You are on page 1of 3

M.

M.

Şerif MARDİN tarafından yazıldı.

Kategori: Medeniyet Tasavvuru

12 Eylül 2017 tarihinde yayınlandı.


Prof.Dr. Şerif MARDİN
"Toplumun bir merkezi vardır." Ama nasıl ki, bazı toplumların ötekilerden daha sağlam
merkezleri varsa, bu merkezler oluşturulurken kullanılan malzeme de toplumlara göre büyük
değişiklik gösterir . Bu "serbestçe devinip duran" kaynakları düzene sokmak için girişilen
çabaların çoğunlukla pek kısa ömürlü olmasına rağmen Ortadoğu'da, bu çeşit merkezlerin
kurumsal çerçevesini kurmak için yapılan girişimlerin uzun bir tarihi vardır. Bu açıdan Osmanlı
İmparatorluğu, göze çarpan bir istisnadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun, karmaşık ve incelmiş bir
kurumlar şebekesine dayanan uzun ömürlü bir merkezi vardı.
Osmanlıların uyguladığı yöntemler ustaca ve çeşitliydi. Dinsel azınlıklardan çoğunlukla küçük
yaşlarda toplanan bireyleri yönetici seçkinler arasına alan, onları resmî görevliler sınıfıyla
bütünleştiren, vergi ve toprak yönetimini mutlaka merkezleştirmese de sıkıca denetim altında
tutan ve resmî dinsel düzene egemen olan merkez, adalet ve eğitim alanlarında ve yasallığın
simgelerinin yayılıp tanıtılmasında, sağlam dayanak noktaları bulmuştu . Komşu İran'la bir
karşılaştırma yapılırsa, Osmanlıların bu başarıları, daha açık bir biçimde ortaya çıkar. İranlı
yöneticiler, denetime alamadıkları çok sayıda toplumsal güçle ustaca oynayan "büyük düzen
kurucuları"ndan başka şey değillerdi çoğunlukla. Ne var ki, Osmanlıların bu konulardaki
başarıları, komşularının kurumlarıyla karşıtlık durumunda ele alınıp tam anlamıyla
değerlendirilemez. Daha geniş bir bakış açısı edinebilmek için, bir başka karşılaştırma yapmak
doğru olur. Bu karşılaştırmada, Osmanlı imparatorluğu, ortaya çıkmakta olan merkezileşmiş Batı
devleti ve daha sonra onun yerine geçen modern ulus-devleti ile yanyana konarak ele
alınmalıdır.
Batı'da, 17. yüzyıl yarısında ortaya çıkan hükümet biçimi olan "Leviathan"da, daha sonraki ulus-
devlet de, Osmanlı kurumlarının gelişiminde rol oynadı. Bunlar, başlangıçta, Osmanlıların
özellikle gerçekleştirdikleri başarılardan ötürü eskiden beri gurur duydukları alanlarda üstünlük
elde etmeye başlayan rakipler olarak görüldüler. Ama daha sonraki modernleşme süreci boyunca
Osmanlılar, bu yeni devlet biçimlerini kendi hükümetlerinde yapacakları reformun modelleri
olarak gördüler.
Leviathan ve ulus-devlet, yapısal açıdan Osmanlı kurumlarıyla karşıtlıklar gösterdiğinde, Türk
tarihi bakımından da önem taşır. Batı'da devleti biçimlendiren güçler, modernleşme başlamadan
önce Osmanlı devletini biçimlendiren güçlerden önemli ölçüde farklı gibi görünmektedir. Modern
devleti yaratan merkezileşme süreci, dayandığı feodal temellerden ötürü, çevre güçleri
diyebileceğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı karşıya gelmeyi
kapsamıştı. Bu güçler feodal soylular, kentler, kasabalar ve daha sonra endüstri emeğiydi. Bu
uzlaşmalar, Leviathan'ın ve ulus-devletin bir ölçüde iyi eklemlenmiş yapılar olmasına yolaçtı. Ne
zaman bir uzlaşma ve hatta tek yanlı bir zafer gerçekleşse, çevresel gücün bir bölümünün
merkezde bütünleşmesi de sağlanmış oluyordu. Böylece, feodal zümreler ya da "ayrıcalıklılar" ya
da işçiler, yönetimle bütünleştiler, ama aynı zamanda, özerk durumlarının tanınmasını sağladılar.
Ardar-da kendini gösteren bu karşı karşıya gelmelerin ve tanınıp kabul edilmelerin çok önemli
sonuçları olmuştur. Karşı karşıya gelmeler çeşitliydi. Devlet ile kilise, ulus kurucular ile yerelciler,
üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki çatışmalar, bunun örnekleridir. Bu çapraz
bölünümler, Batı Avrupa modern siyasasının bükülgenliğine büyük ölçüde katkıda bulunan çeşitli
siyasal kimliklerin ortaya çıkmasına yolaçtı. Ote yandan merkez» çevresel öğelerle bir bağlantılar
sistemi içinde bulunuyordu. Ortaçag'ın büyük zümreleri parlamentolarda yeralmıştı; alt sınıflara
haklar tanınmıştı.
yüzyıldan önce Osmanlı İmparatorluğu'nda, katmerli karşı karşıya gelmenin ve bütünleşmenin bu
ayırt edici özellikleri eksik gibi gözükmektedir. Daha doğrusu, temel karşı karşıya gelme, tek
boyutluydu ve her zaman, merkez ile çevre arasındaki bir çatışma olarak ortaya çıkıyordu.
Ayrıca, çevresel toplum güçlerinin özerkliği, ancak de facto'ydu ve, Batı Avrupa'da, örneğin,
"bağımlı tüzel kişilikler" olsalar bile "Bey'den ya da Prens'ten ayrı" olan zümrelere tanınmış
kurumsallık hakkı ile bunun arasında çok önemli bir fark vardı. Yakın zamana kadar, merkez ile
çevrenin karşı karşıya gelmesi, Türk siyasasının temelinde yatan en önemli toplumsal kopukluktu
ve yüz yıldan fazla süren modernleşmeden sonra da varlığını sürdürmüş gibi gözüküyordu. Bu
incelemede, modernleşme boyunca bu kopukluğun nasıl sürüp gittiği ele alınıyor.

