You are on page 1of 343

A.

J Cronin - Yeşil Yıllar

www.CepSitesi.Net
BlBlNCt BÖLÜM

Hannah Ana’mn elini sıkı sıkı tutarak tren istasyo­


nunun loş kemerlerinden, yabancı şehrin apaydınUk cadde­
sine çıktım. Bugüne kadar onu hiç görmediğim ve o soluk
mavi gözlü yorgun, tasalı yüzü anneminkine hiç benzeme­
diği halde Hannah Ana’ya içimden güvenmek geliyordu.
Fakat otomatik makineden bana çikolatah dondurma al­
masına rağmen, şimdilik bende şefkatli bir kimse ka­
nısını uyandıramamıştı. Ağır ağır Winton’dan buraya ge­
linceye kadar trenin üçüncü mevki kompartımanında kar­
şımda oturmuştu. Soluk kurşunî bir elbise giymişti, koca­
man bir kuvars iğneyle tutturulmuş üıce bir kürk boyun
atkısı, kulaklarına kadar inen siyah geniş kenarlı bir şap­
kası vardı. Başım bir yana eğip kendikendine konuşur gibi
dudaklarını oynata oynata pencereden dışarı bakıyordu.
Arasıra da sanki sinek kovmaya çalışıyormuş gibi mendi­
linin ucunu gözlerinin kenarlarına değdiriyordu.
Fakat trenden inince içinin sıkıntısını unutmaya ça­
lıştı. Bana gülümseyip elimi sıktı :
— «Artık ağlamadığm için bir aferini hakettin,» dedi.
«Eve kadar 5dırüyebilir misin acaba? Evimiz pek uzakta
sayılmaz.»
Ona hoş görünmek için yürüyebileceğimi söyledim.
Bunun üzerine kemerlerin altında bekleyen boş arabaya
— 10 —

binmek yerde Htgh Street’ten aşağı yürümeye koyulduk.


Hannah Ana yol boyunca karşılaştığımız önemli yerleri
göstererek beni oyalamaya çalıştı.
Ayağımın altında kaldırım inip kalkıyordu. İrlanda
denizinin kocaman dalgalan hâlâ beynimde uğulduyordu.
‘Viper’ın pervanelerinin gürültüsü de sanki kulaklarımı
sağır etrtlişti. Fakat kaldırımm biraz gerisindeki o önünde
iki demir top ve bir bayrak direği bulunan şatafatlı bir
mermer binanın önünden geçerken onun biraz da övün-
gen bir tavır takınarak; «Burası Levenford Belediye Bina­
sı, Robert» dediğini duydum, «Bay Leckie... Yani Baba
orada çalışıyor. Sağlık teşkilâtını yönetiyor.»
Sersemlemiş bir halde; «Baba» diye düşündüm. «Ya­
ni Hannah Ananın kocası... Annemin babası.»
Ayaklarımda daha şimdiden derman kalmamıştı, Han­
nah Ana da bana tasah tasalı bakıyordu.
— «Bugün tramvayların çalışmaması çok kötü oldu,»
dedi. •
Düşündüğümden çok daha fazla yorulmuştum. Üstelik
içimi de bir korku almıştı. Kurşunî Eylül akşamınm so­
luk ışıklarıyle aydmlanan şıehrin sokakları taşlarîa doluydu
ve kulağıma gelen sesler de Phoenix Terrace’daki evimin
açık penceresinip önünden akıp giden trafiğin o alıştığım
sürekli gürültüsünden çok daha az güven vericiydi. Dok­
lardan müthiş bir tak-tak-takarak sesleri geliyordu. Han­
nah Ana’nm derisi çatlamış eldivenli eliyle işaret ettiği dö­
kümhanelerden de dehşet verici korkunç bir alev ve buhar
yığını yükseliyordu. Sokaktaki tramvay hatlarını yenili­
yorlardı. Köşelerde rüzgâr küçük anaforlar yaratarak
yerden aldığı tozları şişmiş gözlerime dolduruverip beni
öksürtüyordu.
Ama biraz sonra gürültülü kargaşalığı gerimizde bı­
raktık, havuzlu, bando yeri bulunan bir parkın içinden ge­
çip sakin bir semte geldik. Burası ağaçlıklı bir tepenin al­
tında kurulmuş küçük bir köye benziyordu. Burada ağaç­
lar, yemyeşü tarlalar, birkaç eski püskü küçücük dükkân,
evler, bir nalbant, boyalı demir parmaklıklı yeni villalar
—li­

vardı. Bu villaların bahçeleri düzenliydi, ön kapıların üze­


rindeki renkli camlara pirinç harflerle ‘HelensvUle’ ve
‘Glenelg’ gibi keUmeler yazılmıştı.
Nihayet Drumbuck sokağının yansını geçtikten sonra
uzun kurşunî bir binanın önünde dulduk. Camlarında sarı
dantel perdeler asılı olan binamn kapısında ‘Lomond
View’ kelimeleri yazılıydı. Bu tenha sokağın en göze çarp­
mayan binası buydu. Sadece kapılann ve pencerelerin ön
kısımları işlenmiş taştandı, geri kalan taraflar olduğu gibi
bırakılmıştı. Binanın fakir bir görünüşü vardı ama bahçe
san kasımpatlanyla bayağı göz dolduruyordu.
Bayan Leckie, beni karşılayışında olduğu gibi tasalı
bir tavırla, nihayet eve varabilmenin verdiği rahatlık için­
de: «işte geldik, Robert,» dedi. «Hava açık olduğu zaman­
lar ‘Ben’ buradan çok güzel görünür. Drumbuck kasabası­
na da çok yakınız. Levenford, dumanlı eski bir şehir ama
çevresi çok güzel kırhktır. Hadi bakayım, gözlerini sil de
içeri gir.»
Martılara bisküvit atarken mendilimi kaybetmiştim,
fakat itaatkâr bir tavırla, karşılaşacağım meçhul yenilik­
lerin korkusuyle yüreğim ata ata onun peşinden binamn
önünden geçip arka tarafa gittim, Dublin’deki komşumuz
Bayan Chapman’ın Winton rıhtımında beni Hannah Ana’­
ya teslim etmeden kulağıma fısıldadığı c münasebetsiz söz­
ler kulaklarımda çınlıyordu: «Bakahm bundan sonra başı­
na daha neler gelecek, bemm zavallı yavrum?»
Hannah Ana, arka kapıda durdu. Yeni kazılmış bir
çiçek tarhında çahşmakta olan on dokuz yaşlarmda bir
deUkanlı bizi görünce ayağa kalktı, küçük bahçe küreğini
de elinden bırakmamıştı. Can sıkıcı duygusuz bir havası
vardı. Solgun yüzü ve dağmık siyah saçları bu havayı daha
da arttırıyordu. Miyop gözlerini daha da küçük gösteren
kocaman, kalın gözlükleri vardı.
Hannah Ana onu görünce hafifçe söylenmekten ken­
dini alamadı; «Gene mi buradasın, Murdoch?» Sonra beni
ona doğru çekerek: «işte bu da Robert,» dedi.
Murdoch, dik dik bana bakıyordu. Köşelerinde demir­
— 12 —

den çamaşır ipi kazıklan bulunan dümdüz ve yemyeşil


çimli alamn ortasmda duruyordu. Bir yamnda rubarb otu
tarhı, öbür yanmda da sümüklü böcekleri öldürmek için
hazırlanmış bal peteği gibi göz göz olmuş, kurşunî bir
sıvı sürülmüş alan vardı.
— «Vay vay. Demek bu o ha...»
Hannah Ana, gözlerinde aynı sinirli ve ü ^ ü n ifadey­
le başmı saUadı. Bir saniye sonra da Murdoch da pek gös­
terişli bir tavırla iri, sertleşmiş, çamurlu elini bana uzattı.
— «Seninle tanıştığıma sevindim, Robert. Bana gü­
venebilirsin.» Kocaman gözlüklerini Hannah Ana’ya çe­
virdi. «Sadece Fidanlıktan bana verilen yıldızlan ekiyor­
dum, Anacığım,» dedi. «Bunlara hiç para vermedim.»
Hannah Ana: «Her neyse,» dedi. «Bari baba gelme­
den elini yüzünü yıkayıver. Seni burada yakalamak onu
nasıl sinirlendiriyor biliyorsun.» ,
— «Zaten benim de işim bitmek üzere. Bir dakika
sonra yammza gelirim.»
Murdoch, tekrar yere çömelmeye hazırlanırken an­
nesine çabuk döneceğine dair teminat verdi ve: «Ben pata­
tesleri de haşlansınlar diye ocağa koydum,» dedi.
Bulaşıklıktan geçip mutfağa girdik. Burası rahatsız,
oymak maun eşyalarla doldurulup oturma odası haline ge­
tirilmişti. Duvarları, vernikli duvar kâğıtlanyle kaplıydı,
bunlar da duvar saatinin sesini aksettiriyordu. Hannah
Ana bana oturup dinlenmemi söyledikten sonra şapkası­
nın uzun iğnelerini çıkardı, peçesini katlayıncaya kadar iğ­
neleri ağzında tuttu. Sonra şapkayla peçeyi biraraya iğ­
neleyip, paltosuyla birlikte arkadaki perdeli gardroba astı.
Kapının arkasında asık duran mavi sabahlığı giyip daha
büyük bir güvenle eskimiş kahverengi muşamba üzerin­
de aşağı yukarı gezinmeye koyuldu. Arada sırada bana da
yumuşak cesaret aşılayan gözlerle de bakıyordu. Bu sırada
ben de at kılıyla kaplanmış sandalyeye dimdik oturmuş­
tum. Bu yabancı evde soluk almaktan bile korkuyor gibiy­
dim.
— «Bugün ben evde olmadığım için yemeğimizi ancak
— 13 —

akşama yiyebileceğiz, şekerim. Bpba geldiği zaman ağla­


dığını ona belli etmemeye çalış e mi. Bu onun için de çok
acı oldu. Zaten üzüntüsü başmdan aşkm zavallının... ka­
sabanın sorumluluğunu üzerinde taşıyor. Kate, yani öbür
kızım da artık neredeyse eve gelir. O da yardımcı öğret­
men... Belki annen sana bunları anlatınıştır.» Ben dudak­
larımı büktüğüm için Ana telâşla anlatmasına devam etti:
«Ah, bütün bunlar, yani, annenin ailesiyle ilk defa kar­
şılaşmak, senin gibi koskocaman bir delikanlıyı bile şa­
şırtacak, biliyorum. Hem üstelik dahası da var.» İşinin
arasında beni bir parçacık gülümsetmeye çalışıyordu.
«Bir kere Adam var, benim büyük oğlumdur o. Winton’da
sigortacılık yapıyor. İşi gayet iyi. Bizim yanımızda otur­
muyor ama fırsat buldukça buraya gelir. Sonra Baha’nın
annesi var... Şimdilik kendisi burada değil, dostlarım zi­
yarete gitti... Fakat genelükle vaktinin çoğunu bizim ya­
nımızda geçirir. Son olarak bir de benim babam var. O
hep bizim yammızdadır. Senin de Deden Gow oluyor.» Zih­
nim bu meçhul akrabalarla karmakarışık olurken Hannah
Ana’nın yüzü gene o soluk gülümsemesiyle aydınlandı.
«Her çocuk büyük dede sahibi olamaz,» dedi. «Bu büyük
bir onurdur senin için. Ona kısaca Dede diyebilirsin. Ben
onun yemek tepsisini hazırlayınca sen tepsiyi alıp yukarıya
ona götürebilirsin. Hem bir merhaba dersin hem de bana
yardım etmiş olursun.»
Hannah Ana, beş kişilik sofrayı hazırladıktan başka,
siyah oval biçimde, bir ortasında gül deseni bulunan japon
işi tepsiye çay dolu porselen bir çaydanlık, bir tabak re­
çel, peynir ve üç dilim de ekmek koymuştu.
Onu seyrederken içimden geçenleri yüksek sesle açığa
vurdum, «Dede yemeğini aşağıda yemez mi?»
Ana biraz utanmış görünerek: «Hayır, şekerim, de­
de yemeğini odasında yer,» dedi. Tepsiyi kaldırıp bana
uzattı: «Taşıyabilecek misin? Doğru en üst kata çıkacak­
sın. Dikkatli ol da düşme bari.»
Tepsiyi alıp sarsak sarsak yabancı basamakları tır­
manmaya koyuldum. Dik merdivenler ve parlak yol halısı
— 34-

beni saşırtnuştı. Çekilmeye başlayan ikindi gün^ı içerip


pek az sızabiUyordu. ikinci kata, kapalı bir su haznesinin
karsısındaki iki kapıdan birini açmayı denedim. Kapı kı-
litlivdi. Ama öbürü daha ben dokunur dokunmaz açıhverdı.
Garip, ilginç ve son derece dağınık bir odaya girdim.
Kösedeki pirinç karyola, yamalı yorganı ve yana sarkımş
topuzlanyle hâlâ düzeltilmemiş, öylece duruyordu. Yer
deki ayı postu çarpümışü, Maun lekeli lavabonun yanın­
da asılı duran havlu da bumburuşuktu. Ocağın siyah mer­
mer rafında yan yatmış duran saat dikkatimi çekti. Saa­
tin içindeki makineler de rafm üzerinde, saatin j^m da
duruyordu Burnuma tütün ve bozulmuş yemek kokusu
geldi. Birbirine karışan kokular, buranın uzun sure hem
çalışma hem de oturma yeri olarak kullanılmış hır oda
olduğu mtibaını uyandırıyordu.
Ayağında yanlan patlamış yeşil çuha terhk er bulu­
nan dedem-paslanmış ocağın başındaki eski at “ lyla dol­
durulmuş kolluğuna gömülmüş, önündeki a l ^ m^ada
duran kalın bir kâğıt yığınma mürekkepli kalemle bırşey-
1er çiziktiriyordu. Masanın üzerinde duran bir başka yazıyı
kopya ediyordu galiba. Koltuğun bir kenarında bir deste
baston duruyordu. Öbür kenarında ise gazete kupürleriy­
le dolu bir kutu ve madenî kapaklı, doldurulmuş, kuUanıl
maya hazır bir sürü toprak pipo duruyordu.
Dedem iri gövdeli bir adamdı. Boyu enikonu uzundm
Belki de yetmiş yaşlarmda varh. Pembe
kızıllığını kaybetmemiş gür saçları pek zarif bir ^küd
ceketinin yakasına yayılmıştı. Saçları
Beyazlanmadan birazcık canlılığını kaybetmişti. a^'
tınL bunlar zaman zaman altın sansı
dİ. Kıvırcık sakab ve bıyıkları da aym renkteydı.^rien
nin beyazlan san san lekelerle doluydu ama pzbeteklen
masmaviydi, ama annemin o soEk ^ v , g®^^‘
ğildi bunlar. Canb, elektrik mavisi,
uyanık ve tam mânâsıyle çekici gözlerdi. Fakat ö ^ e ı ^
en şaşüacak tarafı da burnuydu. Büyük bir burundu bu,
kırmızı ve şişkindi. Şaşkm ş^kın ona bakarken dedemin
— 15 —

benzediğini düşünmekten ken­


emi aiamahm. Burnunun üzerinde siyah noktacıklar var-
tohum çukurlarını andı-
nyOTdu Burun, dedemin çehresine tam manasıyle hâkim­
di. :^ylesıne garip bir burııu hiç, ama hiç görmemiştim.
^ Bu arada dedem yazı yazmayı bırakmış, kalemini ku-
agınm ^ k asın a sıkıştırıp bajıa bakmak için ağır ağır ba-
şuu k a l ^ ş ü . Koltuğun yayları gergi \alı„ k ı l a r l a
Sıkıştırılmışlardı ama üzerlerindeki ağırlık hafifler hafif­
lemez yaylar garip bir tıngırtıyla sallandılar. Sanki bizim
taıuşmanuzm temsiünde üzerlerine düşen rolü oynar gi­
biydiler S^sızoe birbirimize baktık. Bir an dedemin bur-
f uyandırdığı hayranlığı unutup dedemin kar-
cZ n t ° düşmüş
çoraplarım, bağto gevşemiş pabuçlarım, solgun, göz yaş-
larmm ızlenyle dolu yüzüm ve kırmızı saçlarımla pek
rışan bir görünüşe sahip olduğumu düşündüm.
Uptı gene sesim çıkarmadan kâğıüan bir el hare-
k üyle yana çekti, smırb fakat kuvvetli bir hareketle ma­
sanın üzerindeki boşluğu bana işaret etü. Tepsiyi göster^
dıgı yere koydum. Gözlerini benden hemen hiç ayırmadan
yemegmı yemeye koyuldu. Umursamaz bir tavırla hızlı
^üriivor '■®eeü ubp ekmeğinin üzerine
iarımTaJ,nrt“ ^^' atıveriyordu. Ekmeğinin kabuk-
lannı çay nda ıslaüp yiyor, önünde ne varsa hepsini son
zerresine kadar silip süpürmeye bakıyordu Sonra da sa

yemek ışı tutune ve daha iyi şeylere bir başlangıç sayıiı-


yormuş gibi pipolarından birini yaktı
Shannonsun öyle mi?» dedi.
Sesi ciddi fakat dostçaydı,
aibi İ7r dUemek ister
gibi bir tavırla konuşmuştum ama ‘büyük’ sıfatını kullan­
madan konuşmam hakkındakı tavsiyeyi de hatırlamıştım.
— «Yolculuğun iyi geçti mi bari?»
— «iyi geçti sanıyorum, dede.»
— «Ah, ah, şu Adder de Viper de iyi gemilerdir. Hiz-
— 16 —

mette olduğum günlerde onları sık sık rıhtımda görürdüm.


Adder gemisinin alt bordasında beyaz bir çizgisi vardır,
îki gemiyi birbirinden ancak böyle ayırabilirsin. Dama
oynamasını biliyor musun?»
— «Hayır, dede.»
Yaşlı adam cesaret verici olmakla beraber biraz da
canı sıkılmış bir halde başını salladı.
— «Zamanla öğreneceksin, oğul, yani eğer burada ka­
lırsan. Anladığıma göre burada kalacakmışsın değil mi?»
, — «Evet, dede. Bayan Chapman gidecek başka yeri­
min olmadığını söyledi.» Kendime acıma duygusuyle dop­
dolu bir tasa dalgası benliğimi sanverdi.
Birdenbire dedemin sempatisini, merhametini kazan­
mak isteğine kapılıverdim. Acaba babamın veremden öl­
düğünü, bu korkunç aile hastalığmın kendisinden önce iki
kızkardeşihi daha götürdüğünü, hastalığın bulaşıcı oldu­
ğunu ve korkunç bir çabuklukla annemi de mahvettiğini
hattâ korkunç parmağını tehdit dolu bir tavırla bana bile
uzattığına dair söylentilerin kulaktan kulağa fısıldandı­
ğını biliyor muydu? '
Fakat dede düşünceli düşünceli piposundan birkaç
nefes çektikten sonra dudaklarını alaycı bir tavırla bükerek
konuyu değiştirivermişti.
— «Sen sekiz yaşındasın değil mi?» ,
— «Ifemen hemen öyle sayılırım, dede.»
Kendimi mümkün olduğu kadar küçük göstermek is­
tiyordum fakat dedeyi kandırmak imkânsızdı. «Bu yaş,
bir çocuğun kendi başının çaresine bakabileceği yaştır...
Hoş bana sen biraz daha büyüksün gibi geliyor ya neyse.,.
Yürümekten hoşlanır mısın?»
— «Bunu pek fazla deneyemedim, dede. Tatilimizde
Portrush’a gittiğimiz zaman Giant’s Causeway’e kadar
yürürdük ama dönüşte daima minyatür trene binerdik.»
— «Ziyanı yok. Seninle ikimiz biraz yürüyüş yapaca­
ğız, bakahm tskoçya havası bize yarayacak mı görece­
ğiz.» Dede sustu, sonra ilk defa kendi kendine konuşuyor­
— 17 —

muş gibi mınidaadı. «Benim saçlarımı almışsın, buna se­


vindim. Tarçın kırmızısı. Annenin de saçları öyleydi, za-
valb yavrucak.»
O ıbk duygulan içimde daha fazla tutamadım... biraz
da alışkanlıktan olacak, gözlerimden yaşlar boşanıverdi-
Bir hafta önce annemin cenazesinin kaldırıldığı gün^n
beri lâf arasmda annemin adının geçmesi, gözlerimden
yaşlarm boşanmasına yetiyordu. Bu davramşım da çev­
remde sevgi ve sempati kazanmamı sağlıyordu hep. Fa­
kat bu defa ağlamak bana ne Bayan Chapman’m okşa­
malarım ne de St. Dominic kilisesindeki Peder Shanley’in
enfiye kokulu tesellilerini bulabildim. Ve çok geçmeden de
dedemin hoşnutsuzluğunu sezmek beni pek acı bir şaşkın­
lığa boğdu. Susmaya çalıştım, soluk alamadım ve öksür­
meye başladım. Yanımı tutmak zorunda kalıncaya kadar
öksürdüm de öksürdüm. Babamın en şiddetli öksürük n^
betleriyle bile rekabet eden en kuvvetli kozumdu bu. Doğ­
rusunu söylemek gerekirse ben bu öksürüklerle biraz da
gururlanıyordum. Bu defa öksürüğüm kesilince bir şey
bekliyormuş gibi dedeme baktım.
Fakat dedem bana teselli edici bir tek söz söyleroC'
di, hattâ hiç birşey söylemedi. Ceketinin cebinden bir tene­
ke kutu çıkardı, kenarını bastırıp kapağını açtı, içindeki
bir sürü nane şekerinden büyücek birini seçti. Bunu ban*
vereceğini sandım, fakat böyle yapacak yerde şekeri ken­
di ağzına atınca buna hem şaşırdım hem de üzüldüm. De­
de daha sonra da ciddi bir tavırla: «Hiç hoşuma gitmeyen
birşey varsa o da durmadan zırlayan bir çocuktur. R0~
bert, senin göz yaşı torban gözüne pek yakın duruyor ğ*'
liba. Aklını başına almalısın, oğul.»
Kalemini kulağının arkasından çekip aldı; «Ben de
hayatım boyunca binbir sıkıntıya katlanmak zorunda k»i‘
dım. Eğer bu sıkıntılar karşısında kendimi kapıp koyveP
şeydim, onlardan kurtulabilir miydim sanıyorsun?»
Dede uzun ve bir nutuk çekmeye hazırlanıyordu an*

Yeşil Yıllar — F = ^
— 18 — ...........

laşılan. Fakat tam bu şurada en alt katta küçük bir el ça-


nmm çalındığı duyuldu. Dede, canı sıkılmış bir halde
konuşmasım kesti ve piposunun gövdesini sallayarak aşa­
ğı inmem gerektiğini anlatmaya çalıştı. O tekrar yazısını
yazmaya başlarken ben de boş tepsiyi alıp sıkıla sıkıla ka­
pıya doğru yürüdüm.
İKİNCİ BÖLÜM

Aşağıda Bay Leckie, Kate ve Murdoch, Hannah Ana


ile birlikte mutfakta toplanmışlar beni bekliyorlardı. Oda­
ya girer girmez ortahğı ani bir sessizliğin kaplamasından
beni konuştukları anlaşıbyordu. Yalnız kalmış pek çok
çocuk gibi bende de utangaçhk, hastalık halini almıştı.
Hele bu durumumda utangaçlığımı daha da arttırmıştım.
Annemle Babası arasındaki garip soğukluğun sebeplerini
yarım yamalak anlamaya çalışırken bir kenara büzülmüş
kalmıştım. Kısa bir sessizlikten sonra Büyükbaba, topal-
laya topallaya yanıma geldi, elimi tuttu, ve bir saniye ka­
dar sonra eğilip beni alnımdan öptü.
— «Seninle tamştığıma sevindim, Robert. Daha önce
tanışmamış olmamıza hiç kimse benim kadar üzülemez.»
Sesi korktuğum gibi öfkeli değildi neyse. Tam aksine
tath ve tasalıydı. Ağlamamak için kendikendime söz ver­
diğim halde, Kate de eğilip çekingen ama duygulu bir ta­
vırla beni öpünce göz yaşlarını tutmalı zorlaştı.
Hannah Ana yerimi gösterip: «Hadi öyleyse sof­
raya oturalım» diye zoraki bir neşeyle konuştu. «Saat
nerdeyse altı buçuk olacak. Herhalde açlıktan ölecek hale
gelmişsindir oğul.»
Hepimiz sofraya oturunca, masanm başında duran
Büyükbaba gözlerini yere indirerek şükran duasını oku­
du: Bu, benim daha önce hiç duymadığım uzun, garip bir
şükran duaaıydı ve üstelik Büyükbaba duadan sonra ıs-
— 20 -

tavroz da çıkarmadı. Sonra da önündeki kayık tabaktaki


dumanları tüten sığır etini dilim dilim kesmeye başladı.
Masanm öbür ucunda oturan Hannah Ana da patatesle
lahanayı tabaklara taksim etmeye koyulmuştu.
Büyükbaba, bana iyi bir parça veriyormuş gibi «işte»
dedi. Hareketleri gayet ölçülü ve kusursuzdu. Kırkyedi
yaşlarında kadar görünen ufak tefek, oldukça silik bir
adamdı. Daracık yüzü, soluk belli belirsiz hatları ve küçük
gözleri vardı. Koyu renk bıyıkları dümdüzdü. Saçları da
dazlaklığı örtülsün diye aşağıdan yukan doğru taranmış­
tı. Yüzünde de o çok çalışkan ve becerikli oldukları halde
bunu çevrelerine kabul ettirememig ya da yeterince anla­
şılamamış kimselere özgü bir ifade vardı. Daracık, kolalı
yaka takmıştı, evde yapılmış siyah bir kravat takmayı
mavi serj kumaştan alışmamış gözlere ilginç görünen kru­
vaze bir elbise giymişti. Elbisenin düğmeleri pirinçtendi.
Arkasındaki çekmeli dolabın üzerinde de denizcilerin şap-
kalarma benzeyen, parlak sperlikli bir kep duruyordu.
Büyükbaba öne eğilip omuzumu okşadı: «Lahananı
etle beraber ye. Robert» dedi. «Çok besleyicidir.»
Bütün bu gözlerin bakışları altmda kuvvetli kemik
saplı benimkilerden çok daha uzun ve kaygan çatal ile bı­
çağı kullanmakta zorluk çekiyordum. Üstelik lahanayı da
sevememiştim. Benim payıma düşen küçük et dilimi çok
tuzlu ve lifliydi. Babam o neşeli havası içinde Phoeni
Crescent’teki evimizin sofrasında daima en iyi yiyecekle­
rin bulunmasını prensip edinmişti. Sık sık da akşaml^ı
eve dönerken meyva jölesi veya 'VVhistable ıstakozu gibi
pahalı yiyecekler getirirdi. Ben gerçekten pek şımartılmış
bir çocuktum. Öyle de iştahsızdım ki, annem bana bir
lokma tavuk yedirebilmek için elime alü metelik verip ya­
nağıma bir öpücük kondurmak zorunda kalırdı. Ama ge­
ne de Büyükbabayı kıramayacağırm hissetmiştim. O sulu
sebzenin birazını zorla jnıttum.
Dikkatimi başka tarafa çevirince Büyükbaba Hannah
Ana’ya baktı ve ikisi yarım kalan konuşmalarını tasalı ta­
salı sürdürmeye koyuldular:
— 21 —

\ — «Bayan Chapman birşey istemedi mi?»


Hannah Ana, sesini alçaltarak: «Vallahi istemedi»
dedi. «Hem de bir sürü masraf yapıp elindekini avucunda-
kini bitirmiş olsa gerek, iyi ve anlayışlı bir kadına benzi­
yordu.»
_ Büyükbaba rahat bir soluk aldı: «Şu dünyada hiç de­
ğilse bir parça nezaketin varolması insana huzur veriyor.
Arabaya binmek zorunda kaldm mı?»
— «Hayır... Taşınacak pek birşey yoktu. Giyecekleri­
nin çoğu küçülmüş. Hem zaten adamlar ne varsa alıp gö­
türmüş olacaklar..»
içten gelen bir burkulma Büyükbabayı sarmış gibiy­
di. Boşlukta üzüntü verici bir görüntüye bakarak mırıl­
dandı: «Bir müsrifliğin ardından bir başkası.. Bu durum­
da geriye birşey kalmamasına şaşmamak gerek.»
— «Ama baba öyle de çok hastalık vardır ki...»
— «Evet ama mantık da hiç yoktu. Niçin kendilerini
sigorta ettirmediler? Şöyle doğru dürüst bir poliçe her-
şeyi halletmeye yeterdi.» Çukura kaçmış gözleri bana di­
kilmişti. Gittikçe artan bir isteksizlikle tabağımdaki ye­
meği bitirmeye çalışıyordum. «Aferin sana, Robert. Biz bu
evde hiç birşeyi ziyan etmeyiz.»
Masanın karşı tarafında oturan Kate, sanki bu konuş­
mayı hiç de ilginç bulmuyormuş gibi dalgm dalgın pence­
reden sızan akşam güneşinin solgun renklerini seyre ko­
yulmuştu. Bir ara bana garip garip gülümsedi. Yirmibir
yaşında, yani annemden ancak üç yaş küçük olmasına
rağmen ona hiç benzememesine pek şaşmıştım. Annem çok
güzeldi, oysa Kate teyze soluk yüzü, çıkık elmacık kemik­
leri ve kuru cildiyle pek çirkindi. Saçları da renksizdi,
sanki Govv’larm kızılı ve Leckie’lerin siyahı arasında bir
seçme yapamadan tarafsız kalmıştı.
— «Herhalde okula gitmişsindir değü mi?»
— «Evet.» Sırf bana söz söylendiği için kurardiTn
Konuşmak pek zor oldu. «Crescent’te Bayan Barty’nin
okuluna gidiyordum.»
— 22 —

Kate, anlayışla başını salladı. «Okul iyi miydi?»


— «Ah, çok iyiydi. Din konulan ve Genel Bilgilerle
ilgili sorulara iyi cevap verirseniz. Bayan Barry size dolap­
taki gişeden bir şeker armağan ediyordu.»
«Bizim de Levenford’da güzel bir okulumuz var.
Ondan da hoşlanacağını umarım.»
Büyükbaba genzini temizledi. «Ben John Caddesinde­
ki İlkokulu düşünmüştüm... seninle oraya gider diyordum,
Kate... Bu pek uygun olurdu...» _
Kate gözlerini pencereden Büyükbabaya çevirdi. Mey­
dan okuyan hattâ biraz da tehdit dolu bakışlarla bakıyor­
du «John Caddesindeki okulun pek berbat bir yer olduğu­
nu biUyorsun, Baba. Robert hepimizin gittiği Akademiye
devam etmeli. Senin durumunda olan bir kimse başka tür­
lü davranamaz.»
«Pekâlâ...» Büyükbabanın bakışları sertleşti.
«Belki oraya göndeririz ama birinci devre bitmeden ol­
maz Ekimin ondördünde bitiyor d e p mi? Ona birkaç
soru sor da bakalım hangi sınıfa girebileceğini anlayalım.»
Kate, başmı salladı: .
_ «Şu anda zavalb ölü gibi yorgun, çoktan yatağına
yatmış olması gerekirdi. Robert kiminle yatacak?»
Üzerime çöken rehavetten birdenbire sıyrılıp gözleri­
mi kırpıştırarak Hannah Ana’ya baküm. O da zihni pek
l^gnamış oldup İçin bu meseleyi daha önce düşünmeye
fırsat bulamamış gibi dalgm dalgın oturuyordu.
— «Robert senin için pek kocaman sayılır, Kate...
Senin karyolan da pek daracık, Murdoch.. Hem sen çoğu
zaman geç saatlere kadar oturup ders çalışıyorsun. Onu
niye Ninenin odasına yerleştirımyoruz, Baba? Yanı ken­
disi burada yokken demek istedim.»
Büyükbaba bu teklifi bir baş sallayışıyle gen çevirdi.
«Nine odası için iyi para veriyor. Ona sormadan
böyle bir işe kalkışamayız. Zaten o da yakmda gelecek.»
Murdoch’tan şimdiye kadar hiç ses çıkmamıştı Deb-
kanh bütün dikkatim önündeki yemeğe vermiş bir detek­
tif gibi ekmeğin her lokmasmı büyük bir dikkatle inceliyor.
— 23 —

tabağının yanında duran ders kitabını da arada bir eüne


alıp sanki koklamak istiyormuş gibi iyice yüzüne yaklaş­
tırıyordu. Birden başım kaldırdı.
— «Robert, Dedenin odasına yerleşmek,» dedi. «Baş­
ka çare yok.»
Dededen söz edilince Büyükbabanın yüzü bulutlanır
gibi olmuştu ama bu fikri benimsediğini de bir işaretle be­
lirtti.
Mesele halledilmişti. Uyku sersemi olmama rağmen
verilen kararla dertlerimin zincirine eklenen bu yeni hal­
kanın beni yukardaki o yabancı ve ürkütücü adama bağ­
ladığını öğrenince yüreğim burkuldu. Fakat karara karşı
koymaktan korkuyordum, Kate sandalyesini iterken göz­
lerimi bile açık tutamayacak derecede yorgundum.
— «Öyleyse, hadi gel, şekerim. Su sıcak mı, Anacı-
gım?»
■«Galiba sıcak. Fakat bulaşıklar da var. Fazla su
harcama.»
Daracık banyoda Kate, elbiselerimi çıkarmama yar­
dım etti. Ben çırılçıplak kalınca onun da yüzü garip bir
şekilde kızardı. Boyana boyana eskiyip sararmış olan ban­
yonun küvetinde ancak bir kanş su kalmıştı. Kate beni
yıkamak için banyoya eğildi. Elinde bir bez ile bir kalıp
kuru sarı sabun vardı. Başım öne düşüyordu, gözlerim da­
ha fazla yaşı taşıyamayacak derecede ağırlaşmıştı. Kate’-
m beni kurulamasına karşı koymadım. Sonra da tekrar
pnduzkü gömleğimi sırtıma geçirdim. Banyonun kapısın­
daki sürgü tekrar sürüldü. Yukarıya çıkıyorduk. Ve işte
orada, sahanlıkta, gölgeler, dalgalar, geminin pervanesi
tuneUenn uğultusu arasmda bana elini uzatan Dede duru­
yordu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Giow Dede’nin uyuması da pek berbattı. Gürültülü gü­


rültülü horluyor, orası burası kabarık duran yün şiltede
debelenip duruyor, beni iyice sıkıştırıp yamyassı duvara
yapıştırıyordu. Buna rağmen ben derin bir uykuya dalmış-
üm. Fakat sabah şafak sökerken kötü bir rüya gördüm.
Babam uzun beyaz bir gecelik entarisi giymişti. Yeşil çay-
danbk biçimindeki âletinin yardımiyle nefes alıp vermeye
çalışıyordu. Bu âlet, pirinçten yapılma küçük bir depo ile
kırmızı renkte iki lâstik borudan ibaretti. Diğer ilâçların
hiç biri fayda etmeyince bir arkadaşı bunu kullanmasım
Küiık vermişti. Ara sıra kara gözleri neşeyle dolu bir hal­
de, ateşli elleri birbirine kenetli duran annemle gü­
lüşüp konuşmak için duruyordu. Sonra doktor içeri girdi.
Kurşuni yüzü hiç gülmeyen yaşlıca bir adamdı bu. Bir sa­
niye sonra da bir şimşek gürültüsü duyuldu kocaman bir
siyah at, yelelerini savura savura odaya girdi, annemle
babam atm sırtına binip dört nala dışarı çıkarlarken ben
de korku ve dehşet içinde yüzümü örttüm. ■
Kan ter içinde, yüreğim ağzıma gelecekmiş gibi bir
duygu içinde gözlerimi açtım ve sabah güneşinin odayı
doldurduğunu gördüm. Hemen hemen giyinmiş olan Dede
pencerenin önünde durmuş, buruşuk storları yukanya top­
lamaya çalışıyordu. ^
Döndü : «Seni uyandırdım mı?» diye sordu, «t^ok gü­
zel bir gün ve çoktan kalkman da gerekirdi üstelik.»
— 25 —

Ben kalkıp giyinmeye başladığım sırada o da Kate’-


m okula gitmiş olduğunu, Murdoch’un da Winton’daki
Skerry Kolejine gitmek üzere yola çıktığmı anlattı. Mur­
doch, postaneye memur olmak için burada eğitim görü­
yordu. Büyükbaba işe gider gitmez aşağıya inmemizde bir
sakınca kalmayacaktı. Büyükbabanın o pek gösterişli üni­
formasına rağmen sadece bölge sağlık gözlemcisi olduğu­
nu Dede’den duymak benim için hayli şaşulieı oldu. Bü-
yükbatenm en büyük isteği. Su işlerinde şef olabilmekti
ama şimdiki görevi de (Dede bunu garip bir şekilde gü­
lümseyerek açıkladı) herkesin çöp kutularını ve su depo­
larını derli toplu tutmalarını sağlamaktan ibaretti.
Dış kapımn gümbürtüyle kapandığını duyar duymaz
Hannah Ana merdiven başına gelip bize seslendi. Hannah
Ana, bizi yüzünde tasalı bir gülümsemeyle, sanki ikimiz
de binbir muziplik yapmaya hazırlanan yaramaz iki okul
çocuğuymuşuz gibi kuşku içinde süzüyordu:
— «Ee, ikiniz ne âlemdeydiniz bakalım?»
Dede, kibarca: «Gayet iyiydik, Hannah, eksik olma»
diye cevap verdi ve masamn baş tarafındaki Büyükbaba­
nın koltuğuna yerleşti. Çok geçmeden de Dedenin ilk kez
o sabah odasının dışında kahvaltı ettiğini ve buna kendi­
sinin pek değer verdiğini öğrendim. Sobanın ateşiyle mut­
fak enikonu ısınmıştı. Murdoch’un yerinde ekmek kınnü-
lan ve lekeler vardı. Hannah Ana teneke kutudan üç ka­
şık kakao alarak fincanlara koyup kocaman kara burunlu
çaydanlıktan kaynar su boşaltırken üçümüzün arasmda
bir yakınlaşma, bir kaynaşma olmuştu.
Hannah Ana, «Acaba bu sabah sokağa çıkarken Ro-
bert’i de götürecek misin diye düşünüyordum.»
Dede : «Elbette götüreceğim» diye kibarca fakat cid­
di bir tavırla cevap verdi.
— «Elinden gelen yardımı esirgemeyeceğini biliyo­
rum» Hannah Ana sanki Dede’nin kulağına söyler gibi
konuşuyordu. «Başlangıçta durum biraz güç gibi görüne­
bilir.»
— 26 —

«Şşşt, sus» Dede, fincanım iki eliyle birden kav­


radı; «Dertleri daha yarı yoldan karşılamanın gereği yok,
yavrum.»
TTaımah Ana, O tasalı, gizlemeye çalıştığı gülümse­
mesiyle Dede’ye bakıyor, aym zamanda hafif hafif de başı­
nı sallıyordu. Dedeye duydup düşkünlüpn bir gösteri­
siydi bu. Biz kahvaltımızı bitirmeye çalışırken Hannah
Ana biraz dışarı çıktı ve elinde Dede’nin bastonu, sert
geniş şapkası ve bir gün önce Dede’nin kopya ettiğini gör-
düpm kâplarla geri döndü. Eski ve soluk Şapkayı büpk
bir dikkatle fırçaladı, sonra da kâpların ince kırmızı şe­
ridini yeniden sıkıca bağladı.
— «Senin durumunda olan bir kimsenin böyle şeyler­
le uğraşmaması gerekir, Baba, ama biliyorsun yararlı da
oluyor.» _ , , „
Dede, esrarlı bir tavırla plümsedı, masadan kalltıp
fiyakalı fiyakalı şapkasuiı giydi. Sonra Hannah Ana bizi
kapıya kadar geçirdi. Kapıda iyice Dede’ye yaklaştı, de­
rin derin anlamh bir şekilde tasalı yüreğim dile getirecek
şekilde babasının mavi gözlerine baktı. Alçak bir sesle de
şöyle dedi :
— «Şimdi bana söz veriyor musun. Baba?» dedi.
— «Amaan, Hannah. Sen ne vesveseli kadınsın böy­
le.» Sonra hoş görürlükle ona plümsedi, elimi tuttu ve
yola düzüldük. . , ,•
Çok geçmeden de tramvay durağının tepesindeki
elektrik bağlantı sopasını yerine yerleştirmeye çalışıyor,
sopa tele değdikçe etrafa mavi ışıklar saçılıyordu. O yıl
bu hâlâ büyük bir yemlik sayıhyordu. Dede beni ikinci
kattaki açık bölümde ön sıraya oturttu. Ben de onun eline
daha sıkı sanldrm. Tramvay, Toll’un hafif yokuşundan
aşağı inerken gittUtçe hızlanmış, sabah serinliğinde Le-
venford’a doğru derliyorduk.
— «Biletler, lütfen. Biletlerin hepsini görelim.» Kon­
düktörün bUet zımbasmm tıngırtısını ve çantasındaki bo­
zuk paralarm şıngırtısını duydum. Fakat Dede, çenesini
bastonuna dayamış, saçları rüzgârdan uçuşa uçuşa derin
— 27 —

düşüncelere dalmıştı, öyle ki benim yalvaran bakışlarım da


görevlinin seslenmesi de onu kendine getirmeye yetme­
di. Dede, öylesine dalgın ve öylesine hareketsizdi ki kon­
düktör kuşkulanarak yanımızda durdu. Bunun üzerine De­
de de durumunu hiç değiştirmeden dostluk ve gizli anlaş-
maJarıııa aykırı düşen bu davranışı kmamak ister gibi
göz kırptı. Bu, göz kırpış suç ortaklığını ve verilmiş sözü
hatırlatmaya yetmişti. Kondüktör de şaşkın şaşkm gü­
lümsedi :
— «Demek sensin. Babalık» dedi ve hiç tereddüt et­
meden yanımızdan geçti gitti.
Dede’nin böyle itibar görmesi beni de pek gururlandır-
mıştı. Fakat çok geçmeden, High Street’te Belediye Bina-
sınm karşısında oldupmuzu gördüm. Dede burada vakar­
la tramvaydan indi ve önden yürüyüp kapıemm önünde
birkaç basamak merdiven bulunan alçak bir binaya yönel­
di. Kapıda kocaman bir pirinç levha vardı. Üzerindeki ya­
zılar da zorlukla okunuyordu; «DUNCAN MCKELLAR-
AVUKAT» Kapmın iki yanındaki pencereler bir çeşit tül
perdeyle yanyanya örtülmüştü. Caralarm birinde soluk
yaldız harflerle LEVENFORD YAPI DERNEĞİ, diğerin­
de de ROCK SİGORTA ŞİRKETİ kelimeleri yazılıydı.
Dede bu binaya girerken o kabadayı görünüşünü bırak­
mış, çekingen ve saygılı bir tavır takmımştı. Pek gösteriş­
li kolluklar takmış bir kadının delikten başmı uzatarak
ciddi bir tavırla Bay McKellar’ın Provost Blair ile konuş­
makta oldupnu ve beklememiz gerektiğini söylediği za­
man Dedem gene de bana komik bir göz işareti çakmak­
tan geri kalmadı.
Çok geçmeden de suratsız kadınların Dede’ye hep kar­
şı çıktıklarını ve onun da böyleleriyle dalga geçtiğini öğ­
renecektim.
Beş dakika sonra iç kapı açıldı ve gösterişli, kara sa­
kallı bir adam şapkasını başına giyip dışan çıktı. Adamın
meraklı bakışları beni şaşırtmıştı. Adam birdenbire De-
de’me kaşlarını çatarak karşımıza dikildi.
— «Demek cğlan bu ha?»
— 28 —

Dede ; «Evet, bu, Provost» diye cevap verdi.


Provost Blair, sanki geçmişimi benden daha iyi bilen
biriymiş gibi beni derinden derine inceledi de inceledi. Be­
nimle ilgili olayları, o korkunç ve saçma sapan olayları
zihninden bir bir geçiriyor gibiydi. Öyle ki, utançtan ba­
caklarımın titremeye başladığını hissettim.
Bay Blair güven verici bir yumuşaklıkla: «Kendi ya­
şındaki oğlanlarla arkadaşhk kurmaya daha vakit bulama-
dm mı?» diye sordu. '
— «Hayır, efendim.»
— «Oğlum Gavin seninle oyun' ojmayabilir. Senden
pek de büyük değil. îlk fırsatta bizim eve gel. Evimiz çok
yakmdır, Drumbuck Sokağındadır.»
Başımı öne eğdim. Bu meçhul Gavin ile oyun oyna­
mak istemediğimi ona açıklayamazdım. Adam da bir sani­
ye kadar oldukça kararsız bir halde çenesini kaşıyıp dur­
du, sonra başım bir kez daha sallayıp dışarı çıktı.
Bay McKellar artık rahat rahat bizimle ilgilenebUir-
di. Bürosu biraz köhne görünmekle beraber maun çalış­
ma masası, ayaklarımın gömüldüğü kırmızı halısı şömine­
nin üzerindeki birkaç gümüş fincan ve önemli kişilere ben­
zeyen adamlarm çerçeveli fotoğraflanyle süslenmiş ko)uı
yeşil duvarlanyle gerçekten pek cazip bir yerdi. Döner
koltuğuna oturmuş olan Bay McKellar, başını kaldırma­
dan konuştu :
—' «Seni epey beklettiler. Babalık, işi tamamladın
mı? Yoksa senin peşinden koşan bir zavalb yavru mu
var?» Adam başım kaldırıp da beni farkedince sanki şa-
kasım berbat etmişim gibi sözünü yarıda kesti. Elli yaşla-
nııda kırmızı yüzlü şişmanca bir adamdı. Güzelce traş ol­
muş, saçlarmı kısacık kestirmişti ve efendi kıyafetiydi.
Gür kaşlanmn altında gizlenen gözleri kuru ve zeki bakış-
hydı. Fakat bunların ardmda iyi yüreklUik gizli olduğu da
seziliyordu. Dede’nin ona verdiği kâğıtlara şöyle bir göz
atarken zaten kıvrık duran dolgun, kırmızı alt dudağı bi­
raz daha kıvrıldı.
— «Tanrı bize yardım etsin, Babalık, ama sen de pek
— 29 —

parlak bir yazarsın. Matbaa harfi gibi yazın var. Keşke


hayatını da bu kopya işi gibi güzelce düzene sokmayı ba-
şarabilseydin.»
Dede zoraki bir gülüşle cevap verdi : «insanoğlu ister,
istemesi bizden, vermesi de Tanndan, avukat bey. Bana
iş bulduğun için sana minnettarım.»
— «Öyleyse şeytandan uzak durmaya bak.» Bay
McKellar, önündeki deftere birşeyler not etti, «Bunu da
değişleriyle birlikte hesaplatacağım. Dostumuz Leckie de,»
dilinin ucunu yanağında gezdirdikten sonra sözlerini ta­
mamladı. «Çekini ayın sonunda alacak. Bakıyorum yeni
konuk da gelmiş.»
Adam, arkasına yaslandı ve beni belki de Provost’tan
daha büyük bir dikkatle incelemeye koyuldu. Sonra da
kendi tahminlerine hiç uymayan gerçeği kabullenmek ister­
miş gibi, gözlerinin önünde canlanan o korkunç olaylar
zincirinin bir sonucu olarak, ürkütücü ve üzüntü verici bir
yaratıkla karşılaşacağı kanısına varmışken yanıldığım an­
lamış gibi mırıldandı: «Hiç de fena bir çocuk değil. Başına
yeni dertler açmayacaktır, sanırım. Yahut belki de ben pek
yamhyorum.»
Bay McKellar, cebindeki bozuk paradan bir şilin ayı­
rıp Dede’ye uzattı.
«Şu şeytanm küçük oğluna limonata ısmarlayıver,
ahbap. Hadi bakahm, yallah. Bayan Glennie sana yeni bir
iş verecek. Benim şimdi başımı kaşıyacak vaktim yok.»
Dede, odadan gayet neşeli çıktı, ikide bir de göğsünü
şişiriyordu. Merdivenleri inerken bana yolun karşı tara­
fını gösterdi, iki kalaycı kadm, kollarında sepetleriyle
müşteri avma çıkmışlardı. Kadınlardan biri, açık kırmm
saçlı ve biraz daha genççe olanı, Iskoç çingeneleri
gibi yükünü başında taşıyordu.
Dede, heyecanla: «Şuraya bak, oğul» diye bağırdı,
«böyle güzel bir sonbahar sabahında gerçekten hoşa gide­
cek bir manzara değil mi bu?»
Dede’nin ne demek istediğini anlayamamıştım. Aslın­
da bu iki çingene kadını ben hiç de ilginç bulmamıştım.
— 30 —

Ancak avukatın yazıhanesinde karşılaştığım manzara ve


bana yöneltilen sözler zihnimi pek karıştırmıştı, pek esra­
rengiz bir yaratık olduğuma da iyiden iyiye inanmıştım.
Bunun için dedemin sözlerine önem vermedim. Sadece de­
rin düşüncelere dalmış gibi alnımı kırıştırdım. Acaba bü­
tün bu insanlar için büyük bir merak konusu olmamm se­
bebi neydi? Beni görünce niye boyuna başlarını salhyorlar-
dı?
Gerçi ben pek akıl erdiremiyordum ama gerçek gayet
basitti. Bu küçük İskoç kasabası annemin serüveniyle uzun
süre çalkalanmıştı. Güzel ve sevilen bir genç kız olan an­
nem dUediğini elde edebilecekken bir tatil gezisinde tanı­
dığı babamla, evlenip ailesini lekelemişti. Babam Owen
Shannon Dublin’i! bir yabancıydı. Bir çay ithalât şirketin­
de basit bir görevi vardı. Anneme de neşesinden ve yakı-
şıkhhğından başka verecek birşeyi yoktu. Annemin onunla
birlikte geçirdiği o mutlu yıllar, hiç hesaba katılmıyordu
tabii. Annemin hemen arkasından ölmesi, işlediği günahın
cezası sayılmıştı. Benim de beş kunışsuz Leckie’lerin ya­
nma gelişim de Ulu Tanrmm bir takdiri olarak nitelendiri­
liyordu.
Dede, dönüşte, ana yolu seçti. Buradan gölü de ra­
hatça görebiliyorduk. Yarım saat kadar yürüdükten son­
ra da Drumbuck kasabasına giden dönemece vardık. Bir
gün önce öğle paydosunu bildiren düdükler öterken Han­
nah Ana’yla geçtiğimiz yerdi burası.
Drumbuck güzel bir yerdi. Ağaçlıklı alçak bir tepenin
eteğindeydi. Ortasından bir ırmak geçiyordu. Irmağm üze­
rinde iki taş köprü vardı. Küçük bir şekerci dükkânım
"Kbbie Minn Yetkili Tütün Satıcısı’ tabelâsı bulunan dük­
kânı daha sonra da kapısı açık duran küçük bir kulübeyi
geçtik. Yolun karşı tarafında bir nalbantm beyaz bir atı
nallamaya çalıştığmı gördüm. Adam, ayağını kucağına al­
mıştı. Arkasmda ate^n kırmızı alevi görünüyordu.
Dede, burada seyyar satıcüar dahil herkesi gayet iyi
tanıyordu. Kasabamn ana caddesinden geçerken karşısma
— 31 —

çıkan herkesi selâmladığım görünce onun gerçekten çok


önemli bir kimse olduğuna iyiden iyiye inandım.
— «Ne haber, Saddler?»
— «Senden ne haber. Babalık?»
Drumbuck silâh mağazasının önünde duran şişman
ku-mızı yüzlü adam dedeyi pek dostça selâmlamıştı. O da
durdu, şapkasını geriye itip alnmın terini sildi.
— «Senin limonatayı unutmamalıyız, oğul.»
Dede, dükkâna girerken ben de yan kapmın eşiğine
oturdum. Tozlu avluda oraya buraya koşuşan beyaz piliç­
leri seyre koyuldum. Hayvancıklar, yere atılan mısır ta­
neciklerini tozun toprağın içinden bulup gagalamaya çalı­
şıyorlardı. Oturduğum yerden, öğle sıcağında telâşh te­
lâşlı yürüyen yayaları, kasabanın uykulu görünüşünü ve
şekerci dükkânma bakan Bayan Minns’i seyrediyordum.
Çerçeveleri yeşile boyalı vitrinin arkasında kadm öyle bir
duruş duruyordu ki, onu akvarsnımda yüzen küçük bir de­
niz canavarına benzetmek mümkündü.
Biraz sonra Dede bana bir bardak dolusu limonata
getirdi. Limonata, pek güzeldi. Ağzımın tadmı değiştir­
miş, tükrüğümü tatlandırmıştı. Dede’min boş bardağı alıp
dükkâna dönüşünü seyrettim. Tezgâhm başına geçti. Once
küçük bir bardağı bir dikişte boşalttı, sonra da dükkânda­
ki diğer erkeklerle ciddi ciddi konuşmaya dalarak üzeri kö­
püklü büyük bira bardağındaki altm sansı içkiyi ağır ağır
yudumlamaya başladı.
Bu sırada karşı taraftaki çimenlikte oyun oynayan iki
küçük kızın haykırışları dikkatimi o tarafa yöneltti. Yal­
nız başıma olduğum için ve Dede de yerinden kıpırdama­
ya hiç niyetli görünmüyor diye ayağa kalktım, ağır ağır
çimenliğe yaklaştım. Yabancı oğlanlarla ilgilenmeyebilir-
dim ama bayan Barty’nin öğrencilerinin çoğu kız olduğu
için kız çocuklarla kolayca anlaşabilirdim.
Küçük kızların büyüğü biraz ilerde durmuş, hırsla
küçüğün çemberini çeviriyordu. Küçük kız ise hemen ora­
cıktaki tahta kanapeye oturmuştu. Aşağı yukarı benim
yaşımda görünüyordu. Omuzlan kurdelelerle tutturulmuş
— 32 —

kabank bir etekli elbise giymişti. Kendi kendine şarkı


söylüyor da söylüyordu. O şarkı söylerken ben de yavaşça
kanapenin öbür ucuna iliştim. Dizimdeki sıyrığı incelemeye
koyuldum. Küçük kız şarkısını bitirince garip bir sessiz­
lik oldu. Sonra da umduğum gibi kız, dostça bir tavırla ba­
na döndü :
— «Sen şarkı söylemesini bilir misin?»
Üzgün üzgün başlını salladım. Bir tek nota bile bilmi­
yordum. Öğrendiğim tek şarkı da babamın bana binbir
güçlükle öğrettiği acıklı bir şarkıydı, ismine leke sürül­
müş bir genç kadımn acı öyküsünü dile getiriyordu. Bu elâ
gözlü, kıvırcık, koyu kumral saçb küçük kızdan hoşlan-
mıştım. Konuşmanm kesümesini istemiyordum.
— «Senin çemberin demirden mi yapılmış?»
— «Ah, tabü. Peki sen niye buna çember diyorsun.
Biz ‘halka’ deriz. Onu çevirdiğimiz sopanın da adı ‘ço-
mak’tır.
Bilgisizliğimden pek utanmıştım. Yabancılığım böylece
meydana çıkmış oluyordu. Çemberini çevire çevire bize
yaklaşan büyücek kıza baktım.
— «Bu senin ablan mı?»
Gülümsedi. Ama bu pek tatlı ve şefkat dolu bir gü­
lümseyişti. «Louisa benim kuzinimdir. Ardfillan’dan bize
misafir geldi. Benim adım Alison Keith. Az ilerde, annem­
le birlikte oturuyorum.» Küçük kız, işaret parmağıyle ka­
sabanın öbür ucunda, ağaçlar arasına gizlenmiş bir evi
gösterdi. . . . .
İkinci kez yanılmanın verdiği çekingenlikle Louisa’yi
ürkek ürkek selâmladım.
«Merhaba.» Louisa, çemberini büyük bir ustalıkla çe­
viriyordu. Hızlı koşmaktan soluğu kesilmişti. «Sen nere­
den çıktın?» diye kesik kesik konuştu.
Oniki yaşlarında vardı. Uzun saçlarım sık sık sert ha­
reketlerle iki yana sallıyordu.
—^ «Dün Dubbn’den geldim.»
— «Dublin’den mi? Aman Allahım.» Louisa, şarkı
söyler gibi ahenkli bir sesle mırıldandı; «Dublin, İrlanda’-
— sa­

nın başkentidir.» Duraladı. «Sen orada mı doğdıuı?»


Kızm beni ilgiyle seyrettiğini farketmiştim. Hemen
başımı salladım.
— «Öyleyse, sen Irlandalı sayılırsın.» '
— «Hem Irlandabyım hem de Iskoçyalı.» Biraz da
böbürlenerek bu cevabı verdim.
Bu cevabımdan etkilenmek şöyle dursun, Louisa daha
da hâkim bir tavır takınmıştı.
— «İnsan iki türlü olamaz. Buna imkân yok. Çok ga­
rip şey doğrusu.» Louisa, birden kuşkulu kuşkulu bana
baktı. Aklına bir şey gelmişıti besbelli.
— «Peki, sen hangi kiliseye gidiyorsun?»
Sanki birşey anlamamış gibi bön bön gülümsedim.
«St. Dominic Kilisesine gidiyorum,» diye cevap vermek
üzereydim. Fakat kızın gözlerindeki parıltıyı farkedince
hemen kendimi savunmak ihtiyacını duydum.
—^ «Herkesin gittiği kiliseye gidiyorum» dedim. «Bü­
yük bir kürsüsü var. Phoenix Oescent’teki evimize de pek
yakın.»
Konuyu değiştirmek, kızların ilgisini başka yöne çek­
mek için ellerimi yere dayayıp, bacaklarımı havaya kal­
dırdım. Bu, benim en büyük marifetimdi.
Tekrar ayağa kalktığım zaman Louisa, bakışlarını
benden ayırmadı. Sert bir sesle: «Ben de Katolik olmaya­
sın diye meraklanmaya başlamıştım,» dedi.
iyice kızarıp bozardım. «Bu da nereden geldi aklına?»
- - «Aman ne büeyim. iyi ki Katolik değilsin.»
Bitkin bir halde başımı önüme eğdim. Alison’un beni
seyrettiğini bildiğim için utancım daha da artmıştı. Loui­
sa, gülümseyerek uzun saçlarım iki yana savurdu.
—^ «Sen burada mı kalacaksm?»
—^ «Evet, burada kalacağım. Merak ettiysen, diye
söylüyorum. Üç hafta sonra da Akademiye gideceğim.»
— «Akademiye mi gideceksin? Bu, senin okulun, Ali­
son. Oh, çok şükür, sen korktuğum gibi değilmişsin. Hoş,

Y eşil Y ılla r — F : 3
— 34 —

Akademide öyle birinin bulundupnu da sanmam ya ney­


se. Ne dersin, Alison?» . .
— «Şimdi yemeğe gitmemiz gerekiyor.» Çemberim
kavradı. Sonra bana döndü: «Eğer dediklerin doğruysa,
başın derde girmez. Hadi, yürü, Alison.»
Oradan ayrılırlarken AUson arkasına dönüp bana el
aaiiaH. Bana acır gibi bakıyordu. Fakat bu akla gelmedUı
felâket beni öylesine sarsmıştı ki, Alison’un bakışları da
cıirıntımı gideremedi. Utançtan donmuş bir,halde durmuş
kızlan seyrediyordum. Yolun karşı tarafından Dede’mm
bana seslendiğini duyuncaya kadar da yerimden kıpırda­
madım. , _
Karşıya geçtiğim zaman Dede tatlı tatlı guluyordu.
Şapkası hafifçe yana kaymıştı. Gözleri panl parıl parlıyor­
du. Lomond View’ya doğru yürümeye başladığımız zaman
memnun bir tavırla sırtımı okşadı: «Maşallah, hanımlarla
pek çabuk anlaşıyorsun» dedi. «O konuştupn kız, Keith’-
lerin küçük kızıydı değil mi?»
«Evet, Dede» diye mırıldandım.
Dede, bUgiç bilgiç söylendi: «iyi insanlardır. Kızm ba­
bası P. ve O Rawalpindi’nin kaptanıydı... yani ölmeden
önce. Annesi pek p çlü kuvvetli bir kadm değil ama iyi
insandır. Güzel piyano çalar... Küçük kız da bülbül gibi
şakır. Senin neyin var?»
— «Bir şeyim yok. Dede, birşeyim yok.»
Dedem bana bakıp başını salladı, ve ıslık çalmaya ko­
yuldu. Onun bu davramşl beni pek utandırmıştı. Dedem
p zel ıslık çalıyordu. Ama yaptığı prültüye hiç aldırdığı
da yoktu. Eve yaklaşırken hafif hafif bir şariiı mınldan-
maya başladı :
«Ah, benim aşkım kırmızı kıpkırmızı bir p l p
dir.
Haziranda yeni açmış »
Ağzma bir karanfil taneciği attıktan sonra ciddileş­
ti; «Küçük kaçamağımızı Hannah Ana’ya anlatmanın ge­
reği yok. Onu kızdırmaya hiç gelmez.»
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Galiba o ilk günlerde, Hannah Ana beni ev halkından


uzak tutmaya bakıyordu. Çoğu zaman Baba’yı akşama ka­
dar hiç görmüyordum. ‘Duman testi’ ve ‘süt teftişi’ yaptığı
günler, öğle yemeğine eve gelmezdi. Görevine bağlUığıyla
herkese örnek oluyordu. Geceleri bile pek az dinleniyordu.
Köşedeki koltuğuna çekilince eline bir evrak alıp onu ince­
lerdi. Sadece Perşembe geceleri. O da Levenford Yapı
Demeğmıu haftalık iş toplantılarım izlemek için sokağa
çıkardı.
Murdoch, günün büyük bir kısmını. Kolejde geçiriyor­
du. Eve gelince de sofrada yemek fashnı uzatmak için bin-
bır bahane yaratırdı. Benimle konuşmak ister gibi görün-
mesme rağmen de kitaplazmı masanın üzerine yayıp ev
halkmın karşısında kitaplarına, derslerine dalmış görünür-
dü.
Kate, öğle yemeğine eve gelirdi ama o da her zaman
gayet sessiz durur, konuşmalara hiç katılmazdı. Akşamları
da ev halkıyla birarada oturmaktan hoşlanmıyordu. Eğer
arkadaşı Lessie Ewing’i görmeye gitmezse, öğrencilerinin
odev defterlerini incelemek ya da biraz kitap okumak ba­
hanesiyle erkenden odasına çekilirdi. Giderken kapıyı da
hızla kapamayı ihmâl etmezdi. Aimndaki kırışıklar kaş­
larının çatık duruşu da onun gizli gizli birşeye üzüldüğü-
nü gösteriyordu.
Akademi’ye başlayacağım günü beklerken her geçen
-3 6 —

ffün biraz d a h a D ede’ııin avucunun içine düşm em de ş a ^

^ d e ’nin oyun arkadaşlarından bin Saddler


Rme adinda gabuk öfkelenen şişman bir adamdı. Otuz.
vıU Lkm bir süreden beri kasabanm nalbatligmı yapıyor-
d öteki tee k t e r Dickie adında ufak tefek, serse kılıklı
bır MStacıydı. Gençliğinde dünyanın çevresini yarı-
T k S S e c e k kadar yol yürümüş olduğunu tekrarlar
S T d u O " r d e de bu eski postacıyı en çok ilgilendiren
M le y Leğeniydi. Bu gezegenin her an dünyaya çar-
f a M e S f d ü L ü y o r ve korkuyordu. Dede’mn Mardo
pabılecegm renkliydi, ucu da kahverengiydi. So-
sopası ge i^ beyaz toplan bir doku-
C S ş i t r s e r e t L k L zevkUydi. Dede, oyun
ö y n L e n yüzünden de o alaycı gülümsemesi hiç eks^ al­
mazdı BuTrada Bay Boag da oyun da yenilmekten hiç
hoşlanmadığı için üç topu birden yatırırdı.
DeX başka günler de beni kasabanm kütüphanesine
— 37 —

inaklarına geçirmeye çalışırdı. Son dakikada Murdoch


don paça odasından fırlar, başını merdivenin parmaklıkları
arasından aşağıya uzatarak seslenirdi: «Anne, benim te^
miz çoraplarımı nereye koydun?» Bu sırada Baba da dik,
kolalı yaka boynunu acıttığı için yüzünü buruştura buruş-
tura saatini eline alıp sahanlıkta gezinmeye koyulurdu,
bir yandan da «Neredeyse çanlar çalmaya başlayacak»
diye homurdanırdı.
Bu İ3Û insanlara yuk olduğumu, onları utandırdığımı
bildiğim için ben de Dede’ııin odasında bir köşeye büzülüp
gözden uzak olmaya bakardım. Kilisenin çanları uzaktan
uzağa duyulmaya başladığı zaman saklandığım yerden çı­
kardım. Küise çanlan benim yalnızlığımı bir kat daha art­
tırıyordu. Dede, kiliseye hiç gitmezdi. Gitmeye de istekli
görünmüyordu. Zaten kiliseye gidecek kıyafeti de yoktu.
Evdekiler Knoxhiirdeki kiliseye gitmek üzere yola çıktık­
ları zaman Dede, kaşıyla, gözüyle bana bir işaret çakar,
kendisiyle birlikte yandaki evin sahibi Bayan Bosomley’i
ziyarete gidebileceğimi anlatırdı.
Bayan Bosomley, kasabın dul karısıydı. Vaktiyle tur­
nelere çıkan bir tiyatro trupunun en gözde elemanıymış,
en başarılı oyunu da ‘imparatorun Gelini’ isimli oyundaki
Josephine rolüymüş, Bu kadın elli yaşlarında kadardı.
Enikonu şişmandı, kumral saçlan kıvır kıvırdı, iri yüzü
ve tatlı bakışlı küçücük gözleri vardı. Kadın güldüğü za­
man gözleri, yanaklarının etleri arasında kaybolurdu. Bah­
çenin çitinden onu gözetler, Bayan Bosomley’în samur ke­
disi Mikado’yla birlikte bahçede gezindiğini görürdüm.
Kadın arasıra durur, yüksek sesle acayip sözler söylerdi.
Bir keresinde onun «Efendilerinizin Yemyeşil mezarları
için vurun. Ana vatanınızın toprağı için vurun,» diye ba­
ğırdığını da duymuştum.
Levenford, onun ana vatanı değildi. Kimin nesi oldu­
ğu ve gençlik yıllarını nasıl geçirdiği bilinmiyordu. Daha
sonra da okulda çocuklar bu kadının gerçekte tiyatro ar­
tistliği yapmadığını bir sirkle diyar diyar dolaştığını, kar­
nının üzerinde de bir dövme bulunduğunu yarım ağızla söy-
— 38 —

lediler. Bayan Bosomley’den ilerde gene söz edeceğim.


Şimdilik onun konukseverliğinin yandaki evin nekesliğiyle
tezat meydana getirdiğim belirtmekle yetineceğim. Kadın­
cağız öndeki salonda bana süt ve sandviç ikram ederdi. De-
de’yle de kendisi kahve içerlerdi. Bayan Bosomley’in siga­
ra da içmesi beni pek şaşırtmıştı. Bir hanımefendinin si­
gara içtiğini ilk kez görüyordum. Bugün bile onun kullan­
dığı sigaranın paketini dün görmüşüm gibi hatırlarım. Ye­
şil renkli sigara paketinin üzerinde ‘Wild'Geranium’ keli­
meleri yazılıydı. . , .
Bir pazar günü öğleden sonra Baba, gömlegınm yaka­
sını ve kravatını gevşetip salondaki kanapede şekerleme
yapıyordu. Murdoch da Kate üe birlikte Pazar âyinine git­
mişti. Bir ara Dede bana işareti çaktı. Hemen kasabanın
yolunu tuttuk. Parkın biraz ilerisindeki yola saptıktan son­
ra Dalrymple’in bostamnın çiti önünde durduk. ^ ^
Burası gerçekten pek güzel bir bostandı. Kapıda A.
Dalrymple Nurseryman’ kelimeleri yazılıydı. Lahana ve
karmbaharlar, havuçlar sıra sıra dizilmişlerdi. Meyva
bahçesindeki ağaçlar da hâlâ armut ve elma doluydu. De­
de, önce bomboş duran yolu dikkatle inceledikten sonra
yavaşça çiti atladı. Sonra dilini ağzının içinde şaklatarak
üzüntüsünü belirtmeye çalıştı: «Vah vah, sevgiU dostumuz
bostanda değil gaUba.» Dede, böyle dedikten sonra döndü,
şapkasını çıkanp bana verdi. Hafifçe gülümseyerek: «Çit­
ten atlayıver, Robert» dedi, «kapıya kadar boşuna yürü­
mekten kurtulursun. San armutlardan al. En lyı cins ar­
mutlar bunlardır. Başını da yukarı kaldırma.»
Dede’nin alçak bir sesle verdiği buyruğa kelimesi keli­
mesine uydum. Dede’niiı şapkasını sarı armutla doldur­
dum. O da yolun ortasında durmuş hem şarkı mırıldanıyor
hem de çevreyi kolaçan ediyordu.
Yanına dönüp de ağzımızın iki yanından sularını akı-
ta akıta armutlan yemeye koyuldupmuz zaman Dede ga­
yet ciddi bir tavırla: «Dalyrmple, gerekirse bahçesindeki
son meyvayı bana vermekten çekinmez» dedi. «Sevgili
dostum hana pek düşkündür.»
— 39 —

Gerçi pek melânkolik bir çocuktum ama Dede’nin çev­


resinin geçici de olsa bana huzur verdiğini inkâr etmeye­
ceğim. Bu eğlenceli gezilerimizin neşe kaçıran bir kötü
yanı vardı ki o da beni hem şaşırtıyor hem de çok utandı­
rıyordu. Dede’yi herkes seviyor ve sayıyordu ama yolda
karşımıza çıkan haylaz çocuklar, onu alaya alıyorlar arka­
sından bağırıp çağırıyorlardı.
Bize işkence yapanlar Gavin Blair gibi Akademi öğ­
rencisi çocuklardan depdi. Köprü başında toplanıp gele­
ne geçene sataşan, olmadık işler yapan serseri kılıklı eo-
cı^lardı. Bu oğlanların yanından geçtiğimiz zaman bir
apdan :
«Dilenci Govv işte geliyor
O koca burnu nerden bulmuş söylemiyor.»
Utançtan rengim soluyordu ama Dede hiç umursama­
dan yoluna devam ediyordu. Hem de başmı dimdik tutarak,
o serserilerin iğrenç tekerlemesinin temposuna ayak uy­
durarak yürüyordu. Başlangıçta bu tekerlemeyi hiç duy­
mamış gibi görünmeye çalıştım. Fakat sonunda merakım,
uzuntumu yendi. Gözlerimi iri iri açarak Dede’yi sorguya
çektim;
— «Kuzum Dede, burnun neden böyle oldu?»
— «Oğul, Zulu savaşında oldu.»
— «Ah, Dede.» Utancım birdenbire kaybolmuş yeri­
ni ^ u r a bırakmıştı. Bu bilgisiz küçük serserilere de müt­
hiş kuılenmiştim. «Bana bunun hikâyesini anlatsana, Dede
N’olursun, anlatsana.»
Dede, dikkatle bana baktı. Gerçi isteksiz görünüyor­
du ama onunla ilgilenmem gururunu okşamıştı besbelli.
— «Eeeh, oğul, ben övünmekten pek hoşlanmam
ama..»
Dede’nin yanmda büyülenmiş bir halde yürürken bü-
yuk hır asker nakliye gemisi ağlaşan güzel kadmlarm ara­
sından süzülüp uzaklaştı. Uzun bir süre sonra da kıraç bir
kıyıya yanaştı. Bu süvari bölüğünün başında Albay Mac-
Dougairın Iskoç menşeli Beyaz Atı vardı. Dede, kısa bir
süre içinde Albay’m sağ kolu olmayı başarmıştı. Bazan
— 40 —

bölükten garnizona haber götürüp getirmekle görevlendi­


riliyordu. Gecenin karanlığında iki elinde iki silâh, dişle­
rinin arasına sıkıştırılmış bir kamayla Dede sürüne sürüne
kayaları tırmanırken benim de soluğum kesilmişti. Gece­
nin karanlığında Ay bulutların arasından sıyrıldığı zaman
Dede de düşman hattını geçmek üzereydi. Ay ortalığı ay­
dınlatır aydmlatmaz vahşi düşman da Dede’ye saldırmıştı.
Pim pim pim.. Dede’nin namlularından dumanlar çıkan si­
lâhları boşalmıştı. Bunun üzerine kamasıyle sağa sola sal­
dırmaya başladı. Çevresi kana bulanmış kıvrım kıvrım
kıvrılan kara vücutlarla dolmuştu. Dede, hafif hafif ıslık
çalmaya başlayınca Beyaz atı karanlığın içinden ortaya
çıktı. Ah, geceyarısı atla geri dönüş kimbilir ne zevkli ol­
muştu, Zulu’lar Dede’nin peşinden geliyorlardı. Ama De­
de, vahşi Zulu’larla da başa çıkmasını bilmiş, atının üze­
rinde kan içinde bölüğe dönmüştü. Bayrak kurtulmuştu.
Derin bir soluk aldım. Heyecan ve hayranlık dolu ba­
kışlarla Dede’ ye bakıyordum.
— «Yaran çok ağır mıydı. Dede?»
— «Evet, oğul, korkarım ki öyleydi.»
—^«Şey öyleyse burnun da o zaman mı böyle oldu?»
Dede, burnunu hafif hafif sıvazlayarak ciddi bir ta­
vırla başmı salladı : «Evet, oğul... Zehirli bir ok isabet et­
ti». Dede, şapkasını gözlerine kadar indirdi. Sonra dalgm
dalgın sözlerini tamamladı.
«Kraliçe Balmoral’da bana nişan verirken üzüntü­
sünü bildirdi.» _
Artık ona yeni bir sevgi ve hayranlıkla bağlanmıştım.
Ah, benim Kahraman Dede’ciğim ah. Drumbuck’dan Lo­
mond Vievv’e dönerken Dede’nin elini sık sıkı tuttum.»
Eve döndüğümüzde Hannah Ana, holde, az önce gelen
bir kartpostah inceüyordu.
Hannah Ana, bana döndü ; «Büyükanne yarın dönü-
yormuş» dedi. «Seni görmek için sabırsızlanıyormuş, Ro­
bert.» . . .
Bu haber, Dede’yi garip bir şekilde etkiledi. Birşey
demedi ama sanki ekşi birşey yemiş gibi yüzünü buruştu­
— 41 —

rarak Hannah Ana'ya baktı ve merdivenleri tırmanmaya


başladı.
Hannah Ana, başmı yukarı kaldırmış, Dede’yi yatış­
tırmak ister gibi : «Çayınla beraber yumurta da getireyim
mi. Baba?» diye sordu.
Zulu’larla başa çıkan kahraman: «Hayır, Hannah,
hayır» diye karşılık verdi. «Bu haberden sonra birşey yi­
yecek halim kalmadı.»
Dede yukarı çıktı. Kendini koltuğuna bırakırken, al­
tındaki yaylann acıklı bir sesle gıcırdadıklarını duyuyor­
dum.

Dede ne düşünürse düşünsün, ben merakla bekliyor­


dum. Ertesi gün, yani Cumartesi günü araba sesini duyar
duymaz pencereye koştum.
Heyecan içinde Büyükannenin başmı eğip bir elindeki
çantayı sıkı sıkı göğsüne bastırıp, öbür eliyle de eteklerini
toplayarak büyük bir dikkatle arabadan inişini seyrettim.
Arabacı da pek neşesiz görünüyordu. Büyükanne ona pa­
rasını verince adamcağız kollarını iki yana açtı. Ama so­
nunda yenilgiyi kabullenmiş görünerek yol çantalarını
yüklendi. Dede, hiç birşey demeden, pek vakitsiz yürüyüşe
çıkmıştı. Ama Kate ile Murdoch, isteksiz isteksiz Büyü­
kanneyi karşılamak için kapı önüne geldüer. Kapmm sa­
hanlığından Hannah Ana seslendi, «Robie, ilerdesin? Gel
de haminnenin eşyasını taşımaya yardım et.»
Hemen koştum, o şaşkınlık arasında haminnemin ha­
fifçe paketlerini üst kata taşımaya başladım. Arada bü- de
utangp utangaç arkama dönüp merakla Nineye bakıyor­
dum. îri yan düz taban görünüşlü bir kadındı. Dede’den
daha uzun boyluydu. Uzun, sert görünüşlü bumburuşuk
ve sarı yüzlüydü. Henüz kırlaşmamış olan saçlan ortadan
ayrılmıştı. Üst dudağmın köşesinde de kocaman kahveren­
gi bir ben vardı, üzerinden tüyler fışkırmıştı. Hannah
Ana’yla kuvvetli, rengi kaçmış dişlerini göstere göstere
konuşuyordu. Nedense dişlerini idare etmekte zorluk çeki­
— 42 —

yordu ve bu yüzden de ağzından garip garip madeni sesler


çıkıyordu.
Yukarda, gizli kapı açılmıştı. Haminne aşağı katta
bir fincan çayla yorgunluğımu gidermeye çalışırken ben
de kapımn önüne bırakılan büyücek bir bavulun üzerine
oturup uzun süredir içimi kemiren merakı gidermek için
içerisini dikkatle seyre koyulmuştum. Burası derli toplu
zevkle döşenmiş bir odaydı. Boyalı tahtaların üzerine se­
rilen iki kilim, oval biçimde birer ada havasmı uyandırı­
yordu. Kilimlerin arasındaki boşılukta da bü^ük bir ma­
un karyola vardı. Bir köşeye dikiş makinesi konmuştu.
Pencerenin önünde kocaman bir salıncaklı sandalye sahi­
bini bekliyordu. Duvarlarda renkli üç litograf baskı tablo
asılıydı. Bunlardan biri Samson’un tapınağı yıkışım, İkin­
cisi İsraillilerin Kızıl Denizi geçişlerini, üçüncüsü ise ‘Son
Yargı’yı temsil ediyordu.
Haminne, .ağır ağır ama sert ve kararlı adımlarla yu­
karı çıktı. Her basamağa hakkım vere vere joıkan tırma-
»iöfpr^u. Bu arada ben de büyülenmiş gibi oradan bir tür­
lü aynlknUyorâmn. Denizin, derinliklerinin büyüsüne ken­
dini kaptıran küçük balıklardan ayrı kalır yerim yoktu.
de kendisinin yokluğunda odada bir değişiklik
yapılmış mı yapılmamış mı diye dikkatli dikkatli odayı
kolaçan ediyordu.
Nihayet gördüklerinden pek de memnun kalmadığını
belli ederek başını salladı. EUndeki Gladstone damgalı
çantayı açtı. Gözlük mahfazası, bir İncU ve birkaç ilâç
şişesi çıkardı. Bunları dantel örtülü küçük masanm üze­
rine yerleştirdi. Sonra da döndü, kaba köylü şivesiyle ko­
nuştu :
— «Ben yokken uslu uslu oturdun mu bakayım?»
— «Evet, Haminne.»
— «Bak buna sevindim, yavrum.» Sesi birden değiş­
miş, yumuşar gibi olmuştu. «Bari şurayı düzeltmeme yar­
dım etsen. Ben buradan bir gün ayrıldım mı, hemen orta­
lığı dağıtıveriyorlar.»
— 43 —

Haminnenin çantalarım açıp eşyasmı çıkarmasına


yardım ettim. O da bavullardan çıkan yıkanıp katlanmış
çamaşırlarını dolaba yerleştirmeye başladı. Bir ara bana
bir fanila parçası verip temizliğin imandan geldiğini söy­
leyerek şöminenin pirinçlerini parlatmamı istedi. Kendisi
de elinde kaz tüylerinden yapılma bir silecekle şöminenin
üzerindeki porselen köpek biblolarını temizlemeye koyul­
du.
Benim çalışmamdan hoşlandığı için sert tavırlar ta ­
kınmaktan da hemen vazgeçiverdi. Derin, anlamlı bakışlar­
la beni süzerek; «Sen her şeye rağmen iyi bir çocuksun»
dedi. Haminnen sana güzel birşey getirdi.»
Dclabmın soldaki en üst çekmesinden bir avuç sert
tarçınlı şeker çıkardı. Bir tane kendi ağzına attı, gerisini
bana verdi. «Sakın ısırma, emerek ye. Böyle yaparsan, ye­
mesi daha uzun sürer.» Korujmcu bir tavırla alnımı okşa­
dı : «Sen Haminnenin çocuğu olacaksın. Gel benimle, kuzu-
cuğum. Sana dışarda çay içireceğim.»
Haminne verdiği sözü tuttu, beni hemen bütün gün
yanından ayırmaz oldu. Arasıra benimle konuşuyor, hattâ
kendinden söz ettiği bile oluyordu. İyi bir köylü aileden
gelmeydi. Ziyaretine gittiği akraba da Ayrshire’h bir pa­
tates yetiştiricisiydi. Kocası, Levenford tezgâhlarında us-
tabaşılık etmişti. Temiz kalpli, ermiş bir adamdı. Asla unu­
tulmayan bir günde tezgâhların avlusundan geçerken vinç­
le kaldırılan bir ton ağırlığında kocaman bir çelik direk
zavallının üzerine düşmüştü. Zavallı Samuel’cik. Fakat
Tanrısına kavuşmuştu o. Patronları yani Marshall kardeş­
ler de çok cömertçe davranmışlardı. Haminne yaşadığı sü­
rece şirketten para alacaktı. Tanrıya şükürler olsun kim­
seye muhtaç değildi. Yattığı yer ve yediği yemekler için
iyi bir ücret ödüyordu.
Haminne, öğleden sonra saat dörtte ellerimi ve yüzü­
mü yıkamamı tenbihledi. Yarım saat sonra da Drumbuck
kasabasına gitmek üzere yola düzüldük.
Artık Haminne’nin o koyu dindarlığı benim de üze­
rimde etkisini göstermeye başlamıştı. Onun sevgisini ve
— 44 —

hayranlığını kazanabilmek için gayet ciddi, eski kafalı biri


olmuş çıkmıştım. Hattâ Haminnemin yaptığı gibi boyuna
başımı sallamayı bile benimsemiştim. Onun gezilerine ka­
tılırken kutsal bir iş yapıyormuş gibi önemsiyordum ken­
dimi. Gerçi hava ılıktı ama Haminne geldiği günkü kıya­
fetiyle sokağa çıkmıştı. Elinde de, sapı altm ve inci süslü
büyücek bir şemsiye taşıyordu.
Küçük şekerci dükkânına yaklaştığımız sırada :
«Aman yavrum» dedi, «Sakın unutma. OradEf uslu dura­
caksın. Bayan Miııns benim pek aziz bir ahbabımdır. İki­
miz de aynı toplantıya katılıyoruz. Çaymı içerken sakın
gürültü yapma. Sana soru sorulduğu zaman cevap verir­
sin.»
Bayan Minns’in o alçak yeşilimsi camekânına yüzümü
dayayıp da içersini özlemle seyrettiğim zamanlar, günün
birinde Bayan Minns’in konuğu olmak onurunu kazanaca­
ğımı hiç akhma getirmemiştim. Haminne kapıyı itip de
içeri girerken hafifçe gıcırdadı. Ben de onun peşinden gir-
■dim. İçerisi loş bir mağarayı andırıyordu. Tarçın, vanilya,
sabun ve balmumu kokan bir mağaraydı burası. Bayan
Minns ufak tefekti, gövdesi hafifçe öne eğikti. Siyah ön­
lük giymiş, madeni çerçeveli gözlüklerini başına itmiş tez­
gâhm başında yün örüyordu. Bizim içeri girdiğimizi de
görmemişti. Birden gürültümüzü duyunca başını kaldırdı
sevgi ve şaşkınlık içinde bir feryat kopardı.
— «Hay Allah, hatun, sen daha dönmemiştin değil
mi?»
— Yok yok, Tibbie, gelen benim başkası değil.»
Haminne arkadaşını böyle habersiz baskın yapmak­
tan pek memnun görünüyordu, iki kadın birbirlerine sanl-
dılar, öpüştüler, birbirlerine iltifat yağdırdılar.
Bayan Minns, romatizmalı bacaklarını zorlukla sürük­
leyerek bizi dükkânın arka tarafına buyur etti. Hemen yu­
varlak masaya çay sofrasını kurdu, çaydanlığı da ateşe
koydu. Bir yandan da Haminnenin Kilmarnock’a yaptığı
ziyaretin hikâyesini dikkatle dinliyordu. Bu ziyaretin en
— 45 —

önemli bölümlerini Haminnemin katıldığı toplantılar kap­


samıştı.
Haminnemin hikâyesi bitince Bayan Minns derin de­
rin içini çekti. «Ah, hatun» dedi, «sen çok daha iyi vakit
geçirmişsin. Ziyaretin çok da yararlı olmuş. Bay Dalget-
ty’yi keşke ben de dinleyebilseydim. Fakat senin dinlemen
daha isabetli olmuştu.»
Bayan Minns, çayı boşaltırken Haminne’ye onun yok­
luğunda olup biteni anlatmaya koyuldu. Doğumları, ölüm­
leri hamile kalanları birbir saydı. Fakat biraz sonra anla­
tacak birşey kalmadığı için odayı derin bir sessizlik kap­
ladı. İkisi de dikkatle bana bakıyorlardı. Yemekten önce
biraz abur cubur yiyerek iştahlarını kamçılayan ve asıl
büyük yemeğe sıra gelsin diye sabırsızlıkla bekleyen iki
oburu andırıyorlardı.
Bayan Minns açık açık ; «O iyi bir çocuk» dedi. «Bir
dilim pasta daha al bakayım, koca adam. Pasta çok güzel.»
Bu ekstra ilgiden ister istemez pek hoşlanmıştım. Ba­
yan Minns daha önce de bana koca bir tabak dolusu
Abernethy bisküvisi vermiş, masaya yetişeyim diye san­
dalyeme bir minder koymuştu. Çayımı içmediğimi görünce
de hemen dükkândan Tron Brew’ adı verilen bir şişe do­
lusu sarı bir su getirmişti. Şişenin etiketinde ağır bir yükü
kaldıran güçlü kuvvetli adaleli bir erkek resmi vardı.
Şefkatle ; «Hadi bakalım, yavrucuğum» dedi, «Ha-
minenene ve bana anlat bakalım evde neler yapıyorsun?
Galiba hep Dede’yle beraber dolaşıyorsun değil mi?»
—^ «Ah, evet, gerçekten öyle, Dede’yle çok dolaşıyo­
ruz.»
îki kadın acıklı bakışlarla birbirlerini süzdüler. Sonra
Haminne, duygularım belli eden bir sesle : «Pekâlâ, De­
de’yle beraberken neler yapıyorsunuz?»
Bir Abernethy bisküviti daha almak için tabağa uza-
mrken biraz da yüksekten atar gibi: «Ooo, pek çok şey»
diye mırıldandım. Bay Boag ile bilardo oynadık. Zulu’ları
avladık. Bay Dalrymple’ın bostamndan meyva topladık...
Tabii dedemin meyv^a toplamaya izni vardı. Beni çitten
— 46 —

atlattı..» tki kadının dikkat kesilip beni dinlemelerinden


pek hoşlanmıştım. Dede’yle yaptıklarımızı en küçük ay­
rıntılarına varıncaya kadar birbir anlattım.
Hikâyemi bitirdikten sonra gene oda sessizleşti. Ha­
minne beni dikkatle süzüyordu. Biraz sonra kendini topla­
dı, benim daha eski günlerim hakkmda bilgi almak istedi.
Dublin’deyken günlerimi nasıl geçirdiğimi sordu. Bana öyle
ustalıkla soru soruyordu ki, hiç soluk almadan Dublin’de­
ki günlerden aklımda kalanları birbir anlatıverdim.
Hikâyemi bitirince iki kadın gene bakıştı. Gene oda­
ya garip bir sessizlik çökmüştü.
Biraz sonra Bayan Minns : «Ee, işte, dostum» dedi,
«şimdi durumu gayet iyi biliyorsun.»
Haminne başmı öne eğdi, sonra yan gözle bana baktı.
«Robert, şekerim, hadi koş kapının önünde biraz oyna.
Bayan Minns’le benim görüşeceklerim var.»
Bayan. Minns ile vedalaştım, sonra da Haminnemin
yanıma gelinceye kadar kapının önünde durup bekledim.
Geri dönerken Haminne benimle hiç konuşmadı, sadece
sevgi ve merhametle kolumu tutmuştu. Eve gelince beni
hemen odasına götürdü, kapıyı kapadı, sırtından pelerini­
ni çıkardı.
— «Robert, benimle birlikte dua eder misin?»
— «Ah, elbette. Haminne.»
Kalbi kail ağladığı halde benim elimi tuttu, yere diz
çöktürttü, sonra kendisi de yamma çöktü. Yarı karanlık
odada bir dua mırıldanmaya başladık. Haminne benim iyi­
liğim için büyük bir güven ve bağlılıkla Tanrıya yakarı­
yordu. Benim de huzurum kaçtığı için tasalı ve şaşkın bir
halde ona bakıyordum. Ama duanın beni de etkilediği bir
gerçekti. Haminne, günahların bağışlanması için Tanrıya
yakarırken duygulandım, gözlerim yaşardı. Haminne dua­
sının sonunda sevgi ve şefkatle benim cennete ulaşmam
için dua etti. Duası bitince de neşeli neşeli gülümseyerek
ayağa kalktı, perdeleri kapadı, gaz lambasını yaktı.
— «Aman şu sırtındaki elbise de pek biçimsiz şey,
Robert. Akademide seni bu kılıkta görürlerse ne derler
— 47 —

bilemiyorum..» Hamimie beni yanına çağırdı. Elbisemin


kumaşını dikkatle inceledi. «Yarın sana kendi makinemde
birşeyler dikmeye çabşacağım. Dolabımdan mezurayı ge­
tir bakayım.»
Ben hiç kıpırdamadan dururken Haminne de mezuray­
la ölçümü aldı. Kahverengi bir hazır elbise patronu üzeri­
ne mor kalemiyle rakamlar yazdı. Sonra dolabını açtı
«Bir yerde güzel bir serj pantolon olacaktı» dedi. «Tam
sana göre..»
Haminne pantolonu ararken kapı vuruldu.
Dışardan Dede’nin sesi duyuldu: «Robie, yatma zama
m geldi.»
Haminne, dolaptan başını arkaya çevirdi: «Robert’i
ben yatıracağım.»
— «Ama o benimle yatıyor.»
— «Hayır, benimle yatacak.»
Bir sessizlik oldu. Sonra gene Dede’nin sesi duyuldu:
«Geceliği benim odamda.»
— «Ben ona başka gecelik bulurum.»
Gene bir sessizlik oldu. Yenilginin belirtisiydi bu ses­
sizlik. Dede’nin terliklerini sürüye sürüye geri döndüğünü
duydum. Artık ben de enikonu tasalanmıştım. Bunu yü­
zümden de belli etmiş olacağım ki. Haminne bana karşı
daha sakin ve sabırlı davranmaya çalıştı. Beni soydu.
Odasındaki ibrikten el tasma su döktü, beni yıkadı, sonra
da pamuklu bir geceliğe sarıp o yüksek karyolaya yatırdı.
Yanıma oturdu, sanki can sıkıcı bir durumla karşıkarşı-
yaymış gibi alnımı okşadı: «Vah benim zavallı yavrum»
dedi. Derin derin içini çekti. «Kendini bazı gerçeklere ha­
zırlamak zorundasın. Senin deden hiç bir zaman savaşa
gitmedi. Hayatı süresince de Winton Hall’ün elli kilometre
ötesine gitmemiştir.»
Ne diyordu bu kadın? Dehşetten gözbebeklerim dı­
şarı fırlayacak gibi oldu.
— «Kimsenin arkasından konuşmak âdetim değildir»
diye Haminne sözlerini sürdürdü, «Ama bu senin gelece­
ğinle ilgili kutsal bir görev.» O konuşmasını sürdürürken
— 48 —

benim de zihnim allak bullak olmuştu. Onun söylediklerini


duymamaya çalıştım, ama ara sıra kelimeler kulağıma
çalınıveriyordu. «Her girdiği işi yüzüne gözüne bulaştır-
mıştır... Her gittiği yerden koyulmuştur... Zavallı karı­
sının da içine indi zaten... Sonra bir de o içki faslı var...
İçki merakı yüzünden de belli oluyor ...Arkadaşları bile
kendisine benziyor... Boag, üç kez iflâs etti.. Dickie’ ııin de
bir ayağı düşkünler evinde.. Şimdi cebinde bir meteliği bi­
le yok... Oğlumun eline bakıyor...»
Kulaklarımı ellerimle kapayarak: «Hayır, hayır» di­
ye haykırdım. Başımı yastığa gömdüm.
Haminne, yatağın örtüsünü düzelterek : «Bunları bil­
men gerekiyordu, Robert» dedi. «Yeni yetişen bir çocuk
için hiç de uygun bir dost değil o. Ağlama, kuzum. Ben sa­
na bakacağım.»
Ben sakinleşinceye kadar Haminne de sabırla bekledi.
Sonra ayağa kalktı, lıendisiniıı de çok yorulduğunu belirt­
tikten sonra : «Erken yatıp erken kalkmalı» dedi, «o za­
man hepimiz sağlıklı, varlıklı ve akıllı oluruz.» Haminne
bunları söyledikten sonra soyunmaya başladı.
Çok üzgün ve bitkin olmama rağmen onu seyretmek­
ten de kendimi alamıyordum. Haminne kestane rengi saç­
larının üzerine oturttuğu siyah başlığını çıkardı. Sonra
göğsünden ince altın zincirli saatini çıkardı. Saati güzelce
kurdu, şöminenin üzerindeki çengele astı. Ondan sonra
da sıra omuzlarını sıcak tutan beyaz şala geldi. Daracık
uzun kollu siyah elbisesinin önündeki düğmeleri çözdü.
Elbiseyi de çıkardıktan sonra güzelce katlayıp salıncaklı
sandalyenin arkalığına koydu. Elbiseyi iç gömleği ve kor­
salar izledi. Belki de dört kat korseyle örtmüştü vücudu­
nu. Bunlardan kurtulunca adaleleri gevşedi, vücudu ra-
hatladn
Bundan sonra sıra takma dişlerini çıkarmaya gelmiş­
ti. Haminne bu işi de sol elinin çevik bir hareketiyle yapı­
vermişti. Takma dişler çıkınca vücudu gibi yüzü de gevşe­
yiverdi, yüzünün ifadesi yumuşadı. Takma dişlerini ba-
şucuııda duran su dolu banlağm içine bıraktı. Başına be­
— 49 —

yaz kurdeleli bir gece başlığı geçirdi. Kurdeleleri çenesinin


altından bağladı. Bu bağlar Haminnemin dişsiz yüzünü bi­
raz germiş, biçime sokmuştu.
Şimdi de eteklerini çıkarmaya başlamıştı. Haminnemin
giydiği iç eteklerinin sayısı o ilk çocukluk günlerimde beni
en çok şaşırtan mesele olmuştu. Önce siyah alpaka eteği­
ni çıkardı. Sonra beyaz pamukludan üç etek çıkarttı. Fa­
kat daha sonra kaç etek çıkardığını bir türlü öğreneme­
dim. Haminnem bu sırada sert bir sesle : «Robert, yüzü­
nü duvara dön,» diye emretmişti.
isteğini yerine getirdiğim zaman kulağıma gelen hı­
şırtılardan onun bir etek daha çıkardığım duydum. Sonra
başka sesler de geldi kulağıma. Derken gaz lambası sön­
dü. Haminnem, yorgam açmış, koynuma girmişti. Pek
kıpırdanmadan ve ses çıkarmadan uyuyordu ama ayaklan
pek soğuktu. Yatağa girer girmez de ayaklarını bana da­
yamıştı. Karanlıkta yana dönük yatarken korku içinde
bardakta duran o takma dişleri seyrettim. Renkleri yeşile
çalıyordu ve pek eski şeylerdi ama gayet kuvvetliydiler.
Dedemin böyle dişleri yoktu. Fakat yaşlı adamın bütün
o kötülüklerine rağmen birdenbire onun yanında olmak
istedim. Dedemi özlemiştim.

Yeşil Yıllar — F : 4
BEŞİNCİ BÖLÜM

Eski kurşuni taş binası, yüksek, kare şekUndeki saat


kulesi eskimiş taş basamakları, uzun, rutubetli koridorla­
rı, tebeşir tozu, çocukların soluklannm kokusu ve gaz
lambalarmm kokusuyle dolu sıcak smıflarıyle Akademi
ikiyüz yıldan daha fazla bir süreden beri High Street’e
hükmediyordu. O sinirli ve heyecanlı halimde buraya gi­
rişi Hamelin dağındaki geçide benzetmiştim.
O geçitten ilk kez geçeceğim günün sabahında heye­
can ve korkudan erken erken uyanmıştım. Ben gözlerimi
açar açmaz Haminnem elbisemin hazır olduğunu söyledi.
Sonra beni elbisenin asılı olduğu yere götürdü. Yeni elbise
paketlenmiş, duruyordu. Haminnem bana sürpriz yapmak
istemişti anlaşılan.
Büyük bir merakla tamamlanmasını beklediğim elbi­
se beni öyle şaşırttı ki ne diyeceğimi bilemedim. Elbise ye­
şildi. Hem de öyle siyaha bakan koyu yeşil değil, parlak
canlı bir zeytin yeşiliydi. Doğrusu, Haminne dikiş makine­
sinin başında çalışırken bu kumaşı görmüştüm ama saflı­
ğımdan olacak bunu astar sanmıştım.
Haminnem gururla: «Haydi geçir şunu sırtına» dedi.
Elbise büyüktü. Ceketin içinde kaybolmuştum. Geniş
paçalı pantolon da bana uzun geliyordu.
Haminnem, oramı buramı çekiştirerek: «güzel güzel»
diye mırıldandı. «Seni güzelce örtüyor. Boy atıp büyüye­
ceğini de hesaba katmak zorunda kaldım.»
— 51 —

— «Ama ya rengi, Haminne» diye direnecek oldum.


