki kendi lehlerine verdikleri hüküm gibi
size hüküm vermeyen yöneticileriniz olacaktır. Onla-
ra itaat edecek olursanız, onlar sizi saptırırlar; onlara
başkaldırırsanız, sizi öldürürler.” Ashâb, “Peki ne yapa-
lım ey Allah’ın Rasûlü?” deyince, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu: “Musa’nın ashabının29 yaptığı
gibi yapın; onlar ağaçlara asıldılar, testereyle biçildiler.
Muhammed’in canı elinde olana yemin ederim ki, itaat
uğrunda bir ölüm, şüphesiz Allah’a isyan ile kalınacak
bir hayattan hayırlıdır.”30
Bizim açık siyasal çizgimiz şudur: Bizler, zorba yönetici-
lere ve dikta yönetimlerine, geçimin ve ekonominin idaresi
düzeyindeki partilerin muhalefeti ve karşı çıkması gibi karşı
çıkmıyoruz. Aksine biz, onlar İslâm dairesi dışına çıktıkları için
onlara başkaldırıyoruz. Ömer bin Abdülaziz gibi tevbe etmele-
ri hâli müstesna... Başka bir yerde bundan neyi kasdettiğimizi

29 Hadisin yer aldığı kaynaklarda “Musa’nın ashabı” ifadesi yerine “İsa’nın as-
habı” ifadesi geçmektedir. (Editör)
30 Bk. Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XX, 90; Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, V,
165-166.
60 Nebevî Yöntem

yazmıştık. Bizim onlara başkaldırmamızın ve karşı çıkmamızın


sebebi, dini tahrip etmeleri ve mü’minleri bırakıp Amerika’yı
ve Rusya’yı dost edinmeleridir. Mesele, soyut bir siyasal mu-
halefetten daha derin, daha önemli ve daha açıktır ve kararlı-
lık gerektirmektedir.
Fakat hareketsiz ve şaşırtılmış halk ile heyecanla doldurul-
muş gençlerin hiçbiri neredeyse namazı vaktinden sonrasına
bırakan kimselere itaat etmemenin vacip olduğunu anlaya-
mamaktadır. Genellikle herkes, namaz kılmayan bir yönetici-
nin Allah’a isyan eden ve daha baştan beri O’nu inkâr etmiş
olan biri olduğunu anlamamaktadır. Allah’ı inkâr edip O’na
isyan eden bir kimse artık bir tağut olur, hevasıyla hükmeder,
Allah’a karşı savaşır, kullarına da zulmeder. Dinin temel direği
olan namazı terk etmek suretiyle Allah’a isyan eden bir kim-
seye dinin diğer hükümleri hususunda Allah’a isyan etmek
daha kolay gelir. Böyle bir kimse artık dini çalışmaz hâle geti-
rince, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeder. Böylelikle
de fasık, kâfir ve zalimlerden olur ve şer’an işgal ettiği mevki-
den azledilmiş olur.
Halka da gençliğe de istediğimiz İslâmî dönüşümün, sı-
nıflararası zulmün ve başkasına tabi olmanın, ülkemizin eko-
nomik, toplumsal ve siyasal geleceği bakımından ne anlama
geldiğini açıklamamız zorunludur. Bütün bu hususları tafsi-
latlı olarak açıklamalıyız. Günlük ekmekten, hakkı gasp edi-
len işçiden, geçimin ağır yükleri arasında perişan olmuş aile
babasından, zalim zenginin ve zorba yöneticinin sömürdüğü
çiftçiden ve yönetim sisteminden, bu sistemin bozukluğundan,
yargıdan, yargıdaki rüşvetlerden, her şeyi toptan imha eden
bayağı yönetimden ve bütün bu hususlar hakkında hüküm
verme sorumluluğundan söz etmeliyiz. Bizler etraflı bir şekilde
ve ısrarla -özel ve genel- herkese şunu bildiriyoruz: Şanı Yüce
Allah, adaleti emrettiği gibi hiçbir hususu emretmiş değildir.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 61

Dolayısıyla bu nokta üzerinde komünistlerden daha az ısrarcı


olmamalıyız. Dinde zorlama olmadığı için özgürlük müjdesi-
ni vermekte kapitalistlerden daha az gayretli olmamalıyız. Şu
kadar var ki cahiliyenin sağından da solundan da farklıyız.
İnsanların sınıfsal zulümden kurtarılması ve Müslümanların
topraklarının ve İslâm diyarlarının, en değerli toprakları üze-
rinde çöreklenmiş siyonist düşmanlardan arındırılması, bizim
için aziz olmanın ya da aşağılanmanın neticesini gösterir. Her
birimizin Allah nezdindeki akibeti buna göredir. Bu ümmetin
tarihî akibeti de bununla ilgilidir. Bizler herkese hayatlarında
yapılması istenen değişikliği açıklamalı, bunun İslâm ile ilişki-
sini ortaya koymalı ve öğretmeliyiz.
Fitnenin yapısını temelinden sarsıp yıkan özlü bir deği-
şiklik istiyoruz. O hâlde, cahiliyenin tahakküm ettiği çağın dü-
zeyinde ve onun benimsediği değerleri kabul eden kimseler
olmamalıyız. Aksine bizler, kendimizin tarihe teklif edeceğimiz,
ortaya koyacağımız, Allah’ın hidayeti üzere ve O’nun izniyle
var edeceğimiz bir gelecek düzeyinde olmalıyız. Düşmanlar
bizi gericilikle itham etmektedirler. Onlar bu sözleri söylerken
diktatör ve namazı terk eden kimselerin Müslümanlığı ile yeni-
likçi davetçilerin İslâm’ını bir arada, aynı kefede değerlendir-
mektedirler. Hâlbuki bize göre namazı terk etmek en lanetlik
bir iştir. Fakat düşmanlar, münafıkların eğilip kalkmaları ile
mü’minlerin, Rablerinin huzurunda durmalarının arasında bir
fark görmek istemezler.
Gericilik arkaya bakmaktır. Bizim, Peygamberimiz’in sün-
netine sımsıkı sarılmamız, geleceğin problemleri hakkında ça-
ğımızın imkânlarıyla düşünüp planlar yapmamıza ve teklifler
sunmamıza engel değildir. Ancak bunu yaparken uçuruma
giden materyalist uygarlığın yürümekte olduğu çizgiye paralel
yol almayız. Fakat ilmin ve organizenin gerektirdiği gücü ha-
zırlarız.
62 Nebevî Yöntem

Bundan maksat ise gelişmenin problemlerini çözerken


bize dayatılmış materyalist uygarlıkların da problemlerini
onunla birlikte çözmektir. Böylelikle bizler, insanların özgür-
lüğe, geçim ve can emniyetine duyduğu ihtiyaç düzeyinde
kardeşçe bir uygarlık kurabilelim ve dünyaya barışı yeniden
getirelim. Bizler, büyük devletlerin dünyaya hegemonyalarını
dağıtmalarına razı olmadığımız gibi insanın köleleştirilmesine,
haysiyetinin ayaklar altına alınmasına ve insanlık haklarının
çiğnenmesine de razı değiliz. Üretim ve tüketim şartları ara-
sında insanın bedeninin ve vaktinin öğütülmesine de insan
nefsinin, fikrî ve duygusal hayatının terör estiren uyuşturucu
ve çözülüşü ifade eden kültür ile tanınmaz hâle getirilmesine
de karşıyız.
Bizler şu 15. asrın, İslâm asrının ve ondan sonraki asır-
ların ufuklarına -Allah’ın izniyle- Kur’ân’ın nurunu ve Nebevî
hidayetin nurunu saçacak bir gelecek düşüncesi ortaya koy-
malıyız. Bu düşünce beşer hayatına öyle bir ışık saçmalı ki,
bunun sayesinde dünya ve ahirette faydalı ve zararlı olacak
şeyleri birbirlerinden ayırt edebilsinler. Şüphesiz bizler onların
bizi geride bıraktıkları sanayi devrimi alanında bir yarış için-
deyiz. Aynı şekilde bir medyatik devrim ile de yarış hâlindeyiz.
Bundan kastım ise elektronik aygıtlar alanındaki devrimdir.
Bunların insan hayatında neleri ortaya çıkaracağını ancak
Yüce Allah hakkıyla bilebilir.
Elimizde silahımız yok. Onu hazırlayabilmek için güç ikti-
sadını ve ekonomisini inşa etmemiz gerekir. Zalim yöneticiler
arasında bir birlik söz konusu olmaz. Onların birliklerinden de
bir fayda gelmez. O hâlde gerekli eğitimi ve öğretimi verip öz-
gürlüğe kavuşmalarından sonra Müslüman halkların birliğini
hazırlamamız gerekir.
Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 63

Biz İslâmcıların, özgürleşmeden önce de sonra da düşün-


celerimiz, niyetlerimiz, vakıayı anlayışımız ve dünyayı değiştir-
me planlarımız üzerindeki karartma çabalarına karşı savaşma-
mız gerekmektedir. Bizler, yöneticilerin üzerimize çullanmaları
oldukça, yer altı hareketi hâlinde kalmamızı arzu eden, bizi
kenarda tutmak ve korkutmak isteyen kimselere karşı da sa-
vaşmalıyız. Çünkü yer altı örgütlenmesinde elimizde bir sopa
varsa onun yerine tabanca koyarlar, böylelikle insanların kar-
şısında tekrarlayıp durdukları ithamlarını bize de yapıştırmaya
çalışırlar. Siyonistlerin o bayatlamış ithamı olan, “Müslüman
kardeşler: Terörist, katil ve gerici” demek isterler.
Biz projemizi açıkça ortaya koyup ilan ediyoruz. Bunun
uğrunda da önümüzün açık olduğu kadarıyla siyasal üsluplar-
la mücadelemizi sürdüreceğiz. Bize baskı yapılacak olursa da
her türlü üslupla mücadele edeceğiz.

Esneklik
Diktatör düzenlerden biri, kimimizi, herhangi bir şekil-
de genel hürriyetler kapısını aralamanın meşruriyetini araş-
tırmaya mecbur etmiş olabilir. Böyle bir durum söz konusu
olmuşsa, merhum ilim adamımız Mevdûdî’nin çizgisi, Müs-
lümanların da demokratik oyuna katılmaları yönündedir. Bu,
Müslümanlara kendi meselelerini ve ümmetin problemlerini
gün gibi açık bir şekilde nasıl çözeceklerini anlatma fırsatı
sunacaktır. Böyle bir açıklık var olduğundan dolayı Müslü-
manlar delile karşı delille mücadele etme imkânı bulurlar. İn-
sanlara parlamentodaki kürsülerden, toplantılardan ve seçim
propogandaları yoluyla mesajlarını ulaştırabilirler. Bu, güzel
bir şeydir. Bununla birlikte İslâm’ın kendine ait bir meşruiye-
tinin olduğu hakkında zorunlu olarak ve geçici bir suskunluk
dönemi de söz konusudur. Böyle bir durum ise, Amerika ve
Rusya yapımı varlıkların ümmetin kürsülerine bağdaş kurup
64 Nebevî Yöntem

ümmete, kâfirlere boyun eğmeyi ve Allah’ın dini hakkında


haktan uzaklaşıp sapmayı öğreten ve bunu müsamaha ile kar-
şılayan demokratik meşruiyetten farklı bir şeydir. Bizler bazen
İslâm’a yaklaşmaya çalışan ve demokratik olmayan bir düzen
altında da yaşayabiliriz. Bu satırları yazarken Pakistan’da ve
başka yerlerde görülen olaylarda olduğu gibi… İşte o vakit
mü’minlerin, halk desteğine ihtiyaçları olan yöneticilerden
herkese karşı açıkça ilan edilecek İslâmî bir anayasa isteme-
leri ve bunu halkın oyuna sunmalarını teklif etmeleri, belirli
bir geçiş aşamasından sonra da İslâmî yönetime hazırlık için
gerekli faaliyetlerin yapılacağına dair yöneticilerden taahhüt
vermelerini istemeleri mümkün olabilir.
Bazen de bir kısmımız, oldukça meşakkat ve belalar do-
ğurmuş birtakım şartlar altında bulunabilir. Bu durumda uzak
vadede davaya hizmet maksadıyla zorba devletlerin medya
ve hükümet aygıtlarına uygun bir şekilde sızmak söz konusu
olabilir. Bir kısmımız da ayrılmak ve ilişkileri koparmak husu-
sunda başkalarımızı itham etmekten de uzak durmalıdır. Çün-
kü her bir konumun kendisine göre bir söylemi vardır. Cihad
üslubunu değiştirmek niyetiyle fırtına karşısında başını eğen
bir kimse, hiç şüphesiz tek başına mü’min hakkında varid ol-
muş şu Nebevî hadis ile toplumsal düzeyde amel ediyor de-
mektir, bunda da bir sakınca yoktur: Buhârî ve Müslim, Ebu
Hureyre’den Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Mü’minin misali, rüzgâr
nereden eserse kendisini o tarafa eğen taze bir ekin
gibidir. O rüzgâr dindiğinde kendisi de dimdik doğru-
lur. Mü’min de bu şekilde bela ile eğilir. Günahkârın
misali ise, doğru duran sert çam ağacına benzer. So-
nunda dilediği zaman Allah onu paramparça eder.”31

31 Buhârî, Tevhîd 31; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 58.


Allah’a Giden Yolda Yokuşu Aşmak 65

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in siretini yakından


izleyecek olursak bela zamanında böyle bir sabrı ve taze ekinin
esnekliğini şüphesiz görürüz. Mesela; Süheyl bin Amr, Hudey-
biye antlaşması yazılırken sayfadan besmelenin ve Muham-
med sallallahu aleyhi ve sellem’in risalet vasfının silinmesini
isteyince, Rahmet Peygamberi, o şerefli eliyle bunu silmiştir.
Üstelik yönetim organlarına sızmak ve devlet içinde bilgi
ve idarecilik konumlarının hepsi için yetkin kişiler yetiştirmek
ise yerine getirilmesi gereken çizginin temel bir parçasıdır. Bu
durumda çizgi sağlam bir şekilde etkin, kenarları ise esnek
olur. Irmak ve bu ırmağı besleyenler de tarihi fırsatlar olur.
Belirli istikamette yürüyüş sabit olmakla birlikte, Yüce Allah’ın
takdir edeceği siyasal virajlar, yürüyüşü durdurmayan hare-
ketler olur.
Şer’î siyaset, zorba yöneticilere karşı İslâmî bir kıyamın
meşru olduğu cevabını vermektedir. Bununla birlikte kısmen
niteliklerini açıkladığımız savaş hile ve taktikleri ile birtakım
görüşler de şeriat ile çatışmamaktadır. Bizim bunu yazmamız
ve siyasal oluşum kurallarını ve işlerin girip çıktığı yerleri bilen
kimselere de açıklamamız, güzel görüş, hile ve taktik türün-
dendir. Başkaları ise, doğru görüş, savaş, hile ve taktiklerin
kendisini gizleyip kimsenin kendisini tanımamasıyla gerçek-
leşeceğini sanmaktadır. Bunun sonucunda da ona türlü türlü
musibetler nisbet edilir, onun için tuzaklar kurulur ve o, tağu-
tun kabzasında bir lokmaya dönüşür.
Allah onları çepeçevre kuşatandır. Şüphesiz karşımızda
bir yokuş vardır ve bu yokuşu aşmakla yükümlüyüz.
İKİNCİ BÖLÜM

DİNİN VE İMANIN YENİLENMESİ


YENİLEME (TECDİD)

Asrın yenileyicisi ünvanına aday gösterilen diktatör yö-


neticilerin birçoğuyla, bunlar arasından iman ile en ufak bir
ilgisi bulunmayan bazı kimseler bu konuda çeşitli eserler telif
etmişlerdir. İşlerini çekip çevirme hususunda başkalarına bel
bağlayan ve her şeyi başkasından bekleyen sürü zihniyeti ege-
men durumdadır. Bu sebeple bu zihniyet sahibi kimseler bek-
lemeye, gerçekleri değiştirip anlamsız sloganları yükseltmeye
eğilim gösterirler. İman ile bizi geçen ilim adamları, geçmiş
asırların müceddidlerini tanımak için uzun süre tartışmalar
yaptılar. Bizim için önemli olan ise tecdidin anlamını, müced-
didin kim olduğunu, ne ile tecdid yapacağını ve nasıl tecdid
yaptığını bilmektir. Biz bunu bilgi sahibi olmak için önemse-
miyoruz; bizler, cihadımızın, Nebevî hidayetten kaynaklanma-
sını, Nebevî sünnet ile disiplin altına alınmasını ve nübüvvet
yolu ve yöntemi üzere yol almasını istiyoruz.
Tecdidden söz eden üç hadis rivayet edilmiştir:
1. Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiği ve Suyûtî’nin hasen
olarak değerlendirdiği bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu aley-
hi ve sellem şöye buyurmuştur: “Şüphesiz ki iman, elbisenin
yıprandığı gibi kalpte yıpranır. Bu sebeple imanınızı tec-
did edin (yenileyin).” Bir diğer rivayete göre de “Şüphesiz
elbise eskiyip yıprandığı gibi iman da her birimizin için-
de böyle yıpranır. Bundan dolayı Yüce Allah’tan, imanı
kalplerinizde yenilemesini isteyin” buyurmuştur. Hadisi
70 Nebevî Yöntem

Taberânî el-Mu‘cemu’l-Kebîr’de, Hâkim de Müstedrek’te ri-


vayet etmiştir.32
2. Ebu Davud, Hâkim ve Beyhakî sahih bir senetle
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu
rivayet etmişlerdir: “Şüphesiz Allah, her yüzyılın başında
bu ümmete, kendisi için dinini yenileyecek kimseler
gönderir.”33
3. Ahmed bin Hanbel ve Taberânî’nin -ki Ahmed bin
Hanbel’in senedinin ravileri sikadır, Suyûtî de hadisin sahih
olduğunu söylemiştir- Ebu Hureyre’den rivayet ettiklerine
göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “İmanınızı tec-
did edin (yenileyin)” buyurdu. “Ey Allah’ın Rasûlü! İmanı-
mızı nasıl yenileyebiliriz?” diye sordular. “Lâ ilahe illallah
sözünü çokça tekrar edin” buyurdu.34
Bu hadislerden elde ettiğimiz sonuç şudur: İman yıpra-
nır ve imanın yenilenmesi gerekir. Zayıflar, onu güçlendirmek
kaçınılmazdır. Ümmeti de Allah, lütfu inayetiyle koruyacak
ve onun için dinini yenileyecek kimseler gönderecektir. Aynı
şekilde eskiyip yıpranması ve zayıflaması hâlinde, özünde,
mahiyetinde ve aracında en ufak bir karışıklık bulunmayan,
niteliği belli bir tedavi ile de iman tedavi edilir.
Nakledilen bir rivayette belirtildiği üzere iman, dil ile söy-
lenen bir söz, kalp ile tasdik edilen ve azalarla amel edilendir.
Fakat imanın yeri kalptir. Hatta imanın hareket noktası kalp-
tir. Eğer kalpte imanın dinamikleri ortadan kalkacak olursa,
amel de ortadan kalkar. Dil ise ikiyüzlülük (münafıklık) ederek

32 Hâkim, Müstedrek, I, 45; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 52.


33 Ebu Davud, Melâhim 1; Hâkim, Müstedrek, IV, 567, 568; Beyhakî, Ma‘rife,
I, 208.
34 Ahmed bin Hanbel, II, 359; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 52.
Dinin ve İmanın Yenilenmesi 71

iman ettiğini söyler. Fakat iman, yenilenmesi suretiyle kalp-


te güçlenecek olursa, bu durumda salih amele iten dinamik
güçler de daha fazla kuvvetlenir. O hâlde ümmet için istenen
yenilik, ayağa kalkabilmesi için onu yeniden harekete geçirip
canlandıracak hususları yenilemektir. Bu da fertler için eğitim
yoluyla imanlarının yenilenmesiyle olur. Cemaat bazında ise,
cemaatin mü’min üyelerinde canlanmasını sağlayacak husus-
ları yenilemek suretiyle gücünü yenilemektir. Bu ise cihad ve
yokuşun (akabenin) aşılması görevinin yerine getirilmesiyle
gerçekleşir.
Tecdid (yenileme) Allah’ın şeriatının sabitlerini/değişmez-
lerini değiştirmek değildir. Çünkü Kitap ve sünnetin hükümleri
kıyamet gününe kadar geçerli olacaktır. Fakat çağdaşlık pro-
pagandacıları, bizim İslâm’dan şu vakti alıp götüren namazı
eksiltmemizi, şu işçileri yorgun düşüren orucu kaldırmamızı ve
böylelikle İslâm’ı çağdaş ideolojik bir kılığa sokmamızı çokça
arzu ederler. Bizler, Allah’ın şeriatına uygun bir şekilde çağın
hayatını keyfiyetlendirmek için içtihadın zorunlu olduğu hu-
susunda şüphe etmiyoruz.
Yüce Allah, ümmete dinini yenileyecek kimseler gönderir.
İlim adamlarımız eskiden beri her bir asrın müceddidini tayin
etme hususunda ihtilaf etmişlerdir. Fakat ilk asrın müceddi-
dinin Ömer bin Abdülaziz olduğu konusunda hemen hemen
ittifak hâlindedirler. 14. asra baktığımız zaman da birtakım
öne çıkan kişiler görüyoruz. Bunlar arasında da Şeyh Hasan
el-Bennâ’nın özel bir nuranilik ve bu salih nesillerin eğitimin-
de etkin olma özelliği ile öne çıktığını görüyoruz. Bu sebeple
onun, geçen 14. asrın müceddidi olduğu ihtimalini uzak gör-
müyoruz.
Bizler de şu anda 15. asrın eşiklerinde bulunuyoruz.
Dünyada ise İslâm’ın uyanışı ve kendisine gelişinden başka
72 Nebevî Yöntem

bir şey konuşulmuyor. Bu asrın başında tecdid kendini açık-


ça dile getirmektedir. Bu tecdid seyrinin kesin sonuç verecek
hâlde olmasını Allah’tan dileriz. Aynı şekilde Rabbimizden,
kendileri vasıtasıyla bu ümmet için dinini yenileyeceği “men:
kimse(ler)”den olarak bizi istihdam etmesini de ümit ede-
riz. Böylelikle bizim görüşümüze göre, hadiste geçen “men:
kimse(ler)” lafzı, bazen belirli bir kişiyi anlatmakla birlikte,
kimi zaman da “Bâtılın ortadan kaldırılmasından sonra hak-
kın yerini bulması için birbirleriyle yardımlaşan bir topluluk
(cemaat)” anlamına gelir.
O hâlde geriye “Lâ ilahe illallah” sözüyle ilgili reçete kal-
maktadır. Bu sözü dil ile çokça söyleyip tekrar etmek… Evet,
önce dil ile söylemek… Şunu bilelim ki Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e cevâmiu’l-kelim (geniş anlamlı özlü sözler)
verilmiştir. Onun sözü, ilim ve inceliklerle doludur. Burada
onun imanı yenilemek için dile getirdiği reçeteden daha açık
ve daha basit hiç birşey yoktur: “Lâ ilahe illallah sözünü çokça
söylemek…” Çünkü Allah erlerinin azığı “Lâ ilahe illallah”tır.
Bu, sürekli olarak dilde yenilenen bir sözdür. Bu erler bu sözü
çokça tekrar ederler. Çokça tekrar etmenin sınırı ise tayin edil-
memiştir. Bazen yüzlerce defa söylemenin de yeterli olmadı-
ğını görebiliyoruz. O hâlde “Lâ ilahe illallah” taraftarlarının,
bunu sabah-akşam ve gecenin ve gündüzün çeşitli vakitlerin-
de çokça tekrar etmeleri gerekir.
Şüphesiz ki bu Nebevî bir reçetedir. Önce dil ile söyle-
mek… Allah’ın erlerinin, bu reçeteyi yerine getirirken ve son-
rasında tağutu ortadan kaldırmak ve hakkın yerini bulma-
sını sağlamak için de programları “Lâ ilahe illallah”tır. Yani
O’ndan başka bir mabud yoktur. O’ndan başka bir egemen
yoktur. O’ndan başka şeriat koyucu yoktur. O’ndan başka rı-
zası arzu edilen, gazabından korkulan kimse yoktur.
Dinin ve İmanın Yenilenmesi 73

Şüphesiz Yüce Allah “Şunu bilin ki, kalpler Allah’ı


anmakla huzur bulur”35 buyurmaktadır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de “En üstün zikir
‘Lâ ilahe illallah,’ en üstün dua ‘Elhamdulillah’tır” bu-
yurmaktadır. Bu hadisi Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, İbn Hibbân
ve Hâkim, Câbir’den sahih bir senetle rivayet etmişlerdir.36
Allah’ın lütfu keremiyle “Lâ ilahe illallah”ın faziletine dair
yirmi yedi hadisi bir araya getirmiş bulunuyoruz. Elhamdulil-
lah ise öncelikle dil ile çokça söylemek suretiyle imanımızı ye-
nilemeye bir davettir. Onu çokça söylemek ise -Yüce Allah’ın
izniyle göreceğimiz gibi- eğitimde temel bir esastır.

35 Ra‘d 13/28.
36 Tirmizî, Daavât 9; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 208; İbn Mâce, Edeb 55;
İbn Hibbân, Sahîh, III, 126; Hâkim, Müstedrek, I, 676, 681.
İSLÂM, İMAN VE İHSAN

“İslâm” sözcüğünün, Yüce Allah’a ubudiyetin tüm an-


lamlarını kapsayan genel bir anlamı vardır. Bunun yanı sıra,
ubudiyetin basamaklarından herhangi birisi hakkında kullanı-
lacak olursa da özel bir anlamı vardır.
O hâlde her bir kimsenin İslâm, iman ve ihsan merte-
belerinde yükselen bu basamakların neresinde bulunduğunu
bilmek için İslâm toplumlarındaki insanları sınıflandırmak
bir kaçınılmazlıktır. Diğer taraftan eğitim sürecinde, eğitimin
semeresini de beklememiz bir zorunluluktur. Bu ise arkadaş-
larımızın, insanların genelinden kendisiyle ayrıcalıklı bir hâle
gelecekleri şekilde İslâm’dan imana doğru yükselmelerini
beklemektir. Bu tekâmül eden iman, onlara safın bünyesine
katılma yetkinliği kazandırır. Sonra bu daha da olgunlaşarak
onları safın içerisinde cihada ehil kılar. Daha sonra da safın
arasında buna istidadı olanlar için ihsan mertebesi diye bili-
nen üçüncü basamağa yükseliş söz konusu olur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, meclisleri, hut-
beleri, vaaz ve tavsiyeleri bize -rivayet yoluyla- gelmiş bulun-
maktadır. Fakat Buhârî ve Müslim ile Sünen sahiplerinin Hz.
Ömer’den rivayet ettikleri meşhur Cibril hadisi, bize, şevk ve-
recek, dikkat çekecek ve eğitim alanında gerekli detayları ihti-
va edecek şekilde gelmiştir. Cebrail aleyhisselâm geldi. Ashab
onu gördü, onun konuşmasını duydu. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile alışılmadık diyaloğuna tanık oldu. Bunun
Dinin ve İmanın Yenilenmesi 75

tek sebebi, başka bir hadiste bulamadığımız bu teferruatın ol-


dukça önemli olmasıdır.
Ömer radıyallahu anh dedi ki: Bizler bir gün Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda oturmaktayken an-
sızın elbiseleri oldukça beyaz, saçları oldukça siyah, üzerinde
yolculuğun etkisi bulunmayan ve bizden hiç kimsenin tanı-
madığı bir adam çıkageldi. İlerleyip Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’in önünde oturdu. Dizlerini onun dizlerine daya-
dı. Ellerini kendi dizlerine koydu ve “Ey Muhammed! Bana
İslâm’dan haber ver” dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “İslâm, Allah’tan
başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın
Rasûlü olduğuna şehadet getirmen, namazı kılman,
zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve eğer oraya
gitmeye gücün yeterse Beyt’i haccetmendir” buyurdu.
Adam “Doğru söyledin” dedi. Biz ise hayret ettik. Ona
hem soru soruyor hem de onu tasdik ediyordu. Sonra adam
“Bana imandan haber ver” dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi
ve sellem “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine,
ahiret gününe iman etmen ve hayrıyla şerriyle kadere
iman etmendir” buyurdu.
Adam yine “Doğru söyledin” dedi. Ardından da “O hâlde
bana ihsandan haber ver” dedi. Allah Rasûlü sallallahu aley-
hi ve sellem “Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet
etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da şüp-
hesiz O seni görür” buyurdu.
Bu sefer “O hâlde bana kıyametten haber ver” dedi. Al-
lah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem “Bu konuda kendisi-
ne soru sorulan kişi, soru sorandan daha bilgili değil-
dir” dedi. Bunun üzerine “O hâlde bana onun alametlerin-
den haber ver” dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem
76 Nebevî Yöntem

“Cariyenin kendi hanımefendisini doğurması ve çıplak


ayaklı, elbisesiz, fakir koyun çobanlarının yüksek bi-
nalar yapmakta birbirleriyle yarıştıklarını görmendir”
buyurdu. Sonra adam gitti. Ben bir süre bekledikten sonra
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana, “Ey Ömer! Soru
soran kimdi, biliyor musun?” dedi. Ben “Allah ve Rasûlü
en iyi bilir” dedim. Allah Rasûlü, “O, Cebrail’di, size dini-
nizi öğretmek için geldi” buyurdu.37
Mesele, önemli olmasından dolayı, Cebrail’in bir adam
suretinde gelip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile -ken-
dilerine dinlerini öğretmek için- şaşırtıcı bir diyaloğa girmesini
gerektirmiştir. Din; İslâm, iman, ihsan ve kıyameti gözetlemek-
tir. Allah’ın kullarından seçtiği kimseler aracılığıyla bu ümmet
için sınırlarını belirlediği din, işte bütün bunların tamamıdır,
kesinlikle bölünemez.
İşte bu din bölünmez olduğu için burada tekrar ısrarla yo-
kuşu aşmayı vurguluyoruz. Biz bu tabiri Yüce Allah’ın buyru-
ğundan aldık. Bu yokuşun aşılması ise İslâm, iman ve ihsan
basamaklarında yükselmekle olur.
Buna göre, Allah’ın erlerinin bu özel anlamıyla Müslüman
olmaları yeterli değildir. Hepsinin ayrıca mü’min olmaları da
zorunludur. Fakat onların her biri de imanını tamamlamak için
çalışmalıdır. İhsan mertebesine yükselmek ise temel bir husus-
tur. O olmadan Yüce Allah ile ilişki gevşer ve gittikçe zayıflar.
Şayet kulun Rabbine şevk ve özlemi zayıflayacak ve O’na ka-
vuşma sevgisi azalacak olursa, münafıklığın aşağı doğru inen
basamaklarına yuvarlanmaktan kurtuluş yoktur.

37 Müslim, Îmân 1; Ebu Davud, Sünne 17; Ahmed bin Hanbel, I, 27, 51, 52; İbn
Hibbân, Sahîh, I, 389, 397.
Dinin ve İmanın Yenilenmesi 77

“İhsan”ın kemal mertebelerine kabiliyet, kullar arasında


farklılık arzeder. Kimileri, -hadiste belirtildiği gibi- ibadet ve
cihad mahiyetindeki amellerini ve meslekî çalışmalarını örnek
olacak düzeyde sapasağlam yapması şeklinde dile getirildiği
gibi Allah’ın her şey için yazıp öngördüğü ihsan mertebelerini
aşma istidadına sahip değildir. Fakat dile getirilen bu ihsan
her mü’minden beklenir. Kullar arasında da ihsanın, her şeyi
sağlam ve güzel yapmakla birlikte Yüce Allah’ın huzurunda
devamlılık arzeden bir konum olması istenmiştir. Bunun için
Allah’ın celal ve azameti hatırda tutulmalı, O’nun gözetimi al-
tında olunduğu unutulmamalı ve O’nun emrine ve şeriatına
bağlı olunması gerektiği, O’nun yüce zatına bakmak şevk ve
arzusu, O’na kavuşmak ve yolunda ölmek sevgisi de hiçbir
şekilde hatırdan çıkarılmamalıdır.
Allah’ın velileri (dostları) derece derecedir. En büyük ve-
lilik ise basiretlerin açılması ve insanlar arasında adaletle şa-
hitlik yapmanın nuraniyetidir. Bu özel bir derece ve mertebe
olup Allah, kulları arasından dilediği kimseleri bu dereceye
seçer.
Fakat kapıda durmak ve Rabbinin huzurunda zilletle bo-
yun eğmek kulların yapabilecekleri bir iştir. Bundan dolayı
Allah’ın erlerinin kulluk kapısından ayrılmamak üzere kesin
bir şekilde eğitilmeleri gerekir. Bu da Yüce Allah’ın emirle-
rini bütün incelikleriyle yerine getirmek için tam bir tutkuya
sahip olmakla, O’na yalvarıp yakarmakla ve dilin ve azaların
zikir hâlinde, kalbin de uyanık olmasını sağlamakla olur. Ta
ki mü’min, Rabbini zikreden ve her zaman, aralıksız O’nun
huzurunda bekleyen bir kul hâline gelsin. İşte İslâmî kıyamın
başarısı buna bağlıdır. Yüce Allah’ın huzurunda böyle bir du-
ruş ise kıyamın özü, hedefi ve ruhudur.
78 Nebevî Yöntem

Bazı ilim adamlarımızın kemalden ve mirasçı olmaktan


söz ettiklerini okuyoruz. Bazılarımızda kâmil anlamıyla miras-
çılığın (Nebevî mirasa sahip olmanın) ilim tahsilinden ibaret
olduğu izlenimi vardır. Allah’a yemin ederim ki, bu böyle de-
ğildir. Özel anlamıyla kemâl ise ihsan makamlarına mirasçı ol-
maktır. Bu ise özel, ilahî bir lütuftur. Kulun kazancının bunda
bir katkısı yoktur. Onun bütün katkısı, ilim tahsilinin ve terbi-
yenin zorunlu olması ile sınırlıdır. Her ikisi de Allah’ın kendile-
rine nimet ihsan etmiş olduğu nebilerin, sıddıkların, şehitlerin
ve salihlerin girdiği ilahî huzura yakın olma kapısından girme-
ye hazırdır.
Allah’ın erlerinin, namazda ve zikir zamanlarında Yüce
Allah’ın bize istemeyi öğretmiş olduğu dualarla O’na yakar-
maları gerekir. Bu ise O’nun bizi, kendilerine nimet ihsan et-
miş olduğu kimselerin izlediği yol olan dosdoğru yola hidayet
etmesidir. Sözlü yalvarıp yakarmamızla birlikte kalbimiz de ol-
dukça mütevazı ve zilletini arz edecek hâlde olmalıdır. Allah’ın
rahmetinin kapılarını istemeye gelince; O, rahmetini dilediği
kimselere has kılar, dilediği kimseleri de dosdoğru yol üzerin-
de yürütür. O, seni sevecek olursa sana istemeyi ilham eder.
İMANIN ŞUBELERİ

Buhârî, Müslim ve Sünen sahiplerinin Ebu Hureyre’den


rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
“İman yetmiş küsur şubedir” buyurmuştur. Buhârî’de ise
“Altmış küsur şubedir” denilmiştir. Müslim rivayetinde şu
ziyade vardır: “Bunun en yükseği ‘Lâ ilahe illallah’ sö-
zünü söylemek, en aşağısı ise yoldan rahatsızlık veren
şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir şubesidir.”38
Bizler “Lâ ilahe illallah”ın, öncelikle çokça söylenmesi su-
retiyle imanın en üst şubesi olduğunu görüyoruz. Bunu unut-
mayalım. Çünkü bunun unutulması, o Rabbanî öğreticinin
doğruluğunu ve beyanını hafife almış olduğumuz anlamına
gelir.
Allah’ın erlerini oluşturanların mü’min olmaları bir zorun-
luluktur. Özel anlamıyla birlikte Müslüman olmaları yetmez,
bununla birlikte, ayrıca ihsan mertebelerine doğru gerektiği
gibi de yönelmeleri lazımdır.
Daha önce gördüğümüz üzere tecdid (yenileme), es-
kiyip yıpranmasından sonra imanı yenilemektir. Cebrail
aleyhisselâm’ın mü’minlere öğretmek üzere geldiği dinin ise
Yüce Allah’ın her yüz sene başında göndereceği kimseler tara-
fından yenilenen din olduğunu da gördük. Yine şunu gördük ki,
Kur’ân-ı Kerîm özellikle mü’minlere hitap eder, Müslümanlara

38 Bk. Buhârî, Îmân 3; Müslim, Îmân 58.


80 Nebevî Yöntem

ve ihsan edicilere değil! Çünkü bazı Müslümanlar, şehadet


getirmek, namaz kılmak ve bunların dışında daha başka zahi-
ren görünen amelleri yerine getirmekle birlikte münafıktır. İşte
böyle bir kimse dini dosdoğru tutmak için muhatap alınmaz.
Diğer taraftan ihsan da özel bir derecedir ve bir seçilmedir.
Her mü’minin bunlara şevk ve özlem duyması gerekir. Fakat
bu özel derecenin ve seçilmişlerin muayyen olarak tespit ve
tayini ise insanların yapabilecekleri bir iş değildir.
Bu sebeple geriye mü’minler kalmaktadır. Mü’minlerin ise,
kendisiyle tanınacakları birtakım niteliklerinin, onları Allah’ın
emrini yerine getirmenin sorumluluğunu taşımaya hazırlaya-
cak bir eğitimlerinin, uygulama kudretine sahip erleri ortaya
çıkartacak bir örgütlenmelerinin ve cihad yolundakilerle işleri-
ni disiplin altına alacak yasalarının bulunması zorunludur.
İmanın şubeleri ile ilgili Nebevî hadis, “Lâ ilahe illallah”ın
kalbi terbiye yolunu göstermekte, imanın ahlâktaki semeresi-
nin hayâ etmek olduğunu ortaya koymakta ve imanın delili
olan hususları en kolay ve en basit olan amellerde -yoldan
rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak gibi- bulup görmeye kadar
aşağılara inmektedir.
İşte bunlar Rabbanî ve nuranî yaşayışın üç örneğidir: Lâ
ilahe illallah ve onun aydınlığı, vicdanî arınma için ve her tür-
lü hayrın kendisiyle birlikte geldiği hayâ, ayrıca toplumsal ha-
yata/kamu hayatına fiilen katılımı ifade eden Müslümanların
yolundan rahatsızlık verecek şeyleri kaldırmak…
İmam Hafız Ebu Abdullah el-Halîmî ile İmam Hafız Ebu
Abdullah el-Beyhakî ve onların dışında pek çok kimse “İma-
nın Şubeleri”ne (Şuabu’l-İman’a) dair eserler yazmışlardır. -Al-
lah hepsinden razı olsun.- Biz de onların izinden giderek eğitim,
örgütlenme ve cihad için Nebevî yöntemi ve imanın şubelerini
Dinin ve İmanın Yenilenmesi 81

toplayıp bir araya getirme, onları sıralayıp düzene sokma yo-


lunu izlemek istediğimiz için Allah bizden de razı olsun.
Onlar, hadis ve fıkıh âlimleri olarak kendi maksatlarına
uygun bir surette imanın şubelerine dair eserlerini telif etti-
ler. Onların bu maksatları ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in (bu husustaki) hadislerini bir araya getirip takdim
etmek suretindeydi. Nitekim el-Halîmî, son zamanlarda ba-
sılan kitabında böyle yaptığı gibi ilim adamlarımız da nesil-
ler boyunca ondan çokça nakillerde bulunmuşlardır. Nitekim
mü’minin kalbinde, kalıbında ve toplumda imanî hayatı tasvir
eden ve dinine bağlı olan herkes de böyle yapar.
Bizim çağımıza ve ondan sonrasına ait önemsediğimiz hu-
suslar vardır. Bizler, insanların, dinleri olan İslâm’ı bilmemeleri
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bundan dolayı bizim telif tarzımız
onların telif tarzından farklıdır. Biz bid’at türünden yeni bir
şey ortaya koymuyoruz. Biz yalnızca eğitim, örgütlenme ve
cihad aşamalarını sıraya koyuyoruz. Bizim kanaatimize göre
basamak basamak yükselen ve birbirini tamamlayan yetmiş
yedi mertebede Allah’ın Kitabı ile Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünneti dışında tek bir harf dahi bulunmamaktadır.
Bunları yalnızca eğitici ve örgütleyici maksatlarla sıralamış bu-
lunuyoruz. O hâlde bunların şer’î bir siyaset olduklarında en
ufak bir tereddüt de yoktur.
Bizler bu yetmiş yedi şubeyi on gruba ayırdık. Bu on gru-
ba, on haslet adını verdik. Ve bunları iki binden fazla hadis
ihtiva eden bir kitapta toplayıp bir araya getirdik. -Yüce Al-
lah bunun tahkik ve basımını kolaylaştırsın.- Burada da Yüce
Allah’a imanın şubeleri üzerindeki düşüncelerimizin sonucu-
nu açıklayacak ve bunları Nebevî yöntemin iskeleti ve delili
olarak ortaya koyacağız.
82 Nebevî Yöntem

Sözünü ettiğimiz on haslet, Kur’ân-ı Kerîm’in insana hita-


bından, o yokuşu aşmaya teşvik edip iman eden, salih amel-
ler işleyen ve birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenler-
den olmaya doğru basamak basamak ilerlemektedir. İnsanın,
cemaatin sıcaklığını, karşılık beklemeden fedakârlık yapan
ve şefkatli olan kardeşliğini keşfedip cemaatin merhamet ve
rahmet ortamına katılmasıyla birinci haslet olan arkadaşlık ve
cemaat hasleti hâsıl olur. Bundan sonra bir hasletten diğerine
yükselerek sonunda onuncu haslet olan cihad hasletini elde
eder. Böylelikle eğitimi tamamlanmış olan Allah’ın erlerinin,
örgütlenmede üyeliği sağlamlaşmış olur. Allah’ın erleri, cema-
at hâlinde imanın şubelerinin fezailini elde etmeleriyle artık
örgütlenmede Allah’ın yardımına mazhar olacak ve galip ge-
lecek Allah’ın hizbinin özelliklerini de tam anlamıyla yerine
getirmiş olurlar.
“Şube” lafzının lügavî anlamının delalet ettiği üzere, ima-
nın şubeleri, kendilerinden iman ırmağının oluştuğu dereler
manasına gelir. Bu şubeleri, kulu Rabbine bağlayan ipler
olarak düşünebiliriz. Bu durumda bu ipler, bükülüp ahlâkları
Kur’ân olana kadar birbirleriyle kaynaşmalarının sağlanması
hâlinde, Allah’ın, yeryüzüne rahmet olmak üzere semadan
uzanan sapasağlam ipi olarak ortaya çıkar. Çünkü Kur’ân,
sağlam bir amel ve yenilenip duran bir cihad olarak yeryü-
zünde ortaya çıkar. İşte o zaman da yeryüzünde Müslüman
cemaate sımsıkı sarılmak, kopması mümkün olmayan sapa-
sağlam kulpa yapışmak olur.
Yüce Allah’ın izniyle eğitim ve örgütlenmeye dair genel
hususlar hakkındaki iki bölümden sonra beşinci bölümde
imanın şubeleri ve on hasletini yeniden ele alacağız.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

EĞİTİM
EĞİTİM

Kapsamlı Kişilik
İlim adamlarımızdan rical tabakatına dair eser telif etmiş
olanlar, “Filan kişi, kendi kategorisi içerisinde eşsiz birisiydi”
diye yazarlar. Bununla kasdettikleri şudur: Kendisinde bir ara-
ya gelmiş olan ilim ve amel üstünlükleri, onu, bunca üstünlük-
lerin bir araya gelişi bakımından kimsenin benzeri olmayacak
şekilde ayrıcalıklı hâle getirmiştir.
Biz de şuna inanıyoruz ki, nimetleri sonsuz olan Yüce
Allah’ın, diğerlerinden farklı bedenî ve aklî özellikler, iman ve
ihsan kabiliyetleri bağışlamadığı hiçbir kulu yoktur. Bundan
dolayı eğitimin, bireyleri bir fabrikanın ürettiği mal gibi birbiri-
nin aynı olan bir nesil üretmesi imkânsızdır. Bu sebeple bizler
de “kapsayıcı kişilik (mecmû’)” lafzını ve mefhumunu mahfuz
tutuyoruz.

Bedevilik
Bedevilik, bedevilerin bir niteliğidir. Bu lafzın bir sözlük
anlamı vardır. Bedevi (Arap) kelimesi sözlükte, çölde yaşa-
yan Araplar anlamına gelir. Aynı şekilde bu kelimenin, İslâmî
ve Kur’ânî bir anlamı da vardır. Kur’ân ve sünnette bedevi-
ler, Müslüman olmakla birlikte, Rasûlullah sallallahu aley-
hi ve sellem’in yanına hicret etmeyen ve Evs ve Hazrec’in
kendisine yardım ettikleri gibi yardım etmeyen kimselerdir. O
86 Nebevî Yöntem

hâlde Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadiste bedeviler; muhacirler ve


ensar mukabilinde kullanılan ve gerek kaldıkları yer, gerekse
de imanları itibariyle Müslüman cemaatin kenarlarında duran
Müslüman bir topluluktur.
Müslüman cemaat ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-
lem zamanında muhacirler ve ensar idi. Bizler, Nebevî cihadın
siretinden, onların İslâm’daki paylarını ve önceliklerini biliyo-
ruz. Tevbe sûresini okurken de bedevilerin, samimi birtakım
Müslümanlar ile böyle olmayan münafıklardan, yerlerinde
oturan ve savaşa çıkmayıp cihaddan geri kalan başkalarından
ve Allah’ın ahdine hainlik eden başka birtakım kimselerden
oluşan karışık bir kesim olduklarını öğreniyoruz. Bizim şimdiki
su üstündeki köpükleri andıran hâlimiz de içinde salih kimse-
lerin de bulunduğu, böyle olmayanların da olduğu bir karı-
şımdır. İnsanları kendi zamanımızda ve daha sonraki zaman-
larda tasnif ederken, herhangi bir kimseyi tekfir etmek ya da
dalalette olduğunu söylemek noktasından hareket etmiyoruz.
Ancak Allah tarafından hakkında elimizde kesin delil bulunan
apaçık bir küfür görmemiz durumu müstesnadır. Fakat bizler,
samimi ve doğru olanları da ayrı tutuyoruz. Böylelikle cihadın
hakikatleri bakımından “Lâ Havle” çekip duranların sayısının
bir fayda sağlayacağını düşünmemiş oluruz.

Allah’ın Erlerinin Mertebeleri


Allah’ın kullarından birinin Allah nezdindeki değerinin ne
olduğunu, ancak Allah’ın bize emretmiş olduğu iyi zan bes-
lemekle bilebiliriz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki:
Haydi, amel edin. Allah, Rasûlü ve mü’minler de ame-
linizi görecektir.”39 Yüce Allah’ın, kullarının dereceleriyle

39 Tevbe 9/105.
Eğitim 87

ilgili bildikleri O’nun nezdinde bir gaybdır. Fakat biz, Allah’ın


erlerine, gördüklerimize ve onların cihad alanındaki yetkinlik
ve katkılarına dair değerlendirmelerimize göre mertebeler ve-
ririz ve kulu da Rabbiyle başbaşa bırakırız. Bizler, mertebeleri
çoğaltmaya ihtiyaç bulunmadığı görüşündeyiz. Aynı şekilde,
her mü’minin sorumluluk yerini bilmesi ve yapılanma iskeleti
içerisindeki ve uygulama basamaklarındaki sorumluluklarının
düzeyini bilmek zorunluluğu bulunmasaydı, kesinlikle rütbe-
lere de ihtiyaç bulunmazdı. Öncelikle, İslâmî ölçüleri bulun-
mayan bir toplumdaki, genel bir İslâm’dan başlayarak eğitil-
mesi mümkün olan ve kendisini öne çıkaran kimseleri eğitir
ve sınarız. Nihayet onun artık davanın bir yardımcısı hâline
geldiğinin göstergeleri ortaya çıkınca biz de ona “yardımcı
üye” adını veririz. Yardımcılığa katkıları artıp da ilmi, ameli,
ahlâkı ve uygulama alanındaki üstünlükleriyle seviyeli bir du-
ruma gelmesi hâlinde ona “muhacir üye” adını veririz. Bunu
da Yüce Allah’ın nezdindeki bu şerefli iki lakabın (ensar ve
muhacir) güzel ve hayırlı alametlerini göz önünde bulundu-
rarak veririz.
Yardımcılık ve hicretten sonra ise ihsanları ve eğitilmiş
yeterlilikleri ile ayrıcalıklı mü’minlerin varlığı da zorunlu olur.
Bunlara da “nakib” adını veririz. Bunların yükümlülükleri ise
mü’minleri eğitmek ve düzene koymaktır. Her bir mertebe için
kazanılması gerekli ilmî birtakım ölçeklerin belirlenmesinin bir
faydası yoktur. Fakat yardımcılıktan hicrete, oradan nakibliğe
basamak basamak yükselecek şekilde iman, güç ve emanetin
derecelerinde mü’minde on haslet toplanmadığı sürece toplu-
luk (kapsamlı kişilik) elverişli bir kişilik olamaz. Üyeliğe ve bir
üst mertebeye aday gösterilen bir kimsenin elverişliliğine de
mü’minler meclisi karar verir. Yardımcılık ve hicret mertebe-
leri için şube meclisi, nakiblik rütbesi için de o cihetin meclisi
karar verir. Bu şekilde İslâm devletinin kuruluşundan sonra
88 Nebevî Yöntem

ise bunlar, genel irşad meclisine ya da imamet meclisine yük-


selirler.
Allah’ın erlerinin, kardeşlerinin kendilerine layık gördük-
leri, görünürdeki rütbeye razı olmaları zorunludur. Bunlar ise,
şubenin nakibinin başkanlığındaki şube meclisi ile şubeyi
oluşturan üsra (aile/hücre) nakibleridir. Bizler Yüce Allah’ın
izniyle bundan sonraki fasılda şube ve üsra denilen birimle-
rin yapılmasının sınırlarını da tespit edeceğiz. Üyelerin ve üye
adaylarının rütbelendirilmesinde tasarruf yetkisi bu meclisler-
dedir.

Kişi ve Müslüman Olarak Katkıları


Ahmed bin Hanbel, Müslim, Tirmizî ve Nesâî’nin riva-
yet ettikleri bir hadiste, Allah Rasûlü “İnsanlar, neredeyse
binmeye elverişli tek bir deve bulamadığın yüz deve
gibidirler”40 buyurmaktadır. Genel olarak insanlar dünyada
geçim tasasını taşımaktadırlar. Ahiret tasasının kendisini yer-
yüzünün cazibesinden kurtarmaya ittiği kimseler ise pek azdır.
Ümmetin tasasını taşıyanlar onlardan da azdır. Ümmetin ta-
sası ile birlikte Allah yolunda ölme özlemini devamlı taşıyanlar
onlardan da azdır. Bu tasayı ve bu arzuyu ümmetin ihtiyaç
duyduğu cihad şeklinde anlayanlar ise bunlardan da azdır.
O hâlde sakın cemaatin üyeliğine ve yapısının içerisine,
ümmetin tasasını taşıyabilecek, Allah yolunda cihad için ca-
nını ve değerli her şeyi feda edebilecek, bu hususta güçlü ve
güvenilir olmakla birlikte takva/Allah’ı ve Rasûlü’nü sevme
şartını da taşıyanlardan başkası girmesin.

40 Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 232; Tirmizî, Emsâl 7; Ahmed bin Hanbel, II, 7,


44, 70, 88, 109, 121, 122, 123, 139.
Eğitim 89

Hz. Ebu Bekir döneminde insanlar birbirlerine eşit mua-


mele gördükleri hâlde Hz. Ömer devlet hazinesinden insanla-
ra verdiği maaşlarda (bağışlarda) bazılarını diğerlerine üstün
tutunca, ona, bu üstün tutmanın ölçüsünün ne olduğunu sor-
dular. Hz. Ömer “Kişinin Müslüman olarak fayda ve katkısı,
kişinin İslâm’daki geçmişi, kişinin Allah’tan sahip olduğu pay”
diye cevap verdi.
Bizim bu ölçüye ihtiyacımız vardır. Çünkü bu, bizlere, ra-
şit halifelerin sünnetine azı dişlerimizle yapışmamızı emreder.
Bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetindendir.
Bazı bölgelerde oldukça düzenli, bir kişinin ya da bir toplulu-
ğun daveti neticesinde tabii olarak ortaya çıkmış ve en başın-
dan beri birlik içerisinde olan bir cemaat bulunabilmektedir.
Bazı bölgelerde ise çeşitli cemaatler, ayrılıklar ya da sadece
mü’min fertler vardır.
Yalnız dağınık fertlerin ya da çeşitli cemaatlerin ve ayrı-
lıkların bulunduğu yerlerde bölgesel Müslüman cemaatin ku-
rulabilmesi için, İslâm’a Müslüman olarak faydası ve katkısı
bulunmuş, İslâm’da belli bir geçmişi olan ve Allah’tan pay sa-
hibi kimselerin -görüşümüze göre- bir araya gelmeleri gerekir.
Müslüman olarak İslâm’a katkısı ve faydası bulunan kimseler,
davaya faydalı olmuş, ona hizmetlerde bulunmuş ya da ona
hizmet edebilecek kimselerdir. İslâm’da geçmişi olan kimse-
ler ise, daha önceki cihadlarıyla doğruluklarını delillendirmiş
olan kimselerdir. Allah’tan bir pay sahibi olan kimseler ise,
cihad etmekte kararlı, samimi ve salih kimselerdir. Altında
yaşadıkları zorba düzen kamu hürriyetlerine müsaade ediyor-
sa, bir kongre ile bir araya gelirler. Bu düzen baskıcı bir rejim
ise diz dize toplanırlar. Bu üç kesim, bir liderlik meclisi seçer,
meclis de bir mürşid seçer. Bu liderlik makamından da pira-
mit şeklindeki yapılanma aşağıya doğru şekillenir. Böylelikle,
Müslüman olarak faydası ve katkısı bulunan, İslâmî bir kişi
90 Nebevî Yöntem

olan ve Allah’tan bir pay sahibi olan herkes tabanda bir araya
gelir. Yüce Allah’ın izniyle bundan sonraki bölümde bu pira-
mitsel yapıyı tekrar ele alacağız.
Hz. Ömer’in kullandığı ölçü, eğitmek istediğimiz, özellikle
de önderlik yapacak üyelerin kişilik niteliklerini tayin etmede
bize faydalı olacaktır. Müslüman olarak davaya faydalı olmuş
ve katkısı bulunmuş, belli bir geçmişi bulunan ve Allah’tan
pay sahibi olan bir kimse de davranışı, ahlâkı, imanı, ilmi,
kendisine verilmiş olan cemaati ilerletme ve eğitme gücü bakı-
mından “iman toplumu”nun kendisinde müşahhaslaşmasına
layık bir kimsedir.

Adaletle Şahitlik Eden Mü’min


Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayak-
ta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun”41 buyur-
maktadır. Adaletle şahitlik edip Allah için hakkı ayakta tutan
kimse, güçlü, güvenilir, görev yerinde sebatla duran, zorluk-
lar ne olursa olsun yürüyüş çizgisinden ayrılmayan mü’min
kimsedir. Herkes kaçsa dahi saftan ayrılmayan ve olumsuz bir
vasfı dolayısıyla tenkid edilemeyen mücahid kimsedir. O, so-
rumluluğunun bilincinde olan bir mü’mindir. Cemaat onun
etrafında birbiriyle kaynaşır, onun kalbinin nuru ile imanın
anlamlı özellikleri cemaat arasında yaygınlık kazanır. Güzel
geçimi, yumuşak huyluluğu, muhabbeti, kararlı iradesi ve di-
siplinli güvenilirliği ile cemaat onun etrafında buluşur.
O, başkalarında da cihad arzu ve isteğini canlandırma-
ya gücü yeten bir mücahiddir. İslâm devletinin kuruluşundan
önce de sonra da eğitimi ve hareketi yönlendirebilir, karşı kar-
şıya kalınan bir ümmetin vakıasını değiştirebilir. Bunun için

41 Mâide 5/8
Eğitim 91

esen rüzgârların çadırı yıkmasına imkân tanımayacak, sağlam


kazıklar mesabesinde yiğit erlerinin bulunması kaçınılmaz-
dır. Eğitimin ve cihadın yüklerini taşıyacak olan kimsenin bir
imanî parıltı odağı, çalışma ve gayretin, iş yapmanın ve et-
rafında bulunanları disiplin altında tutmanın örneği olmalıdır.
İşte mürşit nakib budur. İşte yapıda köşe taşını o teşkil eder.
O olmadan cemaat olmaz. O, aynı zamanda hem dava hem
devlet adamıdır.

Geleceğe Yönelik Bir Eğitim


Bizim, Allah ve Rasûlü ile aziz olma yolunda baskı ve zu-
lüm engellerini aşarak yoluna devam etmek için hâlihazırdaki
engellere karşı koyabilecek bir cemaate ihtiyacımız vardır. Fa-
kat bu cemaatin görevi, bundan ibaret değildir. Bu cemaa-
tin geleceği de hazırlaması bir zorunluluktur. Bu, bir devletin
sorumluluğunu taşıyacak ümmetin karşı karşıya bulunduğu
uygarlık alanındaki geriliğini, zilletini, başkasının uydusu olma
hâlini ve Allah’ın risaletini taşımaktaki acizliğini değiştirecek
bir cemaattir. O hâlde insanlar hakkında adaletle şahitlik yap-
maya çağrılan cemaatin, dünyanın, özellikle de istila edilmiş,
sömürgeleştirilmiş İslâm dünyasının içinde çalkalanıp durdu-
ğu altından kalkılamaz krizlerin ortasında direnebilecek bir
cemaat olmalıdır. O hâlde bizim eğiteceğimiz mü’minin, üm-
metinin yarınını yapacak kişilerden olmaya özlemle göz diken
biri olması gerekir. Böyle bir özlemi onda harekete getirecek
ve besleyecek olan da bizleriz.
İmam Hasan el-Bennâ, ölümü bir sanat hâline getirmenin
zorunluluğundan söz ederdi. Yani ona göre, mü’minin bütün
çaba ve gayreti, Allah yolunda cihad ederek şehadeti arzula-
ması olmalıdır. Bizler buna şunu da ekliyoruz. Aynı derecede
zorunlu olan bir başka eser daha ortaya koymak gerekir. Bu
da tarihi yapmaktır. Buna göre yardımcının, muhacirin ve
92 Nebevî Yöntem

nakibin bütün gayretlerinin Allah’ın huzuruna varışı çerçe-


vesinde odaklaşması gerekmektedir. Bunun için imanını ve
şevkini delilleştirmeli, hayatını ihtiyaç olacağı zamanda Allah
yolunda feda etmek için hazırlıklı olmalıdır. Aynı zamanda
o iman, o şevk ve o ölüm için hazırlığı, kendisini, fikrî, malî
ve amelî güç ve imkânlarının etrafında bulunan diğer bütün
imkânları İslâm devletinin inşası için hazırlamaya götürme-
lidir. Çünkü gerçek anlamda Allah’a doğru giden mü’minin
akıbeti, hiçbir zaman ümmetinin akıbetinden ayrı düşemez.
Onun ölümünden sonrası için duyduğu tasa, Allah’ın dini-
nin muzaffer olması ve devamı için duyduğu tasadan ayrı
olamaz.

Üsra Denilen Hücre


Allah’ın erleri ve Allah’ın eri olma ehliyetini kazanmak
için basamak basamak ilerlemek durumunda olanlar, temel
unsurlar hakkında şura ışığında yukarıdan atanan bir nakibin
gece-gündüz ilgilenip uğraştığı üsralar hâlinde bir araya geti-
rilir. Mü’minlerin sayıca az olması hâlinde bir üsra, -Allah’ın
emri gelene kadar- iki ya da üç kişiden oluşur. Her bir üye ise
en üstün ve değerli unsurlarla kendi üsrasını geliştirmek için
çalışmakla görevlidir.
Üsra içerisine yeni katılan mü’min gözlenir, eğitilir ve üye
olarak ilan edilinceye kadar ehliyeti değerlendirilir. Şubeye
bağlı üsra nakiblerinden oluşan şube meclisi bunu tayin eder.
Üsranın üye sayısı, üyelikleri kabul edilmiş on kişiden fazla
olursa, onların bir kısmı, yine deneyim altındaki unsurlardan
diğer bir kısmı ile bir araya getirilerek yeni bir üsra oluşturulur.
Bu yapılırken her bir taraftaki daha güçlü üyeler alınarak her
iki üsranın da zayıf düşmesine meydan verilmez.
Eğitim 93

Üsra içerisindeki eğitim havası; imanı ve çalışma gücüyle


güçlü unsurların varlığına bağlıdır. O hâlde bir şubedeki üsra-
ların, yeni başlamış diğer üsraları, kalkınıncaya kadar ziyaret
etmesi ve onlara maddî-manevî destek vermesi gerekir.

Mescitlerdeki Halkalar
Mescid, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve raşit ha-
lifeler döneminde aslanların barındığı bir yer, cihad bahçeleri,
kapsamlı bir üniversite, Allah’ın erlerinin, generallerinin ko-
muta merkezi ve şuralarının meclisiydi. Gidip gelmeye, top-
lanmaya ve Allah’ın ordusunun birbiriyle kaynaşmasına en
layık ev hiç şüphesiz Allah’ın evidir.
Diktatör yönetimlerin düşüncesinde, mescitlerin
İslâm’dan kurtarılıp özgürleştirilmesi temel bir istek olmaktadır.
İslâm devleti kurulmadan önce mümkün olduğu kadar, bun-
dan sonra ise de kesin bir şekilde mescidin halk ile buluşma
yeri, genel bir eğitim okulu ve iman meclislerinin oluşturuldu-
ğu bir yer olması bir zorunluluktur.
Mescitlerdeki ders halkalarında halkın geneliyle birlikte
üsra üyeleri de hazır bulunurlar. İnsanlarla tanışır, onlara bir
şeyler öğretirler. Üsra oturumlarında ve evde öğrenilmesine
fırsat bulunmayan birtakım bilgileri de öğrenirler.

İslâmî Kültürel Haftalar


Özellikle öğrenci ortamlarında davet ve eğitimin en
önemli yollarından biri de İslâm’ı tanıtmak amacı ile buluş-
malar düzenlemektir. İslâmî kitap fuarları ve tanıtımlar, Kur’ân
tecvidinin öğretildiği meclisler, spor ve tartışma halkaları gibi
buluşma faaliyetleri oldukça çeşitlilik arz etmelidir.
94 Nebevî Yöntem

Kamplar ve Ribatlar
Mü’minleri birbirlerine bağlayan en önemli hususlardan
biri de insanların kalabalık ve gürültüsünden uzak, ciddi ve
semereli yardımlaşmanın güzel atmosferinde iman ve kardeş-
lik temeli üzere mümkün olduğunca şehir dışındaki kamplara
katılmaktır. Bunlar, özellikle yeni katılan gençlere çok faydalı
olur. Her bir şubenin kampın gereklerini, gereçlerini ve orada
kalma yollarını -sadece kendisine ait olmak üzere- hazırlaması
gerekmektedir. Yine her bir şube, kendisine bağlı üsralar için
periyodik kamplar düzenlemeye hazır olmalıdır.
Her bir kampın programının da dikkatle hazırlanması
gerekir. Bu kampta muayyen bir inceleme konusu tespit edi-
lir. Gece ve gündüz zamanları; gece namazı kılmak, Kur’ân
okumak, öğüt ve sohbette bulunmak, spor yapmak, tanışmak,
bilgi aktarımı ve değişimi ve geleceğin hazırlanması şeklinde
programlanmalıdır. Ayrıca uzun olmaması gereken periyot-
larda mü’minler imanın yenilenmesi, azim ve kararlılıkların
güçlenmesi için Yüce Allah’ı zikretmek üzere itikâfta buluna-
cakları bir ribatta oturmalıdırlar.42

Gençlerin Eğitimi
Bizler bir ümmeti yeniden inşa etmeye muhtacız. Fitneye
maruz bırakılmış toplumlarımızda ise gençler, kötü bir şekilde
eğitim ve öğretimden geçirilmiş bir işsizler ordusu teşkil et-
mektedirler. İslâm devletinin kurulmasından önce ve sonra
elimizde yetişecek olurlarsa, özgürlük ve inşa hareketimizin
erlerinden olmaları için onları ciddi bir şekilde hazırlamalıyız.

42 Ribat; İslam devletinin sınır karakolları ve -özellikle Kuzey Afrika’da- tekke


ve zaviye gibi sufilere ayrılmış yapılara denilir. (Çeviren)
Eğitim 95

Gençleri hareket etmekten alıkoyar, onlara üsra oturum-


larının dışında enerjilerini harcayacak bir alan hazırlamaya-
cak olursak, inşa etmekten uzak, çalkantılı ve zorlu bir dina-
mizm ile patlayıverirler. Bunun için gençlerin spor yapmaları,
kamplara gitmeleri ve gezi için dışarı çıkmaları gerekmektedir.
Gezmekten kastım ise, davet gezisi yapmaları yani köylere ve
şehirlere, insanları İslâm’a çağırmak için çıkmalardır. Üniversi-
teler de mü’minlerin gücünü, akide ve düşüncelerinin doğru-
luğunu açıkça ortaya koyacak şekilde çalışma ve faaliyetlerini
düzenlemelidirler.

Mü’min Hanımların Eğitimi


Şeriat çerçevesi içerisinde mü’min erkekleri kapsayan her
bir husus mü’min hanımları da kapsar. Bu bakımdan onlar da
kendi üsralarını, oturumlarını ve davetlerini düzenler, ümme-
tin yarısının davet ve eğitimi hususundaki büyük sorumluluk-
larını üstlenirler.
Allah’ın kadın kullarının, Allah’ın mescitlerine gitmeleri-
ne engel olunmamalıdır. Onlar da -nerede olursa olsun- ilim
halkalarına, iman meclislerine ve hayır amaçlı faaliyetlere, şe-
riatın öngördüğü adab ve disiplin kuralları içerisinde katılırlar.

Programlar, Kitaplar ve Zamanlama


Yardımcı üye, davet için çalışmaları dışında kalan zama-
nını seçkin bir şekilde kullanabilen kimsedir. Onun zikirleri,
Kur’ân okuması ve hıfzetmek için günlük belirli bir zamanı
vardır. Teheccüdü ve Yüce Allah’ın huzurunda zilletini arz
etmesi için gecesinin bir bölümünü ayırır. Üyesi bulunduğu
üsranın oturum ve faaliyetleri için de haftada mümkün oldu-
ğu kadarıyla üç buluşması olur. Her günün belli bir saati de
mümkün olduğu kadarıyla tek başına ya da bazı kardeşleriyle
96 Nebevî Yöntem

birlikte daveti kabul etmesi umulan ve davanın değerini artı-


racak kimselere ziyaret zamanları vardır. Haftada, spor yap-
mak üzere de belli bir zaman vardır. Kamp ve gezi için aylık
bir zamanı vardır. İmanın şubelerinde sözü edilen diğer iyi
ameller için de her zaman ona ayırdığı bir vakti vardır.
Her bir bölgede üsra, buluşma ve faaliyet oturumlarında
yapılacak dersler için yerel ve aşamasal şartlara göre öğre-
nim programları hazırlanır. Şüphesiz ki dikta yönetimleri al-
tında çalışmanın imkânları, önünde İslâm’ın kapısının açıla-
cağı günlerde söz konusu olacak geçiş aşamasındaki çalışma
imkânları ile aynı olmadığı gibi İslâm devletinin himayesinde-
ki çalışma imkânları gibi de değildir.
Eğitimin yalnızca ilim tahsilinden ibaret olmadığını, aynı
zamanda üyenin cemaat içerisinde imanın şubelerinden, yet-
kin kılıcı özelliklerinden, beceriden ve katkıların toplamından
meydana gelen “kapsamlı bir kişilik” olmasının hedeflendiğini
hatırlattıktan sonra genel olarak bir başvuru eseri ve kılavuz
olmak üzere birtakım kitapların isimlerini vermek istiyoruz.

1. Kur’ân-ı Kerim
Ezber, tecvid ve tefsir: Nevevî’nin et-Tîbyân adlı eserinde-
ki “Âdâbu’l-Kur’ân” bölümü. Tefsir alanında İbn Kesîr Tefsîri,
Ebu Bekir İbnu’l-A‘râbî’nin Ahkâmu’l-Kur’ân’ı ve Seyyid
Kutub’un Fi Zilâli’l-Kur’ân’ı.

2. Hadis
Buhârî ve Müslim’in Sahîh’leri ile Sünen kitapları ve bir
yol arkadaşı olarak da Riyâzu’s-Sâlihîn. Bunlarla birlikte özel-
likle Fethu’l-Bârî gibi bir hadis şerhi. Ezber ve öğrenim için de
asgari olarak Nevevî’nin Kırk Hadis’i.
Eğitim 97

3. Akide Fıkhı

Tahâviye Akidesi Şerhi ve Vâsıtiye Akidesi Şerhi

4. İbadetler Fıkhı
Dört mezhebin fıkhına itiraz söz konusu değildir. Fa-
kat özellikle ibadetlerle ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in “Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz
de öylece kılınız”43 hadisi ile amel etmek üzere, mü’minin,
hükümlerin delillerine dair bilgi sahibi olmasını tercih ederiz.
Bu husustaki eserler ise, Seyyid Sâbık’ın Fıkhu’s-Sünne adlı
eseri ile Şevkânî’nin geniş fıkhî bilgiler ihtiva eden Neylü’l-
Evtâr adlı eseridir.

5. Sîret Fıkhı
Muhammed Gazâlî’nin Fıkhu’s-Sîre’si, İmam Süheylî’nin
er-Ravdul-Unf adlı hâşiyesi ile birlikte İbn Hişam’ın Sîre’si,
Şeyh Muhammed Yusuf el-Kandehlevî’nin Hayâtu’s-Sahâbe
adlı eseri.

6. Sünnet Fıkhı

Nevevî’nin el-Ezkâr adlı kitabı ile İbn Kayyim el-


Cevziyye’nin Za‘du’l-Meâd adlı eseri.

43 Buhârî, Ezân 18, Âdâb 27, Ahbâru’l-Âhâd 1; Ahmed bin Hanbel, V, 53.
98 Nebevî Yöntem

7. Kalbi İncelten, Ruhların Hastalıklarının


Reçetelerine ve Yaşayış İlmine Dair Eserler
Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l-Kulûb, İmam Kuşeyrî’nin
er-Risâletü’l-Kuşeyriye, Huccetu’l-İslâm Gazzâlî’nin İhyâu
Ulûmi’d-Dîn, Şeyh Abdulkâdir el-Geylânî’nin el-Fethu’r-
Rabbânî, İmam Nevevî’nin Bustânu’l-Ârifîn adlı eserleri.
Bu kitaplarda bulunan ve zamanımıza uymayan, cihadın
gerekleri ile de bağdaşmayan birtakım zahidane bilgiler, on-
ların eğitici değerlerini eksiltmez. Şüphesiz ki bizler, yüzeysel
hususlarda ve ihtilaflarda güçlerimizi darmadağın eden bilgi-
lerden çok, Allah’a giden yolda şevkimizi artıracak bilgilere
muhtacız.
Taklitçi bir kimseye de şunu söyleyin: Selef-i sâlih, Kuşeyri
Risâlesi’ni, bu ümmetin salih zatları hakkında bir örnek olarak
değerlendirmiştir. Bizler İbn Teymiyye gibi muhaddis, fakih ve
müctehid bir kimsenin kitaplarında bunlar hakkında övücü ve
yüceltici sözlerden başkasını görmüyoruz. Bu müctehid fakih,
Şeyh Abdulkadir Geylânî’den çokça övgüyle söz etmiş, onu
istikamet ehli meşayihden ve Müslümanların imamlarından
birisi olarak değerlendirmiştir. İbn Kayyim de ona “şeyh, âbid
ve uyulacak önder” adını vermiştir. İbn Teymiyye, Kûtu’l-
Kulûb’u ardı ardına defalarca okumuş, Ebu Tâlib’den de gü-
zel bir şekilde övgüyle söz etmiştir. Îmân adlı eserinde de onun
akidesinin doğruluğunu dile getirmiştir.
Bizler, nefsî tıb ile yüksek gayret hususunda Abdulkadir
Geylânî ve Ebu Tâlib el-Mekkî’de bulduğumuzun bir benzeri-
ni başka yerde bulamıyoruz. Kendisini hadise nisbet edenler
arasından İhyâ’ya dil uzatan kimselere de şunu deyin: Ha-
fız Irâkî, İhyâ’da geçen hadisleri incelemiş ve bu değerli kita-
ba hizmet etmek üzere bunların tahriclerini yapmıştır. Hafız
Makdisî bunu ihtisar etmiş, onun bu ihtisarını Hanbeli Hafız
Eğitim 99

İbn Receb bir daha ihtisar etmiştir. Dolayısıyla kalplerin tedavi


pınarını teşkil eden böyle bir eserden kimse seni alıkoymasın.
Bu eserde anlayamadığınız bazı ibareler görecek olursanız
bunları Allah’a havale edin ve şunu bilin ki, insan nefsinin giz-
liliklerinden söz eden bir kimsenin, kinaye ve mecazî ifadeler
kullanması kaçınılmazdır.

8. Davet Fıkhı
İmam Hasan el-Bennâ’nın risaleleri, üstad Mevdûdî’nin
eserleri, Yusuf el-Kardâvî’nin eserleri, şeyh Saîd Havvâ’nın
eserleri, Şeyh Hasan en-Nedvî’nin eserleri.

9. Küçük İslâm Tarihi


Şeyh Ebu’l-Hasan en-Nedvî’nin Müslümanların Gerile-
mesiyle Dünya Neler Kaybetti? ve yine onun Fikir ve Davet
Önderleri adlı eserleri.

10. Tarihe Mal Olmuş Kişilerin Biyografileri


Salih geçmişimizin kıssaları ne güzel öğüttür ve ne güzel
teşvik edicidir. Çünkü Yüce Allah, bu insan nefsini, soyut öğüt
ve vaazdan etkilenebileceği için daha çok bizim gibi olanların
hayatlarını dikkatle incelemekten etkilenecek bir hâlde yarat-
mıştır. Bazen salihlerden bir kişinin veya mücahidlerden ilmiy-
le amel eden bir âlimin hayatını okuyunca, bunlar kendimize,
nefsimizi azarlayarak ve harekete geçmesini isteyerek, “İşte
bu yiğitler seni geride bıraktı ey küçük nefis!” dedirtir. İbnu’l-
Cevzî’nin Sıfatu’s-Safve ve Abdülazîz el-Bedrî’nin el-İslâm
beyne’l-Ulemâ ve’l-Hükkâm adlı eserleri ile bir de okuyacak
sabrı gösterebilecek kimseler için Ebu Nuaym’ın Hilyetu’l-
Evliyâ’sı anılmaya değer eserlerdir.
100 Nebevî Yöntem

11. Arap Dili ve Grameri


Aslında bütün İslâmî çalışmalar için zorunlu bir araç
olmakla birlikte bunları son olarak saymaktayız: Râgıb el-
İsfehânî’nin Müfredât’ı, Abbas Hasan’ın en-Nahvu’l-Vâfî’si ve
Muhammed Hayruddin el-Hulvânî’nin es-Sarf adlı eserleri.

Vakıanın Fıkhı ve Uzmanlık


Emrolunduğumuz güç hazırlığının bir parçası da her bir
mü’minin, yabancı bir ya da birkaç dil öğrenmesi ve modern
siyaset bilimi ve ideolojilere dair çağdaş insanlara düşünceleri
düzeyinde hitap edebilecek kadar eser okuması gerekir. Bu
ise, ilim ehlinden biriyse ilimdeki uzmanlık alanı, zanaat sahi-
bi ise ya da her ne olursa, o alanda sivrilecek hâle gelmesiyle
gerçekleşmelidir. Unutmayalım ki biz, İslâm devletinin kurul-
masından önce de sonra da davet adamlarına muhtacız. Aynı
şekilde iktisadı ve yönetimi, devlet kurumlarını ve yönetim
aygıtlarını idare etmek ve bunları Allah’ın hükümlerine bo-
yun eğecek hâle getirmek için devlet ricaline ihtiyacımız vardır.
Ümmetin endişesini ise, harekete geçmeyen, yerinde duran
bir vera taşımaz. Bunu taşıyan ve gereklerini yerine getirenler,
ilim ve uzmanlıklarıyla güçlü, Yüce Allah korkusu ile emin ve
ahdine sıkı sıkıya bağlı kimselerdir.

Gece ve Gündüz Yapılacak İşler


(Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle)
İman şubelerine dâhil amellerden bazıları, -hac gibi-
ömürde bir defa yapılır. Kimisi, Ramazan orucu gibi yılda bir
defa yapılır. Kimisi, namaz ve zekât gibi zamanı belli ameller-
dir. Kimisi, zamanında ve münasebet olması hâlinde ortaya
çıkar, hasta ziyareti ve cenaze ile beraber gitmek gibi… Kimisi,
yoldan rahatsızlık veren şeyleri gidermek gibi sürekli bir fırsat
Eğitim 101

olarak karşımızda durur. Kimisi ise hayâ gibi bizimle birlikte


bulunan nefsî niteliktir. Kimisi de “Lâ ilahe illallah” sözünü
söylemek gibi köklü bir alışkanlık hâline gelmesi gereken bir
eylemdir.
Bununla birlikte mü’minin, alışkanlık, oyun ve eğlence
zamanlarında değil de ibadet ve cihad zamanlarında aya-
ğının sağlam basması için hayatının günlük işaret taşlarının
bulunması gerekir. Mesleğimize, ailemize, okula, işe ayrılan
zamanlar vardır. Dolayısıyla dünyevî görevler için ayrılan
zamanın bedeli ne olursa olsun, bu, namazı vaktinde kılma-
ya ve mümkün olduğunca da mescitte ve cemaatle kılmaya
engel olmamalıdır. Şayet cemaat ve mescit yoksa mücahide
düşen; fabrikasında, idaresi altında, okulunda veya etrafında
bulunan namaz kılanları bir araya getirmesidir. Bunların da
kendilerine bir mescid yapmaları, ezan okuyacak ve namaz
kıldıracak bir kimse seçmeleri ve vaaz ve davetle geçirecekleri
zamanları tespit etmeleri gerekir.
1. Mü’minin günü, fecirden önce Nebevî sünnete uy-
gun on bir rekât vitri kıldığı saat ya da -eğer tembellik eder-
se, ki etmemelidir- fecirden kısa bir süre önce başlar. Bundan
sonra seher vakitlerinde, mağfiret dileyenlerden olması için
Allah’tan af ve mağfiret dilemek için oturur.
2. Güneş doğuncaya kadar sabah namazından sonra
oturmak sünnettir. Çünkü bu, mübarek bir zamandır. Mü’min
bir kimse bu zamanda mümkün olduğu kadar sabah-akşam
günlük okuduğu Kur’ân’ın bir bölümünü okur ya da bu zama-
nı zikirle veya öğrenerek ve ezberleyerek geçirir.
3. Kuşluk vakti namazı, evvabin namazı.
4. Revatib sünnetleri kılar. Geceleyin kalkacak gücü
olmayan bir kimse ya da vaktin geçeceğinden korkan bir
102 Nebevî Yöntem

kimse, uyumadan önce vitrini kılar. Fakat vitri seher vakti kıl-
mak daha güzeldir.
5. Yüce Allah ile birlikte kalp huzuru ile “Lâ ilahe illallah”
zikrini yapmak üzere günde en az on beşer dakikalık üç otu-
rum.
6. Günlük en az üç yüz defa olmak üzere Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’e salavât getirmek. Özellikle de Cuma gecesi
ve gündüzünde ona salavât getirmek.
7. Uyumadan önce Yüce Allah’a yönel, kendini hesaba
çek, tevbeni yenile, Yüce Allah’ı zikrederek ve en güzel karar-
ları alarak uyu ki, uyanık kaldığın son zamanın da yüce Rab-
bine, önünde cihadın kapılarını ve O’na ulaşmanın yollarını
açması niyazı olsun.
8. Öğrenciysen derslerini hazırlamak için yeterli çaba ve
gayreti göstermelisin. Namaz, tilavet, zikir ve asgari düzeydeki
ilim tahsilinden sonra görevlerinin ilki, öğreniminde üstün bir
başarı elde etmektir.
9. İman üsran ya da davet ve öğrenim (ders) için ziyarete
ayıracağın belli bir zaman olsun.
Zamanın, senin için harcamanı yaptığın bir bütçen gibi
olsun. Zamanında, onu gafletlerde harcamak ve anlamsız iş-
lerde zayi etmek noktasında çok cimri olmalısın. Şunu bil ki,
pişmanlığın fayda vermeyeceği günde harcadığına pişman
olacağın zaman, Yüce Allah’ı dille, kalple ve dinine yardımcı
olmak için cihadla anmadığın vakittir. Nefsine ayırdığın za-
manı iktisatlı kullan, uzun ziyaretler yaparak ve sözünde az
durarak kardeşlerinin zamanını da boşa harcatma.
Eğitim 103

Terbiyede Denge
Şüphesiz eğitimde meydana gelen dengesizlik ve tutar-
sızlık, örgütlenmede de tutarsızlıkları doğurur. Buradan da
cihadın tamamında başarısızlık ortaya çıkar. O hâlde çalışma-
ların başarısı, yiğitlerin gücüne yani imanlarının derinliklerine,
ahlâkî metanetlerine, dirayetlerine ve işleri başarı ile gerçek-
leştirmelerine bağlıdır.
Allah’ın erlerinin baskın niteliği, ruhanilik iddiası ile zühd
ve düşünceye dalıp gitmek de olmamalı, harekette kusur ve
aşırılık da olmamalıdır. Hz. Ali fitne savaşlarında askerlerine
hitap ederek, “Ey gerçekte yiğit ve mert olmayan, adam kılıklı
kimseler!” derdi. Bunun sebebi ise onun askerlerinin, genel
olarak fetihler sonrası Müslüman olup imamın/halifenin tanı-
dığı, aralarında yaşayıp cihad ettiği o gerçek yiğit erlerin sahip
oldukları kadar eğitimden pay almamış olmalarıydı.
Zahitlik ve toplumdan kaçmak şeklindeki Müslümanlık,
fikrî Müslümanlık ve takva ve ilim aleyhine hareket Müslü-
manlığı üç kaygan zemindir.

Eğitimin Şartları

İmanî eğitim bir işlemdir. Müslüman kimsenin iman


dünyasına doğması sonra bu dünyada yetişip onda sağlam
yer edinmesi ve mertliğini kazanması ona bağlıdır. Eğitimsiz
cihad olmaz. Eğitim imanî bir eğitim değilse, örgütlenme de
İslâmî olmaz.

Birinci Şart: Arkadaşlık ve Cemaat


Eğitimin başarılı olmasının birinci şartı, arkadaşlığın ve dı-
şarıdan gelen kimseyi, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye
104 Nebevî Yöntem

eden mü’minlerin geniş kalbiyle karşılayan bir cemaatin varlı-


ğıdır. Güleç bir yüz, teşvik edici ve müjdeleyici bir söz, bir mer-
hamet ve bir sevginin varlığı, dışarıdan gelenin o eğitici üsra
ortamında ilk idrak etmesi gereken şeyler olmalıdır. Böylelikle
o cemaat ile arkadaşlığı ve onunla birlikte yürümeyi sevsin.
Gelenlerin hatta Müslümanların yanına gelmeleri için
kendilerini davet ettiklerimizin, sevgileri kesinlikle yapmacık
hareketlerle de olmaz ve bu sosyal bir münafıklık da değildir.
Bunu, mü’min fiilen hisseder. Allah’ın kendi eliyle hidayete
erdirdiği her bir kişi sebebiyle de sevinir.
Merhum Seyyid Kutub, bu şekilde birlikte olunan cemaati
bir kucak ve mü’minlerle birlikte olduğu zaman rahmeti hisse-
dip geçmişinden tiksinerek yeni kardeşlerine yönelmesi hâlindeki
yeni duygularını “şuursal ayrılık” diye adlandırmaktadır.
Eğitimi yönlendiren kişide merhamet duygusu yoksa
veya takva ve yaşayışında uyulacak bir örnek değilse, eğitim
başarıya ulaşmaz ve bu durumda onun arkadaşlığının ve soh-
betinin faydası da olmaz.
-Yüce Allah’ın izniyle- hicret şubesinde, yeni gelenin kendi
normal ortamından fiilen çıkmak ve davet amacıyla yapılan
gezide salih iman ortamıyla kaynaşmak için kampta bulun-
duğu zamanlarda aşamaları nasıl kat ettiğinden söz edeceğiz.

İkinci Şart: Zikir


Abdullah bin Ömer radıyallahu anhumâ diyor ki: “Bizlere
Kur’ân verilmeden önce iman verildi. Size ise iman verilme-
den önce Kur’ân verildi. Bu sebeple sizler bu Kur’ân’ı değersiz
hurma taneleri gibi saçıp duruyorsunuz.” Bunu, Hâkim, sahih
Eğitim 105

olduğunu belirterek tahric etmiştir,44 biz de ihtisar ederek zik-


rettik. İmanın “Lâ ilahe illallah” sözünü çokça söyleyerek ye-
nilendiğini gördük. Bu durumda arkadaşlık salih olur ve salih
bir kimse ve salih bir cemaat bulunursa ve herkes, gafletten
çıkıncaya kadar bu güzel ve Kur’ânî sözü zikretmeye yönele-
cek olursa, o zaman oldukça aydınlık imanî bir atmosfer olu-
şur. Cemaatin arasında ilahî bir feyiz ve bir rahmet meydana
gelir. Kalplerin birinin diğerinden alıp beslendiği bir ruh oluşur.
İşte imanî güç budur. -Merhum Seyyid Kutub’un dediği gibi-
uygulamak niyetiyle, kalplerin ve akılların Kur’ân’la buluşmak
için harekete geçtiği ilk kıvılcım budur.
Menba, “Lâ ilahe illallah”tır. O menbadan taşan onun ru-
hudur. Nihayet mü’min ve mü’minlerin cemaati, Kur’ân gü-
neşini, Kur’ân’ın desteğini ve Kur’ân’ın bereketini karşılar ve
nihayet Kur’ân gereğince amel edebilecek gücü bulurlar.
Yüce Allah’ın izniyle iman şubelerinden on ikisini sıra-
larken zikir özelliği altında bunun en önemlisinin namaz, en
yücesinin “Lâ ilahe illallah,” kalbinin ise tilavetle, sevgisiyle,
ameliyle Kur’ân olduğunu göreceğiz. (Neticede) zikreden erler
ve cihad eden erler ile gaflet içindeki topluluklar ve oturan
topluluklar ortaya çıkar.

Üçüncü Şart: Sıdk (Doğruluk)


Allah’ın hizbinin yerine getirilmesine teşvik edilen görev,
zor bir görevdir. Bu bir ümmeti inşa etme görevidir. İstisnai
bir görevdir. Biz yeni türden yiğitler istiyoruz. Yeni bir isti-
dada sahip yiğitler. Böylelikle er olabilsinler. Böylelikle ci-
had alanlarında katkıları ve faydaları olsun. Ben doğru söz-
le, yeni giren kimsenin iman şubeleriyle bezenip cemaatin

44 Hâkim, Müstedrek, I, 91.


106 Nebevî Yöntem

içerisinde kaynaşması için gerektiği gibi hazırlanmasını ve


mümkün olan görevlerini sonuna kadar ifa edebilmek için
güçlü, kararlı ve uzun soluklu olmasını kastediyorum.
Soğuk demiri dövmenin bir faydası yoktur. Kabiliyeti ol-
mayan kimseleri eğitmeye çalışmanın da faydası yoktur.
Şurada şöyle bir soru sorulabilir: Peki İslâmî örgütlenme
seçkinci bir örgütlenme midir? Yoksa çağdaş dille kitlesel bir
örgütlenme midir?
Cevabımız şudur: Müslüman cemaat, tıpkı Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem zamanında olduğu gibi ancak mu-
hacirlerle ensardan oluşur. Bunların dışındakilere ise Kur’ân-ı
Kerîm’de A’rab (bedevi) denilmektedir. Cihad edip yardımda
bulunarak görevini yapanların dışındakilere cihad emriyle hi-
tap edilmez.
Aynı şekilde günümüzde de safın, birbiriyle kaynaşma
gücüne sahip unsurlardan oluşması bir zorunluluktur. Safın
içerisinde de sorumluluk konumuna yerleştirebilmemiz için
üstün istidada sahip, önderlik yapabilecek unsurları ayırt et-
memiz gerekir.
Bunun ardından ve birbiriyle kaynaşma gücünü elde ettik-
ten sonra cemaat, halkın ilgisini çekecek bir odak olarak ortaya
çıkabilir. Onun desteğini ve yardımını isteyebilir. Hatta o zaman
halka öğretmek, halkı eğitmek ve onu düzene sokmakla görevli
olur. Fakat kendi safında zayıflık varsa bunu yapamaz.
Arkadaşlık, cemaat + zikir + sıdk (doğruluk)… İşte ana
çizgileriyle İslâmî eğitimin denklemi budur. Bunlar eğitimcide,
eğitim ortamında ve imanın yenilenmesinde şarttır. Eğitilende
ve onun Allah’ın eri oluş kabiliyetinde şarttır. İman şubeleri-
nin kapsamında olanlarla birlikte diğer on haslet bu şartları
tamamlar ve Yüce Allah’ın izniyle tabloyu daha da netleştirir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ÖRGÜTLEME
MÜ’MİNLERİN VELİLİĞİ

Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: “İman edip de hicret


edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var
ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır.
İman edip de hicret etmeyenlere gelince; onlar hicret
edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yok-
tur. Onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, si-
zinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine
olmaksızın (o Müslümanlara) yardım etmek üzerinize
borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.
Kâfir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer
siz onu (Allah’ın emirlerini) yerine getirmezseniz, yer-
yüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.
İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad eden-
ler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya,
işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve
bol rızık vardır.
Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle be-
raber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın Kitabına
göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmaya) daha
uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.”45

45 Enfâl 8/72-75.
110 Nebevî Yöntem

Bu âyetlerde feraiz (miras hukuku) ile ilgili fıkhî bilgiler


yer almaktadır. Çünkü ensar ve muhacirler, hicretin ilk dö-
nemlerinde ve Müslümanların ekonomik bir dayanışmaya ih-
tiyaçları olduğundan ötürü birbirlerine mirasçı oluyorlardı. Bu
hüküm neshedildi. Ayetlerin, Müslüman cemaate girmenin
gereklerini, sınırlarını ve şartlarını bize aydınlatan muhkem
fıkhına gelince, bu da bütün incelikleriyle etraflı bir şekilde
açıklanmış bulunmaktadır.
Râgıb el-İsfehânî dedi ki: Vela ve tevali, iki ve daha faz-
la şeyin, aralarında kendilerinden olmayan başka şeyler bu-
lunmamak üzere arka arkaya gelmeleridir. Bu, aynı zamanda
mekân bakımından, nisbet bakımından, din bakımından, ar-
kadaşlık, yardım ve itikat bakımından, yakınlık hakkında is-
tiare yoluyla da kullanılabilir. (Bu durumda) velayet yardım
etmek demektir. Aynı zamanda bir işi üstlenmek, bir görev
anlamına da gelir.
Mü’minler, -âyetlerde geçtiği gibi- gerçek anlamda iman
edenlerdir: “İman edip de hicret edenler, Allah yolun-
da mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirle-
ri) barındırıp yardım edenler” ve “İman edip de hicret
etmeyenlere gelince; onlar hicret edinceye kadar size
onların mirasından hiçbir pay yoktur.”
Velayet, mü’minler arasındaki bir yakınlık, bir yardımlaş-
ma, bir kardeşlik ve aralarında ortak özellik olarak bulunan
hususların birliği demektir.
Bu da Kur’ân’ın muhatabı olan, bâtılı ortadan kaldırıp
hakkı gerçekleştirmekten münkeri değiştirip onun yerine ma-
rufu yerleştirmekten sorumlu olan Müslüman cemaatin oluş-
turulması ve düzenlenmesi bakımından şu anlama gelir: Ca-
hiliye ile bağlarını kopartıp Allah’ın dinine yardım etmek ve
İslâm davasını korumak hususunda güzel bir sınav verenler,
Örgütleme 111

işte bedevi olan diğer Müslümanlar dışarıda kalmak üzere yal-


nızca onlar velayete ve hâl ve akd ehli olmaya layık, ehil kim-
selerdir. Tekrar hatırlatalım ki bedeviler (A’rab) lafzının Kur’ânî
bir medlulü vardır ki, bunun anlamlarını Tevbe sûresindeki
(ilgili âyetler) açıklığa kavuşturmaktadır.
Sakın hicret ve nusretin (ensarın yardım faaliyetlerinin)
ashab-ı kiram cemaatiyle var olan sonra da kaybolup giden
iki anlam olduğunu sanmayalım. Kesinlikle böyle değildir.
Çünkü şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği manalar ebe-
didir. O hâlde fitne ortamımızda hicretin ve yardımcı olmanın
hükümlerinin kaynaklarını, gereçlerini araştırmakla görevliyiz.
Bizler, muhacirin kim olduğunu, hicret ve cihadın mahiyetinin
ne olduğunu belirler, yardımcı olup barındırmanın sınırlarını
çizecek olursak bu hükümleri bizim toplumlarımıza ve bu top-
lumlardaki çeşitli insan kesimlerine ne şekilde indirgeyeceği-
miz de açıklık kazanır.
Hicret ve yardımcı olmak, olup bitmiş tarihsel iki hareket
değildir. Çünkü muhacir, hadiste de belirtildiği gibi “Allah’ın
yasakladıklarını hecreden (onlardan uzak kalan)
kimsedir.”46 Hicret ise kendinle cihadın gereğini yerine getir-
mekten uzak geçmişin arasındaki ilişkiyi koparmaktır. Yardım-
cı olmak da İslâm davası için karşılık beklemeden vermek ve
o davayı desteklemek demektir.
“Fetihten sonra hicret yoktur fakat cihad ve ni-
yet vardır.”47 Bu, bir hadistir. Buhârî’deki rivayetlerden biri
“Mekke’nin fethinden sonra hicret yoktur”48 şeklindedir.

46 Buhârî, Îmân 4, Rikâk 26; Ebu Davud, Cihâd 2; Nesâî, Îmân 9; Ahmed bin
Hanbel, II, 163, 192, 193, 205, 209, 212, 224;
47 Buhârî, Cihâd 1, 27; Müslim, İmâre 20; Ahmed bin Hanbel, I, 226, 355, III,
22, 401,
48 Buhârî, Cihâd 194.
112 Nebevî Yöntem

Bu hadisin anlamı şu âyette şöyle dile getirilmektedir: “Ara-


nızdan fetihten önce infak edip savaşanlar (başkalarıy-
la) bir olmaz. Onların dereceleri fetih sonrasında infak
edip savaşanlardan daha büyüktür.”49 Buna göre, Allah
yolunda cihad etmek, Allah’a hicret etmek ve O’nun dinine
yardım etmek, bu dinde ecri verilecek temel unsurlar olup
her çağ ve her zamanda yerine getirilmesi istenen amellerdir.
İslâm’da önceliği olan, İslâm’a faydalı katkılarda bulunmuş ve
Allah’tan bir pay sahibi olan kimselerin (bu alanda) en büyük
dereceyi elde etmeleri, onların cihadlarının, hicretlerinin ve
yardımlarının İslâm’ın kuşatılmış olduğu ve İslâm’a karşı sava-
şıldığı bir zamanda gerçekleşmiş olmasından dolayıdır. Çağı-
mızda görüldüğü gibi her ne zaman İslâm kuşatma altında bu-
lunursa ilk olarak yardıma koşanlar ve faydalı işler yapmaya
kalkıp Allah’tan pay sahibi olanlar, velayette ehil olan ve onu
hak eden kimselerdir. Fetihten sonra ya da fetih zamanında
-ki çağımızda fetih, İslâm devletinin kurulması olacaktır- cema-
ate katılan kimseler ise az önce Enfâl sûresinde gördüğümüz
Yüce Allah’ın, “Sonradan iman eden ve hicret edip de
sizinle beraber cihad edenler de sizdendir” buyruğunun
genel kapsamı içerisinde görülürler.

49 Hadîd 57/10.
Üçüncü Baskıyı Sunarken 113

EMİRLİK

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde ilk


cemaat, fıtrî bir şekilde ortaya çıktı. O cemaatin ortaya çık-
masıyla birlikte cemaatin oluşturulması ve örgütlenmesi gibi
herhangi bir problemle karşılaşılmadı. İlahî vahiy ve yardım
ile desteklenmiş, Allah’tan gelen bir Rasûl davetini yaptı, eğit-
ti ve Allah’ın erlerini, komutası altında zafere doğru götürdü.
Çağımızda ise yavaş yavaş ve İslâm bölgelerinden birisi öz-
gürlüğünü elde ettikçe aşama aşama, küresel İslâm cemaati-
nin oluşturulması, cemaatin olmadığı yerlerde de tevhid edi-
lip birleşmiş bir davetin ve aynı şekilde bir eğitimden ortaya
çıkmış olması dolayısıyla şer’î emirlik kuralları üzere velayetin
düzenlenmesi gerekmektedir.
Yüce Allah, gerçek anlamda iman eden, vekil olduklarını
öğrenmiş olduğumuz mü’minlere hitaben, “Ey iman eden-
ler! Allah’a itaat edin, Rasûl’e de itaat edin. Ve sizden
olan emir sahiplerine de”50 buyurmaktadır. “Sizden olan
emir sahiplerine,” sizden başkalarından değil. O hâlde
İslâm halifeliğini kurmak Müslümanların üzerinde kesin bir
farzdır. Bu ise, halifeliğin her bölgede ve aynı anda, eşit bir
şekilde hazırlanmış olarak inmesini beklemekle kesinlikle ula-
şamayacağımız bir hedeftir. Bunun için Yüce Allah’ın izniyle
arka arkaya İslâm yurdunun tamamı özgürlüğüne kavuşunca-
ya kadar bölgesel emirliklerle başlamak bir zorunluluktur.

50 Nisâ 4/59.
114 Nebevî Yöntem

İşe, bölgesel olarak davanın emirlik meclisi ve emirlik ko-


mutası altında düzenlenip tevhid edilmiş bir daveti gerçekleş-
tirmek suretiyle bölgesel emirliği hazırlamakla başlamak gere-
kir. Bu komuta altında örgütlenmenin görevi Allah’ın erlerini
eğitmek, safı kaynaştırmak ve özgürlüğe kadar cihadın lider-
liğini yapmaktır. Bu emirliğe “irşad” ismini verelim. Bu mecli-
se “irşad meclisi,” bölgenin de “genel mürşidi” adına verelim.
Özgürlükten sonra ise aynı anda hem davetin mürşidi hem
devletin emiri olmak üzere o bölgenin emiri seçilir.
Hiç şüphesiz bir emirin görevlendirilmesi ve emirlik dü-
zeni, görevlerin en kesinleri arasındadır. Bu sebeple biz şu
sözlerimizi tekrar etmekten usanmayacağız: Cihad olmadan
özgürlük olmaz, örgütlenme olmadan cihad olmaz, emirlik
olmadan örgütlenme düzeni olmaz ve eğitim olmadan ör-
gütlenmenin hiçbir faydası olmaz. Bütün bunların ise bütün
hareketlerinde ve detaylarında tertemiz şeriatın hükümlerine
riayet edilmedikçe de İslâmî bir anlamı olmaz.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmakta-
dır: “Üç kişi bir yolculuğa çıkacak olurlarsa, araların-
dan birini emir tayin etsinler.”51 Bu hadisi Ebu Davud,
hasen bir isnad ile Ebu Saîd el-Hudrî ve Ebu Hureyre’den
rivayet etmiştir.
Yine Allah Rasûlü şöyle buyurmaktadır: “Kim itaatin
dışına çıkıp cemaatten ayrılarak ölürse cahiliye ölü-
müyle ölür. Kim ne olduğu belirsiz bir sancak altında
taassubî (cahilî) bir dava için öfkelenir ya da böyle
bir davaya davet eder veya böyle taassubî bir davaya
yardımcı olup savaşırsa -bir başka rivayette: öldürülürse-
onun ölümü cahilî bir ölüm olur. Her kim ümmetime

51 Ebu Davud, Cihâd 87.


Örgütleme 115

karşı çıkarak iyisiyle kötüsüyle onları vurup mü’min


olanını öldürmekten çekinmez, ahdi olanın da ahdi-
ne riayet etmezse, o benden değildir, ben de ondan
değilim.”52 Bu hadisi Müslim, Nesâî ve Ahmed bin Hanbel,
Ebu Hureyre’den rivayet etmişlerdir.
O hâlde ne yapmalı? Allah’ın dinini yenilemek, Müslü-
manları ne olduğu belirsiz sancaklardan, kavmî taassublardan,
küfre götüren, Batılılaştırıp yabancılaştıran hareketlerden kur-
tarmak için çıkılan bu yolculuk, yolculukların en büyüğü iken
ne yapmalı? Bizim, cahilî bir ölümle ölmemek için, bir cemaat
ve bir emirlik kurmakla, Müslümanları öldürmek ve kâfirler
ile bu hususta yardımlaşıp dayanışmak suretiyle kendilerinin
bizden olmadıklarına bizim de kendilerinden olmadığımıza
açıkça belgeler ortaya koymuş olanlara katılıp (öldürülmemiz
hâlinde) bu öldürülmenin cahilî bir ölüm olmasının akıntısına
kapılmak arasında bir seçim yapmaktan başka bir tercihimiz
yoktur.

52 Müslim, İmâre 53, 54; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 28; Ahmed bin Hanbel, II,
296.
EMİRLİK DÜZENİ

Emirlik hiyerarşisi aşağıdaki gibidir:


1. Emir -ilk hareket döneminde seçilmiş genel mürşid:-
Bu, yine seçimle iş başına gelmiş, genel irşad meclisi ile ge-
rekli istişarelerin yapılmasından sonra karar alma yetkisine
sahip olan kimsedir. Bizler, kasten şeriata aykırı bir işi yapma-
ya kalkışmadıkları sürece emirin de şura meclisi üyelerinin de
görevlerinde kalmalarını tercih ederiz. İçtihat sonucunda hata
etmeleri hâlinde onların her birinin -özellikle de emir olan
genel mürşidin- mazur görülmesi gerektiğini düşünürüz. Çün-
kü hâkim, içtihat edip hata edecek olursa, Allah tarafından
kendisine ecir verilir, mü’minler tarafından da mazur görülür.
Ancak yapılan hatanın kasıtlı olduğu ve muhalefet olsun diye
yapıldığı açıkça ortaya çıkarsa, görevden alınır. Gelecekteki
İslâm devletinin nizamıyla ilgili bölümlerde Allah’ın izniyle bü-
tün bu hususları tafsilatlı bir şekilde yeniden ele alacağız.
2. Bölgedeki her bir birimde mürşidin ve irşad meclisinin nakibi.
3. Birimin her bir cihetinde mürşid ve irşad meclisinin na-
kibi. Eğer bu, birimin büyük şehirlerinden biri ise, o zaman bu
da cihetlere bölünür.
4. Her bir şube için bir mürşid ve irşad meclisi nakibi.
Şube kendi yapısı içerisinde on üsradan fazlasından oluşamaz.
Her bir üsra da azami on üyeden meydana gelir.
5. Üsra ile gece-gündüz uğraşacak eğitici nakib. Bu da
üsra üyeleri meclisi üyesidir.
YAPILANMANIN KOMUTA BİRİMLERİ

Kuruluş esnasında, Müslüman olarak faydası ve katkısı


bulunanlar, geçmişte hizmetleri bulunanlar ve Allah’tan pay
sahibi olanlar bir araya gelerek genel irşad meclisini seçerler.
Bu meclisin, görüşlerin iyice tespit edilebilmesi, kaynaşmanın
derinleştirilmesi, karşılıklı olarak birbirlerini anlayabilmeleri ve
bütün düzeylerde bu karar merkezi üyelerinin birbirleriyle yar-
dımlaşabilmeleri için yedi üyeden oluşması uygundur.

1. İrşad Meclisi
Genel irşad meclisi, üyeleri arasından genel mürşidi seçer.

2. Genel Mürşid
Genel mürşid, bütün düzeylerdeki nakib ve mürşidleri
görevlendirir, eğitim ve örgütlenmeyle ilgili bütün kararları
alır. Görüş ihtilafı bulunan hususlarda şer’î hükümler arasın-
da tercih yapar, sorumlulukları dağıtır, önemli işlerde başka-
larına yetki verir. Bütün bunlarla ilgili en önemli kararlarda
istişare meclisiyle istişare eder. Bizim görüşümüze göre, emir,
icma gibi değerlendirilebilen üyelerin üçte ikisinin ittifakı söz
konusu değilse azınlığın görüşünü tercih edebilir. O hâlde ic-
manın tam olması hâlinde ona uyması daha uygundur. Di-
ğer taraftan, irşad meclisinin diğer üyeleri ya da irşad meclisi
dışındakiler arasında özel uzmanlıkları ve bilgisi olanlara da
danışması gerekir. Acilen uygulanması gereken cüz’î birtakım
118 Nebevî Yöntem

hususlarda istişare yapmadan da karar alma hakkına sahiptir.


Eğer zorbalığa kaçacak olursa, azledilme kılıcı her zaman te-
pesinde, kınından sıyrılmış olarak bulunur.
Yüce Allah “İş hususunda onlarla istişare et”53 bu-
yurmaktadır.
İş (emr), Arap dilinde önemli iş demektir. “Emira Emru-
hu: İşi, durumu büyüdü, muazzam bir hâl aldı” demektir.
O hâlde mürşidin ve emirin bazı hususlarda istişare etme,
bazılarında da etmeme hakkı vardır. Fakat durum ne olur-
sa olsun istişareyi ve bereketi büsbütün terk etmesi hâlinde
günahkâr olur. Ancak acil işler çabuk uygulamayı gerektirir.
Danışmayı beklemek ise fırsatların elden kaçmasına sebep
olur. Fırsatları ganimet bilmek ise vaciptir. Eğer bir vacibin
tamamlanması başka bir şeye bağlı ise o da vacip olur.
İbn Sa‘d, Yakub bin Yezîd’in şöyle dediğini rivayet etmiş-
tir: “Ömer radıyallahu anh, karşı karşıya kaldığı önemli bir iş
olursa Abdullah bin Abbas’a danışır ve ‘Dal ey dalgıç’ derdi.”
Sa‘d bin Ebi Vakkâs’ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Ben İbn Abbas’tan daha dinç anlayışlı, daha açık akıllı, daha
bilgili ve daha halim (geniş kalpli, tahammülkar) hiç kimse
görmedim. Ömer bin el-Hattâb radıyallahu anh, içinden çı-
kılamayan zorlu işlerle ilgili danışmak üzere onu çağırır sonra
da ‘Sana zorlu bir mesele gelmiş bulunuyor’ derdi. Ardından
da etrafında ensar ve muhacirlerden Bedir’e katılmış olanlar
bulunduğu hâlde onun sözünden dışarıya çıkmazdı.”
“İçinden çıkılamaz mesele, sözünden dışarıya çıkmaz, etra-
fında ensar ve muhacirlerden Bedir’e katılmış olanlar bulundu-
ğu hâlde bunlarla istişare etmezdi.” İşte karşımızda, durumun

53 Âl-i İmrân 3/159.


Örgütleme 119

acil olması ve özel bilgi ve beceriye ihtiyaç duyulması hâlleri


hakkında uygulanmış bir sünnet... Böyle bir durumda ise ilim
ehli ve halim kimseler dışında o mesele hakkında bir başkasına
danışmanın -kalpleri ısındırmak maksadıyla yapılması hâli dı-
şında- bir faydası olmaz.
Siyasetin ve örgütlenmenin en önemli ilkelerinden biri de
liderliğin, acil ve kesin karar almayı gerektiren zamanlarda eli
çabuk tutma hakkına sahip olmasıdır. Liderlik ise bir bilgi ol-
duğu kadar da bir hikmettir.
Bununla birlikte özellikle işin başında seçilmesinde isabet
sağlanmamışsa emir ve karar yetkisinin tek bir kişinin elin-
de olması en büyük tehlikelerden biridir. Ayrıca Müslümanlar,
başkanlık makamında bulunanların hadlerini aşıp tuğyana
yönelmeleri dolayısıyla uğradıkları musibetin benzeri bir mu-
sibetle karşılaşmazlar. O hâlde emirin Allah’a karşı gelmesi
hâlinde ona karşı çıkmak, doğru yoldan çıktığı takdirde de
onu azletmek için cemaatin sahip olması gereken bağışıklı-
lığı daha da artırmak için, emirin seçilmesindeki ölçü, onun
Allah’tan payı olması yani onun takvası ve şeriatı iyice fıkhet-
mesi olmalıdır. Uygulama gücü ve vakıa fıkhı ölçeklerinden
önce ve onlarla birlikte de mü’minlerin, yönetimlerinin başını,
örgütlenmenin hangi düzeyinde olursa olsun ancak güçlü, gü-
venilir, koruyucu ve bilgili kimselere emanet etmeleri gerekir.

3. Meclisler
a. Üsra: Bir meclistir ama eğitici nakibin bilgisi altında,
açık bir meclistir. Nakib, üsranın çalışmalarında ortak olmak
üzere üyelikleri kabul edilmiş üsra üyeleri tarafından tezkiye
edilmesi hâlinde gelen üyenin üyeliğinin kabulü için üsranın
diğer üyeleriyle danışır. Gelen üye en az bir senelik süre içe-
risinde doğruluğunu ve yetkinliğini ortaya koyduktan sonra
120 Nebevî Yöntem

şube meclisi onun durumunu karara bağlar. Yedi oyun çoğun-


luğu ile ona yardımcı düzeyinde üyelik verir. Muhacir merte-
besine yükseltilmek, oradan da nakib mertebesine yükseltil-
mek de böyle olur.
b. Şube Meclisi: On üyelidir. Bunlar, toplamları şubeyi
oluşturan on üsranın nakibleridir. Kendi aralarından, çoğun-
luğu teşkil eden yedi oy ile seçtikleri birisini bölge emirine ya
da onun yetkili kıldığı kimseye, meclislerine nakib olarak gö-
revlendirmek üzere teklif ederler. Aynı şekilde aynı çoğunlukla,
şube üsralarının üyeleri arasından yeni bir üsra için eğitim-
ci bir nakib olmaya elverişli yeni bir kişiyi seçerler. Bunu da
bölgenin emiri olan genel mürşide ya da onun yetkili kıldığı
kimseye, emir tayin etmek üzere teklif ederler. Bununla birlik-
te emir ve onun vekili, her iki mevki için meclisin teklif ettiği
kişiyi emir tayin etmeyi reddedebilir. Bu durumda şube mec-
lisi ile danışmak suretiyle bir başkası onun yerine şube nakibi
olarak yeniden seçilir.
Şube nakibi, şube meclisi ile birlikte danışarak şubenin
üsraları arasında üye sayısı onu aşan şubelerdeki fazla fert-
lerden yeni bir üsranın ayrılmasını takdir eder ve kararlaştı-
rır. Fakat yeni şubenin nakibi ve eğiticisini, -az önce geçtiği
gibi- şube meclisi seçer ve onu bölge emiri ya da onun vekili,
onu emirlik makamına getirir. Aynı şekilde on üsradan olu-
şan yeni bir şubenin kurulmasını da o cihetteki cihet meclisi
ile danışarak cihetin nakibi ve meclisi kararlaştırır. Fakat yeni
şubenin nakibini, bizzat yeni şubenin kendi meclisi, on oydan,
çoğunluğu oluşturan yedi oy ile seçerler, emirlik için onu teklif
ederler.
Yeni bir cihetin oluşturulması, bölgenin nakibine ve mec-
lisinin kararına bağlıdır. Yeni bir bölgenin oluşturulması ise
genel mürşid ile genel irşad meclisine bağlıdır. Hangi düzeyde
Örgütleme 121

olursa olsun bir nakibin emrinin geçerli olabilmesi, ancak ge-


nel mürşidin ya da bu hususta yetkili kılınmış vekilinin emir
olarak görevlendirilmesiyle mümkün olur.
Üyelik için üsra üyelerinin seçimiyle yeni üyelerin eğitici
nakiblerinin seçimi ise şube meclisinin özel yetkisindendir.
c. Cihet Meclisi: Yedi üyeden oluşur. Bunları o cihetteki
şube nakiblerinin tamamı, kendi aralarından, üyelerin üçte iki
çoğunluğuyla seçer. Cihet şubeleri ile iklimin cihetleri ve bölge
iklimlerinin on şubeyi aşması mümkündür. Şubeye bağlı üsra
sayısının sınırlı olduğu gibi bunlara sınır getirilmez. Çünkü te-
melde eğitim, yakından ilişki kurmayı gerektirir. Fakat diğer
düzeylerde irşad, eğer bağlantı düzenli ve bütün düzeylerde
tekrarlanabiliyorsa, Allah’ın erlerinden oluşan birliklerin çok
olmasıyla birlikte de gerçekleşebilir.
Seçilen bu yedi üye, kendi aralarından birini, çoğunluğu
teşkil eden dört oyla başlarına emir tayin etmek üzere genel
mürşide ya da onun yetkili kıldığı vekiline teklif ederler. Eğer
genel mürşid ya da onun yetkili vekili bu teklif edilen kişiyi
reddetmiş olursa bir başkası yeniden seçilir. Bölge emiri ve
onun vekili ise kendisine teklif ettikleri adayı bütün düzeyler-
de defalarca dahi olsa reddetme hakkına sahiptir.
d. İklim meclisi de cihet nakiblerinin kendi aralarından
seçtikleri yedi üyeden oluşur. Bu yedi kişi de aralarından ço-
ğunluğu teşkil eden dört oyla birisini seçerek onu emire ya da
onun vekiline teklif ederler. Onlar da ya bunun emirini onay-
lar ya da reddederler.
e. Bölgesel Yürütme Meclisi: Bu da yedi ile kırk arasında
ya da çalışma alanının genişliğine göre daha fazla kişiden olu-
şur. Bölge yürütme meclisi üyelerini, şube nakiblerinden baş-
layarak yapılanmanın bütün nakiblerinin katılacağı bir kongre
seçer. Şubelerin bütün nakibleri, bütün cihetlerin nakibleri ve
122 Nebevî Yöntem

bütün iklimlerin nakibleri, seçilmesi istenen üyelere oy verirler.


Seçim de kongre üyelerinin üçte iki çoğunluğuyla gerçekleşir.
Bölgesel yürütme kongresi üyeleri ise sayılarının üçte iki ço-
ğunluğu ile genel mürşide kendilerine emir tayin etmek üzere
birisini teklif ederler. Ancak genel mürşidin onu reddetmesi de
mümkündür.
Diğer bütün meclisler ise olduğu gibi kalırlar. Çünkü on-
ların görevleri eğitim ve irşad ile alakalıdır. Eğitim ve irşad ise
tam anlamıyla karşılıklı tanışma ve arkadaşlık temeline daya-
nır. Bölge yürütme meclisinin görevleri ise irşad ve idareyle
alakalıdır. Bundan dolayı bürokratik alışkanlıkların davet ru-
huna baskın gelmemesi ve işlerin yürütülme işini gayretli genç
unsurların üstlenmesi için bunların her üç yılda bir yenilen-
mesi gerekir. Ayrıca Allah’ın erleri arasında zamanla ortaya
çıkacak birtakım uzmanlık ve kabiliyetlerden de yararlanma
imkânı doğar. Meclis üyelerinin tekrar defalarca yeniden seçil-
meleri -cemaatin güvenine sahip ve elverişli kimseler oldukları
sürece- mümkündür.
Genel irşad bürosu da yedi üyeden oluşur. Kuruluş aşa-
masında bu yedi kişi, İslâm’a faydası dokunmuş, İslâmî geç-
mişi olan, Allah’tan pay sahibi kılınmış ve birbirlerini tanıyan
kimselerin oluşturduğu bir kongrenin üçte iki çoğunluğuyla
seçilir. Bu yedi kişi de dört kişinin çoğunluğu ile aralarından
birini bölge emiri olarak seçerler, onu tayin ederler ve onunla
emirlik akdi yaparlar.
Kuruluş aşamasından sonra ise şube düzeyinden başla-
mak suretiyle bütün meclis nakiblerinin bulunduğu genel bir
kongre yapılır. Yani şubelerin tamamının, bütün cihetlerin ve
bütün iklimlerin nakibleri bir araya gelir. Bölgenin yürütme
meclisinin bütün üyeleri de irşad meclisinin bütün üyelerini
veya emirin bu meclisi feshetmesi, üyelerden birisinin ölmesi
Örgütleme 123

ya da istifa etmesi hâlinde bir kısmını seçerler. Kuruluş aşa-


masından sonra ve önceki emirin ölümü, istifa etmesi ya da
azledilmesi hâlinde yeni emir şu şekilde seçilir: Bütün şube
cihet ve iklim nakibleri ile yürütme meclisi üyelerinin bir ara-
ya geldiği genel kongre toplanır ve irşad meclisi üyelerinden
dört ya da daha fazla kişinin yazılı olarak teklif ettikleri salih
(uygun) iki kişiye oy verirler. Bu dört üyenin teklif ettikleri şa-
hısları, her bir üye kendi el yazısıyla yazar ve bu husustaki
nasihatının samimi olduğuna Allah’ı ve mü’minleri şahit tutar.
Aday gösterdiği kimselerin fazilet ve etkinliklerini ve ayrıca on-
lardan birini diğerine de tercih ettiğini beyan eder. İki aday-
dan birisi kongre oylarının üçte ikisini elde ettiği takdirde de
seçim tamamlanır.
MÜLAHAZALAR

a. Bu açıklamalar bölgesel emirlik hiyerarşisiyle ilgilidir.


Özgürlüğün elde edilmesinden sonra iki ya da halifelik birliği
tamamlanıncaya kadar, daha çok sayıdaki bölgenin birleşme-
sinin hiyerarşisine ise inşaallah vakti gelince bakılır.
b. Bu, davet hiyerarşisidir. Devlet kurumları ile davetin
örgütlenmesi arasındaki toplayıcı ve çift yönlü örgütlenmeye
gelince; Yüce Allah’ın izniyle devlet düzeninde Nebevî yön-
temi ele alacağımız bundan sonraki bölümlerde bundan söz
edeceğiz.
c. Örgüt meclislerinden herhangi biri feshedilecek ya da
emir, o meclis üyelerinin bir kısmını görevden uzaklaştıracak
olursa ya da üyeler ölecek ya da istifa edecek olurlarsa, bü-
tün boşalan üyelikler dolduruluncaya kadar en alt meclisten
en üst meclisteki boşluğa kadar yerlerine geçecek yeni üyeler
seçilir.
ÖRGÜTLENME BAŞKANLARININ
ZORUNLULUKLARI

1. Emir/Genel Mürşid
Emir/genel mürşid, birinci mürebbidir. O, nakibler mec-
lislerinin seçtiği kimselerle, bölgesel yürütme meclisi üyelikleri
için genel kongrenin seçtiklerini ve görevlerini onaylar veya
veto eder. Nakiblik ya da yürütme meclisi üyeliği düzeyinde
emirlik, ancak kendisinin ya da vekilinin imzaladığı bir berat
ile gerçekleşir. Aday gösterilen bir kişinin tayinini yapmayacak
olursa, defalarca dahi olsa seçim tekrar edilir. Bununla birlikte
genel mürşidin, genel irşad meclisi üyelerinden herhangi bi-
rini görevden uzaklaştırma yetkisi yoktur. Onun, ancak genel
kongreyi toplayıp kongreye irşad meclisi üyelerinden birinin
azledilmesini teklif etme hakkı vardır. Bu hususta kendi eliyle
bir belge düzenler ve bu husustaki nasihatının samimi oldu-
ğuna Allah’ı ve mü’minleri şahit tutarak, bu üyeye yönelttiği
ithamın ve onu azletme teklifinin sebeplerini açıklar. Kongre
üyelerinin üçte ikisi o kişinin aleyhine oy verecek olursa, o
üye görevden alınır. Emirin ise meclis üyeleri arasından sene-
de bir üyeden daha fazlasının azledilmesini teklif etme hakkı
yoktur. Bununla birlikte genel kongrenin huzurunda, genel ir-
şad meclisini feshetme hakkı vardır. Bu suretle ise kendisinin
emirliği de aynı şekilde feshedilmiş olur ve kongre de derhal
yapacağı oturumlarla yeni genel irşad meclisi üyelerini seçer.
Buna bağlı olarak genel mürşidi de seçer. Eğer seçilen yedi
126 Nebevî Yöntem

üye arasından önceki emir/genel mürşid de seçilecek olursa,


bu yedi kişinin onu tekrar emir olarak seçme görevi yoktur.
Emir/genel mürşid, bölgesel yürütme meclisindeki üye-
lerin ya da nakiblerin her birini veya yürütme organındaki
herhangi bir görevliyi azletme yetkisine sahiptir. Genel irşad
meclisi altındaki her bir meclisi de feshedebildiği gibi cema-
at üyeliğinden de uzaklaştırabilir. Bu görevlerde herhangi bir
kimseyi kendisine vekil olarak da tayin edebilir.
Meclislerin aldığı kararları reddetme ve kendisinin ya da
yetki verdiği vekilinin üyeler hakkındaki cezaları tespit etme
hakkı vardır.
Cemaatle ilgili işlerde genel olarak tasarrufta yetkilidir.
Genel irşad meclisinin bazı üyeleri itiraz etse dahi... Ancak
herhangi bir görüş üzerinde ittifak edecek ya da aralarından
dört kişi ortak kanaat ortaya koyacak olursa, onlara muhale-
fet etme hakkı yoktur. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem,
Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu anhumâ’ya “Bir istişarede
ikiniz ittifak edecek olursanız, size muhalefet etmem”
54buyurmuştur. İşte biz de şura meclisi üyelerinin üçte ikisinin

görüşünün emir için bağlayıcı olduğu hükmünü bu hadisten


çıkarıyoruz. Çünkü Ebu Bekir es-Sıddîk ve Ömer el-Faruk,
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in üçüncü üyesi oldu-
ğu bir meclisin üçte ikisini temsil ediyorlardı.
Eğitici ve örgütleyici kararları alıp ihtilaflı hususlarda şer’î
hükümler arasında tercih yapan, sorumlulukları paylaştıran
o olduğu gibi önemli hususlarda başkasına vekâlet veren de
odur.

54 Ahmed bin Hanbel, IV, 227.


Örgütleme 127

Malî konularda ise emir, genel irşad meclisi ile bölgesel


yürütme meclisinin yardımıyla ortaya koyduğu genel bütçe
sınırları çerçevesinde hareket eder. Yürütme meclisi ve emirin
başkanlığında irşad meclisiyle birlikte yapılan ortak toplantıda,
üçte iki çoğunluk ile bu bütçe kabul edilir. Bununla birlikte
beklenmedik olaylar ve acil durumlar için de ona geniş yetki-
ler verilmelidir.
Eğitim ve davet programlarını yürürlüğe koyan veya red-
deden ya da düzelten birimlerin ve organların uzmanlık alan-
larını tayin eder. Memurların ve kendilerini hizmete adamış
olanların yerlerini değiştiren, cemaatin siyasi çizgisini tespit
eden ve bölgenin içinde ve dışında bu hususta başkalarıyla
görüşme yapan da odur.
Şayet yapılanma baskı altındaysa ya da kendisiyle sava-
şılmakta ise mü’minlerin görevi, emirleri ile birlikte hareket
etmektir. Şayet cemaatin görüşü emirin saklı olmasını gerek-
tiriyorsa onun durumunu gizlemeleri de onların görevi olur.
Güvenlik ya da korku altında bulunma gibi özel hâllerde
emirin bütün mü’minlere kesin olarak emir verme hakkı var-
dır ve ona itaat etmek gerekir.

2. Emirin/Genel Mürşidin Azledilmesi


Emire verilen geniş yetkileri dengelemek üzere genel ir-
şad meclisi ile şube meclislerinden ve bölgesel yürütme mec-
lisi üyelerinden başlayarak nakibler kongresi olan genel kong-
rede müşahhas ifadesini bulan cemaate de emiri görevinden
alma (azletme) hakkının verilmesi gerekir. Genel irşad meclisi
üyelerinden dört kişinin, emirde, açık bir fasıklık, akide bakı-
mından şüpheli bir durum, yürütme alanındaki yeterliliğinde
bir acizlik, birilerini kollamak/iltimas geçmek ya da savurganlık
gibi tenkit edilecek bir hususunun bulunduğu üzerinde ittifak
128 Nebevî Yöntem

etmeleri hâlinde, ona yapılması gereken nasihatın da fayda


vermediğinin ortaya çıkmasından sonra irşad meclisi, genel
kongreyi toplantıya çağırır. Kongreye dört ya da daha fazla
sayıda belge sunulur. Bu belgeleri genel mürşidi tenkit eden-
ler bizzat kendi elleriyle yazar ve bu belgelerinde, nasihatle-
rinin doğruluğuna Allah’ı ve mü’minleri şahit tutarak emirin
münker gördükleri hâlini açıkça ifade ederler. Genel kongre
üyelerinin üçte biri -ki aralarında irşad meclisi üyeleri de oy
verir- emire karşı oy verecek olursa, emir görevden alınır ve
derhal ondan boşalan yeri doldurmak üzere irşad meclisi için
yeni bir üye seçilir. Hemen arkasından da -genel irşad meclisi
ve başkanlığıyla ilgili açıklamalarımızda kaydettiğimiz yolla-
yeni bir emir seçilir.
Emir istifa etmek isterse, istifasını irşad meclisine sunar.
İrşad meclisi ise bunu kabul eder ya da geri çevirir. İrşad mec-
lisi bu istifayı kabul edecek olursa, genel kongre yeni bir emir
seçmek için toplantıya çağrılır.
Emirin istifa etmesi veya ölümü hâlinde, boş bıraktığı ye-
rin doldurulup onun yerine geçecek olan kişi seçilinceye ka-
dar irşad meclisinin en yaşlı üyesi onun yerine görevi yürütür.
Şayet meclis nakibleri ile yürütme meclisi üyelerinden bir ya
da daha fazla kişi ölecek, istifa edecek veya emir tarafından
görevden alınacak olursa, emir ya da onun vekili, istifa eden-
lerin, ölenlerin ve görevden alınanların yerine boşluk doldu-
ruluncaya ve onların yerine geçecek kişiler seçilinceye kadar
başkasını tayin eder.

3. İrşad Meclisi
Bunlar, emirin danışmanları ve vezirleridir (yardımcıları-
dır). Aralarından dilediği kimseye eğitim, idare, nakiblik veya
medya organlarından birini ya da daha fazlasını kontrol etme
Örgütleme 129

yetkisi verir. Bunlar cemaatin eğiticileri ve âlimleridir. Cema-


atin içerisinde iman, onların hareketleriyle yayılır. Onların
doğru görüşleri ve duaları ile Allah’ın nimeti sayesinde iyi-
likler, güzellikler tamam olur. Bunlar emirin yanı başındaki
komutanlık makamıdır. Bunlar hakkın bekçileri şahitlerdir.
Emir onlardan herhangi birini azledemez fakat irşad meclisini
feshedebilir, böylelikle onlarla yaptığı akit de çözülmüş olur.
Çağımızın dilinde “toplu önderlik” denilen önderlik tarzının
İslâm’da yeri yoktur. Bunun siyaset ilminde ve yönetimin yet-
kilerinin kullanımında hiçbir anlamı da bulunmamaktadır. Kü-
çük ve büyük bütün hususlarda emretme ve yasaklama yetkisi
emire aittir. Ancak irşad meclisinin tamamının ya da dört üye-
sinin herhangi bir görüş üzerinde ittifak etmeleri hâli müstesna
olup bu durumda, bu ittifakları onun için bağlayıcıdır. İrşad
meclisi üyelerinden dördünün ittifakı ile -az önce geçtiği gibi-
genel kongreye emirin görevden alınması teklif edilebilir. Bu
meclisin emir ile oturumları haftalık hatta günlüktür.

4. Bölgesel Uygulama Meclisi


Mü’minlerin günlük maslahatlarını ele alacak bir meclise
yapılanmanın gerek duyması dolayısıyla sayısal olarak en ka-
labalık meclis budur. Bu meclis yılda iki defa ya da emirin be-
lirleyeceği görevleri yapmak üzere daha çok sayıda belirlenen
sürelerle genel toplantılar hâlinde oturumlar yapar. Cemaatin
işleri bu mecliste ele alınıp incelenir, burada yürürlüğe konu-
lur. Bu meclis üyelerinden her bir gruba da cemaatin birim-
lerinden, büro ve görevlerinden bir birimin, büronun ya da
görevin yönetimi verilir. Bunlar da diğer vakitlerini bu işlerine
harcarlar.
Bu meclisin, -daha önce geçtiği gibi- kendileri tarafın-
dan seçtikleri ve emir tarafından emirleri olarak tayin edilen
bir nakibi olur. Bu nakib ise irşad meclisi üyelerinin gözetimi
130 Nebevî Yöntem

altında gerekli organizasyonu yapar. Herkes kendi uzmanlık


alanında ve emirin kendisini yetkili kıldığı cemaatin çalışma
ve faaliyetlerini yürütür.
Bu mecliste üyelik süresi, cemaatin gösterdiği aday güve-
nilirliğini sürdürdüğü sürece herhangi bir sınırlama olmaksızın,
yeniden tekrarlanabilmek üzere üç yıllıktır. Her yıl üyelerinin
üçte biri yenilenir. Meclis her iki yılda bir, üçte iki çoğunluk ile
kendi nakibini seçer ve genel mürşid de onu emir olarak tayin
eder. Bu göreve yeniden seçilmek mümkündür.

5. Nakibler Meclisleri
Bu meclisler, eğitici, irşad edici ve yürürlüğe koyucu mec-
lislerdir. Kendilerine aşağılarından gelen görüş ve teklifleri
tartışır. Bunların, bir düzeyden bir düzeye, ta irşad meclisi-
ne, oradan da emire çıkarıncaya kadar ileriye gitmesini sağlar.
Kendisine yukarıdan gelen emirleri de tam bir disiplin, katılım,
ihlâs ve samimiyetle uygular. Yürütme meclisi, onun organları
ve büroları ise, tabandaki nakibler meclisi ile emirde ve onun
irşad meclisinde müşahhaslaşan komuta ve emir meclisleri
arasında bir aracıdır.

6. Dava İçin İşini Gücünü Bırakmak


Cihadî davette çalışmanın esası, bunun maddî bir karşılık
olmadan yapılmasıdır. Cemaatin her bir üyesi, insanları davet
etme ve onlara öğretme işini yürütür ve bütün imkânları ile
Allah’ın erlerine ve Allah’ın dinine yardımcı olur. Onunla bir-
likte birtakım kimselerin, eğitim ve cihad için başka işlerden
ellerini çekmesi gerekir. Şube nakiblerinden başlayarak bütün
nakibler, tüm vakitlerini ve işlerini davete ayırırlar. Onların
her birine de fazla olmamak, eksik de bırakmamak üzere belli
bir ücret verilir. Aynı zamanda yürütme meclisinin ve irşad
Örgütleme 131

meclisinin bütün üyeleriyle emirin de cihadî davet için tüm


işlerini bırakmaları gerekir. Gücü ve güvenilirlik vasfı bulun-
mayan, ameliyle, takvasıyla eğitici bir örnek olmaya elverişli
bulunmayan, bununla birlikte düşük bir ücrete kanaat ede-
rek kendisini bu işe vermeye kalkan kişilere görev vermekten
mü’minler sakınmalıdır.
Bununla birlikte cemaat, üyeleri arasından, zorunlu ol-
duğu her zaman kendilerini bu işe verecek görevliler tayin
eder. Fakat mü’minlerin bürokratik hastalıklara düşmekten de
kendilerini korumaları gerekir. Çünkü insanları eğitmenin ve
onları örgütlemenin kırtasiyeciliğe ihtiyacı asgari düzeydedir.
Fakat kendilerini davaya verenlerin ve görevli olanların da
cihad meydanından uzakta, oturdukları yerde cemaat işleri
hakkında tahakküm etmek gibi bir yetkileri de yoktur.

7. Teklifler ve Hemen Uygulamaya Geçmek


Genel olarak nasihat, katılım, karşılıksız fedakârlık bütün
mü’minlerden istenir. Fakat kargaşanın önünü yalnızca dü-
zenli ve örgütlü çalışma alır.
Cemaat içerisindeki her bir üye, üsrasına ya da meclisi-
ne uygun gördüğü faaliyetleri teklif edebilir. Günlük kararlar
aynı mecliste alınır ve uygulamaya konulur. Komuta mevkile-
rinden gelen emirler ise tam bir nasihat ile uygulanır; isterse
uygulamaya konulan görüş, muhalif bir görüş olsun. Önemli
kararlar ve zor problemlere gelince; bunlar hakkında her bir
meclis, bir üstündeki meclise tekliflerde bulunur ve her bir
meclis de bunu uzmanlık alanı içerisine giren makamın nihai
kararı alması için bir üst meclise taşır. Meclislerin, organların
ve büroların uzmanlık alanları ile zor meselelerin tanımının
yapılıp diğerlerinden ayrılmasını ise örgütlenmeyi ilgilendiren
132 Nebevî Yöntem

cüz’î yasalar tespit eder. Bu yasalar da irşad meclisinde uygu-


lama göz önünde bulundurularak mihenk taşına vurulur.

8. Eğitim ve Öğretim Görevleri


Uyulacak örnek, örnek kişilik ve öğretim yoluyla eğitim
görevi, bütün mü’minlerin birinci ve sürekli görevidir. Her-
kes bunu imanî ve ahlâkî imkânları çerçevesinde yerine geti-
rir. Yapı içerisindeki konumu ve görevi ne olursa olsun, yapı
içerisindeki konum ve görevinde mü’minlerin alçak gönül-
lülüklerini ve kardeşlerine hizmet arzu ve tutkularını daha
da artırmaları gerekir. -Hadiste belirtildiği gibi- Yüce Allah,
mü’minin, kendisini kardeşlerine göre ayrıcalıklı görmesin-
den hoşlanmaz.
Oturup kalkmak, sürekli sohbet, iletişim, yönlendirme ve
öğretim yoluyla eğitim yakından başlar. Her bir nakib, bera-
berindeki mü’minlerin bir eğiticisidir. Fakat şubenin nakibi
kendisini bu işe verdiğinden ve diğer üsra nakibleri dolaysız
ilişkileri dolayısıyla ona yardımcı oldukları için temel eğiticiler
kadrosunu teşkil ederler. Emirlik basamaklarında nakibin ko-
numu mürşide ne kadar yakın olursa, onun görevinin geniş
alanı ile memuriyetinin özelliği, mü’minlerle oturup kalkarak
onları eğitme fırsatlarının gerilemesine sebep olur. Bundan
dolayı iman ve ilim meclislerinde hazır bulunmaya, muayyen
zikir ve virdlerini sürdürmeye, kendisini hesaba çekip kardeş-
lerinin irşadlarını dinlemeye özen göstermelidir. Çünkü yapı-
lanma içerisindeki konumun yükselmesi, eğiticinin ve mürşi-
din artık kendilerini eğitmeye muhtaç olmadıkları anlamına
gelmez. Aksine mü’minlerin en hayırlıları, hiç şüphesiz kendi
nefislerine, ancak kendilerine öğüt verecek ve Allah’a ken-
dileri için dua edecek kimselere herkesten daha çok muhtaç
olduklarını hatırlatıp söyleyen kimselerdir. Şüphesiz eğitimsiz
bir yapılanma, ruhsuz bir beden gibidir. Yürütücülerinin zorba
Örgütleme 133

ve mütekebbir kimseler hâline geldiği bir yapılanma da bir


tağuttur.

9. Aday Olma ve Seçilme


Herhangi bir kimsenin bir mevkiye kendisini aday göster-
mesi şer’an caiz değildir. Çünkü bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de
bize yasaklanmış olan “nefsin tezkiye edilmesi” türündendir.
Ayrıca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de “Ey Abdur-
rahman bin Semura! Emirliği isteme. Çünkü o, sana,
sen onu istemeksizin verilecek olursa, onun sorum-
luluklarının yerine getirilmesi için sana yardım edilir.
Eğer sen istediğin için o sana verilecek olursa, onun-
la başbaşa bırakılırsın” buyurmuştur.55 Hadisi Buhârî ve
Müslim rivayet etmişlerdir.
Bizim görüşümüze göre, irşad meclisinin dört ya da daha
fazla sayıdaki üyesi, -kuruluş aşamasından sonra- genel irşad
için iki kişiyi aday gösterir. Genel kongre de ikisinden birini
seçmek için oy verir. Mü’minlerin birbirlerini aday gösterme-
leri, Yüce Allah nezdinde yazılıp kaydedilen ve kişinin kendi-
sinden sorumlu tutulacağı şahitlik kabilindendir.
Bundan dolayı aday göstermek, eksik niyetleri uzaklaştır-
mak için mü’minlerin sorumlulukları ile yakından ilgilidir. Bir
emirlik için birisini aday gösteren ya da görevden alınmasını
söyleyen herkes, bu aday gösterme işini bizzat kendi eliyle bir
belgeye yazar, o yazısında da nasihatinde samimi olduğuna
Allah’ı ve mü’minleri şahit tutar. Aday gösterdiği kişinin ya da
kişilerin faziletlerini ve ehliyetlerini ya da onların azledilmesi
için onlara yönelttiği tenkidin sebebini de açıklar. Bu yazılı
metin, bir belge olarak saklanır. Mü’minler, Allah yolunda,

55 Buhârî, Eymân 1, Keffârâtu’l-Eymân 10, Ahkâm 5, 6; Müslim, Eymân 19,


İmâre 13.
134 Nebevî Yöntem

kınayan hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. Çünkü


üstün imanî değerlerden soyutlanmış sıradan insanlar, tak-
dimlerde, öncelemelerde, başkanlığa aday göstermede, şahsi-
yetlerine dokunulması ya da yaşayışlarında insanların kendi-
lerini tenkit etmesi dolayısıyla öldürücü bir şekilde birbirlerine
düşman kesilirler.
Meclis nakiblerinin ya da yürütme meclisi üyelerinin, ir-
şad meclisinin ya da emirin seçilmesi hâlinde ilgili meclis ya
da ilgili kongre -daha önce de açıklandığı gibi- toplanır. Sonra
meclis ya da kongre üyelerinin adayları hazır bulununca da
okunur ve bunun için belli bir nakib tayin edilir. Bundan son-
ra da gizli oylamaya geçilir ve sayım sonuçlanır. Öngörülmüş
çoğunluk elde edilirse sorun yoktur. Aksi takdirde, üç güne
kadar oylama tekrar edilir. Şayet meclis ve kongre, seçimini
yaparsa maksat hâsıl olur. Aksi takdirde emir, tercihini yapar
ve bir kişiyi tayin eder.
(Genel mürşid olan) emirin kendisinin seçimine gelince;
şayet üç gün geçtiği hâlde üçte iki çoğunluğu elde edemezse,
o zaman irşad meclisine dönülür ve onlar çoğunluğu teşkil
eden dört oyla birini seçerler.
Seçim oturumları başlamadan adayların yayınlanması uy-
gun değildir. Her bir mevki içinde tek bir adayla yetinmek de
uygun değildir. Zira bu durumda seçimin bir anlamı kalmaz.
Çoğunluğu elde etmiş sayılmak için asgari olarak üçte
ikisini belirlerken, Hz. Ömer’in kendisinden sonraki halifeyi
seçmekle görevlendirdiği altı kişilik istişare heyetine yapmış
olduğu tavsiyeden başka bir dayanak bulamadık. Onlara şöy-
le demişti: “İşiniz hakkında istişare edin. Eğer (oylar) 2, 2, 2
şeklinde dağılırsa istişareyi bir daha yapın. Eğer 4 ve 2 şek-
linde çıkarsa çoğunluğu kabul edin.” Başka bir rivayette ise,
“Eğer istişare edenler, bir taraf 3, diğer taraf 3 olursa, o zaman
Örgütleme 135

Abdurrahman’ın bulunduğu kesime uyun, dinleyip itaat edin.”


Bunu İbn Sa‘d rivayet etmiştir. Hz. Ömer de Suheyb’e üç gün
süre ile Müslümanlara namaz kıldırması emrini vermiş ve bu
görüş alışverişi için böylelikle üç gün süre tayin etmiştir.
İşte bundan dolayı üçte iki çoğunluğu mü’minlerin bütün
istişarelerinde bir sünnet olarak görüyoruz. Aynı şekilde emir
ya da irşad meclisinden birini tercih etme hususunda başvu-
rulacak sünnet de budur. Yine görüşmelerin üç günden fazla
uzamaması da burada ortaya çıkmaktadır.
Şüphesiz ki görüşlerde ve şahıslarla ilgili hüküm vermede
ayrılık, Müslümanlarıyla, kâfirleriyle bütün insanlar arasında
“ortak” bir özelliktir. Genellikle üçte iki çoğunluk zor elde edilir.
Bununla birlikte bizi, mü’minlerin emiri Hz. Ömer’in sünneti-
ne bağlı kalmaya iten şu iki husustur:
a. Mesele bir eğitim ve bir davet meselesidir. Davet ve
devlet tek bir elde toplanıp maslahatlar ve görevler de çoğa-
lınca, şuranın imam seçimiyle ilgili görüş alışverişleri dışındaki
hususlarda asgari (mutlak) çoğunluğa bakılır.
b. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Muâz ve Ebu
Mus’ab’ı Yemen’e gönderdiği zaman onlara birbirlerine ita-
at etmelerini ve birbirleriyle uyumlu olmalarını emretti. Her
ikisine de “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin
uzaklaştırmayın, birbirinize itaat edin (uyumlu olun)
ve ihtilaf etmeyin” buyurdu.56 Hadisi Buhârî ve başkaları
rivayet etmiştir. O hâlde yapılacak olan iş davet ve eğitim işi
olduğundan, mü’minlerin, görüş alışverişinde, kolaylık tarafı-
na ve görüş ayrılıklarından uzak durma yönüne bağlı kalma-
ları gerekmektedir.

56 Buhârî, Cihad 164, Megâzî 60, Ahkâm 22; Müslim, Eşribe 71; Ahmed bin
Hanbel, IV, 417; İbn Hibbân, Sahîh, XII, 194, 196.
136 Nebevî Yöntem

İçtihadın çeşitlenmesi, azimetleri gerçekleştirmeye gücü


yetmeyen kimselere ruhsat verilmesi ve hadlerin de şüphelerle
uzaklaştırılması için -hadiste belirtildiği üzere- ümmetin görüş
ayrılığı rahmet olduğuna göre, hiç şüphesiz şahıslar hakkında
ihtilaf ve makam-mevki uğrunda çekişme, bir musibettir. O
hâlde davet erlerine, ancak birbirlerine itaat edip uyum sağla-
mak ve ayrılık sebeplerini bir kenara atmak yaraşır.
Durum her ne olursa olsun, bu ahlâkî ve eğitimle ilgili de-
ğerlendirmeler, kesinlikle görüş ayrılıklarını sonlandırmak için
yapılanmanın zorunluluklarıyla çatışma hâlinde değildir. İşte
bundan dolayı bu satırları yazdık.

10. Toplantılar ve Toplantıları


Düzenleyecek Kimseler
İrşad meclisi, daima emirin huzurunda bulunur. Yürütme
meclisi de bütçeyi incelemek ve cemaatin durumlarını gözden
geçirmek için en az senede iki defa toplanır. Bundan sonra
bu meclisin üyeleri hem danışma hem de yürütme için sürekli
emirin yanında bulunurlar.
Nakibler kongresi, yürütme meclisi üyelerinin üçte birini
seçmek ve emirin, incelenmesi için teklif edeceği hususları in-
celemek üzere her sene toplanır ve bu toplantıya emir ya da
onun vekili başkanlık yapar.
Şubelerden başlayarak bütün nakiblerin ve yürütme mec-
lisi üyeleriyle irşad meclisinin oluşturduğu genel kongreye de
emir başkanlık eder. Bu kongre üç senede bir, davetin durum-
larını, cihadın aşamasını ve yol alış çizgisini incelemek üzere
toplanır. Bununla birlikte emiri seçmek, onu görevden almak,
irşad meclisinin üyelerini seçmek ya da görevden almak gibi sı-
radışı olaylar sebebiyle toplanır. Bununla birlikte emirin istisnai
Örgütleme 137

birtakım oturumlar yapmak üzere genel kongreyi toplantıya


çağırması da mümkündür.
Nakibler kongresini ve genel kongrenin toplanma kararını
emir alır. Emir, bu iki kongrenin oturumlarını düzenleyecek
kimseler görevlendirir ve bunların zamanlarını tespit eder.
Bölge meclisi, en az ayda bir defa toplanır. Bölgenin naki-
bi bu meclise başkanlık yapar, onu toplantıya çağırır, oturum-
larını ve gündemini belirler.
Cihet meclisi de aynı şekildedir.
Şube meclisi ise mümkün olduğu kadarıyla haftada bir
defa toplanır. Şubenin nakibi ise onun işlerini kontrol eden ve
düzenleyen eğiticidir.
Üsra düzeyinde iman meclisleri ise mümkün olduğu ka-
dar haftada üç defa gerçekleştirilir. İlim, zikir, toplu iftar ve
Kur’ân gecesi oluşturulur.
Bu gibi toplantılar yalnızca üsra için kapalı olarak yapıl-
maz. Aksine, çeşitli üsra üyelerinin birbirlerini ziyaret etmele-
ri, aralarında karşılıklı ilişkiler kurmaları, toplu iftarlara, gece
namazlarına, bütün tanışma ve birbirini sevme yollarına, ha-
zarda, seferde, seyahatlerde, kamplarda ve bütün düzeylerde
katılım istenir.
Şura meclisleri, seçim ve karar alma yetkisine sahip bir
mazereti bulunursa kendisine vekil tayin edilebilir. Vekil olarak
görevlendirilen kişi de meclise yazılı vekâletnamesiyle gider.
YAPILANMA AYGITLARI

Yapılanma, halkın imametini elde etmek ve yönetime


doğru ilerlemek için siyasal cihad kanadından hareket eden
bir vücut demektir. Eğitici ve davete yönelik görev ise çalış-
manın odağını oluşturur. Üyeleri eğitmek, hareketsiz olanları
uyarmak ve sevgi besleyenlerin güçlerini bir araya toplayıp
İslâm davasını desteklemek için kamu görüşünü yönlendir-
mek amacıyla halkın arasına ve toplumun bütün kesimlerine
girmek çalışmanın esas hedefidir.
O hâlde liderlik makamının, şartları değerlendirecek, düş-
manları ve hasımları gözetleyip bölgelerinde, İslâm diyarında
ve bütün dünyada siyasal verileri hesaba katıp değerlendirme
yapacak ve cemaatin planını uygulayacak gerekli organların
varlığı bir zorunluluktur. Cemaatin yürütülmesi, yapılandırıl-
ması ve eğitilmesi alanında organların rolüyle birlikte büyük
bir görev de bulunmaktadır. Bu görev ise İslâm toprakları
üzerinde İslâm devletini kurmak sonra da yeryüzünde İslâm
halifeliğini ikame etmektir. Görev, bir ümmete yeniden hayat
verme görevidir.
Devletin tüm aygıtları dikta yönetimlerinin elinde bulun-
duğu sürece, cemaatin de örgütlenme ihtiyacını karşılaması
ve İslâmî yönelişi konuşlandırarak harekete geçirip yönlendir-
mesi için organlarının faaliyetlerinin ve fer’î birtakım örgüt ku-
ruluşlarının düzenlemesini sağlaması gerekir. Gençlik, öğrenci
ve spor örgütleriyle sendika örgütleri ve bünyelerinde çalışılma-
sı mümkün olan bütün sosyal kurumlar buna örnektir. Ayrıca
Örgütleme 139

öğretim kurumlarının teşekkülü ise davetin birinci hedefidir.


Bu sebeple mü’minler, öğretim alanında görev almaya yön-
lendirilir. Bağımsız İslâmî okulların kurulması için de özellikle
gayret gösterilir. Davet bu yapılanmalara, bunları benimse-
mek ve içlerine girmek suretiyle onları davete katmak ya da
bizzat kurmak suretiyle girer. Cemaat üyeleri ve aygıtları da
gece-gündüz bunlar üzerinde çalışır.
Yapılanma aygıtları, sırlar ve yürütme gücü gibi hususlar
saklı tutulmalıdır. Hatta mü’minlerin zulüm ve baskı altında
olmaları hâlinde bunların yerlerinin ve yürütücülerinin gizli
tutulması, fer’î hususların gizli tutulmasından daha ileri dere-
cede önemlidir.
YÜRÜTME MECLİSİ NAKİBİ

Yürütme meclisinin nakibi, kararların takibinde ve ya-


pılan işlerin tespitinde sorumlu olan yürütme emiridir. İrşad
meclisinin gözetimi altında, kendi meclisinin üyelerini komite-
lere ayırır ve irşad meclisindeki ilgili üyenin kontrolü ve danış-
masıyla da bu komitelerin başkanını tayin eder.
Aynı zamanda her bir komitenin durumunu ve kendisine
bağlı aygıtların her birine kendi uzmanlık alanını, gündemle-
rini ve görevlerini, işleri yapma ve çalışma üslupları ile bunlar
için kullanacakları araçları da gösterir.
Cemaatin üyelerini önemli işlere katılıma çağırır. Belgele-
ri muhafaza eder. Tabandaki meclislerin kararlarını yukarıya
bildirir. Liderlik konumundan gelen emirleri ilgililere ulaştırır.
Bütün bunlar da emirin, irşad meclisinin ve bu meclisin
ilgili üyesinin gözetimi altında, kendi komiteleriyle, meclis
üyeleriyle birlikte danışması ile yürütülür.
Tabandaki meclisler ile ziyaret yaparak, yazışarak ve kont-
rol ederek sürekli ilişki hâlinde olur. İrşad meclisine, gerektiği
takdirde yeni şube bürolarının kurulmasını, bir yapının katılı-
mını ya da tesis edilmesini teklif eder ve uygulama ile bizzat
kendisi ilgilenir.
Emir, irşad meclisi ve bütün nakibler kendi görevlerinden
sorumlu olup aynı zamanda cihadî eğitimcilerdir. Yani onlar
esasen siyasal kimliklidirler. Yürütme meclisi nakibi ise idari
sorumludur. Kendisini cemaat hizmetine vermiş olanların
Örgütleme 141

maaşlarını öder, çalışma araçlarını sağlar, yazar, hesap eder


ve cemaatin malını yatırımla çoğaltır.
Yürütme meclisi nakibi iki yılda bir yenilenir. Onu mec-
lis, daha önce seçtiği gibi üçte iki çoğunlukla seçer. Yürütme
meclisi nakibi, organlar hakkında bilgi ve beceri sahibi olan
kimseler arasından seçilir.
CİHAZLAR (ORGANLAR/AYGITLAR)

Cemaatin eğitim ve cihad alanlarındaki görevlerini eksik-


siz yerine getirmesi, mü’minlerin Allah yolunda ölme irade ve
kararlılıklarının yanı sıra, çaba ve gayretleri organize edecek,
halkın derinliklerine ulaşacak ve halkın günlük hayatında ha-
zır ve faal olmasını sağlayacak çalışma araçlarının bulunma-
sıyla mümkündür.
Yönetime doğru ilerleme aşamasında cemaat, davet için
gerekli aygıtları elde etmeye çalışır. İslâm devleti kurulduktan
sonra da davetin kurum ve aygıtları, devletin kurum ve ay-
gıtlarından bağımsız kalmaya devam eder. Böylelikle davetin
diğer el ile -ki Müslümanların hayatlarında sağ el demektir-
yardımlaşarak görevini yerine getirmesi mümkün olur. Fakat
bunu yönlendirme, eğitim ve kontrol konumunda yapar.
İslâm devleti kurulmadan önce davet, yapabildiği kadar,
kendisine uygun bir şekilde halkın arasında sessizce yayılır.
Ya da yöneticilerin halk adına vermek zorunda kaldıkları ge-
nel özgürlükleri fırsat olarak değerlendirerek bu yolla okulla-
ra, üniversitelere, sendikalara, yardım kuruluşlarına, meslekî
ve kültürel derneklere, kadın cemiyetlerine, spor ve gençlik
kulüplerine ve buna benzer bütün fiilen var olan cemiyet ve
derneklere ulaşır. Cemaat, bütün bu alanlarda kendisine ait
paralel organları kurmakla görevlidir. Böylelikle hem resmî
kuruluşların hem de özel organların içinde yapılan çalışmalar
aynı istikamette yol alır. Cihad için yapılanma asıl olur ve bü-
tün diğer alanlardaki çalışmalar ondan yayılır, onun hedefine
Örgütleme 143

hizmet eder. Bu da bütün bu alanlara girmekle yükümlü olan


mü’min unsurların çalışma ve gayretleriyle gerçekleşir.
Cemaatin ilerletilmesi ve halkın arasına girmesine yar-
dımcı olması için zorunlu özel bazı araçlara, hepsini sınır-
landırmak kastıyla değil de örnek olmak üzere değinmek
istiyoruz.

1. Mescit
Mescit, davetin ilk kurumudur, Allah’ın evidir. Cihad ora-
dan başlar, orada cihadın planları yapılır ve oraya sığınılır.
Yöneticilerin, egemenlikleriyle mescitlere musallat oldukları
bölgelerde, davet adamlarının ilk talepleri, mescidin, yöne-
ticilerin İslâm’ı olan resmî İslâm’dan ve donuk İslâm’ı temsil
eden merasimlerin ve protokollerin İslâm’ından kurtarılmasını
istemek olmalıdır.
Esas olarak şubenin nakibi, köyün ve mahallenin hatibi
ve imamı olmalıdır. O cihetin nakibi de o cihetin camisinin
imamı ve hatibi olur. İklimin nakibi de büyük caminin imamı
ve hatibi olur.
Mescitlerin inşa edilmesi, çoğaltılması ve imar edilmesi,
halkı eğitmenin en önemli yollarındandır. Mescidin yanında
ise kütüphane, öğrenim mekânları, abdesthane, spor yapıla-
cak yerler ve misafirlerin kalacakları mekânlar gibi alt yapıla-
rın da bulunması gerekir.
Mescitlerdeki öğretim halkaları ve iman meclisleri,
mü’minlerin eğitim programının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu
vesile ile halkın yanına otururlar, onlarla temas kurarlar, bu
temasları sağlamlaştırırlar ve davete yardımcı olanların sayı-
sını artırırlar.
144 Nebevî Yöntem

2. Üyelik Bürosu
Yapılanma içerisinde var olan insan gücünü disiplin altı-
na almak için, durumun gerektirmesi hâlinde, merkezi ve şu-
beleri olan bir bürodur. Bununla birlikte şubelerin bürokratik
hastalıkların içine düşmemesi için asgari düzeyde kırtasiyecilik
yapılması gerekir.

3. İlişkiler Bürosu
Bilgiler, planlar, iç ve dıştaki iletişim ve bağlantı araçlarına
dair bilgiler burada toplanır.

4. Eğitim Komitesi

Eğitim komitesi; görüşmelerin, konferansların, kültürel


kongrelerin yapılması ve organize edilmesi, programların,
kitapların, incelemelerin ortaya konulması, genel olarak da
insan yetiştirmek içindir.

5. Siyasî Komite
Siyasî komite; şartların analizini yapmak, bilgi toplamak,
cemaatin siyasal çizgisinin doğru istikamete yol almasını sağ-
lamak ve bölgedeki problemlerin çözümü için orada olup bi-
tenleri tam anlamıyla bilmek suretiyle İslâmî hüküm (yönetim)
programlarını hazırlamak içindir.

6. Öğretim Komitesi
Öğretim komitesi, davetin öğrenciler arasında yönlendiril-
mesine ve öğrencilerin davaya hizmet edecek şekilde öğretim-
deki uzmanlıklarının düzenlenmesine dikkat eder, bununla ilgi-
lenir. Aynı zamanda öğretim elemanlarıyla (akademisyenlerle)
Örgütleme 145

ilişki kurmaya, onları İslâmî çalışmaya çağırmaya da gayret


gösterir. Çünkü öğrenim, insanların yetiştiği alandır. Bu ne-
denle özel bir ilgiyi hak eder.

7. Organizasyon Planlamak ve Çalışma Üsluplarını


Geliştirmek İçin Teknik ve Yasal Komite
Devletle olan problemlerimizin, yapılanmayla ilgili mese-
lelerin, siyasî ve malî meselelerin ve hareket ile ilgili mesele-
lerin incelenmesi için bu komiteye başvurulur. Bu komite de
en güzel ve en verimli olan yolu, yöntemi göstermeye çalışır.
Ayrıca cemaat mensuplarını, eğitim ve hareketini ilgilendiren
çeşitli faaliyet alanlarında eğitip yetiştirir. Tüm bunlarla birlik-
te, davanın ve davetin gelecekte istenen düzeyde olması ve
gelişigüzellikle, rastgele hareketlerle çalışmalarında gelenek-
selliği sürdürmekle yetinmeyip şubelerin çalışma ve faaliyet-
lerinin uyumlu bir şekilde organize edilebilmesi için alınması
gerekli yasal, pratik ve idarî tedbirleri alır.

8. Medya Komitesi
Bu komite, bölge halkına, Müslüman ümmete ve bütün
dünyaya Müslümanlarla ilgili haberleri gerçek şekliyle ulaştır-
makla yükümlüdür. Böylelikle düşmanlık eden medya araçla-
rına karşı mücadele eder. Bunu sağlayabilecek gerekli haber
ajansları, gazete, dergi, kitap, radyo, televizyon vb. kurumlar
edinir.

9. Malî Komite
Cemaatin mallarını idare eder. Üye aidatlarını, maaşla-
rı, zekâtları toplar ve zekâtı Kur’ân-ı Kerîm’de sözü edilen sekiz
gruptan hak edenlere infak eder. Diğerlerini ise infak eder veya
dava için yatırım alanlarında kullanır. Ticarî müesseseler, sanayi
146 Nebevî Yöntem

ve yardımlaşma müesseseleri, İslâmî bankalar kurar. Yürütme


meclisi nakibi, bu komiteyle birlikte malları harcama ve ida-
re etme şartlarını belirler. Çekleri (ve bu gibi belgeleri) imzalar.
Böylelikle her işin onun sorumluluğu altında olması sağlanır.

10. Gezi, Kamp ve Spor Bürosu


Davet gezileri ve eğitim kamplarında cemaat üyelerinin
hareket akışını organize eder. Her bir şubenin kendine ait
kampları ve ulaşım araçları olmalıdır. Bu durum davet ama-
cıyla çıkacak toplulukları oluşturur ve bölgeler arası ilişkileri
sağlayarak kamplarda mü’minlerin birbirlerini tanımalarını
sağlar. Spor, hiç şüphesiz davet için verimli bir alandır.

11. Hayır İşleri ve Tıbbî Acil Yardım Komitesi


Davayı gönülden destekleyen birçok Müslüman, güçleri-
nin tamamını dava uğrunda harcayamaz. Bundan dolayı ken-
diliğinden gelenleri bir araya getirip toplamak, cüz’î birtakım
bağışları ve malî teberruları işlemek, yetimleri gözetmek, iş
bulamayanları çalıştırmak, hastaların ilacını temin etmek gibi
büyük işler yapılabilir. Ancak bütün bunların bir davet ve bir
iyilik anlayışı ile yapılması gerekir. Ayrıca bunlar, İslâm yöne-
timinin bir alternatifi ve arzu edilen köklü İslâmî değişimi bize
unutturacak ıslahatçı bir faaliyet olarak görülmemelidir.

12. Evlilik ve Hac Sandığı


Mü’min genç, evlenmekle ve emrolunduğu malı ve mes-
keni temin etmek suretiyle evliliğe hazırlanmakla emrolun-
muştur. Aynı şekilde hac da ilahî bir emirdir. Bundan dolayı
cemaat, evliliğe çağıran -gerekli- halkaları kurmakla yüküm-
lü olduğu gibi, İslâm’da bir rükun olan hac yolculuğunda
kardeşlik duygularının daha da sağlamlaşması için birlikte
hac organizasyonu da yapmalıdır.
BELİRLEYİCİ/DÜZENLEYİCİ ÜÇ ETKEN

Yapılanma iskeletinden, emirlik hiyerarşisinden, meclisle-


rinden ve organlarından söz ettik. Bütün bunlar yapılanma-
nın cismi ve duyularıdır. Bunun ruhundan ve anlamından
da burada söz edeceğiz. Bölümün başında sözünü ettiğimiz
mü’minler arasındaki velayet bağı, haricî bir bağ ve meclis-
lerde bedenlerin hareketi, bürolarda ve organlarda birtakım
kâğıtlar ve rakamlar değildir.
Velayet bağı bir yakınlık, bir yardım, destek ve bir cihad-
dır. Cihad ise mü’minlerin kalplerini, akıllarını ve çaba ve gay-
retlerini idare edecek bir siyaseti gerektirmektedir. Bu siyaset
ile onların her birinin Yüce Allah’ın rızasına nail olmasını, üm-
met içinde Allah ve Rasûlü ile aziz olmayı, Allah’ın dini ve
kelimesi için de diğer bütün dinlere üstün ve galip gelmeyi
teminat altına almalıdır.
Eğer mü’minlerin her biri başlı başına nefis bir cevheri
temsil ediyorsa, hiç şüphesiz onlar eğer bir ipe dizilecek olur-
larsa nefislikleri, değerleri daha da artar. Bizler yapılanmanın
ruhunu oluşturan manevî bağlara, “belirleyici/düzenleyici et-
ken” adını vermekteyiz. Çünkü tanzim (düzenleme, yapılan-
dırma) ile nevazim (düzenleyici anlamındaki nazımın çoğulu)
kelimesi arasında bir yakınlık vardır. Ayrıca düzenleyicilik ol-
madan düzenleme söz konusu olmaz.
Başladığımız yer ile vardığımız yer aynı olan Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem’in sözlerine, amelî uygulamalarına ve
148 Nebevî Yöntem

eğitimine bakacak olursak, onun yapılandırmasının ve eğiti-


minin insanlar arasında yalnızca haricî bağlar kurmakla onları
birbirine bağlamaktan ibaret olmadığını görürüz. Aksine onun
ashabı, organik bir cemaatti. Birinin acısı sebebiyle diğeri acı
duyuyor, hak üzere ve Allah’a giden yolda yükselen uzun yo-
kuşta cihad uğrunda birbirlerine yardımcı oluyorlardı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Karşılıklı sevgilerinde, merhametlerinde, birbirlerine
şefkatlerinde mü’minlerin misali, bir azası hastalandı-
ğı zaman vücudun diğer kısımlarının, uykusuz kalmak
ve ateşi yükselmekle o rahatsız organa katıldığı vü-
cuda benzer.”57 Hadisi Ahmed bin Hanbel ve Müslim, en-
Numan bin Beşîr’den rivayet etmişlerdir.
O hâlde Müslüman cemaat organik bir yapıdır. Bu ha-
diste bu yapının özelliklerinden birisi ortaya çıkmaktadır ki, o
da Allah yolunda sevgi, yardımlaşma ve merhametleşmedir.
Yüce Allah’ın Kitabı’nda ve Rasûlü’nün sünnetinde buna ka-
tılacak iki özellik daha vardır. Böylelikle, karşılıklı şefkate, an-
layışa ve cemaat olarak cihadî amele güç yetiren organik yapı
tamamlanmış olur.
Bunlar üç belirleyici/düzenleyici etkendir: Allah için sev-
mek; Allah için nasihatleşmek ve danışmak; Allah’a, Rasûlü’ne
ve ulu’l-emre itaat etmek...
Bu üç etkenin biri diğerinin yerini tutmadığı gibi İslâm’ın
bedeni bunlar olmadan İslâmî anlamda cihad edecek gücü
bulamaz.
Bizler, canımızdan çok sevdiğimiz Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’in örneklendirdiği vücut örneğini ele alacak olur-
sak, -ki biz, hep onunla birlikte kalacağız, başkasını onun

57 Müslim, Birr 66; Ahmed bin Hanbel, IV, 270.


Örgütleme 149

yerine koymaya kalkışmayacağız- o zaman Allah yolunda ci-


had eden cemaatin bedeninin et, kan ve kemikten meydana
geldiğini, diğer taraftan beyin, sinir ve bunların dışında çeşitli
organlardan oluştuğunu görürüz.
Bize göre Allah için sevmek, bedenin eti ve kanıdır. Ancak
diğerleri olamadan bu beden, cihada dayanamayacak kadar
gevşek bir bedendir. Kemik ve iskelet ise karşılıklı nasihatleş-
mek ve istişare etmek, danışmaktır. Çünkü bu ikisi sayesinde
hak yolda bir direnç ve metanet elde edilir ki, bu da vücutta-
ki kemiğin sağlam ve dirençli olmasına benzer. Kusuru örten,
yanılmaları affettiren sevgi olmadan karşılıklı nasihatleşip isti-
şare etmek ise sadece görüşlerin birbiriyle çatışması, enaniyet
ve ayrılıkların körüklenmesi demektir. Diğer taraftan vücudun
canlı olabilmesi, ancak onu bir yerlere götürecek bir başkan
ve bu başkanın emirlerini uygulayacak organlar ile müm-
kün olur. O hâlde et, kan ve kemiğin oluşturduğu bedendeki
emredici, akıldır. Organik mü’min cemaatin vücudunda ise
başkan, emir ve onunla birlikte bulunan emirlik hiyerarşisi de
vücudun diğer organları gibidir.

Düzenleyici Birinci Etken: Allah İçin Sevmek


Cemaatin vücuduna tam bir kaynaşma, itikadî ve vicdanî
birlik ve Yüce Allah yolunda karşılıklı sevgi egemen değilse,
bu yapı, bizim sınıfsal kinlerin, partisel ayrılıkların ve kavmi-
yetçi söylemlerin egemen olduğu, ifsad olmuş ve fitnelerin
kaynaştığı toplumlarımızı etkileyemez.
Bu bağlılık ve kaynaşma, mü’minlerin birbirlerine karşı
yumuşaklık ve merhametlerinden ileri gelir. Yüce Allah onları
nitelendirmek üzere, “Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür.
150 Nebevî Yöntem

Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert ve katı,


kendileri aralarında merhametlidirler”58 buyurmaktadır.
Kaynaşma ise Allah yolunda, Allah için birbirini sevmek
ve mü’minlere karşı yumuşak davranmak ile başlar. Yüce
Allah, seçkin Rasûlü’ne “Allah’tan bir rahmet sayesinde
sen onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı kalpli
birisi olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı”59
buyurmaktadır.
Allah yolunda birbirini sevmek ve mü’minlere yumuşak
davranmaktan da cihad ve düşmana karşı savunma gücünün
unsurları meydana gelir. Çünkü Yüce Allah, “Kâfirlere karşı
sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler” buyur-
maktadır. İşte onların kâfirlere karşı bu şekilde sert ve katı ola-
bilmeleri, ancak bu merhametin varlığı ile mümkün olmuştur.
Yüce Rabbimiz ayrıca şöyle buyurmaktadır: “Ey iman
edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah
mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu
ve şiddetli, kendisinin onları seveceği ve onların da
kendisini seveceği bir topluluk getirir ki, Allah yolun-
da cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından
korkmazlar.”60 Mü’minlere karşı alçak gönüllü olmak, onla-
ra kolaylık göstermek ve yumuşak davranmaktır. Allah yolun-
da hiçbir kınayanın kınamasından korkmayan bir kimsenin
metanetle kâfirlere karşı cihadı ise ancak sırtını Allah’a daya-
yan ve Allah yolundaki kardeşlerine bel bağlayan kimsenin
yapabileceği bir iştir.

58 Fetih 48/29.
59 Âl-i İmrân 3/159.
60 Mâide 5/54.
Örgütleme 151

İmanın ve takvanın kaynağı kalptir. Allah için sevmek de


kalpte yeşerir. O hâlde kalpleri; Allah’ı, Rasûlü ve mü’minleri
sevmek üzere eğitmek, Allah’ın sapasağlam halatının birinci
ipidir. Biz Allah’ı, Rasûlü ve mü’minleri sevmeyi “arkadaşlık
ve cemaat” dediğimiz birinci hasletin kapsamına giren imanın
en önemli şubesi olarak değerlendirmiştik.
Çünkü Allah için birbirini sevmek ve Allah için arkadaşlık
olmadan cemaat olmaz. Şüphesiz Müslüman cemaatleri da-
ğılmaya götüren en kötü husus, onların Allah’tan gafil olmala-
rıdır. Öyle ki, onlar Allah’ı unutunca Allah da kendilerini, ken-
dilerine unutturur. Allah’ı anmayı terk eden kalpler katılaşır,
bu katı kalplilik ise Müslümanların birbirlerinden nefret etme-
leri ile müşahhaslaşır. Sonra da ne cemaat kalır ne de iman...
Allah yolunda kardeşliğin düsturu ve amelî programı,
Yüce Rasûl’ün şu buyruğunda Allah’tan haber verdiği üzere
şöyledir: “Benim için birbirlerini sevenleri sevmem bir
haktır. Benim için birbirlerini ziyaret edenleri sevmem
bir haktır. Benim için birbirlerine karşılıklı bağışlarda
bulunanları sevmem bir haktır. Benim için birbirlerini
sevenler, nurdan minberler üzerinde olacaklardır. Bu
konumları dolayısıyla nebiler, sıddıklar ve şehitler on-
lara gıpta edeceklerdir.”61 Bu hadis, Ahmed bin Hanbel,
Taberânî ve Hâkim’in Ubâde bin es-Sâmit’ten rivayet ettikleri
sahih bir hadistir.
Yüce Allah, “Mü’minler ancak kardeştir”62 buyur-
maktadır. Buna göre kardeşlik ve Allah için sevgi bağı, asla
yenik düşürülemeyen bir güçtür. Fakat Allah yolunda kardeş-
lik, bölge ve dil sınırını tanımaz. Müslüman, cemaatin cüz’î bir

61 Ahmed bin Hanbel, V, 229, 239, 328; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, III,


265; Hâkim, Müstedrek, IV, 187.
62 Hucurât 49/10.
152 Nebevî Yöntem

kısmına bağlıyken cemaatin diğer kısmını dışarıda tutmakla


da doğru yolda ilerlemiş olmaz. Bundan dolayı bizler belirli
bir bölgenin yapılanmasından söz edecek olursak bu, kardeş-
liği bir kesimi dışarıda tutup bir kesime hasretmek anlamına
gelmemelidir. Aksine bu, İslâm’ın bütün bölgelerinin özgürleş-
mesinin tamamlanması yolunda, içinde bulunulan aşamanın
gerektirdiği işlere göre bu güçleri kanalize etmekten ibarettir.
Allah yolunda kardeşliği ve Allah için sevgiyi düzenleyen ilke,
yeryüzündeki bütün mü’minleri, Allah’ın nimet verdiği ve nur-
dan minberleri ve gıpta ile bakıldıkları konumlara yükseltmek
nimetini ihsan ettiği kimseler silsilesine katar. Diğer iki düzen-
leyici unsur ise Allah erlerinden, Allah’ın izniyle vaat etmiş ol-
duğu halifeliğin gerçekleşeceği güne kadar, birtakım bölüklere
özel olmakla birlikte bir kısmı bunun dışında kalabilir.
Şunu belirtelim ki, başkanlıklar takvayı ortadan kaldı-
rır, kardeşliği tahrik eder. O hâlde konumlar ne olursa olsun,
mü’minler arasında sevginin yumuşaklığı bulunmalıdır. Yapı-
lanmanın İslâmî olması, mü’minlerin de söz ve iddiadan iba-
ret olmayıp gerçekten ve fiilen kardeş olmaları için diğer bir
şarttır.
Yüce Allah, Rasûlü’ne de bize de Rasûlü’ne olan lütfun-
dan söz ettikten sonra şu emri vermektedir: “Artık onları ba-
ğışla, onlara, affedilmeleri için Allah’tan mağfiret dile
ve iş hususunda onlarla istişare et.”
Düzenleyici etken olan kardeşlik bağından, düzenleyici
bir diğer etken istişareye geçerken tekrar sevginin öne geç-
mesi ve baskın ve üstün gelmesinin gereğini yeniden vurgula-
malıyız. Onları affet ki, senin şefkatin ile ısınsınlar. Onlar için
mağfiret dile ki, Allah’ın huzurunda onların tasasını taşıdığını
bilsinler. Bundan sonra da onlarla istişare et ki, bu istişa-
reniz bir tartışma ve kuru, katı görüşlerin yüzleşmesi değil
Örgütleme 153

de kardeşçe birbirini anlamak olsun. Emir de emir altındaki


bütün mü’minler de sevecek, affedecek ve mağfiret dileyecek
kimselere muhtaç olmaları ve kendilerine samimiyetle öğüt
verip istişare zamanında görüş belirtecek kimselere ihtiyaç
duymaları bakımından birbirlerine eşittirler.

Düzenleyici İkinci Etken: Nasihat ve Şura


Sahih bir hadiste, “Din nasihattir”63 buyurulmaktadır.
Yüce Allah da mü’minleri nitelendirirken “Onlar ki, Rable-
rinin çağrısını kabul ederler, namazı dosdoğru kılarlar,
işleri de kendi aralarında şûrâ iledir”64 buyurmaktadır.
Bugün ümmetin işleri ise zorba yönetimlerin elleri altın-
dadır. Bunlar istibdatla, baskıyla, zulümle ve kendilerini tercih
ederek ve üstün tutarak ümmeti yönetmektedirler. Allah’ın er-
lerinin, ümmetin yönetim, ekonomi ve diğer alanlardaki prob-
lemlerini bir istibdadın yerine başka bir istibdadı, bir zulmün
yerine başka bir zulmü yerleştirerek çözmesi mümkün değildir.
Bu sebeple Yüce Allah’a itaat etmek, mü’minleri yönetimlerin
dizginlerini teslim alacakları güne hazırlamak ve sözde üstün
anlamlar ve insanlara karşı adalet muhtevasına sahip olduğu
söylenen boş bir muhtevaya sahip demokrasi sloganını yük-
selten cahillere karşı da meydan okuyabilmek için davanın
yapılandırılmasının başlangıcından itibaren işin mü’minler
arasında istişareyle yürütülmesi gerekir.
Arzu edilen kardeşlik uygarlığı ve merhamet toplumunun,
kalp zemini üzerindeki dayanak noktası, Allah’a, Rasûlü’ne
ve mü’minlere duyulan sevgi; fikir, anlayış, görüş ve siyaset
zeminindeki dayanakları ise şûrâdır.

