You are on page 1of 136

Nurer UGURLU başkanlığında bir kurul tarafından

hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan:


Yeni Gün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Aralık 1999
LİMAN VON SANDERS

TÜRKİYE'DE
BEŞ YIL
1

Çeviren
Örgün Uğurlu

Cumhuriyet GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
Mustafa Kemal Paşa, Liman von Sanders'in yerine
Yıldırım Orduları Komutanı atandığı sırada.

5
ÖN SÖZ

Bu kitap, Malta'da tutuklu bulunduğum sıralarda yazıl­


mış, ülkeme döndükten sonra elimdeki belgelere göre tamam­
lanmıştır.
Türkiye deki beş yıllık çalışmam, savaş yıllarına rastla­
'

mıştır. Bu süre içinde yalnız Dünya Savaşı ndaki düşmanları­


'

mızla değil, Alman Askeri Kurulunun etkisini azaltmak için


çalışanlarla da sürekli mücadele etmek şeklinde olmuştur.
Bu nedenle, bu zor zamanlarda özveri ve bağlılık göste­
rerek yanımdan ayrılmayan Alman ve Türk arkadaşlarıma bu­
rada şükranlarımı sunarım.
Kasım 1919
Liman von Sanders
..

7
1

Türkiye'ye Nasıl Geldim

1 5 Haziran 1 9 1 5 'de -Görkemli imparatorun tahta çıktığı


gün- Askeri Kurul'dan gelen bir yazıyla Türkiye'ye gönderi­
lecek Askeri Kurulun başkanlığını kabul edip etmeyeceğim
soruluyordu.
O tarihte ben, en kıdemli bir tümen komutanı olarak, Al­
man Ordusunun Kassel 'deki 22. Tümeninin Komutanlığını
yapıyordum. O zamana kadar Prusya Ordusunda çeşitli hiz­
metlerde bulunmuş, uzun süre Genelkurmay'da görev yapmış
ve birçok ülkeye geziye gitmiştim; ama ne Türkiye 'yi görmüş,
ne de oradaki olaylarla ilgili incelemelerde bulunmuştum. Bu
nedenle, böyle bir öneriyle karşılaşacağım aklımın köşesin­
den geçmiyordu.
Askeri Kurulun yazısına, İstanbul 'daki Alman Büyükel­
çisi Baron Wangenheim ' in telgrafı da eklenmişti ki, bunda söz
konusu yeni görevin amaç ve sınırları şöyle belirtiliyordu:
"Alman politikasının, Asya Türkiyesinin güçlendiril­
mesi ve ilerlemesi konusunda içten ve dürüst olarak yürü­
tüldüğüne inandığı için, Sadrazam, Haşmetli İmparatordan
Türk Ordusunun yetiştirilmesiyle ilgilenecek bir Alman ge­
neralin gönderilmesi ricasında bulunmamı istemektedir.

9
Ayrıntılar daha kararlaştırılmış değildir.
.
Bu makama getirilecek generalin bütün askeri konu­
larda çok geniş yetkiyle donatılması düşünülmektedir. Ge­
neral, bütün öteki Alman reformcuların başında buluna­
cak ve söz konusu reformların Türk Ordusunda amacına
uygun biçimde gerçekleştirilmesinden sorumlu olacaktır.
Ayrıca, ilerideki savaşlarda yapılacak seferberlikler ve ha­
rekatlar için de bu generalin önerileri temel alınacaktır.
Böyle bir makam için, Genelkurmay işlerinde dene­
yimli, güçlü bir asker söz konusu olabilir. Son savaşta ko­
mutanlarla kurmay subayların görevlerini birçok yerde
başaramadığı gözönünde tutulunca, generalin asıl görevi,
kurmay subayların iyi bir şekilde yetiştirilmesi olacaktır.
Bu nedenle, seçilecek generalin uzun süre Kolordu Kur­
may Başkanı olarak çalışmış bulunması ve kolordunun
kurmay subay eylemlerini başarıyla yönetmiş olması ge­
rekir. Ayrıca, emrindekilere dilediğini yaptırabilecek bir
kişilikte olması da gereklidir. Türkçe bilmesi ve Türkiye
hakkında bilgi sahibi olması gerekmemektedir.
Kanımca, bir Alman generalin bu işin başına getiril­
mesi, Türk yenilgisinin sorumluluğunu Alman reform ma­
kamlarına yıkmak isteyenleri ve bu makama İngiliz re­
formcuların getirilmesi yolundaki çabaları da durdurabi­
lir.(*)
Öneriyi geri çevirdiğimiz zaman, Biibıiili'nin gerek
duyduğu reformcuları başka devletlerden sağlaması teh­
likesi vardır.

(*) Balkan Savaşı;tıdaki yenilgi, birtakım çevrelerde ordudaki reform ha­


reketlerine, özellikle Almanlaştırma çabalarına bağlanmış ve bu yolda güçlü bir
propaganda ortaya çıkmıştı. Propagandaların temelini, Alman uzmanların yeri­
ni İngilizler alırsa işlerin düzeleceği görüşü oluşturuyordu (Çevirenin notu).

10
Bu önerilerin gizli tutulması rica olunur."
Önerilen görev, onurlu ve geniş bir çalışma gerektirdiği
için, zaman geçirmeden kabul ettiğimi Wangenheim' e bildir­
dim. Türk hükümetiyle aylarca süren görüşmelerden sonra,
Askeri Kurul Sözleşmesi İstanbul 'da hazırlanarak en yüksek
Alman makamlarının incelenmesine sunuldu. 1 9 1 3 yılı Ka­
sım ayında son biçimini aldı ve imparator tarafından bana bu
sözleşmeyi imzalama yetkisi verildi.
Askeri Kurulun görevi, kesin olarak askeri olacaktı. Bu
konu sözleşme metninde açıkça belirtilmişti. Pek çok çevrede
ve gazetelerde ileri sürülen, Askeri Kurulun politikayla da uğ­
raşacağı yolundaki haberler gerçek dışıdır. Kurulun dışarıya
karşı böyle görünmesinin nedeni başkaydı. Askeri Kurulun
gönderilmesi, daha çok, Almanya'nın çok önceden başlamış
olan Türk politikasını destekleme kararına dayanıyordu. Bu ne­
denle de her yanı saracak bir ateş manzarası gösteriyordu. Ger­
çekte, görevi yalnızca Türk Ordusunda yapılacak yenilik ça­
lışmaları olan Askeri Kurulun politikayla bir ilgisi yoktu.
Askeri Kurulun subay sayısı, anlaşmaya göre 42 olarak
sınırlandırılmıştı ve bunların çoğunluğunu yüzbaşı ve binba­
şı rütbesinde olanlar oluşturuyordu.
Kasım ayının sonuna doğru İmparator tarafından kabul
edildim. İmparator, konuşmasında, aşağı-yukarı, bana şunla­
rı söyledi:
"İş başında genç Türklerin ya da yaşlı Türklerin bu­
lunması sizi ilgilendirmemelidir. Siz yalnız Türk Ordusu
ile ilgileneceksiniz. Türk subayları arasından politikayı çı­
karıp atın. Politikayla ilgilenmek onların en büyük hata­
ları olmuştur.
Siz İstanbul'da İngiliz Deniz Heyetinin başında bulu-

11
nan Amiral Limpus'la karşılaşacaksınız. Onunla iyi geçi­
nin. O, donanma için çalışıyor, siz ordu için çalışacaksınız.
Her birinizin ayrı bir çalışma alanı olacaktır."
İmparator, Türk veliahtına selamlarını i letmemi rica etti
ve askeri tatbikat yaparken onu da davet etmem önerisinde bu­
lundu.(*)
Bu iş, doğal olarak, velialıtın orduya ve dolayısıyla hal­
ka karşı bir ilgi duymasına bağlıydı. İleride çok talihsiz bir so­
nuca sürüklenen Vahdettin'in belirli görüş ve düşünceleri ol­
madığı o zaman bilinmiyordu.
9 Aralıkta, hareketimizden az önce, İmparator beni ve ilk
gidecek subayları Postdam'daki yeni sarayında kabul etti. Kı­
sa bir konuşma yaptı. Alman subayların yabancı ülkelerde
onur ve saygınlıklarını yüksek tutmalarını istedi, yalnız aske­
ri görevlerle ilgilenmelerini bildirdi.
14 Aralık sabahı İ stanbul'a vardık. Sirkeci Garı'nda as­
keri bando ile İ tfaiye Alayının bir tören bölüğü bizi karşıladı.
Bu alay, sonraları Çanakkale savaşlarında seçkin bir birlik ola­
rak kendini gösterecektir.
Bizi karşılayanlar arasında birçok yüksek rütbeli Türk su­
bayı ve özellikle çok değerli Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Pa­
şa ve eskiden beri İ stanbul 'da bulunan Alman subayları vardı.
Ahmet İzzet Paşa' yı çok eskiden tanırdım. Almanya'da
Kastel 'de Hüsar Alayında staj ını yaparken tanışmıştık. Bu sta­
j ını bitirip kurmaylık staj ına başladığı zaman, kurmay subay
olarak görev yaptığım alaya düşmüştü. Hepimizde şaşkınlık
uyandıran tek nokta, bizi karşılayanlar arasında Alman Sefa­
retinden hiç kimsenin bulunmamasıydı. Kısa sürede öğrene-

(*) O yıllarda veliaht, Vahdettin'di.

12
cektik ki, lstanbul 'a gelişimiz sefirin kişisel çabalarıyla ger­
çekleştiği halde, sefaret daha o andan başlayarak Askeri Ku­
ruldan uzak durmaya çalışmıştı.
Sefaret -ilişkiyi çok açık olarak gösterecek olursa- Aske­
ri Kurulun yabancı ülkelerde yarattığı büyük heyecanın, İstan­
bul 'daki işleri zorlaştıracağına inanıyordu. Bu nedenle, bu ye­
ni Alman kuruluşuna karşı çekingen davranmayı daha doğru
buluyordu.
Biz 14 Aralıkta -o zamanki Türk takvimine göre l Ara­
lık- göreve başlamak zorunda olduğumuzdan, Ahmet İzzet
Paşa yla birlikte H arbiye Nezaretine gittik. O günkü işimiz,
'

Harbiye Nezaretinin kabul salonunda sessizlik içinde Türk


kahvesi içmek oldu.
Ertesi gün Sultanın (Sult�n Mehmet Reşat) huzuruna ka­
bul buyuruldum. Sultanın yalnız Türkçe konuştuğu ve benim­
se bu dilden tek sözcük anlamadığım için Ahmet İzzet Pa­
şa'nın çevirmenlik yapması gerekiyordu. O gün ancak dostça,
birkaç cümleyle Sultan ' ın övgü ve takdirlerini aldım. Sonrala­
rı ise, bu Osmanlı padişahını her bakımdan iyi ve yardımsever
bir koruyucu olarak buldum. Tahta çıkmazdan önce tam otuz
yıl sarayında ve bahçesinde bir çeşit mahpus hayatı sürmüş olan
bu yaşlı adamın, kişisel kararıyla hareket edebilen ve bu kadar
bilgili bir insan olduğunu çok az yabancı tahmin edebil ir.
Türklerin en büyük makamında bulunan Sadrazam Prens
Sait Halim Paşa, hem Asyalı bir soylunun yiğitliğini, hem de
modern bir diplomatın niteliklerini kendisinde toplamış bir in­
sandı. Öteki nazırlar gibi çok iyi Fransızca konuşuyordu. Çok
sevimli bir kişiliği vardı. İttihatçıların aşırı davranışlarına çok
zaman engel olan bu kısa boylu, çok hareketli insan, 1917 yı­
lının Şubat ayına kadar yerinde kalmasını bildi.

13
1919 yılı ilkbaharında, düşünce olarak ılımlı ve kanun­
suz bir iş yapmaktan çekinen bu saygın Türk paşasının İttihat­
çılarla birlikte tutuklanması anlaşılır gibi değil.(*) Bu paşa,
Dünya Savaşı sırasında Türkiye'de bulunan dost olmayan ya­
bancı devletlerin yurttaşlarını tam anlamıyla korumuştur.
Öteki nazırlar arasında Dahiliye N azm Talat, her bakım­
dan önde gelen insanlardan biriydi. Kendisiyle görüşenler
üzerinde sevimli ve unutulmaz etki bırakan bir kişiliği vardı.
Enver, albaydı ve bir kolordunun kurmay başkanlığını ya­
pıyordu. O sırada adını unuttuğum bir hastalıktan tedavi gö­
rüyordu. .
Sonraları Türkiye 'yi yönetenler arasında üçüncü sıraya
geçen Cemal Paşa'yı ise, İstanbul 'a varışımın i lk haftasında
l . Kolordu Komutanlığını kendisinden aldığım zaman tanıdım.
Dış görünüşüyle bir Garibaldi havası taşıyan bu paşanın, kuş­
kusuz büyük bir zekası vardı. Bende, amacını ve düşüncesini
başkalarına açıklamaktan çekinen bir insan izlenimi uyandır­
dı. Onun için ben de kendisinden her zaman uzak durdum.
1. Kolordu Komutanlığının devir teslim işi Askeri Ku­
rul Sözleşmesine uygun şekilde yapıldı. Bu sorun, Ekim ayın­
da Almanya'da söz konusu olduğu zaman, günün savaş koşul­
larına uygun olarak Türk subaylarıyla birlikte, onların başkent­
lerinde böyle bir kurulun oluşturulmasını yararlı bulmuştum.
Böyle bir kumandanlığı üzerime almamın politik çekiş-

(*) Mondros Mütareke'sini imzalayan Ahmet İzzet Paşa kabinesinin bir


kısım üyeleri ve Osmanlı Mebusan Meclisinin büyük çoğunluğu ittihatçıydı. Ah­
met izzet Paşa kabinesi 8 Kasım 1918 tarihinde istifa etti ve yerine Tevfik Paşa
kabinesi kuruldu. Sultan Vahdett-in 2 l Aralık 19 l 8 günü Meclisi feshetti ve ile­
ri gelen ittihatçıların tutuklanmasına başlandı. Sait Halim Paşa da bu arada tu­
tuklandı. Yazar. bu tutuklama olayı ile İngilizlerce Sait Halim Paşa'nın Malta'ya
sürülmesini amaçlıyor (çevirenin notu).

14
melere yol açacağını aklıma bile getirmemiştim. Bu birliğin
kumandasını üzerime almamın sonucu şu oldu ki, sözleşme­
de yazılı subay sayısından fazla tek subay, hatta tek er bile Tür­
kiye 'ye gelmedi. B enden önce Türkiye'ye gelen Alman re­
formcuların raporlarını okumuştum. Bunlar, Türk ordusuna
yeteri kadar kanşılamadığından yakınırlar. Aynca öteki kay­
naklarda da Türk ordusunda uygulamadan çok kurama önem
verildiğini okumuştum. Kararımı verirken Alman ilkelerine
dayanıyor ve kişisel etkimle birliklerin yetiştirilmesini en kı­
sa yoldan gerçekleştireceğime inanıyordum.
Sözleşme son şeklini aldıktan ve Türkler tarafından da
kabul edildikten sonra Alman Hariciye Nazırı von Jagow,
birkaç kere dikkatimi çekmiş ve İstanbul 'da bir kolordu ku­
mandanlığını kabul etmenin Ruslar tarafından itirazla karşı­
lanmasının söz konusu olduğunu söylemişti. Von Jagow' un
düşüncesine göre, Askeri Kurulun başkanlığı ile birlikte Edir­
ne'de bulunan 2. Kolordu Kumandanlığını da üzerime al­
mam daha doğru olacaktı.
Fakat şimdi böyle bir değişiklik yapmak mümkün değil­
di. Çünkü Askeri Kurulun merkezi İstanbul 'da idi ve ben bu­
rada bulunmak zorundaydım. Edirne ise, İstanbul 'dan trenle
12 saatlik bir uzaklıkta bulunuyordu. Buradaki kolordu ku­
mandanlığını üzerime almam yararlı bir görev olmazdı. Ger­
çekte, sözleşmede, Rus baskısı sonucu bir değişiklik yapılma­
sından da yana değildim.
Bugün bile düşündüğüm zaman İstanbul 'daki bu kolordu
kumandanlığını üzerime almadan ıslahat hareketlerinin olama­
yacağı düşüncesini korumaktayım. Bununla birlikte, bu ku­
manda makamında ancak birkaç hafta kalmak kaçınılmazmış.
Rus Sefiri Giers, İngiliz ve Fransız sefirlerinin de olu-

15
runu alarak Sadrazama sert bir girişimde bulundu. Rus sefi­
ri, İstanbul'un en önemli bir kumanda makamına bir Alınan
generalin atanmasının doğru olmayacağını bildirdi. Sadrazam
Sait Halim Paşa, bu işin Osmanlı Devleti 'nin iç işi olduğu­
nu ve kumanda makamına istediği kimseyi atayabileceğini
bildirdi.
Bu karşılık üzerine bile Rus girişimleri durmadı.Prens
Lichnowsk'nin 1 9 13 yılı Aralık ayında Petersburg'da İngi­
liz Hariciye Nazırı Sir Edward Grey' le yaptığı bir görüşme
sonunda, olayın yarattığı büyük heyecan, Petersburg 'tan Lond­
ra 'ya sıçradı.
Baron Wangenheim, bu arada izinli olarak Almanya'ya
gitmişti. Yerine Sefaret Müsteşarı von Mutius bakıyordu.
Noel ile yeni yıl arasındaki günlerde müsteşar, Hariciye Na­
zırı von Jagow'dan aldığı emir üzerine, bana ya 1. Kolordu
Kumandanlığından vazgeçmemi ya da Edirne 'deki 2. Kolor­
du Kumandanlığını kabul etmemi bildirdi.
Bu önerinin birincisini istemiyordum, ikincisini ise ya­
pamazdım. Bu nedenle, vqn Mutius' a şu karşılığı verdim:
"Eğer siyasal nedenlerden dolayı bu işte boyun eğmek ge­
rekiyorsa, en uygun çözüm yolu benim Almanya 'ya geri
çağrılmamdır."
Yabancı ülkelerin bu isteklerine karşı koyma çözümünü
yine İmparator buldu. 14 Ocak 1 9 14 'te beni bir üst rütb eye ter­
fi ettirerek süvari generali yaptı (orgeneral) . Sözleşmeye gö­
re, Türkler de rütbemin bir derece daha yukarısını vermek zo­
runda olduklarından, rütbemi 'mareşal' liğe yükseltiler ve bu
nedenle de kendiliğinden kolordu kumandanhğmdan ayrıl­
dım, ordu müfettişi oldum. Her ne kadar, bu yeni görev, ben­
ce bir anlam taşımıyordu ise de; çünkü sözleşme gereğince As-

16
keri Kurul Başkanı olarak, gerçekte her birlik ve askeri ma­
kamı denetleme yetkim vardı.
Birkaç haftalık kolordu kumandanlı ğını sırasında birlik­
lerin iç işlerine bir dereceye kadar girebilmiş ve durumun hiç
de iç açıcı olmadığını görmüştüm. Bütün subaylarda ruhsal bir
bezginlik göze çarpıyordu.
Ahmet İzzet Paşa, As­
1 9 14 ' ün Ocak ayı içinde bir gün,
keri Kurulun da bir bölümünde çalıştığı Harbiye Nezaretine
gelmedi ve hasta olduğu haberini aldım. Ertesi sabah Ahmet
İzzet Paşa 'yı konağında ziyaret ettim ve kendisinin istifaya
zorlandığını öğrendim. Bu akı llı ve her alanda bilgili insanla
birlikte çalışma olanağını yitirdiğimden dolayı çok üzüldüm.
Ertesi gün, akşam üzeri Harbiye N azırlığına atanan En­
ver, Nezaretindeki odamda beni ziyarete geldi. Ben o zama­
na kadar Enver'i bir kere, o da Almanya'da bir manevra sıra­
sında görmüştüm.
Üzerinde paşa ( general) üniforması bulunan Enver, ba­
na Harbiye Nazırlığına atandığını bildirdi.
Padişahın bile meğer bu atamadan haberi yokmuş . . . Sa­
bah odasında gazete okurken Enver'in H arbiye Nezaretine
atandığını bildiren haberi görmüş ve gazete elinden yere düş­
müş. Orada bulunan yaverlerinden birine, "Bu gazete En­
ver'in Harbiye Nazın olduğunu yazıyor. Bu nasıl olur, En­
ver henüz çok genç değil mi?" diye hayretini dile getirmiş.
Bu haberi, olayı n biricik tanığı olan yaverden duyduk. Gene­
ralliğe yükselen Harbiye N azırı Enver de, birkaç saat sonra
padişahı ziyarete gelmiş.
Enver, bu yeni ve yüksek makama büyük bir hızla yer­
leşti. Ordudaki sınıf arkadaşları , Enver'in kendilerini tanı­
mak istemediğinden ve yanına yaklaşılamadığından yakın-

17
maya başladılar. Hele l 9 14 ilkbaharında Saraydan bir pren­
sesle evlenince, kendisine prens havası vermeye başladı.
Enver'in nasıl olup da bu makamlara yükselebildiğini dü­
şündüğümüz zaman, padişahın İttihat ve Terakki Komitesi
karşısında ne kadar güçsüz durumda bulunduğunu anlamış
oluruz.
Benim için komite, her zaman, bir giz perdesine bürün­
müş gibi göründü. Bu komitenin kaç üyeden oluştuğunu, bi­
linen birkaç ' baş ' tan başka içinde daha kimlerin bulunduğu­
nu öğrenmek mümkün olmamıştır. Zamanla öğrendim ki, ko­
miteye giren bir subay aleyhinde herhangi bir konuda hareke­
te geçmek, tam olarak sonuçsuz kalmaya mahkum bir iştir.
Enver'in yüksek makama geçtikten sonra yaptığı ilk iş,
politika alanında kendisine rakip gördüğü Türk subaylarını or­
dudan ayırmak oldu. Ocak 19 14'te Enver, 1 100 subayı birden
emekliye ayırdı.
Sözleşme, Askeri Kurul Başkanına, yüksek komuta
makamına getirilecekler konusunda görüş bildirme hakkını ve­
riyordu. Bunu yapabilmek için, bu makamdakileri şahsen ta­
nımam gerekiyordu. Fakat hiç olmazsa bu atamalar konusun­
da bana önceden bilgi verilmesi gerekirdi. Bu nedenle En­
ver' e, subayları kitle olarak emekliye ayırmasının gerekçesi­
ni sordum. Bana verdiği karşılıkta, bunların Balkan Savaşı sı­
rasında görevlerini yapamadıklarını, yeteneksiz ve yaşlı kim­
seler olduklarını bildirdi. Bu, kendi görüşüne göre söylenmiş
bir sözdü ve gerçeklere de pek uygun düşmüyordu.
Sonradan öğrendik ki, birçok subay da tutuklanarak Har­
biye Nezaretinin bodrumlarına tıkılmıştı. Bunlar, dışarıda
kalırlarsa kendi uygulamalarına karşı harekete geçeceklerin­
den kuşku duyduğu subaylardı. Askeri Kurula bu gibi konu-

18
larda hiçbir bilgi verilmiyordu. Ayrıca üzüntü uyandıran bir
nokta da, bu sırada ülkede askeri ve siyasi bir bunalımın baş­
gö stermiş olmasıydı.
Olayları yalnız dıştan gören ve içeride olanlardan habe­
ri olmayan bazı çevrelerin bu işlere Alman Askeri Kurulu­
nun da karışmış bulunduğunu sanması yadırganamaz.
Vilayetlerde de bazı subaylar tutuklanmıştı. Bu sırada,
Anadolu'daki bir şehir hapishanesinden bir mektup aldım.
Kendisini tanımadığım Arap asıllı bir Kurmay Y arbay olan bu
tutuklu, güvendiği bir arkadaşı aracılığıyla mektubunu bana
ulaştırabilmişti. Yazdığına göre, bir sabah bürosunda ot urur­
ken, Enver tarafından verilen bir emirle, gerekçe gösterilmek­
sizin tutuklanmış ve hapishaneye gönderilmişti. Benden yar­
dım rica ediyor, durumuy la ilgilenmezsem bir gün ortadan
kaybolacağından korkuyordu.
Mektubu elimle Enver'e verdim, bu konuda bilgi rica et­
tim. Enver, bu işten haberi yokmuş gibi davranıyordu. Olayı
araştıracağını söyledi. Bana gönderilen mektubun bir eşini de
Alman sefiri almıştı. Sefir, bu olayda benim izlediğim yolu
öğrenince hayretler içinde kaldı. Ama bu olayla, hiç değilse,
subayın sorgusunun yapıldığı ve duruşmanın normal mahke­
mede görüleceği bana bildirildi.
Enver,
bir süre sonra, Türk Ordusunda o zamana ka­
Yüksek Askeri Şurayı ortadan kaldırdı. Alman
dar var olan
Askeri Kurul sözleşmesinde benim de Şuranın üyesi oldu­
ğum açıkça yazılıydı . Bu en yüksek askeri kurumun kaldırıl­
ması konusunda ne bana ve ne de öteki üyelere bilgi verme­
ye, b ildirimde bulunmaya gerek görülmedi. Bunları raslantı
olarak öğreniyorduk.
Bir süre sonra Enver'le aramızda çatışmalar başladı. Çün-

19
kü benim askeri görevim ve yetkilerim konusunda değişik gö­
rüşlerimiz vardı. O günlerde ortaya çıkan bir sorunu, bu ko­
nuda bir örnek olarak anlatacağım:
Çorlu'da bulunan 8. Tümeni denetledim. Tümenin duru­
mu yürekler acısıydı. Subaylar 6-8 aydan beri maaş alamamış­
lardı ve aileleriyle birlikte erlerin karavanasından karınlarını
doyurmak zorunda kalıyorlardı. Erler, günlerden, aylardan
hatta yıllardan beri maaş yüzü görmemişlerdi . Çok kötü bes­
leniyorlardı ve üstlerinde yırtık giysiler vardı. Çorlu istasyo­
nuna beni karşılamak için çıkarılan bölüğün bir kısım erleri­
nin pabuçları yırtıktı; bir kısmı da çıplak ayakla göreve çık­
mıştı. Tümen kumandanı , erlerin z ayıf ve güçsüz olduğundan,
çıplak ayakla yür ümenin zorluğundan, arazide tatbikata çıka­
madıklarından yakındı. Bunun üzerine Enver, Tümen Ku­
mandanı Ali Rıza 'yı emekliye ayırdı. Bunu haber alır almaz
E nver' in karşısına çıktım ve Türkiye'de bana gerçeği söyle­
yen subaylar görevlerinden alınacaklarsa, benim Türkiye'de
çalışmama gerek kalmayacağını söyledim.
Enver, birkaç kere ileri geri konuştuktan sonra, emekli­
ye ayırdığı Albay Ali Rıza 'yı eski görevine getirdi. Dünya Sa­
vaşı sırasında görevini başarıyla yapan Albay Ali Rıza,
1918 'de paşa (general) rütbesiyle bir kolordunun başında bu­
lunuyordu.
E nver, bu olaydan sonra beni yanıltmak için başka yol­
lar buldu. Denetleyeceğim birliklere, levazım dairesine hızla
yeni elbiseler gönderiyor, görevim bittikten ve ben oradan ay­
rıldıktan sonra bunları geri aldırıyordu. Ben her gittiğim yer­
de aynı elbiseleri gördüğümü anlıyor ve eskiden denetlediğim
yerleri aradan çok zaman geçmeden tekrar ziyaret ediyordum.
Denetleme yer lerine yalnız yeni elbise gönderilmek le yetini!-

20
miyor, zayıf ve güçsüz askerler de değiştirilerek yerlerine sağ­
lıklı ve güçlü birlikler gönderiliyordu. Hastalar, zayıflar, güç­
süzler benden saklanıyordu. Böylece 'Alman Paş a ' sının, ya­
kınacağı çirkin görüntülerle karşılaşması önleniyordu . . .
O zamanlar Türk birliklerinde, i ç hizmetlerin pek çoğu
yerine getirilmiyordu. Subaylar, erlerine özen göstermeye, du­
rumlarını denetlemeye alışık değillerdi. Birçok birlikte erle­
rin üstü bit, pire gibi haşaratlarla doluydu. Kışlaların hemen
hiçbirinde hamam yoktu. Koğuşların havalandırılması gerek­
tiği bilinmiyordu. Mutfak düzeni, düşünülemeyecek kadar il­
keldi. Mutfak işletmesi temiz ve düzenli değildi. Ben Alman­
ya'ya örnek bir mutfak takımı ısmarlayacağım sırada, Aske­
ri Kurul üyelerinden 3 . Tümen Kumandanı Yarbay Nicolia,
Selimiye Kışlasında çok güzel ambalaj lar içinde saklanan bir
mutfak takımını raslantı sonucu buldu. Alman İmparatoru
bu takımları beş y ıl önce armağan olarak Türk Ordusuna gön­
dermiş, fakat Harbiye Nezareti bunların ambalajlarının bile
sökülmesini emretmeden kışlaya göndermiş, mutfak beş yıl
öylece beklemişti.
Atlı birliklerde hayvanların durumu çok kötüydü. Bunla­
rın çoğu Balkan Savaşı 'nda uyuz hastalığına yakalanmış ve bu
tarihe k adar tedavi görmemişlerdi. Nal bakımı yoktu. Eyer, baş­
l ık ve koşum takımları da bakımsızdı. Ahırlar tam anlamıyla ih­
mal edilmiş bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu.
İstanbul 'da ziyaretçilerin dıştan görünen yerlerinin güzel­
liği ve yapılarının büyüklüğü dolayısıyla hayran kaldıkları as­
keri binaların içleri ise, yürekler acısı bir durumdaydı. Eşya
dolapları ise bomboştu.
Enver'in en büyük meziyeti, kendi ordusu için yapılan
uyan ların doğruluğµna inandıktan sonra, elinden gelen bütün

21
çabayı harcayıp Harbiye Nazırı olarak yetkilerini kullanarak
Dünya Savaşı sırasında bunları düzeltmeye çalışması olmuştur.
Biz ilk zamanlar değişiklikler yapmak istediğimiz ya da
düzeltmeye kalktığımız zaman, kumandanlar sürekli bu işler
için bütçede para olmadığından söz ederlerdi. Bu, işleri yoku­
şa sürmek için en kolay yoldu. Gerçekte ise bulunmayan pa­
ra değil, düzen, temizlik ve çalışma isteğiydi.
Türk, Alman subayı taraf ından işe zorlanmaktan hoşlan­
mıyor ve verdiği cevaplarla alıştığı biçimde yaşayışını sürdür­
meye çalışıyordu. Birçok Türk subayının kanısı ise, büyük rüt­
beli insanların bizim yaptığımız bu çeşit küçük işlerle uğraş­
masının yakışıksız olduğu noktasındaydı.
Fakat biz çalışmamızı sağlam bir temele oturtmak için bu
yolda direnmek zorundaydık. Bir süre sonra yavaş yavaş Türk
subaylarının gittikçe büyüyen bir kitlesinin bize yardımcı ol­
maya başladıklarını gördük.
Tüm Türkiye'nin kilit noktalarında -kurmay yetiştiren
Akademi de bunun içinde o zamanlar sağlam olmayan kural­
lar egemendi ve arazi tatbikatı ihmal olunurdu. Pratik talim­
terbiye ve dolayısıyla hemen karar verme konusunda, gerek
kurmay subaylar, gerekse yüksek rütbeli öteki kıta subayları
başarısızdı. Bu nedenle, bütün yetiştirme kurallarının baştan
aşağıya değiştirilmesi gerekiyordu.
Türk askeri hastahanelerinin çoğunun durumu korkunç­
tu. Pislik ve akla gelebilecek bütün kötü kokular, tıklım tık­
lım dolu hastahane koğuşlarını dayanılmaz duruma sokuyor­
du. İ ç ve dış hastalıklardan yatanlar, yanyana ve hatta aynı ya­
takta yatırılıyordu. Yatak sayısı az olduğundan, hastalar daha
çok koridorlarda sık sık sıralar şeklinde ve kısmen minderler,
kısmen de beylikler üzerine yatırılıyordu.