Haminne dişlerinin arasında tuttuğu iğneyi ağzından
çekmeden beyaz makaradan iplik kopardı: «Rengi mi?
Renginin nesi varmış? Gayet güzel bir kumaş. Cinsi de
çok iyi. Hiç eskimez.»
Ürkmüştüm. Ceketin koluna dikkatle bakınca kumaş­
ta ince yuvarlak şekillerin bulunduğunu gördüm. Ah, alla­
hım bunlar güle benziyordu. Haminneye bu kumaştan el­
bise belki yakışırdı ama hiç de bana göre değildi.
— «Bu sabahlık eski elbisemi giymeme izin verin. Ha­
minne.»
— «Saçmalama. Dün gece bunu bitireceğim diye saat­
lerce uğraştım.»
Haminnemin elbiseyi övmesi içime biraz huzur ver­
mişti. Odadan çıkarken elbisenin güzel olduğuna aşağı yu­
karı inanmıştım. Fakat Murdoch hemen aklımı başıma
getirdi. Beni merdiven başında karşılamıştı. Gözlerinde
alayla karışık bir dehşet ifadesi vardı. Merdivenin korku­
luğuna yaslandı avazı çıktığı kadar : «İşte geliyor, işte
geliyor» diye bağırdı. ‘
Mutfakta Hannah Ananın garip sessizliği, bana kah­
valtımı verirken aşırı derecede müşfik davranması da içi­
me güven vermedi.
O kurşuni sabahın soğuğuna çıktım. Bu sevimsiz ve
soğuk Iskoç manzarasında bir garip görüntünün varlığım
sezmiştim: O da bendim. Yoldan geçenler, dönüp dönüp
bana bakıyorlardı. Utancımdan, ana caddeye yürüyecek
yerde arka sokaktan geçmeyi tercih ettim. Sakin fakat
daha uzun bir yoldu. Bu yüzden de okula geç kaldım.
Koridorlarda yolumu şaşırıp bir hayli arandıktan
sonra nihayet ikinci sınıfın yerini buldum. Kate’in tavsi­
yesi üzerine bu smıfa girmem kararlaştırılrmştı. İki .sınıf
arasındaki bölme kaldırılmıştı. Ben içeri girdiğim zaman
öğretmen Bay Dalgleish, birinci dersi vermeye başlamıştı.
Kimseye görünmeden boş bir sıraya ilişmeye çalıştım. Fa­
kat daha sıranın yanına varmadan öğretmen beni yarı yol­
da durdurdu. Öğretmen pek öyle çevresine dehşet saçan
— 0 ^ -

birine benzemiyordu. Bazı günler öğrencilere gayet yumu­


şak davrandığı, onlara güzel güzel ders anlattığı da olu­
yordu. Fakat bazan da pek sinirli oluyordu. Böyle zaman­
larda sanki içindeki şeytan gazaba gelmiş gibiydi. Bir
eliyle bıyığmı burmasından havanın pek de hoş olmadığım
anlamakta gecikmedim. Geç kaldığım için azar işiteceğimi
biliyordum. Fakat Bay Dalgleish bana bağırmadı. Kürsü­
sünden indi, başı hafifçe bir yana eğilmiş bir halde ağır
ağır çevremde gezindi. Sınıftaki öğrenciler de heyecan
içinde dikkat kesilmişler bizi seyrediyorlardı. ^
Öğretmen biraz sonra : «Ee, demek ybni öğrencimiz
bu» dedi, «Galiba yeni bir elbiseniz de var. Mucizeler dev­
ri henüz sona ermedi demektir.»
Salonda bir mırıltı oldu. Ben susuyordum.
— «Hadi, efendim, bize surat asıp durmayın baka­
lım. Bu elbiseyi nerden aldınız? High Street’teki Miller’in
mağazasından mı yoksa Kooperatifin satış mağazasından
mı aldmız?»
Dudaklarım bile solmuştu. «Büyük babamın annesi
dikti, efendim.»
Sınıftan bir kahkaha yükseldi. Bay Dalgleish m kan
çanağına dönen gözleri hiç gülmüyordu. Gene çevremde
dolanmaya koyuldu.
— «Müthiş bir renk bu. Fakat gayet uygun. Duydu­
ğumuza göre İrlandalIlardan doğmayımşsımz.»
Sınıftan gene kahkahalar yükseldi. Öğrenciler arasm-
da gülmeyen sadece iki kişi vardı. Bunlardan biri ön sı­
rada oturan Gavin Blair’di. Soğuk ve öfkeli bakışlarla öğ­
retmeni süzüyordu. Diğeri de Alison Keith’di. Başını kita­
bından kaldırmış, koyu renk gözlerini bana dikmişti.
— «Soruma cevap ver. Sen Saint Patrick’in buyruğun­
da olanlardan mısın değil misin?»
— «Bilmiyorum.» ,
— «Bilmiyormuş.» Öğretmenin alaycı bir tonla söy­
lediği bu sözler, sınıfı daha da heyecanlandırdı. Neşe için­
de sıralar arasında hoplayıp zıplamaya başladılar. Sonra
da hep bir ağızdan bir ilâhi okudular.
Öğretmen soğuk bakışlarım öğrencilere çevirinceye
kadar sürdü. Çocuklar öğretmenin ciddileştiğini görünce
hemen sustular. Bu defa adam bana döndü: «Annene öğ­
retmenlik yaptığımı öğrenmek belki sana ilginç gelir. Ama
şimdi vaktimi boşa harcadığım anlaşılıyor. Geç orava
otur.»
Pek ezilmiş bir halde tir tir titreyerek yerime otur­
dum. Bu olaydan sonra sıkıntilarım sona erer diye düşün­
müştüm. Yanılmışım. Meğer daha işin başmdaymışım.
Ders arasındaki dinlenme devresinde bir alay çocuk çev­
remi sardı. Onlara benzemeyen biri sayıldığım için sürüye
nasılsa karışan kara koyundan farkım kalmajmştı.
Beni en fazla üzenler de Bertie Jamieson üe Hamish
Boag idi.
— «Rengi yeşil. Mavi Anası onun.» Çocuklarm teker­
lemesi Bay Dalgleish’in suçlamalarının yanmda pek hafif
kahyordu ama Uiisi de aynı temele dayanıyordu. Yaşlı bir
kadının mutsuz elbisesi çocuklarm ırk ve din ayırımı gö­
zeterek öfkelenmelerine sebep olmuştu. Yemek teneffüsün­
de tuvaletlerden birine kapandım. Kapıyı içerden kilitle­
dikten sonra üzerine marmelat sürülmüş ekmeğimi, dizi­
me koyup oturdum. Fakat çok geçmeden yerimi buldular
ve beni zorla dışarı çıkardılar.
O gün öğleden sonra yürüyüş talimi vardı. Emekli
bir gönüllü çavuşun yönettiği talim okul sınırlan içinde
yapılacaktı. Diğerleriyle birlikte ceketimi çıkardığım sı­
rada Bertie Jamieson ile Hamish Boag, tehdit dolu bir
hava içinde bana yaklaştılar. Bertie, tombalak, çıkık
alınlı bir oğlandı, her zaman kızlarla koşup oynamaktan
hoşlamrdı. «Sonra senin hesabını göreceğiz,» dedi.
—^ «Peki ama niçin?»
— «Pis bir papa taraflısı olduğun için.»
Bundan sonra ‘kolları kaldır’ ‘dizleri kıvır’ gibi buy­
rukları yerine getirirken başıma geleceklerden korktuğum
için titremeye başlamıştım. Jimnastik dersi bitip de bizi
çalıştıran emekli çavuş yanımızdan ayrılınca beni zorla
ceket ve paltoların asılı durduğu yere götürdüler. Büyük
oğlanların çoğu orada toplanmıştı. Beni de tekmeleye tek-
meleye bir köşeye ittikleri zaman Jamieson beni kollarım­
dan yakalayıp arkaya doğru kıvırdı. Can acısı içinde ken­
dimi kurtarmaya çalışırken ayağım kaydı yere düştüm.
Hamish Boag bacaklarımdan tutarken Jamieson da göğ­
süme oturup başımı yere vurmaya başladı.
— «Gör şunun hesabını, Bertie» diye çocuklar bağı­
rıştılar. «Şunun içini dışına çıkar da hanyayı konyayı
anlasın.»
Bu sözler, Jamieson’a bir fikir vermişti. Elini saçla­
rımdan çekti, öbürlerine baktı. «Kimde bıçak'var? Baka­
lım şunun içi de dışı gibi yeşil mi?»
— «Hayır, Bertie, hayır», diye bağırdım. Yüreğim
korkudan ağzıma gelecek gibi olduğu için konuşamıyor-
dum bile. Birdenbire zil çaldı, çocuklar da beni serbest
bırakmak zorunda kaldılar. Smıfa giden koridora vardı­
ğım zaman Bay Dalgleish, elinde çanla kapının önünde
bekliyordu. Üstüm başım toza bulanmış bir halde olduğu­
mu görünce sordu: «Bu hal ne böyle?»
Soruya benim yerime öbürleri hep bir ağızdan cevap
verdiler, «Bir şey yok, efendim.» Sonra küçük Hovvie,
arka sıralardan sincap gibi cırtlak bir sesle bağırdı:
«Shannonün yeni yeşil elbisesine bakıyorduk, efendim.
Çok güzel bir elbise bu.»
Bay Dalgleish acı acı gülümsedi.
O hafta çekmediğim kalmadı. Çocukların bana yap­
tıkları kötülüklerin ardı arkası gelmiyordu. Okuldan son­
ra Kutsal Melekler Kilisesinin karşısında genellikle ka­
labalık bir grup beklerdi. O kiliseye hiç ayak atmadığım
halde içeri girip günahlarıım bağışlatayım, fakirler için
konan kumbaraya para atayım, papazın ayaklarını öpe­
yim diye zorluyorlardı beni. Bana işkence yapanların hep­
si de insafsız yaratıklardı. Nihayet çaresiz kalmea ben de
onlara yumruk savuruyordum ama bu davranışımın da
acısmı hemen çıkarıyorlardı.
Onlarla karşılaşmayayım diye hep tetikte yürümek
zorundaydım. Karşıdan geldiklerini görür görmez de ta-
— 55 -

gören genç mühendisler ve iaçiW hLl *’eni


kadar «hey, YeşÜ Bebek, annen «okaT
mu?» diye bağırıyorlardı eıktıgmı biliyor

« °”X .s s .S kbenîis-
r itr■.”“*“
tim. Günden güne çaresızük <1® «af-
odevlerimi
hftîîsmi y-i..-
gü^el y a p a S o r.d ^ ^
' ’ l öllufta
hepsini lekelemiştiîn. Geri zekâlı bir
^ " rdefterlerimin
t
e r '', " " '
yordum. Bir keresinde Bay favranı-
Şiir söylememi emredince öyle uzn!, h t h ^ ‘^
ki, avaz avaz bağırdı; «Ne bekliyorsu^ Sa^Iv“
vap verdim. «Çok rica ederim efendim n ?î!-
...» Garip bir sessizlik çöktü s,n,f» q’ I 1
J S h k a ;r ? 2 m k ^ E ^ ’^ -^ a . S o m ^ -,^ ^ ^

nin °dasınf^ı^dSİ3urn^TSşS

Sritîr’î'lh*-" »-«yâu?«£»»ifr.
Dede, başım dimdik yukarda t Z n
yammdan geçmiş, g f y Z s S Z r e "
minle canın isterse onunla ıS t o * ı •' «Ki-
hıç bir ^ y yapmadan derin deri; d l ^ ^ ü S f B^'“ V
acıdığı belliydi. oşunuyordu. Bana biraz
—^«Dede,» diye ağladım.

beni g ö r S g Z t r i p a ri^ m ı^ M y Z ^
— «Geri döneceğini biliyordum » dedi S^n! s
eski kımn. gizlemeyi başaramayarak- « S f ı, .°
terden çok daha iyidir,» dedi y®"^'
ALTINCI BÖLÜM

Nihayet rahatlamış, Dedenin dizlerine oturmuştum.


Bu da barıştığımızı gösteriyordu. Başımdan geçenleri ona
güzelce anlattım. Dede, hiç sesini çıkarmadan beni dinle­
di. Sonra piposunu aldı.
Gayet anlayışlı bir tavırla; «Yapılacak bir tek şey
var,» dedi, «yalnız bakahm sen bunu yapabilecek misin?»
Hararetle bağırdım; «Yapacağım, yapacağım. Yapa­
cağım. ..»
Dede, piposunu yakıp birkaç nefes çekti.
-— «Senin smıfmm en kuvvetli, en gürültücü ve en
inatçı çocuğu hangisi?»
Bu sorunun cevabını vermek için şöyle bir saniye ka­
dar düşünmek yeterliydi. Hiç çekinmeden: «Gavin Blair,»
dedim.
— «Belediye Başkanınm oğlu mu?»
Başımı salladım.
Dede, piposunu dudaklarından çekti: «Öyleyse Gavin
Blair ile dövüşmen gerekiyor.»
Şaşkm şaşkm Dedemin yüzüne baktım. Aslında Gavin
bana işkence yapanlara katılmıyordu. Bu gürültü ve pa­
tırtıdan daima uzak durmaya bakıyordu. Akademide de
gerçekten benimle sadece iki kez konuşmuştu. Üstün bir
çocuktu. Zeki fakat içine kapanıktı. Smıfm en üstün ço­
cuğuydu. Dalgleish’in bile gözüne girmişti. Oyunların hep­
sinde daima çok başanhydı. Bertie Jamieson’u da tek
— 57 —

eliyle yere serebileceğini söylüyorlardı. Bunları Dedeye


anlatmaya çalıştım.
—^«Korkuyor musun?» diye sordu.
Gavin’in kıvrık vücudunu kısa fakat kararlı görünen
çenesini açık ifadeli kurşunî gözlerini düşündüm. Okudu­
ğum romanlardaki çocukların aksine ben müthiş korku­
yordum.
— «Ben dövüşmesini bilmiyorum.»
— «Ben sana öğreteceğim. Bir haftamı buna ayırıp
sana dövüşmeyi öğreteceğim.» Dedem, omuzlarmı silkti:
«İstersen Bay Dalgleish’e de bir mektup yazarız. Çocuk­
larla konuşmasını rica ederiz. Ama o zaman çocuklar sana
daha fazla düşman kesilecekler. Gidip içlerinden en iyi­
sini dövmek bir prensip meselesidir. Ne dersin, bunu ya­
pacak mısın?»
Ürperdim. Ama nihayet derdime bir çare bulunduğu
için rahatlamıştım. Kendini öldürmek isteyenlerin yüksek
binalardan aşağı atlamalarmın sebebi de buydu belki.
Yutkunarak: «Evet,» dedim.
Eğitimim hemen o akşam Hannah Ana’nın bulaşık­
larını kuruladıktan sonra başladı. Plânımızı Nineden giz­
lemeyi kararlaştırmıştık. Dede beni öyle acayip şekiller­
de durmaya zorluyordu ki, adalelerim kasılıp kalıyor, ca-
mm müthiş acıyordu. Yumruklarım sıkılı, çenem geri çe­
kilmiş vaziyette dururken ayağımdaki potinlerden başka
birşey göremiyordum. Dede de karşımda aynı şekilde du­
ruyordu. Daha sonra sol yumruğumu savurmamı istedi.
Ben de yumruğumu dedemin karın boşluğuna saplayıver­
dim. Adamcağız can acısı içinde iki büklüm oldu. Soluk
soluğa koltuğuna yığüdı.
— «Ah, Dede,» diye dehşet içinde bağırdım, «canınızı
acıtmak istememiştim.»
Dede çok kızmıştı. Onun hiç canını acıtmamıştım, sa­
dece belden aşağısma vurmakla kibar bir erkeğe yakışma­
yan bir harekette bulunmuştum. Dede, daha sonra bana
hatalı vuruşların neler olduğunu öğretti. Bacaklarım kuv­
vetlensin diye de yolun sonuna kadar koşturdu.
— 58 —

Bunu izleyen günlerde de beni o soylu kendini savun­


ma sanatında ilerletmek için büyük bir çaba harcadı. Jem
Mace’in, Centilmen Jim’in ve Kasap Biliy’nin öykülerini
anlattı. Kasap Billy, kınk çene ve bir kulağı sarkmış hal­
de tam seksen iki ravund dövüşmüştü. Dedem, su içme­
me pek izin vermiyordu. Cildimin sertleşmesi için mümkün
olduğu kadar az su içmem gerekliydi. Hattâ yemeklerde
yediği peyniri bile bana feda etmişti. Oysa dedem peyniri
çok seviyordu. Akşamları onun payım ben yerken karga­
ma geçip ağzı sulana sulana beni seyrediyordu.
— «Seni güçlendirmek için Dunlop peynirinden daha
iyi bir gıda olamaz, oğul,» diyordu. Doğru söylediğine ina­
nıyordum ama bu peynir de içimi yakıyordu.
Cumartesi günü öğleden sonra Dede beni mezarlığa
götürdü, arkadaşlarına çalışmalarımızı gösterdi. Ben on­
ların karşısında yumruklarım sıkılı saldırıya hazır vazi­
yette dururken Dede de çıkan anlaşmazhğın nedenlerini
açıkladı. Saddler’in Dedemi suçlamak isteyen bir tavırla
güldüğünü duydum: «Peki ama senin o büyük düşünce­
lerin ne oldu, Govv? Sen güya ‘Yaşa ve yaşat’ prensibine
bağlıydın, oysa şimdi dövüşe hazırlanıyorsun. Bu ne de­
mek oluyor?»
Dede, dik dik cevap verdi: «Saddler, bazan insanların
yaşamaları için dövüşmek gerekli olur.»
Bu sözler, Boag’u susturdu ama benim başanh olabile­
ceğime pek inanmadığı da belliydi.
Nihayet o unutulmaz gün de geldi çattı. Merdivenin
sahanlığına gelirken Dede beni odasına çağırdı. Ciddi bir
tavırla elimi sıktı. Gözlerimin içine bakarak: «Unutma»
dedi «ne yaparsan yap... Fakat sakın korkayım deme...»
İçimden ağlamak geldi. Dedenin peynirine rağmen an­
nemin yambaşında geçirdiğim o nazlı nazenin yılların et­
kisi kaybolmamıştı, işi daha da güçleştiren son zamanlar­
da Gavin’in hep benim tarafımı tutması, her tartışmada
benden yana çıkmasıydı. Bir gün, bahçede oyım oynarken
Bertie Jamieson’un bana sert bir şekilde omuz vurmasına
sinirlenmiş, Bertie’yi başlamıştı. Bir keresinde de smıfta
silgi aradığımı görünce sessiz sedasız kendi silgisini bana
uzatmıştı. Ama ben Dedeme söz vermiştim, beni hiç bir
kuvvet sözümden geri döndüremezdi. Öğretmenim dövüş
için saat dördü uygun görmüştü. Yani okuldan çıkar çık­
maz harekete geçecektim. Bütün gdin korkudan tir tir tit­
reyerek Gavin’in o sakin, kararlı ve zeki görünüşlü yüzü­
nü dehşet içinde seyrettim. Koyu renk kalın kaşları, kısa
vo dolgun üst dudağıyle bayağı yakışıklı bir çocuktu.
Highland’li tipi vardı. Babası Perth’liydi. Ölmüş olan an­
nesi de învararay’dan Campbell ailesinden gelmeydi. Bu­
gün de büyük ablasıyle akşama gezmeye gideceği için
Iskoç eteğini giymişti. Bir iki kere bakışlarımız birleşti.
Bana yalvaran gözlerle bakıyormuş gibi geldi. Yüreğime
bir ağırlık çökmüştü. Onu sevmeye başladığımı hissedi­
yordum. Ama gene de onunla dövüşmek zorundaydım.
Akademinin uzun kurşunî kulesindeki saat dördü vur­
du... Son ümidim Bay Dalgleish’in beni sınıfta alıkoyma-
sıydı ama bu da boşa çıktı. Diğerleriyle birlikte sınıftan
çıkmama izin verilmişti. Bahçeden geçiyordum. Gavin
önümden yürüyordu. Çantasını omzuna asmış ağır ağır
yürüyordu. Elimi çabuk tutmam gerekiyordu, işte bu dü­
şünce benim aklımı başımdan almıştı. Dedeme verdiğim
sözü tutamayacağım diye ödüm kopuyordu. Birdenbire ile­
ri atıldım ve Gavin’i olanca hızımla ittim. Birden arkası­
nı döndü. Ben de yumruklanma sıkıp dövüşe hazır bek­
liyordum.
— «Hadi bakalım indir yumruğunu,» diye bağırdım.
Levenford’da dövüşe çağrı böyle yapılırdı. Birdenbire öbür
çocuklar da sevinç ve heyecan içinde bağırışmaya başladı­
lar: «Dövüş var... Gavin ile Shannon dövüşecek. Dövüş
var... Yaşasm dövüş var...»
Gavin kızardı. Beyaz teni çok çabuk kızanyordu. Çev­
remizde halka olan çocuklara sıkıntılı sıkmtılı baktı. Ra­
kibi ne kadar zayıf olursa olsun, onunla dövüşmek zorun­
daydı. Bir el darbesiyle yumruklarımı çözdü. Ben hemen
gene yumruklarımı sıktım. Bu kez, kollarımı iki yana aç­
mıştım. Yumruklarım havada bekliyordum.
—^«Bas şu çizgiye.»
Gavin, usta bir tavırla beni yumruklamaya başladı.
Ben de ona karşılık verdim.
Potinlerimin topuğuyle yere eğri büğrü bir çizgi çek­
tim. Oyunun kurallarına göre bu çizgiye basan dövüşü
başlatmış olacaktı.
— «Hadi cesaretin varsa bas bakalım şu çizgiye.»
Gavin’in öfkelenmeye başladığını farkedince dehşete
kapıldım.
îliklerime kadar tir tir titriyordum. Artık işin son
bölümüne gelmiştik. Çevremizi saran çocuklardan çıt çık­
mıyordu. Kuruyan dudaklarımı zorlukla oynatarak: «Hadi
bakalım korkak, vur yumruğunu.»
Gavin hiç çekinmeden göğsüme bir yumruk indirdi.
Göğüs kemiklerimden bomboş bir ses çıktı. Sanki göğsüm
kemikten değil de kartondan yapılmıştı. Kimbilir nasıl da
solmuş sararmıştım. Ama geriye dönmek yoktu. Birbirine
çarpan dişlerimi kenetledim ve sevgili Gavin’e saldırdım.
Dedemin öğrettiği herşeyi ama herşeyi unutmuştum.
O incecik kollarım havada çılgmca daireler çizip duruyor­
du. Gavin’e sık sık vurabiliyordum, fakat hep de en sert
ve en dayanıkh yerlerine vuruyordum. OzellUcle etekliği­
nin madenî düğmelerine pek sık vuruyordum. Bu korkunç
düğmelerin haksızlığı beni müthiş üzmüş, cesaretimi kır­
mıştı. Ona ne zaman bir yumruk indirsem, benim canım
daha fazla acıyordu. Oysa Gavin’in yumrukları vücudu­
mun en yumuşak ve hassas noktalarım kolayca buluveri-
yordu.
Gavin iki kere beni nakavt etti. Çevremizdeki kala­
balık da bunu büyük sevinç çığlıklanyle kutladı. O güne
kadar öfkelenmek nedir bilmemiştim ama çocukların se­
vinç çığbklan bunu keşfetmemi sağladı. Evet, insanların
en aşağılıkları ben burada kan ter içinde dövüşürken bunu
zevkle seyreden şu arsız çocuklardı. Gerçek düşmanları­
ma karşı içimden müthiş bir öfke kabardı. O sırıtkan su­
ratlara nasıl da kuvvetli olduğumu gösterecektim. Yerden
kalkıp tekrar Gavin’e saldırdım.
Gavin, önüme düştü. Ölü gibi hareketsizdi. Derken
tam Gavin ayağa kalktığı sırada-küçük Howie, şu sincap
suratlı oğlan bağırdı: «Sen sadece Gavin’in ayağmı kay-
dırdm. Şimdi bas yumruğu bakahm, bas yumruğu.»
Gavin bu kez daha ihtiyatlı dövüşüyordu. Boyuna
çevremde daireler çiziyordu ve benim ani hücumlarımdan
da hiç hoşlanmadığı belliydi. İkimizin de üstü başı ber­
battı ve lokomotif gibi soluk alıyorduk. Benim yüzüm kı­
zarmış, terlemiştim. Cildimdeki o yapışkan soğukluk kay­
bolmuştu. Garip bir şaşkınhk içinde Gavin’in bir gözünün
morarmış olduğunu farkettinı. Göz kapağı şişmiş, gözü
kapanmıştı. Bunu gerçekten ben mi yapmıştım acaba? O
şaşkınlığım arasmda kulağımın dibinde bir ses duydum.
Büyük sınıflardaki kocaman delikanlılardan biriydi konu­
şan: «Aman Allahım, Yeşil Kuzu gerçekten heyecanlı bir
dövüş çıkarıyor.»
Sevinç ve heyecan. Dedemi utandırmıyordum. Meğer
korktuğum kadar da pısırık değilmişim. Tekrar sevgili
Gavin’ime saldırdım. Sanki onu kucaklamak ister gibi bir
hareketle kollarımı açmıştım. Birbirimizle yumruklaşırken
Gavin birdenbire başım kaldırdı.
Gavin’in başı, burnuma olanca hızıyle çarptı.
Burnum kanamaya başladı. O ılık tuzlu sıvı ağzıma
girmişti. Sanki burun deliklerimden birer ırmak akıyor-
muş gibiydi. Hay Allah. O zayıf nahif gövdemden bu ka­
dar çok kan çıkacağını da hiç düşünmemiştim. Hiç de
öyle güçsüz kuvvetsiz, yeteneksiz bir çocuk değilmişim de­
mek. Gerçekten de artık aklım başıma gelmeye başlamıştı.
Ama bacaklarımın gene dermanı kalmamıştı. Dizlerimden
aşağısı tir tir titriyordu. Uykuda gezer gibi yumruklarımı
Gavin’in kalçalarına savurdum. Parlak ışıklar, göğe yük­
selen sevinç çığlıkları kulağıma geldi. Gökyüzüne roket­
ler atılmıştı sanki... Belki de Halley gezegeniydi gördü­
ğüm. Tam kollarımı gene sallamaya başladığım sırada bi­
rinin beni tuttuğunu farkettim. Başka bir büyük çocuk
da aym şekilde Gavin’i yakalamıştı.
— «Bugünlük bu kadar yeter, delikanlılar. Hadi baka­
— 62 —

yım, tokalaşın. Gerçekten çok heyecanlı bir maç oldu. Bi­


riniz de salonun anahtarını bulun. Bu küçük yumurcaktan
oluk gibi kan akıyor.»
Oyun bahçesinde sırtüstü yere uzandım. O kocaman
buz gibi anahtarı enseme yapıştırmışlardı. Gavin de yanı­
ma diz çökmüş, toza toprağa bulanmış yüzünde tasalı bir
ifadeyle beni seyrediyordu. Üstüm başım paramparçaydı.
Kanama durmadığı için büyük çbcuklar da tasalanmaya
başlamışlardı. Nihayet burun deliklerimi tuzlu suya batı­
rılmış bez parçalarıyle tıkayarak kanamayı durdurdular.
— «Yirmi dakika hiç kıpırdamadan yat’ bakalım, piç
kurusu. Ondan sonra birşeyciğin kalmayacak.»
Hepsi çekip gittiler. Sınıf arkadaşlarım da teker te­
ker yanımdan uzaklaşmışlardı. Başucumda yalnız Gavin
kalmıştı. Boşalınca pek esrarengizleşen bahçede yani şu
garip savaş meydanında ikimiz yahıızdık. Rüyadaymış
gibi arkadaşıma hafifçe gülümsemek istedim ama bezle
tıkalı burnum ve yüzümdeki o acayip gerginlik buna imkân
vermedi.
Gavin yumuşak bir sesle: «Sakın kıpırdama,» dedi.
«Sana haşamla vurmak istemedim. Bu hatalı bir davra­
nıştı.»
Gavin’in sözlerini yalanlamak ister gibi başımı salla­
dım. Az kalsın burnum da yeniden kanamaya başlayacak­
tı. Nasılsa biraz gülümsemeyi başardım. «Gözünün kapan­
masına üzüldüm.» Gavin, şiş gözünü eliyle şöyle bir yok­
ladı, sonra gülümsedi, hem de o tatlı, içten gülümseyişiy­
le, içimi güneş gibi aydınlatan tatlı bir gülümsemeydi bu.
Burun deliklerimi tıkayan bez parçalarından artık es­
kisi gibi kan damlamadığım görünce yavaşça bez parçala­
rını çekti. Sonra da ayağa kalkmama yardım etti. Hiç ko­
nuşmadan Drumbuck’a dönmek üzere yola düzüldük.
Halley gezegeni hâlâ gökyüzünde panidıyordu. Gavm
evinin önünde durdu: «Sen bu durumda evine gidemez­
sin,» dedi. «İçeri gel de elini yüzünü yıka.»
İsteksiz isteksiz, Gavin’in arkasından yürüdüm. Bah­
çe çok büyüktü ve gayet bâkımhydı. Bir adam az ilerde
— 63 —

bir el arabasının yanında bir şeyler yapıyordu. Villanın ar­


kasında büyük bir arababk göze çarpıyordu. Arababğın
önünde de büyük bir çeşme vardı. Üstümüzü başımızı bi­
raz temizlemek için çeşmeye doğru gittiğimiz sırada, temiz
pak, beyazlı siyahlı üniforma giymiş bir hizmetçi pence­
relerden birinden başım uzatıp bizi gördü. Derken kahve­
rengi elbise giymiş bir hanım telâşla evden dışarı fırladı.
«Aman çocuklar, bu ne hal böyle? Yoksa bir kaza
mı geçirdiniz?» Bu sözleri söyleyen Julia Blair’di. Yani
Gavin’in annesinin ölümünden sonra evin idaresini üzerine
alan ablasıydı. Julia, bize şöyle bir alıcı gözüyle bakar
bakmaz, soru sormaktan vazgeçti. Beni Gavin’in odasına
götürdü. Burası gerçekten p ^ sevimli ve güzel bir oday­
dı. Duvarları hep Gavin’in fotoğraflarıyle süslenmişti. Ba-
hk oltaları ve Gavin’in elinden çıkma, ufak tefek süs eş­
yası da bu odayı büsbütün güzelleştiriyordu. Julia Blair,
odaya girer girmez, Ustümdekileri çıkarmamı söyledi. Hiz­
metçi iğrene iğrene elbisemi alıp paket ederken Julia da
bana Gavin’in kurşunî tvitten güzel bir elbisesini giydirdi.
O tatlı ve şefkatli sesiyle; «Anneni çok iyi tanırdım,
Hobert,» dedi. «Şey olunca Gavin’le oturmaya gelsene.»
Julia, bu sözleri söylerken başım çevirip kardeşinin şiş
gözüne baktı: «Yani ikiniz de biraz daha ijdleşince de­
mek istedim.»
Aşağıya indiğimiz zaman Juha, elbise paketimi elime
tutuşturdu. Ciddi ve olgun bakışlı gözlerini bana çevirdi:
«Gavin’in elbisesini geri istemiyoruz,» dedi. «Ona artık
küçük geliyor.»
Julia, kapmm önünde durdu, alacakaranlıkta ben
gözden kayboluncaya kadar da arkamdan baktı.
Lomond View’ya doğru ağır ağır ilerliyordum. Ne
kadar yorulduğumu şimdi anlamaya başlamıştım. Bütün
vücudum sızlıyordu. Başım dönüyordu, ayaklarımı zor­
lukla hareket ettiriyordum, işte bu gittikçe artan yorgun­
luk neşemi de iyiden iyiye kaçırmıştı. Gavin’in o koskoca­
man evi içime bir ağırlık vermişti, işte bu garip duygu
daha sonraki yıllarda da en büyük haşarıları kazandığım
— 64 —

zamanlarda bile huzurumu kaçıracaktı. Az önceki davra­


nışımı akhma getirince büsbütün canım sıkıldı. Yaptık­
larımı hiç beğenmemiştim. Ya o büyük çocuklar dövüşü
yarıda kesmeselerdi ne olacaktı?
Evin kapısına geldiğim zaman, Dede beni orada bek­
liyordu.
Uzun bir sessizlik oldu. Bakışlarım soluk ve yorgun
yüzümde gezdiriyordu. Sesi pek yumuşak çıktı:
— «Yendin mi onu?»
— «Hayır, Dede.» diye mırıldandım." «Galiba yenil­
dim.»
Dede hiç birşey söylemeden beni odasma götürdü,
kendi koltuğuna oturttu. O zaman ben de içimi döktüm:
— «Hiç korkmadım... Yani dövüş başladıktan sonra
hiç korkmadım.»
Dede, dövüşün öyküsünü heyecan içinde dinledi.
Onun bu heyecanına bir türlü mânâ veremiyordum. Öy­
kümü bitirince de beni elimden tutup heyecanla sarstı.
Sonra kalktı. O kahverengi paket kâğıdına sarih üzüntü
kaynağı elbiseyi aldı, şöminenin ateşine attı. Yeşil elbise­
min yanıp kül olması pek uzun sürdü. Odayı da pis pis
kokuttu. Fakat işte nihayet yokolmuştu.
Dede: «Şimdi göreceksin,» dedi.
YEDİNCİ BÖLÜM

Bu olayı izleyen o soğuk, geçmek bilmeyen uzun ve


karanlık kış günlerinde Dedeyle Haminne arasındaki an­
laşmazlık da bana kimin sahip çıkacağı şekline dönüşmüş­
tü. Oysa ikisinin anlaşmazlığı görüş ve yetenek ayrılığın­
dan doğuyordu.

Haminne, elbise değişmesi meselesine gerçekten pek


kızmıştı. Beni bir güzel tokatladı. Gece de yatakta koyun
koyuna yatarken bana nankörlük konusunda uzun bir
öğüt verdi, eğer onun ‘yavrusu’ olarak kalmayı tasarlıyor­
sam, nankörlük etmemem gerektiğini anlattı. Sağlık du­
rumum onu hep tasalandırıyordu ama bu kez tasası daha
da artmıştı. Biraz hapşırsam hem ciğerlerimin iltihap­
lanmasından korkuyordu. Bu tehlikeye karşılık da bana
kendi ilâçlarım içiriyordu. Ama bütün bunlara rağmen
eskisine göre daha mutluydum.
Akademi’de de Gavin’le yaptığım dövüş bana pek ya­
rarlı olmuştu. Belki dövüşten çok kan kaybetmemin rolü
büyüktü. Tarihe geçecek bir olaydı bu. Zaten daha şimdi­
den çocuklar dövüşten önceki ve sonraki olaylara değinir­
ken «Shannon’un burnunun kanadığı gün» diye söze baş­
lıyorlardı. Hepsi bir yana. Bayan Julia Blair’in bana
verdiği kurşunî elbise sayesinde alay konusu olmaktan

Yeşil Yıllar — F : 5
— 66 —

kurtulmuştum. Gerçekten de Bertie Jamieson ile arkadaş­


ları bana saygı duyduklarım belirtmek, beni selâmlamak
için yol değiştiriyorlardı. Artık Gavin’in de benim arkada­
şım olduğu kabul edilmişti.
Gavin, daha önce de belirttiğim gibi öbür çocuklar­
dan daima uzak durmaya bakıyordu. Ama ailesinin duru­
mu onlarınkinden daha İyi diye şımarıkça bir davranış
değildi bu. Gerçekte karakteri onu diğer çocuklardan uzak
durmaya zorluyordu. Gavin’in iç dünyası öbür çocukla-
rmkine benzemiyordu. Bildiğimiz oyunların hepsini gayet
güzel oynayabiliyordu, ama bunları isteyerek oynamadığı
da bir gerçekti. Çünkü onun başka zevkleri vardı. Hem de
herkeste kolay kolay görülmeyen zevklerdi bunlar. O gü­
zelim odasınm kitaplığında ciltler dolusu tabiat kitapları
vardı. Kocaman renkli kuş, böcek ve yabani çiçek resim­
leriyle doluydu bu kitaplar. Resimlerin altlarında da isim­
leri yazılıydı. Gavin’in. muhteşem bir kuş yumurtası ko­
leksiyonu vardı. Duvarlardan birinde kendisinin balıkçı kı­
yafetinde kocaman bir fotoğrafı asılıydı. Elinde de büyük
bir balık tutuyordu. Babası usta bir balıkçıymış, onu Loch
Lomond’a bahk avına götürürmüş. Daha geçen sonbahar­
da Gavin, altı kiloluk bir som balığı yakalamış.
Ama bütün bunlar Gavin’in duygusal bakımdan taşı­
dığı üstünlüğün yanında hiç kahrdı. Onun bu özelliğini ge­
rektiği şekUde anlatabilmek için kelime bulmaya imkân
yoktu. Sessiz bir çocuktu. Sessiz fakat dediği dedik, gö-
züpek bir çocuktu. Dudaklarının dümdüz bir çizgi haline
duruşu, yukan kalkık çenesi sanki hayata sakin sakin;
«Beni asla yenilgiye uğratamazsın,» der gibiydi.
Dövüşümüzden sonraki cuma günü, okuldan çıkarken
beni beklemişti. Hiç birşey söylemeden, sadece çekingen
bir tavırla gülümseyerek yammda yürümeye başladı. Bir­
likte Ana Caddeden yürüdük. Haftalarca arka sokaklar­
dan kaçüktan sonra böyle ana caddeden ağır ağır yürü­
mek beni nasıl da heyecanlandırmıştı. Yanm saat kadar
babasının deposunda oyalandık. Arka taraftaki ahırda baş
yarduncı Tom Drin’in hasta bir ata ilâç verişini seyret­
— 67 —

tik. Kocaman, çeşit çeşit mallarla dolu depodan ç ık a r k e n


Provost Blair bizi uğurladı. Olimpus tanrılarım hatırlatan
bir gülümseyişle bize bakarak: «İkiniz de doğru yolu bul­
dunuz,» dedi. Sonra da bize iki avuç dolusu keçiboynuzu
verdi.
Alacakaranlıkta keçiboynuzlanmızı yiye yiye eve dö­
nerken Gavin’e böyle bir babaya sahip olmanın ne büyük
bir talihlilik olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu sözlerim
pek hoşuna gitti, yüzü gururla parladı, renklendi. Daha
sonra Lomond Vievsr’nun kapısına vardığımız zaman potin­
lerine bakü, yavaşça kapıyı ayağıyle itip açtı.
— «İlkbahar gelince, Winton tepesine gidip yağmur
kuşlan için yuva yapacağım. Kuş yumurtalanm hazırla­
yacağım yuvaya yerleştireceğim... Eiğer sen de gelmek
istersen...»
Ah, Gavin’le arkadaşlık edebilmek, onun gdivenini ka­
zanmak Winton tepelerinde onunla birlikte dolaşmak ne
eğlenceli olacaktı. O gece bunları düşünmekten gözüme he­
men hiç uyku girmedi. Önümde heyecanlı bir bekleyiş
devresi uzanıyordu.
Fakat durun... Bu güzel öyküye sıra gelmeden önce
Leckie ailesinin son ferdiyle tamşmamı sağlayan ziyaret­
ten sözetmeyi görev sayıyorum.
Ocak ayımn başında bir akşam Hannah Ana, posta
kutusundan çıkan mektupları incelerken bir sevinç çığhğı
kopardı. Sanki gökyüzündeki meleklerden bir mucize müj­
desi almıştı.
Hannah Ana, mektubu mutfağa getirdi: «Adam’dan
geliyor,» dedi. Bizler de o sırada akşam çayı için masa­
nın başına toplanmıştık. «Cumartesi günü saat birde bu­
rada olacak. Kaçamak bir ziyaret bu. İş için geUyormuş.»
Büyük baba kıskanç bir tavırla elini karısına uza­
tınca Hannah Ana da, oğlundan gelen mektubu istemeye
istemeye kocasına uzattı. Bu haberi hiç önemsemeyen De­
deyle gene alm kırışmış olan Kate bu haberi hiç önemse-
memişlerdi.
Hannah Ana, Adam’ın çocukluğunda ne kadar güzel
— 68 —

bilye oynadığını anlatmaya koyulunca ben de heyecandan


yerimde duramaz olmuştum. Anneannem, Adam’ı öve öve
bitiremiyordu. Daha on üç yaşma bile gelmeden bisikletini
on şilin kârla nasıl da satmıştı. Bir yıl sonra da kendisine
hiç bir yaran olmayacağmı bile bile Bay McKellar’m bü­
rosunda çalışmayı nasıl da kabul, edivermişti. Gündüzleri
saatlerce çalıştıktan sonra akşamlan da nasıl Rock Sigor­
ta Şirketinde çalışımgü. Kazandığı parayı nasıl da bir ku­
ruşuna bile dokunmadan biriktirmişti. Daha yirmi yedi ya­
şına bUe gelmeden nasıl da kendine iyi bir hayat kurabil­
mişti. Hem Caledonia Sigorta Şirketinde hem de Rock Si­
gorta şirketinde çalışmak kolay iş değildi ama Adam, na­
sılsa bunu da başarabilmişti. Üstelik Winton’da Fidelity
iş hanında da bir bürosu vardı. Yılda hiç değilse dört yüz
pound, hattâ belki çok daha fazla para kazanıyordu.
Hannah Ana, soluğunu tutarak büyük oğlunun, kazandığı
paranın, babasının kazancından çok daha fazla olduğunu
da bir solukta söyleyiverdi.
Hannah Ana büyük bir gururla oğlundan gelen he­
diyeyi de bana gösterdi. Sapsan altın bir broştu gelen he­
diye. Adam, bu iğnenin çok para ettiğini bizzat söylemişti.
Cumartesi günü saat bire doğru kapının önüne bir
araba geldi. Ama sakın yanlış bir düşünceye kapümaym.
Gelen araba Adam’mki değildi. Ama gene de bir otomo­
bildi işte. Eski model parlak kırmızı renkU bir Argyll ara­
baydı. Yüksek ve geniş bir arabaydı. İki yanında güzel ka­
nepeleri vardı ve kapısı da arkadaydı.
Adam, içeri girdi. Güven dolu bir tavırla gülümsüyor­
du. Kahverengi kürk yakalı güzel bir palto giymişti. Onu
sabırsızlıkla bekleyen annesine sarıldı. Kadmcağız daha
güneş doğmadan kalkmış, oğlu için hazırlık yapmıştı.
Adam, Babayla da hararetli hararetli tokalaştı. Bizlerle
de gerektiği şekilde selâmlaştı. Esmer, orta boylu etine
dolgun bir adamdı. Yanakları soğuktan kızarmıştı. Han­
nah Ana’nın büyük bir hevesle hazırladığı pirzola, kamı-
bahar ve fırında pişmiş patatesten ibaret yemeğini yerken
bir yandan da yeni Argyll tesislerine ortak olan Bay Kay
— 69 —

adında bir dostunun onu Winton’dan Alexandria’ya kadar


getirdiğini anlattı. Elli millik yolu katetmeleri iki saat bile
sürmemişti.
Hepimiz onun çevresine sıralanıp bu tek kişilik şöleni
seyrederken Adam da kentte yanm saat kadar oyalandı-
ğmı ve Bay McKellar ile bir sigorta işini görüştüğünü an­
lattı. Bizler Çoban böreğinden ibaret yemeğimizi jnyeli bir
saatten fazla olmuştu.
Adam’ın gözleri Baba’nnıkiler gibi küçücüktü, ama
parlak kahverengiydi. Birdenbire benimle göz göze geliver­
di. Ben de zevkten kızardım.
Oğlunun o güzelim kürk yakalı yeni paltosunu incele­
mek için hole çıkan Hannah Ana da geri dönmüş, hayran
hayran Adam’ı seyrediyordu.
Adam, konuşmasmı yarıda kesip hafifçe annesine gü­
lümsedikten sonra şöyle dedi: «Tartışmamız gereken bir
mesele var,» dedi, «o da ihtiyarın sigorta poliçesi.»
Baba da sandalyesini Adam’mkine yaklaştırdı. Gü­
ven ve saygı dolu bir sesle: «Evet, Adam',» dedi.
Adam, kaygılı kaygılı konuştu: «Neredeyse vakti do­
lacak.» Galiba Şubatın onyedisinde doluyor... Daha önce
de kararlaştırıldığı gibi Ana’ya net dört yüz elli pound
ödenecek.»
Baba derin bir soluk aldı: «Eh, iyi bir para bu.»
Adam da babasını doğruladı: «Gerçekten iyi para.
Ama daha da iyi olması bizim elimizde.»
Adam, Baha’nın şaşkma dönmesine hafifçe gülümse­
yerek durumu açıklamaya çalıştı: «Poliçeyi devam etti­
rirsek, ihtiyar yetmiş beş yaşma geldiği zaman, ya da
ölürse, bize altı yüz pound ödenmesi mümkün olabilir.
Poliçenin taksidini ben ödeyebüirim.»
Baba: «Altı yüz pound mu?» diye mırıldandı, «ama
bu durumda şimdi paraya dokunmamız imkânsızlaşır.»
Adam omuzlarını silkti: «Para orada duruyor. Rock
sigorta şirketi banka kadar sağlam. Bu bizler için gerçek­
ten pek büyük bir fırsat. Ne dersin. Ana?»
— 70 —

Hannah Ana pek üzgündü. Ellerini oğuşturup duru­


yordu: «Daha önce de belirttiğim gibi... Babamın sırtın­
dan para kazanmak benim hoşuma gitmiyor... Hele bu
şekilde asla...»
Adam, ısrarcı bir tavırla gülümsedi: «hadi canım, bı­
rak bunları. Bu meseleyi çoktan halletmiştik. Zaten yatak
ve yemek ücreti olarak sana bu parayı vermesi gerekirdi.
Hem şu poliçenin geçmişine bir baksana. Büyükbaba, yıl­
larca önce bu işe giriştiği zaman ayda beş şilincik ödüyor­
du. Castle Şirketine yatırmıştı bu parayı. Ben Rock Şir­
ketine girdiğim zaman paranın Castle Şirketine gömülüp
kaldığını biliyorsun. Eğer ben uğraşıp da o parayı çıkar-
masaydım ve Bay McKellar’ı da bize yardımcı olmaya ikna
etmeseydim, para hâlâ Castle Şirketinde kalacaktı.»
Hannah Ana, derin derin içini çekti, fakat birşey söy­
lemedi.
Baba, çekine çekine sordu: «Poliçenin uzatılmasından
komisyon alacak mısın?»
Adam, hiç de alınmamıştı. Güldü: «Eee, tabii alaca­
ğım,» dedi, «dünyanın her tarafında iş iştir.»
Bir sessizlik oldu. Sonra Baba gene temkinli bir
tavırla konuştu: «Evet... evet... Bana kalırsa poliçeyi
uzatmah.»
Adam, başını sallayarak babasını onayladı: «Sen akıl­
lısın, baba.» Ayağınm dibinde duran çantayı açtı, ikiye
katlanmış bir kâğıt tomarım çıkardı. «îşte poliçe burada.
Bunu sana bırakacağım. Ana. Dedenin bunu ayın onyedi-
sinden önce imzalaması gerekiyor.»
«Peki, Adam.» Hannah Ana’mn sesi hâlâ sitem
doluydu.
Gerçi bu konuşmalardan Adamın başarılı bir iş adamı
olduğunu sezinlemiştim ama konuşulanlardan bir kelime
bile anlamamıştım. Daha sonra, Baba işinin başma dö­
nünce Adam da iki buçuk ekspresine yetişmeden benimle
başbaşa konuşmak fırsatını buldu.
— «Herhalde beni istasyona götürürsün, Robert,»
dedi. Ayağa kalkmıştı, gözlerinde dostça bir ifade belir­
— 71 —

mişti. «Sana küçük bir hediye vermek istiyorum. İlk kar­


şılaşmamızın anısı olacak bu hediye. Şuna bak.» Adam,
saat kösteğinin ucuna iliştirilmiş olan bozuk para kese­
sinden bir yarım altın çıkarıp baş parmağıyle işaret par­
mağı arasında tuttu. «Para.. Darphaneden yeni çıkmış...
Buna sahip olmayanların neşe kaçıncı sözlerine rağmen
gerçekten yararlı bir unsur... însanın gençken paranın
değerini öğrenmesi hiç de fena olmaz, Robert. Sakın beni
yanhş anlama. Seninkiler gibi pinti değilim. Paramdan
en iyi şekilde yararlanmaya bakarım... En güzel yemek­
leri yemek, en güzel elbiseleri giymek, en güzel otellerde
kalmak ve herkesi peşimden koşturmak isterim. İşte
ben böyle düşünürüm. Ama ya öbürleri... Eh, şu Dede­
nin haline baksana... Cebinde meteliği yok, evin çatısmda
bir lokma ekmek ve peynirle karnını doyurmaya çalışı­
yor... Bir bardak bira içebilmek için bile başkalarından
para istemek zorunda. Adam, birden sustu, saatine bir
göz attı, hafifçe gülümsedi. Ben de cna gülümsemekten
kendimi alamadım.
Holde onu beklerken düşüncelerinin çok doğru oldu­
ğuna inanmıştım. Yaşama .şartlarının ağırhgını ve para­
nın ne büyük önem taşıdığını biliyordum. Ceplerim pa­
rayla dolu, böyle lüks lokantalara rahatça girip kendime
en pahalı yiyecekleri ısmarlayabUeceğim günleri sabırsız­
lıkla bekliyordum. Garsonlar çevremde vızır vızır dolaşır­
larken ben de rahat rahat yemek yemeliydim. Adam’m
bana o yarım altınla alacağı hediyeyi düşündükçe sevin­
cimden kabıma sığamaz olmuştum.
Hannah Ana, Adam’m paltosunu tutarken Dayım da
bana dönüp tath bir sesle: «Çantamı taşır mısın?» dedi.
Ona hizmet etmeye pek hevesli olduğumu belirttim.
Hemen dayımm çantasını kaptım. Fakat çanta göründü­
ğünden çok daha ağırdı. Hannah Ana, Adam’ı tekrar ya­
naklarından öptü, istasyona gitmek üzere yola çıktık.
Adam, hızlı hızlı yürüyordu. Ben ise ona yetişebilmek için
koşar adımlarla yürümek zorundaydım. Çantayı da dur­
madan bir elimden öbürüne geçiriyordum. Bu durumda ona
— 72 —

ayak uydurmak gerçekten çok güçtü.


— «Ee, şimdi söyle bakalım, nasıl bir hediye istiyor­
sun ?»
Soluk soluğa karşıhk verdim: «Ne olursa olsun.
Adam.»
Adam, ısrar etti: «Hayır, hayır. Senin gerçekten ho­
şuna gidecek birşey almak isterim, küçük delikanlım be­
nim.»
Aman bu ne cömertlikti böyle... Ne büyük bir anla­
yışlılıktı. Adam’ın bu sözlerinden cesaret alarak ne iste­
diğimi söyledim. Parkın içindeki havuzun suyunu dondur­
muşlardı. Havuzdaki buzun kahnlığı onbeş santimi geçi­
yordu. Üzerinde rahatça paten yapılabilirdi. Akademiye
gidip gelirken de hep burada paten yapanları içim yana
yana hasretle seyretmiştim.
«Eğer bana bir çift paten alırsan çok sevinirim.
Adam, High Street’teki Langland mağazasının vitrinin­
de paten vardi.»
— «Ah, demek paten istiyorsun. Şey, bilmem ki. Yazın
da paten yapamazsın değil mi?»
Gerçi canım sıkılmıştı ama Adam’ın doğru söyledi­
ğini de kabul etmek zorundaydım...
Adam: «Bir futbol topu çok daha fazla işe yarar,»
dedi. «Yalnız onu da diğer çocuklarla paylaşmak zorunda
kalacaksm. Topun da bu bakımdan sakıncası var. Oğlan­
lar topu tekmeleyecekler, eskitip patlatacaklar ve belki de
kaybedecekler. Bu durumda top pek de senin sayılamaya­
cak. Bir çakıya ne dersin?» Adam, yolun karşı kaldırım­
dan kendisine selâm veren birini başıyle selâmladıktan
sonra sözlerini sürdürdü: «Hayır, çakıyle bir yerini kese­
bilirsin. Tehlikeli olur bu. Başka birşey düşünmeye çalış.»
O ağır çanta beni öldürüyordu. Adam’a ayak uydu­
racağım diye binbir zorlukla adımlarımı sıklaştırırken çan­
tanın ağırlığı bir omzumu da çökertmişti.
— «Şey, şey, bir şey düşünemiyorum. Adam.»
Adam, haykırdı: «Bak, sana ne diyeceğim. Eğer ger­
çekten işe yarayacak birşey verirsem Annemi de sevindir­
— 73 —

miş oluruz. Hah, aklıma geldi. Gayet iyi birşey buldum.»


Elimdeki bu yükle istasyona sağ salim varabilmek için
dua ediyordum: «Ah, çok teşekkür ederim. Adam.»
Adam, saatine baktı. «Buçuğa iki dakika kalmış. Ça­
buk ol, delikanb. Çantaya da ayağını çarpma.»
Adam’ın arkasmdan istasyonım merdivenlerini zor­
lukla tırmanırken o da adımlarmı büsbütün sıklaştırmış­
tı. Tren, perona girmişti bile. Adam, hemen birinci mevki
vagona atladı. Çantayı da aldı. Ben de bu ağır yükten
kurtulduğum için rahat bir soluk aldım. Sonra Adam,
trenin penceresinden aşağı sarktı, terden ıslanmış avucu­
ma küçücük bir madenî takvim sıkıştırdı. Pirinçten yapıl­
ma takvim, Hannah Ana’mn iğnesi gibi parıl parıl par­
lıyordu. Takvimin arkasında günleri değiştirmek için bir
de düğmesi vardı. Özenile bezenile de ‘Rock Sigorta Şirketi
— semper fidelis’ kelimeleri kazınmıştı.
Adam, sanki bana Kraliyet ailesinin mücevherlerini
bağışlıyormuş gibi bir tavır takınarak: «îşte gör al,» dedi,
«çok güzel değil mi?»
— «Ah, evet, çok teşekkür ederim. Adam.» diye şaş­
kın şaşkın cevap verdim.
Trenin düdüğü öttü ve istasyondan aynidı.
istasyondan çıktım. Adam’a içimde hem bir minnet
duygusu belirmişti hem de biraz kırılmıştım galiba. Ba­
na verilen hediye ve günün olaylan beni tuhaf bir şekilde
etkilemişti. Eve varınca doğru yukarı çıktım, hediyemi
Dedeye gösterdim. Adamcağız, takvimi dikkatle inceledi.
Kaşları çatılmıştı nedense.
— «Bu altın değil öyle mi. Dede?»
—• «Hayır. Eğer bu takvim Adam’la ilgiliyse, onun
altın olmadığma rahatça inanabilirsin.»
Takvimin üzerindeki yazıyı tekrar okurken odaya bb-
sessizlik çökmüştü.
— «Dede, bu hediyenin senin poliçenle bir ilgisi var
mı dersin?»
Dedenin yüzü kıpkırmızı kesildi. Yüzünde öfkeli ve
aynı zamanda üzgün bir ifade belirmişti. Gayet sert bir
— 74 —

sesle karşılık verd i: «Bir daha bana o domuzdan sözede-


yim deme yoksa senin de boynunu kopanveririm.»
Bir sessizlik oldu. Dede, ayağa kalktı, odanın içinde
aşağı yukarı gezinmeye başladı. Pek canı sıkılmıştı anla­
şılan.
«En büyük günah... Affedilmeyen tek günah pinti­
liktir,» diye mırıldandı.
Önce pek acıklı, sonra alaycı ve daha sonra da ya­
tışmış gibi görünerek bu sözleri tekrarladı. Nihayet böyle
içini dökmekten pişmanlık duymuş gibî döndü, beni dik­
katle inceledi.
— «Sen paten yapmak istiyor musun?»
Birden yüreğim ezildi. «Benim hiç patenim yok ki.
Dede.»
— «Vah vah... Canım hemen ümitsizliğe de kapılma,
bir çaresine bakmaya çalışırız.»
Dede, görünürde kimselerin olmadığı bir saati kolla­
yıp aşağıya bodruma indi. Biraz sonra içi çiviler, kapı tok­
maklan ve paslanmış patenlerle dolu büyücek bir tahta
sandığı yukan çıkardı. Lomond View’da hiç birşey ama hiç
birşey atılmadığı için bodrumda akla gelebilecek herşey
vardı. Dede, koltuğuna oturup piposunu ağzmdan çıkar­
madan benim potinlerime uygun bir çift paten bulmak için
uğraştı durdu. Ben de yere oturmuş onu merakla izliyor­
dum. Dedemin bu işi başaramadığını anlayınca da büyük
bir hayal kırıklığına uğradım. Ama tam herşeyden ümidi
kestiğim sırada Dede, sandığın dibinde bir çift tahta pa­
ten buldu. Bunları Kate küçükken kullanmıştı. Aman
ne zevk... Potinlerimin topuklarma da bu patenleri yer­
leştirmek hiç zor olmadı. G!erçi patenleri bağlayacak ka­
yışımız yoktu ama Dede kayışların yerini tutacak sağ­
lam ipler bulmuştu. Patenleri potinlerden çıkardı, ben de
potinleri ayağıma geçirdim, neşe içinde gölün yolunu
tuttuk.
Aman ne hoş ve heyecan verici bir manzara... Aşa­
ğı yukarı yanm mil uzunluğundaki buz tabakasının üze­
-75 —

rinde hızla kayan, kıvrılan sıçrayan karaltıları seyredi­


yorduk.
Dede, patenleri güzelce potinlerime bağladı. Ondan
sonra da sabırla bana paten yapmanın özelliklerini öğret­
meye başladı. Dengemi korumak için neler yapmam ge­
rektiğini bilimsel kelimelerle anlattı. Ben kayarken de ya­
nımda yürüdü, beni tutmaya çalıştı, ne şekilde davranmam
gerektiğini anlattı. Kendikendime buz üzerinde kaymayı
becerinceye kadar da yanımdan ayrılmadı. Sonra bir ke­
nara çekildi. Bay Boag ve Peter Dickie’yle birlikte gölün
kıyısmdan beni seyre koyuldu. Piposunu da yakmıştı.
Buz üstünde kaymak pek hoşuma gitmişti. Gölün bir
köşesine usta patenciler bir portakal koymuşlardı. Kur­
şunî düzey üzerinde turuncu renkteki portakal pek güzel
görünüyordu. Patenciler, portakalın çevresinde dönenip
yeni figürler deniyorlardı. Bayan Julia Blair de bunların
arasmdaydı. Alison Keith ve annesinin de oraâa plduk-
larını görünce pek şaşırdım. Üstelik ana-kız gayet ğOSBİ-
kayıyordu. Biraz sonra Alison yanıma geldi, iki elimi bir­
den tuttu. Birlikte kaymaya başladık. Artık buzda kay­
mayı iyice öğrenmeye başlamıştım. Bu davranışından
duyduğum minneti anlatmaya çalışınca Alison gülümsedi,
hafifçe başını salladı ve beni oracıkta bırakıp annesinin
yamna, portakalın başına döndü. Birlikte kaydığımız sü­
rece de Alison’un ağzından tek kelime bile çıkmamıştı.
Daha sonra Dedem gülümseyerek beni kıyıya ça­
ğırdı.
— «Eğleniyor musun bari?»
— «Ah, Dede, fevkalâde birşey bu, tek kelimeyle fev­
kalâde.»
O gece geç vakit, uyku mahmurluğu içinde derin derin
düşünceye dalmıştım. ‘O eski patenlerle ne güzel eğlen­
dim. Keşke Gavin’i de orada görebilseydim. Evet, Dede,
yarın uslu bir çocuk olacağım. Nankörlük ettiğime piş­
manım. ilerde bunun acısını çıkaracağıma söz veriyorum...
Tanrıya teşekkür edeceğim... Ama şimdi... şimdi uykum
var...’
SEKİZİNCİ BÖLÜM
w r*i

O yıl ilkbahar pek gabuk geldi. Mvin th.Undeki Üc


kestane ağacı da özgürlükten başı dönmü* y«,U
eelerm verdiği sevmç iğinde ne yapac^ faıH ^ ^ *
çük oğlana beyaz çiçeklerini sallayıp duruvortort
Haminne her yıl yaptığj gibi o yıi di
beşinde evden ayrıldı. Bir kaç ay da Avitiılı^jul u
balarının yanında kalacaktı. Daha
gibi Hamice yılı eşit parçalara ayırıyZu İOnbİıafv™
kışı Levenford da geçiriyordu, İlkbahar V« yazı vani ‘ve
üşme mevsınunı de Kümarnock’da geçiriy.'.i'du ‘
İkimiz de, yani haminneyle ben (iz,d'dini ir.ançlan-
mızda enikonu gelişme kaydetmiştik. Burada şunu belirt-
melıjdm kı hiç kıı^e de_^benim o garip durumumu hamin­
ne gibi ustahkia İdare edemezdi. Haminne, biraz da koca-
dinme, inançlarına gerçekten son derece
ama bu inançlarını bana da kabul ettir-
çalışmadı. Sabır ve ümitle bekliyordu sadece
pazar günleri yemekten sonra beni odasına I l ı '
&nl parçalar okurdu'
avud peygamber arasındaki savaşı güzel anlat
™ sevinir, pencerenin önündeki salıneaklfsalıdalS'
I>nımbuck halkının yolun L -
narmdaki m e^bğa akm akın ğ r ş i ı ; r : : ; ; X r Bir
>andan da çok sevdiği sert, yuvarlak şekerleri emerdi
Haminnemin sevdiği şeker bile Dedeminkinden farS^Î.'
■ — 77 —

(Bana öyle geliyordu ki bu yaşlı iki akrabanın düşiric®


ve görüş ayrılığım sevdikleri şekerler gayet güzel belirti­
yordu) Haminne ara sıra benim okumamı yarıda keser, ıy>
yaşamak konusunda konferans çekerdi. Beni herşeyüeb
önce Şeytanın kötülüklerine karşı uyarmak isterdi.
Şejhan, yani, Kötü Ruh, Canavar ya da haminnemıh
deyimiyle Lucifer, onun bir numaralı düşmanıydı. HaiMh-
nem, şeytanı öyle korkunç bir yaratık olarak bana tanıt­
mıştı ki ben de onun gerçekten varolduğuna ve insanları
kötü yola sürüklediğine iyiden iyiye inanmıştım.
O kış akşamlarında. Haminnem bir dini toplantıya
giderse yatağa onun ‘jorrie’ adım verdiği sıcak su dolu
kavanozu koymak da benim görevimdi. Eğer haminnoM
sekize kadar eve dönmezse, soyunup tek başıma yatağa gi­
rerdim. Üst katta da pek fazla ışık yanmazdı. Dedem de
geceleri sık sık sokağa çıkıyordu ama tabii o kiliseye git­
mezdi. Karanlıkta tek başıma yatarken odanın içinden
rip garip çıtırtılar, pıtırtılar kulağıma gelir, odada yaP®'
yalnız olmadığıma inanırdım. O kötü ruh odadaydı- ha­
minnemin dolabında gizleniyordu. Ben şöyle biraz kendim­
den geçecek gibi olursam Şeytan da üzerime atılacaktı.
Korkudan soluk bile almaya korkar, hiç kıpırdadı®'
dan dehşet içinde yatardım. Ama sonunda sabrım tnke-
m'rdi tabii. Nihayet bir akşam dayanamadım. Herşeyi
alıp titreye titreye yatağımdan kalktım. Sokağın lâmbm
Eindan içeri sızan ışık altında beyazlara bürünmüş ürke
bir hayalete benziyordum. Titrek bir sesle bağırdım:
— «Çık dışan bakalım, Hınzır Şeytan.»
Sonra da üç kere istavroz çıkarıp hızla dolabın k i l ­
sim açtım. Bir an için kalbim duracak gibi oldu. Faka
hayır, orada hiç birşey, hiç kimse yoktu... Haminııe®m
elbiselerinden başka birşey yoktu. İçim rahatlamış bir ha -
de yatağıma döndüm, derin bir soluk alıp çarşafların aıa-
sma büzüldüm.
Bu olup bitenlerden haminnemin hiç haberi ynh u.
Galiba beni gerektiği şekilde eğittiğine iyice inanmış** re
durumdan da gayet memnun görünüyordu. Başma y®***
— 78 —

başlığını geçirip Kilmamock’a gitmek üzere yola çıkar­


ken de avucuma altı metelik sıkıştırdı ve geri dönünce
benim sağlık durumumla ilgileneceğine söz verdi. «Geri dön­
düğüm zaman bu işin de bir çaresine bakacağız, kuzucu-
ğum,» dedi.
Haminnem yüreğimi kabartmıştı. Ama garip değil mi,
onun yokluğu da içimi bayağı rahatlatıvermişti. Hele
Hannah Ana benim yatağımı mutfakta perdeli bir bölme­
ye taşımamı söyleyince içim daha da rahatladı. Ah, bu
perdeli küçücük yer pek hoşuma gitmişti. Özel bir oda­
dan ayrı kalır yeri yoktu.
Dede de rahatlamışa benziyordu. Onun da ilk işi Ha­
minnemin bana bıraktığı büyük ilâç şişesini pencereden
aşağı boşaltmak oldu. Pencerenin altındaki yaban çiçek­
leri de hemen sararıp öldüler. Murdoch buna pek üzülmüş,
haksız yere Dedeyi suçlamıştı.
Ama. hiç önemi yok, hiç önemi yok. Lomond View’da
ev halkı yeni bir huzura kavuşmuştu. Yerkürenin yeniden
doğuşu bizlere de huzur getirmişti. Üst kattaki sessizlik
sayesinde sinirleri yatışan Dede de her gün Saddler Boag’-
la bilârdo maçı yapmaya gidiyordu. Büyükbaba üniforma-
sınm başlığının üzerine güzel bir beyaz kıhf geçirip beni
Pazar günü fıskiyeleri seyretmeye götürdü. Bu arada
ustabaşı Bay Cleghorn emekliye aynlınca kendisine ve­
rilmesi kararlaştırılan büyük büroyu da gösterdi. Hannah
Ananın da artık eski tasalı hali kalmamıştı. Eskisi gibi
ince ince hesaplar yapmıyor, bir kuruşun nereye gittiğini
öğrenmek için saatlerce kafa patlatmıyordu. Sabahları
Murdoch’un da hafif bir sesle şarkı mırıldandığım duyu­
yorduk: ‘ben bir kısrak severim, dağların eşsiz kısrağı­
dır o.’ içimizde yalnız Kate pek tasalıydı. En ki|ğUk bir
gürültü, basit bir mesele onu öfkelendirmeye yfetiyordu.
Kuşların ötmesi, saman parçalarım gagalarına alıp yu­
valarına götürmeleri bile Kate’in canını sıkıyordu.
Kendi mutluluğumu açığa vurmadan öno« Wraz da
Kate’i anlatmak istiyorum.
— 79 —

Yemek odasının penceresi açılmış, arka bahçeden


mis gibi leylâk kokusu içeriye dolarken bizler de neşeli
neşeli iştahla, öğle yemeğimizi yiyoruz. Sıra soğukluğa
geldi. Tabaklarda yiyecek kalmasına müthiş sinirlenen
Hannah Ana, servis kaşığını kavradığı gibi tabaktaki
erikleri alır: «Kime erik vereyim,» diye sorar, «ilkbahar­
da kanı temizler erik.» Hannah Ana, tabakta kalan mey-
vaları asık surath Kate’e vermek istemektedir. Fakat on­
dan cevap almayınca, erikleri Murdoch’un tabağına boşal-
tıverir. Kate hemen ayağa fırlar. Kaşları çatılmıştır. Yüzü
kıpkırmızıdır. Sinirli bir sesle: «Ben bu evde bir hiçim»
diye bağırır. «Üstelik para da kazanıyorum... Eve iyi pa­
ra getiriyorum... bütün gün o pis kokulu, canavar kılıklı
çocuklara meram anlatmak kolay değil. Bir daha hiç
birinizle ama hiç birinizle konuşmayacağım.» Kate bun­
ları söyledikten sonra hızla odadan çıktı, Hannah Ana da
peşinden gider. Ama bir iki dakika 'sonra üzgün üzgün
başını sallayarak geri döner, içini çekerek «Kate garip bir
kız,» der.
Murdoch, eriklere sahip çıkmaya dünden hazırdır.
Fakat Hannah Ana bir fincan çay hazırlayıp yukarıya,
Kate’e götürmemi ister. Bu iş için beni seçmiştir, çünkü
benim Kate’i üzmüş ya da kırmış olmama imkân ve ihti­
mal yoktur. Kate’i odasında, yatağına kapanmış bulurum.
Gözlerinden yaşlar boşanmaktadır.
Birdenbire doğrulur : «Hepsi de benden nefret ediyor,»
diye söylenir. Sonra beni kollarımdan tutup: «Söylesene,
ben gerçekten çok mu çirkinim?» diye sorar.
— «Hayır, Kate hayır... Tam aksine...» Şaşkınlık
içinde yalan kıvırmaya çalışırım.
— «Senin annen benden çok daha güzeldi. Tek keli­
meyle çok sevimliydi.» Kate, üzgün üzgün başını sallar.
«Benim öyle de korkunç bir ismim var ki... Bir düşünse­
ne... Kate... Kim kalkar da Kate’i ayışığında gezintiye
çıkarır? Ya da kayalıklara götürür? Eğer beni yabancı
bir erkeğin yamnda görürsen irene diyeceksin. Söz mü?»
Saygılı fakat şaşkm bir tavırla söz veriyorum. Başka
......... ■ ' ■— « o —

zamanlarda Kate anlayışlı, olgun ve başarılı bir öğret­


mendir, iyi bir hokey oyuncusudur, güzel yün örer ve
Kadın Enstitüsünün üyesidir. İskoçların deyimiyle kaya
gibidir. Fakir öğrencilerinin başlarından ‘ufaklıkları’
ayıklamaya çalışırken kendisi de bitlenmesin diye hep
ilaçlanır, eve gelir gelmez banyoya girip üstünü başını sil-
ker. Ama bir kere olsun da durumundan yakmmamıştır.
Yabancılar, Kate'i daima överler. «Ne değerli kız» der­
ler. Dişterimin sağlambğım da Kate’e borçluyum. Bir ay
kadar önce dişlerim çürümeye başlayınca hiç birşey de­
meden beni hevenîord dişçisi Bay Straııg’e götürmüştü.
Kitaplığından o güzelim kitapları bana verip okumamı
sağlayan da gene Kate’tir.
Kate bu son konuşmamızı da içini çekerek; «eh, ne
yapalım, Robie, başka yerde değil de burada çürüyeceğiz
demektir.» ®
Aşağıya inince Hannah Ana’ya Kate’nin çok daha iyi
olduğunu söylerim. Oysa gerçek değildir bu. On beş gün
kadar da aileleriyle yapmak zorunda olduğu konuşmaları
kağıt parçalarına birkaç kelime karalamakla idare eder.’
En lyı arkadaşı Bessie Ewing’le de adamakıllı şiddetli bir
kavgaya tutuşurlar. Bunun üzerine o iyi kalpli Bessie’cik
de bir akşamüstü Hannah Ana’ya dert yanmak için bize
gelir. Okul çağından beri Kate’in sırdaşlığını yapan Bes­
sie, eski bir Knoxhill ailesinin kızıdır. Akıllı ve zekidir. Ka­
sabanın telefon santralında çalışmaktadır. Kısa boylu, çe-
h ^ iz bir kızdır ama gür ve dalgalı saçları vardır. Melek
yüzlüdür. Mutfakta Murdoch’la karşılaştıkları zaman da
ona garip garip bakar.
Şimdi de onun Hannah Ana’ya şöyle dediğini duyu­
yorum; «Gerçekten çok üzülüyorum. Bayan Leckie. Hiç
bırşeyle ilgilenmiyor. Ona biraz mandolin ya da banço çal­
masını öğretsek...»
Ben de yaman bir küçük müzevirim. Buuu duyar
duymaz, haberi Dedeye ulaştırıveriyorum: «Dede, dede,
duyduğuma göre Kate, banço çalmasını öğrenecekmiş»
Dede, alaycı gözlerle bana bakıp, bıyıklarını kıvırarak
— 81 —

konuşuyor: «Korkarım ki bu müzik âleti (j


da sağlamayacak yavrum.» ^ ona pek
Aptal aptal Dedeye bakıyorum. Belki y
yano çalmasmı öğrenmesi gerektiğini Kate’in P ,
diye düşünüyorum. Ama gene de sırf istiyordü
hemen oradan koşa koşa uzaklaşıyorum olmak İQ]
yardımına koşarım. Örneğin Bayan Bosoıij, herked^ j
alırım. Bu hizmetime karşılık o da bana öteb®’ ^
seyip o ağzıma sulandıran güzelim tostlann^j t^tlı gülüb'
Durumumu, geleceği karanlık bir sığmt, ikram ede^'
iyice unuttuğum için mutluyum. Evet, q olduğumu d^
ve onun da beni sevdiğini bUdiğim için sevdiği^
Gavin’le birlikte tepeleri taramaya ^byum.
önce Dedeyle yaptığımız geziler bunun :*^>bı§tık. Dab^
oyuncağı gibi kalıyordu. ^'anında çocdl^
Gavin büyük bir hırsla, hiç yılmadan 0
yorulmadan kuş yumurtası arıyordu. Ama ^dîmadan ^
büyük bir sabırla bana kuşlar ve ku.^ yuv., -pandan d^
bilgi vermekten geri kalmıyordu. Bir yuvan^ hakkınd^
yumurta aşırmamayı da tembihlemişti. birden faZ>^
altmı üstüne getiren haylaz çocuklardan ^ yuvalarını^
yüzü öfkeden bembeyaz kesilmişti. ederken d
Daha sonra Drumbuck tepesini tırman , •,
zim için yeni kazanümış bir ülkeden fark^, da b*'
dünyanın bir panoraması uzanıyordu, Altımızd^
bası siste kaybolmuştu. Drumbuck kasab^ ^o^d
evleri de uzaktan uzağa zorlukla seçiiebip ®'nm oyunca-b
Ş İİ meyilli topraklar batiya doğru k i v r ı i g ^ '^ b ^ d u . Yemyi^'

yordu. Bu yemyeşil çayırlan seyrederken b; uzan»'


bulutların arasmdan sipsivri yükselen ynk*’'^®nbire bey»^
tıya gözlerim ilişti. Korku içinde bağndıaj.®®k bir kara*'
Gavin, şuraya bak,» diye bağırdım. Arkan
sokulmuş, karşıdaki dağı işaret ediyordum ^§*nun yanın**
Gavin serinkanlılıkla, «O ‘Ben’» dedi.
Gavin bıraksa orada kalır, Ben’i gg
^*®derdim. Aın^

h
— 82 —

Gavin beni kolumdan çekti, beyaz badanalı bir çiftlik evi­


ni geçtik, tarlalara doğru yöneldik. Tarlalardan sonra
daha yükseklere tırmanmaya başladık.
Gavin’in beni götürdüğü yayla, nerdeyse gökyüzüne
erişmiş denecek kadar yüksekti. îki büklüm olup ağır
ağır ilerlerken yün yumaklarını andıran bulutlan toplar
gibiydik. Arasıra Gavin durup benim o güne kadar hiç
görmediğim bir çiçeği ya da kuşu gösteriyordu. Piknik
yemeğimizi Windy Crag adı verilen büyücek düz bir ka­
yanın üzerinde yedik.
Gavin tam W ay yumurta aradı. Ama aramaları boşa
gitti. Bir gün ikindi vakti ümitlerimiz kınimış bir halde
geri dönerken ben biraz geride kalmış, yanından geçtiği­
miz bataklıktaki otları incelemeye koyulmuştum. Derken
birdenbire sanki rüyada gibi gözlerim bataklığın kenarın­
da bir tutam samana ilişti. Samanlarm üzerinde üç yu­
murta vardı. Bunlar büyücek, üzerlerinde menekşe rengi
benekler bulunan sanmsı yeşil yumurtalardı.
Ben avaz avaz bağırınca Gavin de duraladı. Yorul­
muştu. Fakat heyecan içinde kollarımı sallayınca ister iste­
mez geri dönmek zorunda kaldı. Birşey söylemeden ona
yosunlarm üzerindeki yumurtaları işaret ettim. Gavin’in
yüzünü görenüyordum ama birdenbire durduğu yere ça­
kılmış gibi hareketsiz kalmasından nihayet aradığımız
yuvayı bulduğumuza akhm yattı.
— «Tamam bulduk.» Gavin, bataklığa girdi, yumurta­
lardan birini alıp kıyıya getirdi. Hemen oracığa oturduk.
Gavin, yumurtayı bemim avucuma bıraktı. «îşte... Çok gü­
zel değil mi?»
— «Ah, hem de çok güzel.» diye ımrildandım. «N i­
hayet bunu bulabildiğimize çok sevindim.» Yumurtayı bi­
raz daha hayran hayran seyrettikten sonra Gavin’e uzat­
tım: «Al, yumurtanı, Gavin.»
— «Hayır.» Gözlerini ilerde duran öbür yumurtalara
dikmişti. Bunlara dokunmaktansa ölmeyi tercih edeceği­
ni de biliyordum. «Bu yumurta senin, benim değil.»
— «Yapma, Gavin, yumurta senin.»
— S3 —

Gavin ısrar etti; «Hayır, senin. Yumurtaları sen bul­


duğuna göre senin olması gerekir.»
— «Ama ben sen istiyorsun diye yumurta aramaya
çıkmıştım,» diye yalvardım. «Yumurta şenindir, tamamen
şenindir.»
Gavin yüzü sarararak konuştu; «Senin.»
— «Hayır, senin,» diye bağırdım.
—^ «Senin,» diye Gavin mırıldandı.
Ağlamaklı bir sesle: «senin,» diye söylendim.
Ben ağzımdan baklayı çıkarmcaya kadar yumurta
şenindi benimdi diye çekiştik. Sonunda ben gerçeği açık­
ladım: «Bak, Gavin. Bana inanacak mısın? Yumurta pek
sevimli ama ben bunu istemiyorum. Benim yumurta kolek­
siyonum filân da yok. Oysa senin zengin bir koleksiyonun
var. Benim asıl ilgilendiğim şey kurbağa ve kaplumbağa­
lar. Eğer sen yumurtayı almazsan, yemin ediyorum, bunu
fırlatıp atacağım.»
Bu korkunç tehdit üzerine benim yumurtayı gerçek­
ten istemediğime inanan Gavin, sevinç içinde bana döndü.
Sesi titriyordu; «Öyleyse, yumurtayı ben alıyorum, Robie.
Hayır, öyle bedavaya almıyorum. Bu, haksızlık olur. Yu­
murtaya karşılık sana başka birşey verebilirim... Bende
olan ve senin hoşuna gidecek birşey bu.» Gavin, yumurta­
yı güzelce pamuğa sarıp yanında getirdiği küçük teneke
kutuya yerleştirdi. Sonra da çekingen bir tavırla bana tat­
lı tath gülümsedi. Onun bu gülümseyişini görünce benim
de kalbim sevinçle dolmuştu.
Hemen o akşam Gavin'in odasından küçük bir alet
aldım. Bunu hâlâ büyük bir titizlikle saklıyorum. Bunu
kullanmasını da Gavin’den öğrenmiştim. Bu, eski bir mik­
roskoptu. Vaktiyle ablası Julia’nınmış. Winton Kolejinde
tabiat tarihi kurslarına bir süre devam etmiş. Mikrosko-
pun modeli gayet basitti. Fakat iki göz yeri ve iki objektif
camı vardı, camları da gayet değerliydi, Provost Blair,
en basit eşyanın bile daima en iyi cinsini almayı prensip
edinmişti. Mikroskoptan başka bir iki cam levha, yaprak­
ları sararmış küçük bir kitap da vardı. Kitabın birinci
, .................. . — 84 —

bölümü, ‘Bir damla suda neler görebilirsiniz,» başlığım ta­


şıyordu. İkinci bölüm ise ‘Sineğin kanat yapısı’ başlığını
taşımaktaydı.
Mikroskobu, Dedenin odasındaki masaya koydum.
Dede beni merakla seyrederken ben de cam levhaları
mikroskobun altında incelemeye başladım. Gavin ile dost­
luk kurduğumdan beri Dedem bana karşı biraz soğuk dav­
ranmaya başlamışti. Öyle sanıyorum ki. Dedem içinden
benim Gavin’le kırda bayırda dolaşmamdan hoşnuttu ama
bu gezintilere o da katılamadığı için belki biraz canı sıkı­
lıyordu. Ama şimdi merakı ona öfkesini unutturmuştu.
— «Bu saçmalık da nedir böyle, Robert?»
Dedemin ismimi doğru dürüst kullanması, benimle
arasmın pek de iyi olmadığına işaretti. Mikroskobun gö­
revlerini ona heyecanla anlattım. Hemen yanı başıma gel­
di, bir gözünü mikroskobun bakacak yerine uydurdu, ma­
kinenin ayarmı bozmuştu ama hiç bozuntuya vermeden
mikroskobun nasıl kullanılacağını biUyormuş gibi yapıyor­
du. Dedemin makineye hayran kaldığını _ farketmiştim.
Akşam yemeğinden sonra odasma uğradığım zaman De­
dem hâlâ nükroskobun başındaydı. Beni görünce; «aman
allahım,» diye bağırdı, «şu peynir parçasının içindeki
hayvancıkları görüyor musun?»
işte böylece Dedemle benim için yeni bir serüven
başlamış oldu. Meçhullere doğru kanat açmış gidiyorduk.
Çok geçmeden Julia Blair’in soluk yapraklı kitabını okuduk
bitirdik. Daha sonra Dedem yeni bir Huxley edasıyle ka­
sabalım kütüphanesine gitti, daha ciddî kitaplar aldı.
Broke’un ‘Biyolojiye Giriş’, Steed’in ‘Su Kamışlan’ ve
hepsinden önemlisi Grant’m ‘Renkli Otuz Plakayla Göl
Hayatı’ isimli eserlerini getirdi. Gündüzleri ben okulday­
ken Dedem, gölden öte beri topluyordu. Akşamlan ben
ödevlerinn bitirdikten sonra da sihirli âletimizin başına ge­
çip mikroskobun altinda gördüğümüz şekillerin kitaptakı-
iere benzeyip benzemediğini araştınyorduk. Ağır ağır ha­
reket eden bir Amip görünce nasıl da heyecanlandığımızı
bilemezsiniz. Unutmayın, daha dokuz yaşında bile değil­
— 85 —

dim, çarpım tablosunu bile doğru dürüst ezberleyememiş-


tim.
Ah, yeni yaşantmm harücalanyle sarhoş olmuştum.
Yuvalar, yeni doğmuş yavrularla dolu. Hepsi de yiyecek
bulabilmek için başlarım yukarı kaldırmışlar bekleşiyor-
1ar. Kestane ağaçlarının ötesindeki tarlada bir tay gezinip
duruyor. Snoddie’nin çiftüğinin çayırında kuzular otluyor-
1ar. Kitaplarımda anlamını bir türlü kestiremediğim yeni
bir kelime dikkatimi çekiyor, ‘çoğalma’. Küçücük yaratık­
ların bölünme suretiyle çoğaldıklarından kuşkum yok,
ötekilerin de daha karışık bir sistemle birleşerek çoğaldık­
larım tahmin ediyorum. Kendimi yeni bir buluşun eşiğin­
de sayıyorum ama çok şaşkınım. Bu meçhul sırrı bana
kim açıklayacak? Kimbilir belki de Bertie Jamieson ya­
par bu işi. Gavin, bir haftalığına Luss’a gitti. Her akşam
Jamieson ve onun tayfasıyie birlikte eve kadar yürüyo­
rum. Fakat Jamieson’un evi Drumbuck Toll’un hemen ya-
nıbaşındadır. Buraya gelince çocuklar beni yalnız bırakı­
yorlar. Onlarla. birUkte dolaşacak yaşa henüz'gelmediğimi,
daha çok küçük olduğumu da belirtmeyi unutmuyorlar.
Sonra da hemen çamaşırhaneye giriyorlar, kapıyı içerden
kilitleyip pancurlarını sıkı sıkı kapatıyorlar. Dışarda on­
ları beklerken içerden kulağıma acayip sesler geliyor Çe­
kine çekine dışan çıktıklan zaman da Bertie, ertesi akşam
beni de içeri alabileceklerini söylüyor.
Artık sevinçten kabıma sığamıyorum. MUcroskobun
başma oturduğumuz zaman Dedeye de müjdeyi veriyorum.
Dede, sözlerimi duyar duymaz, öfke içinde: «Nee»
diye ayağa fırhyor. Hırsla yumruğunu masaya indiriyor.
«O çamaşırhaneye gitmeyeceksin. Ölürüm de gene seni
oraya yollamam. Asla... Asla...»
Ertesi akşam ben Akademiden çıkarken Dedem de
kapıda bekliyor. Beni elimden sıkı sıkı tutup yürütüyor.
Bu sırada koşarak yanımızdan geçen Jamieson’a da bir
yumruk savuruyor. Dedem beni çeke çeke götürürken ilk­
baharın inanılmaz marifetlerine de şaşmaktan kendimi
alamadım.
DOKUZUNCU BÖLÜM

Ve ilkbahar hâlâ sürüp gidiyor.


Drumbuck yolundan sapılan kısa bir çıkmaz sokak
vardır ‘Bankalar Caddesi’ adını taşır. Belediye Başkanın-
dan istasyon şefine, itfaiye şefine ve s^lık müdürü Lec-
kie’ye varıncaya kadar kasabanın kalburüstü şahsiyet­
lerinin oturdukları Drumbuck yolunun komşusu olan bu
daracık sokakta genellikle işçiler ve teknisyenler oturu­
yordu. Bunlar çamurlu çizmeler, lekeli tulumlarla dolaşır­
lardı. Öğle paydoslarında ve akşam paydoslarında bu
adamlar, kirli çizmeleriyle o tertemiz kaldırımlardan ge­
çip kendi sokaklanna giderlerdi.
Sakin kimselerdi bunlar. İşleri çok ağırdı ama yüksek
ücret aldıkları için yılmadan, usanmadan çalışıyorlardı.
Boş zamanlarmda da çılgınlar gibi eğlenmeye bakarlar­
dı. Her cumartesi öğleden sonra parlak renkli kasketlerini
Boghead Parkın içinden geçen derede görmek kabildi. En
güzel elbiselerini giyip trenle Winton şehrine gider­
ler, etli börek yiyip çay içerler, akşamları da varyete
programını seyrederlerdi. Pazar akşamları hava güzel
olursa, kasabanın sokaklarında dolaşırlar, ağız armonika­
sı çalarlar, şarkı söylerlerdi. Lomond Vievv’ya yeni geldi­
ğim sıralarda geceleri Haminnemin o ağır kokan solukla­
rından sigara ve duman kokusundan bunalmış bir halde
uyumaya çalışırken bu adamların gürültüsü beni neşelen­
— 87 —

dirir, herşeye rağmen dünyads merin yolunda gittiğine


inanırdım.
Bu. kazan işçileri arasında Jaitiie Nigg adında biri
vardı ki, bana pek saygılı davranmaya başlamıştı. Otuz
yaşlarında kadar kısa boylu, geniş omuzlu bir adamdı.
Kocaman elleri, acıklı bir ifade taşıyan iri gözleri vardı.
Bu adamın bacakları pek çarpık olduğu için öyle üzüntülü
durduğuna inanmıştım. Zavallıcık bacaklarının çarpıklığım
gizlemek için yürürken ne yapacağını bilemiyordu. Yemek
paydoslarından sonra okula koşarken bu çarpık bacaklı
kazan ustası benim yolumu keser, eliyle çenesini sıvaz­
layarak dalgın dalgın seyrederdi.
—^ «Nassın bakalım?»
— «Çok iyijdm, teşekkür ederim, Jamie.»
— «Evde işler yolunda mı?»
— «Evet, çok iyi, teşekkür ederim, Jamie.»
— «Bay Leckie ile ev halkı da iyiler mi?»
—• «Evet, Jamie.»
—^«Murdoch yakında sınavlara mı girecek?»
— «Evet, Jamie, öyle.»
— «Haminnen hâlâ dönmedi mi?»
— «Dönmedi, Jamie.»
— «Senin ihtiyar dedeni geçen Pazar bilârdo salo­
nunda gördüm.»
— «Öyle mi, Jamie?»
— «Maşallah iyi görünüyordu.»
— «Evet, Jamie.»
—■ «Güzel bir gün.»
— «Öyle ya, Jamie.»
Konuşma burada kesUdi. Kısa bir sessizlik oldu, son­
ra Jamie elini cebine soktu, bana bir peni uzattı. Leven-
ford’lulann pek sevdikleri eski bir şakayı tekrarladı: «Sa­
kın bu paranın hepsini bir dükkânda harcama.»
Parayı havaya fırlatıp tutarak sıçraya sıçraya yolu­
ma devam ederken Jamie arkamdan seslendi, «evdekilerin
hepsine saygılarımı bildir.»
Jamie’nin bu iyi niyetli davranışını Provost ve Julia
Blair gibi onun da annemi iyi tanımasına bağlamıştım. Bu
sözler benim için tatlı bir müzik parçasından farksızdı
artık. Çocukluğum süresince de bu sözler içime bir güven
verdi, insanlara ve hayata olan sevgimi, bağlılığımı art­
tırdı.
Fakat genellikle Tibbie Minns’in dükkânına koşmak
zorunda kaldığım için Jamie’nin benimle bu derece ilgilen­
mesinin sebebini araştırmaya zaman bulamıyordum. Şe­
kerci dükkânmdaki pembe çizgili şeker dolu yeşil kava­
nozlar beni herşeyden fazla ilgilendiriyordu. Adam’ın ya­
rım altm hediyesinden sonra kuşkulu bir çocuk olmuş çık­
mıştım. Eğer cebimdeki meteliği harcamazsam bunu mut­
laka birisi keşfedecekti ya da cebimden düşürecektim.
Kimbilir belki de Baba durumu farkedecek, parayı muha­
faza etmek bahanesiyle elimden alıverecektı. Üstelik, vü­
cudum, o genç ve iyi beslenmemiş hayvancık şeker diye
dört dönüyordu. Eğer tarlaların ve ormanların vahşi hay-
vanlarmı basit ve önemsiz maddelerden yoksun bırakılır­
larsa, bolluk içinde ölüp gidebilirler. Çocukluğumun o hu­
zursuz, yarı aç yan tok günlerini hatırladıkça Bayan
Minns’in şekerleri olmasaymış ben de yokolup gidermişim
diye düşünüyorum.
Mayıs ayının son cumartesi günü Jamie’yle karşılaş­
tım ama bu bir rastlantı olmadı. Adamcağız Bankalar
Caddesinin köşesinde bekliyordu. Üstelik yabanlık elbise­
sini de giymişti. Koyu mavi elbisesi, açık kahverengi çiz­
meleri ve dümdüz kırmızılı siyahlı kasketiyle pek şıktı.
— «Futbol maçına gelmek isteyon mu?»
Yüreğim birden allak bullak oldu. Gavin de olmayın­
ca öğleden sonraları ne yapacağımı bilemiyordum. Futbol
maçı ha. O güne kadar hiç görmediğim büyük oyun... Bu­
nu görebileceğimi de hiç ümit etmemiştim doğrusu.
Jamie Nigg, bir adım attı; «Hadi, yürü öyleyse.»
Boghead meydanım çevreleyen halat yaslanmış, Ja­
mie ve arkadaşlannm yanında duruyordum. Renkli for­
malar giymiş oyuncular ye^l sahada oradan oraya koşuş­
tukça ben de avazım çıktığı kadar bağırarak oyuncula­
— 89 —

ra tezahürat yapıyordum. Levenford takımı en büyük ra­


kibi olan komşu klüp Ardfillan’m oyuncularına karşı oy­
nuyordu. Acaba yer yüzünde şu ArdfilJan takımının oyun­
cuları kadar hüekâr, kaba ve cani kılıklı adamlar var mı­
dır? Bunlar, küçük çocukları bc^ reçel kavanozu karşılı­
ğında sahaya alıyorlardı. Sonra da boş kavanozlar satılıp
paraya çevriliyordu. Neyse, tanrıya şükürler olsun, hak
yerini buldu, Levenford takımı maçı kazandı.
Maçtan sonra Jamie ile birlikte eve kadar yürüdük.
Pek iyi anlaşıyorduk. Tam yollarımızın ayrılacağı nok­
taya vardığımız zaman Jamie, kızara bozara cebinden bir
paket çıkardı. Bu paketi maç süresince cebinde tutmuştu.
-—^ «Bunu senin Kate’e ver,» dedi, «benden olduğu­
nu söylersin.»
Şaşkın şaşkm Jamie’ye bakakaldım. Kate. Bizim
Kate... Onun bizimle ve bu yeni kurulan güzel dostlukla ne
ilgisi vardı?
Jamie daha da kızardı: «Evet, tamam. Paketi Kate’in
odasına bırakıver.»
Jamie, beni elimde paketle buakıp arkasını döndü.
Lomond View’ya geldiğim zaman Kate görünürlerde
yoktu. Sadece Murdoch, mutfağa oturmuş, kitaplarım aç­
mış, homurdana homurdana güya ders çalışıyordu. Onun
için ben de Jamie’nin isteğine uyarak o kocaman paketi
Kate’in yatak odasına götürdüm, çamaşır dolabmm üze­
rine bıraktım. Kate beni çağırmadıkça onun odasına gir­
mek âdetim değüdi. Şimdi de büyük bir merakla çevreme
bakınıyordum. Tuvalet aynasınm önünde duran kavanoz
ve losyon şişelerini merakla mceledim. Odada pek çok da
kâğıt kaplı kitap vardı. Kitapları alıp baktım. ‘Şekil Bo­
zan Ameliyatlara İhtiyaç Olmadan Yüz Güzelleştirme’,
‘Madam Bolsover’in Metodu’ ya da ‘Oniki derste göğüs
büyütme egzersizleri’ gibi kitapçıklardı. Bir başka kitap
d ^ a dikkatimi çekti. Bunun da kapağında: ‘Kızlar, Niçin
Birer Duvar Çiçeği Olasınız?’ kelimeleri yazılıydı. Kapı
açıhp da Kate içeri girdiği zaman ben kitaplara enikonu
kendimi kaptırmıştım.
— 90 —

Kate’in yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi. Hani nere­


deyse beni tokatlayacaktı. Hemen avaz avaz bağırtna-
saydım, dayaktan kurtulamayacaktım: «Ah, Kate, sana
birşey getirdim. Gerçek bir sürpriz bu.» .
Kate durdu. Kulakları hâlâ kıpkırmızıydı. G ö z le r in ­
den öfke kaybolmamıştı.
Kuşku içinde: «Neymiş sürprizin?» diye sordu.
— «Sana bir hediye getirdim, Kate.» Parmağımla do­
labın üzerinde duran paketi işaret ettim.
Gözlerine inanmamış gibi şaşkın şaşkın pakete baktı.
Sonra sert bir sesle mırıldandı; «Unutma, Robert, haber
vermeden bir hanımın odasına asla girilmez.» Pakete yak­
laştı, eline aldı, yatağının kenarına oturdu, paketi açtı.
İçinden bir buçuk kiloya yakın çikolatayla dolu kurdeleli
bir kutu çıktı. Kate’in o güne kadar hiç böyle güzel bir
hediye almadığından emindim. Onu kutladım, gayet kibar
bir tavırla kutunun önünde eğildim. ..
— «Çok güzel değil mi, Kate? Bunu sana Jamie p n ;
derdi. Bugün beni futbol maçına götürdü. Jamie Nigg i
tanıyorsun herhalde.»
Kate’in yüzü karmakarışıktı. Sevinç, öfke, ş a ş k m h k
ve hayal kırıklığı birbirine karışmıştı. «Demek o gönderdi
ha? Bunlan kendisine geri yollamak zorundayım.»
— «Aman, sakın yapma, Kate. Jamie’yi çok üzersin.
Hem de...» Yutkundum. . .
Kate gülümsedi. Yüzü birdenbire tatlılaşıvermiştı.
«Pekâlâ. Öyleyse sen de bir çikolata alabilirsin. Fakat ben
bunlara dünyada elimi süremem.»
Kate’in verdiği izinden hemen yararlanmaya baktım.
Çikolatayı ağzıma atıp da ısınr ısırmaz, ağzımın içine ne­
fis bir portakal lezzeti yayıldı.
Kate garip garip jmtkunarak sordu; «Bari çikolatan
güzel mi?»
Garip garip, anlaşılmaz sesler çıkardım.
— «Ah, şunu gönderen Jamie Nigg değil de bir baş­
kası olsaydı.» . , .
— «Niçin?» diye sordum. «Jamie dünyanın en iyi ü*"
— 91 —

sanı. Onu futbol maçında, arkadaşlarmm yanında bir gör­


meliydin. Hem Levenford takmumn santrforunu da ta­
nıyor.»
— «Ama o basit bir kazan ustası, işi çok pis. Hem
üstelik onun içki içtiğini de söylüyorlar.»
Dedenin bir sözü aklıma gelmişti. Arkadaşımı savun­
mak için bu sözlerden yararlandım: «İçki içiyor diye onu
kötüleyemeyiz, Kate.»
Kate gene kızardı bozardı: «evet ama... Şey... Ya
bacakları...»
Ciddi ciddi mırıldandım: «Sen onun bacaklarına da
aldırma, Kate.»
— «Bacaklar çok önemli onlara aldırmamak olmaz.
Hele gezmeye çıkınca...»
Durdum. Bayağı canım sıkılmıştı: «Senin hoşlandı­
ğın başka biri mi var, Kate?» diye sordum.
Kate’in bakışları, oracıkta duran kitaplara takılmıştı.
«Şey... evet...»
Onun bu romantik havasmdaiı yararlanarak, çikola­
ta kutusundan bir çikolata daha aldım.
— «Tabii pek çok teklif aldım. Yani hiç değilse bir­
kaç kişiden teklif geldi. Bunlarla övünmek istemem. Fa­
kat şimdi biraz da idealimdeki erkekten sözediyorum. Ol­
gun, esmer, güçlü kuvvetli, iyi yetişmiş, kibar tavırh bir
erkek... Örneğin Papaz Bay Sproule gibi biri...»
Şaşkın şaşkın Kate’e baktım. Papaz, dört çocuk sa­
hibi orta yaşlı, şair görünüşlü bir adamdı.
— «Ah, Kate, bana kalsa Jamie’ju tercih ederdim...»
Bu sözleri söyler söylemez kızardım. Onun sevgili papa­
zım kötülemeye hiç de hakkım yoktu.
Kate, gayet olgun ve anlayışlı bir tavırla: «Aldırma»
dedi, «Sen bir çikolata daha yemeye bak. Ben onları du­
daklarıma bile değdirmem. Hem zaten aşktan tiksiniyo­
rum. Evet, tiksiniyorum. Kadm daima bunun ücretini ödü­
yor. Bu yediğin çikolata sert miydi yoksa içi yumuşak
mıydı?»
— 92 —

— «Sertti, Kate. Pek enfes bir nuga. Herhalde sen


de böyle güzelini yememişsindir. Bak, benim yediğime
benzeyen bir çikolata daha var. îzin ver de bunu sana
ikram edeyim. Yalvarırım, izin ver...»
Çikolatayı zorla Kate’e verdim.
— «Çikolatalar gerçekten çok güzel değil mi, Kate?»
— «Hiç bir erkek beni satın alamaz, Robert. Ama çi­
kolataların da gerçekten pek güzel olduğunu itiraf etmek
zorundayım.»
— «Bir tane daha al, Kate.»
— «Şey, biliyorum, bunlar midemi boza’cak. Ama sen
ısrar ediyorsan mesele yok. ilk yediğin portakallıdan ba­
na da bir tane buluver.»
Kate’in yatağına oturup yarım saat içinde kutunun
bir sırasını yedik.
Nihayet içimi çekerek sordum: «öyleyse ben Jamie’-
ye ne diyeceğim?»
Kate, kutunun kurdelesini dikkatle bağlamaya çalı­
şıyordu. Birdenbire güldü. Bu aksi, huysuz kızın böyle
içinden gelerek tatlı tatlı gülmesi olacak şey değildi.
— «ikimiz de sahtekârız, Robie,» dedi. «Yani ben
öyleyim. Zavallı oğlanın dünyamn parasını harcajnp he­
diye ettiği çikolataları afiyetle yerken, aleyhinde konuşu­
yorum. Ona gerçeği açıkla. Gönderdiği çikolataları pek
beğendiğimizi söyle. Bunlar için de kendisine teşekkür et.
Bu da son olsun, bir daha böyle şeyler yapmaya kalkış­
masın.»
Basamakları üçer üçer atlayarak aşağıya indim. Ja-
mie’ye, Kate’in mesajının biç değilse baş kısmım ilet­
meye karar vermiştim.
ONUNCU BÖLÜM

Temmuz ayıyla birlikte tatil ve sararan ekinleri salla­


yan sıcak yaz rüzgârları da geldi. Drumbuck kasabasmın
tozlu yollarında Gavin’le birlikte yalın ayak koşuşuyorduk.
Onunla birlikte Garshake Tepesinin en yüksek noktasına
çıktım. Orada yetişen mavi çiçeklerden topladık. Bunları
Hannah Ana’ya götürdüm. Pek sevindi. Gene Gavin’le bir­
likte barajın gölünde jnizmeyi öğrendim. îlk kulaçlarımı
atmama Gavin yardım etti. Kollarım soğuk suyun içinde
hareket ederken başımı iki yana çeviriyor, ağzımı açıp so­
luk alıp veriyordum. Suda yüzmenin bu derece zevkli bir
eğlence olacağmı da hiç akhma getirmemiştim. Su, ru­
humdan üzüntünün izlerini silivermişti. Sudan çıktığımız
zaman da karada sıçrayıp koşuştuk, sonra da yemyeşil ot­
ların üzerine boylu boyunca uzandık. İçimiz garip bir he­
yecanla yamp tutuşuyordu. Ah, o saf, ıhk hava. Yemyeşil
ağaçlar, sıcacık güneş... Yaşamanın verdiği sevinç...
Bu ilkel yaşantı beni fazlasıyle mutlu etmişıti. Vadi­
den esen rüzgâr, Tanrıyı aklımdan çıkarmıştı. Haminne­
min gönderdiği kartpostallara da aldırdığım yoktu. Artık
Kötü Ruhun da evin bir köşesine gizlenip pusuda bekle­
diğini düşünmek akhma büe gelmiyordu. Dua etmeyi bile
hemen hemen unutmuş gibiydim. Pek zorda kalırsam he­
men alelâcele birşeyler geveleyiveriyordum. Ah, artık
Tanrının gözünden düşmüştüm. Ahrette bana yeni üzün­
tü kaynakları hazırlanıyordu besbelli.
— 94 —

