You are on page 1of 7

Çağdaşlaşma ve Modernleşme Nedir?

Türk toplumunda çağdaşlaşma sorununun son üç yüz yıla damgasını vurduğu


söylenebilir. Mustafa Kemal’in eylemi belki bu kavram çerçevesinde geliştirilen kuramlarla
daha da anlaşılabilecektir. Ne var ki burada da kavramsal bazı sorunlar bulunmaktadır. Çünkü
çağdaşlaşma hep dilden düşmeyen ama içeriğinin de bir çırpıda ortaya konması mümkün
olmayan belirsiz bir kavram gibi algılanabilmektedir. Öncelikle belirtilmelidir ki çağdaşlaşma
kavramına özdeş olmak üzere Türkçe’de “modernleşme”, “batılılaşma”, “sanayileşme”
terimleri de kullanılmaktadır. Bununla beraber çağdaşlaşma ya da diğer bir ifadeyle
modernleşme kavramını somutlaştırma gereği bulunmaktadır. Bu yapıldığı takdirde Türk
toplumunda hem kültürel alanda hem de siyasal sistem alanında gerçekleştirilmeye çalışılan
çağdaşlaşma daha anlaşılır hale gelebilecektir.

Çağdaşlaşmayı tanımlamaya çalışırken çoğu zaman buna bir “süreç” olarak


yaklaşılmaktadır ve bu sürecin farklı görünüm biçimleri “tasvir” edilerek bir sonuca varmaya
çalışılmaktadır. Bu durum batılı ya da doğulu olmakla ya da olmamakla değil, çağdaşlaşmanın
çok boyutluluğundan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir görüşe göre çağdaşlaşma “son
yüzyılların bilgi patlamasının sonucunda çağlık bir yenileşme sürecinin aldığı dinamik biçim”
olarak tanımlamaktadır. Bu kavram hiç kuşkusuz Avrupa uygarlığı kökenlidir. Bu açıdan
çağdaşlaşma ilk olarak günümüz anlamında Batı Avrupa’da filizlenmiştir. 19.ve 20.yüzyıllarda
bu coğrafyada meydana gelen bu bağlamdaki gelişmeler dünyanın diğer bölgelerini de etki
altına almıştır. Bu nedenle “çağdaşlaşma” “sanayileşmeye eşlik eden siyasal ve toplumsal
değişiklikler”in karşılığı olarak kullanılmaktadır. Son tanımlama Türk çağdaşlaşmasını doğru
yorumlamak bakımından da günümüzde elde edilen toplumsal durum dikkate alındığında bir
ölçüt olabilecek nitelikte gözükmektedir.

Çağdaşlaşma ya da diğer ifadeyle modernleşme Türk düşününde batılı yazarların


düşünceleri ışığında anlamlandırılmıştır. Modernleşme “geleneksel toplumdan modern toplum
tipine doğru bir toplumsal değişim süreci” olarak tanımlanırken modernleşmenin toplumun
derinliklerine etki etme özelliğine dikkat çekilmektedir. Bu açıdan çağdaşlaşma toplumun,
evrensel yasalara bağlı bir biçimde “birbirini izleyen ve sonrakinin öncekine oranla daha üstün
olduğu aşamalı bir evrim niteliğinde” anlaşılmakta ve temelinde bir “ilerleme düşüncesi”ni
barındırmaktadır.

Modernleşmenin gerçekleştiği toplum aynı zamanda modern toplum adını almaktadır.


Ya da bu şekilde nitelenmektedir. Modern toplumdan ne anlaşılması gerektiği ise ayrı bir konu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Her tanım karşıtı ile var olabilir. Dolayısıyla modern toplum
tanımı da karşıtına göre kendini tanımlar. Modern toplumun karşıtı ise “geleneksel toplum”dur.
1
Geleneksel-Modern Toplum