22
Güçsüz kalan bu erlerden pek çoğu, hiçbir yardım gör­
meden ölüyordu. Bu çeşit hastahaneleri ziyaretim sırası nda,
bu durumdan hoşlanmadı ğımı bildirdiğim, hatta bunlara yol
açan doktorları Harbiye Nezaretine şikayet ettiğim için, ti­
tizliğim her tarafta duyuldu. Beni başka yollardan şaşırtmaya
kalkıştı lar. Hastahaneleri ziyaretim sırasında pek çok yeri ka­
palı bulmaya başladım; bunları bana gezdiren doktorlarda da
bu kapalı yerlerin anahtarları yoktu. Fakat ben kuşkuya düşüp
kapalı yerlerin kesinlikle açılmasını ve içeride ne olduğunun
gösterilmesini isteyince, gördüm ki birçok ağır hasta ve öze­
llikle hayatları ndan umut kesilenler bu kapalı ve karanlık yer­
lere konularak ölmeye bı rakılmı şlardı .
Türkiye'de askeri doktorları n yetiştirilmesi, bizim bildi­
ğimizden ve anladığı mı zdan çok başkaydı . Doktorların büyük
bir kı smı , yalnız sab ahları hastalarını yoklar ve onlara bir sü­
rü ilaç yazarlardı . Bu ziyaretim sırasında 300 hastanın ateşi­
ni ölçmek için bir tek termometre var ise, bunu sevinçle kar­
şılamak gerekirdi. Sıhhiye erlerinden çok azı termometre kul­
lanmasını biliyordu. Çünkü pek azının okuma yazması vardı .
Yalnız hasta subayları n ateşi ölçülürdü. Erler için buna gerek
görülmezdi. Kişileri dikkate almadan, işin gereğine göre hiz­
met etmek, görevi görev olarak yapmak, bu hastahane perso­
nelinin yabancı olduğu bir durumdu. Onlar her zaman gözal­
tında iş görmeye alışmışlardı ve buna gereksinimleri vardı .
Askeri Kurul'da en yüksek rütbeli doktor olan Prof.Dr.
Mayer, askeri hastahanelerde kı sa zamanda büyük değişiklik­
ler yaptı ve onları iyi bir duruma soktu. Sonraları , Dünya Sa­
vaşı sırasında Türk hastahanelerinin görevlerini t am olarak
yapmaları , birinci derecede bu doktorun çabalarının sonucu­
dur. Bu arada belirtmeliyim ki, Türk askeri sıhhiyesinin çok

23
bilgili, iyi yetişmiş başkanı Süleyman Numan Paşa'nın ça­
baları da az değildir.
Askeri Kurul'un ordu hizmetlerinin her alanında başar­
dığı işlerin bize pek çok düşman kazandırdığı da bir gerçek­
tir. Ama buna karşılık, modem görüşlü çok kimsenin, bu ça­
lışmalarla ordunun Balkan Savaşı ' ndaki durumuna göre çok
ileri gittiğini düşündüğü de yadsınamaz bir olaydır.

24
il

AMİRAL LİMPUS, GENERAL BAUMANN


VE İSTANBUL'DAKİ KORDİPLOMATİK

Alman Askeri Kurulu fstanbul' a geldiği zaman, bura­


da uzun süredir çalışmalarda bulunan bir İngiliz Deniz He­
yeti vardı. Heyetin başında Amiral Limpus bulunuyordu. Bu
heyetin çalışmaları sonradan eleştirilere uğramışsa da, bunla­
rın doğruluğu konusunda bir şey söyleyemem. Çünkü Do­
ğu'da her türlü iftira kolaylıkla yapılır ve bunlar ağızdan ağı­
za yayılarak çığ gibi büyür.
Alman Askeri Kurulu yalnız kara ordusuyla uğraştığı
ve İngiliz Deniz Heyeti' nin çalışmaları da yalnız donanmay­
la ilgili olduğu için, her iki kurulun birbiriyle ilişkisi yoktu.
Aralarında bir anlaşmazlık da çıkmadı. Savaştan önce İngiliz
Deniz Heyeti ve Amiral Limpus'la ilişkilerimiz dostça oldu.
Yalnız kara ordusu ile deniz kuvvetlerinin ortak manevraları­
na, bazı temel nedenlerden dolayı izin vermedim.
19 l 4 Haziranında Türkiye ile Yunanistan arasındaki iliş­
kiler, silahlı bir çatışmaya yol açabilecek kadar gerginleşince,
Enver'in başkanlığında bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Al­
man Askeri Kurulu ile İngiliz Deniz Heyeti birlikte katıldı­
lar. Toplantıya, yabanc11devlet yurttaşı olarak Amiral Lim-

25
pus 'tan başka Türk Jandarma Kuvvetlerine komuta eden Fran­
sızGeneral Baumann da katılıyordu. Sözleşme gereğince,
Türk ordusunda çalışacak yabancı subayların alınmasına be­
nim izin vermem gerekirdi. Bu nedenle, gerek General Ba­
umann ve gerekse jandarmada çalışan öteki yabancı subay­
lar için benden izin alınması gerekiyordu. Jandarma kuvveti,
80 bine varan seçme birliklerden oluşmuştu. Türk Harbiye
Nezareti, olası bir çatışmayı önlemek için ustaca bir yol bul­
muş ve Alman Askeri Kurulu'nun gelmesinden birkaç gün
önce jandarmayı ordudan ve Harbiye Nezaretinden ayıra­
rak Dahiliye Nezaretine bağlamıştı. Bundan ötürü Baumann
ile ilişikilerimiz bu çerçeve içinde oldu. Kendisinden her za­
man saygı gördüm ve bu durum sonuna kadar sürdü.
1913 yılı A ralık ayında İstanbul' a vardığımda, Kordip­
lomatik Duayeni (*), Avusturya-Macaristan İmparatorlu­
ğu' nun Sefiri Kont Pallaviçini'ydi. 1918'de Mütarekeden
sonra Suriye'den İstanbul' a döndüğüm zaman, Kont Pallavi­
çini yeni 'Duayen'di. Pallaviçini, 12 yıl gibi bir zaman Avus­
turya Sefirliği görevini sürdürmüş ve Türklerin gerçekten gü­
venini ve saygısını kazanmıştı. Eski ekol diplomatlardan olan
Pallaviçini, kendisini yakından tanımayanlara tam anlamıyla
"bön" bir insan olarak görünürdü. Her yeni haberi büyük bir
şaşkınlık ve derin ilgiyle karşılardı. Oysa, Türkiye'deki her
olaydan önceden haberi olur, ama bunu kimseye sezdirmez­
di. Her yerle ilişkileri olduğu için, haberleri öteki diplomatlar
gibi yalnız politik ajanlar aracılığıyla almaz, çeşitli kaynak­
lardan yararlanırdı. A lman İmparatorluğunun sandığı gibi kö­
tümser bir insan da değildi; tersine, olacakları çoğu zaman, ön-

(*)'Kordiplomatik Duayeni' en kıdemli elçi olarak törenlerde ve öteki top­


lantılarda bütün kordiplomatları temsil etme yetkisi vardı.

26
ceden doğru olarak sezer ve tahmin ederdi. Ata binmekten çok
hoşlanan, İstanbul ve Tarabya'da pek çok kişi tarafından tanı­
nan ve sevilen, her tanıdığını güler yüzle ve Avusturyalıların
geleneği üzerine Latince "Servus" diye selamlıyan bu zeki
diplomatın savaş yılları boyunca büyük sıkıntılar çektiğini dü­
şünmek güç değildir.
Türkiye'de kaldığım beş yıl içinde beş Alman sefiri tanı­
dım. Bunlardan birincisi Baron von Wangenheim'di. Wan­
genheim , 1915 yılı sonbaharında İstanbul'da öldü ve Tarab­
ya'daki sefaret bahçesinde hazırlanan mezara gömüldü. Alman
Askeri Kurulunun Türkiye' ye gönderilmesini hazırlayan ve sa­
ğlayan, ayrıca Türk-Alman işbirliğini gerçekleştiren Baron
von Wangenheim'dir. Bunu kişiliği, enerjisi ve üstün çalışma­
sıyla başarmıştı. Türklerin iç sorunlarına ve özellikle Jön­
türklerin, İttihat ve Terakkinin ortaya attığı düşüncelerin ya­
rattığı durumların değerlendirilmesinde, bana göre, biraz faz­
laca iyimserdi. 1915 yazındaki hastalığı sırasındaWangen­
heim'e Prens Hohenlohe vekalet etmişti. Bu vekalet, Kont
Volf Metternich bu önemli göreve atanıncaya kadar sürdü. Bu
son derece akıllı ve uzak görüşlü diplomat -ki Türkler tarafın­
dan biraz çekingen görülmüş olması söz konusudur- İstan­
bul'daki Almanlar tarafından örülen entrika ağı karşısında an­
cak bir yıl tutunabildi. Enver, 1916 sonbaharında, bir kısmı
Alman Sefaretinde, öteki kısmı Türk Genelkurmayında bulu­
nan Alman subaylarıyla birlikte Pless'deki Alman Genel Ka­
rargahına gittiği zaman, Türk hükümetinin hiçbir yetkisini ta­
şımadığı_halde, Alman sefirinin değiştirilmesini istemiş ve is­
teği genel karargah tarafından yerine getirilmişti..
Kont Metternich'in yerine gelen sefir von Kühlmann,
Türkiye'yi gençken tanımış ve Türk düşünce tarzını gerçek-

27
ten iyi bilen ve buna göre d avranmayı başaran bir insandı. 1 9 17
yazında aynı Alman entrikacılar ona karşı da harekete geçt i­
ler. Eğer Kühlmann, Alman Hariciye Nezaretine atanmış ol­
masaydı, bu kere amaçlarına ulaşacaklarına hiç kuşku yoktu.
Türkiye'deki bu Alman entrikacıları aramaya kalkışırsa­
!!IZ, hep aynı kişilerle karşı karşıya gelirsiniz. Bunların adla­
rını İstanbul 'da herkes bilir, ama bunlara karşı hiçbir şey ya­
pılamaz. Çünkü bunlar l stanbul'da otururlar, telefon ve telg­
rafla Alman görevliler üzerinde baskı kurarlar, sonra da En­
ver' in adı ya da imzası arkasına saklanırlar.
Ben burada yabancı ülkelerdeki yüksek dereceli memur­
lar ve subaylar hakkında Almanya'ya, bu kişileri kötüleyen,
alçaltan gerçek dışı j urnaller yazanların çalışmalarına entrika
diyorum. Bu entrikacılar, genellikle kendilerinden üstün kim­
seleri jurnal ederlerdi.
Eğer Alman hükümeti ile Alman ordusunun başındaki ki­
şiler, bu yüksek dereceli memur ve subayları korumak istese­
lerdi, kendilerinin o görevlere get irdikleri kimselere tam ola­
rak güvenirler ve entrikacıların j urnallerini önemsemezlerdi.
Bu eski Prusya ilkesinin yerinde olduğunu savaşta ve öteki
yerlerde görmek ve incelemek olasıdır.
Von Kühlmann 'dan sonra 1 9 1 7 sonbaharında Kont
Bernstorff sefir olarak geldi ve M ütareke 'ye kadar kaldı.
Türkiye gibi kendisiyle ilgili doğru karar verilmesi güç
olan bir ülkede bu sık değişimlerin amaca uygun sonuçlar ver­
meyeceği açıktır.
Savaş, sefaret için özel güçlükler yaratıyordu. Askeri
alanda yetkisi olanlar, yani ateşemilit erler ile deniz ateşeleri,
raporlarını yazarken kendi özel görüşlerini ortaya koyuyorlar­
dı. Bu kişilerden, derin bir görüşü ve büyük yeteneği olan Al-

28
bay Leipzig 'den ( Çanakkale'den dönerken uğradığı bir kaza­
da ölmüştür) başkaları, yazdıkları gerçeğe uygun olm ayan ra­
porlarla hem Türkiye' ye, hem de Almanya' ya kötülük etmiş­
lerdir. Bunların ve Türk Genel Karargahındaki bazı Alman su­
bayların Almanya'daki bazı gizli makamlara gönderdikleri ra­
porlar, Türk askeri konusunda Almanya'da yanlış kanılar uyan­
dırmış ve çok zararlı olmuştur.
Bu efendiler -ki Türk birliklerini ancak Enver' in kısa sü­
ren gezilerinde görebiliyorlardı, Türk ordusunun gerçek iç ya­
pısı, değişimi ve özellikle subayların durumu hakkında karar
veremezlerdi. Bu nedenle Dünya savaşı boyunca Alman Ge­
nel Karargahında Türkiye hakkında büyük ümitler beslenmiş
ve sonları kötüye gideceği bilinen hareketler, bu karargahça
da doğru bulunmuş ve yapılması istenmiştir.
Alman ordu yönetimi -ki çoğunlukla Türkiye'deki yedi
ayrı yerden ve çok kere birbirini tutmayan askeri raporlar alı­
yor ve daha bir yığın işlerin yükü altında eziliyordu- Türkiye
gibi uzak yerlerle ilgili doğru ve yerinde karar veremezdi.
Kreuznach 'daki Alman Genel
1 9 l 7 yılı Ekim ayında,
Karargahında General Ludendorff, bana bu güçlükleri an­
lattı.
Almanya, mademki Türkiye'ye gönderdiği Askeri Kuru­
la ona tanıdığı geniş yetkiyle birçok şeyi yaptırıyordu, şu hal­
de askeri raporların verilmesi konusunda da tek yetkili makam
olarak Askeri Kurulu görevlendirmesi daha uygun olurdu.
Türkiye'nin her yanına dağılmış bulunan, ordunun içinde ve
onunla işbirliği yaparak çalışan Alman Askeri Kurulunun üye­
lerinin, kuşkusuz ki, ateşemiliter ve deniz ateşelerinden daha
çok haber alma kaynakları vardı. Eğer ateşeler, sefa retin vaz­
geçilmez bir parçası olarak kabul ediliyor idiyseler, bunların
I

29
ele geçirdikleri haberler, Askeri Kurula verilir ve bu yoldan
Almanya'daki yüksek makamlara ulaştırılabilirdi. Alman­
ya'daki merkez için büyük önem taşıyan askeri raporlar, an­
cak bu yolla sorumluluklarına uygun biçimde bir makamda
toplanıp yazılabilirdi. Yüksek karar makamlarında bulunan­
lara gönderilecek raporlar, yürütme görevinde ve işin içinde
olan kimselerce yazılmalıydı. bunun dışında, danışman ola­
rak yararlanılabilecek kişiler taraf ından ya da işi genel olarak
dışarıdan görenler taraf ından doğrudan doğruya gönderilen ra­
porlar sorumsuz ellerden çıktığı için çok kere yanlış, tehlike­
li ya da kişisel çıkar güden cinsten şeyler olabilirdi. Bu du­
rum, kendi ülkemizden çok, dış ülkelerden gelen raporlar için
daha önemlidir. Çünkü yabancı ülkelerden gelen haberlerin de­
netimi daha güçtür.
Bu düşünceler, beş yıl içinde yaşanmış deneyler zinciri­
ne dayanmaktadır. Bunlar ortaya çıkarılıp söylenmelidir ki,
geçmiş olaylardan gelecek için ders alabilelim.
Alman Askeri Kurulu ile öteki yabancı devletlerin sefa­
ret görevlileri arasında savaştan önce bir yakınlık söz konusu
olmadığı gibi, bir çatışma da yoktur. Örneğin 1 9 14 Haziranın­
da İngiliz Kralının doğum gününde, birçok Alman subayı İn­
giliz Sefaretindeki törene katıldılar.
Rus Sef iri Giers bile, B irinci Kolordu Komutanlığına
atanmamdan sonra takındığı düşmanca tavrı, bu makamı bı­
rakmamdan sonra değiştirdi.
İtalya Sefiri Marki Garroni, İtalya hükümeti l 914 Ağus­
tosunda Üçlü İttifaktan çekildikten sonra bile, Almanlara kar­
şı dostça davranmasını sürdürdü.
Hali ç ' e bakan Amerikan Sefaretinde oturan Sef ir M.
Morgentau ve ondan sonra gelen Eltus 'u ancak törenlerde gö-

30
rebiliyorduk. Bunların eşleri, Amerika'nı n zengin kaynakla­
rından yararlanarak yardım derneklerine cömertçe bağışlarda
bulunuyorlar, böylece Türklerin sevgisini kazanıyorlardı .
Hollanda, İsveç ve Bulgar sefarethanelerine, savaş başladık­
tan sonra bile, birçok subayımız gidip gelmeye devam ettiler.

31
IH

SAVAŞIN BAŞLAMASINA KADAR ASKERİ KURUL

Enver, H arbiye Nazırı olduktan sonra, Erkanıharbiye Re­


isliğini de üzerine aldı. Kendi söylediğine göre, bu iki makam
arasında her zaman var olan anlaşmazlıkları böylece önlemek
istiyordu.
Enver, Erkanıharbiye'de kendisine birinci yardımcı ola­
rak von Bronsart'ı seçti. Bu konuda bazı sağlam kuşkularım
olmasına rağmen, bu atamaya izin verdim. Öteki önemli ma­
kamlar, Alman Askeri Kurul sözleşmesinde belirtildiği gibi,
Türklerin elinde kaldı.
Alman kurmay subayları , aynı zamanda danı şman öğret­
men olar ak bu makamlarda kalacaklar, Türk subay larını çe­
şitli alanlarda yetiştirecekler ve bu subayları ileride kendi or­
dularında bu görevler i tek başlarına yapacak duruma getire­
ceklerdi.
Alman Askeri Kurulunun görevi, belirli bir süreyle sınır­
landırı lmamı ştı . Bu nedenle, Türk subaylarının yetiştirilmesi
birinci derecede önem taşıyordu.
Savaşın başlamasından sonra, önceleri Alman subayları­
nın kullanı lması düşünülen bazı önemli yerlere ve kilit nok­
talara Türk subayiaı: nın atanması zorunluluğu ortaya çıktı .

33
Sonraları ise, Türk Ordusunda, Türk Genelkurmayı nda ve
Türk menzillerinde daha çok Alman subayı kullanmak zorun­
luluğu duyulunca, Türkiye'deki Alman subayı sayısı artırı ldı .
Alman subayl arı hem Türkçe bilmedikleri, hem de ülke­
yi ve Türk ordusunu pek yüzeysel b içimde tanıdıkları için, bu
güç koşullar altında omuzl arına yüklendikleri sorumluluk çok
büyüktü.
Bunun sonucu, mantık neyi gösteriyorsa öyl e oldu. Türk
Genel Karargahı 'ndaki önemli makamlardan pek çok Türk kur­
may subayının uzaklaştırılması, bu subaylarda hoşnutsuzluk ve
dolaylı direnme yarattı . İş bu kadarla da kalmadı; Türkiye ile
ilgili birçok işin Alman subaylarından gizli olarak yürütülme­
si gibi bir durumla karşılaşıldı ve birl ikte çalışma olanağının or­
tadan kalkmasından başka, arada gerg inl ik de belirdi.
Enver'de böyle durumlar karşı sı nda Almanlarla birl ik te
çal ışmayı düzenlemek için gerekli deneyim, görüş ve kavra­
yış noksandı. Enver, Alman çalışma b içiminin iyiliğini anlı­
yordu, ama b unu sağlamak için kendi ordusunda yapacağı sı­
nırlamaları -ki din, dil ve iç düzen b akı mı ndan çok gerekl iy­
di- gittikçe daha az önemsiyordu.
Daha Çanakkale savaşlarının başlamasından önce bile, ken­
disinin benim önerime ve öğütlerime gereksinimi olmadığını sa­
nıyor ve kanısını, çevresine ne kadar Alman subayı toplarsa, o
ölçüde güçlendiriyordu. Bu olayların ortaya çık ması , bana ileri­
de olacak ol ayların y aratac ağı güçlükleri düşündürüyordu.
1914 yılının ilk yarısınd a ve savaşt an önce, Alman As­
keri Kurulu' nun subay sayısı anlaşmaya göre 42 idi. Bu, v ila­
yetlerdeki kıta ve kurmay subay gereksinimini karşılamak için
70'e yükseltildi . Bu sayı, Türk ordusu gib i b üyük bir ordu için
çok sayılamaz. Fakat gel in görün ki, savaşın sonlarına doğru

34
Alman Askeri kurul üyesi olarak Türkiye' ye gelen subay, as­
keri doktor ve öteki görevli sayısı 800' e ulaştı. Bunların için­
de dış ülkelerde kullanılmaları doğru olmayan kişiler de var­
dı. Dünya Savaşı 'nda Alman Ordusunun verdiği kayıp bu is­
tenmeyen durumun nedenini açıklar.
1914 yılının ilk yarısında merkezdeki ve kıtalardaki ça­
lışmaların dışında, özellikle İstanbul 'da Pi yade, Sahra Topçu­
su, Yaya Topçu okullarına ve Ayazağa'daki Süvari Assubay
okuluna Alman yönetici ve öğretmenler verildi, bu okulların
öğretim planları genişletildi. Bunlardan başka bir süvari su­
bay okulu ve bir nakliye okulu kuruldu.
Eylül başında benim gözetimim altında Gelibolu ile Te­
kirdağ arasında büyük bir manevra planlanmıştı ve bu sırada
bir de karaya ç ıkarma yapılacaktı. Bundan sonra da Batı Ana­
dolu 'da büyük bir kurmay gezisi düşünmüştüm.
Bu sırada Dünya Savaşı patladı. Bu savaşta Türkiye ön­
ce tarafsız kaldı, ama seferberliğe hemen başladı .

35
iV

DÜNYA SAVAŞl 'NDA TÜRKİYE'NİN TARAFSIZ


KALDIGI GÜNL ER

1 9 14 yılının Ağustos ayı başlarında bir akşam üstü, Ta­


rabya 'daki Alman Sefareti 'ne davet edildim. Oraya vardığım
zaman Sefir Baron von Wangenheim ile Enver'i bir arada
buldum. Bana Almanya ile Türkiye arasında gizli bir anlaş­
ma tasarısını hazırlamakta olduklarını açıkladılar ve Türki­
ye' nin Dünya Savaşı'na girmesi durumunda, Alman Askeri
Kurulu'nu nasıl kullanmaları gerektiği konusundaki düşünce­
lerimi sordular. Ben -sözleşmeye göre- toplu olarak Alınan­
ya ' ya dönmek zorunda olduğumuzu anımsattım. Sefir, Aske­
ri Kurul'un kendilerine, Almanya Avrupa'da bir savaşa girer­
se, Alman Askeri Kumlu'nun ülkesine dönmesi değil, Türki­
ye'de bırakılması durumunda ne yapılması gerektiğini sordu.
" Eğer Askeri Kurul Türkiye'de kalırsa ve Türkiye de sa­
vaşa girerse, Alman subayları, savaşın yürütülmesinde ger­
çekten etkili olacak makamlara getirilmelidir" dedim. Bu­
nun üzerine, Askeri Kurul konusundaki bu öneri, kuşkuya y­
er bırakmamak için Fransızca olarak şu şekilde dile getirildi:
"lnfluence effective sur la conduite generale de l'armee"
(Ordunun genel yönetiminde etkili kimse).

37
Anlaşma sözleşmesi tasarısının öteki maddeleri konu­
sunda bana hiçbir bilgi verilmedi. Eylül ayı başında sefirden
yazılı olarak bu konuda bilgi istedim. Sefir, 5 Eylül tarihini
taşıyan karşılığında, bilgi vermeyi geri çeviriyordu. Bunu bu­
rada açıkça yazmamın nedeni, Askeri Kurul' un siyasal oluş­
ların tam olarak dışında ve bunlardan habersiz bırakıldığını
belirtmektir.
O gece sefaretten ayrılacağım sırada, E nver bana bir sa­
vaş durumunda kendisinin Başkomutan Vekili atanacağım ve
benim de kendisinin Kurmay Başkanlığını kabul edip ede­
meyeceğimi sordu. Bu öneriyi kabul edemeyeceğimi, çünkü
savaşta bir kıtaya komuta etmeyi seçeceğimi söyledim.
O günlerde Türkiye 'nin savaşa gireceği ya da tarafsız ka­
lacağı yolunda birbirini tutmaz bir sürü haber çıkıyordu. An­
laşma görüşmeleri konusunda ne Alman, ne de Türk kaynak­
larından bir haber alamıyorduk. Durum Alman subayları için
sıkıntılıydı. Almanya'da savaş başlamıştı. Birkaç gün sonra,
Türkiye'nin tarafsız kalacağı açıklandı.
Bunun üzerine İmparatora çektiğim l l Ağustos tarihli
telgrafla Alman Askeri Kurul sözleşmesi gereğince bütün Al­
man subaylarının Almanya 'ya geri çağrılmalarını rica ettim.
İmparatorun 22 Ağustos tarihli cevabında, şimdilik Tür­
kiye 'de kalmamız emrediliyordu. Bundan dolayı görev bakı­
mından bir kaybımız olmayacak, Türkiye 'de geçirdiğimiz sü­
re, savaşta ve Alman Ordusunda bulunuyormuşuz gibi hesap­
lanacaktı.
Hemen topladığım Alman subaylarına bu emri bildirdi­
ğim zaman, herkes büyük bir üzüntüye kapıldı. Çünkü herkes
savaşın pek uzun sürmeyeceğine ve biz katılamadan bitivere­
ceğine inanıyordu. Türk nazırlarının çoğunluğunun tarafsız-

38
lıktan yana olduğu bilindiği için, türkiye' nin savaşa girece­
ğine kimse ihtimal vermiyordu.
Eylül ayında Alman subaylarının geri çağrılması için ye­
niden başvurmam üzerine, Askeri Kabine Şefinden aldığım
27 Eylül tarihli telgrafta şöyle deniliyordu: "İmparator Haz­
retleri, oradaki memuriyette çalışmanızla savaşta herhan­
gi bir görevde bulunmanızın aynı sayılacağını bir kere da­
ha hatırlatmamı emir buyurdular. İmparatorun da onayı­
na mazhar olan sefaret politikasına karşı muhalefet hare­
ketlerinden kaçınmanız da İmparator H azretlerinin özel
emirleri gereğidir... vb."
Türkiye seferberliği, Balkan Savaşı'ndakinin tersine, pü­
rüzler çıkmadan 1 9 14 'te kolaylıkla tamamlandı. Bunun nede­
ni, Alman Askeri Kurulu ile Türk kurmay subaylarının birlik­
te hazırladıkları seferberlik emirlerinin yalnızca gerekli olan
genel hükümleri içermiş olmasıydı. Yoksa çok geniş Osman­
lı Devleti'nin çok çeşitli olan bölgelerinin koşullarına uyacak
ayrıntılı bir karar, her tarafta karışıklığa neden olabilirdi. Ger­
çekte seferberlik de güç değildi. Çünkü bir önlem olarak za­
manından önce yapıldığı için çok zorluk yaratmıyordu.
Birliklerin savaşa elverişli biçimde yetiştirilmesi için de
bu çözüm yolu daha uygundu. Çünkü birlikler seferber duru­
ma getirilmiş, sayıları artırılmış, muvazzaflar gibi yedeksubay­
lar da celbedilerek birliklerin savaşta sevk ve yönetimi konu­
sunda onlar da yetiştirilmişti. Önceleri birliklerin asker sayı­
larının azlığı nedeniyle, talim ve terbiyeden gereğince yarar­
lanılamıyordu.
1 . Kolordu İstanbul 'da ve yabancıların gözü önünde bu­
lunduğu için, barış zamanındaki kadrosu da çok yüksek tutu­
luyordu. Ama dışarıdaki kolordularda asker sayısı çok deği-

39
şikti. Örneğin 1 9 1 4 yılında Tekirdağ 'da öyle piyade bölükle­
rine rastladım ki, 20 erden çok göreve çıkamıyorlardı.
Seferberlikte kurulan Türk Genel Karargahı, daha
Ağustosta çeşitli orduların oluşturulmasını emretmişti. Karar­
gahı lstanbul 'da bulunan 1. Ordu Komutanhğı' na ben atan­
mıştım. Bu ordu, beş kolordudan oluşacaktı. Bu kolordular İs­
tanbul çevresinde, Trakya'da, Çanakkalc'de ve Bandırma'nın
güneyinde bul unuyorlardı. Merkezi Halep'tc olan 6. Kolordu
da emrime verilmişti ve yavaş yavaş İstanbul 'daki Yeşi !köy ya­
kınına getiriliyordu.
Bahriye Nazırı Cemal Paşa, merkezi yine İstanbul'da bu­
lunan 2. Ordu Komutanlığına atanmıştı. Bu orduya da Orta
Anadolu'da bulunan iki kolordu bağlanmıştı. Ayrıca üç kolor­
dudan oluşan bir 3. Ordu da Kafkasların batısında Erzurum'da
kurulmuştu. Bu ordunun bölünmesi, bir anlam ve amaç taşı­
yordu. Buna karşılık şurasını kabul etmek gerekir ki, savaş sü­
resince Türkiye'de dokuz ordu oluşturulmuştur ve buna yete­
cek kadar kıta olmadığından bu tutum, tam olarak amaçsız kal­
mıştır ve kimi zaman öyle ordular oluşturulmuştur ki, bunlar
yalnız birer karargahtı ve hemen hemen hiçbir birliği yoktu.
Bu konuda en ilgi çekici örnek, 1 9 1 7 yılında İstanbul'daki 1.
Ordu idi . Bu ordunun, birkaç bölük ve milis örgütünden baş­
ka tek bir piyade alayı vardı. Bundan başka 1 9 1 8'de 2. Ordu­
nun savaşabilecek durumda yedi piyade taburu bulunmaktay­
dı. 1 9 1 8 'de Filistin Cephesi ' nde savaşan ve ordu adını taşıyan
üç savaşçı birlikten her birinin piyade sayısı, savaşın başında­
ki tek bir Türk tümeninin sayısından azdı.
Sonradan yapılan ve yalnız gösterişe dayanan bu örgüt,
emirlerin birliklere ulaştırılmasında yarattığı güçlüklerden
başka, Türklerin usulünce karargahlara birçok subay, er ve bi-

40
nek hayvanı ayrılması yüzünden, bu varlıklardan başka yer­
lerde yararlanmak olanağı da ortadan kalkıyordu.
Ben şahsen Alman Askeri Kurulu'nun başkanı olarak,
Türk Genel Karargahı'na bu konuda en küçük bir etkide ol­
sun bulunmadım.
Ağustos ayının ikinci yarısında, Göben ile Breslav'ın Ça­
nakkale Boğazı ' ndan içeri alınmasından bir süre sonra, Enver,
bir askeri toplantı yaptı. Bu toplantıda, Alman Sefiri, Göben 'le
gelen Amiral Suşon, Alman kara ve deniz ataşeleri, Enver' in
Kurmay Başkanı ve öteki subaylardan başka ben de vardım.
Burada, Türkiye ileride savaşa girerse, Süveyş Kanah' na kar­
şı bir harekat yapmanın yararlı olup olmayacağı tartışıldı. De­
nizciler bu harekete çok istekli göründüler. Ben bu düşüncede
değildim. O zamanki düşünceme göre, Rusya'daki Alman­
Avusturya cephesinin sağ tarafında ve Odesa ile Akkerman
arasında Türk birliklerine yaptırılacak bir çıkarma harekatı,
Avusturya cephesinin sol kanadının yükünü hafifletecekti.
O sıralarda Rus Karadeniz Filosu pek kuvvetli sayılmadı­
ğından, hızlı ve cesur bir harekatla böyle bir girişimin başarı­
ya ulaşması teknik bakımdan kolay görünüyordu. Ayrıca Ode­
sa bölgesinde, az talim ve terbiye görmüş Rus birlikleri bulun­
duğundan, başarıya ulaşmak daha kolaydı. Karaya ç ıkacak bir­
liklerin başarılarının sürmesi için Rus filosunun yenilgiye uğ­
ratılması gerekirdi. Bunun için Amiral Suşon'un kesinlikle be­
lirttiği gibi Göben ile Breslav'ın bu işi başarabilecekleri ümit
edildiğine göre, harekat başarıyla sonuçlanabilirdi.
Ama ben bu görüşümde yalnız kaldım. Toplantıya katı­
lanların hepsi, Süveyş Kanah' na yapılacak harekatın çok da­
ha etkili olacağına inanıyorlardı.
Ben daha o zamandan Türkiye' nin sınırlı olanaklarına ve

41
Mısır'la olan kötü ilişkilerine bakarak, M ısır'ın nasıl ele ge­
çirileceğini bir türlü anlayamıyordum. Denizlere İngilizler
egemen olduklarına göre kısa sürede Hindistan'dan ve öteki
sömürgelerinden, hatta İngiltere 'den birlikler getireceklerdi.
Süveyş Kanalı' ndaki İngiliz kuvvetleri her türlü modern sa­
vaş araç-gereçleriyle donatılmıştı. İki yandaki dört demiryolu
hattı ve bol demiryolu malzemesi, birliklerin tehlikeye girmiş
bölgelere hızla taşınmasını sağlayabilirdi. Kanal bölgesinde­
ki uzun menzilli toplar, İngiliz savaş gemilerindeki büyük çap­
taki toplar ve Kanal'da yüzen bataryalar düz alanda çok uzak
noktalara ulaşabilirlerdi.
İngilizlerin Süveyş Kanah'na ne kadar önem verdikleri­
ni, çok önceleri Lord Cromer, Kıbrıs adasından çekilmek söz
konusu olduğu zaman söylemişti: " Hindistan, İngiliz İmpa­
ratorluğu'nun merkez noktasıdır. Bu nedenle, Süveyş Ka­
nalı'nın elde tutulması, İngiliz gerçek politikasının teme­
lidir. Bunun için de yalnız Kanal'ı elde bulundurmak yet­
mez, onun iki kıyısındaki toprakları da elde tutmak gere­
kir. Bu toprakların kapsamı da, en azından Mısır ile Sina
Yarımadası ve Akabe Körfezi'nden Elariş'e kadar olan
alandır."
Bu askeri ve politik temel ilke ortada dururken, ask�ri ha­
yallere kapılmak hiç de doğru değildi.
Şimdi Mısır'da karargah kurmuş ve yerleşmiş İngiltere 'ye
karşı bir Türk kolu Tih Sahrası'nda en az yedi gün yol alacak
ve Kanal'a varacak, bu sırada insanların ve hayvanların içecek­
leri su ile atılacak her top mermisi çölde deve sırtında taşına­
caktı... Böyle bir harekatta, her halde ilk başarı bir baskınla
umulur, ama düşmanı yenilgiye uğratacak bir anlam taşımaz.
Çünkü Kanal'a ulaşacak kuvvet, düşmanın bütün hareketlerini

42
engelleyecek güçte değilse, düşmanın karşı koymasıyla geri çe­
kilmek zorundadır. Ulaşım olanakları ve yolları son derece sı­
nırlı olan Türkiye, nasıl olur da büyük kuvvetleri buraya kadar
yollayıp besleyebilir. Bana göre Mısır'ın ele geçirilmesi konu­
sunda Almanya 'da açık bir düşünce yoktur. İngiltere ' nin can da­
marı olan M ısır'ın ele geçirilmesi konusunda hayale kapılınmış­
tır. Bunda denizcilerin suçu büyüktür. Fakat bunlar, Türk top­
raklarında bir kara savaşının nasıl yönetilebileceği konusunda
bir düşünceleri olmadıkları için hoş karşılanabilir.
Benim bu konudaki görüşüm şuydu : M ısır harekatı için
çok sınırlı bir başarı şansı görüyordum: diğer harekat -Ode­
sa 'ya çıkarma- içinse büyük ümit besliyordum. Bu düşünce­
lerimi açıklamam üzerine de, 1 5 Eylülde Alman Şansölyesi,
İstanbul 'daki Alman Sefiri aracılığıyla bana bir emir gönde­
rerek Süveyş Kanalı'na yapılacak harekata karşı çıkmamamı
bildirdi. 1 7 Eylülde ise, doğrudan doğruya Alman Genel Kur­
may Başkanlığından aldığım bir telgrafta, "Genel çıkarlar
açısından Mısır'a karşı girişilecek harekat çok önemlidir.
Ekselansınız, Türkiye tarafından önerilen harekata karşı
cephe almayarak bu görüşe uymalısınız" deniliyordu.
Türkiye'de ulaşım yollarının stratejik durumuyla ilgili bir
fikir edinmek için önce savaş sırasında Türkiye'deki dcmir­
yollarının durumu konusunda birkaç söz söylemek gerekir:
İstanbul' u Avrupa'ya bağlayan Doğu Demiryolu, (Ori­
entbahn) Balkan Savaşı sırasında hiçbir işe yaramamıştı. Sa­
vaştan önceki son aylar içinde ve savaş sırasında büyük ge­
reksinmeye karşılık verecek olan bu hat, hiç değilse olanak öl­
çüsünde yeniden elden geçirilmişti. Dik yokuşlu, dar döne­
meçli olan bu tek hatlı demiryolu, gerçekte yapılış olarak pek
iyi değildi.