Önce Gavin’den gene ayn kalacağımı öğrendim. Ba­


bası her yaz Pertshire’da küçük bir yazhk ev kiralardı.
Burada balık tutmak ve arasıra da avlanmak mümkündü.
Tabü Gavin de yaz tatilim burada geçirecekti. O pespembe
ufukta, uzaktaki tepelerin mavilikleri arasmda kaybola­
caktı.
Bayan Julia Blair, Gabin’le birlikte gidebileceğimi ima
ediyordu ama kıyafet bakımmdan pek fakir olmam, oraya
gitmek için ödenecek tren ücreti bu güzel hayalleri yıkma­
ya yetmişti bile. Gavin’le tren istasyonuqda vedalaştık.
Parmaklarımız birbirine kenetlenirken ölümsüz dostluğu­
muzu bir kere daha perçinlemiş olduk.
Derken High Street’ten eve yürürken gökyüzünde
bir gümbürtüdür koptu. Yolda kalmıştım. Korku içinde
başımı yukan kaldırdım Canon Roche ile burun buruna
geliverdim. Şemsiyesine yaslanmış, dikkatle bana bakıyor­
du. Bu iri yarı esmer adanun yanmda benim de mikroskop­
ta gördüğümüz o küçücük yaratıklardan farkım kalmamış­
tı.
O güne kadar Canon Roche’dan uzak durmaya çalış­
mıştım ama bu adam kasabanın müthiş dikkati çeken
tiplerindendi. înce yüzlü, sivri gaga burunluydu. Din eği­
timi yapan bir kolejde çalışması da onun önemini arttın-
yordu. Kasaba halkmın PolonyalI, Litvanyalı Slav ve İr­
landalI göçmenlerden oluşması, Canon’un işini güçleştir­
mişti. Böylesine karışık bir toplumu yola getirmek için
elinde bir tek koz vardı. Canon Roche de bundan yarar­
lanmakta hiç tereddüt etmemişti. Kürsüye çıkınca gayet
sert bir dUle cemaate avaz avaz bağırmış, halkı her gördü­
ğü yerde azarlayıp, onları küçük gördüğünü belli etmişti.
Çok geçmeden de kasaba halkı kuzu gibi oluvermişti. Bir
yıl içinde bu başarıyı elde ettikten başka kazanların sahi­
bi Marshall Kardeşlerle de dost olmuştu. Ayrıca kasaba­
nın kalburüstü şahsiyetlerinin de ister istemez saygısmı
kazanmıştı. Katoliklerin küçük görüldükleri bir İskoç top­
luluğunda, Katolik bir din adamının sevgi ve saygı kazan­
ması küçümsenecek gibi değUdi. Üstelik Canon Roche, ce­
— 95 —

maatinin de hayranlığını kazanmıştı. Evet, bu adam tam


bir âfetti, Allah biliyor ya, kutsal bir âfetti o. Tanrı her­
kesi onun gazabından korusundu.
Böyle bir adamla karşılaşmak beni müthiş korkut­
muştu. Gayet sakin bir tavırla konuşmasına rağmen kor­
kumu yenemiyordum.
— «Sen Robert Shannon’sun değil mi?»
— «Evet, Peder.»
Ah, şu ‘Peder’ sözü yok mu, beni ele vermeye yetmiş­
ti. Adam hafifçe gülümsedi.
— «Herhalde Katoliksiıı değil mi?»
— «Evet, Peder.»
Canon Roche, şemsiyesinin sapını elinde çevirmeye
başladı, «Dublin’deki bir meslektaşımdan seninle ilgili bir
mektup aldım... Mektubu gönderen Peder Shanley’di...
Seninle ilgilenmemi rica ediyor.» Canon Roche, yan gözle
bana baktı. «Pazar günleri âyine geliyorsun değU mi?»
Başımı önüme eğdim. Kızıl Damgalı Kadınla kader
birliği etmiştim sanki. Onun damgası almma vurulmuştu.
Fakat Levenford’a geldim geleli onun Tapınağını ziyaret
etmek fırsatını bulamamıştım.
Ah, şu şemsiye de ona ne büyük sıkıntı veriyordu...
— «Herhalde ilk Komünyonunu yapmışsındır değü
mi?»
—■ «Hayır, Peder.»
— «Öyleyse günah çıkartmayı öğrenmiş olmalısın.»
Annemle babamm hastalığı bu mecburi görevi yerine
getirmeme fırsat bırakmamıştı. Öylesine utanmıştun ki,
yer yanlsa da beni içine alsa diye geçiriyordum içimden.
«Hayır, Peder.»
— «Aman Tanrım, bu ne acı bir ihmâl böyle. Shannon
adını taşıyan biri için gerçekten çok ayıp. Gerekeni yap­
malıyız, Robert. Hem de hiç vakit kaybetmeden, anlıyor
musun, hiç vakit kaybetmeden.»
Niçin gülümsüyordu bu adam? Niye bana avaz avaz
bağırmamıştı? Gözlerim zaten yaşlarla dolmuştu. Gavin’­
in gittiği yetmiyormuş gibi şimdi de bu., öğle vakü oldu­
— 96 —

ğu için yoldan gelip geçen pek çok kasabalmm merakla


bize baktığını biliyordum. Birazdan bu korkunç hikâye­
nin bütün kasabaya yayılacağı da muhakkaktı. Arkadaşla­
rımın gözünde bir kez daha küçük düşecektim, bir kez da­
ha herşey altüst olacaktı.
— «Gelecek ay manastırda yeni bir Komünyon kur­
suna başlayacağız. Salı ve Perşembe günleri dörtten sonra
başlayacak dersler. Sana gayet uygun. Rahibe kursu, Eli-
zabeth Josephina yönetecek... Gelirsen ondan hoşlanaca­
ğım samyorum...» Adam gülümseyerek bâna baktı: «Ge­
lecek misin, Robert?»
Dudaklarımın arasından tıslar gibi konuştum: «Evet,
Peder.»
— «Çok iyi olur, evlât.»
Canon Roche, gene şemsiyesiyle oynamaya başlamış­
tı. Bu arada bana dini görevlerimi saydı döktü. Ayrıhrken
de : «Bir mesele daha var, Robert» dedi, «Katolik olmayan
akrabalarla’ bir çatı altında yaşamamalısın. Sakın Cuma
günleri et yeme. Kilisenin en önemli buyruklarından biri­
dir bu.» Bu ciddi görünüşlü korkunç adam yanımdan ay­
rılmadan önce bir kez daha bana gülümsedi, sonra yoluna
devam etti.
Bu kötü rastlantının etkisinden kendimi hâlâ kurta-
ramamıştım. Canım sıkılmış bir halde yoluma devam et­
tim. Günahlarım yüzüme vurulmuş, bir çırpıda paçavra­
ya döndürülmüştüm. Günün o parlak aydmhğı da kaybol­
muştu. Canon’un buyruklarına aldırış etmemek hiç aklı­
ma gelmemişti. Hayır, hayır, adamın gözleri üzerimdeydi.
Maddi, manevi olanca ağırlığını üzerime bırakmıştı. Onun
buyruklarını yerine getirmemek çok korkunç sonuçlar ya­
ratabilirdi. Haminnemin ruhumun bağını düzene koymak
için harcadığı çaba boşa gidivermişti işte. Sanki bir ka­
sırga kopmuş, herşeyi yıkıp götürmüştü. Bana öyle geli­
yordu ki, doğuşumdaki aksaklık nihayet beni pençesine
almış, kıskıvrak yakalamıştı. Bundan sonra da bana acı ve
üzüntü çekmekten başka yapacak birşey kalmıyordu.
Lomond Vievv’nun arka kapısına yaklaşırken birden­
— 9T —

bire akhma birşey geldi ve buz gibi ter döktüm. Bugün,


günlerden Cumaydı. Burnuma da en çok sevdiğim yeme­
ğin, dana pirzolasmın kokusu geliyordu, inildedim. Ah,
sevgili Tanrım ve Canon Roche... Şimdi ben ne yapacak­
tım?
Ayaklarımın ucuna basa basa mutfağa girdim. Sofra­
ya oturdum. Kate ile Murdoch da masadaki yerlerini al­
mışlardı. Evet, korktuğum gibi Hannah Ana önüme bir
tabak dolusu dana pirzolası koydu. Gerçekten bu defa etin
parçaları her zamankinden daha büyüktü ve daha da gü­
zel pişmişe benziyordu.
Dalgın dalgm eti seyrettikten sonra zajuf bir sesle:
«Ana» diye mırıldandım, «bugün canım et yemek istemi­
yor.»
Birdenbire herkes benimle ilgUendi. Hannah Ana kuş­
kulu kuşkulu yüzüme baktı: «Hasta mısm?»
— «Şey bilmem ki. Belki biraz başım ağnyordur.»
— «Öyleyse biraz etin salçasıyle patates al.»
Etin salçası mı? Ah, bu da yasaklanmıştı. Hafifçe
gülüiîfâeyerek başımı salladım. «Galiba ben hiç birşey ye­
mesem daha iyi olacak.»
Hannah Ana, kuşkulandığı zamanlar yaptığı gibi di­
lini şapırdattı. Okula dönmeden önce avucuma bir iki şe­
kerleme sıkıştırdı. Ben de mutfaktan geçerken cebime iki
dilim ekmek sokmuştum. Akademiye giderken bunları
atıştırıp açlığımı biraz bastırdım ama akşama kadar midem
açlıktan guruldadı durdu.
O akşam ev halkı sofra başmda toplandığı zaman
Hannah Ana önüme Bay Leckie’nin tabağmı sürdü. Ta­
bakta ince ince kesilmiş baş söğüşü vardı. Sofradakilere
suçlayan gözlerle bakarak: «Robert bugün hiç iyi değildi»
dedi.
Yüreğime bir ağırhk çökmüştü. Tabağımdaki söğüş
ete baktıkça bir tuhaf oluyordum. Gerçeği niçin açıklama­
mıştım sanki? Ah, hayır, hayır, binlerce kez hayır. Bunu

Yeşil Yıllar — F : 7
— 98 —

yapamazdım. Benim Roma Kilisesiyle kurduğum ilişkiyi


bu ailenin fertlerine açıklamam doğru olmazdı. Bu iş sa­
rınıp sarmalanmış, gömülmüştü. Onu diriltmek hiç kuşku­
suz başıma büyük bir dert açacak, beni felâkete sürükle­
yecekti. Sadece Baha’nın yüzünün alacağı ifadeyi düşün­
mek büe acı veriyordu bana.
Ama beni zor durumdan kurtaran da Baba oldu.
— «Bu çocuk gündüz çok yoruldu» dedi. Onu erken­
den yatırın. Tabağımdaki söğüş eti de çatahyle alıp kendi
tabağına aktardı. •
Onun ham böğürtlenlerinin yamna büe yaklaşmamış­
tım. Fakat bu büyük haksızlığı da hemencecik kabullen­
dim. Yemek yemeden perdeli yatak odama gönderilmek
beni hiç üzmedi. Aksine çok sevindirdi.
Pazar günü ev halkı uykudan uyanmadan yavaşça
evden çıktım. Sabah yedide yapılan âjdne yetiştim. Kili­
senin en arka sırasma oturmuş, kimseye görünmemeye
çalışmıştım. Daha sonra bu kilisenin gotik stilindeki mi­
marisini pek beğenmiş, sütunlarından renkli camlarına
kadar herşeyinin zevkle seçildiğine inanmıştım. Ama o sar
bah bu küçük kilise bana bir iç huzuru veremedi. Canon
Roche kürsüye çıkarken benim de dizlerim birbirine yapış­
mıştı. Belki de Peder Roche bu sabahki vaizında benden
söz edecekti. Ya da bana bazı tavsiyelerde bulunacaktı.
Oh, dünya varmış. Roche benden bahsetmedi. Ancak gene
de papaz efendinin yaptığı açıklama huzurumu bozmaya
yetti. Önümüzdeki hafta Ember haftasıydı. Çarşamba, Cu­
ma ve Cumartesi günleri oruç günleriydi. Tanrı bu kutsal
günlerde et yemek cesaretini gösteren zayıf kullarını asla
bağıglamazdı. Eve döndüm. Dehşet içindeydim. Kendiken­
dime «Çarşamba, Cuma ve Cumartesi» diye sayıkhyor-
dum. Tanrıya karşı gelmek büyük bir kusurdu. Ama beni
asıl korkutan o müthiş Peder Canon’du.
Çarşamba günü şansım yaver gitti. Hannah Ana, o
gün çamaşır günü olduğu için pek meşguldü. Yemek sa­
atinde Akademideki kitaplarımı temizleyeceğimi söyleyin­
ce bunun üzerinde pek durmadı. Çamaşır kazanının başın­
— 99 —

da uğraşırken benim bir dilim ekmekle biraz reçel alıp


gitmeme ses çıkarmadı. Fakat Cuma günü aym numarayı
yapmaya kalkıştığım zaman Hannah Ana’nın tepkisi çok
başka oldu. Ben sözlerimi bitirir bitirmez, kaşlarını çata­
rak hemen sıcak yemeğimin başma dönmemi emretti. Ta­
bağımdaki yemeği bitirmezsem beni cezalandıracağını söy­
leyip mutfaktan çıktı.
Ah, Allahım, ne büyük acı çekiyordum. Benim şu an­
da çektiğim sıkıntıyı engizisyon mahkemesinin huzuruna
çıkarılan sakallı bir yahudi bile çekmemiştir. Çaresiz bir
halde karşımda oturan Murdoch’a baktım. O da ağzında-
kileri çiğnemeye çalışırken merakla beni süzüyordu. Mur­
doch şimdi evde çahşıyordu. Kate’in de okulda işi çıktığı
için masada ikimizden başka kimse yoktu.
Murdoch diye soluk soluğa mırıldandım. Bu et benim
mideme ağır geliyor. «Hemencecik tabağımı ahp içindeki
etleri Murdoch’un tabağına boşalttım.»
Murdoch bana şaşmıştı ama iştahlı çocuktu. Benim
bu ikramımdan memnun kaldı. Sadece kuşkulu kuşkulu:
«Bugünlerde sen sebzeye pek merak sardın» dedi. Acaba
gerçeği tahmin etmiş miydi? Bunu bilmeye imkân yoktu.
Başım önümde, titreyerek patatesleri mi yedim. Salçaya
bulanmış olanlara çatalımı d okundurmamaya da dikkat
ediyordum.
Ertesi gün artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Açhktan
bitkin bir haldeydim ve üstelik uyduracak bahane de bula­
mıyordum. Sadece yemek saatinde Lomond Vievv’da bulun­
mamaya gayret ettim. Bir köpek gibi güzel kokuları kok-
laya koklaya limanda gezindim. Akşam üstü zorlukla eve
döndüğüm zaman açlıktan bayılacak hale gelmiştim. Açlık
beni öylesine etkilemişti ki, Hannah Ana bütün gün nere­
de olduğumu sorarsa ona ne cevap vereceğimi bile bilmi­
yordum. Benim canım sadece yemek istiyordu yemek.
Bayan Bosomley, elinde birkaç mektupla bahçe kapı­
sının önünde duruyordu. Mektupları bana uzatıp bunları
posta kutusuna atmamı söyledi. Koşmak imkânsızdı. Ama
kıpırdayacak halim olmamasına rağmen bu sıcakkaiıh
— 100 —

dostun isteğini de geri çevirmeyi göze alamadım. Bankalar


Caddesinin köşesindeki kırmızı posta kutusmıa kadar gi­
dip Bayan Bosomley’in mektuplarmı attım. Geri döndü­
ğüm zaman kadıncağız beni açık pencerenin önüne çağır­
dı. Gözlerim parladı. Evet, Bayan Bosomley bana her za­
manki armağanımı verecekti. Kocaman, sıcacık çift katlı
bir sucuklu sandviçti bu. _
O kapkalın güzelim sandviçi ahp arka farafa doğru
sendeleye sendeleye yürüdüm. Sandviçi karşıdan görmek
bile ağzımı sulandırmıştı. Hemen bir taşın üzerine otur­
dum. Ağzımm kenarlarında biriken salyaları sildim ve
sandviçimi yemeye hazırlandım. Fakat birden kafama
dank etti. Bayan Bosomley’in verdiği sandviç de etliydi.
Sucuk etten yapıldığına göre benim bu sandviçi yemem
doğru olmayacaktı.
Bir dakika kadar o güzelim sandviçi elimde evirdim
çevirdim. Bir türlü karar veremiyordum. Nihayet dudak­
larımın arasmdan bir feryat koptu ve sandviçe yumuldum.
Dişlerim sandviçi ısınyor, koparıyor ve öğütüyordu. Oh,
aman ne de lezzetliymiş, intikam alan Meleği de Canon
Roche’u da unuttum. Günahkâr dudaklarımla sucuğun o
tuzlu, baharlı suyunu emdim. Vahşice bir sevinçle par-
maktenım yaladım. Sandviçi son lokmasına kadar yiyip
bitirdikten sonra derin derin içimi çektim.
Daha sonra ne yaptığımı farkedince dehşete düştüm.
Bir günah işlemiştim. Hem de bile bUe işlenmiş bir günah­
tı bu. Korkunç bir sessizlik oldu. Derken dalga
dalga pişmanlık benliğimi sarmaya başladı. Canon’un kara
gözleri karşımda parıldıyordu. Buna daha fazla dayana­
mayacaktım. Gözleründen yaşlar boşanaraktan Dede’ye
koştum.
ONBİRİNCİ BÖLÜM

Ben içeri girdiğim zaman Dede de bir bilgin tavrıyle


mikroskobun üzerine eğilmişti. îşte bu akademik duruşu­
nu değiştirmeden ve hiç sesini çıkarmadan benim öykümü
dinledi. Yüzüme hiç bakmaması benim için çok iyi olmuş­
tu. Dedem yerinden kalkıp yeşil terliklerini sürüye sürüye
odanm içinde gezinmeye başlaymca gözlerimi kuruladım,
şaşkm şaşkm onu seyre koyuldum. Onun elinde kendimi
güven içinde hissediyordum. Ah, benim dinsel görevleri­
mi de Canon Roche yerine onun düzenlemesini ne kadar is­
terdim.
— «Senin cumalanm düzene koymak gayet basit,
(^ul» dedi. «Hannah Ana’ya bir lâf ettim mi mesele kal­
maz. Fakat...» Dedem düşünceli düşünceli başını salladı.
«Ama bu daha işin başı sayılır. Bu mesele bir süreden be­
ri huzursuzluk yaratıyor. Burada durumun gerçekten çok
nazik, bunu inkâr edemem... kendi başınasın... Annenin
sana bıraktığı miras da pek kötüymüş hani.» Dede sustu,
sakalını sıvazladı, sonra bana garip bir bakış fırlattı: «bel­
ki senin için en iyi çözüm yoiu, öbürlerine ayak uydurmak
olacak. Yani Knoxhill’deki kiliseye gitmek olacak..»
Nedense gözlerimden gene sıcak sıcak yaşlar boşandı.
«Ah, hayır, bunu yapamam. Dede. Bir çocuk nasıl doğduy­
sa öyle yaşamalıdır. Bunu sağlamak çok güç olsa bile kat­
lanmak zorundayım.»
Dede beni kandırmak için bir hayli dil döktü: «Eğer
— 102 —

KncxxhiH’e gidersen haminnen de seni çok sevecektir. Sa­


na yemin ederim ki bu durumda haminnen seni el üstünde
tutacak bir dediğini iki etmeyecektir.»
— «Hayır, Dede, yapamam.»
Garip bir sessizlik oldu. Sonra dedem gene hafif hafif
gülümsedi. Birdenbire, yüzünde beliren tatlı, içten gelme bir
gülümsemeydi bu. Yanıma geldi. Elimi sıktı: «Aferin,
Robie, oğlum.»
Teneke kutusundan iki tane nane şekerî çıkardı, ve
bunları avucuma sıkıştırdı. Benden bu derece hoşnut ol­
ması için bir sebep göremiyordum. Dedem bana pek ender
‘Robie, oğlum’ derdi ki bu da onun en büyük armağanıy­
dı.
— «Sana kendi durumumu açıklayabilirim.» Dedem
ağzına bir şeker atıp koltuğuna yerleşti. «Ben dinsel öz­
gürlüğe inanırım. însan başkalarmın inançlarına karışma­
dığı sürece onu da dinsel inançlarmda serbest bırakmalı
derim. Bu senin bojnından büyük bir iş sayıhr, oğul. Yal­
nız sana şu kadarım söyleyeyim. Eğer KnoxhiH’e gitmeye
kalkışsaydm seni torunluktan reddederdim.»
Dedem piposunu yakarken düşünceli bir sessizlik ol­
du. «Katoliklerle bir alıp veremediğim yok, sadece Papa­
larını pek sevmiyorum. Hayır, oğlum, sizin Papalanmzı
beğendiğimi söyleyemem... §u Burjivalarm bazıları o ze­
hirli yüzükleri ve binbir entrikalanyle hiç de temiz kalpli
insanlar sayılmazlar. Her neyse, ben bu konuda daha faz­
la birşey söylemeyeceğim. Bunlarda senin bir suçun yok.
Haminnenin inandığı, bağlandığı tanrıya sen de inanıyor­
sun. Şey, evlâdım, ben senin dinsel özgürlüğünü sonuna
kadar savunacağım.»
Dedemin bu derece hararetli konuştuğunu hiç görme­
miştim. Başkalarının uzun uzun konferans çekmelerine
daima kızardı. Ama şimdi kendisi karşıma geçmiş bana
din ve ahlâk dersi veriyordu. Hem de gayet dramatik bir
tavırla ve en ağdalı kelimeleri kullamyordu.
Her neyse, bu konferans bana biraz huzur vermişti.
Bwdan sonraki cuma günlerinde Hannah Ana hiç birşey
— 103 —

demeden bana sebze verdi. Baba evde olmadığı zamanlar


da katı pişmiş bir yumurta veriyordu. Ağustosun başmda
Dedemin tavsiyesi üzerine, hiç kimseye birşey söylemeden
Kutsal Melekler manastırına gitmeye başladım. İlk Ko-
münyonuma hazırlanacaktım.
Rahibe Elizabeth Josephina’nın smıfı pek tenhaydı.
Altı yedi tane sümüklü küçük kız vardı bir de Angelo Aıı-
tonelli adında bir Italyan oğlan vardı. Kasabadaki Italyan
dondurmacının oğluydu. Pembe - beyaz tenli gayet koyu
renk gözlü, kumral, yumuşak kıvırcık saçh güzel bir oğlan­
dı Angelo. Tıpkı Murillo’nun tablolarındaki çocuklara ben­
ziyordu. Tabii o zaman ben bunun farkında bile değildim.
Bildiğim birşey varsa o da bu çocuktan çok hoşlandığımdı.
Benden bir yaş küçük olduğu için hemen onun koruyucusu
kesilmiştim.
Dersler bazan kilisede yan taraftaki kürsünün önünde
yapılıyordu. Ara sıra da manastırdaki büyük salonlardan
birine gidiyordum. Hava ılık olduğu için daha çok manas­
tırın bahçesindeki çimenlikte çahşıyorduk. Burada biz ço­
cuklar, çimenlerin üzerine otururduk. îyi yürekli rahibe­
miz de karşımıza geçer, tahta bir tabureye oturup kitabını
dizlerinin üzerine yerleştirirdi. Yüksek duvarlı bahçe ina-
mlmayacak derecede sessizdi. O kalabalık kasabadan san­
ki milyonlarca kilometre uzaktaymış gibiydi. Ara sıra ma­
nastırda kalan diğer rahibelere de gözümüz ilişiyordu. Biz
bahçede çalışırken tombolak güvercinler de yanımıza ge­
lirler bizden hiç çekinmeden kendilerine yiyecek ararlar­
dı.
Rahibe Elizabeth Josephina enikonu yaşlı bir kadın­
dı, yüzündeki çizgiler derinleşmiş, ona ciddi bir ifade ver­
mişti. iyi bir öğretmendi. Isa peygamberin yaşadığı devir­
deki Filistin’i gözlerimizin Önünde canlandırmıştı. Soluk
bile almadan onu dinlerken o eski, dökük ahırı ve saman­
ların üzerinde yatan Çocuğu görür gibi olmuştuk. Kutsal
ailenin bir eşek sırtında kaçışım gördük. Düşünün bir ke­
re, zavallı eşek. Geçmişim biraz karanlık olduğu için mi
nedir. Rahibe öğretmen benimle daha fazla ilgileniyordu.
— 104 —

Bu da beni gururlandmyordu. Özellikle sorularına çarça­


buk oevap vermemi övdüğü zamanlar dünya benim olu­
yordu. Canon Roche bize bakmaya gelince Rahibeyle ikisi
başbaŞa vererek alçak sesle birşeyler konuşuyor, bu arada
ikisi de gözlerini benden hiç ayırmıyordu. Daha sonra Ra­
hibe Elizabeth’in bana olan şefkati daha da arttı. Ara sı­
ra bana kutsal resimler veriyordu. Ben de bunları gömle­
ğimin altında saklıyordum. Bütün kalbimle Isa peygam­
beri sevmeye başlamıştım. Onu yanıbaşımda oturan küçük
Angelo’ya benzetiyordum. Rahibe Elizabeth.Josephina’nm
bize anlattığı gibi Isa Peygamberin bana geleceği günü
sabırsızlıkla bekliyordum.
Öğretmenimiz daha sonra da kötü Komünyonun deh­
şetinden söz etmeye başladı. Bir çok kötü örnekler verdi.
Örneğin hiç düşünmeden orucunu bozan küçük oğlanın
öyküsünü anlattı. Bu çocuk kiliseye gelmeden önce cebin­
deki yiyecek kırıntılarını ağzına atıvermişti. Başka bir dik­
katsiz haylaz da diş fırçasmdan damlayan sulan 5mtmuş-
tu. Bunlar gayet kötü davranışlardı. Ama rahibenin anlat­
tığı üçüncü öykü hepimizi dehşet içinde bırakmıştı.
Hiç kimse benim dinsel eğitimimle. Dedem kadar U-
gilenmiyordu. Önce Rahibe Elizabeth Josephina’nm güzel
bir kadın olup olmadığım sormuştu. Onun bu sorusuna
«Hayır» cevabını vermek zorunda kalmıştım. Ona rahibe­
nin anlattığı öyküleri tekrarlayınca da hiç istifini bozma­
dan : «inanılmaz şey bu» diye bağırdı, «galiba ben de se­
ninle beraber Katolik olacağım. Gerçekten pek ilginç bir
deneme olacak.»
Dehşet içinde bağırdım; «Ah, hayır hayır. Dede.
Böyle bir işe kalkışırsan sen düpedüz günah işlemiş olur­
sun. Önce günah çıkartman gerekir... Hayatın boyunca
yaptığın kötülükleri Canon Roche’a bir bir anlatmalısm.»
Dede sakin bir tavırla: «Adamakıllı uzun bir görüşme
olur bu.»
Temmuzun sonlarına doğru Rahibe Elizabeth biraz
rahatsızlanmıştı. Karşımızdaki tahta tabureye onun yeri­
— 105 —

ne genç ve tecrübesi kıt bir rahibeyi oturttular. Hemşire


Cecilia’ydı bu. Tatlı, nazik bir kadmdı. Rahibe Elizabeth’-
den çok daha başarılı bir öğretmendi, bize onun anlattık­
larından çok daha ilginç öyküler anlatıyordu. Yalmz Hem­
şire Cecilia, bizi korkutmamaya da özellikle dikkat ediyor­
du. Bu kadın beni büyülemişti. Dede’ye haberi vermek için
hemen eve koştum.
— «Bize yeni bir öğretmen geldi, Dede. Genç bir ka­
dın bu. Hem de müthiş güzel.»
Dede, hemen cevap vermedi. O çok iyi bildiğim kaba­
dayı tavrıyle bıyıklarını burdu. Sonra da : «Görevimi ih­
mâl etmişim gibime geliyor, Robert» dedi. «Yarm seni der­
se ben götüreceğim. Senin şu Hemşire Cecilia’nla tanışmak
istiyorum.»
Kuşkulu kuşkulu mırıldandım : «Peki ama dede, er­
keklerin manastıra almdıklannı pek sanmıyorum.»
O her zamanki güven dolu sakin gülümsemesiyle ba­
na baktı. Hâlâ bıyıklarım bunıyordu: «Göreceğiz baka­
lım.»
Dede, verdiği sözü tuttu, ertesi gün bir güzel üstünü
başını fırçaladı, çizmelerini parlattı, şapkasını güzelce ba­
şına geçirdi ve en güzel bastonunu eline alıp benimle bir­
likte manastırın yolunu tuttu. Manastırm genç hizmetçisi
onu içeri almakta tereddüt etti ama Dede’nin ciddi havası
çok geçmeden hizmetçiyi de etkiledi. Bizi kabul salonuna
aldılar. Dede, şapkasını eline ahp oracıktaki koltuklardan
birine dimdik oturdu. Salonun görünüşünden hoşlandığını
belirtmek için de başıyle bana bir işaret çaktı. Buranın
havasını beğendiğini anlatmaya çalıştı. Sonra da şömine­
nin üzerinde cam bir fanus içinde duran beyazlı mavili
Meryem Ana heykeli hakkında bilgi almaya çalıştı.
Hemşire Cecilia içeri girince ayağa kalktı, rahibeyi
pek tantanalı bir şekilde selâmladı.
— «Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, efendim.
Elini omuzuma koyarak: «Torunumun durumunu merak
ettiğim için size bu zahmeti verdim, efendim. Benim adım
Alexander Govv’dur.»
— 106 —

Rahibe Cecilia kararsız bir tavırla mırıldandı: «Evet,


Bay Gow.» Dedem gibi kimselerle konuşmaya alışkın de­
ğildi galiba. «Oturmaz mısmız, efendim?»
Dedem tekrar yerlere kadar eğilerek rahibeyi selâm­
ladı. «Teşekkür ederim, efendim. Herşeyden önce sizin
inançlannıza bağlı olmadığımı belirtmek zorundayım. Bel­
ki de benim küçük torunumun burada pek garip bir du­
rumda olduğunu sizler de farketmişsinizdir. «Dedem, tek­
rar elini başıma koydu. «Onu size gönderenin ben olduğu­
mu da bilmeyebilirsiniz.» .
— «Ama bu yaptığınızın size de yararı dokunacak.»
Dede, üzgün bir tavır takındı. «Keşke sizin bu sözleri­
nize lâyık olabilseydim. Ama gene de beni teselli eden bir
nokta var: ne yaptımsa sağduyuma kulak vererek yap­
tım. Bir dünya vatandaşının katı sağduyusuydu benimki­
si. Ama gene de efendim, yoksa size Hemşire diyebilir mi­
yim?» Hemşire Cecilia, utangaç bir tavırla başını önüne
eğerken Dede de soluk almak için durakladı. Sonra söz­
lerini sürdürdü: «Küçük torunum buraya gelmeye başladı­
ğından beri, daha doğrusu siz sınıfın başına geçtiğinizden
beri bana da olanlar oldu. Dudaklarmızdan dökülen güzel
ve basit gerçekler beni etkiledi.»
Hemşire CeciUa, minnet duygusu içinde kızardı bo­
zardı.
Dede, daha da üzgün bir tavırla konuşmasını sürdür­
dü : «Benim yaşantım da kusursuz geçmemiştir. Dünya­
da kaldırıp altına bakmadığım taş kalmadı diyebilirim.
Benim serüvenlerim...» Ağzım bir karış açılmış bir halde
korku içinde Dedeme bakıyordum. Gene o Zulu masalını
anlatırsa diye tasalanmıştım ama hayır, dedem bu masalı
tekrarlamadı. «Serüvenlerim beni gayet ciddi tutkularla
karşıkarşıya bırakmıştır. Hemşire Cecilia. Zavallı şeyta­
nın, özür dilerim, Allahın çaresiz kulu tek başına kaldığı
zaman bu tutkulara karşı koymak daha da zorlaşıyor. İyi
bir kadının aşkından yoksun kalmaktan daha kötü bir ce­
za olamaz yalnız yaşayan bir erkek için» Dedem içini çek­
— 107 —

ti. «Şimdi böyle birinin huzur aramak için buraya gelme­


sine şaşar mısınız?»
Hemşire Cecilia’nın bu sözlerden pek duygulandığını
farketmiştim. O körpe yanakları hâlâ kıpkırmızıydı, sula­
nan gözleri de Dede’nin iç dünyasındaki düzensizlikten pek
tasalandığını belli ediyordu. Ellerini birbirine kenetleye­
rek mırıldandı : «Eîğer gerçekten, içinizden gelerek piş­
manlık duyuyorsamz, Canon Roche size yardımcı olmaktan
kıvanç duyacaktır.»
Dedem burnunu sildi, sonra pişmanlık dolu bir tavır­
la gülümsedi: «Canon fevkalâde bir adam, eşi bulunmaz
bir adam... ama birazcık anlayışsız. Hayır, ben sadece şey
düşündüm. Robert’le birlikte smıfa gelip dersleri dinleye-
bilsem çok iyi olacak...»
Cecilia, kuşkuluydu. Yüzü hafifçe bulutlanmıştı. Fa­
kat Dede’nin cesaretini kırmamaya ve onu gücendirme-
meye elinden geldiğince çalışacaktı.
—' «Korkarım ki, buna imkân olmayacak. Bay Gow.
Sizin sınıfa gelmeniz, çocukların dikkatini dağıtabilir. Ama
gene de bu işe mutlaka bir çare bulmak gerek. Baş rahi­
beyle konuşacağım.»
Dede, Hemşire Cecilia’ya tatlı tatlı gülümsedi. Evet,
tekrar edeyim, o çirkin burnuna rağmen dede bu şekilde
gülümserken pek sevimli görünüyordu. Ayağa kalktı. Ra­
hibenin elini sıktı. Daha doğrusu kadının parmaklarını
avucuna aldı. Ona cesaret vermek ister gibi bir tavır takın­
dı. Dedem gittikten sonra da Hemşire Cecilia uzun süre
kendine gelemedi. Yüzünün kırmızıhğı geçmedi. Bize Dahi
Evlât’ın öyküsünü anlatırken gözleri yaşlıydı.
Dışan çıktığım zaman Dede’mm manastırın önünde
aşağı yukan gezinerek beni beklediğini gördüm. Pek ne­
şeliydi. Bastonunu sallaya sallaya bir şarkı mınldanıyor-
du. Eve dönerken iyi kadınlann erkekler üzerindeki olumlu
etkisinden uzun uzadıya sözetti. «Çok güzel, çok güzel» di­
ye durmadan mırıldamyordu. Onun bu sözleri beni biraz
tasalandırmıştı. Son zamanlarda kadınlar konusunda önem­
li bir pürüzle karşılaşmıştım. Bunu da birazdan açıklaya­
— 108 —

cağım. Evet, gene de Hemşire Cecilia’nın Dede üzerinde


olumlu bir etki yaratmış olmasına ben de çok sevinmiş­
tim.
Dede, manastın ikinci kez ziyaret etmek için bir haf­
ta bekledi. Güzel güneşli bir günü seçmişti ziyaret için
«Bahçe özellikle pek güzel olur» diyordu. Kendini manas-
ürın bahçesinde benimle birlikte çimenliğe sere serpe
oturmuş görüyordu. Yola çıkmadan önce her zamankin­
den daha büyük bir özenle giyindi, süslendi. Dakikalarca
aynanın önünde durup sakalını düzeltti. Bazan Bayan Bo-
somley’i ziyarete giderken de böyle yapardı. Temiz çamaşı­
ra ve gömleğe pek meraklıydı. O gün de kendi eliyle yı­
kayıp kolaladığı beyaz gömleğini giydi. Ceketinin yakası­
na küçük bir 'unutma beni’ çiçeği iliştirmeyi bile unutma­
dı. Parlak mavi renkli çiçek gözlerinin rengine pek uymuş­
tu. Sonra da beni elimden tuttu. Manastıra gitmek üzere
yola düzüldük. ,
Ama maalesef küçük salonda bizi karşılayan Hemşi­
re Cecilia olmadı. Rahibe Elizabeth Josephina her zaman­
kinden daha sert ve daha ciddi bir tavırla yanımıza gel­
mişti. Sanlık hastalığından da yeni kalktığı için yüzü sap-
rasıydı. Dede’min yüzü asıldı. Dudaklanndaki gülümseme
kayboldu. Rahibe Elizabeth beni hemen diğer çocukların
yamna gönderdi.
Birkaç saniye sonra çimenlikte çocuklarla birlikte
otururken manastırın dış kapısının hızla kapandığını duy­
dum. Sonra da ağaçlann arasından Dede’nin ağır ağır yü­
rüdüğünü gördüm. Beti benzi atmıştı adamcağızın. Pek
kısa süren dersten sonra Rahibe Elizabeth bizi serbest bı­
raktığı zaman Dede’mi kapmın önünde bulamadım. O ak­
şam da ceketinin yakasından küçük mavi çiçeği çıkarıp at­
mış olduğunu farkettim.
Zavallı Dede. Pişmanhğımn böyle kısa sürmesine
üzülmüştüm. Ama benim de durumum pek parlak değildi.
‘Corpus Christi’ yortusu yadlaşıyordu. Komünyon’dan
önce rahip efendiye günah çıkartmam gerekliydi. Canon
— 109 —

Roche, daha önce bizim smıfa bu meseleyi açmış, kısaca


bilgi vermişti. Hiç birşeyden haberi olmayan çocukları ne
müthiş şeylerin beklediğini aşağı yukan tahmin ediyor­
dum. Bir kere insanlar arasındaki cins aynhğım da yavaş
yavaş farketmeye başlamıştım. Papazımız ‘iffet’ kelimesi­
ni kullanırken bunu pek önemsediğini belli ediyordu. Der­
ken sislerin arasından korkunç günahımın farkına varı­
verdim. Ah, Tannm, nasıl da günah işlemiştim. Hem de
günahlann en kötüsünü, en bağışlanmazmı işlemiştim. Bu­
nu asla ama asla Canon’a açıklayamazdım.
Ama bunu yapmak zorundaydım. Kötü bir günah çı-
karmanm lanetlenmesi çok korkunç olacaktı. Yüreğim ezi­
le ezile, bu korkunç günahı açıklamam gerektiğine karar
verdim. Ah, bundan kurtuluş yolunun olmadığmı bilmek
de ne büyük bir işkenceydi.
Nihayet o korkunç gün geldi çattı. Canon Roche’un
beni beklediği siyah perdeli günah çıkarma odasına gir­
dim. Korkudan kan ter içindeydim, bütün vücudum tir tir
titriyordu. Ağlamaya başladım. «Peder, Peder, bağışla be­
ni. Ben çok kötü bir insanım, çok da utanıyorum.»
Canon Roche, gizlendiği yerden tath, şefkat dolu bir
sesle sordu: «Derdin nedir, yavrum? Kötü bir söz mü söy­
ledin ?»
— «Hayır, Peder, hayır, ondan çok daha kötüsünü
yaptım.»
— «Ne yaptın, yavrum?»
Kelimeler bir çırpıda ağzımdan dökülüverdi. «Ah,
Peder, ben haminnemle yattım.»
O esrarengiz perdenin arkasmdan bir kahkaha mı
5Ûikseldi? Yoksa benim hıçkınklanm mı yankı yapıyordu?
O N tK İN Cİ BÖLÜM

Corpus Christi yortusu geldi. O gün hava kurşuniydi.


Tıpkı İsa peygamberin cesedini çarmıhtan aldıklan günkü
gibi. Mutfaktaki saman yatağımda sıkıntıh bir gece geçir­
dim. Bir ara nasılsa dalmışım. Rüyamda Çocuk İsa’yı ya­
nımda uyur gördüm. Güzel başı benim yastığımdaydı. Yu­
muşak yanağını benim yanağıma dayamıştı. Birden uyan­
dım. Bu rüya da bari bir günah sayılmasaydı. Son zaman­
larda garip garip düşüncelerle kendime işkence etmeye
başlamıştım. Komünyonumun kusursuz olmasını İstiyor­
dum. Bunun için de her dakika bir niyet tutmaya başlamış­
tım. ‘Eğer gökyüzünde St. Paul’un yüzünü andıran bir
bulut görürsem, Komünyonum iyi olacak’ gibi niyetlerle
günlerimi geçirmiştim.
Ama bu sabah nedense gayet sakinim. Bu ev halkının
gündelik dertler peşinde koşmalarına, kahvaltıydı, sıcak
suydu, temiz ayakkabıydı gibi dünya işleriyle uğraşmala­
rına karşüık ben Tanrmm oğlunu bağrıma basmaya hazm-
lamyordum. ,
Dün gece ağzımı güzelce çalkaladım. Kahvaltı derdin­
den kurtulmak benim için hiç de zor değil. Acaba Dede,
Hannah Ana’ya sırlarımı açıklamış olabilir mi? Hannah
Ana artık beni eskisi gibi yemek yemeye zorlamıyor da.
Yahnayak yukarı çıktım. Dedem de beni kiliseye götür­
mek için hazırlığa girişmişti. Çok heyecanlı görünüyor,
‘töreni’ kaçırmak istemediğini tekrarlayıp duruyor. Gerçi
— m —

dedem pek çabuk sinirlenir ama öyle kinci değildir. Eliza­


beth Josephina’nm onu manastırdan kovmasma da kinlen-
memiş görünüyor. Manastırda beyaz elbise giymek için ya­
şımın fazla büyük olduğuna karar verilmişti. Törende gi­
yeceğim beyaz pabuç ve çorapları da benim sevgili dedem
bulmuştu. Hiç parası olmadığı halde bunlan nereden ve
nasıl almıştı bilemiyorum. Birkaç kez dedeme bunu sor­
mak istemiştim, fakat yaşlı adam her defasında omuzlan-
nı silkmiş, benim uğruma büyük bir fedakârlıkta bulundu­
ğunu açıklamıştı. Daha sonra salondaki mavi vazonun re­
hin makbuzu bulunmuştu...
Bu arada ben de büyük bir gurur içinde yeni çorapla-
nmı ve pabuçlarımı giyiyorum. Dede’yle birlikte sokağa
çıkıyoruz ve çok geçmeden de kiliseye vanyoruz. Büyük
kimsü beyaz zambaklarla donatılmış. Ben ön'sırada Ange-
lo’nun yanında oturuyorum. O da beyaz denizci elbisesi
giymiş. Karşımızda da altı küçük kız duruyor. Bunlardan
bir tanesi sinirden ve heyecandan olacak durmadan kıkır
kıkır gülüyor. Hemen bizim arkamızdaki sırada da komün-
yona katılan çocukların akrabaları oturuyor. Dedem de
Bay ve Bayan Antonelli’nin yanında oturuyor. Angelo’nun
amcasıyle kızkardeşi de biraz ilerde. Dedem her işi ters
yaptığı halde, kutsal suya parmağını batırıp istavroz çı­
karmayı da unutmasına rağmen onun burada bulunması
beni sevindirdi. Bana yardım etmek istediğini de biUyo-
rum. Bayan Antonelli’niiı eldivenini ya da dua kitabını al­
mak için yere eğildiğini görüyorum...
Tapınağın çanları çalıyor ve işte nihayet tören başlı­
yor. Törenin gereklerini büyük bir inanç ve sadakatle ye­
rine getireceğim. Dua kitabından Komünyon hazırhğıyle
ilgili parçayı okuyorum. Vakit ne kadar da çabuk geçiyor.
Bu âyini diğerlerinden ayıracak olan o kutsal an gelmek
üzere. İçim titriyor. Derken ‘dönüne non sum dignus’. Ni­
hayet nihayet. Göğsüme üç kez vuruyorum sonra dizlerim
titreye titreye kalkıp Angelo ve diğerleriyle birlikte kür­
sünün korkulukları önünde duruyorum. Canon Roche elin­
de Gümüş Kâseyle bize yaklaşırken başım dönmeye baş-
— 112 —

hypr. InşaUah yanlış bir iş yapıp da herkesin alay konusu


olmam. Gözlerimi kapayıp başımı kaldınyorum, Rahibe
Elizabeth Josephina’nm bize öğrettiği o son duayı okuyo­
rum ve son söz olarak ‘îsa’ diyorum.
Yüzüm heyecandan kızarnuş bir halde yerime dönü­
yorum. Bende hiç bir değişiklik yok. Ruhum da yeni bir
şekil almadı. Birden canım sıkıldı. Yoksa kötü bir iş mi
yaptım? Fakat hayır, hayır o güne kadar yaptığım işleri
şöyle çarçabuk gözlerimin önünde canlandırdım. Sonra
yeniden büyük bir hevesle dua kitabımı okumaya koyul­
dum. Başımı kaldırınca Angelo’nun bana bakıp tatlı tatlı
gülümsediğini gördüm. Dedem arkamda hafifçe öksürdü.
Birdenbire büyük bir iş başardığıma inanasım geldi. Di­
ğerleriyle birlikte son duayı okudum.
Küisenin dışında güneş ortalığı aydınlığa kavuştur­
muştu. Manastırdaki rahibelerle bakışıp gülüştükten son­
ra kiliseye gelen konuklar çevremi sardılar, beni kutlamak
için elimi sıkıp, yanaklarımı öpmeye başladılar. Dedem,
ve Antonelli’ler de beni kutlayanlar arasmdaydılar. Benim
o harika akrabam İtalyan ailesiyle sıkı fıkı dost olmuştu
bile. Beni de Bay ve Bayan Antonelli, yetişkin kızlan Cla-
ra ve Angelo’nun amcası Vitaliano’yla tanıştırdı. Angelo’­
nun amcası elli yaşlarında, kocaman yüzlü sakin bir adam­
dı. Kulağı sağır olduğu için pek sessiz sedasız duruyordu.
Bayan Antonelli, şişmanca, kara gözlü bir kadmcağızdı.
Kulaklarında küçücük altın küpeler vardı. Yeşil kadife bir
elbise giymişti. Bir anne şefkatiyle beni kucakladı. «Bi­
zim küçük Angelo’muzun ne cici bir arkadaşı var» diyor­
du. Karısı gibi esmer olan Bay Antonelli birdenbire yumru­
ğunu avucuna vurdu ve Dedeme yaklaştı. Gözleri tıpkı
Angelo’nunkilere benziyordu. Sadece onun gözlerinin altın­
da kesecikler vardı.
Hararetle, fakat bü-az da çekine çekine: «Bay Gow»
dedi, «Sizden bir ricada bulunacağım. Bizim iki çocuk iyi
anlaşıyor... Eğer bir sakınca görmezseniz bize kahvaltıya
buyrun...»
— 113 —

Dedem bu daveti hemen kabul etti. Bay ve Bayan An-


tonelli buna pek sevinmişlerdi. Birlikte yola düzüldük.
Angelo üe ben önden yürüyorduk. Dedemle öbürleri de ar­
kamızdan geliyorlardı.
Antonelli’Ier, dükkânlarının üzerindeki evde oturu­
yorlardı. Binanın dışı koyu pembe boyalıydı. Dükkânın ka­
pısında süslü püslü harflerle ‘Levenford’un Seçkin Don­
durma Salonu Antonio Antonelli tek patron’ kelimeleri
yazılıydı. Binanın dışındaki cafcaflüık, içerde de dikkati
çekiyordu. Hahlar canlı, parlak renkliydiler. Perdeler sa­
nlı yeşilli iri desenli kumaştandı. Her yerde renkli kutsal
tablolar göze çarpıyordu. Antonelli’ler son derece dindar
kişilerdi. Yalnız şöminenin üzerinde Kapri ve Napoli’den iki
manzara tablosu vardı. Duvardaki yaldızlı raftan pembeli
beyazh elbise giymiş güzel bir kız heykeli bana gülümsü­
yordu. Böylesine yabancı ve böylesine zengin görünüşlü
bir evi ilk kez görüyordum. Hiç de alışkın olmadığım ye­
mek kokulan genzimi doldurmuştu. Meyva, pasta, soğan
ve ter kokuları birbirine kanşıyordu. Aşağıda bodrumdan
da mis gibi vanilya kokusu geUyordu.
Bayan Antonelli ile Clara, bağınşıp çağrışarak kah-
valü hazırhğma giriştikleri sırada Angelo da beni elim­
den tutup çekingen bir tavırla koridorun öbür ucuna gö­
türdü. Kapısı aralık duran küçük bir odaya girdik. Sonra­
dan bu odanın amcasına ait olduğunu öğrendim, içeri gi­
rer girmez duvara dayalı duran büyük org dikkatimi çek­
ti. Ama bundan sonra beni bekleyen sürprize hiç de hazır­
lıklı değildim.
Angelo yumuşak bir sesle ; «Nicolo Nicolo» diye ses­
lendi.
Kırmızı palto giymiş bir maymun yataktan aşağı at­
ladı. Sonra koşa koşa geldi, Angelo’nun kucağına atladı.
Üzgün bakışlı, buruşuk yüzlü küçücük bir maymundu bu.
Yıllarca sonra onun yeni doğmuş bebeklere benzediğini
farkettim. Bu sırada Angelo, sevgili maymununa sarılmış

TeşU YlUar ~ F : 8
—.114 —

onu sevgiyle okşuyordu. Bana da aynı şeyi yapmamı tav­


siye etti: «Okşa onu, Robie. Seni ısırmaz. Benim sevgili
arkadaşım olduğunu biliyor. Öyle değil mi, Nicolo Nicolo?
Hem onun biti filân da yok. Vita amcamın maymunudur.
Vita amcam, dünyada herkesten çok onu sever. Bize uğur
getiriyormuş, amcam öyle diyor. Levenford’a yeni geldi­
ğimiz zaman çok fakirdik. Zavallı amcam orgunu ve may­
mununu ahr, sokak sokak dolaşıp para kazanmaya çalı­
şırdı. Ama şimdi artık zenginiz, hem de enikonu zenginiz.
Amcam gene sokakta orgunu çalacak ama annem izin ver­
miyor. Artık böyle adice işlerle uğraşmamızın doğru ola-
mayacağmı söylüyor. Nicolo’yu çok sevdiğimiz için evimiz­
de besliyoruz. Amcam onu buraya getirdiği zaman hay­
vancağız üç yaşındaydı. Şimdi ise daha on yaşında. Daha
çok küçük sayıhr. Bir maymun için on yaş hiç birşey de­
ğil.»
Bu sırada Bayan Antonelli bizi çağu?dı. Büyülenmiş
bir halde Angelo’nun peşinden yürüdüm. Angelo, maymu-
I, ö p odaya girdiğimiz za-
yan Antonelli, sinirlendi : «Ah, Nicolo’yu buraya
getirme. Bugün değerli konuklarımız var. Nicolo’yu bura­
ya getirmemeliydin.»
Angelo annesine karşı koydu : «Ama bugün benim
için önemli bir gün anne. Nicolo’nun da yanımızda olması­
nı istiyorum.»
— «Eh, peki öyleyse...» Bayan Antonelli kayınbira­
derine sert bir bakış fırlattı sonra Dede’ye dönerek dişle­
rini çıkara çıkara gülümsedi: «Angelo onu pek sever de.»
Angelo, Tanrıya şükrettikten sonra hepimiz işlemeli
örtülü masanın çevresine toplandık. Sofranın üzeri Lomond
Vievv’daki kahvaltı sofralarında hiç görmediğim çeşit çe­
şit yiyeceklerle donatılmıştı. Büyük tabaklara et, pirinç,
domates rengi makarna bir tavuklu börek, sövüş dil, zey­
tin, sardalya, ançuez, meyva ve üzerinde ‘Angelo’muzu
mutlu kıl’ kelimeleri yazıh kocaman bir buzlu pasta vardı.
Aynca büyük büyük şarap şişeleri de göze çarpıyordu.
— 315 —

Clara ile Bayan Antonelli’nin ortasına oturan Dede’-


niıı durumdan pek memnun olduğu belliydi. Bay Antonelli
de sofranın başında oturmuş çevresine tebessümler saçı­
yordu. Bizim orada bulmımamızdan pek hoşnut kaldığı
muhakkaktı.
— «Biiirazcık şarap, Bay Gow, biiirazcık. Özel yapıl­
mış bir şaraptır bu. Napoli’den ithal edilmiş. Frascati şa­
rabı.»
Kadehler doldurulmuştu. Evde bir sığmtı gibi oturan
Vitaliano amcanın kadehi bile doluydu. Dede ayağa kalkıp
günün onuruna kadeh tokuşturmayı teklif etti.
— «Küçüklerimizin onuruna. Mutlu ve kutsal günün
onuruna.»
Hepimiz, hattâ biz çocuklar bile şarap içtik. Ama bi­
zim kadehlerimize yüksek dolduracak kadar şarap koy­
muşlardı. Şarap pek tatlıydı. Birden içimi ısıtıverdi.
Bay Antonelli merakla eğüip Dede’me baktı:
— «Frascati şarabım beğendiniz mi. Bay Gow?»
Dedem içtenlikle cevap verdi : «Çok iç açıcıymış. Üs­
telik hafif de.»
— «Evet evet, çoook hafiftir. Güzel ve hafiftir. Bir
kadeh daha içer misiniz, Bay Gow?»
— «Teşekkür ederim. Bay Antonelli.» —
Angelo’nun kucağında oturan Nicolo biraz sıkılmışa
benziyordu. Nihayet o da sofraya uzanıp eline bir muz al­
dı. Hayvan, muzunu soyup yerken ben de şaşkın şaşkın onu
seyrettim. Nicolo, tıpkı bir insan gibi yemek yiyordu. An­
gelo böbürlene böbürlene bana bakıp başmı salladı. Sonra
da yavaşça kulağıma: «daha sonra bize başka numaralar
da yapacak.»
Dedem ısrar e t t i: «Kadehinizi tekrar doldurmama
izin verin. Bayan Antonelli. «Sizinkini de doldurayım sev­
gili Bayan Clara.»
Hanımlar gülerek elleriyle kadehlerinin ağzını kapa­
yıp içki teklifini geri çevirdiler ama Dede’min iki kadınla
da arası pek iyiydi. Dedem, kendi kadehini doldururken
son günlerde yaptığı ziyaretlerden söz açtı. Kasabanın
— 116 —

kalburüstü kişüerinden sözetti. Bayan Antonelli’nin böyle


kibar ve yüksek seviyeli kimselerle tanışmaktan pek
memnun kaldığı belliydi.
Kabkflhalar attı. Dedem şimdi de Clara’ya genç sev-
gUisini hatırlatıp ommla şakalaşıyordu. «Bu gençlerin
kendilerinden yaşh olanlara başlarını çevirip baktıkları
yok» dedi.
Dedemle Bay Antonelli durmadan kadeh tokuşturu­
yorlardı. ‘İtalya’ya’, ‘Iskoçya’ya,’ Bu arada Angelo’yla ben
de sofradan kalkmak için izin istedik. Nİco1o’3T1 da yanı­
mıza alıp Vitaliano amcanm odasına döndük. Bildiğimiz
dört şarkıyı orgda çalmaya başlamıştık.
Nicolo da müzikten hoşlanmıştı. Bunların arasında
‘Iskoçyamn Mavi Çanları’ isimli şarkı çok hoşuna gitmiş­
ti. Derken maymun da aşka geldi dans numaralarına baş­
ladı. İkimizin de sadece onunla ilgUendiğimizi farkedince
hevesi daha da arttı. Koridora koştu. Dedemin şapkasmı
alıp geldi. Şapkayı eline alıp yeni yeni numaralar yapma­
ya başladı. Kahkahalarımız onu heyecanlandırmıştı. De­
demin şapkasmı kuyruğuna astı, öyle dolaşmaya çalıştı.
Sonra kuyruğunu silkip şapkayı başına geçirdi. Birdenbi­
re şapka canım sıkmıştı. Öfkeli çığlıklar kopararak şap­
kayı tekmelemeye koyuldu. Şapkanm üzerinde takla attı,
sonra da başını şapkaya sokup uyur gibi yaptı.
Angelo ile ben kahkahadan kınhyorduk. Bu sırada
kapı açıldı Vita amca içeri girdi. Yüzü pek asılmıştı. Ni-
colo’yu yerden kaldırdı, okşayıp sevdikten sonra odanm
bir köşesinde duran sepetine yerleştirdi. Yerden Dedenin
şapkasını ahp üzerindeki tozu silkerken de İtalyanca bir­
şeyler mırıldandı. Angelo bana döndü, amcasınm sözlerini
nakletti: «Sağırlan bile rahatsız edecek derecede fazla
gürültü yapıyormuşuz. Hele böylesine kutsal bir günde, ve
bu odada gürültü yapmamız doğru değilmiş. Oturup güzel
bir İlâhi okumamızı istiyor. Vita amcam çok dindardır.»
—• «Peki başka ne dedi amcan?»
— «Şey... dedi ki... Senin deden üç şişe şarabı bir
başına içip bitirmiş ve daha şimdiden körkütük sarhoş ol­
muş. Masamn altmdan bizim Clara’mn elini sıkıyormuş.»
Şaşkın ve ii^pin bir halde Angelo’nun yanma otur­
dum. Vita amca da gerçek bir sanatçı tavrıyle orgun kolu­
nu çevirdi. Hemen bir İlâhi söylemeye başladık.
İlâhiyi bitirdiğimiz zaman Vita amca gülümsedi. Da­
ha sonra da yeğenine İtalyanca birşeyler mırıldandı. An­
gelo, amcasmm sözlerini gene bana tercüme etti: «Tanrı­
nın sevgili kulları olmanın ve verdiği mutluluğu asla unut­
mamalıymışız. Birden taş kesiUp ölsek de şu dakika lime
lime edilsek de önemi yokmuş. Doğruca cennete gidermi­
şiz.»
Derken aşağıdan bana seslendiklerini duydum. Eve
dönme zamanı gelmişti. Dedem koridorda. Bay ve Bayan
Antonelli’yle vedalaşıyordu. Bir kolunu da babacan bir ta­
vırla Clara’nm beline dolamıştı. «Baban yaşında bir erke­
ği bu derece ilgilendirebildiğine göre sende bir sihir var de­
mektir.»
^
—■ «Allahaısmarladık, Allahaısmarladık.» Herkes ne­
şeli ve heyecanhydı. Yalnız Clara’mn genç sevgilisi Thad-
deus Gerrity hariç. Delikanb az önce eve gelmiş ve dedemin
Clara’yı öpüşünü görünce fena halde bozulmuştu.
Dede’yle birlikte yokuş aşağı ağır ağır indik. Kafa-
mm içi bu öneraU günün olaylarıyle dolu. Dedem de pek
öyle ilgisiz kalmışa benzemiyor. Gözleri parlıyor, yanak­
ları kızarmış, ara sıra da dengesini korumakta güçlük çe­
kerek iki yana yalpa vuruyor.
Tanrının sevgili kulu olmak. Vita Amcanm kelimeleri
kulaklarımda çmhyor. İyi bir haber getiren bir kuşun cı-
vıltısmı andırıyor bu ses. Acaba içtiğim o Frascati şarabı
mı midemi böyle kaldırdı? Yoksa heyecandan mı kabıma
sığamıyorum? Komünyon işini iyi başardığımı biUyorum.
Dedemin dilinin altında birşeylerin döndüğünü sezinliyo­
rum. Fakat biran kendime hâkim olamayıp sevinç ve heye­
can içinde dedemin elini yakaladım.
— «Ah, dede. Kutsal kurtarıcımızı çok seviyorum
ama sakın unutma seni de çok seviyorum...»
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ağustos ayında buğday saplanyle dolu tarlalar ve to­


za bulannuş çitlerin arasında yalnız başımıza kalmıştık.
Dalları yere kadar inen meyva ağaçlanmn fazla meyva
taşımaktan yakınır gibi İç çekişlerini duyuyorduk sadece.
Levenford’uıı kalburüstü şahsiyetlerinin çoğu aileleriyle
birlikte deniz kenarına tatile gittiler. Bomboş kasaba gö­
züme yabancı görünüyor. Çarşı Meydanında ayak seslerim
yankılanırken birbirinin Üzerinden yükselen damlar da is-
tUâya uğramış bir şehir havasmı yaratıyor,
Gavin hâlâ dönmedi. Hiç ihmâl etmeden gönderdiği
kartpostallar onu daha fazla özlememe, dönüşünü sabır-
sızhkla beklenteme sebep oluyor. Bu durgun devrede ger­
çekten acıkh bir olay geçmedi başımdan. Ama bizim evin
dış görünüşünün arkasında denizin içinde yüzen balıklar
gibi olaylar geli^yor.
Her gün ikindi vakti tatil ödevimle uğraşmaktan bu-
nahp da biraz temiz hava almak için dışarı çıkınca Jamie
Nigg’i bahçe duvarının üzerinde buluyordum. Delikanlı,
yüzü bizim eve dönük oturuyordu. Ağız armonikasıyla
hafif hafif bü-şeyler çalıyordu. Çaldığı parçanın admı da
notalarım da bilmediği için ben buna ‘Jamie’nin şarkısı’
gıtınr takmıştım. Ne de etkileyici bir melodisi vardı. Sessiz
sedasız yamna oturduğum zaman da armonikasını elinden
bıraknuyordu. Çevremizdeki sarı otlarm hafifçe ıslanması
— 119 —

pek hoşuma gidiyordu. Bunlar çevremizde hafif bir sis ta­


bakası yaratıyorlardı.
Saat yediden sonra Kate, arkadaşı Bessie Ekving’in
evine gitmek üzere kapıdan çıkıyordu. Genellikle kurşuni
yağmurluğunu giyer, başı açık, elleri cebinde dalgın dal­
gm yürürdü. Aşağı yukarı bir haftadır, bizimle hiç ilgi­
lenmiyor, yanımızdan geçerken sadece bana hafifçe başını
salhyordu. Kate yanımızdan geçerken armonikanın sesi
yükseliyor, Kate iyice gözden kayboluncaya kadar da de­
vam ediyordu. Gerçi sarmaşık gül sarılmış demir parmak-
hkh balkon ve gitar yoktu ama Jamie’nin Kate’e serenat
yaptığını tahmin ediyordum. Belki de bu bir İskoç serena­
dıydı.
Bir akşam, hiç bekiemediğimiz halde Kate yanımıza
geldi. Bunu istemeye istemeye yaptığmı da tavırlarıyle
belli ediyordu. Sert sert bana baktı : «Sen ödevinin başın­
da olmahydın.»
Benim cevap vermeme meydan kalmadan Jamie ağız
armonikasını dudaklarmdan çekti, içinde biriken tükrük-
leri silkmek için âletini şöyle bir salladı. «Ah, çocukcağız
kötü birşey yapmıyor ki.» ,
Kate, onun yüzüne bakmak zorunda kalmıŞtı. Bunu
da öfkeyle yaptı. Pek çok şeye kızmıştı. Jamie’nin ısrar­
cılığına kızmıştı, kendisi ayakta dururken onun yerinden
kalkmamasma kızmıştı, hepsinden önemliri böyle durup
dururken öfkelendiği için kendine kızıyordu. Fakat hemen
bakışlarmı yere indirdi. Bir sessizlik oldu.
Jamie : «Güzel bir gece» dedi. «Galiba yağmur yağa­
cak.» Kate, acı bir sesle mırıldandı :
—■ «Olabilir, olabilir. Zaten şöyle bol yağmura ihtiya­
cımız var.»
Bir sessizUk oldu. «Havadan konuşalım diye mi beni
yolumdan ahkoyuyorsunuz?» Kate böyle demekle beraber
yerinden kıpmiamadı. Yüzü bulutluydu. Bir ayağını öne
atmış elleri ceplerinde meydan okur gibi duruyordu. O
akşam Kate’i seyrederken vücudunun gerçekten pek bi­
çimli olduğunu, bacaklarının güzelliğini ve bileklerinin in-
— 120 —

eecik olduğunu farkettim. Belki Jamie de btmlarm farkı­


na vardı. Dalgm dalgm armonikasıyle o ünlü şarkısının
bir bölümünü çaldı, sonra çalgısn tekrar silkeledi.
— «Ben sadece bu gece güzel yürüyüş yapılır diye
düşünmüştüm.»
—^«Sahi rai? Acaba nereye gitmeyi tasarladığınızı
sorabilir miyim?»
— «Oh, nereye olsa gidilir. Canımız neresini çekerse
oraya...» _
Kate, sert bir tavırla başım salladı; «Ah, çök teşekkür
ederim, gerçekten çok teşekkür ederim. Büyük bir ütifat
bu. Ama ne yazık ki ben arkadaşım Bayan Ewing’in evine
gidiyorum.» Kate Ueriye doğru bir adım attı.
Jamie hemen ; «ben de o tarafa gideceğim.» Duvarın
üzerinden inmiş, üstündeki tozlan silkeliyordu. «Arkada­
şınızın evine kadar sizinle yürürüm.»
Böyle bir teklif beklemeyen Kate pek şaşırmış, karşı
koymaya da frfsat bulamamıştı. Yüzü gene kırmızıydı, ki­
birli bir tavır takınmıştı. Ama birlikte yürümeye başla­
dıkları zaman Kate’in durumundan hiç de şikâyetçi olma­
dığım sezinledim. Gecenin karanlığı Jamie’nin bacakları­
na insaflı davranmıştı.

Yapayalnızım ve yahııziığımın tadını çıkarmaya ba­


kıyorum. Son defa ıslak havayı derin derin içime çektik­
ten sonra sanki peşimden gelen biri varmış gibi telâşla
eve koşuyoram. Hemen mutfağa gprip eski çantamdan ki­
taplarımı ahyorum.
Murdoch, masanın başına geçmiş, kitabına eğilmiş,
ara sıra yapraklarmı çeviriyor ama akh başka yerlerde.
Çoğu zaman acaba Murdoch gerçekten ders çalışıyor mu
diye de merak ederim. Oğlan hiç bir zaman bilgiç tavırlar
takınmamıştır, bir iki kez de ders kitaplarının arasına
tohum katalogu gizled^ini görmüşlüğüm var. Bütün grün
kitaplarının başmda oturur ara sıra kalkıp aynanm önün­
— 121 —

de durur, yüzündeki sivilceleri sıkmaya çaügır. Deve ku­


şu gibi yediklerini kolayca öğüttüğü halde sindirim bozuk­
luğundan yakmır, yüzünden de sivilceler hiç eksik olmaz.
Bazan de ders çahşmaktan bunaldığı için bahçeye çıkıp
gezinir. Bazan de farkına varmadan içinden geçenleri ba­
na açıklayıverir.
— «BiUyor musun, Hollanda’da her tarafa lâle eki-
yorlarrmş. Düşünebiliyor musun? Gözalabildiğine uzanan
lâle tarlaları ne demektir?»
Şimdi Murdoch’un arkasındaki köşede babası oturu­
yor. Tıpkı at kullanan bir biniciye benziyor adamcağız.
Postane Sınavlaıının yaklaşması nedeniyle Babanm bu
mutsuz gence bağladığı dizginleri sıkı tutması gerekiyor.
Gerçekten de birazdan kırbaç şaklayacağa benzer. Bu, sa­
dece Murdoch’un geleceği için değU aynı zamanda Müfet­
tişin itibarı için de delikanlının başan sağlaması gerekli.
Adamcağız Provost’a, Bay McKeller’e, patronu Dr. La-
ird’e, o çok kıskandığı tıp adamına övünçle; «Benim oğ­
lum, ortanca oğlum... Devlet hizmetine girdi» diye müjde
vermek istiyor.
Ders kitaplarımı yavaşça masaya Murdoch’un tam
karşısına koyuyorum. Onu rahatsız etmemek için dikkat­
li davranmak zorundayım. Benim kitaplarım Dedemin
kahverengi paket kâğıtlanyle kaplı. Hırpalanmasınlar di­
ye Hannah Ana, kitapların cilt dikişlerini de sağlamlaştır­
dı. Burada herşey saklanmalı, hiç birşey israf edilmemeli.
Üç aydır bir üst sınıfa gidiyorumı. Yeni öğretmenim Bay
Süıger bana gayet iyi davranıyor, daha ilerleyebilmem
için elinden geldiğince cesaret veriyor. Bay Dalgleigh’in
istibdadından kurtulduğum için artık ödevlerimi mürekkep
lekeleriyle kirletmiyorum, bana soru sorulduğu zaman da
aptal aptal çevreme bakınmıyorum. Hattâ şu anda da ta­
rih kitabımın arasından yere düşen karne durumumu çok
güzel belirliyor. Büyükbabanın bana baktığını farketti-
ğim için karneyi yerden alırken kızarıp bozarıyorum. O
da karneyi ve benim kızardığımı farkediyor. O suç delili sa­
yılan karneyi kendisine getirmemi işaret ediyor.
— 122 —

Büyükbaba karnemi incelerken uzun bir sessizlik olu-


yca*. Bay Singer’in el yazısıyle yazılmış olan karnede bi­
rinci dönemde aldığım notlar yazıılı.
R. SHANNON
Aritmetik 1 inci.
Coğrafya 1 inci.
Tarih 1 inci.
IngUizce 1 inci.
Fransızca 1 inci!
Resim 2 inci. ,
Sınıftaki durumu, 1 inci. Geo Singer, M.A.
Büyükbabanm şaşkına döndüğünü seziyorum. Zaten
önce bana sert sert bakıyor, bunun bir hile olduğuna, âdi
bir aldatmaca olduğuna inanmış gibi. Fakat hayır, okulun
resmi damgası ve okunaklı imza... Onun düşüncelerini
okuyorum: ‘Doğru olsa gerek. Duruma hiç de sevinmiş
görünmüyor. Tam aksine. Cam sıkılmış bir halde homur­
dana homurdana karnemi geri veriyor. Ben de suçlu suçlu
kitaplanmın başma dönüyorum.
Saatin tik taklarmdan başka ses yok mutfakta. Ara-
sıra da kitap sayfalarımn hışırtısı ve Büyükbabanın kol­
tuğunun gıcırbsı dujruluyor. Haa, tabii bir de Hannah
Ana’nm şişlerinin şıkırtısı var, bunu unutmuşum. Hannah
Ana, Adam’a yün atkı örmekle meşgul. Zaten o hep
Adam’a birşeyler örer.
Saat dokuzda Kate eve dönüyor. Mutfağa girmeden
ön kapıdan doğruca kendi odasma gidiyor. Aman Alla­
hım. Herhalde ben yanılıyorum. Fakat galiba yanılmamı­
şım, Kate kendikendine neşeli bir şarkı mırıldanıyor, ina­
nılacak gibi değil.
Yanm saat sonra Hannah Ana bana mânalı mânalı
bakıyor. Kitaplarımı topluyorum, bir şeye çarparım da
Büyükbabanm canını sıkarım diye büyük bir dikkatle ha­
reket ediyorum. Kitaplanmı topladıktan sonra perdeli ya­
tak odama geçip soyunmaya başlıyorum. Kamım müthiş
aç. Akşam çayım sanki saatlerce önce içmiş gibiyim. Bir­
denbire camm bir dilim ekmekle biraz reçel yemek istiyor.
Ah o beyaz ekmek parçaları Hannah Ana, bana istediğimi
herhalde verir, bundan hiç kuşkum yok ama şimdi böyle
bir istekte bulunmanın zamanı değil ki. Yere diz çöküp
dua ediyorum, sonra da yatağa giriyorum. O incecik per­
denin arkasmdan bu evin hafif hafif atan nabzını dinliyo­
rum. Hannah Ana’yla Büyükbaba arasmda geçen konuşh
mayı, çevrilen kitap yaprağının hışırtısını, banyodaki du­
şun gürültüsünü ve başımm üzerinden gelen ayak sesleri­
ni duyuyorum.
Bazan karardıkta gözlerimi tavana dikip düşüncelere
dalıyorum. Murdoch yukanya çıktığı zamanlar da bazan
uyanık oluyorum. O gittikten sonra Hannah Ana’yla bü­
yük babanın konuşmalarmı dinliyorum. Ardfillan Sağhk
Demeği... Büyükbabadan bir konferans vermesini iste­
miş... Bugün o biftek için kaç para aldılar?... Aman ne
pahalı... Bu yıl deniz kenarına gitmek yok.. Parayı İnşaat
derneğine yatırmak daha doğru olacak.. Derken Hannah
Ana yumuşak bir sesle yalvarıyor : ‘Eh, belki gelecek yıl
Adam terfi ederse... Ya da Büyükbaba su işlerine atanır­
sa... Şimdilik para biriktirmek gerekli. Biriktirmeli.. bi­
riktirmen... biriktirmeli.
Fakat ben artık bunlara hiç şaşmıyorum. Büyükbaba-
nm tutumluluğuna ahştım. Her geçen gün artan biriktir­
me Uıtirasıru da garipsemiyorum. Biriktirme hevesi adam­
cağızın içine öyle bir işlemiş ki, Hannah Ana’yı durmadan
dikkatli ve tutumlu olmaya zorluyor, eve alınan herşey
için söyleniyor, en küçük israfa kızıyor. Hannah Ana’ya
kalsa Donaldson ya da Bnıce gibi büyük mağazalardan
ahş veriş yapacak. Ona iyi malzeme verilirse gayet güzel
yemek pişirir. Hele o pandispanyalarına diyecek yoktur.
Bizlere güzel ve değişik yemekler yapmaktan da çok hoş­
lanacağı muhakkak. Fakat o kapkara çantasına şöyle bir
göz atmca arpa ekmeğinde karar kılıyor. Elim© birkaç
kuruş verip fakir semtlerdeki dükkânlara alışverişe gön­
deriyor. Zavalb Hannah Ana’cık. Geçen Pazartesi holdeki
yeni gaz lambasının şişesini yerleştirmeye çalışırken lam­
bayı kırınca hüngür hüngür ağlamıştın. _
Bu gece yorgunum, hemen uyuyacağım. Uykuya dal­
mak üzereyken, yann belki de Antonelli’leri ziyarete gide­
riz diye düşünüyorum.
*

Gavin’in kasabada olmadığı o geçmek bUmeyen hafta­


larda küçük Angelo AntonelU’yle sık sık oyun oynamış­
tım. Böylesine durgun bir mevsimde yapacak birşeyler
bulmak gerçekten çok hoştu. Hem Angelo da beni görünce
gerçekten çok seviniyordu. Küçük bir kız gibi canlı ve na­
zenindi. O sevimli, çabuk sulanan gözleri ve kırıtkan ta-
vırlanyle gerçekten kız çocuktan ayrı kalır yeri yoktu.
Evlerinin bahçesinde birlikte koşarken mutlaka elimi tu­
tuyordu. Benim eve dönme saatim gelince de üzüntüsün­
den ağlıyordu.
Pek şımarık bir çocuktu. Clara ile arasmda oniki yaş
fark vardı. O şişman, iyi kalpli ve müşfik babasına her is­
tediğini yaptırtabiliyordu. Durmadan oyuncak, şeker,
meyva ve daha akla hayale gelmeyen hediyeler yağıyordu
Angelo’ya. Zaten dondurmacı dükkânı da onun emrindey-
di. Ben Lomond Vievv’da bir bardak su içmekten çekinir-
krâ o dükkânda rahatça çikolata kutularını açıyor, şeker­
lemeleri döküp saçıyor, aklına estiği zaman diledip şeyi
kimseye sormadan yiyebiliyordu. Cırtlak sesi bütün gün
dinmek bilmiyordu: «Anne ben bir dilim kavun isterim.»
«Baba, limonata isterim.» Bir keresinde de övüne övüne ba­
na bir gece yansı annesini yatağmdan kaldırıp salamlı
yumurta pişirttiğini anlatmıştı. Ama gene de hiç bir za­
man tabağındaki yemeği bitirmek âdeti değildi ve hep has­
taydı. _
Bazan Gavin’in o ciddi, tavırlannı, kararlı sessizliği­
ni yumuşak ve mızmız kimselere duyduğu nefreti hatırla­
yınca Angelo’ya olan sempatim azalıyordu. Ama herşeye
rağmen Angelo’nun da hoşa gidecek yanlan vardı. Sonra
— 125 —

maymun da bizâ çok oyalıyordu. Ayrıca Angelo’nun anne­


si de beni her zaman evlerine davet ediyordu.
Bayan AntonelU’nin kılıbık kocası artık çok para ka­
zandığı için kadıncağız da aile fertlerinin sosyal durumla-
rmı geliştirmek hevesine kapılmıştı. Güzel Qara, Thad-
deus Gerrity Ue uygun bir çift meydana getirecekti. Deli-
kanlmın babası, başanlı bir eşya taşıma şirketini yöneti­
yordu. Bizler kasabanın üeri gelen şahsiyetlerini barmdı-
ran Drumbuck caddesinde oturuyoruz diye Bayan Anto-
nelU benim yüzüme gülüyor, dedem onlan ziyaret ettiği za­
man onu nasıl ağırlayacağını şaşmyordu.
Dedemin Frascati şarabmı gövdeye indirip Clara ile
Bayan Antonelli’ye içini döktüğünü duydukça biraz me­
raklandığımı ve telâşlandığımı da itiraf etmeliyim. Ba­
yan Antonelli, sert bakışh, esrarengiz görünüşlü bir ka­
dındı ama bu özelliklerini başkalarmdan gizlemeyi gayet
iyi biliyordu. Ama Dedemin böyle şeylere hiç aldırdığı yok->
tu. Hafif esen rüzgâra karşı ilerleyen büyük bir kalyon
gibi dedem de güçlüklere göğüs geriyordu.
içim rahatlayınca Angelo’yla birlikte parka gidip
bando dinliyor, gölde sandalla geziyor ya da Vita amcayla
birlikte Kutsal Melekler Manastırının bahçesine yürüyor­
duk. Vita amca : o basit görünüşlü, çekingen, sessiz
adam, gününün yansmı sevgUi maymununun bakımına
ayırıyordu. Geri kalan yansım da dua ederek geçiriyordu.
Ağustosun sonu yaklaşmıştı. Bir akşam, Hannah
Ana’nm isteği üzerine koridordaki gaz lambasını söndür­
meye çalışırken Kate eve geldi. O akşam biraz geç kalmış­
tı.
— «Sen misin, Robie?» Koridordaki loş ışık onu utan-
dırmıştı. Fakat sesinde sıcak bir dostluk ifadesi vardı.
— «Evet, benim Kate.»
Lambaya yetişmek için bir sandalyeye çıkmıştım.
Aşağıya inmeye çalışırken Kate, beni tuttu.
— «Ah, sevgili çocuk.»
Zevkten hafifçe kızardım, çünkü uzun bir süreden be­
ri Kate bana gayet iyi davranıyordu.
— 12Ö —

— «Dinle, Robie.» Kate birden sustu, güldü, sonra


birdenibire yeniden konuşmaya başladı. «Bu gerçekten
çok saçma ve tuhaf... Jamie Nigg beni ArdfUlan fuarına,
götürmek istiyor.» Kate, gene güldü. «Tabii onunla yalnız
başıma fuara gidemem. Bu, doğru olmaz... Kendisi de bi­
liyor bunu. Onun için, Jamie de... yani biz de... kısacası
gitmek istersen seni de fuara götürmeye karar verdik.»
Gelmek istersem mi? Ardfillan fuarında ne eğlenceli
gösteriler yapıldığım, herkesin orada doyasıya eğlendiğini
defalarca dinlememiş miydim?
— «Ah, Kate» diye fısıldadım. ■
Kate, tekrar kolumu sıktı: «Öyleyse mesele halledildi
demektir.» Kate, arkasmı döndü, ağır ağır merdivenleri
çıkmaya başladı. Yan yolda durdu, bana döndü : «Sejm
arkadaşın Gavin eve döndü. Az önce istasyondan geldiğini
gördüm.»
Gavin dönmüştü demek. Oh, çok şükür. Kararlaştm-
dığı dönüş tarihinden iki gün önce gelmişti. Bu düşünce
Ardfman fuarma gitmek meselesiyle birlikte beni adama-
kılü heyecanlandırmıştı. Hızlı hızlı soluk almaya başladım.
Sokak kapısını arayıp dışarıya baktım. Gökyüzünde hiç
yıldız yoktu ama o yumuşak serin meltem vaat doluydu.
Ah, yaşamak fevkalâde birşey olabiliyordu demek tek ke­
limeyle fevkalâde birşey olabiliyordu...
ONDÖEDÜNCÜ BÖLÜM

Ertesi sabah erkenden sokağa çıktım. Angelo’dan


ödünç aldığım mecmuaları geri götürmeye söz vermiş­
tim. işimi hemen bitirip bir an önce serbest kalmak isti­
yordum. Mezarlık yolundan aşağı koşarken Gayin’in Lo­
mond Viervv’ya doğru yürüdüğünü gördüm.
— «Gavin.»
Gavin konuşmadan sımsıkı elime sarıldı. Gülümseme­
sini de gizlemeye çalışıyordu. Ona göre bir erkeğin gülüm­
semesi zayıf karakter belirtisiydi. Pek fazla boy atma­
mıştı ama güneşten yanmış cildi ksıhverengi olmuştu ve
her zamankinden daha kuvvetli görünüyordu. Onu gör­
mek, kurşuni gözlerinin benimkileri incelediğini hisset­
mek içimi ısıttı. Ona kendisini ne kadar özlediğimi anlat­
mak için sabırsızlanıyordum. Fakat bu yasaklanmıştı. Sa­
kin ve güçlü görünmek gerekti, sadece söylenmesi gerekli
olan sözler söyleyebilirdim.
Gavin sabahın bu erken saatinde sokağa çıkmasının
nedenini şöyle açıkladı: «Seni almaya geliyordum. Windy
Craig’e gidebiliriz diye düşünmüştüm. Orada bir kartal
var. Bakıcısı babama haber vermiş. Güneş iyice yüksel­
meden kayahğa varabiliriz. Oradan da kartalı seyrederiz.
Öğle yemeğimizi de yanıma aldım.»
Sırt çantasını omzuna asmıştı. Bir kartal ve Gavin;
bütün günü tepelerde geçirmek... Yüreğim ağzıma geldi.
— 128 —

«Tek kelimeyle fevkalâde. Fakat önce şu mecmuaları An-


gelo’ya götürmelijdm.»
Gavin sözlerimden birşey anlamamış gibi: «Angelo
mu?» diye mırıldandı.
Hemen durumu açıkladım: «Angelo Antonelli. Bili­
yorsun canım, şu küçük İtalyan çocuğu var ya o. Sen yok­
ken onunla sık sık buluştum. Tabii onun yaşı daha çok
küçük...»
— «Benim Levenford’da tanıdığım bir tek Italyan
ailesi var o da şu dondurmacılar. Bir tanesi vaktiyle kasa-
banm sokaklarında org ve maymunla dolaşıp yoldan geçen­
leri eğlendirerek para toplardı.»
Şimdi kulaklarım yanıyordu. Vita Amca Nicolo ve sev­
gili dostlarımm bu şekilde lanetlenmesi canımı sıkmıştı.
Gavin sözlerini sürdürdü: «Bunların yumurcaklarından
biriyle ilişki kurduğunu söylemek istemiyorsun ya?»
Garip bir sesle : «Angelo bana çok iyi davrandı,» de­
dim. ■
— «Angelo mu?» Gavin daha da fazla yaralandığmı
beUi edecek şekUde gülümsedi. Bu isim hoşuna gitmemiş­
ti. «Hadi yürü, biz kayalara gidelim. Oraya vardığımız za­
man neler yaptığımızı birbirimize anlatırız.»
Başımı salladım. Gözlerimi inatla kaldırıma dikmiş­
tim. «Bunları geri götüreceğime söz vermiştim. Sphere,
Graphic ve Ulustrated London News mecmuaları var.»
Kupkuru dudaklarla elimdeki mecmuaların savunmasım
yaptım, böylece Antonelli’lerin de itibarmı arttırmak isti­
yordum. «Bu haftaki dergilerde çok güzel fotoğraflar var.
ipek böceğinin gelişmesini gösteren fotoğraflar şahane.
Bayan Antonelli her cumartesi günü bu mecmuaları Ital-
yadaki akrabalarına gönderiyor. Bunları postaya yetiştir­
mek gerekli. Angelo’nun bu mecmuaları herkesten önce
bana vermesi de iyi niyetliliğini gösteriyor.»
Gavin bembeyaz kesilmişti. Sesi de yorgun ve kıs­
kançtı. «Tabii eğer sen şöyle-böyle dostlarmı bana tercih
ediyorsan... Bu senin bileceğin iş. Ben şimdi Longracgs’e
gidiyorum, istersen sen de gelebilirsin, istemezsen, seni
— 129 —

sevgili Angelo’na bırakınm.»


Gavin, bana hiç bakmadan dudakları titreye titreye
bir saniye bekledi. Göğsüm paralanacak gibiydi. Ona ne
kadar yanıldığım bağıra bağıra anlatmak istiyordum,
beni anlaması için yalvarmak istiyordum. Fakat haksızlığa
uğramış olmak duygusu bu isteğimi yerine getirmeme
fırsat vermedi. Ben de onun gibi inatçı olmuştum. Hiç
sesimi çıkarmadım. Bir saniye sonra da Gavin ağır ağır
Longcrags’e doğru yürümeye başlamıştı.
Üzüntüden hasta olmuştum. Bu beklenmedik kavga
beni şBşkma Çevirmişti. Ağır ağır kasabaya doğru yoluma
devam ettim. Mecmuaları bırakıp hemen geri dönmeye ka­
rar vermiştim. Fakat dondurmacı dükkânma vardığım za­
man Angelo’nun benden çok daha büyük bir üzüntü için­
de olduğunu farkettim.
— «Nicolo hasta. Hem de çok hasta.»
Çocukcağız hıçkırıklar arasmda bana Nicolo’nun nasü
hastalandığım anlattı. Suç Clara’daydı, o kötü kalpli Cla-
ra’daydı. Vita Amca akşam üstleri Kutsal Melekler Kili­
sesine dua etmeye giderken maymununu da bahçeye çıka­
rıp bırakıyordu. Bu sıcak gfiinlerde hayvancağızm biraz ha­
va alması gerekiyordu. Ama Nicolo bahçeye çıkanldığı za­
manlar hava birdenbire bozarsa Nicolo’nun içeri girmesini
sağlamak için de odasının penceresini açık bırakıyordu. îki
akşam önce birdenbire şiddetli bir fırtına çıkmıştı. Gök
gürlüyor, yağmur yağıyordu. Clara da perdeleri korumak
için hemen evin bütün pencerelerini kapamış. Vita Amca
kilisedeydi. Dükkân kapahydı. Zavallı Nicolo’cuk bir sa­
atten fazla bir süre yağmur altmda kalmış.» Saat on bu­
çukta Vita Amca döndüğü zaman maymun, yağmurdan
ıslak sıçana dönmüş bir halde bir köşeye büzülmüş bek­
liyormuş.»
Atıgelo’mm peşinden yukan çıktım. Ev karmakarı­
şıktı. Bir dehşet havası esiyordu. Mutfakta Bayan Anto­
nelli üzgün ve dalgm bir halde havluları sıcak suya sokup

Yeşil Y ıllar — F : 9
— 130 —

sıkıyordu. Clara ön odadaki kanepeye yüzü koyun yat­


mıştı. Vita Amcamn yatak odasında da Bay Antonelli
üzgün üzgün kardeşini seyrediyordu. Vita Amca ise Nico-
lo’nun üzerine çıkmış, cinsel duyguları kamçılanmış bir
erkek gibi garip garip hareketler yapıyordu.
Maymun yataktaydı — kendi sepetinde değil. Vita
Amcamn kocaman beyaz yatağının tam ortasında yastık­
ların üzerine yatırılmıştı. En şık ceketini ve Napoli stili
kepini giymişti. O küçücük tasah yüzü eskisinden daha da
buruşuk ve tasalıydı. Arasıra dişleri takırdıyor, vücudunu
bir titreme ahyordu. Ara sıra da bize tasah gözlerle bakı­
yordu. Vita amca, maymunun göğsünü yağlıyordu. Hasta
üzerinde uğraşırken kendikendine durmadan konuşuyor­
du. Arasıra maymuna birşeyler söylüyordu. Fakat genel­
likle Bay Antonelli’ye birşeyler anlatmaktaydı. Angelo’ya
yan gözle baktım. Bu sahnenin dehşeti karşısında o da
donmuş kalmış, ağlaması kesilmişti. Fısüdayarak büyük­
leri arasmda.geçen konuşmaları bana özetledi: «Vita Am­
ca, ulu tanrıyı unutmakla ne büyük bir hata işlediğimizi
böylece anlayacağımızı söylüyor... Babamın herşeyden
fazla işini düşünmesinin, annemin sosyete derdine dalma-
sımn ve Clara’nın da erkeklerden başka birşey düşünme-
mesinin cezasıymış bu... Nicolo’yla kendisinin bize para
kazandırdığım jüyecek ekmeğimiz yokken ikisinin kazan­
dığı paralarla açlıktan kurtulduğumuzu anlatıyor. Eğer
Nicolo ölürse, diyor... Hani demin ağlıyordu ya, bu söz­
leri o zaman söyledi. Bir daha bizim de hiç şansımız ol­
mayacakmış... Her işimiz ters gidecekmiş.»
Bayan Antonelli elinde tas dolusu sıcak havluyla te­
lâş içinde odaya girdi. Clara da kapıya gelmiş, ağlamak­
tan kızarmış gözlerle Vita amcamn sıcak havluları may­
munun vücuduna sarışmı seyrediyordu.
Bımlar Nicolo’ya pek de iyi gelmemişti. Vita, o din­
dar sessiz adam, kollarım havaya kaldırıp avaz avaz ba­
ğırarak makine gibi konuşmaya başladı. Angelo kulağıma
fısıldadı: «Amcam diyor ki Nicolo’ya doktor çağırmak ge­
rekiyormuş. Kasabamn en iyi doktorunu çağırmahymı-
— 131 —

şız. Şu Clara o kötü ruhlu, günahkâr Clara hemen gidip


doktoru getirmeliymiş.»
Clara itiraz etmeye yeltendi.
— «Clara hiç bir doktorun bir maymunu muayene
etmeyeceğini söylüyor. Bir veteriner getirmeye çalışacak­
mış.»
Vita’nm yüzünü kaplayan öfke dalgasmdan veterine­
rin Nicolo için yeterli olmadığını anladım. «Evet.» An­
gelo başını saUadı. «Doktordan başkası olmazmış. Varımı­
zı yoğumuzu doktora vermeliymişiz. Gerekirse altınlarımı­
zın hepsini doktora harcamalıymışız. Kasabanm en iyi
doktorunu getirmek şartmış.»
Clara ağlaya ağlaya şapkasmı başına geçirdi. Bay
Antonelli’den aldığı bir avuç dolusu parayı cebine koyup
evden çıkti. Hepimiz, yatağın çevresine sıralanmış, Nico-
lo’yu seyrediyor, doktorun gelmesini bekliyorduk. Vita ise
elinde teşbihle yatağın başucunda diz çökmüş bir dua mı­
rıldanıyordu.
Yanm saat sonra Clara yalnız başma döndü. Vita ye­
rinden fırladı, yeğenini öfkeli öfkeli sorguya çekip gene ağ­
lamasına sebep oldu. Sonra da şapkasım ahp dışarı fırla­
dı.
— «Clara dört doktora gitmiş, hiç biri gelmek iste­
memiş. Bu defa da Vita amca doktor aramaya gitti.»
Bir saate yakın bir süre hastanm odasmda bekledik.
Derken sokak kapısının açıldığını duyunca hepimiz yeri­
mizden fırladık. Vita amcanm eve yalnız dönmediğini an-
la5unca da bayağı rahatladık.
Doktor içeri girdi. Gelen Doktor Galbraith’di. Yaşlı,
keçi sakallı kupkuru bir adamdı. Kasabada iyi bir doktor
olarak tanınmıştı yalmz acayip tavırlanndan ötürü pek
sevilmiyordu. Okuma yazma bilmeyen sağır Vita amca­
nm bu nâlet doktoru buraya getirmek için ne gibi bir
çareye başvurduğunu kimse anlayamamıştı, işin garibi
doktoru buraya getiren sihirli kuvvet para da değildi.
Eioktor bir an çevresine bakındı. Hepimizi dışan gön­
dermek isteyeceğini sandık. Fakat hemen bu niyetinden
— 132 —

vazgeçip arkasını döndü, hasta maymunla ilgilenmeye baş­


ladı. Nicolo’nun ateşine baktı, nabzını saydı, vücudunun
her tarafını iyice dinledi. Boğazına baktı. Sonra da tahta­
dan yapılma bir stetoskop kullanarak hayvanm göğsünü
dinledi. Hayvancağız doktora karşı gayet uysal davranı­
yordu. O korku dolu gözlerini doktora dikmiş, güvenle ba­
kıyordu. Hattâ kaşığa ihtiyaç olmadan ağzını açtı.
Doktor Galbraith, keçi sakalını düşünceli düşünceli
sıvazlayarak hastasına baktı. Bir oda dolusu tnsanm onun
hareketlerini izlediğinden haberi yokmuş gibiydi. Bu sı­
rada Angelo yanıma yaklaştı, kulağıma: «Vita Amcam
onun çok iyi bir doktor olduğunu söylüyor,» dedi. Derken
doktor da kendini toparladı. Bay Nick AntoneUi adına
iki reçete yazdı. Küçük siyah çantasını aldı. Sonra da :
«İlâcı dört saatte bir vereceksiniz. Yatakta sıcak tutma­
ya gayret edin. Sadece sulu ve sıcak yiyecekler vereceksi­
niz. Kuzey Afrikada yaşayan Makak tipi değerü bir hay­
van bu. Ama maalesef bu cins maymunların ciğerleri za­
yıf olur. Bu da iki taraflı zatürreeye yakalanmış, iyi ge­
celer.»
Doktor dışarı çıktı. Vita amca, doktorun peşinden so-
kağm ortasına kadar gittiği halde, adam bir kuruş bile
ücret almadı, işte o zaman doktorun maymunla ilmi ba­
kımdan Ugilendiğini tahmin ettim. Mikroskobumun başın­
da otururken duyduğum o garip heyecanın da doktoru bu­
raya kadar sürükleyen sebebe dayandığını anlamıştım.
Hayatımın daha sonraki yülannda da bu duygular bana
büyük zevk ve kıvanç verecekti. Ama o gün bu Iskoç dok­
torun güzel davranışını işin içine biraz da ırkdaşlık girdiği
için pek beğendim. Şu güneylilerin arasında Iskoç dokto­
run bu örnek davranışı gerçekten göğüs kabartıcıydı.
Doktorun ziyaretini bir iyimserlik duygusu izledi.
Doktorun öğütlerini yerine getirmek gerekiyordu, ilâç
için beni eczaneye koşturdular. Bayan Antonelli ile Cla­
ra, maymunun yiyeceğini hazırlamaya koyulmuşlardı. Vi-
ta kendisi de bir piliç kesip suyuna çorba hazırlatmak is­
temişti. Maymun ancak birkaç yudum süt içebildi. İlâ-
— 133 —

cim aldıktan sonra uyuyacak gibi olmuştu. Ayaklarımı­


zın ucuna basa basa odadan dışarı çıktık.
Kendi başımdan da geçtiği için ciğer rahatsızlıklan-
mn önemini kavramıştım ama iki taraflı zatürreenin teh­
likesini ev halkmın iyice idrak edemediği belliydi. Ger­
çekten de ertesi sabah Nicolo bir gün öncekine göre daha
fenalaşımştı. Ateş içinde cayır cayır yanıyordu. Ateşin şid­
detinden olacak boyuna sayıklıyor, başım yastıkta bir o
yana bir bu yana savuruyordu. Bütün gün de piliç suyu­
na çorbaya da hiç dokunmarmştı. O akşam solukları kısa
ve kesikti.
Hafta boyunca Nicolo’nun durumu gitgide kötüleşti.
Evin içini de bir yas havası bürümüştü. Kadmlarm acı hıç-
kınklan ve Vita Amcanm feryatlarından başka bir ses
de duyulmuyordu. Gavin’le küstüm, tatil ise henüz sona
ermemişti. Onun için ben de boş vakitlerimi hep Antonel-
li’Ierin yanmda geçiriyordum. Zavallı hasta maymunun
uşağı olmuştum sanki. Dedem her gün öğleden sonra tam
üçte geçmiş olsuna geliyordu. Öndeki odada oturup Cla-
ra’dan tatlı bir söz ya da Bayan Antonelli’den bir bardak
Frascati şarabı ikram etmesini bekliyordu sanırım. Fakat
mistral rüzgârlarının o ilk solukları duyulmaya başlamış-
ti. Dedemi nazikçe karşılayan Bay Antonelli oldu ve artık
Frascati şarabı da görünürlerde yoktu.
Daha kötü, hâlâ daha kötü. Zavalh Nicolo’cuk artık
güçlükle soluk alıp veriyordu. O küçücük kemiklerinde et
diye birşey kalmamıştı. Tekrar çağrılan doktor acı bir
sesle küçük maymunun sonunun geldiğini belirtti. Bay An­
tonelli dondurmacı dükkânını kapamaktan söz ediyordu.
Cumartesi günü Vita amca. Bay Antonelli’ye öfkeli
öfkeli baktı. Angelo onun sözlerini bana tercüme etti:
«Artık Nicolo’yu sadece tanrının kurtarabileceğini söy­
lüyor. Onun için hepimiz bir mucize olması için dua etme­
liymişiz. Babamın Canon Roche’e gidip maymun için dua
edilmesini ve ayinler tertiplenmesini sağlaması gerekiyor­
muş, Manastırdaki rahibeler de toplanıp buraya gelmeli-
— 134 —

1er, Nicolo için birlikte dua etmeleri şart. Ah, sevgili Vita
Amcam babama çok kötü sözler söylüyor.»
Besbelli Bay Antonelli bu görevi hiç de benimseme-
mişti. Ama şimdi evin hakimi Vita amcaydı. Maymun da
garip bir şekilde Antonelli servetinin bir sembolü haline
gelmişti. O ölürse, Antonelli’lerin serveti de gidecekti. Ya­
şarsa, herşey eskisi gibi olacaktı. Bay Antonelli yavaşça
şapkasını ahp sokağa çıktı.
Ertesi sabah, yani Pazar sabahı Canon Roche, Kut­
sal Melekler Kilisesindeki kürsüsünden Bay Vita Anto-
nelU’nin isteği üzerine özel bir âyin yapılacağını bildirdi.
Canon Roche’nin Nicola’dan söz etmemesine biraz camm
sıkılmıştı ama aynı gün manastırdan rahibe Elizabeth
Josephina ile bir başka rahibenin Antonelli’lere gelmesi
içimi ferahlattı. Antonelü’ler kiliseye ve manastıra daima
cömertçe yardım ederlerdi. Bu sebeple rahibeler de onla­
ra ellerinden gelen yardımı yapmak için çırpınıyorlardı.
Hepimiz ön odada yere diz çöktük, ölüm döşeğinde yatan
maymunu rahatsız etmemek için gayet alçak bir sesle
Otuz gün duasını ve Memorare’yi tekrarladık.
Ertesi gün ıslak ve sevimsiz Pazartesi günü Nicolo
can çekişiyordu. Tam dokuz gündür hastaydı zavallıcık.
Artık Vita amca, hastanm odasına kendisinden başka
kimsenin girmesine izin vermiyordu. Kendisi de bir saniye
bile bastaHinın yanmdan ayrılmıyordu. Fakat o sabah do­
kuzda ben geldikten kısa bir süre sonra Vita amca dışan
çıktı, ön odaya geldi. Çıldırmış bir adam gibi işaret par-
mağmı Clara’ya uzattı.
Angelo sızlanıyordu; «Ah, sevgili Saint Joseph. Am­
cam diyor ki bu felâketin tek sorumlusu Clara olduğuna
göre hemen şimdi üç yüz altmış beş basamağı tırmanması
gerekiyormuş. Bu, bizim tek ümidimiz.»
Ev halkı Vita amcayla bu meseleyi tartışırken izin
verirseniz şu üç yüz altmış beş basamağm öyküsünü an­
latayım. Bu iyi kalpli saf insan, güneşli Italyanm ürünü,
ortaçağın temsilcisi, bu dindar adam, yıllardır yaşadığı şu
yabancı ülkede de kendine göre garip bir tapınma şekli
— 135 —

bulmuştu. Daha önce de sözünü ettiğim eski kale Castle


Rock’da dönemeçli dik bir merdiven vardı. Tam üç yüz
altmış beş basamağı vardı bu merdivenin, işte Vita amca
bu basamakları ‘Ave Maria’yı tekrarlaya tekrarlaya çı­
karsa, isteklerinin gerçekleşeceğine inanmıştı.
On dakika sonra Clara’yla birlikte yağmur altmda
CasÜe Rock’un yolunu tuttuk. O kibirli ve kötü ruhlu
Clara üzüntüsünden ve öfkesinden bayılacak haldeydi.
Fakat Vita Amcaya da itaat gerekti. Hava çok rutubetli
olduğu için Angelo’nun onunla birlikte gitmesine imkân
yoktu. Ben Clara’ya arkadaşlık edeyim ve verilen görevi
yerine getirmesine tanık olayım diye onunla birlikte gön­
dermişlerdi. Eğer harabede yabancı turistlere rastlarsak
Clara’yı uyaracaktım.
Fakat Castle Rock’da kimsecikler yoktu. Yağmurdan
kimse oraya gelmek cesaretini gösterememişti anlaşılan.
Benim de basamaklarda dua okumamı kararlaştırdık. Yan-
yana durup her basamakta dua okuya okuya 3nıkanya çık­
tık. Clara büyük üzüntüsüne ve öfkesine rağmen yumuşak
bir yastık ve bir de şemsiye almayı unutmamıştı. Ama ben
tedbirli davranmadığım için çok geçmeden yağmurdan sı­
rılsıklam oldum. Dizlerimizi taşlara dayaya dayaya yukarı
tırmandığımız için dizlerim de berelenmişti.
Nüıayet bu iş de bitmişti. Tepeye varmıştık. Ayakta
durmakta güçlük çekiyordum... Gözlerim de birşey görmü­
yordu. Clara son basamakta yorgunluktan olacak, farkma
varmadan şemsiyesini açarken şemsiyenin ucunu gözü­
me çarpmıştı. Ama gene de bu işi başarmıştık. Üç yüz
altmış beş basamağı sürüne sürüne, dua ederek tırman-
mıştik. Yaptığımız işin önemini benimsemiştik.
Clara’nm evde hiç değilse kuru bir teşekkürle kar-
şılanacağmdan kuşkusu olmadığı belliydi. Genç kızm ta­
vırlarından bunu sezinlemiştim. Fakat kapıda büyük bir
sevinç ve sevgi gösterileriyle karşılanacağımızı hiç akhmı-
za getirmemiştik. Kapı ardma kadar açıldı. Ev tıglkıtntı
hepsi birden Clara’nm üzerine atıldılar. Ne büyük bir min­
net duygusuydu bu... Ne büyük bir sevinç... Bizim yoklu­
— 136 —