Gelenek kavramı Batı’da ortaya çıkışından bu yana bir çok çevrede adet, alışkanlık,
miras olarak devralınmış düşünce kalıpları vb. şeyleri ifade etmek için kullanılmakta ise de, bu
ifadelerin kavramı tam anlamıyla karşıladığı doğru değildir. Gelenek’in ayırt edici özelliği
“kutsal”ın rehberliğinde bir dünya kurmak olduğundan, evrensel anlamda dinle, ezeli hikmetle
özdeşleştirilebilir. Kaynağı bir olmakla birlikte, dini formların çokluğu da geleneklerin
çokluğuna işaret eder.(Toku,2000:168)

Geleneksel bir toplumsal pratikte, geleneğin alanı dışında kalan hiçbir şey yoktur.
Gelenek; bilginin de, ahlakın da, hukukun da, siyasetin de kaynağıdır. Gelenek, toplumsal
pratiğe değişmez ilkeler uygulayarak toplumsal yapıyı belirler.(Toku,2000:170) Geleneksel
toplumsal pratikte yaşam biçiminin tüm yönleri bellidir. Bunlar, birey tarafından soyut,
spekülatif akıl yürütmeyle tespit edilmiş olmayıp, hepsi kutsal kaynak tarafından
bahşedilmiştir. Bahşedilmişlik vasfı, insanın dünyevi hayatındaki istikametini tayin etmesini
mümkün kılan rehberlik de dahil tüm iyi şeylerin görünmez bir istikametten gelmesi ve beşeri
olan her şeye yönelmesi demektir.

Kelimenin gerçek anlamıyla gelenek, toplumsal pratiği kutsala bağlayan zincirdir. Her
geleneğin kurulup geliştiği, olgunlaştığı ve nihayet gerileyip çöktüğü bir tarihsel süreci vardır.
Tarihsel yönü itibariyle gelenek, manevi bir mirastır. Bu mirasın devamlılığı her neslin bir
öncekinden devraldığı insiyaki fonksiyonla muhafaza altına alınmıştır. Geleneksel toplumsal
pratikte toplumun tüm fonksiyonlarında “nakil” hep yönlendirici unsur olmuştur.

Geleneksel ve Modern Toplumlarda Din

Din, geleneksel toplumun hayat sınırlarını belirlemiş ve kuşatmış durumdadır.


Toplumun kurgusunda istisnasız tek otoriteye sahiptir ve buna dayalı olarak da meşrulaştırma
aracıdır. Temel değerlerini dini kutsallıklardan alan geleneksel toplumun kültürü bir bütün
oluşturmakta ve kişi bu kültürü almakla toplumla bütünleşmiş olmaktadır. Dolayısıyla üyeleri
arasında dini bakımında tam bir inanç ve ibadet birlik ve beraberlik mevcuttur. Toplumun
tabakası ve kesimindeki fertlerin dini emirlere, yasaklara, ibadet, ayin ve uygulamalara olan
riayette genelde tamdır. Toplumun en üst tabakasındaki kişiyle en alttaki kişinin dini boyutlara
bağlılık konusunda tam bir bütünlük göstermekte ve her fert bir sosyal kontrol görevini
üstlenmiş durumdadır. Bu kontrol işlemi, sırf dini faaliyetler olarak nitelendirilebilecek olan
ibadet ve dini emir ve yasaklara riayet konusunda değil, fakat ve hatta özelikle temelde yine
olan grup ahlakına bağlılık konusu da kendini hissettirmektedir. Esasen bu toplum tipinde dinin
en önemli toplumsal fonksiyonlarından biri ve hatta en başta geleni, grup ahlakının korunması
veya ayakta tutulmasıdır. Din toplumda muhafazakarlık işlerini görür. Yine din ahlak, örf, adet
ve kültürün resmi koruyucusudur. Dolaysıyla geleneksel toplumda “din adamı” büyük bir
öneme sahiptir.(Günay,2000:358)