63 Müslim, Îmân 95; Ebu Davud, Edeb 67.


64 Şûrâ 42/38.
154 Nebevî Yöntem

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ilk yaptığı iş,


ensar ve muhacirlerden oluşan mü’minler cemaatini, arala-
rında kardeşlik yapmak suretiyle kaynaştırmak oldu. İkişer
kişinin kardeş yapılması akdi, genel kardeşlik akdi içerisinde
ashab-ı kirama özel bir akitti. Yüce Allah, Nebisi’ne lütfunu
hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “O, seni yardımıyla ve
mü’minleriyle destekleyen ve gönüllerini sevgiyle bir-
leştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan har-
casaydın yine de kalplerini birleştiremezdin. Fakat
Allah, aralarını bulup kalplerini kaynaştırdı. Çünkü
O, Azîz’dir, Hakîm’dir.”65 Fakat bu kalbî kaynaşma ve bu
kardeşçe sevgi, toplamdaki üç temel düzenleyici etkenden bi-
ridir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashab-ı kira-
mın gerçekleştirdiği cihadî en değerli işlerden biridir. Mesele
yalnızca kaynaşmak ve sevgi sınırında kalmış olsaydı, bu işler
tamamlanamazdı. Aksine hatadan korunmuş büyük mürebbi,
hem sevilen bir arkadaş hem emrine itaat edilen bir komutan-
dı. Sevgi ve itaat arasında da fikrî bakımdan karşılıklı olarak
birbirini anlamak, görüş alışverişinde bulunmak ve istişare et-
mek için de geniş bir alan bulunmaktaydı.
“Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür. Onunla birlikte
olanlar, kâfirlere karşı sert ve katı, kendi aralarında
merhametlidirler.”66 Onlar, hatadan korunmuş Rasûl sal-
lallahu aleyhi ve sellem ile birlikte seven, itaat eden bir toplu-
luktu. Kendisi de nübüvvetin sahibi ve hatadan korunmuş ol-
masına rağmen istişare ediyor, doğru olan görüşe dönüyordu.
Nitekim el-Hubâb bin el-Münzir, kendisine Bedir’de ilk konak-
ladığı yere dair soru sorduğunda da böyle yapmıştı. Nebî sal-
lallahu aleyhi ve sellem, ashabına da bize de -ister doğru yolda

65 Enfâl 8/62-63.
66 Fetih 48/29.
Örgütleme 155

olsunlar, ister doğru yoldan şaşsınlar- her durumda insanlığa


uyan ve arkalarından giden (immea/silik şahsiyetli) olmayı
yasaklardı. Aramızda nübüvvet ve hatadan korunmuş o kişi
olmadığı için yapı içerisindeki herkesin de istişare ve karşılıklı
rıza neticesinde niçin, nasıl, ne zaman ve nedenleri iyice anla-
ması gerekir ki, başkasının peşinden (sorgusuz sualsiz) giden
bir immea olmasın.
İmmea karakterli, başkasına uyan kimse, cihadda bir fay-
dası olmasa, cemaatin ve cemaat liderinin görüşüne katılma-
sa dahi önemli işler üstlenen ve onları doğrulukla ve samimi-
yetle yerine getiren kimsedir. Yapılanma içerisindeki yerinde
ve görevinin düzeyine uygun olarak şûrâya katıldıktan sonra
onun tutumu budur.
Yüce Allah’ın izniyle biraz sonra sözünü edeceğimiz üçün-
cü düzenleyici etken ise itaattir. Bu düzenleyici etkenler ara-
sında orta yerde duran aracı etken ise, sevgi ve itaat arasın-
daki istişaredir. Bu fikrî, duygusal ve amelî olan düzenleyici
üç temel etkeni bir arada bulundurmak en zor işlerdendir. Bir
mesele tartışılmaya arz edilir; buna karşılık anlayışlar farklı,
deneyimler çeşitlidir; görüşler sertleşebilir, düşünceler karşı-
lıklı olarak kabul ya da reddedilebilir. Buna karşılık da sevgi
tehdit altında kalır. Başkanlık sevgisi ve görüşünü destekle-
mek arzusu ise nefislere hâkim olmaya çalışır. Bu ise kızgınlık
hâlinde kişinin nefsine hâkim olması anında söz konusu olur.
Fakat bundan sonra kesin karar alınınca; senden, çoğunluğun
kabul ettiği görüşe dönmen ve buna bağlı olarak nefsinin ar-
kasından gitmeni engellemen istenir. İşte bu, heva yokuşunun
engelinin aşılacağı zamandır.
İşte burada İslâm’da eğitimin, yapılanmayla iç içeliğini
açıkça görüyoruz. İman, benden, bakış açıları ne kadar farklı
olursa olsun, tartışma ve görüş ayrılığı ne kadar derin olursa
156 Nebevî Yöntem

olsun, kardeşime karşı delilimi ortaya koyup -herhangi bir kin


duymadan- tartışmamı ister. Hatta kin beslemek bir tarafa
kardeşime sevgimin ve takdirimin azalmamasını ister. Bu ise
ancak imanî bir terbiye ile mümkün olabilir, ta ki benim na-
mazdaki işlerim de namazın dışındaki işlerim de kendileriyle
Allah’a yakınlaşacağım ve O’nu hatırlatmaktan gaflete düş-
meyeceğim bir ibadete dönüşsün.
Diğer taraftan iman, benden, benim bakış açımın daha
haklı olduğunu görsem bile emire itaat etmemi istemektedir.
Bu da ancak aramızdan olan emir sahiplerine itaat etmenin
Allah’a ve Rasûlü’ne itaatin bir bölümü olduğunu hissettire-
cek bir eğitim ile mümkün olabilir.

İstişarede Uyulması Gereken Edepler


Kişinin samimiyetle öğüdünü vermesi ve istişare zama-
nında şer’î edeplere riayet etmek, seni, tartışma zemininde
ayağının kaymasından ve önünde yenildiğini kabul etmemek
için sözü eğip bükmekle ilgili nefsî arzuların kabarmasından
korur.
İstişare, Allah’ın Kitabı’ndaki bazı âyetlerin hatırlatılma-
sıyla başlar. Böylelikle toplantıdaki herkes, bu oturumun bir
ilim ve hilim (başkasına tahammül etmek) meclisi olduğunu
hisseder. Bu oturumda, şer’î ölçüler içerisinde, bir kimsenin
adaletli olduğunu veya olmadığını söylemekle kişisel hücum
ve tartışma arasını ayırt eden çizginin yanında kardeşime ten-
kitlerde bulunma hürriyetim sona erer.
Kardeşlerimin söyleyeceklerini tam bir sabır ile dinlerim.
Ancak bu zaman sınırları içerisinde o tartışmayı yönetmek de
emir sahibi olan kimsenin emirleri çerçevesinde olur. Sonra
da ben, gerekli nezakete riayet ederek kanaatlerimi payla-
şırım. Hedefimin diyalektik bir zafer olmayıp toplu bir karar
Örgütleme 157

almak olduğunu da göz önünde bulundururum. Benim üs-


tünlük sağlamak maksadıyla hitabet ve delil getirme gücüm,
cemaatin karar alıp onu yürürlüğe koyma gücüne nispetle bir
ağırlık taşımaz. Oturumun, boş konuşmaların dönüp dolaştığı
bir oturum olmaması için daha önceden yeterli ve sağlam bil-
giler toplayarak meclise gelir ve cemaat ile birlikte aşağıdaki
adımları izlerler:
1. Problem nedir, cemaatten istenen nedir?
2. Buna karşı olan, bununla birlikte olan güç nedir, maddî
ve yapısal zorluklar nelerdir?
3. Mümkün çözümler nelerdir, bu çözümlerin iyi ve kötü
tarafları nelerdir?
4. Her türlü çözümün vermesi gereken sonucu geniş bir
şekilde tartışmak.
5. Mümkün olursa yapılanmanın uygun gördüğü çoğun-
lukla karar almak ve eğer normal istişarelerde bulunuluyorsa
emirin tercihi ile karar almak.
6. Uygulama planını ortaya koymak, sorumlulukları pay-
laştırmak ve bunu açık bir şekilde tespit etmek.
7. Sonuçların takibi ve değerlendirilmesi için gerekli planı
tespit etmek. Oturumdakiler yedi veya on kişi iseler tartışma-
nın şekli üzerinde durmamak gerekir. Çünkü böyle bir tutum
nefisleri harekete geçirir ve fayda sağlamaz. Ancak oturuma
katılanların sayısı çok ise oturum başkanından istenen, tar-
tışmayı disiplin altına alması, yönlendirmesi, başka konulara
girenleri ve tartışmayı başka noktalara çekenleri durdurması,
aşamaları özetlemesi ve işi çabuk yürütmesidir. Bu ise mutla-
ka gerekli bir beceri ve bilgiyle şûrâ tutumlarının yürütülmesi-
nin ve şûrânın tamamlayıcı ana unsurlarından biridir.
158 Nebevî Yöntem

Tartışmanın genel havası da kardeşçe olmalı, ciddi ve asık


suratlı olmamalıdır. Çünkü istişarî toplantılarda askerî atmos-
ferin faydası olmaz.
Ciddiyetle beraber ve ondan önce sevgi, hoşgörü ve kar-
şılıklı rızanın, hoşnutluğun baskın gelmesi gerekir. Bununla
birlikte işlerin sulandırılmaması ve görüşlerin birbirine karış-
maması da şarttır.
Burada, anlamsız sözlerden ve soğuk şakalaşmalar de-
mek olan sıradan konuşmalardan, normal durumlarda sakın-
dığımızdan daha çok sakınmalıyız. Çünkü karşılıklı (gereksiz)
iltifat ve şakalaşmalar eğitim bakımından da ahlâk açısından
da yapılanma açısından da Allah’ın mücahid erlerine yakış-
mayan öldürücü bir havadır. Şunu söyleyelim ki bu hususta
ideal tabir “kardeşçe kesin kararlılık” deyimidir.
İstişarelerde genel ölçü, istişarenin bir dil olduğudur yani
Allah’a, Rasûlü’ne, mü’minlere bir nasihat olduğudur. Her
mü’minin, kendisini, açık ve kararlı bir şekilde eleştiride bu-
lunmaya, yapılan eleştirileri kabul etmeye, gerektiğinde sus-
mayı ve hata ettiğini itiraf etmeye, oturum içinde de dışında
da hesaba çekilmeye ve kendisine birtakım adabın öğretilme-
sine alıştırması gerekir. Her bir mü’minin, diğer kardeşlerine
karşı kendisine nasihatte bulundukları takdirde yumuşak dav-
ranması ve alçak gönüllü olması da gerekir. Gerçek gördüğü-
nü de gördüğü şekilde, sert ve kırıcı değil de doğru ve samimi
olarak, Allah yolunda kınayanın kınamasından da korkma-
dan söylemesi gerekir.
İstişare, iyiliği emredip münkerden alıkoymak demektir.
Faydalı istişare, oylamadan ve karar alındıktan sonra fikren
ve duygusal olarak sona eren ve herkesin kendi görevine yö-
neldiği istişaredir. Yoksa geride kin ve türlü menfi duygular
bırakan -bundan Allah’a sığınırız- istişare değildir.
Örgütleme 159

İstişarenin Şer’î Ölçüsü


Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinden, zihinlerde
açık olan, kişiler tarafından kabul edilen ve cemaatin bütün
fertleri tarafından da delaleti kat’î olarak görülen bir nas varsa,
danışmaya yer yok demektir.
Ciddi ve yapılanması doğru bir cemaat içerisinde istişa-
re konusu, kayıtsız ve şartsız olarak geçmiş nesillerdeki ilim
adamlarımızın -Allah hepsinden razı olsun- içtihatla karşılaş-
tırmalarıyla sona erdirmiş oldukları cüz’î fıkhî görüş ayrılıkla-
rını hedeflememelidir. Aksine danışma, cihad ile ilgili işler ve
mü’minlerin nakiller ile ilgili bilgilerinin aklî bakımdan yeter-
liliğinin ve uygulayıcı iradelerinin farklı olduğu genel hususlar
hakkında olmalıdır.
Görüş ayrılıklarını gerektiren hususların ve sebeplerin
çokluğu sebebiyle, özellikle mü’minler baskı ve tehdit altın-
dayken üzerinde hareket ettikleri siyasal ve toplumsal zemin
yenik düşürülmüş olduğundan, sınırı belirsiz tartışmalara açık
olan bir istişare, sonunda karşı bir tartışmaya dönüşür. Bun-
dan dolayı Müslümanların hayatındaki bu önemli nokta hak-
kında şu görüşü kabul edenlerin biz de görüşünü paylaşmak-
tayız: Kesin karar ve tercih yetkisi, eğer meclisin (oturumun)
karar alma hakkı varsa oturum başkanına ve durum ne olursa
olsun bölge başkanına ait olmalıdır. Bu durumda da çoğun-
luk ve azınlık göz önünde bulundurulmaz. Elverir ki çoğunluk
üçte ikiyi bulmasın… Bu takdirde emirin, bu üçte ikinin kara-
rına uyması gerekir.
Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uygula-
maları, istişareden sonra istişare konusunda azmedip karar
vermekten ibarettir. “İş hususunda onlarla istişare et. Bir
de azmedip karar verdin mi Allah’a tevekkül et.” O
160 Nebevî Yöntem

hâlde azmedip karar vermek, onun ve ondan sonra halifele-


rinin bir hakkıdır.
Cihad ile alakalı bütün iş ve emirlerin esası, kendisinin
azmedip karar vermesidir. O, dilediği kimseyi emir tayin
eder, dilediklerini görevden alır, ashabından dilediği kimseleri
önemli işlerle görevlendirir, orduyu donatır, ona komutanlık
eder ve saflarını düzenlerdi.
Onun istişareleri hakkında bize ulaşan bilgiler, şûrâ ile il-
gili bir teşri’ ve uygulamadır, azınlık ve çokluk için bir teşri’
değildir. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, Bedir’de el-
Hubâb bin el-Münzir’in görüşüne uymuş ve ondan başkası ile
de istişare etmemiştir. Her zaman için istişarelerini başkalarıy-
la değil de en hayırlı iki kişi olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’le
yapmıştır. Bedir esirleri hakkında Hz. Ebu Bekir’in görüşünü
uygulamış, Hz. Ömer’in görüşüyle amel etmemiştir. Ne azın-
lığın görüşünü ne de çoğunluğun görüşünü almıştır. Aksine o,
arkadaşı Ebu Bekir es-Sıddîk’ın görüşünü tercih ederek uygu-
lamıştır.
O hâlde şeriatın terazisine göre şûrâ, karşılıklı olarak bir-
birini anlamak için zorunlu bir aşamadır. Fakat tek başına şûrâ,
uygulanabilir bir karar ve bağlayıcı itaat ortada yoksa uygula-
maya kadar götürmez.
Evet, ortada emirin istibdad kurma tehlikesi, cemaatin
bütün mü’minlerin görüşlerinden istifade etmemesi hâlinde
hata yapmakla karşı karşıya kalma tehlikesi ve mü’minlerin
istişareye katılımları şekilden ibaret kalırsa, başkasının görüş-
lerinin peşinden giden zavallılara ve bir sürü hâline dönüşme-
leri tehlikesi elbette ki vardır. İşte bundan dolayı yapılanmada
sorumluluk temel bir unsur olmuştur. Bunun için her bir nakib,
her bir emir ve iş yapmaktan sorumlu olan herkes, hemen
yanı başındakilerle istişare eder. Bu, hem kalpler, akıllar ve
Örgütleme 161

çabalar için bir eğitim hem de bir siyasettir. Dolayısıyla bir


kimse, mü’minlerin güzel bir şekilde katılımını sağlamaz ve
onları güzel bir şekilde yönetmezse görevden alınır. Genel
emirin kendisi de mü’minlerin işe katılımını ve siyasetlerini
kötü yönetecek olursa görevden alınır. O hâlde mesele, ma-
siyet olan bir hususta itaat etmeyen, münkeri kabul etmeyen,
samimi olarak nasihat ve görüşünü ortaya koyduktan sonra
da dinleyip itaat eden ve cemaat emiri görevden almayı ka-
rarlaştırdığı takdirde sağlam bir şekilde durmasını bilen birey
mü’minin sorumluluğuna bağlıdır.

İstihare
Allah’ın erlerinden oluşan cemaati bekleyen en büyük
hastalık, Allah’tan gafil olmaktır. Bundan dolayı Hz. Ömer,
yardım isteyen askerlerine, “Bana göre sizin en önemli işiniz
namazdır” diye yazmıştır.
Bizler istişareden önce de istişare esnasında da istişare-
den sonra da Allah’ın huzurundayız. Yaptığımız işlerin, ara-
mızda elden ele dolaşan menfaatlerimize dönüşmemesi için,
cihadımızın yatay ve yeryüzünü aşmayan ilişkilere dönüşme-
mesi için, şûrâ esnasında Allah’ı zikreder ve O’ndan istihare
de bulunuruz (hayırlı olanı dileriz). Candan sevdiğimiz Mu-
hammed sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına, Yüce Allah’ın
Kitabı’ndan bir âyeti öğretircesine istihare duasını öğretirdi.
Nitekim “İstihare yapan zarar etmez, istişare yapan
pişman olmaz, iktisadı elden bırakmayan da fakir
düşmez”67 buyuran da odur. Bu hadis, Taberânî’nin, Enes
bin Mâlik’ten rivayet ettiği hasen bir hadistir. Hz. Peygamber
bu hadiste, Allah’a bağlılık ve O’na güvenmek demek olan

67 Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsad, VI, 364-365.


162 Nebevî Yöntem

istihareden, kişinin kardeşlerinin yardımını istemesi demek


olan istişareden ve geçimini güzel bir şekilde yönetip çekip
çevirmek demek olan iktisattan bir arada söz etmiştir.
Birbirleriyle istişare edenlerin konuyu bilmeleri, problem-
leri derinlemesine incelemeleri ve görüşleri karşılaştırma, bil-
gi ve deneyim sahiplerini toplama esası üzere de bakışlarını
derinleştirmeleri, Allah erlerinin attığı her bir adım ile birlikte
Allah’ın yardımı da yoksa hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü Yüce
Allah, “Seni, kendi yardımıyla ve mü’minlerle destek-
leyip güçlendiren O’dur”68 buyurmaktadır. Âyette Allah’ın
yardımı olan ve O’ndan gelen ilahî destekten, mü’minlerin
şahsında müşahhaslaşan yardımdan önce söz edilmiştir. Buna
göre istişarenin yollarını ve tedbirlerini gözetmeden ve uygu-
lamadan önce, onlarla birlikte ve onlardan sonra Allah’ın er-
leri, hep, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan ve güçlü
ve muktedir olan Allah’a yönelirler. O’ndan, hayırlısını diler,
yardımını isterler.

Genel ve Özel Nasihat


Lafzı Müslim’e ait olmak üzere Buhârî ve Müslim’de
Temîm ed-Dârî’den rivayet edilen bir hadise göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem “Din, nasihattir” buyurunca, as-
hab, “Kime ey Allah’ın Rasûlü?” diye sormuş, o da “Allah’a,
Rasûlü’ne, Müslümanların yöneticilerine ve hepsine”
cevabını vermiştir.69
Müslümanların geri kalmalarının tek sebebi, Müslüma-
nın, sorumluluğunu yerine getirmemesi, iyiliği emretmek,
münkerden alıkoymak ve özel ve genel nasihatte bulunmak

68 Enfâl 8/62.
69 Buhârî, Îmân 42; Müslim, Îmân 95.
Örgütleme 163

hususlarında hak olan sözü söylememesidir. Bizler, burada,


İslâm toplumunu görevlerinden istifa etmiş ve hürriyetlerin-
den vazgeçmiş bir hâle getiren ve sürü zihniyetine ulaştıran
tarihî etkenleri ele almak istemiyoruz. Çünkü burası tarihî
analizin yapılacağı bir yer değildir.
Yüce Allah’ın Kitap ve sünnette sabit hükümleri ve emir-
leri Müslümanların vakıasında görülmemektedir. Neden?
Çünkü Müslümanlar asırlar boyunca fitneye ve zulme
karşı sessiz kaldılar. Niçin?
Müslümanlar, zorba ve inkârcı yöneticilere ve bunların
cahiliyenin arkasından gitmelerine boyun eğdiler. Ne sebeple?
Gerçek şu ki, din, Yüce Allah’a boyun eğmektir, başkası-
nın egemenliğine aykırıdır. Din nasihattir. Buradaki nasihat ise,
oldukça sınırlı ve cüz’î anlamda nasihat etmek değildir. Aksine
nasihat, yönetene ve yöneticiye karşı takınılan açık bir tutum-
dur. İyilik emredilerek ve münkerden alıkonularak yapılan bir
iştir. Vakıamızın İslâm’dan uzaklaşmasının, Müslümanların
zulme karşı sessiz kalmalarının ve boyun eğip teslim olmaları-
nın tek sebebi, insanlardaki dinî sorumluluğun tahrip görmüş
olmasıdır. Artık hakkı açıkça söyleyen, bâtıla karşı savaşan ve
tarihi harekete geçiren mü’minin varlığı görülmemektedir.
Çevremizi saran halka, çağlar boyunca otlayan bir sürüye
benzediği ve görüş belirtme konusunda ve kendisiyle alakalı
herhangi bir hususta hak sahibi olmadığı kanaatini ona yanlış
olarak kazandırmıştır.
Reddetmek, devrim, mücadele, kahramanlık, siyasal du-
ruş gibi sözcükler çağın gerginliği ve gerilimiyle dolup taşmış
nitelikleriyle yoksul ve mustaz’af insanı, adaleti, şeref ve hay-
siyeti istemeye sevk etmektedir. Bu sebeple bizler, yöntemsel
bir terim olarak “nasihat” sözcüğünü kullandığımız zaman,
164 Nebevî Yöntem

bununla, bizim dışımızda mücadele veren unsurlar arasında,


o sıraladığımız sözcüklerin anlamlarının canlandırdığı anlam-
lara karşılık olmak üzere cihad eden unsurlara hayat veren,
imanî hayat ve imanî gayreti anlatmak istiyoruz.
Mücahid Müslüman, cemaatinin karşısında, sınıfsal kin
ile canlanmış, sol disiplin ile örgütlenmiş, akılları istila etmiş
ve ideoloji ile yönlendirilmiş güçler bulunmaktadır. Yine Müs-
lümanların karşısında, Müslümanlara egemen olan ve insan
kılıklı varlıkları oyuncak edilen cahilî bir düşman vardır. Ayrı-
ca bu oyuncakların kendilerinin de İslâm’a ve Müslümanlara
karşı hileleri, tuzakları, yalan ve iftiraları da bulunmaktadır.
Halk ise, kendisine yaptıkları yanlış telkinlere uygun ola-
rak bir sürüye dönüştürülmüştür. Partisel kinin yetiştiği yerler
dışında donuktur, hareketsizdir. Çünkü biz, Allah için öfkele-
rin patlamasını sağlayamadık.
Hareketsiz, katılımı az ve karşısındaki iş hakkında apaçık
bilgiye ve delile sahip olmadan dinleyip itaat eden unsurlar
ile düşmana karşı durulamaz, İslâmî kıyamın geleceği hazır-
lanamaz.
Din, cemaatin ve ferdin, dinin sınırları üzerinde durup
uyanık ve atılıma hazır koruyuculukları ile Allah için bir nasi-
hattir. Din, genel ve cüz’î bütün hususlarda Rasûlü’ne tabi ol-
mak üzere İslâm yönetimini kurma ve ümmeti iman ile diriltme
genel hükümleriyle, fıkıh ve ibadetlerle ilgili cüz’î hükümlerle,
Allah Rasûlü’ne tabi olma hususunda ileri derecedeki gayret
ve dikkat ile Rasûl’e bir nasihattir. Din, bizim dışımızdan mü-
nafıklar ve inkârcılar arasından değil de bizzat aramızdan olan
emir sahiplerini iş başına getirmekten başlayarak Müslüman
yöneticilere bir nasihattir. Din, imana teşvik etmekle ve kendi-
lerine telkin edilmiş sürü zihniyetini uyandırıp zulmün kökünü
kazımaya, kardeşlik ve adalet toplumunu inşa etmeye gücü
Örgütleme 165

yeten gayretler hâline dönüşmeleri için bütün Müslümanlara


bir nasihattir.
Kapalı oturumlarda ve önceden hazırlanmış bir tahakküm
altında yapılan istişareye, kısa bir süre sonra âdet hâkim olur
(gelenekleşir). Bu durumda bizatihi uyanıklık olması istenen
husus, donuklaşır ve bu hâl mü’minden mü’mine sirayet eder.
Sonunda da ümmetin tamamını kapsar. Şayet istişare genel
ve özel nasihat çerçevesiyle genişletilmeyecek olursa varılacak
sonuç bu olacaktır.
Her bir yapılanmada, yayılması ve açıklanmasına gerek
olmayan ve sır olarak kalması gereken birtakım hususların
bulunduğu doğrudur. Fakat her bir cemaat üyesinden istenen,
bulunduğu mevkide kendi bilgisi, uzmanlığı ve genel özellikle-
ri itibariyle Müslümanların ve cemaatinin işleriyle ilgilenmesi,
gerekli katılımları yaparak teklifler sunması ve tenkitlerde bu-
lunmasıdır.
Bizler, görüşsüz başkalarının peşinden giden (immea) ol-
mamak ile emrolunduk. Bundan dolayı mü’min kişilere, genel
kongrelerde ve istişare oturumlarında görüşünü açıkça ortaya
koyma güç ve kabiliyetini eğitimle kazandırmamız gerekir. Ya-
pılanma, toplantıda hazır bulunan kimselerin arasından gücü
yetenlerine, mülahazalarda bulunma ve yararlanmalarını is-
ter. Toplantı ve kongre üyelerini, toplantıya gelmeden önce
çevrelerindeki kardeşlerine samimi olarak öğüt vermekle kat-
kıda bulunmaya hazırlar. Bu da Yüce Allah’ın “İşleri kendi
aralarında istişare iledir” buyruğu ile Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in “Müslümanların durumu ile ilgilen-
meyen onlardan değildir”70 sözünün gereğini uygulamak
için yapılmalıdır.

70 Hâkim, Müstedrek, IV, 352, 356.


166 Nebevî Yöntem

Burada, sürü gibi susup hareketsiz kalmak suretiyle bizi


tehlikeye götüren husustan söz ettikten sonra insanların vaktini
yiyip bitiren ve derinliği olmayan, yüzeysel boş boğazlıktan kur-
tulmamız ve başkalarını kurtarmamız gerektiğini hatırlatalım.
Anlamsız dedikodular ile darmadağın bir hâl almak,
Allah’tan gafil bırakır, O’ndan uzaklaştırır ve imanı zayıflatır.
Sözlük anlamıyla nasihat ise, hem açık olmak hem de sıkı sı-
kıya bağlamak anlamlarını taşır. Emir ve komuta makamının
kararları hakkında başkalarında şüphe uyandıran, kendisinin
görüş ayrılığına başkalarını da sürükleyen bir kimse, ne kendi-
sine ne Allah’a ne Rasûl’e ne de Müslümanlara nasihat etmiş
olur. Yerinde susmayı yersiz konuşmaya tercih etmeyen kimse
de nasihat etmiş olmaz. Tenkitte bulunmak için tenkidi zanaat
edinen de nasihat etmiş olmaz.
Mü’min kişide üsra, şube, cihet ve iklim düzeyinde ve ya-
pılanma temelinde, sürekli bir gayret ve ileriye doğru atılıma
hazır bir ihtimam bulunmalıdır. Fakat çalışma ve faaliyetlerin
herhangi bir kargaşa halini almaması gerekir. Yukarıdan bir
istişare konusu gelecek olursa, bu durumda sahip olduğumuz
görüşü ortaya koymamız gerekir. Fakat emir gelecek olursa, o
zaman da onun uygulanmasında katkı sağlayacak ne kadar
gücümüz varsa onu ortaya koymamız icap eder.

Düzenleyici Üçüncü Etken: İtaat


Yüce Allah, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin,
Rasûl’e de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine
de”71 buyurmaktadır. Bizden olan emir sahipleri, dinlerine bağ-
lılıklarını, güvenilirliklerini ve cihadda güçlerini beğendiğimiz
sonra da ümmetin arasından ileri gelenler vasıtasıyla seçtiğimiz

71 Nisâ 4/59.
Örgütleme 167

kimselerdir. İşte o zaman Allah’ın emrine ve Rasûlü’nün sünne-


tine isyan olmayan hususlarda onlara yapılacak itaat, Allah’a
ve Rasûlü’ne itaatin bir çeşidi olur. Baş tarafını kaydettiğimiz
âyetin sonunda şöyle buyurulmaktadır: “Eğer Allah’a ve ahi-
ret gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaş-
mazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün.”72
Çünkü tarafımızdan beğenilerek seçilen ve bizden olan emir
sahiplerine rağmen görüş ayrılıkları sebebiyle anlaşmazlık orta-
ya çıkabilir ki, o zaman işi, Allah’a ve Rasûlü’ne döndürmemiz
emredilmiştir.
Cemaatin bütün yürütme gücü, birey ve gruplar olarak
karar almaya ve kabul edilmiş olan öndere itaat etmeye dair
sahip olduğu güç ve kudrettir. Hatadan korunmuş Rasûl sal-
lallahu aleyhi ve sellem dönemi ile raşit halifeler döneminde
imam (yönetici), en sağlam kulpa sımsıkı yapışmıştı. İtaat ise
tarihçilerin, “tarihî bir mucize” adını verdikleri bir düzeydey-
di. Sonra yöneticiler yavaş yavaş doğru yoldan uzaklaştılar
ve aramızda olan emir sahipleriyle ilgili kesin itaati isteyen
Kur’ânî emri kötüye kullandılar. Kör itaat, nasihat etme ve ön-
derlere itirazda bulunma hakkına galip geldi ve her iki hakkı
da unutturuverdi. Böylelikle çobanlık zihniyeti ve donukluk
iyice yer etti. Ancak erken bir tarihte -iki imam, Hüseyin bin
Ali ve Abdullah bin ez-Zübeyr zamanından itibaren- bazı ilim
adamlarımız, safları arasında bizden olan emir sahiplerinin ve
bizden olmayanların kim olduklarını birbirlerinden ayırt et-
mişlerdir.
İtaat etmek göreviyle nasihat ve istişare görevi birbiriyle
çatışacak olursa ya otoritenin baskı kefesi ağır gelir ve bu
durumda bir kişi veya bir zümre emri elinde tutup ümmeti

72 Nisâ 4/59.
168 Nebevî Yöntem

oyuncak eder ya da halk kefesi ağır basar, bu durumda nasi-


hat bir anarşi, istişare de bir çözülme hâlini alır.
Müslümanlara, dinleyip itaat etmek ve cemaate bağlı
olmak ile ilgili hadislerin yanlış yorumlanarak sulandırılması
Müslümanların belini kırmıştır. Bu yorumları, ısırıcı ve zorba
(diktatör) yöneticiler ile onlara hizmet eden saray âlimleri ya
da okuyucuların alıştıkları tabir ile kötü âlimler (ulemâi’s-
sûi), “ilk ve son söz ve onlar bizdendir” diye takdim ettiler.
Bizler, miras alarak Müslümanlara yönetici olanlar arasında
güzel takva sahibi kimselerin bulunduğunda şüphe etmiyo-
ruz. Müstesna bir kişilik olan Ömer bin Abdulaziz örnek olarak
yeter. Fakat hevasından konuşmayan o yüce zatın sözleriyle
Kur’ân-ı Kerîm’in korunmuş lafızları üzerinde, onlara yakışan
ilmî ölçüler çerçevesinde duracak olursak; bu husustaki sahte
yaklaşımın temeli ortaya çıkacaktır: “Sizden olan emir sahip-
leri.” Burada “sizden” kısmilik ifade eden bir tabir olup emir
sahibinin mutlaka ümmetin bedeninden bir parça ve hakta
ümmetin acı çekmesine sebep olan şeylerden dolayı acı du-
yan bir aza olmasını gerektirir. “Sizden” çıkan, kaynaklanan,
o hâlde bizden çıkmayan, aramızdan değildir. Eğer onu biz
seçmemişsek, ona biat etmemişsek, ona şart koşmamışsak
bizden değildir. “Sizden” istişaresi itibariyle sizden olmalıdır.
Bizi dışarıda tutarak tek başına karar alan (istibdatçı) ve bizim
akıbetimizin ticaretini yapan kimse bizden olamaz.
İtaat görevi ile nasihat ve istişare görevi birbiriyle çatı-
şabilir. Başkanlık makamı, bizim işimizi yönetenleri oyuncak
hâline getirebilir ve biz onun organik olarak kaynak ve istişa-
resi itibariyle bizden olmadığına kesinlikle emin olmayabiliriz.
Bu durumda yapılanma ya da devlet, emirin ayakları altın-
da hizmetçiler topluluğu hâlini alır. Onun lehine itaat âyet ve
hadisleri okunur, onun da tuğyan azgınlığı artar. Etrafındaki
Örgütleme 169

hizmetkârların onun önünde zilletle eğilmesi daha da artar. Ve


neticede Allah’ın dışında ona ibadet edilecek hâle gelinir.
İslâmî yapılanma ve İslâm devletinin, işleri yürütme gü-
cüne sahip güçlü bir beden olması istenir. İtaat ise sevgi ve
istişare ile birlikte işin tamamen temelini teşkil eder. Herhangi
bir iş hakkında anlaşmazlığa düşecek olursak, onu Allah’a ve
Rasûlü’ne havale ederiz.
Allah’ın Kitabı’ndaki ve Rasûl’ün sünnetindeki emir, sü-
butu kesin, delaleti de açık olup farklı ihtimaller taşımıyorsa,
emire itaat, doğrudan Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten gelir. Bu,
ibadet ve hükümlerle alakalıdır.
Bizden öncekilerin, hakkında içtihat ettiği hususlardan
olup da o meselede iki ve daha fazla görüş varsa ve bunlar-
dan birini uygulama imkânı ile birlikte bu görüş ümmetin işine
de yarıyorsa bu durumda imamın tercih hakkı vardır.
Eğer durum başka türlü ise, şer’î siyasetin gereği olarak
hâkimin (yöneticinin) şeriatın sınırları içerisinde -isabet etsin
ya da hata yapsın- içtihat etmesi söz konusu olur.
İmam Hasan el-Bennâ, - Allah ondan razı olsun- Yirmi
Esas adlı risalesinde beşinci kaideyi ifade ederken şunları söy-
lemektedir: “Hakkında nas bulunmayan mürsel maslahatlar
hususunda imamın ve naibinin görüşü şer’î bir kural ile çatış-
madığı sürece, gereğince amel edilir. Şartlar, örfler ve gelenek-
ler gereği değişiklik arz edebilir. İbadetlerde aslolan ise ma-
nalara iltifat etmeksizin taabbüddür. Geleneklerde ise aslolan,
sırlar, hükümler ve maksatları göz önünde bulundurmaktır.”

İtaat ve Heybet
Bizler, yapılanma içerisinde itaatin payından söz ettik.
Onun içerisinde terbiyenin (eğitimin) payına gelince yani
170 Nebevî Yöntem

imanın en önemli şubelerinden biri olan ve imanın ihtiva et-


tiği manalar ile görüş ayrılığı rüzgârlarının tehdit ettiği bir ha-
zine olan sevgi ile irtibatına gelince; bundan merhum şehid
Seyyid Kutub’un diliyle bahsetmek istiyoruz. Çünkü bizim bu
hassas ve incelikli anlamı ifade edebilmek için o göz kamaş-
tırıcı üsluba ihtiyacımız vardır. Merhum şehid, Yüce Allah’ın,
“Rasûlün çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi
bellemeyin”73 buyruğunu açıklarken şunları söylemektedir:
“Kalplerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e saygı ve
tazim ile dolması bir zorunluluktur. Öyle ki onun söylediği her
bir sözün, her bir yönlendirmenin saygı ve tazim ile karşılan-
dığının hissedilmesi gerekir. Bu, dikkat çekilmesi zorunlu olan
bir husustur. Eğiticinin vakarının bulunması bir zorunluluktur.
Liderin heybetli olması bir gerekliliktir. Kendisinin mütevazı,
yumuşak ve esnek olması ile onun etrafındakilerin onun eği-
tici olduğunu unutarak birbirlerine seslendikleri gibi ona da
seslenmeleri arasında bir fark vardır. Durum ne olursa olsun
eğiticinin, eğittiği kimselerin kalplerinde bir yerinin bulunması
gerekir. O, bununla şuurlarının derinliklerinde onlardan üstün
görünmelidir ve kendilerinin de durum böyle olmakla birlik-
te ona karşı duymaları gereken saygı ve tazimi çiğnemekten
utanmaları icap eder.
Emirin cemaat ile ilişkilerinin, yasal ve idari ilişki türünden
olmaması gerekir. İtaatin bir yasa olması ve itaat hiyerarşisi,
bir amaç değil, bir araçtır. Amaç, Allah’ın rızasıdır. Allah’ın
rızası ise O’nun adını yüceltmek için cihada bağlıdır. Cihad-
da ise emir, emre itaat eden, karar alan, uygulayan, içtihat
ve farklı görüşlerin bulunması ile birlikte istişare etmek sonra
da dinleyip itaat etmek bir gerekliliktir. Müslümanların emir

73 Nûr 24/63.
Örgütleme 171

sahiplerine itaat etmeleri, devrimci disiplinin bir kopyası değil-


dir. Aksine o, kalpten gelen bir itaattir. Emir sahibi ise sevilen,
heybeti görülen, tazim olunan ve saygı duyulan bir kimsedir.

Emirlik Akdi
Davet adamları ya da davetin içerisine bir şekilde atıl-
mış kimselerden bazılarının, kendisine uyanlardan sınırsız ve
şartsız dinleyip itaat etmelerini istediğini görebilmekteyiz. Aynı
zamanda “biat” sözcüğünün kötü kullanıldığını, bunun neti-
cesinde Müslümanlardan bir topluluğun kendi kabuğu için-
de kalıp marjinalleştiğini ve aradan fazla bir süre geçmeden
kendisine muhalif olanların dalalet içine düştüklerini ve kâfir
olduklarını söylemeye başladığını da görürüz. Bizler herhangi
bir kimseyi bu sözlerimizle ima edecek durumda değiliz. An-
cak ne olursa olsun başkasına uyan immea (silik şahsiyetli)
olmayan fakat sorunlu olan mü’minler için bir eğitim ve yapı-
lanma yöntemini araştırmakla uğraşıyoruz.
Bizler onun şanının büyüklüğünü kabul ederek biat keli-
mesini kullanmıyoruz. Çünkü bu, hilafet akdinin kavramların-
dandır. Bu kavramı Allah’ın, ümmetin dağınıklığını bir araya
getirebileceği bir güne saklıyoruz. Fakat akit, ahit ve misak
da bir zorunluluktur. Bir bölge cemaatinin akdi ise kaçınılmaz
bir aşamadır. Halifeliği gerçekleştirmek de Müslümanların bir
görevidir. Kendisi olmadan vacibin tamamlanamadığı her
bir husus da ayrıca vaciptir. Buna göre herhangi bir bölgede
İslâm davasına hizmet etmiş, geçmişte katkıları bulunmuş ve
Allah’tan da bir pay sahibi olan mü’minlerin söz birliği edip
emirlik akdi yapmaları hâlinde bu akde riayet etmemenin ha-
ramlılığı, tıpkı biata bağlı olmamanın haram olduğu gibidir.
Aralarındaki tek fark, bunun biat olmamasından ibarettir. Ona
böyle bir saygıyı kazandıran ise, bu hususta onun hilafete
172 Nebevî Yöntem

doğru giden bir merhale oluşu hakkındaki açık nastan başkası


değildir. Halifeliğin kurulması ile artık o da kalkar.

Biatın Birden Çok Oluşu ve Tekrarı


Sahâbîler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile çeşitli
biatlarda bulunmuşlardır. Bazıları Müslüman olmak üzere, ba-
zıları İslâm ve cihad üzere, bazıları sadakat ve cihad üzere, ba-
zıları hicret üzere, bazıları yardım etmek üzere, bazıları cihad
etmek üzere, bazıları dinleyip itaat etmek ve sevmek üzere,
bazıları nasihat üzere, bazıları sabır üzere, bazıları kendileri-
ne başkalarının tercih edilmesine katlanmak üzere biat etmiş-
lerdir. Kadınlar da “Ey Nebi! Mü’min kadınlar; Allah’a
hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları,
zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ve
ayakları arasında bir iftira düzüp getirmemeleri ve hiç-
bir marufta sana isyan etmemeleri üzere sana biat et-
meye geldikleri zaman biatlarını kabul et ve onlar için
Allah’tan mağrifet dile. Şüphesiz ki Allah, çok mağfi-
ret edendir, Rahîm’dir”74 âyetinde belirtilen şartlar üzere
biat etmişlerdir.
Biatta kullanılan ifadeler, şartların, kişilerin ve biat almayı
gerektiren önemli olayların çeşitli ve farklı oluşuna göre de-
ğişiklik arzetmiştir. O hâlde cemaate gelen bir kimsenin, ce-
maat tarafından, üyeliğinin “yardımcı” sıfatıyla kabul edilmesi
hâlinde biat etmesinin önünde bir engel yoktur. Bir “muhacir”
sıfatıyla kabul edilmesi hâlinde ise, daha sonra ikinci defa biat
edebilir. Tam üye olarak karar kılması hâlinde artık ona alı-
şılacağı, gücüne ve davaya katkısına güvenileceği ve cihad
safında ilahî bir suretle cemaatle kaynaşacağı için de üçüncü
defa kendisinden biat alınmasında yine bir sakınca yoktur.

74 Mümtehine 60/12.
Örgütleme 173

Kararlılık gerektiren hallerde, birtakım kriz zamanlarında,


gayretleri uyarmak ve görevi hatırlatmak amacıyla imaret ak-
dinin pekiştirilmesinin önünde de bir engel yoktur.

Akdin Muhtevası
Emirlik akdine, hak ettiği ciddiyetin ve kutsallığın tama-
mı verilir. Çünkü o, Yüce Allah’ın önünde yapılan bir ahiddir.
Onun gereğince biat eden de kendisine biat edilen de akde
bağlı kalacağını taahhüt eder. Biatleşme de her iki tarafın ka-
bul ettiği karşılıklı şartlar üzerinde yapılan bir akiddir. Yüce
Allah da “Ey iman edenler! Akidlerin gereğini eksiksiz
yerine getirin”75 buyurmaktadır. O hâlde mü’minler arasın-
daki her bir akid, ticarî olsun ya da olmasın saygı duyulması
gereken bir akiddir. Fakat üzerinde akid yapılan hususun say-
gınlığı ne kadar çoksa o akdin de saygınlığı o kadar fazladır.
Emirlik akdinin konusu, konuların en şereflisi olduğuna göre
ona eksiksiz bir şekilde bağlılık, kişiyi Yüce Allah’a yakınlaştı-
ran amellerdendir. Bunu oyuncak hâline getirmek ise günah-
ların en büyüklerindendir.
Bundan dolayı bizler, takdir muhtevasının açık olması-
nı arzu ederiz. Böylelikle helâk olan, apaçık bir delil üzerine
helâk olsun, hayat bulan da apaçık bir delile bağlı olarak ha-
yat bulsun. Şüphesiz Yüce Allah, her şeyi işitendir, bilendir. O,
hem Nebisi’ne hem de bizlere, “Şüphesiz sana biat eden-
ler, ancak Allah’a biat ederler. Allah’ın eli onların eli-
nin üzerindedir”76 buyurmaktadır. Aynı şekilde Allah’ın eli,
yeryüzü Müslümanlarının o yüksek makam için ve en büyük
sorumluluğu yüklenmek üzere seçecekleri bir kişi etrafında

75 Mâide 5/1.
76 Fetih 48/10.
174 Nebevî Yöntem

toplanacakları zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in


halifesinin eli üzerinde de olacaktır. İşte o eksiksiz ve tam bi-
atın bekleyişi içerisinde de bölgesel akidler, o kapsamlı akde
doğru zorunlu adımlar olarak gerçekleştirilir. Bu akidler de
Allah’ın ve meleklerinin şahit olduğu vaat edilmiş gelecekteki
halifelik biatına doğru akan bir şube olması itibariyle eksiksiz
saygınlıklarını kazanır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Evs ve Hazreçliler
heyeti ile Birinci Akabe Biatı’nı yaptığında onlarla “bey’atu’n-
nisa/kadınlar biatı” denilen şekilde biat yapmıştır. Bu akidde
ise ensar tarafından her Müslümanın görevi belirtilmekte ve
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem tarafından da ahiret yurdun-
da bunun karşılığının ne olduğu açıkça ifade edilmekteydi.
Buhârî ve Müslim, Ubade bin es-Sâmit’in şöyle dediğini riva-
yet etmektedirler: On iki kişiydik. Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem bize “Gelin bana, Allah’a hiçbir şeyi ortak koş-
mayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeye-
ceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, elleriniz ve
ayaklarınız arasından uydurup düzeceğiniz bir iftirada
bulunmayacağınıza, herhangi bir maruf emrimde bana
karşı gelmeyeceğinize dair biat edin. Aranızdan kim
bu biatın gereklerini eksiksiz yerine getirecek olursa,
onun mükâfatını vermek Allah’a aittir. Kim bunlardan
herhangi birini işleyecek olup da bunun karşılığında
dünya hayatında cezalandırılacak olursa, bu, onun
için bir kefaret olur. Yine bunlardan herhangi birisini
işleyip de Allah onun kusurunu örterse işi Allah’a kal-
mıştır, dilerse onu cezalandırır, dilerse affeder” dedi.
Ubâde, “Bunun üzerine biz de ona, bu şart üzere biat ettik”
dedi.77

77 Buhârî, Îmân 11, Menâkıbu’l-Ensâr 43, Ahkâm 49; Müslim, Hudûd 41-44.
Örgütleme 175

Bu, kul ile Rabbi arasında bağlı kalınacak bir taahhüttü.


Bunda cihad üzere bir akitleşme yoktu. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem de bunun şahidiydi.
Ertesi sene Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’n buy-
ruğuna hac mevsiminde yetmiş üç erkek ve iki hanım geldi.
İkinci Akabe Biatı yapıldı. Bu biat ise mü’minlerin sorumlulu-
ğu ile Allah Rasûlü’nün sorumluluğunu birbirine açık şartlarla
bağlamış bir biattı. İbn Hişâm’ın İbn İshak’tan rivayet ettiğine
göre, o, Ka‘b bin Mâlik’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Teş-
rik günlerinin ortasında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
bizimle Akabe’de buluşmak üzere sözleşti. Bizler dağ arasın-
daki yolda toplanıp Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i
bekledik. Nihayet beraberinde amcası Abbas bin Abdulmut-
talib ile geldi. Bizim arkadaşlarımız konuşup ‘Kendin adına
da Rabbin adına da alınmasını istediğin şartları söyle’ dediler.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem konuştu.
Kur’ân okudu, Allah’a çağırdı ve İslâm’ı kabule teşvik ettikten
sonra şöyle buyurdu: ‘Hanımlarınızı ve oğullarınızı neye
karşı koruyorsanız beni de o şekilde korumanız şar-
tıyla sizinle biat yapıyorum.’ Bunun üzerine el-Berâ bin
Ma‘rûf elini tuttuktan sonra, ‘Evet, seni hak ile nebi olarak
gönderene yemin olsun ki, en yakınlarımızı neye karşı koru-
yorsak seni de öyle koruyacağımıza yemin ederiz. Ey Allah’ın
Rasûlü! Bizimle biat yap. Allah’a yemin olsun ki, bizler savaş
çocukları ve silahları olan kimseleriz. Biz bunu babadan oğula
miras almış bulunuyoruz’ dedi. Bu sefer söze Ebu’l-Heysem
bin et-Teyyihân girerek, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bizlerle -Yahudi-
leri kastederek- bu adamlar arasında birtakım bağlar bulun-
maktadır ve biz onları koparıyoruz. Peki, acaba biz bunu yap-
tıktan sonra Allah sana yardım ederse bizi bırakıp kavmine
döner misin?’ dedi.
176 Nebevî Yöntem

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gülümsedikten son-


ra ‘Hayır, sizin kanınız benim kanım, sizin yıktığınız
benim de yıktığımdır. Ben sizdenim, siz de benden-
siniz. Kiminle savaşırsanız ben de onunla savaşırım,
kiminle barışırsanız ben de onunla barışırım.’ buyurdu.”
İşte bu karşılıklı taahhütler ile yükümlülük altına girilen
ikinci Nebevî biattır: Ensar tarafı kendi eşlerini ve oğullarını
neye karşı koruyorlarsa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’î
de öylece koruyacaklarına dair taahhütte bulundular.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de “Kanınız ka-
nımdır” buyurarak gerektiğinde kanlarını, “Sizin yıktığınız
benim de yıktığımdır” diyerek kendinden olanlar ile kendi-
sinin onlardan olduğu kimseleri savunacağını, onlar kiminle
savaşırsa kendisinin de onlarla savaşıp barış yaptıkları kimse-
lerle de barış yapacağını taahhüt etmektedir.
Bir defa daha Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in,
“Ben sizdenim, siz de bendensiniz” sözü üzerinde dur-
mamız gerekiyor ki, Yüce Allah’ın mübarek kılıp şahit olduğu
bir akide; komutan ve önder bir kimsenin Allah’ın kullarını
köleleştirdiği, onların kendi hevasının mahkûmu olup kendisi
rahat içerisinde yatıp dinlenirken onların yorulup didineceği,
kendisi otururken onların savaşacağı gibi yanlış bir kanaate
kimse kapılmasın.
İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabı-
nın cihadı böylece başladı. İslâm’ın yarını için akdin karşılıklı
olması, şartların ve yükümlülüklerin de açık ve genişçe açık-
lanmış olması gerekmektedir:
1. Cihadî ve siyasî bir bölge emirlik akdi, ancak o bölge
ahalisinin çoğunluğunun toplanması ile caiz olur. Kasdettiğim
ise bölge ahalisi arasındaki İslâm’da önceliği olan, İslâm’a fay-
dalı katkıları bulunan ve Allah’tan pay sahibi olan kimselerdir.
Örgütleme 177

Şayet Rasûllulah sallallahu aleyhi ve sellem’e cihad üzere biat


edildiği zaman, beraberindekilerle birlikte İslâm’ı temsil edi-
yorsa -çünkü yeryüzünde onlardan başka Müslüman yoktu-
günümüzde de İslâm diyarında Allah’ın dinini egemen kılmak
için çalışanlar gerçekten çoktur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in ve ashabının -ki tek başına onlar Müslüman idi- in-
sanlar arasından sırf kendilerinin biatlaşmaları caiz olduğuna
göre, günümüzde mü’minler sayıca çok olduklarından, bizim
için ancak birtakım şartlarla biatlaşmak hak olur. Bizler fitne-
nin, İslâm yurdunu, birinin diğeriyle ilişkisi koparılmış adalar
gibi paylaştırmış olduğunu düşünüyoruz. Eğer her bir ada-
nın diğer adalardan ayrı, kendi işlerini bağımsız olarak ele
alması caiz ise -çünkü bütün bölgelerde eş zamanlı İslâmî bir
kıyam imkânsızdır- o hâlde aynı adada, iki veya daha fazla
cemaatin olması caiz değildir. Aklı eren mü’minlerin ve on-
ların salih olanlarının, safları birleştirmek için çalışıp Allah’ın,
Rasûlü’nün ve mü’minlerin razı olacağı bir birlik akdi için uğ-
raşmamaları da aynı şekilde caiz değildir. Çünkü Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, ashabı ile birlikte biat akdi yap-
tığı zaman onların dışında kalan yeryüzündeki diğer insanlar
kâfirdi. Günümüzde bir bölgenin Müslüman halkı ise kendi
dışında kalan uyuyan ya da yerlerinde durmayı tercih eden
gafil Müslümanları dışarıda tutarak kendi aralarında akidleşir-
ler. Fakat bununla birlikte geçmişte İslâm’a hizmet etmiş, fay-
dalı katkılarda bulunmuş ve Allah’tan pay sahibi olup İslâm’ın
vakıasını idrak eden, Allah’ın çağrısını ve Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in yeryüzünde Allah’ın hükmünü uygulama
vaadini kabul eden, bunu isteyen ve buna güç yetiren bölü-
mün en iyilerini toplayıp bir araya getirmeye çalışmaları, bü-
tün iyi niyetlileri bir araya getirmeye imkân olmazsa bu en uy-
gun bölümü bir araya getirmeye çalışmaları bir zorunluluktur.
178 Nebevî Yöntem

2. Akid, bütün Müslümanları birleştirmeye ve her bölge-


deki içtihadı, halifelik gerçekleşinceye kadar desteklemeye ça-
lışan bölgesel İslâmî bir kesim oluşturmak üzere yapılır.
3. Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti, çalışmanın ana-
yasası ve bütün mü’minlerin içtihadı ile icmaya ya da ona
benzer bir neticeye ulaşmanın imkânsız olduğu hâllerde ise
emirin tercihiyle görüş ayrılıkları çözümlenir.
Özneyi, hedefi ve planı belirleyen bu genel bentlerden
sonra cihadî yapılanma bentleri gelir. Biz bunu Buhârî, Müs-
lim ve Nesâî tarafından rivayet edilen, Ubâde bin es-Sâmit’in
şu ifadeleri kullandığı hadisten öğreniyoruz: “Bizler Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e, zorluk ve kolaylık zamanların-
da, hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, başkalarını bize
tercih ettiği durumlarda, başkaları bize tercih edilse dahi itaat
etmek üzere; aynı şekilde emir sahibi kimselerle çekişmemek
üzere biat ettik.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de
“Yanınızda, hakkında Allah’tan gelmiş bir delil bulu-
nan apaçık bir küfür görmeniz müstesna” buyurdu.78
4. O hâlde emire, onun vekiline, irşad meclisinin icmaı ya
da icmaına yakın bir çoğunluk ile karar alması hâlinde -ki, bu
da üçte iki çoğunluğun ittifakı ve kararıdır- emire itaatin bağ-
layıcı olmadığı istişare ile birlikte dinleyip itaat etmek.
5. Zorluk ve kolaylık hallerinde dinleyip itaat etmek ve
Allah yolunda cihad etmek, dinlendirici bir gezi değildir. Bir
kimsenin “Yapamıyorum” diyerek çokça mazeret göstermesi
ve rahatı tercih etmesi, kişinin biatına hâlel getirir hatta fes-
hedilmesine yol açar. Evet, Buhârî’nin rivayet ettiği bir ha-
dise göre İbn Ömer şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah sallalla-
hu aleyhi ve sellem’e biat ettiğimiz zaman bize, “Gücünün

78 Buhârî, Fiten 2; Müslim, İmâre 42.


Örgütleme 179

yettiği hususlarda” derdi.79 Şüphesiz Allah hiçbir kimseye


takatinden fazlasını yüklemez. Emirin de mü’minlere, takatin-
den fazlasını yükleme hakkı yoktur. İşte burada düşman ate-
şinin hararetinin arttığı, yokuşların zorluk ve meşakkatlerinin
çok olduğu zamanlarda mü’minlerin emirinin de mü’minlerin
de gölgesine sığınması gereken bir merhamet vardır. Fakat
kimsenin bunu, tembelliğe, hazır yiyiciliğe ve rahata meylet-
meye götüren bir yol edinmemesi gerekir. Çünkü ortada olan,
aşılması gereken bir yokuş (akabe) vardır.
6. Hoşa giden ve gitmeyen hâllerde dinleyip itaat etmek:
Kararlılıkları körelten önemli ve belirleyici görevleri karşılık
beklemeden yapacakların da az olduğu, her şeyi önüne katıp
götüren birtakım şartlar ortaya çıkabilir. Bu durumda emirin
bu önemli işler için bir ya da iki kişi görevlendirme hakkı var-
dır; isterse bu görevlerde ölüm riski bulunsun. Müslim, Hu-
zeyfe radıyallahu anh’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir:
“Ahzab (Hendek gazvesi) gecesinde Rasûllulah sallallahu aley-
hi ve sellem ile birlikteyken oldukça şiddetli bir rüzgâra ve
soğuğa yakalandığımızı biliyorum. Bunun üzerine Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, ‘Bize bu kavmin (Medine’ye ku-
şatmaya gelmiş orduların) haberini getirecek bir adam yok
mu? Allah kıyamet gününde onu benimle haşredecek’ buyur-
du. Biz sustuk, bizden kimse ona cevap vermedi. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bu sözünü üç defa tekrarladıktan
sonra, ‘Kalk ey Huzeyfe, bize bunların haberini getir’ buyurdu.
Adımla beni çağırdığı için kalkmaktan başka hiçbir şey yapa-
madım. Allah Rasûlü, ‘Git ve onlara dair haberleri bana getir.
Fakat sakın onları aleyhime kışkırtacak bir iş yapma!’ buyur-
du. Onun yanından dönüp gidince adeta sıcak bir hamamda
yürüyormuşum gibi geldi. Nihayet onların yanına vardığımda

79 Buhârî, Ahkâm 43.


180 Nebevî Yöntem

Ebu Süfyan’ın, sırtını açıp ateşle ısıtmakta olduğunu gördüm.


Yayımın ortasına bir ok yerleştirip ona atmak istedim. Sonra
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, ‘Onları korkutarak
üzerime gelmelerine sebep olma!’ sözünü hatırladım. Ona ok
atsaydım kesinlikle ona isabet ettirecektim. Yine aynı şekilde
bir hamamın içindeymişim gibi geri dönüp geldim.80
Hoşlanılmayan bir hâlde dinleyip itaat etmeyi sonra da
verilen emrin yerine getirilmesindeki dikkat ve duyarlılığı gör-
dünüz mü?
7. “Başkalarının bize tercih edilmesine rağmen” biat et-
mek. Bu oldukça önemli bir husustur. Bunun anlamı ise emir
sahibi olanların sana haksızca muamele yaptıklarına, başka-
larını sana üstün tutup tercih ettiklerine, hak etmeyen kimseyi
yükselttiklerine inansan -ve buna benzer kişinin nefsinde mey-
dana gelen diğer duygular bulunsa- dahi sabrı elden bırakma-
man demektir. Bu da şu demektir: Emir sahipleri hata ede-
bilirler, çünkü onlar da insandır. Emirlik akdinin, rüzgârların
oyuncak hâline getireceği bir şekle dönüşmemesi için heva
ve heveslerin oyuncağı haline gelmeyecek şekilde mü’minin
nefsinde, onun kazıklarını çakmalıyız. Mü’min, itham etme-
den önce güzel zan beslemeli, fütüvvet (mertlik ve fedakârlık)
ve karşılıksız bağışlayıp verme tarafı, cimriliğe ve makam ve
başkanlık için yarışa galip gelmelidir.
8. Emir sahipleri ile çekişmemek üzere biat yapmak. Bu
da önceki hususa bağlı bir başka benttir. Çünkü başkanlık,
nefsin sevdiği ve hevanın gösterdiği hususlardan dolayıdır. Bu
sebeple hastalık derecesinde birtakım arzu ve hevesleri olan
kimseler, -ki iman terazisine göre emirliğe, emirlik olduğu için
göz dikmek marazi bir hâldir- emir sahiplerini insanların gö-

80 Müslim, Cihâd 99.


Örgütleme 181

zünden düşürmek için hemen birtakım gerekçeler uyduruve-


rirler…
9. Açıkça kâfir olduğu ortaya çıkan ya da kişinin adale-
tini yaralayan apaçık bir fasıklık veya yeterli olmayıp aciz ol-
duğu ortaya çıkan kimsenin azledileceğine biat etmek. İmam
Mâverdî şöyle demiştir: “İmamı, imamlığın dışına iki şey çıkar-
tır, azline sebep olur: Birincisi, adaletinin yara alması, ikincisi
ise bedeninde bir eksiklik bulunması… -Biz (bugün) bedenî
ve aklî yeterliliğinde eksiklik diye ifade ediyoruz.- Adaletinin
yara alması fasıklıktır. Bu da iki türlü olur: Birincisi, şehvet ve
arzularının arkasından gitmesi hâli, ikincisi ise bir şüpheye da-
yanarak yaptığı iş.” Mâverdî burada, emirle çekişmenin, rast-
gele ve anarşiye götüren bir hâl almaması için daha önceden
emirin azledilmesinin ölçüsünü açıklamaktadır.
Bu son bentte akdin feshedilme şartları belirlenmektedir.
Çünkü emir fıska yönelecek olursa artık bizden değildir. Hele
kâfir olması hâlinde bizden olmaması öncelikle söz konusudur.
Emir artık bizden değilse onun bizden, dinleyip itaat etme-
yi isteme hakkı da kalmaz. Çünkü asıl ilke, Yaratan’a isyan
konusunda hiçbir yaratılmışa itaat olmamasıdır. Dolayısıyla
fasıklık yaparak Rabbinin emrinin dışına çıkan bir kimse, oto-
matik olarak safımızın dışına çıkar.
Bunlar bizim de emirin de gereklerini yerine getirmemiz
gereken 9 benttir (maddedir). Allah’ın ona karşı bize farz kıl-
dığı bütün görevler, onun kendisine ait şartı eksiksiz yerine ge-
tirmesine bağlıdır. O da birdir: Kendi yapımızdan bir üyenin,
tarafımızdan seçilmiş, aramızdan çıkmış, bizimle danışan ve
yönetimi yalnızca kendi hevasının tekeline alıp bize istibdad
kurmaya çalışmayan bir nitelikte bizden olmasıdır.
Onu dinleyip ona itaat etme şartımız, şer’î sınırlar içeri-
sinde söz konusudur. Onun için gerekli şart ise bizden olması
182 Nebevî Yöntem

ve öyle kalmasıdır. Bizim lehimize olan onun da lehine, bizim


aleyhimize olan onun da aleyhinedir. “Kanı bizim kanımız,
yıktığı da bizim yıktığımızdır.” İşte bu, veliliğin temel bir an-
lamıdır: “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbir-
lerinin velileridirler.”81 Karşılıklı sevgi, nasihat ve istişare
ile karşılıklı yardımlaşıp dayanışmak… Emirsiz cemaat olmaz,
cemaatsiz de emir olmaz. Mü’minler arası yapılanma velayet-
le, ruhu ise sevgi, karşılıklı nasihat ve karşılıklı itaatle olur.

Emir Bir Hakemdir


Yüce Allah, “Hayır, Rabbine and olsun ki araların-
da çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra
da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı
duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman
etmiş olmazlar”82 buyurmaktadır.
Toplu olarak yapılan bütün işlerde görüş ayrılıkları orta-
ya çıkabilir. Bazen istişare sırasındaki görüş ayrılıklarıyla ilgi-
li anında ve kesin hüküm vermek, bir ölüm-kalım meselesi
olabilir. Bazen orta çözümler ile görüşlerin arasını bulmak ise
hakların kaybolmasına ve cemaatin zayıflamasına sebep ola-
bilir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in halifesi olması
dolayısıyla ona bağlı bulunan emire, anlaşmazlıkları çözüm-
leyip sona erdirme ve icmanın ya da ona benzer hâlin ger-
çekleşmesinin zor olduğu durumlarda bir tarafı diğerine tercih
etme hakkının verilmesi bir zorunluluktur.
İhtilaflı birtakım meseleler tartışmaya sebep olabilir. Yani
ağaçların dallarının farklı olması gibi insanlar da farklı görüşle-
re sahip olabilirler. Eğer derhal ve nihai çözüm için hükmüne

81 Tevbe 9/71.
82 Nisâ 4/65.
Örgütleme 183

başvurmak suretiyle görüş ayrılığı çözümlenmeyecek olursa


bu durumda mesele, “şecera/ortaya çıkmak”tan “işşecera/or-
taya çıktı” aşamasına, oradan “teşeccera/tartıştı çekişti” nok-
tasına ulaşır. Bir de bakarsınız ki görüş ayrılıkları; düşmanlık,
savaş ve mü’minlerinin gücünün kaybolması noktasına kadar
varmıştır.
İster hakem olarak tayin edildiği hususlarda olsun, is-
ter karar almayı gerektiren başka hususlarda olsun emirin,
Allah’ın Kitabı’ndaki ve Rasûlü’nün sünnetindeki muhkem bir
nassa muhalefet etme hakkı yoktur. Fakat mü’minler, anlaş-
mazlıkları hâlinde, Yüce Allah’ın, “Eğer Allah’a ve ahiret
gününe inanıyorsanız, herhangi bir hususta anlaşmaz-
lığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün”83
hükmünü aralarında uygulamak için emirlerine başvurmaya-
cak olurlarsa günahkâr olurlar.
Aynı şekilde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bu
husustaki mirasçılıkları sebebiyle mü’minlerin, emirin cema-
ati hakkında aldığı kararlarda ve görüş ayrılıklarıyla ilgili ver-
diği hükümlerde ona yardımcı olmaları gerekir. Bu da Yüce
Allah’ın, “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda
cihad edenlerle barındırıp yardım edenler, işte gerçek
mü’min olanlar bunlardır”84 ve “İşte ona iman edenler,
onu yüceltenler, ona yardım edenler ve onunla indiri-
len nura tabi olanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir”85 buyrukları bunu gerektirmektedir.
Ancak emire yardımcı ve destek olmak, Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’e yardım etmek ve destek vermek gibi değil-
dir. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine

83 Nisâ 4/59.
84 Enfâl 8/74.
85 A‘râf 7/57.
184 Nebevî Yöntem

vahiy gelen bir nebi idi. Bu sebeple herhangi bir kimsenin Allah
Rasûlü’nün huzurunda öne geçmesine imkân yoktur. Emir ise
içtihat ettiği zaman isabet de edebilir, hata da edebilir. Tıpkı
mü’minler arasından içtihada yetkin kılan niteliklere sahip olan
kimselerin içtihat ederken isabet ve hata ettikleri gibi… İçtihada
yetkin kılan sebepler ise Allah’ın Kitabı’nı, Rasûlü’nün sünne-
tini, şeriatın maksatlarını ve Arap dilini iyice bilmek suretiyle
Allah’tan gelen buyrukları anlamak, nasih ve mensubu bilmek
sonra da vakıayı, dünyanın hareketini, düşmanların hile ve tu-
zaklarını ve ümmetin ihtiyaçlarını bilip idrak etmektir.
Mü’minler arasındaki görüş ayrılıklarının kesin çözüme
kavuşturulması temel bir ihtiyaç olduğu için emir, görüş ay-
rılıklarının derinleşmemesi ve fitnenin baş göstermemesi için
ortaya çıkan anlaşmazlıklar hakkında hüküm verir.
Ayrıca hatadan korunmuş olmadığı ve hata etmekle karşı
karşıya bulunduğu için emire bir süre tanınır. Verdiği hüküm ve
aldığı kararlarda -mesela; herhangi bir mezhepteki daha uygun
olana muhalif tercihte bulunduğu iddiası ile- ona zorluk çıkar-
tılmaması, sıkıntı verilmemesi gerekir. Emirin samimiyeti husu-
sunda herhangi bir ithamda bulunmadığımız sürece ona içtihat
edip hata yapma hakkı da tanımamız gerekir. Bu da Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisini uygulamanın gereği-
dir: “Hâkim hüküm verip içtihat ettikten sonra isabet
ederse ona iki ecir vardır. Hüküm verip içtihat ettikten
sonra hata ederse ona bir ecir vardır.”86 Bu hadisi Buhârî,
Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir.
Hâkimin içtihadında hata etmesinin sınırı da bellidir. Bu
sınır, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadislerinde
ifade edilmiştir:

86 Buhârî, İ‘tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ebu Davud, Akdiye 2; Tirmizî,
Ahkâm 2; Ahmed bin Hanbel, IV, 198, 204.
Örgütleme 185

“Yaratana isyanı gerektirecek hususlarda hiçbir ya-


ratılmışa itaat yoktur.”87
“Dinleyip itaat etmek, kişinin, sevdiği ya da hoş-
lanmadığı hususlarda bir görevidir. Ancak masiyetin
emredilmesi durumu müstesnadır. Bu durumda dinle-
mek ve itaat etmek yoktur.”88
İşte bu sınırlar içerisinde mü’minlerin, aldığı kararları ve
verdiği hükümleri uygulamak için emirlerine yardımcı olma-
ları gerekmektedir. Görüşleri tercih edilmeyen görüş sahipleri
bunu kabul etmeyecek olurlarsa, cemaatin görevi, emir ile da-
yanışma içerisinde olup onun gücünü artırmak, ona yardımcı
olmak ve onu gerektiği gibi saygın konumunda tutmak üzere
verdiği yükümlülüğü o azınlığa kabul ettirmektir.
Bazen emir, kendisine verilmiş olan bu hakları kullanmak-
ta sınırı aşabilir. Çünkü başkanlığın kaygan zeminleri vardır.
İnsan da dış görünüşü kendisinin takvalı olduğuna ne kadar
tanıklık ederse etsin yine de insandır.
Genel irşad meclisinde dört veya daha fazla kişi ittifakla
onu itham edip şahitlik ederek, yazılı olarak onun azledilmesi-
ni teklif edecek olursa, cemaat içerisinde bulunan mü’minlerin
görevi, bütün yollarla emiri itham edenleri desteklemektir.
Nihayet genel kongre toplanır ve oylama yapılır. Kongrenin
üçte ikisi görevden azledilmesi doğrultusunda oy kullanacak
olursa, mü’minlerin, kongrenin kararını desteklemeleri gerekir.
Bu durumda artık emiri destekleyip yardımcı olma görevleri
kalmaz. Aksine, görevden ayrılmak istemezse ona karşı diren-
mekle yükümlü olurlar.

87 Ahmed bin Hanbel, I, 131, 409.


88 Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38.
186 Nebevî Yöntem

YAPILANMANIN HASTALIKLARI

Görüş Ayrılığı
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Rabbin dileseydi
bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar
ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin
merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları
bunun için yarattı.”89
Emrolunduğumuz, bizim için şartları belirlenmiş,
mü’minler arasındaki velilik görevi, Allah’ın bizi ümmetler
arasında, kesimler arasında ve bireyler arasında sınadığı bu
fitrî görüş ayrılıkları ile çelişki arzeder. Velilik nefsi dizginlemek,
nefsi bir kenara bırakmak, mü’minlerle yardımlaşmaya, onla-
ra karşı mütevazı olmaya -yani kolaylık ve yumuşaklık göster-
meye- alıştırmak suretiyle görüşler, iradeler ve bencillikleri bir
noktada toplayıp birleştirmeyi gerektirir. Görüş ayrılıklarına
kendisini kaptırıp dizginlerinden boşalmış olan nefis ise, ak-
ranlarına karşı, kişinin, kendisine yardımcı olmasını ve savaş
noktasına kadar kendi nefsî kanaati uğruna taassup göster-
mesini istemektedir.
Müslümanlar, emperyalizmin, bölge ve yurtlarını bölüp
parçaladığı devletçikler hâlinde darmadağın olmuşlardır.
Her bir devletçiğin bir ulusçuluğu ya da birkaç ulusçuluğu

89 Hûd 11/118-119.
Örgütleme 187

ve kültürü vardır. Bunları sömürgecilik döneminden hatta on-


dan önceki dönemlerden miras almıştır. Bireysel ve toplumsal
yapıdaki tortular ise yaşayış ve davranışın rengini vermekte,
düşünceyi yönlendirmektedir. Fitne unsuru devletçikler düze-
yinde ise görüş ayrılıklarının gerekli sebepleri kök olarak hep
vardır. İmanlarını yenileyip duran mü’minler ise, bu tortular
ve Müslümanların çeşitli bölgelerinde dağınık bir hâlde bulu-
nan davet cemaatleri arasındaki görüş ayrılıkları neticesinde,
Müslümanların bir kesiminden diğer kesimine, bir okulundan
diğer okuluna, bir yapılanmasından diğer yapılanmasına ka-
dar ihtilaf hastalıklarının sıkıntılarını çekmektedirler.
Bu, bir bölgede cemaatlerin karşı karşıya kullandığı bir
ihtilaftır. Bundan kurtuluş da yoktur, bunun ilacı da yoktur.
Mü’minlerin, bu ayrılıkların, uluslararası bir harekete, başka
bir harekete karşı mutaasıpça yardımcı olmakla gideceğini
zannetmeleri hâlinde de hiçbir ilacı olmayacaktır. Bizler daha
önce, görüş ayrılıklarının bölgenin sınırlarında hapsedilmesi-
nin, bu ayrılıkları, dünyadaki hareketlerin çoğalması sebebiyle
ortaya çıkan köklerinin kesilmesiyle hafifletmeye ve onu sona
erdirmeye daha yakınlaştırıcı olduğuna işaret etmiştik.
Bir yapı içerisindeki, eğitimdeki bir eksiklik ve düzenleyici
üç unsurun yani Allah için sevmek, iştişareye dayalı nasihat
ve itaat unsurlarının dengesindeki bir tutarsızlık sebebiyle or-
taya çıkan görüş ayrılıklarının ise istenildiği kadar incelikli ve
hassas yapılanmayla ilgili tedbirler alınsın, umut verecek bir
tedavisi yoktur. Çünkü cemaatin gevşetilmesine ve dağıtılma-
sına kadar götüren ve bir türlü önüne geçilemeyen görüş ayrı-
lığı, kullara, hevalarını binek edinip sonra da şeytanın onlara
binmesi hâlinde isabet eden bir intikamdır. Bunun, hevala-
rının kökünü kazımak, kardeşliğin galip gelmesini sağlamak,
mü’minlere karşı alçakgönüllü olmak ve emir sahiplerine itaat
etmenin, Allah’tan bir rahmet sayesinde kişisel taassuba ve
188 Nebevî Yöntem

öfkenin sebep olduğu katılığa galip kılınmasını sağlamak dı-


şında başka bir tedavisi yoktur.
Bununla birlikte ayrılıkların sonunu getirmek için sistema-
tik birtakım tedbirler almaktan başka yol yoktur. Bunların en
önemlilerinden söz ettik. Bu da anlaşmazlık konusunu, emirin
vereceği hükmü kabul etmek suretiyle Allah’a ve Rasûlü’ne
havale etmektir. Daha sonra bunların dışındaki tedbirlerden
de Allah’ın izniyle söz edeceğiz.
Tahâvîye Akidesi şarihi, emir sahiplerine itaat konusunda
şöyle diyor: “Kitap ve sünnetin nasları ve ümmetin selefinin
icmaı, içtihat olan yerlerde, emir sahibine, namaz imamına,
hâkimine, harb emirine ve sadaka toplayıcısına itaat edile-
ceğini göstermektedir. İctihatı gerektiren hususlarda, onun,
kendisine uyanlara itaat etme yükümlülüğü yoktur. Aksine bu
hususta onların, kendisine itaat etmeleri ve onun görüşü dola-
yısıyla kendi görüşlerinden vazgeçmeleri görevleridir. Çünkü
cemaatle birlikte uyumlu hâlde olmak maslahatı ile ayrılık ve
ihtilafın kötülüğü, cüz’î meselelerden daha büyüktür.”
Mü’minler arasında bir ayrılık ortaya çıkıp bir tartışma
baş gösterir, heva rüzgârları eser ve bencillik denizinin karan-
lıkları kaynayacak olursa, mü’minler bilmeli ki imanları, kar-
deşlikten ve aralarındaki yumuşaklıktan uzaklaştıkları miktar-
da eksilmiştir. O hâlde derhal Yüce Allah’ın buyruğunda dile
getirdiği, birbirleriyle uyum sağlama ve kaynaşma düsturuna
geri dönmelidirler. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, Yüce Allah’ın (bir kudsî hadiste) şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: “Benim için birbirlerini sevenleri benim
sevmem bir haktır. Benim için birbirleriyle ilişkileri-
ni sürdürenleri sevmem bir haktır. Benim için birbir-
lerini ziyaret edenleri sevmem bir haktır. Benim için
karşılıksız birbirlerine bir şeyler verenleri sevmem
Örgütleme 189

bir haktır. Benim için birbirlerini sevenler, konumları


dolayısıyla nebilerin, sıddıkların ve şehitlerin imren-
dikleri nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” 90 Bu
hadis, Ahmed bin Hanbel, Taberânî ve Hâkim’in Ubâde bin
es-Sâmit’ten rivayet ettikleri sahih bir hadistir.
Kişinin itaat etmekle yükümlü olduğunun zaruretine ulaş-
madan önce, yanlızlığın ve mü’minler arasındaki uzaklaşma-
nın sebeplerini yakından görmek isteriz. Şüphesiz bir görüş
ile ilgili ayrılık, görüşün sınırlarını aşmaz ve çeşitli birtakım
nedenlerden de etkilenmez. Onun durumu kolaydır. Böyle
bir durumda icma ya da ona benzer bir ittifak veya emirin
tercihini ararız. Böylelikle de iş biter. Fakat görüş ayrılığı bir
kızgınlık ve öfke sebebiyleyse, Allah için birbirlerini sevmeleri,
birbirleriyle ilişkilerini geliştirmeleri, birbirlerine nasihat etme-
leri, birbirlerini ziyaret etmeleri, karşılık beklemeden birbirle-
rine bir şeyler vermeleri ve Yüce Allah’a kavuşmayı şevkle
arzu etmeleri sebebiyle Allah kendilerini sevince mü’minleri
bürüyen rahmet düsturu olan ilahî düstura bir bakalım. On-
ları gerçekten başkalarının kendilerine imrenecekleri nurdan
minberlere oturtacaktır.
Kızgınlık ile birbirleriyle tartışanlara sorarız: Ziyaretleştiniz
mi? Karşılık beklemeden bir şeyleri birbirinize verdiniz mi?
Birbirinize samimiyetle öğüt verdiniz mi? Birbirinizle oturup
kalktınız mı? Söyleyin bakalım, Allah sizi sevsin diye siz de
birbirinizi sevdiniz mi? Allah’ı hiç hatırladınız mı? Siz O’nu ha-
tırladığınız için O da sizi hatırlıyor, size merhamet ediyor mu?
Yoksa siz O’nu unuttuğunuz için O da size sizi unutturup sizi
ayrılıklarınız ve tepkilerinizle başbaşa mı bıraktı?

90 Ahmed bin Hanbel, V, 229, 239, 328; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, III,


265; Hâkim, Müstedrek, IV, 187.
190 Nebevî Yöntem

Bu, Allah’ın kendilerine rahmet ettiği kimseler dışında


hiç kimsenin kendisinden kurtulamadığı bir ayrılıktır. Nitekim
Yüce Allah, “Onlarsa hâlâ anlaşmazlık içindedirler. Rab-
binin rahmet ettikleri müstesna…”91 buyurmaktadır. Bu
ise “Onları sevmem hak olmuştur” hadisinde buyuruldu-
ğu üzere, kardeşlik düsturuna göre vaat edilmiş bir rahmettir.

Lâ ilahe illallah
“Lâ ilahe illallah”ı çokça söylediğimiz zaman onunla ima-
nımızı yenileriz. Bu söz bizi birleştirir ve aramızdaki ihtilafları
giderir. “Lâ ilahe illallah,” onu söyleyip Rabbimizi ve O’na
döneceğimizi hatırlayacak olursak bizi birleştirip bir araya
getirir. Çünkü bu söz, bizden gafleti uzaklaştırır. “Lâ ilahe
illallah,” bize, Allah’ın geniş rahmetinin, sevgisinin ve O’na
yakın olmanın kapılarını açtığı zaman bizi gazabın ve ihtilafın
Allah’tan uzaklaştırıcı dar girdaplarından kurtarır.
“Lâ ilahe illallah,” bizi yalnızca Allah’a ubudiyet konumu-
na yerleştirdiği zaman O’nun egemenliğini kabul eder, heva
ve şeytan tağutunun egemenliğini reddeder ve onu kahre-
deriz. O, zalim hükümdarlardan oluşan yeryüzü tağutlarının
karşısında bizi birbirimize bağlar, kaynaştırır. Birbirimize bakıp
da Allah’ı ve Allah yolunda cihadı unuttuğumuzda katılaşan
duygularımızı eritir.
“Lâ ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah,” bizi Allah’ın
Kitabı’na ve Rasûlü’nün sünnetine yönlendirdiği zaman kalp-
lerimizden taassubun sıkıntılarını giderir. Bizi yumuşak bir şe-
kilde Allah’ın ve Rasûlü’nün huzuruna götürür. Biz de işimizi
onlara havale ederiz. Aramızdan emir sahiplerinin verdikleri

91 Hûd 11/118-119.
Örgütleme 191

hükmü kabul etmek suretiyle Allah’ın ve Rasûlü’nün hükmü-


nü kabul ederiz.
İşte görüş ayrılıklarının sona erdirilmesinde eğitimin ve
öğüdün hakkı budur. Yapılanma gereği yerine getirilmesi ge-
reken icraat hakkı da -Yüce Allah’ın izniyle- ileride gelecektir.
Mü’minler arası velilik, bir yakınlık, bir sevgi ve bir yar-
dımlaşmadır. Öfkeden kaynaklanan görüş ayrılıkları ve ihti-
laflar ise, uzaklaşmak, yalnızlaşmak ve birbirine kenetlemiş
kardeşliği ve bir arada tutan itaati tahrip etmekir. Kendi nef-
sine hâkim olamayıp onu dizginleyemeyen kimse, -on haslet
ve imanın şubelerinin toplamından sahip oldukları ne kadar
çok olursa olsun- cemaat üyeliğini hak edemez. Bir şekilde bu
nitelikteki bir kimse cemaate girecek olursa, öfke ile taassubu
sebebiyle kendi hevasına tapınması, onun yardımını, hicretini
ve üyeliğini tenkit edilecek bir dereceye indirir. Çünkü Yüce
Allah, veliliğe ve veliliğe ehil olmaya şu sözleriyle açıklık ka-
zandırmaktadır: “İman edip de hicret edenler, Allah yo-
lunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacir-
leri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir
kısmı diğer bir kısmının velisidir.”92 Doğru yolda ilerle-
meyen, tabiatı ve kendi görüşüne taassupla bağlılığı sebebiyle
velilik ilişkisini tahrip eden bir kimse de veliliğin sınırlarının
dışına çıkar ve âyet de onu o makamdan azletmiş olur.

Emir Sahiplerine İsyan Etmek


En Tehlikeli Hastalıktır
İsrailoğulları’ndan ileri gelen bir grubun, nebilerden ken-
dilerine, Allah yolunda birlikte savaşacakları bir hükümdar

92 Enfâl 8/72.
192 Nebevî Yöntem

göndermesini istemeleriyle ilgili kıssada birden çok ibret bu-


lunmaktadır.
Buhârî’nin Megâzî bölümünde yer alan ve el-Berâ’dan
rivayet edilen hadiste “Onunla birlikte mü’min olmayan
kimsenin (nehri) geçmediği”93 ifade edilmektedir. Yani
İsrailoğulları’na nebilerinin tayin ettiği hükümdar Talut ile bir-
likte yalnız mü’minler geçmişti.
Buna göre hükümdar olan o emire itaat etmek imanın bir
göstergesiydi. Hâlbuki askerleri bundan önce birkaç imtihan-
dan geçmiştiler:
a. Allah yolunda canını feda etmeye hazır olma sınavı:
Bunda ancak pek az kişi başarılı olabildi. Nitekim Yüce Allah
“Fakat onlara savaş farz kılındığı zaman içlerinden çok
azı müstesna, yüz çevirdiler”94 buyurmaktadır.95
b. Bireysel bencillikten feragat etme sınavı: Böyle bir
vazgeçiş olmadan cemaatin bir araya gelip toplanması da
imkânsızdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Peygamber-
leri onlara, ‘Muhakkak Allah size Talut’u bir hüküm-
dar olarak göndermiştir’ dedi. Onlar da, ‘Nasıl olur da
başımıza hükümdar olabilir?’ dediler. Hâlbuki biz hü-
kümdarlığa ondan daha layığız. Üstelik ona bolca da
mal verilmemiştir.”96 Şüphesiz büyüklenmek, bir kesimin
mücahidlerin safına girmesine engel olmuştur.
c. Düşman ile karşılaşmadan önce tam itaat sınavı: Emir
sahiplerine itaati kabul etmeyen bencillik düşmanı yenik dü-
şürülüp kahredilmedikçe düşmanı da yenmeye imkân yoktur.

93 Buhârî, Megâzî 6.
94 Bakara 2/246.
95 Kıssanın tamamı Bakara sûresinde 246-252. âyetler arasındadır.
96 Bakara 2/247.
Örgütleme 193

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Talut’u ordusuyla ayrıl-


dığında ‘Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. On-
dan içen benden değildir. Onu tatmayansa bendendir,
ancak eliyle bir avuç alanlar müstesna’ dedi. Fakat
içlerinden pek azı dışında ondan içtiler.”97 Böylelikle
onlar emire karşı geldiler, bundan dolayı da onların cihad ka-
biliyetleri kalmadı.
d. Allah’a tevekkül sınavı: Az sayıda grup su içmedi. Bun-
lar ise Talut’un emirliğine ve hükümdarlığına itiraz etmeyen
ve servetinin azlığından dolayı aralarında bu işi hak etmedi-
ğini düşünmeyen kimselerdi. Bunlar, başlarına bir hükümdar
tayin edilmesi hususunda nebileriyle konuştukları sırada ken-
dileri hakkında, cihad edeceklerinden bahseden kimselerdi.
İşte üç defa sınanarak arındırılıp seçilen bu azınlık arasında da
Yüce Allah’ın dediği gibi “Bugün biz Câlût’a ve ordusuna
karşı koyamayız”98 diyenler kalmıştır.
Düşmanın karşısına çıkan ve Allah’ın yardımını ve O’nun
nezdinde kurtuluşu, Rabbine tevekkülü sebebiyle hak eden-
ler ise ancak Davud aleyhisselâm gibileri olmuştur. Bunlar da
Yüce Allah’ın, “Allah’a kavuşacaklarını bilen nice az bir
topluluk, daha fazla bir topluluğu Allah’ın izniyle yen-
miştir. Allah, sabredenlerle beraberdir, dediler”99 buy-
ruğuyla nitelendirdiği ve düşmanla karşılaştıkları zaman gü-
venle “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza
sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et”100
diyenler olmuştur. Yüce Allah da “Derken Allah’ın izniyle
onları bozguna uğrattılar. Davut da Câlût’u öldürdü.

97 Bakara 2/249.
98 Bakara 2/249.
99 Bakara 2/249.
100 Bakara 2/250.
194 Nebevî Yöntem

Allah da ona hem hükümdarlığı hem de hikmeti verdi


ve ona dilediği bazı şeyleri öğretti. Eğer Allah, insan-
ların bir kısmını, diğer bir kısmıyla savmasaydı, yeryü-
zü muhakkak fesada uğrardı”101 buyurmaktadır.
Askerler arasındaki hasta unsurların ayıklanması mutlaka
gerekliydi. Geriye, gerçekten iman eden mü’minler kalınca,
onlara da Allah’ın yardımı yetişti. Bu sebeple insanların bir
kısmını savmak Allah’a nispet edildi, yardımın da O’ndan gel-
diği dile getirildi. Bu işlemde insanlar ise, ancak birbirleriyle
mücadele eden küfür ve iman manalarının açıklık kazanma-
sını sağlayan bir sebep oldular. Bundan dolayı imanı, (birinci
sınav olan) oturma hastalığına gayretleri yakalanmamış sa-
mimi yiğitlerin temsil etmesi gerekiyordu. Aynı şekilde (ikinci
sınav olan) yeryüzünde haksız yere büyüklenmek, kıskançlık
ve bencillik vebasından nefisleri kurtulmuş, (üçüncü sınav
olan) zorlu zamanlarda uygulanmak üzere bir emir verildiği
zaman isyan musibetinden azaları ve organları uzak kalmış
ve (dördüncü sınav olan) Allah’tan başkasına güvenmek gibi
savaştan alıkoyucu hususlardan kalpleri uzak kalmış samimi
mü’minler tarafından temsil edilmeliydi.
Burada şuna dikkat çekelim: Talut’un hükümdarlığı Allah
tarafından gelen bir vahiyle tayin edilmişti. Fakat mü’minler
tarafından emirlik görevine getirilen ve işlerini yönetmeyi ken-
disine verip onunla şer’î bir akit yapan kimseler açısından bu
durum, bu emirin emirliğinin yeryüzünden kaynaklanan bir
yetki olmasının önünde bir engel değildir. Şüphesiz Yüce Al-
lah, ihsan edicilerle birliktedir. Bu durumda onların yaptıkları
böyle bir akit, sonunda semanın emirlerinin kutsallığı gibi bir
neticeye ulaşır.

101 Bakara 2/251.


Örgütleme 195

Şanı Yüce Allah “Mü’minlere yardım etmek ise zaten


üzerimize bir haktır”102 derken elbette doğru söylemiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “İnsanlar, ara-
larında binmeye elverişli neredeyse tek bir deve dahi
bulamayacağın yüz deve gibidirler”103 buyruğu da gerçe-
ğin ta kendisidir. Yani insanlar, rahat ve esenlik zamanlarında
sayıca pek çok olabilirler. Fakat merada yayılan develer ara-
sından, iş, asil devenin yük taşıması gibi cihadın yüklerini ta-
şımayı gerektirecek olursa, hemen hemen yüz kişiden bir kişi
dahi bulamazsın.
Özellikle zor zamanlarda itaat etmeme hastalığı en büyük
musibettir. Yüce Allah, Uhud savaşından söz ederken şöyle
buyurmaktadır: “Nihayet, öyle bir an geldi ki, Allah ar-
zuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa
düştünüz; (Peygamber’in verdiği) emir konusunda tar-
tışmaya kalkıştınız ve asi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz
de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı.”104
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, o sınanma sa-
vaşında okçulara verdiği emir, oldukça açık ve teferruatlı bir
emirdi. Buhârî’deki rivayete göre, Rasûlullah sallallahu aley-
hi ve sellem onlara şu emri vermişti: “Bizim onlara karşı
zafer kazandığımızı görseniz dahi yerinizden ayrılma-
yın. Onların bize üstünlük sağladığını görürseniz yine
ayrılmayın.”105 Bir başka rivayette de “Kuşların bizi alıp

102 Rûm 30/47.


103 Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 232; Tirmizî, Emsâl 7; Ahmed bin Hanbel, II, 7,
44, 70, 88, 109, 121, 122, 123, 139.
104 Âl-i İmrân 3/152.
105 Buhârî, Megâzî 17.
196 Nebevî Yöntem

götürdüklerini görseniz dahi (ayrılmayın)”106 buyurdu-


ğu bildirilmektedir.
İşte Müslümanların, Allah onlara birinci karşılaşmada düş-
manın geri çekilmesi suretiyle sevdiklerini gösterdiği zamanda,
komutanlarına isyan etmelerinin cezası, ibretlerle dolu o pek
büyük savaşın cereyan etmesi ve çok sayıda sahabînin şehit
düşmesi olmuştu.
Hafız İbn Hacer şöyle demiştir: “Uhud kıssasında ve bu
gazvede Müslümanların karşı karşıya kaldıkları musibette, pek
çok faydalı hüküm ve Rabbanî hikmet türünden büyük hu-
suslar ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de Müslümanlara, emre
karşı gelip isyan etmenin akıbetini ve yasaklanan bir husu-
su işlemenin ne kadar kötü sonuçlar vereceğini göstermekti.
Çünkü okçular, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, on-
lara ayrılmamalarını emretmiş olmasına rağmen yerlerini terk
etmişlerdi.”
Fakat ceza yalnızca o emre itaat etmeyenlere isabet et-
mekle kalmadı, aksine bütün Müslümanlara isabet etti. Nite-
kim Yüce Allah “Bir de içinizden yalnızca zulmedenlere
erişmekle kalmayan bir fitneden sakının”107 buyurmak-
tadır.
Şanı Yüce Allah, Âl-i İmrân sûresinde, biri diğerini bes-
leyen, biri diğerinden çıkan ve birbirleriyle irtibatlı olan dört
hastalıktan söz etmektedir:
1. Yılgınlık göstermek.
2. İş hususunda çekişmek, anlaşmazlık göstermek. Bu ise
tepkisel bir ayrılıktır.

106 Buhârî, Cihâd 164.


107 Enfâl 8/25.
Örgütleme 197

3. Emrin verildiği şartların değiştiği ileri sürülecek olsa


dahi isyan etmek, emre itaat etmemek.
4. Her belanın başı ve kaynağını teşkil eden dünya(lık)
sevgisi.

Fer’i Hastalıklar
Bundan anlaşıldığı üzere tepkisel ayrılık ve muhalefet
hastalıklarının ilacı derin, sakin ve imanî istişaredir. Nihayet iş
hakkında karara varılınca mü’minlerin, emirlik akdi esnasında
akitleştikleri doğrultuda itaat etmeleri icap eder. İşte bu emire
itaat, Allah’ın ve Rasûlü’nün itaatinden türeyen bir itaat oldu-
ğu ve onun kapsamına girdiği zaman, isyan afetlerinin hatta
musibetlerinin ilacı ve tedavisi olur. Fakat emirin verdiği emir,
muhkem bir âyetteki icma ile kabul edilmiş bir anlayışa ya
da anlaşılmasında görüş ayrılığı bulunmayan sahih bir hadise
muhalif ise böyle olmaz.
Bu iki temel hastalığın yani tepkisel muhalefet ve isyanın,
nefsî (psikolojik) esaslarına gelince; biz bunları Tâlût ve Uhud
kıssalarında görüyoruz. Şimdi onlara başvuralım:
1. Cihad etme davasında yalan söylemek: Bu, bir hasta-
lıktır. Bunun sağlıklı yapıdaki karşılığı sadakat ve doğruluktur.
2. Haksız yere kendini yüksek görmek: Bu da bir hasta-
lıktır. Bunun sağlıklı yapıdaki karşılığı mü’minlere karşı zelil
olmak yani onlara karşı mütevazı olmak ve bencillikten vaz-
geçmektir.
3. Kişisel görüşü emirin kararından üstün tutmak: Bu da
bir hastalıktır. Bunun imanî karşılığı ise ahde ve akde vefa
göstermektir.
4. Zahirî üsluplara bel bağlamak: Bu da bir hastalıktır.
Bunun karşıtı, Yüce Allah’a tevekkül etmektir. Fakat bununla
198 Nebevî Yöntem

birlikte gücümüzün yettiği kadarıyla güç hazırlamak ve sebep-


lere hakkını vermek gerekir. Çünkü zahirî sebepler de Yüce
Allah’ın koyduğu sebeplerdir. Onları aşma iddiası, bizim için
ve bütün beşeriyet için bu alanda, aynı düzeyde farz kılınmış
buyruğu reddetmektir.
5. Yılgınlık ve manevî yenilgi: Bu da -çoğunlukla- bencil-
lik ve nefsî vesvese ve duyguların baskın gelmesi sonucu orta-
ya çıkan bir hastalıktır. Bu hastalığın tedavisi, Allah’ı zikretmek
ve her durumda O’nun huzurunda olduğunu idrak etmektir.
6. İş hususunda anlaşmazlık çıkarmak ve çekişmek: Bu
ise bireylerin, sınırlarını aşıp hastalığın cemaate bulaştığı du-
rumlarda görülen tepkisel muhalefet ve ayrılıktır. Bunun teda-
visi ise düzenlenmiş sünnete uygun şekilde istişare etmektir.
7. İsyan etmek, itaat etmemek: Tedavisi de maruf olan
hususlarda itaat etmektir.
8. Bela ve musibetin esasını teşkil eden dünya sevgisi:
Bunu ortadan kaldırmak ise Allah’ı, Rasûlü’nü, mü’minleri,
cenneti ve Allah’a bizden razı olduğu hâlde kavuşmak ve
O’nun kerim vechine bakmayı sevmektir.
İşte bu asıl hastalıklardan, daha başka hastalıklar da or-
taya çıkmaktadır:
1. Liyakatsizlik: Bu durumda kişiler, olmaması gereken
yerlere yerleştirilirler. Bu ise yapılanmanın harap olması de-
mektir.
2. Mertlik taslamak: Böylelikle kişi, toplantılarda ve ka-
rar alınacağı zamanlarda yalan olan her türlü kudretini ortaya
koymaya çalışır.
3. Kişisel görüşe taassupla bağlılık: Hatamızı kabul etme-
mek bizi tevbe etmenin sevabından ve faziletinden mahrum
Örgütleme 199

bırakır. “Bütün âdemoğulları çokça hata eder, hata


edenlerin en üstünü ise tevbe edenlerdir.”108 İşte bu ta-
assup, bizatihi her türlü anlaşmazlığın, çekişmenin ve yılgınlı-
ğın esasını teşkil eder.
4. Haksız yere insanları vesayeti altında görmek ve çok
kötü olan üstünlük taslamak: Küçüğün büyüğe saygı duyması,
büyüğün ise küçüğe merhamet etmesi, dinimizin bir gereğidir.
Fakat büyüğün kalbinde, yönettikleri arasında Allah’ın rızasını
gözeteceği bir merhameti ve onlara olan sevgisi dolayısıyla
Allah’tan kendisine bir merhametin ve onları güzel bir şekilde
yönetmesi sebebiyle bir mükâfatın gelmesini bekleyeceği bir
şefkati yoksa, bu kişinin diktatörce her şeyi elinde tutmak iste-
yen bir tağuta dönüşmesi uzak değildir.
5. Kalabalık, çoğunluk ve yığın hastalığı: Örgütlenme
büyüyüp dairesi genişlediğinde, özellikle de İslâm devletinin
kurulmasıyla, mü’minler arasındaki ayrılık sebepleri çoğalır ve
maksatlarına ulaştırıcı unsurlar aralarına sızar. Bunlarla birlik-
te rahatsızlık verici düşünceler ve kötü istek ve arzular da gelir.
Birbirleriyle çelişkili hedefler ortaya çıkar. İşte o zaman hatta
bundan önce bu gibi unsurların sızmaması, onlarla birlikte de
bu gibi hastalıkların gelmemesi için gerekli tedbirleri almak
lazımdır. Çünkü bir ümmeti inşa etme mücadelesine girmek,
sınırları belli bir düşman ile savaşa girmekten daha önemlidir.
Bundan dolayı az sayıdaki mü’min topluluğun, kalabalıklar
arasında edilgen değil etken olduğu ve eğriliklerin etkenlerine
boyun eğdiği değil doğrulttuğu bir şekilde kalabalıklara ka-
rışmasına kendisini ehil kılacak imanî hasretlerle bezenmesi
gerekir.

108 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 49; Ahmed bin Hanbel, III, 198.


200 Nebevî Yöntem

Hasta Unsurlar
İslâmî yapılanma, kapalı bir grup ve halk safları dışında
ve onun üstünde seçkin bir grup da olmamalıdır. Fırsatçılık
tehlikeleriyle saflarımıza Müslüman cemaat arasında kaynaş-
ma istibdadına sahip olmayan menfaat sahiplerinin girmesi
tehlikesi bizi tehdit etmektedir. Bunların, birinci meseleleri
olan toplumsal adalet ve eşitlik temeli üzerinde ümmetin ye-
niden inşa edilmesine katkıda bulunmak için ellerinde bulu-
nan mal ve gayretlerini Allah yolunda harcamadıkça Allah’tan
gafilliklerinden ayrılmaları da söz konusu değildir.
Sınıf ayrımcılığı, fesat ve az bir bedele satılmak… Bun-
lar her zaman münafıklığın göstergeleridir. İslâm safı arasında
münafıkların varlığı ise kaçınılmazdır. Özellikle yapılanma bü-
yüyüp genişlediği ve İslâm devleti kurulacağı zaman… Kitap
ve sünnet, bizi münafıklardan sakındıran buyruklarla doludur.
Bizim görevimiz ise bize iç yüzünü açıkça gösteren her bir mü-
nafıktan saflarımızı temizlemek için tedbirimizi, araç ve gereç-
lerimizi edinmektir.
Bununla birlikte gelen kimseleri üyeliğe kabul etmekteki
kesin ilkelerimizin bu gibi unsurların karşısında duracak ilk set
olması gerekir. İslâm hareketinin zafere kavuşmasından son-
ra gelenlerin çokluğuna karşı tedbirli olmalıyız. Çünkü değerli
değersiz, özel ve genel kimselerin önüne kapıları sonuna ka-
dar açmaktan daha ağır bir darbeyi bir başka yerden alırız.

Zorba Önder
En büyük kaygan zemin, işin, ehil olmayan kimselere
verilmesidir. Bu da hadiste109 belirtildiği üzere kıyametin

109 Bk. Buhârî, İlm 2.


Örgütleme 201

alametlerindendir. Allah bu sözle, o şerefli Nebisi’nin neyi


kasdettiğini en iyi bilendir. Fakat şüphe olmayan hususlar-
dan biri, çağımızın dilinde “kişilere ibadet” diye bilinen emir
ve komutanın zorbalık yapması ve ilahlığa kalkışması, artık
yapılanmanın cahiliyenin aşağılık basamaklarına doğru yu-
varlanma zamanının geldiğini haber verir.
Aradan fazla zaman geçmeden nefis ve dünya hevesleri,
kendisine emretme yetkisi verilen ve ehil olmayan emiri ye-
nik düşürür. Böylelikle kendi kişiliği ve maslahatı ile cemaatin
yapısı ve ümmetin maslahatlarını birbirine karıştırır. Kendisi-
nin aşağılık maslahatını öne geçirir, yetkiyle otoritesini kötüye
kullanır, insanlara karşı ilahlık taslar. İşte o zaman, ona tapın-
maya hazır fırsatçıları barındıran bir kapı hâline gelir, onları
yükseltir ve öne geçirir. Salih kimseleri de geri bırakır. Bundan
sonra ise artık cemaatin durumu, sömürücüler için bir otlak
hâlini alır.
Eğer bu, en yüksek düzeyde ortaya çıkacak olursa sınır
tanımaz bir tehlike demektir. Ancak ilk günden beri haksız-
lık ve zulme sapması hâlinde böyle bir emiri azletmek üzere
akitleşmiş bir cemaatin varlığı hâlinde bu durum söz konusu
olmaz. Bizler her birinin hakkın yanında yer almasının gerek-
liliğini açıkladığımız gibi görevden almanın ölçülerini de açık-
lamış bulunuyoruz.
Bununla birlikte, cüz’î bir yetki sahibi olan herkes de kıs-
men ya da tamamen hatasızlık, hatadan korunmuşluk iddia-
sında bulunabilir ve kendisinin tenkidin, nasihatin ve istişare-
nin üstünde olduğunu zannedebilir. Her emir sahibi, saltana-
tın illet ve hastalıklarına maruzdur. Özellikle de yetkilerin ge-
nişlemesi, sorumlulukların büyümesi ve safın hızlıca gelişmesi
hâlinde bu böyledir.
202 Nebevî Yöntem

Bundan dolayı biz emire, yanlışlığı ortaya çıkan her bir


üyeyi azletme hususunda tam yetki verdik. Böylelikle emret-
me yetkisine sahip kişinin hastalıkları ve kusurları derinlere
sızmadan önce, belanın kökünden kazınmasını istedik. Çün-
kü bu hastalıklar yayılacak olursa, ümmetin genelini kapsar
ve zamanla hakkından gelinemez olur. O hâlde böyle bir has-
talığın kökten kazınması icap eder. Son tedavi yöntemi ise
dağlamaktır.
Genel kongrenin oyu olmadan emir olan genel mürşidin
ve azletme hakkı bulunmayan irşad meclisinin üyeleri bundan
istisnadır.

Cezalar
Görevden uzaklaştırmadan, kestirip atmadan ve dağla-
madan önce yapılanmanın, düzeltilerek ıslah edilebilecek ve
ümit kesilmeyecek hâle gelinmedikçe sağlığını tekrar kazan-
dırabilecek bir neticeyi verecek sürekli bir tedaviye ihtiyacı
vardır.
Yapılanma içerisinde birtakım cezaları verme zarureti, eği-
timde bir tutarsızlığın bulunduğuna ve salih kimselerin seçi-
mi esnasında ayırt edici gücün yetersiz olduğuna delildir. O
hâlde bütün düzeylerde insanlar ve yapılacak işler için sürekli
düzenleyici, doğruluğa sevk eden bir ilkenin bulunması zo-
runludur. Böylelikle basit ve normal hatalar telafi edilebilsin
ve sonunda da bunların büyük olanlarının nereden kaynak-
landığı öğrenilebilsin.
Şayet hatalar gaflet zamanlarından sonra mü’minlerin
karşı karşıya kaldıkları ve kendilerini Allah’ı anmaktan uzak-
laştıran geçici kalbî murakabedeki gevşeklikten ileri geliyorsa,
biz de bu hususta kalbi uyandıracak ve onu vicdanî olarak
Örgütleme 203

ilahî gözetimin parıldayışına tekrar iade edecek özellikte ted-


birler alırız.
Eğer bu hastalık, nefislerin çalışamaz hâle gelmesinden
ve nizamî sınırların aksamasından ileri geliyorsa, bunu da na-
sihatle, arayı düzeltmekle ve bütün alanlarda karşılıklı olarak
hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi genelleştirmekle tedavi ederiz.
Nihayet eğitici tedaviyi ve onun yollarını eksiksiz yerine
getirdikten sonra ve artık her bir hastalık sahibinin hastalığı
ile birlikte yanımızdan gitmesi için Allah’ın emrine uygun ve-
receğimiz hükmü uygulama zamanı gelince, onun zulmünün
akıbeti bize isabet etmez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edin-
meyin. Onlar hâlinizi bozmaktan hiç geri kalamazlar.
Size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler.”110
Buna göre, başımıza gelen kötülüklerden rahatsız olma-
yan, imanı cemaatin gerisinde olan, bize bozacak şeyler geti-
ren ve bize ağır gelen şeylerden hoşlanan kimseleri de işimizi
düzeltip yolumuza koyacak şeylerle cezalandırırız.
Mü’minler arasında sıkıntı ve bozgunculuk yapma hâlleri
hakkında şeriatın hükümlerini uygulayacak bir hâkimin varlı-
ğı da kaçınılmazdır. Dolayısıyla merkezî bir organın ve çeşitli
cihetler düzeyinde onun şubelerinin bulunması da zorunludur.

110 Âl-i İmrân 3/118.


BEŞİNCİ BÖLÜM

ON HASLET VE İMANIN ŞUBELERİ


ALLAH’A GİDEN YOLDA YÜRÜMEK

Yüce Allah, Nebisi sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben


şöyle buyurmaktadır: “(Rasûlüm!) De ki: İşte bu, benim
yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyan-
lar aydınlık bir yol üzerindeyiz.”111
İşte bu yol, aşılması gereken bir yokuştur. Yürüyüşümü-
zün o dosdoğru yol üzerinde basiret üzere bir yürüyüş olması
ve yokuşu aşma çabamızın belirsizlik ve kargaşa üzere değil
de hidayet üzere, zan üzere değil de bilgi üzere, heva ve bid’at
üzere değil de hak ve sünnet üzere olabilmesi için, doğru yol-
dan sapmadığımızdan kendileriyle emin olabileceğimiz yol
üzerinde birtakım işaret ve belirtilerin bulunmasına ihtiyacı-
mız vardır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Şüphesiz ki
İslâm’ın yolunun üzerinde birtakım işaret taşları ve
alametleri vardır”112 buyurmuştur. Hadisi Hâkim, Ebu
Hureyre’den rivayet etmiştir.
O hâlde bu bir yürüyüştür. Mesafeleri kat edilmesi gere-
ken bir yol ve ulaşılması istenen bir nihai hedeftir (amaçtır). Bu
yol kolaylıkla yürünebilecek, rahat bir yol değildir. Aksine bu
yol, zorlu bir yoldur, çıkılması zor bir yokuştur. Beyhakî ve İbn
Sa‘d’ın Ebu’l-Buceyr’den rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah

111 Yusuf 12/108.


112 Hâkim, Müstedrek, I, 70.
208 Nebevî Yöntem

sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şunu bilin


ki cennete götüren amel, yüksekçe bir yokuştaki zor
bir yoldur. Ve şunu bilin ki cehenneme götüren amel
ise düzlükte, rahat yürünür bir yoldur.”113 Suyûtî tarafın-
dan hasen kabul edilen bu hadis, manası itibariyle yokuşa tır-
manma âyetine uygun olan ve ona açıklık getiren bir hadistir.

113 İbn Sa‘d, Tabakât, VII, 423; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, II, 170, VII, 147.
İMANIN ŞUBELERİ

İman yolunu izleyip Allah tarafından kendisi için güzellik


takdir edilmiş olan kimseler için gaye, Yüce Allah(’ın rızası),
varılacak yer de cennettir.
İslâm hakkında hiçbir şey bilmeyen birine hatta iman ka-
filesinde bir yerlere kadar ilerlemiş bir kimseye İslâm hakkında
söz edilirken dinleyen, araştıran, abid ve cihad eden kimse-
nin zihninde İslâm’ın mahiyetiyle ilgili çeşitli tablolar canlanır.
Aynı şekilde İslâm’ın sonra imanın sonra ihsanın derecelerinin
anlamı hakkında da farklı anlayışlar söz konusu olur.
Zaman içerisinde bir başlangıcı, mekân içerisinde bir yeri,
toplum içerisinde bir konumu ve görevi, arzuları, aklı, emel-
leri ve ölümlü olan bir fert olarak benim için İslâm’ın mahiye-
ti nedir? Sonra beşeriyetin tarihinin akışı ile Müslümanların
hâlihazırdaki durumu ve gelecekleri açısından İslâm’ın, ima-
nın ve ihsanın anlamı nedir?
Bazı hâllerde hayalimizde canlanan şekiller, soyut anlam-
lar içerisinde gelişi güzel hareket eden su üzerinde yüzen şe-
killer ya da bireysel ihtimamları aşmayan cüz’îlikler içerisinde
kaybolmuş suretler olabilir.
Bizler, imanî eğitimin ve cihadî yapılanmanın, imanın bü-
tün anlamlarını, hareketlerini, eğilimlerini ve ibadetlerini kap-
samlı bir şekilde ihtiva etmesini istiyoruz. Bu hususların bireye
özel olanları ile cemaatin tamamını kapsayanları ve bunların
ötesinde dünya ile alakalı olanları arasında fark görmüyoruz.
210 Nebevî Yöntem

Bizler imanın şubeleriyle ilgili hadisi gördük, onu tekrar tek-


rar hatırlatıyoruz. Bunu, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir
ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“İman yetmiş küsur şubedir.” Buhârî’de “Altmış küsur
şubedir” denilmiştir. Müslim’de ise ayrıca “Bunun en yük-
seği ‘Lâ ilahe illallah’ sözünü söylemek, en aşağısı ise
yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da
imanın bir şubesidir” ifadeleri yer almaktadır.114
İşte bu hadis, bizi, izlenecek yolun hareket noktasına gö-
türüyor ve yolun üç işaret taşını da yerleştiriyor. Sonra da bize
bunların yetmiş küsur olduğunu belirtiyor.
Bizler yürüyüşümüzün basiret üzere ve ittiba özelliğinde
olmasını istiyoruz. Çağrının da yalnızca Allah’a davet olma-
sını istiyoruz. Bu çağrı, soyut bir İslâm’a çağrı ya da soyut
bir cihad çağrısı değildir. Çünkü gaye olan Yüce Allah’ın rı-
zasından söz ettiğimiz ve meselenin bir yürüyüş, bir yaşayış
ve ferdin bütün ömrünü kuşatan zamanla ilgili aşamalar ol-
duğunu, risaletin de kıyamete kadar devam edeceğini söyle-
diğimiz zaman bu, zihnimizde İslâm’ın hareket hâlindeki bir
tablosunu canlandırır. İman bize, kul ile Rabbi, kul ile diğer
insanlar sonra da Kur’ân’a muhatap olan mü’min cemaat ile
diğer âdemoğulları arasındaki ilişkilerin tamamını ardından
da bütün bunların anlamını, başlangıcın ve ölümden sonraki
dönüşün, dünyanın ve ahiretin anlamını tablolaştırır. İslâm’ın
alametleri ve yolunun birtakım işaret taşları vardır. İmanın şu-
beleriyle ilgili hadis, imanı ve mü’minlerin Yüce Allah’a giden
yolculuklarındaki hareketlerini, birtakım kolları ve kanalları
bulunan bir ırmak olarak tasvir etmektedir.

114 Bk. Buhârî, Îmân 3; Müslim, Îmân 58.


İmanın Şubeleri 211

İmanın kaynağını teşkil eden pınar, iman şubelerinin en


yükseğidir. Bu da “Lâ ilahe illallah” sözüdür.
Bu sözü dil ile söyleyip kalp ile ona inanmak ve onun
gereği olan Allah’ın egemenliğinde uygulamaktır. Sonra bu
nehir aşağı akar, bu nehire çeşitli kollar ve diğer şubeler katılır.
Kişinin, iman ile ilgili amellerinden, eğilimlerinden, sözlerin-
den, adabından, konum ve duruşlarından, ilminden ve onun
telkin ettiği hâl ve hareketlerden hayır ne kadar çok olursa
imanı da o kadar güçlü olur.
İman ırmağı, mü’minin kalbinde ve cemaatin cihadında
toplanması ve coşkun gücü bakımından şunları ifade eder:
1. Mü’minlerin faziletlerinin toplamı: Biz burada “top-
lam” kelimesini şu anlamda kullandığımız bir kavram olarak
görüyoruz: Mü’minler, iman ve hayırlı hasletler bakımından
birbirlerinden farklıdırlar. Bu sebeple eğitimin, bizlere bütün
yönlerden aynı düzeyde insanlar yetiştirmesini bekleyeme-
yiz. Kardeşlerimizin bütün faziletler bakımından da kemal
mertebesine ulaşmasını ümit edemeyiz. Çünkü ortada Yüce
Allah’ın, her birimizin fıtratına tevdi etmiş olduğu farklı istidad
ve kabiliyetler vardır. Ortada da kazanç elde etme, öğrenebil-
me, iş yapabilme, bütün gayreti ortaya koyabilme ve daha
başka hususlara güç getirebilme özellikleri vardır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı da bu
açıdan, “toplam” itibariyle birbirlerinden farklıydılar. Ümme-
tin, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bazılarını daha
faziletli görmesine dayanarak bir kısmını diğerlerinden üstün
tutma hususu üzerinde icma etmeleri ise üstün görülen kimse-
nin imanın bütün hasletlerinde üstün olduğuna delil değildir.
Aksine geneli içerisinde onun imanî toplamının, Allah nezdin-
de daha üstün bir derece, amel ve cihad terazisinde daha ağır
olduğu anlamındadır. Bu durum, kişinin iman ile alakalı cüz’î
212 Nebevî Yöntem

bir husustaki faziletiyle birlikte geneli itibariyle fazilet bakımın-


dan daha geri olmasına da engel değildir.
Tirmizî ve İbn Hibbân’ın rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem “Ümmetim arasında, ümme-
time en merhametli olan kişi Ebu Bekir’dir. Allah’ın
emri hususunda en sağlam duranları Ömer’dir. Ara-
larında hayâsı en samimi ve doğru olan Osman’dır.
Allah’ın Kitabı’nı en iyi okuyanları Übey, feraiz ilmini
en iyi bilenleri Zeyd, helal ve haramı en iyi bilenleri
Muâz’dır. Bir de şunu bilin ki, her bir ümmetin bir emi-
ni vardır ve bizim eminimiz ise ey ümmet, Ebu Ubeyde
bin el-Cerrâh’tır.”115
2. Bireylerinde yetkin kılan özelliklerin ve faziletlerin bu-
lunması ve bunların tekâmül etmesi sebebiyle, cihada güç ye-
tirebilen mü’min cemaat: Cemaat bakımından iman ırmağı
hayatın sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarında imanî yaşayı-
şın genel toplamını ifade eder.
İslâmî çözüm ise, Allah’ın şeriatının, hükümleriyle ve
Allah’a imanın bütün şubeleriyle toplumun tüm hareket, ilişki
ve faaliyetlerine egemen olmasıdır. Yargı alanında, yönetim
alanında, orduda, idarede, güvenlikte, eğitimde, güçler ara-
sında, kadının adil bir şekilde hakkının verilmesinde, erkeğin
ailenin başında oluşunda, malî konularda, ekonomide, gün-
lük hayatta, Müslümanların dost ve düşmanla ilişkilerinde,
aile ortamında, evde, bölgeler arasında ve dünyada Müslü-
manlar bir oluncaya kadar toplumun bütün ilişkilerinde ege-
men olması anlamına gelir.
Müslümanların tarihî yanlışlıkları, ekonomik geri kal-
mışlıkları, askerî alanlarda ve uygarlık alanında yenilgiye

115 Tirmizî, Menâkıb 33.


İmanın Şubeleri 213

uğramışlıkları dolayısıyla ithal edilmiş çözümleri teklif eden-


ler, aslında cahilî birtakım düşünce ve değerlerden oluşan
yamalı bir bohçayı teklif etmekte ya da uygulamaktadırlar.
Yönetimi ele geçirecek olurlarsa onu dayatacaklar ve böy-
lelikle kurban edilmiş toplumlarımızdaki perişanlık daha da
artacaktır.
İslâm’ın sabahında, imanî değerlerin bütün alanlarda fit-
nenin değerlerinin yerine geçmesine ve bütün düzeylerde bü-
yük bir boşluğu doldurmasına ihtiyacımız vardır. Halk, bizden
ve dinimizden olmayan her şeyin kokusundan tiksinecek hâle
geldikten sonra buna muhtacız. Ümmetin hayatıyla ilgili -istedi-
ği kadar küçük olsun- cüz’î her bir hususta mücahidlerin soru-
larla ilgili cevapları hazırlamaları ve imanî faaliyet ve etkinliğin
cahilî etkinliğin yerine geçmesi; İslâmî düşüncenin başkasının
egemen olduğu her alanda egemen olması; rahmetin yeniden
tiksinti ve nefreti ortadan kaldırmak üzere geri dönmesi için
İslâm kardeşliğinin; sınıfsal sömürüyü, kini ve sefaleti sona er-
dirmek için de İslâmî adaletin yerini alması bir zorunluluktur.
İslâm’ın bugününde, mü’minlerin görevleri pek çok,
pek büyük, pek kapsamlı ve çok hassastır. Bundan dolayı
İslâm’ın hazırlıklı olması bir zorunluluktur. Bu ise terbiye ve
yapılanmanın ilk görevleri arasındadır. Geniş sayısı ve akideyi,
duyguları, hareketi ve bütün yaşantıyı kapsaması dolayısıyla
imanın şubeleri ise böyle bir muhtevayı ifade etmektedir ki,
Allah’a giden bir yol, toplumun ve ümmetin problemleri için
bir çözüm, yönetim, kalkınma ve siyaset için de bir yöntemin
müşahhas bir ifadesidir.
İman, gürül gürül akan kolları ve coşkun gücüyle uyku-
dan uyanan, gafletten kurtulup Allah’ı zikreden, cihad için
kolları sıvayan, Müslümanların kalplerinde hilafetin Nebevî
yöntem üzere kurulması ve dünyadaki Müslümanların birleşip
214 Nebevî Yöntem

bir araya gelmesi şeklindeki Allah’ın vaadinin gerçekleşmesi


için ayağa kalkma potansiyelini ifade eder. Çünkü İslâm’ın,
-taştan olsun çadırdan olsun- her eve gireceği, İslâm uygar-
lığının ve imanî değerlerin yeryüzündeki cahiliyeye egemen
olacağı Allah’ın bir vaadidir.
YAŞAM TARZININ BİRLİĞİ

İstidatları, ameli kesbetmeleri ve iman hasletleriyle kendi-


lerini bezemeleri bakımından fertler arasındaki farklılık, duygu
birliğine götüren ve bu da vela (dediğimiz kalbî bağlılık) birli-
ğini gerçekleştiren, aynı yaşam tarzına aykırı değildir, onunla
çelişmez.
Müslümanların bireysel bencilliğin özellikleriyle sosyal
ve toplumsal farklılıklardan gelen özellikleri aşmaları, ancak
kalplerde coşup duran derin bir tevhid ile mümkün olabilir.
Akılların karşı karşıya kaldığı hâller ve organlarımızın hareket
alanı hakkında da bu böyledir.
Arzu ve heveslerin yüzeysel ve şeytanî aidiyetleri, bireysel
umutlar, yerel, ulusal ve kavmî taassuplar, (kimi) nefsî, (kimi)
siyasî, sosyal ve maslahatı ilgilendiren engellerdir. Bunların
hepsi, uyumlu bir cemaatin oluşmasının ve yenik düşürü-
lüp çaresiz bırakılmış Müslüman toplumların, bir araya gelip
tarihî sorumluluklarımıza karşı durabilecek uygarlığımızın ve
dünyaya sunacağımız mesajımızın ağırlıklarını taşıyabilecek
ümmetin sağlıklı yapısını oluşturmasının önünde engel teşkil
etmektedir.
İşte bütün kollarıyla iman ırmağı, engelleri kıran bir ya-
şam birliğinin ifadesidir. Bencilliğin, geleneklerin ve bunların
dışında kalan nefsî, sosyal, siyasal ve menfaat alanındaki di-
ğer sınırların oluşturduğu her türlü engeli kırar. Söz konusu bu
engeller ise, fitneye maruz kalmış sınıflı toplumların bireylerini,
216 Nebevî Yöntem

uluslara, kavimlere ve daha başka gruplara bölünmüş toplum-


ları birbiriyle karşı karşıya getirmiştir.
Bizim imanî ve ahlâkî yaşayış birliği ile Yüce Allah’a
aidiyetimiz ve bağlılığımız, yerin üzerinden buharlaşıp yok
olmamız anlamına gelmez. Aksine bu durum, cihad cemaa-
ti bünyesinde birbirimizle kaynaştıktan sonra bölgesel İslâm
devletini kurmamız, ondan sonra da ilahî yardımın gelip
Allah’ın izniyle Nebevî halifelik ve Nebevî mirasa sahip ola-
na kadar fitnenin sınırları içerisinde birbirimizle kaynaşma-
mız demektir. Bunun gerçekleşmesi ise insanın özgürlüğünü
kazanması, yeryüzünün özgürleşmesi ve bu uğurda mücade-
le etmek demektir.
ON HASLET

İmanın şubeleri yetmiş küsur olup Halîmî ve Beyhakî


bunları yetmiş üç ile sınırlandırmıştır. Her ne kadar küsur (bid)
dildeki anlamıyla üç ile dokuz arasını ifade ediyorsa da biz de
bu sayı ile sınırlandıracağız.
Sayı çokluğu sebebiyle şubeleri on gruba ayırıp tasnif
edeceğiz. Bu grubun her biri bir haslet sayılacak. Çünkü bu
grubun içerisinde sayılacaklar, konumları, imanî hedefleri ve
yaşayışta gözetilen maksatları itibariyle birbirlerine yakındırlar.
Bunları Yüce Allah’ın izniyle bu bölümde geniş açıklamalarıy-
la birlikte zikredeceğiz.
Yol üzerinde on işaret taşı, on adım, şubelerden oluşan
on grup.
1. Adım: Yolun üzerindeki ilk adım, terbiye ve yapılan-
ma adımıdır. Bu da mü’min açısından Yüce Allah’a götüren
yöntem yolu üzere ilerlemeyi ifade eder. Ümmet açısından
ise, dünyaya nispetle İslâm uygarlığının önderliğinde hilafete
götürür. Bu da arkadaşlık ve cemaat olup seni eğitecek bir
kimseyle bir araya gelmek, seni barındıracak ve kucaklayacak
mü’min bir cemaatle birlikte olmak demektir. Böylelikle arka-
daşlık ve cemaat, eğiticinin arkadaşlığı ve cemaat ile birlikte-
lik neticesinde kalbine ve yaşayışına, iman ruhunun ilk ipiyle
bağlanacak, bunun hoş kokusunun ilk esintisinin içine sirayet
ettiğini göreceksin.
218 Nebevî Yöntem

2. Adım: Yüce Allah’ı zikretmeye yönelmektir. Bu da


o hoş kelimeyi çokça tekrar etmek, namaz kılmak ve ibadet
yapmakla olur. Allah’ı zikretmek, O’na dua etmek ve O’na
yönelmek, mü’min ferdin ve cihad eden mü’min cemaatin
her zaman kalbinin, dilinin, bedeninin ve düşüncesinin ilk sı-
radaki meşguliyeti hâline gelirse, bu durum artık bireyin ve
cemaatin, Allah’tan gafil olmaktan Allah’ın zikrine döndüğü-
nü, kapısından kaçmaktan tevbe ederek O’na yöneldiğini ve
tağutun egemenliğini kabul etmekten O’nun şeriatına yardım-
cı ve destekçi olmaya geçtiğini gösterir.
3. Adım: Doğruluktur. Allah’ı ve O’nun gaybını tasdik et-
mektir. Söz ve fiil ile dosdoğru olmak suretiyle cihada hazırlıklı
olduğunu delillendirmektir.
4. Adım: Karşılık beklemeden vermektir. Bireysel nefsin
cimriliğini kaldıracak şekilde karşılık beklemeden vermektir.
Genel olarak iman ve imanın egemenliğiyle, yoksul ve mah-
rum kimsenin bedbahtlığı ortadan kalkar. Çünkü İslâm’ın
adaleti, Allah’ın şeriatı sayesinde sınıf ayrımcılığını, birtakım
kimselerin üstün tutulup tercih edilmesini ve sömürüyü kesip
atar. Karşılık beklemeden, fedakârca verip harcamak ise in-
sanlar arasında sükûn, huzur ve rahmet olan kardeşliği getirir.
5. Adım: İlimdir.
6. Adım: Ameldir.
7. Adım: Güzel hâl ve görünüştür.
8. Adım: Vakardır.
9. Adım: İktisattır.
10. Adım: Cihaddır. Cihad ise iman çizgisine, imanın
yol alışına, imanın coşkunluğuna ve imanın gidişine bağlı bir
terbiyenin, bir yapılanmanın ve sürekli bir amelin semeresidir
İmanın Şubeleri 219

Bizler, onuncu haslet olan cihadı imanın şubelerinin ve


kanallarının döküldüğü yer olarak kaydettik. İmanın en kolay
amelinden en ağırına basamak basamak ulaştık. Arkadaşlığın,
ince bir sevginin, güvenilir ve sıcak bir kucağın bulunduğu
bir birliktelikten, cemaat ile birliktelikten, Allah yolunda cihad
alanında ölüme kadar yükseldik.
Eğitim bakımından da iman parıltılarının kendilerinden
yayıldığı şahıslardan hareketle ilaç ve şifa olan Allah’ı zik-
retmeye, amelî delillerle doğruluk sınavına, karşılıksız olarak
verip bağışlamaya, ilim ve amele ayrıcalık kılan güzel hâl ve
görünüşe, vakar ve sabra, iktisada ve yolda devam etmeye ve
cihad için yetkin olmak suretiyle mertliğin kemal derecesine
ulaşmaya varıncaya kadar basamak basamak yükseldik.
Yapılanma olarak da duygu temelli geniş bir arkadaşlık-
tan, şariin toplu olarak yapılmasını teşvik ettiği ve böylelikle
mükâfatını kat kat vereceği bireysel ibadete, dışarıdan gelip
katılmak isteyenin doğruluğunu sınamaya, önce ona vermek-
le başlayarak ondan almaya, ilim savaşı için düşüncesini yo-
ğunlaştırmaya, amel için kollarını sıvamasına, oturanlardan
ayrılmak suretiyle bize katılmasına, sabır isteyen meşakkatli
işlere alışmaya, tereddütsüz bir şekilde uygulamaya koyan bir
tutum ve duruş sahibi olmaya ve Allah yolunda cihad edip
ölmeye kadar adım adım yükseldik.
Her birisinin altında imanın birçok şubesinin bulunduğu
on haslet; bir eğitim, bir yapılanma, bir yönetim yöntemi ve
bütün farzları, nafileleri, sünnetleri ve mendupları kapsayan,
Allah’a giden bir yolculuktur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in imanın şubele-
riyle ilgili hadisinde, İslâm’ın aslı ve birinci rüknü olan “Lâ
ilahe illallah,” bir ahlâk olan hayâ ve bir fazilet olan yoldan
rahatsızlık veren şeylerin kaldırılması birlikte zikredilmiştir.
220 Nebevî Yöntem

Buhârî’nin rivayetine göre, Ömer bin Abdülaziz, Adiy bin


Adiyy’e şöyle bir mektup yazmıştır: “Şüphesiz imanın farzları,
şer’î hükümleri, sınırları ve sünnetleri vardır. Bunları eksiksiz
yerine getiren kimse, imanını tamamlamış olur. Bunları tam
olarak yerine getirmeyen de imanını tamamlamış olmaz.”116
Böylelikle bu farzları, sünnetleri, sınırları ve şer’î hükümleri bir
arada zikretmiş olmaktadır. Bunların hepsi yoldaki işaretlerdir.
Sünnetler farzları tamamlar, mekruh olan ise harama götürür.
Bizler sadece farzları, sadece sünnet ve müstahabları, sa-
dece haram ve yasakları tasnif etmiyoruz. Bizler bireysel ve
toplumsal yaşayışı, Allah’ın kendisine ve Rasûlü’ne emir ve
yasaklar doğrultusunda itaat eden kimselere hayır vaat etmiş
olması itibariyle sıraladık. Geriye ise şeriatın terkib ve sırala-
ması, olduğu hâli üzere kalır. Farz farzdır. Farz ile ilgili hüküm-
ler onlara ait hükümlerdir. Sünnet, haram ve mekruh da her
biri kendi muktezasıncadır.
Diğer taraftan bizler “Lâ ilahe illallah”ı iman şubelerinin
başına koymadık. Çünkü o, hepsinin üstündedir. Ona bir
hazırlık olmak üzere arkadaşlık ve cemaat şubelerinden söz
ettik. Çünkü etki bakımından toplumsal etkenin -cemaate ge-
len, eğiten ve yol arkadaşının- önceliği söz konusudur. Çünkü
iman eden kimse, ancak kendisini imana davet eden kimse-
nin davetini işitmiş sonra onu doğrulayıp ona uymuştur. Kâfir
olan ve sapan kimse de her şeyden önce ortamın tepkisinin
altında kalarak bu hâle düşmüştür.
Yüce Allah’ın izniyle her bir hasletin altında, söz konusu
hasletin önce eğitim bakımından sonra da yapılanma açısın-
dan anlamından söz edeceğiz. Sonra da onun altında zikret-
tiklerimizi de imanın şubelerinden sayacağız.

116 Buhârî, Îmân 1.


BİRİNCİ HASLET
ARKADAŞLIK VE CEMAAT

Eğitim Açısından Arkadaşlık ve Cemaat


Yüce Allah buyuruyor ki: “Muhammed, Allah’ın
Rasûlü’dür. Onunla beraber olanlar ise kâfirlere karşı
sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler.”117 Bu-
rada, “Onunla beraber olanlar” ifadesi üzerinde durmak
istiyoruz. Bu beraberlik ve arkadaşlık ile onlar yiğit adamlar
oldular. Aralarındaki karşılıklı merhamet üzerinde duralım.
Çünkü onlar, o merhamet dolu sevgi ile cemaat oldular.
Dolayısıyla bizim arkadaşlık ve cemaati, hasletlerin ilki
olarak saymamızda garip karşılanacak bir taraf yoktur. Çünkü
Yüce Allah, âyette, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
peygamber olarak gönderildiğini belirttikten sonra onunla bir-
likte olanlardan söz etmektedir.
İşte onunla birlikte oluş, o zaman içerisinde o mü’minlerin
birinci nitelikleriydi. Bu zamanda ve diğer zamanlarda da
böyledir. Aralarındaki merhamet ise o birlikteliğin aynasıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte olan ise Al-
lah ile birliktedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e biat
eden, Allah’a biat etmiş olur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’i seven, Allah’ı da sevmiş olur.

117 Fetih 48/29.


222 Nebevî Yöntem

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, her yolculuğa çıktı-


ğında, “Allah’ım! Geride bıraktığım ailem hakkında ha-
lefim sensin, yokluğumda arkadaşım da sensin”118 diye
dua ederdi. Onun, Rabbine olan güçlü bağlılığından dolayı,
tertemiz kalbindeki iman unsuru ashabına sirayet etti. Sonra
bu sohbet (arkadaşlık) devam edip gitti. Böylelikle ashab ve
tâbiîn arasında ve kıyamet gününe kadar da onlara güzel bir
şekilde uyacaklar arasında bir merhamet olarak varlığını sür-
dürdü. Bu, bir kalpten diğerine, bir nesilden ötekine sirayet
edip durmaktadır. Bu ise arkadaşlık, (sohbet, beraberlik) sevgi
ve öğrencilik yoluyla gerçekleşmektedir.

Arkadaşlık ve Arkadaş
Hasan el-Bennâ’nın esaslarından biri de şudur: Salih ki-
şileri sevmek, onlara saygı duymak ve bilinen hoş amelleri
sebebiyle onları övmek, Yüce Allah’a yakınlaştırıcı bir ameldir.
Allah’ın velileri (dostları) ise, Yüce Allah’ın, “İman edenler
ve takvalı hareket edenlerdir”119 buyruğunda sözü geçen
kimselerdir. Keramet de şer’î şartları ile onlar hakkında sabittir.
Bununla birlikte onlar, ister hayattayken ister ölümden sonra
olsun, “kendilerinden başkalarına böyle bir şey bağışlamaları
şöyle dursun, kendilerine dahi herhangi bir fayda ya da zarar
veremezler.”
Şeriatın sınırları içerisinde sevgi, saygı ve övgü, ister hayat-
ta olsunlar, ister ölmüş olsunlar bu ümmetin salih insanlarına
yakışandır. Hasan el-Bennâ’nın, bu sözleriyle onların beşer ol-
duklarına ve fayda ve zarar sağlamaktan aciz olduklarına dik-
kat çekmesi ise bu husustaki önemli bir noktaya işaret etmek

118 Müslim, Hac 425; Tirmizî, Daavât 42; Ahmed bin Hanbel, I, 255, 299.
119 Yunus 10/63.
İmanın Şubeleri 223

içindir. Böylelikle mü’minlerin zihinlerinde, avam ortamlarında


türlü fesatlara sebep olan o bildik hurafelerden hiçbir şeyin kal-
mamasını istemiştir. Çünkü avam arasında, salih bir kişi olduğu
için ya da Allah ile hiçbir alakası olmadığı hâlde sırf olağanüs-
tü hâlleri görüldüğü için kutsanan kimseler vardır. Böylelikle o,
aynı zamanda kabirlere tapınma ve insanların ilahlaştırılması
bid’atlerinden de sakındırmak istemiştir.
Bundan sonra deriz ki: Hiç şüphesiz bu ümmetin salih
kişilerini sevmek, onlara saygılı olmak ve onları övmek, Yüce
Allah’a yakınlaştırıcı bir ameldir. Çünkü Yüce Allah, dostları-
na karşı nasıl bir edep takınmamız gerektiğini öğretmiş, onlara
hangi ifadeleri kullanarak dua edeceğimizi telkin etmiş ve bu
şekilde duamızı gerektiren hususları da belirtmiştir. Bunun se-
bebi ise onların bizden önce iman etmiş olmaları ve bize ima-
nı öğretmiş olmalarıdır: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce
iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Kalbimizde, iman
edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz
ki sen, çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”120
Fakat Allah’ın gerçek dostlarına uzaktan saygı duymak,
arkadaşlık olmadan onları sevmek ve onlara kavuşmak için
bize dinamik bir güç teşkil etmeyecek şekilde onları övmek,
sevap kazandırsa bile imanı geliştirmeyecek amellerdir. İn-
sanlardan, ölülere saygı duyan, onları seven ve onları öven,
bununla birlikte çağdaşları arasında Allah’ın bir velisinin
(dostunun) olmadığına inanan kimseler vardır. Böyleleri ise
salih kimselerle arkadaşlık yapmanın semeresinden mahrum
kalırlar.
Hiç şüphesiz Yüce Allah, Rabbine samimiyetle ve ciddi
bir şekilde yönelen mü’min kimseyi, ilk olarak salih bir adam

120 Haşr 59/10.


224 Nebevî Yöntem

ve doğru yolu gösteren veli (dost) bir kimseyle arkadaşlık na-


sip etmesiyle faydalandırır. Kalbine bu salih kişinin sevgisini
salar. Edilinen arkadaş da ne zaman gerçekten Allah’ın bir ve-
lisi (dostu), onu arkadaş edinen de Allah’ın rızasını istemekte
doğru ve samimi olursa, o vakit arkadaşlığın semeresi de or-
taya çıkar. Ebu Davud ve Tirmizî’nin sahih bir isnadla rivayet
ettikleri bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
“Kişi arkadaşının dini üzeridir. Bu sebeple her biriniz
kiminle arkadaşlık yaptığına iyi baksın”121 buyurmuştur.
Arkadaşlığa işaret eden ve arkadaşlığı teşvik eden âyet
ve hadisler pek çoktur. İman tarihinin tamamı ister nebi, ister
veli olsun basiret üzere Allah’a davet eden kimsenin kalbinin,
ruhî kaynağı teşkil ettiğine tanıklık etmektedir. Salih nesiller,
arkadaşlıkla, beraber olmakla, sevmekle, öğrencilik etmekle
ve dost edinmekle o kaynaktan avuç avuç almışlardır.
Edinilen arkadaşın iman ve ihsanı ve Allah dostluğu mik-
tarınca da onu arkadaş edinen, ondan yararlanır.
Mü’minler arasında Allah’ın, gayretini, Rabbini tanıma ve
onu Allah’ın üzerlerine nimet ihsan etmiş olduğu kimselere
erişme makamını isteme noktasına kadar yükselttiği kimseler
vardır. Lehine hayır yazıp takdir etmiş olduğu kimse için Şanı
Yüce Allah, ona yol gösterecek bir yoldaş ve ona doğruyu
gösterecek bir veli (dost) bulmayı müyesser kılar.
Allah’ı arzulamanın ve eğitici velinin niteliği hususunda
Şeyh Abdülkadir Geylânî’nin bazı sözlerini aktarmak istiyoruz.
Bu salih Rabbanî zat -Allah’ın rahmeti üzerine olsun ve Allah on-
dan razı olsun,- Allah’ın velilerinin arkadaşlık sırrına tanık olmuş
biricik kişidir. Ümmetin âlimlerinin onun salih bir kişi olduğu ve

121 Ebu Davud, Edeb 19; Tirmizî, Zühd 45. Tirmizî bu hadisi “hasen-garip” ola-
rak değerlendirmiştir.
İmanın Şubeleri 225

bu husustaki önderliği ve fazileti üzerinde icma etmiş olmaları


dolayısıyla da onun sözlerini zikretmekle yetinmekteyiz.
Geylânî, Allah’ın rızasını isteyen kimseye hitap ederken
ayağını, Allah’a giden yoldaki basamak üzerine koyarak şun-
ları söylemektedir: “Yüce Allah yolunda bir kimseyle arkadaş-
lık yapmak istersen elin-ayağın kesildiği, gözlerin uyuduğu bir
zamanda güzelce abdest al. Sonra namaza yönel. Aldığın ab-
destle namazın kapısını, kıldığın namazla da Rabbinin kapısını
açmış olacaksın. Namazını bitirdikten sonra da ona ‘Kiminle
arkadaş olayım? Kılavuzum kim olsun? Sana dair kim haber
verir? Kim müfrittir? Halife kimdir? Vekil kimdir?’ diye sor. O,
kerim olan zattır, senin zannını boşa çıkarmayacaktır. Şüphe-
siz kalbine ilham verecek, sırrını bildirecek, sana beyan ede-
cek, kapıları açacak ve önünde yol aydınlanacak… Kalbinde
bütün cihetler bir olup çoğunlukla belli bir kişi tayin edilirse, o
zaman sen de ona yönel.”122
Daha sonra ciddi bir arayıcıya, görünüşteki ölçülerin,
Allah’ın veliliği hakkında hüküm vermeye elverişli olmadığını
açıklayarak şunları söylemektedir: “Onun fakirliğine, mezhe-
binin eksikliğine, hâlinin muntazam olmayışına, elbiselerinin
eski olmasına, ifadelerinin yetersizliğine bakma. Şüphesiz
mana onun içindedir, zahirinde değildir. Yapısındadır, yüzün-
de değildir. Ona olan saygın dolayısıyla ilk olarak sen onunla
konuşma, onun herhangi bir hâlini (başkasına) açma, onun
Rabbinden kendisine verilmiş ihsanına bak. Çünkü o, sadece
bir yazıcıdır, emir ise başkasına aittir. O, bir aracıdır. O, bir
hizmetçidir, tabak başkasınındır. O, ifadeyi söyleyendir, ifade
başkasına aittir. Dolayısıyla Allah’ın, onun dili üzere söyleme-
yi nasip ettiklerini kabul et.”123

122 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 33.


123 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 33.
226 Nebevî Yöntem

Allah’ın, veli kullarına bağışını ve onlara yardımını an-


latırken de şunları söylemektedir: “Allah, bir kulu, bir iş için
murad ederse, onu o işe hazırlar. Bu, şekilllerle değil, mana-
larla alakalı bir husustur. Bir kul hakkında sözünü ettiğim bu
hususlar tam olarak gerçekleşecek olursa, onun dünya ve
ahiret hakkındaki zahitliği de doğru olur. Yani onun Allah’ın
rızasını istemesi, Allah’ın ahiretteki mükâfatını istemesinin
önüne geçer. Çünkü Yüce Allah, yöneldiği kimseye dünya-
nın da ahiretin de hayrını bağışlar… Onun zerresi bir dağ,
damlası bir deniz, küçücük bir yıldızı bir ay, ayı güneş, azı
çok, silmesi varlık, yokluğu kalıcılık, hareket etmesi sebat
olur. Ağacı arşa kadar yükselip durur, kökü ise yerdedir... Ne
dünya ona sahip olur... İşte bu gerçekleştiğinde, böyle bir
kul, yaratılmışlarla birlikte durabilir. Onların ellerinden tutup
dünya denizinden onları kurtarır. Allah, bir kul hakkında bir
hayır murad ederse onu, o kullara kılavuz yapar, tabip yapar,
tedib eden, onları eğiten yapar, onların tercümanı, onlara
armağanlar veren, bağışlar veren kimse yapar. O kul, onların
kandilleri ve güneşleri olur.”124
Allah’a varmak, O’nu tanımak ve O’na yakın olmak is-
teyen bir kimseyi eğitecek bir üstadın zorunluluğunu anlat-
mak için de şunları söylemektedir: “Kalp erbabı kimselerle
arkadaşlık et ki senin de kalbin olsun. Bu sebeple seni güzel
bir şekilde eğitecek, sana öğretecek ve nasihat edecek, Yüce
Allah’ın hükmü gereğince amel eden hikmetli bir üstadının
olması zorunludur.”125
Nitekim İmam Gazzâlî de el-Munkızu Mine’d-Dalâl adlı
eserinde, arkadaşlık yapmayı öğütlemiştir. Nitekim o, Yüce
Allah’ın rızasını istemekteki samimiyeti ve kâmil bir üstadın

124 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 35.


125 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 105.
İmanın Şubeleri 227

arkadaşlığının zaruretine olan kesin inancıyla, yanına gelmek


için yolculukların yapıldığı Huccetu’l-İslâm olduğu hâlde, bir
arkadaş bulmak için malı, makamı ve dünyayı terk ederek
yola çıkmıştır. Geylânî de şu sözleriyle aynı öğüdü vermekte-
dir: “Dinindeki hastalığına şifa olmak için benden şu ilacı al ve
onu kullan, sana afiyet gelecektir. Senden öncekiler kalplerin
ve dinin tabipleri olan velileri ve salihleri bulmak için doğuyu
ve batıyı dolaşırlardı. Onlardan birini bulduklarında ise, on-
dan dillerinin hastalıklarını tedavi edecek ilacı isterlerdi.”126
Merhum Geylânî, Kitap ve sünnete uymayı ve Allah’ı ta-
nıyanlarla sohbette bulunup arkadaşlık yapmayı teşvik ederek
bunları söylemektedir: “Kitap ve sünneti bilen ve her ikisiyle
amel eden üstadlara koş. Onlar hakkında güzel zan sahibi ol,
onlardan öğren, huzurlarında edepli ol, onlarla edepli geçin,
o zaman iflah olursun. Kitaba, sünnete ve bu ikisini bilen üs-
tadlara uymazsan ebediyen iflah olmazsın. Sen, ‘Kendi görü-
şüyle yetinip başkasına ihtiyaç duymayan kişi sapıtır’ sözünü
hiç duymadın mı? Senden daha bilgili olanların sohbet ve ar-
kadaşlığı ile nefsini daha da güzelleştir.”127
Şeyh Abdulkadir Geylânî, Allah’ın inayet elinin Allah’a
giden yolda yürüyeni (salik), Allah’ın kendisine doğru çek-
mesi hâlini anlatarak şunları söylemektedir: “Ey oğul! Bir de
ancak aziz ve celil Hakka ulaşıp O’nun kapısında durduktan
ve müfrid kimseler denilen -Allah’ı bilen ve Allah’ı çokça zik-
reden üstadlar olan- naiblerin kapısında durup orada bek-
ledikten sonra ancak açığa çıkan bâtıl hususlar vardır. Bu
sebeple sen, aziz ve celil Hakkın kapısına varıp da edeple ve
başını önüne eğerek -sürekli huşu ile- beklemeyi sürdürecek
olursan, kalbinin yüzüne kapı açılır, onu çeker, yakınlaştırır,

126 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 160.


127 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 162
228 Nebevî Yöntem

uykusundan uyandırır. Gözlerine inme çeker, onu mücevhe-


rat ve süs eşyalarıyla süsler, onu sevindirir, ona güven ihsan
eder, onunla konuşur, onunla söyleşir.”128
Kısacası kitap, tamamıyla eşsiz hikmetlerle doludur.

Kardeşlik Akdi
Allah’ı bilmeye şevk duyan, Allah’tan başka her şeyden
ümidini kesmiş olan, tam anlamıyla yalnızca Allah’a muhtaç
olduğunun bilincinde olan ve O’na yakınlaştıracak kaynakla-
ra susamış olan üstün gayret sahiplerinin az bulunması dolayı-
sıyla bizler de ihsan ve irfanın yoluyla ilgili söylediklerimizden
daha geniş açıklamalar yapmak isteriz. Bu, aslında Allah’ın
saygı duyulmasını istediği önemli bir alan olmakla birlikte in-
sanlar bunu bırakıp geçmektedirler. Biz de Allah’ın kendilerini
yalancıların deccalliklerinden ve cahillerin şüpheye düşüren
tutumlarından korumuş olduğu, tarikat meşayihinin kitapları-
na işi havale ediyoruz.
Salih selef, salih kimseler olacaklarını ümit ettikleri kim-
selerle Allah yolunda kardeşlik akdi yapagelmişlerdir. Allah
yolunda kardeşlik akdi de bir çeşit sohbettir (arkadaşlıktır). Bu
ise öğrencilik, dostluk (halillik) ve belirli bir istikamete yön-
lendirilmiş sülukten (yaşayıştan) daha aşağı bir mertebedir.
Bizden önceki âlimlerimiz ve salih şahsiyetlerimiz, hayır ehli
kimseleri çokça ziyaret eder, onlarla karşılaşmanın bereketi-
ni umar ve birbirlerine dua etmeyi karşılıklı tavsiye ederlerdi.
Gerek yalnız kaldıkları zamanlarda, gerek başkalarıyla birlikte
oldukları hâllerde, gerekse de teheccütlerinde Yüce Allah’ın
huzurunda birbirlerini hatırlarlardı.

128 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 267.


İmanın Şubeleri 229

Yapılandırılmış ve cihad eden bir cemaatte bu bağın yay-


gın ve sağlam olması gerekir. Çünkü mü’minlerden bir cema-
at, Yüce Allah’a yalvarıp yakararak ve niyaz ederek işlerini arz
edip O’ndan hep aynı talepte bulunsalar, yüce Mevlalarına
aynı şikâyetlerini arz etseler ve onların her biri, kardeşlerinin
ihtiyacını O’nun kapısında takdim etseler, keremiyle ve lütfuy-
la O’nun duaları kabul etmesi daha çok ümit edilir.

Rabıta Duası
Bu dua, Şeyh Hasan el-Bennâ’nın “Rabıta virdi” adını
verdiği, aslında mü’minler arası kardeşlik akdinin müşahhas
bir şekli ve amelî bir uygulamasıdır. Bizler, mü’minleri bir
cemaat içerisinde birbirine rabtetmek (bağlamak) için rabı-
ta duasının zorunlu olduğunu görüyoruz. Defalarca oturup
kalkmak ile rabtetme anlamı yayılıp namazda, ortak olarak
yapılan amellerde bağlayıcı (rabtedici) duada Allah’ın huzu-
runda defalarca durulacak olursa, artık arkadaşlık, cemaat ile
bir araya gelip kavuşmuş olur. Cemaat de bir şekilden ibaret
kalmaz, arkadaşlık da bireysel bir arkadaşlık olmaktan çıkar.
Her bir mü’minin -ki daha üstün olan, Rabbimizin dün-
ya semasına inip “Tevbe eden ve dilekte bulunan kimse
var mı?”129 diye bizi çağırdığı zamanlarda yapılmasıdır- rab-
tedici (bağlayıcı) rabıta duasını, Fatiha sûresi ile başlayıp son-
ra kendi günahları için Allah’tan mağfiret dileyerek, kendisi,
anne-babası, aile halkı, çocukları ve akrabaları adına dünya
ve ahiretin hayrını istemesi, Allah’ın Rasûlü’ne, Allah’ın diğer
nebi ve rasûllerine salât ve selam getirmesi sonra da raşid ha-
lifelerle ashab-ı kirama, Allah Rasûlü’nün eşlerine ve zürriye-
tine salât ve selam getirmesi, ardından tâbiîne, ümmetin salih

129 Buhârî, Teheccüd 14; Tirmizî, Salât 329; Ahmed bin Hanbel, II, 267, 419,
487, 504.
230 Nebevî Yöntem

insanlarına ve önderlerine salât ve selam getirdikten sonra


duayı genelleştirerek, “Rabbimiz! Bizlere ve bizden önce geç-
miş iman edenlere mağfiret et. Rabbimiz! Kalplerimizde, iman
edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, çok
şefkatli ve çok merhametlisin” der. Bundan sonra da çağımız-
daki mücahid mü’minlere dua eder ve Yüce Allah’a günahla-
rını ve kusurlarını arz eder. Mücahidlere Allah’tan zafer diler.
Sonra da kendisi ile aralarında cihad bağı ve rabıtası bulu-
nan kimseleri özellikle anarak ismen zikreder. Sonra Allah’tan,
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmeti için rahmet,
mağfiret, yardım, dünya ve ahiret hayırlarını diler. Yaptığı bu
duasında da İslâm’ın geleceğini, halifeliği ve düşmanlara karşı
zaferi ister.
Böylelikle mü’min bir kimse, nuranî bir kafileye, Âdem
aleyhisselâm döneminden kıyamet gününe kadar gelmiş
ve gelecek iman ve cihad kafilesine bağlılığın şuuruna varır.
Allah’ın veli edinmiş olduğu hayırlı ümmetin bereketine ka-
tılır. Kardeşleri arasından, kendilerinin hazır olmadıkları bir
hâldeyken kendilerine dua ettiği bu kimselerle imanî bağı ve
sevgisi daha da artar.

Örgütlü Bir Cemaat Olmadan Cihad Olmaz


Bu dünyada Müslümanların söz, düşünce, plan ve yön-
tem birliğine kesin ihtiyaçları vardır. Müslümanlar arasında,
davetini yalnızca ilme hasredenler olduğu gibi yalnızca kişiyi
bireysel takvası üzere eğitmekten ibaret kabul edenler veya
bütün gayret ve çabasını İslâmî düşünce ile sınırlandıranlar
da vardır. Bize Allah’a güvenmeyi kazandıracak ve bizleri
Allah’ın adına halifelik sorumluluğunu taşımaya aday yapabi-
lecek biricik teminat olan iman derinliğine sahip bulunmadığı
için vakıanın yüzeyselliği üzerinde hareket edecek şekilde di-
namizme yenik düşenler de vardır.
İmanın Şubeleri 231

Dağıtıp bir araya getirmeyen hususlardan biri de cemaate


götürmekle sonuçlanmayan arkadaşlıkların ve cihada doğru
açılmayan bir takvanın varlığıdır.
Bu husus, nur ve fütuhat ehlinden sayılan ve samimi olan,
Allah’ın velileri (dostları) arasında dahi görülebilir.
Bizler İslâm’ın geleceğine bakarken nübüvvet yöntemine
uygun halifeliğin, yalan çıkması söz konusu olmayan, Allah’ın
ve Rasûlü’nün gerçek bir vaadi olduğuna kesinlikle inanıyo-
ruz. Bu, Allah’ın gerçek bir vaadidir. Sözü Allah’tan daha doğ-
ru olan kim vardır? Bu ümmetin sonrası ise ancak öncesi ne
ile ıslah olup düzelmişse onunla ıslah olup düzelebilir. Dolayı-
sıyla Allah’ın erlerinin eğitimini Allah dostlarından, ümmetin
salih zatlarının üstlenmesi gerekir. Allah’ın dostları arasında,
İslâm’ın şimdiki durumu ve geleceği hakkında bir şuura sa-
hip olmayan, fazilet ve ilim sahibi olan hatta Allah tarafından
kendilerine açıkça keramet ihsan edilen, ancak cihadı yapı-
landırmak ve ona komuta etmek gibi bir yeterlilikte olmayan
kimselerin bulunduğunu düşünecek olursak, karşımıza çözü-
mü pek kolay olmayan bir problem çıkar.
Çünkü sohbetin çokluğu ve Gazzâlî’nin ifadesiyle “öne
geçirilen ve kendisine uyulan şahsiyetlerin” çoğalması, bazı
hâllerde cemaatin birliğinin parçalanmasına sebep olabilir.
Şüphesiz Allah’ı tanıyan Allah dostları, elbetteki ashab-ı kiram
derecesinde değillerdir. Onlar ashaba göre ayrılıklara daha
çok maruzdurlar. Günahtan korunmuş da değildirler. Bu se-
beple bizler, ümmeti onların tefrikalarından kurtarıp bir araya
getirmek için çalışırken, ümmetin bölünüp dağıtılacağından
korkmaktayız.
O hâlde, bize Allah’ı tanıma yolunu gösteren, her durum-
da cemaatin bel kemiğini teşkil eden, onu ayakta tutan ve ih-
san sahibi insanlar yetiştiren şeyhlerin sohbetlerini, cemaatin
232 Nebevî Yöntem

yapısını ve birliğini korumakla birlikte nasıl bir arada bulun-


durabiliriz?
Yüce Allah, insanın fıtratına, enaniyet denilen bir duygu
ve bir dava yerleştirmiştir. Bu sebeple mü’minlerden dahi olsa
emsali olanlar üzerine başkanlık yapmayı içinden geçirmeye-
cek bir insan bulmak pek azdır. Salihlerden biri şöyle demiş-
tir: “Allah’ı bilenlerin kalplerinden en son çıkan şey, başkanlık
sevgisidir.”
Veliliğin şartlarını ve başkasını eğitme ehliyetini kazanmak
için, -bir kısmını Abdulkadir Geylânî’nin ifadeleriyle zikretmiş
olduğumuz- salih selefimizin öngörmüş olduğu şartlara, safın
birliğini korumak için bir temel olarak kabul ettiğimiz bir şart
daha ilave ediyoruz.
Bizler Allah’ın sevdiği kimselere verilen sır, fetih, keşif,
Rabbini tanımak, takva sahibi olmak ve Rasûlullah sallalla-
hu aleyhi ve sellem’in sünnetine tabi olmak gibi hususlara ek
olarak Allah’ın lütfu kereminden kendisine bir başka meziyet
daha verdiği kimseyi cihad etmeye elverişli bir şeyh ve bir mü-
rebbi olarak kabul ediyoruz. Söz konusu bu meziyete, İslâm’ın
geleceği bakımından denk olacak hiçbir meziyet yoktur. İman
hasletlerinden hiçbir haslet de yine ümmetin geleceği açısın-
dan buna denk değildir. Bu meziyet ve haslet ise cemaati top-
layıp bir araya getirmek ve onun birliğini korumaktır.
Allah’ın erleri, ümmetten salih olan ve ilimleriyle amel
eden kimselerin sohbetine bir şartla teşvik eder. O da bu soh-
betin cemaat ile ters düşmemesi şartıdır. Yani tefekkür (teem-
mül), münferit zikir, bir kenara çekilmeyi öngören takva ve
amelden alıkoyup oturmaya sebep olan halvet, Nebevî yön-
tem üzerine İslâm devletini ve halifeliği kurmak için harekete
geçme ve cihad etme yanına kesinlikle baskın gelmemelidir.
İmanın Şubeleri 233

Yapılanma Açısından Sohbet


(Arkadaşlık) ve Cemaat
Bizler, mü’mini, mücahid mertebesinden aşağı tutmayan,
onu ihsanın özünden mahrum, boş dinamizmin bir köpüğü
hâline getirmeyen böyle bir imanî terbiye ve eğitimi “dengeli
eğitim” olarak adlandırmaktayız.
Örnek bir eğitim, Allah’ın erini, Allah’ı bilen ve Allah yo-
lunda cihad eden bir kişi hâline getiren eğitimdir. Cihada kal-
kışan kimseler arasında doğruluk mertebesinden daha aşağı-
da imanî bir hamasete sahip kimseler bulunduğu gibi Allah’ın
velileri arasında da insanlardan uzaklaşıp bir ümmeti canlan-
dırmak şöyle dursun, başkasını dahi canlandırmayı içinden
geçirmeyen kimseler vardır.
Salih bir kimsenin üstünlük ve fazileti ne olursa olsun,
Yüce Allah, bize şu buyruğu ile üstünlüğün ve faziletin ölçü-
sünü vermektedir: “Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kılmıştır.
Bununla beraber Allah, hepsine de cenneti vaat et-
miştir. Allah, mücahidleri oturanlardan pek büyük bir
mükâfatla üstün kılmıştır. Kendi nezdindeki (yüksek)
derecelerle, mağfiret ve rahmetle (üstün tutmuştur).
Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.”130
Bazen senin Allah’la beraberliğini kuran, bununla birlikte
yerinde oturan bir veli bulabilirsin.
Ama seni Allah’la beraber etmekle birlikte cihad eden bir
Allah velisi ondan hayırlıdır.
Cihadı örgütleyen ve onun sorumluluklarını yerine ge-
tirebilme gücüne sahip, mü’minlerin geneli arasından çıkan

130 Nisâ 4/95-96.


234 Nebevî Yöntem

bir lider, bizim görüşümüzü ölçü alacak olursak, ihsan sahi-


bi oturan kimselerden daha hayırlıdır. Esasen Yüce Allah da
bu ölçünün önemli bir yerinin bulunduğunu, “De ki: Hay-
di amel edin. Allah, Rasûlü ve mü’minler de amelini-
zi görecektir”131 buyruğu ile haber vermekte, bazılarımızın
yaptıkları işlerin gördüğümüz sonuçlarına dair verdiğimiz
hükme, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükmüne katılan bir hüküm
olarak itibar etmektedir.
Fakat liderliği Müslümanların avam düzeyini aşmayan bir
cemaat, cemaat gibi bir cemaattir. Cemaatin, kendisiyle bir
alakası yoktur. İhsanın özü onun belkemiğini, ortaya çıkışının
sırrını ve yapısının temel dayanağını teşkil etmedikçe, Allah’ın
ve Rasûlü’nün sevgisi, onun önderi olmadıkça, Yüce Allah’a
duyulan şevk, onun yol göstericisi ve O’na giden yolda onun
yöntemi olmadıkça cemaatin gerçek cemaat ile bir alakası bu-
lunmaz.
Yüce Allah, mü’minler cemaati hakkında doğru yolda iler-
lemeyi murad edecek olursa, onlara dostları arasından sohbet
(ve arkadaşlık) ile bağlarını güçlendirecek kimseler nasip eder.
Bu sohbet, gücünü kalplerden alır. Allah’ın kapısında durup
kapıyı çalar, Allah’tan merhamet ve zafer diler, iştiyakla, yanık
arzularla yalvarıp yakarır. Bütün bunlarla birlikte organların
hepsi de çaba ve gayretleri depolamaya koyulurken, akıllar
da faydalı ilmi elde etmeye ve bize emrolunmuş bilgi, beceri
ve planlama gücünü hazırlamaya adanmış olur.
Cihad eden mü’minler cemaati, tek bir vücut gibi organik
yapıdır. Düşünen başı temsil eden bir liderlik, aynı zamanda
cemaatin diri kalbi olmayı da başaramıyorsa yani kalbî mer-
hamet ile aklî hikmet adındaki imanî iki yeterlilik ve yetkinliği
bir araya getiremiyorsa, kalpte merhamet, nuranilik ve keramet

131 Tevbe 9/105.


İmanın Şubeleri 235

sahibi bir liderlik vakıayı anlayamıyor, gelecek adına planlar


yapamıyor ve uygulamaya koyamıyorsa, bizim görmemiz
ve hükmetmemiz şeklindeki ölçeğimizle köksüz bir liderliktir.
“Şüphesiz Allah, ihsan edenlerle beraberdir.”132 Şanı
Yüce Allah, kendisini görüyormuşcasına ibadet eden ihsan
eden kimselerle, cihadın görev ve sorumluluklarını anlama
ve gereklerini yerine getirme hususunda ihsan edenlerle be-
raberdir. Allah Teâlâ da her şeye, işin başının tamamını teşkil
eden, kalbin düzelmesinden tutun da buna bağlı olarak küçük
ve büyük olan her bir şeye, ihsanı (farz olarak) yazmıştır.

Arkadaş İmam
Buhârî, Misver bin Mahreme radıyallahu anh’ın şöyle de-
diğini rivayet etmiştir:
Ömer, suikast ile hançerlenince acı çekmeye başladı. İbn
Abbâs, ona, teselli etmek ve sabrını artırmak istercesine şöyle
dedi: “Ey mü’minlerin emiri, velev ki böyle olsun -yani farze-
delim ki bu aldığın yaralardan dolayı vefat ettin,- şüphesiz ki
sen, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile arkadaşlık et-
tin. Onunla güzel bir arkadaşlığın oldu. Sonra o senden hoş-
nut iken ondan ayrıldın. Sonra Ebu Bekir ile arkadaşlık ettin.
Onunla da güzel bir arkadaşlığın oldu. Sonra o da senden
hoşnut iken ondan ayrıldın. Sonra her ikisinin ashabı ile ar-
kadaşlık ettin. Onlarla da güzel arkadaşlığın oldu. Eğer onlar-
dan ayrılacak olursan şüphesiz onlar senden hoşnut oldukları
hâlde onlardan ayrılacaksın.”
Bunun üzerine Ömer dedi ki: “Sözünü ettiğin Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem ile arkadaşlık ve onun hoşnutluğu,
şüphesiz Yüce Allah’ın bana ihsan ettiği bir lütuftu. Sözünü

132 Ankebût 29/69.


236 Nebevî Yöntem

ettiğin Ebu Bekir ile arkadaşlık ve onun hoşnut olması da şüp-


hesiz Yüce Allah’ın bana ihsan ettiği bir lütuftu. Benim gördü-
ğüm bu acıdan rahatsız olma hâlime gelince; bunun sebebi,
sen ve senin arkadaşlarındır. Allah’a yemin ederim ki, eğer
yeryüzü dolusu altınım olsaydı, Yüce Allah’ın azabından, onu
görmeden önce kurtulmak için fidye olarak verecektim.”133
Yine Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadise göre, Osman
radıyallahu anh şöyle demiştir: “Şüphesiz Allah, Muham-
med sallallahu aleyhi ve sellem’i hak ile gönderdi. Allah’ın
ve Rasûlü’nün çağrısını kabul edenlerden oldum. Onunla
gönderdiklerine iman ettim. -Dediğim gibi- iki hicreti yaptım.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile arkadaşlık yaptım,
ona biat etim. Allah’a yemin ederim ki Allah, onun ruhunu
kabzedinceye kadar ne ona isyan ettim ne de onu aldattım.
Sonra Ebu Bekir’e karşı da aynen böyle oldum. Sonra Ömer
karşısında da aynı tutumu sürdürdüm!”134
Gördüğümüz üzere ashab, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in halifesi ile güzel arkadaşlık yapmayı ve ona itaat
etmeyi, bizzat Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in düze-
yinde görüyordu ve emirin razı oluşunun, Allah’ın rızasının bir
parçası olduğu kanaatinde idi. Mü’minlerin emiri ile yönettiği
kimseler arasındaki ilişki, yalnızca bir yetki ve otoriter ilişkisi
değildi. Aksine, sevgi ve ihlâsın itaat ve emre uymaktan ayrı
düşünülmediği külli bir ilişkiydi.
Bu sebeple emir, bereketi umulan bir arkadaş, emrine
uyulan bir başkandı. Emir sahiplerine itaat de Allah’a ve
Rasûlü’ne itaat kapsamında ve ondan türeyen bir itaatti. Emi-
re sevgi de Allah’ı ve Rasûlü’nü sevmenin bir parçasıydı.

133 Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe 6.


134 Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe 7.
İmanın Şubeleri 237

Nübüvvet yöntemine uygun halifeliğin böyle olması ise,


ancak Müslümanların emir sahiplerinin ve yöneticilerinin tak-
vaları ve Allah’tan sahip oldukları hâl, kendilerinin İslâm’a
katkı ve destekleriyle yürürlüğe koyma yetkinliklerinin bulun-
duğu yiğitler olmaları hâlinde söz konusu olur.
Cahilî ve fitnenin yaygın olduğu toplumlarda bütün dü-
zeylerde bir sulta ve otoriter ilişki bulunur. İslâm’da ise davet,
devletten öncedir. Mü’minler cemaatinin elinde davet ve dev-
let bir arada bulunacak olursa, bu durumda emir, eğiten bir
arkadaştır. Onun eğitim alanındaki görevi, kesinlikle yönetim
ve otorite alanındaki görevlerinden ayrı değildir. Bizden olan
emir sahiplerine itaat etmemiz, Allah’ın bize bunu emretmiş
olmasından dolayıdır. Emirlik akdi kaçınılmaz bir şeydir. Çün-
kü bu, şer’î bir gerekliliktir. Fakat emire itaat etmek, onunla
güzel arkadaşlık yapmak ve ona saygı ve tazimde kusur gös-
termemek ise bir ibadettir.

“Eğer Bana Uyarsan…”


Musa aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâm ile buluşmak üzere
gitti. Ondan, Allah’ın kendisine vahyettiği gibi bir ilim öğren-
mek istiyordu. Şanı Yüce Allah, bize, yanındaki genç delikanlı
ile birlikte yaptığı yolculuğunda Musa aleyhisselâm’ın haberi-
ni anlatmıştır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Orada, kendisine tarafımızdan bir rahmet vermiş
ve nezdimizden bir ilim öğretmiş olduğumuz bir ku-
lumuzu buldular. Musa, ona ‘Sana öğretilen ilimden,
bana, doğru ve hayırlı olanı öğretmen için sana uya-
yım mı?’ dedi. O da ‘Doğrusu sen benimle beraber
olmaya asla dayanamazsın. Sen, iç yüzünü kavraya-
madığın bir şeye nasıl dayanacaksın?’ dedi. Musa
‘İnşaallah sen, beni sabredici bulacaksın, sana hiçbir
işte karşı gelmeyeceğim’ dedi. O da ‘Bana uyarsan,
238 Nebevî Yöntem

sana o hususta açıklama yapıncaya kadar bana bir şey


sorma’ dedi.”135
Böylelikle bir öğrencilik akdi yapıldı. Bu akid gereğince
ulu’l-azm rasûllerden biri olan Musa aleyhisselâm, öğrenci
olarak üstadına uyup ona itaat edeceğini ve onun yapacakla-
rına sabredip katlanacağını taahhüt etti. Bu kıssa ile Kur’ân’ı
okuyup tilavet eden bu ümmete bir öğüt teşri edilmektedir.
Hızır aleyhisselâm gibi Musa aleyhisselâm da bu akidde
bir kişiydi. O hâlde bu bireysel bir arkadaşlıktı.
Emirlik akdi ve halifelik biatında ise eğitimle alakalı bağ-
lılık ve taahhüt zımnidir. Çünkü biatta bulunan kimse, hoşu-
na giden ve gitmeyen hususlarda ve başkalarının kendisine
tercih edileceği hâllerde dahi dinleyip itaat etmek üzere biat
edince, kendisi hakkındaki emir verme yetkisini, dünyası ve
ahiretiyle bütün hususlarda emir ve halifeye teslim etmiş olur.
Daha sonra emirler bozulup ümmetin üzerine kılıçla musallat
olunca ve eğitme ehliyetini kaybedip onlarla arkadaşlığın fay-
dası görülmeyince iş tamamen bozuldu ve artık bir hüküm-
darlık (meliklik) hâlini aldı.
İslâm’ın yarını için mü’minler aralarından emir sahiplerini
seçmekle, görüşü ve inşa etme gücü ile kendisinden yararla-
nılacağı gibi arkadaşlığı ile de Allah’ın yararlandıracağı kimse-
leri seçerler. Güçlü ve güvenilir olan ümmetin siyasî ve idarî
bakımdan ve işlerinin yürütülmesi itibariyle bütün işlerini zap-
turapt altına alabilecek kadar güçlü, eğiticiliğiyle, koruyuculu-
ğuyla ve Yüce Allah’a giden yolu göstericiliği ile de ümmetin
dini hususunda kendisine güvenilecek kadar emin bir kimse…
Daha önce de gördüğümüz üzere, emirin rızasının,
Allah’ın rızasının bir parçası olması itibariyle akid zımnen

135 Kehf 18/65-70.


İmanın Şubeleri 239

arkadaşlığı ihtiva etmekle birlikte, bu yetersiz ise imamın


-Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi- dilediği
kimseler ile özel arkadaşlık (sohbet) akdi yapması da sünnet-
tir. Kaydedeceğimiz hadis, emirin görevleri arasında davet ve
eğitim yönünün daha da belirginleştirilmesi yönünde bir alan
açmaktadır.
Begavî, Ebu Nuaym ve İbn Asâkir’in rivayet ettiklerine
göre, Utbe bin Abd radıyallahu anh “Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ile beşi itaat, ikisi de sevmek üzere yedi defa
biat yaptım” demiştir.136

Mü’minler Arasında Kardeşlik


Genel olarak mü’minler ile emirleri arasındaki ihsan-
la, sohbet, itaat ve öğrencilik ile Allah’ın rızasına nail olurlar.
Musa aleyhisselâm’ın Hızır aleyhisselâm ile arkadaşlığında
gördüğümüz gibi öğrencilik, saygı ve itaat şartı üzere iki kişi
arasındaki kardeşçe arkadaşlık ve yenilenen İslâm toplumun-
da her iki arkadaşlık şeklini bir arada bulundurmak, İslâm
devletinin kuruluşundan önce ve sonra dava ve davet yapı-
lanmasında teşvik edilmiş bir sünnettir.
Çünkü Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, muhacirler ile en-
sar arasında kardeşlik akdi yapmış, ensardan her bir kimse
için muhacirlerden bir kardeş tayin etmiştir. Böylelikle yeni
Müslüman olan kişi, kendisinden daha önce iman etmiş olan
bir kardeşi ile arkadaş olsun, onun birlikteliğinden yararlan-
sın, aynı zamanda her ikisi de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e arkadaşlık etsin ve böylelikle onlar da bu mübarek
Nebevî arkadaşlıkla sohbetten faydalansın.

136 İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, XXXVIII, 283.