Geleneksel Sistem

Merkez ile çevrenin, Osmanlı siyasal ve ekonomik yaşamının temel sorunu durumuna gelmesine
yolaçan birçok neden vardı. Merkez-çevre kopukluğunun en genel boyutu, doğmakta olan bir
imparatorluk içinde bölük pörçüklüğün varlığını hâlâ geniş ölçüde sürdürmesiydi. Osmanlı
İmparatorluğu, miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal beyler tarafından değil de merkezden
denetlenen bir ordu kurmakta başarı göstermişti, ama Osmanlı toplumu bu çerçevenin içine
kolayca girip oturmuyordu. İmparatorluğun bazı bölümlerinde, imparatorluk-öncesi bir soylular
sınıfı varlığını sürdürmüştü, soy-sop zincirleri hâlâ güçlüydü, dinsel tarikatlar özerk güçlerinin
dayandığı temelleri hatırlatabilirlerdi ve çeşitli etnik ve dinsel gruplar vardı.
Bu dağınık potansiyelin özel bir durumu, devlet ile İmparatorluğun çekirdeği olan Anadolu'daki
göçebeler arasındaki ilişkiydi. Devletin çevredeki göçebelerle uğraşmasının getirdiği güçlük,
yerel bir rahatsızlıktı. Ama ayrıca göçebeler ile kentlerde oturanlar arasındaki karşıtlık, Osmanlı
okumuşlarının, uygarlığın kent ile göçebelik arasındaki bir çekişme olduğu ve göçebeliğe ilişkin
her şeyin küçümsenmekten başka bir işe yaramadığı konusundaki kalıp düşüncesini de
doğurmuştu. Göçebe ve yerleşik halk arasındaki bu temel kopukluğun bir kalıntısı, yerleşik tarım
yapılan on üç ilin istatistik verilerinin, toplumsal yapısının ve başlıca sorunlarının, hayvancılığa
dayalı ekonominin ve göçebeliğin kalıntılarının geçerli olduğu dört ildeki verilerle, yapıyla ve
sorunlarla keskin bir karşıtlık içinde bulunduğu doğu Türkiye'de bugün de hâlâ görülür.
Merkez-çevre kopukluğunun bir başka vurucu öğesi, merkezin, bir Osmanlı-öncesi soylular
zümresinden kalan izlere ve yıldızları Osmanlılarla birlikte parlayan taşralı bazı güçlü ailelere
karşı kuşkuyla davranmasıydı. Taşralar ayrıca, başeğmez din sapkınlığının da fesat yuvalarıydı.
Kargaşalık çıkaran tarikatlar, karşıt görüşleri uzlaştırmaya yönelen dinler, Mesih olduğunu ileri
sürenler uzun süren ve iyice hatırlanan bir tehlike oluşturmuşlardı. Osmanlı taşraları, taht
üzerinde hak iddia edenler için elverişli yerler haline geldiğinde çevre, ayaklanmaların çıkış
noktası görevini yerine getirmesi için gerekli olanı da edinmiş oldu.
Bütün bunlar, merkezin gözyumduğu bir yerelcilik temeli üzerinde ortaya çıkıyordu; çünkü,
Osmanlı toplumsal yöneticiliği, başa çıkılmaz örgütlenme işleriyle karşı karşıya kalmıştı,
imparatorluk genişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, yerel törelere
yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özelliklere yönelik ve merkezsel olmayan bir
uzlaşma sistemini pekiştirerek hasettiler. Gevşek bağların işe yaradığını gördüklerinde, daha
kapsamlı bir bütünleştirmeye girişmediler. Bu yan-özerk gruplar arasında, kendi din liderleri
tarafından denetlenen gayrimüslim toplulukları sayabiliriz. Böylece, daha genel ve bütünsel
anlamda merkez ve çevrenin birbiriyle çok gevşek bağlar içinde bulunan iki dünya olduğunu
söyleyebiliriz. Toplumsal parçalanmışlıkla birlikte Osmanlı toplumunun bu yanı, Osmanlı düzeni
temel sorunlarından birini ortaya koyar. Bu sorun, Sultan ve resmî görevlileri ile Osmanlı
Anadolu'sunun iyice bölük pörçük yapısı arasında ortaya çıkan karşı karşıya gelmedir. Anadolu,
modern Türkiye'nin toprak bakımından kurucu öğesi olduğu için, bugünkü incelemeler açısından
özellikle önem taşır.
Bölük pörçüklük karşısında yeralanlar, yani resmî görevliler, çevreden deyim yerindeyse yalnızca