2
Teknolojik gelişmeler, sanayileşme ve şehirleşmenin yarattığı sosyal değişme
sürecinden din kurumu da son derece etkilenmiştir. Esasen, toplumun bütün yapısal unsurları
birbirleriyle öylesine yakından sıkı sıkıya bağlıdır ki, bir kurumda meydana gelen değişme
diğer kurumlarda da kendini hissettirecektir. Dolaysıyla geleneksel topluma nispetle modern
sanayi toplumunda gözlenen bir çok önemli farklılık sebebiyle, geleneksel toplumda hayatiyet
bulduğu şekliyle dinin modern sanayi toplumunda da varlığını sürdüreceğini düşünmek hatalı
olmaktadır. Çünkü, bu iki farklı toplum tipinde hayatiyet bulan dini yaşayışlara karşılaştırmalı
bir göz atış, onların arasında çok büyük farklılıkların bulunduğunu bize öğretmektedir. Modern
sanayi toplumlarında kutsal ve kutsal-dışının net bir biçimde ayrılarak sosyal farklılaşma çok
ileri bir seviyeye erişmiştir. Böylece toplum hayatında gözlenen sekülarizasyon, olayların
daima bilimsel ve rasyonel biçimde toplum hayatına yerleşmesi olgusuna paralellik arz
etmektedir.(Günay,2000:360)

Muhtemelen sanayileşmenin vurgulanması gereken en önemli etkisi laikleşmedir.


Sanayileşme ve kentleşme zorunlu olarak toplumun tüm katmanlarında dinden bir uzaklaşmayı
ve laikliği de beraberinde getirmektedir. Laikleşme, en ekstren anlamıyla geleneksel dinin etkin
bir reddinden ibarettir ve en ılımlı ifadesiyle dini kontrolün günlük hayat üzerindeki etkisinin
azalmasıdır.

Zihniyet

Geleneksel insan zihniyeti, modern insan zihniyetinin karşıtı olarak görülür. Geleneksel
toplumlardaki insanların davranışlarına duygular hakimken, modern insan rasyoneldir. Rasyonellik
modern insanı geleneksel insandan ayıran temel özellik olarak nitelendirilir.

Geleneksel toplumlarda, doğanın, bitki özelliklerinin, gök cisimlerinin, hayvanların


alışkanlıklarının derin bir bilgisi vardır. Fakat bu bilgiler, modern bilimleri oluşturan kuramsal
temeller ve çevrelerden yoksundurlar. Bu bilgiler kurallara uymayan, kesintili üst üste konmuş bir
haberler yığınıdır, hepsi gerçek, pratik ve faydalıdırlar, fakat bir bilimi oluşturmamaktadırlar. Bu
bilgiler ne akla ne de deneye dayanır, fakat çok uzun bir geleneğin sonucu elde edilmiştir. Bundan
hareketle değişmenin ve yeniliğin iyi karşılanmayacağı ve hatta tehdit edici olacaklarını anlamak
güç değildir. Geleneksel zihniyeti niteleyen, doğal düzene uymada başarılı olmuş ve zihinsel
düzenin temeli gibi görünen tutuculuk, geleneği tehdit eden her yeniliğe ve değişikliğe karşı bir
koruyucu görevi görmektedir. Çünkü her şey geçmiştedir ve yenilikler geçmişe göre yorumlanır.
Dolayısıyla geleneksel toplumda bilge ancak yaşlılardır. Fakat modern toplumda bilginin yaş sınırı
tanımaması bu hiyerarşiyi altüst etmiştir.

3
İş ve Ekonomik Yaşam

Geleneksel toplumlar sosyo-ekonomik yapısı itibariyle, üyelerinin tabiatın kendilerine


sunduğu mallardan doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşıladıkları ve onları sadece cüzi bir
şekilde işledikleri basit bir yapıya sahiptirler. Kendi kendine yeterli bir ekonomiye ve arkaik
bir teknolojiye sahip olup ve bu bakımdan da bazı iş kollarındaki uzmanlaşmaya rağmen fazla
gelişmemiş bir iş bölümüne rastlanır. Üretim son derece sınırlıdır.(Günay,1986-1987:51)

Geleneksel toplumların ekonomik yapılarının basitliğini, bu toplumun üyelerinin


gereksinimlerini, doğanın doğrudan doğruya sağladığı mallar ve bu malların çok az bir
dönüşüme uğratılmasıyla gerçekleştirilmelerinden anlayabiliriz. Bu durumda mesleksel
uğraşların başında tarım gelmektedir.(Sayın,1994:99)