240 Nebevî Yöntem

Bu iki tür arkadaşlık birbirine aykırı değildir. Aksine bir-


birlerini bütünleyici mahiyettedir. Yüce Allah’tan, mü’minler
cemaatine İslâm’ın yarını için bir araya gelip kaynaştıkları
aşamalarında herkesten ayrılıp uzaklaşan ve yalnızlığa çekilen
arkadaşlar değil de bir araya gelen ve cihad yolunda birbiriyle
kaynaşma istikametinde tertemiz nesilleri eğitecek olan ger-
çek dostlar ihsan etmesini niyaz ederiz. Bir kenara çekilmek,
halvete ve yalnızlığa çekilmek şeklindeki bu kaçış üslubu her
ne kadar İslâm’ın zayıflama ve çekilme dönemlerinde elverişli
sayılsa da Allah’ın izniyle yarınlarda bunun yeri olmayacaktır.
Allah’a hamd olsun ki, o aydınlık yarın da başlamış bulunuyor.
İslâm ilerlemekte ve kalplerde bulunan Allah’ın davetçisi de
“hayye ale’l-cihad (haydi cihada)” diye seslenmektedir.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in mühacirlerle ensar ara-
sında yaptığı kardeşlikten söz eden hadisini ele aldığımızda,
onun, kardeşler arasındaki geçimle ilgili maslahat alışverişi
dışında başka bir maksattan söz ettiği hemen hemen görül-
memiştir. Bizler ensarın kardeşlerini kendilerine tercih ettik-
lerini biliyor ve yaptıkları bu işin büyük bir iş olduğunu da
takdir ediyorduk. Hatta Yüce Allah, tilavet olunan Kur’ân
buyruklarında onları överek bunun gereğince ebediyen amel
edilmesinin devamını sağlamak istemiştir. Yüce Allah, muha-
cirler ile arkadaşlık sebebiyle ensarın kalplerinde bu arkadaş-
lığın doğurduğu sonuçlardan söz ederek şöyle buyurmaktadır:
“(Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve
mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve
rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberi’ne yardım
eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlar-
dır. Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönülle-
rine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç
edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı
içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret
içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.
İmanın Şubeleri 241

Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kur-


tuluşa erenlerdir.”137
Fakat sevgi ve arkadaşlık, bu kardeşlikten gözlenen eğitici
bir amaçtır. Burada “yanlarına hicret edenleri severler”
buyruğunu iyice okuyun. Bu, kendine tercihin önüne geçen
bir arkadaşlıktır. Kendine tercih ise bu arkadaşlığın bir sonu-
cuydu. Diğer taraftan Yüce Allah’ın burada muhacirleri na-
sıl doğrulukla, sadık olmakla nitelendirdiğine bakın. Ve nasıl
Yüce Allah’ın, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve
sadıklarla beraber olun”138 buyruğu ile doğrularla ve sa-
dıklarla arkadaş olmayı emrettiğine bir bakın.
“Beraber olmak” ve “sevmek” iki kelime olup bunları
şevk duyan bir kalp ile Kitap ve sünnette izleyecek olursanız,
-Allah’ın izniyle- sohbetin (arkadaşlığın) sırrını da açıkça gö-
rürsünüz.
Kardeşler arasında menfaat alışverişinin ve mü’minin, ara-
larındaki sevgi ve karşılıklı hizmet bağlarının sağlam olacağı
samimi bir arkadaşının bulunmasının Yüce Allah’ın Kitabı’nda
güçlü bir dayanağı bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyur-
maktadır: “Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur…
Kendi evlerinizden yemenizden de size bir vebal yok-
tur.” Ve nihayet “Ve dostlarınızın evlerinden yemek ye-
menizde de bir sakınca yoktur”139 buyurmaktadır. Böyle-
likle Yüce Allah, dost ve arkadaşın evinde yemek yemeyi kendi
evimizden ya da babalarımızın, yakınlarımızın ve akrabalarımı-
zın evlerinden yemek gibi değerlendirmektedir.
Bir ülfet, bir iç nitelik ve bir merhamet… İleride bu has-
letin, arzu edilen arkadaşlık dairesini yakın, daha yakın, salih

137 Haşr 59/8-9.


138 Tevbe 9/119.
139 Nûr 24/61.
242 Nebevî Yöntem

ve daha salih olmak üzere toplumun tamamını kuşatacak de-


recede genişleteceğini görmekteyiz.
Mü’min bir kimsenin sağlık ve hastalıkta görülecek bir
ihtiyacının bulunması hâlinde yakından görüp gözetecek
özel/samimi arkadaşının bulunması bir zorunluluktur. Çünkü
imanî kardeşlik bağı şeffaf bir rüya değildir. Aksine onun kesif
ve yeryüzü kaynaklı ihtiyaçları da bulunmaktadır. Bütün bun-
lar eğitici üsra içinde ve dışında, cemaate hizmet edecek ikili
ilişkilerin özel olarak şekillenmesinin gerekçeleridir. Böylelikle
bu iki ilişkiler, karşılıklı hizmet ve ihtiyaçların görülmesi sure-
tiyle cemaatin hareketini kolaylaştırıp daha az zaman ve daha
az güç harcanmasını sağlar.

Arkadaşlık (Sohbet) ve Hayır Arayışı


Davet maksadıyla gezi esnasında düzenlenecek çalışma-
nın ekseninde hayır ve salah ehli kimselerin ziyaret edilmesi-
nin yer alması gerekir. Çünkü bu, ümmetin bir sünnetidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına, nitelik-
lerini anlattığı Üveys el-Karanî’ye yetiştikleri takdirde ondan
hayır dilemelerini tavsiye etmiştir. Bu uzunca bir hadis olup
Müslim’in Fezâilu’s-Sahâbe bölümünde yer almaktadır.140
Buhârî, Alkame’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Şam’a
geldim, iki rekât namaz kıldım sonra da ‘Allah’ım! Bana salih
bir meclis arkadaşı nasip et’ dedim. Bir grup kimsenin yanı-
na gittim, yanlarına oturdum. Derken yaşlıca bir zat geldi ve
yanıma oturdu. ‘Bu kimdir?’ diye sordum. ‘Ebu’d-Derdâ’ de-
diler. Ben, ‘Allah’a bana salih bir meclis arkadaşı nasip etmesi
için dua ettim, seni bana nasip etti’ dedim.”141

140 Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 223; Ahmed bin Hanbel, I, 38.


141 Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe 20.
İmanın Şubeleri 243

Tirmizî de Hayseme bin Abdurrahman’nın şöyle dediğini


rivayet etmiştir: “Medine’ye geldim ve Allah’tan, bana salih bir
meclis arkadaşı nasip etmesini diledim. Bana Ebu Hureyre’yi
nasip etti. O, ‘Kimlerdensin?’ dedi. ‘Kufe’den geldim, hayır
bulmak istiyorum’ dedim.”142
İşte onların bulmak istedikleri hayır, hayırlı kimselerle kar-
şılaşmaktı. Bu karşılaşmalar, bu oturup kalkmalar, tabi olma-
lar ve arkadaşlık, bu ümmetin arasında kalmaya devam eden
bir hayırdır.

Halkla Arkadaşlık (Sohbet)


Allah’ın erlerinin, halkı uyandırmak, eğitmek ve hayır
sahipleri nezdinde hayır almak maksadıyla halkın arasına
girmek için gerekli hazırlıkları yapmaları gerekir. Allah’ın ya-
rattıklarından herhangi bir kişiyle, Allah’a çağıran, Allah hak-
kında onunla delile dayalı olarak konuşan, Allah için kendisini
sevmek ve sevdirmek isteyen, ona Allah’ı hatırlatan her bir
oturum ve her bir konum, mutlaka mübarek bir davranıştır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, davet uğrunda
çokça ve sürekli hareket eden biriydi. İbn Kayyim, Zâdu’l-
Meâd’da, Ebu’z-Zübeyr yoluyla Câbir’den nakledilen şu
rivayeti kaydetmektedir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem on yıl boyunca hac mevsiminde Mecenne’de ve
Ukaz’da kaldıkları yerlerde insanların arkasından gidiyor ve
“Kendisine cennetin verilmesi karşılığında Rabbimin
risaletlerini tebliğ edebilmem için bana kim eman
verir, kim beni barındırır, kim bana yardım eder?’ di-
yordu. Her yerde, her bir vesileyle ve hikmet dolu her bir
hoşluk ile insanların arkasından gitmek ve onlara ısrarla da-
vette bulunmak... İşte Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem’in ümmeti bu idi.”

142 Tirmizî, Menâkıb 38.


244 Nebevî Yöntem

Mü’min kimsenin, kendisini tevbe edip hayra davet et-


mek üzere insanlara gitmeye doğru iten imanî safa girmesi
sırasında kalbinde hissettiği rahmet duygusunu gereği gibi
düzenlemesi gerekir. Bu duygu gevşemeyecek şekilde düzen-
lenip koruma altına alınmalıdır. Mü’minin yeri ne olursa olsun,
insanların oturup kaktıkları yerler, toplantı kulüpleri ve toplan-
tı yerleridir. Onun, otobüste, okulda, bürosunda, atölyesinde,
komşusu ile çarşı pazarındaki bütün gidip gelmelerinde kar-
şısına çıkan herkese söyleyeceği bir sözü vardır: Onu Allah’a
çağırmak… O, fırsatların kendiliğinden doğmasını beklemez,
kendisi onları hazırlar, insanlara gider. Hiç usanmadan, güleç
bir yüzle, tatlı sözle ve güzel bir ahlâkla onların yanına gider.
Davetin kapısı sohbet (arkadaşlık)’tır. Sen, utanmayan
hak sözcüsü, insanlar kendisine geldiği takdirde asla asılma-
yan hayrın yüzü ol. Hatta insanlara giden sen ol. Hayır için
çalışan ol. Allah’ın olmanı sevdiği yerde bulun ve sevdiği ni-
telikte ol: “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Şüp-
hesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha
güzel sözlü kim olabilir!”143

Bu Hasletin Şubeleri
Bizler daha önceden de belirttiğimiz gibi imanın şubele-
rinden özetle söz edeceğiz. Bununla birlikte, Yüce Allah’tan
tahkikini ve basımını kolaylaştırmasını niyaz ettiğimiz Şuabu’l-
Îmân/ İmanın Şubeleri adlı eserimize başvurulabilir. Orada,
her bir şubeyi günahtan, hatadan korunmuş Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem’in sözlerine dayanarak açıkladık ve her bir
şubenin neye delil olduğunu ortaya koyacak şekilde etraflı ha-
dislere yer verdik.

143 Fussilet 41/33.


İmanın Şubeleri 245

Burada -Allah’ın izniyle- şubeleri, birden yetmiş yediye


kadar arz edeceğiz.

Birinci Şube: Allah’ı ve Rasûlü’nü Sevmek


Mü’min, Yüce Allah’ın velilerinin bulunduğunu bilir. Ge-
nel anlamıyla velilik, Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile geti-
rilen mü’minlerin veliliğidir: “Haberiniz olsun ki, Allah’ın
velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederlenecek de
değillerdir. Onlar iman edip takvalı davrananlardır.”144
Özel veliliği de Yüce Rabbimiz “O, rahmetini dilediği-
ne has kılar”145 buyruğunda dile getirmektedir.
Allah, velilerini sevdiği gibi, onlar da O’nu severler. Bu
sebeple mü’min de kendisine Allah’ın ve Rasûlü’nün sevgisini
öğretmeleri ve derece derece bu sevgide onu ilerletmeleri için
bunları sevmeye çalışır. Hayırlı kimseler ile sohbetin (arkadaş-
lığın), sana Allah’a giden yolu gösterip O’nu sana sevdirme-
sinden başka bir amacı olmaz. Sen, Yüce Allah’a farz ve nafi-
le amellerle yaklaşılacağını, sonunda Allah’ın kulu seveceğini,
böylelikle de O’nun işitmesi, görmesi, eli ve ayağı olacağını
bilip de imanın tadını alırsan sonra da birinci meselen Allah
oluncaya kadar O’na yakınlık esintilerini solur, amacın O’nun
rızası, sevgisi ve Rasûlü’nün sevgisi olursa, artık (aşmakla yü-
kümlü olduğun) o yokuşun zirvesine yaklaşmış olursun.
Allah’ı ve Rasûlü’nü, kendi öz canından, babasından ve
çocuğundan daha çok sevdiği noktaya ulaşmamış bir kimse,
o yokuşun tepesine yaklaşamaz. Buhârî ve başkalarının rivayet
ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Nefsim
elinde olana yemin ederim ki, beni kendi babasından ve

144 Yunus 10/62-63.


145 Âl-i İmrân 3/74.
246 Nebevî Yöntem

çocuklarından daha çok sevmedikçe hiçbiriniz iman


etmiş olmaz”146 buyurmuştur. Bazıları, mü’minlerin bu sev-
gi hakkındaki tabirlerini -efendilik makamında (seyyidimiz)
deme gibi görmesini- ele alıp tenkit etmektedir. Bu yaptıkla-
rıyla da sevgisi imanın şartı olan ve o olmadan imanın söz
konusu olmayacağı bir dereceye ulaşmış, yüce Rasûl’ün sev-
gisini neredeyse bize unutturmak istemektedirler.

İkinci Şube: Yüce Allah Yolunda Sevmek


Allah’a giden yolda sana yol göstericilik yapacak ve Yüce
Allah’ın örnekliği ve istikametleri ile yol alırken kalbini sağlam
bir şekilde tespit edecek yol arkadaşlarının da bulunması bir
zorunluluktur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Azîz ve Celîl Rab-
binden rivayetle şöyle buyurmaktadır: “Benim sevgim, be-
nim için birbirlerini sevenlere haktır. Benim sevgim,
benim için birbirlerine (hayır) tavsiye edenlere haktır.
Benim sevgim, benim için birbirlerine nasihat edenle-
re haktır. Benim sevgim, benim için birbirlerini ziya-
ret edenlere haktır. Benim sevgim, benim için karşılık
beklemeden birbirlerine verenlere haktır. Benim için
birbirlerini sevenler nurdan minberler üzerindedirler.
Konumları dolayısıyla nebiler, sıddıklar ve şehitler
onlara gıpta ederler.”147 Hadisi, Ahmed bin Hanbel, İbn
Hibbân ve Kuzâî, Ubâde bin es-Sâmit radıyallahu anh’tan ri-
vayet etmişlerdir.
İşte bu hadis, arkadaşlığın düsturu ve programıdır.

146 Buhârî, Îmân 8; Müslim, Îmân 70; Nesâî, Îmân 19; Ahmed bin Hanbel, III,
177.
147 Ahmed bin Hanbel, V, 229, 239, 328; İbn Hibbân, Sahîh, II, 388; Taberânî,
Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, III, 265; Hâkim, Müstedrek, IV, 187.
İmanın Şubeleri 247

Üçüncü Şube: Mü’minlerle Sohbet


Etmek ve Onlara İkramda Bulunmak
Hayırlı kimselerle sohbet etmek, onları ziyaret etmek, zi-
yaret edene ikramda bulunmak, muhterem ilim adamlarına,
salih zatlara, Ehl-i Beyt’e ve genel olarak bütün Müslümanla-
ra ikramda bulunup büyüklere saygı, küçüklere şefkat ve mer-
hamet göstermek… (Çünkü) İslâm toplumu bir kardeşlik ve
merhamet toplumudur. Bu kardeşliği her türlü ikram ve iyilik
muhtevası ile ifade eder. Bununla birlikte insanları da İslâm’a
olan hizmetlerine, İslâm’daki geçmişlerine ve Yüce Allah’tan
paylarına uygun olarak bulunmaları gereken yere yerleştirir.

Dördüncü Şube: Hz. Peygamber’in


Ahlâkına Uymak
Onun ahlâkı Kur’ân idi. Her bir hak sahibine hakkını ve-
rirdi. Sonra da bütün âlemlere hayır ve rahmet taşardı. Şemail
kitaplarındaki onun hâl ve hareketlerini iyi takip etmek, büyük-
küçük bütün işlerde onun sünnetine uymak gerekir. Çünkü
sadece sünnet bizim hayatımızı tevhid edip birleştirir. İbadet,
ahlâk, davranış ve üstün gayret sahibi olma durumlarındaki
bütün hâl ve hareketlerimiz hususunda tek bir örnek etrafında
bizi birleştirip toplar. Hiç şüphesiz Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in yolunda gitmeden Allah’a ulaşmaya imkân yok-
tur. Onun hakikati dışında bir akide yoktur. Allah’ın cennetine,
rızasına ve Allah’ı bilip tanımaya, zâhiren ve bâtınen ona tabi
olmanın dışında bir yol yoktur. İşte bütün bunlar -ona sahabî
olma fırsatını kaçırsak dahi- ona tabi olmaktaki doğruluk ve
samimiyetimizin kesin delilidir.
248 Nebevî Yöntem

Beşinci Şube: Evde Allah Rasûlü’ne Uymak


Evde bulunmak, evde güzel bir şekilde davranmak ve iliş-
kiler kurmak, mü’minin ayrıcalıklı olması gereken en önemli
hususlardan biridir. Şüphesiz ki bu, merhamet ve hikmet ge-
rektiren bir cihaddır. Özellikle fitne toplumundan İslâm toplu-
muna geçiş döneminde bu böyledir. Çünkü insanların çeşitli
gelenekleri ve meşrepleri vardır. Ev ise fitne dolu iletişim araç-
larıyla işgal edilmiş durumdadır. Ayrıca her bir hane halkının
da fitneleri vardır. O hâlde mü’min erkek ve kadının, aile
fertlerini, nefret ettirip uzaklaştıracak şekilde azarlamamaları
gerekir. Evdeki cihad bir davet, bir sabır ve bir sabra çağrı ci-
hadıdır. Mü’min erkek ve kadınlara tevbe ettikten sonra ihsan
ile davranmaları, aile fertlerini, azarlamaktan daha çok etkiler.

Yakın akrabalar, bu beraberlerinde bulunan erkek veya


kadının tevbe ettikten sonra birlikte alışageldiklerinden daha
alçakgönüllü, daha güzel huylu, daha geçimli ve sözüne daha
çok bağlı olduğunu görecek olurlarsa, hemen hemen davayı
sever, ona ısınırlar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de
ailesini idare etmede özel bir siyaset takip ederdi. Çocuklara
karşı yumuşak ve latifti. Onları gözetir ve onlara hizmette
bulunurdu.

Altıncı Şube: Anne-Babaya, Akrabaya


ve Arkadaşa İyilik Yapmak
Mü’minler arasından tevbe ettiği zaman kendisine yu-
muşak davranmayı gösterecek bir mürşid bulamayanlar olur.
Onun gafletler içerisinde yüzen ya da ancak Allah’ın bildiği
helâk edici günahları bulunan anne-babası ve akrabaları var-
sa, erkek ya da kız çocuk da anne-babaya ve akrabaya savaş
ilan ederse, şüphesiz ki davet, insanlara İslâm’ın bir rahmet,
İmanın Şubeleri 249

bir temizlik ve bütün insanlık için bir barış olduğunu tebliğ


etme fırsatını kaybetmiş olur.
Belli bir mürşidi (yol göstericisi) olmaksızın tevbe eden bir
kimse, sadece kitaplarda okuduğu şekilde annesinin ve baba-
sının sünnete bağlı olmadıklarını gördüğü için anne-babaya
karşı gelmek gibi büyük bir günah işler.
Şunu bilelim ki, toplumumuz fitneye maruzdur. İslâm’ın
binasını yeniden kurmadan cahiliyeden etkilenmiş ve cahilî
değerler üzerinde kurulmuş toplum ve aile düzeninden ve tüm
insanlardan dosdoğru yolda yürümelerini isteme imkânımız
yoktur.
Yüce Allah buyuruyor ki: “Biz insana anne-babasını
tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlük üstüne güçsüzlük-
le taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur.
‘Bana ve anne-babana şükret, dönüş yalnız banadır’
dedik. Onlar bilmediği şeyi bana ortak koşmak için
seni zorlarlarsa sen onlara itaat etme. Bununla bera-
ber dünyada onlarla iyi geçin ve sen, bana dönenlerin
yoluna uy.”148
Buhârî ve Müslim’de yer alan Cüreyc kıssasına149 bir bak.
O, annesinin ihtiyacını karşılamaktansa namazına öncelik
vermişti. Bu olay bize, kıldığı birkaç rekât namazın, kendisi-
ne iyilik yapmakla emrolunduğumuz kişilere iyilik yapmamıza
gerek bırakmayacak bir amel olduğunu zanneden abidin ken-
disini üstün gören edası ile anne-babamıza karşı gelmemek
ve akrabalarımızla ilişkiyi kesmemek hususunda bizim için bir
öğüttür.

148 Lokmân 31/14-15.


149 Bk. Buhârî, Mezâlim 35, Ehâdîsu’l-Enbiyâ 48; Müslim, Birr 8.
250 Nebevî Yöntem

Anne-babanın en ileri derece sapık olacakları hâl, oğul-


larını ve kızlarını yol olarak tuttukları küfre uymaya çağırma-
larıdır. Bu durumda bile Allah onlara karşı kötü davranma-
yı emretmemiştir. Bize verdiği emir, onlarla güzel bir şekilde
geçinmek ve ilişkiyi sürdürmekle birlikte küfrü reddetmekten
ibarettir. Kendisine göre bid’at ya da masiyet olan bir hu-
susta Müslüman anne-babasına karşı gelen kişi hakkında ne
düşünülür? Çünkü Yüce Allah “Ve sen, bana dönenlerin
yanına uy” buyurmaktadır. O hâlde kendisine uyulan eğiti-
cinin, -Yüce Allah’ın hayırlı kimselerle arkadaşlık etmek için
her fırsatta bize hitap ettiğini düşünerek- yumuşak bir şekilde
aileler arasındaki yenileme hareketini yönlendirmesi gerekir.
Bu hareketten kasıt ise, insanlara İslâm’ı sevdirmek ve yeni
yetişenleri anne-babasına karşı gelme günahına maruz bırak-
mamak olmalıdır. Şayet anne saliha bir kadın ise şeriat koyu-
cunun göz önünde bulundurması gereken faydalı ilk sohbet
ve arkadaşlık onunla olmalıdır. Çünkü Buhârî ve Müslim’in
rivayet ettiklerine göre bir adam, “İnsanlar arasında kendisiy-
le güzel sohbet etmemi en çok hak eden kimdir?” diye sorun-
ca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Annendir. Son-
ra yine annendir. Sonra yine annendir. Sonra baban
sonra sana yakın olanlar sırasıyla gelir”150 buyurmuştur.
Elbette ki bu durum, bu kimselerin salih kimseler olmaları
hâlinde böyledir. Hayırlı kimselerle sohbet ve arkadaşlık ise
her durumda asıl itimat olunacak husustur.
Gençlere akrabalık bağlarını ve yakınları gözetmeyi öğ-
retmeliyiz.

150 Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1, 2.


İmanın Şubeleri 251

Yedinci Şube: İslâmî Adap ve


Hukuka Uygun Evlilik
Toplumsal istikrar, evlenme ve çocuk sahibi olmakla
mümkün olur. Bir evin sorumluluğunu taşımak ise erkekle-
rin doğru yolda yürümelerinin en önemli yardımcı unsurudur.
Buhârî ve Müslim’in Abdullah bin Mes’ûd radıyallahu anh’tan
rivayet ettikleri bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem gençlere şöyle hitap etmiştir: “Ey gençler toplu-
luğu! Sizden evlenebilecek durumda olanlar evlensin.
Çünkü evlilik, gözü haramdan daha çok korur. İnsa-
nı hayâsızlıklardan daha çok himaye eder. Evlenecek
imkânı olmayanlar ise oruç tutmaya baksın. Çünkü
oruç, onu (şehveti) keser.”151
Dinine bağlı bir eş seçmekte ve eşleri dindar ve güzel
ahlâk sahibi olanlar arasından seçmekte İslâm’ın izlediği yollar
vardır. Tevbe etmeleri umulanlarla mü’min erkek ve kadınları
evlendirmek suretiyle davayı yayma yollarını aramaya gerek
yoktur. Çünkü böyle bir tercih gençlerimizin geleceğini karar-
tır. O hâlde hoş ve temiz erkekleri, hoş ve temiz kadınlara ait
kılmak suretiyle tertemiz bir toplum kurmak üzere çabalarımı-
za odaklaştırmamız ve İslâmî kesimleri evlilik ile birbirlerine
yakınlaştırmaya çalışmamız gerekir.
Düğünlerimiz, davaya ve davete elverişli ve bunları ya-
parken İslâm’ın yolu ve sünnetlerini uygulamaya uygun ol-
malıdır. Bu maksatla, aile ile güzel bir diyaloga girerek, yüksek
mehirler isteme, fazla harcamalar talep etme, eşya ve mef-
ruşatta aşırıya gitme ve koşulan şartlarla evliliğe talip olanın
belini kırma eğilimine karşı onları yumuşatmak da zorunludur.

151 Buhârî, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1-3.


252 Nebevî Yöntem

Diğer taraftan genç erkek ve kızlarımız, evlilik geçimle-


rinde Allah’ın emrini uygulama hususunda Allah’a karşı tak-
valı olmalıdırlar. Çünkü şüphesiz tabiatlar, mü’min erkeklerle
mü’min kadınlar arasında dahi birbirlerinden nefret edebilir,
uzaklaşabilir. Terbiye ve davetin etkileri ailenin eğitim ve birbi-
riyle geçinme hâllerinde değil, mü’min eşlerin ahlâklarında ya
da özellikle evliliklerinin ilk zamanlarında karşı karşı kalınan
sert ve asabi durumlara karşı sabretmelerinde ortaya çıkar.

Sekizinci Şube: Kivamet ve Koruyuculuk


Yüce Allah, eşlerin görevinden şu âyette birlikte söz et-
mektedir: “Erkekler, kadınlar üzerinde yönetici ve ko-
ruyucudurlar. Bu, Allah’ın bazılarına üstün kılmış ola-
sından ve erkeklerin, mallarından infak etmelerinden
dolayı böyledir. İyi kadınlar, itaatli olanlar ve Allah’ın
korumasıyla kendileri de gizli olanı koruyanlardır.”152
Buna göre erkekler, geçindirmekle yükümlü oldukla-
rından sorumludurlar. Onları eğitir, yedirir, giydirir, himaye
ederler. Yakıtı insanlarla taşlar olan bir ateşten, onları imana
yönlendirerek korurlar. Kadın da kocasının gıyabında hakkını
korur, arkasını dönüp gittiği zaman da koruması gereken ne
varsa onu himaye eder. Böylelikle kocası, arkasından belini
kıracak ayıbın çıkmasından yana emin olarak cihadına gider.
Allah’ın erleri çeşitli birlikler hâlindedir. Bir kısmı bütün cephe-
lerde cihada gider. Bazıları için de Yüce Allah, öndeki cepheyi
yani geleceği hazırlama cephesini özellikle tahsis etmiştir. Bu,
fitneye kapılmış toplumun ortasındaki fıtratı koruma cephesi-
dir. Böylelikle Yüce Allah’ın İslâm için vaat ettiği yarının nesil-
leri ortaya çıksın.

152 Nisâ 4/34.


İmanın Şubeleri 253

Kadınlarımızın, erkeğin görevinden daha ağır bir görevi


vardır. Çünkü aramızda kadınlar topluluğu bir taraftan çürü-
müş gelenekleri, diğer taraftan bizi istila eden yaşantıyı bir ara-
da yürütmektedir. Kültürlü kadınlarımız -genel olarak- cahilî
açıklık-şaçıklık kafilesinden geri kaldıkları duygusuna sahip
oldukları için benzerleri olan erkeklerden daha ileri derecede
çözülmüş ve kendilerini bu çözülüşe kaptırmışlardır. Şüphesiz
halk arasında bulunan çeşitli hurafelerin kaynağı olan sefalet,
bilgisizlik, zulüm, aradan geçen uzun zamanda varlıklı ailele-
rin durumuna hayranlık ve savurganlık alışkanlıklarında onla-
rı taklit etmek, şüphesiz kadınları tesettüre, edep ve hayâya ve
takvaya, diğer kadınların düşmanlıkları gibi hatta daha da ileri
derecede düşmanlığa itecek durumdadır.
Fakat miras olarak aldığımız İslâm fıtratı, hâlâ fitnenin kül-
leri arasında yanmaya devam etmektedir. Bu nedenle kadın-
lar kendilerini düzeltecek yolu izleyecek olurlarsa yeni İslâm
toplumunun kurulmasında en sağlam esası teşkil ederler.
O hâlde mü’min kadınların, cephelerinin neresi olduğunu
bilmeleri gerekir.
Davet erlerinin, İslâm devletinin kuruluşundan önce ve
sonra kadının sefaletine, mahrumiyetine ve mazlumiyetine
karşı gerekli adalet ve insafı sağlamayı, bütün önceliklerin
önüne geçirmeleri gerekir.

Dokuzuncu Şube: Komşuya ve Misafire İkram

Bu hasletin şubelerini saymakta ilerledikçe sohbet


(arkadaşlık) ve cemaat mefhumu da genişlemektedir. Bize
şahdamarımızdan daha yakın olan Yüce Allah’ın sevgisi
ve O’nun da bizim de sevgilimiz Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’in sevgisi, Yüce Allah’ın velilerine ve onun
ümmetinden hayırlı olanlara, anne-babaya ve akrabaya,
254 Nebevî Yöntem

kocaya ve hanıma, oradan da yakın komşuya ve gelip geçen


misafire kadar genişlemektedir.

İşte bu şekilde davet, mü’min ile Yaratıcı’sını birbirine


bağlayan bir rahmet olmakta sonra taşarak Allah’ın
ve Rasûlü’nün, kendilerini sevmeyi, kendilerine ikram
etmeyi, kendileriyle güzel geçinmeyi emrettiği kimseleri de
kapsamaktadır. Böylelikle Yüce Allah’ın sevgisinin nuru
üzerinde İslâm toplumunun çekirdeği ve kardeşliği oluşup
gelişmektedir.
İslâm toplumu, Müslümanlar arasındaki güzel komşuluk
ilişkileriyle ayrıcalıklı bir toplumdur. Cahilî tarzda bencil aileler-
den oluşmuş tüketim toplumlarının en önemli şikâyetlerinden
biri de artık insanların birbirleriyle ilgilenmeyen, birbirlerini
önemsemeyen, birbirleriyle konuşmayan ve birbirlerini tanıma-
yan bir hâle gelmiş olmalarıdır. Bir araya getirip toplayan İslâm
kardeşliği bağı ise aileleri birbirlerine şeriatın tespit edip teşvik
ettiği birtakım haklarla yakınlaştırıp bağlamaktadır. Buhârî ve
Müslim’in Hz. Âişe’den naklettikleri bir rivayete göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem “Cebrail, bana komşuyu o kadar
çok tavsiye etti ki, sonunda komşuyu komşuya mirasçı
kılacak diye düşündüm”153 buyurmuştur.
Misafire ikramda bulunmak, hizmet etmek ve güzel bir
şekilde sohbet etmek suretiyle ona ikram ise davetin bir özel-
liğidir ve davet edebinin en önemlilerindendir. Mü’minlerin
evleri, davetlerin kaleleri ve karakollarıdır. Bu sebeple mü’min
erkeklerle kadınların dışarıdan geleceklere evlerini açmaları
gerekir. Davetçilerin bu hususta örneklik teşkil etmeleri görev-
leridir. Mü’minlere ve gelen misafirlere evinin ve kalbinin ka-
pısını açmayan, onlara güleryüz göstermeyen bir kimse hakiki
bir davetçi olamaz.

153 Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, 141.


İmanın Şubeleri 255

İnsanların alışageldiklere türden tekellüfe gerek yoktur.


Mü’minler arasında böyle bir tekellüf devam edecek veya
mü’min hanım evine bir erkek ya da bir kadın misafir gelip
de tekellüf ve tüketim toplumunun merasimlerini gerçekleşti-
rememekten utanacak olursa, bu durumda davet meselesi o
evde doğru şekilde yürümüyor demektir.

Onuncu Şube: Müslümanların Haklarına


Riayet Etmek ve İnsanların Arasını Düzeltmek
Yüce Allah, mü’minlere birbirlerini veli (dost) edinmele-
rini, birbirlerine yardımcı ve destek olmalarını farz kılmıştır.
Şüphesiz İslâm’ın yenilenmesi ve İslâm halifeliğinin kurul-
ması, Allah’ın erleri için meşakatli bir yolculuktur. Birbirle-
rini destekleyen ve bir araya gelmiş olan şer güçleri onlara
karşı durmaktadır. Mü’minlerin izlemeleri gereken yol ise, el
ele ilerleyip bâtılın güçlerine karşı çıkmaktır. Allah’ın erlerinin
Müslümanlara rahmet elini uzatmaları ve halka, halkın üzüntü
ve kederlerini taşıdıklarını, halkın haklarına riayet ettiklerini
dillendirmeleri, İslâmî çözümün programının da adalet, rah-
met, şeref ve haysiyet topluluğu kurmak olduğunu gösterme-
leri görevleridir.
Bütün yapı düzeyinde Allah’ın erleri arasında kardeşliğin
gerekli yükümlülükleri yaygınlaştırılır. Birbirlerine ikramda bu-
lunur ve saygı gösterirler. Aralarını ıslah edip düzeltirler. Fa-
sıklık ya da akideyi yaralayan bir bid’at olmadığı sürece veya
cemaatin emanetlerine hainlik olmadıkça insanların kusurla-
rını örterler.
Daveti kemale erdiren hususlardan biri de Müslümanla-
rı sevindirmek, onların sıkıntılarını gidermek, müstekbirlerin
onların üzerindeki baskı ve zulümlerini geriletmektir. Nihayet
davet ve devlet mü’minlerin elinde toplanacak olursa, işte bu
256 Nebevî Yöntem

şubenin anlamı da Müslümanın değerini bulduğu ve insanın


değer kazandığı bir toplum kurmak demek olur.

On Birinci Şube: Birr (İyilik) ve Güzel Ahlâk


Mü’minlerden bazılarının kötü ahlâkı (huyu) ve kızgınlık
karakteri, onlarda baskın olması nedeniyle imanı eksiltebil-
mektedir. O kadar ki, böylelerinin bu şubeden herhangi bir
paylarının olduğu görülemez. Gelip geçici kızdırıcı bir hâl ya
da gelip geçici bir üzüntü sebebiyle kötü bir huyun tedavisi
mümkündür. Fakat başkalarıyla geçinemeyecek kadar sert ta-
biatlı kimsenin tedavisi, yapılanmadan kenarda tutulmasıdır.
Çünkü nefsî istikrar cemaatin yapısında temel bir şarttır. Hızlı
tepkinin baskın etkisi altında kalan her bir unsur, mü’minlerin
tedirgin olmalarına sebep olur ve o, yola devam etmekten
alıkoyup uzaklaştıran biri olur. Mü’minler iyi kimselerdir (eb-
rar). Birr ise güzel ahlâk demektir. Buna göre, sahip olduğu
herhangi bir hayırla desteği alınabilecek durumda olmayan
kimse de hesaba katılamaz.
Mü’minin genel özelliklerinde bu şubenin bulunmaması
onun üyeliğe ehil olma özelliğini kaldırır. Çünkü kötü huylu ve
asabi tepkiler gösteren kimselerle sohbet (arkadaşlık) olmaz.
Bu iki olumsuz özellik varsa da bu hasletin bütün şubeleri or-
tada olmaz.
İKİNCİ HASLET
ZİKİR

Terbiye olarark Zikir


İmanın bulunduğu yer, şubelerinin birbirleriyle kavuştuğu
nokta ve iman nurunun kaynağı olan kalbi temizleyen ilahî
kimya, deva ve ilaç Allah’ı zikretmektir.
Yüce Allah, “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak
Allah’ı anmakla huzur bulur”154 buyurmaktadır. Kalpler,
ancak Allah’ı zikretmek, O’nun nimetleri üzerinde düşün-
mek, rahmetinin sağanak sağanak yağmasını istemek, O’na
müracaat edip seslenmek ve kusurlarımızdan dolayı O’ndan
özür dileyip günahlardan mağfiret dilemekle canlanır. Nihayet
mü’minin bütün meselesi Allah olur. Hâkim’in Müstedrek’te
İbn Mes’ûd’dan rivayet ettiği hadise göre, Rasûlullah sallalla-
hu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Meselesi Allah’tan
başkası olduğu hâlde sabaha çıkan kimsenin Allah’la
alakası kalmaz. Müslümanların işleriyle dertlenme-
den sabaha çıkan kimse onlardan değildir. Zorlanma-
dan kendi isteğiyle kendisini alçaltan kimse benden
değildir.”155

154 Ra‘d 13/28.


155 Hâkim, Müstedrek, IV, 356.
258 Nebevî Yöntem

Ümmetin pek ağır olan derdini ancak bütün meselesi


Allah olan, amacı Allah’ın rızası olan ve böylelikle zorluklar
gözünde küçülüp sevdiği uğrunda ölümü önemsiz sayan kim-
seler taşıyabilir.

Allah’ın Kitabı ve Âlemin Hezeyanı


Âlem, Allah’ın dışındaki her şeydir. Günümüz âlemiyle,
cahiliye, cahiliyenin cehennemi, kültürü, onun haberleşme ve
iletişim araçları hegemonyasını kurmuş bulunuyor. Neredey-
se Allah’ın zikrini duymuyorsun. Çevreni saran insanlar gaflet
içerisinde oyalanmakta, değersiz işlerle uğraşmaktadırlar. On-
lar oyun, eğlence, şüphe, inkâr ve Allah’tan gaflet içerisinde
dünya hayatının içine gömülmüşlerdir.
Âlemin hezeyanı lanetlenmiştir. Yani insanlar, Allah’tan
uzaklaştırıldıkça uzaklaştırılmış durumdadırlar. Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Dünya lanet-
lenmiştir, dünyadaki her şey de. Allah’ı zikretmek ve
O’nun durumunda olan işler ile âlim ve ilim öğrenen
müstesna, her şey lanetlenmiştir.”156 Hadisi İbn Mâce ve
Taberânî, hasen bir isnadla rivayet etmişlerdir.
Allah’ın Kitabı, O’nun sapsağlam ipidir. O, hikmet dolu
zikirdir. Buna göre Allah erinin eğitiminin odak noktası bu
ipe sımsıkı sarılmaktır. Bu sağlam kulpa sımsıkı yapışan kim-
se kurtulur. Diğer taraftan âlemin hezeyanından kurtulduktan
sonra kalbin içinde Allah sevgisi yer eder ve sonunda Kur’ân
sevgisi bizim ahlâkımız ve yol göstericimiz olur.
Allah erinin yapılanmasında Kur’ân, ilmin eksenini teş-
kil eder. Kur’ân’ın incelenmesi ve anlaşılması bizi cahiliyenin
hezeyanlarından, felsefesinden ve ideolojik teorilerinden kur-
taracak İslâmî düşüncenin hazırlanması gibi Allah’ın zikri sayı-
lan hususları da temel hedef olarak belirler.

156 İbn Mâce, Zühd 3; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsad, IV, 235-236.


İmanın Şubeleri 259

İslâm devletinin kurulmasından sonra Kur’ân-ı Kerim,


Kur’ânî ilimler ve Kur’ân’dan yayılan hikmetler, kültürün,
öğretimin ve haberleşmenin temel muhtevasını teşkil eder.
Böylelikle toplumun tamamı Kur’ân’ın boyasıyla ve Allah’ın
boyasıyla boyanmış olur. Hem boyası Allah’tan daha güzel
kim vardır? Günümüzde cahiliye mensuplarının bizi oldukça
geride bıraktığı kâinat bilimleri de Kur’ân’ın nuruyla aydınla-
nan, onun hedeflerine hizmet eden bilimler olur.
Kur’ân, iradeyi eğiten bir zikirdir. Kur’ân, yapılanmanın
ilişkilerini disiplin altına alan bir şeriattır. Kur’ân yönetim, ilim
ve dünyayı değiştirmenin düsturudur/anayasasıdır.
İslâm’dan önceki hezeyanlar olan cahilî materyalist dü-
şünce felsefeleri ve ideolojik nazariyelerden Kur’ân’ın diline
yani dilin, kalbin ve imanın diline geçmek gerekir.

Esaslar
Merhum Hasan el-Bennâ’nın öngördüğü esaslardan biri
şudur: “Kur’ân ve hak sünnet, İslâm’ın hükümlerinin bilinme-
sinde her Müslümanın başvuru kaynağıdır. Kur’ân herhangi
bir zorlama ve aşırılığa kaçmadan Arap dilinin kurallarına uy-
gun olarak anlaşılır. Hak sünnetin anlaşılmasında ise kendile-
rine güvenilen (sika) hadis âlimlerine başvurulur.”
Yine Hasan el-Bennâ’nın esaslarından biri de şudur: “Sa-
mimi imanın, sahih ibadetin ve mücahedenin bir nuru ve bir
lezzeti vardır ki, Allah bunu kullarından dilediği kimselerin kal-
bine bırakır. Fakat ilham, havatır (kalbe doğan düşünceler),
keşif ve rüyalar, şer’î hükümlerin delillerinden değildir ve bun-
lar, ancak dinin hüküm ve naslarıyla çatışmamaları şartıyla
muteberdir.”
Yine onun belirlediği bir esas da şudur: “Kabir ziyareti, ne
olursa olsun, ilgili rivayetlerde tespit edilmiş şekliyle sünnettir,
260 Nebevî Yöntem

meşrudur. Fakat kabirdekilerden -kim olurlarsa olsunlar- yar-


dım dilemek, bu maksatla onlara seslenmek, onlardan ihti-
yaçların görülmesini istemek, yakın ya da uzak olsunlar on-
lara adaklarda bulunmak, kabirleri üzerine yüksekçe binalar
yapıp onları örtmek, kabirleri aydınlatmak, onlara el sürmek,
Allah’tan başkasının adına yemin etmek ve bunlara katılabi-
lecek büyük çaptaki bid’atlerle savaşmak gerekir. Bizler ucu
kötülüğe çıkan bu yolları kapatmak için (seddi zerai) bu gibi
amelleri herhangi bir şekilde de tevil etmeyiz.”
Öngördüğü esaslardan biri de şudur: “Akide, amelin te-
melini teşkil eder. Kalbin ameli, azanın amelinden önemlidir.
Her ikisinde de kemali elde etmek, her ikisini istemenin mer-
tebeleri farklı olsa da şer’an istenen bir husustur.”

Kemali istemek
Hasan el-Bennâ’nın işaret ettiği nur, lezzet, ilham, keşif ve
salih rüyalar, Allah’ın, zikreden ve hak yolu izleyen mü’min
kullarından dilediği kimselere özel bir bağışıdır. Bütün bunla-
rın vardıkları son nokta ise Allah’ın veli kulları için hâsıl olan
en büyük fetihtir. Allah’ın velileri ise derece derecedirler. Fetih
de derece derecedir. Bu alanda sözü, evliyanın ileri gelenle-
rinden biri olan Şeyh Abdülkâdir Geylânî’ye bırakalım.
Geylânî, kendilerine fetih nasip olanların hâlini anlatırken
şunları söylemektedir: “İmanı güçlenen ve yakini sağlamlaşan
kimse, Yüce Allah’ın kıyametle ilgili haber verdiği hususların
tamamını kalbiyle görür. Cenneti, cehennemi, onlarda olanla-
rı görür. Suru, sur ile görevli olan meleği görür. Eşyayı olduğu
gibi görür. Dünyayı, dünyanın zevalini, dünyadakilerin dev-
let ve güçlerinin tersyüz olmasını görür. İnsanları yürüyen
kabirlermiş gibi görür. Kabirlerden geçince kabirdeki azabı
ve nimeti hisseder. Kıyameti ve kıyamette gerçekleşecek
İmanın Şubeleri 261

olan kabirlerden kalkıp hesap için durdurulmayı görür. Yüce


Allah’ın rahmetini ve azabını görür.”157
Bu ümmete mensup olan ve Yüce Allah’ın, onun kalbi-
ne açtıklarını anlatan mü’minlerden birinin sözlerini dinlemek
için bu kitaba başvurabilirsiniz. Fakat işi karıştırmamak ve
yanlış anlamamak gerekir. Çünkü fetih, Yüce Allah’ın kalpte
açtığı bir duyu ile gerçekleşen kalbî bir görüştür. Bütün bunları
bir yağ parçası olan baş gözü ile göreceğini kimse savunmasın.
Allah bize de size de fetih nasip etsin.
Şeyh Yusuf el-Kandehlevî’nin Hayâtu’s-Sahâbe adlı
eserine başvuracak olursak, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in ashabına nasip olan fetihleri görürüz. Biz, zaman
itibariyle sonradan gelmiş bir kişinin tanıklığını kaydederek
Yüce Allah’tan şahıslarımızın kemâlini istemek için gayretleri-
mizin uyanmasını ümit ettik.
Doğru yolda yürüyen bir mü’min, eğer kendisini zor yol-
lardan yürütecek bir mürşidi bulacak olursa ne kendi nefsi
adına ne de keramet göstermek kastıyla Allah’tan fetih ister.
O, Allah’tan, kendisine mağfiret etmesini ve yakınlık dere-
celerine yükseltip kendisine imanın ve ihsanın kemâlini ver-
mesi ister. Ancak şüphesiz fetih bir keramettir. Allah’a giden
yolda dosdoğru yürümek ise bu yolun yolcularının isteğidir.
Hasan el-Bennâ, şekil itibariyle bazı hâllerde şeytanî teza-
hürlere benzeyen keşif ve diğer nuranî görünüşlere itimat
etmenin kaygan zeminlerinden sakındırmıştır. Çünkü bilme-
yen bir kimse, Rahman’ın velileriyle, şeytanın velileri arasın-
daki farkı ayıramaz.

157 el-Fethu’r-Rabbânî, s. 93.


262 Nebevî Yöntem

Virdler
Bu ümmetin salihleri, “Virdi olmayanın vaidi olmaz” der-
ler. Vaid ise, başka aykırı hususlardan uzaklaşıp kendilerini
Allah’ı çokça anmaya veren ve teheccüd kılanların kalbine
Yüce Allah’ın bıraktığı iman artışıdır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in virdleri, hizble-
ri (Kur’ân’dan okuduğu bölümleri) ve günlük hayır türünden
yaptıkları nafileleri vardı ki, o, bunları yapmadan uyumazdı.158
Allah erinin de virdleri yani bu hasletin bütün şubelerin-
den devamlı yaptığı amelleri bulunur. Kimisi az, kimisi çok
yapar. Yavaş yavaş imanın güçlenmesine doğru gidilir ve artık
Allah’ı anmak kaçınılmaz bir gıda olur. Bu hoş sözle (“Lâ ilahe
illallah”la) ve O’nu anmakla dil sürekli nemli olur.
Allah’ın anılması hususunda kardeşlerin birbirlerine tav-
siyede bulunup birbirleriyle yarışmalarında bir sakınca görül-
mez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından sayıları
sınırlandırılmış bulunan zikir ve ibadetleri aşmaya da imkân
yoktur. Tercih hakkını bize bıraktığı ya da çok yapmamız için
bizi teşvik ettiği hususlarda ise biz de çoğaltırız.
Sayıyı belirlemek ve bunu tedrici bir şekilde yükseltmek,
yorgun düşen ve tembellik eden nefisler için izlenen bir poli-
tikadır. Bazı kimseler, kendisi için belirli miktardaki nafile zikir
ve dualar ile Kur’ân’dan belirli bir miktarı tayin etmeyi ya da
başkası tarafından kendisi için tayin edilmesini tenkit ederek
bunu şeriat koyucunun önüne geçmek olarak değerlendirir.
Hâlbuki bu ancak bir siyasettir. Sakıncalı olan, herhangi bir
kimsenin sayısı nas ile tespit edilmiş hususlarda Allah’ın ve
Rasûlü’nün önüne geçmesidir. Mekruh olan da sünnetin çer-
çevesinin dışına çıkmaktır. Kur’ân-ı Kerim’i bir aydan daha

158 Bk. Hayâtu’s-Sahâbe.


İmanın Şubeleri 263

fazla bir sürede ya da üç günden daha kısa bir zamanda hat-


metmek gibi... Bizim yolumuz ise herhangi bir kimseye bir
vird sınırlandırmamak şeklindedir.
Virdin bir sınırı ve devam edilmesi öngörülen bir süresi
vardır. Bunun Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ha-
disleri arasında dayanağı, Buhârî ve Müslim’in Hz. Âişe’den
rivayet ettikleri şu hadistir: “Allah’ın en çok sevdiği amel,
az da olsa devamlı olandır.”159 Devamlı olanın anlamı ise
ibadetin sayısal olarak günlük tekrar edilmesidir. İşte virdin
manası budur.
Virdin dışında kalan vaktin tamamının zikir ile geçirileceği-
nin dayanağı da Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve İbn Mâce’nin
rivayet ettikleri şu hadistir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, Yüce Allah’ı, zamanının tamamında zikrederdi.”160
Yine bir diğer dayanağı İbn Hibbân, İbnu’s-Sünnî, Taberânî
ve Beyhakî’nin Muâz radıyallahu anh’dan naklettikleri şu ha-
distir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allah’ın en sevdiği amel, Allah’ın zikriyle dilin nemli
iken ölmendir.”161
“Lâ ilahe illallah,” iman şubelerinin en yükseğidir. Hak-
kı isteyen, Allah’ı dileyen ve O’na giden yolu izleyen ise bu
hususta kendi kendine samimiyetle öğüt veren (faydalı olan),
Allah’ın ve Rasûlü’nün tavsiyesini öğüt alarak o güzel ve hoş
sözü bütün hâllerinde, dilinde ve kalbinde zikreden kimsedir.
Ta ki Allah da onu sevsin.

159 Buhârî, Rikâk 18; Müslim, Müsâfirîn 218.


160 Müslim, Hayz 117; Ebu Davud, Tahâre 9; Tirmizî, Daavât 9; İbn Mâce,
Tahâre 11.
161 İbn Hibbân, Sahîh, III, 99; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XX, 93, 106, 107;
İbnu’s-Sünnî, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle, s. 11; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, I, 393.
264 Nebevî Yöntem

Yapılanma Açısından Zikir


Allah’ı zikretmenin amacı, Allah’a ibadeti, bize emrettiği
şekilde yerine getirmek suretiyle Allah’ı veli edinmemizdir. Ta
ki O, bize vaat ettiği gibi rahmetiyle bizi veli edinsin.
Bu bakımdan zikir yalnızca kalplerdeki bir sesleniş, dil
üzerindeki birtakım sözler ve mü’minin tazim ederek yaptı-
ğı görünüşteki belli ibadetler değildir. Aksine zikir, namazda,
Allah’ın huzurunda saf durarak Allah’ın erlerinin ubudiyet
şekillerini eda etmek için öne geçmesi sonra Allah ile olan
ilişkilerinde, yönetimin mü’minlerin eline geleceği günde şeri-
atını uygulamaya hazırlanmak için ilişkilerinde ve yönetimin,
siyasetin, iktisadın bütün alanlarında, toplumun şeklinde,
toplumdaki adalet ve kültürde ve cihadın tamamında Allah’ın
egemenliğinin yaygınlaşmasıdır.

Velayet Allah’a mahsustur


(Yanlız Allah, Veli ve Dost Edinilir)
Allah’ın erleri, gaflet hâlinden ve âlemin hezeyanından,
bütün hareketlerinde, önemli her bir konum karşısında ve
her amellerinde zikir hâline geçerler. Allah’ın eri, niyetlerini
tashih eder ve ortaya birtakım sorular atar. Bu sorulara zikre-
denlerin vereceği şekilde cevap verilir. “Biz kimiz?” sorusuna
karşı mü’minlerin cevabı, “Biz Allah’ın erleriyiz” şeklindedir.
Velâ ile ilgili sorunun cevabı “Velamız Allah’a aittir” şeklinde-
dir. Gayeye dair sorunun cevabı “Allah’ın rızası”dır. “Önder
ve lider kimdir?” sorusunun cevabı, “Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’dir.” “Hâkim (egemen) kimdir?” sorusunun
cevabı “Allah”tır. “Yönetimin anayasısı” ilgili sorunun ceva-
bı “Kitabullah”tır. Yol ile ilgili sorunun cevabı, “Allah yolunda
cihad”dır. Hazırlığımızın ne olduğuyla ilgili sorunun cevabı da
“Allah yolunda ölmek”tir.
İmanın Şubeleri 265

İşte bu, yere bağlı siyasal birliktelik ve yapılanma ile ilgili


anlamlardan Allah’a, Rasûlü’ne ve Kitabı’na mensubiyet an-
lamlarına toplumsal ve toplu bir geçiştir.
Ulusalcılık, particilik, ideolojiler, taassuplar ve yeryüzü
menşeli değerlere bağlılıklar (velâlar) girdabında Müslüman-
ların kimliği kayboldu.
Allah’ın erleri için Allah’ı anmak, gafil ve sıradan bağları
yeniden şekillendirerek bunlarla kendi aralarında imanın ma-
nalarını yaygınlaştırmaktır. Siyasal olarak eğitim, ahlâklanma,
ekonomi, şuur, yaşayış ve Yüce Allah’a ibadet olarak, tama-
men İslâm toplumuna bunu yansıtmaları için bir hazırlık ola-
rak bunu gerçekleştirirler.
Kendi aramızda iman kimliğini yeniden elde etmek için
toplu bir geçiş zorunludur. Böylelikle Allah ile aziz olmak ve
O’na güvenip dayanmak, Rasûlü’ne tabi olmanın nuru ve
Kitabı’nın öngördüğü şeriatın hakkı ile bâtılın kimliği karşısın-
da mücadelesini verebilir.
Allah’ın erleri, birer birer, Allah’ı çokça anan kimselerden
olurlarsa, Yüce Allah’ı veli edinmeleri için cemaat olarak ha-
zırlanmaları kolay olur. Bu da kendilerini cihada ve Allah yo-
lunda ölmeye hazır hâle getirecek bir güç demektir. O hâlde
cihad ve Allah yolunda ölmek, Allah’ın velilerinin oluşturdu-
ğu cemaatin gayesidir. Bunlar aynı zamanda bir araçtır ve
Allah’ın rızasını kazanmanın bedelidir. Hadiste de “Şunu bi-
lin ki, Allah’ın satışa arz ettiği mal pahalıdır. Allah’ın
satışa arz ettiği mal ise cennettir”162 buyrulmuştur.
Bu geçiş yani kimlik, kişilik ve yaşayış alanında sözünü
ettiğimiz bu geçiş, Allah’ın erlerinin iradelerinde, düşüncele-
rinde, kalplerinde ve azalarında gerçekleşmeyecek olursa, ne

162 Tirmizî, Zühd 18; Hâkim, Müstedrek, IV, 343.


266 Nebevî Yöntem

İslâm devleti ne İslâm halifeliği ne İslâmî cihad söz konusu


olur.
Cenab-ı Allah tarafından yaratılmış olmak, O’nun tedbir
ve iradesiyle var olmak ve O’na muhtaç olmak bakımından
bütün insanlar Allah’ın kullarıdır.
Fakat Allah’ın erleri, bu şekilde mecburi ve kaçınılmaz
kulluktan, ayrıca kendi taraflarından irade ve tercih kudretiy-
le, ubudiyetleriyle Yüce Allah’a yönelirler. Yüce Allah tarafın-
dan ise rahmet ve yardım ile ihsanda bulunulur. Buna göre,
mü’min kimseye -dilediği kimseler için- Yüce Allah, kemâl de-
recesinde velayet şeklinde bir ubudiyet ihsan eder. Yüce Allah,
mü’minler cemaatine de yardım eder ve yeryüzünde imkân
ve iktidarı gerçekleştirir. Sonuç ve akıbet ne olursa olsun, iki
güzel sonuçtan birini ihsan etmek suretiyle de mücahidlere
lütufta bulunur.

Cahiliye Davalarını Gütmek


Dışarıdan cemaate gelenler ve yapılanmadaki üyeler ara-
sında, mazinin kalıntılarının yok olması istenir.
Bireysel kötü ahlâk, bireyin kurtuluşa ulaşmasının önün-
de bir engelse, şunu bilelim ki, kötü huy ve ahlâk, fertlerin
tabiatlarından kaynaklanmamaktadır. Aksine bu, beşerî her
bir topluluğun tabiatından gelir. Bundan kasdettiğim ise yakın
geçmişteki alışkanlıklara, kan bağı olan aileye, ulusa ve vata-
na bağlılık tabiatıdır. -Fakat ümmetin hakkını, İslâm vatanının
topraklarını savunmak farzdır.-
Allah’ı veli edinmek ve mü’minler arasındaki velilik bağı,
ırka ve ulusa duyulan vela bağıyla tamamen çelişkilidir. Ulu-
salcılık ise, Müslümanları mezhep bağlamında bölüp ayıran
hastalığımız ve yakalandığımız bir vebadır. Aynı zamanda bu,
İmanın Şubeleri 267

ulusalcı ulus devletçiklerin, sınırları içerisinde bile fitneci siya-


sal gruplara ayrılmalarına sebep olmaktadır.
Üye olarak katılmaya aday olan hakkın taliplerinden
yanımıza gelen bir kimsenin duygusal geleneklerinin yerine
imanî ailenin (üsranın) kaynaşması geçer ve o, bunun için teş-
vik edilir. Fakat terbiyenin, yapılanmadaki bütün kardeşlerini
ve her bölgedeki bütün mücahid mü’minleri kapsayıncaya
kadar velâ (mü’minlere bağlılık) şuurunu yükseltmesi gerekir.
Bununla birlikte bu geniş anlamıyla velânın, yapılanmanın bir
arada tutmak istediğini sulandırıp çözecek, alabildiğine geniş
bir duyguya dönüşmemesi de şarttır. Çünkü yapılanma aşa-
malarında velâ, düzeye uygun olur. Buna göre, birlik hazır-
lanmadan önce bölgedeki emir sahiplerine itaatin, genel velâ
ileri sürülerek tartışılmaması ve ona karşı çıkılmaması gerekir.
Allah erlerinin kalpleri, Allah’ın ve Rasûlü’nün sevgisi,
Allah’ın ve Rasûlü’nün huzurunda bulunma şuurunun sü-
rekliliği etrafında ne zaman birleşebilirse, işte o zaman, alış-
kanlık gereği kazanılmış olan ve bundan dallanıp budaklanan
taassubî bağlılıklar yok olur gider.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kan bağı ve kavmi-
yet bağının etkisiye sahip olunan taassubî bağlılık ve davala-
ra, “cahiliye davası”163 adını vermiş ve bu cahilî davalarla en
güçlü şekilde nasıl savaşacağımızı açıklamıştır. Çünkü şahıslar
adına, geçmiş adına ya da yapılanma içerisindeki kitleleşme
adına ortaya konulacak taassubun bütün tortu ve kalıntıları,
-şunu belirtelim ki, arzu edilen Allah yolunda arkadaşlık ve
kardeşlik, dağıtıcı ve ayırıcı taassub ile çelişir- şayet bunların
anlamını yüceltmekte ya da safın içerisine kişiliklerin sızmasını
önlemekte bir fayda sağlamayacak olursa, en güçlü bir şekilde
bunlarla savaşılır.

163 Bk. Ahmed bin Hanbel, V, 136.


268 Nebevî Yöntem

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:


“Her kim cahiliye davasını güdecek olursa, kinayeli an-
latıma başvurmaksızın ona, babasının fercini ısırma-
sını söyleyin.”164 Bu hadisi, Buhârî el-Edebu’l-Müfred’de,
Ahmed bin Hanbel, Nesâî ve başkaları rivayet etmişlerdir.
Ömer bin el-Hattâb da bu yüce emri uygulamak üzere
“Kim kabileleri ileri sürerek aziz olduğunu söylerse, onu bu şe-
kilde nisbet edin” demiştir.
Bu ifadeler, Araplar arasında işitilebilecek en ağır ifadeler-
dir. Bundan dolayı en kötü hastalık ile savaşmak için bunları
kullanmamız bize emredilmiştir.
Bizler, bu değerli emri, davet alanında ve ithal edilmiş
düşüncelerle savaşmak için genişleterek aramızda cahiliye
mensupları ile onların kuyruklarına düşüncelerini çürütecek,
taassubî kavmiyet davasının ve bu davayı güdenlerin akılsız-
lıklarını ortaya koyacak her bir yol ile yazar ve hitap ederiz.
Bizler, ümmeti dağıtan ve birliğinin önünde engel teşkil eden
her bir hususa yüksek sesle karşı çıkarız.
“Lâ ilahe illallah,” Müslümanları bir araya getirir. Onla-
rı, niyetlerinden hesaba çekilmek üzere kalpleriyle, ölümden
sonra kendilerinin gidecekleri yurda gitmek üzere haşredilen
cisimler ve şahıslar olarak Allah’ın etrafında bir araya getirir.
Onları Allah’ı tanıyıp birbirlerini tanısınlar, birbirleriyle kay-
naşsınlar ve Allah’ın emri için ayağa kalksınlar diye halklar ve
milletler olarak bir araya getirir. Yoksa çeşitli taassubî ve cahilî
davaların çarpık davranışlarının dengesini bozduğu ve “şeyta-
nın, çarpmaktan dolayı kendilerini sara hastalığına düşürdüğü
kimse gibi”165 dağıtıp bölmez. Taassuptan daha ileri derecede,

164 Buhârî, Edebu’l-Müfred, s. 334; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, V, 272; Ahmed


bin Hanbel, V, 136; İbn Hibbân, Sahîh, VII, 424.
165 Bakara 2/275.
İmanın Şubeleri 269

belirli bir görüşe, şahıslara ve istikametlere zarar verip yapı-


lanmayı bozan, ondan daha ileri derecede bir şeytan ve bir
çarpma düşünülebilir mi? Kavmiyetçilik, mezhepçilik, ırkçılık
ve sınıfçılık taassuplarından daha ileri derecede ümmete zarar
verecek bir şey var mı?
İslâm devletinin kurulmasından sonra Allah’ın erlerinin
yapacakları ilk iş, şeytanî varlıkları yok etmek olmalıdır. Sı-
nıfsal zulüm yapılanmasını, Müslümanları darmadağın eden
aidiyet duyguları yapılanmasını, cahiliye mensuplarına ve Ya-
hudilere uygun ekonomik yapılanmayı ve bilgisizliğin, fakir-
liğin ve hastalığın diğer bütün yapılanmalarını zayıflatmakla
yükümlüdürler.
Allah’ın veli edinilmesi, okunan âyetler, mescitlerde köşe-
ye çekilerek kılınan namazlar ve televizyon ekranlarında yapı-
lan merasimler değildir. Aksine Allah’ı veli edinmek, Allah’ın
âyetlerinin hayatın tamamına hükmeden bir şeriat, namazın
Allah’ın huzurunda birliğin şiarı ve mescitlerin ise kulların ara-
sında İslâm kardeşliği uygarlığını şekillendirmek üzere bir pota
olması için amelî bir istikamettir.

Bu Hasletin Şubeleri

On İkinci Şube: La İlahe İllallah


Bu en yüksek şube, her ne kadar öncelikli ve maksat olan
şube ise de buna, arkadaşlık şubesinden söz ederek hazırlık
yaptık. Çünkü maksada giderken, seni yolda götüren kılavuz
ve yol arkadaşı ondan öncedir.
“Lâ ilahe illallah” şehadeti, onun ayrılmaz parçası olan
“Muhammedun Rasûlullah” şehadetiyle birlikte İslâm’ın aslı ve
imanın en sağlam rüknüdür. Bu, bütün şubelerin temelini teş-
kil eden bir şubedir. İmanî feyzin kaynağı ve bütün hayırların
270 Nebevî Yöntem

kendisinde toplandığı bir şubedir. Hem söz hem itikat itibariy-


le kelime-i tayyibedir (hoş ve güzel sözdür). O, kökü ve dalları
itibariyle, kokusu ve meyvesi itibariyle iyi ve güzel olan ağaçtır.
İbn Ebi Cemre, Yüce Allah’ın “Allah’ın hoş bir sözü nasıl
misallendirdiğini görmez misin? Kökü sabit ve dalları
gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç, Rabbinin
izniyle her zaman meyvelerini verir”166 âyetinin tefsi-
riyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Şanı Yüce Allah’ın,
‘Hoş bir sözü nasıl misallendirdiğini görmez misin?..
Bir ağaç gibidir’ buyruğundaki “söz”den kasıt, ihlas sözü
olan ‘Lâ ilahe illallah’tır. Ağaç ise imanın aslıdır. Dalları, emir-
lere uymak, yasaklardan kaçınmaktır. Yaprakları, mü’minin
yapmayı kararlaştırdığı hayırlardır. Meyvesi, itaat olan işleri
yapmaktır. Meyvenin hoş ve lezzetli olması ise o mahsulün
devşirilmesidir. O meyvenin en olgun hâli ise meyvenin ol-
gunluğunun en ileri derecesi olup bu vaziyetiyle onun tadı ve
lezzeti ortaya çıkar.”
Buna göre Allah’ın bize verdiği bu örnekte “Lâ ilahe illal-
lah,” köklerinin sağlamlığı bakımından dalları, mahsulleri ve
lezzetleri açısından imanı andırmaktadır. Hatta güzel söz, ima-
nın aslı ve gerçeğidir. İman ondan dallanıp budaklanır. Ondan
kaynağını alıp çıkar ve onun kollarının en üstte olanı da onun
gözesinden kaynayıp coşar.
“Lâ ilahe illallah,” Müslüman ümmeti bir araya getirir.
Bütün tevhid ehli ve kıble ehli, mezhep ihtilafları ne olursa
olsun kardeşlerimizdir. Bazılarımızın bid’at ve günahları ne
olursa olsun kardeşiz. Tevhidin aslından çıkmaya sebep olan
bir bid’at ya da kişinin kendisini aşarak ümmeti ifsad eden bir
günah ve fücuru bulunması hâli müstesnadır.

166 İbrahim 14/24.


İmanın Şubeleri 271

“Lâ ilahe illallah,” hadiste belirtildiği gibi, imanı yeniler:


“İmanınızı yenileyin.” Ashab, “Ey Allah’ın Rasûlü! İmanı-
mızı nasıl yenileriz?” diye sorunca, Allah Rasûlü, “Lâ ilahe il-
lallah sözünü çokça söyleyin” buyurdu.167 Hadisi Ahmed
bin Hanbel ve Taberânî rivayet etmişlerdir. Hadisin ravileri
sikadır. Suyûtî de hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir.
İtiraz eden ya da Allah’a ve Rasûlü’ne karşı bilgiçlik tas-
layarak kendi görüşünü ileri sürerek şöyle diyen çıkabilir:
Sünnette tesbih, tahmid ve bunların dışında çeşitli zikirler geç-
mektedir. O hâlde diğerleri arasından neden ihlâs sözü (tevhid
kelimesi) üzerinde bu kadar duruluyor?
Şunu bil ki kardeşim, Allah ve Rasûlü en iyi bilendir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o güzel ve hoş sözün
imanı yenilemedeki özelliğini reçete olarak göstermiştir. Ke-
sin bir inanç ile uyan ve deneyen görür. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, daha başka zikir ve ibadetlerin özelliklerini
de bize haber vermiştir. Bu sebeple uyanık izleyici bunu ayırt
eder. Müslim, Ebu Mâlik el-Eş’arî’den, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Ab-
dest, imanın yarısıdır. Elhamdulillah, mizanı doldurur.
Subhanallahi ve’l-hamdulillahi ise göklerle yer arası-
nı doldurur. Namaz bir nur, sadaka bir delil, sabır bir
aydınlık, Kur’ân, lehine ya da aleyhine bir hüccettir.”168
Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ahmed bin Han-
bel ve Beyhakî’nin rivayet ettikleri bir hadise göre, şöyle bu-
yurmuştur: “Sübhanallah, terazinin yarısıdır. Elham-
dulillah, mizanı doldurur. Allahu Ekber, göklerle yer
arasını doldurur. Abdest, imanın yarısı; oruç, sabrın

167 Ahmed bin Hanbel, II, 359; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 52.


168 Müslim, Tahâret 1.
272 Nebevî Yöntem

yarısıdır.”169 Bu hadis, Suyûtî’nin sahih olarak değerlendir-


diği bir hadistir.
Görüldüğü gibi “Sübhanallah,” “Elhamdulillah” ve “Alla-
hu Ekber” demek büyük sevap kazandırır. Bu, kişiyi bürüyen
bir hâldir. Yine görüldüğü gibi abdest, imanın yarısıdır fakat
imanı yenilemez. Hatadan korunmuş sevgili Rasûl sallallahu
aleyhi ve sellem, “Lâ ilahe illallah”ı çokça söylemenin, imanı
yenileyen, güçlendiren ve dirilten bir kimya olduğunu söyle-
mektedir. Aynı şekilde Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’in kalp-
lerdeki hastalıklara bir şifa, bir hidayet ve bir rahmet olduğu-
nu zikretmektedir. Dolayısıyla nefsin için, kesin inananlardan
isen Kitap ve sünnetin tıbbî reçetelerini al ve kullan.

On Üçüncü Şube: Namaz


Namazı vaktinde ve mescidde cemaatle kılmak, Müslü-
man kimsenin disiplin unsurudur. Çünkü namaz, kişiyi, çalış-
ma, dinlenme, yeme ve eğlenme ilişkileriyle kayıtlı gelişigüzel
bir zamandan, bir günde beş defa, haftada da bir gün Allah’a
davet eden kayıtlı imanî vakte taşır. Onun gaflet meydanla-
rında gelişigüzel dolaşan itaat ve emre boyun eğmesinin bir
sembolü olarak çağrıya uyup Allah’ın evine gitmesini sağlar.
Gelişigüzel, hedefsiz, yalnızlıktan ve gaflet içindeki yol arka-
daşlarının arasında kayboluştan, Allah’ın huzurunda sımsıkı
saflar hâlinde duran namazların safına taşır.
Özellikle sabah ve yatsı namazlarını mescidde cemaat-
le kılmaya oldukça gayret göstermek gerekir. Gelen üyenin,
namazı vaktinden sonraya geciktirmede ve cemaate katılıp
mescidde hazır bulunmada gevşeklik göstermede mazur gö-
rülmemesi icap eder. Mazeretin bulunması hâlinde kişinin tek

169 Ahmed bin Hanbel, IV, 260, V, 363, 370, 372; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, I, 436,
III, 291.
İmanın Şubeleri 273

başına namaz kılması ve kadının kendi evinde namaz kılması,


ancak temel kuralın bir istisnasıdır. Kural ise namazın cema-
atle kılınmasıdır.
Namazın ruhu, namazdaki huşudur. Bu ise ancak huşu
sahibi kimselerle arkadaşlık etmekle ve sevinci kalplere karış-
tığı zaman o hoş sözle, “Lâ ilahe illallah” ile ancak gelir. Gelen
her bir üyenin, erkek veya kadın her bir mü’minin, kendisiyle
nefsi arasındaki iman terazisi, namazda hissettiği huşu hâlidir.
O, namaz kılarken baksın, imanı arttı mı yoksa eksildi mi?
Her kişi, kendi kendini, namazının tamamında -mümkün
olduğu kadarıyla- uyanık ve şuurlu tutmaya mecbur etmelidir.
Çünkü onun kıldığı namazdan kendisine ancak Allah ile bir-
likte huzurlu bir kalp ve niyet ile kıldığı kadarı yazılır. Çeşitli
gafletlere kapılmak ise bizim tabiatımızdandır. O hâlde bizim
asgari görevimiz ve yapabileceğimizin en iyisi unuttuğumuz
her seferinde Allah’ı hatırlamaya gayret göstermemizdir. Biz
her namazın sonunda gafletlerimizin telafi edilmesi, kusurla-
rımızın da bağışlanması için üç defa Allah’tan mağfiret dileriz.
(“Estağfirullah” deriz)

On Dördüncü Şube: Nafileler

Mü’min bir kimse, kendisine ulaşmış olan sahih


haberlere dayanarak Yüce Allah’ın, namazı kendisiyle kulu
arasında paylaştırmış olduğunu bilir. Çünkü namaz, Allah’a
bir sesleniştir. Aynı şekilde namaz esnasında Yüce Allah’ın
kendisine yöneldiğini, kul olarak kendisinin Rabbine en
yakın olduğu hâlin secde hâli olduğunu ve Yüce Allah’a
yakınlaşmanın öncelikle farz ile gerçekleştiğini, farzın
rükünleri ve huşuları ile birlikte tamam olmasından sonra
nafile kılmanın sahih olacağını bilir. Kul bunu bilecek olursa
274 Nebevî Yöntem

nafile namazlara tutku ve gayret, yalnızca farzlarla yetinmeyi


gerektiren isteklerden daha ileri ve güçlü olur.

Mü’min kimseden revatib sünnetlere ve gecenin son


vakitlerinde vitir namazı kılmaya dikkat etmesi istenir. Ayrıca
bu husustaki hadis dolayısıyla her gece Bakara suresinin son
iki âyetini okumayı, kuşluk namazı kılmayı da terk etmez. Akıllı
ve zeki kimse ise, her gün istihare namazı kılmaya devam
eden kimsedir. Bu namaz sayesinde o, Yüce Allah nezdinde
bütün işlerde kendisine doğru olanı ilham etmesi için bir vesile
edinmiş olur. Şanı Yüce Allah’a muhtaç olduğumuzu, O’na
güvenip dayandığımızı göstermek için hacet namazını devam
ettirmekte de bir sakınca yoktur.

On Beşinci Şube: Kur’ân Tilaveti


Kur’ân, kalplerdeki hastalıklara bir şifadır. Mü’minler için
de bir rahmet ve bir şifadır. Kur’ân tilaveti, Kur’ân’ı hıfzetmek,
Kur’ân’ı ders olarak öğrenmek ve buna vakit ayırmak, kalple-
rin şifasının bağlı olduğu temel eksendir ve iman ile dolması
için kalpleri hazırlayan sebeptir. Çünkü o, nurdur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmakta-
dır: “Bir topluluk, Allah’ın evlerinden birinde toplanıp
Allah’ın Kitabı’nı okur ve kendi aralarında onu ders
olarak incelerlerse, mutlaka üzerlerine ilahî huzur ve
sükûn iner, rahmet onları kuşatır. Allah onları kendi
nezdindekiler arasında anar.”170 Bunu, Müslim, Ebu Da-
vud ve başkaları rivayet etmiştir.
Allah’ın ve Rasûlü’nün bir vaadidir. Günlük hayatın çal-
kantılarından, çalışmanın, sokağın ve evin fitnelerinin dalga-
lanmalarından kurtarıp nefsimize Kur’ân meclislerindeki huzur

170 Müslim, Zikr 38; Ebu Davud, Salât 349; İbn Hibbân, Sahîh, III, 45.
İmanın Şubeleri 275

ve sükundan başka ne huzur verebilir? Bu meclislerde rahmet


bizi kuşatır, Allah da bizi kendi nezdindekiler arasında anar.
Bütün meclislerimiz ve konuşmalarımızda Kur’ân etrafın-
da, onun anlamları çerçevesinde, onun vaat ettikleri ve tehdit-
leri hakkında, müjde ve uyarıları etrafında, Allah’ın rahmeti ve
hikmeti, Allah’ın kendi zatından; izzeti, azameti, uluhiyeti ve
rububiyeti ile söz etmesi, sevdiği kimselerden imanın hasletle-
riyle, sonunda cennete varacakları ile söz etmesi, düşmanla-
rından küfür ve münafıklık hasletleriyle, sonunda cehenneme
ulaşacakları ile söz aetmesi, ibret alalım diye bizden öncekile-
rin kıssaları etrafında, onlara bağlı kalalım diye söz etmesi gibi
Allah’ın hükümleri etrafında dönüp durmaktayız.
Mü’min, her gün, en az sabah-akşam olmak üzere bir cüz
okumalıdır. Kur’ân tilavetinin adabı vardır. Onları Nevevî’nin,
et-Tıbyân fi Âdâbi’l-Kur’ân adlı eserinde görebilirsiniz.
Tecvid ise mü’minin, istidadına göre öğrenmesi gereken
bir ilimdir. Her bir kimsenin ise, Yüce Allah’ın kelamını okur-
ken edebe aykırı bir okuyuştan dilini koruyacak kadar asgari
düzeyde bir tecvid bilgisine sahip olması gerekir.
Kur’ân dinlemenin de bir adabı vardır.
Ayrıca mü’min kimsenin, hıfzetmesi gereken belli bir bö-
lümü olmalıdır. Ezberlemek istediği bölümlere, faziletli olduk-
ları belirtilmiş âyetlerle kısa sûrelerden başlamalıdır. Ayete’l-
Kürsî, Yasin, Secde ve Mülk sûreleri ve kısa sûreler (mufassal)
gibi… Ezberlediği yerleri de çabuk unutmaması için çokça
tilavet eder ve namazlarında okur.
Daha sonra zehraveyn (iki aydınlık, parlak sûre) diye ni-
telendirilen Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini ezberlemeye geçer.
Allah’la, ölümünden önce Kur’ân’ın tamamını hıfzedeceğine
dair sözleşir. Bunun için de O’nun yardımını diler ve bütün
gayretini harcar. Bütün gücünü ortaya koymuş olduğu hâlde
276 Nebevî Yöntem

amacına ulaşmadan ölürse, inşaallah Yüce Allah onu, Kur’ân


okuyucusuna, “oku ve yüksel” denileceği o aldanış ve hasret
gününde, o mücahidlerin Kur’ân okuyup da Kur’ân’ı ezberle-
me fırsatını kaçırmış olanların gözleri önünde yükselecekleri o
günde niyeti üzerine diriltir.

On Altıncı Şube: Zikir ve Etkisi


Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Aziz ve Celil Rab-
binden rivayetle şöyle buyurmuştur: “Ben, kulum beni an-
dığı zaman ve beni anarken dudakları kıpırdadığında
onunla beraberim.”171 Hadisi Ebu Davud, Hâkim ve İbn
Hibbân rivayet etmiştir.
Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Yüce Allah’tan
rivayetle şöyle buyurmuştur: “Ben, kulumun benim hak-
kımdaki zannı gibiyim. O beni zikrettiği zaman, den
onunla beraberim. Beni kendi içinde anarsa, ben de
onu kendi nefsimde anarım. Beni bir topluluk içeri-
sinde anarsa, ben de onu onlardan daha hayırlı bir
topluluk arasında anarım. Bana bir karış yaklaşırsa,
ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa,
ben ona bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek bana gelirse,
ben ona koşarak giderim.”172 Bu hadisi Buhârî, Müslim,
Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir.
Allah’ın şanı pek yücedir. O’nun bize lütfu keremi ve rah-
meti ne kadar büyüktür! Bize sohbetinde bulunmayı ve bizim-
le birlikte olmayı, O’nun bize yakınlaşması için kendisine yak-
laşmayı ve O’nun bize daha hızlı yönelmesi için O’na doğru
gitmemizi teklif ediyor.

171 İbn Hibbân, Sahîh, III, 97; Hâkim, Müstedrek, I, 673.


172 Buhârî, Tevhîd 15, 50; Müslim, Zikr 21, Tevbe 1; Tirmizî, Daavât 132; Nesâî,
es-Sünenü’l-Kübrâ, IV, 412; İbn Mâce, Edeb 58.
İmanın Şubeleri 277

Allah, pek yüce ve pek münezzehtir. Ancak Allah’ın, ba-


siretini nurlandırıp Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilen ve
kalbini diriltip Allah’tan gafil ölü kalpler arasından çıkan bir
kul bunu anlayabilir ve buna göre amel edebilir. Kalpleri ise
ancak Yüce Allah’ı hatırlamak diriltir. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyumuştur: “Rabbini anan kimse
ile Rabbini anmayan kimse, diri ile ölü gibidir.” Bu ha-
disi Buhârî ile Müslim rivayet etmişlerdir. Ayrıca Müslim ri-
vayetinde “İçerisinde Allah’ın anıldığı evin misali… ”
denilmiştir.173
Allah’ı anmanın sendeki etkileri, kalbini canlandırmasıdır.
Gaflet ve fitne toplumundaki etkileri ise, Allah’ı zikretmenin
şifasının hasta vücuda yayılmasıdır. Namaz için ezan okuya-
cak olursanız, bir topluluk arasında Allah’ı zikretmiş olursunuz.
Dinlerini tanımayanların arasında tevhid şiarını yükseltip onu,
bunu, bu cemaati ve ötekini Allah’a çağırdığınız zaman; ko-
nuşma yaptığınız, tartışırken delil getirdiğiniz, Allah için tartış-
tığınız zaman bunların hepsi bir zikirdir.
Zikir adabına uygun olarak devam edilen virdler, senin,
Allah’a davet ve O’nun yolunda cihad mahfillerine taşıyan
kuvvetinin kaynağını teşkil eder (abdestli olmak, kıbleye yö-
nelmek, kalbin uyanık olması, zikir adabındandır) .

On Yedinci Şube: İman Meclisleri


Ahmed bin Hanbel, hasen bir isnadla Enes radıyallahu
anh’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Abdullah bin Revâha ra-
dıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in asha-
bından biriyle karşılaşak olursa, “Gel bir saatliğine iman ede-
lim” derdi. Bir gün bir adama bu sözü söyledi. Fakat adam

173 Buhârî, Daavât 66; Müslim, Müsâfirîn 211.


278 Nebevî Yöntem

kızdı ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e gelip “Ey Allah’ın


Rasûlü! İbn Revâha’yı görmüyor musun? O, senin imanından
yüz çeviriyor ve bir saatlik imana yöneliyor” dedi. Nebî sal-
lallahu aleyhi ve sellem “Allah’ın rahmeti, İbn Revâha’ya
olsun. O, meleklerin kendileriyle övündüğü meclisleri
sever” buyurdu.174
Buhârî’nin İman bölümünün birinci babında, Muâz’ın,
“Gel oturalım da bir saatliğine iman edelim” dediği kaydedil-
mektedir.
Ahmed bin Hanbel’deki rivayete göre ise Muâz bin Ce-
bel, kardeşlerinden (gördüğü) bir adama, “Gel oturalım da bir
saatliğine iman edelim” derdi. Sonra ikisi oturur, Yüce Allah’ı
zikredip O’na hamd ederlerdi.175
Müslim ve Tirmizî’nin Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan
rivayet ettiklerine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöy-
le buyurmuştur: “Bir topluluk oturup da Yüce Allah’ı
zikredecek olursa, mutlaka melekler etraflarını sarar,
rahmet onları kuşatır ve ilahî huzur ve sekinet üzerle-
rine iner. Allah da onları nezdinde bulunanlar arasın-
da zikreder.”176
Toplu zikir meclisleri hakkında insanların çeşitli görüşleri
ve farklı kanaatleri bulunmaktadır. Bizim izlemek istediğimiz
yol ise saf arasına ayrılık sokan hususlardan uzak durmaktır.
Tilavet maksadıyla ve ders olarak öğrenmek amacıyla Kur’ân
meclisleri üzerine ilahî huzur ve sükûnun indiği, hazır bulu-
nanları rahmetin bürüyüp meleklerin etraflarını sardığı iman
meclisleri, iman şubelerinin en önemlilerindendir. Bizim gör-
düğümüz, insanların uygulayageldikleri şekliyle toplu Kur’ân

174 Ahmed bin Hanbel, III, 265.


175 İbn Ebi Şeybe, Musannef, VI, 164.
176 Müslim, Zikr 39; Tirmizî, Kırâât 12.
İmanın Şubeleri 279

tilaveti ve toplu zikirlere, ilahî rahmete, ilahî huzur ve sükûna


ve meleklerin arkadaşlarına aykırı olan hususlarla karşı çık-
mamamız gerekir. Bizler sadece toplu tilavet ve toplu zikir se-
bebiyle Müslümanlarla çatışmamalıyız. Çünkü bunun haram
olduğunu söyleyenlerin elinde kesin bir delil bulunmamakta-
dır. Aksine ashab-ı kiramın, Kur’ân-ı Kerim’i, önlerinde toplu
kıraat ile ders olarak inceledikleri sabittir.
Yenileyici ve yenilenen Allah’ın erlerine gelince; sözünü
ettiğimiz hadislerde üsraların ve şûrâların oturumlarına uygun
bir program bulunmaktadır. Öyle ki onların her bir meclisi,
Kur’ân zikri ve iman meclisi olmalıdır. Bu toplantılar, ister dü-
zenli oturumlar olsun, isterse sosyal bir münasebet dolayısıyla
yapılmış olsun. Bununla birlikte Kur’ân tilavetinin de zikrin de
toplu yapılmasına ihtiyaç yoktur. Çünkü tek bir kişinin tecvid
ile Kur’ân tilavet etmesi, bize Kur’ân’ı dinleme sevabını kazan-
ma imkânı verir. Biz Kur’ân’ı tilavet etmekle emrolunduğumuz
gibi onu dinlemekle de emrolunmuşuzdur. Hâlbuki insanların
alışageldikleri şekildeki ortak katılım ile tilavet hâlinde, tecvit
ve Kur’ân’ın dinlenmesi bu şekilde mümkün olmamaktadır.
Zikrin durumu da böyledir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in, “Allah’ı zikrederlerse” sözü etrafında düşman-
lığı körüklemenin anlamı yoktur. Acaba buradaki kasıt toplu
zikir midir, her biri kendi başına zikrederse mi demektir diye...
Bizim bu gibi ihtilaflı hususlarda çaba ve gayretlerimizi israf
etmeye ihtiyacımız yoktur.
Fakat meclislerimizden birinin Allah’ı zikretmeden geçip
gitmesinden sakınmamız gerekir. bu durumda hadiste belirtil-
diği gibi o meclis, bizim aleyhimize bir pişmanlık sebebi ve bir
kayıp olur. Oturum arasında bir öğüdün de bulunması gerekir.
Özellikle bu oturum düzenli olmalıdır. Ayrıca bizim, insanlar
arasında, yeryüzünde hareketimizi ve insanların poblemleri-
ni incelemek üzere düzenlediğimiz özel oturumlarımız böyle
280 Nebevî Yöntem

olmalıdır. Oturumların, riayet edilmesi ve unutulmaması ge-


reken kefareti vardır. Bu da sahih hadiste belirtildiği üzere,
meclisten ayrılmadan önce “Sübhaneke allahümme ve bi
hamdik, eşhedü en lâ ilahe illa ente, estağfiruke ve
etubu ileyh: Allah’ım, Seni hamdinle tesbih ederim.
Senden başka ilah olmadığına şahitlik eder, Senden
mağfiret diler, Sana tevbe ederim” demektir.177 Hasen-
sahih bazı rivayetlerde “Amiltu sûen ve zalemtu nefsî
fağfirli fe innehu lâ yağfiru’z-zunûbe illa ente: Ben
kötülük işledim, nefsime zulmettim. Bu sebeple bana
mağfiret et. Çünkü senden başka hiç kimse günahları
mağfiret edemez”178 ziyadesi de yer almaktadır.

On Sekizinci Şube: Hz. Peygamber’in


Yaptığı Zikirlere Uymak
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zikirleri hakkında
en geniş kitaplardan biri olan İmam Nevevî’nin el-Ezkâr adlı
eserinde, rivayetlerle gelen zikirlerden faydalı bir azık bulmak-
tayız. İman şubelerinin en üstünü olan tevhid kelimesi üzerin-
de odaklanmakla birlikte, bizler, tesbih (Sübhanallah), tahmid
(elhamdulillah), tekbir (Allahu Ekber), havkale (Lâ havle ve
lâ kuvvete illa billah) ve bunların dışında varid olmuş zikirle-
re de sünnette geldiği şekilde, vakitlerinde ve sayılarına göre
hakkını veririz.
Kapsamlı Nebevî zikirleri ezberler ve namazların akabin-
de söylenmesi hakkında rivayet varid olan zikirleri, istiâze ile
ilgili rivayetlerde varid olmuş zikirleri ve belirli bir kayda bağlı
olmaksızın sözü edilen zikirleri de sabah-akşam, içeri girerken
ve dışarı çıkarken yapmaya özen gösteririz. Mü’min, bu zikir

177 Tirmizî, Daavât 39.


178 Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 113; Hâkim, Müstedrek, I, 721.
İmanın Şubeleri 281

ve duaları mümkün olduğunca ezberler. Çünkü Nebî sallalla-


hu aleyhi ve sellem’in, hayatın her bir münasebetiyle ilgili hıf-
zedilmiş sözleri bize ulaşmıştır. Bunların her birinin bir fazileti
vardır. Bunların her birinden bize daha çok nur ve iman akar.

On Dokuzuncu Şube: Dua ve Dua Adabı


Tirmizî’nin Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet etti-
ğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur-
muştur: “Allah’tan dilemeyene Allah gazap eder.”179 Bu
da Yüce Allah’ın “De ki: Eğer duanız olmasaydı Rabbi-
min yanında sizin değeriniz ne olurdu?”180 buyruğuna
bakar.
Kulun makamı ile yeryüzünde mustaz’af mü’minler ce-
maatinin konumu, Yüce Allah’ın huzurunda zilletlerini arz
etmek ve O’nun yardımı, desteği ve hidayetine olan ihtiyacı
açığa vurmaktır.
Her bir duruma ait özel bir dua olduğu gibi namazın da
sünnette belirlenmiş duaları vardır. İstihare ve hacet duası
gibi…
Duanın da birtakım edepleri vardır. Acele etmeyip “Ben
dua ettim de duam kabul olmadı” dememesi, namazda dua
ederken başını yukarıya kaldırmaması, ileri derecede miskin
olduğunu göstermesi, Yüce Allah’a yakararak ağlamaya ça-
lışması, duada söylenen sözlerin gevelenen sözler olmaması
için uyanık bir kalple dua etmesi, kendisine, malına ve aile
halkına beddua etmemesi ve toplu olarak bir kişinin dua edip
diğerlerinin âmin demesi suretiyle sırayla dua edilmesi bunlar
arasındadır.

179 Tirmizî, Daavât 2.


180 Furkân 25/77.
282 Nebevî Yöntem

Mü’minler, oturumlarının sonunda ashabın yaptığı gibi


Asr sûresini okuyarak bitirir, ondan sonra da dua ederler ve
bunu sırayla yaparlar.
Özellikle vurgulanmış hususlardan biri de Yüce Allah’a,
dünya semasına inip de “Var mı dilekte bulunan, var mı
tevbe eden, var mı mağfiret dileyen?”181 dediği zaman-
da, Kitabı’nda bize emrettiği şekilde, O’nun en güzel isimleri
(Esmâu’l-Hüsnâ) ile dua etmemizdir. Salihlerin yaptıkları du-
aları ve mazlum, yolcu, anne-baba, orucunu açıncaya kadar
oruçlu, adaletli imam (yönetici) gibi duaları makbul kimsele-
rin dualarını almanın da yollarını aramalıyız.
Mü’minin, gıyabında kardeşine yaptığı dua, kabul olunan
bir duadır. Bundan gafil olmayalım. Yüce Allah’ın huzurun-
da, çözüm yollarını yerine getirdikten sonra zorluklarımızı ve
müşkillerimizi takdim ederiz. Bir kardeşi ile tartışan bir kimse
olursa, onların her biri, gıyabında ötekine dua etsin.

Yirminci Şube: Nebi sallallahu aleyhi


ve sellem’in Dualarına Uymak
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ı en iyi bile-
nimizdir. O, hayırlı olanı bilir, duasında onu ister. Neyin şer ol-
duğunu da bilir, ondan da Allah’a sığınır. O hâlde biz de dua
ederken onun kullandığı şerefli sözleri kullanarak ona uyarız.
Her bir duayı, münasebeti gelince yaparız ve bu duaları ez-
berler, çokça bunları söyleriz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’den, kapsamlı dualar, belli vesilelerle yapmış olduğu
dualar, belli zamanlarda yaptığı dualar, ibadetler esnasında
yaptığı dualar, yemek, içmek ve günlük alışkanlıklarla ilgili
yaptığı daha başka dualar da rivayet etmiştir.

181 Buhârî, Teheccüd 14; Tirmizî, Salât 329; Ahmed bin Hanbel, II, 267, 419,
487, 504.
İmanın Şubeleri 283

Bizler münasebetlerine dikkat etmekle birlikte Kur’ân’daki


dua buyruklarını da ezberleriz ki, bunları Yüce Allah’tan öğ-
renip Yüce Allah’ın, dillerinden dökülmesini sağladığı sevgili
kullarının O’na yalvarıp yakardığı gibi biz de O’na yalvaralım.
Bu duaların Kur’ân-ı Kerim’de yer alması, bizim de nebile-
rinin ve gerçek velilerinin (dostlarının) olduğu gibi O’na kul
olabilmemiz amacıyla bize öğretmek içindir.

Yirmi Birinci Şube: Hz. Peygamber’e


Salavât Getirmek
Müslim ve Sünen sahiplerinin Ebu Hureyre radıyallahu
anh’dan rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem “Bana bir defa salavât getiren kimseye, bu-
nun karşılığında Allah on defa salât eder” buyurmuştur.182
O Yüce Rasûl’e salavât getirmenin fazileti böyle olduğu-
na göre, mü’min nasıl olur da bunu çokça söylemez. Şüphesiz
ki bir kimsenin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in adını
zikrederken parantez arasında sadece bir “s” yazması, benzeri
görülmemiş bir cimriliktir. Bunu yaparak, kendisini de okuyu-
cuyu da böyle büyük bir faziletten mahrum bırakır.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e salavât getirme husu-
sunda rivayetlerde varid olmuş ifadelerle yetiniriz ki bunlar da
pek çoktur. Teşehhüd ve başka hâllerdeki “salat-ı İbrahimiye”
diye bilinen salavât ise asıl dayanaktır. Namaz esnasındaki
bu salavâtta “Seyyidlik” zikredilmemektedir. Fakat namazın
dışındaki salavâtta bunun zikredilmesinde bir sakınca yoktur.
Hatta ilim adamlarımız arasında namazdaki salavâtta “Sey-
yidlik” lafzını mutlak olarak zikretmemeye gayret edenler dahi
vardır. Fakat biz bu hususta tartışmayız, zira bunun sakıncası
yoktur.

182 Müslim, Salât 11; Ebu Davud, Salât 361; Tirmizî, Salât 352; Nesâî, Sıfatu’s-
Salât 55.
284 Nebevî Yöntem

Bizim Yüce Allah nezdinde pek şerefli ve değerli olan Hz.


Peygamber’e getirdiğimiz salavât ve selamlar, hadiste belirtil-
diği gibi ona ulaşır. Bu sebeple nebilerin imamı ve yaratılmış-
ların en hayırlısına karşı edepli olmamız gerekir. Bu adabın
birincisi, onu kendi nefsimizde tazim etmek ve onu sevmek-
tir ki, onun sevgisi, Allah’ın sevgisinden ayrılmaz bir sevgidir.
Yine bu husustaki adaptan biri de ona getirdiğimiz salavâtın
sevabını ruhuna armağan etmemiz, hediye olarak gönder-
memizdir. Cuma günü ona daha çok salavât getirmek de bu
adaptandır.
Onun sevgili adı önümüzde anılacak olursa cimrilik ede-
rek ona salavât getirmemek suretiyle Allah’ın rahmetinden
uzaklaşmaktan çekinmeliyiz. Bazılarının sadece bir “s” yaz-
maları da böyle bir cimrilikten sayılır.
Ona salât ve selam getirmenin ve bunları çokça söyleme-
nin asıl maksadının, -çoğunluğun gözden kaçırdığı gibi- onun
arkadaşlığı, sohbeti ve onu sevmek olduğunu da gözden
kaçırmamalıyız. Bizler, emrolunduğumuz şekilde onu çokça
anacak olursak, onun sureti ve manası, kalplerimizde, Allah’ı
anmaya ve Allah’ı sevmeye bizi hidayet eden bir nur gibi olur.
Bu ise o seçkin ve sevgili Rasûl’e salavât getirmenin ve onun-
la sürekli bir ilişki hâlinde bulunmanın bir neticesidir. Çünkü
salât, bir sıladır (ilişki, alakadır).
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e salavât getirmek,
her hayrın anahtarıdır. Bundan dolayı salih selefimizin ba-
zıları, mü’minin, duasına Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e
salavât ile başlayıp duasını salavât ile bitirmesini tavsiye etmiş
ve şunları eklemiştir: Şüphesiz Yüce Allah, iki salavâtı kabul
ederken ikisinin arasındakini reddetmeyecek kadar lütuf ve
ikram sahibidir.
İmanın Şubeleri 285

Yirmi İkinci Şube: Tevbe ve İstiğfar


İslâm bir rahmettir. İslâm’ın kapısı, -ki o da tevbedir-
isyankârların, gafil olanların ve Allah’ın, kalplerinde neler
olduğunu bildiği toplumlarımızda bulunan değişik kesimlerin
önünde açıktır.
İnsanlar, nübüvvet yöntemi üzere halifeliğin himayesi
altında vaat edilmiş rahmet ile İslâmî yönetimin gelmesini
beklemektedirler. Bu rahmet gelince Allah’ın rahmetinin ge-
nişliğinde yerlerini bulacaklardır. Bu da yüce Mevlaları olan
Cenab-ı Allah’a yönelmeleriyle olur.
O’na yönelmenin birinci basamağı, şartlarına uygun yapı-
lan nasuh bir tevbedir. Bu tevbe ile Allah’la; pişmanlık duyarak,
daha önce işlediğimiz hâyasızlıklardan ve isyankârlıklardan
kesinlikle vazgeçerek ve yaptığımız haksızlıkları hak sahipleri-
ne geri verdikten sonra günah üzerinde ısrarı terk ederek dön-
düğümüzü itiraf ettiğimiz bir akittir.
Yüce Allah’ın, kulunun tevbe etmesi dolayısıyla sevindiği-
ni hatırına getirdiği zaman yeni gelenin bağı çözülür, mü’min
nezdinde de Yüce Allah’ın rızası söz konusu olduktan sonra
sıkıntı ile rahatlık arasında da fark görülmez.
Mü’min, her zaman Yüce Allah’a tevbe eder. Çünkü
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar, tevbe edin. Çünkü ben, bir günde yüz
defaya kadar tevbe ederim.”183 Hadisi Müslim ve Tirmizî
rivayet etmişlerdir.
Mü’min, seher vakitlerinde Rabbinden mağfiret diler,
çokça mağfiret diler, özellikle “Seyyidu’l-İstiğfar” diye bili-
nen, rivayetlerde gelmiş olan ifadeleri kullanır. Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İstiğfarın en üstünü

183 Müslim, Zikr 42; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 47.


286 Nebevî Yöntem

(seyyidu’l-istiğfar), ‘Allahümme ente Rabbî lâ ilahe


illa ente halakteni ve ene abduk ve ene ala ahdike
mesteda’tu eûzü bike min şerri mâ sana’tu, ebuü leke
bi ni’metike aleyhe ve ebûü bi zenbî fağfir li zunûbî
feinnehû lâ yağrifuru’z-zunûbe illâ ente: Allah’ım! Sen
benim Rabbimsin, senden başka ilah yoktur. Beni sen
yarattın ve ben senin kulunum. Gücümün yettiği ka-
dar da senin ahdine bağlıyım. Yaptıklarımın şerrinden
de sana sığınırım. Üzerimdeki nimetini itiraf ettiğim
gibi günahımı da itiraf ediyorum. O hâlde günahlarımı
bana bağışla. Çünkü hiç şüphesiz senden başka kimse
günahları bağışlamaz’ demendir.”
(Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem devamla) buyurdu
ki: “Kim bu istiğfarı, ona kesinlikle inanarak akşamı
etmeden gündüz söylerse, cennet ehlindendir. Kim de
bunu geceleyin, ona kesin inanarak söyleyip de sabahı
etmeden ölürse cennet ehlindendir.”184 Bu hadisi Buhârî,
Tirmizî ve Nesâî rivayet etmişlerdir.
Şüphesiz ki bu dua, Allah’ın nezdindeki bir ahittir. Bunun
özü ise, buna kesin olarak inanarak ve bu duayı yapıp Allah’a
yakarırken Allah’ın huzurunda bulunduğunun şuuru ile yap-
maktır.

Yirmi Üçüncü Şube: Havf ve


Reca (Korku ve Ümit)
Bizler Yüce Allah ile ilişkilerimizde korku ile ümit arasın-
dayız. Amelimizle O’na yakınlaşmaya çalışıp Allah tarafından
bunların kabul edilmesini ve sevabını bize bahşetmesini ümit
ederiz. Fakat Allah’ın emirlerini önemsememek noktasına ka-
dar indiren bir gurur ve aldanışa düşmemek için bu ümitte

184 Buhârî, Daavât 2; Tirmizî, Daavât 15; Nesâî, İstiâze 57.


İmanın Şubeleri 287

aşırıya gitmememiz ve kendimizin kusurlu olduğunu bilmemiz


de gerekir. Bundan dolayı durmadan amel ederiz fakat ame-
limizle birlikte, beşerin yakasını bırakmayan kusurdan, yanıl-
madan ve yanlışlıktan dolayı da Allah’tan mağfiret dileriz.
Rablerine ibadette ve O’nu anmakta oldukça gayret sahi-
bi olanlar, bazı hâllerde korku, bazı hâllerde ümit içinde olur-
lar. İşte kulluğa yakışan da budur. Nitekim Yüce Allah, huşu
sahibi, O’nu zikredip anan mü’minleri nitelerken şöyle buyur-
maktadır: “Yanları yataklarından uzak kalır, Rablerine
korkarak ve ümid ederek dua ederler. Onlara verdiği-
miz rızıktan infak da ederler.”185 Allah’ın sevdiklerini yap-
madan rahata kavuşulmaz. O’nun yolunda cömertçe harcanır,
cimrilik edilmez. Kalp ise huşu içinde korkar ve ümit eder.
Mü’minin kimi zaman sıkıntı duyduğu ve korktuğu hâlleri
olur. O zaman kendi nefsini ve onunla birlikte kardeşlerini,
Yüce Allah’ın rahmetinin genişliğini hatırlatarak tedavi eder.
Bazı hâllerde de rahatlık ve ümit içerisinde olur. Bunun da ila-
cı, ilahî meşieti ve dünyadan son ayrılacağı vakti hatırlamaktır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Yüce Allah’tan çok-
ça korkar, O’nun haşyetinden çokça ağlardı. Nitekim sahabîler
de böyle idiler. İşte kula yakışan budur. Onu Yüce Allah’a ya-
kınlaştıran şey, önünde zilletini ve kırık hâlini arz etmesidir.

Yirmi Dördüncü Şube: Ölümü Hatırlamak


Cahiliye âlemi, fitne âlemi, hezeyan, heves ve gaflet âlemi.
Bunlar Yüce Allah ile ilgisi bulunmayan âlemlerdir. Pozitif ma-
teryalizm ise, hissettiği şeylerin dışındaki her şeyden ümidi-
ni kesen ve varlığının, ölümün sonunu getirdiği, zamanın da
helâk ettiği bir canlı olmasına rıza gösteren insanın felsefesidir.
Bazı evlatlarımızın aklının içine yerleşen, kültürümüzü,
evlerimizi, genel ve özel hayatımızı istila eden cahilî uygarlık,

185 Secde 32/16.


288 Nebevî Yöntem

Allah’a ve ahiret gününe, ölümden sonra dirilişe, yeniden ya-


ratılışa, cennete ve cehenneme inanmayan ve bunları inkâr
eden bir uygarlıktır.
İslâm uygarlığı ise böyle değildir. Çünkü dünya bir köp-
rüdür, bir sınanma ve bir imtihan yurdudur. İnsanları fitneye
düşürmek için de süslenip durmaktadır. Mü’minler ona karşı
direnme gücünü, ölümden sonra bir sorgu-suale, ölümden
sonra dirilişe, hesabın ve amellerin karşılığının görüleceğine
olan imanlarından alırlar.
Buna göre, eğitirken, yazarken ve anlatırken Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in nitelendirdiği şekilde, lezzetleri
yıkan ölümden söz edilmesi, bizim konuşmamızın vazgeçil-
mez bir parçası olmalıdır. Ahiret ile ilgili düşünce ve hesabı-
mız, dünyamız hakkındaki düşüncemizden daha ileri olmalı-
dır. Nihayet bütün tasamız ve tasamızın istikameti Yüce Allah
olunca, O’ndan razı oluşumuz ve O’nun kapısında durup bo-
yun eğişimiz de Yüce Rabbimize giden yolculuğumuzda bizim
marşımız olur. Dünya meşakkatleri, ölüm sarhoşlukları, kabir
durağı, mahşerin dehşeti ve hesabın inceliği, sırattan geçip
kalıcılık yurduna varıncaya kadar bizim yol göstericimiz olur.
Nübüvvet yöntemine uygun halifelik, bizden, düşmanı
geçip geride bırakmamız için yeryüzünde güçlü ve ağırlıklı bir
varlığımızın olmasını istemektedir. Üretmemizi, sanayileşme-
mizi, silahlanmamızı, dünya pazarlarına açılmamızı ve herkes
ile aynı alanlarda yarışmamızı istemektedir.
Yeryüzünün çekiciliğinin bizi yenik düşürmemesi ve bu-
nun sonucunda maddî değerlere kapılıp hayatımızın onun
içinde erimemesi için bizler Allah’a hicret eden, O’na yönelen,
ölümü gözünün önünden ayırmayan ve Allah yolunda şeha-
deti arzu eden nesiller eğitiyoruz.
İmanın Şubeleri 289

Mü’minin ölüm karşısında iki duruşu vardır: Birisi haşyet,


düşünme ve hazırlanma duruşudur. Bu, bütün Müslümanlar-
dan istenen genel bir duruştur. Diğeri ise olumlu bir duruş
olup cihada hazır olan, Allah’a kavuşmayı arzulayan ve cihad
ederek O’nun yolunda ölmeyi isteyen bir duruştur.
Kulun, -istesin ya da istemesin- bir yolcu oluşu, her iki
duruşu bir arada bulundurmayı gerektirir. Çünkü kulun cihad
ederek ölüme atılan şehidlerden olması, elbetteki oturarak ve
korkuyla onu beklemesinden, onun için daha hayırlıdır.
Buhârî ve Tirmizî’nin naklettikleri bir hadise göre, İbn
Ömer dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem omuzla-
rımı tuttu ve şöyle buyurdu: “Dünyada bir yabancı ya da
yoldan geçip giden bir kişi gibi ol.” İbn Ömer de şöyle
derdi: “Akşamı ettiğinde sabahı bekleme, sabaha çıktığında
da akşamı bekleme. Sağlığında hastalığın için bir şeyler yap.
Hayattayken de ölümün için bir şeyler yap.”186
Lezzetleri yıkan ölümü anmanın hayatımızın bir parça-
sı olması için şeriat koyucu, bize hasta ziyaretine gitmemizi
emretmiş ve bunun bize pek büyük bir mükâfat vaat etmiştir.
Hastaya dua etmemizi, onu gözetmemizi, onun sabır ve me-
tanetini artırmasını sağlamamızı emretmiştir. Hastaları ziyaret
etmek ise davetin en önemli yollarındandır. Çünkü hastanın
zayıf hâli ve alışageldiklerinden uzak durduğu bu hâlinde söy-
leneni dinleme ve tevbe ihtimali daha yüksektir.
Ölümün, ölenin teçhiz edilmesinin, namazının kılınması-
nın, cenazesinin kabre götürülmesinin, ölüye dua edilmesinin
ve yakınlarının taziye edilmesinin birtakım edepleri ve fazilet-
leri vardır. Bu hasletin mukaddimesinde ise, kabirlere ibadet
içeren bid’atler ile savaşmanın gerektiğinden söz edilmiştir.

186 Buhârî, Rikâk 3; Tirmizî, Zühd 25.


290 Nebevî Yöntem

Mü’minlerin hasta ve ölü ziyaretine ve kabirleri ziyarete


çabuk gitmekte birbirleriyle yarışmaları gerekir. Bu ise öğüt
almak ve Yüce Allah’ın lütuflarına mazhar olmak içindir. Ca-
hiliye mensubu kimselerin uygarlığında ölünün adı geçmez,
ona karşı kulaklar tıkalıdır. İnsanlar görmesin diye leşlerin üze-
ri kapatılır.
Bizde ise durum tam aksinedir. Çünkü biz, cenazelerimiz
sebebiyle toplanıp bir araya geliriz. Rasûlullah sallallahu aley-
hi ve sellem, Ebu Zerr’e hitaben şöyle buyurmuştur: “Kabir-
leri ziyaret et, onlarla ahireti hatırlarsın. Ölenleri yıka,
çünkü boş kalmış bir ceset ile uğraşmak oldukça et-
kileyici bir öğüttür. Cenaze namazını kıl, belki bu seni
kederlendirir. Çünkü kederli kimse, kıyamet gününde
Allah’ın gölgesindedir.”187 Bu hadisi, Hâkim rivayet etmiş
olup sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de onun bu kanaatini
paylaşmıştır.

187 Hâkim, Müstedrek, I, 533, IV, 366.


ÜÇÜNCÜ HASLET
SIDK (DOĞRULUK)

Terbiye (Eğitim) Açısından Sıdk


Biz Rabbanî erkek ve kadınlar eğitmek istiyoruz. Cihadî
terbiye, dünyayla her türlü ilişkilerini koparmış arkadaşlardan
oluşan bir nesil ortaya çıkarmak değildir. Aksine Allah’ın rı-
zasını isteyen, Allah yolunda şehid olmayı arzu eden ve bu
uğurda savaşan Allah’ın erlerini ortaya çıkarmaktır.
Allah için arkadaşlığı eğer Allah’ı zikretmek beslemiyorsa,
bu, fazla zaman geçmeden dağıtıcı bir taassup doğuran doğal
bir alışkanlık hâlini alır. Allah’ı anmakla birlikte arkadaşlık ve
gündem edilip konuşulan ve gereği yerine getirilen unsurla-
rın seçimi ve sınanmasıyla, uygulanması için hazırlanmayan
cihadî bir proje bulunmadan Allah için bir araya gelmek ise,
hayrı adeta toplum içerisinde felç olmuş organları andıran ve
toplumdan kopuk bireyler dairesini aşmayan bir arkadaşlık ve
bir topluluk demektir.
Sıdk, öyle kapsamlı imanî bir haslettir ki aşağıdaki husus-
lar ile çelişki arzeder:
1. En önemlileri konuşurken yalan söylemek, verilen söz-
de durmamak, emanete hainlik etmek, tartışma esnasında
haddi aşarak günaha girmek ve kötü konuşmak olan bütün
şubeleri ile münafıklık. Bu sebeple dışarıdan gelen bir kim-
senin sınanması bu dört hususla ilgili olarak gerçekleştirilir.
292 Nebevî Yöntem

Böylelikle biz, onun münafıklık dairesinin dışına çıkmış oldu-


ğundan emin olalım.
İslâmî cihadî çalışma, siyasal parti çalışması gibi değildir.
Siyasal parti çalışması, en güçlü şekli olan komünist yapılan-
mada tek bir fikir etrafında ve emrine uyulan bir komutanın
demirle sağlanan bir disiplinidir. İslâmî çalışma ise, tamamıyla
Allah’ın ve Rasûlü’nün emrine uymakla, onları ve mü’minleri
sevmekle, şûrâ ve itaatle, cihadî intizam içerisinde ruhî, fikrî
ve amelî olarak kişiliği yeniden ortaya çıkartan kapsamlı bir
eğitim almakla mümkün olur.
Partisel çalışma, siyasal menfaati esas alan ve belirli bir
hareket tarzını öngören siyasal bir aidiyettir. Onun akide,
ahlâk ve semavî değerlerle bir ilişkisi yoktur. O, tamamıyla
menfaat mücadelesi olan ve yeryüzü menşeli bir harekettir.
İslâmî cihad, yeryüzünün fikrî, bedenî, bilimsel, maddî ve
örgütsel araçları ile savunma yapmakta partisel mücadele ile
ortak bir niteliğe sahiptir. Fakat şartları, Yüce Allah’ı tevhid
etmek, O’nun için bir araya gelmek, O’nun lütfuna yönelmek
ve şeriatına bağlı kalmak olan vaat olunmuş Allah’ın yardım
ve desteği ile ona üstünlük sağlar. Allah’ın erleri, bu noktada
ne zaman kusur işler, ne zaman münafıklık unsurları aralarına
girer ve ne zaman eğitim ve yapılanmalarına doğruluk ile bağ-
daşmayan hususlar karışacak olursa, o zaman düşmanlarının
ve hasımlarının seviyesine iner ve Allah’ın yardımı onlardan
çekilir. Onların Müslümanlıkları da Allah’ı zikretmekten, O’na
yönelmekten ve O’na doğru yol almaktan boşaltılmış, soyut
bir fikir, bir politika ve bir ideoloji hâlini alır.
2. Kültürel miras olarak devralınmış gelenekler, zihni-
yetler ve bencillikleri korumak ve sürdürmek. Cemaat içeri-
sinde ferdin ve ilişkilerin kapsamlı bir şekilde değiştirilmesi
kaçınılmazdır. Cahiliye bağlarını koparmak suretiyle Allah’a
ve Rasûlü’ne hicret bir zorunluluktur. Mü’min birey ile cihad
İmanın Şubeleri 293

eden cemaat bakımından çağımızda arzu edilen hicret ise


manevî bir hicrettir. Bu hicretin ilk adımı, Allah’ın haram kıl-
dıklarını terk etmektir. Sonra da tevbe öncesindeki maziye bizi
bağlayan bağları koparmak, fitnenin hâli hazırdaki düzeyinin
üzerine yükselmek ve gelecek için yapılan planlama ve hazır-
lıklar ile Allah’ın yardımını gözetlemektir.
3. Kültürel miras olarak devralınmış olan akide, ibadet ve
ilişkilerin oluşturduğu İslâm üzere kalmayı sürdürmek. Allah’ın
erlerinin Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine, ahiret
gününe, hayrı ve şerri ile kadere iman etmeye hakkını verme-
leri gerekir. Mezhep hususlarında Müslümanlar arasında gö-
rünen ayrılıklar, hiç şüphesiz miras olarak devralınmış İslâm
afetlerinden biridir. Bundan ise Müslümanların hareketini felç
eden, onların bir araya getirip toplama çabalarını engelleyen
daha başka afetler de ortaya çıkar. Çünkü kimi mü’minler,
imanı ve Allah’ı bilmeyi, tamamıyla bir süluk (yaşayış) olarak
anlarken kimileri de bütün bunları bir ilim ve diyalektik tartış-
ma olarak değerlendirir. Hasan el-Bennâ, Usûl’ünde şunları
söylemektedir: “Şanı yüce ve mübarek Allah’ı bilmek, O’nu
tevhid ve tenzih etmek, İslâm akaidinin en yücesidir. Sıfatları
ile ilgili âyetler, sahih hadisler ve bunların kapsamında görü-
len müteşabih buyruklara, herhangi bir te’vil ve ta’tile sap-
maksızın, geldikleri gibi inanırız. Bunlarla ilgili ilim adamları
arasında ortaya çıkan ihtilaflara da girmeyiz. Allah’ın Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı için de yeterli olan,
‘İlimde derinleşmiş olanlar ise, ‘Biz ona inandık, hepsi
Rabbimiz nezdindendir’ derler’188 buyruğu bizim için de
yeterlidir.”
4. Zavallı, yoksul ve cahil bırakılmış halk arasında yaygın
vehimlere ve hurafelere razı olmak.

188 Âl-i İmrân 3/7.


294 Nebevî Yöntem

Sıdk (doğruluk), tağutî bâtıla güçlü bir şekilde karşı koy-


mak ise, şüphesiz ki safın içerisinde, etrafında ve halk kitlesi
arasında akidenin esaslarını tashih etmek için temel bir şart-
tır. Bizler, aramızda bâtılın etkileri bulunuyorken, bâtıla karşı
duramayız, direnemeyiz. Hasan el-Bennâ şöyle diyor: “Mus-
kalar, afsunlar, nazarlıklar, falcılık, bilinmeyeni bilme iddiası,
kâhinlik ve gaybı bilme iddiası… Ve bu türden olan bütün
hususlar münkerdir, bunlara karşı savaşmak gerekir. -Kur’ân-ı
Kerim’den bir âyet ve sağlam rivayetle gelmiş bir rukye (oku-
ma) hariç.-”
5. Hedeflerimizle ilgili ve Allah erinin ehil kılan vasıfları
hususunda yarım çözümlere razı olmak.
Güçlü, güvenilir, imanı kâmil ve onu sürekli kemâle gö-
türmeye çalışan kişi, -Allah’ın yardımıyla ve safla kaynaşması
hâlinde- toplumda İslâmî değişikliği ancak ortaya çıkartabilir.
Böyle bir mü’minin bir örneği de Ammâr b. Yâsir’dir. Allah
yolunda kendisine eziyet edildi, sabretti. Sabrıyla da imanı-
nın doğruluğunu belgelendirdi. Mustafa sallallahu aleyhi ve
sellem ve halifelerinin yanından ayrılmadı. Allah yolunda
ölünceye kadar onlarla birlikte cihad etti. Rasûlullah sallalla-
hu aleyhi ve sellem de “Ammâr, iliklerine kadar iman ile
dopdolu biridir” buyurdu.189 Hadisi Bezzâr, mü’minlerin
annesi Hz. Âişe’den rivayet etmiştir.
İslâmî hedefler, araçlar ve amaç bakımından yarım çö-
zümler mugalatası hakkında da merhum Hasan el-Bennâ’nın,
Usûl’ünde şunları söylediğini görüyoruz: “İslâm, hayatın bü-
tün şekillerini ele alan kapsamlı bir düzendir. O, devlet, vatan,
yönetim ve ümmettir. O, ahlâk, güç, merhamet ve adalettir.
O, kültür, hukuk, ilim ve yargıdır. O, maddiyat, servet ve ka-
zançtır. O, cihad, davet, ordu ve düşüncedir. Tıpkı doğru ve

189 Bezzâr, Müsned, II, 312.


İmanın Şubeleri 295

samimi bir akide, doğru bir ibadet oluşu gibi… Bütün bu hu-
suslarda hiçbiri arasında fark yoktur.”
6. Kişilerden oluşan unsurları seçmeden ve denemeden
çokluğu hedef alan toplamacılık. Yine Hasan el-Bennâ, 5.
Kongredeki konuşmasında şöyle diyor: “Şüphesiz pek çok
kimse bir şeyler söyleyebilir fakat bunlar arasından, amel
gerektiği yerlerde sebat gösterenler azdır. Bu azlığın birçoğu
amel edebilir fakat onlar arasından bir azınlık, ağır cihadın ve
meşakkatli amelin yüklerini taşıyabilir. Yardımcılardan oluşan
az miktardaki seçkin kimseler olan bu mücahidler ise, eğer
Allah’ın inayeti kendilerine yetişmeyecek olursa yolu şaşıra-
bilir, hedefi isabet ettiremeyebilirler. Bu sözlerime Talut kıssası
açıklık getirmektedir.
O hâlde kendinizi hazırlayın. Doğru terbiye ve hassas se-
çim ile ona gereken itinayı gösterin. Onu amelle yani onun
hoşlanmadığı, ona zor gelen güçlü ve meşakkatli işlerle sına-
yın. Onu arzularından, alışkanlıklarından, adetlerinden uzak
tutun, onlarla alakasını kesin.
Bizler dışarıdan gelen bir kimsenin doğruluğunu ve ha-
zır olduğunu, ancak bunu amelleriyle, duruşlarıyla, itaat ve
uygulamaya yatkın oluşuyla ve kendisini dizginleme gücüyle
ispatlaması hâlinde bilebiliriz.
Gelen kişi, olgunluğunu ve doğruluğunu bilinceye kadar
sürekli sınanır. Sonra da sınama, her bir mü’minin bize cihad
yolu boyunca doğruluğunun delilini vermesi isteği ile devam
eder. Çünkü mesele, biri diğerinin arkasında verilen sonra da
üyenin bencilliğine kapılıp üyeliğinin köşkünde oturacağı bir
mesele değildir. Mesele bundan daha da büyüktür. Çünkü
Aziz ve Celil Allah’a kavuşacağını ümit eden bir kimse, ken-
disini, yokuşu aşmaya ve hayatta kaldığı sürece bunun için
kollarını sıvalı tutmaya alıştırmalıdır. Allah yolunda ölürse
296 Nebevî Yöntem

Allah’ın rahmet ve rızasına gitmiş olur. Fakat kalbi ölürse safa


veda etmiş olur.
Gelen üye on haslet ve imanın şubeleri basamaklarında
gözlem altında tutulur, yaşayışına dikkat edilir ve yanlışlıkla-
rını doğrultabilecek olanlar da onu doğrultur. Onun rencide
edici bir haslet taşıdığı ya da genel özellikleri arasında eğitim
ile kapatılması imkânsız bir gediğinin bulunduğu açıkça orta-
ya çıkacak olursa, onun varlığıyla yapılanmanın omuzlarında-
ki yükü ağırlaştırmaya gerek yoktur. Çünkü mesele ciddidir ve
sınamanın da kesin ve sürekli olması gerekir.
7. Bireylerin yetkinliklerinde, niyetlerinde, cemaatin amel
ile ilgili tasavvuruna katılımlarında ve cemaatin üslubunu, dü-
zenini, emirliğini ve siyasal çizgisini beğenmelerinde kapalılık
bulunması.
Muhacir ve yardımcı (ensar) üye, cemaatin yapısında
iki temel unsurdur. Bunlar, bu yapının yıkılmasını engellerler.
Bunlar, cihad çadırının iki önemli kazığıdır. Rüzgârların bu ça-
dırı savurmasına karşı onu sağlam tutarlar.
Cemaat içerisindeki üyeler yükü omuzlayanlardır. Fakat
dışarıdan bize geleni cemaat taşır, arkadaşlığın sıcaklığı ile
onu kucaklar. Fakaat yine de cemaat ondan sürekli olarak
gücünü toparlamasını, çaba ve gayretlerinin uyanıklılığı ile
kafileye uymasını, sorumluluklarının daha sağlam bir hâl al-
masını ve azim ve kararlılığının samimilikle ilerlemesini bekler
ki, cemaat ile birlikte ve cemaatin komutası altında cihadın
yüklerini taşıyabilsin.
Kimi insanlar, sözden ileri geçmeyen ve kendilerinde bu-
lunmayan yetkinliklere sahip olduklarını iddia ederler. Kimi-
leri senin hedefini anladığını ve seninle birlikte olduğunu ileri
sürer; kimisi senin tutturduğun çizgiyi ve düzenini beğendiğini
izhar eder. Nihayet uygulama zamanı gelip sınav başlayınca
İmanın Şubeleri 297

bunlar kaçıp giderler. O hâlde cemaat için en uygun olan; kaç-


mayacaklarını, itaatsizlik etmeyeceklerini ve yardımlarını çek-
meyeceklerini anladığı kimselerle bağlantı kurmasıdır. Yüce
Allah sözden ibaret iddialarda bulunan münafıkları nitelen-
dirirken şöyle buyurmaktadır: “İman etmiş olanlar ‘Keş-
ke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı’ derler.
Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan
söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm bay-
gınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını
görürsün. Onlara yakışan da budur! (Onların vazifesi)
itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah’a
sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha ha-
yırlı olurdu.”190
“Allah’a sadakat gösterselerdi…” Yani Allah ile birlik-
te doğru olmak, sadakati elden bırakmamak…
Allah’a karşı sadakat gösteren kimse, ahdine ve akdine
bağlı kalarak Allah yolunda sadıklarla birlikte ölen kimsedir.
Nitekim Yüce Allah “Ey iman edenler! Allah’tan korkun
ve sadıklarla birlikte olun”191 buyurmaktadır.
Evet, sadıklarla birlikte olun.
Yine Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Mü’minler
arasında Allah’a verdikleri sözde samimiyetle (sadakat-
le) sebat gösteren nice yiğitler vardır. Onlardan kimisi
adağını yerine getirdi, kimisi de beklemektedir. On-
lar hiçbir şeyi değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah doğru
olanları doğrulukları sebebiyle mükâfatlandıracaktır.”192

190 Muhammed 47/20-21.


191 Tevbe 9/119.
192 Ahzâb 33/23-24.
298 Nebevî Yöntem

Doğru olanlar, sadıklar, ne değiştirirler ne de değişirler.


Allah’ın ahdini de bozmazlar. Bir topluluk ile karşılaşacak olur-
larsa, sebat gösterir, sapasağlam durur, Allah’ı çokça anar ve
sonunda kurtulurlar. O hâlde emirlik akdinin zımnındaki bend
(paragraf/cümle) de Allah yolunda ölmek üzere ahidleşmek
olmalıdır. Gelenlerin tepesinde sadıkların şu seslenişi yüksel-
melidir: “Mü’minler ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman
eden sonra da şüpheye düşmeyen, ardından malları ve
canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte
onlar, sadık olanların ta kendileridir.”193
Şüphe ve tereddüt içinde olan, şüphe ve tereddüde düşü-
rülmesi mümkün olan ve mallarını ve canlarını Allah için feda
etmekten uzak olan cimri unsurlar yapıya uygun ve elverişli
değildir.
Geleni ve üyeyi, tanımak için ve on haslet düzeyinde
onun işini yoluna koymak için gözetiriz. Bizimle arkadaşlıktaki,
birliktelikteki ve cemaatimize katılmaktaki doğruluğunu, Allah
ve Rasûlü ile beraberliğindeki doğruluğunu, mesuliyetindeki,
çaba ve gayretlerindeki, hizmet ve yardımlarındaki sadakatini,
malını, canını, çaba ve gayretlerini feda etmekteki doğruluğu-
nu, ilme yönelişindeki doğruluğunu, sağlam ve güzel bir şekil-
de yapıp bitirmek suretiyle amelindeki doğruluğunu, şekil ve
görünüşünün başkalarından farklı oluşundaki doğruluğunu,
sabrında, tahammülünde, kendisini ve işlerini disiplin altına
almadaki doğruluğunu, cemaatin gözettiği hedeflere ve ihsan
nitelikli bireysel amaca yönelişindeki doğruluğunu ve Allah
yolunda ölme isteğindeki doğruluğunu gözetiriz.

193 Hucurât 49/15.


İmanın Şubeleri 299

Yapılanma Açısından Doğruluk


Araplar kırılmayan ve hedefini delip geçen bir mızrak için
“rumhun sadkun” derler.
Emperyalizmin Dâru’l-İslâm’a hücumundan beri Müslü-
manlar arasında birtakım direniş hareketleri ortaya çıktı. Bun-
ların en güçlüleri “ulusal özgürlük hareketleri” adı ile ifadesi-
ni bulmuştur. Fakat bütün bu hareketler, ulusal hakları talep
etme noktasında yola koyuldu ve ulusal sloganlar ile birlikte
İslâmî birtakım sloganlar da yükseltti. Bu vesileyle Müslüman
halkları harekete geçirebildi ve onları, ulusal özgürlüğe, savaş
ve hareketlere destek vermeye itti.
Şekilden ibaret siyasal bağımsızlıktan sonra İslâmî slogan-
ların bir yalandan ibaret olduğu açıkça ortaya çıktı. Bize sade-
ce sözden ibaret dille dile getirilen münafıklık dışında İslâm’ı
din edinmemiş, Batılılaşmış kimseler hükmetti. Onların bütün
güçleri de Müslümanların bünyesine zarar vermekten başka
bir şey yapmıyor.
Ümmetin derinliklerinde, Yüce Allah, bu (20.) asrın başın-
da bir ileriye doğru atılımı canlandırdı. Bunun başlangıcı alt-
mış yıl öncesinden beri Şeyh Muhammed İlyas, Hindistan’da
Şeyh Mevdûdî, Mısır’da Şeyh Hasan el-Bennâ, Türkiye’de
Şeyh Said Nursi -Allah’ın rahmeti onlara olsun- gibileri hare-
kete geçtiler.
Bugün İslâmî hareket kesintisiz olarak toplanıp bir ara-
ya gelen bir gücü ifade etmektedir. Biz bu hareketin İslâm’a
destek veren, hedefine varmadan da asla kırılmayan ya da
bükülmeyen bir güç olmasını istiyoruz ki, sözünü ettiğimiz bu
hareket de İslâm halifeliğini kurmaktır. Biz bu hareketin doğru
(sadık) bir hareket olmasını istiyoruz.
Pek çok nesil öldü. Daha başka nesiller ise Müslüman
toplumların yüzeyinde zelil ve tağuta boyun eğen bir hayat
300 Nebevî Yöntem

sürmektedir. İlim adamlarımızın birçok nesli bozguna uğradı.


Görevinden istifa etti. Meydandan çekildi ve Müslümanların
işleriyle ilgilenmedi ya da zorba yönetimlerle uzlaştı. Birtakım
nesiller de hazin vakıamızı görmemek için elbiseleri ile üzerle-
rini örttüler. Doğru ve sadık olanları cihada teşvik eden, hak
nidayı, mescitlerdeki “Hayye ale’l-felahı” kulaklarını tıkaya-
rak, bayağılığı göze alarak ve korkarak işitmediler.
İşte su üzerindeki köpükleri andıran bu nesillerin altından
Allah Teâlâ, Allah’la ahidleşip Allah’a verdikleri söz ve ahid-
lerinde doğru ve samimi bir şekilde sebat göstermek isteyen
genç kuşaklar diriltmektedir.

Gayret ve İrade
Bu mübarek İslâmî uyanış, dünyanın gördüğü ve önem-
sediği apaçık bir gerçektir. Acaba bu yükselen bir toz ve
rastgele yol alan bir köpük müdür? Asla! Dünyanın gördü-
ğü, yakından ilgilendiği bu vakıa, derinlerden gelen iman ile
çarpan kalplere ait, tarihte fiilen dehşet verici şekilde etken
bir iradenin ve derinliklerden gelen diri bir hareketin görünen
yüzünden başkası değildir. Ve bu hareket hâlâ yola ilk çıkış
zamanlarındadır.
Bu, uykusu uzun süredir devam eden arazide, Yüce
Allah’ın diktiği bir fidandır. O gittikçe güçlenmekte, su ile
beslenmektedir. Aziz ve celil Rabbi, onu iman suyu ile besle-
mektedir. O, Yüce Allah’ın güç ve kuvvetiyle, çıkışına ve tam
olarak olgunlaşıncaya kadar büyüyüp gelişmesine devam et-
mektedir.
Bazen yeni gelenler, kaynayıp coşan ve atılgan bir ha-
maset ile gelebilmektedirler. Fakat hamaset bir saman alevidir.
Onu esas almak söz konusu olmaz. Eğitimin işi ise yeni gelen-
leri şefkatle alıp hamasî duygularının soğumasını beklemektir.
İmanın Şubeleri 301

Sonra deneyimiyle onları önemli işleri başarmaya, iman mec-


lisinde konuşurken doğruluğa, vefakârlığa, hicrete ve ensarca
yardım etmeye alıştırır, ta ki doğru olanlar bizim için açıkça
belli olup yalan söyleyenleri bilmiş olalım.
Yapılanma, gelip geçen ve saman alevi gibi coşan hama-
silik üzerinde yükselmez. Fakat yapılanma, kararlı bir iradeye
dayalıdır. Mü’minin gayreti, kişisel arzularına ve hedeflerine
hizmet etmekte daha yüksek olursa, onun sorumluluğu ne za-
man doğru ve yanlışlıklarından emin olursa, aynı şekilde ona
ihtiyaç duyacağımız zaman bizden yardımını esirgemeyece-
ğinden yana güven taşırsak, işte bu kararlı iradeyle bizim de
sadakatli safı ortaya çıkarmamız mümkün olur. Ve ilahî fida-
nın tam olgunlaşıncaya kadar gelişeceğinden, mücahid safın
da Allah yolunda yol aldığından emin olabiliriz.
Doğru yolda yol alması umulan bu ilahî ekinin misa-
li, Yüce Allah’ın şu buyruğunda verilmiştir: “Muhammed,
Allah’ın Rasûlü’dür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere
karşı sert ve katı, kendi aralarında merhametlidirler…”
Nihayet Yüce Rabbimiz, “İncil’deki misallerine gelince; o,
önce filizini yarıp çıkarmış sonra onu gittikçe kuvvet-
lendirmiş sonra kalınlaşıp gövdesi üzerine doğrulmuş,
ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir”194 buyurarak
niteliklerini tamamlamaktadır.
Güçlenmeye doğru basamak basamak ilerleyen bir bitki,
bir tarafı çıkmış bir ekin sonra kökleri güçlenmiş sonra geliş-
mesi kalınlaşmış sonra gövdesi üzerinde dimdik doğrulup dur-
muş… Bu hâliyle samimi dost tarafından beğenilir, düşmanı
da öfkelendirir.

194 Fetih 48/29.


302 Nebevî Yöntem

İşte Allah’ın erleri böyledir. Güçleninceye kadar bir araya


gelip kaynaşan bir bedendir. Sonra düşman tağutu sarsar ve
o gün mü’minler, Allah’ın yardımının başlaması dolayısıyla
sevinirler.
Bizim hareketimiz; yalan konuşan, hamasi tozlar, bulut-
lar kaldıran ve münafıklık zemini üzerine yapı kuran partilere
benzemez.
Halkın bize destek vermesi, İslâmî meseleye hamasetle
bağlı görülmesi, İran’ın ve Suriye’nin delil olduğu birer ha-
kikattir. Biz, Allah’ın izniyle, çevremizi saran bu hamaseti ve
ilerleyeceği yolu, planlanmış kararlı bir iradeye dönüştürmek
için çalışmalıyız.

Mücahid Öncüler
“Öncüler: Talîa,” bizim, kaybettiğimiz bir sözcüğümüzdür.
Onu geri alıyoruz. Biz bunu devrimcileri taklit etmek üzere kul-
lanmıyoruz. Aksine biz bunu, mücahidlerin önderi Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden alıyoruz. Buhârî’de
öncü birliğin (talîanın) fazileti hakkında bir bab yer almak-
tadır.195 Biz bu kelimeye, alanı keşfetme, tehlikeleri ortadan
kaldırma ve erlerin önünde fedailik yapmak için ordunun
önünden gitme ve önden ilerleme anlamını veriyoruz.
Ümmetin açık bir iradesi yoktur. Görünlen vicdani açı-
dan arzuladıkları emeller; tarihimizin ve dinimizin anılmasın-
dan ve Afganistan, Suriye ve İran’daki İslâmî öncü birliklerin
gerçekleştirdiklerinden dolayı duygularımızı harekete geçiren
sarsıcı olaylardan ibarettir.
Yönetime varmadan önce ve yönetimi elde ettikten sonra
bölgesel yapılanma, gelecek için planlananları yapması gere-
ken kahraman öncü bir birliktir. Böylelikle ümmetin geleceğe

195 Bk. Buhârî, Cihâd 40.


İmanın Şubeleri 303

doğru gerilimi, rüyalar gören bir hamaset değil, uyanık bir ira-
de hâline gelsin. Bu öncü birliğin cihad alanında sabit adımlar
atması gerekir ki, ümmet de onun adımlarını izlesin. Halkımız
arasındaki bütün Müslümanların kulağına cihad çağrısının
açık bir şekilde ulaşması ve oradan akıllara kadar varması ve
doğru bir şekilde kalplere kadar sirayet etmesi gerekir.
Günahkâr Batıcıların yalanı açıkça ortaya çıkmıştır. Bunlar,
ümmetin güvenini de kaybetmiş durumdadırlar. Artık ümmetin,
Allah’a kavuşmayı temenni eden ve düşmanlarımıza kuyruk ol-
mayan evlatlarının doğru ve sadık mü’minler olduklarını bilme-
lerinin zamanı gelmiştir. Bizim de bu ümmete; yaşayışımızın ör-
nekliğiyle, şehitliği dileyişimizle ve kahramanlığımızla ümmetin
şimdiki hâlinin ve geleceğinin kendisinden istediği gerçeklere
yükselmesinin, ancak bu doğru öncü birlikle birlikte yürümesiy-
le mümkün olacağını öğretmemizin zamanı da gelmiştir.
Bizden başkaları yalan propagandaya, kışkırtıcılığa, he-
yecana sürüklemeye ve içi boş dinamizme dayanmaktadır.
Bizim öncü birliklere yakışan yolumuz ise, iyiliği emredip kö-
tülükten alıkoymaktır. Bu görev uğrunda bu öncü birliğin karşı
karşıya kalacağı bütün baskılar ise onun lehine yapılabilecek
en büyük ve en doğru propagandadır.
Yönetimi ele almadan önce ve sonra en çok muhtaç
olduğumuz şey, önce Yüce Allah’a sonra birbirimize güven-
mektir. Öncü birlik ise, görevi gereği düşman arazisinde ön-
den gider. Bu sebeple bu birlik, iftiraya ve hakkında şüpheler
uyandırılmaya maruz kalır. Bazen ortamın fesadı ve yalancı-
lar, riyakârlar, ikiyüzlüler, yalan propagandalar ve kışkırtıcılar
arasındaki doğrular o kadar garip kalır ki, düşmanlar bizim
iyiliklerimizi münker gibi gösterecek noktaya kadar varırlar.
O hâlde aleyhinde şüphelerin uyandırılmaması için öncü
birliğin gerekli ihtiyat ve tedbirleri alması kaçınılmazdır. Lider-
lik makamına tam güven, Allah’ın erlerinin gücünün dosdoğ-
ru durması demektir. Safa ancak güvenilir kimselerin girmesi
304 Nebevî Yöntem

için gereken araştırma yapıldıktan sonra öncü birliğin bu şe-


kildeki önderliğinin düşmanın ateşlerine maruz kalacağı tam
anlamıyla fark edilmelidir.
Safın içindeki şûrâ meclislerinde iyiliği emredip kötü-
lükten alıkoymak ve samimiyetle nasihatte bulunmak, safın
Yüce Allah’ın razı olduğu istikamette kalabilmesinin teminatı-
dır. Eğer fasığın biri bize bir haber getirir ya da aslı olmayan
bir bilgi taşıyacak olursa, durumu iyice açığa çıkarmadan onu
tasdik etmekte acele etmeyiz. Ayrıca bize, bizden olmayanları
sırdaş edinmemiz yasaklanmıştır. Bundan dolayı düşmanların
ve oturup seyirci kalanların, asılsız haberleri taşıyıp fitneleri
körüklemekte bizim korkup çekildiğimiz gibi çekineceklerini
sanmayalım.
Öncü mü’minlere karşı toptan imha edici savaşlar açıldığı
gibi medyatik savaş da açılır. Bu sebeple öncü birliklerin; düş-
manlarını ve dostlarını bilmesi ve sadıklarla kaynaşması gere-
kir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla
beraber bulunun.”196
Etrafımızdaki insanlar arasında bir korkaklık ve asılsız de-
dikodulara hastalık derecesinde bir eğilim vardır. Düşmanları-
mızın ise psikolojik savaş için kurumları ve araçları bulunmak-
tadır. Bizim hakkımızda yalanlar ve iftiralar yaymak suretiyle
halka önderlik hususunda bizimle çekişmek istemektedirler.
Öncü birliğin safının, iman bağıyla Allah’a, güven bağıyla
bizim kardeşliğimize ve bizden olan emir sahiplerine bağlılık-
larıyla birbirini tutan ve birbiriyle kaynaşmış şekilde olması
gerekir. “Kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merha-
metli” olmalıdırlar. Kendi aramızda birbirimize kardeşçe na-
sihatte bulunmak suretiyle ayıplarımızı örteriz, şefkatli istişare

196 Tevbe 9/119.


İmanın Şubeleri 305

ile de hatalarımızı düzeltiriz. Bizim dışımızdakilerin de aramız-


da fesad ve bozgunculuk çıkarmalarına fırsat vermeyiz.
Bizler, eğitim ve yapılanmada, kalplere fesad ve kişiliklere
gevşeklik sokabilecek gedikler ya da oradan bize aleyhimiz-
deki propagandaların zehirlerinin ulaşmasını sağlayacak ge-
dikler bırakmayız.

Hicret ve Yardımcılık (Ensar Ruhu)


Müslim’in Ma‘kıl bin Yesâr’dan rivayet ettiğine göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Herc zamanlarında ibadet, bana hicret gibidir.”197 Herc,
haksızca öldürmek demektir. Fitne ise haksızca öldürmekten
de beterdir. Hadisin anlamına gelince; insanların yalan söyle-
dikleri bir zamanda doğru sözlü olan bir kimse ile mü’minlerin
fitneye maruz bırakılıp öldürüldüklerinde, dini için ölüme ha-
zır olan kişi, muhacirler mertebesindedir.
İbn Hacer’in Kadı İyâz’dan naklettiğine göre, ilim adamla-
rı, Mekke’den hicret etmenin, fethedilmeden önce Müslüman-
lara vacip (farz) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem’e yardım etmek ve canı ile onu
korumak için de Medine’de yaşamak aynı şekilde vacipti. İşte
bu şekilde, tehdit ve korkular karşısında azim ve kararlılıkları
kırılmayan ve doğru ve sadık olan mü’minlere cihadlarında
yardım etmek ve canı ile onları korumak üzere kardeşlerine
katılmak mü’min için bir gerekliliktir. Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem zamanında hicret, bir yerden bir başka yere bir hare-
ketti. Düşmana karşı koyma ve İslâm’ın himaye altında oldu-
ğu ve ikamet ettiği yeri korumak için toplu olarak bir arada
bulunma zorunluluğu hicreti gerekli kılmıştır. Şimdi ise dâru’l-
İslâm oldukça geniş, dâru’l-İslâm’ın bölgeleri dağınık, çağın

197 Müslim, Fiten 130.


306 Nebevî Yöntem

araçları ve karşı durma tabiatı farklılık arzetmektedir. Buna


göre samimi ve doğru kimseler için hicret ve yardım, bir yer-
den muayyen bir yere taşınmayı gerektirmemektedir. İstenen,
mü’minlerin toplanmaları, gerekli olan mücadeleye atılmala-
rı, bölge yapılanması içerisinde birbirlerine bağlanmaları ve
mekân düzeyinde ve her yerde yapacakları hareketin sağlam
tutulması ile tamamlanır. Cemaate gelen kimsenin davet için
gezilere ve gençlik kamplarına katılması ise, ona alışkanlıkla-
rından uzaklaşma ve gaflet içerisindeki müreffeh ortamından
kopma fırsatı verir. Böylelikle cahiliye bağlarını koparıp cema-
at ile sağlam bir şekilde bağını kurma hususunda aşamaları
hızlıca kateder.
Bir bölgenin özgürlüğünü elde etmesi tamamlandığı za-
man, onun dışındaki mü’minlerin, yetkinlikleriyle, bilgi ve be-
cerileriyle, maddî ve manevî destekleriyle kardeşlerine yardım
etmek ve destek vermek için ellerini çabuk tutmaları gerekir.
Özgürlüğüne kavuşan her bir bölgenin, bölgesel diğer ha-
reketleri desteklemek ve yardımcı olmak için de bütün çaba
ve gayretlerini ortaya koyması görevidir.
İşte biz, yapılanma açısından hicret ve nusreti (ensar ru-
hunu, yardımlaşmayı) böylece tasavvur etmekteyiz.
Daha önce üyelikten söz ederken hicret ve yardımın eği-
tim açısından açıklaması yapılmıştı. İnşaallah ileride bunlar
hakkında yine bazı açıklamalarımız olacaktır.

Bu Hasletin Şubeleri

Yirmi Beşinci Şube: Allah’a ve O’nun Gaybına İman


Kalbinden, Allah’tan başka bir ilah olmadığına ve
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna inanan, diliyle bunu
söyleyen, Allah’ın rasûllerini, kitaplarını, kaderini ve ahiret
İmanın Şubeleri 307

gününü tasdik eden sonra da bu şehadetin ve tasdikin gere-


ğince amel eden kimse, iman etmiş olur. Ve Cibril hadisindeki
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, rasûllerine, ahiret
gününe iman etmen ve hayrıyla şerriyle kadere iman
etmendir”198 şeklindeki imanın tarifinin dışına da çıkmamış
olur.
Bununla birlikte iman bir haktır, artar ve eksilir. Onun en
üst ve en alt şubeleri vardır. Kemâle erdiği zaman kemâli oldu-
ğu gibi çıkıp da -mesela- zina eden zinakârın başının üstünde
bir gölge gibi olduğu zamanı da vardır. İşte bu da mü’minin
yapısını kuşatan bir hâldir.
İman, insanın kendisine izafe olunan bir mana değil-
dir. Aksine o, insanın kendisiyle var olan bir manadır. İma-
nın kemâli ise mü’minin manası itibariyle kemâl bulmasıdır.
Mü’minin genel yapısı içerisinde imanın nitelikleriyle bezenip
şubeleriyle ahlâklanması ise onun kişisel kemâlinin nereye
vardığını gösterir. Eğer Allah onun güzel bir şekilde son nefesi-
ni vermesini nasip ederse, o, kuvvet üzere diriltilecektir. Bu da
Allah’ın nezdinde sonsuza kadar olan makamı ve konumu-
dur. Eğer iman bütün yönleriyle kemale erip mü’minin kalbi,
bütün şubelerinden beslenecek olursa, imanı ile ihsan merte-
besine ve oradan çeşitli derecelere yükselir. “Ve elbette ki
ahiretin dereceleri de daha büyüktür, üstün kılınma
mertebeleri de daha büyüktür.”199 Buna göre Kerîm ve
Vehhâb olan Allah’ın kapısında durarak kemalini istemen ve
sürekli bir şekilde Kitap ve sünnetin gereğince amel etmen, as-
lında imanın senden istediğini yapman demektir. Nefsî (kalbî)
itikad, dil ile söylemek ve farz olan ibadetleri yapmak, kişiyi
İslâm derecesinden daha yükseğe çıkarmaz. Bu, ancak kişinin

198 Müslim, Îmân 1.


199 İsrâ 17/21.
308 Nebevî Yöntem

kalbinde imanın yenilenmesiyle ve kalpte bir değişimin orta-


ya çıkmasıyla, kalbin imanın tadını bulmasıyla ve bu tat ile de
genişlemesiyle olur. İşte o zaman imanın hoş kokulu bitkisi
büyüyüp gelişir ve Kur’ân-ı Kerim’de bunun için örnek verilen
o pek güzel ağaç hâlini alır.
Nefsî ve aklî itikad, dil ile bu akideyi söylemek ve azalarla
ibadet etmek, Cibril hadisinde sözü edilmiş genel bir imandır.
İmanın tadından, şubelerinden ve kemâlinden söz eden çok
sayıdaki hadisle, imanın artmasından, eksilmesinden, (kalbe)
girmesinden ve kalpte yazılmasınden söz eden âyetler bunu
tahsis etmektedir.
İşte bu tahsis edilip özelleştirilmiş iman, erkeğiyle, kadı-
nıyla herkesin kalbini canlandıran ve böylelikle kendilerini
“ey iman edenler” hitabına muhatap olabilecek hâle getiren
imandır. Çünkü artık onların Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etme
iradeleri vardır. Zira onların emrolunduklarını uygulamaları,
güç ve kuvvetleri olur.
İmanın güleçliği kalbe girer sonra tadı ve lezzetiyle onu
kuşatır ve içinde bir nur olarak taşar. Kalbî ameller, -ki on-
lar niyetlerdir- Allah’a kavuşma şevki, O’na sevgi, O’na ve
Rasûlü’ne bağlılıktan kaynaklandığı zaman ki her amelin ru-
hunu teşkil eder.
Buhârî, Müslim ve başkalarının Enes’ten rivayet ettikleri
bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Üç haslet her kimde bulunursa o, imanın
tadını alır. Allah’ı ve Rasûlü’nü, onların dışındaki her
şeyden daha çok sevmesi, sevdiği kişiyi ancak Allah
için sevmesi ve ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi küf-
re geri dönmekten öylece nefret etmesi.”200

200 Buhârî, Îmân 9, 14, İkrâh 1; Müslim, Îmân 67; Tirmizî, Îmân 10; Ahmed bin
Hanbel, III, 103, 207.
İmanın Şubeleri 309

Korku ve ümit ile kulluk etmek, yerine getirmemiz istenen


bir şer’î durumdur. Fakat sevgi ile ubudiyet -ki bu, birincisinin
fevkinde bir derecedir- ise, mü’min kimsenin İslâm’ın merte-
belerinden, iman ve ihsanın mertebelerine geçişinin tek başı-
na ölçüsüdür.
Yükselen basamaklarda Allah’a giden yolun yolcusu, ita-
at ile birlikte Allah’ı ve Rasûlü’nü de sever. İlahî sevgiden ta-
şan bir surette mü’minleri de sever, küfürden ve küfre geri
dönmekten en ileri derecede tiksinip nefret eder. Bunlar kalbî
amellerdir.
Her kim, cimriliğinin ve bencilliğinin ve aile halkına, kom-
şularına ve mü’minlere kötü bir şekilde muhalefet etmenin sı-
nırları içerisinde sıkışıp kaldığı hâlde mü’min olduğunu ileri
sürüyorsa, o, gerçek olmayan bir iddianın sahibi demektir.
Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Buhârî, Müslim
ve başkalarının Enes’ten naklettikleri bir hadiste şöyle buyur-
maktadır: “Sizden biriniz kendisi için sevdiğini, kardeşi
için sevmedikçe iman etmiş olmaz.”201 Müslim’in Ebu
Hureyre’den naklettiği bir rivayete göre de şöyle buyurmuştur:
“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, iman etmediği-
niz sürece cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedik-
çe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde
birbirinizi seveceğiniz bir şeyi göstereyim mi? Aranız-
da selamı yaygınlaştırın.”202
Köşesine çekilmiş, bencil bir İslâm denklemine mü’minleri
sevmek, onlara iyi davranmak ve onlarla yardımlaşmak gibi
hususlar girmez. Bundan dolayı da o, Allah’ı ve Rasûlü’nü
sevmekle çelişkiye düşer. Çünkü Allah’ı ve Rasûlü’nü sev-
mekle mü’minleri sevmek birbirinden ayrılmaz şeylerdir.

201 Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 59; Nesâî, Îmân
19, 33; Ahmed bin Hanbel, III, 176, 206, 251, 272, 278, 289.
202 Müslim, Îmân 93.
310 Nebevî Yöntem

Bireysel bir İslâm, Müslümanların darmadağınık durum-


larına uygun bir hâldir; esasen böyle bir hâlin sonucudur ve
bu hâli de besler. Bizim arzu ettiğimiz topluluk ise, ümmet
olarak aramızdaki sevgiyi, bizimle Rabbimiz Allah arasında-
ki sevgiyi toplayan bir iman isteyen topluluktur. O’nun bizi
sevmesi ve bizden razı olması için kendi aramızda birbirimizi
sevmemiz şarttır.
Köşesine çekilmiş bencil, bireysel İslâm’da Müslümanlar
birbirlerine katı bir ifadeyle bakarlar; birbirleriyle ilişkileri çe-
kingendir, tedbirlidir ve kötü zanna dayanır. Şubelerini kapsa-
yıcı imanda ise selamla, güleryüzle, güven tohumlarını eken,
aralarındaki bağı sağlamlaştıran ve cihad etme gücünü hazır-
layan bir şekilde güzelliklerin karşılıklı yapılması vardır. Ebu
Davud ve hasen bir senet ile Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den
naklettikleri bir rivayete göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: “İman bakımından en kâmil
mü’min, ahlâkı en güzel olandır. Sizin en hayırlılarınız
da aile fertlerine en hayırlı olanlarınızdır.”203
İtham edici işaretleriyle, parmağıyla insanları gösteren,
kendi nefsinin hastalığının ilacını istemeyi unutup niyetleri it-
ham eden şu asık suratlı, kızgın İslâm’ı bırakalım artık!

Yirmi Altıncı Şube: Ahiret Gününe İman


Allah erlerinin en temel zikirlerinden biri de ölümü hatır-
lamak ve sevgili müjdeleyip uyarıcı Peygamberimiz’den gelen
kıyamet alametleri, herc (haksızca öldürme) zamanlarında
dinine sımsıkı yapışanın fazileti, Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem’in kendisinden en ileri derecede sakındırdığı Deccâl,
Hz. İsa’nın nüzulü, sura üfürülmesi, ölümden sonra diriliş,
kıyametin dehşetli hâlleri, hesap, mizan, sırat, havz, şefaat,
cennet ve cehennem ateşiyle ilgili hadisleri iyice incelemektir.

203 Ebu Davud, Sünne 16; Tirmizî, Rada‘ 11, Îmân 6.


İmanın Şubeleri 311

Ancak bütün bunlara iman edilmesi, bunların incele-


nip Allah’tan mağfiret dilenmesi ve salih amel işlemenin
Muhammedî topluluğun ruhlarındaki ümmetin düzeleceğin-
den ümit kesmek gibi hususları ve helâk edici özelliklerinden
korkarak fitneden kaçma düşüncelerini beslememesi gerekir.
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünü ettiği şekil-
de yüksek bina yapma yarışı, haksızca öldürmeler, yöne-
ticilerin tuğyanı ve inkârları ve kişilerin bozulması gibi Hz.
Peygamber’in sözü ettiğini gördüğümüz kıyamet alametleriyle
ve fitneler hakkında gelmiş rivayetler, aslında bu fesadın so-
nunu getirmek için cihad kararımızı pekiştirir. Bizler bu fasıl-
ların baş taraflarında, bütün bu belalardan sonra nübüvvet
yöntemine uygun halifeliğin ve bütün yeryüzünü kapsayacak
şekilde İslâm’ın ilahî yardım ve zafere mazhar olacağının bu
ümmete vaat edildiğini ifade eden iki hadis kaydetmiştik.
O hâlde her birimizin bu vaadi gerçekleştirmek için yapa-
cağı bir cihad ile ahiret gününde Allah’a kavuşmak için hazır-
lanması ve bu vesileyle Yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışması
gerekir. Allah’ı ve Rasûlü’nü sevdikten sonra ölümü ve ölüm-
den sonraki hâlleri hatırlamanın ise, cihadımızda karşı karşıya
kalacağımız belaları ve Allah yolunda şehadet için canları-
mızdan ve mallarımızdan mutlaka feda etmemiz gerekenleri
önemsememek için bize dinamik bir güç olması gerekir.

Yirmi Yedinci Şube: Niyet ve İhlâs


Buhârî ve Müslim ile İbn Mâce dışındaki Sünen sahipleri-
nin Ömer bin el-Hattâb’dan rivayet ettikleri meşhur bir hadis
vardır. Hz. Ömer şöyle demiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’i şöyle buyururken dinledim: “Ameller, ancak niyet-
lere göredir ve her kişi için ancak niyet ettiği vardır.
Her kimin hicreti Allah’a ve Rasülü’ne ise, onun hicreti
Allah’a ve Rasûlü’nedir. Kimin hicreti de elde edeceği
312 Nebevî Yöntem

bir dünyalık veya nikâhlayacağı bir kadın içinse, onun


hicreti de ne için hicret etmişse onun içindir.”204
O, büyük kararların ve işlerin adamı, İslâm’da yararlı pek
çok iş yapmış olan o büyük zat, Buhârî’nin, kitabının başına
kaydettiği bu muazzam hadisi rivayet etmektedir. Nitekim ni-
yetin, amellerin bedeninin ruhunu teşkil ettiğine işaret etmek
üzere bizim salih geçmişimiz de kitaplarının başına bu hadisi
koyma yolunu sürdürmüşlerdir.
Bu sebeple yenileyici cihadın öncülerini ayakta tutan te-
mel unsur, Allah’a verdikleri sözlerine ihlâsla bağlı kalıp din-
lerini ona hâlis kılarak -kâfirler hoş görmeseler dahi- uğrunda
hakkıyla cihad eden, doğru, sadık mü’minlerdir.
Cihadın aşamalarından birinde o hayırlı topluluğun yanı-
na, -ilim adamlarının rivayet ettiklerine göre- hadisin kendisi-
ne işarette bulunduğu “Ümmü Kays’ın Muhaciri” diye bilinen
kişi gelebilir. Bu kişi, azad edilmiş kölelerden (mevaliden) bi-
riydi. Cahiliye döneminde bu kadın ile evlenmesi engellen-
mişti. Bu kişi, bu kadın hicret edince ve İslâm hür kimseler ile
sonradan hürriyete kavuşturulmuş kimseler (mevali) arasında
eşitlik olduğunu ortaya koyunca, evlilik kastıyla hicret ederek
bu kadının arkasından Medine’ye geldi.
Aynı şekilde kendi amaçlarına ulaşmak isteyenler ve mü-
nafıklar da gelebilir. Böyle bir durumda işleri, yanlış işler ya-
pan ve ehil olmayan kimselere vermekten kaçınmalıyız.
Çünkü Yüce Allah için ihlâslı olmak, mü’minler toplulu-
ğuna ihlâsla bağlanmaktan ayrı durmaz. Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem, Veda haccında şöyle buyurmuştur: “Benim

204 Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1, Îmân 41, Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Nikâh


5, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâre 155; Ebu Davud, Talâk 11; Tirmizî,
Fezâilu’l-Cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60, Talâk 24, Eymân 19.
İmanın Şubeleri 313

sözümü işitip onu iyice belleyen kimsenin Allah yü-


zünü ak etsin. Çünkü nice fıkıh bilgisi taşıyıcısının
kendisi fakih (bilgi sahibi) değildir. Üç husus vardır
ki, bunlar hakkında mü’minin kalbi bozulmaz: Allah
için ihlâsla amel, Müslümanların yöneticilerine sami-
miyetle öğüt vermek ve onların cemaatinden ayrılma-
mak. Onların duaları ise onları çepeçevre kuşatır.”205
Bu hadisi Bezzâr ve İbn Hibbân rivayet etmişlerdir. Münzirî
de “Bu hadis, bazı senetleri sahih olan pek çok yoldan rivayet
edilmiştir” demiştir.
İşte bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir tavsi-
yesi olup bununla Müslümanlara, hazır olanların olmayanlara
bunu ulaştırmalarını emretmiştir. Dinleyip itaat edeceğiz. Fa-
kat kendilerine samimi olarak öğüt vermekle emrolunduğu-
muz imamlar, liderler, yöneticiler nerede, mü’minler cemaati
nerede?
Allah için ihlâslı olmak için bir cemaatimizin ve bir imam-
lık makamımızın bulunması için Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün
sünneti üzere toplanmamız, eğitmemiz, yapılanmamız ve işi-
mizi böylece yoluna koymamız gerekir.

Yirmi Sekizinci Şube: Doğruluk


Doğru sözü söylemeyen dilsiz suskunlar, Allah’ın kendile-
rinden insanlara açıklamalarını ve doğruluk konumunda dur-
malarını isteyip buna dair kendilerinden almış olduğu sözü
bozanlar, münafıklar, tevil edenler, yalan ve iftiralarına gerek-
çe uyduranlar ya da başkalarının kâfir olduğunu söyleyenler...
Zorba dikta yönetimlerinin sultası altında, yöneten ve
yönetilenler arasında yalan tutumlar takınmak ve münafık

205 İbn Hibbân, Sahîh, I, 270, II, 454.


314 Nebevî Yöntem

söylemler bakımından bir fark yoktur. Ümmetin umudu, öncü


mü’minlerin hakkı açıkça söyleyip bâtılın karşısında durma-
sındadır.
Buhârî’nin Muhammed b. Zeyd’den rivayet ettiğine göre,
bazı kimseler, onun dedesi Abdullah b. Ömer’e “Bizler sulta-
nımızın huzuruna giriyor ve onun yanında, oradan çıkıp git-
tiğimiz zaman konuştuklarımızdan farklı şeyler konuşuyoruz”
dediler. Bunun üzerine Abdullah b. Ömer şöyle dedi: “Bizler,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde bunu bir
münafıklık alameti sayıyorduk.”206
Söylediğimiz sözlerde ve takındığımız tutumlarda sözü
edilen bu münafıklık bizi bu hâle getirdikten sonra artık Allah
erlerinin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine
dönmeleri zamanı gelmiştir.

Yirmi Dokuzuncu Şube: Nasihat


Allah için, Rasûlü için ve Müslümanlara, onların özeliyle,
geneliyle, hepsine samimi olarak öğüt vermemiz, hayatımı-
zın bir tarzı ve yaptığımız işlerin bir yöntemi hâline geldiği
zaman dinimiz de yenilenmiş olur. Sözlük anlamıyla nasihat,
açık olmak ve toplayıp bir araya getirmek demektir. Bir üm-
met ki ona, onlardan olmayanlar hükmetmekte onları kandı-
rıp saptırmaktadır. Bir ümmet ki darmadağınıktır, türlü kav-
miyetçiliklere ve ideolojilere çağıran propagandacılar onun
dağınıklığını daha da artırmaktadır. Ancak içteki destekçileri
ve aramızdaki yardımcıları olmasa dışarıdaki düşmanın da
bir zararı olmayacaktır. İşte nasihat bunu açıkça ortaya koy-
maktır. Ona karşı savaşmaktır. Dini uygulamak için diri güç-
leri bir araya getirmektir.

206 Buhârî, Ahkâm 27.


İmanın Şubeleri 315

İstişarede ve bireysel alanda nasihate gelince; bundan


daha önce söz etmiştik.
Buhârî ve Müslim ile İbn Mâce dışındaki Sünen sahipleri,
Temîm ed-Dârî’den şu hadisi rivayet etmişlerdir: Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem “Şüphesiz din nasihattir. Şüp-
hesiz din nasihattir. Şüphesiz din nasihattir” buyurdu.
Ashab “Kimin için ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. “Allah
için, Kitabı için, Rasûlü için, Müslümanların yöneti-
cileri için ve Müslümanların hepsi için” cevabını verdi.207
Buna göre, mürted bir topluluğun aramızda Allah’ın var-
lığını inkâr etmesine, haksız ve zalim yöneticilerin Allah’ın
Kitabı’nı askıya almasına, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetini akılsız, savurgan kimselerin oyuncak edin-
melerine ve Müslüman halka imam oluşu hususlarında fasık
partilerin bizleri yenik düşürmesine razı olursak hiç şüphesiz
dinin kendisi olan nasihati de işlemez hâle getirmiş oluruz.

Otuzuncu Şube: Emanet ve Ahde Vefa


Özellikle Allah’ın erlerinin yönetime gelmeleri hâlinde,
şerli fitnelerin ve hile ve tuzaklarla münafıkların, İslâmî hare-
kete zarar vermeyeceklerinden emin olamayız. Bu durumda
bunlar, cahiliyenin pençelerini gösterip de türlü musibetlerin
gelmesi için hazırlıklar yaptığı Müslümanların geçmişlerinden
miras alınan hayat ile iç içe geçmiş ve darmadağınık olmuş bir
vakıa ile bir savaşa girmek durumunda kalırlar.
Yöneticiler ile oturanların münafıklıklarını dile getiren İbn
Ömer hadisini az önce kaydettik. Şüphesiz iman cemaati için-
deki her bir üye, Allah ile birlikte nasihat hususunda dosdoğru

207 Buhârî, Îmân 42; Müslim, Îmân 95; Ebu Davud, Edeb 67; Tirmizî, Birr 17;
Nesâî, Bey’at 31.
316 Nebevî Yöntem

yürüyeceğine dair bir ahit ve söz verip bunu bozma korku-


su taşıyarak bu ahde bağlılığını, emirlik akdine ve insanların,
haktan vazgeçip feragat etmelerine ve cemaatin başarısız ol-
masına sebep olmalarından, daha sonra da cehennem ateşi-
ne yuvarlanmalarına kadar gerekçe gösterdikleri gelip geçici
itibarlara öncelemediği sürece bu ümmetin emelleri asla ger-
çekleşmeyecektir.
Yüce Allah, ilim adamlarından oluşan davet ricalinden
şu sözü almıştır: “Hani Allah bir zamanlar kendilerine
kitap verilenlerden, ‘Onu muhakkak insanlara açıkla-
yıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz’ diye söz
almıştı.”208
Yine Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Hani biz
peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh’tan,
İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da.
(Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık. Allah bu
sözü doğruları doğruluklarıyla sorumlu kılmak için
aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.”209 O
hâlde bunun mirasçısı olan doğru sözlü Allah’ın erleri, davetin
yalnızlığı zamanında da devletin kurulduğu zamanlarda da bu
Kur’ân ile muhataptırlar.
Onlar sözlerinde durmamanın akıbetinden sakındırılmak-
tadır. Özellikle de davet cemaatinin herhangi bir işini ya da
devlet düzeninin herhangi bir sorumluluğunu yüklenen kim-
seler için bu böyledir.
Müslim’in, Sahîh’inde Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet et-
tiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu-
yurmuştur: “Sözünde durmayan her bir kişinin, kıyamet
gününde arkasında yükseltilecek bir sancağı buluna-
caktır. Sözünde durmadığı (hainlik yaptığı) kadarıyla

208 Âl-i İmrân 3/187.


209 Ahzâb 33/7-8.
İmanın Şubeleri 317

bu sancağı yükseltecektir. Fakat bir cemaatin emirinin


yaptığı hainlikten daha büyük hainlik yapan olmaz.”210

Otuz Birinci Şube: Kalbin Selim Olması


Mücahidler topluluğunun önünde dağ gibi görevler var-
dır. Onlara hazırlıklı olmak, avamın “iyi kalplilik” diye adlan-
dırdığı gaflet ve kıt akıllılıkla bağdaşmaz, bunlara aykırıdır.
Kıt akıllılar, davet için tehlikeli olan, akılları yüzeysel kim-
selerdir. Çünkü bunlardan herhangi birisi, bireysel vera ve
takvanın vakıayı değiştirmeye tek başına yeterli olduğunu
zanneder ya da kıt akıllılığı onu, mü’minlerin sırlarını açıkla-
maya veya münafıkların vaatlerine kanmaya iter.
Dava ise mü’minin çabuk kanan ve kerim olmasını ister
fakat ahmak ve ahmaklar tarafından aldatılan bir kişi olmasını
istemez. İslâm devletini kurmak için cihad etmek bir savaştır,
savaş da bir hiledir. Kıt akıllı basit kimseleri ise Allah’ın geniş
rahmeti kuşatmaya yeter. Onlar hazırlamakla emrolunduğu-
muz güç ve hazırlıktan uzak dururlar.
Şanı Yüce Allah, Hz. İbrahim’ın duasını aktarırken şöyle
buyurmaktadır: “Öldükten sonra diriltilecekleri günde
de beni zelil eyleme. O günde malın da evladın da hiç
faydası olmaz. Allah’a selim bir kalple gelmiş bulunan-
lar müstesna…”211
Selim kalp ise, pak sünnetin beyan ettiği üzere, Rabbi
hakkında güzel zan besleyen, rahmetini umup azabından kor-
kan, Allah’ı ve Rasûlü’nü seven, Müslümanlara karşı teces-
süste bulunmayan (gizliliklerini araştırmayan), kıskanmayan,
gıybet yapmayan, laf taşımayan, bütün amacı Yüce Allah

210 Müslim, Cihâd 16.


211 Şuarâ 26/189.
318 Nebevî Yöntem

olan ve çaba ve gayretleri cihad cemaatini inşa etmeye ve


onu desteklemeye yönelik olan kimsenin kalbidir.
Kalbin selameti ve ıslahı ile mü’minler arasında fazilet far-
kı ortaya çıkar.
Kişinin Yüce Allah’tan payı ise rahmeti ve hidayeti kar-
şılamak için kalbî hazırlığının boyutu ile ilgilidir. Allah’ın tak-
dir edip insanın fıtratında var ettiği ve bağışladığı bir hazırlık
(vehbî istidad) bulunduğu gibi kesbî bir hazırlık (kişi tarafın-
dan kazanılan istidad) da vardır. Elbette ki hepsi de her şeyi
bağışlayan Kerîm ve Vehhâb olan Allah’tandır. Kalbin şifa
bulmasını istemek, onu arındırıp temizlemek ve ilahî rahmetin
esintilerine karşı onu açık tutmak kesbî istidadın bir kısmıdır.
Şifa Kur’ân’dır, huzur ve sükûn da zikirdir. Gafletten uyanık-
mak, Yüce Allah ile her zaman alakalı olmak ve O’nun dışın-
daki her bir şeyi, şeriatın yerleştirmiş olduğu gerçek yerlerine
koymaktır. (İşte bunlar kesbî istidaddır)
Bütün çaba ve gayretleri Allah için olan, ölçüsü şeriat yo-
luna tabi olmak olan kimse; Müslümanları kıskanmaz, onlara
düşmanlık etmez. Sohbet arkadaşlarını ve akrabalarını terk
edip darılmaz, kendisine zulmedeni affeder. Kendisiyle ilişkiyi
koparanlarla ilişki kurar, kendisini mahrum edene verir.
Davetin (ve davanın) üstün gayret sahibi kalplere ihtiyacı
vardır. Aynı zamanda sağlam ve üstün görüşü olan akıllara ve
rastgele etkilenmeyip aksine şeriatın fetvasını arayan ve derin-
lemesine düşünen istikrarlı şahsiyetlere de ihtiyacı vardır. Öyle
ki, bunlar azmedip karar verdiklerinde, artık onu uygulamaya
koyar ve hiçbir şey onu kararından vazgeçiremez. İşte kalbin
selim olmasının anlamı budur.

Otuz İkinci Şube: Hicret


Şimdilerde İslâm toplumlarında donuk, hareketsiz bırakıcı
ve miras olarak devralınmış İslâm uykusundan Müslümanla-
İmanın Şubeleri 319

rın uyanması İslâm toplumunun tamamını kapsamaya başla-


mış, insanlar da dünyanın dikkatini çeken bu uyanışı İslâm’ın
inanışı olarak adlandırır olmuşlardır. Bu ümmet, artık kendisi-
ne dayatılmış bulunan vakıayı kabul etmemektedir. Ümmetin
bu uyanışı ise diktatör yöneticilerin desteklediği ve kendisine
çağırdığı resmî İslâm’dan tamamen ayrıdır.
Artık dava, bu yeni asrın eşiğinde Yüce Allah’ın izniyle mü-
barek gençlik arasında hızla yayılmaktadır. Müslüman kişi, da-
vetçilerin arkadaşlığı sayesinde hareketsizlikten, inkârcılıktan
ya da hiçbir şeye aldırış etmemekten; İslâm’ı önemsemeye ve
mü’minlere doğru meyletmeye başlamış, sonunda geçmişin-
den, geçmişin helâk edici hâllerinden ve yerinde oturup do-
nuklaşmaktan Allah’a tevbe edip dönmeye ve Allah yolunda
cihad etmek için harekete geçmeye yönelmiştir.
Bugün “İslâmcı” adını verdikleri kimselerin hayatında,
onların her birini cahilliğinden kendi İslâm’ına doğru taşıyan
bir hicret yaşanmaktadır.
İşte hicretin anlamı bu şekilde yenilenip durmaktadır. Hic-
retini tamamlamış bulunan için geriye sadece Allah’ın Kitabı’na
ve Rasûlü’nün sünnetine bakmak kalmaktadır. Böylelikle mu-
hacirlerin ilk örneklerini keşfetsin, onlara yöneltilmiş emirleri
ve onlara verilmiş olan vaatleri görsün. O kişiliğe bürünerek
tarihî vazifesini yerine getirsin. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacir-
ler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte
Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı
olmuşlardır.”212
İşte Yüce Allah, rızası içinde bize de yer ayırmış ve bize,
o mübarek adımlar üzerinde devam edip onlar arasına girme
imkânı tanımıştır. Bunun şartı ise güzel bir şekilde onlara uy-

212 Tevbe 9/100.


320 Nebevî Yöntem

maktır. Elbette ki bizim nesillerimiz de tarihteki nebzelerden


bir nebzedir.
İslâm, imanın yenilenmesiyle yenilenip durur. Kur’ân-ı
Kerim’de sözü edilen kesimler de onların görevleri de yeni-
lenmektedir. Karşı karşıya geliş esnasında Allah’ın muhacir ve
ensardan oluşan erleri, saf tutar ve dışarıdan gelen kâfirlerden
oluşan şeytanın hizbiyle savaştıkları gibi aramızda sinsice
yerleştirilmiş münafık taraftarlarıyla savaşırlar. Allah’ın hizbi,
kendi gafletleri içerisinde uyuyup duran, uyuklayan, donuk
hâlleri ve alaycı durumlarına dalmış giden kimselerin tepkile-
rine de maruz kalır.
Hicret, geçip gitmiş, eşsiz tarihî bir olaydan ibaret değil-
dir. Aksine hicret bir anlam, bir yaşayış, bir tercihtir. Bireylerin
imanî, ahlâkî yönleriyle ve iradeleriyle yaptıkları hicretin arka-
sından, onların her birinin kardeşlerine doğru yaptığı ve on-
lara katılıp onlarla birlikte aynı yapı içerisinde düzene girdiği
hicret gelir. Böylelikle de nübüvvet yöntemine uygun halifeliği
iade etmek için cihad safı oluşur: “İlk yaratmaya başladı-
ğımız gibi onu tekrar iade ederiz. Biz bunu vaat edip
üzerimize almıştık. Şüphesiz yapan bizleriz.”213
Hicretin sonu gelmemiştir, gelmemesi de gerekir. Çün-
kü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Müslim ve Ebu
Davud’un rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyurmuştur:
“Tevbenin sonu gelmedikçe hicretin de sonu gelmez.
Güneş de battığı yerden doğmadıkça tevbenin sonu
gelmez.”214

213 Enbiyâ 21/104.


214 Bk. Müslim, Zikr 43; Ebu Davud, Cihâd 2; Ahmed bin Hanbel, IV, 99;
Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XIX, 387.
İmanın Şubeleri 321

Otuz Üçüncü Şube: Yardımcılık (Ensar Ruhu)


Aynı şekilde ensar ruhu da yenilenip duran bir görevdir.
Yüce Allah, ensarı nitelerken şöyle buyurmaktadır: “Daha
önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelen-
leri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde
bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde
bulunsalar dahi onları kendilerine tercih ederler. Kim
nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa
erenlerdir.”215
Ensara mensup olanlar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in davetini kabul ederek hicret edip kendilerine gelme-
si hâlinde onu barındıracaklarına ve kendi çoluk-çocuklarını
nasıl koruyorlarsa onu da öyle koruyacaklarına söz vererek
biat ettiler. Böylelikle Mekke’deki cihad, sabır, eziyetlere kat-
lanmak, bâtıla meydan okumak ve bu meydan okumanın so-
nucu olarak ortaya çıkan zulüm ve baskılara katlanmak iken,
artık gittikçe tekâmül eden cihadın tarihi başlamış oluyordu.
Aynı şekilde bugün ve yarın, -Allah’ın izniyle- dünyada
davanın yenilenmesi için yapılan çağrıyı, ümmet arasında
iman ile bezenen ve yardım edici ruha (ensar ruhuna) sahip
olan bir kesim kabul etmekte, Allah’a ve Rasûlü’ne çağıran
muhacir davetçileri sevmekte, onları barındırmakta, onları
kendilerine tercih etmekte ve Allah’ın izniyle vaat olunmuş
zafere kadar da hareketi desteklemektedir.
Mü’min, imanın bütün şubeleri üzerinde eğitilir. Biz de
kendisinden cahiliyenin ipini tamamen koparması suretiyle
Allah’a ve Rasûlü’ne hicret ettiğini belgelemesini isteriz. Ciha-
dın aşamalarının belirli her bir noktasında bu bağlardan gü-
cünün yettiği kadarını koparır. Yine kendisinden, bundan da

215 Haşr 59/9.


322 Nebevî Yöntem

önce ayette sözü geçen ensarın üstünlüklerine sahip olduğu-


nu ve amelî ve pratik uygulamaları ile kendisindeki ensarilik
ruhunu ifade edip delillendirmesini de isteriz.
Her bir basamağın bir ahdi ve bir misakı vardır. Bundan
sonra da -Yüce Allah’ın izniyle- Müslümanlar halifelik etrafın-
da toplanıp kaynaşacakları zaman biat olacaktır. Yeni ensarın,
kendilerinden önce iman edip hicret etmiş olanların üzerinde,
Allah yolunda onlarla kardeş ve arkadaş olma hakkı vardır.
Tıpkı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in muhacirlerle en-
sar arasında maddî, manevî, ahlâkî, terbiyevî ve günlük geçim
esasları üzerinde yaptığı kardeşlik gibi...
Allah’ın erlerinin, can ve mal ile birbirlerini gözetme hu-
susunda birbirleri üzerinde hakları vardır. Nitekim onların
salih geçmişleri de birbirlerini böyle gözetmişlerdi. Birbirleri
üzerinde, Allah için birbirlerini sevme hakları vardır.
Mücahid Muhammedî kesimin her biri, kardeşlerini sev-
mesinin bir ibadet, onlarla nasihatleşmesinin ve istişare etme-
sinin bir ibadet ve bizden olan emir sahiplerine itaat etmesi-
nin bir ibadet olduğunu kabul ettiği zaman kaynaşmaları da
tamamlanmış olur.