ğumuzda maymun hastalığın en tehlikeli devresini atlat­


mıştı.
Vita amca gözleri sevinçten pırıl pınl parlayarak
avazı çıktığı kadar bağırıyordu. İyi kalpli tanrının Küçük
Nicolo’dan yana çıktığını durmadan tekrarlıyordu. Saat
onbiri tam yirmi geçe, yani bizim basamakları tamamla­
dığımız sırada daha doğrusu benim düşünceme göre, Cla­
ra’nm şemsiyesi gözüme girdiği sırada Nicolo boğulur gi­
bi soluk almayı bırakmıştı. Vücudu terlemeye başlamış,
bu arada patronuna da hafifçe gülümsemiŞti. Sonra da
rahat rahat soluk alarak derin bir uykuya dalmıştı.
Maymun çarçabuk iyileşti. Vita amca, sevgili hasta­
sının iyileşmeye yüz tuttuğunu bildirirken sevinçten göz­
leri parhyordu. «Nicolo az önce ilk muzunu yedi.»
Çok geçmeden Vita amca, kendi kabuğuna çekilmiş,
o çekingen, sessiz sığıntı havasına bürünmüştü. Evde de
çarçabuk eski düzene dönülmüştü. Clara’ya hemen bir
sürü yeni elbise yapılmıştı. İyi kalpli rahibelere cömert­
çe yardım edilmişti. Canon Roche’ye de yeni kürsü fonu
için bir hayli para verilmişti. Doktora geçe yansı en güzel
şeftali konservelerinden üç kasa gönderilmişti. Doktorun
hizmetçisi, beyinin bu meyvaya özellikle pek düşkün ol­
duğunu Bayan Antonelü’ye lâf arasında çıtlatmıştı. Dok­
torun daha önemli bir hediyeyi mutlaka geri çevireceğin­
den hepsi de emindüer.
Yalnız bana karşı, o önemsiz fakat değerli Robert
Shannon’a karşı garip ve anlaşılmaz bir soğukluk baş gös­
termişti. Mucizenin gerçekleşmesini ben de katkıda bulun­
mamış mıydım? Nekahet devresindeki hastanın yeşil tır­
tıla pek merakh olduğunu bildiğim için Drumbuck koru­
luğunda saatlerce tırtıl aramamış mıydım? Ama gene de
bir tek teşekkür kelimesi çıkmamıştı ağızlardan. Onun
yerine Angelo’yla ben dükkândan döndüğümüz zaman
Bayan Antonelli, Clara ve Clara’mn sevgilisinin birbirle­
rine garip garip bakışmalarına sebep oluyordum. Mistral
eskisinden daha da soğuk esmeye başlamıştı. Hayatın acı
gerçeklerinden birini daha öğrenmek üzereydim.
— 137 —

Birkaç gün sonra Angelo’yla ikimiz artık adamakıllı


iyileşmiş olan Nicolo’yu bahçeye çıkardık. Birden arkam­
dan hızla itildim, az kalsın duvara yapışacaktım.
—' «Hey sana söylüyorum, o maymunun yanından
çekil bakayım.» Bu sözleri söyleyen a ara ’mn yakışıklı de­
likanlısı Thaddeus’du, kin ve nefretle beni azarlıyordu.
«Seni de senin gibileri de burada görmek istemiyoruz.
Defol. Git.»
Üzüntüden afallamış kalmıştım. Öyle ki, adama cevap
bile veremiyordum. Fakat gene de yavaş yavaş kan bey­
nime çıkmaya başladı. Oradan ayrılmadım. Güneşli bah­
çede Angelo’yia yalnız kalıncaya kadar bekledim.
—^«Angelo» dedim, «burada birşeyler dönüyor. Ben
ne gibi bir kusur işledim? Söylesene, Angelo, suçum ne?»
Angelo, benimle gözgöze gelmek istemiyordu. Sonra
birdenbire başını kaldırdı. O pembe yüzü sapsarı kesU-
mişti. Ördek ayağı rengine bürünmüştü. Bakışları da tu-
haflaşmıştı.
Cırtlak sesiyle bağırdı: «Senden artık hoşlanmıyoruz.
Annem seninle oyun oynamamam gerektiğini söylüyor.
Senin deden sarhoşun tekiymiş. Şarabı sünger gibi içer­
miş. Parasız pulsuzmuş. İçine adımmı bile atmadığı büyük
evlerden söz ediyormuş. Gerçekte dünyanın en büyük ya­
lancısıymış.»
Şaşkın şaşkın arkadaşıma baktım. O ilk Komün-
yon’umda yanyana durduğum, çocuk bu muydu? O her
zaman yardımma koştuğum, o sevimli bebek, uğruna sev­
gili Gavin’in dostluğunu feda ettiğim bebek bu muydu ?
Angelo gene o tiz sesiyle bağırdı: «evet. Babam her-
şeyi öğrenmiş. Senin deden yalancının dilencinin, serse­
rinin biri. Levenford’da herkes onu tanıyor. O yaşta ka­
dınların peşinden koşuyor. Hepsiden kötüsü, sevgili tath
Clara’mızın beline kolunu dolayıp 'Thaddeus’u çılgına dön­
dürüyor...»
Daha fazla dayanamayacaktım. Angelo’yla aramızda
herşeyin bittiğini açıkça görüyordum. Arkamı döndüm.
Fakat önce Angelo’nun o minik meleksi burnuna olanca
— 138 —

kuvvetimle şiddeti! bir yumruk mdırdım. Acı içinde


sine koşarken avaz avaz bağırışını haitalarca
O sıkıntılı üzüntü dolu haftalarda A n g e l o nun o feryat
lan beni teselli etti. Hâlâ o sesi zaman zaman duyabiliyo­
rum.
ONBEŞINCI BÖLÜM

Murdoch’un sınava girme günü geldi çattı. Tohum


kataloglarının o sadık öğrencisi en yeni potinleri, bayram-
hk elbiseleriyle holde duruyor. Hannah Ana, elbisede en
küçük bir toz kalmasın diye defalarca fırçalamış, bunun­
la da yetinmemiş, hâlâ oğlunu evirip çevirip elbisesini in­
celiyor, bir yerinde küçücük bir leke kalmış mı diye dik­
katle bakıyordu. Ama Hannah Ana’nın yorgun yüzü gu­
rurla parlamıştı. Hannah Ana, bizleri rahat ettirmek için
canını dişine takıp sabah karanlığından gece yarılarına
köle gibi çalışır, didinir, söküklerimizi diker, çamaşırımızı
yıkar, ütüler, evi temizler, bir kuruşla üç kuruşluk alış­
veriş yapmaya çalışırdı. Herkesten önce kalkar, en geç o
yatardı. Üstelik bütün bunları bizlerden karşıhk bekleme­
den yapıyordu, Hannah Anacık Baha’nın gittikçe artan
pintiliğine insanüstü bir gayretle bojmn eğer, yukarı kat­
taki yaşh adama ve kucağına atılan zavalh çocuğa da kal­
binde yer ayırmayı üımal etmezdi... Ama bu hafta, Mur­
doch’un haftası. Başkalarına ayıracak zaman yok. Mur­
doch da kendine güveniyor. Bir gece önce Babasıyle haş­
haşa ciddi bir görüşme yaptı. Bizlere de «Bundan fazlası­
nı yapamam,» diyor. Yemek parası cebinde. Belki kırılır
diye yanına iki gözlük aldı. Mürekkep kalemi, silgisi, ve
sınav için gerekli malzemenin hepsi hazır. Winton’a git­
mek için 9.20 trenine yetişmesi gerekiyor. Sınavlar Win-
ton’da yapılacak. Hannah Ana’yla birlikte kapıda durup
— 140 —

el sallayarak onu uğurluyoruz, içimizden de ona başarı­


lar diliyoruz.
Murdoch her akşam dört treniyle eve döndü. İşinden
dönmüş olan babası da onu merak ve kuşkuyle bekliyordu.
— «Sınav nasıl gitti?»
— «Gayet iyi gitti, Baba, gerçekten fevkalâdeydi.»
Günler geçtikçe Murdoch’un da kendine güveni artı­
yordu. Hepimiz onun ağzından çıkacak kelimeleri merak­
la beklerken o da rahat rahat koca bardak .dolusu çayını
yudumluyor ve sakin sakin o günün olaylanndan söz
ediyor.
— «Gerçekten çok şaşumıştım... Bu sabahki sorular
öyle kolaydı ki... Yaza yaza bir hâl oldum... İkinci bir
defter istemek zorunda kaldım. Oysa çocuklardan bazı­
ları birinci defterin yansmı hile dolduramadılar.»
— «Aferin... aferin...» Babasmm sesi övgü doluydu,
gözleri de sevinçten parlıyordu.
Kannah Ajıa, birşey demeden öne eğildi, Murdoch da
babasma koyduğu kadar söğüş et koydu. Murdoch’un
smavı başaracağını biliyordum, benim gibi herkes bili­
yordu. Bu, beni sevindirdiği kadar tasalandırmıştı da.
Böyle bir durumda kimbiUr ne kötü sonuçlar alırdım diye
de düşünüyordum. Üzülmemin başka sebebleri de vardı.
Antonelli faciası, sahte dostluğun ürünü ve nankörlük
hâlâ zihnimi kemiriyordu. Bunu Dedeme anlatmak ce­
saretini gösterememiştim. Fakat hepsinden kötüsü, Ga­
vin’i tam onbeş gündür görememiş olmamdı. Sadece bir
kere karşılaşmıştık. Birbirimizin yanından geçerken du­
daklarımız solmuş, başlarımızı öne eğip hiç konuşmadan
geçip gitmiştik. İhanet ettiğim bu çocuğu özlemiştim, hem
de bütün kalbimle.
Sadece çok hafif bir ışık ufku aydınlatıyordu. Ertesi
çarşamba Ardfillan panayırı vardı. Kate ve Jamie ile bir­
likte ben de panayır eğlencelerine katılacaktım. Dedem es­
kiden panayır eğlencelerinin elebaşısıymış. O eski günle­
rin panayırlanııı bana ballandıra ballandıra anlatmıştı.
— 141 —

Dedeme panayırdan hoşlanacağımı söylediğim zaman ba­


şını sallayarak karşılık verdi :
— «Hoşlanacağız oğlum, hoşlanacağız elbet.»
Jamie, saat ikide bize uyrayacağını söylemişti. Tam
dediği saatte de geldi. Fakat önceden kararlaştırdığımız
gibi bir vagonetle değil de değişik bir taşıt aracıyle gel­
mişti. Kate ile birlikte salonun penceresinde onu bekler­
ken sarı bir otomobilin kapı önünde durduğunu görünce
şaşırdık.
Jamie, başında yeni kasketiyle arabadan indi ve he­
men oracıkta bize durumu açıkladı: «Erkek kardeşiniz
Adam araba kiralar da ben kiralayamaz mıyım sanki?»
Argyll imalâthanesinde çalışan Sam Lightbody adın­
da bir arkadaşı çalıştığı yerden ödünç bir araba almıştı.
Bizleri de bu arabayla panayıra götürecekti.
Şoför mevkiinde oturan Sam ile tokalaştık. Delikanh
direksiyona sıkı sıkı yapışmıştı. Sanki arabayı benzinle
değil de kendisine can veren kanla yürütecekmiş gibiydi.
Onun tavsiyesi üzerine Kate, şapkasımn üzerine bir tül
sarmak için eve döndü. Biz de arabaya yerleşmeden önce
hayran hayran her tarafını inceledik. Tam bu sırada saçı
başı taranmış, elinde en güzel bastonuyle Dede bahçe ka­
pısından içeri girdi.
Arabayı gözden geçirerek: «Fevkalâde, fevkalâde,»
diye mırıldandı. Sonra birdenbire ciddileşerek Jamie’ye
döndü, «Torunumu ArdfUlan’a götürmene izin vereceği­
mi sanmıyorsun değil mi? Böyle ikinizi başınızda bir bü­
yük olmadan sokağa salıveremem. Torunum daha çocuk
sayılır.»
Kate çekine çekine: «Ah, Dede, sen davetli değilsin
ki,» diye mırıldandı.
Fakat Jamie gülmeye başlamıştı. Dedeyi iyi tanıyor­
du. Onları bir çok kereler Drumbuck birahanesinden bir­
likte çıkarlarken görmüştüm. Ellerinin tersiyle ağızlarmı
sile sile yürüyüşleri gözlerimin önünden gitmiyordu. Ja­
mie: «Bırak o da gelsin» dedi, «ne kadar kalabalık olursak
o kadar çok eğleniriz.»
— 342 —

Araba olduğu yerde şöyle bir iki kez sarsılıp gürültü


yaptıktan sonra nihayet hareket etti. Drumbuck yolun­
da ilerlemeye başladık. Kate ile Jamie, öndeki şoför ma­
hallinde oturuyorlardı. Kate’in tüylü şapkası hafif hafif
esen rüzgârla o yana bu yana sallanıyordu. Dedeyle ben
de arkadaki kanepeye bir güzel kurulmuştuk. Henüz yola
çıkmıştık ki Jamie’nin eli arkaya uzandı. Dedeye bir puro
ikram etti. Dedem hemen puroyu ahp yaktı, bacak bacak
üstüne attıktan sonra: «Aman çok güzel bir ğezi oldu bu,
Robert,» dedi. «İnşallah arabayı kasabanın içinden geçirir
de herkesin bizi görmesine fırsat verir.»
Zaten o sırada tren yolu köprüsünün altından High
Street’e doğru ilerliyorduk.' Birdenbire müthiş bir çığbk
koptu. Heyecanla doğruldum. Murdoch’un istasyonun çı­
kış yerinde durup bize el salladığmı gördüm. Biz yanından
geçerken şapkasmı çıkarıp hızlı hızlı sallamaya başladı.
— «Ah, dur Sam,» diye bağırdım, «Bizim Murdoch
orada.»
Araba korkunç bir gıcırtıyle fren yapıp durdu. Ara­
ba ani frenin etkiniyle olduğu yerde sallanmaya başlamış­
tı. Sam cam sıkılmış bir halde arkasına döndü. Bana öyle
geldi ki böyle beklenmedik bir zamanda durmanın normal
bir otomobUden beklenen bir görev olmadığma inanımştı.
Ama işte bizim Murdoch, oflaya puflaya yanımıza geliyor­
du. Zavallıcık o kaim elbiselerle koşmakta güçlük çekmiş­
ti besbelli. Arabanın arka kapısmdan içeri girip kanepeye
çökerken bağırdı; «Ben de sizlerle beraber geleceğim.»
Bir sessizlik oldu. Bizim bu davetsiz konukların ardı
arkası hiç kesilmeyecek miydi? Özellikle Dede böyle bek­
lenmedik bir zamanda yoldan alıkonmamıza içerlemiş gc^
rünüyordu. Fakat Sam, yeniden gaza basıp vites değişti­
rerek hepimizi arabanın içinde bir kez daha hoplattı ve
böylece mesele halledilmiş oldu. Çok geçmeden büyük
gümbürtülerle kasabanın yollarında ilerlemeye başladık.
Kulaklarımızı yalayıp geçen rüzgârdan sesimi duyu­
rabilmek için avazım çıktığı kadar bağırarak; «Sınav na­
sıl geçti, Murdoch?» diye sordum.
— 143 —

Murdoch; «Ah, fevkalâde,» dedi. «Gerçekten çok iyi


geçti.» Arabanın bir köşesine büzülmüştü. Dudakları ara-
lannuşü. Pek de solgun görünüyordu. Bana çok hızlı koş­
muş gibi geldi. Pek de gereği olmadığı halde şapkasıyla
kendini yelpazeliyordu. Konuşmak istiyormuş gibi ağzını
açtı, fakat birşey söylemeden kapadı.'
Şimdi konuşmak imkânsızdı. Kasabadan çıkmış Lea
Brae’nin kıyısından deniz kenarına doğru ilerliyorduk.
Önümüzde geniş körfez uzanıyordu. Güneş altında sulan
altın rengine bürünmüştü. Kıyı boyunca, o dümdüz yeşil­
likler arasında beyaz bir şerit gibi uzanıyordu yol. Batıya
doğru izleyeceğimiz yoldu bu. Mavi sislerin ötesinde de
daha mavimsi bir dev gölge vardı. O hiç gözden kaybol­
mayan bekçi BEN’di bu gölge. Aman bu ne güzellik. Ne
sakin ve göz kamaştıncı bir manzara. Peki ama bu güzel
manzarayı seyrederken niye yüreğim acıyle burkuluyor?
Ah, zavalh çocuk, güzellik her zaman onun kalbim sız­
latır zaten, içimi çektim ve kendimi bu zevkli gezinin acı
ve tath havasma kaptırdım.
Araba gayet güzel çalışıyordu: yokuş aşağı giderken
saatte yirmi mile yakın hız yapabiliyordu. Köylerden hız­
la geçerken köylüler evlerinüı kapılarma çıkıp şıaşkm şaş­
kın bizi seyrediyorlardı. Tarlalarda çahşan erkekler, yer­
lerinden doğrulup bu yeniliği hayran hayran seyrettiler,
Yalmz köyün hayvanları bizden pek hoşnut kalmatmşa
benziyorlardı, inatçı bir ineğe çarpmamak için Sam büyük
bir ustalıkla manevra yapmak zorunda kaldı. Havlayan
köpekler öfkeyle yanımızda koşuştular. Tavuklar horoz­
lar bizi protesto ederek tekerleklerin altından kaçıştılar.
Bir keresinde tavuk tüyleri yola saçıldı ama arkamızda
bıraktığımız beyaz toz bulutu, katliamı kimin yaptığını
gizlemeye yetti. Yalmz bu arada bir aksilik oldu. Makine­
mizin o cesur yenilmez kalbi yokuşta teklemeye başladı.
Panayma giden yayalar, halimize gülüp bizimİe alay et­
meye başladılar. «Yaa, hadi bakalım inin aşağı da itin
arabanızı.»
Saat dörtte ArdfiUan’a vardık. Temsillerin başlama­
— 144 —

sına daha bir saat vardı. Kate, annesine birşeyler almak


için dükkânları dıüaşırken Sam da arabayı durdurttu.
Kıyıdaki kare biçiminde yeşilliğe kurulan çeşit çeşit çadır­
ları seyre koyulduk.
Bir kenara büzülmüş olan Murdoch birdenbire derin
derin içini çekti. Sonra dövünmeye başladı. Araba sarsı­
lıyordu. Öyle ki, motorun kendikendine çahşmaya başla­
dığını zannettik. Fakat hayır, bu patlama Murdoch’un
içinden gelmişti :
— «İntihar edeceğim.» ' .
Bu tehdit Murdoch’un dudaklarından kopmuştu. Öyle
de yüksek sesle bağırıyordu ki, hepimiz bir anda onunla
ilgUendik. Yastıkları yumrukluyordu, gözleri evlerinden
uğramıştı. «Size söylüyorum işte, intihar edeceğim. Ben
Postanede çalışmak filân istemiyordum. Kabahat babam­
da. Kendimi öldüreceğim. Bunun sorumlusu da o olacak.
Bir katil.»
Dedem doğruldu: «Allahaşkma neyin var senin söy­
lesene.»
Murdoch, önce dedeme sonra hepimize baktı. Birden­
bire kekelemeye başladı. «Çaktım. Smavı yapanlar beni
eve gönderdiler. Bu sabah beni bir kenara çekip bir daha
sınava gelmememi söylediler. Sadece geri gelmememi söy­
lediler. Bunda bir yanhşhk olsa gerek. Çok iyi cevaplar
vermiştim.»
Başaramamıştı. Murdoch, başaramamıştı. Üzüntü
dolu bir sessizlik oldu. Zavallmm hıçkırıklan şimdi hepi­
mizi sarsıyordu. Çevremiz kalabalıklaşmaya başlamıştı.
Dedem Murdoch’u ceketinin yakasından tuttu. «Hey,
kendini topla biraz.»
— «Onun soğuk birşeye ihtiyacı var.» Bu sözleri
söyleyen Sam’di.
— «Vallahi doğru söylüyorsun. Onu erkek yapacak
birşeye ihtiyacı var.» Dedemle Jamie, bir külçeden fark­
sız olan Murdoch’u arabadan çıkardılar. Tam karşıdaki
Esplanada Vaults birahanesinin önüne götürdüler. Sam,
kapıyı açtı, loş ve serin dükkâna girerlerken Jamie arka-
— 345 —

sim dönüp seslendi; «Sen buralarda gezin, delikanlı. Biz


çok kalmayız.»
Bir süre «zavallı Murdoch,» diye düşündüm. Sonra
karşıya geçip ağır ağır yürümeye başladım. Çevredeki
köylerden de pek çok gelen olduğu için panayır yeri adam-
akılh kalabahklaşınıştı. Levenford’dan birkaç tamdık yü­
ze rastladım. Birdenbire gözüme bir karaltı ilişti. Ufak
tefek, güneşten yanmış, cesur görünüşlü bir karaltıydı.
Gavin’di.
Küçük bir grubım yanında tek başma duruyordu.
Açıkgözün biri rençberlere gerçek altın saat satmaya ça­
lışıyordu. Sonra başını çevirdi. Bu saçma kalabalığın ara­
smdan bakışlarımız karşılaştı. Yüzü kıpkırmızı kesildi.
Sonra bembeyaz oldu. Gözlerini başka tarafa çevirdi ama
durduğu yerden kıpırdamadı. Gerçekten de biraz sonra
benim tarafıma doğru birkaç adım attı ve dalgın dalgm
bir reklâm afişini incelemeye koyuldu.
Ben de birdenbire bu afişle Ugilenmiştim. Gerçi afiş
pek kaba saba düzenlenmişti ve üzerindeki yazılan ezbe­
re biliyordum ama çok geçmeden Gavin’in yanma gidip
büyük bir dikkatle afişi incelemeye koyuldum. Gavin pek
sararmış solmuştu. Benim de sinirlendiğim zamanlar ol­
duğu gibi gene yanağım seyirmeye başlamıştı. Artık önce
hangimizin konuştuğunu bilemeyeceğim. Zorlukla soluk
ahyordum. Gözlerimiz o eski afişe çakılmış kalmıştı.
— «Suç tamamen benimdi.»
— «Hayır, benimdi.»
— «Hayır, Robie, gerçekten suç benimdi. Senin baş­
ka bir arkadaş bulmanı kıskanmıştım. Yeryüzünde benden
başka bir arkadaşının bulunmasını istemiyorum.»
— «Sen benim tek arkadaşımsm, Gavin. Her zaman
da öyle kalacaksm. Yemin ediyorum. Ve gene yemin ede­
rim ki, suç benimdi. Benim İıudalalığımdan oldu ne ol­
duysa.»

Yeşil Yıllar — F : 10
— 146 —

— «Hayır, benim.»
— «Benim.»
Gavin, son sözü benim söylememe izin verdi. Ben da­
ha zayıf olduğum için Gavin’in bu davranışı büyük bir fe­
dakârlıktı. Afişin ilgi çekici bir yanı kalmamıştı. Birbiri­
mize bakmak cesaretini gösterdUı. Gavin’üı bakışlarından
onun da benim gibi üzgün ve kimsesiz kaldığını anladım,
Bu yeniden buluşma aradaki gerginliği birdenbire yoke
divermiş, dostluk bağlarımızı daha da kuvvetlendirmişti
Eskiden olduğu gibi sıkı sıkı tokalaşacak yerde onun ko
luna girdim. Elele kolkola, yürümeye başladık. Kalaba
lığın arasında kaybolduk.
Bando çalmaya başlamışü. Yüksek yakalı papyon
kravatlı yüksek sesle konuşan beyler, çadırların önlerin­
deki düzlüklerde müziğe ayak uydurarak sallanmaya baş­
lamışlardı. Panayır da bizim gözümüzde canlanmış, neşe-
lenmişti. Jamie bana bir florin harçlık vermişti. Gavin’in
de cebinde böl para vardı. Levenford’dan trenle gelmişti.
Ama şimHi benimle beraber dönebilirdi. Birbirimizden ay-
nlmamızm gereği yoktu. Bu düşünce sevincimizi bir kat
daha arttırdı.
Hindistan cevizi suyu içtik. Biraz sonra da üç hindis­
tan cevizini ortalarından ayırdık. Gavin bir tanesini çakı-
sıyle yardı, Hmdistancevizinin o güzelim tatlı sütünü göv­
deye indirdik. Panayırın çeşitU eğlence çadırlarım ziyaret
ettik. Nişan tahtalarında şansımızı denedik. Çok geçme­
den de kazandığımız armağanlarla kollarımız dolmuştu.
Hava karardı. Lâmbalar yakıh. Kalabalık daha da artmış­
tı, müzik hızlanmıştı. Bir ara gözüm Kate ile Jaıme’ye iliş­
ti. Birbirlerine iyice sokulmuşlar, kahkahalarla gülüyorlar­
dı. Sonra Dedemi, Şam’ı ve Murdoch’u gördüm. îki yana
yalpa vura vura bandonun önüne gelmişlerdi. Murdoch un
ağzında bir puro vardı. Şapkası yana kaymıştı. Gözleri de
bir başka türlü parlıyordu. Arasıra yerinden kalkıp garip
garip sesler çıkarıyordu.
Çok, çok geç olur. Nihayet yorgun fakat mutlu bir
halde hepimiz arabada toplandık. Kate, özellikle pek mut­
— 347 —

lu görünüyor. Sık sık Jamie’ye bakıyor. Gözlerinde şefkat


dolu bir parlaklık var. Murdoch, esrarengiz bakışlarla
Gavin’i süzüyor: «Hiç aldırmıyorum,» diyor, «vallahi hiç
aldırmıyorum. Zaten benim gibi aklı İşın d a bir kimse için
bu önemsenmeye değecek bir mesele değil.» Sonra da ha­
raretle Gavin’in eUni sıkıyor. Sam, arabayı hareket etti­
rirken Murdoch ile Dede de bir ağızdan güzel bir şarkı
söylemeye başlıyorlar... «Genevieve... Gen... e ...vieve».
Yolun yansında Murdoch arabadan aşağı atlıyor. Karan­
lıkta ağaçlar arasında kayboluyor. Kulağıma uzun uzun
öğürtüler geliyor.
Şimdi evimizin yolunu tuttuk. Gecenin serinliğinde
panayırın gürültüsünden patirtısmdan gittikçe uzakla­
şıyoruz. Arka kanepede dedem uyudu. Murdoch da başı­
nı onun omzuna dayamış. Kate ile Jamie yanyana oturu­
yorlar. Jamie, kolunu teyzemin beline dolamış, yeni çıkan
ayı seyrediyorlar.
Ben önde Gavin ile oturuyorum. Dostluğumuz yeni­
lendi. Bir daha asla ayrılmayacağız... Yani şeye kadar...
Ama, çok şükür biz daha bunu bilmiyoruz. Mutlu­
yuz ve güven doluyuz. Motorun düzenli sesinden başka bir
ses duyulmuyor. Sam, bizim yorulmak bilmeyen şoförümüz
de sessiz ve dalgın. Geceye doğru ilerliyoruz. Karanhğı,
meçhulleri, o erişilmez yıldızların alünda fethetmeye çalı­
şan iki çocuk var.
Gavin : «îşte ben böyle olmasını istiyorum,» diye fı­
sıldıyor.
Onun ne demek istediğini gayet iyi biliyorum.
ONALTINCI BÖLÜM

Dedemin, hiç kuşkusuz acı tecrübe sonucu benimse­


diği bir inanç vardı, çok gülmenin karşılığını mutlaka
ödememiz gerektiğini söylerdi. «Ey, insanoğlu, sabaha bu­
nun cezasını çekeceksin.» Panayır gezimizden sonra, sa­
bahleyin gerçekten çok üzüldük. Her zamankinden daha
geç yataktan, kalkmıştım. Evin içinde bir fırtmamn ha­
bercisi sayılan garip bir sessizlUt vardı. Murdoch hâlâ ya­
taktaydı. Baba işine gitmişti, Hannah Ana, bulaşık yıkı­
yordu. Dedem sıkmtıh sıkmtılı purosunu içiyordu. Burnu
her zamankinden daha kırmızıydı. Nedense beni yanında
görmek de istememişti. Tam ben aşağı inerken sokak ka­
pısı açıldı ve Haminnem içeri girdi. Bir gün önce dönmüş­
tü ama benim haberim olmamıştı. Sabahleyin de güzel
başlığını başma geçirip üç aylığını almak için fabrikaya
gitmişti. _
—^ «Ah, haminne,» diye bağırdım, «senin döndüğü­
nü bilmiyorum.»
Benim bu sevinç ve heyecan dolu karşılayışıma cevap
vermedi, yüzünde garip ve üzgün bir ifadeyle yürüdü.
Karşıma gelince drudu. Kara gözlerinde bir huzursuzluk
vardı. Beni de bir tasa almıştı.
Sakin fakat anormal bir sesle; «Robert, Robert,» diye
mırıldandı. «Senden bunu beklemezdim.»
Duvara yaslanıp kaldım. Bayan Minns’den mezhep
meselesini öğrenmiş olacaktı. Haminnemin bu işe sıkıla­
— 149 —

cağını önceden tahmin etmiştim. Fakat böyle müthiş bir


üzüntüye kapılması, yüzünün yemyeşil kesüip dişlerini
takırdatması beni hem şaşırtmış hem de korkutmuştu.
— «Eh, yarın öbür gün gene Haminnene dönmekten
kıvanç duyacaksın.» Haminnem bundan başka birşey söy­
lemedi ama sesindeki o ıstırap ve üzüntü dolu ifade beni
titretti. Ağzım bir karış açılmış halde j aşlı kadının yukarı
çıkışını seyrettim. Dedemin kapısmı vurup sert bir ta­
vırla içeri girdi.
Ben salona koştum. Benim doğuştan başka bir mez­
hepten olmam niçin haminnemin öfkesini kabartıyordu?
Niye böyle çılgına döndürüyordu onu? Bu sorunun cevabı
beni yenilgiye uğrattı. Değerli ve çevresindekilere örnek
olacak güçte bir kadındı belki hayatı boyunca da o mez­
hebe bağlı üç kişiyle görüşmüştü ve bu konuda inanıl­
mayacak derecede cahildi. Ama bu düşmanlık onda garip
bir tutkuydu. Benim komünyonuma geldiği için de Dedeyi
kolay kolay bağışlayamayacaktı.
Gerçekten de o sırada kulağıma yukardan öfkeli ses­
ler geldi. Dizlerim hâlâ titriyordu. Dedemin ayak seslerini
duydum. Salondan yavaşça dışarı çıktım. Dedem telâşlı
ve huzursuz bir halde şapkasım başına giyiyordu.
Birdenbire bana: «Yürü, oğul,» dedi, «artık buradan
çekip gitmemizin zamanı geldi.»
Dışarı çıktığımız zaman Dedemin pek sıkıntılı oldu­
ğunu farkettim. Hiç kuşkusuz Haminnem ona adamakıllı
eziyet etmişti ama bundan daha önemli bir üzüntü kay­
nağı daha vardı. Haminne gece geç vakit odasının pen­
ceresi önünde otururken Murdoch’un durumunu da gör­
müştü. Sabah kahvaltısında da bunu Babaya hatırlatmayı
bir görev bilmişti. '
Dedem, pek zorda kalmadıkça Babayla karşılaşma­
maya dikkat ediyordu. Çünkü damadının ondan yaka silk­
tiğini de biliyordu. Benim hatırladığım kadar damatla ka­
yın baba ancak bir kere uzun süre bir arada kalmışlardı.
O da Baba’nın büjüik işler yaptığına inanıp herkese övün­
düğü günlerdeydi. Dedemle bana yeni Levenford lâğım
— 150 —

tesislerini göstermişti. Fakat o günkü serüven de birden­


bire pek kötü bir şekilde sonuçlanmıştı. Baba, gururla bi­
ze yeni lâğım tesislerini gezdirmiş, çeşitU bölümlerdeki ça­
lışmalar hakkında bilgi vermişti. Bu sistem, lâğım suları­
nı temiz içilecek su haline getiriyordu. Baba bir bardak
alıp suyla doldurdu.
— «Bak iç de gör.»
Bulanık sıvıyı pek gözüm tutmamıştı. VerUen emri
yerine getirmekte tereddüt ettim.
— «Maalesef ben susamadım,» diye kekeledim.
Bunun üzerine Baba bardağı Dedeme uzattı. Dedem
bütün gün yüzünden o sevimli gülümseyişini hiç eksik
etmemişti.
Dedem sakin bir tavırla: «Ben hiç bir zaman suya
tiryaki olmadım,» dedi. «Üstelik bu bulamk sıvıyı hiç ca­
nım çekmedi.»
Baba bağırdı: «Bana inanmıyor musun?»
Dedem gülümsedi: «İnanacağım ama sen de bu sudan
içersen...» Baba bardağı elinden fırlatıp oradan uzaklaştı.
GeneUikle iki erkek pek ender rastlaşıyorlardı. İkisi­
nin de yolları ayrıydı. Eğer Dede, müfettişi kasabada gö­
recek olursa hemen ustaca bir manevrayla geri dönüyordu.
Fakat şimdi mutlaka bir çarpışma olacaktı. Sabahın aya­
zında Murdoch’un kaçamağı daha da ağır bir suç hava-
sma bürünmüştü. Baba, müthiş muhafazakârdı. «İçki»
onun gözünde bir zehirdi. Üstelik içkiye para harcamak
da korkunç bir israftı. Murdoch’un başarısı^ğına da
müthiş öfkelenmişti. Oğlunu havailiğe alıştıranlara neler
yapacağım kestirmek güçtü. Herhalde öfkesini onlardan
çıkaracaktı.
Evden iyice uzaklaştığımız zaman Dedem adımlarını
yavaşlatıp bana döndü; «Bereket ki bizim de kendimize
göre kaynaklarımız var, Robie,» dedi. «İstersek hır iki
lokma verecek dostlar var. Antonelli’leri ziyaret edece­
ğiz.»
Büyük bir utanç içinde durdum. «Ah, hayır. Dede,
bunu yapamayız.»
— 151 —

— «Niye yapamaznuşız?»
— «Çünkü...» sustum. Ama ona gerçeği söylemem ge­
rekiyordu. Yüzüne bir kapımn kapanmasına dayana­
mazdım.
Dedem hiç bir şey söylemedi, ağzmdan tek kelime bile
çıkmadı. Bütün kusurlarma rağmen hiç değilse sessiz se­
dasız acı çekmeyi bilmesi bir meziyetti. Ama bu acı bir
darbe olmuştu. Yüzü bir acayip renk aldı. Drumbuck’a
dönüp Saddler ve Peter Dickie’yle efkâr dağıtacağını san­
dım. Fakat hayır, High Street’ten aşağı yürümeye devam
etti. Beni kasabanm güneyinde hiç görmediğim bir semte
götürüyordu.
— «Nereye gidiyoruz, Dede?»
— «Istırap sularında yıkanmaya gidiyoruz.»
Dediğini gerçekten yapacak mıydı yoksa, Ardfil-
lan’ın o tuzlu rüzgârı onda kıyıya gitme isteğini ım uyan­
dırmıştı yoksa üzüntü kaynaklarından mümkün olduğu
kadar uzaklaşmak için mi bu çareye baş vurmuştu, bilmi­
yorum. Fakat çok geçmeden KnDxhiU çayırını geçtik,
kendimizi limanm hemen alt klanımdaki körfezde bulduk.
Burası hiç de öyle cazip, romantik bir kıyı değildi. Düm­
düz kayalar, iri yosunlarla kaph iğrenç bir yerdi. Sular
çekümişti. Karşıdan su kurşunî renkte görünüyordu.
Fabrikanm yüksek bacaları hâlâ görünüyordu. Tersane­
den çekiç sesleri geliyordu. Çamaşırhanenin pis sulan bize
doğru akıyordu. Bu da manzarama çirkinliğini örtecek
yerde büsbütün arttınyordu.
Rüzgârda bile kötü bir koku vardı. Ama işte nihayet
Dedemin aradığı o huzur dolu sessizliği bulmuştuk. Yere
oturup çizmelerini çoraplarını çıkardı. Pantolonunun pa-
çalannı dizlerine kadar kıvırdı, ıslak kumlan geçip pis
sulara ayaklarım soktu. Kurşunî renkli sulann Dedemin
iri kemikli zayıf bileklerini yalayışmı seyrettim. Sonra
ben de kendi pabuçlanmı ve çoraplanmı çıkardım. Dede­
min ayak izlerinden yürüyüp onun yanına gittim.
Biraz sonra Dedem şapkasını; o harikûlâde şapkasını
çıkardı. Oysa ben Dedemi hep bu şapkayla görmeye alış­
— 152 —

mıştım, onıuı şapkasız halini gözlerimin önünde bile can-


landıramıyordum. Bu şapkanm başka şapkalarda olma­
yan pek çok özelliği vardı. Üstelik şapka Dedemin başım
korumaktan, bir kilodan fazla böğürtlen taşımaya varın­
caya kadar çeşitli işlerde kullanılıyordu. Bundan sonra da
daha kimbilir hangi işlerde kullanılacaktı. İşte şimdi de
Dedem yere eğümiş o acıklı deniz kıyısından topladığı bö­
cek kabuklarını ve midyeleri şapkasının içine dolduruyor­
du.
Böcek kabukları tertemiz ve bembeyazdr. Sularla bir­
likte kabaran kumlarm arasında bir beş metelik büyüklü­
ğünde lekeler meydana getiriyorlardı. Midyeler ise mo­
rumsu renkteydiler. Kayaların kenarlarındaki yosunların
arasındayddar. Bir şapka dolusu böcek ve midye topla­
dıktan sonra Dedem doğruldu. Ashnda tasah sulara hita-
bediyordu ama «Oğul» dedi, «ben belki kötü bir adamım
ama dedikleri kadar da değilim.»
Kıyınm çah çırpıyla dolu kuru yerinde bir gemiden
atılmış olan kuru bir saman yatağı paralayıp samanla-
rıyle ateş yaktık. Dedem, midyeleri pişirirken kabuklu
böceklerin nasıl yeneceğini öğretti. Böceğin kabukları
açılsın diye bir süre ateşe tutuyordunuz sonra da hemen
kabuğu ağzınıza götürüp içindeki sıvı.vı emiyordunuz.
Dedem bunları karideslerden daha çok beğendiğini söy­
lüyordu. Bunlardan bol hol da yedi. Herhalde böcekle­
rin o tuzlu yapışkan sıvısı Dedemin içinde bulunduğu ruh
halini temsil ediyor olmalıydı. Ben bunlardan pek hoşlan­
madım ama midyeler ağzıma pek uydu diyebilirim. Mid­
yelerin kabukları güzelce açılıyordu. Sonra içlerinde de
et tadında bir madde vardı. Bunlar pek hoşuma gitmişti.
Yemek fash bitince Dedem ciddi ciddi gülümseyerek,
«Bulaşık derdi yok,» dedi. Piposunu yaktı, dirseğini yere
dayayarak kumlara uzandı. Çevresini dikkatle inceliyor­
du. Gene bir düş peşindeydi mutlaka. Sanki tuz onu su­
satmış gibi mırıldandı: «Bir yudum içki olsaydı.»
Burada Dedemin karakterinin önemli bir özelliğini
belirtmek zorundayım. İçkiye karşı bir düşkünlüğü, daha
— 153 —

doğrusu zaafı vardı. Bazı akşamlar onun zorlukla merdi-


venlari çıktığını, şuraya buraya çarpa çarpa yürüdüğünü
ve bir yandan da kendikendine neşeli şarkılar mırıldandı­
ğım duyduğum olurdu. Ama Dedem alkolik değildi. Adam’-
ın ondan söz ederken «ihtiyar serkeş» deyimini kullanması
büjüik haksızlıktı. Gerçi Dedemin çılgınca içki içtiği za­
manlar da oluyordu ama arada uzun süre ayık kaldığı da
bir gerçekti. Levenford’un Cumartesi akşamı fasıllarına
hiç katılmazdı. Hayatı boyunca cesur olmak ve güzel şey­
ler yapmak istemişti. Bu öylesine kuvvetli bir istekti ki,
yaşlılık devresinde bunlan gerçekten başardığına kendini
inandırmıştı. Gerçekte ise meslek hayatı bir hay-huy için­
de geçmişti. Dedeleri bir zamanlar hali vakti yerinde ki­
şilermiş. Babası, iki amcasıyle ortaklaşa ünlü Glen Nevis
damıtma tesislerini kurmuş. Bir aile albümünde büyücek
bir sayfiye evinin önünde eUnde silâhı ve iki yanında av
köpekleriyle poz vermiş bir delikanlınm fotoğrafına rast­
lamıştım. Hannah Ana fotoğraftaki delikanlınm Dedem
olduğunu söyleyince nasıl şaşırdığımı bilemezsiniz. Hannah
Ana, içini çekerek: «Gow’lar yaşadıkları devirde neşeli ve
önemli kişilerdi, Robie,» dedi. Aile servetini mahveden de
malt vergisi olmuştu. Dedemin o felâketten sonra Leven-
ford sistemine ayak uydurarak mühendis çıraklığına baş­
lamaya zorlandığım şimdi biliyorum. Ama Dedem ‘mes­
leğini’ öğrenememişti. Fazla sabırsızdı. Daha sonra da
kendisine tapan basit bir ailenin kızıyle zoraki bir evlilik
kurması onu hırdavatçılık yapmaya yöneltmişti. Bu işde
de başarısızhğa uğrayınca, sırasıyle katiplik, çiftçi yamak­
lığı, bayrakçılık, bir buharlı gemide bilet kontrolörlüğü
yapmış. Nihayet çok sevdiği şair gibi o da Glen Nevis Şir­
ketindeki tanıdıklarının yardımıyle vergi tahsildarı olup
çıkmıştı.
Başarısızlığından ötürü kendine kızması ve dost can­
lısı olması değersiz kişilerle bir arada çalışmak zorunda
kalması, onu içkiye düşürmüştü. Ama hiç bir zaman iğ­
renç bir sarhoş değildi. İçki ihtiyacı daima anide gelip
geçen cinstendi. Karakterinin garipliği, birbirine zıt duy-
— 154 —

gulann etkisi altmda kalması onu içkiye susatıyordu. Bir


bakarsınız aslan kesilmiş, beni savunmaya çalışıyor, bir
de bakarsmız ki... neyse, bundan daha sonra söz edece­
ğiz.
Şu anda. Dedemin içki içmek istemesi, Haminnemin
onu haksız yere suçlamasından duyduğu üzüntüden ileri
geliyordu.
Birdenbire: «Birisi,» diye söze başladı, «evime adımı­
nı attığı andan itibaren gırtlağıma yapıştı. Bana yaptık­
larım karşılıksız bırakmamalıyım. ‘Murdoch’u mahva sü­
rüklemek’. Dedem sustu. Üzgün üzgün piposunu sUkti.
«îşte ‘Adaların Efsanesi’ geliyor... Kyles’ı turundan dönü­
yor anlaşılan... Tenezzüh gemisi o.»
Kalabahk eğlence gemisi nehirden aşağı sulan kö-
pürte köpürte ilerlerken onu hayran hayran seyrettik.
Gemideki Alman bandosunun çaldığı o tatlı yumuşak mü­
zik rüzgârla bize kadar geliyordu. Dalgalar yuvarlana
yuvarlana bize yaklaşırken bandonun sesini hâlâ duyu­
yorduk. Ah, biz zavallı meteliksiz kaldınm mühendisleri,
o gemide olmayı nasıl da cammız çekiyordu.
Dedem acı bir sesle öyküsünü özetledi: «Başlangıçta
yani karımın ölümünden sonra Lomond View’ya geldiğim
zaman kadm benimle dost geçinmek istiyormuş gibi dav­
randı. Çoraplarımı onardı, terliklerimi şöminenin önüne
koydu. Daha sonra pipoyu bırakmamı söyledi. Kokusu
onu rahatsız ediyordu. Ben bu isteğini geri çevirince sa­
vaş başladı. O günden beri de hep benim aleyhime çahşı-
yor.
Tabii onun durumu benimkinden çok daha iyi. Bir
kere kimseye muhtaç değü. Yemek yemek için aşağıya
iniyor. Levenford Herald gazet^ini de benden önce alıp
okuyor. Cumartesi akşamı sıcak suyu oluyor, sabahlan
da banyoyu benden önce kullanıyor. Sana dediğim gibi
oğul, bu kadan da sütü ekşitmeye yeter.
Başka gemiler de geçti. Kıyıyı çepeçevre dolaşan di­
lenci postalan geçti. Beyaz bacalı ‘Kraliçe Alexandra’
buharlı gemisi geçti. Daha sonra da kocaman bir yolcu
— 155 —

gemisi göründü. Arjantin için Marshall Kardeşler tara­


fından inşa edilen muazzam bir gemiydi bu. Gayet ağır
ağır ilerliyordu. Arkasındaki pervanesi suda büyük bir
köpük yığını bırakıyordu. Dedem köprüde bir gözcü bu­
lunduğunu söyledi. Gemi körfezin ötesinde gözden .ijdce
kaybolup küçücük siyah bir nokta haline gelinceye kadar
yaşlı gözlerle onu seyrettim.
Dedem de kara kara düşünüyordu. Bir Marshall ya­
pısı gemi gibisi yoktu. Ciyde, dünyanın en soylu nehriydi
ve Robert Bums de dünyanın en büyük ozanıydı... Bir İs­
koç üç Ingilizi tepeleyebUirdi... Hem de elleri arkasma
bağlı olsa bile... Ama herhangi bir erkeğin bir kadmdan
baskın çıkması çok zordu. Daha uzun bir sessizlik oldu.
Birdenbire Dedem kararlı bir tavırla doğruldu, elini hızla
kalçasına vurdu.
— «Allahın yardımıyle bunu başaracağım.»
Tath tatlı hayallere daldığım için Dedemin bu ani
çıkışı beni şaşırttı. Onım da benim gibi kötü düşünceler­
den sıyrılıp tath hayallere daldığmı sanmıştım. Ama dö­
nüp de yüzüne bakınca Dedemin üzgün olmadığmı gör­
düm. Kesin bir karara varmak yüzünü aydınlatmıştı. Bur­
nu bile ışıl ışıl parhyordu. Ayağa kalktı :
— «Hadi, yürü, oğul,» dijre kısık bir sesle birkaç
kez tekrarladı. «Hay Allah günlerini görecekler onlar.»
Kasabaya doğru hızla yol ahrken kilise kulelerine ba­
karak saatin kaç olduğunu anlamaya çahşıyordu.
— «Nereye gidiyorsun. Dede?»
— «Önce şu sevimli Antonelli’lere bir uğrayaca­
ğım.» Bu sözlerin beiıdeki etkisini azaltmak için hemen
ekledi : «Canım arka kapıdan uğrayacağız.»
Dedem, Antonelli’leriıı arka kapısına giderken ben
de korkumdan köşebaşında bekledim. Dedemin gözden
kaybolması ancak birkaç dakika sürdü, ama ben onu es­
kisi gibi sapasağlam karşımda görünce rahat bir soluk al­
dım. Alacakaranhkta tekrar yola düzüldük. Dedem, ten­
ha ‘arka yolu’ tercih etmişti.
Yolda yürürken arasıra yan gözle ona bakıyor, gayet
— 156 —

ciddi ve kararlı bir tavırla hiç istifini bozmadan yürüdü­


ğünü görüyordum. Başlannm üzerinde ağır yük taşıyan
hamalların o garip hareketli hareketsizliği içinde yürüyor­
du. Biraz sonra şapkasının başından yukarı hafifçe yük­
seldiğini ve tekrar kaşlarının üzerine indiğini gördüm. Ge­
ne de tahmin edememiştim. Ancak şapkanm arkasmdan
ince bir kuyruk aşağı uzanınca, Dedemin şapkasının altm­
da maymun Nicolo’yu sakladığını anladım.
Şaşkınlıktan konuşamıyordum bile. Fakat Dedem,
maymunu gördüğümü farketmişti. Dikkatle b ^ a bakarak
mırıldandı: «Şey, hayvancık şapkamı sevdi,» dedi. «Onu
şapkanm içine yerleştirmek hiç de zor olmadı.»
Lomond Vievr’ya vardığımız zaman hava enikonu ka­
rarmıştı. îşte o zaman Dedemin zamanı gayet güzel ayar­
ladığını sezinledim. Büyükbaba, Perşembe geceleri saat
yedi buçukta Yapı Derneğinin toplantısına giderdi. De­
demin odasına kimseye görünmeden girdik.
Nicolo’nun sağlık durumu pek de iyi değüdi. Bizi ha­
tırlamıştı, bu da çok isabetli olmuştu. Çünkü yabancı yüz­
ler hayvancağızın huzurunu kaçırıyordu. Ama bu yabancı
çevre Nicolo’yu hiç de rahatsız etmemişti. Odanın içinde
gezinip herşeyi dikkatle ve hayretle inceledi. Galiba evden
çıkarılmadan az önce kamı doyurulmuştu. Onun için neşe­
si yerindeydi. Dedemin verdiği şekerlemeleri de almak is­
temedi.
Dedem, maymmıa karşı pek kayıtsız davranıyordu.
Zaten hayvanlara daima biraz soğuk davranırdı. Onlarla
içli dışlı olmaya asla yanaşmazdı. Gerçekten de. Bayan Bo­
somley’in yanında kadıncağızın kedisi Mikado’ya karşı
büyük sevgi ve şefkat gösterdiği halde, hayvanı yalnızken,
karanlıkta gördü mü hemen arkasına sert bir tekme indi-
riverirdi.
Saat dokuz... Sofadaki gürültü Haminnemin banyo­
ya gittiğine işaretti. Karanlıkta hazırol vaziyette bekleyen
Dedem hemen harekete geçti. O yaştaki bir kimseden
beklenmeyecek derecede büyük bir çeviklikle Nicolo’yu
kavradığı gibi kapıdan dışan fırladı. Birkaç saniye geçti.
— 157 —

Dedem geri dönmüştü, ama maymun yamnda değüdi.


Bembeyaz kesildim. Nihayet Dedemin dört başı ma­
mur bir intikam kampanyasına giriştiğini anlamıştım. Tir
tir titreyerek otururken de kötü birşeylerin olacağım da
hissediyordum. Dedemle beraber oturuyorduk. O da sinir­
liydi. Tırnaklarmı kemirerek Haminnemin ikinci kez so­
fadan geçişini dinledi. Odasına girdiğim, soyunmaya baş-
ladığmı duyduk. Karyolasının gıcırtısından yatağa girdi­
ğini anladık. Sessizlik, müthiş bir sessizlik. Sonra bir çığ­
lık... bir daha... bir daha.
Bundan sonra olaıılan Haminnemin ağzından dinle­
melisiniz. Onun kullandığı deyimleri hiç değiştirmeden ol­
duğu gibi nakletmek istiyorum. Aksi halde hikâyenin özü
kaybolur. Haminnem yıllarca sonra da bu hikâyeyi de­
falarca tekrarlamıştır. Daha çok da arkadaşı Tibbie
Minns’e bu hikâyeyi anlatırdı hem de korkunç bir ciddiyet
içinde yapardı bunu. Bunu her zaman Haminnemin Şey­
tanla karşılaşması diye nitelendirmeme de hiç şaşmamalı.
îşte hikâye şöyleydi :
«Eee, Tibbie, işte o Şeyin geldiği gece benim duru­
mum hiç de her zamanki gibi değildi. Hem hastaydım hem
de camm sıkılıyordu. Sırtımdakileri çıkarmış güzelce kat­
layıp sahncaklı iskemlenin üzerine koymuştum. Geceliğimi
de giymiştim. Tam bir hıristiyan gibi duamı okumuştum.
Gece odayı görebileyim diye başucumdaki küçük lâmbayı
da yakmıştım. Derken başımı yastığa koyup da kendimi
tanrıya emanet edip uykuya dalacağım sırada o şey göğ­
süme sıçramasın mı? Hemen gözlerimi açtım. Karşımda
o insan düşmanı o titrek kara gözleriyle bana bakıyordu.
’ Yo, yo, yo, bu bir rüya değildi. Tibbie, tam aksine.
Ben daha uyumamıştım. Hem biliyorsun ben öyle otur­
duğu yerde olmayacak hayaller de kurmam. Uyamkken
rüya da görmem, işte Şeytanm ta kendisiydi orada du­
ran. Kuyruğunu sallayıp sırıtarak birşeyler söylemeye
çalışıyordu. O iri dişlerini bana gösterip gıcırdatarak sanki
cehennem çukuruna sürükleyecekmiş gibi duruyordu. Ben
öyle kolay kolay korkmam, Tibbie, bunu sen de kabul
— 158 —

edersin, fakat bu kez korkudan kemiklerim takırdamaya


başladı. Bağıracaktım ama sesim de çıkmıyordu ki. Bı­
rak onu, bir dua bile mırıldanamıyordum. Orada bir ceset
gibi hareketsiz yatmış, canavarı seyrediyordum. O da
karşımda durmuş bana bakıyordu.
Derken birdenbire garip sesler çıkararak göğsümde
hoplamaya başladı. Sanki ben bir midilliydim o da üze­
rime binmiş bir yere gidiyordu. Sana söylüyorum, Tibbie,
şimdi bunlan anlatırken heyecandan soluğum kesiliyor
ama o dakikalarda hiç soluk alamıyordum. Bedenimi pen­
çelerinin arasmda sımsıkı tutuyordu. Bir yandan da başımı
yayık gibi sallıyordu, iyice soluk alamaz hale gelinceye
kadar üzerimde zıpladı durdu. Tibbie kardeşim, gerçek­
ten korkmuştum.
Şeytan’ın gözleri de birer kor gibi parlıyordu. O ca­
navar da bana her istediğini yaptırtıyordu. Saçlarımı iyi­
ce çözünceye kadar da benimle uğraşmaktan vazgeçeme­
di. Geceliğim de vücudumdan kaymış, yan çıplak kalmış­
tım.
Ah o dakikada şimdiki gibi düşünebilseydim de ona
admı bildiğimi belirtseydim. Ama o dakikalarda aklım
başımda değildi. Yapabildiğim tek şey, gayet alçak bir
sesle ‘Git, Şeytan git,’ diye yalvarmak oldu.
Belki pek hafif bir yakarmaydı bu ama öyle sa­
myorum ki o canavarı biraz yola getirdi. Yatağın üzerinde
hoplayıp duruyordu. Derken hafifçe gülümseyerek benim
takma dişlerimi aldı, elinde oynamaya badadı. Sanki
kendi ağzına yerleştirmeye niyetlendiğini sezdim.
Sana birşey söyleyeyim mi, Tibbie, beni kurtaran da
belki bu oldu. Dişlerimle oynadığım görünce herşeyi göze
aldım. Kanım beynime sıçramıştı. Yerimden kalkıp yum­
ruğumu ona salladım: «Seni canavar seni,» diye bağır­
dım, «Buraya tanrı mı gönderdi seni.»
Daha ben ‘Tann’ kelimesini ağzıma alır almaz, cana­
var acayipleşti. Kulakları tırmalayan korkunç bir çığlık
kopardı. Yatağın içinde delUer gibi yuvarlanmaya başladı.
— 159 —

Tırnaklanyle çarşafları paralayacaktı sanki. Allahtan o


gece hava çok sıcak diye yatak odamın kapısmı kilitle­
memiştim. Ben yatağımda her tarafım tir tir titreyerek
Yaradana şükrederken o da açık kapıdan dışan süzüldü.
Bir kaç dakika yerimden kıpırdayamadım. Ama sonunda
yerimden kalkıp gaz lâmbasmı yakınca Tanrının beni ko­
ruduğunu bu korkunç işkenceye dayanacak gücü bağışla­
dığını düşündüm. Ve ona şükrettim.
Canavar dişlerimi çalmamıştı, kınp atmamıştı da.
İçinden gelen o korkunç kötülük yapma isteğiyle dişleri­
mi yatağın altındaki lâzımlığa atmıştı.
ONYEDÎNCİ BÖLÜM

Erteâ Sah, yaz tatili sona erdi. Kate ilk okuldaki


derslerine başladı hen de Akademiye döndüm. O günü ga­
yet iyi hatırhyomm. Dedemi bir bulut gibi saran neşe­
sizlik, umutsuzluk o gün son haddini bulmuştu. Bu duygu
bana da ondan geçmişti. Büyüdüğüm zaman da hayat
karanlık ve değersiz göründüğü zaman üzerime çöküyor­
du. '
Hava sinir bozuculuğunu sürdürüyordu: haminnem
odasmdan çıkmıyordu. Murdoch, ortalıkta görünmüyordu.
Gizlice ana okulundan Bay Dalyrmple’m yanında çalışma­
ya başlamıştı.
Dedem, arkadaşlarıyle buluşmaya istekli görünmüyor­
du. Yazılacak kopya işi de yoktu. Sıcak havayla Babamıı
öfkesine dayanmaya çalışmaktan başka yapılacak birşey
yoktu. Yaşlı adam çok hırpalanıyordu. Ancak kuş beyinli
biri ona tütünü yasaklayabilir. Yanılmıyorsam, Dedem’in
son sözü söylemesini çabuklaştıran da bu oldu sanıyorum.
Zavallıcık boş pipoyu kederli kederli parmaklarıyla yok­
larken «Bunun ne faydası var. Oğul... Ne faydası var»
diye acı acı söylendi.
Ertesi sabah perdemin arkasında giyinirken Baba da
kahvaltı sofrasında ihtiyar adam için söylenip duruyordu.
Bu sırada Hannah Ana aşağı indi, şaşkın ve perişan bir
sesle bağırdı: «Dede yukarda yok. Acaba nereye gitmiş
olabilir?»
— 161 —

Bir sessizlik oldu. Babanın şaşkınlığı öfkeye dönü-


şünceye kadar sürdü bu sessizlik. «İşte bu da bardağmı
taşıran son damla oldu. Onu yemek saatinde buraya geti­
rin yoksa ben hesap sormasuu bilirim.»
Camm sıkılmış fakat telâşlanmamış bir halde Ga­
vin’le birUkte Akademiye yürüdüm. Aynı şubede olduğu­
muzu öğrenmekle kalmadık, smıfta da yerlerimizin yan­
yana olduğunu gördük. Bu ve yeni kitaplar gündüz beni
biraz oyaladı. Kitaplarımı geri getirip Hannah Ana’ya
kaplatacakhm. Fakat o akşam çay sofrasına oturduğu­
muz zaman Hannah Ana’nın kızarmış gözlerinden ve Ba­
ha’nın garip tavırlarından önemli bir mesele olduğunu se­
zinledim.
— «Daha ortalıkta görünmedi mi?»
Hannah Ana, üzgün üzgün başmı salladı.
Baba, parmaklarım masanm kenarına vurarak tram­
pet çalmaya başladı. Tostunu da öyle hırsla yiyordu ki onu
gören Dedemin başını gövdesinden koparmaya çalıştığmı
düşünebilirdi.
Bir sessizük. Biraz önce sofraya gelmiş olan Murdoch
ortaya bir fikir attı: «Belki başına birşey gelmiştir.»
Baba, talihsiz oğlana öfkeyle baktı. «Kes sesini bu­
dala. Sen akılh olma şansım kaybettin.»
Murdoch, büzüldü kaldı. Bunu da daha sıkıntılı bir
sessizlik izledi. Nihayet Baba sıkmtısmdan tekrar konuş­
maya başladı. «Böyle bir belâyla uğraşmak en normal
şartlar altında bile zor gelir insan. Hele geceleri sokak­
larda dolaşmaya, meyhanelerde içip içip körkütük sar­
hoş olmaya başlayınca iş daha da zorlaşıyor.»
Hannah Ana sözünü kesti. Nihayet o da kendini to­
parlamış, isyan edecek'; gücü kendinde bulabUmişti.
«Onun böyle birşey yaptığmı nereden büiyorsun?»
Baba, suçüstü yakalanmış gibi şaşkın şaşkın karısına
baktı.
Hannah Ana sözlerini sürdürdü: «Zavallıcığın cebin-

Yegll Yıllar — F ; 11
— 162 —

de bir meteliği bile yok. Herkes onu iter kakar, söver sa­
yar. Körkütük sarhoş olmuş ha. Son zamanlarda ona ya­
pılan muameleyi düşündükçe ümitsiz, çaresiz kalıp çok
korkunç birçey yapmasa bari diyorum.» Hannah Ana ağ­
lamaya başladı.
Murdoch, haklı çıkmıştı. Kate, hemen annesinin ya­
nına gidip onu yatıştırmaya çalıştı. Tehdit dolu bir sesle
de; «Baba, gerçekten birşeyler yapmalısmız. Cebinde hiç
parası olmad^ma göre buradan fazla uzakl^ısamaz.»
Baha’nın da yüzünden düşen bin parçaydı. «Ondan
sonra komşuların diline düşelim ha... Şimdiye kadar kat­
landığımız sıkıntı yetmiyor mu?» Masadan kalktı. «Ya­
nımda çahşanlara söyledim. Kasabada dolaşırlarken göz­
lerini dört açıp etrafı kolaçan edecekler. Benden bu ka­
dar, Başka bir şey yapamam.»
Babanın yanında çalışanlar Archibald Jupp adında
zayıf bir yardımeıyla şişko bir tembel oğlandan ibaretti.
Jupp günün birinde Baha’nın yerine geçmek istediği içüı
çalışmaya oraya buraya koşuşturmaya pek hevesli görü­
nüyordu. Şişko oğlan o kadar ağır yürüdü ki, dökümha­
nede ve kasabada ona ‘Yıldırım Haberci’ adını takmış­
lardı. Gerçi sonradan yanüdığım meydana çıktı ama ben
bu ikisinin ortaklaşa bir iş yapabileceklerine hiç ihtimal
vermiyordum. Dedemin son günlerdeki ümitsiz çaresiz gö­
rünüşünü de hatırlayınca adamakıllı korkmaya başladım.
Ertesi sabah; Dede mede yok, bir iz bile yok. Evi
üzüntü ve kuşku dolu bir hava bürümüştü. Öğleyin hâlâ
bir haber çıkmayınca Baba elini masaya vurdu. Önemli bir
açıklama yapan bir kimse gibi kararh bir sesle; «Adam’a
telgraf çekilsin,» dedi.
Evet, evet. Adam çağnimah; bu en iyi ve en akla
uygun çareydi. Fakat bir telgraf... Ev içinde adı bile pek
duyulmamış olan bu ölüm kokan haberci korkunç bir so­
nun kehanetini yapıyordu sanki. Hannah Ana, Mur­
doch’un yardım isteğini reddetti, şapkasmı başına geçirip,
başı bir yana eğilmiş bir halde hızh hızh Drumbuck Pos­
tanesine telgraf çekmeye gitti. Bir saat içinde telgrafa
— 163 —

cevap getoişti. «YARIN — PERŞEMBE GÜNÜ SAAT


ÜÇTE ORDAYIM — ADAM.»
Ciddi bir iş yapar gibi hemen karar vermesi hepimizi
ümitlendirdi, iyimser olmaya zorladı. Hannah Ana, tel­
grafı da Adam’ııı mektuplarını, okul karnelerini, eski
para zarflarını ve hattâ bir tutam saçını sakladığı özel
çekmeye kaldırırken: «Adam bir tanedir,» dedi.
Fakat ertesi gün. Adam gelmeden çok müthiş bir ge­
lişme oldu. Baba, gün ortasında bürodan eve döndü. Ben
de sıkıntılı sıkmtıh evin içinde oyalanmaya çalışıyordum.
Baha’nın yanında Archie Jupp vardı. Baba, Hannah Ana’-
mn yanma giderken Jupp da taşbkta bekledi. Baba, kısa
bir tereddütten sonra yüzünde ciddi ve şefkatli bir ifa­
deyle konuştu:
— «Ana, kendini hazırla. Dedenin şapkasını şey’de
buldular... Parktaki gölün sularında buldular...»
Şapkayı bulan Jupp, bizim şaşkın bakışlarımız kar-
şısmda şapkayı cebinden çıkardı.
«Gölün derin kısmında yüzüyordu. Bayan Leckie.
Kayıkhanenin karşısında.» Yatıştırıcı bir sesle konuşu­
yordu: «Orada olabileceğini hissettim.»
Sular sızan şapkaya dehşet içinde baktım. Hannah
Ana da şapkanın orada bulunmasının ne demek olduğunu
anlaymca yanaklarından aşağı yaşlar süzülmeye başladı.
Archie Jupp, teselli etmeye çahşarak: «Sakin olun.
Bayan Leckie,» dedi. «Belki de önemli birşey yoktur...
Hiç bir şey yoktur...»
Baba, Hannah Ana’ya çay pişirmek için mutfağa git­
mişti. Çay fincanını şefkatle kansına uzattı. Kadıncağız
binbir zorlukla çayım içip bitirinceye kadar da başında
bekledi. Sonra Archie Jupp’u alıp bürosuna döndü.
O gün öğleden sonra Adam, çizgili pantolon, koyu renk
ceket, kurşunî kravatına iliştirilmiş İncili bir iğneyle eve
geldi ve hemen duruma hâkim oldu. Sakin ve etkileyici bir
haya içinde masaya oturdu ve Dede hakkında öğrenilen­
leri dikkatle dinledi. Hattâ benden de Dedemin son günler­
— 164 —

deki üzgün ve ümitsiz görünüşünün öyküsünü öğrendi.


Sonra da «Polise durumu bildirmeliyiz,» dedi.
Bu korkunç kelimeden sonra üzerimize bir sessizlik
çöktü.
Baba itiraza yeltendi: «Ama Adam... Benim duru­
mum...»
Adam, sakin bir tavırla cevap verdi: «SevgUi babacı­
ğım, yaşlı bir adam suya atlayıp boğulmayı kafasma koy­
duysa, bunu pek gizli tutamazsın. Haa, unutma3nn, ben
bu işe karışmıyorum ama herhalde gölü de'aramak iste­
yeceklerdir.»
Hannah Ana, tir tir titriyordu. «Adam, sakın şey de­
mek istemeyesin... Yani sence şey mi?» ^
Adam omuzlarını silkti: «Herhalde gönül eğlendir­
mek için şapkasını gölde yüzdürmeye kalkmadı ya...»
— «Aman Adam...»
— «Böyle açık açık konuştuğum için özür dilerim.
Anne. Senin ne durumda olduğunu, neler düşündüğünü
biliyorum. Fakat aslına bakarsan, yaşaması için bir sebeb
de yoktu ki. Gidip Başkomiser Muir ile görüşeceğim. Ko­
miserin arkadaşım olması da iyi bir rastlantı.»
Burma lamı yaprak sigara içmeye alışmıştı. Timsah
derisi tabakadan bir yaprak sigara çıkardı. Sigarayı ya­
kışını tiksintiyle seyrettim. Baba dahU hepimize şöyle bir
göz attıktan sonra gene Hannah Ana’ya döndü: «Çok iyi
yaptık, Anacığım, şu poliçeyi uzatmakla gerçekten çok iyi
bir iş yaptık. Dur bakayım... Kârımız ne olacak?» Adam,
sol eliyle gümüş kalemini çıkarıp masa örtüsünün üze­
rinde hesap yapmaya başladı. «Üçten beş yıl... yirmi beş
daha ekle... Eee, tam yüz onaltı pound farkedecek.»
Hannah Ana ağlıyordu: «Ben o parayı istemiyorum.»
Baha, boğuk bir sesle: «Bu para çok işe yarayacak,»
dedi. _
Adam, kalemini bırakıp ayağa kalkarken ben de üzün­
tü ve sıkıntıdan boğulacak hale gelmiştim. ^
— «Ben Yapı Demeğinde McKellar’a uğrayacağım.
Hemen ödeme yapılması konusunda karşılaşacağım güç­
— 165 —

lükleri ancak o ortadan kaldırabilir. Daha doğrusu, dönüşü


te onu da buraya getireceğim. Bize şöyle güzel bir çerez
hazırlayıver. Ana... Kıymalı yumurta falan gibi McKel­
lar’m hoşuna gider. Salona kurma sofrayı... Daha erken.»
Adam, çıktı gitti.
Hannah Ana, itaatkâr bir tavırla Adam’ın tembih­
lerini yerine getirmeye koyuldu. Mutfakla yemek odası
arasında mekik dokuyordu. Kötü şeyler düşünmeye fır­
sat olmasın diye soluk almadan çalışıyordu. Bir sürü ku­
rabiye yaptı. Baba da her zaman en küçük bir fazlalığa
dahi göz yumamazken bu kez Hannah Ana’ya yarım dü­
zine yumurta harcama pahasına bir de pandispanya yap-
masım söyledi. Sofraya en güzel örtü örtülmüştü. Salon­
daki güzel porselen takımlar konmuştu.
Saat beşte Adam geri döndü. Sevinç içinde ellerini
oğuşturuyordu.
— «Pazartesi günü ilk işleri gölü aramak olacak. Ta­
bii hafta sonunda ihtiyar dirilmezse tabii. Bu işin mas­
rafı da ‘İnsanlan Koruma Dernegi’nin fonundan karşıla­
nacak. Muir, bu gölün günden güne korkunç bir hal al­
dığını söylüyor. Şu son on yıl içinde üç boğulma olayı ve
gayet kötü bir buz kazası olmuş. McKellar, ancak yediden
sonra gelebilecek. O zaten kuru bir sopadır. Hadi biz ça­
yımızı içelim. Ana.»
Sofraya oturduk. Lomond View’da yediğim yemek­
lerin en güzeliydi bu! Et, yumurta, kurabiye, pandispan­
ya ve sıcak koyu bir çay.
Baba, çevresine memnun memnun bakınarak mırıl­
dandı: «Böyle bir zamanda ben hiç bir fedakârlıktan ka­
çınmam.»
Murdoch, garip bir merakla: «Acaba ceset suyun
yüzüne çıkacak mı?» diye sordu.
Adam, bilgiç bilgiç cevap verdi: «işte bu gerçekten
önemli bir soru,» dedi. «Muir’e bakıhrsa, bazan cesetler
kırk sekiz saat içinde kendiliklerinden suyun yüzüne çı-
kabUirlermiş. Gazı doldur.»
— 3,66 —

Hannah Ana, ürperdi, gözlerini kapadı. «Ağır ağır


suyun yüzüne çıkıp yüzerler. Her zaman yüzleri aşağıya
dönük olur. îşte bu pek garip. Ama bazan da inatçılık
edip suyun dibinde kalırlar. Ya da kuma çakılıp, yosunla­
rın arasında kalırlar. Gölün dibinde pek çok yosun var.
Bunları temizlemeye çalışıyorlar. Bana verilen bilgiye gö­
re cıvalı ekmek yüzdürülürse, cesedin bulunduğu yerde
ekmek suya batarmış.»
Zavallı dedeciğimin yosunlara sarılmış bir halde gö­
lün dibinde yattığını düşünmeye bile dayanamayacaktım.
Fakat birdenbire sokak kapısı çalındı. Kate kapıya gidip
Archie Jupp’u içeriye buyur ederken herkes yerinden doğ-
rulmuştu.
Archie, aile sofrasına çekingen çekingen söz atarak
mırıldandı: «Sizleri rahatsız ettiğim için özür dilerim,»
dedi, fakat bunu bilmeniz gerekir diye düşündüm... Yeni
bir delil bulundu.»
Archie, koşa koşa gelmişti. Alnında biriken terleri sil­
di. Heyecanlıydı ama ciddi bir açıklamada bulunacağa da
benziyordu.
— «Göldeki sandallara bakan Bay Parkin, Çarşam­
ba gecesi geç vakit kayıkhanenin tam karşısmda suya
birşeyin atıldığını duymuş. Bugün öğleden sonra da san-
dalm çengelini ahp oraya gitmiş. Çengele bir erkek ce­
keti takılmış. Bunu hemen karakola götürmüş. Az önce
ceketi ben de gördüm. Bay Gow’un ceketi bu.»
Gözlerimde yeniden yaşlar birikti. Tabii Hannah
Ana gene hafif hafif, için için ağhyordu.
Baba, asilane bir jest yaparak Archie’yi sofraya bu­
yur etti: «Otur sen de bizlerle bir iki lokma birşeyler ye,
Archie.»
Archie, saygılı saygılı bir sandalye çekip oturdu.
Hannah Ana’dan fincanını alırken alçak bir sesle Baha’­
ya şöyle dedi: «Dede bu işi fazla kaçırmaya başladı.
Bay Lteckie.»
— 167 —

Hiç beklemiyordum ama Baba, kaşlarım çattı. «Hayır,


böyle konuşmana izin veremem, Jupp. Bunun zamam değil
şimdi. Hepimizin kusurları var. Pek de öyle kötü bir ihti­
yar değildi. Eğer düşünecek olursan, soylu, vakur bir ta­
rafı da vardı. Bastonunu sallaya saJlaya yolda yürürken
öyle bir hava yaratırdı.» Uzandı, omuzumu okşadı. Yumu­
şak bir sesle mırıldandı. «Zavallı yavrucak... sen de onu
pek severdin.»
Kapınm zilinin bir daha çalması bizi gene heyecanlan­
dırdı ama bu kez, korktuğumuzun başımıza gelmesi ihti-
naali bizi heyecanlandırmıştı. Kate tekrar yerinden kalkıp
kapıya giderken korkunç bir sessizlUc oldu. Kate geri dön­
düğü zaman yüzü öyle beyazlanmıştı ki onu bu halde gör­
düğümü hiç hatırlamıyordum.
— «Aman Baba» diye fısıldadı. «Karakoldan biri gel­
miş. Seninle görüşmek istiyor.»
Kapının arahğmdan bir polisin insana dehşet veren
karaltısmı görebildim. Adamın yüzü kıpkırmızıydı, ciddi
bir tavırla miğferini etinde evirip çeviriyordu.
Baba hemen yerinden kalktı. Yüzü sararmıştı ama
önemli bir kimse tavnnı takınmıştı. Adam’a işaret etti,
o da ayağa kalktı. İkisi birlikte dışarı çıktılar, kapıyı da
arkalanndan sımsıkı kapadılar. Sanki bizim görmemizi
istemedikleri bir manzara vardı da bunu bir perdeyle ör­
tüyorlardı. Hiç ses çıkarmadan korku ve heyecan içinde
bekleşirken dışardan onların mınidanmalannı duyduk...
Sanki Azrail kapıya gelmiş, bizi kıskıvrak yakalamıştı.
Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra Baba odaya
döndü. Bir sessizlik oldu. Sonra içimizde en cesur olan
Kate «Onu buldular mı?» diye sormak cesaretini göster­
di.
Baba alçak bir sesle cevap verdi; «Evet.» Yüzü az
öncekinden daha da solgundu. «Evet, onların yanında.»
Murdoch, soluk soluğa mırıldandı; «Morgda mı yani?»
Baba : «Hayır» dedi, «Ardfillan Cezaevinde.»
Donuk gözlerle bizi süzdü. Sandalyesine yürüdü. Bit­
kin bir halde yerine oturdu. «Skeoch ormanmdaki serse­
— 168 —

rilerle takışm ış. K ayık h an ede d övü şü rk en şapkasıyle c e ­


ketini kaybetm iş.. A rtık ik i gü n ne ya p tığ ın ı ne ettiğin i
allah b ilir... n ih a y e t serü ven i A rd fillan cezaevinde sona
erm iş.. Sarhoşken, o la y çıkartm aktan , y a s a la n çiğn em ek ­
ten sanık. A dam , on u cezaevinden kefaletle çık a rtm a ya
çalışa ca k .»
A da m ile D ede eve yak la ştık la rı sırada gecen in g ö lg e ­
leri de dü şm eye başlam ıştı. Dede, b a şı açık, sırtında önü
a çık e sk i bir polis k apu tu yla m a ğ ru r fa k a t, sü t dökm üş
k edi gib i sakin sakin yü rü yordu . G özleri parlıyordu. S alo­
nun penceresine şöyle bir g öz atın ca hem en yu k a rı koşup
solu ğu ih tiya r adam ın oda sın da aldım.
B u ra da ku lak kesilm iş aşağısın ı dinliyordum . Sokak
ka p ısı k a pan dık tan son ra evin içinde gü rültüler arttı.
A d a m ’ın sayıp söylem elerine H annah A n a ’nm h ıçkırıkları
ve y a lva rm a la rı k a n ştı, B a b a ’nm se rt sesle y a p tığ ı s u ç­
lam aları duydum . A m a D e d e ’den tek kelim e çıkm adı.
N ih a y e t a ğır a ğır m erdivenleri çıkıp y u k a rı geldi, o d a ­
sına girdi. Pek acık lı ve perişan bir haldeydi. Sakalı u za ­
mıştı. G arip ve ra h atsız edici k ok u lar saçıyordu.
Bana şöyle bir bakış fırla ttık ta n son ra odan ın içinde
gezinm eye başladı. Sanki hiç birşeye aldırm ıyorm u ş gibi
görü n m eye ça lışa ra k h a f if h a f if bir şarkı m ırıldanm aya
başladı. Sonra o p a ça v ra y a dönm üş şa p k a sın ı eline aldı.
O gü n H annah A n a, ş a p k a yı getirm iş, ya tağ ın ın üzerine
bırakm ıştı. Dedem , şa p k a yı b ir saniye k a d a r dikkatle in ­
celedikten sonra b a n a döndü: «Y en iden kalıb a k o y d u rt­
mak. Bu ço k iyi bir şapkaydı.»
ik in c i k ita p

B tR ÎN C ! B Ö LÜ M

Dalları daha da genişleyip yayılan kestane ağaçları gene


çiçeklenmişti. Batmakta olan güneş ‘B en’in arkasın-dan hafif
bir ışık huzm esi gönderiyordu. Bu 1910 yılının bir Nisan
günü ikindi vaktiydi, ben de heyecan ve gurur içinde telâşla
Akadem iden eve dönüyordum . Bu telâşla koşan herhalde
bendim diyeceğim zira kendim i bir yaban-cı gibi gördüğüm
günler çok olm uştu. Daha geçen sabah, sabah alışverişi
sırasında Baxter’in dükkânından çıkar-ken gözüm fırıncının
dükkânındaki aynaya ilişmiş ve za-yıf, solgun on beş yaşında
çelim siz bir oğlanın hayaliyle karşılaşmıştım. Bilekleri
incecikti. Bu delikanlının profili de bana yabancı
görünm üştü. Dalgın, tasalı bir delikan-lıydı bu. Ç ocu ksu bir
yüzden fırlayan erkek b urnu nu gö-rünce şaşkınlığımı
gizleyemedim, bun a bir türlü inana-m adım .

Ama şimdi sadece taşıdığım değer beni ügüendiriyor-du.


Daha beş dakika önce Bay Reid üe yaptığım konuş-m ayla
dopdoluydum . «Jason» Reid, sınıftan çıkarken öbür
çocu klardan sonraya kalmam ı işaret etmiş sonra da beni
kü rsü sün ün başına çağırmıştı. Sınıf öğretmenim otuziki
yaşında genç bir adamdı. Dolgun vücutluydu. Üst dudağın-da
bir yara izi vardı. Bu yara izinin bir ‘yarık dudak am e­
liyatından kalma oldu ğu nu sanıyordum. Bu ameliyat, öğ­
retm enin mavi gözlerini daha da iri gösteriyordu. Bay Reid’in
yum uşacık sarı saçları vardı. H afif nem li cildi
— 172 —

bembeyazdı. Çok çabuk terlerdi. Her zaman güzelce traş


olmuş görürdük onu. Üst dudağındaki yara izini gizlemek
için bıyık bırakmaya tenezzül etmemişti. Belki de tabiatın
ona ne derece zalim davrandığını herkese göstermek isti­
yordu. Hem zaten bıyık bıraksa bile konuşması onu nasıl-
olsa ele verecekti. Dilini ağzınm tavanına dayayarak ko­
nuşmak zorundaydı. Bu da sert seslerin hepsini yumuşa­
tıyor, harflerin okunuşunu değiştiriyordu tabii. Adı Jason
olmasına rağmen biz onun bu garip konuşmasmı taklit
ederek ‘Jathon’ adını takmıştık. Onun tıslayarak konuşma­
sı pek hoştu.
Ben Bay Reid’i hayran hayran seyrederken o da par-
maklarıyle kürsüde trampet çalarak konuştu: «Shannon.
Sen pek de öyle ekşi lapa sayılmazsın. (Öğrencilerine ge­
nellikle böyle derdi). Sana açıklamak istediğim bir mesele
var..,»
Lomond Vievv’ya vardığım zaman bu sözleri duyma­
nın verdiği heyecandan içim içime sığmıyordu.
Önemli sırrımla başbaşa kalmak istiyordum. Fakat
yukarda Dedem, pencere önünde, oturuyordu. Dama tah­
tası da hazırdı.
Sabırsız bir halde : «Geçikmenin sebebi neydi?» diye
sordu.
— «Hiç işte.» Pek sır küpü olmuştum. Hem artık De­
de benim gözümde o eski Homer’vari kahraman da değil­
di. Güzel haberi ona açıklayıp ziyan etmek istemiyordum.
Ashnda Dedem benim kadar değişmemişti. Gene öyle
eskisi gibi hareketUydi, yalmz sakalını eskisi kadar dü­
zenli kesmiyordu, ceketi de eskisinden daha lekeliydi. Da­
ha o bana çok acı veren acayipliklerine de başlamamıştı.
F.ski arkadaşı Peter Diekie, bir süre önce Glenwoodie’deki
yoksullar yurduna yerleşmişti. Bu da Dede’min aklını ba­
şma getirmiş, bunak sıfatını kazanmamak için kendine
çeki düzen vermişti. ‘Ölüm’ kelimesini de hakaret sayı­
yordu. Şimdi de yılhk huzur devresine kavuştuğu için ha­
yatından pek memnundu: Haminnem Kilmamock’a git­
mişti. Bu devre Dede’min pastırma yazıydı. Ancak ben içe­
— 173 —

ri girdiğim zaman Dedem pek de neşeli değildi. Sevgili oyu­


nunu engellediğimi düşünüyordu besbelli. «Senin neyin
var, kuzum? Kızgın tuğlaya basmış kedi gibi ne duruyor­
sun?»
Karşısına oturdum. Dedem de kaşlarını çatıp
tekrar dikkatini Dama tahtasına verdi. Ben de onu seyre
koyuldum.
Tabii akhm oyunda değildi, Jason’un bana gelecek
için yeni ümitler veren sözlerinden başka birşey düşüne­
miyordum. Okuldan ayrılmak üzere olan çocukların çoğu
gibi ben de bir meslek edinmek gerektiğini düşünüyordum.
İhtiraslıydım. Ne olmak istediğimi de gayet iyi biliyordum.
Ama içinde bulunduğum şartlar bu isteğimi gerçekleştir­
mek konusunda bana pek fazla ümit vermiyordu.
Akademide okuduğum sürece hep sımfımın birincisi
olmuştum. Pek çok öğretmenin elinden geçmiş bu arada
hepsi de ilerde benim gayet iyi okuyacağımı belirtmişlerdi.
Bay Invin adında bir öğretmenimiz vardı. Uzun boylu,
zayıf ve hastalıklı bir adamdı. Durmadan başını üşütürdü.
Bu öğretmen benim İngilizce tahrir yazmakta pek usta
olduğuma beni inandırmıştı. Genizden gelme kısık sesiyle
benim tahrirlerimi sınıfa okumayı âdet edinmişti. «Denizde
bir Savaş,» «Bir ilkbahar günü» gibi tahrir ödevlerim hep
smıfta okunmuştu. Daha sonra bir Bay Caldwell geldi.
Sakat ayağına bir tahta bacak eklendiği için çocuklar ona
‘Pin’ (İğne) adım takmışlardı. Ağır başlı, yaşlıca bir
adamdı, kibar tavırlıydı, daima kurşuni elbise giyerdi. O
da klasikler devrinde yaşıyordu. Bir gün beni kenara çe­
kip istersem bir lâtince öğretmeni olabileceğimi söylemiş­
ti. Diğer öğretmenler de bunlar gibi birbirine zıt teklifle­
riyle beni şaşkına çevirmişlerdi. Ama hepsi de iyi niyetli
kişilerdi.
Jason’un elini buluncaya kadar da kişisel ilginin ıhk
temasını bir türlü hissedemedim. Bu öğretmen benim tabi­
at tarihine olan ilgimi herkesten önce farketmişti. Bunun
bir şakadan ibaret olmadığını gayet iyi biliyordu. O sıcak
yaz günü sınıfın açık penceresinden içeri mavi iki kelebe­
— 174 —

ğin süzüldüğünü görünce hepimizin önümüzdeki dersi bı­


rakıp nasıl bu hayvanlarla ilgilendiğimizi ne kadar da iyi
hatırlıyorum.
Jason Reid, sınıfa ortadan bir soru sordu: «Niçin iki
kelebek birarada uçuyor?»
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra benim çekingen sesim
duyuldu: «Çünkü bunlar çiftleşiyorlar, efendim.» dedim.
Jason’un o alaycı, bakışları beni buldu «Lapa tabağı,
kelebeklerin bir aşk hayatı vardır mı demek jstiyorsun?»
— «Ah, evet, efendim. Özel bir koku sayesinde bir
mil u z a k lık t a n bile eşlerini bulabüirler. Bu koku onlarm
deri dokulanndan yayılır. Mine çiçeğinin kokusuna ben­
zer.» _
Jason ağır ağır, bana pek de fazla güvenmediğini bel­
li edecek şekilde konuştu: «Mesele derinleşiyor. Peki, ku­
zum bu güzel kokuyu nasıl saçıyorlar?»
Konu beni öylesine ilgilendirmişti ki, dalgın dalgm
gülümsedim. «Antenlerinin uçlarında özel bölümler var­
dır» dedim «Oh, bu birşey değil ki, efendim. Asıl ‘Kızıl
Amiral, ayaklanyle tad ahr.»
Sınıftan bir bağırıştır koptu. Fakat Jason onları sus­
turdu. «Susun bakalım, ufaklıklar. Bu lâpa tabağı birşey­
ler biliyor galiba. Devam et, Shannon. Buradaki iki mavi
dostumuz kokuya ihtiyaç duymadan da birbirlerini göre­
mezler mi?»
— «Şey, efendim». Kızarmaya başlaımştım. «Kelebe­
ğin gözü biraz gariptir. Tam üçbin parçadan meydana gel­
miştir. Bu parçaların her birinde de bir gözde aranan özel­
likler vardır. Yani kelebek üçbin gözlü gibidir. Bunlar renk­
leri gayet güzel seçerler ama biraz miyopturlar. Ancak bir
buçuk metre ötesini görme yeteneğine sahiptirler.»
Sustum, Reid de beni zorlamadı, fakat ders bittikten
sonra sımftan dışarı çıkarken bana hafifçe gülümsedi, ga­
yet alçak bir sesle mırıldandı : «Pek garip ama... hiç de
ukalâ değil.»
O günden sonra Bay Reid beni biyoloji derslerinde
ilerlemeye teşvik ettikten başka fizik derslerinde de sınıf
— 175 —

seviyesinin üstüne çıkarmaya çalıştı. Birkaç ay sonra da


Kolloid’ler üzerinde bir inceleme yapmak için laboratuva-
ra götürdü. Tabii benim de ona büjdik bir sevgi ve saygıy­
la bağlanmama şaşmamak gerekir. Sınıfta söylediği her
sözü büyük bir dikkat ve hayranhkla dinlerdim. Yalmz bir
çocuğun köpek sadakati içinde ona bağlanmıştım. Gavin’le
konuşurken de farkma varmadan onun konuşmasını taklit
edip pepelemeye başlamıştım.

Bir yıl önce Gavin’in babası oğlunu Akademiden alıp


Larchfield Kolejine yerleştirmişti. Bu benim için üzücü
bir darbe olmuştu. Komşu kasaba Ardfillan’da kuru­
lan Larcfield Koleji benziri bulunmayan üstelik pa­
halı bir yatılı okuldu. Öylesine büyük bir okuldu ki, öğren­
cileri de pek seçme çocuklardı. Gavin bana sadık kaldı.
Yaz akşamlan Bay Reid’in bisikletini ödünç alıp da onu
görmek için onbeş millik yolu katettiğim zaman Gavin ar­
kadaşlarını, çevresini saran dalkavukları bırakıp oyun sa­
hasından aynlır o zavallı kimsesiz çocuğun gizlendiği ba­
kımsız çayıra gelirdi. Blazer ceketi ve beyaz flanel panto­
lonuyla yanıma uzanır, eline aldığı otu çiğneyerek «Evde
ne var ne yok?» diye sorardı. Gavin’le olan arkadaşlığımız
daha da hararetlendiği halde ve Gavin tatillerde evine dön-
nüğü zaman herşeyi birlikte yaptığımız halde, uzun süren
aynhk devrelerine de katlanmak zorundaydık. Ben ikin­
ci derecede bir dostla yetinecek yerde yapayalnız kalmayı
tercih ediyordum. Kendi imkânlarımla oyalanmaya çalı­
şıp, yalnız yaşamaya olan kabiliyetimi geliştiriyordum.
Tek başıma kasabanın çevresinde kilometrelerce yo­
lu yayan yürüyordum. Çevredeki kuş yuvalarmm hepsini,
kuşlan ve hattâ Winton Tepelerindeki keçi yollanın bile
ezbere biliyordum. Rüzgârlı Tepenin ötesinde gözaJabildi-
ğine uzanan çayırlann haritasını da çizmiştim. Toprak
sahiplerinin hepsi de beni tanıyorlardı. Ve hiç kimseye ta­
nınmayan bir hakkı bana vermişlerdi. Onların topraklıırın-
dan geçmeme izin vermişlerdi. Elimdeki bazı örnekler de
gerçekten pek zor bulunan cinstendi. Örneğin, yumurtla­
— 176 —

yan yarım bitki Hydra türleri henüz kesinükle tesbit edU-


memiş su desmid’leri ve Kuzey İngiltere’de o güne kadar
bir eşine daha rastlanmayan ‘Pantala flavescens’ adındaki
muhteşem kelebeği sayabilirim. Bu gezUerim sayesinde
öbür çocuklarm kıyıda yaptıkları tatilin özlemini çekmi­
yordum. Oysa arkadaşlarım yaz aylarında deniz kıyısına
gidecekleri günleri iple çekerlerdi. Ben ise hayalimde bu
sakin dinlenme yerlerinin ötelerine pampalara, Tataristan
düzlüklerine gidiyordum. Büyük bir İhtiyatla Uerleyip
uzaklarda lamalar var mı diye ufku dikkatli gözlerle tarı­
yordum. Bazan de din propagandası yapmak için tehlike­
li yolculuklara çıkıyordum.
Evet, şu acı gerçeği kabul etmek gerekiyor: O devir­
de ben pek koyu bir dindardım. Belki de yapayalnız geçir­
diğim o uzun saatler bende bu duyguyu uyandırmıştı. Da­
ha büyük bir ihtimalle, bir atm yokuş yukan ağm bir yü­
kü taşıması gibi benim de tabiatım güçlükler karşısında
daha bir güçlenip sertleşiyordu. Benim için çok zor olması-
Çanon Rocbe’un âyinlerine katılıyor-
« r it t ıh P»k İyi ohnası sayesinde, ma-
ım a tııııı b a lıçe siııtle y a p ıla n mumlu âyinlerde de buhurda­
nı taşımama izin veriliyordu. Büyük perhiz sırasında da
feenâiıai reddetme konusunda başanh bir sınav verdim.
Beni gerçek dindarların arasına aldığı için de Yaradana
teşekkür ettim. Ayrıca da sahte mezheplere bağlanan ve
hiç kuşkusuz günün birinde kaybolup gidecek olan o za­
vallı talihsiz çocuklara da acıyordum. Düşüncesi bile beni
ürpertiyordu ama Tannmn büyüklüğü, iyiliği olmasa ben
de dünyaya bambaşka bir mezhebin ya da dinin taraftan
olarak gelebilirdim. O zaman da ölümsüzlük armağanımı
almama pek de imkân kalmazdı.
Gerçi şimdi bunların üzerinde fazla duracak değilim
ama dine olan bağlılığım azalmamıştı, takvimdeki bazı
günler de beni dehşete düşürüyordu. Bunlann ruhuma
yaptığı kötü etkiden çekiniyordum, tskoç kasabalarımn
çoğu gibi Levenford da küçük bir hoş görmezlik volkanıy­
— 177 —

dı. Protestanlar, Katoliklerden. hoşlanmazlardı, ve Kato-


likler de Protestanlara pek düşkün değildiler. Bu iki gru­
bun da YahudUere pek sempatisi yoktu (yahudilerin ço­
ğunluğunu PolonyalIlar meydana getiriyordu.
Ama sakm benim günlerimi Katolik mezhebinin sa-
vunmasmr yaparak ve boş zamanlarımı kelebek ve
insan aramakla geçirdiğimi sanmayın. Okul dışındaki boş
saatlerimi Baba gayet güzel değerlendirmişti. îşe yara­
yabileceğimi anladığmdan beri beni her işe koşturmaya
başlamıştı. Birinci görevim sabahları erkenden kalkıp
Baxter’in üç tekerlekli çekçek arabasına atlayıp boş so­
kaklarda pedal çevirerek yarı uyur yarı uyanık haldeki
kasaba halkına taze fırancala götürmekti. Kazandığım bir
kaç kuruşu da Baba alıyordu. Bu paranm benim yatak ve
yemek ücretimi anlatmaya çakşırken de gayet yumuşak
bir sesle konuşuyordu. Sonra da Hannah Ana’yı karşısına
alıp masrafı kısmasını tenbihliyordu. Son zamanlarda alış­
verişlerle de ilgilenmeye başlaımştı. Aylık alışverişleri de
daima kendisi yapıyordu. Pazarlığa pek merakhydı. Alış­
veriş yaptığı dükkânlarda tezgâhtarlarla sıkı sıkı pazarlı­
ğa girişiyordu. Ev için bir eşya almaya kalkışırsa, bunu
normal satış fiyatından çok daha ucuza almaya bakardı.
Yararh bir eşya söz konusu edilince de Baba hemen bunu
satmalmaya heveslenindi. Ama özellikle durum pazarlık
yapmaya uygun olursa pek sevinirdi. Fakat sonunda da
mutlaka bu ahşverişi yapmasım önleyecek güzel bir sebep
yaratıverirdi. Eli boş olarak beri dönerdi, fakat kendisi­
nin de gururla belirttiği gibi parası hâlâ pantolonunun ce­
binde olurdu. Baba, bu özelliğiyle övünüyordu...
Bu sırada efendimden çıkan boğuk bir ses beni hayal
dünyasmdan hemencecik uzaklaştırıp gerçeklerle yüzyü-
ze bırakıveriyordu. Ben hayal kurarken Dede de dama
tahtasında duran iki adamımı tahtadan dışan atmıştı.
— «Seni mat edeceğimi bUiyordum, diye kısık bir ses-

Tegil Yıllar — F : 12
— 178 —

le söylendi. «Seni, şu kasabanın en akıllı çocuğu sayılmana


rağmen seni yeneceğim.»
yeneceğ
Gözlerimin
Gözlerimin sevinçle
sevil dolduğunu görmesin diye çarça-
buk ayağa kalktım.
İKİNCİ BÖLÜM

Huzıu-suz ve heyecanlı bir halde aşağı koştum. Akşa­


mın sekizine kadar yani özel ve geri bırakılması imkânsız
olan randevuma yetişinceye kadar serbesttim. Biyoskop
matinesine gidip biraz sinirlerimi yatıştırmayı da düşün­
düm ama cebimde metelik yoktu. Daha doğrusu Murdoch’­
un ceplerinde metelik kalmamıştı. Artık Murdoch’un eski
elbiselerini rahatça giyebilecek hale gelmiştim.
Mutfağa indim. Hannah Ana, temiz çamaşırları ıslatıp
ütü tahtasının üzerine yerleştirmekle meşguldü. Saçları
ve gözleri biraz solmuş, yüzü daha incelmiş, daha yor­
gun ve bitkin bir ifadeye bürünmüştü ama gene de müş­
fik ve dayanıkh görünüyordu. Durup onu seyrettim. Ma­
nalı mânah yüzüne bakıyordum.
Yumuşak bir sesle : «Sen azıcık sabret Hannah Ana»
dedim, «evet biraz sabret göreceksin.»
O garip bakışlarıyle beni süzdü, hafifçe gülümsedi.
Ütünün iyice ısınıp ısmmadığını anlamak için ütüyü yana­
ğına yaklaştırırken sordu : «Neyi göreceğim?»
— «Şey,» diye mırıldandım, «yakında sana birşey
yapmam mümkün olacak... büyük bir şey olacak bu.»
— «Peki, şimdi bana birşey yapabilir misin? Küçük
birşey bu ama. Kate’e bir pusula götürebilir misin?»
—■ «Ah, tabii. Anacığım.»
Çoğu zaman Hannah Ana’mn mektuplarını elden gö­
türüyordum. Böylece posta pulu masrafından da kurtul­
— 180 —

muş oluyordu. Hannah Ana, Barloan Toli’da oturan Ka­


te’e ya da Çocuk Bakımevinde Bay Dalrymple’m yanında
çalışan Murdoch’a mektup gönderirdi. Murdoch’un duru­
mu gayet ijnydi, hele Lomond Vievv’den kurtulduğu için de
hayatından pek memnundu. Bu mektuplar, Hannah Ana’­
nm benliğinin birer parçasıydılar. Çocuklarına çevrede
olup bitenleri, bu mektuplarda anlatır, onlarla dertleşir,
bazan da ricalarda bulunurdu. Kadıncağız yuvanın dağıl­
masını önlemek için yapıyordu bunları.
Ütüsü soğuyuncaya kadar bekledim. Sonra Hannah
Ana, içeri gitti, elinde mühürlenmiş zarfla geri döndü.
—^ «îşte mektup burada. Seninle biraz kurabiye de
gönderebilseydim keşke. Fakat...» Erzak dolabını açıp ta­
salı tasah içine baktı. «Fakat unum kalmamış. Neyse, hep­
sine selâm söyle.»
Dışarı çıktım. Drumbuck yolundan geçtim. Döküm­
hanenin kapkara gölgesinin çevresinde dolandım. Tatil
günü olduğu için koca canavar hareketsizdi ama için için
homurdanarak çevresine tehdit savurur gibiydi.
Kate’in evi kasabamn batısında, eski ToU - Gate yakı­
nındaki yeşil tepede yapılan yeni küçük kulübelerden bi­
riydi. Tepeye çıkarken birdenbire Kate’in çocuk arabasını
ite ite tepeden aşağı indiğini gördüm. Araba, koyu mavi
renkte güzel bir arabaydı. Kate’in de bunu seve seve itti­
ğini farketmemek imkânsızdı. Her hafta kasabaya alışve­
rişe gidip geliyor, çocuğu Knoxhill Parkına götürüyordu.
Zaman zaman yolda durup ucuna N harfi işlenmiş mavi
örtüyü gururla düzelterek arabayla birlikte kilometrelerce
yol katettiğini sanıyorum.
Durdum, sevgiyle gülümseyerek onu seyrettim. Beni
görmemişti. Biraz şişmanlamıştı. Yürürken arabaya eği­
lip bebeğe dikkatle bakarak dUini çıkarıyor, gözlerini de
bebekten ayırmıyordu.
Beni görmeden geçip gideceği sırada çekine çekine ;
«Merhaba, Kate» diye mırıldandım.
«Aa, sen misin, Bx)bie» sesi sevinç doluydu. «Vah
zavallı yavrucak. Ben de senin geldiğin yola hiç bakma-
—ışı­
dım. Bebeğin maşallahı var, Robie. Belki inanmayacaksın
ama ikinci dişini çıkarıyor. Hem de hiç huysuzluk yapma­
dan. Tekrar arabaya eğildi: «Cici bebek o, anasının ku­
zusu, bir tanesi o...»
Ah, Kate, sevgili Kate, kimseninkiiıe benzemeyen
yavrunla ne kadar da mutlusun. Bir de vaktiyle sana man­
dolin tavsiye etmişlerdi ha...
Kate’in evi pınl pırıl, ve derli topluydu. Sıcak ve so­
ğuk suyu vardı, evin içi boya ve cilâ kokuyordu. Baba, kı­
zının verdiği parayı kaybedeceğini anlayınca çok sinirlen­
miş, kendini ve mesleğini heba ettiğini ileri sürerek bu ev­
liliğin sonunun kötüye varacağını belirtmişti. Ama Kate
buna rağmen mutlu bir yuva kurmuştu. Bebeği beşiğine
yatırdıktan sonra gaz sobasına tavayı yerleştirdi. Biraz
sonra ocaktan mis gibi kızarnuş et ve soğan kokusu yayıl­
maya başladı.
Kate, elindeki bıçakla, gayet usta bir aşçı tavnyle ta­
vadaki eti çevirirken «Biraz otur da bizimle iki lokma bir­
şeyler ye» dedi. «Jamie yukarda, banyoda. Son zamanlar­
da hep fazla mesai yapıyor. Öyle olmasa, mutlaka seni
futbol maçına götürmek isterdi.» Bir zamanlar o aksi,
huysuz Kate ne kadar değişmişti. «Jamie neredeyse aşağı
iner. Sen de herhalde çok acıkmışsmdır.»
Kate bunları söylerken bana da şöyle yan gözle bir
baktı. Sonra hemen başını çevirdi.
Jamie, güzelce yıkanmış, taranmış olarak aşağıya in­
di. Saçları henüz ıslaktı. Boynuna pek gösterişli bir kır­
mızı kravat takmıştı.
— «Demek sen geldin ha delikanlı» diye beni sevgiyle
karşılandı. Başını sallayışında beni görmekten sevinç duy­
duğu açıkça belli oluyordu.
Hemen yemeğe oturduk. Kate’in bana verdiği büyük
parça et, gayet güzel pişmişti. Yumuşak ve kanlıydı. Ja­
mie, durmadan tabağımı soğanla dolduruyordu. Sofrada
ayrıca bol tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek ve koyu, sı­
cacık çay da vardı.
Öyle sanıyorum ki Kate Ue Jamie bizim evde yiyecek
— 182 —

durumunun günden güne kötülendiğini gayet iyi biliyorlar­


dı. Özellikle Jamie beni daha fazla yemeye zorluyordu dur­
madan. Artık bir lokma hile yiyecek halim kalmadığını
söyleyince de azarlamak ister gibi sert sert bana baktı.
— «îşte yemek burda, delikanlı» dedi.
Çocukluğum süresince Lomond View korkunç bir ya­
sanın hükmü altında kalmoştı: para biriktirme zorunlulu­
ğu. Yaşamak için gerekli şartları bile feda etmek pahasına
para biriktirme zorunluluğu. Ah, bir de parasız yaşama-
mn yolunu bulabilseydik. Mideye inecek güzel bir yemek
yerine bankaya para yatırmayı tercih eden o kuzeylilere
özgü tutumluluk olmasaydı, hepimizi mahveden bu lânet
olasıca pintilik olmasaydı...
Para meselesi beni şaşırtıp işkenceyle kıvrandırdığı
zamanlar Jamie Nigg’i düşünürdüm. Jamie’nin maddi du­
rumu hiç bir zaman iyi olmanuştı. Ama Jamie parasım is­
ter lezzetli bir pirzolaya, ister unutulmuş bir yavrucağı
futbol maçına.götürmek için harcamış olsun, o binbir zor­
lukla kazanılmış parasmdan daima en iyi şekilde yararlan­
masını bilirdi. Daha da önemlisi onun elindeki para terte­
miz, alın teriyle kazanılmış paraydı.
Hepimiz son defa fincanlarımıza çay doldurup içerken
Jamie, beni incelemeye koyuldu. Benim o çekingen ve ta­
salı halimi sadece nefretle değil aynı zamanda tasayla sey­
rettiğini biliyorum. Heyecanımı gizlemeye çalıştığımı da
hissettiği için Kate’e döndü. «Profesörün kafasında gene
birşeyler var» dedi. «Bu sakin ve akılh çocuklar yok mu...
Ah, bunlar yere bakan yürek yakan cinstendir.»
Kate başını salladı, sonra bana yan gözle bakarak ha­
fifçe gülümsedi. Jamie’nin sözlerini fazla ciddiye almamam
gerektiğini anlatmak istiyordu.
Jamie, sözlerini sürdürdü: «Bunlar saman altından
su yürütürler... Her türlü şeytanlığı yapabilirler. Özellikle
iyi atlamasını bildikleri zaman korkmalı onlardan.»
Akademinin spor karşılaşmalarında gösterdiğim ba­
şarıya değinmek istemişti Jamie. Yüksek atlamada büyük
başarı kazandığımı hatırlatıyordu. Başımı utançla öne eğ-
— 183 —

migtim ama bu başarı da göğsümü kabartmıştı, iyi bir


rekor yapmıştım. Ama içimdeki sevinç ve heyecan Jamie’­
nin ölçülü bir sesle eklediği şu sözlerden sonra daha da
arttı; «Tabii, bana sorarsan, bu delikanlı âşık olmuş de­
rim.»
Ah, gururun o saf bembeyaz alevi, bu gerçeği derin­
den ve gizlice sezinlemek.. Gözlerimi kaldırmadan içimi
kaplayan o tatlı sıcak mutluluğu daha da belirli bir şe­
kilde hissettim.
Kate, kocasının şakacılığını frenlemek için : «Evde
ne var ne yok?» diye sordu.
Hemen cebimden Hannah Ana’nın mektubunu çıkarıp
uzattım. «Özür dilerim, az kalsın mektubu unutuyordum.»
Kate hemen mektubu açıp başından sonuna kadar iki
kez dikkatle okudu. Yüzü birden kararmış, alm kırışmıştı.
Onun bu hali beni şaşırttı. Artık onun böyle tavırlar ta­
kınmaktan bütün bütün vazgeçtiğini samyordum. Kate,
mektubu Jamie’ye uzattı. O da sessiz sedasız okudu.
Kate, sıkıntısını gizlemeye çalışarak: «Baba’nm bu
huyu artık bir hastahk halini almaya başladı. Çok kötü.»
Jamie de bana garip garip bakıyordu. Sıkıcı bir sessizlik
oldu.
Tam bu sırada bebek uyandı. Kate, kara düşünceler­
den sıyrılmak için bunu fırsat bilmişti. Hemen bebeği ku­
cağına aldı, mama şişesim ağzma yerleştirdi. Bu paha bi­
çilmez yükü bir dakikacık kucağıma almak imtiyazını ka­
zandım.
Kate cesaret verici bir tonla: «Senden hc^lanıyor» de­
di, «bakalım senin de bir çocuğun olunca ne yapacaksın.»
Şaşkın şaşkm gülümsedim. Korkunç bir paradokstu
bu : Âşıktım, Fakat yaptığım bazı denemelerden sonra as­
la çocuk sahibi olamayacağıma inandığımı ona nasıl açık-
layabüirdim?
Bebek tekrar beşiğine yatırılınca ben de artık eve
dönmem gerektiğini söyledim.
Kate beni kapıya kadar geçirdi. Yalnız kalınca beni
gene dikkatle süzdü :
— 184 —

— «Annem mektupta neler yazılı olduğunu sana söy­


lemedi mi?»
Gülünmedim : «Hayır, Kate. Aslına bakarsan benim
de bazı haberlerim var.»
Başını yana kaydırarak : «Haberlerin iyi mi kötü
mü?» diye sordu.
— «Ah, haberler, iyi Kate... Hem de çok iyi... Göre­
ceksin, Kate..» Birdenbire sustum, kıpkırmızı kesilmiştim.
Gecenin esrar dolu karanlığına gözlerimi diktim. Uzaktan
uzağa duyulan tren düdüğü nehirden gelen gemilerin sis
düdüğüne karıştı.
— «Pekâlâ, Robie.» «Kate tath tath gülümseyerek
başını salladı. «Sen haberini kendine sakla, ben de benim­
kini kendime saklayayım.»
Elini sıktım ve yoldan aşağı hızla koşmaya başladım.
Gerçi Kate’i çok seviyordum ama bu haberi ilk duyamn o
olmasmı da istemiyordum. Görünmeyen nehirden hareket
eden bir geminin düdüğü duyuldu. Bu ses beni sevinçle tit-
retmiştl.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Her adımda yüreğim biraz daha ağzıma gelecekmiş


gibi olarak hızh hızlı Drumbuck Yoluna döndüm. Sonra
nabzımm atışları hızlanırken Sinclair Yoluna girdim. Bu­
rası körpe ıhlamur ağaçlanyle gölgelenmiş dar bir yoldu.
Ağaçlardan dökülen san çiçekleri, kaldırımlara' san l»r
halı sermişti. Bu bildik çevrede göze çarpan bir yenilik
yoktu. Çocukluğumda bu yol bende öyle derin bir etki ya­
ratmamıştı. Ama şimdi yolun iki yanındaki o eski evlerde
de bir değişiklik göze çarpmadığı halde, benim için bam­
başka bir önem taşıyordu burası. Yolun o esrarengiz ve
sihirli ismi kalbime yazılmıştı. Ayaklarım bu sevgUi yolun
ıhlamur çiçekleriyle bezenmiş kaldırımlarına bastığı za­
man saat sekize geliyordu. Yolun sonundaki evin ön odası­
nın penceresinden ışık sızdığını görünce damarlanm küt
küt atmaya başladı. Eve yaklaşırken Alison’un şarkı söy­
lediğini duydum.
Onun çalışma saatiydi. Kasabada herkesin dilinde do­
laşan kabiliyetini geliştirmek için ciddi bir şekilde çalış­
maya karar vermişti. Bu gece solfej çalışmalarını, o melo-
disiz fakat açık ve gerçek notaları okuması bitmiş, güzel
bir tskoç şarkısım okumaya başlamıştı. Annesi de piya­
no başında ona eşlik ediyordu.
«Koyunlan sağarken duymuştum onları
Şafak vakti şarkı söylüyorlardı
Ama şimdi yemyeşil çayırlarda inUdiyorlar
— 186 —

Ormanın çiçekleri de artık çok uzaklarda.»