Sanayi kapitalizminin doğuşundan önce işbölümü günümüzdeki gibi karmaşık


değildir. Nüfusun büyük çoğunluğu ihtiyaçlarının büyük bir kısmını doğrudan üretirler. Bu
mümkün olmadığında da yerel cemaatlerindeki diğer kişilerin hizmetlerine başvuruyorlardı.
Ama günümüzde ürünler gerçekte global bir işbölümü içinde üretilip dağılmaktadır. Geleneksel
toplumlarda, çiftçiler ve el işçileri, kendi üretim işleri üzerinde genellikle kontrole sahip idiler
ve kullandıkları aletlerinde sahibiydiler.(Giddens,2000:307) Ama günümüzde bürokrasilerde
memurlar çalıştıkları dairelerin, oturdukları masaların ya da kullandıkları büro aletlerinin sahibi
değillerdir.

Geleneksel toplumlarda, tarım dışındaki çalışma, zanaat konularında uzmanlaşmayı


gerektirmekteydi. Zanaat ile ilgili beceriler uzun bir çıraklık döneminden geçilerek öğrenilir ve
bura da işçi, üretim sürecinin baştan sona tüm aşamalarını yerine getirmekteydi. Örneğin, sapan
yapan bir metal işçisi, demiri ocakta kızdırır, ona şekil verir ve sonunda sapanın diğer
parçalarını bir araya getirerek işi bitirirdi. Günümüz sanayi üretim tarzının yükselmesiyle
birlikte, birçok geleneksel zanaat yok olmuş ve onun yerini daha büyük çaplı üretim sürecinin
parçalarını oluşturan beceriler almaya başlamıştır. Örneğin günümüz sanayinde çalışan bir
elektrikçi, bir tür makinanın bazı parçalarını inceleyip onarırken, başka çalışanlar makinanın
diğer parçaları ile ilgilenmektedir. (Gidddens,2000:328)

Geleneksel ekonomiye basit niteliğini veren ikinci etken; farklı üretim etkinliklerinde
kullanılan ilkel teknolojidir. Teknoloji aşağıdaki üç özelliği temsil ettiğinde, ilkel olarak
adlandırılır: Hayvan gücü, rüzgar, kas gücü gibi doğanın sağladığı enerjiye başvuruluyorsa;
kullanılan araç-gereçler beden uzuvlarının bir uzantısı ise, çekiç, kürek, kazma gibi; basit
silahlar kullanılıyorsa; balta, ok, mızrak... gibi.

4
Geleneksel ve günümüz toplumlarındaki işbölümü farkı gerçekten olağanüstüdür. En
geniş geleneksel toplumlar da bile, tüccar, asker ve din adamları da dahil olmak üzere genellikle
20 veya 30 ana zanaat dalından daha fazlası yoktur. Günümüz sanayi sitemlerinde ise neredeyse
binlerce ayrı meslek söz konusudur. İngiltere’de yapılan nüfus sayımlarına göre bu ekonomide
20.000 farklı iş dalı mevcuttur. Geleneksel topluluklarda nüfusun büyük bir kısmı çiftliklerde
çalışıyorlardı ve bunlar ekonomik olarak kendilerine yeterliydiler. Kendi gıdalarını,
giyeceklerini ve hayatlarını sürdürmek için gerekli diğer malzemeleri kendileri
üretmekteydiler. Günümüz toplumlarının en önemli özelliklerinden birisi ise aksine, yoğun bir
karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkisinin giderek yayılmasıdır. Hepimiz yaşamlarımızda
gerekli mal ve hizmetleri elde edebilmek için çok sayıda başka çalışan insana bağımlıyız ve
günümüzde bunu dünya çapında düşünmek yanlış olmayacaktır. Günümüz toplumlarında
birkaç istisna hariç, insanların büyük çoğunluğu yedikleri gıdaları, oturdukları evleri veya
tükettikleri malları kendileri üretmemektedirler.(Giddens,2000:329)

Sonuç olarak, geleneksel ekonominin basit olmasının nedeni, işbölümünün çok düşük
bir düzeyde olması ve kullanılan teknolojinin ilkel olmasından kaynaklanmaktadır.