43
Türkiye'nin öteki büyük demiryolu hattı, İstanbul ile ül­
kenin ortası arasında ve sınırlara doğru tek bağlantıyı sağla­
yan "Anadolu-Bağdat" hattı, gerçekte Almanlarla İsviçreli­
lerin ellerindeydi. Bu hattın yönetiminin başında yıllardan be­
ri İstanbul'da oturan, ülkenin durumunu çok iyi bilen, gerçek­
ten çok becerikli ve zeki olan Direktör Hugenen ile Müşa­
vir Günther vardı. Gerek direktörün ve gerekse hattın öteki
görevlilerinin, elleri nden geldiği ve Türkiye'de olanak bul­
dukları ölçüde, her şeyi yaptıklarını söylemek haktanırlık olur.
Fakat tek hatlı ve yeteri kadar lokomotif ve vagondan yoksun
bu yolun Avrupa'daki benzerleri gibi olamayacağı açıktır. Su­
riye, Filistin ve Elcezire ile bağlantının can daman olan To­
ros tünelleri, savaştan önce daha tamamlanamamıştı. B itme­
si ancak l 9 1 8 yılı Eylül ayının sonunda oldu ki, Türkiye'nin
askeri bakımdan çöküşü de bugünlere rastlıyordu.
Bu nedenle 1 9 1 8 Ekim ayına kadar, tek bir trenin doğru­
dan doğruya Halep'e kadar gönderilmesi gerçekleşememişti.
Savaşın sonuna kadar her trenin Toros 'un kuzeyinde aktarma
yapması gerekiyordu. Toros ulaşımı, başlangıçta araba ve de­
velerle, sonraları kamyonlarla dağ yolu üzerinden yapılıyor­
du. Daha sonra tünel, küçük bir kesitte açılınca, büyük hattan
dekovil hattına yapılan aktarmalarla ulaşım sağlandı. Bu ne­
denle Toros'un kuzey ve güneyinde işletme malzemesinin
dengeli bir şekilde bölünmesi olanaksızdı. Aynı güçlükler, ilk
zamanlar Amanos dağlarında yapılan tünellerde de vardı. Son­
raları bu hat hızla tamamlanarak bu zorluklar giderildi.
Halep'ten güneye, yani Suriye, Filistin ve Hicaz'a giden
demiryollarının hiçbiri bütün savaş süresince kendilerinden
beklenen işi göremediler. Bu hatlar, savaş dolayısıyla artanJa­
şıma işini karşılayacak şekilde ve bir proj e olarak tamamla-

44
nıp geliştirilemedikleri gibi, günlük işletmelerin gerektirdiği
düzenleme ve yenilikler de yapılamadı. Malzeme noksandı.
Rayak'tan sonra hattın genişliği değişiyordu. Lokomotifler
için yakacak sağlanamıyordu. Kömür ya hiç gelmiyor, ya da
İstanbul 'dan çok az gönderiliyordu. Buralara -o sıralarda da
çok az olduğundan- odun da zorlukla sağlanıyordu. Türki­
ye'nin güney ve güneydoğu ülkeleriyle olan bağlantısının te­
melini oluşturan Toros ve Amanos sıradağlarının kolaylıkla
aşılması işinin önemini, Türk Genel Karargahı' nın seferber­
likle birlikte göremediği açıktır.
Bunların tamamlanması için gereken işçi ve malzemenin,
daha seferberliğin başında topluca buraya gönderilmesi gere­
kirken, toplananlar da başka yerlere dağıtılmıştı.
Ankara-Sivas hattı ile Diyarbakır' a giden demiryoluna ve
K ızılırmak'ı kolaylıkla geçilir duruma getirme işine, sanırım
sıra gelmemişti. Ankara-Sivas hattı üzerin deki pek çok dere­
de yapılacak demirköprüler için gereken malzemenin Alman­
ya 'dan getirilmesi düşünülmüş, hatta nüfuzlu bazı Türkler bu
işi Üzerlerine almak istemişlerdi. Ama bu hattın önemi, savaş
sırasında pek kendisini göstermedi.
Ben bu konuları Alman Genel Karargahı'na zamanın­
da, 25 Ekim 1 9 1 6 tarihli raporunda bildirmiştim. Bağdat hat­
tının, lrak'ta savaş alanı olması olasılığı bulunan yerlerin ya­
kınlarına kadar olsun uzatılmadığı herkes tarafından bilin­
mektedir.
Irak'taki ordunun menzil hattı, Halep çevresine kadar Su­
riye ulaşım hattıyla ortaktır. Halep'ten sonra ulaşım hattı, ya
Fırat Irmağı boyunca doğrudan doğruya Bağdat yönünde gi­
der ya da demiryolu boyunca Resülayn' a varır ve ondan son­
ra 3 5 0 kilometre uzımluğunda bir yolla yağmurlu havalarda

45
çamur olan yumuşak topraklı, hatta bataklık bölgeleri izleye­
rek Musul' a ulaşır ve buradan tekrar 3 5 0 kilometre uzunlu­
ğunda bir yolla -ancak Samerra'daki son kısımda dekovil hat­
tı vardır- Bağdat ' a varır.
Türk demiryollarının işletilmesinde Alman askeri örgü­
tünün kullanılmasındaki zorluk, bütün savaş süresince gerek
Alman ve gerekse Türk makamlarınca gereğince değerlendi­
rilemedi. Alman subayları, ülke koşullarına ve Türk yöneti­
minin özelliklerine uymadıkları için, Alman yöntemlerinin
Türkiye'de de aynen uygulanabileceğini sanıyorlardı. Demir­
yollarında çalışan Türk subayları i se, Alman ilke ve yöntem­
lerine pek kulak asmadan, işi kendi bildiklerine göre götürü­
yorlardı.
Türkiye'de bulunan büyük demiryolu ağının birbirleriy­
le bağlantılarının çok sınırlı olduğu biliniyordu. Eskiden ül­
keyi yöneten insanlardan bir çoğunun, demiryollarının ülke­
nin huzur ve düzenini tehlikeye düşüreceği yolundaki yanlış
düşüncesi, bunların sınırlı kalmasına neden olmuştu. Bu ko­
nuda Şark ihmalciliği'nin de büyük payı vardı.
Var olan demiryollarından biri, bir İngiliz şirketi tarafın­
dan yapılan Aydın-Kasaba hattı ve öteki, bir Fransız şirketi ta­
rafından yapılan Bandırma-Manisa hattı idi ki, bunlar, Türki­
ye savaşının sevk ve yönetimi bakımından ancak ikinci dere­
cede önem taşıyordu.

46
v

T Ü RKİYE'NİN SAVAŞA GİRİŞİ

1 9 1 4 yılı Ekim ayının son günlerinden birinde Alman Se­


fareti Deniz Ateşesi Binbaşı von Laffert, Pangaltı 'ndaki Harp
Okulu 'na yerleşmiş olan 1 . Ordu Karargahı 'na gelerek, son de­
rece acele bir iş için görüşme isteğinde bulundu .. Binbaşı von
Laffert, büyük bir heyecanla yanıma geldiği zaman Göben ile
Breslav'ın Karadeniz'de Boğaz 'ın girişinde Rus savaş gemi­
leriyle başarılı bir çatışma yaptığını haber verdi. Rus Filosun­
dan bir mayın gemisi batmış, bunun üzerine filo geri çekilme­
ye başlamıştı. Göben ile Breslav, Türk filosundan küçük bir­
kaç gemiyle birlikte Rus filosunu Sivastopol yönünde izleme­
ye koyulmuştu. Amaç, Rus kıyılarını bombardıman etmekti.
Bu durum karşısında, Türkiye'nin artık tarafsızlığını bı­
rakarak savaşa gireceği kuşku götürmüyordu. 30 Ekim tari­
hinde Türk Genel Karargahı 'nın resmi tebliği şöyleydi :
"Donanma Komutanhğı'ndan 29 Ekim 1914'te ve ak­
şam saat 1 1 .lS'te bildiriliyor:
Rus Donanması, 27 ve 28 Ekim tarihlerinde yaptığı
manevralarla ve sürekli olarak bütün hareketlerini takip
suretiyle Türk Donanmasını taciz etmiştir, düşman bir ta-

47
vır takınmıştır. Bir mayın gemisi, öç torpido, bir kömür
gemisi bu düş,ııanca amaca uygun olarak Boğaz'a doğru
ilerlerken, Göben, mayın gemisini batırmış, kömür gemi­
sini esir almış ve bir torpidoyu ağır şekilde tahrip ederek
3 subayla 72 eri esir almış, Sivastopol limanını başarıyla
bomljardıman etmiştir.
Mayın gemisinde 700 mayınla 200 görevli bulunuyor­
du. Torpidolarımızca kurtarılan 3 subay ve 72 er, 30
Ekim'de İstanbul'a getirileceklerdir. Esirlerin sorguya çe­
kilmesiyle anlaşılmıştır ki, Ruslar, Boğaz'ın ağzına mayın
dökerek Türk Donanmasını tahrip etmek istemişlerdir.
Breslav, Azak Denizi'nin doğusundaki Novorasisk'ta
50 petrol deposuyla birkaç buğday silosunu tahrip etmiş
ve 15 askeri nakliye gemisini batırmıştır."
Bu savaş haberi, üzerimde bir sürpriz etkisi yaptı. Ne Al­
man sefirinden, ne de Amiral Suşon 'dan -ki Türkiye' nin Mı­
sır'a saldırması işi yüzünden aramızda ç ıkan anlaşmazlıktan
sonra kendisiyle bir kere bile görüşmemiştim- politik havanın
bu derece gergin olduğu bir zamanda Türk Donanmasının Ka­
radeniz' e çıkacağına ilişkin bir haber almış değildim.
Y alnız birkaç hafta önce, 20 Eylül'de, güvenilir kaynaklar­
dan Sefir Wangenheim'ın Göben ile Breslav'ı Alman bayrağı
altında Karadeniz' e çıkarmayı düşündüğünü duyduğum zaman,
hemen Tarabya'ya gitmiş ve böyle bir şeye girişmemesini sef ir­
den önemle rica etmiştim. Sefire anlatmıştım ki, Türk hükfıme­
ti, Göben ile Breslav'ı satın aldığını bütün dünyaya ilan etmiş­
tir. Şimdi bunlar tekrar Alman bayrağı çekip denize açılırlarsa,
Türkiye'nin dünya önünde yalanı ortaya çıkacak ve bu da Tür­
kiye 'deki Almanlara karşı halkın düşmanlığını körükleyecekti.
Gerçekten 17 Eylül'de Adalar önünde ve padişahın huzurunda

48
yapılan manevrada Göben ile Breslav'a Türk bayrağı çekilmiş,
gemilerin isimleri de Yavuz Sultan Selim ile Midilli'ye çevril­
miş, subay ve erlere fes giydirilmişti. Şimdi eylül sonunda bun­
ların tekrar Alman bayraklarıyla donatılıp Karadeniz'e çıkma­
larını aklım almıyordu. Sefir, böyle bir düşünce olduğunu ne
onayladı,ne de geri çevirdi. Ama gemiler de denize açılmalıydı.
Bu yeni hareket, Türk bayrağı altında yapılmıştı ve her­
halde denize açılmak için de Bahriye Nazırı Cemal Paşa dan '

izin alınmıştı.
Cemal Paşa, Türk nazırları içinde o sıralarda siyasi dü­
şünceleri Almanya'ya karşı büyük değişiklikler gösteren bir
kişiydi. Bu değişikliğin, Türk hükumetinin tarafaızlığını bı­
rakması üzerinde de büyük etkisi olmuştur.
Enver'in tam anlamıyla Alman taraftarı olduğu, Tatat'ın
da bu yana yöneldiği biliniyordu. Oysa Cemal, eskiden İtilaf
devletlerinden yanaydı. Dünya Savaşı 'ndan az önce, Fransız
filosunun manevrasına Fransız Hükumetinin davetlisi olarak
katılmıştı. Daha 9 Ağustos'ta lstanbul'daki Fransızları kendi
vatanlarına götüren vapurları uğurlama töreninde hazır bulun­
muş ve burada yaptığı konuşmada Fransızlara esenlikler dile­
mişti. Tanıdığım ve güvendiğim bir subaya 6 Eylül 'de Enver' in
söylediğine göre, Cemal ' in tarafsızlığını terketmeye karar
vermesi, ancak Alman ve Avusturya cephesinin Ruslara kar­
şı bir zafer kazanmasından sonra olabilirdi.
Cemal 'in Türkiye'de işi yönetenlerden biri olduğu kuş­
kusuzdu. Kendisinin Alman taraftarı nazırlarla birleşmesi bü­
yük önem taşıyordu.
Türk Kabinesi, Karadeniz'deki çatışmayı tarafsızlığın
kaldırılmasına gerekçe saymış ve böylece Türkiye'de Merke­
zi Hükumetler yanı!lda yer almıştı.

49
O zamanlar l stanbul'da söylendiğine göre, Ruslar, Türk­
Alman gemilerinin Karadeniz'de yaptığı harekata rağmen, Al­
man Askeri Kurul'u ile Göben ve Breslav subay ve erleri­
nin Almanya'ya geri gönderilmeleri koşuluyla Türkiye'nin
tarafsızlığını tanımaya devam edeceklerini bildirmişler, ama
bu öneri Türk hükumeti tarafından geri çevrilmişti. Bunun
doğruluk derecesini bilemiyorum . Gerçek şuydu ki, birkaç
gün sonra artık Türkiye de Rusya ile savaş durumunda bulu­
nuyordu. Çanakkale Boğazı, eylül sonunda m ayınlarla kapan­
mıştı. Bu hareket ve ordunun seferber duruma getirilmesi bir
ön hazırlıktı. Türkiye hükumeti, İtiliif Devletleri' nin İ stan­
bul' a karşı denizden bir zorlama hareketine girişmesini ola­
naksız saymıyordu.
Bu önlem lerin alınmasına, Boğaz'dan dışarı çıkan bir
Türk torpidosunun komutanıyla Boğaz dışında rastladığı bir
İngiliz destroyeri komutanı arasında geçen tatsız bir tartışma­
nın neden olduğunu o zamanki Boğazlar Komutanı Albay Ce­
vat Bey, sonradan anlatmıştı.
Yaz sonuna doğru Çin Scferi 'nin tanınm ış amirali Use­
dum, l stanbul 'a geldi ve önce kıyı bataryalarıyla m ayın işle­
rinin genel müfettişliğine atandı. Bu amirale daha sonra mer­
kezi İstanbul 'da olmak üzere Karadeniz ve Çanakkale Bo­
ğazlan Genel Komutanlığı verildi. Bu m üstahkem mevkile­
rin esas komutanları olan Türk subayları yerlerinde bırakıldı.
Türkiye'nin savaşa girişi, başlangıçta ve geçici olarak, bü­
yük askeri harekata gerek göstermedi. Göben ile Breslav, bir­
kaç torpidoyla birlikte zaman zaman Karadeniz'e çıkıyor ve
Rus kıyılarnı bombalayarak geri dönüyordu. Rus filosu da
birkaç kez kendini gösterdi. Türk filosuyla uzaktan karşılıklı
ateş de açtılar, ama esaslı bir şey olmadı.

50
Türkler, Trabzon limanıyla denizden bağlantıyı büyük
bir güvenle korudular. Gerçekte Karadeniz, Türkiye için h iç­
bir zaman kapanmamıştı. Rus Filosunun sonraları oldukça
önemli çalışmalar göstermesine rağmen, yine de geride paray­
la açılacak arka kapılar bulunuyor ve nakliyat yapılıyordu.
Çünkü savaş yılları boyunca İstanbul'daki Bomonti Bira Fab­
rikası, Romanya limanlarından ve Karadeniz'in öteki liman­
Levazım Dairesi
larından arpa getirtebiliyordu. Bu arpalara,
Başkam İsmail Hakkı Paşa el koymazsa, fiyatlar da yüksel­
miyordu.
Kafkas Cephesi'nde ve Mısır'da önemli olaylar hazırla­
nıyordu.
Kasım ayının ortalarına doğru, Türk hükumeti tarafından
(Kut­
eski zamanların en kuvvetli silahı olan kutsal din savaşı
sal Cihat) özenle sahneye çıkarılıyordu. Türk Harbiye Nezare­
ti, dünya Müslümanlarına bu yolla geniş etkide bulunabilece­
ğine inanıyordu. Oysa sonradan fazlasıyla yanıldığını anladı.
Gerçekte dindar Anadolu askerleri için Kutsal Cihat ila­
nına gerek yoktu. Onlar Kutsal Cihat ilan edilmeden de say­
gı duydukları padişahları uğruna savaşa gidiyorlar ve canları­
nı feda ediyorlardı. Türklerin yönetimindeki Araplar'da ise
Kutsal Cihat hiçbir sonuç vermedi. Türklerle Araplar arasın­
da yüzyılların yığdığı zıtlık ve Türk yönetimine karşı duyu­
lan hoşnutsuzluk dolayısıyla Kutsal Cihat bunlar üzerinde
hiçbir etki yapmadı.
Türkiye'ye yakın ve sınır komşusu olan ülkelere gelince,
bunlardan da umulan yardım sağlanamadı. İtilaf Devletleri ya
buraları güçlü elleriyle sıkıca tutuyorlardı ya da o zaman
lran'da olduğu gibi, büyük bir savaşa girecek güç ve yetenek
bu ülkelerde yoktu. � Mart l 9 l 5 'te İtalyan Parlamentosu ' nda

51
açıklandığı gibi, Kutsal Cihat fetvasının Kuzey Afrika'da bi­
le en küçük bir etkisi görülmemişti.
Gerçekte Kutsal Cihat, Türkiye 'nin o zamanki durumu­
na da pek uygun düşmüyordu. Türkiye, bir yandan Almanya
ve Avusturya gibi Hristi yan devletlerle birlikte ve müttefik ola­
rak savaşıyor, Alman ve Avusturyalı subay ve erleri kendi or­
dusunda bulunduruyor ve öte yandan da Müslümanları Hris­
tiyanlara karşı yardıma çağırıyordu . . .
Buradaki mantık zayıflığı, 1 9 1 9 yazında İ ngiliz Başba­
kanı Lloyd George' un General Allenby' nin Filistin'deki za­
ferini Haçlı Seferleri ne benzetmesinde de görülür. Çünkü söz
'

konusu Allenby Ordusu eıminde peygamberin soyundan Şe­


rif Faysal' ın ordusuyla binlerce M üslüman ve Arap da vardı.
İ ngiltere, Filistin ' in ele geçirilmesi için bu Müslümanları en
modern silahlarla donatmıştı.
Kutsal Cihat, 1 9 1 4 Kasımında İ stanbul'da büyük milli
gösterilerle ilan edildi. Caddeler, gelenek olduğu gibi polisler
tarafından kordon altına alındı . Buraları dolduran işsiz güç­
süz insanlara birkaç kuruş cep harçlığı verildi. Bu nedenle,
hangi amaçla olursa olsun, yeteri kadar ilgi toplamak söz ko- .
nusuydu. Bu kere de ilgililer yeşil bayraklar taşıyorlardı. Gös­
teri, sahibi Ermeni olan ve bir süre önce de Rus uyruğuna ge­
çen Tokathyan Oteli' nin bütün camlarının kırılmasıyla ta­
mamlandı.
Bu gösterilere, galiba yalnızca yabancılar gözünde ve bi­
raz abartmalı raporlar yazıldığı için Almanya 'da büyük önem
verildi . Gerçekten değerli olan Türk, kendi ağırbaşlİ ve ölçülü
tutumu içinde, bu gibi gürültülü gösterilere değer vermiyordu.
Kutsal Cihat'ın savaşın sonunda ve İtilaf Devletleri Tür­
kiye' yi işgal edip yönetimi ele aldıkları ve kıyımlar başladığı

52
zaman, 1 9 1 4 'tekinin tersine Türkler aleyhinde bir etki göster­
diği söylenebil ir. Bu sırada Türkiye'nin artık Hristiyan müt­
tefiki yoktu ve İslaml arın dış dünyaya karşı harekete geçme­
leri de artık söz konusu ol amazdı. Artık Türkl erin yalnız Hris­
t iyan düşmanları vardı. İtil iifDevl et l eri 'nin hatalı ve yanlış uy­
gulamal arından doğduğu il eri sürül ebilecek olan bu durum,
çok kötü sonuçlar verdi. Karakter ol arak Türklerle hiçbir za­
man bağdaşamayan ve anl aşamayan Ruml arın, Türk bölgele­
rinde bu derece etkil i ve yetkili kıl ınmaları , herhalde özel bir
amaca bağlı olsa gerektir. Türkler, bütün Dünya Savaşı boyun­
ca Rumların bir karış Türk t oprağına giremediklerini hiçbir
zaman unutamazlar.

53

KAFKASYA'DA VE SÜVEYŞ KANALl'NDA İLK


ÇARPIŞMALAR

Kafkasya'da 1 9 1 4 yılı Kasım ayında Türklerin 3. Ordusu


ile Rusların çatışması başlamıştı. 3 . Ordu Komutanı Hasan İz­
zet Paşa'nın, Kurmay Başkanı, bir Alman subayı olan Binba­
şı Guse idi. Bundan başka bu orduya birkaç Alman subayı da­
ha verilmişti . Öteki birkaç Alman subayı da bu ordunun çok
güç olan menzil bağlantısını düzene sokmaya çalışıyordu. Bir
başka Alman subayı da, Albay Posseld, Erzurum Müstahkem
Mevki Komutanlığı 'na atanmıştı. Ona bir topçu subayı ile bir
istihkam subayı eşlik ediyordu. Bunlardan 23 Kasım 'da İstan­
bul' a gelen bir rapor, terkedilmiş durumda bırakılan Erzurum
Kalesi'nin konumunu karanlık bir tablo olarak gözler önüne
seriyordu. Kalenin durumunu düzeltmek, savunmasını sağ­
lamlaştırmak için Türk Genel Karargahı hemen emirler verdi.
Fakat Türkiye'de malzeme her zaman çok azdı ve bunlar an­
cak uzun zaman geçtikten sonra tamamlanabiliyordu.
Kasım ayındaki ilk çatışmalarda, Erzurum-Kars yolu üze­
rinde ve Köprüköy yakınında Türk birlikleri iyi çarpıştılar. İki
tarafın kazanç ve kayıpları hemen hemen aynıyd; .
Rusların ilerlemesi, H asan İzzet Paşa nın karşı atağıy-
'

55
la tam olarak durduruldu. Bu sonuç, Balkan Savaşı 'yla karşı­
laştırı lınca, Türklerde savaş sevk ve yönetiminde önemli iler­
lemeler olduğunu ortaya koyuyordu.
Koşullara uygun ve sevinç uyandırıcı bu durum, ne ya­
zık ki Enver' in hırsını kamçıladı. 6 Kasım'da Enver, Harbi­
ye Nezareti 'ndeki Alman Askeri Kurul Başkam' na ayrılan
odama geldi ve aynı akşam bir savaş gemisiyle Trabzon ' a ha­
reket edeceğini bildirdi. Oradan da 3. Orduya geçecekti.
Yerine Harbiye Nezareti 'ndeki Levazım Dairesi Başka­
nı İsmail Hakkı Paşa vekfı!et edecekti. Bu durumu özellikle
belirtiyorum. Öteki konulara ise Dahiliye Nazırı Talat Bey ba­
kacaktı. Çünkü bu durum, Türklerin bu konudaki tutumlarını
ve yabancı basında çok kere yer alan haberlerin asılsızlığını
gösteren çok iyi bir örnektir. Çünkü Türkler, rütbeleri ne olur­
sa olsun, Almanlara ne asaleten ne vekaleten Türk hükumet
işleyişinin iç işlerine etki edebilecek hak ve fırsatı hiçbir za­
man vermediler.
Enver, elindeki haritanın üzerine 3 . Ordu' ya yaptıracağı
bir hareketin krokisini çizdi. Buna göre Enver, ana yolda ve
cepheden 1 1 . Kolordu ile Rusları oyalarken, öteki iki kolordu
(9. ve 1 0 . Kolordular) sola doğru ve dağlar üzerinden günler­
ce sürecek bir yürüyüşle Sarıkamış 'ta Rusların yan ve arkası­
nı çevirecek, sonra da 3 . Ordu Kars' ı ele geçirecekti.
Bundan birkaç gün önce Türk Karargahında bulunan bir
Alman subayı, planlanan soldan çevirme hareketini anlatmış
ve ben de bu hareketin başarı şansını araştırmıştım . Düşün­
cem oydu ki, bu hareket olanaksız değilse bile, çok güçtü. Ha­
ritalardan ve öteki kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre
yollar, çok dar dağ yolları ve çok yükseklerden geçen ve an­
cak yayaların gidebilecekleri patikalardı. Bu günlerde de sa-

56
nırım karla örtülüydüler. Bu koşullar altında cephane ve yiye­
cek ulaşımının eldeki araçlarla nasıl yapılacağı da başlı başı­
na bir sorundu.
Ben görevim gereği, bu önemli sorunlara Enver'in ilgi­
sini çektim. O, karşılık olarak bu konuların incelendiğini, yol
denetim ve gözetlemelerinin yapıldığını ve o tarihe kadar öte­
ki denetlemelerin de tamamlanacağını söyledi. Konuşmamı­
zın sonunda hatalı ve ilgi çekici düşünceler ortaya attı. Bana,
ileride Afganistan üzerinden Hindistan' a yürüyeceğini söyle­
yerek ayrıldı.
Enver'den biraz sonra Kurmay Başkanı General von
Bronsart da veda etmek için yanıma geldi. Soldan çevirme ha­
reketinin zorluğunu ona da anlattım, özellikle Alman Kurmay
Başkanı olarak yüklendiği sorumluluğa dikkatini çektim.
Söz konusu harekat, Enver' in başkomutanlığı altında ve
3. Ordu tarafından yapıldı ve bu ordunun imhasıyla sonuçlan­
dı. Dünya Savaşı 'nda ilk ' imha' edilen Türk ordusu bu oldu.
En ileri hattaki Rus birlikleri -ki Oltu'ya kadar ilerlemişlerdi,
soldan çevrilince şaşırdılar ve burada bazı başarılar elde edil­
di. Bir süre sonra arazideki güçlükler ve sert kış kendini gös­
termeye başladı. Türk birlikleri, Enver' in zoruyla ilerliyordu.
Soldan çevirme yapan iki kolordunun ancak bazı hafif birlik­
leri Sarıkamış'a ulaşabildiler ve burada düşmanla karşılaştı­
lar. Başlangıçtaki küçük başarılara karşılık, 4 Ocakta yenilgi­
ye uğradılar, geri çekilmek zorunda kaldılar. Düşmansa onla­
rı izlemeye koyuldu.
Ana yol üzerinde savaşan 1 1 . Kolordu, Türk-Rus sınırı
boyunca b irkaç gün daha cesaretle dayandı, öteki iki kolordu­
dan geri kalan birliklerin Hasankale'ye doğru çekilmesini sağ­
ladı ve sonra kendisi.de çekilmek zorunda kaldı.