Billûr bir çan geceye ses verdi, öylesine gerçek ve
öylesine tatlı bir sesti ki bu, soluğumu tuttum. Gözlerimi
kapadım, şarkı söyleyeni gördüm. Ama bu sık sık oynadı­
ğım çocuk değildi, uzun boylu yetişkin bir genç kızdı. Öy­
le eskisi gibi iki yana kaygısızca sallana sallana yürümü­
yordu. Sakin ve vakur bir tavırla sanki içinde filizlenmek­
te olan yeni özelliklerin farkındaymış gibi yürüyordu. Onu
altı ay önceki o unutulmaz günkü haliyle görüverdim.
Okulun vestiyerinden çıkmış başka kızlarla birlikte kori­
dorda yürüyordu. Kısa lâcivert etekliğinin askıları beyaz
blûzunun üzerinden geçiyordu. Uzun ve muntazam bacak­
larım siyah çoraplar örtmüştü. Ayağında da siyah jim­
nastik pabuçları vardı. Bu şekilde onun yanından kimbilir
kaç kez geçmiştim ve her defasında da hafif bir baş selâ-
mıyle yetinmiştik. Ama o gün kızlara yol vermek için ki­
barca duvarın kenarına çekildiğim sırada Alison, elini ha­
vaya kaldırıp kumral saçlarmı düzeltti. Bir yandan da ar-
kadaşlanyle konuşuyordu. Sonra bana baktı. Koyu renk
gözleri dostça bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Ah, Tan­
rım o anda bana ne oldu? Hiçe saydığım bu yaratığın elin­
de ben ne hale gelmiştim? O gözden kaybolduktan çok
sonra koridorda tek başıma iki büklüm dururken vücudu-
..mu tatlı bir sıcaklığın kapladığım hissettim. Ah, Alison,
o sakin kara gözlü bembeyaz kuğu boyunlu Alison, şimdi
de gecenin karanlığında ıhlamur ağacmın koyu gölgesinde
gizlenip o tatlı sesin göğe yükselişini dinlerken de o günkü
gibi kendimden geçmiştim.
Ortalık sessizleşince kendimi toparlayıp demir kapı­
dan içeri girdim. Bahçe büyüktü, yüksek duvarlarla çevri­
liydi, büyük ağaçlar vardı. Bahçeyi ortasından ikiye ayı­
ran çakıl taşlı yolun iki tarafı y^Ü çimenlikti. Tek tük
kartlaşmış zakkum ağaçlan vardı.
Gerçi Alison’un annesine geçimlerini sağlayacak ka­
dar para kalmıştı ama zengin değildi oturdukları ev de
Drumbuck Yolundaki lüks villâlara pek benzemiyordu. So­
kak kapısımn önüne gelince zili çaldım, bir saniye sonra
— 187 —

hizmetçi Janet beni içeri aldı. Bu yaşlı kadın on yılı aşkın


bir süreden beri Bayan Keith’in yanında çalışıyordu ve
nedense beni hiç de gözü tutmamıştı. O yaşlı ve fazla bil­
miş hizmetçilere özgü bir güvensizlik duygusu besli­
yordu. Ama ben o zamanlar kadının sadece bana karşı
böyle davrandığını samyordum. Janet, beni ön odaya al­
dı. Alison ders kitaplarım masaya yaymıştı. Bayan Keith
de şöminenin başındaki alçak koltuğa yerleşmiş, kucağın­
daki yeşil torbada duran tentene işiyle oyalanıyordu.
Ne parlak ve sevimli bir odaydı. Dışarının karanlığm-
dan sonra insanın gözlerini kamaştırıyordu. Duvarları açık
renk badanalıydı. Bayan Keith’in yaptığı sulu boya tab­
lolar asılmıştı. Pencerelerde beyaz müslin perdeler vardı,
tki vazo dolusu mavi sümbül odaya güzel bir koku veri­
yordu. Açık duran piyanonun üzerine fırfırlı bir ipek şal
örtülmüştü. Eşyalar basma kılıflıydı. Şöminenin üzerinde
Kaptan Keith’in Hindistan’dan getirdiği fildişi biblolar
vardı. Boy boy fildişi filler şöminenin rafına dizilmişti.
Odanın kapısında gözlerimi kırpıştırarak durduğumu
gören Bayan Keith, yabancılık çekmeyeyim diye: «Her za­
manki gibi tam zamamnda geldin, Robert» dedi. «Bu nasıl
gece böyle?»
—^«Ah, çok güzel bir gece, Bayan Keith» diye kekele­
dim. «Sisli ama yıldızlar rahatça görülebiliyor.»
Masanın başına, Alison’un yanına bir iskemle çeker­
ken Bayan Keith gülümsedi. «Sen her zaman yıldızlan
göreceksin, Robert. Zaten sen her zaman yıldızlara bakı­
yorsun.»
Bayan Keith’in o iyilik dolu solgun yüzündeki gülüm­
seme hemen kaybolmadı; .şaşkın bir halde Alison ile ders
çahşmaya başladığım zaman da onun bizi seyrettiğini his­
settim.
Bayan Keith, zayıf, oldukça uzun boylu bir kadındı.
Otuzunu aşkmdı. Sade fakat zevkli giyinirdi. Köklü bir
ailenin kızıydı. Kocasmm ölümünden sonra dış dünyayla
pek ilgisi kalmamış, kendini kızının eğitimine adamış mü­
— 188 —

ziği ve birkaç yakın eski arkadaşın dostluğuyle yetinmiş­


ti. Bunlar arasında Bayan Julia Blair, Bayan Marshall
(Louisa’mn annesi) ve tenim sımf öğretmenim Jason Reid
vardı. Herşeyden elini eteğini çekmesinde belki de sağlık
durumunun bozuk oluşu da önemh rol oynamıştı. O zarif
görünüşüne rağmen çoğu zaman şiddetli baş ağnsı çekti­
ğini sanıyorum. Ama Herhalde Alison’un hatırı için has­
talığını gizliyordu veya durumuna aldırmıyor, omuz silkip
geçiyordu. Kızma çok düşkündü, Alison’uıı kabiliyetiyle
övünüyordu ve bunu geliştirmek için de elinden geleni ya­
pıyordu. Fakat akıllı ve anlayışlı bir kadın olduğundan kı­
zma fazla hükmetmesinin de doğuracağı tehlikeleri sezin­
lemiyor değildi. Alison’un yaşıtları arasından kendine uy­
gun arkadaşlar seçmesini istiyordu ve bir hayli ince eleyip
sık dokuduktan, beni uzaktan uzağa izledikten sonra eve
gelmeye teni teşvik etmişti. Çocukluk yıllarında ürkekli­
ğin verdiği üzüntü içinde çekine çekine gel|r, küçük Ali-
son’la can sıkıcı oyunlar oynardım. Güııeşü günlerde sa­
lonun açık penceresinden piyano sesi gelirken biz de Ali-
son’la birlikte yeşil çimenlerin üzerinde evcilik ojmardık.
Eğer hava yağmurluysa içeri girerdik. Janet kuşkulu göz­
lerle bizi izlerken, tereyağlı ekmek, verirdi. Masanm başı-
geçer, dışarısını seyrederken soru - cevap oyunu oynar­
dık. Bu oyunu üzerinde çeşitli cümleler yazılı kâğıtlarla
oynardık. ‘Tavla eski bir oyun mudur?’ gibi sorular bulu­
nurdu bu kâğıtların üzerinde. Bazan Louisa da oyunları­
mıza katılırdı ve katıldığı her 03nında da birinci olurdu.
Beni durmadan azarlayıp canıma sıkmaktan da geri kal­
mazdı. Daha sonra biraz daha büyüyünce Alison’la birlik­
te ders çalışmaya başladık. Pratik bir çocuk olmasına
rağmen matematiği zayıftı. Ben ise dalgındım, fakat ma­
tematikte kuvvetliydim. Bayan Keith, kızının Winton’daki
Müzik Kolejine girebilmesi için ortaokulu bitirmesi gere­
kiyor diye telâşlanıyordu ve bu yüzden de Alison’a mate­
matikte yardımcı olmamı istemişti. Ona ders vermek için
belirli günlerde evlerine geliyordum.
Bayan Keith, gözlerini önündeki işinden ayırmadan
— 189 —

tath bir sesle sordu : «Benim şu şaşkın kızama bu gece ne


öğretiyorsun bakalım?» diye sordu.
Çekingen bir tavırla karşıhk verdim: «Euclid’i öğre­
tiyorum, Bayan Keith. Dik açılı bir üçgenin iki kenarının
karesinin toplamı... biliyorsunuz işte...»
— «Ben bilmiyorum ama sen mutlaka biliyorsundur.»
Bayan Keith, benim aşağılık duygumu yenmeme yardım
etmek için gdilümsememişti. Zaten bu kadın her zaman
belli etmeden bana yardımcı olmaya çalışıyordu. Görgü ki-
tabmda bulamadığım noktalardan bana bilgi vermesi de
bunun bir ispatıydı. Davraıuşlanmı düzeltmek için kasa­
banın kitaplığından bir görgü kitabı almıştım.
Alison sakin bir tavırla : «Benim bunu öğrenmek zo­
runda olmam da pek saçma birşey, anne» dedi. «Bunlar
öyle uydurma şeyler ki..» ,
Hemen atıldım: «Yoo, hayır, Alison. Gerçekten man­
tığa uygun şeyler bunlar. Bir kez, iki nokta arasındaki en
kısa yol mesafenin düz bir çizgi olduğuna aklın ererse,
Euclid’in onüç kitabını da kolayca anlayabilirsin.»
Bayan Keith: «Herhalde günün birinde ondördüncü-
sünü de sen yazacaksın, Robert» dedi. «Ya da daha kötüsü
Böceklerin Hayat hikâyesini yazman mümkün.»
Alison suçlar gibi bağırdı : «Göreceksin yazacak, an­
ne. Biliyor musun geçen hafta Bay Reid’in dersinde cebir
kitabındaki cevaplardan birinin yanlış olduğunu ispat etti.»
Ana-kız gülümserlerken ben de gurur ve utanç içinde
başımı önüme eğdim. Bu olayı anlattığı için de Alison’a
minnet duyuyordum. Bundan sonra boğuk bir sesle teori­
mi anlatmaya devam ettim.
Alison’un yanıbaşında otururken dizlerimiz birbirine
değiyordu. îşte bu temas içime tath bir baygınhk vermiş­
ti. Kitabın yapraklarmı çevirirken ellerimiz birbirine de­
ğince bütün vücudum heyecandan tir tir titredi. Zaman
zaman sabırsızlanarak iki yana silktiği o omuzlanııa kadar
inen dağınık saçlarına bayılıyordum. O kürjıe yanaklarına
kaçamak bakışlar fırlatırken nemli dudaklanyle kalemi­
— 190 —

nin ucunu kemirişini seyrediyordum. ‘M k ’ kelimesinin an-,


lamım bile pek bilmiyordum. Sadece Alison’uu benden hoş­
landığım ümid ediyordum. Bir rüyada yaşıyor, konuşuyor
ve gülümsüyor gibiydim. • ««of
Ders zamanı inanılmaz bir hızla gelmiş geçmişti. Saat
dokuza geliyordu. Bayan Keith esnemeye başlamıştı. Bir
ara duvardaki saate baktığını farkettim. içimden geçen­
leri yüksek sesle d eP , fısıldayarak bile Alison’a söyleye­
cek cesareti kendimde bulamıyordum.^
Birdenbire elim titreyerek bir kâğıt parçası ahp şunu
yazdım; «Alison, seni görmek istiyorum. Bu gece benimle
kapıya kadar gelir misin?»
Alison bu notu okurken gözlerinde şaşkın bir ifade
belirmişti Kalemini alıp ‘Niçin?’ diye yazdı.
Titreye titreye yazdım : «Sana birşey söylemek ıstıyo-
n ım .» . , 1,1 İ.1
Bir duraklama oldu. Sonra Alison bana tatlı tath gu-
kelimeyi yazdı: «Pekâlâ.» ;
.................. de
için
frm, İyice bilinip ağzıma
ü , liıiilc kptjiyle içeri girdi. Bize
Ut ılı kruk getirmişti. Bu da geometri der-
tıitıiıı tu.mı erdiğini belirtiyordu.
On dakika sonra ayağa kalktım. Bayan Keith’e iyi
geceler diledim. Alison verdiği söze sadık kalıp beni kapı­
ya kadar geçirdi.
Islak geceyi, berrak, tasasız gözlerle seyrederken;
«Ottael bir geceymlf» diye mırıldandı. «Seninle birlikte
bfthoe kapısına kadar geleceğim.»
Çakıl taşlı yoldan yürürken onun yanında olmanın
Mvkini çıkarmak, bu mutlu dakikaları daha da uzatabil­
mek için ağır ağır yürüyordum. Alison vücudunu dimdik
tutuyor, dosdoğru ileriye bakıyordu. Karanlık fakat bildik
bir fundanın yanından geçerken Alison eğiUp bir yaprak
kopardı. Avucımun içinde yaprağı ezdi. Havaya hoş bir
koku yayılmıştı.
— 191 —

Benim kafamın içinde yüzer gibiydi. Dünya gözleri­


min önünde sallanıyordu. Büyük bir çaba harcayarak so­
luk alıp verişimi düzene sokmaya çalıştım.
— «Bu gece şarkı söylüyordun, Alison» dedim.
Bu garip sözlerin adiliği beni dehşete düşürdü. Keli­
meler ağzımdan çıkar çıkmaz pişman oldum.
—■ «Evet, ciddi ciddi çalışmaya başladım. Bayan
Cramb bana Sehubert’in şarkılannı öğretmeye başladı.
Bunlar gerçekten çok güzel.»
Sehubert’in şarkıları : Ren Nehrinin görüntüsü, kı-
yıllarındaki şatolar, Alison’la birlikte kavisli köprülerin al­
tından küçük bir Nehir gemisiyle süzülerek geçişimiz. Kü­
çük bir handa konaklayışımız, küçük masalarla dolu güzel
bir bahçe. Ona bütün bunlan anlattım mı? Hayır. Çatlak
sesimle «Çok iyi gidiyorsun, Alison» diye mırüdandım.
Alison hafifçe gülümsedi. Aklı müzik öğretmenine ta­
kılmıştı besbelli. Müzik öğretmeni, aksi, daima herşeyin
mükemmel olmasını isteyen yaşlı, evde kalmış kızdı. «Ba­
yan Cramb’i memnun etmek çok güç.»
Gene bir sessizlik oldu. Bahçe kapısına varmıştık.
Burada Alison’dan aynimam gerekiyordu. Onun da bana
merakla baktığını farkettim. Birdenbire vücudumun der-
mam kesilmişti. Kalbimi garip bir sıcaklık sanyordu. De­
rin bir soluk aldım. Bu unutulmaz bir andı. Şövalyeliğin
gerçekleştiği andı.
—• «Aman Robie...»
Alison, şaşkınlıktan ve heyecandan olacak benim ismimi
yüksek sesle ve önemseyerek söylemişti. Ellerim kenetlen­
miş, yanaklarım alev alev yanarken bu sırrımı Alison’un
da pek hafife almadığmı gördüm.
Marshall da tabii çok önemli bir meseleydi. Buna boş-
vermek imkânsızdı. Yüz yıl kadar önce Sir John Mars-
hall’m kurduğu bir vakıftı. Çalışkan öğrencilere Winton
Kolejinde okumaları için burs veriliyordu. Marshall Bur­
sunu kazananlara beş jnl süresince yılda yüz pound öde­
niyordu. Iskoç deyimiyle fakir fakat ‘cevher sahibi’ çocuk­
lara ilerlemek ve öğrenim yapmak için bir zemin hazırlı­
— 192 —

yor, ona şans tanıyordu. Büyük adamlar, büyüklüklerim


önce bu bursu kazanmakla ispatlamışlardı. Vaktiyle Win-
ton Kolejinin yetiştirdiği ünlü bir devlet adamı öldüğü za­
man adamın okul arkadaşlarından birinin «ah., onun
Marshall’ı kazandığı günü dünmüş gibi hatırlıyorum» de­
mesi ona yapılan en büyük övgü olmuştu.
Alçak bir sesle ; «Ben Marshall’ı asla kazanamayaca­
ğım» dedim. Fakat bir kere denemeye karar verdiğimi
herkesten önce sana açıklamak istedim.»
Alison, ümitle: «Ben de bursu kazanma şansının bü­
yük olduğunu sanıyorum» dedi. «Bunu kazanmak senin
için çok mu önemli?»
— «Evet, hem de çok önemli.»
Görmeyen gözlerle AUson’a baktım. DiUmin altında
şiir dolu kelimeler gizliydi, fakat bunları söyleyemiyor­
dum. Heyecanlanmaya başlamıştım. Vücudumun ağırlığını
bir ayağımdan ötekine geçirdim. ı
«înşallah sınav tatilden sonra yapılır» dedim.
Alison: «Ah, inşallah» diye karşılık verdi.
— «Pamtaii gÛnU Gavin’le birUkte Loch’a gidiyo-

— «Yaa, öyle mi?»


Heyecanlı bir sessizlik oldu.
— «Hadi, iyi geceler, Alison.»
— «tyi geceler, Robie.»
Gergin bir hava içinde birdenbire ayrıldık. Her za­
manki gibi gene herşeyi berbat etmiştim. Ama Drumbuck
Yolunda hızla yürürken dünyanın gene çok güzel ve büyük
vaatlerle dolu olduğunu düşündüm.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

O tath ayrılışla günüm son bulmalıydı. Ama nerede..


Yatağıma yatabUraem için esrarengiz ve işkence dolu iş­
lemi tamamlamam gerekiyordu. Bu gece benim ‘Aslan’m
Köprüsünden geçme’ gecemdi. Ahşmadığım heyecanlar
beni adamakıUı yorduğu halde, binbir zorlukla Lomond
View’yu geçip üu mil ötedeki köprüye giden karanlık köy
yoluna saptım. Haminnenin istirahate çekilme merasimini
izlememiş miydik? Peki, o halde niçin Robert Shannon de­
nen bu çocuğunkini izlemeyelim? Hem amacımız da onu
bütün özellikleriyle, didinmeleri, çırpınmalanyle, düşleri
ve saçmahklarıyle gerçeğe uygun bir şekilde tanıtmak de­
ğil miydi? Onun kurbağa ‘Rana Temporaria’yı neşteriyle
insafsızca ortasından kesip incelediği gibi biz de onu aym
şekilde niçin incelemeyelim?
_ Gece daha soğuk ve ürkütücü olmuştu. Köprüye var­
dığım zaman nemli bulutlar yanm ayı gölgelemişti, sert
bir rüzgâr körpe yapraklan döküyordu. Ceketimi, yani
Murdoeh’un ceketini sıkı sıkı ilikledikten sonra ilerledim.
Köprü eskiydi. Tepelerden inen Leven nehri üzerinde ku­
rulmuştu. Daracık taş duvarlarla sınırlandırılmış, yarım
daire biçiminde üç kemerle su üzerine oturtulmuştu. Köp­
rünün iki ucunda da suyun ve havanın etkisiyle aşınmış,
eskimiş taş heykeUer vardı. Herşeye rağmen gülümseyen

Yeşil Yıllar — F ; 13
— 194 —

Yapayalnız, en 3f^®f “ ^araclk korkuluğ^^


soluk aldıktan sonra k P görünmeyen suların gürül
rümeye bağladım. Taa ’ İ^ier çok daha kötüydü,
gürül akışını •sağlamaya çalışırken dünya
Köprünün ‘SfsM
gözlenmin onunde sallan pj# a-
kendi­
" Ben yüksek yerlerde d u r ^ ^ ^
me seçtiğim ucuna katedip geri donmu|-
yet köprüyü bir ucundan o baygm bir halde
?üm. siğlam toprağa ayak y a r ı^ J S ^
sırıtan aslan ^^skıp da gülmesine hiç saşma-
benim bu perişan ’»*ti“ e insan fakir, hor go-
mah. Çılgmhk bu, „eılarm yanından geçerken
riilen bir kimse
utancından titrer ^ısarıraa, s m r l^orkak bırı
tür işkenceleri de-

, 111, ı - ı ı Lı— anUconu »oklnleşmistlm. Ev zifiri k


bir gaz lambasının yakılması-
nnhktl. Artık wfada ^ ı m m ucuna basa basa
hile İzin verilm iyordu. AyaKiarın siireüle-
na bile İzin Ysvaşça kapıyı sürgüle
yukarı çıktım, ^ js^af edilmesini büe isteme-

«*'T.''zr;“S”«ssîS£

yordum. Murdoch, kışın büyücek odada kah-


man vaktiyle Kate m kM şamdanın ucunda-
rm u m T ya " gtbl gölgeler arasında,
— 195 —

okulda kazandığım armağanlarla doluydu. Gösterişli cilt­


lerle süslenmiş değersiz kitaplar, ve benim o değerli mik­
roskobum bunların arasındaydı. Paha biçilmez tabiat bil­
gisi koleksiyonum, kendi elimle hiç para harcamadan yap­
tığım mukavva kutular içinde duruyordu. Yazı malzemesi
çekmeli dolabm üzerindeydi. Kasaba kitaplığından ödünç
aldığım bir başka kitap ‘Aşağılık Duygusunun Tedavisi’
isimli kitap da oradaydı.
Bu kitabı ahp Onuncu egzersizi açtım. «Sakin bir ta­
vırla aynanın karşısına geçin» diye okumaya başladım.
«Kollarınızı kavuşturup aynadaki görüntünüze dikkatle
bakın. Sonra gözlerinizi kısarak kendinize korkmadan ba­
kın. Kuvvetli, soğukkanlı ve sakinsiniz.» Hiç kuşkusuz so-
ğukkanUydım. «Sonra derin bir soluk ahn, soluğunuzu
verin. Alçak ve güçlü bir sesle ‘Jül Sezar ve Napolyon ben
de başaracağım’ sözlerini üç kez tekrarlayın.»
Bu tavsiyeleri kelimesi kelimesine yerine getirdim.
Gerçi gözlerim biraz sulanmıştı, o yeşil gözbebeklerime
aynadan bakmak da biraz ümidimi kırmıştı ama gene de
yılmadım. Bir defter kâğıdına da büjdık harflerle ‘BA­
ŞARACAĞIM’ kelimesini yazıp duvarın en görünen yeri­
ne iğneledim. Uykudan uyanır uyanmaz gözüme ilk çarpan
şey bu kâğıt parçası olacaktı. Sonra da yatağımm kenarı­
na diz çöktüm.
Dualarım uzun ve karışıktı, dalgınlıktan sakınıp ço­
cukluk günlerimin o sakalh silik tanrısma değil Kurtan-
cımıza yöneltiyordum dualarımı. Araaıra suçlu suçlu Pe­
der ile Kutsal Ruhu da hatırlayıp hemen onlan da mem­
nun etmeye çalışıyordum. Fakat benim güven dolu kalbi­
min koruyucusu da o ölümsüz sevgi ve ijdbk dolu İsa’ydı,
tsa’mn Annesini düşündüm. Son zamanlarda onun yüzü
Alison’un yüzünü andırmaya başlamıştı nedense. Özlem
dolu yaşlar kapah gözlerimin pınarlannda birikti. Azizler
de unutulmamıştı tabii. Durmadan yeni yeni Azizler bulup
onlar için de dua ediyordum. Kalplerini kırmaktan korktu­
ğum için bu işin arkasım getirmek zorundaydım. Gittikçe
— 196 —

büyüyen listeme eklenen en yeni isim de gençliğin koruyu­


cusu Anthony idi- . .
Arük son perdenin hazırlığı da tamamlanmıştı. Ti­
yatroda, yazarın acıklı bir gerçeği ortaya koymak ister­
ken bunu başaramaması ya da yanlış anlaşılması
den birdenbire kopan o beklenmedik, istenmeyen kabka-
haları atmak fırsatını yakalamak. Hep beraber gülelim
bari. Sonra da geriye bakınca bu çelimsiz titreyen çocuğu,
köprünün ve buzlu su banyosunun arındırdığı çocuğu gö­
receğiz. Çekmesinin arkasında bir yere gızledıgı ganp bir
âleti alışını göreceğiz. Bu âlet de bir ipe bağlanmış ıkı ka­
pı anahtarı, bir kapı tokmağı ve kınk bn patenden o us-
rauştur. Çocuk, alışkanlığın verdiği çevıkhkle bunu behne
bağlayacaktır. Öyle ki, o madeni eşyanın sıvn uçlan ka­
burgalarım acıtacaktır. işte bu durumda eger su-tustu y -
tarsa, hemen uyanacaktır, insanlar, anca)ı sırtüstü yattık­
ları zaman rüya görürler. O da rüya görmemek ıçın bu ça-
ı«m buvormaktadır. Nihayet yamalı yorganın altına gır-
yattı. Keşlilep gibi boynunda bir teşbih ile
t«a* d* gerçekten mucize yaratması beklenen kutsal
madalya a«h. Bunlardan birini Kutsal Peder bizzat takdis
etmiş. Ayrıca biri kahverengi diğeri de mavi ıkı
muska var. Pembe ve mor muskalardan da bulsa bunları
da boynuna geçirecekti. Elinden gelen herşeyi yapınış sa-
yıhr. Bu düşünceyle içi rahatladığından uykunun o kuçuk
ölümünü davet ediyor; , „ „
— «Sevgüi Tanrım... Yalvarırım, Marshall Bursunu
kazanmama izin ver.»
B E Ş m c! BÖLÜM

Tatil günlerinde sabah erkenden ve neşeyle gelir Pa­


zartesi sabahı, beyaz gökle daha parlak bir aydınlığa ka-
^şmadan sessizce evden çıkmış Levenford kavşağında
Tom Drın ı beklemeye koyulmuştum, Tom beni günlük
devrıyesı sırasında arabasıyle Luss’a bırakıverecekti
Tom geç kalmıştı, üstelik keyifsizdi de. Bugün çalış­
mak zorunda olmamalıydı — ben bile görevlerimden azad
edilmiştim. Ama Blair’lerin deposunda işler çok sıkıştı ve
adam sıkıntısı çekiliyordu. Arabaya bindim, yiyecek tor­
ba lım ın arasına büzüldüm. Atın nal şıkırtılarını dinleye
dinleye yola düzüldük.
Taş döşeU boş sokaklar, sabah havasıyle taptaze gö­
rünüyordu. Sut alan bir kadm, üst kat pencerelerinden bi­
rinin pancurunu açmaya çalışan gömlekU bir adam kapı-
nm onunde paspasım silkeleyen yan uykulu bir genç kız —
butım bımlar işlerin yolunda gideceğini müjdeliyorlardı.
Cavın le balık tutmaya gidiyordum. Marshall sınavına ça­
lışmak ıçm eve kapanmadan önce son bir kaçamak yanmak
istemiştim. ^
Güneş yükseldi ama bulutlann arasmdan kendini gös­
teremedi Ilık, loş ve sakin gümüşi günlerden biriydi. En
hafif sesler bile taa uzaklardan duyuluyordu. Aradaki ses­
sizlikleri de yeşil yapraklarm hışartısı bozuyordu. Araba-
mn tahta uzantıları arasında beygirin sırtı vapur gibi inip
kalkıyor sise bürünmüş koruluklar, park, yüksek bacalı
— 198 —

kurşuni bir malikâne, teraslar ve camekânlı kış bahçesi


ağaçların arasından görünüp kayboluyordu.
Bu büyük sayfiye evlerinin arka kapılarm ^ Tom un
çuvallan arabadan indirip evlere taşımasına y a r t o ettim.
Kaba uyuşuk bir adamdı, ama işten anlıyordu. Verüen si­
parişin istendiği şekilde yerine getirilmemesmden yakınan
öfkeli bir uşağı bir iki kelimeyle yatıştırmasını biliyordu.
Br ara ağır bir sandığı kaldınrken altındaki yuz kiloluk
çuvalın patlamış olduğunu ve içindeküerm arabaya ya^I-
dığım gördük. Tom, bir küfür savurdu, başını kaşıdı, son­
ra gayet yumuşak ve yatıştırıcı bir sesle ; «Boş ver, boş
ver.. Bir şey ziyan olmaz,» dedi. ^ r,
Luss’a vardığımız zaman vakit öğleyi bulmuştu, Ga-
vi», kısacık kasaba yolunun kenarmdaki mihenk taşma
oturmuştu. Ama sabıraizlanmışa benzemiyordu. Okulda
kurşuni flanel elbisesini, gene^ kurşuni renkte bı-
gS2ta*dhife*llâM ISU tt giymişti. Şapkasmdaki L.archfıeld -
ılıaHHIHIIHmilıl'l'J. ..... şapka-
„ _ JW arttınyordu. Yüzünün al­
jlliülîn yoktu. O da benim gibi büyü-
■ H m ı nmiTiTiT» d* farkın» varmadan yüzü güneşten yan-
Nn,va«. hiç ıloftllso <> müthiş el sıkışmamızı anlatma­
nın v'nrdlğl HOMSİz sevinci anlatabilirim.
— «Korkarım ki, akşama kadar bahk avlayamayaca-
ğız.» diye Gavin ımnldandl. «Rüzgâr yok, hava da fazla

Sakin kasabanm içinden ağır ağır yürüdük. Alçak


damları sazlarla örtülü kulübelerin önünden geçtik. Ku­
lübelerin önlerinde küpe çiçekleri ve yaban gülleri yetiş­
mişti. Hepsi de evlerin damlarma kadar uzanmışlardı. Kah­
verengi bir köpek bembeyaz tozlu yolun ortasma uzanmış,
rüyaya dalmıştı. Arıların taüı vızıltüarı duyuluyordu.
Sislerin arasmdan oyuncak tahta iskeleyi ve buna bağlı
sandalları görebiliyorduk. Bu eşsiz güzeUik karşısında bir­
birimizi o esrarlı bakışlarla süzdük.
Bulutlarm arkasmda gizlenen güneş batmcaya kadar
Gavin’le birlikte babasmm av kulübesinin önünde ters çev-
— 199 —

rümiş duran sandalın üzerinde oturduk. Fazla konuşmak-


malzememizi gözden geçirdik. Saat ye­
dide, kulübenin bakıcısı Bayan Glen bize taze pişmiş kura­
biye, haşlamış günlük yumurta ve sütten ibaret kahval-
timızı verdikten sonra sandalı yüz çevirip suya indirdik
Bahga çıkmak için vakit henüz çok erkendi, fakat Loeh
uzOTine çöken koyu renk gölgeler, akşam karanbğınm bas­
mak üzere olduğunu beürtiyordu. Ben kür^e geçtim, ha­
reketsiz serinliğe dcğru sandalımız yavaş yavaş ilerledi
Sonra kürek çekmekten vazgeçtim, sandalı kendi haline
bıraktık. Işıklar solarken suyun üzerindeki gölge de eit
tık^ irej^aşmıştı. Artık birbirimizin yüzünü seçemiyor-
duk Derken derinden derine ruhundan başka herşeyini
toybetmış bir insanın acı feryaüannı andıran gayda ses­
leri duyuldu. Gavin’in birdenbire duygulanarak a«tı.<ai.n
içinde dogrulduğunu farkettim. Bu ses dahil hiç birşey
hatta birbirimize verdiğimiz yemin bile bu dakikaların
etkısmı azaltacak nitelikte değildi. Gavin karanhğın için­
den alçak bir sesle konuştu :
— «Anladığıma göre Marshall Bursu sınavına katı-
lacakmışBın, Robie. Öyle mi?»
Birden pek şaşırmıştım. «Evet...» diye kekeledim
«Sen nereden öğrendin?»
— «Bayan Keith ablama söylemiş.» Gavin sustu.
«Ben de şansımı deneyeceğim.»
Afallamış bir halde arkadaşıma baktim. Karşıdaki te­
peler bile benim bu şaşkınhğımı paylaşır gibiydiler.
^«Ama Gavin... Senin Bursla okumaya ihtiyacın
yok ki...» ■

Gavin ağır ağır, utanç dolu bir sesle konuştu: «Bilsen
şaşarsın. Son zamanlarda babam işlerin durumundan ya­
kınıyor. Mısır ve Yulaf gibi maddeleri fazlaca alıp depo
edersen bazan büyük kayıpları da göze almak zorunda ka-
hrsm. Bu işler, pek de başkalarının düşündüğü kadar ba­
sit değU... Yani babamı kıskanıp onu fazla gösteriş merak­
lısı sananlar için söylüyorum bunu. Babam gösterişi sev­
mez, Robie. Fakat Provost ailesinin bir ferdi olarak belir-
— 200 —

li bir kişiliği korumak zorunda.» Uzunca bir sessizlik oldu.


«Bana o kadar cömert davrandı ki, karşı birşeyler yap­
mam gerektiğini düşündüm.» _ . . . .
Susuyordum. Gavin’in babasma taptığını çok iyi bili­
yordum. Ayrıca Provost’un işlerinin iyi gitmediğine dair
bazı söylentiler de kulağıma çalınmıştı. Ama doğrusu bü­
tün iiTYiiHimi bağladığım bir sınavda onunla amansız bir
mücadeleye girişmek benim için beklenmedik bir darbe ol­
du. Birşey söylememe meydan kalmadan Gavjn tekrar ko­
nuştu :
— «Nasıl olsa, bölgenin en akıllı ve bilgili çocukları
bu yarışmaya katılacak. Bir kişi fazla olmuş, bundan ne
çıkar. Hem sonra kasabanın onuru da var. Biliyor musun,
oniki yıldan beri Levenford’dan bu bursu kazanan çocuk
çıkmamış. İkimizden biri bu sınavı kazanmalı.»
Yorgun bir sesle : «Kazanan sen plabilirsin, Gavin»
.lodim Arkadaşımın küçük bir bilgin olduğunu gayet iyi
biliyordum.
Daha küçük yaşlarda yaptığımız o sen - ben tartışma­
larına artık girişmiyorduk. Gavin düşünceli düşünceli:
«Babam için bu sınavı kazanmak istediğimi kabul ediyo­
rum» dedi. «Fakat bana kalırsa senin kazanma şansın da­
ha fazla... Gururlu bir insan olduğum için bunu açıklamak
da bana güç geliyor... Herhalde dağlı olmamın etkisi bü­
yük... Bir de fevkalâde bir babaya sahip olmamın rolü
var.» Durakladı. «Eğer sen kazanırsan doktor olmak iste­
ğini sürdürecek misin?... Yoksa...» Sözlerinin bu kısmın­
da sesini alçalttı: «Yoksa papaz olmayı hâlâ istiyor mu­
sun?»
Gavin’in daha önce yaptığı açıklamanın şaşkınlığın­
dan henüz kurtulamamıştım ama gene de bu soruyu bü­
yük bir ciddiyet içinde dinledim. Gavin benim herşeyimi
bilen tek insandı.
— «Papaz olacak.»
— «Kendimi papaz olmaya pek lâyık göremiyorum»
dedim. «Bu arada biyoloji doktoru yani tıbbi araştırma­
lar yapan bir doktor olmayı da aklıma koydum. Tabii Pe­
— 201 —

der Damien’i ve Cure D’ars’m vaazlarım hatırladığım za­


man herşeyden hattâ iyi ve güzel bir kıza âşık olmaktan
bUe vazgeçmek istiyorum.» Birdenbire içimden herşeyi bı­
rakmak geldi. Bu duygu bütün benliğimi sarmıştı. «Evet,
işte o zaman buralardan gidip gerçekten büyük bir din
adamı olmayı tasarlıyorum. Küflenmiş patates jd5np pa­
rayı hiçe sayan ve gayet ağır şartlarla yaşamayı başaran
o kutsal adamlar arasına katılmak istiyorum. Ah, bunun
ne demek olduğunu sana bir anlatabüseydim, Gavin. Özel­
likle Kilisedeki vaftiz töreninde ne gibi duyguların etkisi
altında kaldığımı anlatabüseydim...
Gavin utangaç bir tavırla: «Aşağı yukarı bir fikrim
var» dedi. «Tabii... düşündüklerini bulamasaydın, senin için
çok kötü olurdu... Yani ne de olsa bu ekmek meselesi...»
— «Evet» diye arkadaşımı doğruladım, «Gerçekten
çok feci olurdu. Ama dua ederek zihninden kötü düşünce­
leri uzaklaştırabilirsin. Dua etmek gerçekten harikulâde
birşey, Gavin. Dua yoluyla neler elde ettiğimi dünyada
tahmin edemezsin. Sana yüzlerce şey, düzinelerle örnek
verebilirim. Sütçü dükkânını işleten Bayan Rourke’yi bili­
yorsun. Şey, Baba bozuk süt satıyor diye onu cezalandıra­
caktı. Kadının dua ettiğini, hem de kilisede dua ettiğini
gördüm. Biliyor musun, Gavin, Baha’nın örnek diye aldığı
şişedeki süt gayet iyi çıktı. Kaynattıkları zaman bir güzel
kapardı. Evet, Bayan Rourke’nin sütü ekşimenüşti. Baba
meslek hayatı süresince ilk kez böyle bir durumla karşı­
laşmış.» Soluğumu tuttum. «Tabii insan değersiz istekler
için tanrıya dua etmemeli. Madam Pompadour’un zümrüt
yeşili gözlerinin eşsiz bir güzelliğe sahip olduğunu söyler­
ler ama ben kendi gözlerimin rengini hiç beğenmiyorum.
Ancak insan gözlerinin rengi değişsin diye de tanrıya yal­
varmaya kalkışmamalı. Yani hiç değilse, bir gecede göz­
lerin renk değiştirmesini istememeli.»
Gavin gergin bir hava içinde : «Marshall sınavını ka­
zanmak için dua edecek misin?» diye sordu.
— «Evet... Maalesef dua edeceğim, Gavin.» Başımı
önüme eğdim. Sonra cömertçe bir heves içinde ekledim.
— 202 —

«Fakat eğer benim kazanmama izin verilmezse, sen kaza­


nasın diye dua edeceğim. Sen çok dürüst bir insansın Ga­
vin... Kasabada yaşayanların çoğuna benzemiyorsun...
Hattâ bazı akrabalarıma bile benzemiyorsun... Onların
Katoliklere ne gözle baktıklarını biliyorsun... Çok saçma
değil mi? Ayol, Canon Roche daha geçenlerde bana alma­
naktan, yeryüzünde tam otuziki Katolik Dükün bulundu­
ğunu gösterdi... Düşünsene tam otuziki Katolik Dük...
Oysa insan Levenford’da sadece şeyi dinliyor... Neyse,
bunlara boş ver. Fakat sınavda başarı kazanmak isteme­
min de eşsiz bir ilim adamı olabileceğini göstermek istiyo­
rum... Yani insanlığın bir çeşit Kurtarıcı olmak hevesi
var bende. Belki de ilim ile dinin de arasını düzeltebilirim.
Belki bütün dinleri barıştırırım.»
Bu inanılmaz düşüncelerim beni şaşkına çevirmişti.
Gavin ağır ağır : «Evet» dedi, «Bujs sınavında birbi­
rimize rakip olmamız çok kötü. Tabii hiç birşey dostluğu­
muzu etkilemeyecek. Ama elimizdeki fırsatlardan yararla­
nıp hiç açık vermemehyiz. Eh, ben de birkaç dua biliyo­
rum...»
Yumuşak karanlığın içinden Ay, ‘Ben’in arkasında
belirdi. Sonra da yavaşçacık sulara düştü. O karanlık su­
ların üzerinde ışık oyunlarına girişti. Kıyıya doğru sürük­
lenmiştik. Burada ağaçlar, bir tanrmm cenazesi için hava­
ya kaldırılmış sorguçlara benzemişlerdi. Hayır, bunlar sa­
dece ağaçtı... Sessiz, eşsiz bir ülkede yetişen, yaradılışın
iUî şafağında yıkanan ağaçlardı.
Birdenbire bir balık sıçradı. Bizim de havamız değişi­
vermişti. Gavin’in oltasına uzandığını gördüm. Fısıldaya­
rak : «Nihayet bir bahk bulduk» dedi.
Sandalı kıyı boyunca ağır ağır götürüyordum.
Kürekleri gürültü yapmadan suya daldırarak sandah
kıyı boyımca ağır ağır götürüyordum. Gavin bahk tutma­
ya çalışırken hen de soluk hile almadan onu seyrettim. Ga­
vin de dimdik oturuyor, hiç kıpırdamıyordu. Yalnız arası­
na sağ kolunu ritmik bir hareketle 3mkan kaldırıp indiri­
— 203 —

yordu. Islak oltanın da zaman zaman sular üzerinde süzü­


le süzüle yukarı kalktığını görüyordum.
Birdenbire bir su sesi dujnıldu. ilkinden daha kuvvetli
bir sesti bu. «Gavin’in oltasının yay gibi kıvrıldığım heye­
can içinde gördüm, iki eliyle birden oltanm ucuna sarılmış­
tı. Makarasım hızla çevirirken dişlerinin arasından : «Bi­
zi uzakta tutmaya bak, Robie» dedi. «Balık sandalm altı­
na girmesin.»
Balık karanlık suyun içüıde çılgınlar gibi çır­
pınıyordu. Suyun yüzüne çıktığı zaman da elmas taneleri­
ni andıran su zerrecikleri çevreye dağıhyordu. Gavin’in
dediği gibi bahğm sandalın altına girmesini önlemek için
teknenin yönünü değiştirmeye çahştım. Artık sessiz olma-
mn gereği kalmamıştı. Benim kürekler de balık gibi gü­
rültüyle suya dahp çıkıyordu. Balığm her sıçrayışında ben
de küreklere asılıyordum.
Gavin soluk soluğa; «Yaşasm» dedi. «Bir alabalık bu.
Hem de iyi cins bir alabalık.» Bir saniye sonra, «Küreklere
asıl» dedi.
Balıkla yaptığı mücadeleden kollan kopacak gibi ol­
muştu. Onu bahğa bağlayan oltanm ne kad.ar ince oldu­
ğunu büiyordu ama bir kanş ipi bile koyvermek istemi­
yordu.
Makarayı yavaş yavaş, büyük bir dikkatle sarmaya
başladı. Ayın aydınlığı gergin, vücudunda, kararh genç
çehresine vurmuştu. Ben de dikkat kesilmiş, onun vere­
ceği emri bekliyordum.
Alabalık eskisi gibi fazla çırpmmıyordu. Gavin onu
sandala yaklaştırmıştı.
Gavin, alçak boğuk bir sesle ; «Onu görüyorum» de­
di. «Sürüden yeni ajfrılmış bir bahk. Zıpkmı al. Oturduğun
yerin altında olacak.»
Oturduğum yerden eğildim, zıpkını almak için kolu­
mu aşağı sarkıttım. Fakat nasılsa ayağım kaydı, boylu bo­
yunca sandahn içine düştüm. Bacaklarımın derisi kalkü.
Az kalsın sandal da alabora olacaktı.
Gavin’den tek kelime çıkmadı. Beceriksizliğimden
— 204 —

ötürü beni azarlamaya kalkışmadı. Sadece doğrulup san­


dal da tekrar dengesini bulduğu zaman sordu : «Zıpkmı
aldın mı?»
— «Evet, Gavin.»
Bir sessizlik oldu. Gavin gene alçak bir sesle, fakat
gittikçe oltaya tutulmuş. Oltanın ucundaki böceği ağzının
kenarında gördüm. Bir şansımız daha var. Onu da dene­
yeceğiz. Zıpkınını al, ben balığı yukarı çektiğim zaman
zıpkını vur. Ama sakın saplama, solungaçlarının altına
kaydırıver.»
Zıpkını gittikçe artan bir merak ve heyecan içinde
kavradım. Sandalın içine çömeldim. Balığın suyun içinde
çırpındığım görüyordum. Bayağı büyük bir balıktı. Haya­
tımda hiç böylesine büyük bir balığı zıpkınlamamıştım.
Babasının yakaladığı balıkları zıpkınlamaj^ alışan Gavin
zıpkmlama işinde ne kadar çok balık kaçırdıklarını anlat­
mıştı. Bu iş gayet zor olsa gerekti. Titiremeye başladım.
Gözlerimi kırpıştırdım. Kulaklarım da gene seyirmeye
başlamıştı.
Balık yaklaşmıştı... Biraz daha yaklaştı... El değdi­
recek kadar yakınımıza geldi. Birden paniğe kapıldım.
Bu kocaman kaygan yaratığı zıpkınımla öldürmek geldi
içimden. Fakat hayır, ölü gibi sapsan bir yüzle dehşet
içinde titrediğim halde, Gavin’in hayvanı döndürmesini
bekledim. Sonra onun dedjği gibi zıpkını solungaçlarının
altına değdirdim, ve hayvanı sandalın kenarına yanaştır­
dık, ve yukarı aldık. Gökyüzünde iyice yükselen Ay da
sandalın içine yanyana çömelmig olan iki çocuğu aydınlatı­
yordu. Bunlar başbaşa vermişler, yerde can çekişen balık­
la ilgileniyorlardı.
Yenilgiye uğrayan alabahğuıa bakarken yüreğime bir­
denbire bir acının çöktüğünü hissettim. «Gavin ve ben...»
diye düşündijm. «içimizden birinin yenilgiye uğraması
şart.»
ALTINCI BÖLÜM

Ertesi sabah, kulübedeki hamaklanmızda geç saatle­


re kadar uyuduk. Bayan Glen bize kahvaltımızı verdikten
sonra Gavin, babasımn av bıçağmı aldı ve kulübenin önün­
de, kızgın güneş altında alabahğı ikiye böldü. Sert, ve
pembe etler, koyu renkli, içi inci düğme gibi parlayan
sırt kemiği, bahğın çok iyi durumda olduğunu gösteriyor­
du.
— «Yazı - tura atacağız» dedi Gavin. «En doğru
paylaşma ancak böyle olacak. Bana kalırsa her parça üç
kilo kadar var. Fakat kujıruk kısmı daha iyi.»
Gavin bir madeni para attı. Benim tahminim doğru
çıktı.
Gavin cömertçe gülümsedi. «Unutma: Sadece yirmi
dakika kaynatacaksın. O zaman tadına doyum olmaz.»
Payımıza düşen balıkları yeşilliklere sardık ve Ga-
vin’iıı bisikletinin arkasındaki sepete yerleştirdik. Sonra
Bayan Glen ile vedalaştık ve bisiklete kurulduk. Gavin
pedal çeviriyordu. Ben de makinenin arkasına oturmuş­
tum. Pedal çevirme işini sıraya bindirmiştik. Balığı bölüş­
tüğümüz gibi Levenford’a varıncaya kadar pedal çevirme
işini de bölüştük.
Lomond View’ya vardığım zaman yemek vakti gelmiş­
ti. Mutfağa girdiğim zaman Baha’yla Hannah Ana sorfa-
da oturuyorlardı. Haylazlık ettiğimin farkındaydım ama
getirdiğim yarım alabalık kolayca barışmamızı sağlaya-
— 206 —

çaktı. Hannah Ana’nın deyimiyle bu bahk bizi ‘birkaç gün


idare eder’di.
Baba, iskemlesine iyice büzülmüştü. Son zamanlarda
alışkanlık haline getirdiği çekingen ve soğuk tavnyle sor­
du : «Nerede kaldın?» Baba, aylarca önce bir sabah kan-
sımn önüne koyduğu haşlanmış yumurtaları geri çevirdi­
ğinden beri böyle garip davranıyordu. O sabah da Han-
nah’ya : «Beni böyle gereksiz yiyeceklerle mide fesadına
uğratmaktan vazgeç» demişti. «Zaten hepimiz çok fazla
yemek yiyoruz. Doktorlar ağır yemeklerin saha dokunaca­
ğım söylüyorlar.»
Bu kez Hannah Ana araya girdi : «Sana Robie Loch’a
gitti demiştim ya. Gece orada kalması ihtimalinden de
sözetmişti.»
Hemen elimdeki yükü masanın üzerine koydum. «Ba-
km, size ne getirdim. Gavin yakaladı ama, ben de zıpkın­
ladım.»
Hannah Ana balığı saran yeşil otlan ayırdı. Sevinçle
haykırdı : «Aferin sana, Robie.»
Hannah Ana’mn bu övgüsünü içime sindire sindire
dinledim. Fakat Baha’dan da bir iki söz bekliyordum. Dal­
gın fakat bÜ5Ûilenmiş gibi balığa bakıyordu. Pek seyrek
gülümserdi o. Kahkahalarla gülmek ise onun hiç bilmedi­
ği bir hareketti. Fakat şimdi yüzünü garip bir gülümseme
aydınlatmıştı.
— «Güzel bir bahk» Sustu. «Fakat biz alabalığı ne
yapalım? Fazla besleyici. Midemizi bozmaktan başka bir
işe yaramaz. Sonra ekledi : «Balığı öğleden sonra Donald-
son’lara götür.»
— «Ah, hayır. Baba...» Hannah Ana’mn bakışları ta­
salanmış, alm kmşmıştı. «Hiç değilse birkaç dilimi bizde
kalsın bari.»
Baba dalgm dalgm : «Hepsini götür» diye ısrar etti.
«Alabalık pek bulunmuyor. Yanm kilosuna dünyanın pa­
rasını verecek enayi çıkıyor. Donaldson’un da bize epey
para ödemesi gerekir.»
Dehşetten orada kalakalmıştım. Bizim o fakir sofra-
— 207 —

ımzı zenginleştirecek olan bu güzelim balığı kalkıp bir ba­


lıkçıya satmak olacak şey miydi? Baba bunu gerçekten
düşünmüş olamazdı. Fakat yemeğini yemeye koyulmuş­
tu bile. Hannah Ana da dudakları titreye titreye tabağıma
yemek koymaya çalışıyordu. «Hadi, senin de yemeğini ko­
yuyorum, otur da ye, şekerim.»
O gün öğleden sonra balığı Donaldson’un High Street’­
teki dükkânına götürdüm. Üzgün bir tavırla yükümü, şiş­
ko, kırmızı yüzlü. Bay Donaldson’a uzattım. Her zamanki
gibi mavi çizgili önlüğünü takmıştı, başında siyah hasır
şapkası vardı. Mal satmak, pazarlık yapmak gibi işlerden
hiç anlamıyordum. Fakat besbelli Baba, büroya giderken
dükkâna şöyle bir uğramış olacaktı. Bay Donaldson, hiç
birşey söylemeden bahğı teraziye koydu. Tam üç kiloydu.
Gavin’in herşeyi doğru gören gözleri gene yalan söyleme­
mişti. Koca balıkçı, bıyıklarını çekiştirerek bana garip ga­
rip baktı.
— «Bunu Loch’da nu yakaladın?»
Başımı salladım.
— «Çok direndi mi?»
— «Evet.» Geceki olaylar, ayışığı, dostluk o şahane
mücadele başımı önüme eğdirdi.
Donaldson, dükkâmn arka tarafındaki kasasının ba­
şından geri dönünce bana balığm hesabım yaptı: «Sana
onbeş gümüş lira veriyorum, oğlum. Bunu saygılarımla
Bay Leckie’ye verirsin.» Ben dükkândan çıkarken durup
arkamdan beni seyretti.
O akşam Baba eve gelir gelmez, Donaldson’dan aldı­
ğım parayı ona verdim. Bu para bütün gün cebimde şiş­
kinlik yapmıştı. Baba, parayı aldıktan sonra başını salla­
dı ve avucundan çantasına boşalttı: Para saymakta pek
ustaydı.
Çay saatinde Babanın neşesi yerine gelmişti. Hannah
Ana’ya Bay Cleghom ile karşılaştığını anlattı. Sular İda­
resi müdürü pek yorgun ve hasta görünüyordu. Hattâ
kasabada onun böbreğinde taş bulunduğu da rivayet edili­
— 208 —

yordu. Bu rahatsızbk onu götürmese bile emekliye ayrıl­


masının birkaç aylık bir mesele olduğu söyleniyordu.
Baba, Bay Cleghom’un sağlık durumundan sözeder-
ken bayağı neşelenmişti. Ayağa kalkarken: «Salona gel,
Robert.» dedi, «seninle biraz konuşmak istiyorum.»
Hiç kulanılmayan odada, dantel perdeli pencerenin
önüne oturduk. Dışarda yeşil kestane dalları hafif hafif
esen rüzgârla sallanıyorlardı.
Baba beni düşünceli bir tavırla süzdü. Solgun dudak­
ları kısılmıştı. Parmaklarının uçlarım birbirine değdiriyor­
du.
— «ESı, artık kocaman delikanlı oluyorsun, Robert
Okulda da çok başarılıydın. Senden memnunum.»
Kızardım. Baba beni öyle her zaman övmezdi. Tekrar
konuştu : «inşallah sana gerektiğLşekilde davrandığımıza
iaanmışsmdır.»
— «Ah, inanıyorum Büyükbaba. Herşey için sizlere
minnettarım.»
— «Bugün Bay Reid geldi, imzalanması gereken bir
kâğıt getirdi. Onunla da senin geleceğin hakkında uzun
uzun konuştuk» Baba, genzini temizledi. «Bu konuda se­
nin bir düşüncen var mı?»
Yüreğim dopdoluydu. «Belki de Bay Reid size anlat­
mıştır, Büyükbaba. Winton Üniversitesinde tıp öğrenimi
yapabilmek için her şeyi göze alırım.. Herşeyi...»
Baba büzüldü, gerçekten küçülmüş gibi oldu. Belki
koltuğuna iyice gömülmeye çalıştığı için öyle görünmüş­
tü. Zorla gülümsedi.
— «Bizim para kesmediğimizi biliyorsun, Robert.»
—^«Fakat Büyükbaba... Bay Reid size Marshall Bur­
sundan sözetmedi mi?»
— «Evet, anlattı.» Baha’nın şeffaf yanağında ku-mı-
zı bir leke belirdi. Sanki bir ihanete karşı beni korumaya
ciddi ciddi karar vermiş gibi bakıyordu yüzüme. «Ben de
ona böyle çılgınca düşüncelerle aklını çelmenin doğru ol­
mayacağını söyledim. Bay Reid, biraz çizmenin dışına çık­
maya başladı. Onun radikal düşüncelerini de beğenmiyo­
— 209 —

rum. Hem bir sınavın nasıl sonuçlanacağı hiç bir zaman


bilinemez ki. Murdoch’un durumu da meydanda işte. Üste­
lik Marshall sınavı... Bu bursun sınavları çok mücadeleli
oluyor. Seni kırmak istemem ama doğrusu bu sınavı kaza­
nacağına ben pek ihtimal vermiyorum.»
Birdenbire meraklanarak kelimeleri yutar gibi konuş­
tum: «Ama bir kez şansımı denememe izin vereceksiniz de­
ğil mi?»
Baha’nın yüzündeki kuşkulu ifade daha da derinleşti.
Başmı öbür tarafa çevirdi, pencereden dışarı baktı.
—^«Senin iyiliğin için buna izin veremeyeceğim, Ro­
bert. Bu mesele senin kafana olmayacak düşünceleri sok­
maktan başka bir işe yaramayacak. Hem sınavı kazansan
bile beş yıl daha bir kuruş bile kazanmadan hazıra kon­
mana izin veremem. Senin için çok büyük fedûkârhklara
katlandık. Şimdi de bunların karşılığını ödemenin zamam
geldi.»
— «Ama, Büyükbaba» diye çaresiz bir halde mırıl­
dandım. Sonra sustum. Yüzüm bembeyaz kesilmişti, ba­
yılacak gibiydim. Bana bu şansı tanırsa ilej-de bu yaptık­
larının karşılığını iki misli ödeyeceğimi anlatmak istedim.
Fazla zeki değilsem bile bunun eksikliğim çok çalışmakla
gidereceğimi anlatmak istedim. Fakat hiç birini söyleye-
meden perişan bir halde büzülmüş kalmıştım. Bunlan
söylemenin bir işe yaramayacağım biliyordum. Baha’yla
hiç bir konuda tartışılmazdı. Zayıf karakterli insanların
çoğu gibi o da kararından asla caymamaya pek meraklıy­
dı. Bana karşı davramşlannda bir değişiklik yoktu. Zaten
bana hiç bir zaman sert davranmamıştı. Zaman zaman da
bana bir fiske bile vurmadığmı söyleyip bununla övünür-
dü. Kimbilir hangi esrarengiz duyguların etkisi altında,
bu tutumuyla bana iyilik ettiği kanısına varmıştı.
Yatıştırıcı bir sesle sözlerini sürdürdü : «Geçen haf­
ta Dökümhanenin ustabaşısıyle de senin hakkında konuş­
tum. Bu yaz Dökümhaneye gidersen, yirmibir yaşına gel-

Yeşil Yıllar — F : 14
— 210 —

meden işi iyice öğrenirsin. Her zaman da çok iyi para ka-
Evin geçimine de yardımın olacak. Bu şartlar
altmda senin için en doğru yol bu olmayacak mı?»
Anlaşılmaz birşeyler mırıldandım. Mühendis olmak
istemiyordum. Hele başlangıçtaki o üç yıUık çıraklık d e r e ­
sine dayanabileceğimi de pek aküm kesmiyordu. Baba
haklı olsa bile, yüreğimi dağlayan o korkunç acıyı nıç hır
mantık kaidesi dindiremeza. ......................
Baba, ayağa kalktı. «Bu kararm .senin ıçm uzucu ol­
duğunu biliyorum.» içini çekti. Odadan çıkarken^ omuzu­
mu okşadı : «Mencilere seçme hakkı verilmez, oğlum.»
Başım önümde oturmuş kalmıştım. Baba, Dökümha­
nede benim için gerekli her türlü hazırlığı yapnuştı besbel-
U — Hannah Ana'mn geçen gün Kate’e yazdığı haber de
herhalde buydu. O güzelim ümitlerimi, Alison ve Gavin le
yaptığım konuşmaları, hayalimde canlandırdığım o buda­
laca manzarayı düşünürken burnumun içi sızladı, inledim.
Jül Sezar ve Napolyon gibi olmak istiyordum. Fakat
ben hâlâ bendim.
YEaöfiVCİ BÖLÜM

Günler geçip gidiyordu, ben üzüntü içindeydim Pas­


kalya tetılmm ^nuna doğru, Perşembe günü Bayan Bo­
somley m arka bahçesindeki çimleri biçmeye gittim Kaba
komşumuzla bir anlaşma yapmış, ayda bir şilin ücret kaı»l
Sihgmda bahçedeki otları kesip düzeltmem kararlaştırıl­
mıştı. Bu küçük kazançlarım Baha’ya verilmiyordu. Böy­
le bu- davranış onu küçük düşürürdü. Ama Bayan Bosom­
ley bizim ev sahibimiz olduğu için Baba benim aldığun üc­
retin hesabım tutuyor, ona ödediği kiradan bu parayı
çıkarıyordu. Bizim ev de kendi evi de Bayan Bosomley’e
kocasından miras kalmıştı.
1 m^ öğleden sonra tam işimi bitirip makineyi yerine
kaldırırken ^ y a n Bosomley pencerenin önüne geldi beni
içeri çağırıp önüme bir dilim soğuk elma pastasıyle bir fin­
can çay koydu. Koyu ve şekersiz çayım içerken açıkça
sezilen bir hoşnutsuzlukla beni seyretti. Daha şişmanla-
nuş, yaşlanmıştı, yanaklarını ağ gibi saran ince damarlı
yuzu de emekli bir boksörünkü gibi berbat bir haldeydi
Fakat gözleri parlıyordu, dudaklan da henüz canhiığım
kaybetmediğini belli edecek şekilde alaycı bir ifadeyle kıv-
nk duruyordu.
Nihayet : «Robert» diye mırıldandı. «Senin günden
güne beygire benzediğini söylemek beni üzüyor.»
Camm sıkılmış bir halde kekeledim : «Sahi öyle mi­
yim, Bayan Bosomley?»
— 212 —

Bayan Bosomley, başını salladı: «Yüzün öyle. Hergün


biraz dâha uzuyor. Allahaşkına sen niye böyle üzüntü kum-
kumasısın, söylesene.»
—^ «Herhalde doğuştan böyleyim. Bayan Bosomley.»
^
— «Üzgün olmaktan hoşlanıyor musun?»
—^ «Hayır.» Elmalı pastayı ısırdım. Pastanın meyva-
Iı kısmı enikonu suluydu ama bana kupkuru geldi. Az kal-
sm lokmamı yutamayıp boğulacaktım. «Yoo, pek de hoş­
lanmıyorum, Bayan Bosomley. Fakat bazan kendimi hem
üzgün hem de mutlu hissediyorum.» _
— «Peki şimdi üzgün ve mutlu musun?»
— «Hayır... Maalesef şimdi sadece üzgünüm.»
Bayan Bosomley, başını sallayıp bir sigara yaktı. O
kadar çok sigara içiyordu ki, parmaklan nikotinden sarar­
mıştı. îşte onu Drumbuck Road’un diğer kadınlarından
ayıran bir özellik de buydu zaten^Onun hakkında binbir
çeşit hikâye anlatılıyordu ama başkalarının düşüncelerine
onun hiç aldırdığı yoktu. Değişik, çabuk öfkelenen, iyi
kalpli bir kadındı. Murdoch bana Bayan Bosomley’in ko-
casıyle sık sık kavga ettiğini ve öfkelenince adamın başına
tabak, çanak attığını anlatmıştı. Murdoch, onlarm gürül­
tüsünü duvarın arkasmdan duyabiliyormuş. Ancak kav­
gadan bir dakika sonra da Bayan Bosomley, kocasıyle bir­
likte bahçeye çıkar, kolunu adamın beline dolayıp ona sev­
gi dolu sözler söylermiş.
Bayan Bosomley, birden bana doğru uzandı. «Finca­
nını ver de falına bakayım. Seni neşelendirecek birşeyler
bulurum belki.»
Boş fincammı parmaklannm arasında evirip çeviri­
yordu. Sigarasım da ağzmm köşesine sıkıştırmıştı. Finca­
nın dibindeki çay yapraklarım dikkatle inceliyordu. Çok
iyi bir falcıydı. Rüyalardan iyi anlardı. E l falını gayet iyi
bilirdi, iskambil fahnda da gayet başarılıydı.
—^ «Çoook ilginç... Senin ruhun yeşil... Hafif bir göl­
ge. Tarla ve ormanlann çevresinde çok başanh olacaksın.
Aha, bu da nesi? Evet, gerçekten. Yirmibir yaşma başm-
ca esmer ve güzel vücutlu bir kadınla karşılaşacaksın.»
— 213 —

Bayan Bosomley başım kaldırdı. «Nasıl bu seni neşelendir­


miyor mu?»
— «Maalesef, hayır, Bayan Bosomley.»
— «Bu kadm çok sevimli ve çekici olacak,,. İspanyol
tipi... ve kızıl saça vurgun olacak.»
Ben sadece kızarıp bozarıyordum. Bayan Bosomley,
fincam bıraktı, gülmeye başladı.
— «Ah, benim sevgili yavrum, yüreğimi dağlıyor­
sun. Seni üzen nedir söylesene.»
— «Ah, pek önemli birşey değil, Bayan Bosomley.»
— «Baklayı ağzmdan çıkartamıyorum bir türlü.» Ba­
yan Bosomley çay takımlarını toplayıp ayağa kalktı. «Ni­
çin derdini Eİedene açmıyorsun?»
Dedemi daima beğenir, takdir ederdi. Bu sebeple on­
dan söz ederken de bir tuhaf olmuştu. «Dedenin arkasm­
dan çok şey söylüyorlar ama Bay Gow, gerçekten eş­
siz bir adamdır.»

Ne yazık ki, ben bu düşünceye katılamıyordum artık.


Dedemi seviyordum ama çocukça üzüntülerimle ona koş­
tuğum günler geçmişti. Bundan başka özel dertlerimin
üzüntülerimle ona koştuğum günler geçmişti. Bundan baş­
ka özel dertlerimin üzerine istiridye gibi kapanmajfa, inci­
siyle huzur bozucu güçlere karşı kendi kendine mücadele
etmeye çalışan midye gibi her işimi kendi kendime hallet­
meye alışmıştım. Benim halime üzülen Hannah Ana’ya bi­
le birşey söyleyemiyordum. Belki de benim söyleyeceğim
herhangi bir sözün de onun üzüntüsünü arttırmaktan baş­
ka bir işe yaramayacağını sezinlemiştim.
Herneyse, Bayan Bosomley’in Dedemle bu meseleyi
görüşmüş olduğu muhakkaktı, çünkü ertesi gün Dedem be­
ni bir kenara çekip niye üzüldüğümü sordu.
Beni dinlerken, yüzünün aldığı ifadeyi hiç unutama­
yacağım. Gözlerim acıyle kırpıştırmıştı. Pek çok günah
işlemiş, çılgınlıklar ve densizlikler yapmış bir adamdı ama
o böyle küçük hesaplara onun aklı ermezdi. Şapkasıyle
bastonuna uzanırken yüzünde bir büyüklük havası vardı.
— 214 —

— «Yürü, evlât. Gidip senin şu May Reid’ini göre-

Sokaklarda Dedemle yanyana görülmekten hiç çekin­


miyordum. O küçük gariplikleri benim o korkunç aşagı-
hk duygumu arttırıyordu ama ona fazla karşı koyamaya­
cak derecede de üzgün ve çaresizdim.
Bu işe karışmadan bir sonuç alınacağım pek ummu­
yordum ama gene de Cumartesi günlerine özgü o sessizlik
içinde sokaklardan hızlı hızh geçip Bay Reid’in evine doğru
yol alıyorduk. •
Akademi öğretmenlerinin çoğu Knozhill, ve Drum­
buck Road gibi kasabanın güzel semtierindeki güzel villa­
larda oturuyorlardı. Fakat Jason Reid, genelUkle Polon-
yah işçi ailelerinin oturdukları Vennel semtinde yüksek,
eski bir binada oturuyordu. Evinin arka pencerelerinden
çöp dolu bir bahçe görünüyordu. Pislikten isli gibi görünen
ön pencerelerini açınca da Levenford Ortak Yardım Der­
neğinin panidayan tunç toplarını ve Harbour Meyhanesi­
nin yayU kapılarında yapüan garip töreni seyredebüıyordu.
Reid, kendisine tara bir özgürlük sağladığı ıçın bu evi pek
seviyordu. Aynca katı kurallara karşı çıktığı ve kendisi­
nin sosyalist görüşlerine uyduğu için de başka yerlere ter­
cih ediyordu.
Reid, Akademiye iki yıl önce Bay Douglas, ArdfilİM
Ortaokulunun müdürlüğüne atandığı zaman yardımcı öğ­
retmen olarak gelmişti. Reid görevinin geçici olduğunu da
bizzat belirtmişti. Bir yerde uzun süre kalmak hoşuna git­
miyordu. Aynca Rektör de Jason’un sallapartı giyiminden
alışılmamış metodlanndan ve ciddiyetten uzak davranışla­
rından yakmıyordu. Parlak ve benzeri bulunmaz bir öğ­
retmendi. Rektör bile bunu kabul etmişti: fen derslerine
girdikten, başka yüksek derecedeki İngilizce derslerim
de rahatça verebiliyordu. Trinity Kolejinden doktora y a ^
mış, baksdoryasım alımştı. Reid’in kendisine getoce: yıl­
larca sonra ona Levenford gibi kör bir yerde mçın böyle
uzun bir süre kaldığını sorduğum zaman o kendısme ozgu
— 215 —

garip gülümseyişiyle cevap vermişti: tefecüik yapmaya


pek elverişli bir yer de ondan.»
Onu bu şekilde saygısızca konuşmaya yönelten sebep
de başından geçenlerin baskısıydı. Kuzey Irlanda’lı bir din
adamının oğluydu. Vücudundaki hafif anzaya rağmen
onun da ilerde din adamı olması kararlaştırılmıştı. Fakat
ogrenımmi yanladığı sırada Huriey’in etkisi altmda kal­
mış, Kutsal Kitabı inkâr etmişti. Bu yüzden ailesinin onun­
la ılgısmı kesmiş olmasından Reid hiç sözetmezdi. Fakat
onun bu umursamaz, lâübali tavırlannın içindeki üzüntüyü
ve pişmanhğı maskelemek çabasından doğurduğunu his­
setmiştim. Gelenek ve toplum kurallarma karşı çıkması
da hep bu nedenden doğuyordu. İngilizce dersine ilk geldi-
gün, Bay Douglas’ın ders metodunu uyguluyorduk Bu­
na göre, herkes sırayla daha önceden seçilen bir konu üze-
rmdekı görüşlerini açıkhyordu. O günkü konu da ‘Gelecek
Pazar ne yapacağım’dı. Reid, ayaklarını kürsüye dayajnp
sandalyesine rahatça kurulup bizi dinledi. Gayet güzel bu-
luşlanmız vardı ve düşüncelerimizi kusursuz anlatabiliyor­
duk. Derken kendisi de düşüncesini açıkladı : «Gelecek
Pazar ne mi yapacağım? Galiba yatağımda yatıp bira içe­
ceğim.»
° Söstetişine rağmen mutsuz ve yalnız bir insan­
dı. Öbür öğretmenlerden uzak duruyordu: onlarla ortak bir
yanı yoktu. Arasıra mahalli Pabian Derneğinin toplantıla­
rına kaühyordu. Fakat Levenford’daki bütün diğer der­
neklerin toplantılanm, ünlü ‘Düşünürler Derneği’ de da­
hil, içki tuzağı diye tanımlayıp boykot etmişti. Kadınlara
karşı belirgin bir ilgisi yoktu. O güne kadar Bay Reid’in
sokakta bir kadmla konuştuğunu ya da yanyana yürüdü­
ğünü görmemiştim. Yalnız müziğe pek merakh olduğu için
Bayan Keith ve onun müziksever arkadaşlarıyle dostluk
kurmuştu. Sinclair Drive’daki ev de Bay Reid’in ziyaret
etmek zahmetine katlandığı tek evdi.
Belki Reid, benim ilerde bir ilim adamı olabileceğime
inanıyordu. Belki de benim de kendisi gibi garip bir kişüi-
ğe sahip olduğumu sezmiş beni kendisine yakın bulmuştu.
— 216 —

Bu da benimle ilgilenmesine yolaçnuştı. Pazar sabahları


sık sık beni kahvaltıya çağırıyor ve güzel pişirilmiş lezzet­
li sosisle besliyordu. Pek konuşkan değildi ve gösterişe as­
la yeltenmezdi. Tam aksine duygularım gizlemeye çakşır­
dı. Edebiyatta gerçekten ince zevkliydi ve içimden geçirdi­
ğim güzel buluşları açıklamam için büyük çaba harcardı.
Addisonü, Locke’yi, Hazlitt'i ve Montaigne’i beğenirdi.
Schiller’in hajrranıydı. Dar kafalı kasabadan kendini uzak
tutmasından söz ederken o düşünürün bir sözünü tekrar­
lardı; «insan halkla kurduğu ilişkiler içinde yalnız bir ta­
nesinden pişmanlık duymaz o da savaştır.» Oysa onun göz­
lerinde bir çok kez savaşı hatırlatmaktan uzak, şefkat do­
lu bakışları görüp şaşırmıştım.
Dedeyle birlikte daracık, karanlık ve havasız merdi­
venlerden yukarı çıkarken Reid’in odasından müzik sesi
geldiğini duyduk. Dedem, kapıyâ'bastonuyle vurdu, içer­
den bir ses geldi :
— «içeri buyrun.»
Jason, pencerenin önündeki koltuğa pek bitkin bir
halde serilmiş oturuyordu. Ceketini çıkarmıştı, pantolo­
nunun paçalarım çorabının içine sokmuştu. Ayaklarında
hâlâ siyah bağb bisiklet pabuçları vardı, ve karşısındaki
camh masaya uzanmıştı. Masanın üzerinde bir gramafon
ve çiçek biçiminde bir trombon duruyordu. Dedem o tatlı
dilli haliyle kendini tanıtmaya çalışırken Jason onu ihtar
dolu bir tavırla susturdu ve kolunu sallayarak oturmamızı
işaret etti. Gramafonda plak bitince hemen yerinden fır­
ladı, plâğı değiştirdi ve gene kendini koltuğa attı. Ara sıra
aimnın terini silip masada duran içi köpüklü sıvıyla dolu
bardağı dudaklarına götürüyordu. Onun şu meşhur bisik­
let gezilerinden birinden yeni döndüğünü anladım. Vücu­
dunun egzersize ihtiyacı olduğunu anladığı zaman bisikle­
tine atladığı gibi çbgmlar gibi kilometrelerce yol kateder-
di. Sonra sağ salim evine döner dönmez de bol yiyecek iç­
kiyle, Londra filarmoni orkestrasının Colombia plâklarm-
nnda yeni çıkan Beethoven senfonilerinden biriyle kendi­
ni yatıştırmaya çalışırdı.
— 217 —

Reid, müziği çok severdi, kendisi de gayet güzel piya­


no çalardı, ama kendini pek kabiliyetsiz ve amatör buldu­
ğu için piyanoyu pek seyrek çalıyordu.
Senfoni bitince gramofonu susturdu ve plâkları bir
albüme yerleştirdi.
Kibar bir tavırla Dedeme döndü: «Ee, buynın, efen­
dim, size ne gibi bir yardımda bulunabilirim acaba?»
Dedem beklemekten biraz sıkılmıştı. Böyle soğuk
karşılanmak pek hoşuna gitmemişti. «Acaba bize ajmıcak
zamanınız var mı? Gerçekten boş musunuz?»
-— «Tam mânasıyle.»
Dedem : «§ey, öyleyse sizinle bu çocuk ve Marshall
Bursu hakkında konuşmak istiyorum.»
Jason, bir bana, bir dedeme baktı, sonra kitap rafla­
rının alt kısmmdaki dolabın önüne gitti ve bir şişe bira
alıp döndü. Şişeyi açarken de yan gözle Dedeme bakıyor­
du. «Bana verilen emre göre, genç arkadaşımızı Burs sı-
navmdan uzak tutmam gerekiyor. Tabii benim gibi bir za­
valh emir kulu da ancak emirleri yerine getirmek için ça­
ba harcar.»
Dedem gülümsedi. Hem de o ciddi ve müthiş gülüşüyle
gülümsedi. Elindeki bastona biraz daha yaslandı. Büyük
bir merak içinde onun ne diyeceğini beklerken en güzel ve
en verimli konuşmalarından birini yapmak üzere olduğunu
farkettim.
—^«Sayın üstadım, gerçekten böyle bir buyruk al­
mış olabilirsiniz. Fakat ben de buraya o buyrukları değiş­
tirmek için geldim. Sadece kendi adıma değil, ahlâk, özgür­
lük ve adalet adına bunu önlemeye geldim. Bu gelişmemiş
devirde bile zavalh, çaresiz vatandaşa belirli ve gerçekten
gerekli bazı haklar tanınır. Din özgürlüğü, konuşma özgür­
lüğü, Büyük Yaratıcının ona bağışladığı yeteneklerden
yararlanma özgürlüğü gibi. Şimdi, beyim, eğer yeryüzün­
de bu özgürlükleri inkâr etmeye yeltenecek derecede aşa­
ğılık bir kimse varsa, ben bir kenara çekilip buna seyirci
kalmaya hiç niyetli değilim.»
D^emin sesi yavaş yavaş jrtikseliyordu. Jason da onu
— 218 —

hafifçe gülümseyerek büyük bir zevkle dililiyordu. Hele


‘Büyük Yaratıcı’ kelimelerini söylerken Jason’un yüzü da­
ha da aydınlanmıştı. '
Jason Reid, hayranlık dolu bir sesle : «Durun durun»
dedi. «Şunu alın bakalım, boğazınız kurumuştur.»
Reid, bira bardağım Dedeme uzattı, sonra ekledi :
«Kuru sıkı sözleri bırakalım. Bu işin olabileceğine benim
pek aklım yatmıyor.»
Dedem bıyıklarına bulaşan bira köpüklerini emdi.
Sonra telâşlı telâşlı, değişik bir ses tonuyle konuşmaya
başladı: '
— «Onu sessiz sedasız sınava sokuver. Kimseye teli
kelime söyleme.»
Reid başım salladı : «Bu imkânsız. Zaten başım yete­
rince derde girmiş sayılır. Üstelik smava girme iznini ve­
lisinin imzalaması gerekiyor.»
Dedem : «Ben imzalayacağım» dedi.
Jason bu cevabı almca bir tuhaf olmuştu, odanm için­
de sinirli sinirli gezinmeye başladı. Kaşları çatılmıştı, du­
daklarından da artık o giilümseme kaybolmuştu. Gözlerim­
le onu izlerken Dedemin teklifini düşündüğünü sezdim.
Bu işi gerçekleştirmek için bir yol aradığı belliydi. Biraz
sonra onun da bu işe yavaş yavaş aklının yatmaya başla­
dığım anladım. Biraz ümitlenmiştim.
Birdenbire durdu: «Hay Allah» diye sevinçle haykır­
dı, «Bunu başarırsak gerçekten çok şahane olur. Aman
bunu kimseye duyurmayalım. Sessiz sedasız işimizi yürü­
telim. Ondan sonra da... eğer başarırsak... hepsinin yüz­
lerini görmeli... Rektörünkinden o Leckie rezilininkine ka­
dar hepsinin yüzlerini görmek isterim... Kimbilir nasıl şa­
şıracaklar.» Red, hızla bana döndü. «Eğer bursu kazanır­
san, koleje gitmeni engelleyemezler. Ah, Tannm. Bu müt­
hiş birşey olacak. Bir arap atmm Derby yarışını kazan­
ması gibi birşey.»
Gözlerini bana dikmiş dikkatle yüzümü inceliyordu.
Onun bu ısrarlı bakışları altında ben de kızarmış bozar-
mıştım. Utancımı gizlemek için kasketimi sinirli sinirli
— 219 —

elimde evirip çeviriyordum. Bayan Bosomley, benim ye­


teneklerim hakkında ne düşünürse düşünsün, ben kendimi
Derby yanşım kazanan arap atma benzetemiyordum bir
türlü, Berber masrafı çıkmasm diye, saçlarımı kes­
me işini daima üzerine alan Hannah Ana, bir gün önce
saçlarımı dibinden kesmiş, kafanu cascavlak çıkarmıştı.
Ama saçlarım olmayınca, başım küçülüvermiş, kültürlü
adam kafası olmaktan çıkmıştı. Ama Jason daha başlan­
gıçtan beri benim dostumdu. Şimdi de damarlarındaki İr­
landalI kanı kaynamaya başlamıştı, bu yeni tasarı onu eni­
konu heyecanlandırmıştı. Yumruğunu havaya kaldırdı.
Heyecandan yanakları al al olmuş bir halde : «Tanrının
izniyle» diye bağırdı, «Bu işi bir kere deneyeceğiz. Koyun
gelecek yerden kuzu esirgenmez. Büiyorsun, senin bu işi
denemeni ben hep istiyordum, Shannon. Şimdi ise bunu her
zamankinden daha çok istiyorum. Kimseye birşey söyle­
meyeceğiz. işe dalıp kazanacağız.»
O anı bir kez daha yaşamaya asla imkân yok. O da-
yamlmaz üzüntümün dağılışı, önümde yeniden açılan uf­
kun göz kamaştırıcı güzelliği, Reid’in bana inandığını bil­
mek, bütün bunlar kalbimde sonsuz bir sevinç yaratmıştı.
Dedem, Jason’a elini uzatmıştı. Aslında, hepimiz heyecan
içinde birbirimizle tokalaştık. Ah, bu gerçekten unutul­
maz bir andı. Fakat Reid, hemen kendini toparlayıp sevinç
gösterisini kısa kesti : «Kendimizi komik duruma düşür­
meyelim» dedi. «Bu iş senin için gerçekten son derece zor
olacak, Shannon. Daha onbeş yaşındasın. Senden iki hat­
tâ belki de üç yaş büyük oğlanlarla sınava gireceksin.
Sonra pek çok da kusurun var. Bir kere çok acelecisin, bu­
nu sen de biliyorsun, iyice düşünüp taşınmadan, hemen so­
nuca varmaya bakıyorsun. Bu kusurlarını da düzeltmen
gerekiyor.»
Parlayan gözlerle, ayrık dudaklarla ona baktım, ağ­
zımı açıp da bir tek kelime söylemeye cesaret edemiyordum.
Ama sessiz duruşumla onun sözlerinin doğru olduğunu be­
lirtmeye çalışıyordum.
Reid öylesine güven dolu bir sesle konuşmasmı sür­
— 220 —

dürdü ki, heyecan, iliklerime işledi. «Benim görüşüme gö­


re bu yıl ki durum şöyle : Sınava katılmak isteyen adamla­
rm sayısı geçen yıllara oranla daha az. Ama bu yıbn aday­
larının kalitesi gerçekten çok yüksek. Beni korkutan üç
çocuk var.» Parmaklanyle saymaya başladı: «Larchfield’-
den Blair. Ardfillan Ortaokulundan Allardyce ve özel eği­
tim gören McEwan adında bir çocuk. Blair’i biliyorsun.
Her bakımdan mükemmeldir. Allardyce onsekiz yaşında,
daha önce de bu sınava girmiş. Onun için onun avantajı
çok fazla. Fakat tehlikenin büyüğü McEvvan. Aşağı yukan
senin yaşında. Babası, Underswas kolejinde £lâsik edebiyat
öğretmeni. Yıllardan beri oğlunu yetiştirmeye çalışıyor.
Duyduğuma göre bu çocuk daha oniki yaşındayken ana dili
gibi Yunanca konuşuyormuş. Şimdi de en aşağı yarım dü­
zine dil biliyor. Yüksek, çıkık alnı ve iri gözlükleriyle tam
bir dahi çocuk. Zaten onu yakmdaıı tanıyanlar, Marshall
Bursu’nun onun için çantada keilik olduğunu söylüyor­
lar.»
Reid’in sesindeki o acılık, takındığı alaycı tavır, onun
gerçekten bu çocuktan korktuğunu gizlemeye yetmiyordu.
Bu korkunç çocuk Allah bilir sabahleyin kahvaltı sofra­
sında ekmek isterken Sanskritçe konuşuyordu. Sessiz se­
dasız dişlerimi gıcırdatmaktan başka birşey yapamadım.
Jason daha nazik bir tonla: «işte görüyorsun ya, de-
bkanlı,» dedi, «çok sıkı çalışmamız gerekiyor. Yoo, seni
öldürecek değilim, yani pek öldürecek değilim. Her gün
bir saat hava almana izin vereceğim. Bir kere işin içine
girip çalışmanın tadım almca bu bir saatlik dinlenmeyi bile
çok göreceksin ama ben bunu sana şart kc^cağım . Kırda
yürüyüş yaparak ya da benim bisikletimle dolaşarak kafa­
nı dinlendirebiUrsin. Ama sakın başını kazaya uğratayım
deme. Sana bir sürü de kitap vereceğim. Bunları yatak
odanda saklayacaksın. Hattâ orada çalışsan iyi edersin.
Aklını iyice derse verebilmen için dört duvar arasında
oturmandan daha yararlı bir tedbir olamaz. Son on yılda
sorulan sorular okuldaki masamın gözünde duruyor. Her
soruyu güzelce inceleyeceğiz. Çalışmaya yarın başliyo-
— 221 —

ruz... îşte hepsi bu kadar.. Soracağın birşey var mı?»


Gözlerim heyecandan parlaya parlaya, bütün vücu­
dum tir tir titreye titreye ona baktım. Bu adama nasıl te­
şekkür edecektim? Onun uğruna var gücümle çalışıp didi­
neceğimi, gerekirse ölümü bile göze alacağımı nasıl söyle­
yecektim?
— «Şey, efendim» diye kekeledim. «Size söz veriyo­
rum...»
Uğraşmam boşuna, ama öğretmenimin beni gayet iyi
anladığından kuşkum yok. Hemen yerinden fırladı ve kitap­
lığından bana kitap seçmeye koyuldu.
Dedem kitapları eve taşımama yardım etti. Gökyü-
züyle, yeryüzü arasmda havada uçuyordum.
SEKİZİNCİ BÖLÜM

Haziran başında bir olayla karşılaştım. Gerçi üzücü


bir olaydı bu ama benim amacıma ulaşmamda gerçekten
büyük yaran dokundu. Durmadan Tanrının Yüksek Ka­
tma yaptığım dua bombardımanının, karşılığıydı bu.
Bay Reid’in odasmda karar verdiğimiz o tarihi günden
kısa bir süre sonra bir sabah ahş verişten döndüğüm za­
man Adam’ı evde buldum. Adam, daima sabahın erken
saatlerinde gelirdi zaten. Londra’dan kalkan gece ekspre­
sine biner, birinci sınıf yatakh vagonda yolculuk yapardı.
Gerçi Winton’daki iş ilişkileri zaman zaman Kuzeye dön­
mesini zorunlu küıyordu ama şimdüik esas çalışma yeri
Londra’ydı. Caledonia Sigorta Şirketinin Güney bölgesi
temsilciliğine atanmıştı. Gerçi bu atanma onun kazancın­
da bir yükselme sağlamamıştı ama Adam, mesleki bakım­
dan bunun önemli olduğımu, büyük başarılara doğru atılan
ilk adım sayılacağını düşünüyordu. O günlerde, Ealing’de
Hanger Tepesinde güzel bir otelde kalıyordu.
Ben kahvaltımın başma oturduğum zaman Adam da
benimle merhabalaşmak için yanda kestiği konuşmasını
sürdürdü:
—^ «Evet, anacığım, evi görmek hoşuna gidecek sanı­
yorum.»
Hannah Ana Sordu : «Hangi evi, yavrucuğum?»
Adam gülümsedi : «Canım yeni aldığım evi işte...»
Baba, Levenford Yapı Demeğinin bir üyesi olması se­
— 223 —

bebiyle bu sözlerle mesleki açıdan ilgilenmişti. «Bir ev mi


aldın?» diye sordu. «Nerede?»
Adam, rahatça: «Bayswater Caddesinde» dedi. «Par­
ka bakan güzel bir ev. Krem rengi boyalı, yedi katb, ger­
çekten çok güzel bir ev. Giriş kısmı mermer. Merdivenleri
halis maundan. Fakat siz bu evi merak etmişe benzemi­
yorsunuz. ..»
Hannah Ana iç geçirdi: «Aa, merak etmez olur mu­
yuz, yavrum» dedi. «Çok güzel bir haber bu.»
Adam, çay koysunlar diye fincanını uzatırken güldü.
«Ee, işte bir süreden beri bu evde gözüm vardı. Her gün
büroya gidip gelirken önünden geçiyordum. ‘Satılık’ levha­
sı altı aydır duruyordu. Bir sabah ‘Açık artırnia gelecek
hafta’ diye bir yazı gördüm satılık levhasının yanında.
Hah, diye düşündüm, bu Uginç olabilir. Güneye geldiğim­
den beri de şöyle elverişli bir mülk edinmek istiyordum
zaten. Onun için ertesi Pazartesi sabahı Açık arttırmamn
yapılacağı müzayede salonuna gittim. Müzayede salonu da
bildiğimiz cinsten her tarafı camlı büyücek bir salondu
işte. Gelenlerin hepsinin de başlarında şapka vardı. Açık
arttırmayı yapan görevlinin de başında şapka vardı. Bina­
nın altı bin pound değerinde olduğunu açıkladıktan sonra
açık arttırmaya üç bin pound’dan başladı. Gözlerini bana
dikmişti. Arttırma yükseldikçe yükseldi. Nihayet beşbin
beşyüz pound’a geldi. Bundan sonra uzun süre arttıran
çıkmadı, ve bina da salondaki en parlak kafalınm üzerinde
kaldı. Ben hiç sesimi çıkarmadım. Arttırmaya ben de katı­
layım diye yapmadıkları kalmadı. Ama ben de daha önce
gerekli araştırmaları yapmıştım. Bankanm binajn îkibin
beşyüz pound'a ipotek ettiğini ve bu para ödenmezse, bi­
naya sahip çıkacaklarım biliyordum. Ertesi gün o parlak
kafalıdan mektup aldım. Binayı dört bin pond’a bana dev­
retmeye hazır olduğunu bildirmişti. Mektubu çöp sepetine
attım. Sonra...»
Adam, daha bir hafta onu, bindokuzyüz pound’a koca­
man bir ev sahibi oluşunun hikâyesini sindire sindire anla­
tıyordu. .
— 224 —

Hannah Ana heyecanla: «Aman Allahım» diye mırıl­


dandı. Oğlunun verdiği bilgiye göre ev için istenen para
onun on yılda biriktirdiği paranın hepsini silip süpürmüş
olsa gerekti. «Herhalde sen o adamlardan daha akıllı dav­
ranmış olacaksın... Londra’blardan da üstün çıknuşsm-
dır mutlaka. Şimdi evi ne yapacaksın, şekerim? Orada mı
oturacaksın?»
Adam, annesinin bu sorusuna gökteki meleklerin bile
güleceğini belli edecek şekilde konuştu: «Şey, hayır. Ana.
Ev şimdiki haliyle bir işe yaramaz. Ben onu. değiştirmeyi
düşünüyorum, ^ k iz daireye böleceğim. Dairelerin yetmiş
pound’dan yüzelli pound’a kadar kiraya verebileceğimi
umuyorum. Böylece vergiyi ve bakıcınm ücretini çıkardık­
tan sonra elime net altıyüz pound kalacak. Yani aşağı yu­
karı yüzde yirmi faiz almış oluyorum. Eh, bu da başlan­
gıç için pek fena sayılmaz. îşiminrdışmda ilk kez böyle ya-
rarb bir yatınm yapmış oluyorum.»
Baba, çulunun sözlerini büyük bir dikkatle dinliyor­
du. Dudaklarım ıslattı: «Yüzde yirmi faiz ha. Yapı Der­
neği beına yüzde üç komisyon ödüyor.»
Adam, ügisiz bir tavırla gülümsedi. «Özel Teşebbüs
daha yüksek komisyon ödüyor. Tabü binada değişikUkler
yapmak için de para harcamak gerek. Belki bir dokuzyüz
pound da ona gider. Bu parayı bulmak çok zor. Böyle gü­
zel bir fırsatı da kaçırmak istemiyorum doğrusu.»
Babanın alm hafifçe kızardı. Adam’a saygısı vardı
ama ona pek de fazla güvenemezdi. Para işlerinde fazla ti­
tiz davranması Adam’a güvenmesini zorlaştırıyordu. Fa­
kat şimdi bu maun merdivenli, mermer döşemeli sağlam
evin ilerde büyük bir gelir kaynağı olması ihtimali vardı.
Zorlukla konuştu: «Ben her zaman mülke para yatırma­
nın yararlı olduğuna inanmışımdır. Keşke seninle birlikte
şu eve bir göz atabilseydim. Adam.»
— «Niçin olmasm. Baba?» Adam, düşünceli bir tavır­
la duraladı. «Bu yaz Anayla birlikte niye bana gelip birkaç
hafta kalmayasınız? Gerekirse bir ay kalın. Hem ziyaret
— 225 —

hem ticaret olur. Ben size Ealing’de yer ayırtırım. Artık


biraz dinlenmeye hak kazandınız.»
Hannah Ana uzun süredir ümitle beklediği davetin
gerçekleşmesine pek sevinmişti. Heyecanla eUerini çırptı.
«Ah, Adam’cığım.»
Bu konuşmayı uzun bir tartışma izledi. Gayet üıtiyat-
h bir adam olan Baba, öyle kolay kolay karar veremezdi.
Fakat Adam, geri dönmeden kesin karar verildi. Ben de o
sınav hazırlığı sırasmda ve Burs sınavları süresince onlar
rahat rahat çalışabilec^imi düşünerek coşkun bir sevince
kapüdım. Kimse benim ne yaptığımı sormayacak, çalış­
malarımla ilgilenmeyecekti. Benim için bundan daha bü­
yük bir fırsat olamazdı.
Günler çarçabuk geçip gidiyordu. Çok geçmeden, bir
gün odamda çakşırken evde garip bir ses duydum. Biraz
kafamı yorunca Hannah Ana’nm şarkı söylediğini anla­
dım. Gerçi pek belirli bir melodisi yoktu ama gene de şar­
kıydı. Baba’mn iyi elbiselerinin hepsi ütülenmiş, asılmış­
tı. Gladstone malı iki bavul pırıl pınl temizlenmişlerdi.
Hannah Ana nasılsa. Bayan Dobie’nin dükkânmdan da
kendine koyu kahverengi vual kumaş alıp bir yazlık elbise
dikmişti. Fakat onun asıl en büyük serüveni kürk mese-
lesiydi. En aşağı çeyrek asırdan beri bu boyun kürkünü
sandığında saklıyordu. Her Ukbahar kürkünü sandıktan
çıkanp havalandırmayı âdet edinmişti. Artık hangi hay­
vanın ölüp de postunu Hannah Ana’ya bıraktığım kestir­
mek imkânsızdı. Ben hep bunun bahtsız bir kedi olduğunu
düşünmüşümdür. Zavallı Samuel Leckie’nin yaşantısını
sona erdiren korkunç bir ağırlığm o zavalh kediyi de yam­
yassı ettiğini daima hatırlarım. Neyse, Hannah Ana kürk
atkısının kenarlarına vual kumaş geçirerek günün modası­
na uydurdu. Onun arka odada sık sık elbiselerini gözden ge­
çirdiğini tahmin ediyordum. Zavalhcık beş saldır tatile
gitmemişti.

Yegil Y ıllar — F : 15
— 226 —

Hannah Ana ne zaman kendini aşmaya kalkışacak


olsa, Baba hemen onun ayaklarını yere bastırmasını bilir­
di. «Masrafı düşün» deyiverince tatile çıkma düşüncesin­
den vazgeçilirdi.
Baba, onu biraz baskıda tutmasa, jrapacağı masrafın
ardı arkası gelmeyecek diye düşünüyordu besbelli. Lokan­
talarda yemek yemek düşüncesi, bir şanssızlık eseri otelde
gecelemek ihtimali Baha’nın uykularını kaçırıyordu. Bu
kez de tatil programmı büyük bir dikkatle bazırladı. Yol
boyunca onlara yetecek kadar yiyecek alacaklardı yan­
larına. Londra’ya kadar gece treniyle ve üçüncü mevkide
seyahat edeceklerdi. Baba, daha şimdiden cebine küçük
bir defter yerleştirmiş, Adam’ı ziyaretin masrafları diye
bir not yazmıştı. Bu notun altında, tren biletlerinin ücreti
yazılıydı. Baba, büyük bir çılgınlık yapmış bir adam gibi
hep kara kara bu parayı düşünüyordu. Daha sonra Mur­
doch’tan öğrendiğime göre Baba, uğraşmış didinmiş ve ba­
zı görevlilere verilen ücretsiz biletlerden almayı başarmış.