Otuz Dördüncü Şube: Şecaat


İlk muhacirlerle ensar ne yaptılar? Ne yaptılar da Allah’ın,
Kitabı’nda kendilerini anmasını sonra da arkadan gelen ne-
sillerin, yaptıkları cihadı ve fedakârlıklarını Yüce Allah’ın hoş-
nutlukla karşılayıp mükâfatlandırdığını okumalarını akdettiler.
Allah’a sapasağlam bir iman, O’nun ve Rasûlü’nün emri-
ne gecikmeden bir itaat sonra da yokuşu aşmalarına ve ölüm-
le yüz yüze gelmelerine imkân veren bir kahramanlıkla, -hem
bu kahramanlıkta fıtraten istidad sahibi olmanın payı vardır-
onun dinamiği olan, onu harekete geçiren ve onun gücünü
İmanın Şubeleri 323

teşkil eden, karşı karşıya kalacakları neticenin iki güzelden bi-


risi olduğuna kesin inançlarıdır.
Hz. Ali, bir gün hutbe verirken “İnsanların en kahramanı
kimdir?” diye sordu. “Sensin” dediler. Onlara şu cevabı verdi:
“Ben, hiç şüphesiz kim benimle teke tek çarpışma meydanına
çıkmışsa mutlaka ondan hakkımı almışımdır. Fakat en kahra-
man kişi Ebu Bekir’dir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i
Kureyş’in alıp yakaladığını gördüm, birisi onu ayağıyla dövü-
yor, diğeri onun karşısına dikilmiş, hep birlikte, ‘Bunca ilahı
sen mi bir tek ilah kabul ediyorsun’ diyorlardı. Allah’a yemin
olsun ki, Ebu Bekir dışında hiç kimse onlara yaklaşamadı.
O, birisine vuruyor, bir diğerini itiyor ve ‘Yazıklar olsun sizle-
re. ‘Rabbim Allah’tır’ dedi diye bir adamı öldürecek misiniz?’
diyordu.” Sonra Hz. Ali ağladı ve arkasından, “Allah aşkına
bana söyleyin; Firavun hanedanından iman eden kişi mi yok-
sa Ebu Bekir mi faziletlidir?” Onu dinleyenler sustular. Hz. Ali
şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, Ebu Bekir’in kısacık bir
anı ondan hayırlıdır. Çünkü o, imanını gizliyor, bu ise imanını
açıkça ilan ediyordu.”216 Hadisi Bezzâr rivayet etmiştir.
İşte bu hadis, gerçekten üzerinde uzunca düşünülmesi,
ışığında yol alınması ve uyulması gereken bir hadistir. Kahra-
manlığın bir bedeli vardır.

Otuz Beşinci Şube: Salih Rüyanın


Doğrulanması ve Yorumlanması
Şimdi bâtıl ile boğuşma alanından Yüce Allah’tan algıla-
ma alanına geçiyoruz. Bu alanda sebat göstermek, diğer alana
girmenin bedelini teşkil eder. Yüce Allah, Hz. İbrahim emro-
lunduklarını uygulamaya hazır hâle geldikten sonra ona şöy-
le dedi: “Biz ona, ‘Ey İbrahim! Rüyanı gerçekleştirdin.

216 Bezzâr, Müsned, III, 14-15.


324 Nebevî Yöntem

Muhakkak biz ihsan edicileri böyle mükâfatlandırırız’


diye seslendik.”217 Böylelikle Yüce Allah, rüyayı tasdik edip
doğrulamayı, ihsan ediciliğin alametlerinden olarak kabul et-
mektedir.
Hadis kitaplarında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in rüya hakkında izlediği hidayet yoluna ait özel bablar
vardır. Salih rüya ise mü’minin gördüğü ya da ona gösterilen
ve diğer insanlar arasında ortak olarak görülen sıradan rüya-
lardan farklıdır.
Salih rüya, nübüvvetin bir cüzüdür. Allah’ın salih kulu-
na yaptığı, onu Allah’a giden yolu izlemekte yüreklendiren ve
Allah’tan gelen bir çeşit vahiydir.
Rüyanın Nebevî adabı ve özel bir saygınlığı vardır. Bu
adaba riayet etmek ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
bunu önemsediği gibi önemsemek gerekir. Buhârî, Müslim,
Ebu Davud ve Tirmizî, Semura bin Cündüb’ün şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, sa-
bah namazını kıldıktan sonra yüzünü cemaate döner ve ‘Dün
aranızdan kimse rüya gördü mü?’ diye sorardı.” Ebu Da-
vud şunları da eklemektedir: Ardından şöyle derdi: “Çünkü
benden sonra nübüvetten, salih rüyadan başka bir şey
kalmadı.”218
Yüce Allah’ın rızasını istemekte sadakat sahibi olan bir
kimse, dünyada olacak bitecekler hakkında kendisine haber-
ler veren bir rüyayla ilgilenmez. Onu ilgilendiren, uhrevî mut-
luluğunu, Rabbine yakınlığını ve Rabbinin kendisinden razı
olduğunu müjdeleyen bir rüyadır. Hadis kitaplarında yazılmış,
ashab-ı kiramın menkıbelerine bakacak olursak, aralarından

217 Sâffât 37/105.


218 Buhârî, Cenâiz 93, Ta‘bîr 48; Müslim, Ru’yâ 23; Ebu Davud, Edeb 96;
Tirmizî, Ru’yâ 10.
İmanın Şubeleri 325

bazılarının, gördüğü ya da kendisine gösterilen ve candan


sevdiğimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in
kendisine yorumladığı bir rüya sebebiyle, pek büyük üstünlük
ve fazileti itiraf edilerek nesiller boyunca anılıp hatırasının ko-
runduğunu göreceksiniz. Zavallı maddeci, “Sadece bir rüya
mı? Bir rüyanın faydası ne ki?” der. Fakat bizler, Kur’ân’ı
okuyup Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in
siretini incelerken, rüyanın; nebilerin ve mü’minlerin haya-
tındaki önemini gördüğümüz zaman, bizim için açık kalma-
ya devam eden gayb kapısının ancak bu kapı olduğunu da
anlamış oluruz.
Fakat sadık kimseler, rüyaya dayanarak yeni bir hüküm
ortaya çıkarmazlar. Ayrıca rüya sebebiyle şeriatın bilinen her-
hangi bir hükmünü de askıya almazlar.
Pek çok rüyanın yoruma ihtiyacı vardır. Rüya yorumu
ise Allah’ın, dilediği kimselere verdiği bir ilim ve bir hikmettir.
Böyle bir hikmete sahip kimseyi bize kim gösterebilir?
Bundan dolayı herhangi bir rüyaya dayanarak bir amel
bina etmeyiz. Çünkü rüyalar, sadece müjdeleyici hâllerdir, se-
vindirir fakat kandırmaz. Rüyanın görevi, bizde iman haslet-
lerini ve cihad niyetini teşvik etmesidir. Hükümlerin kaynağı
hâline gelmesi değildir.
DÖRDÜNCÜ HASLET
CÖMERTÇE VERMEK (BEZL)

Eğitim Bakımından Cömertçe Vermek


Bezletmek kelimesi, hadiste geçen bir kelime olup sözlük
anlamı itibariyle, bir şeyi cömertçe vermek ve umulan üstün
fazilet karşılığında onu önemsememek demektir. Bir şeyi ib-
tizal etmek ise onu önemsiz, değersiz, hakir kabul etmek de-
mektir.
Bu hasletin kapsamına Yüce Allah’ın emrettiği infak gir-
diği gibi mal ile cihad da girer ki, bu da can ile cihadın bir
mukaddimesidir.

Fütüvvet
“Feta” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de müzekker, müennes,
müfred ve çoğul olarak altı defa geçmektedir. Hz. İbrahim
-ona, Nebimize ve bütün nebilere en üstün salât ve selamlar
olsun- feta diye nitelendirildiği gibi Kehf ashabı da bununla
nitelendirilmiştir. Bu, hak yolda yapılan kahramanlıkları anla-
tan bir kelimedir. Allah’ın, putları kıran nebisinin kahraman-
lığıyla, küfürle ilişkilerini koparıp Allah’a hicret eden mü’min
gençlerin (fetanın çoğulu fitye) kahramanlığı… Nitekim başka
âyetlerde hizmet görenler de iş yapanlar da “fütüvvet” ile ni-
telendirilmişlerdir ki, bunların en şereflileri de Hz. Musa’nın
fetası (hizmetindeki genç delikanlısı) Yuşa aleyhisselâm’dır.
İmanın Şubeleri 327

Fütüvvetten maksadımız ise, mü’mini tağuta karşı yüksel-


ten, böylelikle putları kıran ve canını Allah yolunda feda eden
nefsin yücelik hâlidir. Yine bununla birlikte mü’minlere karşı
yumuşak davranıp onlara hizmet etmeyi, onlara karşı alçak-
gönüllü olmayı da kasdetmekteyiz.
Buna göre “feta” denilen kimseler, kahramanlık ve al-
çakgönüllülük sıfatlarının ikisine birlikte sahip olanlardır:
“Mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu
ve şiddetli.”219 Onur ve şiddet yönleriyle, dava için savaş-
mak ve mücadele etmek için öne atılırlar. Hizmet yönleriyle de
mustaz’af (zayıf düşürülmüş) kimselerle iç içe olurlar. Allah’ın
dini için kendi nefislerini cömertçe feda ederler. Çünkü ne-
fisleri, pazarlık konusu yapmaya değmeyecek kadar ucuzdur.
Aynı zamanda Müslümanlara hizmet etmek ve onları koruyup
gözetmek için de mallarını ve zamanlarını cömertçe harcarlar.
Gerçek feta, bâtılı ortadan kaldırmak ve hakkı yerleştir-
mek için kendi canını bedel olarak önemsemeyen, putları kı-
ran kimsedir. Böyle bir fütüvvet, bâtılı yıkma kahramanlığıdır.
İşte Allah’ın nebisi İbrahim aleyhisselâm!
Bina fütüvvetine gelince; bunun için de belirli bir sabır ve
ahlâk gerekir.
Çözülmüş birtakım toplumlar da yarın mü’minler ümme-
tini yeniden inşa etmek için sesleneceklerdir. Fakat bu yeni-
den inşa, kesinlikle cimrilik, bencillik ve kendisini başkasına
tercih etmek üzerine kurulmayacaktır. Bunlar, bizim fitne
menşeli hastalıklarımızdır. Fakat toplumlarımız yeniden güzel
ahlâk üzerine inşa edilecektir. Bunun eksiksiz, kâmil örneğini
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem de buluyoruz.

219 Mâide 5/54.


328 Nebevî Yöntem

Hz. Hatice validemiz, vahyin etkisiyle korkmuş hâlde dön-


düğü zaman onun karakterini en iyi bilen insan olarak ona
şöyle demişti: “Asla, Allah’a yemin olsun ki, Allah ebediyen
seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalık bağını göze-
ten, bineğe ihtiyacı olan kimseyi taşıyan, hiçbir şeyi olmayana
bir şeyler kazandıran, misafire ikram eden ve beklenmedik bir
ihtiyaç ile karşı karşıya kalan kimselere musibetlerinde yar-
dımcı olan birisin” Hadisi Buhârî, Müslim ve başkaları rivayet
etmişlerdir. Bir rivayette “doğru konuşan,” bir rivayette de
“emaneti eksiksiz sahiplerine geri veren” ibareleri de vardır.220
Buna göre feta, (arkadaşlarının) yüklerini taşır, akrabalık
bağını gözetir, onları bir araya getirir, onlar için fedakârlıklar
yapar. Feta dediğimiz kimse, neredeyse aralarında yük taşıma-
ya elverişli tek bir devenin dahi bulunmadığı o yüz deveden
değildir. Aksine o, cemaatin yüklerini taşır sonra da verdik-
lerini kardeşlerinin başına kakarak amelini ifsat etmez. Yüce
Allah, “Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak-
la ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın”221 buyurmaktadır.
Buna göre, kardeşlerine birtakım hizmetler sunduktan sonra
bunları diline dolayan kimse, karşılık beklemeden vermek
hasletinin kokusunu almamış kişidir. Konuşma esnasında, hiç
gereği yokken, “Ben filana şunu yaptım” demek dahi Allah
yanında amelin boşa çıkmasına sebep olan hususlardan-
dır. Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Sünen sahiplerinin Ebu
Zerr’den rivayet ettiklerine göre, Nebi sallallahu aleyhi ve sel-
lem şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde üç kişi vardır
ki, Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları
temize çıkarmaz. Üstelik onlar için can yakıcı bir azap
da vardır.” Rasûlullah bunları üç defa tekrar etti. Ebu Zerr

220 Buhârî, Bed’u’l-Vahy 3, Ta‘bîr 1; Müslim, Îmân 252; Ahmed bin Hanbel, VI,
232; İbn Hibbân, Sahîh, I, 216.
221 Bakara 2/264.
İmanın Şubeleri 329

dedi ki: “Bunlar gerçekten zarar etmiş, hüsrana uğramışlardır.


Kimdir bunlar ey Allah’ın Rasûlü?” Rasûlullah sallallahu aley-
hi ve sellem şöyle cevap verdi: “Büyüklenerek elbiselerini
yerlere kadar sarkıtan, yaptığı iyilikleri başa kakan ve
(yalan) yeminle malını satan.”222
Elbisesini uzatıp sarkıtan kimse, insanlara büyüklük tasla-
yarak elbisesini uzatan, uzun tutan kimsedir. Bu, mü’minlerin
niteliklerinden değildir. Bir şeyler verdikten sonra övünmek
kastıyla insanların önünde “verdiğinden” söz etmek de onun
niteliklerinden değildir. Malını satmak için aldatmak, yemin
edip yalan söylemek de onun niteliklerinden değildir.
Feta, kardeşlerine hizmet eder. Allah, kulu Yuşa’ya, Rasûlü
Musa aleyhisselâm’a hizmet etme şerefini nasip ettikten son-
ra nübüvvet vermiştir. Vâkidî’nin zikrettiğine göre, Sa‘d Hü-
zeym oğulları heyeti Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
biat ettikten sonra Allah Rasûlü, istirahat yerlerine çekilmele-
rinin ardından onlara bir haber gönderdi. Onlar da huzuruna
geldiler. Beraberlerinde en küçükleri de vardı. Onu eşyaları
arasında bıraktıkları için biatlarında hazır bulunmamıştı. O en
küçükleri öne geçip İslâm üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e biat etti. (Ravi) dedi ki: “Allah’a yemin olsun ki o kişi,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in duası sayesinde en
hayırlımız ve Kur’ân’ı en iyi okuyup bilenimiz oldu.”
Enes radıyallahu anh dedi ki: Bir seferde Cerîr b. Abdullah
el-Becelî ile birlikteydim. O, bana hizmet ediyordu. Ben ona iki
kere üst üste “yapma” dedim. O “Ben, ensarın, Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem’e bir şey yaptıklarını gördüm (yani ona
hizmet ettiklerini, ona yardım ettiklerini gördüm). Bunun için
ben onlardan kim ile arkadaşlık ettimse mutlaka ona hizmet

222 Müslim, Îmân 171; Nesâî, Zekât 69; İbn Mâce, Ticârât 30; Ahmed bin Han-
bel, V, 148, 158, 162, 168, 177.
330 Nebevî Yöntem

edeceğime yemin ettim” dedi.223 İşte her çağda Allah’ın erleri


böyledir. Onlar, İslâm’a hizmet etmek için ve İslâm’a hizmet
edenlere hizmet etmek için ellerini çabuk tutarlar.

Mal ve Şeref
Mal sevgisi ve insanlar tarafından övülmeyi sevmek,
Allah’a giden yoldaki yokuşu aşmanın önünde, nefisten kay-
naklanan iki engeldir. Allah, büyüklük taslayan kimseye, ken-
disini insanlardan üstün tuttuğu için bakmaz. Cimri bir kişi ise
Allah’tan da uzaktır, insanlardan da.
Allah’ın erlerinin, ümmete karşı zorbalık taslayan bir ke-
sim olması istenmez. Aksine onların, kardeşlik uygarlığını ye-
niden inşa etmeleri umulur. Bu uygarlığın ilk belirtisi ise in-
sanlar arasında eşitliktir. Dolayısıyla mal, zenginler arasında
elden ele dolaşan bir güç olmaz. İnsanların bir kısmı, Allah’ı
bırakıp başkasını Rab edinmez.
Toplumsal hastalıklarımız arasında sınıf ayrımcılığı, ken-
dini üstün tutup tercih etmek ve varlıklı, müstekbir kimselerin
zayıf düşürülmüş fakirleri sömürmesi vardır.
Mü’min fetaların yeri, halkın ortasıdır ve halkın hizmetin-
de olmaktır. Onların bütün tutkuları Yüce Allah’ın rızasını ka-
zanmaktır. Bu, onların çaba ve gayretlerini alçaltıcı iki nitelik
olan cimrilik ve büyüklük taslamanın çok yükseğine çıkartır.
Çünkü bunlar aşağılık nefislerin belirtileridir.
Aynı zamanda bunlar, dini tahrip eden ve yiyip bitiren iki
niteliktir. Ahmed bin Hanbel ve Tirmizî’nin Ka‘b b. Mâlik’ten
rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: “Koyunlar arasına salınmış iki aç

223 Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 181.


İmanın Şubeleri 331

kurdun verecekleri zarar, kişinin mal ve şeref tutkusu-


nun, dinine vereceği zarardan daha büyük değildir.”224

Şu Gencin Rabbi Olan Allah’ın Adıyla!


Ahmed bin Hanbel ve Müslim, Uhdud ashabı, sihirbaz
rahib ve genç çocuk kıssasını rivayet etmişlerdir.
Kıssanın muhtevası şudur: Sihirbaz, makamına geçecek
genç birisini kendi hizmetine hazırlamak istedi.-Çünkü sihir-
baz yaşlanmış ve öleceğinden korkmuştu.- Rahip, ortaya çı-
karak o (sihirbaz olarak yetiştirilmek istenen) çocuğu Allah’a
çağırdı ve onu İslâm üzere eğitti. Devlet onu ifsat etmek ister-
ken davet ise onunla çekişti. Kral, çocuğun kendisine ibadet
etmesini ve kendi tağutunu meşrulaştırmak için halka yalan
söylemesini isterken, onu davet eden adam ise kulları Allah’a
yönlendiriyordu.
Derken kral, çocuğun o salih insanla ilişkisini keşfetti.
Onu dininden dönmesi için fitneye (azap ve işkenceye) maruz
bıraktı ve onu öldürmek istedi.
İşte burada genç delikanlı, davasının yaşaması için ölümü
göze alıp kendisini feda etti. Onu öldürmekten acze düşmüş
olan krala (kendisini öldüreceği yolu) gösterdi. Çünkü Allah,
ona hazırlanan tuzaklardan onu koruyordu. Gencin ona tav-
siyesi şu oldu: “İnsanları toplasın ve kendisini (genci) onla-
rın önünde öldürsün.” Kral, onun dediğini yaptı, çocuk öldü.
Halkın tamamı da o kahraman gencin -gördükleri- duruşun-
dan etkilenerek dine girdi.225
İşte bu, o en büyük eğiticinin bize aktardığı bir kıssadır.
Bunun üzerinde iyice düşünmemiz ve irşadları doğrultusunda

224 Tirmizî, Zühd 43; Ahmed bin Hanbel, III, 456, 460.
225 Bk. Müslim, Zühd 73; Ahmed bin Hanbel, VI, 16.
332 Nebevî Yöntem

yönlmemiz için. Yoksa bunu okuyup bununla teselli bulalım


diye değil! Tamamıyla gerçeği yansıtan bu Nebevî kıssadaki
her bir kişi, hak ile bâtıl arasındaki ebedî mücadelede tek-
rarlanıp duran, yenilenen bir duruşa ve bir göreve işaret et-
mektedir.
Kötü ilim adamları ve diktatör yöneticiler bâtıl tarafında,
davet adamları ve cihadın fetaları da hak tarafındadırlar.
Bizim, Allah yolunda canını feda etmeyi pahalı görme-
yen, Allah yolunda hiçbir hesap yapmadan malını veren bir
neslimiz olursa, Yüce Allah’a giden yolda yolculuğun bedeli
ne olursa olsun kesin kararı sağlamca vermiş üyeleriyle bir
cemaatimiz olursa, hiç şüphesiz o gün artık dinin, diğer bütün
dinlere üstün gelmesi uzak değildir.

Allah Yolunda İnfak


Allah’ın erleri arasına, beraberinde geçmişinin kalıntıları
da bulunduğu hâlde dışarıdan bir kişi gelip katılır. İlk tanışıp
kaynaşmadan sonra ona örgütlü cihadî çalışmayı, ancak sadık
olanların yapabildiğini anlatırız. Her bir doğru kimsenin, doğ-
ruluğu ise ancak amelinin doğruluğuna delil olması hâlinde
bilebileceğini anlatırız.
Bundan dolayı kendisinden düzenli bir şekilde cemaatin
harcamalarına katılmasını ister ve tedrici bir şekilde gelirin-
den bağış oranını yükseltiriz. Zengin ise ondan bilinen aylık
aidatından başka zekât mallarını da vermesini isteriz. Ondan
ayrıca yapılacak önemli işlerde bağışlarda bulunmasını, refah
içerisindeki geçim harcamalarını tedrici olarak azaltmasını ve
bunu cemaate aktarmasını da isteriz.
Çünkü cihad eden bir cemaatin harcamalarının tek kay-
nağı, üyelerinin katkılarıdır. İkinci olarak da halkın yaptığı ba-
ğışlardır. Cemaatin malı olduğu zaman da o mal ile ticaret,
İmanın Şubeleri 333

sanayi, ziraat ve daha başka alanlarda gelir getirecek projeler


kurumlaştırırız. Ta ki maddî bağımsızlığını gerçekleştirinceye
kadar…
Her bir üyenin, mümkün olduğu kadarıyla davet için bir
sandık açması görevidir. Cemaatin malî yapılanması da bu üs-
ranın, şubenin ve diğer bütün düzeydeki kurumların ihtiyaçla-
rını göz önünde bulundurur ve toplanan gelirlerden belirli bir
pay çerçevesinde ona tasarruf yetkisi verir. Bütün düzeylerde
sağlam bir şekilde hesapların tutulması ise en önemli ihtiyatî
işlerdendir. Çünkü dikkat emanetle birlikte yürür, anarşi ise
her türlü fesadın çıkması muhtemel olan hâldir.
Davet ve devlet Allah’ın erlerinin elinde bir arada top-
landığı zaman ümmetin malları, Allah’ın malı olur ve Allah’ın
malının harcanacağı yerlerde harcanır. Fakat yine de cömert-
çe harcamak ve infak etmek, doğru kimselerin doğruluğunun
birinci derecedeki delili kalmaya devam eder. Zira sahih ha-
diste gördüğümüz üzere, “Sadaka, burhandır.”226

Yapılanma Açısından İnfak


Mal ve çaba harcamak, davanın damarıdır. Bunları, ah-
dine bağlılığın bir gereği olarak ve nafile hayır olmak üzere
karşılıksız vermek ise hayırlı kesimin eğitimi için birinci kay-
nak ve ilk yoldur. Çaba ve gayret, aynı zamanda devletin de
geleceğidir.

Tatavvu (İnfak)
Zorba ve diktatör yöneticiler Müslümanların malını talan
etti, hâlen de etmektedirler. Onların kafileleri arasında yol alıp
onların sofralarında yemek yiyenler ise müstekbir ve talancı
bir sınıftır.

226 Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Daavât 86; Ahmed bin Hanbel, V, 342, 343.
334 Nebevî Yöntem

Ümmete musallat olmuş bu parazit sınıf, Müslümanların


zenginliklerini kendi tekellerine almışlardır ve yabancı talan ve
tasallutun aracılığını yapmaktadırlar. Bunlar hiçbir şey üret-
meden tüketirler. Çaresiz ve bineği kalmamış olanlara binek
vermezler. Aksine her türlü yolda kalmışlığın aslı ve sebebi on-
lardır. Müslümanların bütün çaba ve gayretlerini kendi menfa-
atlerine ve onlar ile antlaşmaları olan cahilîlerin menfaatlerine
kullanırlar.
Ümmet ise yeni bir dönemi, İslâm dönemini, İslâmî yöne-
timi, İslâmî hayrı, İslâm kardeşliğini ve İslâm adaletini karşıla-
maya hazırlanmaktadır.
Müslümanların yönetime yürümelerinin hedefi, Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyi sağlamak, toplum hakkında
Allah’ın indirdiği adaleti uygulamak ve mazlum ile mahrum
bırakılmış olan kimselere adaletlice haklarını vermek için dev-
let otoritesini kullanmaktır.
Toplumsal zulüm, Allah’ın devlet otoritesiyle önlediği iş-
lerdendir. Yüce Allah’a, bize vermiş olduğu adalet emrinde
itaat etmenin ise devletin otoritesi ile yerine getirilmesi istenir.
Geriye, zalim yönetimin bırakacağı geniş bir boşluk, fa-
kirlik, bilgisizlik ve hastalık boşluğu kalacaktır. Olaylar açıkça
şunu göstermiştir ki, zorba ve diktatör yöneticiler, -ister öz-
gürlükçü (liberal) sloganları yükselterek cahilî Batı ile antlaşıp
ittifak kursunlar, ister komünist imha düzenini dayatıp cahili-
yenin doğusuna dayansınlar- iktisat alanında ve zenginliklerin
ve servetlerin dağıtılması konusunda korkunç bir başarısızlığa
uğramışlardır. Tıpkı üzerimize hücum eden siyonist düşman
karşısında ve bütün cephelerde bozguna uğradıkları gibi...
Ekonomik ve uygarlık alanındaki geriliğin boşluğu,
ahlâkın düşüşü ve vicdanların bozuluş boşluğu… Müstekbirle-
rin zulmünden doğmuş bulunan sınıfsal kin boşluğu, manevî,
İmanın Şubeleri 335

ahlâkî ve ruhî boşluklar… Bütün bu boşlukların daraltılıp or-


tadan kaldırılmasında tek başına devlet otoritesi yeterli değil-
dir. Ancak Kur’ân’ın otoritesi ve buna güç otoritesinin destek
vermesi hâlinde fayda verir.
Devlet otoritedir. Davet de Kur’ân’dır.
Allah’ın izniyle, davetin, devlet otoritesinin elinde bir
oyuncak olduğu zamanlar geçti. Artık devletin, davetin elinde
bir kılıç olduğu ve bu kılıç ile düşmanın hile ve tuzaklarını ber-
taraf edip sömürücünün elinin geri çekilmesini sağlayan ve
hayır ve kuvveti işleyen bir alet olduğu zaman gelmiştir.
İslâm ve Allah’a davet, bir öğüt ve birtakım düşünceler
değildir. Bunlar mübarek uyanıştan sonra daha iyi olan hak-
kında birtakım düşünceler ve diktatörce zorba vakıanın hük-
müne karşı acz içerisinde bir karşı çıkış da değildir. Allah’ın er-
leri, yönetime gelmeden önce ümmetteki hastalıkları iyileştir-
mek ve ümmetin işlerini çekip çevirmek için gerekli olan bilgi,
beceri ve yetkinlikleri hazırlamak amacıyla meydana inerler.
Yönetime geldikten sonra davet, ekonomi ve uygarlık
alanları ile sosyal alanlardaki işleri gerçekleştirmek ve fitnenin
asırlar boyunca geriye bıraktığı boşluk ve uçurumları kapat-
mak için halkı kendi yanına alıp organize eder.
Devletin emrettiklerinin yanında mü’minlerin gönülden
verdikleri de bulunur. Otoriteye itaatin yanında Kur’ân’ın di-
namiği ile tatavvu (nafile) bağışları da yer alır.
Ümmetin, aralarındaki yalancıları ve kendisini imha
edenleri dışlayıp bir kenara fırlattığı ve İslâmî çözüm kaçı-
nılmaz biricik çözüm olarak ortaya çıkacağı zaman Allah’ın
erlerinin, İslâm’ın geleceğini kurmaları için ümmetin malî ve
amelî bütün güçlerini bir araya getirmeleri gerekir.
336 Nebevî Yöntem

Buna hazırlık olmak üzere Allah’ın erleri bütün güçlerini


ve gönüllü bütün çaba ve gayretlerini bir araya getirip toplar-
lar. Onları mustaz’afların ve halkın hizmetine sunarlar. Halk ise
Allah’ın desteğinden sonra onların asla kurumayan kaynakları
ve Allah’ın dayanağından sonra yeryüzündeki dayanaklarıdır.
Karşı duruşun tabiatına ve davetin aşamasına uygun ola-
rak cemaatin gizli ya da açık projeleri bulunur. Bunlar, öğre-
tim cihadı alanında, bunun okuma öğretimiyle birlikte Kur’ân
öğretimi olduğunu; sağlık ve ilkyardım alanlarında, İslâmî
temizliğin ve İslâmî iffetin insanı dünya ve ahirette korumak
demek olduğunu; yetim, çaresiz ve sefillerin bakımı alanında
da mustaz’afların İslâm’ın bir kardeşlik ve vermek olduğunu
keşfederler.
Bilgisizlik, fakirlik ve hastalık, sosyal vebalardır. Bunlar
yalnızca sadaka ve düzenli bağışlarla ortadan kaldırılamaz.
Ayrıca ümmetin bu geri kalmışlığı içerisindeyken devletin
çaba ve gayretleriyle -isterse devlet düzelmiş ve onu ellerin-
de bulunduranlar mü’minler olsun- ortadan kaldırılamazlar.
Devletin ve davetin mü’minlerin elinde toplanmasının ümit
edildiği dönemlerde tatavvu (nafile) bağışlar, İslâm’ı sev-
dirmenin ve onu tanıtıp Allah’a davet etmenin yollarından
biridir. Daha sonra bu şekildeki bağışlar diğer aşamada da
devam eder. Bunlar, insanların mü’minlere güven duymala-
rını sağlar. Onlara karşı onurlu duygulara sahip olmalarını,
insanların onların etrafında birleşmelerini ve arkalarından
yürümelerini sağlar.
İslâm devletinin kurulmasından sonra da bağışlar, aslın-
da devletin çaba ve gayretlerini tamamlayıcı temel bir faali-
yet alanı olarak devam eder. Bu ise devletin güç yetiremediği
hususları gerçekleştirebilmek için halkın gücünün bir araya
getirilmesi demektir. Yapılması gereken işler ise pek büyük ve
pek çoktur.
İmanın Şubeleri 337

Nafile ve bağış çalışmaları; imkânlara ve aşamaya göre,


tarım ve çiftçi dayanışmaları, ticarî ve hayır amaçlı birtakım
örgütlenmeleri, üretim, tüketim, yardımlaşma örgütlenmeleri-
ni, arazi ıslahı, sulaması, ekin biçimi çalışmalarını örgütleme-
lerini, sanayi birimlerini örgütlemelerini, iç ve dış güvenlik için
gençlerin eğitilmelerini ve buna benzer diğer kalkınma ve ge-
lişme alanlarını kapsar. İslâm devleti kurulacağı zaman, çark-
larının dönmesini kolaylaştırmaya elverişli çerçeveleri, ayrıca
halkın yapısında bulunan karşılıksız bağışlama, mal, çaba ve
gayretlerini ortaya koyma gücünü açığa çıkarabilecek halk
önderlerini de hazırlamış oluruz.
Biz, mü’min bir kimseyi bir bağış projesinde -kendisi gibi
olanlarla beraber- yerleştirdiğimiz zaman, o, kendisinin üreten
ve uygun bir kişi olduğunu hisseder. Bu ise çaba ve gayretle-
rinin sonuçlarını da gördüğü için azim ve kararlılığını pekiştirir.
İşte ruhî ve imanî öğretici ve kaynaştırıcı bir eğitim olan eği-
timin diğer yanından sonra eğitimde zorunlu olan pratik yön
de budur. Mü’minlerin, arkadaşlıkları içerisinde hareketsiz,
sohbetlerde kendi içlerine kapanık bir hâlde bırakılmamaları
gerekir. Aksine ilk adımdan itibaren onlar alana itilmelidirler.
Bununla birlikte alandaki gayretlerinin de onları kapsamlı gö-
revlerinden vazgeçirmemesi gerekir. Bu kapsamlı görev ise
imanî kişiliklerin oluşturulması görevidir. Alandaki meccani
çalışmalar, aslında eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır fakat bir
bütün değildir, bir parçadır.
Bizler, dava hakkında bireylerin Rableriyle ilişkilerinden
başka bir şey olmadığı şeklindeki düşünceden vazgeçmemiz
gerektiği gibi yönetime ebedî olarak karşı çıkmış olup sürekli
olarak bâtılı yüksek sesle tenkit etmenin yeterli olduğunu ka-
bul etmekten de vazgeçmeliyiz. Başkasından kendisine ekme-
ği hazırlayıp geçim işlerini çekip çevirmeyi beklediği, taş ke-
silmişcesine başkasının peşinden giden, yetersiz, kısır zihniyet
şeklinde düşünmekten de vazgeçmeliyiz.
338 Nebevî Yöntem

Allah’a davet etmek, her şeyden önce Yüce Allah’a dö-


nüş, O’nun yolunda bir yürüyüş ve yalnızca O’na ubudiyeti
gerçekleştirme çağrısıdır. Bundan sonra da bu dava yapısı
yıkılıp gidinceye kadar bâtıla karşı durmaktır. Diğer taraftan
bu dava, günü gelince işlerin dizginlerini elinde tutmaktan da
üretim çarkını döndürüp devletin problemlerini çözmek ve
adaleti, refahı ve kardeşliği de ümmet arasında yerleştirmek-
ten de sorumludur.
Alanda meccani faaliyet mü’mini, ümmetinin problemle-
rini bilmeye, onun vakıası ile iç içe olmaya, onunla acılarını
paylaşma fırsatını yakalamaya ve onun yüklerini taşımaya da
hazırlar.
Biz, mü’minleri karşılık beklemeden (meccani) çalışma
alanına iteriz. Onlar da halka mallarını, zamanlarını, çaba ve
gayretlerini bağışlayarak çalışırlar. Bu yolla başkasına uyan
konumdan sorumlu olan konumuna ve kendi problemlerini
çözecek kimseleri araştıran zihniyetten güçlü ve güvenilir ki-
şinin aklî olgunluğuna geçiş yapar. Rüyalarında değil, alanda
güçlü ve güvenilirliği öğrenir. İnsanların problemlerini kendisi
çözer, insanlara yük olmaz.
Müslüman halk arasında göğüslerimizin üzerine çöreklen-
miş zalimlerin başarısızlıkları yüzünden işsizlik yaygındır. Ada-
let gelip halkın arasına güvenilir, güçlü kimseler girer, bunlar,
yoksul ile el ele tutuşur, onunla oturup kalkar, onun yüzüne
güler, ona kardeşçe davranır, mallarından, zamanlarından,
çaba ve gayretlerinden, ihtimam ve ikramlarından ona cö-
mertçe ihsanlarda bulunacak olurlarsa, bu işsizliğin bâtıl gü-
cünün yapıcı bir güce dönüşmesi mümkün olur.
Fitne okullarının çıkarıp attığı ve kendilerine asla kapıları-
nı açmadığı, önüne geleni alıp götürecek bu gençler ordusu-
na kim öğrenim verecek, fitne toplumunun maddî ve manevî
hastalıklarını kim tedavi edecek? Fakirliğin ve sefaletin sebep
İmanın Şubeleri 339

olduğu dengesizlikleri ve diğer sefaletleri, o kapıdan girip in-


sanları etkisine aldığı gedikleri kim kapatacak? Daha doğrusu
biz bunları nasıl çözeceğiz?
Allah’ın erleri, devlet olmadan önce, devlete doğru gittik-
leri zamanlarda, emir sahiplerimizin bizden olduğu, Allah’ın
Kitabı’nın kitabımız, Rasûlü’nün sünnetinin yöntemimiz ve
programımız olduğu zamanda, devletin gölgesi altında ve
devlete destek olmak için siyasal olanıyla, ekonomik ve top-
lumsal olanıyla cihad alanlarının tamamını doldurmadıkları
sürece Allah’ın eri olamazlar.
Ücret ve karşılık beklemeden (meccani) çalışma proje-
lerinin iyice düzenlenmesi gerekir. Mü’minler meydana atıl-
madan önce eğitilmeli ve onların faaliyetleri kontrol altında
ve bir sorumlunun gözetimi altında gerçekleşmelidir. Her bir
mü’minin, daha çok çaba göstermesine kendisini itecek şekil-
de yaptığı çalışmaların değerlendirilmesi ve yüreklendirilmesi
gerekir.
Allah’ın erleri sorumlulukları taşıyabilmek için o sorumlu-
luklar hususunda eğitilmelidirler. Çünkü İslâm’ın yarınında in-
sanlara dinlerini öğrettikleri zamanlarda, ziraî ıslahat çalışma-
larına önderlik etmek üzere kırsal alana çıkıp şehri ve şehrin
müreffeh hayatını terk edecek uzman kimselere, öğretmene,
profesöre, hâkime ve işçiye ileri derecede ihtiyacımız olacaktır.
Halk ile yan yana güven, hamasî gayret ve sevgi ile inşa ciha-
dına katılacak ve alanların ortasından dimdik doğrulacak yiğit
insanlara muhtaç olacağız.

Faal Davetçiler
Biz yarınlarda, halkın tepelerinin üstünde ateşli hatiplere
değil, faal davetçilere muhtaç olacağız.
340 Nebevî Yöntem

Faal davetçiler, Allah ile beraber olan bir kalp; Allah’ı


anan, O’nu öven, O’na dua eden bir dil; çamurda kirlenmiş
çevreyi temizlemede, fesadın geriye bıraktığı pislikleri ortadan
kaldırmada, günlük ve sürekli bir şekilde meşakkatli işlerde
çalışan bir el... Bu bir cihaddır.
İnsanlar “tabhiye (fedakârlık)” lafzını kullanırlar. Biz de
bunun yerine Nebevî bir lafız olan “bezl (cömertçe karşılıksız
vermek)” kelimesini kullanıyoruz. Yaptığı işe fedakârlık diyen
bir kimse, işine bakar, onu çok görür, onu başa kakar, onu bü-
yütür. Böylelikle insanların hoşnutluğunu, rızasını kazanmaya
çalışır. Bizim ise “bezl (cömertçe vermek)” kelimesiyle ifade
ettiğimiz karşılık beklemeden (tatavvu, meccani) hayır işleri
yapmak ise, bir fütüvvettir. Bu fütüvvet sayesinde, kendilerini
dinine hizmet etmeye ve O’nun yolunda ölmeye ehil kıldığı
için üzerlerinde Allah’ın lütfunun bulunduğunu görür.
Kapsamlı bir cömertçe veriş dışında İslâmî çözüm deyi-
minin bir anlamı yoktur. Bu veriş, mü’minler topluluğunun
malını, zamanını, çaba ve gayretlerini, terini ve canlarını Allah
yolunda vermeleriyle başlar. Sonra bu veriş, sınıflar arası fark-
lılıkları, sosyal ve toplumsal zulmü ortadan kaldırmaya yönelir,
işsizliği çalışmaya, tembelliği gayrete, hazır yiyiciliği (tevakül)
aksiyona, başkasına tabi ve bağımlı olmayı bağımsızlığa dö-
nüştürmek üzere toplumun içerisine sirayet eder.
Yönetime varacağımız gün insanlar da bize soracak, halk
da bize soracak: Siz ne yaptınız? Hangi hizmeti gördünüz?
Neyi değiştirdiniz? Günlük hayatımızda, umutlarımızda, şeref
ve haysiyetimizde? Rüşvete dayalı idareye alternatifiniz nedir?
Sömürge ekonomisinin, sahipsiz kırsal kesimlerin, bozulmuş
şehirlerin, durgun pazar ve piyasanın, işsizliğin, başarısız öğre-
timin, bozuk sağlık hayatının, uyuşturulmuş gençliğin, yaygın
hâldeki bilgisizliğin ve ümmîliğin karşısında alternatifiniz ne-
dir? Dışarıdan şerefimiz ve bağımsızlığımız karşılığında satın
İmanın Şubeleri 341

aldığımız ekmeğin, akılsızların savurganca tükettikleri malları-


mızın karşısında alternatifiniz nedir? Bu şekilde sefalet listesi
adeta sonu gelmeyecekmiş gibi uzayıp gider. Geride orman
kadar problemler bırakan sorular ağı...
Şayet davet, ebedî bir karşı çıkış ve muhalefet olsaydı, bi-
zim toplantı meclislerinde hak sözü açıkça söyleyecek hatipler
ve başkalarının başarısızlıkları ile ilgili gazetelerde yorumlar
yazacak yazarlar yetiştirmemiz yeterli olurdu. Eğer İslâm kay-
bolmuş bir mesele ve bu meselenin sahipleri de kayboluşla-
rının gerekçelerini bulup sıralayan, kendilerini üstün ilkeleri
sunmakla teselli eden kimseler olsaydı, kaybettiklerimize ağ-
lamak için güzelce hitap üslupları oluşturmamız bizim için ye-
terli olurdu.
İslâm bir daha geri dönmeyecek bir mazi olmuş olsaydı,
aramızdan geçmişe özlemi güzelce dile getirecek ve bunun
için ah edip inleyecek, harabeler üzerinde iyice ağlayabilecek
kişileri seçmemiz yeterdi.
Fakat söz konusu olan çeşitli savaşlardır: İşsize iş bulmak,
aç olana ekmek sağlamak, toplumsal bir değişiklik, adaletli bir
dağıtım ve paylaşım, çözüm üreten bir idare, teknolojik bir sa-
nayi, düşmanı püskürtecek bir güç ve bizi başkalarının uyruğu
olmaktan kurtarıp özgürleştirecek bir ekonomi…
Üretim, dağıtım, paylaşım ve hayat düzeyi... Bizden önce-
kilerin küçüğü ile büyüğü ile çekip çevirdiği her bir şeyi çekip
çevirmek… Fakat arada büyük bir fark vardır. Onlar yokuşun
dibine doğru uçurumdan aşağıya yuvarlanıyorlardı. Yukarı-
dan aşağıya yuvarlanmak ise seviyesiz gayretkeşler için kolay-
dır. Hâlbuki biz yokuşu çıkmak ve tepesine ulaşmak istiyoruz.
Diğerlerinin geriye bıraktıkları kalıntılar var. Bütün düzeylerde
büyük bir fesat!
342 Nebevî Yöntem

Bu pislikleri nasıl süpüreceğiz? Ev (aile) nasıl temizlene-


cek, aile yeniden nasıl eğitilecek, aile içi görevler nasıl yeni-
den paylaştırılacak? Faydalı olabilecek gerekli bilgilere sahip
beşerî unsurlar İslâmî zaferin hizmetinde nasıl ıslah edilip kul-
lanılabilecek?
Boşu boşuna kaybolmuş malların yeri nasıl doldurula-
cak? Biz nereden borç alacağız?
Zenginlik kaynaklarımızı, kendimiz bağımsız olabileceği-
miz vakte kadar bir süreliğine başkalarının geliştirmesi kaçı-
nılmazdır. Peki, bunları geliştirecek kimselerle ilişkilerimiz nasıl
olacak?
Dağlar gibi görevler var ve bunların, çaba ve gayretleri
pek üstün, bilgi ve becerileri yeterli, hiçbir şeyi hesaba katma-
yan, cömertçe verebilecek yiğitlere ihtiyaçları var.
Faal, alçakgönüllü, günlük işler düzeyinde kesintisiz bir
sabırla, sonucu belirleyici işler düzeyinde de aynı gayretle ça-
lışan uzmanlar... Dikkati ve alçak gönüllükleri ile çalışan da-
vetçiler...
Ey Allah’ın erleri! Devletiniz sizin karşılık beklemeden ver-
mek istidadınızdan daha büyük olmayacaktır. Tıpkı sizin onu
inşa etmek için ilerleyişiniz; eğer Allah’a olan sevginiz, O’na
itaat olarak ve sırf O’nun rızası için canınızı verecek şekilde
Allah yolunda şehid olmak üzere sizi alana iten bir güç de-
ğilse bir serap olacaktır. Yüce Allah da “Bununla beraber
kim fazladan hayır yaparsa işte bu, onun için daha
hayırlıdır”227 buyurmaktadır. Ahiret de onun için daha ha-
yırlıdır, ümmet için de dünyadan daha hayırlıdır.

227 Bakara 2/184.


İmanın Şubeleri 343

Bu Hasletin Şubeleri

Otuz Altıncı Şube: Zekât ve Sadaka


Allah yolunda harcamanın bir türü farzdır ki, o da zekâttır.
Zekâtın dışında da ümmetin ihtiyacı devam ettiği, fakir ve
yoksullar var olduğu ve ümmet de bazıları başlarındaki akılsız
zorba yönetimlerin mevzuatının bir kısmını teşkil ettiği Yahudi
bankalarından borç almaya devam ettiği sürece yine bu infak
farziyeti devam eder.
Zekât, devlet otoritesi aracılığıyla alınır ve zengin mülk sa-
hibi kimselerle yoksul ve sefil kimseler arasındaki büyük fark-
ları gidermek için harcanır.
Zekât; nakitte, davarlarda ve ticaret mallarında sermaye-
nin belli bir oranı kadar alınır. Malın zekâta tabi olması için
de üzerinden bir sene geçmesi şartı vardır. Bu bir sene geçme
şartı dolayısıyla bazıları bir sene geçinceye kadar malların do-
nuk bir şekilde korunacağını düşünebilir. Hâlbuki Müslüman-
ların mallarını üretim için en ileri derecede piyasaya aktarma-
ları büyük bir ihtiyaçtır.
Malın üzerinden bir yıl geçme şartı, Allah’ın, malındaki
hakkını eda etmek amacıyla hesabını yapacak birey için söz
konusu olan fıkhî bir şarttır. Fakat ümmetin zaruret fıkhı ise
malların pazar hareketine katılmasını ve aynı şekilde onların
nemalanmasının sağlanmasını gerektirmektedir. Bununla bir-
likte üretimde kullanılan ve çoğalan bu mallarda zekât hak-
kına da riayet etmek gerekir. Durumun böyle olması sanayi
alanında yatırım olarak kullanılan malların zekâtı hakkında iç-
tihatta bulunmayı gerektirmektedir. Bu içtihat ise, bir yandan
üretim araçlarının sağlanması ve yapılandırılması için mal bi-
riktirmeyi teşvik ederken, diğer taraftan bu mallar üzerindeki
344 Nebevî Yöntem

hakkı ödemekten kaçmak için yollar bulmaya da müsaade


etmemelidir.
Bu ise mülkiyeti büsbütün yıkmadan, sınıflar arası boş-
lukları kapatmaya elverişli olacak şekilde mülkiyet dağılımıyla
ilgili bir içtihatta bulunmayı gerektirmektedir.
Ümmet bir kriz içerisindedir, istisnai bir durumdadır. Dı-
şarıdan topraklarımızı, canlarımızı ve akıllarımızı işgal eden
düşman istilası ile tehdit altındadır. Müslümanların servetleri
ise akılsız kimselerin elindedir ve onlar bu serveti oyuncak gibi
kullanmaktadır. Hâlbuki Allah bu serveti, ümmeti ayakta tu-
tan bir unsur kılmıştır.
İslâm devletinin otoritesi aracılığı ile ümmetin bu beyin-
sizlerin ellerini tutması ve zenginlerle fakirler arasındaki den-
geyi yeniden sağlamak için çalışması gerekir.
Değerlerimizi ellerinde bulunduran müstekbirler malları
kaçırmakta, onları kasalarda bulundurmakta, lüks ve eğlence
yolunda harcamaktadırlar.
İslâm devletinin kuruluşunun sabahında, çağımızın diliyle
“savaş ekonomisi” diye adlandırılan ekonomik politikaya ben-
zer yeterlilik ve güç ekonomisinin planlanması gerekir. Mal-
ların belli bir şekilde değerlendirilip herhangi bir sınıfın onu
tekeline almasına, kaçırmasına, yığıp biriktirmesine ya da lüks
ve israf alanlarında onları harcamasına fırsat verilmemelidir.
Aksine üretime dönük yatırımların teşvik edilmesi gerekir.
Bizim büyük ve hantal bir ekonomi yerine cihad ekono-
misine ihtiyacımız vardır. Zekât, sermayeden alınması özel-
liğiyle malların tamamının yeniden paylaştırılmasını sağlar.
Nebevî bir kural daha vardır ki, o da fazlalıkları karşılıksız ver-
mek kaidesidir. Kenarda duran bu fazlalıklar, servetin adaletli
bir şekilde dağıtımı için alınır.
İmanın Şubeleri 345

Müslim’in rivayet ettiğine göre, Ebu Saîd el-Hudrî dedi ki:


Biz bir yolculukta iken devesi üzerinde bir adam geldi. Sağa-
sola bakmaya başladı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
de ‘Yanında fazla bineği bulunan kimse, bineği olma-
yana versin. Yanında ihtiyacından fazla azığı bulunan
kimse de onu azığı olmayan kimseye versin’ buyurdu.
Bu şekilde çeşitli mal türlerini zikredip durdu. Hatta biz, hiçbi-
rimizin ihtiyacından fazla olan bir malda hakkının bulunmadı-
ğı kanaatine vardık.”228
Bu yolculuk, cihad maksadıyla yapılmış bir yolculuktu.
Bu sebeple dağıtımın adaletli bir şekilde yapılması gerekirdi.
Yüce sahabî de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in bu üslupla
ve bu şartlarda ihtiyaçtan arta kalanın verilmesini emretme-
sinde, o fazlalığa mâlik olan kimsenin hakkının olmadığını
düşünmektedir. Sahabînin böyle bir zannı ise, onun, verilen
bu emrin kesin bir Nebevî emir olduğu kanaatini tercih ettiği
anlamına gelir. Ümmetin geleceği tehlike içindeyken böyle bir
kanaate sahip olmak bizim için öncelikle söz konusudur.

Otuz Yedinci Şube: Cömertlik


ve Allah Yolunda İnfak
Zekât, Allah’ın hakkıdır. İhtiyaç fazlasının verilmesi ise
özel şartlarda Nebevî bir azimettir. İşte bu ikisi sosyal adaletin
yerleştirilmesinde itaatin payına düşer.
Farz olan haktan ve farzın kapsamına giren azimetten
sonra artık nafile sadakaya sıra gelir. Yüce Allah, böyle sa-
daka vereni sever, bu sadakaya sevap verir. Bu sadaka ise
mü’minin niteliğini teşkil eden ikram ve cömertlikten gelir.

228 Müslim, Lukata 18.


346 Nebevî Yöntem

Nafile sadaka, ihtiyaç fazlasından yapılan infak ve cö-


mertçe harcama, sadece zekât farizasının ve ihtiyaç fazlası
olanları verme azimetinin tamamlayıcı bir unsurudur. İslâm
toplumunun belkemiğini, gerçekleştirilmesi farz olan adalet;
etini ve kaslarını da nafile olarak işlenen hayırlar oluşturur.
Ümmete farz olan adalet temeli üzerinde toplumsal iskelet
yükselir. Sonra bu iskelet giydirilir, güzelleşir, canlandırılır, ona
sevgi kaynağı bağış sayesinde de kardeşlik hayatı sirayet eder.
Devlet, sahip olduğu yetki ve otoriteyle insanların kar-
deşlik şefkatinin ve aralarındaki dayanışmanın karşılığını ve-
remez. İsterse devletin elinde -çağımızın diliyle- “Genel refah
devleti” adı verilen her türlü harcamayı karşılayabilecek ser-
vet bulunsun.
Ölçüye uygun dağıtılan bir mal… Bu, adalettir. Fakat in-
san, bazen elinde bulunan mal ölçeği esası ile mutlu olamaz.
Devlet kişisel durumlara da eğilemez ve malı aktarmakla bir-
likte ona gülümseme, sevgi ve merhamet desteğini de kazan-
dıramaz.
İslâm’da devletin aldığı bir zekât hakkı vardır. Yine
İslâm’da imanın farz kıldığı kardeşlik hakkı vardır. Bunu da
Allah’ın emrettiği, yapılacak ihsanlara duyulan ihtiyaçları kar-
şılama eli yerine getirir.

Otuz Sekizinci Şube: Akrabalara,


Yetimlere ve Yoksullara Vermek
Allah’ın tevhid edilip O’na ibadet edilmesinden sonra
Allah, yakınlık sırasına göre akrabalara iyilik yapmayı emret-
miştir. O, şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ibadet edin, O’na
hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anneye, babaya, akrabaya,
yetimlere, yoksullara, yakın komşunuza ve uzak kom-
şularınıza, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, elleri-
İmanın Şubeleri 347

nizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah, büyüklenip


böbürlenenleri elbette sevmez.”229
Allah, malı ile cimrilik eden, Müslümanlara üstünlük tas-
layıp büyüklenen kimseleri sevmez. O, ancak ihtiyacı karşıla-
mak, boşluğu kapatıp bir yarayı sarmak, yetimi himaye etmek,
yoksula merhamet göstermek, bineğe ihtiyacı olan yolcuya
binek temin etmek ve hak uğrunda karşı karşıya kalınan musi-
betlerde yardım etmek maksadıyla infak eden kimseleri sever.
Müslümanların işin dizginlerini ellerine almaları duru-
munda, davet ve davetin dinamik gücü devletten ve devletin
otoritesinden ayrı kalamaz. Çünkü bunların her biri diğerinin
işini tamamlar. Siyaset ve ahlâk, idare ve bağış, akıl ve kalp
(birbirini bütünler).
Akrabalara iyilik yaparken anne-babadan başlamak icap
eder. İslâm, bir Müslümanın, akrabasına iyilik yapmasının
engellenmesini korkunç işlerden kabul eder. Allah’ın bitişti-
rilmesini emrettiğini koparmayı da helâk edici günahlardan
sayar. Yetimin malı en ileri derecede saygıdeğerdir. Dul kadın,
kız çocuğu, ödeme zorluğu çeken, sıkıntıları olan ve içinde
bulunduğu hâlin dehşetinden ne yapacağını bilemeyen kim-
selerin varlığı iyilik sahibi kimselerin (ihsan edicilerin) iyilikleri
ile Allah’a yakınlaşabilmeleri için birer fırsattır. Diğer taraftan
İslâm için ve kalpleri İslâm’a ısındırmak için bağışlarda bulun-
mak da söz konusudur.
Ömer b. el-Hattâb radıyallahu anh, İslâm’ın aziz olup güç-
lenmesinden sonra artık maddî bağışlar ile insanların kalpleri-
ni ısındırmanın bir yerinin kalmadığı kanaatindeydi.
Çağımızda ise halk arasında zayıf düşürülmüş kimselerin
ilk beklentileri ise kendilerini ayakta tutacak ve içinde bulun-

229 Nisâ 4/36.


348 Nebevî Yöntem

dukları cehaletin, fakirliğin ve hastalığın sefaletinden kurtara-


cak bir adalettir. Yoksul mustaz’aflar, eğer İslâm; ekmek, iş,
hastane, okul, şeref ve haysiyet vermiyorsa, onun adını asla
işitmek istemeyeceklerdir.
Halk, müstekbirler tarafından uzun süreden beri sömü-
rüldüğünden, fasık idareciler, rüşvetçi yönetim ve ümmetin
talancıları onların sanayilerini kendi zimmetlerine geçirdikle-
rinden ve bu hâl uzun süreden beri devam ettiğinden, ortada
sahipsiz, işsiz ve sefil kimselerden oluşan büyük bir topluluk
bulunmaktadır. O hâlde İslâm’ın adalet kılıcının, (halkın) bize
geri dönmesi için bir alan açması gerekir. Bununla birlikte kı-
lıç tarafından desteklenen Kur’ân gereğince amel etmek ve
onun emirlerini yerine getirmek de gerekir. İşte genel tevbe ve
İslâmî kalkınma kafilesinde Müslümanlar arası karşılıklı mer-
hamet, yardımlaşma ve dayanışma ahlâkiyatı dediğimiz üstün
ahlâkiyat budur.

Otuz Dokuzuncu Şube: Yemek Yedirmek


Birey açısından zorunlu ihtiyaçların ilki, günlük gıdadır.
Ümmet bakımından zorunlu ihtiyaçların ilki ise, kendi yur-
dunda kendi gıdasını üretmesi ve halkın temel gıdası olan
arpa ve buğday ile günlük hayat için gerekli diğer ürünleri
satın almak için -sadece tüketmekle yetindiğimiz zamanlar-
da- üretenlerle ve gerekli deneyimlere sahip olup üretebilecek
güce, çalışma iradesine ve bunu örgütlemeye sahip kimselerle
-bizim bunlara sahip olamadığımız, gücümüzün yetmediği ve
bunları istemediğimiz zamanlarda- pazarlık yapma ihtiyacını
duymamasıdır.
Ümmetin malları refah ve debdebe içerisinde yaşayan
müstekbir bir sınıfın arzu ve hevesleri için saçılıp savrulurken
Müslüman halk sefalet içerisindedir. Bize ise kıyıda köşede
kalmış bir ekonomik yapı inşa edilmektedir: Çiftçilik, küçük
İmanın Şubeleri 349

sanayi ve ticaret… Bu da bu sefaletin hesabına, bu arzu ve


heves sahiplerini hoşnut etmek için yapılır.
İslâm devletinin kurulması hâlinde -fakihlerimizin ifade
ettiklerine göre,- ihtiyaçlardan önce zorunlu temel ihtiyaçların
teminat altına alınmasını sağlayacak iktisadi iskelet yeniden
bina edilir sonra da bu zorunlu ihtiyaçlar ile diğer ihtiyaçların
karşılanmasından sonra tekmiliyat denilen tamamlayıcı un-
surlara bakılır. Halk için üreten, halka hizmet eden, ümmete
bağımsızlığını kazandıran ve refahtan şımarmış bir sınıf nez-
dinde mal çokluğunu değil de güçlü olmayı hedef alan bir
iktisat kurulur.
Fakat günlük hayat düzeyinde yemek yedirmek,
mü’minler arasında Nebevî bir sünnet olarak kalır. Gafillerin
ve adeta otlarcasına yiyip duranların hayatında görülen ne-
reden kazanıldığını ancak Allah’ın bildiği, lezzetli yemeklerle
dolup taşan mükellef sofralar yerine kanaat ve azla yetinmek
üzere açılan kardeşlik sofralarını açarız. Çünkü Nebevî adaba
riayet ederek beraber yemek yemek, Allah’ın, kalpleri kendi-
siyle birbirine kaynaştırdığı bir vasıtadır.
O hâlde yemek yedirmek ve bu haslet çerçevesinde sözü
edilen çeşitli bağışlar, davetin verdiği ve davetin mesajını teb-
liğ etmek için bir araç olmalıdır. Mustaz’af kimselerin cemaat-
ten ilk gördükleri, kendilerine ulaşan bir iyilik ve kendilerine
gösterilen etkin bir ihtimam olmalıdır.

Kırkıncı Şube: Malın Paylaşılması


İslâm devletinin, adaletli bir şekilde dağıtmak üzere bir
serveti ortaya çıkarması görevidir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in siretinde ve onun
sevgili ashabının gerek hayatında gerek vefatından sonraki
yaşayışlarında başkasını kendisine tercih etmek ve malı pay-
350 Nebevî Yöntem

laştırmakla ilgili göz kamaştırıcı örnekleri okumaktayız. Müs-


lümanların malları, onlara, kendilerine ait beytülmâllerinden
adaletli ve güvenilir bir şekilde paylaştırılırdı. Sonra malı elin-
de tutmayan ve bunu da bilmeyen şefkatli ellerden mal, fakir
ve yoksullara kadar yayılırdı.
İşte onların paylaştırmalarıyla ilgili tek bir olay: İbn Sa‘d,
Ümmü Zerre’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Aişe’ye yüz
bin (dirhem) götürdüm. Onları dağıttı ve o gün oruçluydu.
Ona ‘Peki, bu infak ettiklerinden bir dirhemle, orucunu aça-
cağın bir miktar et alamaz mıydın?’ dedim. Âişe ‘Bana hatır-
latmış olsaydın, bunu yapardım’ dedi.”230
Bencillik çağında, oruç açacağını unutarak hiçbir şeyi he-
saba katmadan veren kimselerin ahlâkı ile ahlâklanmaya ne
kadar da muhtacız.

230 İbn Sa‘d, Tabakât, VIII, 67.


BEŞİNCİ HASLET
İLİM

Eğitim Açısından İlim

Fayda Vermeyen İlimden Allah’a Sığınırız


Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınıldığına dair rivayet-
ler gelmiştir. Hem dünya hem ahirette faydalı ve hak olan ilim
ise, Kitap ve sünnette bulunan ve bize gelen vahiydir. Kevnî
ve yer ile ilgili bütün ilimler, ancak bâtılı çürütmek, hakkı da
hâkim kılmak için kullanıldığı takdirde faydalı olur. Nitekim
hak bilgi de bizden başkalarının nazarındaki yeryüzü menşeli
ilimlerle ve kendisine inandığımız hakkı yeryüzü vakıasında
müşahhaslaştırmak için ümmetlerin diğer hikmetleri ile silah-
lanmayacak olursa, birtakım teoriler ve efsanelerden ibaret
kalır.
Aramızda fakih olan birinin ilmi, korkan bir kalpte ortaya
çıkıp mü’minlerin kalplerini açan samimi bir öğüdü ifade ettiği
zaman ya da açık bir delile dayanılarak verildiği ve Allah’tan
korkup ahiret gününü ümit eden kimseler arasından bunun
veya diğerinin bağlı kaldığı bir fetvayı temsil ettiği zaman fay-
da verir.
Fakihin bilgisi, ümmette; ancak kâinata, onu yaratana,
onun akıbetine, tarihe ve tarihte Allah’ın sünnetine, İslâm’a,
İslâm’ın zaman ve mekân içerisindeki hareketine, Müslü-
manların vakıasına, geri kalmalarının sebeplerine, ümmetin
352 Nebevî Yöntem

dinini ve bu dinin yöntemini yenilemenin zorunluluğuna, bu


yenilemenin önünde duran iç, dış, psikolojik, ekonomik ve
sosyal engellere, Allah’ın erlerini zafere, ilahî yardıma, İslâm
devletini örgütlemeye, Müslümanları birleştirmeye ve ümmeti
dünyaya liderlik edip ilahî mesajı taşımaya ehil kılmaya dair
kapsamlı bir bakış açısı hâlini aldığı gün eksiksiz, kemâl bul-
muş olacaktır.
Ancak bütün bunlarla ilgili İslâmî bir tasavvura (ku-
rama) ihtiyacı vardır. Bu kuramın ruhu, dinamiği ve delili
Yüce Allah’a ibadet; onun kaynağı ve malzemesi ise Allah’ın
Kitabı’ndan, Rasûlü’nün sünnetinden ve Allah’ın kâinattaki
yasalarından, hüküm çıkarma hususunda uzman olan mü’min
aklın yapacağı istinbatlardır.
Hak bilgisi, maksatlarını gerçekleştirdiğimiz zaman kendi-
sine iman etmiş olacağımız bir şeriattir.
Allah’ın kâinattaki yasaları ise Allah’ın, gereğince mülki-
yeti altındaki kâinatı yönettiği, idare ettiği kaderidir. İşte bu
yasalar bilgisini sağlam bir şekilde elde ederek, hazırlamakla
emrolunduğumuz gücü hazırlamış ve yeryüzünde halifeliği
hak etmiş oluruz.

Nakil, Akıl ve İrade


İslâmî çalışma ve İslâm’ın yöntemiyle ilgili konuşulur-
ken ya da sorular sorulurken aramızdan “Allah’ın Kitabı ve
Rasûlü’nün sünneti” şeklindeki açık ve kesin ibareleri kullan-
mayanımız yoktur.
Şüphesiz bu hususta koruma altına alınmış kişi, Allah’ın
şüphe ve tereddütten koruduğu kişidir. Ancak Kitap ve sünnet,
semavî iki asıl dayanaktır. Biz onları mücerred olarak ele aldı-
ğımız takdirde kemâlin en üst derecesindedirler. Fakat alana
inip de insanların anlama kabiliyetleri, cihad istekleri ve bu
İmanın Şubeleri 353

husustaki ihlâslarına tanık olduğumuz zaman, hepsinin Kitap


ve sünnet kuramının, diğerlerinin bu husustaki kuramından
farklı olduğunu görürüz. Bu sebeple bizim çalışma eşiği ile ilgi-
li sorduğumuz sorulara cevap olarak “Kitap ve sünnet” denil-
diği her seferinde biz de “Kitap ve sünnet nakildir. Peki, bizler
bunları uygulamaya hangi akıl ve iradeyle yöneliyoruz?” deriz.
İlmin gerekli yollarını tamamlamamış bir zihniyetle Kitap
ve sünnete yönelip de onları buluşturmaya kalkışacak olursak
bu, bilgiden çok cehalete benzer. Çünkü böyle bir yaklaşım,
o aydınlık maziye sevgiyle ve şevkle bakar. Nihayet mevcut
duruma karşı koyup İslâm’ın geleceği için planlamalar yap-
maya çağırılacak olurlarsa, bu sefer mevcut hâlin üzüntü ve ız-
dırap dolu durumundan ve şerrinden uzaklaşır, artık onun için
tarihi anlamanın kapıları kilitlenir, lanet okur, Allah’a sığınır,
okuduğu lanetlerle de bir kenara çekilip tek başına kalmayı
gerekçelendirir.
Naslar, Müslümanları tekfir etmek ve onların dalalette ol-
duklarını söylemek için kullanılan bir silah hâline geldiği za-
man ilim, şerrin kendisi olur.
Kötü ilim adamı, insanları Allah’ı gazaplandıracak yollar-
la razı edip insanların yanındakileri almak isterse şüphesiz ki
bu, Allah’ın âyetlerinden sıyrılıp çıkmanın ta kendisi olan bir
ilimdir. Böyle bir ilim adamının ayağı öyle bir kayar ki, artık
şeytanın oyuncağı hâline gelmeden uyanamaz.

Faydalı İlim
Faydalı ilim, nakillerin üst üste yığıldığı, anlayışın kıt oldu-
ğu ve iradenin görülmediği bir ilim değildir. İmam Mâlik dedi
ki: “İlim, çokça rivayet etmek değildir. İlim, ancak Allah’ın kal-
be koyduğu bir nurdur.” Evet, bir nur. Ahmed bin Hanbel de
Ebu Hanife’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Biz, Ali’ye ‘Sizin
354 Nebevî Yöntem

-yani Ehl-i Beyt’in- yanınızda Kur’ân’dan başka Rasûlullah sal-


lallahu aleyhi ve sellem’den bir şey var mı?’ diye sorduk. O,
‘Taneyi çatlatan ve canı yaratan hakkı için yemin ederim ki,
yoktur. Ancak Yüce Allah’ın bir kimseye ihsan ettiği Kur’ânî
anlayış vardır’ cevabını verdi. Bu hadiste de “anlayış (fehm)”e
dikkat çekilmektedir.
İlim, Allah’ın azametine ve celaline boyun eğen aklın an-
layışı ve Allah’ın cihadî irade ile desteklediği kalpteki bir nur-
dur.
1. Allah erlerinin yolunda bizim dopdolu ilmî tarihimizden
bize kadar gelmiş çok miktarda fıkıh vardır. Geçmişlerimizin
içtihatları ile ilgili görüş ayrılıklarının bizim uğraşımız olmaması
gerekir. Fakat onların içtihattaki yöntemlerinden yararlanmalı
ve onları aşmak için onlarla kendimizi eğitmeli, onların bes-
lendikleri ana kaynak ve yapılardan biz de beslenmeliyiz. İşte
mertliğin kendisi olan bu hâli hedef almalıyız. Bizden önce
iman ile geçmiş olan nesillerin söyledikleri etrafında dönüp
durmayı hedef almamalıyız.
Elbette ki hepimiz, Allah’ın Kitabı’nı ve Rasûlü’nün sün-
netini bu anlamda tetkik edemez. Fakat en az kısır görüş ay-
rılıklarının kapılarını kapatmamız gerekir. Hasan el-Bennâ
Usûl’ünde şunları söylemektedir: “Hatadan korunmuş olan
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dışında herkesin
sözünün bir kısmı alınır, bir kısmı bırakılır. Seleften Allah’ın
Kitabı’na ve sünnete uygun olarak gelenleri kabul ederiz.
Aksi takdirde Allah’ın Kitabı’na ve Rasûlü’nün sünnetine
uymak önceliklidir. Fakat bizler, hakkında ihtilaf edilmiş hu-
suslarda kişileri tenkit etmeyiz ya da onları cerh edip yarala-
maya maruz bırakmayız. Onları, kendi niyetleriyle baş başa
bırakırız. Çünkü onlar dünyadayken yaptıklarıyla karşılaşmış
bulunuyorlar.”
İmanın Şubeleri 355

Yine şunları söylemektedir: “Fer’î hükümlerin delillerine


bakıp inceleyecek dereceye ulaşmamış olan her bir Müslüma-
nın, din imamlarından birine uyma hakkı vardır. Bu şekilde
ona uymakla birlikte elinden geldiği kadar da uyduğu ima-
mın delilini bilmeye çalışması, birinin delil ile birlikte kendi-
sine doğru olanı gösterip de kendisine doğruyu gösteren bu
kişinin doğruluğundan ve yetkin biri olduğundan emin olması
hâlinde onun bu dediğini kabul etmesi ve ilim ehlinden ise
ilmî eksiğini tamamlaması -kendisi delilleri inceleyebilecek de-
receye varıncaya kadar böyle yapması- güzeldir.”
2. Bize ulaşmış bulunan yığınlarla içtihat, hemen hemen
bireysel ibadet fıkhı ve sosyal muamelatı aşmamaktadır. Fa-
kihlerimizi yönetim ve kamu hayatından uzaklaştırıp kendile-
rini insanların günlük işleri hakkında fetva vermenin sınırları-
na sıkıştırınca, onlar da sadece bu alanda çalıştılar.
Yanımızda salih geçmişimizin fıkhı olarak bulunanın bü-
yük bir çoğunluğu, bizim için olmazsa olmaz olan furua dair
bir fıkıhtır.
Fakat asıl ihtiyacımız olansa, bireysel bütün ibadetleri
ve cüz’î bütün muameleleri kapsayacak, ümmetin yeniden
diriltilmesi ve şeriatın kucağına ve Allah’ın dosdoğru yoluna
döndürülmesi görevini ifa edecek ve aynı doğrultuda uyum
içerisinde ortaya çıkacak küllî bir fıkıhtır.
Şeriat, ısırıcı melikler ile zorba ve diktatör yöneticilerin
yönetimi altında geriledi. Sonunda bugün şeriatın alanı, artık
evlenmek, boşanmak ve mirastan ibaret şahsî ahval (medenî
hukuk) dedikleri alanı ya da mescitlerde geri kalmış bulu-
nan vaaz, hatırlatma ile bireysel mesuliyete bırakılmış namaz,
zekât ve haccın sınırlarını aşmamaktadır.
Bizim muhtaç olduğumuz faydalı ve küllî ilim, şu alanlar-
da Allah’ın hükmünü nasıl uygulayacağımızı öğreten ilimdir:
356 Nebevî Yöntem

Devletin kurulması ve yürütülmesi, toplumun örgütlenmesi,


toplum arasında adaletin uygulanması, mü’minler cemaatinin
eğitimi ve yapılandırılması, Müslümanların üretim, dağıtım ve
geçimle ilgili sorunlarının çözülmesine dair hususların idare
ve yönetimi, ekonominin yönetilmesi ve görevleri, ümmetin
işlerinin ümmet arasından gelen hall ve akd arasında istişare
ile yürütülmesinin sağlanması, Allah’ın hükümlerinin Allah’ın
Kitabı’ndan ve Peygamberi’nin sünnetinden çıkartılması için
içtihadın düzenlenmesi… İşte yenilenip duran cihadî iradele-
rin yöneldiği hedef olmasının sebebi de budur.
3. Farzlarını ve sünnetlerini uygulayabilecek kadarıyla ge-
rekli olan bilgiyi öğrenmek her mü’min için bir görevdir. Ayrı-
ca imkân bulduğu kadarıyla da şeriat fıkhına dair bilgisini de
genişletmelidir.
Allah erleri arasında ortak asgari sınır olan bu farz-ı ayn
ile bir topluluk tedrici bir şekilde ilim öğrenirken, diğer taraf-
tan da uzmanlık gerektiren ilimleri tahsil etmek için yetkin ve
istidatlı kimselerin kendilerini bu işe vermeleri muhakkak ge-
reklidir. Bunları yapabilecek kimseler için de bunları yapmak
sabit bir farzdır. Uzmanlık gerektiren bu ilimlerin edinilmesi
de ümmet için farzdır. Bunların bir kısmı hak bilgisi alanında
derinleşmek ve sanayi ve teknoloji alanlarında pratik beceri
ve bilgiyi gerektirir. Ya da bunlar çağın teorik ilimleri arasında
bulunup ümmet hayatı için zorunlu olabilir.
Aynî ilimlerden biri de tilavetle ezberlenmesi ve anlaşı-
lıp kavranılması itibariyle öğrenilen Yüce Allah’ın Kitabı’yla,
uymak itibariyle öğrenilen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetidir… Kur’ân dilini iyice bilmek de aynî ilim-
ler arasındadır. Bunları bilmek ise yabancı kültürlerin hege-
monyasına ve onların evlatlarımızın akıllarını ve hayatımızın
çeşitli alanlarını işgal etmesine karşı savaşmak için gereklidir.
İmanın Şubeleri 357

Bir kişinin bize geldiği ilk zamanlarda onu basit fıkıh kitapla-
rına yönlendiririz. Böylelikle onlardan payını almasını sağla-
rız. Aynı zamanda biz de Kur’ân’ı öğrenmek, hadis ve siret
derslerini görmek için mescitteki halkalarda bulunuruz. Sözü
geçen bu derslerin avamın kendi düzeylerinde onlardan ya-
rarlanabilecekleri şekilde düzenlenmesi gerekir. Allah’ın erleri,
bu derslerde ise her biri kendi derecesine göre daha fazlasını
bulabilir. Bir ya da iki tefsirle ve Kur’ân’ı okumak suretiyle
ilimde daha da derinleşerek bunu yapar. Muteber şerhleri ile
birlikte doğrudan Buhârî ve Müslim okunur. Bu esnada ise
yenilikçi nesil Kur’ân ve sünnetin dilini öğrenir. Çünkü Arapça,
o sapasağlam ve arıduru olan Arapçadır, gazetelerin dili değil-
dir. Böyle bir Arapça ise, bize apaçık bir Arapça ile indirilmiş
olanları anlamanın aracı ve aletidir. O dil olmadan böyle bir
beyan ve açıklık söz konusu olmaz.
(Farz) kifaye olan ilimler arasında, yabancı dilleri, deney-
sel teknik bilimleri, örgütlenme ve idare bilimlerini ve siyaset
ve toplum bilimlerini sayabiliriz. Biz her şeyden önce bütün
bu ilimleri, cahiliye mensublarının bunlara bulaştırdıklarından
soyutlarız, temizleriz. Beşerî (sosyal) ilimler adını verdikle-
ri bilimlere ve kâfir felsefe türlerinden ideolojilere ve maddî
kuramlara da böyle yaklaşırız. Biz bunları, evlatlarımızdan
bunlara aldanmış ve saptırılmış kimselerle tartışmalarımızda
çürütmek için öğreniriz.
Sonraki bir aşamada bu ilimleri şekillendirir ve bunlarda
uzmanlaşırız. Böylelikle bunların bizim ilmî yapımız içerisinde
hazmedilmesini ve kendi potamızda eriyip hedeflerimize hiz-
met etmesini sağlarız.
Eleştiri, mülahaza, analiz, sentez ve deney alanlarında bi-
limsel yöntem ise, bizim sözden ibaret geleneksel aklî yapımı-
zı; hassas, düzenli ve yapıcı bir aklî yapıya dönüştürmek için
zorunlu bir disiplin ve temel bir şarttır.
358 Nebevî Yöntem

Şunlar bizde derinlemesine yer etmiş iki ayrı zihniyettir:


Sürü zihniyeti, yöneticiye zilletle boyun eğmeye alıştırılmış bir
halkın zihniyetidir. Diğeri ise, anlamlarının sınırları belli olma-
yan açık kuramlar ve belli hedefleri olmayan fikirler tarzındaki,
lafızların doldurduğu geleneksel lafzî bir zihniyet...
Nebevî yöntem, hakkı tasdik edip ona boyun eğen bir
kalbin nuru ile bilimsellik, deney ve hükümde hassasiyet ve
dikkatle disiplin altına alınmış aklî anlayışı bizim için bir arada
bulundurmaktadır. İşte ancak böyle bir akıl ile bizim inşa et-
memiz mümkün olur ve ancak böyle bir kalp ile yapılan inşa,
Allah’tan gelen bir hidayet üzere İslâmî bir inşa olur.

Yapılanma Açısından İlim

Tasavvuf (Kuram) Birliği


Yüce Allah, Peygamberi’ne ve bize “Onun için bil ki,
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Hem kendi günahın
hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınların günahla-
rı için mağfiret dile”231 buyurmaktadır.
İlmin başı tevhiddir. Ondan sonra ise Yüce Allah’a ibadet
gelir. Akide birliği, ma’budun da bir olmasını gerektirir. Bu da
imanî yaşayışın birliğini, velayetin birliğini, amaç ve hedefin
birliğini gerektirir.
Tevhid akidemiz, bölgedeki cemaatlerin tevhid edilme-
sinden (birleştirilmesinden) başlayarak ümmetin birliği için
çalışmamızı gerektirmektedir. Allah’ın bize emri bir, uygula-
madaki sorumluluğumuz bir… Onu uygulama konusunda sa-
mimiysek, o hâlde bizim varmamız gereken nokta, o hayır ile

231 Muhammed 47/19.


İmanın Şubeleri 359

nitelendirilmiş insanlara karşı adaletle şahitlik edecek ümmet


olmamız için birleşip bir araya gelmemizdir.
Tevhidin önündeki engeller şunlardır:
1. Kitap ve sünnetle ilgili olarak sonradan ortaya çıkan ve
onlardan dallanıp budaklanan, asırlar boyunca yapılmış şerh-
ler ve içtihatlar. İbadet fıkhıyla ilgili içtihadın furûu ise, miktar
olarak çoğunluğu teşkil eder. Usûlu’d-Dîn ve fıkıh usulüyle il-
gili mezhepler ise, usulü önümüzde perdeleyen gözümüzün
önündeki bir kitleyi temsil etmektedir. Kısacası her bir mezhe-
bin ve kesimin geriye bıraktığı çeşitli içtihatlar bulunmaktadır.
2. Çağdaş mü’minlerin, anlayış ve Kitap ve sünneti ince-
leme güçleri bakımından aralarında derece farklılıklarının bu-
lunması. Mücahid Müslümanlardan her bir cemaatin, kendine
göre İslâm’a, İslâm’ın maksatlarına, cihada, cihadın araçları-
na, ilerleyişine ve aşamalarına dair görüşleri bulunmaktadır.
3. Bu beşerî iradenin, vakıa ile barışmaya çağıran bir
bitkinlikle karşı karşıya kalması veya hâlihazırdaki zaman ve
zeminde ayaklarını sağlam olarak yere basmadan geleceğe
sıçramak isteyen, ileri atılan bir hamaset. Şahıslar arasında
nefretleşme ve yarış ya da öne çıkma, önder olma veya orta-
ya konulan deliller bakımından hasmı yenme sevgi ve arzusu.
Bu üç etken bir arada ve iç içedir. Biri diğerini beslemekte
ve biri diğerinin yerini tutmaktadır. Buna göre, önceki fakihle-
rimizin fer’î meselelerdeki içtihatlarının düzeltilmesi, bir araya
getirilmesi ve külliyen yenilenmiş bir içtihat içerisinde yerini
alması bir zorunluluk ve farz-ı kifayedir. Bununla nakil alanın-
daki ihtilafları aşabiliriz.
Aklî açılım ile öğrenebilme kabiliyetine sahip olanlara
ve içtihat yapabilme gücünde olanlara güven duymak ise
Allah’ın erleri hakkında bir zorunluluk ve bir görevdir.
360 Nebevî Yöntem

İster ilmi öğretenler, ister öğrenenler olsun, herkes için


yalnızca Allah’a ihlâslı olmak bir zorunluluk ve bir görevdir.
İhlâs olmadan nefisler bozulur ve onları şeytan ve heva hare-
kete geçirir.
O hâlde içtihat birliği, kuram birliği ve irade birliği...
Bunlar olmaksızın doğru yolda yürümüş olamayız.
Allah erlerinin aynı anlayış ile görevlerini kavramaları ge-
rekir. Bu ise onların her birinin, bütün kaba çizgilerini, araç ve
hedeflerini bildiği çalışma planı çerçevesinde ortaya çıkan çe-
şitli hususlarda kardeşleri ile istişareye başvurmasını gerektirir.
Daha önce şûrâ da dâhil çeşitli hususlarda kesin kararın hangi
yolla alınacağını açıklamıştık.
Bizler bütün yönleriyle çalışma kuramımız üzerinde itti-
fak sağlamadan önce toplu çalışmaya başlayacak olursak, en
basit bir görüş ayrılığı bizi durduracak ve her husus üzerinde
anlaşmazlığa düşeceğiz. Dolayısıyla da devam edemeyeceğiz,
duracağız, başarısız olacağız. Önceki bireyselliğimize ve su
üzerindeki köpükleri andıran hâlimize geri döneceğiz. Tökez-
lemelerden Allah’a sığınırız.

Zihniyetler
Kendisini beğenen, işaret parmağı ile başkalarını itham
eden, çocukça ve gülünç düşüncelerle bozgunculuk çıkaran
bir yapıya sahip, basite indirgeyici zihniyeti daha önce ele al-
mıştık.
Basite indirgemeci bu zihniyetin kendine güvenmesi bir
âdettir. Kendi dar bakış açısına muhalefet eden her bir şeyi
hata olarak nitelendirir, aldanır ve taassupla (yanlışlarını) sa-
vunur.
İmanın Şubeleri 361

İşte bizim aydınlık, kahraman, hâlihazırdaki kapalılıklara


açıklık getiren geleceğin imkânlarını ortaya koyan ve çalışmak
için yola koyulan akıllara gerek duyacağımız bir zamanda, bu
psikolojik hâldeki zihniyet karşımıza çıkıverir ve iradeyi öldü-
ren, azimleri kıran kısır tartışmaların içine düşüveririz.
Atomcu zihniyeti ele aldık. Bu zihniyet, şeriat ve hayatın
işleri arasındaki bağlantıya bakmaz. Siyaset, ekonomi, terbiye,
toplum, iç ve dış durum, mekân ve zaman zarfları, olayların
gelişmesi, hâkimiyeti ele geçirmek için boğuşmak, yeryüzü-
nün güçlüleri arasında nüfuz bölgeleri üzerindeki çekişmeler,
Müslümanların birliğinin zarureti, yeryüzündeki mustaz’af
kitleye dayanmak, bütün bu hususlarda şeriatın azimetleri,
ruhsatları, maksatları, yolları, rahat zamanlarda ve çaresizlik
durumlarındaki kaideleri ve buna benzer diğer bütün husus-
lardan oluşan problematiği tasavvur edemez.
Böyle bir zihniyet, hedeflere ulaşmak için araçları sıra-
ya koyan bir yönteme göre düzenlenmiş bir uyum içerisinde
İslâmî çalışmayı da tasarlamaktan acizdir. Aşamaları ve ön-
celikleri sıralayamaz. Beklenmedik hâdiselerin ortaya çıkma-
sı ve bazen baskın gelen zorunluluklar için de hesabında yer
bırakmaz.
Böyle bir zihniyet, uygulanabilir bir plan ve program çer-
çevesinde yöntemi müşahhaslaştıramaz.
Kendinden memnun zihniyetle darmadağın olmuş atom-
laştırıcı zihniyetle hareket edebilir, heyecana getirebilir, hama-
set duygularını uyandırabilir, yıkım yapabiliriz. Fakat bina ve
inşa ise, tarafsız, gerçekçi, değişmez, kapsamlı, hamasete de-
ğil iradeye dayalı bir bakış ister.
İslâm devletinin kurulmasından önce bizim genel olarak
planı ortaya koyabilmek için yöntemi tamamen kuşatmış
akıllara ihtiyacımız vardır. Bunlar, uygulanmaya elverişli ve
362 Nebevî Yöntem

yapısını Allah’ın takvası üzerine tesis etmiş yönetim progra-


mını uygun zamanda hazırlamalıdırlar. Bunun için gerekli
incelemeler, dosyalar, iktisadî yapı, yeniden şekillendirilecek
yönetim kurumları, istatistikler ve halkın geçim şartlarının dü-
zenlenmesi (gibi hususlar ele alınmalıdır).
İslâm devletinin kuruluşundan sonra Allah’ın erleri, yeter-
li hacimde, kaliteli bir kadroya sahip olduklarını görür. Böy-
lelikle yönetimin dizginlerini ele alır, Allah’ın şeriatını beşerî
kanunların yerine her alanda geçerli kılar. Yönetim çarkı da
uyumlu, insicamlı, faydalı ve başarılı bir hareket içerisinde dö-
ner.
Davetin ebedî bir karşı çıkış, bir tenkid ve bir ithamdan
ibaret olduğunu düşünen zihniyet bu sınırları aşamaz. Böyle
bir zihniyet, ancak ayıplarını açığa çıkarıp günahlarını teşhir
etmekten beslendiği bir fitne ortamında yaşayabilir.
Bu tasavvura sahip kardeşlerimize, İslâmcıların önünde-
ki baskı ve zulüm dehşetlerini, yol alışlarındaki zorlukları ve
Müslümanların içine gömülmüş oldukları çamur ve günahları
hayal etmelerini teklif eder, bunları yok etmek için de kolları
sıvamanın zorunlu olduğunu söyleyecek olursan, bu tasavvur
sahibi dehşete kapılır, Allah’a sığınır sonra da kendisini teselli
eden nefis tezkiyesine ve Müslümanları itham etme yoluna
devam eder.
Yönetim kirletir. Bununla birlikte bir gün, Allah’ın erleri-
nin, ortadan kaldırıp çürütmek maksadıyla üst üste yığılmış
fesadın içerisine girmeleri de bir kaçınılmazlıktır. Fesadın ar-
tıklarını tedrici bir şekilde süpürmeye çalışmaları da bir zorun-
luluktur. İşte bu, sevgili kardeşim, ey cihadı bir gezinti, İslâm
devletini kurmayı da meleklere yakışan kutsal bir esinti olarak
tasavvur eden! Allah’ın izniyle sen, kokuşmuşlukları taşıyıp
yaraları sararken o kötü kokulara ve bunların senin beyaz el-
biselerinin üzerine sıçrattıklarına tahammül edeceksin.
İmanın Şubeleri 363

Toplu İçtihat
Allah’ın erlerinin genel çizgi ile ilgili tek bir kuramlarının,
karşı karşıya kalınan yeni olaylar ile ilgili tek bir içtihatlarının,
(anlamsız) bir tartışma hâline gelmeden önce şûrânın ula-
şabileceği bir son sınırının olması için mü’minler arasından
bir topluluğun içtihat etmek üzere öne çıkması bir zorunlu-
luktur. Çünkü çağın problemleri, görevlerimizin çok ve farklı
olması, önümüzdeki naklî birikim, irade ve akıl farklılığı gibi
hususların üstesinden tek bir müçtehid de gelemez, içtihat
edebilecek birkaç fert de bunu başaramaz. O hâlde toplu
bir içtihad kaçınılmazdır. Bir içtihat meclisinin bulunması bir
zorunluluktur. Müçtehitler arasında çıkan görüş ayrılıkları hu-
susunda da son sözü söylemek emirin hakkıdır. Böylelikle o,
bakış açılarının bir noktada toplanmasından acze düştükleri
yerde tercihte bulunacaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, içtihat yetkisini hâkime vermiştir. Emir ise birinci de-
recedeki hâkimdir. Onun altındaki mertebelerde içtihat eden
kimseler ise, onun görevlendirmesiyle ona vekâleten ve farz-ı
kifaye olan bu içtihat farzı görevini yerine getirmek için içtihat
ederler. Görevlerin büyüklüğü, izlenecek yolların net olmayı-
şı, yüklenilen sorumlulukların ağırlığı ile birlikte bireyler tek
başlarına bunun üstesinden gelemezler. Ahmed bin Hanbel,
Buhârî, Müslim ve Sünen sahiplerinin rivayet ettiklerine göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Hâkim hüküm ver-
diği zaman içtihat edip de isabet ederse, onun iki ecri
vardır. Hüküm verdiği zaman içtihat edip hata ederse
onun da bir ecri vardır” buyurmuştur.232 İmam Dârimî’nin
Sünen’inin Mukaddime’si bize selef-i salihte içtihat kabiliyeti-
nin fıtrî olduğu tablosunu çizmektedir. Ümmet arasında daha
önce görülmemiş yeni birtakım hâller baş gösterince -Ömer

232 Buhârî, İ‘tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ebu Davud, Akdiye 2; Tirmizî,
Ahkâm 2; Ahmed bin Hanbel, IV, 198, 204.
364 Nebevî Yöntem

b. Abdülaziz’in dediği gibi- o durumlar için de yeni hükümler


söz konusu oldu.
Bu ümmetin âlimleri arasından salih geçmişimiz, bizim
için içtihadın temel esaslarını sağlam bir şekilde ortaya koy-
muşlardır. Onlar, Kitabı, sünneti ve icmaı esas almakla birlikte
kıyas, serbest maslahatlar (mesalih-i mürsele) ve hükümlerin
illetleri hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Şeriattaki her bir hususun, herhangi bir illeti (sebebi, ge-
rekçesi) olmaksızın taabbudi olduğu görüşünü taşıyanlar, top-
lu içtihat yapmaya elverişli olamazlar. Çünkü bizler kıyası bir
kenara bırakacak olursak şimdiki duruma karşı da gelecek için
de çözüm üretemeyiz. Bunu yapacak olursak da kıyamet gü-
nüne kadar elverişli olmak üzere gönderilmiş Allah’ın şeriatını
bir bakıma inkâr etmiş oluruz.
O hâlde müçtehid topluluk, içtihadın esasları üzerinde it-
tifak eden, şeriatın maksatlarının bulunduğunu ve bu maksat-
lara doğru hareket edip bunlara ulaşmanın da aynı zamanda
hem taabbudî hem de illî (hükümlerin illet ve gerekçelerinin
olduğunu kabul etmek) olduğunu bilen topluluktur. Bizler
Allah’ın şeriatının, beşerî yasaların yerine geçmesi için içtihat
ediyoruz. Çünkü Allah böyle emretmiştir. İşte bu bir ibadettir.
Hakkında nas ve icma bulunmayan hususlarda ise insanların
yeni ortaya çıkan tasarruflarını, karşılıklı muamele ve ilişkile-
rini Allah’ın hükmünün altına sokma zarureti dolayısıyla da
kıyas yaparız. İşte bu da mürsel maslahatlardaki illettir. Di-
ğer taraftan hakkın bâtılın yerine geçirilmesinde bir tedricili-
ğin zorunlu olduğunu da hesaba katarız. Çünkü Yüce Allah,
“Hâlbuki O, size -kaçınılmaz olarak kendisine ihtiyaç
duyduklarınızı istisna kılarak- neyi haram kıldığını
ayrı ayrı açıklamıştır”233 buyurmaktadır. Bizler Müslüman-
ların yükünü hafifletme iddiasıyla Allah’ın şeriatından bir harf

233 En’âm 6/119.


İmanın Şubeleri 365

dahi eksiltenlerden olmaktan Allah’a sığınırız. Hayır! Şeriat,


kesinliğiyle ve eksiksizliğiyle ortadadır. Ancak o, sözü ettiğimiz
uygulamadır. Ümmet de Yüce Allah’ın izniyle İslâm’a -ancak
tedrici olarak mümkün olabilecek şekilde- çok uzak bir yerden
dönmektedir.
Yüce Allah, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e şeria-
tın tamamını, toptan ve bir defada uygulama yükümlülüğünü
koymadı. Hâlbuki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Al-
lah tarafından desteklenen ve hatadan korunandı. Fakat şe-
riat, peyderpey indi. İnsanlar da cahiliyeden İslâm’a geçtiler.
Fitneden İslâm’a dönüş de aynı şekilde olur. Onun için de bir
tedricilik kaçınılmazdır. Bu tedricilik, bir zaruret dolayısıyladır
yoksa bunun haram, diğerinin mekruh veya mendub olduğu-
nu inkâr etmek için değil.
Bir gün, bir kardeşe, “Yarın yönetimin bütün yetkilerini
eline alacak olursan, bu faizli bankaları ve bu fesadı ne yapa-
caksın?” dedim.
O salih kardeş, “Her şeyi durdururum ve başarı ihsan et-
mesi için Allah’a dua ederim” dedi. Ben de ona şu cevabı ver-
dim: “O zaman senin devletin üç günden fazla devam etmez.
Diğer taraftan sen, kâinatın kanunları arasında birden sıçrayışı
değil, tedriciliği yaratmış bulunan Allah’ın sünnetlerini ve sana
cihadını yaparken Allah’ın kanunlarını aşan olağanüstü hâller
olan keramet ve mucizeyi istemeyi değil de yeryüzü sebepleri-
ni edinmeyi vacip kılanın sünnetlerini inkâr etmektesin.”
Bundan sonra ve bununla birlikte toplu bir içtihat bir zo-
runluluktur.
Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiğine göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem “Müslümanın güzel gördükleri
366 Nebevî Yöntem

Allah nezdinde de güzeldir” buyurmuştur.234 İbn Mâce’de


yer ala bir rivayete göre de Allah Rasûlü “Ümmetim asla
dalalet üzere ittifak etmez. Bu sebeple sizin, bir görüş
ayrılığı gördüğünüz yerde en büyük kalabalığa uyma-
nızı tavsiye ederim.” buyurmuştur.235 Suyûtî, bu hadisin
sahih olduğunu söylemiştir. Hadiste, icma yapanların çoğun-
luğunun kabul ettiği görüşün alınacağı ilkesi yer almaktadır.
Her iki hadiste de bir topluluktan söz edilmektedir. Buna
göre herhangi bir içtihat konusunda ilim adamlarından bir
topluluk ittifak edecek olursa, onların bu içtihatlarının Allah’ın
şeriatı olma ihtimali daha yüksektir. Bunun da iki önemli da-
yanağı vardır: Birincisi, bunların içtihat eden hâkimler olduk-
larıdır. İkincisi de toplu olarak içtihat etmiş olmalarıdır.
Evet! En mükemmel olan şekil, ümmetin ender görülen
bu ileri gelen ilim adamlarının böyle bir içtihat için her bir
bölgeden toplanıp bir araya gelmeleridir. Fakat baskı, kuşatıl-
mışlık, korkutmak ve kötü âlimlerin karışık mahfillere sızmaları
bütün bunları engellemektedir. İçtihat, fer’î meseleler hakkın-
da İslâm âlimlerinin etrafında toplandığı resmî bir içtihat olup
kendi otoriter projeleriyle çatışmadığı için de yöneticiler ona
razı ise biz de onu kabul ederiz. Diğer taraftan Allah’ın, setle-
rin yıkılıp ümmetin bir araya gelmesine izin vereceği zamana
kadar her bir bölge, kendi özel içtihadında bağımsız olur.
Salih selefimiz arasında toplu içtihadın birtakım örnekle-
rini Dârimî’nin Sünen’inde görebilmekteyiz. Dârimî, Meymûn
b. Mihrân’nın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Ebu Bekir,
huzuruna bir davacı gelecek olursa, Allah’ın Kitabı’na bakardı.
Davacılar arasında vereceği onda hükmü bulursa ona göre
hüküm verirdi. Şayet Kitap’ta bulamayıp Rasûlullah sallallahu

234 Ahmed bin Hanbel, I, 379.


235 İbn Mâce, Fiten 8.
İmanın Şubeleri 367

aleyhi ve sellem’den gelmiş bir sünnet bilirse, onunla hükme-


derdi. Meseleyi çözemezse dışarı çıkar, Müslümanlara sorarak
‘Bana şöyle şöyle bir mesele geldi. Siz Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in bu hususta bir hüküm verdiğini biliyor mu-
sunuz?’ derdi. Bazen onun yanına sekiz on kişi gelir ve hepsi
de o hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’nin verdiği
bir hükmü zikrederlerdi. Bunun üzerine Ebu Bekir, ‘Aramız-
da Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen sünneti hıfzet-
miş kimseler takdir etmiş olan Allah’a hamdolsun’ derdi. Bu
hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bir
sünnet de bulamayacak olursa, insanların önde gelenlerini
ve hayırlı olanlarını toplayıp onlarla istişare ederdi. Bir görüş
üzerinde ittifak ederlerse, o da onu hüküm olarak verirdi.”236
İşte, Ebu Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh soru sormak-
tan çekinmiyor. Emaneti ve gücünden dolayı… Çünkü hain
bir kimse zanna dayanarak kanaat ileri sürmekten çekinmez.
Güçsüz bir kimse ise bilgisizliği ve bâtıl yolla dahi olsa saygın-
lığını korumayı istediği için başkası tarafından dile getirilen bir
doğruyu kabul etmez.
Sonra Hz. Ebu Bekir, insanların ileri gelenlerine ve hayırlı
olanlarına sorardı. Yani işi ehil olmayanlara bırakmazdı. Onlar
ittifakla bir görüşü kabul edecek olurlarsa, o da onu hüküm
olarak verirdi. Ortada bir kıyas ve icma görülüyor.
Yine Dârimî, Müseyyeb b. Râfi’den şu rivayeti nakletmiştir:
“Onlar bir mesele ile karşı karşıya kaldıklarında şayet hakkın-
da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayet
yoksa onun için toplanır, bir araya gelir ve icma ederlerdi. İşte
hak onların görüşlerindedir. Hak onların görüşlerindedir.”237

236 Dârimî, Mukaddime 20.


237 Dârimî, Mukaddime 17.
368 Nebevî Yöntem

Humeyd’in de şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ömer b.


Abdülaziz’e ‘İnsanları bir şey üzerinde bir araya toplasan (it-
tifak etmelerini sağlasan)’ denildi. O, ‘Onların ihtilaf etmemiş
olmaları beni memnun etmez ki!’ dedi. Sonra her yere ya da
her bir bölgeye, ‘Her bir kavim, fakihlerinin üzerinde ittifak
ettikleri hüküm ile hükmetsin’ diye bir mektup yazdı.”238
O râşid halife, işi her bir bölgedeki müçtehidlerin içtiha-
dına bırakmakla birlikte görüş ayrılığında da bir sakınca gör-
medi. İşte bizler de bu şekilde birleşmeden önce hedefe doğru
gittiğimiz aşamalarda bu parçalanmış bölgelerdeyken bu du-
rumdayız.

Bu Hasletin Şubeleri

Kırk Birinci Şube: İlim Tahsili ve İlmi Yaymak


İnsanın ölüm sonrası akıbeti, Allah’ın davetçisinin çağrısı-
nı kabul etmesine ya da ondan yüz çevirmesine bağlıdır. Hak-
kın ve hakikatin bilgisi, Allah nezdindeki ebedî mutluluğa nasıl
ulaşacağını öğrenmesi için onun açısından bir zorunluluktur.
Tarihsel tedahu (denilen Allah’ın insanların kimini kimi-
siyle bertaraf etmesi) ortasında İslâm toplumunun akıbeti de
onun geçim ihtiyaçlarını karşılayacak araçlar ile kendisini sa-
vunabilecek araçları bulup ortaya koyabilme kudretine bağ-
lıdır.
Allah’ın erleri, cihadlarının karşısında duran meydan
okumaların tehlikelerine dikkat edecek olurlarsa, bunların uy-
garlık açısından geri kalmış, askerî bakımdan yenik düşmüş,
darmadağın olmuş Müslüman yapısında üç gedik etrafında
dönüp durduğunu göreceklerdir.

238 Dârimî, Mukaddime 52.


İmanın Şubeleri 369

Birinci Gedik: Ümmeti yönetim alanının baskısı altın-


dan kurtarabilecek bir toplumsal gücün bulunmayışı. Şüphe-
siz ki bu, bazı bölgelerde bir araya gelip düzenlenmiş genç
İslâmî güçtür. Bu güç de Allah’ın izniyle daha başka bölgeler-
de de kendisini organize edip düzenleme yolundadır. Allah
Teâlâ, mü’minlerin yürüyüşünü taçlandırır ve mü’minler de
yönetimi ele alacak olurlarsa, liderlik konumunda mü’min
iradenin varlığı ile birinci gedik kapanmış olacaktır. Allah’ın
Kitabı ile Rasûlü’nün sünnetindeki hak ilim ile aydınlanmış
bu irade yönetimi ele alacağı zaman, beşerî kanunların yerini
adım adım Allah’ın şeriatı, cahiliyeyi taklit düşüncesinin yerini
imanın ilmi ve yeryüzü kaynaklı felsefe ve ideolojilerin yerini
kendisine bâtılın önünden de arkasından da asla ulaşamaya-
cağı hakkın ilmi alacaktır.
İkinci Gedik: Ümmetin, imanın iradesiyle ümmetin
umutlarının, rüyalar ve arzular dünyasından vakıanın dünya-
sına dönüşmesini sağlayacak şekilde bu iradenin hizmetine
girip kararlılıklarını gerçekleştirebilecek imanî irade ve tekno-
lojik bilimlerle donatılmış kimselere olan ihtiyacıdır.
Üçüncü Gedik: Fitnelere maruz kalmış bölgeler arasında-
ki savaşlarda gücünü, gelir kaynaklarını ve özgürlüğünü kaybe-
den ümmetin parçaları arasındaki birliğin bulunmaması. Orta-
da anlamsız yarışlar, çalkantılar ve istikrarsızlık vardır. Böyle bir
gediği ise ancak imanî bir eğitimin sonucu olarak ortaya çıkan
Allah’ı bilmek kapatabilir. Çünkü bu imanî terbiye, darmadağın
olmuş mü’minlerden tek bir organik vücut ortaya çıkartır. Bizler
cahilî düşünce sistemlerine değil de hak ilme döndüğümüz za-
man birbirimize tutunur, birbirimizle kaynaşırız.
Ümmetin, öğrenmek zorunda olduğu, nesillerine öğ-
retmesi ve aralarında yayması gereken ilimler, Allah’ı ve
O’nun Rasûlü’nün sünnetini bilmenin ruhu ile harekete ge-
çen ilimlerdir. Hayrın tamamı dinde fakih olmakta (gerekli
370 Nebevî Yöntem

bilgileri bilmekte) yatmaktadır. Dinde bilgi sahibi olduktan


sonra gelenler ise dinin maksatlarına hizmet etmek için bir
araçtır.
Şüphesiz din nasihattır, nasihat ise ilmi yaymaktır. Çünkü
üretim ve dağıtımın meydan okumasına, askerî ve teknolojik
güçlerin meydan okumasına, birliklerin, kaynaşmanın ve is-
tikrarın meydan okumasına, ancak açıkça Allah’a, Rasûlü’ne,
Kitabı’na, bütün Müslümanlara, özellerine ve onların imamla-
rına nasihat etmekle cevap verilebilir. Bu meydan okumalara
ancak ve yalnız Allah’a kullukla cevap verilebilir. İlimleriyle
amel eden âlimlerden ve ilim öğrenenlerden başkalarında ha-
yır yoktur. Çünkü yalnız bunlar, ancak bütün mertebelerinde
nasihati dosdoğru yerine getirmek suretiyle dini dimdik ayak-
ta tutabilirler. Yine bunlar, Müslümanların bir imamı yoksa,
âlimler ve ilim öğrenenler -yani davet adamları- arasından bir
imam çıkarmak için nasıl hareket edeceğini ümmete öğretme-
si en çok ümit edilen kimselerdir.
Sadece ibadetler fıkhı, din fıkhı değildir. O, kendisinden
toplumu değiştirecek ilmin de yayılması şartıyla dinin bilinme-
sinin en önemli yönüdür. Tirmizî, İbn Mâce ve Beyhâki’nin
İbn Abbas’dan naklettikleri bir hadise göre, Rasûlullah sallal-
lahu aleyhi ve sellem “Bir tek fakih, şeytana bin âbidden
daha güçlü gelir” buyurmuştur.239
Mescitte oturup “Lâ havle...” çeken bir İslâm’dan ise, ci-
had eden bir İslâm bin kat hayırlıdır. İşte bu İslâm’ı fıkhetmek
fıkıhtır. İbadet ise onun bel kemiği ve ruhudur.

239 Tirmizî, İlm 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, II, 265,
267.
İmanın Şubeleri 371

Kırk İkinci Şube: Öğretim, Öğrenim ve Âdabı

Okullarımız korkunç bir şekilde yuvarlanıp dibe vurmuştur.


Eğitim programlarımızı emperyalizm belirlemiştir. Hâlâ onun
uzantısı olarak varlığını sürdürmektedir. Hatta içimizde en ağır
ve en kötü sömürgecilik kültürel sömürüdür.
Şekilden ibaret bağımsızlıktan sonra topraklarımızdan
müşahhas birçok mikrop ayrılıp gitti. Fakat onların yerini çok
sayıda uzman, profesör, asker ve zorba yönetimlerin yöne-
ticilerinin danışmanları aldı. Bunların bize zarar ve musibeti
ise daha büyüktür. Yönetimimizi ellerinde bulunduran evlat-
larımız, aslında katıksız cahilî eğitimin ürünüdürler. Medyamız
ve sinemalardaki, sahnelerdeki ve çarşı-pazarlardaki şeytanın
karakolları ise, azgınlığın, küfrün ve fesadın sesleri ile konuş-
maktadırlar. Ana dilimiz, halkın gözünü boyamak için yapılan
resmî konuşmalar dışında küçümsenmekte, onunla alay edil-
mektedir.
Öğrenim; zenginlerin ve okullarıyla, kültür merkezleriyle,
kütüphaneleriyle, kitaplarıyla, gazeteleriyle, dergileriyle, öğ-
renim burslarıyla ve ahlâkımızı sulandıran, dinimizin izlerini
silmeye çalışan kulüpleriyle, haddini aşmış sömürgeci ortam-
larca şanslı görülen kimselerin tekelindedir.
Kültürel emperyalistler nezdinde şanslı görülen kimse-
ler, çocuklarını, okul gibi okullarda eğitmekte, itibar edilir
diplomalar almalarını sağlamakta ve egemen sınıfa katılma
imkânlarını verecek bir teknikle donatmaktadırlar. Biz mus-
taz’aflar topluluğu arasında ise cahilî kültürün afyonu, aramız-
da çeşitli faaliyetler ve festivaller adı altında, fikrî uyuşturucu
ideolojiler kılığı altında ve kararlılıklarımızı dağıtmak, niyetle-
rimizi yok etmek ve adımlarımızı saptırmak için uluslararası
ve mahallî olarak yönlendirilen medya suretinde kışkırtıcı ve
saptırıcı rolünü oynamaktadır.
372 Nebevî Yöntem

Allah’ın izniyle İslâmî adab ile ilme saygınlığını, oku-


la ve üniversiteye görevlerini, eğitim ve öğretim faaliyetleri-
ne heybetlerini ve âlim ile ilim öğrenen arasındaki öğrenim
ilişkilerine de iman, güven, sevgi ve arkadaşlık tarzı ilişkileri
yeniden kazandıracağız. Saptırmak için çıkılan minberlerden
fasık okuyucuları, etkileyici odaklardan cahiliye şeytanlarını
ve medyadan gerçekleri sulandıran ve çözülmeye ve yalancı-
lığa çağıran sesi kovup uzaklaştıracağız ki, yiğitliğin ve cihadın
sesi duyulsun.
Allah’ın izniyle anlamsız tartışmaları bırakacağız. Öğre-
nim kabiliyeti olanlara fırsat tanıyacağız ve ümmetin onun
yetkinliklerinden yararlanması için onu teşvik edeceğiz. Za-
yıf düşürülmüş halka öğretimi sunacağız. Yoksa lüks ve refah
içinde şımarmış seçkinlere değil.
Allah’ın izniyle mescitlerimizde iman, ilim ve hikmet mec-
lisleri yeniden canlanacak, evlerimizde, çarşı ve pazarlarımız-
da Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığı hak sözü yükselecektir.
Çünkü hak geldi, bâtıl da çekişe çekişe can verecektir.

Kırk Üçüncü Şube: Kur’ân’ı


Öğrenmek ve Öğretmek
Buhârî ve Müslim ile Sünen sahiplerinin ve başkalarının
Osman radıyallahu anh’dan rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Sizin en ha-
yırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.”240
Mü’minler, bireyler olarak birbirleriyle yarışarak hayra ko-
şarlar. İslâm yönetimi ise çaba ve gayretleri bir araya getirir ve

240 Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân 21; Ebu Davud, Salât 349; Tirmizî, Fezâilu’l-
Kur’ân 15; İbn Mâce, Mukaddime 16; Ahmed bin Hanbel, I, 69; Bezzâr,
Müsned, III, 356; Ebu Ya‘lâ, Müsned, II, 136; İbn Hibbân, Sahîh, I, 324.
İmanın Şubeleri 373

bu Nebevî şer’î hükmü yasalaştırarak Kur’ân-ı Kerim’in küçük


çocuğun ilk öğreneceği şey olmasını sağlar. Çünkü onun içine
Kur’ân nurunun girmesi, onun hidayet bulan biri kişi olarak
yetişmesi ihtimalini yükseltir.
Çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin müptela olduğu bu
psikolojik rahatsızlıklar, aslında şeytanî dürtülerin vebaların-
dan ortaya çıkmaktadır. Kur’ân ise kalplerdeki hastalıklara bir
şifa, bir hidayet ve bir rahmettir. Takva sahibinin de şeytanın
bu dürtmesine karşı bir kalkanıdır. Daha önceki fitnelerin aç-
tığı yaraları tedavi eden bir ilaçtır. İman tohumunun ve mert-
liğin benimsenmesi için bunların yeri ve zemini olan çocuğun
kalbini ve aklını da bunları kabule hazırlar.
Öğretim programlarında, kitaplarında, üsluplarında ve
muhtevalarında yer alan bu sulanmışlıkların yerine, lafzıyla,
manalarıyla, öğütleriyle, kıssalarıyla, hükümleriyle, şeriatıyla,
dünyevî ve uhrevî, arzî ve semavî evrenleriyle Kur’ân’ın geç-
mesi için çalışmaları gerekir.
Çocuk yuvalarından ergenlerin okullarına ve büyüklerin
üniversitelerine kadar Kur’ân’ı hıfzetmek, Kur’ân ile amel et-
mek ve Kur’ân’ı öğretmek, eğitim ve öğretimin iskeletini teşkil
edecektir.
Yetişkinin, küçüklüklğünden beri bellemiş olduğu
Kur’ân’daki Allah’ın emriyle kâinat ile ilgili ilimlere sahip ol-
mak ve bu ilimleri kendi başına elde etmek hususundaki ça-
balarıyla ümmetin arzuları canlanır. Sulandırma ve engelleme
işlemlerinden ve cahiliyenin kendilerine çekmesinden kurtul-
muş olan aramızdaki zekiler de dâhil bizim öğrenim görmüş
olanlarımızın bu yaptıkları nerede, oluşumlarının esasını ve
eksenini Kur’ân-ı Kerim’in teşkil ettiği, aralarından insanlığın
ve ilmin şan ve şerefini temellendirmiş kevnî ilimlerde eşsiz
kişilerin de çıktığı İslâm’ın o büyük ilmî şahsiyetleri nerede?..
374 Nebevî Yöntem

Mescit, öğrenim ışığının yayıldığı merkez, Kur’ân, çocu-


ğun ilk gıdası ve hayatının azığı olduğu takdirde, bizlerden,
Allah’ın izniyle muhafaza altına alınan nesiller çıkacaktır. Kış-
kırtıcı hususlar onları yoldan çıkarmayacak, çok kazanç elde
etmek onları aldatmayacaktır. Aksine erken yaşlarda ahiret-
teki hayat dışında bir yaşam olmadığını keşfedecek, Allah
yolunda cihadın en mükemmel yol ve hedef, şerefli nefisler
için de uygun proje olduğunu idrak edecektir. Kur’ân-ı Kerim’i
taze ve fıtrî kişilik yudum yudum içecektir. Çünkü nefislere
şeref ve haysiyetini kazandıran ve ona fıtratını armağan eden
yalnız odur.
Allah’ın erleri, Allah’ın sözünü işitir, emrini uygularlar.
Onunla yüce mevlalarına niyaz etmek için onu ezberlerler.
Onu tilavet etmekten zevk alırlar, sevdiklerini hatırlarlar. Gece
ve gündüz onunla teselli bulurlar. Kur’ân, onların Allah’a olan
şevklerini harekete geçirir, onlara, Allah’ın kendilerine nimet
ihsan etmiş olduğu nebilerden, sıddıklardan, şehidlerden ve
salihlerden oluşan o nuranî kafilenin haberlerini anlatır ve on-
ları cihad yolunda mü’minlerle arkadaşlığa teşvik eder.

Kırk Dördüncü Şube: Hadis


ve Sünnete Uymak
Nebevî sünnet, onu bir delil, yaşayış için bir örnek, ha-
reket ve cihad fıkhını istinbâd etmek için bir merci almamız
durumunda, bizi bütün meydan okumalara cevap verebilece-
ğimiz bir noktaya yükselteceğinin bir garantisidir.
Allah’ın Kitabı’ndan sonra gerçek anlamıyla ilim, sünnetin
ilmidir. Ebu Davud ve İbn Mâce’nin Abdullah bin Ömer’den
rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: “İlim şu üç şeydir: Muhkem bir ayet
İmanın Şubeleri 375

veya dimdik ayakta duran bir sünnet ya da adaletli bir


farizadır.”241
Bizden öncekilerin kıssaları hakkında okunan âyetler bize
gelmiştir. Bu sebeple Kur’ân nesli, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in sohbetindeki ashab nesli, Allah’ın kelamını işiti-
yorlardı. Bu kelâm onlara cihadın örneklerini anlatırken, on-
ları yerlerden kalkıp harekete teşvik ediyordu. Biz de Allah’ın
izniyle kalbî ve fikrî yönümüzü bu Nebevî örneğe doğru çe-
viriyor, o tertemiz sirette mertliğin, imanın ve cihadın apaçık
belgelerini okuyoruz. Bu okuduklarımız bizden öncekilerin ci-
hadına, mertliğine denk hatta daha da üstündür.
Nebevî siret mescitlerdeki halkalarda ve cemaatin üsrala-
rında ders olarak okutulurken örnek gösterilmeye, hikmetlerin
açıkça ortaya çıkarılmasına ve hareket fıkhının anlaşılmasına
dikkat edilir. Aynı şekilde duyguların harekete geçirilmesine
ve iradenin yönlendirilmesine de özen gösterilir.
Yüce Allah’ın izniyle İslâm devletinin kurulması hâlinde
ders kitapları cahilî efsanelerden, örneklerden ve isimlerden
temizlenecektir. Böylelikle İslâmî kişilik, ilk yetiştiği dönemler-
den itibaren Kur’ân-ı Kerim’in nitelendirdiği şekliyle Allah’ın
hizbinin üstün örnekliğiyle beslenmiş olacaktır. Kur’ân’ın ni-
telendirdiği Allah’ın bu hizbini ise imanı, ahlâkı, yaşantısı ve
cihadı itibariyle o Muhammedî topluluk müşahhaslaştırmıştır.

Kırk Beşinci Şube: Hitabet ile Öğretim


Allah’a çağırmak, mü’minin kalbinden ve ilim adamı olan
kimsenin aklından, insanların kulaklarına ve duygularına ula-
şan bir sesleniştir. Din, bu seslenişin aracı; lügat, bunun vesi-
lesi; ikna edici ihlâsla fesahat da bunun üslubudur.

241 Ebu Davud, Ferâiz 1; İbn Mâce, Mukaddime 8.


376 Nebevî Yöntem

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem büyük bir hatipti.


Ashabına da İslâmî hitabet üsluplarını gösteriyor, onların ha-
talarını düzeltiyordu. Onun gelen heyetlere cevap veren bir
hatibi vardı. Kabilelerin temsilcileri ile Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in hatibi arasında siretin bizim için tespit ettiği
karşılıklı hutbe okumalar olmuştu.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de her Cuma bir
hutbe verdiği gibi çeşitli münasebetlerle de hutbe verirdi.
Bu sebeple Allah’ın erleri, usulüne uygun hatiplik hu-
susunda eğitilirler. Devlet aygıtlarının mü’minlere açılacağı
günde halkı yönlendirmek, irşâd etmek, uyarmak ve cihada
yönlendirmek için hatiplerini öne çıkaracaklardır. Özellikle de
Cuma hutbeleriyle ve çeşitli vesilelerle verilmesi gereken hut-
belere bilhassa dikkat edeceklerdir. Böylelikle bu hâmasetten
yürüyüşte değişmeyen cihâdî bir irade olgunlaştırılmış olsun.
Lafzı itibariyle tutarsız, şekli itibariyle soğuk, muhtevası
itibariyle boş fitne toplumunda alışageldiğimiz bu hutbeleri bir
kenara bırakın.
İbn Sa‘d, Beyhakî ve yakın ifadelerle Müslim, Câbir’in
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in, insanlara hutbe verdiği zaman gözleri kızarır, sesi
yükselir ve öfkesi artardı. Sanki o, sabah-akşam gelip baskın
yapacaklar diye bir orduyu uyaran bir kişiye benzerdi. Sonra
da şöyle buyururdu: “Şüphesiz hidayet yollarının en gü-
zeli Muhammed’in getirdiği hidayet yoludur. İşlerin en
kötüleri ise sonradan ortaya çıkartılanlardır. Her bir
bid’at, bir dalalettir. Her kim ölüp de geriye bir mal
bırakırsa o, onun aile halkına aittir. Kim de geriye bir
borç veya bakıma muhtaç çoluk-çocuk bırakırsa, o da
bana aittir, benim üzerimedir.”242

242 Müslim, Cum’a 43; İbn Sa‘d, Tabakât, I, 376-377; Beyhakî, es-Sünenü’l-
İmanın Şubeleri 377

Kırk Altıncı Şube: Vaazlarla


ve Kıssalarla Öğretim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uygun zamanlarda
ashabına hutbe verirdi.
Mev’iza (vaaz); Allah’ı, ahiret gününü, Allah’ın mü’min
ve Müslümanlara neleri farz kıldığını hatırlatmaktır. Mev’iza,
gayretleri alevlendirmek, hikmetli, imanî yaşayışa doğru yön-
lendirmektir.
Mev’iza, gayretleri uyutmaya ve vakıaya gerekçeler bul-
maya dönüşecek olursa imanın önemli bir şubesi kurumuş
olur. İşte fitne zamanlarında mescitlerde gördüğümüz budur.
Çünkü mev’iza, görüş ihtilaflarının gündeme geldiği, Müslü-
manların tekfir edildiği meclislere dönüşmektedir. Ya da yö-
neticileri övüp yaptıkları işlerin doğruluğunu anlatmak için
festivaller hâlini almaktadır.
Gerek kalkış zamanında gerek ilerleyiş esnasında Allah’ın
erlerinin Allah korkusunu şuur hâline getirmeleri ve takva
elbiselerini giymeleri görevleridir. Böylelikle İslâm devletinin
kuruluşundan sonra yapacakları mev’izalar, davet ricalinin
yönlendirildiği etkileyici vaazlar olabilsin, ellerindeki devlet
otoritesiyle devleti yöneten ricalin yanıbaşında kendileri de
nefisleri ve akılları aydınlatabilsinler. Bu aydınlatmadan ka-
sıt ise Müslümanlar hakkında Allah’ın rızasını gözetmeyen,
O’nun emrini yerine getirmeyen ve haramlarına riayet etme-
yen kimselerin harabeye çevirdiği işlerimizi yeniden düzene
koymaya çalışmalarıdır.

Kübrâ, III, 206.


ALTINCI HASLET
AMEL

Eğitim Bakımından Amel

Fitneden İmana
Öğrenim, ilim sahibi bir öğretici ve aklî ve psikolojik isti-
dadı itibariyle öğrenme kabiliyetine sahip bir öğrenci olma-
dan gerçekleşemez. Ümmeti İslâmî temeller üzerinde yeniden
inşa etmek cihadı da eğitim ve yapılanma bakımından cihadî
işlem için yeterlilik sahibi mücahidler olmadan hayata geçiri-
lemez. Bununla birlikte halkın da siyaset, ekonomi ve sosyal
hayatta İslâmî düzeni kabul edebilecek bir kabiliyetinin bulun-
ması gereklidir.
Bizler bu yükselen nesillerde Allah Teâlâ’nın, Allah’ın ve
Rasûlü’nün sevgisini ve İslâm’a ve İslâmî hayata özlemi, da-
vetçilerin çağrısını kabul etmek suretiyle nasıl yeniden canlan-
dırdığını gördüğümüz gibi Yüce Allah’ın, fitne yöneticilerinin
ve bu fitnenin koruyuculuğunu yapanların çaba ve gayretleri-
ni nasıl sonuçsuz bıraktığını ve bütün alanlarda bunların nasıl
başarısız olduklarını da görüyoruz. Diğer taraftan temizliğe
ve cihada atılan bu gençlikte müşahhas ifadesini bulan İslâm
davetinin, fitnenin koruyuculuğunu yapanlara karşı halkın öf-
kesiyle nasıl bir araya geldiğine de şahit oluyoruz. İslâmî uya-
nış, uyanıklık ve geniş çapta bir nefer olma derecesine ulaşır,
İmanın Şubeleri 379

halkın öfkesi de bir sel gibi coşkun bir hâl alacak olursa, İslâmî
kıyam için zorunlu olan iki şart da bir araya gelmiş olur.
Zatî etkenin -organize olmuş Allah erlerinin doğru yolda
yürümelerini ve güçlerini kastediyorum- olgunlaşmasını ve
ümmet nezdinde İslâmî çözümün kabul edilmesi istidadının
tamamlanmasını beklerken yerine getirmemiz gereken görev
ise, münkeri (kötülüğü) değiştirmeye muktedir nesli eğitmek
ve açık duruşlarımızı, çalışma plan ve programlarımızı, yaşa-
yışımızın örneklerini ve ümmetin ve her bir birey ile her bir
kesimin geleceği açısından İslâmî hayatın ne anlama geldiğini
insanlara göstermek için çalışma meydanına girmektir.
Alanda, birbirleriyle kavga eden siyasî partiler, kendileri
dolayısıyla anlaşmazlık çıkarılan menfaatler, kendi dengesini
ve Allah’ın erlerini vurmak için İslâmî sloganları benimseme-
ye hazır sosyal ve siyasal güçler arası dengeyi korumaya ça-
balayan diktatör bir yönetim vardır.
Bizler, olayların coşkun dalgaları arasında alandaki gün-
lük çalışmalar sırasında baskı ve zulme direnirken kendimizi
saklamaya da çalışmaktayız. Garipler ise yine gariplerle kar-
şılaşıp safı bir araya getirmek için çalışmaktadır. Bu direniş ve
bu şekildeki bir görünüş, bizim için bir zorunluluktur. Çünkü
cihad, boşlukta olmaz. Cihad, ancak kabul olunmayan bir va-
kıaya karşı ve bizim türümüzden unsurlarla birlikte yapılır. O
hâlde görevimiz, alabileceklerimizi, fitnenin azı dişleri arasın-
dan çekip kurtarmaktır. Bunu da üzerimizdeki baskı etkenle-
rinin ve içten ve dışarıdan bize karşı girişilen savaşın iç içe
dalgalar hâlinde geldiği şartlarda yapmak durumundayız.
Kervan, Allah’ın izniyle hayra hareket etmektedir. Fakat
alandaki çalışma için sağlam bir plan, incelenmiş bir istika-
met, bilinen bir araç, aşamaların hedefleri ve Allah erlerinin
bölükleri arasında görev paylaşımı yoksa bu, -belirli bir hacmi
bulunan bir kitleleşme oluşumuna götürse dahi- arzu edilen
380 Nebevî Yöntem

değişikliği gerçekleştirecek gücü oluşturma sonucuna götür-


meyecektir.
Bizim düşmanlarımız ve hasımlarımız -özellikle çeşitli ide-
olojilere sahip olanlar- taktik ve stratejiden söz etmektedirler.
Bunlar savaş kavramlarıyla ilgili lafızlardır. Çünkü onların na-
zarında ve çalışmalarında yapılan, bir savaştır. Bu savaşın ku-
ralları vardır; bunlar aracılığıyla ve alandaki çalışma (taktik) ile
belirli bir hedefi olan sürekli çalışmayı (stratejiyi) birbirinden
ayırırlar. Bize göre hâdise, Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sün-
netinden kaynaklanan kuralları bulunan bir cihaddan ibarettir
ve bizler bunu elimizin altında olmayan, aksine bizden farklı
niyet ve planlara sahip başkalarının eli altında bulunan bir
zemin üzerinde uygulamaktan sorumluyuz.
Bizim çalışmalarımızın kapsamlı kuralı ise, Yüce Allah’ın
razı olacağı salih amel olmasıdır. Böyle olabilmesi için, ame-
limizin imanımızı tahkik etmek için olması gerekir. Kur’ân-ı
Kerim’de bizlere, biz Allah’ın erlerine, “Ey iman edenler!”
diye hitap vardır. Allah’ın erlerinin -ki onlar iman edenlerdir-
adının geçtiği yerde eğer övgü, tezkiye ve müjdeleme bağla-
mında ise onların adıyla birlikte salih amel niteliği de zikredilir.
Bu sebeple Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “İman edip salih
amel işleyenler” buyurmaktadır.
İman edenler iman üzere eğitilir ve iman bağı velayeti
kapsamı içerisine girerler. Bunun sonucunda Kur’ân’a mu-
hatap olma hakkını kazanırlar. Salih olarak ve doğru şekliyle
emrolunduklarını yapmaları hâlinde ise, onlara müjde verilir,
onlar tezkiye edilir ve övülürler.
Alanda Rabbine dönen, yükselmekte olan bu nesillerde
ileri derecede İslâm’a yöneliş vardır. Bu nesiller, bu mübarek
çoğalışları ile -Allah’ın izniyle- yöneticilere ve siyasilere bir
problem olacaklardır. Alandaki eğitsel çalışma ile dayanışma
hâlinde değişimde etken güç olmak için gerektiği gibi düzene
İmanın Şubeleri 381

gireriz. Alanda atılan her bir adım, genel cihadî çalışma yo-
lunda bizi ileriye götürmediği sürece böyle olmamız mümkün
olmayacaktır. İman şubelerinin her biri, fert ve cemaat olarak
yaşayışımızda amele dönüşmedikçe, bu da İslâm’ın gölgesi al-
tında ümmetin hayatının küçük bir örneği hâline gelmedikçe
yine böyle olamaz. Bizim amelî yaşayışımız, hâl diliyle, insan-
lara ümmetin geleceğiyle ve her bir bireyin ve kesimin gelece-
ği bakımından İslâmî çözümün ne anlama geldiğini ifade eder.
Sözlü olarak ve bütün medya ve iletişim araçlarıyla istediği-
miz değişimin bütün yönleriyle ilgili kuramımızı ifade ederiz.
Bu değişimi de rakamlar, istatistikler, zaman, mekân, gelirler
ve imkânlar düzeyinde, kıyam gününe ve sonrasına kurmak
ve inşa cihadına hazırlık olmak üzere hazırlayıp ortaya koyarız.
İman eden kimselerin, ahirette bireysel kurtuluşlarını ve
tarihsel akıbeti itibariyle de ümmetin kurtuluşunu sağlayacak
salih işler yapmaları gerekir.
Hâlâ fitnenin zebunu olmuş ve başkalarını fitneye düşü-
ren birtakım nesiller, kökten kazıyıcı kılıçları ellerinde tutmakta
ve fesat tohumlarını ekmeye devam etmektedirler. Allah ise
fesat çıkaranların çalışmalarını, amellerini düzeltmez. Fakat
artık onların temelleri sarsıldıkça sarsılmaya başlamıştır. Fikrî
dengelerini ve duruşlarını yitirmektedirler. Sulandırmak ama-
cıyla İslâmî sloganları yüksekçe seslendirmekte ellerini ça-
buk tutmalarından daha çok bunu gösteren bir delil yoktur.
Allah’ın erleri ise ilerlemelerine devam etmektedirler. Onlar,
saflarına insan kazanmak ve halkın arasına girmek suretiyle
alandaki yerleri ele geçirmekle görevlidirler. Fakat aynı şekilde
insanlara İslâmî değişimin boyutlarını da açıklamalıdırlar. Bü-
tün kapsayıcılığıyla yerine getirmekle emrolunduğumuz salih
amel kuralımızın bir olması gerekir. Böylelikle insanlara onun
bir tablosunu sunup onun planını yapmalıyız. Yol açmayı, bu-
nun dinamiklerini, yolu, yolun uzaklığını, hedefini, aşamalarını
382 Nebevî Yöntem

ve tehlikelerini bilen bir komutanı olan bir ordu ancak muzaf-


fer bir ordu olabilir.

Görevleri Yapabilme Gücü


Bilgide hata, işin sonuçları için tehlikelidir. Bilgisiz iş, bir
karmaşa ve bir deliliktir. Gözü kapalı iş ise uygun bir amaca
doğru yürüyemeyen bir çalkantıdır. İnsanlar arasında, daha
işe başlamadan önce ne yapacağını bilmeyi tercih edenler
vardır. Kimileri de zan ile yetinerek onun üzerine fazla süre
geçmeden yıkılıp giden bir bina kurmakla yetinirler.
Kimi insanlar gerçekleştirmek için bir plan yapar. Fakat
aynı zamanda darmadağınık birtakım işleri gerçekleştirmeyi
vaat eder ve bunların hacmiyle ortaya çıkaracakları gürültü-
nün iş olduğunu zanneder. Daha başkalarının da kâğıt üze-
rinde yazılmış ilmin, semadan inecek ve insanların şevkle
karşılayacakları bir vakıaya dönüşmesi için yeterli olduğunu
zannettiğini görürsünüz.
Hiç şüphesiz, ancak ve ancak sırat-ı müstakim üzere
olan bir amel, sâlih amel olur. Sırat-ı müstakim ise Allah’ın
Kitabı’nda satır satır yazılmış, Rasûlü sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetinde müşahhas ifadesini bulmuştur. Hepsi
dosdoğru ve meşakkatli bir kararlılıktan ve Allah yolunda ma-
lın ve canın feda edilmesinden ibarettir.
Allah’ın bize verdiği emirleri, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in ve ashabının kendilerine verilen emirleri nasıl ger-
çekleştirdiklerini, kendi zamanımızın ve mekânımızın tabiatını,
düşmanlarımızın bloklarını, silahlarını, antlaşmalarını, hare-
ketlerini, elimizdeki beşeri gücü, diğer güç ve araçları, elimiz-
deki fırsatları ve zamanın bereketini bilmek, bilinmesi zorunlu
olan hususlardandır. Anın (zamanın) bereketi ise Allah’ın bu
İmanın Şubeleri 383

asrın başlangıcında lütfettiği uyanıklıktır. Bütün bu hususların


bilinmesinden sonra sıra işi yapıp bilmeye gelir.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı, dikkat-
le düşünen, salih amel sahibi insanlardır. Râsulullah sallallahu
aleyhi ve sellem on yıl içerisinde yirmiden fazla gazve yaptı.
Gönderdiği seriyyeler (askerî birlikler) gazveleriyle birlikte kır-
ka ya da -bu husustaki görüş ayrılıklarına göre- elliye ulaşır.
Durmak bilmeyen bir amel ve kesintisiz bir cihad… Allah’ın
erlerine emir verilir, onlar da emri yerine getirirler. Öldürür ve
öldürülürler. O, yerinde kalmaktan çok yolculuk yapar. Aldığı
ganimetten çok karşılık beklemeden cömertçe infak eder.
Cihadımızın önünde, zihniyetlerdeki yokuşlarda, gele-
neklerdeki yokuşlarda, kimisi bireysel kimi grupsal kimi siya-
sal kimi toplumsal ve ekonomik yokuşlarda müşahhaslaşan
zorluklar vardır.
Tarihî görevlerimizi yapabilme gücümüz bizden şunları is-
temektedir:
1. Bütün adımlarda açıklık: Gizlenmenin gerekçeleri ne
olursa olsun, üzerimize kapalı bir çerçeve içerisinde çalışma-
yız. Halka kapalı bir çerçevede de faaliyet göstermeyiz. Çün-
kü içerideki ve dışarıdaki propaganda, aleyhimize türlü ya-
lanları düzmektedir. Şunu bilmeliyiz ki, biz, öncelikle Allah ve
Râsulü’yle, bundan sonra da mustaz’aflarla birlikteyiz. Bütün
insanlar için adalet ve geçim kaynaklarının ve servet üretimi-
nin sonrasında da geçim kaynaklarının ve malların adil pay-
laşımını istiyoruz.
2. İhsan: Yaptığımız işleri dikkatli ve sağlam yapmak.
İman bakımından, işimizin ihsan niteliklerini taşıması için dik-
katli olmak. Bunun ölçüsü ise Allah’ın ve Râsulü’nün emri-
ne uygun olması sonra da ilmî niteliklerinde gerekli dikkatin
gösterilmesidir. Yani dünya ve ahirette istenen hedefe uygun
384 Nebevî Yöntem

olmasıdır. Allah, ihsanı sever. İhsan ise dinî doğruluk ölçü-


süyle ve teknik elverişlilik ölçüsüyle ihsandır. Bizler sırf niyet-
lerin salih olması ile yetinip çalışmalarımızı teknolojik, idarî,
siyasî ve ekonomik aczimizin gediklerini kapatmaya elverişli
hale getirmeyecek olursak, tarihin sakin bir köşesine çekilip
oturmak bize daha çok yakışır. Bireylerin inzivaya çekilmesi
mümkün ise değirmenin iki taşı arasında bulunan ümmet ya
İslâm’ın izzeti ile dirilecektir ya da (Allah göstermesin) düş-
man onu ezip parçalayacaktır. Burada ümmetin akıbeti ve
Allah nezdinde her mü’minin akıbeti, sâlih amel işleyen her
bir mü’minin ve bütün alanlarda Allah’ın erlerinin ihsan ile
çalışmalarına bağlıdır.
O hâlde nesillerimizi ihsan üzere eğitmeli, saflarımızı ona
göre düzenlemeliyiz.
3. Sorumluluk: Bizden başkaları, Allah’a ve insanlara ya-
lan söylemeye bel bağlar, halka yalan söyler, ona cazip vaat-
lerde bulunur. Başkan ise gerçekleştireceğini taahhüt ettiği işi,
gerçekleştirmekte yalan söyler, doğru söylemez. Emir altında
ise ona verilen emri yine yalan söyleyerek yerine getirmez.
Bizler ise Yüce Allah’ın önünde sorumluyuz. Biz bunu bi-
lir, buna inanır ve bunun ışığında iş yaparız. Bizden başkala-
rının tasarrufları olaylardan etkilenerek zamana göre bir tepki
hâlini alıyorsa, bizler ise gerçekleştirmek için hareket hâlinde
olduğumuz hedefe doğru sebat göstermekten sorumluyuz.
Böylelikle bizim değişim projemiz başarılı bir iş hâlini alacaktır.
Onun için halka açıkça sınıfsal zulmün gerçeklerini, uygarlık
ve iktisat alanındaki geriliğin hakikatlerini, cahiliyenin doğu-
suna ve batısına kuyruk olmanın gerçeklerini anlatmalıyız.
Diğer taraftan fitneden sorumlu olanların iç yüzünü açıkla-
yıp fesadın geçmişini ve hâlihazırdaki halini itham etmeli ve
parmaklarımızla göstermekle de yetinmemeliyiz. Aksine ken-
dimize ve halka, onların bozduklarını düzeltmenin ödenmesi
İmanın Şubeleri 385

gereken bedelini de açıkça söylemeliyiz. Çünkü halka, onu


bekleyen sabır ve fedakârlıkların önemsiz olduğunu söyleyip
vaat ettiklerimizin çeteleleriyle, siyasî partilerin yalan takdim-
cilerinin yanında duracak olursak şüphesiz biz de söz tacirleri
oluruz.
Bizler doğruyu yalana, açıklığı kapalılığa, planlayıcılığı
gelişigüzelliğe tercih edecek olursak, yapacağımız işlerimiz so-
rumluluk gerektiren tasarruflar olacaktır. İnsanlara ve kendi-
mize İslâm’ı bina etmenin mükâfatı ölümden sonra cennettir.
İslâm’ı yeniden inşa cihadında ise rızıkların dağıtımında ve
fedakârlıkların paylaşımında adaletin kaçınılmaz olduğunu
söyleyecek olursak, tasarruflarımız sorumlu tasarruflar olur.
Siyasî partiler, halka, “Zenginlik ve refah mı istiyorsun, o
hâlde gel bana oy ver, benim yüceliğimi dillendir” dedi ve
demektedir.
Biz ise ümmete şöyle diyoruz: “Ey Râsulullah’ın ümmeti!
Dünyayı ve ahiret şan ve şerefini mi istiyorsun? O hâlde mal-
larını ve canlarını Allah yolunda feda et!”
Şüphesiz ki fitnenin şart ve ortamları kokuşmuştur, yıkı-
lıncaya kadar da kokuşmaya devam edecektir. Çünkü bu fit-
nenin bekçileri kişisel şan, şöhret, mevki ve meta kazanmak
için çalışırlar. Diğer tarafta Allah’tan gafil olan ya da Allah’a
kavuşacaklarını ümit etmeyen inkârcı kullar var. İnsanları
kontrol altında tutan, insanlara yalan söyleyen, değersiz, aşa-
ğılık gayretler, uğraşılar...
İmanımız bizden, Allah ile alışveriş yapmamızı, Allah’ın
önünde kendimizi hesaba çekmemizi ister. Sırtımızı O’na da-
yayacak olursak -ki O, Azîz (yenilemeyen, galip, güçlü) ve
Hakîm (hikmeti sonsuz) olandır- lütuf ve desteğiyle bizimle
birliktedir. Bizi bekleyen büyük görülen işler kolaylaşır, hal-
kın önünde sorumluluk gerektiren böyle bir tavır takınmaktan
386 Nebevî Yöntem

dolayı yüzümüze çalışma kapılarının kapanacağından kork-


mayız. Şüphesiz ki bu mübarek ümmette, Allah’ın kendisiyle
umduğumuzu gerçekleştireceğini ümit ettiğimiz asalet, mertlik
ve Allah yolunda harcayabilme gücünün sayısız hazineleri bu-
lunmaktadır.

Yapılanma Bakımından Amel

Heder Edilen Güçler


Kafile, yöntemin sağlam olduğundan ve eğitimde eksiklik,
yapılanmada çözülme, bakışta bir kapalılık veya işi bitirmek-
te, sağlam yapmakta ve sorumluluğun yüklenilmesinde acizlik
gibi bir hâlin bulunmadığından emin olmadan çalışma alanın-
da hareket etmemelidir.
Mü’minler, bu kabul edilemez vakıaya bir tepki olmak
üzere toplanırlar da imanlarından ve Rablerinin şeriatından
gelen bir projeleri bulunmazsa (maazallah) bu bir araya gel-
me bir musibet olur. İnsanın yaptığı işlerden birine musallat
olan arızî hatalar, eğer esaslar korunmuş, yöntem de Nebevî
ise düzeltilebilir. Elverir ki nihai bir düşüş olmasın. Fakat eğer
biz de kişisel iman motivasyonundan uzak bir şekilde zulme
karşı hamaset ve öfkeden oluşan gevşek temeller üzerine bina
kurmaya kalkışacak olursak, bütün çaba ve gayretler boşa gi-
der. Bundan sonraki ümmetin bedbahtlığı ise kötü planlama-
mız sebebiyle uzar ve bunun arkasından İslâm’a bağlanmış
ümitlerin boşa çıkma acısı gelir.
Ümmette mertlik ve Allah yolunda fedakârlık istidadın-
dan oluşan pek çok hazine vardır. Bizim sadece hamaset ve
heyecanın ötesinde sürekli bir sabırla, çalışmak için nasıl şe-
killendireceğimizi bilmemiz gereken güçlerle karşı karşıyayız.
Hasımlarımız ve düşmanlarımız heyecana getirmeye ve yalan
İmanın Şubeleri 387

propagandalara itimat ederler. Onların yalanları da açıkça


ortaya çıkmıştır. Bizim yardımcılarımızı (ensar) kazanmamı-
zın ve etkin gücü inşa etmemizin yolu, onların kullandıkları
üslubun tam aksi olmalıdır. Bu sebeple bizler, bize katılanlara,
kendilerinden beklenenin, İslâm’ın cihadî tarihinin istikame-
tinde kanalize olacak, iradeleri ile yapacakları bir amel oldu-
ğunu haber vermeliyiz.
İslâmî çalışmanın yöntemiyle ilgili kuramımızdaki bir yan-
lışlık, uygun kararı uygun zamanda ve uygun surette almak
için açık görüş ortaya koymamız gereken ilk virajda hareke-
timizi durduracaktır. Allah’ın erleri arasındaki imanî bağın
derinleştirilmesinde, istişare, sorumluluk ve emirlerin yerine
getirilmesinde itaat hususundaki bir hata, hamaset dolu ko-
nuşmaların yerine mertçe duruşu, kanatlanarak uçan duygu-
lar yerine teknik ve idarî bilgiyi ve gelişigüzel sıçrayışlar ve
bireysel işleri yapmaya kalkışmanın yerine düzenlenmiş ve
disiplin altında organize edilmiş bir yardımlaşmayı gerektiren
ilk işte yapacaklarımızı başarısızlığa uğratır.
Bakış açısındaki, geçmişi, geleceği ve şimdiki durumu de-
ğerlendirmedeki görevlerimiz ve görevlerimizin gerçekleştiril-
me aşamalarındaki ve bunların gelişme şartlarındaki her bir
temel yanlışlık sebebiyle çabalarımız boşa gidecektir. Nitekim
eğitim, yapılanma ve uygulama için güç hazırlığındaki temel
hata sebebiyle de çabalarımız boşa gider.
Yüce Allah nezdinde ameller, niyetlere göre değer-
lendirilir. O, hatası ne olursa olsun, ahirette niyeti iyi olanı
mükâfatlandıracaktır. Fakat Yüce Allah bu dünyada bir kanun
kaim etmiştir: Kim güçlü olmanın sebeplerini yerine getirmeye-
cek olursa -niyeti ne olursa olsun- kalkışacağı işinde yere yıkılır.
Ümmet, Batılılaşma üslupları harap olduktan ve sınıfsal
zulüm, askerî yenilgiler ve cahiliyenin peşine takılma üslupları-
nın işe yaramadığını gördükten sonra İslâm yoluyla kendisine
388 Nebevî Yöntem

gelecek olan hayrı bekleyip durmaktadır. Bu sebeple bizim üm-


mete, bizi bekleyen cihad için yüksek bir motivasyon, parlak bir
bilgi ile cihad yolunda gittikçe yükselen bir çizgi planlamamız
gerekir.
İşçiler, fitne altında, İslâm’ın kendilerine yüksek ücret, sa-
bit fiyatlar ve çalışmak için yumuşak şartlar sağlamasını bek-
lemektedirler.
İşsizler, fitne altında, İslâm’dan iş istiyor. Açlar ekmek isti-
yor. Yoksullar insaf istiyor. Gençler bir öğrenim ve bir gelecek
istiyor. Kalacak yeri olmayanlar ev istiyor. Çiftçiler toprak isti-
yor. Herkes bir şeyler istiyor…
Yönetime varacakları gün Allah’ın erlerinin siyasî, top-
lumsal ve ekonomik iskeletleri yeniden inşa etmeleri gerekir.
Ancak böylelikle, fitne yüzyıllarında, sömürgecilik dönemle-
rinde, bizim için genel bir kriz dünyasında, cahiliyenin aç göz-
lülüğünü gösterdiği ve İslâm’a karşı her bir yandan saldırının
yapıldığı bir zamanda, dün bilinen açık düşman sömürüsün-
den bize daha ağır gelen şeklî bağımsızlık yıllarından geriye
kalmış büyük problemleri çözme imkânı ancak bulabilirler.
Allah’ın erlerinin bunca önemli görevi yerine getirebilme-
leri, ancak Allah’ın yardım ve desteğiyle mümkün olabilir.
İnşa mücadelesine girişmeden önce ümmete, fitnenin
geçmişini, şimdiki durumunu, dünyanın karşı karşıya kaldı-
ğı krizi, yolumuzdaki yokuşları ve engebeleri, bunları sadece
isteyen yani kendisi gölgedeyken kavurucu sıcakların altında
yorulup nefes nefese kalarak soluyan kimseleri ayıplayanların
aklî yapısı ile değiştirip aşmanın imkânsız olduğunu anlata-
bilmemiz de Allah’ın yardım ve desteğiyledir. Yine ümmete,
İslâm’ın genel bir cihad olduğunu ve bütün güçlerin bir ara-
ya getirilmesi gerektiğini kavratabilmemiz de Allah’ın bir yar-
dım ve desteğiyledir. Bu anlaşıldıktan sonra ümmet de Yüce
İmanın Şubeleri 389

Allah’a yaklaşmak niyetiyle, ümmetle birlikte, ümmetin ara-


sında ve ümmet için yaşayan erlerin liderliğinde örgütlenerek,
Allah’tan başkasından karşılık beklemeden ve kollarını sıvaya-
rak çalışma alanına inecektir.
Ümmet görevini kavrayıp bunu tamamen içine sindirmeyi
kabul eder, başarabilmek için de kendinde komuta makamını
bulacak olursa, bu durumda mesken ihtiyacı olanların çoğal-
ması, bilgisizliğin yaygınlaşması ve karşılık beklemeden çalı-
şanların azlığı gibi krizleri çözüme kavuşturacaklardır. Mü’min
gençliğin her biri başkasına yük olarak kalmak yerine, kendisi
yük taşıyacak hâle gelecek olursa, gençliğin kendi probleminin
çözümü kendisi olacaktır. Mü’min işçiler, kendilerini üretime,
işini sağlam ve güzel yapmaya ve ihlâsa iten dinamik güçleri
imanları olduğu takdirde şeriatın koruması altında işverenin
sömürüsünden hakkını alabilecek gücün kendisi olacaklardır.
Yoksul çiftçiler ve işsizler, İslâmî çözümde her Müslümanın
kendisine ve ümmetine fayda sağlamak için üretmekle görev-
li olduğunu göreceklerdir. Bu görevle birlikte her bir çiftçinin
canlandırdığı toprakta bir hakkı ve her bir işçinin de emeğiyle
ortaya çıkan üretimde yeterli ve eksiksiz payı vardır.
İskeletlerin değişimiyle birlikte insanın da değişimi gerçek-
leşmeyecek ve onunla paralel yol almayacaksa bu, başarısız
deneyimler döngüsünde güç kaybından başka bir şey olmaz.
Sahip olduğumuz tabiî gelir kaynakları ile teknik güç,
ölü imkânlardan ibarettir. Eğer erkeklerde kadınlarda imanî
ve ahlâkî güçleri yeniden eğitip yönlendirerek canlandırma-
yacak olursak, bunlar ölü kalmaya devam edeceklerdir. Eğer
zulmün felç ettiği, cahilî kültür ve uygarlığın perişan ettiği ve
kötü ve bozuk idarenin darmadağın ettiği, su üzerindeki dar-
madağınık köpükler gibi bir ümmet hâline gelmemize sebep
olan sınıfsal ve bireysel bencilliklerin her tarafı kapladığı bu
toplumsal güçleri yeniden bir araya getirip düzenlemeyecek
390 Nebevî Yöntem

olursak, tarihin şiddetli rüzgârlarının önünde bir arada, birbi-


rimize kenetlenerek durmamıza imkân olmaz.

O Hâlde Ne Yapmalı?
Eğer bir mühendis ve bir inşaatçı, içinden pek büyük bir
iş yapmayı geçirirse, bu darmadağın maddeyle lağımlı ze-
min ve önüne geleni alıp götüren seller karşısında kendilerini
bulmadan önce kendilerine bu soruyu sormayacak olurlarsa,
şüphesiz ki bunlar akılsızdırlar.
Allah’ın izniyle zafere giden bu ilerleyişimizde ve dünya,
İran’daki Müslümanların kıyamı ile beklenmedik bir zamanda
karşı karşıya kaldığı gibi olaylarda ansızın karşımıza çıkmadan
önce aşağıdaki çizgiler doğrultusunda safın içinden bina ve
inşa cihadına başlıyoruz.
1. Ümmetin kendisine yeniden güvenini tazelemek.
Değişimin konusu, ümmetin tamamı ve tüm bölgesel
halklardır. Biz bunlara “fitneye maruz kalmış toplum” adını
veriyoruz. Bu, genel bir isimdir. Bilgileri, sayıları, olayları ve
ilişkilerin gelişimini iyice tespit edip dökümlerini yapmakla
görevliyiz.
Bu da bizim vakıayı anlamamıza yardımcı olacaktır. Va-
kıayı anlamakla da geleceğin planlamasını yapmamız ve de-
ğişim seyrini ortaya koymamız mümkün olur. Bu iki hususu
kendimiz ve ümmet için açıklığa kavuşturup ümmet için ve
kendimiz için çalışmada atılacak adımları belirleyecek olursak,
bunlar, kendimize güven duymamıza, ümmetin de sorumlu-
luğu yüklenmek için yeterli olduğuna güvenmesine yardımcı
olacaktır.
Değişimin konusunu, hacmini, miktarını, keyfiyetini ve
gelişmesini, içindeki ve etrafındaki mücadele güçlerini bilmek
ise, Allah’ın erlerinin, imanî iradeyle ilim kapısından geleceğe
İmanın Şubeleri 391

girmelerinin kapısı olacaktır. Bu kapıdan giren de adımını ne-


reye atacağını bilen kimsenin sebatı ile girer. O, canını, malını
ve zamanını feda etmeye hazır olarak girer. Ümmet de hem
önündeki önderlere hem de kendine yeniden güvenini tazeler
ve bir araya gelip kenetlenir.
Bu şahsî (kişisel) şartın bulunması bir zorunluluktur. Bu
olmadan vakıayı ameliyat masasına yatırmak hiç şüphesiz
ruhsuz cesetleri mumyalama mesleğinde bir çalışmadan iba-
ret kalır.
Kargaşa dönemlerinde pehlivanlık sergileyen yöneticiler
ve türlü propagandaların yapıldığı kanallar arasında gidip ge-
len bir halk, hiç şüphesiz baskı altında sindirilmiş, eline hiçbir
şey geçmeksizin hüsrana mahkûm olmuş ve umut bekleyen
bir halk demektir.
Biz halkın bize katılmasını, tartışmasını, eleştirmesini, öğ-
renmesini, öğretmesini, bizimle yan yana cihad etmesini isti-
yoruz. Halk bunu ancak bizim kendisinden olduğumuza ve
şeriatın kaydı ve imanın şartı dışında kayıtsız ve şartsız mus-
taz’aflarla birlikte olduğumuza güvendiği zaman yapacaktır.
2. Kesin kararlılık ve gelecek: İslâm’ın yönetimi ele alma-
sından önce ve ele aldığı sıralarda ümmete başındaki bunca
musibetlerden İslâm’ın sorumlu olmadığını, bundan Allah’ın
hükmünü askıya alan İslâm’ın şiarlarıyla oynayanların sorum-
lu tutulacağını öğretmemiz yeterli değildir. Ümmet bizden, se-
faletini rahat ve bollukla, kendisine uygulanmakta olan zulmü
adaletle ve Batıcılık düşkünlerinin cahilî örnek karşısındaki
yenilgileriyle ve diğerlerinin cihad alanından kaçışlarından
dolayı karşı karşıya kaldıkları yenilgi sebebiyle kendisine da-
yatılmış olan zilleti “izzet, güç ve şan” ile değiştirmemizi ümit
etmektedir. Ümmet bizden, bütün bunları hatta daha da fazla-
sını beklemektedir. O hâlde bizim yolun kolay ve rahat olduğu
tablosunu çizmememiz, yoldaki zorlukları bizden öncekilere
392 Nebevî Yöntem

sorumluluğu yıkmak suretiyle gerekçelendirmememiz gerekir.


Bize gereken, kolları sıvamak hususunda örnek olmaktır. Biz-
ler, dünyayı saran krize, mustaz’aflar dünyasının ekonomik
çöküşüne, artan nüfus ve enflasyona, gıda bakımından bi-
zim doğal kaynaklarımız ile stratejik konumlarımız etrafındaki
cahilî güçlerin mücadelesine, uluslararası kapitalizmin geçmiş
dönemdekilerden daha ileri derecede azgınlaşmasına, silah-
lanma yarışına ve görünen geleceğin kesin ve ağır şartlarına
karşı halkın da bizimle birlikte durmasını sağlamak istiyoruz.
Ümmetin içinde bulunduğu darlık ve sıkıntı oranında ta-
lep ve umutları da geniştir. Bu sebeple yalan vaatlere alışmış
bulunan halk İslâm’ın sabahında mü’minlerin karşısına çık-
ması mümkün olan çeşitli zorlukların, ancak diktatör yöneti-
cilerden alışageldikleri zorluk türlerinden başka bir şey olma-
dığını düşünür hâle gelmiştir. Bundan dolayı olması gereken
ile mümkün olan, arzulanan ile mevcut imkânların müsaade
ettikleri arasındaki sınırları hem bizim öğrenmemiz hem de
bunları halka öğretmemiz gerekir.
Biz halkla bir arada olursak, halk da canını ve bütün
imkânlarını bizimle birlikte ortaya koyacaktır. Eğer halkın kal-
binde iyi bir tohum varsa, halk o tohumun etrafında kenet-
lenip bir araya gelecek ve bütün imkânlarını birleştirecektir.
Eğer sesleniş İslâmî olursa ve öncü kadronun yaşayışı imanî
bir yaşayış olursa, Allah’ın izniyle o zaman halkın arasındaki
muhacirlerin, İslâm’a hizmeti geçmiş olan, İslâm’a faydalı kat-
kılarda bulunan ve Allah’tan bir pay sahibi olan mü’minlerin
ve bedevilerin o çağrıya kulak verip ona yöneldiklerini, buna
gayretle bağlandıklarını ve Yüce Allah’ın Tevbe suresinde zik-
rettiği şekilde safa durduklarını göreceksiniz. Yüce Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır: “Medine halkına ve onların çevre-
sinde bulunan bedevi Araplara Allah’ın Rasûlü’nden
geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını
İmanın Şubeleri 393

düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir


susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa dûçar olmaları,
kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve
düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların
karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması için-
dir. Çünkü Allah, iyilik yapanların mükâfatını zayi et-
mez. Küçü-büyük bir masraf yapmaları, bir vadiyi geç-
meleri, mutlaka onların lehine yazılır ki Allah onları,
yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandırsın.”243
İşte bu görev anlayışı, işte bu cihad, irade ve arzusu ile
Allah’ın erleri kendilerine, “Bizim takdim ettiğimiz hizmet ne-
dir? Ne kadar sabrettik? İnsanların suya kanmaları için biz ne
kadar susuz kaldık? İnsanların karınlarının doyması için biz ne
kadar aç kaldık? İnsanlar dinlensin diye ne kadar yorulduk?
İnsanlar güven duysun diye düşmanın burnunu ne kadar yere
sürttük? İnsanların ihtiyaçları kalmasın diye neler harcadık?
İslâm toplumuna ve İslâm halifeliğine ulaşmak için hangi fitne
vadilerini kat ettik?” diye sorar.
İşte bizim hâl ve hareketimiz budur. Ümmetin önüne ge-
çerek ümmetin kederini, endişesini omuzlayacak olursak, üm-
met de o zaman arkamızdan gelecektir, değilse gelmeyecektir.
3. Dürülen bir sayfa: İnsanlar arasında kullanılan bu gibi
mecazî ifadelerin bir kısmı büyüleyicidir ve yalandır. İki par-
mak arasında dürülen bir şeymiş gibi “maziyi katlayıp dürdük”
derler. Eğer zavallı ve çalkantılar içerisinde yüzen diyarımızda-
ki her bir darbe, devrim ve (sözüm ona) reformdan sonra göz
kamaştırıcı, yalan vaatlerin yerini alması için herkesin yanılgısı
ve kalabalıkların hamaseti bunların karşısında açılıyorsa, hiç
şüphesiz İslâmî kıyam herkese, kalabalıklara şunu sunmalı ve
akıllarımıza yerleştirmelidir: Pek çok fedakârlıkta bulunmayı

243 Tevbe 9/120-121.


394 Nebevî Yöntem

ve kesintisiz çalışmayı gerektiren uzunca bir dönemin başın-


dayız. Fitne dolu geçmişimizden, ümmetin, nefislerin ve akıl-
ların hâl ve yaşayışında ağır kalıntılar ve pek büyük yaralar
kalmıştır. Hâlihazırdaki diktatörlüklerde ise, sefaletimiz, geri
kalmışlığımız, tiksinçliğimiz, hastalıklarımız ve yenilgilerimiz et-
rafında İslâmî nitelik yakıştırılan çeşitli toplantı ve kongrelerin
de karartmaları vardır. Ümmetin fazilet sahibi zatları acizlikleri
içerisinde “lâ havle” çekerken, başkaları ise artan zaman ve
mallarından bazı yardımlar sunmakla teselli bulmakta, kendi
vicdanlarını yanıltarak Allah’ın üzerlerindeki hakkını yerine
getirdikleri izlenimi vermektedirler. Bu ise davetin, fitneyi, dik-
tatörlüğü ve cahiliyeyi reddetmesi ve olumlu bir dava hâline
dönüştürmesi gereken bir vakıadır. Bu davanın başarıya ulaş-
ması için ne çeşitli fedakârlıklardan ne de onu gerçekleştirme
yolunda ölmekten kaçacağız.
Yönetim olarak fitnenin yerine İslâm’ın getirilmesi, bir
toplumun, bir ekonominin ve bir gücün düzene konulması
pek büyük bir görevdir. Cihadın çağrısı olan “Allahu ekber”
ise takınılacak tutumun, duruşun anahtarıdır. Eğer Allah bi-
zimle beraber olursa bizler bu görevde daha büyük olacağız.
Çünkü acı ve ıstıraplarımızı katlayıp dürebilme kudreti yalnız-
ca O’na aittir. O şanı yüce Rabbimiz, semayı bile kitap sahife-
sinin katlanıp dürüldüğü gibi dürecektir.
Allah’a itaat edersek, Allah bizimle olacaktır. Cihad çağ-
rısı da biz savaşacak olursak hakkın adresi ve doğruluğun
şiarı olacaktır. Cihadla; düşman açıkça hışmını ortaya koyar
ve ona karşı çıkacak olursak, silahlı savaşmak da dâhil ol-
mak üzere Allah yolunda mustaz’aflarla birlikte zikrettiğimiz
gibi bütün şekil ve boyutları ile yaptığımız cihadı kastetmek-
teyim. Şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Size ne
oluyor ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı za-
lim olan şu şehirden çıkar, katından bize bir sahip
İmanın Şubeleri 395

gönder, nezdinden bize bir yardımcı yolla’ diyen zayıf


düşürülmüş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda
savaşmıyorsunuz!”244
Halkın yeniden bize güvenmesini sağlamak, onunla bir-
likte yaşamak ve onun acı ve ıstıraplarını paylaşmak, halkın
etrafımızda bir araya gelip kenetlenmesi ve davamızı benim-
semek maksadıyla bizim yanımızda toplanması için atılacak
iki adımdır. Sonra da bütün bunları, yeniden inşa işleminin
temel çalışmaları için verimli hâle getirmemiz gerekir. Bu işlem
ise kendi işiyle ilgilenebilecek, doğruyu bulacak, kendi işinin
dizginlerini eline alabilecek ve cihad yolunda bize katılabile-
cek ehliyeti kazanıncaya kadar halkın eğitilmesi demektir.
İçinde bulunduğumuz durumu değiştirme meselesinin
kendi nefislerimizi değiştirmediğimiz takdirde bir çözümü ol-
mayacaktır. Çünkü Yüce Allah, “Gerçek şu ki, bir toplum
kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hâllerini
değiştirip bozmaz”245 buyurmaktadır.
Yüce Rabbimiz, şeriatından uzaklaştığımızda bizi yardım-
sız bıraktığı zaman, tekrar şeriatına döndüğümüzde bize yar-
dım edecektir. Allah’a dönmek ise ancak bir davetçinin ça-
ğırması ve bir mürebbinin eğitmesi sonucu söz konusu olur.
Ümmetin, tamamıyla Allah’a dönmesini sağlamak ise bizim
davamızdır. Bizler yönetime gelmeden önce dava, bütün
gücünü, bulanık fitne sularında çamura batmış gemimizin
istikametini değiştirmek için harcamak zorundadır. Kur’ân’ın
hayra iten dinamizmi, yönetimin (şerden alıkoyan) disiplini
ile bir araya geldiği takdirde ise ümmetin gemiyi ve geminin
aygıtlarını içeriden düzene sokması ve onu doğru istikametine
oturtması mümkün olacaktır. Bulanık suları durultabilecek ve

244 Nisâ 4/75.


245 Ra‘d 13/11.
396 Nebevî Yöntem

çamurları izale edebilecektir. Gemi içeriden harap olmuştur,


vicdanlar haraptır. Bütün aygıtlar, malı yığıp biriktiren, yö-
netimi tasallutlarıyla ele geçiren, şeref ve haysiyetleri çiğne-
yen, Allah’ın haram kıldıklarını mübah kılan, ümmet aleyhine
İslâm düşmanlarıyla anlaşan, ümmetin özgürlüğünü, zengin-
lik kaynaklarını, topraklarını, şeref ve haysiyetini satmak için
onlarla pazarlık yapan müstekbirlerin maslahatlarına hizmet
etmek üzere hazırlanmıştır.
Rotanın tamamen ters yüz edilmesi gerekir. Cahiliye ile
ittifak, cahiliyeye hayranlık, onu taklit ve onun önünde al-
çalıştan; Allah’a, Rasûlü’ne ve mü’minlere dönmek gerekir.
Marx’tan, Rusya’dan, liberalizmden ve Amerika’dan; Allah’a,
Rasûlü’ne ve mü’minlere yönelmek gerekir. Tağutların dost
ve veli edinilmesinden; Allah’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerin
velayetine dönmek gerekir.
Yolumuzda birikmiş ve nefislerimizde tortulaşmış fitne
çamurlarını aramıza ve içimize bırakan geçmiş asırlardır. Bu
zaman zarfında halk da kendini yünü kırpılan, haksızlıklara
maruz bırakılan, küçük görülen ve kendisiyle alay edilen ko-
yun sürüsü gibi görme alışkanlığı kazanmıştır. Bu yüzden halk,
bunun neticesinde susmakta, gülümseyerek acıları yudumla-
makta, tağutun önünde boyun eğmekte, müstekbirlerin önün-
de tek bir söz söyleyememekte, hayatından emin olmamakta,
bilgisiz bırakılmakta, fakirleştirilmekte, gözetilmemekte, hasta-
lanmakta ve tedavi edilmemektedir.
Yeniden güvenini elde etmek, halka inmek, halkı eğit-
mek… Bununla birlikte Allah yolunda mustaz’aflarla birlikte
savaşmak… Biz, İslâm devletini, tevhid edilmiş halifeliği ve
İslâm toplumunu insanların lehine çıkartılmış en hayırlı üm-
mete yakışır hâle getiren kardeşlik uygarlığını inşa etmek is-
tiyoruz.
Büyük bir iş, büyük bir proje... Fakat Allah en büyüktür.
İmanın Şubeleri 397

Biz mü’minler çalışırız. İşimizi de kendi aramızda istişare


ile yürütürüz.
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat çerçevesinde çalışırız. Bu da
bizim, bizden emir sahiplerimiz olmasını, onlara itaat etmeyi,
Allah’a ve Rasûlüne karşı gelenlere karşı gelmeyi gerektirmek-
tedir.
İşte bu anlayış üzerine bu niyetle ve bu proje için kendi-
mizi de halkı da eğitiriz. Kendimizi buna göre düzenleriz. Hal-
kı buna göre yapılandırırız. Böylelikle halk, bütün düzeylerde
kendi cüz’î meseleleriyle ilgilensin ve genel cihada da katılsın.
Kıyamdan sonra mü’minlerin daha önce fitne erbabı kim-
selerin adımlarını izlemelerinden ve yönetim iskeletini, yön-
temini ve yöneticiler arasında düzelmeyi kabul etmeyenleri
değiştirmeden önce ümmetin inşa edilme görevini, menfa-
atçiliğin, rüşvetin, hizmetlerin satılmasının ve Müslümanların
küçümsenmesinin âdet olduğu ve bu âdetlerin yuva yaptığı
sağır idari aygıtlara bırakmayız.
Her köyde, belediye meclisinde, şehirde, cihet ve iklimde
davet ve devlet ricali mü’minlere ve onlarla birlikte gerektiği
gibi hazırlanmış, fedakâr, kendine güvenen halka işlere girişip
uygulamaya geçmelerini ve olanı biteni gözetleyip kontrol et-
melerini söyleriz. Biz onu (İslâmî) bir demokrasi, (İslâmî) bir
sosyalizm ve buna benzer herhangi bir karışım hâlinde ge-
tirmeyeceğiz. Biz taklitçi olmayacağız. Aksine zamanımız için,
kendi araçlarımızla gaye ve hedefimiz için ebedî İslâmî yöne-
tim düzenine uygun şekli bulup ortaya çıkaracağız.
Biz İslâmî bir isim verdiğimiz bir kapitalizm uygulama-
yacağız. Kamulaştırmanın ve bürokrasinin çözüm olacağına
da aldanmayacağız. Aksine, bağlı bulunduğumuz İslâm’ın
genişliği içerisinde bizzat yönlendirebileceğimiz bir ekonomi
inşa etmeyi sağlayacak bir şekli araştıracağız ve onu aramızda
398 Nebevî Yöntem

kardeşçe dayanışmayı, ihtiyaçların yeterince karşılanmasını,


güveni ve gücü yerleştirmek için kullanacağız. Bunlar gerçek-
leştirilmesi vacip (farz) hedeflerdir. Kendisi olmadan vacibin
tamamlanamayacağı her bir şey de vaciptir. Bunun kapsamı
içerisine, hakları sahiplerine vermemek suretiyle fitnenin se-
bep olduğu haksızlıkları hak sahiplerine iade ettikten sonra
oldukça varlıklıların mülkiyetini ellerinden almak dahi girer.
Eğitimi, varlıklı ve refah içerisindeki küçük bir kesimin hiz-
metinde, şeklî bir öğretim ve oyalayıcı ve ifsat edici bir medya
ile halkı uyutmak için kullanmayacağız. Aksine Kur’ân’ı kalp-
lerimize ve vicdanlarımıza, fitnenin karanlıklarını darmadağın
edecek bir nur olarak yerleştireceğiz. Tanrı tanımazlığın ve
cahilî düşüncenin propagandacıları tarafından, paralı ordula-
rın işgal etmiş olduğu öğretim alanı hiç şüphesiz çok çamurlu
ve kapkaranlık bir alandır.
Bunun dışında İslâmî bir surette pisliklerinin ve çöplerinin
süpürülüp alınmasını bekleyen daha pek çok alan vardır.
İslâmî kıyam gününde tan yerinin ağarmasıyla birlikte
Allah’ın indirdikleriyle hüküm derhal gerçekleşmeyecektir.
Kökleri süpürmek, tevbe eden unsurları ıslah edip düzeltmek
zaman alacağı gibi dönüşüm esnasında da çeşitli ıstıraplarla
karşı karşıya gelmek kaçınılmazdır. Bundan sonra ise İslâmî
yönetim ve yapı için gerekli yöntemin şekillendirilmesi de
zaman alacaktır. Bu da ciddiyetle ve gerekli ahlâkî ve fikrî
kararlılıkla yapılmalıdır. Ardından, İslâmî iradenin birbiriyle
uyumlu projeler hâlinde tercüme edilmesine sıra gelecektir.
Bundan sonra ise bu projelerin maksatlarını gerçekleştirme-
yi sağlayacak şer’î hükümlerin tedvin edilmesi ve yasallaştı-
rılmasına, daha sonra da siyasal karardan, teknik anlamıyla
içtihat ve yapılandırmadan, görevleri uygulama alanındaki
teknolojik uzmanlık olan kimselere ve idareyi paylaştırmaya
sıra gelecektir.
İmanın Şubeleri 399

Bizler imanın ve projeleri gerçekleştirme gücünün zirve-


lerinde olsak dahi bütün bunların sabahtan akşama ortaya
konulması ve yeniden canlandırılması imkânsızdır. Özellik-
le de toprak daha önceki güçler tarafından işgal edilmişse…
Maddî ya da manevî olarak nitelikli insanları öldürmek sure-
tiyle bunları ümmetin bedeninden kesip atan cerrahî operas-
yonlar da İslâm’a uygun değildir. Özellikle çağın karmaşıklığı
içerisinde iskeleti yeniden inşa etmek belli bir zaman ister ve
o gün mü’minler günlük problemlerin baskısı altında buluna-
caklar ve çözüm için de yetkin insanlara ihtiyaç duyulacaktır.
Peki, yeterlilikler ve buna sahip insanlar nerede? Özellikle de
dışarıdan İslâm’a karşı savaş hâlâ devam etmiş olacaktır. İçe-
riden de onu imha etmek çaba ve gayretleri dinmeyecektir.
Özellikle de nüfus yoğunluğunun baskısı gittikçe artmaktadır.
Özellikle çağ, hız çağı, değişim ve bunalım çağıdır. Fakat Allah
en büyüktür. Yola devam etmedeki ısrarımız Allah’ın izniy-
le eksilmeyecektir. Azığımız takvadır: “Bir de azık edinin.
Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır.”246
Allah’ın izniyle cihad üzere sabrımız eksilmeyecektir. O, içi-
mize yerleştirilmiş bir lütuftur: “Şayet sabreder ve sakınır-
sanız onların hilekârlıklarının size zararı olmaz. Şüp-
hesiz Allah, tüm yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.”247
Allah en büyüktür: “Bir toplum kendilerindeki özel-
likleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı
değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık
onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların
Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.”248 Yüzleri kara
olsun! İslâm’a karşı bütün teminatlar hükümsüz kalacaktır.

246 Bakara 2/197.


247 Âl-i İmrân 3/120.
248 Ra‘d 13/11.
400 Nebevî Yöntem

Allah’ın izniyle diktatörlük dönemi gitmiş ve mecazî bir ifade


olarak değil, fiilen sayfaları katlanıp dürülmüş olacaktır.

Bu Hasletin Şubeleri

Kırk Yedinci Şube: Kazanç Yollarına Başvurmak


Fitneden miras aldığımız toplumsal vebaların ileri dere-
cede zararlı olanlarından biri de insanların el emeğini ortaya
koyması ve didinerek kazanç elde etmekten utanması, sıkıl-
masıdır. İslâm’ın yeniden inşa edilmesi, iman ile hayat bulan
kalpler, ilimde derinleşmiş akıllar ve alanında uzman sanatkâr
bilekler ister. Fitnelerin kol gezdiği geçmiş, bize sahte şahsiyet-
ler bırakacaktır. Bu şahsiyetleri, sınıf olarak sahip olunan lüks
ve israf ile fiilen ve doğrudan yapılan işlere yüksekten bakan
teorik öğrenim programları üretmiştir.
İslâm nizamının gölgesinde işçi, gerekli ikramı görür, orta
tabaka diye adlandırılan kesimlere de gereken ikramlar göste-
rilir. Meslekî beceriler ve el emeği becerileri teşvik edilir. Eko-
nomide birinci değer, çalışma ve kazanç olur. Böylelikle iş,
sermayenin tuğyanından kurtarılır.
Zanaatkârların, çiftçilerin ve çalışanların sendikalarına
İslâm’ın girmesi gerekir. Yani İslâmî kardeşliğin girmesiyle sınıf-
sallığın bir kenara atılması ve mustaz’aflarla birlikte olunup zen-
ginlerden haklarının alınması gerekir. Çünkü Yüce Allah, malın
zenginler arasında dolaşıp tekelleşmesini istemez. Özellikle de
zenginler, tembel ve ümmete faydalı olacak şekilde malları gü-
zel bir şekilde artırmayı beceremiyorlarsa bu böyledir.
Şu Nebevî hadisin işçilerin ve zanaat erbabının göğsüne
asılacak bir kemer şeklini alması gerekir. Böylelikle çiftçilerle
işçilere gereken ikramın gösterilmesi ve onların, şereflerinin
yüceltilip kendilerine insafla muamele edilmesi için İslâm
İmanın Şubeleri 401

devletinin himayesinde ikrama mazhar olanların önünde ol-


maları gerekir. Taberânî ve Beyhakî’nin İbn Ömer’den rivayet
ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Şüphesiz Allah, bir meslek icra eden ku-
lunu sever.”249 İşte bu, bizim gözümüzde onlara en öndeki
mevkii kazandırmaktadır. Bizler (bu hususta da başkasında
da) solcuları taklit ederek bunu yapmayız. Çünkü bu habis
toplumumuzda meslek icra eden Müslümana, eğer Allah’ın
bir kulu olup O’na iman eden ve mü’minler kafilesiyle yürü-
yen biri ise, en baş mevkii veririz. Yoksa her çalışıp çabalaya-
nın bu mevkide olduğunu söylemeyiz.
İşçiler, İslâm’ın himayesinde -ki ümmetin hayrı uğrunda
cihad eden herkes bir işçidir- iyi tüccar ile yan yana bulunurlar.
Ahmed bin Hanbel ve Bezzâr’ın Râfi‘ bin Hadîc’ten rivayet
ettiklerine göre, “Hangi kazanç daha helaldir” diye sorulun-
ca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Kişinin kendi el
emeği ile çalışması ve helal olan her bir alışveriş(ten)
elde edilen kazançtır” buyurdu.250
İslâm’da bir sınıf, diğer sınıfın zıddı olamaz. Kasdettiğim
ise yenileyici İslâm’dır, fitne İslâm’ı değildir. Zanaatkâr ve tica-
ret adamı ile çeşitli proje sahibi kimseler, Allah’ın hakkını tam
olarak yerine getirir ve işçiye de sanatkâra da insaflıca hakkını
verecek olurlarsa, iyi kimselerdir. İslâm devletinin ise toplum-
sal iyilikle bağdaşan bir şekilde miras alınan iskeletleri değiş-
tirmesi bir zorunluluktur. İskeletlerin değiştirilmesinden sonra
ve değiştirilme zamanında davet ve eğitim çalışanı öne çıkarak
nefislere imanı, kararlılıklara iradeyi yerleştirmeye çalışır. Böyle-
likle Yüce Allah’ın şu buyruklarının emrettiği gibi iyiliğin gereği
olan hususları uygulamak için gayret eder: “İyilik, yüzlerinizi

249 Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XII, 308; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, II, 88.