57
Resmi tebliğlere göre 90 bin kişil ik ordudan ancak 1 2 bin
kişi geri çekilebilmişti. Diğerleri ise ya şehit. ya tutsak olmuş.
açlıktan ölmüş ya da çadırsız karlı karargahlarda soğuktan
donmuşlardı. Arkasından lekeli tifüs salgını başgöstermiş ve
bu zayıf düşmüş insanların birçoğunu da o öldürmüştü.
Bu feci olaylardan sonra Enver. karargahıyla birlikte ka­
ra yoluyla lstanbul'a doğru yola çıktı. Perişan duruma düşen
Enver, 3 . Ordunun komutanlığına da Hafız Hakkı Paşa 'yı ge­
tirdi. Paşa, Türk Genelkurmayının seçkin askerlerinden biriy­
di. İşlek bir zekası ve çabuk kavrama öze lliği vard ı . Kararı n ı
hemen ortaya koymaz, ileri sürülebilecek düşünce v e görüş­
lere karşı bir cevap ve fikir saklardı. Alınanların düşünceleri­
ni açıkça söylemelerini pek akıllıca bir hareket saymazdı. Ben­
de Doğu'nun iyi yetişmiş tipik insan örneği i z l en i m i n i b ı ra k­
tı . Son altı hafta içinde yarbaylıktan Genelkurmay Şube Mü­
dürlüğü görevine, buradan da general liğe ve ordu komuta n l ı­
ğına yükselmişti. Enver, onun yeteneğini takdir ediyor. ama
İstanbul 'dan uzakta kalmasını i stiyordu.
Bu ağır yenilgi, elden geldiği kadar gizli tutu l du . B u ko­
nuda konuşmak yasaktı. Emre rağmen yine de konuşanlar o­
lursa, bunlar tutuklanıyor, cezaya çarptırılıyordu. Sanırım Al­
manya 'da da bu konuda bilinenler çok azd ı . FelükL'tle sonuç­
lanan bu harekat dolayısıyla Enver' le aramızda üzü lerek söy­
leyebilirim ki çeşitli çatışmalar oldu.
Enver, daha İstanbul 'a gelirken telgrafla 5. Kolordunun
3 . Orduyu güçlendirmek için vapurla Trabzon ' a gönderi l me­
sini emrediyordu. 5. Kolordu, benim komutanı olduğum 1 . Or­
duya bağlıydı ve Üsküdar yakınında bu lunuyordu. Bana göre
bu kış mevsiminde 5. Kolordu Katkas Cephesi ' nde bir şey ya­
pamazdı. Ama İstanbul 'a karşı bir R u s İng i l i z ortak hareketi
-

58
yapılırsa, burası için kuvvet çok gerekliydi. Kafkasya'da·uğ­
ranılan bu yenilgiden sonra İtilafdevletlerinin uygulamaya ge­
çecekleri çeşitli planlar olabilirdi. Bu nedenle 5 . Kolordunun
Kafkasya'ya gönderilmesine engel oldum. 5 . Kolordu İstan­
bul 'da kaldı, ama Enver'le aramız da çok açıldı.
Aramızda bir anlaşmazlık daha oldu, ama bunun çözü­
mü Türk usulünce gerçekleşti.
Enver, Kafkasya'dan dönerken ordulara Sivas'tan 20 O­
cak tarihinde bir emir gönderdi. Emirde, orduların yalnız ken­
disi tarafından yazılmış emirlere uymak zorunda olduğunu,
öteki makamlardan gelenlere önem verilmemesini bildiriyor­
du. Bana verilen ve sanırım biraz da hatalı olan çeviri metnin­
de aynen şöyle deniliyordu: "Benden başka hiç kimse, hiç­
bir sebeple bu makamlara (donanma ve ordu) emir vere­
mez. Başkasının vereceği bütün emirler, yerine getirilme­
yecektir."
Bu garip emrin neden verildiğini bilmiyorum. Fakat bu
emir geçerli olduğu sürece, bir Türk ordusunun tarafımdan yö­
netimi söz konusu değildi. Bu, Türk usulü bir sorun olduğu
için, yine Türkler tarafından çözümlenmesi gerekirdi. Bu ne­
denle sorunu, 2 1 Ocak tarihinde bir üst makam olan Sadaret' e
yazıyla bildirdim. Sadaret, Harbiye Nazırı Vekili sıfatıyla Le­
vazım Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Paşa'yı karşıma gön­
derdi.
Hayatta pek çok düşman kazanmış, aleyhinde pek çok
sözler söylenmiş olan bu paşa, İttihat ve Terakkinin belli baş­
lı kişilerinden biriydi. Yüzünün görünüşü Moğol tipini andır­
dığından, zeki ve keskin gözleriyle kurnaz bir Çin tüccarını
anımsatırdı. Durumunda bir çekingenlik görünürse de, gerçek­
te çok kararlı ve enerjik bir adamdı. Yemen'deki bir çatışma
_

59
sırasında bir bacağını kaybettiği için yerine tahta bacak takı­
lan İsmail Hakkı Paşa'yı Araplar 'Karabiber' lakabıyla anı­
yorlardı.
Bu Paşa, Osmanlı Devleti' nin o zamanki uçsuz bucak­
sız, yolsuz ve araçsız topraklarında, en uzak sınırlarda bulu­
nan ordulara giyecek ve yiyecek yetiştirmekle yükümlüydü.
Bu işi nasıl yapardı, bilmek güçtür. Her tarafta yalanlar söy­
lendiğini, hırsızlıklar yapıldığını biliyordu. En büyük mezi­
yeti, ülkenin neresinde ve ne bulursa hemen el koyup ordu adı­
na alabilmesiydi.
Çok ilgi çekici bir örnek vereyim:
Alman İmparatoru tarafından E nver'e armağan olarak
gönderilen bir otomobile, o zamanki adıyla 'tekalif-i harbi­
ye eşyasıdır' diye İsmail Hakkı Paşa el koydu. Bir başka o­
lay: Çanakkale'ye geldiğim zaman bana armağan olarak bir
sandık içinde altı şişe şarap getirdi. Bunları açtığımızda, da­
ha önce bana Almanya'dan armağan olarak gönderilen ve yi­
ne İsmail Hakkı Paşa tarafından el konulan mallardan oldu­
ğunu görerek hayretler içinde kaldık. Tam olarak düzensiz ko­
şullar altında çalışan Osmanlı Genel Karargahının parçalayıp
her tarafa gönderdiği birlik, eşya ve malzeme de dikkate alı­
nırsa, İsmail Hakkı Paşa'nın hangi koşuHar aıiında orduya
nasıl hizmet ettiği daha iyi anlaşılır.
İsmail Hakkı Paşa'nın aynı zamanda İttihat ve Terakki
Partisinin veznedarı sıfatıyla E nver'in emliikine ve alışveri­
şine karıştığı ve bu yoldan kendisi için de servet yaptığı söy­
lenirse de, bu doğru değildir. Bu işlerde yalnız aracılığı var­
dır.
İsmail Hakkı Paşa'yı her zaman kötüleyenler ve suçla­
yanlar, onun hangi koşullar altında çalıştığını bilmezler. Her-

60
kes en çok altı saatlik bir çalışmadan sonra dairesini terket­
mesine rağmen, ismail Hakkı Paşa Harbiye Nezaretinde ge­
ce yarılarına kadar çalışan çok az görevliden biriydi.
İsmail Hakki Paşa, önce Enver'in telgrafının ya� lış çev­
rildiğini ileri sürdü. Bu olasılığın akla gelebileceğini, ama ne
var ki 2. Ordudan gelen çevirinin de aynı olduğunu söyledim
ve emrin geçersiz sayılması konusunda direttim. Levazım Da­
iresi Başkanı bana doyurucu bir karşılık veremedi ve saygıy­
la yanımdan ayrı ldı. Yazı masamın üzerine bir kutu bırakmış­
tı. Bunu yaverimle arkasından gönderdim. Benim olduğunu
bildirerek geri vermiş. Açtık, içinden Murassa Osmanh Ni­
şam çıktı. Şi kayetim bir çözüm yoluna bağlanmadı, ama En­
ver ' in emri de yerine getirilmedi.
Üçüncü bir çatışma, Enver'in dönüşünden sonra oldu.
Askeri Kurulun Başkanı olarak ve Alman subaylarının �>nu­
runu koruma çabasıyla, Enver'in Kurmay Başkanı sıfatı yla
Kafkasya' ya gidip büyük yenilgiye neden olanlardan von
Bronsart'ın bu görevinden alınarak bir biri iğe komutan atan­
masını istedim. Bunu Enver'e yazdım, Alınan makamlarına
da duyurdum. Enver, Kurmay Başkanının yerinde kalmasını
istedi. Almanya'dan da bir karşılık alamadım. Bu konuda bir
değişiklik olmadı.
Osmanlı Genel Karargahı, kasım ayında Suriye 'de bir or­
du kurulmasına karar verdi. Bu ordu, hem Süveyş Kanalı'na
gönderilecek askeri kuvveti oluşturacak, hem de öteki kuvvet­
leriyle Suriye ile Filistin kıyılarını koruyacaktı. Bu yeni ordu­
nun komutanlığına Bahriye Nazırı ve 2. Ordu Komutanı Ce­
mal Paşa getirilmiş ve adına da 4. Ordu denmişti. Cemal Pa­
şa, Albay von Frankenberg'i kurmay başkanı olarak seçti ve
kalabalık bir subay �opluluğuyla Şam'a hareket etti. Çok de-

61
ğerli ve yetenekli bir subay olan von Kress -ki daha Eylül ayın­
da Şam'daki 8. Kolorduya atanmıştı- Cemal Paşa'nın emrine
giriyordu. Bu Alman subayı, Kanal bölgesinde yapılacak çok
güç hareketi, 7. Kolordunun kurmay başkanı olarak planlamış
ve sonra da komutan olarak planı uygulamıştı. Bu hareketin
başarısızlıkla sonuçlanmasının kesin olacağını daha önce an­
latmıştım. Yaklaşık 1 600 kişilik bir Türk birliğiyle M ısır ele
geçirilemezdi. Fakat her zaman çok iyi bir başarı olarak anı­
lacak bu harekette, Türk birliği yedi günlük Tih Sahrası yü­
rüyüşünü yapmış, Süveyş Kanalı kıyısındaki İsmailiye'ye u­
laşmıştı. Yalnız geceleri yapılan yürüyüşler dolayısıyla birlik
İngilizlere görünmemiş ise de, İngilizlerin geniş casus ağı
içinde, Türk birliklerinin çölün doğusunda toplandığından ha­
berleri olmuştu. İngilizler, bu birl iklerin zayıflığını bildikle­
rinden pek önem vermemişlerdi. Bu kuvvetle Mısır'a taarru­
za geçilebiceğine akılları yatmıyordu. Türkler, Kanal 'a 25 ki­
lometre yaklaştıkları halde, İngiliz subayları -Türk keşif kol­
larının da gördüğü gibi- rahatlıkla futbol oynamaya devam edi­
yorlardı.
213 Şubat gecesi, iyi şekilde düzenlenen ve Kanal' ı geç­
mek için gerekli araçlarla donatılan Türk tümeni, Kanal' ın do­
ğu kıyısına ulaşmayı başardı . Kanal'ın kp.runmasıyla görev­
li zayıf İngiliz müfrezeleri, ilk savunma ateşini açınca, Os­
manlı Ordusundaki Arap askerleri paniğe kapıldılar. Bunla­
rın kayıklara bindirilmiş bir kısmı, kendilerini suya attılar, öte­
kiler de kıyıya taşıdıkları tombaz ve salları bırakarak kaçtı­
lar. Ateş açılır açılmaz İngiliz destek kuvvetleri de olay yeri­
ne yetiştiler.
Kanal 'ın batı kıyısına ulaşabilen yaklaşık iki Türk bölü­
ğü kısmen yok edildi, kısmen de tutsak alındı. Ateş açılma-

62
sından yarım saat sonra Kanal ' ın Mısır tarafında kalan kıyısı
o derece desteklendi ki, artık bir geçme girişimine daha ola­
nak kalmadı.
Üzerlerine her yöne dönebilen toplar yerleştirilmiş İngi­
liz zırhlı trenleri hemen bu bölgeye gönderilmişti. Ayrıca beş
İngiliz savaş gemisi de Timsah Gölü ' ndcn ve Büyük Acı
Göl'den, Kanal'ı yandan ateş altına almışlardı.
Kanal'a hücum eden birlik, 3 Şubat akşamına kadar ele
geçirdiği yerleri koruyabildi. İngilizlerin sağ kanattan yaptı­
ğı bir saldırıyı durdurabildi. 3 Şubat günü öğleden sonra saat
4 'te 8. Kolordu Komutanı, -ki gerçekte ertesi sabah ve 1 O. Tü­
menin de katılmasıyla bir hücum daha yapmak için kararlıy­
dı- İngilizlerin sürekli destek almaları üzerine Kurmay Baş­
kanı von Kress'e hemen geri çekilmesi için emir verdi.
Düşmanla teması kesme ve geri çekilme düzen içinde ya­
pıldı ve tümen, önce İsmailiye 'nin l O kilometre kadar doğu­
sundaki bir karargaha çekildi.
Düşman saflarındaki Hint ve Sudan birlikleri de bir ba­
şarı gösteremediler. Seferi' kuvvet, büyük kayıplar vermeden
geri çekilebildi. İngilizler, harekete geçmek için uzun bir ha­
zırlığa gerek görüyorlardı. İzlemek için çöle girmek gereki­
yordu. İngi lizlerin planında ise bu yoktu. Harekete geçmek için
çok zaman geçirdiler.
4. Ordu için bu keşif niteliğindeki taarruzun büyük öne­
mi vardı. Çölü geçmenin birlikler için ne kadar güçlükler ya­
rattığı ortaya çıkmıştı.
4. Ordu Komutanlığı, ileri sürdüğü birliklerin Elariş-Ka­
latülnahl hattında kalmasını kararlaştırdı . Bu hareketli kol­
larla Kanal bölgesinde bir güvensizlik ortamı yaratılacak ve
gemi nakliyatı tedirgin edilecekti.

63
Asıl kuvvetlerden 8. Kolordu Hanıyunus ve Gazze'de, 1 O
Tümen Birüssabi'de, Hicaz Tümeni de Maan'da kalacaklardı.
Türklerin Kanal'a kadar sokulmaları olanağı ortaya çı­
kınca, İngilizler bu bölgede çok önemli savunma düzenleri al­
dılar. Bu nedenledir ki, Kanal' a ulaşmak için sonradan yapı­
lan girişimler, birincisinden çok daha büyük güçlüklerle kar­
şılaştı. Ve yine bu nedenledir ki, bundan sonra ancak küçük
müfrezelerle ve bağımsız enerjik birliklerle Kanal'a ulaşmak
söz konusu oldu.
l 9 1 4/ 1 9 1 5 kışına girildiği sıralarda İstanbul' a özel aske­
ri heyetler gelmeye başladı. Bunlardan biri Afganistan' da, öte­
ki Şattülarab'ın denize döküldüğü bölgede görevlendirilmiş­
ti. Sonraları bir de İran'da görevli ayrı bir heyet geldi . Bun­
lar çok geniş, fakat açıklıktan yoksun planlarla gönderilmiş­
lerdi. Çok paraları vardı. Bunları Berlin'deki Hariciye Neza­
reti gönderiyordu. Bu nedenle de Alman Sefaretine ve Ataşe­
militerine bağlıydılar. Gönderilen kimselerin hemen hepsinin
subay olmasına rağmen, bizim Askeri Kuruldan bunlar için
görüş alınmadığı gibi, gönderilme nedeni konusunda da bize
bilgi verilmemişti .
Bana göre, b u heyetlerin gönderilmesi yanlıştı . Eğer fik­
rim sorulsaydı, gönderilmemelerini söylerdim. Çünkü, çok
önceleri bu ülkelere gitmiş değerli kişiler bile savaş için ya­
rarlı işler yapamazlardı . Yararlı iş görmek için, heyetlerle bir­
likte askeri birlikler de göndermek gerekirdi . Oysa buralara
ancak Türkiye birlik gönderebilirdi. Bu durumda ise Türk çı­
karlarıyla hiçbir zaman bağdaşmayan Alman çıkarları çatışa­
cağından, sonunda bizim Türkiye ' ye uymamız gerekecekti.
Öte yandan kendi ülkelerini savunma çabası içindeki
Türklerin, hiçbir başarı göstermeyen hatalı yönlere yönelme-

64
!erine neden olacaktık. Nitekim bu heyetlerin hiçbiri, bütün
özverilere karşın, başarı lı olamamıştır.
1 9 1 4 yılı sonu ile 1 9 1 5 yılı başlangıcında, Türk savaş
alanları için verilecek haberlerden biri de Türklerin 1 9 1 5 O­
cak ayında Tebriz'e, yani tarafsız İran'a girmiş olmalarıdır.
Bundan önce, 22 Kasım 1 9 1 4 'te, İngilizler Basra şehri­
ne girdiler ve Fırat ile Dicle'nin birleştiği Gurna'ya kadar iler­
lediler, 9 Aralıkta buraya yerleştiler. 3 Haziran 1 9 l 5 'te ise
beklenmeyen bir saldırıyla Amara şehrini aldılar. Bağdat'ta­
ki Alman Konsolosu, o sıralarda bu şehirde yaşayan Alman­
lar için Bağdat' ı tehlikeli bir yer olarak görmüyordu.

65
19 15 YILI

Vll

ÇANAKKALE KARA M U HAREBELERİNDEN


ÖNCEKİ GÜNLER

1 9 1 5 yılının başlamasıyla birlikte. dikkatlerin gittikçe ar­


tan bi r ölçüde Çanakkale'yc çevri ldiği görüldü. f l er yundaıı
ve özellikle Atina öan, düşmanın amacı . gemi harekatları ve
birliklerin taşınması konusunda haberler gelmeye başladı. Bir
İ ngil iz-Fransız filosunun Çanakkale Boğazı' n ı zorlayarak
İ stanbul 'a girmesi olası l ığı üzerinde duruluyordu.
Türk Genel Karargah ı, Boğaz üzerinde emir ve komuta
yetkisini pek açık bir biçimde düzenlcmi� değildi. Önceden
de açıklandığı gibi Amiral Usedum, Çanakkale ve Karade­
niz boğazlarının başkomutanı idi . Türk Genel Karargahının
temsilcisi olarak Alman Amirali Merten de Çanakkale'de
bulunuyordu. Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Bey
idi. Bu albayın emrinde Gcfibolu Yarımadasının güneyinde­
ki ve Boğaz' m Asya kıyısındaki birl i kler bulunuyordu. Yarı­
madanı n ortasındaki ve kuzey bölgesindeki birlikler ise be­
nim komutam altındaki 1. Ordunun 3. Kolordusuna bağlıy­
dı. Türk Genel Karargahı da Boğaz üzerinde bazı yetkileri

67
elinde bulunduruyordu. İngiliz ve Fransız filolarının Boğaz' ı
zorlayarak geçmeleri durumunda, burada l . Ordu Komutanı
olarak öyle önlemler almıştım ki, filonun İstanbul önünde
uzun süre kalması kendisine çok pahalıya mal olacaktı. Ye­
şi lköy 'den Saraybumu 'na kadarki kıyı şeridi ile Asya yaka­
sına ve Adalar' a çeşitli bataryalar yerleştirilmiş ve bunların
çapraz ateşiyle filonun zor duruma düşürülmesi tasarlanmış­
tı. Aynı zamanda bu kıyılarda gezici müfrezeler görevlendi­
rilecek ve gerilerde yedekler bulunacaktı . Ayrıca M armara'da
Göben ve Breslav ile Türk Filosunun, Boğaz' ı zorlaması sı­
rasında zayıflayacak M üttefik filosuna karşı koyması da söz
konusuydu.
Benim düşünceme göre M üttefik Filo, Boğaz ' ı zorlayıp
geçse ve Marmara'daki çatışmayı kazansa bile, Çanakkale
Boğazı ' nın bütün kıyıları kuvvetli düşman birlikleri tarafın­
dan işgal olunmadıkça Marmara'da rahatlıkla kalacak bir du­
ruma ulaşamazdı. Çünkü Çanakkale Boğazı kıyıl arına Türk
birlikleri egemen olduğu sürece, yiyecek ve kömür eksikleri­
ni tamamlaması olanaksızdı. Bunların şehirden sağlanması
için Müttefik filonun buraya asker çıkarması ise alınan önlem­
ler karşısında mümkün değildi.
Çanakkale'de tam bir zafer kazanabilmenin koşulu, ya fi­
lonun denizden hücumu sırasında ya da daha önceden buraya
kara hirliklerinin çıkartılması ve bu birliklerin filoyla birlik­
te hareket etmesiydi . Boğaz'ın filo tarafı ndan zorlanarak ge­
çilmesinden sonra karaya çıkarma yapmak -önüne çıkan öte­
ki zorluklarla uğraşması dolayısıyla- filonun topçu ateşi ko­
rumasından yoksun kalınası demekti .
İstanbul'un bir İngiliz-Fransız filosu tarafından işgali,
ancak Karadeniz Boğazı ağzına aynı zamanda bir Rus çıkar-

68
masıyla mümkündü. Üç müttefikin böyle bir harekete başla­
ması lstanbul'un düşmesiyle sonuçlanabilirdi.
Bununla birlikte, böyle bir Rus çıkartmasına karşı da ön­
lemler alınmıştı. Karadeniz Boğazı'nın iki yakasına da batar­
yalar yerleştirilmiş ve gezici müfrezelerle savunma önlemle­
ri alınmıştı. Yeşilköy yakınlarına yerleştirilmiş 6. Kolordu,
böyle bir çıkarma olasılığına karşı burada tutuluyordu. Bu ko­
lordu, büyük gece eğitimleriyle bu amaca göre yetiştirilmiş­
ti. Gece alarmları, başlangıçta çok zaman alıyordu, ama son­
raları birlik bu iş için tam yetişmiş duruma geldi.
Bu nedenle daha 27 Eylül 1 9 1 4'te, Alman Genel Karar­
gahının bir sorusuna telgrafla verdiğim karşılıkta dedim ki,
" İstanbul'daki askeri makamların Çanakkale Boğazı'nın
tehlikede olmasından dolayı korku içinde bulundukları
haberi tamamen asılsızdır. Buna karşı gereken önlemler
alınmıştır."
Türkiye'ye -Askeri Kurul dışında- yüksek rütbeli Alman
subayı olarak adı geçen amirallerden başka Mareşal von der
Goltz da gelmişti. 1 2 Aralıkta lstanbul 'a gelen mareşal, Bel­
çika Genel Valiliğini bırakmış, sultanın yaverliği görevini ka­
bul etmişti.
Mareşal, Türkiye'de çok iyi tanınıyor ve çok seviliyordu.
Ömrünün 1 8 yılını bu ülkenin ordusunu yetiştirmeye harca­
mıştı. Yüksek rütbeli Türk subaylarının çoğu onun öğrenci­
siydi. M areşal de, Başkomutan Vekili Enver'i, "genç dost"
diye adlandırıyordu.
Padişahın 'yaver-i has'ı olmak, von der Goltz gibi çok
tanınmış bir insan için geçici bir görev sayılırdı.
Mareşale, Harbiye Nezaretinde bir oda ayrıldı ve kendi-

69
si de az sonra Türk Genel Karargahı kurmayındaki görüşme­
lere katılmaya başladı.
Kafkas cephesindeki felaket yüzünden Enver'le aramda
başgösteren anlaşmazlıklar, zamanla daha da arttı ve onda be­
ni lstanbul 'dan uzak bir yere gönderme isteği yarattı . Bu ne­
denle 1 9 1 5 Şubatı ortalarında bana Erzurum'daki 3 . Ordu Ko­
mutanlığını önerdi. 3 . Ordu Komutanı olarak Erzurum' a gön­
derdiği Hafız Hakkı Paşa, lekeli tifüse yakalanarak 1 2 Şu­
batta ölmüştü.
3. Ordunun çok az kalmış kuvvetine şimdi 20 bin yeni
asker ekleniyordu. Ama bu cephede daha aylarca bir harekat
yapmaya olanak yoktu.
Bu yeni görevi kabul etmedim, bu konuda Almanya 'ya da
bilgi verdim. Alman Sefiri de benim görüşümü paylaşıyordu.
Kış feliiketinin maddi ve manevi sonuçları konusunda
önceden verdiğim yargıda ne kadar haklı olduğumu aşağıda­
ki haberler doğruluyordu:
Trabzon 'daki Alman Konsolosu Dr. Bergfeld 2 Martta şu
haberi veriyordu: "Şehrin bütün hastaneleri lekeli tifüs has­
talarıyla doludur. Bulaşıcı hastalık hemen hemen bir afet
durumunu almıştır. 900-1000 kadar hasta askerden her
gün ölenlerin sayısı 30-SO'dir."
Kızılhaç doktorlarından Colley ve Zlosisti, 3 Martta Er­
zincan 'da şunu bildiriyorlardı: " Her türlü sağlık önleminin
noksan,ığı yüzünden yardım yapılamamakta, Türk asker­
leri ve Almanlar görülmemiş derecede büyük zayiat ver­
mektedirler."
3 . Ordu Kurmay Başkanı Binbaşı Guse, 25 Mayısta şöy­
le yazıyordu: "Talimgahlardan gönderilen erlerden ancak
çok azı birliklerine ulaşabiliyor. H astalık, beslenme ve ha-

70
rmma koşullarının kötülüğü, kaçaklar, gelenlerin sayısını
çok azaltıyor."
2 Haziran 1 9 1 5 'te Erzurum'daki Alman Konsolosluğu
telgrafla bildiriyordu: " Erzurum'daki ordugahta toplanan
askerlerin üçte biri hastadır. Öte yandan diğer üçte biri de
orduya gelirken yolda firar etmektedir."
Bunlara benzer daha bir sürü haber geliyordu. Bereket,
3 . Ordunun uğradığı felaketten sonra Ruslar uzun zaman sal­
dırıya geçemediler.
Enver 'in Kafkasya'dan dönüşünden sonra, Anadolu'nun
Çanakkale ile İzmir arasındaki kıyı savunma düzenini denet­
lemek için 29 Ocak günü bir geziye çıktım. İlk vardığım yer
Edremit'ti. Buraya Balıkesir'den otomobille geldim. Böylece,
Anadolu'nun bu dağ yolundan ilk kez otomobil geçmiş oldu.
Bu otomobil yolculuğu, derin kayalar üzerine pek ilkel biçim­
de yapılmış köprüler üzerinden yapılıyordu. Yanımdaki uzman
İstihkam Binbaşı Effnert, bu köprülerin sahra topçusunun
ağırlığına bile dayanamayacağını söyledi. Denetlemeden son­
ra ilk kez bir Türk evine konuk edildik. Ev sahibi, zengin bir
zeytinyağı tüccarıydı. Ev sahibinin oğullarının yemek sırasın­
da sofrada oturmayıp konuklara hizmet etmelerine çok şaştım.
Ertesi sabah Ayvalık' a giderken Kemer (Burhaniye) köp­
rüsünden geçmek zorundaydık. Bu köprü daha önce bir çay
taşmasıyla yerinden sürüklenmişti. Tam o zamandaki Türk
anlayışına uygun olarak, hiçbir hükümet görevlisi bu köprüy­
le ilgilenmemiş ve köprü, yıkık durumda bırakılmıştı. Bunu
da yine Alman istihkam erleri iyi bir şekilde yapmak ,zorun­
da kaldılar. Otomobilimiz çaydan mandalarla çekilerek geçti.
Biz de yüksek manda arabaları içinde çayı aştık. Halk, bu çe­
şit güçlüklere alışıktı. Yoluna devam etmek isteyen herkes, ba-

71
şının çaresine bakmak zorundaydı. Ondan sonra yolculuğu­
muz bütün gün şahane zeytin ormanları arasmda devam etti .
Bu zeytin ormanları, Anadolu'nun bu bölgesini verimli ve
zengin bir duruma getirmişti. İ çinden geçtiğimiz zengin Rum
köylerinde delikanlılar ve okul çocukları, bayramlık giysile­
riyle yol boyunca sıralanmışlardı.
Türk hükümeti, anlaşılması güç sert önlemlere başvura­
rak bu Rumların mallarının bir kısmını ellerinden aldı. Sıkı
birjandarma baskısı altında tutulan Rumlar, zamanl a kıyı böl­
gesini terk ettiler.
Sonralan ismi çok geçen Ayvalık'a bu benim ilk gelişim­
di. Bölgeyi denetlemek için buraya sonra bir daha geldim. Li­
man komutanı, bana limanın kaçakçılığa kapatılması konu­
sunda açıklamalarda bulundu ve limanı gezdirdi. Bu komutan,
çevredeki adalara kaçakçılığın yapılabilmesi için kasten açık
bırakılan geçitlerden birini de hiç çekinmeden bana gösterdi.
Tamamen Türkiye'nin iç işleriyle ilgili bu konuya karışmadım.
Birdenbire kar fırtınası başladığından, dönüşümüzde Ed­
remit ile Balıkesir arasındaki geçitte çok zorluk çektik. Saat­
lerce kar altında yaya olarak yol alırken, otomobilimiz de çev­
re halkının yardımıyla yavaş yavaş ilerliyordu.
Tekrar Balıkesir'e gelip demiryoluna kavuştuğumuz za­
man, yol üzerindeki bir dağın çöküşüyle yolun kapandığını ha­
ber aldık. Bu nedenle katara bir işçi müfrezesi de alarak yola
çıktık. Yolumuzu bunlara temizleterek açtık. Marmara kıyı­
sındaki Bandırma limanına geldiğimizde, bizi İstanbul 'a gö­
türecek olan gemiler buradan ayrılmıştı. Bu yüzden İ stanbul 'a
düşündüğümüzden çok sonra varabildik.
Bu kısa denetleme gezimi, 1 9 1 5 yılında Türkiye'nin en
güzel ve bayındır yerlerinin ne durumda bulunduğunu göster-

72
mek için anlatıyorum. Türkiye'de tarım ve ulaştırmanın geliş­
tirilmesi için makaleler yazan İstanbul' un geçici ziyaretçileri,
bunları Pers Palas Oteli' nin salonlarında pek anlayamazlar.
Bu gezi sırasında perde arkasında oynanan ve kulağıma
daha sonra gelen bir oyun, bana, Almanların Türkiye 'de ne çe­
şit iftiralara uğradığını öğretti: O yılın yazında ve Çanakkale
savaşları başladıktan sonra, Alman Sefirinden bir mektup al­
dım. Mektupta bildirdiğine göre, Yunan Kralı Konstantin, Ed­
remit'te bulunduğum sırada bu şehrin belediye başkanına,
"Buradaki bütün Rumlar, denize dökülmeyi hak etmişler­
dir" deyip demediğimi soruyormuş. Edremit'teki kısa ziya­
retim sırasında Belediye Başkanı ya da buna benzer bir kişiy­
le karşılaşmadığım ve konuşmadığım gibi, hiç ilgim olmayan
Rumlar hakkında da bir fikir belirtmiş değildim. Bu nedenle
birkaç kısa cümle ile bu utanmazca yalana cevap verdim. Tür­
kiye'de askeri bir makamda görev yapan her Alman, böyle if­
tiralara uğrayabilir. Yalnız partilerin mücadele aracı olan bu
tip iftiralara, gerçekte o ülkede kimse değer vermez. Türk üni­
forması taşıyan bir yabancı general olarak birçok bağnaz Rum
tarafından hoş görülmemem çok doğaldı .
3 . Tümene padişah tarafından sancak verilmesi dolayı­
sıyla 1 5 Şubatta Dolmabahçe'de bir tören düzenlendi. Tören­
den sonra bütün birlikler pencere önünde oturan Sultanın
önünden bir geçit yaptılar. Başkomutan Vekili Enver' in bu tö­
rene birkaç saat geç gelmesi, biraz rahatsız olan padişahı ve
törene katılan öteki ilgilileri çok tedirgin etti. İ leri gelen İtti­
hatçıların bu çeşit kendini bilmez davranışlarıyla padişah çok
kere karşı karşıya kalıyordu. Akıllı ve yaratılış olarak da ha­
reketli bir kişi olan Talat, bu konuda tek örnek, tek ayrıcalık­
l ı devlet adamı oluyordu.