Yola çıkacakları günün akşamı Hannah Ana odama


geldi. Yatağımın kenarma oturup sessiz sedasız beni sey­
retti.
Hafifçe gülümseyerek : «Bugünlerde pek meşgulsün,
yavrum» dedi. «Biz Londra’dayken de öyle olacaksın an­
laşılan.»
Acaba Hannah Ana meseleyi biliyor muydu? Dedem
onun kulağma birşey fısıldamış mıydı? Hannah Ana sözle­
rini sürdürürken ben de başımı eğdim: «Potinlerin ber­
bat. Artık pençe de kaldırmaz. Eğer şeyden önce, yani biz
gelmeden önce iyice paralanırlarsa, merdiven altında Ka­
te’in dolabında bir çift sağlam kahverengi potin var. Onu
giyersin olmaz mı?»
— «Peki. Ana.» Bu uzun potinlerden söz edilince ne­
şem kaçmıştı ama bunu gizlemeye çalıştım. O potinleri
vaktiyle Kate’in giydiğini biliyordum.
— 227 —

mınldandı ; «Geçen gün baktım, biçim­


len de bozulmamış.»
— «Ben işi idare ederim, Hannah Ana.»
Bir sessizlik oldu.
Hannah Ana hafifçe gülümsedi: «Sen zaten hep işini
İdare ediyorsun değil mi?» Başımı okşadı. Dışarı çıkarken
durdu, bir saniye derin derin beni süzdü. «Şansın açık ol­
sun... benim sevgili oğlum. »
DOKUZUNCU BÖLÜM

Büyükbabayla, Hannah Ana evden ayrılır ayrılmaz.


Dedem çalışma masamı ve bütün kitaplarımı sadece konuk­
ların buyur edildiği o hiç kullanılmayan salona yerleştir­
di. Ah o kutsal odayı hiç unutamıyorum. Yuvarlak bir
mermer şöminesi vardı. Rafın üzerinde sırlı bir ayna duru­
yordu. Çekrıie gözlü bir dolap duvarlardan birine dayalıy­
dı. Bunun üzerinde de Japon işi bir yelpaze, üç tane bü­
yücek deniz hayvanı kabuğu, ve üzerinde ‘Ardfiilan’dan
bir armağan’ kelimeleri kazılı bulunan bir kâğıt tutacağı
vardı. Ortadaki yuvarlak masanın üzerinde ‘Pilgrim’s
Progress’ isimli kitabın yaldızh bir kopyasıyla içinde yeşil­
lik dolu büyücek bir vazo vardı. Masanın hemen biraz be­
risinde de döner iskemleli bir piyano duruyordu. Büyük
babayla Hannah Ana’mn evlendikleri gün çekilmiş bir fo­
toğrafları da piyanonun üzerine konmuştu. Salonda bir
tek tablo vardı. O da ‘Glen Hükümdarı’ adım taşıyordu.
Pencerenin önünde meydana gelen geniş boşluk benim
için eşi bulunmaz bir çalışma yeri olmuştu. Burada yalnız
başıma ve artık canı istediği zaman eve gelip gidebilen
Reid’le oturup ders çalışıyordum. Dedemin gereksiz ve
aşın gayretleri sayesinde evin içinde çıt çıkmıyordu. Han­
nah Ana, Bayan Bosomley’in arasıra bize yardıma gelme­
sini sağlamıştı. Fakat garip değil mi. Dedem evm işlerini
büyük bir ustahkla, kimsenin yardımına üıtiyaç duyma­
dan rahatça yapabUiyordu. Kendikendine yaşadığı günler­
— 229 —

de bir kaç çeşit yemek pişirmesini de öğrenmişti. O tuhaf


hallerinden hiç biri kalmamıştı. Bir tek suç dahi işlememiş­
ti. Boş evin sağladığı özgürlükten pek hoşlanmışa benzi­
yordu. Azar işitmek, suçlanmak korkusu olmadan evde di­
l e ğ i gibi yaşamak gerçekten zevkliydi. Tahmin edileceği
gibi evde önemli bazı yasaklara uymak zorundaydık. Por­
selen ve kesme eşyanın büyük bir kısmı kUitli dolaplara
kaldırılmıştı. Hannah Ana, Dedemin tencereleri isleyip
kirletmesinden korktuğu için, mutfak eşyasının da iyi du­
rumda olanlarını ortadan kaldırmıştı. Yemeklerimizin
hazırlanması için gerekli kuralların bir listesini hazırla­
mıştı. Bize biraz da harçlık bırakılmıştı. Ama Dedem bu
güçlükleri de yenmesini bildi. Gerçi Murdoch’la Dedemin
arası pek iyi değildi ama Dedem arasıra Çocuk Bakım
Yurduna da uğruyordu. Hannah Ana’mn yemek listesinde
olmadığı halde zaman zaman karmbahar yemeği ve haş­
lanmış patates de yiyorduk. Dedem o kocaman patatesleri
pek güzel haşlıyordu. Bir iki kere akşamın alacakaranlığı
bastırırken Dedem Snoddie’nin çiftliğine doğru şöyle bir
yürüyüş yapmış, bu yürüyüşlerden sonraki günlerde de
akşam yemeklerinde haşlanmış piliç yemiştik. Bunu bize
ancak Tann göndermiş olabilirdi.
Dedem saklamaya çalışıyordu ama benim çalışmaları­
ma büjdik bir saygı besliyordu. Kitaptan bilgi edinmeyi
daima önemserdi. Kitapları da gerçekten pek severdi. Bu
da pek garip, çünkü kendisinm ancak üç cilt kitabı vardı.
Bu sadık dostlan da anmadan geçmemeliyim. Bu kitaplar­
dan birincisi Robert Bums’ün şiirleriydi. Dedem kitapta­
ki şiirlerin çoğunu ezbere biliyordu. İkincisi dedemin x>ek
sevdiğiydi. ‘Hacı Babanın ^rüvenleri’ adım taşıyordu.
Üçüncüsü ise ‘Pears ShUling Ansiklopedisi’ydi. Dedemin
arasıra bilgiç bir tavır takınarak bu kitaba uzandığmı ve
«Bakalım Pears ne diyor» dediğini hatırlıyorum.
Elh, artık onun bilgiçHk taslama devri çoktan geçmiş­
ti ama gene de bana yardımcı olmak istediğini biliyordum.
Onun için arasıra cebir denklemlerimi incelemesini ya da
ezberlediğim lâtince şürleri dinlemesini rica ettiğim za-
— 230 —

manlar pek sevniyordu. Birinci haftanın sonunda Dedem,


sabah ahşverişine çıkmamı yasakladı. Sabahları en verim­
li saatlerimi sokakta geçirmemi istemiyordu. Zihnim açık­
ken, kafam henüz yorulmadan çok daha iyi çalışacağımı
ileri sürmüştü. İkimiz de bu işe iyice sanimıştık. Başarıya
ulaşmaktan başka birşey düşünmüyorduk. Sabahları şafak
sökerken kalkıp çalışma odama gidiyordum. Reid beni oku­
la gitmek derdinden kurtarmıştı. Bütün gün o ön odada
küçücük masamın başında kitaplarımla haşır neşir olu­
yordum. Zaman gittikçe azalıyordu. Rakiplerim de durma­
dan soluk almadan ve belki benden çok daha fazla çalışı­
yorlardı. Bir saniye olsun gözlerimi kitaplardan ayırırsam,
smvda başarı kazanmayı nasıl ümid edebilirdim?
Her akşam tam saat altıda Reid bize geliyordu. Kısa
bir hatır sorma faslından sonra durumumu gözden geçiri­
yor, sonra da sandalyesini yamma çekip oturuyordu. Gece
saat ona kadar bana ders veriyordu. Saat onda Dedem
kakao fincanlarını getiriyordu. Bazı akşamlar çalışmaya
daldığımız için fincanları unuttuğumuz da oluyordu. Ja-
sonün akh başında davranışları, tütün, tebeşir ve ter ko­
kan güçlü gövdesi her zaman yeni yıkanmış gibi duran san
saçlarım eliyle arkaya itişi, her zaman ağır kokan soluklan
bana yorulmayı unutturuyor, yeni bir çalışma gücü aşüı-
yordu.
NUıayet Reid gittikten sonra masaya daha fazla ya­
naşıp uykuyla amansız bir mücadeleye girişiyordum. Reid,
giderken bana da hemen yatıp uyumamı salık veriyordu
ama bunu yapmayacağımı herhalde o da biliyor olmalıydı.
Bazan uykumu kaçırmak için banyoya gidip başımı bir
güzel ıslatmayı denediğim oluyordu. Banyodan yorgun
fakat çalışmayı sürdürmeye kararlı dönüyordum. Uyanık
kalmak için durmadan bacağımı kaşımak, ya da başmıa
yumrukla vurmak gibi çarelere de başvuruyordum. Daki­
kalar böylece sessiz sedasız gecenin sessizliğinde kaybo­
luyor, ben de kollarım sıvalı, başımı iki elimin arasına al­
mış, gaz lambasımn ışığı altında çalışıyorum.
Saat ikiyi çalıyor. Kalkıp sendeleye sendeleye odama
— 231 —

gidiyorum. Genellikle başımı yastığa değdirir değdirmez


uykuya dalıyorum. Ama bazan da sınavlara gerektiği şe­
kilde hazırlanamadığımı düşünerek korkuya kapüdığım
ve bu yüzden de korkulu rüyalar gördüğüm oluyor. Rü­
yamda bana sorulan soruları cevaplandıramadığımı görü­
yorum. Bazı akşamlar da ölü gibi yorgun olduğum halde
bir türlü gözüme uyku girmiyor, zihnim dinlenmek iste­
miyor. Artık yattığım yerde en zor denklemleri çözmeye
çalışıyorum, en karışık sorulara cevap bulmak için kafamı
zorluyorum. O zavallı yorgun vücudum yatakta kalıp gibi
hareketsiz dururken sabahın ilk ışıklarının perdelerm ara­
sından sızmasmı bekliyorum.
Akşamlan saat beşe doğru Dedemin ısrarıyle hava
almaya çıkıyordum. Gavin’in Larchfieid’den döndüğü ak­
şamlar, dinlenme saatini onun gelişine göre düzenliyor­
dum. Gavin, trenden Levenford istasyonunda değil Dalre-
och durağında iniyordu. Buradan yol daha kestirmeydi.
Gavin trenden inip antreponun avlusunu geçerken ben de
karşı tarafta onu bekliyordum. Sonra konuşa konuşla yü­
rürdük. Birbirimize çalışmalarımız hakkında bilgi verir­
dik. ^
Diğer günler de Akademinin avlusuna gidip Bay Reid
ile Handball oynuyordum. Jason Reid, başanlı bir Hand-
ball oyuncusuydu. Queeııs Klüpte Resmi Okullararası mü­
sabakalarda şampiyon olmuştu. Oyun oynadığımız yer
Handball oyununa pek elverişli değildi onun için pek de
kurallara uygun bir oyun çıkartamıyorduk. Ama hiç de­
ğilse oradan oraya koşmamıza fırsat veriyordu. Bu da
bana gayet iyi geliyordu.
Şanslı günlerimde de Alison’u görüyordum. Genellik­
le onu şarkı derslerinden dönerken Drumbuck Yolunun
sonunda karşılıyordum. Başı açık, saçları dağılmış, kol­
tuğunun altında yuvarlak nota çantasıyle hızlı hızlı yü­
rürdü. Sıcak günlerde vücudunu saran, mcecik bir elbise
giyerdi. Birbirimizin yüzüne hiç bakmadan havadan su­
dan konuşmayı âdet edinmiştik. Okulda olup bitenleri an­
latırdı bana. Çok sevdiği ve saydığı Bay Reid’in o gün
— 232-

okulda neler dediğini anlatırdı. Ama o sakin görünüşüne


rağmen gözleri sanki daha irileşmiş, bakışları daha yumu­
şamıştı, dudakları da daha hir renklenmişti. Sinclair Dri-
ve’in köşesinde yollarımız ayrılınca koşa koşa eve dönü­
yordum. Arasıra yerden taş alıp hızla ileriye fırlatmak
uğruna şöyle duralar gibi oluyor sonra gene koşa koşa
yoluma devam ediyordum. Yanaklarım al al olmuş bir hal­
de kendimi çahşma masama atıyordum, Herşey gayet yo­
lunda gidiyordu. Masama bir fincan çay getiren Dedem de
yerjrüzündeki yaşlıların en iyisi en hoşuydu.
Hayır, hayır, yanılıyorum. Bir hafta sonra beni ce­
hennemin dibine iten canavar oydu.
ONUNCU BÖLÜM

Sıcak ve durgun bir öğleden sonraydı. Havada fırtına


kokusu vardı. Birazdan gökgiirleyecek gibiydi. Sınavlara
dört gün kalmıştı, ölü gibi yorgundum, sinirlerim iyice
gerilmişti. Başımı suya sokmaya gitmiştim. Tam yüzümü
kuruladığım sırada. Dedemin kahkahalarını duydum.
Banyodan çıkıp merdivenin sahanlığından ona seslendim.
Fakat hiç cevap alamadım. Yoksa gaipten sesler mi duy­
maya başlamıştım? Aman Allahım, yorgunluktan aklımı
kaçınmamıştım ya.. Ağır ağır yukarı çıktım, sesler Han­
nah Ana'nın odasından geliyordu. Ben de o tarafa seyirt-
tim. Odaya girdim, içersi bomboştu. Derken Bayan Bo­
somley’in sesini ve onun arkasmdan da Dedemin kahkaha­
sını duydum.
Şaşırdım, sonra kendimi toparladım. Bu sessiz sakin
günde, gürültüler, aradaki duvardan geçip bu tarafa ya­
yılıyordu. Yandaki evden geliyordu. Tabii... Dedemin ye­
mekten sonra sakalını tarayıp düzelttiğini görmüştüm.
Tam dışarı çıkmak üzereydim ki, başka bir ses beni
olduğum yere mıhladı. Şaşkm şaşkın, aym zamanda kor­
kuyla odayı yandaki evden ayıran duvara baktım. Sarma­
şık güllerle süslü duvara bakarken yandaki odanın Bayan
Bosomley’in yatak odası olduğunu farkettim. Dedemle
Bayan Bosomley, orada beraberdiler.
Hiç istemediğim halde, orada durmuş sesleri dinliyor­
dum. Ah, Tannm, bu olamaz... Aklıma gelen düşünceden
— 234 —

kendimi sıyırmaya çalıştım... Fakat hayır durum meydan­


daydı.
Birden hırstan titreyerek kendimi odadan dışarı at­
tım, evden fırladım. Sokakta nereye gittiğimi bilmeden
telâşlı telâşlı yürürken hâlâ titriyordum. Mücadeleyi sür­
dürmek için uğraşmanın ne yararı vardı? Zaten hayatta
neyin yararı vardı ki? însan saf ve temiz bir sevgiyle do­
lu olmasına rağmen hata işleyebilirdi. Ama insan kör şey­
tana ancak son anda, son nefesini verirken, acı bir feryat
kopararak sarılırdı, insanın, ayna karşısına geçip neşeli
neşeli sakalını taraması, sonra da pek mutlu bir halde ıslık
çala çala evden çıkıp gitmesi— Ah, tannm, sevdiğim ve
güvendiğim o insan tarafından bu şekilde aldatılmak beni
yerin dibine geçirdi.
\ Nereye gittiğime bakmıyordum, bile. Ama farkma var­
madan tepeye giden yola sapmıştım. Çocuk Bakım Yurdu­
nun önünden geçerken tanıdık bir ses beni daldığım düşün­
celerden uzaklaştırdı. Murdoch, çitin üzerinden uzanmış
beni çağırıyordu Durdum, birden karar veremedim, son­
ra bahçeye girdim.
— «Neyin var.»
— «Ne oldu?» Murdoch, çitleri kırpma işini bırakmış,
kahverengi elinin tersiyle alnında biriken terleri silerken
merakla bana baktı. «Yoksa sen de tazı olmaya mı heves­
lendin?»
Cevap vermedim. Zaten konuşacak halde de değildim.
— «Çalışmalarında bir aksaklık mı oldu?»
Dalgın dalgın başımı salladım. Yüreğim iyiden iyiye
kabarmış konuşmama fırsat vermiyordu. Murdoch bana
baktıkça merakıda artmıştı.
— «Anladım» dedi, «bizim ihtiyar gene zom oldu gaU-
ba.»
içimden geçenleri yüzümden okumaya çalıştı. «Hayır
mı? Öyleyse gene o eski oyunlarından birini yapmıştır ga­
ranti?»
—^ «Oyun mu?» Murdoch’un kullandığı kelimenin ha­
fifliği beni öfkelendirmişti. Yeniden vücudum titremeye
— 235 —

başladı. «Sır bilsen, buna oyun diyemezsin. Ah, Murdoch...»


Neredeyse gözlerimden yaşlar boşanacaktı, «insanlar na­
muslu yaşamaya biraz gayret etseler... hem de onun ya­
şında...»
Murdoch : «Ah,» diye bağırdı. Durumu anlamıştı.
Cebinden bir parça meyan kökü çıkarıp zevkle çiğnemeye
başladı.
Solgun yüzümü yana çevirdim. Yoldan geçen bir yük
arabasını seyrediyordum. Her nedense bu yaz günü ıssız
yoldan ağır ağır ilerleyen araba, beni hayatın yeknesaklı­
ğının sonunun gelmeyeceğine inandırdı. Sanki şimdi olan­
lar, yüzlerce yıl önce gene başımdan geçmişti.
Murdoch kısa bir sessizlikten sonra: «Biliyor musun,
delikanb» dedi, «artık büyüme çağın geldi. Sen akıllısın,
oysa benim bahçıvanlık dışında hiç birşeye aklım ermiyor.
Ama gene de senin yaşındayken bu derece saf değil­
dim. Dedem hep böyleydi. Hayatı boyunca sürekli olarak
kadınlara gönül vermiştir. Onu çok seven karısının sağlı­
ğında bile böyleydi.
Üzüntümden birşey diyemedim.
«Onun yaradılışı böyle» diye Murdoch sözlerini sür­
dürdü. «Şimdi de enikonu yaşlandığı halde isteklerine gem
vuramıyor. Ama bana kalırsa, senin böyle kendini harap
etmeni gerektirecek kadar da önemli birşey değil.»
Hafif bir sesle : «Ama çok feciydi» diye mırıldandım.
Bana gülmemek için kendini zor tutan Murdoch dost­
ça bir tavırla omuzlarımı tuttu: «Eh, biz birşey yapama­
yız» dedi, «Hem canım dünyanın da sonu gelmiyor ki. Bi­
raz daha büyüyünce bunlara alışacaksın. Hadi yürü, sana
yeni karanfilimi göstereyim. Kocaman bir tomurcuğu
var.»
Çim kesme makasını koltuğunun altına sıkıştırdı, bah­
çe kapısını açtı. Kısa süren bir bocalamadan sonra içeri
girdim. Onunla birlikte yeni düzenlenen sere girdik. Mur­
doch bana burada yeni yeni tomurcuklanan çiçeklerini
gösterdi. Bunları yetiştirmek için uyguladığı yeni metod-
ları kıvançla anlattı. O iri elleriyle saksıları düzenleyişin-
— 236 —

de, bitkilerin saplarını rafya iplikle bağlayışında, kuru


yapraklan kopanşuıda insanın içine huzur veren garip bir
kuvvet vardı.
«Eğer bu karanfil türünü yetiştirmekte başarıya
ulaşırsam ona Murdoch Leckie adını vereceğim. Bu da
birşey sayılmaz nu? Oturup da kara kara düşünmekten
çok daha iyi değil mi ?» Murdoch, sevgiyle sırtıma bir to­
kat indirerek sözlerini tamamladı.
Murdoch’un yanından ayrıldığım zaman biraz daha
sakinleşmiştim. Ama öfkemden aklımı bir türlü derslere
veremiyordum. Bu da yaşımın gereklerinden biriydi anlaşı­
lan. Tahmin edileceği gibi ayaklarım beni High Street’e,
kiliseye sürükledi.
İçersi serin ve sakindi. Yan kürsünün önündeki çiçek­
lerle uğraşan rahibe Elizabeth Josephina’nm tıkırtısı ki-
liHpnin içinde yankılamyordu. Oradan uzaklaşarken bana
bakıp tanıdığını belli edecek şekilde hafifçe gülümsedi.
Pencerenin yanında yere diz çöktüm. Pencerenin cammda-
^ figür bana huzur verdi.
Içlıtde Dedeme karşı içimde son­
suz bir öfke uyanıvermigti. Gerçekten önemi olan bir me­
ziyeti böyle bp: and» yoketmesine ne kadar kızsam yeri
vardı. Alison’u düşündüm. O bembeyaz elbisesiyle, bu er­
genlik çağında gözümde bir melek kişiliğine bürünen eri­
şilmez Alisojı’u düşündüm. Yüzüm utançtan alev alev ya­
nıyordu. Dedesi benimki gibi davranan delikanlıya Alison
nasıl bakabilirdi? îsa Peygamberin kötü ruhlu insanları
tapınaktan nasıl kovduğunu hatırladım, içimdeki öfke büs­
bütün kabardı. Yerden kalkarken Dedemle kozumu pay­
laşmaya karar verdim.
Eve vardığım zaman beni sahanlıkta karşılayan da
o oldu. Dönüşüme pek sevinmiş görünüyordu. Arkadan da
mis gibi yemek kokusu geliyordu.
— «Yürüyüş yapmaya karar vermene sevindim. Şim­
di daha iyi çakşırsın.»
Ona öfkeyle,soğuk soğuk baktım. «Bugün öğleden
sonra sen ne yaptın?»
— 237 —

Dedem, gayet rahat bir şekilde tatlı tatlı gülümsedi.


«Her zamanki gibi mezarlıkta oyun oynadık.»
Ah, Dedem üstelik yalancıydı da. Yalancı ve sahte­
kâr. Fakat ona suçunu yüzlememe fırsat kalmadan ora­
dan uzaklaştı.
Sakin, şefkat dolu, ve huzur içinde ellerini oğuştura-
rak : «Mutfağa gelsene» dedi, «sana bir güzel sebze çor­
bası pişirdim ki, bayılacaksın.»
Mutfağa girdim. O, bulaşıkhkta işlerini tamamlama­
ya çalışırken ben de masaya oturdum. Her şeye rağmen
karnım müthiş acıkmıştı.
Bir saniye sonra Dedem içeri girdi. Üzerinden du­
manlar tüten hir koca kâse dolusu çorba getirmişti. Beni
eğlendirmek, oyalamak için de önüne Hannah Ana’nm
önlüklerinden birini takmış, başına da bir jıeçcteyi aşçı
başhğı gibi sarmıştı. Demek bu adam aynı zamanda soy­
tarının biriydi de.
Koyu çorbaya kaşığımı daldırdım. Tavuk eti, bezelye,
küçük küçük doğranmış havuçla dolu çorbayı dudakları­
ma götürürken o da aşçılığım övmemi bekliyordu.
— «Güzel mi?» diye sordu.
Fevkalâde lezzetliydi. Tabağımdaki çorbayı son dam-
lasma kadar içip bitirdim. Ondan sonra da bu tuhaf, yarı
kaçık yaşlı adama baktım. Benim nefretimi kazanmış­
tı, gençlik duygularım, inançlarıma ihanet etmişti. Kusur­
ları açığa vurma zamanı gelmişti.
Çekine çekine: «Çorbadan bir kepçe daha alabilir mi­
yim, Dede?» diye sordum.
ONBİKİNCi BÖLÜM

Sınav sabahı hava yağışlıydı. Perşembe günü öğleden


sonra, yani smavdan bir gün önce, Jason Reid, kitapları­
mın hepsini alıp saklamıştı.
—^ «Ancak ikinci sımf öğrenciler, son dakikaya ka­
dar çalışırlar» demişti. «Sınava girmeden önce notlan yu­
tacak gibi okuduklannı görürsün. Böyleleri asla başarı
kazanamaz.»
Öğrendiklerim benim bir parçam olmuştu. Öğrenecek
başka birşey de kalmamıştı. Şimdilik kafam bomboştu.
Ama öğrendiklerim iliklerime işlemişti. Murdock’un küçül­
müş elbiselerinden en güzelini giyerken betim benzim at­
mıştı ama sakindim. Giydiğim mavi elbisenin dirsekleri ve
dizleri biraz parlamıştı ama hiç de kötü sajnlmazdı. Ölçü­
lü hareketlerle potinlerimi temizleyip parlattım —■ Bun­
lar Hannah Ana’yı meraklandırmıştı. Neyse potinlerden
daha sonra söz edeceğim. Çevremde pervane gibi dolanan
Dedem, ceketimin yakasına iliştireyim diye pembe bir gül
koncası bulmuş getirmişti. Koncanın üzerinde hâlâ yağ­
mur damlacıkları vardı.
Koncayı bana verdikten sonra gayet kibar bir tavır­
la cebinden, kare şeklinde küçük bir zarf çıkardı.
— «Birisi bunu sana bıraktı.»
— «Kim?»
Dedem sanki, «Yavrum ben kibar bir adamım senin
sırlarını öğrenmeye çalışmam» demek ister gibi omuzlarını
— 239 —

silkti. Fakat ben sinirli parmaklarla zarfı açmaya çalışır­


ken o da gözünün ucuyle beni seyrediyordu.
Zarf, Alison’dan gelmişti. Sınavdan önce iyi dilekle­
rini bildiren küçük bir pusula yazmıştı kızcağız. Birden yü­
reğim dağlanır gibi oldu... Kızardım. Dedem kendi kendi­
ne gülümseyip ıslık çalarak kahvaltımı hazırlarken ben
de pusulayı cebime yerleştirdim.
Bu ilk sınav günü Jason da benimle birlikte Koleje
kadar gelecekti. Büyük bir ke.ntin kargaşalığında huzur­
suz olmamdan korkuyordu güya. Jason’un o uçarı, davra­
nışlarının ardında gizlenen şefkati, bana gösterdiği yakın­
lık ve bir İskoç kasabasında hiç de normal karşılanmaya­
cak bir cömertlikle üç ay bedava ders vermedi, dostluğu,
anlayışlılığı insanlığın geleceği için bütün ideolojilerden
daha büyük bir umut vaadediyordu.
istasyonda Gavin’le buluştuk. O da benim gibi biraz
solgundu ama sakin görünüyordu. Çok çalıştığı bel­
liydi. Onu görmeyeli en aşağı on gün olmuştu. Şimdi
aramızda öyle rekabet havası yoktu, büyük bir teşebbüsün
ortaklarıydık sanki. Onunla eski usulde tokalaşırken derin
bir dostluk duygusu bütün benliğimi kapladı. Jason duyma­
sın diye gayet alçak bir sesle mırıldandım:
— «İkimizden biri kazanmalı, Gavin.»
Smavı benim kazanmam gerektiğini artık biliyordum,
fakat bu olmazsa... Ah, Allahım, bu korkunç bir düşün­
ceydi... o zaman Gavin’in kazanmasına izin ver.
Kader treni hızla istasyona girdi. Kompartımanımız
bomboştu, sigara, ve kömür dumanı kokuyordu. Yerler
kullanılmış kibrit çöpleriyle doluydu. Bu yolda seyahat
eden çırak mühendisler, tahta bölümlere yazılar kazımış­
lardı. Jason Reid, konuşarak enerjimizi tüketmeyelim di­
ye ikimize de birer ‘Strand Magazine’ almıştı. Biz de köşe­
lerimize çekilip sanki büyük bir ilgiyle okuyormuş gibi
dergileri yüzümüze kapamıştık. Elimdeki dergi dudakla­
rımın durmadan hareket ettiğini rahatça, gizlememe yarı­
yordu. Dua ediyordum tabii. Son dakikada ilgimi kaybet­
meyeyim diye Tanrıya yakarıyordum. Reid yanımda otu­
— 240 —

ruyordu. Bana iyice sokulmuştu. Tren yolu boyunca uza­


nan gemi tezgâhlarına, binaların bacalarına boş gözlerle
bakıyordu. Geniş ve kuvvetli omuzunu bana iyice yasla-
mıştı. Böylece bana güç kazandırmaya cesaret vermeye ça­
lışıyordu. Trenin sarsıntısı bizi birbirimize daha yaklaştı­
rınca da geri çekilmiyor, kendi kuvvetini bilgisini ve cesa­
retini bana aşılamak için bunu fırsat biliyordu. Arasıra o
çok sevdiği roman kahramam Sherlock Holmes’den söz
edip benim dikkatimi başka tarafa çekmeye çalışıyordu
ama kendisi de en az benim kadar heyecaıllı ve yorgundu.
Kendine hâkim olmak için sarfettiği çabaya rağmen ben
bunu sezinlemiştim. Benim kazanmamı istiyordu. Bunu
can-ı gönülden, tüm benliğiyle istiyordu.
Şehrin batı yakasında, Park’a bakan yörede, dimdik
göğe yükselen o yağmurla yıkanmış eski, kurşuni kolej
binaları bunlan ancak düşlerinde görebilen onbeş yaşında
bir çocuk için gerçekten pek etkileyiciydi. O eski güçsüzlü­
ğüm, içime kapanıklığım gene beni etkisi altına almaya
başlamıştı. Bizi Merkez istasyondan Gillmore Tepesinin
eteğine kadar getiren san tramvaydan indiğimiz zaman
pek acemi ve beceriksiz hissediyordum kendimi. Hele iki
tarafında öğretmenlerin evleri bulunan yoldan ağır ağır
ilerleyip sevimli bir avluya geldiğimiz zaman durumum
iyice kötüleşmişti. Sönük, sevimsiz başbelâsı bir oğlamn
böylesine kutsal bir yerde bulunmaya hakkı var mı diye
düşünmeye başlamıştım. Ama gene de beni bütün bütün
yabana atmamalısmız. Gerçi ceketimin yakasındaki gül
koncası ve cebimdeki kare biçimi zarf bana herhalde güç
kazandırmıştı ama sol ayağımın potini beni ince ince dü­
şündürüyordu. Canımın acısından düz tabanlar gibi aya­
ğımı sürüye sürüye yürüyordum. Nihayet Jason da sor­
du : «Bacağını mı incittin?»
Kızardım ; «Belki dizim berelenmiştir.»
Fakat artık oraya, yani savaş meydanına varmış­
tık. Öbür adaylar da Bute Hail’un kapısı önünde küçük
gruplar meydana getirmişlerdi.
«Tabaklar dolusu ekşi lapa.» Müttefikimiz Jason,
— 241 —

bizi diğerlerinden ayrı tutmaya çakşırken bu sözleri mırıl­


dandı. Ama ben ona hak veremiyordum. Hepsi de akıllı,
parlak çocuklardı, hayat ve zekâ doluydular. Bir ara Mc-
Etvan’ı görür gibi oldum. Ufak tefek yapısı, kocaman göz­
lükleriyle elleri ceplermde bir taşa yaslanmış gülüyordu.
Evet, Tannm, sanki hiç birşeye aldırmıyormuş gibi neşeli
neşeli gülüyordu.
Nihayet hafif bir gümbürtü. Benim kalbimden de gel­
miş olması mümkün.. Meşe ağacından yapdma kapılar ar-
dma kadar açıldı, çocuklar içeriye doluşmaya başladılar.
Tam hareket edeceğim sırada Jason’un koluma yapıştı­
ğını hissettim. Eğildi, başım iyice yüzüme yaklaştırdı, öy­
le ki, yanağmı yanağımda hissettim, kötü kokan soluğunu
duydum. «Benim saatimi al Shannon. Onlarm eski saatine
gjivenme. Ve sakin ol.» Fısıldayan sesi birden çatallaştı,
iri gözleri benimkilere dikUdi. Israrh bakışlarla beni süz­
dü. «Kazanabilirsin, buna inanıyorum.»
Bute Hali, kiliseyi andıran renkli camlanyle kocaman
bir bina. Balkonu andıran bölmede org boruları pırü pınl
parlıyor. Duvarlarda renk renk bayraklar asılı. Daha yük­
sek kısımlarda ötekilerden daha yeni daha parlak renkli
bayraklar asılı. Bu sabah, salonun üst başmda ahşkın ol­
duğumuz bir manzara dikkati çekiyor. Yüz kadar san cilâ­
lı tahta sıra var. Sınava girecekler sıra numaralanna gö­
re bu sıralarda yer ayrılmış. Benimkisi dokuz numara. Bi­
rinci sıranm ortasındayım. Sıranın üzerinde bir sürü def­
ter, mürekkepli kalem, kurşun kalem, mürekkep ve ku­
rutma kâğıdı var, hepsi de beni bekliyor. Bu k a la b alığa.
Jason’un gümüş saatini de katıyorum. Onun saatine göre
ona üç dakika var. Çevremdeki gıcırtılar, tıkırtılar kesildi.
Sınavı yapan öğretmen. Sınavı yapacak olan şişman, ağır
görünüşlü adam, soluk bir cübbeyle dolaşıp birinci sınav
kâğıtlanm dağıtmaya başladı bile. Trigonometri. Son bir
kere daha dua etmek için gözlerimi sımsıkı yumuyorum.
Gözlerimi açınca da birinci sorunun Jason’un bana büyük

YeşU Yıllar — F : 16
— 242 —

bir dikkatle anlattığı konulardan biriyle ilgili olduğunu gö­


rünce sevincimden kabıma sığamıyorum. Sorunun cevabı­
nı aşağı yukarı ezbere biUyorum. Dudaklarım kısılmış, el­
lerim titreye titreye kalemimi ve el değmemiş defteri önü­
me çekiyorum. Ondan sonra herşey siliniyor... Öne eğil-
fflfşr RaTkmdan çıkan cevaplardan başka hiç birşeyin öne­
mi yok artık.
O gün akşamüstü geç vakit Gavin’le birlikte Leven­
ford’a dönerken tren öylesine kalabalıktı ki sınavda verdi­
ğimiz cevapları karşılaştırmaya fırsat bulamadık. Yalnız
Cebir ve geometri sorularının çok ağır olduğunu belirtmek­
le yetindik. Belki de unuttuğum birşey vardır diye içim
içimi yediği için üzgün ve bitkindim. Üşüyordum da. Özel­
likle ayaklarım buz gibiydi. Bu arada şunu da belirtsem
iyi olacak: potinlerim su aldığı gibi bir tekinin pençesinde
de üç parmak rahatlıkla sığacak kadar büyük delik açıl­
mıştı. Ama gene de gururumdan olacak Kate’in eski potin­
lerini giymeyi kendime yetirememiştim. Pabucun deUğini
kapatmak için tabanma büyücek bir karton parçası yer­
leştirmiştim. Bu karton parçasım da Hannah Ana’nın ya­
tağının altında duran şapka kutusundan kesmiştim. On
dakika içinde potinin içindeki karton parça da düşmüş,
çorabım yırtılmıştı. Sanki çıplak ayakla yürür gibiydim.
Trenin o işçilerle tıklım tıkhm dolu, sıcak kompartımanın­
da dururken içimin üşümesine hiç şaşmamak gerekti.
Jason, bizi Levenford tren istasyonunda karşıladı ve
hemen bana sahip çıkü. Onun odasmda pirzola ve patates­
ten ibaret yemeğimi yerken garip bir sesle, aceleci ve me-
rakh bir tavırla smav somlarmı öğrenmek istedi. Masa­
sının başma geçip madeni gece lambasımn altmda logarit­
ma ve çarpım tablolarıyla haşır neşir olarak her soruyu
cevaplandırdı. Sonra yamma geldi. Birşey demeden cevap
kâğıdım önüme koydu. Onun aldığı sonuçlan kendiminki-
lerle karşılaştırdım, sonra başımı kaldınp onun yorgun
yüzüne baktım.
— «Evet,» dedim.
— «Hepsi mi?»
— 243 —

Gene «evet» diye çekine çekine mırıldandım. Fakat


o onun derin bir soluk alması beni heyecanlandırmıştı.
Ertesi gün yani Cumartesi günü Fransızca, İngilizce
ve tatbiki kimya smavı vardı. Son sınav fizik sınavıydı.
Bunun içinde Pazartesiye kadar bekleyecektik. Potinimin
içine daha kalın bir mukavva parçası koydum. Ayağımın
altım korumak için de mürekkeple boyadım. Benim en bü­
yük korkum, diğer adayların durumumu farketmelerl ih-
timaüydi. Tramvay durağından çıktığımız zaman müthiş
bir sağnağa yakalandık. Gavin, yağmurluğunu benimle
paylaşmak istedi, fakat tabii potinlerini paylaşamazdı.
Ne önemi var... Sınav salonuna bir kere girdik mi,
bütün bu aksaklıklar unutuluveriyordu. Tekrar trene bi-
ninceye kadar da ıslak ayağımı hiç aklıma getirmedim.
Birdenbire içime bir ürperti gelmişti. Elimi alnıma götü­
rünce başımın çatlayacak gibi ağrıdığım farkettim. Yal­
nızdım. Gavin ablasıyle buluşmak için Winton’da kalmış­
tı. Yolculuk süresince de başımuı ağrısını geçirmek için bo­
yuna başımı trenin penceresinden dışarı uzatıp hava al­
maya çalıştım.
Levenford istasyonunda, Jason’un sadık, bekleyen
çehresi gözlerimin önünde dansetti. Onu bütün bütün
mahçup etmediğimi belirtmek için gülümsedim. Gene ko­
luma sarıldı ve koruyucu bir tavır takınarak araba dura­
ğına doğru götürdü.
— «Bitkinsin... Ee, buna şaşmamalı. Çok şükür, ya­
rın bütün gün dinlenebilirsin.»
Jason beni eve kadar arabayla götürdü. Dedem de bi­
ze yemek verdi. Bu yemeğin şeref konuğu bendim tabii.
Yemek sırasında her zamankinin aksine durmadan konuş­
tum. Jason’un ısrarı üzerine Fransızca sorularını anlattım
ve yazdığım İngilizce fıkrayı hemen kelimesi kelimesine
tekrarladı.
Jason durmadan : «Güzel... çok güzel» diye mınlda-
myordu. Her geçen dakika heyecanı biraz daha arttığı
için de sinirli sinirli parmaklanm oynatıyordu. «O sözleri
— 244 —

fıkrana katmakla çok iyi etmişsin... Aferin, iyi yazmış­


sın...»
Jason’un dudaklan heyecandan kurumuş, beyazlaş-
mıştı. Dedem de aynı şekilde etkilenmişti. Onu bu derece
yorgun ve perişan gördüğümü pek hatırlamıyordum. Hiç
birşey yemedi. Sadece benim sözlerimi dinledi. Benim sa­
dece patronum ve koruyucum değildi. Aynı zamanda be­
nim kişiliğimde kendi gençliğini de yeniden yaşıyordu.
Gerçekten benim yerime o sınava giriyor, sorulara kendisi
cevap veriyor gibiydi. Nihayet Reid şu açıklamajn yapınca
Dedem tatlı tatlı bana baktı.
—^«Sonradan pişman olacağım sözleri söylemek iste­
mem, Shannon, fakat kendini pek de küçük düşürmüş de­
ğilsin. Pazartesi günkü sınav konusu senin en iyi bildiğin
dersle ilgili. Eğer Tanrı hafta sonunda seni çıldırtmazsa,
hiç birşey duymasan, görmesen ve söyleyemesen bile bu
sınavdan gözü kapah doksan beş puan ahrsm. Hadi baka­
lım, şimdi marş marş... Allahaşkma git yat da biraz uyku
yüzü gör.»
Ağır ağır yukan çıkarken Reid’in Dedeme şöyle de­
diğini duydum; «Yanlış bir adım atmamış... Daha iyi...
Benim umduğumdan çok daha iyi başardı...»
Ah, sevinç, sınırsız ve eşi bulunmaz taşıt aracı, göz­
lerimi kapatıp merdivenlerin korkuluklarına yaslana yas-
lana yukarı çıkmamı sağladı.
Ertesi sabah, yani Pazar sabahı, yedi buçukta uyan­
dım ve sekizde kilisede olabilmek için hemen kalktım. Ki­
liseye gitmek artık öyle bir alışkanhk halini almıştı ki,
ancak Drumbuck yolunun yarısına vardığım zaman üze­
rimde bir tuhafhk olduğunu hissedebildim. Başım hâlâ
müthiş ağrıyordu, boğazım adamakıllı kurumuştu, gerçi
kurşuni gün havamn ıbk geçeceğine işaret sayılıyordu
ama titrememi bir türlü durduramıyordum. Ama gene de
sınav heyecanının sinirlerimi berbat ettiğini biliyordum.
Bu sabah mutlaka Komünyona katılmalıydım. Tannmn
bana yaptığı bağışlara teşekkür etmeli, ona minnet duy­
gularımı bildirmeliydim. Ayrıca başarıya ulaşırsam Ko-
— 245 —

münyona katılacağıma dair de söz vermiştim. Verdiğim


sözü yerine getirmeliydim.
KiUseden döndüğüm zaman kahvaltı sofrasında lok­
maları yutmakta zorluk çektim. Üşümem de büsbütün art­
mıştı. ^
— «Dede,» dedim, «ben çok üşüyorum. Belki biraz
tuhaf kaçacak ama keşke şömineyi yakabilseydik.»
Dedem, kaşlarının altmdan beni dikkatle inceliyordu.
Yüzünde bir şaşkınhk ifadesi belirmişti ama isteğime
karşı koymadı. Ağır ağır : «Eh, şömine ateşini hakettin
sanırım» dedi. «Ben de sana ateşi yakacağım. Hem de evin
en güzel odasında yakacağım.»
Dedem, son zamanlarda pek çok kullandığımız misafir
salonunun şöminesini yaktı. Şöminenin başmdaki koltuk­
ta biraz daha rahatlamıştım. îçim de eskisine göre biraz
daha ısınmıştı. Gerçekten de biraz sonra her tarafım alev
alev yanmaya başladı.
Dedem, Öğleye kadar boyuna odaya gelip gitmişti. Ba­
na dikkatle bakarak: «Canın ne yemek istiyor?» diye sor­
du.
— «Birşey yiyebileceğimi sanmıyorum. Hiç kamım
acıkmadı.»
— «Sen bilirsin, oğul.» Duraladı, fakat başka birşey
söylemedi. Tekrar içeri geldiği zaman başına şapkasını
giymişti. Gayet sakin görünüyordu. «Ben şöyle biraz ha­
va almaya çıkıyorum. Geç kalmam.»
Yanm saat sonra Reid ile beraber döndü. Onlar oda­
ya girdikleri zaman, büzüldüğüm koltuktan başımı kaldı-
np baktım. Jason hem öfkeli hem de telâşh görünüyordu.
—^ «Merhaba, merhaba. Bu da ne demek oluyor, ku­
zum?» diye sert bir sesle sordu. «Hasta numarası yapma­
ya çalışıyorsun ha? Eh, boşuna zahmet etme, delikanh.
Bu numara sökmez. Son engelde yanşı terkedeceğini sanı­
yorsan çok yanıhyorsun.»
Bana biraz daha yaklaştı. Koltuğumun yanına bir is­
kemle çekti, elimi, kaba avuçlannın içine aldı. Sanki saç­
malıklara pabuç bırakmayan kaba bir adammış gibi dav­
— 246 —

ranıyordu. «Evet, belki biraz ateşin var ama derecem ol­


madığı için ateşine bakamayacağız. Senin kafana da saç­
ma sapan düşünceler sokmak istemem. Soğuk almışsın sa­
dece.»
Zorlukla : «Evet, efendim» dedim. «Yarma birşeyim
kalmaz.»
— «inşallah. Canım kendine öyle fazla da acımış gö-
rünmesene. Sana sinirlerinin bozulacağını daha önce de
söylemiştim. Biraz kendine çeki düzen ver, birşeyler yeme­
ye çahş.» Jason Reid bu kez de Dedeme döndü: «Ona dün
geceki sütlü pastayla meyvadaıı getirin.» Dedem dışarı çı­
kınca Reid, konuşmasını sürdürdü: «Seninle birlikte onea
sıkıntıya katlandıktan sonra seni kulaklarına kadar kon­
yakla doldurmak pahasına da olsa o sınav salonuna götü­
receğim. Akim başında mı bari?»
— «Eh, oldukça, efendim... Yalnız biraz başım dönü­
yor.»
Dedem, elinde bir tabak dolusu elma ve kremayla geri
dönmüştü. Elimden geleni yapmaya kararlıydım. Zorluk­
la yerimden doğruldum, kremadan birkaç kaşık aldım.
Sonra üzgün üzgün Reid’e baktım.
— «Boğazım ağrıyor, efendim.»
— «Demek boğazın ağrıyor ha?» Kısa bir sessizlik ol­
du. «Eh, boğazına bakabiliriz. Buraya gel bakayım.»
Beni pencerenin önüne götürdü. Işık ağzımın içine gir-
şin diye başımı yana çevirdi. Ağzımı büyük güçlükle açık
tutuyordum. Bir saniye kadar boğazımı dikkatle inceledi.
Sonra birdenbire elini başımdan çekti. Tavırları da değiş­
mişti. Havada bir felâket kokusunun bulunduğunu sezin­
ledim.
—^«Nedir, efendim?»
— «Birşey değil... pek anlayamadım. «Başını öbür
tarafa çevirdi. Bitkin bir tavırla acı acı mırıldandı: «Dok­
tor çağıracağız.»
O dışarı çıkarken ben de koltuğuma döndüm. Çok has­
ta olduğumu artık anlamıştım. lyileşemezsem, ertesi gün­
kü smava gidemeyecektim. Beni asıl korkutan, dehşete dü-
— 247 —

suren de buydu. Dedem, karşımda hiç kıpırdamadan dim­


dik oturuyordu.
Reid, bir saat içinde Dr. Galbraith'le birlikte geri don­
muştu. Doktor boğazıma şöyle bir baktı, sonra Jason’a işa­
ret etti ; ^
— «Onu hemen yatağa yatırın.»
ONtKÎNCt BÖLÜM

Boğazdaki şişkinlik inip de zarlar dökülmeye başla-


ymea difterinin ne ağınsı ne de hükmü kalır. O ilk bir kaç
gdinün ateşli devresinden sonra hasta rüyada yaşar gibi
olur: nabzın atışları gayet hafiftir, sinirler rahatlamış gev­
şemiştir. Bazan bu hâl çok fazla sürer, hançere ve hattâ
kalp görevini yapmak istemez. Bu durumda doktor hemen
vakit geçirmeden serum yapmak zorunda kalır. Ama be­
nim hastalığımda böyle W kötü durumla karşılaşılmadı.
Hastalığım pek şiddetli değildi ve Doktor Galbraith, iki
haftaya kalmadan ayağa kalkacağımı vadetmişti. Aylarca
süren o öldürücü çalışmadan sonra böyle sakin sakin sırt­
üstü yatmak gerçekten pek dinlendiriciydi. Ellerimi yorga-
mn üzerine bırakıp pencereden içeri sızan güneş ışınlarının
duvarlarda meydana getirdiği gölgelere bakarak oyalanı­
yordum.
Sakın hayal kırıkhğına uğramış, çaresiz bir zavallıyı
aklınıza getirmeyin. Tam aksine. Ümit ve inançla dolu bir
ruhu düşünün. Evet, biraz doğuşumun özellikleri ve biraz
da kısa bir süre önce Komünyona katılmış olmamın, ve
kendimi dinsel duygulara yakm hissetmemin etkisiyle.
Tanrının onu bütün kalbiyle seven, gece gündüz diz çöküp
ona yakaran zavalh bir çocuğun geleceğini büe bile mah­
vetmeyeceğine inanmıştım. Mucizeye ihtiyaç yoktu, kutsal
kudretten bir fedakârlık da beklenmiyordu sadece adalet,
bir parçacık adalet bekleniyordu. Smavı yapanların benim:
— 249 —

katılamadığım smav için bana şöyle kararlama bir not


vermeleri yeterliydi. Jason bile böyle birşeyin bütün bütün
imkânsız olmadığım ima etmişti. Sonuçlar açıklanınca...
Hafif, güven dolu bir gülümsemeyle gözlerimi kapadım ve
bir dua ımnldanmaya başladım.
Büyükbabayla, Hannah Ana henüz dönmemişlerdi.
Hannah Ana’nın dedeme gönderdiği kartlardan Londra zi­
yaretinin başanh geçtiğini sezinlemiştim. Hannah, gurur­
la, Büyükbabanın ‘Adam’ın evi’ne para yatırdığım bildir-
ndşti. Bu yatırınun sağladığı güç sayesinde Londra dönü­
şünde doğru eve gelecek yerde bir hafta da Haminnemin
Kilmamack’daki akrabalarmm yanmda kalmayı kararlaş­
tırmışlardı. Oğluyla giriştiği iş, Büyükbabamn başına vur­
muştu anlaşılan. On gün kadar sonra haminneyle birlikte
döneceklerdi. Dedemle takvime bakıp şöyle kabataslak
bir hesap yaptık. Onlar eve dönmeden ben ayağa kalkmış
olacaktım. Bu, ikimizi de pek sevindirdi.
Dedem iyi bir hastabakıcı olmuştu. Hastahğımın o ilk
hummalı güıılerinde dedemi bir tül perdenin arkasmdan
hayâl meyal seçebilmiştim. Bütün gece ayağmda terlikle­
riyle odamda gezinip duruyor, bana ilâçlarımı veriyor, bo­
ğazımı temizliyordu. Bayan Bcsomley’in sesini de duymuş­
tum. Kapımda asıh duran karbohk örtünün arkasmdan
konuşuyordu. Kendi eliyle pişirdiği pelteyi ya da siyah
renkli hasta yemeğini içeri uzatırken bir iki çift lâf ediyor­
du.
Gerçi karantinada yatıyordum ama ziyaretçim de hiç
eksik olmuyordu. Konuşmaktan hoşlanmayan, kuru ve ka­
ba bir adam olan Doktor Galbraith her gün geliyordu.
Antonelli’lerin evinde cereyan eden o garip serüvene se­
yirci olduğumu hatırlamışsa bile bundan hiç sözetnüyor-
du. Kate bir kaç kez, evin kapışma kadar geldi ama çocu­
ğuna mikrop taşımak korkusundan içeri giremedi. Mur­
doch’un tedbirli davranması için pek de sebep yoktu. Onun
ziyaretleri benim hem gururumu okşuyor hem de sevindi­
riyordu. Zamanla onun ayak seslerini sabırsızlıkla bekle­
meye başlamıştım. O kaba saba şakaları ve yeni karanfili­
— 250 —

nin gelişmesiyle ilgili haberleri zevkle dinliyordum. Tabii


Gavin de beni ziyaret etmek istiyordu, ve Dedem onu içeri
almamakla az kalsın benim kalbimi kıracaktı. Hem zaten
hızla iyileşiyordum, onu nasıl olsa yakında görecektim.

Ve işte artık o kaçınılmaz gün de iyice yaklaşıyor.


Unutulmaz, gün, yani Temmuzun yirmisi yaklaşıyor. Ye­
ni yetişen bir çocuğun büyüme çağında karşılaştığı güçlük­
lerden başka anlatacak birşey bulamadığım zamanlar da
oldu. Fakat o gün.. Yani yirmi temmuz günü... Hâlâ hafı­
zamda yaşıyor. Yıllarca sonra bile o günün dehşetini unu­
tamıyorum.
Günlerden çarşambaydı. Öğleye kadar hiç dikkati çe­
kecek birşey olmadan, geçiverdi. Sadece o sabah giyinip
odamdan çıkmış, bahçede birkaç adım yürüyebilmiştim.
Hava çok güzel olduğu için yemekten sonra da Dedem ar­
kadaki yeşUliğe bir şezlong çıkarıp orada oturmama izin
verdi. Bacaklarıma battaniye örtmüştüm. Ayağımın altma
da bir tahta sandalye koymuştu. Güneşin sıcaklığından
yararlanıyordum. Nekahat devresinde insan bazan dış
dünyanın parlaklığını görünce yüreği heyecanla kabarı­
yor. Tıpkı yağmurdan sonra birdenbire bir kuşun şarkı
söylemesinden duyulan tatlı heyecana benzer bir heyecan
bu. Dedem evde benim hastalığımın delillerini ortadan kal-
d ım a ya çahşıyordu. Büyükbaba hastalandığımı öğrenirse
boşu boşuna tasalanacaktı, oysa doktor masrafını Reid
üzerine aldığına göre Büyükbabanm meseleyi öğrenmesi
gereksizdi.
Birden çakıltaşlanyle döşenmiş yoldan ayak sesleri
geldi kulağıma. Jason’ım telâşlı yürüyüşüydü bu. Evin
köşesinden göründüğü zaman gülümsüyordu. Yanıma ge­
lince yere çöktü.
— «Nasıl, biraz daha iyi misin?»
— «Ah, şimdi hiç birşeyim yok.»
— 251 —

— «Güzel.» Yerden bir ot kopardı, sonra bunu fır­


latıp attı.
Bir sessizlik oldu. Sonra Reid, bakışlarını çevrede gez­
direrek düşünceye daldı.
— «Başına gelenlere cesaretle katlandın, Shannon.
Benden daha soğukkanlıydın. Hastalandığın gün, ben se­
nin yerinde olsaydım, üzüntüden kan kusardım mutlaka.
Ama uğradığımız hayal kırıklıklarını da unutmasını bilme­
liyiz. Yaşama sanatının kurallarından biridir bu. Haa, şey
sen ‘Candide’yi okudun mu?»
—' «Hayır, efendim.»
— «Bendekini sana vereyim. îşte o zaman herşeyde
bir hayır vardır deyip Tanrıya şükredeceksin.»
Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. Bu sözlerinden ve ta­
kındığı tavırdan birşey anlamamıştım. Hele Tanrıdan söz-
etmesi beni iyiden iyiye şaşırtmıştı. Birdenbire Reid ko­
nuştu :
— «Sınavların sonucu ancak bir hafta sonra belU ola­
cak.» Sustu. Sonra devam etti : «Fakat aa önce Profesör
Grant’ı gördüm. Bana notları açıkladı.»
Gerçi Doktor Galbraith’in strikninli Uâcı sayesinde
kalbim biraz kuvvetlenmişti ama bu sözleri duyunca he­
yecandan yüreğim ağzıma gelecek gibi oldu. Ellerimi ke­
netlediğimi, boğazımın kuruduğunu, gözlerimin evlerinden
fırlayacakmış gibi olduğunu farketmiştim. Reid, o iri göz­
lerini acıklı bir bakışla bana çevirerek hızlı hızlı konuştu:
—^ «MeEwan.»
Dahi çocuk kazanmıştı. Gerçi arasıra beklenmedik
bir difteri krizi de onlara yardımcı olur ama bu çocuklar
her zaman Burs sınavlarım kazanırlar.
içim parça parça olmuştu. Reid, durmadan ot koparıp
atarak konuşmasmı sürdürürken dikkat kesilip onu dinle­
dim. «McEıvvan sadece yüzyirmi puan alabildi.»
Dedemin mutfak kapısından çıkıp bizim yanımıza gel­
diğini ve onun da durumu bildiğini hayal meyal farkettim.
Reid benim yanıma gelmeden ona durumu anlatmıştı. Bir-
— 252 —

denbire korkunç bir acıyla iki büklüm oldum. Solgun du­


daklarla sordum: «ikinci kim olmuş?»
Bir duraklama daha. «Sen... Yirmibeş puan geride­
sin... Hem de fizik kâğıdın olmadığı halde. Sınavı yapan
öğretmenlerin sana fizikten de ortalama bir not vermele­
ri için yalvardım, yakardım. Sınıfta aldığın notları onlara
göstermek istedim. Sınava girseydin yirmibeş puan değil
en aşağı doksan beş puan alabileceğini anlatmaya çalış­
tım.» Reid’in sesi birden hafifledi. «Hiç faydası olmadı.
Yönetmeliğe aykırı iş yapamazlarmış, daha doğrusu bunu
yapmak istemediler.»
Gene bir sessizlik oldu. Gerçekten başaramadığıma
inanmak gelmiyordu içimden. Mutlaka bunun arkasından
daha iyi bir haber alacaktım. Jason, sanki içimin sıkıntısı-
m hafifletmek, beni yatıştırmak istiyormuş gibi ekledi:
«Blair üçüncü oldu. Senden bir puan eksik almış.»
Ay ışığında, Loch’da sandalla dolaşan iki karaltı,
«ikimizden biri kazanmah.» O anda kendi derdimi ımut-
tum ve birdenbire Gavin’in hesabına üzülmeye başladım.
— «Kendisi biliyor mu?»
Reid başım salladı : «Henüz bilmiyor.»
Birdenbire Dedem üzüntülü bir sesle konuştu. Adi bir
dedi — meraklısı gibi değü de talihsizliğin ne demek oldu­
ğunu bilen görmüş geçirmiş bir kimse gibi, ergeç anlatıl­
ması gereken acı g e r ç ^ biran önce açıklamakta yarar
gören tecrübeli biri gibi konuştu. Dedem, hiç bir zaman
beni teselli etmek istediğini açık açık belirtmezdi. Sanırım
ki, o anda da uğradığım korkunç yenilginin etkisinden kur­
tulup biraz da başka şeyler düşünmemi sağlamak istemiş­
ti.
— «Provost Blair’in işleri feci şekilde tepetaklak ol­
du.»
Şaşkın şaşkın dedeme baktım: «Ne demek istiyor­
sun
— «işte nihayet iflâs etti.»
Kaskatı kesilmiş duruyordum. Üzüntüm bir kat da­
ha artmıştı. Demek Gavin’in babası iflâs etmişti, işleri bo-
— 253 —

zulmugtu, şerefi lekelenmişti... Gavin için Marshall Bur­


sunu kazanamamak hiç de önemli değildi. Yani bu felâke­
tin yanında o yenilgi hiç kalırdı. Birdenbire Gavin’in o gu­
rur dolu yüzü gözlerimin önünde canlandı. Olimpos dağın
daki tanrılara taparcasına babasını seven o sevgili arka­
daşımı hatırladım. Hemen onun yanına gitmem gerekti­
ğini biliyordum.
Bu niyetimi açıklamak gafletini göstermeyecek ka­
dar da akhm bağımdaydı. Artık kimsenin söyleyecek bir
sözü kalmanuştı. Jason il© Dedem eve girinceye kadar
bekledim. Sonra kimseden izin almadan, yan taraftan so­
kağa çıktım. Bacaklarımın ne kadar dermansız kaldığını,
yürürken nasıl titrediğini farketmemiştim bile. Gavin’i
bulmak istiyordum.
Evde yoktu. Provost’un o muhteşem viUâsmda kim­
secikler kalmamıştı. Hizmetçi de bahçıvan da yoktu. Lam-
balarm arkasında bir felâket ve şaşkınlık havası esiyor­
du. Kapıyı üç kere çaldıktan sonra Bayan Julia Blair ka­
pıyı zoraki bir tavırla açtı. Sanki yeni bir felâketin haber­
cisiyle karşılaşmaktan korkar gibiydi. Julia Blair, üzgün
bir sesle Gavin’in birkaç günden beri arkadaşlarıyle bir­
likte Ardfillan’da olduğunu söyledi. Julia ona telefon et­
mişti, ve Gavin de dört treniyle dönüyordu.
Gavin’in Dalreoch’da benden ineceğini biliyordum.
Sıcağın şiddetinden gökyüzü de bembeyaz kesümdşti. Er­
kekler, ceketsiz, gömlekleriyle dolaşıyorlar, şapkalarım
yelpaze gibi sallayıp serinlemeye çalışıyorlardı. Bacakla­
rımdaki dermansızlıkla amansız bir mücadeleye girişerek
ağır ağır yola koyuldum. Ardfillan treni istasyona girdiği
sırada ben de antrepoların bulunduğu avlunun kapışma
varmış, toz yığının arkasından karşı tarafı görmeye çalı­
şıyordum.
Gavin oradaydı. Onun trenden atlayıp avlujru geçme­
ye başladığını gördüm. O, beni görmedi. Yüzü, o bembeyaz
gökyüzünden daha da beyazdı, gözlerini karşıya dUcmîşb.
Durumu biliyordu.
istasyon memuru düdüğünü öttürdü, parlak yeşil
— 254 —

bayrağını salladı. Bir yük treni ağır ağır ilerlemeye başla­


mıştı.
Yolcu treni hareket ettiği zaman, Gavin, rayların üze­
rinden karşıya geçmeye çalışıyordu. Öbür yoldan ağır ağır
gelen trenin farkma bile varmamıştı. Nereye gittiğini bü-
meden yürüyordu. Yaklaşan lokomotife doğru yürüyordu.
Birden heyecanlandım, arkadaşımı uyarmak için avazım
çıktığı kadar bağırdım. Gavin, sesimi duydu. Lokomotifi
de gördü. Fakat, ah, Tanrım. Durmuştu. Ayakkabısının
topuğu rayların arasına sıkışmıştı. Ayağını kurtarmak için
olanca gücüyle uğraşıyordu ama nafile, -
— «Gavin Gavin» diye bağırarak ona koştum.
Bembeyaz yüzündeki kara gözleri, karşıdan benimki­
lerle birleşti. Çılgın gibi ayağını raydan kurtarmaya çahş-
tı ama başaramadı. Sonra lokomotif onu atma aldı. Benim
bağırmama fırsat kalmadan Gavin'in korkunç çığlığı du­
yuldu. Birdenbire gözlerim karardı.
Kendime geldiğim zaman avlu kalabahktı. Her kafa­
dan bir ses çıkıyordu. Trenin makinisti üzgün bir tavırla
ellerini oğuştura oğuştura polise suçsuz olduğunu anlat­
maya çahşıyordu. Orada toplananlar, şsışkın şaşkm; «Ne
facia... Aman ne facia» diye söyleniyorlardı. «Babası
da...» Gavin’in kendini öldürdüğünü anlatmaya çahşıyor-
lardı besbelli.
Kimseye görünmeden eve döndüm. Dişlerimi kenetle­
miş, perişan bir halde karanlığm basmasını bekliyordum.
Fakat gece olunca da uyuyamadım. O sonsuz üzüntümün
altında derin bir pişmanlık duygusu beni kemirmeye baş­
lamıştı. Ne budalaymışım ne ahmakmışım meğer. Gerçi
kafamı henüz toparlayamamıştım, düşüncelerim henüz be-
lirginleşememişti ama bir duygu seline kapünuş gidiyor­
dum. Hayatımın bir dönüm noktasma geldiğimi anlamış­
tım.
Ertesi gün Büyükbabayla Hannah Ana, haminneyle
birlikte eve döndüler. Odamda yapayalnız otururken onla­
rın geldiklerini duymuştum. Haminnem bana sesleniyor­
du. Fakat ona cevap vermedim.
— 255 —

Onlara görü n m eden d ışarı çıkıyorum , a ğır a ğ ır y o l­


da yürüyorum . G ökyüzüne yü kselen ü ç a tkestan esi a ğ a c ı­
nı geçiyorum , dünyanın gü zelliklerinden k oru n m a k ister­
m işçesine p erdeleri sım sıkı k apalı duran evin ön ün den g e ­
çiyorum .
Ellerim ceplerim de y o rg u n ve ü zgü n bir halde y ü rü ­
m eye devam ederken parm aklarım bir m adalyona takılı-
verdi.
B unu bana, peri m asallarına inanan gü ven dolu bir
çocukken, m anastır b ahçesin in çiti kenarında otu ru rken
u ğu r getirsin diye verm işlerdi. İçim de bir ağlam a isteği
kabarıyor, ba ğrım da n boğazım a doğ ru yükseliyor. K utsal
m adalyonu atıp titreyerek u zağa fırlatıyorum . Çocukları
m ahveden, on ları öldüren ve kalplerini kıran T a n rıya bu
k a d a r itib a r y e te r de a rta r bile. Y eryü zü n d e T a n n da a d a ­
let de yok. B ü tü n üm itler kayboldu. G ökyüzüne k örü k ö ­
rüne m eydan ok u m ak tan başka b irşey ka lm ıyor geride.
Gavin, kendi odasında, kendi ya tağ ın d a derin u y k u ­
ya dalm ış — bir dah a h iç u ya n m a y a ca ğ ı uykuda. R ü y a ­
sına dalmış, gö z le ri kapalı, yü zü hiç el değm em iş gibi, kay-
gu su z yatıyor. G ene de gu rurlu ve kararlı, am a çok u za k ­
larda, h erşey den h abersiz yatıyor.
A ğ la m a k ta n gözleri k ızaran Julie B lair sessizce Ga­
v in ’in pa b u çun ü gösteriyor. A y a ğ ın ı ra yd an k u rtarm aya
ça lışırk en top u ğ u n u kırm ış. H ayır, o b oy u n eğm edi. Bu
cesu r kalp, d a ld ığ ı rü ya alem inde yenilm em iş ola ra k y a tı­
yor.
ÜÇÜNCÜ KİTAP

BtBtNCt BÖLÜM

Şubat ayında bir akşamüstü, Dökümhanenin kapısın­


dan çıktığım zaman tabaıılan çivili pabuçlarım, soğuktan
katılaşmış toprağa basıyordu, sokak lambaları sis taba-
kasıyle çevrilmişti. Birden Kate’in küçük oğlu Luke gözü­
me ilişti. Başında Akademinin yeni mavi kasketi, okula
yeni başlayan çocukların hepsinde görülen o azametli hava
içinde babasını bekliyordu. Zamanın bu birdenbire ortaya
çıkan delili beni şaşırttı. Aman Allahım, galiba yaşlanıyo­
rum, onyedi yaşına geldim.
— «Bize bir peni versene, Robie» Luke, bana koştu.
Güçlü kuvvetli, kırmızı yanaklıydı, kendini önemsediği
için gözleri parlıyordu.
Kirli iş tulumumun cebini dokunma duygusunu kay­
betmiş parmaklarla kanşıtırıp bir bozuk para buldum.
«Lütfen demen gerekirdi.»
— «Lütfen.»
— «Aşağı yukan senin yaşmdayken bana bozuk pa­
rayı kim verirdi biliyor musun?»
Ailenin yaşh bir büyüğü gibi konuşuyordum ama oğ­
lan gözlerini paraya dikmiş benim sözlerimle hiç ilgilen­
miyordu. Ziyam yok. Yıllann ağırlığı altmda ezilmiş, üzün­
tüler yüklenmiş aslında sonu gelmek üzere olan yaşantı­
mın tek tesellisi de bu çocuğa bozuk para vermek, Cumar­
tesi günleri onu futbol maçma götürüp yaşımı başımı unu­
— 260 —

tarak onun kadar heyecanlanıp içimden geldiği gibi bağır­


mak çağırmaktı.
Yoluma devam ederken başımı arkama çevirip: «Ba­
ban beş dakika sonra çıkacak» dedim. «Bu akşam beni er­
ken bıraktı.» .
Luke arkamdan seslendi : «Konsere yetişesin diye
mi?»
Başımı sallayışım, karanbkta kayboldu. Ama kış ha­
vasına bürünmüş olan Common’dan geçerken eskisi ka­
dar bezgin değildim. Bu akşamın heyecanı bana o dayanıl­
maz korkunç yorgunluğumu bile unutturmuştu. Bu ak­
şam yemeğimi yer yemez masa başında uyuya kalmama­
lıydım. Dalgın bir halde Kutsal Melekler Kilisesinin dev
karaltısının önünden geçtim, ama yumruğumu sıkıp ha­
vaya kaldırarak meydan okuma gösterisini ihmal etmiş­
tim.
Gavin’in ölümünden kısa bir süre sonra, tartı Akade­
miden ayrılacağım sıralarda Canon Roche beni kiliseye ça­
ğırdı. Beni odasmda gayet dostça bir hava içinde karşıla­
dı, elleri cebinde aşağı yukan gezindikten sonra bana dön­
dü :
— «Sevgili Shannon». Koyu renk gözleri sevgiyle
parhyordu. «Herşeyde hayır vardır, derler. Belki de Tann
sana izlemen gereken yolu göstermek için böyle yapmış­
tır.» _
Başımı önüme eğdim.
«Dökümhaneye gitmeyi mi düşünüyorsun?»
«Evet,» dedim, «zaten benim için bundan başka
da yapacak birşey kalmadı sayılır.»
Canon Roche düşünceli bir tavırla konuştu: «Leven-
ford gibi küçük bir kasabada büyük i§ imkânları bulmak
zor tabii. Robert... sen hiç papaz olmayı aklına getirdin
mi?
Yüzüm kıpkırmızı kesildi. Gözlerimi halıya dikmiştim.
— «Evet, düşündüm.»
— «Papaz hayatı harikulâdedir, yavrum. Tannnın
seçme bir izleyicisi olarak ona hizmet etmek gerçekten
— 261 —

büjûik bir şans eseri ve son derece zevkli bir işdir.» Canon
^ c h e , tath tatlı bana baktı. «Seni boş vaitlerle oyalamak
istemiyorum. Fakir çocukları papaz yetiştirmek için ayrıl­
mış bir para fonu var. Büyük bir fon değil bu. Tabii seçi­
len papaz adaylarının sayısı da pek az. Fakat senin duru­
mun başka. Ben Piskoposa mektup yazıp durumunu an­
lattım. İstersen seni hemen aday seçecekler. Gelecek hafta
da Seminere gidebilirsin.»
Sessiz sedasız utanç içinde duruyordum. Canon Roc-
he’nin, bu teklife dört eUe sarılmamı beklediğini biliyor­
dum. Zannedersem altı hafta önce böyle yapmam müm­
kündü. Ama şimdi herşey değişmişti: bütün o ihtirasım,
hevesim tatsız bir kırgınlığa dönüşmüştü,
Canon gülümsedi: «Eee, hadi bakalım, buna ne diye­
ceksin?»
Kelimeleri yutar gibi konuştum: «Özür dilerim. Bu işe
girmesem daha iyi.»
Yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Acele acele :
— «Peki ama Papazhk mertebesine erişmek istemi­
yor musun?»
— «Bir zamanlar istiyordum ama şimdi istemiyo­
rum.»
Bir sessizlik oldu. Canon Roche, benim ne durumda ol­
duğumu galiba anlamıştı. Fakat canmın sıkıldığını belli
etmeyecek kadar da akıllıydı. Düşünceli ve inandmcı bir
ses tonuyla Tanrının hizmetine adanan yaşantımn insana
ne derece mutluluk verdiğini anlatmaya çalıştı. Geniş
ufuklardan sözetti. Kutsal Kilisenin sağladığı kültür ve
M gi edinme imkânlarını sıraladı. Vallodolid’de kendisinin
gittiği Koleji ve orada geçirdiği güzel günleri hatırlamıştı.
Tabii eğer istersem, ben de oraya gidebilirdim. İspanyada­
ki o güzelim Seminer binalarını bana baUandıra ballandıra
anlattı. Hele eşsiz bir üzüm asmasından söz etti. Canon
Roche, öğleden sonraları bu asmanın altma yatıp kestirir­
miş. Aynı zamanda asmadan ağzına düşen üzümleri de yi­
yerek serinlermiş.
Bu sözlere kapılmak üzere olduğumu hissettim. Canon
— 262 —

Roche’u hem sever, hem de çok takdir ederdim. Bu duygu­


lu halimde onun etkileyici şefkatine karşıkoymak imkân­
sızdı. Fakat içimde bir kuvvet, teslim olmamı önlüyordu.
Dudaklarım salmış, gerilmişti.
Çaresiz bir halde : «Yapamam bunu» diye mırıldan­
dım. «Ben oraya gitmek istemiyorum.»
Bu sözleri çok daha uzun bir sessizlik izledi. Sonra
Canon Roche değişik bir sesle konuştu; «Seni etkUemeye
hiç niyetim yok. Sen kendin kararını vermelisin. Yalnız
böylesine güzel bir imkânı da her zaman elde edemeyece­
ğini bilmelisin. Tabii teklifi uzun süre de açık tutamayız.
Ulu Tanrıya sana yol göstermesi için dua et, ve Cumarte­
si günü gel beni gör.»
Dışarı çıktım. Hafta sonunda da kiliseye dönmedim.
Canon Roche’a böyle pervasızca karşı koyabilmek beni şa­
şırtmıştı. Fakat isyan tohumları bağrımda hızla gelişmek­
teydiler. Tann benim bir ilim adamı olmama izin verme­
dikten sonra kendimi. Onun hizmetme adamak ve papaz
olmak için hiç bir sebep görmüyordum. Ne yapsam bun­
dan çok daha iyiydi. Hele bu durumda Dökümhaneye gidip
benim için özel hir önem taşıyordu. Şaşkın ve yü­
reğim acıyla dolu bir halde, durmadan yeni yeni korkunç
düşüncelere kapılarak Kaderin bana yapabileceği en büyük
kötülüğe de katlanmayı kararlaştırmıştım.
Bu akşam, yani onsekiz ay sonra bu korkunç düşünce­
lerin bir kısmından kurtulmuştum. Ama durumumu hâlâ
gözümde büyütüp romantik bir havaya sokmaya çalışı­
yordum. Ancak huzursuz olmaya başlamıştım. Ve eskisi ka­
dar da roman kahramanı gibi görmüyordum kendimi. O
özlemini çektiğim güzel ve parlak geleceğe hiç bir zaman
kavuşamayacak mıydım?
Bu düşüncelere dalmış bir halde Drumbuck Yolunu
döndüpm sırada köşedeki duvarın gölgesinden sıyrdan
tamdık bir karaltı, yanıma geldi, beni selâmladıktan son­
ra yanımda yürümeye başladı.
Zavallı Ana’cıktan bana miras kalan yük: yani De­
deydi bu karaltı.
— 263 —

— «Bu gece erkencisin, Robert.»


Homurdanarak cevap verdim, içimden gene ne işler
karıştırmaya hazırlanıyor? diye düşünüyordum. Bir haf­
ta önce onu Fitter’in banmn önünde kalabahk bir halk
kitlerine Kadın Hakları konusunda konferans verirken
bulmuştum.
— «Acaba bana küçük bir avans verebilir misin diye
düşünüyordum, oğul. Öyle önemli birşey değil canım Altı
peni versen yeter. Posta pulu için lâzım bu para.»
Sesiım çıkarmadım. Ama Dedemin bu isteği hoşuma
gitmemişti. Gününün yansım bu yarışmalarla geçiriyordu
Kendi deyimine göre ‘Yeni Bir Devre’ başlamıştı hayatın­
da. Ömrünün geri kalan bölümünde rahat yaşamak için
zengin olmak istiyor — Onun durumundaki bir kimse için
önemsiz birşey bu. Halk Kitaplığında, kitaplığın kadın me­
murunun burnunun dibinde ona zenginlik vaadeden rek­
lâmları hiç çekinmeden kesiyor. Bu iiânlarm onu gerçek­
ten oyaladığına da inanmak gerek. Dedem odasmda bu
ilânlarda istenen özellikleri bir bir inceliyor, eksik cümle­
leri tamamlıyor, yanm bırakılmış mısraları bütünlüyor.
Artık bu işe kendini öylesine verdi ki, benimle karşılaştığı
zaman bile vezinli kafiyeli konuşuyor. Güven dolu bir ha­
va içinde cebinden buruşuk bir kâğıt çıkarıyor:
— «Şunu dinlemek zahmetine katlanır mısın, Ro­
bert?» Genzini temizleyip okumaya koyuluyor:
«Twickenhamlı bir genç kadın vardı.
Çizmeleri küçücüktü, yürüyemezdi zavallı» '
«Duvarı aşmaya gelince sıra
Durdu, dinlendi bir ara.»
Bir zafer havası içinde son satın ckuyor:
«Ve sonunda çıkardı onları, giyerken hasta eden pa-
puçlan.»
liarflan kırmızı posta kutusuna, ateşe düşen kar ta­
neleri gibi düşüyordu. Başarıya ulaşamamanın verdiği öf­
ke içinde Limericks’in domuzun teki olduğunu ilân edip
«Bullets»e dönüyor. Komşu kasabalardan birinde bir doğ-
ramacınm «Bullets»den bin pound kazanmıştır...
— 264 —

Şimdi de alacakaranlıkta yanyana yürürken sesi gene


o ilerde kazanacağı başarmm ümidiyle doluydu.
—«Sana olan borcumu kazandığım paradan ödeyece­
ğim. Postane altı buçukta kapamyor, yann da son gım.»
Kestirip attım; «Ben sana bir metelik bile vermem.
Üstelik dahası var, doğruca odana gideceksin. Kırk ydm
başında ben de bu gece sokağa çıkacağım. Eğer saçmala­
rınla benim plânlarmu altüst edecek olursan, senin boynu­
nu koparırım.» .
SessizlUc. Zoraki dayanılan bir sessizlik. Dedemin Ye­
ni Devre’sinin en kötü yam da azardan çabuk alınmasıy-
dı. Yaptığıma pişman olmuş bir halde Lomond View’ya
döndüm, bereket ki Dedemi fazla üzecek kadar sert ko-
nuşmamıştım. Onun ağır ağır merdivenleri çıkışını sey­
rettim — artık nefes darlığı çekiyordu. Biraz merdiven
çıkacak olsa soluğu kesiliyordu. Mutfağa girmeden önce
onun odasma girip kapısmı kapamasını bekledim.
Baba, masaya oturmuştu. Ekmeğine hafif hafif mar­
garin yağı sürmekle meşguldü. Beni başıyle selâmladı. Fa­
kat yemeği mi fırından çıkarıp getiren de Haminnem oldu.
Oniki aydan beri üzerine yüklendiği sorumluluk onu uy­
sal ve sakin bir insan haline getirmişti.
Hannah Ana, bu evin ruhu olan Ana yok artık. Bir yıl
önce, bir kış gecesi. Baba, Adam’dan aldığı para feriyle
ilgili bir mektuba sinirlenmiş, bağırıp çağırmıştı. Hannah
Ana da o gece ani bir kriz geçirmişti. Belki kendisi bili­
yordu ama hiç kimse onun hasta olması ihtimalim akhna
getirmemişti. Fakat cam birşeye sıkıldığı zamanlar sık sık
elini sol göğsüne götürüp parmaklarmın baskısıyle canının
acısını hafifletmeye çalıştığım hatırladıkça kendimi suç­
luyorum.
Onu salonda yapayalnız bulduğum zaman da gene eli­
ni sol göğsüne bastırmıştı, zorlukla soluk alıyordu. _
«Ana, sen hastasın. İzin ver de doktoru çağıra­
yım.»
— 265 —

— «Hayır» diye zorlukla konuştu. «Bu Büyükbabayı


daha fazla kızdırmaktan başka bir işe yaramaz.»
— «Ama doktoru gağırmalıyım. Sen gerçekten has­
tasın...»
Hemen Doktor Galbraith’e koştum. Doktorla birlikte
eve donduğum zaman Hannah Ana komaya girmişti
Doktor Galbraith, Hannah Ana’nm incecik damanna
parmağını şöyle bir değdirir değdirmez: «Tükenmiş» dedi.
Pek şaşırmış olmakla beraber bu beklenmedik masraf
meselesine de adamakıllı içerleyen Büyükbaba çekine çeki­
ne sordu :
— «Yarın tekrar gelecek misin, doktor?»
Doktor kaba bir tavırla karşılık verdi : «Hayır Yarın
o burada olmayacak. Şükredin ki, otopsi yapılmasını iste­
meyeceğim.»
Bu savunmasız vücudun morgda teşrih masasına ya­
tırılıp, kesilip, biçilmesi düşüncesi beni iliklerime kadar
titretti. Fakat Büyükbaba, Hannah Ana gittikten sonra
bile, hattâ cenazeden haftalarca sonra bile törene gönde­
rilen çelenklerin sayısıyle övündüğü halde, onun kendisini
bütün bütün bırakıp gittiğine bir türlü inanamamıştı.
Açıklı bir sesle : «Her zaman benden önce öleceğini
söylerdi» dedi.
Hannah Ana’nın öteberisini satmamasına pek şaştım.
Pazar günleri de öğleden sonra onun odasına gidip gard-
roptan Hannah Ana’nın birkaç parça giyim eşyasım çıka­
rıp dikkatle fırçaladıktan sonra tekrar yerine kaldırmak
da onun için bir görev olmuştu. Hannah Ana’yı özlemeye
başlamıştı galiba.
Ben bile o zavalJı zayıf nahif kadının hepimize hizmet
etmek için n^d çırpındığını, aileyi bir arada tutmak için
nasıl didindiğini Baha’nın cimriliğini ve öfkesini yatıştır­
mak için nalere katlandığım, ekini kasaba halkına belli et­
memek için sıkıntılar çektiğini gerektiği gibi takdir ede­
memiştim. Hannah Ana kusursuz bir insan değildi. Para
sıkıntısı onu sert ve sinirli yapmıştı. Akademide okudu­
ğum günlerde bazan benim okul ücretimi de son dakikaya
— 266 —

kadar ödemez, rektör sınıfa gelip de gözlerini bana dike­


rek : «bu sınıfta bir öğrenci okul borcunu ödemedi» diye
acı bir sesle konuşuncaya kadar beklerdi. Sigorta Şirke­
tinin tahsildarı, Dedemin sigorta taksidirü istemeye geldi­
ği zaman, ya da yemeğin yandığı, çorbanın bozulduğu gün­
ler sıkıntısından kendine ölüm eziyeti çektirmek hevesine
kapılır, başım bir ya«a kaydırıp saçları neredeyse sabun-
hr-SU dölü kovaya girecek şekilde kovanın üzerine kapana­
rak evi baştan aşağı temizlemeye girişirdi. ^Ama gene de
benim tanıdığmı insanlar arasında en temiz yürekli, Tan­
rıya en yakm olanıydı Hannah Ana. Benim de dertlerim
kendime yettiği için onun sevgisini, şefkatini anlamakta
çok geç kalmıştım. Onu tatilden önce kürkünü silkelerken,
güneşe tatlı tatlı gülümserken gözlerimin önünde Canlan-
dırabilmem de çok sonra mümkün olabilirdi...

Baba, margarinli ekmeğinden bir lokma ısırdı, sonra


hafifçe gülümsedi. Artık eve iyi para getirmeye başladığım
için son zamanlarda bana sevgi göstermeye başlamıştı.
Bazı akşamlar da benimle dertleşiyordu. «Gerçekten inanı­
lır şey değil bu» diye mırıldandı. «Tereyağı ne kadar paha-
hlanmış. Bir pouııd’u onbir buçuk peni olmuş. Bu gidişle
dünyanın hali neye varacak bUmem. Bereket ki, tereyağı
yerine kullandığımız bu yeni tür aynı derecede lezzetii ve
hattâ ondan daha da faydalı.»
Haminne, çay fincanının arkasında, oturmuş dikkatle
iş işliyordu. Yaşına rağmen canldığmı kaybetmemişti, ve
kasabadaki derneklerden birinden salık verilen bir yardım­
cı kızla birlikte evin işlerinin üstesinden gelebiliyordu. Ba­
ha’nın yersiz ekonomi kurallarına karşı koyacak güce sa­
hipti ve bu gündelikçinin ev işlerine yardım etmesi konu­
sunda da Baha’ya karşı gelmişti. ^
Baba, solgun bir yüzle sözlerini sürdürdü : «Adam’-
dan tek kelime haber alamadım. Bu böyle gidemez. Kate
ile Murdoch’a gelecek Pazar bize gelmelerini söyledim.
— 267 —

Senin de o gün evde olmanı istiyorum, Robert.»


Bu isteği yerine getireceğimi belirten,
_ Ağzımın içinden birşeyler mırıldanarak, Baba’nm is­
teğini yerme getireceğimi belirttim, ve yemeğimi yemeye
koyuldum. Çatalımla Haminneme işaret verince kadınca­
ğız benim biraz daha lahana almak istediğimi anladı Ger­
çi yemeklerimiz pek kötüydü ama ben dilediğim kadar ye­
mekte serbşsttim. Yaşlı kadm bile bana ikinci defa yemek
koymayı kendiliğinden istemişti. Haminnemle aramda ar­
tık köklü fakat sessiz bir anlaşma var. Bu da benim geliş­
me kaydettiğimi gösteriyordu. Nasırlı ellerimden, kırık
tırnaklarımdan ve dinmek bilmeyen yorgunluğumdan ve
gitgide artan, rahatsız edici bir şekil alan öksürüğümden
ne derece hoşlanıyorsam. Haminnemle aramızda beliren
anlaşmadan da o derece zevk alıyordum.
Yemeğim bitince yukan çıktım. Gündelikçi kız Sophie
Galt, Dedeme yemeğini götürdükten sonra benim yatağı­
mı düzeltmiş, evine dönmeye hazırlanıyordu, Haminnemin
diktiği saten elbisenin etekleri altmda kaybolan kısacık
bacakları, ufak tefek vücudu ve solgun yüzüyle, Sophie on-
yedi yaşındaydı. Vennel’de oturan kalabalık bir ailenin kı­
zıydı. Gözü hafifçe şaşıydı. Bu sebeple, insanı daima
gözünün ucuyla gözler gibiydi. Qnun kaba saba tavırları
beni rahatsız ediyordu. Hele bir gün onu Hannah Ana’mn
şapkalarından birini başına giymiş aynanın karşısmda
kırıtırken yakaladığım günden beri huzursuzluğum büsbü­
tün artmıştı.
— «Bu gece Burgh Hall’e gidecek misin, Sophie?»
— «Yoo, hayır. Benim gibiler bileti nereden bulabi-
Ur? Yastığımı düzeltti. «Ama Babam Kulüpten bir bilet
bulmuş. Herhalde onu konserde görürsün.»
Kısa bir duraklamadan sonra odaya şöyle bir göz gez­
dirdi. «Her şey tamam mı dersin?»
— «Evet, Sophie, tamam.»
Sophie odada biraz daha oyalandı. Örtüyü çekiştirip
düzeltti, öksürdü, sonra dışarı çıktı.
Konser hazırlığım hiç de uzun sürmedi. Şu son iki yıl-
— 268 —

dır kendime olan güvenim sarsılmış, kayıtsız bir insan ol­


muştum. Gömleğimi çıkarırken beyaz cildime yapışmış gi­
bi duran kaburga kemiklerim bereli kahverengi kollarım
solgun yüzüm ve panl parıl parlayan saçlarım da meydana
çıktı. Sıkıntılı bir halde yaka takmamaya karar verdim,
işçilerin çoğu beninL-yaptığım gibi boyunlarına bir atkı
çyyjjyrlaı*:riBgn'de bir işçiydim, hattâ bir Fabian’dım,
lîİım U ^yalist partisi) ve Tann biüyor ya bundan hiç de
utanç duymuyordum. -
Hazırlığımı tamamlayınca Dedemin odasma gittim.
Koltuğuna çökmüş, elinde kocaman deri ciltli, bir tarafı
yaldızlı bir kitap, öbür elinde de tepsiden aldığı bir dilim
ekmekle peynir vardı.
Gözlerini kitaptan kaldırmadan : «Gerçekten inaml-
maz bir şey bu, Robert,» dedi. Sayfadan gözlerini kaldır­
madan peynirle ekmeğinden bir lokma ısırdı, «insan vü­
cudunda tam dokuz buçuk metre bağırsak varmış.»
Görünüşü içimi ürperten bu pahalı görünüşlü kitap
duvara dayalı duran bir sürü ciltli kitabın bir tanesiydi.
Bir ay kadar önce, «Alexander Gow, Esquire Tıp Ansiklo­
pedisi Bayii ve gezici satıcısı» adma ekspres postayla gel­
mişti. Kitap paketiyle birlikte bir sürü de broşür gönde­
rilmişti. : «Bunu sevdiklerinize vermek boynunuzun bor­
cudur... binden fazla diyagram ve resim... kırkdört çeşit
zehirlenmenin tedavisi, kadın hastalıkları... basit, halk di­
liyle açıklamalar... Heyecan verici cesur bir dille yazılmış.,
bir de kendiniz göz atm... Bir kuruş bile göndermeyin...
Yetkili satıcımız sizi her hafta arayacak.»
Dedem kasabanın en ücra köşelerine varıncaya ka­
dar her tarafı ev ev dolaşıp, büyük bir merakla tıp konu­
sundaki bilgisini arttirmaya çalışırken bana öyle geliyor
ki faturaların karşılığını alacak yerde yeni masraflar çı­
karmaktan başka bir şey yapamıyor. Bir şanssızlık eseri
Bay McKellar’a yazı kopya etme işi de sona erdi, ihtiyar­
cık şimdi bakır levhalar üzerine yazı yazıyor. Bazan ellen
titriyor ama hâlâ güzel yazı yazdığı bir gerçek. Şu anda
gözlerim masasının üzerindeki kâğıt parçalan arasında
— 269 —

bir mektuba ilişiveriyor. «Pek sayın beyefendi: Benden


referans mektubu istemenize karşılık Levenford Sağlık
Örgütünde önemli bir görevde çalışan damadımın adını
size bildirmek istiyorum.»
Dedemin saçları artık bembeyazdı. Duygusal deyişle
‘gümüşî’ renkte, diye tanımlanabilir. Vücutça da çöktü. O
eski heybetli görünüşünden eser yok. Ceketi ve gömlekleri
üzerinden dökülüyor. Mavi gözleri gerektiğinden daha par­
lak. Durmadan da renk değiştiriyor. Erkekliğinin en önem­
li delili olan burnu da soluk, eskisinden daha az kabarık__
hattâ pek sörpük duruyor. Dedemin, o kurşuni yaşantısın­
da acı bir dönüm noktasma geldiğini biliyorum. Tıp An­
siklopedisinde bu devre resimlerle ve ilginç yazılarla gayet
güzel belirtilmiş. Bayan Bosomley artık sadece bir baş se­
lâmı verilen eski bir dost oldu. Kadınlarla ilgili düşünce­
lerle ilgileniyor. Mezarlık yolunda onlarla karşılaşınca
tath esprileriyle kızları kıkır kıkır güldürüyor. Ama Dedem
her şeye rağmen çökmekte olduğunu bir türlü kabul ede­
miyor. Tam tersine gücünün eskisi gibi yerinde olduğuna,
pek çok yavruya can verebilecek iktidara sahip olduğuna
inanıyor. Ara sıra göğsüne bir yumruk vurarak «Bak, me­
şe gibi sağlam, Robert» diyor, «tam bir îskoç meşesi.
Brough Şehir Meclisi üyeliğine aday olsam...» Çok şükür,
gülümsemesinden bu sözleri şaka niyetine söylediği anlaşı­
lıyor. «Eh, bakarsın bir yıl sonra beni Belediye Başkanı
yapmak bile isteyebilirler.»
—^«Dede.»
—■ «Efendim, oğlum?»
Kitabından başmı kaldırmcaya kadar bekliyorum.
Akşamüstü ona karşı fazla haşin davrandığıma pişmanım.
Onun kabadaydık damarlanm kabartmadan pohpohlaya­
rak ağzmdan dilediğim vaadi almaya çalışıyorum. Dedem
son zamanlarda pohpohlanmaktan pek hoşlanıyor.
— «Ben konsere gidiyorum. Sen bundan yararlanma­
yı düşünmeyecek kadar dürüst ve onur sahibi bir insan­
sın. Buradan kıpırdamayacağma dair söz verdin, mutlaka
sözünü tutacaksm değil mi?»
— 270 —

“•
yıp kapıyı kapıyorum. Onu Kalın BagırsuK
"ir .
rıyle başbaşa bırakıyorum.
İKİNCİ BÖLÜM'

Konser, kış aylarında her perşembe Levenford Or­


kestra Birliğinin verdiği alışılmış konserlerden değildi.
Yeni Hastane yararına tertiplenen parlak bir galaydı.
High Street’te Akademinin hemen yanındaki Burgh
Hall’e vardığım zaman binanın kapısı içeri girmek iste­
yenlerle dolmuştu. Kalabalığa karıştım, onlarla birlikte
gaz lambalarıyle aydınlantılmış ılık ve gürültülü salona gir­
dim. Balkonun altındaki arka sıralardan birini seçtim. Oy­
sa Reid, ön sıralarda, kendisinin yanında bana da yer
ayırtmıştı, fakat benim yerim burasıydı. Hem zaten bu ge­
cenin beni nasıl duygulandırdığını kimse anlamasın diye
yalmz kalmak istiyordum.
Büyük adam olmayı başaramayıp da hiç değilse şim­
dilik silik bir şahsiyet olmayı benimseyen bir kimseye ya­
raşan ilgisizlik içinde salonun tıklım tıklım doluşunu, ni­
hayet aralara da sandalye koymak zorunda kalışlarını sey­
rettim. Kate ile Jamie’nin salonun ortasındaki sıralarda
oturduklarını görüyordum. O adliyecUere yaraşan tavrıy-
le koltuğuna kurulan Bay McKellar’ı, iki hanımla birlikte
oturan dökük saçlı, yüksek yakalı Bertie Jamieson’u gör­
müştüm.
İkinci sırada da Sir Thomas ve Lady Marshall ile Be­
lediye Meclisi üyelerinin arkasında Reid ile grubunu gör­
düm. Alison’un annesi, müzik öğretmeni Bayan Cram, ve
dar kafalı, sivri kurşuni sakallı bir yabancı vardı bu grup­
— 2T2 —

ta. Yabancı adamın ‘Messiah’nm ünlü yapımcısı ve Winton


Orpheus Korosunun şefi Dr. Thomas olduğunu tahmin et­
tim.
Jason arasıra sanki birini arıyormuş gibi başını arka­
ya çeviriyordu. İnsan başlarmdan meydana gelen demz
içinde onun yüzünü rahatça görebiliyordum. Yeni uzattığı
kumral bıyıklanpı arasıra sinirli sinirli çekiştiriyordu.
jBayd»-onu gerçekten pek yakışmıştı. Onun yüzündeki ifa­
deyi görünce içim ürperdi, hemen başımı önüme eğdim.
Dostluğuna minnettardım ama kimselere görünmemeye,
toplumdan ayrı, gururumla başbaşa kalmaya kararlıydım.
Ama gene de bir tanıdığın selâmını almak zorunda
kaldım. Bu da Sophie’nin babasıydı. Biletini elinde sımsıkı
tutmuş, çevreye pek yabancı kalmış görünen ve burada
umduğunu bulamadığı her halinden anlaşılıyordu. Galt,
soluk ve donuk yüzlü, hüekâr gözlü ufak tefek bir adamdı.
Benimle birlikte Jamie’nin grubunda çahşıyordu ve iyi bir
işçi olmamasına rağmen göze girmeyi başarmıştı. Döküm­
hanede onunla sık sık karşılaşıyordum. Kızmın Lomond
Vievv’da olması yüzünden benimle ilgileniyordu, sanki ara­
mızda gizli bir bağ varmış gibi davranıyordu.
Allahtan, benim çevremde hiç boş yer yoktu. Başımı
öbür tarafa çevirdim. Tam bu sırada salonun ışıkları da
kararınca benim için bir tehlike kalmadı. Alkış sesleri ara­
smda perde açıldı. Gözlerim sahneye yönelmişti. ^
Programın başındaki parçalar, benim gerginliğimi
arttırmıştı. Bunlar, alışda gelen mahalli konserlerde ça­
lman parçalardan çok farklıydılar. Orkestra ‘Pinafore’dan
harekeüi bir parçayla konsere başladı. Sonra Tosca’dan
‘düet’e sıra geldi. O günlerde Winton’da bulunan Cari Ro-
sa Şirketinin iki ünlü sanatçısı söylüyordu. Şehir Kated­
ralinin orgçusunun başanyle çaldığı bir Brahms konserte>
su salonu soylu ve duygulandırıcı müzikle doldurdu. Bü­
yük bir heyecan içindeydim. Zevkle konseri dinlerken
Alison’un da konserde başarı kazanması için dua ediyor­
dum. Onun sırası da gittikçe yaklaşıyordu. Ondan çok faz­
la şey beklemelerinden korkmaya başlamıştım. Böyle kala­
— 273 —

balık bir seyirci karşısında konser vermek için henüz çok


küçük sayılırdı. Bu seyirci topluluğu gerçekten iyiyi, kö­
tüden ayırabilecek nitelikteydi ve aylardan beri de kon­
ser üzerinde konuşulduğu için programda yer alan sanat­
çıları titizlikle eleştireceğe benziyordu. Şimdi de benim gibi
gecenin en önemU olayım bekliyorlardı ve bu bekleyişin
yarattığı merak tehlikeli bir duruma gelmişti.
Nihayet, belki de bir saat kadar sonra salonda bir hı­
şırtı oldu. Kalbimin her zamankinden daha hızlı attığını
hissettim. Sahnede piyanoyla önünde oturan eşlik yapa­
cak sanatçıdan başka birşey yoktu.
Derken Ali^n, yavaşça sahnenin yan kanadından
sahneye çıktı. Öylesine genç ve öylesine savunmasız bir
hali vardı ki, salon ister istemez derin bir sessizliğe gömül­
dü. Alison, sanki dinleyicileriyle bir bağlantı kurmak isti­
yormuş gibi sahnenin iyice önüne, yürüdü. Geometri kita­
bının başında oturduğumuz günlerden beri Alison çok bü­
yümüştü. Mavi muslinden uzun ve yumuşacık elbisesi de
onu olduğundan daha uzun boylu gösteriyordu. Kumral
saçlarma elbisesinin renginde bir kurdele iliştirmişti. Saç­
ları da o gece ilk kez yukan toplanmıştı. Onun herkesin
gözü önünde durduğunu görünce göğsüm gizli bir gururla
kabardı ama kıskançlıktan da soluğum kesildi.
Seyircinin karşısmda ciddi bir ifadeyle duruyordu.
Elleri beyaz eldivenler içinde gizlenmişti. O devrin modası­
na göre, büyücek bir notayı elinde tutuyordu. Benim yor­
gun gözlerimin önünde tir tir titrer gibiydi ama gerçekten
Alison gayet soğukkanlı görünüyordu. Dinleyicilerin de
onu dinlemeye hazır olmalarını bekledi, sonra kendisine
eşlik edecek olan piyaniste işaret verdi. Piyanodan çıkan
ilk akorlarla salonun sessizliği bozuldu. Alison başını kal­
dırdı, şarkı söylemeye başladı.
Schubert’in ‘Sylvia’smı söylüyordu. Süıclair Drive’da-
ki evin önünde ağaçların arkasına gizlenip de zevkle din­
lediğim parçaydı bu. Şimdi de bu güzel parçanın verdiği

Yeşü Yıllar — p : 18
— 274 —

zevki başkalanyle paylaşmak zorunda kalmama rağmen


şarkı titrememin kesilmesini sağladı. Gözlerimi kapadım,
kendimi müziğe o tatlı, büyüleyici sese iyice verdim. Ağaç­
ların arkasına gizlenerek onu dinleyen benim gibilerden
başka onu dinlemek imkânını bulan herkesi bu sesin bü-
büyüleyeceğine inanmıştım.
Şarkı bitinca. atkı? sesleri salonu doldurdu. Alison
yerinden kıpırdamadı. Tabiatın ona verdiği bu kabiliyetten
herkesin yararlanmasını bekliyormuş gibi hiç böbürlenme­
den, sakınmadan bekliyordu. Salon sessizleşince önce
Schumann’ın ‘Wanderlied’i,ni, sonra da ‘Hark Hark’mı
söyledi. Sessizliğin bozulmasına fırsat kalmadan da Tos-
ti’nin ‘mattinata’sma başladı.
Melba’yı üne kavuşturan bu şarkı, heyecan verici, hız­
lanmalar, tiz notalar, hiç beklenmedik anda yükselmeler
ve alçalmalarla söylenmesi gerçekten son derece güç bir
parçaydı ve-dinleyicilerin büyülenip Alison’un ayaklanna
kapanmasını sağlamıştı. Müzikten hiç anlamayan biri bile
bu körpe sesin kalitesini anlamakta güçlük çekmezdi. Al­
kışlar bir türlü kesilmiyordu. Tam aksine gittikçe artıyor­
du. Öbür sanatçıların da sahnenin yan bölmelerinde top­
lanıp gülümseyerek alkışladıklarım görüyordum. Alison
tekrar tekrar sahneye dönmek zorunda kaldı.
Nihayet sanki gözlerinden yaşlar boşanacakmış gibi,
piyanistiyle birlikte sahneden uzaklaştı. Gerçekten benim
de gözlerimde sevinç yaşlan birikmişti. Annesi dört şar­
kılık bir grup söylemesi şartıyle konsere katılmasma izin
vermişti. Aynca bu yarara verilen konserlerde sanatçıla­
rın programı uzatmalan da yasaktı. Fakat artık herşey
unutulmuştu. Alison da söz söyleyecek halde değildi. Pi­
yanist, genç kızın elini bırakmadan gülümseyerek onun bir
şarkı daha söyleyeceğim ilân etti. Tekrar bir alkış koptu.
Dinleyiciler, yerlerine oturunca salon derin bir sessizliğe
gömüldü.
Piyano başladı. Açılış notalarını tekrarladı ve bekle­
di. Çünkü şimdi pek solgun görünen AUson bocalıyordu.
Ama bu da sadece bir saniye sürdü. Genç kız, kendini dış
— 275 —

etkilerden korumak istermişçesine ellerini birbirine kenet­


ledi — artık notasını bırakmıştı — derin bir soluk aldı.
Daha o şarkının ilk notalarım söylemeden dinleyicilerine
eski bir Iskoç şarkısmı sunacağını anlamıştım. Bu halk
şarkıları arasında benim en çok sevdiğim şarkıyı seçece­
ğini ümit etmek cesaretini bulamamıştım. Ama işte Ali­
son’un söylediği şarkı buydu.
Şarkının o duygulandırıcı sözleri beni rüyalanmm
ülkesine götürüverdi. Günün birinde Alison’la elele tutu­
şup bu rüya âleminde dolaşacaktık.
Son notayı da söylediği zaman salon derin bir ses-
sizUğe gömülmüştü. Herkes büyülenmişti sanki. Derken
fırtuıa patladı. Bu İskoç kızının büyük bir ustalıkla söyle­
diği Iskoç şarkısı İskoç dinleyicileri tutuşmuştu. Belki
de zaferini yaşının küçüklüğüyle, belki de sesini ustalıkla
kullanması sayesinde kazanmıştı. Bunu ancak zaman belli
edecekti. Şimdilik herkes ayağa kalkmış alkışlıyordu. Ben
de ayaktaydım, bağırmaktan sesim çatallaşmıştı.
Konser sona erince kalabalığın arasında ağır ağır yü­
rüyerek dışarı çıktım. Herkes Alison’dan söz ediyordu.
Derken vestiyerden çıkmak üzereyken bir kol uzanıp yo­
lumu engelledi.
— «Neredeydin?» Reid’in yüzü de benimki gibi he­
yecandan kızarmıştı ama sesinin tonundan pek sıkılmış ol­
duğu anlaşılıyordu. «Bütün gece seni aradık durduk.»
— «Yalnız başıma oturmayı tercih ettim.»
Kavisli kapının aralığına bakarken, Reid’in de kaşla­
rını çattığını farkettim.
— «Artık sana kızmaya başlıyorum, Shannon. Niçin
yaka takıp toplumun derli toplu bir ferdi gibi davranmı­
yorsun?»
Kurallara daima karşı çıkan bu adamın sözleri dudak­
larımda hafif bir gülümsemenin belirmesine sebep oldu.
— «insanın efendi görünmesi için mutlaka yaka tak­
ması mı gerekir?»
—- «Vallahi, senin bu gösterişlerin artık can sıkmaya
başladı.»
— 276 —

—^«Öyleyse benimle ne diye uğraşıyorsun?»