250 Ahmed bin Hanbel, IV, 141; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, II, 58; Heysemî,
Mecmau’z-Zevâid, IV, 60.
402 Nebevî Yöntem

doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o


kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, melek-
lere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını
gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kal-
mışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan har-
car, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman
sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş za-
manlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları
taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır!”251
Malı Müslümanlara fayda vermeyen bir kimsenin iyilikle
herhangi bir ilgisi yoktur. Malı yığıp biriktiren de aynı durum-
dadır. Namazdan ve zekâttan ayrı olarak akrabalarını, yetim-
leri, yoksulları ve yolcuları nefsine tercih ederek malını ver-
meyen her bir varlıklının da iyilikle bir ilgisi yoktur. Özellikle
de ümmet, aşağılık insanların sofrasında yetimleri kandırırken,
fukaralık bu kadar aşırıyken ve muhtaçlık bu kadar baskısını
hissettiriyorken…
İslâm’ın egemenliği altında aşırı fakirlik ile aşırı zenginlik
bir arada yaşayamaz. Aradaki uçurumu yaklaştırmak da ko-
lay değildir. Allah en büyüktür.

Kırk Sekizinci Şube: Helal İstemek


İslâm ne olursa olsun, her türlü kazanç yolunu kabul eder
diye bir şey yoktur. Geçmişin bağımlı ekonomi gemisini teş-
kil eden toplumsal ekonomi gemisini kullanmanın bizi alıp
Allah’ın sınırlarının yani helal ve haram sınırlarının dışına çı-
karması caiz değildir.
Önümüzde bulduğumuz kapitalist ya da sosyalist nizamın
İslâmî nizama dönüşmesi, faizle ve bâtıl yollarla insanların

251 Bakara 2/177.


İmanın Şubeleri 403

mallarını yeme esası üzerine kurulu yerel ve küresel sermaye-


nin kabzasından ekonomimizi çıkaran uzun bir çaba ve gayre-
tin sonucu olarak mümkün hâle gelir.
Zengin bölgelerdeki devletlerde Müslümanların malla-
rı, sefihlerin (beyinsizlerin) ellerinde bulunup onlar da bunu
saçıp savurdukları sürece küresel malî kaynaklardan borçlan-
maya, kendimizi hayatî boyutlarda çaresiz ve mecbur hisse-
deceğiz. Aynı şekilde geçiş döneminde kendimizi, İslâmî mu-
darebeyi faizle borçlanmanın yerine, İslâmî bankayı da faizli
banka yerine geçirmek için tedrici uygulamalar yapmak zo-
runda da hissedeceğiz.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Oysa Allah, ça-
resiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldı-
ğı şeyleri size açıklamıştır.”252 İşte geçiş dönemi, güneşin
doğuşundan önceki alaca karanlık gibidir. Bu zamanda ışık ve
karanlık birbirine karışır. Elde etmek istediğimiz helal, harama
karışır. Biz de bunu çaresizce yemek zorunda kalırız. Tıpkı he-
lal yiyecek bulmaktan ümidini kesmiş, açlıktan çaresiz kalmış
kimsenin leşi ve domuz etini yemek zorunda kalması gibi…
Bizler, Yahudilerin avuçlarının içinde bulunan uluslararası
bankalarla ilişkiye girmek mecburiyetinde kalacağız. Nebî sal-
lallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde, -Ahmed bin Hanbel,
Buhârî ve başkalarının rivayet ettiği gibi-253 zırhı yirmi ya da
otuz sa’ arpa veya hurma karşılığında rehindi.
Fitneye maruz kalmış topraklarımızda mallar, müstekbir-
lerin ve bizim dışımızdaki onlarla antlaşmalı olan kardeşleri-
nin hizmetine ayrılmıştır. Kırsal kesimde derebeylik, şehirler-
de karaborsacılık egemendir. Müstekbir bir sınıf ise ekonomi,

252 En’âm 6/119.


253 Bk. Buhârî, Cihâd 89; Tirmizî, Büyû‘ 7; Nesâî, Büyû‘ 83; Ahmed bin Hanbel,
I, 236.
404 Nebevî Yöntem

siyaset ve idare üzerinde hegemonyasını kurmuş bir şebeke


hâlindedir. Halkı dışarıda tutarak, üstün makam, mevki ve
otorite onların tekelindedir. Devletin bütün imkânlarını, kendi
menfaatlerini ve kendisine mensup olmanın maslahatını em-
rinde kullanmaktadır.
Bu sınıf, malları kaçıracak, İslâmî adalete karşı direnecek-
tir. Karanlık geçmişinde ümmet haklarına yaptıkları zulümler,
bizim davetin ve devletin otoritesini birlikte teşvik etmemiz su-
retiyle onlardan kurtarmamız gereken gasbettikleri bir haram-
dır. İşte bu, nefsî, teknik ve idarî yokuşlara eklenecek, oldukça
zor malî bir yokuş/engeldir. Bunun sonucunda çıkan yekûn ise,
yalnızca “bu helaldir, bu haramdır” diye fetva yayınlamakla
bertaraf edilmesi imkânsız problemlerden oluşan bir dağ orta-
ya çıkaracaktır. Allah’ın erlerinin sapasağlam iradesinin zemini
üzerinde, İslâm devletinin temellerini atmak, bunun arkasında
şer’î yasamanın araçlarıyla idarî, ekonomik ve İslâmî otorite-
nin araçlarını kurmak bizim için bir kaçınılmazlıktır. Böylelikle
Allah’ın izniyle işimizi yetkin bir şekilde ifa edebilecek, yolun
başında kirlenmiş araçlarla gaye ve hedeflerimize doğru hare-
ket edecek ve İslâmî yapıyı kurma istikametinde ilerleyeceğiz.
Sonra bu kirlenmiş araçları ise Allah’tan başka hiçbir ilahın ol-
madığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik
edinceye kadar arındırıp temizleyeceğiz.
Bâtıl ile hükmedip yönetenler Müslümanların mallarını
bâtıl yollarla harcarlar, çalarlar, rüşvet alırlar. Asılsız, uydurma
haberleri yayan ve şarkıcılık yapan fasıklara, bir öğretmene
ödediklerinin kat kat fazlasını öderler. Sahneler ve sinemalar
bela ve musibet sunar. Hayâsızlık televizyonunun muazzam
bir bütçesi vardır. Bütün bunlar ise, haksız servetlerin yığıl-
masını sağlar ve fesat ağını genişletir. Yine bunlar, geriye ne-
fislerde kötü âdetler, vakıa zemininde ise ıslaha karşı direnen
beşerî kitleler ve halkın göğsü üzerine kâbus ağırlığınca çöken
İmanın Şubeleri 405

iktisadî güçler bırakır. Tırnağıyla ve azı dişiyle hayra karşı sa-


vaşan bütün bu müşahhas fesatları Müslümanlar kıyamları-
nın sabahında miras alacaklardır. İslâm’ın sabahında o gün
bizden öncekiler iktisadımızı harabeye çevirmişlerdir. İslâmî
yönetim bunca açı nereden doyuracaktır? Kendi ayaklarımız
üzerinde durabilmek için sanayi, kalkınma, ziraî ıslahat birer
zorunluluktur. Peki, bunun malî kaynaklarını nereden ve biz
-ey gökten altın yağdığı rüyasını gören kimseler- o tertemiz,
pırıl pırıl araçları nereden bulacağız?
Çağ aldatma, yalan propaganda ve reklam çağı iken,
ölçü ve tartıların tastamam yapılması suretiyle helal kazan-
mak… Helal malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç
olmaması gerekir. Hâlbuki kurumlarımız sınıfsallığı doğur-
muş tağutî sistemin boyunduruğu altındadır. Helal, aramız-
da ortaklarına ve işçilerine karşı insafla davranan, doğru ve
çalışkan kimselerin, gecelerini gündüzlerine katarak çalışıp
aramızda bir sanayinin ve ticaretin dimdik ayakta durmasını
sağlamakla olur. Peki, gerçekten doğru, bilgili, inşa etmeye ve
kulluklarının varlığını sürdürmeye muktedir, sorumluluk sahi-
bi kimseler nerededir? Diğer taraftan uluslararası kapitalistler
arasında da ekonomik savaş, mustaz’afların ülkelerine karşı
iktisadi hücum oldukça sınır tanımaz hâldedir. Tüketim, lüks,
tembellik ve sorumluluktan kaçış ve beşerî unsur da aramızda
oldukça yaygın durumdadır.
Fitne kaynaklı haramların işlendiği dönemle geçiş dö-
nemindeki İslâmî şekliyle helal arasındaki belirsizlik, apaçık
helal ile apaçık haram arasındaki şüphe bölgesi kabilinden
değildir. Ferdin, böyle bir durumda şüpheye düştüğü hususla-
rı terk edip şüphe etmediği hususları yapması söz konusudur.
Ondan, şüphelerden uzak duran bir vera izlemesi istenir. Fa-
kat ümmetin ekonomisi, öğüten bir değirmen, hızlıca dönen
406 Nebevî Yöntem

bir tekerlek gibidir. Sıfırdan başlamak için onu durdurmak


imkânsızdır.
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin.
Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kıs-
mını haram yollardan yemek için o malları hâkimlere
(idarecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.”254
Bu, Yüce Allah’ın mü’minlere verdiği bir emirdir. Fitne
zamanında bu emrin uygulanması bireylerdeki takva ve ve-
raları ölçüsünde onların kişisel sorumlulukları çerçevesindey-
di. Kıyam esnasında ve sonrasında ise bu emrin muhatapları,
çamura batmış gemiyi bâtılın bataklığından çıkarıp temizliğin,
doğruluğun ve kardeşliğin olduğu yerlere yürütmekten so-
rumlu olan Allah’ın erleridir. Oradan buraya varıncaya ka-
dar gelinecek sular ise tamamen bulanıktır. Müslümanların
mallarının bir kısmı hatta Müslümanların mallarının tamamı
günahkârlıkla malları yiyip israf eden kimselerin elindeydi.
Onlardan kurtarıp geri aldıklarımız ise bir süre o tiksindirici
dönemin damgasını taşıyacak, abdestli ellerin onu arındırıp
temizlemesinden önce kötü kokusunu sürdürecektir. Böyle bir
sayfanın kaşla göz arasında sabahtan akşama kapatılıp dürü-
leceğini zanneden bir kişinin bu zannı, ancak ırmağın birine
atıp da “Sakın sudan ıslanmayasın” diyerek, meydan okuyup
alay eden kişinin zannettiği kadardır.

Kırk Dokuzuncu Şube: Adalet


Allah’ın kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı bir
günde gölgesi altında gölgelendireceği yedi kişinin birincisi
adaletle yöneten imamdır. Müslim’in rivayet ettiği bir hadi-
se göre de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu-
yurmuştur: “Cennet ehli üçtür: (İlahî) tevfike mazhar,

254 Bakara 2/188.


İmanın Şubeleri 407

adaletli bir yetkili; Müslüman, yakın her bir akrabaya


karşı merhametli, ince kalpli bir adam; çoluk-çocuk
sahibi olmakla birlikte iffetli ve iffetini koruyan bir
kadın.”255
Taberâni’nin hasen bir isnadla İbn Abbas’tan rivayet etti-
ğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur-
muştur: “Adaletli bir imamın bir günü, altmış yıl ibadet-
ten daha faziletlidir. Yeryüzünde hak ile uygulanan bir
had, yeryüzünde kırk sabah yağmur yağdırılmasından
daha temizdir.”256
Hak gelip bâtıl yok olup gittiğinde, Allah’ın hadleri hak-
ka uygun şekilde uygulandığında ve bunları uygulayanlar da
adaletli ve tevfike mazhar kimseler olurlarsa, semanın bereke-
ti Müslümanların üzerine yağar.
Sosyal adalet, hem bütün mustaz’afların talebi hem de
bizim isteğimizdir. Yargısal adalet ise sosyal adalet içindeki bir
şarttır. Diktatörce yönetimlere, cebrî (zorba) denilmesinin tek
sebebi ise onların Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hük-
metmeleridir. Böylelikle onlar, en büyük zulmü işlemiş olurlar.
En büyük zulüm ise, Yüce Allah ile birlikte hâkimiyetine baş-
kalarını ortak etmektir. Yargı alanındaki mahkemelerin fesadı
ve bozulması, rüşvetin yaygınlaşması ve malların bâtıl uğrun-
da rüşvet olarak kullanılması şeklindeki zulümler de bu zulüm-
den yayılmaktadır. İşte bunlar, hükümde (yargısal) adalet ile
paylaştırma adaleti birbirinden ayrılmaz iki adalettir. İslâm’ın
müsamahakâr şeriatı ise mustaz’afların insaf ile haklarını verir.
Eğer yönetici adaletli ve tevfike mazhar bir kimse ise ekono-
mide İslâmî bir denge kurabilecek bir genişliği bulabilecektir.
Allah’ın erleri idareyi ele geçirecekleri zaman Allah’ın izniyle

255 Müslim, Cennet 63.


256 Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XI, 337.
408 Nebevî Yöntem

Mevlaları tarafından desteklenecek, tevfike mazhar olacak-


lardır. Onların ise, Allah’ın hükmünün uygulanmasına imkân
sağlayacak, kararlı ve kesin bir murakabe (kontrol) sağlama-
ları için bütün güçlerini harcamaları görevleridir.
Sistemlerimizde gördüğümüz ekonomik durgunluk ve
ölüm ya da gübrede bir yeşilliğin bitmesi gibi uydurma geli-
şim, görmekte olduğumuz mustaz’afların fakirliklerinin artışı
ve buna karşılık lüks ve refah içerisindekilerin servetlerinin
çoğalmasının ortaya çıkış sebebi, ancak yönetim organının el-
lerinde bulunması, yargının da Allah’a değil de zorba, diktatör
tağuta tabi fitne altında bulunmasıdır. Böylelikle mustaz’afla-
rın menfaatleri askıya alınmakta, ülkenin ve halkın menfaatini
dikkate almayan iktisadî yasalar yapılmaktadır. Rüşvet olarak
verecek malı ve menfaati ya da bir mevkisi bulunan kimsele-
rin lehine hüküm verilmektedir.
İslâm’ın yönetimi altında sosyal adalet, devletin bütün
organlarının yeniden yapılandırılması şartıyla ilahî şeriat ile
birlikte gelir. Yargı ve idare de bu devlet aygıtları arasında yer
alır. Bu yeniden düzenlenen yapılandırma, bu göreve getirile-
cek olanların tayin edilecek şekilde sınanması ve kesin olarak
kontrol edilmeleriyle gerçekleştirilecektir. Böylelikle Müslü-
manların işlerini, Allah’tan korkan, Allah’ın gölgesinde payla-
rını, cennetini ve bereketini ümit eden ve kesin kontrol eyle-
mini de ancak Yüce Allah’ın, “De ki: Haydi amel edin. Al-
lah Rasûlü ve mü’minler de yaptıklarınızı görecektir”257
buyruğunun uygulanmasından başka bir şeyde görmeyen
mü’minler ortaya çıkıp ele alırlar.
Sosyal, ekonomik ve yargısal adalet bencilliğe ve men-
faatçiliğe aykırıdır. Allah’ı gazaplandıracak hususlarda insan-
ların gönlünü hoş tutmaya da aykırıdır. Kıyamet gününde

257 Tevbe 9/105.


İmanın Şubeleri 409

karanlıklar olarak çıkacak zulme de aykırıdır. Hukuku delmek


için yapılacak müdahalelere de aykırıdır. Böyle bir adalet, ih-
tiyaçların görülmesinden farklı bir şeydir. Adalet; idare ve yar-
gının, öğrenim görmüş kimselerin, zenginlerin ve yöneticilerin
hizmetinde olduğu gibi çaresiz kalmış kırsal kesimde yaşayan
yaşlı bir kadının da hizmetinde olması demektir. Adalet; dev-
letin imkânlarının, halkın tasarrufunun eli altına konulması
demektir. Zengin ve varlıklılar ile yüksek memurlara köşkler
yapacak yerde sağlıklı ve mütevazı evler inşa edilir. Müsteh-
cen filmleri satın almak için servetin harcanması yerine kırsal
kesimde yaşayanlara kuyular kazılır. Yönetici amcasının oğlu-
nun ve yüz şirketin başkanı arkadaşının günahında kendisine
destek olan, çiftçileri topraklarından kovan, mülk sahibi müs-
tekbir kimselere bol bol krediler verip kolaylıklar sağlanacak
yerde küçük ziraatçiye arazi ıslah edilir. Kur’ân’ın, imanın ve
bilginin öğretildiği, cahiliye öğrencilerinin, inkârcılığın, Allah’a,
Rasûlü’ne ve mustaz’aflara karşı büyüklük taslayanların de-
ğil de iman ve kardeşlik misyonunu taşıyanların yürütüp ders
verdiği okullar inşa edilir.
Adalet, Kur’ân terazisinin adil bir şekilde kullanılmasıdır.
Böylelikle muhtaca ve fakire hakları tam olarak verilir, zengi-
nin fazla malları arındırılıp temizlenir. Şeriatın adaleti, yargının
ve yöneticinin adaletli olması ile gerçekleşir. Elverir ki yönetici
ve yargıçlar, müstekbirin ve feodalitenin anlaşmalı kardeşi de-
ğil de yoksul ve ihtiyaç sahibinin kardeşi olsunlar.

Ellinci Şube: Yoldan Rahatsızlık


Veren Şeyleri Uzaklaştırmak
İmanın şubeleri hakkındaki Nebevî hadiste sözü geçen
üçüncü şube budur.
Yolda giderken bir diken, taş ya da rahatsızlık verecek bir
şey bulup da oradan geçecek Müslümanlara zarar vermemesi
410 Nebevî Yöntem

için onu ortadan kaldırmak niyetiyle ferdin yerine getirebildiği


bu basit hareket, Yüce Allah’a yakınlaştıran işlerdendir. İşte
burada yapılan bu iş basit olmakla birlikte niyetinin üstünlüğü
sebebiyle üstünlük kazanır.
Ümmetin içerisine Müslümanların işleriyle ilgilenme ruhu
sirayet ettiği takdirde bencillik ruhunu uzaklaştırarak yoldan
rahatsızlık verecek şeyleri kaldırma kavramı genişler ve birey-
sel cüz’î hareketler sayısınca ve niyet ve gayretteki ihlâs boyu-
tu kadarıyla Müslümanlar arasında bir yardımlaşma yöntemi
hâlini alır.
Fitneye maruz kalan toplumlarda bireysellik ve kendi
menfaatini tercih etmek egemen olur. Maslahat hesapları öne
geçer. Riyakârlık yayılır. Su-i zan ve hiçbir şeye aldırmama
duygusu hâkim olur. Kardeşlik üzerine kurulmuş İslâm toplu-
munda ise bunların zıtlarının egemen olması gerekir. Güvenin
egemen olduğu ve halkın, yöneticilerinin kendisinden oldu-
ğunu ve kendisinin tasasını taşıdıklarını bildiği zaman bunlar
gerçekleşir.
Tiksinme temelli toplumda devletin işçisi olan memur
da “of, puf” eder. Tıpkı işçinin sanatkârın, büyüğün, küçü-
ğün, erkeğin, kadının “of, puf” etmesi gibi... Hepsi eziyete
maruz kaldığını ve yardım edecek kimsenin çok az olduğu-
nu hisseder. Bütün ağırlığıyla kapkara bir zulüm insanların
üzerine çöker. Şartlarıyla adalet ne zaman gelirse, -Allah’ın
izniyle- Müslümanlar da gayrete gelecek, insanları birbirine
bağlayan kardeşlik merhameti yayılıp herkes öne atılarak
zorlukla karşı karşıya bulunan kimsenin işini kolaylaştıracak-
tır. İhtiyaçları görecek, zorlukları, sıkıntıları atlatacak, önemli
hususlarda yardımcı olacak, hastanın yatağına eğilecek, ya-
şamın acılarını hafifletecek, ıslah edecek ve bozgunculuk çı-
karmayacaktır. Müslümanların işiyle ilgilenmesi kendi işiyle
ilgilenmesi gibi hatta daha fazla olacaktır. Onun ihlâslı niyeti
İmanın Şubeleri 411

ve Allah’ın gözetimi altında olduğuna inanması, Müslümanla-


rın malları saçıp savurmasına, kamu mülklerini tahrip etmele-
rine ve emanete hainlik etmelerine engel olur. Bütün bunların
sebebi ise kardeşlerinin yolundan rahatsızlık veren herhan-
gi bir hususu kaldırmanın bir sadaka olduğunu ve ecrini de
Allah’ın vereceğini bilmesidir. Burada onun ilk elde edeceği
ise kardeşlik toplumu şeklinde alacağı bir peşin ödeme ola-
caktır. Allah’ın nezdindeki ise daha hayırlıdır.

Elli Birinci Şube: Hakkı ve Sabrı Tavsiye


Yalnızca Kur’ân motivasyonu ile insanları bâtıldan uzak-
laştırıp hakka yöneltmenin yolu var mıdır? Kur’ân’ın ve sulta-
nın motivasyonu (itici gücü) ile birlikte yapacakları yardımlaş-
ma sonunda onları bundan vazgeçirecek olan kimdir?
Zorba yöneticilerin başarısızlığı, zulümleri ve ümmetin
onlardan katmerli bir surette hoşlanmaması, hak ehlinin mey-
dana atılması için az rastlanılır bir fırsattır. Acaba kendilerin-
den öncekilerin aciz kaldıkları gibi Allah’ın erleri de aciz mi
kalacak yoksa onlar da hakkı hak olarak gerçekleştirme ve
bâtılı da ortadan kaldırma gücüne sahip olduklarını bilip se-
bat mı gösterecekler?
Bu sorulara, başarının üçüncü şartını uygulayıp ashab-ı
kiramın her biri görevlerini hatırlamak için oturumlarının son-
larında okudukları Asr suresinde belirtildiği gibi zarara uğratıl-
maktan uzak kalmakla cevap verilebilir. Bu ise karşılıklı olarak
hakkı ve sabrı tavsiye etmektir. Kur’ân ile öğüt verenler ve
otorite sahipleri sayı olarak azdırlar. Bunlar, davetin örgütlen-
mesi ve Allah’ın erlerinin nizama sokulduğu zamanlarında,
devletin kararlı ve sağlam, aygıtlarının sağlıklı ve adamlarının
da yeterli olacağı zamanlarda bile bir azınlık olarak kalmaya
devam edeceklerdir. Davet de devlet de her yerde hazır bu-
lunamaz, her bir davranışı kontrol edemez, bütün alanlarda
412 Nebevî Yöntem

arzu edilen davranış ve tutumu dayatamaz. Ümmetin işleri-


nin arzu edilen şekilde dosdoğru yolda yürüyebilmesi, ancak
ümmetin, erkeğiyle kadınıyla, küçüğüyle büyüğüyle, amiriyle
memuruyla hayatını harekete geçirmesiyle, ortak hareket edip
bütün işlerini kontrol altına almasıyla mümkün olur. Onların
her biri hoşlanılmayan, münker davranışı ortadan kaldırmalı
ve hakkın yanında durup ona destek vermelidir.
İyiliği emredip kötülükten alıkoymak imanın rükünlerin-
den biridir. O, ölüme götürecek dahi olsa, Müslüman erkek ve
kadın herkese farz-ı ayndır. Ebu Bekir İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-
Kur’ân adlı eserinde Yüce Allah’ın “Ve insanlar arasın-
dan adaletle emredenleri öldürenlere…”258 buyruğunu
açıklarken şunları söylemektedir: “Bu âyet, sonunda ölüme
götürecek dahi olsa iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın
farz olduğuna delildir. Buluğa ermiş ve gücü yeten kimsenin
münkeri değiştirmesi gerekir. Bu husustaki âyetler pek çok-
tur, haberler birbirini desteklemektedir. İşte risaletin ve Nebevî
tarzdaki halifeliğin faydası budur… Ehl-i sünnete göre bu işi
yapacak kimsenin adaletli (büyük günah işlememiş bir kimse)
olması şart değildir. Bid’at ehli ise ‘Adil olmayan bir kimse bir
münkeri değiştiremez’ demiştir. Fakat bu, kabul edilemez bir
kanaattir. Çünkü adalet çok az insanda münhasıran bulunan
bir vasıftır. Kötülükten alıkoymak ise bütün insanlar arasında
yaygın bir özelliktir.”
Arzularımız, adalet sahibi Allah’ın erlerinin komutanlı-
ğında halk arasında genel bir birikimin meydana gelmesidir.
Ortaya çıkmasını istediğimiz genel uyanıklık ise halkın bu uya-
nıklık gereğince bâtılın ortadan kaldırılıp hakkın gerçekleşti-
rilmesine fiilen katılması, zorluklara sabredip fedakârlıklarda
bulunmasıdır. İşte bu hususun yönetime varmadan önce de

258 Âl-i İmrân 3/21.


İmanın Şubeleri 413

vardıktan sonra da Allah’ın erlerinin kendi aralarındaki bir


özelliği olması gerekir. Ümmet hareketsizlik, fikrî ve amelî
tembellik atmosferine alışmıştır. Bu sebeple bağımsız olarak
bir düşünce ve bir eylem gerçekleştirmediği gibi hakkın adına
intikam alıp inşa işlemine katılımda bulunmayı dahi içinden
geçirmemektedir. İçinde bulundukları hâlin tedavisinin bulun-
madığı şeklinde yer etmiş, alışageldikleri kanaat sebebiyle in-
sanların sahip bulundukları sürü zihniyetinin değiştirilmesi bir
zorunluluktur. Yerinde oturup kalmak hastalığına yakalanmış
ruhlara ve akıllara sağlıklarını yeniden kazandırmak, onları
yeniden düzenlemek sonra da cihada katılmak için onları or-
ganize etmek bir zorunluluktur. Devlete bağlı hisbe düzeniyle
davet görevlerinin yanında Müslüman halkın da idarenin ve
genel ahlâkın kontrol edilip gözetilmesine ve eğrilen tarafı dü-
zeltip bozulanları ıslah etmeye katılması gerekir.
Bu, özellikle de ilim adamlarımızın ifadesiyle, adil olma-
yan, çağın diliyle büyük kalabalıkları teşkil eden insanların
avamı bu işe katılacak olursa anarşi olacağı anlamına gelmez.
Çünkü ta’biye (organize) savaş için hazırlıklı olmak için saf-
ların düzene sokulması demektir. Bu sebeple kıyamdan önce
Allah’ın erlerinin, karar vermeden iş hakkında danışmayı öğ-
renmeleri mutlaka gerekir. Ondan sonra yardımlaşmak üzere
eğitim görüp sabır ve örgütlenme ile işlevlerini yerine getirme-
si esnasında da hakkı tavsiyeyi öğrenmeleri gerekir. Kıyam-
dan sonra ise yeniden inşa aşamalarında Allah’ın erleri, belirli
bir düzen ve plan çerçevesinde çalışması için halkın destek
güçlerini organize ederler. Çünkü düşünce ve davranışta do-
ğaçlama ve doluluktan sonra kaynama ile bunun arkasından
gelen zincirleme ıstıraplar karşısındaki ateşli hastalıkların ya-
nında, düşünce ve eylemin tekelleştirilmesi, yöneticilerin eleş-
tirilmesinin yasaklanması ve insanları sultanı ilahlaştırma esası
üzere yetiştirmek gibi soğuk hastalıklar bulunur.
414 Nebevî Yöntem

İbnü’l-Arabî’den naklettiğimiz herkesin kötülükten alıkoy-


ma faaliyetine katılmasının farziyeti ile ilgili ifadeler İmam Ali
radıyallahu anh’ın sözüyle örtüşmektedir. Bu sözü kalabalık-
larla birlikte olduklarını yalan yere iddia eden kimseleri sus-
turmak için kaydediyoruz. Çünkü biz bunu doğru ve samimi
olarak söylüyoruz. İmam Ali, Mısır’daki valisi Muhammed bin
Ebi Bekir’e şunları yazdı: “Şüphesiz kamunun kızgınlığı, özel
kimselerin hoşnutluğunu da alıp götürür. Özel kimselerin kız-
gınlığı ise kamunun hoşnut olması hâlinde bağışlanır. Yöneti-
len kimseler arasında rahatlık zamanlarında yöneticiye külfeti
en ağır ve sınav zamanlarında desteği en az olan, adaletten
en çok hoşlanmayan, herkesten çok ısrarla isteyen, verildiği
zaman en az teşekkür eden, verilmediği zaman en geç mazur
gören, zamanın gerektirdiği önemli ve zorlu işler karşısında da
sabrı en az olan kimseler havas denilen özel kimselerdir. Bu
hususlarda kimse onlar gibi olamaz (söyledikleri gibi sınıfsal
şuuru görüyor musunuz?) Fakat dinin dayanağı, Müslüman-
lığın birliği, düşmanlar için hazırlık ve silah ise ümmetin ço-
ğunluğunu teşkil eden avamdır. O hâlde sen onlara kulak ver,
duygularınla onların yanında dur.”
Heyecan ve hareketsizlik hastalıkları, belirsizlik, yalan ve
insanların özgürlüklerinin baskı altında bulundurulması at-
mosferi ile uygun adım yürürler. Dolayısıyla yönetici de âlim
ve doğru olursa ve davet adamları ve devlet adamları ümme-
te karşı doğru olup ümmete durumlarını açıkça ifade ederek
onların da katılımlarının önünde kâğıtlarını açık tutarlarsa, ha-
reketsiz, yenik düşürülmüş ve mazlum nesillerin arkasından
Ebu Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh’ın kendilerine hitap ettiği
o kuşak gibi canlı nesillerin gelmesini umarız.
Ebu Bekir es-Sıddîk’a halife olarak biat edildikten sonra
Allah’ın erlerine hitab etti be dedi ki: “Ey insanlar! (Nasıl in-
sanlığın geneline hitap ettiğini ve ‘dedikleri gibi’ nasıl çoğulcu
İmanın Şubeleri 415

olduğunu görüyoruz) en hayırlınız olmadığım hâlde başınıza


halife seçildim. Eğer iyi iş yaparsam bana yardımcı olun, eğer
kötü iş yaparsam beni düzeltin. Doğru emanettir, yalan hain-
liktir. Aranızda güçsüz olan bir kimse, Allah’ın izniyle hakkı-
nı alıncaya kadar benim nezdimde güçlüdür. Aranızda güçlü
olan bir kimse, Allah’ın izniyle ondaki hakkı alıncaya kadar
bana göre zayıftır. Bir toplum Allah yolunda cihadı bıraka-
cak olursa, mutlaka Allah onlara zelil edecek bir darbe indi-
rir. Hayâsızlık bir toplum arasında yayılacak olursa, mutlaka
Allah hepsini kuşatacak bir bela gönderir. Aranızda Allah’a
ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat edin, Allah’a ve
Rasûlü’ne başkaldıracak olursam sizin üzerinizde itaat hakkım
yoktur. Haydi, namazınıza kalkın. Allah’ın rahmeti üzerinize
olsun.”
Allah’ın izniyle İslâm devlet düzeni hakkında daha başka
bölümler yazacağız. Fakat burada şunu vurgulamak istiyoruz:
Bütün aşamalarda İslâmî çalışmaların başarısı, özellikle de
kıyamdan sonra inşa aşamasında ümmetin cihadı terk edip
hayâsızlıkların yayılmasına karşı çıkmayı reddetmesi -ki bu,
Allah’tan bir beladır- sebebiyle Allah’ın ümmete indirmiş ol-
duğu bu zillet darbesinin düşürdüğü yerlerde ümmetin genel
olarak ayağa kalkmasına bağlıdır. Doğruluk bir emanettir. Ya-
lan bir hainliktir. Candan sevdiğimiz Ebu Bekir es-Sıddîk gibi,
eğer ümmete söylediklerimizde doğru konuşmaz ve alanda
sabır, kederlerin paylaşımı, gayret ve fedakârlık ile ona karşı
doğru ve samimi olmazsak, Allah’ın erleri katılmak, ilgilenmek,
anlamak, kollarını sıvamak ve uygulamak için ümmetin gene-
lini canlandırma gücüne sahip olamayacaklardır. Niyetlerimiz
açık, kararlara bağlılığımız doğru ve samimi olmadan, halk
da katılmadan, herhangi bir değişiklik yapmaktan aciz kalırız.
Başarısızlıklardan oluşan bir deneyler zinciri içine düşeriz.
416 Nebevî Yöntem

Bizden başkalarının heyecan verici sloganları ve demok-


rasi, çoğulculuk, eleştiri, öz eleştiri, özgürlük gibi insanların
kulaklarına çalınan yeni birçok sözcük, bizler bunların, uzak-
tan dahi olsa Ebu Bekr es-Sıddîk’ın konuşmasını yaptığı gün
var olan ve -Allah’ın izniyle- hakkını verecek olursak Nebevî
yönteme göre kurulacak olanla benzeyen müşahhas hiçbir ör-
neğini de görmüyoruz.

Elli İkinci Şube: Allah’ın, Cihad Eden


Kullarını Gaybî Yardımlarla Desteklemesi
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde muci-
zelere dair çeşitli haberler okuyoruz. Acaba mucizeler yalnızca
risaletin doğruluğuna akılları ikna eden kevni âyetler miydi
yoksa kalplerde imanı destekleyen etkenlerden miydi? Acaba
mucizeler, mucize ile desteklenmiş Muhammed Mustafa sallal-
lahu aleyhi ve sellem’in ölümüyle sonu gelmiş gerçekler miy-
di yoksa sadıkların cihadının gerekleri, imanın şubelerinden
biri ve kıyamet gününe kadar geçerli olmak üzere ortaya çıkış
şartları yenilendikçe yeniden tekrar görünen şeyler miydi?
Allah’ın velileri için kerametin sabit olduğu hususunda
sözü fazla uzatmayacağım. Fakat biz şunu bilmek istiyoruz:
Tek bir kişi olarak veli için keramet sabit olduğu gibi cihad
eden bir topluluk için de aynı şekilde sabittir. Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem’in mucizelerinin çoğunluğu, gazveler-
de, mü’minler cihad, sabır ve meşakkatlerle karşı karşıya kal-
dıkları zamanlarda gerçekleşmiştir. Bundan dolayı mucizeler,
hak oldukları hususunda Rablerine tam anlamıyla tevekkül ile
bağlı olan o kalplere bir hitaptı.
Mü’minlerin cihad meydanına çıkıp da Yüce Allah’a sığın-
dıkları ve bu ilahî yardıma zorunlu olarak muhtaç oldukları her
durumda gaybî yardım onlara erişmiştir. Müslüman kardeşleri
zindanda işkencelerin altındayken Allah’ın kendilerine lütfetmiş
İmanın Şubeleri 417

olduğu kerametleri okuyabilir, Yüce Allah’ın Afganistan’da


Ruslara karşı mü’minlerin cihadını kendileriyle desteklemiş ol-
duğu göz kamaştırıcı kerametlere dair haberleri izleyebilirsiniz.
Müslim’in Sahih’inin Zühd ve Rekâik bölümünde,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i saklamak için yerlerin-
den ayrılan iki ağaç mucizesiyle ilgili bir hadis yer almaktadır.
Bu hadisi ravisi olan Ebu’l-Yeser dedi ki: “Rasûlullah sallalla-
hu aleyhi ve sellem ile birlikte yolculuktaydık. Her birimizin
günlük gıdası bir tek hurma idi. Onu emer sonra da elbisesi
içine üzerine düğüm atıp bağlardı. Yaylarımızla ağaç yaprak-
larını silkeler ve yerdik. Hatta avuçlarımız yaralanmıştı.”259
İşte bu ve benzeri zor hâllerde gaybî destek ortaya çık-
mıştır. Câbir radıyallahu anh da Ebu’l-Yeser’in sözünü ettiği
bu Buvât gazvesiyle ilgili hadisi anlatırken şunları söylemiş-
tir: “Derken karargâha geldik. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem, “Ey Câbir! Abdest suyu iste” dedi. Ben “Abdest
alacak su var mı, abdest alacak su var mı, abdest alacak su var
mı?” deyip durdum. Sonra “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben kafileler
arasında bir damla su dahi bulamadım” dedim.260
Ağızlar yara olup cihad eden kişiler susuz kalınca mucize-
ler ortaya çıktı ve su, Allah’ın erlerinin onu bizzat görecekleri
şekilde Yüce Rasûl’ün parmakları arasından kaynayıp coştu.
Müslim, bu gazveyle ilgili rivayetinde şunları da kaydet-
mektedir: “İnsanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
açlıktan şikâyette bulundular. O, ‘Allah’ın size yiyecek ih-
san etmesi umulur’ dedi. Derken Seyfü’l-Bahr denilen bir
yere vardık. Deniz öyle bir dalgalandı ki, denizden bir hayvan

259 Müslim, Zühd 74.


260 Müslim, Zühd 74.
418 Nebevî Yöntem

aktı. Biz de onun yan tarafı üzerine ateş yaktık, onu pişirdik,
közledik ve doyuncaya kadar yedik.”261
Allah’ın mü’minlerin cihadını desteklemesi, kalplerini
sağlamlaştırması ve dinine yardım ettikleri vakitte kendileri-
ne yardım eden bir Rablerinin bulunduğunu öğrenmeleri için
zorluk ve sıkıntı zamanlarında gelen mucizeler… İşte bizler de
önümüzdeki meşakkatli görevleri ve sorumlulukları sayıp du-
rurken kendi büyüklüğümüze bel bağlamıyoruz. Allah’a ver-
diğimiz sözü yerine getirdiğimiz takdirde -inşaallah- Allah’ın
yardımı bizimle de birlikte olacaktır. Allah en büyüktür.

Elli Üçüncü Şube: Cihad Edenlerin


Rızıklarındaki Bereket
Cihadımız esnasında Allah’ın bize genel yardımıyla des-
tek vermesine muhtaç olduğumuz gibi, erzak alanında O’nun
özel yardım ve desteğine de muhtacız. Sahabîler, meleklerin
kendileriyle birlikte savaştıklarını müşahede ediyorlardı ve
böylelikle güçleri daha da artıyordu. Bizim savaşımız ise İslâm
topraklarından siyonistleri ve diğer Allah düşmanlarını çıkart-
mak için sadece savaş alanlarında yapılacaklardan ibaret de-
ğildir. Aksine bizim öğrenim, sanayi ve kalkınma alanlarında
geniş bir mücadele sahamız vardır. İktisadî bir mucizeye muh-
tacız. Eğer Allah diler de bizi sebepleri askıya almadan gücü-
müz yettiği kadar güç hazırlamaya muvaffak edecek olursa,
-inşaallah- bu keramet de bize ihsan edilecektir.
Bu bölümlerin baş taraflarında sözünü ettiğimiz nübüvvet
yöntemine uygun halifelik hadisini Bezzâr, müjde ihtiva eden
bir ziyade ile birlikte rivayet etmiştir. Yüce Allah’ın bizi ona
ehil kılacağını ümit ederiz. İmam Şâtıbî’nin naklettiğine göre,

261 Müslim, Zühd 74.


İmanın Şubeleri 419

Bezzâr, hasen-sahih bir senetle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve


sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Şüphesiz dininizin ilk hâli nübüvvet ve rahmettir.
Allah’ın aranızda kalmasını dilediği kadar kalacaktır.
Sonra Allah azze ve celle onu kaldıracak sonra ısırıcı
bir hükümdarlık olacaktır. Bu da Allah’ın aranızda ol-
masını dilediği kadar kalacak sonra Allah Teâlâ bunu
kaldıracaktır. Sonra cebrî (zorba), diktatör bir melik-
lik olacaktır. Bu da Allah’ın kalmasını dilediği kadar
kalacak sonra Allah bunu kaldıracaktır. Sonra da nü-
büvvet yöntemi üzere halifelik olacak, insanlar ara-
sında Nebi’nin sünnetine uygun amel edecektir. İslâm
da yeryüzünde yayılacak ve yerini sağlamlaştıracaktır.
Semadaki de ondan razı olacak, yerdekiler de. Sema
bol bol yağdırmadık tek bir damlasını dahi esirgeme-
yecektir. Yer de çıkarmadığı hiçbir bitki ve bereketini
bırakmayacaktır.”
İşte bu kerametin şartı, iman ve takvadır. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: “Eğer o ülke halkı iman edip de
sakınmış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice
bereketler açardık.”262
Şimdi, diktatör yöneticiler aleyhine petrol servetlerinde
müşahhas olarak görülen Allah’ın intikamının nasıl indiğine
bir bakın. Onlar bu servetleriyle Yahudilerin markalarını ve si-
yonist yılanları beslemektedirler. Gevşek ve tüketici bir toplu-
ma dönüşen saptırılmış halklarımızı göstermelik, sahte bir re-
fahın nasıl kapsamış olduğuna bir bakın. Diktatör yöneticiler
askerî yenilgilerine, bir de ümmeti haktan oyalayarak uzak-
laştırmak suretiyle ifsat edip bozmak ve ümmetin pazarlarını

262 A‘râf 7/96.


420 Nebevî Yöntem

eğlence, fesat ve abes mallara boğma suçunu da eklemişlerdir.


Su üzerindeki köpükler…
Şüphesiz ümmetin, Allah yolunda cihad için Allah’ın er-
lerinden oluşan önderlerinin liderliğinde öne çıkıp anlamsız
işleri ve gevşeklikleri reddedip cahiliyeye tabi olma münkerini,
diktatörce istibdad münkerini ve sapık yöntemler münkeri-
ni değiştirip nübüvvet yöntemine uygun olarak yönetimiyle,
toplumuyla, ekonomisiyle, kültürüyle, öğrenimiyle, sanayisiy-
le, ziraatiyle ve bütün genel yaşayışıyla Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’in sünnetiyle amel edeceği zaman semadan ve arz-
dan bereket gelecektir.
Şüphesiz bereket ancak takva sahibi mü’minlere ihsan
edilir ve ümmeti küçülten, onlardaki mertlik ruhunu öldüren,
kötü akıbet ile uyarılmış kimselerin alanına iner.
YEDİNCİ HASLET
GÜZEL HÂL VE GÖRÜNÜŞ (SEMT)

Abdullah bin Sercis radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine


göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyur-
muştur: “Güzel hâl ve görünüş, ağır başlılık ve iktisat
(yapmak), nübüvvetin yirmi dört bölümünden biridir.”263
Hadisi, “hasen-garib bir hadistir” diyerek Tirmizî, Ahmed bin
Hanbel, Mâlik ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir. Ziya el-
Makdisî de hadisi Enes’ten, “Güzel hâl ve görünüş, nü-
büvvetin yetmiş beş bölümünden biridir” lafzıyla rivayet
etmiş,264 Suyûtî de hadisin sahih olduğunu belirtmiştir.
İşte bu haslet ve bundan sonra sözü edilecek iki haslet bu
hadisten çıkmaktadır.
Semt (güzel hâl ve görünüş) ise sözlükte “maksat, doğru
yol, güzel hâl ve görünüş” demektir.

Eğitim Bakımından Güzel Hal ve Görünüş

Ziyal (Cahiliyeden Ayrılmak)


“Zayele,” “ayrıldı” demektir. Bunun mastarı ise “ziyal” ve
“müzayele” olarak gelir. İslâmcı yazarlar, cahiliyeden ve fitne or-
tamından ayrılışı temeyyüz ya da mufasala (ilişkileri koparma)

263 Ebu Davud, Edeb 2; Tirmizî, Birr 66; Ahmed bin Habel, I, 296.
264 Makdisî, Muhtâre, VI, 194.
422 Nebevî Yöntem

diye ifade ederler. Bizler ise hadiste bu şekilde geçen “ziyal”


lafzını tercih etmekteyiz. Bu, aynı zamanda Kur’ânî bir lafızdır.
Güzel hâl ve görünüş (ziyal) ise cahiliyenin kasıt, hâl ve
görünüşlerinden uzak durmaktır.
İbn Kayyim, Zâdu’l-Meâd adlı eserinde Ahmed bin
Hanbel’in oğlu Abdullah ile başkalarından uzunca bir hadis
rivayet etmiştir. Bu rivayete göre, Lakîd b. Âmir, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e “Namazı dosdoğru kılmak, zekâtı
vermek, müşriklerden ayrılıp uzaklaşmak (ziyal) ve Allah’a
hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere biat etmiştir.”
İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, cahiliyeden
İslâm’a geçişi esnasında o bedeviye şirkten ayrılıp uzaklaşma-
yı (ziyali) şart koşmuştur. Müslümanlardan ise, imanlarını ye-
nileyip tazeleyecekleri zaman, birey ve cemaat olarak yaşayış,
ahlâk, siyaset, ekonomi ve düzenleri itibariyle fitneden ayrı
kalmaları ve ondan kendilerini ayrıcalıklı kılmaları istenmiştir.
Bizim her birimizin bir geçmişi vardır ki, bu geçmişinde
kirli bir ortamın kucağında yetişmiştir. Her birimiz de şimdiki
hâlinde fitnenin zorluk ve sıkıntılarıyla karşı karşıyadır. İsteme-
diği hâlde içine dalmamış olsa bile ona dozundan bir miktar
isabet etmiştir.
Aramızdan bazı kimseler de kendisine Allah’ın rahmeti
isabet eder de tevbe eder. Bazen bu kişinin tevbesi meslekten
davetçiler vasıtasıyla olur, bazen ona düşmanın darbeleri iner
ya da kendisini aşırılığa ve görevini anlamakta işi çığırından
çıkarmaya itecek şekilde şeytanın etkisi altında kalır ve imanî
bakımdan tökezlemelerle karşı karşıya bulunabilir. Bir de ba-
karsınız ki Müslümanları tekfir etmeye başlamış ve mağaralar-
da yaşayıp taş gibi donuklaşmış bir toplum kurmak için durum
ne olursa olsun Müslüman toplumdan ayrılıp uzaklaşmıştır.
İmanın Şubeleri 423

İşte arzu edilen ayrılma bu değildir. Çünkü Müslümanla-


rın tekfir edilme üslubu, Müslümanların Hâricîler adını verdi-
ği kimseler arasında İslâm’dan ilk ayrılışı temsil eder. Onlar,
Müslümanlar arasından çıktılar. Müslümanların da kendilerin-
den bir imamları vardı. Bizim bütün türleriyle Hâricîlerimiz ise
kamuyu da yöneticileri de iyi olanı da kötü olanı da tekfir et-
mekte ve bütün bunlar İslâm’a davet edenler ve İslâm’a men-
sup olanlarla birlikte aynı kefede toplanmaktadır.
Tam olgunlaşmamış bazı gençler, Mevdûdî ve Seyyid Ku-
tub gibi kimi âlimlerimizin kitaplarını okurken orada “cahili-
ye” kelimesinin, içinde yaşadığımız fitne toplumları hakkında
kullanıldığını görüyor, bu kelimenin iki anlamından, öncelikle
kendi zihinlerine gelen anlamı esas alıyor ve ilim adamları-
mızın ümmeti tekfir ettiğini düşünüyorlar. İşte onlara aşırılık
bu kapıdan gelmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-
lem, bir adama kötü sözler söyleyip annesinin rengi dolayı-
sıyla onu ayıplayan Ebu Zerr’e, “Sen, kendisinde cahiliye
izi bulunan bir adamsın” demiştir.265 Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem bu sözleriyle Ebu Zerr’in kâfir olduğunu an-
latmak istememiştir. Bundan maksadı, onun tabiatındaki doğ-
ru yoldan uzaklaşma ile dilindeki bu keskinliğin, mü’minin
kendilerinden uzak kalması daha uygun olan iki nitelik oldu-
ğunu anlatmaktır.
Bizler ise toplumlarımızı nitelendirmek için “fitne” keli-
mesini kullanmayı tercih ediyoruz. Bu Nebevî bir kelimedir.
Hadis kitaplarında da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
ümmet arasında çeşitli fitnelerin ve çalkantıların ortaya çıkaca-
ğından söz ettiği hadislere ayrılmış özel bölümler vardır. Bun-
larda ümmetin, dini olan İslâm’ın dışına çıkacağını zikretmiş
değildir. Aksine bunlar, ortaya çıkacak ve bir kısmı diğerinden

265 Buhârî, Îmân 22, Edeb 44; Müslim, Eymân 38-40.


424 Nebevî Yöntem

daha tehlikeli olacak bazı hastalıklardan ibarettir. Bunlarla il-


gili gerekli ayrı duruş (ziyal) ise geri çekilip ayrılmak ve onları
bombardıman etmek için hazırlanmak değildir. Bunun yerine
insanların değil de fitnenin sonunu getirmek için, fitneyi ge-
rektiği gibi tedavi etmektir.
Bazı gençler mesleği Müslümanlara hücum etmek olan
kimselerin kaleme aldıkları kitapları okurlar. Hatta bunların
arasında cihadî eğitimin bağrında yetişmekte olanlar dahi
olabilir. Nihayet bazı cihetlerin propagandasını yapıp teşvik
ettiği ve zamanın birtakım fukaha ve muhaddislerini harekete
geçirerek yazdırdığı birtakım kitapçıklarda, Müslümanlar ara-
sında yaygın bulunan şirk ve bid’at ile savaşmanın, diktatör
yönetimlerin fitneleri ve bu yönetimin esaslarıyla savaşmak-
tan öncelikli olduğunu okuyunca, bu sefer aynı kişi babasıyla,
annesiyle, Müslümanlarla savaşmaya kalkışan birisi oluverir,
Müslümanlara dilini ve elini uzatır, onları itham eder ve zan al-
tında tutar. Böylelikle şeytanın yönettiği, İslâm düşmanlarının
da bakanlık görevini üstlendiği hazırlanmış bir komplo işlemi
içerisinde o da yıkıcı bir kazmaya dönüşür.
İstediğimiz ayrılma (ziyal) bu değildir.

Yargılayıcı Değil Davetçi


Allah, üstad Hasan Hudaybî’ye rahmet etsin. O, okudu-
ğunu hazmetmeyen, kendisine verilen terbiyeye samimiyetle
bağlı kalmayan, örgütlü çalışmaya girip de sorumluluk ge-
rektirici bağlılığı ağır bulan, yıkıcı tenkidi de rahatlatıcı gören
bazı gençlerin aşırılıklarından çok sıkıntı çekti. Merhum üstat,
kitabını Yargılayıcı Değil Davetçiyiz adıyla yazarak satır ara-
larında şikâyetlerini dile getirdi. İşte bu bizim için en önemli
derslerden biridir.
İmanın Şubeleri 425

Gerçek şu ki, yargılayıcı ve insanlar hakkında iddialarda


bulunan kimsenin kürsüsü zayıf kimselerin kabul etmeyi is-
temedikleri çok az görülen bir başkanlık mevkiidir. Özellikle
şeytan onların nefislerine yalnızca kendilerinin iyi olduğunu,
kendileri dışındaki insanların ise helâk oldukları telkinini yap-
mış ise, işte o zaman onların dışındakilerin her bir hareketi bir
şirke ve bir bid’ate dönüşür. Kendileri de hem davacı hem de
hakem olurlar. İnsanların saf ve avam olanları ise dili iyi bi-
len herkese aldanır ve böylelikle yıkıcı birlikler oluşur. Ahmed
bin Hanbel, Müslim ve başkalarının Ebu Hureyre’den rivayet
ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Bir
kimse ‘İnsanlar helâk oldu’ diyecek olursa, kendisi
onlar arasında en çok helâk olandır” buyurmuştur.266
Bizim görevimiz örnek yaşayışımızla, öğretimimizle, dü-
şüncemizle, izlediğimiz çizgimizle İslâm’ın bir rahmet olduğu-
nu, bazı bireylerin irtidad etmesine, bazı kesimlerin sapması-
na ve genel bid’ate rağmen, bireysel olarak ve cemaat olarak,
akidesinin özüyle doğrudan ilgisi bulunmayan bir bela ile kar-
şı karşıya bulunduğunu açıkça göstermektir.
Ümmetimiz cahiliye ile ölüm kalım mücadelesi içerisinde-
dir. Bu cahiliye dışarıdan gelip bizi istila etmiş olmakla birlikte,
bizim aramızdan yetişmiş inkârcı, münafık ve materyalist tem-
silcileriyle ve manevî evlatlarıyla da yardımlaşmaktadır.
Müslüman ümmet imanları bakımından birbirlerinden
farklı bireylerden oluşan beşerî bir topluluktur. Bunlar müna-
fıklık ile miras alınan İslâm, ıslah ve ihsana göz diken iman
arasında gidip gelmektedirler. Yerine getirilmesi gereken gö-
rev ise bu bireylerden birbiriyle kaynaşmış, Allah’ın dinini
yeryüzünde uygulamaktan sorumlu bir kitlenin oluşmasıdır.

266 Müslim, Birr 139; Ebu Davud, Edeb 85; Ahmed bin Hanbel, II, 272, 342,
465, 517; İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 74.
426 Nebevî Yöntem

Görevin mahiyeti nedir? Bununla birlikte bizim, bireylerin


şirkleri ve bid’atçilerin bid’atleriyle savaşmamız yeterli değildir.
Tekfir edici zihniyetle, akidesiyle, ahlâkıyla, ibadetiyle, ciha-
dıyla İslâm’ı temsil edecek örnek bir nesil eğitip yetiştirmemize
de imkân yoktur.
Müslümanlarla cahiliye mensupları arasında bir varoluş
mücadelesi, bir uygarlık mücadelesi, bir örnekler mücadelesi
vardır. Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında-
ki ve ashabındaki ebedî örneğimize ve onların cihadına bakı-
yor ve onu yeniden tekrarlamak istiyoruz. Cahiliye mensupla-
rı ise, sömürgeciliğin şartları bizi çaresiz bırakıp aramızdan ba-
zıları onların kültürlerine aldanarak, onlardan profesörler ithal
etmek ya da öz evlatlarımızı onların topraklarına göndermek
mecburiyetinde kaldığı için kendi evlatlarımızı kültürümüzün
bir gerilik, düşüncemizin bir cahillik, dinimizin de bir iftira ol-
duğuna inandırmak istiyorlar. Düşünürler şeriatın ve sünnetin
gerçek koruyucuları olduklarını iddia ederken, mü’minlerle
savaşıyor, tağutu dost ediniyorlar. Onlara göre, -onlardan
Allah’a sığınırız- inkârcı Baas yöneticilerinin tehlikesi, yatırlara
ibadet eden bir kocakarının ya da fıkhî mezhebinde onlara
muhalefet eden ümmetin salihlerinden, âlimlerinden birisinin
tehlikesinden daha ileri derecededir.
Ümmet arasında mutlaka arındırılıp temizlenmesi gere-
ken hurafeler, bid’atler, hastalıklar ve şirk vardır. Allah’ın erleri
ise bir araya gelip yola koyulduğu ve yönetim eline geçtiği za-
man, örnekliği göstermekten ve örnek yaşayışı emredip ona
göre eğitmekten sorumludur. Temizleme ve eğitim ise zaman
isteyen ve belirli bir hikmet ve yumuşaklığı gerektiren işlemler-
dir. Ümmet arasındaki iyi ve kötü kısımları anında birbirinden
ayıracak keskin bir kılıç ile ümmetin bölünmesinin sorunun
çözümü olduğunu düşünenler varsa biz bu kanaatte değiliz.
İmanın Şubeleri 427

Ümmet, kalpleri birbiriyle iç içe girmiş, bağları ve masla-


hatları ağ gibi birbirine karışmış, zihniyetleri, istidatları farklı
grupları ve taifeleri de birbirinden nefret eden canlı bir vücut
gibidir.
Sınıfsal ayrıcalıklar, cahiliye mensuplarının devrinin
felsefî ve amelî bir temelidir. Onlar Proletarya diktatörlüğü
aracılığıyla bir sınıfı tasfiye edip onun yerine başka bir sınıfı
geçirebilirler.
Ancak İslâmî kıyam için sınıflar arası farkı ortadan kal-
dırmak yeterli değildir. Mustaz’afların fitnenin altından çıkarı-
lıp canlanması muayyen bir görevdir. Tıpkı rasûllerle birlikte
mustaz’afların, cahiliyenin altında, müstekbirlerin karşısında
ve onların ortasında sapasağlam durmak suretiyle canlandık-
ları, onlar ile aynı alana girip savundukları ve cihad ettikleri
ve bunu ilahî yardım ile ümmetin imamlığını Nebevî üslup ve
Nebevî yöntem ile ele geçirinceye kadar sürdürdükleri gibi…
Bundan sonra ise mü’minler, davetin çeşitli aşamalarında
manevî nüfuzlarını, İslâm devletinin kuruluşundan sonra da
otoriteden kaynaklanan nüfuz ve etkinliklerini yaygınlaştırırlar,
bütün düzeylerde tedrici bir şekilde ve sırasıyla devam eden
bir yürüyüş ile fitne ortamlarında etkin olurlar. İslâmî adalet
(yargının adaleti ve rızık dağılımı adaleti) görevlerin birincisi
ve gözlemleyenlerin görüşüne göre en belirgini ise, hiç şüphe-
siz ümmetin köklü değişimi, aynı zamanda kıyamın hedefinin
kendisidir.
Bu kapsamlı değişim, davetçilerin kendilerinden başla-
yacaktır. Davetçilerin bütün tasarruflarını ve hareketlerini Ki-
tap ve sünnetin disiplini içerisine sokmaları gerekir. Yapılması
gereken, kendimizi dosdoğru bir yolda yürümek durumunda
bırakmaktır, Müslümanları tekfire yöneltmek değildir. Don-
mak değil, vakardır. Kızmak değil, müjdelemektir. Gelişigüzel
iş yapmak ve müptezellik değil, edeptir. Acele değil, temkinli
428 Nebevî Yöntem

olmaktır. İbareleri papağan gibi tekrarlamak değil, öğrenmek


ve öğrenmekte tekrarlamaktır.
Mü’minlerin görünüşleri ve konuşma tarzlarında da bir
dönüşümün yaşanması gerekir. Giyimde ve konuşma tarzın-
da sıradan geleneklerden, fikir ve üslupta kâfirlerin alışkanlık
ve geleneklerinden uzak durmalıyız. Taklidi bir kenara atmak
için tedricilik zorunluluğu dışında onların kılık-kıyafetlerini
giymeyiz. Bizden bazıları bu hususta ya da buna benzer sakalı
tümden ya da yarısını tıraş etmekte, çatal ve benzeri araçlarla
yemek gibi görünüş ve yaşayıştaki birtakım hususlarda mü-
samaha göstermektedir. Şüphesiz ki taklitçiliğin, taklit edeni
tanınmaz hâle sokmasının çeşitli dereceleri vardır. Birinin za-
rarı diğerinden daha çok olabilir. Bu sebeple bizler, bu türden
cüz’î olanlara yönelip bunları yan konulardan olma özellikle-
riyle çarpışma ve mücadele alanları hâline getirmeyiz. Fakat
bizler köklerde bulunan, kimliği tanınma hâline sokan sebep-
lerden kurtulduktan sonra mutlaka o taklitçiliğin dallarını ve
bütün görünüşlerini tümden atmalıyız. Özellikle de aralarında
sünnete muhalif olanlarını... Onların düşüncelerinden ayrı ve
uzak durmak, geleneklerinden ayrı ve uzak durmaktan daha
öncelikli değildir. Güzel hâl ve görünüş, ancak bizim sorum-
luluğumuz, imanımız ve sâlih amellerimiz ile Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem’in maksadını maksat edinmek, onun
dış görünüşüne benzemek, büyük ve küçük işlerde onu taklit
etmektedir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in özelliklerini isti-
mal ederek özel ve genel yaşayışında, günlük hayatında, ri-
salet hayatında, savaşında, barışında, yolculuğunda, ikamet
hâlinde, az ile yetinip sade yaşayışında Muhammed Mustafa
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine uymak, aramızdaki fit-
nenin köklerini söküp atmanın biricik teminatıdır.
İmanın Şubeleri 429

Bu nuranî şekliyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e


tabi olma hususundaki ileri derecedeki tutku ve ısrar, bir sof-
talık değildir. Çünkü softalık, bazı kimselerin, şeriatın cüz’î
birtakım buyruklarına yönelip onları kendi anlayışlarına göre
yorumladıktan sonra Müslümanları ve mü’minleri fitneye dü-
şürmek için anlayışını sivrilmek arzusunun emri altına vermesi
demektir.

Yapılanma Açısından Güzel Hâl ve Görünüş

Münafıkları Müjdele
Ebu Davud ve Taberânî’nin rivayet ettiklerine göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Bir kavme benze-
meye çalışan onlardandır” buyurmuştur.267 Kâfir örnekten
uzak kalmadıkça, şirkten ve münafıklıktan ayrılmakla, ayrı
kalmak (ziyal) tamamlanmış olmaz. Düşüncesiyle, ahlâkıyla,
gelenekleriyle kâfir örneğe benzemeye çalışmamak gere-
kir. Çünkü hiç şüphesiz izzet, bütünüyle Allah’a aittir. Her
kim O’ndan başkasından izzet isteyip de kâfirlerin yollarını
izlemekte bir güç aramaya kalkışırsa, kendilerine karşı alçal-
maması gereken kimselerin önünde kendisini alçaltmış olur.
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: “Allah, mü’minlere
karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli,
zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda
cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından kork-
mazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu,
Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur.”268
Cahiliye mensuplarının üstünlük taslamaları, Allah’ın ger-
çek kullarını kendisine kul edemez ve bu sebeple de onları

267 Ebu Davud, Lİbâs 5; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XII, 83.


268 Mâide 5/54.
430 Nebevî Yöntem

taklit etmezler. Ümmet, fiilî işgalden, düşüncemizi, akidemizi


ve hayat tarzımızı kapsayacak şekildeki bir işgale dönüşen sö-
mürgecilik belasına maruz kalmıştır. Kevnî ilimler ve tekno-
lojik sanayi gibi beşeriyet arasında ortak paydayı teşkil eden
hususları ayırmak suretiyle cahilî örneği kovup uzaklaştırmak
bir zorunluluktur. Biz bunu ancak Rab olarak Allah’tan, din
olarak İslâm’dan ve nebî ve rasûl olarak da Rasûlullah sallal-
lahu aleyhi ve sellem’den razı olduğumuz takdirde yapabiliriz.
Cahilî uygarlığın gördüğümüz maddî üstünlüğü bizim gözü-
müzde küçülür. Böylece onların maddî uygarlık alanındaki
üstünlüklerinin arka planında duran Allah’ı ve Allah’ın dinini
tanımamazlıktan gelen insanın sefaletini ve hakkın ölçüsünde-
ki değersizliğini de açıkça görürüz.
Dünya hayatı aldatıcı bir yararlanmadan başka bir şey
değildir. İşte dünyaya bu bakış ile mü’minler gelip geçici
olanı, hayırlı ve kalıcı olandan ayırt edebilirler. Diğer taraf-
tan mü’minler, Yüce Allah’ın, “O, hanginizin daha güzel
amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve haya-
tı yaratandır”269 buyruğunu ve bu anlamdaki diğer âyetleri
okuyarak, kendilerine kâfirler ile yarışmak, onlara karşı cihad
etmek ve bize de onlara da musahhar kılınmış (emrimize ve-
rilmiş) dünyevî araçlarla onları yenip geride bırakmak için
kendilerine bırakmış olduğu hürriyet ve sorumluluğun büyük-
lüğünü de idrak ederler. Üstünlük sağlayıp zafer kazanmış ola-
nı, galibiyetinin kendisine kazandırdığı güç ile taklit etmekle,
onun sahip olduğu silahı, onu yenik düşürüp ona üstünlük
sağlamak maksadıyla elinden almak arasında bir fark vardır.
Cahilî Batı, askerî gücü, organizasyon ve sanayi gücü ve
uygarlığının göz kamaştırıcılığı ile fitneyi devralmış ve uyuyan
toplumlarımızın karşısına ansızın çıkıvermiştir. O, sömürgecilik

269 Mülk 67/2.


İmanın Şubeleri 431

devrini ve sonrasını yaşayan nesillerimize galip geldiği, işgal-


cilerin ellerinde bulunanın hak olduğu, hayatın bir evrim ve
bir ilerleyiş olduğu, bizim ve beşeriyetin geçmişte kalan tari-
hinin çocukluk dönemlerini teşkil ettiği ve bu tarih boyunca
var olmuş değerlerin, ilerleyici felsefenin ve dünyanın kulağını,
gözünü dolduran materyalist değerlerin tarafımızdan benim-
senmesi için bir kenara atılması gerektiği izlenimini verdi.
Kalpler kâfirleri tazim etmeye meyletti. Onların düşün-
celeri akıllara sızdı hatta onları istila etti. Siyasal, toplumsal,
kültürel, ekonomik ve günlük hayatımızın bütün alanlarında
onların ölçüleri ve değerlendirmeleri yer aldı.
Diktatör yöneticilerin dilinde İslâmî şiarlar, oldukça sönük
bir şekilde dillendirilmekte ve bunlar beşer tarafından yapı-
lan anayasalara (münafıklıklara) yazılmakta, belirli vakitlerde
ilan edilmektedir. Eğer ümmetin büyük çoğunluğu kalbinin
derinliklerinde gerçek manada Allah’a, Rasûlü’ne ve onun di-
nine iman etmeyi sürdürmemiş olsaydı, münafıklık her tarafı
kaplamış olacaktı. Ve eğer dini yenileme misyonunu taşıyan
sözüm ona ilericilik yolunda yürümekten vazgeçip geri dö-
nen bu yükselen nesil olmasaydı -ki bu ilericilik kişiliğimizin
kaybolması demek olup sonunda cahiliye içerisinde erimemiz
şeklinde neticelenir- gerçekten cahilî örnek zaferi kazanmış
olacaktı.
Evet, ortada birkaç neslin münafıklığı, uygarlıklarını be-
ğenme ve onlara meyletme suretiyle kâfirleri veli edinme söz
konusudur. Zalimlerin ortasında başımıza gelen Allah’ın aza-
bı, şüphesiz küfrün önünde yenilgiye uğramalarının sonra
da bu küfre aldanmalarının ardından ona eğilim gösterme-
lerinin bir sonucudur. Yüce Allah “Münafıklara kendileri
için can yakıcı bir azap olduğu müjdesini ver, onlar
mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenlerdir. İz-
zeti onların yanında mı arıyorlar? Gerçekten izzet,
432 Nebevî Yöntem

bütünüyle Allah’ındır”270 buyurmaktadır. Müslüman evlat-


larının bir kısmının Batılıyı taklit etmek, onun dilini konuşmak,
onun yanında ona benzer gibi görünmek, (ilerici) düşüncesini
paylaşmak ve onu korumak, aramızda onun propagandasını
yapmak dönemi Allah’ın izniyle geride kalmıştır. Ben geçmiş
zaman ifadesini kullanarak geride kaldığını söylerken, gele-
cek adına ümitli olduğum için söylüyorum. Yoksa cahilî örnek,
kazıklarını çakmış, hâlâ evlatlarımızın garpzede kesimi ara-
sında varlığını sürdürmektedir. Ulusların kimlikleri ve kökleri
hakkında, renkler ve diller hakkında konuşmak, cahiliyenin
modalarındanve hiç şüphesiz Batılılaştırmanın sebep olduğu
tökezleyici musibetlerden biridir. Çünkü bu gibi ifadeler, an-
cak dini inkâr etmek, ırk, renk, dil ve kavmiyet taassubu put-
çuluğuna dönmek demektir. Garpzede evlatlarımızın bir kısmı
ulusçuluklarıyla, kabileleriyle ve Arapça dışındaki dilleriyle
ayrı kalmak isterler. Bu şekildeki taassubî ayrılığın onları Ba-
tılıların uygarlık ve kültür dairesinin dışına çıkarmadığının da
farkına varmazlar. Aksine bu, kendileriyle, bu taassubî pislik-
lerin üstüne imanla yükselen muvahhit Müslüman kardeşlerin
arasını uzaklaştırmaktadır.

Ona, “Onu Isır…” (Deyin)


Şüphesiz Yüce Allah, ümmetin, göklerde ve yerde her ne
varsa kendisinin olan Allah’ın yolu, Allah’ın kendilerine nimet
ihsan etmiş olduğu nebilerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihle-
rin yolu üzerinde doğru bir şekilde yürümesini sağlamak üzere
her yüzyıl başında dini yenileyecek kimseler gönderir. Fitne
asırları boyunca İslâm treninin yol istikametinde iki kayma ve
sapma olmuştur. Fakat bu işgalci darbe sebebiyle ve şekillen-
miş, gelişmiş sömürünün ve bizden olan Batılılaştırılmış dik-
tatör yöneticilerin liderliği sürüklemesinin etkisiyle ilerlediği
istikametten tam 180 derece sapmış bulunmaktadır.

270 Nisâ 4/138-139.


İmanın Şubeleri 433

Vaat edilmiş bu mübarek asrın doğuşundaki yenilemenin


(tecdid) görevi, bizim bu treni tekrar raylarına ve istikametine
döndürmemizdir. Yoksa insan düzeyinde kaybolmaya başla-
mış, hayvanî uygarlığın önünde taklit etmek, tabi olmak ve
oturup yerimizde kalmak değildir. Her ne kadar bu batma-
ya yüz tutmuş uygarlığın hâlâ üstünlük sağladığı sanayisinin,
organize gücünün ve cehennemî silahlarının neticesinde bir
parıltısı devam etse de.
İlerlemek istiyoruz. Fakat hangi ilericilik.
Bizim, İslâm topraklarında, okullarda, fakültelerde,
medyada, sokakta, çarşı-pazarda egemen olan örnek, artık
mü’minler tarafından fiilen yalanlanmakla karşı karşıya kal-
maya başlamıştır. İran’da şeytanî uygarlığın reddi açıkça gö-
rülen bir husustur. İran’ın dışında da artık bizi işgal etmiş olan
hayvanî uygarlığa İslâmî hücumun belirtileri ortaya çıkmaya
başlamıştır. Yenilenen İslâm, İran’da yaptığı gibi sokağa in-
meye başlamıştır. Bundan amacı da pislikten kurtulup temiz-
liğe geçişi istemektir. İnsanı yükselten ve onu yücelten ilerilik
Amerika’nın hegemonyasına, Rusya’nın ideolojisine, cahili-
yenin buğdayına ve silahına bağımlı bir hizmetkâr olarak onu
tasnif eden ileriliği reddetmektir.
Ümmetin trenini cahiliyenin yolu üzerinde, onun akılları-
mızı, ruhlarımızı, güç ve enerjilerimizi, topraklarımızı köleleş-
tirmeye yönelik fikrî ve siyasî yakıtı ile yürüttüğümüz sürece,
uygarlık alanındaki geriliğimizden bir ilerleyiş, tarihsel tökez-
leyişimizden bir kalkış ümit edilemez. Bizler ancak onların çe-
kim alanının dışına çıktığımız, onların örneklerine ve yöneliş-
lerine sırtımızı döndüğümüz zaman ilerleyebilir, öğrenebilir ve
özgürleşebiliriz.
Onların uygarlıkları içeriden yıkılış hâlindedir. Aramızda-
ki düşünce yarasalarının gözleri ise bu uygarlıklarının yalancı
parlaklığıyla kamaşmış durumdadır.
434 Nebevî Yöntem

Onların asıllarının sefil bir kopyası olan bize bir defa bak-
mak yeterlidir. İslâm, ailenin ve evin nasıl olmasını ister ve
bunlar aramızda nasıldır? Öğrenim, çıplaklık, zina, çözülüş,
içkiler, uyuşturucular, eğlence ve talan edercesine zevke da-
lış, fikrî tutarsızlıklar ve saçmalıklar, ithal ettiğimiz ve etmeye
devam ettiğimiz bu hastalıklara karşı malla, canla ödediğimiz
bedeller gerçekten çok yüksektir. Onların hastalıklarının etki-
siyle doğan yerel hastalıklarımıza gelince; bağımsız bir düşün-
ce ortaya koymaktan acizlik, yapmamız gerekeni bilmemek,
tutarsız hareketler ve gelişigüzellik, birbiriyle boğuşan, kavga
eden partiler, zalim yöneticiler, istibdat, Frenkleşme… Bunun
bedelini mustaz’aflar ödemekte ve taklitçi maymunlar ise bu-
nun pis elbiseleri içerisinde böbürlenerek ortaya çıkmaktadır.
Her tarafta genel bir geri kalmışlık, rüşvet, yönetim, kibir, rüş-
vetçi bir yargı, hukuksal bir anarşi, polis baskısı… Liste olduk-
ça uzundur.
Fitne ortamı içerisinde insanların hayatlarına, günlük,
haftalık, mevsimlik zamanlarına, ilişkilerine, âdetlerine, alış-
kanlıklarına, işte, evde ve çarşıdaki düzenlerine, kültürlerine,
okullarına, gazetelerine, kitaplarına ve medyalarına bozuk
cahilî örnek egemendir. Onların hareketi bizim yolumuzdan
farklı bir yolda ilerlemektedir. Duygu, düşünce ve beden, artık
maruf hâlini almıştır, münker bir yaşayış ile ipotek altındadır.
Onun tarafından sıkı sıkı bağlanmış, köleleştirilmiştir. Bu ya-
şayışı da alışkanlık dayatmış olduğu gibi, galip gelip üstünlük
sağlamanın gücü de bunu uygarlık savaşı alanına egemen kıl-
mıştır. Yere yıkıldık ve yenik düşürüldük.
O hâlde Allah’ın erlerinin, düşmanın mevzilerinin üzerine
yürümesi, ümmetin hayatını bütün alanlarda imanî yaşayış ile
doldurup taşırması bir zorunluluktur. Yolu ve istikameti mutla-
ka değiştirmelidirler. Allah’a hamd olsun, tertemiz ve yükselişe
geçen bu gençliğin fütüvvet ve ahlâkı, bizim tarihi yıkılışımızdan
İmanın Şubeleri 435

kalkışı müjdelemektedir. -İnşaallah- İran’daki kıyamdan ve


Allah’ın Afganistan’da muzaffer olan eşsiz cihadından beri
gördüğümüz şekilde artık yenilgi cahiliye saflarında olacaktır.
Bütün bunlar şaşkınlık, savurma, değersiz tilki kurnazlığıyla
hazırlanmış hile ve tuzakların olduğu bir zamanda cereyan
ediyor. Hâlbuki bu tilkiler bundan önce bize karşı, parçalayıp
darmadağın eden aslanlar gibiydi.
Cahilî örneğin esaretinden şerefe ve haysiyetimizi ve öz-
gürlüğümü geri alacağımız bu ilerleyişe, kavmiyetçilik, kabile-
cilik, tabiiyyet, lehçe, toprak ve cihet bağımlılığı gibi kötü hâl
ve duruşun davetçileri, komutanlık/liderlik etmeyecektir.
Fakat bütün siyasî partilerin, kavmiyetçi ve radikal hare-
ketlerin, İslâm çizgisi üzerinde, İslâm’ı bilmekle, iman dinami-
ğiyle ve Müslüman halkla ve mücahid öncü birlikleriyle yol
alabilmek için önlerinde yollar açıktır. Biz onları tevbe kapı-
sında “Hoş geldin” diyerek karşılarız.
Herkesin şunu bilmesini isteriz: Cahiliyeyi taklit ederek
ortaya koyduğunuz bu ulusal ayrılık ve cahiliye nitelikli dev-
letlerde ulusçuluğun sonunda ulaştığı bu folklorik kopuşun,
birliği isteyen İslâm’da bir yeri yoktur. O İslâm ki, mahallî an-
lamda, ırk, dil ve toprağa bağlılık anlamında vatandaşlığı, gör-
düğümüz şekilde dâru’l-İslâm’ı küçük parçalara bölmüş, fitne
menşeli sınırları kabul etmez. Evet, o, bunları kabul etmez.
Aksine bunlarla en şiddetli şekilde savaşır.
Ebu Davud’un rivayet ettiği bir hadise göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bir asabiye-
te (ulusçuluğa ve yukarıda sözü edilip reddedilen düşünce ve
yaklaşımlara) çağıran bizden değildir. Asabiyet uğrunda
savaşan bizden değildir. Asabiyet üzere ölen bizden
436 Nebevî Yöntem

değildir.”271 İbn Kesîr’in rivayetine göre de Câbir bin Abdul-


lah şöyle demiştir: “Bir gazvede idik. Muhacirlerden bir adam,
ensardan birisine bir darbe indirdi. Bunun üzerine ensardan
olan kişi, ‘Ey Ensar, imdada yetiş’ dedi. Muhacirlerden olan
kişi de ‘Ey Muhacirler, imdada yetişin’ dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘Bunu bırakın, şüp-
hesiz ki bu, kokuşmuştur’ buyurdu.”272
Buhârî, el-Edebü’l-Müfred adlı eserinde ve Ahmed bin
Hanbel ve başkaları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Her kim cahiliye
davasını güdecek olursa, kinayeli anlatıma başvur-
maksızın ona, babasının fercini ısırmasını söyleyin.”273
Yani onun asabiyet davasını gütmekten vazgeçmesini sağla-
mak maksadıyla o kimseye bedevinin duygularını derinden
yaralayıp onu acıtan bu etkileyici sözü söyleyin. Raşit halife
Ömer radıyallahu anh da hadisi tekit etmek üzere şöyle de-
miştir: “Kim kabile ile izzet ve şeref duyduğunu ifade ederse,
ona ‘Ey ısıran yahut ‘Ey emen’ deyin.” Yani ona, “Ey şunu
ısıran” ya da “Ey bunu emen” deyin.
Buhârî’nin Hudeybiye antlaşmasıyla ilgili rivayetinde zik-
rettiğine göre, Urve bin Mes’ûd, Allah Rasûlü ile konuşurken
ona şunları da söylemişti: “Sen Araplardan herhangi bir kim-
senin senden önce bütün ahalisini toptan imha ettiğini işittin
mi? Eğer diğer türlü olursa -yani siz yenilecek olursanız- şüp-
hesiz Allah’a yemin ederim ki, ben öyle muteber bir kimse
görmüyorum. Ben bunun yerine, seni bırakıp kaçabilecek
durumda karmakarışık birtakım insanlar görüyorum.”274 Bu

271 Ebu Davud, Edeb 121.


272 Buhârî, Tefsîru Sûre 63 (5); Müslim, Birr 63, 64.
273 Buhârî, Edebu’l-Müfred, s. 334; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, V, 272; Ahmed
bin Hanbel, V, 136; İbn Hibbân, Sahîh, VII, 424.
274 Buhârî, Şurût 15.
İmanın Şubeleri 437

sözleriyle o müşrik Arap, bildiği üzere cahiliye asabiyetinden


söz etti ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabının
değişik kabilelerden olduğunu söyleyerek onları nitelendirdi.
Alışageldiği tarzda askerleri zafere götüren hususun, ancak
onları birbirine bağlayan kabile taassubu ile cahiliye taassu-
bu olduğuna işarey etti. Bundan dolayı Ebu Bekir es-Sıddîk
onun karşısına çıkarak ona, “Ey Lat’ın bızırını emen kişi, biz
mi onu bırakıp kaçacağız”275 dedi. Böyle diyerek onu o ya-
ralayıcı söz ile ayıpladı. Ne annesinin ne de babasının adını
zikretti. Taptığı Lat’ın adını söyledi. Bu ise onun için daha ya-
ralayıcı bir ifadeydi.
Biz de harekete geçişimizde, siyasal partilerden, ulusal-
cı hareketlerden, kabilecilik taassubundan ve ayırıcı/bölücü
diğer mensubiyetlerden ayrı ve uzak dururuz. Eğer herhangi
bir aşamadaki demokratik bir mücadelede onların şemsiyesi
altına girmek zorunda kalırsak, biz bunu ancak onların tutar-
sızlıklarının, bencilliklerinin ve büyüklenmelerinin açığa çıkıp
iç yüzlerinin anlaşılması için yaparız. Müslümanlar da bizzat
deneyerek yalnızca Allah’ın yardımıyla, Allah’ın hizbinin üm-
metin önünde hayır pazarını açabileceğini ve ümmeti hoşla-
nılmayan neticeye doğru sürükleyen o akıntıdan ancak onun
kurtarabileceğini bilmek için yaparlar.
Sonra vakit kaybetmeden, çoluk-çocuğumuz arasından
garpzedeleri, bizimle onlar arasında adaletli bir sözü kabul et-
meye çağırırız. Hep birlikte Allah’a tevbe edip O’nun dinine
ve davasına yardım etmek üzere birleşiriz. Bu ise tarihsel bir
tökezlemenin sıkıntılarını çeken, ümmetin mübarek bir dava-
sıdır. Bütün yeryüzündeki mustaz’afların davasıdır. Allah’ın
şerefli olmak üzere yarattığı fakat maddeci uygarlığın tahkir
edip köleleştirdiği ve Allah’tan uzaklaştırdığı insanın davasıdır.

275 Buhârî, Şurût 15.


438 Nebevî Yöntem

Allah’ın erlerinin, gelenler için kapılarının önüne, “Ey ge-


lip içeri giren kişi, Ömer b. el-Hattâb gibi ol” ve “Artık yola
koyulmanın zamanı gelmiştir” yaftalarını yazmaları yakışır.
Bu Batı’nın ve Doğu’nun cahilî örneğini izleyen gençler
ve yetişkinler, onları kültürünün ve hayat tarzının esir ettiği,
düşünce ve uygarlık istilasının ipotek altına aldığı kimselerdir.
Onlar, hâlâ cahiliyenin kendisine doğru yol aldığı uçuruma,
intihar ile sonuçlanacak bir hızla trenimizi sürükleyen, trenin
deposunda yanan beşerî bir yakıttan başka bir şey değildirler.
Onlar kendi topraklarımızda, siyasetin, ekonominin ve düşün-
cenin öncülüğünü yaptıklarını sanıyorlar. Gerçekte ise onlar
zavallı, birtakım asalaklardır.
Trenin mühendislerinin, makinistlerinin ve onun yönünü
belirleyenlerin kendileri olduğunu sanırlar. Oysa onlar, ancak
dünyada sıtmaya yakalanmış devrimci ideoloji alevinde ya da
hayvanî metadan yararlanma cehenneminde veya mal topla-
mak, makam, mevki sahibi olmak ve yanlarında gücü ve şe-
refi aradıkları efendilerine hizmet etmek için çılgınca hareket
ateşinde yanan yakıtlardan başka bir şey değildirler. Biz de
cahiliye fırınındaki beşeri yakıta şöyle sesleniyoruz: “Bize ge-
lin, yalnızca İslâm ile ahiret yurdunda bizi Allah’a ulaştıracak,
dünyada ise şeref ve haysiyete, güce, özgürlüğe ve ileriliğe
götürecek treni yapabiliriz. Yalnızca iman ile trenimizin istika-
metini değiştirebilir, cahiliyenin bağlarını koparabilir ve izzet
dolu geleceğe hızlıca koşabiliriz: Hâlbuki izzet, şeref, üstünlük
ve galibiyet Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve iman edenlerindir.
Fakat münafıklar bilmezler.”276
Bazen bâtılı kale kale yıkmaktan, treni çivi çivi sökmekten
başka yapacak bir şey olmayabilir. Bazen de yıkma ve dağıt-
ma bir defada gerçekleşebilir. Çünkü bina oldukça yıpranmış,

276 Münâfıkûn 8.
İmanın Şubeleri 439

çiviler de paslanmış durumdadır. Bütün bunları ise başkaları-


na tabi sistemlerimize destek veren cahiliyeden başkası ayakta
tutmamaktadır. Fakat binayı yeniden kurmak için bütün çaba
ve gayretlerimizi bir arada toplamamız gerekir. Bugün evlat-
larımız Amerikan emperyalizminden, Marx’ın felsefesinden,
Lenin’in devrimciliğinden Allah ve Rasûlü’ne dönmektedirler
ki, Allah’ın inşa etmek ve önderlik etmek üzere kendilerini
musahhar kılmasını ümit ettiğimiz asıl güç onlardır.
İlim adamlarımız da bugün Allah’a ve Rasûlü’ne dönmek-
te, cihad âyetlerinin emirlerine uymakta ve vakıadaki duruma
gerekçeler bulmaktan vazgeçmektedirler. İşte başka ideoloji
ve inançlardan kaçıp İslâm’a gelenlerin imanlarının sıcak ku-
cağında barınmalarını umduğumuz şefkatli kucak onlardır.

Bu Hasletin Şubeleri

Elli Dördüncü Şube: Taharet ve Temizlik


Müslim ve Tirmizî, Ebu Mâlik el-Eş’arî’nin şöyle dediği-
ni rivayet etmişlerdir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu: “Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdülillah
mizanı doldurur. Sübhanallahi ve’l-hamdülillah demek
ise gök ile yer arasını doldurur. Namaz bir nurdur, sa-
daka bir burhandır, sabır bir ışıktır. Kur’ân ise senin
lehine veya aleyhine bir delildir. Sabahleyin bütün in-
sanlar çıkıp gider. Kimi nefsini satın alıp ona hürriye-
tini verir ya da onu helâke götürür.”277
Dış temizlik, namaz kılan ve imanın feyzini karşılayan kişi-
nin, Yüce Allah’ın huzurunda durmak için vücudunu temizle-
mesidir. Bu, kabın dışarıdan temizlenmesi demektir. Bundan

277 Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Daavât 86.


440 Nebevî Yöntem

dolayı imanın yarısı demektir. Diğer yarısı ise kabın içeriden


temizlemesidir. Bu ise kalbin, Allah’ın anılmasıyla, namazla,
sabırla ve Allah’a yakınlaştırıcı diğer ibadetlerle yıkanmasıdır.
Şartlara uygun olarak pislikten ve hadesten şer’î bir temizlik
olmaksızın, kalbin temizliği asla ümit edilemez.
Mü’min birey ve yenilenen Müslüman toplumda temizli-
ğin, taharetin, zahir ve batın anlamları ile yaygınlık kazanma-
sı gerekir. Alışkanlık gereği yapılan bir temizlikten niyet eğer
Müslümanlara rahatsızlık veren hususları ortadan kaldırmak
ise, karşılığında sevap alınan bir temizlik olur. Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem durgun suda küçük abdest bozmayı
ve Müslümanların yollarında, bölgeliklerinde lanetlenmeye
sebep olan küçük-büyük abdest bozmayı yasaklamıştır. İşte
bu, şüphesiz çevre kirliliğine karşı savaşmak için imanî bir te-
meldir. Çevre kirliliği ise çağın afetlerinden biridir. Cahilî or-
tamlarda çifte kirlenme vardır. Ahlâk, düşünce ve ruh kirliliği
ile birlikte sanayi ve imar faaliyetlerinin etkisile tabiî çevrenin
kirlenmesi... Bizim ise, onlarda olduğu şekliyle birinci kirlen-
meden şikâyet ettiğimize göre, temiz olan ve kirletmeyen bir
sanayi ve bir bayındırlık faaliyetine ihtiyacımız vardır.
Allah’ın erleri, ümmeti küfrün kendisi olan zulümden,
bâtıl ile hükmetmekten, bid’atlerden, fasıklıktan, inkârcılıktan
ve diğer pisliklerden arındırıp temizlemek için cihad ettiklerin-
den, bu gibi manalara itina gösterdikleri kadar, vücutların dış
görünüşüne ve hayatın diğer alt yapılarına da gereken itinayı
göstermeli ve toplumlarımızı her türlü pislikten arındırıp te-
mizlemelidirler.
Pislikten iyice temizlendikten sonra güzelce abdest almak,
abdest sonrasında iki rekât namaz kılmak, Cuma günü dolayı-
sıyla gusletmek, bıyıkları kesmek, sakalı bırakmak,278 buruna su

278 Kesme ve sakalı bırakma keyfiyeti hakkında tartışmaya gerek olmadığı gibi
İmanın Şubeleri 441

çekmek, istinca yapmak, tırnakları kesmek, etek traşı olmak,


-uygun zamanlarda- koltuk altlarını yolmak, devamlı misvak
kullanmak ve sünnet olmak Yüce Allah’a yakınlaştırıcı ibadet-
lerdendir. Bütün anlamlarıyla temizlik, özellikle Cuma günü
hoş koku sürünmek, aşırıya kaçmadan saça özen göstermek,
kına ve keten ile boyamak da İslâm’ın sünnetlerindendir.
Temiz mü’min ise temizliğin bütün hâllerini kuşanmak için
de abdest alır.
Hamama girmenin çeşitli edepleri ve sınırları vardır.
Mü’min hanımlardan, bazı fakihlere göre, zaruret olmadıkça
hamamlara gitmemeleri istenmiştir. Ayrıca dışarı çıkmak için
hoş koku sürünmemeleri hususunda da iş sıkı tutulmuştur.
Dikkat çekecek şekilde kılık kıyafet giymek ve dövme yapmak,
saça saç eklemek, ağaran saçları boyamak gibi işler de büyük
birer afettir ve açık bir kirlenmedir. Allah’ın erlerinin, diğer kir-
liliklerle birlikte ortamı bunlardan da temizlemeleri gerekir.

Elli Beşinci Şube: Giyim Adabı


Şahsıyla, cismiyle, şuur düzeyinde mü’mini kâfirden ayırt
etmeye yarayan birinci husus şudur: Mü’minin avreti vardır.
Yani onun cisminin bir değeri vardır. Kâfirin ise hem kendisinin
nezdinde hem de Allah nezdinde böyle bir değeri ve üstünlü-
ğü yoktur. O, bütünüyle necistir. Mü’minlerin dikkatli bir şe-
kilde örtünmeye riayet etmeleri görevleridir. Özellikle mü’min
hanımların, artık çocukluk çağından çıkıp büluğa erdiklerinde
Yüce Allah’ın şer’î hükümlerine bağlanmaları gerekir.

İslâm’a karşı baskı uygulayan toplumlarda günahkârlardan kendisini sakla-


mak niyetiyle sakalını kesen kimseleri azarlamaya da gerek yoktur.
442 Nebevî Yöntem

Temiz gencin bedenî spor yapması da mutlaka gereklidir.


Sporda görünüş bakımından İslâm’ın iki şartı, spor esnasında
avretin açılmaması ve yüze darbe vurulmamasıdır.
Allah, mü’min hanımlara, cilbablarını yukarıdan aşağı-
ya sarkıtmalarını emretmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem de onlara, dış örtülerinin altındakilerin niteliğini gös-
terecek şekilde giyinmeyi yasaklamıştır. Umumu belva hâline
gelmiş bulunan erkeklerin giymiş oldukları pantolonlar da bu
şekilde avretin niteliklerini gösteren kıyafetlerdendir. Bunlar
sıvanmak ve çalışmak için daha uygun olmakla birlikte, av-
retin çizgilerini göstermekte, namazda hareket etmeye engel
olmaktadır. Güzel bir şekilde hazırlanması hâlinde sıvanmaya
elverişli, geniş şalvarlar ile pantolondaki olumsuz şer’î mahzur
söz konusu olmaz.
Mü’min erkekler için beyaz renkli elbise giymek, sarık
sarmak ve ihtiyaç fazlası çok elbise edinmemek, yeni ve eski
elbiseleri tasadduk etmek ve Allah mü’minlere yeni bir elbise
giyme imkânı bahşettiği zaman Allah’a hamd ve senâ da bu-
lunmak müstehaptır.
Mü’min erkek ve kadınlara, böbürlenmek ve büyüklen-
mek kastıyla giyinmek, büyüklenerek elbiseyi yerde sürükle-
mek yasaklandığı gibi erkeklere ipek ve altın giymek de ya-
saklanmıştır. Kadınların erkeklere benzemeye çalışmaları ve
bunun aksi de ağır bir şekilde nehyedilmiştir.
Müslim ve Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadise göre,
Rasûlulah sallallahu aleyhi ve sellem “Şüphesiz, Allah gü-
zeldir, güzeli sever” buyurmuştur.279 Buna göre, mü’min
erkek ve kadınların her mescide gidecekleri zaman güzel el-
biselerini giymeleri ve insanlar arasında güzel giyimli olmaları

279 Müslim, Îmân 147; Tirmizî, Birr 61.


İmanın Şubeleri 443

görevleridir. Çünkü temiz ve güzel görünüş davetin tamamla-


yıcı unsurlarındandır. Bizler hiçbir şekilde kâfirler topluluğuna
benzemeye çalışmayız. Aksine dış görünüşümüzden başlaya-
rak İslâm’ın şiarlarını yükseltiriz. Ebu Davud ve Hâkim’in riva-
yet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Bir
kavme benzemeye kalkışan onlardandır” buyurmuştur.280
Giyimde benzemeye çalışmak ise uygarlık alanında yenilginin
başıdır. O hâlde fitne kılığını İslâmî kıyafetle değiştirmek, onla-
rın modalarına, kendilerini külfete sokup açılmalarına, boyun
bağı ve buna benzer anlamsızlıklarına karşın kazanacağımız
ilk zafer olsun.
Önemli bir husus da giyimde sadeliktir. Güzel görünmek
demek mü’min erkek ve kadının elbiselerine çokça mal har-
camaları anlamına gelmez. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-
lem bizim için bir örnektir. O, kolayına geleni ve el-Bicaniye
denilen o gün için en kaba türden ridaları (kaftanları) giyerdi.
İktisatlı harcamak ve cihad için mal artırmak gerekir.
Mü’min kadınların da altın ve gümüş süslerini bir kenara bı-
rakarak hanım safları arasında iki kızılı (altın ve ipeği) yığmak
ve bu hususta yarışmak alışkanlıklarına savaş açmaları gerekir.
İbn Hibbân ve başkalarının rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Rüyamda
cennete girdiğimi gördüm. Bir de ne göreyim, cen-
netliklerin en yükseklerinde olanlar muhacirlerin fa-
kirleri ile mü’minlerin çocukları imiş. Ayrıca cennet-
te zenginlerden ve kadınlardan daha az kimse yoktur.
Bana denildi ki, zenginlerin az olmalarının sebebi
onların kapıda hesaba çekilmekte ve arındırılıp te-
mizlenmekte olmalarıdır. Kadınların az olmalarının

280 Ebu Davud, Lİbâs 5; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XII, 83; Beyhakî,


Şuabu’l-Îmân, II, 75.
444 Nebevî Yöntem

sebebi ise iki kızılın, altın ve ipeğin onları oyalamış


olmasıdır.”281
Dikkat çekecek şekilde giyinmek ve onun sebepleri ka-
dını oyalayacak olursa o da kocaya, komşusunun yanında
bulunanların bir benzerini kendisine satın alması için altından
kalkamayacağı yükümlülükler altına girmesi için baskı yapar
ve böylelikle fesat yayılır. Bu ve benzeri hususlarda toplumsal
yarış ise alçalmanın, rüşvetin ve yıkımın en önemli sebepleri
arasındadır. Bu sebeple mü’min erkek ve kadınların, şehirler-
de ve kırsal kesimlerde işsiz kalmış halkın giyim ve yiyecekle-
rini temin etmek için bir şeyler artırmaları gerekir.

Elli Altıncı Şube: Güzel Hal ve


Görünüş ve Güleç Yüz
Hadiste “Şüphesiz Allah hoş ve temizdir, O, ancak
helal olanı kabul eder”282 buyurulmaktadır. Yenilenen ve
yenileyici mü’min, insanların değerlerini ellerindeki mal ve
güçle, üstlerindeki elbiselerle, dillerindeki sözlerle ölçen bir
topluluk arasında çatışıp duran, hoş ve temiz bir can demek-
tir. Bizim insanları bu zahirî ölçme değerlerinin tasallutun-
dan ani bir şekilde yalnızca takva ve ahlâkın hakikatleri ile
imanî değerlere taşımamız imkânsız bir şeydir. Beşeriyetin
tamamı tek bir et parçasındandır. Mertlikler onları bir ara-
ya getirir ve görünüş hâlleri onları etkiler. O hâlde insan-
lar hoş ve temiz iman ile mü’minleri tanımalıdırlar. Biz de
onlara gözün kabul edeceği şekilde güzel hâl ve görünüşü
koruyabilecek bir köprü kuralım. Adım adım onları hakka
kulak verip onu hoş ve güzel bulmaya taşıyalım. Çünkü on-
lar kılık ve kıyafetimizin güzel olmadığını görecek olurlarsa

281 Ahmed bin Hanbel, V, 259; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, VIII, 199.


282 Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 3; Ahmed bin Hanbel, II, 328.
İmanın Şubeleri 445

bizi küçümserler ve böylece onlarla karşılaşma ve diyaloga


geçme fırsatını kaçırmış oluruz.
Taberânî’nin, sahih bir isnadla İbn Ömer radıyallahu
anh’dan rivayet ettiğine göre, bir adam, ona “Hangi tür elbi-
seleri giyeyim?” diye sormuş, o da “Akılsız kimselerin, üzerin-
de gördükleri vakit seni küçümsemeyecekleri, bundan dolayı
da hikmet sahibi kimselerin seni ayıplamayacakları türden
olanları giy” demiştir.283
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, gelen heyetleri
karşılarken giydiği bir elbisesi vardı. Heyetler karşısına çıkmak
için güzel elbiselerini giyer ve bunun için hazırlanırdı. Fakat
bâtıl bir sebeple herhangi bir kimsenin Müslümanlara üstün-
lük taslamaya kalkışmasını da kabul etmezdi. Necranlı Hıristi-
yanların heyeti huzuruna gelerek yolculuk elbiselerini çıkarıp
çizgili Yemen kumaşlarından, yerden sürükledikleri altlı üst-
lü takım elbiseler giydiler. Altın yüzükler taktılar. Bu sebeple
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem uzun bir süre onların
selamlarını almadı, onlarla konuşmadı. Nihayet onlar o elbi-
selerini ve yüzüklerini çıkardılar.
Gücü yetenlerimiz için ve İslâm’ın baskı altında bulunma-
dığı hâllerde, kendimize ait, başkalarından ayırt edici kılık ve
kıyafetlerimizi giyer, sarık sarar ve sakal bırakırız. Böyle bir kı-
yafet bize yasaklanan (şöhret elbisesi) değildir. Şöhret elbise-
sinden kasıt, büyüklenmek amacıyla giyilen elbisedir. İslâm’ın
gariplik zamanında kişinin İslâm’ını açığa vurması ise bir ci-
haddır. Nihayet Yüce Allah yardım ve zaferi lütfedecek olursa
biz de tesettüre uygun olmayan bu Batı tipi kılıkları, yalnız
başına Kur’ân’ın önleyici emri fayda vermeyecekse devlet
otoritesinin emri ile bir kenara atarız.

283 Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XII, 262.


446 Nebevî Yöntem

Mü’minin iyiliğinin ve güzel hâl ve görünüşünün bir par-


çası da muhatabına dönüp gülümseyen bir yüzdür. Gülüm-
seyen yüz ile kardeşini karşılama bir sadakadır. Arkadaşlığın,
cemaatin ve kardeşliğin önemli bağlarından bir bağdır.
Güler yüz ve güzel söz açık, sakin ve vakur söz, soru sora-
na dönmek, onu güzelce dinlemek, insanlara iyi davranmak,
müjdelemek ve nefret ettirip uzaklaştırmamak...
İşte bunlar ektiğimiz, öğrendiğimiz ve Allah’ın erlerine öğ-
rettiğimiz edeplerdir. Çünkü davet, her şeyden önce güleç bir
yüz, hoş bir söz, temiz bir şahıs, lütufkârlığıyla çekici ve düşün-
cesiyle açık seçik ifade etmek demektir.

Elli Yedinci Şube: Hayâ


Hayâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in imanın en
yüksek şubesi ile en alçak şubesi arasında gidip gelmek üzere
bıraktığı bir iman şubesidir. Bu sebeple o, geniş ve genel bir
şubedir. O, Allah’a yakınlaştırıcı ibadetlerde, beşerî ilişkilerde
ve imanî bağ ve alakalarda yerini almış bir ruhtur. Allah’tan
hayâ etmek, insanlardan hayâ etmek, mü’mini aşağılık ve ek-
sikliklerin üstüne yükselten üstün bir duygu…
Ahmed bin Hanbel’in sahih bir senetle rivayet ettiği, yine
Tirmizî ve İbn Hibbân’ın da rivayet ettikleri bir hadise göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Hayâ imandır, iman ise cennettedir. Hayâsızca sözler
ve güzel olmayan görünüş ise katılıktandır. Katılık da
ateştedir.”284 Burada imanı ve cenneti gerektirici hayâ, in-
sanları güler bir yüzle karşılamak ve onlara karşı edepli ol-
makla eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Rasûlullah sallallahu

284 Ahmed bin Hanbel, II, 501; Tirmizî, Birr 65; İbn Hibbân, Sahîh, II, 372, 374,
XIII, 10.
İmanın Şubeleri 447

aleyhi ve sellem ne çirkin söz söyleyen ne de lanet okuyan


biriydi. Mü’minde de bunların bulunmaması gerekir. Toplum-
larımızda, ileri derece bir katılık, bir kabalık ve bir büyüklenme
vardır. Memur Müslümanların geneli, önünde duran kimseyi
ancak yerin önemsiz bir haşeratı gibi kabul etmektedir. Küçük
yönetici, başkanlarının önünde rükûa eğilir. Bundan sonra ise
ayaklar altına alınan haysiyetinin intikamını elinin altındaki
memurdan alır. Bu şekilde katılık ve kabalık zincirleme sürüp
gider. İslâm’ın gölgesindeki kardeşlik toplumunda ise ümme-
te şeref ve itibarının geri verilmesi gerekir. Bununla birlikte
kendisini genel bir hayâ olarak ifade eden adalet ve imanın
da iade edilmesi gerekir. Genel hayâ ise, mustaz’aflara karşı
lütufkâr olmak, zorbalara karşı da büyüklenmek demektir. Ta
ki kardeşlik ve eşitlik gölgesine onlar da gelip girsinler.
Biz hepimiz Yüce Allah’ın önünde eşitiz. Gerçek anlamda
hayâyı, ancak takva esasları altında birleşmek, karşılıklı övün-
meyi, haksızlıkları ve bunların sebebini teşkil eden dünya ha-
yatının zilletini bir tarafa atmakla elde edebiliriz.
Taberânî’nin ve ona yakın bir manada olmak üzere
Tirmizî’nin rivayet ettiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem, insanlar etrafında bulunuyorken minber üzerinde
şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah’tan gerçek anlamda
hayâ edin.” Bir adam, “Ey Allah’ın Rasûlü! Şüphesiz ki biz,
Allah’tan hayâ ederiz” dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu: “Sizden, hayâ eden bir kimse,
eceli göz önünde olmadan bir gece dahi geçirmesin.
Karnını ve içindekileri, başı(nı) ve içindekileri (kötü-
lüklerden, haramdan) korusun, ölümü ve çürümeyi
hatırlasın, dünyanın zinetini terk etsin.”285 Genel anla-
mıyla Allah ile insanlar arsında hayâ ile insanların birbirlerine

285 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 24; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, X, 252.


448 Nebevî Yöntem

karşı hayâ etmelerinin ne olduğunu gördük. Bu, dünyadan ve


dünyanın zinetinden, karşılıklı övünmenin ve birbirine sırt çe-
virmenin sebeplerinden, katı ilişkilerden vazgeçmektir. Hayâ
sahibi bir mü’minin eceli daima gözünün önündedir. Bu se-
beple o, insanların mallarını bâtıl yollarla yememeye çok dik-
kat eder. (Karnı ve içindekileri korumak.) Duyularıyla yoldan
çıkmamak, arzu ve heveslerinin de kendisini saptırmaması
için düşünceleriyle yakından ilgilenir. (Başı ve onun ihtiva
ettiklerini korumak.) Ahiret yurdunda nereye varacağını da
düşünür. Bundan dolayı o, dünyadan takva azığı ile azıklanır.
İmanın ve hayânın edeplerinden biri de büyüğün küçüğe
merhameti, küçüğün de büyüğe saygısıdır.
Bu şubenin mertebesinin yüksekliğinden dolayı
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının bundan
payı en ileri derecedeydi.
Buhârî ve Müslim ile başkalarının rivayet ettiklerine göre,
Ebu Saîd dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem örtü-
sünün arkasında duran bakire kızdan daha hayâlıydı.”286 Bir
diğer rivayette de “Bir şeyden hoşlanmadığı zaman onun hâli
yüzünden anlaşılırdı” denilmektedir.287
Niteliklerin inceliklerine, yumuşaklığa, tatlı geçime ve
vicdanın şeffaflığına dair pek yüksek bir örnektir bu. İşte
mü’minleri dost/veli edinenin yüzü, yapılan çağrıyı kabul et-
mesi umulanın yüzü böyledir. Bu yüz, mü’minler arasında
üzerlerine o pak ruhtan taşan genel merhamet ve rahmet yü-
züdür. Eğer o incelik ve merhamet olmasaydı, kâfirlere karşı
sert ve metin olamazlardı. Bununla birlikte yenik düşmüşe,
tevbe edene ve mazluma, insanî bir şefkatleri de vardı. Eğer
bu hayâ ve merhamet olmasaydı o zaman katı yürekli dikta-
törler olurlardı.

286 Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 67; Ahmed bin Hanbel, III, 71, 79.
287 Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 67; Ahmed bin Hanbel, III,71, 79.
İmanın Şubeleri 449

Elli Sekizinci Şube: Adab-ı


Muaşeret (Görgü Kuralları)
Bu çağda, bu katılık çağında insanlar arası ilişkilerde zo-
runlu aygıtlardan biri de (kamu ilişkileri) adı verilen ilişkilerdir.
Şirketlerde, çeşitli kuruluşlarda ve devletler arasında, insanlar
arası görüşme ve ilişkileri yumuşatıp güzelleştirmede uzman-
laşmış erkek ve kadınlar bulunmaktadır. Cahiliye bu şekilde
yumuşak ilişki kurmanın faydasını fark ettiğinden, bunca öne-
mi bu işe vermiştir.
Allah’ın erlerinin ise önemli hususlardaki ve duyarlı şart-
lardaki ilişki kurma görevini, hâl ve görünüşü aralarında en
güzel, geçimi en iyi ve en hayâlı kimselere vermeleri gere-
kir. Fakat hepsinin de İslâm’ın genel adabı ile ahlâklanmaları,
buna özenle dikkat etmeleri gerekir. Çünkü bu, Nebevî hâl
ve görünüşün günlük ve pratik ifadesidir. Hepsi de davetçi
olduğu için, toplumlarına, kulüplerine ve meclislerine girer-
ken, toplantılara ve bireysel görüşmelere giderken, mü’min
erkek ve kadının evinde, anne, baba, akraba ve komşularla
birlikteyken, okullarda, enstitülerde, fakültelerde, devlet dai-
relerinde ve sokakta görüştükleri vakit, oldukça hoş, tatlı ve
kişiyi kendisine getiren bir esinti gibi olmalıdırlar.
Bizim için zorunlu olan siyasal etkinlik, ancak halkın orta-
sında bizim elde etmemiz mümkün olan imanî, ahlâkî, fikrî ve
edebî etkinliğin toplamından oluşur. Tam bir zafere hazırlık ol-
mak üzere, ahlâkî ve edebî zaferi elde etmemiz gerekir. Bozuk
düzenler etrafında menfaatçilerin halka oluşturmaları, avamın
tabi olup boyun eğmesi ve başka şartlarda hayırları umulan
kimselerin görevlerinden istifa etmeleri şeklinde gördüğümüz
vakıalar, aslında mevcut iktidarın önündeki bir zaaftır. Halkın
kaderi ise bizimle birliktedir. Bizim de halk ile belli misyonu
taşıyanların samimiyetiyle ve İslâm’ın bize öğrettiği edeple iliş-
kiye girmemiz ve ona göre geçinmemiz gerekir. Böylelikle onu
450 Nebevî Yöntem

Nebevî bir miras olan âlemlere rahmetten, kalbimizde bulu-


nanların bir adresi haline getiririz.
Fitne; okulları, medyası, sokağı ve vebalarının ürettikleri-
nin neticesi olarak aramızda kin yüklenen ve başkalarını kah-
retme niyeti besleyen, şiddet yanlısı nesiller ortaya çıkarmak-
tadır. Diktatör yönetimlerin halk arasında ektiği sefalet, baş-
kalarını küçümseme ve zulüm, işsiz, kaba-saba ve uyutulmuş
gençlerden oluşan sürüler ortaya çıkartır. Bir genç düşünün ki,
insanlığı kendisinden zorla alınmış, mertlik, insaf, ahlâk ve din
temelleri üzerinde eğitilmemiş... Böyle gençliğin oluşturduğu
fertlere, yaşayışı ve sözleri çirkin ve hayâsız güçlüler tarafın-
dan baskı uygulanır. Bunun karşılığında yaşça daha küçük ve
zayıf kimseler ise, adale gücüne boyun eğer, ahlâkı ve sözleri
itibariyle seviyesizce hareket eder ve ancak şiddet yasasını
kabul ederler. Nesiller arasında bu ilişkilerin zincirleme devam
etmesi ise fitnelere maruz kalmış, büyük toplumun durumu-
nun bir fotoğrafıdır.
İşte burada İslâmî adab-ı muaşeretin (görgü kurallarının)
önemi ortaya çıkar. Acaba Allah’ın erleri, kurtlar arasındaki
koyunlar mı olacaktır yoksa İslâmî kıyamın ortalığı tahrip eden
kitlesel bir öfke olmadan gerçekleşmesi mümkün müdür?
İslâm adabında durum, usul ve hedefleri bakımından
şekillendirilmiş değildir. Şekillendirme, onun anlamlarını,
alışkanlıklarını ve yaşayış tarzını; şiddetin, tiksinmenin ve ka-
tılığın yerine getirme şeklinin nasıl olacağıyla ilgilidir. İslâmî
çözüm, kitlenin bütün afetleri ve geriye bıraktıklarını eş za-
manlı reddetmek ve hakkı inşa etmek üzere bâtılı yıkıcı bir
irşadı eş zamanlı olarak kapsamlı bir tedavi şeklinde ortaya
koymak ister. İnsanların kötü edebi, katılıkları, birbirlerinden
tiksinmeleri, psikolojik, sosyal, siyasal ve ekonomik hasta-
lıkların dıştan görülen şekilleridir. Dolayısıyla içten param-
parça olmuş, kokuşmuş vakıanın dış yüzünü kapatacağımız,
İmanın Şubeleri 451

dışarıdan getireceğimiz bir boya olmak üzere İslâmî adab-ı


muaşereti getirip koymamıza imkân yoktur. Çünkü edep, bir
doktor gibi olmalıdır. Onun hoş kokusundan yetişmesiyle
güzel, gelişmesiyle sağlıklı bir netice çıkmalıdır.
Fitnenin kapsamlı ve köklü tedavisinin her şeyden önce
-tekrarlamaktan usanmıyoruz- rızıklarda adaleti hedef alması
gerekir. Çünkü kendilerini barındıracak sağlıklı evleri olma-
dan, rızkından yana güven içinde bir evlilik hayatı olmadan
insanlar sadece çoğalan tavşanlar ve zehirli, güçlü yılanlar
olurlar. Çocuklarımız ve gençlerimiz sahipsiz bir sürüdür. Fitne
okulları ya onlara dar gelmektedir ya onu eğitmekte ve öğret-
mekte başarısız olup böylece atılmış bulunmaktadır ya da onu
kovmuştur. Sürülerle dışarı attığımız ve böylelikle yabanileşen
bir insanlık... Kurbanlık mustaz’aflar, yaşamayı ve aziz olmayı
isteyen her bir ümmetin gençliğinin hak ettiği itina ve değeri
bulmuş olsalardı ümmetin çiçeği olabilirlerdi. Okullar, ensti-
tüler ve fakülteler, -eğer çocuklar çeşitli darbelerin yetimleri
ve suçların kurbanı olmamışlarsa- geçimini kazanmak isteyen
anne-babanın meşguliyeti dolayısıyla evde ihmal edilmiş yeni
nesil ile gündüzün dolup taşan tutuk evleri gibidir. Bu yetiş-
mekte olan nesil, medya araçlarında ve sokakta sunulan ze-
hirli örneklerin önünde ihmal edildiği gibi idarecinin, profesö-
rün ve öğretmenin maddî, manevî ahlâkî vaziyetinin oldukça
geri olmasından dolayı okulunda ihmal edilen bir gençliktir.
İslâm’ın ağır başlılığını, İslâm’ın ihtişamını, İslâm’ın hayâ
ve edebini, içerisinde fitnelerin kaynayıp durduğu halklardan
istemek, vakıa ile ilişkisi olmayan tatlı bir rüyadan ibarettir.
Kimimiz köşklerde ve saraylarda otururken, kimimiz
apartmanlara sahipken, kimimiz de kırsal kesimlerdeki kü-
meslerde ve şehrin sefalet varoşlarında yığınlar hâlinde ya-
şamaktayken eve girmek için izin isteme adabını ve evlerinde
yaşayan insanların saygınlığını nasıl uygulayacağız?
452 Nebevî Yöntem

Köşkleriyle, kümesleriyle aynı düzeyde, bütün evlerde,


çarşı-pazarlarda, toplu ulaşım araçlarında, devlet dairelerin-
de her türlü ahlâkî değerden kurtulmanın, cahilî geleneklerin
egemen olduğu, yaşın kuruya karıştığı, zinanın ve her türlü in-
saflı ve mertçe ilişkinin önemsenmediği bir toplumda insanlar
ile ilişki kurma adabını, ziyaret adabını, erkeklerin kadınlarla
başbaşa kalmasının (halvet) haramlığını nasıl uygulayacağız?
“es-Selâmu aleyküm” sözü, artık yabancı dilleri konuşan,
beyinleri yabancılaşmış, kalpleri katılaşmış bir kesimin yanın-
da geriliğin adresi haline gelmişken, aramızda sevginin ege-
men olması için selamlaşmayı nasıl yaygınlaştıracağız?
Bize emredilmiş bulunan selamı yaygınlaştırmak o mü-
barek sözü söyleyivermekle bitmez. Aksine şehirlerde yaşa-
yanlarla kırsal kesimlerde yaşayanlar arasında; işsizlerle ma-
lını çoğaltmaya ve Müslümanları çalıştırmaya gücü yeten,
egemen ve müstekbir olan ve makam ve mevkileri işgal edip
malı elinde bulunduranlar arasında; gittikçe yükselen, çoğa-
lan mahrum nesillerle kötü eğitimlerinden dolayı kadınlara
karşı büyüklenen erkekler arasında; iki kızıl (altın ve ipek) için
çalışma şeklindeki basitliklere abanmış ve kötü tedbirli kadın-
larla, kendisinin ve çocuklarının asgari yiyecek ihtiyacını bu-
lamayanlar arasında; hırsızın yaptığı gibi kaçmaya hazırlanan,
cahiliye bankalarında hesaplarını yığıp biriktiren, bankalarda
kabarık bir hesabı bulunanlar kimselerle, öldürücü hastalıkla-
rı, ezici fakirliği, yıkıcı bilgisizliğinden oluşan birikimiyle birlik-
te çakılıp kalmışlar arasında yaşanan savaşın yerine selamın
(barışın) yerleştirilmesi gerekir. Adaletin olmadığı bir edepten
söz etmek, kanser hastalığına yakalanmış ve ölümü yaklaşmış
bir kimseye güneşin batışının güzelliğini göstermeye benzer.
“Fakirlik neredeyse küfür olacaktı” diyen ümmetin ilim adamı
İmam Ali radıyallahu anh’a Allah rahmet etsin.
İmanın Şubeleri 453

Allah’ın erleri, davet aşamalarında bulundukları sürece,


tiksinti verici havaya giren ve elinden geldiğince umutları ha-
rekete geçiren, gücü yettiği kadarıyla ahlâkı ve ilişkileri daha
da güzelleştiren tatlı bir esinti gibidir. Allah’ın izniyle iş onların
eline geçince -bir an dahi Allah’ın ve Rasûlü’nün vaadinden
şüphe etmeyiz- üstün örneğin etkileyiciliği ve fiilen yaşayan
örneklerle İslâmî adabı insanlara telkin ederler. Aynı zamanda
devletin, adaletin ve kardeşçe verip infak etmenin etkisiyle de
bu telkinlerini yaparlar.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti iki aşa-
mada geçerlidir. Allah’ın erlerinin, bütün teferruat ve incelik-
lerinde onunla bezenmeleri gerekir. Şüphesiz yaşayış ve dav-
ranış birliği, ancak zahiren ve batınen nuraniliğe sıkı sıkıya
sarılmakla tamamlanır.
Allah’ın erleri, isti’zan (eve girmek için izin isteme), se-
lam, musafaha, muanaka (kucaklaşma), güler yüz gösterme,
meclis ve istişare adabını uygularlar. Önlerindekine nasıl saygı
göstereceklerini, zamanlarından, güler yüzlerinden ve izinle-
rinden ona hakkını nasıl vereceklerini öğrenirler.
İnsanlarla nasıl edepli bir şekilde ilişki kuracaklarını,
Yüce Allah ile birlikte nasıl huzur bulacaklarını, beşerî ilişki-
lerin yüzeyselliklerinin onları mücamelelere (kompliman) ve
ikiyüzlülüğe nasıl çekmeyeceğini öğrenirler. Her bir mecliste
Allah’ı anarlar ki, o oturumları ve toplantıları kıyamet gü-
nünde aleyhlerine bir vebal olmasın. Oturumlarının sonunda
“keffaretü’l-meclis” duasını okurlar. Vakarı elden bırakmazlar,
tam bir dikkatle sözlerine gereken saygıyı gösterirler. Aşırılığa
kaçmazlar, surat asmazlar, sıkıntı göstermezler, tekellüfe kal-
kışmazlar, kaba softalıkları yoktur. Allah bizi bunlardan uzak
tuttu. Şüphesiz ki dinimiz geniştir. Masum latifeleşme/şakalaş-
ma, Nebimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sün-
netindendir. Cihad duygularını coşturan İslâmî şiirleri okumak
454 Nebevî Yöntem

da Nebevî bir sünnettir. Sosyal münasebetlerde olduğu gibi


bu türden ezgiler -genel olarak insanlarla oturup kalktığımız
sıralarda- oturuma zenginlik getiren hususlardandır. Buna
karşılık şeytanî çalgı ve şarkı gibi cahilî adetlerle de savaşırız.
Vurgulanması gereken edepler arasında, inşa edici ar-
kadaşlık ve cemaat ilişkilerine gereken dikkati göstermek de
vardır. Bu da şu beş hakkı sahiplerine vermekle olur: Selamı
almak, hastayı ziyaret etmek, cenazelerin arkasından gitmek,
davete icabet etmek ve aksırıp da “Elhamdülillah” diyene
“Yerhamukullah” demek.
Nasihat isteyene nasihat, borç isteyene borç vermek, iyi-
likler üzere insanlara yardımcı olmak diğer haklardır.
Mü’min erkek ve kadın, bütün insanlarla ilişkilerinde ve
oturum esnasında, güzel hâl ve duruşa dikkat eder. Esnemek
ve geğirmek gibi istisnai olarak ortaya çıkan hususlarda da bu
güzel hâl ve görünüşe dikkat gösterir.
Bâtıl ile sana karşı ağır söz söyleyen kimseler dışındakilere
yumuşak söz söyle, iyilik yapana teşekkür et, en basit bir hak
ihlalinden dolayı özür dile. Sağ eline ikram göster ve sağ elini,
emrolunduğun hususlarda kullan. Şüphesiz kişinin bu ve ben-
zeri hususları önemsememesi gafletin alametlerindendir.
İkamet hâlinin de yolculuğun da aynı şekilde edepleri
vardır. Erkeklerin de kadınların da edepleri; uyanmanın da
uyumanın da edepleri vardır.
Mü’min erkeklerin, davet, öğretim, eğitim ve irşad görev-
leri sebebiyle mü’min kadınlarla bağlantı kurmaları hâlinde,
dikkatle ve kararlılıkla şer’î adaba riayet etmeleri gerekir.
Kalplerimizde sığmayan bir haslet Rabbimiz Yüce Allah’a
açtığımız bir şikâyet ve bir hüznümüz daha vardır. Bu da tik-
sinti ve baskı toplumlarında Müslüman hanımların çektikleri
İmanın Şubeleri 455

sıkıntılardan kaynaklanmaktadır. Ey fitne sokaklarında ve fu-


huş pazarlarında zavallı kadıncağızlara feryat edip bağıranlar!
Bunlar, ancak hepsi de zulüm ve baskı ilişkileri içinde yükselen
sistemlerde merdivenin en alt basamağındaki kurbanlıklardır.
İşte bu nizamlar bizim kızlarımızı bir lokma ekmek istemek için
sokaklara atmakta, bunlar da ancak gözyaşlarıyla ıslattıkları
boğazlarına tıkanan bir lokma ekmekten başkasını bulama-
maktadır. Bu kadıncağızları kim barındırdı? Kim onlara giye-
cek ve yiyecek verdi? Bunu onlara kim yaptı? Sonra da bizde
saplanan bir hançer gibi bıraktığı sonsuz acıyı kim görüyorsa,
sadece o, onlara bağırabilir. Ey düşmüş kadınları cehennem
vadileriyle tehdit edip onların üzerlerine fitne jandarmalarını
çağıran ilim yoksulu zavallı kişi! Neden belanın ve musibetin
esasını teşkil eden Batı’da lüks ve refah içerisinde yüzen açık
saçık kadınların o hâllerini bilmezsin? Onların kafilelerinde yer
alan porno ve hayâsızlık filmlerine dikkat etmezsin? Neden
mallarını ellerinden çekip yağmalayarak, kadınların hayâsını
söküp alarak ümmetin mertliğini öldüren müstekbirleri kına-
mazsın?
Kadını eğiten kim? Cahilî fesat akımından onu kim korudu?
Kim onu giydirdi, barındırdı, yedirdi?
Ağılı bekleyen kurtlardan onları kim korudu? Erkeği kim
eğitti?
Bütün bunları yapabilen kim varsa, işte o, feryat edip ba-
ğırmaya ve zina eden kadın hakkındaki Allah’ın şeriatı gereği
olan haddi uygulamaya hak sahibidir. Fakat yönetim zalim-
ken, küfür ve fasıklık da toplumu tepeden tırnağa istila etmiş-
ken böyle bir feryadı basmak ancak başkalarını oyalamaktır.
Bu, sokak perdesinin arkasında bulunanları saran bir tütsü
dumanıdır.
456 Nebevî Yöntem

Allah’ın erleri olan mü’min kadın bölüklerinin önünde ka-


dını rezalet bataklıklarından kurtarmak için oldukça büyük bir
görev vardır. İslâm devletinin önünde de bu hedef için adaleti
ve hakkın zaferini hazırlama görevi vardır. Fitne toplumların-
da kadın, mustaz’afların en mustaz’afı olduğundan, kadının
düzelmesiyle de ev düzeleceğinden, nesiller ıslah olacağından
kadının eğitimi, bakımı ve himayesi davet ve devlet program-
larında, sosyal ve toplumsal önceliklerin en birincisi olmalıdır.

Elli Dokuzuncu Şube: Cuma ve Bayramlar


İnsanların birtakım törenleri ve sevinç zamanları vardır.
Bu vesileyle sevinirler, aralarındaki bağları yenilerler, hayatın
acılarını bir kenara bırakırlar.
Sağlam yapılı toplumlarda sosyal ilham ve psikolojik et-
kilenme için uygun bir ortam doğar. Eğer topluluk şeytanî
ise, onun temel karakteri olan kışkırtıcılık, azdırmak, zevk
ve lezzetlerin talanı söz konusu olur. Eğer hamasî ve siyasî
bir toplum ise, onunla birlikte olayları etkileyen bir yaşayışla
sosyal bir ikna gelir. Şayet kültürel ise, onunla birlikte fikirleri
yaymak, genelleştirmek ve onların propagandasını yapmak
mümkün olur.
İslâm’ın istediği toplantılar nuranî, cihadî, eğitsel ve
ilmîdir. Bunlar, Müslüman cemaat arasında imanî manaların
sirayet etmesine uygun bir ortam hazırlar. Allah’a giden kişi-
nin adımlarını daha da sağlamlaştırır. Bununla birlikte aynı
yolda yürüyen, onunla birlikte Allah Rasûlü ve dini sebebiyle
sevinerek bir araya gelmiş bulunan kardeşlerinin huzurunda
bunu yapar.
Yetişkin ve olgun erkek ve kadının İslâmî bir toplantıda ha-
zır bulunmaları, hayatlarında bir değişim noktasını teşkil eder.
Hiçbir şeye aldırmamaktan ve gafletten kurtulup hatırlamayı
İmanın Şubeleri 457

(zikri), kayboluştan hidayeti tercih edip seçme zorunluluğuna


geçiş yaparlar.
Bir toplantının İslâmî bir toplantı olabilmesi için Allah’tan
başkası için yapılan her türlü gösteri, toplantı ve törenin kökü-
nün kesilmesi icap eder. Toplantılarımızın mescid ve namazgâh
etrafında, Cuma ve bayramlar etrafında, cemaat namazı
ile ay ve güneş tutulmalarında kılınacak namazlar etrafında
odaklanması gerekir. Mescidin dışında yapmak zorunda oldu-
ğumuz toplantılarda ise mescidin saygınlığının ve onunla ilgili
manaların o toplantılar arasında yerini alması gerekir.
Toplantılarımızda sözün değerinin büyük görülmesi, on-
larda Allah’ın adının tazim edilmesi, dininden söz edilmesi,
gayretlerin harekete geçirilmesi ve onlarda cihadın ve uyanık-
lığın öğretilmesi gerekir.
Cuma namazı dolayısıyla gusletmek, Cuma namazı için
elbise giymek onu tazimdir, onu büyütmektir. Cumaya er-
ken gitmek, mescitlere yürümek, karanlıkta çok adım atmak
(sabah ve yatsı namazı için uzak mescide gitmek), mecliste
bulduğun boş yerde oturup insanların boyunları üzerinden
atlamamak, imamı dinlemek ve duanın kabul olunacağı saati
araştırmak...
Toplantılarımızda -özellikle Cuma ve bayramlarda- di-
nimiz İslâm ile aziz olduğumuzu, onun güzelliğini, ziynetinin
çokluğunu, gücünü ve heybetini göstermemiz gerekir. Bun-
dan dolayı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Buhârî,
Müslim ve başkalarının rivayet ettiği hadise göre, bayram na-
mazlarına ay hâli olan kadınlara, bakire kızlara ve perdeleri
arkasında bulunanlara varıncaya kadar kadınları çıkarmamızı
emretmiştir. Ümmü Atiyye, “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer biri-
mizin cilbabı yoksa (dolayısıyla çıkamayacaksa ne yapsın)?”
deyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “Kız kardeşi
458 Nebevî Yöntem

ona kendisine ait bir cilbabı giymesi için versin” buyur-


muştur.288 İşte bu hususta yarışmak gerekir.
Kadınlarımız, oğullarımız, kızlarımız bu şekilde hayır top-
lantılarını birlikte kutlamak üzere namazgâhlara çıkacaklar.
Biz de onları tazim edeceğiz, büyük göreceğiz, sevineceğiz ve
güzelliğimizi ortaya koyacağız. Nitekim diktatör yöneticiler de
bid’at ve şeytan merasimlerini organize etmek için bütün or-
ganlarını toplarlar. Biz, -Allah’ın izniyle- davetin ve devletin
bütün hüküm ve amaçlarını bir kısmımıza birliğimizi ve Yüce
Allah’a da O’nun hükümlerine ve emrine gücümüz yettiğin-
ce bağlılığımızı göstermek için seferber edeceğiz. Böylelikle
O’ndan, bizden sıkıntıları uzaklaştırmasını, hatalarımıza mer-
hametle muamele etmesini ve izzetimizi yükseltmesini dileriz.
Sonra da hepimiz azim ve kararlılıkla dopdolu cihada çıkarız.
Bayramlar için güzel giyinmek bir sünnettir. Allah’ın zikri-
ne aykırı düşmeyen, hafif ve mübah eğlence de sünnettir. Kur-
ban kesmek de bir sünnettir.289 Abdullah Abbas radıyallahu
anhumâ, senenin bütün günlerinde, evinde en çok et bulun-
duran kişiydi. Fakat o, kurban bayramı gününde kurban kes-
mezdi. Bunun sebebi ise, insanların bu hususta yarışa girdik-
lerini görmesiydi. Eğer onlara uyacak olursa bu yarışın daha
da artacağından, böylelikle fakiri kendisini zora koşacağından
ya da bunun farz olduğunun zannedileceğinden korkmuştu.
Hiç şüphesiz Allah’a yakınlaştırıcı ibadetlerden olan bir
amelin ailelerin birbirleriyle yarıştıkları bir gelenek hâline dö-
nüşmesi büyük bir musibettir. İşte burada, bu ve benzeri hu-
suslarda sünnet ile adet arasını birbirinden ayırt etmek için
cihad bir sorumluluktur.

288 Buhârî, Salât 2; Müslim, Salâtu’l-Iydeyn 12; Tirmizî, Salât 388; Ahmed bin
Hanbel, V, 84.
289 Müellifin mezhep olarak Mâlikî olduğu hatırlatırız.
İmanın Şubeleri 459

Altmışıncı Şube: Mescitleri İmar Etmek


Yiğitlerin kucağı, âlimlerin okulu, kendisini Allah’a ada-
yanların mihrabı, cihadın komuta merkezi, şura ve iman mec-
lisi mescittir. İran’da doğulu mü’min mücahidlerin mescitten
yola çıkarak mescidin canlılığını belgelendirmelerinden ve ta-
ğutun ve istikbarın esaslarını sarsmalarından sonra mescitleri
imar edenlere (mescit cemaatine) baskılar daha da şiddetlen-
di. Dikta yönetimlerin devletleri, ısrarla mescitlerle, namazla
ve Cuma hutbeleriyle yakından ilgilenmeye başladılar. Fitne-
nin önderlerinde İslâm’a karşı (göstermelik) bir duyarlılık orta-
ya çıktı. Televizyon ekranlarında hac ve namazı eda ederken
görünmekte ve Müslüman olduklarını vurgulamakta ellerini
çabuk tutuyorlar.
Resmî bir İslâm, mescitleri işgal etti, onları kamulaştırdı.
Onları, resmî hutbelerle ve uykuyu getiren resmî vaazlarla za-
rar vermek için ve mü’minlerin arasına tefrika sokmak üzere
imar etti.
Mücadelemizi Allah’ın mescitlerindeki hakkımızı talep
etmek üzerinde odaklaştırıyoruz. Bizim o mescitlerde Allah’ı
anmamızı engellemeye kimsenin hakkı yoktur. Mescidin ruhu-
nu ve mescidin misyonunu, mescidin sıvasını ve mefruşatını
dışarı çıkardıkları gibi çıkartma hakları yoktur.
Çünkü onlar, mescit duvarlarını imar etmeyi, takva sahi-
bi olduklarının propagandası için bir araç ediniyorlar. Mescit
mefruşatı arasında, bu işi meslek edinmiş hatipler, vaizler ve
Kur’ân okuyucuları edinirler. Bu sebeple mescitlerin imar edil-
mesindeki hakkımızı geri almamız bizim mücadelemizin önce-
liklerindendir.
Bu esnada ve bundan sonra mescide toplumun imanî,
siyasî ve irşadî hayatındaki birincil konumunu yeniden ka-
zandırırız.
460 Nebevî Yöntem

Bu asırda, nüfus yoğunluğunun çoğaldığı bu çağda, uzay-


daki iletişim kalabalığında, elektronik dalgalarla kıtalar ara-
sında yapay uydular yoluyla yapılan iletişim çağında, süratin
tekerleğini ve hareketin dönen çarkını durdurup insanların
hepsini mescidin sakin ortamına çağıracak gücümüz yoktur.
Bu sebeple biz de feza boşluğu ve iletişim ekranı aracılığıyla,
evlerindeki insanlara İslâm’ın çağrısını ve yenileme müjdesini
taşımalıyız ki, yine mescit canlı, merkez ve odak kalabilsin.
Evlerde, kahvehanelerde, kitaplarda ve dergilerde do-
laysız öğüt ya da kitlesel araçlarla tapılacak öğüdün insanları
adım adım aklen, duygularıyla ve hareketleriyle fitnenin ve
geleneğin kalelerinden mescide taşıması gerekir. Mescitten
yapılan çağrıyı kabul edenler, mescidin ruhaniyeti ve Allah’ın
evinin nuranîliği ile birlikte, imanın sükûneti ve kalbin uyanık-
lığının bulunduğu, heva ve şeytanın da hareketsiz kaldığı bir
ortamda bir araya gelirler.
Mescit, ilim halkalarıyla, iman meclisleriyle canlanır. Ora-
da davetçiler halk ile bir araya gelir, orada birlik daha da
kaynaşır, uyanıklık oradan yola çıkar, bütün türleriyle cihadın
sancakları oradan sahiplerine dağıtılır.
Mescitler yapılarının sadeliğiyle birlikte güzel görünümüy-
le fakat şu savurgan ve abartılı süslemeler olmaksızın yeni-
den imar edilir. Mescidin çevresinde maddeten ve manen ona
bitişik davetin kütüphaneleri, misafir odaları, spor salonları,
temizlik yerleri ve banyolar da yapılır. Mescid, hayatın sıcak-
lığı, hareketin harareti, uzaklaşışın soğukluğu ve geleneğin
burukluğundan kurtularak topluma geri kazandırılır.
Mescit, Kur’ân tilavetiyle ve ilim ile imar edilir. Allah’ın
anılması için tertemiz tutulur, tütsülenir ve ona gerektiği gibi
itina gösterilir. Boş konuşmalardan, anlamsız gevelemelerden
uzak durulur. Mescide sünnet olan şekliyle süslenerek, te-
mizlenerek ve hoş kokularla girilir. Mescide gitmek için gece
İmanın Şubeleri 461

karanlıklarında da gündüzün aydınlığında da yürünür. Orayı


erkekler de kadınlar da gençler de imar ederler.
Mescidin adabına ve mescitte namaz kılmanın sünnetleri-
ne riayet edilir. Bunun için iyi sesli bir müezzin ile takva sahibi
âlim imam seçilir. Saflar düzgün ve sıkı tutulur.
Topraklarımızın her bir yerinde mescitleri yaygınlaştırma-
ya ihtiyacımız vardır. Çünkü kasaba ve şehirlerde yaşayan
bazı Müslümanların kendileri de dedeleri de İslâmî eğitimden
ancak pek az şey almışlardır. Hatta babaları ve anneleri, dini
bilmeyen, tanımayan bu bir şeylere benzemeyen nesillerden
olabilirler. Böylelikle mescitlerin genel bir yaygınlık gösterme-
si, okulların yaygınlaştırılmasından öncelikli olur ya da ona
paralel olur. Büyükleri ve küçükleri yönlendiren öğretim ve
eğitim cihadı, yetişmekte olan nesillere ayrılmış okullardan
daha genel bir cihaddır. Böylelikle mescidin misyonuyla oku-
lun misyonu birbirini bütünler ve birbirini destekler. Davet ve
devlet bir araya geldiği zaman, mescitlerde davet kurumları
birleştirici, toplayıcı unsur olur. Cemaatin nakipleri de mescit-
lerin imamları, hatipleri ve halkın eğiticileri olur. Mescitlerden
birliklerini etrafa gönderirler. Doğru olan her bir işi orada bir
arada yaparlar, Yüce Allah’ın izniyle.
SEKİZİNCİ HASLET
VAKAR

Eğitim Bakımından Vakar


Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in meclisi, bir ilim
ve hilm meclisidir. Halkı eğitecek olanlar eğer vakar hasletine
yeteri kadar sahip değillerse, halk ile birlikte oturup kalkmaya,
ona öğretmeye ve onu yönlendirmeye güç yetiremezler. Daha
önce hadiste de sözü edildiği gibi vakar, nübüvvetin hasletle-
rindendir.
Vakar, sözlük anlamı itibariyle ağır(başlı)lık, acele etme-
den sükûnetle davranmak ve bu anlamda hilm, sabır, taham-
mül, temkinli olmak, nefsini disiplin altına almak, uzun nefesli
olmak, sorumlulukları taşıma ehliyetine sahip olmak, cihadda
devamlılık gibi diğer ahlâkî özellikler demektir.

Sürü Zihniyeti
Yüce Allah, Firavun hakkında, “Kavmini böylece ha-
fife aldı, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar bir
fasıklar topluluğu idi”290 buyurmaktadır. Eğer kavminin kıt
akıllılığı ve onların güçlü ve varlıklı kimseye uymak için sa-
hip bulundukları sürü istidatları bulunmamış olsaydı, Firavun,
kavmini peşine takamazdı. Firavun’un, kavmine kendisiyle
vazife aldığını gösteren seslenişi de Yüce Allah’ın bize anlat-

290 Zuhruf 43/54.


İmanın Şubeleri 463

tığı üzere şudur: “Firavun, kavmi arasında seslenip dedi


ki: ‘Mısır’ın mülkü ve altından akan şu nehirler be-
nim değil mi? Görmez misiniz? Yoksa ben, şu aşağılık
olandan ve sözünü neredeyse açıklayamayandan daha
hayırlı değil miyim?’”291
Firavun, onlarda bulunan güce (Mısır mülküne sahip
olmaya) boyun eğme ve büyüklük taslayan varlıklı kimseyi
(bu nehirler ve Mısır’ın serveti olan Nil nehri) büyük görme
hissiyatlarına, fasih dilli, saltanat sahibi bir kimsenin, Allah’ın
Nebisini küçümseyip nesebini düşük olmakla, dilinde de ağır-
lık bulunmakla nitelendirmesine karşı (“Yoksa ben şu aşağılık
olandan ve sözünü neredeyse açıklayamayandan daha ha-
yırlı değil miyim?” şeklindeki) kendi durumunu tazim eden
hâllerine seslenmiştir.
Yüce Allah ise Hz. Peygamber’e ve bizlere, “Yeryüzün-
de bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın
yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi
olmaz, yalandan başka söz de söylemezler”292 buyur-
maktadır.
İşte burada kıt düşünüş, onun, dönüşümü, zanna ve yala-
na uymak suretiyle yüzeyselliği ortaya çıkmaktadır.
Firavun kavmi, güçlü, varlıklı, fasih dille yalan söyleyen,
yersiz zanlar ve resmî propagandalarla müstekbirler tarafın-
dan yönlendirilen bir insan sürüsüydü. Yeryüzündekilerin ço-
ğunluğu da böyledir. Onların kendilerini Hakka bağlayan bir
akideleri olmadığı gibi kendilerini tehlikeli alanlardan koruya-
cak bilgileri, doğru yoldan gitmelerini sağlayacak hidayetleri
ve aydınlatıcı kitapları da yoktu. Bugünün Müslümanları da
-genelleri itibariyle- sürü zihniyetine sahip durumdadırlar.

291 Zuhruf 43/51-52.


292 En’âm 6/116.
464 Nebevî Yöntem

Fitneye maruz kalmış toplumları değiştirmeye kalkışan


kimseler, hoşlanılmayan vakıaya karşı duracak bir kudrete,
nefsini tutacak bir güce, sabır ve tahammül gücüne, karşı güç-
ler ne kadar bir araya gelirlerse gelsinler cihad çizgisi üzerinde
direnip sebat etme gücüne sahip olmaları durumunda ancak
meydana atılabilirler. Kurtarıcı nesli, ancak bâtılın seslenişleri-
ni hafife almayan, hevânın oyuncağı olmayan ve zan ve gelip
geçici hislere göre hareket etmeyen kimseler eğitebilirler.

“Lâ İlahe İllallah” Deyin, Kurtulursunuz


Biz, Allah’ın erlerinin; disiplinli ve sabırlı olmalarını, tek
bir saf hâlinde öne geçmelerini ve onların her birinin vakar ve
ağırbaşlılık hasletine sahip ve bu haslet kendisinde iyice yer
edinceye kadar eğitilmiş olmasını arzu ediyoruz. Bizler, onla-
rın her birinin -nerede olursa olsun ve nereye giderse gitsin,-
insanların, davasına karşı çıkmalarının ve onlara eziyet etme-
lerinin, kendisini amacından ve hedeflerinden saptırmayacak
şekilde durmasını istiyoruz. İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yaptığı gibi Rabbine tevekkül eden ve O’na güve-
nen muvahhidin duruşu budur.
Beyhakî, Cami’ bin Şeddâd’ın şöyle dediğini rivayet et-
miştir: “Bana, Tarık bin Abdullah adındaki bir adam haber
verip dedi ki: Ben Zülmecâz panayırında ayakta dururken
üzerinde bir cübbe bulunan bir adam geldi. Bu arada, ‘Ey
insanlar! Lâ ilahe illallah deyin kurtulursunuz’ diyor-
du. Onun arkasında da ona taş atan bir adam vardı. O da
‘Ey insanlar ona inanmayın, çünkü o, bir yalancıdır’ diyordu.
Ben, ‘Bu kimdir?’ diye sordum. Yanımdakiler, ‘Bu, kendisi-
nin Allah’ın elçisi olduğunu ileri süren Haşimoğulları’ndan
bir adamdır’ dediler. Bu sefer, ‘Peki, ona şunları yapan kim-
İmanın Şubeleri 465

dir?’ dedim. Yanımdakiler, ‘Bu, amcası Abduluzzâ’dır (Ebu


Leheb’tir)’ dediler.”293
İslâm, o gün, ilk başladığında garipti. İslâm bugün de baş-
ladığı gibi gariptir. Merhum Şeyh Muhammed Abduh da “İlk
garipliğinde ortaya çıkıp üstünlük sağladığı gibi, şu anda da
garipliğinden çıkıp üstün olacaktır” diye bir açıklama eklemiş-
ti. İnsanlar bugün bütün işlerinde Allah’ın şeriatının hükmünü
kabul etmeye kendilerini çağıran kimselere daha ileri dere-
cede tepki göstermektedirler. Çünkü Firavunî sesleniş, dikta
yöneticilerinin izlemekte olduğu yolun İslâm’ın kendisi olduğu
izlenimini vermektedir. Bu sebeple dini yenilemeye çağıran
her bir kimseyi değersizlikle, meramını açıklayamamakla ve
fikrî bakımdan gerilikle nitelendirmekte, bunun yanında ona
işkenceler, baskı ve zulümler uygulanmakta hatta öldürülmek-
tedir. Yeni firavunculuk, İslâm’a hücumun komutasını yap-
makta, firavunî çağrı da insanları hafife alarak sürü zihniye-
tine seslenmektedir.
Davetçilerin karşı karşıya kaldıkları en büyük eziyet ve
işkence ise sağı, solu tekvir edip dalaletle itham eden kardeş-
lerinden kendilerine ulaşan eziyetlerdir. Onlar böyle yapmak-
la firavunî hücumları desteklemiş olurlar. Çoğu, hayır isteyen
Müslüman kimseler olmakla birlikte insanlar arasında kendile-
rinin salih oldukları iddiası kafalarında yer ederek onları hafife
alınacak hâle getirmekte, bu sebeple hevalarını zaptedemeyip
sınır tanımaz iddialarını Allah’ın erleri hakkında yapabilmek-
tedirler. Bu ise Hâricîler’in tarihinde, aşırılıklardan ve kavmi-
yetçilik ve cehalet taassubu ile softalık taslamak suretiyle alışa-
geldiğimiz başka türden bir sürü olma hâlidir.
Hasan el-Bennâ, Usûl’ünde şunları söylemektedir. “İn-
sanların hevâlarına dayanarak güzel gördükleri, dinde aslı

293 Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, V, 370-381.


466 Nebevî Yöntem

bulunmayan -ister ona fazla bir şey eklemekle olsun, ister on-
dan eksiltmek suretiyle olsun- ortaya çıkmış her bir bid’at bir
dalalettir (dinde sapmadır). O bid’atten daha kötü (şerli) bir
sonuca götürmeyecek en uygun yolla onunla savaşmak ve
onun sonunu getirmek gerekir.”
Bu sebeple, Allah’ın erlerinin karşı karşıya kaldıkları ezi-
yetler arasında, kendi kanaatince bir ferdi bina etmek için aslı
yıkanlar, yine kendi zannınca bir sünneti ikame etmek için far-
zın ihlal edilmesine sebep olanlar ve kendi kanaatince benim-
sediği birtakım yollarla fakat daha şerlisine götüren bid’at ile
savaşanların verdikleri eziyetler yer almaktadır. Bu, hiç şüp-
hesiz bizim uzunca sabır ve tahammülümüzle karşılanmaya
ihtiyacı olan bir hafifliktir.
Aslolan “Lâ ilahe illallah”tır. Biz bu sözü hakkıyla söyle-
yecek olursak, gerçek anlamda kurtuluşa ereriz. Mü’min; ce-
maatin üyesi, nakibi ve mürşidi olarak davanın mesuliyetini
taşıyan kimsedir. O, inkârcılığın davetçileriyle, hizipçiliğin pro-
pagandacılarıyla, Müslümanların kâfir olduğunu söyleyenler-
le birlikte fitneyi körüklemek maksadıyla hamasetçi dava gü-
dücüleriyle birlikte bir yerlere sürüklenmez. Hasan el-Bennâ,
Usûl’ünde şunları söylemektedir: “İki şehadet kelimesini söy-
leyip ikrar eden, gereklerince amel edip farzını eda eden Müs-
lüman bir kimseyi, herhangi bir görüş ya da bir masiyet sebe-
biyle -küfür sözünü söylemedikçe, dinden olduğu kesin olarak
bilinen bir hususu inkâr etmedikçe, Kur’ân’ın sahih anlamlı
bir buyruğunu yalanlamadıkça, onu Arap dili anlatım üslup-
larının hiçbir şekilde kaldıramayacağı bir şekilde yorumlama-
dıkça ya da küfürden başka bir şekilde yorumlanma ihtimali
olmayan bir amel işlemedikçe- tekfir etmeyiz.”
İmanın Şubeleri 467

İhtilafa Düşmedikçe Hiçbir Kavim Sapmaz


Yol uzun, yokuş zorludur. O yokuşu aşmak imanın güçlü
olmasını, dosdoğru yol üzerinde sebat göstermek de oldukça
eğitilmiş olmayı gerektirmektedir.
Yürüyüşü bozma, şüpheye düşürme ve hareketten alıkoy-
ma hususlarında birbirini güçlendiren üç temel etken vardır:
1. Fitnenin bıraktığı miras ve geçmiş nesillerin ihtilafları:
Ahmed bin Hanbel, Tirmizî ve Hâkim’in rivayet ettiği hasen
bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöy-
le buyurmuştur: “Hidayetten sonra herhangi bir kavim,
kendilerine cedel (tartışma ve ihtilaf) verilmedikçe
asla sapmaz.”294
Keşke “Lâ ilahe illallah” deyip bu sözün bizi imanın en
yüksek şubesine yükselteceği, böylelikle de kurtuluşa erece-
ğimiz fıtrî bir imana sahip olabilseydik. Fakat ortada çeşitli
ihtilafların geriye bıraktığı bunca kalıntı vardır. Bunları tedavi
etmek ise belirli bir sabır, geniş bir kalp ve yüksek bir ufuk
gerektirir.
2. Allah’ın erlerinin seçkinleri ve geleceğin dayanağı olan
gençliğin tabiatı: Fakat bazı temiz gençlerin umutları şu sebep-
lerden dolayı kaybolabilmektedir: Bilgisi yeterli olmayan bir
eğitimcinin sınırlarını keşfetmeleri, daha önce büyük kabul et-
tikleri davetçilerin ahlâk ve imanî bakımdan bir eksikliğini gör-
meleri, sırf kendilerinin usanmaları ya da başlangıç dönem-
lerinde alevlenen ilk hareketlilik ve hamasetlerinin dinmesi…
Tirmizî’nin sahih bir senetle naklettiği bir hadise göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz her bir şeyin bir hamasetle ileri atılışı var-

294 Ahmed bin Hanbel, V, 252, 256; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 44; Hâkim, Müs-
tedrek, II, 486.
468 Nebevî Yöntem

dır. Her bir ileri atılışında bir dinmesi vardır. Bu hâl


ile karşı karşıya kalan kişi (kendini) doğrultursa ve
doğruya yakın hareket etmeye çalışırsa, onu(n iyi iş-
ler yapmasını) ümit edin. Fakat kendisine parmakla
işaret edilmeye başlanacak olursa, onu (adamdan)
saymayın.”295
Yani ilk hamaset duygularından sonra sabit adımlar-
la yürümeye devam ederse, onun kurtuluşa ereceğini ümit
edin. Fakat sivrilmeyi ve başkanlığı arzu ederse, siz onu
adamdan saymayın. Delikanlılık dönemi içeriden ve dışarı-
dan rüzgârların ve hevâların estiği bir dönemdir. Bu sebeple
yetişmekte olan arslan yavrularına gerektiği gibi itina göster-
meli, karşı karşıya kalabilecekleri afetlerden onları korumaya
çalışmalıdır. Ta ki gerekli gücü elde edip adamlıkları kemâle
erinceye kadar... Eğitim ve yapılanmadaki ihtilafların ve ha-
reketlerin birden çok olmasının rüzgârı ise ancak hafife alan
(aceleciliğe sevk eden) etkenlerden biridir.
3. Fitne ortamında İslâmî çalışmanın tabiatı: Sebat göste-
ren ve birbirleriyle karışıp bir araya gelen, kaynaşması ile gücü
daha az unsurları kendisine çekip sebatta gösterdiği örneklik-
le kararlılıkları daha da sağlamlaştıran ve sağlam duruşlu bir
cemaat hâline gelen güçlü şahsiyetler gerçekten az bulunur.
Özellikle de zulmün münkerini değiştirip insanları alışageldik-
lerinden uzaklaştırmak isteyen, kendilerine “uyusunlar, boyun
eğsinler” diye istikrar gazelleri okuyup onlara aldatıcı vaatler-
de bulunan ve hafife alan sesleniş yerine sorumlulukları taşı-
yıp önemli işleri başarmaları için onlara seslenen kimselere
yönelik eziyetlerin de buna eklenmesi gerekir.

295 Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 21.


İmanın Şubeleri 469

O hâlde eğitimimizin hedefi, zorluklara ve sıkıntılara sebat


gösterip katlanmakta başkalarına örnek teşkil edecek şekilde
erkekler ve kadınlar yetiştirmektir.
Bizler -Yüce Allah’ın izniyle- fitne kaynaklı saptırıcılıklar
döneminin sonlarını yaşıyoruz fakat hâlâ bunların dalgaları
içerisindeyiz. Mumun alevinin en güçlü olduğu zaman, sön-
mesine ramak kaldığı zamanlardır. Cahiliyenin İslâm’a karşı
en şiddetli olduğu zamanlar da hidayet ve zafer güneşinin do-
ğuşundan az önceki zamanlardır. Tartışma ve hafife alınmanın
etkenleri, kardeşten ve düşmandan ardı ardına gelen darbe-
ler... Güzel bir sabırla katlanmak gerekir. Yardım Allah’tandır.

Yapılanma Açısından Vakar

Mü’minlerin Temennisi
Hz. Ömer, arkadaşlarıyla birlikte oturdu. “Bizden her bi-
rimiz bir temennide bulunsun” dediler. Mecliste bulunanların
her biri kendi gayretleri ve önemsedikleri şeyler çerçevesinde
temennilerde bulundu. Ömer radıyallahu anh ise, içinde bu-
lundukları yeri dolduracak kadar Ebu Ubeyde misali adamla-
rının olmasını temenni etti. İçinde bulundukları oda da ancak
sınırlı sayıda adam alabilecek kadar mütevazı bir odaydı.
Çünkü Ömer, yiğitlerin değerini ve onlar arasında üstün
nitelikli sınıfın çok az rastlanılır olduğunu biliyordu. Onun
bütün meselesi ise bir ümmet inşa etmekti. Birinci derecede
sorumlu birisi olarak Ebu Ubeyde gibi pek yiğit kimselerin de-
ğerinin farkındaydı.
Şüphesiz Allah’ın erleri bir cemaattir. Onların her biri de…
Özellikle değişik gruplar var ve bunlar da sayılarını artırmak
için birbirleriyle -iyi unsurları toplamak üzere- yarışmakta ise-
ler, çok sayıda kimseyi toplama ve safı doldurma arzusu, o
470 Nebevî Yöntem

kişiyi, isimler listesine, olur olmaz türden her bir kişiyi ekle-
meye iter.
Kalite aleyhine sayıların kabarması en tehlikeli zeminler-
dendir. Mü’minler zulüm ve baskı altında bulundukları sürece
onları çevreleyen eziyet ve tehlikelerin de insanları mü’minlerin
cihadına teşvik eden bir tarafı vardır. Fakat sıkıntının gidip
Allah’ın erlerinin zafer kazandıkları gün gelince bu sefer teklifler
çoğalır ve insanlar üyelik için birbirleriyle yarışırlar. Bizler, men-
faatlere ulaşma isteğinin tamamen tahrip ettiği siyasî partiler
gördük. O partilerin asıllarındaki kötülükle birlikte makam ve
mevki onun uğursuzluğunu daha da artırmıştır.
Baskı ve zulmün varlığına rağmen insanlar arasında sade-
ce sivrilmek, baş olmak ve parmakla kendisine işaret edilmesi
için her türlü eziyete katlanacak kimseleri görebilirsiniz.
Gerek eğitimin, gerekse de yapılanmanın en tehlikeli afet-
lerinden biri ise, cemaate gelen ve atılgan bir kimsenin kont-
rolsüz iştahı ve saman alevi gibi yükselip sonra dinen taşkın-
lıklarda gayretlerini darmadağın eden hareket sarhoşluğudur.
Önünde yol açıkken bütün gücüyle ve hızıyla koşan fakat
çamurlarda ve taşlı yollarda da ağırlıkları taşıyıp arabayı çek-
mekten geri kalmayan asil bir atın bazı niteliklerinden kısaca
söz etmek istiyoruz:
1. Adımlarda Tedricilik: Koruk olmadan kuru üzüm olmak
iddiasıyla ne bir meyve ümit ederiz ne de bunu kabul ederiz.
Sağlam temellerine oturup yeterli deneyime sahip olmadan
gerekli çerçeveleri ve iyice etüd edilmiş programları hazırla-
madan önce yapının devletin yükünü taşımasını da bekleme-
yiz. Çünkü devrimci yapılanmaları hafife alıp aceleye getiren
hususlardan biri de onun, artık barajları yıkıp rüyaları kurabi-
lecek güce sahip olduğunu hayal edeceği belli bir sayısal ço-
ğunluğa vardığını hissetmesidir. Bunun sonucunda ise kendi-
sini de kendisiyle birlikte halkı da batıracak bir maceraya girer.
İmanın Şubeleri 471

Hasan el-Bennâ, davanın üç aşamalı olduğunu kabul


ederdi: Propaganda ve tanıtma aşaması sonra eğitim ve ki-
şileri seçip onları örgütleme aşaması sonra da uygulama aşa-
ması… Bu güzel bir programdır. Bununla birlikte bu aşamalar
zorunlu olarak iç içedir ve arka arkaya gelir. Biz bu ayırım ve
açıklamadan, çalışmanın tanıtma işini bitirinceye kadar du-
raklayacağı anlamını çıkarmıyoruz.
2. Eğitimde Tedricilik: Eğitim; insanî bir malzemeyi, belli
bir geçmişi, sosyal bir ortamı ve istidatları bulunan bir kişiliği
işlemektir. Bu işleyiş eğitici nakibin büyük ölçüde bir hilm (ta-
hammül) sabır, idare kabiliyeti, etkileyici üsluplarında çeşitlilik
yapabilme ve evlerinde, işlerinde, yolculuklarda ve seyahat-
lerde mü’minlerle beraber oturup kalkma özelliğine sahip ol-
masını gerektirir. Değerli ağaçlar mahsulünü geç verir. (Zararlı
otlar hızlıca çoğalır. Zeytin ağacı ise ancak seneler sonra ve
özel bir itina neticesinde mahsul verir.) Bundan dolayı biz de
güzel bir istidada sahip olan bir kimseye, olgunlaşıncaya ka-
dar senelerce sabrederiz. İnsanı bir bitkiye benzetecek olursak,
bu bitkinin kötüsü ise, aç gözlülük ve aklın kontrolünde bu-
lunmaktan uzak hamaset ve hareketlilik gibi özelliklere sahip
olan insandır. Özlü akıl ise mü’minler ile sabredip hak üzere
sebat etmeyi gerektirir. Yüce Allah, “Ve onlardan, sabret-
tikleri zaman bizim emrimizle hidayete ileten önder-
ler çıkardık”296 buyurmaktadır. Bununla, Allah’ın rasûllerini
imamete (önderliğe) yetkin kılan en büyük hasletin sabır ol-
duğuna işaret edilmektedir. Sonra da Yüce Rabbimiz, “Onlar
âyetlerimize kesin olarak inanıyorlardı”297 buyurmakta-
dır. Böylelikle sabırdan, hak üzere sebat etmekle birlikte söz
etmiş olmaktadır.

296 Secde 32/24.


297 Secde 32/24.
472 Nebevî Yöntem

3. İşlerin ve Kararların Takip Edilmesi: Aşamaları hızlıca


geçmek isteyip vakıanın üzerinden sıçramak isteyen hamasî
faaliyetlerle, sabırla tedrici bir şekilde çalışmak arasında seçim
yapmak gerekir. Ya da aceleci, hamasî duygulara sahip kim-
selerin vehmettikleri şekilde dışarıdan, tahakküm edici bir ira-
denin dayatmasıyla vakıanın değiştirilmesinin mümkün olabi-
leceğini düşünen şiddet içeren çözümle; ruhlara ve nefislere
yönelerek Kur’ân’ın ve otoritenin etkin gücüyle müjdeleyip
korkutan, sonunda ikna olup o da katılıncaya kadar ele alıp
işlemeyi kabul eden ağırbaşlı, temkinli çözüm arasında seçim
yapmak gerekir. Orada, burada (dağınık), aceleci dokunuş-
larla problemlerin bütün yönlerini kuşatan yöntemsel çalışma
arasında seçim yapmak gerekir.
Allah’ın erlerinin sorumluluğu taşımak üzere eğitilmeleri
gerekir. Öyle ki onlardan herhangi biri görevinden kaçmaya
kalkışmasın. Görevini tamamlamaktan usanmasın. Görevini
yaparken karşı karşıya kaldığı zorluklara kızarak ve başkasını
itham ederek karşı durmasın. Çalışma grubu ve halkla, yar-
dımlaşmanın dışında faydalı bir iş gerçekleştirebileceğini san-
masın. Kolay, yan ve cüz’î çözümlere eğilim göstermesin. İşte
bütün bunlar devletin kurulmasından önce ve sonra davanın
bütün çalışmalarında, yönetimde ve cihadda takip ve kontrol
etmeyi ve muhasebeye çekmeyi gerektirmektedir. Alınan her
bir kararın ya da planlanan her bir işin sorumluları da be-
lirlenir. İşin gerçekleştirilmesinin nitelikleri ve zaman, mekân,
miktar ve keyfiyet itibarıyla sınırları tayin edilir. Sorumluluk
altındaki işlerin bitirilmesi toplamı elde edilmeden herhangi
bir projenin ya da planın başarıya ulaşması mümkün değildir.
4. Sabır İmtihanı: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sa-
bır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o
(sabır ve namaz), Allah’a saygıdan kalbi ürperenler
dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir. Onlar,
İmanın Şubeleri 473

kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O’na dönecek-


lerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir.”298 Na-
mazı, istendiği gibi dosdoğru kılmak, ağır bir yük ve büyük
bir sorumluluktur. Namaza bu şekilde sabretmenin bir ahlâk
hâline gelinceye kadar sürdürülmesi gerekir. Bundan da na-
mazdan sonra gelen diğer iyilikler üzerinde sabır ve sebat
yayılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İyilik, yüzlerinizi
doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o
kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, melek-
lere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını
gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kal-
mışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan har-
car, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman
sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş za-
manlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları
taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!”299
Böylelikle Yüce Allah (birr denilen iyilikleri) sıkıntıda,
hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabır ile taçlandırıp
sonlandırmaktadır.
Allah’ın erleri, cihad etmeye ve vebalı, büyük dalgalı,
kapkaranlık bir vakıa ile savaşa girmeye çağrılmaktadırlar. Sa-
bır ise Müslim’in rivayet ettiği hadiste belirtildiği gibi o istenen
nurdur.
Eğer cihad, kardeşçe oturumlardan, ziyaretlerden, sevgi
göstermekten, bireysel bir vera ve takvadan ibaret olsaydı, ge-
rekli yapılanmaya ihtiyaç olmazdı. Fakat durum canı ve malı
feda etmeyi gerektirmektedir. Malı, ona olan sevgiye rağmen
yakınlara, yetimlere ve yoksullara vermeyi gerektirmektedir.
Durum; ümmet hayat bulsun diye, ümmet dinlensin diye uyku-

298 Bakara 2/45-46.


299 Bakara 2/177.
474 Nebevî Yöntem

suz kalıp yorulmak, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in


ümmeti suya kansın, huzur bulsun, karnı doysun diye susuz
kalmak, yorulup didinmek ve aç kalmak üzere Yüce Allah’a
verdiğin o ağır söze bağlılığı gerektirmektedir. Mesele her za-
man sıkıntı, zorluk, savaş, kan ve ölüm meselesidir. Allah’ın rı-
zasını isteyen bir kimsenin, nefsini, bu dünyada hoşlanmadığı
şeyleri kabullendirmeye alıştırması mutlaka gereklidir.
Allah’ın erleri birey olarak da cemaat olarak da mutlaka
sınanırlar. Böylelikle deneyle ve doğruluğun deliliyle ümmetin
ağırlığını ve cihadın yüklerini kimin taşıyıp sonuna kadar de-
vam edebileceği anlaşılmış olur. Şüphesiz kaçamak yollar ara-
yan, çabuk usanan, hassas ve önemli, karmaşık ve uzun gö-
revlerin başarılmasında başkalarıyla dayanışmaktan aciz olan
unsurlar, safın tamamının başarısız olmasına sebep olurlar. Bir
daldan yay yapılmadan önce sağlamlığının öğrenilmesi için da-
lın denendiği gibi, incelikli özellikleri bulunan güçlü bir aletin bir
parçasını yapabilmek amacıyla insicamının ve parçalarının bir-
birlerini tutup tutmadığının anlaşılması için çelik parçası analiz
edildiği gibi, cemaate gelenler de alanda sınanırlar.
Cihad yolunda ilerleyiş, sabır ve birr’in (iyiliğin) şartlarına
bağlılık kabiliyetini ölçmek için her zaman bir sınavdır. Müca-
hidden istenen ise, kardeşleriyle tam bir dayanışma içerisinde,
yapının emri altında, dışarıdan gelecek tehditlere ve nefsî ve
şeytanî dürtülerinin baskısına rağmen, bütün çaba ve gayret-
lerini, canını ve zamanını Yüce Allah için tahsis etmesidir.
Emir veren ve emir alan, imtihan bakımından eşittir. Hep-
si meydana inerler; mescitlerde, köylerde, hastanelerde, çar-
şı-pazarda, caddelerde ve okullarda halk ile birlikte; yoksul
ve yoksun bırakılmış, terk edilmiş, musibetzedelerle birlikte;
öğretim cihadının gerektirdiği fedakârlıklarla, aciz ve hastalar-
la, -nerede olurlarsa olsunlar- sefaletin kurbanlarıyla birlikte
meydana inerler.
İmanın Şubeleri 475

Namaza sabretmekle birlikte, fitnenin ifsat edip bozdukla-


rını ıslah etmek üzere sabretmek -ki birr budur- imtihandandır.
Allah’ın erlerinin İslâm devletinin kurulacağı zamanda da
içine girecekleri imtihana hazır olmaları görevleridir. Çünkü
o, işleri disiplin ve kontrol altına alıp organları yerli yerince
yürütmenin, üretimi artırmanın, servetlerin dağılımını güzel
sağlamanın ve İslâm’a düşman hareket eden bir vakıa ile ilişki
kurmanın bir sınavı olacaktır.
Cemaat rahata eğilimli, çabuk sonuç almak isteyen, yo-
rulmaktan uzak duran, ölümden korkan, uzun nefes gerek-
tiren hassas işleri gerçekleştirmekte acze düşen unsurlardan
meydana gelmişse, başarısızlık kesindir.
5. İstişare Hâlinde Kendisini Tutmak: Bazı insanların fıt-
ratları itibariyle sabra, uzun süreli çalışmaya ve başkalarıyla
dayanışmaya kabiliyetleri yoktur. Aralarından bazılarının da
bütün bu hususlarda eğitilmeye ihtiyaçları vardır ve bu husus-
taki eğitimden de fayda görürler.
Allah’ın erlerinin en çok muhtaç oldukları hayırlı huylar
ve imanın şubelerinden biri de mü’minlerle birlikte sabretmek,
saf ile kaynaşmak ve nasihate ve doğru söze sabredip katla-
nabilmektir. Davaya yeni katılan bir kimse, davayla birlikte
geçirdiği ilk zamanlarında, özellikle veya yaşı ilerlemiş ve alış-
kanlıkları kemikleşmişse çoğunlukla cemaatle birlikte sabra,
onlarla yardımlaşıp dayanışmaya katlanamaz, düşüncesinin
ve davranışlarının tenkit edilmesine tahammül gösteremez.
Başkasının görüşünü dinlemek ve düzenli bir istişareye katıl-
mak için kendini tutamaz. İstişarî oturumlar, sabrın ve sabır
üzerindeki eğitimin sınanması için uygun vesilelerdir. İstişare;
tartışmaya, incelemeye, sonuç çıkarmaya, teklifte bulunmaya
ve karar almaya katılmaktır. İstişare, yalnızca bir tarafın kana-
atlerini dikte etmesi değildir.
476 Nebevî Yöntem

Şûrâ, ancak Yüce Allah’ın toplu çalışmayı desteklemesiy-


le birlikte böyle bir katılımdan ileri gelir. O hâlde mü’minlerin,
kardeşleriyle birlikte sabrı, nasihate, muhalif görüşe ve sa-
mimi ve doğru yönlendirmeye sabrı öğrenmeleri zorunludur.
Çabuk parlayan, bireyci ve istikrarı olmayan bir tabiata sahip
kimselerin, uygulamakta meziyetleri olan kimseler iseler ya-
pının yan alanlarında istihdam edilmeleri mümkündür. Fakat
zorba ve bireyci karakterlerin önderlik ettiği bir yapı hiçbir hu-
susta itibara alınamaz.
Cemaat ile birlikte sabırla, nasihate ve istişare düzenine
sabır, akılsızca tabi olmak değildir. Bizler sürü zihniyetinin ve
onun afetlerinin ne olduğunu ve bu zihniyetin sökülüp atıl-
masının zorunlu olduğunu anlattık. Allah’ın erlerinden, birey
ve cemaat olarak, güçlü bir kişilik, uygulayıcı bir kararlılık ve
bunu kendisiyle gerçekleştirebilecekleri derin ve dine nüfuz
eden görüş sahibi olmaları beklenir. Bireysel kişiliğin güçlü
oluşu safın içerisinde ve cemaatle birlikte sabretmeye aykı-
rı değildir. Aksine, güçlü bir kişilik ve cemaat ruhu ile birlik-
te emir sahiplerine itaat bir araya gelecek olursa, uygulama
gücü kat kat artar.
6. Meydanda Sebat Göstermek, Katlanmak ve Savun-
mak: Fitne akımını, önüne geleni cehenneme götüren bir ne-
hir gibi düşünelim. Bizim görevimiz ise, bu nehri temizlemek,
hayrın genişliğine istikameti değiştirmektir.
Düşmanların eziyet ve işkencelerine katlanmamız bu akı-
mı ve yönünü kabul ettiğimiz anlamına gelmez. Aksine biz,
onun tersi istikametinde yüzüyoruz, kaza ve kadere sabretmek
iddiasıyla gevşemiyoruz. Biz, kadere iman eder ve rıza göste-
ririz. Fakat bu takdir olunan şeylere razı değiliz, çünkü bunlar
kötü şeylerdir; hem de bize isabet eden her bir kötülüğün se-
bebi bizim nefislerimizdendir.
İmanın Şubeleri 477

Onlar bizi susturmaya kalkışacak olurlarsa, susmayacağız.