73
İngiliz ve Fransız filoları yavaş yavaş Çanakkale Boğa­
zı önünde toplanmaya başladılar. Limni, İmroz, Tenedos ada­
larını kendilerine üs yaptılar ve bu adalarda gerekli diğer as­
keri tesisleri de kurdular.
Düşman savaş gemilerinin top atışları, başlangıçta Çanak­
kale Boğazı 'nı kapayan Kumkale ve Seddülbahir batarya­
larını yok etmek amacını güdüyordu. Bu sırada doğal olarak
savaş gemilerinin uzun menzilli topları, eski ve kısa menzilli
Türk kıyı bataryalarının etki alanı dışında kalıyor ve bunların
atışlarından zarar görmüyordu. Bu çatışmalarda iki tarafın
kullandığı araçlar çok farklı olduğundan, sonuç önceden bel­
liydi. Atışlar kısa süre devam ettikten sonra, Türk kıyı batar­
yaları ve istihkamları bir yıkıntı durumuna geldi.
Düşmanın birkaç kere karaya bahriye erleri çıkararak
Seddülbahir'i baskınla ele geçirme girişimi başarıya ulaşma­
dı. Çünkü ağır bombardımanlara rağmen bir miktar Türk as­
keri mermilerin yetişemediği yerlerde kalıyor ve karaya çıkan­
ları geri püskürtüyordu.
Türk Genel Karargahı Şubat sonlarına doğru düşman fi­
losunun Boğaz'ı geçme olasılığını dikkate almaya başlamış
ve Sultanla çevresi, mülki ve askeri makamlar ve hazine için
önlemler almaya girişmişti. Düşman filosu başarıya ulaşır ve
Boğaz'ı geçerse, bütün bunlar Anadolu yakasındaki bazı yer­
lere taşınacaktı. Bu gibi ö_nlemler almak doğru ve yerindeydi.
Fakat Türk Genel Karargahı, düşman filosunun 20 Şu­
battan 1 Marta kadarki zaman içinde Boğaz' ı geçeceğini ka­
bul ettiğinden, alınan askeri kararlar tam anlamıyla bir fela­
ketti. Bu emirler tam olarak uygulansaydı, Almanya ve Avus­
turya daha 1 9 1 5 ilkbaharında savaşa Türkiye'siz devam etmek

74
zorunda kalacaklardı. Çünkü bu emirlere göre Türkiye, Ça­
nakkale Boğazı'nı adeta terk ediyordu. 20 Şubat tarihli emir­
le 1 . Ordu ile 2. Ordunun konumu değişiyor, 1 . Kolordu bir­
likleri parçalanıyordu. Asıl önemlisi, düşman filosu Çanak­
kale'yi yararak Marmara' ya girerse, 1. Ordu Marmara'nın
kuzey kıyısında ve 2. Ordu güney kıyısında Boğazları ve Mar­
mara Denizi ' ni savunacaktı. İki ordunun bölgelerini ayıran çiz­
gi, Çanakkale Boğazı' nın giriş noktasından başlıyor ve Boğa­
zı izleyerek Marmara Denizi ' ne geliyor, onun ortasından Ka­
radeniz Boğazı ' nın kuzeydeki çıkış noktasına ulaşıyordu. l .
Ordu güneye, 2. Ordu kuzeye doğru cephe alacaktı. Böylece
Gelibolu yarımadasının dış kıyısı ve üzerindeki tepelerle Ça­
nakkale Boğazı 'nın Anadolu yakası savunulamaz duruma ge­
l iyordu. Bu, akla gelebilecek en zayıf savunma önlemiydi.
23 Şubat tarihinde Enver' e bir yazı yazdım ve yeni veri­
len emirle alınacak önlemlerin, düşünülmeyecek felaketler
getirebileceğini bildirdim. Bu yazıda dedim ki, "Bir Türk or­
dusunun Çanakkale Boğazı'nda İngiliz ve Fransızlara kar­
şı, diğer bir Türk ordusunun da istanbul'da ve Karade­
niz'den gelecek Rus çıkarmasına karşı görevlendirilmesi
gerekir. Orduların cephesi, kuzey ve güney değil, ancak do­
ğu ve batı olabilir."
25 Şubatta Enver'in cevabını aldım. Enver, tek sözcük­
le olsun gerekçe göstermeden, benim görüşümü paylaşmadı­
ğını bildiriyordu.
1 Martta Türk Genel Karargahı emirler göndermeye baş­
ladı. Buna göre, Edirne 'deki 2. Kolordu Çatalca 'ya alınıyor,
Bandırma-Balıkesir bölgesinde bulunan 4. Kolordu ise İzmir
Körfezi çevresine gönderiliyordu. Oysa gerçekte bu iki kolor­
du, bulundukları yerolarak Çanakkale Boğazı' na en yakın bir-

75
liklerdi ve bir çıkarma hareketi karşısında ilk yardıma koşa­
cak olan bunlardı.
Enver' in bu yersiz ve zararlı emirleri beni tedirgin edi­
yordu. 1 Mart tarihinde, bu kararların değiştirilmesine yardım
etmeleri için Alman Sefaretine ve Askeri Kabine Şefi aracı­
lığıyla Alman İ mparatoruna başvurdum. Bu iki makam, be­
nim görüşümün uygulanması için ne yaptılar bilmem. Fakat
herhalde birşeyler yapmış olacaklar ki baştan sona hatalı olan
söz konusu kararlar hiç uygulanmadı.
Düşman filosunun Çanakkale Boğazı 'na karşı giriştiği ha­
rekat, mart ayında en yüksek noktasına vardı ve 1 8 Mart günü de­
nizden yapılan saldırının başarıya ulaşamaması üzerine durdu.
1 M art'ta beş İ ngiliz savaş gemisiyle birkaç torpido Bo­
ğaz'ın güney-güneybatı kısmına girdiler, Erenköy ile Halil­
li önlerindeki Türk obüs bataryalarını akşama kadar bombar­
dıman ettiler. Bu bataryalar Albay Wehrle komutasındaki 8 .
Ağır Topçu Alayı'na bağlıydı v e l . Ordu'dan Boğaz Müstah­
kem Mevki Komutanlığı 'na verilmişti. Bu bataryalar, Asya ve
Avrupa kıyılarındaki tepeler üzerine gruplar halinde mevzi­
lendirilmiş, cesur ve bilgili komutanların becerikli yönetim­
leri altında çok takdir kazanmışlardı. Düşman gemileri çok ke­
re bu alayın gerçek bataryalarından başka, sık sık yerleri de­
ğiştirilen sahte bataryalara karşı da ateş açıyorlardı.
1 Mart'tan sonra düşman filosu, çok kere 4-5 dizi savaş
gemisiyle hemen her gün saldırıda bulundu. Düşman filosu­
nun Boğaz'a en büyük saldırısı 1 8 Mart günü yapıldı. Albay
Weh rle' nin raporuna göre, bu saldırıya 1 6 büyük savaş gemi­
si katılmıştır. Bunlar ilk sıra halinde Boğaz' a girmişler ve Bo­
ğaz Müstahkem Mevkii tabyalarını sabah saat 1 0.30'dan baş­
l ayarak akşamın 7.00'sine kadar bombardıman etmişlerdi.

76
Büyük cephane harcanmasına rağmen, düşman filosunun
elde ettiği başarı fazla bir şey değildi. Çok zayiat verdireme­
diler. Kanlı savaşlar sonunda tabya ve bataryalardaki şehit sa­
yısı , Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Bey'in rapo­
runa göre 200'ü geçmiyordu. Buna karşılık düşman zayiatı cid­
di ve ağırdı. Albay Wehrle ve emrindeki komutanların gözet­
lemelerine göre Bouvet, I rresistible ve Ocean zırhlıları bat­
mış, pek çok savaş gemisi de yaralanmıştı. Kurtarma çalışma­
larına katılan pek çok savaş gemisi de batırılmıştı. Özellikle
Hamidiye Tabyası'nın -Yüzbaşı Vassidla komutasında- atış­
ları çok etkili olmuştu. Türkiye'de torpil uzmanı olarak çalı­
şan Ü steğmen Ceehel' i n Erenköy Körfezi' ne 1 8 Mart'tan az
önce yerleştirdiği mayınların da bu sonuçta rolü olsa gerektir.
Düşman filosu geri çekilmek ve bu girişimden vazgeç­
mek zorunda kaldı. 18 Mart, Çanakkale Müstahkem Mev­
ki ve Boğaz Komutanlığı için bir onur günüdür ve öyle ka­
lacaktır. Düşman, filo zorlamasıyla bu boğazı geçmeye bir
daha girişmedi.
Denizden zorlamayla İ stanbul' a varılamayacağı İtiliif
devletlerince artık anlaşılmıştı. Fakat bence, bu derece değer­
li bir plan da kolayca kaldırılıp rafa konulamazdı. Bu durum,
ne İngilizlerin enerjilerine, ne de her tarafta gösterdikleri ça­
lışmalarına uygun düşerdi. Onların büyük bir çıkarma hare­
ketine daha girişmelerini beklemek gerekirdi.
Martta bu amaçla büyük bir kuvvetin hazırlanmakta ol­
duğu haberleri gelmeye başladı. Çok kere Atina, Sofya ve
Bükreş üzerinden gelen bu haberlerin birbiriyle çelişik durum­
da olmaları normaldi. Başlangıçta İmroz ve 1,imni adalarına
getirilen İngiliz tümenlerinin sayısının 50 bin olduğu bildiril­
di, daha sonra bunun·80 bine çıktığı haber verildi. Buna katı-

77
lan Fransız birliklerinin sayısının da 50 bin olduğu haberi alın­
dı. Çıkarma hareketinin başkomutanlığına atanan İngiliz ge­
nerali Hamilton ile Fransız generali d' Amade'ın geldikleri
ve Çanakkale önündeki Provence zırhlısına yerleştikleri öğ­
renildi. Mondros'ta bir çıkarma için hazırlıklar yapıldığı ve
buraya her gün malzeme ve erzak çıkarıldığı haber verildi. l 7
Martta Pire 'ye gelen dört İngiliz subayı, buradan peşin paray­
la 42 büyük kayık ve5 romorkör satın aldılar.
Sonunda 24 M art'ta Enver, Çanakkale bölgesinde 5. Or­
du'nun kurulmasına karar verdi. Türk Genel Karargiihı ' na bu
kararı verdirebilmek için benim harcadığım sürekli çabalara,
son zamanlarda Alman Sefareti ile Amiral Suşon da katılmış­
lardı. Amiral von Usedum ise, Çin'deki deneyimlerine daya­
narak böyle bir çıkarmaya hiilii olanak tanımıyordu.

78
VII I

ÇANAKKALE KARA M U HAREBELERİNİN


İLK DÖNEMİ

24 Mart öğleden sonra geç vakit Enver telefon ederek be­


nimle konuşmaya geleceğini bildirdi ve kendisi gelmeden ön­
ce büromdan ayrılmamamı rica etti. Az sonra Enver göründü
ve gelir gelmez de Çanakkale'de oluşturulmasına karar verdi­
ği 5. Ordu ' nun komutanlığını üzerime alıp almayacağımı sor­
du. Hemen olumlu karşılık verdim ve şunu ekledim: "Ora­
daki birlikler hemen takviye edilmelidir, çünkü kaybede­
cek vakit kalmamıştır."
Ertesi gün, 25 Mart akşamı yeni karargahıma gitmek üze­
re vapura bindim ve İstanbul 'dan ayrıldım. On ay kadar İstan­
bul ' a dönmedim. Zaman darlığı yüzünden 1 . Ordu kurmayın­
dan ancak küçük bir kısmını yanıma alabildim. Bunlar arasın­
da Kazım Bey (Diyarbakırlı Kazım Paşa) ile iki Alman yave­
rim, Süvari Yüzbaşısı Prigge ve Siivari Yüzbaşısı Mühl­
mann bulunuyordu. Kurmay heyetin büyük kısmı, hemen ar­
kadan gelecekti . Bunların hepsi, Süvari Yüzbaşı von Frese
dışında, Türk subaylardı.
Alman Askeri Kumlu'nun ileri gelenleri İstanbul'da kaldı.
Ordu Komutanlığı'nı _da Mareşal von der Goltz'a devrettim.

79
26 Martta Gelibolu limanına vardık ve karargahımızı kur­
duk. 3. Kolordu Karargahı da birkaç gün önce buraya gelmiş­
ti. Yanımdaki birkaç kişiyle birlikte bize gösterilen bir eve yer­
leştik. Sonradan bu binanın Fransız Konsolosluğu olduğunu
öğrendim. Evde yalnız yuvarlak bir masa ve benim her iki
odaµıda birer duvar aynası vardı. Öteki eşyalar, herhalde biz
gelmeden önce çalınmıştı. Yatak ve diğer gerekli eşyayı kay­
makam şehirden sağladı. Dört hafta sonra bu evi bıraktığım­
da çamaşırlarımın çoğu kaybolmuştu. Sonradan hayretler için­
de duydum ki, Rumlar, benim bu evi talan ettiğimi ve eşyala­
rı aldığımı her tarafa yaymışlar! Çanakkale Savaşı'nda, yu­
varlak bir masa ile iki duvar aynasını yanıma alıp gezdirmek­
ten herhalde daha önemli işlerim vardı.
Gelibolu, o sıralarda gelişmekte olan bir yerdi. Biz gel­
meden önce Türk görevliler birçok Rum aileyi başka yerlere
göndermişlerdi. Çanakkale savaşlarının sonunda ise, düşman
donanmasının ateşiyle bu şehrin pek çok yeri yıkıntıya dön­
müştü.
Önümüzde iş dolu günler vardı. Birliklerin gruplaşma­
sıyla önemli kıyı bölgelerinin gözetlenmesi işini değiştirmek
zorundaydım.
5. Ordu' nun o zaman beş tümeni vardı. Bunlar Boğaz ' ın
Asya ve Avrupa kıyılarına dağılmışlardı. Tümenler, 9- 1 2 ta­
bur kuvvetindeydiler. Taburlar ise 800- 1 000 kişi kadardı.
İngilizler büyük çıkarmayı yapıncaya kadar bana dört
haftalık bir zaman bıraktılar. Birliklerinin bir kısmını geçici
olarak Mısır ve Kıbrıs' a göndermişlerdi. Söz konusu dört haf­
talık zaman, gerekli önlemlerin alınmasına ve Albay Nicolai
komutasındaki 3. Tümenin İstanbul'dan getirilmesine yetti.
Çanakkale Boğazı'nın gerek Asya, gerekse Avrupa ya-

80
kalarında birinci derecede çıkartma tehlikesi taşıyan bölgele­
ri, Boğaz girişindeki kıyı parçalarıydı. Çanakkale Boğazı'nın
güneyindeki Anadolu yakası, hafifçe dalgalı verimli bir düz­
lükle büyük derinlikleri olan tepelerden oluşmuş bir araziydi.
Kara Menderes ırmağı, birçok dönemeçlerle bu toprağı geçip
denize dökülüyordu. Derinlikler, denize doğru yüksekçe bir
kıyı çelengiyle kapanmıştı. Bir çıkarma harekatında, piyade
ile birlikte çıkacak topçu kuvvetleri,bu arazi dalgasından ya­
rarlanarak ve savaş gemilerindeki topların da yardımıyla do­
ğuya doğru uzanan geniş bölgeyi etkisi altında bulundurabi­
lirdi. Kara Menderes Irmağı ve küçük bataklıklar, modern
araçlarla donatılmış bir ordu için, ilkbahar ve yaz aylarında
önemli bir engel oluşturamazdı.
Çanakkale Boğazı'nın Avrupa yakasını oluşturan Geli­
bolu yarımadası, yamaçlar, derin boğazlar ve keskin yarlarla
bölünmüş sarp dağlardı. Bazı dağların tepesindeki fundalık­
lar, çayların ve çoğu yazın kuruyan derelerin kıyılarındaki kı­
sa çamlar, genellikle çıplak olan arazinin biricik bitkileriydi­
ler. Sulama durumuna bağlı olan tarım, yalnız bazı yerleşim
yerlerinin çevresinde ve çukurlarda vardı. Saros Körfezi 'nin
üst kısmına doğru, yarımadanın içindeki büyük derinlikler
daha verimliydi.
Şimdi asıl sorun, düşman çıkarmasının nereye yapılaca­
ğıydı. Gruplanmalar, kıyının genişliği dolayısıyla, hafif bir­
liklerle olacaktı. Teknik açıdan kıyının birçok yerine büyük
kuvvetler çıkartılabi l irdi. Buraların tümünü önceden tutmak
olanaksızdı. Bu nedenle kuvvetlerin yerleştirileceği bölgeler­
de taktik gerekçeler aramak gerekiyordu.
Çanakkale Müstahkem Mevkii 'nin Boğaz'a egemen en
önemli tabya ve bataryaları güneyde, Anadolu yakasında bu-

81
lunuyordu. Düşman elinde bulunan Bozcaada, bu kıyının
önündeydi. Sonra bu kıyıdaki Küçük ve Büyük Beşike liman­
ları çıkarmaya çok elverişliydi. Buralardan büyük kuvvetler
kısa zamanda Türk kıyılarına çıkarılabilirdi. Tabyalar ve ağır
bataryalar, yalnız deniz yönünden ilerleyecek kuvvetlere kar­
şı mevzilendirildiğinden, Anadolu yakasının savunma düze­
ninin arkasına doğru yürümek, düşman bakımından büyük
şans doğuruyordu. Yol durumu da buna uygundu. Bu neden­
lerle, burada büyük tehlike vardı.
Gelibolu yarımadasında da üç yer, özellikle önemli ve teh­
likeliydi. Birinci tehlikeli yer, yarımadanın güney ucundaki
Seddülbahir ve Tekeburnu 'ydu. Çünkü bu bölge, üç yandan
düşman ateşine açıktı. Bir kere çıkarma yapıldı mı, uzaktan
görünen ve oraya ulaşmak için başlıca bir engel taşımayan Al­
çıtepe düşmanı kendi üzerine çekecekti. Buraya kadar düş­
man, hiçbir engel ve güçlükle karşılaşmayacaktı. Bir kere bu­
rası ele geçirildi mi, Boğaz'ın başlıca istihkam ve bataryala­
rı ateş altına alınabilirdi.
Çabuk ve kesin sonuç alınacak yerlerden biri de Kaba­
tepe nin iki yanındaki kıyı parçalarıydı. Kabatepe'den Mar­
'

mara kıyısındaki Maydos kasabasına kadar hafif eğimli geniş


bir düzlük uzanıyordu. Yassı bir tepe burayı ikiye ayırıyordu.
Maydos 'un iki yanındaki yüksekliklerden Boğaz bataryaları
kolayca tehlikeye düşürülebilirdi. Kabatepe'nin kuzeyinde
ise, dik yamaçlarıyla korunaklı, iyi bir çıkarma yeri olan Arı­
burnu vardı. Düşman asıl harekatını Kabatepe üzerinden
Maydos' a çevirdi mi, buraya giden alçak vadiyi ateş altında
tutabilmek için Arıburnu'nu da ele geçirmek zorundaydı.
Avrupa yakasındaki üçüncü çıkarma yeri, yukarı Saros 'ta
yaklaşık olarak Bolayır çizgisindeki 5-7 kilometre uzunluğun-

82
daki kıyı parçasıydı. Burası her ne kadar Müstahkem Mevki
üzerinde topçu atışıyla etki yapma olanağı taşımıyorsa da, Ça­
nakkale 'nin geleceğini etkileyecek stratejik önem taşıyordu.
Buradan yarımadanın İ stanbul ve Trakya ile olan bağlantısı
kesilebilirdi. Düşman, Saros Körfezi ile Marmara arasındaki
dar tepeleri ele geçirdi mi, yalnız 5. Ordu'nun geriyle bağ­
lantısı kesilmiş olmazdı, ayrıca buraya yerleştirilecek uzun
menzilli toplar ve gece ışıldaklarıyla bu kıyılara egemen ola­
bilirdi. Düşman denizaltıları -ki aralık ayından beri Marma­
ra 'ya geçmeye uğraşıyorlardı- Boğaz ' ı aşabilirse, Marma­
ra'daki ikmal ulaşımı da tam olarak durabilirdi.
Elimizdeki birlikler, bu üç tehlikeli bölgeye göre grup­
5. Tümen ile 7. Tümen Saros bölgesine yerleş­
landırılmıştı.
9. Tümen ile yeni kurulan 1 9. Tümen Gelibolu ya­
tirilmişti.
rımadasının güney kesimine ve 1 1 . Tümen ile yeni gelen 3 .
Tümen de Anadolu yakasındaki bölgeye yerleştirilmişti.
Elimdeki beş tümenin 26 Mart ' a kadar olan düzenlerini
tam olarak değiştirmek gerekmişti. Bu zamana kadar bunlar,
başka bir temel düzene uyarak, eskiden olduğu gibi kıyı ko­
ruma birlikleri olarak bütün kıyı boyunca yayılmış bulunuyor­
lardı. Her ne kadar karaya çıkan düşman her tarafta bir mik­
tar direnme görecekti ama, yedek kuvvet olmadığı için, çıkan­
ların geri püskürtülmesini başaracak birlikler bulunmayacak­
tı. Verdiğim emirle, tümenlerin birliklerini toplu durumda bu­
lundurmalarını, kıyıda yalnızca güvenliği sağlayacak kadar
kuvvet bırakmalarını sağladım. Çünkü biricik başarı şansımı­
zın, hafif kuvvetlerle sürekli bir direnmeye değil, her üç gru­
bun hareketli savunmalarına bağlı olduğuna inanıyordum.
Kıyıda gözetleme göreviyle kalmış Türk birliklerini, du-

83
rumun gereklerine uygun biçimde hareketli bir konuma getir­
mek için yürüyüşler ve tatbikatlar yaptırmak çok yararlı bir iş
oldu.
Gerektiğinde birliklerin bir yerden başka bir yere geçi­
rilmesi için limanlarda gemi bulundurduktan başka, gruplar
arasındaki yolları da işçi taburlarını çalıştırarak yapmaya baş­
lamıştık. Yarımada üzerinde bir baştan ötekine giden kesinti­
siz y9l yoktu. Genellikle yayaların ve yüklü hayvanların ge­
çebilecekleri patikalar vardı. Fakat sahra topçusunun buralar­
dan geçmesi olanaksızdı.
Yeni gruplanma önlemleri gece yürüyüşleriyle sağlandı.
Böylece düşman uçaklarının keşifleri engellendi.
5. Ordu'da o sırada uçak yoktu. Çanakkale'de bulunan bir­
kaç uçak, Müstahkem Mevki Komutanlığı emrine verilmişti
ve ancak onun gereksinimini karşılamaya yetiyordu.
Birliklerin talimlerini düzenlemek için belirli bir zaman
istiyordu. Çünkü düşman savaş gemileri, her gördükleri yer­
de birliklerimizin üzerine ateş açıyorlardı. Hatta tek başına gi­
den bir yayanın ya da süvarinin bile üzerine ateş açıldığı olu­
yordu.
Tehlikeli kıyı kesimlerinde sahra tahkimatını bütün kuv­
vetimizle geceleri pekiştiriyorduk. Engel yapmak için Türki­
ye'de hem malzeme, hem de araç-gereç noksandı. O kadar ki,
basılınca patlayan kara mayınları yerine torpido başlıklarını
ve dikenli tel engeli olarak da bahçe ve tarla kenarlarındaki
telleri kullanmak zorundaydık.
Düşman gazeteleri daha sonra, İngiliz uçaklarının Türk
birliklerinin kıyıdaki gruplaşmalarını yanlış olarak belirleyip
bildirdiklerini yazdılar. Bu haberler gerçeğe uygun değildi.
Uçaklar gruplaşmaları doğru olarak belirleyip bildirmemiş-

84
!erdi. Ama ne var ki, bizim bu düzenleri gece değiştirdiğimi­
zi görememişlerdi.
5. Ordu, gemilerin ateşiyle zarar gören Seddübahir ile
Kumkale'yi de mart sonlarında Müstahkem Mevki Komutan­
lığı' ndan aldı. Böylece Müstahkem Mevki Komutanlığı'na
yalnız Çanakkale iç geçidinin güvenliğini sağlama görevi ka­
lıyordu.
24 Nisan'da Çanakkale' nin Anadolu yakasında 2. Tü­
men'le büyük bir manevra düzenledim. Burada asıl amaç, düş­
manın Küçük Beşike limanına yaptığı bir çıkarmayı önlemek­
ti. Öğleden sonra geç vakit Gelibolu 'ya döndüm.
25 Nisan sabahı saat 5 .00'ten sonra da Gelibolu'daki Or­
du Karargahına düşman çıkarmasının yapıldığı ya da yapıla­
cağı yolunda raporlar gelmeye başladı.
2 . Tümen bölgesindeki küçük ve Büyük Beşike limanla­
rı önünde, önemli sayıda savaş ve nakliye gemisinin toplan­
dığı ve çıkarmanın başlamak üzere olduğu bildiriliyordu.
B iraz daha kuzeyde, Kumkale 'de 3 . Tümen' in i !eri sürül­
müş birlikleri karaya çıkan Fransız piyadeleriyle çatışmaya gi­
rişmişti. Bu piyadeler, Frans.ız savaş gemilerinin korumasın­
da karaya çıkmışlardı.
Gelibolu yarımadasının güney ucunda, Morto Körfezi 'n­
dc -Sığındere'nin denize döküldüğü yer-, Seddülbahir ve Tc­
keburnu 'nda İngiliz piyade birl ikleri, 9. Tümenin öncüleriy­
le çarpışıyor, buraları ele geçirmeye çalışıyordu. Bu kesimde
bütün kıyı ve kıyı gerisi, büyük İngiliz savaş gemilerinin kor­
kunç top atışlarıyla taranıyordu.
Kabatepe'de ve önemini daha önce belirttiğimiz M ay­
dos ovasında ve Anburnu'nda lngiliz savaş ve nakliye gemi-

85
!erinden karaya çıkarma haberini veren subayların solgun yüz­
lerinde bir şaşkınlık ve üzüntü okunuyordu. Bunun nedeni, çı­
karmanın birçok yerde birden başarıya ulaşmasıydı. Bendeki
ilk izlenim, düzenlerimizde bir değişiklik yapmaya gerek ol­
madığı yolundaydı. Düşmanın seçtiği çıkarma noktaları, bi­
zim önceden tahmin ettiğimiz yerlerdi. Bu, umut verici bir du­
rumdu. Düşmanın çıkarma kuvvetleri, bizim çıkarma nokta­
sı olarak öngördüğümüz yerlere çıkmışlardı.
Bütün bu yerlere büyük kuvvetlerin çıkarılması söz ko­
nusu olamazdı. Öyle ise, asıl çıkarma yerleri neresiydi? Bu­
nun için hemen bir şey söylenemezdi . Olaylar bunu ortaya ko­
yacaktı.
Gelibolu'da bulunan 7. Tümene hemen silahbaşı ederek
Bolayır'a doğru yürüyüşe geçmesi emrini verdikten sonra, Al­
man yaverimle birlikte atla Bolayır'a geçtim.
Üzerinde tek bir ağaç ve fundalık olmayan Bolayır'ın dar
sırtları, Saros Körfezi'nin üst kısmını bütün açıklığıyla önü­
müze seriyordu. Gözümüzün önünde bir kısmı savaş gemisi,
diğerleri nakliye gemisi olmak üzere 20 kadar büyük gemi var­
dı. Körfezin içinde gemilerin bir kısmı duruyor, bir kısmı ha­
reket ediyordu. Savaş gemilerinin geniş bordalarından aralık­
sız duman çıkıyor, bütün kıyılara ve tepelere mermiler, şarap­
naller düşüyordu. Asla unutulmayacak bir tabloydu bu . . .
Gemilerden kayıklara asker yüklendiği ya da karaya as­
ker çıkarıldığı hiçbir yerde görülmüyordu. Anlıyordum ki bu­
raya gelmekte gecikmişiz. B iraz sonra 3. Kolordu Komuta­
nı Esat Paşa yanımıza geldi ve çıkarma konusunda bazı ha­
berler getirdi. Buna göre, yarımadanın güney ucundaki 9. Tü­
mene karşı yapılan çıkarma, bu tümen tarafından geri püskür-

86
tülmüştü. Fakat düşman, inatla yeni birlikler getirmeye devam
ediyordu. Kabatepe'de durum iyiydi. Şimdiye kadar düşman
bu tepeyi ele geçirememişti. Arıburnu 'nda, hemen kıyıya bi­
tişik olan dik yamaçlar İngilizlerin elindeydi. Fakat 1 9. Tü­
men, bu sırtlara doğru yürüyüşe geçmiş bulunuyordu. Ana­
dolu yakasından daha bir haber alınmış değildi.
Esat Paşa 'ya hemen bir gemiyle Maydos'a gitmesini ve
güneyde komutayı ele almasını emrettim. Ben geçici olarak
Bolayır'da kalacaktım. Burada yarımadanın açık tutulması
çok önemliydi. Anadolu yakasındaki birlikleri Albay We­
ber'in güven verici ellerine bırakmıştım.
Sekizbuçuk ay sürecek olan ve iki taraftan 7 5 0 bin insa­
nın katıldığı Çanakkale savaşları, Gelibolu yarımadasında iş­
te böylece başlamış oluyordu.
Düşmanın hazırlığını takdirle karşılamak gerekirdi. Ku­
surları, planlarını eski keşiflere göre yapmış olmaları ve Türk
birliklerinin şiddetli karşı koymasını önceden hesaplayama­
malarıydı. Bu nedenle ilk günlerde sert bir darbeyle başarı el­
de edilememiş ve gerçekte büyük olan bu harekat, kısa süre­
li ve kesin sonuçlu bir harekat olmaktan çıkmıştı.
Düşüncemize göre düşman, başlangıçta 80-90 bin kadar
bir çıkarma kuvveti hazırlamıştı. Bu sırada 5. Ordu ' nun ise
ancak 5 0 bin askeri vardı ve bunun bir kısmı da asıl çıkarma
yerlerinde ihtiyat önlemleri için ayrılmıştı. Bundan başka, top­
çu kuvveti bakımından düşmanın üstünlüğü söz götürmeye­
cek kadar açıktı. Ulaşım araçları ise sınırsızdı. 25 Nisan 'da çe­
şitli yerlerden yapılan gözetlemelerde bize karşı 200 kadar bü­
yük savaş ve nakliye gemisi kullanıldığı görülmüştü. Gene­
ral H amilto n 'un kendi görevlerini ne kadar güç bulduğu, çı­
karmadan önce yazdığı şu emirden anlaşılıyordu:

87
. . .. . . . . . . . . . . Ordu Karargahı: 2 1 .4. 1 9 1 5
Fransa 'nın ve Majestelerinin askerleri,
Önümüzde yeni zaman savaşlarında eşi görülmemiş
bir macera bulunmaktadır. Düşmanlarımızın ele geçiril­
mez diye adlandırdıkları kıyılara, denizci arkadaşlarımız­
la birlikte, açık limanda çıkmak zorundayız. Tanrı' nın ve
donanmanın yardımıyla bu karaya çıkma başarıyla yapı­
lacaktır. Mevzilere hücum edeceğiz ve savaşın başarıyla so­
nuçlanması için bir adım daha atmış olacağız.
Başkomutanınıza veda ederken, Lord Kitc hner'in
söylediklerini hatırlayınız: Gelibolu Yarımadası'na bir ke­
re ayak bastıktan sonra, sonuna kadar savaşmak zorun­
dasınız.
Bütün dünya bizim ilerlememizi görecektir.
Bize verilen büyük savaş görevine layık olduğumuzu
kanıtlayalım.
General Hamilton.
Çıkarma sırasında büyük cesaret ve özveriyle savaşan ve
başkomutanlarının güvenine liiyık olduklarını gösteren Gene­
ral Hamilton'un askerlerini düşmanları bile alkışladılar.
2 5 Nisan günü Saros'ta nakliye gemilerinden içi asker­
lerle dolu sandallar indirildi. Bunlar kıyıya yanaşmaya çalış­
tılar, fakat kıyıdan açılan ateş karşısında geriye döndüler. Bu,
bir çıkarma gösterisiydi. Öte yandan, nakliye gemilcıinde çok
asker olmadığı bordalarının su üstünde kalan bölümünün yük­
sekliğinden anlaşılıyordu. Gemilerin güverteleri sık ağaçlar­
la kapatılmıştı, bu yüzden içcrde birliklerin bulunup buh.ın­
madığı görülemiyordu.
Savaş gemileri n in atışları aralıksız sürüyordu. Gelibo­
lu'dan gelen haberlere göre, Beşike limanında karaya çıkan

88
düşman geri püskürtülmüştü. Burada da bir gösteri yapılmış
olması söz konusuydu.
Biraz sonra Esat Paşa ' nın Maydos'tan telgrafla bildir­
diğine göre, güneydeki Seddülbahir, Hisarlık ve Morto li­
manına kesinlikle destek gönderilmesi gerekiyordu. Düşman
bu kesime yerleşmişti ve gittikçe güçleniyordu. Tümen Ko­
mutanı Albay Sami Bey, kendi ihtiyatlarını ileri almış ve on­
ları da cepheye sürmüştü. Düşmanın Saros Körfezi ' nde gös­
teri yaptığı yolundaki düşüncem gittikçe güçlendiğinden, Bo­
layır'ın güneybatısındaki yol kavşağında tuttuğum 7. Tüme­
nin iki taburunu aynı akşam vapurla Gelibolu'ya gönderme­
ye karar verdim. Bu kuvvetlerin gece Maydos 'ta Esat Pa­
şa' nın komutasına gireceklerini biliyordum. Aynı zamanda
Saros Körfezi ' nin doğusunda hazır bekleyen 5 . Tümene, üç
taburunu hemen Şarköy' e göndermesini emrettim. Bunlar da
gece Şarköy'den Maydos'a gönderileceklerdi. Bu sevkiyatı
gece yapmak zorundaydık. Çünkü düşman denizaltıları Bo­
ğaz' a ve Marmara'ya girmişlerdi. Öyle ki, 25 Nisan öğleden
sonra Bolayır önlerinden bize geriden ateş açmışlardı.
Düşmanın S aros Körfezi'ne ç ıkarma girişimine karşı,
kendimizi yeteri kadar güçlü görüyordum.
Akşam geç vakit gelen haberlerde, düşmanın Kabate­
pe 'ye yaptığı bütün çıkarma girişimlerinin püskürtüldüğü bil­
diriliyordu. Arıburnu'na çıkıp Kocatepe'de ilerleyen Avust­
ralyalı ve Yeni Zellandalı birlikler ise 1 9. Tümen tarafından
püskürtülmüşler ve kıyı tepeleri üzerinde kalmışlardı.
Saros Körfezi ' ne bir gece çıkarması yapılması olasılığı­
na karşı, ertesi sabaha kadar Bolayır çevresinde kaldım. Ge­
ce sessizlik içinde geçti. Topçu ateşi bile kesilmişti. Yalnız ge­
miler yerlerini sık sık değiştiriyorlardı. 26 Nisan sabahı düş-