parmaklığın öte yanında olmaları bakımından değil, bazı simgesel farklılıklarla olduğu gibi bazı
ayırt edici statü özellikleri dolayısıyla da ayrılıyorlardı. Uzun süre, bazı büyük ve küçük resmî
görevlileri ayırt eden özellik, bunların çoğunun gayrimüslim gruplardan alınıp toplanmasıydı . Bu
uygulama, ideal bir örüntüyü , Sultanın kölesi haline gelen bürokrat örüntüsünü gerçekleştirme
amacını güdüyordu. Bu ideal şemada, resmî görevli, hiçbir kişisel bağı olduğu ileri sürülemeyen
ve hanedanın amaçlarının yerine getirilmesine bütün varlığını adamış bir kimse olarak ortaya
çıkıyordu. Bundan ötürü resmî düzen, özgür doğmuş Müslümanları bu görevlerin dışında bıraktığı
için suçlanıyordu ve kuşkusuz, bu engelleme, acı ve öfkeyle hatırlanıp durdu. Kul ile bazı
istisnalar dışında alt sınıfların gündelik yaşamına daha yakın olan resmî dinsel düzen üyeleri
arasında da sürtüşme vardı. Böylece dinsel kurum, merkez ile çevre arasındaki sınır çizgisi
üzerinde yeralıyordu. Modernleştirme boyunca ve merkezin laikleştirme siyasetlerinden ötürü de
bu kurum çevre ile gittikçe daha fazla özdeşleşti .
Seçkin resmî görevliler ile çevre arasındaki ayırımın temelleri, ekonomik değişkenlerde de
görülüyordu. Resmî görevlilerden vergi alınmıyordu ve imparatorluğun geliştiği dönemde
bunların servetleri en zengin tüccarlardan aşağı kalmıyordu, işadamının, bazı kimseleri çalıştırıp
ücret ödemesi ve iş yerinin öteki giderleri gözönüne alınarak bir ölçüde açıklanabilir bu, ama aynı
zamanda Osmanlı yasallığının da belli bir yanıdır. Yani bu, ülkenin en önde gelen yurttaşlarının
tüccarlar değil de, siyasal iktidarı elinde tutanlar olduğunu göstermektedir. Devletin ekonomi
üzerinde kurmuş olduğu denetim, Osmanlı İmparatorluğu'nda siyasanın önceliği olduğunu
gösteren bir başka örnektir. Resmî görevliler, yönetici olarak geniş iktîdara sahiptirler, ama
bunun tersine, kul statüleri dolayısıyla, özel yönetim yasalarına bağlıydılar ve Müslüman halkın
"medenî hakları"ndan yoksundular. Daha geniş bir açıdan bakınca, miras yoluyla iş başına gelmiş
resmî görevli ile özgür doğmuş Müslümanın tüm yaşam biçimleri arasında bir karşıtlık görülür.
Osmanlı yönetici sınıfının bir başka özelliğinden de söze-delim. Bu özellik, merkezin bir ölçüde
askerî yapıya sahip olmasıdır ve İmparatorluğun başarısı, büyük ölçüde, askerî güçleri denetleyip
harekete geçirmekten doğan bir başarıydı; yönetici seçkinler ile bütün öteki bireyler arasındaki
ayırım, askerî terminoloji ile dile getiriliyordu. Yönetici sınıfın üyelerine askerî ya da "asker sınıfı"
deniyordu. Ama, merkez ile çevre arasındaki karşı karşıya gelme, resmî görevlilik statüsünün
mirasla geçmesinden doğmuyordu. Tam tersine, liyakatli olanlar ilerleyip yükseliyordu ve
İmparatorluğun en güçlü olduğu dönemde, resmî mesleklerde yükselme, özellikle bu biçimde
gerçekleşmişti. Devlete uzun zaman hizmet etmiş bazı aileler, ayrıcalıklı yerler elde etmişlerdi,
ama resmî görevlilerin sağlandığı bu ikinci kaynak, yani bu aileler, resmî görevlere geçme
konusunda üyelerine yalnızca dolaylı ayrıcalıklar sağlıyordu. Resmî koruyuculuk ve saray
çevrelerinin etkisi, ancak imparatorluğun büyük çöküş noktasına ulaştığı zaman daha fazla önem
kazanmış gibi görünüyor.
Her çeşit resmî görevli ile hem kırsal hem de kentsel kitleler arasındaki farka dikkati çeken bir
başka yan da, devletin bürokrat çekirdeğinin etkinlik tarzıydı.

Powered by TCPDF (www.tcpdf.org)

You might also like