Kökümüzü kazımak isterlerse, yaraları sarmakta gecikmeye-
ceğiz. Bizi tehdit ederlerse, biz de onları uyaracağız. Bizi iter-
lerse, biz de iteceğiz. Bu ise hikmetin gizli olmaya davet ettiği
kâhir olmayan şartlarda söz konusudur.
Şüphesiz bizim ileri atılmamız ve bize zulüm ve baskı uy-
gulayanlara karşı çıkıp onları teşhir etmemiz, cihadın ve dave-
ti yaymanın önemli bir parçasıdır.
Buhârî’nin Sahîh’indeki bir rivayete göre, Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem, Kâbe’nin hicrinde namaz kılarken
Ukbe bin Ebi Muayt gelerek elbisesini onun boynuna doladı
ve kuvvetle boğazını sıktı. Derken Ebu Bekir gelip onu omuz-
larından tutup Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerinden
attı ve “Siz, ‘Rabbim Allah’tır’ dedi diye birini öldürmek mi
istiyorsunuz?” dedi.300
Dârekutnî ve İbn Bekkâr’ın Osman radıyallahu anh’dan
rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem,
eli Ebu Bekir’in elinde olduğu hâlde Beyt’i tavaf ediyordu.
Hicirde de Ukbe bin Ebi Muayt, Ebu Cehil ve Ümeyye bin
Halef vardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geçerken
ona üç defa, hoşuna gitmeyecek sözler söylediler. Dördüncü
şavtı tavaf ederken kalkıp onun karşısına dikildiler. Ebu Ce-
hil, onun yakasını tutmak istedi, ben onu ittim. Ebu Bekir de
Ümeyye bin Halef’i itti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
de Ukbe’yi itti.301
“Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerleriyle
savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu.”302
Dolayısıyla Allah’ın erlerinin, kendilerini savunmaları ve bo-

300 Buhârî, Fezâilu’s-Sahâbe 5.


301 Bk. Muhtasar Târîhu Dımeşk, I, 154.
302 Bakara 2/251.
478 Nebevî Yöntem

yun eğmemeleri gerekir. Siyasal oyunun kurallarını ve Nebevî


üslupla savunup bertaraf etmenin hesaplarını birlikte öğren-
melidirler. Böylelikle zihinlerde bu kuralların gerçek örnekle-
riyle fitnenin vakıasının müşahhas olarak görülmesini değer-
lendirsinler. Bu fitneyi kökten kazımak için bâtılı imha edecek
hak temelleri üzerinde yükselen bir cihad yoluna başvursunlar.
Çünkü bâtıl zaten yok olmaya mahkûmdur.
Eziyete sabretmesine, tedriciliğe ve fetihten önce Müslü-
manların herhangi bir zarar verecek şekilde dokunmadıkla-
rı üç yüz altmış putun bulunduğu Kâbe’nin yanında namaz
kılmasına rağmen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem su-
suyordu. Savunabilecek güce sahip olan ve karşı çıkabilecek
durumda olan ashabı da seslerini çıkarmadan boyun eğip
susmuyorlardı.
İşte Ebu Bekir radıyallahu anh, “Sizler ‘Rabbim Allah’tır’
dedi diye bir adamı öldürecek misiniz?” diye karşı çıkıyordu.
Müslümanlar o gün mustaz’aftılar, sayıca azdılar, şirk de gü-
cünün üstün bir noktasındaydı. Bununla birlikte Allah’ın erleri
hak sözü açıkça söylediler. Tehdid ve eziyete savunarak, delil
getirerek ve en zor durumlarda ve sıkıntılı hâllerde uyararak
karşılık verdiler.
Ebu Ya‘lâ ve İbn Hibbân, Amr bin el-Âs’ın şöyle dedi-
ğini rivayet etmişlerdir: Ben, Kureyşlilerin bir gün dışında,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i öldürmek istediklerini
görmedim. Kureyşliler Kâbe’nin gölgesinde oturmaktayken
kendisi de (makam-ı İbrahim’in yanında) namaz kılıyorken
onu gafil avlamak istediler. Ukbe kalkıp onun yanına gitti.
Ebu Bekir ise koşarak geldi. Nihayet arkasından Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in kolunu tuttu (ve kalkmasına
yardım etti). Bu arada, “‘Rabbim Allah’tır’ dedi diye birini
öldürmek mi istiyorsunuz?” diyordu. Sonra da onu bırakıp
gittiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazını biti-
İmanın Şubeleri 479

rince yanlarından geçip şöyle buyurdu: “Nefsimi elimde


tutana yemin ederim ki, ben, size ancak boğazları kes-
mekle gönderildim.” Bu sefer Ebu Cehil, ona, “Ey Muham-
med! Sen hiç bu derece cahil değildin” deyince Allah Rasûlü,
“(Asıl) sen onlardansın” karşılığını verdi.303 Bu rivayetin bir
benzerini İbn İshak da nakletmiştir.
İşte bu apaçık uyarıp korkutma ve bu güçlü meydan
okuyuş, İbrahim’in ve onunla birlikte olanların meydan oku-
yuşları bize örnek olduğu gibi bizim için bir örnektir. Yüce
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “İbrahim’de ve onunla
birlikte olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek
vardır. Hani onlar kavimlerine, ‘Muhakkak biz, sizden
ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi inkâr
ettik. Yalnız Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin
aranızda düşmanlık ve kin ebediyen baş göstermiştir’
demişlerdi.”304
Anam-babam onlara feda olsun, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ve ashabı susmamışlardır.
Gizlenip saklanmadılar, kolay yolu, ateşkes yolunu ve
kaçamak yolları tercih etmediler, aksine bedeli ödediler.
Rasûlü’ne zafer ve yardım vaat eden Allah’a güvenip dayan-
dılar. Şüphesiz o aslanlar tilki inlerinden ve ateşkes yapan ce-
miyetlerden çıkmadılar.
7. Bir ümmetin Sütten Kesilmesi: Fitne nizamlarının te-
melleri bir defada da yıkılabilir. Bazen de kalelerini tek tek,
muayyen olarak yıkmak gerekir. Fakat yeniden inşa, ancak
ana çizgileriyle ve detaylarıyla planın hazırlanması ve ger-
çekleştirilmesiyle mümkün olur. Bunun da körü körüne itaat
etmek, aldırışsızlık ve sürü gibi tabi olmak üzere yetiştirilmiş

303 Ebu Ya ‘lâ, Müsned, XIII, 267; İbn Hibbân, Sahîh, XIV, 525.
304 Mümtehine 60/4.
480 Nebevî Yöntem

nesillerin yeniden eğitilmesi için duyulan sorumluluk ruhuyla


yerine getirilmesi mümkündür.
Dağlar temellerinden oynayabilir fakat insanlar âdet-
lerinden vazgeçmezler.
Allah’ın erlerinin, davet aşamasında kendi başlarına ayrı-
lıp toplumun dışında ayrı bir varlık teşkil etmeleri imkânı varsa,
özellikle de baskı altında bulunup çalışma kapıları yüzlerine
kapatılmışsa, safın temizliğini korumaları mümkündür. Böyle
bir durumda ancak hicretini tamamlamış, düşüncesi, akidesi
ve ahlâkı fitnenin tortularından arınıp temizlenmiş kimseleri
kabul ederler. Fakat karşılarında kapılar açık ise, zengin olmak
için toplumun içerisine girmeleri, değiştirmeleri ve bir yerden
bir yere bir şeyleri alıp götürmeleri muayyen bir yol olursa, o
zaman ortamın hastalıklarının da kendilerine ulaşması tehli-
kesiyle karşı karşıya kalırlar, fitne de safın içerisine sızar. Bu
hâliyle fitne, menfaatlerine ulaşmak isteyen unsurlarda ya da
yolculuk sırasındaki yorgunluktan sonra dinlenmenin yollarını
arayarak birtakım ruhsatlar peşinde koşan unsurlarda müşah-
has ifadesini bulur.
Doğru yola ileten Allah’a hamd olsun ki biz, softalık tas-
layan ve gereksiz yere işi sıkı tutanlardan değiliz. Aksine bizler,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu dine yumuşaklıkla
girip dalmamızı isteyen vasiyetine uygun olarak amel ederiz.
Bununla birlikte yol yorgunluğunun ve tedricilik zorunluluğu-
nun Allah’ın erlerini yeniden inşa etme konusunda gevşekliğe
iteceğinden korkuyorum.
Kendileri hakkında ağıtlar düzüp ruhsat peşinde koşan
erler savaş kazanamazlar. Toplumun kışkırtıcı yanlarından
kendilerini uzak tutup sütten kesilmeyen erler de bu toplumu
alışageldiği eğlence, abes işler, tembellik, sorumlulukları ihmal
etme ve seviyesiz düşüncelerle çözülmüş bir ahlâktan vazge-
çiremezler.
İmanın Şubeleri 481

Beşeriyet tarihinde gördüğümüze üzere, devrim ve ıslah


dalgaları, beşerî tabiat kayasına çarpınca çabucak kırılmakta-
dır.
Önde gelen şahsiyetlerin, birtakım düşüncelerin ve ya-
şayış tarzının kaybolup gitmesinden sonra arzı ve yönetimi
başka yüzler işgal eder. Bunlar da miras olarak devralınmış
ortamın rengini almakta gecikmezler. Bu beşeriyet nefsi, sanki
bulunduğu yerin rengini alan bir bukalemun gibidir. Allah’ın
erlerinden istenen ise, münkeri gerilettikten sonra maru-
fu münkerin yerine -hiçbir boşluk bırakmadan ve geri dön-
meden- getirmeleridir. Tedricilik bir gereklilik ise, geri dönüş
akımına karşı sabretmek ondan daha da gereklidir. Allah’ın
erlerinin fitneyi yerlerinden kovup uzaklaştırma yolunda ger-
çekleştirdikleri her bir ilerleme noktasında varlıklarını oldukça
sağlamlaştırıp güçlendirmeleri ve o noktadan geri gitmemeleri
gerekir. İşte bu yöntemle, ilerlemek kesintisiz ve sürekli olur,
temeller de daha sağlam hâle gelir.
İlk günde, ilk yılda ve ilk sürede biz, münkeri bir kalem
çizgisiyle ve şiddetli bir öfkeyle ortadan kaldıramayacağımız
gibi iyiliği (marufu) de onun yerine hamasetle ve hızlı bir ka-
rarla geçiremeyiz. Fakat elde ettiğimiz her bir başarıyı sağlam-
laştırmamız ve onun üzerine yeni şeyler inşa etmemiz gerekir.
Allah’ın uygulamaya koyduğumuz her bir sınırının yanında
durur ve oradan geri dönmeyiz. İnsanlar için birtakım ruh-
satları kabul etmek zorunda kalsak dahi biz, bütün aşamalar
boyunca azimeti alan kimseler olmalıyız. Çocuklara gelince;
onlar yemeği son olarak yiyeceklerdir. Ev sahibi ise ilk ayağa
kalkıp harekete geçen ve hoşlanılmayan hâllere karşı duran
kimsedir.
Eğer fitneden kesmekte ve iman yemeğine alıştırmakta
tedricilik bir zorunluluk olursa, varsın olsun. Fakat tökezleyiş
öldürür.
482 Nebevî Yöntem

Bu Hasletin Şubeleri

Altmış Birinci Şube: Oruç


İslâm hükümlerinin dördüncüsü, şehadet kelimeleri, na-
maz ve zekât disiplinlerinin tamamlayıcı disiplinidir. Yüce
Allah’ı tevhid etmek ve O’nun ubudiyetini kabul etmek, ilah-
laştırılan hevânın egemenliğinin dışına çıkmak demektir. Na-
maz ise, namazın keyfiyetlerine ve vakitlerine boyun eğmek
suretiyle böyle bir ubudiyeti tahkik eden ibadettir. Zekât, mülk
edinme güdüsünden insanı kurtarır. Oruç ise arzu ve istek-
lere hâkim olmaktır. İşte her kim nefsini, İslâm’ın çerçevesi
içerisinde tutmak suretiyle tam anlamıyla egemenliği altına
alır, imanın yükümlülüklerini yerine getirme hususunda onun
sabretmesini sağlarsa, cihad etmeye ehil birisi olur. Hac, İslâm
hükümlerinin beşincisi olup o da cihad şekillerinden biridir.
Eğitimdeki etkisinden ayrı olarak orucun, ruhaniyeti yük-
seltmek ve onu arındırmak gibi bir etkisi de vardır. Çünkü oruç,
bedeni ve nefsi arzu ve isteklerinden alıkoymak, Yüce Allah’a
yakınlaşmak, niyetini arındırmaktır. Böylelikle de ruhanilik bir
şeffaflık kazanır. Şüphesiz nefislerin yakınlaşmaya, birbirini
sevmeye ve yardımlaşmaya en yakın oldukları hâl, şehvet ve
arzuların tortularından arınıp maddiyatın üstüne yükseldikleri
hâllerdir. Eğer insanların Ramazan gecelerini midelerini şişir-
dikleri ve anlamsız işlerle geçirdikleri vakitlere dönüştürmeleri
olmasaydı, Ramazan’da özel bir ruhanilik egemen olurdu. Bu
sebeple Allah’ın erlerinin, bu mübarek ayın görevini dikkat-
le korumaları; eğer o şeffaflık düzeyi üzere senenin tamamını
sürdürebilecek olurlarsa, bu hâllerini sürdürmeleri, bu halleri-
ni gerçekleştirmek için de Pazartesi ve Perşembe günü oruçla-
rının, eyyam-ı bîd (denilen kameri ayın 13, 14 ve 15.) günleri
orucunun, hacda olmayanların arefe günü orucunun, aşure
orucunun ve altı gün şevval orucunun desteğini almaları, Şa-
İmanın Şubeleri 483

ban ve Muharrem aylarında da çokça oruç tutmaları gerekir.


Allah’ın kendilerini doğruluk makamında bir araya getirme-
siyle topluca iftar yapmak suretiyle sevindikleri gibi orada da
sevinmeleri ümidiyle ortak iftar için haftada bir günü ganimet
olarak değerlendirmeleri gerekir. Çünkü “Oruç tutanın iki
sevinci vardır: Orucunu açınca orucunu açmasıyla se-
vinir, Rabbine kavuşunca da (orucunun ecrini almak)
ile sevinir.”305
Mü’minler kendilerini kontrol etmelidirler. Yaşayışında
orucun sonuçları açıkça görülmeyen bir kimse bilsin ki o, sa-
dece aç ve susuz kalmıştır. Çünkü Buhârî ve Sünen sahip-
lerinin Ebu Hureyre’den rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, “Her kim yalan sözü ve onunla
amel etmeyi bırakmayacak olursa, onun, yemesini ve
içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.”306

Altmış İkinci Şube: Allah’ın


Sınırlarında Durmak
Buhârî ve Müslim’in Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri-
ne göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Muhakkak
Yüce Allah kıskanır; O’nun kıskançlığı, mü’min kimse-
nin Allah’ın haram kıldığını yapmasıdır” buyurmuştur.307
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem burada, “Müslüman” de-
memiş, “mü’min” demiştir; çünkü mü’min bir kimse, Allah’ın
haram kıldıklarını yapmak suretiyle iman nimetini reddetmiş
olduğundan, bu davranışı sebebiyle Allah’ın kıskanmasını
(gayrete gelmesini, ona gazab etmesini) hak etmiştir.

305 Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163.


306 Buhârî, Savm 8; Ebu Davud, Sıyâm 25; Tirmizî, Savm 16; İbn Mâce, Sıyâm 21.
307 Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36.
484 Nebevî Yöntem

Şüphesiz ki mü’min ve Müslüman için Allah’ın rahmeti


pek geniştir, eğer cahillik ederek bir hayâsızlık ve bir kötülük
yapıp sonra da tevbe ederek hâllerini düzeltecek olurlarsa…
Hatta mü’min bir kimse, işlediği günahı, ona Rabbini hatırla-
tırsa ve bundan dolayı tevbe ederek O’na yönelirse, takva de-
recesine dahi yükselir. İşte günahları çok bağışlayan ve (tev-
be eden kullarını) çok seven Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendi-
lerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahların-
dan dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler. Zaten günah-
ları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar,
işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler.”308
Bir hata ve yanlışlığın arkasından pişmanlık ve tevbe gelir-
se bu, Allah’tan bir hatırlatma olup Allah Teâlâ, kuluna nimet
ve lütuf yollarından biriyle insaf etmiş olur ki bu da mağfirettir.
Fakat günah üzerinde ısrarcı olmak ve Allah’a karşı cür’etkar
davranmak, kulun Allah’ın kapısından kovulmasının -bundan
Allah’a sığınırız- sebeplerindendir.
Bu bireysel sorumluluk alanıyla ilgilidir. Allah’ın sınırlarını
korumak için vaazın, hatırlatmanın ve Allah’ın azabından ve
gazabından korkutmanın yardım ve desteği de alınır. Mü’min,
Yüce Allah ile manevî ilişkisinde yükselir, daha doğrusu Allah
onu öyle yükseltir ki sonunda Allah’tan hayâ edip utanmak
onu günahtan alıkoyan bir hâl olur. Allah’ın huzuruna elbisesi
kirlenmiş olarak çıkmak korkusu ise onun günahtan çekinip
hâlini ıslah etmesini sağlayan bir sebeptir.
Ümmet ile alakalı durumu ele alacak olursak; Allah’ın
hadlerinin uygulanması, fitne hâlinden ve tağutî hüküm ve
yönetimden, Allah’ın celal ve azametine ve O’nun hüküm-
lerine boyun eğen İslâmî toplum hâline geçiş anlamına gelir.

308 Âl-i İmrân 3/135.


İmanın Şubeleri 485

Bu ise uzun mesafeli hareketi, yola çıkışı ve yol alışı zor bir
geçiştir. Çünkü beşerî yasalar, dikta yönetimler altında hük-
mün ve yönetimin esasını teşkil eder. Bununla birlikte arzu ve
heveslerinin Yüce Allah’ın ubudiyetini kabul etmediği kimse-
lerin görüşlerinin hakem kılındığı ve lüks ve refah içindeki bir
sınıfın maslahatlarını ve onların kâfir dost ve müttefiklerinin
menfaatlerini dikkatle koruyan yasalar da bulunur.
Dinî hükümler için “ahvâl-i şahsiyye/medeni hâller” adını
verdikleri oldukça daraltılmış bir alan bıraktılar. Bıraktıkları bu
alan da ticaret, ceza, iktisat idareleri ve toplumsal yasaların
teşkil ettiği büyük karaların ortasında kalan küçük bir alandır.
Halkta ise evlilik, miras gibi şahsî ilişkiler hakkındaki Allah’ın
hükümlerine bir dereceye kadar saygılı olma şuuru devam et-
mektedir. Bununla birlikte pek çok gelenek-görenek, yalan ve
rüşvetin fesadında bir arada bulunmaktadır. Dinî eğitimi, doğ-
rudan sapıp uzaklaşmaları doğrultmayı ve cinayet ve suçların
kökünü kazımayı ihmal etmişlerdir ve tüm bunlar karmakarı-
şık bir vaziyettedir. Ahvâl-i şahsiyyenin dışına gelince; insanlar,
yönetimin cezalandırması korkusu dışında her bir engelleyici
ahlâkî bağdan kurtulmuş ve tam çözülüşe alışmış vaziyette-
dirler. Yönetimin cezasından ise bir şeyler ödeyen ve araya
iltimasçı sokan kimseler kurtulabilmektedir.
Kapitalist ve sosyalist doğrultudaki yasalar ve onların
yönlendirmeleri ümmetin ruhunu öldürmüştür. İslâm devle-
tinin görevi ise, ümmete, İslâmî yasama ve yönlendirmenin
kesinliğini yeniden getirmesidir. Bir kenara attıkları Allah’ın
hükümlerinin ise, bütün konu ve duruşlarında ümmeti can-
landırma işine bir çerçeve olmak üzere uygulanması gerek-
mektedir.
Allah’ın mü’minlerin işlerini bereketlendirmesi için,
Allah’ın sınırlarının yargıda ve paylaştırmada adalet anlamı-
na gelmesi gerekir. İçki yok, zina yok, kumar yok; evet, slo-
486 Nebevî Yöntem

gan budur; fakat propagandaların, kötü örneklerin ve cahilî


geleneklerin geriye bıraktıkları tortular sebebiyle işsizlik, kötü
eğitim ve çıplaklığın yaygınlaşmış hâli dururken bunlar na-
sıl gerçekleştirilecektir? Faiz yok, zulüm yok, karaborsa yok…
Evet, slogan budur. Fakat cahilî iki egemen sistem bizde ve
dünyada bütün bunları dimdik ayakta tutuyorken, bunun
yolu nasıl bulunacaktır?
Allah’ın indirdiklerinden başkalarıyla hükmetme vakıası,
sadece bizim, “bu helaldir, bu haramdır” diye ilan etmemizle
ortadan kalkacak değildir. Şifa verici olanın, helal ve temi-
zin reçetesini yazmakla hastamız hastalıklarından şifa bulup
iyileşemeyecektir. Eğer bizler, üst üste yığılmış kapitalizm, ko-
münizm ve cahiliye hastalıklarının toplumlarımızın ve ekono-
mimizin zayıf bünyesini ölüme götürmesini önlemek ve fitne
çamuru içinde fazla zaman kaybetmeden ve hamasetten kay-
naklanan gelişi güzel sıçramalar yapmadan İslâm’ın sağlığına
kavuşmasını istiyorsak, aşağıdaki hususlara riayet etmemiz
gerekecektir:
1. İçtihat: Toplumun bütün evlatlarını değiştirmek ve top-
lumu beşerî yasaların egemenliğinden parlak şeriatın egemen-
liğine taşımak için planlı, programlı, yasanın ihtiyaçlarını kar-
şılayacak bir içtihat gerekir. Yani şeriatın hükümlerinin, mu-
ayyen olarak uygulanabilecek ve (devlet yapısında) örgütlen-
menin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir şekilde düzenlenmesi
gerekir. Bu da yasa formatına getirilmiş şeriatın, vakıanın cüz’î
ve fer’î alanlarına hâkim kılınması anlamına gelir. Hükümleri
bilen, şeriatın usullerini yakından tanıyan fakihin içtihatta bu-
lunması yeterli değildir, bu, fayda da vermez. Aksine, onun
içtihadına; hedeflerin sınırlarını çizen, çağın zorunluluklarını,
dünyadaki iktisadî yarışların keskin ve tavizsizliğinin boyutla-
rını, hacimlerini, üretim için istenen temel araçları, ümmetin
mala ihtiyacını, mümkün olan finansman kaynaklarını, üm-
İmanın Şubeleri 487

metin dışarıdan borçlanma zorunluluğunu, mal temini ve mal


üretiminin şartlarını bilen bir iktisat âliminin de ortak olması
bir zorunluluktur. Aynı şekilde onunla birlikte bir dava ada-
mının da bulunması gerekir. Çünkü davetçilerin bizzat ken-
dilerinde fıkhî yeterlilik ve içtihat şartları bulunmuyorsa, ona,
adaletin hedeflerini, mal paylaşımını, sınıflararası farklılıklarla
savaşmasını hatırlatır. Yine müçtehitle birlikte bir idare/yö-
netim adamının da katılması gerekir. Böylelikle ona vakıayı
uygulama imkânlarını, sahtekârlığın, hainliğin ve hırsızlığın
sızdığı yasamadaki boşlukları, deneyimlerden çıkan dersleri
ve yasama teknikleriyle özelleştirme ve her şeyi tam anlamıyla
zapturapt altına alma yollarını gösterir.
Hedefi belli olan toplu bir içtihat, şeriatın maksatla-
rını, İlahî-Nebevî teşriin illetlerini ve çağın zorluklarını ve
imkânlarını göz önünde bulundurur. Bunlar yapılırken teker-
lek hızla dönmektedir ve zorunluluklar da her yandan ısrarla
kendilerini hissettirmektedir. Bu gerçekten değiştirme cihadı-
nın en büyük alanıdır.
2. Tedricilik: Bu cihad seneler alır. Hem üst üste yığılmış
hem iç içe girmiş fitne şartları nasıl İslâm’a dönüşebilir? Top-
lumun temellerine kadar kazıklarını çakmış, kökleri nefislere,
karşılıklı ilişkilere, menfaatlere, muamelata, zihinlere ve gele-
neklere kadar uzanmış bir bâtıl, (İslâm’ı) derhal nasıl değişti-
rilebilecektir?
Toplumsal, ekonomik ve idari aracın yeniden düzenlene-
bilmesi için tekerleği durdurma imkânı yoktur. Herhangi bir
devletteki yasal düzenlemeler o devletin genel düzeninin ay-
rılmaz bir parçasıdır. O hâlde bir öncelikler hiyerarşisi ortaya
koymak ve şer’î birtakım esaslardan hareketle şer’î yasaları
detaylandırmak kaçınılmazdır. Onlar, bugün vicdanlarımızda
ısrarlı bir istektir. Yarın ise, ileriye doğru yürüyüş mücade-
lesinden sonra ilerleyip duran hakka, kolay kolay yerinden
488 Nebevî Yöntem

ayrılmayan bâtılın kaçkınlarıyla vereceği mücadele esnasında


gerekli merkezi noktaları tutması için vakıa zemininde yeterli
imkân ve gücün verilmesi gerekir.
Asıllardan dallara, daha önemlilerden daha az önemliye
doğru bir tedricilik ve zamanda, zamanlamada, önceliklerde
ve ortaya çıkacak zorunlu hâllerde bir tedricilik, yasal alan-
daki dönüşüm ve değişiklik işlevinin boşlukta kalmaması ve
sükûnet içerisinde gerçekleşmemesi bakımından İslâmî deği-
şim işlemlerine benzemektedir. Boşlukta kalmak ve hareketsiz
ortamda gerçekleşmek yerine, kendi yolunu açan, destekle-
yen ve karşı çıkan coşkulu eğilimlerden ve farklı ya da uyumlu
görüşlerden beklenen veya tehdit altında bulunan maslahat-
lardan oluşan geneli kapsayıcı bir dalganın ortasında kendi-
sini dayatır. Bunları uygulamak, uzun süre hareketsiz duran
bir halkın iradesine, uzun süre atıl kalmış bir idarenin iradesi-
ne, seni aç bırakıp şartlarını sana dayatabilecek bir düşmanın
-diktatör yöneticinin, o düşmana, bizi ayakta tutan unsurlar
üzerinde verdiği uzun süre devam eden imkânlar ve dizginle-
rimizi onların eline bırakmalarından dolayı- iradesine bağlıy-
ken, sakın sen iradenle ve elindeki kılıçla bunları uygulayabi-
leceğini iddia etme.
Uzun, ağır ve derin bir miras devralıp halka sadece yöne-
timi ele geçirmek ve yasaları değiştirmek suretiyle nimetlere
garkolacaklarını, istikrar ve güç bulacaklarını vaat eden yöne-
ticilerden daha akılsız, daha yalancı ve Yüce Allah’ın kaderi-
nin yardımından kendisinden daha fazla mahrum kalacak hiç
kimse bulunamaz. Çünkü bunlar, hiçbir şey yapmadan bol
hasat vaat ederler.
Allah’ın hizbi, kışkırtıcı, aldatıcı, kandırıcı ve bol keseden
vaatlerde bulunma alışkanlıklarında ve ses getirici sloganları
yükseltme hususunda siyasî partiler ile aynı yolu izlememeli-
dir. Biz ümmete doğruyu söyleriz ve doğru olarak ona İslâm’ı
İmanın Şubeleri 489

hâkim kılmanın bedelinin uzun sabır, sürekli çalışmak, keder


ve gayrete katılmak, safları yan yana getirmek, açlıktan karın-
ları bağlamak ve bencillikleri, düşünceleri ve gelenekleri acı
bir şekilde kesmek olduğunu haber vereceğiz. Allah’ın izniy-
le kışkırtıcı hutbelerle ümmeti uyuşturmayacağız. Aksine biz,
ümmete, cihada katılması için seslenecek ve onu cömertçe
verme ve sabretme alanına katılmak için teşvik edeceğiz.
Kastettiğimiz tedricilik, yapılması gereken görevle-
ri gözünüzde kolay gösteren, sizi, adım adım uyumaya ve
ihmalkârlığa sürükleyen yenilgiyi kabule ve acizliği itirafa gö-
türen bir tedricilik değildir. Biz bununla, sürekli uyanık ve ihti-
mam gösteren cihadın tedriciliğini kastetmekteyiz.
3. İmanları, Allah’ın haram kıldıklarının işlenmemesi hu-
susundaki gayretleri, Allah’ın nezdinde olanları tercih etme-
leri, kışkırtıcı ve aldatıcı hâllere karşı durup insanların fitne
zamanında alışageldikleri müdahalecilikler, menfaatçilikler ve
iltimasları engelleyişleri itibariyle yetkin kadrosuyla nizamını
uygulamaya güç yetiren şeriatın uygulanması için gerekli olan
yargı, idare ve egemenlik çerçevesini hazırlamaktır.
Geriye bırakılmış olan miras, İslâm’dan önceki yönetim
ne olursa olsun bir iflas mirasıdır. Bu nizam ister şah düzeni
gibi kapitalist bir dikta düzeni olsun, ister başımıza birinin di-
ğerinin arkasından geldiğini gördüğümüz birtakım sistemlerde
olduğu gibi cahiliyenin sağından soluna kadar kapitalist, sos-
yalist, diktatör nizam olsun fark etmez.
Sosyal, ekonomik ve ahlâkî alanlarda bu genel iflası tas-
fiye etmek için bize mü’min adamlar gerekir. Müstekbirlerin
durumlarını düzeltmek için hazırlanmış ve Müslümanları sin-
dirmek için çalışan polisliğe ve yerine getirilmesi gereken ada-
letin seraplarında kaybolduğu bürokrasiye yer olmayan yargı,
idare ve otorite düzen ve kurullarına ihtiyacımız vardır.
490 Nebevî Yöntem

4. Haksızlıkların iade edilmesi: (Önceki düzenin) tasfi-


yesinin ilk aşaması, yapılmış haksızları giderme aşamasıdır.
Suçluların işledikleri zulümlerin, hırsızların yaptıkları talanla-
rın unutulması şer’an caiz değildir. Zaten bu durum siyasî ve
ekonomik açıdan da doğru değildir. Aynı şekilde İslâmî yöne-
timin kan banyolarıyla açılması, İslâm’ın şefkatine ve imanın
merhametine münasip değildir. Çünkü İslâm, kendisinden
önceki cahiliyeyi tamamen yıkıp ortadan kaldırır. Cüz’î bir
surette bir illet kıyası yaparak deriz ki: Yenilemekle kendisin-
den önceki fitneyi ortadan kaldırır. Bundan, sahiplerine geri
verilmesi mümkün olan haksızlıkların giderilmesi müstesnadır.
Eğer biz bu kıyası yapmayıp ırzların gasbedildiği, haramların
çiğnendiği, malların talan edildiği ve hakların zayi edildiği za-
manda insanların Müslüman olduklarını ve onların, Allah’ın
hükümlerini uygulamamalarının genel bir sorumluluk olduğu-
nu kabul edecek olursak, elbette fitneleri deşelemekte onlarca
yılımızı harcamamız gerekir ve kamu mihnetlerinden bir türlü
kapanmayan bir kapı açmış oluruz. Çünkü toplum tüm hesa-
bın içine gömülmüş hâldeydi.
Mü’minlerin emiri Ömer bin Abdulaziz, tarihin haksızlık-
larının sahiplerine geri verilmesi (reddü’l-mezalim) diye ad-
landırdığı bir uygulama yaptı. Bu, kendisinden önceki zorba
meliklik dönemlerinde gasbedilen malların sahiplerine geri
verilmesinden ibaretti. Bizim bundan daha fazlasını yapmayı
göze almamız belki güzeldir fakat bundan daha aşağısına da
razı olmamalıyız. Tıpkı Ömer bin Abdulaziz’in, kendisinden
ve ailesinden başladığı gibi Allah’ın erlerinin malî durumları-
nın ve yaşantılarının halkın gözü önünde şeffaf olması gerekir.
Hem nasıl böyle olmasın ki! Bizden önceki zalimler uzun sü-
ren yalancılıklarından dolayı güveni öldürüp gitmişlerdi.
5. İslâmî bazı organlar: Allah’ın şeriatının uygulanma
işinin miras olarak devralınmış aygıtlardan, yapısı ve üslubu
İmanın Şubeleri 491

itibariyle farklı birtakım organlara bırakılması gerekir. Yapı ba-


kımından yargı aşağıdaki kısımlara ayrılır:
a. Mezalim (haksızlıklar): Bu, İslâmî bir düzendir. Mezalim
hâkimine, halkın geneliyle, yönetim ve idare aygıtları arasın-
da ortaya çıkacak davalarla ilgili hüküm verme hususunda
geniş yetkiler verilir. Aynı zamanda kamu hakkını gözetme
ve yasama ve yönetimleri kontrol alanında da geniş yetkileri
olur. İslâmî yargının diğer türlerinde de görüldüğü gibi bir de
seri bir şekilde uygulamaya koyma söz konusudur. Bu öyle
bir yargı çeşididir ki, hâkimin ve davacıların sorumluluk duy-
gusuna güvenip dayandığı kadar beşerî yargının adalet için
yeterli teminat olarak kabul ettiği otoriteye dayanmaz. Bu sö-
zünü ettiğimiz mezalim yargısı, idarî yargı, kamu (devlet) sav-
cılığı ve anayasa mahkemesi gibi -bu çağın terminolojisinde
söylendiği şekilde- alanları kapsar. Şüphesiz İslâmî yargının
iskeletinin yeniden kurulması, yapılanmanın şeklini değiştiren
idarî bir görevdir. Elbette ki salih ve mü’min kimseleri bunu
yapmak üzere -özellikle- görevlendirilmesi, İslâmî iskeletlere
İslâmî bir muhteva veren terbiyevî bir görevdir. Bu fitnenin
egemenliği altında İslâm şeriatını da nizamını da gerçek şek-
liyle uygulamak mümkün değildir. Yine İslâm ile ilgili tasav-
vurları, Allah’ın hükümlerine bağlılıkları ve Allah ile sadakat-
leri fitne memurlarının genelinde alışageldiğimiz düzeyde olan
insanlarla bunu uygulamaya da imkân yoktur.
b. Hisbe: Bu da hızlı yargı için İslâmî bir düzendir ki, gö-
revi işleri eğrilmeden önce doğrultmak ve soğumadan önce
demiri dövmektir. Hisbenin yetkisi genel gidişi kontrol etmek-
tir; mescitler, okullar ve sokak bunun kapsamına girmektedir.
Çarşı-pazarları ve insanlar arası ilişkileri kontrol etmek de
buna dâhildir. Şüphesiz ki Allah’ın emrettiği gibi iyiliği em-
redip kötülükten alıkoymak onların yetkisindedir. Hisbe, bu
dinî görevin bel kemiğidir. Halkın bütünü bu görevin yerine
492 Nebevî Yöntem

getirilmesi için yardımcı olur. Çağın kurumları arasında polis-


lik, ahlâk zabıtası, güvenlik ve malî polis ile rüşvetle savaşma
mahkemeleri gibi kurumlar bir dereceye kadar hisbe düzenini
karşılayabilen kurumlardır. Hisbenin yetkileri ise şeriata aykırı
davranışları disiplin altına almak ve hükümler çıkarıp bunları
derhal uygulamaktır. Şüphesiz ki bu görevi yerine getirenler,
derinliklerinde imanın hakikatini yaşamayan kimselerden
olurlarsa, otorite terörünü estirme kapısının açılması müm-
kündür. Dolayısıyla bu görev, otorite sahibi olmaktan dolayı
azgınlaşmayan, güvenilir ve güçlü kimselere verilmelidir.
c. Genel yargı: Ticarî yargılar ve ceza yargıları ile diğer
yargıların, insanlar arasındaki davalarda, suçlarda, cinayet-
lerde, evlilik ve boşanmalarda, İslâmî yargıdaki bu tür anlaş-
mazlıklar için de başkaları için de özel olarak görevlendirildiği
bilinmemektedir. Bununla birlikte böyle bir özelleştirme de
mümkündür. Çünkü şer’an bunun önünde bir engel yoktur.
Fakat hükümlerin temyizi, mahkemelerdeki karşılıklı icra-
at, şer’î olmayan ispat yollarının ve avukatların laboratuvar
sonuçlarının nasıl değerlendirileceğiyle ilgili tespitler ise göz
önünde bulundurulup incelenmesi gereken, karşımıza yeni
çıkan hususlardır. Davalaşmalarda temel Nebevî esas, “Bey-
yine (delil) getirmek iddia sahibine, yemin de inkâr
eden (davalıya) aittir”309 buyruğudur. Bu kural, zahirî araş-
tırma ve tetkik ile mantıkî ispata haklarını vermektedir. Buna
karşılık, mü’min sorumluluğu ile Allah’tan korkup ahiret ce-
zasından çekinmesi davanın diğer kısmını teşkil etmektedir.
Bu ise, şeklî mantıkla dünyevî menfaatten başkasını hesaba
katmayan, ahireti inkâr eden, geri kalan cahili sistemler gibi
materyalist felsefe üzerine kurulu beşerî yargının bilmediği bir
husustur. Tüm beşerî yasalar da bunun üzerine kuruludur.

309 Tirmizî, Ahkâm 12; İbn Mâce, Ahkâm 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 123.
İmanın Şubeleri 493

6. Halkı uyandırmak ve şeriatın uygulanmasına katılması


için onu eğitmek: Mezalim hâkimi hak hususunda ne kadar
nezih ve ne kadar kahraman olursa olsun, eğer mazlumlar
yine boyun eğen, şikayet etmeyen, şikayete cesareti olmayan,
yönetilenler konumunda kalmaya devam eder, her yönden
baskılarını koymaz ve zulmün karşısında sorumlu tavrı takın-
mazsa, mazlumun hakkını almasına imkân bulunmaz. Kamu-
nun katılımı olmadan hisbe, işlerin saklı taraflarını görmek-
ten uzak yüzeysel bir kontrolden ibaret kalır. Şahidin adaletli
olması ve insanların hakları itiraf edip mazlumun yardımına
koşmakta ellerini çabuk tutmaları üzerine kurulu genel bir yar-
gı, böyle bir katılım olmadan, zannın hava boşluğunda ve ev-
rakların döngüsü içerisinde kalmaya mahkûm olur.
Yargımızın geri olmaması, nefislerde imanın manasını
olgunlaştırmamız ve o nefislerde imanın hayatının fışkırma-
sı, Müslüman yargıcın adaletinin de alışılagelmiş zulümden
rahatlatıcı olabilmesi için her hak sahibinin hakkını bilmesi
ve onu korumaya çalışması, kamuoyunun da onun hakkını
isteyip onu elde etmesine de destek vermesi gerekir. Hareket-
siz bir ortamda eşyanın dış görünüşlerini harekete geçirmenin
faydası yoktur. Müstekbirin üstünlük taslamasını, yöneticinin
hırsızlığını, karşılıklı ilişkilerde aldatmayı, yalanı ve rüşveti ka-
bullenen bir toplum bulunduğu sürece şer’î yasanın, İslâmî
düzenin, adaletli ve fakih bir yargıcın hiçbir faydası olmaz.
Ümmetin bütün kesimlerine yeni bir ruh, yeni bir irade, yeni
bir zihniyet sirayet etmedikçe genel ve özel sorumluluklar kar-
şısında da siyasal ve pratik bir duruş ortaya çıkmadıkça bun-
ların faydası olmaz.
7. Cahiliyeden ayrılmak ve Allah’ın şeriatıyla izzet bul-
mak: İslâm’a karşı onu taassupla, tevakül (denilen tembellik
ve hazır yiyicilik) ile ve baskı ile nitelendirmek kronikleşmiş
bir hamle türüdür. Hırsızın elini kesen, zina edeni recmeden
494 Nebevî Yöntem

İslâm, vahşilikle nitelendirilir. Şüphesiz devletlerarası vakıa ile


insan hakları alanında interpol, ticaret, yardımlaşma, siyaset,
finans, ekonomi ve benzeri alanlarda uluslararası yasal birta-
kım bağlar bizi bağlamaktadır. Yeryüzündekilerin çoğunluğu
ise beşeri yasalarla hükmetmekte, İslâm şeriatını anlamak için
de yeryüzü menşeli bir mantığın hükmüne başvurmakta son-
ra da tenkit ile yetinmeyip aksine bütün araçlarını -ki bunlar
pek çok ve etkindir- kullanarak baskı yapıp kendi modelleri-
nin ve yasalarının egemen olmasını sağlamaya çalışmaktadır-
lar. Bizim görevimiz ise Allah yolunda insanlardan korkma-
mak, İslâm’a yönelik maddî ve manevî terörün baskısı altında
Allah’ın şeriatından bir kıl payı kadar dahi vazgeçmemektir.
İslâm’ın çeşitli bölgeleri özgürlüğüne kavuşup Allah’ın şeriatını
da kendi ülkelerine hâkim kılacak olurlarsa, o zaman devlet-
ler arası mahfillerde ve diplomatik görüşmelerde bütün yolları
kullanarak Allah’ın şeriatının insanların şeriatının üstüne çık-
ması için cihad etmemiz gerekecektir.
Evet, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerine
indirilen hakkın gereği olarak hırsızın eli kesilir, içki içen ve
zina edene celde vurulur, muhsan olan (evli) erkek ve kadın
zinakâr da recmedilir. Yüce Allah’ın, Peygamberi’ne vah-
yetmiş olduğu bütün hükümler haktır. Bizim yargımız, usu-
lü (kökleri) ve uygulama yönleri bulunan soylu bir yargıdır.
O, kesin bir suretle çalışan bir yargıdır. Napolyon cetvelinin310
gecikmesini kabul etmez. O, avukatın delili eğip bükmesine
dayanmayan, aksine bunu yasaklayan müstesna bir yargı-
dır. Hükümlerin yargıtayca bozulması ve devlet başkanının
o hükümleri kaldırması gibi onların kanunlarının kabul ettiği
şekilde Allah’ın hadleri hususunda şefaati (iltiması) kabul et-
mez. Bu, toplum hakkına zarar vermeden, bireysel özgürlü-

310 Bununla Fransız hukukuna gönderme yapmaktadır. (Çeviren)


İmanın Şubeleri 495

ğü teminat altına alan bir yargıdır. Geçim güvenliğini, siyasal


güvenliği, öğrenim hakkını, sağlık ve mesken hakkını, devlet
otoritesi gücüyle teminat altına alır. Toplumsal ilerlemeyi, iliş-
kilerde ilerleyişi teminat altına aldığı gibi bütün kapsamlılığı
ile insanlar arasında adaleti (mezalim+hisbe+genel yargı)
de teminat altında tutar. Aynı zamanda yargı hükmünün hızlı
bir şekilde uygulanıp kesin olmasını da teminatı altına alır ve
bunu böylece yerleştirir.
Şüphesiz İslâm şeriatının ayrıcalıklı olması ve özgürlüğü,
güveni, ilerlemeyi, dünya ve ahiret hayırlarını teminat altına
alması, ancak ilahî bir kaynaktan gelen bir niteliktir. Yargının
dünya hayatının görünen kısımlarında gereğince hükmettiği
Allah’ın hadleri (sınırları), ancak kalplere, akıllara, niyetlere
ve Yüce Allah ile ilişkilere egemen olması gereken Allah’ın
diğer bütün hadleri (sınırları) ile bütünlük arz eden bir par-
çadan ibarettir. Mü’min kadın ve erkek de Allah’ın huzuruna
çıkmak için hazırlanmak üzere bunlara riayet eder. Bunun-
la Allah’ın rızasını, ahiret yurdunda da cennetini elde etmeyi
umar. Şeriatın zahiren ve batınen herhangi bir hükmü, birey-
sel ve sosyal hayatın herhangi bir cüzünden ayrı değildir. Eği-
tim ve yapılanma, yönetim ve yargı, öğretim ve sağlık, ordu
ve polis, idare ve ekonomi şeriatın uygulama alanıdır. Allah’ın
arzı, şeriatın alanı; dâru’l-İslâm ise işgal altındaki onun sağlam
kalesidir. O hâlde görevimiz onu savunmaktır, yıkılan kalesini
de yeniden inşa etmek bizim görevimizdir.
Burada erkler ayrılığından ve yargı bağımsızlığı zorunlu-
luğundan söz etmeyeceğiz. Bu konuda buradaki bölümlerden
başka yerlerde -inşaallah- ifade edeceğimiz bir görüşümüz
vardır. Bundan sonra biz anayasa hukukumuzun kıyamın
adımları ile uyumlu adımlar atması için önünü açık tutarız.
Yönetimdeki sorumluluklarımızın gelişmesine uygun geliş-
meye açık tutarız. Deneyimi mihenk taşı doğrultusunda yol
496 Nebevî Yöntem

gösterici olur. Şüphesiz ki kıyamın şekilleri ve İslâmî yönetime


geçiş aşamaları, bölgeden bölgeye farklılık gösterebilir. Bu se-
beple alan geniştir, bu alanda önceden geliştirilecek teoriler
yeterli olmaz.

Altmış Üçüncü Şube: Kanın Korunması


ve Müslümanları Affetmek
Allah’ın erlerinin önünde, düşmemeleri gereken üç kay-
gan zemin vardır:
1. Güç hazırlama aşamasında siyasal suikast üslupların-
dan, şu iki sebep dolayısıyla uzak durulmalıdır: Birincisi bize
fitne zamanlarında Müslümanları öldürmemek emrinin veril-
miş olmasıdır. İkincisi ise siyasal bir nedendir; terör, suikast
ve öldürme yöntemlerine başvuran davalar, yalnızca halka
yabancı, iknayla ve toplum arasında güç ve imkân bulmak
suretiyle zafere ulaşmaktan aciz olan davalardır. Bu, bizim,
bize hücum edilmesi hâlinde başımızı eğeceğimiz anlamına
gelmez. Aksine kendimizi savunuruz ve alanda heybetimizi
herkese gösteririz.
2. Kıyam sırasında halk ile birlikte sokaklara ineriz. Eğer
yöneticilerini seçme hususunda halkın hakkını kullanması ile
yönetime ulaşmak için siyasal yarış kapıları önümüze açılma-
yacak olursa biz de bâtılı geriletiriz. İran’daki Müslümanların
kıyamı bu konuda örnektir. Çünkü güçsüz halk, tağutun güç-
lerine, toplarına ve tanklarına çıplak göğüsleriyle karşı koydu
ve sonunda bâtıl yok olup gitti. Fakat mü’minlerin Suriye’de
yaşadıkları şartlar gibi çeşitli şartlar bir araya gelir, yönetimler
-orada olduğu gibi- aslî küfürlerini açıkça ilan ederek Müslü-
manlara savaş açarlarsa, silah taşımak farz olur.
3. Kıyamdan sonra ve tasfiye ile haksızlıkları giderme
esnasında Allah’ın erleri kan dökme kapısını açmaz, aksi-
İmanın Şubeleri 497

ne fitnenin geçmişini, olması gereken kapsamlı af ile tedavi


ederler. Böylelikle Mekke’yi fethedip ahalisine, “Haydi gidin,
siz serbest bırakılanlarsınız”311 dediği zaman Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e uyarlar. Bu cömertçe af saye-
sinde, Mekke’de kaldıkları sırada Müslümanların, Kureyş
kâfirlerinden çektikleri ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in
de ashabının da karşı karşıya kaldıkları bütün işkencelerin
üstünün örtüldüğü gibi bundan sonraki savaşların ve dökü-
len kanların tamamının da üstü örtülmüş oluyordu. Allah
Rasûlü’nün, şehitlerin efendisi Hamza’nın katilini affetmiş ol-
ması bile yeter. İslâm, gasbedilmiş mallar, araziler, menfaat
karşılığı işgal edilmiş mevkiler, rüşvete bağlı hüküm verilmiş
davalar gibi geri verilmesi mümkün olan haksızlıklar dışında
kendisinden öncekilerin hepsini yıkar, siler süpürür. Fesadın
hizmetkârları ve koruyucuları olan siyasilerin, memurların ve
kötülükleri kışkırtanların kamu alanından uzaklaştırılmaları
ağır bir muamele değildir, affa aykırı da değildir. Bununla bir-
likte durum ne olursa olsun tevbe kapısı açıktır.
Suikastten ve kıyam esnasında ve sonrasında kan dök-
mekten uzak durmanın dayanağı Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün,
kan dökülmemesine dair emir vermiş olmalarıdır. Hem biz-
ler -Allah’a hamd olsun ki- dün dini açıkça hafife aldıklarını
gösteren kimselerin, Müslüman olduklarını özellikle vurgula-
maya ve inkâr ile herhangi bir ilgilerinin bulunmadığını güçlü
bir şekilde ifade etmeye başladıklarını görüyoruz. Eğer görüş
ayrılığı İslâm’ı ve sosyalizmi anlamaktan kaynaklanıyorsa ve
bu şimdiden önceki zamanlarda Müslümanlarla bir araya ge-
lip onlarla yardımlaşmanın engeli olduysa, hiç şüphesiz rab
olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, rasûl olarak Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’e razı olan herkesin bizim üzerimiz-

311 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, 118.


498 Nebevî Yöntem

deki hakkı, karşılıklı anlaşılmak için oturmaktır, şiddet değil-


dir. İşte o vakit İslâm zafer kazanmış olacaktır. Çünkü İslâm’ın
yüzü çekicidir. Tevbe eden herkese merhaba!
Dinimiz canın korunmasını ve kan dökülmemesini em-
reder. Haksızca kan dökmeyi helâk edici günahlardan sayar.
Kasten bir mü’mini öldüren kimseyi cehennemde ebedî kal-
makla tehdit eder. Antlaşmalı olan kimseyi öldürmeye ileri de-
recede tepki gösterir. İntiharı, Müslümanların öldürülmesine
katılmayı, buna razı olmayı, zulme ve işkenceye iştirak etmeyi,
Müslümanları dövmeyi, “lâ ilahe illallah” diyenleri öldürmeyi
kesinlikle reddeder. Dinimiz ırkçılık taassubunu körükleyenle-
re, yeryüzünde fesat çıkarmak için yürüyenlere şiddetle karşı
çıkmayı emretmektedir. Hapiste olanın şeref ve haysiyetine
saygı gösterip ona şiddet ve eziyet yapmamayı emretmektedir.
Had yapılırken had uygulanan kişinin insanlığına saygı olmak
üzere yüze vurmayı yasaklamaktadır. Müslümanların kusurla-
rını, hatalarını örtmeyi, haksız yere kan dökmeyi önlemek için
şüpheli hâllerde hadlerin uygulanmamasını emretmekte, bize
zulüm yapanları affetmeyi bize sevdirmektedir.
Bütün bu emirlerin bireysel bir ahlâk, bir şuur ve bir akide
olması gerekir. Aynı zamanda İslâm’ın gölgesi altında uygula-
nan bir yasa hâlinde de bunun tercüme edilmesi gerekir.
Fitne zamanlarında her bir yol ile Müslümanların kanını
dökmekten uzak durmak dinimiz gereği Allah için riayet ettiği-
miz bir husustur. İbn Sa‘d’ın rivayet ettiğine göre, Ebu Hurey-
re radıyallahu anh dedi ki: Yemu’d-dâr diye bilinen, Osman
radıyallahu anh’ın bağylerin (ayaklananların) onu öldürmek
üzere evini kuşatmış oldukları gün Osman’ın huzuruna girdim.
“Ey mü’minlerin emiri! Vuruşalım mı?” dedim. O, “Ey Ebu
Hureyre! Bütün insanları ve onlarla birlikte beni öldürmen ho-
şuna gider mi?” dedi. Ben “hayır” dedim. O, “Allah’a yemin
olsun ki, eğer sen tek bir kişiyi dahi öldürecek olsan, bütün
İmanın Şubeleri 499

insanları öldürmüş gibi olursun” dedi. Bunun üzerine ben de


kimseyle çarpışmadan geri durdum.312
Bütün bunlar sahih hadiste varid olmuş ağır tehditten
korktuğumuz içindir. Hadis imamları olan Ahmed bin Han-
bel, Buhârî, Müslim ve başkalarının rivayet ettikleri bu hadise
göre, Ebu Bekre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in şöyle buyurduğunu söylemiştir: “İki Müslüman
kılıçlarıyla karşılaşır ve onların biri diğerini öldürecek
olursa, öldüren de öldürülen de ateştedir.” “Ey Allah’ın
Rasûlü! Öldüreni anladık da öldürülenin hâli neden böyledir?”
denilince, Allah Rasûlü, “Çünkü o da karşısındakini öl-
dürmeyi istiyordu” buyurdu.313
Kan dökmek hususunda takvalı ve çekingen davranma-
nın, hükmün Allah’a, mü’minlere ve Rasûlü’ne ait olacağı
zamanda (bütün mü’minler cemaatinin) toplu hasleti olması
icap eder. Hüküm, kaza ve kader ise yalnızca Allah’a aittir.
O’ndan, kaygan zeminlerde ayağımızın kaymasından bizi ko-
rumasını dileriz.

Altmış Dördüncü Şube: Dili


ve Sırları Korumak
Israrla şöyle bir soru sorulmaktadır: “Çalışma ve faaliyet-
lerimiz, -özellikle zulüm ve baskı altındayken- gizli mi, açık mı
olmalıdır?”
Çalışma üslubunun şekillendirilmesinde İslâm’da bir ge-
nişlik vardır. Bu genişlik, kalbi imanla dopdolu olmak şartıyla,
zorlanan kimsenin, kendini düşmanın zulüm ve baskısından

312 İbn Sa‘d, Tabakât, III, 70.


313 Buhârî, Îmân 22, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Fiten 14, 15; Ebu Davud, Fiten
5; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 29; Ahmed bin Hanbel, IV, 401, 403, 410, 418, V,
43, 46, 51; Abd bin Humeyd, Müsned, s. 192.
500 Nebevî Yöntem

koruyacak bir söz söyleyerek savunmasıyla, eziyetlere karşı


sabretmek ve ağır bir şekilde uyarıp tehdit etmek şeklindeki
Nebevî duruş arasında gidip gelmektedir. Her bir bölge ce-
maati, istenen üslubu, içinde bulunulan aşamaya uygun şart-
ta ve çalışmanın tabiatına göre takdir ve tayin etme hakkına
sahiptir.
Bütün durumlarda ise Allah’ın erlerinin tam anlamıyla
korunması gereken birtakım sırlarının olması ise kaçınılmazdır.
İslâmî yönetimde kamu işlerini üstlenen kimselerden, Müs-
lümanların sırlarını koruyacaklarına dair özel bir ahit alınır.
Çünkü bizler birtakım zıt güçlerle karşı karşıya bulunuyoruz,
topraklarımız işgal atındadır, düşman ise toplumlarımızın içine
görülmemiş şekilde sızmış vaziyettedir.
Allah’ın erleri de halk da laf götürüp getirmekten (nemi-
men), gıybetten, iftiradan ve yalandan, tıpkı leş yemekten nef-
ret ettikleri gibi nefret etmek üzere eğitilmelidirler. Aynı şekilde
onlar, Müslümanların ırzlarını (namus, şeref ve haysiyetlerini)
koruyup bunları savunmak; sövmek, lanet okumak ve çir-
kin sözler söylemek gibi alışkanlıkları terk etmek; hayvanlar
için dahi olsa yaralayıcı sözleri kullanmaktan uzak durmak;
mecliste oturanlar arasında iki kişinin kendi aralarında gizlice
konuşmamaları; danışan kimsenin sırlarını korumak ve Müs-
lümanların maslahatına zarar vermeyen bir gizliliğini bildiğin
kimsenin sırrını korumak üzere eğitilirler. Şeriat, Müslüman-
ların gizliliklerini araştırmayı yasaklar. Bu ise cihad aşamala-
rında, özellikle de İslâm devletinin kuruluşundan sonra Müs-
lümanların aleyhine ne tür planların kurulduğunu öğrenmek
için düşmanın durumlarını bilmeye aykırı değildir. Nitekim
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, düşmanın hâlini
öğrenen casusları ve düşmanın zulmünü açığa çıkarmak ve
Müslümanların durumunu da bilmelerini önlemek hususunda
izlediği ince bir üslubu vardı.
İmanın Şubeleri 501

Altmış Beşinci Şube: Susmak ve Tefekkür


Buhârî, Müslim ve Nesâî’nin rivayet ettiklerine göre, Ebu
Musa, “Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi Müslüman daha faziletlidir”
dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Diğer Müslümanların, elinden ve dilinden emin oldu-
ğu kimsedir.”314
Mü’minin, diline sahip olması, onun nefsini dizginledi-
ğinin en önemli delillerindendir. Çok konuşan kimse, ancak
önemli hususlarda sabretmekten aciz ve çabuk çözülen bir
unsurdur. Konuşmanın fazileti tefekkür faziletinden ayrı değil-
dir. Fazla konuşmak yüzeysellik, susmak ise derinliktir. Konuş-
makta acele etmek hafiflik; iyiden iyiye düşünmek, görüşünü
evirip çevirmek ise vakardır, ağırlıktır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, uzunca susan birisi
olduğu gibi, susmayı da emretmiş, Müslümanları insanları ce-
hennem ateşine burunları üstü yıkan dillerinin yaptıklarından
sakındırmıştır. Bu da oturumlardaki gereksiz konuşmaların,
konuşma yapma ve sesini yükseltme alanlarında öne çıkıp
görünmek ve tartışmanın sınırını belirlemek için bize bir edep
tayin etmektedir. Dilin yanlışlık yapması bir günahtır, susmak
ise -hadiste belirtildiği gibi- ibadetin başlangıcıdır. Özellikle,
susmakla birlikte Allah zikredilirse ve Müslümanların işleriyle
ilgili görüş geliştirip olgunlaştırılırsa bu böyledir.
Susma ve düşünme alışkanlığı mü’minlere istişare mec-
lislerinde faydalı bir katılımının olması imkânını verir. Konu-
şulanları dinlemekle birlikte sözünü ve görüşünü kendisine
saklamaz, içinden Yüce Allah’a seslenip kendisini hesaba çe-

314 Buhârî, Îmân 5; Müslim, Îmân 66; Tirmizî, Sfıatu’l-Kıyâme 52; Nesâî, Îmân
11; Ahmed bin Hanbel, II, 206, 215.
502 Nebevî Yöntem

kerek ve nefsinin gözünü ahirete yönlendirerek kalbini canlan-


dırmasına imkân verir.
İmam Malik, İbn Sa‘d ve başkaları Enes radıyallahu
anh’ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Ömer bin el-Hattâb
radıyallahu anh’ı bir gün dinledim. Onunla birlikte dışarı çık-
tım. Nihayet bir bahçenin içine girdi. Aramızda bir duvar var-
dı. O, duvarın iç tarafında idi. O, ‘Mü’minlerin emiri, Allah’a
yemin ederim ki ya Allah’tan korkar takvalı olursun ya da
kesinlikle Allah seni azaplandıracaktır’ diyordu.”315

Altmış Altıncı Şube: Sabretmek


ve Eziyete Katlanmak
Ufku dar ve sıkıntılı karakterler, üstün gayret gösteren ve
büyük işler yapacak genişlikte olamazlar. Mert kişiyi mert kılan,
geniş kalplilik, çare üretmek, üstün bakış ve yüksek düşün-
cedir. Buhârî, Müslim ve başkalarının Ebu Saîd’den rivayet
ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Hiçbir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve
daha geniş bir şey verilmemiştir.”316
Sabrın başlangıcı, öfkeyi yutmak, gücünü göstermek ve
şeytanın kişinin gurur deliklerine üfleyip de onu nefsi adına
öfkelenmeye teşvik ettiği zaman onu kovmaktır. Allah için kı-
zıp öfkelenmek ise istenen bir husustur. Bundan sonra belala-
ra ve mukadderata sabır ile sebepleri yerine getirmek, afetlere
maruz kalmaktan, tedbir almaktan, işi gevşek tutmaktan uzak
durmakla birlikte takdire tam rıza gösterermek gelir. Bundan
sonra ise çocukların, akrabaların, kardeşlerin ölümüne sab-
retmek gelir. Mü’min, her durumda Allah’tan, kendisine afiyet

315 Mâlik, Kelâm 24; İbn Sa‘d, Tabakât, III, 292.


316 Buhârî Zekât 50, Rikâk 20; Müslim, Zekât 124; Ebu Davud, Zekât 28;
Tirmizî, Birr 77; Nesâî, Zekât 85; Ahmed bin Hanbel, III, 12, 93.
İmanın Şubeleri 503

ihsan etmesini diler. Fakat o, hiçbir zaman zilletle boyun eğ-


mek ve tembellik demek olan kolay ve yumuşak olanı istemez.

Altmış Yedinci Şube: Rıfk (Yumuşak Huyluluk),


Ağırbaşlılık, Hilm ve Yaratılmışlara Merhametli Olmak
Buhârî ve Müslim, Hz. Âişe’nin şöyle dediğini rivayet et-
mişlerdir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur-
du: “Şüphesiz Allah, yumuşaklıkla muamele eder (rıfk
sahibidir). Bütün işlerde rıfkı sever.”317 Bu hususta bizim
özel işimiz ile Müslümanların genel işi arasında fark yoktur.
Müslim’deki bir diğer rivayette de şöyle buyurulmakta-
dır: “Rıfk, eğer bir şeyde bulunursa mutlaka ona gü-
zellik katar, bir şeyden alınacak olursa mutlaka onu
çirkinleştirir.”318
Yine Müslim’in bir rivayeti şöyledir: “Şüphesiz Allah,
rıfk sahibidir, rıfkı sever. Şiddete karşı vermediklerini
rıfka karşılık olarak verir.”319
Son hadiste ise rıfk ile şiddet birbirinin mukabili olarak
zikredilmiştir.
Din hususunda kolaylık göstermek ve müjdelemekle em-
rolunduk. İşte karşında Müslümanları tekfir eden bir fakih ve
işte tevbe kapılarını açık tutmayan bir davetçi ve işte İslâm’ın
hükmüne özlem duyan ve onu öfkeli, çatık kaşlı bir yüz, kı-
nından sıyrılmış bir kılıç, merhamet duymayan kalpler olarak
düşünen ve öyle canlandıran bir kişi…
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sabrının, ağırbaş-
lılığının, tahammülünün, yaratılmışlara şefkatinin örnekleri

317 Buhârî, İstitâbe 4; Müslim, Birr 77.


318 Müslim, Birr 78.
319 Müslim, Birr 77.
504 Nebevî Yöntem

üzerinde dikkatle durmak, eğitimin ve öğretimin bel kemiği-


ni teşkil eder. Böylelikle bu, uymak için bir örnek olur. Bizler
insanların karşısına asık bir yüzle, işi zorlaştırıp sıkmakla çı-
kacak olursak, insanları kuşatamayız ve insanlar bize açılmaz-
lar. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, insanlara dinini
öğretmekte onları tedrici olarak ilerletmesi ve kaba saba ve
bilgisi az kimselere karşı halim davranışıyla ilgili pek üstün
hikmetleri vardır. Hiç şüphesiz onun, münafıklara varıncaya
kadar hilmi ve yumuşaklığı bize, geçiş döneminde her türlü
ahlâkî bağdan kurtulmaya alışmış kimselere İslâm’ı sevdirme-
mizin muayyen bir görev olarak ortaya çıkması hâlinde nasıl
davranacağımızın örneklerini göstermektedir.
İslâm şeriatı tedrici bir şekilde nazil oldu. Müslümanlar ca-
hiliyeden İslâm’a tedrici bir şekilde geçtiler. Cahilî toplumdan
tedrici bir şekilde ayrıldılar. Hicretten sonra ise tedrici bir su-
rette İslâmî bir toplum ve bir devlet kurdular. Hatta cahiliyenin
bağlarının koparılması dahi tedricen oldu. Aralarında Ömer
bin el-Hattâb’ın da bulunduğu Müslüman erkeklerin, Yüce
Allah’ın, “Kâfir eşleri de nikâhınız altında tutmayın”320
buyruğu nazil olduğu zaman olan Hudeybiye barışına kadar
müşrik kadınları nikâhları altında nasıl tuttuklarına bir bakın.
Rıfk, hilm ve ağırbaşlılık
Allah’ın şeriatı inmiş, dinimiz kemale ermiştir. Allah’ın
üzerimizdeki nimeti de tamamlanmıştır. Hamd olsun Allah’a!
Bizi İslâm’a davet ettiğini söyleyen birtakım kimselerin dedik-
leri gibi, “Biz Mekke dönemi aşamasındayız. Dolayısıyla bize
namaz ve oruç farz değildir” demiyoruz. Aynı şekilde bizler
-Allah’a hamd olsun- farz, sünnet ve hatta İslâm’ın faziletle-
rinden herhangi biri hakkında da ruhsata kaçan kimselerden
değiliz. Bizim kastettiğimiz şudur:

320 Mümtehine 60/10.


İmanın Şubeleri 505

Bütün düzeylerde toplum üzerinde imanî davranış ve ya-


şayışın egemenliği kesinlikle bir avuç çamur atmak gibi olup
bitmez. İslâmî dönüşüm, bir başka dekoru koymak için bir
dekorun kaldırıldığı, takva sahibi iyi kimselerin girmesi için de
günahkârların çıktığı bir sahne değildir.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Allah tarafın-
dan desteklenen ve hatadan korunan bir Rasûl’dü. Apaçık
bir karanlık olan cahiliyeden ayrılmak ve yükselen bir nur
olan İslâm’a gitmek söz konusuydu. Vahyin nüzulü ve adaleti
ayakta tutan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ha-
zır bulunması ise, açık ve belli sınırları bulunan ayırt edici bir
durumdu. Belirsiz karanlık ve aydınlık ile karanlığın birbirine
karıştığı fitneden çıkıp İslâm’a yönelme yeniliği ise, insanların
anlamakta ihtilafa düştükleri; fert, toplum, siyaset, iktisat ve
günlük hayat bakımından ifade ettiği anlamı idrak etmekte
farklılık gösterdikleri bir husustur. Eğer bina ve inşayı, kırıp
dökmeye; sağlam adımlarla yürümeyi, sıçrayarak ilerlemeye
tercih edecek olursak, -özellikle vahiy kesilmiş, hatasızlık ihti-
mali kalkmış ve her bir yönden sıkıntı azametiyle duruyorken-
mesele gerçekten rıfkı (yumuşaklığı) ve tedriciliği gerektiren
ağır bir iştir.
Bununla birlikte Allah’ın erlerinin,-eğer tam ve eksiksiz
bir yaşayış ve davranış ile olmasa dahi en azından gözlerini
diktikleri hedef itibariyle- Kitabı ve sünneti temsil etmeleri ge-
rekir. Ümmete ashab-ı kiramın hayatını hatırlatmalı, büsbütün
olmasa bile onlar ile aynı hizaya girmeye çalışmalıdırlar.

Altmış Sekizinci Şube: Tevazu


(Alçak Gönüllük)
Allah, müstekbirleri yermiş, onların cehennemdeki akı-
betlerini, yeryüzünde bozgunculuk çıkardıklarını ve Allah’ın
506 Nebevî Yöntem

velileri/dostları olan nebilere, sıddıklara, şehitlere ve salihlere


düşmanlıklarını anlatmıştır.
Her bir kasabanın (yerleşim merkezinin), bâtıla çağıran,
fasık ve refahtan şımarmış ileri gelenleri vardır. Günümüzde
ise artık dünya tek bir köy durumundadır. Müstekbirler sınıfı
birleşmiş; insanın özgürlüğü, onun şerefli konumuna yüksel-
tilmesi ve yoksulun hakkının insaf ile verilip mazluma yardım
edilmesi davaları ile savaşmak için stratejilerini de birleştir-
mişlerdir.
Sınıflar arası mücadele ve -kendi bakış açılarına göre-
üretim düzeyindeki gelişmeye göre hareket eden bu mücade-
lenin diyalektiği üzerine kurulu bulunan Marksist çözümleme,
yeryüzündeki istikbar meselesiyle ilgili kapsamlı bir bakış orta-
ya koymakta acizdir. Çünkü bu çözümleme, beşerî toplumla-
rın hayatında yalnızca maddî yönü nazar-ı itibara almaktadır;
fakat ahlâk ve din etkenleriyle insana fıtrî şerefini unutturacak
özgürlük, adalet ve güvenlikle ilgili ilahî hakkını unutturup
bunlardan kendisini mahrum edecek şekilde maddî sınıfsal
menfaatlerinin örtüşmelerini görememektedir.
İdeolojileri kurcalamaya ihtiyacımız yoktur. Zaten bu ide-
olojiler ölmüş, tabuta girmiş ve çağın gerisinde kalmışlardır;
fakat ısrarla Allah’ın erlerinin eğitilmesi muhtevası içerisinde
dünyanın tarihî hareketine bakışın genişletilmesini ve İslâm’ın
hak ettiği seviyeye kadar yükseltilmesi için gayretlerin canlan-
dırılmasını dile getiriyoruz. Bu hak ettiği düzey ise, insanın
Yüce Rabbinden, Rasûlü aracılığıyla gelen ebedî ve kapsamlı
risaletin düzeyidir. Allah’ın erleri şunu anlamalılar: Kendile-
ri, mustaz’af insanlığı, istikbardan, onun yardımcılarından ve
musibetlerinden kurtarıp özgürlüğe kavuşturacak olanlardır.
Bu musibetlerin ekonomik, siyasî, kültürel ve tekfirci olmaları
arasında bir fark yoktur. Fakirleştirmek ise tekfirin bir aracı ve
sonucudur.
İmanın Şubeleri 507

İslâm’ın beraberinde olan tevazu ve adalettir; küfür ile


birlikte olan ise istikbar ve zulümdür. Uğursuz kapitalist düzeni
ortaya çıkartan müstekbir bencilliği ortadan kaldırmak yalnız
İslâm’la mümkündür. Allah’a iman ve nefsi Allah’ı zikretmekle
arındırmakla da bencilliğe karşı savaşmak mümkün olur. Böy-
lelikle nefis temizlenir, Allah’ın hükmüne teslim olur. Yoksa bu
hedefler, iskeletlerin değiştirilip ekonominin devletin yönlen-
dirmesine boyun eğdirilmesi sonucunda müstekbir, bencil ve
sömürücü enaniyetin gideceğinin hayalini kuran sosyalist/ko-
münist nizam ile gerçekleşmez.
İslâm’ın istediği düzeye gelebilmemiz için Allah’ın erleri-
nin tevazu faziletine bezenmeleri gerekir. Yeni gelen bir kimse,
sahte mazisinin yüksekliklerinden iman kardeşliğinin zemini-
ne inmekte büyük bir zorluk çekebilir. Allah’ın erleri, bir cema-
at olarak mustaz’af, mahrum bırakılmış, kümeslerde yaşayan,
fakir, bilgisiz ve hastalıklı halka karışmakta zorluk çekebilir.
Orada ve burada Allah’ın erlerinin, yönetime varıp farklılıkları
eritmek üzere çalışma yolunda yumuşak davranmaları kaçı-
nılmaz olur. Böylelikle halk da kerim bir mertebeye yükselir,
müstekbirler de lüksün, savurganlığın, Müslümanları küçük
görmenin ve onların başında zorbalık etmenin sahte yüksek-
liklerinden aşağı inerler.
Allah’ın erlerinin safında, büyüklenme ve kendini beğen-
me (ucb) huyuna ve İslâm’dan başka bir şeylerle izzet duyma-
nın kalıntılarına savaş açılır. Tazarru denilen tevazu huyunun
ortaya çıkardığı hâl, eğer kaba nefsi arındırmak için samimi
bir çaba içerisine girmezse, ikiyüzlülük olur. Şüphesiz ki bu
kalpler Allah’ı anarak huzur bulurlar, mutmain olmak (tu-
ma’nine) ise büyüklenmekten aşağıya inmektir, bu bakımdan
“mutmainne arazi,” aslında düz arazi hakkında kullanılan bir
tabirdir.
508 Nebevî Yöntem

Her kimden herhangi bir şekilde istikbar (büyüklenme)


kokusu alınacak olursa, artık o bizden olamaz. Biz bunu ce-
maat üyeliğine ehil olmayı bozan bir hâl olarak değerlendiririz.
Kıyamdan sonra ise bunu Müslümanların işlerini idare etme
ehliyetini bozan bir sebep olarak kabul ederiz.
Cemaate gelen bir kimsenin evini, yatağını ve birtakım
ihtiyaçlarını alıkoyması tekebbür ve istikbar değildir. Müslü-
manların birçoğu bunlara sahip bulunmasa dahi bizler, hakir
görülenlerin, cahil ve hasta bırakılanların, Allah’ın erlerinden
yerine getirmeleri istenen görevler gibi işlere kalkışmalarını
bekleyemeyiz. Bununla birlikte Allah’ın erinin gıdası, giyimi,
meskeni, silahı ve araçları bir zorunluluktur.
Evet, savurganlık ve lüks alışkanlıklarını sürdürmek ya da
gelen üzerinde bunun açıkça görülmesi münafıklığın emarele-
rindendir. Bundan dolayı biz de yeni gelen kimseden ihtiyaç
sınırları içerisinde kalıp arta kalanını vermesini, alışkanlıkla-
rından ve bencillikten kurtulmasını isteriz. Bunu yaparken,
küçük düşürerek değil ikramla, baskıyla değil teşvikle ve Yüce
Allah’ın rızasıyla yaparız. Ondan istediklerimizin, ancak sa-
bah-akşam Allah’ın rızasını isteyerek Rablerine dua eden kim-
selerle birlikte sabretmekle elde edileceğini hatırlatarız. Böyle
yapanlar ise meclislerindeki, günlük hayatlarındaki, seriyyele-
rindeki, cihadlarındaki, kasabalarındaki, şehirlerindeki, mes-
citlerindeki ve evlerindeki mü’minlerin genelidir.
Müslümanların geçim düzeyini yükseltmek, fitnenin ge-
riye bıraktığı sosyal tabakalar ile kaynaştırılması faaliyetiyle
birlikte olmalıdır. Bu ise cahil ve fakir bırakılmış hastaların te-
davisine harcanmak üzere hastalıklı yağların eritilmesiyle olur.
DOKUZUNCU HASLET
İKTİSAT

Eğitim Bakımından İktisat


Tevazu şubesinden, halkın geçim seviyesini yükseltip sı-
nıfsal farklılıkları eriterek mücadele etmek şubesine yani iktisat
hasletine giriyoruz.
Râgıb el-İsfahânî der ki: “Kast, yolun dosdoğru olması-
dır, ‘ona doğru gittim’ anlamında, ‘kasaddu kasdehu’ denilir.
İktisat da buradan gelmektedir ‘… aksade es-sehmu/ok isabet
etti’ anlamındadır.”
Kur’ân-ı Kerim’de ve Nebevî hadiste geçen “iktisat” ise
ifrat ile tefrit arasında övülen vasat bir hâldir. Nitekim Yüce
Allah’ın şu buyruğunda da şöyle bir vasatilik (itidal ve orta
yol) dile getirilmektedir: “Elini boynuna bağlanmış bırak-
ma, onu büsbütün de açma.”321 Ancak burada övülmeye
değer olan vasatilik, maksat olan Allah’ın rızası ve yolunda şe-
hit olma mertebesine ulaşmak için girişilen cihadda; ortalama
çözümleri kabul etmek anlamına da gelmez, yoldan uzaklaşıp
eğip bükülmek anlamına da gelmez. Aksine hedefi ve gayeyi
en kısa yoldan ve doğrudan görevi yerine getirmek için en
uygun araçları araştırıp bulmak demektir.

321 İsrâ 17/29.


510 Nebevî Yöntem

Oturmak mı, İdealizm mi?


Sekizinci haslet olan vakar konusunda, nefsi dizginlemeye,
temkinli hareket etmeye ve sabra teşvik eden iman şubelerini
ele aldık. Çalışırken ve iş yaparken işi sağlam yapmak, işleri
çekip çevirirken teenni ile hareket etmek faziletleri, oturmak,
hareketsizlik ve donukluğu temkinli olmak ve hikmet diye iyi
göstermeye kalkışmaya dönüşmemelidir. İşte bu dokuzuncu
haslet teraziyi doğrultan ve kasda (itidale) dikkat çeken bir
haslettir. Mü’min kişi ve mü’minler cemaati Allah’ın hatırla-
tılması, Allah yolunda cihad farizasının hatırlatılması suretiyle
şunu bilmeliler ki mü’min kişi ve mü’minler cemaati, belli bir
gayeye ulaşmak maksadı ile yol alan bir kafiledir. Gevşetip
zayıflatan bir rahata kapılmamalılar, zaten bunun içinde ya-
ratılmamışlardır.
Şu su üstündeki köpüğü andıran halimizden, uygarlık
alanındaki tökezleyişimizden ve cihad görevinden geri kalmış-
lığımızdan şikâyet ettiğimiz husus, kararlı teenni ve yerilmiş
iki uç arasındaki orta yol olan iktisatlı olmak değildir. Aksine
hareketsizlik ve oturmaktaki ya da akla zarar hareketlilikteki
aşırılıklardır. Bir kavim ki -afiyet değil bela olan- zilletle bo-
yun eğmek şeklindeki afiyetin rahatına alışmış, yenilginin do-
nukluğu içinde yaşarken bir diğer kavim ise idealisttir(hayal
âleminde yüzmektedir). İdealistlikleri onları ya aceleciliğe iter,
bunun sonunda başarısızlığa ve tökezleyişe, oradan da ümit-
leri hüsranla kaybedip Allah ve insanlar hakkında şüpheye
varan sıçrayışlar yaparlar ya da idealistlikleriyle kendi içine
kapanarak İslâm’ın şerefli geçmişiyle birlikte yaşarlar ve bu
örnek hiçbir zaman gayretleri harekete getirmeye bir örnek ve
bir hayat kaynağı oluşturamaz
İmam Müslim’in rivayetine göre Ebu Hureyre dedi ki:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Üm-
metimin en hayırlıları, aralarında peygamber olarak gönde-
İmanın Şubeleri 511

rildiğim bu nesildir sonra onlardan sonra gelecek olanlardır.”


üçüncüsünü zikredip etmediğini Allah en iyi bilendir sonra
şöyle buyurdu: “Sonra da şişmanlığı seven bir kavim onların
yerine gelecek, şahitlik etmek istenmeden şahitlik etmeye kal-
kışacaklardır.”
Şişmanlık, cihada gitmekten alıkoyar, ağırlık verir. Bir
hafiflik, akılsızca tasarruflara ve konuşmaya katılmada ace-
leciliğe sevk eder. Bol bol yiyip içmek, cihada gitmek ve ağır-
lıklarını taşımak suretiyle Allah’a doğru yolculukta bir engel-
dir. Şahitlik etsin diye çağrılmadan önce şahitlik etmek için
acele edenin hafifliğiyle birlikte doğru dürüst bir yol almak
da söz konusu olmaz, böyle bir hasletle birlikte maksada da
ulaşılmaz.

Fakirlik ile Refah Arasında


Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in etrafındaki ilk
topluluk, temel ihtiyaçlarını yetecek kadarıyla karşılamak ve
birbirini kollayıp gözetlemek esasları üzerinde yetişti. Allah’a
giden yol açık ve rahattı. Aşılması kolay olmayan yokuşta fa-
kirlik engel değildi, çünkü Allah yolunda infak etmek cihadı,
başkasını kendisine tercih etmek ve kardeşlik nefislerde kök-
lü bir yer edinmişti. Dünyanın süsü ile aldanış güçlü değildi,
çünkü bu süsün yolları ortada yoktu. Özellikle de kararlılıklar
güçlü, gayretlerin hedefi yüksekti. Bunun yerine dışarıdan
etraflarını saran engelleri ve yokuşları aşmak zordu. Şirkten
ayrılmak, hicret etmek, Ensar olmak, infak, savaş, ölüm ve
sürekli ribat yapmak (sınırları kollamak) zordu. Fakat nefsî
engeller silinip süpürülmüştü. Bundan dolayı niyetler temiz,
kalpler arı duru idi. Kıskançlık yoktu, dünyevi yarış yoktu.
Öldürücü fakirlik tehdidini teşkil edecek kadar yoksulluk bu-
lunmuyordu. Kinleri körükleyecek şekilde yaşayış düzeyinde
farklılıklar bulunmuyordu.
512 Nebevî Yöntem

Fitnenin yer ettiği toplumlarımızda ise (kötülüğe)kışkırtı-


cı unsurlar ile (iyilikten) uzak tutucu hususlar yığın yığındır.
Maddeci uygarlık, yapacağını yapmış, akılları, ruhları, çarşı
pazarları istila etmiş, kardeşlik ruhunu öldürmüş, ümmeti sı-
nıflara bölmüştür. Bir taraftan israf ve savurganlık, diğer yan-
dan fakirlik, bilgisizlik ve hastalık, halk arasındaki temelleri bil-
gisizlik, fakirlik ve hastalık gibi ağır yüklerle dondurulmuş bir
ümmet nasıl genel bir hedef belirleyebilir ya da hakikate doğ-
ru hareket edebilir. Yoksullar arasında sınıflar arası kin ruhu
sızıp cahiliyenin solcuları tarafından körüklenip dururken bir
ümmet bunu nasıl başarabilir? Eğer solcu istekler altında sak-
lı bulunan inkârcılık çağrısı ve propagandasına karşı halktaki
İslâmî akidenin direnişi olmasaydı sınıfsal mücadeleler üslu-
buna dayalı talep ve istekleri genel bir görünüm kazanır, ima-
nın üzerini örter hatta onu boğardı.
Solun propagandacıları laik devlet kurmak şeklindeki ni-
yetlerini açığa vurmakta hata ettiklerini fark ettiler, bundan
dolayı bugün onların hamasetle, güçlü bir şekilde kamuoyu-
nu kazanmak için devrimci İslâm’a çağırdıklarını görüyoruz.
Bu konuda İslâmcılar ne diyor ya da hazırlık döneminde
ve yönetim zamanı için neyi planlıyorlar ve neyi gerçekleşti-
riyorlar?
İslâm’ın, adaletin kendisi olduğunu, uygarlığın kendisi ol-
duğunu vurgulamamız yeterli değildir. Bunun yanında hayatı-
mızdaki etkisinin görülmesi gerekir. Her iki uç hakirlik ile lüks
ve refah arasındaki yolu açıklamamız ve bu yolu müşahhas
olarak ortaya koymamız bir sorumluluktur. Böylelikle bireyi
hedeflerine, amacına götüren sosyal ve ekonomik alandaki
dosdoğru yol da ortaya çıkmış olacaktır. Kur’ânî anlamıyla
adaleti ve güçlü bir iktisadı kurmak için, iktisada aykırı olan
hususların sınırlarını çizerek, gerekli planlamaları yapmamız
zorunludur.
İmanın Şubeleri 513

İmam Ali’ye nispet edilen bir sözde “Fakirlik neredeyse


küfür olacaktı” dendiğini görüyoruz. Hatta Ebu Nuaym bunu
Hilyetü’l-Evliyâ’da322 merfu bir hadis olarak rivayet etmiştir.
İşte bu, yerilmiş bulunan birinci uçtur.
İkinci ucun da Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği hadiste
yer aldığını görüyoruz. Ebu Ubeyde Bahreyn’den bir miktar
mal getirdiğinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, asha-
bına şöyle demişti: “Sizi sevindirecek şeylerin müjdesini
veriyorum, onları umabilirsiniz. Allah’a yemin ederim
ki, sizin adınıza fakirlikten korkmuyorum fakat asıl
sizden öncekilere dünyanın genişçe verilmesi gibi si-
zin önünüze de genişçe yayılacağından korkuyorum.
Onlar onun uğrunda birbirleriyle yarıştıkları gibi sizin
de onun için yarışa koyulacağınızdan, onları helak et-
tiği gibi sizi de helâk edeceğinden korkarım.”323
İşte helak oluş içinde bulunduğumuz dünyanın zenginlikleri-
nin yayılmışlığı ümmetin sefihlerinin rızıklarını kendi kendilerine
alması ve fitneye maruz bütün bölgelerde bir beyinsiz tabakası-
nın ortaya çıkıp serveti, saltanatı oyuncak haline getirirken üm-
metin büyük çoğunluğunun kâfir fakirlik içinde bulunmalarıdır.
Ve tekrar el-İsfahânî’ye dönecek olursak; o, şöyle diyor:
“İktisat iki türlüdür… Böylelikle yerilen ve övülen uçlar ara-
sında gidip gelen hususlar, hakkında kinaye yoluyla (iktisat
tabiriyle) kullanılır, adalet ile zulüm arasında bulunan gibi”
Bizler cahili solun benimsediği şekilde diyalektik mantığı
taklit etmek istemediğimiz gibi İslâmcıları sağ ve sol diye ayı-
ran yüzeysel düşünceye de dalmak istemiyoruz. Aynı zaman-
da İslâmî bir diyalektik tesis etmek için Rağıb gibi din adamla-
rımıza da dayanmak istemiyoruz.

322 Ebu Nuaym, Hilye, III, 53, 109, VIII, 253.


323 Buhârî, Cizye 1; Müslim, Zühd 6.
514 Nebevî Yöntem

Fakat fakirlik ile refah ve lüks arasındaki kutuplaşma, lüks


ve refah içerisinde bulunanlar ile yoksul ve mahrum bırakılmış
halk arasındaki kutuplaşma, zorba diktatör ve ileri gelenler ile
baskı altında bulunan davetçiler, müstekbirler ile mustaz’aflar
arasındaki kutuplaşma; bunun dünyada da Allah’ın vahyetti-
ği kitabında da hevasından konuşmayan Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in hadisinde de sabit bir vakıa olduğu üzerin-
de ısrar ediyoruz.
Yeteri kadar açık bir şekilde bu hususu anlamadığımız,
kitabımızda bunun üzerinde yeterince ısrar etmediğimiz ve
bizleri solculukla ve diyalektiği taklit etmekle itham edecekle-
rinden korktuğumuz ya da bundan daha vahim olmak üzere
kapitalizmle sömürmeyle, haram servet elde etmekle, gizli bir
ateşkes yapmışsak şüphesiz kendisine çağırmakta olduğumuz
İslâm, halkın nazarında kapalı kalacak, belirginleşmeyecektir.
Böylelikle de bizler düşmanlarımızın gaybilik, idealizm, dinî
bağnazlık, kadercilik, zilletle boyun eğmek, kadını mahrum
etmek, tağuta hizmet diye tanımladıkları mücerred iman ile
hitap ederken insanlara ekmek, ücret ve insaf diliyle hitap
edenler alanda bizi yenik düşüreceklerdir.
Fakirlik, küfrün kardeşidir, aç mideler, hasta bedenler ve
boş beyinler kesinlikle adalet çağrısından önce hiçbir çağrıyı
işitmeyecektir.
“Fakat ben sizin adınıza dünyanın önünüze yayıla-
cağından, sizden öncekiler o hususta birbirleriyle ya-
rışa girdikleri gibi sizin de o hususta birbirinizle yarışa
gireceğinizden, onları helâk ettiği gibi sizi de helak
edeceğinden korkarım.”324

324 Buhârî, Cizye 1; Müslim, Zühd 6.


İmanın Şubeleri 515

Allah’a Giden Yolda Yürümek


Rasûllulah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve Raşit halifele-
rinin zamanında belli bir maksatla gözetilen mutedil yürüyüş
uyumluydu. Mü’min cenneti, Rabbinin rızasını ve O’nun hoş-
nutluğunu arıyordu. Etrafında kendileri ile birlikte sabredece-
ği yol azığını temin etmekte kendisine yardımcı olacak, günlük
hayatında Allah’a giden yolda kendisine arkadaşlık edecek
kimseleri bulabiliyordu. Bu arkadaşlıkları, yemek ve ihtiyaç-
larını temin etmeyi kolaylaştırıyor, onunla karşılıklı maslahat
değişimleri oluyordu. Cihad alanında düşmanın önünde bir-
birine kenetlenecek kimseleri, Allah’a verilen ahid ve söze
bağlı kalmak üzere birbirlerini teşvik edecek kimseleri vardı.
Sonra dünyanın imkânları yayıldı, dâru’l-İslâm genişledi.
Ümmetin başına ısırıcı meliklik belası indi. Arkasından zorba
(diktatör) yönetimler geldi. Irkçılık belası, sınıf anlayışı belası
geldi. Abidler ve salihler birer birer ve gruplar hâlinde toplum-
dan uzaklaştı, her biri fitne dairelerinin dışında Allah’a giden
yolu bulmaya çalıştılar.
Bu, halen Allah’ın zamanımızı kendileriyle bereketlen-
dirdiği mü’min genç nesiller arasında idealistlerin kalplerinin
arzuladıkları bir yoldur. Müslümanları tekfir eden gençlik, üm-
meti kurtarmak için fitnenin azgın dalgalarına dalmaktan yana
nefsî zaaf içerisinde bulunanların, kaypaklığın müşahhas ifa-
desini teşkil eden bir vakıadır. Bunlar, marifetleri itibariyle yü-
zeyseldirler, güçlü mü’min kimseden istenen cihadı anlamak-
tan acizdirler. Tabiatları itibariyle serttirler, vakıa ile yüz yüze
gelmekten kaçmak ile Müslümanların kâfir olduğunu söyle-
mek, onları dışlamak cür’etkarlığını bir arada işleyen aşırılığa
eğilimlidirler. Birbirine çelişik iki uç arasında gidip gelmek ile
birlikte istenen “iktisat” imkânsız olur. Şüphesiz ki bu, oldukça
derin bir duygusallıktır. Bazılarımıza, insanları toza ve necase-
te maruz bırakacak şekilde süpürme hizmetine hazırlanmadan
516 Nebevî Yöntem

önce evin pisliklerinin süpürülmesini temenni etmek, uzleti ve


yalnızlığı içerisinde ümmetin başına inen belanın çekilmesiyle
kendisini teselli etme işini güzel göstermektedir.
Oysa bu, oldukça kesin ve ağır bir vakadır. Mutedil yol ise
ortadan giden ve zorla açılan bir yoldur. Mücadelenin tabiatı
ise kutuplaşmalar arasında bir kavga olmasıdır. En önemlisi
ise hakirliğin ve refahın kutuplaşmasıdır, küçük düşürücü zu-
lüm kutuplaşmasıdır.

Yapılanma Bakımından İktisat

Maddî Temel/Zemin
Materyalist analizcilerin beşeriyet tarihinde önemini vur-
guladıkları iktisadi etkenlerin gerçekten de büyük bir önemi
vardır. Soyut bir iman, en önde ve şartları arasında maddi güç
hazırlığını saymayan bir cihad, aslında davet adına bir kötü-
lüktür. Diğer taraftan giriştiği işinde hiçbir amaca ulaşamaya-
caktır. Çünkü Allah’ın kâinattaki yasalarından yüz çevirmek-
tedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Siz de onlara karşı
gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen
atlar hazırlayın.”325 Şu “bağlanıp beslenen atlar” lafızları,
bizi maddi, ekonomik mesele ile karşı karşıya getirmektedir.
Bu lafızlar atların üretimini ve bağlanıp beslenmelerini ifade
eder, zira at, yem, davarların eğitimi, silah ve bütün bunların
organizasyonu…
Eğer kapitalistiyle, sosyalistiyle, komünistiyle bütün ma-
teryalistler ekonomik temeli insanın sosyal yapısında başlan-
gıç ve amaç olarak kabul ediyorlarsa şüphesiz Yüce Allah da
bizim dikkatimizi maddi sebeplere çekmiş bulunmaktadır. On-

325 Enfâl 8/60.


İmanın Şubeleri 517

ları gayemiz olan ihsana ve imanî hedeflerimize götüren araç-


lar edinelim, madde endişesini, onun zorunluluklarını aşalım
ve maddeyi şan ve şerefimizi gerçekleştirme noktasına yüksel-
mek için bir merdiven edinelim.
Yüce Allah, insana hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
“Fakat o sarp yokuşa saldıramadı. O sarp yokuşun ne
olduğunu sen nereden bileceksin? O, köle azat etmek-
tir yahut çok açlığın olduğu bir günde yemek yedir-
mektir. Akrabalığı olan bir yetime ya da topraklara
düşmüş bir yoksula yedirmektir.”326 Açlık ve yemek ye-
dirmek; kahredilmiş kimseye vermek ve merhamet etmek su-
retiyle bencilliğin çukurlarından yükselmesi için sesleniş… Bu,
zımnen ve istinbat yoluyla ümmete bir nida olup Müslüman
ümmetten her hak sahibine hakkını vermesi için, önce geçim
rahatlığının, bununla birlikte kardeşliğin ve imanın egemen
olması için, iktisat yokuşunun aşılmasını istemektedir. Eğer fa-
kirlik küfrün öz kardeşi ve kişinin en kötü yatak arkadaşı ise
hiç şüphesiz bu maddi muhtaçlığın baskısı, uygarlık alanında
geri kalmışlığın ve her ikisinin sonucu olan zayıflık ve güçsüz-
lüğün baskısı altında inleyen bir ümmet için elbette ki böyledir.

Yolumuzu Nasıl Açacağız?


Bizim iktisadi yolculuğumuz ve eğitim, yapılanma ve iler-
leyiş aşamasında davet cihadı için maddi araçları edinmemiz
sonra da yönetim aşamasında yeniden inşa ve güç cihadı için
bunları edinmemiz, genel yürüyüşümüzden ayrı olamaz. Ak-
sine bu, öteki olmadan olmaz ve bir anlam ifade etmez. Aynı
şekilde insanın da bedeni olmadan varlığı yoktur ve düşünü-
lemez; onun hareket etme, etkileme, yürüme ve zafer kazan-
ma gücü bedenin gücüne bağlıdır.

326 Beled 11/16.


518 Nebevî Yöntem

İslâm devleti kurulmadan önce fitne ekonomisinin şekil-


lerini, ilkelerini ve hedeflerini değiştirebilme gücümüz olma-
yacaktır. Bu sebeple bizler mü’minlerin mallarından, cihadın
maddi ihtiyaçlarını toplamaya gayret ederiz. Bunları yatırım
alanında çoğaltırız, bağımsız kalmaya gayret ederiz, bizden
olmayan ve sadaka vermek isteyen kimseye elimizi uzatarak
özgürlüğümüzü elden çıkarmayız. Gittiğimiz dosdoğru yolu-
muzda istikametimizden başka tarafa kaymayız.
Yarınlarda güçlü olmak için hazırlıklı olmak üzere İslâm
ekonomisini geliştirmek ve geri kalmışlıkla savaşmak ve bü-
yüme problemlerini çözmek için programlarımızı hazırlamak
üzerinde odaklanırız. Programlar, olayları gözlemlemek, ulus-
lararası ekonominin girdilerini, hareketliliğini, krizlerini, malla-
rımızı, zenginlik kaynaklarımızı, şeref ve haysiyetimizi kurban
ettiğimiz o cehennemî sömürünün araçlarını bilmek demek-
tir. Bundan sonra ise iyice incelenmiş bir planlama tarzında
alternatifin ve uzmanlarımız, bilim adamlarımız ve istatistik
uzmanlarımızdan oluşan iktisat alanında Allah’ın erlerinin ha-
zırlanması gerekir.
Bunların hepsi de İslâmî çizginin doğruluğuna kanaat ge-
tirmiş, onu esas almak isteyen ve deneyimi başarıya götürebi-
lecek kimselerden olmalıdır.
Müslümanlar maddî alanda, bilimsel ve ahlâkî alanlarda
uygarlık kafilesinden geri kalmış bulunuyorlar. Ahlâkı ve kül-
türü itibariyle kendi kendini yiyip bitiren ve yıkılışının öncü
habercileri olan Batı uygarlığının yukarıdan aşağı yuvarlanı-
şına paralel olarak gördüğümüz İslâmî yenilenmenin müjdeci
habercileri, Allah’ın izniyle gelecekteki ilerleyişimizi bildirmek-
te ise şüphesiz ki gelecek, göründüğü kadarıyla önemli/tehli-
keli meydan okumalarla dolu olacaktır. Cahiliyenin iki devi-
nin mücadelesiyle evrensel bir renk almış bulunan bu siyasal
problemler ile birlikte biz yolumuzu nasıl açacağız? Hakirlik,
İmanın Şubeleri 519

bilgisizlik ve hastalık da aynı şekilde küresel çaptadır. Mustaz’af


dünyanın diğer halklarıyla birlikte bizim de bundan payımız
büyüktür. Küresel mücadeleler stratejik değeri olan topraklar
etrafında dönüp durmaktadır. Daru’l-İslâm ise bu stratejik
değeri olan bölgenin tam ortasında, yerkürenin etrafında bir
kuşak oluşturmaktadır ki değeri çok büyüktür. Mücadele, aynı
şekilde yeryüzünün zenginlik kaynakları üzerindedir. Bizim
zenginlik kaynaklarımız ve imkânlarımız ise -özellikle petrol
ve petrolün neticesinde sahip olunan servet- gözlerin dikildiği
fitnenin madeni olan bir noktadır. Bununla birlikte bunu güzel
bir şekilde değerlendirebilip de dünya güçleri arasında sonuç
belirleyici savaşta güzel bir şekilde kullanabilirsek bu, hayatta
kalmanın da aracıdır.
Problemlerin küreselliği bizim anlayışlarımızı, müca-
delenin hak ile bâtıl arasında, yeryüzünün müstekbirleri ve
mustaz’afları arasında kâinatın gereği bir mücadele olduğu-
nu idrak etme düzeyine yükseltir, yükseltmesi de gerekir. Ca-
hiliye mensupları ardı ardına gelen söylemlerinde neredeyse
mustaz’aflar safına şu yanlış izlenimi vermektedirler: Mesele,
cahiliyenin doğusu ile batısı arasındaki bir mücadele ile bir
tarafın özgürlüğü, diğer tarafın mahrum bırakmayı savunma-
sıdır. Onların yanlış olarak vermek istedikleri izlenime göre
dünya, Batı’ya karşı olan bir Doğu, Güney ile diyalog kur-
mak isteyen bir Kuzey’den ibarettir. Siyaset, ekonomi, barış,
diplomasi, savaş pazarlarında, devrimlerde, bloklarda, ızdı-
raplarda ise cahiliyenin değirmeni mustaz’af halkları yavaş
yavaş öğütüp gitmektedir. Müstekbir cahiliye, mustaz’af halk-
ları malî iflasa, iktisadi acizliğe itmektedir. Biz de onların uy-
garlık alanındaki iflaslarının, kendilerinin yeryüzünün maddi
ve manevi değerlerinde efendi olarak yaptığı tasarruflarının,
cehennemi aletlerinin fesadının bedelini ödüyoruz. Bunun
bedelini topraklarımızdan işgal ettikleri Filistin, Afganistan ve
diğer yerlerde ödüyoruz. Yahudi tefecilerden alınan borçlara
520 Nebevî Yöntem

ödenen faizlerle mallarımızdan, günlük yiyecek ihtiyacımızı ve


bakımsız kimselerimizi perişan eden mallara sahip olabilmek
için kişiliğimizden ve kanımızdan ödüyoruz. Cahili efendimize
vekâleten birbirimizle savaşta kullandığımız silah bedeli olarak
ödüyoruz. Bu cahilî bedelin aldattığı, uygarlık istilasının akıl-
larını ve nefislerini yenik düşürdüğü evlatlarımızla ödüyoruz.
Bu sebeple onlar içeride hiçbir şey üretmeyen kısır kimseler
hâlindedir, Aralarındaki en iyi ilim adamlarımız, uzmanlarımız
ve dâhilerimiz ise beyin göçü diye adlandırılan bir süreç içeri-
sinde küfür diyarına sığınmaktadır. Buna sebep ise kendi ül-
kelerinde yetkinliklerinin kabul edilmeyişi ve onu kullanacak
gücü bulamayışıdır.
Bizler bu küresel mücadele düzeyindeyken miras alınan
bölgecilikten daha geniş bir çerçevede planlama yapmalıyız.
Çünkü bizler fitne bölgeleri sınırları içerisinde hayatta kalma-
nın yolunu asla açamayız. Ekonomi ve İslâm’ın geleceğini ra-
hatlatma alanında da -mevcut düzenleri ne olursa olsun- Arap
ve İslâm devletleriyle ilişkiye girmekten başka çıkar yol yoktur.
Çünkü Müslümanların malı, İslâm’ın itiraf ve kabul etmediği
parçalanmış bütün bölgeler hakkında hepsinin yaygın bir şe-
kilde hak sahibi oldukları mallardır. Bu malları anlamsız şekil-
de kullanan ellerden ve Siyonist bankalardan Müslümanlara
faydalı olacak yatırım alanlarında geliştirmek için kurtarmak
bir görev bir zorunluluktur. Ta ki İslâm yurdu (dâru’l-İslâm) öz-
gürleşsin ve Allah’ın bizim için, bizi ayakta tutmak için takdir
buyurmuş olduğu o mallar ile oyuncak gibi oynayan sefihlerin
ellerini bu anlamsız tasarruflardan uzak tutsun.

Sorumluluklarımız
Küresel kriz büyümekte, İslâm ülkelerinde durumlar git-
tikçe içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır. Kimileri ipekler içeri-
sinde gezip tozarken hatta bazıları Londra namelerine uygun
İmanın Şubeleri 521

olarak dans edip hayâsızlık işlerken kimilerinin ise kapkara


sefalet içini eritip boşaltmaktadır.
Allah’ın izniyle topraklarımızda mübarek doğum sayıla-
rı yükselmektedir. Böylelikle diktatör rejimlerin yedirmekten,
öğretim ihtiyaçlarını, eğitim ihtiyaçlarını karşılamaktan, iş bul-
maktan aciz kaldığı terk edilmiş pek çok sayıda kişi ortaya
çıkmaktadır. Bunlar ise başarısız rejimlerin uçuruma doğru
daha hızlı yuvarlanmalarını sağlayacak bir baskıya sebep ol-
maktadır. Yarın İslâm devletinin gölgesi altında ve üçte biri
açlık çeken dünya nüfusu karşısında bunlardan biz sorumlu
olacağız. Batı, bunların yiyecek ve gıda maddelerini tekeli al-
tına almış, gıdalarını pazarlık konusu yaparak siyasal ve eko-
nomik ganimetler kazanmak için gıda boykotu ile korkutup
tehdit etmektedir.
Bizim sorumluluğumuz, miktar itibariyle beşeri etkeni, Si-
yonist evlatların eline geçmiş, onların ekonomilerini besleyen
dağılımı kötü mali etkeni, topraklarımızda azımsanmayacak
kadar çeşitli olan hammadde etkenlerini -Yüce Allah’a ham-
dolsun- Allah’ın bize bereket ile ihsan etmiş olduğu ziraate
elverişli arazi etkenini çok doğru bir şekilde kullanmaktır.
Sorumluluğumuz diktatörlük hesabına aşınamayacak bir
yük haline gelmiş bu nesillere yeni bir ruh aşılamaktır. Çünkü
bu yeni nesiller, kendi dünyalarında ve zihniyetlerinde, ha-
yat karşısındaki duruşlarında bozgunu, yenilgiyi ve kişiliğin
tamamen tanınmaz hale gelişini temsil etmektedir. İnsan ru-
huna isabet eden manevi tahrik belası, cahiliye tahribatını da
kapsayarak bu kurbanlık nesillerimizde müşahhas ifadesini
bulmaktadır. Toplumsal sefalet ahırlarında tavşanlar gibi do-
ğan, cahil bırakıcı okullarda ve fitne sokaklarında kendilerine
birtakım isimler ve numaralar verilip medya bombardımanı-
na, çözülüşün kışkırtıcılığına maruz bırakılan sonra da sokağa
itilen nesiller, insanı uzmanlık alanındaki görevlerine hazırla-
522 Nebevî Yöntem

yan ne bir planlama ne onu imanın manaları doğrultusunda


yetiştiren eğitim; ne kişiyi üretim, toplumsal şeref ve haysiyet
sorumluluğu beşiğine getiren ekonomik bir örgütlenme, bun-
ların hiçbiri yok…
Sorumluluğumuz, gencin/gençliğin problemlerine ilaç ol-
mayı sağlamaktır.
İslâm onları kurtaracak, onlar da ümmeti kurtara-
caklar. Allah, İslâm’a yardım etmiş, Kur’ân’ı korumuştur.
Günahkârların da ardını kesecektir.
İslâm, bu gençliğin hakkını alıp onlara insaf ve adaletle
muamele edecek, onlar da ümmetin düşmanından haklarını
alacaklardır.
İslâm, onları bir asker gibi yetiştirecek, onlar da Allah yo-
lunda cihad edeceklerdir.
Malî etkene karşı sorumluluğumuz ise; önümüzde açık
bulunan kanallardan ve istenen rıfk/yumuşaklık ile gideceği
yolu bulmak ve böylelikle ümmet iktisadının, damarlarına geri
dönmesini sağlamaktır. O, damarların içerisinde aksın, üm-
meti beslesin, düşmanlarımızın bankalarından dönerek bun-
ları yapsın. Yenilenen İslâm devleti, İslâm topraklarının başka
yerlerinde hala varlığını sürdüren diktatörlerin hükümetleriyle,
sıkıntı ve bunalımlara davetiye çıkarmaktan çok geniş alanda
çareler aramayı gerektiren anlarda ilişkilere girmek zorunda
kalacaktır.
Hammadde kaynaklarımıza karşı sorumluluğumuza ge-
lince, küresel bir adalet esası üzerine müstekbirler ile pazarlık
yapmak için yeryüzünün musataz’afları ile birleşip güçlenme-
miz gerekmektedir.
Topraklarımıza karşı sorumluluğumuz ise gıda bağım-
sızlığımızın teminatı olacak şekilde tarım reformu ve ıslahını
İmanın Şubeleri 523

gerçekleştirmeye birinci derecede itina göstermemiz gerekir.


Bekamız ve özgürlüğümüz için zorunlu şart budur.
Gençliği ilim savaşının askerleri hâline getirmek, cahilî ül-
kelerden beyinlerimizi geri almak, mümkün olan bütün bilgi-
leri bir araya getireceğimiz ilmî ağlar oluşturmak da sorumlu-
luk arasındadır. Ülkelerimizde teknolojinin temellerini atmak,
onu kendi vatanımızın malı haline getirip beslemek, yaymak,
sevmek ve teknoloji sanayiini kurmak zorundayız.
Ekonomik geriliğin problemlerini çözmek için kendimizin
bulup çıkaracağı çözümler ortaya koymak da sorumlulukla-
rımız arasındadır. Bizler kapitalist ve sosyalist modeli uzun
süre denedik hatta ümmetin sırtına yıkarak ve onun hayatı-
nın aleyhine olmak üzere denedik. Ancak bu iki modelin her
biri diğerinden daha kötü, başarısız sonuçlar vermekten başka
bir şey ortaya çıkarmamıştır. Kendi sosyalizmimizi ulusal ve
bölgesel diye nitelendirmemizin bir faydası olmadı. Bu nite-
lendirmelerin ise, dikta yöneticilerin aramızda sahip oldukları
uzun dil imtiyazı ile ümmetin hayrına olan hususlarda kolları-
nın kısa kalması dışında hiçbir faydası olmadı.
Ne Avrupa halklarının geçtiği üreme ve sanayi aşamaları
üstünden aşmak ve atlamak ne nasıl adım atacağını bilmeyen
sosyalist devrimcilik bizi geri kalmışlığın kapalı devresinden
söküp çıkarabilir. Bizler bütün işlerimizde Allah’ın şeriatıyla
hükmedeceğimiz gün yola koyulabilir, kurtulabiliriz. İlahi ka-
nun, namazda ve imanî yaşayışımızda hükmettiği gibi eko-
nomi ve dağıtım araçlarını yönlendirmede de etkili olacaktır.
Üretim tekniklerine gelince; biz de onların hikmetini göklerde
ve yerde her ne varsa kendisinin olan Allah’a ait bu âlemden
alacağız.
Bizleri, geri kalmışlığın kısır döngüsünden ve bizi dar-
madağın edip küresel tamahkârların yutmak istediği bu ana-
fordan, ancak özgürlükten sonra hazırlanacak ve özgürlüğü
524 Nebevî Yöntem

hazırlayacak olan İslâmî bloklaşma; ve bizi mustaz’aflara lider


olma ehliyetine sahip kılacak ve ölüm döşeğindeki çökmekte
ve kaybolmakta olan Batı’nın müstekbir uygarlığına alternatif
sunabilmek kurtarabilecektir.
Bu kısır döngüden çıkarak kendi kendimize yetip güç sa-
hibi olacağımız yüksek noktaya yükselişimiz, ancak iman ve
karşılıksız infak ve fedakârlık ruhunun, fedakârca çalışmak,
kolları sıvamak ve cihad ruhunun içimize sirayet etmesiyle
mümkün olacaktır. Cihad sancağı altında bulunduğumuz sü-
rece geleceğimizde kesin zafer vardır. Zafer, Allah tarafından,
iman edip salih amel işleyenlere verilmiştir.

Bazı İslâmî Kurallar


Müslüman nesillerden hiçbir nesil, bizim karşı karşıya kal-
dığımız hacim ve gururlulukta herhangi bir meydan okumak
ile karşı karşıya kalmış değildir. Silahların birbirine yakın, üre-
tim araçlarının birbirine benzer oldukları bir zamanda belirle-
yici etken de dinamik gücün organize olduğu zamanlarda top-
rakların işgali kolay bir meseleydi. Şimdi ise topraklarımız işgal
altında, kendimizin üretip tasarrufta bulunma imkânına sahip
bulunduğumuz silahımız, ekonomimiz, dinamik gücümüz ve
organize gücümüz yok. Su üstündeki köpükleri andıran kala-
balıklar dinamik gücünden yoksun, kudreti ve komutası yok.
Sayıca kalabalık var, silah yok, bu sayıca kalabalıklar zorba
yönetimler komutası altında. Siyonist grup onları bozguna uğ-
ratmaktadır. Meydan okuma bizzat kendi topraklarımızda ce-
reyan etmektedir. İşimizin başında, etrafında ve nefislerimizde
bunlar gerçekleştirmektedir. Bunun sebebi şudur: “Bir top-
lum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Al-
lah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma
kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye
İmanın Şubeleri 525

bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da


yoktur.”327
Gıda güvenliğinin meydan okuması, silah yeterliliğinin
meydan okuması, ekonomik yeterliliğin meydan okuması,
petrolün meydan okuması -ki petrol dünya ekonomisinde ha-
yatın ana damarıdır. O ise bizim için mertliğimizin ve değerle-
rimizin içinden sızıp gittiği bir ırmak, bizi dünya müstekbirleri
ve tefecilerine kulluk ile bağlayan bir prangadır- diktatör yö-
netimler arasındaki tefrika ve düşmanlığın meydan okuması…
Küresel oyun ilerlemekte, biz ise bu santranç taşında isimsiz
piyon olarak yerimizi almaktayız.
Bizler tarih rüzgârlarının esişinde serseri bir tüy gibiyiz.
Ağırlığımız, sıkletimiz yok ve birbirimizi tutmuyoruz.
Yüce efendim, ey Ebu’l-Kasım, ne kadar doğru söylemiş-
sin! Selin üzerindeki köpükleri andırıyoruz. Ölümden korkan,
hayata tutkuyla bağlanan -ki hayat da hayat olsa- kalabalıklar…
Eğitim, yapılandırma ve ilerleyiş olarak nefislerimizde kiri
değiştirmek, köpükten güce doğru değişikliğin yoludur. Eği-
tim, yapılanma ve ilerleyişin kapsamına da ekonomik eğilim,
ekonomik yapılanma ve ekonomik ilerleyiş de girer.
Bundan önce kurduğumuz gibi burada da -Allah’ın izniy-
le- İslâm’ın temelleri üzerine yapımızı kuracağız.

Esaslar
Allah’a giden yolda ilerleyen mü’min; eğitim, mal ve dün-
ya metaı ile ilişkilerinde 3 esası göz önünde bulundurur:

327 Ra‘d 13/11.


526 Nebevî Yöntem

1. Dünyaya kendisi malik olacak ama dünya ona sahip


olamayacak.
2. Kendisinin ve ailesinin geçimini, Allah’ın onu yerleştir-
diği yerde kazanmanın yollarını arayacak, ekonomik faaliyet-
leriyle ümmetine faydalı olmak için gayret gösterecek.
3. Helalden kazanıp helalde harcayacak, karaborsa yap-
mayacak, saçıp savurmayacak ve mal yığıp biriktiremeyecek.
Bu üç esas, aynı zamanda ümmetin kendisi için değer
olacak ve ümmetin kendisiyle ayakta durabileceği İslâm ik-
tisadında muteber olan esaslardır. Bu da Yüce Allah’ın,
“Allah’ın sizi (geçiminizi) ayakta tutmak için yarattığı
mallarınızı beyinsizlere vermeyin”328 buyruğundaki hede-
fin gerçekleştirilmesi içindir.
Mülkiyet, üretim ve dağıtım problemleri İslâm’da çifte ih-
timam ile ortaya atılır:
a. Bireyin bu dünya yurdundaki yolculuğunun sonunda
insani ve ruhi onurluluğuna ulaşma isteği, böyle bir yolcu-
lukta onun maddi bir azığı olmadan kazanmak için çalışma-
dan harcamasında, hikmetli bir tasarrufu bulunmadan olmaz.
Böylelikle azık düşüncesi Allah’a giden yolda ilerleyişin engeli
haline gelmez.
b. Ümmetin ayakta durması, ekonomik bağımsızlığı, gü-
venliği ve gücü hesaba katmak düşüncesidir.

Malı Elde Etme Yolları


Bireyin ve toplumun fesadı, bencilliğinin ve cimriliğinin
azmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Liberal felsefe, sosya-
list ideoloji, -düğümlerin düğümünü teşkil eden bireysel cimri-

328 Nisâ 4/5.


İmanın Şubeleri 527

liği kesinlikle hatıra getirmeden iktisadi problemi ele almak is-


terken- zulüm, karaborsa, mal toplamak, çokluğuyla övünüp
böbürlenmek, sömürü, savurganlık, sınıfsallık ve insanı mülk
sahiplerinin kölesi/aletin kulu haline getirmek suretiyle onu
üretim çarkının bir dişlisi, tüketim araçlarının tamamlayıcı bir
unsuru yaparak köleleştirmek gibi sosyal, ekonomik ve poli-
tik hastalıkların ortaya çıktığı nefsi bencillik tam olarak yerini
alıp yerleşir. Kapitalizm hak ettiği bütün aşağılatıcı niteliklerle
nitelendirilmiş bulunmaktadır. Geriye bir başka itham daha
kalmıştır ki bunu kapitalizme İslâm’dan başka kimse yönlen-
diremez ve kimse onu kapitalizme gösteremez. Bu da kapita-
lizmin insana yaptığı ve yapmakta olduğu bir bakış açısıyla
gösterilmektedir. Kapitalizm, insanı kâinatın incisiyken bir
araca dönüştürmüştür. İnsanı uhrevi ve ruhi amacından sap-
tırıp dünyevi mülk ve dünya lezzetlerinden yararlanma hedef-
lerine yönlendirmiş, Allah’ın dosdoğru yolundan onu saptırıp
uzaklaştırarak materyalizm içerisinde boğmuştur.
Sosyalist akımların ileri sürüp vaat ettiği “insanı kapita-
lizm vebasından kurtarma” sözü ise ekonomik ve sosyal alan-
da gerçekleşme zemini bulmaktan uzak birtakım rüyalardan
ibaret kalmıştır. Ayrıca sosyalizm, hayvani materyalizm daire-
sini aşamadığı gibi aşmayı dahi düşünmemiştir.
Bir sınıfın üretim araçlarını elinde bulundurup bunu te-
kelinden çıkarmaması olan kapitalizm, işçinin sömürülmesini,
araçları, toplumsal serveti talan edip kendilerine çekmenin
aracı olduğu gibi aynı sömürü ve talan, sosyalist bürokrasi le-
hine de gerçekleştirilmektedir. Bunda da ötekinde de felsefeler
farklı olsa da mülkiyeti ele geçirip tekeline alma ve sömürü,
insan nefsinin derinliklerine uzanan yönelimlerdir.
Devlet aygıtlarında tahakküm eden güç, kamu mülkiye-
tinde tahakküm eden güç ile aynı olduğu sürece zulüm ve
haddi aşıp başkalarının haklarını gasp etmekten arındırıp te-
528 Nebevî Yöntem

mizlenmesi ve disiplin altına alınması için siyasal ve ekonomik


yapıların değiştirilmesinin yetersiz kaldığı beşeri nefsin derin-
liklerinden kaynaklandığı sürece; mülkiyeti bireylerden devle-
te aktarmak kesinlikle bir ilaç olamaz.
İnsandaki nefisten kaynaklanan mülk edinme komplek-
sini tedavi edebilecek ekonomik düzen, ancak kapitalizmi,
onun doğduğu hastalıkları aşabilen ve kapitalizmin diğer yü-
zünü teşkil eden sosyalist düşünceleri aşan bir ekonomik dü-
zendir ki bu da İslâm’dan başkası değildir.
İslâm’da malın elde bulundurulması geçici bir tasarruf-
tur. Allah insana böyle hitab etmekte ve bunun gereği olarak
da Allah’ın şeriatının ümmet arasında ekonomik uygulama-
larda böylece uygulanması gerekmektedir. Yüce Allah “Sizi
başlarına halife kıldığı mallarından da infak edin.’329
‘Allah’ın size verdiği maldan onlara verin”330 buyurmak-
tadır. Bu anlamdaki âyet-i kerimeler pek çoktur. Hepsi de ma-
lın Allah’a ait olduğunu belirtmekte ve bizim o mal üzerinde
görevlendirilmiş halifelerden başka bir şey olmadığımıza işa-
ret etmektedir.
Ayrıca başka âyetler halife tayin edilen kimsenin üzerinde,
halife olarak görevlendirildiği bu maldaki görevinin tasarru-
funda değişmez birtakım hükümlere riayet olduğunu belirte-
rek açıklık getirmektedir. Şu âyet-i kerimelerde de mallar bize
nisbet edilmiştir: Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: “De ki: Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, soyu-
nuz, sopunuz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa
uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden
meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve onun yolun-
daki cihaddan daha sevimli ise o hâlde Allah’ın emri

329 Hadîd 57/7.


330 Nûr 24/33.
İmanın Şubeleri 529

gelinceye kadar bekleyedurun.”331 Burada Yüce Allah,


malları ele geçirmeyi bize nispet etmekte ve bizim sosyal şart-
larımızda, ev ile ilgili şartlarımızda niteliği söz konusu ederek
Yüce Allah’a beslenen sevginin O’nun dışındaki her şeyde, bu
arada kazanılan maldan daha çok olmasının zorunluluğuna
da dikkatimizi çekmektedir.
Allah, kullarının önünde, onları imtihan etmek için mülk
edinme kapılarını açık tutmuştur.
Bu gerçek, her ne zaman bireyin ruhunda yerini alır, onun
bir akidesi haline gelir, onun da bütün çaba ve gayretleri Allah
için olursa o kişi dünyaya malik olur ama dünya ona sahip
olamaz ve böylelikle mal yokuşunu aşabilir.
Meselenin bir imtihan meselesi olduğuna dair inanç iyice
yerleşip mülkiyet ve mülkiyetteki ekonomik tasarrufa doğru
toplumsal yürüyüş İslâm şeriatına tabi bir hâl alırsa o takdir-
de kapitalizm ve kapitalizmin veba misali hastalıkları, sosya-
lizm ve onun yalan vaadlerini aşmak mümkün olur. Çünkü
İslâm şeriatı sultan’ın (devlet otoritesinin) yönlendirici gücü ile
Kur’âni hakikati destekler: “Mallarınız da evlatlarınız da
sizin için ancak bir imtihandır.”332

Genel İstihlaf
Bu istihlafın (halifelik makamına getirmenin) gereğin-
ce Yüce Allah, ümmeti, mallara halife yapmıştır. Yüce Allah,
“Mallarınızı beyinsizlere vermeyin”333 buyurarak malların
tamamını bize nisbet etmektedir. Bakımından sorumlu olan
kişinin himayesinde bulunan herhangi bir sefih, miras aldığı

331 Tevbe 9/24.


332 Tegâbun 64/15.
333 Nisâ 4/5.
530 Nebevî Yöntem

bir malda tasarruf hakkına sahip değildir. Ümmetin mallarını


saçıp savurmaktan daha büyük bir beyinsizlik olur mu? İs-
terse bunu yapan kişinin yaşı büyük, aklı başında maharetli
birisi olsun. Normal yargı ölçüleri içerisinde onun bu âyet-i
kerimeden bir payı vardır ve ümmetin âlimleri ondan hüküm
çıkarmak için içtihat ederler.
Genel anlamıyla istihlaf, genel birtakım halleri kapsamına
alır. Kelimenin geniş anlamıyla, mala malik olanın beyinsizliği,
aynı şekilde mal sahibinin mirasçı bırakmadan vefat etmesi
gibi halleri de kapsar. Aynı zamanda su, mera ve ateş gibi
belirli maddeleri kapsadığı gibi, zekât, rikaz (maden ve gömü)
gibi farz hakları da kapsar. Savaş yoluyla fethedilmiş araziyi
de kapsar. Böylelikle mülkiyet, fertlerin elinden toplumun eli-
ne intikal ettirilir.334
Böylelikle kamu yararı, üretimin düzenlenmesinin gerek-
leri, büyük üretim araçlarının ümmet malı olarak değerlen-
dirilmesi, yardımlaşma ve dayanışma ile zırai ıslah (reform)
kapısı açık tutulmuş olur.

Özel Anlamıyla İstihlaf


Bu halifelik, fertlerin mülkiyet hakkını tespit etmekte ve
şer’î birtakım kurallarla buna sınırlar getirmektedir. Şöyle ki:
Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Mirasa izin vermiş
ve onun sınırlarını tespit etmiştir. Bizi helal yoldan kazanmaya,
aile fertlerimiz için çalışıp çabalamaya, insanlara faydalı olma-
ya teşvik ederken bize içkinin satış bedelini, ticaretini, kuma-
rı, insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyi ve faizi de haram
kılmaktadır.

334 Müellif bu ibareleriyle toplumun ve toplum adına devletin muayyen


hâllerdeki haklarına işaret etmektedir. (Çeviren)
İmanın Şubeleri 531

Ekonominin sadece bir bölümünü teşkil ettiği kapsamlı


İslâm düzeni ile diğer beşeri düzenler arasında bir karşılaş-
tırma yapmaya yer yoktur. Çünkü onlara göre felsefe ve dü-
şünceler sınırsız bir şekilde beşeriyete egemendir. Dolayısıyla
sonuç cahiliyenin dipsiz uçurumlarına yuvarlanmaktan başka
bir şey olmaz. Bizde ise Allah’ın şeriatı egemendir. Bütün ta-
sarruflarımızın bilinen sınırları ve indirilmiş hükümleri vardır.
İşte bu bizim korunmamızın teminatıdır. Demek istiyorum ki
Allah’ın izniyle gelecek yani Nebevî yöntem üzere halifeliğin
geleceği bizim olacaktır.
Ekonomiyi yönlendirmek ve mülkiyeti düzenlemek için
devletin müdahil olması bir ayrıcalık ise -sosyalist düşünce-
lerin söyledikleri gibi- hiç şüphesiz İslâm, geçmişteki fıkhımız-
da yer alan tafsilatlı hükümleri ile kendisinin dışında başka
bir dinamiğe ihtiyacı olmayacak şekilde gelecek fıkhında da
mutlaka genişlemelidir. İslâm’ın mallar ile ilgili hükümleri
ekonominin önderliğini yapmaya ve onu geliştirmeye elve-
rişlidir. Ekonominin yönlendirilmesi, mülkiyetin düzenlenmesi,
üretim ve dağıtım için kendi yasalarını ortaya çıkartabilecek
durumdadır.
Eğer cahili kapitalizm, orman kanunu olan ve liberal diye
adlandırılan iktisat kanunu gibi bir ayrıcalığa sahip kabul edi-
liyorsa şüphesiz İslâm ekonomisinin üstünlükleri ilkelerinde
açıkça ortadadır. Bizim genel ve ekonomik şartlarımızda gör-
düğümüz gerileyişin sebebi, ancak bize İslâm’ın hükmetmeyip
kapitalist yasaların hükmetmesinden dolayıdır.
Orada sosyalizmlerin ekonomisinde, burada kapitalizmin
egemen olduğu alanlarda ve menfaatlerin çatıştığı yeryüzü-
nün her tarafında bir merhamet, bir insanilik bulamazsınız.
Hepsinde de aynı beşeri açgözlülük, güçlü zengin ve egemen-
lerin aynı istikbarları ve her şeyi tekellerine almak isteyen ben-
cillikleri vardır.
532 Nebevî Yöntem

İslâm dini, Allah’ın dinidir. Mustaz’aflara psikolojik, di-


namik ve toplumsal/sosyal güç kazandırarak onları; malların,
arazilerin, üretim araçlarının mülkiyetini tekellerinde tutan
müstekbirlere karşı durmalarını, yeryüzünde adaleti sağlamak
için onlara bu dinamizmi kazandırır. Müstekbirlerin zulmü, ta-
sarrufu ve lüks ve refahı haklı gösterip gerekçelendirmek için
Kur’ân’ı delil göstermeleri, gördüğümüz bu halleri, ancak din
adına yalancılık ve gerçekleri tahrif edip gözden saklamaktır.

Üretim
Ahmed bin Hanbel’in Enes’den rivayet ettiğine göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz, elinde bir hurma fidanı varken başına
kıyamet kopacak olursa, derhal o fidanı diksin.”335
Hadis, insanlara faydalı olan hususlara sebep olmayı
teşvik etmektedir. Öyle ki ne kadar büyük olursa olsun hiç-
bir husus bundan bizi alıkoymamalıdır. El emeği ile çalışmak,
meslek edinmek, doğru ticaret ve ziraat gibi işlerde çalışmayı
teşvik eden Nebevî hadisler pek çoktur. Hepsi de bize Yüce
Allah’ın şu buyruğundaki emrini genişçe açıklamaktadır: “Ey
iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve
sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak edin.”336
Yüce Rabbimiz, İslâm’ın maksatlarına hizmet edecek bir
şekilde yeryüzünü imar etmemizi emretmiştir. Bu emri bize
yeryüzünü azgınlık yoluyla, süs ve mal çokluğuyla böbür-
lenmek için imar eden kâfir kasabaların hallerini anlatmak
suretiyle vermektedir. Sahip bulundukları bahçeler, pınarlar,
ekinler, oldukça değerli kalınacak yerler ve nimetlerin çokluğu
onları kör etmiş; Allah’a itaat etmeyi, adaleti uygulamayı, ne-

335 Ahmed bin Hanbel, III, 183, 191.


336 Bakara 2/267.
İmanın Şubeleri 533

bileri tasdik etmeyi ve mustaz’aflara karşı insaflı davranmayı


görmelerine imkân vermemiştir.
Umran’ın temel direğini teşkil eden üretim meseleleri,
-çünkü umranın maddi esası odur- ekonomik bakımından geri
kalmış ülkelerde, aşağıda sıralayacağımız, ısrarla gerçekleşti-
rilmesi gereken zorunlulukları açığa çıkarmaktadır:
1. İslâm ekonomisinde aslolan, özel mülkiyete saygı, üm-
metin bütün imkânlarını yeteri kadar üretime ve güce yönlen-
dirmeye engel olmamalıdır. Öyle ki mülk sahiplerinin kamu
maslahatına aykırı bir şekilde beyinsizce tasarruflarına, malla-
rın yığılıp biriktirilmesine ve çalıştırılmamasına müsaade edil-
memelidir. Mal sahiplerinin ümmetin ekonomik döngüsünün
uzağındaki malların gelirleriyle parazitçe geçimlerini sağlama-
larına müsaade edilmemelidir.
2. İş gücünün, sermayenin avucundan kurtarılması ve
ekonomide emeği öncelikli değer olarak kabul etmek.
3. Ümmet iktisadının genel çizgisi ile bağdaşmayacak bir
surette bireysel girişimlerin teşvik edilmesi.
4. Malların, akarların mülk edinilmesi ve üretmeyen, yatı-
rım alanlarından çıkartılması için dayanışmayı ve İslâmî sana-
yi şirketlerinin kurulmasının teşvik edilmesi.
5. Kredi kurumları ve bankaların ümmet malı haline ge-
tirilip bunların üretim işlemini daha da ilerleten faizsiz kurum-
lara dönüştürülmesi.
6. İnsanların su, mera ve ateşte ortak oldukları mefhumu-
nu genişletip ona kıyas olmak üzere kamu maslahatlarından
ayrı düşünülemeyen temel üretim araçlarının ümmet malı ha-
line dönüştürülmesi.
7. Devletin üretim işlemini yönlendirmek, onu teşvik
etmek ve düzenleyip örgütlemek için müdahil olabilmesine
534 Nebevî Yöntem

aracılık teşkil edecek üretimi geliştirici bir planın ortaya konul-


ması. Ancak devletin bu müdahalesinin faydalı girişimlere bir
ayak bağı olmaması ve bürokratik bir karmaşa haline dönüş-
memesi gerekir.
8. Çalışabilecek gücü olan herkese çalışma fırsatı vermek.
Bu da mekanik aletlerin çalıştırılmasından daha çok insan
çalıştırmaya imkân veren teknik ve üslupları almakla olur.
Bu ise sanayinin zorunlu gerekleri sınırları çerçevesinde olur.
Çünkü ağır sanayi ve silah sanayii bunu gerçekleştirebilme
imkânını veren teknik sanayi ile mümkündür. Bizim görevimiz
ise elektronik devrimi yaşamakta olan sanayileşmiş devletlerle
yarışmaktır. Bu devletler sanayiyi, iktisadi çerçeveyi ve küresel
yarışın şartlarını “otomasyon” düzeniyle medyatik program-
lamaya uyum arz edecek şekilde geliştirmektedir. Teknoloji
ve ekonomik bilgi birikimleri alanlarında korkunç bir şekilde
bizden ileriye geçilmiştir. Biz Müslümanlar mustaz’af devlet
kafilesinin gerilerindeyiz. Bizler geri bırakıldığımızı söylerken
dünyayı ve insanlığı iflasa götürmekte olan maddeci uygar-
lığın yolunu izleyeceğimizi kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ve
anlatmak istediğimiz ise sanayileşmeyle birlikte başkalarının
içine düştüğü hatalara düşmemek üzere gayretlerimizi yüksek-
lere taşımaktır. Üretim ve tüketim için öyle insani bir model
ortaya koymalıyız ki bu, hem bizim gücümüzü gerçekleştirsin
hem de yeterli bir şekilde ihtiyaçlarımızı karşılasın. Bununla
birlikte insan, ekonomik bir hayvana dönüşmesin, yeryüzü-
nün kaynakları israf edilmesin, su, yer ve sema bozulmasın.
9. Zorunlu bilgi ve maharetlerin eğitilmesi, evlatlarımızın ara-
sından göç etmiş zeki beyinlerin geri gelmelerinin sağlanması.
10. Müslümanların ürettikleri mallar için geniş pazarların
hazırlanması. Bu ise fakir kesimlerde satın alma gücünün or-
taya çıkarılması, lüks ve refah içerisindeki zenginlerin Müslü-
manların servetlerini başkalarının ürettiği malları satın almak
için harcamalarının önlenmesi.
İmanın Şubeleri 535

11. “Kim ölü bir araziyi ihya ederse o onundur” şek-


lindeki İslâmî kuralı uygulayacak bir tarım reformu. İslâm’ın
maksatlarına bakarak yeri sürüp ekmekte gevşek davranan,
arazilerini bırakıp kaybolan, İslâm devletinin direktiflerini red-
deden kimseleri araziyi atıl bırakıp arazinin ellerinden alınma-
sını hak eden kimseler olarak değerlendirmek mümkündür.
Bu değerlendirme ile arazinin yeniden dağıtılması için birta-
kım hükümler aramalı, istidlaller ortaya koymalıyız. Yeniden
dağıtım da üretimi arttıracak ve işin verimini yükseltecek şe-
kilde küçük mülkiyetleri bir araya getirmek, büyüklerini de
dağıtmak suretiyle olur.
12. İslâm ülkeleri arasında -o ülkelerdeki yönetim düzen-
lerini göz önünde bulundurmaksızın- iktisadi bloklaşmayı sağ-
lamak için eli çabuk tutmak suretiyle İslâmî ürünlerin pazarını
genişletmek. Çünkü İslâm toprakları üzerinde bulunan dev-
letler arasında ekonomik bir tekâmül (bütünleyicilik) ve daya-
nışma, tarihin ısrarla dayattığı bir zorunluluktur. Bunu yükselt-
mek için İslâm’ın anlaşılmasındaki bir insicamı beklemeye ta-
hammülü yoktur. Yenileyici İslâm devleti ise bunu fark ederek
hakkı ve adaleti savunmak işleri ile iyiliği emredip münkerden
alıkoyma işlerini davette bırakır. Yenilikçi İslâm devletlerinin
başka devletlerle ilişkileri hakka zarar vermeyecek şekilde ve
o zamanın yapılması zorunlu amelî işlerini ihmal etmemek
üzere oldukça incelikli ve hassas bir duruşu gerektirmektedir.
13. İslâm’ın geleceği için bir teknoloji, bir planlama, bir üre-
tim ve tüketim tarzını hazırlamak. Böylelikle bizler cahili model-
lerden kurtulmuş oluruz. Geçiş aşamasında ümmetin servetleri,
üretimi, kalkınmayı, gelişmeyi, kendi kendisine yeterli olmayı,
gıda güvenliğini, ekonomik ve askeri gücü elde etmeye yön-
lendirilmelidir. Bu aşamada bizler ancak pazarda bulunması
mümkün olan teknoloji ile planlama üsluplarını ve denenmiş
ve kalkınmış ülkelerde denenmekte olan üretim tarzlarını kul-
lanmaktan başka bir imkâna sahip bulunmamaktayız.
536 Nebevî Yöntem

Öğrenmek ve öğrencilik yapmak zorundayız. Bir sonraki


aşamada Yüce Allah’ın izniyle temellerimizin güçleneceği, il-
mimizin ve deneyimlerimizin bağımsız nitelik kazanacağı bir
zamanda ise kemiyetiyle, keyfiyetiyle, şeriatın maksatlarıyla
uyumlu bir ekonomi kurmamız bir zorunluluktur. Bu ekono-
minin hedefi, şeriatın hedeflerine
Bu ekonominin hedefi şeriatın hedeflerine hizmet etmek-
tir. Rabbine yönelen iyi ve temiz mü’min kişiye maddi azığı
takdim etmeye elverişli bir ekonomidir. Rabbi bu mü’mine
şerefli rasûllerine hitap ettiği aynı hitab ile seslenmiştir: “Ey
Rasûller! Temiz olan şeylerden yeyin ve salih amel
işleyin.”337 Bütün mü’minlere de aynı şekilde şöyle hitap et-
miştir: “Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz
şeylerin helal ve temiz olanlarından yeyin ve Allah’a
şükredin. Eğer O’na kulluk ediyorsanız.”338

Dağıtım
Adaletli dağıtım meselelerini sadece bir takım otoriter uy-
gulamalarla çözmeye imkân yoktur. Bu türlü icraat mutlaka
gereklidir. Tevhid ve adalet üzere yükselen İslâm şeriatı da
bunlara en büyük çapta etkinlik sağlamanın teminatıdır. Fakat
cömertçe verip zulmetmeyen, maddi çokluğun Allah’ı anmak-
tan kendisini alıkoymadığı, hırs ve tamahkârlığın karaborsaya,
mal toplayıp yığmaya, onu kimseye koklatmamaya, hırsızlık
yapmaya, aldatmaya, rüşvete ve faize itmediği üretken ve
faydalı mü’minin eğitilmesi tek başına zulmün köklerini or-
tadan kaldırmanın teminatıdır. İslâmî bir ekonominin İslâmî
olmayan bir toplumda ayakta durması imkânsızdır. Üretim ve
dağıtım işleminin kapsamlı işlemden dinin ve imanın yenilen-
mesi işleminden de ayrı durmasına imkân yoktur.

337 Mü’minûn 23/51.


338 Bakara 2/172.
İmanın Şubeleri 537

Davetin, kıyamın ve İslâm devletinin hazırlık aşamala-


rında, Allah erlerinin eğitiminin belkemiği ve davetin özünde
İslâm’daki adalet yönü üzerinde güçlü bir şekilde ısrar edi-
lir. Çünkü İslâm’ın kapsamlılığı davetçilerin anladığı şekilde
avamın zorunlu olarak bildiği ve düşmanlarımızın da kabul
etmediği bir mahiyettedir. Ayrıca sol partilerin hareketlerinin
ana gerekçesi olan sosyal adaletin davetin ayrılmaz bir parçası
olduğunu kamu bilmediği gibi düşmanımız da bunu kabul et-
memektedir. Çünkü uzun dönemden beridir talan edilen mal-
lar ve müstekbir sınıfların ilk halifelik döneminin sona erip ısı-
rıcı hükümdarlığın kurulması, arkasından da zorba ve diktatör
yönetimlerin gelmesi ile birlikte fitne yönetimleri altında İslâm
adına bunu ellerine ağaçtan meyve toplar gibi geçirdiler. Bu
sebeple adalet mahrum kimselere haklarını vermek ve mus-
taz’afların korunmasının bizim oldukça önemli hedeflerimiz
olduğu üzerinde ısrar etmek bir zorunluluktur.
Biz Allah’a hamd olsun O’nun izniyle vaat olunmuş ikin-
ci halifeliğe doğru gidiyor ve onu inşa yolunda ilerliyoruz. O,
adalet ve şer’î terazi ile istikrar bulacaktır. Rızık kaynaklarının
adaletli bir şekilde dağılımını yaparak, -Allah’ın izniyle- onun
için toplumsal maddi temeli sağlamlaştırıyoruz. Halifeliğin de-
vamı ve kalıcılığı ise bizim ekonomik dayanakları sağlamlaş-
tırmamıza, sınıfsallığı, onun sebeplerini ve hastalıklarını sona
erdirmemizdeki başarımıza bağlıdır.
Burada yeterliliği, adaleti ve güçlü sağlıklı ekonomiyi ger-
çekleştirecek şer’î uygulamaları ele almadan önce İslâm ülke-
leri içinde ve dışında sosyal adaletin şartlarını açıklayabilece-
ğimiz bazı mülahazalarda bulunmak istiyoruz:

Birinci Mülahaza
Servet önce üretilmeden dağıtımına imkân yoktur. Bu
zorunlu olarak bilinen apaçık gerçeklerden birisidir. Burada
538 Nebevî Yöntem

ona işaret etmemizin sebebi ise sosyal adalet konusunu so-


rumluluk noktasından hareketle ele almayı basite indirgeyi-
ci zihniyeti eleştirmektir. Biz dikta yönetimine karşı duran bir
davet olarak kaldığımız sürece geçim için rızık temin etmeyen
ve serveti güzelce dağıtamayan bu yönetimi tenkit edebiliriz.
Fakat Allah’ın izni ile devletin dizginlerini elimize aldığımız
hâlde sabahlayacağımız gün yapımızı tahrip eden deneyimle-
rin başarısızlığından sonra en kötü bir hâlde olacak bir takım
şartlar içerisinde üretim ve dağıtım sorumlulukları ile yüzyüze
gelmiş olacağız.
Dağıtıma uygun üretim zorunluluğu bize iyi olsun,
günahkâr olsun herkesle teamülde bulunmayı, uluslararası
pazarlarda borçlanmayı, küresel ekonomik bir savaşın mü-
cadelelerine dalmayı, Araplarla, Müslümanlarla ve yeryüzün-
deki diğer mustaz’aflarla bloklaşmayı kaçınılmaz kılmaktadır.
Tabii kaynaklarımızı korumak ve tekeline aldığı gıdayı silah
olarak kullanan finans pazarlarını tekeline almış bulunan kü-
resel büyük kapitalist ekonominin bize dayattığı hegomonyayı
geriletmek için bunu yapmak zorundayız.
Gittikçe katmerleşen ve varacağı son noktada çözümü de
görülemeyen küresel kriz çerçevesi içerisine bu zorunlulukları
da yerleştirecek olursak adaletli dağıtım işlemine göre tabiatı
itibari ile ve şer’î bakımdan daha önce ortaya çıkacak üretim
işleminin zor bir problem olduğunu açıkça görürüz. Bu da bi-
zim bizden başkalarının yaptığı gibi ümmete yalan söyleyerek
ona çabucak gerçekleşecek refah vaadinde bulunmayacağı-
mız anlamına gelir. Hiç şüphesiz biz ancak vermeye, sabra,
bizi muhtaç olmaktan, başkasına tabii olmaktan, ekonomik
gerilikten kurtaracak bir serveti kazanmak için kollarımızı sı-
vamak sureti ile göstereceğimiz katılım ile insanları ikna ede-
ceğimiz oranda başarılı olacağız.
İmanın Şubeleri 539

Bizler üretim kavgasında zaferi elde etmek için bütün


çaba ve gayretleri bir araya getirip yönlendirmekteki başa-
rımız kadar İslâm devletini kurmak, istikrarını ve devamını
sağlamakla da başarılı olabileceğiz. Bu, gücümüzün bir araya
getirilmesinin malzemesi ve elle dokunulur yönü hiç şüphesiz
günlük inşa cihadı ve üretim cihadı olan ekonomik cihaddır.
Siyaset tacirleri dağıtım üzerinde odaklanır ve halka cazip
vaatlerde bulunarak hitap ederler. Bizler ise ümmete cihad dili
ile hitap etmeliyiz. Çünkü halk yalan hitapların başarısızlığa
uğramasından sonra ancak hakikatleri gizlemeyen cihad di-
line kulak verecektir. Fakat bizler vakıanın zorluklarını açıkça
ortaya koyacak, hedefleri belirleyecek ve o hedeflere ulaşmak
için oldukça zorlu yolculuğun planlamasını yapacağız.
Evet milyonlarca ve milyarlarca petrodolarlar, ümmetin
mertlik duygularını esnetmek için düşünce ve ahlâkını sulan-
dırmak, yiğitliğini öldürmek, yapısını dünya zevkleri ve arzu-
ları ile dünyanın en çıplak ve müstehcen medyasını seyretmek
ile eritmek için harcandığı sürece hak sözü ve cihad dilini işit-
tirmeye imkân yoktur.
Ümmetin kanları kavmiyetçi, mezhepçi savaşlarda ak-
makta iken malları ise bankalarda uluslararası siyonist kasa-
lara akarken, beyinleri cahiliye ülkelerindeki ilim ve sanayi
dalındaki araştırma enstütülerine akıp beslerken, cihadi mak-
satlar için kolları sıvamaya imkân yoktur.
İşte burada istenen inşayı yapma cihadı, arzu edilen tev-
hid cihadı, zorunlu özgürleşme cihadı ve eğitim ve temel ya-
pılanma cihadı ile iç içe geçmekte, fitnenin esaslarını, daya-
naklarını ve bütün yönlerini kökten değiştirmek olan kapsamlı
taleplerde bulunmanın zorunluluğu için bir araya gelmektedir.
540 Nebevî Yöntem

İkinci Mülahaza
İslâm ülkelerinde servet dağılımı oldukça kötüdür. Her bir
bölge içerisinde genel olarak lüks ve israf içerisinde yaşayan
(mutref) bir sınıfın varlığına kadar ulaşan çeşitli sınıflar bulun-
maktadır. Bu sınıf seçkin malları, üretim araçlarını ve yöne-
timin dizginlerini kendi tekeline almış, sosyal merdivenin en
alt basamağında bulunan sefil, mahrum, cahil bırakılmış ve
hasta sınıfa üstünlük taslamaktadır.
Bu, bir vakıadır. Teorilerine bir üstünlük kazandırmak için
Kur’ân’a öğrencilik yapmaya ihtiyacı bulunan sol ideolojilerin
düşüncelerinin ürünü değildir.
Kur’ân-ı Kerim müstekbirlerle mustaz’afları her bir sınıfın
özellikleri ile nitelendirmektedir. Maddi özellikleri olan fakirli-
ğin yanıbaşında servetlerin tekelleştirilmiş olması, psikolojik
özellikleri itibari ile bir taraftan müstekbirlik, diğer taraftan
(ona) uyan zayıf bir duruş, toplumsal siyaset bakımından ta-
hakküm eden egemen bir ileri gelenler topluluğu ile meşak-
ket ve sıkıntılar çeken avam, dini açıdan Allah’ın rasûlleri ile
mü’minlerle savaşan, Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak
bunu kazanımlarını, konumunu, başkanlığını ve yararlandığı
imkânlardan savunmak için yapan mütref (lüks ve refah içeri-
sinde yaşayan) bir sınıf.
İslâm topraklarında görülen mütref (lüks ve refah içindeki)
sınıflar onların dışındaki aynı mütref sınıfların kardeşidir. Hep-
si birbiriyle yardımlaşmakta, dayanışmakta ve sömürmektedir.
Aynı fikirler, aynı duruşlar, aynı hedefler, aynı niyetler…
O hâlde Allah’ın erlerinin, -Allah’ın izniyle- İslâm ülkeleri
içinde de dışında da mustaz’afların yanında saf tutması ge-
rekir. Bizim, davetimizi Allah’ın dinine büyük kitleler hâlinde
girmeleri için yeryüzü mustaz’aflarına yönlendirmemiz gerek-
tirmektedir. Fakat bundan önce Allah’ın dininin adaletin ta
İmanın Şubeleri 541

kendisi olduğunu, İslâm düşmanlarının ise yenik düşürülmüş,


çaresiz bırakılmış halkların düşmanlarının ta kendisi oldukla-
rını dayanışmamızla, iyiliklerimizle ve (karşılık beklemeden)
verişimizle delillendirmemiz gerekmektedir.

Üçüncü Mülahaza
Cahilî tüketim modeli bir bakımdan sınıfsal haksızlıklar
üzerinde diğer bakımdan da israf ve savurganlık üzerinde
yükselir.
Sosyalist felsefeler kapitalizmi ancak sınıfsal zulme ulaşan
bir düzen olmakla eleştirmeye kalkıştı. Fakat yapısı içerisinde
sınıfsallığın mikrobunu taşımayan ekonomik bir düzen kur-
makta da bütün sosyalizm türleri başarısız olmuştur. O hâlde
Müslümanların görevi, Kur’ân’ın ve İslâm hilafetinin otoritesi-
nin dinamik yönüyle, fiilen İslâm düzeninin sınıfsallığı ortadan
kaldırabileceğini delillendirmeleri gerekir.
Şimdilerde henüz beşiklik döneminde bulunan bir takım
felsefeler kapitalist ve sosyalist bölümleri ile materyalist uy-
garlığı eleştirmeye kalkışmaktadır. Bu eleştirilere göre bunlar
yerkürenin güç ve imkânlarını darmadağın etmekte, zenginlik
kaynaklarını israf etmektedirler. Karayı, denizi, havayı ve in-
san hayatını bozmaktadır. Bunların hepsini fabrika bacaları-
nın dumanları, kimyasal üretimlerin atıkları ve atom silahları
ile radyasyonlarla bozmaktadır.
Müslümanların görevi ise güç ve enerjiyi parçalayıp da-
ğıtmayacak, malları savurganlıkla israf etmeyecek, tabiatı
tüketmeyecek bir yaşama tarzını yerküresi üzerinde ortaya
koymaktır. Onlar cahili örneği bir daha dönmemek üzere ke-
sinlikle boşamalıdırlar.
542 Nebevî Yöntem

İşte bu üç mülahazayı şu üç cümle ile özetliyorum:


Adaletli dağılımın mümkün olabilmesi için ekonomik bir
cihad bir zorunluluktur.
Tabiat itibari ile de şer’î bakımdan da uluslararası pazar-
larda Müslümanlar mustaz’aflarla birliktedir.
İslâmî adalet paylaşımda bir denge, yeryüzünün imarın-
da da bir denge demektir.
Şeriat ve İktisat
İslâmî iktisadın kaspsamlı İslâmî bir bağlamda yerine
oturtulması gerekmektedir. Eğer zorunluluk hükmü gereği bi-
zim için başkalarının tekniklerini ve üretim üsluplarını maksat-
larımıza uygun kendimize ait üslup ve teknolojilerimizi üretin-
ceye kadar geçici bir süre ile almak caiz olsa dahi dağıtım ve
paylaştırma esaslarında bizden başkalarını taklit etmemiz caiz
değildir.
Şunlar servet dağılımında şer’î icraat için genel çizgileri
göstermektedir:
1. Bireysel mülkiyete saygı. Ancak mülk sahibinin Allah’ın
kendisini üzerinde halife kıldığı ve ümmet için de değerler ve
ayakta tutan unsurlar olarak belirlediği malları gelişigüzel dar-
madağın ettiğinin ortaya çıkmaması şarttır. Kısacası Müslü-
manların genel maslahatı ile çatışan her bir özel mülkiyetin
saygınlığı yoktur. Allah Ömer bin el-Hattâb radıyallahu anh’a
rahmet ihsan buyursun. O aynı zamanda bize râşid halifelerin
sünnetini azı dişlerimizle kavrayarak muhafaza etmeyi emir
buyuran Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in de sünneti
olan bir sünnet bırakmıştır. Ömer kendi zamanında Müslü-
manların arasında gördüğü farklılıkları tespit edince bunun
daha da katmerleşeceğinden korkarak ölümünden önce “An-
dolsun gelecek seneye kadar yaşayacak olursam zenginlerini-
zin mallarından bir miktarını alıp onları fakirlerinize vereceğim”
İmanın Şubeleri 543

demişti. O -Allah’ın rahmeti ona- özel olarak bir takım malları


kastederek bir kısmını dışarda tutarak bu sözlerini söylemedi.
Onun bu kararlılığı bizim için kapsamlı sosyal adalete doğru
açılan bir kapıdır. Söz konusu bu kapı zalim mülkiyeti alıp
onun yeniden düzenlenmesi kapısıdır.
2. Allah’ın Kitabı’nın, Rasûlü’nün sünnetinin ve imamla-
rın ictihadının sınırlandırdığı şekilde mirasa ve mirasın tayin
edilmiş farz hisselerine saygı göstermek. Miras, mülkiyeti da-
ğıtmanın ve belli bir odakta yığılmayı önlemenin en önemli
yollarındandır. Yüce Allah’ın Kitabı’nda üçte bir sınırları içe-
risinde meşru ve Kur’ân-ı Kerim’deki infâk âyetlerinde teşvik
edilmiş vasiyetin miras olarak alınan malların dağıtılması için
bir açık kapı bulunduğunu görüyoruz. Yüce Allah’ın şu buyru-
ğunda da bunu görebiliriz: “Paylaştırma sırasında yakın-
lar, yetimler ve yoksullar da hazır bulunurlarsa kendi-
lerini o mallardan rızıklandırın.”339
Buna göre anne-babaya, akrabalara ve bütün Müslüman
fakirlere vasiyet malını Allah rızasını arayarak kendisinden
sonra nafile olarak vermek isteyene bir tasarruf alanı bırak-
maktadır. Bu üç türden olup paylaştırmada hazır bulunanla-
rın rızıklandırılması ise ümmete yönelik bir emirdir. Bununla
birlikte imam, diğer İslâm âlimleri ile birlikte âyeti böyle bir
rızıklandırmanın vücubuna delil göstermek için içtihat edebilir.
Fakat bu adı geçen sınıfları rızıklandırmanın malın saklanması,
üretimle artırılması ve üretilmesi görevlerine zarar vermeye-
cek bir keyfiyette olması gerekir. Çünkü şüphesiz çaresiz ve
muhtaç kimselere servetlerin dağıtılması ve tüketim alanında-
ki harcamalarda onlara ulaştırılabilecek bir takım hayırların
(malların) tahsis edilmesi hâlinde zorunlu üretim gelecekte
ümmetin sürekli ihtiyaçlarını karşılayacak bir takım servetlerin
üretilmesi sonucunu verebilir.

339 Nisâ 4/8.


544 Nebevî Yöntem

3. Zekâtların toplanmasının ve dağıtımının düzenlenme-


si. Bunun için devlet zekât üzerinde çalışanlardan oluşan ba-
ğımsız bir organ görevlendirir. Bu organ zekâtı toplamak ve
Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen harcama yerlerine harcamak işi-
ni yapar. Nafile tasadduklar da zekâtlara katılır. Böylelikle de
fakirlerin, yoksulların ve zekât işinde çalışanların ihtiyaçlarını
teminat altına alan bir sosyal güvenlik düzeninin finansmanı
sağlanmış olur. Diğer taraftan davetin teşvik edilmesi ve kalp-
lerin ısındırılması sureti ile cemaatin birbirine ısındırılıp kay-
naştırılması için kurulacak bir sistemin de finansmanı buradan
sağlanır. Bununla birlikte kalpleri ısındırılmak istenenlerin payı
gerekli yerlerine harcamak maksadı ile örgütlü Müslüman ce-
maate de ödenebilir.
Zekât mallarından kölelere ait olan pay kölelik hükmünün
kaynağı için harcanmak üzere tahsis edilir ki bu da Müslüman
esirlerin kurtarılmasıdır. Dünyanın çeşitli yerlerinde ne kadar
da çokturlar. Onlar dünyanın çeşitli yerlerinde baskı altındaki
azınlıklardır. Allah’ın hükümlerinden herhangi bir hükmün ça-
lıştırılmaması da kaldırılması da caiz değildir. Mesela kölelik-
ten kurtarmak hükmü sırf bu tarihi dönemde savaş esirlerine
yapılacak muamele hususunda devletler arası antlaşmalardan
başkasını tanımayan beşeri hukukun egemen olduğu iddia-
sıyla köle azadı (hükümlerini askıya almak istemek) bir ör-
nektir. Allah’ın şeriatının egemen olacağı gün ise sular tekrar
mecralarına geri dönecektir. Esirlere Allah’ın emrettiği şekilde
onları barındırmak, onlara ihsanda bulunmak, öğretmek son-
ra da özgürleştirmek muamelesi yapılır. İslâm’da kölelik düze-
ninin amacı insanlara hegomonya kurup onları köleleştirmek
değildir. Maksat galip gelme sonucunda esiri alıp öğretmekle
yumuşak bir şekilde muamele etmek sureti ile İslâm’ı sevince-
ye ve bizimle kaynaşıncaya kadar safımıza almaktır. Sonra da
onu kendi ülkesinde daveti yaymak üzere göndermektir.
İmanın Şubeleri 545

İslâmî kölelik düzeninde gözetilen bu yüksek dava mak-


sadının önemi dolayısı ile Yüce Allah zekât mallarından bir
payın köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için verilmesini farz
kılmıştır, ayrıca bu amaçla keffaretleri farz kılmış, nafile olarak
da köleleri hürriyete kavuşturmayı teşvik etmiştir. Zekât malla-
rından ağır borç altında bulunanlara da bir pay ayrılır. Bunun
harcama yeri ile ilgili hükmün esas gerekçesini faizli ilişkile-
re girmeyen ve deneyim azlığı dolayısı ile bir takım zararlara
maruz kalması mümkün olan İslâmî bankacılık düzenindeki
geçiş dönemi esnasında ortaya çıkabilecek ve mutlaka kapa-
tılması gereken açıklara harcanacak şekilde genişletilmesi de
mümkündür. Çünkü bu gibi bankalar ümmetin genel mülkü
olduğuna göre bu bankaların borçları da borç altında kalmış
olanların payından ödenebilir. Çünkü böyle bir durumda üm-
metin tamamı bu zekât payında hak sahibi olan bir borçlu
haline gelir. Ağır borç altında bulunanların zekâtta hak sahibi
olup “borç” mefhumunun genişletilip ekonomisini devletin
ileri derecede müdahil olduğu toplumsal esaslar üzerinde inşa
eden bu çağlarda ümmetin borçlanması gibi bir alakası bu-
lunduğundan bu payın bir bölümünün İslâm devletinin borç-
larının ödenmesi için tahsis edilmesi de mümkündür.
“Allah yolunda” harcanması gereken pay, onuncu haslette
açıklayacağımız üzere bütün yönleri ile davet ve cihad için
tahsis edilir.
Bu husustaki hükümlerin menatını (asıl gerekçesini) tah-
kik etmek amacıyla zekâtın harcama alanları hakkında yeni
içtihada ihtiyacımız vardır. Çünkü hayat tarzları, insanların
ilişkileri değişmiş ve artık kavramlar geçmiş dönemlerdeki ilim
adamlarımızın ihtiyacının bize pek fayda sağlamayacağı ka-
dar farklılaşmış bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de zekâtın kendilerine dağıtılacağı sekiz
sınıf gibi sabit bir takım esaslar varsa bizim ancak hak edecek-
546 Nebevî Yöntem

lerin sınırlarını tespit edip bu sınıfları gruplandırmaktan baş-


ka bir şey yapma hakkımız yoktur. Toplanan zekâtların top-
landığı bölgenin ihtiyaç sahipleri arasında paylaştırılması ve
zekâtların yeterlilik gerçekleşmeden zekâtların başka bir tarafa
aktarılmayacağı gibi Nebevî esaslar ile ilgili olarak da bütün
cihet ve bölgelerde bütün Müslümanlar arasında adaletli dağı-
tım çerçevesi içerisinde istenen yeterlilik sınırını bilmek için iç-
tihatlarımızı detaylandırırız. Çünkü hiç şüphesiz Müslümanlar
arasındaki farklılıklar korkunç bir şekilde artmış bulunmakta-
dır. Dâru’l-İslâm’ın bütün Müslümanların yurdu olduğu İslâm
diyarının servetinin bütün Müslümanlarının olduğu hükmünü
unutmuş bulunuyoruz. Allah’ın dininde de Müslüman olarak
zihinlerimizde de kabul edilmeyen bir vakıa olarak bölgesel
bölünmüşlükler, ulus ve devlet olarak oldukça fakir Bangladeş
Müslümanlarının, zengin olan körfez ülkelerinin Müslümanla-
rı, kavmiyetleri ve devletleri ile hiçbir ilgileri bulunmamaktadır.
Tek bir ilgi bağı, şu cüz-i ve cılız siyasetten, toplumdan, eko-
nomiden, cihaddan ve birlikten uzak tutulmuş ve kendisine
İslâm denilen bir bağın dışında bir bağ bulunmamaktadır.
Hayır! Bu kabul edilemez. Şüphesiz ki petrol malları ve
Müslümanların topraklarındaki bütün tabii diğer servetler üm-
metin genel mülküdür. Asılları itibari ile de zekâtları itibari ile
de ümmete ait bir mülktür. Toprakları, madenleri, suları, pet-
rolleri ve meraları itibari ile ümmetin mülküdür. Müslüman fa-
kirlerin, yoksulların, zekâtın toplanması ve dağıtılması gibi işler
ile uğraşmayan, hiçbir işi bulunmayan, işsizler adına istenen
Allah’ın yarattığı zenginlik kaynaklarının ve onun hoş ve temiz
rızıklarının adaletli bir şekilde paylaştırılmasıdır. Böyle bir pay-
laştırma İslâm üzere birbirine kaynaştırılmamış Müslümanla-
rın kalpleri adına adaletli bir istektir. Çünkü Müslümanlar se-
falet ve sınıflar arası ayrılıkların bulunması derekesine kadar
düşmüşlerdir. Bu sebeple Allah’ın şeriatı dışında varlık sahibi
olma eğilimi göstermektedir. Şüphesiz ki bu iç ve dış tahrik
İmanın Şubeleri 547

edici pazarlarda içteki istibdad ile cahiliyenin arkasından git-


me pazarında köleleştirilmiş Müslüman köleler için adaletli bir
istektir. Büyük bir çoğunluğu fakirlik, hastalık ve bilgisizlik ile
iç içe yaşayan bu ümmet için adaletli bir istektir. Hâlbuki bu
ümmetin şuradaki ve buradaki refah içerisinde olanları cahi-
li savurganlık düzeyinde yaşamaktadırlar. Hatta uluslararası
lüks ve refahın önden sürükleyicileri ve finansörleri dahi on-
lardır. Savurganlığın, beyinsizce harcamanın ve fasıklığın gös-
terilen örnekleri haline gelmişlerdir. Bir taraftan ihtiyacın zillet
ve sefaleti altında bitkinleşmiş kimseler diğer taraftan nefisle-
rini şeytana bankalar ve sömürücü şebekelere, siyonist cahili
lüks ve israf mallarına satmışlardan oluşan köleler. O tarafta
köleler, bu tarafta köleler. Bunları kim özgürleştirecek?
Bütün ümmetin erkek, kadın bütün Müslümanların ada-
letli genel isteği Müslümanların mallarının Müslümanların el-
lerinde olması ve Müslümanların menfaatine harcanmasıdır.
Bunun gerçekleşmesi için ise cihad bir zorunluluktur. Mü’min
mustaz’afların da tatlı rüyalardan uyanıp diktatör düzenlerin
onları mahrum ederek topladıkları, Rusya’nın tanklarının,
Amerika uçaklarının, siyonist istihbaratın himaye ettiği baş-
kalarının ellerindeki haklarını almak üzere alana çıkmalarıdır...
Bizim mallarımız oyun ve eğlenceye, kumara, zinaya, Allah’a
ve Rasûlü’ne karşı savaşa, yeryüzünde fesad çıkarmaya har-
canıp tüketilmektedir. Afganistan’da, Filistin’de, Filipin’de,
Eritre’de ve yeryüzünün diğer çeşitli bölgelerinde Allah yo-
lunda cihad eden mücahidler ise bizim bedbaht mütreflerimi-
zin (lüks ve refah içinde yaşayanlarımızın) antlaşmalıları olan
cahili ve siyonist düşmanlara karşı ya tamamen silahsız ya da
zayıf ve güçsüz silahlarla durmaktadırlar.
İki yol var: Malı ve canları Allah’ın rızası uğrunda cö-
mertçe feda etmek yolu olan Allah yolu ile hayâsızlık, Allah’a
karşı cüretkarca baş kaldırmak, Allah’ın dinine savaş açmak,
548 Nebevî Yöntem

Müslümanların değerlerini zayıflatmak, onların yapılarıyla ve


gelecekleri ile oynamak şeklindeki şeytan yolu. Şüphesiz ki
bu Allah’tan gelen bir bela (bir sınav) ve (mü’min safları) bir
arındırmadır.
4. Azla yetinmek ve savurganlıkla/israfla savaşmak: Müs-
lümanların sayısal çoğunluğu çağdaş dille ifade edecek olur-
sak mutlak fakirlik içinde yaşamakta olsa bile -ki Bengladeş
örnek olarak yeter- genel anlamda bizler tüketici toplumlar
olduk. Global olarak biz düzeyimizin çok üstünde yaşıyoruz.
Üretmediğimiz yiyecekleri tüketiyoruz ve bu bize parasal ola-
rak da irademizin bağımsızlığı açısından da yüksek bir bedel
karşılığında satılmaktadır. Resmi açıklamalarımız, evdeki özel
eşyalarımız, devletin konforlu arabaları, oldukça lüks mefru-
şatı, harcamaları, karşıdan bakana son derece göz kamaştırıcı
bir manzara ile arz edilmektedir. Bu manzara da resmi alanda
görülen ve oldukça zengin bir takım özelliklerin arkasında sak-
lı bulunan halkların sefaletini gizlemektedir.
Yüksek yapılar inşa etmekte, eşya tüketiminde büyük bir
yarış, boşu boşuna kaybolup giden güç ve enerjiler, çözülen
bir ahlâk, yıkılmış azimler, şiş göbekler ve onların yanıbaşında
sırtına yapışmış aç mideler. Masiyet ve günahlara harcamalar
ve Allah’ın riayet edilmeyen hakları...
Allah bize israfı, savurganlığı yasaklamış, israf ve savur-
ganlık yapanları şeytanların kardeşi yapmıştır. Buna karşılık
Yüce Allah “Ve onlar ki mallarını infak ettiklerinde is-
raf da etmezlez, cimrilik de etmezler. Bunun ortasında
orta bir yol tutarlar”340 diye söz ettiği kimseleri övmüş, on-
ları “Rahman’ın kulları” diyerek nitelendirmiştir.

340 Furkân 25/65.


İmanın Şubeleri 549

Yenilikçi İslâm devletinin görevi ise yerilen israf ile zo-


runluluk olmadan Allah’ın bize emretmediği cimrilik ve sıkılık
arasındaki dengeli hale ulaşmak için servetlerin Müslümanlar
arasında adaletli bir şekilde dağıtımını sağlamaktır.
Yüce Allah bireyler hâlindeki israf edenleri sevmediğine
göre İslâmî olduğunu iddia edip de Rahman’ın kullarının yo-
lunu izlemeyen ve israf ile cimrilik arasındaki itidalli taksim,
dengeli yolu sağlayacak olan ekonomik alanı da önlerinde
açmayan bir devleti kesinlikle sevmez.
Bizler “az ile yetinmek”den cahili tüketim alışkanlıklarını
dünyadan yararlanmak şeklindeki maddi tamahkârlık üzerine
kurulu ve sınır tanımayacak şekilde yükselen ekonomik büyü-
meyi hedefleyen cahiliye modelini bir kenara atmayı kastet-
mekteyiz. Çünkü bu yeryüzünün zenginlik kaynaklarını savur-
ganlıkla kullanmak, onları bozup ifsad etmek, onların tahribi
için çalışmaktır. Bütün bunlar ise şer’an yasaklanmış şeylerdir.
Cahiliyenin aklı başında olanları artık toprağın, suyun
ve atmosferin bozulmasının tehlikelerini idrak ettikten sonra
insana yeterli gelecek bir iktisadı özlemeye başladılar. Onlar
ekonomik yarışta daha doğrusu sanayileşmiş devletlerin bir
açıdan birbirleri ile diğer bakımdan sanayileşmekte olan diğer
devletlerle savaşmasından oldukça zorluk ve sıkıntılar çekme-
ye başladılar. Kapitalizmin yanlışlıklarını telafi edip gidermek-
te, sosyalist modelin başarısızlığını idrak ettikten ve gümrük
himayesine mecbur kaldıktan sonra ve aynı zamanda mali
enflasyon ve işsizlikten uluslararası para düzenindeki denge-
lerin alt üst olmasından çektikleri sıkıntılarla birlikte kapitalist
düzenin artık ulaşacağı son noktaya ulaştığını idrak ettikten
sonra işte bundan sonra onlar bir alternatif arayışına girmiş
bulunuyorlar.
Biz Müslümanların Allah’ın şeriatından ilham alıp onun
hikmetinden güç almamız, bereketinin üzerimize rahmet ola-
550 Nebevî Yöntem

rak yağmasının yollarını aramamız, kıyami cihaddan sonra ve


yeryüzünü elverişli ve doğru bir şekilde yeniden imar edebil-
memiz için ilim ve teknoloji cihadı adına kollarımızı sıvamakla
görevliyiz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz bir ülkeyi helak
etmek istediğmiz zaman onun nimet ve refahtan şımar-
mış elebaşlarına emrederiz de orada (itaat edecek yer-
de) fasıklık ederler. Artık üzerlerine söz (azap) hak olur.
Biz de onu kökünden yıkar helak ederiz.”341 Materyalist
cahilî uygarlığın ve onun aramızdaki kuyruklarının lüks ve israfı
fasıklık basamaklarının en ilerisine, zalimce tuğyanın en aşırı
ucuna ulaşmış bulunmaktadır. Bu sebeple Yüce Allah’ın onla-
rın yerine salih kullarını değiştirip getirme zamanı gelmiştir.
5. Yüce Allah Müslümana yeteri kadarı ile yiyecek, koru-
yucu temiz giyecek ve barınabileceği bir mesken ile ihtiyaçla-
rını karşılamasını meşru kılmıştır. Bütün bunlar herhangi bir
külfete girmeden ve ihtiyacın fazlasına taşmadan karşılanır.
Şanı Yüce Allah Müslüman kimsenin Allah’ın nimetlerin-
den ve kulları için çıkarmış olduğu zinetinden yararlanmasını
meşru kılmış olmakla birlikte komşusu açken tok olarak yat-
masını da haram kılmıştır. Allah’ın nimetlerine ve hoş rızıkları-
na şükreden bir kimse ihtiyaç fazlası olan hayırları muhtaçlara
paylaştırarak şükreder. Bu nimetlere karşı nankörlük eden bir
kimse ise azdırıcı lüks ve haram alanlarda onları tüketir.
Davet yolu ile eğitimden ayrı olarak İslâm devletinin bir
görevi de insanları dengeli ve adaletli paylaşıma itmesidir.
Öyle ki ekonomik düzen insanlar arasında belli bir sınıfın hiz-
metine, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacı karşılanmadan önce tüke-
tim alışkanlıklarını doyurmaya tahsis edilmemelidir.

341 İsrâ 17/16.


İmanın Şubeleri 551

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Herhangi bir


mahalle halkı arasında karnı aç birisi sabahlayacak
olursa onların üzerlerinden Allah’ın himayesi kalkar”
buyurmuştur.342 Hadisi Ahmed bin Hanbel rivayet etmiştir.
Biz bu hadis-i şerifde sözü edilen mahalle halkının ma-
siyet işleme sorumluluğu ile ilgili yanını bireysel hallerden,
toplumlarımızın ve fitne bölgeleri arasında ve bunların kendi
aralarındaki ilişki mizanlarının genel durumuna ve oluşumu-
na taşıyacak olursak şunu söyleriz: İslâm devleti, birisi karnı
şiş öteki aç geceyi geçirecek hale müsaade etmeyecek şekil-
deki şartları oluşturmadan böyle bir ağır sorumluluktan asla
kurtulamaz.
İlim adamlarımız ihtiyaçların doyma noktasında karşılan-
ma dereceseni üç mertebede ele almışlardır.
a. Zaruriyyat (zorunluluklar): Bu ise maddi olarak kendi-
si olmadan yaşamanın imkânsız olduğu yiyecek, giyecek ve
meskenin asgrari sınırıdır.
b. Hâciyat (ihtiyaçlar): Bunlar da geçimi bollaştırmaya
sebeb olup da zaruret sınırının yukarısında olan hususlardır.
c. Kemâliyat (mükemmellikler): Bu da hoş ve güzel şeyler
demektir.
Bağımsızlık, birlik, yeteri kadarı ile ihtiyaçların karşılan-
ması ve güç sahibi olmak için cihada yönelen bir ümmetten
istenen az ile yetinmenin de bütün Müslümanlar için zorunlu
ihtiyaçları sağlayan bir toplumda müşahhaslaşması ve şerefli
bir yaşayışın ihtiyaçlarını karşılaması da çaba, gayret ve üreti-
min bir mükafatı olarak ortaya koyması gerekir. Fakat lüks ve
israf alışkanlıklarının süreklilik kazanmasını önleyecek şekilde

342 Ahmed bin Hanbel, II, 33.


552 Nebevî Yöntem

diğer taraftan da Müslümanların tümünün katı bir cimrilik de


olmayan nimetlerin doygunluğu ile semirtmeyen şerefli bir
geçim düzeyinden emin olmalarını sağlayacak şekilde ekono-
mik aygıtın disiplin altına alınması da bir zorunluluktur.
Ahmed bin Hanbel ve Ebu Nuaym’ın rivayet ettikleri bir
hadise göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu-
yurmuştur: “Nimetlerden çokça yararlanmaktan sakın-
malıyım. Çünkü Allah’ın kulları bu şekilde nimetler-
den bolca yararlanabilecek bir durumda değildirler.”343
Kur’ân’ın, Rahman’ın kullarını israf ile cimrilik noktaları
arasındaki ortalama ve itidalli hali ile nasıl nitelendirdiğini gör-
dük. Böylelikle Allah’ın Kitabı’ndaki bize hitabı ile Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin nasıl aynı noktada
birleşip birbirlerine açıklık getirdiklerini görüyoruz. Hamd
Âlemlerin Rabbi Allah’adır.

Bu Hasletin Şubeleri

Altmış Dokuzuncu Şube: Malı Korumak


İslâm düşmanları, saptırıcılar ve değişik ideoloji men-
supları, İslâm’ın toplumsal ve ekonomik bir denge kurup bu
dengeyi korumaktaki yeterliliği ve şeriatın buna gücünün yet-
mesi hususunda birtakım şüpheler uyandırmaktadırlar. Yap-
tıkları bu hücumdaki delilleri ise Müslümanların tarihlerinde
okuduğumuz feodalizm -bu gibi lafızları günümüzdeki genel
anlamları ile kullanıyorum- ve sınıfsallığın sebeb olduğu hak-
sızlıklardır. Onlara göre İslâm, Müslüman nesiller arasında ve
onların topraklarında görülen tarihsel olayların bir toplamıdır.
Bizim ise tarihimizdeki zulmün etkenlerine ve bunu işleyenle-

343 Ahmed bin Hanbel, V, 243, 244; Ebu Nuaym, Hilye, V, 155.
İmanın Şubeleri 553

re mazeret bulmaya kalkışmamamız gerekir. Çünkü böyle bir


mazeret bulmaya kalkışmak savunulmaması gereken birtakım
hususları savunmaya kalkışan güçsüz bir savunmacıya yakışır.
Bize göre İslâm Allah’ın ebedi dinidir. Mümkün olan en
ileri derecede onu gerçekleştirmeye yaklaşmayı arzuladığımız
bir ideal (dava)dır. Mükemmelliğe en yakın düzeyde bu ör-
nek bizim tarihimizde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
ile ve ondan sonra da raşid halifeler ile birlikte ashab-ı kiram
(Allah hepsinden razı olsun) toplumunda müşahhas ifadesini
bulmuştur. Peygamber efendimizin pâk siretinden (yaşayı-
şından) başlayarak bu tarih gözkamaştırıcı adaleti dile geti-
rip durmaktadır. Sonraları ortaya çıkan haksızlıklar aslında
Müslümanların asıl örnekten uzaklaşmaları ile şer’î nassı tahrif
etmelerinden kaynaklanan tarihi bir gerileyiştir. Bu şer’î nasla-
rın tahrif edilmesi ise yöneticilerin bozuk niyetinin ve şeriatın
tercümanlığını yapması gereken onların bazı yardımcılarının
kabul gören esnekliklerinden kaynaklanmaktadır.
Nebevî yöntem üzere vaat olunmuş ve gerçekleşmesi
umulan halifeliğin önünde zulüm vakıasını malların ziyan
edilmesi, ekonomik ve sosyal yapıların bozulması, ümme-
tin başkalarının peşinden gitmesi, beşeri, mali ve maddi güç
ve imkânlarının düşmanlarına aktarılması gibi vakıaları de-
ğiştirmek şeklinde pek muazzam bir meydan okuyuş bulun-
maktadır.
İslâm bize yalnızca zulme karşı bir şeyler söyleyip feryat
etmeyi bağışlamıyor. İslâm bize aynı zamanda adalet sevgisi
ve adaletin dinin özünden olduğuna inanmaktan kaynakla-
nan bir terbiye ve tam anlamı ile uygulanması hâlinde ikti-
sadın doğru yolda yürümesini, toplumun da adalet, tekâmül
ve ilerleyiş, güvenlik ve güç temelleri üzerinde yükselmesi
sağlayan özellikler arasında yer alan ilahî bir teşri (hukuk) da
vermektedir.
554 Nebevî Yöntem

Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri üzere, Rasûlullah


sallallahu aleyhi ve sellem “Her kim bir karış kadar bir
araziyi haksızca ele geçirecek olursa o haksızca aldığı
miktar yedi katına kadar onun boynuna dolanacaktır”
buyurmuştur.344
Müslümanın malının haram olduğu hakkındaki hadis-i
şerifler pek çok olup bunlar özel mülkiyetin makul maslahat-
larının korunması için bir çerçeve teşkil etmektedir. Elverir ki
bu maslahatlar kamu maslahatları ile çelişkili olmasın. Can-
dan sevdiğimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sel-
lem İbn Hibbân’ın Sahîh’inde Ebu Hureyre’den rivayet ettiği
bir hadise göre şöyle buyurmuştur: “Bir Müslümanın kar-
deşinden gönül hoşluğu olmadan bir sopa dahi alma-
sı helal değildir.” Ayrıca buyurdu ki: “Buna sebep ise
Allah’ın Müslümanın malını Müslümana ileri derecede
haram kılmış olmasıdır.”345
Bununla birlikte özel mülkiyet hakkının saygınlığı, baş-
kalarının mallarını haksızca avuç avuç almaya ve zenginler
arasında elden ele dolaşan bir devlet (bir güç) haline gelin-
ceye kadar onları kendisine doğru çekmeye bir araç olduğu
takdirde ortadan kalkar. Çünkü Yüce Allah bunu kitabında
yasaklamıştır. Dolayısı ile İslâm’da kapitalist düzene yer yok-
tur. O düzen ki faizli yollarla çoğalıp artma ruhu ile yaşar. İşçi-
lerin haklarını boğmaya sebep olan yarış hürriyetini soluyarak
teneffüs eder. Genel olarak halkın geçim yolları daralıp dur-
makla birlikte lüks ve refah içerisindeki sınıf ise serveti gittikçe
genişleyen bir boyutta tekelinde tutar.
Faiz ile ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey
iman edenler! Eğer mü’minler iseniz Allah’tan korkun,

344 Buhârî, Mezâlim 13; Müslim, Müsâkât 142.


345 İbn Hibbân, Sahîh, XIII, 316.
İmanın Şubeleri 555

faizden arta kalanı da bırakın. Şayet böyle yapmazsa-


nız Allah’ın ve Rasûlü’nün size savaş açtıklarını bilin.”346
Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem de
Bezzâr’ın sahih bir senet ile rivayet ettiği bir hadisinde “Faiz
yetmiş küsür çeşittir. Şirk de bunun gibidir” buyurmak-
tadır.347 Şüphe yok ki ümmetimizin fitne ortamı altındaki ikti-
sadi hayatına yerlimiz de yabancı olan da her bir yandan ve
her bir cihetten talan ve yağmalama pençelerini uzatmış, bu
yetmiş küsur türün hepsinden de onların bu fesatları ümmetin
aleyhine olmak üzere girmiştir. Müslümanların hem birey ola-
rak hem de ümmet olarak mallarını korumaları ve bu malları
uluslararası ve yerel kapitalist hegemonyanın pençesinden
kurtarmaları gerekmektedir. Özel şahıslar dışarıda kalmak su-
reti ile yalnız başına İslâm devletinin mali güvenlik amacı ile
bankalara konulan malların ümmetin yapısını inşa edecek ve
lüks araçlarını değil de genel olarak Müslümanların ihtiyaç-
larını üretecek yetkinliklerle çalışmaları hizmetine sunmalıdır.
Bununla bireysel kâr değil kamuya hizmet amaçlanmalıdır.
İdari, mesleki ve teknolojik yetkinlikleri kullanmaları ve bu-
nun sonucunda elde edilen üretimle de Müslümanların pa-
zarlarını uluslararası kapitalizmin etkinliğinden (nüfuzundan)
kurtarabilmeli ve uluslararası pazarlarda cahili mallarla yarışa-
bilmelidirler. Yenilikçi ve özgürleştirici aşamalarda ise Müslü-
man devletlerin halkları arasında -yönetim düzenleri ne olursa
olsun- ekonomik bir dayanışmanın da bulunması zorunludur.
Uluslararası kapitalist tekelciliğin ve çok uluslu şirketlerin
hegomonyasının sonunun getirilmesi kapitalistlerle onlara
müşteri olan ve Müslüman olmayan dış ekonomik güçler ta-
rafından ona hizmet edenlerle ilişkileri koparmayı gerektirir.