89
man gemilerinin yukarı Saros Körfezi'nde toplanmaları, bu­
radaki harekatın bir gösteri olduğu yolunda bende kesin kanı
uyandırdı. Bu nedenle, 26 Nisan günü sabahı, 5. Tümen ile 7.
Tümenin 26/27 Nisan gecesi vapurla Maydos'a sevkedilme­
sini emrettim. Ben de deniz yoluyla Maydos'a gitmek üzere
Bolayır'dan ayrıldım. Yukarı Saros Körfezi ' ndeki emir ve ko­
muta yetkisini Kurmay Başkanım Yarbay Kazım Bey'e bı­
raktım. Eğer bundan sonraki 24 saat içinde yeni bir çıkarma
olmazsa, tümenlerin geri kalan kısımlarının da Maydos' a gon­
derilmelerini istedim. Bu emir, tam olarak yerine getirildi. Yu­
karı Saros Körfezi kıyısında hemen hiç Türk birliği kalmadı.
Düşman donanması ise, bu birlikleri burada tutmak için gös­
terilerini sürdürdü. Bu arada Yarbay Kazım Bey komutasın­
da bir istihkam depo bölüğü ile birkaç işçi taburu kalmıştı.
Bunlar da kendilerini göstermek için dağların tepelerine ya­
kın yerlere çadırlarını kurmuşlardı. Yukarı Saros 'taki bütün
birlikleri çekmek, sorumlu bir komutan için gerçekten güç bir
işti. Fakat güneyde düşman üstünlüğüne karşı koymak için bu
sorumluluğu yüklenmek gerekiyordu. Eğer İngilizler bu ger­
çek durumu anlayabilselerdi, bundan büyük ölçüde yararla­
nabilirlerdi.
Bir süre sonra, İngiliz ağır savaş gemileri, Saros Körfe­
zi ' nden dolaylı atışlarla Gelibolu'yu bombardımana başladı­
lar. Özellikle limana yakın bir sürü evi yıktılar.
Maydos' a gönderdiğim 5 . Tümen ile 7. Tümen, 26 Ni­
sanda Esat Paşa tarafından Seddülbahir'deki güney grubu­
na gönderilmişti. Çünkü savaş burada bütün şiddetiyle sürü­
yordu. Yalnız 5. Tümenin son birkaç birli gi, Arıburnu'na 1 9.
Tümenin takviyesi için gönderilmişti.
Çıkarmanın ilk günlerinde, birlikleri parçalamamak elde

90
değildi. Çünkü gelen takviye birliklerinin gerek duyulan yer­
lere dağıtılması bir zorunluluktu.
5. Tümenin Komutanı Yarbay Sodenstern, kendi tüme­
ninin gelmesiyle birlikte Seddülbahir cephesinin komutan­
lığını üzerine aldı. Kolordu Komutam Esat Paşa 'yı da Arı­
burnu Bölgesi Komutanhğı'na atadım. Ben de yanımda bu­
lunan Süvari Yüzbaşı Thime ile birlikte, Arıburnu'ndan 4-5
kilometre ge�ide bulunan Esat Paşa 'nın Maltepe çadırlı ka­
rargahına geçici olarak yerleştim. 5 . Ordunun kurmay heye­
tiyse, eskiden olduğu gibi Gelibolu'da kaldı. Dört gün süren
çetin çatışmalardan sonra, Yarbay Nicolai komutasındaki 3.
Tümen, Kumkale 'ye çıkan ve Yenişehir' e kadar ilerleyen Fran­
sızları -bunlar sömürge birlikleriyle 1 75 . Alaydı- ağır kayıp­
lara uğratarak 29 Nisanda gemilerine dönmek zorunda bırak­
tı. Böylece Anadolu yakası, düşmandan tam olarak temizlen­
di. Korkulu olan bu kıyıda tehlike atlatılmıştı. Artık 2. Tüme­
ni Gelibolu yarımadasının güneyindeki savaş alanına gönde­
rebilirdik. Bu tümen, birlikler halinde Çanakkale 'ye hareket
etti ve ertesi gece kayık ve motorlarla Boğaz' ı geçerek Sed­
dülbahir cephesine yerleşti. Boğaz'ın Anadolu yakasında şim­
di yalnız 3. Tümenin birlikleri kalmıştı. Bu tümenin de bazı
birlikleri Gelibolu yarımadasındaki çarpışmalara katıldı.
Gelibolu savaşlarının nasıl geçtiğini açıklamak için şunu
belirtmeliyim ki, bütün çarpışmalar 5. Ordu birlikleri tarafın­
dan yapıldı ve Türk-Alman donanmasının bu çarpışmalara
katkısı son derece sınırlı kaldı.
Almanya 'ya döndükten sonra bu konuda çok yanlış söz­
ler söylendiğini duydum. Türklerin Gelibolu 'daki başarısının
ordu ile donanmanın birlikte çalışması sonunda gerçekleşti-

91
ği, gerek söz ve gerekse yazıyla pek çok kişi tarafından ileri
sürülüyordu.
Türk-Alman donanmasının ordu ile birlikte gerçekleşti­
rebildiği başlıca harekat, savaş gemilerinden sökülen 24 ma­
kineli tüfeği olan iki makineli tüfek bölüğünün cepheye gön­
derilmesiydi. 5. Ordu emrine verilen bu iki bölük, gerçekten
büyük başarı gösterdi. Bundan başka, çıkarmanın ilk haftala­
rında Türk donanmasından Barbaros Hayrettin ve Turgut
Reis savaş gemileri, düşman çıkarma yerlerine Boğaz'dan atış­
lar yaparak Arıburnu'ndaki çıkarma yerlerine ve İngiliz ge­
milerine karşı etkili oldular. 1 5 Mayıs gecesi bir Türk torpi­
dosunun Çanakkale Boğazı'nın aşağı kesimine saldırışı ile
Alman denizaltılarının ne yazık ki çok kısa süren etkinliğin­
den daha sonra söz edilecektir. Göben ile Breslav ise, sekiz
buçuk ay süren kara çarpışmaları sırasında bir kere bile olsun,
Çanakkale'ye gelmediler.
Amiral Usedum komutasındaki Alman donanmasının
özel komandosu -ki bunlar görev bakımından Çanakkale ve
Karadeniz boğazlarındaki tabya ve müstahkem mevkilere bağ­
lıydılar-, Gelibolu yarımadasındaki kara çarpışmalarına katıl­
mamışlardır. Bu özel komandonun görevi -yarımadanın dış kı­
yılarında, güneybatısında ve içlerinde sert çatışmalar sürerken
bile- yalnız Boğaz' ın iç geçiş yollarına yönelmişti.
Anadolu yakasındaki İn te pe de bulunan toplar, Seddül­
'

bahir'deki düşman çıkarma yerleriyle buranın kuzeyindeki


bağlantı yollarına karşı son derece etkili atışlar yapıyordu. Fa­
kat daha yukarılara, arazi durumu ve uzaklık dolayısıyla etki­
li olamıyordu. O kadar ki, Seddülbahir ve Morto limanı kıyı­
larının Anadolu yakasındaki bataryalar tarafından sık sık bom-

92
bardımanı, sonbahar sonlarına kadar, cephane noksanlığı yü­
zünden yapı lamıyordu.
Kuşkusuz, İntepe deki topların atışından İngilizler çok
'

zarar görüyordu. Bu nedenledir ki, bazı savaş gemilerini yal­


nız bu bataryalar üzerine ateş açmaya yönlendiriyorlardı . An­
cak belirtilmeli ki, Gelibolu yarımadasındaki şiddetli çatışma­
lar için bu bataryalar ancak ikinCi derecede rol oynayabildiler.
Müstahkem Mevki, bu ağır bataryaların bir kısmını En­
ver' in emriyle 5. Orduya verdi . Ordu emrinde başlangıçta ağır
batarya yoktu.
Çıkarmadan bir süre sonra Enver Paşa, İ stanbul 'dan gön­
derdiği bir telgrafla, Seddülbahir, Tekeburnu ve Morto Lima­
nına çıkan kuvvetli İngiliz birliklerinin bir karşı harekatla ya­
rımadadan atılmasını emretti. Enver bunu 5. Ordudan isti­
yordu, ama isteği gücümüzün çok üstündeydi.
Yarımadanın güney kesimi, üç yandan düşman savaş ge­
milerinin topçu ateşi altında bulunuyordu. Sodenstern gru­
bunun bulunduğu yerden bakıldığında yoğun sıralar halinde,
birbirine geçmiş gibi görünen direk ve bacalarıyla boz renkli
savaş gemileri, büyük bir liman manzarası yaratıyordu. Ma­
kineli Tüfek Bölüğü Komutanı Deniz Ü steğmeni Bolz, 3 Ma­
yıs akşamı Seddülbahir alanına geldiği zaman, manzaranın
kendisinde uyandırdığı izlenimleri şöyle anlatıyordu:
"Savaş alam tüyler ürpertici, yine de güzel bir man­
zara sergiliyordu. Gelibolu yarımadasının sivri ucunda,
sanki savaş ve nakliye gemilerinden örülmüş bir çelenk
vardı. Bunlar Üzerlerindeki çok sayıda ışıldakla çevreyi ay­
dınlatıyorlardı. Savaş gemileri, güçlü projektörlerini Türk
mevzileri üzerine çevirmişler, durmadan mermi yağdırı­
yorlardı."

93
Düşman gemileri, karaya çıkan birlikleri tam anlamıyla
koruyorlardı. O günlerde elimizde yalnız sahra bataryaları
vardı. Onlar da cephane yetersizliği yüzünden, ellerindeki
mermileri sınırlı kullanmak zorundaydılar. Kaldı ki bunlar, ne
uzaklık, ne de etki bakımından düşman araçlarıyla karşılaştı­
rılacak durumda değillerdi.
Karaya çıkan birlikleri yeniden gemilerine gönderebil­
mek için, bunlara gece saldırmaktan başka çare yoktu. Bu da
5. Ordunun emriyle Albay Von Sodenstern tarafından üç ke­
re denendi. Bu amaçla İ stanbul 'dan gönderi len birlikler de kul­
lanıldı. Karanlıkta yapılan her üç saldırıda epeyce ilerlendi .
Hatta birinde Seddülbahir'in yanına kadar varıldı . Ama iste­
nen hedefe ulaşılamadı. Her seferinde, gün ağarmasıyla birlik­
te başlayan gemi atışları, Türk birliklerini eski yerlerine çekil­
mek zorunda bırakıyordu. Düşmandan alınan çok sayıda ma­
kineli tüfeğin de ancak bir miktarı birlikte getirilebil iyordu.
Benim için oldukça güç bir karar olmasına rağmen, Sed­
dülbahir cephesinde artık saldırıdan vazgeçmek ve yalnızca
savunmayla yetinmek zorunda kaldım. Düşmanın çokça yak­
laştığı en büyük hedefi olan Alçıtepe 'nin elden çıkmaması için
bütün çabanın harcanmasını emrettim. Türk hatlarının, İngi­
l iz siperlerinin yakınında kazılacak siperlere yerleştirilmesi­
ni salık verdim. Çünkü ön hatlarımız, ancak böylece düşman
gemi atışlarından kurtarılabilirdi. Siperler birbirine yakın olun­
ca, gemiden atılacak mermilerin kendi siperlerine düşmesi
olasılığı bulunduğundan, ön siperler top ateşinden kurtulabi­
l irdi. Bu durum, komutanlara ve birliklere yeteri kadar açık­
landı ve uygulandı.
Dünya Savaşı' nda bir ordunun hem düşman filosu, hem
de kara ordusuyla aynı anda savaştığı tek savaş alanının Ça-

94
nakkale kara çatışmalarında olduğunu belirtmeliyim. Savaş
gemilerinin kendi kara birliklerini koruması son derece etki­
liydi. Karada hiçbir ağır topçu, savaş gemilerinde olduğu gibi
kolaylıkla yer değiştirerek cepheden, yandan ve hatta geriden
ateş edemezdi. Ayrıca savaş gemileri, uçak ya da balonlarla gö­
zetleme yapıp, kendilerinin karşılık göremeyecekleri güven
verici uzaklıktan atışlarını istedikleri hedeflere ulaştırıyorlar­
dı. O günlerde 5. Orduda ise ne uçak, ne de balon vardı.
Arıburnu 'ndan düşmanı geri atmak zor olmadı. 29 Ni­
sanda Türklerin şiddetli taarruzları sonunda Avustralya ve Ye­
ni Zelanda askerleri bir hayli geri çekilmiş, hatta gemilerine
dönmeye başlamışlardı. Ama düşmanın getirdiği destek bir­
likleri ve kıyıya yaklaşan savaş gemilerinin atışlarıyla bu ge­
ri çekilme durdu ve durum kurtarıldı. Unutmamalı ki İmroz
adası, Arıburnu kıyısından 20 kilometre uzaklıktaydı ve İngi­
lizler burasını önemli piyade birliklerinin ve savaş gemileri­
nin barındığı bir üs durumuna getirmişlerdi.
Anzak Kolordusunun gemi atışları desteğindeki yarma gi­
rişimleri de düşman birliklerine ağır kayıplar verdirilerek dur­
duruldu.
İlk iki haftanın kanlı çarpışmalarından sonra Esat Pa­
ş a ya da bundan sonra büyük taarruzlara girişmemesini em­
'

retmek zorunda kaldım. Yalnız elde tutulan yükseklik zinci­


rinin korunması için gereken her türlü özveri gösterilmeliydi.
Arazinin bütün olanaklarından ve gece karanlığından yarar­
lanarak siperlerimizi düşman siperlerine biraz daha yaklaştır­
malıydık. Böylece İngilizler, Türk ileri hatlarına artık gemi­
lerinden ateş edemeyeceklerdi. Bundan dolayıdır ki, Mayıs
ayının ilk on günü içinde her iki cephede de hareket durmuş
ve çarpışmalar, meyzi çatışmaları halini almıştı.

95
Yarımada ve iki cephenin gerisinde bulunan birkaç kasa­
ba, düşman gemi atışlarıyla ağır zarar görmüştü. M aydos ka­
sabası, 29 Nisanda düşman donanması tarafından bombardı­
man edildi ve burada ilk yanan bina da ağzına kadar yaralıy­
la dolu hastahane oldu. Buraya açılan ateşle birçok Türk ve
bunlarla birlikte 2 5 İngiliz yaralısı da öldü. Sivil halk da çok
zarar gördü. Mermiler kasabanın içine düşerken, kadın, erkek
ve çocuklar evlerinde bir iki parça olsun eşya kurtarmak için
canlarını verdiler. Sivil halkı daha sonraları toplayarak Ana­
dolu yakasındaki Kilya limanına gönderdik. Böylece hiç de­
ğilse canlarını kurtarmış oldular. Bir karargah ya da kıta ba­
rındırmayan ve tahkim edilmemiş bulunan Maydos kasaba­
sında sağlam bir duvar bile kalmadı.
Yarımadada öteki yerler de -örneğin Kocadere köyü- ay­
nı şekilde tamamen yıkıldı. Bolayır, Karaburgaz, Yeniköy
ve Gelibolu gibi bazı yerler de ağır zarar gördü. Türkler, Ge­
libolu yarımadasında yıkılan, yerle bir edilen kasaba ve köy­
lerinin yeniden yapılması için -Belçika ve Kuzey Fransa'nın
yıkılan yerlerinin yeniden yapılması için kabul edilen ilkele­
re dayanarak- yardım isteyebilirler. Çünkü buralarda da tah­
kimat olmadığı gibi, bir askeri yerleşim yeri de yoktu. Dar ya­
rımadanın içindeki birkaç yerleşim yerinden başka 5. Ordu­
nun liman hizmetini gören Akbaş ve Kilya bile sık sık dolay­
lı atışlarla karşı karşıya kaldı. Yiyecek ve savaş malzemesi,
başlıca bu iki liman yoluyla geliyordu.
5. Orduya yiyecek ve malzeme ulaşımı büyük zorluk gös­
teriyordu. En yakın demiryolu istasyonu, Trakya'daki Uzun­
köprü'ydü. Bu istasyon, Ordu Karargahına, yaya olarak yedi
günlük bir uzaklıktaydı. Öküz arabaları, deve kervanları ve
mekkareyle çok az şey taşınabiliyordu. Bu nedenle Marmara

96
üzerinden deniz yoluyla nak liyat bir zorunluluktu. Bunu da 1 n­
giliz ve Fransızların Marmara 'ya soktukları deniza ltılar engel­
l emek i stiyordu. Türkler için en büyük talih, düşman denizal­
t ıları nın bu işi başaramamalarıydı. Yoksa 5 . Ordu açlı ktan
ölürdü.
Söz konusu den izaltı ları n başarısızlığının, Marmara g i ­
b i dar ve gözetlenmesi kolay b i r denizde, çalışmaların 4-5 de­
nizaltıyla yapı lma zorunluluğuna dayandığını da belirtmel i ­
yim. Bunlar bazı gem i leri torpidolarla batırabilirlerdi, ama
çok kere kendi lerini tehlikeye düşürmekten korktukları için
burunlarının önünden geçen gem i lere bi le saldırıda bulunma­
dılar. Bu nedenle 5. Ordun u n ikmal i , romorkörlerlc çek i len
mavnalar ve yel kenli gemilerle sağlanabildi . Bunlar geceleri
ve menzi lden menzile hareketle deni zaltı ların teh l i kesinden
kurtuldu lar.
5 Mayıs 'tan sonra Güney Grubunun Komutan lığını Al­
bay Weber aldı. Dizi nden ağırca yaralanan Sodenstern, İ s­
tanbul ' a gönderi ldi. Güney Grubunun cephesi, K itre 'nin 1 . 5
ki lometre kadar güneyinden başl ıyor ve doğu-batı yönünü i z­
leyerek Gel ibolu yarımadasının ucuna, (,'anakkale Boğazına
kadar sürüyordu. B i r zaman sonra bu cephede hem Türk ler.
hem de düşman üç-dört hatlı bir 'sahra tahkim at sistemi'
oluşturdular. K i lometrelerce süren bağlantı yolları ve birçok
gizli yer yapı ldı. 1 !er iki tarafın bu amaçla k u l l andığı malze­
me çok değişikti. Düşman taratlnda en modern ve pek çok mal­
zeme varken, yoksul Türklerin yeteri kadar kazına ve küreği
bile yoktu. Çok kere bu malzemeyi savaş yoluyla düşmandan
almak gerekiyordu. Demir ve ağaç malzeme ise, çevredeki y ı ­
k ı lmış k ö y v e kasabadan sağlanıyordu. Yeteri kadar kum tor­
bası bile bulunamıyqrdu. Kimi zaman İ stanbul 'dan birkaç yüz

97
yeni torba getirildi mi, bunların yerinde mi, yoksa erlerin yır­
tık giysilerinin onarımında mı kullanılacağını kestirmek zor­
du. Bütün bu güçlüklere karşı koyma olanağını, Anadolu in­
sanının azla yetinmesi, dayanma ve direnme gücü sağlıyordu.
Erlerin gösterdiği bu sessizliği ve dayanıklılığı, subaylar
her zaman gösteremiyordu. Güney Grubu Cephesinin Alçıte­
pe ye kadar çekilmesi yolunda, ilk haftalar çeşitli yerlerde, bir­
'

çok öneri aldım. Bu önerilerin gerekçesi, Kirte'nin güneyin­


deki düz arazinin doğal savunma olanakları taşımamasıy­
dı. Arada önemli çatışmalara yol açmasına rağmen, bütün
bu önerileri geri çevirdim. Bir kere bu öneriler, benim
adım adım geri çekilme ilkeme aykırıydı. Bundan başka,
kuzeye doğru çekildikçe yarımadanın genişliği artıyordu
ve bu yüzden savunma için daha çok kuvvete gerek duyu­
lacaktı. Son olarak da, Alçıtepe, savaş gemilerinin topları
için çok iyi bir hedef olacaktı. Kararımda direndim ve za­
man beni haklı çıkardı.
Esat Paşa'nın komutasındaki Arıburnu cephesi ise, dik
yamaçlı, uçurumlu ve dağlık arazisiyle savunma için Güney
Grubuna oranla daha elverişliydi . Bundan başka savunma hat­
tı, güney-kuzey yönünü izlediğinden gemi atışları yalnız bu
yönden ve çok az yandan geliyor, dolayısıyla fazla etkili ola­
mıyordu.
Avustralya ve Yeni Zeliindalı askerlerin bütün cesur ha­
reketlerine rağmen, bir türlü arazi kazanamamalarında bu du­
rumun büyük etkisi vardı. Bu bölgede İngiliz mevzileri bazı
yerlerde kıyıdan 800- 1 200 metreden çok içeri giremedi.
5. Orduya yetişen ilk destek birlikleri, önce 4. Tümen ve
sonra da 1 3 . Tümen, 1 5 . Tümen ve 1 6 . Tümen oldu. Bunlar,

98
benim Kafkasya'ya gönderilmesine Ocak ayında engel oldu­
ğum 5. Kolordunun tümenleriydi.
İstanbul 'dan gelen bu yeni birliklerle birlikte, eski ama
çok eski modeller olmasına rağmen, biraz da ağır top geldi.
Çünkü bu sırada düşman, çeşitli çapta ağır topu karaya çıkar­
tarak kullanmaya başlamıştı.
En güç sorunlardan biri de 5. Orduya cephane sağlamak­
tı. Piyade cephanesi yeter derecede sağlanabiliyordu, ama top­
çu cephanesi başlangıçtan beri çok azdı. O sıralarda Türkiye 'de
topçu cephanesi yapan fabrikalar bulunmadığı gibi, tarafsız ül­
keler de kendi toprakları üzerinden Alman cephanesi gönde­
rilmesine izin vermiyorlardı. Bu nedenle, daha ilk günlerden
başlayarak Türk topçusu cephane harcamaktan kaçınıyordu.
Karşı tarafın alabildiğine hesapsız harcamasına karşı, Türkle­
rin bu yoksunluğunun nasıl güçlük yarattığı kolayca anlaşılır.
Yılbaşında İstanbul 'da Yüzbaşı Piepen yönetiminde top­
çu cephanesi yapan bir fabrika kuruldu. Fakat bunun yardımı
sınırlıydı. Çünkü ne makineler, ne de malzeme yeterliydi.
İngilizlerin bu yeni Türk cephane fabrikasına pek önem
vermediklerini anlıyorduk. Alınan bazı esirler, 20 kırmızı mer­
miden ancak birinin patladığını söylüyorlardı . Buna rağmen
biz bu yardıma bile seviniyorduk. Çünkü daha önceleri, piya­
demiz, topçuların kendilerini koruduklarına inansınlar diye,
bazı topların manevra mermileri atmasına bile izin veriyorduk.
Gelibolu'dan çıkmak zorunda kalan Ordu Karargahı, Arı­
burnu 'nun 5 kilometre gerisinde ve Bigalı Köyünden 3 kilo­
metre uzakta bir çadırlı ordugaha yerleşti. Ordu Karargahı, al­
çak çam ağaçlarıyla kaplı araziye öylesine ustalıkla yerleşti­
rilmişti ki, düşman uçakları savaşın sonuna kadar burasını
keşfedemedi. Biz de_görünen yolları karargahımız içinden ge-

99
çirmemeye özen göstermişt ik. Buna rağmen, zaman zaman
hombıırd ımana uıınıdıysak da bu rastlantıydı. Çünkü dar ya­
rımadanın hemen hemen her tarafı gemi toplarının atışıyla
karşı karşıya kalıyordu.
1 O Mayıs 'ta çok iyi yetiştirilmiş 2. Tümen İ stanbul 'dan
gel ince, bu kuvveti Arıburnu 'nun gerisine gönderdim. Ama­
cım, bu tümenle düşmanı h i ç deği lse bu kıyıdan uzaklaştır­
maktı. 1 8/ 1 9 Mayıs gecesi bu tümen. düşman hattının merke­
zine gerçekten kahramanca bir taarruza girişti ve i lk düşman
hattını ele geçirdi, ikinci hatta kadar ilerledi. Fakat İngil izle­
rin yakın savaş araçları ve yedekleri o kadar kuvvetliydi ki,
kesin bir sonuç elde ed i l em e di İ ki taraiin da kaybı çok bü­
.

yüktü. Bizim kahraman 2 . Tümenin kaybı 9 bin ölü ve yara­


lıydı. İngiliz generali, ölülerin gömülebilmesi için geçici bir
ateşkes önerdi . 23 M ayısta anlaşmaya varıldı ve Çanakkale
kara muharebelerinin tek ara vermesi böylece ortaya çıktı.
Söz konusu bu taarruzun tarafımdan işlenmiş bir hata ol­
duğunu kabul ederim. Bu hatayı, düşman kuvvetlerini iyi bil­
memekle ve elimizdeki az topçu kuvvetiyle, çok sınırlı cep­
haneyle bu işi başaramayacağımızı önceden hesaplayama­
makla işledim.
İ l k zamanlarda düşman, Seddülbahir'e durmadan tak­
viye kuvvetleri getirdikçe ve tümenlerini yeniledikçe, kesin so­
nucu bu cephede almaya kalkışacak sanıyorduk. Oysa Arıbur­
nu ' nda i l k haftalardan sonra pek büyük taarruzlar olmadı ve
çatışmalar sürekli bir durum aldı. Burada geceli gündüzlü u­
fak, fakat sürekli çatışmalar oluyordu. Şiddetli çarpışmalar ise,
her zaman başka yerlerde gerçekleşiyordu.
Mayıs ayında Türk-Alman Donanması, düşman gemile­
rine karşı harekata geçtiğinden ağır yükümez bir dereceye ka-

1 00
dar hafifledi. Muavenet-i Milliye adlı Türk torpidosu 1 3 Ma­
yıs akşamı Yüzbaşı Firle komutasında İngiliz Goliaht zırhlı­
sına Morto limanı yakınında saldırdı, birkaç torpil atarak zırh­
lıyı batırdı. Bu hareketi o kadar çabuk ve ustalıkla yaptı ki, tor­
pido hiçbir hasara uğramadan Marmara'ya geri dönebildi.
Alman denizaltılarının 25 ve 27 Mayıs 'taki iki büyük ba­
şarısı da bu arada övülmeye değer. Gelibolu Yarımadası kıyı­
larında dolaşan Triumph ve Majesti zırhlıları, Yüzbaşı Her­
seng tarafından torpillendi. Düşman bunun üzerine zırhlıları­
nı İmroz ve Limni adalarındaki limanlara çekti. Karadaki kuv­
vetlerine bunlarla yardımdan vazgeçti. Yalnız torpidolar ve
destroyer göndermeye başladı. Öte yandan da denizaltı saldı­
rılarına karşı daha etkili olan ve kendisinde çok bol bulunan
araçları kullanmaya başladı. Bunun sonucu olarak Alman de­
nizaltıları Çanakkale önlerinde tam yedi ay -bir nakliye gemi­
si batırma dışında- hiçbir başarı kazanamadılar.
1 6 Haziranda İstanbul 'da bulunan Donanma Komutanı
Amiral Suşon'a bir telgraf çektim ve düşman nakliye gemi­
lerinin hiç rahatsız edilmeden istedikleri yere asker götürme­
ye tekrar başladıklarını bildirdim. 20 Haziran'da da düşman
savaş gemilerinin atışlarıyla hatlarımızı eskiden olduğu gibi
taciz ettiklerini yazdım. 29 Haziranda Amiral Suşon' a, "Düş­
manın 28 haziran günü Güney Grubumuza yönelttiği bü­
yük taarruz sırasında düşman gemilerinin sağ yanımıza
şiddetli ateşler açarak kara çatışmalarına katıldığını ve 29
Haziran'da da Güney Grubumuzda aynı harekat sürerken
gemilerin aynı atış desteğini yaptıklarını" bildirdim. Bunun­
la anlatmak istiyordum ki, denizaltılarımızın Çanakkale'de
gösterdikleri çalışmalar sonunda İngiliz savaş gemilerinin ça­
tışma alanından çekildikleri yolunda Alman gazetelerinde

1 01
yer alan haberler tamamen yanlıştır. Bu gibi yanlış haberler­
le, denizaltıların etkisi konusunda Alman kamuoyunda gerçe­
ğe uymayan düşünceler yaratılmıştır.
Çok sıcakgeçen 1 9 1 5 yaz aylarının durgun havası, İngi­
liz gemilerinin top atışlarının etkisini arttırıyor ve atışların
uçak ve balonlarla sürdürülmesi, bunu en yüksek dereceye çı­
karıyordu. Gelibolu Yarımadası kıyılarında top sesleri, gece­
gündüz devam etti. Karaya ç ıkarılan bataryalar susunca, ge­
milerden atış başlıyordu. Bütün tümenlerde kara ve deniz top­
çusu birlikte hareket ediyordu.
5. Ordu emrine haziran sonuna doğru, Çanakkale savaş­
ları sırasında görev alan ilk ve biricik Alman birliği geldi. Bu
birlik, bir istihkam bölüğüydü. Assubayları ve erleri, çeşitli
yollardan ve tek başlarına yolculuk ederek Türkiye 'ye gelmiş­
lerdi. 200 kişilik bu istihkam bölüğü, Güney Grubu'nda Sed­
dülbahir' e karşı kullanıldı. Bu bölüğün sayısı, sıcak havalı ik­
limin etkisi, alışamadıkları bir beslenme biçimi ve yemekler,
ağır savaşlar yüzünden kısa zamanda 40' a düştü. Bundan son­
ra düzenli bir bölük olarak değil de, her iki cepheye dağılmış
öğretmenler olarak çalıştılar ve önemli görevler gördüler.
Bunun dışında Çanakkale' ye Almanya'dan birlik olarak
başka kuvvet gönderilmedi. Yalnız, topçu bataryalarında gö­
rev almak üzere subay ve assubaylar gönderildi. Bunlar 5. Or­
du birliklerinin çeşitli aşamalarında görev aldılar.
Çok kayıp yüzünden, temmuz ayının ilk yarısında Güney
Grubu'nda bazı birliklerin değiştirilmesi gerekti. Bunlar 2. Or­
du'dan gönderilen yeni birliklerle değiştirildi. Güney Grubu
Komutanlığı ' nda Albay Weber'in yerine Vehip Paşa getiril­
di. Vehip Paşa, Arıburnu' nda komutan olan Esat Paşa'nın kü­
çük kardeşiydi. Bu iki paşanın, yanyana iki cephenin komu-

1 02
tanı olarak kardeşçe işi yönetmelerini herkes hoş görüyordu.
Türk generalleri arasında sık sık görülen kıskançlıklar ve bir­
birleri aleyhine hareket etme olayı da böylece önlenmiş olu­
yordu. Çok enerjik olan Vehip Paşa, ileriyi gören değerli bir
komutan olduğunu burada da kanıtladı -ki bunu daha Balkan
Savaşı sırasında Yanya savunmasında göstermişti- Bu yetenek­
ler, kardeşi Esat Paşa'da da aynen vardı.
5 . Ordu birliklerinin 2. Ordu birlikleriyle değiştirilmesi
sırasında ve 13 Temmuz günü, İngiliz ve Fransızlar, Seddül­
bahir' e şiddetli bir saldın ya geçtiler. Bu saldın, son yedek bir­
liklerin ileri sürülmesiyle güçlükle önlenebildi. lngiliz saldı­
rılarının hiçbir zaman uzun sürmemesi ve iki saldırı arasında
günlerce zaman geçirilmesi, bizim için büyük bir şans oluyor­
du. Aksi halde, elimizdeki topçu cephanesiyle dayanmak söz
konusu değildi.
Temmuz ayının ikinci yarısında, düşmanın büyük bir çı­
karma daha yapacağı haberi yayılmaya başladı. Seliinik üzerin­
den 1 6 Temmuz'da aldığımız bir raporda, yalnız Limni adasın-
ı
da harekete hazır 50-60 bin kişilik bir birlik bulunduğu ve bun-
ların göndeı:ilmesi için de 1 40 nakliye gemisinin hazır tutuldu­
ğu bildiriliyordu. Öteki taporlardaki rakamlar daha da yüksek­
ti. Yeni bir çıkarmayı zorunlu kılan en önemli neden, son ayla­
rın çetin çarpışmalarına rağmen, düşmanın hedefine daha ula­
şamamış olmasıydı. İngiliz Nazırlarından Churchill, o zaman
her yanda büyük yankılar uyandıran 'bir konuşmasında, İngiliz
çıkarma ordusunun son zafere yakın olduğunu söylemişti.
Bu yeni çıkarmanın nereye yapılacağı konusunda hiçbir
\
belirti yoktu. Güney cephesinin iki yanı da suya dayanıyordu.
Bir yanı deniz, öteki yanı Çanakkale Boğazı idi. Burada cep­
he güçlendirilebilir, _ama genişletilemezdi. Arıburnu 'nda iki

1 03
yan açıktı. Düşman, güney kanadında arazi kazanmaya birkaç
kere girişmiş, bunda başarısı, Türk sol kanadını biraz geriye
sürmek olarak kalmıştı. İngilizlerin kuzey kanadında ise, bir
taburdan biraz daha çok bir kuvvet ileri sürülmüştü. Ben bu­
nu önemsiz görmüyordum. Esat Paşa ise, bunun altında bir
tehlike yattığı inancında değildi. Bu müfrezenin geri sürülme­
si için yapılan birkaç girişim -ki bunlara 5 . Ordu' nun karar­
gah muhafızları da katılmıştır- düşmanın sert karşı koymasıy­
la karşılaşmış ve başarısız kalmıştı.
Cephenin bu yönde genişletileceğine ilişkin biricik be­
lirti buydu. Buradaki kuvvetlerimiz çok azdı. Düşmanın Sa­
ros Körfezi kuzeyinden hareket ederek, Çanakkale Boğazı 'nın
İstanbul'la bağlantısını kesmesi olasılığı başgösteriyordu. Es­
ki denemeler, düşmanın Anadolu yakasında ç ıkarma yapma­
sı olasılığı olmadığını düşündürüyordu. 5. Ordu'yu en çok te­
dirgin eden, Arıburnu ile güney cephesi arasındaki açık alan­
dı. Çünkü buraya yapılacak bir çıkarmayla Güney Cephesi'nin
gerisine düşülüyordu.
Güney Grubu'nda bazı birliklerin değiştirilmesi ve bazı
destekler alınması üzerine serbest kalan Albay Kannengies­
ser komutasındaki 9. Tümen, Kayalıtepe' nin batı yamaçları­
na yerleştirildi.
Bavyeralı Binbaşı Willmer komutasındaki bir müfreze,
Büyük Anafartalar karşısındaki Akmakdere'den sonra Sul­
va limanı yukarılarına kadar kuzey kıyılarını gözetleme ve E­
sat Paşa birlikleriyle bağlantıda bulunma görevini aldı. Bu
müfrezenin kuvveti, üç tabur piyade, bir bölük süvari ve dört
batarya idi. Piyade olarak bulunan birlikler, Gelibolu ve Bur­
sa Jandarma Taburları ile 33. Piyade Alayı'ndan bazı kısım­
lardı. Yukarı Saros'a ise 7. Tümen ile 12. Tümen getirilmişti.