İşbölümü yaş ve cinsiyet temeline dayanır. İşbölümü genellikle aile boyutunda


gerçekleşir. Belirli görevler erkeklere aittir, diğerleri de kadınlara. Çocuklar ve yaşlılar daha
basit, yorucu olmayan etkinliklerde bulunurlar. Erkekler, kadınların yaptığı işleri görmeyi
reddederler.

İlkel bir teknoloji ve basit bir iş bölümü beşeri bir işin düşük bir verimliliğine neden
olur. Buradan geleneksel toplumun niteliği olan “geçim ekonomisi” olarak adlandırdığımız
sonuç çıkar. Bu ekonomi tipinde, toplum varlığı ve korunması için gereksinme duyduğu
kaçınılmaz malları üretir; çok kısa bir dönem için(birkaç gün, birkaç ay, en fazla bir sene)
üretim fazlasını biriktirip saklar. Beslenme günlük sorun haline gelmektedir, hatta her birinin
etkilendiğinde olduğu kadar, düşüncelerinde ve konuşmalarında da beslenme sorunu en önemli
yeri işgal eder. Kıtlık ve açlık bu ekonomileri sürekli tehdit eder.
Bu koşullarda ilkel toplum sadece istisnai durumlarda ihracatçıdır. Zaten sahip olduğu ulaşım
olanakları çok yavaştır, ilişki alanları çok sınırlıdır. Mübadele, sadece komşu toplumlarla
yapılır ve çok az sayıdaki malları içerir. Para yoktur, varsa da çok az kullanılır. Mübadele değiş
tokuş biçiminde gerçekleşir.(Sayın, 1994:100)

Toplumları geleneksel ve modern diye ayıran sosyologlar, bu iki toplum arasında


belirgin farklar ortaya koymuşlardır. Bu iki toplum tipi arasında ortaya çıkan temel farklılıklar
ise bilimsel ve teknolojik bilginin gelişmesine bağlı olarak insanın tabii ve sosyal çevresi

5
üzerinde kurduğu egemenlikle görülmektedir. Bu anlamda modern ve geleneksel insan arasında
ortaya çıkan farklılık, modern ve geleneksel toplum arasındaki farklılığın da kaynağını
oluşturur.

Getirilen açıklamalara göre geleneksel toplum bünyesinde şu özellikleri


taşımaktadır.

Durağan toplumsal yapı; tarıma dayalı ekonomi, düşük okuma yazma oranı; teknolojik
düzey geriliği; düşük hayat standardı; merkezileşmenin ve bürokrasinin yetersiz olması,
kitlelerin siyasete katılımının yetersiz olması, ekonomik pazar ortamının dar olması, sosyal
hayatta yüz yüze ilişkilerin yoğunluğu; yönetimde kanun ve kurallardan ziyade geleneklerin
hakim olması; inanç ve düşünüş biçimlerinde kaderci zihniyet ve uygulamaların egemen
olması.

Geleneksel toplumun bu özelliklerine karşılık modern toplum ise şu özellikleri


taşır:

Dinamik, şehirli hayatın egemen olduğu, endüstrileşmiş, siyasi ve sosyal yapıda


kurumlaşmanın artmış, okuma yazma oranının yüksek ve yüksek öğrenimin yaygın olduğu,
merkezileşmenin sağlanmış ve bürokratik yapının yaygınlaşmış olması, kitlelerin giderek artan
bir oranda siyasete katıldığı, siyasi gücün daha geniş gruplara dağıldığı, demokratikleşmenin
yanı sıra laik düşünüş tarzlarının siyasi ve sosyal yapıda hakim olduğu bir toplum tipi olarak
tanımlanmaktadır.(Coşkun,1994:299)

Modern Toplum ve Modernleşme

Modernleşme konusunda, özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD’li sosyal


bilimcilerin öncülüğünde toplumsal değişim süreçlerini açıklamada kullanılan bazı temel
yaklaşımlar sosyal bilimler alanına egemen olmuştur. Bu yaklaşımların en önemli
özelliklerinden biri bilgi kuramı açısından pozitivist, tarih kuramı açısından “ilerlemeci”
olmasıdır. Bu iki temel yaklaşım birlikte “modernleşme kuramı”nı oluşturmuştur.
Modernleşme kuramı bilhassa Batı uygarlığı dışında kalan toplumlarda meydana gelen
değişimleri açıklamakta yararlanılan bir model olarak karşımıza çıkmaktadır.