— «Aman Allahaşkma bari bu gece eşeklik etme.
Thomas, Alison’a bayıldı. Ziyafet salonuna gel. Seni de
onunla tanıştırmak istiyorum.»
Bu teklife karşı koyacağımı sezinlediği için beni zor­
la vestiyerden çıkardı, salona paralel olan koridorda hızlı
hızh yürüttü. Keyfi yerindeydi. Müziğe olan sevgisi vak­
tiyle Bayan Keith ile ilişki kurmasını sağlamıştı. Alison’un
kabiliyetiyle de yakından ilgiliydi ve onun ilk konserinde
Orpheus Şefinin de hazır bulunmasını sağlayan Reid ol­
muştu.
Koridorun sonuna yaklaştığımız sırada beni bağışla­
mış gibi gülümsedi : «Daha iyisi olamazdı. îşte geldik.
Aman allahaşkma, kendi cenazesine giden Lord Chester-
field gibi durmaktan vazgeç.»
Sahneye açılan odaya girdik. Konserde yer alan sa­
natçılar, onlarm dostlan ve kasabanm ileri gelen kişUeri
ayakta durmuşlar konuşuyorlardı. Hastane Komitesi üye­
leri olan hanımlar da bir yandan çay ikramıyle meşguldü­
ler.
Alison, büyücek bir gurbun ortasında sakin fakat ger­
gin bir hava içinde duruyordu. Bir elinde de kendisine he­
diye edilen beyaz çiçek buketini tutuyordu. Bakışları, san­
ki huzura kavuşmak için alışılmış olaylan hatırlamasına
yarıyacak birşey arar gibi odanm içinde dolaşıyordu. Göz­
lerimiz karşılaşınca, hafifçe gülümsedi, anlayışlı bakışlar­
la birbirimizi süzdük.
Acemi bir tavırla Reid’in beni Dr. Thomas’la tanıştır­
masına razı oldum. Adam, bir yandan Bayan Cram’e lâf
yetiştirirken bir yandan da serbest kalan elini bana uzat­
mıştı. Bayan Keith’in çay ikramını geri çevirdim. Titre­
yen parmaklanmla çay fincanını tutamayacağımı gayet
iyi biliyordum. Kalabalıktan biraz uzakta durup konuşma­
ları dinlerken gözlerim Alison’a çevrilmişti.
Nihayet kalabalığın dalgalanması, beni onım yamna
sürükleyiverdi. Sahnenin o uzaktan görünen genişliğin­
den sonra böylesine yakın durmamız bende yarı korku do­
— 277 —

lu bir heyecan uyandırmıştı. Sevinçten boğazıma birşey


tıkanmış gibi oldum. Zorlukla konuştuğum için durmadan
dudaklarımı kıvırıyordum. Ama işte her nasılsa, onu ne
kadar beğendiğimi anlatmaya çalıştım. Alison’un övgüden
hiç hoşlanmadığım ve şarkı söyleyişi hakkında konuşul­
masını hiç istemediğini biliyordum.
Alison durumundan hiç de memnun olmadığım belli
edecek şekilde ba.şmı salladı. Sanki bu açığa vurulmanuş
düşünceyi sürdürür gibi ; «Ama buna rağmen» dedi, «Orp-
heus Korosunda şarkı söylememi teklif ettiler.»
—- «Solo parça mı söyleyeceksin?»
— «Evet.»
—. «Aman Alison... Bu fevkalâde birşey.»
Alison gene başını salladı ama o yuvarlak körpe çe­
nesi şaşılacak şekilde azimli görünüyordu. «Bu bir baş­
langıç sayılır.»
Bir sessizlik oldu. Davetliler artık paltolarım, giyerek
evlerine dağılmaya başlamışlardı. Cesaretim kırılmadan
hemen: «Alison, bu gece seni eve götürebilir miyim?» de­
dim.
Alison, çevresine bakınarak gayet sakin bir tavırla
cevap verdi: «A, elbet. Artık herkes gidiyor. Ben de anne­
me haber vereyim.»
Güvercin kurşunisi elbisesi ve antika kolyesiyle pek
zarif görünen Bayan Keith’in yanma gitti. Kadıncağız,
ayakta durmuş Reid ile konuşuyordu. Alison çiçeklerini
bırakıp kalın tvit paltosunu aldıktan sonra başma beyaz
bir şal sararken ben de karşıdan onu seyrettim. Bayan
Keith’in bana alaycı bir bakış fırlattığım sezmiştim. Ka­
dının yüzünde eski günlerdeki şefkat dolu bakışlara ben­
zemeyen garip bir bakışla bakıyordu. Bu da yüzümün kı-
zarmasma sebep oldu, hemen kapıya doğru yürüdüm. Ali­
son’un herkese iyi geceler dilemesi pek uzun sürdü, fakat
nihayet binadan çıkmış, yanyana yürüyorduk.
Kısa bir sessizlikten sonra Alison: «Kendime kızıyo­
rum» dedi. «Düşünsene... Öyle kendimi kapıp koyverme-
— 278 —

min âlemi var mıydı? Neredeyse ağlayacaktım. Allaha şü­


kür, ağlamadım.»
— «Ama Alison bu senin ilk konserin. Eger biraz da
ağlasaydm fevkalâde olurdu.»
«Hayır, budalaca birgey olurdu bu. Ben budalaca
işler yapan insanlardan da nefret ederim.»
Bu meseleyi uzatıp yeni bir tartışmaya sebep olmak
istemedim. Araımzda büyük bir görüş ayrılığı belirdiğim
artık anlamıştım. Soğukkanlı, becerikli ve soğukanlılığıy-
le Alison bende olmayan herşeye sahipti. Belki kurnaz de­
ğildi, pek öyle şakacı tarafı da yoktu, ama o ağır kavra­
yışına rağmen pek pratikti. Ayrıca ihtiraslıydı da — be­
nim o şiddetli ve kibir dolu ihtirasım yoktu onda. Sadece
gayet akla mantığa uygun bir şekilde, kabiliyetinden en
iyi şekilde yararlanmak istiyordu. Şarkıcı olmak ıçm
okumak, çalışmak, didinmek ve fedakârlık yapmak ge­
rektiğini biliyordu. Yaptığı o derin soluk alma egzersizleri
uzun bir gamı ya da yirmi saniye süren bir bölümü rahat­
ça söylemesini sağlamış, ona fiziksel bir güç kazandırmış­
tı. Bu yumuşak kahverengi Juno’nun sakin görünüşü al­
tında kuvvetli bir irade gizliydi.
«Hadi tepeye çıkalım, Abson.» Hafifçe titreyerek
ona yaklaştım. Yürüdüğümüz kadar her adımın bizi Sinc­
lair Drive’a yaklaştırdığım sezinliyordum. «Çok güzel bir
akşam.»
Benim yalvaran sesime hafifçe gülümsedi. «Rutubet­
li ve soğuk. Galiba yağmur yağacak. Hem Annem bu gece
beni evde görmek isteyecektir. Dönerken bir kaç arkada­
şını da beraber getirebilir,»
Birden boğazıma sıcak bir şişkinliğin tıkandığım his­
settim. Ben onun uğruna ölmeye hazırdım, oysa Alison, o
‘birkaç dost’un aramıza girmesine gayet rahat izin verebi­
liyordu.
— «Benden pek de hoşlanımşa benzemiyordun» diye
mırıldandım. «Kışında çoğu zaman ayn kalacağımıza go-
re...» . ,j 1 • •
Bayan Keith, son zamanlarda Sinclair Drıve dakı evm
— 279 —

onlara fazla büyük geldiğinden yakınmaya başlamıştı Ali­


son’un da öğrenim masrafını karşılamak için biraz ekono­
mi yapmak zorundaydı, Kışm soğuk aylarında evini kapa­
yıp, Ardfillan’daki görümcesiiım yanma gidecekti,
Alison, gücenik bir sesle cevap verdi : «Sen de sanki
Ardfillan dünyanın öbür ucundaymış gibi konuşuyorsun
Sen de başkaları gibi beni görmeye gelemez misin? Dans­
lı toplantılar da olacak, özellikle Louisa’ııın okul tonlantı
lan var.» ,■
Üzgün üzgün : «Dansedemediğimi biliyorsun,» dedim
— «Dans etmesini öğrenmemek de senin kabahatin »
Acı acı mırıldandım : «Tasalanma. Orada bol bol ka­
valye bulacaksın. Louisa’nın delikanlıları var. Kendine de
yeni arkadaşlar bulabilirsin.»
— «Teşekkür ederim. Elbette öyle yapacağım. Hepsi­
nin de benim tanıdığım birinden çok daha oyalayıcı olacak­
larından kuşkum yok.»
Yüreğim kabarmaya başlamıştı. Öfkem de birdenbire
çaresizliğe dönüşüverdi.
— «Ah, Alison» diye mırıldandım. «Allahaşkma ge­
ne kavga etmeyelim. Sana çok fazla düşkünüm.»
Hemen karşılık vermedi. Konuşmaya başladığı zaman
da sesi pek tasalı, anlayışlı ve meçhullerle mücadele eder
gibiydi.
«Biliyorsun, ben de senden hoşlamyorum.» Alçak
bir sesle ekledi; «Hem de çok hoşlamyorum.»
— «Öyleyse benimle biraz daha dolaşmayı niçin kabul
etmedin?»
— «Kamım aç da ondan. Saat dörtten beri ağzıma bir
lokma yiyecek koymadım.» Alison, kendine güldü. Evinin
kapısına gelmiştik. «Neden içeri gelmiyorsun ? Öbürleri de
neredeyse burada olurlar. Birşeyler yiyip bol bol eğlenece­
ğiz.»
Karanlıkta dudaklanm kısıldı. Işık, kalabalık ve hiç
hoşlanmadığım o bayaği konuşmalar aklıma geldi. Bu du­
rumda benim eğlenmeme imkân yoktu. Garip görünmemek
için zorla attığım kahkaha da kulaklarımda çınladı.
— 280 —

Sinirli bir tavu-la ; «Annen beni davet etmedi» dedim.


«Hiç faydası yok. içeri gelmek istemiyorum.»
Alison: «Sen ne istiyorsun?» diye sordu.
Karşımda durmuş dikkatle bana bakıyordu.
—^«Seninle başbaşa olmak istiyorum» diye nunldan-
dım. «Tek istediğim şey, senin elini tutmak.., senin ya­
nında olduğum süreç®...»
Birden sustum. Duygularım böyle birbirine dolaşmış­
ken, isteklerim böyle karmakarışık bir hal almışken ona
ne istediğimi nasıl açıklayabilirdim? -
Sözlerimden duygulanmış gibiydi. Kararsız bir gülüm­
seme kapladı yüzünü :
— «Bıkmayacağıma yemin ederim.»
Bunu ispatlamak için de uzamp parmaklarını yakala­
dım. O zaman kalbim kopacakmış gibi atmaya başladı.
— «Ah, Alison» diye inildedim.
Alison, elini çekmedi. Bir an için dudakları, yanakla­
rıma değdi.
— «Hadi bakalım, bu kadan yeter.» Karanlıkta ba­
na gülümsüyordu: «iyi geceler.»
Benden uzaklaştı, şalımn iki ucunu çenesinin altında
tutarak evin kapışma dcğru koştu.
O gittikten sonra ben de bir süre sevinçle, keder ara­
smda bocalayarak olduğum yerde durdum. Alison belki
döner diye ümitlenmiştim. Herhalde kapının önüne gelip
beni içeriye çağıracaktı. Baştan daveti geri çevirmekle
aptallık etmiştim. Şimdi gene çağırsa sevine sevine gide­
cektim. Ama Alison geri gelmedi. Yavaş yavaş içimdeki
alev de sönmeye yüz tuttu, ceketimin yakasını kaldırıp
ağır ağır oradan uzaklaştım. Ara sıra durup arkama dö­
nüyor, Alison’un evinin ışık sızan penceresine bakıyordum.
Yolun köşesinde sert bir rüzgâr beni karşıladı. Alison hak­
lıydı. Islak ve dondurucu bir geceydi bu.
tJ Ç Ü ffC Ü BÖLÜM

isim, insanın roraaniarda okud,,.


Dökümhanedeki benzemiyordu ama ben el \
o yorucu ve ®nuştım ve bu yüzden de iş baS
yapmak için “ „an tersanede yapılan gemüer ı
ağır geliyordu. Ç o^ ^„,vorduk. Aynı zamanda sandıkı^V
gerekli makineleri y^P^g^^erilen emme - basma tuluı^bV
konup başka ülkelere g ^öküm kısmında başlamışı. V
1ar da imâl ediyorduk. f—ayla temizlemekti görevi*;
Kaba dökümleri Çens. jamie, gözünü benden ajnrmiyA'
Bu ağır ve pis l»r *§«• . ; davranıyordu ama akrabab^*'.'
du, çoğu zaman da ^ açığa yardım edemiyor, b5*\
mız yüzünden bana . y yapmaya kalkışması, döküA
koruyamıyordu. -bilirdi. Benim çalışma yerim A '
hanedeki işçUerı kı^ır j^^j.jgt,„jdığı kazanın yanındayi^
mir parçalarının kahplara dökülüyordu, feri
Kazandan alman evjyık alıyordu, rüzgârlı günı A '
zan sıcaklık dayanümaz öksürtüyofA
de de kum taneciklen ^ geçtim. Burada belirli ^ı *1,
Daha sonra makine ki geçerek cilâlanıyoı-A
demir parçaları verme atelyesinin y a n ın d a A ,
Burası, parçalara biçin dönen m ak in elA ,
Parçalar çekiç darbeler
çeşitli şekillere sokului^ j^ayatı hafife alan futbol a t .
Çırakların **®^V^suz gençlerdi. Dört yılhk ç^ıA
rışı ve seksle ilgıtenen s mühendisler olacakla^-A
madan sonra çoğu deniz ci^
— 280 —

Sinirli bir tavırla : «Annen beni davet etmedi» dedim.


«Hiç faydası yok. içeri gelmek istemiyorum.»
Alison: «Sen ne istiyorsun?» diye sordu.
Karşımda durmuş dikkatle bana bakıyordu.
—^«Seninle başbaşa olmak istiyorum» diye mırıldan­
dım. «Tek istediğim şey, senin elini tutmak... senin ya­
nında olduğurn şüreo»...»
. Birden sustum. Duygularım böyle birbirine dolaşmış­
ken, isteklerim böyle karmakarışık bir ha! almışken ona
ne istediğimi nasıl açıklayabilirdim? -
Sözlerimden duygulanmış gibiydi. Kararsız bir gülüm­
seme kapladı yüzünü ;
— «Bıkmayacağıma yemin ederim.»
Bunu ispatlamak için de uzanıp parmaklarını yakala­
dım. O zaman kalbim kopacakmış gibi atmaya başladı.
— «Ah, Alison» diye inildedim.
Alison, elini çekmedi. Bir an için dudaklan, yanakla­
rıma değdi. ■
— «Hadi bakalım, bu kadarı yeter.» Karanlıkta ba­
na gülümsüyordu: «iyi geceler.»
Benden uzaklaştı, şalımn iki ucunu çenesinin altında
tutarak evin kapışma doğru koştu.
O gittikten sonra ben de bir süre sevinçle, keder ara­
smda bocalayarak olduğum yerde durdum. Alison belki
döner diye ümitlenmiştim. Herhalde kapının önüne gelip
beni içeriye çağıracaktı. Baştan daveti geri çevirmekle
aptallık etmiştim. Şimdi gene çağırsa sevine sevine gide­
cektim. Ama Alison geri gelmedi. Yavaş yavaş içimdeki
alev de sönmeye yüz tuttu, ceketimin yakasım kaldırıp
ağır ağır oradan uzaklaştım. Ara sıra durup arkama dö­
nüyor, Alison’un evinin ışık sızan penceresine bakıyordum.
Yolun köşesinde sert bir rüzgâr beni karşıladı. Alison hak­
lıydı. Islak ve dondurucu bir geceydi bu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Dokunohanedeki işim, insanm romanlarda okuduğu


o yorucu ve öldürücü işlere benzemiyordu ama ben el işi
yapmak ıçm yaradjimanuşt-m ve bu yüzden de is bana
ag-ır geliyordu. Çoğu zaman tersanede yapılan gemiler için
gerekli makineleri yapıyorduk. Aynı zamanda sandıklara
konup başka ülkelere gönderilen emme - basma tulumba-
adıyorduk, işe döküm kısmında başlamıştım.
^ba_ dökümleri çelik bir fırçayla temizlemekti görevim.
u a^r ve pis bir işti. Jamie, gözünü benden ayırmıyor­
du, çoğu zaman da bana iyi davranıyordu ama akrabalığı­
mız yüzünden bana açıktan açığa yardım edemiyor, beni
konıyamıyordu. Böyle birşey yapmaya kalkışması, döküm­
hanedeki ışçüeri kızdırabilirdi. Benim çalışma yerim de­
mir parçalarının eritilip kanştınidığı kazanın yanmdaydı.
Kazandan alınan eriyikler kum kalıplara dökülüyordu. Ba­
zan sıcaklık dayanılmaz bir hal alıyordu, rüzgârh günler­
de de kum tanecikleri genzime kaçıp beni öksürtüyordu
Daha sonra makine kısmına geçtim. Burada belirli alan
demir parçaları sayısız tornadan geçerek cilalanıyordu.
Burası, parçalara biçim verme atelyesinin yanındaydı
P ah lar çekiç darbeleri ve vızır vızır dönen makinelerle
çeşitli şekillere sokuluyordu.
Çıraklann çoğu neşeU, hayatı hafife alan futbol at ya­
rışı ve seksle ilgilenen kaygusuz gençlerdi. Dört yılhk çahş-
madan sonra ç o p denize açılan mühendisler olanaklardı.
— 282 —

benim gibiler de çizim bürosuna gideceklerdi, içlerinden


pek azı özel kurs görmek için geri dönerdi. Soylu bir aile­
den gelme genç bir Siyamlı vardı, her sabah tertemiz har-
maniyesiyle sessiz sedasız, kibarca gülümseyerek gelirdi.
Bu genç adam Batı uygarlığının imkânlarını ülkesine tanı­
tacaktı hiç kuşkusuz. Yanımdaki sırada Lewis adında bir
İrlandalI vardı. Zamanını boşa harcamayı pek güzel başa­
rıyordu. Lewis, Cardiffden varlıklı bir gemi inşaatçısının
oğluydu. Marshall tezgâhları özel bir üne sahip olduğu
için baba mesleğine girmeden önce biraz pratik kurs gör­
sün diye buraya gönderilmişti. Sevimsiz, dalgacı, yağlı
saçlı, çekik çeneli bir delikanlıydı. Parlak renkli kravatlar
ve aynı şekilde göz alıcı gömlekler kullanırdı. Fakat iyi
kalpli ve cömert bir çocuktu. Tezgâhının üzerinde koca­
man san renkte bir teneke sigara kutusu dururdu. Ashn­
da hu kutu küçük sandıktan farksızdı. Herkes bu kutudan
dÜediği kadar sigara almakta serbestti. Levenford’da sı­
kıntıdan patlayacak hale geldiği için hoş zamanlarını ge­
nellikle Winton’da geçirirdi. Bodega Lokantasında yemek
yerken, Alhambra Müzikholünde locadan programı seyre­
derken görüldüğü çok oluyordu. Kendini bir kadın avcısı
sayıyordu ve konuşmalarının çoğu da komşu kasabada ya­
şadığı çapkmhk serüvenleriyle ilgiliydi.
Birlikte çalıştığım çıraklar arasında kendime uygun
bir arkadaş bulabilmek için çok uğraştım. Fakat arkadaş
edinmeye bu derece hevesli olmama rağmen pek beceriksiz
davranıyordum ve üstelik alaya alınmaktan da korkuyor­
dum. Herşeyi göze alıp deli dolu çocuklarla gezmeye gitti­
ğim zamanlar da konuşmalar, köpek yarışlarının sonuçla­
rı, bir incir çekirdeğini doldurmaz konular üzerinde uza­
yıp gidiyor, tartışmayı kaybedenin içki parasını ödeme­
siyle son buluyordu. Bu da beni iyice güç durumda bırakı­
yordu. Kitaplardan ve müzikten konuşabileceğim bir ar­
kadaş arıyordum. Yeni fikirlerimi açıkladığım zaman be­
nimle bunlar üzerinde tartışma yapabilecek birine ihtiya­
cım vardı. Fakat ne zaman bu konulardan söz edecek ol­
sam, gösteriş yaptığım kuşkusunu uyandırdığımı sezinil-
— 283 —

yordum ve hemen sus pus oluveriyordum. Lewis benim en


yakın arkadaşımdı ve bir iki kez de onun evine çay içmeye
gitmiştim. Ancak onun da çapkınlık hikâyeleri bazan pek
sıkıcı oluyordu. Çok geçmeden bunlar da beni oyalamaya
yetmedi. Jamie’yle akraba olduğum için ve Kuzeyde pek
itibar edilen o sessiz durma yeteneğine sahip olduğum için
diğerlerinin saygısını kazanmıştım. Üstelik, işimi de elim­
den geldiği kadar iyi yapmaya çalışıyordum. Fakat gaye­
lerimden adamakıllı uzaklaşmıştım. Önümde uzanan yılla­
rı düşünmek yüreğimi sızlatıyordu.
Konserden sonraki cumartesi günü, saat ikiyi vurdu­
ğu zaman Baba, Murdoch, Kate ve Haminnem masanın
çevresinde toplanmıştık. Sophie de mutfakta sessiz se­
dasız bulaşıkları yıkıyordu. Öylesine sessiz çalışıyordu ki,
hani nerdeyse kulağının çınladığını bile duyabilecekti.
Baba artık yüzünden pek seyrek kayliolan tasalı ve
merakh haliyle karşımızda oturuyordu. Eskisine göre da­
ha zayıftı. Yüzünde kurşuni, üzüntülü bir görünüş vardı.
Yaneıklan çökmüş, dudakları dişlerinin üzerinde gerilmiş­
ti.
Ölçülü bir sesle ; «Taksit ödeme gününün üzerinden
onbeş gün geçti» dedi. «Ve Adam’dan hâlâ tek kelime
yok.»
Kate, yatıştırıcı bir sesle ; «Ama daha zaman var» de­
di.
— «Sen daha önce de böyle demiştin. Biliyorsun,
benden ödünç aldığı dokuz yüz pound için yüzde beş faiz
ödeyecekti. Altı aydan beri bir kuruş faiz alamadık.»
Çocukluğumda Adam’ı hep büyük servet sahibi ola­
cak biri gözüyle bakardım. Kendini yetiştirip yükselmeyi
başarmak için yaratılmıştı sanki. Fakat şimdi onunla pek
seyrek karşılaşmama rağmen kendine beslediği o sonsuz
güvenin altmda garip bir sınırlılığın gizlendiğine inanma­
ya başlamıştım. Iskoçlarm çoğu gibi onda da kendini bü-
ytik görme hastalığı vardı belki. Başkalarının ona karşı
gelmelerine imkân olmadığına inanıyordu besbelli. Adam,
herkesi kandırabileceğine gereğinden fazla inanmıştı. Ba­
— 284 —

bayla birlikte giriştiği o özel yatırım işinde de başarı sağ­


layamamıştı. Kensigton’da satm aldığı evin komşularınm
hepsi de varlıklı ve nüfuz sahibi kimselerdi, onun evi
apartıman şekline sokup daire daire kiralamasına karşı
çıkmışlardı. Bu adamların kurnaz avukatları, Adam’a evin
daire daire kiralanmasmın hiç de sanıldığı kadar basit bir
iş olamayacağını anlatmışlardı. Adam, elindeki birikmiş
parayı ve Baha’dan elindeki avucundaki birikmiş paranın
tümünü bu işe yatırmış bir inşaatçıyla anlaşmaya varmış
ve tam bu sırada mahkemeye verilme tehlikesiyle burun
buruna gelmişti. Ev, hâlâ Adam’ın malıydı. Vb, binayı sa­
tm aldığı zaman şaka niyetine ‘Bu ev beyaz bir file benzi­
yor’ sözü de maalesef gerçek olmuştu. Sonunda Adam,
varlıklı kimselerin karşısmda yenilgiye uğramıştı.
Kate, sessizliği bozdu: «Binayı satm almak isteyen bir
okul vardı o ne oldu?»
Baba tasalı tasalı cevap verdi : «O iş de kaldı. Adam,
binayı hiç bir zaman başmdan defedemeyecek.»
—^ «Amari, baba, sen de bu kadar üzülme canım.
Adam’ın işi gayet iyi. Borcunu yavaş yavaş ödeyecektir.
Üstelik sen de rahat yaşayabUecek durumdasm. Dolgun
maaş alıyorsun. Haminnemin geliri var. Robie de her hafta
sana para veriyor.»
Hâlâ yüzü solgun duran Baba, öfkesinden konuşamı-
yordu. Birden parladı: «Sen para ne demektir hiç bUmi-
yor musun? Herkes kazancım har vurup harman savur­
sun da yaşlılık günlerinde dilencilik mi etsin istiyorsun?»
Kate, yatıştırıcı fakat ciddi bir sesle cevap verdi :
«Saçmalama, Baba. Senin emekli maaşm da var. Aynca
hâlâ para biriktirebUiyorsun. Baksana şimdi evde hizmet­
çi bile var, oysa zavalb Anacığımız sağlığında böyle şeyler
göremedi.» '
— «Ah, keşke annen sağ olsaydı da senin bu sözle­
rini duyabilseydi.» Baha’nın gözleri ateş saçıyordu. Sesini
alçalttı, güçlükle soluk alarak konuşmasını sürdürdü:
«Şu kızm aldığı ücret bir yana yemeğine harcanan para,
aylığını bile geçiyor. Buraya geldiğinden beri de en güzel
— 285 —

tabaklardan ikisini kırdı. Korkunç bir şey bu... Korkunç


bir şey...»
Kate ile tartışmanın bir sonuç vermeyeceğini anlaya­
rak onu bırakıp Murdoeh’a döndü : «Sen niçin birşey söy­
lemiyorsun? Acaba McKellar’a gidip Adam aleyhinde da­
va açmak için hazırlığa girişsem mi?»
Murdoch, dalgın bir tavırla, eskisinden daha da iri ve
heybetli görünen omuzlarını tam bir ilgisizlik içinde silk­
ti.
— «Ben olsam, avukatların eline düşmek istemez­
dim.»
Babanın ürktüğü belliydi. Bir saniye sonra acıkh bir
iç çekişle bu sözlere boyun eğeceğini belirtti.; «Öyleyse
ben ne yapacağım? Söylesenize ne yapacağım?»
Murdoch konuşmaya başladı. Eiskiden de can sıkıcı
bir hali vardı ama son zamanlarda bu özelliği daha da be­
lirgin bir hal almıştı. «Bu evde hiç kimse bana pek değer
vermedi, peder bey.» Murdoch’un ‘baba’ sözcüğünü kul­
lanmaması pek garibime gitti. «Yalnız ortada bir gerçek
var ki o da benim her şeye rağmen kendime bir yol çizmiş
olabilmemdir. Dalrymple ile ortaklık kurdum. Bahçede
çalışmaktan zevk ahyorum, herşey yolunda gidiyor. Bu
ilkbahar yapılacak Çiçek Gösterisinde de yeni yetiştirdi­
ğim Karanfil’i teşhir etmek istiyorum. Eğer isterse, bu
gösteride Alexandra altın madalyasını kazanacağımı da
umuyorum.» Murdoch, kalın çerçeveli gözlüklerinin altm-
dan hepimize gülümsedi. «Adam beni her zaman aptal ye­
rine koydu, pederbey. Onun yolu ayn, benimki ayn. Ama
gene de benim kardeşimdir ve kendisini severim. îşte so-
rulanruzm hepsine verilecek tek cevap bu : sevgi.»
Baba, galeyana geld i; «Senin neden bahsettiğini an­
layamıyorum. Ben paramı geri istiyorum, hem de faiziyle
beraber.»
Sophie bir kova kömürle yemek odasına gelmiş, şömi­
nenin ateşini canladırmaya çalışıyordu. O odadayken Ba­
ba sustu, fakat Sophie bulaşıklannm başma döner dön­
mez öfke içinde yerinden kalktı, şömineye konan kömürle-
— 286 —

rin üstte kalanlarını tekrar kovaya koydu. Sanki yüreği


sıkışmış gibi kızarmış bozarmıştı, birdenbire şimşek gibi
gürledi; «Benim nelere katlandığımı kimse bilmiyor. Hep
üstüste geliyor zaten. Adam.. Glenwoodie’ye gönderilme­
si gereken o ihtiyar bunak... Cleghorn’un böbrek ameliya­
tı. Bir insan bu kadar dert karşısında ne yapar bilemi­
yorum.» , . _
Murdoch, tatlı bir sesle : «insanları sevebilirsin, Pe-
derbey,» dedi. ,
Baba bağırdı: «Ne dedin?»
Murdoch, sözlerini tekrarladı : «Evet, Peder bey. De­
mek istediğim bu. Sen de benim gibi evrensel sevginin tadı­
nı bir alabilsen, mesele kalmayacak.»
Murdoch, garip bir tavırla ayağa kalktı. O anda Mur­
doch’un pek önemli bir açıklamada bulunacağını sezinle­
dim Durgun denizlerden çıkan deniz yılanları gibi beklen­
medik bir zamanda ortaya çıkarak muhteşem bir ÖMİlik
yaratır bu tür korkunç açıklamalar. Benim hatırladığım
kadariyle Murdoch, üç kez böyle beklenmedik açıklamalar­
da bulunmuştur. Birincisi Ardfillan panayırında «kendimi
öldüreceğim» demesiydi. Uçüncüsü, henüz yapümamışü
ama Çiçek gösterisinden sonra «ben evleniyorum» diye­
cekti. İkinci açıklamayı ise şu anda, sanki bizlere Kutsal
Ruhun soluklarını bize duyurmak istermiş gibi düşüncesi­
ni açıkladı : «Ben kurtuldum. Şimdi artık Tanrının bir
Eriyim.»
Bundan başka birşey söylemedi. Tek kelime bile çık­
madı ağzmdan. Gene gülümseyerek şapkasını aldı, dışarı

'eaba, şaşkın bir halde mutfakta otururken Kate ile


ben de rüyada yürür gibi onunla birlikte kapıya kadar
gittik îşte orada, Murdoch’un sözlerinin gerçek kaynağı
durup duruyordu; Bessie Ewing, kapmın önünde Mur­
doch’u bekliyordu. Gururlu ve mütehakkim bir g u lu ı^
meyle Murdoch’un koluna güdi. Kolkola oradan uzakla-
şırlarken ikisi de bizi görmedi. Murdoch’un gogsu ka­
— 287 —

barmış, Kurtuluş Ordusu Bandosunun büyük davuluna


benzemişti.
Uzun bir sessizlik izledi bunu.
■ bu aileyi eok ga­
rip yollara sürüklüyor.» Bana döndüp zaman gözlerinde
garip bir bakış vardı. «Biz garip bir aileyiz. Senin hâlâ bu
evde kalmana da şaşıyorum, doğrusu.»
Karşılık vermedim.
Benim bocaladığımı görünce Kate de hafifçe plüm-
sedı, kolunu omuzuma doladı, ıslak yanağını benimkine da­
yadı.
— «Ah, şekerim» dedi, «Yaşamak çok korkunç bir-
şey.»
Kate mutfağa döndü, ben de ağır ağır merdivenleri
çıktım, işçi tulumunu sırtımdan çıkaracak p c ü henüz
kendimde bulamadığım için öylece yatağıma uzandım. Ka­
te, Babayla Haminneyi kendisiyle birlikte Barloan’a ça­
ya gitmeye kandırmıştı. Onlar dışarı çıkarlarken ön kapı­
nın kapandığını duydum. Sophie de yarım günlük mesaisi­
ni tamamlamış evine dönmüştü. Evde Dedemle yalnızdık.
O gün ortalık pek sessizdi. Kollarunı başımın altına
koyup düşüncelere daldım. Daima acıklı düşüncelere da­
lardım. Bu sebeple Reid’in bana ‘melankolik hayalci’ de-
mesme şaşmamak gerekir. Ama çok geçmeden rüya âle-
nünden dünyaya döndüm. Az önce aşağıda cereyan eden
olay gözlerimin önünden gitmiyordu. Aklım hep kuru bü-
kemte yüzünden tasalanan köpek gibi bu olaya takıUyor-
du. Kopegın bu kuru kemikten kendine yiyecek çıkarama-
yacagmı bilmesi gibi ben de bu düşüncelerden bir sonuç
alamayacağımı biliyordum.
Bu toplantı son hayallerimi de yıkmak için düzenlen­
mişti sanki. Murdoch’un sözleri benim geçmişteki dinsel
ınançlanmm en ateşli devresini taklit etmekten başka bir-
şey değildi. Baha’nın paraya tutkusu ipenç ve adiydi
artık kötü bir hastalık halini almıştı. Bundan böyle çayını
da şekersiz ve sütsüz içiyordu. Bezelye çorbasından başka
birşey yemiyor, fazla gaz harcamasın diye karanlıkta so­
— 288 —

yunup giyiniyordu. Sabun ve mum artikları için yaptıkla-


n da inamlınaz şeylerdi. Evde birşey kırüınca bunu ken­
disi onarıyordu. Geçen gün onu elinde bir kösele parçası
ve birkaç çiviyle yakalamıştım. Güya pabuçlarına pençe
yapıyordu.
Ah, Tanrım, paradan nasıl da nefret ediyordum. Bu­
nun düşüncesi bile beni isyan ettiriyordu. Ama aynı za­
manda günlerimi beni Üniversiteye gidip sevdiğim işe ha­
zırlamam içüı gerekli paranın özlemiyle geçiriyordum. Ka­
te’in sözleri züınime takılmıştı. Niçin bu eVl terketmiyor-
dum? Belki de zayıftım, meçhule atılmaktan korkuyor­
dum. Aynca bir başka sebep daha vardı. Şefkatten çok.
Haminnemin dedelerinden aldığım bir sorumluluk duygu-
suyle. Dedemi yalnız bu*akamayacağımı hissediyordum.
Evde kalıp ona göz kulak olmasam mutlaka başına bir fe­
lâket gelecekti. Sebepleri ne olursa olsun, bu küçük kasa­
bada kalıp çürümeye mahkûmdum.
Birdenbire Alison’u düşündüm. Sakin tavırlarınm
haksızhğına rağmen ve onu çok özlediğim halde Levvis’in
serüvenlerinin öyküsü aklıma geliyordu. Hiç kuşkusuz,
bunlar pek âdi şeylerdi ama başımdan böyle bir serüvenin
geçmemiş olmasına, bu zevklerden yoksun kalmış olmama
üzülmeye başlarmştım. Okuduğum romanlarda, benim du­
rumumda olan delikanlılar daima cazip bir kadmın yardı-
mıyle olgunluğa erişirdi. Bu kadın kocasmdan ayrılmış
olurdu. Tabii öyle pek de güzel sayılmazdı ama neşeli, çe­
kici, geniş ve cömert ağızlı hoş bir yaratik olurdu. Ama
Levenford’da böyle biri var mıydı? Acı acı gülümsedim.
Boyahanede çalışan kızlarm çoğunu çıraklar gayet iyi tam-
yorlardı, fakat kızlarm o kırmızı arsız suratları, birbirle­
rine söyledikleri o argo sözler benim büzülmüş kalbim bir
yana Levvis’in bile iştahmı kaçırmaya yetiyordu. Sıkmtüı
sdcmtih içimi çektim, yerimden kalkıp, işçi tulumu çıkar­
maya koyuldum.
Birden kapımn çalındığım duydum. Gerçi kapı kibar­
ca çalmmıştı ama benim canımı sıktı. Sokak kapışım aç­
— 289 —

mak şimdi bana her zamankinden daha ağır bir iş gibi gel­
di.
Aşağıya indim, Kapmın eşiğinde duran ziyaretçi, der­
li toplu, orta yaşlı bir kadmdı. Koyu kurşuni elbise giy­
miş, kurşuni eldivenler takmış, siyah şapkalı, siyah çan­
talı yabancı bir kadındı. Sanki elleriyle hayatını kazam-
yormuş gibime geldi. Belki de evlerde çalışan bir gündelik­
çi falandı. Ama pek de azametli bir görünüşü vardı ve işin
garibi benden daha sinirli görünüyordu. Lomond View’-
nun eşiğine gelebilmek için akşamın örtüsünün kasabayı
kaplamasını beklemişti anlaşılan.
— «Burası Bay Gow’uıı evi mi?»
Onun ürkekliğinden cesaret alarak kabaran yüreğim
gene eskisi gibi kabuğuna çekiliverdi. «Evet, kendisi bura­
da oturuyor.»
Bir sessizlik. Kadının yüzü kızarmaya mı başlamıştı?
Yalnız sözlerini nasıl sürdüreceğini bilmediği belliydi. Be­
ni dikkatle süzerek konuyu değiştirdi : «Siz onun oğlu
musunuz?»
—^ «Hayır... Pek sayılmam... bir akrabasıyım.» Ger­
çek kişiliğimi ona açıklamaktan çekinmiştim ama bu me­
selenin karanlık, ve nazik bir mesele olduğunu, kapı eşiğin­
de bir çırpıda halledilemeyeceğini de sezinlemiştim. «Bir
dakikacık içeri buyurmaz mısmız?»
— «Teşekkür ederim, delikanlı.» Kadm, kibar görün­
meye dikkat ediyordu. Benim peşimden salona geldi,
içersi loştu. Gaz lambasını yakmam gerektiğini düşün­
düm. Kadm buyur edilmeden bir koltuğa yerleşti. Gözleri­
ni bu soğuk tapınakta gezdiriyordu. Gördüklerinden mem­
nun olduğu da belliydi.
— «Çok güzel. Eviniz çok güzel. Doğrusu pek şen bir
yer burası.»
Şaşırmış bir halde sessizce beklerken çekingenlik
duymadan gözlerini ‘Glen Hükümdan’mn tablosundan ayı­
rıp bana çevirdi. Yüzümü dikkatle süzmeye başladı.
—■ «Yanılmıyorsam, siz onun oğlusunuz» dedi, hafif-

Y eşil Y ılla r — P ; 19
*Tabii kendisi bunu gizlemenizi tenbih etmiş ola­
cak- yam sadakatinizi saygıyle karşılıyorum. Ken-
di0i
— «Eğe,, gelişinizin sebebini açıklamalı zahmetine
]jatiamrsanm^ diye mırıldandım.
rüld" galiba bunu size açıklamam gerekecek». Ge-
kiua kendini çarçabuk topladı. «Yalmz şunu iyi
r l namuslu bir dul kadınım. Zannedersem bu
açıklamaya yetecektir.»
Santasmı açtı, iki kâğıt çıkarıp bana uzattı,
f'® W tanesinde Dedemin el j'azısiBi tanımıştım.
Obu™ e ‘Evlenme Postası’ndan kesilip altı çizilmiş bir
ilâPöi.
«Saygı değer, yaşı kırkdört, esmer, orta boylu, şef-
kaj 1, sanatkâr ruhlu ve orta halli bir dul kadm, bu özel-
Ijklere uygjy, bir erkekle mektuplaşmak istiyor. Kendisi-
gitmesi derli toplu bir eve sahip olması ve iyi
I tercih sebebidir. Küçük bir aileden gelmesi sa-
verilir ve alımr. Postakutusu
■ : ye yazılması rica olunur.»
, ^ ^-bııştım. Dedemin mektubunu okumamın gereği
yoK t^K adiı, mektuptan sözetti.
, cevap aldım... Ama sizin... Yani Bay Gow’-
m, me ^ kadar güzeldi ki, önce onu görmek istedim.»
ağlamak gelmeseydi, kahkahadan kırılabi-
bir sesle cevap verdim. «Öyleyse onu kendi
gö 2 erinizle Madam. Doğru yukarı çıkın. En üst
kat a-, sagdg^„ birinci kapı.»
aldı, çantasına güzelce yerleştirdi ve bir
S ibi mahçup bir tavırla ayağa kalktı.
,. . *^^Inız bana bir şeyi açıklamanızı rica edeceğim.
Keü ısı yoksa sarışın mı? ilk kocam esmerdi,
onün ıÇin değişiklik olsun istedim...»
^ elimi sallayarak : «Evet, evet» diye söylen-
dini. ®*'ışiııdır. Ama siz yukarı çıkın da kendi gözleriniz­
le ^U karı çıkın.»
ed ^ükarı çıktı. Ben de onun şaşkınlığa uğradığını
belü ecele sesleri beklemeye koyuldum. Ama hiç bir ses
— Z 9 İ—^

duyulmadı. Ancak yarım saat sonra aşapya inebildi. Yü­


zünde de pişmanlıktan çok memnunluk belirten bir ifade
vardı.
Şaşkın bir sesle : «Amacımz çok hoş bir adam» dedi.
«Ama hiç de benim düşündüğüm kadar genç değilmiş.»
Kadın isteksiz isteksiz evden çıkıp pttikten sonra
ben de Dedemin odasına koştum.
Dedem masasının başına oturmuş, kalemini eline alıp
‘Bullets’e şiir yazmaya dalmıştı.
— «Robert, bak burada gerçekten armağan kazan­
ması gereken bir şiir var. Şunu dinle bir kere.»
—^ «Ama ziyaretçiniz?» diye sözünü kestim.
—■ «Haa o mu? Az kalsm beni sıkıntıdan öldürecek­
ti. Hem doğrusunu söylemek gerekirse hiç de adına uy­
gun biri değilmiş.»
Kendimi tutamayıp güldüm. Dedem, gözlüklerinin
üzerinden bana bakıyordu. Benim bu halime biraz şaşmış­
tı ama gene de saygı değer aile büyüğü havasını kaybetme­
mişti.
Aşağıya inince kasketimi giyip, atkımı boynuma sar­
dım. Akşamın karanlığı iyiden ijnye bastırıyordu. Cumar­
tesi gecesinin ışıklı ve hareketli yaşantısının vaadiyle do­
luydu bu karanlık. Enikonu neşelenmiştim. Belki de Reid’­
in odasında müzikli toplantı vardı, Alison ile annesi de
belki oradaydılar. Gidip Jason’la barışmaya karar verdim.
Ama öııce ‘Uçan Ekspres’i görmeliydim.
Fort Doran - Londra Ekspres treni her cumartesi ak­
şamı Batı yakasından gelecek yolcuları almak için saat
beşte Levenford istasyonunda iki dakika beklerdi. Sarılı
kırmızıh, pek müthiş bir trendi bu. Yemek vagonlarından
beyaz örtülü, gümüş çatal bıçaklı masaları görülüyordu.
Bu trenin Güneydeki büyük şehre gitmek için a p r ağır
kalkışmı görmek büe kamım kaynatmaya, göğsümü he­
yecanla kabartmaya yetiyordu. Belki günün birinde ben
de bu şatafatlı trenin yolcuları arasında yer alabilirim di­
ye ümitlenmekten kendimi alamıyordum.
Saate bir göz attım. Trene koşmanın tam zamanıydı.
Karanlık yoldan aşap doğru hızlı hızlı ilerledim.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

O kış, Levenford Felsefe Kulübü, içinde bulunduğu


kötü şartlardan kurtulma çabasına girişmişti. Kulüp bu
haliyle Reid için alay konusu olmuştu. Oysa vaktiyle pek
derli toplu bir kulüpmüş, Edinburgh Araşıtırma Birliğinin
esaslarına uygun bir şekilde kurulmuş. Kulübün yeni baş­
kam Bay McKellar’dı. Kulübün vaktiyle ün yaptığı o felse­
fe konferanslarını yeniden düzenlemek istiyordu.
Baba artık kulübün üyesi değildi. Vaktinden önce ter­
fi etmeye pek heveslenmiş, fakat bu arada kulübün diğer
üyeleri onu baltalamışlardı. Ayrıca kulübün üyelik ücreti­
nin de gereksiz bir masraf olduğuna inanmıştı.
Kasım ayının sonlarına doğru bir gün Bay McKellar,
sokakta yanımdan geçerken hiç birşey söylemeden elime
bir bilet tutuşturuncaya kadar kulübün konferanslarından
haberim olmamıştı. Zaten sessiz bir adamdı ve böyle hiç
durmadan bileti verip gitmesi de onun karakterinin tipik
bir gösterisiydi. Bilette şunlar yazılıydı.
«Profesör Mark Fleming tarafından
MALARYA’NIN HÎKAYESİ Konulu bir
konferans verilecektir.
Konferans Felsefe Kulübü salonunda,
30 Kasım günü verilecektir.
Bu bilet bir kişiliktir.»
Belirtilen gün büyük bir merakla Felsefe Kulübünün
salonuna gittim. Zar zor kapanmaya yüz tutan yaraların
yeniden açılacağmı da hissediyordum. Kırmızı yüzlü, şiş­
man kasabalıların arasında kendime bir yer buldum. Ka­
sabalıların hepsi de güzelim elbiseler içinde pek sakin ve
resmiydiler. Bay McKellar’m hiç tanımadan bana bakma­
sı yüzümü kızarttı. Fakat Profesör Fleming konuşmaya
başlar başlamaz konunun ve bu konuyu anlatan adamm
cazibesine kapılıverdim.
— 293 —

Mark Fleming, Winton Üniversitesinde Zooloji pro­


fesörüydü. Kırk yaşlarında kadar, zayıf, esmer, keskin
hatlı, kıvrık bıyıklı parlak zeki görünüşlü bir adamdı. Ci­
ğer balığı Lepidosiren üzerinde parlak bir araştırma yap­
mıştı. Bu araştırma için de Amazon Nehrinin üst kısım­
larındaki ayak basılmamış topraklara gitmişti. Bu gece
halka hitabettiği için pek bilimsel bir konuşma yapmıyor­
du. Ama onun sözlerinde benim kanımı kaynatmaya yete­
cek kadar bilim kokusu vardı.
Hastalığın kaynağmı araştırdı, sebeplerini belirtti,
ve hastalığın sebebi hakkında ileri sürülen eski iddiaların
yersizliğini açıkladı. Sonra da bu hastalığın gerçek sebe­
binin bulunmasında atılan ilk doğru adıma sıra geldi Ro-
nald Ross’un çabalarım anlattı, ve özel bir cins sivrisine­
ğin tükrük bezeleri hakkında yapılan buluşları sıraladı.
Odanm öbür ucundaki beyaz perde üzerinde de Fle­
ming bize renkli slidelarım gösterdi. Malaryayı yaratan
parazitin yaşantısındaki değişik devreleri açıklayan mik-
rofotoğrafları gösterdi. Bu parazitin insan kanında geçir­
diği devreleri açıkladı. Hastalığı önleyici tedbirlerin de bir
özetini yaptı. Ülkelerdeki büyük bataklıkların kurutul­
malarından söz açtı. Ve bu sözlerine klâsik bir örnek ver­
di. Panama Kanalımn yapılmasının da bu batakhklann
kurutulması sayesinde gerçekleştirildiğini anlattı.
Profesör Fleming sözlerini bitirdiği zaman uzun ve de­
rin bir soluk aldım. Onun konusuyle ne derece ilgilendiğimi
gösterecek sorular sormak istiyordum. Fakat Profesörün
çevresi önemli kişilerle sarılıydı. Bunlar budalaca ve ö­
nemsiz sözler söylüyorlardı ama benim Profesöre yaklaş­
mama imkân vermediler. Zaten o da hemen saatine bakıp,
gülümsemeler ve tokalaşmalardan sonra trenine yetişmek
için oradan ayrıldı.
Bu konferansın içimde yarattığı heyecan ve o ihtiras
derecesine varan ilim aşkımın kamçılamşı bir kaç gün da­
ha sürdü. Bir hafta, gözlerim yerde yürüdüm, kaybolmuş
bir davanın verdiği yalnızlık ve çaresizlik içinde kıvranı­
yordum. Genellikle büyük buluşlarım bir gece içinde heba
olur giderdi. Pek parlak görünmelerine rağmen onlara kar-
— 294 —

§1 çıkardığım aman vermez mantıkla uzun süre mücadele


edemiyorlardı. Fakat bu başkaydı. Karanlıklan yaran
güneş ışığı gibi durmadan gelişip yayıldı. Plânlarınu bü­
yük bir heyecan içinde ve büyük bir titizlikle hazırladım.
Ertesi cumartesi, haftalığımın beş şilinini cebimde
sakladım. Hemen üstümü değiştirdim, dolabımdan birkaç
parça eşyayı alıp paket ettim ve yemek için mutfağa in­
dim.
Haminneye gülümseyerek : «Elini çabuk tut. Hamin­
ne» dedim. «Bir buçuk trenine yetişmem gerekiyor. Büyük
işler peşindeyim.»
Yaşlı kadın odada yalnızdı. Bana bir tabak dolusu
sığır rostosu verdi ama, gülümsememi karşılıksız bıraktı.
Aramızda son zamanlarda gelişen dostluğa rağmen böyle
somurtması beni şaşırttı. Sonra da Baba’yı beklemek için
köşeye oturup işini işlemeye ko3Uilmadan önce yüzünde
garip bir ifadeyle bana bir kartpostal uzattı.
Kartı aldım, okumaya başladım. Kaşlarım çatılmıştı.
Şu insanlar beni niye rahat bırakamıyorlardı sanki? îşimi
karıştıran kartpostal Kutsal Melekler Kilisesinin damgası­
nı taşıyordu. Kartta şunlar yazılıydı : «Pazar günü öğle­
den sonra dörtte gelip beni görür müsün?» J.J. Roche im­
zası vardı.
Kaşlarım hâlâ çatıktı ama içimin sıkıntısı geçmeye
başlamıştı, Kartı hızla ateşe attım.
Haminnem, önündeki işe pek dalmış görünüyordu
ama bir saniye sonra başını işinden kaldırmadan: «Demek
gitmeyeceksin öyle mi?» dedi.
İnatla başımı salladım.
Haminnemin dantel işi pek hoşuna gitmişe benziyor­
du. Ama sesi hâlâ ihtiyatlıydı.
—^ «Ya adam buraya gelirse? O zaman ben ne diye­
ceğim?»
— «Evde olmadığımı söyleyiver» diye mırıldandım.
Yüzüm kızarmıştı.
Haminnem başmı kaldırıp bana baktı. Hafif hafif
gülümsemeye başlamıştı. Ayağa kalkarken gülümsemesi
daha da arttı.
— zyo —

— «Sana biraz daha et vereyim, delikanlı.»


Haminnemin bu pohpohlayıcı tavn, kendimi toparla­
mama yardım etti. Bu uzaklardan gelen haber — o ateşli
geçmişimi bu şekilde adlandırıyordum — dopusunu söy­
lemek gerekirse beni pek şaşırtmıştı. Canon Roche’yi ger­
çekten çok seviyordum ve ona karşı pek kötü davrandığı­
mı hissetmiştim. Aynı zamanda dine karşı gururlu bir ilp-
sizlik göstermem de zaman zaman pişmanlık duymaktan
beni kurtaramamıştı. Ama şimdi bunlarla tasalanamaya-
cak derecede neşeliydim. Meseleyi hemen aklımdan çıkar­
dım. Biraz sonra da elimde çıkınımla Winton trenine ye­
tişmek için koşmaya başlamıştım.
Amacım, yolculuk süresince zihnimi kemirdi durdu.
Saat üçte Winton’a varınca, yeşil tramvaya binip Gillmore
Hill’e pttim. Burada da rüyalarımın kurşuni karaltısı
karşıma çıktı. Artık daha büyüktüm ve yolumdan kolay
kolay alıkonamazdım. Ama Üniversiteye girip de Zooloji
Bölümüne yaklaştığım zaman kalbimin hızlı hızlı attığını
hissettim. Burada yolumu iyice biliyordum. Gavin’le birlik­
te Marshall sınavlarına prdiğim zaman binanın dışını
dikkatle incelemiştim. Şimdi de o kocaman ve bomboş kon­
ferans salonunu uzun bir süre seyrettim. Sonra üzerinde
‘LABORATUAR’ kelimesi yazılı olan camlı kapıyı vur­
dum. Bir saniye sonra daha hızlı vurdum. Sonra da bana
cevap veren olmadıp için büyük bir cesaretle kapıyı itip
içeri girdim.
Uzun ve yüksek tavanlı bir odaydı burası. Pek çok
yüksek pencere sayesinde içersi güzelce aydınlanmıştı.
Alçak sıraların üzerinde sıra sıra mikroskoplar dizilmiş­
ti. Hepsi de Zeiss marka üçlü objektifi olan yeni model
mikroskoplardı. Her sırada meraklısının aklına gelebile­
cek, çalışması için gerekli olacak her türlü malzeme vardı.
Kocaman bir elektrik santrifüj koruyucu telinin altında
vızırdayıp duruyordu. Sıra sıra dizilmiş porselen tasların
yanında ne işe yaradıpnı bilmedipm acayip aletler vardı.
Odanm öbür ucunda uzun boylu, beyaz gömlekli bir ada­
mın deney farelerinin kafesindeki hayvanlarla meşguldü.
Paketi koltuğumun altında sıkı sıkı tutarak ağır
— 290 —

adımlarla ilerledim. Balsam, formalin ve keskin eter ko-


kusuyle sarhoş gibi olmuştum. İkindi güneşi bu kutsal
yere doluyordu. Ben adama yaklaşırken o da döndü, soran
gözlerle bana baktı.
— «Buyrun?»
— «Acaba Profesör Fleming’i görebilir miyim?»
Uzun boylu, elU yaşlarında kadar gösteren, sarımtı­
rak yüzlü, dağınık bıyıklı bir adamdı. Burnu uzundu. Çö­
kük yanaklarında derin çizgiler belirmişti. Kafesin başına
döndü, dikkatle bir kobay faresi aldı, sol elinin birinci ve
ikinci parmakları arasına sıkıştırdığı enjeksiyon iğnesini
hayvanın vücuduna batırdı, bulutlu görünüşte bir maxJ-
deyi hayvanın vücuduna zerketti. Bunu yaparken de ko­
nuştu; «Profesör burada değil.»
Birden şiddetli bir ümitsizlik benliğimi sardı.
— «Peki, ııe zaman gelecek?»
— «Cumartesi günleri buraya pek ender uğrar.
Drymen’dekj tatil evine gider.» Bir başka kobaya daha
iğnesi yapıldı ve kafese bırakıldı. «Pazartesi günü uğra­
yın.» ,
Artık iyice ümitsizliğe kapılnuştım. «Ben ancak cu­
martesileri dışarı çıkabiliyorum» diye bağırdım.
Hajrvanlara iğne yapma faslı bitmişti. Adam enjek­
siyon âletini yirmide bir nisbetindeki karbolik asit eriyi-
kine bıraktıktan sonra merakla bana baktı.
— «Size bir yardımda bulunabilir miyim? Adım
Smith. Buranın baş asistanıyım. Ne istiyorsunuz?»
Bir duraklama oldu.
— «Bir iş istiyorum.» Sırrını açıklayınca kalbim
müthiş bir hızla atmaya başlamıştı ama ben cesaretle söz­
lerimi sürdürdüm. «Burada, yani bu laboratuarda. Profe­
sör Fleming’in emrinde çalışmak istiyorum. Onu geçen
hafta Levenford’da gördüm. Zaten ben de oradan geliyo­
rum. Ne iş olursa olsun, razıyım... İşim sadece şu kobay­
ları doyurmaktan ibaret olsa bile razıyım.»
Asistan kuru kuru gülümsedi. Sadece yüzündeki o
ciddi ifade biraz değişir gibi oldu.
— 297 —

— «B u nları doyu rm a yız. Siz şim di ne y a p ıy orsu n u z?»


O na ne iş yaptığım ı anlattım , son ra içim i dök tü m ;
« A m a bu işden n e fre t ediyorum . İlm i sev iy oru m b e n ...
özellikle Z o o lo jiy i. E skiden beri sev erim ... Y ılla rca da
oku lda ve evde buna çalıştım . A h , bu rada bir ba şlan gıç ya-
pabilsem , zam anla çalışarak ilerleyeceğim e inanıyorum .
N e iş verilse razıyım , h afta d a beş şilin alıp y erd e yata bi­
lirim .»
Paketim i m asanın üzerine koydum . «B u örnekleri de
P r o fe s ö r F lem in g’e g österm ek için getirm iştim . R ica ede­
rim, siz bunlara b ir bakın. Y alan söylem ediğim i an laya­
caksınız.»
Beni reddetm ek üzereydi. U zun yüzü g en e k ötü bir
ifa d eye bürünm üştü. D erk en saate bir g ö z atın ca fik rin i
değiştirdi.
— «Ö yleyse yürü. Sterilizeri fişten çekin cey e kadar
on dakikam v a r.»
Beni sıralardan birinin önüne götü rdü . B ir tabu reye
oturdu, titreyen parm aklarla paketim in ba ğım çözü p kah ­
v eren gi kâğıdı açışım ı seyretti. T abii m eraklanm ıştım ,
am a h eves v e üm it de içim de da lga dalga kabarıyordu .
B u kuşkucu ve asık suratlı edam ı örneklerim le yola g etire­
bileceğim e inanm ıştım . E lim de ne kadar örn ek varsa h ep­
sini getirm iştim . A m a âdi örnekleri ona g österm ek zah­
m etine katlanm adım . D oğru d an d o ğ ru y a özel bulgularım a
geçtim . Özel H y d ra ’mı, sınıflandırılm am ış B r y z o a ’yı ve
eşi bulunm az Ste.ntor’ları gösterdim .
Sinirli bir tavırla on a örneklerim hakkında bilgi ve­
rirken kalın kaşlarının altından dikkatle örnekleri inceli­
yordu. B ir iki kez başını öne d oğru salladı, birk a ç kez de
iki yan a salladı. Slay kutum u açtığım zam an ilk kez ilgisi
a rta r g ib i oldu. Öne eğilip kutuyu elim den aldı. Slaydları
teker tek er kutudan çık arıp ışığa tuttu. Sonra da kem anı­
nı çenesinin altına yerleştiren u sta bir kem ancı edasıyle
m ik roskobu önüne çekti. Ben soluk alm aya bile kork a ra k
onu seyrederk en asistan da m ik rosk op altında slaydları
incelem eye koyuldu. E lleri lekeli v e kirliydi. B ilekleri ke­
mikli ve kıllıydı. F akat uzun parm akları g a y e t h assastı.
— 29 » —

yağlı slay d lan büyük bir ustabkla evirip çeviriyordu.


O değerli çalışm alarım ın ürününü incelemesi şaşıla­
cak kadar kısa sürdü, içlerinden üç tanesini ikinci bir in­
celemeden geçirm ek için ayırdı. Sonra doğruldu, bıyıklannı
okşadı.
— «H epsi bu kadar m ı?»
Sinirli sinirli; «E v e t» diye cevap verdim .
Tütün kutusundan biraz tütün çıkarıp kendine bir
sigara sardı. Masanın üzerinde duran Bunsan lambasm-
dan sigarasını yaktı.
— «Senin yaşındayken benim de böyle bir koleksiyo­
num vardı.»
B üyük bir şaşkınlık içinde adanun yüzüne bakakal­
dım. Ondan h iç de böy le bir söz beklem iyordum .
— «Slaydlarda belki pek başarılı değilsin am a Spiro-
g y ra ’da benden daha iyisin galiba. L on dra Politeknik oku ­
lunda P a x ton ’un gece kurslarına devam ettim. H a fta son­
larında da Surrey göllerinde örnek arayacağım diye ken­
dimi helâk ederdim. Y eni bir Cuivier olm aya çalışıyordum .
B u otuz yıl önceki hikâye. Şimdi halime bir bakın. Sıra işi
yapm aktan gına getirdim . H aftada elli papel alıyorum.
E vde bakım a muhtaç bir d e yatalak karım var.» D üşünce­
li düşünceli sigarasının dumanlarını içine çekti. «Tabii ar­
ka kapıdan öne ulaşmak istedim. Öma bana açık olan tek
kapı da buydu. Boşuna uğraşm a, çocuğum . E ğ er bir or­
duya albay olm ak istiyorsan o orduya er yazılma. H aya­
tım boyu nca laboratuar asistanı olarak kalm aya mahkû­
mum.»
içim in ezildipn i hisesttim . «A m a çalışm alarım ilerisi
için üm it vaadediyor değil m i? Slaydlanm m fena olmadı-
p n ı söylediniz ya.»
A dam omuzlarını silkti. «F en a değiller. Hele bunları
eski bir delik F rass bıçağıyle kesildiğini de hesaba k atar­
sak hiç de fen a sayılmazlar. > Y an gözle bana baktı. «G örü ­
yorsun ya her şeyi biliyorum . Ben de öyle çalışmıştım.
A m a şimdi elektrikle çalışan m ikrotom larım ız var.
E l işleri artık geçerli değil.»
M eraktan titriyordum , «H iç d e p lse laboratuarda bir
— 299 —

iş bulmamı sağlam az m ı? Siadn sözlerinize rağm en ben bu


işi istiyorum . Laboratu ar çırağı olm aya bile razıyım .»
K esik kesik güldü : «Sen R ou x eriyiki yapabilir m i­
sin ? Bu işi en iyi şekilde öğrenm ek için en az beş yıl çalış­
mak gerekiyor. Benim laboratuar çırağım ın altmış yaşında
bir adam olduğunu biliyor m usun? Rom atizm ası azdığı için
bugün ona izin verdim. «A dam m dudakları gülüm süyordu
am a gözlerinde acı ve üzgün bir ifade vardı. «E ğ er benim
sözüm ü dinlersen, delikanlı, hemen bu sevdadan vazgeç de­
rim. Bu işe kabiliyetin olduğunu inkâr etm iyorum . Fakat
para ve Üniversite diploması olm adan bu kapı senin yü ­
züne kapalı demektir. Onun için sen makinenin başına
dön, bunları unutm aya bak. Gemi mühendisi olm ak hiç de
kötü bir şey değil. E ski bir gem iyle dünyayı dolaşm ak için
her fedakârlığa katlanırdım .»
Bir sessizlik oldu. Mekanik bir tavırla, slaydlarım ı
kutulara yerleştirm eye koyuldum. Sonra hepsini güzelce
sarıp bağladım.
Ben işimi bitirdiğim zaman : «Canım , bu sözlerime
gücenm e» dedi, «ben senin iyiliğin için söyledim .» elini ba ­
na uzattı. «Güle güle, ve şansın açık olsun.»
Laboratuardan çıktım , boş, ıssız yolda yürüm eye baş­
ladım. Yusyuvarlak güneş batm aya başlamış, güvercin
kurşunisini kızıla boyam aya koyulm uştu. Tram vaya bin­
medim, P ark’ın karşısından yolum a devam ettim. Sert bir
rüzgâr, yere dökülm üş yaprakları okuldan çıkıp koşuşan
çocu klar gibi yollarda sürüklüyordu. O güzelim gurubun
farkm a varm adığım gibi görm edim de. içim deki kırgınlı­
ğın arasından garip bir öfke de benliğim i yakm aktaydı.
Sm ith’in bana anlattıklarına inanmak istem iyordum . H ep­
si düpedüz yalandı. Gelecek h a fta P rofesörü görm ek için
tekrar buraya gelecektim . İtirasım ı gerçekleştirm ekten hiç
bir kudret beni alıkoyamazdı.
A m a gene de içimden asistanın haklı olduğunu bili­
yordum . Katı konuşan, aksi bir adam olabihrdi am a iç­
tenlikle konuşmuştu. Düşündükçe bu bölüm e bir teknisyen
olarak girm em in hiç de pratik olm adığına iyiden iyiye
inanıyordum. Mesele bu düşünceye baba olabilmekteydi.
— 300 —
Bunun tek çaresi, ü cret ödeyen bir ö p e n c i olarak Üniver­
siteye girebilm ekti. Tabii bu da imkânsızdı. Beni en fazla
kıran da Sm ith’in örneklerim e gösterdiği ilgisizlikti. D o ğ ­
ru, bunları biraz övm üştü ama ben o sersem kafam la elim-
dekilerin çok daha değerli şeyler olduklarına inanmıştım.
V e adamın baştansavm a sözleri de bütün ümitlerimi yık­
m aya yetmişti. A cı bir rüzgâr, içim deki ateşi yelpazeliyor­
du. Garip değil mi, hiç de ümitsiz değildim, sadece yaralı
ve öfkeliydim . Şehrin merkezine vardığım zaman kolumun
altındaki paketin a ğ ır lip n ı daha fazla hissetm eye başla­
mış v e bu arada ani ve korkunç bir k a fa ra varmıştım .
Gene yenilgiye uğram ıştım. Demek o sevgili ilime asla hiz­
met edem emeye mahkûmdum. O halde ben de bu işi bütün
bütün kestirip atıverirdim .
Buchanan Caddesinden aşağı yürürken A rg y ll Cad­
desine çıkan pasaja p r d im . Bu caddede bir sürü küçük
dükkân vardı. Makine m odelleri satan küçük bir dükkânın
yanında a ra d ıp m ı buldum. Dükkâm n vitrininde yeşil bir
akvaryum un içinde bir kırm ızı balık yüzüyordu. A k varyu ­
mun yanında köpek bisküvitleri, karınca yum urtaları, bir
sürü fa re kapanı, kelebek kepçeleri, kauçuk eşya v e posta
pulları duruyordu. Kapısında da «TA B ÎA TÇ IO TN P A Z A ­
R I V E D E Ğ İŞ - D OK U Ş M E ŞH E R İ.»

İçeri girince k ü f kokularını içime çeke çeke, dükkânın


arka tarafındaki perdeli bölm eden u fak tefek bir adam çı­
kıp yam m a gelinceye kadar bekledim.
— «K oleksiyonum u satm ak istiyorum .»
Paketim i tekrar açtım . A m a bu kez, hiddetli parm ak­
larla yapıyordum bu işi.
Kutularımı tezgâhın üzerine sıralayınca: «H epsi de
güzel şeyler» dedim. «Şu böceklere bir baksanıza.»

— «Şim dilik böyle şeyleri jıek alm ıyoruz.» Adam ,


genizden gelen hırıltılı bir sesle konuşuyordu. Gözüne sık­
m a gözlüğünü yerleştirdikten sonra herşeyi dikkatli dik­
katli incelem eye kojmimuştu. Islak parm aklanyle herşeyi
birer birer tartıyordu.
işini bitirdikten sonra üzgün bir tavırla: «H ayır,
— 301 —
maalesef böyle şeyleri kim se alm ıyor» dedi. «H epsine 17.6
veririm .»
Övüngen bir tavırla : «Sadece şu sarı aeschııa tek ba­
şına bir pound eder» dedim. «L on d ra kataloglarında iyat
listesini incelem iştim .»
— «Burası L on dra değil. A rg y ll pasajı.» Adam ın sesi
çatlak çutlak çıkıyordu. Boğazında bir rahatsızlık vardı
mutlaka. Tavırları da pek ilgisizdi. «Benden bu kadar. İs­
ter alm ister bırakın.»
Daha da öfkelenm iştim . Birşey almakla satm ak ara­
sındaki farkı bilm iyordum . Beş yıllık çalışmanın karşılığı
17.6 olmamalıydı. O kayalıklarda, binbir tehlikeye göğü s
gererek, yağm ura, çam ura aldırmadan, geçe yarılarına
kadar uğraşarak topladığım örneklerin değeri bu olm am a­
lıydı. Bu, çok ağır bir hakaretti. A m a elimden ne gelirdi
k i?
— «A lacağım .»
Dükkândan elim boş çıktığım zaman kollarımda bir
h afiflik hissettim am a beynimin içi alev alev yanıyordu.
A dam ın bana verdiği bozuk paralar ve benim beş şilinim­
den geri kalan bozuklukla birlikte, toplam bir pouııd’dan
fazla param olmuştu. Saat altıydı ve şehir ışaklar içinde
pırıl pırıdı. Pervasızca eğlenm ek için yola düzüldüm.
Queen Caddesinin köşesinde güzel bir lokanta buldum.
B oh em havası vardı lokantanın, vitrininde de beyaz bir
balık, iki parça kırmızı et ve kocam an iki enginar, pek iş­
tah açıcı bir manzara yaratıyordu. Y aylı kapıdan içeri g ir­
dim. Y um uşak halıda yürüdüm ve kadife perdeyle ayrıl­
mış bölmelerden birine yerleştim.
E ski usul döşenm iş küçük faka t samimi bir yerdi bu­
rası. Pembe gölgeli lambalarla rom antik bir şekilde aydın­
latılmıştı. O U çan E kspres’in lokanta vagonunda gördü k ­
lerimi hatırlatıyordu bana. K ıvrık bıyıklı, beyaz önlüklü
garsonla konuşurken sinirlerim bozulm uştu. A m a kendi­
me böbrek çorbası, m antar soslu eskalop ve Napoli don ­
durm asından oluşm uş güzel bir yemek ısmarladım. Daha
sonra garson elime şarap listesini tutuşturdu. Solgun ama
kararlı bir halde, h a fifçe titreyen sesimle bir şişe Chianti
şarabı ısmarladım.
Yem eğim i ağır ağır yedim. Uzun bir süreden beri
böylesine zengin ve böylesine lezzetli bir yem ek yem em iş­
tim. Şarap ön ce dilimle yanaklarımı birbirine yapıştıracak
gibi oldu ama yavaş yavaş o h a fif ekşim si tadı hoşum a
gitm eye başladı. Hele o h er yudum da vücudum u kaplayan
sıcaklık beni adamakıllı zevklendirmişti. L okan ta pek de
kalabahk değildi. Perdeli bölm elerde ancak bir kaç çift
vardı. K arşım daki bölm ede, yakışıklı bir genç adam, şiş­
manca, esm er koket kılıklı bir kızı eğlendirm eye çalışıyor­
du. Onlar, başları birbirine iyice yaklaşm ış b ir halde, alçak
sesle gülüşüp konuşurlarken ben de karşıdan özlem dolu
gözlerle m anzarayı seyrediyordum .
H esap dokuz şilin tuttu. Bu, korkunç bir rakam dı ama
aldırmadım. Şarabı bitirdim, garsona bir şilin bahşiş ver­
dim ve adam m eğilerek beni selâmlayışını kıvançla sey­
rettikten sonra dışarı çıktım.
A m an ne muhteşem bir gece. Işıklar sokaklarda parıl
parıl parlıyor, hareket v e canlılık getiriyor. G ayet h oş ve
ilginç kimseler kaldırım larda dolaşayorlar. N ihayet yaşa­
m aya başlamıştım. Tutkum u göm m üş, özgürlüğüm e kavuş­
muştum. Gazete satan bir çocuktan, bir ‘Eveııing Tim es’
alıp, elektrik işaretinin altında eğlence sütununu inceleme­
ye koyuldum. Şehirde iki varyete gösterisi vardı, bir E d-
vvards müzikal kom edi vardı. «Tek Y ol» isimli temsilde de
M artin H arvey’in son gecesiydi. Bunların hiç biri bana
cazip gelmedi. Derken listenin sonunda «ik in ci Bayan
T anqueray» isimli oyunun bir repertuar tiyatrosu tarafın ­
dan oynandığını gördüm . Temsil, eski K raliyet T iyatro­
sunda oynanıyordu. K raliyet T iyatrosuna yürüdüm. Üst
balkondan bir bilet ahp içeri girdim.
G erçi çok okumuştum, ve Dublin’deyken annemin be­
ni ‘Cinderella’ tem siline götürdüğünü de h ayal m eyal ha­
tırlıyordum ama bu benim ilk gerçek tiya tro seyredişimdi.
Perde açıldığı zaman heyecanlandığım ı hissettim. Biraz
sonra da kendimi iyice oyuna kaptırmıştım , iş te benim
gözüm ün önünde canlandırm aya çalıştığım h ayat buydu,
insanların hep akıllıca lâflar ettikleri, cesur ruhların ha­
— 303 —
yatlarını bem beyaz s a f alevler içinde heba ettikleri dün­
yaydı aradığım. O bilgiye susam ış duygularım la her keli­
m eyi içiyordum .
Tiyatrodan çıktığım zaman kendim de değildim. Ben
de h ayata Uti elle sarılıp şim diye kadar yoksun kaldığım
zevklerini tatm ak istiyordum . Parlak ve cazibeli karaltılar
gözlerim in önünde belirmişti.
T iyatro erkenden boşalmıştı. Saat daha on buçuktu.
Sokaklar da eskisine g öre bayağı tenhalaşmıştı. Hattâ
ben James M eydanına doğru giderken yollar iyice boşal­
mıştı. Şehrin merkezinde küçük bir alan, Postanenin ışı-
ğıyle aydınlatılmıştı. B ir de ışıkları sabaha kadar yanık
kalan büyük m ağaza çevresini biraz aydınlatıyordu. Le-
wis, bilgiç bilgiç gülüm seyerek bana Jam es M eydanı hak­
kında bazı imalarda bulunmuştu. '
Meydanın geniş kaldırımında sinirli sinirli aşağı yuka­
rı gezinm eye başladım. K arşı cinsten birkaç kişi de benim
yaptığım gibi geziniyorlardı. Bazan sanki otobüs beklerm iş
gibi dalgın bir tavırla duralayıp çevrelerine bakınıyorlar­
dı. Bunlardan bir tanesi adamakıllı şişmandı. Her tarafı
dışarı fırlam ıştı. Tüylerle süslü büyük bir şapka giym işti.
Piyanoyu andıran bacaklarında da bağlı çizm eler vardı.

Yanından geçerken bana: «M erhaba, cicim » diye m ı­


rıldandı.
B ir başkası da zayıftı. E srarengiz bir şekilde yüzünü
tülle örtm üş, baştan aşağı siyahlar giyinm işti. H afifçe bir
ayağını aksatarak ağır ağır yürüyordu. Arasıra da mendi­
lini ağzına götürüp kesik kesik öksürüyordu. Bana öyle
bir gülüm seyiş gülüm sedi ki, kanımın donduğunu hisset­
tim. Şaşırmıştım. A y n ı zam anda meraklanmış ve sıkılmış­
tım. Benim kafam da canlandırdığım hayale benzeyen ya
da onu bir parçacık olsun hatırlatan birine rastlayam a-
mıştım. Belki de M eydanın ortasm a gidersem daha iyi bir
sonuç alabilirdim.
Caddenin karşı tarafın a geçtim . Heykeller ve taflanlı
yollarla süslenmiş bahçeye geçtim . Burasa daha karanlık
--

ve daha romantikti. Burada gezinenler de daha çoktu. Bir


kız yaklaştı. Karanlıkta vücudu pek körpe ve çekici görü ­
nüyordu. Yanım dan geçin ce ben de geri döndüm. O da
durup arkasına dönm üş bana bakıyordu. Onunla ilgilen­
diğimi görünce davet dolu bir baş sallayışıyle dönüp yürü­
m eye devam etti.

Dam arlarım a birden kan hücum etmişti. Bir saniye


durdum. A cab a dursa mıydım, yoksa kadm küçük bahçe­
nin çevresini dolanıp tekrar yanım a gelinceye kadar bekle­
mem mi gerek irdi? Yürüm eye devam edepse buraya dön­
mek zorundaydı. Y olun kenarındaki tahta kanapelerden
birine oturdum . Bütün vücudum titriyordu. Bir adam bana
seslenince. A n cak yanımda bir erkek sesi duyunca tahta
kanapede benden başka birinin daha oturduğunu farkede-
bildim.

-— «B ir sipsin var mı, arkada ş?»


Cebimi karıştırdım b ir paket sigara çıkardım. Sıra
arkadaşımın yaşlıca bir adam olduğunu karanlıkta zorluk­
la farkettim . Bunun da şans yüzüne gülm emişti. Asılında
tam bir sokak serserisiydi.

— «E ksik olma, arkadaş» dedi. «K ibritin yoktur her­


halde değil m i?»
Y apraksız ağaçların altmda telâşla bir kibrit çakıp
adamın sigarasına tutum. K ibritin alevi bir an için adamın
yüzünü aydınlattı, sonra söndü.

Uzun süre kanapede dim dik oturup bekledim. Adam a


kalan sigaralarım ın hepsini verdim, isteksiz isteksiz is­
tasyona doğru yürüdüm. Bacaklarım ın derm am öylesine
kesilm işti ki, ayakta zor duruyordum . Son trene zar zor
yetiştim.
K om partım anda yalnızdım. O turduğum yerden önüm ­
deki tahta bölm eye dalgın dalgın bakıyordum . H ayatta
tam m ânâsıyle mahvolm amış, hiç bir şey ama hiç birşey
kalmamıştı. K oleksiyonum u, evlâtlık hakkımı, bu uğurda
satm ıştım ...
Birdenbire gözüm kim bilir hangi muzip yolcunun del­
miş olduğu deliğe ilişti. U p a d ı p m yenilginin etkisiyle
yıkılmış, perişan b ir haldeydim am a gene de yerim den
kalktım. Sebebi m eçhul bir m erakla gözüm ü küçük deliğe
uydurdum.
Fakat öbür kom partım an da boştu, bom boştu.

B E ŞÎN C İ BÖLÜM

K ış rutubetli ve y a p ş iı geçiyordu. Şimdi h a fif torna


tezgâhında çalışıyordum . Döküm hanede kalm ayı da göze
a ld ıp m için makineyle yakından ilgilenm eye çalışıyordum .
Fakat zihnim darm adağınıktı. B oyuna yanlışlık yapıyor­
dum. Jamie’nin bana kızm aya başladığını da görüyordum .
A ralık ayının ortalarm a doğru bir gün elinde madeni
bir çubukla yanım a geldi. Kaşları çatılmıştı. Sert bir ses­
le : «B u raya bak, R obie» dedi. «K endini biraz toplaşan iyi
edersin.»
Kulaklarım a kadar kızardım. Jamie, şimdiye kadar
benimle h iç bu şekilde konuşmam ıştı.
— ^ «N e yaptım k i? »
— «Sekiz saatlik tam mesaiyi berbat ettin. Malzeme­
nin m ahvolm ası da caba.» Elindeki çelik çubuğu uzattı.
«Bunu iki num arayla yontm anı söylem iştim . Sen dört nu­
m arayı kullanıp herşeyi berbat etm işsin.»
Dikkatsizlik edip büyük bir hata yaptığım ı gördüm .
F akat buna üzülecek yerde içerlem eye başlamıştım. G özle­
rim i yere diktim :
— «Canım ne fark ed er? M arshall’lar bu yüzden iflâs
etm ezler y a ? »
Jamie sert bir sesle konuştu: «B öy le konuşulmaz. Bak
sana ihtar ediyorum , artık aklın beş karış havada dolaş­
m aktan vazgeç de adam olm aya çalış.»
Jamie birkaç dakika hararetli hararetli bana nasihat
verdi. Sonra öfkesini dağıttığına inanm ca yanımdan ay-

Yeşil Y ıllar — F : 20
nlm adan sert bir sesle: «Gelecek cumartesi bize yemeğe
gel» dedi.
— «Teşekkürler.» Geri dönmüştüm. Dudaklarım kı­
sılmıştı. Bembeyaz kesilmiştim. «Senin için birşey farket-
mezse, ben gelmemeyi tercih ederim.»
Jamie bir saniye kadar sessizce durdu, sonra yürüdü.
Jamie’ye müthiş kızmıştım ama asıl kendime kızmıştım.
Jamie’nin haklı olduğunu biliyordum. Orada som urtup du­
rurken yandaki tezgâhta çalışan Galt yanıma geldi.
— ^ «Herifçioğlunun sana kök söktürdüğünü gördüm.
Bu herife biraz fazla yüz verdiler gibim e geliyor.»
Galt, ne tür olursa olsun, otoriteye karşı gelmeye her
dakika hazırdı. Onun bana bu şekilde yaklaşmasında da
acemi bir işçinin kendisi gibi bir acemiye yaklaşmasını
sezinlemiştim. Birkaç gündür traş olmamıştı. Pek iğrenç
bir görünüşü vardı. Kendimi tutamadım.
— ^ «Am an, kes sesini.»
Kırgın bir halde geri çekildi: «Canım sen de bu işi bu
kadar büyütmeyiver. Bir daha sana iyi davranacak olur­
sam, iyice düşünmeden yapmayacağım bunu.»
îşim e devam ettim. Bundan sonraki günlerde daha
başarılı olm aya çahştım. Fakat herşey aksi gidiyordu.
Aletlerimi kullanırken pek dikkatsiz davranıyordum. So­
ğuk bir keskiyle baş parmağımı kesmiştim. Y a ra mikrop
aldı, apse yaptı. Haminnem, labayla apsejû indirmeye ça­
lıştı. Jamie’nin huzursuz bir halde sık sık bana baktığım
hissediyordum. Anlaşılan benimle konuşmak istiyordu.
Nihayet : «Elinin hali pek berbat» dedi. «B ir türlü
iyileşmiyor galiba.»
Soğuk soğuk : «Önemli bir şey değil» dedim. «Sadece
basit bir sıyrık.»
Bu bir türlü geçm eyen yaranm verdiği acı bayağı h o­
şuma gidiyordu. Kış günlerinin kasvetli gökyüzü gibi be­
nim de kafamın içi kapkaranlıktı. Alison, A rdfillan’a g it­
mişti. Benim sık sık yazdığım o ateşli mektuplara hiç ak­
satmadan cevap gönderiyordu ama mektupları hiç bir za­
man uzun olmuyordu. Postacı ondan mektup getir­
diği zaman yüreğim ağzıma gelir gibi oluyordu. Mektubu
alıp odama gidiyor, kapıyı içerden kilitledikten sonra tit­
reyen parmaklarımla zarfı açıyordum. Alison’un el yazısı
iri ve yuvarlaktı. Bir satıra ancak üç dört kelime sığdıra-
biliyordu. Meraklı gözlerim, iki sayfayı çarçabuk okuyu-
veriyordu. Alison, harıl harıl iki yeni şarkıya çalışıyordu.
Bunlardan birincisi Schubert’in «Standchen»i, öbürü de
Schumann’ın «W idm ung»uydu. Annesi ve Louisa’yla bera­
ber Ardfillan’daki özel havuzda paten kaym aya gitm işler­
di. Dr. Thomas, bir kez onları ziyaret etmişti. Bay Reid iki
kez uğramıştı. Herkes, Yeniden Buluşma Balosunu sabır­
sızlıkla bekliyordu. Acaba bu baloya gelmeye gayret ede­
mez m iydim ? Mektubu defalarca ama defalarca baştan
sona kadar okudum. Benim özlemini duyduğum kelimeler
bu mektupta yer almamıştı. Hemen oturup cevabımı yaz­
maya koyuldum. Ona içimi dökmem gerekti.
Noel’den bir hafta kadar önce, yemek paydosunda
Lewis bana yaklaştı.
— «Bak ne diyeceğim, Shannon. Gelecek cumartesiye
Ardfillan’da dansh toplantı var. H iç de kötü olmasa ge­
rek. İstersen birlikte gideriz.»
Vurdumduymaz görünmek içn bir lokma ekmekle
peynir attım ağzıma. «Maalesef ben dansetmesini pek bil­
mem.»
— «Canım boş v er... Kızlarla oturursun sen de. Ben
genellikle öyle yapıyorum .»
— «Gidebileceğimi sanmıyorum.»
îy i niyetli, dostça tavrıyle beni kandırmaya çalıştı.
«Bak gerçekten önemli bir olay bu. St. Bride’ın Buluşması.
Pek çok güzel kız gelecek. B üfe de mükemmel olacak. B a­
na birkaç bilet gönderilmesini sağladım. Gerçekten gelme­
lisin bu dansa.»
Duygularımı açığa vurmamak konusundaki kararlılı­
ğıma rağmen dayanılmaz bir duygululuk benliğimi sarm ^-
tı. Giyecek elbisem de yoktu. Dausedemiyordum. Benim
gitmem imkânsızdı. Lew is’in sevimli ve dostça tavırları,
iyi niyetle beni kandırmaya çalışması, hepsinden önemlisi
dansh toplantıya hayatın diğer güzel şeyleri gibi önem
vermemesi benim üzerimde çok k ötü bir etki yaratm ıştı;
— 308 —
«Hepsine lanet olsun... Beni rahat bırakam az n usm ?»
L ew is şaşkın şaşkın bana baktı sonra om uzlarını sil­
kip yanımdan asnuldı. H em en kendimden utanmıştım. Bü­
tün gün de gözlerim i m akineden h iç ayırm adım . îçim buz
gibi olmuş, âdeta hastalanmıştım.
Cumartesi akşamı, beşte A rdfillan ’a hareket eden
işçi trenine bindim. Bir kaç saat, kış fırtınasıyle süprülen
boş sokaklarda dolaştım durdum. B oş ıssız meydanındaki
bando yerinde paltom un yakasını kaldırmış dururken Ga­
v in ’in hayali karanlığın içinden gözlerim in önünde beliri­
verdi... îş te burada panayırda birbirimizden hâlâ ayrıl­
m am aya yemin etmiştik. H em de çok kısa bir süre ön ce...
O ysa sanki bir h ayat boyu önce gibi geliyordu. Şimdi Ga­
vin yoktu, ben ise ümit ve cesaretle dopdolu dünyayı fe t­
hetm eye karar verdiğim iz o kutsal yerde yapayalnız duru­
yordum.
Saat sekize doğru Belediye Binasınm yolunu tuttum.
D ansa gelen önemli kişileri görm ek için binanın önünde
toplanan k alaba lıp n arasına kanştım . Bir güzel yağm ur
atıştırm aya başladı. Hemen biraz sonra da arabalar ve
m otorlar gelm eye başladı.
Çoğunluğunu hizm etçilerin m eydana g e tir d ip m erak­
lı gruplarm ın arasına gizlenip konukların Belediye Binası­
na gelişlerini m erakla seyrettim . H epsi de gülümseyen,
mutlu görünüşlü kimselerdi. Kadınlar tuvalet py m işlerd i,
erkekler kuyruklu ceketler, v e beyaz kravatlarla pek şık­
tılar. Levvis’in de içeri p r d iğ in i gördüm , ik i dirhem bir çe­
kirdekti. B ir saniye sonra da R eid’in toplu vücudunun
m erdivenlerden y u k a n telâşla çıktığını hayretle gördüm.
N ihayet, kısa bir beklemeden son ra A lison ile annesi de
göründüler. Louisa v e Bayan M arshall’ın da bulunduğu ka­
labalık bir davetli gru bu yla beraberdiler. A lison ’u bem be­
yaz elbisesiyle, sevinç v e heyecandan parlayan masum
yüzüyle görü nce kalbim duracakm ış p b i oldu. Louisa’yla
konuşurken gözleri parıl p a n l parlıyordu. A lison binaya
g irip gözden kaybolunca, orkestram n sesi kulağım a geldi.
Kalbim göğsüm ün içinde paralanacak g ibi oldu. Ellerimi
ceplerim e sokup yum ruklarım ı sıktım, v e hızlı adımlarla
oradan uzaklaştım. K ırkbeş dakika tren beklemek zorun­
daydım . istasyon a yakın süfli bir sokakta, alamünit y iye­
cek satan bir dükkâna girdim . Ö ğle yem eğinden beri ağzı­
ma birşey koym am ıştım . Kendime iki penni’lik patates kı­
zartm ası ısmarladım. O küçücük karanlık dükkânda tah ­
ta sıralardan birine iki büklüm oturm uş önüme konan ta ­
baktaki patatesleri elimle sirkeye banıp ağzım a atıyor­
dum. K eşke sarh oş olabilseydim. Ijüce adileşebilseydim.
Pazartesi sabahı D öküm hanede makine dairesine g i­
derken Lew is ile karşılaştım . Birdenbire durup ona g ü ­
lümsemek geldi içimden. A m a öyle özür dilemek istercesi­
ne değil de, zamane insanının pervasızlığıyle yapm ak isti­
yordum bunu.
— «H ey, buraya bak, ahbap» dedim, «G eçen h afta
kaba davrandığım için üzgünüm. Cumartesi gecesi iyi eğ­
lendiniz m i?»
Kuşkulu kuşkulu cevap verdi : «E h, işte eğlendik sa-
yıhr.»
Gülüm semeye devam ettim ; «M esele şu. Bir hanımla,
yani W in ton ’da tanıştığım genç bir dulla önem li bir ran­
devum vardı. Beni zorla bu randevudan vazgeçireceksin
diye sana karşı sert davrandım .»
Levvis’in yüz hatları yum uşadı: «U lan eşşek, bunu ni­
ye vaktinde açıklam adın?»
Güldüm. B ilgiç bilgiç başım ı salladım.
— «A h , seni talihli şeytan seni.» K ıskanç bakışlarla
beni süzdü. «A rdfillan ’da böyle şeyler yok ki. H erkes g a ­
yet derli toplu ve namuslu. Gelmemekle akılhlık ettin.»
Bu âdi yalan o an için beni neşelendirmişti. A m a çok
geçm eden de içim i b ir tiksinti kapladı. H er zamankinden
daha fazla içine kapanık oldum. A rtık kim selerle konuş­
muyordum. Yalnızlığı bir m eziyet saym aya başlamıştım.
K ate beni evine çağırdığı zamanlar da hep bir bahane u y­
duruyordum . R eid’i g a y et az görüyordum . B ir karşılaş­
mamızda bana bakıp tu h a f tu h af gülüm seyerek şöyle
dedi : «B en senin iyiliğin için elimden geleni yapıyorum ,
Shannon.»
— ^ «N e bak ım dan ?» diye sordum.
— «Seni kendi haline bırakıyorum.»
Yürüdüm geçtim. Söyleyecek söz bulamamıştım. Ölü
gibi yorgundum ve herşeyden bıkmıştım. Garip değil mi,
bu arada güvendiğim, anlayış beklediğim tek insan da Ha­
minneydi. Belki de onun kaya gibi sağlam oluşuna kapıl­
mıştım. Oysa Dedem, rüzgâra kapılmış bir saman çöpün­
den başka birşey değildi. Onu belirli bir yere bağlayacak
köklerden yoksundu. Haminnem, ailesinin çok derinlere
inen köklerinden güç ahyordu. Geceleri geç saatlere kadar
mutfakta oturup onunla gevezelik ediyordum. Haminnem
bana gençlik günlerinin anılarmı anlatırdı hep. Babasının
Ayrshire’daki çiftliğinden, orada nasıl peynir yapıldığın­
dan, tarlalarda çalışan işçilere fırından taze çıkmış ekmek­
leri nasıl dağıttıklarından, patates toplayıcılarmı nasıl
seyrettiklerinden söz ederdi. Yavaş yavaş onun çiftlikteki
günlerinden kalma alışkanlıklarını da sezinlemeye başla­
mıştım. Örneğin çorbasından bezelye tanelerini ayınp da­
ha sonra biber ve tuz ekerek bunları yediğim görmüştüm.
Köylülere özgü inanç ve deyişleri de hiç unutmamıştı. Bun­
lan her fırsatta kullamyordu. Otlarla ilâç kaynatmaya da
hâlâ pek düşkündü. Aileyle ilgili tarihleri aklında tutmuş­
tu. Dantel tığıyle hâlâ son derece değişik ve gübel dantel
örnekleri işleyebiliyordu. Başlıklanm ve elbiselerinin kol-
lanyle yakalannı bu güzel dantel örneklerle .süslemeyi âdet
eduımişti. Bu da ona bir yenilik, gençlik veriyordu. Ha­
minnem bana durmadan onun ailesinde herkesin uzun
ömürlü olduğunu, annesinin doksanaltı yaşına kadar sa­
pasağlam yaşadığım tekrarlardı. Kendisi de aile rekorunu
sürdüreceğine inanıyordu. Sık sık da içini çekerek De­
demle arkadaşı Bayan Minns’tn çarçabuk yaşlanıp buna­
ma derecesine varmalarından yakınıyordu.

Noel enikonu yaklaşmıştı. Kasabadaki dükkânlar renk


renk kâğıtlarla süslenmişti. Bayramlar Lomond View da
pek önemli bir değişiklik yaratmazdı. Haminnem Noel ge­
cesi kilisedeki âyine giderdi, Kate belki erikli pastadan
bize de yollardı. Dedem baskı altmda tutulmazsa, Noel ge­
cesi ayık durmazdı. Ama gene de Noel yaklaşırken ben
içimde garip bir huzursuzluk, hissetmeye başladım. Bunu
yenmek için de kasaba kitaplığından aldığım kitaplara iyi­
ce dalmaya çalıştım. Geceleri genellikle öyle yorgun olu­
yordum ki daha kitabı açar açmaz gözlerim kapamveri-
yordu. Lamba sönüp de duman çıkartmaya başlayınca is
kokusu burnuma kaçıyor ve birden sıçrayarak uykumdan
uyanıyordum. Ama Pazar günlerim çoğunlukla yatağımda
geçiriyordum. Çekof, Dostoyevski, Gorki ve diğer Rus ya­
zarların eserlerini okumaya dalıyordum. İlk günlerde ro­
mantik eserlere olan tutkum kaybolmuştu. Artık daha
gerçekçi eserlerden hoşlanıyordum. Aym zamanda felse­
feyle de zihnimi büsbütün karıştırmaya başlamıştım.
Descartes, Hume, Schopenhauer, ve Eergson’u okumaya
çalışıyordum. Bunlan anlayacak durumda değildim ama
edindiğim bilgi kınntısı benim dine olan inancımı sarsma­
ya yetmişti. Kutsal duygulara artık turun kıvınyor, du­
dak büküyordum. Bir ilim adamı için dünyanın bir gecede
yaratılıverdiğine inanmak gerçekten güçtü. İnsanın ça­
murdan yaratıldığını, kadının bir kaburga kemiğinden
şekil aldığını düşünmek bile gülünçtü. Cennet Bahçesinde,
Havva’nın o sırıtan yılamn yanında yasak elmasını yeme­
si de eğlenceli bir peri masalıydı. Eldeki delillerin hepsi de
hayatın oluşunun bambaşka sebeplere dayandığmı gösteri­
yordu: en basit yapıdaki yaratığın milyonlarca yıl süren
değişimiyle dünyanm ve üzerinde yaşayan yaratıklarım
oluşumu sağlanmıştı. Amiplerden sürüngenlerin, bunlar­
dan kuşların ve nihayet memelilerin yaratılışı gerçekten
ilginç bir oluşum dizisi meydana getiriyordu.
Hayallerim paramparça olduktan sonra güzellikte te­
selli aramaya başladım. Kasabanm kitaplığından ünlü res­
samların eserleriyle ilgili kitaplar aldım, onların ölümsüz
eserlerinin renkli reprodüksiyonlarını dikkatle inceledim.
Daha sonra Emprezyonist ressamları incelemeye koyul­
dum. Onların renk ve şekil anlayışı pek hoşuma gitmişti.
Akşamlan işten dönünce mavi kestane ağaçlarının meyda­
na getirdiği dorumsu gölgeleri ya da Ben’in arkasmda be-
liren h a fif sa n m sı ışık kırıntılarını seyre dalıyordum . B u­
dala, Gençliğin o yeşil hastalığının pençesinde kıvrım kıv­
rım kıvranan budalanın biriydim . O günlerde Ben benim
için hayatta erişilm eyecek amaçların sim gesiydi. Zirveye
varam am ışsam bile hiç değilse eteğinde kalıp gücenik bir
tavırla tehditler savuruyordum y a ...
Şimşeği, gökgürültüsünü v e herşeyi inkâr etmeme
rağm en N oel günü pek sıkıntılıydım. Bir gece önce, K ate’­
in küçük oğluna bir hediye alıp Barloan’a gitm iştim . K ü­
çük oğlanın çorabının hediyeyle doldurulmasına katkıda
bulunmak istiyordum . A m a içimden, Noel yem eğine d a ­
vet edilmeyi beklediğim de bir gerçekti. F akat ben eve g it­
tiğim zaman hiç biri yoktu. H ediye paketimi kapının tok­
mağına bağlayıp geri döndüm. N oel’de aldığım kartlar
arasm da M anastırdaki rahibelerden gelen bir kart da v ar­
dı. Buna bakıp gülümsedim . A m a üstünlük duygum beni
daha mutlu etmedi. Saat bire yaklaşırken aşağıdaki o can
sıkıcı sofra y a daha fazla dayanamadım. K asketim i ahp
dışarı çıktım . •
Kasabada dolaşırken kurşuni sokaklar bom boştu.
L even ford’da insanın doğru dürüst yem ek yiyebileceği bir
lokanta yoktu. N ihayet çaresiz kalınca F itter’in Barına
gittim . Burada bira içtim biraz peynirle ekmek yedim. Bu
soğu k ziy afet de neşesiz evdeki sofra y a dönmek isteğini
kamçılamadı. Benim odam da şöm ine bile yoktu.
Halk K itaplığı saat ikiyle üç arasm da açıktı. N oel gü ­
nü resmi tatil sayılm adığı için kitaplık da açıktı. Kitaplık
sıcacıktı. Orada bir saat kadar kaldım, okum ak için bir
başka kitap daha aldım. Sonra da evin yolunu tuttum.
H a fif bir sis bastırm ıştı. A kşam olm ak üzereydi. Cha-
pel Sokağından geçerken uzun bir karaltının bana yaklaş­
tığını görm edim bile. Fakat yanım da şem siyenin tak tak ­
larım duyar duym az, bana yaklaşan karaltının kim liğini
tahmin ettim . D oğrusu pek şaşırmıştım.
Canon R oche, dostça bir sesle kon uştu : «V a y, sen
misin, Shannon? K ış için dünyaya döndün mü diye merak
ediyordum ben de.»
Sustum. Benim gibi bir insan olan v e h iç bir sihirli
0X0

kuvvete sahip bulunm ayan bu adam dan korkm am ın g e­


reksiz olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyordum .
— ^ «D rum buck T oli’da bir h astaya gidiyorum . Sen de
o ta ra fa mı g idecektin ?»
— «E vet. E ve gidiyorum .»
Bir duraklam a oldu.
— «G eçen h afta sana gönderdiğim belki de postada
kaybolm uştur. Postane kartpostallara önem verm iyor.
Bir meslektaşım bana konuk olmuştu. B rezilya’dan gelen
G üney Am erikalı bir papazdı konuğum. Senin tabiat bil­
gisiyle yakından ilgilendiğini bildiğim için belki onunla ta-
m şıp konuşmak istersin diye düşünm üştüm.»
— «T abiat bilgisine olan ilgim i kaybettim .»
— «Y a a.» Karanlıkta, kaşlarını kaldırdığını tahmin
ettim . «D em ek bu da gitti h a ? Kuzum, enkazdan h iç kur­
tulan oldu mu, söyler m isin?»
Başım önüm de yürüm eye devam ettim.
Canon R oche, koltuğum un a lto d a k i kitabı çekti aldı:
«N eym iş bu bak ayım ? ‘K aram azof K ardeşler’ h a ? H iç de
fen a değil. A loysh a’y a dikkatini çekm ek isterim, için de
hiç değilse bir parça inanç besleyen bir delikanlıdır o.»
K itabı bana geri verdi. B ir kaç dakika hiç konuşm a­
dan yürümemize devam ettik.
— «Sevgili yavrum , sana n e oldu b ö y le ?»
Sesinin tonundaki değişiklik beni şaşırttı. Tanrıdan
uzaklaştığım için sert bir dille azarlanacağım ı ummuştum.
A m a adamın sesindeki yum uşaklık gözlerim i yaşarttı. A l­
laha şükür, ortalık karanlıktı da benim bu halimi görem e­
mişti.
— «H iç birşey olm adı.»
— «Peki, öyleyse niye eskisi gibi bana u ğram ıyor­
su n ? Hepim iz seni çok özledik. Rahibeler de.. A m a özellikle
ben çok özledim.»
Bütün kuvvetim i topladım. Bu adamın karşısında
süklüm püklüm ve güçsüz durm ayacaktım . K afam da ne
gibi değişiklikler olduğunu öğrenm esini istiyordum .
— «A rtık Tanrıya inanmıyorum. H erşeyden vazgeç­
tim .»
Sesini çıkarm adan beni dinledi. H a ttâ sessiz sedasız
yürüm esi o k ada r uzun sü rdü ki, ben de m eraklanıp yan
gözle yüzüne baktım .
Z a y ıf, y org u n görünüşlü ve kırgın b ir yüzdü bu. B ir­
denbire Canon R o c h e ’un da kendine g ö re bazı dertlerinin
bulunabileceğini düşündüm . O ysa şim diye kadar bu h iç
aklım a gelm em işti. B enim sözlerim le üzüntülerinin daha
da artabileceğin i aklım a g etirin ce büsbütün üzüldüm . C a­
non R och e, birdenbire gözlerini ileriye dikerek kendi ken ­
dine k on u şu yorm u ş g ib i m ırıldanm aya ba şladı:
— «T a n rıy a in an m ıyorsu n ... M a n tığ ın -za ferin i elde
ettin ... E h , bununla böbürlenm ene de h iç şaşm am alı.»
D urdu. «P eki, am a sen T an rı hakkında ne b iliy orsu n ? B en
ne b iliy oru m ? K ork a rım ki cevabım k oca m a n bir ‘h iç ’
olacak. T an rı asla sırrı çözülm eyen bir m eçh u ld ü r... A n la ­
şılm asına im kân y o k tu r ... în sa m n d u y g u la n h iç b ir za­
man on a erişem ez... Onun ta rifin i yapam ayız, bize k arşı
tutum unu d a kendi kurallarım ıza u ydu rarak m ânalandıra-
m ayız. in a n bana, Shannon, T a n n y a b ilgi y olu yla yaklaş­
m ak, çılgınlıktır. Bizim T a n rıya karşı işlediğim iz en b ü yü k
su ç da, on a k ö rü körü n e inanm ak v arken bu da laca ta r­
tışm alara girişm em izdir.»
Canon R och e, sözlerini bitirm eden ön ce kısa b ir süre
sessiz yürüdü. D ru m buck yolunun köşesin e v arm ak üze­
reydik. Canon R o ch e tek ra r kon uşm aya ba şlad ı: «S en bel­
ki T a n rıyı araım yorsun du r, R ob ert am a O seni arıyor. V e
m utlaka da seni bulacak tır, sevgili yavrum . Sonunda seni
m utlaka bu la ca k .»
K arm akarışık d u ygu lar içinde L om o n d Vievv’y a y ü ­
rüdüm . iddialarım da ısra r ettiysem , bundan g u ru r du y­
m alıydım . tnsam n kendine g ö re ba zı inançlar beslem esi bir
cesaret işiydi. O ysa tam tersine ben adam akıllı sarsılm ış­
tım , k ork u y ord u m ve içim de kork u n ç bir utanç duygu su
belirm işti.
E ğ e r Canon R och e, ben i kan dırm ak için m esleğinin
h er zam anki silâhlarm ı kullansaydı. Şeytanın kötülükle­
rinden vesaireden sözetseydi, kendim i haklı bulacaktım .
Onun söy ley eceğ i b ir tek düşüncesizce seçilm iş söz, onu
m ahkûm etm eye yetecekti. B enim du ygu larım la oynayıp ,
acıklı hik âyeler anlatsaydı, belki ağlardım am a onu asla
affetm ezdim .
F ak a t Canon R och e, bunları yapacak yerde, kendi si­
lâhım la v u rm a ya kalkışm ıştı. V e g a y et sakin b ir tavırla
b ir h iç olduğum u anlatm ıştı. Peki, y a gerçek ten o üstün
yaratık v a rsa ... O zam an ben n e kom ik görü necektim .
Ona m eydan oku m aya kalkışan bir zerreden ibaret ola­
caktım . K im bilir ne a ğ ır cezalara ça rp tırıla ca k tım ... T an ­
rıy ı inkâr ettim d iye ne korku n ç işkenceler çekecek tim ?
O anda yere diz çök ü p T a n rıya yakarm ak geldi içim den.
F ak a t inatla bu isteğe karşı koydum . F arkına varm adan
adım lanrm sıklaştırm ıştım . L om on d V iew ’nun k araltısı
karşım da b elird iği zam an k ork u n ç bir keder benliğim i
sarm ıştı. İçim den «E h T a n n m » d iy e söylendim . «E ğ e r
g erçek ten b ir T a n n v a r s a ... B ana bağışladığın bu N oel
nedir b ö y le ? »

ALTINCI BÖLÜM

M ayıs ayında m evsim siz don oldu, son ra d a buzlar


eriyin ce h er ta ra f çam u r deryasın a döndü. A m a tatilden
iki h a fta ön ce bir akşam çam u r v e eriyen karlara b a ta ç ı­
k a işden ev e dönerken yaklaşan ilkbaharın kanım ı k ay n at­
tığını hissettim . A lison eve dönm üştü. Tatilde de A rd en -
caple’a gitm eyi k ararlaştırm ıştık. B u g eziy i sabırsızlıkla
bekliyordum .
L om on d Vievv’d a m u tfa ğa g irer g irm ez evin için de
birşeylerin döndüğünü sezinledim . H am innem , bitkin bir
h alde m asanm başına oturm uştu. B a ba da elini onun om u ­
zuna koym uş, kadıncağızı y atıştırm aya çalışıyordu.