1 04
Yeni bir çıkarmanın bizi korkuttuğu bu günlerde, Alman
Başkomutanlığı'ndan bir telgraf aldım. Bazı konularda bilgi
vermek üzere, Almanya'daki Genel Karargaha çağrılıyordum.
Bu işe şaştım. Bu kadar çetin işlerle uğraşırken, bir sürü ülke
aşarak Genel Karargaha gitmemin nedenini anlamakta güç­
lük çekmedim. Bu konuda yazılanları olduğu gibi açıklıyorum
ki, herkes kendi aklıyla yargısını versin:
Alman Genel Karargahı: 817/1 915
İmparator hazretleri, kendilerine Çanakkale savaşla­
rıyla ilgili bilgi sunarken, bana orada gösterdiğiniz çaba
ve çalışmadan dolayı takdir ve kutlamalarım size bildir­
memi irade buyurdular.
Haşmetli İmparator, zatıalinize verilmiş olan görevin
bu savaşın gidişi bakımından taşıdığı büyük önemi, tama­
men takdir ettiğinizi bilmektedirler. Yönetimdeki yetene­
ğiniz sayesinde, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra
da görevinizi başaracağınıza kesinlikle inanmaktadırlar.
von Falkenhayn
Alman Genel Karargahı: 22/7/1915
Alman Ateşemiliterliğine
Buraya gelen haberler, Çanakkale'ye eskilerden da­
ha büyük çapta bir saldırı yapılacağım, Saros Körfezi'n­
de ya da Anadolu yakasında yeni bir çıkarma olasılığı bu­
lunduğunu göstermektedir. Bu duruma göre, mühimma­
tı tutumlu kullanmak gereklidir.
von Falkenhayn
Alman Genel Karargahı: 2617/1915
Falkenhayn tarafından Osmanlı Hükümetine (Enver
Paşa'ya) ve General Liman'a:
Çanakkale'deki durum hakkında Alman Genel Kur-

1 05
mayı'na açıklama yapmak üzere Liman von Sanders Ge­
nel Karargaha gönderilirse, haşmetli İ mparator hazretle­
ri müteşekkir kalacaklardır. Çanakkale savaşlarında, ge­
neralin yerine mareşal von der Goltz getirilebilir. Gerekir­
se, Ateşemiliter von Lusy kurmay başkanlığına atanabilir.
Bu telgrafı alınca -birincisinde hiç aklıma gelmemişti- ko­
muta değişikliği için çalışıldığını anladım. 2 8 Temmuz'da As­
keri Kabine'ye şu telgrafı gönderdim:
Çanakkale savaşları konusunda açıklamada bulun­
mak için genel karargaha gelmem, general Falkenhayn ta­
rafından istenilmektedir. Bu istek, sürekli savaşlarla üç
aydan çok bir süre burada orduyu sevk ve yönettikten ve
başarılarım Enver tarafından çeşitli kereler kutlandıktan,
şahsıma güven duyulduğu dile getirildikten sonra ve daha
önemlisi büyük bir taarruzun beklenildiği bir sırada ol­
maktadır. General von Falkenhayn 'ın bu harekatla doğ­
rudan doğruya ilgili bulunmadığı bilindiğinden bilgi ver�
mek üzere beni çağıranın İ mparator hazretleri olmadığı­
na dikkatinizi çekerim.
Bundan başka yine dikkatinizi çekmek isterim ki, von
der Goltz, bana vekalet etmek üzere hükümete öneriliyor
ve bilgi vermekle görevli Ateşemilitere de kurmay başkan­
lığı sunuluyor.
Görevimden ayrılmam konusunda Türk hükümeti ve
Enver tarafından hiçbir düzenleme yapılmadığına ve ta­
rafımdan da böyle bir istekte bulunulmadığına göre, Tür­
kiye'deki görevimden ayrılmanın haşmetli İ mparator ta­
rafından emredilip emredilmediğinin bildirilmesini rica
ederim.
Liman von Sanders

1 06
lki gün sonra Alman Genel Karargahı 'ndan aldığım
karşılıkta, Almanya'ya çağrılmam düşüncesinden vazgeçildi­
ği bildiriliyor ve Albay Lossow un karargahıma atandığı da
'

haber veriliyordu. Albay Lossow, 1 3 Ağustos'ta geldi ve kı­


sa bir süre kaldı. Karargahta kendisine uygun bir yer bulama­
dığı için, az sonra ayrıldı gitti.
Bundan bir süre sonra, lstanbul 'da -Enver'in haberi ol­
maksızın- düzenlenen bir oyunun ayrıntıları, yine İ stanbul 'dan
gizli olarak bildirildi. Fakat büyük çatışmaların özetlerini ver­
diğimiz bu yazıların içine, bu kişisel oyunları sokmak istemi­
yorum.
Bu arada, İstanbul'dan ve çeşitli yerlerden aldığım ve
düşmanın büyük bir çıkarma yapacağı yolundaki haberler, yu­
karıda söz konusu edilen olaydan daha az ciddi idi. Bunlar­
dan yalnız birini yazacağım:
Alman Askeri Kurulu' nun yaveri, İngiliz birliklerinin
zafer kazanmış olarak İstanbul' a girmesini bekleyenlerin Be­
yoğlu 'nda hazırlıklar yaptıklarını ve yolları görecek pencere­
lerin şimdiden kiralandığını, İngiliz sefaret binasının düzen­
lenip yatakların bile hazırlandığını bildiriyordu.
Karşılık olarak yavere, Beyoğlu caddesinde benim için
de bir pencere kiralamasını bildirdim.
Öte yandan Ayvalık, İzmir ve buna benzer diğer yerler­
. de yeni çıkarmalar yapılacağı da haber veriliyordu.

1 07
IX

ÇANAKKALE KARA MUHAREBELERİN İ N


İKİNCİ DÖNEMİ

Düşmanın beş yeni tümenle -ki bunlardan biri süvari tü­


meniydi ve yaya olarak savaşa sokuluyordu- giriştiği çıkarma
harekatı 6 Ağustosta başladı. Harekat, Arıburnu kuzeyinden
Suvla Körfezi'nin kuzey kıyısına kadar sürüyordu. Ayrıca
Seddülbahir'deki Güney Grubuna ve Arıburnu Grubunun
sol yanına da çok şiddetli saldırılar yapıldı.
Esat Paşa, ilk zamanlarda, saldırının kendi sol yanına yö­
neleceğini sanıyordu. Fakat daha 6 Ağustos akşamında, çıkar­
manın Arıburnu'ndan kıyı boyunca kuzeye uzandığı ve daha
yukarılara da kuvvetli birliklerin çıkarıldığı anlaşıldı. Bu, ke­
sin karar verilmesini gerektiren bir andı.
5. Ordu Karargahına ilk haberler, akşam saat 9 .00'a doğ­
ru gelmeye başladı. Kurmay Başkanı Kazım Bey, öğleden
sonra bir danışma görüşmesi için Esat Paşa 'yı ziyarete gitmiş­
ti. Çıkarma başladıktan sonra geri dönemiyordu. Çünkü Arı­
burnu Cephesinin gerisi, şiddetli topçu atışı altına alınmıştı.
Çıkarma haberini alır almaz, Saros Körfezi kıyısındaki 7.
Tümen ile 1 2. Tümene telefonla silah başı yapmaları ve hare­
kete hazırlanmaları emrini verdim. Aşağı yukarı bir saat sonra

1 09
da, her iki tümenin zaman geçirmeden Büyük Anafarta doğu­
sundaki Uzun Hızırlı yönünde yürüyüşe geçmelerini bildir­
dim. Esat Paşa, daha akşamdan önce, Kayalıtepe' deki 9. Tü­
meni siliihbaşı ettirmiş ve kuzey yönünde yürüyüşe geçirmişti.
Bu tümen, 7 Ağustos sabahı Kocaçimen dağına güney­
den yaklaşırken, İngiliz piyadesinin de aynı anda kuzeyden da­
ğa çıkmakta olduğu haberi geldi. 9. Tümenin ilk birlikleri te­
penin son kısmını tırmanırken, ilk İngiliz avcıları dağın tepe­
sine ulaşmışlardı. Kısa bir çarpışmadan sonra Türkler, İngi­
lizleri tepeden kuzeye doğru atmayı başardılar. Bu sırada yi­
ğit Tümen Komutanı Yarbay Kannengiesser, birliğinin ba­
şında tepeye çıkarken göğsünden ağır yaralandı.
Anafarta çatışmalarında oluşan ilk buhran buydu. Eğer
düşman, Kocaçimen dağının zirvesini elinde tutmuş olsaydı,
bütün Anburnu Cephesinin geriye çekilmesi gerekecekti.
Çünkü bu yükseklik çizgisi, kuzeyde Anafarta derelerine ol­
duğu gibi, güneyde de Çanakkale Boğazı'na kadar olan alan­
daki topçu mevzilerine egemendi. Buradan bütün bölge tabak
gibi görünüyordu.
Suları çekilmiş Akmazdere kuzeyinde bulunan Anafarta
vadisindeki Sinantepe'yi İngilizler 7 Ağustosta aldılar (bu­
rada Bursa Jandarma Taburundan bir bölük ve 33. Alayın 2.
Taburu vardı) fakat Mestantepe'nin doğusundaki İsmailte­
pe' yi alamadılar.
Önemli bir yer olan Kocaçimen dağına, daha 7 Ağustos
sabahında takviye birlikleri gönderildi. İlk gelen birlik, 4. Tü­
men oldu. Kendi cephesinde o günlerde sert çarpışmalar ol­
masına rağmen, Güney Grubu Komutanı Vehip Paşa bu tü­
meni kendiliğinden göndermişti. Tümene, Albay Cemil Bey
komuta ediyordu.

1 10
Saros Körfezi'nden gelen 7. Tümen ile 1 2. Tümen'den
oluşan l 6. Kolordunun Komutanı, 7 Ağustos günü öğleden
sonra kolordusunun bildirilen hedeflere yaklaşmakta olduğu­
nu haber verdi. Buna çok şaştım. Bu kadar çabuk gelebilme­
nin nedenini sorduğum zaman, komutan, birliklerin gece gün­
düz durmadan yürüdüğünü söyledi. Bunun üzerine, Anafarta
ovasındaki Anzak Ordusunun her iki yanına 8 ağustos saba­
hı erkenden taarruza geçilmesini emrettim.
İngiliz tümenleri, çıkarmalarını kuzeye doru durmadan
genişletiyorlardı. Binbaşı Willmer komutasındaki kıyı koru­
ma birlikleri çok iyi dayanıyorlardı, ama durmadım a.rta.n düş­
mana karşı daha fazla direnemeyecekleri açıktı. Karaya çıkan
İngiliz birlikleri ne kadar artarsa, durum o kadar kötüleşiyor­
du. Bu nedenle, 7. Tümen ile 1 2 . Tümenin hemen taarruza geç­
meleri gerekiyordu.
7 Ağustos günü, Anadolu yakasındaki birliklerin komu­
tanı Mehmet Ali Paşa 'ya ön hatlarda olmayan taburlarıyla bir­
kaç bataryasını Çanakkale'ye göndermesi emredilmişti. Bu
birliklerin Çanakkale 'den Kilya ve Akbaş iskelelerine aktarıl­
ması düşünülüyordu.
8 Ağustos sabahı, güneş doğmadan, 1 6. Kolordunun ta­
arruza geçeceği Büyük Anafarta yönünde atla yola çıktım.
Fakat buralarda kolordunun hiçbir birliğine rastlayamadım. Bu
sırada ileri bir mevzi arayan 7. Tümenin Kurmay Başkanını
gördüm. Bana kendi tümeni ile 1 2. Tümenin çok gerilerde ol­
duğunu bildirdi. Ayrıca bu sabah bu bölgede bir taarruza gi­
rişmelerinin de söz konusu olamayacağını söyledi. Bunun üze­
rine, taarruzun akşam güneş battıktan sonra yapılmasını em­
rettim. Böylece, gece karanlığından yararlanarak düşman sa­
vaş gemilerinin atı�ından kurtulmak olanağı da vardı. O gün

111
akşama doğru, Binbaşı Willmer' den aldığım bir haber, l 6.
Kolordu birliklerinin daha tarafımdan emredilen alana gelme­
diğini bildiriyordu. Bunun üzerine Kolordu Komutanına ge­
cikme nedenini sordum. Aldığım yanıtta, çok yorgun olan bir­
liklerin bir taarruz yapacak durumda olmadığını bi !diriyordu.
Bu nedenle, daha o akşam, Anafarta çevresinde toplanan
bütün birliklerin komutasını, Arıburnu cephesinin kuzey ka­
nadında bulunan 19. Tümen Komutam Albay Mustafa Ke­
mal Bey'e verdim.
İlk askeri başarısını Trablusgarp 'ta gösteren Mustafa Ke­
mal, sorumluluk ve görevden zevk duyan bir komutan özel­
liği taşıyordu. Daha 25 Nisan sabahı 1 9. Tümenle ve hiçbir
yerden emir almaksızın kendiliğinden çatışmaya katılarak düş­
manı kıyıya kadar püskürtmüş ve bundan sonra üç ay sürey­
le kırılmaz bir güçle sürekli düşman saldırılarına karşı koy­
muştu. Ona tam anlamıyla güvenilebilirdi.
Nitekim 9 Ağustos sabahı erkenden, önceden üç kere em­
redildiği halde yapılmayan taarruz, Azmakdere'nin iki yanın­
da yapıldı ve düşman çeşitli yerlerden kıyıya doğru sürüldü.
Mestantepe düşmandan geri alınamadı. Kaybedilen 24 saat
içinde birçok İngiliz askeri daha kıyıya çıkmış bulunuyordu.
Anafarta savaşlarının ikinci buhranı da böylece atlatılmış
oldu. Anafarta'da düşmanın ilerlemesi ancak son dakikada
durdurulabildi.
1 5 Ağustos günü öğleden önce, Kocaçimen dağına ve bi­
tişiğindeki Conkbayırı tepesine, Mustafa Kemal'in kendi­
sinin düzenlediği ve yönettiği taarruzla düşman piyadesi, bu
tepelerin kuzey yamaçlarına doğru geri sürüldü. Bu taarruza
Güney Grubunun yedek kuvvetleri de katıldı. Bu taarruz so-

1 12
nunda, duruma egemen olan bu tepelerin Türkler elinde kal­
ması kesin olarak sağlandı.
Yeni çıkarma yerinin en kuzeyindeki yalçın ve çıplak Ki­
reçtepe sırtl arında, 1 5 Ağustos günü çatışmanın üçüncü buh­
ranı başladı. Kireçtepe, Suvla Körfezi'nden kuzeye doğru gi­
den.�k yarımada ile Suvla Körfezi ' nin arasını kesiyordu.
Suvla Körfezi'ne çıkarılan düşman, Kireçtepe'de bulu­
nan Gelibolu Jandarma Taburunun (bu birliğin emrinde iki de
top vardı) tuttuğu yere, 8 Ağustos günü hafif, 9 Ağustos günü
de şiddetli iki saldırıda bulundu. Fakat cesur Jandarma Tabu­
ru, tuttuğu yeri düşmana kaptırmadı. Bu olaydan sonraki gün­
lerde, 5. Tümenin elde bulunan bütün birliklerini ve Ece lima­
nında kıyı koruma görevi yapan küçük birlikleri Kireçtepe'ye
gönderdim. 1 O Ağustosta İngilizler buraya çok büyük kuvvet­
lerle saldırdılar. Önce başarıya ulaştılar, sonra en yüksek hat­
ta kadar çıktılar. Gelibolu Jandarma Taburu tam olarak erimiş
ve yiğit komutanı Kadri Bey çok ağır yaralanmıştı. Düşman,
1 6 Ağustosta taarruzunu yeni birliklerle tekrarladı. Düşmanın
buradaki kuvvetini, birbuçuk tümen kadar sanıyorduk.
Anadolu yakasından gelen Türk destek taburları Kilya ve
Akbaş iskelelerinden tepeye kadar yürüyüşe geçmişlerdi. Fa­
kat tepeye ulaşamıyorlardı. Bu birliklere, sırtta taşıdıkları eş­
yaları geride bırakmaları emredildi. Ama yine de bunların Ki­
reçtepe'ye tırmanmaları ve üzerinde ilerlemeleri çok zordu.
Cephedeki düşmanın şiddetli ateşinden başka, Saros Körfe­
zi 'ndeki savaş gemilerinin uzaktan yönelttikleri yan atışları da
çok kırıcıydı. Bu çok güç koşullara karşın, taburlar, oldukça
çok zayiat verme pahasına Binbaşı Willmer' in buradaki bir­
liklerine ulaştılar ve �:mlarla birlikte taarruza geçtiler. Akşam

1 13
üzeri düşman, sırtın üst çizgisinden geri atılmış ve eski mev­
zilerine sürülmüş bulunuyordu.
İ ngilizler, bundan sonra da sırtın batı yamacında ve etek­
lerinde kaldılar ve birkaç küçük saldırıya rağmen toprak ka­
zanamadılar.
Kuzeyde dış kanadımızdaki üçüncü bunalım da böylece
atlatılmış oldu. Eğer 1 5- 1 6 Ağustosta İngilizler Kireçtepe'yi
ele geçirebilselerdi, bütün 5. Ordu'yu kuşatmış olacaklardı.
Bu kuşatma sonunda da kesin sonucu lehlerine çevirmiş olur­
lardı. Çünkü Kireçtepe sırtları kuzeyden geniş Anafartalar
ovasına egemendi. Kireçtepe'nin doğu yamaçları da o durum­
daydı ki, buradan Akbaş'a uzanan bütün vadi boyunca yarı­
madayı ikiye bölen bir saldırı yapılabilirdi.
Bu hareketler sonunda ortaya çıkan durum şuydu: İ ngi­
liz kuvvetleri kıyıdan içerlere girememiş, bütün önemli tepe­
ler Türklerin elinde kalmıştı. Arıburnu cephesi ile Güney gru­
bunu geri çekilme zorunda bırakabilecek ya da arkalarını ku­
şatabilecek yarma hareketi boşa çıkarılmış, üstelik Arıburnu
cephesi de kuzeye doğru biraz daha uzamıştı.
İ ngilizlerin her bakımdan üstün oldukları söz götürmez
bir gerçekti ve bu durum onları başarıya ulaştırabi lirdi. İngi­
lizler nereye çıkacaklarını biliyorlar ve ona göre hazırlık ya­
pıyorlardı. Buna karşılık Türkler, İngiliz planlarını uygulama­
ya geçilmezden önce bilmedikleri için yedek kuvvet bulun­
duramıyorlar, ancak İngilizler çıktıktan sonra tehlike gösteren
yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Türklerde ise, ağır ve uzun
menzilli toplar yoktu. Elde az sayıda bulunanların da gereken
yönlere gönderilmeleri uzun zaman alıyordu. Bütün modern
savaş silah ve araçları İ ngilizlerin elinde bulunuyordu.
Hepimizde oluşan kanı şuydu: İ ngiliz komutanları, 6

1 14
Ağustos günü başlayan çıkarma harekatında, her çıkarma ye­
rinde en kısa sürede elden geldiğince çok i lerlemeye çaba gös­
terecekleri yerde, uzun zaman çıkarma alanlarında kalmışlar
ve fırsatı kaçırmışlardı.
Düşman genell ikle karşısındaki kuvvetlerin hareket ne­
denlerini tam olarak kestiremez. Fakat tahmin edilebilir ki, İ n­
gilizler, Anafartalar kesimindeki Türk birliklerinin zayıf ol­
duklarını bildiğinden bu kadar çabuk destek alabileceklerini
düşünememiştir. Ayrıca, her iki cephede de (Anburnu ve
Seddülbahir) taarruza geçtikleri için çok kuvvete gerek duy­
muş olabilirler. Bundan başka, çoğunluğu yeni ve genç asker­
lerden oluşan İ ngiliz birlikleri için bu yolsuz ve taşlık toprak­
ta ilerlemek, çok güçlük göstermiş olabilir.
Kireçtepe olaylarını anlatırken, Türkler için çok önem ta­
şıyan bir nokta üzerinde de durmak isterim :
l ngilizler, karaya çıkar çı kmaz hemen ve hızla ilerlemiş
olsalardı, ilk iki gün içinde Kireçtepe'yi kesinl ikle ele geçi­
rirlerdi. Çünkü 6- 7 Ağustos günleri 5. Ordu nun Kireçtepe'ye
önemli ölçüde destek göndermesi -öteki bütün güçlükler yok
sayılsa bile- birlikler arasındaki uzakl ık dolayısıyla söz konu­
su değildi. l ngil izlerin elinde ise, Türk birliklerinin kuzey ka­
nadına saldırmak için gereken araç vardı. Bu araç, savaş ge­
milerinin korumasındaki nakliye filosuydu. İ ngilizler bunu ba­
şaramadılar. Bu kanada içten saldırmayı denedi ler ve burada
çatışma geliştikten sonra kuzey kanadına dıştan saldırdı lar. A­
ma artık geç kalmışlardı.
5. Ordu, yanlardaki alanların tehlikeye düşmesine önem
vermeyerek, o bölgelerdeki bütün kuvvetleri çekmiş ve Ana­
farta çıkarmasını önlemeyi başarmıştı .
Böylece i k inci .kere, yukarı Saros bölgesi tamamen boş

1 15
bırakılmış ve Anadolu yakasında üç tabur ile birkaç batarya
kalmıştı. Anadolu yakasındaki bu az sayıdaki birlikler, düş­
manı şaşırtmak için gündüzleri Bozcaada'dan görülecek şe­
kilde yürüyüşe çıkıyor ve geceleri yeniden karargahlarına dö­
nüyorlardı.
5. Ordu emirlerini her zaman vaktinden ve zaman yitir­
meksizin vermiş, buna rağmen, her üç bunalımda da sonuç,
ancak kıl payı bir farkla alınabilmişti.
Anafartalar çıkarması, ayrıntılı şekilde planlanmıştı. A­
maç, bir yandan Çanakkale Boğazı ' nı karadan M üttefikle­
re açmak, öte yandan 5. Ordunun geriyle bağlantısını kesmek­
ti. Eğer Anafartalar çıkarmasıyla İngilizler, dilediklerini tak­
tik bakımından elde etmiş olsalardı, Boğaz'daki Türk batar­
yaları -cephaneleri de az olduğundan- bir süre sonra susmak
zorunda kalacaklardı. Bir kere toplar aradan çıkınca, deniz­
deki mayınları toplamak da güç değildi. O zaman İngilizlerin
kara ve deniz kuvvetleri birlikte büyük bir başarı kazanır, Ça­
nakkale Boğazı ' nı geçer ve İstanbul'a bir zafer yürüyüşü ya­
pabilirdi. Türk-Bulgar Savaşı ' nda lstanbul 'u kurtaran Çatal­
ca hattı, iki yandan düşmanın gemi atışlarıyla karşı karşıya ka­
lacağı için pek önemsiz bir duruma düşerdi. İngiliz ve Fran­
sızların bu ilerlemesine Ruslar da yardım eder ve onlar da bir
çıkarma yapardı. Nitekim, Atina ve Bükreş üzerinden gelen
pek çok haber, bugünlerde gemilerin ve birliklerin Odesa'da
toplandığını bildiriyordu.
Böylece Rusya ile Batı devletleri arasında güvenli bir
bağlantı sağlanmış ve Türkiye, merkezi devletlerden kopar­
tılmış olacaktı. Bu koşullar altında Bulgaristan' ın tarafsızlık­
tan ayrılması ve bizimle işbirliği yapması olanağı da kalma­
yacaktı.

116
Sekizbuçuk ay süren Çanakkale savaşlarının ortalarına
rastlayan Anafartalar çıkarması, işte bu nedenlerle, bu mu­
harebelerin askeri ve politik açıdan zirve noktasını oluştum­
. yordu.
Büyük Anafarta çıkarmasında, Türk-Alman donanma­
sının en önemli yardımı, önceden de belirtildiği gibi, gemi­
lerden sökülüp bize verilen makineli tüfekler olmuştu. Bu ma­
kineli tüfekler, önce İsmailtepe'de kullanıldı ve buranın düş­
man tarafından ele geçirilmesini önledi. Denizaltıların bu sa­
vaşta bir rolü olmadı.
Barbaros Hayrettin savaş gemisi, Kepez'e cephane ve
savaş malzemesi getirirken, 8 ağustosta Gelibolu önlerinde bir
İ ngiliz denizaltısı tarafından torpillenerek battı. Müstahkem
Mevki Özel Deniz Komutanlığı ise, yarımadanın dış kıyıla­
rında yaptığımız büyük savaşlara katılmamış, bu konuda rol
oynamamıştı.
2 1 Ağustos günü düşman, o zamana kadar A nafartala­
ra çıkardığı bütün kuvvetleriyle hem Anafartalar ovasında,
hem de bunun iki yanında büyük bir taarruza girişti. Taarruz
çok şiddetli oldu ve bize büyük kayıplar verdirdi. Ama son ye­
deklerin ve bu arada bir süvari birliğinin kullanılmasıyla Türk­
ler tarafından önlendi.
Çeşitli İngiliz gazeteleri, Ağustos ayındaki çarpışmalar­
da İngilizlerin kayıplarını 1 5 bin ölü ve 45 bin yaralı olarak
gösterdiler. Bize gelince, 22-26 Ağustos muharebeleri boyun­
ca 26 bin yaralı geriye gönderildi. Yarımadadaki hastaneler,
savaş günlerinde ihtiyacı karşılayamadığından, yaralıların de­
niz yoluyla İ stanbul'a gönderilmesi zorunluluğu doğdu. Al­
man Kızılhaç ' ı tarafından Türk hastanelerine gönderilen dok­
torlar (Binbaşı Tautzscheler'in hastanesi ile Graf Hohen-

1 17
berg'in bağışladığı ve başarıyla yönettiği hastane ve Dr. Stut­
zen 'in hastanesi), yardım ediyorlardı. Fakat bunlar bile, böy­
le önemli ve olağanüstü durumları karşılamaktan uzaktı. Ne
var ki ordu, çatışma süresince bulaşıcı hastalıklardan uzak tu­
tuldu. Bu çok sevindirici bir durumdu.
Önceden de belirttiğim gibi, 617 Ağustos gecesi, Saros
Körfezi 'nde ne kadar işe yarar birlik varsa hepsi, 5. Ordunun
desteklenmesi için Anafartalar'a gönderilmiş bulunuyordu.
BoŞ kalan yerler, Ağustos ortalarında, von der Goltz'un ko­
mutasındaki 1 . Ordu bölgesine geçti. Mareşal Goltz da ka­
rargahını Gelibolu 'ya taşıdı. Gerek bu bölgede, gerekse Ana­
dolu yakasında, bu savaşlar boyunca başka çatışma olmadı. Sa­
vaş gemileri, arada sırada Saros Körfezi kıyısına yerleşmiş ve
iyi şekilde gizlenmiş Türk birliklerine açtığı ateşle önemli za­
rarlar veremedi. Durum, Anadolu yakası için de böyleydi.
Düşmanın bütün hareketi, yarımada üzerindeki üç cep­
heye yönelmişti. Güney bölgesindeki Seddülbahir cephesi­
ne düşmanın ilk hattı Kirne 'nin 1 200 metre kadar yakınına
ilerlemişti. Bir yıkıntı durumunda olan Kirne köyünü ele ge­
çirmek için düşmanın giriştiği hareketler püskürtülmüştü. Sağ
yanda iki Fransız tümeni, ortada ve sol yanda da üç İ ngiliz tü­
meni yer almıştı. Bununla birlikte, bu birliklerin sağa ya da
sola sürülmesi, bölge sınırlarında ve birliklerin bölünmesin­
de değişiklik yapılması sık sık oluyordu. Bu cephede bizim
kuvvetimiz, Vehip Paşa komutasındaki 5. Tümen ve kimi za­
man da 4. Tümendi. Düşman karaya çıkardığı bataryaların sa­
yısını her zaman artırıyordu. Bununla birlikte Türklerin top­
çu durumu da epeyce düzeldi. Bunlar, Türk Topçu Yarbayı
Asım Bey tarafından ustalıkla yönetiliyordu.

1 18
Güney cephesindeki savaşlar her zaman çok şiddetli olu­
yordu.
Esat Paşa komutasındaki Arıburnu cephesinin sol ya­
nı, Anafarta çıkarmasından sonra, düşmanın kuvvetli bir ku­
şatma hareketinden korunmak için hazırlıklı bir tümen tara­
fından Kabatepe önüne kadar uzatıldı.
Kayalıtepe'de bulunan 'Ara Grubu', Güney Grubu ile
bağlantı sağlıyor ve Maydos çukurunun güneyden yan atışı­
na alınabilen tepelerini güvenlik altına alıyordu.
Mustafa Kemal komutasında yeni kurulan Anafarta
Grubu, Kireçtepe'nin kuzey yamacından başlayarak güneye
doğru uzanıyor, Kocaçimen dağını içine alıyor ve Arıburnu
Cephesinin sağ kanadıyla doğrudan birleşiyordu. 6. Tümen
de bu gruba bağlıydı.
Anafartalar ovasında, kıyıya paralel olarak uzanan Ana­
farta Grubu Cephesindeki bütün tepeler Türklerin elinde ve
Türk topçusunun denetimi altında bulunuyordu. Üzülerek be­
lirteyim ki, bu topçu hem azdı, hem de -sahra topçusu da- mo­
dern değildi. Cephane azdı. Onun için, bu düz arazide İngi­
lizlerin bu kadar uzun süre tutunmaları söz konusu olamazdı.
Türklerin Kireçtepe'deki dış sağ kanatları, Binbaşı Wil­
mer komutasındaki 1 1. Tümen tarafından savunuluyordu. Bu
kesim, düşmanın cephe atışlarından başka, Saros Körfezi'n­
de bulunan savaş gemilerinin sürekli yan atışı altında da tutu­
luyordu. Türkler bu gemilere kimi zaman 8.8 çapında uzun
menzilli toplarla ya da 1 5 'lik obüslerle baskın şeklinde ateş
açıyorlar ve onları uzaklaşmak zorunda bırakıyorlardı. Fakat
bu gemiler, Türk toplarının menzili dışına çıktıktan sonra atış­
larını sürdürüyorlardı.
Suvla Körfezi; İngiliz cephesinin kuzey yanına yapılan

1 19
yardım ulaşımı için kullanılıyordu. Bu nedenle körfezde kimi
zaman 1 2- 1 5 gemi saydığımız olurdu. Bunlar, denizaltılara
karşı ağlarla koruma altına alınıyorlardı. Buradan daha çok,
sağ yandaki 1 1. Tümen değil de, daha güneyde bulunan 12.
Tümen cephesine atış yapılırdı.
Başlangıçta, Albay SeJahattin Bey'in ve sonralan Yar­
bay Hevek' in komuta ettiği 1 2. Tümen, siperlerini düşmana
yakın olmak için ovada kazmak zorunda kalmıştı . Kışın sü­
rekli yağmurlarda siperlerin tabanları çoğunlukla su içinde ka­
lıyordu. Biricik avuntumuz, Tuzlu Göl 'e daha yakın olan İn­
giliz siperlerinin durumunun bundan çok daha kötü olduğu­
nu düşünmekti.
Güneyde, Azmakdere'ye kadar 9. Tümen vardı ve İ s­
mailtepe, bu tümenin kilit noktasını oluşturuyordu. Azmak­
dere 'nin güneyinde Anburnu Grubuna kadar uzanan bölge­
de üç Türk tümeni daha vardı.
Çıkarmanın ilk günlerinde, yararlılık gösteren Anafar­
talar Grubunun yetenekli Topçu Komutanı Binbaşı Lierau,
Kireçtepe ve İsmailtepe'den yaptığı topçu atışlarıyla bazı ln­
giliz gemilerini batırmıştı. İngilizlerin çekilmesinden çok za­
man sonra bile, kuzey kİyısı boyunca, bitbiri yanında batmış
pek çok İngiliz gemisi görülebiliyordu.
5. Ordunun bütün topçusu, eylül ayında, Alman Batı
Cephesinden gönderilen Albay Gressmann'ın emrine veril­
di. Bundan az önce de ağır topçu Albay Wehrle'nin emrine
verilmişti.
Düşmanın şiddetli saldırıları, hiçbir başarıya varmadan,
eylül ve ekim aylarında da sürdü. 4 Eylül günü İstanbul'da­
ki Türk Karargahından zayıf yürekleri telaşa düşürebilecek

1 20
serüvenli bir haber geldi. Bu haberi, bir komutandan, hatta res­
mi bir makamdan ne garip haberler alınabileceğini göstermek
için olduğu gibi aşağıya alıyorum:
Genel Karargah
Not: 1 478 İ stanbul: 4.9. 1 9 1 5
Düşmanın aşağıda belirtilen planlan varmış:
Büyük savaş gemileri, Boğaz'ın ağzmdaki istihkam­
larm dikkatini kendi üzerine çekmek ve Türklere cepha­
ne harcatmak için uğraşırlarken, kısmen var olan ve kıs­
men de gelecek malzemeyle dar Bolayır hattı üzerinde bir
demiryolu yapılarak buradan 200 savaş teknesi Marma­
ra'ya geçirilecekmiş. İ yi donatılmış bu 200 tekneyle İ stan­
bul'un ele geçirilmesi düşünülüyormuş. Bu teknelerin 50
tanesi, bir büyük savaş gemisinden daha ucuza mal olu­
yormuş. Bu nedenle, İ stanbul'un ele geçirilmesi girişimin­
de bulunanlardan pek çoğu batsa bile, uğranacak zarar ve
ziyan önemli olmayacakmış vb.
Bu hikayenin tek kelimesi olsun gerçeğe ve mantığa uy­
gun değildi. O zaman bu haberin altına ben " Bu haber sanı­
nın ' 80 Günde Devrialem' kitabından aktanlmış" diye not
düşmüştüm.
Birçok tanınmış İngiliz gazetesi, 23 Ağustosta kendi kuv­
vetlerinin Gelibolu yarımadasında önemli ilerlemeler sağla­
dığını yazmış ve Türk-Alman subayları arasındaki il işkilerle
ilgili yanlış haberler vermişlerdi.
Bundan dört hafta sonra haberim olunca, Alman Genel
Karargahma aşağıdaki telgrafı göndererek bu haberlerin ya­
lanlanmasını istemiştim. Bu telgraf, karargahımdaki düşün­
celeri yansıtması açısından önemlidir.