Çağdaşlaşma bir model olarak ortaya konduğunda aynı zamanda bir ideolojidir.
Toplum ve insana ilişkin sorunlara ilişkin bir yaklaşım yöntemidir. Buna tarz da denilebilir. Bu
açıdan konuya yaklaşıldığında Batı tipi “toplumsal-siyasal örgütlenme tarzı”nın ulaşılması
gereken bir hedef olarak benimsenmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Böylece aydınlanma çağı ile
birlikte kurumsallaşan kişi özgürlüklerinin ancak bu düşüncelerin yaşam alanı bulduğu Batı

6
toplumlarındaki siyasal ve toplumsal sistemlerin benimsenmesiyle hayata geçebileceği
sonucuna ulaşmak kaçınılmazlaşacaktır. Buna göre modernleşme aynı zamanda doğuştan ve
statüden gelen ayrıcalıkların ortadan kalkmasını da sağlamaktadır. Böylece modernleşme aynı
zamanda vatandaşlar arasında eşit statülerin yaygınlık kazanmasına da hizmet eder. Bu
yaklaşıma göre modernleşme tektir ve Batıda gerçekleşendir. Yeni bir modernleşme
olmayacaktır. Bu nedenle modernliği yakalamak isteyen toplumlar Batı toplumlarındaki
toplumsal kurumları ve teknolojiyi “izle”mek konumundadırlar. Böylece, modernleşme kuramı
da, öteki büyük boy devrim kuramları gibi, hem determinist, hem de evrensel olma savı taşır.

Modernleşme kuramı, Batıdaki siyasal sistemin temel dayanakları ile demokrasi


arasında doğrudan bire-bir ilişki kurmuştur. Yani Batıda meydana gelen toplumsal gelişmeler
sisteme ilişkin değişimi beraberinde getirmiştir. Bu sayede Batıda demokrasi de gelişmiştir. Bir
başka deyişle Batının başlıca özellikleri olan Ortaçağ yapısından ekonomi ve kültür alanında
yaşanan ilerlemeler sayesinde meydana gelen değişimler sonuçta demokratik yönetimi
sağlamıştır. O halde Batı dışı toplumlarda da demokrasinin yerleşmesi tıpkı Batıda olduğu gibi
ekonomik gelişmişlik düzeyinin yükselmesine ve tabii ki Batı kültürü lehinde kültürel alanda
değişmeler gibi iki önkoşulun gerçekleşmesine bağlanmıştır. Batı dünyasında bu değişimler en
az dört yüzyıl sürmüştür. Batı dışı toplumların ekonomi ve kültürde böyle bir değişimin
gerçekleşmesi için bu kadar uzun süre bekleme lüksleri yoktur. Böyle olunca daha kısa sürede
bu tür değişimlerin sağlanması gereksinimi belirmektedir. Konu Osmanlı toplumu açısından
somutlaştırıldığında modernleşme kuramı açısından Batıda ekonomi alanında ve kültürel
dönüşümde feodalitenin ortadan kaldırılarak onun yerine burjuvazinin geçmesi gibi çok önemli
bir konuda toplumun yapısal farklılığı vardı. Oysa Osmanlı toplumunda Batıda görüldüğü
şekliyle bir feodal toplumsal örgütlenme biçimi yer almadığı gibi demokrasinin yerleşmesinde
temel öneme sahip kapitalizmi hazırlayabilecek sosyal güçlerden de yoksundu. Dolayısıyla
Türk modernleşmesi, Avrupa’daki gelişimi izlememiş, aşağıdan yukarıya bir değişimi değil,
yukarıdan aşağıya “devlet” eliyle bir çağdaşlaşma projesi yürütülmüştür. Bu projenin
yürütücüleri ise asker-sivil bürokrat ve aydın bir kesim olmuştur.

You might also like