346 Bakara 2/278-279.


347 Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IV, 147.
556 Nebevî Yöntem

Biz Muhammed ümmetine hakların tastamam ödenmesi


emredilmiş, malı zayi etmemiz de yasaklanmıştır. Allah yolun-
da infak etmemiz emredilmiş ve şeriat koyucu bizlere hayırlı
işlerde birbirimizle yarışıp acele etmeyi sevdirmiştir. Bize mal-
ların israf ile saçılıp savrulması ve o malların beyinsiz kimse-
lerin tasarrufuna bırakılması yasaklanmıştır. Dünya zineti hu-
susunda çokluk yarışına girmemiz ve bundan dolayı haksızlık-
lara kalkışmamız bize yasaklanmıştır. Helal olanı kazanıp onu
artırmamız ve onu korumamız da şer’î harcama yerlerine onu
harcayalım, zekâtı verelim, tasadduk edelim, artanı karşılık
beklemeden verelim diye bize emir verilmiştir. Bütün bunlar
da bizi Allah’a yakınlaştıran ve O’nun razı olduğu amellerdir.
İşte bunlar Müslümanların iktisadını başkalarının ekono-
milerinden ayrıcalıklı kılan hususlardır. Onun ayırdedici bir
özelliği de çaba, gayret, çalışma ve gerekli tedbir ve idareden
sonra elimize ulaşmasını Allah’ın kolaylaştırdığı herhangi bir
rızık bize Allah’ın lütfunu hatırlatan, O’nun bir ihsanı, bir bağı-
şıdır. Ayrıca bu maddi rızık bizi gayemize ulaştırması için kul-
lanmakla muhatap olduğumuz bir araçtır. Söz konusu bu gaye
ise o malı kendi aramızda adaletli bir dağıtıma tabi tutmak ve
kendi kendimize yetmenin güçlenmenin, kendimizi koruya-
bilecek hale gelmenin mesajımızı dünyaya taşıyıp onu tebliğ
edecek güce ve onu savunabilecek noktaya gelmenin yollarını
temin etmek üzere bütün maddi araç ve imkânlarımızı bir ara-
ya getirmek yolu ile Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Yeryüzünde müstekbirler mustaz’afları dışarıda tutarak
yerin zenginliklerini kendi tekellerine almaktadırlar. İnsanlık
vicdanındaki bir sesleniş ve bir bekleyiş mahrumlara azap ve
işkence altında olanlara, aç bırakılanlara, haklarını verecek
bir adaleti özlemektedir. Şüphesiz ki bu, özgürleşmelerinden
sonra olsun, özgürleşme süreci içerisinde olsun yüksek sesle
dile getirip çağrısını kabul etmeleri gereken Müslümanların ta-
İmanın Şubeleri 557

kınmakla yükümlü olduğu soylu bir sesleniştir. Böylelikle ima-


nın şubelerinden bir şube olan malı korumak İslâm’da haram
kılınmış bulunan malı yığıp biriktirmeye, tekeline almaya ve
onu kenz olarak biriktirilen bir hazineye dönüştürmenin bir
yolu olmasın.
Sınıfsal zulmün de bütün anlamları ile genel olarak zul-
mün de kökünden sökülüp atılması gerekir. Yüce Allah’ın
Kitabı’nı okuyup bu okuyuşumuzun bizi uygulamaya iten
doğru ve samimi bir okuma olabilmesi için imanımızı da yeni-
lemek görevimizdir. Şüphesiz Allah Kur’ân’ında ve Nebi’sinin
sünnetinde iktisat alanında tek bir kelime ile özetleyebileceği-
miz emirler vermiştir ki bu da: adalet sözcüğüdür.
Hiç şüphesiz kalplerinde Allah’a karşı herhangi bir saygı
ve korku beslemeyen solcular “adalet” sözcüğünü kendilerine
bir yöntem alıp bir program olarak ortaya koymakta tereddüt
göstermemektedirler. Fakat bu onları yönetime taşıyacak bir
binek ve bir slogan olmaktan ileri de gitmemektedir. Diğer ta-
raftan mahrumlar bu seslenişi işitip onu doğru kabul etmekte,
büyük kalabalıklar bu seslenişi yapanların etrafında toplan-
maktadır. Böylelikle komünizm bizi yiyip bitirmektedir. Çünkü
bizler, adalete düşüncemizde, söylemimizde, yöntemimizde
ve programımızda İslâm’ın ağırlığını güzel bir şekilde vereme-
mekteyiz.
Mustaz’afların isteklerini başa alıp öne çıkmak (ve çıkar-
mak) herkesten çok bize yakışır. Çünkü bu bize verilmiş bir
emirdir. Adaleti kendimize bir program olarak ortaya koymak
herkesten çok bize yakışır. Çünkü biz İmam Ali ile birlikte “fa-
kirliğin nerede ise küfür olacağına” iman eden kimseleriz.
Yönetimimizde adaletli olmak en çok bize yakışır. İlerler-
ken adalet yapma niyetimizi açıkça ortaya koymalıyız. Çünkü
biz Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyoruz. Allah ise adaleti em-
rettiği gibi başka herhangi bir farizayı emretmiş değildir. Gök-
558 Nebevî Yöntem

ler ve yer adalet üzerine yükselmiştir. Vaat edilmiş bulunan


İslâm halifeliği de -Yüce Allah’ın üzerine- başka temel üzerin-
de değil, onun üzerinde yükselir.
Tam bir açıklık ve güven ile diyoruz ki: Beşeriyetin kro-
nikleşmiş kör düğümü olan zulüm çözülmedikçe İslâmî bir
kıyamın hatta adaletin dini olan İslâm’ın müstekbirliğe karşı
direnip mustaz’afların yanında yer alarak onlara yardımcı ol-
masının hiçbir anlamı olmayacaktır.

Yetmişinci Şube: Zahitlik ve Az ile Yetinmek


Geniş ve aydınlık ufukta ümmet bakımından bütünlük
arz eden sosyal adalet, kendi kendine yetmek ve güç ufkunda
beslenme, ekonomi ve silahlanma bakımından özgürlük uf-
kunda zahitlik ve az ile yetinmek kelimeleri alışageldiğimizden
farklı bir şekilde yazılırlar. Mü’min erkek ve kadının nefsin-
de dünyaya karşı zahit olmak, malların ve geniş ve rahatlık
içinde yaşama yollarının imkânları elimizde mevcut iken nefsi
bir özgürlük, nefsi bir yücelik ve Nebevî bir sünnet olarak bir
ahlâk haline gelmesidir. Çünkü insan sahip olmadığı ve elinin
altında bulunmayan hususlarda zahit olamaz. Eğer kazan-
maktan yana acizlik ve bireysel tembellik yahut işlerin kesat
gitmesi ya da ekonomik bir yıkım mülk edinmenin ve bolluk
içinde yaşamanın engeli ise kişi zahit sayılmaz.
Zahitlik bireysel imanî bir erdemdir. Fakat ondan daha
yüksek bir erdem olan Allah yolunda mal ile cihad erdemi ile
çatışabilmektedir.
Eğer bizler zahitliği bizatihi maksat olarak görülen bir in-
ziva, bir kaçış ve bir fakirlik olarak anlayacak olursak zühd
yapan kişi de zayıf aile fertleri komşu ve annesi gibi üzerinde
hakları olan kimselere faydası dokunmayan aciz bir mü’min
karşımıza çıkar. Allah’ın beklenen erlerinin ise yürüyüşleri sı-
İmanın Şubeleri 559

rasında öncesinde ve sonrasında ekonomik bağımsızlığa kesin


ihtiyaçları vardır. Çünkü mal bir can damarıdır. Cihad da her
çağda ve her yerdedir. Zahitlerle dervişlerden oluşan bir ce-
maatin ise suvarilerini ve piyadelerini çağırıp toplamış askeri
azgınlığı ile ekonomik hegomonyası ile göğüslerimize oturup
çöreklenmiş cahiliyeye bağlı sistemleri ile Müslümanların üze-
rine kâbus gibi çökmüş bir vakıanın asgarisini dahi yerinden
oynatmakta bir faydaları olmaz.
Allah yolunda infak ve dünyaya karşı zahit olmak erdem-
leri her zaman için kazanç elde etmeye, malı korumaya onu
çoğaltmaya çalışan ve bunu özellikle de cihad alanında cö-
mert bir ruh ile şer’an harcanması gereken yollara harcamak
için yapan mü’min kişi ile mü’min kişilerde bir arada bulunur.
Yorularak hesaplı ve tutku ile çalışan bir el ve diğer taraftan
Allah yolunda hesapsızca infak eden bir el. Eğer infak eden
el tek başına çalışacak olursa infak nereden yapılacaktır? Eğer
zahitlik eli tembelliğin hareketsizliği ile dilenciliğin zilleti sebebi
ile geri çekilip büzülecek olursa güçlü mü’min nereden ortaya
çıkacak?
Zühd bireysel bir erdemdir. Bunun karşısında ise sosyal
ve toplu bir erdem olan az ile yetinmek (tekallül) yer alır.
Müstekbirler açısından tüketim kefesi ile açlıktan ve sefa-
letten dolayı havaya kalkmış bulunan terazinin diğer kefesin-
de bulunan mustaz’aflar kefesi yer alır. Bu durum da Müslü-
manlar için bir denge, bir zorunluluktur.
Tekaşşür (bir lokma, bir hırka) oldukça katı ve bizden
uzak bir kelimedir. Diğer taraftan bu ahlâkî ve imanî bir an-
lam da ifade etmemektedir. Ayrıca bu lafız halkın sefaletini
adlandırmak istediklerinde ve mali politikalarının tablosunu
göstermek istediklerinde yöneticilerin sözlüklerinde yer alan
bir kelimedir.
560 Nebevî Yöntem

Toplumsal bir zahitlik çerçevesinde İslâmî dengeli bir eko-


nomi ve dengeli bir yaşayış tekallül denilen az ile yetinmektir.
Bu da ümmetin bütün bireylerinin öncelikle zorunluluk dere-
cesindeki ihtiyaçlarını (zaruriyat) ve diğer ihtiyaçlarını (haci-
yat) karşılamaktır. Bundan sonra ise biz üretim ve tüketimi-
mizde kemâliyet denilen mükemmelliklere ancak daha güzel
beslenmeye ve tedaviye ihtiyacı bulunan hasta yahut da uz-
manlaşmak isteyen bir öğrenci, özel bir itinaya ihtiyacı olan
aciz İslâm’ın henüz yeni itina göstermeye çalıştığı ve İslâm’ı
sevmesi gereken çocukluk döneminde bulunan çaresiz kalmış
bir kimseye nefes alması için verilen kadar bir yer verilir.
Azla yetinmeyi esas alan bir ekonomi ve birbiri ile uyumlu
üretim ve tüketim.
Aksi takdirde bilelim ki israf ile saçıp savuranlar şeytanla-
rın kardeşleridir. Cahili Batı ve Doğu ekonomileri ancak şey-
tani bir ekonomidir. Çünkü bu ekonomiler israf ve savurganlık
niyeti üzerine yükselir. İsraf ve savurganlık teknolojisi ile kuru-
ludur, ruhunu israf ve savurganlığın teşkil ettiği bir düzen ve
bir sanayi tarzına sahiptir.
Bununla birlikte kapitalizmin israf ve savurganlığı ile on-
ların ekonomik pazarları açıkça ilan edilen ve kabul edilen bir
haldir. Yeryüzünde saklı bulunan ham maddeyi helak etti ve
tüketti, havayı ve suyu ifsat etti, yerküreyi ve onun atmosfe-
rini zehirledi. Buna karşılık komünist ekonominin israf ve sa-
vurganlığı telef ettiği mala ve insana aldırmaksızın bürokratik
bir israf ve savurganlıktır. Başkalarının hesaba kattığı gibi işin
getirisini ya da üretim etkenlerinin getirisini hesaba katma-
ya, ekonomik işlemlerin verimliliğini hesaba katmaya ihtiyacı
yoktur. Bürokratik savurganlık yazılı açıklamalarda ilan edilen
yani fiilen gerçekleştirilenlerin dosyalarında değil de ideolojik
beyanlarda açıklanan bir kafa yapısının arkasında saklanıp
gizlenmektedir.
İmanın Şubeleri 561

Bunların hepsi şeytanların kardeşleridir. Çünkü bunlar is-


rafçıdır, savurgandır. Bunun yanında dikkat edilmesi gereken
başka hususlar da vardır. Bunların en önemlileri ise insana
zulüm, insanın şeref ve haysiyetine saldırı ve onu Allah’ın yo-
lundan alıkoymaktır. Ve bütün bunların ağır yükünü biz Müs-
lümanlar çekiyoruz. Bize bir kırıntı dahi bırakmayan savur-
ganlıklarının, nefes alacak fırsat tanımayan zulüm ve Allah’ın
yolundan alıkoymalarının ağır baskısı altında kan kaybedip
durmaktayız.
Ey Allah’ın eri! Etrafına bakacak olursan şeytanın aramız-
dan pek çok kimseyi kendisine kardeş edindiğini göreceksin.
Müslümanların mallarını saçıp savuranlar, mallarımızı zorla
gasbedip aldıklarında yeraltı zenginliklerimizi ve topraklarımı-
zı Amerika’ya, İslâm düşmanlarına, siyonist Yahudilere satan
kendi evlatlarımıza ses çıkarmayan beyinsizlerimiz var ya! İşte
onlar şeytanî cahiliyenin aramızdaki eserleridir.
Yarın Yüce Allah’ın izni ile özgürlükten sonra bugün bu-
lunduğumuz hâle geri dönmemek için mallarımızın hainlik
etmeyecek ellere bırakılması, yönetimimizin de ticaretin ve
alışverişin de Allah’ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı ver-
mekten alıkoyup oyalamayacağı kimselere verilmesi gerekir.
Çünkü yalnız onlar ahirete göre dünyanın tamamını küçük
görecek olanlardır. Yalnız onlar Allah’ın nezdinde en büyük
mükâfatı arayarak ümmetin ekonomisini canlandırmak yo-
lunda karşı karşıya kalacakları zorlukları önemsemezler. Yalnız
onlar ümmete güçlü ve şerefli bir hayatı temin edecek ekono-
mik bir yapı ile ümmeti donatabilirler.
Ey Allah’ın erleri! Doğuda ve batıda cahiliye mensubu
ülkelerde mütref (lüks ve refah içerisinde bulunan) ve müstek-
bir tabakalarının tüketim ve yararlanma çayırlarını nasıl işgal
ettiklerine bir bakın. Bir tarafta tıpkı hayvanların eğitildiği gibi
kendilerine hizmet ettiklerine alıştırdıkları halkları ellerine ge-
562 Nebevî Yöntem

çirip onlara nüfuz etmiş, saraylarında yaşayan Marksist Leni-


nist sınıflar, diğer tarafta batının batısında ise kumar oynayan,
bizim savurgan beyinsizlerimizi de gazinolarda kumara alıştı-
ran ve bunu açıkça yapan lüks ve refah içerisindeki korkunç
bir fesat ve savurganlık...
Allah ise ne fesatçıları sever ne de şeytanların kardeşlerini.
Ahirete iman etmediği için -etse dahi dili ile inanan- dün-
yaya karşı zahid olmayan bir kimsenin elinde malın ve yöne-
timin bir arada bulunması hâlinde o da harab olur, ümmet de
harab olur. Şayet Allah’ın huzuruna çıkmanın ne demek oldu-
ğunu bilmediği için ümmetin ızdırabını hiçbir şekilde taşıma-
yan bir kesim lehine ümmetin işlerini idare etmeye kalkışacak
olursa bu da ümmetin harap olması demektir.
Zahidlik ve az ile yetinmek. Eğer bizler yalnız kendisi
hücum edip avlansın, lezzetlerden yalnız kendisi yararlansın,
orada ve burada Avrupa’daki ahırlarda yalnız kendisi saldır-
sın diye ümmetin mallarına dalan ve ümmeti bir lokma bir hır-
ka ile geçinmeye mecbur eden uyuyan kurtlar ve rengarenk
tilkiler ile karşı karşıya bulunuyorsak böyle bir şey kesinlikle
olmaz.
Ey Allah’ın erleri! Özgürlükten sonra yönetime ve işleri
yönlendirmeye kurtların ve tilkilerin sızmasına karşı son dere-
ce tedbirli olmalısınız. Talan etme ve avını yiyip bitirme fırsat-
larını ellerine geçirmeden önce zahidlik ve miskinlik kürklerini
giyseler dahi.
Mü’min de başkaları gibi yetki ve mal aldatması ile maruz
kalabilir. Bunlar her zaman için birbirlerinden ayrılmaz şeyler-
dir. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Bezzar’ın
hasen bir senetle rivayet ettiği bir hadisde şöyle buyurmakta-
dır: “Bir avına saldırıp yiyen ve ortalığı berbat eden iki
kurdun zararı Müslüman kişinin dinine şeref (üstün
İmanın Şubeleri 563

makam) sevgisi ile mal sevgisinin vereceği zarardan


daha büyük değildir”
Kimin mal ve şeref -ki yetki ve otorite bunun bir türüdür-
sevgisi Allah ve Rasûlü’ne olan sevgisini, Allah’a ve Rasûlü’ne
itaat, arzu ve isteğini perdeliyor ise Müslümanların malları-
nın ve yetkili makam ve mevkilerinin ona teslim edilmesi için
güvenilmeye elverişli birisi değildir. Bundan dolayı Kitab-ı
Kerim’de beyinsizlere (sefihlere) mallarımızı vermemekle em-
rolunduk, sünnet-i seniyyede de yönetimi isteyene vermeme-
miz emrolundu.
Şimdiki durumlarında Müslümanların ekonomileri neden
aşağılara doğru inmektedir?
1. Açık ekonomik bir yöntemin bulunmaması. Bunun so-
nucunda hedeflerin, planın, aşamaların ve uygulamanın be-
lirlenmesinde tereddüt ortaya çıkar.
2. Ekonomimizin Doğu bloklu yoldaşlar ile kapitalist
menfaatler için yönlendirilmesi. Çünkü düşünen ve emir ve-
ren cahiliye mensubu planlayıcılardır.
3. Aramızdaki beyinsizlerin mallarımız ile ilgili bozuk dü-
zenlerin başında bulunmaları ve yüksek bina yapma yarışına
girmeleri ve mal kaçırmaları.
4. Kurtların ve tilkilerin makam ve mevkilerini koruyacak
bir koruyucuya zorunlu olarak muhtaç olmaları. Bu sebeple
onlar bu koruyucunun velileri (dostları) olurlar. Onların bü-
tün meseleleri kendi nefislerinin yükselmesi, sürmesi ve daha
da şişmesidir. Ümmetin önünde ise haksızca övünmek, lüks
ve israf için bir takım başarılar sunulur, kolladıkları kimseler,
sevdikleri kimseler ve kuyruklar bunlardan yararlanır ki o ne
kötü bir yararlanmadır. Hâlbuki aynı zamanda halk cahillik-
ten, hastalıktan ve açlıktan ölüm ile karşı karşıyadır. Kendisi
564 Nebevî Yöntem

için hazırlanan hile ve tuzaklardan ve ona yapılmak istenen-


lerden de habersizdir.
5. Bütün bunların kapsayıcısı ve diğer dört noktanın özeti
de şudur: Malı ve yönetimi elinde bulunduran müstekbir bir
sınıfın anlamsız işleri ve ümmetin sırtına basarak cahiliyenin
de yardımı ile bunların ikisini müstebidce tekelinde bulundur-
ması. O hâlde İslâmî kıyamın sabahında istediğimiz ümmetin
gemisini kurtuluşa götürmeleri için Allah’tan korkacak adam-
ların bulunmasıdır.
Müslümanların ekonomilerinin tedavisi ancak katıksız
ekonomik ve siyasal reçetelerle tamamlanabilecektir. Bunun
için yepyeni bir iskelet kurulacak, paktlar, bloklar değiştirile-
cek, bir avuç beyinsiz düşmanlarımızla giriştikleri komplolo-
run çözülmesi ile (konumlarından) uzaklaştırılacak.
Köklü değişiklik bizim için kaçınılmaz olduğu gibi kesin
tedavi de bizim için kaçınılmazdır. Kesin tedavi ise rabb ola-
rak Allah’a iman etmek, O’nun huzuruna çıkacağını bilmek,
bütün hareketlerimizi gördüğünün şuuruna varmak sonra da
O’nun emirlerini dikkatle, ihlasla, fani dünyaya karşı zahid bir
duruşla yerine getirmektir.
Din ve ahlâk ile iman ve doğruluk...
Ekonomik politik ile alakalı teknik itibarlar ise imanî ira-
deye hizmet etmek için fazladan söz konusu olacak yollardır.
Bizim ısrarla ilk ve son ihtiyaç duyduğumuz şey Allah’a
verdikleri sözlerinde samimiyetle doğrulukla bağlı kalan ve
aldatıcı ve kışkırtıcı hususların aldatma ve kışkırtmalarından
etkilenmeyen yiğitlerdir.
İmanın Şubeleri 565

Yetmiş Birinci Şube: Dünyanın


Aldatıcılığından Korkmak
Yüce Allah’ın, beyinsizlerimizin yerine bize ihsan edece-
ği, iman ile korunmuş, ilim ile donanmış yiğitlere ihtiyacımız
vardır. Sefih (beyinsiz) sözlük anlamı itibari ile hafif (meşreb)
demektir. Şer’an ise malı idare etmek ve onu disiplinli bir şe-
kilde elinde bulundurmaktan aciz ve yetersiz kimse demektir.
Mü’mini heva ve arzular peşinden sürüklemez ve onu ha-
fifliğe sevk etmez. Dosdoğru yol üzerindeki sebatı ve ağırlığın-
dan ötürü onu aldatmaz.
Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir mü’mini dünya
hayatı aldatmaz. Çünkü Allah ona bu hususta emir ve tavsi-
yede bulunmuştur. Aziz ve celil Rabbimiz şöyle buyurmakta-
dır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki Allah’ın va’di haktır. O
hâlde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın ve çok alda-
tıcı da sakın sizi Allah ile aldatmasın.”348 Fâtır sûresinde
yer alan bu âyetin bir benzeri Lokman sûresinde de geçmek-
tedir.349
İşte bu emre uymak, bu tavsiyeyi uygulamak imanın şu-
belerinden önemli bir şubedir. Allah erleri için en korkulacak
hâl dünyanın yönetim ve idarenin, malın ve bunlarla birlikte
gelen kışkırtıcı ve aldatıcı hususların genişçe önlerinde yayıla-
cağı zaman onların çaba ve gayretlerini darmadağın etmesi,
gözlerini sürekli olarak Allah’ı arzulamak, O’na giden yolun
meşakketlerine sabretmekten uzaklaşıp basit şeylere mal çok-
luğu ve dünyalık çokluğu yarışına yönelmeleridir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mübarek ömrünün
son yılında Uhud şehitlerinin namazını kıldıktan sonra -ravi

348 Fâtır 35/5.


349 Bk. Lokmân 31/33.
566 Nebevî Yöntem

dedi ki: Adeta hayatta olanlara da ölmüş olanlara da veda


edercesine- hutbesinde şunları söyledi: “Ben sizden önce
gidip size yerinizi hazırlamış olacağım. Ve ben size
karşı bir tanığım. Sizinle buluşacağımız yer havzın ke-
narı olacaktır. Gerçekten ben onu ayakta durduğum bu
yerden görüyorum. Ben sizin için ortak koşacaksınız
diye korkmuyorum ama sizin için dünyadan ve onun
uğrunda birbirinizle yarışacağınızdan korkuyorum.”350
Hadisi Buhârî, Ukbe bin Âmir radıyallahu anh’dan rivayet
etmiştir.
Buhârî ve Müslim’in Ebu Saîd’den rivayet ettiklerine göre,
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem minberin üzerine oturdu. On-
lar da etrafında oturdular. Allah Rasûlü “Sizin için en kork-
tuğum şey, Allah’ın sizin üzerinize açacağı dünyanın
güzellikleri ve süsleridir” buyurdu.351
Bu hususta pek çok Nebevî vasiyet bulunmaktadır.
Allah’ın erleri için mihnetlerle sınandıkları zaman duyulan
korku, nimetler ile yönetimin ve malın dizginlerini ellerinde
tutup iktidara gelmekle sınandıkları zaman duyulan korku
gibi değildir. Bundan dolayı o ilahî mürebbi sallallahu aleyhi
ve sellem’in tavsiyeleri bu hususta defalarca tekrarlanmıştır.
Dünyadan yana yirmi üç yıl sütten kesildikten sonra Allah’ın
yardımı geldi, insanlar Allah’ın dinine gruplar hâlinde gir-
di. İslâm’ın güçlenmesi ile Allah’ın erleri yeryüzünde iktidar
sahibi oldular. İşte rabbani öğütçü Allah’ın nuru ile bakarak
öğüt verip sakındırmakta, dünya hayatının dünyadakileri al-
datmasından, aldanışın ve kovulmuş şeytanın kandırmaların-
dan sakındırmaktadır. O kovulmuş şeytan ki malı ve iktidarı
insan ruhuna şeriatın sınırlarının dışına çıkıp uzaklaşması için

350 Buhârî, Megâzî 17.


351 Buhârî, Zekât 47; Müslim, Zekât 122.
İmanın Şubeleri 567

tamah ettirir. İnsan nefsi tezkiye olup (tertemiz olup) eğitilmiş


dahi olsa Allah nezdinde pek değerli olan Rasûl-i Ekrem’in
sohbetinde bulunup hidayet nurunu almış olsa dahi nefislerin
aldanışından ümidini kesmez.
Dünya Müslümanlara bol bol ihsan edildi. Aldanış da
hücum etti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra
bu aldanış Müslümanların üzerine adeta saldırdı. Ashab-ı ki-
ram karşısında dimdik durdu ve direndi. Sonra yönetim raşid
halifeliğin özelliklerinden uzaklaşmak sureti ile ısırıcı meliklik
vakıasına dönüştü. Ümmetin sayısı gittikçe çoğaldı -insanları
dillerine ve ırklarına göre değil de iman derecelerine göre bir-
birinden ayıran Kur’ânî anlamı ile- bedevilerin sayısı imanın
özel türüne baskın geldi. Aldanışın yaşayış tarzı korku yaşayı-
şına, insanların vicdanlarında da dünya ahirete baskın geldi.
Fitne kurbanlarından olup Haccâc’ın şehid ettiği üstün ta-
bii Saîd bin Cübeyr, Fâtır sûresindeki âyetin tefsirinde şunları
söylemektedir: “Dünya hayatının aldatması; kişiyi, ahiret için
hazırlık yapıp onun için amel etmekten alıkoyarak meşgul et-
mesi demektir. Nitekim kul ahirete gideceği zaman ‘Keşke bu
hayatım için önceden bir şeyler göndermiş olsaydım’ diyecek.
Allah ile aldanmak ise kul Allah’a isyan etmekle birlikte yine
Allah’tan günahlarını bağışlamasını temenni etmesidir.”
Şüphesiz ki mü’minler de kendileri dışındaki diğer insan-
lar gibi dünya hayatının fitnesine ve şeytanın kandırmasına
maruzdurlar. Eğer önceki cahiliye yönetim düzenleri otori-
teleri paylaştırıp kontrol kurum ve aygıtlarını da tayin etmek
sureti ile insanların onlara eğilim duymasını, kökünü kazıyıp
egemenliği kendisi kullanıp ahlâkî herhangi bir değere dayan-
madan insanların mallarını yağmalamayı esas alıyor idiyse
de hiç şüphesiz İslâmî yönetim düzeni, disiplin ve kontrol ku-
rumları olan hisbe, iyiliği emredip münkerden alıkoyma gibi
kurumları tesis etmelidir. İyiliği emredip münkerden alıkoy-
568 Nebevî Yöntem

mak erkek kadın bütün Müslümanlar üzerine genel bir görev-


dir, mü’minlerin kalplerindeki imanî dinamiği tamamlayan ve
destekleyen unsurlardır. Özgürleşmeden önce ve sonra dave-
tin herhangi bir görevini eline alan ve İslâm devletinin kurul-
masından sonra da devletin bir görevinin başına getirilen her
bir kişinin çaba ve gayretinin neye yönelik olduğuna bakması
gerekir. Allah ile olan alakası ve Allah’tan korkması ne dere-
cededir, ahireti için nasıl hazırlık yapmaktadır? Allah hakkın-
da aldanarak kendi kendisine günah işleme ruhsatlarını verip
şüphesiz Allah mağfiret edendir, merhamet edendir mi diye-
cek, kendisinde Allah yolunda cihad eden ve bu uğurda hiçbir
kınayıcının kınamasından korkmayan kimselerden olabilmesi
için gerekli ehliyete sahip midir?
Dünya hayatına aldanmak ve Allah hakkında aldanmak
insanın birinci düşmanı olan şeytanın insana zarar vermek
için girdiği iki menfezdir. Rüşvet fesadı, zulüm, menfaatçilik,
haramları çiğnemek sorumluluğu hafife almak fesadları da bu
iki menfezden ümmetin üzerine girer. Düşman kişinin üzerine
bu iki gedikten girip dinini tahrip eder, harab olmuş vicdan-
lar üzerinden de ümmetin üzerine hücum edip onun birliğini
darmadağın eder.
Cahiliye uygarlık ve kültürünün galip geldiği bu çağdaş
dünyada siyasal hareketlerin bütün çabası dış güçlerin -kas-
tettiğim beşer nefsi dışındaki güçlerdir- ağırlığının etkileşimi-
ne dayalı siyasal analizler yapmaktır. Siyaset bilimini insan
nefsinin hareketlerine verdiği önemden düşen pay ise barış
görünüşlü yahut da tahripkâr ve öfkeli gelişigüzel ve düzen-
li hareketleri kontrol etmenin sınırında durmaktadır. Siyasal
gözlemcinin gözü beşeri öfkenin taşkınlığından başkasını gör-
mez. Mü’min insanın elindeki imanî imkânlar ise onun duygu
ve eğilimleri hesaba katılabilen (siyasal) etkileşimin düşük se-
viyesinden doğruluğu (sıdk) alanlarına yükseltir. Öfkesini de
İmanın Şubeleri 569

insanlara intikam düzeyinden Allah için öfkelenmek zirvesine,


yerel ittifaklardan dolayı dayanışmasını ise mustaz’afları des-
teklemek ve onlara yardım etmek düzeyine yükseltir. Fakat
siyasal analizcilerin bundan haberleri yoktur. Bundan dola-
yı cahiliye mensupları ne Afganistan’da olanı biteni, ne de
İran’da dünyayı ve dünyanın aldatıcılığını boşayıp ahirete göz
diken dünya hayatını ve onun süsünü Allah yolunda şehade-
ti isteyerek bir kenara atan bir halkın kıyamında müşahhas
ifadesini bulan imanın yenilenen hayatı olarak İran’da olanı
biteni anlayamamaktadır.
Yapacağımız analizlerde siyasal düşünceler etrafında gi-
dip gelmek -buna hakkını vermekle birlikte- eğitimimizin ek-
seni olmamalıdır. Aksine eksen dünyadan ahirete giden yol ve
dünyayı katlayıp aşan umut çizgisidir. Mü’min, yeryüzü üze-
rindeki çaba ve gayretlerinin odağına ahireti koyar. Gözünü
Yüce Allah’a, özlem ve iştiyak göğüne, o ebedî şan ve şeref
göğüne dikerek bunu gerçekleştirmeye çalışır.
Bizler kendi nefsimizi tanıyıp düzeltmek için analiz et-
meden eğer toplumlarımızı ıslah etmeye hazırlık olmak üzere
analiz etmeye kalkışacak olursak ateş yakmak isteyenin ateş
olmadan üflemesine benzer. Dünya ve dünyanın süsü senin
düşünceni ve kalbini doldurmuşken toplumu nasıl ıslah edip
düzeltebileceksin?
Söyle bana! Allah’tan korkuyor musun? O’na kavuşaca-
ğını umuyor musun? Gerçekten... Gerçekten...
Söyle bana! Yüce Allah’ın “Dünya hayatının faydası
ahirete göre pek azdır”352 buyruğunu işittiğin zaman buna
göre hareket ediyor musun? Rabbimizin bize şüphesiz ki dün-
ya hayatı bir oyun, bir oyalanma, bir süs, aramızda bir çokluk

352 Tevbe 9/38.


570 Nebevî Yöntem

yarışıdır şeklindeki mesajını okudun mu? Emrolunduğun şekli


dışında dünyayı hesabından sildin mi? İçinden Allah yolunda
ölmeyi geçiriyor ve her an buna hazırlık yapıyor musun? Al-
lah hakkında aldanıştan kaçmak için Allah korkusu ile ağlıyor
musun? Aldatıcı ve lezzetli kuruntu ve temenniler senin kal-
bine gidip geliyor, kalbin ondan hoşlanıyor mu? Yoksa Yüce
Allah’ı razı etmeyen hususlardan bütün benliğinle nefret edi-
yor musun? Sen rabbinin kapısından ayrılmamak üzere O’nu
hatırlamakda mısın yoksa aldanış içerisinde bir gafil misin?
Tabiat itibari ile hoşlanılmayan şer’an sevilen düşünce,
yaşayış, eğilim ve hareketlere kendini alıştırıp eğitmeyi bitirdi-
ğin zaman artık dünya hayatının yörüngesinden ve şeytanın
ağlarından kurtulmaya yaklaştın demektir.
Ne zaman kendini yokuşu tırmanmaya alıştırıp Allah yo-
lunda ölmeyi, aşağılık bir hayatın arkasından sefilce koşma
zilletiyle yaşanacak bir hayattan daha çok sevdiğini güçlü bir
şekilde düşünecek olursan, artık Allah’ın erlerinden olmaya
yaklaştın demektir.
Şeytan ve hevanın yoldaşlığında dünyaya aldanmak ile
Allah hakkında aldanışa düşmek kişiyi helak edenlerin de ba-
şındadır ve toplumsal, siyasal ve ekonomik olarak helâk edici
hususların başında gelir. İslâmî analizimiz dış etkenleri beşe-
ri tasarruf yasaları arasında bütün insanların bildiğine uygun
olarak siyaset, toplum, ekonomi, savaş, hayır ve şer platfor-
mu üzerinde yerli yerince oturtur. Fakat analizimizin bundan
ayrı ve ayrıcalıklı özelliği ise insana gözünü yeryüzü ufkunun
yukarısına, dünya yolculuğundan daha uzağına, ölümün öte-
sine gitmesi için seslenmek gibi bir ayrıcalığa sahiptir.
Bizim tahlilimizin beşerî ortak analizden fazla ve ayrıca-
lıklı tarafı ise, mü’min insanın çaba ve gayretlerini, varlığının
gerçeklerine ve ölümden sonraki akıbetine doğru uyarması ve
uyandırmasıdır.
İmanın Şubeleri 571

O hâlde Allah’ın erleri, zikrin olmadığı bir boşluğun uçu-


rumuna, ahiretten yüz çevirmek musibetine, dünyaya aldanış
tuzağına ve Allah ile aldanmak musibetine uğramak fecaatin-
den kendilerini korumalıdır.

Hava İçinde Hava


1. Vakıayı, işlerin seyrini ve çağımızdaki genel huzursuz-
lukları bir de İslâm’a kurulan tuzakları iç ve dışdaki düşmanla-
rın bizim için gece karanlıklarında hazırladıkları planları anla-
mak için siyasal bir analiz, bir zorunluluktur.
2. Zaferin kazanılacağı günde vakıanın kendilerine boyun
eğmesini sağlayacağımız hükümleri bilmek için şeriatın fıkhe-
dilmesi de bir zorunluluktur.
3. Ümmetin hastalıklarını teşhis etmek için toplumları-
mızın analizini yapmak ve ümmetin tedavisini uygulamayı
sağlayacak şekilde siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel ve
yapılanma nazariyesinin hazırlanması da bir zorunluluktur.
4. Fakat bütün bunlar eğer Allah’ın erleri sahte olursa
hava içinde hava ve küle üflemek olur. Saftaki her bir er eğer
niyeti ile ve akidesi ile canını ve malını Yüce Allah’a satmamış
ise Allah yolunda ölmek yahut da eksiksiz yerine getirmek için
ayağa kalktığı emanetinin gereğini yerine getirmek için cihad
etmiyorsa bu içi boşluk olan bir boşluktur. Eğer Allah erlerin-
den her bir er her iki ayağını niyeti itibari ile ahirete koyma-
mışsa ve çaba ve gayretlerini kışkırtıcı ve anlamsız şeylerin
üstüne yükseltmemişse o da bir boşluktur.
Cihadın başlangıcı ve şartı, ayakta durması ve ruhu; öncü
kadroda ve liderlik konumunda, erkek ve kadınların dünyaya
itibar etmekten uzak durduğu, Yüce Allah’a tam anlamıyla
hicret ettiği ve başka hiçbir şeye iltifat etmediği bir terbiye ile
eğitmektir.
ONUNCU HASLET
CİHAD

Dünyadan Payına Düşen


Ey Allah dostu! Bu yöntemde iktisada dair birkaç sahife
okudunuz. Bununla birlikte iktisadın anlamlarından birisinin
de kasdın (maksadın) gözetilmesi olduğunu ve senin kastının
Yüce Allah olduğunu da unutmamanızı arzu ediyorum.
Yüce Allah Karun kavminin, Karun’a söyledikleri arasında
şu buyrukları da zikretmektedir: “Allah’ın sana verdiği ile
ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.”353
Şimdi ey Allah dostu! Seninle bir adım daha yükselerek
dünyadan payını almanı ve o avamî anlayışı aşmanı istiyo-
rum. Bu avamî anlayış ise, Allah hakkında aldanış anlayışıdır.
Bu anlayış, bazı insanlara dünyadan geniş imkânlarla yarar-
lanmalarını hatta dünyaya iyice dalıp ona teslim olmalarını
fısıldamakta ve bunu, Kur’ân-ı Kerim’in insanları kendisini
unutmamaları için teşvik ettiği dünyadan payları olduğunu
söyleyerek gerekçelendirmelerini onlara güzel bir iş olarak
göstermektedir.
İşte zengin ve refah içerisindeki Karun’un kavmini, imana ve
malının bir kısmını Allah için vermeye çağırıyor. Fakat onlar onu
dünyadaki Âdemoğulları’ndan birisi olarak imandan ve Allah

353 Kasas 28/77.


İmanın Şubeleri 573

yolunda harcamaktan hoşlanmayacak şekilde rahatsız edip tep-


ki vermesini istemediklerinden dolayı ona dünyadan bir payının
da bulunduğunu göstermiş ve ona yönlendirmişlerdir.
Fakat her bir Müslümanın dünyada kendisi ile halini
düzeltebilecek meşru hakları yerine getirebilecek ve kendisi
ile ahiretini hazırlayacağı kadarı ile dünyada bir hakkı var-
dır. Çünkü hiç şüphesiz dünya rivayette de belirtildiği üzere
mü’minin ahirete giden yolculuğundaki bir bineğidir.
Allah’ın erlerinin kelimenin bütün anlamları ile iktisat dü-
zeyinde şerefi ve haysiyetine yakışır bir yeterlilikten sonra dün-
yadan payları ise hayatlarının her bir gününü Allah’ın rızasını
ve ahiret yurdunu elde etmek uğrunda ciddi bir şekilde koşa-
rak ihya etmeleridir. Kalpleri ile düşünce ve hareketleri ile Yüce
Allah’a giden bu yolculuklarındaki cihadlarında bütün yapıları
ile bu hedefe doğru tamamen gelmeleridir. Bizler “doğru” ke-
limesinde yanlış olarak anlaşılan Allah için cihet nisbetini ifa-
de etmekten Allah’a sığınırız. Çünkü cihet ancak bizim için söz
konusudur. Allah’ın erlerinin dünyadan payları Allah ile kâmil
manada huzur bulmak sureti ile her bir anı ihya etmeleridir.
Fıtratında gaflet bulunan beşer tabiatı için mümkün olan bir
kemâl ile bu mümkün olabilir. Diğer yandan zamana ve öne-
mine, mekâna ve onun temeline, vakıaya ve baskılarına da tam
anlamıyla gereken itinanın gösterilmesi gerekir.
Allah’ın bize verdiği ömür, yer ve araçlar ile Allah’ın rı-
zasını ve ahiret yurdunu aramamızın anlamı da şudur: Allah
için ve O’nun rızasını elde etmek maksadıyla uğraşmak ile ci-
hadın bütün düzeylerde ve cihetlerde yapılması yolunda çaba
ve gayretlerin organize edilmesi, bir araya getirilmesi görev-
lerinin tayin ve tespit edilip yönlendirilmesi uğrunda bütün
çabayı ortaya koymak için oldukça faal meşguliyetler arasın-
da herhangi bir çelişki ve görevler arasında bir karışımın söz
konusu olmamasıdır. Böyle bir hâl ise dünyadan yüzçevirmek
574 Nebevî Yöntem

gerekçesi ile inziva ile kesinlikle bağdaşmamaktadır. Savaştan


kaçmaya ve tembellik içerisinde rehavete kapılmaya aykırıdır.
Ruhbanlığa ve hayal âleminde buharlaşmaya aykırıdır. Çün-
kü “Ümmetimin ruhbanlığı cihaddır” buyurulmuştur.

Eğitim ve İlerleyiş Bakımından Cihad

Başladığımız Noktaya Geri Dönmek


Yetmiş küsür iman şubesini altında sıraladığımız on haslet
boyunca yaptığımız yolculuğumuzda burada cihad hasletine
gelmiş bulunuyoruz. Bu ise iman şubeleri ile ahlâklanmanın
sonucu olan bir konaktır.
Eğitimin amacı, Allah yolunda cihad eden Allah erini ha-
zırlamaktır.
Yapılanmanın ve örgütlenmenin amacı da Allah erinin
cihad eden bir güç haline gelmesi için gerektiği gibi hazırlan-
ması, eğitim ve yapılanmanın amacı da Allah’ın dininin zafere
kavuşmasıdır.
Cihadın bundan önce geçen dokuz hasletin iman ırma-
ğını sürekli besleyen kollar olabilmesi için o dokuz hasleti de
birlikte nasıl bulunduracağız.
Mü’mini cihada iten tek bir güç haline gelmesi için ve
Allah’ın erlerine esbab ve güç hazırlamak ile alakalı etkinli-
ğini kazandırabilmesi için iman şubeleri nasıl bir araya gelip
toplanabilir? Çünkü bu aynı zamanda Yüce Allah tarafından
vaat olunup teminat altına alınan başarıya da kendilerini ehil
kılacaktır.
İmanın maddi ve manevi açık ve gizli faziletleri vakıada
etkili ve tarihi değiştirebilecek cihadi duruşlar hâlinde müşah-
haslaşması nasıl olur?
İmanın Şubeleri 575

Bizler bunların birinin diğerini nasıl desteklediğini, bir


öncekinin bir sonrakini nasıl hazırladığını, cemaate dışarıdan
yeni gelen bir kimsenin yolculuğunun sevgiden, şefkatli karşı-
laşma ve görüşmelere geçtiğini, oradan nasıl zikrin basamak-
larında yükselip sonra sıdk sonra ilim sonra amel sonra güzel
hâl ve görünüş sonra vakar sonra iktisadı da geçerek cihadın
zirvelerine nasıl ulaştığını görmek için önceki dokuz haslete
tekrar geri dönmek istemiyoruz.
Burada istediğimiz ise nübuvvet vahyinden bir örnek ile ilk
adımların sağlam atılmasını, yol üzerinde dosdoğru yürümek
için şart olduğunu ve alınan sonuçların hiçbir zaman önceki
mukaddimelerden daha ileri olamayacağını, cihadı hedefleyen
belli bir örgütlenme çerçevesindeki eğitim yönteminin birbirine
sıkı sıkı bağlı olduğunu vurgulamak istiyoruz. Bazı ilim adamla-
rımızın dedikleri gibi birey olsun, cemaat olsun “doğru başlan-
gıç yapanın sonu da parlak olur” demek istiyoruz.
Lafız Müslim’e ait olmak üzere Buhârî ve Müslim’in Ebu
Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’dan rivayet ettiklerine göre
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İnsanların
üzerine öyle bir zaman gelecek ki bu zamanda bir grup
insan gazaya çıkacak. Onlara ‘Aranızda Rasûlullah’ı
görenler var mı?’ denilecek. Onlar ‘Evet’ diyecekler
ve onlara zafer nasip olacak. Sonra yine insanlardan
bir başka topluluk gazaya çıkacak. Onlara da ‘Aranız-
da Rasûlullah ile arkadaşlık eden kimseleri gören var
mı?’ denilecek. Onlar, ‘Evet’ diyecekler. Yine onlara
zafer nasip olacak. Sonra insanlardan bir grup yine
gazaya çıkacak. Onlara ‘Aranızdan Rasûlullah ile ar-
kadaşlık yapanlarla arkadaşlık yapan kimseleri gören
var mı?’ denilecek. Onlar ‘Evet’ diyecekler ve onlara
da zafer nasip olacak.”354

354 Buhârî, Menâkıb 25, Fezâilu’s-Sahâbe 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 208.


576 Nebevî Yöntem

Yine lafız Müslim’e ait olmak üzere Buhârî ve Müslim’in


İbn Mesud radıyallahu anh’dan rivayetlerine göre Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ümmetimin en
hayırlıları benimle çağdaş olanlardır. Sonra onlardan
sonra gelecekler sonra onlardan sonra gelecekler.
Sonra ise onlardan herhangi birisi şahitlik etmeden
önce yemin, yemin etmeden önce şahitlik eder.”355
Birinci hadisde zafer Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’e ashab olmanın bereketi ile birlikte nesiller de bunu
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e sahabi olanları gören-
leri görenleri görmenin bereketi ile birbirlerinden bunu miras
alacakları belirtilmektedir. İşte bu nesiller boyunca sohbetin
(arkadaşlığın) ve öncekilere uymak sureti ile edinilen ahlâkın
zincirleme devam etmesi ile birlikte başlangıcı sohbet olan
Nebevî yöntem üzere yürüyen kimseler için Allah’ın vaadi-
nin de devam edeceğini göstermektedir. Buradaki sohbet
(arkadaşlık) Yüce Allah ile ubudiyet ilişkisi içerisinde olan
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e uymak, onu sevmek,
salih seleften zincirleme nakil ile gelen terbiye ile eğitilmek
şeklindeki mü’minlerle sohbettir.
İkinci hadiste ise doğruluğu kaybolup gitmiş bir nesilde ha-
yırlı oluşun kesintiye uğradığı belirtilmektedir. Doğruluk (sıdk)
ise eğitimde temel bir şarttır. Müslümanlar artık şahitlik yaptık-
ları zaman yalan söylemeye başlayıp yalan yere yemin etmekle
bu şartı kaybetmiş oldular. Hayırlı oluşun kesilmesi doğruluğun
yok olması sebebi iledir. Zaferin müteselsilen devamı ise sohbe-
te (arkadaşlığa) ve Nebevî yönteme uymaya dayanır.
Bizim Nebevî yöntemi araştırmamız Yüce Allah’a, kendi-
sinin razı olacağı bir yolla yaklaşmak isteyen mü’minin içinde-
ki bir ihtiyaca cevap verir.

355 Buhârî, Şehâdât 9; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 210.


İmanın Şubeleri 577

Ayrıca cihada atılan, zaferi bekleyen, Yüce Allah’ın vaat


ettiğini gözetleyen bu mü’min nesillerin içindeki bir ihtiyacı da
karşılamaktadır.
Eğer Yüce Allah bize yöntemi eğitim ve yapılanmada
müşahhas şeklini alan izlenen bir yola dönüştürme başarısı-
nı ihsan eder ve biz eğitimin ve yapılanmanın şartlarını dik-
katle korursak -ki Allah için sohbet (arkadaşlık, beraberlik) ve
Allah’a karşı doğru (sıdk ve sadakat sahibi) olmak hasletleri
bunlardandır- o takdirde bireysel zafer bu yolu izleyen mü’min
hakkında Yüce Allah’ı bilmek zaferi olacaktır. Ümmetin zaferi
ise Allah yolunda cihad eden mü’min topluluğa va’dolunmuş
ilahî yardım ile zafere kavuşmak olacaktır.
Eğer bizler -Allah korusun- bu önümüzdeki yöntem siste-
mini bozarsak ya da o bozulacak olursa, o zaman da kopuş
söz konusu olur.
Şu iki husus birbirinden ayrılmaz: Mü’minin Yüce Allah’a
giden yolda kurtuluşu ile Allah’ın erlerinin zafere kavuşması
ve yeryüzünde Allah’ın dinini uygulamayabilmesi sureti ile
kurtuluş olur.
Peki, bugün on dört asır ve onlarca nesilden sonra
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabını göreni, gö-
reni, göreni... var mıdır? Yarın olacak mıdır? Aramızda mu-
ayyen olarak şahıs isimlerini zikrederek Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’e kadar ulaşan kesintisiz bir sahabilik (ve
nesiller boyu onların arkadaşları ile arkadaşlık edenler)e dair
kopuksuz senedi bulunanımız var mıdır?
Evet, biz ümmetin dinini ve Nebi’sinin sünnetini koruyan
ümmet âlimleri arasında bir takım muhaddislerin hâlâ hadisi
bizim İslâmî yöntemlerimizle bilinen şekilde muttasıl senet ve
icazet ile hadisi almaya olanca gayret harcayanlar olduğunu
inkâr etmiyoruz. Bu bir hayır ve berekettir. Rivayet senedinin
578 Nebevî Yöntem

muttasıl olduğu sabit olduğu takdirde onunla birlikte müte-


selsil görmek de sabit olur. Eğer ashab-ı kiramın o en büyük
örneği görmelerinde olduğu gibi her bir neslin kendisinden
öncekini görmesi bir sevgi, bir ta’zim ve bir tabi oluş görmesi
ise şüphesiz büyük bereket budur.
Aynı şekilde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e kadar
arkadaşlık, terbiye ve süluk konusundaki muttasıl senetlerinin
de sabit ve müteselsil olduğunu da inkâr etmiyoruz. Bu asırlar
boyunca bunca veli ve mücahidi mahsun olarak çıkartan bu
dallar Yüce Allah’ın o pek değerli ve muazzam ağacın bir ta-
kım dallarından ibarettirler.
Rivayet senedi sahipleri ile terbiye senedi sahipleri ara-
sında o kronikleşmiş tartışmadan biz uzak kalmak istiyoruz.
Allah’ın erlerinin ömürlerini ümmetin zamanı geçmiş bir takım
meseleleri hakkındaki tartışmalarla ömür kaybetmelerine bir
ihtiyaç yoktur. Onların kazandıkları onlarındır. Bizim kazan-
dıklarımız bizimdir.
Eğer hadis senedi bize Nebevî bir takım emir ve vasiyet-
leri silsileli bir şekilde ulaştırıp dini bid’at olan ziyadelerden ve
bâtıllardan koruyor ise şüphesiz ki terbiye ve süluk senedi de
dinleyip belleyen ve arkasından uygulamak için ayağa kalkan
kalplerin toprağını hazırlar.
Ruh Terbiyemiz adı altında bu nesillere bir eser bırakan
değerli ilim adamlarımızdan bir kişiye bizim adımıza da Müs-
lümanlar adına da Allah mükâfatını versin.356 Allah ondan
başka diğer ilim adamlarımıza da ıslahatçılarımıza da imamla-
rımıza da mükâfatlarını versin ki bu zamanda onların başında
İmam Hasan el-Bennâ gelmektedir. Çünkü bunların her bir
kuşağı hakikati sufiye diye adlandırılan şeyin terbiyenin özü,

356 Kasıt Said Havvâ’dır.


İmanın Şubeleri 579

imanın çakmaktaşı ve ahlâkın kalesi olduğunu vurgulamakta-


dır. Eğer bir neslin kendisinden önceki nesli görmesi sadece
tabii ve yüzeysel bir görmekten ibaret olursa o taktirde iman
ümmetin yüzeysel kısmına çıkar sonra da gafletler boşluğun-
da dökülmeye maruz kalır ve ümmet de köpüğü andıran bir
sayısal çokluğa dönüşür.
Şayet bu görme, öğrenme, ilim alma görüşü olup ilim
adamlarının doğruluğu, güvenilirliği ve onların tabii oluşu ile
gerçekleşirse o takdirde bu görme bize Allah’a hicret eden
muhacirlerden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sün-
netine yardımcı olan ensardan nesiller verir ve bunlar da ha-
dis ehlinin esasını teşkil ederler.
Şayet bu görme, bir sevgi, kalbî bir içiş ve eğitim sohbeti,
tabi oluş sohbeti ve Yüce Allah’ı bilmek için gayretlerin yük-
selmesi, O’nun için katıksız ve halis bir ubudiyet görüşü hasıl
olursa bu arkadaşlık da bizlere Allah’a ve Rasûlü’ne hicret
eden, Allah’ın emirlerini, Rasûlü’nün sünnetini uygulamaya
oldukça gayret gösteren nesiller verir.
Nesiller boyunca birinin diğerine boşaldığı, canlı kanal-
larda kalplerde imanı taptaze şekli ile bize ulaştırıncaya kadar
asırların fitne baskısı altında sabredip gelenler ancak başkala-
rının kendilerine sufi adını verdiği kimselerdir.
İlmi parlak ve korunmuş hali ile bize taşıyanlar ise Allah’ın
Kitabı’nın ve Rasûlü’nün sünnetinin hizmetkârları olan senet
ricalinden (hadis âlimlerinden) başkaları değildir.
Herhangi bir kimse her iki kesimi de ta’zim etmekten ve
sevmekten aciz kalsa dahi kendi kusuru dolayısı ile mü’minlere
dil uzatma hakkını nereden alır?
Bunların ilmini öğrenemeyip ve ötekilerin ahlâkı ile
ahlâklanamayan bir kimse kendisindeki darlığı başkasına nis-
bet etmesin.
580 Nebevî Yöntem

Allah’ın her bir çağda seçtiği bir takım dostlarının bulun-


duğunu, onlara lütfundan bağışlayıp onlara çeşitli ihsan ka-
pıları açıp kendilerini temizleyip yakınlaştırdığını yalanlayan
bir kimsenin bu yalanlamadan payı ise mahrum kalmaktır.
İçinden Yüce Allah’a özlemi hissetmeyen, Allah’ın kapısında
durmak için doğru yolu bulamayan, kulluk zilleti ile kapısı-
nı çalarak rahmetin üzerine yağmasını sağlamayan, Allah’ın
kendisini yaklaştırması için kendisine lütuf ihsan etmesini ve
gerçek velilerinden kılmasını isteyemeyen bir kimse -Allah’a
yemin ederim ki- oturup kendi haline ağlamalıdır.
Yolları göremediği için genel olarak Müslümanların gaflet
zeminlerine dalan bir kimse yahut da bütün çaba ve gayre-
ti İslâmî kültür ve mücahid mü’minlerin dünyadaki haberleri
ile ilgili yorumlar yapmaktan ibaret olup Allah’ı zikretmeyen,
O’na yakınlaşmayan, O’na taabbüd edip kapısında yalvarıp
yakarmayan, devamlı O’nun huzurunda olduğunu bilmek,
gecesini gündüzünü meşgul etmeyen bir kimse -evet bu her
iki türden kimselerin kalpleri için korkulur: “Çünkü gözler
kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.”357
Dünyadan el etek çeken (münzevi, sufi) -dolayısı ile ci-
hadi sorumluluğundan istifa etmiş kişi- zikir ile kalbini cilalar.
İbadet ve güzel ahlâka bezenmek ile kendi nefsini tezkiye eder,
Yüce Allah da ona himmet ve çabası kadar ve onun nezdinde-
ki doğruluk makamı miktarınca ihsanlarda bulunur.
İlmi ile amel eden âlim de ümmetin akidesini korur, ilmi
yayar, Allah’ın dini uğrunda savaşır, keremi bol olan Allah da
doğruluğu miktarınca ona sevap verir.
Hadisin nitelendirdiği şu düzlük kayalar türünden ilmi
taşıyan bir kimse de bir kap gibidir. Zalimleri, zorba diktatör
ve müstekbirleri temize çıkardığı zaman yaptıklarını Allah’a
havale ederiz.

357 Hac 22/46.


İmanın Şubeleri 581

Tekkedeki sufi eğer eğitim ve terbiyeyi senet ile alıyor ve


basiretinin açılmasını, zatının kemâle ulaşmasını arzu ediyor-
sa...
İlmi ile amel eden âlim ilmi öğrenirken ilminin ve imanı-
nın kemâlini arzu ediyorsa...
Biri kalbini cilalıyor, öbürünü aklını silahlandırıyor de-
mektir.
Bizler ilmen, amelen terbiye ve muvaffakiyet itibari ile
senedi muttasıl Nebevî yöntemi araştırıyoruz. Bizler Allah’a
giden yolda ilerleyen (salih) mü’minin basiretini de açan, za-
fer kapılarını da açan her iki fethi sağlayacak Nebevî yöntemi
araştırıyoruz. Bunlar hayırlı ashabın yaşayışında olduğu gibi
birbirinden ayrılmayan iki yoldur.
Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri iki hadis her iki
husustaki zincirlemeye işaret etmektedir. Görmenin zincirle-
me devamı ve velanın zincirleme devamı. Velanın anlamla-
rı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “Benden sonra
gelecek olan nesil” buyruğunda dile getirilmektedir. Bu
anlamlar birden çok olup sevgiyi, tabi olmayı, yardımcı ve
destek olmayı ve ardı arkasına gelmeyi kapsar.
İkinci hadis ise doğruluğun ortadan kalktığı zaman hayrın
da kesileceğini haber vermektedir.
Peki, zincirin kopan yerden bağlanması mümkün müdür?
Şart yerine gelmediği takdirde kopmak özelliğine sahip olan
bir zinciri bağlamaya imkân var mıdır?
Nübüvvet yöntemi üzere halifelik ile ilgili hadis bu husus-
taki boşluğu doldurmakta, ümmetin sonunu ilkine bitiştirmek-
tedir. Bu hadisi üçüncü defa kaydediyorum. Çünkü düşünce-
lerimiz onun etrafında dönüp durmaktadır.
582 Nebevî Yöntem

Ahmed bin Hanbel sahih senetle rivayet ettiğine göre


Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Nübuv-
vet aranızda Allah’ın kalmasını istediği kadar kalacak
sonra Allah onu kaldırmayı dilediği zaman onu kal-
dıracak sonra nübüvvet yolu üzere bir halifelik ola-
cak. Bu da Allah’ın olmasını dilediği kadar bir süre
böyle olacak. Sonra Allah onu kaldırmak isterse onu
kaldıracaktır. Sonra ısırıcı bir meliklik (hükümdarlık)
olacak. Allah’ın dilediği kadar bir süre devam edecek
sonra Allah onu kaldırmayı dileyeceği zaman da onu
kaldıracaktır. Sonra cebri (zorba) diktatör bir meliklik
olacak. Allah’ın olmasını dilediği kadar bir süre kala-
cak sonra Allah onu kaldırmayı dileyecek olursa onu
kaldıracak. Sonra ise yine nübuvvet yolu üzere halife-
lik olacaktır.”
Nasıl “şahitlikleri yeminlerinden öne geçen” bir toplum
geleceği vakit bu vela (bağlılık)daki kesintinin devamlı olma-
yacağı görülüyor mu? Yalan sloganları taşıyan münafıkların
devletinden sonra nübuvvet yöntemine uygun bir halifeliğin
geleceğini görüyor muyuz? İşimizi ilk başladığı gibi bizim için
tekrar geri getirecek olan Allah’a hamd olsun. Gerçek dostla-
rına fetih ve zafer nasib ettiği gibi bize de fetih ve zaferi nasib
etmesini umduğumuz Allah’a hamd olsun.

Büyük ve Küçük Cihadlar


İmani eğitimin hedefi, lüzumsuz şeylerden, aldatıcı hu-
suslardan, dünyanın ve şeytanın aldatmasından ve hevadan
uzak duran, buna karşılık ciddiyetle işe sarılıp dehşetlerin içe-
risine dalan kemâl mertebelerinde yükselen erkek ve kadın
mücahidler ortaya çıkarmaktır.
Mücahid; davet, kıyam ilerleyişi ve devlet idaresi cihadını
yapabilen ve dininde güçlü olmanın, görevinde de güvenilir
İmanın Şubeleri 583

olmanın bütün sebeplerini tam olarak elde edebilen kimsedir.


Huccetul İslâm Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde şöyle
diyor: Güçlüden kast ettiğim kişi dünyanın meylettirmediği,
tamahkârlığın yanlışa sürüklemediği, Allah yolunda kınayan
kimsenin kınamasından etkilenmeyen kimsedir. Bunlar öyle
kimselerdir ki yaratılmışların onların gözlerinde bir değeri
yoktur (yani onlar yaratılmışlardan korkmazlar ve riyakârlık
yapmazlar). Dünyaya karşı zahittirler. Ondan uzak dururlar.
Halka karışmazlar (kastettiği ise Allah’ı unutturan karışma ve
birlikteliklerdir). Kendi nefislerini kahretmiş, ona hâkim olmuş,
şeytanı da söküp çıkarmıştırlar. Bu sebeple onlardan ümit kes-
miştir. İşte bunları haktan başkası harekete geçirmez ve hak-
tan başkası da onların hareketini durduramaz.”
Bu niteliğe sahip olanlar nefislerine hâkim olup ona
mahkûm olmayanlar yalnız onlar her şeyden kurtularak nefis-
leri ile fitnenin vakıasından soyutlanabilir, hoşlanılmayan va-
kıaya etki eden ama o vakıadan etkilenmeyen mü’min ve ce-
maat yapısını oluşturabilirler. “Allah yolunda cihad ederler
ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar.”358
Toplumu değiştirmeden önce cihad edecek öncü birliğin
nefislerindeki değiştirilmelidir. Hevasının emrine uyan nefsi
Allah’ın hükmünü kabul edinceye, Allah’ın şeriatına itaat edip
ruh bütün şevk ve arzularında Allah’a uyup ona yakın olmayı
hedefleyinceye kadar nefsi geriletmek...
En büyük cihaddır. Mü’minin zatı dışında bulunan bir
münker artık bu nefsin gözünde de münker (kabul edilemez)
bir hakikat hâlindedir. Bu nefis onu sevmez aksine ondan
tiksinir. Yaşayışında onunla birlik olmaz aksine onu kökün-
den kazır. Sonra onu tabiat gereği öfke yasasına göre değil

358 Mâide 5/54.


584 Nebevî Yöntem

de Allah’ın dinine olan gayret ve bağlılığından ötürü kendi


dışında onu kovalayıp durur.
Nefislerine hâkim olmak. Arzu edilenlerin yüksek tutul-
ması ve dinamik gücün nezihliği kabiliyetleri bakımından in-
sanların birbirlerine eşit olmaları beklenemez. Gazali emsali
dizginlerini teslim edinceye kadar nefisleri ile cihad edip nefis-
lerini ele geçiren o üstün ahlâk ile ahlâklanma istidadına sahip
olanlardan çok tabii olan kin ve öfke kabiliyetleri insanların
büyük çoğunluğunda rastlanılabilen niteliklerdir.
İslâmî kıyamda Allah için öfkelenme dinamikleri ile bir-
likte zulme karşı öfkelenme dinamiklerinin iç içe bulunmala-
rından başka bir çare yoktur. Hareketin önderleri eğer güçlü
olmak ve güvenilir olmak vasıflarına yakın bulunurlarsa o
takdirde bu devrim değil bir kıyam olur. Burdaki güç ve güve-
nilirlikten kast ettiğimiz anlam ise iman gücü ile nefse hâkim
olmaktır. Böylelikle nefsimizin serkeşlik ederek bizim Allah’ın
Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti ile ölçüleri belirlenmiş iradeli ya-
pacağımız işlerdeki ölçüyü kaybetmemiz önlenmiş, her şeyi
paramparça eden öfkeli tasarruflar öne çıkmamış olur. Doğru
sözlü ve güvenilir olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
güçlü kimsenin gücünün sınandığı en ağır hali nitelendirirken
doğru söylemiştir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem “Güçlü
kimse, rakibini yere yığan kimse değildir. Asıl güçlü
kişi öfkelendiği zaman kendisine hâkim olabilendir”
buyurmuştur. Hadisi Ahmed bin Hanbel, Buhârî ve Müslim
Ebu Hureyre’den rivayet etmişlerdir.

Devrim ve Kıyam
Müslümanlar tarih kitaplarında iki tür hareketten söz
ederler:
İmanın Şubeleri 585

1. Devrimciler denilen haksız yere devlet otoritesine karşı


çıkan kimseler devrim (sevra) kelimesinin bugün kulaklarda
ta’zim edilen bir etkisi ve kutsallık kokan bir heybeti vardır. O
öfkenin her şeyi darmadağın eden şiddet ve heyecanın kay-
nayıp coşma halini canlandırır.
2. Kıyam edenler ise, adalet ve hak ehli olan ve zalim yö-
netime karşı çıkan kimselerdir. İslâm tarihi hâlâ Ehl-i Beyt’ten
kıyam edenlerin kıyamı ile dolup taşmaktadır. Ümmetin
âlimleri, onların çıkışlarını “Lâ ilahe illallah ve Allahu ekber”
diyerek karşılamışlardır.
Kıyam edenlerin başında imam Ebu Hanife, Malik ve Şa-
fii bulunduğu hâlde ilim adamları da çarpışıyordu. Ahmed bin
Hanbel’in mihneti ise unutulacak türden olmadığı gibi ihtiva
ettiği anlamları Kur’ân’ın yaratılması akidesi gibi tahrif edilmiş
bir akideyi dayatma imkânını yöneticiye mübah kılan genel
zulmü mahkûm ettiği göz önüne getirilmeden yalnızca bir aki-
deyi savunmanın sınırında duran bir mihnet değildir.
İmam Hüseyn bin Ali kıyam edenlerin ilki olmuştur. On-
dan sonra Zeyd, ondan sonra Muhammed Nefsü’z-Zekiyye
ondan sonra İbrahim kıyam etti. Hatta Ehl-i Beyt imamların-
dan, sayılamayacak kadar çok kişi kıyam etmiştir.
Yüce Allah, bize emir mahiyetinde şöyle sormaktadır:
“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, hal-
kı zalim olan şu şehirden çıkar, katından bize bir sa-
hip gönder, nezdinden bize bir yardımcı yolla’ diyen
mustaz’af erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda sa-
vaş mıyorsunuz?”359
Yüce Allah bize şunu da yasaklamaktadır: “Ey iman
edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız

359 Nisâ 4/75.


586 Nebevî Yöntem

olanları -kendilerine sevgi ile (haber) ulaştırarak onlar


size gelmiş olan hakkı inkâr etmiş iken- veliler edin-
meyin. Onlar Rabbiniz olan Allah’a iman ettiniz diye
Rasülü de sizi de yurdunuzdan çıkarmışlardı.”360
Allah yolunda savaşmak üstün bir duygu, sırf Allah için
gösterilen bir çabadır. Pek yüce bir dinamiktir. İşte İmam Ali
ve benzerlerine yakışan bir duygudur. O savaş saflarında du-
rurken cahiliye döneminde kendisi ile düşmanlığı olan birisi ile
karşı karşıya gelmişti. Allah’ın o büyük dostu kılıcını bir süre
tuttu sonra müşrikin üzerine bir daha atılıp onu öldürdü. Safta
yanıbaşında duran kişi duraklamasının sebebini sorunca ona
düşmanına indireceği darbe kişisel bir düşmanlığın intikamı
olmaması için niyetini tashih edip düzeltmek için beklediğini
söyleyerek cevap verdi.
Diğer taraftan zulme uğramaları ve kendilerini yurtların-
dan çıkarmış olmaları dolayısı ile öfke ile mustaz’aflar için sa-
vaşmak gelir. Bu da Allah için katıksız bir kıyamdır. Çünkü
Allah canımızı emrettiği şekilde O’nun yolunda feda etmeye
elbetteki layıktır. Zalim ülke halkına müstekbir ileri gelenlere
gazab etmek, öfkelenmek bu da ihsanın ve imanın yüksek bir
düzeyinde olan mü’minlerin ödedikleri bir bedeldir. Cennetin
ve Allah’ın rızasının bedelidir bu. Bir başka düzeyde ise yar-
dım isteyen mustaz’aflar vardır. Emir birdir, ölüm birdir, saf
birdir ama buna iten dinamikler farklıdır.
Mümtehine sûresinin diğer âyetlerinde Yüce Allah düş-
manlık şuurunun iki ayrı düzeyine işaret etmektedir. Müşrikler
Allah’ın düşmanıdırlar. Bu bakımdan onlara düşmanlık etmek
gerekir. Onlar aynı zamanda daha alt bir düzey bakımından
da düşmanımızdırlar. O da onların gelmiş olan hakkı inkâr et-
meleridir. Yine onlar, bundan sonra ve bundan daha alt mer-

360 Mümtaehine 60/1.


İmanın Şubeleri 587

tebede de düşmanlarımızdırlar. Çünkü onlar bizi ve Rasûlü


yurtlarımızdan çıkarmışlardır.
Her bir sebepten soyutlanmış Allah için düşmanlık ihsan
makamındandır. Kâfir oldukları için, Allah için düşmanlık da
imanın makamındandır. Yüce Allah’ın “Onlar size gelmiş
olan hakkı inkâr etmişken” buyruğundaki bu yeryüzü
menşeli öfkenin ince bir şekilde nasıl diğeri ile karıştığına ve
Yüce Allah’ın hakkı demediğine dikkat edelim. Bizi ve Rasûlü
imanımızla savaşmak kastı ile çıkardılar diye onlara düşman-
lık etmek de yeryüzü kaynaklı bir karşı çıkmaktan daha büyük
bir payı ihtiva etmektedir. Bu da İslâmî benliği ile izzet du-
yan ve mücahid öncü birliğin kendisindeki kıyam kıvılcımını
ateşlemeyi bekleyen mustaz’af Müslümanın iman şubelerinin
tümü düzeyindedir.
Kıyamın sebeplerine mustaz’aflık ile alakalı detaydaki bir
takım itibarların da eklenmesinden kaçış mümkün değildir.
Bizler yalnızca o pek üstün dinamik için yapılacak bir kıyamı
bekleyecek kadar ahmak olmamalıyız. Ayrıca dünyevi bir ta-
kım dinamiklerin mücadelenin önüne geçmesine fırsat vere-
cek kadar da yüzeysel olmamalıyız. İhsan mertebesinde olup
her şeylerini Allah için feda edenler sayıca azdır. Kıyam için
gerekli adele gücünün gıdası ise tabiattan gelen gazab ve öf-
kedir. O hâlde ihsan sahiplerinin cihadı ile mü’minlerin öncü
birlikleri imanî bir takım aşılarla halk adalesine aşılayıversinler.
Böylelikle her iki dinamik bir araya gelip ihsandan kaynakla-
nan bakış açısının önderliği onun kontrol edici iradesi, yetkin-
liği örnekler verme gücü ile biz hareketi kalabalıkların gazabı
düzeyinden Allah için kıyam düzeyine yükseltebiliriz.
Eğer kalabalıkların ihaneti olmamış olsaydı, İmam Hü-
seyn bin Ali bu hususta bir örnektir. O, ümmetin tümümü-
nün imamıdır. Onun kıyamı ümmetin tamamına bir örnektir.
Çünkü kötü niyetli murdar Râfizîler’in iki imamımız Ebu Be-
588 Nebevî Yöntem

kir ve Ömer’i küçümsemeleri cinayeti olsa bile bu geçmişteki


mihnetlerden dolayı ümmetin sıkıntı çekmesini gerektiren ve
yakınlaşmak, birleşmek ve güç fırsatlarını gerektiren suçu ne
olabilir?
Ortada ırkçı Mudarcı bir öfke vardır. Hristiyanların şey-
tanları, Nusayrî şeytanları, baasın şeytanları, münafıklığın
şeytanları bunu körükleyip durmaktadırlar. Arapların İslâmî
kimliklerini kaybetmelerini istemektedirler. Böylelikle dinin-
den irtidad etmiş azınlığın -Allah göstermesin- Araplara lider-
lik etme fırsatını bulsun istiyorlar ve cahili Batının önünde bo-
yun eğsin istiyorlar. Yine diğer tarafta ırkçı sosyalist, komunist,
kavmiyetçi sol bir öfke vardır. Bu da Arapları cahili Doğunun
kuyruklarına bağlamak istemektedir.
Kıyamın kontrol altına alınmayan bir tepki olmaması ge-
rekir. Fakat mustaz’afların öfkesinin detaydaki itibarlarının da
düşüncemizde, sloganlarımızda, ümmetin harekete geçirilme-
si için yaptığımız planlarda da yerini alması gerekir.
Bizler dinimizi yaşamak hususunda mustaz’af kimseleriz.
İşte sömürgecilik dolayısı ile mustaz’aflık ekonomik, kültürel
mustaz’aflık, uygarlık alanında askeri alanda ve işgal alanla-
rında mustaz’aflık bunun teferruatı, dalı, budalıdır. Müstekbir-
ler ise Siyonistler ve cahilî Batı ile cahili Doğu onların aramız-
daki antlaşmalıları olan diktatör yöneticiler, kapitalist ağalar
ve düşmanların simsarlığını yapanlardır.
Günlük ekmek, ücret, sağlık, mesken, okul, şeref ve hay-
siyet dili ise bütün bu hususları temelde yer alan mustaz’af
halk insanına genişce açıklanır ve ona neden kızması gerektiği,
nasıl, ne zaman ve kiminle beraber kızgınlığını devreye sok-
ması gerektiği açıklanır.
Şayet zalim yöneticilere ve onların yardımcılarına olan
öfke pek yüce diğer öfkeye baskın gelecek olursa hareket inşa
İmanın Şubeleri 589

eden Allah için yapılan bir kıyam olmaz, gelişigüzel, kontrol-


süz yıkıcı bir devrim halini alır.
Allah’ın şeriatinin sınırları içerisinde ve Allah’ın şeriati ge-
reğince kıyam gününde geçmişteki haksızlıkların hak sahiple-
rine geri verilmesi bir zorunluluktur. Fakat anarşi, güdülerin
ipten kazıktan boşalması eğer safın liderliğini güçlü ve emin
olanlardan başkası yapacak olursa hareketi tehdid eden bir
tehlike haline gelir.
Muhkem hükme tabi olan, hâkim olunan, öfke ve intikam
yönlendirmesinde değil hak doğrultusunda yönlendirilen bir
kıyam. Böyle bir kıyam bundan önce yapılmış, onunla birlikte
yapılmaya devam eden ve sonrasında da sürdürülmesi gere-
ken bir cihadı da gerektirir. Nefis cihadı ve terbiye edilmesi.
İşte burada eğitim ile başlayıp yapılanmayı hazırlayan
daire tamamlanmaktadır. Bundan sonra yapılanma yürüyüşü
hazırlar sonra da yürüyüş ve kıyam terbiyeye bakar. Ondan
güdüleri güzelleştirmesini, kalpleri Allah’a yükseltmesini, çaba
ve gayretleri ise Allah’ın razı olacağı bir cihadın potasına dök-
mesini bekler.
Bize yakın zamanlarda beşeri devrimleri gözünüzün önü-
ne getirin ve liderlerin yüzlerini hatırlayın. Liderlerin sözlerinin
sloganlarının heyecan kokan katıksız öfkenin ifadesi olduğu-
nu görürsünüz. Lenin, Troçki, Mao ve Hoşimin’in örgütleri-
nin bu heyecanı düşmanın yüzüne patlatmak için toplayan
bir kap olduğunu bu devrimlerin yönetimi ele geçirdikten
sonra dünyevi güdüleri coşan dinamikler şeklinde yönetime
kadar taşıdıklarını görürsünüz. Troçki’nin kurnazca hilekarlığı,
Lenin’in dehası, Stalin’in vahşiliği, Mao’nun gençliğin saflığı
ile rakiplerini vurup tasfiye etmesi gibi…
Ey Allah dostu! Senin nefsin bu cahili örneklerden tiksinip
miden bulanacak hale geldikten sonra İbrahim aleyhisselâm
590 Nebevî Yöntem

ve onunla birlikte olanlarda, Muhammed sallallahu aleyhi ve


sellem ve onunla birlikte olanlardaki güzel örnekliği hatırla.
Hicret eden, yardım eden ve Allah’ın yardımı ile Allah yolun-
da Allah için cihad eden o yiğitleri bir bir hatırla.
Hiç şüphesiz çağın fikri ve bilimsel, idari, örgütsel ve di-
namik araçları bizden başkalarının gözlerini ebedi örneğimiz
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i görmesini engelleye-
cek şekilde kapatabilir. Bizler ise Yüce Allah’tan bizleri kulları
arasında adaleti dimdik ayakta tutan kimselerin yollarında yü-
rüyerek istihdam etmesini ümid ederiz. Onlar ise kendilerine
ilk inen buyruklardan olan şu buyrukların indiği kimselerdi:
“Ey sarınıp bürünen! Birazı müstesna geceleyin kalk…
Kur’ân’ı tane tane anlaşılır surette oku… Gece kalkışı
var ya o hem daha etkilidir hem de söyleyişi itibari ile
daha sağlamdır… Rabbinin ismini an ve yalnız O’na
yöneldikçe yönel… Onların söylediklerine katlan ve
onlardan güzel bir şekilde ayrıl.”361
En büyük cihad! Nefsi yerinden oynatmak, onu dosdoğru
tutmak, sabır, zikir, tilavet, kıyam (namaz) ve kesin ve kararlı
hicrete hazırlayan güzel bir şekilde ayrılmak. Arkasından ha-
zırlanmak, arkasından olabilecek en yüksek dinamiklerle Al-
lah yolunda cihad gelir.
En büyük cihad eğitimi Mekke’de onüç yıl olduğuna
göre…
En büyük cihad ile birlikte geri kalan on yıl boyunca kü-
çük cihad da devam ettiğine göre…
Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanın-
daki gazalar ve seriyyelerin her biri yaklaşık iki küsür ay ara-
lıkla yapılıyordu. Yani her bir gazadan ve seriyyeden döner

361 Müzzemmil 73/1-10.


İmanın Şubeleri 591

dönmez mutlaka onun gibi birisine hazırlanıyor ve bunun için


azıklanıyorlardı.
Uzun bir yolculuk, Arap yarımadası çölünde susuzluk,
azığın ve bineğin azlığı, etrafı çevrilmiş düşmanların hile ve
tuzakları, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mevcudiye-
ti ve eğitici tanıklığı ile örnekliği sonra savaş safları, savaşmak
ya da ve yara almak. Bir gün lehimize iken öbür gün aley-
himize, belalarla karşı karşıya kalmak. Hepsi sonu gelmeyen
bir cihadın çarklarıdır. Eğitim cihadından sonra çift yönlü bir
cihad. Ardı arkası da kesilmeyen bir eğitim.
Vahiy semadan vaad ve tehditlerle, uyarılarla, müjdelerle,
emirlerle, yasaklarla iniyordu. Kalpler ve akıllar yukarıya bağ-
lıydı. Bu bağlılık ile cihad eden mü’minler yeryüzü kaynaklı
anlamlara ve aşağılık güdülere galip geldiler. O eğitici komu-
tan candan sevdiğimiz Muhammed Mustafa gazalarından biri-
sinden döndüğü bir sırada yürüyüşün sürekli olduğunu vurgu-
lamak amacı ile “Küçük cihaddan büyük cihada döndük”
buyurmuştu. Hadisi zayıf olduğu söylenen bir sened ile Bey-
haki rivayet etmiş olmakla birlikte hadisin anlamı doğrudur.

Yapılanma ve Yürüyüş Bakımından Cihad

Allahu Ekber
Eğitimimizde, yapılanmamızda ve ilerleyişimizde Müslü-
manların duygu ve düşüncelerinin zulme karşı öfkelenmenin
teferruattaki sebepleri olan yeryüzü menşeili siyasal, sosyal
ve ekonomik sebeplere kapılmasının önüne geçeriz. Bundan
sonra da zulme karşı tabii olan intikam duygusunu din ile ir-
tibatlandırırız. Çünkü bu dindendir. İyiliği emretmek dinden,
kötülüğü alıkoymak dindendir. Mazluma yardımcı olmak,
mustaz’aflar için savaşmak dindendir.
592 Nebevî Yöntem

Bundan sonra duygu ve düşünceleri muasırlar boyunca


ümmet üzerine çökmüş olan hareketsizlik ve donuklukdan
uyanıklık haline, oradan öfke haline, oradan Allah için öfke-
lenmenin disiplin kuralları ile disiplin altına alınması için tabii
öfkenin yönlenlendirilmesi haline yükseltilir.
Ümmetin kıyısında köşesinde -ki işin başında bu kıyıda
köşede bulunanların düzeyi geniş olabilir- dağınık ve renk
renk Müslümanların varlığı bir zorunluluktur. Tevbe sûresinde
A’rab (bedeviler)den söz edilmektedir. Bu ise İslâm toplumu-
nun sınıflandırılması açısından temel Kur’ânî bir kavramdır.
Bedevilerin bir kısmı münafık, bir diğer kısmı Allah’a ve ahiret
gününe iman eden bir başka kısmı yaptığı infak ve harcama-
ları bir borç yükü gibi kabul edip Müslümanların başlarına
musibetlerin beklemesini gözler durur, bir kısmı şöyle bir kısmı
böyledir.
Var olan her bir İslâmî toplumun Yüce Allah’ın Nebevî
dönemdeki bedevilerin niteliklerini söylediği çeşitli sınıfların
oluşturduğu temel bir bedevi kesiminin mevcudiyeti bir ka-
çınılmazlıktır. Hikmetin gerektirdiği ise Allah’ın erlerinin hü-
kümden önce ve sonra bu toplumsal verilerle ilişkilerini dü-
zenlemeleri, buna göre güçleri güzel bir şekilde yerleştirmeleri,
insanlara akıllarına göre hitap etmeleri, yönetimi ele aldıktan
sonra da bedeviliği olması gereken sınırda durdurmaya çalış-
maları, ümmeti yeryüzünde fesat çıkartan unsurlardan ada-
letle, rıfk ile (yumuşaklıkla, iyilikle) arındırmaya çalışmalarıdır.
Kıyam bir güç ve bir metanet gerektirir. Bu ise halkın öf-
kesinin alttan gelen bir itici gücüdür. Bundan önce ve daha
önemli olmak üzere istikametin sağlıklı olması ve dizginlerin
güçlü ve güvenilir ellerde kalması gerekir. Böylelikle sapma
ve tahrif çabaları önlensin ve intikamın keskin duygularının
susturulması için ve Allahuekber ezanının yükseltilmesi için
ortadan kaldırılabilsin.
İmanın Şubeleri 593

Allahu ekber sancağı altında cihad ve onun etrafında


toplanmak Allah’ın erlerinin bir ahlâkıdır. Bu erlerin kalple-
rini mü’minlerin dostu olan Allah etrafında bir araya gelmiş
olması gerekir.
Hevalar, çağrılar, baş olmak sevgisi, yönetimi ele geçir-
mek kavgası, dünyanın diğer aldatıcı çekici hususları, gurur,
aldanış ve beşerin diğer güdüleri normal insanların akılları ve
nefisleri farklı farklıdır, darmadağınıktır.
Tarihteki kahramanların ve devrimcilerin vicdani yapıları,
dinlerinin ve mezheplerinin farklılığına rağmen zulüm üzere
bina edilmiştir. Onların bu vicdani yapıları geçmiş tarihimiz-
deki sayfalarda da Müslüman kardeşlerin cihadından itibaren,
Afganistan’daki kardeşlerimizin ve her yerdeki kardeşlerimizin
gerçekleştidiği günümüzdeki cihad sayfalarında okuduğumuz
yüceliklere ulaşamamaktadır.
Eğer İslâmî yenilenmenin bir anlamı varsa, buradaki
anlamı da mücahidlerin imanını eğitim ile Nebevî örnek ile
sevdiklerimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun
ashabının örnekliği ile karşılaştırılacak noktaya doğru yükselt-
meliyiz.
Onlar “Allahu ekber” diye sesleniyorlardı ve Allah gerçek-
ten onların nefislerinde en büyüktü.
Yüce Allah şu bu yolda hepsine sitem etmektedir:
“Hâlbuki siz gücü ve silahı bulunmayanın kendinizin
olmasını arzu ediyordunuz.”362 Tamamına yönelik bir si-
temdi bu. Cihadın gerekleri ve Allah yolunda ölmenin gerek-
liliğini hatırlatıyordu.
Belki o yüce nefisler arasından sadece bir kişinin hatı-
rından bir an için kolaylığı hesaba katıp Müslümanlar Kureyş

362 Enfâl 8/7.


594 Nebevî Yöntem

ordusu yerine Ebu Süfyan’ın kervanı ile karşılaşsa diye yakın


bir zafer elde eder ümidi ile bir temennide bulunmuş olabilir.
Belki o anda hatırdan geçiveren o düşünce sebebi ile bu
hitap gelmiş bulunuyor. Böylelikle Allahuekber şiarının herhan-
gi bir hesaba girmeden cömertçe fedakârlığı beklediğini, müca-
hidden hangi an olursa olsun ölmeyi beklediğini unutmayalım.
Bütün topluluklar arasında zayıf düşüp de şiarın ilan
ettiği düzeyden daha aşağıya düşecek şekilde mümkündür.
İşte burada bizim görevimiz gayretleri Allah yolunda ölümü
gerçekten temennilerimizin en ilerisi olmasını sağlayacak bir
düzeye yükseltmektir. Ta ki her birimiz Allah yolunda öldürül-
meyi, sonra diriltilip sonra tekrar öldürülmeyi sonra diriltilip
sonra tekrar öldürülmeyi -tıpkı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in temenni ettiği gibi temenni etsin.-
İmamlara benzeyip onları örnek almak düzeyinde her bi-
rimizin gayretini Hamza’nın, Mus’ab’ın, Hüseyin’in Allah yo-
lunda öldüğü gibi örnek derecesine yükseltiriz.
Yüce Allah rasûllerin ululazminden olan Musa
aleyhisselâm’den: “Sizden korkunca sizden kaçtım”363
dediğini bize nakletmektedir.
Evet, Allah’ın Rasûlü kendisini korkutmakla itham etmek-
te, o şerefli şahsına onlardan korkmayı nisbet etmektedir.
Biz Muhammed ümmetine ise ölümün üzerine gitmemiz
emrolunmuştur. Yüce Allah bizlere: “O hâlde Allah’a kaçın.
Muhakkak ben sizi ondan apaçık uyarıp korkutanım.”364
Hakkı isteyen, istikamet yolunu izleyen, Allah’a giden
yokuşu aşmaya çalışan kimsenin izlemesi gereken aşamalar
şunlardır:

363 Şuarâ 26/21.


364 Zâriyât 51/50.
İmanın Şubeleri 595

1. Hayırlı kimselerin arkadaşlığı (sohbeti) ile Allah için,


Allah’ı anmak, O’na ibadet etmek için bir araya gelip toplan-
mak.
2. Cihad eden cemaate katılmak sureti ile güç hazırlamak.
3. Bilinen bedeli, malı ve canı ödemek, Allah yolunda
ölmek, Allah’a kaçmak.

Ölüm Sanatı
Şüphesiz siyasal iradenin yeterince varlığı güçlü ve itaat
olunan bir liderliğin komutası altında düzeni sağlam bir şekil-
de örgütlenmiş bir kitle hâlinde müşahhaslaşmasından sonra
bu irade sahiplerinin yapılanmalarına sebeb olan davaya tam
bir kanaat ile inanmaları, toplumlarda değişikliği gerçekleştir-
menin temel etkenlerindendir.
Hareketlerin başarısı önder öncü kadro ile bu maksatla
hazırlanmış temel unsurların fedakârlıklarda bulunmaya hazır
ve çaba ve gayretleri gerilimin ve etkinliğin zirvesine sevk ede-
bilme gücüne bağlıdır.
Bu toprakların savunması çerçevesinde, duyguların ve
araçların birbirlerine karşı gelmeleri hâlinde söz konusu olan
beşeri hareketlenmelerin geneli hakkında söylenecek sözlerdir.
İslâmî hareketlerin ise ayrıcalıkları vardır. O hareketin ör-
neği Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in cihadı ile onunla
birlikte ashabının ve ondan sonrakilerin cihadıdır. Bu cihadda
manevi etken oldukça yüksektir. Bu manevi etken de karşı
karşıya kalınacak sonuç ister şehadet ister zafer olsun iki güzel
neticeden birisinin olacağına dair kesin imandır. Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in hazırlık olarak ilk hazırlıkları
mücahidlerin maneviyatı idi. Ömer bin el-Hattâb radıyallahu
anh’a savaşlardan birisinde kendisinden yardım istemek üze-
re bir mesaj gönderdiklerinde kendilerine: “Bana göre sizin en
596 Nebevî Yöntem

önemli işiniz namazdır” diye cevap vermişti. Böylelikle onlara


öğüdü, namaza gerektiği gibi dikkat göstermelerinden ibaretti.
Yardımın ta kendisi de oydu. Çünkü onların namaza yönel-
meleri imanlarının artmasına sebebtir. İmanları ise Allah’ın
kendilerine yardım etmesi için onları ehil kılar. Sonra Halid’in
Rüstem’e şu mektubu yazdığını görüyoruz: “Ben size sizin ha-
yatı sevdiğiniz gibi ölümü seven askerlerle geldim.” Bu sözle-
ri ile Allah’ın erlerinin sahip bulundukları eksiksiz bir marifet,
Allah yolunda şehid olmak için ruhî ve amelî hazıklıklarına
işaret ediyordu ki bu da en yüksek derecelere gerçek hayata
ulaşmanın en kısa yoludur.
Kur’ân-ı Kerim’deki cihad âyetlerini, hadis mecmuaların-
daki cihad bölümlerini okursanız mü’minlere nefisleri itibari
ile dünya hayatından soyutlanmaları için ısrarla hitab edildi-
ğini ve Allah nezdinde ebedi rızaya nail olacakları bir hayat
için Allah yolunda ölüm üzere niyetlerini keyfiyetlendirmeleri
istenmiştir.
Hasan el-Bennâ -Allah’ın rahmeti ona- kardeşlerine “öl-
mek sanatı”ndan söz ediyor ve eğer Allah’ın erlerinin kalple-
rinde alevlenecek olursa dünyada ve ahirette aziz olmaya gö-
türen yolu aydınlatacak bir nur haline dönüşecek ve böylelikle
de düşmana karşı bir ateş olacak o cihadi korun alevlenmesi
için onları teşvik ediyordu.
Mesele bir yaşam ya da ölüm meselesidir. Müslümanlar
boyun eğme ve zillet içindeki hayatı aşağılanmanın bütün
anlamları ile şu dünya hayatını eğer üstün tutuyorlarsa artık
onlar hayırdan yana kendilerinden ümit kesilmiş bir kalaba-
lıktırlar. Bizler kendi nefislerimizde olanı değiştirmeden önce
Allah durumumuzu değiştirmeyecektir. Kendi nefsimizde bu-
lunan en önemli musibet hâl ise dünya hayatına karşı tutkun-
luğumuz ve ölümden tiksinmemizdir.
İmanın Şubeleri 597

Düşük seviyeli modellerden uzak kalalım diye örnekle


bize öğretmek maksadıyla Yüce Allah İsrailoğulları’na azar-
layarak ve sitemde bulunarak şöyle buyurmaktadır: “De
ki: Eğer Allah katında ahiret yurdu insanlar arasında
sizden başka kimseye değil de yalnız sizin ise doğru
söyleyenler iseniz haydi ölümü temenni edin. Fakat
önceden ellerinin gönderdikleri dolayısı ile hiçbir za-
man onu temenni etmezler. Allah o zalimleri çok iyi
bilendir.”365
Onlar Allah’ın oğulları ve sevdikleri olduğunu, ölümden
sonra cennetlikler olacaklarını ileri sürüyorlardı. Yüce Allah
ise bu hususta kesin bir meydan okuyuş ile bu meşakkat yur-
dundan ahiret yurduna intikal etmeleri için ölümü temenni
etmelerini isteyerek böyle bir şey yapamayacaklarını ifade bu-
yurmaktadır. Fakat onlar ölümden sonra dirilişe iman etme-
dikleri gibi ölümden sonra hayırlı mükâfat göreceklerine de
inanmıyorlardı. Onlar bu dünyada amelleri bakımından en
zarardadırlar. Şanı Yüce Allah onların yaptıkları amellerinin
kötü olduğunu bilmelerinden ötürü ebediyyen ölümü temen-
ni etmeyeceklerini bize haber vermektedir.
Sonra Yüce Allah: “Andolsun ki sen onları insanlar
arasında müşriklerden bile hayata daha tutkun bulur-
sun. Onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilsin
ister.”366
Buradaki “hayat” kelimesinin nekire (belirtisiz) geldiğine
ve daha tutkun olduklarını bildiren kelimeye dikkat edelim.
Onlar Yahudileri tarih boyunca ayrıcalıklı kılan hilekârlıklarla
dolu seviyesiz bir hayata aşırı tutkundurlar. Onların her biri ne
olursa olsun hayatta kalmaya tutkundur. Onlar arasında bir-

365 Bakara 2/94, 95.


366 Bakara 2/96.
598 Nebevî Yöntem

birlerine yaptıkları en üstün dua da ömrünün uzatılması için


yapılan duadır.
İşte bu dünya hayatına tutkuyla bağlanmamak için bize
verdiği kötü bir örnek ile bundan uzak durmamızı istemekte-
dir. Özellikle de hayata razı olmak ve onu korumaya çalışmak
Müslümanın kendisi ile ümmeti için zillet ve sefalet anlamına
geliyorsa. (Böyle bir hayatın nesine tutkuyla bağlanılsın?)
O hâlde “ölmek sanatı” eğitim ve yapılanma açısından
bir zorunluluktur. Allah yolunda şehid olmayı sevmek, Allah
yolunda ölmeyi kültürümüz, öğrenimimiz, eğitimimiz ve med-
yamızda teneffüs ettiğimiz havada, yediğimiz gıdada, istene-
bilecek en değerli bir talep olarak yerleştirmek, tarihsel tökez-
leyişinden ayağa kalkıp hayatı hak edebilmesi, düşmanlara
karşı yenilmesi zor bir rakip haline gelmesi, zafer kazanması,
yeryüzünde Allah’ın va’dettiği halifeliği ele geçirmesi için üm-
metin içine sirayet etmesi beklenen ruhtur.
Eğer kendimizi cihad, can ve malı cömertçe feda etmek,
malı ve canı karşılık beklemeden vermek esasları üzerine eğit-
meyecek olursak hayat diye bir şey olmaz.
Allah erlerinden her bir fert ölüme hazır olmazsa bu onun
için en kolay hatta Allah yolunda emin olduğu sürece onun
en sevdiği bir şey haline gelmezse ümmet için hayat bulmak
söz konusu değildir.
Bu bizim mallarımızı ve canlarımızı bu şekilde düşmana
kolay yutulur bir lokma olarak takdim edeceğimiz anlamına
gelmez. Bizler ümmet açısından en faydalı olacak yerde olma-
dıkça kesinlikle mallarımızın ve canlarımızın değerini küçüm-
semeyiz. Ölüm sanatını iyi becermenin bir yolu da mü’minin
niyetinin ıslah olması için ölmediğini bilmesidir. O ne zaman
ölürse onun o ölümü ümmetinin meselelerinden herhangi bi-
risinin zafere kavuşması için olmalıdır. Nasıl ölürse ölsün, onun
İmanın Şubeleri 599

ölümü ümmeti için bir kâr, düşmanlarımız için bir zarar olma-
lıdır. Beraberinde öldüğü kimseler ile cihadı Allah’ın cihadının
erleri ile birlikte olması için ölür, onun ölümü cihad çarkının
daha ileriye gitmesinde katkı olsun diye söz konusu olur.
Hasta nefislerimizdeki en değersiz duygu ölümden hoş-
lanmamaktır. Hatta hastalığın vebalin ve musibetin ta kendisi-
dir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Muhammed Mustafa
bize hastalığı teşhis etmiş ve reçeteyi vermiştir. Ebu Davud ve
İbn Asâkir sahih bir senetle Sevbân’nın şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Fazla olmayan bir süre sonra ümmetler yemek yiyenle-
rin bir çanak etrafında toplanmak için birbirlerini ça-
ğırdıkları gibi sizin üzerinize üşüşmek üzere birbirle-
rini çağıracaklardır.” Birisi: O gün az olacağımızdan dolayı
mı (böyle olacak) dedi. Allah Rasûlü “Hayır! O zaman siz
sayıca çok olacaksınız ama selin üzerindeki köpükle-
ri andıracaksınız. Allah düşmanlarınızın kalplerinden
sizden korku ve çekinmeyi de söküp alacaktır. Sizin
kalplerinize ise vehni bırakacaktır.” Birisi: Ey Allah’ın
Rasûlü! Vehn nedir dedi? Allah Rasûlü: “Dünyayı sevmek,
ölümden hoşlanmamaktır” buyurdu. İşte nefislerimizdeki
hastalık budur. Nefislerimizdeki o hastalığı yani vehni değiş-
tirmedikçe herhangi bir değişiklik ümit edemeyiz. Peki, onu
söküp almanın yolu nedir, tedavisi nedir, aracı nedir?
İşte bu yüz milyonlar Allah’a hamd olsun uyanmaya
başlamıştır. İşte Afganistan’daki kahraman mücahidlerimizin
cihadı, onların ahitlerine olan bağlılıklarını, ölüm üzerine atıl-
maları, Allah’ın onlara olağanüstü bir şekilde yardımcı olması,
bu ilk ahde olan bağlılıklarını hatırlatmaktadır.
Afganistan’da -Allah’tan onları ümit ettiğimiz şekilde ko-
rumasını niyaz ederiz- gerçekleştiği şekilde cihadın, bütün
600 Nebevî Yöntem

İslâm topraklarında yeni ve yenilikçi ruh olan Allah yolunda


şehid olma ruhu olmadan gerçekleşmesi mümkün olur mu?
Kesinlikle hayır! Olamaz!
Bizler, erkek kadın bütün mü’minlerin ruhunda o sağlık-
lı hâl olan şehadeti sevmek ve bizden başkalarının tutkuyla
bağlı bulunduğu dünya hayatını küçümsemek halini yeniden
canlandıracak olursak zaferin müjdesini verebiliriz. Aksi tak-
dirde uzun süre bir esenliğin müjdesini veririz ama ona da
esenlik denirse.
Bizler Allah’ın erlerini, Allah yolunda ölmek isteyen ve
neden öldüğünü, ne zaman, nerede, nasıl ve kiminle beraber
öleceğini bilen birliklerden oluşturacak olursa, işte bu Allah’ın
izni ile yenik düşürülemeyecek bir ilerleyiş olacaktır. Eğer
bizler her birisi Allah’ın mağfiretine ve rızasına cephe açısın-
dan en ağır tehlikelerin bulunduğu bir gediğe, en ağır göreve,
ölümün kişileri tek tek yıktığı yerlere gitmek için birbirleriyle
yarışacak yerde her biri kendisini kurtarmaya çalışan değişik
kimseleri bir araya getirmeye kalkışacak olursak kesinlikle bu
bir cihad olmayacaktır. Aksine Abdunnasır’ın o köpük misali
topladığı kalabalıkların ve gevşeklik dönemindeki partilerin
örgütlenmelerinin tekrar edilen bir trajedisi olacaktır.
Kardeşim, kızkardeşim! Sizden sonrakilere şunu bildirin ki
dünya hayatı bir oyun ve bir oyalanmadır. Ciddiyet, yeterlilik
ve varlık ise ahiret hayatındadır.
Bunlar, iman dininin kabul ettiği hak ile bâtıl arasındaki
ayırıcı çizgidir. Bunlar gereğince amel etmek ise ümmetin ta-
rihsel çapta ölümü ile kendisi için ümit ettiğimiz yeni hayatı
arasındaki ayırıcı çizgidir.
İmanın Şubeleri 601

Cihadın Çeşitleri
Allah’ın izni ile burada cihad türlerinden onbir türü sıra-
layacağım. Bunların bir kısmı eğitim ile alakalı olup mü’minin
kendi nefsini ilgilendirir. Allah ile olan, ümmeti ile olan ve bü-
tün insanlarla olan ilişkileri ile alakaladır. Bir kısmı ise hazırla-
nışında ve ilerleyişinde cemaatin öncü kadrosunu ilgilendirir.
Diğer bir kısmı yönetime varmadan önce yürüyüş esnasında
ve yönetimin dizginlerini ele aldıktan sonra Allah’ın erlerini
ilgilendirir. Burada sıraladığımız ve hareketin açacağı bütün
cihad kapılarından girmemiz -görevimizin düzeyine gelebil-
memiz için- bizim için bir zorunluluktur. Eğer hergangi bir ci-
hette eksik kalıp boyut, genişlik ve derinliklerin tamamında
amaçlanan noktaya ulaşmayacak olursak o takdirde zamanla
yetersizleşiriz ve kurtların sofrasında yetim kalırız.
Allah’ın güvenilir ve güçlü erlerinin manevi imkânı ile
araçlarının nasıl alanda faal bir cihada dönüştüğünü görme-
miz gerekir. Hatta burada düşüncemiz ile görevlerin geniş bo-
yutlarını ve bunun gerektirdiği uzun nefesi dahi görmeliyiz ki
bir anlık sağlam duruşun yahut da mücadele esnasında bin-
lerce şehid vermenin zaferi gerçekleştirmek için yeterli oldu-
ğunu beklemeyelim.
“Ölmek sanatı” başlığı altında söylediklerimizin hepsi an-
cak önemini açıkça ortaya koymak maksadıyla küçük cihad
görevi ile ilgili yazılan bir kaç satırdan ibarettir. Geriye büyük
cihad olan başlı başına bir varlık olan nefis cihadı kalmakta-
dır. Onunla cihad Allah’a ubudiyetinin dosdoğru olması için
yapılır. Onunla cihad ahlâka sahip olması, cömertçe vermesi,
öğrenmesi, amel etmesi ve cihad etmesi için yapılır. Geriye
ise bütün yapılanma, yürüyüş, planın uygulanması, bâtılın çü-
rütülmesi, hakkın hak olarak yerini bulması ve ümmetin inşa
sürecindeki yokuşlar boyunca devam edecek Allah erlerinin
uzun ve meşakkatli cihadı kalır.
602 Nebevî Yöntem

Geriye büyük cihad ile küçük cihadın belirleyici bakış açı-


sı ve geriliminin en son noktası kalmaktadır. “Küçük cihad-
dan büyük cihada döndük” şeklinde Beyhâki’nin bir parça
zayıf senetle rivayet ettiği hadisi biz hadis imamlarının amel-
lerin faziletleri hususunda zayıf hadisin delil gösterilebileceği
şeklindeki kaidelerine uyarak söz konusu ediyoruz. Bu hadi-
sin ihtiva ettiği manayı nefsi kötülüklerden alıkoymaya, uzak
tutmaya, onu yasaklardan vazgeçirmeye ve onu arındırmaya
sabrı teşvik hakkında varid olmuş buyruklar da desteklemek-
tedir. Bu gibi buyruklar ise Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde pek
çoktur.

1. Can ile Cihad


Bundan önce Allah’ın dilediği kadar can ile cihad hak-
kında yazdım. Dikkat edilecek olursa yazdığımız o bölümlerin
karakteristik özelliği eğitici mahiyette idi. Analiz edici özellikte
değildi. Çünkü bu, can ile cihadın ekseni ve nefsî iman yoku-
şunda yükselerek sağlıklı istikametinde dönen İslâmî eğitimin,
cihadın temel direğinin üzerinde yükseldiği zemin oluşundan
dolayıdır.
Üstün amelleri ortaya çıkartan, ümmetimizin yeni tari-
hinin şeklini iradesi ile meydana getiren zati bir kuvvet olan
Allah’ın erlerinin imanın ve birbirleri ile dayanışması ile sada-
katleri yoksa köpükleri andıran toplanmaların bizi ilgilendiren
bir tarafı yoktur.
Unutmayalım ki hastalık vehndir. Tedavisi ise Allah yo-
lunda şehid olmayı istemek ve bunda dallanıp budaklanan
cihad ile görev ve sorumlulukları yerine getirmek iradesidir.
Bizler cemaatin ve değiştirmek isteyen iradenin kendi zati
gücünü izleyecek olursak üye olan ferdin kalbinden, düşünce-
sinden, hareketinden, vesair dinamiklerinden kaynaklandığını
İmanın Şubeleri 603

görürüz. Şüphesiz ki nizamı önderliğin birliğini, sorumlulukla-


rın tespitini gerçekleştiren ve onu muayyen başarılar şeklinde
ortaya çıkartan bireylerde saklı bulunan bu zati güçtür. Şüphe
yok ki uyuşuk bir nefsi, karanlık bir düşüncesi ve güçsüz dina-
mikleri olan cemaatin içerisindeki her bir er ve her bir üyeyi
ne kadar düzene koyup örgütlesek dahi, toplamı ihmal edil-
meye layık bir sayısal çoğunluktan ibaret kalacaktır.
Cihaddaki birinci cephe eğitim cephesidir. Bizler yokuşu
aşmak anlamı ile ve bütün şubeleriyle imanî terbiyeyi kaste-
diyoruz. Başında terbiye, ortasında terbiye ama son bulması
anlamında değil sonunda ve her zaman terbiye.
Bizler nefislerimizi doğrultmak işini bitiremeyiz. Nefsimizi
arındırıp temizleme işini tamamladığımızı ne zaman düşüne-
cek olursak işte bu aldanışın bir telkinidir, Allah ile aldanmak-
tır, mertlik terazisinde hafif basmaktır.
Hem nasıl böyle olmasın? Yüce Allah istikameti kemâl
derecesinde Rasûlü Muhammed Mustafa’ya: “Artık sen de
beraberindeki tevbe edenler de emrolunduğun gibi
dosdoğru ol ve aşırı gitmeyin”367 buyurmaktadır. Can-
dan sevdiğimiz yüce Rasûlümüz bu hususa “Hud ve Vakıa
sûreleri saçlarımı ağarttı”368 buyruğu ile işaret etmiştir.
Nefislerimizin karanlık ufkunda kâbus gibi bizi tehdit eden
tuğyanı görüyor musunuz?
Eğitim, dosdoğru yürümek, hakkı ve sabrı tavsiye etmek,
usanmadan, her zaman... Beşeri kusurun telafi edilmesi ise
ancak salih iradelerin şu ilkeyi icma ile kabul etmesi ile müm-
kündür:

367 Hûd 11/112.


368 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 56.
604 Nebevî Yöntem

Her bir mü’min kendisinde ne kadar hayır varsa onu en


ileri derecede ortaya koyar. Sonra yaptığı kusuru görür, yapı-
lan nasihatı kabul eder, kardeşleri ile yardımlaşır, onlara yumu-
şak davranır, onları sever, danışır ve itaat eder. “Mü’minlere
karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli”369
davranır.
Temizlenip arınmanın güzel bir dereceye vardığı nefisler,
bencilliğini bir kenara atabilen, oturmayı terk edip Allah’a ve
Rasûlü’ne hicret edebilen, yapılanmanın görevleri ve gerekleri
etrafında kalbi ile kalıbı ile kaynaşan kimselerdir.
Eğitimin cihad için gerekli bir mukaddime olduğunu görü-
yor muyuz? Onun Allah’ın kulunu sevmesi için gerekli bir şart
olduğunu ve bununla hem bireysel hem toplumsal amacın
birlikte gerçekleştiğinin farkında mıyız? İşte Yüce Allah’ın buy-
ruğu: “Ey iman edenler! İçinizden kim dönerse Allah
mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu
ve şiddetli kendisinin onları seveceği, onların da ken-
disini seveceği bir topluluk getirir ki Allah yolunda
cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından kork-
mazlar. Bu Allah’ın lütfudur ki onu dilediği kimseye
verir. Allah lütfu bol olandır, her şeyi en iyi bilendir.”370
İman ve ihsan odaklı eğitimin alıştırmadan farklı bir şey ol-
duğunu unutmayalım. Fikri alışkanlıklar kazandırmaktan fark-
lıdır.Harekî alışkanlıklar kazandırmaktan farklıdır. Yüzeysel öğ-
retimden farklıdır. Toplumsal çalışmalara yönelmekten farklıdır.
Bununla birlikte bütün bu cüz’î hususlar kaçınılmaz şey-
lerdir. İnsanların geniş tuttukları hususlardan birisi de kendi
bakış açılarına göre bunların eğitimin kendisi halini alacak ka-
dar işi ileriye götürmeleridir.

369 Mâide 5/54.


370 Mâide 5/54.
İmanın Şubeleri 605

Amaç kulun, Rabbini tanımasıdır. Bu da Yüce Allah ken-


disini sevinceye kadar ve dostlarına yaptığı ikramlarla ona ik-
ramda bulununcaya kadar yaklaşması ile olur.
Sözü, fiili, bütün yakınlaştırıcı ameller ile aynı nitelikteki
hâl ve huylar bu amacın içinde yer alır, bunun yolunda onun
şartlarındandır. Ancak bunun belirleyici çerçevesi Kitap, Sün-
net ve bunlara tabi olmaktır.
Terimsel dilde kendisine eğitim verilen her bir şey eğer bu
gayeyi gerçekleştirmeye yeterli değilse o bizim kastettiğimiz
taksim eğitim değildir.
Bunu bilelim, ayrıca şunu da bilelim ki Müslümanlar ve
bütün insanlar imanî yükseliş istidadı ve kemâl kabiliyetleri
bakımından farklıdırlar. Kemâl ise Kur’ânî ifade ile söyleyecek
olursak “kadem-i sıdk: doğruluk makamı”dır. Demek istedi-
ğimiz ayrı ayrı her bir fert için Allah’ın ilminde takdir edilmiş
mutluluk sebepleri ayrı ayrıdır.
Diğer taraftan şuna da dikkat edelim ki cihadın diğer tür-
lerindeki her bir tutarsızlık ve gediğin eğitimdeki bir tutarsızlık-
tan kaynaklandığı düşünülmelidir. Buna göre hareket ederken
yahut isteklerimiz doğrultusunda ilerlerken duraklayacak olur-
sak şunu bilelim ki Allah ile birlikteki halimizde bir aşağı iniş
ve bir yavaşlama vardır. Başarısızlık aramızda ne zaman genel
bir hâl alırsa bilelim ki biz kendi tedbirlerimize bel bağladık,
Allah da bizi kendimizle baş başa bıraktı. Aramızda baş olmak
ve mevki sahibi olmak için yarışlar ne zaman ortaya çıkarsa,
ne zaman bizler birbirimize karşı güçlü, düşmanlarımıza karşı
alçak gönüllü bir tutum takınırsak âyeti ters yüz edersek bile-
lim ki Allah bizi sevmemektedir.
Bütün bu hususlarda tevbemizi yenilemeli, niyetleri tas-
hih etmeli, bize kendimizi unutturmaması için Allah’ı hatır-
lamalıyız. Çünkü biz O’nu unutup da nefsimizi tezkiye edip
606 Nebevî Yöntem

temizlemeyi ihmal edersek, ibadetlerle onnu nurlandırmazsak,


salih ameller işlemeyi onu alıştırmazsak birey olarak da yapı
olarak da ümmet olarak da helak oluruz ve su üzerindeki kö-
püklerin durumuna ve vehn (hayatı sevmek ölümden hoşlan-
mamak) hastalığına geri dönmüş oluruz.

2. Mal ile Cihad


Çıplak erkek ve kadınların şarkı nağmeleri üzerinde ve
beyinsizlerin liderliğinde su üzerindeki köpükleri andıran fes-
tivallerde bulunuruz.
Ama Allah gayemiz, Allah yolunda ölmek en değerli te-
mennimiz, arzumuz olacağı zaman Allahuekber sloganı üzeri-
ne zorluk zamanında mü’minlerin aralarını ve Allah’ın izni ile
zaferden sonra Müslümanların mallarını Allah yolunda har-
canması için toplayıp bir araya getiririz.
Onlar Allah’ın sevdiğinden ve sevildiğinden habersizdirler.
Müslümanlardan bir kesim, mü’minlerden de çeşitli grup-
ları hesap, miktar ve çokluk uğraştırmaktadır. Hâlbuki bizim
eksiğimiz o imanî duygu ve Allah’a hızlıca götüren kanatlar
üzerinde taşıyan Allah’a duyulan özlem, O’nun rızasına hız-
lıca koşmak ve tamamı ile cimriliği bir kenara atmaktır. Şüp-
hesiz Yüce Allah dilediği kimseyi hesapsızca rızıklandırır. Şanı
yüce Rabbimiz çokça ihsanlarda bulunmak istediği kimselerin
çaba ve gayetlerini dünyanın çok daha yükseğine çıkartır, bu
sebeple onlar da Allah yolunda hesaba girmeden mallarını ve
canlarını feda ederler.
Allah’ın sevgisi bir kimsenin kalbine gerçekten yerleşecek
olursa hiç şüphesiz bu şerefli sevgi değersiz basit şeyleri sev-
mekle bir arada bulunmaz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Eğer baba-
larınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz
İmanın Şubeleri 607

(soy ve sopunuz) elinize geçirdiğiniz mallar, durgun-


luğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza
giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun
yolundaki cihaddan daha sevimli ise o hâlde Allah’ın
emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar top-
luluğunu hidayete erdirmez.”371
Yüce Allah’ın “elinize geçirdiğiniz mallar” buyruğun-
daki fiile dikkat edelim. Bu fiil çoğunlukla günah kazanmak
için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime beş defa zikredil-
miş olup bir tanesi yalnızca iyilik kazanmak hakkında, üçü kö-
tülük hakkında kullanılmıştır. Eğer mal sevgisi onu yığıp birik-
tirmek ve onu tekeline almak Allah’ı sevmekten alıkoyuyarsa
ve mal Allah yolunda cihadın dışındaki yerlere harcanıyor ise
bu da onlara katılır ve böylelikle bu bir günah kazanma olur.
Bundan dolayı âyetin sonunda “Allah fasıklar topluluğu-
nu hidayete erdirmez” buyurmaktadır.
Şüphesiz ki cihad, her bir beşeri hareketin can damarı-
dır. Uyanık sorumluluğa sahip kimselerin Allah’a yakınlaştır-
mak maksadıyla Allah yolunda infak ettiği helal ve temiz mal
ise cihadın can damarıdır. Bundan dolayı her ikisi Kur’ân-ı
Kerim’de birlikte söz konusu edilmiştir. Ve yine bundan dolayı
mal ile cihad can ile cihaddan önce zikredilir. Mal, cihadın
can damarıdır ve şartıdır. Mü’min de kutsal davasının başarı-
ya ulaşması hakkındaki niyetinin doğruluk ve samimiyetini de
malını cömertçe feda etmekle delillendirir. Bizler onun doğ-
ruluğunu ancak malını çaba ve gayretini cömertçe harcaması
ile anlayabiliriz. Kalplerde bulunanı ise ancak Allah bilir. Biz
şu ya da bu mü’minin Allah’ı ve rasûlünü, babasını, oğlunu,
kardeşini, eşini, soyunu sopunu ve âyetin söz konusu ettiği
diğer kimseleri sevdiğinden daha çok Allah’ı sevdiğini ancak

371 Tevbe 9/24.


608 Nebevî Yöntem

durumunun karineleri ile biliriz. Bunu başka türlü bilmemizin


imkânı yoktur. Bu karinelerin en önemlisi ise cömertçe ver-
mektir. En önemlisi ise mü’min tarafından verilen mal ve or-
taya konulan çaba ve gayrettir.
Şüphesiz ki maddesi yani gücünü kendisinden aldığı kay-
nağı mü’min yiğitlerin iradesi, ondan sonra da bu yiğitlerin
amaç ve hedeflerine ulaşmaları için kullanacakları araçlardır.
Araçların en önemlisi ve onları yolda yürümesini sağlayan ise
maldır.
Cihada ayırma gereğini duyduğumuz zaman cihad iş-
lemlerinin yapıldığı mekan, zorunlu bir husus olan mücahidin
maddi endişe ve tasalardan yana rahatlığını sağlayan ve ko-
laylaştıran malın kendisidir. Cihadi çalışma için bütün vaktini
veren bir kimsenin ailesinin nafaka ve geçimini sağlamak için
mala ihtiyaç vardır. Merkezlerin, birimlerin, memurların, ki-
tapların, yayınların, ulaşımın ve silahlı kıyam hâlinde silahın
hepsinin mala ihtiyacı vardır.
Bizim yaptığımız tasnifte dördüncü haslet ise “vermek-
tir” Bu hasletin eğitim açısından delaleti ise Allah’ın erlerinin
cimrilik musibetinden arındırılmasıdır. İşte kurtuluş yolundaki
ilk adım da budur. Yüce Allah “Kim nefsinin cimriliğin-
den korunursa işte onlar umduklarını bulanların ta
kendileridir”372 buyurulmaktadır.
Bu hasletin cemaat yapılanması açısından anlamı ise ci-
hadın bütün türleri için gerekli olan malı temin etmektir.
Havada uçuşan düşünceler ve tatlı hayaller ile vakıanın
içerisine dalıp ona göğüs germek ve değiştirmek arasında ayı-
rıcı iki etken bulunmaktadır:

372 Haşr 59/9.


İmanın Şubeleri 609

a. Örgütlenmiş, güçlü, güvenilir ve kararlı yiğitler.


b. İradeyi ve manevi gücü hareket ettiren ve bir proje
hâlinde müşahhaslaştıran maddi araçlar. Bunlar ruh ve ceset
gibidir.
Düşünceler semasında kanat açıp uçan ruhun eğer ken-
disini yer ortamının gailelerinden koruyacak bir zırh giymeye-
cek ve yerden kaynaklanan araçlarla silahlanmayacak olursa
yeryüzü üzerindeki sert ve sağlam gerçekler arasında hiçbir
yeri olmaz.
Ruhsuz bir cisim yapay olarak hareket edebilir. Mal da
yeryüzü tağutunun hizmetinde ücretli bir topluluğu da hazır-
layabilir. Mal, mevki ve eşyaya duyulan tamahkârlık da yo-
lumuzda karşı karşıya kalacağımız bir grup partiliyi harekete
getiren bir unsur da olabilir.
Ücretlilerden, tağutun ürettiklerinden ve tamahkâr kit-
lelerden oluşan bu kesimlerin elinde bulunan mal ve araç-
ları küçümseyip “imanımız silahımızdır” diyen uyanıkken
görülen rüyalarla yetinecek miyiz? Bu sözler, gerçekten gü-
zeldir ama herhangi bir aracı bulunmayan bir imanın va-
kıanın sert kayalıkarı ile karşı karşıya çıkmak için değil de
düşünülmeye elverişli latif bir anlam olarak kalması daha
uygundur. İnsanlar konuşurken kendisinin dilsiz kalmasına,
onlar bir yerlerde bulunurken onun olmamasına, öğrendik-
leri zaman cahil kalmasına, bir yerden bir yere intikal edip
hareket ettiklerinde oturmasına, ona karşı kamuoyunu kış-
kırttıklarında ve büyük kalabalıkları topladıklarında kendi-
sinin tarafsız kalmasına en ağır silahları sakladıkları vakit
kendisi silahsız kalmaya daha layıktır.
Evet, Allah’ın izni ile bizim ideolojilerin saçmalıkları ve on-
ların yeryüzü kaynaklı dinamikleri karşısında maneviyat tera-
zisinde her şeyi ifade eden bir imanımız vardır Allah’ın izni ile.
610 Nebevî Yöntem

Ama biz Müslümanlara gücümüzün yettiği kadar güç


hazırlamamız da emredilmiştir. Böylelikle bizim araçlarımız
mümkün olduğu kadar onların ellerindeki araçlara denk ol-
sun. Eğer onların düzeyine ulaşmayacak olsa bile zorunlu
olanı ortaya koymanın altına inilmemelidir. Bizler makinalı
taşıyana karşı tüylü oklarla savaşamayız. Karşı medyanın kar-
şısına dört bir yanı kuşatılmış sözlerle de direnemeyiz.
Cemaate yeni gelen bir kimse bizimle beraber geçire-
ceği ilk dönemlerinde malından ödeyeceği belli bir miktarı
öder. Bununla birlikte bunun eğitici sonuçları da gözlemlenir.
Bu ise cemaat çalışmalarına katılım şuurunun yükseltilmesi,
mülk edinme ve fakirlik korkusu hissinin imanî olgunluğa
doğru ilerlemesidir. Önce bilenin sonra hissedenin sonra da
mal Allah’ın malıdır, biz de onun üzerinde halife olarak tayin
edilmiş kimseleriz. Güzel mal ise bizi Allah’a yakınlaştırandır.
Dünya ise mü’minin ahiret yolculuğundaki bineğidir gerçek-
lerine iman ve bunun delillerini ortaya koyanın bir olgunluğu-
dur. Bununla birlikte kazanç elde etmek için helal olan malı
geliştirerek kendisinden infak yapılacak asıl malların genişletil-
mesi için çalışıp kazanmak hususunda şer’î gayretin de birlikte
bulunması gerekir.
Yapılanma açısından ise cemaatin genel sandığı ile üsra
ve gençlik sandıkları da üyelerin aidatları ile beslenir. Asıl mal
da budur. Bundan sonra bağışlar, Allah yolunda harcanması
gereken zekâtın sekiz payından biridir. Allah’ın erlerinin malî
bakımdan bağımsız olmaya çokça özen göstermeleri şüpheli
ellerden bir şeyler almamaları, bu açıdan avuç içine alınma-
larını sağlayacak tuzaklara düşmemeleri gerekir. Çünkü sana
yediren seni esir alır.
Özgürleştikten ve İslâm devletinin kuruluşundan sonra ise
davet dediğimiz alanlardan donatılır sonra da vakıf malların-
dan ihtiyaçları karşılanır.
İmanın Şubeleri 611

3. Öğretim Cihadı
Devletin ve devlet organlarının gelişmesi karşısında davet
geri çekilince Müslümanlar nezdinde tebliğ ve öğretim ruhu
da yavaş yavaş geriledi. Hem davet geri çekildi hem de ilim
öğrenmek ve ilmi yaymak yerine getirilmesi gereken bir fariza
iken ilk asırlardan itibaren bu işin herhangi bir karşılık bekle-
meden yapılması da azaldı. Isırıcı yöneticiler ve diktatörlerin
ümmetin boynunu yakalamalarından dolayı tarih boyunca
davetçilerin yöneticinin sancağı altına girip onun sofrası üze-
rinde yaşayıp geçinmekten yahut da müstekbir kesimin gel-
mesinden korkulan şerrin korkusu ile birlikte uzak bir yerde
inzivaya çekilmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.
Müstekbir yöneticilerin en çok korktukları husus ise, üm-
mete ilim öğretecek ve ümmetin saflarını güçlendirecek bir ce-
maatin ortaya çıkmasıdır.
İnsanlara hayrı öğretenler kamu hayatının kıyılarında ya-
şadılar. Eğer vaziyet dosdoğru olsaydı daha uygunu onların
ümmetin beynini teşkil etmeleri ve onlara ümmetin nefisler-
deki ve akıllardaki kıtlığı verimli hale getirmek için onların
iman ve mertlik ihtiyaçlarını karşılanması, bilgisizliğin ve ca-
hiliyenin karanlıklarından aydınlığa çıkarılmaları için gerekli
fırsat ve araçların verilmesi idi.
Şüphesiz ümmetin öncü kadrosu Allah’ın mücahid erleri
Allah’ın izni ile zaferin ertesi günü ümmetin öğreticileri olacak-
tır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir öğretmen olarak
gönderildiği gibi onlar da öğretmek için gönderilmiş kimseler
olacaktır. O risalet ile peygamber olarak gönderilmişti, kendi-
leri ise risaleti miras alanlar, onu ayakta tutanlardır. Onların
öğretim maksadı ile gönderilmeleri de onun mirasının bir bö-
lümüdür.
612 Nebevî Yöntem

Görevleri ise aralarında istidadı olanları ilahî ilimde, iman


ve şeriat ilminde ayrıcalıklı ilim adamları çıkarmalarıdır. Ahlâk,
yaşayış ve riyazet âlimleri olmasıdır. Özel bağışlar her şeyden
önce ezelden beri nura hazırlanmış kalplerin bağışlanması,
ilim kapları olmak üzere hazırlanmış akıl bağışları, Yüce Allah
tarafından verilir. Hiç kimse Yüce Allah’ın paylaştırıp bitirdi-
ği bir paylaştırmayı yeniden yapamaz. Fakat “Müslümanlar
cemaati” fıtrat gereği çok yönlüdür, diğer taraftan evrensel
ve birleşiktir. Kalplere nura elverişli olabilmesi için bir terbiye
imkânı verebildiği gibi akıllara da yaratılış sebebini teşkil eden
hususun en ileri derecesine ulaşabilecek bir seviyeyi de kazan-
dırabilir ve bunu yapmak onun için bir görevdir.
Ayrıca kıyamdan önce, kıyam esnasında, kıyamdan son-
ra arkamızdan ardı arkasına gelecek bu mübarek nesillere kar-
şı görevimiz onlara öğretmektir. İslâm’ı, imanı, sevgiyi, salih
ameli ve ahireti öğretmeliyiz.
Şehirlere, kasabalara, mescitlere, okullara, evlere, yollara,
fabrikalara, atölyelere, dinlenme yerlerine dağılarak, öğreten,
tebliğ eden, İslâm’ı ve imanı sevdiren örgütlü bir orduyu dü-
zenlememiz gerekir.
Bu zamanda dünyanın her bir tarafına yayılmış imanî bir
feyze, usanmayan bir çalışmaya, güzel sözü ve büyük habe-
ri dinini ve kimliğini bilmeyen insana tebliğ etmek için ciha-
da önem veren, Davet ve Tebliğ Cemaati’ni lütfeden Allah’a
hamd olsun. Onlar bu alanda gerçekten kendilerine uyulacak
bir örnektirler.
Müslüman halklarımız doğdukları yerleri ve vatanları iti-
bari ile su üzerindeki köpükleri andıran bir sayısal çoğunluk
hâline gelmişlerdir. Su üzerindeki köpük ise selin üzerinde sü-
rüklediği çürümüş saman ve benzeri şeylerdir.
İmanın Şubeleri 613

Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiğine göre, Rasûlullah


sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz
iman bir elbisenin eskidiği gibi kalpte eskir. Bu sebep-
le imanınızı yenileyin.”
Zorba ve dünya ehli yöneticilerin halkın öğretimi hak-
kında düşündükleri okuma yazma bilmemeyi ortadan kaldır-
maktır. Bu işlemin iktisadi bir hedefi de vardır. O da öğrenim
gören bir kimsenin bilgisize göre daha çok üretmesidir.
Ama onlar öğretimin bu düzeyini dahi gerçekleştireme-
mektedirler. Bununla birlikte onun gözettiği hedef bizim en
çok ihtiyacını hissettiğimiz bir husustur.
O hâlde ekonomik anlamı ile okuma yazma bilmemeyi
sıfırlamak bizim de öğretim cihadından söz ettiğimiz zaman
gözettiğimiz hedeflerden bir hedef olmalıdır.
Üzerimizdeki koyu ve genel karanlığı kendisi ile gidermek
istediğimiz ve öğretim cihadımızın gerçekleştireceği aydınlan-
ma ile zorba yönetimlerin aciz kaldığı ve halen başaramadığı
cüz’î ekonomik aydınlanmayı birbirinden farklı görmekteyiz.
“İnsanlara hayrı öğretmek” Nebevî bir anlayış olduğu gibi
yıpranmış olan “imanı yenilemek” de aynı şekilde böyle bir
kavramdır.
Maddi ve manevi her bir hayır günlük hayatı iyileştiren
toplumsal ilişkileri ve kültürel düzeyi iyileştiren her bir husus
umduğumuz, kendisine doğru ilerlediğimiz, ona ulaşmak için
de seferber olduğumuz bir hayırdır. Fakat bundan önce ve
bunun kapsamındaki temel hayır vardır ki o da imanı öğret-
mektir.
Devletin organları bizden başkalarının elinde bulundu-
ğu, bizim oğullarımız ve kızlarımız da zorbaların eli altında
bulunup onların geleceklerinde ve akıllarında istedikleri gibi
614 Nebevî Yöntem

tahakküm ettikleri sürece bizim görevimiz de oldukça zordur.


Mescitlerden onların ürettikleri kimselerle onları övenler gelip
işgal etsin diye biz kovalandığımız ve uzaklaştırıldığımız sürece
görevimiz pek zordur.
Allah’ın bize dizginleri ele almaya izin vereceği zaman ise
görevimiz daha da zor olacaktır.
Öğretim iskeleti yeniden İslâmî temellere uygun olarak
bina edilecektir.
Organların, görüş belirtilen kürsülerin, okulların, üniversi-
telerin, cahili küfrün üretimleri ve inkârcılığın propagandacıla-
rından temizlenmesi işlemi…
Yeniden inşa ve arındırma mücadelesine girmeleri ve bu-
nun fitilini tutuşturmaları için bir takım insanların görevlen-
dirilmesi ve gerekli insan unsurunun hazırlanması... Kamuo-
yunu dönüştürmek, hak sözü tebliğ etmek, İslâmî kavramları
sağlamca yerleştirmek ve bu ilkeleri uygulanabilir ve fiilen
uygulanan programlara yerleştirmek. Bu da zor bir iştir. Fakat
-inşallah- salih insanların çaba ve gayretleri bunun üstesinden
gelebilecektir.
Bu üstün gayret sahipleri Allah’ın izni ile çoğalıp duran ve
inşaallah pek mübarek olan yeryüzünde gittikçe kalabalıkla-
şan üniversite sıralarında ve yemek masalarında artıp çoğalan
bu nesillerden ortaya çıkacaktır.
Bizden başkalarının elinde korkunç bir tehlike ve önleyici
bir engel olan bir husus -nüfusun çoğalışı gibi- Allah’ın izni ile
bizim için doğrulmak ve doğru yolda yürümek, bir hidayet, bir
destek ve bir yardım olacaktır.
İmanın Şubeleri 615

4. İyiliği Emredip Münkerden


Alıkoyma Cihadı
Şanı yüce ve mübarek Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“O kimselere biz eğer yeryüzünde bir iktidar imkânı
verirsek onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı
verirler, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar.”373
Yeryüzünde iktidar (temkin)ın gerçek anlamı devlet ve yö-
netimin gecelerini gündüzlerine katıp adaleti dimdik ayakta
tutan davet adamlarının elinde olması demektir. İktidar du-
rumunda iyiliği emr edip kötülükten alıkoymak hem Kur’ân
hem devlet otoritesi eli ile hem teşvik hem korkutmayla hem
karşılıksız yerine getirilmesi hem de itaat yolu ile gerçekleşen
bütün ve kapsamlı bir tasarruftur. Biz neden İslâm devletini
kurmak için çalışıyoruz? O bir amaç mıdır yoksa bir araç mı?
Bazı yazarlar İslâm’ın amacının devlet kurmak olduğunu söy-
ler ve dinin tamamını onun bir aracı haline getirirler. Kur’ân
ise başkasını söylüyor.
Âyette Allah’ın kendilerine yeryüzünü miras olarak vere-
ceği ve yeryüzünde kendilerini halifelik makamına getireceği
günde mü’minlerin görevinin ne olduğunu sınırlandırmakta-
dır. Bunun da anlamı İslâm devletinin varlığının dinin uygu-
lanmasının aracı olmasıdır.
Görevi olan dini uygulayıp iyiliği emr edip münkerden
alıkoymak ve onu hazırlamayı yerine getirmek için o günü
yani İslâm devletinin kurulacağı günü beklerken şu hadis-i şe-
rifde Nebevî direktifi görüyoruz: “Sizden kim bir kötülük
görürse onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmezse
dili ile değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle

373 Hac 22/41.


616 Nebevî Yöntem

buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf hâlidir.” Hadisi Ah-


med, Müslim ve Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir.
Âyette ma’ruf (iyilik) ve münker (kötülük) kelimeleri ahit
lamı dediğimiz tanımlılık edatları ile geçmektedir. O hâlde
yeryüzünde imkân ve iktidar sahibi olan mü’minlerin neyin
ma’ruf olduğunu neyin de münker olduğunu bilmeleri ve ge-
riye sadece bunu uygulamalarından başka bir şeyin kalma-
ması gerekir.
Hadiste ise “münker” kelimesi tanımlılık edatı getirilme-
den kullanılmıştır.
Cemaate hitap eden âyet-i kerime ile “kimse” kelimesi
ile esasen bireylere hitap eden hadis iyiliği emredip kötü-
lükten alıkoyma görevini de paylaştırmış olmakta ve istenen
işin türü birbirinden ayırt edilmektedir. Âyette tanımlı olarak
gelen iyilik ve kötülük bilinen ve tanınan hususlar olmaktan
ayrı bir de genellik ifade eder. Yani yeryüzünde iktidar ve-
rilenlerin dinin tamamını dosdoğru uygulamaları, iyilik diye
belirtilmiş bütün iyilikleri emr etmeleri ve bütün kötülükler-
den de alıkoymaları gerekir.
Hadiste ise “münker: kötülük” kelimesi belirtisiz olarak
gelmiştir. Bu sebeple münkerin bir kısmını söz konusu edip
muayyen bir takım hallere işaret etmiş olmaktadır. O hâlde
davet ve devlet otoritesi düzeyinde her ikisi bir araya geldikleri
takdirde Allah’ın kelimesinin aziz kılınması ve onun şeriatının
tam anlamı ile egemen kılınması gerekir. Bireyler düzeyinde
ise günbegün adım adım her yerde ve bütün durumlarda işle-
rin yakından izlenmesi gerekir ki Müslümanların genel olarak
uyanıklığı ve anındaki kontrol ve gözetimleri davetin heybeti
ve devletin otoritesi altında detaylı hususlar anlamında yürü-
tücü ve uygulayıcı güç olsun.
İmanın Şubeleri 617

İyiliği emredip kötülükten alıkoyma cihadının İslâm dev-


letinin kurulacağı günkü anlamı, tağuti yönetimler altında alı-
şageldiğimiz avamî anlamından farklıdır. Bu zorba yönetimler
ile bozuk yönetimler asırlar boyunca, buna Müslümanların
vicdanında kendi donukluklarından bir donuksuzluk, kendi
tembelliklerinden bir tembellik, kıyıda köşede faaliyet göstere-
cek şekilde bir gerileme, bazı konumlarda ve bazı zamanlarda
bir takım gayretli kimselerin çabalarına bırakılmış bir anlam
kazandırmıştı.
İslâm devletinin kurulmasının anlamı, emir sahiplerinin
kamu işlerini görmek, Müslüman erkek ve kadınların önünde
alanı açmak hatta uyanık katılımları ile bu genel faaliyetlere
katılımlarını sağlamak için önlerini açmak demektir.
Bazılarımız diktatörlüğün baskısı altında iyiliği emredip
kötülükten alıkoyma görevini tahrif ederek ileri sürdüğü id-
dialarla keskinliğini gidermekte davayı tahrip etme yolunda
onun şiarını taşımaktadır.
Bazıları da en büyük münker olan ve birinci görevleri
olan yöneticilerin şeytanlığını görmezden gelerek insanlara
görevlerini unutturmakta ve kendisiyle birlikte kıt akıllı bazı
insanları da safına çekerek namaz kılanlara hücum etmekte,
şunun bid’atçi olduğunu, ötekinin kâfir olduğunu söylemekte,
mihrablarında oturmuş ibadet eden kimselerin namazlarının
bâtıl olduğunu iddia etmektedir.
Bazılarımız da şeytani düzenler kendisine müsaade etti-
ği takdirde bazı yerlerdeki bazı zamanlarda işlenen birtakım
münkerler hususunda faaliyete geçmekte ya da ülkenin her
bir yanının dolup taştığı bundan dolayı kulların altında inim
inim inlediği cüz’î bir takım münkerler ile ilgili tenkitlerde bu-
lunmak üzere bir şeyler yazabilmektedir.
618 Nebevî Yöntem

Öfke gücümüzü tüketerek münkerlerin çokluğuna, yayıl-


mışlığına, korkunçluğuna, bulaşıcılığına, buna karşılık bizim
günahkâr ağızları kapatmaktan sarhoşları, zinakârları alıkoy-
maktan, meyhaneleri, sinemaları kapatmaktan, hayâsızlık ta-
şıyan ve hayâsızlığın saraylarda ve evlerde önderliğini yapan
ve böylelikle düşük ahlâk ve kokuşmuş münker bakımından
ümmetin bütün kesimlerini bir birine eşitleyen televizyonu kır-
maktan, acizliğimizi görüp teselli ahları çekerek azim ve karar-
lılığımızı, hastalıkların dış görünüşlerini görmekle de çaba ve
gayretlerimizi darmadağın etmemeliyiz.
Ömrünü zehir meyveler için üzülmekle geçirme. Bunun
yerine ağacı kes, onunla birlikte zehir de yok olacaktır.
Kötülüğün ruhu, bedeni, kaynağı, kemiği aramızda bu-
lunduğu sürece -ki o facir ve kâfir yönetimdir- bireylerin olsun,
cemiyetlerin (cemaatlerin) olsun iyiliği emredip kötülükten
alıkoyma görevlerini yerine getirmelerini ve bunun bir anla-
mının olmasını beklememize imkân yoktur.
Şüphesiz kalp ile değiştirmek imanın en zayıf halidir. Eğer
bizler Müslümanların cüz’î münkerlere olan öfkelerini, fesa-
dın kökünü kurutacak, onu temellerinden yıkacak, fırtına gibi
esen bir öfke olarak ortaya çıkarmak için nasıl bir araya topar-
layacağımızı öğrenecek olursak işte o zaman iman güçlenir ve
gerçek değişiklik ortaya çıkar.
Şüphesiz en güçlü iman ise bunun karşısında yer alan kö-
tülüğün el ile ve dil ile değiştirmektir. Fakat eğer bu değiştirme;
delil getirmeye, softalık yapmaya, lanet okumaya, vakıaya sö-
vüp saymaya, şişeleri kovalayıp kırmaya, günahkarları küçült-
meye, anlamsız işler yapan günahkârların arkasına takılmaya
dönüşecek olup nihayetinde bu rahatsız olan İslâmî vicdanın
rahatlamasına sebep olursa, diğer taraftan da hayâsızlık iş-
leyen bir kimseye çarşının ortasında hücum etmek, meyha-
neye baskın yapmak bizatihi hedef haline gelirse, işte iyiliği
İmanın Şubeleri 619

emr edip münkerden alıkoymak bu şekle dönüşürse, bu iman


zayıflar hatta tam aksi sonuçlar verir.
Münkerler nereden üremektedir? Onların yuvası neresi-
dir? Nasıl yavrulamaktadırlar? Nasıl yetişmektedirler? Nasıl
Münkerlerin koruyucusu ve planlayıcısı kimdir? Köklerin pe-
şine takılacak olursan münkerin orada cahiliye topraklarında
yetiştiğini ve aklı orada, kalbi, arzusu ve bağlılığı oraya ait
olan beşeri birtakım fidanlar aracılığı ile bizim topraklarımızda
dal budak saldığını görürsün. O hâlde neden dalların verdiği
meyveler için keder ve ızdırap ile çaba ve gayretlerini tüketi-
yorsun ki?
Ağacı kökünden kes, küfür ve fesat rüzgârlarının estiği ka-
pıyı kapat.

5. Sözle ve Delille Cihad


Gerçek şu ki Müslüman Osmanlı halifeliğinin yıkılışından
itibaren geçen herhangi bir zamana göre günümüzde dünya-
da İslâm’ın sesi daha çok duyulmaktadır. O hâlde Allah’ın er-
lerinin ümmete ve bütün insanlara yönelik hitabı ne olacaktır?
İslâmî kıyam, İslâmî sözün şan ve şeref kapısını açtı. Çün-
kü kapsayıcılığı ve derinliği ile devrimler tarihindeki bütün ha-
reketleri darmadağın etti. Özgürlükten önce tankların önünde
halkın tamamının direnmesi, cahiliyenin hile, tuzak ve komp-
lolarının önünde, cahiliyenin İslâm’a karşı eli olan Saddam ile
savaşın önünde diktatör yönetimin ifsad ettiği her şeyi ıslah
etmek için bütün cephelerde, cihadî yükümlülüklerin karşısın-
da, cahiliyenin yaptıkları sebebiyle yıkılan bütün iskeletlerin
yapısının yenilenmesi hususunda halkın bütünü ile direnmesi
sayesinde bu açık söylemi, her türlü devrimci hatibi susturdu.
Afganistan’daki kahramanlarımızın cihadı yeniden bütün
dünyada bizden söz edilmesini sağladı. Allah apaçık zafe-
620 Nebevî Yöntem

ri bizim için tamamlasın. Hamd yalnız O’nadır ve biz yalnız


O’ndan yardım dileriz.
En şiddetli şekli ile İslâm karşısındaki medya; savaşı üm-
metin bedeninin Afganistan’daki özgürleştirici birlikler ile ba-
ğını koparmak için yalan haberlerle gerçekleri üstünü örtmeye
çalışmaktadır.
Dünyada, Müslümanların tamamının kana susamış bir
şeytan olduğunu, İslâm âlimlerinin de kan dökücü vahşiler
olduğunu, Ruslara karşı cihad eden arslanların bir avuç baş-
kaldıran, asi olduklarını ikna etme amacına yönelik oldukça
çetin bir savaş sürdürülmektedir.
Ülkemizdeki solcu medyada yetişmekte olan gençliği
İslâm’ın kapitalizm, sınıfsal bir zulüm ve bir gerilik olduğuna
inandırmak için bir savaş başlatmış bulunuyor.
Şia’nın kâfir olduğunu söyleyen ve geçmişin kalıntılarını
eşeleyen bir savaş sürdürülüyor. Şeytanî zekâ, mal ve araçla-
rın silahları ile alabildiğine donatılmış medyatik bir savaş ile
karşı karşıyayız.
Biz bu savaşa hakkı sabit kılmak ve delili ortaya koymak
ile direniyoruz. Bunun için ise bizim mala ve araçlara zorunlu
olarak ihtiyacımız vardır.
İslâmî söylemimiz yani Kitab’ın, sünnetin ve salih selefin
yaşayışının ortaya koyduğu tarzda insanın meseleleri ile te-
zimiz istenen düzeyden çok aşağıdadır. Hâlbuki Yüce Allah:
“Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”374 buyur-
maktadır.
O hâlde Kitap’ta tutukluluk, hakkı akıllara yerleştirmek-
ten ve onu kulaklara ulaştırmaktan acizlik kusurumuzun bir
sonucudur.

374 En’âm 6/38.


İmanın Şubeleri 621

Uzun zamandan beri ilim adamlarının ağızları kapatılarak


konuşmaları önlenmiş, yöneticilerin arabasında zincire vurul-
muş ve bunca asır boyunca ihmal ile bir köşeye atılmışlardır.
Bugün ise her yerde ortalığı aydınlatan projektörler, İslâmî
uyanışın ve bu uyanışın Afganistan’daki öncülerinin üzerine
yöneltilmiş bulunmaktadır. Bugün hileli sözler, İslâm alevini
dindirmek, sesini susturmak, insanların anlayışındaki mesajını
tanınmaz bir hale sokmak için imha edici komplolarla birlikte
yürütülmektedir. Bugün bizler böyle bir meydan okuma ile
karşı karşıya bulunuyorken ne istiyoruz? İslâm nedir? İnsanın
problemlerine çözümleri nedir?
İslâm’ın siyaset, ekonomi, sosyal hayat, eğitim, öğretim,
sanayi ve uygarlık yönteminin yolu nedir?
Aramızdan İslâm hakkında konuşan, bunu önemseyen,
bunun için çalışan ve gerekli bilgiyi ve istenen yöntemi bel-
gelendirilmiş, kaynakları bol, araştırma konuları detaylandırıl-
mış, muazzam İslâmî kültürün kaynaklarından alınıp beslen-
miş, üniversite tezleri şeklinde düşünenler vardır.
Sanki bizim problemimiz bir miktar ve bir kitap problemi
imiş gibi, bizden daha aşırıya giderek mutlak içtihat yapmaya
çağırmakta ve bizim ilim adamlarımızın usûlden hareketle çı-
kardıkları fıkıh füruu ile fıkhi mezheblerin nihai olarak istikrar
bulduğu yöntemlerin ümmetin ebedi bir kazancı olduğunu,
geçmişlerin ilmini ortadan kaldırarak yeniden fıkhi istinbatı
tekrarlamak için çaba ve gayretlerini harcaması gerektiğini
unutacak kadar aşırıya gidenlerimiz de vardır.
Taklitçi kişi “Geçmişlerin ilimleri ne kadar da doğrudur ve
önce gelenler sonrakilere hiçbir şey bırakmadı” derken bilgiç-
lik taslayan kişi ise “Kitap’ta ve sünnette olmayan bir şey yok-
tur” demektedir.
622 Nebevî Yöntem

Birincisi zamanın o zaman olmadığını, insanların o insan-


lar olmadığını unutmaktadır. Fer’i alanlarda öncekilerin fıkhı-
nı gerektiği gibi ıslah etmek mümkündür ama münker olan
vakıayı düzeltmek değiştirmek ve şer’î kurallar doğrultusunda
dosdoğru hale dönüştürülünceye kadar onu tedavi etmeye
gelince bu bizden öncekilerin haberdar olmadıkları ve bunun-
la ilgili herhangi bir kurallarının da bulunmadığı bir işlemdir.
İkincisi ise Kitap ve sünnette olmayan bir şey yoktur der-
ken bu sözü söylemekle kendini bir hükmün sorumluluğu altı-
na soktuğunu unutmaktadır. O, zımnen, “Benim içtihadım ve
benim anlayışım ile Kitap ve sünnette olmayan bir şey yoktur.”
demek istemektedir.
“İşte bu ben” diyen ne istiyor? Ne biliyor, gücü neye ye-
tiyor? İşte bu şekilde bizim, insanın meseleleri ile ilgili tezimiz
parçalanmakta ve dağılmaktadır. Bizim dünyaya İslâm’ı kav-
ratmaya, bir dile, bir hitaba (söyleme) ihtiyacımız vardır.
Düşmanlarımızın bize karşı ağır ithamları vardır. Onlar,
ithamlarını “İslâm bir gericiliktir” diye özetlemektedirler. De-
lilleri ise kelime oyunu türünden bir delildir. Fakat bunun ku-
laklardaki etkisi, akılları üzerindeki etkisi, İslâm’ı -ilahî mesa-
jı- mevcut zorba yönetimin vakıası ile, Müslüman toplumların
geri kalmışlığı, düşünce ve ekonomilerinin askerî ve sanayi
güçlerinin geriliği, sınıfsal zulmün ve müstekbirlerin istibda-
dının yaygınlığı ile irtibatlandırdığı vakit etkisi oldukça ağırdır.
Geçmişlere kayıtsız şartsız hayran olan, onları kayıtsız
şartsız taklit eden bir kimse, İslâm’ı uzun uzadıya övmenin
dışında onların delillerine karşı koyacak herhangi bir delil bu-
lamamaktadır.
Buna karşılık bilgiçlik taslayan kişi de ancak fer’i hususlar-
da daha çok işi ileriye götürüp, sözleri ile aşırıya kaçıp elbise-
lerini sarkıtarak namaz kılan bir Müslüman ile yatırlara ellerini
süren bir kocakarıyı teşhir etmenin ötesinde hiçbir şey bulamaz.
İmanın Şubeleri 623

Bizim kulaklara ulaşacak, İslâm karşısındaki bu İslâmî ku-


şatma surlarını delip geçecek, fikri savaş birliklerine karşı çıka-
bilecek bir söyleme ihtiyacımız vardır. Buralarda tarihi menfez
-Yüce Allah’a hamd olsun ki- İslâmî uyanış ile İran’da “Allahu
ekber” diye yükselen zafer nidaları ile açılmış bulunmaktadır.
Delilimiz ise Allah’ın izni ile Afganistan’da zafere ulaşacak
olan cihadımızdır.
Doğal olarak ben hücuma bir tepki olmak üzere diğer sesi,
sadece titreşimlerinde bir değişiklik yaparak geri çevirmek an-
lamındaki bir karşıt medya şekillendirmeyi kastetmiyorum.
Benim kast ettiğim, mevcut vakıa ile buluşan Müslümanların
geleceğini planlayan bir ilim ve öğretimdir.
Kültürlüye, işçiye, çiftçiye, erkeğe, kadına, dosta, düşma-
na, Müslüman mustaz’afların talebi olan Kur’ân-ı Kerim’in na-
sıl günlük hayatı yönlendiren, rızıkların paylaşımını sağlayan,
ekonomiyi düzenleyen, ülkeyi sanayileştiren, kulları silahla
teçhizatlandıran, yeryüzünde Allah’ın dinini zafere kavuştu-
ran bir yasa haline geleceğini açıklayan kapsamlı, kuşatıcı,
İslâmî, içtihadî bir bakışı kastediyorum. İlmi olarak başkasına
da öğretmek suretiyle ve uygulamasıla adaletli İslâm’ı, şeref
ve haysiyetin İslâm’ını, günlük ekmeğin ve şerefli kazanç yol-
larının İslâm’ını, başkasına uydu olmaktan kurtaran, işgal or-
dularını bozguna uğratıp, Filistin’i, Afganistan’ı ve diğer İslâm
topraklarını yeniden ümmete iade eden İslâm’ı kast ediyorum.
Herkese aklına göre hitap edilir. Nitekim rivayette: “İn-
sanlara akılları kadarı ile hitap ediniz. Allah’ın ve
Rasûlünün inkâr edilmesini mi istiyorsunuz?” denil-
mektedir.
İhsan, irfan ve Allah’a yakınlaşma makamlarının muha-
tapları bütün mü’minlerdir. Böyle bir hitabı ise ancak Allah’ın,
rahmetini özel olarak kendilerine ihsan ettiği kimseler anlar ve
kabul eder.
624 Nebevî Yöntem

Adalet, şeref ve haysiyet, ekmek, sağlık, okul ve günlük


durumları ile ilgili olarak muhatap alınacaklar ise genel olarak
bütün insanlardır. Müslümanlar ise insanoğulları arasında en
muhtaç olanlar, bu zamanda yeryüzündeki mustaz’afların da
en zayıf olanlarıdır. Yüce Allah’tan güçsüzlüğümüzü izzete, za-
yıflığımızı güce, muhtaçlık ve fakirliğimizi zenginlik ve bolluğa
çevirmesini dileriz.
İhsan ve irfan söylemi ile adalet söylemi arasında verimli
bir alan vardır. Kur’ânî söylem şevk hallerinde ruha, derinliklere
daldığı zamanlarda nefse, soyutlandığı zamanlarda akla ve ihti-
yacı zamanında bedene seslenmek için dalgalanıp durur.
Bizler Kur’ânî manalarla kendi kuşağımıza ve zamanımıza
güzelce hitap edemediğimiz için, Kur’ân-ı Kerim taabbud için
okunan âyetler, sünnet-i nebeviyye kültürel bir süs ve vakıa
meydanlarının yüzüne kapanması yakıştırılan bir hazine kal-
maktadır. İşte maslahatları ve menfaatleri Müslümanların uyu-
malarına bağlı olanların istedikleri budur. Bir daha uyusunlar
ama heyhat!
Yüce Allah’ın Kur’ân’daki hitabı ve bize nasıl delil getirip
hitap edeceğimizi öğretmesi teşvik ile yasak, yumuşaklık ile
güç arasında gidip gelmektedir.
“Ey Yahya! Kitabı tam bir kuvvetle al.”375
“Bir de ona (Musa’ya) levhalarda her şeye ait bir
öğüt ve her şeye dair açıklamayı yazdık: Haydi bunları
kuvvetle al.”376
O hâlde bizim Kur’ân ile hitabımızın güçlü olması gerekir.
Hasta cahili akılların almadığı bazı şeyleri susarak geçiştirme-
meliyiz. Hak sözü söyleme hususunda da Allah yolunda hiçbir

375 Meryem 19/12.


376 A‘râf 7/145.
İmanın Şubeleri 625

kınayanın kınamasından korkmayız, açıkça söyleriz. Sessizce


fısıldama yoluna gitmeyiz.
Yüce Allah, Musa’ya ve kardeşine “Ona yumuşak söz
söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar”377 buyurmaktadır.
Fakat karşımızdaki firavunlar münafık kimseler ise ne ya-
pacağız?
Firavun gibi açıktan açığa kâfir olanlara nasıl davranıla-
cağı bellidir. Himayesiz bir ya da iki adam tarafından söylene-
cek yumuşak söz dinin kendisidir.
Fakat münafık firavunlara ne ile hitap edilecek?
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte bunlar (yani
münfıklar) Allah’ın, kalplerinde olanı bildiği kimseler-
dir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve kendi-
lerine, haklarında etkileyici sözler söyle.”378
İşte siyasal cihadın yöntemi budur. İnşaallah biraz sonra
buna da geleceğiz.
Genel olarak Müslümanlara hitabın türü ne olacaktır?
Davaya ve davete yardımcı olmaları için kimi çağıracağız?
Kime dinlerini öğreteceğiz? Yokluğun ve zulmün kurbanı olan
kimselere mi?
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin.”379
Dosdoğru (sedat) genel bir kelimedir. Bu da sözün dos-
doğru olması, beyanın hedefine, anlamaya ve ameli doğrul-
tup düzeltmeye ulaşması demektir.

377 Tâhâ 20/44.


378 Nisâ 4/63.
379 Ahzâb 33/70.
626 Nebevî Yöntem

Şüphesiz ki beşer fıtratına yöneltilmiş Kur’ânî söylem,


kapsamlı bir hitaptır ve cihadın dilidir. Onun uyarıp korkut-
mak ile müjdelemek, teşvik etmek ve korkutmak, harekete
geçmeyi istemek ve alıkoymak, duygusal teşvik ile aklî aydın-
latmak arasında parlayıp dalgalanan ilahî, kapsamlı ve iste-
mediği şeyleri dışarıda bırakan üslubu, yalnızca onun üslubu,
İslâm davetini ve imanı tebliğe cihadı kalplerin derinliklerine
ulaştırmaya muktedirdir. Bizim söylemimizin heybetli ve nurlu
ve sözü amele, düşünceyi iş bitirmeye, ilahî şeriatı yeryüzün-
de hükmeden bir yasaya, hiçbir şeyin üstüne çıkamadığı en
yükseğe dönüştüren etkinliği sağlayabilecek yalnızca odur.
Ümmetimiz tercüme fikirlerle, felsefi ideolojik düşünce-
lerle belaya maruz bırakıldı. Ümmetimiz yabancı birtakım
lafızlarla fakat Kur’ân dilinin lanetlediği anlamlarla bir hitabı
okumakta ve işitmektedir.
Düşünceleri tanınmaz hale gelmiş kimselerin bize anlat-
maları için ideolojilerin ve felsefenin diline ihtiyacım yoktur.
Utbe bin Rebîa sihiri, kehaneti ve şiiri Kureyş arasında en
iyi bilen bir kişi olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e
geldiği zaman, ona beliğ hitabı ile ağır sözler söyleyip onu
tehdit ederek, mal ve başkanlık vaatleri ile davetinden vaz-
geçmesini söyleyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yaptığı, sadece Kur’ân-ı Kerim ile ona cevap vermek oldu.
Bu müşrik tehditlerini yaptı ve kavminin bakış açısını
ortaya koydu. Sözlerini bitirip susunca Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem ona “Bitirdin mi?” dedi.
Hak ile bâtılı birbirinden ayıran sadece tek bir sözdür.
Alay edenin, sövüp sayanın söylediklerinin kışkırtmadığı,
sükûnetle söylenen bir söz.
Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Fussilet
sûresinin baş taraflarından bir bölüm okudu.
İmanın Şubeleri 627

Bizler söylemimizi ve ortaya koyduğumuz delilleri yük-


sek Kur’ânî düzeylerinden aşağıya çekerek onları uyarıp kor-
kutmaktan ve müjdelemekten soyutlayıp aynı zamanda ardı
arkasına duyguya ve akla yönelik özünü bırakacak olursak,
imanımız yeryüzü menşeili anlamlar arasında yüzyüze gelip
onlarla boğuşma düzeyine iner.
Eğer hitabımızı ve cevabımızı dünyevi hareketlenmeler
alanındaki başarıya sıkıştırıp bırakırsak, ahireti söz konusu
etmez, karşımızdakine ve davet ettiğimiz kimseye ölümü ve
ölümden sonrasını, ahireti ve ahiretteki hesabı, hesap için
durulacak yeri, dehşetli hallerini, cenneti ve cehennemi tasvir
etmeyecek olursak, hitabımız, bu hüviyetiyle Kur’ânî olmaya-
cağından İslâmî bir hitap da olmayacaktır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hasmı ile tartıştığı
Fussilet suresini okuyalım.
Şüphesiz İslâm düşmanlarının söylemi Yüce Allah’ı an-
mayan, ondan uzak, katıksız maddi bir söylemdir. Onların
söylemleri beşeri kitleler, tarih, sınıfsallık hastalığı, devletle-
rarası mücadele, ekonomik rahatsızlıklar, çağımızda yeryüzü
küresindeki iki dev güç arasındaki ortak hegemonya, şu ül-
kede ve öbüründe tüketim durumu, silahlanma, savaş, barış,
antlaşmalar ve paktlar etrafında dönüp durmaktadır. Bunun
yanında kültürden, oyun ve eğlenceden, şarkıcılardan ve an-
lamsız boş işlerden söz eden hitaplar da vardır.
Bizim söylemimizin, dünyanın durumunun tez olarak
koyduğu maddi her bir soruya Allah’ın şeriatından ve Pey-
gamber’inin hidayetinden kaynaklanan bir cevabının olması
da bir zorunluluktur. Yeryüzünde yaşayanların sorularına ve-
receğiniz cevabın İslâmî olması ancak dünya ile ahireti insanın
doğum ile ölüm arasındaki yolculuğunda bedeninin ihtiyaç-
ları ile insanın -ki insan ancak bedende bulunan ve ölüm ile
ondan ayrılıp giden nefsi demektir- ihtiyaçları arasında gerekli
628 Nebevî Yöntem

bağlantıyı sağlaması hâlinde mümkün olur. Çünkü insanın


nefsi itaat ve ibadetlerle arınıp temizlenir. Böylelikle onun için
ebedilik yurdu bir bedbahtlık yurdu değil, sonsuz nimetler
yurdu olur.
İslâm düşmanları -kendi kanaatlerine göre- düşünceleri-
nin kapsamlı olduğunu söyleyip dururlar. Kendilerinin insanın
probleminin, tarihin sırrının, beşeri toplumların hastalıklarının;
sınıfsal mücadele, tarihsel evrimin gözlemlenmesi ve sosyaliz-
min uygulanması olduğunu tez olarak ileri sürerken tarihsel ve
siyasal zekâ ve kavrayışın zirvesine ulaştıklarını sanırlar.
Onların söylemlerinde ölüm gerçeği atlanmıştır. Birey
olan insan toplum içerisinde erimiştir, sınıfsal mücadelede bi-
reyin kendisinin ve meselelerinin başkasına inanmadığı dün-
yadaki bedbahtlık ve mutluluğunu hiçbir ağırlığı yoktur. Ümit
etmedikleri ahirette böyle olması ise öncelikle söz konusudur.
Diyalektik düşüncenin iddia olunan kapsamlılık niteli-
ği toplumsal tarihi sonuç ve akıbeti ele almadığı sürece son
derece yüzeysel bir idrakin ötesine gidemez. Bunu ele al-
mayışının sebebi ise sadece ölümden sonra insanın nereye
varacağını atlamak, eritmek ve unutmak istemesidir. İleri sü-
rülen bu kapsamlılık niteliğinin ipliğini pazara çıkarmak için
komünist cehennemin misafirlerinin Gulak (takımadaları)nın
durumunu açığa çıkartan bilgileri ile yeryüzündeki sonuçlarını
değerlendirmemiz bizim için yeterlidir. Buraları ise imha edi-
ci işkencelerin yapıldığı hapishanelerden ibarettir. Ayrıca her
şeyi elinde bulunduran egemen hükmediciler sınıfından ibaret
olan “yüksek şura”nın varlığı da yeterlidir.
Bu ideolojinin sonuçlarının cılızlığını ortaya koyarak iç
yüzünü gösterdikten sonra daha doğrusu korkunç vahşi so-
nuçlarını ortaya koyduktan sonra geriye; söylem, tartışma ve
anlatıp kavratma düzeyinde İslâm’ı olumluluğu ve müsbet
özellikleri ile sunmamız kalmaktadır. Bütün kapsamlılığı ile
İmanın Şubeleri 629

insandan söz ederiz. Toplumların tarihi akıbetinden, Allah’a


davet edilen, çağrılan birey insanın akıbetinden, bunların iç
içe sarmaş dolaş akıbetler olduğundan söz ederiz. Ümmeti-
nin aziz olması sonucuna ulaşmak için bütün gücü ile cihad
eden mücahidin akıbetini de onunla bağlantılı olarak ortaya
koyarız. Çünkü Yüce Allah şehide sonsuz nimetler içerisindeki
sonsuz hayatı vaat etmiştir. Çünkü o cihadı ve hayatını feda
etmekle ümmetinin hayat bulması için çalışır.
Kur’ânî hitabın kapsamlı oluşu müstekbirlik ve mus-
taz’aflık kavramları ile ilgili tasavvurlarımızı açıkladığımız
zaman ve yürüyüşümüz esnasında ve İslâm devletinin kuru-
luşundan sonra yeryüzünde müstekbirlere karşı mustaz’afla-
ra yardım etmek için çaba ve gayretlerimizi teksif edişimizi
ortaya koyduğumuz zaman diyalektik düşüncenin beynini
darmadağın eder.
Bu Kur’ânî iki kavram; daha geniş, daha şerefli, insanı
daha çok önemseyen, onu zulümden daha çok alıp kurta-
ran kavramlardır. Ayrıca bu iki kavram ruhi boyutunu, daha
doğrusu müstekbirlerle mustaz’aflar arasındaki mücadelenin
ruhi sebebini de ortaya koymaktadırlar. Nitekim toplumsal bir
boyutu (lüks ve refah) ve siyasal boyutu (ileri gelenler)i de
ortaya koymaktadır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim genel olarak müs-
tekbirleri ve mustaz’aflar arasında zulme rıza gösterip boyun
eğen ve cihad etmeyenleri müstekbirlerin dini üzere kalmaya
devam edenleri sunmaktadır. Onların öbürleri ile tartışmaları-
nı arzetmektedir. Nerede? Cehennem ateşinde.
Yüce Allah buyuruyor ki: “Ateşin içinde karşılıklı de-
liller getirip tartışacaklarında zayıf olanlar büyüklük
taslayanlara şöyle diyecekler: ‘Biz size uyan kimseler
idik. Şimdi siz bu ateşin bir kısmını olsun bizden kal-
dırabilir misiniz?’ O büyüklük taslayanlar ‘Muhakkak
630 Nebevî Yöntem

biz hepimiz bunun içindeyiz. Şüphesiz Allah kulları


arasında hüküm vermiş bulunuyor’ diyecekler.”380
İslâm’ın, adaletin dini ve mustaz’afların koruyucusu oldu-
ğunu yüksek sesle açıklamayıp bunu tam anlamı ile gerçekleş-
tirmeyecek olursak komünizm bizi yiyip bitirecektir.
Eğer biz mustaz’aflar uğrunda bir cihad olmadan önce
bunu Allah yolunda bir cihad hâline getirmeyecek olursak,
bu, bizim imanımızı önüne katıp götürecektir. Bununla kas-
tettiğim ise, Allah’ın üzerimizdeki hakkı olan O’na ibadet edip
yeryüzünde O’nun halifeleri olmamız ile bizi halifelik makamı-
na getirip mazluma adaletle davranmak, mustaz’afa yardımcı
olmak ve imanı yaymak şeklindeki görevimiz arasında bir ayı-
rım gözetmemektir. Bizler bazı kimselerin yazdıkları arasında
şunu okuyoruz: Namaz ve diğer ibadetler aslında en büyük
ibadet için bir alıştırmadır. Bu ise, İslâm devletini kurmaktır.
İşte Allah’ın dinini yerle bir eden siyasal İslâm buna denir.
Sosyalist ideoloji uzun bir süreden beri kapitalizmin çö-
keceği kehanetinde bulunmaktaydı. Hâlâ da bu kehanetini
sürdürmektedir. Şimdiki genel ekonomik kriz dalgası içerisin-
de her iki cahilî ideolojinin de kalıcılığını sürdürme paylarıyla,
genel küfür ve inkâr, atom silahı, dünyada nüfus çekişmesi
bombalarını bünyelerinde barındıran uygarlıklarının kalma
şanslarının aynı olduğu görülmektedir.
Her ne kadar kapitalizm, gelişen olaylarla birlikte gelişme
gücüne daha çok sahip ise de komünizm de daha şiddetli ve
daha saldırgandır.
Peki, insanın özlediği, beklediği alternatif nedir?

380 Mü’min 40/47-48.


İmanın Şubeleri 631

İslâm’ın ortaya çıkıp liderliği ele alması bir zorunluluktur.


Bu, Allah’ın vaadidir. Allah’ın vaadi de mutlaka gerçekleşir.
Fakat delil ile cihad, ideolojilerin ve diyalektik düşünce-
nin çürütüldüğünü açıkça vurgulamakta ise de bundan daha
çok kendisini hissettiren husus birinci derecede düşman olan
kapitalizm ile kendi kaleleri içerisinde birebir çarpışmaya ha-
zırlanmaktır. Yahudilerin hegemonyası altındaki ekonomi,
medya, savaş, yeryüzünün özgürleştirilmesi ve mal alanların-
da mücadeleye hazır olunmalıdır. Söz konusu mal ise bize ait
olup bizim akılsızlarımızın bugün uluslararası tefeciliğe teslim
ettikleri bir maldır. İlim ve teknoloji, yapılanma ve siyaset, yö-
netim ve sanayi alanlarında da mücadeleye hazır olunmalıdır.
Bunun için kapsamlı bir hazırlık zorunludur. Çünkü bâtılı
çürütmek, hakkın hak olduğunu ortaya koymak için delil ile
cihad yeterli değildir. Eğer bu cihad, harekete geçmenin, iler-
lemenin, mücadele meydanına inmenin, zafere kadar sebat
göstermenin ve bundan sonra da kıyamete kadar bunu sür-
dürmenin dinamiği olabilirse maksadını da gerçekleştirmiş olur.

6. Hazırlık ve İnşa Cihadı


İslâmî uyanışın ilk zamanlarında İslâmî söylem ve İslâmî
hareket, istikbar zulmünün ve zorbaca baskıların reddedilmesi
ve bunlara karşı çıkılması şeklindeydi.
Fakat bir gün mü’minler yönetime gelerek, saldırganları
ve tökezleyişi önleyip hayırı inşa etmek için halkın tamamının
ölümüne yanlarında yer almasına ihtiyaç duyabilirler.
O hâlde bâtılın yıkım saati çalmadan ve olaylarla aniden
karşı karşıya kalmadan önce hazırlıklarımıza başlamalıyız.
Hiç şüphesiz ümmetin problemleri çok çeşitlidir. Yeniden
inşa görevleri ağırdır. Bu işin altından ancak, ümmetin tama-
mı uyanıp katılımda bulunacağı, teslimiyetçiliğin ölümünden
632 Nebevî Yöntem

canlanacağı, kendi işlerinin dizginlerini eline alacağı zaman,


Allah yolunda savaşan Allah’ın erleri ve mustaz’aflarla birlikte
el ele verdiklerinde kalkabilirler.
Çeşitli siyasî problemler bulunmaktadır: Bir takım dü-
zenler var ki zulümleri sebebiyle yıkılıp Allah onların bellerini
kırsa bile arkalarında onların pek çok hizipleri ya da lüks ve
israf içerisinde günahkâr maziye özlem duyan, onu geri getir-
mek için çaba ve gayret harcayan bir sınıfın oluşturduğu tek
bir parti hâlinde kalıntıları kalacaktır. Sağdan ve soldan yani
cahiliyenin sağından ve solundan birtakım gruplar, birtakım
kabileci aşiret toplulukları ya da kültürel siyasal veya menfaat
grupları kalacak, bunlar İslâm’a karşı duracak, kıyama türlü
hile ve tuzaklar hazırlayacaklardır.
Bundan sonra sosyal ve toplumsal problemler vardır: Nü-
fusun artışı, kırsal kesimden şehirlere göç, ziraî mülkiyetin eşit
olmayan dağılımı ve yargı, yönetim ve kişisel sorumlulukların
bozuluşu sebebiyle bozulan ilişkiler, alışkanlıkların ve düşün-
celerin bozuluşu, dünyalık üzerinde ve bencillikler uğrunda
yarış duygusunun egemenliği…
Bundan sonra siyasal ve toplumsal bozuluşla ilişkili prob-
lemler gelir: Lüks ve refah içerisinde yaşayanların menfaatine
hizmet etmek üzere kurulu bir ekonomi, haksızlıklardan, rüş-
vetten, nüfuzu kötüye kullanmaktan ve kamu mallarından çal-
maktan meydana gelmiş haram servetler, tembelliğe alışmış
nefisler, cahilce hareketlerle donuklaşmış akıllar, medyanın et-
kisiyle duyguları uyuşmuş kimseler, zinanın, içkinin, kumarın
ve diğer helâk edici günahların yaygınlığı...
Kıyamdan sonra bütün bu dağ gibi problemlerin ıslah
edilmesi... Bundan önce de bu pek ağır ve bize karşı dağlar
gibi duran bu vakıanın baskısı altında Allah’ın erlerinin düze-
ne sokulması...
İmanın Şubeleri 633

Kendimizi kıyamdan sonra ümmeti dış istikbar kâbu-


sundan kurtarıp özgürleştirme göreviyle karşı karşıya bulaca-
ğız. Kendimizi, ekonomik gelişmenin sağlanması, servetlerin
yeniden dağıtılması, gerekli planlamaların yapılması ve her
şeyi doğru bir şekilde değerlendirme ve öğretim planlarının
uygulanması görevleri çerçevesinde yeniden hazırlama ve
ümmeti organize etme göreviyle karşı karşıya bulacağız.
Şüphesiz ki bütün bu muazzam görevler, yalnızca devlet
teknikleri ve yöneticinin İslâm’ın düşmanlarının hile ve tuzak-
larına teslim olmuş iradesinin telkini ile gerçekleştirilemez.
Mustaz’af halk ve bütün sınıf ve kesimler arasından tevbe
edenler yeniden inşa içinde doğru, ihlaslı, etkin ve önemse-
yen bir gayret ile çalışmayacak olurlarsa, çözüme ulaşılama-
yacaktır.
Cihadın korunması gereken her bir noktasında, İslâm’ın
ensarının ortaya çıkması ve örgütlenmiş ve çalışmak için kol-
ları sıvamış olarak vazifeye hazır olması gerekir. Genel kararın
alındığı merkezî aygıtlarda, ondan sonra uygulama kararları-
nın alındığı mahallî yerlerde ve fiilî inşa işleminin gerçekleşeği
yerlerde.
“Sen Müslümanların korunması gereken gediklerinden biri-
nin başında duruyorsun. Sakın bulunduğun yerden Müslüman-
lara zarar gelmesin, hücum edilmesin.” Bu, gerçekten hazırlık
ve inşa cihadına slogan edinilmeyi hak eden bir rivayettir.
Korunması icap eden karakol noktalarına kadar yayılmış
çalışmaya hazır cihadı sürdürmek için kollarını sıvamış bir er,
kesinlikle kıyamdan sonraki yasamalarla, çeşitli konuşmalar
ve heyecana getirmelerle, medya araçlarında sloganların dil-
lendirilmesiyle ve tabelalara yazılmakla kesinlikle oluşmaz.
634 Nebevî Yöntem

Bu erlerin önceden yere tohumunu ekmeye çalışmamız


gerekir. İman suyu ile terbiye kanallarından onu sulamalıyız.
Ta ki yetişinceye, irileşinceye ve olgunlaşıncaya kadar.
Allah’ın erlerinin, iman nurunu kalplere, ilmin nurunu zi-
hinlere, irade gücünü azim ve kararlara sağlamca uygulayıp
uzun nefesi de nefislere yerleştirmeleri gerekir. Direniş silahını,
yıkım kazmasını, üretim ve inşa aracını taşıyabilmek için be-
cerileri eğitip geliştirmeleri, bedenleri eğitmeleri ve adalelerini
güçlendirmeleri gerekir.
Cihaddan önce, cihad esnasında ve cihad aracılığıyla eğitim.
Allah’ın erleri alanda atelye işçileri ve bir kıyamın koru-
yucu bekçileridir. Kıyamın inşa mücadelesindeki zaferlerinden
daha ileri derecede, başarısının teminatı olacak hiçbir şey
yoktur. Aksi takdirde bizim hazırlık ve inşada başarısız olma-
mız durumunda batıcılar zafer kazanırlar.
İslâm’ın cihadı ve hazırlığı bizden başkalarının hazırlığın-
dan ve mücadelelerinden farklılık arzeder. Biz cihadı ve Al-
lah yolunda yorulmayı Allah’a yakınlaşmak niyetiyle yaparız.
Dünyadan uzak kalmayı, rahatı küçümsemeyi ve malımızı,
canımızı, çaba ve gayretlerimizi Allah yolunda feda etmeyi,
Yüce Rabbimizin bize merhamet etmesi, ahiret nimetleriyle
bizi nimetlendirmesi ve verdiğimiz bu hayatımız yerine ebedî
nimeti ihsan etmesi niyetiyle yaparız. Bizler salih amelleri,
Yüce Allah’ın bize vaat etmiş olduğu pek şerefli ve pek büyük
ecir ile bizi mükâfatlandırması niyetiyle yaparız.
Bizler, başkalarının hareket ettiği gibi yeryüzünde hareket
etmedik. Bundan dolayı ilk mü’minlerin cihadı, müstekbirle-
rin sonunu getiren bir fırtına gibi esti. Mustaz’aflar için bir rah-
met, bir direniş gücü, bir savunma ve bir güç oldu.
Hendek gazvesinde düşman bütün kalabalığıyla hücum
etti. Bütün Müslümanların hendeği kazmak için bir araya
İmanın Şubeleri 635

gelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve


sellem de çalışmalara bizzat katıldı ve kendisi örnek oldu. Var-
lıklı varlıksız bütün Müslümanlar, bu acil ve ısrarla yapılması
gereken hizmeti tamamlamak için seferber oldular. Onlardan
amele/işe dönüştürülen bir hamaset duygusu ortaya çıktı ve
bu durum, istediğini gerçekleştiren bir kararlılık halini aldı.
Bu kalkış ile birlikte cihadın mahiyeti hakkında yeni bir
şuur da meydana geldi. Bu ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in etrafında bütün azaları ile birbirine kaynaşan bir ce-
maat benliği idi. Bu benliğin ruhu Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’e biat, lideri ise ahiret mükâfatını ve hayrını ümit
etmek idi.
Bu şuuru, kaynaşmayı ve ahirete göz dikmeyi şu hadiste
okuyabiliriz: Buhârî’nin rivayetine göre, Berâ bin Âzib radıyal-
lahu anh dedi ki: Ahzâb gününde Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem hendeği kazma emrini verince, onun da hendekten
toprağı taşıdığını gördüm. Öyle ki üzerindeki topraklardan do-
layı karnının tenini göremez oldum. Karnı üzerindeki kıllar da
pek çoktu.
Yine Buhârî’nin Enes radıyallahu anh’dan rivayet ettiğine
göre, ensar ve muhacir, hendeği kazıp omuzlarında toprak ta-
şırken şu beyiti söylüyorlardı:
“Bizler Muhammed’e biat edenleriz,
Kaldığımız sürece ebediyyen cihad edeceğiz”
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de onlara “Allah’ım!
Ahiret hayrından başka hayır yoktur. Sen ensarı ve
muhacirleri mübarek eyle.”
İşte komutan Rasûl toprak taşıyor. Allah’tan başka bir ilah
yoktur, Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür.
636 Nebevî Yöntem

İslâmî hazırlık yukarıdan yağdırılan bir direktif olup


Allah’ın erleri ise komutanlık itibariyle halk arasında eşit ol-
mazlarsa yani rızıkların ve yorgunlukların paylaşımında eşit
olmazlarsa, bu şekilde İslâmî bir hazırlık olmayacaktır.
İşte bunlar Allah’ın erleri olarak şevkle hendeği kazıyor,
toprak taşıyorlardı. Böyle nasıl olmasın ki? Onlarla birlikte
candan sevdikleri o Yüce Rasûl de gayretin ve çalışmanın ör-
neğiydi.
Onlar sevgi ve gayretle yeryüzünde yürürlerken kalple-
ri ise kendilerini semaya bağlayan biatın anlamlarıyla zevkle
dolup taşıyordu: “Muhakkak ki sana biat edenler ancak
Allah’a biat etmiş olurlar.”381
İşte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem budur. Onun
bedenini tozlar örtüyordu. Allah yolunda cihadın nişanların-
dandı. O, bu meşguliyetin, bu yorgunluğun ve dehşetli halin
ortasında etrafındakileri eğitiyordu. Duyguları ve düşünceleri
dünyayı ve dünyadaki her şeyi küçümseyip Yüce Allah’a ve
ahirete bağlanmak üzere yükseltiyordu.
Bizden başkaları “Kalkınmak ve üretim için hazırlık/sefer-
berlik” diyorsa biz de “Yüce Allah’ın rızasını elde etmek için
hazırlık, kalkınma, üretim, öğretim ve özgürlük” diyoruz.
Bizden başkaları ekonomik planlamanın hedeflerinden
söz edip işçiyi ve çiftçiyi köleleştiren bürokrasi ve komünist di-
siplin üzerine kurulu sosyalist komünist üretimin akışında çift-
çiler ve işçilerin pazarına bir yol aramaya kalkıştıklarında, biz
-Allah’ın izniyle- yeryüzünü imar etmemizi isteyen, bizi orada
halife yapan ve imar ve halifelik cihadına karşılık bize mükâfat
olarak cennetini ve rızasını vaat eden Yüce Allah’ın çağrısına
cevap vermek üzere harekete geçeriz.