Baha beni g örü n ce doğruldu, tasalı tasalı yüzüm e b a ­


k a ra k : «Y em eğin i kendin al, R o b e rt» dedi. «S oph ie g itti.»
B u h aberi ben h iç de önem sem edim . Y em ek tasım ı
bîr kenara bıraktım . M usluk başında elimi yüzümü yıka­
yıp g eri döndüm. Fırm dan sıcak tabağım ı alırken hamin­
nem bana B aba’mn bu derece üzgün görünm esinin sebe­
bini açıkladı.
— «O na elimden geldiği kadar iyi davrandığım halde
bir haber bile verm eden çekip gitm esi çok garip. Anlaşılır
gibi değil.»
Baba yum uşak bir sesle : «Canım ergeç bir başkasını
buluruz. H em o kız da pek sa k ard ı... üstelik çok da boğ az­
lıydı.»
Haminnem diklendi ; «Bütün işi ben tek başıma ya­
pamam ki.» *
— ^ «R ob ie’yle ben sana elimizden geldiği kadar yar­
dım ederiz. Ben kendi yatağım ı düzeltirim. Zaten ev işle­
rine de pek m eraklıyım dır.»
Baba’nm hizm etçi m asrafından kurtulduğuna pek se­
vindiği belliydi. Yenisini bulm a işini geciktirm ek için de
elinden geleni yapacaktı.
Yem eğim i bitirdikten sonra Ham innem e yardım olsun
diye yukarı çıkarken Dedemin ekm eğim , peynirini ve ka­
kaosunu götürdüm . Odasının kapısını açıp da tepsiyi içeri
götürdüğüm zaman Dedem ölgün bir ateşle yanan şöm ine­
nin başında oturuyordu. Üşüm esin diye paltosunu sırtına
almıştı.
— «E k sik olma, R ob ert.» G ayet sakin bir sesle ko­
nuşuyordu. «Sophie n erede?»
— «G itm iş.» Tepsiyi Dedemin önüne bıraktım . «K im ­
seye haber verm eden gitm iş.»
— «V a y v ay..» Şaşkın ve biraz da k ırgm bir ifadey­
le başını kaldırıp bana baktı. «Sen beni şaşırtıyorsun. Şu
insanların ne düşündüklerini, ne yapacaklarını anlamaya
artık im kân yok .»
— «B u iş kötü oldu.»
Dedem beni doğruladı : «G erçekten öyle. Kızdan ba­
yağı hoşlanm ıştım hani. Çok itaatli ve gençti.»
Dedemi böyle sakin bir halde bulmak içimi biraz fe ­
rahlatmıştı. Bu g ece biraz daha çökm üş gibi göründü g ö ­
züme. Belki hava dokunmuştu. Ekm eğini kakaosuna ba ­
nıp yerken ben de durup onu seyrettim.
— ' «B acağın nasıl old u ?» diye sordum. Son zaman­
larda yürürken sol ayağını sürüm eye başlamıştı.
— ^ « iy i iy i... Sadece biraz incinmiş. Benim yapım çok
sağlam dır, R ob ert.»
E rtesi sabah Döküm hanede Sophie’nin babası G alt’ın
bana garip garip baktığını farkettim . Y eni bir jen eratör
üzerinde çalışıyorduk, bu yüzden G alt da sık sık öte beri
istemek için benim bulunduğum bölm eye geliyordu. Ja-
mie’nüı, bölm enin öbür ucunda bulunduğu bir sırada yan ı­
ma yaklaştı.
— «P aydosta seninle biraz konuşm ak istiyorum » de­
di.
Adam ın renksiz, traşı uzamış yüzüne sıkmtıh sıkmtıh
baktım.
— ^ «Benim le ne kon uşacaksın?»
— «Son ra söylerim . F itter’ın b a n n d a bekle beni.»
Bu daveti, reddetm em e fırsa t kalmadan Jamie yanım ı­
za yaklaştı ve G alt da yerine döndü. Şaşırm ış ve biraz da
kuşkulanmıştım. Bu adam benden ne isteyebilirdi? K en­
dikendim e randevu yerine gitm em eye karar verdim. A m a
saat altıyı beş g eçe sıkıntılı bir merak içinde Döküm hane­
nin hemen karşısındaki B ara girdim . G alt salonun kuytu
bir köşesinde küçük bir m asaya yerleşmişti. B ar henüz
boştu. A k şam hazırhğı tamamlanmamış, ışıklar yaküma-
mıştı.
G alt beni h a fif bir gülüm sem eyle karşıladı. «N e içer­
sin ?»
Başım ı salladım, «Benim acelem var. Senin derdin
nedir söylesene.»
— «Ö nce bir yarım çekeyim de son ra konuşuruz.»
G alt böy le dedikten son ra içkisini ısmarladı. Kadeh m a­
saya bırakıldıktan sonra konuşm aya başladı. «Benim Sop­
hie hakkında görüşm ek istiyorum .»
Ö fke içinde kızardım : «Bunun benim le h iç bir ilgisi
y ok .»
Galt, düşünceli düşünceli viskisini yudumladı : «B el­
ki de gerçekten seninle ilgisi yoktur. A m a mesele duyulun­
ca büyük bir skandal çıkacak.»
Sanki yüzüme bir kova dolusu su atmış gibi oldum.
Şaşırmış ve aptallaşmıştım . Garip bir ön seziyle iliklerime
kadar titredim.
Galt, başıyle karşısındaki b oş iskem leyi işaret ederek
«O tur şu raya» dedi, «pek de öyle jm kardan bakma. Ben
bir yarım daha söyleyeceğim . Tabii senin için bir sakınca
yoksa.»
— «Canın istiyorsa bir bütün g etirt» diye mırıldan­
dım.
İkinci içki geldiği zam an G alt: «Sıhhatine» dedi.
Y arım saat sonra D rum buck yolundaydım . Yüzüm
bem beyazdı, içim öfk e v e üzüntüyle dopdoluydu. A tkesta-
nesi ağaçları yapraklarım açm aya başlamışlardı ama ben
onları görem iyordum . E ve varınca merdivenleri çıktım
doğruca. Dedemin odasm a girdim , kapıyı arkam dan ka­
padıktan son ra yaşh adamın karşısına dikildim. Ben içeri
girince o da elinde m ektupla ayağa kalkmıştı.
N eşeli,v e hevesli b ir tavırla: «Bak, R ob ie» diye mı-
nldandı. « ^ n yarışm ada bir teselli arm ağanı kazanmışım.
Renkli bir kalem kutusu v e b ir de ‘G ood W ork s’ (îy i İşler)
isimli kitabın ciltli bir nüshasm ı yollam ışlar.»
A c ı acı söylendim : «A h sen v e senin o T yi işlerin yok
m u ?» B irden hırsla. D edem i ittim, kitapları, kâğıtları ora­
ya bu raya dağıldı.
Dedem şaşkın şaşkm bana bakıyordu.
— ^ «N e old u ?»
— «B ilm iyorm uş gibi davranm a.» Öfkeden çok, içim ­
deki üzüntü sesimin tonunu değiştirmişti. «B ana verdiğin
onca sözden sonra bunu mu y apa ca k tın ?... Sanki benim
kiendi dertlerim bana yetm iyorm uş gibi b ir de bunu mu
çık aracak tın ?... A h , A llahım bu bardağı taşıran son damla
o ld u ...»
D edem başm ı sallamaya başlam ıştı: «B ir şy anlamı­
yorum .»
Y anm a gittim . Dedem i tutup sarstım : «Ö yleyse iyice
düşün bakalım. Sophie bizden niye ayrıldı düşün baka­
lım.»
Dedem, gözlerinde boş, anlamsız bakışlarla benim
sözlerim i tekrarladı. Sonra yüzü biraz aydm lanır g ib i oldu.
Merakı, şaşkınlığı geçm iş gibiydi. Tıpkı, kayadan su fış ­
kırtan M usa peygam ber gibi kolunu havaya kaldu-mıştı.
— «R ob ert, yem in ederim ki, onunla h er zaman iyi
geçinen iki dosttuk. Bundan başka birşey yoktu.. H iç bir­
şey y o k tu ...»
Üzüntüden boğulacak p b iy d im : «G erçekten öyle
m i?» diye sordum. «Buna inanacağım ım ı sanıyorsun...
Senin geçm işini bilen biri buna inanır mı h iç ? » D edem su ç­
lu görünüyordu. «B u kez kendini içinden çılkılm az b ir hale
getirdin. A rtık seninle hiç bir şekilde ilgilenm eyeceğim .
N e halin varsa g ör.»
Döndüm, onu odada bırakıp d ışa n çıktım. A kşam y e­
m eğim i yerken bu yeni korkuyla yüreğim burkulmuştu.
İlerde nelerle karşılaşabileceğim izi kestirm eye çalışıyor­
dum. Bir düşününce bundan önemU bir dert gelm eyeceğine
inanır p b i oluyor, son ra da büyük bir felâketin eşiğine
geldiğim ize inanıyordum. A cab a G alt’ı yatıştırm aya ça­
lışmakla iyi mi etm iştim ? İçkisinin parasını ödeyip onu
susturm ak için rüşvet verm ek işleri büsbütün karıştıra­
cak m ıydı? H iç kuşkusuz bu davranışım la suçu kabullen­
miş sayılıyordum . A m a sert bir tavır takınsaydım Galt
kim bilir neler y apardı? O f, allahım bu ne büyük sıkıntıydı.
Ben aşkın insanın içini ısıtan, hayatına parlaklık veren bir
duygpı olduğuna inanmışken bu korkunç ve iğrenç durum
ortaya çıkmıştı.
B ir saat sonra odam a çıkarken ihtiyar adam m merdi­
ven sahan hpn da beni beklediğini gördüm . Elinde bir d e f­
ter kâğıdı vardı. Gururla ve bir za fer sevinci içinde kâğıdı
salladı ; «B en herşeyi hallettim , R ob ert,» dedi. «K asaba
halkına bir açık mektup yazdım. Oku şunu.»
Y orgu n bir tavırla o uzun mektuba şöyle bir g öz g ez­
dirdim. M ektup ‘L evenford H erald’ gazetesi yazı işleri mü­
dürüne hitaben yazılmıştı. «E fendim , benim hakkım da y er­
siz ve gerçekle ilgisi bulunmayan suçlam alar y ap ıld ıp m
ö p e n d im ... Sevgili hemşerilerim e şunu bildirm ek isterim
k i... benim gizleyecek bir şeyim y ok ... Pürüssüz bir ya­
şantım old u ... bey az zam baklar kadar s a f v e tem izim ...
kadınlara sa y g ım so n su z d u r ...»
D edem h eyecan la bana baktı. «İşte m esele b öy lece
h allediliyor,» dedi. «G elecek h aftan ın sayısın a yetişecek.»
— «E v e t» dedim. D edem le g özg öze geldik. «Bununla
ben ilgilenirim .»
D edem eli titreyerek om uzum u o k şa d ı: «G üzel, g ü ­
zel... Seni gü cen d irm ek istem edim , R obie. Ö lürüm de y a p ­
m am bunu. M uhtaç b ir dost, g erçek d osttu r.»
Z orla gülüm sedim . B u davranışım onu biraz yatıştır­
dı. Sevgi v e m innetle dolu b ir ta vırla elim i gıktı.
A y a ğ ın ı zorlukla sü rü yerek odasına dön dü ğü zaman
kapıdan başını g eri uzattı. «R o b ie » diye anide söylendi.
«B enim o zavallı k arıcığım eşsiz bir kadındı.»
A h , Tanrım , daha neler gelecek b a şım a ? On yıldır bir
kez olsun karısının adını andığını duym am ıştım . O dam a
girdim . D edem in hem şehrilerine y azdığı a çık m ektubu
h ırsla paraladım .
E rtesi gün , işten çık ark en G alt gene yanım a yaklaştı.
Bunu bira z d a bekliyordu m . F a k a t h a y ret, G a lt b u k ez da­
h a sevim li v e yum uşak b ir ta vır takınm ıştı.
— «B u akşam acelen y o k » dedi, «B en im le berab er
B ara gelsene. T abii bu rnu n h avada değilse.»
B ocaladım . Sonra bu adam la bir anlaşm aya varırsak
içim in rah atlayacağın ı düşünerek teklifi kabul ettim . B ir­
likte B a ra g i r İ k .
G alt, B a ra g irer girm ez ayağının tözü y le hem en o çok
sevdiği k on u ya girdi. «İn san h a k la rı»y d ı bu konu. U sta
bir konuşm acıydı. Sendika toplantılarında G alt’ın kalaba­
lığı etk ileyecek güçe sahip oldu ğu belirtiliyordu. G alt’a
g öre, işçiler h er zam an v e h er yerde istism ar edUiyorlar,
söm ürülüyorlardı. P atron ların ku rbanıydılar onlar. H al­
kın ayaklan ıp h üküm etin dizginlerini ele alm alarını isti­
yordu. K itleleri ayaklandırm aktı niyeti. ‘Y aşasın halk,
kah rolsu n sım f ayıran la r’ sözcü ğü de onun dilinden h iç
düşm eyen sözlerden biriydi. Y en i yeni duyulan ‘Y old a ş’
kelim esini de sık sık kullanır olm uştu. ‘Ö zgü rlüğü n şa fa ­
ğından da sık sık söz ediyordu.
— «E h , artık esas k on u y a gelsek iyi olu r» dedi. «E n
am ansız düşm anım bü e benim haksızlıktan h oşla n m a d ıp -
mı kabul eder. A m a kendi haklarım dan da vazg eçecek
değilim . Sophie’nin u ğradığı zararın ödenm esi g e r e k tip n i
u nu tm aya im kân y o k .»
İçim de bir eziklik hissettim . Ç ok daha sonra. D ede­
m in Sophie’ye y a p tığı kötülüğün sadece o zavallı kızm b e­
line kolunu dolam asından ibaret olduğunu öğren in ce k ola y ­
ca kolunu düşürülen budala b ir kurban olduğum a inanm ış­
tım. A m a şim di donuk gözlerle G alt’ a bakıyordum .
B en im sessiz duruşum u b eğen m işti; «S u çu inkâr e t­
m em ene sevindim . Senin m ert b ir erkek oldu ğun u g ö ste ­
r iy o r bu tutumun. Şimdi artık bu işi uzatm ayalım . Ben beş
P ou nd istiyorum . B eş pou n d ’u verirsen h erşey tem ize çı­
kar, su çlar a ffed ilir ve unutulur.
Benim şartım bu. B undan daha m akûl bir şa rt düşü­
nülem ez.»
D ehşet içinde G a lt’ın >-üzüne ba k tım : «H ayatım ı
k u rtarm ak pahasına bile bu kadar ço k p a ra yı bulam am .»
— «O evde p ara v a r.» G alt su çlayan bir tavırla k o ­
nuştu. «Sen p a ra yı getirm ezsen ben de L eck ie’ ye giderim .
O da ih tiyar pintinin biridir am a bu rezaletin bütün kasa­
bada duyulm asını önlem ek için istediğim parayı verir.»
A h , T an rım ben ne y a p a ca ğ ım ? B eni ailenin en k ola y
avlanacak ferd i s a y d ıp n ı ve plânını sinsice gerçek leştirdi­
ğ in i anlam ıştım . A m a p a ra yı bulam azsam durum u B aha’­
ya a n la ta ca p da belliydi. Zaten B aba son zam anlarda D e­
dem e çok k ötü davranm aya, ve Glenvvoodie D üşkünler ev i­
ne g ö n d e r e ce p n i tek rarlam aya başlam ıştı. B ir de bunu du­
yarsa kim bilir ne y a p a rd ı?
N ih a yet ; «B a n a biraz zam an verecek m isin ?» diye
sordum .
G alt, yüksek ruhlu bir adam tavrıyle gülüm sedi : «S a ­
n a bir h a fta izin v eriyoru m . Y oldaş. Sana bu kadarı ye­
ter.»
A y a ğ a kalktım . B en dışarı çıkarken ga rip bir tavırla

Y eşil Y ıllar — F : 21
kolumu sıktı : «Sen efendi bir insansın.»
E v e yürüdüm. U tanç ve öfke içindeydim. Beynim d ö­
nüyordu. Beni yönetecek bir prensip ararken insanlarm
kardeşçe geçinm eleri fikrine yönelm iş, toplantılara katıl­
mış, broşürleri incelemiş, ‘acı çeken insanlığı’ ince ince
düşünm eye koyulm uştum. Biz çalışan insanlar, m üttefik­
tik ve düşman gökyüzünün altında hep beraber yürüyor­
duk. Zavallı fakirlerin soylu duygularını h iç kimse Galt
kadar güzel savunamazdı. Am a onun fakirliği de kendisi­
nin istikrarsızlığından v e tem belliğinden doğm uştu. Şim­
di ise eline geçen fırsattan yararlanıp beni alet ederek soy ­
luluğunu ispatlam ak hevesindeydi. '

Bundan sonraki bir kaç günü G alt’ın istediği parayı


bulm anın yollarım aram ak için k afa patlatarak geçirdim .
Y anaşabüeceğim bir tek kişi vardı. Bütün h a fta boyunca,
Döküm hanede Galt gözlerini benden ayırm azken ben de
gözlerim i Jam ie’den ayıram adım . Son zamanlarda eniştem­
le aram düzelmişti. Jamie, işime daha bir dört elle sarıl­
m aya çalıştığım ı sezinliyordu. B ir kaç kez, ona meseleyi
açmak istedim, fa k a t cesaret edemedim. A m a Cumartesi
günü öğleyin G alt’ın da artık sabırsızlanm aya başladığım
sezdiğim için herşeyi g öze ahp Jam ie’nin yanm a gittim.
Soluğum kesUmiş bir halde : «Jam ie» dedim, «bana
biraz b orç verebilir m isin?»
Sigarasını söndürdü, gülüm seyerek bana baktı : «S e­
nin birşeyler isteyeceğini sezm iştim ,» dedi ve hemen elini
cebine attı. Bir avuç dolusu bozuk para çıkardı. «N e kadar
istiy orsu n ?»
Zorlukla yutkundum : «Senin düşündüğünden daha
fazla paraya ihtiyacım v a r» dedim. «A m a en kısa zaman­
da borcum u ödeyeceğim i vaadediyorum .»
Jamie gene gülüm seyerek fak a t biraz da kuşkulu ba­
karak sorusunu tekrarladı : «N e kadar istiyorsu n ?»
— «B eş pound.»
Gülümsemesi kayboldu, şaşkm şaşkın yüzüme baktı.
«A llahaşkm a sen aklını mı oynattın? B ir kaç papel iste­
diğini sanm ıştım .»
— 323 —

— «Borcum u haftalıklarım la ödeyeceğim e yemin edi­


yorum .»
— «Peki, bu parayı niçin istiyorsun ?»
— «A çıklayam am ama ço k önemli bir sebep var.»
Jamie, m erakla bana bakıyordu. Avucundaki bozuk
parayı tekrar cebine indirdi. Yüzü soğuk, küçümseyen ve
kırgın bir ifadeye bürünmüştü. Başm ı salladı : «B en de
senin yavaş yavaş aklını başm a alm aya başladığını san­
m ıştım » dedi. «B en Iskoçya M erkez Bankası değilim. Z a ­
ten iki ucu bir araya getirm ek için ç e k tip m sıkıntı bana
y etiyor.»
Bu sert sözlerden sonra pek sefil ve perişan bir du­
rum da oradan uzaklaştım. H erşeye katlanabiliyordum
ama bir tek kelime içime işlemişti. O gün paydos saatine
kadar hiç başımı kaldırmadan çalıştım. G alt’m ısrarcı ba-
kışlarıyle karşılaşmak istemiyordum. P aydos düdüğü ça­
lınca, G alt’a yakalanmadan hemen dışarı fırladım. Evin
yolunun yarısına kadar da koştum.
Pazar günü biraz sükûnet bulmuştum, ama bütün
h a fta boyunca Galt, insafsızca beni rahatsız etti. îlk bo­
calamam geçtikten sonra bu sorum luluğu yüklenmek zo­
runda olduğum a inanmıştım. Herşeyin tam ve kusursuz
olmasını isterdim. Bu da öyle olmalıydı. G alt’m parasını
ödeyip onu susturmak beni rahata kavuşturacaktı. Bu bi­
raz da benim borcum sayılırdı. H er ne pahasına olursa ol­
sun ödenmesi gereken bir borçtu. Galt, bende bu duyguyu
uyandırmıştı. Polis merkezinde yapılacak işlemleri hatır­
latıyordu durm adan. Benim de şimdi bu işe karıştığım ı
im a ediyordu. Sophie benim odanu temizlerken zihnimi
kaplayan düşünce ve duyguları hatırlam ak suçluluk du y­
gum u büsbütün kam çılıyordu. Ben de ihtiyar kadar kötü
sayılm az m ıydım ?
Cumartesi günü geldiği zaman aklımı oynatm a radde-
lerindeydim. Cellatımın elinden kaçm aya çalıştım ama
Galt beni kapıda bekliyordu. Hemen ültim atomunu verdi.
G ayet sert bir sesle ve kararlı bir tavırla mahallesindeki
kitapçıya bu parayı ödem esi gerektiğini söyledi.
— «E ğ er parayı bu gece getirmezsen, intikam ateşi
yanm aya başlayacak.»
Oradan uzaklaşırken içim içim i yiyordu. Başkalarm m
yüklerini om uzlarımda taşım aktan bıkkınlık getirdiğim i
hissettim. Bugüne kadar elimden geleni, hattâ daha fazla­
sını yapm ıştım . A m a bundan son ra daha fazlasını yapa­
mayacaktım .
E ve döndüğüm zaman Ham innem elinde ‘Güzel ki­
tabı’ , ağır ağır m erdivenlerden iniyordu. Beni görü n ce ba-
şıyle yukarısını işaret etti. «Seni sorup duruyordu» dedi.
«B u sabah pek garip bir hali vardı. B ir süre yanm da kalıp
on a İncil okudum .» H am innem son zam anlarda Dedemin
günden güne elden aysıktan düşm esine üzülmüş, eski düş­
m anlığını unutup onun koruyucusu olmuştu.
K ararsız bir halde duraladım. Sonra istem eye istem e­
ye y u k a n çıktım , kapının tokm ağını çevirdim . Dedem g i­
yinikti ama yatağında istirahat ediyordu. G ayet sakindi
ama bitkindi de. Ona birşey söylem em gerekiyordu.
— «Senin neyin v a r ? »
Gülüm sedi : «Belki de dinle fazla haşar neşir olduğum
için böyleyim . Incü yerine biraz da ‘H acı B aba’ yı okusay-
dı. Başını kaldırıp m erakla bana baktı. «B ugün öğleden
sonra fu tbol m açına gidecek m isin?»

— «B ugün maç yok.»


B aşka birşey söylem edi. B irşey beklem iyordu. Yem ek
yem ek için aşağıya inerken Dedemin beni yanında görm ek
istemesi öfkem i kabartm ıştı. Onunla artık h iç ilgilenm e­
yeceğim i söylem iştim . Sözümü tutm aya kararlıydım .

Y em ekten sonra yağm ur yağm aya başladı. Ellerim


cebim de pencerenin önünden dışansım seyrediyordum .
Sonra üzgün üzgün yukarı çıktım.
Dedemin şöminesini güzelce yaktım. K arşılıklı oturup
satranç ve iskambil oynadık. Özellikle iskam bil oyununu
Dedem pek seviyordu. Oyun oynarken de hemen hemen
hiç konuşmadık. A m a daha sonra D edem koltuğuna yer­
leşince ona H acı Baha’nın Sultanın sarayındaki serüvenini
okudum. Kitabın bu bölüm ü onun pek hoşuna gidiyordu.
Saat dörtte ça y pişirdim, ekmek kızarttım , tereyağı sür­
— 325 —

düm. D aha sonra D edem piposunu yaktı, gözleri y a n ka­


palı bir halde arkasm a yaslandı.
— «T ıpkı eski günlerdeki gibiydi bu, R obie» dedi.
İçim den ona kü fü r etmek geldi. B öyle sakin ve huzur
içinde göründüğü zamanlar tüm yaşantısı pek anlamsızla-
gıyordu. Ona m üthiş kızmıştım. A m a işte şurada koltu­
ğunda sakin sakin kestirirken çocukluğum da bana g ö s­
terdiği sevgi ve şefkatin anılanndan kendimi kurtaram ı-
yordum . Tabü, bu anıların hepsi de sadece şefk at g öste­
rilerinden ibaret dep ld i. D edem biraz da gösterişçiydi.
Büyük bir karakter aktörüydü o. Hele şefkatli bir büyük
rolü ona pek yakışıyordu. A m a gene de bu g eç saatte onu
kaderiyle başbaşa bırakm aya nasıl kıyabilirim ? Dedem,
G lenw oodie’ye asla dayanamazdı. P eter D ickie’yi ziyarete
gittiğim iz zaman bu düşkünler evini görm üş, nasü bir y er
olduğunu anlamıştım. Dedem gibi biri için oraya p tm e k
herşıeyin sonu demekti.
İçim i çekip ayağa kalktım. Odadan çıkarken onun
koltuğunda mışıl mışıl uyuduğunu görm ek benim müthiş
canımı sıktı.
O g ece G avin’in arm ağanı olan mikroskobum u, değer
v e rd ip m tek eşyayı, daha d o p u s u benim için kutsal bir
değeri olan bu s e v p li âleti saklı durduğu yerden çıkardım.
B eş parasız kalıp da sokaklaida dilensem bile bundan asla
ayrılm am aya yem in etm iştim. A m a m ikroskobum u ahp
kasabada rehine bıraktım . Um duğum dan daha da çok pa­
ra verdiler. Tam beş pound on şilin aldım. Daha sonra da
Vennel’den geçtim , G alt’ın oturduğu beyaz badanalı bi­
naya gittim . Sırtında g ö m lep y Ie kapıya yaslanm ış duru­
yordu.
— «Sana parayı getirdim » dedim.
Parm akları hem en paranm üzerine kapandı. Başım
kaldırıp bana baktı. Yüzünde budalaca bir gülümseme be­
lirdi.
— «Ö yleyse m esele kapandı sayd ır» dedi. «B ir daki­
ka içeri gelsen e.»
Başım ı salladım ve hemen oradan uzaklaşm aya bak­
tım. Birdenbire içim rahatlamış, yüreğim heyecan dolu bir
— 326 —

sevinç içinde kabarm ıştı. Y a n yola geldiğim zaman h eye­


candan elimdeki paranın hepsini G alt’a verdiğim i farket­
tim. Y an i on şilin fazla verm iştim ama bunun önemi yoktu.
Ondan kurtulm uştum ya. H ani k oca adam olduğum u dü-
şiinmeseydim ve bundan çekiiım eseydim, sevincim den s o ­
kaklarda zıp zıp zıplayacaktım . Cebimde kalan birkaç ku­
ruş parayla kendime bir güzel elmalı börek aldı. Drum ­
buck Yolundan yukarı tıım anırken elmalı böreğim i ağır
ağır yedim. Oh ne güzeldi. A kşam ları hava ne kadar da
güzel oluyorm uş meğer. Bir kestane ağacının dalında kü­
çücük bir çalı kuşu ötüyordu. Ona yaklaşırken içinde hiç
bir kötülük olm ayan bu kuşa bağırdım : «B ir gün sana g ö s ­
tereceğim . Hah hah. Bekle de g ö r bak.»

Y E D iN C * BÖLÜM

L evenford, vaktiyle Hannah A n a’nın dediği gibi du­


manlı, eski bir kasabaydı, am a çevresindeki orm anlar, g ö l­
ler ve dağlar gerçekten çok güzeldi. Kasabada bir sürü
turistik geziler tertipleyen gezi ve fo to ğ ra f çekm e kulüp­
leri vardı. G ayet az bir ücretle bunlara üye olm ak kabildi.
A m a K atie ya da Jamie bunlardan birine katılm am için
bana ısrar ettikleri zaman hattâ Haminnem bile şöyle bi­
raz açık havada dolaşm amın bana iyi geleceğini söylediği
zamanlarda başımı sallayıp odama çekiliyordum . B ir za­
manlar, rüzgâr, yağm ur dem eden dağ bayır dolaşan ben,
aylardan beri kır yüzü görm em iştim . A m a İlkbahar Tati­
linin başladığı sabah içimde bir istek uyandı, o eski heve­
sim yeniden benliğim i sarar gibi oldu.
A m a ne yazık ki, Iskoçy a’ da hiç yenilm eyen bir düş­
man v ard ır: hava. V e işte bu tatil gününde de giyinirken
penceremden gökyüzünün kurşuni olduğunu ve yağm ur
çiselediğini gördüm . A cab a bugün de tatili zehir ettiği için
insanı büsbütün sıkan o yağışlı günlerden biri mi olacak­
tı? H om urdanarak telâşla tren istasyonuna gittim .
— ÖZI —

Tatil gezisine çıkm ak isteyenler, ıslak tren istasyonun­


da üzgün üzgün bekleşiyorlardı. İstasyon a yaklaştığım
sırada kalbim hızlı hızlı atm aya başladı. Alison, istasyo­
na gelm işti bile. Güzel bir yağm urluk giym iş, başına mavi
bir bere giym iş, hararetli hararetli Jason Reid ile konu­
şuyordu. Birdenbire istasyon onun varlığı sayesinde apay­
dınlık oluverdi. Ben yaklaşırken Reid, başıyle bana selâm
verdi.
— «Tasalanm a, Shannon. Ben sizlerle gelm eyece­
ğim .»
Alison, burnunda biriken yağm ur damlacıklarım silk­
ti. A cı bir gülüm seyişle dudakları kıvrıldı : «B u kadarı da
fazla değil mi, R ob ie? Belki de h iç yola çıkm asak daha iyi
olacak.»
Telâşla ; «Y o o , hayır..» diye söylendim.
Aslında her ne pahasm a olursa olsun, gitm ek istiyor­
dum. G ökten taş bile yağsa gitm eliydik. Reid de neşeli bir
sesle şunları söyleyin ce içim biraz rahatladı :
— «Canım eriyecek değilsiniz ya. Yalnız iliklerinize
kadar ıslanm am aya çalışın. Bu sabah benim barom etre
«Ilık v e K uru» havayı gösteriyordu. Bu da tayfun işareti­
dir garanti.»
Şu son iki yıl içinde R eid’in eski som urtkanlığından
kurtulm uştu. Can sıkıcı olaylar karşısında bile neşesini
kaybetm em esi de beni kıskandırıyordu. Ona gıpta ediy or­
dum. Bayan K eith ’in bir işi için W inton’a gidecekti. Bizim ­
le biraz konuştuktan son ra W ınton trenine binmek için is­
tasyonun öbür tarafın a gitti. Y alnız Reid giderken A li­
son ’la bir garip bakıştıklarını da farkettim . Am a bundan
pek de emin değildim. Neyse, her zamanki üzgün v e telâşlı
tavırlarımla hemen bilet gişesine koştum .
Biraz sonra A lison ’la birlikte A rdfillan trenine bin ­
dik. Kısa bir tren yolculuğundan sonra da denizden gelen
rüzgâr yağm uru bize atarken K uzey Ingiliz D em iryolu
Şirketinin ‘L u cy A sh ton ’ isimli gezi vapuruna bindik. Bu
gem i Ardencaple’ a sefer yapıyordu. Geminin içinde bir
hayli dolaşıp makinelerini inceledikten sonra güvertenin
altında sığınacak bir yer bulabildik. Çok geçm eden aşağı­
da çan çalındı. Geminin halatları çekildi, kırmızı pervane­
ler suyun içinde dönmeye başladı. V e gem i limandan ağır
ağır ayrıldı. , ,
Rüzgârm yüzümüze savurduğu deniz sulan bizi rahat­
sız etmeye başladığını hissedince merakla genç kıza eğil­
dim :
— «E ğer rahatsız oluyorsan, aşağıya inebiliriz.»
Alison’un yanakları rüzgâr ve yağmurla kamçılanmış-
tı. Başmdaki koyu renk bere yağm ur damlalarıyle kristal
süslere bürünmüştü.
Rüzgâra karşı sesini yükselterek : «Y oo, çok hoşuma
gidiyor» dedi. «Hem burada mavi gökyüzünü gerçekten
görebiliyorum .»
Dediği d o p u y d u . İşaret parmağını gözlerimle takip
ettim. Rüzgârla gökyüzünde akm akın p d e n bulutlarm
arasından bir parça mavilik görünmüştü. Soluk bile alma­
dan bulutlan incelemeye koyulduk. O mavi parça biraz
daha büyüdü. Sonra ikinci bir mavi parça belirdi. Mavi­
likler birleştiler ve kurşuni bulutları itmeye başladılar.
Derken biraz sonra da güneş parlayıverdi. Çok geçmeden
de gökyüzü güneşle aydınlandı. Gerçekten güzel bir gün
geçirecektik.
«Jason’un barom etresi yanılmamış» diye coşkun
bir sevinçle söylendim.
Alison da bu sözlerimi kabullendi. «Fakat R obie...
Çok rica ederim, ona Jason deme.» Alison durakladı. «A n ­
nem bizim ona böyle dememize kızıyor. Gerçek ismi çok
daha güzel.»
Küçük geminin pruvasına gittik. Vapurumuz şimdi bu
deniz gölünün sularını yara yara ilerliyordu. Arasıra is­
kelelere yanaşıp mal indirip mal yüklüyordu. Alison la be­
raber olmak, sadece onunla yanyana durmak bile hariku-
lâde birşeydi. Geminin korkuluklarına yaslanmış durur­
ken onun vücudunun zaman zaman bana değdiğini hisset­
mek de içime bir heyecan veriyordu. Sevinç ve umut ru­
humu bir heyecan seline kaptırmıştı.
Saat birde Ardencaple’a vardık. Bu güzel yerde Ali-
sorila başbaşa üç saat geçirm ek beni sevinçten çılgına
döndürmüştü. Sinirli bir halde herşeyi yolunca yordamm-
ca yapmayı kararlaştırdım. Onu hemen büyük otele götü r­
düm. «W est Highland Grand» oteli, küçük kasabanın mi­
nik evleri arasmda pek bakımsız görünüyordu.
— ^ «Bize biraz yemek verebilir misiniz?»
Cerayanh holde karşımıza Highland’h yaşlı bir hiz­
metçi kadm dikilmişti. Benim bu sorumu, gayet
ciddi bü- tavırla bizi uzun ve soğuk yemek odasma götü r­
mekle cevaplandırmış oldu. Buranın tek konukları bizdik
galiba. Duvarlar, geyik başları, boğa boynuzlan sayılama­
yacak kadar çok doldurulmuş balıklarla süslüydü. Bunlar
verniklenmiş tahtaların üzerinden bize bakar gibiydiler.
Yan tarafta küçük bir büfe vardı. Sinirli görünüşlü et ve
rutubet yemiş bisküviler duruyordu büfede. Uzun sakallı,
kareli ceketli yaşlı bir Iskoç köylüsü büfenin arkasında
durmuş, köylü diliyle kadına bizi pek gözünün tutmadığı­
nı anlatıyordu.
— «Mevsimi henüz açmadık. Size ancak biraz soğuk
yemek verebilir.»
Canım sıkılmış bir halde bu teklife boyun eğmek üze­
reydim ki, Alison mırıldandı ;
— «Burasını gerçekten beğendin mi, R obie?»
^ Birden şaşaladım, saçlarımın diplerine kadar kızardı­
ğım ı hissettim. Zorlukla başımı sallayacak gücü kendim­
de bulabildim.
— ■ «Ben de hoşlanmadım hurdan.» Alison gayet sa­
kin bir tavırla yerinden kalktı ve şaşkın hizmetçi kadma
döndü ; «Fikrimizi değiştirdik. Canımız yemek istemiyor.»
Kadının üzgün tavrına ve beyaz sakallı garsonun şaş­
kınlığına aldırmadan Alison vakur bir tavırla otelden dışa­
rı çıktı. Ben de onun peşinden gittim.
Yolun öbür tarafında Alison, kasabanm tek bakkal
dükkânına girdi. îçerdekileri dikkatle inceledikten sonra
bakkala yarım düzine salamlı sandviç yaptırttı. Sandviç­
ler hazırlanırken dükkânın içinde dolanıp birkaç elma,
muz, sütlü çikolata ve iki şişe de gençliğimin en besleyici
içkisi olan IronBrevv içkisinden aldı. Bunlar iki buçuk şi­
line malolmuştu ve hepsi de güzelce büyük bir kese kâğı­
dına yerleştirilm işti. Bunun taşınm ası gay et kolaydı.
Dallarm da küçük kırm ızı tom urcuklar bulunan kuzey
çam larıyle süslü patikadan tepeye tırm anm aya koyulm uş­
tuk. Sık çalılıklar ve yaban otları arasından güçlükle iler­
leyerek yokuş yukarı çıkıyorduk. N ihayet tepedeki düzlü­
ğe vardık. Burası terkedilm iş bir tarlaydı. A rk a taraftaki
büyük kayalar, tarlayı rüzgârdan koruyordu. Orta yerin­
den fışkıran kaynağın suları, taşlar arasından süzüle süzü­
le, kumla çevrili büyücek bir çukurda toplanıyordu. K e­
narlar, kaygan yosunlarla kaplıydı. Burası sıcak ve g öz­
lerden uzak bir köşeydi. ,
Sırtımızı kayalara dayanarak otların üzerine otur­
duk. Su birikintisi de hem en biraz ilerimizdeydi. A rkam ız­
da kocam an dağlar yükseliyordu. Vapurum uz ise ayakları­
mızın dibinde bir ayna gibi duran gölde demirliydi. Güneş
üzerimize vurm uştu. Yüzüm kızarmış, neşeli bir halde iç­
ki şişelerini akar suya sokup soğutm aya çalıştım. Bu arada
A lison da yağm urluğunu çık a n p piknik sofram ızı kurdu.
Sandviçler taze ekmek, k ö y salamı ve tereyağından
yapılmıştı. Bundan daha güzel yiyecek olamazdı. Iron
Brew, genzimi yaka yaka boğazım dan indi. A lison muzla­
rın hemen hepsini bana yedirdi. Pek az konuşuyorduk. Y e ­
meğin sonuna doğru garip garip gülüm seyerek yüzüme
b a k tı:
— «B öylesi o eski otelden daha iyi olm adı m ı?»
Başım ı salladım. E ğ er onun sakin ve kararlı tutumu
olm asaydı, o anda belki aşağılarda sürünecektik,
Alison, rahatlam ış bir halde içini çekerek beresini çı­
kardı, gözlerini kapayıp kayaya iyice yaslandı.
— ^ «B u rası çok güzel» dedi, «Güzelce uyuyabüirim .»
Sıhhatli genç vücudu gevşem iş, rahatlamıştı. H er
zaman biraz dağınık duran o güzelim kum ral saçları g ü ­
neşten yanan yüzünü örtm üştü. G öz kapaklarının temiz
ve pürüzsüz cildinde m eydana getirdiği gölge, yanağının
üst kısmındaki beni sayesinde daha da koyulaşım ş görü ­
nüyordu. B eyaz blûzunun yakası açıktı. Boynunun dipdiri
kıvrım ım meydana çıkarıyordu. Ağzının üst kısmı h afifçe
terleraişti.
— 331 —

Çok İyi bildiğim o coşkun sevinç ve dehşet gene bü­


tün benliğim i kapladı.
Y utkunarak : «Sen rahat değilsin, A lison » dedim ve
yanm a yaklaşıp başm ı rahat ettirm ek için kolumu boynu­
na doladım.
Bu davranışım a karşı koym adı, gene az önceki p b i
rahat ve sakin duruyordu. G özleri hâlâ kapalıydı, dudak­
ları h a fif bir gülüm sem eyle aralanmıştı. Bir saniye sonra
mırıldandı :
— «Pek gürültücü bir kalbin var, R obie» dedi, «G üm ­
bürtüsünü ben bile duyuyorum .»
Güzel bir konuşm a için ne güzel bir başlangıçtı bu.
N için yapm adım o konuşm ayı? A h, niçin ama niçin onu
kollarımın arasına alm adım ? A h, niçin yapm adım bunu?
A h, o benim sa f heyecanım ın feci sonucuydu bu. Fazla
s a f ve fazla beceriksizdim. Üstelik mutluluğum da öylesine
büyüktü ki yerim den kıpırdam aya cesaret edememiştim.
Dilim bağlı, duygularım ın esiri olmuş bir halde yanağını
yanağım a dayamış, kolum u başının altm a destek yapmış
kıpırdam adan duruyordum . Onun soluk alıp verişlerini
dinliyordum . G üneş iyice üstümüze gelmişti. A lison ’un
etekliğini ısıtıp, kumaşın kokusunu çevredeki otların k o­
kusuyle birlikte etra fa yaym ıştı. H ava pek yum uşaktı,
aşağıdaki orm andan kuşların ötüşlerinin yankısı bize ka­
dar geliyordu.
N ihayet o aşın sevincim birşeyler fısıldam aya beni
zorlad ı:
— «Geçen akşam bunu anlatmak istemiştim, Alison.
Sen ve ben böyle başbaşa olmalıyız. H er za m an ...»
— «Y ağm ur yağsaydı ne ola ca k tı?»
— «B en yağm ura aldırmazdım» diye hararetle k o­
nuştum. «Sen şey olduğun sü rece...»
Sözlerimi bitirmedim. A lison gözlerini açmış, yan yan
bana bakıyordu. Bir duraklam a oldu. Sonra Alison zoraki
bir tavırla doğruldu; «R obie, seninle ciddi ciddi konuşm ak
istiyorum . Davranışların beni tasalandırıyor. B ay Reid
de öyle.»
Demek bu sabah istasyonda aklıma gelenler doğru y-
— 332 —

mug. B enden uzaklaşm ıg olm asına üzülm ekle berab er h iç


değilse benim için biraz tasalanm ası, beni düşünm esi g u ru ­
rum u okşam ıştı.
A lison kaşlarını çata ra k sözlerini sü rdürdü : «B ir k e­
re biz senin o D öküm hanede takılıp kalm anın gerek siz ol­
duğuna, kendini b oş y ere h arca dığın a inanıyoruz. B iy o­
lojiden öğren diklerin i unutuyorsun. B iliy or musun, v a k ­
tiy le C a ru so’yu da m ühendis yapm ak istem işler de kendi­
ni bu işden zorlu kla kurtarm ış.»
Om uzlarım ı silk tim : «Sevgili A liso n ’cuğum , benim
g a y e t güzel bir işim v a r.»
A lison susuyordu. G özlerini ileriye dikm işti. Y o k sa
gereğin den fazla mı kaçm ıştı bu kahram anlık g öste ris i?
Y a n g özle, A lison ’un p rofilin e baktım .
— «T ab ii çok yoru ldu ğu m u ben de biliy oru m ... za­
m an zam an elim i k eskiyle yaraladığım da olu yor. Sonra,
son ra ök sü rüğüm de v a r biliyorsun .»
Alison , bana döndü, öyle bir bakış ba k tı ki, şaşırdım ,
utandım . Başını salladı : «R ob ie, şek erim ... sen çok kötü
bir çocu k su n ..»
N e dem iştim ? M üthiş b ir üzüntü g öğsü m ü doldurdu.
A lison niçin bana b öy le yarı azarlar gibi da vran ıy ord u ?
Ilık hava, küçük çayın sularından gelen m ırıltılarla can­
lanm ıştı. Hızlı hızlı atan kalbim birden du racakm ış gibi
oldu.
— «H ayır, tabii h a y ır.» A lison du ygu larıyle m ücade­
le ederek dudaklarım ısırdı. «S a dece aram ızda ne b ü yü k
b ir ayrılık olduğunu anlam am ı sağlıyorsu n . B en son dere­
ce pratik bir insanım , h a ttâ belki b ira z da katıyım , oy sa
sen h er zam an bu lu tlar arasında dolaşıyorsu n v e h ep de
ö y le olacaksın. B a y R eid L e v e n fo r d ’dan gittikten son ra
kim bilir neler yapacaksın ..»
Şaşkın şaşkm A lison ’un yüzüne b a k tım : «R eid m i?
L e v e n fo r d ’dan g idin ce m i d edin ?»
A lison gözlerini y ere indirm işti. E lindeki yaban ç i­
çeğin in sapını derip büküyordu.
^
— «Iııgiltered e b ir işe girm ek istiy or. Su ssex’de, H ors-
h am yakınlarında b ir okula başvurdu. A kadem ide çok
— 333 —

fazla kaldı. G ideceği okul küçük am a m odern m etodlar


u ygulan ıyor. B ö y le b ir yerde B a y R eid içm de ilerlem e
şansı olabilir.»
H eyecanla ba ğırdım : «Y a n i B a y R eid o işe kabûl
edildi m i?»
^ — «Ş ey , evet.. Y an i m eselenin aşağı yukarı halledildl-
p n i sam yoru m .. B u akşam sana durumu açıklam ayft ka­
rar v erm işti.»
B irden içim ürperdi. G erçi zam an zam an R eid bana
birşeyler im a etm eye çalışm ıştı am a bu darbe pek birden
gelm işti. H em n için bana bir tek kelim e söylenm eden, gizli
kapaklı yürütülm üştü bu iş ? B elki de ben i kırm ak istem e­
mişti. A m a içim i g a rip bir sıkıntı kapladı. B u duygularım ı
anlatm aya fırsa t bulam adan A lison kon uşm aya başladı.
Gözlerini benim kilerle karşılaştırm am aya dik k a t ederek,
kâh yüzü sa ra rıp k âh kızararak k on u ştu :
— «B a y R eid ’in buradan ayrılm asına üzüldüğünü
biliyorum . în san m arkadaşlarından ayrılm ası çok kork u n ç
birşey. T abii arkadaşlar birbirlerinden ayrı düşseler de
h aberleşebilirler am a ne de olsa üzücü birşey bu.»
G arip bir sessizlik oldu.
— «A s ıl m esele şu, R ob ie..» A lison birdenbire başm ı
kaldırdı. «A n n em le ben de g id iy oru z.»
H erhalde yüzüm sararm ış olm alıydı. D udaklarım ke­
lim eyi zorlukla telâ ffu z edebildi : «N e r e y e ? »
A lison bana d oğ ru eğilerek hızlı hızlı k on u ştu : «B ir
kere benim e p tim im var. Annem in bu işe ne kadar önem
verdiğini biliyorsun. Özel bir eğitim görm em i istiy or. B a ­
yan Cam b, artık bana öğretm enlik yapam az. W in ton ’da
on dan daha iyi bir öğretm en d e yok. B enim L on d ra ’da
K raliyet M üzik K onservatuarına p t m e m kararlaştırıldı.»
— «L on d ra n u ? » Bu, dünyanın öbü r ucu dem ekti.
V e üstelik L on dra, Su ssex’e yakındı, h em de pek yakın ­
dı.
A lison ’un da yüzü renk değiştirm işti. A y n ı zam anda
pek utanm ış görü nü yordu .
— «Senin gibi akıllı bir çocu ğu n çevresinde olu p b i­
tenlerden bu derece habersiz olm ası, şaşılacak şey. Sen ­
334 —

den başka h erkesin bundan h aberi vardı. A nnem le B a y


R eid evlenecek.»
A fallam ıştım . S öyleyecek söz bu lam ıyordum . Tabii
B a ya n K eith ’in hâlâ pek cazip b ir kadın olduğunu kabul
etm em gerekirdi. A y rıca B a y R eid ’le zevkleri v e m erak­
ları da pek güzel b a ğd aşıyordu . A m a buna sevin ecek y er­
de şaşırm ıştım .

U zun bir sessizlik oldu.


N ih a yet perişan bir halde : «Sen de gidersen kim sem
kalm ay acak » dedim. '

— «A m a ben bir da h a dönm em ek üzere g itm iyoru m


k i.» A liso n ’un sesi g a y e t yum uşak sev g i ve şefk a t d o ­
luydu. «B iliyorsu n , m üzik çalışm alarım ı düşünm ek zorun ­
dayım . A m a bu, dünyanın sonu dem ek değil ki, R obie. H e­
m en kendikendine bir takım son u çlara varm a. U n utm a
h er zam an yeni bir gün d oğ a r..»
Ben üzgün ve um utsuz bir halde karşılara bakarken
g ü n eş de dağların arkasına gizlenm eye başlam ıştı. A ş a ğ ı­
daki gem iden ü ç keskin düdük sesi geldi. G em inin hareket
etm e zam anının yaklaştığını ih tar ed iy o rd u bu düdükler.

A lison birden ba ğırdı : «E lim izi çabuk tutm alıyız.


G em i nerdeyse k alkacak.»

H iç beklem ediğim halde bana yalvaran gözlerle ba ­


kıp h a fifç e gülüm sedi. A y a ğ a kalktı, elini uzatıp benim
de kalkm am a yardım etti. A cele acele tepeden aşağı iner­
ken, o sakin ve ciddi görünüşüne rağm en A lison ’un da
benim g ib i kuşku içinde olduğunu sezinledim . G em iden
bir düdük sesi daha yükseldi. D öküm hanedeki can avar
düdüklerine ben ziyordu. Tatilim son a erm işti. B irdenbire
yü reğim ezilerek, kendim i yapayalnız v e k aybolm u ş h is­
settim . G elecek önüm de kocam an bir du var g ib i yükseli­
yordu.
SEKİZİNCİ BÖLÜM

Tem m uzun son cu m artesisi... K endi dertlerim e daldı­


ğ ım için o gün Çiçek G österisinin yapılacağım unutm uş­
tum. A n ca k öğ leyin D öküm haneden eve dönerken aklim
başım a geldi. L om on d Vievv’ ya vardığım zaman Çiçek
G österisine fa la n gidecek halde değildim . A m a önceden
M u rd och ’a da sergiye geleceğim e söz verm iştim . Saat iki­
de hazırlanm ak için odam a çıktım . B aşım ın üzerinden g e­
len a ğ ır v e k ararsız ayak sesleri b ir iki kere du raklayıp
başım ı tavana dikm em e sebep oldu. Sonunda dayanam a­
yıp yukarı çıktım .
D edem yıkanm ış, derli toplu giyinm iş, ayn an ın karşı­
sında yüzü pek kızarm ış bir halde, titrek elleriyle krava­
tım bağlam aya çalışıyordu. Elbisesi güzelce fırçalan m ış-
tı, potinleri g a y et güzel boyan m ış, parlatılm ıştı. B eyaz
kolalı bir g öm lek giym işti. G öm leğin yakası boğazına
biraz sıkı geliyordu .
— ^ «S en misin, R o b e r t ? » T itrek vücuduna rağm en ses
ton u g a y et gürdü. Gözlerini aynadan ayırm adı.
Ben de sıcağın şiddetine rağm en onun bu halini g ö ­
rünce ürperdim .
— ^ «N erey e gid iy orsu n ?»
— «N erey e m i g id iy o ru m ?» K ravatın ı gü zelce ba ğla­
dı. «B u ne biçim soru b ö y le ? T abii Çiçek G österisin e g id i­
yoru m .»
— « H a y ır ... h a y ır... O raya gidecek halin y o k .»
— «K endim i h iç bugünkü kadar iyi hissettiğim i bil­
m iyorum .»
— «H a v a ç o k sıcak. Seni rah atsız eder bu. Senin din­
lenmen lâzım .»
— ^ «B ü tü n h a fta dinlendim. D inlenm enin ne y o m c u
bir iş olduğunu sen bilem ezsin.»
— «A m a b a ca ğ ın ? » Son bir g a y retle D edem i v a zg e­
çirm eye çalıştım . «A y a ğ ın fena halde aksıyor. B u halde
yürüyem ezsin.»
A y n ad an başını çevirdi. B aşı h a fifç e sallanıyordu
am a bana tatlı tatlı gülüm sedi.
— «S ev gili oğlum , aram ızdaki en büjm k fa rk nedir
biliyor m u su n ? Senin çarça bu k kendini kapıp koyverm en.
B u huyundan vazgeçm eni sana k a ç kez ih tar ettim . M ur-
d o c h ’uıı bu önem li gününde ben im ypmi ailenin en büyük
ferdin in bu ola ya uzaktan Seyirci kalm asını bekleyem ez­
sin. H em ben h er zam an çiçekleri sevm işim dir. Çiçekleri
ve güzel k a d ın la rı...»
K arak terim in açığa vurulm ası yüzümü, kızartm ıştı.
D edem in sözlerinin çok d oğ ru olduğunu biliyordu m . G a­
y et üzgün bir halde D edem in ceketini p y iş in i ve g öm leğ i­
nin sert k ol kapaklarını g österişli b ir tavırla dışarı çeki­
şini seyrettim . Şu son h a fta la rd a D edem iyiden iyiye ç ö k ­
müştü. A m a şim di de um ursam az bir tavırla dışarı çık ­
m aya h azırlanıyordu. B u m anzara benim bü tü n kandır­
ma gü cü m ü yitirm işti. Onu kararından dön dü rm ek im­
kânsızdı.
N ih a yet görünüşünden m em nun k a ld ıp n ı belirtecek
şekilde g ü lü m sedi: «Elee» dedi, «a ca b a bana arkadaş­
lık etm ek lütfunda bulunacak m ısın ba k alım ? Y o k sa yal­
nız gitm em i m i is tiy orsu n ?»
Tabii onunla beraber g itm em gerek. Onu böy le bir
gün de o kalabalığın içine nasıl yalm z bıra k abilirim ? D e­
dem , m erdivenin trabzan larm a sıkı sıkı tutunarak zorlu k­
la aşağı inerken ben de peşinden ilerledim.
Dışarda, h asır şapka giym iş erkekler, ince elbiseler
g iym iş kadınlar akın akın Çiçek G österisinin yapılacağı
O verton H ou se bahçesine g idiyorlardı. B iz de bu aylak
insan seline katılırken bu kalabalık arasında D edem in
arkadaşlarıyle karşılaşam ayacağım ızı düşünerek rah atla­
dım. Onun kararsız adım larından biraz ürkm ekle beraber
içim enikonu rahatlam ıştı. K olum u D edem e uzattım .
K ork u n ç bir h ata yd ı bu. D edem benim yardım tek ­
lifim i g a y e t öfk eli bir ta vırla g eri çevirdi.
— ^ «S en ben i ne zannediyorsun a b u d a la ? F osil iniyim
b en ? B ebek m iyim y o k s a ? » Dedem , ayağın daki aksam a­
— 337 —

y ı gizlem ek için elinden geldiği kadar çaba h a r c a y a r a i


şöy le bir silkinip diklendi, g öğsü n ü eskisi g ib i k ab artm a­
ya çalıştı. «B elki beş yıl sonra, senden oturaklı sand alye­
m i ısm arlam anı isteyebilirim am a henüz gü cü m kuvvetim
yerinde.»
Onun güçten düştüğünü h atırla ta ca k tek kelim e bile
söylem ek d oğ ru değüdi. G üçten k u vvetten düştüğünü d ü ­
şünm ek bile istem iyordu. İlelebet böy le yaşam asına im ­
kân olm adığın ı da bilm ezlikten geliyordu . G erçekten de
dim dik durm ayı başarm ıştı. Endişem e rağm en bu g e rçe ­
ğ i de kabul etm ek zorundaydım . H er zam ankinden çok da­
h a ijû görü n ü y ordu . H a fifçe aksayan a yağın a v e zam an
zam an başm ın sallanm asına rağm en görünüşü g a y e t iy iy ­
di. G erçekten de, şapkasının altm da m untazam duran b e­
yaz taranm ış saçları on a ça rp ıcı bir g örü n ü ş veriyordu.
Y old an g eçerk en h em en bütün g ö zle r on a çevrilm işti. K a ­
labalığın ilgi m erkezi haline g elm iş sa yıyord u kendini
v e bu da on a daha fa z la g ü ç kazandırıyordu.
D edem , rah atlam ış bir h ald e: «Ş u ray a bak, R o b e rt»
dedi, «sold a y ü rü yen şu iki kadm a bak. İkisi de pek şık.
G üneş de n e güzel parlıyor. Bunları dünyada kaçırm ak
istem ezdim .»
Serginin yapılacağı bsıhçenin ta h ta turnikeli kapısına
v ardığım ız zam an D edem cebinden daha ön ce M u rdoch ’-
dan aldığı iki davetiyeyi çıkardı. Bu adam ı y ola getirm ek
im kânsızdı.
B ahçe pek güzeldi. B u çevrenin en büyük v e en güzel
bah çesiydi burası. Şim di de y arışm aya katılacak olan
gru pların hazırladıkları süslü püslü bölm elerle bir k a t d a ­
h a güzelleşm işti. Çiçek tohum ları v e bahçe âletleri için de
birk a ç çadır ajm im ıştı. Bahçenin fısk iyeli havuzunun k e­
narında da ba n d o y er almış, h a fif bir vals çalıyordu. G ü­
zelce kesilm iş çim ler, g ö lg e veren ağaçlar, ham m ların elb i­
selerinin parıl p a n i dalgalanışı, bandocu ların kırm ızı sa rı­
lı üniform aları, m üziğin tatlı m elodileri, fıskiyen in sesi ve
davetlüerin güzel konuşm aları D edem i d a h a da canlandır-

Yeşil Yıllar — F : 22
— 338 —

mıştı. Burun delikleri genişlemişti.


— «K ibarları pek severim , R ob ert,» dedi, «bu benim
en önemli özelliğim dir.»
Dedem onu pek tanım ışa benzemeyen bir sürü davet­
liye selâm verdi. Sonra da bu davranıştan hiç de alınmış
görünm eyerek, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Topalla-
ya topallaya kalabalığın ara*«ta Karıştı.
«ÇoR güzel, cidden çok güzel.» H eyecan biraz ba­
şm a vurm aya başlamıştı. K ibar ve ağır başlı görünüşünü
bırakmam ıştı. A m a herşeyin de kendisinin onuruna yapıl­
dığı düşüncesine kapılmıştı. «B a k ... Şuradaki Bayan B o ­
som ley değil m i?»
— «H ayır, değil.» İnsanları tanıyam ıyordu. O pek gu ­
rurlandığı ‘uzaktan görm e’ yeteneğini de artık k aybet­
mişti.
— «N eyse, ziyanı yok. A m a bu da h oş bir kadın.
Onunla daha sonra konuşacağız. Şimdi beni M urdoch’un
karanfillerine g ötü r bakayım . Ben karanfilleri çok seve­
rim. H em bakalım ödülü kazanmış m ı?»
İçim rahatlayarak Dedemi oradan uzaklaştırdım. A li­
son ile annesini de karşıdan görm üştüm ve onlardan uzak
kalm aya kararlıydım . Çiçekler, ser m eyvalan ve seçm e
sebzelerle dolu tezgâhların arasına girdik. İskoçların ünlü
bahçe meraklıları oldukları unutulmamalı. B ir çadır g ü l­
lerle doluydu. H epsi de son derecede güzel kokulu v e renk­
liydiler. Bir başkasında yığın yığın bezelye çiçekleri v a r­
dı. Çevreyle bağlanm ış pırasayı, hevenk hevenk misket
üzümlerini, dev bir balkabağını, hayranhkla seyrettik.
Dedem, gittikçe artan bir zevkle bu n lan inceledi. Y üzü ten­
tenin altında daha da kızarm ış, terlemişti. Onu böyle mut­
lu gördü k çe aklıma k ötü ihtimaller getirdiğim için ken­
dimden utanıyordum . Onu bu zevkten yoksun bırakm adı­
ğım a da ayrıca sevinmiştim.
Karanfillerin bulunduğu bölm eye vardık. Burada K a­
te, Jamie ve L u ke’u gördük. Bir saniye sonra M urdoch da
Bayan E w in g ’le birlikte yanımıza geldi. Dedem bu aile top ­
lantısından pek hoşnut kalmıştı. Herkesin teker teker
elini sıktı. H attâ K ate’in çocuğuyle de tokalaştı. Oraa ş e f­
katle ‘R obie’ diyordu. Sonra da çevresine bakındı. Sanki
onların da kendisini duym alarını istiyorm uş gibi yüksek
sesle sordu : «H üküm nedir, oğlum ? M adalyayı kazandık
m ı?»
M urdoch, tezgâha dönerek başıyle işaret etti : «K en ­
din g ör.»
K aranfil demetinin ortasında yaldızlı büyücek bir
k art asılıydı. Kartın üzerindeki yazının mürekkebi bile
daha kurumamıştı. «E n Başarılı Çiçek Gösterisi için G ü­
müş madalya. B a y M urdoch Leckie’ ye verilm iştir.»
Bayan B w in g hemen telâşla k on u ştu : «Bu da Alexan-
dra a ödülü kadar değerli. Biz sonuçtan çok memnunuz.»
G erçi M urdoch iyi bir sonuç almıştı ama içini yakan
ihtirası tatm in edememişti. A m a Dedem için bunun öne­
mi yoktu. Ona g öre madalya madalyaydı. Yüzü al al ol­
muştu.
— «M urdoch seninle övünüyorum . Bana onur verdin.
E ğer o güzelim çiçeği yakasına ilk takan kimsenin ben ol­
mama da izin v erirsen ...»
Elini uzattı, dem etten bir karanfil aldı, sapını kırdı,
yakasına taktı.
Bu, Dedemin alışılmış bir davranışıydı am a M urdoch
bundan pek hoşlanm am ıştı. Y akaya çiçek takm akla Dedem
tam eski havasını bulmuştu. Hepimize bakıp h a fifçe gü ­
lümsedi.
— «B eni ödüllerin d a p tıla c a p yere götür. Y o o , y o ­
rulmadım ha. F akat gidip orada oturacağım , bize m adal­
ya verilinceye kadar bekleyeceğim .»
Dedem, yüksek akasya ağacının gölgesinde K ate ve Ja­
mie’nin yanına oturunca ben de üzerimdeki sorumluluk yü ­
künün bir parça hafiflediğini hissedip bundan yararlanm ak
istedim. Oradan biraz uzaklaşmak istiyordum . E n aşağı
yarım saat Dedem beni aram ayacaktı. Zaten K ate’in oğlunu
kucağına almış ona tath tatlı gülüm seyerek : «G ölde paten
yapm aya gittiğim iz gün çok üzülmüş müdün, R o b ie ? » diye
soruyordu.
Çim enlipn öbü r tarafına geçerken küçük oğlanın
cırtlak bir sesle karşılık verdiğini duydum ; «Şim di paten
— 340 —
kaym aya b oş ver, Dede. B ana Zulu’la n anlat.»
A yla k aylak çiçek tezgâhları arasında dolaşıyordum
am a gözüm ün kuyruğuyle onları araştırm aktan da geri
kalm ıyordum . Reid, ertesi h afta güneye hareket edecekti.
Bayan Keith le A lison da birkaç gün son ra yola çıkacak­
lardı. Daha sonra ay sonunda L on dra’da sade bir düğün
töreni yapılacaktı. Garip değil mi, A h son ’u son görüşüm ­
den sonra St. A n dtew Salonunda parlak bir konser ver­
miş olması canımı daha da sıkmış, üzüntümü arttırmıştı.
Y aralı ve daha şimdiden yapayalnız kaldığım ı hissederek
arkadaşlarımdan uzak durm aya baktım . A m a onlarla ve­
dalaşm ak gerektiğini de düşünüyordum.
— «A m a yalvarırım öyle üzgün durma, Robie. Mur-
doch'un başarısıyle övünmen gerekir.»
Bayan Keith, bandonun yanında Reid ile beraberdi.
Başında büyücek, beyaz kenarlı yum uşak bir h asır şapka
vardı. Y an gözle bana bakarak h a fifçe gülümsedi. Son
görüşm em izdeki o tenkit dolu bakışından eser kalmam ıştı.
— «Sahiden üzgün mü görü n ü y oru m ?» diye sordum
ve kekeledim. «M urdoch altm m adalyayı kazanm adı ki.»
Jason a t ıld ı; «B en aylardan beri pencerem in önünde
teneke kutularda sebze ve m eyva yetiştirdikten sonra
M urdoch altın m adalyayı nasıl kazanabüirdi?»
Bayan K eith’in koyu renk gözleri sevinçle aydınlan­
mıştı. «Şekerim , sen fevkalâdesin. Yalm z biraz da neşeli
görünseydin çok daha iyi olacaktı.»
A ğzım ın içinde birşeyler geveleyerek kendimi savun­
m aya çalıştım.
— «in sanın sevdiği d ostla n uzaklara giderlerken
çevresine neşe saçm ası da beklenem ez ya.»
Reid başm ı salladı. «H ayat berbat bir şey, Robert.
Hadi bizimle g e l de krem alı çilek yiyelim. Y arım saat son­
ra A lison’la ça y salonunda bulaşacağız.»
Bayan K eith de ; «E vet, sen de gel» dedi. «Saat dört­
te orada olacağız.»
— ■ «Pekâlâ.»
Onlar ağır ağır yanımdan uzaklaştıktan sonra ben
de bir başka çiçek tezgâhının başına gittim. G özlerimi bir
--

dem et yaban havucuna diktim. Y aban havucundan nefret


ederdim ve şu anda bu çiçekleri düşünm üyordum . Jason’un
ses tonundaki o alaycı dost havası birdenbire bana baş-
kalannın gözüne nasü göründüğüm ü anlatıvermişti. A h,
T a n n m ... Ben ne budalaym ışım meğer. H ayat hakkında
hiç bir bilgim yoktu, onun birinci şartını bile bilmiyordum .
B ir rüyalar âleminde yaşıyordum ben. Kendi hayallerim in
zavallı kurbanıydım. A h, yarabbi bir tek şey için dua et­
m eliyim ... Onların önünde kendimi bırakıp alay konusu
olm am ak için tanrıya yakarmahyım .
Saat dörde beş kala ça y salonuna gitm ek için bulun­
duğum yerden uzaklaştım.
D erken kalabalığın arasından çıktığım sırada K ate’in
karşıdan. Dedemin oturduğu yerden el salladığını gördüm .
Teyzem in el sallayışındaki gariplik beni meraklandırdı.
H em en o ta ra fa koştum .
K ate soluk soluğa konuştu: «D edem hastalandı. Ja­
mie’ yi d ok tor bıüm aya gönderdim . A m a şimdi durumu
daha da ağırlaştı. T elefon kulübesine koş da bir araba
çağ ır.»
ih tiyarcık yerde yatıyordu. Birkaç iman sahibi etra­
fını çevirm işti. Bir yana bükülmüştü. G özleri açıktı ama
bakışları sabit duruyordu. Ağzm ın bir kenarı gürültüyle
soluk alıp veriyordu öbü r y a n sı hareketsizdi. B eyaz saç-
la n darm adağınıktı. K ral L ear’in o m üthiş fırtın a g ece­
sinden sonraki halini andınyordu. Ben pek birşey bilm e­
mekle beraber Dedemin bir felç geçirm ekte olduğunu se-
zinlemiştim. T elefon kulübesine koşarken, sergi komitesi
de ödülleri dağıtm aya hazırlanıyordu. B ando prc^ram m ı
tamamlamış, kulaklarımı sağır eden bir gürültüyle son
parçayı «T a n n Kralım ızı K orusun»u çalıyordu.

DOKUZUNCÜ BÖLÜM

P azar; gece yarısı olmak üzere. Bu defa yanılmak


yok. Dedem ölüyor. B u gerçek, onun odasını, u yuyan evi
v e dışardaki g ecep, bile etkiliyor. Bütün gün hep bir bek ­
— 342 —
leyiş içinde geçti. Herkes, böyle zamanlarda nasıl davran­
mak gerekliyse öyle davranm aya çalıştı. M urdoch ile Ja­
mie, alt katta Baha’yla konuşuyorlardı. K ate, küçük o ğ ­
lunun arka bahçede top oynarken fazla bağırm asını ön­
lem eye çalışıyordu. Haminnem ayaklarının ucuna basa
basa m utfakta kocam an bir tepsi dolusu kurabiye pişir­
mişti. Buna «son u beklem ek» derler ve ev halkı, saygı
dolu bir bekleyiş içinde kendi âlemine çekilir, bu arada
yapılan elektrik şoklarına rağm en ihtiyar adamın duru­
munun hâlâ sallantıda olm asına ve Dr. G albraith’ in has­
tanm fazla dayanam ayacağını söylem iş olnthsına üzülür­
ler. Dedemin başm da oturm ak istediğim i söyleyince kim­
se benim hu is te p m e karşı koym uyor. Dedeme olan sev­
gimin bana sa ğ la d ıp hakları herkes kabul ediyor. Hele
insan g ece uykusundan yoksun kalmak istem eyince bu
hakperestlik daha da kuvvetleniyor.
Sessizlik insanı korkutuyor. Perdeyi çekip pencereyi
a ç tıp m halde, ılık v e yıldızsız gecenin içeriyi istilâ etm esi
de bir ferahlık yaratm ıyor. Dedem sırtüstü yatıyor ama
artık horlam ıyor. Yüzünün çekilm esiyle h a fifçe aralanan
ağzından zorlukla soluk alıp verebiliyor. Ham innem oda­
sına çekilmeden önce, o y a n baygın, hatları keskinleşmiş
yüzü süngerle temizledi, beyaz saçlan taradı. Çiçek Ser­
gisindeki o şahane görünüşü canlandırm aya çalıştı. Y a ş­
lılık Dedemin vücudunu bir harabe haline getirm işti ama
nasılsa onu alçaltm ayı başaramam ıştı.
Onu üzgün üzgün seyrederken çok k ötü bir problem i
en k ola y yoldan çözüm lediğini de görerek rahatlıyorum
v e istem eye istem eye hayale dalıyorum : hiç kuşkusuz bu
an hayatın gerçek değerini anlama anıdır. H epim izin kat­
lanmak zorunda olduğum uz bu korkunç ayrılık anı. Dedem
ne saçm alıklar yaptı, ne günahlar işledi, ih tiy a r adamın
zaaflarını, kusurlarım h iç kimse benden daha iyi bilemez.
Çünkü daha şimdiden ondan bana geçm iş bazı özelliklerin
varlığını dehşet içinde farkediyorum . A m a gene de on­
ları kişiliğin o dertli derinliklerini savunuyorum.
Y atağın kenarında sızmış olmalıyım. Dedemin konuş­
m aya çalışm asıyle uyanıyorum . Hemen ona eğiliyorum v e
— 343 —
«ru h » dediğini zorlukla duyuyorum .
Bu ölüm döşeğinde pişmanlık getirm ek ve Kutsal
Ruhdan söz etm ek anlamına gelm iyordu. Son zamanlarda
pek tiryakisi olduğu içkinin adıydı. Şu anda ona susamış­
tı. Bu içki ona h iç de iyi gelm iyor, ama zaten Dedemin
başka alışkanlıkları da onun sağlığı için zararlıydı. D ok ­
tor herhangi bir yasak koym adığı için salona inip dolabı
açıyorum . İçki şişesi dolapta hazır duruyor. Bunu garip­
sem iyorum , çünkü büyük acım ızı paylaşm aya gelecek k o­
nuklara içki ikram etm ek gerekecekti. B ay M cKellar g i­
bilerine su içirem eyeceğim ize g öre içki verecektir. Dede­
min, kendi cenaze ziyafeti için hazırlanan içkiden bir ka-
den içm esinde bir sakınca yoktu.
V iskiye pek sevinir. İçk iyi zorlukla yudumlar. Son­
ra tekrar m ırıldanır: « E t v e içki.»
Bunlar onun son sözleridir. Bu rasgele söylenen söz­
lerde garip bir anlam buluyorum . H ayat felsefesinin katı
bir özeti.
Saat üçü çalıyor ve beni o korkunç yorgunluğum dan
kurtarıyor, ih tiy a r adamın artık hızla göçm ekte olduğu­
nu görüyorum . Büyüklük anının eli kulağında. Birdenbire
kapı açılır ve Ham innem elinde bir mum, sırtında beyaz
harm aniyesiyle odaya gelir. Bunu garip bir iç güdüsüyle,
köylülere özgü şaşm az iç güdüsüyle ölümün yaklaştığını
sezinlediği için yapm ıştır. Bu kez, İncilden bir ayet oku­
maz. Ölüm döşeğindeki adama son ra da bana bakar ve
sessizce benim iskemleme oturur. Ben de pencerenin önü­
ne giderim.
Şafak vaktinin yaklaştığını hissetm ek mümkün. B e­
lirtiler m eydanda: görünm eyen kıpırdanmalar, bir kuşun
ihtiyatsızca ötüşü, üç kestane ağacındaki belli belirsiz kı­
pırtılar gibi. Haminnemin davranışına diyecek yok. B i­
zim le birlikte şu anda odada bulunan o karanlık varhktan
ürküyor. Kendisinin de ölümlülüğünü hatırlatan görü n ­
mez varlık o. Fakat artık n efret duygusundan da iyice
sıyrılmış. Şu üçümüzün yaşadığı küçücük dünyaya hük­
meden kırgınlık ve düşmanlık şimdi bize pek çocu kça ve
uzak görünüyor. Şu son aylarda Dedem çöktükçe Ham in­
— 344 —

nem yükseldi. A cım a duygusunun etkisiyle olm am ıştı bu.


H am innem kendi değerini pek aqı b ir şekilde anlam ıştı ve
eski düşm anına sevgiyle bağlanm ıştı.
E vet, nihayet. B irşey kay ıp gidiverdi. B ir adam m en
g ü çlü ku vvetli zam anında ölm esi k orku n ç, insanın içini
burkan, isteksiz hir h eyecan . F ak at bu ih tiy a r adam y o r ­
gun. B ir skif, çevresine su falan sıçratm adan yavaşça sa ­
hilden uzaklaşabilir. H am in nem bana ba k ıy or, başıyle b ir
işaret yapıp ayağa kalkıyor.
H am innem sarkan çen ey i bağlayıp, kapalı gözlere
pa ra bırakırken (bu d a bir k öylü âdetidir) onu sey red iy o­
rum . B ü yü k bir üzüntü içinde o yüzün son d efa donup
kalışını seyrediyoru m . A yd ın lık mı, karanlık mı orasını
bilm em am a D edem in erdiği yerde h iç b ir saçm alık yapıla­
maz. D edem onu suçlayan ve istism ar edenlerin hepsinden
en önem lisi kendi benliğinden kurtuldu.
Ham innem in fısılda ya ra k em ir üzerine perdeleri k a­
pıyorum . Ş afak sö k ü y o r: kestane ağ açla rı şekilleniyor,
ta rlalar da eskisi kadar karanlık değil, doğu da sa fra n ren­
g i b ir leke var. M um u sön dü rü yoru m . B irdenbire tep edek i
çiftlikten, sanki sönen alevle alay ederm işçesine bir h o ro ­
zun cırtlak sesiyle m eydan okuduğu duyuluyor.

ONUNCU BÖLÜM

Salı günü, cenaze tören inden son ra hepim iz salam ,


yu m u rta v e çaydan ibaret cenaze k ah valtısı için salon da
toplandık. Babanın işgü zarlığı yüzünden cenaze törenini
ikinci sın ıf bir m ezarcı yapm ıştı am a tören g a y et düzgün
geçm işti. Baba, ellerini oğuştu ru p, k ib arca davranm aya
çalışarak B a y M cK ellar’ı da cenazeden son ra bizim le bir­
likte ev e getirm işti. Ham innem , avukatın sağında, K ate
solunda oturuyordu. M u rdoch ile Jamie, benim iki yanım ­
da, öbü r u çtaydılar. A da m , masanın ba ş köşesin i işgal et­
mişti. O nun yanında da B a b a vardı.
B aba, övülm eye pek hevesli g örü n erek : «Y a n ılm ıyor­
— 345 —

sam , h erşey g a y e t güzel tertiplenm işti değil m i?» diye s o r ­


du. «A m a n iki jm m urta al, üstad. E vet, fazla şam ata ç ı­
k arm ak istem edim . A m a g en e de h erşeyi yolu n ca y ord a -
m ınca yapm ak isterim . H em eğ er fark ın a vardıysaruz,
onun uğrun a yaptım h erşeyi.»
A vu ka ttan bir karşılık bekleniyordu. M cK ellar, K a te’-
ten dolu ç a y fin canını alırken k u m bir sesle k on u ştu :
^
— «B en ce cenaze m ükem m eldi. H erşey durum a uyguıı
bir şekilde düzenlenm işti.»
Baba biraz titizlenm işti. B a y M cK ellar’a b ir türlü
kendini sevdirem em iş olm ası onun daim a canını sıkıyordu.
A d a m ’ın şu sözleri onu sevindirdi :
— «K im se bundan daha iyisini isteyem ezdi.»
M cK ellar om uzlarını silk ti: «în sa n o hale gelince h iç
birşey istem ez.»
Baha’ yla A dam , bu m ünasebetsiz adam a karşı tam
bir birlik içinde oldu k la n n ı belirtecek şekilde bakıştılar.
G erçi A dam , daha o sabah gelm işti am a B aha’y ı kan dır­
m ıştı bile. B aba, ona evin satılm ası ihtim alinden sözetm iş-
ti. B elki de A n aoku lu nu n yöneticileri satm alacaktı e v i...
B aha’yı k ola y ca avucunun içine alıverm işti. A ra b a y la eve
dönerlerken de alçak b ir sesle B aha’nın servetitin sig o rta ­
dan gelecek pa ra yla daha da artacağın ı konuşm uşlar,
aralarında bir anlaşm aya varm ışlardı.
H am innem : «B en im çöreklerim den yem ez m isin iz?»
dedi.
— «Y iy eceğ im tabii.» A v u ka t, çayın ı iştah la içiyordu.
B aha’y la A d a m ’a karşı soğ u k davran m akla bera b er K ate
v e H am innem le h araretli h araretli konuşuyordu. B ir çok
k onularda H am innem le fik ir birliğin e varm ışlardı. T a b a p -
nın üzerine y ata ca k g ib i e p lm iş ti, gözlerin i de m asanın
üzerinde fıld ır fıld ır döndürüyordu.
Bu çelik bakışlardan kaçındığım ı itira f etm eliyim . M e­
za r başında, tabutun iplerinden birin i bana verdikleri za ­
m an z a y ıf v e düşüncesiz bir anım da, büyük b ir budalalık
etm iş, kendim i gülünç durum a düşürm üştüm . T ab u t m e­
zara indirilirken vücudum sarsılm aya başlam ış, gözlerim ­
den yaşlar b oşa n m ıştı... H em de bu y a şta ... O ola yı h a ­
— 346 —

tırla 3 nnca başım ı u tan çtan önüm e eğm iştim .


A da m so rd u : «P oliçen in kesin m iktarını b iliy or m u­
su n ?»
M cK ellar, resm i bir tavırla ceva p v erd i: «E v et, biliy o­
rum .»
Bu ikisinin yıldızı b ir türlü barışm am ıştı. K entin si­
g orta cısı v e küçük k asaba avukatı bir türlü an la şa m ıyor­
du. Y ıllardan beri sok akta bana başıyle g a rip bir selâm
verm eyi âdet edinen bu M cK ellar ga rip bir adam dı. Onun
namuslu olduğunu söylem ek biraz fazla iyim serlik olur.
F ırsa t kollam asını g a y et iyi bilirdi. Y üzd e üç k om isy on u ­
nun dışında h erh an gi bir iş tek lifi alsa hem en başını sallar,
«K ötü bir iş bu. K ötü b ir iş,» diye m ırıldanırdı. A d a m ’m
bir fırsa tçı olm ası besbelli canım sıkıyordu . Başkalarının
sırtından geçin m eye bakan, bir işaretle işini g ücün ü bı­
rakan bu g en ç adam a karşı bir güvensizlik va rd ı içinde.
A dam , hâlâ poliçe m eselesini k u rcalıyord u : «A ca b a
n e kadar p ara alacağım ızı kesin olarak tahm in edebilir
m isin iz?»
— «T a m olarak yedi yüz seksen doku z pound, yedi
şilin v e ü ç p e n i... T a m ola ra k bu kadar.»
A dam , başını öne eğdi. B a ba ise paranın m iktarını du­
y u n ca sevinçten sarardı. D edem i düşünm eden edem edim.
Z avallı bu poliçe m eselesine ne kadar da kızardı. Onun
yanında bundan sözetm em i de yasaklam ıştı. T an rıya şü­
k ü r ki, B aha’nın sevin ç içinde fısıldadığı şu sözleri d u y ­
madı.
— «B u p a ra yı bize ne zam an vereb ilirsin iz?»
— ^ «H em en .» B a y M cK ellar, çataJıyle bıça ğm ı m asa­
da bıra kıp ta ba ğın ı itti.
— «D ah a ç a y ister m isiniz. B a y M cK e lla r?»
— «T eşek k ü r ederim am a istem em . Ç ok fazla içtim .»
— «Ö yley se, b ir iki yudum cuk içki içersin iz?» Baba,
kon u k sever bir tavır takın arak bu teklifi yapm ıştı.
— «E h , eğ er siz ısra r e d iy o rsa n ız.,,»
D olu içk i şişesi B a y M cK elIar’ın önüne sürüldüğü za­
man iskem lem den kalktım , kim seye sezdirm eden oradan
uzaklaşm ak istiyordum . F a k a t suçüstü yakalanıverdim :
— 347 —

«N erey e g id iy o rs u n ?»
B aba, im dadım a yetişti: «H âlâ kendine gelem edi. B el­
ki de cenazede fark etm işsin izdir... Pekâlâ, R ob ert, biz sana
izin v eriy oru z.»
— «O tu r şuraya, delikanlı.» M cK ellar, içkisinden bir
yudum aldı. « Y a rı yolda h erşeyi bıra k ıp gitm ek, ih tiyar
adam a saygısızlık olur. E ğ e r ona karşı en küçük bir sev ­
g in ve saygın varsa, ki bu evde yalnız senin o zavallıya
karşı b öy le bir duygu beslediğini tahm in ediyorum , ben
işim i bitirin ceye kadar bu rada oturup beklem ek zahm eti­
ne katlanırsın.»
Şaşkın bir halde iskem lem e çöktüm . B a y M cK ellar,
benim le h iç böy le konuşm am ıştı. Bu davran ışı bana hem
dokundu, hem de iy ice küçük düştüğüm ü hissettirdi.
A d a m sert bir sesle: «Ö yley se şu işi bitirelim ,» dedi.
— «N a sıl isterseniz. B a y M cK ellar, yan cebinden ba ­
zı k â ğ ıtla r çıkardı. «îş te poliçe burada. N um arası 57430.
A lexa n d er Gk>w adına düzenlenm iş. İşte vasiyetnam e de
burada. Başından son u na kadar ok u ya ca ğım .»
A vu ka tın bu yavaşlığı A d a m ’ın canını sıkm aya b a ş­
lam ıştı. «Canım ne g ereğ i var bu n un ? B ütün bu saçm ala­
rı tekrarlam anın g ereğ i v a r m ı? P oliçey i hazırladığınız za­
man ben de bürodaydım . Bunun hazırlanışm a tanıklık et­
tim v e başından sonuna kadar da ezbere biliyoru m .»
B a y M cK ellar, şaşırm ış gibi görü n d ü : «B aşından s o ­
nuna k ada r okursam , usule u ygu n h arek et etm iş oluruz.
B ir saniyeden fazla sürm ez.»
Baba, h av ay ı y atıştırm aya çalıştı: «E lb ette.»
M cK ellar, gözlüklerini taktı v e ağır, g ü r bir sesle v a ­
siyetnam eyi oku m aya başladı. Bu kısa ve g a y et kısa y a ­
zılm ış bir vasiyetnam eydi. D edem h er şeyin i H annah A n a ’­
y a bırakm ıştı. Onun ölüm ü halinde de varı y oğ u B abaya
kalıyordu .
Baba, rah at bir soluk a ldı: «E h , işte böyle olm ası
gerek irdi zaten. Şim di bizi yolum uzdan alıkoyacak bir en­
gel kalm ıyor dem ektir.»
— «D u ru n .» M cK ellar, telâşla ba ğırdı ve aynı zam an­
da yum ruğunu m asaya indirdi. Bu beklenm edik çıkışı iz­
leyen sessizlik süresince de alaycı bir gülüm sem eyle çev­
resine bakındı. Elindeki kâğıdı avucunun içinde sıkıp bu­
ruşturdu. K um ral kaşları çatılm ıştı. Gözlerinde zalim ve
alaycı bir bakış vardı. N ihayet sırrını açığa vurm aya hak
kazanmış birine benziyordum .
Gözleri tekrar beni buldu ve hemen o zalim ifade,
yerini sevgi ve anlayışa bıraktı. «B u vasiyetnam eyi hü­
kümsüz kılan daha yeni bir vasiyetnam e var,» dedi. «Y ir­
m i Tem m uz 1910 tarihini taşıyor.»
Baba bir fe ry a t kopardı. A m a ben bunu pek duyam a­
dım, O günü ne kadar iyi hatırlıyordum . M arshall sınavı­
nı kaybettiğim ve G avin’in öldüğü gündü.
M cKellar, her kelim eye hakkını vere vere vasiyetna­
m eyi okum aya başladı. E vet, her kelimeyle Baha’nın vücu­
duna bir bıçak darbesi indiriyorm uş gibi zevklene zevklene
okuyordu.
«O gün yani 20 Temmuz günü Dandie Gow, yazıha­
neme geldi. Ona Dandie diyorum çünkü, bütün kusurla­
rına ve başarısızlıklarına rağm en, benim dostum olduğu­
nu övünçle söyleyebilirim . Poliçenin işleminde bir deği­
şiklik yapıp yapam ayacağım ı bana sordu. İkim iz uzun uza­
dıya konuştuk. Bu konuşm am ızm sonunda da poliçeden
alacağı paranın her kuruşunun, tekrar ediyorum , her ku­
ruşunun bu çocu ğa kalm asm ı kararlaştırdık. R obert
Shannon benim denetimimin altında bu parayla W inton
K olejinde tıp öğrenim i yapacak. Zaten poliçeden alınacak
paranın ona bırakılm asının da tek nedeni bu.»
Bir ölüm sessizliği oldu. Ben bem beyaz kesilmiştim.
Boğazım v e kalbim sıkışmış kalmıştı. D uyduklarım a üıa-
nam ıyordum bir türlü. Talihsizliklere öylesine alışmıştım
ki, karşım a çıkan bü şans ışığına da inanmak gelm iyordu
içimden. Belki de böyle yükselm e umuduyla kandırılacak
sonra da başım a hepsinden daha ağır bir darbe yiyip
iyice ezilecektim.
Baba, ağlam aklı bir sesle konuştu: «Beni zorla inan­
dırm aya çalışm ayın,» dedi. «Dedenin böyle birşey yapm a­
sı imkânsız. Buna hakkı yoktu.»
M cK ellar’m yüzündeki gülümseme daha da derinleş­
— 349 —

ti: «B u poliçenin gereğin ce B ay G ow böyle bir karara var­


makta serbesttir. P oliçeyi yaşadığı sü rece bozduramazdı,
ipotek ettiremezdi ama ölümünden son ra dilediği kim se­
ye bırakabilirdi.»
Baba, gene ağlam aklı bir tavırla A da m ’a döndü. On­
dan medet um uyordu. «Ö yle mi dersin ?»
Adam , M cK ellar’a ateş püskürerek baktı: « A n a ’mız
başka türlüsünü asla kabul edemezdi. H em Dedem aklını
kaçırmıştı.
— « îk i yıl önce bu ek m addeyi hazırladığı zaman aklı
başındaydı. O da sizin kadar sağlam dı.»
Baba, garip ve yüksek bir sesle: «Ben vasiyetnam eyi
incelettireceğim ,» dedi. «B unu adalete teslim edeceğim .»
M cK ellar’ın yüzündeki gülümseme k ayboldu: «B u y ­
run, dilediğinizi yapın. Evet, lütfen ne isterseniz yapın.
Y alnız şunu bilin ki, o zaman ben de sizinle g e re k tip
şekilde mücadele e d ecep m . A rtık kasaba adliyesine mi
olur, yoksa Y üksek M ahkem eye mi olur, bilemem am a ben
de kanun karşısında sizden hesap soracağım . Gerekirse
M eclis koridorlarına kadar götü receğim bu meseleyi. Sizin
için çok kötü olur bu, B a y Leckie, O zaman mesleğinizde
yükselmeniz ihtim ali de ortadan kalkar, dostum .» M cK el­
lar, sustu. Y ıllarca uğraşıp didindikten sonra karşılaştığı
bu melodram onu da etküemişti. «K arınız poliçenin tak­
sitlerinin büyük bir kısmını ödedi am a aslında o bu poli­
çeyi alm ayı katiyen istem iyordu. İh tiyar adama geUnce:
onun da bundan bir kuruş bile almasına im kân ve ihtimal
yoktu. Fakat bu poliçenin iyi bir am aç uğruna harcan­
masını, gerçekten yararlı biı işde kullanılmasmı istiyor­
du. Poliçe onun dUediği şekilde kullanılacak. E ğ er öyle
olm azsa ben de Duncan M cK ellar adını taşıdığımı inkâr
ederim .»
A h, Tan n m , öyleyse bütün bunlar doğru m u ydu?...
Bana tek kelimeyle bile bir açıklam a yapm ayan Dedem
bana bu büyük arm ağanı gerçekten verm ek istemiş miy­
d i? Gözlerim i yere indirdim. Soluk bile alamıyordum.
Yüzüm deki kaslar seyirm eye başlamıştı. Birdenbire K ate’in
sesini işittim ve kolunu boynum a doladığını hissettim.
— 350 —
— «B aşkaları ne düşünüyor bilm iyorum am a bence
bu para bundan daha iyi bir şekilde kullanılamazdı...
Evet, en iyi hâl çaresi bu.»
Jamie, fısıldadı: «D inleyin, d in leyin ...»
A h o aksi, suratsız, çatık kaşlı sevgili K ate ve alili­
nin akıyle tertem iz para kazanan Jam ie... Küçük oğulla­
rının ilerde benim karşılaştığım güçlüklerin h iç biriyle
karşılaşm ayacağına inanmış gibiyim . M cKellar, kâğıtla-
rm ı topladı. A y a ğ a kalkarken bana döndü:
— «Y a rın saat onda benim yazıhanemde buluşalım.
Fakat ondan önce benimle birlikte biraz .yürüyebilirsin.
Biraz tem iz hava almaktan sana zarar gelm ez.»
Şaşkm bir halde, onunla birlikte odadan çıktım . însa-
nm bir kere canına tak dedi mi, artık güçlüklere dayana­
ca k gücü de kalmıyor.

ONBlBtNCt BÖLÜM

O akşam g eç vakit. A vu kat M cK ellar’ın evinden


Hom osapien cinsinin küçük kasabalarda yaşayan memeli­
ler fam ilyasından bir yaratık, kısacası, sıcak kanlı, om ur­
galı bir yaratık olan R ob ert Shannon döner. Bu garip ya­
ratık henüz onsekiz yaşında olm asına ve daha kısa bir
süre öncesine kadar za y ıf om uzlarm da yılların dayanıl­
maz jdikünü taşım asına rağm en ve aşkta haksızlığa u ğ­
radığı halde, ayrıca çeşitli üzüntülerle yoğrulm akla bera­
ber, p hâlâ sertleşmem iş, olgunlaşm amıştır. Şimdi gecenin
sakin v e durgun güzelliğini seyrederken, gecenin yıldız­
larla birlikte şarkı söyleyişini dinlerken kendisinin de
kalbi bu şarkıya katılm aktadır. Gözleri dosdoğru ileriye
bakarak yüzü kızarm ış bir halde kararlı adımlarla yürü­
mektedir.
Gelecek onun önünde olanca genişliğiyle açılmıştır.
Onunla uzun süre konuşan o kuru îs k o ç avukat, bundan
sonra hem vasiliğini yapacak, hem danışmanı ve hem
de arkadaşı olacaktır. A rtık o D öküm haneye asla dönme­
— 351 —
yecek. G elecek ay, yeni devre başlarken o da Üniversiteye
girecek. Ö ğrencilerin yurtlarında kalacak ve Üniversite­
de o çok sevdiği konu, yani B iyoloji üzerinde çalışmala­
ra başlayacak... Pratik zooloji öğrenim i yapacak. îşte
onun yanaklanna renk veren de bu sihirli iki kelimedir.
D aha şimdiden form alin ve Kanada Balsamınm kokula­
rını duym aya başladı... Sıra sıra dizilmiş o güzelim Zeiss
marka m ikroskopların biri de onun olacak. Zavallı Bay
Sm ith’in sözlerine rağm en bundan vazgeçmeyecek. Bay
Sm ith’i tekrar görm ek de ona ayrıca zevk verecek. Bu­
nu düşürm ek bile gü zel... Hem kimbilir, eğer şansı yar­
dım ederse belki de daha birinci devrede bir hasrvana
otopsi yapm asına izin verirlerdi.
Onun öğrenim ini tamamlamasına yetecek kadar para
var. Dedenin bıraktığı borçlar, M cK ellar’m da yardımıyle
temizlenebilir. E ğ er eve döndüğü zaman ev halkı arasın­
dan ona kötü sözler söyleyen çıkarsa da bunlara aldır­
maması öğütlenm işti. Y akm bir gelecekte de bir daha dön ­
memek üzere Lom ond V iew ’dan ayrılacaktı.
A h, evet, gelecek önünde açık, hem de pırıl pırıl par­
lıyor. Reid ile A lison da kasabadan a y rılıy or olabilirler
ama o da nasıl olsa gid iy or y a ... Onlara ba şa rısız bir in­
san olarak kalm aya mahkûm bırakılm adığını gösterecek.
A lison ’a beslediği duygular da artık en ik onu değişti. îh -
tiraslarm a da gem vurm asını biliyor. B elki d e büyük bir
zoologun hayatında kadınlara yer ola m az? K im b ilir belki
de günün birinde Viyanada, ünlü bir p rim a d on n a , Car-
men operasında baş rolü oynarken, ciddi ta v ır lı ünlü bir
doktor, yakasında şeref nişanıyle, sessizce t iy a tr o y a gelip
localardan birine yerleşecektir...
H ayır, hayır, bunlar, delikanhnm g e r id e b ıra k tığ ı e r ­
genlik öncesi devrine ait hayaller... Ö n ü n de y a p ıla ca k bir
sürü iş v a r... ciddi ve harikulâde la b o r a tu a r çalışm aları
var.
F akat durun... onun peşini b ıra k m a d a n ö n ce son bir
m arifetini daha görelim ... Chapel C a d d e s in d e n d oğ ru
geçerken sağında Kutsal M elekler K ilisesi b e lir ir . B u p a r­
lak ruhun oradan beklediği birşey y o k t u r ... C a n o n R o c h e ’ -
— 352 —

un onu g eri almak için sa rfettiği çabalara cesaretle karşı


koym uştur. K eder onu dize getirm em işti işte... Oh, artık
onun gözünü boyam aya, im kân yok, hemen hemen özgür
bir düşünür olm asına ram ak kaldı.
A m a işte gene de şu anda, farkm a varm adan olağan­
üstü bir kuvvetin pençesine düşüp boğazlam veriyor.
Unutmayın bu delikanlı ‘Cinslerin D oğuşu’ndan R enan’m
‘Isanın H ayatı’ isimli eserine kadar herşeyi okumuş,
A dem ’in kaburga hikâyesine gülm üştür ve adım unuttuğu
o kurnaz Fransız Kardinalinin Hristiyanlığın şirin bir
masala dayandığı konusundaki iddiasına da inanmıştır.
Am a bu onun kanında, kemiklerinde benliğinde varhğım
hissettiriyor, delikanlının ondan kurtulması imkânsız.
O ilk devleşmenin birdenbire gözden düşm esi gibi
bir durumla karşı karşıyayız. Fakat herşeyden önce g er­
çekleri açıklam aya da yemin ettik. Bu R ob ert Shannon,
Uerde kaç kez durgunluk ve canlılık devresi geçireceğini,
kaç kez yükselip yeniden aşağı düşeceğini tahm in edecek
güçte değiliz. O jrnce varlıkla da kim bilir k aç kez arası
bozulacaktır. Y alnız bir g erçek v ar ki o da, elinde olm a­
dan bu dinleyen sessizlik içinde şu içindeki heyecanı g i­
dermek için dua etm ek istemesidir. Birdenbire içindeki
mimıet duygularım belirten bu duanın b oşa g it m e y e e ^ n i
de hisseder. V e utanm ış bir tavırla, karanlık kiliseye dalar.
En azından, onun içerde fazla Am a hiç değilse onun
içerde fazla kalmadığını söyleyebiliriz. Belki de ancak bir
mum yakacak ya da mihrabın önünde anlaşılmaz, k ar­
makarışık birkaç kelim e mırıldanmaya yetecek kadar kal­
mıştır. A m a belki içerde kalışı bundan daha da uzun sür­
müştür. Ehşan çıktığı zaman gökyüzündeki parlak yıl­
dızlardan v e gökyüzünü taram akta olan kutup ışıkların­
dan gözleri kam aşm ış bir halde, eskisine g öre daha hızlı
adımlarla, ayak sesleri boş sokaklarda çınlaya çınlajıa yü­
rüm eye başlar.

BtRÎNCt CİLDtN SONU

You might also like