121
Bigah Çevresindeki Ordugahtan
23.9.1915
İngilizlerin büyük kuvvetlerle giriştikleri Anafarta
çıkarması, tam bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. İngilizler,
Arı burnu 'nda olduğu gibi Suvla Körfezi'nde de ancak do­
nanmalarının koruması altında kıyı kesiminde tahkimat
yaparak tutunabilmişlerdir. İngiliz ordugahları tamamen
deniz kıyısında bulunmaktadır ve bu dar kesimdeki bü­
tün tepeler Türk Ordusunun elindedir. Yarımada üzerin­
deki bütün yollar açıktır, hiçbir nokta kesilmemtştir. İngi­
lizlerin bütün taarruz girişimleri kendilerine ço� ağır ge­
len sonuçlara mal olmuştur. Türk-Alman subayla� ar�sın­
da çekişme olduğu haberi uydurmadır. Bu haberi sızdıran
İstanbul'daki gizli kaynak bir anlaşmazhk çıkarmaya uğ­
raşmakta, fakat bunu başaramamaktadır. Türk-Alman
subaylar arasındaki ilişkiler düşünülebilecek en 'iyi şekil­
dedir. Her iki taraf da cesur Osmanh Ordusunun başarı­
sından övünç duymaktadır.
Liman von Sanders
Zor zamanların eğlenceli olaylarından biri olarak, Alman
asıllı bir Amerikalı tarafından o sıralarda bana gönderilen
mektubu da söz konusu etmek isterim:
"Sayın General,
Gazetelerde önce yaralandığınızı, sonra hasta plduğu­
nuzu, en sonunda Türk subayları tarafından öldÖrüldü­
ğünüzü, bir başka gazetede de padişahın hışmına uğradı­
ğınızı ve savaş alanında öldürüldüğünüzü okuduktan son­
ra, şimdi Kassel'de bulunan dostum General Eisent­
runt'tan sağlık haberinizi aldım. Size en iyi dileklerimi su­
narım vb."

1 22
Bulgaristan Eylülde Merkezi Devletler tarafına geçin­
ce, 5. Orduda İ stanbul-Almanya yolunun açılması dolayısıy­
la Alman malzemesinden, özellikle topçu cephanesinden ya­
rarlanmak umudu uyandı. Bu umut, yolun Sırbistan'daki kıs­
mının Almanya tarafından açılmasıyla ancak kasım ayında
gerçekleşti.
Eylülün ikinci ve ekimin birinci yarısında, Güney cephe­
sindeki 2. Orduya bağlı birlikler geri çekildi ve öteki bazı bir­
liklerle birlikte Trakya 'ya gönderildi. Cepheden alınan bu tü­
menlerin yerine, Saros Körfezi kıyılarında bulunan 1 . Ordu
birlikleri getirildi. Bu birliklerdeki erlerin çoğu Arap'tı. Bun­
ların yetiştirilmeleri de, cesaretleri de Gelibolu yarımadasın­
da sürüp giden çarpışmalara uygun değildi. O kadar ki, bun­
ların arasına çok kere -bir dereceye kadar tutunabilmelerini
sağlamak amacıyla- İtfaiye Alayının yetişmiş ve cesur dört
taburunu sokup yerleştirmek gerekmişti. Bu Arap birlikleri,
özellikle taarruz için hiç uygun değillerdi.
2. Ordunun durup dururken Gelibolu'dan alınıp Trak­
ya'ya gönderilmesi, bir zorunluluk sonucu olmadığı gibi, uy­
gun bir önlem de değildi. Gerçekten düşmanın bütün cephe­
lerde baskısı o kadar güçlüydü ki, bizde de cephedeki birlik­
lerin -İngilizlerin yaptığı gibi- sık sık değiştirilmesi gerekli ve
uygun olabilirdi. Ama Çanakkale savaşlarında kesin sonuç
daha alınamamıştı ve Türklerin zaman zaman elverişli yerler­
de taarruza geçmeleri gerekiyordu. Bunun için de yedek kuv­
vetlere gerek vardı. Oysa 2. Ordu birlikleri 1 9 1 6 şubatında
bile hiçbir iş yapmadan Trakya'da bekliyordu.
Birliklerin değişmesinden sonra Güney Grubu Komu­
tanlığına Vehip Paşa'nın yerine Müstahkem Mevki Komuta­
nı Cevat Paşa atandı,

1 23
Ekim ayının ortalarında Mareşal von der Goltz, 6. Or­
dunun başına, Irak cephesine gönderildi. Saros Körfezi' nde­
ki kolordunun komutanlığına da Türk Genel Karargahı ta­
rafından Albay Back atandı.
Bu kıtalar, savaş boyunca, küçük birlikler olarak çatışma
ve keşif işleri görmede büyük gelişme gösterdiler. Bu hizmet­
ler için cepheden gönüllü istendiğinde, pek çok asker hemen
ileri atılıyordu. Anadolu askerinin yetişmesinin ancak belirli
bir sınır içinde olacağı görüşü, tam olarak yanlıştı. Ne var ki,
onun taarruz amacıyla bu talim ve terbiyeyi alması ve bunu ken­
dinde ikinci bir özellik durumuna getirmesi biraz uzun zaman
alıyordu. Anadolu askeri, iyi ve hareketli komutanların yöne­
timinde, keşif ve taarruz işlerinde kendisinden istenen her gö­
revi yerine getirecek güçteydi. Türk birliklerinin bu hizmetle­
rinin çok övüldüğünü ve beğenildiğini, Softatepe Ordugahın­
da sonradan elime geçen bazı İ ngiliz emirlerinde de gördük.
Çanakkale savaşlarının sonbaharda başarıyla bitirileceği
konusunda İ ngiliz makamlarında bir umutsuzluğun başladı­
ğını Chamberlain'in 2 1 Ekimde H indistan Genel Valisine
gönderdiği telgraftan anlamıştık. Bu telgrafta, " Bizim Çanak­
kale'deki amaçlarımız ve durumumuz son derece belirsiz­
dir" deniyordu.
1 Kasımda düşmanın Gelibolu'ya yeni bir çıkarma ya­
pacağı, Almanya'dan bildirildi. Gerek bu haber, gerekse
Bern'den gelen ve donanmanın 24 Kasımda Çanakkale 'yi ye­
niden zorlayacağı yolundaki bir başka haber doğru çıkmadı.
Uzun süreden beri beklenen Alman topçu cephanesi so­
nunda kasım ayı içinde 5. Orduya ulaştı. Bu durum, savaşın
bizim başarımızla biteceği umudunu güçlendirdi. Aradan ge­
çen zaman içinde Türk topçusu çok iyi yetişmiş ve başarılı atış

1 24
yapacak duruma gelmişti. Ne var ki kötü nitelikli ve yetersiz
cephane yüzünden ancak küçük sonuçlar alabiliyordu. Bu du­
rum da artık gözle görülecek kadar değişmişti.
Merkezi Devletlerin Çanakkale 'ye yardım olarak gönder­
diği ilk birlik, 1 5 Kasımda Çanakkale'ye geldi. Bu, 24 cm. ça­
pında çok iyi ve motorlu bir Avusturya bataryasıydı. Bu batar­
ya, Anafarta Grubunun sol kanadına yerleştirildi ve kısa sü­
rede Mestantepe'yi çok etkili biçimde ateş altına aldı. Bunu
aralık ayında gelen Avusturya'nın 1 5 'lik obüs bataryası izledi.
Bu batarya, Güney Grubuna verildi. Gelibolu'ya, İ ngilizlerin
çekildiği güne kadar bu iki bataryadan başka kuvvet gönderil­
medi. Çanakkale savaş alanında bulunan Alman er, astsubay
ve subayların sayısı en çok 500 kişiye kadar çıkmıştı.
1 9 1 5 Kasımınm sonunda 5. Orduda büyük bir taarruz
planının hazırlıklarına başlandı. Düşmanm Arıburnu Cephe­
sini n bir kesimi ile buna bitişik olan Anafarta cephesinin sağ
kanadını yarmayı düşünüyorduk. Böylece her iki cephe de dış
kesimlere doğru çekilmeye zorlanacaktı. Bu amaca ulaşmak
için gerekli destek 2. Ordudan verilecek, teknik birlikler ise
Almanya'dan gönderilecekti. Alman ordusu Albay Berend,
Yarbay Klehmet ve Binbaşı Lethes'i Gelibolu'ya gönderdi
Bunlar gerekli gözlemleri ve hazırlıkları yapmakla görevliy­
diler. Taarruz için ayrılan tümenler birbiri ardından cepheden
çekildiler ve cephe gerisinde hazırlanan siperlerde eğitimlere
başladılar.
D üşman, kuzeydeki iki cepheden birden çekilerek, bu
planın uygulanmasma olanak vermedi .
Sonradan açıklandığı üzere, Gelibolu yarımadasını bo­
şaltma düşüncesi önce Lord Ki tchner' in aklına gelmiş. Bu
Lord kasım ayında Gelibolu'daki İngiliz cephelerini bir bir

1 25
gezmiş, b1;.lnların durumlarını ve başarı olanaklarını incelemiş.
Bunun üzerine, burada yapılacak bir harekatta başarı umudu
kalmadığı düşüncesini ileri sürmüş, boşaltma sırasında büyük
kayıp verilmeyeceği kanısında olduğunu belirtmiş. Oysa öte­
ki İngiliz komutanları, boşaltmanın İ ngilizlere pahalıya mal
olacağı düşüncesindeymişler. Ama olaylar, Lord Kitcher'i
tam olarak haklı çıkarmıştır.
Düşman açısından, Anafartalar çıkarması başarıyla so­
nuçlandıktan sonra bile, var olan araçlarla bu savaşın iyi bir
sonuca varması olasılığı pek güçlü görünmüyordu. Çünkü
düşman bütün cephelerde çok az ilerleyebilmiş, bu bile ken­
disine pek pahalıya mal olmuştu. Bütün önemli noktalar Türk­
lerin elindeydi. B u durumda, düşman tarafından verilebilec­
ek en uygun karar, bu saldırıdan vazgeçmek olabilirdi.
Saldırıda başarı olasılığının kalmaması, boşaltmanın te­
mel nedeni olarak düşünülebilir. Ama ikinci derecede bir ne­
den olarak, Merkezi Devletlerin Türkiye' ye Balkanlar üzerin­
den bir yol açmaları da ileri sürülebilir. Bu durum, düşmanın
buralara yeni kuvvetler göndermesi girişimini zayıflatmıştır.
Nedenleri ne olursa olsun, biz, son dakikaya kadar başa­
rıyla gizlenen bu boşaltma girişiminden haberdar olamadık.
Yalnız böyle bir olasılık, 5. Ordu tarafından düşünülmüş ve
bu konu, bütün komutanlara yazıyla bildirilerek dikkatleri çe­
kilmişti. Fakat geri çekilme o kadar ustaca yapıldı ki, Türk ile­
ri hatlarında bile durumun farkına varılamadı.
Gelibolu yarımadası ve kıyı 1 9/20 Aralık gecesi kalın bir
sisle örtülüydü. Düşmanın topçu atışları gece yarılarına kadar
alışılmış şiddette devam etti, sonra biraz hafifledi. Düşman ge­
mi toplarıysa çeşitli yönlere atış yapıyorlardı. 1 9 Aralık gü­
nü, Güney Grubunda bir düşman saldırısı geri püskürtüldü.

1 26
İ şte o gece İngilizler, Arıburnu ve Anafarta cephelerinden
geri çekildiler.
5. Ordu açısından durum aşağıdaki şekildeydi:
Saat 1 .00 ile 2.00 arasında düşman, Arıburnu cephesin­
de bir lağım patlattı. Türk birlikleri bunun üzerine lağım çuku­
runu ele geçirmek için ileri harekete geçti, ama kimseye rastla­
madı. Düşmanın ön hatlarını yoklayan yandaki bölükler ise, düş­
manın tek tük ve çok hafif bir ateşiyle karşılaştı. Biraz sonra bu
ateş de kesildi ve siperler Türkler tarafından ele geçirildi. Bu
durum bütün komutanlara btldirildi. Böyle bir olasılık için ön­
ceden bir düzenleme yapılamadığından, bu komutanların ön si­
perlere gelişine kadar zaman geçti. Yine de çok sisli olduğun­
dan ileriye gidilemedi. Düşman siperlerinin üzerinden geçen
yollar engellerle kaplıydı ve önce bunların kaldırılması gereki­
yordu. Ayrıca çeşitli yerlerde de ayak lağımları vardı. Nitekim
bunlar patladı ve kayıp vermemize, karışıklıklar çıkmasına yol
açtı. Düşman artçıları, bu yüzden rahatça uzaklaşmak fı rsatını
buldular. Birliklerimizin bu ilerlemesi sırasında düşman gemi­
leri, geçilecek yerleri ateş altında tutuyordu. Kıyı, her ne kadar
çok yakınsa da, karanlık gecede ve sis içinde dik ve taşlık ba­
yırlardan aşağı inmek kolay değildi. İ lk birlikler kıyıya vardık­
ları zaman, artık ortada düşman yoktu. Yalnızca savaş gemile­
ri kıyıyı toplarıyla durmadan dövüyorlardı.
Düşman çekilişi, Anafartalar Cephesinde de aynı şekil­
de oldu. Yalnız burada alınan yanlış haberler yüzünden emir
vermede bazı karışıklıklar oldu. Sisin çok yoğun olmadığı bir­
kaç noktada, kıyıdaki kırmızı fenerlerin ışığını gören bazı kü­
çük birliklerin komutanları düşmanın yeni bir çıkarma yapa­
cağı düşüncesine kapılmış ve bu yanlış kanı, telaşa yol açmış­
tı. Nitekim ilk haberler bana da karargahımda ve saat 4.00'ten

1 27
önce bu yanlış ve inanı lmaz şekliyle ulaştı. Ben hemen al<lrm
verdim ve süvari de içinde olmak üzere bütün yedeklerin iler­
lemesini emrettim. 1 Icr birlik, kendi kesimi içinde doğruca kı­
yıya ilerleyecekti. Fakat emirlerin birliklere kadar ulaştırılma­
sı işi -hele iki dile çevrilerek anlatılması söz konusu olunca­
umut edildiği kadar çabuk yürümedi.
Açık bir yerde bulunan A nafartalar Grubu, i leri hare­
katında birçok lağım tarlasına rastlayarak önemli kayıp verdi.
1 26. Alay ve öteki bazı birlikler, kıyıya yaklaştıkları zaman
düşman artçılarına rastladılar ve kısa süren çatışmalar oldu.
Fakat buralarda düşman hemen hemen hiç kayıp vermeden ge­
milerine binmeyi becerdi. Çekilme son derece ölçülü ve dü­
zenli yapıldı.
Düşman topları, çevremizde ele geçirilen birkaçı dışın­
da, önceden geri çekilmiş ve gemilere yüklenmişti. İngiliz ba­
taryalarının mevzileri kıyıya çok yakın olduğundan bu iş ko­
laylıkla başarılmıştı. Gerçi düşmanın bazı bataryalarının ateş
kesmesi ya da tek topla ateşe devam etmesi bazı topçu komu­
tanlarımızın dikkatini çekmişti, ama buna o kadar önem ve­
rilmemiş ve yukarıya bildirilmesine gerek görülmemişti. Çün­
kü daha önce de topların sık sık yer değiştirdiği ve bunların
yerinin gemi ateşleriyle örtüldüğü görülüyordu.
İngilizler geri çekilirken pek çok savaş malzemesi bırak­
mışlardı. Suvla Körfezi ' nden Arıburnu'na kadar olan alanda
beş küçük gemi, 60'tan çok nakliye sandalı kıyıya bırakılmış­
tı. Dekoviller, telefonlar ve tel örgü malzemesi, yığınlarla her
çeşit gereç, eczaneler, birçok sağlık malzemesi ve su filtresi
terk edilmişti. Büyük ölçüde piyade ve topçu cephanesi, çok
sayıda toparlaklar ve araba parkları, her cins siliih, sandıklar
dolusu el bombası ve makineli tüfek namluları bırakılmıştı.

1 28
B irçok konserve kutusu, un ve arpa yığınları, dağlar gibi yı­
ğılmış odun bulduk. Düşmanın bütün çadırlı ordugahları ol­
duğu gibi bırakılmıştı. Çekilme, bu şekilde tam olarak gizle­
nebilmişti. Gemilere yüklemeye fırsat bulunamayan bir sürü
at da öldürülerek atılmıştı.
Yarımadada kalan son birliklere çekilme emrinin birden­
bire verildiği, birçok çadırdaki masaların üzerine yeni getiril­
miş yemeklerin el sürülmeden bırakılmış olmasından anlaşı­
lıyordu. Ordugahlarda bulduğumuz emirlerden geride kalan
birliklerin on iki gece içinde gemilere yüklendiği anlaşılıyor­
du. Bu emirlerden bazı yararlı şeyler de öğrendik.
Anafartalar cephesinde düşman -geceleri de görülebil­
mesi için- iki yanı kireçle beyazlatılmış kum torbaları dizili
yaya yolları yapmıştı. Son birliklere çekilme sırasında böyle­
ce yol gösterilmiş ve geniş ayak lağımı tarlalardan tehlikesiz­
ce geçmeleri sağlanmıştı.
Bütün bu çekilme sırasında İngiliz birliklerinin kıyıdan
uzaklığı 1 ile 4.5 kilometre idi. Bu nedenle, İngilizlerin bura­
dan çekilmesini Avrupa'daki bazı çekilmelerle karşılaştırmak
doğru değildir.
Bu çekilme harekatıyla düşman bütün savaş alanını bı­
rakmış değildi. Seddülbahir'deki düşman cephesi ve birlik­
leri yerlerinde kalmıştı.
5. Ordu, 20 Aralık günü, karşısında düşman kalmayan i­
ki cephenin en iyi bataryalarının Seddülbahir'e gönderilme­
sini emretti. Ayrıca en iyi el bombacılarının, gözetleme ve is­
tihkam erlerinin de Seddülbahir'e gönderilmesi birliklere
bildirildi. Düşmanın ilerde bazı girişimlerde bulunmak üzere
Seddülbahir'i bir üs olarak elde tutması söz konusuydu. Düş­
manın mevzii burad� çok güçlüydü, ayrıca denizden de gemi

129
ateşleriyle özel olarak korunabiliyordu. Bu görüşü savunan­
lar, Seddülbahir'in ikinci bir Cebelitarık olabileceğini ve Se­
Ianik mevziini tamamlayabileceğini söylüyorlardı. 5. Ordu bu
düşüncede değildi. Fakat düşmanın burada uzun süre kalma­
sı olasılığı vardı ve buna izin verilmemeliydi.
Bu bakımdan düşmanın Seddülbahir'deki cephesine
karşı bir taarruz planının hazırlanmasına hemen başlandı. Al­
manya'dan gönderilmesi düşünülen teknik birliklere de bu
plan çerçevesinde yer verildi. Seddülbahir'de bulunan dört
tümenden başka 8. Tümen in de katılacağı bir taarruz düşü­
nülüyordu. Bu amacı gerçekleştirmek için Trakya'daki 2. Or­
dudan yardım istemeye gerek yoktu. Boşalan cephelerin kıyı
kesimlerinde yeteri kadar koruma bırakarak kalan birlikler
Seddülbahir'e getirilebilirdi. Artacak birliklerin ise hemen
Trakya'ya gönderilmesi, Türk Genel Karargahının emirle­
ri gereğiydi.
1 9 1 5/ 1 9 1 6 yılbaşı gecesi, İstanbul 'daki Alman Ateşemi­
literi aracılığıyla Alman Ordusu Komutanlığına bir telgraf
gönderdim. Bu telgrafta şunu öneriyordum: "İngilizlerin Ge­
libolu yarımadasından tam olarak çekilmelerinden sonra
Çanakkale Ordusu, Dimetoka-İskeçe üzerinden düşmanın
Selanik'teki ordusunun sağ yanına ve gerisine taarruz et­
meli ve Alman-Bulgar ordusu da aynı kuvvetlere karşı
cepheden harekete geçmelidir."
Görüşüme göre, düşmanın Selanik'teki kuvvetleri hem
Türk kıyıları için sürekli bir tehditti, hem de Avrupa'yla
olan tek bağlantımızın her an kesilmesi gibi bir tehlike ya­
ratıyordu.
Telgrafıma bir karşılık alamadım. Alman Genel Karar­
gahı başka bir görüş taşıdığı için mi, yoksa önerimiz Türk or-

130
dusunun Selanik cephesinden taarruza geçmesi anlamını ta­
şıdığı için mi cevap verilmedi, bilmiyorum.
1 9 1 6 yılı ocak ayının ilk günlerinde Seddülbahir' deki
kara topçusunun yavaş yavaş azaldığı görülmeye başlandı.
Bazı düşman bataryaları tek topla ve mevzilerini sık sık de­
ğiştirerek atış yapıyordu. Buna karşılık gemi toplan -en bü­
yük çaplı olanlar bile- atış şiddetini artırdılar. Ayrıca topçu
malzemesinin geriye gönderildiği de Anadolu yakasından gö­
zetleniyordu. Akşamları ya da gece karanlığında düşman hat­
larına gönderilen keşif kollarımız ise, her zaman güçlü bir di­
renmeyle karşılaşıyorlardı.
Taarruza katılmak için gönderilen birliklerin bir kısmı ile
12. Tümen Güney Cephesine gelmişti. Türklerin sağ kana­
dının karşısında bulunan ve kuzeye çıkıntı yapan bir İngiliz
siperi, düşman topçusunun yan atışları için çok uygun bir yer
oluşturuyordu. Bu nedenle burasının 7 Ocak günü 12. Tüme­
nin bir hücumuyla ele geçirilmesi kararlaştırıldı.
Biz bu hazırlıklar içindeyken, 5 Ocakta, Türk Genel Ka­
rargahı 5. Ordu nun 9. Tümeninin hemen geri alınarak Trak­
ya yönünde yürüyüşe geçirilmesini emretti. Böyle bir önlemin
alınmasına Güney Cephesindeki durum uygun olmadığı gi­
bi, Trakya'da da bu tümene gerek yoktu. Durumu Enver' e bir
telgrafla anlattım. Çanakkale seferi son şeklini almadan, du­
rumu tehlikeye düşürecek böyle bir harekatı kabul etmekten­
se, Türkiye'deki görevimden bağışlanmamı rica ettim. Bunun
üzerine söz konusu emir telgrafla geri alındı. Bu konuda da
yine bir çeviri yanlışlığı mı oldu, yoksa önce bana bildirildi­
ği şekilde bir düzen alındı da sonra bundan vaz mı geçildi, bir
türlü anlayamadım.
Düşünülen taarruzu 12. Tümene 7 Ocak günü yaptırdım.

131
İki saat süren şiddetli bir topçu atışından ve pek çok lağım pat­
latıldıktan sonra harekete geçen tümen, büyük bir direnmey­
le karşılaştı . Buna rağmen, bir ölçüde başarılı oldu ve düşman­
dan biraz yer kazandı.
Güney Cephesinde düşmanın mevzilerini gece bırakıp
gitmesi olasılığı Türk birliklerine bildirilmiş ve dikkatli dav­
ranmaları istenmişti. Gerektiğinde topçuya siperler üstünden
geçebilmek için birçok yerde gezici köprüler hazırlanmıştı.
Anadolu yakasındaki 26. Tümenden Yüzbaşı Lehmann ko­
mutasındaki bir sahra top taburu, Kum kale burnuna kadar sü­
rülmüştü. Bu toplar, 8 ve 9 Ocak geceleri Seddülbahir'in
menzili içine giren kesimlerini ateş altına aldılar. Ayrıca Müs­
tahkem Mevkiin İntepe dolaylarındaki topçusu da buraları
ateş altında bulunduruyordu. 8/9 Ocak gecesi düşman Güney
Cephesini de boşalttı. ilk hattaki düşman, atışlarımıza karşı­
lık vermeyince, Türk birlikleri ileri atıldılar. Bazı kesimlerde
kanlı çarpışmalar oldu. Ama bütün dikkat ve çabamıza rağ­
men düşman çekilmeyi başardı. Düşman birliklerinin büyük
kısmı, güney uçtaki çıkarma iskelesine kadar yürütülmemiş
ve en kısa yoldan yarımadanın yan kıyılarına indirilerek uy­
gun yerlerde her çeşit araca bindirilip gemilere geçirilmişti.
Bu sırada artçılar, siperlerden ateş yağdırıyorlardı. Gemi top­
larının atışı da kara topçusunun yerini tutuyordu.
Türk birlikleri, güneş doğmadan her yandan kıyıya ulaş­
tılar. B irçok yerde lağım tarlaları önünde durmak zorunda kal­
mışlar ve çok kayıp vermişlerdi. Bu tümen, kıyıya varıncaya
kadar 9 top ele geçirmişti.
Güneş doğarken batı kıyısında bir düşman nakliye gemi­
si topçumuzun atışıyla batırıldı. Çevredeki düşman torpido­
ları, bunun üzerine batan geminin yanından şiddetli bir ateş

1 32
açtılar. Çünkü geminin bir denizaltı tarafından batırıldığını
sanmışlardı. Oysa düşman çekildiği sıralarda bizim denizal­
tılardan iz bile yoktu.
Bu cephede de ötekiler kadar bol savaş malzemesi ele ge­
çirildi. Bunlar arasında her çeşit arabadan oluşmuş parklar, bü­
yük bir otomobil parkı, yığın yığın siliih, cephane ve istihkam
malzemesi vardı. Burada da bütün çadırlı ordugahlar ve bara­
kalar -kısmen bütün düzenleriyle- yerlerinde bırakılmıştı. Yüz­
lerce hayvan kurşun ya da zehirle öldürülmüş, dizi dizi yatı­
yorlardı. Öldürülmekten nasılsa kurtularak çevreye dağılan
bir kısım at ve katır yakalanarak Türk topçusuna verildi.
Öteki cephelerde olduğu gibi burada da un ve diğer yi­
yecek maddelerinin bir kısmının üzerine zehirli bir sıvı akı­
tılmış, işe yaramaz duruma getirilmişti. Çekilmeden sonra da,
günlerce İngiliz savaş gemileri bu geride kalan ordugah ve
malzemeyi yok etmek için kıyılan dövdü durdu. Savaş alan­
larının temizlenmesi ve boşaltılması iki yıl kadar sürdü. Ele
geçirilen büyük ölçüdeki malzeme Türk ordusunda kullanıl­
dı. Konserveler, un ve odun, gemilerle İstanbul 'a gönderildi
(Erlerin hemen alıp kullandığı yiyecek ve giyecekler dışta tu­
tuldu). Bundan sonraki günlerde savaş bölgesindeki Türk er­
lerinin şuradan buradan ele geçirdikleri çeşitli üniformalarla
giyinip kuşanmaları görülecek bir manzaraydı. Hepsi çocuk
gibiydi. O kadar ki, bazıları tuhaflık olsun diye İngiliz gaz mas­
kelerini başlarından çıkaı;mıyorlardı.
Çarpışmaların en şiddetlendiği dönemde, asıl cephede
ve yanlarda, 5. Ordu emrine verilen tümenlerin sayısı 22'ye
ulaşmıştı. Bütün bu Türk birliklerinin cesaretleri, direnme
güçleri ve vatan savunmasındaki inançları, her türlü takdirin
üstündeydi. Deniz filolarının atışlarıyla en büyük desteğini gö-

1 33
ren düşman birliklerinin cesaretli saldırılarına rağmen, bu
Türk birlikleri sayısız çatışmada yerlerini korudular.
5. Ordunun Çanakkale savaşlarındaki kaybı çarpışmala­
rın şiddeti ve devamıyla orantılıdır. Bütün zayiat 2 1 8 bin olup
bunun 66 bini şehittir. Yaralılardan 42 bini iyileştikten sonra
cepheye dönmüştür. Çanakkale savaşlarında öyle Türk alay­
ları vardı ki, aldıkları destekle 5 bin ere ulaşmıştır.
Gelibolu yarımadası karargahı ocak ayı sonunda Lüle­
burgaz'a geçen 5. Ordu emrinde bırakıldı ve Gelibolu Ko­
mutanlığına Cevat Paşa atandı.
Çanakkale savaşları bittikten sonra, TijrkGenel Karar­
gahına, Bolayır'ın batısında bir kanal açılmasını önerdim.
Böylece, yüzyıllardan beri süren ve İstanbul'a batıdan gelen
tek yolu elde tutma gerçekleşmiş olacaktı. Kanal açılması öne­
rimdeki temel düşünce, İstanbul 'u bir üs olarak elde bulun­
durmak zorunda olan Türk donanması için Marmara'dan Ak­
deniz' e çıkışı sağlayan güvenl i bir 'ikinci deniz yolu' sağla­
maktı. Saros Körfezi'ne çıkan ve aşağı yukarı 30 kilometre
uzunluğundaki bu kanal, Boğaz'ın en dar olan giriş kısmına
göre daha güçlükle abluka edilebilirdi. Saros 'daki kanal için
Bozcaada'nın hiçbir önemi olmayacağı gibi, İmroz adasının
da kısmi bir önemi vardı. Trakya'nın bütün araçlarının gön­
derileceği Saros Körfezi 'nin kuzey kıyısı güçlendirilir ve ora­
lara kıyı bataryaları da yerleştirilirse, iyi bir dayanak sağlana­
bilirdi. Gerçekte kanal denizden o kadar içeride bulunacaktı
ki -yarımadanın kuzey kıyısı iyi savunulursa- düşmanın bu­
rada etkili olması olanaksızdı.
Bu kanalın açılmasının, Türkiye'nin Avrupa'daki toprak­
ları için, büyük ekonomik yararı da vardı. Uzmanlara yaptır­
dığım incelemelere göre, 5 kilometre uzunluğundaki bu ka-

1 34
nalın yapılmasında hiçbir teknik zorluk yoktu. Bu işin hiç de­
ğilse ileride dikkate alınmasını dilerim.
Buraya kadar söylediklerimle, Almanya 'da çok az bilinen
Çanakkale Savaşlarının bir değerlendirmesini, ordu komu­
tanı gözüyle yaptım. Bütün savaşların tek tek ayrıntıları
konusunda söz hakkı Türk Genelkurmayınındır.

1 35

You might also like