381 Fetih 48/10.


İmanın Şubeleri 637

Kapitalizmin vebası katmerleşip işçinin, çiftçinin ve


mustaz’af halkın boynuna kanlarını emmek için hegemonya-
sının halkasını takacağı vakit bizler, Allah’ın izniyle o büyük
kıyamımızı gerçekleştireceğiz ki, ekonomik kıyam da onun
kapsamı içerisindedir.

7. Siyasal Cihad
Yüce Allah “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden
ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte on-
lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”382
“Sizden bir topluluk (ümmet) bulunsun.” Ümmetin
geneli arasından özel bir ümmet. Birbiriyle uyumlu, birbiriyle
dayanışan ve birbiriyle kaynaşmış bir topluluk. Nitekim “üm-
met” lafzı buna delildir.
Müslümanlar, yönetimin bozulup nübüvvetten ve raşid
halifelikten ısırıcı melikliğe geçişinden ve zorba yönetimlerin
gelişinden sonra asırlar boyunca gasıp yöneticilerin her şey
oldukları o istisnai vaziyete alıştılar.
Ümmet bu asırlar boyunca bu özel ümmetin dehşet verici
bir şekilde kaybolduğu bir hâlde yaşadı. Hâlbuki bu durum,
Yüce Allah’ın bizden, aramızdan çıkmasını emretmiş olduğu
Müslüman cemaattir.
Tarih boyunca yönetime talip olan pek çok cemaat ortaya
çıkmıştır. Bunlardan kimilerinin yaptıkları işler meşru idi.
İlim adamlarımız buna “Ehl-i Beyt’ten kıyam edenin kıya-
mı” adını vermişlerdir. Kimileri de kavmiyetçi bir düşünceyle
ve bir tağutun başka bir tağutun yerine geçirilmesi için yöneti-
mi ele geçirmek isteği ile yapılmıştı. İlim adamlarımız bunlara
da “sevra (devrim, inkılab)” adını vermişlerdir.

382 Âl-i İmrân 3/104.


638 Nebevî Yöntem

Ama ümmetin çoğunluğu ve onun temel zemini donuk


bir zihniyete sahip olarak yaşadı. Herhangi bir itiraz hakkı ol-
maksızın baştaki yönetimin de günahları, suçları ne olursa ol-
sun şer’î olduğu kanaati ile adeta otlayan bir sürü zihniyetine
sahip olarak yaşadı.
Mübarek İslâmî uyanış her ne kadar gözlerden yavaş ya-
vaş bu kronikleşmiş vehinleri silmekte ise de bu zihniyet hâlâ
egemenliğini sürdürmektedir.
Solcular ve Amerikancılar, İslâm’ın, tarihimizin geçmiş
zamanlarında şuursal ve fikrî olarak bir özgürlük hareketinin
motoru olmadığını söyleyerek bizleri ayıplamaktadırlar. Do-
layısıyla “Gelecekte de İslâm bir özgürlük dinamiği olmaya-
caktır” derler. Muhtemelen onlar İslâm ülkelerindeki ulusal
özgürlük hareketlerinin ancak özgürlükçü parti liderlerinin
dinî şuura yaslanması neticesinde zafere kavuştuğunu bilmi-
yor ya da bilmezlikten geliyorlar. Geçen (19. asrın) ortaların-
da Hindistan’da Seyyid Ahmed Şehid’in kıyamından, Cezayir
özgürlük savaşına kadar -ki tabanda savaşa iten dinamik güç
İslâmî idi- İslâmî hareketleri derinlemesine inceleyenler, üm-
met arasında kalıcı ruhun İslâmî şuur olduğunu göreceklerdir.
Sağı ile solu ile cahilî düşünce ve değerlerden etkilenip öğ-
renciliklerini yapan batılılaşmış seçkincilerde görülen devrimci
öfke ise ancak kısa bir süre sonra dağılmaya mahkûm bir yaz
bulutundan ibarettir.
Allah’a hamd olsun ki, Afganistan’daki mücahidlerin sa-
vaşı ve hareketi hiçbir tarihte benzeri bulunmayan bir hare-
kettir.
Bazı Müslümanlar hatta onların birçoğu “Bizim siyasetle
ne ilgimiz var” derler. Sanki Batının “Din, kul ile Rabbi ara-
sındaki özel bir ilişkidir (religiondur)” şeklindeki din anlayışı
bu zavallı kafalarda yer etmiş ve artık sonunda hayatın ve
ölümün, dünyanın ve ahiretin, semanın ve arzın, zamanın,
İmanın Şubeleri 639

mekânın ve kâinatın bütün hâllerini kapsayan dinler artık on-


lar için bilinmedik yabancı bir din hâline gelmiştir.
Kıyamdan önceki siyasal cihadımız, Allah’ın ümmete,
özel ve düzenli bir ümmetin (topluluğun) oluşmasını ve bu-
nun iyiliği emredip kötülükten alıkoyma işini yapmasını em-
rettiğini ve bu cemaate mensup olmanın Allah’a yakınlaştırıcı
büyük bir amel ve büyük bir şeref olduğunu öğretmek üzerin-
de yoğunlaşmalıdır. Ayrıca bu özel ümmetin birinci görevinin
bir numaralı kötülük olan Allah’ın indirdiklerinden başkasıy-
la hükmetmek ve yönetmek olduğunu, en büyük iyilik olan
Allah’ın dinini uygulamak ve halifeliği yeniden dinî yönteme
uygun hale getirmek olduğunu da öğretmek üzerinde yoğun-
laşmalıdır.
Kıyamdan önce ümmete şunu öğretmeliyiz: Müslümanla-
rın görevi, bu ümmetin mücahid âlimlerinin önderliğinde gö-
revli yöneticiye karşı çıkmaktır. Ebu Ya‘lâ ve Taberânî, hasen
bir sened ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Benden sonra birtakım
imamlar (yöneticiler) olacak, bunlar söz söyleyecek-
ler fakat onlara karşı sözler net olmayacaktır. Bunlar
maymunların üst üste yığılmaları gibi üst üste ateşe
atılacaklardır.”383
Bunların yanlışlarını reddetmek ümmetin bir hakkıdır.
Eğer münker olan söz söylemeyi aşıp münkeri işlemeye geçe-
cek olurlarsa, onlara itiraz etmek vacip olur. Orada ve burada
ardı arkasına münkerleri işlemeyi aşarak Allah’ın haramlarını
mübah görmeye ve Allah’ın indirdiklerinden başka sistemle-
rin hükmüyle ve apaçık küfre geçecek olurlarsa, bu sefer onla-
rı uzaklaştırmak kutsal bir görev olur.

383 Ebu Ya‘lâ, Müsned, XIII, 307; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, XIX, 393.
640 Nebevî Yöntem

Kıyamdan sonra bu özel ümmetin “yani cemaatin,” ye-


nilikçilik göreviyle raşid halifeliğe gitme görevini yerine getire-
cek iki temel birimden oluşması bir zorunluluktur:
1. Görevleri ümmeti eğitmek ve uygulamayı kontrol et-
mek olan bir takım kurumlarda ve kişilerde müşahhaslaşan
davet birimi. Bu birim aynı zamanda işlerin nasıl gittiğini ve
kişilerin görevlerini nasıl ifa ettiklerini de kontrol etme yetkisi-
ne sahiptir.
2. Maddî, nizamî ve ekonomik işleri yürüten çeşitli ku-
rumlar, kişiler, organlar ve idarelerde müşahhaslaşan bir dev-
let. Devlet de davetin ve davet adamlarının kontrolü ve yön-
lendirmesine tabidir.
Genel olarak özgürleşmeden önce davetin ve devletin
yetkileri bölge imamının elinde toplanır. Ondan sonra ise ha-
life organizeyi sağlar, emreder, yasaklar, önceliklere bakar, ta-
yinler yapar, görevden alır, istişare yapar ve karar alır.
Bizler bu husustaki açıklamaları İslâmî yönetim düzeniy-
le ilgili kuramımıza dair -Allah’ın izniyle- açıklamalarda bulu-
nacağımız diğer bölümlere bırakıyoruz. Fakat burada erken
davranarak raşid halife Ebu Bekir es-Sıdd’ık’ın önünde in-
sanlardan herhangi birinin “Allah’a yemin olsun ki, eğer sen-
de bir eğrilik görecek olursak, onu kılıcımızla düzeltiriz” diye
konuşan davetin şu anda ortada olmadığına işaret etmek isti-
yoruz. Yanlışı reddeden, iyiliği emredip münkerden alıkoyan,
muarız davet kayboldu, onun yerine resmî İslâm’ın torunları
ve adamları geçti.
İşte uyanış ve uyanışın duruşu budur. Allah’ın erleri ege-
menliğin yeniden mü’minlerin eliyle kullanılmasını isterken,
bozuk düzenler resmî İslâm’ın din adamlarıyla, kurumlarıyla,
sloganlarıyla, kongreleriyle onlara karşı çıkmaktadır. Bunun ya-
nında onlara karşı bedenî tasfiye, zindan, sürgün, polis terörü,
İmanın Şubeleri 641

teşvik ve sulandırmalar ile onları kuşatmak ve tefrika etkenlerini


kışkırtmak yollarıyla da uyanışa karşı direnmektedirler.
O hâlde Allah erlerinin hareketlerini ilerletmek için kul-
lanmaları gereken ifade tarzı ya da tarzları nelerdir? Yönetime
ulaşıncaya ve nübüvvet yöntemine göre halifeliği inşa edin-
ceye kadar bizi ilerletebilecek siyasal çizgi ya da siyasal yollar
nelerdir?
Bizden önceki salih selefimiz yönetimin düzenlenmesiyle
ilgili içtihatlarına “şer’î siyaset” adını veriyorlardı. Bu içtihat
eğer şeriatın herhangi bir noktasıyla çatışmıyor ise ya da her-
hangi bir görüş ve istinbad şeriatın ilkeleri ile çatışmıyor, sınır-
larını aşmıyor ve ona olmadık bir şeyi sokmuyor ise şer’î bir
siyaset olurdu.
O hâlde ilerleyişin yokuşunu tırmanırken ve tehlikeli gi-
dişinde kafilenin yürümesini sağlamak için içtihat etmek hem
hakkımız hem görevimizdir. Çeşitli üsluplarımızı oluşturmak,
şartlara, çağa ve mekâna riayet etmek de hakkımız ve göre-
vimizdir. Hasımlarımız ve düşmanlarımızın hileleri karşısında
ahmakça durmayıp şer’î hedefe gitmek için şer’î aracı kullan-
mak ve bizimle savaşılmakta olduğu savaşın da hadiste geldi-
ği gibi bir hile olduğunu esas alarak tasarrufta bulunmak da
hakkımızdır.

8. Uygulama Cihadı
Birbirini seven, birbirine merhamet eden, Allah için birbi-
rini sevmek, istişare ve itaat üzere yapılanmış organik bir da-
yanışma oluşmadan önce söz söylemenin bir anlamı yoktur.
Söz söylemenin anlamı yoktur derken vakıada ümit edilir bir
etkisinin olmayacağını kastetmekteyiz. Sözün kararlı iradele-
rini ve cihad niyetlerini ifade edeceği erlerin varlığından önce
söz söylemek, umulur ki oradan geçip gidecekler toplanır diye
uzaktan ışığı açmaya benzer. Sözünü ettiğimiz yol ise, Allah’ın
642 Nebevî Yöntem

dinini desteklemek ve mustaz’afların intikamını almak için Al-


lah yolunda cihad etmek ve ölmek yoludur.
Hasan el-Bennâ çalışmanın üç aşaması olduğu görüşün-
deydi: Bildirmek sonra hazırlık yapmak sonra uygulamak.
Uygulamaktan kastettiği ise bir bölgedeki cemaatin ken-
disini açıklaması ya da varlığını gizlemesi için harekete geç-
mesidir. Sonra da yönetime yürüyüp yönetimi ele alması ve
evi yeniden düzenleyip yürüyüşü yönlendirmesi, iyi olanı bi-
lip onu emretmesi ve bundan önce ise kötü olanı (münkeri)
reddederek onu ortadan kaldırmasıdır.
Karşımızda üç siyasi çizgi görülmektedir. Bizler uygula-
ma anlanındaki çalışma imkânlarını yalnızca bunlarla sınırlı
görmüyoruz. Onları sadece düşüncelerimiz için bakış açıları
olarak değerlendiriyoruz:
1. Çok partili sistemin içerisine girip seçimlere aday gös-
termek ve bunun gerektirdiği bu işin açıkça yapılması için her
zaman esnek olmak ve uzun nefesli olmak.
2. Demokratik olduğunu açıklayan, düzeninin kamu hür-
riyetleri esası üzere yükseldiğini söyleyen düzenler altındaki
-terör estireniyle yasal olanıyla- etrafımızdaki kuşatmanın du-
varlarını delmek. Bu, biz hazırlık döneminde iken, çok parti-
liliğe ve seçimler kargaşasına girmeden bizim için mümkün
değildir.
İşte İslâmî düşüncenin üstadı şeyh Mevdûdî’nin görüşü
budur. Onun bu alandaki içtihadının esaslarını telif ettiği eser-
lerinde görebilirsiniz.
Diğer taraftan bizim “demokratik oyun” içerisine katılma-
yı kabul edişimiz, demokratlık iddiasının sahteliğini açığa çı-
karmak gibi bir özelliğe de sahip olacaktır. Nitekim Tunus’daki
İmanın Şubeleri 643

kardeşlerimiz seçim mücadelesine girme niyetlerini açıklayıp


parti kurma haklarını isteyince aynen bu ortaya çıktı.
Diktatör yönetimin cevabı “Bütün Tunuslular Müslü-
mandır, dolayısıyla İslâmî bir parti kurmaya müsaade etmek
devletin Müslümanlığına haksız bir eleştiri olur” diye cevap
verdiler. Hâlbuki bu tam bir kelime oyunudur. Bu cevaplarıy-
la yöneticiler, halkın ve bütün parti örgütlerinin gayretlerini
yok saymakla, Allah’ın erlerini bağnazlıkla ve kendilerinden
başkalarını kâfir olduklarını söylemekle itham etmek suretiyle
mü’minlere karşı alevlendirmek istemişlerdi.
Seçime girmenin ve bu kapıdan sızmanın bir diğer ayrı-
calığı da kamuoyunu kazanmak ve hareket etmek hususunda,
resmî kolaylıklardan yararlanmak noktasında başkalarıyla or-
tak imkânlara sahip olmaktır. Bu ise resmî İslâm’ın ve siyasal
partilerin Müslümanlığının alanlarını daraltıcı bir ayrıcalıktır.
Çünkü artık bunlar da İslâmî sloganları gittikçe yükseltmeye
başlamışlardır. Dünya, İran ve Afganistan’ın İslâmî kıyamın
geleceğinin gerçeği olduğuna ve yükselen İslâmî uyanışın bu-
nun peşin bir göstergesi olduğuna inandığından beri bu slo-
ganlarını daha da yükseltmektedir.
Burada şu üç soru gündeme gelmektedir:
a. İslâm şeriatı bunu kabul ediyor mu?
Cevabı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in siretinde
okuyoruz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Medine’ye
geldiği ilk zamanlarda Yahudiler ile bir antlaşma yaptı. Daha
sonra Kureyşlilerle de Hudeybiye barışını kabul etti.
Bunu Kur’ân-ı Kerim’in Yusuf aleyhisselâm’ın kıssasın-
daki irşadında da okuyabiliyoruz. Yusuf aleyhisselâm, Azîz’e
644 Nebevî Yöntem

“Beni ülkenin hazineleri üzerine tayin et. Çünkü ben


onları iyice koruyanım, (bu işi) bilenim”384 demişti.
İşte hatadan korunmuş bir rasûlün nüfuz yerlerine ve
devlet otoritesi makamına üzerindeki emaneti tebliğ etmek
için girdiğini görüyoruz.
Biz bunu özel şartlarda (olduklarını) unutan alandan ve
olaylarla yüzyüze gelmekten uzak duran bazı kardeşlerimize
hatırlatarak diyoruz ki: Vakıanın dikenleri, kuşatmanın tel ör-
güleri ve bâtılın dalgalanmaları arasından sızmak, düzenli ku-
şatıcılığın hile ve tuzaklarına teslimiyet anlamına gelmez.
Eğer cemaat apaçık bir delil ve basiret üzerinde ve rab-
bani bir komutanın idaresi altında ise, bu durum kuşatıcılığa
teslimiyet anlamına gelmez.
Hasan el-Bennâ’nın cihadını bütün aşamalarda ve etraflı
bir şekilde okuyan bir kimse, yönetimlerin ve partilerin hile ve
tuzaklarına ve onların kaypaklıklarına dair açık örnekler keşfe-
decektir. Çünkü kendisi şartın ve aşamanın durumuna uygun
olarak yönetim sahiplerine de partililere de muhalefete de bir
çeşit eğilim izhar ediyordu. İşte merhum bu esnek manevrala-
rı sayesinde bir süre gemiyi kaptan olarak yürütebildi.
Evet, bizim şartlarımız onun şartlarından farklıdır. Bizden
önceki ümmetlerin yaptıkları bizi bağlamaz fakat zeki ve tev-
fike mazhar bir kimse daha önce tevfike mazhar olmuş kim-
selerin yaşayış ve davranışlarına dikkat eden kimsedir ki bun-
lardan biri de el-Bennâ’dır. Allah hepsine rahmet ihsan etsin.
b. Kıyamdan sonra çok sayıdaki partinin durumu ne ola-
caktır?
Her sesini yükseltenin sesini yükseltmesini sürdürmesine
izin mi vereceğiz yoksa kargaları susturacak mıyız?

384 Yusuf, 12/55.


İmanın Şubeleri 645

Derinliğine nüfuz eden aklî düşünce, uzak görüşlü ve de-


rinlemesine tedbir bizim Yüce Allah’ın şu buyruğu gereğin-
ce amel etmemizi gerektirmektedir: “Ta ki helâk olan kişi
apaçık bir delil üzere helâk olsun, hayatta kalan kişi
de apaçık bir delil üzere yaşasın.”385
Gerçek şu ki, bizler, kıyamdan sonra dışımızdaki bütün
partilerin faaliyetini durduracak olursak bununla halkı eğitmiş
olmayız. Aksine düşmanlara gizlice hile ve tuzak hazırlamaları
için ve alttan bir muhalefeti ortaya çıkarabilecekleri bir vakitte
pusuya çekilip beklemeleri için altın bir fırsat vermiş olacağız.
Fitili söndürmenin ve onların hareket etme imkânlarının
ellerinden alınmasının yolu muhalif olan herkesin önünde
yolu açık tutmaktır. İçyüzü ortaya çıksın diye bütün tekliflerini
ortaya koymasına fırsat vermektir. Zannediyorum ki ülkemiz-
deki partilerin geçmişi bile tek başına onların içyüzlerini orta-
ya çıkaracak, halk gözünde kıyamın merceği altında bunların
bayağılıkları ve cinayetlerinin açığa çıkacağı günde telafisi
imkânsız kusurlarının bulunduğu görülecektir.
Bırakalım da her bir iddia sahibi kendi iç yüzünü kendisi
ortaya koysun. Zaten kıyamdan sonra İslâmî olmayan her bir
slogan kulakların işitmeyeceği bir slogan olacaktır, akıllar ve
kalpler ona iltifat etmeyecektir.
Bırakalım onları da tabii ölümleri ile ölüp gitsinler.
Geçmişteki veballeri ve ufuklarının darlığı bırakın da bi-
zim dosdoğru yürüyüşümüzle, kalplerimizin genişliğiyle ölçü-
lüp değerlendirilsin, bizzat halkın kendisi, gözünden yalanın,
sahteciliğin, resmî ve partisel propagandaların perdesini aç-
tıktan sonra kendisi hüküm versin.

385 Enfâl 8/42.


646 Nebevî Yöntem

c. Kıyamdan önce ve sonra İslâmî partilerin birden çok


olması şer’an caiz midir?
Bazı Müslüman bölgelerde fiilen çok sayıda cemaat bu-
lunmaktadır. Bazıları hepsini bir araya getirmek için çalışmak-
ta, bazıları da siyasal partilerin birden çok olması ilkesini ka-
bul etmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın Kitabı’nda ise Allah’ın hizbinin birliğinden
söz edilmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in si-
retinde de Kur’ân’a muhatap mü’minlerin birliğini görüyoruz.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Eğer mü’minlerden
iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa onların aralarını
düzeltin.”386 Yüce Allah bunlara iki grup (taife) adını verdik-
ten sonra aralarının düzeltilmesini emretmekte, bundan sonra
ise başkaldıran yani cemaatin dışına çıkan grup ile Allah’ın
emrine dönünceye kadar savaşılması emrini vermektedir.
Cemaate bağlılık Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
en çok vurguladığı tavsiyelerindendir. Bu hususta pek çok ha-
dis varid olmuştur ki, ilim adamlarımız ve imamlarımız bunları
fitnelerden söz edilen hadisler arasında tasnif etmişlerdir.
Buhârî, Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud ve başka kaynak-
larda Hz. Peygamber’in cemaate bağlılığı emredip cemaatin
dışına çıkmayı tehdit ettiği çok sayıda hadis kaydedilmektedir.
O hâlde ümmetin bölünmesine ve dağılmasına sebep
olacak düşmanca bir şekilde cemaatlerin çokluğu şeriatın ka-
bul etmediği bir durumdur.
Bir İslâm cemaatinin bir diğer İslâm cemaatine tuzak
kurması, onun aleyhine şayialar çıkartıp yalan ve iftirayla oy
kazanmak için onunla yarışa girmesi, laik partilerin yaptıkları
gibi bunları yapması apaçık bir kötülüğü ve Allah’ın indirdik-
lerinden başkası ile hükmetmeyi kabul etmek demektir.

386 Hucurat 49/9.


İmanın Şubeleri 647

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in cemaati içerisin-


de insanlar, daha önce belirtildiği gibi muhacirler, ensar ve
bedeviler olmak üzere sınıflara ayrılmışlardır. Bu böyledir.
Bununla birlikte sorumlu, üzerine Kur’ân’ın emir ve yasak-
larının indiği, uygulamanın kendisinden istendiği, sorumluluğun
kendilerine yüklendiği Müslüman cemaat, muhacirler ve ensar
idi. Kur’ân-ı Kerim ise “Ey” diye hitab ettiği zaman da onların
hepsine aynı isimle “Ey iman edenler!” diye hitap ediyordu.
Bedeviler ise ümmetin kıyısında ve etrafında yer alırlardı
ve birtakım sorumlular onlardan sorumlu idi.
Aynı şekilde yenilik aşamalarında ve ümmetin yapısının
yeniden inşa edilmesi esnasında İslâm için çalışan ve Kur’ân ile
muhatap olan mü’minlerin birden çok cemaat arasındaki ayrı-
lığı gidermeyi arzu etmeleri mutlaka gereklidir. Ta ki durum bir
yapılanma şekli kabul edilerek, o şeklin çerçevesi içerisinde iyi-
lik ve takva üzere yardımlaşmak ve mü’minler arasında şer’an
farz kılınmış olan velanın hakkını vermek mümkün olabilsin.
Bu nihai şekilde yapısal bir çokluk olabilir ve bunlar ara-
sında çeşitli görüş zenginliği ortaya çıkıp içtihadı semere ola-
rak verebilir, bağımsız müçtehid mü’minler arasında karşılıklı
nasihatleşme, hareket de yapılanmanın birliği ve tek bir kit-
lenin hantallığı ile birlikte söz konusu olmayacak şekilde bir
şeffaflık, bir ciddiyet ve bir uyanıklık dahi kazanabilir.
Bununla birlikte İslâm devletinin kuruluşundan sonra ha-
yırda yarış ve genel olarak işlerde hayra hızlıca gidiş atmosferi
içerisinde katılımda bulunması için her bir cemaatin önün-
de de alanın açık tutulması söz konusudur. Elverir ki hepsini
kuşatıcı ve toplayıcı olan kardeşliğe zarar verilmesin, riayet
edilmesi gereken saygınlıklar (haramlar) çiğnenmesin, genel
şûrânın öne çıkardığı emir sahiplerine itaat etmek görevini ih-
lal etmesin.
648 Nebevî Yöntem

Bu şer’î bir görev olup içinden başka bir arzu geçiren bir
kimse günahkâr olur ve bu cemaat çeşitlilik bakımından bir-
den çok yapı ihtiva etse dahi herhangi bir asabiyete (kavmi-
yetçilik ve bu gibi) ya da asabiyet benzerine davet eden bir
kimse Müslüman cemaatin dışına atılmayı hak eder.
Büyük sahabî el-Hubâb bin el-Münzir, Sakife gününde
-ensarı kastederek- bizden bir emir -muhacirleri kastederek-
sizden de bir emir olsun deyince bu isteği kabul edilmedi.
Eğer ortada kabileciliğe bağlılık şuurundan bir kalıntı kalmış
ise şüphesiz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem asabiyeti
ortadan kaldırmak ve en kötü şekilde nitelendirmek için bul-
duğu her bir fırsatı mutlaka değerlendirmiştir.
Yüce Allah’ın asabiyeti ve kavmiyet davasını cahiliye ola-
rak nitelendirmiş olması yeterlidir. Yüce Rabbimiz şöyle bu-
yurmaktadır: “Hani kâfirler kalplerine taassubu, cahili-
ye taassubunu yerleştirmişlerdi.
Allah da hemen huzur ve sükûnunu Rasûlü’nün
ve mü’minlerin üzerine indirdi. Onların takva sözünü
tutmalarını sağladı. Onlar zaten buna daha layık ve
ehildiler. Allah her şeyi çok iyi bilendir.”387
Şüphesiz ki yeniden inşa aşamaları işe bölgedeki İslâmî
cemaatleri uygun bir şekilde birbirleriyle kaynaştırmakla baş-
lamalıdır. Eğer hikmet bir süre çeşitlilik içerisinde birden çok
olmayı gerektiriyor ise hem şer’î hem siyasal açıdan bu cema-
atler kendi içlerine kapanmamalı ve birbirine düşman yapılar
olarak kemikleşmemelidirler. Aksine genel velayet görevi ge-
reği hepsinin iyilik ve takva üzere iyiliği emredip kötülükten
alıkoymak, söz birliğini gerçekleştirmek, kişisel içerlemeleri
bir kenara atmak, İslâm devletini destekleyip onun yapısını

387 Fetih 48/26.


İmanın Şubeleri 649

güçlendirmek, devletin kuruluşundan sonra o devlete samimi


olarak nasihatta bulunmak görevini yerine getirmeleri gerekir.
Böylelikle farklı görüşler Yüce Allah için ihlâsla yapılmış içti-
hat gibi olur. Takva onun birbirine ayrı ve uzak kalan taassu-
bi çekişmelere dönüşmesini önler. Şüphesiz ki ümmet tek bir
ümmettir. Kim bu ümmeti koparmak isterse Yüce Allah da
onu koparır.
Eğitimin görevlerinden biri de bu şuuru yani tek bir üm-
mete bağlılık şuurunu sağlamlaştırmaktır. Bir diğer görevi ise
bu iradeyi yani ümmeti dağınıklıktan bir araya getirip birleştir-
me iradesini uyandırmaktır. Eğitimin bir ve tek Allah’a bağlılık
(vela) ile bir ve tek ümmete bağlılığı birbiri ile irtibatlandırması
gerekir. Yüce Allah: “Mü’minler ancak kardeştirler”388 ve
“Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir.”389;
“Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin
velileridir”390 buyurmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim ancak ümmetin birliğinden söz etmektedir.
Bu sebeple o(nu sağlamak) kutsal bir görevdir. Kur’ân-ı Kerim
ancak tek bir ümmetten söz etmektedir.
2. Alanda gördüğümüz ikinci siyasal çizgi katı çizgi olan
ayrı(calıklı) olmak, güç, başkaldırı ve red çizgisidir.
İslâm ülkelerinde atılgan, imanını kararlı ve güçlü bir şekil-
de yaşayan bir gençlik vardır. Bu gençler etrafındaki cahiliyeyi
görüyor, ondan en ileri derecede nefret ediyorlar. Mevdûdî
ile Seyyid Kutub’u okuyorlar ve her ikisinin cahiliyeden söz
ederek ona karşı kışkırttıklarını görüyorlar. Bunun üzerine
Müslüman gençler yalnız kendilerinin Müslüman olduklarını,

388 Hucurât 49/10.


389 Enbiyâ 21/92.
390 Tevbe 9/71.
650 Nebevî Yöntem

cahiliyenin namaz kılmayan anneden, içki içen amcadan, te-


settürlü olmayan kız kardeşden başladığını sanıyorlar.
Bu gençler etraflarını saran dünyanın içinde ev, cadde,
geleneksel toplum ve yöneticiler de dahil olmak üzere hep-
sinden kaçılması gereken karanlık bir kitle ve onun kanaat-
lerinden vazgeçmesi beklenmeyecek bir düşman olduğunu
düşünürler. el-Behnesâvî’nin el-Hukmu ve Kaziyyetu Tekfîrul
Müslim: Yönetim ve Müslümanı Tekfir Etme Meselesi adlı
eseri okununca “tekfir ve hicret” düşüncesinin nasıl doğduğu
ve gençlerin nasıl davetin önder nesline şüpheli bakmaya baş-
ladıklarını görürsünüz.
Gençliğin her bir katı ve şiddetli tutumu davetçilerden aklı
başında kimselerin hikmetli duruşlarını küçümser. Özelilkle bu
gençliğin sayıları çoğalıp diktatör yönetimin Müslümanların
şuurlarını yaralaması daha ileri derecede ise bu böyle olur.
Siyasî suikastlere dayanan şiddet eğilimli bir yapılanma-
nın bir gerekçesi bulunduğu görüşünde olmadığımız gibi ge-
leceği olduğunu da düşünmüyoruz. Bu ancak yeni bir tarihin
kucağında yeni doğmakta olan bir varlığın sarsıntısından iba-
rettir. Nefes alacak bir yer ve canlılığını ifade edebilecek bir
yol aramaktadır. Taşkın bir öfkeden ve güçle kendilerini ifade
etmekten başka nefes alacak bir delik bulamıyorlarsa gençle-
rin günahı yoktur.
3. Birinci çizginin olgunluk ve kemâle eriş hâli olan va-
kıada gördüğümüz şekliyle üçüncü çizgi: Bu da hazırlığın ta-
mamlanmasından sonra güçlü bir şekilde uygulamaya geçme
çizgisidir. İşte öfkeli gençlik hareketinin -çabuk netice almak
istemeleri dışında- kusuru budur.
1906 yılından itibaren İran’da Müslüman ilim adamları
Şahlığın tasallutuna sınır getiren bir anayasayı kabul ettirebil-
mişti. İlim adamlarının yöneticilere karşı direnişlerinin ifadesi
İmanın Şubeleri 651

olan geride şanlı bir tarihleri vardı. İşte bu anayasa ise o tari-
hin belli aşamadaki bir taçlandırması idi.
İlim adamları şeriate uygun olmayan bir yönetimi ana-
yasa ile kayıtlamayı kabul etmişti. Çünkü bu ileriye doğru bir
adımdı. İkinci adımı ise Âyetullah Kâşânî’nin ulusal bir mese-
le olan ülkedeki yabancı petrol tekellerini kırma meselesinde
Musaddık ile yaptığı antlaşma idi.
Musaddık başarısız olup Amerika’nın tuzağı ve komplola-
rı karşısında yapısı yıkılınca halk bütün kesimleri ile yalnızca
İslâm’ın bir devrimi canlandırıp yönlendirebilecek, onu silah-
landırabilecek ve zafere kadar liderlik edip götürebilecek bir
derinliğe sahip olduğundan kesin olarak emin oldu.
Durum böyle idi. İmam Humeyni’nin dehası ise ancak
imanî motivasyonların verilerini gerçekleştiren bir liderlik et-
keninden ibarettir. O bu vasfı ile bu verileri etkinliklerinin zir-
vesine taşıdı. Yüce Allah ise her şeyi çepeçevre kuşatandır.
Biz İslâm’ın geleceğinin bizim İran dersini iyice öğrenme-
mize bağlı olduğu görüşündeyiz.
Oradan ilim adamlarının geleneksel bir saygınlığı vardı,
ekonomik bağımsızlıkları da mescitlerde ve mahalle ve kasa-
balardaki küçük mescitler olan Hüseyniyelerde de yoğun ve
fiili varlıkları da vardı. Ve en önemlisi bir saygınlıkları ve bir
ta’zimleri bulunuyordu.
Özellikle kıyamdan sonra Allah’ın onlara ihsan ettiği
bir başarı da ilim adamlarının hareketin gidişini sapasağlam
bir yerden yakalayabilmiş olmaları idi. Bu ise onların mus-
taz’afların yanında yer almalarıydı. İşte Allah’ın emrettiği ve
Rasûlü’nün de yaptığı bu olmuştu.
Halkın nazarında bir saygınlıklarının ve bir ta’zimlerinin
olmasına davetçilerin ihtiyacı ne kadar da büyüktür. Özellikle
652 Nebevî Yöntem

de hainlerin hizmetkârlığını yapan saray âlimlerinin dinimizi


aleyhimize olmak üzere bozmuş oldukları bu halde.
Davet adamlarının ekonomik bağımsızlığa ne kadar da
ihtiyaçları vardır. Halka inmeye, onunla muhatap olmaya,
onu kazanmaya ne kadar muhtaçtırlar. Allah yolunda cihadı
sözleri ile davranışları ile mustaz’aflar için cihad ile samimi ve
kardeşçe irtibatlandırmaya ne kadar da muhtaçtırlar.

9. Küfre Karşı Cihad


Hz. Ali’nin bir sözü şöyledir: “Fakirlik neredeyse küfür
olacaktı.”391
Ahmed bin Hanbel’in İbn Ömer’den rivayet ettiğine göre,
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Her
kim bir yiyeceği kırk gün süreyle ihtikâr ederse (teke-
linde tutarsa) Yüce Allah’tan beri olur, Yüce Allah da
ondan beri olur. Her hangi bir arazi üzerinde bulunan-
lar arasında bir kimse aç olarak sabaha çıkarsa Yüce
Allah’ın himayesi de onların üzerinden kalkar.”392
Fakirlik neredeyse küfür olacaktı.
Uzun süre gördükleri kötü öğretimden ve akılları ile oy-
nandığından ötürü genel olarak Müslümanların zihninde yö-
netilenlerin sefaletlerine razı olmaları ve yöneticiye karşı bir
şeyler söylemek için başını kaldırmaması ile görevli olduğu
kanaati yer etmiştir. Genel olarak hareketsizlik zemininde bu
zihniyeti daha da kökleştiren ısırıcı hükümdarlık zamanlarında
sonra da diktatörlük döneminde ardı arkasına yönetime gelen

391 Ebu Nuaym, Hilye, III, 53, 109, VIII, 253; Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl,
VI, 492. Zikri geçen bu kaynaklarda hadis, Hz. Peygamber’den merfu olarak
rivayet edilmiştir.
392 Ahmed bin Hanbel, II, 33.
İmanın Şubeleri 653

zalim yöneticilerin gaddarlıkları olmuştu. Nihayet genel olarak


herkesin duyarsızlığı bilip kendisinden rahatsız olduğumuz si-
yasal ölüm sınırına kadar ulaştı. Resmi davetler, dervişlikler,
oradan zahidliğe, kanaatkârlığa ve güçlülerin senden gasp et-
tiklerine karşı gözünü kapatmaya kadar ulaştı.
Şayet zühd, kanaatkârlık ve müsamahakârlık, bireysel
birtakım faziletler ise eğer bunlar toplumsal, siyasal ve ekono-
mik düzeyde müstekbirlerin yağmalarını, zulümlerini ve rezil-
liklerini haklı göstermek için gerekçeler halinde tahrif edilecek
olursa onlarla savaşılması gerekir. Aramızda yeni yetişen ne-
siller gözlerini dünyaya açınca kendi kanaatlerine göre İslâm’ı
bir gerilik olarak o nesle gösteren özgürlükçü ideolojilerin hoş
geldin demeleri ile karşı karşıya kalırlar.
O da onları hoş karşılar. Çünkü ısırıcı meliklik ve dikta-
törlük tarihi içerisinde sınıfsal zulmün vakıasını onun gözleri
önüne açıkça sermektedirler. Ayrıca bugün de kendi iddia-
larını desteklemek için fiilen ayakta duran çeşitli örnekleri de
bulabilmektedirler.
Batılı bir eğitime maruz kalmış gençler ise gerçek İslâm ile
tahrif edici istikametleri birbirinden ayırt edebilmek imkânını
bulamamaktadırlar. Sınıfsal zulmün İslâm ile ilişkisinin sebep
sonuç ilişkisi olduğunu sanırlar. Çünkü kendileri gerçek İslâm
adına hiçbir şey bilmemektedirler. Sebep ise ilim adamlarının
suskunluğudur. Bozukluğun, fesadın kaynağını da bilmiyorlar.
Bunun kaynağı ise ısırıcı ve diktatör tasallut ve zorbalıktır.
İşte bu şekilde İslâm’ın inkârı fakirlikten doğabilmektedir.
Tok bir topluluk arasında bir mahallede aç olarak gece-
leyen bir kişiye nisbetle fakirlik neredeyse küfür olur. Sınıfsal
zulmün sonucu olan fakirlik sınıfsallığın içten yiyip bitirdiği
toplum açısından küfre çok yakın gelir. Öyle ki her ikisi birlikte
oturup kalkar, biri diğerinin sırdaşı ve ikizi olur.
654 Nebevî Yöntem

Bizler, sefillere ve mahrumlara, İslâm’ın adalet ve eşit-


lik olduğunu yeteri kadar söylemiyor, açıklamıyor ve bunun
üzerinde yoğunlaşmıyoruz. İslâm’ın her bir rasûlün dilinde ve
cihadında mustaz’afların müstekbirlere karşı zaferi olduğunu
anlatmıyoruz. Sanki durum bizim için oldukça açık bir gerçek
olduğundan, Müslümanların bizim anladığımızı anladıklarını
düşünüyor gibiyiz. Belki de bizden bazıları aklına sınıfsallığın
tehlikesini yeteri kadar açıklıkla getirmemektedir. Belki bazısı
da bunun bir anlamı olduğunu anlayamamaktadır. Bazıla-
rı da bunun Marksist bir icad olduğunu sanmakta, bir diğer
kısmı ise eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile
savmamış olsaydı yeryüzünün fesada uğrayacağını dahi idrak
etmemektedir.
Zalim cihetinde savmak ise haksızlık, büyüklenmek ve
mustaz’afları kahretmektir. Adalet açısından savmak ise bütün
anlam ve gerçekleri ile müstekbire karşı direnip onu ortadan
kaldırmayı hedefler.
Fakirlik ve küfür birbirinden ayrılmaz ikizlerdir.
Uluslararası kapitalizm, zenginlik kaynaklarını talan et-
mek ve onun servetlerini kendisine çekmek suretiyle Müslü-
man ülkeleri fakirleştirmektedir. Aramızdan akılsız kimselere,
beyinlerini kullanamayanlara, eğlence aletlerini, keyif sürme
araçlarını ve diktatör yöneticilerin kof bir gurur için yüksekliği
ile yarıştıkları binaları satmaktadır.
Diktatör düzenler göz kamaştırıcı, renkli, hayatımızın bü-
tün alanlarına bulaşıcı bir şekilde tahakküm eden medyası ile
beyinlerimizi fakirleştirmektedir. Bir de bakarsınız ki fakirleşti-
rilmiş ve kapkara sefalet ile birlikte alabildiğine günahkâr bü-
yük bir israfın yan yana bulunduğu sınıfsallığın ortaya çıkış
sebeplerini keşfedemeyecek hale geliverir. Yıllanmış şaraplar
beyinsizlere takdim edilmekte, Amerikan buğdayını cahiliye
şeytanı, yaşayanlarını yedirmekten acze düşen verimli Müs-
İmanın Şubeleri 655

lüman topraklarında, ülkelerinde biz muhtaçlar topluluğunun


başına kakarak vermektedir.
Bu ülkelerde yaşayanları neden doyuramıyoruz?
Orada fakirlik var, orada küfür var. Fakirlik gördüğün her
yerde küfrü araştır. Küfrü gördüğün her yerde fakirliği bekle.
Kapitalist müstekbirlik yeri, cepleri ve dimağları fakirleştirdik-
ten sonra mertliği ve haysiyetli duruşu, özgürleştirme iradesini
ve cihad niyetini de fakirleştirir.
O, bizim kişiliğimizi tanınmaz hale getirince, ahlâkımızı
sulandırınca, mal ve fikir pazarlarımızı tüketim eşyaları ve
hayvani değerleri ile doldurup taşırınca bu üstün anlamları da
öldürmüş olur. Şeytan ile kardeşlik anlaşması yapmış aramız-
daki bir sınıf büyüklük taslamakta ve İslâm sloganlarını yük-
seltmektedir.
Fakat o, İslâm’ı ve zulüm kâbusu altında inleyip de kendi
korkunç sefaleti ile savurganların israf ve savurganlığı arasın-
da karşılaştırma yapan mustaz’af tabakanın İslâm’ını da bütü-
nüyle inkâr etmektedir.
Kardeşim! Bir gün bir doktora muhtaç oldun mu? Hiç
hastaneleri ziyaret ettin mi? Ümmetin imkânlarının şanslı bir
sınıfın hizmetine nasıl verildiğini gördün mü?
Resmi bir okulda öğrenim gördün mü? O resmi okulun
düzeyi ve öğrencileri ile özel okulların müşterileri ve düzeyleri
arasında bir mukayese yaptın mı?
Karşı karşıya kaldığın hastalıklarını doktora söyleme fır-
satı bulamayan, çocuklarını okullara gönderme imkânını elde
edemeyen halk çoğunluğunu hiç düşündün mü?
Bir gün kurşun şehirlere ve şehir ile kasabalardaki sefa-
let ağıllarına, fakirliğin neredeyse küfür olmasının ne anlama
geldiğini ibretle görmek için hiç yolunu değiştirip uğradın mı?
656 Nebevî Yöntem

Lüks ve refah içerisinde yaşayan (mütref)lerin saray ve köşk-


lerin yanından geçtin ya da onlara baktın mı? Oralarda ve
dünyanın gazinolarında Arap şeytanının garsona ve şarkıcıya
“İşte böyle” dediğini, arkasından ona bir milyon dolar verdiği-
ni, oralarda daha başka neler olup bittiğini işittin mi?
Bu münkeri hazmedemediğin için göğsündeki kalbin dı-
şarı fırladı mı?
Allah’ın haramları çiğnendiği için hiç öfkeleniyor musun?
Mahrumiyet içerisindeki aile geçindirmek durumunda
olan ise intikam öfkesi ile yanıp tutuşmaktadır.
On çocuğu olan işsiz bir babanın çocuklarının giyim me-
selesini, ekmek meselesini, hastalık meselesini nasıl çözeceği-
ni hiç düşündün mü?
Kimimiz İslâm’ı o melek misal suretinde iffetli, tertemiz ve
semavi bir şekilde sunarken solculara da -propaganda düze-
yinde dahi olsa- yoksulun, mahrumun ve sefilin bulunduğu
yere inmeleri ona içinde bulunduğu bu halin egemen olan
İslâm’ın bir neticesi olarak ortaya çıktığını anlatmaları da uy-
gun bir tutum olur.
Neticede iş mustaz’afların İslâm’ı inkâr etmeleri ve küfrün
propogandacıları etrafını sarmalarına kadar varır.
Burada müstekbirlikten kaynaklanan sosyal kokuşmuşlu-
ğun çamurunda Allah’ın erleri, halkın öfkesini doğru istikame-
te yönlendirmek için cihad amacıyla kollarını sıvamak zorun-
dadır. İşte bu hayat bataklığından mustaz’afları çekip kurtar-
malıyız. Onlara bu bataklığa kendilerini kimlerin sürüklediğini,
niçin ve nasıl bu hale getirildiklerini geniş olarak anlatmalıyız.
Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği gibi onlara istikbarın (müstekbirli-
ğin) tarihini yaşamakta olduğumuz şekli ile şimdiki durumu-
İmanın Şubeleri 657

nu, onun önderlerini, kuyruklarını ve komplolarını mustaz’af


halka öğretmeliyiz.
Mustaz’af halk ile birlikte olmalıyız. Allah yolunda ve
mustaz’aflar için savaşırız.
Bunu kıyamdan önce söyleriz, kıyam esnasında gerçek-
leştiririz, mazlumun hakkını adil bir şekilde verip ümmetin yü-
zünden sefaletin kirlerini yıkadıktan sonra -pek yüce ve gücü
her şeye yeten Allah’ın izniyle- fakirlikle birlikte küfrü de ko-
varız.
Şüphesiz Marksistlerin evleri hep ayıplarla doludur. Sos-
yalist ülkelerdeki sosyal alanda gerçekleştirilenler ile ilgili söy-
lenen bunca anlamsız ve tutarsız açıklamalar adeta kağıttan
evler gibidir. Artık bu ülkeler özellikle demir perde arkasından
sızan kendilerinin adamlarının tanıklıklarıyla bir gedik, bir ku-
sur yuvası haline gelmiştir. Aralarından aklı başında olanlar
ve kendi sistemlerinde belli bir pay sahibi olan eskilerin tanık-
lıklarıdır bunlar. Bizim öldürmek ve işkence üzerinde kurulu
Stalinci düzenin iç yüzünü ortaya koyan Soljenitsin gibileri-
nin eserlerini çevirmekle küfre karşı savaşmalıyız. Komünist
ileri gelenlerinden iken Marks’ın cennetinden kaçtıktan sonra
Numen Klotra adı altında yayınladığı bir kitabı da tek başına
bu ideolojinin insanı özgürleştirdiği iddialarını çürütmek için
yeterlidir.
Kapitalist istikbarın vebalinden bizleri başka bir cahilî is-
tikbar asla kurtaramayacaktır. Özellikle de Numen Klotra’nın
istikbarı ise… Bu kitabı okuyan ne demek istediğimi anlar.
Marksistlere bu kitabı okumalarını öğütlerim. O, gerçekten de-
ğerli fikri bir konfor sunmaktadır.
Ama bu ideoloji Avrupa’da ölmüş ve son nefeslerini ver-
miş olmakla birlikte hâlâ onun bir kalıntısı devam etmektedir.
Fikri bakımdan geri kalmış aramızdaki bazı kültürlü kimselerin
658 Nebevî Yöntem

zihninde yuva yapmaya devam etmesi de umulabilir. Diğer


taraftan onların mustaz’af halkın karşısında gerçekleri sulan-
dırma güçlerini de küçümsemeyiz.
Kıyamdan sonra bâtıla karşı hakkın savaşında son sözü
Allah’ın izni ile bizim fakirliği, onunla birlikte küfrü, küfrün bü-
tün çeşitlerini kovmamız belirleyecektir. Kapitalist savurganlı-
ğa dayanan kapitalist küfür ile “Gulak” adalarının dehşetlerini
sloganların arkasında gizleyen ideolojinin küfrünü de… Bu
saklananlar ise işkenceler ve öldürmelerdir. Numen Klotra’nın
çirkinliklerini de gizlemektedir. Bu ise yeni bir sınıfsallıktır. Yö-
netimi, malı, zevki, ülkeyi ve kulları kendi tekellerine alan yö-
neticilerin sınıfsallığıdır.

10. Başarılı Örnek Cihadı


Arnavutluk bir İslâm diyarıdır. Kırk yıl komünistler bura-
ya egemen oldu. Varlıkları devam etti, ölümüne uğraştılar ve
ekonomik, sosyal ve siyasal düzeyde başarılı bir örnek inşa
ettiler. Buna delil ise yönetimde kalmaları ve düzenlerinin
devam etmesidir. Arnavutluk, dünya savaşından önce Müs-
lümanların bir vatanı idi. Toplum geleneksel bir toplum olup
içinde refah içinde olanlar da, mustaz’af olanlar da vardı.
Savaş, saklı bulunan birtakım güç ve imkânları açığa
çıkardı. Fakir çiftçiler, lüks ve refah içinde olup hantallaşmış
kimselere göre daha iyi silah taşıyabildikleri için fakir çiftçiler
silahlandı.
Marksist birtakım önderler safların önüne geçti ve çiftçile-
rin gözünde boyun eğmenin ve teslimiyetin üzerindeki perde-
leri kaldırdı. Marksist ideoloji, özgürlükçü ulusalcılık eğiliminin
sırtına bindi ve sınıfsal kini patlattı.
İmanın Şubeleri 659

Savaştan sonra Arnavutluk yöneticileri dünyanın tümüne


meydan okumalarını sürdürdü. Yugoslavya, Rusya, Çin ve Vi-
etnam arasında yaptıkları anlaşmalarla gidip geldiler.
Düşünceleri itibariyle bağımsız, ekonomik ve sanayi bakı-
mından kendi kendilerine yeterlidirler. Bu, hayreti gerektiren
bir husustur. Üç milyon insan nasıl olup da bir çeşit kapalı
ekonomi içinde yaşıyor, enflasyonun da, işsizliğin de ne oldu-
ğunu bilmiyor?
Ben Arnavutluk örneğine değil, komünist bir düzenin,
Müslüman bir halkın başında kalmasına parmak basmak
istiyorum. Mesele, fakirliğin ve küfrün birlikteliğidir. Ben,
Arnavutluk’un şimdiki durumuna da, geleceğine de bakmı-
yorum. Zindanlar hınca hınç doludur. Burası da komünist
cehennemin diğer bir cahiminden başka bir şey değildir. Ar-
navutluk örnek bir zindandır. Bu zindanda Müslümanlar esir
ve köledir.
Burada göz önünde bulundurulması gereken husus, on-
ların geçmişteki zulüm manzarasını kullanıp aç olanlara ek-
mek temin etmeleridir. Orada medya ve okullar, komünizm-
den önceki zulüm ile komünizmin gerçekleştirdikleri arasında
karşılaştırma yapmak üzerinde ısrar etmektedir.
Cehennemî terör etkeniyle birlikte dinî duygular da geri
çekilmekte, dinî özgürlük şiarının üzerine herkese ekmek şiarı
yükseltilmektedir.
Yüce Allah, her türlü sınıftan yöneticileri sebebiyle dün-
yasında bedbaht olan bu ümmeti acilen özgürlüğüne kavuş-
tursun. Âmin.
Cahilî-hayvanî uygarlık ve değerler altındaki bedbaht in-
san, nefsinin karanlıklarını aydınlatacak nuru bekler. Kaina-
tın görünen kısımlarını aşıp hakkın bilgisine ulaşan, dünya-
nın mahrumlarına, zalimlerin elinden kurtarıp hakkını veren,
660 Nebevî Yöntem

adalet-beşerî toplum dengesini ve onun rahatını gerçekleştiren


yönetim düzeni… İnsan terör, zulüm, savaş uygarlığı, sefalet
içinde olanların sefaletinin lanetlendiği, lüks ve refah içinde-
kilerin refahlarının yerine kardeşlik uygarlığını beklemektedir.
Çağdaş dünyamız yönetim ve ekonomik düzen örnekle-
rinin sergilendiği bir galeri gibidir. Adaleti, kardeşi ve barışı
özleyen insan ise ümmetlerin deneyimlerini gözlemektedir.
Burada ya da bir başka yerde bir devrim oldu mu insanlar
ona derhal kulak verir; kurtların kuzuları yediği şu dünyadaki
sefalet kuşatmasından kendisini kurtaracak yeni bir tecrübe
ümidiyle onu yakından takibe alırlar.
Sanayi kapitalizmi deneyi başarısızlığa uğramıştır. Çünkü
onun demirden teknolojik ortamı, servetiyle altın bir zindana
dönüşmüştür. İçinde olanlar için şiddet ve türlü musibetlerle
dolup taşmaktadır. Mustaz’af dünya için ise sefalet, zorluk ve
mahrumiyet demektir.
Sosyalist örnek de başarısız olmuş, akıllı insan ise -Marks
ve onun taraftarlarının eşiklerinde kültürlerini almış, ama geri
kalmış kimseleri, zeki olanların dışında tutuyorum- komünist
cehennemin belki de kapitalist cehennemden daha şer ve
kötü bir yer olduğunu idrak etmişlerdir.
İnsan, İslâm güneşinin başarılı bir uygarlık olarak adalet
ve kardeşlik toplumunda dengeli, istikrarlı ve merhametli bir
yönetim nizamı altında müşahhaslaşarak doğmasını bekle-
mektedir.
Bütün Müslümanların kalpleri hep birlikte bunu özlemek-
te, arzu etmektedir. Cahiliye ise suçlu bir kimsenin arkasın-
dan hızlıca gelen kolluk süvarisinden korktuğu gibi İslâm’dan
korkmaktadır.
Cahiliye, Allah’ın nurunu söndürmek için en büyük hile
ve tuzaklarını kurmakta, engeller ortaya çıkarmaktadır. Ca-
İmanın Şubeleri 661

hiliye ile birlikte onun kafilesinde ve ona kuyruk olanlardan,


Allah’ın izniyle -başarılı olan kardeşlerimizin zorluklarla karşı-
laştıkları gibi- yarın bizim de -Allah bizi korusun- münafıkların
hilebazlıklarından, onların İslâm devletine karşı düşmanca
mücadelelerinden çekeceğimiz vardır.
Eğer bunlar -Allah göstermesin- İslâmî deneyi başarısız-
lığa uğratmakta hedeflerine ulaşacak olurlarsa ondan sonra
başarısızlığın tadı uzun bir süre Müslümanların damağında acı
bir tad olarak kalacaktır.
Yüce Allah’tan, İslâm topraklarının özgürleştirilmesi ta-
mamlanıncaya kadar, gözleri aydınlığı ile dolduracak halifelik
güneşi doğuncaya kadar ardı arkasına zaferleri doğru, başa-
rılı örnekler koymak anlamındaki zaferleri bize nasib etmesini
ümid ederiz.
Hedefimizin önünde üç temel zorluk olduğunu görüyoruz:
1. Birinci zorluk (akabe/yokuş) psikolojik, zihinsel, sosyal
ve siyasaldır. Bu da halkımızın, henüz kendi akıbetinin dinine
ve Rabbinin egemenliğine dönmesine bağlı olduğunu idrak
edebileceği bir dereceye ulaşamamış olmasıdır. Onun, arzu
ettiği adaletin, istediği şeref ve haysiyetin ancak İslâm’ın bay-
rağı altında gerçekleşebileceğinin farkında olmamasıdır.
Uzun süre boyun eğmeye, susmaya ve teslimiyete alıştırı-
lıp Allah’ın Müslümanların işlerini kendi aralarında istişare ile
yürütmelerini emrettiğini, ama ısırıcı hükümdarlar ile diktatör-
lerin bu yönetim tarzını Kisra, Kayser, Napolyon ve Stalin türü
yönetimlere çevirdiklerini, aradan geçen uzun zaman sebebi
ile tamamı ile unutturdukları bir sürü zihniyetiyle karşı karşı-
yayız.
Allah’a hamd olsun ki O’nun yardımı ile idrak yükseldi,
derinleşti ve genel boyutlara ulaştı. Allah’tan bize orada, bu-
rada ve İslâm ülkesinin her bir yanında yönetimimizin, ara-
662 Nebevî Yöntem

mızda istişare ile olması için başarı ihsan etmesini niyaz ederiz.
Nesiller boyunca istişareyle yürütülmeye devam etsin. Geçmiş
dönemlerde Müslüman ülkelerde meydana gelmiş tökezleme-
den Allah’a sığınırız. Çünkü kavmine önderlik eden ve uygun
bir düzen kuran salih ve ıslah edici bir adamın arkasından kısa
bir süre geçmeden yönetim, miras olarak geçen bir krallığa
dönüşüvermektedir. Yeni bir emelin ölümünde ve nübüvvet
yöntemi üzere kurulmuş halifeliğin, babaların heybeti altın-
da oğullara taç giydirilmekle tökezlemesinden Allah’a sığınırız.
İşte ülkelerimizde doğan salih yöneticileri suikast ile öldüren
bu olmuştur.
Salihlerin gerçek dostu olan Allah’a sığınmaktan sonra,
ısırıcı heva ve hevesler ile diktatörlüğe karşı ümmete bir bağı-
şıklık kazandırmaktan başka kullanılacak bir ilaç yoktur. Çün-
kü ümmet aldatılıp kandırılacak olursa kanabilir. Hiç şüphesiz
kurtçuklar ölü cesetleri yiyip bitirir.
Bizler kıyamdan önce ve kıyamdan sonra halkı uyandır-
maya, halkı kendi işine ortak etmeye çalışırız. Böylelikle şerefli
ve sorumluluk hissi ile bir hayat yaşasın, baskının, istibdadın
ve büyüklenmeyi reddetmek onda bir meleke haline gelsin,
yönetimde şûradan, paylaşımda adaletten, uygulamada so-
rumluluktan sapmaya karşı sapasağlam toplumsal kıyam ve
direniş her bir erkek ve kadının tabiî bir davranışı haline gelsin.
İstişareye dayalı yaşayış ile akıl yapısının ve iradesinin
yerleştirilip ona alıştırılması için eğitim bir zorunluluktur. Hal-
kın sorumlulukları yüklenmesi için eğitilmesi ve bu sorumlu-
luklara ortak edilmesi gerekir.
Zorba yöneticilerin üslupları, demir yumruk ile demokrasi
adı altında kandırmak, görünüşü itibari ile delilik olan halk kong-
releri gibi yerlerde kışkırtma ve coşturmalar arasında gidip gelir.
İmanın Şubeleri 663

Eğitim, alıştırma, yükleme, zaman ve sabır. Ta ki bozuk


hevalar buharlaşıncaya, akılları ve iradeleri örtmüş bulunan
mayalanmış köpük yok olup gidinceye kadar.
İşte bu şart bütün değişimlerin temelini teşkil eder. Yüce
Allah, “Gerçek şu ki bir toplum kendi özünde olanı de-
ğiştirmedikçe Allah da hâllerini değiştirmez.”393 buyur-
maktadır.
2. Fakat topraklarımızda yer etmiş fesad hücreleri, akılla-
rın ve nefislerin ıslahı işlemine fırsat tanımamaktadır. Bunlar
ümmetin bedeninin üst taraflarında Amerikancı, mal ve mev-
ki bakımından lüks ve refah içerisinde, Marksistlerden bozuk
inançlı, lüks düşünce müreffehlerinden oluşan hücrelerdir.
Belki de bunlar şu anda -İran’da tanık olduğumuz gibi-
İslâmî deneyimin yolda karşı karşıya kalacakları zorlukları ilk
adımlardaki yanlışlıkları şüpheye düşürmek, alay etmek, komp-
lolar hazırlamak ve tahrip etmek için uygun fırsatlar olarak göz-
lemeye koyulmuş olabilir. Biz, deneyimimizin, münafıkların ve
dinden çıkanların hedefi olmasına fırsat vermeyeceğiz.
Bizler lüks, refah ve inkâr mikroplarının doğal bir şekilde
ölüp gitmelerini tercih ederiz. Sahtekârlıklarının özel ve genel
herkesin önünde açığa çıkmasını, ta ki cahiliyenin bize yerleş-
tirdiği geçmişin kalıntısı olan bir necislik olarak fırlatılıp atılın-
caya kadar.
Fakat şüphesiz münafıklar kendilerini düzenler, hile
ve tuzaklarını hazırlayıp silah taşıyacak olurlarsa Allah’a ve
Rasûlüne, onun halifeliğine karşı savaş açanlar hakkındaki
Allah’ın hükmü, Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirilmek-
tedir: “Allah’a ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yer-
yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak

393 Ra‘d 13/11.


664 Nebevî Yöntem

öldürülmeleri yahut asılmaları yahut ellerinin ve ayak-


larının çaprazlama kesilmesi yahut yerlerinden sürül-
meleridir. Bu onlara dünyada bir horluktur. Ahirette
ise onlara pek büyük bir azap vardır.”394 Her kim İslâmî
kıyamı horlamak için ayağa kalkacak olursa onun cezası hor-
lanmaya mahkûm olmasıdır. Kıyamdan önce bazı insanlara,
tutumlarını değiştirmeleri teklif edilir. Fakat delillerini açıklama
ve seçim alanında kabul edilmezler. Bundan sonra onlara bu
teklif edilince bir hile olarak sahip olduklarını sunmaya devam
etmeyi kabul ederler. Böylelikle ümmet tarafından onların
tekliflerinin yanlışlığı görülecek ve bunun piyasasının olmadığı
açıkça görülecektir.
Bizimle barışmak isteyenle barış yaparız, fakat bizden
yüz çevirecek olurlarsa, özellikle de silah taşıyacak olurlarsa
bilelim ki ekime elverişli olmayan zehirli bir bitki kökünden
koparılır.
İslâm’da sonu gelmez bir müsamahakârlık vardır. Fakat
İslâm’a açıkça düşmanlığını ortaya koymayanlar içindir. Ta-
rihçilerin naklettiklerine göre İmam Ali (kerremallahu vecheh),
imamlığını kabul etmeyerek kendisine karşı çıkan, kendisi-
ni ve beraberindekileri tekfir eden haricilerle tartışmak üze-
re Abdullah bin Abbas’ı gönderdi. Bir kısmı geri döndü, bir
kısmı ise savaşı sürdürme kararında direndi. Ali radıyallahu
anh, “Nerede olursanız olun, bizimle sizin aranızda dökülmesi
haram olan bir kanı dökmeme, yol kesmeme, kimseye haksız-
lık yapmama şartına riayet edilmelidir. Eğer bunları yapacak
olursanız ben de sizinle savaşırım.” dedi.
Abdullah bin Şeddâd dedi ki: “Allah’a yemin olsun ki yol
kesiciliğe koyulmadan ve haram olan kanı dökmeden onlarla
savaşmadı.” İmam Ali radıyallahu anh, bir defasında da onla-

394 Mâide 5/33.


İmanın Şubeleri 665

ra, “Bir fesat ve bozgunculuk ortaya çıkarmadığınız sürece ilk


savaşanlar biz olmayacağız.” demişti.
Devrimlerin “doğallaştırma” adını verdikleri kelime, ter-
cüme bir lafız olup karşı çıkanların işkence edilerek ve öldürü-
lerek susturulmaları (tasfiye edilmeleri) demektir. Bu lafız, bu
anlamı ile bizde yoktur. Aynı şekilde “devrim/sevra” kelimesi
de -bazılarımız bunu kullansa da- “kavme: kıyam” kelimesinin
anlamlarını ifade etmez. Kıyam kelimesinin ifade ettiği şeriate
tam anlamı ile bağlılık, haksız yere kan dökmekten tamamı ile
çekinmek anlamını ifade etmez.
Ama İslâm’ın karşıtları ve düşmanları, yalan ile değil de
haklı tenkitlerle karşı çıkıp muhalefetin sınırlarını aşarak fesat
çıkarmaya, haram olan kanı dökmeye başlayacak olurlarsa
çare ne olur?
3. İslâmî deneyimin başarıya ulaştırılmasının önündeki
üçüncü zorlu yokuş (akabe), iktisadî zorluktur. Yüce Allah’ın
izniyle bizler uluslar arası ve yerel istikbarın menfaatlerini yeri-
ne getirmek üzere yönlendirilmiş bir ekonomiyi miras alacağız.
Bizler cahilî tüketim alışkanlıklarını miras alacağız. Bizler mus-
taz’aflara dayatılmış insafsızca bir paylaşımı miras alacağız.
Fakirliği ve onun ayrılmazı küfrü miras alacağız. Kurşundan
şehirleri, işsizliği miras alacağız. Devletin boş hazinesini miras
alacağız. Ekonomik enkazı miras alacağız.
Burada tekrar örnek vermek üzere komünist Arnavutluk’a
dönmek istiyorum. Dışarıdan borç almayan dünyadaki tek
devletti. Çünkü kesin bir şekilde tüketim ve savurganlığa sınır
getirmişti. Enflasyonu bilmiyordu, çünkü belli bir istikamete
yönlendirilen bir ekonomi yolunu izleyerek harcamaları ge-
riletmiş, kendilerine beraberinde enflasyonu getiren malî ve
ticarî kanalların kapılarını kapatmıştı.
666 Nebevî Yöntem

Ekonomik dengeleri, -ticarî denge dâhil olmak üzere- di-


siplinli ve muvazenelidir. Çünkü kendi kendine yeterli olmayı
kararlaştırmıştır. Ayrıca kendisi bir avuç kadar bir yer olmak-
la birlikte dünyanın yüzüne kapılarını kapatmaktan korkma-
maktadır.
Sefalet, genel bir seferberlik, muhtemel düşmandan sü-
rekli korkutma, Arnavutluk ırkçılığı, Arnavutluk şerefinin, Ar-
navutluk örneğinin bayrağını yükseltme… İdeolojiye rağmen
ırkçılık ve ilericilik…
Bir daha bu örneği veriyoruz ve buna aldanmıyoruz.
Bizler arzu ettiğimiz hakkı, Müslüman topraklarında bulunan
bâtıl ile aynı düzeyde tutmuyoruz. Çünkü oradaki komünistler,
sınıfsal farkın direnişini anlayıp sınıfsal fakirliği kovmak baha-
nesiyle İslâm ile savaşmışlardır.
Biz bu misali verdikten sonra kendimize başkasını örnek
göstermemiz de Yüce Allah’ın şu buyruğu kabilinden görü-
yoruz: “Eğer size bir yara dokunduysa o topluluğa da
öylece bir yara dokunmuştur. O günleri biz insanlar
arasında döndürür dururuz.”395
Onlar azla yetinmeye, azla yetinmekte eşitliğe, yeterli
olan kadarında adalete, bütün dünyaya boykot kahramanlı-
ğına karar verince devletleri olan bir insan topluluğudur.
Belki de yarın Allah’ın izniyle miras alınacak devletlerimi-
zin hacmi ve istikbarın onları işgal etmişliği, onların maslahat-
larının istikbar ile iç içeliği, malî ve ticarî ilişkilerin karmaşıklığı,
düğümün çabucak çözülmesine fırsat vermeyecektir. Belki
bizim hasta iktisadımız uzun bir süre tedaviyi gerektirecektir.
Fakat halkın tamamı buna hazır olursa, yani mustaz’af Müslü-
man halk tamamı ile katlanıp hepsi de cömertçe verip ayağa

395 Âl-i İmrân 3/140.


İmanın Şubeleri 667

kalkar, kesin kararını verir, cihad ve mücadele ederse Allah’ın


izni ile çıkış yolu bulmamak gibi bir sonuçla karşılaşmayacağız.
Yöneticiler, öğrenim görmüşler ve memurlar diktatörlük
zamanında, aramızda cahilî tüketim düzeyinde yaşamakta-
dır. Şehirlerimiz, ulaşım araçlarımız, mutreflerin (lüks ve re-
fah içerisinde yaşayanların) yemekleri, eğlenceleri, içtikleri ise
sistemli bir savurganlığın listesidir, kötü paylaşım da bunun
arkasından gelir.
Bizler ilkin onuncu dereceden dahi olsa bisiklet yapabil-
mek için özel araçları ithal etmekten vaçgeçecek olursak bu-
nun bize zarar ve sıkıntı vermeyeceğine karar vereceğimiz gün
hiç şüphesiz ileri doğru bir adım atmış olacağız.
Bizler ithal edilen lüks malları boykot etmeyi kararlaştırıp
ihtiyacımızı karşılayacak, bize yetecek, şeref ve haysiyetimize
ve gücümüze uygun üretimi yapabildiğimiz takdirde yardımı-
nı kendisine tevekkül edenlere ihsan eden Allah’ın yardımını
hak ederiz.
Gıda, giyim, yapı ve ilaç alanında kendi üretimimize da-
yanmayı kararlaştıracağımız gün, kendi okullarımızdan bün-
yesi sağlam, kararı sağlam, imanı samimi, düşüncesi aydın,
öğrenmeye ve çalışmaya gücü yeten gençlerin mezun olduğu
gün, o vakit, gücü yapmak ve güçlenip aziz olmak için çağdaş
teknolojiyi de emrimizin altına almaya çok yaklaşmış oluruz.
Kapsamlı ekonomik savaş, gümrük koruması, para kri-
zi, çok uluslu tekellerin zamanı olan bu zamanımızda cahilî
ekonominin istilası karşısında kapıları kapatmayı kararlaştıra-
cağımız gün iktisadımızı diğer İslâm ülkelerinin iktisadı ile en-
tegre etmenin ve İslâm birliğini hazırlamanın adımlarını atmış
olacağız.
668 Nebevî Yöntem

11. Tevhid Cihadı


Siyasal yokuşların, komploların sebeb olduğu engellerle
askerî engellerin, ekonomik zorlukların aşılmasından sonra
Allah’ın izni ile ümmetin olgunlaşıp imanı ve salih ameli ile
yeryüzünde halifeliğe layık olacağı günde, birleşip artık birbi-
riyle dayanışan dünyada tek bir bedenî varlık hâlinde ortaya
çıkıp Allah’ın kaderinin bir gereği olarak tarihin akışında azim
ve kararlılığı ile ortaya çıkacağı zaman -inşaallah- başarı taç-
landırılmış olacaktır.
Ümmetin tamamı, aralarındaki refahın ve mütreflerin
mustaz’afları köleleştirmelerinden kurtulup tekrar bütün in-
sanlara karşı şahitlik konumuna döneceği gün Allah erlerinin
cihadı taçlanmış olacaktır. Kendilerini İslâm’a davet edeceği-
miz kimseler cahilî yönetim düzenlerinin bozukluğu ile bizim
düzenimizin doğru ve uygunluğunu karşılaştırabileceklerdir.
Bizim işlerimizin istikrarı ile başkalarının işlerinin düzensizli-
ğini, yolumuzun parlaklığı ve doğru yolu, bizden başkalarının
yollarının karanlığı ve eğriliği ile karşılaştırabileceklerdir.
Ümmeti birliğe götürmenin yolu kesinlikle tatlı temen-
nilerle aşabileceğimiz bir yokuş, bir engel değildir. İşte bizler
dar-ı İslâm’ın paramparça edildiği çeşitli ülkelerin özellikle-
ri içerisinde hapsolup kalmış kimseleriz. Her bir bölgede bir
devlet, her devletin başında da bir tağut bulunuyor.
Bölgesel hapis içerisinde Allah’ın erleri türlü türlü zorluk-
larla karşı karşıyadırlar. Nefes alacak bir yer bulduklarında,
derhal orası da tıkanıyor ve boğulmaya mahkûm ediliyorlar.
Ne zaman bir projeyi başlatacak olurlarsa mutlaka onu başarı-
sızlığa uğratmaya çalışıyorlar. Samimi birtakım yiğitler ortaya
çıktıkça mutlaka işkencelere maruz bırakılıyor, sürülüyor ve
hatta öldürülüyorlar.
Gerektiği gibi incelenmiş, cahiliye mensubu uzmanlarla
silahlandırılmış, onların istihbaratları ile donatılmış, baskı ve
İmanın Şubeleri 669

zulüm yapmadığı hiçbir savaş türünü bırakmamaktadır. Bun-


dan amaç ise Allah’ın erlerinin birbirleri ile ilişki kurmalarını,
tanışmalarını ve birleşmelerini önlemektir. Aynı bölgede çeşitli
yönelimler görülebilmektedir. Bunlar ise mü’minlerin içtihat
farklılığından ya da geçmişteki mezhebî bir kalıntıdan kaynak-
lanmaktadır. Düşmanlarımız da birbirimizi sevip, arkasından
birbirimizi anlayıp, birbirimizle kaynaşmamızı engellemek için
bu ayrılık etkenlerini gittikçe körüklemektedirler.
Çeşitli bölgelerdeki ümmet darmadağın bir vaziyettedir.
Aynı bölgenin mü’min safları arasında da dağınıklık vardır.
Peki, tek bir adım ile bu iki ayrılığı aşmamız mümkün mü?
İslâmî hareketin birliğini, bir defada bütün dağıtıcı etkenleri
aşarak gerçekleştirmemiz mümkün mü?
Bizimle aynı kanı taşıyan, bize karşı büyüklük taslayanlar
arasındaki iç düşmanlarımız ile birlikte dünya müstekbirle-
rinden olan dış düşmanlarımız, aynı zamanda, aynı tuzakları
kurmak için çaba ve gayretlerini organize etmektedirler. Bizim
aleyhimizdeki bilgiler onlar arasında ortak olduğu gibi mal,
görüş, uzmanlık, diplomasi ve düzenli yok etme hareketleri de
ortaktır. O hâlde karşı duruş düzeyine gelebilmek için bizim
de görevimiz, gerektiği gibi organize olmaktır.
Fakat yapılanma olarak bölgeyi aşma çabası bizi düşma-
nın darbelerine maruz bırakır ve onun ta baştan beri eline
geçirdiği halka hangisi olursa olsun orada bizi keşfeder.
Diğer taraftan bizim bir bölge içerisindeki ihtilafları gide-
rip bir araya gelmemiz, pek çok uluslar arası hareketin varlığı
sebebiyle meydana çıkan yeni birtakım ihtilafları ortaya çıkar-
maktan da alıkoyacak özelliktedir.
Ayrıca tağutun gevşek cephesi onun halkın önünde va-
tandaşlarına hürriyet verdiğini, dünya önünde de fikir öz-
gürlüğü ile insan haklarının önünü açık tuttuğunu ifade edip
670 Nebevî Yöntem

böbürlenmeye muhtaç olduğu hususudur. Biz de buradan


gireriz. Vatandaşların bireysel özgürlükleri ile fikir özgürlüğü
ve insan hakları, Müslümanları uluslararası siyaset akımında
birbirine bağlayan verilerdir. Biz de bu alanda da kendimize
uygun bir boşluk bulabiliriz.
Kimi tağutlarımız, hatta hepsi, halka ve dünya kamuoyu-
na özgürlük, demokrasi ve çoğulculuk gibi şiarları ileri sürerek
yalan söylemektedirler. Aralarında yalanını saklamaya dahi
gerek görmeyerek Allah’a ve dine karşı kan dökücü ve dikta-
törce savaş açanları dahi vardır. Kimileri fesad ve zulmün en
alçakça seviyesine ulaşmıştır. Kimisi İslâm kaftanını giyinerek
tilki gibi türlü hilelere girmektedir. Kimileri cahiliyenin Batı’sı
ile, bir kısmı da Doğu’su ile ittifak hâlindedir. Kimilerinin sö-
külüp koparılma zamanı gelmiştir, kimilerinin gelmek üzeredir.
Bununla birlikte bizim çalışmalarımızdaki esnekliğin zo-
runlu oluşu, şartlardaki bu değişiklikle birlikte çalışmalarımızın
bir ve aynı olmasının imkânsızlığı, diğer taraftan özgürleşme
gücü ancak ortamın kendisinden kaynaklanan ve bu uğur-
da ayaklarını oldukça güçlü basan zati bir güç olması hâlinde
imkân dâhilinde olması, bölgeler arası bir organizasyonu yap-
mayı zorunlu kılmaktadır. Fakat bütün bölgelerin özgürlüğüne
kavuşmasından önce bu yapılanmanın dünya çapında olma-
sına da imkân tanımamaktadır.
Ben yapılanmadan söz ediyor ve özellikle bunun üzerinde
kurgu yapıyorum. Çünkü İslâm daveti, tabiatı gereği küresel
bir çağrıdır. Diğer taraftan özgürlüğe götüren Allah erlerinin
özel eğitimi de birbirine oldukça yakındır ve her bir feyz ile de
zenginleşir.
Etkenin ve edilgenin çeşitliliği mekânsal ve zamansal ola-
rak bir çeşitliliktir. Sorumlulukların özelleştirilmesi hususunda
yapılacak işlerin kararının alınması ile ilgili zamanlama husu-
sunda yerel vakıadan beklenen küresel olaylar ile yakından
İmanın Şubeleri 671

etkilenme hususundaki çeşitlilik, bütün bunların hepsi, ancak


bir yerden ve bir akıldan bakabilen, liderliğin bir olmasına
imkân tanımamaktadır. Çünkü bütün görev ve sorumluluklar
onun etrafında yığınlaşıp bir araya gelecektir. Peki, öncelikler
hiyerarşisi nasıl konulacak ve yeni ortaya çıkan ve ısrarla ken-
disini dayatan her bir hususa başkalarının da hakkını kaybet-
meden nasıl hakkını verebilecektir?
Ancak mücadelenin ortasında olanlar liderlik yapabilir,
örgütleyebilir. Bunu da ancak bağımsızlıkla yapabilirler. Ken-
dilerinin hareketlerinin bölgelerinin dışındaki kardeşlerine
zarar vermedikleri bir bağımsızlık ile onlar nerelerin organi-
zesinin yapılacağını tespit ederek nasıl yardım edip yardım
alacaklarını da tayin edebilirler.
Araçlarımız oldukça kıt, yolumuz dikenlidir. Dolayısıyla
küresel dayanaklara karşı kendimizi kapatarak engelleri daha
da artırmayalım. Bölgesel üslerin özgürleştirilmesi bir içine ka-
panma değildir. Bu, ancak Allah’ın erlerinin her birisine ve her
bir birliğe hitap eden şu rivayetin amelî uygulamasından baş-
ka bir şey değildir: “Sizler Müslümanların serhatlerinden bir
karakolun başındasınız. Bu sebeple sakın sizin bulunduğunuz
yerden Müslümanlara zarar gelmesin.”
Her bir bölge özgürleşip Allah’ın mücahid erlerinin dizgin-
leri ellerine almaları hâlinde yetkin olan kimselere ihtiyaçlarını
karşılayacak kadarıyla oraya hicret etmeleri icab eder. Özgür-
lüğünü kazanmış bir bölgenin de diğer bölgedeki birlikleri o
bölge özgürleşinceye kadar organize etmek için araçlarının ve
gayretlerinin önemli bir bölümünü düzenlemesi görevidir.
Özgürleştirme aşamalarında özgürlüğünü elde eden her
bir bölgenin kendisinden öncekiler ile kucaklaşmaya çalış-
ması gerekir. Bu kucaklaşma ekonomik entegrasyonla başlar.
Sonra birbirleri ile görüşüp anlaşma, sonra düşünce ve içtihat
ölçülerinin birleştirilmesi ile devam eder ve organik kardeşlik
672 Nebevî Yöntem

yapısı tamamlanıncaya kadar sürer: “Şüphe yok ki bu sizin


ümmetiniz tek bir ümmettir. Sizin Rabbiniz de Benim.
O hâlde yalnız Bana ibadet edin.”396
Çünkü hoş ve güzel söz olan ve kökü sabit, dalları se-
mada olan “la ilahe illallah” ağacı, yemişlerini; mü’minlerin
kalplerinde iman, Rabbinin izniyle egemenlik ve istişare, Allah
için ve mustaz’aflar yolunda adalet ve yardım, insanlar için çı-
kartılmış en hayırlı ümmet olan bu ümmetin birliği olarak verir.
Bölgesel özgürlükten sonra bizi bekleyen gizli bir tehlike
vardır. O da bizim kavmiyetçiliğe yahut yerel vatancılığa İslâm
kılığı ile yuvarlanıp aşağılara düşmemizdir. Çünkü ortada
ırkî, bölgesel, tarihî aidiyetler ve bunların kervanında bulu-
nan parçalama ve nefret ettirme tehlikeleri vardır. Eğer biz-
ler bölge zindanının içinden cihada mecbur kalacak olursak
özgürlükten sonra, değersiz kimselerin başkanlıklarına imkân
tanıyacak aşağılık kimlik davalarının bizi darmadağın etmesi-
ni kabul edemeyiz.
Dünyanın şimdiki hali pek büyük beşerî bloklaşmaya ta-
nıklık etmektedir. Avrupa toplumları kitleleşmeye doğru yol
almaktadır. Cahiliye de bizim geleceğimiz önünde bir kitledir.
O hâlde her bir Müslümanın şuurunu, kendisinin en hayırlı bir
ümmete bağlı olduğu, vatanı dar-ı İslâm, risaletinin/mesajının
alanı da dünya olan bir ümmete mensub olduğu duygusunu
yükseltmeliyiz.
Eğitim ile ümmete istibdadî yönetimlere, istikbara, sa-
vurganlığa ve zulme karşı bir bağışıklık kazandırdığımız gibi
parçalayıcı, bölücü, bölgesel gerileyişe ve aşağıya doğru inişe
karşı da bir bağışıklık kazandırmalıyız.

396 Enbiyâ 21/92.


İmanın Şubeleri 673

Bizler dikta yönetimlerin altında bölgesel hapislerdeyken


türlü türlü sıkıntılarla karşı karşıya bulunuyoruz. Bizim bu ha-
limiz ise varmış olduğumuz bu tarihî düşüklüğün ne kadar cılız
olduğuna da tanıklık etmektedir. Ülkemizin zenginlik kaynak-
larını yiyen, ümmetimizin şeref ve haysiyetini öldüren, Rabbi-
mizin dinini görmeyelim diye perdeleyen bu kurtlar sofrasın-
da ne kadar kıyıda köşede bulunduğumuzun da tanığıdır.
Bölgesel zindandan daha korkunç ve kavmiyet boyundu-
ruğundan daha dehşetli olan kavmiyetçiliğin uyandığı günden
beri parçalanmışlığını yaşamakta olduğumuz bölgesel bölü-
nüp dağılmanın da başlamış olmasıdır. Darmadağın olmanın
anası budur, babası emperyalizm, Batı hayranı yöneticiler ise
onun bakıcısıdır’
Osmanlı Türkiye’sinde Osmanlı halifeliği, -durum ne
olursa olsun- dar-ı İslâm’ın birliğini sağlamaktayken cahiliye
öğrencileri, Turan kavmiyetçiliğine çağırdılar. Bununla -son
dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa’nın verdiği
isim olan- hasta adamı kurtarmak istiyorlardı.
Araplar da şeytanın selamını aynen aldılar, dağılma iste-
ğini onlar da uygun buldular. Arap hristiyanlar derhal ayağa
kalkarak Arap kavmiyetçiliğine çağırdılar. Hâlâ bu cehennemî
yolun yolcuları, bu yolun ezgi okuyucuları onun mabedinin
putperest koruyucuları onlardır.
Tepki zincirleme olarak ortaya çıktı. İşte dünün o insanları
olan bizler, bugün kimimiz Arapçılığın bürüdüğü Müslümanlar,
İslâmî uyanışın feryadını duyuncaya kadar Turancılığa alışmış
Türkler, Allah’ın cihadlarına zafer nasib ettiği Afganlar, Hint-
liler, Berberiler, Somali, Sudan ve Endonezyalılar ve bunun
dışında bölük pörçük kimseleriz… Baas Partisi’nin hristiyan
ve inkârcıları, Müslüman İran’a savaş ilan ettiklerinden beri
Müslümanlar arasındaki uçurumu derinleştirmek için uğraşıp
durmaktadır. Onlar Arap ile Acem (Arap olmayanlar) arasın-
674 Nebevî Yöntem

da bir savaş olsun istiyorlar. Hâlbuki gerçekte bu, küfür ile


İslâm arasındaki bir savaştan başkası değildir.
Müslümanların kavmiyetçilik sancağı altında birleşmeleri,
aslında hristiyanların efendiliğinden başka bir anlama gelmez.
Bunun örneği de açıkça ortadadır. Irak’da İslâm’a karşı sava-
şın önderliğini yapan kişiler, Arap Baas Partisi’nin kurucusu
ve onun ortaklarıydı.
Yüce Allah’tan, bölgesel kimliklerin kemikleşmesinden
önce ve kavmiyetçilik boyunduruğu boynumuza iyice yerleş-
meden önce yardımının bize ulaşmasını, zincirlerimizi kırıp
zindanları yıkmamızı sağlamasını niyaz ederiz.
Dünya gelişip dururken, gelecek, bizim dinimizde ve cahi-
liyenin dünyasında yığınlaşan terör ile korkutmaktadır.
Belirtileri görüldüğü kadarıyla gelecek, oldukça keskin
ve belirleyicidir. Müslümanlar ise özel bencilliklerinin köpü-
ğü andıran halleri içerisinde diktatör devletçikler altında dar-
madağınık, başkasına tabi ve güçsüz, türlü musibetlerle karşı
karşıya kalmış, en değersiz düşman olan Yahudilerin karşısın-
da durmaktan aciz kalmışlardır. Bunu, imanın hayatiyetiyle
beslediği Afganistan ve İran cihadı ile karşılaştırırsanız gelece-
ğin kapılarının çalmakta olduğunu görürsünüz. Bu bir ve tek,
kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, ortağı olmayan,
mülk de, hamd de yalnız kendisinin olan, gücü her şeye yeten
Allah’la, Allah’ın Rasûlü olan ve sözünde/vaadinde sadık, gü-
venilir Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile izzet bulan
İslâm’ın geleceğidir.
Şer güçlerinin gittikçe çoğalması, cahilî istikbarın büyüme-
si şeklinde gördüğümüz manzara bizi dehşete düşürmemelidir.
Şüphesiz Allah’ın yardımı, ihsan edenlere pek yakındır. Şüphe-
siz Allah, Kitabında, iman edip salih ameller işlemeleri hâlinde
mustaz’afları halifelik makamına getireceğine söz vermiştir.
İmanın Şubeleri 675

Kâinatı harekete getiren, ona egemen olan, her şeyin rab-


bi ve mutlak maliki olanın Yüce Allah olduğundan bir lah-
za dahi gaflete düşmemeliyiz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in nübüvvet yöntemine uygun halifeliğin geri geleceği-
ni, Allah’ın ve Rasûlünün vaadinin gerçeğin ta kendisi oldu-
ğunu da unutmamalıyız.
Allah’ın içinde bulunduğumuz hali değiştirmesi için nefis-
lerimizdeki halimizi istenen şekilde değiştirmemiz yeterlidir. Bu
ise Allah’ın erlerinden her bir mü’minin eğitilmiş, örgütlenmiş
ve hazırlanmış olması, halkın bizimle beraber Allah’ın Mevla-
mız olduğu inancına sahip olacağı, her mü’minin Allah’tan iki
güzel sonuçtan birisini isteyerek canını ve malını Allah yolun-
da, başta cihad olmak üzere tereddütsüz bir şekilde cömertçe
verebileceği gün tamamlanıp gerçekleşecektir. Allahuekber ve
lailahe illallah.

Bu Hasletin Şubeleri

Yetmiş İkinci Şube: Hac ve Umre


Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hac (ayları) bilinen
aylardır. Her kim o aylarda hacca niyet ederse, artık
hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga et-
mek yoktur.” Yüce Allah ardından da şöyle buyurmaktadır:
“Arafat’tan hep birlikte geri döndüğünüzde Meş’ari
Haram’ın yakınında Allah’ı anın. O sizi hidayete ulaş-
tırdığı gibi siz de O’nu anın. Daha önce gerçekten
sapıklardan idiniz. Sonra siz de insanların döndüğü
yerden dönün. Allah’tan mağfiret dileyin. Muhakkak
Allah çokça mağfiret edendir, merhamet edendir. Me-
nasikinizi bitirince babalarınızı andığınız gibi hatta
daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın.” Sonra da şöyle
devam etmektedir: “Bir de sayılı günlerde Allah’ı anın.
676 Nebevî Yöntem

Kim iki günde acele ederse ona günah yoktur. Kim de


geriye kalırsa ona da günah yoktur. Bu, takvalı hareket
edenler içindir. Allah’tan korkun ve bilin ki muhakkak
O’nun huzurunda toplanacaksınız.”397
Ayette geçen refes (kadıklaşmak) cima ve ondan söz et-
mektir. Fusuk (günah işlemek) ise şeriatın sınırları ve hüküm-
leri dışına çıkmak, cidal (kavga etmek) yenik düşürmek ve
tartışmak yollu söz alışverişinde bulunmak demektir. -Nitekim
Râgıb (el-İsfehânî) de böyle söylemiştir-
O hâlde hac, vücudun bir yerden bir yere geçip gitmenin
meşakkatlerine en ileri derecede katlanması, nefsin gurbet el-
lerde bulunup izdiham içerisinde kalmasından dolayı en ileri
derecede sıkıldığı bir hâldeyken mü’minin arzu ve isteklerine,
organlarına hâkim olma kudretinin sınandığı, güçlendirildiği
ve eğitildiği bir ibadettir. Umre de aynı şekildedir. Ancak um-
renin zorluğu daha azdır.
Şüphesiz ki bu, sabır okulu ve eğitim yoludur. Kişiyi
âdetlerinin, bencilliğinin, alışageldiklerinin ve gevşekliğinin
sınırlarından çıkartıp hareketlerinde, sözünde ve içinden ge-
çenlerde şeriatın sınırları ile kayıtlı kalmaya, alçak gönüllüğe,
güzel ahlâka sahip olmaya ve tahammülkârlığa taşır.
Beden sınavdadır ve meşakkatle karşı karşıyadır. Bineği-
nin konforu kendisini rahatsız etmeye başlayınca nefis sıkılır.
Âdetler de nefsin tembellik zemininden, anlamsız işlerinden
ve rahatını sağlayan hususlardan vazgeçtiği bir merhale ve bir
inkılâptır. Hedef de, azık da Allah’ı zikretmektir.
Bakara sûresinde, bu bağlamda, Allah’ı zikredip O’ndan
mağfiret dileme emri beş defa tekrarlanmakta ve sonunda
takvaya, huzuruna toplanacağımız Allah’ın gözetimi altında

397 Bakara 2/197-203.


İmanın Şubeleri 677

(murakebe) olduğumuzun şuuruna varma irşadıyla sona er-


mektedir.
Şüphesiz ki bu, nefislerin küçük ve anlamsız işlerden,
maddiyatın azı ile yetinmek suretiyle maddiyattan uzaklaş-
maya, kızgınlığı gerektiren sebeplerden, şehvet, arzu ve istek-
lerden sabra yükseliştir. Ayrıca hac, bir tek ümmet bağı için
toplumsal ruhun da bir eğitimidir.
Aynı günde, aynı imanî doğrultuda ve aynı yerde, Arafat’ta
vakfe yapmak Allah’ın haccı farz kılmasının sebebi, Müslü-
manların kendileri için birtakım menfaatlere tanık olmaları,
hazır bulunmalarıdır. Şanı Yüce Allah, İbrahim aleyhisselâm’a
şöyle hitap buyurmuştur: “Ve insanlar arasında haccı ilan
et. Hem yayan hem de her uzak yoldan gelecek yor-
gun argın develer üstünde sana gelsinler. Ta ki ken-
dileri için menfaatlere tanık olsunlar. Belirli günlerde
Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban edilen
hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar.”398
Müfessirlerin söylediklerine göre buradaki menfaatler-
den kasıt, dünya ve ahiret menfaatleridir. Her bir Müslüma-
nın Allah’ı anıp O’nu bilme imkânı bulması, ümmetin bütün
dünyaya Rabbinin mesajını duyurması ve O’nun sesine saygı
duyulup değer verilecek şekilde birliği sebebiyle güçlü olması
için Müslümanların bir araya gelmelerinden daha büyük fay-
da ne olabilir?
Allah’ın erleri bir fariza olarak haccı, yolculuklarını düzen-
lemek için bir vesile edinirler. Yolculuğu ve hac ibadetlerini
de tanışma ve arkadaşlık menfaatleri ile sabır üzere alışkanlık
kazanma menfaatlerini elde etmek için bir vesile kabul eder-
ler. Bundan sonra da davetlerini yaymak ve hac mevsiminde

398 Hac 21/27-28.


678 Nebevî Yöntem

Müslüman halkların mustaz’aflarında müşahhaslaşan arala-


rındaki yenilenme ruhunu yaygınlaştırmak için bir vesile edi-
nirler.
Nitekim resmî-zorba İslâm da kendi temsilcilerini, zorba
yöneticiler lehine yapılan propagandayı güçlendirmek için
kullanır. Biz de kendi araç ve imkânlarımızla yenilikçi ruhu
tanıtıp yayarız.
Ta ki Yüce Allah, Harameyn’in hürriyetine kavuşmasına
izin verip hac, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in haccın-
da ve raşid halifelerin haclarındaki anlamına geri dönünceye
kadar.

Yetmiş Üçüncü Şube: Allah Yolunda Cihad


Ahmed bin Hanbel’in Muâz bin Cebel radıyallahu
anh’dan rivayet ettiğine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem ona şöyle buyurmuştur: “Sana işin başını, onu
ayakta tutan direği ve tepesinin zirvesini haber vere-
yim mi?” buyurdu. Ben: “Elbette ey Allah’ın Rasûlü” dedim.
Yüce Rasûl, “İşin başı ve ayakta tutan direği namazdır,
tepesinin zirvesi de cihaddır.”399
Buhârî de Ebu Zer radıyallahu anh’ın şöyle dediğini riva-
yet etmiştir: “Ey Allah’ın Rasûlü! En faziletli amel hangisidir?”
dedim. O, “Allah’a iman ve Allah yolunda cihaddır” bu-
yurdu.400
Namaz işin başlangıcı ve başıdır. Kul ile Rabbi arasında-
ki bağı soyut birtakım kulluk merasimlerinden alıp malın ve
canın Allah yolunda cömertçe feda edilmesi noktasına kadar
yükseltir.

399 Ahmed bin Hanbel, V, 231.


400 Buhârî, Tevhîd 56.
İmanın Şubeleri 679

Eğer cihada ve Allah yolunda ölmeye götürecek olursa


Allah’a iman, amellerin en faziletlisidir. Ve şüphesiz ki en bü-
yük ibadettir. Bundan dolayı Yüce Allah, salih bir niyet olma-
dan cihadı kabul etmez. Hatta öfkesi dünyevî yahut kabilesi
adına yahut riyakârlık ve kavmiyetçilik adına olursa bu, Allah
yolunda cihad sayılmaz. Bundan dolayı cihad safındaki dua,
kabul olunan bir duadır. Savaştan kaçmak da büyük günah-
lardandır. Allah yolunda ribat (sınır ve karakolda nöbet bek-
lemek) Allah’a yakınlaştırıcı en büyük amellerdendir. Allah
yolunda uykusuz kalmak ve bekçilik yapmak da cehenneme
karşı bir teminattır. Diğer taraftan cihad, toplu yapılan bir iba-
dettir. Bu ibadet, karşılıklı olarak güce güç katmayı ve yardım-
laşmayı ister. Bunun için emîrlik ve itaat, nafakada ortaklık, ci-
hada giden mücahidlerin geride bıraktıkları eş ve çocuklarının
kollanıp gözetilmesi şer’î bir hüküm olarak tespit edilmiş, ok
atmak ve savaş tekniklerini bilen kimselere kardeşlerini eğit-
meleri de emredilmiştir.
Güvenilir öğütçümüzün sallallahu aleyhi ve sellem bize
öğrettiği üzere isteyeceğimiz en üst düzey, Allah yolunda şehid
olmaktır. Bu kurbanlığın biz olmayı hedefleyeceğimiz ve canı-
mızı ucuza satacağımız anlamında değildir. Bu bizim Allah’ın
vaadine olan imanımızı, bizimle dünya arasındaki özlem, bağ-
lılık ve oturma gibi bağları Allah’a ve ahiret yurduna yönele-
bilmek için koparacak dereceye ve her an Allah ile karşılaşma-
ya hazır olacağımız noktaya kadar ulaştığını gösterir.
Buhârî, Müslim ve Tirmizî’nin, Enes radıyallahu anh’dan
rivayet ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurmuştur: “Cennete giren, yeryüzünde her ne
varsa hepsi kendisine verilecek olsa dahi dünyaya geri
dönmeyi istemez. Bundan şehid müstesnadır. O tek-
680 Nebevî Yöntem

rar dünyaya dönüp on defa öldürülmeyi temenni eder.


Bunun sebebi ise göreceği lütuf ve ihsanlardır.”401 Bir
rivayette de “Şehadetin faziletini görmesidir”402 denil-
mektedir.

Yetmiş Dördüncü Şube: Cihadda Hz.


Peygamber’e ve Ashabına Uymak
Şehadet yolunu, kendi uydurduğu şekilde ve bid’at şekil-
lerle izlemek Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yapa-
bileceği bir iş değildir. Allah yolunda ölmek, Allah’ın şeriatının
himayesinde yaşamak gibi oldukça önemli, büyük bir iştir.
Niyetin ve istikametin tashih edilmesi, sayıya, araç ve gerece
bel bağlamadan önce Yüce Allah’a güvenilmesi hususundaki
şiddetli arzu ve istekte Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem’e uymanın dışında bir kurtuluş söz konusu değildir.
Diğer taraftan cihadın cahilî bir savaş olmaması için savaşın
ve barışın hükümlerinin uygulanışında, ayrıca muhacirlerle
ensarın saflarında Hz. Ali’nin, hakkında, “Sıkıntı şiddetlendiği
zaman biz, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile kendimizi
korurduk” dediği Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şah-
sında açıkça görülen yiğitlik, mertlik ve kahramanlığın canlan-
dırılmasından ve ona uyulmasından başka bir yol yoktur.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, yalnızca minber-
de hutbe veren bir vaiz, sadece barışta bir emîr ya da yerin-
de oturan göbekli birisi değildi. Aksine o, tam anlamı ile bir
mücahiddi. Cihad saflarına komutanlık yaptı. Başına miğfer
giydi. Üst üste iki zırh giyindi. Savaş araçlarını taşıdı. Vuruş-
tu, yaralandı, çukura düştü, ön dişi kırıldı, miğferin iki halkası
yanağına battı…

401 Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihâd 13.
402 Buhârî, Cihâd 6.
İmanın Şubeleri 681

O, eksiksiz bir örnekti. Eksik tablolar olmamak, imanımızı


tamamlamak için önümüzde yalnızca bir yol vardır: İmanı-
mızı cihad ile taçlandırmamız, imanın en üstün şubesi olan
“la ilahe illallah” ile başladıktan sonra imanın yetmiş küsuru
bulan kollarını da bir araya getirip iman nehrini tamamlama-
mız, böylelikle onun hayırlı sonucu olarak da Allah yolunda
şehadeti bulmamızdır.
Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî’nin Ebu Hureyre radıyal-
lahu anh’dan naklettikleri rivayete göre, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Her kim gazve yap-
madan ve içinden gazve yapmayı geçirmeden ölürse
münafıklığın bir şubesi üzerine ölür.”403
İbnu’l-Mübârek dedi ki: Bizim görüşümüze göre bu,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in zamanına aitti.
Allah’ın, kardeşimiz İmam İbnü’l-Mübârek’e rahmetini
ihsan buyurmasını niyaz ediyoruz ama biz şu kanaatteyiz: Ci-
had, kıyamet gününe kadar devam edecektir. Bugün oturup
cihada çıkmamak, bütün zamanlarda oturmakta olduğu gibi
İslâm’ı yardımsız bırakmaktır ve bir çeşit münafıklıktır.
Tirmizî, İbn Mâce ve Hâkim’in Ebu Hureyre’den rivayeti-
ne göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim Yüce Allah’ın huzuruna, (üzerinde) cihaddan bir
eser bulunmaksızın çıkacak olursa imanında bir ek-
siklik bulunduğu hâlde Allah’ın huzuruna çıkacaktır.”404
Ebu Davud’un, Ebu Umâme el-Bâhilî’den rivayet ettiği-
ne göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Her kim gazve etmez, bir gazveyi donatmaz yahut gaz-
veye giden birinin ailesinin ihtiyaçlarını hayırlı bir şe-

403 Müslim, İmâre 158; Ebu Davud, Cihâd 18.


404 Tirmizî, Fezâilu’l-Cihâd 26; İbn Mâce, Cihâd 5; Hâkim, Müstedrek, II, 89.
682 Nebevî Yöntem

kilde arkasından gözetleyip karşılamazsa, Allah onun


başına bir musibet getirir.”405

Yetmiş Beşinci Şube: Halifelik ve Emîrlik


O güzel sözün (kelime-i tevhidin) iman şubelerini taçlan-
dırdığı gibi; cihadın hayırlı hasletleri taçlandırıp tepenin zirve-
sini temsil ettiği gibi, haccın İslâm’ın rükünlerini taçlandırdığı
gibi, Yüce Allah’ın izniyle nübüvvet yöntemine uygun hali-
felik de bu mübarek asırdaki bu ümmetin mübarek kıyamını
taçlandıracaktır.
Yaklaşık on dört asırlık ısırıcı ve zorba (diktatör) yönetim-
lerden sonra halifeliğin yeniden kurulmasının anlamı nedir?
1. İçerdeki yönetim alanında müstebit (diktatör ve baskı-
cı) yönetimin şura (istişare) ile değiştirilmesi. Devletlerarası si-
yasal alanda cahiliyeden bağımsız, kendi kararını kendisi alan,
kendisine ve insanlara faydalı olanı kararlaştırıp aldığı kararı
uygulayabilen bir gücün ortaya çıkması demektir.
İşlerimizin aramızda istişare ile olması Yüce Allah’ın em-
rettiği bir husustur. Fakat toplumlarımız arasında bir uyuşturu-
cu gibi yayılmış bulunan gelenek ve alışkanlıklar bunu kabul
etmemektedir. Aramızdaki zalim ve müstekbir kesimler bunu
reddetmektedir. Çünkü İslâmî yönetim düzeni, onları, ülke-
de ve kullar arasında yaygınlaştırmaya alışageldikleri fesattan
vazgeçirecektir. Cahiliye ve dünyaya egemen olan cahilî düzen
ise bunu kabul etmez; ona karşı maddî ve manevî desteklerini,
mal, silah ve uzmanlık alanındaki desteklerini, kendi kanımızı
taşıyan evlatlar arasında tanınmaz hale dönmüş şahsiyetle-
re ve diktatörlüğün tağutlarına verecektir. İşlerimiz aramızda
istişare ile olsaydı, İslâm üzere kalmış olacaktık, aslolan buy-

405 Ebu Davud, Cihâd 18.


İmanın Şubeleri 683

du. Fakat bizim inanç, anlayış ve vakıa olarak miras aldığımız


İslâm, bir fitnedir. Onun içine hak ve bâtıl karışmış vaziyettedir.
O; anlayış, inanç ve vakıa olarak, -hadisin nitelendirdiği gibi-
“Kendisinde duman bulunan bir hayır” şeklindedir. Fitne
ateşi alev alev yanmaktadır. Bizim Kur’ânî hitabı algılamaya
ehil, Allah’ın indirdikleriyle hükmetme sorumluluğunu taşıya-
bilen örgütlü bir cemaatimiz yoktur.
Cemaatten ayrılmamak ve bizden olan emir sahiplerine
itaat etmekle emrolunduk. Bugünkü durumda ise cemaat
yoktur, başımızdaki emir sahipleri ise bizden değildir. Bugün-
kü durumda onların emri de, bizim emrimiz de başkasına tabi
olmakla ortaya çıkmaktadır. Emretmek bizim elimizde değildir,
aksine dünyayı paylaşmış ve dünyada tahakküm eden cahilî
güçlerin elindedir.
Tecdidin tacı ve Nebevî yöntemin hedefi halifeliği ise kim
taçlandıracak, kim o yolu izleyecek ve kim hedefe ulaşacak?
Önce bölgesel “Müslümanlar cemaatini,” sonra küresel
Müslüman cemaati hazırlayın, onu kendi öz gücü ile, basiretle,
örgütlenmeyle yapılandırın ve izlenmesi gereken yolu izleyin.
Aksi takdirde halifelik, tatlı rüyalardan ibaret kalacaktır.
Bizden başkalarının avucundan kurtulup yıkılmışlığımız-
dan kalkarak kendi ayaklarımız üzerinde durmak için cihad…
cihad…
2. Halifelik, ilahî hakkın, yeryüzünde halifelik makamına
getirilmiş ümmetin hakkının kullanılması demektir. Ne yapa-
cak? Halifelik bir araçtır. Amacı yeryüzünde Allah’a ibadet
edilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O kimselere
eğer yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek onlar na-
684 Nebevî Yöntem

mazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği em-


rederler, kötülükten alıkoyarlar.”406
Allah’a ibadet ve insanı, diğer insanlara kulluktan kurta-
rıp Allah’a kulluğa götürmek... Geniş anlamıyla ve ulaştırdığı
sonuç olan adalet itibariyle zekât, iyiliğin (ma’rufun) tanıtı-
lıp emredilmesi ve onun yapılmasının sağlanması, münkerin
(kötülüğün) reddedilmesi, ondan alıkoymak ve yapılmasını
engellemek...
İslâm halifeliği, bütün Müslümanların en şiddetli arzusu-
dur. Bizim dışımızdakiler, bizim aramızdaki müstekbirler ile
dünya müstekbirleri onu en büyük tehlike olarak görürler.
Onların gözünde de, gerçekte de yeryüzü sakinlerinin çoğun-
luğunun mustaz’aflık hallerinden çıkıp kurtulmaları demektir.
Çünkü geri bırakılmış, sömürgeleştirilmiş fakir dünya kitlesi,
cahilî Doğu ile cahilî Batı’yı dost edinmek arasında gidip gel-
mekten kurtarıcı alternatif olarak İslâm halifeliğinden başkası-
nı hiçbir zaman bulamayacaktır. Özgürleşmenin tamamlandı-
ğı, mustaz’aflara yardım etmenin mustaz’af dünya tarafından
dinimizin bir gereği olduğunu ve siyasal bir şiardan (slogan-
dan) ibaret olmadığı kabul edildiği gün bu anlaşılacaktır.
Ama cahiliye mensupları buna karşı çıkar ve bunu engelle-
meye çalışırlar. Allah’ın erlerinin görevi ise emrolundukları gibi
-özellikle de iman gücü olmak üzere- güç hazırlığı yapmaktır.
Sonra da Allah, emrini yerine getirmek için galip gelendir.
İslâm halifeliğinin; etrafı çevrili, malı, adamları, hammad-
desi bulunan yeryüzünün orta yerinde kurulmasının anlamı,
cahiliyenin dünyadaki feodal imkânlarından mahrum edil-
mesi demektir. Kastettiğim, bunların ve ötekilerin ekonomik,
askerî ve siyasal feodalizmleridir.

406 Hac 22/41.


İmanın Şubeleri 685

İslâm halifeliğinin yeryüzünün en önemli kuşağını temsil


eden bölge üzerinde kurulması, coğrafî ve siyasî hegemonya
planlarının iptal edilmesi, ortadan kaldırılması demektir.
Amerika’da, Rusya’da ve ikisinin dışındaki cahilî uygarlı-
ğa karşı çıkan güçlere, toplanıp bir araya gelecekleri bir mer-
kez, arkasından yürüyecekleri bir önderlik, cahiliyenin batan
yıldızı ile alay edercesine parıl parıl parlayan bir örnek ver-
mesi demektir. Cahiliye mensupları ise -bedeli ne olursa ol-
sun- bunu kabul etmezler. Fakat bu, Allah’ın vaadidir. Allah’ın
vaadi haktır. Allah en büyüktür.
3. İslâm hilafetinin kurulması, bağımsız karar verebilmesi
ve onu uygulayabilme gücü, dünyanın üçte ikisini teşkil eden
mustaz’af nüfusun ekonomik özgürleşmesi, buna bağlı olarak
askerî ve siyasî özgürlüğü anlamına gelir.
Şimdi buğday Amerika’nın elinde, silah ve mal Ame-
rika’nın elindeyken durumumuza bakacak olursak cahiliyeye
köleliğimizin açık görüntüleri ortaya çıkar. Cahiliye hem hâl
diliyle hem sözüyle hem diplomatik diliyle, her bir dil ile “Eğer
ekmek istiyorsanız bizimle iyi geçineceksiniz.” demektedir.
Zorba diktatör yöneticilerin, düşmanlarımızla iyi geçin-
mesinden rahatsız olmazlar. Hatta onlardan (bu halleriyle)
korkmazlar da. Aksine koltuklarını cahilî buğdayın tedavi etti-
ği kalabalıklar sarsmadığı sürece, cahilî silah ve bilginin yön-
lendirdiği sosyal ve siyasî çalkantılar sarsmadığı sürece önle-
rinde rüku edercesine eğilmekten zevk alırlar.
Geçen sömürgecilik döneminden sonra cahiliye bugünkü
dünyamızda yeni sömürgecilik yollarını izlemektedir. Ekono-
mik, kültürel sömürgecilik, kuzey ile güney arasında diyalog,
sosyalizm perdeleri altında işini görmektedir. İslâmî hilafetin
kurulması ise emperyalizmin yeni oyununu delmek, halkları
ekonomik kölelikten ve mezhebe bağlı tabiiyetten kurtarır. Bu
686 Nebevî Yöntem

kurtuluşun başlangıcı ise yeryüzünün ıslah edilip imar edilme-


si, gıdanın temini ve silahların geliştirilmesinin son bulmasıdır.
Allah bize bunu emir buyurmuştur. Nitekim Yüce Allah, Sa-
lih aleyhisselâm’ın, kavmine, “O, sizi yerden yaratıp orayı
imar etmenizi istedi”407 dediğini nakletmektedir.
Biz halifeliği güçsüz, ekonomik, sosyal, bilimsel, askerî,
idarî ve örgütsel bir vakıanın zemini üzerinde siyasî bir yapı
olarak düşünmüyoruz.
Hilafet, ancak bu Müslüman toplumların bütün alanlarda
yeniden kalıba dökülmesi ve Kitap ve sünnet örneğine uygun
olarak yeniden kuyumcu titizliğiyle işlenmesi demektir. Hila-
fet, iç ve dış düşmanla boğuşmak demektir. Düşman hiçbir
zaman kendisini rahatsız edip otoritesini sarsmana müsaade
etmeyeceği gibi istediğin gibi kendini kalıba dökmen için de
fırsat vermeyecektir.
İç ve dış düşmanların öfkesini hızlı bir şekilde üzerine en
çok çekecek husus ise onun, küresel istikbarın devamı mahi-
yetindeki olan içerideki sınıfsal menfaatlerine dokunmandır.
Buradaki “sınıfsal” kelimesi, “istikbar” kelimesine alışalım
diye kullanılmıştır.
Zorba krallıktan hilafete geçişin ölçüsü, paylaştırmada
adalettir, mihenk taşı mustaz’afların hakkını, insafla onlara
vermektir. Kamu malını haklı yollardan toplayıp hak yolda
harcamaktır. Bu nerede, yeryüzünde zorbaca tasallut eden
müstekbirlerin genel fesadı nerede? Bu nerede, onların aç
gözlülükleri nerede? Bu nerede, bizim diktatörlerimizin Müs-
lümanların malını, korkunç bir şekilde ve vicdanlı her özgür
kişiyi rahatsız eden, mert her insanın alnını utancından terle-
ten şekilde savurmaları nerede?

407 Hûd 11/61.


İmanın Şubeleri 687

İbn Sa‘d’ın Selmân’dan rivayetine göre Ömer radıyallahu


anh, ona, “Ben bir melik (kral) mıyım yoksa bir halife mi-
yim?” diye sordu. Selmân, “Eğer Müslümanların arazisinden
bir dirhemi, ondan az ya da çok bir miktarı toplayıp sonra da
onu hak etmediği bir yere harcayacak olursan sen bir kralsın,
halife değilsin” dedi. Bunun üzerine Ömer ağladı.408
Ölçü tek bir dirhem! Ne kadar hassas bir ölçü! Bir dir-
hem dolayısıyla verilen bir öğüt ve yapılan bir korkutma,
mü’minlerin emîrini ağlatıyor. Ne kadar ince kalplilik!
Kalpleri incelten, azimleri kararlılıkla dolduran terbiye ne-
rede?.. Her bir mü’mine, yöneticinin hesabını inceleme yet-
kisini tanıyan yapılanma nerede?.. İşte bunların ikisi biraraya
getirip de başı ve iradesi bulunan bir cisim olarak müşahhas-
laştıracak olursan artık hilafetin kapısını açabilirsin.

Yetmiş Altıncı Şube: Biat ve İtaat Etmek


Mülk (krallık), tasallutun tacı; hilafet de cihadın tacıdır.
Krallık akdi terör ve zulüm ile yapılır, hilafet akdi ise rıza,
danışma ve adalet ile yapılır. Öbürünün yörüngesi tasallut
edenlerin hevası ve müstekbirliklerinin düzeni etrafında dö-
nüp dururken halifeliğin yörüngesi “la ilahe illallah”a iman,
Allah’a itaat ve ondan neşet eden Rasûlüne itaat ve bizden
olan emir sahiplerine itaattir.
Krallığın nüfuzu yenik düşürülmüş ve aldatılmış kimsenin
korkutulmasına dayanırken halifeliğin nüfuzu ise Allah’a ver-
diği sözde bağlı kalan kimselere bağlı kalmak üzere Allah ile
ahitleşmiş samimi gönüllerin mesuliyet duygularıdır.

408 İbn Sa‘d, Tabakât, III, 306.


688 Nebevî Yöntem

Müslim’in -ve onun rivayetine yakın Hâkim’in- rivayet


ettiklerine göre, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Her kim itaatten el çekecek olursa kı-
yamet gününde lehine herhangi bir delil bulunmadığı
hâlde Allah’ın huzuruna çıkacaktır. Her kim boynunda
bir biat bulunmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.”409
Ashab’ın döneminden beri Müslümanlar iki endişeyi za-
man zaman duymuşlardır: Şartı bozuk olduğundan ötürü öyle
sanılan ama mü’min vicdanlar üzerinde de ısrarlı baskısı bulu-
nan bir bey’ate bağlı olmak ile yöneticilerin fesatçı olduklarını
gördüklerinden ötürü bu bey’atin sahih olup olmadığı husu-
sundaki şüphe ve tereddütler, endişeler.
Isırıcı hükümdarlar ve diktatör yöneticiler, bu hadiste sözü
edilen bey’ate bağlı kalmayıp bey’atsiz ölen kimseler hakkın-
daki bu tehdidi, kendi krallıklarının dinî temelleri sağlamlaştır-
mak için kullanırlar.
Bu konudaki Nebevî hadisler pek çoktur. Bunların için-
den açık ve net bir anlayış ile çıkmak ise bir zorunluluktur.
Böylelikle Müslümanlar vehimleri (yanılmaları) ortadan kal-
dırsın ve bölge emîrlik akdini yapsın, sonra da özgürleşme
akabinde Yüce Allah’ın izniyle hilafet akdini yapsınlar.
Şimdi kaydedeceğimiz hadis-i şerif, problemi, hak projek-
törünün her şeyi açığa çıkartan nurlu ışığının altına koymak-
tadır: Hadis imamlarından Ahmed bin Hanbel, Müslim ve
Nesâî’nin rivayet ettiklerine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyuruyor: “Kim itaatin dışına çıkarak
cemaatten ayrılıp ölürse cahiliye ölümü ile ölür. Her
kim kör bir sancak altında savaşır, asabiyet için öfke-
lenir yahut asabiyete çağırır ya da bir asabiyete yardım

409 Müslim, İmâre 58.


İmanın Şubeleri 689

edip de öldürülürse onun öldürülmesi cahiliye ölümü


olur. Her kim ümmetime karşı çıkıp iyisini de, kötüsü-
nü de vurur, mü’min olanından kaçınmaz, ahit sahibi
olanın da ahdinin gereğini yerine getirmezse o benden
değildir, ben de ondan değilim.”410
“Kör bir sancak” ile ilgili olarak Nevevi şunları söylüyor:
“Bu herhangi bir ciheti/yönü açıkça belli olmayan, muamma
olan iş demektir. Ahmed bin Hanbel ve cumhur da böyle
açıklamıştır. İshâk bin Râhûye ise ‘Bu, birtakım kimselerin
asabiyet için çarpışmaları gibi bir hâldir’ demiştir.”
Ahdinin gereğini yerine getirmeyen hain kişilere karşı çık-
manın gereği meselesinde hakkın nuru açıkça ortadadır. Üm-
metin zihinlerinde tek bir cihetten bağlayıcılığı olan bey’atlerin
kutsanması ise bu belirsizliğin bir muamma hâl alışından do-
layıdır. Çünkü yönetim altındakilere, susmayı, razı oluşu ve
tağuta ibadeti, yöneticiye, hainlik etsin diye, bir alan bıraksın-
lar diye gereğince dayatılan o ısırıcı akit, ancak bir köreltme ve
saptırmadır. Hatta ısırıcı hükümdarlar ile diktatörler herhangi
bir hususta bir ahitte bulunacak olurlarsa, ancak dilleriyle söz
ve taahhüt verirler ve aradan kısa bir zaman geçmeden o ahit-
lerine hainlik edip ahdi bozar, inkâr ederler.
Cemaatten ayrılıp ölen kişi, cahiliye ölümü ile ölür. Peki,
cemaat nerede? Acaba cemaat, hakka karşı dilsiz duran o
sürü müdür?
Kör bir sancak altında çarpışan ya da bir asabiyete yar-
dım edip de öldürülen, cahiliye ölümüyle ölür. Babadan
oğula miras alınan yönetim böyle kör bir sancaktır. Çünkü
bu yönetim sisteminde veliahtlığı öngören, neseb asabiyetidir.
Aralarından bir yönetici tayin eden, çağımızın bildiği şekliy-

410 Müslim, İmâre 53; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 28; Ahmed bin Hanbel, II, 296.
690 Nebevî Yöntem

le partiler, kitleselleşmeler kör sancaklardır. Çünkü bunlar da


maslahat yahut ideolojik asabiyetler üzerine yükselirler. Tak-
va, iman kardeşliği, Allah’ın egemenliği, Müslümanların işle-
rinin istişare ile yürütülmesi dışındaki esaslar üzerine kurulu
tek parti sistemi de kör bir sancaktır. Hem de bunun körlüğü
daha da ileridir. Çünkü karanlığının koyuluğu daha ileri olan
şekil, cahilî asabiyet hakkındadır.
Asırlar geçti ki susan ve susturulan yönetilenler, bu zaman
zarfında ısırıcı ve diktatör yöneticilerin avucunun içindeydi.
Cahilî yönetimden İslâm’ın yönetimine ve halifeliğe geçiş ise
ancak Müslümanların kendi nefislerindekini değiştirmeleri,
kendi işlerini kendilerinin ele almaları, yöneticilerin karşısına
onları doğru yolda yürümeye mecbur etmek için çıkmaları
hâlinde mümkün olabilir.
Ebu Bekir radıyallahu anh, ilk hutbesinde şunları söyle-
mişti: “Ben dosdoğru yolda yürürsem bana yardım edin, eğer
doğru yoldan uzaklaşırsam beni doğrultun. Allah’a itaat eder-
sem siz de bana itaat edin. Ama Allah’a karşı gelirsem siz de
bana karşı gelin.” Bunu Taberânî rivayet etmiştir.
Ebu Hilal el-Askerî’nin rivayetine göre, Ömer bin el-
Hattâb, Sa‘d bin Ebi Vakkâs’ı Kûfelilerin isteği üzerine vali-
likten azledince onlara şöyle demişti: “Eğer ben başınızdan
Sa‘d’ı görevinden alacak olursam şimdi bana söyleyin, ba-
şınızdaki imam (vali) size haklarınızı vermez, sizinle kötü ar-
kadaşlık yapacak olursa ne yapacaksınız.” dedi. Onlar, “Eğer
hayır görürsek Allah’a hamd ederiz, eğer bir şer görürsek sab-
rederiz.” Bunun üzerine Ömer, “Hayır! Allah’a yemin ederim
ki onlar (başınızdaki yöneticiler) sizi alıp hakkın içine soktuk-
ları gibi siz de onları alıp hakkın içine getirmediğiniz ve hak
sebebi ile onlar sizi vurmadığı, siz de hak için onları vurmadı-
ğınız takdirde yeryüzünde (Allah’ın) şahitleri olamazsınız. Ya
böyle yaparsınız ya da olmaz.”
İmanın Şubeleri 691

Pek şefkatli, pek merhametli Muhammed Mustafa sallal-


lahu aleyhi ve sellem, kendisinden varid olmuş sahih hadis-
lerde, ümmetine, apaçık küfür hali görülmedikçe yöneticilere
sabretmelerini tavsiye etmektedir.
Hadis-i şeriflerde çeşitlilik bulunmaktadır ki saray âlimleri,
şerri gerekçelendirmek, şerre karşı susup onunla birlikte yaşa-
mayı haklı göstermek için bir dayanak gösterirler.
Esasında bunlar genel tavsiyeler ve bütün çağlar için teş-
ridir. İlmin genelinden özel uygulamalara, sınırsız zaman ve
mekânın alanından çağın, yerin ve uygulamanın dar sınırla-
rına inildiği zaman, o zaman kör sancakları taşıyan kimseler,
kendi hevalarına göre nasları istedikleri gibi seçip kendilerini
rahatsız edenler hakkında da bir şey söylememe fırsatı elde
ederler.
Şüphe yok ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in as-
habı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrinin ve ya-
sağının gerekçesini (menatını) çok iyi biliyorlardı. Özellikle de
ondan sonra gelen iki halife Ebu Bekir ve Ömer. Ahmed bin
Hanbel, Tirmizî ve İbn Mâce, sahih bir senetle Huzeyfe’den
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “Benden sonra ge-
lecek iki kişiye Ebu Bekir’e ve Ömer’e uyun” buyurdu-
ğunu rivayet etmiştir.411
Ebu Bekir es-Sıddîk’ın konuşmasını ve Ömer el-Faruk’un,
henüz suskun sürü zihniyetinin donukluğu içinde yaşayan bir
topluluk ile konuşmasını az önce gördük.
Ömer, “Hayır, Allah’a yemin ederim ki hak sebebi ile on-
ları sorgulamadığınız sürece yeryüzünde şahitler olamazsınız.”
demişti.

411 Tirmizî, Menâkıb 16; İbn Mâce, Mukaddime 11; Ahmed bin Hanbel, V, 382.
692 Nebevî Yöntem

Yeryüzünde şahitler olmak. Yani uyanıklığınızla, işinizi


aranızda istişare ile yürütmeyi emreden Allah’ın emrini yakın-
dan takip edecek kadar hazır olmadıkça, hatta durum gerekti-
rirse onlara karşı çıkmadıkça olmaz.
Zulmetmesi hâlinde yöneticiyle savaşmanın ve ona karşı
çıkmanın önemi dolayısıyla bizim ona karşı çıkmamız meşru
kılınmıştır. Hâkim’in, sahih olduğunu belirttiği, Zehebî’nin de
bu hususta ona uyduğu bir hadise göre, Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şehitlerin efendisi,
Abdulmuttalib’in oğlu Hamza ile zalim bir imamın kar-
şısına dikilip ona (hakkı) emredip (münkeri) yasakla-
dığı için öldürülen kişidir.”412 Örnek kıyam ise İmam Hü-
seyin radıyallahu anh’ın kıyamıdır.
Ümmet arasında işleri ile ilgilenmek, ruhu fetrete uğrayıp
ölünce tek taraflı olarak yönetici hakkında herhangi bir ka-
yıt ve şart koşmaksızın biat yapmak şeklinde, hakkını arayış
gerileyince işte o vakit -çağımızdaki mücahidlerden birisinin
dediği üzere- “o dehşet verici kayboluş” ortaya çıktı.

Yetmiş Yedinci Şube: Yüce Allah’a Davet Etmek


Yüce Allah, Rasûlüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “Biz
seni, ancak bütün insanlar için bir müjdeleyici ve bir
korkutucu olarak gönderdik.”413 Risaletin bütün insan-
lara tebliğ edilmesi, Allah’ın, rasûllerini insanlara gönderiş
sebebini teşkil eden amaçtır. O risaleti miras olarak yüklenip
onu savunmak, ümmete ve bütün insanlara tebliğ etmek ise
yeryüzünde halifelik makamına getirilmeleri kendilerine va-
dolunmuş Allah’ın erlerinin amacıdır.

412 Hâkim, Müstedrek, III, 215.


413 Sebe 34/8.
İmanın Şubeleri 693

Kıyam aşamalarında daveti Allah’ın erleri taşır. Bununla


birlikte bölgesel İslâm devletinin kurulması ile birlikte davet
görevleri sona ermez. Aksine daha geniş bir aşama başlamış
olur.
Allah’ın erleri, ümmetin ortasında Kur’ân-ı Kerim’de oluş-
turulması emrolunmuş ümmetin kendisidirler. Yüce Allah şu
buyruğu ile onların hedeflerini tayin etmiştir: “Sizden hay-
ra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir
topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta
kendileridir. Siz kendilerine apaçık deliller geldikten
sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.”414 İşte
bunlar “Müslümanların cemaatidir.” İyiliği emredip münker-
den alıkoymak ve ümmetin dağınıklığını bir araya toplamak
görevi, onların yerine getirmeleri gereken bir görevdir. İslâm
devletinin kuruluşundan önce ve sonra Nebevî risaletten,
onun korunup tebliğ edilmesinden sorumlu olan mirasçılar
onlardır. Eğer Yüce Allah’ın şu ilahî tebliğde Nebisi sallalla-
hu aleyhi ve sellem’i nitelendirdikleriyle kendileri, amelleri ve
imanları örtüşecek olursa bu mirasçılığı da hak ederler ve Al-
lah, onlara yeryüzünde imkân ve iktidar verir:
“Ey Nebi! Şüphe yok ki biz seni,
Bir şahit
Bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik.
Allah’a, izni ile çağıran bir davetçi
Ve nur saçan bir kandil olarak da.”415
1. “Şahitlik,” sorumluluk gerektiren, hazır bulunmak de-
mektir. Eğer Allah’ın erleri, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve

414 Âl-i İmrân 3/104-105.


415 Ahzâb 33/45-46.
694 Nebevî Yöntem

sellem’in toplum ile iç içe olduğu gibi iç içe olmaz, varlıklarını


açıkça ispatlamaz, ümmetin arasına iyiden iyiye, sabırla, gay-
retle, faal hareketlilikle, ısrarla onun yaptığı gibi girmeyecek
olurlarsa, o yüce sünnetin kemâlinden Allah’ın erlerinin bir
payı olmaz. Ümmet, İslâm tarihinde ihmal edilmiş bir kemi-
yettir. Çünkü davet ricali, uzun asırlardan beri alanda görün-
müyor. Ya dervişlikle ya Allah için zahitlikle ya da la havle
çekmekle meşguller! Allah’ın erlerinin şahitliğinin ise genel
vasıflı olması gerekir. Böylelikle hem yerel vakıada hem de
küresel çapta güçlü ve etkin bir hazır oluş ile temsil edilsinler.
Ömer radıyallahu anh, Kûfelilere, “Hayır! Allah’a yemin ede-
rim ki sizler onları alıp hakka getirmedikçe yeryüzünde şahitler
olamazsınız…” demişti.
Yeryüzünde şahitler, kıyam aşamalarında siyasî bir güçtür.
Ondan sonra da devlete egemen olan bir güçtür. Çevremizi sa-
ran düzenlerde egemen olan partiden hükümetin çıktığını ve
hükümeti onun yönlendirdiğini görüyoruz. Komünist ülkelerde
tek partinin kendisi hem hükümet hem devlet hem her şeydir.
Peki, İslâm devleti altında davetin makamı ne olacaktır?
Bu davet makamı, devlet kalsın diye eriyecek midir, yoksa
iyiliği emredip münkerden alıkoymak, gemiyi yönlendirmek
hususunda hükümetten bağımsızlığını ve birliğini koruyarak
görevini yerine getirebilecek midir?
İslâm hükümetinin teşriî ilahidir ama uygulaması beşerîdir.
Beşerî her hükümet ise hatalarla ve doğrudan sapmakla karşı
karşıya kalabilir. O hâlde davetin, doğrultmak ve ıslah etmek
için egemen ve bağımsız kalması bir zorunluluktur. Hazırda
bulunup şahitlik edenin o olması bir gereklilik olduğu gibi da-
vetin meclislerinin, kurumlarının ve adamlarının olması, onun
yanında da yönetimin kurumlarının, organlarının ve adamla-
rının olması gereklidir.
İmanın Şubeleri 695

Devletin kurulması ile davetin ortadan kalkmaması gere-


kir. Bu varlığın, başı üzerinde değil de ayakları üzerinde yürü-
mesi için her bir işin yeniden yerli yerince oturtulması gerekir.
Devlet, davetten çıkan bir düzendi. Yönetim bozulunca devlet
her şey oluverdi. Davet ve davetin adamları ise iradesi ol-
mayan ya da ona yakın ikinci derecede bir uyruk ve vakıayı
değiştirebilme gücünden mahrum bir uydu oldu.
İslâmî vaziyette belirleyici olan ve genel kararları alan da-
vet olmalı, hükümet de yürütme organı olmalıdır.
Vücut zayıf, araç iri ve ağır olursa o takdirde araç, sahi-
binin aleyhine çalışarak onu ölüme sürükler. Kıyam esnasın-
da davetin görevleri ağır ve büyüktür ama devletin kurulması
ve yönetim işlerinin yürütülmesi esnasında ağırlığı daha da
artar. O hâlde yürütme görevleri, davetin birinci hedefinin
kaybolmasına sebeb teşkil edecek şekilde davet üzerinde bir
hegemonya kurmamalıdır. Eğer yönetimin problemleri dave-
tin enerji ve dinamiklerini tüketecek olur, ortalama çözümleri
kabul etmek zorunda bırakacak olursa artık ona elveda de-
mek gerekecektir.
2. “Müjdecilik ve uyarıcılık,” teşvik ve korkutma… Müj-
denin kendisi ve güleryüzü olan hayra çağırmak, iyiliği em-
retmek olan davet ile devlet arasında bir yardımlaşma söz
konusudur. Eğer kişi, Kur’ân’ın, vazgeçmeyi isteyen emrine
rağmen vazgeçmeyecek olursa devletin, münkerin boynun-
dan yakalama hakkı ve görevi vardır.
İmam Osman bin Afvân radıyallahu anh, “Allah, Kur’ân ile
alıkoymadığını sultan ile (devlet otoritesiyle) alıkoyar.” demiştir.
O, bu sözünü, Kur’ânî eğitimin gerileyişini ve devlet otoritesinin
dilinden başka bir dili çok az anlayabilen, pek iyi olmayan bir
kuşağın ortaya çıktığını gördükten sonra söylemişti.
696 Nebevî Yöntem

Peki, ya bugün ümmet bu anlamda dibe vurmuşsa nasıl


olsun?.. Yüce Allah’tan korkmak değil de beşerî baskı kor-
kusu genel olarak insanların davranışlarını yönlendiren korku
haline gelmişse nasıl olacak? Kıyam aşamalarında diktatör bir
yönetim davete karşı savaşacaktır. Şer eli, hayır işlemek üzere
uzatılmış eli vuracaktır.
Kıyamdan sonraki inşa ve yeryüzünde Allah’ın hükmü-
nün uygulanması döneminde ise devletin otoriter gücünün
üstünlük ve baskın hâlinden davetin eli olan sağ elin çalışması
ile demir yumruk olarak kalması gereken sol eli arasındaki
dengeye doğru tedrici bir şekilde geçmeye ihtiyacımız olacak-
tır. Peki, rahmet ve hikmet eli nasıl yardımlaşacaktır?
İşte bu, Yüce Allah’ın izniyle yönetimin başında oldukları
zaman Müslümanların önüne gelecek en önemli sorudur.
3. Allah’ın izniyle O’nun yoluna davet etmek. Allah’ın
rasûlleri -salat ve selam olsun onlara- açısından durum bir pey-
gamber olarak gönderilmeleri ve vahiy almaları şeklindedir.
Allah’ı bilen, Allah’ın erleri açısından ise ilham ve ilahî tevfik
söz konusudur.
Davetçiler hareketle ilgili sebepler dairesi dışındaki başa-
rısızlıkların sebebini çok az sorgularlar. Onlar kendilerini koru-
ması için acaba Allah’ın emirlerine riayet ediyorlar mı? Ken-
dilerine başarı ihsan etmesi için O’na gereği gibi itaat etmekte
midirler? Allah’ı anmak ve kendilerine ilham ihsan etmesi için
dua ve yakarışla kapısında durmak suretiyle kalplerini ve akıl-
larını arıtmışlar mıdır?
Ey Allah’ın erleri! Bana, nasıl bir eğitim aldığınızı, yüce
Mevlanıza nasıl bir kulluk gerçekleştirdiğinizi söyleyin, ben de
Kur’ân diliyle size, burada ve orada sizi nasıl bir akıbetin ve
nasıl bir hidayetin beklediğini söyleyeyim.
İmanın Şubeleri 697

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yolumuzda cihad


edenleri elbette Biz yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki
Allah ihsan edenlerle beraberdir.”416 Yani itaate ve Allah
yoluna hızlıca koşanlarla beraberdir. Yüce Rabbimiz yine şöy-
le buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah kendi (dini)ne yardım
edene elbette yardım eder. Muhakkak Allah güçlüdür,
azizdir.”417
Yüce Allah, kendi çare ve tedbirine güvenip meselenin
kendi meselesi değil, Allah’ın meselesi olduğunu unutan kim-
selere yardım va’detmemektedir. O, tedbir almada, güç ha-
zırlamada, emri yerine getirmek için atılganlıkta bütün çaba
ve gayretini harcayarak Yüce Allah’a yalvarma ve niyaz kapı-
sından girip O’ndan yardım, güç ve imdat isteyen kimselere
vaadde bulunmuştur.
Kötülüğü emreden nefsimiz, başarının Yüce Allah’tan ol-
duğunu, O’nun hidayetinin, ilhamının ve yardımının bizim ilk
ve son azığımız olduğunu bize unutturmaktadır.
Nebiler ve rasûller hakkındaki bütün bu hususlar ilahî bir
bağıştır, bir doğruluk makamıdır (kadem-i sıdktır) ve güzel bir
şekilde onlar hakkında takdir edilmiştir.
Bizim için ise bunlar Allah için içtihat ve cihaddır. Kadem-i
sıdk ve güzelliğin takdiri ise her durumda varılacak ve ulaşıla-
cak olan makamlardır.
Allah’a dönmek, işi O’na teslim etmek, O’na güvenmek,
bununla birlikte sebeplerin konumunu kabul edip güç hazır-
lamak, tedbir almak, çağın ve geleceğin düzeyinde silah ve
araçlar edinmek. İşte işin özü olan Allah’a iman ile; örgütlen-
me, yapılanma ve hareket arasındaki dengeyi sağlayan budur.

416 Ankebût 29/69.


417 Hac 22/40.
698 Nebevî Yöntem

Davetsiz devlet, ruhsuz bir bedendir. İmanî bir eğitim ol-


madan yapılanma ve hareket ise siyasî bir particiliktir, İslâm
ile hiçbir ilgisi yoktur. Kalpte Allah sevgisi ve O’na tevekkül
yoksa İslâm’ı diline dolamış bir liderlik, kâfileyi Tih’e götürür.
Allah’ı zikretmek ve her zaman O’nun huzurunda huşu
duymak olmadan siyasî analiz ve fikrî derinlik, dünya hezeya-
nı düzeyinde bir başka hezeyandır. Nefsi, nefsin hastalıklarını
ve ilaçlarını tanımayan bir hareket, hevesten ibarettir.
Kalbinde münafıklık münkeri bulunan bir kimse mün-
keri (kötülüğü) değiştiremez. Yüce Allah’ı bilmeyen bir kim-
se ma’rufu (iyiliği) emredemez. Sen Allah’ı bilip tanımazken
-kendi zannına göre- Allah’a nasıl davet edersin? Allah’ı tanı-
mazken Allah’ın davet edenleri kuşatan inayetinin seni kuşa-
tacağını mı zannedersin?
Vehimleri içerisinde körelmiş, gafletleri içerisinde uyku-
ya dalmış ve basiret üzere olmayan bir kimsenin gözü Yüce
Allah’a karşı perdelidir. Bu durumda Allah’a davet ettiğini na-
sıl ileri sürebilir? Şanı Yüce Allah, doğruluğun ve hakkın da-
vetçilerini, yüce Rasûlü Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi
ve sellem’e şu hitabında basiret ile nitelendirmişken başka tür-
lüsü nasıl olabilir: “De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben
Allah’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana
uyanlar da.”418 Basiret nedir, perde nedir? Bunlar sırf lafız-
lardan mı ibarettir? O hâlde kendin için ağla!
Söylediklerimi anlayabilmeniz için Şeyh Abdulkadir
Geylânî’nin “el-Fethu’l-Rabbanî” isimli kitabını okuyun. Mer-
hum, bu hususta güzel öğütler vermiş ve işi oldukça ileriye
götürerek uyuyanların gayretlerini uyandırmak için olanca

418 Yusuf 12/108.


İmanın Şubeleri 699

gayret harcamıştır. Onu okursanız, belki de Allah’ın izniyle


davetin anlamını idrak edebilirsiniz.
4. “Işık saçan kandil,” Allah’ın halili ve sevdiği Muham-
med sallallahu aleyhi ve sellem içindir bu. Allah’ın kadrini
bilmekten gafil olanların takdir etmekten uzak oldukları bir
kemâlin ifadesidir.
Allah’ın erleri açısından ise -ey mü’min kişi- senin;
Allah’ın nebilerden, sıddıklardan, şehitlerden ve salihler-
den oluşan seçkin kullarının kalplerine tevdi ettiği imanî ve
ihsanî nurdan payına düşendir. Yüce Allah şöyle buyurmak-
tadır: “Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse işte on-
lar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler,
sıddikler, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne
iyi arkadaştırlar.”419
Uyan ve bil ki Nebevî yöntem, ayaklarını Rasûlullah sal-
lallahu aleyhi ve sellem’in ayaklarını koyduğu yere koyman
demek olan o yoldur. O yol, seni Allah’ın kendilerine nimetler
ihsan etmiş olduğu kimselere kavuşturacak dosdoğru yoldur.
Kitabında onlar üzerindeki nimetlerini, onlara lütuf ve ihsan-
larını, onların davalarına yardım ve desteğini sana anlatmıştır.
Ayrıca onlara yol arkadaşı olmanın güzelliğine de sana zikret-
miştir/bildirmiştir.
Bunca uzun sahifelerde sana anlatılan yöntem eğer seni
Allah’ın huzuruna bütün benliğinle getirmiyorsa, Yüce Allah’a
yönelmeye seni teşvik etmiyorsa, bunun için senin gayretini
uyandırmıyorsa kesinlikle bu, Nebevî bir yöntem değildir.
Eğer Allah’ı sevmek, O’na itaat etmek, davasına hizmet
etmek, O’nun davasına yardımcı olmak, senin düşüncen, se-
nin anlamın, gıdan ve içeceğin, bedenin ve ruhun, hayatın ve

419 Nisâ 4/69.


700 Nebevî Yöntem

ölümün değilse sakın zulme ve küfre karşı direnişinin, İslâm


devletini kurmanının, ahiret yurdunda ve Allah nezdinde kişi
olarak sana fayda vereceğini zannetme! Ölü denilen kimseler
ahiret yurduna geçip gitmiş olanlar değildir. O geçiş, elbette
ki bir haktır. Fakat o ölümden sonra kabirlerden kalkış, bir di-
riliş, bir hesap, bir cennet ve bir cehennem vardır. Yüce Allah
“Allah’ı anmaktan kalpleri kaskatı olanların vay haline.
İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler”420 buyur-
maktadır.
Ölü, ancak kalbi ölmüş olandır. Böyle birisinin burada
da orada da -nauzübillah- hayat bulması umulmaz. Çünkü
Yüce Allah “Kim burada kör ise o ahirette de kördür.
Yol itibariyle de en şaşkındır”421 buyurmaktadır. Basiret
körlüğünden Allah’a sığınırız. Kalbin hayatta olması ne de-
mektir, basiret ne demektir? Rabbini zikretmiyorsan nereden
bileceksin? “Rabbini zikreden kişinin misali ile Allah’ı
zikretmeyenin misali, diri ile ölünün misali gibidir”422
hadisi, Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri bir hadistir.
Ölü kişi; Allah’tan gafil olan, Allah’ı anmaktan yüz çevi-
ren, aziz ve zelil kılanın yalnız Allah olduğunu, dilediklerini
kendisine seçen ve tevbe edip dönenleri de kendisine iletenin
O olduğunu inkâr eden kimsedir.
Ölü kişi, Allah’tan payını kaçıran, alamayan kişidir. Ölü
kişi; ölüm zamanında kendisine ölüm meleği gelip de hayatı-
na baktığı zaman hayırdan eser bulunmadığını gören, neden
yaratıldığını bilmeyen, Yüce Allah’a farz ve nafile namaz kıla-
rak -namaz dahi kılsa, oruç dahi tutsa, ben Müslümanım dahi
dese- yakınlaşmak için çalışmayan kimsedir.

420 Zümer 22.


421 İsrâ 17/72.
422 Buhârî, Daavât 26; Müslim, Müsâfirîn 211.
İmanın Şubeleri 701

Kendine ağla ve basiret üzere Allah’a davet eden ve elin-


den alıp seni yürütecek olan, sana Allah’a gidecek yolu göste-
recek, nefsini hoşlanmadığı hallere nasıl zorlayacağını sana öğ-
retecek, Allah’a giden yolda tepeyi nasıl aşacağını, O’na nasıl
ulaşacağını ve O’nu nasıl tanıyacağını öğretecek bir kimse bul.
Yüce Allah, Lokman’ın, oğluna yaptığı vasiyeti aktarırken “Ve
bana dönenlerin yoluna uy.”423 dediğini buyurmaktadır.
Ölü kişi; Kur’ân’ı okuyup da gafletten uyanmayan kim-
sedir. Dünya hayatını geçip bir an olsun Yaratanı sormak için
durmamış kimsedir. Tam anlamı ile Allah’ı gösteren Kitap ve
sünnetten buyruklar okuyup da düşünmeyen, akletmeyen,
Allah’ın rızasını istemeyen, Allah’ın rızasını isteyenlerle birlik-
te sabredip durmayan, Rabbini özlemeyen, O’na kavuşmayı
sevmeyen kimsedir. O’na tevbe edip dönmediği için tevbesi-
nin kabul edilme imkânı olmayan, O’ndan mağfiret dileme-
diği için günahlarının bağışlanması fırsatını kaçıran, O’ndan
istemeyi ihmal ettiği için ihsanı verilmeyen kimsedir. En üstün
dilek Allah’ın lütfunu, sonra Allah’ın rızasını, sonra Allah’ın
vechini dilemendir. Böyle bir kimse (bunları yapmayan kim-
se), ihsan edicilerle birlikte olma fırsatını da kaçırmıştır.
Allah’ın kendilerine nimet ihsan ettiği kimselerle birlikte
olmanın hem orada hem burada birlikte olmak olduğunu
unutmamalısın. İşte bu, sohbetin (arkadaşlığın) anlamıdır. Biz
sohbeti birinci hasletin yarısı, cemaati de diğer yarısı kabul
ettik. Bu sebeple cemaatlerin neden hareket ettiğini ve nereye
yöneldiklerini bil. Nerede olursan ol, orada istikametin Allah,
buluşulan yolun O’nun yolu olduğundan emin ol ve Allah’a
giden istikametin ve buluşma yerinin Allah’ın yolu olarak de-
vam etmesi gerekir.
Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Muhammed, Allah’ın
Rasûlü’dür.

423 Lokmân 31/15.


SONUÇ

Allah’ım bize emrettiğin kapsamlı dualarla sana dua edi-


yorum:
Rahman Rahim Allah’ın adı ile. “Hamd ancak
âlemlerin Rabbi, Rahman Rahim ve din gününün sa-
hibi Allah’adır. Yalnız Sana ibadet eder yalnız Senden
yardım dileriz. Hidayet eyle bizi dosdoğru yola. (Yani)
gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil
de kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.”424 Âmin.
Rabbimiz dünyada bize bir güzellik, ahirette de bir güzel-
lik ver ve bizi cehennem ateşinden koru.
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene
iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.
‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım
yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığın-
dık! Dönüş sanadır’ dediler. Allah her şahsı, ancak gü-
cünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandı-
ğı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rab-
bimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu
tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi
bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gü-
cümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi

424 Fatiha 1/1-7.


İmanın Şubeleri 703

bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler top-


luluğuna karşı bize yardım et!”425 Âmin.
***
Allah’ım Sana kulun, nebin ve rasûlün Muhammed sal-
lallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı duaları yaparak dua ediyo-
rum. Sen ona, onun aile halkına, eşlerine, ashabına, hoş ve
temiz zürriyetine bereketler ihsan eyle. Allah’ım! Sen kendi
nefislerimizden ancak senin ile sahip olabildiğimiz şeyleri biz-
den istedin. Allah’ım! Sen bize, seni bizden razı edecek olan
şeyleri ver.
Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten,
çokça yaşlanıp ihtiyarlamaktan, kalp katılığından, gafletten,
fakirlikten, zilletten, yoksulluktan sana sığınırım. Fakirlikten,
küfürden, fasıklıktan, ayrılıkçılıktan, ikiyüzlülükten, başkaları
duysun diye ve riyakârca amel etmekten sana sığınırım. Sağır
olmaktan, dilsizlikten, delilikten, cüzamdan, alaca hastalığın-
dan ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.
Allah’ım tembellikten, yaşlanıp ihtiyarlamaktan, günah-
tan ve borçlanmaktan sana sığınırım. Kabir fitnesinden, kabir
azabından, cehennem ateşi fitnesinden, cehennem azabın-
dan, zenginliğin fitnesinin şerrinden, sana sığınırım, fakirlik
fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Mesih deccalin fitnesinden
sana sığınırım. Allah’ım günahlarımı su ile kar ile dolu ile yıka.
Beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi de günahlar-
dan temizle. Doğu ile batı arasında koyduğun uzaklık gibi be-
nimle günahlarım arasını da öylece uzaklaştır.
Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilik-
ten, ihtiyarlayıp yaşlanmaktan, kabir azabından ve deccalin
fitnesinden sana sığınırım. Allah’ım nefsime takvasını ver ve

425 Bakara 2/285-286.


704 Nebevî Yöntem

onu tertemiz et. Onu tertemiz edenlerin en hayırlısısın. Onun


velisi ve mevlası sensin. Allah’ım fayda vermeyen bir ilimden,
huşu sahibi olmayan bir kalpten, doymayan bir nefisten ve
kabul olunmayan duadan sana sığınırım.
Allah’ım gazabından, rızana cezalandırmandan afiyetine,
senden sana sığınırım. Sana yeterince övgülerde bulunamam.
Sen kendi zatını övdüğün gibisin.
Allah’ım ben sana günahlarımdan dolayı mağfiret dileyip
onları ikrar ve itiraf etme dili ile dua ediyorum. Senin üze-
rindeki nimetini itiraf ettiğim gibi günahımı da itiraf ediyo-
rum. Sen bana günahımı bağışla çünkü senden başka kimse
günahları bağışlamaz. Yüce Rabbim, sana, sana sığınmanın,
sana kaçmanın, sana muhtaç olmanın, sana mecbur olmanın
dileği ile sana dua ediyorum.
Yüce Mevlam! Sana vermiş olduğun hidayet, lütfetmiş ih-
sanlar, bağışlayıp bol bol verdiğin nimetler için şükür dili ile
dua ediyorum. Hamd ve güzel övgü yalnız sana aittir. Ben
sana yeterince övgülerde bulunamam. Sen kendi zatını öv-
düğün gibisin.
Allah’ım kullarına sana giden yolun tepesini aşmalarını
söyleyip bütünü ile yalnız seni gözetip sana yönelmeleri için
seslendim. Bize de iman edip birbirlerine sabrı tavsiye eden,
merhameti tavsiye eden kimselerden olmamızı söyledin. Sa-
dıklarla birlikte olmamızı emir buyurdun. Bizlere kendilerine
nimet ihsan ettiğin nebilerle, sıddiklerle, şehitlerle ve Salihler-
le birlikte olmayı ihsan et. Onlar ne güzel arkadaştırlar. Bizlere
Rasûlün Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e muhabbet
ve tabii olmak sohbetini, onun mirasçısı olanlar ile de yol ar-
kadaşlığı ve dostluk sohbetini nasib et. Çünkü o bizlere kişinin
arkadaşının dini üzere olduğunu haber verdi. Bize kimlerle
arkadaşlık edeceğimize dikkat edip gerekli araştırmayı yap-
mamızı emir buyurdu. Allah’ım dünyada cihad ile, ahirette de
İmanın Şubeleri 705

cennette ve senin kerim vechine bakmak sureti ile bizi onlarla


birlikte kıl.
Allah’ım bizi huzuruna geri al. Huzurunda sevilenlerin du-
ruşu ile durdur ve bize o kapıyı aç.
Seni anmayı, sana şükretmeyi bize ilham et. Kalplerimizi
şirkten, kinden, şüpheden arındır. Seni bilmenin nuru ile bizi
nurlandır.
Bize doğruluğu, samimiyeti, mesuliyet, himmet ve sana
hicretteki sadakati nasib et.
Nefislerimizden ve cimriliklerinden bizi kurtar ki senin yo-
lunda mallarımızı ve canlarımızı cömertçe feda edelim.
Bize kendi nezdinden bir ilim öğret. Sana seslenip müna-
catın lezzetini lutfeyle.
Seni razı edecek ve bu ümmeti aziz edecek hususlarda
bizi çalıştır.
Üzerimize senden gelen bir sevgi bırak. Yarattıkların ara-
sında senin gerçek dostlarının heybetini bize giydir. Senin er-
lerinin safında iken de mü’minlere karşı mü’minlerin zilletini
giydir.
Bizlerle sana masiyet olan işler arasına engel koy. Cihad
yerlerinde bize sebat ver.
Sana giden yolda bizi yürüt ve ey mevlamız bize zafer
nasib et.
Senin yolunda şehadeti nasib et.
Allah’ım bize seninle hoş bir hayat yaşat. Gerçek dostla-
rının hayatını sonlandırdığın mutlulukla bizim de hayatımızı
sonlandır. Günlerimizin en hayırlısı, en mutlusu sana kavu-
şacağımız gün olsun. Cihad meydanında sünnet ve cemaat
706 Nebevî Yöntem

üzere sana kavuşmanın şevki ile canımızı al ey celal ve ikram


sahibi.
Allah’ım bizleri adaleti dimdik ayakta tutan hakkın şahit-
lerinden kıl. Rabbim göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır,
dilimdeki bağı çöz ki sözümü iyice bellesinler.
Rabbim kulun ve nebin Muhammed sallallahu aleyhi ve
sellem’in ümmetine merhamet ve rahmet buyur, ona lütfet,
onların günahlarını bağışla, onlara yardım et, onlara rızık ih-
san et, onları aziz kıl ve o ümmeti halife kıl.
Rabbimiz bizlere ve bizden önce iman ile geçmiş kardeş-
lerimize mağfiret buyur. İman edenler için kalbimizde bir kin
bırakma. Rabbimiz muhakkak sen Raufsun, rahimsin.
Sözümde bir yanlış bulup onu düzeltene yahut bir yanılgı
tespit edip onu örtene, yahut istemeyerek işlenmiş bir hata
bulup onu hatırlatana, ya da kasti bir tekrar ile karşılaşıp buna
katlanana da Allah rahmetini ihsan buyursun.
Bana bereketini, Allah’ın huzuruna selim bir kalb ile var-
mış olanın dışında malın ve evladın fayda vermeyeceği ölüm-
den sonraki zamanda bulacağım kendisinin de melek kardeşi-
nin gıyabında kardeşine dua eden kimseye misli ile dua ettiği
için o duanın bereketini bulmasını niyaz ettiğim, bana hayır
duada bulunan erkek ve kadın her bir Allah kuluna Allah mer-
hamet buyursun.
Allah’ım senin için düzelmesi için sen kalplerimize bir se-
lamet nasib buyur.
Allah’ım Muhammed’e, efendimiz Muhammed’in aile
halkına, efendimiz İbrahim’e ve efendimiz İbrahim’in aile hal-
kına salat eylediğin gibi salat eyle. Efendimiz Muhammed’e,
efendimiz Muhammed’in âline, efendimiz İbrahim’e, efendi-
miz İbrahim’in aile halkına, âlemler arasında bereketler ihsan
İmanın Şubeleri 707

eylediğin gibi bereketler ihsan eyle. Şüphesiz ki sen hamidsin


mecidsin.
İzzetin rabbi olan senin rabbin onların nitelendirmelerin-
den yüce ve münezzehtir. Bütün rasûllere selam olsun, hamd
yalnız Âlemlerin Rabbi Allah’adır.
Allah’a hamd olsun ki, Cuma gecesi 13 Safer 1402’de
tamamlandı.
İÇİNDEKİLER

ÜÇÜNCÜ BASKIYI SUNARKEN........................................ 5


BİRİNCİ BASKININ ÖNSÖZÜ........................................... 11
ÇEŞİTLİ MUKADDİMELER............................................... 15
NÜBÜVVET YÖNTEMİ.......................................................... 17
TATLI HAYALLERDEN CİHADA DOĞRU............................. 22
“RABBİNİZDEN BİR MAĞFİRETE VE CENNETE KOŞUN”...... 25
İSLÂMÎ AYAKLANMA (KIYAM).............................................. 30

BİRİNCİ BÖLÜM
ALLAH’A GİDEN YOLDA YOKUŞU AŞMAK
YOKUŞLAR.................................................................... 37
ALLAH’IN ERLERİNİN GÖREVLERİ................................... 44
1. Belirli Bir Alandaki Müslüman Topluluğu Bir Araya Getirmek ve Bu
Topluluğun Fertlerini Eğitip Örgütlemek.................................... 45
2. Bölgesel İslâm Devletinin Kuruluşu....................................... 47
3. İslâm Vatanının Çeşitli Bölgelerinin Bir Araya Getirilmesi....... 47
Nübüvvetin Mirasçısı Halifelik................................................... 48
ALLAH’IN ERLERİ GÖREVLERİNİ NASIL İFA EDERLER?.... 51
Apaçık Yol.............................................................................. 52
Net Siyasal Çizgi..................................................................... 55
Bedel: Allah’ın Rızasının Bedeli................................................ 59
Esneklik.................................................................................. 63
İKİNCİ BÖLÜM
DİNİN VE İMANIN YENİLENMESİ
YENİLEME (TECDİD) ...................................................... 69
İSLÂM, İMAN VE İHSAN.................................................. 74
İMANIN ŞUBELERİ ......................................................... 79

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
EĞİTİM
KAPSAMLI KIŞILIK ........................................................ 85
BEDEVILIK .................................................................... 85
ALLAH’IN ERLERININ MERTEBELERI .............................. 86
KIŞI VE MÜSLÜMAN OLARAK KATKILARI ...................... 88
ADALETLE ŞAHITLIK EDEN MÜ’MIN................................ 90
GELECEĞE YÖNELIK BIR EĞITIM ................................... 91
ÜSRA DENILEN HÜCRE ................................................. 92
MESCITLERDEKI HALKALAR ......................................... 93
İSLÂMÎ KÜLTÜREL HAFTALAR ....................................... 93
KAMPLAR VE RIBATLAR ............................................... 94
GENÇLERIN EĞITIMI....................................................... 94
MÜ’MIN HANIMLARIN EĞITIMI........................................ 95
PROGRAMLAR, KITAPLAR VE ZAMANLAMA................... 95
1. Kur’ân-ı Kerim..................................................................... 96
2. Hadis.................................................................................. 96
3. Akide Fıkhı......................................................................... 97
4. İbadetler Fıkhı..................................................................... 97
5. Sîret Fıkhı........................................................................... 97
6. Sünnet Fıkhı....................................................................... 97
7. Kalbi İncelten, Ruhların Hastalıklarının Reçetelerine ve Yaşayış
İlmine Dair Eserler................................................................... 98
8. Davet Fıkhı......................................................................... 99
9. Küçük İslâm Tarihi.............................................................. 99
10. Tarihe Mal Olmuş Kişilerin Biyografileri............................... 99
11. Arap Dili ve Grameri.......................................................... 100
VAKIANIN FIKHI VE UZMANLIK....................................... 100
GECE VE GÜNDÜZ YAPILACAK İŞLER (AMELU’L-YEVM VE’L-
LEYLE)........................................................................... 100
TERBIYEDE DENGE........................................................ 103
EĞITIMIN ŞARTLARI ...................................................... 103
Birinci Şart: Arkadaşlık ve Cemaat........................................... 103
İkinci Şart: Zikir....................................................................... 104
Üçüncü Şart: Sıdk (Doğruluk)................................................... 105

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÖRGÜTLEME
MÜ’MİNLERİN VELİLİĞİ.................................................. 109
EMİRLİK........................................................................ 113
EMİRLİK DÜZENİ............................................................ 116
YAPILANMANIN KOMUTA BİRİMLERİ.............................. 117
1. İrşad Meclisi........................................................................ 117
2. Genel Mürşid...................................................................... 117
3. Meclisler ............................................................................ 119
MÜLAHAZALAR.............................................................. 124
ÖRGÜTLENME BAŞKANLARININ ZORUNLULUKLARI ...... 125
1. Emir/Genel Mürşid ............................................................. 125
2. Emirin/Genel Mürşidin Azledilmesi . .................................... 127
3. İrşad Meclisi ....................................................................... 128
4. Bölgesel Uygulama Meclisi .................................................. 129
5. Nakibler Meclisleri .............................................................. 130
6. Dava İçin İşini Gücünü Bırakmak . ....................................... 130
7. Teklifler ve Hemen Uygulamaya Geçmek . ........................... 131
8. Eğitim ve Öğretim Görevleri . .............................................. 132
9. Aday Olma ve Seçilme ....................................................... 133
10. Toplantılar ve Toplantıları Düzenleyecek Kimseler .............. 136
YAPILANMA AYGITLARI ................................................ 138
YÜRÜTME MECLİSİ NAKİBİ ............................................ 140
CİHAZLAR (ORGANLAR/AYGITLAR) ............................... 142
1. Mescit ................................................................................ 143
2. Üyelik Bürosu..................................................................... 144
3. İlişkiler Bürosu ................................................................... 144
4. Eğitim Komitesi . ................................................................ 144
5. Siyasî Komite ..................................................................... 144
6. Öğretim Komitesi ............................................................... 144
7. Organizasyon Planlamak ve Çalışma Üsluplarını Geliştirmek İçin
Teknik ve Yasal Komite .......................................................... 145
8. Medya Komitesi ................................................................. 145
9. Malî Komite ....................................................................... 145
10. Gezi, Kamp ve Spor Bürosu . ............................................ 146
11. Hayır İşleri ve Tıbbî Acil Yardım Komitesi .......................... 146
12. Evlilik ve Hac Sandığı . ...................................................... 146
BELİRLEYİCİ/DÜZENLEYİCİ ÜÇ ETKEN........................... 147
Düzenleyici Birinci Etken: Allah İçin Sevmek ............................ 149
Düzenleyici İkinci Etken: Nasihat ve Şura ................................. 153
İstişarede Uyulması Gereken Edepler..................................... 156
İstişarenin Şer’î Ölçüsü......................................................... 159
İstihare................................................................................ 161
Genel ve Özel Nasihat.......................................................... 162
Düzenleyici Üçüncü Etken: İtaat............................................... 166
İtaat ve Heybet..................................................................... 169
Emirlik Akdi . ...................................................................... 171
Biatın Birden Çok Oluşu ve Tekrarı....................................... 172
Akdin Muhtevası ....................................................................................... 173
Emir Bir Hakemdir............................................................... 182
YAPILANMANIN HASTALIKLARI...................................... 186
Görüş Ayrılığı.......................................................................... 186
Lâ ilahe illallah........................................................................ 190
Emir Sahiplerine İsyan Etmek En Tehlikeli Hastalıktır................ 191
Fer’i Hastalıklar....................................................................... 197
Hasta Unsurlar . ..................................................................... 200
Zorba Önder........................................................................... 200
Cezalar .................................................................................. 202

BEŞİNCİ BÖLÜM
ON HASLET VE İMANIN ŞUBELERİ
ALLAH’A GİDEN YOLDA YÜRÜMEK................................. 207
İMANIN ŞUBELERİ.......................................................... 209
YAŞAM TARZININ BİRLİĞİ ............................................. 215
ON HASLET . ................................................................. 217
BİRİNCİ HASLET: ARKADAŞLIK VE CEMAAT .................. 221
Eğitim Açısından Arkadaşlık ve Cemaat.................................... 221
Arkadaşlık ve Arkadaş.............................................................. 222
Kardeşlik Akdi......................................................................... 228
Rabıta Duası........................................................................... 229
Örgütlü Bir Cemaat Olmadan Cihad Olmaz.............................. 230
Yapılanma Açısından Sohbet (Arkadaşlık) ve Cemaat................. 233
Arkadaş İmam......................................................................... 235
“Eğer Bana Uyarsan…”.......................................................... 237
Mü’minler Arasında Kardeşlik................................................... 239
Arkadaşlık (Sohbet) ve Hayır Arayışı......................................... 242
Halkla Arkadaşlık (Sohbet)....................................................... 243
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 244
Birinci Şube: Allah’ı ve Rasûlü’nü Sevmek............................. 245
İkinci Şube: Yüce Allah Yolunda Sevmek............................... 246
Üçüncü Şube: Mü’minlerle Sohbet Etmek ve Onlara İkramda
Bulunmak............................................................................ 247
Dördüncü Şube: Hz. Peygamber’in Ahlâkına Uymak.............. 247
Beşinci Şube: Evde Allah Rasûlü’ne Uymak........................... 248
Altıncı Şube: Anne-Babaya, Akrabaya ve Arkadaşa İyilik Yapmak...248
Yedinci Şube: İslâmî Adap ve Hukuka Uygun Evlilik .............. 251
Sekizinci Şube: Kivamet ve Koruyuculuk................................ 252
Dokuzuncu Şube: Komşuya ve Misafire İkram........................ 253
Onuncu Şube: Müslümanların Haklarına Riayet Etmek ve İnsanların
Arasını Düzeltmek................................................................ 255
On Birinci Şube: Birr (İyilik) ve Güzel Ahlâk........................... 256
İKİNCİ HASLET: ZİKİR.................................................... 257
Terbiye olarark Zikir................................................................ 257
Allah’ın Kitabı ve Âlemin Hezeyanı........................................... 258
Esaslar.................................................................................... 259
Kemali istemek........................................................................ 260
Virdler ................................................................................... 262
Yapılanma Açısından Zikir........................................................ 264
Velayet Allah’a mahsustur (Yanlız Allah, Veli ve Dost Edinilir)..... 264
Cahiliye Davalarını Gütmek . ................................................... 266
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 269
On İkinci Şube: La İlahe İllallah ............................................ 269
On Üçüncü Şube: Namaz .................................................... 272
On Dördüncü Şube: Nafileler ............................................... 273
On Beşinci Şube: Kur’ân Tilaveti . ........................................ 274
On Altıncı Şube: Zikir ve Etkisi . ........................................... 276
On Yedinci Şube: İman Meclisleri . ....................................... 277
On Sekizinci Şube: Hz. Peygamber’in Yaptığı Zikirlere Uymak .280
On Dokuzuncu Şube: Dua ve Dua Adabı .............................. 281
Yirminci Şube: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in Dualarına Uymak ..282
Yirmi Birinci Şube: Hz. Peygamber’e Salavât Getirmek ......... 283
Yirmi İkinci Şube: Tevbe ve İstiğfar ...................................... 285
Yirmi Üçüncü Şube: Havf ve Reca (Korku ve Ümit)................ 286
Yirmi Dördüncü Şube: Ölümü Hatırlamak.............................. 287
ÜÇÜNCÜ HASLET: SIDK (DOĞRULUK)............................ 291
Terbiye (Eğitim) Açısından Sıdk................................................. 291
Yapılanma Açısından Doğruluk................................................. 299
Gayret ve İrade ...................................................................... 300
Mücahid Öncüler..................................................................... 302
Hicret ve Yardımcılık (Ensar Ruhu)........................................... 305
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 306
Yirmi Beşinci Şube: Allah’a ve O’nun Gaybına İman............... 306
Yirmi Altıncı Şube: Ahiret Gününe İman................................ 310
Yirmi Yedinci Şube: Niyet ve İhlâs......................................... 311
Yirmi Sekizinci Şube: Doğruluk ............................................ 313
Yirmi Dokuzuncu Şube: Nasihat............................................ 314
Otuzuncu Şube: Emanet ve Ahde Vefa.................................. 315
Otuz Birinci Şube: Kalbin Selim Olması................................. 317
Otuz İkinci Şube: Hicret ...................................................... 318
Otuz Üçüncü Şube: Yardımcılık (Ensar Ruhu)......................... 321
Otuz Dördüncü Şube: Şecaat................................................ 322
Otuz Beşinci Şube: Salih Rüyanın Doğrulanması ve Yorumlanması.323
DÖRDÜNCÜ HASLET: CÖMERTÇE VERMEK (BEZL)......... 326
Eğitim Bakımından Cömertçe Vermek...................................... 326
Fütüvvet................................................................................. 326
Mal ve Şeref............................................................................ 330
Şu Gencin Rabbi Olan Allah’ın Adıyla!...................................... 331
Allah Yolunda İnfak................................................................. 332
Yapılanma Açısından İnfak....................................................... 333
Tatavvu (İnfak)......................................................................... 333
Faal Davetçiler........................................................................ 339
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 343
Otuz Altıncı Şube: Zekât ve Sadaka....................................... 343
Otuz Yedinci Şube: Cömertlik ve Allah Yolunda İnfak............ 345
Otuz Sekizinci Şube: Akrabalara, Yetimlere ve Yoksullara Vermek..346
Otuz Dokuzuncu Şube: Yemek Yedirmek.............................. 348
Kırkıncı Şube: Malın Paylaşılması.......................................... 349
BEŞİNCİ HASLET: İLİM................................................... 351
Eğitim Açısından İlim............................................................... 351
Fayda Vermeyen İlimden Allah’a Sığınırız.................................. 351
Nakil, Akıl ve İrade.................................................................. 352
Faydalı İlim............................................................................. 353
Yapılanma Açısından İlim......................................................... 358
Tasavvuf (Kuram) Birliği........................................................... 358
Zihniyetler............................................................................... 360
Toplu İçtihat............................................................................ 363
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 368
Kırk Birinci Şube: İlim Tahsili ve İlmi Yaymak........................ 368
Kırk İkinci Şube: Öğretim, Öğrenim ve Âdabı........................ 371
Kırk Üçüncü Şube: Kur’ân’ı Öğrenmek ve Öğretmek............. 372
Kırk Dördüncü Şube: Hadis ve Sünnete Uymak..................... 374
Kırk Beşinci Şube: Hitabet ile Öğretim................................... 375
Kırk Altıncı Şube: Vaazlarla ve Kıssalarla Öğretim.................. 377
ALTINCI HASLET: AMEL................................................. 378
Eğitim Bakımından Amel......................................................... 378
Fitneden İmana....................................................................... 378
Görevleri Yapabilme Gücü....................................................... 382
Yapılanma Bakımından Amel................................................... 386
Heder Edilen Güçler................................................................ 386
O Hâlde Ne Yapmalı?.............................................................. 390
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 400
Kırk Yedinci Şube: Kazanç Yollarına Başvurmak.................... 400
Kırk Sekizinci Şube: Helal İstemek........................................ 402
Kırk Dokuzuncu Şube: Adalet............................................... 406
Ellinci Şube: Yoldan Rahatsızlık Veren Şeyleri Uzaklaştırmak.. 409
Elli Birinci Şube: Hakkı ve Sabrı Tavsiye................................ 411
Elli İkinci Şube: Allah’ın, Cihad Eden Kullarını Gaybî Yardımlarla
Desteklemesi....................................................................... 416
Elli Üçüncü Şube: Cihad Edenlerin Rızıklarındaki Bereket....... 418
YEDİNCİ HASLET: GÜZEL HÂL VE GÖRÜNÜŞ (SEMT)....... 421
Eğitim Bakımından Güzel Hal ve Görünüş................................. 421
Ziyal (Cahiliyeden Ayrılmak)..................................................... 421
Yargılayıcı Değil Davetçi........................................................... 424
Yapılanma Açısından Güzel Hâl ve Görünüş.............................. 429
Münafıkları Müjdele................................................................. 429
Ona, “Onu Isır…” (Deyin)......................................................... 432
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 439
Elli Dördüncü Şube: Taharet ve Temizlik............................... 439
Elli Beşinci Şube: Giyim Adabı.............................................. 441
Elli Altıncı Şube: Güzel Hal ve Görünüş ve Güleç Yüz............. 444
Elli Yedinci Şube: Hayâ........................................................ 446
Elli Sekizinci Şube: Adab-ı Muaşeret (Görgü Kuralları)............. 449
Elli Dokuzuncu Şube: Cuma ve Bayramlar............................. 456
Altmışıncı Şube: Mescitleri İmar Etmek.................................. 459
SEKİZİNCİ HASLET: VAKAR............................................ 462
Eğitim Bakımından Vakar........................................................ 462
Sürü Zihniyeti.......................................................................... 462
“Lâ İlahe İllallah” Deyin, Kurtulursunuz...................................... 464
İhtilafa Düşmedikçe Hiçbir Kavim Sapmaz................................ 467
Yapılanma Açısından Vakar..................................................... 469
Mü’minlerin Temennisi............................................................ 469
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 482
Altmış Birinci Şube: Oruç...................................................... 482
Altmış İkinci Şube: Allah’ın Sınırlarında Durmak..................... 483
Altmış Üçüncü Şube: Kanın Korunması ve Müslümanları Affetmek.496
Altmış Dördüncü Şube: Dili ve Sırları Korumak...................... 499
Altmış Beşinci Şube: Susmak ve Tefekkür.............................. 501
Altmış Altıncı Şube: Sabretmek ve Eziyete Katlanmak............. 502
Altmış Yedinci Şube: Rıfk (Yumuşak Huyluluk), Ağırbaşlılık, Hilm ve
Yaratılmışlara Merhametli Olmak . ........................................ 503
Altmış Sekizinci Şube: Tevazu (Alçak Gönüllük)...................... 505
DOKUZUNCU HASLET: İKTİSAT..................................... 509
Eğitim Bakımından İktisat......................................................... 509
Oturmak mı, İdealizm mi?........................................................ 510
Fakirlik ile Refah Arasında....................................................... 511
Allah’a Giden Yolda Yürümek.................................................. 515
Yapılanma Bakımından İktisat ................................................. 516
Maddî Temel/Zemin................................................................ 516
Yolumuzu Nasıl Açacağız?........................................................ 517
Sorumluluklarımız.................................................................... 520
Bazı İslâmî Kurallar.................................................................. 524
Esaslar.................................................................................... 525
Malı Elde Etme Yolları............................................................. 526
Genel İstihlaf .......................................................................... 529
Özel Anlamıyla İstihlaf ............................................................ 530
Üretim . ................................................................................. 532
Dağıtım.................................................................................. 536
Birinci Mülahaza...................................................................... 537
İkinci Mülahaza....................................................................... 540
Üçüncü Mülahaza.................................................................... 541
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 552
Altmış Dokuzuncu Şube: Malı Korumak................................. 552
Yetmişinci Şube: Zahitlik ve Az ile Yetinmek.......................... 558
Yetmiş Birinci Şube: Dünyanın Aldatıcılığından Korkmak........ 565
Hava İçinde Hava.................................................................... 571
ONUNCU HASLET: CİHAD.............................................. 572
Dünyadan Payına Düşen.......................................................... 572
Eğitim ve İlerleyiş Bakımından Cihad........................................ 574
Başladığımız Noktaya Geri Dönmek.......................................... 574
Büyük ve Küçük Cihadlar......................................................... 582
Devrim ve Kıyam.................................................................... 584
Yapılanma ve Yürüyüş Bakımından Cihad................................. 591
Allahu Ekber........................................................................... 591
Ölüm Sanatı............................................................................ 595
Cihadın Çeşitleri...................................................................... 601
1. Can ile Cihad................................................................... 602
2. Mal ile Cihad.................................................................... 606
3. Öğretim Cihadı................................................................ 611
4. İyiliği Emredip Münkerden Alıkoyma Cihadı....................... 615
5. Sözle ve Delille Cihad....................................................... 619
6. Hazırlık ve İnşa Cihadı...................................................... 631
7. Siyasal Cihad................................................................... 637
8. Uygulama Cihadı.............................................................. 641
9. Küfre Karşı Cihad............................................................. 652
10. Başarılı Örnek Cihadı...................................................... 658
11. Tevhid Cihadı................................................................. 668
Bu Hasletin Şubeleri................................................................ 675
Yetmiş İkinci Şube: Hac ve Umre.......................................... 675
Yetmiş Üçüncü Şube: Allah Yolunda Cihad............................ 678
Yetmiş Dördüncü Şube: Cihadda Hz. Peygamber’e ve Ashabına
Uymak................................................................................ 680
Yetmiş Beşinci Şube: Halifelik ve Emîrlik................................ 682
Yetmiş Altıncı Şube: Biat ve İtaat Etmek................................ 687
Yetmiş Yedinci Şube: Yüce Allah’a Davet Etmek.................... 692
SONUÇ.......................................................................... 702

You might also like